Professional Documents
Culture Documents
TEZ-YL - Hayrullah Efendi'nin Avrupa Seyahatnamesi - Tahtavi-Paris
TEZ-YL - Hayrullah Efendi'nin Avrupa Seyahatnamesi - Tahtavi-Paris
Mehmet CİHANGİR
T.C.
Eskişehir
2015
T.C.
ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Başkan …………………………………..
Prof. Dr. Medine SİVRİ
Üye ……………………………………….
Yrd. Doç. Dr. Gökhan TUNÇ
Üye ……………………………………….
Yrd. Doç. Dr. Fatıma Betül ÜYÜMEZ
(Danışman)
ONAY
…/ …/ 2015
Mehmet CİHANGİR
ÖZET
CİHANGİR, Mehmet
Yüksek Lisans-2015
CİHANGİR, Mehmet
The aim of this thesis study is to determine West and Western images reflected
in the works of Rifâ’a Râfi’ el-Tahtâvi’s Paris Gözlemleri and Hayrullah Efendi’s
Avrupa Seyahatnamesi and to investigate them in the scientific light of comparative
literature.
In this thesis, both the observations of the writers during their journeys and
historical, cultural and social conditions that they have been under influence when they
write their observations will be evaluated by means of pluralist analyzing method.
In this study, through the images in the works of these two Arabian and Turkish
authors, how the society they belong to and the conditions of the era they live in
influenced their views about West and Western will be examined.
İÇİNDEKİLER
ÖZET.................................................................................................................................. v
ABSTRACT ......................................................................................................................vi
İÇİNDEKİLER ............................................................................................................... vii
ÖNSÖZ .............................................................................................................................. x
GİRİŞ ................................................................................................................................. 1
1. BÖLÜM
SEYAHAT VE SEYAHATNAME
2. BÖLÜM
OKSİDANTALİZM
3. BÖLÜM
YAZARLARIN BİYOGRAFİSİ
4. BÖLÜM
PARİS GÖZLEMLERİ VE AVRUPA SEYAHATNAMESİ'NDE BATI KAVRAMI
VE BATILI İMGELERİN İNCELENMESİ
Bu tez çalışmasında biri Arap, diğeri Türk iki yazar tarafından kaleme alınan iki
eserde Batı kavramı ve Batılı imgesi karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Osmanlı
İmgeleminde Avrupa adlı eserinde İbrahim Şirin’in “Bu zamana kadar hep Batı’nın
kendi kuruluşunda öteki olarak, hayali bir Doğu’yu nasıl ürettiği üzerinde durulmuş,
oysa Doğu diye nitelendirilen coğrafya üzerindekilerce Batı’nın nasıl algılandığı
sorunsalı maalesef önemsenmemiştir” (Şirin, 2006: 15) şeklinde açık bir ifade ile
belirttiği üzere, Doğu-Batı algısı üzerine yapılan akademik çalışmaların çoğunlukla Batı
eksenli olduğu görülmektedir.
Bu çalışmayı yaparken “görevi, işlevi farklı dillerde yazılmış iki eseri konu,
düşünce ya da biçim bakımından incelemek, ortak, benzer ve farklı yanlarını tespit
etmek, nedenleri üzerine yorumlar getirmek” (Aytaç, 2009: 7) olan, aynı zamanda
uluslar ve kültürler üstü bir alan olarak da kabul edilen karşılaştırmalı edebiyat bilimi
verilerinden yararlanılacaktır. Emel Kefeli, karşılaştırmalı edebiyatı farklı milletlerin,
farklı dil ve kültürlerin edebî metinlerini inceleyerek onlar arasındaki paralelliği, benzer
ve farklı noktaları tespit eden bir sanat dalı olarak görür (Kefeli, 2000: 9). Cemal Sakallı
karşılaştırmalı edebiyatın oluşum sürecinde yazındışı süreçlerin önem taşıdığını ve
bunların başında “Avrupa’da yaşanan ulusçuluk anlayışı ve ulusal bilinçlenme,
2
En önemli duyu organımız göz ile dış dünyadan aldığımız veriler, zekâ ve sezgi gücüyle
bilincimiz tarafından bir seçmeye uğrar, beynimizde bir görüntü oluşur. Duyu
organlarımızı uyaran nesneler ve olaylar ortadan kalktığında, aldığımız duyumların
zihnimizde oluşan izleridir imgeler (Işıldak, 2008: 65).
Kişi eksenli oluşan imgenin, bireylerin hadiseye bakışında meydana gelen
farklılıklar neticesinde değişeceğini söylemek mümkündür (Şirin, 2006: 42-43). Burada
imgenin oluşumunda algının ve algılayanın ne denli önemli olduğu görülmektedir.
Nitekim Aristotales, algının düşünmeye yol açtığını, düşünmenin ise imgelemeyi
meydana getirdiğini belirtir (bkz. Ulağlı, 2006: 74). Öte yandan algıyı sadece duyu
organları ile anlaşılan, somut veriler üzerinden açıklamak, imgenin okur açısından net
olarak anlaşılmasına engel olabilir. Bu bağlamda Serhat Ulağlı, imgenin oluşumunda
önemli bir aşama olan algılama sürecinin sadece fizikî olgular üzerinden açıklanmasını
yetersiz görerek, sözlerini şöyle sürdürür:
Algılamayı sadece duyu organları ile oluşan bir eylem olarak kabul etmek, algılamayı
fiziki bir olgu olarak görmemize neden olur. Oysa algılama, fiziki olma özelliğinin yanı
sıra duyumsal ve düşünsel bir olgudur. Bir müzik eserinde işittiğimiz tınılar bir duyma
eylemi olmasına karşılık, onun bizler üzerinde bıraktığı etki, izlenim ve duygular bir
algılama şeklidir. Bir romanı okurken, eserdeki kahraman ile kendimiz arasında bir
bağlantı kurmamız, kahramana karşı hissedilen duygular kahramanı algılama şeklidir.
[dolayısıyla] Algılama bir nesnenin veya olgunun bilinçaltında oluşturduğu izlenimler,
etkilişimler bütünüdür (Ulağlı, 2006: 73).
Her ne kadar imgenin oluşumunda algılayanla algının kendisi ve o andaki durum
önemli birer etken olarak görülse de, bu ögeler arasındaki ilişkiyi, mitlerin, ideolojilerin
ve o imgenin oluşumunda yan anlamların etkisini tüm yönleriyle düşünerek imgeyi
incelemek gerekir:
4
Uzun bir tarihsel süreç içerisinde herhangi bir kültürde bir başka kültür hakkında oluşan
ve değişik yoğunluklarda süreklileşen her imge, öznel veya kümesel bir kurgudur.
İmgelerin oluşturuları kurgusal olduğu gibi, aktarımları da kurgusaldır. Bu nedenle
imgenin oluşturu ve aktarımı, zaman, ortam ve koşullara göre biçimlenir. [böylece]
Kurgusal bir oluşturu olan imgeyi değerlendiren de bir bakıma imgeyi yeniden kurgular
(Kula, 2011: 3).
İmge çalışmalarının merkezinde öteki yer alır. “Toplumların ve ulusların
kendilerini tanımlarken kullandıkları argümanlar bir anlamda kendilerinden olmayanları
nasıl değerlendirdiklerini de gösterir. Kendi öz değerlerini ön plana çıkarma süreci
sonucunda ‘öteki’ ve ‘o’ imgesi de belirmiş olur” (Ulağlı, 2006: 40). İmgelerin bu
5
yönünü damgalama oluşturacak kadar etkili bir durum olarak gören Nilüfer Nahya
görüşlerini şöyle açıklar:
Ömer Faruk Tutkun ve Mustafa Koç, izlenen bir filmin henüz başlarındayken,
film hakkında –iyi veya kötü- bir sonuca varılmasını, önyargının tarifi olarak görür ve
bu durumun oluşmasında kişisel beklentilerin ve duruma özgü etkenlerin önemli
faktörler olduğunu ileri sürer (Tutkun, Koç, 2008: 261). Toplumda önyargının genel
olarak olumsuz yönüne vurgu yapılmış olması, bu kavramın sadece olumsuz bir içeriğe
sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Özetle önyargı ister olumlu, ister olumsuz
anlamda olsun peşin bir hüküm, peşin bir fikir içerir. Önyargının özellikle olumsuz yönü
toplumda istenmeyen durumların ortaya çıkmasına neden olur. Melek Göregenli’ye göre
önyargılar, önyargıyla yaklaştığımız kişi ya da gruplarla aramıza, en hafifinden fiziksel
ya da sosyal mesafe koymamıza yol açan ve ayrımcılıkla yakından ilişkili tutumlardır.
Önyargıların davranışa dönüştüğü durumlarda ise ayrımcılık söz konusu olur (Göregenli,
2012: 22).
Kalıpyargılar, belirli bir objeye ya da gruba ilişkin bilgi boşluklarını dolduran, böylece
onlar hakkında karar vermeyi kolaylaştıran, önceden oluşturulmuş birtakım izlenimler,
atıflar bütünü olarak zihnimizde oluşturduğumuz imgelerdir. Bu imgeler tıpkı dış
6
dünyadaki objelerin gerçek özellikleri gibi rol oynarlar. Özellikle yeni olgu, obje ya da
grup ile karşılaştığımızda, onlarla ilgili bilgimiz bu tür imgeler ışığında biçimlenir.
Böylece kalıpyargılarımız yoluyla, yeni olguyu/grubu gerçekte olduğu gibi ya da gerçek
özellikleriyle değil, düşünce eğilimlerimize göre algılarız. Örneğin, her “sarışın” yabancı
turistin Alman olduğunu, bütün Japonların “çalışkan” olduğunu, Arapların “temiz”
olmadığını düşünmemize neden olan, bu gruplarla ilgili kalıpyargılardır (Göregenli,
2012: 23).
Kalıpyargıların en olumsuz tarafı insanları tiplere bölme özelliğidir. Bu sebeple
öncelikle tip kavramının ne ifade ettiğinin de bilinmesi gereklidir. Tip, İsmail Çetişli’nin
ifadelerine göre; bireyin kişisel özelliklerinden çok, ait olduğu toplumun/grubun
temsilcisi (öğretmen tipi, işçi tipi) gibi bilinmesidir (Çetişli, 2012: 94).
İnceleme yöntemlerinde, araştırıcıya bir anlatım rahatlığı sağlayan, onu bir tek yöntem
içinde bunalıp kalmaktan kurtaran eklektik, yani çoğulcu inceleme yöntemine gelince:
Bunda inceleyici, bir bakıma kendi sezgi gücüne dayanarak bir edebi eseri, ağır basan
özelliğine göre, bu özelliğe uygun düşen bir metoda ağırlık vererek incelemesini
yapıyor. Diyelim bir tarih romanını incelerken konuya ilişkin çözümlemelere tarih
bilgileri eşliğinde eğilme imkânı sağlıyor bu yöntem (Aytaç, 2009: 101).
Çoğulcu bakış açısı içinde özellikle sosyolojik ve tarihsel eleştiri yöntemlerinden
faydalanılacaktır. Öncelikle sosyolojik eleştiri yöntemi ile ilgili Berna Moran’ın şu
tespitlerine değinmek gerekmektedir:
Sosyolojik eleştiri, edebiyatın kendi başına var olmadığı, toplum içinde doğduğu ve
toplumun bir ifadesi olduğu ilkesinden hareket eder. Yazarı, eseri ve okuru sosyal
koşullar belirlediğine göre yapılacak iş bir bilim adamı gibi davranmak ve bu koşullar
üzerine eğilerek sanatla ilgili sorunları açıklamaktır (Moran, 2014: 83).
7
Çalışmada yararlanılan diğer bir yöntem olan tarihsel eleştiri yöntemini Mesut
Tekşan şöyle ifade etmiştir:
Edebi esere zaman bağlamında bakan, eserin sanatsal yapısını, kurgusunu, estetiğini,
vurguladığı mesajları eserin yazıldığı devrin sosyal, siyasal ve estetik değerlerine göre
değerlendiren bir eleştiri yöntemidir. Bu eleştiri yöntemi eş zamanlı eserler arasında
yapılacak olan karşılaştırmalı edebiyat araştırmaları açısından çok önemli yararlar
sağlayacaktır. Bu eleştiri yöntemi aynı zamanda ardıl zamanlarda verilen eserlerin,
birincil eserlerden neyi ne kadar ne zaman almış olduğunu belirlemede etkilidir. Aynı
zamanda zamandaki değişmelerin eserlere nasıl yansıdığını, tür, muhteva, inanç, estetik
vb. pek çok alanda ne gibi farklılaşmaların, değişmelerin olduğunun belirlenmesi için
son derece etkili bir yöntemdir (Tekşan, 2011: 249).
Bu çalışmada kullanılan sosyolojik ve tarihsel inceleme yöntemleri, Rifâ’a Râfi’
el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin eserlerini ortaya koyarken yaşadıkları dönemin
siyasi ve toplumsal yaşanımdan ne denli etkilendiklerini ve bu etkiyi eserlerine ne
şekilde yansıttıklarını tespit ederek ortaya koymada yardımcı olacaklardır. Söz gelimi el-
Tahtâvî’nin yaşadığı zamanda Mısır, Mehmet Ali Paşa tarafından yönetilen, siyasi,
kültürel pek çok alanda ülkenin yönünü Batı’ya döndüğü bir dönemdir. Hayrullah
Efendi’nin yaşadığı dönem de, benzer bir şekilde Osmanlı toplumunun yönünü
Doğu’dan, Batı’ya çevirdiği, toplumsal yaşamın merkezine Batı ve Batılı kültürün
oturduğu Tanzimat dönemidir. Dolayısıyla yaşadıkları zaman diliminin özel koşullarının
gerek el-Tahtâvî’de ve gerekse Hayrullah Efendi’de ne denli etkili olduğu sosyolojik ve
tarihsel eleştiri yöntemlerinden faydalanılarak ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu
çalışmaya konu olan Paris Gözlemleri adlı eserin Cemil Çiftçi tarafından yapılan çevirisi
esas alınmıştır1.
1
Bu çalışma bir üslûp çalışması olmadığından orijinal metin yerine çevirisinin kullanılmasında sakınca
görülmemiştir.
8
Bu tez çalışmasında incelenecek her iki eserin Batı ve Batılı imgeler içermesi,
Doğu-Batı algısının anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Bu yüzden ikinci bölümde
Doğulu-Batılı kavramlarını simgeleyen kavramlar olan “Oksidantalizm” ve onun karşı
kutbunu oluşturan “Oryantalizm”, Batı ve Batılı kavramlarının yanısıra Oryantalizmin
farklı bir uygulaması olan “Oto-oryantalizm” hakkında genel bir çerçeve çizilecektir.
Sonuç bölümünde ise karşılaştırmalı edebiyat bilimi verileri ışığında yapılan bu tez
çalışmasının genel bir değerlendirmesi sunulacaktır.
9
BİRİNCİ BÖLÜM
SEYAHAT VE SEYAHATNAME
“Çok okuyan (yaşayan) değil, çok gezen bilir" "Tebdil-i mekânda ferahlık
vardır” atasözlerinin de değindiği gibi seyahat, insan yaşamında önemli bir yere sahiptir.
Zira İnsan bu seyahatler vasıtasıyla gezer, dolaşır ve öğrenir. “Bütün kültürlerde
geçmişten günümüze süregelen kadim bir faaliyet” (İlya, Uysal, 2015: 2) olan seyahatin
pek çok gerekçesi arasında; gezme, dolaşma, görme ve aynı zamanda tanıma-öğrenme
öne çıkan amaçlar olarak yer alır. Mesela Ahmet Haşim, seyahati insanı monoton
yaşamdan kurtarabilme adına yapılan “harikuladelikler avı” olarak niteler ve bu yüzden
seyahate çıkma nedeninin altında bu durumun yattığını belirtir (Ahmet Haşim, 2012:
13).
Öyleyse seyahat etmek, bilgi edinmenin yanı sıra kişinin öteki ile temas ederek
ilişkiler geliştirmesini, böylece önyargılardan kurtulup yaşamına dinamizm
kazandırmasını sağlar. Mahmut Ak ise seyahat etme nedenleri arasında görev ve ticareti
de sayar:
Ancak zamanla bu ilgi soyut bir merak sınırını aşıp bir göreve de dönüşmüştür. Zira
gezginleri ötelere götüren nedenlerin başında bu doğal ilginin yanında kendi sınır
boylarında hem savunma görevi üstlenme, hem de sınır ötesindeki toplumlara ulaşma
düşüncesi; dinî inancını başkalarına duyurma ve onları ikna etme gibi dinî gerekçeler,
özellikle bu bağlamda muhaddis ve sufîlerin büyük bir gönüllülük içerisinde
sürdürdükleri çalışmalar, ticaret yolu ile kazanç sağlama niyetleri gelmekte idi (Ak,
2006: 11).
Farklı amaçlarla da olsa insanların sürekli olarak gerek kısa ve gerekse uzun
mesafeli yolcukluklar yaptığı görülür. Kimileri bir ufukla, amaçla, bilinçli bir şekilde
seyahatini gerçekleştirir, diğer bir kısmı ise eğlenmek için seyahat eder. Bu
gezginlerden bazıları deneyimlerini yazdıkları eserlerle okurlarına aktarırlar. Seyahat
tarihi avcılık ve toplayıcılıkla geçinen göçebe toplumların yaptıkları seferlerden, antik
Roma döneminde yapılan turistik organizasyonlara, Ortaçağdaki hac yolculuklarından,
Aydınlanma dönemindeki eğitim gezilerine kadar binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir
(Löschburg, 1998: 8-9). Bütün bu seyahatler sonrası elde edilen verilerin
kaydedilmesiyle oluşan raporlara verilen adların da farklı farklı olduğu görülür. Önceleri
"Risale" şeklinde genel bir kelime kullanılırken, daha sonraları "Rıhle", "Nevâdir",
"Acâyib", "Garâyib", "Ruznâme", "Sefâretnâme", "Menzilnâme" ve "Seyahatname"
isimleri ön plâna çıkar (Ak, 2006: 12).
11
Seyahatnameler, her zaman yurt içinde, ya da dışında yapılan gezilerin hikâyesi değildir.
Bir şehrin içinde oturup da, o şehri bir yönüyle tanıtan yazarlar da vardır. Böylesi
kitaplar, yazıldığı yüzyıllardan uzaklaştıkça daha da bir değer kazanırlar. Bunları da hiç
duraksamadan seyahatnameler arasına alabiliriz. Evliya Çelebi’nin birinci cildi yalnızca
İstanbul’u anlatır (Gökyay, 1973: 458).
Seyahatnameler, yukarıda belirtildiği gibi, sadece yeni yerler görüp tanımak,
farklı kültürlerle ve farklı kültürden insanlarla tanışıp kaynaşmak sonucunda ortaya
konulan yapıtlar değildir. Hac ziyaretleri gibi dinî vecibe olarak yapılan seyahatler
üzerine kaleme alınan seyahatnameler olduğu gibi, bir başka ülkeye görevli olarak veya
askerlik, savaş gibi nedenlerle giderek edinimlerini kaydeden ve okurlarıyla paylaşan
yazarların seyahatnameleri de vardır (Gökyay, 1973: 458). Seyahatname yazımında
önemli konulardan biri de seyahatnamede geçen unsurları, yazarın kendi gözlemleriyle
mi oluşturduğu, yoksa başka eserlerden mi alımlayıp aktardığıdır. Bu konuda
seyahatname yazını editörü, İngiliz Richard Hakluyt, Principal Navigations adlı eserinde
tanıklığa dayanan bir seyahat anlayışını şart koşmuş, haliyle gözlem, görgü tanıklığı ve
somut verilerin kayda geçirilmesine öncelik veren bir seyahatname dilinin yerleşmesinde
büyük rol oynamıştır (Ezer, 2012: 18).
Her ne kadar Acâibü’l Letâif ve Hıtâinâme Türk seyahat yazınında bilinen ilk
eserler olsalar da, bu alanda akla gelen en önemli isimlerinden biri kuşkusuz Evliya
Çelebi’dir (Büyüker, 2009: 105). Doğu ve Batı’da yazılmış birçok seyahatnameyle boy
ölçüşebilecek on ciltten oluşan seyahatnamesi, onun kırk yıl süren seyahatlerinin
sonucunda oluşmuş, tarihî, coğrafî ve edebî kaynaktır (Gökyay, 1973: 460). Bu yüzden
Enis Batur, gezi edebiyatımızın Evliya Çelebi ile başladığını ifade eder (Batur, 2002: 9).
Baki Asiltürk, Evliya Çelebi’nin Osmanlı’nın yetiştirdiği en büyük seyyah olduğunu ve
izlenimleri sonucunda ortaya koyduğu eserinin Osmanlı coğrafyası hakkındaki
detaylardan bahsetmesi yönüyle dikkate değer olduğunu kaydettikten sonra Evliya
Çelebi’nin seyahatnamesinin her bir cildinin ayrıntılarını paylaşır:
Osmanlı’nın yetiştirdiği en büyük seyyah olan Evliya Çelebi, devrinde, dönemin önemli
eserleri arasında kabul edilmeyen fakat sonradan büyük bir önem kazanan ve edebiyat
14
tarihimizin ölmezleri arasındaki yerini alan on ciltlik bu dev eserinde, XVII. yüzyıldaki
geniş Osmanlı coğrafyasının tarihini, insanların gelenek, görenek, folklor, sanat ve
zanaatını bütün yönleriyle aktarmaktadır. Seyahatname’nin birinci cildinde Evliya
Çelebi, İstanbul’un tarihini, çeşitli dönemlerdeki siyasî durumunu, yetiştirdiği büyük
devlet adamlarını, bilginleri ve sanatçıları, esnaf gruplarını, tarihî ve mimarî yapılarını
anlatır. İkinci ciltte Mudanya, Bursa, Trabzon, Gürcistan ve havalisi hakkında geniş bilgi
verir. Üçüncü ciltte Üsküdar-Şam güzergâhında bulunan şehirlerle kasaba ve köyleri ele
alan seyyah bu cildin sonlarında ise Trakya ve Balkanlar’daki küçük gezilerini anlatır.
Dördüncü ciltte, İstanbul’dan yola çıkan seyyahın Van’a kadar olan gezisini anlattığı ve
bu yolculuk esnasında yaşadığı olaylarla uğradığı yerler hakkında bilgi verdiği görülür.
Çelebi, beşinci ciltte Tokat, Lehistan, Sarıkamış, Çanakkale, Belgrad, Venedik, Üsküp
taraflarında yaptığı gezileri kaynaklardan aldığı bilgi ve değerlendirmelerle
destekleyerek aktarır. Altıncı ciltte Macaristan ve Almanya’dan uzun uzun bahseden
Evliya Çelebi, yedinci ve sekizinci ciltlerde Avusturya, Kırım, Kafkasya dolaylarından
söz eder. Dokuzuncu ciltte İstanbul ile Mekke-Medine arasındaki yolculuğu sırasında
uğradığı şehirler, kasaba ve köyler hakkında bilgi verir, başından geçen olayları anlatır.
Seyahatname’nin onuncu ve sonuncu cildini ise tamamen Mısır ve civarıyla ilgili
izlenimlerine ayırmıştır (Asiltürk, 2009: 917-919).
Ahmet Hamdi Tanpınar, Evliya Çelebi’nin eserinin tarihî–kültürel yönden
önemine vurgu yapma bağlamında onu büyük Türk mimarı Mimar Sinan’la
karşılaştırarak şunları ifade eder:
2
Türk edebiyat tarihinde seyahatname üslûbundan yararlanılarak yazılmış Batıyı tanıtan ve okura Batı
hakkında bilgi veren eserler de vardır. İsmail Gaspıralı’nın Frengistan Mektupları adlı romanı bu
çerçevede değerlendirilebilir (bkz.Tunç, 2012: 146-158).
16
ticaretin yanı sıra dinî bir nitelik de kazanmıştır. Böylece seyahatlerin Arap
toplumlarının diğer milletleri tanımalarında, onlarla yakın ilişkiler kurup, karşılıklı
etkileşim içerisine girmelerinde büyük etkisi olmuştur.
Bu dönem yapılan seyahatler sonucu kaleme alınan yapıtlarda çok fazla detaya
girildiği görülmektedir. Söz gelimi, IV/X. Yüzyılın önemli Arap coğrafyacılarından Ebû
Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Beşşârî’nin Ahsenü’t-Tekasîm fî Ma‘rifeti’l-Ekalîm
adlı eserinde, yaptığı uzun seyahat boyunca kimlerle yol arkadaşlığı yaptığını, neler
yiyip içtiğini, kimlere hizmet etmek zorunda kaldığını, kısacası başına gelen olumlu-
olumsuz her olayı tüm detaylarıyla okurlarına aktardığı görülür (Çağrıcı, 2009: 8).
Türk edebiyatı tarihinde seyahatname yazarı olarak ilk akla gelen Evliya
Çelebi’dir. Benzer şekilde İbn Fadlân ve İbn Battûta da Arap seyahat edebiyatının ilk
akla gelen isimleridir. İbn Fadlân’ın yaşamı hakkında tarihî kaynaklarda yeterli bilgi
olmadığı görülmektedir. Sadece kendi ifadelerinden Abbasiler döneminde yaşadığı,
sonradan Müslüman olduğu ve o dönem devlet yöneticileri tarafından resmi görevler
çerçevesinde seyahatlere gönderildiği anlaşılmaktadır (Muhammedoğlu, 1999: 477). İbn
Fadlân seyahatlere ne zaman başladığını, gittikleri şehirlerde ne kadar kaldığını, oraların
ekonomik ve kültürel durumunu seyahatnamesinde ayrıntılarıyla anlatır.
17
İbn Cüzey, İbn Battûta’nın kendisinden aldığı bilgiye göre onun 17 Recep 703
(24 Şubat 1304) Pazartesi günü Tanca’da (Fas) dünyaya geldiğini ifade eder. İbn Battûta
Berber kabilelerinden Levâta’lara mensuptur. Seyyahın meşhur eseri, Rihle olarak da
bilinen seyahat notlarından oluşan Seyahatname-i İbn-i Battûta, XIV. yüzyıl İslâm ve
Türk dünyası ile ilgili önemli kaynaklardan biridir. Bu eser İbn-i Cüzey el- Kelbî
tarafından 756/1355 yılında Tuhfetu’n-Nuzzâr fi Garâibi’l Emsâr ve ‘Acâ’ibi’l Esfâr
adıyla kaleme alınmıştır. İbn-i Battuta toplamda yirmi dokuz yıl süren bu gezilerini üç
seferde yapmıştır. Mağrip ve Meşrik ülkelerinin tümünü içine alan bu seferlerden ilki en
uzun olanıdır. Gezileri sırasında Hindistan (iki yıl) ve Çin (bir buçuk yıl) en uzun kaldığı
ülkelerdir. Bu yazılarında İbn Battûta, gittiği ülkelerin halkının yanı sıra devlet
idarecileriyle de görüştüğü belirtir, oraların gelenek ve görenekleri, ekonomik ve
kültürel durumları ile ilgili bilgiler verir. Özellikle İslam toplumunun o dönemdeki
siyasi, sosyal ve ekonomik yaşamıyla ilgili olarak eserinde pek çok ayrıntıya yer
vermiştir. Bu orijinal notlar sayesinde o dönem İslam toplumlarının yaşam koşulları
hakkında detaylarıyla bilgi sahibi olunmaktadır. Her ne kadar notlarında aktardığı bazı
bilgilerin doğruluğuyla ilgili şüpheler olsa da, bu eser günümüzde halen araştırmacılar
açısından çok değerli bir başvuru kaynağıdır (Çakmakçı, 2006: 159-164).
İKİNCİ BÖLÜM
OKSİDANTALİZM
2.1. Oryantalizm
Doğu hakkında üretilen bu özel bilgiler, Doğu dilleri ile yazılan yapıtların
çevrilmesi, yorumlanması, bunun yanı sıra bu dillerin gramer kitaplarını, sözlüklerini ve
bir takım seyahat eserlerini telif etmek yolu ile elde edilmektedir. Yanı sıra, hiç Doğu’ya
seyahat etmeden duyduklarıyla ya da Doğu’ya gidip edinimlerini (çoğu zaman yanlı)
aktaran kimselerin çalışmalarından alıntılar yaparak, kendince Doğu’yla ilgili
kurgulamalar yapan yazarların da bu bilgilerin oluşumunda etkisini göz ardı etmemek
gerekir (Said, 2008: 177-188). Söz gelimi, Oryantalizmin dikkat çekici konularından
biri Osmanlı toplumunun önemli bir parçası olan haremdir. Aslında Arapçada muhterem
şey veya yer anlamına gelen harem, ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak
şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük
hayatlarını sürdürdükleri bölümlere verilen addır (Özaydın, Bozkurt, 1997: 132). Ama
Oryantalist çalışmalarda burası çoğunlukla cinselliğe vurgu yapılarak yansıtılmaktadır.
Bu mekân yabancı erkeklere kapalı olmasına rağmen pekçok erkek seyyahın burayı
görmüş gibi aktarımlar yaptığı bilinmektedir. Reina Lewis bu durumu haremi pazarlama
şeklinde açıklar. Harem hakkında yazılanların Avrupa okuru üzerinde birçok farklı
nedenden ötürü etki ederek kitapların satışlarını artırdığından bahseder. Hatta haremi
daha net tanıtabilmek adına, Avrupalı kadınlar arasında haremlere girerek olayları
yerinde tespit edip, kitaplarını daha fazla satmayı kendine amaç edinenlerin olduğunu
ifade eder:
Bir konu olarak harem kitapları sattırıyordu, bu inkar edilemez. 18. yüzyıldan itibaren,
ister haremde yaşamakla, ister haremi ziyaret etmekle, ister haremden kaçmakla ilgili
olsun, haremle bir biçimde ilgisi olan kitaplar satılıyordu. Bunu yayıncılar da, okurlarla
yazarlar da biliyorlardı. Dünyanın dört bir yanında, haremin ayrımcı sistemi içinde
yaşayan kadınlar da bunu biliyorlar. Tecrit edilmiş odalık basmakalıbının akla getirdiği
türden Batı kültürü uzlaşımlarından pek de ayrılmadan, kitap başlıklarını uyanık bir
biçimde çağrışımlarla yüklü sözcüklerden seçiyorlardı: “harem”, “Türk”, “Arap” ya da
“prenses”. Kendilerini de kitap kapaklarında peçeye ve yaşmağa bürünmüş olarak
gösteriyorlardı. Bu meraklı Batı’nın bulmayı umduğu şeye karşıt hayatlar hakkında
yazdıklarında bile değişmiyordu.
[…] Batılı kadınlar, harem hayatını merak eden Batılı okurun iştahını doyurmak için iki
yüzyıldan beri ellerinden geleni yapıyorlardı. Batılı erkekler için yasak olan bir mekâna
girebiliyor olmaları kitaplarının satışı için eşşisiz bir olanak sağlıyordu, onlar da bunu
kullandılar (Lewis, 2006: 18-19).
Gerçeği pek de yansıtmayan bu eserlerin dışında Oryantalizmin bir kavram
olarak en çok akademik çevrelerde kabul gördüğünü belirten Edward Said’e göre bu
21
durum alanın subjektif yorumlardan uzaklaşıp daha objektif, bilimsel ve akılcı temele
oturmasına sebep olmuştur (Said, 2008: 12). Nitekim Said bu durumu üç akademisyen
üzerinden somutlamaya çalışır:
Silvestre de Sacy, Ernest Renan ve Lane’in yaptığı iş, Şarkiyatçılığı bilimsel, akılcı bir
temele oturtmak oldu. Bu da, onların örnek niteliği taşıyan çalışmalarına imkan
tanımakla kalmadı, aynı zamanda Şarkiyatçı olmaya niyetlenen herkes tarafından,
kişisellikten uzak durularak kullanılabilecek bir sözcük dağarcığı ile fikirlerin
yaratılmasını sağladı. Şarkiyatçılıkta yaptıkları açılış olağanüstü bir başarıydı. Bir
bilimsel terminolojiyi olanaklı kıldı; belirsizliğe son verip özel bir aydınlanma getirdi
Şark’a; Şark konusunda temel yetke olarak Şarkiyatçı betisini yerleştirdi; özellikle tutarlı
bir Şarkiyatçı yapıt türünü meşrulaştırdı (Said, 2008: 132).
Akademik çalışmaların yanısıra Marco Polo gibi gezginlerin oluşturdukları
seyahatnameler, Lodovico di Varthema ile Pietro della Valle, Mandeville gibi
hikâyecilerin oluşturduğu imgesel ütopyalar, hacılar ve en başta da Haçlıların yaptıkları
yolculuklar, Oryantalizmin gelişim sürecine önemli katkılar sunmuştur (Said, 2008: 68-
127).
Yukarıda verilen bilgilerden anlaşılacağı üzere Doğu, birden fazla Batılı meslek
erbabının çalışmalarına ilham kaynağı olmuştur. Onlar edindikleri malzemelerle,
kendilerine göre bir Doğu ve Doğulu imgesi oluşturmuşlardır. Abdullah Metin’e göre
Oryantalizm aynı zamanda bir resim ekolüdür. Yani Afrika ve Ortadoğu’ya gelen bir
kısım Batılı ressamların kendilerine göre resmettikleri Afrika ve Ortadoğu’nun kendi
toplumlarında tamamen gerçek olarak anlaşıldığını ve bunun sonucunda Doğu hakkında
kendi zihinlerine göre bir imge oluşmasına neden olduklarını belirtir:
dayalı bir kimlik oluşturur (Said, 2008: 214). Bunlar, Oryantalizmin gelişiminde,
özellikle kültürel sahada yerleşmesini sağlayan önemli unsurlardır.
2.1.1. Oto-oryantalizm
tabiriyle açıklamaya çalışır (Ezer, 2012: 34). Meltem Ahıska’ya göre Oto-oryantalizm
(Kendine-garbiyatçılık), Batı karşısında öteki sayılan Doğu’nun, “kendi
Doğululuğundan kaçarak” Batılı olma serüvenini yansıtır (Ahıska, 2005: 98). Güliz Uluç
ise Oto-oryantalizmi, birey ve toplumun kendine ait olmayan düşüncelerle kendilerini
anlamaları ve adlandırmaları olarak görür ve özellikle edebiyat, sosyal ilişkiler ve
medyanın önemli işlev gördüğü bu süreçte, birey ve toplumun kendi kendisiyle
çelişmeye başladığını ifade eder:
Doğulu bireyin Batı’yı, Batılıyı kendine rol model olarak alması konusunda
Margeret Marcus iki nedene işaret eder; birincisi, Doğulu bireylerin Avrupa kültürü
karşısında kendi kültürlerini unutmaları veya aldıkları eğitimin etkisiyle küçük görmeleri
(Marcus, 1976: 41); ikincisi, Batılı toplumların Avrupa’ya gelemeyen Doğuluları,
25
Doğu’da kurdukları eğitim kurumları aracılığıyla eğiterek, onları Batı kuklası haline
getirmeleridir. Yazar bu durumun siyasi sonucunu şöyle özetler:
Magid Shihade, Oto-oryantalizmin nedeni olarak “hâkim öz”ü görür. Yani hâkim
öz (Batı) kendi dışında var olan diğer topluluklarda aşağılık duygusu meydan getirerek,
onları bu kompleks içine hapseder (Shihade, 2009: 889; akt. Bezci, Çiftçi, 2012: 159).
Aslında Shihade’in kullandığı hâkim öz kavramı, modern çağın sürdürücüsü olan
26
Batı’yı, yani Avrupa’yı, merkezinde Avrupa’nın yer aldığı ekonomik, kültürel her şeyi
temsil eder. Dirlik, Avrupa’nın bu yönünü “Avrupamerkezcilik” olarak adlandırır.
Avrupamerkezcilik ilk önceleri Avrupa ve Amerika’da, daha sonraları, özellikle 19.
yüzyılın sonlarıyla birlikte sadece Avrupa ve Amerika’da değil, tüm dünyada
modernliğin anlaşılmasında vaz geçilmez bir konum elde etmiştir. Böylece Batılılar,
modern olgusu vasıtasıyla dünyayı ele geçirerek, ötekine ait gelenek, görenek gibi
şeyleri ya ortadan kaldırdılar ya da işlemez hale getirdiler (Dirlik, 1998: 253-254).
bekleneni yerine getirerek, Mısır’ın hükümdarı olur (Er, 1997: 1-2). Bu durum
vesilesiyle Fransızların askerî alandaki gelişmişliğini görünce Batı’ya karşı olumlu bir
bakış açısısı geliştirir. Avrupa’ya eğitim amaçlı öğrenciler gönderir. İlerleyen
dönemlerde bu ilgi, Mısır’da görev yapan diğer bir çok yöneticide de etkisini sürdürür.
Böylece Mısır Avrupalılaşma yolunda hızla ilerlemeye başlar (Savran, 1991: 2-9).
Doğunun kendisine Batılı bir gözle bakmasının, Batı karşısında kendisini aşağı
görmesinin kökeninde tarihî, ekonomik, askerî ve sosyal pek çok neden yatar. Bu tez
çalışmasında incelenecek her iki eserde Oto-oryantalizm, özellikle üzerinde durulacak
önemli bir kavramdır. El-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi, “izlenimlerini okurlarına
sunarken, ait oldukları kültürle ne şekilde ilişki kurmaya çalışmışlardır, bunu yaparken,
sadece bulundukları mekânları kendi toplumunlarına tanıtarak kültürel zenginleşmeye
katkı sağlamayı mı düşünmüşlerdir, yoksa yukarıda açıklanan Oto-oryantalist
yaklaşımların etkisi altında kalarak kendi toplumsal gerçeklerini küçümseme yoluna mı
gitmişlerdir” sorularına cevaplar aranacaktır.
2.2. Oksidantalizm
Batılı üretir, kendine itaatle yükümlü kabul ettiği Doğulular tüketir, Batılı eğitir, Doğulu
eğitilir tarzı Oryantalist yaklaşımlar, Oksidantalizmin ortaya çıkıp gelişmesinde önemli
faktörlerden bazılarıdır (Hanefi, 2007: 81). Dolayısıyla kendini merkeze alarak Doğu’yu
ötekileştiren Batı’ya karşı duran Oksidantalizm, ötekinin hiç de sessiz olmadığını,
kendini sessizleştiren güçlere karşı konuşmaya devam ettiğini gösterir.
Oryantalizmi öz çıkar amaçlı, tek taraflı, ben merkezli bir olgu olarak gören
Hanefi’ye göre Oksidantalizm, Oryantalizm gibi kin veya hükmetme güdüsüyle hareket
etmeyen, konusunu ve nesnesini önceden tanımlı yaklaşım ve yargılarla deforme
etmeden, objektif ve nesnel metotlar çerçevesinde değerlendiren bir bilim alanı olmaya
çabalar. Kendince öteki olan Oryantalizmin baskıcı imgeleminden kurtularak, kendi
varlığını ortaya koyan, kendi tanımını kendisi yapan, özne-nesne güç ilişkisinde dengeyi
kurarak bağımsızlığına yönelik bir öz üretim gerçekleştirmeye çalışır (Hanefi, 2007: 82-
83).
İkincisi ise Batılı düşünürlerin her şeyin merkezine kendilerini koymalarıdır (Buruma,
Margalit, 2009: 12-13-24).
Batı, merkezi Avrupa olmakla birlikte sınırları Avrupa kıtasını aşan ve ortak bir kültür,
felsefe, din, sanat ve medeniyete sahip olan toplulukların/milletlerin oluşturduğu
dünyadır. Çünkü bugün Avrupa kıtasının dışında Batı kültür, felsefe, sanat ve
medeniyetini benimsemiş birçok topluluk/millet mevcuttur (Çetişli, 2012: 37).
Batı ve Batılı kavramlarının bir diğer özelliği kültürel anlamlarının yanısıra,
ekonomi, para, kazanç içeriklerinin olmasıdır. Abdullah Metin Batı’nın yükselmesinde
önemli aşamalar olarak bahsettiği “Haçlı Seferleri, Rönesans, Reform, Coğrafi Keşifler,
Aydınlanma, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, Kapitalizm” (Metin, 2013: 135) gibi
olayların çoğunluğu ekonomik kökenlidir. Buruma ve Margalit ise Batı kavramını
“Roma emperyalizmi, Anglo-Amerikan kapitalizmi, Amerikanizm, Haçlı siyonizmi,
Amerikan emperyalizmi” (Buruma, Margalit, 2009: 32) gibi ekonomik kavramlarla
32
çalışmasında Doğulu iki aydının Batı ve Batılı karşısındaki tutum ve tepkileri sözkonusu
kavramlar ekseninde incelenerek, karşılaştırılacaktır.
34
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YAZARLARIN BİYOGRAFİSİ
El-Tahtâvî, 15 Ekim 1801 yılında Mısır’ın Said bölgesinde doğar. Asıl adı
“Rifâ’a”dır. “Râfi” dedelerinden birisinin adıdır. Küçük yaşta okumayı ve yazmayı
öğrenen el-Tahtâvî, 1817 yılında Kahire’ye giderek, Ezher Üniversitesi’ne kaydını
yaptırır. Ezher Üniversitesi’nde eğitimine devam ettiği günlerde, Mısır’ın önde gelen
pek çok hocasından dersler alır. Bunlar arasında özellikle hocası Hasan Attar, el-Tahtâvî
üzerinde çok önemli etki meydana getirir. 1821 yılında Ezher’den mezun olur ve her
hangi resmi bir görev yapmadan kültürel çalışmalara bir süre daha devam eder (Çiftçi,
1992: 9-11).
1824 yılında Mısır ordusuna imam olarak tayin edilir. Kendini iyi yetiştirmesi ve
kültürel birikimi göz önüne alınarak 1826 senesinde Paris’e gönderilen öğrencilerin
başında imam olarak görevlendirilir ve 1831 yılına kadar burada kalır. Fransa’da
bulunduğu beş yıl içinde iyi derecede Fransızca öğrenir. Bu dönemde pek çok Fransızca
eseri Arapçaya tercüme eder. Ayrıca bu süre zarfında Fransız edebiyatı, Yunan Felsefesi
İlk çağ tarihi başta olmak üzere birbirinden farklı alanlarda okumalar yaparak kendini
yetiştirir (Savran, 1991: 35-36).
35
Paris’ten döner dönmez Mısır’da eğitime yönelik görevler icra eder. İlk olarak
uzman okullarında mütercim olarak çalışan el-Tahtâvî, daha sonra ise, öğrencileri
meslek okullarına hazırlamak ve memur ve mütercimleri eğitmek amacıyla kurulan
Yabancı Diller Okuluna müdür olur. Bu işin yanı sıra müfettişlik, mümeyyizlik, eğitim
komisyonları üyeliği ve Mısır resmi gazetesi el-Vakayi el-Mısriyye’nin editörlüğü
görevlerini de yerine getirir (Hourani, 1994: 89).
Mehmet Ali Paşa ölünce yerine geçen torunu Abbas, 1850 yılında el-Tahtâvî’yi
“Medresetü’l Sûdân” kurma göreviyle Sudan’ın başkenti Hartum’a gönderir. Burada
dört yıl kalan el-Tahtâvî, bu süre içinde çok sayıda tercüme yapar. 1854’te Mısır Valisi
olan Said Paşa, el-Tahtâvî’yi Hartum’dan Mısır’a çağırarak, farklı eğitim kurumlarında
idareci ve hoca olarak görevlendirir. 1863’te Divânü’l-Medâris’te üyelik, Tercüme
Kalemi’nde müdürlük ve Ravzatü’l Medâris Dergisi’nde editörlük de yapan el-Tahtâvî,
1873 yılında Kahire’de vefat eder (Görgün, 2008: 95-97).
Telif eserleri;
Cemâlü’l-Âcurrûmiyye (1863),
Kasîdetü Vataniyye Mısriyye (Hidiv Mehmet Said Paşa için yazılmıştır.) (1855),
Tarih-i Kudemâi’l-Mısriyyin,
Kânûnü’t--Ticâre,
et-Ta’rîbâtü’ş-Şâfiyye li-Mürîdi’l-Coğrâfiyye,
Coğrâfiyye Sağîre,
Risâletü’l-Meâdin,
Kitâbü Kudemâ’i’l-Felâsife,
Mebâdî’ül-Hendese,
el-Mantık,
Hendesetü Sâsîr,
Nazmü’l-‘Ukûd fî Kesri’l-ûd,
Takvim ve Ruzname,
el-Düstûri’l-Fransavî,
el-Coğrâfiyyetü’l-‘Umûmiyye,
Usulü’l-Hukuku’t-Tabiiyye (basılmamıştır.),
Atlasü’l-Coğrafî,
Tahtavî’nin en fazla ilgi gösterdiği hocaları arasında Hasan Attar’ı zikredebiliriz. 1830
yılında Ezher’de bulunan bu zatın Tahtavî üzerinde çok emeği vardır. Ezher’e
kaydolduğu günden itibaren Tahtavî’ye ilgi gösteren Attar, yeni bir dünyanın ufkunu
göstermekle kalmadı. Onu yeni bir dünyanın ortasına bıraktı (Çiftçi, 1992: 10).
Albert Hourani, Hasan Attar’ın el-Tahtâvî açısından esas öneminin, onun
üniversite sonrası askerî bölükte aldığı görev ve Fransa’ya gönderilen öğrencilere imam
olarak atanması konusunda olduğunu ifade eder:
Şeyh Hasan yirmi yıl kadar önce Napolyon’un “Institut d’Egypte”ını ziyaret etmiş ve
orda Avrupa’nın yeni bilimleriyle tanışmıştı. Tahtavi ondan bu bilimlerle ilgili bir şeyler
öğrenmiş olabilir, fakat hocasına bundan daha fazlasını borçluydu, zira yeni Mısır
ordusundaki bir bölüğe ve daha sonra Mehmed Ali’nin Fransa’ya eğitim için gönderdiği
ilk önemli heyete imam olarak atanması onun sayesinde olmuştu. Her iki tecrübe de
onda derin tesir bıraktı (Hourani, 1994: 71- 87-88).
Nitekim Avrupa seyahatine çıkmadan önce Hasan Attar el-Tahtâvî’ye oradaki
izlenimlerini kaydetmesini tavsiye ederek Paris Gözlemleri gibi tarihe geçen bir eserin
ortaya çıkmasına ve el-Tahtâvî’nin tarihsel bir kişilik kazanmasına yardımcı olmuştur;
“Frengistan’a gidenlere rehber olmak için yolculuk anında ve diğer yerlerde rastladığım,
gördüğüm, erbabından tahkika vakıf olduğum şeylerin hepsini kaydetmemi bazı
akrabalarımla keremli üstadım Hasan Attar bana tembih etmişlerdi” (El-Tahtâvî, 1992:
29).
Bu yıllar hayatının en önemli yıllarıydı. Oraya öğrenci olarak değil de imam olarak
gönderilmesine rağmen, kendisini şevkle ve başarıyla öğrenmeye verdi. Fransız lisanının
inceliklerini ve ondan Arapçaya tercüme yapma problemlerini öğrendi. Eski tarih,
39
Karşımızda Batı hayranı bir genci buluruz. Böyle bir yargıya varmak ilk bakışta doğru
gibi görünürse de, bu durum, gerçeği pek yansıtmaz. Tahtavi’nin gördüğü şeyler
karşısında büyülendiği doğrudur, fakat tamamıyla bu büyünün etkisinde kaldığı
söylenemez (Çiftçi, 1992: 16).
Aynen Cemil Çiftçi gibi Avrupalı düşünür Ernest Dawn da el-Tahtâvî’nin
Batılılaşmaya taraftar biri olduğunu kabul etmekle birlikte bu taraftarlığın kuru bir
taklitçilik olmadığı yargısını dile getirir. Yani Doğulu milletlerin (Müslümanların)
Batı’dan, Batılıdan (Hıristiyanlardan) öğreneceği, öğrenmesi gereken şeyler olduğunun
üzerinde duran el-Tahtâvî’nin Batıcılık anlayışını kavramak için görüşlerinin iyi
irdelenmesi gerektiğini belirtir (Dawn, 1998: 137-140).
Geleneksel Arap İslam kültürü ile yetişmiş olan Ezherli Rifâ’a Râfi’ et- Tahtâvî (1801-
1873), burslu olarak gönderilen Mısırlı öğrenci grubuna imam sıfatıyla 1826’dan 1831’e
kadar kaldığı Fransa’da, salt taşıdığı kültürel kimlikle Batı kültürünü inceliyor değildi.
40
Klasiklerden ilk kopuş 19. yüzyılda Mısırlı bir gezginin, Rifâ’a et- Tahtâvî’nin Fransa’yı
ziyaretiyle başlar. Bu kişi, ardında, devrim çatışmalarından ve Napolyon Savaşları’ndan
henüz çıkmış bir Fransa’daki “keşifleri” hakkında heyecan verici bir değerlendirme
bıraktı. Tahtâvî’nin bakışı olumlu, hayranlık dolu, merak yüklüdür; özgür, dinamik,
değişime açık bir toplumla her şeyin yinelendiği, konformist, muhafazakâr Müslüman
toplumu arasındaki karşıtlık yazarda ilerlemeye, reforma, gözden geçirmeye yönelik bir
istek uyandırır (Arkoun, 1999: 21).
El-Tahtâvî’nin Avrupa seyahatinden bir başka kazanımı, vatanseverlik
duygularının yoğunlaşmasıdır. Hatta Rahmi Er, el-Tahtâvî’nin modern Mısır tarihinde
vatanın anlamından, vatancılık ve vatan sevgisinden bahseden ilk kişi olduğunu ifade
eder. Onun vatanseverlik yönünün gelişmesinde iki faktör dikkat çeker; birincisi,
Paris’te kaldığı süre zarfında aralarında Sylvestre de Sacy’nin de bulunduğu çeşitli Doğu
bilimcilerle tanışması ve bunlar vasıtasıyla Firavun dönemi Mısır uygarlığıyla ilgili yeni
bir takım buluşları öğrenmesidir. İkincisi, 1830’daki Fransız halk ayaklanmasını,
Fransızların vatanları ve özgürlükleri uğruna kendilerini nasıl feda ettiklerini görmesi ve
bu durumdan etkilenmesidir (Er, 1997: 6).
Genç Osmanlılar liberaldi, fakat aynı zamanda vatansever Türk Müslümanlarıydılar da;
düşüncelerinde ancak bir sonraki kuşakta açığa çıkacak gizli bir gerilim mevcuttu.
Kahire’deki bir başka grup Osmanlı İslami liberalizminin bir başka şeyle eşleştiği
41
benzer düşünceler taşıyordu, fakat bu “başka şey” Mısır vatanseverliğinden başka bir
şey değildi (Hourani, 1994: 71- 87-88).
Sonuç olarak yazar, şair, edip, mütercim ve gazeteci olan el-Tahtâvî’yi Ahmet
Savran Mısır-Arap Nahda 3 hareketinin babası olarak görürken (Savran, 1991: 37-38),
İlber Ortaylı Arap milliyetçiliğinin kuramcılarından biri (Ortaylı, 2009: 32), Albert
Hourani ise modern Mısır’ın ilk siyasi düşünürü olarak kabul etmiştir (Hourani, 1994:
71). Bütün bu ifadeler el-Tahtâvî’nin Mısır tarihindeki önemli konumunu ve etkisini
gözler önüne sermektedir.
3
Arapların Batıyla olan ilişkileri modern dönemde artmaya başlar. Bunun sonucunda Araplarda sosyal,
kültürel ve daha pek çok alanda değişim meydana geldiği görülür. Başta dil ve edebiyatta olmak üzere
yeni fikir ve sanat akımları Arap toplumunun kültürel yaşamı içinde kendine yer edinir. XIX. yüzyılda
başlayan bu değişim ve dönüşümü, düşünürler genel olarak Nahda (kalkınma) devri olarak niteler (Çetin,
1991: 306).
42
dönem biçiminde ayrılışında belirleyici etmen, hemen hemen tüm dünya edebiyatları
için siyasal gelişmeler olmaktadır. Fransızların Mısır’ı işgal ettikleri 1798 yılı, Arap
edebiyatının öncesini ve sonrasını birbirinden kesin çizgilerle ayıran belirleyici bir tarih
değildir. Arap edebiyatında modern dönemde görülmeye başlanan yenilikler, ancak on
dokuzuncu yüzyılın ikinci çeyreği için söz konusudur. Durum böyle olmakla birlikte, bu
yeniliklere temel teşkil eden başlıca olayın, Fransız işgali ve bu işgalin ardından
Mısır’daki siyasal ve sosyal yapının değişime uğraması olduğunu da belirtmek gerek
(Er, 1997: 1).
Napoléon’un Mısır’ı işgal etmesi, Mısır’ın Batı’ya açılmasında, Batı kültürünü
tanımasında önemli bir aşama olmuştur. Çünkü Napoléon’un Mısır’da matbaa açması,
Fransızların Mısır’da tiyatro etkinlikleri düzenlemeleri, Mısır’da kütüphane kurarak,
Fransa ve İtalya’da yazılan Mısır hakkındaki kitapları, kurdukları bu kütüphane
vasıtasıyla Mısırlı okurların hizmetine sunmaları gibi faaliyetler Mısırlıların kültürel
yaşamında önemli değişimlere kapı açmış, Mısır toplumunun Batı kültürüne
yakınlaşmasına neden olmuştur (Er, 1997: 3-4).
Mısır’ın Batı’ya açılmasında Fransızların Mısır’ı işgal etmesi önemli bir rol
oynasa da, Mısır devlet idarecilerinden Mehmet Ali Paşa’nın o dönem Mısır toplumunun
gelişimine katkılarını da unutmamak gerekir. “Fransızların Mısır’ı işgal etmesi üzerine
Osmanlı Devleti, Fransızların Mısır’dan çıkarılması için 1801 yılında Mehmet Ali Paşa
komutasında bir ordu göndermiş ve bu ordunun desteğiyle Mısır, 1803’te Fransızlardan
arındırılmıştır” (Er, 2007: 1-2). “Üstün bir zeka, enerji, aşırı ihtiras, hırs ve emellerini
gizleme, azim gibi özellik ve şahsi kabiliyetlere” (Çetin, 1998: 111) sahip bir komutan
olan Mehmet Ali Paşa’nın karşılaştığı Mısır, bir çok Kölemen beylerin uğruna yıllarca
savaşarak, adeta karma karışık bir enkaza dönüştürdükleri bir ülkedir (Sinoue, 1999:
159). Mehmet Ali Paşa o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve sosyal
sıkıntılarını fırsata dönüştürerek, iktidar boşluğundan yararlanır ve Kölemen beylerini
ortadan kaldırarak, 1805 yılında Mısır’ın valisi olur (Ortaylı, 2009: 32). Mısır halkı ve
Osmanlı yöneticileri de bunu kabul eder (Hourani, 1994: 68).
Uzun vadeli hedeflere sahip olan Mehmet Ali Paşa, iktidarını güçlendirdikten
sonra, Türkiye, Rusya, Fransa gibi ülkelerden gelecek tehditleri ortadan kaldırmak
amacıyla yeni bir ordu kurma düşüncesine kapılmıştır (Sinoue, 1999: 165). Albert
Hourani, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da okullar açmasının, matbaa kurmasının, resmi
43
İsmail Hikmet Ertaylan, babası, amcası ve dedesi gibi tıp doktoru olan Hayrullah
Efendi’nin âlim, şair ve fâzıl bir zat olduğunu ifade eder (Ertaylan, 2011: 297), Nihad
Sami Banarlı, Hayrullah Efendi’nin tıp, tarih ve eğitim hakkında ne denli bilgili ve
donanımlı olduğuna kanıt olarak onun Encümen-i Dâniş (akademi) gibi o dönem bilim
üreten kurumların başında gelen üniversitelerde hangi eserlerin okunacağına dair
çalışmaları koordine eden bir kuruma ikinci başkan olarak atanmasını gösterir;
“Abdülhak Hamit Tarhan’ın babası Hayrullah Efendi de Encümen-i Dâniş’e ikinci reis
seçilecek kadar âlim, maarifçi, hekim ve târihçidir” (Banarlı, 1997: 925).
Hayrullah Efendi, tarih, coğrafya, tıp, fen bilimleri ve ziraate dair pek çok eser
kaleme almıştır. Bu eserler şöyle sıralanabilir; el Mecmua, Müfredât-ı Tıbbiyye fî Beyâni
Evzâni'l-Edviyye, Terbiye ve Tedâvî-i Etfâl (Sıhhatnümâ-yı Etfâl), Ordu Hıfzıssıhhası,
4
Zuhal Aydın Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve Eserleri adlı doktora çalışmasında,
1864 yılında Hayrullah Efendi’nin Yolculuk Kitabı (Avrupa Seyahatnamesi) adlı eserinin basılmasına dair
bir karar alındığını ama gerek İstanbul kütüphanelerinde böyle bir esere rastlanmamış olunduğunu ve
gerekse araştırmacıların bu eserin basılmadığı ifadelerine göndermede bulunarak, bu yapıtın basılmadığını
belirtir (bkz. Aydın, 1990: 111).
45
Bunlar arasında Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Târihi adlı eseri üzerinde özellikle
durulmalıdır. Yazar bu eseriyle bütün Türk tarihini kapsayan bir çalışma ortaya koymayı
amaçlar. Osmanlı tarihini, bütün Türk tarihi içine yerleştirmeye çalışır. Bunda kısmen
başarılı olur. Bu çalışmayı yaparken Fransızca ve Türkçe kaynaklardan yararlanır.
Hayrullah Efendi bu çalışmasında sade, anlaşılması kolay bir üslûp kullanır. Bu eser,
tarafsızlığı ve diğer din mensuplarının gelenek, örf ve âdetlerine karşı yaklaşımıyla
kendinden önce yazılmış tarih kitaplarından ayrılır (İslam Ansiklopedisi, 1997: 393-394).
[…] Hayatına dair Hâmid’in anlattığı sahnelerle, o tam Aziz devri mirasyedisi, müsrif,
yaşamayı seven, sofra ve ten lezzetlerine düşkün babası Hayrullah Efendi vardı. Bir altın
yağmuru içinde imparatorluğun kendisini tasfiyeye hazırlandığı bu senelerde Abdülhak
Molla ailesinin elde kalan servetini daha evvelden tasfiye eden Hayrullah Efendi,
Hâmid’in “Hatırat”ının en canlı çehrelerinden biridir. Fakat oğlunun hatırlarına bu
şekilde girmiş olması Hayrullah Efendi’ye, devrinin hakikaten uyanmış insanlarından
birisi olarak bakmamızı men edemez. Tarihinde ciltten cilde değişen ve inkişaf eden
görüşlerden sarfı nazar seyahatnamesinde yeni bir neslin adamı olduğunu gösterir. Bu,
hekimliği sevmeyen tıbbiye mezununun devrin ne kadar ilerisinde olduğunu anlamak
için “Seyahatnamesi”nde öğretim ve sistemleri, mektep kitapları üzerinde yazdıklarını
okumak kâfidir (Tanpınar, 2001: 510).
46
Abdülhak Hamit’in babası Hayrullah Efendi’nin, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nden önce ilk Türk
oyununu yazmış olduğu ileri sürülmüştür. Bu oyunun adı Hikâye-i İbrahim Paşa Be İbrahim-
Gülşeni’dir. Oyunun ilk baskısını yapan İsmail Hami Danişmend oyunu tanıtan bir yazısında
bunu Hayrullah Efendi’nin tıp son sınıf öğrencisi iken yazdığını, Şair Evlenmesi’nin tarihi
1859’dan en az on beş yıl önce yazılmış olduğunu, bu bakımdan ilk Türk oyunun bu olduğunu
söylüyor. Ancak bu görüşe katılmak kolay değildir. Çağında yayınlanmamış olan, üstelik bir tıp
öğrencisinin notları arasında bir taslak, bir karalama niteliği gösteren bu oyun denemesinin
Şinasi’nin Şair Evlenmesi gibi başarılı oyunundan önce almaya gönlümüz el vermiyor. Tarihçi
olan Hayrullah Efendi oyununu da tarih çerçevesi içinde yazmış. Olaylar Kanuni Sultan
Süleyman çağında geçer (And, 1983: 28-29).
Yukarıda alıntılanan satırlardan anlaşılacağı üzere Hayrullah Efendi’nin yazdığı
tiyatro eserinin gerek içeriği ve gerekse edebiyat sahasında ortaya koyduğu etki
itibarıyla bir taslak olduğu konusunda pekçok edebiyatçı hem fikirdir. Bu yapıtın
47
içeriğine dayanarak onun bestelenmek üzere yazıldığını, bir tiyatro oyunu olmadığını
açık bir şekilde dile getiren Refik Ahmet Sevengil, 1959’da Cumhuriyet Gazetesi’nde
yayımlanan İlk Tiyatro Eseri Hangisidir? isimli makalesinde Hayrullah Efendi’nin niçin
böyle bir eser ortaya koyduğunu, bu arzu ve isteğin temelinde nelerin yattığını
okurlarına şöyle açıklar:
Hayrullah Efendi bir Avrupa yolculuğuna dair yazmış olduğu hatıralarında kendisinin
Tıbbiye mektebini Hicri 1260 yılında bitirmiş olduğunu söyler. Hicri 1260 yılı Miladi
1844 senesinin Ocak ayı sonlarında bitmiştir. Tıbbiye mektebi, o zaman Beyoğlu’nda
şimdiki Galatasaray Lisesinin bulunduğu yerde idi. Bu binanın tam karşısında da Bosko
tiyatrosu vardı, bu tiyatroda 1840 yılından itibaren İtalyan heyetleri tarafından İtalyan
operaları temsil ediliyordu. Beyoğlu’nda yetişen o zamanki genç tıbbiyeli neslinin
Garplılaşma havası içinde memlekete yeni gelmeye başlayan Avrupa eğlencelerine ve
Batı sanatına karşı ilgi duyması tabiidir. Genç Hayrullah Efendinin de Beyoğlu’ndaki
opera temsillerini takip ettiğinden şüphe edilemez; Bosko tiyatrosunda temsil edilmiş
olan İtalyanca operalardan Gaetano Donizetti’nin bestelemiş olduğu Belisario operasına
ait Libretto, İstanbul’da 1842 yılında Türkçeye tercüme olunarak kitap halinde
bastırılmıştı. Hayrullah Efendi, kitapta ve sahnede gördüğü örneklere bakarak, bir opera
livresi yazmayı düşünmüş, Osmanlı tarihi ile ilgili bir konu seçerek “İbrahim Paşa ile
İbrahim Gülşeni’nin Hikâyesi” eserini vücuda getirmiştir. Bu açıklamalar gösteriyor ki,
Hayrullah’ın ve Şinasi’nin eserleri sahne edebiyatının iki ayrı bölümüne mensuptur.
“İbrahim Paşa Hikâyesi” Türk dilinde bir Türk muharriri tarafından ilk opera livresi
olarak düşünülüp vücuda getirilmiş bir kalem denemesidir; “Şair Evlenmesi” ise Türk
dilinde bir Türk muharriri tarafından yazılmış ilk tiyatro eseridir” (Akt. Sevengil, 1961:
47-48).
Hayrullah Efendi, aldığı eğitimle, yaptığı seyahatlerle kendini yetiştirmiş
kaleme aldığı pek çok eser vasıtasıyla ait olduğu topluma önemli katkılar sunmuş
bir aydındır. O sadece tıp alanına ilgi duymamış, yanı sıra edebiyat ve tarih gibi
sosyal konularda da ortaya koyduğu eserlerle adını ölümsüzleştirmiştir.
Seyahatnamesi adlı eseri üzerine yapılan yorumlar daha isabetli olacaktır. Hayrullah
Efendi’nin yaşadığı dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun yönünü Batı’ya çevirdiği, Batılı
kültürün Osmanlı toplumunda yerleşmeye başladığı bir dönemdir. Bunun nedeni, XVII.
yüzyıla kadar Osmanlı’nın Batılı devletlerle girdiği savaşlarda elde ettiklerinin bu
yüzyılla birlikte kaybedilmeye başlanmasıdır. Özellikle XVIII. yüzyılda bu gerileme
daha da hızlanır. Batılı devletlerin Osmanlılarla girdikleri savaşlarda sürekli galip
gelmesi, Osmanlı idarecilerinin dikkatlerini Batı’ya yöneltmelerine, onların savaşlarda
uyguladıkları teknikleri ve kullandıkları teknolojiyi araştırmalarına neden olur:
1839 yılının, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı medeniyeti ile olan münasebetlerinde çok
mühim bir yeri vardır. 3 Kasım 1839’da İstanbul’da şimdiki Gülhane Parkı’nda
okunduğu için Gülhane Hatt-ı Hümayunu diye de anılan bir ferman, Osmanlı
İmparatorluğu’nun, üstünlüğünü her alanda artık kesinlikle kabul ettiği çağdaş Batı
medeniyetini örnek almayı bütün ülkeye ve dünyaya resmen ilan ve taahhüd eden ilk
yazılı belgedir (Akyüz, 1995: 5).
Kenan Akyüz, Tanzimat Fermanı’nı, Osmanlı’nın kendisinden üstün bir toplum
olan Batı’nın kazanımlarını benimsemesinin bir belirtisi olarak kabul ederken, Banarlı
durumun böyle olmadığını, bu fermanla Avrupa’nın kendi kültürünü Osmanlı’ya zorla
kabul ettirdiğini düşünür:
Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin öteden beri haberli olduğu Avrupa medeniyetini, Türk-
Osmanlı halkı ve hayatı için, kabul etmek yolunda giriştiği bir devlet hamlesidir. Bu
hareket, ilk bakışta, Türkiye’nin Avrupa medeniyeti dairesine girmesi gibi görünür.
Hakikatte: Tanzîmât İnkılâbı, Avrupa medeniyetinin, bir takım siyâsî, askerî ve iktisâdî
baskılarla Türkiye’ye kendini kabûl ettirmesi demektir (Banarlı, 1997: 811).
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte Osmanlı toplumunda her konuda ikilik
oluşmaya başlamıştır. Tanpınar, Tanzimat Fermanı’nın bu yönüne dikkat çeker ve
günümüzde bile ‘alafranga’ ve ‘alaturka’ (müzikte), ‘eski’ ve ‘yeni’ (zihniyet
meselelerinde) gibi ikili yaklaşımların başlagıcının Tanzimat dönemi olduğunu belirtir
(Tanpınar, 2001: 136).
Bir milletin, asırlarca alıştığı düşünüş ve yaşayış şartlarından birden bire sıyrılmasına
imkan yoktur. Bunun içindir ki, Tanzimat hareketi –hiçbir zaman- kökten bir
düzenlemeye saptırılamamış, eski müesseselerin derhal ortadan kaldırılmaları yerine
onların yanı başlarına batılı örneklerinin de kurularak, halkın zamanla onlara
alıştırılması yoluna gidilmiş, her an olabilecek tehlikeli tepkileri ve eldeki imkanları
kollamak suretiyle, ortalama bir yoldan yürünebilmiştir. Bunun içindir ki Tanzimat
Devri, hemen her alanda, eski ile yeninin yan yana bulundukları zorunlu bir intikal ve
ikilik devridir (Akyüz, 1995: 14-15).
Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle birlikte bu fermanı Osmanlı toplumuna
kabul ettirme süreci başlar. Tanzimat idarecilerinin halka seslerini duyurmak için gazete
ve edebiyata başvurdukları görülür (Moran, 2012: 17). Bu süreçte özellikle edebiyat çok
önemli bir işlev görür. Tanzimat edebiyatı olarak da adlandırılan bu dönem
50
Fermanın arkasından onu halka mâl etmek, daha doğrusu batılı değerler dünyasını
Osmanlı halkına tanıtmak maksadıyla sosyal muhtevalı bir edebiyat başlar. Bu
edebiyatın gayelerinden biri de dini ve etnik farklılıklarından dolayı ‘katmanlaşmış’ bir
görünüm içinde olan Osmanlıda ayrışmaları önlemek ve mevcut yapıyı sürdürebilmek
için milli bir kültür oluşturmaktır. Bu milli kültür, etnik ve dini kimliklerin yerine
geçecek, parçalı yapıyı birleştirecek bir üst kimlik görevini de üstlenmelidir. Bu sebeple
Osmanlı aynı zamanda bireyin de doğuşu demek olan küçük milli kimliklerin ortaya
çıkışını görmezlikten gelerek hayatiyetini sürdürebilmek için bu anlayışı kendine göre
yorumlar ve daha geniş anlamlı, yapay bir Osmanlı kimliği üretme çabasına girişir
(Argunşah, 2004: 175).
Tanzimat edebiyatından beklenen Osmanlı toplumunda birliktelik oluşturma
işlevi birden gerçekleşmez. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalar, yaklaşık yirmi yıl
sonra meyvelerini vermeye başlar. Bunlar arasında en fazla dikkate değer olanlar, Münif
Paşa’nın Volter, Fenelon ve Fontenel’den seçilmiş felsefi diyalogları içeren Muheverat-ı
Hikemiyye (1859) adlı çevirisi ile Yusuf Kamil Paşa’nın Fénelon’un Télémaque (1859)
adlı Batı edebiyatından yaptığı çeviridir (Korkmaz, 2004: 18).
İlk olarak şu belirtilmelidir ki, her iki yazarın da XIX. yüzyılda yaşaması,
Müslüman olması ve yetiştikleri kültürel ortamın birbirine benzemesi gibi nedenlerden
dolayı, eserleri içerik ve üslûp açısından birbirine yakındır. Nitekim Abdurrahman
Demircan Arap Edebiyatında Seyahatname Türü ve Seyahatnameler adlı yüksek lisans
tezinde, bu durumu tespit etmiş ve şöyle dile getirmiştir; “Tahtavi’nin bu eseri özellikle
Osmanlı dönemi aydınlarından ve kendisinin de çağdaşı olan Hayrullah Efendi’nin
‘Avrupa Seyahatnamesi’ adlı eseriyle, gerek eserin yazılış gayesi gerekse içerik ve üslup
yönüyle oldukça benzeşmektedir” (Demircan, 2010: 109).
Her iki eserin biçim ve içerik itibariyle birbirlerine yakın olması konusunda şöyle
bir durumun da bilinmesi gerekir; el-Tahtâvî’nin gerek Avrupa’da bulunduğu süre
(1826-1831) ve gerekse eserin basılma tarihi (1834) dikkate alınırsa, Hayrullah
Efendi’nin (Hayrullah Efendi, 1862 ve 1864) el-Tahtâvî’nin Paris Gözlemleri’nden
yararlandığı düşünülebilir. Nitekim Hayrullah Efendi de Avrupa hakkında okumuş
olduğu pek çok seyahatname arasında el-Tahtâvî’nin eserinin de olduğunu beyan eder:
53
Her ne kadar Avrupa ahvaline 1 dair bir takım sefaretnameler ve bin iki yüz kırk bir
senesi li-ecl-it-tahsîl 2 Mısır’dan Paris’e i‘zâm 3 olunan Şeyh Rifae’nin elli dört senesi
dahi Devlet-i Aliyye sefaretine ser-kâtibi4 olan Sami Efendi’nin ve daha bir nice zevât-ı
sâmî-i sıfâtın5 Avrupa’ya vaki’ olan sefer ve seyahatlerinde bazı şeyler zabt ve tahrir 6
olunmuş… (Hayrullah Efendi, 2002: 3).
Bu itibarla Hayrullah Efendi’nin el-Tahtâvî’den etkilenerek eserinde ona
göndermeler yaptığı düşüncesi kuvvet kazanmaktadır.
Gerek yolculuk esnasında gerekse Paris’te gördüğüm şeylerin hepsini yazdım. Bazı
faydalı notlarla ve zahir olan şeylerle süsledim. Bize yabancı olan ilimlerin, edebî
sanatların Frengistan’daki olgunluğunu söylemekle insana yaraşır bir iş yaptım,
Müslümanları bu ilim ve sanatlara heveslendirdim (a.g.e. : 29).
Bu satırlarla el-Tahtâvî, eserini kaleme alırken, toplumuna faydalı bir iş yaptığı
inancı taşımaktadır. Yazara göre, Avrupalıların gayrimüslim olmaları, bilgilerinden,
1
Durumlar, haller
2
Tahsil için, okumak için
3
Yollama, gönderme
4
Başkâtip
5
Daha pek çok yüce kimselerin
6
Yazma, yazılma
7
Gerçek olup olmadığını araştırma
8
Bir şeyi elde etme
54
Bir Hadis-i şerifte “hikmet mü’minin yitiğidir, dileyen onu şirk ehlinden bile alır”
denilmektedir. Çin halkı müşrik bir topluluk olduğu halde, bir başka hadiste de “ilim,
Çin’de de olsa alınız” denilmekle, ilim öğrenmek hususunda yolculuğa çıkmak
öğütlenmiş oluyor. Hekim Batlamyus (II. Batlamyus) “inciyi denizden, miski fareden;
altını taştan, hikmeti söyleyenden alınız” diyor. İnsan, kendisinden ve inancından emin
ise ilim öğrenmek için küfür diyarına gitmesinde bir sakınca yoktur. Özellikle bir
ihtiyacı karşılayacaksa çok lüzumlu olur (a.g.e. : 37).
Hayrullah Efendi de kendi toplumunun Batı’yla olan münasebetlerini göz önüne
alarak, bazı sefaretnameler dışında Avrupa hakkında Türkçe yazılmış kitaplar
olmadığını, bu yüzden kendisinin bu çerçevede Türkçe bir eser kaleme almak istediğini
belirtir:
9
Medeni (gelişmiş) memleketler, ülkeler
10
İlişkiler (yakınlık) kapısı, kapıları
11
Övülmüş, övülecek
12
Bilmezlik, kabalık
13
İnsalık îcâbı olarak
14
Ötürü, dolayı
15
Yüksek müsaade
16
Kısa (dar) anlayış çerçevesinde
17
Tahammül eden, dayanan
18
Çeşitli san’atlar, zanaatlar
55
Birinci bölüm
El-Tahtâvî ve arkadaşları Nil nehri üzerinde dört gün süren bir yolculuğun
ardından Kahire’den İskenderiye’ye ulaşırlar. İskenderiye’de 23 gün kalırlar. Bu süre
zarfında İskenderiye’yi yeterli şekilde gezmemiş olsa da orada edindiği izlenimleri,
ayrıca İskenderiye’nin tarihî ve kültürel özelliklerini okurlarıyla paylaşır.
19
Eserin adı Türkçeye “Paris özetinde saf altının damıtılması ya da Paris köşkünde kymetli dîvân”
şeklinde tercüme edilebilir. Paris’ten altınların damıtılmasının anlamı Paris’in kıymetli yönlerinin, değerli
taraflarının alınması, ayrıştırılması olabilir. El-Tahtâvî’nin bu başlıkla Paris’i altınla eş değer kabul
ederek, hayranlığını ortaya koyduğu akla gelir. Cemil Çiftçi “eserin orijinal adıyla okuyucu arasında bir
iletişim kurulamayacağı”nı düşündüğünden, eseri Arapçadan Türkçeye Paris Gözlemleri adıyla
çevirmiştir (Çiftçi, 1992: 24). Nitekim eser İngilizceye An Imam in Paris: Account of a Stay in France by
an Egyptian Cleric; Fransızcaya ise, L’or de Paris: Relation de Voyage adlarıyla tercüme edilmiştir
(Görgün, 2008: 96).
56
güzel olmasının yanısıra, temiz ve düzenli oluşu yazarın dikkatini çeker. Yola ilk
çıktıklarında sıtmaya tutulmasına rağmen, geminin demir almasıyla birlikte bu
rahatsızlıktan kurtulduğunu anlatan yazar; yolculuğu esnasında gördüğü dağlar, beldeler
ve adalarla ilgili ayrıntılı bilgiler verir.
İkinci bölüm
bahseden el-Tahtâvî, Marsilya’da 50 gün kaldıktan sonra Paris’e doğru yola çıktıklarını
ve bu zaman zarfında Fransızca bazı kelimeleri hecelemeye başladığını anlatır.
Üçüncü bölüm
Yazar bu bölümde ayrıca Fransa’da fakir ve muhtaç kimseler için hizmet veren
hayır kurumlarından bahseder. Bu hayır kurumlarının fakir ve muhtaçların dilenmek gibi
bir duruma düşmelerine engel olduğunu belirtir.
Dördüncü bölüm
1831 yılının Şubat ayında Mısır’a dönmek üzere ilk olarak Paris’ten Marsilya’ya
ve oradan da yine deniz yoluyla Mısır’a gittiklerini anlatarak eserini sonuçlandırır.
60
Birinci yolculuk
İkinci yolculuk
Üçüncü yolculuk
Dördüncü yolculuk
yazdığı bir mektuba da yer verir. Bu mektupta Nasuhi, İtalya içinde yer alan şehirlerden
ayrıntılarıyla bahseder. Mimari yapıların güzellikleri, bahçe ve ormanlıkların ihtişamı,
cadde ve sokakların gelişmişliğini tüm yönleriyle anlatır. Hayrullah Efendi, vapurla
İstanbul’dan Marsilya’ya giderken, seyahat esnasında geminin durduğu bazı limanlarda
gemiden inerek, liman şehrini gezip ayrıntıları okurlarıyla paylaşır. Atina ve bazı İtalyan
şehirlerinden ayrıntı vermeksizin bahseder. Gemi Marsilya’ya vardıktan sonra Marsilya
hakkında bilgiler verir ve tren yoluyla Lyon şehrine gittiğini söyler. Lyon’u kısaca
tanıttıktan sonra, bu şehrin çevresinde yer alan diğer küçük şehirleri de tanıtmayı ihmal
etmez.
buralarda her yaştan insanın eğitim alabileceği eğitim kurumlarının bulunduğunu söyler.
Paris’te eğitime verilen önemden çok etkilenen Hayrullah Efendi, kendi ülkemizde böyle
eğitim kurumlarının olmamasının sebebini kendi kendine sorguladığını ve bu durumu
Osmanlı devlet idarecilerine aktardığını, fakat mektubuna verilen cevabın kendisinde
hayal kırıklığı meydana getirdiğini de bu bölümde anlatır. Bu mektubu ve kendisine
gönderilen cevabı okurlarıyla paylaşır.
Eserde Paris’e gidecek (seyahat edecek) olanlar için şehrin nüfusu, coğrafi
koordinatları, iklimi ile ilgili bilgiler verir, pasaport kontrollerini hatırlatır. Paris
hamamlarından, posta hizmetlerinden ve gazetelerden de bahseder.
Ek kısmında ise Bursa şehri hakkında tanıtıcı bilgiler verir, Bursa’nın tarihî ve
kültürel güzelliklerini okurlarıyla paylaşarak kitabını tamamlar.
El-Tahtâvi ve Hayrullah Efendi’nin Avrupa’ya girer girmez veya Batılı ile ilk
karşılaşmada verdikleri tepkiler, onların genel anlamda Batı ve Batılıya bakış açılarını
ortaya koyar. Mesela el-Tahtâvî’nin, Fransa’ya gittiği ilk günlerde karşılaştığı Avrupa
kültürü hakkındaki izlenimleri, onun duyduğu hayreti ortaya koyar:
Daha önce Avrupa’yı görmediğim için ilk başta her şeyi garip buldum. Karantina yerine
dilini bilmediğimiz bir takım hizmetçiler getirdiler. İnsanın yere ve yere döşenmiş yaygı
üzerine oturmasını garip bulduklarından oturmak için bize 100 kadar sandalye ve yüksek
yemek masaları getirerek beyaz tabaklarla sofrayı donattılar. Her tabağın önüne bir cam
bardak, çatal, bıçak, kaşık ve her masaya su ile dolu ikişer sürahi, birer tuzluk, birer
biberlik koyup masanın etrafına sandalyeler yerleştirdiler. Sonra birer ikişer büyük
tabaklarla yemekleri getirerek masanın üzerine koydular. Herkes kendi tabağından
yemek üzere yemekler, masalara taksim edildi. Fransa’da başkasının çatal ve bıçağıyla
yemek yemek, başkasının bardağından su içmek, eliyle yemek yemek âdet olmadığından
herkes, kendi önündeki bıçağı ile keserek, çatalı ile yemeğe başladı. Fransız halkı
başkasının bardağından su içmemeyi, başkasının çatalıyla, kaşığıyla ve elle yemek
yememeyi temizliğin gereği kabul ederler. İzlenimlerimize göre bakır sahanda ve bakır
sinide –kalaylı olsa bile- yemek yemezler. Bakır malzemelerle yalnız yemek pişirirler.
Yemek yemek için renkli tabaklar kullanırlar. Belli bir düzenle yenilen yemekler, bazan
birkaç çeşit olur. Yemeğe çorba ile başlarlar. Et, sebze ve kahvaltı gibi yemeklerden
sonra salata ve ve meyveler yenilir. Yiyecekleri –çoğu kez- tabakların rengine
uydururlar. Salata yeşil ise tabağı yeşil, kırmızı ise tabağı kırmızı olur. Gerisini buna
göre kıyas edin ( El-Tahtâvî, 1992: 72-73).
El-Tahtâvî’nin Fransa’ya girişinin daha ilk günlerinde karşılaştığı nesneler
üzerine bu denli ayrıntılı tasvir yapması ve anlatımın sonuna eklediği “Gerisini buna
göre kıyas edin” ibaresi, Edward Said’in Doğu’dan Batı’ya giden seyyahların
özelliklerini sayarken söylediği “Batı’nın ileri kültüründen bir şey öğrenmek, bu kültür
karşısında şaşakalmak için oradaydılar” (Said, 2008: 216) cümlesini akıllara getirir. Bu
satırlarla el-Tahtâvî, bir gerçeği ortaya koymanın ötesinde, hissettiği şaşkınlığı ve
hayranlığı sergiler.
Okay Bensoy, kendi toprakları dışında bir yere ayak basan kişinin orada
gördükleriyle kendi ülkesindekileri kıyaslamasının çok normal olduğunu ifade eder.
Böylelikle o kişinin gittiği yerde gördüklerini karşılaştırmalar yoluyla hafızasında daha
iyi saklayacağını belirtir (Bensoy, t.y: 17). Bu durum, el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi
için de geçerlidir. Ama el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin çok sık karşılaştırma
66
İşbu Tuna seyahati mevsimine tesadüf ettirildiği halde fil-hakîka 20 şâyân-ı arzûdur 21 .
Çünkü Tuna üzerinde Avusturya İmparatoru namına teşkil olunan kumpanya
yolcularının kendisine rağbet ve heveslerini davet ve teksir 22 için ikram ve it’âm 23
hususunda yolcuları hoşnut ederler. Yani vapurun içinde salonları ve odaları mükemmel,
yatakları muazzam, taamları pâk ve mutahhar olmakla her derecede bulunan yolcunun
rahat edeceği surette temizdir. Bu vapurların intizam ve rahat ve taharetini görenler
İstanbul’da Şirket-i Hayriyye vapurlarının hâline teessüf ederler (Hayrullah Efendi,
2002: 9).
El-Tahtâvî, Fransa’ya ayak basışının ilk günlerinde karantinaya alınır; “Fransa
iskelelerinden Marsilya’ya vardığımızda, diğer ülkelerden gelenleri karantinaya
almadıkça memleketlerine giriş izni vermemeleri nedeniyle bulunduğumuz gemilerden
sandallara indik, karantina için ayrılan şehir dışındaki yere gittik” (El-Tahtâvî, 1992:
71). Burada yazarın diğer ülkelerden kastının hangi ülkeler olduğu anlaşılamadığından,
20
Hakikaten, gerçekten
21
Arzuya yaraşır, değer
22
Çoğaltma, çoğaltılma
23
Yemek yedirme, yemek verme
67
4.2.1. Kent
Her iki yazar Avrupa’nın birbirinden farklı birçok şehrinde bulunmuşlardır. El-
Tahtâvî, Paris ve Marsilya’yı, Hayrullah Efendi, Paris’in yanı sıra Berlin, Londra,
Brüksel ve daha pek çok Avrupa şehrini anlatır. Yazarların Avrupa seyahatleri esnasında
bulundukları kentlerle ilgili izlenimlerine geçmeden önce kent kavramının ne anlam
ifade ettiğine değinmek yararlı olacaktıktır:
68
Özdeşlik ilkesi bir kimlik ve kültür katmanı olarak kentin biricik ve benzersiz oluşunu ifade eder.
Kentin bizzat kendisi olması, başkasından esinlenmeden kendi yapısal unsurlarına bağlı kalarak
var olması beklenir. [...] Kent imgesinde bir diğer ilke olan yapı, kentin görünümü yani fiziki ve
mekânsal biçimlerine karşılık gelir. Binalar, yollar, köprüler, meydanlar, anıtlar, evler ve bütün
bu yapıların mimari özellikleri, görünümleri, biçimsel anlamları o kentin imgesinin başat kaynağı
olur. Hiçbir şekilde kent imgesi onun yapısal özelliklerinden, yapı değerlerinden ayrılamaz,
kopamaz. Bu bakımdan her yapı aslında o kent imgesine atılan bir imza, bir çentiktir ve bundan
dolayı da kültürel, iktisadi, dini, siyasi vb. kimi şifreleri taşır. Son ilke olarak ifade edilen husus
ise aslında o imgenin var olmasını tamamlayan anlamdır. Anlam kentin her yerine ve her şeyine
sinen ve onun kimliğinin ipuçlarını ele veren, kenti okutan, kenti gezdiren, kentten manalar belki
de dersler çıkaran temel yapıdır (Lynch, 1996: 157; akt. Alver, 2009: 429).
Bu bilgiler göstermektedir ki, özellikle binalar, yollar, köprüler, meydanlar gibi
çeşitli mekânlar kent imgesini tamamlar. El- Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin izlenimleri
arasında kent imgesinin detaylarıyla yer aldığı görülür. El-Tahtâvî Kahire’den
başlayarak İskenderiye, Marsilya ve Paris’i ele alırken; Hayrullah Efendi çok daha fazla
kenti ele alır.
çok fazla durur ve bu kenti detaylı bir biçimde anlatır. Yer yer Paris’i diğer Avrupa
kentleriyle karşılaştırma yoluna da gider.
Aslında “Fransa (dolayısıyla Paris) XVII. yüzyıldan XIX. yüzyılın başlarına dek
Batı’nın en büyük devleti sayılıyordu; Avrupa ulusları, Fransız dili ve göreneğini her
bakımdan örnek alıyorlardı” (Akıncı, 1973: XIV). Bu yüzden edebî yapıtlara Paris
imgesinin genel olarak zevk/medeniyet kavramlarıyla alâkalı olarak yerleşmesi,
Fransa’nın ve Fransız kültürünün bu siyasî ve kültürel gücünden kaynaklanmaktaydı
(Bedin, 2012: 6-7). Lösschburg bu durumu şöyle özetlemiştir; “18. yüzyılda insanlar ne
büyük beklenti, merak ve sabırsızlıkla ayak basmışlardı Paris’e. Değil mi ki, bu kent,
kentlerin kraliçesi, birçok ülke için estetiğin ve modanın kaynağı, mutlakiyetçi
hükümetin, aydınlanmanın ve eleştirel düşüncesinin çıkış noktasıydı” (Löschburg, 1998:
83).
Fransa’nın siyasî ve kültürel hayattaki bu etkisi, tüm dünya edebiyatları gibi Türk
ve Arap edebiyatlarına da yansımıştır. Türk edebiyatında özellikle Tanzimat’la birlikte
bu etkinin hayli yoğun olduğu görülmektedir. Bu yüzden Tanzimat dönemi Türk
edebiyatçılarının yönlerini Batı edebiyatlarına açılan bir kapı olarak Fransız edebiyatına
dönmelerini ve bunun bir sonucu olarak Türk edebiyatında Fransa ve özellikle Paris’le
ilgili imgelerin fazlaca yer almasını (Altay, 2007: 1) olağan karşılamak gerekir. Bu
konuda Mizancı Murat, Nabizade Nazım, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem,
Sami Paşazade Sezai, Şemseddin Sami, Ahmet Midhat Efendi ve daha pekçok Türk
yazarın eserleri örnek verilebilir. Bu yazarlar arasında özellikle Ahmet Midhat Efendi
önemli bir yere sahiptir (Karabulut, 2010: 78). Söz gelimi Ahmet Midhat Efendi,
Paris’te Bir Türk adlı eserinde, Paris’te ulaşım ve konaklama olanakları ile
İstanbul’dakiler arasında bir karşılaştırma yapıp şöyle bir sonuç ortaya koyar:
Paris bir şehr-i azimdir ki insan-ı kâmil nazarında her tarafının itibarı birdir. Zira hangi
tarafında bulunsanız arzu eylediğiniz etrafa sizi derhâl isal için faytonlar gibi,
omnibüsler gibi, şimendiferler gibi, nehir vapurları gibi binlerce vesait-i nakliye
emrinize, yani beş on paranıza muntazırdırlar. Herhangi tarafta olsanız gecenizi
geçirebilirsiniz. Öyle İstanbul'da olduğu gibi maâzallahü tealâ geceyi Fatih'te geçirmeye
mecburiyet elverip de bir ahbap hanesi dahi bulunmaz ise, bakkal dükkânında zeytin,
70
ekmek yiyerek kahvehane peykesinde (O da kahveci razı olursa. Çünkü sizi kabule hiç
mecburiyeti yoktur) beytutete24 muhtaç kalmazsınız (Ahmet Midhat Efendi, 2000: 115).
Türk edebiyatında olduğu gibi modern Arap edebiyatında da Fransa ve
dolayısıyla Paris imgesinin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Mesela Arap seyahat
edebiyatının önemli şahsiyetlerinden Fransîs b. Fethullah Merrâş, 1866 yılında tıp
eğitimi için gittiği Paris'te iki yıl kalır ve bu süre zarfındaki gözlemlerini Rihle ilâ Bârîs
adlı eserinde okurlarına sunar. Bu çerçevede değinilmesi gereken bir diğer şahsiyet
Lübnanlı Ahmet Faris eş-Şidyak’tır. Eş-Şidyak Keşfü'l-Muhabbâ an Fünûni Urubbâ adlı
çalışmasıyla, 1848'de İngiltere ve Fransa'ya yaptığı seyahatlerdeki izlenimlerini paylaşır
(Yazıcı, 2006: 118-119).
XIX. yüzyılda Fransa’da yaşanan her tür gelişme, Batılı-Doğulu birçok ülkeye
etki eder. Dolayısıyla el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi de bu etkinin çekim alanı içinde
yer almış düşünürlerdir. Nitekim el-Tahtâvî, henüz Fransa’ya gitmeden Fransa’nın
önemli bir ülke olduğunu, Fransızların da diğer Avrupa toplumlarından daha üstün
olduklarını düşünmektedir. Mehmet Ali Paşa’nın Mısırlı öğrencileri Avrupa’nın birçok
ülkesi olmasına rağmen Fransa’ya (Paris’e) göndermesini, Fransa’nın Avrupa ülkeleri
içindeki bu üstün durumuna bir delil olarak sunar:
Avrupa’nın diğer ülkelere göre önemini, Fransa halkının diğer Avrupa halklarından
üstünlüğünü, Hıdiv-i Ekrem Efendimizin, edebî sanatlarla güzel sanatları öğrenmeleri
amacıyla gönderdiği kimselerin niçin diğer Avrupa ülkelerine değil de Fransa’ya
gönderildiğini açıklar (El-Tahtâvî, 1992: 43).
El-Tahtâvî’nin Fransızların üstün özelliklerini belirtirken, diğer Avrupa
toplumlarıyla karşılaştırmalar yapmaya giriştiği görülmektedir. El-Tahtâvî’nin Fransa
dışında başka bir Avrupa ülkesi görmemesine rağmen, görmüş gibi karşılaştırmalar
yapması, Fransa ve Fransızlar hakkında o dönem Doğu toplumlarında benimsenen
Fransa ve Fransız imgesinin yazardaki yansımalarıdır; “Fransız milleti, türlü ilimler ve
güzel sanatlar sebebiyle diğer batılı milletlerden farklı olduğu için, Fransız toprağı da
bayındırlıkta ve zerafette diğer batılı ülkelerden üstündür” (a.g.e. : 133).
24
Geceleme, gece kalma
71
Paris’te sanayi’ ve maârif-i beşeriyye derece-i kemâle varmıştır. (Bundan sonra) ilerler
ise dahi yine Paris’te iler(liyecektir). Paris ulemâsına hiçbir tarafın ulemâsı muadil 25
olamaz. (Her ne kadar ulemâ-yı akliyye yani filozofî ve hey’et ve ilm-i kelâm emsali
ilimlere Almanyalılar ve makine ilimlerinde İngilizler cümleye faik26 ise de ilm-i sâirede
Fransızlar faiktir). Fünûn ve sanayi’ üzerine her fende senevî 27 nice yüzlerce kitaplar
telif ve neşr olunur (Hayrullah Efendi, 2002: 166).
El-Tahtâvî’nin “Dünya’da Paris’ten daha bayındır bir kent yoktur” (El-Tahtâvî,
1992: 82) sözü, onun Paris hakkındaki hayranlığının önemli bir göstergesidir. Benzer
aktarımlar Hayrullah Efendi’de de görülür. Hayrullah Efendi, Paris’te yok kavramının
yok olduğunu, yani kim ne isterse elde edebileceğini, ama bunu yapabilmesi için paranın
şart olduğunu belirtir; “Zira bu şehrin nizamı ile vaz’28 olunmuştur ki olmaz şey olmaz,
yoktur dahi yoktur. Onun için her ne emel olunur ise, para olduğu hâlde bulunur”
(Hayrullah Efendi, 2002: 100). Hayrullah Efendi de el-Tahtâvî gibi “Cihânın her nev’
ahvâlini ta’dâd29 kabildir. Fakat bu Paris’in medh ü senâ30sın yâd31 müşküldür” (a.g.e. :
91) dizeleriyle Paris’e olan hayranlığını net olarak ortaya koyar.
25
Eşit
26
Üstünde olan
27
Yıllık
28
Koyma, konulma
29
Sayma, sayıp dökme
30
Övme
31
Hatırlama, anma
72
Sen nehri etrafında yaşayan, Parizyin veya Pariziyyin adıyla anılan bir topluluktan
dolayı bu şehre Paris adı verilmiştir. Bazılarının dediği gibi Paris; meşhur bir adamın
ismi olup sonradan bu şehrin adı olmuş değildir (El-Tahtâvî, 1992: 82)
Paris ortadan ikiye ayrılmış olup Şibra ve Ebu Zu’bul yolları gibi yolun iki tarafı
birbirine müsavi ağaçlar ile süslenmiştir. Şöyle ki; yaz mevsiminde yolda yürüyen insan
bu ağaçların gölgesinde gider ve güneş görmez. Bu özelliği taşıyan yola “bulvar” adı
verilir. […] Şehir içindeki bulvarların toplamı 22 adetdir. Şehir içinde Mısır’daki
Rumiyle Meydanı genişliğinde 75 meydan, Babü’n-nasr şeklinde 58 kapı, dört adet
küçük haliç; Arabistan’da bulunan ve “naur” adıyla anılan sakiyeler gibi 3 adet büyük su
dolabı, 86 sarnıç ve yollar üzerinde 114 çeşme vardır (a.g.e. : 93).
El-Tahtâvî sözlerinin devamında Paris’te yağışın bol olmasına rağmen evlerin
çatılarına ve çatıların baktığı sokaklara suların akması için kurulan sistemden dolayı
Paris sokaklarında yağmur sonrası su birikmediğini belirtir:
Dört mevsimde de yağış eksik olmaz. Yağdığı zaman çok ve şiddetli yağar. Yağmurun
zararına engel olmak, evlerin üzerindeki suyun birikmesini engellemek için binaların
üzerleri ve saçakları eğilimli yapılır. Paris’in sokaklarında ve evlerinde su akacak
lağımlar, su birikecek sarnıçlar olur. Sokaklar kaldırımlarla döşeli olduğu için, yağmur
suyu kanallardan bu lağımlara akar ve sokaklarda asla su birikmez. Sarnıç, bazen ağzı
dar ve aşağı kısmı geniş olan kuyulara akar, gider (a.g.e. : 85-86).
El-Tahtâvî, bu açıklamaların ardından Fransa’nın hem başkenti, hem de en büyük
şehri olması nedeniyle Paris’te bulunan yapıların zerafetini, ustalığını, tertip ve düzenini
dil ile anlatmanın yeterli olamayacağından, bu nedenle Paris’e gidip bu yapıları bizzat
müşahede etmenin gerekliliğinden bahseder:
Paris şehrini görmeyenlere muhtasar 32 olarak şöyle beyan edebiliriz ki, sekiz on saat
vüs’atı 33 olan muntazam bir bahçenin içinde gayet güzel meydanlar ve doğru yollar
açılıp, kenarlarına dahi sanâyi’-i mi’mâriyyenin her nevinden olarak nizam üzere birkaç
bin cesim34 ve mükellef sarayları sıra-vâri dizip, hâsıl olan sokaklarını tuhaf gaz fenerler
ile tenvîr35 edip, mezkûr36 sarayların en aşağı katını dahi umûmen müzeyyen ve mükellef
dükkânlar yapıp, eşkâl-ı muhtelifede37 nice bin arabalar ile karı erkek her an ve dakika
mesirelere ve sokaklara çıkıp iyâb38 ve zihâb39 ederler. İşte bu şehrin ta’rif-i icmâlisidir40
(Hayrullah Efendi, 2002: 88-89).
El-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi Paris dışında diğer Avrupa kentleri hakkındaki
izlenimlerini de okurlarıyla paylaşırlar. El-Tahtâvî’nin Mısır’dan yola çıktıktan sonra
ayak bastığı ilk kent Fransa’nın liman şehri Marsilya’dır. Yazar, Marsilya’dan kısaca
bahseder; “Marsilya’nın yolları ve sokakları o kadar geniş ki, birbirine dokunmaksızın
birkaç araba birden geçebilirler. Marsilya’nın konakları, divanhaneleri, revakları ve
odaların içlerini parlak göstermek için büyük cam aynalarla süslerler” (El-Tahtâvî, 1992:
73). Hayrullah Efendi seyahatinin çoğunu trenle yaptığı için bazen sadece içinden
geçtiği, bazen de kısa bir süre kaldığı büyüklü-küçüklü pek çok Avrupa kentini
okurlarına kısaca tanıtır. Bu şehirler arasında Berlin, Brüksel, Londra gibi Avrupa
başkentlerinin olduğu görülür. Hayrullah Efendi Berlin’i şu satırlarla okurlarına tanıtır:
Berlin şehrinde beş yüz kadar esvâk41 olup, kırk tane meydanı vardır. Derûn-ı şehirden
cereyan eden Elbe nehrine iki küçük ırmaklar kavuşurlar. Bu şehrin demir yollar
vasıtasıyla Avrupanın her tarafına iştiraki 42 olmakla misafir ve ecnebiler için müteaddit
ve muntazam hoteller ile restoranlar ve nice nice mevkifler olup şekerlemeci,
dondurmacı dükkânları ve her nevi eşya fürûht 43 olunur dükkânları vardır. Paris’in
Champs-Elysees’i misilli cesim bir caddesi olup iki tarafında tarz-ı cedîd üzre ağaçlar
dikilmiştir. Tabîiyyât ve madeniyyât ve hayvanât ve âsâr-ı atîka 44 müzeleri ve resim
müzesi ve mektepler ve hamam ve hastane emsali ebniye-i nâfia 45 ile tiyatrolar ve
bahçeler ve rasathane ve akademiyya mevcuttur (a.g.e. : 38).
32
Kısaltılmış, kısaltma, kısa
33
Genişlik
34
Büyük, kocaman
35
Işıklandırma, aydınlatma
36
Adı geçmiş, anılmış
37
Farklı şekillerde
38
Dönme
39
Gitme
40
Özet olarak tanıtımı, açıklanması
41
Alış veriş yerleri, çarşılar
42
Ortaklıkla ilgili
43
Satma, satış
44
Eski eserler
45
Faydalı binalar, yapılar
74
Şehrin konumu ve nüfusu hakkında bilgiler verdikten sonra, Paris ile Londra
arasında karşılaştırma yaparak, Paris’in büyüleyici süs ve güzelliğini vurgular, onun
yanında Londra’nın bir filozof gibi olduğunu ifade eder. Bu iki şehir arasında çok fazla
mesafe olmasa da yerleşim anlamında aralarında büyük bir farklılık olduğunu beyan
eder ve bu durumun temel nedeninin İngilizlerle Fransızların kişiliklerinden
kaynaklandığını belirtir:
46
Hükümet merkezi
47
Ada
48
Var
49
Genişlik
50
Büyüklük
51
Yabancı
52
Sanatlar
53
Beşeriyye
54
Güç, kuvvet
55
Nihayet, uç
56
Toplama, toplanma
57
Süs
58
Süs
59
Çok
60
Sihir, büyü
61
Toplayan
62
Fenler
63
Çarşılar, pazarlar
64
Ata binmiş, binen
75
Asıl şehrin sokakları biraz darca ise de varoşların esvâkı78 pek muntazamdır. Bu şehirde
gezecek yerlerin en meşhuru Prater, Belvedere, Schönbrunn, Josephine, nam
mahallerdir. Laxenburg bahçesi dahi meşhurdur. Esliha 79 müzesi, devlet hazinesi,
imparator sarayı ve kitaphane görecek yerlerdir (Hayrullah Efendi, 2002: 29).
Hayrullah Efendi daha pek çok Avrupa şehrini çok fazla detaya inmeden aktarır.
Burada gerek El-Tahtâvî’nin ve gerekse Hayrullah Efendi’nin tanıtıcı bilgiler paylaştığı
kentlerin pek çok ortak özelliklere sahip olduklarını belirtmek gerekir. Bir şehirde
görülen durumun veya mekânın benzeri diğer Avrupa şehirinde de yer alır. Frankfurt
Seyahatnamesi adlı yapıtında Ahmet Haşim bu duruma şöyle işaret eder; “Hayatında
büyük bir Avrupa şehri gören bir adam, kendini sonradan göreceği bütün büyük Avrupa
şehirlerini evvelden görmüş addedebilir. Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir” (Ahmet
Haşim, 2012: 29). Bu özellikler genel olarak, bulvarlar, sokak ve caddeler, evler,
dükkanlar, meydanlar, müzeler, kütüphanelerdir. Her iki yazar tarafından aktarılan
bilgiler çerçevesinde bu sayılan mekânların Batılı şehirlerin olmazsa olmazları hükmüne
65
Reisler, başkanlar
66
Rütbece, görgü ve faziletçe büyük olanlar
67
Asîlzâdeler
68
Köşk
69
Binalar
70
Birçok
71
Uzunluğunda
72
İçten
73
Gün, gündüz
74
Akşam
75
Işıklandırma, aydınlatma
76
Huy, tabîat
77
Ayrılık; zıddiyet
78
Çarşılar, pazarlar
79
Silahlar
76
4.2.1.1. Evler
Duvarlarının temelleri ve dış kısımları tamamen yontma taştan olup iç kısımlarının çoğu
ahşaptandır. Mermer az bulunduğu için çoğu evlerin ve konakların direkleri renk renk
nakışlarla süslenmiş olan yontma taştandır. […] Odaların, pencerelerin ve duvarların iç
kısımları tahtadan olup, tahtaların üzerine yaldızlı yapraklarla güzel ve zarif nakışlar
yapıldığı için, odaların içerisi aydınlık olur. Özellikle türlü eşya ve renk renk perdeler ile
odaların tanıtımını ve tasvirini yapmak mümkün değildir. […] Odalarını büyük halılar,
seccadeler ve renk renk döşemelerle döşerler, çevrelerini renkli perdelerle süslerler. […]
Odaların çoğunda acaib resimler bulunur. Çalışmak için ayrılan odalar ev sahiplerinin,
akrabalarının, babalarının ve dedelerinin edindikleri resimler ve heykellerle doludur.
[…] Evler, alt kat hariç dört kattan oluşmaktadır. Bazı evler ise alt katın dışında 7 kattan
oluşmaktadır. Alt katı ahır, mutbah80, zahire evi, özellikle de şarap ve odun türü şeyler
içindir. Evleri Mısır evleri gibi bölük bölük olup her bölükte bir takım odalar ve odaların
pencereleri vardır. Paris’in evlerini ve konaklarını üç sınıfta inceleyebiliriz:
1. Halktan insanların evleri,
2. Zenginlerin ve devlet adamlarının konakları,
3. Kralın, kralın akrabalarının sarayları, meşveret divanları ve mirî divanları (El-Tahtâvî,
1992: 133-135).
Hayrullah Efendi, birçok kattan oluşan Avrupa’daki evlerin her bir dairesinin
farklı aileler tarafından kiralandığını belirtir:
80
Mutfak
77
[…] Paris’te ikamet eyleyen yabancılar ve yerliler bile bütün bir haneyi kendilerine
hasr81 etmeyip, hanelerin taksimleri dahi devâir 82-i adîdeyi83 müştemil84 olduğundan, her
dairesini bir familya kira ile tutup ikamet ederler. Onun için her hanelerin tabakalarında
başka başka familyalar oturmaktadırlar (Hayrullah Efendi, 2002: 94).
Hayrullah Efendi, Avrupa evlerinin taş ve tuğladan, yani kârgir olma özelliğinden
bahseder. O dönem Osmanlı mimarisinin önemli yapı malzemesi olan ahşaptan
olmadığına vurgu yapar:
Neredeyse tamamı ahşaptan inşa edilmiş bu şehir ve Türk kaderciliğinin sonucu ihmal
yüzünden çıkan yangın, İstanbul için olağan bir olaydır. Burada altmış yıllık bir eve
ender rastlanır. Camiler, su bentleri, çeşmeler ve surlar, Fener’de birkaç Rum evi ve
Galata Cenevizlilerden kalma bir-iki yapı dışında, İstanbul’un bütün evleri ahşaptır.
Geçmiş devirler, alevlerin boyuna süpürdüğü bu toprakta hiçbir iz bırakmamışlardır
(Gautier, 2007: 233).
El-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin Avrupa’daki evleri iç ve dış mimari
özellikleri açısından ele alıp, konuyu bu çerçevede okurlarına yansıttıkları görülür. Bu
konuda her iki yazarın Avrupa evleri hakkındaki ifadelerinden ortaya çıkan sonuç,
81
Mahsus kılma, tahsis etme
82
Daireler
83
Çok, birçok
84
Kavrayan, saran, içine alan
85
İbtidâhane: Evin başlangıcı
86
Taştan veya tuğladan yapılmış bina
87
Ev eşyaları
88
Taht; yatacak yer
78
Avrupa evlerinin iç kısımlardaki bazı yerler hariç, çoğunlukla taştan olduğu ve evlerin
tek katla sınırlı olmayıp, birden fazla kata sahip olduğudur. Böylece birden fazla ailenin
bir yapı içerisinde barınma olanağına sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Bir kurum olarak işlev gören boş zamanların kendi mekânlarını oluşturması gerekir. İşte
bu süreçte eğlence ve muhabbet mekânlarının kent hayatının her tarafında kurulduğu,
toplumsallaşma, kaynaşma, tanışma, sosyalleşme gibi işlevleriyle öne çıktığı
görülmektedir. Boş zamanlarını değerlendirmenin çeşitli yollarını arayan kentli insan,
bir şeçenek olarak sözü edilen mekânlar etrafında kent hayatının iklimine katılmayı
denemiştir (Çağlak, 2009: 467).
El-Tahtâvî, Batılıların oyun ve eğlenceye olan ilgileri karşısında şaşkına döner.
Parislilerin ibadete önem vermediklerini, iş sonrası kalan zamanlarını zevk ve eğlenceyle
geçirdiklerini, hatta bu konuda uzmanlaştıklarını belirtir:
79
Paris’te her nevi efkârda olan zevat için imrâr-ı vakt 89 edip, ibret alacak çok şeyler
vardır. Ve bunların dahi en âlâ ve en tekellüflüsünden 90, en bayağı ve sadesine kadar
mevcut olmakla, herkes kendi mizaç ve hevesine göre eğlenebilir. Zira bu şehirde heva
ve hevesten geçmiş bir filozoftan, tâ nefs-i emmâresine91 mağlup bir delikanlıya kadar
mütehâlif 92 -ül-mizaç eşhas 93 ve zevatın 94 aldanıp, meşgul olacağı vesâit-i adide 95
bulunur (Hayrullah Efendi, 2002: 111-112).
El-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin Avrupa’da gördükleri eğlence mekânları
çoğunlukla restoranlar ve kahveler (cafeler)dir. El-Tahtâvî restoranları şöyle tarif eder;
“Paris’te insanların dinlenmelerine, yemelerine, içmelerine mahsus restaurant adı verilen
yerler vardır. Burada ne aranırsa bulunur. İnsan kendi evinde bulamadığı birçok şeyi
burada rahatlıkla bulur” (a.g.e. : 140).
İmdi Peşte’de arabalarımızı tebdil96 etmek için bir saat kadar tevakkuf97 olunacağından
başka bizim arabalarımız dahi başka tarafa gidecek imiş. Az kaldı ki bizler arabada kalıp
89
Zaman geçirme
90
Külfetli; gösteriş, yapmacık
91
İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis
92
Birbirine uymayan
93
Kişiler, kimseler
94
Kişiler, kimseler
95
Çok, pekçok
96
Değiştirme
97
Durma, bekleme
80
diğer bir yere gidecek idik. İstasyon restoranına gidip baktım ki, nice yüzlerce eşhâs 98-ı
zukûr 99 ü inâs 100 takım takım oturup yemek yemekle meşguller idi. Saatime baktım
yediye gelmiş olmakla o zaman Avrupa’da gecelerin ihya 101 olunduğunu anladım. Zira o
saatte bizim İstanbul’umuzda umûmen ahali birinci uykuyu bitirip, ikinci uykuya
varmışlar idi (Hayrullah Efendi, 2002: 25)
Hayrullah Efendi burada da Avrupa’da gecelerin yaşatılması, İstanbul’da ise
uykuya dalınması tezatıyla eleştirel bir tavır sergiler.
Fransızların kahvelerinin çoğu oldukça süslü olup buraya girmek ve çıkmak fazla
masrafı gerektirdiğinden fakir kişilerin durumu buna elverişli değildir. Kahveler, zengin
ve güçlü kimselerin toplantı yeri olması nedeniyle fakir kişiler meyhanelere ve tütün
içilen yerlere giderler.
[…] Bu tür kahve, dükkan ve benzeri yerleri izlerken ilk gördüğümüz yerin tuhaf büyük
bir kahve olduğunu, şeklinin acaib, düzeninin garip, kahvecinin de bir bayan olduğunu
gördük. […] Bu kahvelerde, insanların oturması için kadife ve atlasla kaplı kürsüler,
nefis ahşaptan yapılmış tavlalar bulunmaktadır. […] Her kahvede, türlü türlü şaraplar,
şerbetler ve börekler satılır. […] Kahvede okumaya mahsus günlük gazeteler mevcuttur.
İlk kez kahveye girdiğimde içerdeki insanların çokluğu nedeniyle kendimi bir kasabada
sandım (El-Tahtâvî, 1992: 73-74).
Hayrullah Efendi de Avrupa’da olan kahvelerin İstanbul’dakiler gibi alt tabaka
insanların bir araya geldikleri mekânlar olmadığını belirtir. Çoğunlukla sevgililerin
buluştukları, bir şeyler içtikleri, gazetelerden güncel hadiseleri takip ettikleri, o günkü
tiyatro oyunlardan haberdar oldukları kültürel ortamlardır:
İşbu kahveler bizim İstanbul’un kahveleri misilli esâfil-i nâs102 için değildir. Yani bir
takım işsiz kesânın 103 ve yabancıların mevki-i ârâmları 104 olduğu misilli, birçok
gençlerin dahi zenân105-ı Paris ile buluşmaya söz verdikleri mahallerdir. […] Kahvelerin
vaz’106ı her ne kadar yorgunluk almak için birer mevki’ iseler de, hiçbir şey almayıp,
yalnız nefes almak üzre ikamet olunmaz. […] Yani ister istemez biraz meşrubat almak
98
Şahıslar, kişiler
99
Erkekler
100
Kızlar, kadınlar
101
Canlı
102
Sefil insanlar
103
İnsanlar, kişiler
104
Eğlenme, dinlenme
105
Kadınlar
106
Koyma, konulma
81
ister. […] Bu kahvelerin mecmu’unda yevmiye 107 çıkarılır. Gazetelerden (her birerleri ve
cemi’, demir yol ve omnibus ve vapur ve harita ve tarifeleri) olmakla onlardan birisini
alıp, âlemin vukuatından ve şehirde olan havadisten malûmat olunur. Paris’in yevmiye
gazetelerinde geceleri icra olunacak tiyatroların haberleri dahi ilân olunduğundan, öyle
musiki raks ve hikâye meraklısı olanların işlerine yarar (Hayrullah Efendi, 2002: 95-97).
Ayrıca Hayrullah Efendi Avrupa’daki restoran ve kahveleri Türkiye’dekilerle
kıyaslamayı ihmal etmez ve “Burada bin kadar restoran ve kahveler olup, bu kahveler
bizim İstanbul kahveleri misilli pis hâlde değildir” (Hayrullah Efendi, 2002: 30) şeklinde
Oto-oryantalist bir söylem kullanır. Hayrullah Efendi Avrupa’da ailelerin, boş vakitlerini
restoran ve kahvelerin yanı sıra evlerinde de geçirebildiklerini, çocuklara okullarda
piyano, gitar gibi müzik aletlerinin nasıl kullanıldığına dair dersler verildiği için,
akşamları bir araya gelen aile fertlerinin enstrüman çalıp, yiyip içerek zaman
geçirdiklerini, daha sonra uyumaya gittiklerini anlatır:
Avrupa’da gerek mevsim-i sayf 108 gerek şitâda 109 olsun familyaların eğlenceleri hem
müteaddit110 ve hem sühuletli111 olmakla hanelerinden harice çıkmasalar bile, her nevi
eğlenceler ile vakitlerini imrâr 112 ederler. Ez-cümle kadınların ve kızların mecmu’u
mekteplerde okuyup yazdıkları vakit raks ve musiki ile piyano emsali saz dahi meşk 113
ettiklerinden, bir hane derununda behemehal 114 musiki bilip, piyano yahut gitare ve harp
nam sazları çalar ve raks eder birkaç kimse bulunacağından ve usul ve âdetleri üzre her
hanede hâllerine göre raks edecek ve misafir kabul eyleyecek büyücek salonlar olmakla,
gece oldukta zükûr115 ve inâsın116 oraya toplanıp, raks ve saz ve söz ile nısf-ül-leyle117
yetişip, çay ve bazı soğuk et’ime 118 dahi ekl 119 ve şürb 120 ederek yataklarına giderler
(a.g.e. : 139).
Her iki yazar, Batı toplumunda eğlencenin hayatın bir parçası olup,
eğlence mekânlarının önemli toplumsal bir işlev yerine getirdiğinden
bahsederler. Her ne kadar bu konuda yazarların aktarımları, birer durum tespiti
107
Günlük
108
Yaz
109
Kış
110
Çeşitli
111
Kolay
112
Geçirme
113
Alışma, alıştırma
114
Elbette, mutlaka
115
Erkekler
116
Kızlar, kadınlar
117
Gece yarısı
118
Yemekler
119
Yemek
120
İçmek
82
olarak görünse de, hem Hayrullah Efendi hem de el-Tahtâvî de eleştirel bir
yaklaşım fark edilir.
Paris’in arazisi her yönüyle ziraata uygun olduğundan, çoğu evlerin, çeşitli ağaçları,
çiçekleri, sebzeleri içine alan büyük bahçeleri olur. Halkı, garip hayvanları terbiye
ettikleri gibi bitkileri de terbiye ederler. Bu nedenle Paris’te çok acayip bitkiler bulunur
(El-Tahtâvî, 1992: 87).
Hayrullah Efendi’nin eserinden Paris’te gittiği Boulogne Ormanın tabiî
güzelliğinden ve orada icra edilen sosyal etkinliklerden etkilendiği ve bu durumu
okurlarına ayrıntılı bir şekilde sunduğu anlaşılır:
Bu ormanın bir tarafında (Precatelan tabir olunur bir bahçe daha olup orada) her yanı
açık kebir 121 paşa çadırı şeklinde gayet mükellef bir mızıka yeri vardır ki, her gün
öğleden dört saat mürüründa122 mızıka başlar bu mahallin etrafı fır dolayı sandalyeler
(dir) (olmakla) herkesler gelip oturup, istima’’123 ederler. […] Burada ağaçların üzerine
çarpan güneşin yeşil olarak zemine aksi ve zeminin dahi envâ’-ı ezhâr 124 ile karışık
olmak üzre, orada bulunanların yüzlerine mün’akis 125 olması ve mızıkanın dahi bu hâlde
ağaçların arasında dolaşan aks ve sadâların kulaklara çarpması sebebiyle adama
müstevli126 olan hâlet-i garîbenin tarifi mümkün olamaz. Zira kulaklar mızıkanın sadâ-yı
latîfesiyle 127 meşgul iken, o güzel ormanların aralarından gözlere görünen billûrdan
havuzlar (billûr havuz) ile yine billûrdan fevvârelerden128 suların fevaranı yeşil otların
içinden geçip, büyük derelere cereyanı burada halkın dahi yekdiğere arz-ı servet için
mükellef arabalar ile deveranı, adamı gerçekten müsteğrak 129-ı deryâ130-yı hayret eder idi
(Hayrullah Efendi, 2002: 108).
Görüldüğü gibi gerek el-Tahtâvî ve gerekse Hayrullah Efendi, Avrupa’daki
çiçeklerden, bahçelerden ve ormanlardan bahsetmeyi göz ardı etmemişlerdir. El-Tahtâvî
Batılıları, bitki yetiştirme konusunda mahir olarak tanıtırken, Hayrullah Efendi girdiği
bir ormandaki sosyal ortamın kendisi üzerinde bıraktığı etkiyi şaşkın bir şekilde, hayret
dolu ifadelerle okurlarıyla paylaşır.
121
Büyük
122
Geçme, geçip gitme
123
Dinleme
124
Çiçek çeşitleri
125
Yansıma
126
İstila eden, her tarafı kaplayan
127
Yumuşak, hoş, güzel
128
Fıskiye
129
Koymak, sokmak
130
Deniz
84
4.2.1.4. Hastaneler
Paris, Fransa’nın büyük bir kenti olduğu için bir çok sanatkarı bünyesinde
barındırmaktadır. Halkın ve sanatkarın çoğalmasıyla insanların sorunları da artmaktadır.
İnsanların sorunlarını çözümlemek için kurulan hayır kurumlarının başında hastahaneler
gelmektedir. Hastalanan insanlar, hastahanelere giderler (El-Tahtâvî, 1992: 181).
Ayrıca el-Tahtâvî, Avrupa’da kişinin hastaneye kabul edilmesi için, doktor
onayının gerektiği, kabul edilen hastanın hastaneden taburcu edildikten sonra bile kendi
işine dönünceye kadar, hastanelere ait vakıflar tarafından ekonomik anlamda
desteklendiğini belirtir:
Hastalığı, doktorların söz ve kararıyla sabit olmayan bir kimse hastaneye alınmaz. Bir
hasta da, şifa bulmaksızın hastaneden çıkarılmak istendiği zaman, sağlığına kavuşup
işiyle ve kazancıyla meşgul oluncaya kadar, kendisine yetecek derecede zahire verilir,
öylece çıkarılır (a.g.e. : 183).
Bu ifadeler, yazarın hastanelerle ilgili olumlu düşüncelerini yansıtır. El-Tahtâvî,
ayrıca farklı hastalıklar için farklı hastaneler olduğundan, gayri meşru dünyaya gelip
anneleri tarafından terk edilen çocuklar için de hastaneler yapıldığından bahseder (a.g.e.
: 183-184). Hayrullah Efendi, Paris’te askeri hastaneler dışında genel hastalıklar için
yedi bin üç yüz elli adet yataklı, özel hastalıklar için ise onbin beş yüz yataklı hastane
bulunduğunu, bunların giderlerinin bir kısmının vakıflardan, bir kısmının ise hastalardan
temin edildiğini beyan eder:
Nefs-i Paris’te askerî hastahanelerinden başka, emrâz-ı umûmiyye131 için dokuz bâb132
hastane olup, yedi bin üç yüz elli adet yatakları müştemildir 133. Emrâz-ı husûsiyye134 için
131
Genel hastalıklar
132
Kapı
133
Saran, içine alan
134
Özel hastalıklar
85
dahi on bir bâb hastane daha olup, derunlarında 135 on bin beş yüz yatak olmakla, işbu iki
nevi hastanelerde takriben on sekiz bin hasta mevcut bulunur ki, bunların bir takımının
tahsisâtı emvâl-i mevkûfeden136 harc olunup, bir takımı dahi herkesler kendi paralarıyla
yatarlar (Hayrullah Efendi, 2002: 116).
El-Tahtâvî, Paris’te nüfusun artmasına paralel olarak hastaların sayısında da artış
meydana geldiğini, bu yüzden hastanelerin buralarda çok önemli görevleri yerine
getirdiklerini belirtir. Hayrullah Efendi, Paris’te farklı branşlarda birçok hastane
olduğundan ve bu hastanelerdeki detaylardan bahsederek okurlarını aydınlatır.
4.2.1.5. Akademiler
Paris’te ulema ve erbâb-ı maarif ü fünûnun138 içtima’ları139 için esâmi140-i muhtelife ile
mevaki’-i adide vardır. Ez-cümle a’lem-i ulemâ-yı Paris’in müctemi’ oldukları beş nevi
akademiyya olup, evvelki kırk nefer ulemâ-i Fransa’dan mürettep 141 Fransız
135
İçlerinde
136
Vakıf malları
137
Mühendislik
138
Fen bilimleri uzmanları
139
Toplanma
140
Namlar, adlar
141
Tertip edilmiş
86
4.2.1.6. Kütüphaneler
142
Genişletme, genişletilme
143
Koyma, konulma
144
Haberler
145
Faydalı eserler
146
Kolaylık, kolaylaştırma
147
Bilgi, kültür, eğitim
148
Her, her biri
149
Kısım, kısımlı
150
Sanatlar, meslekler
151
Meşhurlar
152
Hünerli
153
Ziyadeleşme, artma
87
Paris’in kitaphanelerinin adet ve enva’ 154 ı çok ise kitaphane-i imparatorî denilen
kitaphanede dört yüz bin cilt kitap mevcuttur. Mezkûr kitaphanede pek çok kütüb-i
nefise-i İslâmiyye 155 olmakla ziyaret olunmuştur. Bir takım kütüb-i İslâmiyye ve
mesâhif 156 -i şerife görülmüştür ki, indlerinde 157 riayeti mültezem 158 değil iken bile
mevâzi’159-i mahsûsada dolaplar içinde mahfuz160 ve masûndur161. […] Bunlardan başka
Sorbonne, Louvre memleket kitaphaneleri namıyla kütüphaneler daha vardır. İşbu
memleket kitaphanesi ki Paris kitaphanesi demektir. Müellifât-ı cedîde 162 ile günden
güne terakki kesb 163 etmektedir. Bu kitaphanelerden başka bazı zevatın 164 hanelerinde
elli (altmış) bin cilt kitaphaneler bulunur. Ahâli-i Paris’in okuyup yazmakta behreleri 165
olmak hasebiyle indlerinde kütüphanesi bulunmayan zat pek nadir olup, ekser büyük
hanelerde mükemmel kitap odaları vardır (Hayrullah Efendi, 2002: 115-116).
El-Tahtâvî, Fransa’da bulunan kütüphaneler ve bu kütüphanelerde yer alan
kitaplar hakkında bilgi verirken, bu mekânların sayısının fazla oluşunu ve buralardaki
154
Çeşit, tür
155
Nefis İslamî kitaplar
156
Mushaflar
157
Taraf, yön; göre
158
Lüzumlu, gerekli
159
Yerler
160
Saklama, saklanma
161
Korunmuş, sağlam
162
Yeni yazarlar
163
Kazanma
164
Kişiler
165
Hisse, pay
88
4.2.1.7. Tiyatrolar
Rakkaslar, hayalbaz ve hokkabazlar tiyatro adıyla anılan yerde toplanırlar. Belli bir
düzen içinde, zikrolunan bu yerlerde herkes sanatını icra eder. Adı geçen bu yerler
gülünç, acıklı ve çoğu zaman da garip işleri ihtiva etmektedir. Fransızlar, kişinin
ahlâkının bu tür yerlerde değişeceğine inanırlar ve bu tür yerleri “ibret alınacak yer”
şeklinde vasıflandırırlar. Bu tür yerlerde iyi ve kötü ahlâkın belirlenmesini sağlayan
oyunlar sergilenir. İyi olanın güzelliği, diğerinin kötülüğü sebebiyle eğilimi güzele olan
kimse ondan ibret alarak ahlâkını değiştirir. Eğilimi zararlıya olan insan da kötü ahlâkın
belirlenmesini sağlayan oyundan ibret alır, durumunu ona göre değiştirir (El-Tahtavi,
1992: 147-149).
Hayrullah Efendi ise Paris tiyatrolarından pek çoğunu, adreslerinden, izleyici
kapasitelerine kadar okurlarına sunar ve Paris’te bulunduğu tarihlerde izlemeye gittiği
bir tiyatro oyununu detaylarıyla aktarır:
Nefs-i Pariste yirmi kadar tiyatro olup, mevsim-i şitada166 mecmu’u167 açık ise de, fasl-ı sayfa168
bazıları (birkaç tanesi) tatil olur. [….] Buna Grand Opera derler. Muzıkası meşhurdur. Passage
opera denilen sokaktan girilir. 1771 senesi inşa olunmuştur. 1938 eşhas169 için mevki’ vardır.
166
Kış mevsiminde
167
Tüm, hepsi
168
Yaz döneminde
169
Kişiler
89
Burada raks170 ve teganni171 icra olunur. (Paris’te en büyük tiyatro budur.) Operaya birkaç kereler
gitmiş idim. Filhakika 172 ibret-âmîz 173 bir takım hikâyelerin suret-i mücessemesi 174 icra olunur
idi. […] Pazartesi, Çarşamba, Cuma akşamları oyun vardır. Bazen Pazar akşamı dahi olur.
[…]Theâtre Françoise bunun mevki’i Richelieu sokağıdır. 1500 seyirci istiap 175 eder. Bu
tiyatroda ekseriya kederli vak’aların hikâyeleri tasvir olunur. Her gün oyun vardır. (Oyunlar en
meşhûr münşilerin 176 tertip-gerdeleri 177 olup, oyuncuları dahi fesahatli meşhur adamlar
olduğundan herkes ta’lim-i fâsâhat178, tasmîm179-i lisân etmek üzre bu tiyatroya giderler. Âdeta
bir lisan ve fesahat talimhaneleridir.)
Theâtre Opera Comique, bu dahi Italiens Bulvarı’nda olup 2000 mevki’i vardır. Bunda icra
olunan şeyler mudhikât180-ı envâ’181ıdır. (Hayrullah Efendi, 2002: 141-142).
El-Tahtâvî’nin, Fransa’daki tiyatroların adlarından ziyade, işlevleriyle ilgilendiği
görülür. Hayrullah Efendi, Fransa’daki tiyatroların topluma ahlâkî açıdan sunduklarının
yanı sıra, Paris’teki pek çok tiyatroyu ve bu mekânların izleyici kapasitelerini
okurlarıyla paylaşır. Her iki yazar da Fransız toplumunda tiyatroların olumlu işlev
gördüğünü, eğitime katkı sağladığını hayranlıkla ifade ederler.
4.2.2. Toplum
170
Dans
171
Şarkı-türkü söyleme, eğlenme
172
Gerçekten
173
İbretlik, ibret dolu
174
Cisimlenmiş, cisimli
175
İçine alma; tutma, kaplama
176
İnşa eden; yapısı, üslûbu güzel olan
177
Tertip edilmiş
178
Güzel ve açık konuşma
179
Tasarlama
180
Komediler
181
Çeşit
90
4.2.2.1. Kadın
[…] Bunlar kadınlar tarafından işlenen bahçelerdi. Erkekler yine avla uğraşıyorlardı. Bu
buluş sayesinde kültürün durumu tamamen değişmiş oluyor. Avdaki başarı daima
tesadüflere bağlıdır ve erkekler çoğu zaman elleri boş dönüyorlardı. Buna karşılık
kadınlar stoklar yapabiliyorlar, beslenmeyi güven altına alabiliyorlar ve sağlama
bağlıyorlardı. Bu da onlara önceden sahip olmadıkları, büyük iktisadi bir önem ve sosyal
bir tesir kazandırmış olmalıdır (bkz. Yavuz: 2000: 181-182).
Kadınların toplumsal statülerinin ait oldukları toplum ve yaşadıkları döneme göre
değiştiğini söylemek mümkündür. Çoğu toplumda kadın; bir annedir, çocuklarının
büyümesinden ve yetişmesinden sorumludur; kadın aynı zamanda bir eştir, kocasının
rahatını sağlamakla görevlidir, kısacası evin bekçisidir. Fakat kadın hakkındaki bu
tanımlar kadının kırsal kesimden, kente göç etmesiyle birlikte değişmeye başlar. Kente
gelen kadın, kırsal yaşamda görüp, geçirdiklerinden çok farklı bir ortama girmenin
91
sonucu, büyük bir değişime uğrar. Bu durum kadının düşünce dünyasından başlayarak,
davranışlarına ve yaşam tarzına yansımaya başlar (Kızılkaya, 2006: 141). Kadın ve
erkek arasında ilişkiler de farklılaşır.
İnsanın yaradılışıyla beraber kadının varlığı ve önemi her zaman ön planda olmuştur.
Tarih boyunca kavimlere, milletlere, uygarlıklara veya medeniyetlere bakıldığında tüm
toplumlar kendi anlayışı ya da inancı çerçevesinde kadını bir yere konumlandırmışlardır.
Bu anlamda kadın, bazen Tanrıça bazen içine cin girmiş bir cadı olarak karşımıza
çıkarken zaman zaman da mitolojide bir heykel veya güzellik abidesi olarak görülür.
Kadın yine tarihin hemen her evresinde şairlere, ressamlara, edebiyatçılara,
heykeltraşlara ve sanatın tüm dalında uğraş veren sanatçılara ilham kaynağı da olmuştur
(Gülaçtı, 2012: 89).
Yukarıda verilen açıklamalar ışığında kadının konumunu belirlemede, ait olduğu
toplumun dinî-dünyevi inançlarının çok önemli bir rol oynadığı söylenebilir. “Bu
bağlamda Batılı insanın inançları doğrultusunda kadına bakışı ve Batı toplumunda
kadının konumu incelenen eserlerde nasıl yansıtılmıştır?”
[…] Hanımların çoğu ehl-i hicâb 182 olmaktan uzaktır. Müslüman erkekler, hanımları
üzerine ne kadar titriyorlarsa, Batılı erkekler de o kadar gayretsiz ve endişesiz hareket
ediyorlar. Zina onlar arasında ayıp ve rezalet ise de, büyük günah değildir. Zina eden
kişi bekar olursa, zina etmesinin bir önemi yoktur. Fransızların edepsizlerinden bazıları
şu ifadeleri kullanmaktadırlar: “Zina etmek istediğinde bir kadın bundan kaçınırsa, onun
kaçınmasına aldanma. Onun zinadan kaçınması, iffetine delil değildir. İffeti, birçok
tecrübeye muhtaçtır. Şeytanın tuzağı olması nedeniyle kadına aldanmak ve ona inanmak,
-hiçbir zaman- akıllı erkeğe yakışacak bir iş değildir.” Şair de, sanki onların bu
düşüncesine tercüman olmaktadır:
Uygun olduğu sürece faydalan kadından
Sakın ha!
Aceleci ve sabırsız olma (El-Tahtâvî, 1992: 100-101).
Bu satırlarda el-Tahtâvî, Fransızlardan bazılarını “edepsiz” kelimesiyle tanımlar.
Eserin devamında ise, Fransız kadınlarını, giyim-kuşamları, tutum ve tavırları üzerinden
şöyle değerlendirir; “Fransız hanımları güzel, zarif, cilveli ve naziktirler. Temizce
giyinirler, takılarını takarlar, binbir işve ile vücutlarını titreterek karma karışık bir
biçimde erkeklerle mesire yerlerine çıkarlar” (a.g.e. : 103).
Hanımlardan kimi sanatlara ait kitaplar telif etmiş, kimi bir dilden diğer dile kitaplar
tercüme eylemiş, kimi de şiir yazmaya heveslenmiştir. Diğer beldelerde erkeğin
olgunluğunun aklıyla, kadının olgunluğunun da dilinin tatlılığında bulunduğu belirtilirse
de, Paris’te bir hanımın dilinin tatlılığı ve güzelliği konusu pek ilgi görmez. Aklından,
idrakinden, ilminden sual ederler (a.g.e. : 111).
Avrupalı kadınların Batı’daki konumu hususunda Hayrullah Efendi’nin gerek
içerik ve gerekse biçim olarak el-Tahtâvî’nin eserinden alıntı yaptığı görülür;
“Memâlik183-i sâirede ricalin184 kemali akl ile ve irfan ile nisânın185 kemali dahi hüs ü ân
ü halâvet 186 -i lisân ile olduğu malûm ve meşhur iken Paris’te bir hatunun hüsn ve
182
Örtülü; çekingen
183
Memleketler, ülkeler
184
Erkekler
185
Kadın
186
Tatlılık, şirinlik
93
cemalinden ve lisanından bahs ve teftiş olunmayıp, akl ve irfan ve ilm ve izânından sual
olunur” (Hayrullah Efendi, 2002: 112).
Her iki eserde yer alan bu saptama, Batılı kadınların toplum içindeki konumunu
takdir niteliği taşır. El-Tahtâvî, Paris kadınlarının araştırıp öğrenmeye istekli bir topluluk
olduğunu, bu yönleriyle Batılı kadınların erkeklerinden geri kalmadıklarını belirtir ve bu
özelliklerini somut bir örnekle delillendirmeye çalışır; “Paris hanımları ilme, sanata,
diğer ülkelerin durumuna vakıf 187 olmaya hırslı olduklarından, Mısır ehramlarını
seyreylemek için Fransa’dan kalkarak Mısır’a kadar gelirler, yolculukta olsun diğer
vakitlerde olsun erkeklerden geri kalmazlar” (El-Tahtâvî, 1992: 137).
Hayrullah Efendi, Avrupa’da kadınların erkeklere oranla daha üst bir konumda
olduklarını ifade eder. Özellikle sosyal ortamlardaki kadın erkek münasebetlerinde bu
durumun daha bariz ortaya çıktığını belirtir; “Kadınların Frengistan’da kaderleri âli
olduğundan tâife-i nisâ oturmadıkça rical oturamayıp, bir kadın meclise geldikte, hali194
187
Öğrenme
188
Savaş
189
Başka, gayrı
190
Erkek
191
Akıl kısalığı
192
Aşağılama
193
Düşme, düşürme
194
Boş
94
olarak bir sandalye bulamaz ise, erkeklerin biri kalkıp sandalyesini takdim etmeye
mecburdur. Ama erkek geldikte kadınlardan hiç birisi kıyam195 etmezler” (a.g.e. : 140).
Mevsim-i şitâda olan balolarda tâife-i nisânın telebbüs196 eyledikleri fistanların etekleri, İstanbul
kadınlarının entarileri misilli tavîl197-üz-zeyd198dir. Ekseriya renkleri dahi beyaz tül yahut açık
sarı ve mavi ve penbe renkte şeyler telebbüs ederler. Başları açık, saçları tepelerine toplandırılmış
ve üstüne dahi mücevherler talik199 olunmuştur. Gerdanlarında kılâde200 ve bellerinde mücevherli
kemerler, kollarında bilezikler olmak âdettir. Bunların öyle müzeyyen 201 kıyafetler ile raks ve
deveranlarında olan letafet ve nezaket tarif olunamaz (Hayrullah Efendi, 2002: 140).
Hayrullah Efendi, Batılı kadınların özgürlük konusunda erkeklerden farksız
olduklarını, yalnız veya istedikleri kimselerle evleri dışında gezip dolaşabildiklerini ve
buna kimsenin engel olmadığını ifade eder:
195
Ayağa kalkma
196
giyme
197
Uzun
198
Etek; bir şeyin altı, devamı
199
Asma, asılma
200
Kolye, gerdanlık
201
Süslü
202
Karışık, karma
203
Dolayı
204
Engel
205
Çoluk çocuk
206
Sevgili
95
4.2.2.2. Kişilik
Fransızlar umûmen elûf 207 ve mütevazi olduklarından hiç bilmediği eşhâs ile tahkik-i
ahvâli için ülfet ve müvânesete meyl ederler. Ve ne kadar çabuk ülfet ederler ise o kadar
tez ferâmûş208 ettikleri mücerreptir209. Yani vefadâr değildirler. Bu hâlleri yalnız efrat 210
ve eşhâs haklarında olmayıp, umûr-ı külliye-i resmiyyede 211 dahi nice defalar tecrübe
olunmuştur (Hayrullah Efendi, 2002: 112).
El-Tahtâvî, Fransızların değişikliği seven bir topluluk olduğunu, fakat hak hukuk
gibi ciddi durumlarda tutarlı olduklarını şu ifadelerle açıklamaya çalışır:
207
Herkesle görüşüp konuşmaya alışık
208
Unutma, hatırdan çıkma
209
Denenmiş, sınanmış
210
Fertler
211
Resmi işlerde, konularda
96
Fransızlar, yeni icad edilen eşyaya karşı meyilli olmaları sebebiyle işlerin değişmesinde, özellikle
de elbiselerinin yeni bir biçim üzere olması konusunda isteklidirler. Elbiselerini tamamen
değiştirmeyen bu insanlar, yeni tarz bir elbise icat ederler. Giydikleri şapkanın ya biçimini, ya da
rengini değiştirirler. [...] Mühim işlerde ve siyasette hiç kimsenin değişikliğe kudreti olmaz. Uzun
müddet bir kararda sabit olurlar (a.g.e. : 96).
El-Tahtâvî Fransızların bu olumlu yönlerinin yanı sıra olumsuz bazı özelliklerine
de değinir. Bunlardan birinde Fransızların karşılıksız bir iş yapmadıklarını, bu yüzden
onların cömert olarak değil, cimri olarak anılmayı hak ettiklerini beyan eder. Onun bu
üslûbu açıkça Oksidantalist bir yargı taşımaktadır:
4.2.2.3. Eğitim-Öğretim
bilgisini artırmaya istekli olduklarını, hatta bu konuya yaşamsal bir değer atfettiklerini
belirtir; “[…] her şeyin en ince noktasına vakıf olmak onlar için çok önemli olduğundan
erkeği olsun kadını olsun bilgi ve sanatın tahsili için canlarını feda ederler” (El-Tahtâvî,
1992: 111).
212
Bir şeyin aslı; kök, dip
213
İşler
214
Tamamen
215
Çocuklar
216
Tamam, tamamlama
217
Evlenme
218
Önce
98
Fransa’da mevcut olan ilimlerin ve ilim adamlarının çoğu İslâm ülkelerinde mevcut
değildir. Mısır’daki Ezher, Şam’daki Ümeyye, Tunus’taki Zeytune, Fas’taki Karaviyyin
(Kayravan) Üniversiteleri ile Buhara ve diğer yerlerdeki üniversiteler naklî ilimlerde
müzeyyen ise de, buralarda aklî ilimlerin tamamı mevcut değildir. Ancak, Arapça
ilimlerle, Mantık ve benzeri aklî ilimler okutulur (El-Tahtâvî, 1992: 200).
Hayrullah Efendi, Osmanlı eğitim sistemini iyi bilmesinden ötürü, Fransız ve
Osmanlı eğitim sistemlerini karşılaştırırak, Fransa’nın eğitim konusunda önemli bir yere
sahip olduğu sonucuna varır. Fransa’da kalacağı süreyi bir fırsat görüp, burada eğitim
konusunda var olan birikimin Osmanlı’ya aktarılması için çaba sarf eder:
On beş seneden beri maârif-i umûmiyye219 meclisine devam ile dâire-i mezkûrenin her
mansıplarını 220 ihraz 221 ederek bilâhare 222 nezaret 223 vekâletine kadar istihdam
olunduğum cihetle İstanbul’un birinci derecede olan mahallât 224 mektepleriyle, ikinci
mertebede bulunan rüşdiye mektelerinin ahvalini bil-etraf bilmiş ve usûl-ı ıslâhına
vesâyit-i adîde 225 aramış idim. Paris’te gördüğüm usûl-i tahsiliyyeden âlâ bir kaide
göremediğimden, her ne kadar şimdi o hizmette değil isem de, gayret-i vataniyye ve
hamiyyet-i milliyem iktizasınca226 İstanbul mekteplerinde dahi icrasını temenni etmiş ve
hazır Paris gibi menba-ı ulûm227 ü fünûn228 olan bir belde-i cesimede229 hasb-el iktizâ
iki mah 230 kadar ikâmet olunacağımdan, bunların tahkikine 231 dair müsâade-i resmiye
talebinde bulunmuş idim. Hüda alîm232 bunun mükabelesinde 233 bir emelim yok iken,
işbu iltimas ve istidâ234-yı vatan-perverâne235 bir takım ashâb-ı agrâza236 aleyhimde söz
söylemeye bahane olmuştur (a.g.e. : 119-120).
Her iki yazarın Avrupa’daki eğitim konusunda kullandıkları ifadelerden, Batı’da
öğrenimin gelişip yerleşmesinde, kişinin çabası kadar, devlet tarafından uygulanan
219
Milli eğitim
220
Makam, derece
221
Kazanma, elde etme; erişme
222
Sonraları
223
Bakanlık
224
Mahalleler
225
Birçok vasıta
226
Gereğince
227
Bilimler kaynağı
228
Fenler
229
Büyük, muhteşem
230
Ay
231
Araştırma
232
Allah biliyor
233
Karşılığında
234
Dilekçe
235
Vatan sevgisi
236
Kin, nefret
99
sistemin de önemli bir işleve sahip olduğu anlaşılmaktadır. Söz gelimi, Hayrullah
Efendi’nin üst satırlarda aktarılan “Paris’te bil cümle etfâl mekteplerde tahsile mecbur
olduklarından” sözünden, çocukların okullara gönderilmesinin kanunen zorunlu olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca el-Tahtâvî’nin Fransa’daki üniversitelerde öğretilen bilimleri ve
o üniversitede görev yapan hocaları, Müslüman ülkelerdekilerle karşılaştırma yoluna
gitmesi, Hayrullah Efendi’nin Avrupa’da uygulanan eğitim sisteminden etkilenerek, bu
sistemin kendi ülkesinde olması arzusuyla, o dönem Osmanlı idarecilerine mektup
yazması (bkz. a.g.e. : 120-121), her iki yazarın Batı’da uygulanan eğitim-öğretim
sistemden etkilenip hayranlık duyduklarına işaret eder.
4.2.2.4. İş/Çalışma
Fransız toplumunun iş ile kazanca meyil ve sevgileri o derece fazla ki, gayretlerini
sanata, irfana sarf ederek gayret sahiplerini övmek, tembel kişileri kötülemek tabiatları
gereği olmakla dillerinde kötüleme makamında kullanılan azarlama kelimesi, çalışma ve
kazançlarındaki meşguliyetlerinde büyük tehlikelere sebep olsa bile gayretlerine engel
olmaz. Bu beyitler, sanki bunların lisan-ı halleri olmuştur.
Kolay ve risksiz yaşama isteği
İnsanı şereften uzaklaştırır, tembelliğe düşürür.
Meylin varsa aylaklığa
Ya toprağa dehliz aç, ya göğe merdiven daya (El-Tahtavi, 1992: 187).
El-Tahtâvî, Avrupalıların çocuklarını çalışıp kazanmaya küçük yaşlarda teşvik
ettiklerini, para ve kazanç sevgisi aşıladıklarını, böylece henüz çevresini yeni fark
etmeye başlayan bir çocuğun bilinçaltına para ve kazanma hırsını soktuklarını ifade eder
(a.g.e. : 190-191). Hayrullah Efendi Parislilerin vakitlerini boşa geçirmeyen, çalışkan
bir toplum olduklarını, cehalet ve tembelliğin bu toplumda çok kötü bir yer tuttuğunu
ifade eder:
100
Paris ahalisi kâr ve kisbe 237 mail olduklarından, vakitlerini boşa geçirmeyip, herkes
halince meşguldür. Cehalet ve batâet 238 fena ve mezmûm 239 olmakla hamiyyet 240 ve
hareket-i âliyye ashabı çok bulunur. Yekdiğere tevbih241 ve şetm242 ve sitem makamında
tenbel manasına olan paresseux lafzı243 istimal244 olunur. Paris şehrini henüz gören bir
yabancı ahalisini gece gündüz fabrika gibi işlerinde işler görür. Acayip bir hâl ve hareket
ve deverandır (Hayrullah Efendi, 2002: 167).
Bu ifadelerden Avrupalıların, çalışıp kazanmayı seven, tembelliği yeren bir
toplum oldukları anlaşılmaktadır. El-Tahtâvî, Batılıların kazanma hırsını çocuk yaşta
iken elde ettikleri üzerinde durur. Hayrullah Efendi, tembelliğin Paris toplumunda kötü
bir haslet olarak anılmasının, Fransızların çalışmayı daha çok önemsemelerine neden
olduğunu belirtir. Sonuç olarak her iki yazar, Batılıların iş ve kazanca dönük çabalarını
takdirle okurlarına sunarlar.
4.2.2.5. Din-İnanç
237
Çalışma, kazanma
238
Tembellik, işsizlik
239
Kötülenmiş, aşağılayıcı
240
Milli onur ve haysiyet
241
Azarlama
242
Sövme
243
Sözcük
244
Kullanma
101
için hakarete uğramayı veya havf245 ve hatara246 düşmeyi hatıra getirmek de yersizdir.
Bu hususta Avrupa halkı fevkalade terbiyeli ve naziktir” (Kerimi, 2001: 98).
Paris halkının çoğunun din ve mezhebe bağlılıkları yoktur. […] Dinlerden birisi veya
İslâm dini anıldığı zaman, “dinlerin hepsi iyiliği emreder, kötülükten sakındırır” diyerek
hepsini beğenirler. […] Fransa’da dinlerin hepsiyle kulluğu yerine getirmek
mümkündür. Bir Müslüman cami, bir Yahudi’de havra yaptırmak istese hiç kimse buna
karşı çıkmaz (El-Tahtâvî, 1992: 51).
Önceki satırlarda ifade edildiği gibi, Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da,
özellikle din ve inanç konusu başta olmak üzere, hürriyet, özgürlük her alanda kendine
yer bulup, kişisel haklar bağlamında devletin sorumluluğu altında yaşatılmaktadır. El-
Tahtâvî’ye göre, Fransız halkının inançla alakalı tutumları, hürriyet anlayışlarının bir
gereğidir. Bu konuda kişiye baskı yapılması durumunda baskıyı yapan kişi ya da grubun
devlet tarafından cezaî müeyyideye tabi tutulduğunu belirtir:
Fransızlar yanında hürriyetin diğer bir yararı da inançla ilgilidir. Seçtiği din ve inancı
yaşamaya çalışan her fert, devletin himayesi altındadır. İbadetle ilgili işlerde her kim
başkasına müdahale ederse devlet tarafından cezalandırılır. Kanunlarla zikrolunan
245
Korku
246
Tehlike
102
şartlara ters düşmemek şartıyla –Fransız halkından kim olursa olsun- herkes dinlere ve
siyasete ait görüşünü açıklar (a.g.e. : 130).
Hayrullah Efendi de Fransa’da din ve mezhep konusunda herkesin hür
olduğunun altını çizer, hatta devlet yönetiminde olmak için Katolik olmak gibi bir
zorunluluğun olmadığını, kişinin liyakatının esas olduğu, hatta bir Yahudi’nin maliye
bakanlığı bile yapabildiğini, sonuç olarak Avrupa’da din ve diyanet özgürlüğünün ne
denli geliştiğini örneklerle okurlarına sunar:
Fransa’da husûsen Paris’te diyanet ve mezheb ve itîkat maddesinde herkes serbest olur.
Hatta hükümdârların katolik mezhebinde bulunması bile meşrut 247 değildir. Paris’te her
millet ashabı erbâb-ı liyâkatten248 olduğu halde, devletin hidemâtında249 istihdam olunur.
Yahudi’den maliye nazırı250 bile olmuştur (Hayrullah Efendi, 2002: 165).
Her iki yazar, Avrupa’da özgür bir dinsel yaşam alanının olduğundan beğeniyle
bahseder. Onların böyle özgür bir ortamla karşılaşmış olmalarında, gittikleri dönemde
Avrupa’nın Ortaçağ kilise anlayışına savaş açıp, bu savaşı kazanmış olmasının payı göz
ardı edilmemelidir.
4.2.2.6. Adalet-Hürriyet-Eşitlik
247
Şart
248
Liyakat sahibi
249
Hizmetler
250
Bakan
103
251
Övme, övüş
252
Söylenme, söylenti
253
Eşitlik
254
Dolayı
255
Kanunlar
256
Kanunî hükümler
257
İşlenen, gerçekleştirilen
104
Batılıların dış temizliğine olan ilgi ve meyli o derece ileri ki, yüce Rabbimiz Mısır
Kıptîlerini ne kadar pisliğe müptela etmişse, Batılılara da –sanki- o derece dış temizliği
vermiştir. “Temizlik imandandır” hadisi denizde de geçerli olduğu, bu adamlarda da
zerre kadar iman bulunmadığı halde elbiselerini, içinde bulunduğumuz geminin
takımlarıyla diğer malzemelerini korumaya ve temiz tutmaya özen gösterirlerdi. Her
gün, oturdukları yerleri yıkamaya, iki günde bir kez yataklarının altını süpürmeye,
mefruşatını silkelemeye, bulundukları yerin havasını değiştirmeye gayret ederlerdi (El-
Tahtâvî, 1992: 62-63).
Yukarıdaki satırlarda el-Tahtâvî’nin Oksidantalist bir üslûp kullandığı
görülmektedir. Onun “bu adamlarda zerre kadar iman bulunmadığı halde” ifadesi
Hıristiyan Batı toplumuna bakışını yansıtmaktadır. El-Tahtâvî, temizlik konusunda
Hollanda ile Fransa’yı ve Fransa ile Mısır’ı karşılaştırarak, şöyle bir sonuca varır:
İlk asırlarda Mısır halkı temizlik konusunda diğer milletlerden üstün olduğu gibi,
Hollandalılar da Avrupa’da bulunan diğer milletlerden üstün idi. Fransız evlerinin
temizliği, Hollandalıların evlerinin temizliğine nispetle çok önemsiz ise de, Mısır’a
nispetle temizlikleri övgüye layıktır (a.g.e. : 137).
Burada el-Tahtâvî, temizlik konusunda her ne kadar iki Avrupa ülkesini kendi
aralarında ve Mısır’la kıyaslasa da, Avrupalıların, kendi toplumuna oranla daha temiz
olduklarını itiraf eder. Hayrullah Efendi ise, eserinde Avrupalıların temizlik anlayışına
fazla yer vermez. Mesela Paris’in ikliminden dolayı çok sık yağmur yağdığını,
sokakların temiz ve düzenli olmasından ötürü yağan yağmurun çamura dönüşmediğini
belirtir (Hayrullah Efendi, 2002: 163). Hayrullah Efendi’nin bu ifadesiyle Paris ile kendi
ülkesi arasında gizli bir kıyas yaptığı anlaşılır.
105
4.2.2.8. Doktorlar
Avrupa’daki şehirlerin büyüğü olması nedeniyle çevre ülkelerden ilim –özellikle tıp
ilmini- öğrenmek için Paris kentine çok öğrenci gelir. Bazen derdine çare aramak için
uzak beldelerdeki hastalar da bu şehre naklolunurlar. […] Paris’te doktor o kadar çoktur
ki, her yerde ve her sanatta onları bulmak mümkündür. Şehir dışındaki yollarda bile; bir
insan ansızın hastalanırsa kolayca doktor bulunur (El-Tahtâvî, 1992: 159).
El-Tahtâvî, Paris’e tıp eğitimi almaya gelen öğrencilerden bazılarının eğitimlerini
tamamladıktan sonra, seçtikleri bir alanda uzmanlaşmaya çalıştıklarını da belirtir; “Bazı
Fransız doktorları, tıp ilmini tamamladıktan sonra bu ilmin belirli bir bölümünü seçerek
o bölümde derinleşmeye gayret ederler. O bölümün özelliğini öğrenmekle diğer
tabiplerden ayrılırlar” (a.g.e. : 160).
Hayrullah Efendi’de aynı şekilde el-Tahtâvî gibi Paris’te çok fazla doktor
olduğunu, bu yüzden pek çok hastanın iyileşmek ümidiyle Paris’e geldiklerini belirtir;
“Paris etibbası258 dahi dünyanın her tarafında meşhur ve muteber olduklarından hasta
258
Tıpçılar, doktorlar
106
olanların pek çoğu kendilerine şifa, dertlerine deva aramak kastı ile Avrupa’ya husûsen
Paris’e azimet259 etmekte oldukları misilli…” (Hayrullah Efendi, 2002: 118).
Ben memâlik-i İslamiyye’de 260 devlet-i Osmaniyye’de fenni-i tabâbeti261 (kaide-i asır-
dide262 üzre) vaz’ ve neşreden bir hanedanın içinde doğup büyümüş ve sonraları dahi
Devlet-i Aliyye’nin Mekteb-i Tıbbiyyesi’nde tahsil-i fünûn-ı hikemiyye ederek, 1260
senesi bir kıt’a diploma almış ve nice seneler hizmet-i riyâset263 ve nezâret-i etibbâda
bulunurak, İstanbul’da bulunan hekimler ile muârefe-i tâmme 264 ve sahîham 265 (var)
(peyda etmiş) iken, Paris’te gördüğüm hekimlik nizamını İstanbul’da görmedim
(görmemiş idim.) (a.g.e. : 118-119).
Her iki yazar, Paris’te doktor sayısının çok fazla, tıp alanının da gelişmiş olduğu
konusunda benzer düşünceler paylaşırlar. Tıp bilimi üzerine eğitim almak ve kariyer
yapmak üzere dünyanın pek çok yerinden öğrencilerin ve dertlerine şifa arayan
hastaların Paris’e geldiğini belirtirler. Gerek el-Tahtâvî ve gerekse Hayrullah Efendi’den
yapılan alıntılar çerçevesinde, her iki yazarın bu konuda hem Batı’ya hayranlık
duydukları görülür, hem de kendi ülkelerinde bu alanın gelişmemiş ve doktor sayısının
yetersiz olduğunu ifade ettikleri görülür.
4.2.2.9. Gazeteler
259
Gelme, varma
260
İslam memleketlerinde
261
Tıp bilimi
262
Yüzyıl görmüş
263
Başkanlık
264
Tam ilişki
265
Doğru bilgi
107
Her bir şahıs gördüğü zulm ve gadrı haklı ise gazete ile neşrederek muhâkeme-i
umûmiyyeye davet edebilir. Devlet aleyhine olduğu hâlde gazetelere her nevi sözler
derc 266 olunur. Gazeteler dahi mütenevvidir 267 . Mesela halkın kabâyihini 268 ve
medâyihini269 söyleyecek ve istihza270 eyleyerek beyan edecek gazetelerden fesahat ve
belâğat ile deâvi 271 ve ticaret ve politika ve tabâbet ve ulûm ve fünûn ve hikâye ve
mudhikât272 için takım takım gazeteler vardır (Hayrullah Efendi, 2002: 133).
266
Sokma; yazma
267
Çeşitli, pekçok
268
Ayıplar
269
Övgüler
270
Alay
271
Müdâfaa edilen fikirler
272
Komik şeyler
108
Her iki yazarın eserlerinde Avrupa ve Avrupalı yerine sık sık Frenk ve
Frengistan terimlerini kullandıkları görülmektedir; “Hikmet ve edebi sanatları
öğrenmem için Frengistan’a gönderilen…, o tarihe kadar, Frengistan’a gidip gelenler…”
(El-Tahtâvî, 1992: 29), “Frengistan’da yatak ve yatmak…” (Hayrullah Efendi, 2002: 29-
30), “Çünkü Frengistan’da bulunduğu müddette…” (Hayrullah Efendi, 2002: 187).
Aslında bu ifade tarzı sadece Hayrullah Efendi ve el-Tahtâvî’ye has olmayıp, o dönem
yazarlarının pek çoğunda benzer ifadelere rastlanmaktadır. Söz gelimi Kırım-Türk
yazarlarından biri olan İsmail Gaspıralı kaleme aldığı bir esere Frengistan Mektupları
adını vermiştir. Bu kavramda olumsuz bir çağrışım, Oksidantalist bir yaklaşım olduğu
düşünülse de bu kavram, çok farklı tarihî-kültürel arka plana sahiptir:
Aslı Frank olan ve genelde “Batı Avrupalı” anlamını taşıyan Frenk kelimesi,
Osmanlılar’da önceleri daha fazla ilişki içerisinde bulunan İtalyanlar’la Fransızlar’ı, XV.
yüzyıl sonlarından itibaren Almanlar’ı, XVI. yüzyılın ortalarından itibaren de tanışma
sırasıyla diğer Batı Avrupalı kavimleri içine almış ve Protestanlığın ortaya çıkması bu
durumu etkilememiştir. Buradan, terimin Avrupalılar arasındaki mezhep ve milliyet
109
farkından değil coğrafi konum farkından, daha doğrusu Batı Roma-Doğu Roma (Bizans)
bölünmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılırken,
Frankların tamamı Batı Roma topraklarında kalmış, yıllar sonra en büyük hükümdarları
olan Büyük Karl da Papa tarafından taç giydirilerek resmen “Batı İmparatoru” ilan
edilmiştir. Buna karşılık Macarlar gibi Katolik olan bazı kavimler Doğu Roma
topraklarında kalmış ve yine yıllar sonra Osmanlılar tarafından Katolik oldukları halde
Ortodoks Rum ve Bulgarlar gibi (aynı şekilde Katolik Osmanlı tebaası da) Frenk
kavramının dışında tutulmuştur. Bu durum, Frenk kavramının doğrudan Katolik
mezhebiyle bağıntılı olmadığını ortaya koymaktadır (Şakiroğlu, 1996: 197-199).
Bu açıklamalar çerçevesinde el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin eserlerinde
Frenk kavramını, olumsuz bir çağrışım yapmak için değil, Avrupa sözcüğüne eşanlamlı
olmasından dolayı kullanmış oldukları anlaşılır.
İbadetleri, nefs ve hevalarına uymak olup dünya meşguliyeti kendilerini âhreti anmaktan
ve düşünmekten alıkor. Her ne sebeple olursa olsun, hayatta oldukça ömürlerini mal
kazanmaktan başka bir şeye sarfetmeyip ömürleri tamam olunca da, hayvanlar gibi
ölürler (El-Tahtâvî, 1992: 194).
El-Tahtâvî, yaptığı bu “hayvan” benzetmesiyle, Avrupalıları eleştirirken ciddi
bir biçimde aşağılar. Onları para kazanmaktan başka bir ideali olmayan, zevklerinin
peşinde yaşarken dini ve yaşamdan sonraki hayatı hiç düşünmeyen insanlar olarak
hayvanlara eş görür. Yazar, onları hafif meşrep, kararsız ve şeytan fikirli olarak
tanımlar:
273
Genel olarak, mutlaka
274
İyi huylu, geçimli
275
Karışık; aşık
276
Huy, ahlâk
277
Çekme, sürükleme
278
Sohbet, konuşma
279
Alma, kabul etme
111
Fransızlar hakkında okurlarının olumsuz bir fikre sahip olmasına yardımcı olacak
niteliktedir.
Avrupa’da seyahat eyleyecek zevatın 280 dikkat ve intibâhını 281 mucip 282 olan ez-cümle
bu şehirde sirkat 283, dolandırıcılık ve batakçılık ef’al-i muzırrası 284 ziyade nezaket ve
zahirde285 iltizâm286-ı hakkaniyet iddiasıyla ilerlemiş olacaktır. Yabancıların ekserisi bu
makule eşhas-ı muzırranın dam287 ve istîyâdına tutulduklarından ziyade dikkat olunacak
şeylerdendir (Hayrullah Efendi, 2002: 167).
Görüldüğü gibi Hayrullah Efendi ve el-Tahtâvî ve Avrupa seyahatlerinde Batı
ve Batılılar hakkında olumlu olduğu gibi olumsuz bazı izlenimler de edinmişlerdir.
Yazarların bu izlenimleri yer yer ağır eleştirel bir üslup kullanarak ve olumsuz imgeler
aracılığıyla okurlara yansıttıkları göze çarpar. El-Tahtâvî, Batılıları inanç, yardımlaşma
gibi toplumsal konularda Oksidantalist bir yaklaşımla eleştirirken, Hayrullah Efendi,
dolandırıcılık, hırsızlık gibi emniyete temas eden olaylar üzerinden Avrupa’yı eleştiriye
tâbi tutar.
280
Kimselerin
281
Dikkat ve uyanıklık
282
Gereken, gerektiren
283
Hırsızlık
284
Kötü işler, fiiller
285
Dış görünüş
286
Uyma, kabul etme
287
Tuzak
112
4.2.5. Hayıflanma
Bir yabancı Avrupa’nın hâlini husûsen Paris’in ahvalini vatanına avdet 288 ettikten sonra
anlayabilir. Çünkü Frengistan’da bulunduğu müddette gözlerin her an ve dakika yeni
şeylere müsâdif 289 olması hayret ve istiğrâbıyla 290 , her gördüğü eşyanın nef’ 291 ve
mazarratını292 fark ve temyiz293 için zihnini meşgul etmeye vakit bulamazsa dahi eğer
erbâb-ı hamiyyet ü gayretten ise bi-t-tabi’ 294 heyecana gelen gayret ve hamiyyet-i
milliyesiyle kendi nefsini muhatap ittihaz 295 (edip) niçin bu intizam ve asayiş ve niçin bu
ma’mûriyet296 ve efzâyiş297 bizim vatanımızda yoktur. Biz de bunlar gibi ademoğlu değil
miyiz. Bunların hilkat-i asliye-i zâtiyyelerinde bizden ziyade hasletleri298 yok iken, yine
onların i’mâl 299 -ı yed-i san’atlarına muhtaç olarak halka kibr ve gurur ve nahveti 300
bırakıyoruz. Halbuki birbirimize arz-ı azamet ü haşmet ettiğimiz ve havâyic-i zarûriye301
dediğimiz melâbis 302 ve eşyanın ekserisi esasen bizim memleketlerimizin mahsûl-ı
288
Varma, ulaşma
289
Tesadüf etme
290
Şaşkınlık
291
Fayda
292
Zarar
293
Seçme, ayırt etme
294
Tabiî olarak
295
Kabul etme, sayma
296
Bayındırlık
297
Artma, çoğalma
298
Özellik
299
Yapma, yapılma
300
Kibirlenme, böbürlenme
301
Gerekli şeyler, ihtiyaçlar
302
Elbiseler
113
tabîîsi olduğu halde Frengistan’da ilm ve sanat vasıtasıyla nesc 303 ve imal olunarak
gözlerimize münakkaş304 atlas ve dîbâ305 misilli bir sûret-i makbûle ile görünmektedir.
Bunlar niçin bizim ülkemizde olamıyor. […] Bizim memleketimiz yani
Türkistan’ımızda çuha imaline yarar tiftik ve yapağı mı yoktur. Yoksa akmişe-i nefîse306
nesc ve nakşına elverişli pamuk, ipek, boya mı husule gelmez. Yahut şeker istihsâline307
yarar nebatat mı yetişmez. Yahut billûr ve çam ve ayna ısâgasına308 kabil çakmak taşları
mı yoktur. Yoksa bunları hark 309 ve izâbeye 310 kömür madenleri mi yok idi. Acaba
Cenab-ı Hak Taâlâ bizim memalikimizden 311 hisb ve bereketi mi kaldırdı. Maâdin-i
nefîse 312 ve galiye 313 ile memlû’ 314 dağları delip, hazîne-i menfaatini ahz 315 ve
istimalden316 bizi kim men’ etmiştir (Hayrullah Efendi, 2002: 187).
Hayrullah Efendi’nin Avrupa ile ülkesi arasında yaptığı bu karşılaştırmada, içten
içe bir yakınma hissedilir. Avrupa’dan satın alınan ürünlerin ham maddesinin kendi
ülkesinde olduğu halde, neden onları Avrupa’dan alıp, kendilerinin üretmediğini
sorgular. Bu sorgulamayı yaparken eleştirdiği şey kendi toplumunun tembelliği,
umursamazlığıdır. Hayrullah Efendi’nin karşılaştırmayı kendi ülkesinin durumunu
ortaya koymak üzere yaptığı, aslında burada, Batı’ya hayranlık sergilerken bir taraftan
da milliyetçi hislerle ülkesinin gelişimine hizmet etmeyi amaçladığı anlaşılır. El-
Tahtâvî’de de Hayrullah Efendi’ye benzer hislerin olduğu görülür. Mısır’ın
güzelleşmesi, kalkınması için yapılması gerekenlerin yapılmadığından dolayı Mısır’ın
Avrupa ülkelerinden geri kaldığını belirtir. Avrupa’nın gelişmişliğine yönelik bu
hayranlık her iki yazarda da içten içe bir yakınmayı ve hayıflanmayı da beraberinde
getirir.
303
Dokuma
304
Nakışlı, sanatlı
305
Renkli kumaş
306
Mükemmel kumaşlar
307
Üretme
308
Kalıba dökme, dökülme
309
Yakma
310
Eritme, eritilme
311
Memleketler, şehirler
312
Harika madenler
313
Zengin
314
Doldurulmuş, dolu
315
Alma, çıkarma
316
Kullanma
114
SONUÇ
doğru ve açık anlaşılması için Oryantalizm, onun bir alt dalı olarak düşünülen Oto-
oryantalizm ve Batı/Batılı kavramlarına açıklık getirilmiştir.
Çalışmanın üçüncü bölümünde, ilk olarak yazar biyografilerine ve daha sonra her
iki yazar hakkında farklı düşünürler tarafından yazılmış ifadelere yer verilmiştir. Ayrıca,
yazarların yaşadıkları dönemdeki kültürel, siyasal şartların onların düşünce dünyasında
yapacağı etkiler göz önüne alınarak, XIX. yüzyılda Mısır ve Osmanlı’daki siyasî ve
kültürel gelişmeler hakkında bilgiler verip, bunların el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi
üzerindeki etkileriyle bölüm sonuçlandırılmıştır.
Bu çalışmanın en önemli kısmı olan dördüncü bölümde ise ilk önce Paris
Gözlemleri ve Avrupa Seyahatnamesi adlı eserlerin özetleri verilip, her iki eser üzerine
çok kısa değerlendirmeler yapılmıştır. Daha sonra bu eserlere yansıyan Batı ve Batılı
imgeleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir.
Çalışmada incelenen bir diğer önemli unsur Batılı toplumdur. Bu başlık altında
Avrupa’da kadının sosyal yaşamdaki konumu, Batılıların kişilik yapıları, oradaki eğitim-
öğretim durumu, iş-çalışma hayatı, din ve inanç konusu, adalet, hürriyet, eşitlik anlayışı,
temizlik ve düzen, doktorlar, gazetelerin toplumdaki yeri ve önemi gibi konuların her
biri, ayrı başlıklar altında tasnif edilerek, eserlerde bu konularda aktarılan izlenimler
detaylı bir şekilde ele alınarak çalışılmıştır. Ayrıca, her iki yazarın çok sık kullandığı
Frenk ve Frengistan ifadelerinin tarihsel kökeninden bahsedilmiştir. Bunların yanı sıra
el-Tahtâvî ve Hayrullah Efendi’nin Batı toplumunda karşılaşlaştıkları bir kısım olaylar
116
karşında takındıkları eleştirel tavırlar, olumsuz izlenim ve eleştiriler başlığı altında ele
alınmıştır. Bölümün sonunda ise, her iki yazarın Batı’nın gelişmişliği, kendi ülkelerinin
geri kalmışlığı karşısında yaşadıkları üzüntünün eserlerine yansıması değerlendirilmiştir.
Her iki yazarın üzerinde durduğu bir diğer konu Avrupa’da bulunan eğlence ve
dinlenme mekânları ve buraların Avrupalıların yaşamında sahip oldukları önemdir. El-
Tahtâvî, Avrupa’da eğlenceye çok önem verildiğini ifade ederek yer yer eleştirel bir
üslûp kullanarak Oksidantalist bir yaklaşım sergilemiştir. Hayrullah Efendi ise bu
mekânların geç saatlere kadar açık kaldığını, bu mekânlardan yararlanabilmek için para
sahibi olmak gerektiğini anlatmış ve bu tarz yerlerden bazılarını kendi ülkesindekilerle
karşılaştırarak, Oto-oryantalist yaklaşımlar sergilemiştir.
Hastaneler, her iki yazarın Avrupa izlenimleri arasında önemli yer tutan
mekânlardandır. El-Tahtâvî, Paris’in hem büyük kent, hem de Fransa’nın başkenti
olmasını sebep göstererek, bu yüzden burada nüfus yoğunluğunun çok fazla olduğunu,
117
Toplum ana başlığı altında incelenen imgelerin başında kadın gelmektedir. Her
iki yazar bu imgeye benzer bir şekilde yaklaşmışlardır. Batılı kadın konusundaki
aktarımlarından El-Tahtâvî’nin karmaşık duygular içinde olduğu görülmüştür. Bir yerde
erkeklerinin umursazlığından dolayı Avrupalı kadınların çekingen olmadıkları
konusunda Oksidantalist bir üslup kullanırken, diğer bir yerde onların çekici ve güzel
olduklarını, hayranlık dolu bir şekilde ifade eder ve bu kadınları kendi toplumundan
kadınlarla karşılaştırma yoluna gidip Oto-oryantalist bir yaklaşım sergilemiştir. Yazar,
yanı sıra Batılı kadınların araştırıp öğrenmeye meraklı kimseler olduklarını belirterek
onları övmekten çekinmez. Hayrullah Efendi, Avrupalı kadınların erkeklerle eşit
toplumsal şartlara sahip olduklarını belirtmiştir. Yazar Batılı kadınların erkek-kadın fark
etmeksizin istediği kimseyle birlikte gezinti yapabileceğini belirtmiştir. Bu ifadeleriyle
Hayrullah Efendi, satır aralarında kendi toplumunda bunun olmamasını eleştirdiği
görülmüştür.
Her iki yazar Avrupalıları kişilikleri üzerinden de ele almışlardır. Gerek el-
Tahtâvî ve gerekse Hayrullah Efendi, Fransızların yeni bir şey öğrenmeye meraklı bir
toplum olduklarını, bu yüzden yabancı bir kimse gördüklerinde ondan yeni şeyler
öğrenmek istediklerini ifade etmişlerdir. Fakat onların bu konudaki dostluklarının kalıcı
118
Her iki yazar, din ve inanç konusu da değinmişlerdir. El-Tahtâvî, Paris halkının
herhangi bir dine ve mezhebe bağlılıklarının olmadığını, bütün dinlere eşit mesafede
olduklarını, bu yüzden bütün din mensuplarının Paris’te ibadet edebileceği gibi, kendi
ibadethanelerini de kurmalarının mümkün olduğunu ifade etmiştir. Yazar ayrıca
Fransa’da din ve inanç hürriyetinin devlet koruması altında olduğunun, bu sebeple
Fransa’da yaşayan herkesin inançsal anlamda özgür bir ortama sahip olduğunun altını
çizmiştir. Hayrullah Efendi ise, Fransa’da var olan dinsel ve mezhepsel serbestliğin,
devlet işlerinde istihdam olmak için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Öte yandan el-
Tahtâvî Batılıların inançsız ve idealsiz, dünya zevklerine bağımlı yaşam tarzlarını ağır
ifadelerle eleştirerek Oksidantalist bir yaklaşım sergilemiştir.
Her iki eserde de Avrupa’da adalet, hürriyet ve eşitliğin önemli kavramlar olduğu
tespit edilmiştir. El-Tahtâvî, bu konuların kanunlarla koruma altına alınmış olduğunu
belirtmiştir. Hayrullah Efendi ise bu kanunlara riayet etme konusunda Batı toplumun da
önemli ölçüde bilincin varolduğunu, orada toplumsal statüde en alt konumda olan bir
fertten, en üstteki imparatora kadar herkesin kanunlara uyduğunu ifade etmiştir.
119
Hayrullah Efendi de, el-Tahtâvî de, Paris’in tıp alanında gelişmiş olduğunu,
burada çok sayıda doktor olduğunu, bu yüzden hem tıp alanında eğitim almak isteyen,
hem hastalığına şifa arayan kimselerin Paris’e geldiklerini belirtmişlerdir.
Her iki yazar, Avrupa toplumunda gazetelerin önemli yere sahip olduğunu
belirtmişlerdir. El-Tahtâvî, Paris’te gazetelerin evlere, kahvelere kadar ulaştığı,
insanların bu sebeple pek çok toplumsal konudan haberdar olduğunu tespit etmiştir.
Hayrullah Efendi ise, gazetelerin her çeşit yayın yapabildiklerini saptamıştır. Öte yandan
el-Tahtâvî gazetecilerin yalan haber yayımlamalarını ve Fransızların yalancılığını
eleştirmekten kaçınmamıştır.
Ayrıca her iki yazarın çok sık kullandığı kavramlardan olan Frenk ve Frengistan
terimlerinin aslında o dönem Müslüman toplumunda Batı ve Batılılara karşı tanım
amaçlı kullanılan kavramlar olduğu anlaşılmıştır.
Oksidantalist bir tavır da takınırlar. Ayrıca eğitim-öğretim konusunda Batı lehine yanlı
bir yaklaşım hissi verseler de, onların bu konuda kendi toplumları için hayıflanmaları ve
ülkelerinde bu alandaki yaptıkları çalışmalar göz önüne alındığında, genel olarak
toplumlarının gelişmesi, ilerlemesi, uygar olması amacında oldukları akla gelmiştir.
Bunların yanı sıra, her iki yazar Batı ve Batılı hakkında yaptıkları bir çok
aktarımda, hayranlık veya eleştirel bir yaklaşım göstermeyerek, sadece birer durum
tespitinde bulunmuşlardır. Söz konusu eserlerden çıkarılan malzemeler, her iki eserin
okuyucularına katkı sağlayıp, onları geliştireceği sonucunu ortaya koymuştur.
121
KAYNAKÇA
Ahmet Midhat Efendi. (2000) Paris’te Bir Türk, Haz. Erol Ülgen, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara.
Akgün, Ömer Faruk. (1998) “Hayrullah Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, TDV Yayınları, Cilt: 17, Ankara.
Akyüz, Kenan. (1995) Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitapevi,
İstanbul.
Altay, Pelin Ekşi. (2007) Nazım Hikmet ve Atilla İlhan Şiirinde Paris İmgesi, Yedi Tepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
Alver, Köksal. (2009) “Kent ve Kültür Üzerine Notlar”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi,
Şehirlerin Dili Özel Sayısı, Ankara, s. 428-433.
Argunşah, Hülya. (2004) “Milli Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, Ed. Ramazan
Korkmaz, Grafiker Yayınları, Ankara, s. 165-214.
Arkoun, Mohammed. (1999) İslam Üzerine Düşünceler, Çev. Hakan Yücel, Metis
Yayınları, İstanbul.
Arlı, Âlim. (2009) Oryantalizm Oksidantalizm ve Şerif Mardin, Küre Yayınları, İstanbul.
Aydın, Zuhal. (1990) Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve Eserleri,
İstanbul Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi.
Banarlı, N. Sâmi. (1997) Resimli Türk Edebiyat Tarihi II, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul.
Batur, Enis. (2002) Beş Kıtada Türk Seyyahları, Turkcell İletişim Hizmetleri, Şefik
Matbaası, İstanbul.
Bensoy, Okay. (ts.) “Geç Osmanlı Döneminde Oksidentalizm: Ahmet İhsan Sadece
Paris’teİstanbul’da‘Olmayan’ımıGördü?”,(Çevrimiçi)
https://www.academia.edu/352436/Ge%C3%A7_Osmanl%C4%B1_D%C3%B6nemind
e_Oksidentalizm_ve_Ahmet_%C4%B0hsan. pdf, 25 Şubat 2015.
Büyüker, Kâmil. (2009) “Kitaplarda Seyahat”, Din ve Hayat TDV İstanbul İl Müftülüğü
Dergisi, Sayı: 2, Ankara, s. 105-107.
Celal Al-i Ahmed. (1988) Garpzedeler, Çev. B. Tuna, Nehir Yayınları, İstanbul.
Çağlak, Uğur. (2009) “Kentte Eğlence ve Muhabbet Mekanları”, Hece Aylık Edebiyat
Dergisi,Şehirlerin Dili Özel Sayısı, Ankara, s.467-474.
Çağrıcı, Mustafa. (2009) “İslam Kültüründe Seyahat ”, Din ve Hayat TDV İstanbul İl
Müftülüğü Dergisi, Sayı: 2 (Seyahatname Özel Sayısı), Ankara, s. 4-9.
Çetin, Atilla.(1998) Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır Valiliği, fatih Ofset, İstanbul.
Çetin, M. Nihad. (1991) “Arap: Yeni Arap Edebiyatı” Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Cilt: 3 s. 306.
Çetişli, İsmail. (2012) Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Akçağ Yayınları, Ankara.
Çiğdem, Ahmet. (2004) Bir İmkân olarak Modernite Weber ve Habermas, İletişim
Yayınları, İstanbul.
124
Dirlik, Arif. (1998) “Avrupa Merkezcilikten Sonra Tarih Var mı? Küreselcilik,
Sömürgecilik-Sonrası ve Tarihin İnkârı”, Çev. Kenan Erçel, Cogito, Sayı: 15, s. 251-
274,(Çevrimiçi)
http://www.ata.boun.edu.tr/htr/documents/312_10/Dirlik,%20Arif_Avrupa%20Merkezci
likten%20Sonra%20Tarih%20Var%20mi%20Kureselcilik,%20Somurgecilik-
Sonrasi%20ve%20Tarihin%20%20Ink.pdf, 10 Mart 2015.
El-Tahtâvî, Rifâ’a Râfi’. (1992) Paris Gözlemleri, Haz. Cemil Çiftçi, Ses Yayınları,
İstanbul.
Er, Rahmi.(2004) Çağdaş Arap Edebiyatı Seçkisi, Kültür Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara.
Ercan, Yavuz. (1985) “Bir Türk Diplomatının Gözüyle 19. Yüzyıl Başında Üç Avrupa
Kenti: Viyana, Varşova, Paris”, I.Uluslar arası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı
Sempozyumu, Anadolu Üniversitesi Basımevi, Eskişehir, s. 207-219.
125
Ertaylan, İsmail Hikmet. (2011) Türk Edebiyatı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara.
Ezer, Özlem. (2012) Üç Kadın Seyyahımızın Kaleminden Doğu, Batı ve Kadın, Kitap
Yayınevi, İstanbul.
Gautier, Théophile. (2007) İstanbul Dünyanın En Güzel Şehri, Çev. Nuriye Yiğitler,
Profil Yayıncılık, İstanbul.
Goody, Jack. (2010) Çiçeklerin Kültürü, Çev. Mehmet Beşikçi, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
Göksel, Burhan. (1988) Çağlar Boyunca Türk Kadını ve Atatürk, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
Gökyay, Orhan Şaik. (1973) “Türkçe’de Gezi Kitapları”, Türk Dili-Gezi Özel Sayısı,
sayı: 258, s. 457-467.
Görgün, Hilal. (2008) “Rifâa et-Tahtâvî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
Cilt: 35, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.
Gülaçtı, Nurettin. (2012) “Sanat Bir Obje Olarak Kadın ve Bazı Toplumlarda Kadına
Bakış”,İdil,Cilt:1,S:2,s.76-91,(Çevrimiçi)
http://www.idildergisi.com/makale/pdf/1332333234.pdf, 22 Şubat 2015.
Günay, Ertuğrul. (2009) Hece Aylık Edebiyat Dergisi, Şehirlerin Dili Özel Sayısı,
Ankara, s. 509-510.
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt5/cilt5sayi21_pdf/1_dil_edebiyat/gursel_mursel.p
df, 24 Şubat 2015.
Hourani, Albert. (2001) Avrupa ve Orta Doğu, Türkçesi: Ahmet Aydoğan, Fahrettin
Altun, Yöneliş Yayınları, İstanbul.
Hourani, Albert. (1994) Çağdaş Arap Düşüncesi, Türk. Lâtif Boyacı-Hüseyin Yılmaz,
İnsan Yayınları, İstanbul.
Işıldak, Suat. (2008) “Yaratmada İlk Adım: İmge ve İmgelem”, Necatibey Eğitim
Fakültesi Elektronik Fen ve Matematik Eğitimi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 1, s. 64-69,
(Çevrimiçi)
http://www.nef.balikesir.edu.tr/~dergi/makaleler/yayinda/4/EFMED_FZE115.pdf, 15
Şubat 2015.
İlya, Didem ve Uysal, Mehmet. (2015) “İngiliz Kadın Seyyahlar Harvey ve Garnett’in
Gözüyle Osmanlı Kadını” Avrasya Ululslararası Araştırmalar Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 6,
Türkiye,(Çevrimiçi)
http://avrasyad.com/Makaleler/375394548_1577263539_6.%20SAYI%20Ss.%201-
22.pdf, 13 Nisan 2015.
127
Kerimi, Fatih. (2001) Avrupa Seyahatnamesi, Türkç. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları,
İstanbul.
Korkmaz, Ramazan. (2004) “Yeni Türk Edebiyatına Giriş”, Yeni Türk Edebiyatı,
Grafiker Yayınları, Ankara, s.7-35.
Köchbach, Markus. (1985). “Viyana Sefiri İbrahim Paşa Hakkındaki Anonim Rapor”,
I.Uluslar arası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı Sempozyumu, Anadolu Üniversitesi
Basımevi, Eskişehir, s. 161-171.
Kula, O. Bilge. (2011) Batı Edebiyatında Oryantalizm –I, Türkiye İş Bankası Kültür
yayınları, İstanbul.
Landau, M. Jacop. (1994) Modern Arap Edebiyatı Tarihi, Çev. Bederettin Aytaç,
Gündoğan Yayınları, Ankara.
128
Lewis, Bernard. (2011) Çatışan Kültürler, Çev. Nurettin Elhüseyni, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul.
Lewis. Reina. (2006) Oryantalizmi Yeniden Düşünmek Çev. Beyhan Uygun –Aytemiz,
Şeyda Başlı, Kapı Yayınları, İstanbul.
Löschburg, Winfried. (1998) Seyahatin Kültür Tarihi, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara.
Marcus, Margeret (Meryem Cemile). (1976) Garp Materyalizmi Karşısında İslam, Çev.
Kemal Kuşçu, Çile Yayınları, İstanbul.
Metin, Abdullah. (2013) Oksidentalizm İki Doğu İki Batı, Pınar Yayınları, İstanbul.
Moran, Berna. (2012) Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, İletişim Yayınları, İstanbul.
Özaydın, Abdülkerim ve Bozkurt, Nebi. (1997) “Harem” Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Cilt: 16, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.
Rabi, E. İbrahim. (2005) Çağdaş Arap Düşüncesi, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Anka
Yayınları, İstanbul.
Said, W. Edward. (2008) Şarkiyatçılık, Çev. Berna Ülner, Metis Yayınları, İstanbul.
Savran, Ahmet. (1991) 19. YY. Osmanlı Döneminde Yeni Arap Edebiyatı, Atatürk
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum.
Serdar, Ziyaüddin ve Davies, Merryl Wyn ve Nandy Ashis. (1997) Batı Irkçılığının
Kaynakları, Türkçesi Fatih Bayram, Yöneliş Yayınları, İstanbul.
Sevengil, R. Ahmet. (1961) Türk Tiyatrosu Tarihi III Tanzimat Tiyatrosu, Devlet
Konservatuvarı, İstanbul.
Sinoue, Gilbert. (1999) Kavalalı Mehmed Ali Paşa Son Firavun, Çev. Ali Cevat
Akkoyunlu, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul.
Starobinski, Jean. (2010) Eleştirel İlişki, Çev. Gülnihal Gülmez, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul.
Şakiroğlu, H. Mahmut. (1996) “Frenk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:
13, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.
130
Tanpınar, Ahmet Hamdi. (2001) 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan
Basımevi, İstanbul.
Tutkun, Ömer Faruk. Koç, Mustafa. (2008) “Mesleklere Atfedilen Kalıp Yargılar”
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt: 41, Sayı: 1; s. 255-273,
(Çevrimiçi) http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/154/1155.pdf, 23 Şubat 2015.
Uçan, Hilmi. (2009) “Batı Şehri ve Küresel Şehir” Hece Aylık Edebiyat
Dergisi,Şehirlerin Dili Özel Sayısı, Ankara, s. 181-187.
Ulağlı, Serhat. (2006) İmgebilim “Ötekinin” Bilimine Giriş, Sinemis Yayınları, Ankara.
Yazıcı, Hüseyin. (2006) “Arap Gezi Edebiyatına Bir Bakış”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi
Şarkiyat MecmuasıDergisi,C.IX,Yıl:2006,s.99-121,(Çevrimiçi)
http://www.journals.istanbul.edu.tr/iusarkiyat/article/viewFile/1023010973/1023010211.
pdf, 10 Şubat 2015.
131