Professional Documents
Culture Documents
Ders
Ders
DERS
II. Mahmut 1785’te İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda I.Abdülhamid’in ve Gürcü kökenli Nakşi
Dil Valide Sultanı’nın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Amcasının oğlu III. Selim’in
saltanatında idari zihniyeti ve şahsiyeti şekillenmiştir. Hanedanın bu dönemde çok fazla erkek
evlada sahip olmaması aynı zamanda “Şimşirlik” dediğimiz şehzadelerin, veliahtların gözetim
altında tutulduğu yerde oldukça serbest bir atmosfer meydana getirmiştir. Bu çerçevede
Sultan Mahmut, oldukça serbest bir atmosferde hat, müzik ve şiirle ilgili edebiyatla ilgili
dersler almıştır. Keza, Osmanlı tarihinin hattat, şair ve bestekâr hükümdarlarından biridir.
Klasik Türk müziğinde III. Selim kadar başarılı olamasa da teknik açıdan ve aynı zamanda
melodi itibari ile oldukça hoş besteleri mevcuttur.
Sultan Mahmut 23-24 yaşlarında iken, darbeler, karşı darbeler siyasi hesaplaşmalar
atmosferinde tahta çıkmıştır. Dolayısıyla III. Selim’in reformlarının bıraktığı yerden hemen
bir çırpıda devam etme imkânı bulamamıştır. Siyasi dengeleri bazı güç odaklarının siyaset
üzerinden vesayet kurma girişimlerini analiz edebilmesi, bunları boşa çıkarabilmesi, temkinli
hareket etmesini zorunlu kılmıştır. Bu nedenle saltanatını belki iki ana dönemde incelemek
yararlı olur. II. Mahmut’un 1808-1839 arasında otuz bir yıl gibi uzun bir saltanat dönemi
vardır. Bunun özellikle 1808-1826 arasındaki dönemi gelenekçi yapının ve “Kanun- Kadim”
olarak adlandırılan siyasi, idari ve sosyal düzenin devamı olarak görmek mümkündür. 1806
yılında Ayanlarla anlaşılarak “Sened-i İttifak” adında bir anlaşma yapılmıştır. Anayasa
hukukçuları bu belgeyi Osmanlı tarihindeki ilk anayasal belge olarak kabul ederler. 1826
tarihini seçmemizin nedeni “Vaka-yı Hayriye (Hayırlı Olay)” olarak adlandırılan Yeniçeri
Ocağı’nın ilgası ve yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” olarak adlandırılan ordunun
kuruluşu tarihidir. Bu tarihin sadece yeni bir ordu olmaktan öte anlamı vardır. Çünkü daha
önceki reform girişimlerinde Yeniçeriler gerçekleştirdikleri isyanlarla bu tür reform
girişimlerine hayat tanımamış, hatta bunları idari, sosyal alana taşımak isteyen hükümdarları
yaşatmamışlardı. III. Selim, II. Mahmut için çok yakın zamanda ve gözlerinin önünde cereyan
eden bir saray baskını esnasında bu tür reform teşebbüslerinin bedelini hayatıyla ödemek
zorunda kalmıştır. Sultan Mahmut da bu saray baskınında Kabakçı İsyanı dediğimiz saray
baskınında canını yaralı olarak zor kurtarmış, sarayın damına Kuşhane’den kaçırılarak fedakâr
ve aynı zamanda gözü pek hizmetkârları sayesinde hayatta kalabilmişti. Dolayısıyla radikal
reformlar değişim ve dönüşümün faturasını bilmekteydi. Bu yüzden reformların önündeki en
büyük engel olan Yeniçeri Ocağı kaldırılana kadar ihtiyatlı bir hazırlık devresinden söz
edilebilir.
Bu dönemde Sultan Mahmut, daha çok merkezde reformlara karşı olan kadroları taltif ederek,
terfi ettirerek taşraya gönderdi. Ya da yeni tayin ve tevcihlerde reformlara destek veren
kadroları iş başına getirdi. Bunu yaparken olabildiğince ihtiyatlı davrandı. Kendinden önceki
hükümdar III. Selim gibi söz ve fiilleri ile açık vermekten olabildiğince sakındı. Devlet
adamlarının özellikle reformlar konusunda görüşlerini alarak ve kendisine göre bir ajanda
oluşturarak bir personel rejimi ve kadro rejimi oluşturdu. Buna göre bu 17 yıllık hazırlık
döneminde çok ciddi bir şekilde planlama yaptığını söyleyebiliriz. Onun dışında silahlı
kuvvetlere hükmeden komutanları veya diğer Yeniçeri ağalarını olabildiğince reformcu
kadrolardan seçmeye ve destek olmaya gayret gösterdi. Padişah ve saltanat kurumuna
sadakati açık olan isimleri iş başına getirdi. Dolayısı ile 1826 öncesinde ciddi bir hazırlıktan
söz edilebilir. Çünkü bu hazırlık olmadan Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak demek III. Selim ile
aynı akıbeti paylaşmak demektir. II. Mahmut’un 1826 yılı öncesinde oldukça basiretli
davrandığı görülmektedir.
Bunun dışında Tasvir-i Hümayun dediğimiz devlet dairelerine resminin asılması kendi
döneminde Avrupa’da cari olan bir usulün burada da uygulanmasıdır. Çünkü bu dönemdeki
devletlerarası ilişkilerde hediyeler gönderilirken örneğin Avusturya’dan, Fransa’dan
gönderilen hediyeler arasında tahtta bulunan hükümdarın, kralın portreleri gönderilir. Bunlar
hükümdarların topluma kendilerini görünür kılma burada gerçekten hükümdar olan zatı ve
onun simasını bilinçaltına ve baktıkları her yerde görünür kılma endişesinin bir tezahürüdür.
Bu usulün Osmanlı başkentinde de uygulanması için harekete geçilmiş ve 1836 yılında
“Tasvir-i Hümayun” dediğimiz padişahın portresi, kışla ve benzeri resmi dairelere, devlet
dairelerine asılmıştır. Yine bu dönemde idari, hukuki, sosyal alanda birçok ilklere imza
atılmıştır. Yolsuzluğun, rüşvetlerin, iltimasların engellenmesi için örneğin ceza
kanunnameleri çıkartılmış, devlet memuriyetinde sınav sistemi getirilmiştir.
Osmanlı tarihinde bir ilk olarak 1829’dan başlayarak memleket gezileri yapılmıştır. Yani
hükümdar ilk kez İstanbul dışında tebaası ile buluşmuştur. Sultan Mahmut’un 5 kez yurtiçi
gezilere çıkarak memleketin genel durumunu bizatihi kendi müşahedesi ile yerinde görmek ve
oradan çıkardığı sonuçlarla yeni reformların, idari uygulamaların alt yapısını oluşturmak gibi
bir endişesi vardır. Sultan Mahmut devrini değerlendirirken aslında Tanzimat devrinin alt
yapısının büyük ölçüde oluşturulduğu hatta isminin dahi küçük harflerle zikredildiği, devlet
memuru yetiştiren ve bunların tabi olacağı yeni kuralları belirleyen hukuki alt yapının ve
zeminin oluşturulduğu dönem olarak bakmamız gerekir.
Sultan Mahmut daha önce fonksiyonunu kaybetmiş, zincirleme mağlubiyetler alan bir orduyu
ilga edip yerine yeni, disiplinli bir ordu ikame etmiş, devletin geleneksel idari yapısını, hukuki
zeminini batı tarzında yeniden inşa etmiştir. Burada batı tarzında dediğimizde, devleti daha
fonksiyonel, belli bölümlere ayrılmış bakanlıklar tarzında tanzim ederek ve başvekâlet
kurumunu yani “Başbakanlık” kurumunu ihdas ederek daha fonksiyonel hale getirmiştir. Yine
eğitimde belli aşamalar getirmiştir, rüştiye, idadi, sıbyan mektebi gibi. Sultan Mahmut devri
bizde Tanzimat reformlarını ve aynı zamanda buradan, bu kurduğu eğitim kurumlarından
yetişen Tanzimat aydınlarının memleketi daha ileriye götürmek için meşveret ve meşrutiyet
çerçevesinde rejimi yeniden düzenleme taleplerinin arka planını oluşturması bakımından
önemlidir. Bu kurumlardan yetişen insanlar ve aynı zamanda Sultan Mahmut devrinde yine
bir ilk olarak Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi, sonraki dönemlerde meyvesini vermiştir.
II. Mahmut dönemi, kendinden sonraki döneme pek çok miras bırakmıştır. Bu anlamda
önemsenmesi gereken bir husus da merkezileşmedir. II.Mahmut bunu tekrar sağlamak için
müthiş bir mücadele vermiş, vilayetlerde hakimiyetin sağlanması, kendi başına hareket eden
ayanların devre dışı bırakılması gibi hususlarda başarılı olmuştur. Dolayısıyla II.Mahmut
kendinden sonraya model teşkil edecek birçok uygulamayı bırakmıştır. Aynı zamanda bir süre
daha yaşasaydı bu “Tanzimat Fermanı” adı verdiğimiz ve kendi oğlunun ilan ettiği projeyi
II.Mahmut belki kendisi yapmış olacaktı. Ama ömrü vefa etmediği için bütünü ile zemin
olarak alt yapısını oluşturmuş olduğu Tanzimat Fermanı, Sultan Abdülmecit tarafından 3
Kasım 1839’da ilan edilmiştir.
Tanzimat Fermanı
Tanzimat Fermanı’nın ilanı sürecinde Mustafa Reşit Paşa’nın öncü rolünü unutmamak
gerekir. Nitekim Mustafa Reşit Paşa’nın önemli bir devlet adamı olacağını II. Mahmut bizzat
keşfetmiştir. 1828-29 Osmanlı-Rus savaşı sırasında cepheden gelen kâğıtlardan birindeki
yazının güzelliği Sultan’ın dikkati çekmiş, o dönem genç bir kâtip olan Mustafa Reşit
Efendi’yi Sultan II. Mahmut doğrudan huzuruna çağırtmış, kendisini iyi bir şekilde
yetiştirmesini ve Fransızca öğrenmesini tavsiye etmiştir. İşte II. Mahmut’un keşfetmiş olduğu
Mustafa Reşit Paşa, bilahare onun görüşlerini yansıtacak şekilde Tanzimat Fermanı’nın ilan
edilmesinde başlıca rolü oynamış ve o altyapıyı hazırlamıştır. 3 Kasım 1839’da Topkapı
Sarayının bahçesi olan Gülhane parkında Mustafa Reşit Paşa tarafından bizzat okunan
Tanzimat Fermanı Osmanlı modernleşmesinin önemli aşamalarından birini teşkil etmiştir.
Sultan Abdülmecit Tanzimat Fermanı ilan edildiğinde yani 3 Kasım 1839’da genç bir
padişahtır. Dolayısıyla Mustafa Reşit Paşa’nın ve diğer devlet adamlarının belirleyici rolünü,
bu süreçte inkâr etmemek gerekir. Tanzimat Fermanı, aslında bir süredir ortaya çıkan
dönüşümün neticelerinden birini oluşturmaktadır; yani devlet kabuk değiştirmekte, yeniden
yapılanmaktadır. Bu yapılanma belli bir süreç dahilinde olmuş, Avrupa ülkelerinden birtakım
modeller alınmıştır. Nitekim bu bağlamda bakanlar kurulu sistemine geçilmiştir. Sadrazam
artık padişahın mutlak vekili olmaktan çıkacak ve bakanlar arasında koordinasyonu sağlayan
kişi haline gelecektir. Ayrıca şeyhülislamın da yetkileri sınırlanmıştır.
Tanzimat Fermanı’nın getirmiş olduğu süreç aslında giderek bir nevi cumhuriyetin sanki
zemininin hazırlandığını gösteren bir süreç halini almıştır. Tanzimat fermanıyla birlikte
vurgulanması gereken önemli bir husus da mahkeme kararı olmadan kimsenin idam
edilemeyeceğinin kabul edilmesidir. Sultan Abdülmecit döneminden itibaren idam kararları
hukuki süreç dahilinde verilmiş, mahkeme kararları etkili olmuştur. Bu, hukuki dönüşümü
göstermesi bakımından önemlidir.
Osmanlı Devleti III. Selim döneminden itibaren aslında çok sıkıntılı dönemler yaşamıştır.
Tanzimat’ın ilk yıllarında da o sıkıntıların yoğun bir şekilde devam ettiği görülmüştür. Mesela
ilk dış borç bu anlamda 1854 yılında Kırım Savaşı’nın devam ettiği bir ortamda alınmıştır
çünkü; devlet artık kendi imkanları ile, kendi iktisadi imkanları ile kendini idare edememiş
bir de savaşın getirdiği ağır şartlar da buna eklenince dış borçlanmaya başvurmak zorunda
kalmıştır. Bu savaşta Florance Nigtingale yaralı askerleri tedavi ederek modern anlamda
hemşireliğin temellerini atmış kabul edilmektedir. Bu dış borçlanmanın diplomatik
handikapları da olmuştur. Ancak bir taraftan bu reform süreci, devletin kendini yavaş da olsa
toparlamasına imkan sağlamış, artık II. Abdülhamit döneminde eli kolu güçlü bir devlet
haline gelmiştir. Dolayısıyla 1790’lara baktığımızda, III. Selim döneminde zayıf ve dünya
üzerinde siyasi bir aktör olmaktan çıkmış bir Osmanlı Devleti varken, tam yüz sene sonra işte
1890’larda, II. Abdülhamit döneminde kendini toparlamış ve yine dünyanın siyasi aktörleri
arasına girmiş bir Osmanlı Devleti görülmektedir. Bu da aslında yapılan bu modernleşme
girişimlerinin neticede bir semere verdiğini ve de devletin mevcut konumunda yani yüz yıl
önceki konumundan daha iyi noktaya geldiğinin bir göstergesi olmuştur. Tanzimat döneminde
ordu-millet anlayışı ile propaganda yapılarak askerliğin bir vatan hizmetine dönüşmesi
yolunda çalışmalar yapılmıştır. Zorunlu askerlik uygulamasını ifade etmek için kullanılan
tabir ise “Ahz-ı Asker” olacaktır.
Osmanlı Devleti’nde Ayrılıkçılık Hareketleri ve Islahat Fermanı Süreci
Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı sonra Meşrutiyet süreçlerinde de hep aynı şey yapılmış,
yani “Hepimiz Osmanlıyız” denilmiş ama buna rağmen gayrimüslim unsurlar ayrılıkçılık
hareketlerinden vazgeçmemişlerdir. Netice itibari ile bu gidişat, 1820’de Mora İsyanı
çıktıktan sonra bir Yunanistan’ın kurulmasına yol açmıştır. Mora İsyanında tabiki
patrikhanenin önemli dahli olduğu görülecektir. Sonradan yaşanacak Bulgar isyanları, Bosna-
Hersek isyanları, bütün bunlar 19.yy boyunca aslında Osmanlı Devleti’ni yoğun bir şekilde
meşgul edecek olaylar silsilesini oluşturmuştur. Bu olaylar yaşanırken devlet bir yandan da
kendini güçlendirme çabası içindedir ama diğer taraftan bu olaylar önünde ciddi bir handikap
oluşturmuştur. Yani hem onları bastırmak veya onları memnun edecek tarzda hareket etmek,
diğer taraftan reformları yapmak gibi zor bir durumda kalmıştır.
Bütün bunların yanında Avrupa Devletleri’nin de sık sık müdahale etme çabaları ile ki
özellikle Tanzimat Fermanı’ndan sonra, Islahat Fermanı’nda sonra sık sık karşılaşılmıştır.
Islahat Fermanı, Paris Anlaşması’na dokuzuncu maddesi olarak girmiştir. Öyle olunca da
Avrupalı ülkeler Islahat Fermanı’nın öngördüğü hususları sık sık Osmanlı Devleti’ne
hatırlatmaya başlamışlardır. Bu hatırlatmada da kısmen bir haklılık payları vardır çünkü
ferman Paris Anlaşmasına girmiştir. İşte bütün bunlar, devleti zor duruma düşürmüştür.
Reformlar yapılırken bir yandan da onların getirdiği handikaplar vardır. Bütün bu zorluklar
içinde Osmanlı Devleti 19.yy’ın sonunda kendini toparlama çabası içinde olmuştur.
Osmanlı’da Batılılaşma ve Değişim
Osmanlı İmparatorluğu 17.yy’dan itibaren ıslahat çalışmalarına başlamıştır. Bunun sebebi 17.
yy’da devlet otoritesinin aksamasıdır. Devlet otoritesinde meydana gelen aksama yüzünden
ıslahat layihaları yazılmıştır fakat bu döneme baktığımız zaman, batının çok gündemde
olmadığı görülmektedir. Özellikle yazılan ıslahat layihalarında tamamıyla Osmanlı kendini
örnek almıştır, Kanuni dönemi örnek alınmıştır. Batıdan bahseden ıslahat layihaları yazıları
nadirdir. Hasan Kafî Akhisarî’nin eserinde batıdaki teknolojik, ateşli silah gelişmesi dışında
fazla üzerinde duran yoktur. 18.yy başlarına geldiğimiz zaman ise Viyana Bozgunu yıllarında
Osmanlının uğradığı mağlubiyetlerden dolayı batıya bakma ihtiyacı duyulmuştur. Bu da Lale
Devri’nde Avrupa’ya gönderilen elçilerle olmuştur. Fakat bu dönemde başlayan yenileşme
çalışmalarında hala batı tam bir örnek değildir. Fakat 18.yy sonlarında ardı ardına gelen
mağlubiyetler üzerine artık devlet batıyı örnek almaya başlayacaktır.
Osmanlı batılılaşmasının başlangıcı III. Selim dönemidir. III. Selim döneminde artık devlet
özellikle askeri alanda başarısızlık ve mağlubiyetlerden dolayı bir şeyler yapma ihtiyacı
hissedecektir. Bu dönemde hepimizin bildiği ismiyle “Nizam-ı Cedit” yani eski düzen yerine
yeni bir düzen kurma ihtiyacı görülecektir. Bu dönemde III. Selim birçok devlet adamı ve iki
yabancıya ıslahata dair nizam-ı cedit layihaları yazdırmıştır fakat bu nizam-ı cedit layihalarına
bakıldığı zaman çok köklü değişiklilerin yapıldığına rastlanmamaktadır. Yani III. Selim
devleti kurtarmak için batı tarzında modernleşmeyi başlatmıştır ancak bununla ilgili bir
kadrosu yoktur, büyük sıkıntı çekilmiştir. Bu konuda ona yardımcı olan en önemli kişi
Ebubekir Ratıp Efendidir. Ebubekir Ratıp Efendi’nin Viyana sefareti sırasında, elçiliği
sırasında yazdığı layihalar ve Avusturya ile ilgili yazdığı eserleri bir öncü çalışmaları olarak
kalmıştır. III. Selim döneminde devlet, birçok kurumunu batı tarzında yeni baştan
şekillendirmeye çalışırken bir taraftan da büyük bir tepki toplamıştır. Bu çatışma eski-yeni
çatışması, III. Selim’in tahtan indirilmesi ile birlikte sona erecektir.
Osmanlı modernleşmesi diye andığımız yenileşme süreci 1792’lerle başlayıp Yaş Anlaşması
ile imparatorluğun sonuna kadar devam eden, lokomotif gücünü, askeri yenileşmelerin
belirlediği bir süreçtir.
Bu da tabii ki sadece Osmanlı Devletine mahsus bir olgu değildir. Hemen hemen dönemin
bütün büyük devletleri ve imparatorluklarında, o sıcak çatışmalarda galibiyet elde etmek, harp
meydanlarında muzaffer çıkmak önemli olduğu için mağlup olan orduların ordu teşkilatının
yeniden yapılandığını bilinmektedir. Fakat Osmanlı Devleti, Müslüman bir toplum ve devlet
yapısına sahip olduğu için Avrupa ordularını, batı ordularını bu manada örnek alması, genelde
Avrupalı tarihçiler tarafından bir batılılaşma, bir modernleşme olarak ele alınmıştır. Ama
Rusya için de Avusturya için de Prusya için de Fransa için de farklı dönemlerde modernleşme
denilen sürecin askeri sahada yeniliklerle başladığını ve daha sonra toplumsal alana,
ekonomik alana yansımaları olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla buradaki süreç sadece askeri
sektörle de sınırlı kalmaz, ordu değişirken o ülkenin devlet yapısı, iktisadi yapısı ve sosyal
yapısının da 19.yy değişmesi gerekmiştir. Mesela zorunlu askerliğe dayalı bir kitle ordusu
kurmanız gerekiyorsa mutlaka sizin yavaş yavaş cumhuriyet veya meşruti bir monarşiye
geçmeniz lazımdır. Bir kitle ordunuz varsa bunun ihtiyaçları çok fazla olduğu için mutlaka
endüstriyel bir ekonomiye sahip olmanız gerekir. Sosyal yapınızda da daha demokratik, daha
katılımcı, daha eşitlikçi bir yapıya geçmeniz gerekir. Ayrıca şehirlileşme oranının artması
lazımdır. Osmanlı’da belki farklı olan husus, yeteri kadar endüstriyelleşmeden tam anlamı ile
meşruti bir monarşiye dönüşemeden, askeri alandaki yenileşmeyi, modernleşmeyi
gerçekleştirmeye çalışması olmuştur. Bu yüzden de sıkıntılar ortaya çıkmıştır.
Bu tarihte bir diyalektik vardır malumunuz yani bir şekilde başlangıçta bir hedef için karar
verilir ama daha sonra sosyal süreçler öyle bir planlamayla, sosyal mühendislikle tam anlamı
ile kontrol edilemediği için başka bir yere doğru evrilir. Dolayısıyla burada II. Mahmut’tan
itibaren başlayan süreçte ordu için mektepli yani bugünkü anlamda harp okulu mezunu
subaya ihtiyaç olmuştur çünkü bunlar büyük ordulardır. Planlama esaslı, fen teknik bilgilerine
sahip olması gerekiyor komutanların. Harbiye bir süre sonra mezunlarını başka bir bilinçle
vermiştir. Batı ile tanışma, batıdaki fikirlerle tanışma imkânı vermiştir. Ayrıca da subay
grubuna, zümresine bir üstünlük veya bir vatanperverlik misyonu veya hissi vermiştir.
İlginçtir mesela mektebi harbiye mezunu olan ilk serasker Hüseyin Avni Paşa aynı zamanda
Yakınçağ Osmanlı ve Türkiye Tarihinde 1876 Mayıs ayında ilk askeri darbeyi gerçekleştiren
kişidir. Benzer bir şekilde II.Abdülhamit’in dönemindeki mektebi harbiye’den yani harp
okulundan mezun genç subaylar da II.Abdülhamit’in devrilmesini beraberinde getiren
Meşrutiyetin ilanı ve daha sonra 31 Mart vakasında etkili olmuşlardır ve ondan sonraki
süreçte de ülke yönetiminde hakim unsur haline dönüşmüşlerdir. Keza Cumhuriyeti kuran
kadro da harbiye kökenli olan genç veya orta yaşlı subay ve generallerden oluşmaktadır.
Dolayısıyla burada padişahın yani II. Mahmut’un başlangıçta öngörmediği bir netice çıkmış
ve orduyu yönetmesi için eğitilmiş olan subaylar misyonlarını daha da büyüterek kendilerini
bir şekilde devletin kurtarıcısı veya devletin sahibi olarak görmeye başlamışlardır. Bu
dönemde Osmanlı askeri reformlarına önemli bir katkısı olan kişi, seraskerliğe getirilmiş olan
Koca Hüsrev Paşa’dır. Koca Hüsrev Paşa’nın teşvikiyle Almanya’dan askeri uzmanlar talep
edilmiş ve Osmanlıdaki askeri yeniliklere katkı sağlaması ve istihkamların kontrol edilerek
sağlamlaştırılması için Moltke gönderilmiştir.
Geleneksel Osmanlı eğitiminde halk eğitimi evvela medreselerde sonra sıbyan mekteplerinde
devam etmiştir. Bir de Enderun diye sarayda imparatorluğun güzide mektebi olarak hizmet
vermiş bir kurum vardır. Devletin kamu personeli için müzisyenleri için, sanatkârları için en
nitelikli öğrenciler bu Enderun mektebinden çıkmıştır. Tanzimat dönemine kadar Osmanlı
eğitim sistemi aşağı yukarı medrese, sıbyan mektebi ve Enderun ikilisi şeklinde devam
etmiştir. Tanzimatla beraber devletin özellikle askeri eğitim modernleşmesi konusu acil
gündem maddelerinden bir tanesini oluşturmuştur. Zira içinde bulunduğu askeri zafiyet aynı
zamanda siyasi karışıklıklara da yol açmakta ve bunun toplumsal çalkantılarının da
olabileceği yine dikkate alınmaktaydı. Askeri modernleşme süreci, askeri okullarla beraber,
saray bünyesinde açılan askeri okullarla beraber 1800’lü yıllarında başında başlamıştır. Bu
okullar sadece orduya mühendis yetiştiren yani subay mühendis yetiştiren yahut ileri düzeyde
matematik bilen ve diğer askeri stratejik teknik bilgiler sahip okullar olmanın ötesinde aynı
zamanda askeri doktoralar yetiştiren okullar olup Tıphane-i Amire, Cerrahhane-i Mamure gibi
okullar olmak üzere de çeşitlenmiştir. Bu askerlere yönelik iyi bir ordu yetiştirmeye yönelik
modern okulların dışında idadi gibi rüştiye gibi halkın da nitelikli eğitim alması zorunluluk
haline gelmiştir. Bilhassa bu zorunluluğu devlet, yabancı okulların yapmış olduğu yoğun
eğitim faaliyetleri sonrasında hissetmeye başlamıştır. Yani yabancı okullar Amerika başta
olmak üzere İngilizlerin, Rusların, Fransızların açmış olduğu okullar, kutsal topraklarda, Arap
vilayetlerinde yahut Balkanlarda açmış olduğu okullar devletin eğitim alanında halkın eğitimi
alanında daha çok eğitim çalışmalarında bulunmasının temel sebeplerinden bir tanesini
oluşturmaktadır. II. Mahmut’un rüşdiyelerin açılmasıyla ilgili çok büyük emeği geçmiştir,
kayda değer hizmeti olmuştur. Bu açılan rüşdiyeler daha sonra bir üst kademe olarak idadiler
erkelere yönelik açılmıştır. Kız rüşdiyeleri başta olmak üzere 1850’lerden itibaren kızlar için
de ileri düzeyde eğitim veren okullar açılmışır. Kızlara yönelik liseler ise çok daha geç bir
tarihte Maarif Bakanı Münif Paşa’nın gayretleri ile ilk defa gelişmiş fakat çok ileri düzeyde
bir programa sahip olmasına rağmen, İngilizce, Almanca, Fransızca, piyano dersleri olmasına
rağmen İstanbul gibi bir yerde açılmasına rağmen öğrenci talebi çok yetersiz kalmıştır. O
yüzden bir süre sonra kapatılmıştır. Eğitim fakültelerine de bakacak olursak da bu okulları
açarken devlet aynı zamanda okullarda eğitim verecek öğretmenlerin ulemadan olmasını
istememiştir. Zaten mümkün olduğu kadar o grubun sistem dışında bırakılmasında başka
alanda da çalışmalar vardır. Ulemadan öğretmen istihdam edemezseniz o zaman yeni
kaynaklar yaratmak durumundasınız ve 1848’den itibaren eğitim fakülteleri açılmaya
başlamıştır. Hatta Marmara Üniversitesi kendini onun devamı olarak Türk eğitim tarihindeki
ilk eğitim fakültesi varisi olarak kabul eder. Bu eğitim fakültelerinin başlangıçta sadece
İstanbul’da faaliyet gösteren eğitim fakültelerinin taşraya da yayılması; ancak Sultan II.
Abdühamit zamanında gerçekleşmiştir.
Osmanlı iktisat tarihini klasik dönem ve yenileşme dönemi olarak iki bölümde ele alma
imkânımız vardır. Bizi burada ilgilendiren yenileşme dönemidir. Yani cumhuriyete doğru
giderken Osmanlı Devleti’nin aldığı yeni şekiller ekonomik alanda neler olduğunu oluşturur.
Bu yenileşme döneminin konusu 1790’lardan itibaren başlayan yeni bir süreçtir. Bundan
önceki dönem yani klasik döneme kanun-i kadim veya nizam-ı kadim dönemi diyoruz.
1790’lardan sonraki döneme ise nizam-ı cedit veya yenileşme dönemi diyoruz. Bu dönem
cumhuriyete bırakılan mirası da içeriyor. Bu 1790’larda başlayan yenileşmenin temel nedeni
ülkenin küçülmeye başlamasıdır. 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devletinin yenileşme
hareketleri içerisinde bir yandan orduda yenilikler, toprak kayıplarının azaltılması söz konusu
olurken diğer yandan ekonomik anlamda reformlar yapılmaya başlanmıştır. Tabi bu
reformların ortak bir noktası vardır ki, artık Türkiye bağımlı bir ülkedir. Bağımlılık sömürge
olma anlamına gelmez. Dışa bir bağımlılık vardır. Mesela İstanbul’un ihtiyaçları belirlenirken
Avrupa’nın ihtiyaçları ön plana geçmeye başlamıştır. Mal talep edilirken bu ihtiyaçlara göre
istenir yani bu anlamda bir bağımlılaşma söz konusudur. O yüzden bu döneme bazı yazarlar
mesela Şevket Pamuk bağımlı büyüme dönemi diyor. 19. Yüzyılda gerçekten Osmanlı devleti
büyüme göstermiştir ekonomik anlamda fakat bu, dış talebe bağlı bir büyümedir ve Osmanlı
dış ticaret hacmi 19. Yüzyıl boyunca on katından fazla artmış, büyük bir ekonomik gelişme
söz konusu olmuştur. Dünya ile eklemleşme söz konusu olmuştur. II. Mahmut döneminde
başlayan fiyat hareketleri olumsuz gibi görünmesine rağmen içerideki fiyatlarla dışardaki
fiyatlar eşitlenmiştir. Fiyatlardaki bu eşitlenme aslında Türkiye ile Batı arasındaki ekonomik
dengenin kurulmasında önemli bir etki oluşturmuştur. Çünkü daha önce klasik dönemde
Osmanlı’dan batıya doğru mal kaçıyordu bunun temel sebebi dış fiyatlardaki farklılık idi.
Yani dışardaki fiyatlar yüksekti bizdeki fiyatlar düşük olduğu için bizden onlara mal
kaçıyordu. Ama II. Mahmut dönemindeki bu fiyat hareketleri bu akımı öldürmüştür
diyebiliriz.
Osmanlı Yenileşme Hareketlerinin Değerlendirilmesi
Osmanlı yenileşme çabalarının süreklilik kazanması ancak II. Mahmut’un saltanatının son
devresinden itibaren mümkün olabildi. Zarar gören devlet otoritesini onarmak, iç ve dış
güvenliği sağlayabilecek askeri güce sahip olmak, mali ve ekonomik yapıyı güçlendirmek ve
nihayet sosyal ihtiyaç olarak öne çıkan yenilikleri yapmak Sultanın esas amacıydı. II. Mahmut
yeniçeri ocağını kaldırırken Bektaşiliği yasaklamak, orduyu yenilerken kılık kıyafete önem
vermek ve devlet kurumlarını tanzim ederken devlet dairelerine resmini astırmak gibi
zamanın anlayışına göre aşırı sayılabilecek davranışlar sergiledi. II. Mahmut reformlarını
tamamlayacak olan Tanzimat Fermanı da esasında II. Mahmut’un tuğrasıyla yayınlanacaktı
fakat ilk aşamada Akif Paşanın engellemeleri, sonrada padişahın vefatı, fermanın ilanının
Sultan Abdülmecid devrine bırakılmasına sebep oldu.
Tanzimat Fermanının ilanından sonra askeri alanda Sultan II. Mahmut döneminde yapılan
yenilikler hızlanarak devam ettirildi. Öncelikle askerlik hizmeti kavramı yeni bir anlayışla ele
alındı ve bu görevin vatani bir vazife olduğu temel ilke haline getirildi yani zorunlu askerlik
başladı. Her bölgeden alınacak asker sayısının mahallin nüfusuna göre belirlenmesi, uygun
görülecek her aileden bir kişinin askere alınması, tek çocuklu ailelerden ise asker alınmaması
uygun bulundu. Her yıl ordunun beşte birinin yenilenmesi kararlaştırıldı. Bu işlemde kura
usulüne başvurulacaktı.