Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 60

#KAFKAOKUR

2 OGUZATAY 3 4 Dea'ya Mektup 2


SELNUR GÜNEŞ NUR NEŞE ŞAHİN, Deneme

3 6 Siyah ye Maneviyat: Mark Rothko


11 OGUZ ATAY
TEHLİKELİ OYUNLAR EFKAN OGUZ, Sonat

13 Röportaj:
Bir Ece T�melkuran Röportajı! 3 8 Tek Kişilik �ragedya
DiLEK ATLI MEHMET AYTEMIZ, Öykü

3 9 Kadın ve Adam
16 Sıfıra Doğru
CANSU CİNDORUK, FEYZA ALTUN MERİÇ, öykü

41 Gölgesiz Adımlar
Öykü

17 ZEYNEP
ROh-i Mücerred
ZİLAN KEZER, ŞEYDANUR KANTOGLU, Şiir

41 Kent
Şiir

17 Gözlerin Ele Veriyor Seni


ALİCAN BAYAR, CANSU EKREN, Şiir
42 ��bll�'in Fakir Prensi Oscar Wilde
Şiir

18 EZGİ AYVALI,
En Sevdiğim
FiLiZ EGIN KOLATA,
43 Marilyn
Deneme
öykü

21 �özlerinde Güneş Tutulması: Türkan Şoray . MUSWA SİLİCİ, Deneme


DiLARA ULU, Sinema

23 Kurabiye ile Mercimek Corbası 4 4 Herkes Dısarı ·

, YUSUF ÇOPUR, öykü


GÖKHAN COŞKUN,
23 Kendime Ait Bir Oda
Anlatı
46 Rüyanın Öte Ya.kası
DİREN GÜMÜŞ KARALI, Kitap
ESRA PULAK, Aforizmalar

24 Y�rın İntihar Ettim, Dün Aşık Olacağım 48 N.� Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz
GOZDE KILIÇ, Sevgi Soysal
DiLAN BOZVEL,
25 Ex Libris
Deneme
5 Avarelik Üzerine
SEDA ELYILDIRIM,
O FATİH YALÇIN, Öykü

26 Pencer�nin Perdesini Havalandıran Kômuran


Kitap
5 2 Güzel San�tların Bir Dalı Olarak 'Ders Almak'
ERAY YASIN IŞIK, MUSA EFFENDI, Öykü

5 4 Temizlik İsleri
Öykü

2 Q E_�BAŞ, ERGÜLEN, TOPTAŞ, BAŞAR CENK ÇALIŞIR:


Y SOZLER Polisiye/Gerilim

3 Ben Neden Ben'im de, Ben 'Sen' Değilim? 5 6 lnstagram


O OYA ÇINAR, Röportaj Sizden Gelenler
3 3 Yollu Yazı 57 �on Şeyler
SELCAN AYDIN, Deneme içerik Adına

Yazılarınızı, çizimlerinizi ve çalışmalarınızı editor@kafkaokur.com adresinden bize ulaştırabilirsiniz.


Blogda yazılarınızın ve çalışmalarınızın yayınlanması için blog@kafkaokur.com adresinden bize ulaşabilirsiniz.
KAFKA OKUR
Fikir Sanat ve Edebiyat Dergisi

Kafka • İki Aylık Edebiyat Dergisi


Sayı 7 • Yıl 2 • Eylül - Ekim 2015 • 81L Oğuz Atay selnur güneş sayfa 2
Otobiyografik bir nitelik de taşıyan Tutunamayanlar, ülkemizde daha önce denenmemiş
bilinç akışı tekniği ile yazılmıştı. Atay, yaşamı boyunca yanından ayırmadığı yazarların
motiflerini işledi. Dostoyevski ve Kafka'nın karakterlerinden esintileri, Vladimir Nabokov'u
İmtiyaz Sahibi
hissederken tam, onların isimlerini anar...
Gökhan Demir

Genel Yayın Yönetmeni


Gökhan Demir Bir Ece Temelkuran Röportajı dilek atlı sayfa 13
Atay, eski ve yeni Türk edebiyatına aşina olan bir kuşaktan geliyor. Öte yandan, Mussil,
Editör Dostoyevski, Joyce, Hesse, Gonçarov gibi dünya edebiyatından birçok değerli yazarı
Gamze İyem okuyor. Muhtemelen çağdaşlarını da takip ediyordu. Bu, hem çok büyük bir zenginlik hem
de büyük bir baskı. Türkiye'nin bir köprü olduğunu düşünüyorum. Köprü, bir yer midir?
Düzelti Hayır, köprü, yerlerin arasında bir yersizliktir. O köprüde yazmak, vicdan baskısıdır.
Görkem Yaşar
Fatih Cerrahoğlu

Kapak Resmi Gözlerinde Güneş Tutulması: Türkan Şoray dilara ulu sayfa 21
T ülay Palaz 70'1erin ortalarında neredeyse her eve dünyayı gösteren kutuların gelmesi, sinemayı
durağ�nlaştınr. Çekilen film sayısı azalmaktadır. Ama Türkan, bu dönemde de karşımıza
illüstrasyonlar Kadir lnanır'la birlikte şiir gibi bir kadın olarak çıkar. Cengiz Aymatov'un 'Kırmızı Eşarp'
T ülay Palaz kitabındaki al yazmalı Asya'dır. Elinden tutsanız yüreğinin sıcaklığını hissedebileceğiniz
Songül Çolak Asya, bize sevgiyi sorgulatır. Çocuğuyla, selvi boylu llyas'ın kamyonu arkasından bakmak
Eren Caner Polat oluverir onun için bir anda sevgi.

İletişim
editor@kafkaokur.com
Ben Neden Ben'im de, Ben 'Sen' Değilim? oya çınar sayfa 30
Blog İletişim Yazarlığın okulu yoktur! Bunu "yazı atölyeleri"nde de sık sık söylerim. Edebiyatın, hatta
blog@kafkaokur.com sanatın özü hikaye edebilmektir ve insan ancak hikayeci olarak doğar. Hikayecilik
sonradan öğrenilmez. Edebiyatçının yazardan farkı burada yatar. Her kitap yazana yazar
Yayın Türü denebilir ama her yazar hikayeci değildir, bu yüzden her kitap da edebiyat eseri sayılmaz.
Yerel, Süreli Yayın Burada edebiyatı ve edebiyatçıyı kutsamak gibi bir tavrım yok. Şunu söylemeye
çalışıyorum: nasıl bazı insanlar müzik kulağıyla, perspektif gözüyle, lastik gibi bedenle
Baskı doğuyorsa, bazılarımız da hikayeci (story teller) olarak doğuyoruz.
GD Ofset Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş.
Atatürk Bulvarı Deposite İş Merkezi
A5 Blok K:4 No:407 İkitelli OSB /
Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz gözde kılıç sayfa 48.
Başakşehir, İstanbul
(212) 671 91 00
Tel: İlk romanı Tutkulu Perçem'i okuduğunuzda insanı ele alıp yeni baştan yaratmaya dair bir
Faks:(212) 671 91 00 çabayla karşılaşırsınız. Ancak bu başkaldırış, daha sonraları temellendirileceği için, bu
Matbaa Sertifika No: 32211 kitabında birazcık havada kalır. Sevgi Nutku gençtir, anlatmaya çalıştığı fikirleri henüz tam
demlenmemiş,tir, biraz şundan birazcık da bundan biçimindeki bir kırk yamalı bohçayı
andınr eseri. Oyküleri biraz mensur şiiri anımsatmaktadır. Kitaba adını veren ilk öykü
Dağıtım Tutkulu Perçem'in ilk cümlesi, Sevgi Soysal'ın yaşamı boyunca hissedeceği öteki
Kültür Dergi Dağıtım insanlardan ayrışma duygusunu anlatır: "Şeylerdeki şeyler işte sokaklardaki insanlar
Tel: (216) 495 9044 görmüyorlar beni. Oysa günlerdir tutkuların perçemlerinde dolaşıyorum."
Tel: (216) 495 9045

©Her hakkı saklıdır


Bu dergide yer alan yazı , makale, Temizlik işleri cenk çalışır sayfa 54
fotoğraf ve illüstrasyonlar elektronik
Gülümsedi. Alt ve üst dudağın bu kadar uyumlu hareketine, o uyuma gözlerin, yanaktaki
ortamlar da dahil olmak üzere yazılı izin gamzenin, kaşlardaki yaylanmanın bu kadar ahenkle eşlik ettiğine çlaha önce hiç şahit
olmaksızın kullanılamaz. olmamıştım. Gördüğüm en güzel kadındı. Gördüğüm en güzel şey. ilk kez Darwin'in
yanıldığını düşündüm. Teori onunla çuvallamıştı. Çamurlu sudan çıkan tek hücreli bir
yaratık, evrimle bu kadar güzelleşemezdi. Film hakkında bildiğim tek şey afişiydi. Yüz altı
dakika boyunca, iki sıra önümde oturan o güzelliği seyrettim. Solundaki beyle, sağındaki
kadınla hiç konuşmadı. Film arasında yalnızdı. Cep telefonundan mesajlarına baktı.
Yerinden kalkmadı . Yalnızdı.
Dağ ı l ı nl Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruzl
-OGUZ ATAY-

K ELİMELERİYLE ÖLÜMÜ VE
SONSUZU KUCAKLAYAN
YAZAR: OGUZ ATAY
Yazan: Selnur Güneş

"Bana kitap kurdu, boş hayaller


kumkuması, hayatm cılız gölgesi gibi cılız
sıfatlar yakıştmlabilir. Şövalye roman/an
okuya okuya kendini şövalye sanan Don
Kişot'a benzetebilirsiniz beni. Yalmz
onunla bir fark var aramda: Ben kendimi
Don Kişot samyorum."

Kendini Don Kişot sanan bir adamın ya­


şam öyküsüyle geldim, işte karşınızda­
yım! Kırık hayatların şövalyesi, kurmaca
bir ütopyanın kralı olsa da kendisine ya­
şamı boyunca bu boş ve koca dünyada
bir 'mana'lık yer açılamamış pir adamın
kara mizah tadında öyküsü ile geldim. Acı
bir güldürü diye de tanımlanabilir pek ta­
bii. Bir bakıma boynu bükük bir öykü ...
Yarım kalmışlıklardan bahsedeceğim, kü­
çük hesaplardan. Oyunlardan ve oyunbo­
zanlardan biraz da... Y üce bir arzu ile adına yazılmış onlarca makale, biyografik Çocukluktan Mühendisliğe
başladığım bu 'Geleceği Elinden Alınan eser varsa da bir Oğuz Atay okuru bilir ki
Adam'ın yaşamını tanıyabilme işinde onu anlayabilmek için, tüm bu ruhsal san­ Cumhuriyetin ilk aydınlarından, Kastamo­
ilerlerken, tehlikeli bir oyunun içinde bul­ cılardan geçmiş, incelikli düşüncelerde nulu, geleneklerine bağlı, hukukçu bir ba­
dum kendimi. Gördüm ki ondan ya nefret kaybolmuş, küçük ayrıntılarda saatlerce ba: Mehmet Cemil Bey. İstanbullu, Batılı
ettiler ya da benim gibi paylaşamayacak boğulmuş olmak gerekir. Aksi halde onun giyim tarzı ile Kastamonu'da giyim devri­
kadar çok sevdiler. Bu sevgi, farklı bir bo- hakkında yazılmış her şey, bir anda anla­ mine kolaylık sağlayan örnek bir kadın,
/
yuttaydı. Bir yazara hayran ol)llanın öte- mını yitiriverir. Çünkü yine bilirler ki onun öğretmen bir anne: Muazzez Zeki. Bu uç
sinde, onu, yaşadığı dönemde anlaşılabi­ yaşamına tanık olmak, eserlerini dikkatle kültürlerle yetişmiş iki insanın birlikteliğin­
lir kılmak adına bir şey yapı;1mamış olma­ okuyabilmekten geçer. Yaşamıyla ilgili bir den doğan bir çocuk düşleyin, 1934'ün
nın ezikliği ile sevdiler ölümünden çok dedektif misali iz sürmektense eserlerin­ İnebolu'sunda. Bir sonbahar çocuğudur o
sonra okuyanlar bile. Ortanca bir ilgiye de bir yolculuğa çıkılırsa görülecektir ki da. Serin bir ekim gününde tanışır dünya
onun da katlanabilmesi ,imkansızdı zaten: her satır arasından, gerçek yaşam öyküsü ile. Uzun kirpikli, gür saçlı, 'çağla gözlü',
ile Atay bize göz kırpar. Bu yolculuğa etine dolgun bir çocuk... Muazzez Hanım,
"Beni ya şımartın ya da kapı dışan çıkarken okuru da uyarmak isterim: Tehli­ bir anne olmanın yanında, ilk öğretmeniy­

edin! Yan içten "ğe dayanmam zor keli bir oyundur bu yolculuk! Nerede gü­ di onun. Daha okula başlamadan öğrendi
benim." lümseyip, nerede hüzünleneceğimizi şa­ okumayı böylece. Küçük yaşta geçirdiği,
şıracağız. Çünkü tüm duyguları aynı anda zatürre olduğu tahmin edilen hastalık,
Yaşamı boyunca tek gayesi anlaşılabil­ yaşayacağız. onu çekingen ve içine kapanık bir çocuk
mek olmuş bir adamı anlatmaya çalış­ yaptı. Bu kimliği belirlenemeyen hastalık,
maktan şeref duyarım. Çünkü bunu ona Keşkeyaşarkenanlasaydıkgiller, iftiharla onun tüm çocukluğunu üzerine titreyen
bir borç bil(rim. Onu anlaşılabilir kılmak sunar! annesinin gölgesinde ve ürkekçe yaşaya-

2 AFKAOKUR
rak geçirmesine sebep oldu. Hayatı bo­ öykülerin dünyasında daha korunaklı hissettirdiler ona. Ne yaptıysa onların
yunca seveceği atletizm, dünya üzerinde kıldı. 'Bu çocuk büyük adam olacak'larla yaşantısına giremedi.
kırılmış rekorları ezberlemekten ibaret ka­ geçti çocukluğu. Bu cümlenin ağırlığı
lacaktı bu yüzden. Belki mecburiyetten, altında ezildi ruhu: "Belki Türkiye savaşa "Kimsenin yaşantısını beğenmedim: ken­
girişken ve oyunbaz olduğu da söylene­ girerse, Selim'in büyük adam olma mese­ dime uygun bir yaşantı da bulamadım."
mezdi. Oyunlar, elbet oynardı. Ama tek lesi unutulur ve Selim de bu kadar insana dedi ve yine kitaplarına gömüldü.
başına... Sadece onun anlayabildiği, tek karşı mah cup olmazdı." '-dı' diyorum,
kişilik oyunlardı bunlar. Çoklu oyunlarda evet! Çünkü her kitabında gözlerimle ve "Garip bir hayvana bakarmış gibi süzüyor­
oynasa bile, mesela bir saklambaç oyu­ ruhumla şahit oldum yaşantısına. Kaybo­ lardı beni. Çalışkan olmak, sanki insan ol­
nunda, hızlı koşamayan bedeni ebe ol­ lan parası için gittiği polisler tarafından maya engelmiş gibi ... "
maya mahkumdu. Yaşıtları ile aynı eğilim­ alaya alındığında, onu "Seni burjuva!" di­
leri gösteremediği için az gelişmiş bedeni ye rencide ettiklerinde; dışlandığında, Liseye başlayan Oğuz, kuzeni Firuzan
ona, daha tek başına, daha sakin büyü­ kaçtığında, hepsinde ama hepsinde, tam sayesinde Batı edebiyatının iyice derinlik­
meyi öğretti. Çocukluk yıllarının esintileri, da yanı başındaydım. lerine süzülmeye başladı. Jean Jasques
'Tutunamayanlar'da Selim'in çocukluğuy­ Rousseau, üzerinde en çok tartıştıkları
la yüzümüze bir tokat gibi çarptı. Hepiniz Ortaokulda, Klasik Batı Müziği ve edebi­ yazardı. Gerçek bir kitap kurduydu! Onu,
oradaydınız, okudunuz. Selim Işık, bir ne­ yata iyice merak saldı, Oscar Wilde'den ruhani dünyamda nasıl tek kadim dostum
vi Oğuz'un 'Tutunamayanlar'daki Turgut bildiysem, o da Dostoyevski'yi öyle oku­
Özben'i gibi 'özben'ine tutulmuş bir ışıktı: du, bağrına bastı; aldı başucuna koydu.

"Al/ahım, onu neden yalnız bıraktın? (. .. ) Sonra resme olan tutkusu çıktı gün yüzü­
Neden korkuyu göğsünden söküp alma­ ne. Turgut Zaim ve Eşref Üren'di öğret­
dın? (...) Meyveleri gösterdin de ağaca menleri. Ressamlıkta tam bir profesyonel­

"İnsanlardaki zavallılığı
çıkarma be cerikliliğini esirgedin? (. . .) Ne­ di onlar. -Sevin'le tanışana kadar. Ah Se­
den, onu canı kadar seven annesinin bile vin... Her neyse, dağılmayalım- Eşref

önce çocuklar seziyor


Selim'i 'Benim korkak oğlum!' diye okşa­ Üren, Oğuz ile haber yolladı babasına: Bu
masına göz yumdun? (. . .) Biliyorum, İsa çocuk yetenekli, güzel sanatlar akademi­

galiba. Delileri de önce


daha büyük acılar çekti, diye ceksin. Bu sine yönlendirilmeli! Ama Cemil Bey'e
kadar aynntllara giremezdi, diye ceksin. göre, sanatkar bu ülkede aç kalırdı, bir

onlar kovalar."
Asıl, ayrıntılara girilmeliydi ben ce. Her şeyi baltaya sap olamazdı, oradan oraya sav­
yaşamalıydı." Tutunamayanlar rulurdu, tutunamazdı. Eşref Üren de "Ba­
Tehlikeli Oyunlar bana söyle, sana köşe başında, işlek bir
Cemil Bey'in milletvekili olması ile Atay yerde bir dükkan açsın o zaman." dedi.
ailesi Ankara'ya taşındı. Oğuz Atay'ın gö­ Haklıydı. O da haklıydı. Herkes haklıydı.
zünde bir yığın betondu Ankara. "Girme, Ressam olmaya çoktan karar vermişken
yutanm seni!'' diyen beton duvarlar ... An­ hayal kırıklığına uğrayan Oğuz haklı değil­
nesini herkesten çok severdi. Bu yüzden di bir tek. Büyük bir savaşım da vermedi
kız kardeşi Okşan'a 'Bohça' derdi. Okulu bu konuda. Karakalem çalışmaları ve yıllı­
da hiç sevmezdi. Zaten okumayı da bilir­ Edmond Rostand'a gezinip durdu. Buço­ ğa çizdiği karikatürler kaldı geriye onun
di. Öğretmene ne gerek vardı? Annesi cukbüyükadamolacaklarınız sizin olsun ressamlığından.
vardı ya! Devrim İlkokuluna ikinci sınıftan der gibi; bana ruhunuzdan verin, der gibi;
başladı. Okul onun için 'kirden kararmış, vermeyecekseniz de gidin, der gibi kendi "Üç çeşit meslek varmış: mühendislik,
dayanan dirseklerle cilalanmış eski sıra­ dünyasında bir mana aradı durdu. Bir doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam
lar', 'duvarlarda, her yeni müdürün zevk­ yanda, yaşama karışmaya çalışan bir olmak istiyordum. Babam, böyle bir mes­
sizliğini gösteren renkli badanalar . . .' ve Oğuz da vardı. Onlara göre, Oğuz, yalnız­ lek o/madiğim söyledi." Tutunamayanlar
tüm bunları haklı çıkaran 'bu fakir millet lığı kendi seçmişti. Ama aslında o, buna
bu kadarını verebiliyor' cümlesinden iba­ mecbur bırakıldığı için kendi dünyasında Lisedeyken, Shakespeare ile tanıştı. Hır­
retti. Orada boğuldukça daha da yaban­ yaşamayı öğrenmişti. "Derimin altındaki çın Kız'ı sahneye taşıdı. Bu onun belki de
cılaştı, kitapların dünyasından kendine kanşıklığı bilmeden yargılıyorsunuz beni!" tek güzel lise anısıydı. Kemerine sıkıştır­
binbir rol biçti. Bu dönemlerde oluşan ya­ dedi. "Canım insanlar"a gayet içten bir dığı bir not defteri ile okula giden ve her
bancılaşma duygusu, okuduğu eserler ve yakınlık hissederdi. Oysa insanların çok şeyi hafızasına kaydeden Oğuz, 1951 'de,
hayata karşı sergilediği tutum ile daha da da umurunda değildi. Ne çalışkan bir öğ­ o zamanki adıyla T ED Yenişehir Lisesini
önlenemez bir hal alacaktı. Sürekli, çocuk renci olması ne de olağanın üstünde bir birincilikle bitirdi. Ama insanlar ondan ha­
kitapları ve gazeteler okur, radyodan öy­ dürüstlüğe sahip olması sevilmesi için la büyük ve güzel şeyler bekliyordu. İs­
küler dinlerdi. İnsanlardan kaçış, onu bu yeterliydi. Dışlanmışlığı her hücresinde tanbul Teknik Üniversitesinin sınavına gir-

KAFKAOKUR 3
yeteneği yüksek; kendi başınayken ise bir

"Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her hayal.ci.

an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. İdeolojik Fırtınalar...

Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya


"Sen ne anlarsın komünizmden,
çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir çocuk!"

sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her Turhan Türkel sayesinde sol ideoloji ile
an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni tanışmıştı. Hegel, Marx okumaya başladı.
Lenin'de kayboldu. O dönemler, toplum­
sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her cu gerçekçi sanat anlayışını benimsemiş­
ti. Siyasi sohbetlere dalar, kendinden ge­
gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın
çerdi. İçlerine girip aynı kavgayı vermek
değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün istediği insanlarsa onu ciddiye almak
şöyle dursun, onunla bir de alay ettiler.
bunlar beni yoruluyor. Sen orada duruyorsun ve "Burjuva çocuğu" dediler, "anasının kuzu­

beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su su" ettiler, oradan oraya vurdular ... Canı­
na okudular! Nereden düşmüştü hayata
içmek gibi rahat bir eylem. Ben her an uyanık karışmak gibi bir hataya? Ezilen insanların
kavgasını veren bu insanların birbirlerini
olmalıyım." Tutunamayanlar ezerek üstünlük savaşı vermelerine bir
anlam veremedi. Gülse miydi yoksa ağla­
di. Ya mimarlık ya mühendislik, dediler. O başka bir söz çıktı mı?" dedirtti Selim'e sa mıydı? Alaycı komünistler, ciddi komü­
da İnşaat Mühendisliğini kazandı ve aile­ öfke ile. nistler, entelektüel komünistler. .. Komü­
cek İstanbul'a taşındılar. nistler çeşit çeşitti.
Oysa çok sonra, babasının ölümünden iki
Yaşamının hiçbir döneminde sevmedi yıl sonra kaleme aldığı 'Babama Mektup' 1957 yılında, askere çağırdılar onu. Atay,
mühendisliği. Bilime ilgisi hep vardı ama metninde, babasını anlar gibiydi. "Ah be Ankara yollarını aşındırdı yine. İyi ve güzel
meslek olarak kendine biçtiği, bu değildi. baba!" der gibi... Sitemkardı belki ama insanlar da olmalıydı bir yerlerde. Kökleri
Dersleri sık sık aksatırdı, mühendisliğin bu asla bir öfke değildi. Mavi'ye dayanan, Turgut Uyar, Orhan Du­

\
incelikleri anlatılırken o sinemadaydı, o ru, Cemal Süreya, Fethi Naci gibi isimleri
Suna Kan konserindeydi. Derse gittiğin­ Bir mühendislik şirketinde işe başladı. de çatısı altında toplayan Pazar Posta­
deyse arka sıralarda ve ilgisizdi. Ya resim Çeyresi genişledikçe, bir özelliği daha sı'nın içine düşüverdi. İdeolojileri de sa­
yapıyordu ya da arkadaşlarıyla kelime çıktı ortaya. Oğuz Atay, bilinçli veya bi­ natla şekillenen bu toplulukta kendini
oyunları oynuyordu. Okulu uzattı, bir dö­ lililçsiz, her insanla teke tek arkadaşlık bulmuş gibiydi. Yine de hepsinin sonu
nem geç bitirdi. "Bütün ümidi(m), Dosto­ içindeydi. Hepsi ile özel konuşurdu. hayal kırıklığıydı. Buna da sonra değine­
yevski gibi, mühendis olduktan sonra isti­ Oyuncu, akademisyen ve daha başka bir­ cektik! Nerede kalmıştık? Hah!.. Hatta, ti­
fa etmek(ti)." Ona göre her şeyin sorum­ çok alandan insanla arkadaşlık kurar ve tizlikle çalışıp ideolojisini bireye indirgeye­
lusu Cemil B�y'di. Duvara 'dıvar' derdi. bu arkadaşlıklardan da diğer arkadaşının rek, bireyin ruhsal düzlemde iyileştirilme­
Oğuz'u da hiç anlamazdı. Oğuz Atay'ın haberi olmazdı. Onlara katılmaya çalışan sine yönelik olarak 'Ne Yapmalı?'yı yazdı.
bu yılları, babası ile fikir ayrılıkları ve kır­ insanlardan da pek hazzetmezdi. Herke­ Yetmedi, yazıyı çoğalttı, elden dağıttı. O
gınlıklarla geçti. Düşündü, babasının bile sin bir yeri vardı. Herkes sırasını bekleme­ yazıyı alan ellerden bir tanesi bile bugüne
anlamadığı bir adamı, kim anlayabilirdi? liydi. taşıyamadı 'Ne Yapmalı?'yı! Yalnızca,
Tutunamayanlar'da 'Ne Yapmalı?' başlığı
"Baba ben artık bu evde yaşamak istemi­ Kendinden çok farklı insanlarla arkadaşlık altında yazdığı metin kesitinde, bu metin­
yorum, yıllardır ruhumuzu öldürdün bu kurması, aslında, hep içine işlemiş olan den izler vardı.
evde (. .) beni ve annemi bu çirkin eşya­
. yabancılaşma duygusundan kurtulmak
nın içine hapsettin (. . ) bende bütün duy­
. içindi. Çocukluğunda ezberlediği tekerle­ Pazar Postası'nda Bir Görünmez
gular senin bu inatçı duygusuz/uğuna meler, hayatı boyunca, onun yaşama ka­ Kahraman
karşı gelişti (. .) bu ağır havalı evin içini
. rışmasındaki en büyük bağlaçları oldu.
güzel bir müzik sesiyle, bir kitapla süs/e­ Mizah, onun yaşam tutamağı haline geldi
İstanbul'a döndüğünde Denizcilik Banka­
meme izin vermedin. Yaptığım resimler zaman içinde. İki farklı Oğuz var gibiydi:
sında kontrol mühendisi olarak işe girdi.
için ağzından 'Çaktığın çivilere dikkat et, Yaşamın içindeyken güleç, şakacı, mizah
Üsküdar İskelesi Projesi'ni yürütürken,
duvarları berbat ediyorsun. ' sözünden
genç mühendis Atay, heyecanlıydı. Yet-

4 KAFKAOKUR
medi, şimdiki adıyla Y ıldız Teknik Üni-­ Süleyman Kargı'ydı. "Ne karanlık ruhun maya gider gibi gitti Uğur'un evine.
versitesinde öğretim görevlisi oldu. var yahu Hikmet! Biraz pencereni aç da Uğur'un eşi ressam Sevin Seydi, piyanist
içeri temiz hava girsin." diyen Emekli Al­ Özen Veziroğlu ve Sinan Ersan'dan olu­
Pazar Postası, İstanbul'a taşındı; ardın­ bay Hüsamettin Tambay'dı. Farklı hayat­ şan bir arkadaş grubu vardı artık. Bu gru­
dan derginin ilk sayısı geldi. Oğuz, der­ lara dağılsalar, apayrı yerlerde yaşasalar, ba kendi aralarında 'klan' dediler, içeriye
ginin gizli kahramanıydı. Yaşam içinde sü­ hatta uz
" un zaman aralıkları ile görüşme­ de kimseyi almadılar. 'Ulan!' Onlar 'baş­
rekli bir tutamak arayan Atay'ın tutundu­ seler bile, görüştüklerinde, hep dün yan kaydı be!' Onlarda 'hayal gücü vardı!'.
ğu tek şeydi Pazar Postası. Kendi imza­ yanaymış gibi bir alışılmışlığın içine düşer­ Grup içinde boşanmalar, birliktelikler
sıyla içinde yer alan sadece üç yazı varsa lerdi. gerçekleşse de Oğuz ölene değin sayıları
da derginin tüm eksikliklerini tamamla­ hep beşti. Sabahlara kadar süren rakı
yandı. Dergideki birçok imzasız içerik, Beckett'in "Godot'yu Beklerken"ini tam masası sohbetleri vardı; şiddetli kitap
onundu. Ama hiçbirini de 'benim' diye sa­ da bu evde çevirmişti, albayının yanı ba­ tartışmaları, Dostoyevski şakaları ile onu
hiplenmedi. Önemli olan, altında yazan şında. Ne var ki şimdi bu çevirinin de ne­ kızdırmaları vardı. Dışarıdan bakıldığında
isim değil üstünde yazan bilgiydi. Sıkı sı­ rede olduğu meçhuldür. Bener, sıradan kavga mı ediyorlar, sevişiyorlar mı, hiçbir
kıya sarıldı dergiye. Ne oldu sonra? Alt­ yaşam kavgalarının içeri girmesine izin zaman anlaşılmazdı. Tam, ortam kızışırdı,
mış darbesine karşı daha fazla ayakta du­ verilmediği, kelimelerin anlamsız kaldığı Oğuz, "Herkes birbirinin ölüsünü öpsün!"
ramazdı Pazar Postası. Daha altı aylık­ bu dostlukta, Oğuz'u kendi içinde bir derdi ve hemen barışılırdı. Öyle ki kendi
ken, Oğuz'un kollarında can verdi. keşfe çıkarırdı. aralarında bir jargon bile oluşmuştu. 'Ca­
nımlarım Benim", "Selim'ciğim Işık" nere­
Oğuz Atay yılmadı, başka bir dergi hayali­ den çıktı sanıyordunuz?
ne kapıldı: "OLAYLAR". Turhan Türkel,
Cevat Çapan, Halit Refiğ, Uğur Ünel ve "Canımlanm benim. Seviyorum sizleri
birkaç arkadaşıyla çalışmalara başlamıştı insan kardeşlerim. Durup dururken
bile. Turhan'ın evleneceğini, artık bu işler­
den uzaklaşacağını söyleyip ekipten ayrıl­
"Korkuyoruz. seviyorum işte. Sevip duruyorum.
Kollanmı açıp bütün insanlığı
ması, Oğuz'u çok sinirlendirdi. Onu sol ile
Düsünmekten ve
I
ku caklıyorum. Papatyalar gibi sizi kopanp
tanıştıran adamdı Türkel, şimdiyse bunca göğsümde tutmak istiyorum."
yıllık kavgalarından vazgeçiyordu. Gerek sevmekten korkuyoruz.
yaşanan gerginlikler gerekse maddi sıkın­ İlk Evlilik: Fikriye Fatma Gürbüz
tılar, dergi projesinin hayata geçirilmesine İnsan olmaktan
olanak vermedi. Bu kez de Olaylar, daha Yaşamı boyunca, her kadında biraz anne­
doğmadan, Atay'ın kollarında can verdi. korkuyoruz." sini aradı. Zaten o yüzden, ilk Fikriye'yi
Yalnız bırakıldığı düşüncesine kapıldı sevdi. Tehlikeli Oyunlar'ın Sevgi'si, bazen
Tutunomoyonlor
Atay. Ona düşünce dünyasını sorgulattılar Oyunlarla Yaşayanlar'ın Cemile'si, bazen
ve Atay'ın ülke aydınına olan güveni ilk de Tutunamayanlar'ın Nermin'iydi o. Ken­
kez o zaman sarsıldı. "Adam olmaz biz­ dinden birkaç yaş büyük, sade ve güçlü
den" dedi, ilk o gün. bir kadındı. Moda eğitimi almıştı. 196 1 'de
evlendiler. Bir yıl sonra da Özge'leri oldu.
"Kelimeler... Kelimeler, albayım, bazı Ev içinde yine şakacı, fıkralar anlatan bir
anlamlara gelmiyor." "Nedir bu 'kültür çorbası'? Duyuyor mu­ eş ve baba profiline sahipti. O ara, Uğur
sun, Oğuz Atay! Çınar elli, kızdı mı kezzap 'la BETONAR şirketini kurdu. Ve şirket
Size bir dosttan bahsedeceğim: Ömürlük gibi bakan, oysa iri çağla gözlü, kapılar­ battı! Onun ruhu sanatkardı. Mühendislik­
bir dost. Sıcak ve uzak bir ülkenin özlemi dan sığmaz, güzel adamım! O zamanlar, le filan olacak iş değildi bu, yazması
gibi içini kavuran dost i�tiyacı, onunla ta­ pek ayırdında değildin sanırım tutunama­ gerekti. Fikriye, 'Yaz.' dedi oysa. Kimsele­
nıştıktan sonra yerini ılıman bir sevgiye bı­ dığının." dedi Bener, Oğuz'un ölümünden re çaktırmadan bir deneme yazdı, Atay.
raktı. O arl<adaş, Oğuz'un ömrünün sonu­ yedi yıl sonra, güzel dostuna ithaf ettiği Onu da bir tek Bener'e gösterdi.
na değin arasının hiç açılmayacağı, onu 'Buzul Çağın Virüsü' isimli romanında.
farklı bir şekilde anlayan, kendisinden on Sonra annesini kaybetti kanserden.
iki yaş büyük olan ve çoğu zaman da ona "Canımlanm benim... İnsan Sevdiği birçok kişiyi alacaktı kanser on­
babalık yapan, öykü yazarı Vüs'at Bener kardeşlerim!" dan. Kimdi bu kanser? Ne istemişti onu
'di. Onun yanına gelince, dış dünya tüm 'Benim korkak oğlum' diye seven anne­
anlamını yitiriverirdi; insanların sesi kısılı­ Bir dönem arasının açıldığı Uğur Ünel'in sinden?
verirdi, tüm karmaşalar ortadan kaybolu­ evine gitti. Babalar ve Oğullar kitabı, onda
verirdi. Bener, meyhanede Selim'e sor­ kalmıştı. Hiç dargınlık yaşanmamış gibi, Fikriye, şüphesiz, Oğuz'u çok severdi.
madan Selim'in sevdiği mezeleri söyleyen aradan bir yıl geçmemiş gibi, kitabını al- Yalnız onun sevgi anlayışında başka şey-

KAFKAOKUR 5
lere pek yer yok gibiydi. Oğuz, okuduğu halde denizin mavisini bilmezdim yapra­ bıçak açmamış gibi, sanki o güne kadar
kitapları tartışmak isterdi; oysa Fikriye'nin ğın yeşilinin her mevsimde değiştiğine hep ıaı kalmış gibi, mürekkebi ve kağıdı
kitap okuyacak vakti yoktu. Klana da pek dikkat etmemiştim (.. .) seni tamdıktan yeni keşfetmiş gibi taştı. T ıkandığı
ayak uyduramamıştı. Onlar geldi mi hep sonra gözleri yeni açılmış bir küçük noktalarda, volta atardı evin içinde.
başı ağrırdı, bir köşeye kıvrılıp uyuyakalır­ hayvan gibi çevreyi şaşkın ve hayran ba­ Parmaklarının arasına alıp başını, gür
dı. Oğuz, bu evlilikte, eşyanın ve düzenin kışlarla insam ve insan o/mayam ayırma­ saçlarını karıştırır, düşünürdü.
içine sıkışmış gibi hissetmeye başladı dan in celemeye başladım"
kendini. Arada kalmışlığıyla kapattı ken­ Bir gün, eski dostu Halit Refiğ ile karşı­
dini yine, kayboldu satır aralarında Hesse' Uğur ile Sevin ayrılmışlardı. Altını çizmek laştı. Ona, bir roman yazdığını söyledi.
den Kafka'ya. isterim, boşanmalarının bu durumla hiçbir Halit önce şaşırdı, sonra sordu:
ilgisi yoktu. Sadece, benzer zamanlarda -Neyi yazıyorsun?
"Sevgi'nin beklediği uzun boylu prensin yalnız kalmış olmak, Oğuz ve Sevin'i bir­ -Bizleri yazıyorum.
işi oldukça zordu; ona bütün dünyanın birlerine yaklaştırdı. Sevin; heyecanlı, Sevin gitti. Londra'ya... Belki Oğuz'un
nimetlerini, bütün insanlardan kaçarak özgür ruhlu bir kadındı. Sevme gücüyle aşırı yoğun aşkının ağırlığı altında ezildi,
vermek zorundaydı." de yarışılmazdı. Arkadaşlarının da tanım­ belki de bir şeyler olmuştu. Bunu Oğuz
ladığı gibi 'pırlanta hediye edilecek bir dahil hiç kimse tam olarak anlayamadı.
Arkadaşları ile evi arasında sıkışıp kaldı ve kadın değildi o; ancak antika bir gümüş Tek bilinen, Polonyalı eski aşkına dön­
vicdanı ile sevgisizliği arasında sıkışıp kal­ takı verilebilirdi ona.' Bir kolu hep Lon- düğüydü. Dostlukları hep devam edecekti
dı ve onun dikiş dikerek evi geçindirme­ bir klan üyesi olarak ama sevgili Günseli
sini bilmezlikten geldi ve bu yüzden ken­ yine de gidivermişti işte. Artık, Oğuz
dine kızıp durdu ve ne yapacağını şaşırıp Atay'ın Tutunamayanlar'dan başka tutu­
kaldı ve kitaplar ile gerçek yaşam arasın­
da sıkışıp kaldı ve canım insanlara sessiz
"İnsanlar acıklı sözler nacak hiçbir şeyi kalmamıştı.

bir direnişe geçti. Bir gün yürürlerken


dinlemek istemiyorlar.
,
Tutunamayanlar
"Ben başkalaştım." dedi, ayrılmak iste­
diğini söyleyiverdi. Fikriye merak içindey­
Onları üzmek cok zor: Otobiyografik bir nitelik de taşıyan
di, neyi yanlış yapmıştı? Oysa kimselerin Tutunamayanlar, ülkemizde daha önce
bir suçu yoktu, herkes sadece sevmişti kitabı suratınıza denenmemiş bilinç akışı tekniği ile yazıl­
işte. "Sen bir şey yapmadın, ben değiş­ mıştı. Atay, yaşamı boyunca yanından
tim." dedi. Soğukkanlılıkla kabullendi fik­ kopotıveriyorlor; sıkışıp ayırmadığı yazarların motiflerini işledi.
riye de bu durumu. İçten içe, Fikriye'nin Dostoyevski ve Kafka'nın karakterlerin­
isyan etmesini bekleyen bir Oğuz vardı kolıyJrsunuz soyfolorın den esintileri, Vladimir Nabokov'u hisse­
oysa: derken tam, onların isimlerini anar.
orasında"
"Aman ya Rabbim! Hiç olmazsa 'Bunu Metinlerarasılık gibi riskli bir tekniği işle­
Günlük

!
bana yapamazsın, Coşkun f diye bağır, mişti. Hem de ilk eserini yayımlayacak bir
'Beni bırakıp nasıl gidersin?'ı filan diye ağ­ yazar olmasına rağmen... Olric'in de
la. Nasıl, bir gardiyan gibi s �ukkanil ola­ metinlerarası öğelerden biri olduğu tah­
biliyorsun?" Oyunlarla Yaşa nlar dra'daydı. Oğuz'a kitaplar getirirdi. min ediliyor. Belki Charles Dickens'ın Bü­
1968-69'da birlikte oturdular Beyoğlu'n­ yük Umutlar'ındaki Orlic, belki Ham­
Dünyanın bütün yükünü kita larına sığdı­ daki o evde. Sürekli resimler yapar, du­ let'teki Yorick, belki de Robert Musil'in

ran adam, giderken de sade e kitaplarını varlara asardı. Altına da 'sszyr' diye not Niteliksiz Adam'ındaki Ulrich, belki de
aldı yanına. düşerdi: Yani 'seni sevdiğim zamanlarda hepsini birden kapsayan bir gönderme

Sevin
I
I yaptığım resimler'. Dünyanın önüne çekil­
miş bir set gibiydi bu aşk. Oğuz'a ilham
içeriyordu Olric.

veren kadındı Sevin. Onu, Tutunamayan­ Kolektif bilinçaltını oluşturabilmek için


Size biraz da 'Günselim'den bahsetmek lar için daktilo başına oturtan kadın .. . Cervantes'in Don Kişot'u, Gonçarov'un
isterim. Böyle deyince olmadı tabii. Yani, Yazmaktan ölesiye çekinen Atay, Sevin ile Oblomov'u ve Shakespeare'in Hamlet'in­
Günseli ve Selim'den ... Yani Hikmet ve yaşadığı bir yıl içinde bitirdi Tutunama­ den faydalandı. Alaycı, ironik bir üslup
Bilge' den... Yani Oğuz ve Sevin'den ... yanlar'ı. Oğuz bir masada Tutunama­ belirlemişti kendine. En büyük 'tutunama­
Ah, Sevin ... yanlar'ı yazarken, diğer masada Sevin de yan' olarak gördüğü adamdı, İsa Mesih.
İngilizceye çeviriyordu. Sabahlara değin Ondan "Bizi İsa bile kurtaramaz." dedi
"Seni tammadan ön ce ağaçlann çiçek susmuyordu daktilo sesleri. Aceleci ve belki de. Bener'in de dediği gibi, gerçek
açtlğı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kararlı, sabırsız ve coşkulu . . . İçinden bir kültür çorbasıydı bu eser.
kaçmrdım derdi resim yapmayı sevdiğim taşar gibiydi yazarken. Bunca yıl ağzını

6 AFKAOKUR
Tutunamayan nedir? Yeni bir soluktu. Maddi darlıktan dolayı iki 'Bir zamanlar Tutunamayanlar diye bir laf
cilt halinde basmaya karar verdiler. Kapa­ etmiş'ti. 'Şimdi bunu çok hafif buluyor'du.
"Tutunamayan (dis conne ctus erectus): ğında Sevin'in fırça darbeleri. .. Turgut'un Kırgındı. Uğur, onun neyi başardığının bi­
Be ceriksiz ve korkak bir hayvandır. (. .. ) İlk düş bahçesindeki papatyalarla süslü... İlk lincindeydi, 'Geleneklerle çatışan her ya­
bakışta, dış görünüşüyle insana benzer. cilt 1971 'de, ikincisi ise ondan bir yıl son­ zarın kaderidir bu, O!':juz.' dedi. 'Sen de
Kendilerini korumayı b i l mezler. (... ) ra çıktı. öldükten sonra anlaşılacaksın.' Şiddetle
Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir ve öfkeyle karşı çıktı Oğuz buna. 'Yaşar­
kavgada başka bir h ayvanı yendiği ken anlaşılmaya mecbur'du. Canım in­
görülmemiştir. (...) Tutunamayanları avla­ sanlar, bunu ona borçluydu.
mak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla sü­
zerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan Şimdi düşünüyorum da onun kitaplarını
sonra tutup öldürmek işten değildir. (. ..) okurken ve severken, yüzümüz kızarıyor
Başlan daima öne eğik gezdikleri için, çe­ mu?
şitli engellere takılırlar ve her tarafları yara
bere içinde kalır." Tutunamayanlar "Kitabın birinci cildi tükeniyor ama ikinci
cilt olduğu gibi duruyor, depoda bekliyor.
Romanı bitirir bitirmez, Cevat Çapan ve Ya tek cilt zannediyorlar romanı ya da
Vüs'at Bener'e gösterdi. Albayım şaşkın, birincisini okuyanın ikincisine tahammülü
albayım ne diyeceğini bilemez: kalmıyor." diye yakındı Yurdanur'a. Oğuz
-Bu nasıl bir şey böyle? Atay, yazdıktan sonra dünyanın kendisi
-Bu kitaba ben bütün birikimimi koydum, için daha yaşanılır bir yer olacağını umar­
bir kelime bile çıkarmam! ken, daha mutsuz ve umutsuz bir adam
halini aldı.
Oğuz'un işinin zor olduğunu anlamıştı
albayım. Denenmemişi denemişti, büyük "Meydan Larousse"
bir cesaret vardı bu metnin içinde. "Bu kitap ne ciddi kavgaların ne büyük ve
T ürkiye'nin ilk avangart romanını yazmıştı yaygın sıkıntıların ne de ezilen insanların 76 sayfa imlasız yazdığı kısım ile sanki
Atay, gerçek anlamda ilk modernist romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç bunu bilerek yaptığı bilinmezmiş gibi kü­
eserini... Bu çok kalın dosya; insanın çekişlerinin romanıdır. Sizlere hizmetten çümsenen Atay'dan Meydan Larousse'ta
içinde başlayıp içinde bitiyordu. "Kısalt" şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: redaksiyon yapması istendi. Ansiklopedi
dediler, "Çok uzatmışsın bazı yerleri! " Tutunamayanlar." Tutunamayanlar işinde, Atay'ı Hakkı Devrim'e öneren,
içerlemişti biraz ama onlar daha iyi bilirdi. Adnan Berk'ti. Arama motorlarına hapsol­
Düzenlediler, kısaltılması gereken yerleri "İnsansız roman mı olur be kardeşim?" madığımız zamanlarda ciltleri arasında
kısalttılar. Ve son halini gösterdiğinde kaybolduğumuz ansiklopedilerde, par­
Uğur'a: "Bir daha düzeltirsem, bütün sa­ Mühendis Oğuz Atay, bir anda dışlanmış mak izi vardır Atay'ın.
mimiyeti yok olacak." dedi.. T RT Kültür, bir yazar oluverdi. O dönemde roman,
Sanat ve Bilim Ödülleri Yarışması'na ye­ toplumu bilgilendirmek, yol göstermek Uğur'la kalıyordu o ara. Hem teknik okul­
tişmeliydi. İmla ve düzeltiyi Yurdanur için yazılırdı çünkü. Bir ezen, bir de ezilen da ders veriyor hem ansiklopedi çalışma­
Salman ile yaptı. Belki artık anlarlardı onu. olmalıydı. Sınıf mücadelesi yoktu. "Aklına sına devam ediyor hem de sabahlara ka­
Hayır, anlamazlardı. Yarışmayı kazananlar ne geldiyse yazmış bu adam!" dediler. dar yeni kitabını yazıyordu. Daktilo sesle­
arasına girdi girmesine ama yayınevleri yi­ İnsansız roman yazmakla suçladılar onu, rinden başka, Uğur bile bilgi sahibi değildi
ne de onun bir 'ruh hastası' olduğunu dü­ 'gerçek insan' ve katmanlarını yazmışken kitapla ilgili. Bir kitaptan bahsediyordu
şünüyordu. Kime gitse ya 'çok kalın bir hem de. Eylemlerin ve siyasi karmaşanın günlüğünde: "Aşağılık bir adamın hikaye­
kitap' diyerek geri çeviriyorlar ya da ilk had safhada olduğu bir dönemde "Biz sini yazacağım."
seksen sayfasını gördükten sonra kitabı burada nelerle uğraşıyoruz, bu adam ne­
reddediyorlardı. ler yapıyor?"du. Atay'ın belki de tek Tehlikeli Oyunlar
hatası, yanlış bir dönemde sahneye çık­
Yayınevini yeni açmış, genç bir yayıncı, masıydı. Hayır, onun bir suçu yoktu. Oğuz Atay'ın en karmaşık döneminin
hem üniversite öğrencileri için hazırladığı eseri: Tehlikeli Oyunlar. Uğur'un "Sevin
"Topoğrafya"sı hem de ödüllü bir romanı "Ben kahramanlarının iplerini istediği gibi konusunda hiç yakınmadı, yalnızca yaz­
olan Oğuz Atay'ı merak etti: Hayati Asıl­ oynatarak insanlardan kuklalar yaratan bü­ dı." açıklamasından da anlaşılacağı üzere
yazıcı. Bir şekilde ulaştı esere. Çok öze­ yük roman cıların yeteneklerinden yoksu­ bir iç hesaplaşmaydı bu kitap. En iyi ro­
nerek ciltlenmiş bu güzel dosyayı görün­ num. Roman kahramanlarına uygulaya cak manı olduğu öne sürülen Tehlikeli Oyun­
ce çok etkilendi. Yapabildiği tek yorum şu büyük nazariye/erm
i , on/an peşinden koş­ lar'a bakınca, insan en karanlık dönemin-
oldu Asılyazıcı'nın: "Farklı, çok farklı ... " tura cağım büyük ülkülerim yok."

7
de ne yapıyorsa işte en güzeli o oluyor,
görüşüne katılmamak elde değil.

Eserdeki gecekondu imgesinin sınıfsal bir


göndermeden ziyade, içsel bir derinliği
vardı. Günlüğündeki notlardan da anlaşı­
lacağı üzere, o dönem Eric Berne'den
okuduğu Hayat Denen Oyun kitabından
etkilenmişti. Kendiyle ve Bilge'yle hesap­
laştı durdu. Tragedya ile komedyanın bir­
likteliğiydi bu. Bilincin ve bilinçaltının
odalarında gezintiye çıkardı bizi. Bazen
acıttı, bazen acı acı gülümsetti. 'Tehlikeli
oyunlar oynamak istiyor', 'bir yandan da
kılına zarar gelsin istemiyor'du. Sayısız
Hikmet vardı. Birbirleri ile uzlaşmak bil­
meyen bir dolu Hikmet. Hikmetlerden biri
'ben' olmalıydı. Ama hangisi? Hangi biri­
ne söz geçirecekti? Bilge de gitmişti. Al­
bayım da olmasa, hali pek yamandı.

"Biliyorum doktor, en çok merak ettiğin


organd1r kalbim. Onun bana ait olduğunu
söylüyorlar doktor. İşte buna dayanamı­
yorum. Aynca, bu kadar çok parça için­
de artık 'ben' diye bir şey söz konusu
olabilir mi? Hangi parçamın esiriyim? Kal­
bimin esiri. Ha-haf"

Ruhlar da nefes alıp verir ve yaşamak için


diği vakti boşa geçmiş sayardı Atay. Za­ inan'ı 'Oğuz' gibi anlatmak istiyordu. T üm
havaya ihtiyaçları vardır. Bazen gün
ten flörte filan da inanmazdı. Ömrünün baskılara rağmen ısrarla çıkarmadığı
yüzüne çıkması gerekir. Yoksa sıkışıp
son yıllarında, 1974 başlarında, sanat bölümler mevcuttur romanda.
kaldığı yerden, sahibini öldürüverir. Yal­
muhabiri bir kadınla tanıştı. Yirmili yaşla­
nızlığını paylaşabileceği tek şeydi Tehlikeli
rında, çok genç, zeki ve dopdolu bir ka­ Romandan Tiyatroya... Hangi Ara?
Oyunlar. Ölmemek için yazar gibi. ..
dın: Pakize Kutlu. Evlendiler çok geçme­
Atay'ı, buna insanlar mecbur etmişti.
den. Yaşına ve tecrübelerine nazaran çok Oyunlarla Yaşayanlar. .. Zavallı Coşkun . . .
Bazen 'iyi ki' diyorum. Sonra sövüyorum
daha bilge bir duruşu vardı. Çok da güzel Tutunamayanlar zincirinin son halkası.
bencilliğime.
yemek yapardı. Çocukluğunun kurabiye
kokan evine kavuşmuş gibiydi. Ona, Papi Bir oyundan çıktıktan sonra "Bu oyun kö­
1973'te çıktı kitap. Kapağını yine Sevin
derdi. Uyumlu bir kadındı, klana da he­ tü bir oyun" diyen Oğuz'a "Yaz daha iyi­
hazırlamıştı ve Tutunamayanlar gibi
men karışıverdi. Alabildiğine doğallardı. sini, ben oynayacağım, söz veriyorum."
Tehlikeli Oyunlar da "Sevin'e ..." diye baş­
Yeniköy'e taşınmıştı Oğuz bu dönemde. diye cevap veren Ali Poyrazoğlu'na ce­
lıyordu. Tutunamayanlar'dan da az ilgi
Bu evin dostu, okur ziyareti boldu. vaben yazıldı bu oyun. Kara mizah, bu
gördü, şimdi televizyon dizilerinde bile
kez vücut bulacaktı. Atay, bu oyunun
sürekli alıntılarının seslendirildiği bu kitap.
Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan sahnelenmesini çok istedi fakat ömrü
Oysa televizyonu da hiç sevmezdi Oğuz
bunu görmeye vefa etmedi. Mutlu ola­
Atay.
T ÜBİTAK kapısını çaldı bu kez Atay'ın. cağı her şey gibi bu da ölümünden sonra
Üniversite yıllarından bir hocasının biyog­ gerçekleşti.
Papi ...
rafik romanını yazmasını istediler. Genç­
leri bilime yönlendirmek adına yapılan bir "Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmı­
"Bir kız varrntş, albayım. Bilge gittikten
çalışmaydı bu. Başta heyecanlandı, kabul yoruz. Sefil ruhlanmızın korkak karanlığını
sonra sa hneye çıkarak beni
etti. Ama sürekli kontrol altındaydı cüm­ anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşa­
anlaya cakmış."
leleri. Bir süre sonra, bu kitap onun ol­ mıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi ya­
maktan çıktı. Atay, bu kitaba bir sipariş şıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utan­
Ona bir şeyler katmayan bir kadınla geçir-
gözüyle bakmaya başladı. Oysa Mustafa mıyoruz." Oyunlarla Yaşayanlar

8 KAFKAOKUR
Korkuyu Beklerken Çocukluğundan bu yana bedeni yüzün­ 13 Aralık 1977'de, önce berb ri lıhnıııl'y
den oyun dışı kalmış Oğuz Atay, bede­ gitti. Saçlarını kestirdi. Şakalaştılar. Sorırtı,

Tehlikeli Oyunlar'ı yazarken, Yeni Dergi'de nine hiç güvenmiyordu. Ailesindeki birçok Papi ile birlikte Altay Gündüz'ün evine qit ·
Beyaz Mantolu Adam isimli öyküsü ya­ kişinin ölümüne neden olan kanser de tiler. Atay, başı ağrıdığı için biraz istlrah 1
yımlandı. Çiçek Pasajı'nda, her gördü­ onun bu korkusunu körüklüyordu. En kü­ etmek istedi. Banyoya gitti. Kapıyı kilitle

ğünde, üzerinde asılı kemerlerle hep ha­ çük sarsıntıda büyük bir hastalığı olduğu­ memesi konusunda uyarılınca sinirlendi.

reketsiz duran kemerci adamın kurmaca na inanıyor, hatta öleceği düşüncesine Çağla gözleriyle bir bakış fırlattı, banyoya
dünyadaki yansımasıydı bu öykünün kah­ kapılabiliyordu. girdi ve kapıyı kilitledi. Hasta gibi yaşamı­
ramanı. Onu çok etkilemişti bu adam, bir yordu, bu yüzden, hasta muamelesi gör­
öykü oluverdi. Sonra filme almayı denedi Durumun vehameti, düşündüğü kadar mek de istemiyordu. Uzun zaman geçin·

ancak bu, amatör bir deneme olarak kal­ vardı. İlaçlarla geçecek ağrılar değildi ce tedirgin oldular. Altay, kapıyı kırdı.
dı. bunlar. Hangi ağrısını ilaçlar dindirebildi
ki? Yaşamda hep en ağır duygularla bo­ Demem o ki:
"Seni çok mu yalnız bırak tllar sevgilim?" ğuşan Oğuz'u yeni bir ağrı beklemek­ Oğuz,
teydi: Ölüm ağrısı. Çift görmeler, yürürken öldü.

Aynı yıl, 'Unutulan'ı yazdı. Fantastik bir sekteye uğramalar. .. Kaybedecek vakit Yosun tutmuş duygulara fısıldayan
kurgusu olan, imgelerden oluşan bir yoktu! Londra'ya gittiler. Beyninin iki ya­ adam . . .
öyküydü. Düşünün, o çatı katı belki de bi­ nında oluşmuş tümörler, yaşamının her Bağırması mı gerekirdi? Bilmiyorum.

linçaltımızın ta kendisidir. saniyesini sömürmeye başlamıştı. Atay, Şimdi, istediğimiz kadar ve istediğimiz
acilen ameliyata alındı. T ümörlerden yal­ 'gibi', anlayabiliriz onu.

Sonra, 'Korkuyu Beklerken' . .. Bu üç öy­ nızca biri alınabildi. Diğerleriyse bir yıl ya­
küde de buram buram Kafka esintileri şamasına izin verecekti. Yanm Kalanlar...
vardı. Etkilenmiş ve etkilendiğini de belli
etmişti. Sonradan Tahta At', 'Bir Mek­ 31 Aralık'ta, günlüğüne resmini çizdiği Kendi gibi bir nevi kırık hayatları yazan
tup', 'Ne Evet Ne Hayır'ı ve "Ben burada­ hastaneye sevk edildi. Sonra radyoterapi Halit Ziya Uşaklıgil'in biyografisini yaz
yım sevgili okuyucum, sen neredesin?" süreci başladı. Londra'daki günlerini eski maktı niyeti. Eseri hazırlamaya başladı
dediği 'Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya'yı sevgilisi ve yeniden dostu Sevin'in getir­ ama kaynak sıkıntısı yolunu tıkadı.
da kaleme alınca, öyküleri bir kitap oluş­ diği deftere bir şeyler yazarak veya dost­
turabilecek evreye geldi. Oğuz Atay'ın larıyla mektuplaşarak geçiriyordu. Sakin­ Ölmeseydi eğer, önce 'Eylembilim'i biti­
Franz Kafka'nın 'Babama Mektup'undan di. Ölüme yürüyen bir insanın umutsuz­ recekti. Sonra 'Geleceği Elinden Alınan
esinlenerek yazdığı 'Babama Mektup' luğu yoktu onda. Bugünlerde de en çok Adam'ı yazacaktı. 'Türkiye'nin Ruhu' var
sonradan eklenir bu kitaba. yaptığı şey, kitap okumaktı. dı daha. Üçleyecekti bizi bize; birey, dev­
let, toplum diye. Tam da küstüğü düşün
"Ben ölüyorum: g örmüyor musunuz? Ya­ 'Burada artık yapacağımız bir şey yok, celere, topluma dönmek üzereyken, gitti
zık, diye üzüle cek/er. Fakat haklı çıkmanın ülkene dön.' 43 yaşında öleceğini tahmin edemezdi.
sevin ci içlerini ısıta caktır. Beter olsunlar di­ Yarım kaldı.
ye ceğim; oysa beter olan benim ." "Düşüncem geç gelişti, biraz geç başla­
dım; biraz da erken bırakmak durumunda Peki , tozlu raflardan baş ucu kitabı
1976 yılı derin bir bezginlik içinde geçti. ka lıyorum. Geleceğini kaybetmek , yaşa­ olmaya nasıl terfi etti?
Şiddetli baş ağrıları başladı Atay'ın. Daha nan zamanı da boşlaştınyor. Ne yapayım,
hastalık bile yoktu gündemde ama o "Şu henüz biraz da ayakta durma gücüm var; Ölümünden yıllar sonra, günlüğü çıkıverdi
kitabı bitirsem de öyle ölsem" diyordu deneyelim, sonuç almaya çalışalım." ortaya. Bir gazete, sürekli ondan bahse
Eylembilim'i yazarken. 'Hayat bu kadar­ Günlük der oldu. Bir yayınevi tekrar bastı eserle­
mış' der gibi yaşıyordu. Oysa o, çok daha rini. Bir anda methiyeler dizildi hakkında,
fazlasıydı. Yakınları onun bir çeşit önse­ Pakize, önden gidip birkaç işi halletmek makaleler yazıldı. Üniversiteler, 'ilk mo
ziye sahip olduğunu düşünüyorlardı. istediğini söyledi. Aslında Pakize, Atay'ı dernist yazarımız' diye anlatmaya başladı
Tutunamayanlar'da da ara ara beyninde Sevin'le biraz yalnız bırakmak istiyordu. onu. Biz de anlayamadık, albayım. Susu
bir şeyler olan adamdan bahsediyordu. Maurice de aynı olgunluğu gösterdi. Bir yorsun madem, sen söyle Oğuz'cuğum
'Rüyalarımda bir şeyler oluyor.' diyordu daha birbirlerini göremeyeceklerdi. Sevin Atay: Görüyor musun tüm bu olanları?
günlüğünde. Daha fazlası oluyordu: ve Oğuz, bu günleri uzun sohbetler yapa­ Seni anlatmaya çalıştığım için, belki
rak geçirdiler. benim de canıma okuyacaklar. Okusunlar.
"Dün gece bir rüya; saatim patlıyor, son­ Hep birlikte 'Bat dünya bat' diyecegi ,
suz küçük çarklar, dişliler ortalığa yayılıyor, "İlaçlanmı alıp banyoya kapanıyorum. (. .. ) oysa batan biz olacağız. Batalım, çıkalım
toplayamıyorum, saat camı bir iç basınçla Durumu kimse g örmesin diye kapıyı kilit­ varsın, biz buradayız da sen neredesin?
şişiyor, dağılıyor." liyorum." Tutunamayanlar

9
Oğuz Atay
Teh likeli Oyunlar
Hepi n iz d ü nya çap ı n d ayd ı n ız . Devler
savaşı yapıyord u nuz . H erkes i n
göz ü n e bakmak zoru n d a ol d u ğ u m u
san ıyo rd u m . Savaş b itsi n istiyord u nı ;
fakat, an l aşmaya h i ç n iyeti n i z yoktu . .
Sizleri izlemekten yoru l m uştu m .
Acaba şi md i n e yapacak? B u söze
kızd ı m ı ? Düşü n ü r d u ru rd u m . Son ra,
kend i m i tesel l i ederd i m : O n l ar kend i
başları n ı n çaresi ne baksı n lar.
Oyu n l arı n ızı heyecan l a seyreden
saf b i r izleyic i g i biyd i m .
Oğuz Atay: "Beni hemen anlamalısın."

Oyunlar1a yaşayan , tehlikeli oyunlar oynayan, hayata tutun­


maya çabalarken yaşam korkusunu duyumsayan, bilim ve
yazın insanı Oğuz Atay karşınızda. Ve perde açılır, oyunumuz
başlar. İlk sahnede Atay sözü alır ve size seslenir.

"Ben buradayım sevgili okuyucum , sen neredesin acaba?"


(Korkuyu Beklerken / s.182)

Buradaydık. Oğuz Atay'ın ilk romanını, Tutunamayanlar'ı, yazdığı


Beyoğlu' ndaki evin önünde... Ben ona: "Gel beraber 'Oğuz A­
taycılık' oynayalım." dedim, o da geldi. Zira, Ece Temelkuran da larımdaydım ve yine devam edemeyerek aynı nedenle okumayı
oyunları sevenlerdendi. bıraktım. Benim Tutunamayanlar' ı okumam 30' 1 u yaşlarımın ba­
şıdır. Atay'ın diğer kitaplarını okumama rağmen Tutunamayanlar
Yanımda Tülay (Palaz) var. Hani elinizde tuttuğunuz derginin ile ilgili böyle bir mücadelem oldu. Hakikaten bazı kitapların, bazı
muhteşem kapaklan var ya, işte onu çizen isim. Birlikte papat­ yaşlan beklediğine, beklemesi gerektiğine inanıyorum."
yalar alıyoruz Ece'ye vermek üzere. Tutunamayanlar kitabının ilk
basımında kullanılan, Atay'ın büyük aşkı Sevin Seydi'nin çizdiği "Oğuz Atay'ın dünyasına adım atmak okuyucuyu hiç bekleme­
papatyalı kapaktan esinleniyoruz. diği bir zaman ve mekan algısına taşıyor gibi. Yine de kendiniz­
den, yaşantınızdan ya da sizin dışınızdaki hayatlardan bir şeyler
Biraz sonra o geliyor: Ece Temelkuran. Gülümsüyor. Elimde buluyorsunuz. Hatta çok şeyler buluyorsunuz." diye atılıyorum.
papatyalar, ' Bunlar sizin için," diyorum: 'Atay'ın papatyaları.. . ' Devam ediyor Temelkuran:
Tam o an, hafif bir rüzgar esiyor; yakıcı sıcakta bir ferahlık hisse­
diliyor aniden. Bu ferahlık, Atay'ın sayfalarından çıkıp kalbimize "Edebiyat tarihinde en çok merak ettiğim eser, Oğuz Atay'ın
üflüyor nefesini: Günlük'ünde sözünü ettiği ve yaşamını yitirdiği için tamamlaya­
madığı T ürkiye'nin Ruhu kitabıdır. Yine de şimdi dönüp bakınca
"Yumuşak bir hava dalgası araya gi;erek terini kurutmaya baş­ Türkiye'nin ruhunun Tutunamayanlar olduğunu düşünüyorum.
ladı. Kendinden memnun gülümsedi: 'Papatyalar ne güzel, değil Bu yapıt, bu ülkede yaşamanın nasıl bir ruh hali doğurduğuna,
mi Nermin?' ... Şımarık şımarık sırıttı: 'Yaşasın papatyalar; canım 'buralı' olmanın ne demek olduğuna dair yazılmış bir duygusal
papatyalar. Seviyorum sizleri. Sizler ki bütün kış toprağın altında, anatomi kitabı gibi. Merak ediyorum: Bu eserin ne kadarı bir
yalnız bizi düşünürsünüz ve ilkbaharda hemen seriliverirslniz başka ülke okuru için anlamlı olur? Duygu ne kadar geçer?
ayaklanmızın altına. " (Tutunamayanlar / s. 39) Geçmesi mümkün müdür?

Kafka Okur'un son sayısını çantasına, papatyaların yanına koyan Ben, mümkün olmadığını düşünüyorum. Oğuz Atay' ın eserlerin­
Ece Temelkuran ile kahvelerimizi söylüyoruz. Kahvelerimizin ya­ deki duygunun bir başka dile aktarılabilmesi için, anlattığı 'Türki­
nına, Atay'ın anılarından parçalar ekliyoruz. Gülüyoruz, düşü­ yeli olmak' adını verebileceğimiz, o karmaşık deliliği çıkarmak
nüyoruz, hayret ediyoruz... Derken, söyleşimize başlıyoruz: gerekiyor. O da zaten Tutunamayanlar olmaz ve karakterlerin
"Merak ediyorum. Siz, Oğuz Atay'ı ilk okuduğunda anlayabilen­ · niye tutunamadığını hiçbir zaman anlayamaz okur. Ulysses eseri
lerden misiniz, yoksa anlayamayanlardan mı?" neden okunuyor dünyada? Kabaca, İngilizce yazıldığı için, diye
cevap verebiliriz. İngilizce konuşulan bir dünyada okunuyor
Gülümsüyor önce ve başlıyor Atay'ın dünyasına attığı ilk adımı olması daha anlaşılabilir. Atay da çok etkileniyor bu yapıttan
ve sonrasını anlatmaya: aynca. Çünkü bir edebi damar açıyor yazarı olan James Joyce.
Bir insanın her şeyi yazma çabası... En son örnek, Kari Ove
"Tutunamayanlar'la başladım okumaya Atay'ı. Çok iyi hatırlıyo­ Knausgaard' ın Kavgam kitabıdır buna. O da bence söz ettiğimiz
rum, benim için yıllarca bir mesele oldu Tutunamayanlar. İlk ' damara girmek' çabasında. 'Bir insan hakkında -mümkünse­
elime aldığımda 16 yaşımdaydım ve üç yıldır ciddi kitap okuyor­ her şeyi anlatarak o insanı anlamak, bireysel hakikate varmak'
dum. Türk edebiyatını daha az, dünya edebiyatını daha çok oku­ konulu bir sorunsalın etrafında oluşan bir edebiyat bu."
yordum. Sait Faik'e hayran olduğum yıllardı bunlar. Derken,
Oğuz Atay'a geldi sıra. Atay'ın kült olmaya başladığı yıllardı, Atay'ın toplumsallığın önüne bireyselliği koyduğunu, rı kil

1980' 1erin sonu, 90'1arın ilk yıllarıydı. Hiç unutamıyorum; Tutuna­ gelişimin bireysellikten geçtiğine inandığını hatırla t ıyoı ı ı ı ı ı
mayanlar'ı 1 35. sayfasına kadar okudum ve bıraktım. Çünkü ga­ "Özellikle ' Ne Yapmalı?' adlı metinde bundan söz llyrn f llıı y,

yet berrak hatırlıyorum ki ' Ben, bunu okursam intihar ederim.' kitleyi oluşturan en küçük birim ve bu nedenle çok r ıı 11 ılı 1 11 1 1 1 1 1

dedim. Tutunamayanlar' ı okumaktan bilinçli olarak vazgeçtim. için. Bireyin taşıdığı özelliklerin niteliği, toplumu y ı Ilı ı

Üniversite ikinci sınıfta kitabı tekrar elime aldım. 2 1 -22 yaş- da çökertir, diye düşünüyor." diyorum;
;

"B�. .,g.,. \
oğµ z Atay il e 1 ı 1· .1 bu söylediğinin tersini düşünüyorum. zer satırlar vardır ve muhtem 1 n uz Alııy, Musil'i bu nedenle

o\ dugu
Atlıy, toplumcu u, söyleyen birçok yazardan daha fazla çok sever; kitabın baş karakteri 40'1ı y • lmın geldiğini ve umut
düşünüyor �� Konuyu. Hatta sadece bu konuyu düşünüyor. vadeden bir yazar olduğunu belirtir v 'Bu daha ne kadar böyle
Merhametsizliğin, güdüklüğün ve iğdiş edilmişliğin bu kadar devam edecek?' der. Bazı insanlara doce umut vadetmeyi
sarstığı bir yazar var mıdır, bilmiyorum. Aklıma gelen diğerleri: yükleriz. Bu da okur için çok iyidir çünkü damıtılmış eserler
Tezer Özlü, Sevgi Soysal ve Sevim Burak. Fazladan, yalnız bir çıkmasını sağlar. Yazarsa, bir çocuk oyuna alınmadığında ne his­
adam olmak ya da böyle hissetmek; 'bu ülke neden böyle, bu sediyorsa onu hisseder. Özünde bu... Kimsenin sizi sevmediğini
insanlar neden böyle'nin kahroluşunu daha derin yaşatıyor ona. düşünürsünüz ve bu da dünyanın en korkunç duygularından bi­
Bu da eserlerine yansıyor." ridir."

Eserlerine yansıyor. Bu, çok doğru. Atay, birbirine benzer konu­ Burjuva yaşamına karşı sergilediği sert duruşu ve uzaklığına vur­
ları ele alıyor aslında. Karşıtlıklar üzerine kurulu bir iç dünya ve gu yapıyorum. Burjuva ile ilgili konuların Atay'ın eserlerinde sık­
bireyin benlik arayışı. lıkla yer alması, Temelkuran'ın da altını çizmek istediği bir konu
oluyor:
Temelkuran, direksiyonu, tüm bu eserlerden yola çıkarak, tutu­
namayanların kimler olduğu üzerinde iz süren bir yola kırıyor: "Burjuvaya mesafeli olmak, entelektüel burjuva olmanın temel
şartı. T ıpkı büyükşehirlerde yaşayıp büyükşehirden nefret etmek
"Şimdi düşünüyorum da Atay' ın kitaplarını 1990'1arda daha çok gibi... Kendi sınıfına öfke duyan kişi, kendine karşı bir öz öfke de
erkekler okurdu. Hala öyle mi, bilmiyorum. Erkeklerin kült yazarı geliştiriyor. Hiçbir sınıfın yapamayacağı kadar -alt ya da üst fark
gibiydi. Erkek dramı meselesi, burada kendini gösteriyor. Bu etmeksizin- kendi kendini eleştiriyor. Bu da bireyin kendini yok
dramdan beslenen çok yazar vardı, günümüzde de var. Bir edişi halini alabiliyor. Atay'ın edebiyatının da böyle bir öz öfkeden
yanıyla acıklı buluyorum bu durumu; çünkü tüm insan ilişkilerini doğduğunu herkes söyleyebilir. Onu diğerlerinden ayırt edense,
kendi hayatlarındaki gibi değerlendiriyorlar. Bu yazarların bunu sonuna kadar götürüp bütün içtenliğiyle anlatmış olması.
eserlerinde de Atay'ın eserlerinde de kadın karakterler biraz u­ Atay'ın çağdaşı olan ve öz öfke taşıyan birçok yazar, alt sınıfı
zaktadır. İkinci plandadır. Bazen kötüdürler hatta. Burjuva ha- · taklit ederek yaşamayı tercih etmişken Atay, kendi çevresinin
yatının taşıyıcısı olmak gibi... Kadınları böyle anlatmak, kadınlan içinde kalarak bu karşıt ve kanşık meseleyi anlatmaya çalışıyor."
uzağa koyan bir edebiyat olarak geliyor bana. Oğuz Atay ile ilgili
olumsuz herhangi bir şey söylemek benim haddime değil Atay'ın "Gülmek en ciddi eylemdir Olric." satınndan hareketle
elbette. Hakikaten büyük bir yazar ve beni çok etkilemiş biri. Temelkuran' a yazarın mizahi yönünün esere kattıklarını hatırlatı­
Zannediyorum, tüm Türkçe yazan yazarları etkilemiştir. Günü­ yorum.
müzde birçok yazar da ona bağlılığını kendi kitaplarında ifade e­
der. Az'da Hakan Günday'ın yaptığı gibi... Bugün baktığımda, "Onun eserlerinde ağır sarkazm var aslında. Sözünü ettiğin mi­
Atay'ın tadını -spesifik bir tattan söz ediyoruz- anlattığının çok zah, acı acı gülümseten bir mizah; güldüren bir mizah değil. Tüm
ötesinde incecik bir duygu olarak Barış Bıçakçı' nın kitaplarında roman boyunca acı acı gülümsüyoruz. Bu ülkede büyürken ma­
görüyorum. Onda da kadın karakterlere uzaktan bakılıyor. ruz kaldığımız baskın söylemi anlatırken ve bunu Tutunamayan­
Erkekler arasındaki derin dostluk daha ön plana çıkıyor. Ortak lar'da şiirler, şarkılar, monolog ve diyaloglarla şizofrenik bir
dramın paylaşıldığı bir ahbaplık var. Bir kadın edebiyatçı için şekilde yeniden üretirken acı acı gülümsetiyor. Örneğin, eğitim
bunları söylemek zor. Bu, edebiyatın derinliğini kavrayamamış, sistemindeki yanlışlıklar gibi.. İngiliz kültürüyle beslenmiş bir ya­
kuru bir feminist bakış açısı olarak algılanabilir. Ben, bu duruma zar olarak, geleneksel bir (sense of) 'humour'a sahip değil. Onun
düşmek istemem doğrusu. Ama böyle de bir tarafı var ve Türki­ 'humour'unun İngiliz 'humour'una yakın olduğunu düşünüyorum.
ye' deki yaşayışla ilgili bu. Kadın dramlarının anlatılması yeterli Az gelişmiş toplumlarda en çok korkulan şeylerden biri, alay edil­
heyecanı vermiyor demek ki. Erkeklerin dramı, kadın ve erkek mektir. Belki de Oğuz Atay'ın bizimle alay ettiğini düşündükleri
okur tarafından daha çok ilgi görüyor. Kadınların kendilerini bu için okur ve eleştirmenler ilk etapta sevmediler onu. Atay'ın yap­
kadar açık anlatması, hoş karşılanmaz. Sevgi Soysal'a bakın ya tığı şey, insanlarla alay etmek değildi oysa; 'gelin, beraber bu du­
da Tezer Özlü' ye. Hemen hemen Atay ile aynı dönemlerde yaşa­ ruma acı acı gülümseyelim' demek istedi o. Sanırım bunu yap­
mış ve eser vermişler. Yaşadıkları dönemde bizim bugün onları maya cesaret edemediği için birçok insan ne yazık ki onun ölme­
ciddiye aldığımız kadar ciddiye alınmamışlar." sini bekledi Atay' ı sevmek için."

"Bir yazarın anlaşılamama kaygısı... Bu beğenilmemişlik, anlaşı­ Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar kitapları Atay tarafından bü­
lamamışlık duygularının getirdiği içerleme Atay'da ne fırtınalar yük aşkı Sevin Seydi' ye ithaf ediliyor. Bu bilgilerden yola çıkarak
koparmıştır? Bunu bir yazar olarak yanıtlarsanız, nasıl değerlen­ aşktan söz etmek istiyorum. Bir de kitaplarından bildiğimiz A­
dirirsiniz Atay'ın okura olan küskünlüğünü?" tay'ın mutsuz ve yalnız bir adam izleniminden.

''Tutunamayanlar'da Ulyses, Niteliksiz Adam, Oblomov gibi eser­ Tam, sözü bu konuya getirecekken Temelkuran bu konuya gi­
lere göndermeler var. Robert Musil, Dostoyevski onu etkileyen riyor: "Biz, yalnız bir adamsan söz ediyoruz. Aşklarını da yalnız
yazarlar. Musil'in Niteliksiz Adam eserinin başlarında şuna ben- yaşayan bir adamdan... İki kişiyken bile aşkını tek başına yaşıyor

14 KAFKAOKUR
\1
ve aslında bundan besleniyor. Sevgilileri aslında birer iyi metin manımdaki Ayşe karakterinin aynı tarihlerde dünyaya gelmiş ger­
fakat bundan önce belirtmek isterim ki son derece zeki bir adam çek kişisini karşımda görünce inanamadım. Bu, büyülü bir şey­
Atay. Yazı yazan insanlar, söz sahibi olarak, siyasetin konu­ di."
şulduğu bir dönemin Türkiyesi'nde tüm bunların üzerine çıkıp o­
radan bu memlekette yaşama.nın trajedisini anlatıyor. Atay ise Tam bu noktada Oğuz Atay' ın Tutunamayanlar'ın ana ka­
bunu saf edebiyatla yapılabileceğini biliyor. Bu, Atay'ı özel bir ye­ rakterlerinden Selim Işık ile kurduğu özdeşimlere değiniyorum.
re koymamızın nedenlerinden biri fakat siyasette saf tutmadığı
için daha da yalnız bırakılıyor. "Tüm bunların arasında öyle bir detay var ki tüyler ürpertici..."
diyorum. "Tutunamayanlar romanında Selim Işık, ölmeden önce
Gelelim mutsuzluk mevzusuna: Onu okuduğumuzda böyle dü­ -yani intihar etmeden önce- banyoya kendini kilitliyor.
şünüyoruz. Oysa Atay, hayatında mutsuz bir adam değildi ben­
ce. Bu mutluluk ve mutsuzluk meselesini de zaten biz abartı­ Beynindeki tümörün İngiltere' deki tedavisinden sonra ülkesine
yoruz. Mutluluğun bir hedef olması son 20 yıllık mevzu tüm dün­ dönen ve hayatının son dönemlerini yaşayan Atay, kötü hissettiği
yada. Oğuz Atay'ın şöyle duşünmediğine eminim: 'Ben mut­ bir gece banyoya gidiyor. Ve ölüm onu, aynı, karakteri Selim gibi
suzum, mutlu olmalıyım.' Bir yazar, zaten böyle düşünmez. Mut­ orada yakalıyor."
suzluk değil bu. Bir derinlik meselesi."
Kısa bir seslikten sonra sözü alıyor Temelkuran:
Atay' ın bir diğer sorunsalı da Doğu-Batı. Bu sorunsalın Temel­
kuran' ın kaleme aldığı kitaplarda da göze çarpması dikkat çekici "Çağlar öncesinde peygamberlerin şairlerle çok karıştırılmasının
diye düşünüyorum. Bunu onunla paylaştığımda: nedeni şairlerin ayrıca birer de kahin olduklarının düşünülmesidir.
Bunun mistik bir şey olmadığını düşünüyorum. Yazdıklarını
"Bu, hepimizin meselesi. Çünkü hepimiz Doğu ile Batı arasındaki yaşıyorsun. Bu hikayede tüyler ürpertici olan, hayatını bir metne
bir köprüde yaşıyoruz. dönüştürmesidir bence. Bu kadar yalnız bir adam, bunu yapar.
Kendisini yazarak var etmiş/yok etmiş bir adam, böyle ölür."
Atay, eski ve yeni Türk edebiyatına aşina olan bir kuşaktan
geliyor. öte yandan, Mussil, Dostoyevski, Joyce, Hesse, Gon­ Ve soru Oğuz Atay'ın kendisinden gelsin istiyorum: Eylembilim
çarov gibi dünya edebiyatından birçok değerli yazarı okuyor. adını verdiği metninin ana kişisi, Servet Gözbudak'tan. "Bir
Muhtemelen çağdaşlarını da takip ediyordu. Bu, hem çok büyük insan, özellikle benim gibi bir insan, ne zaman yazmaya başlar?
bir zenginlik hem de büyük bir baskı. Türkiye' nin bir köprü ol­ Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, dü­
duğunu düşünüyorum. Köprü, bir yer midir? Hayır, köprü, yer­ şündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa
lerin arasında bir yersizliktir. O köprüde yazmak, vicdan bas­ ulaşır?"
kısıdır. Doğu'yu da Batı'yı da kavrıyorsunuz ama ikisinin birbirine
tercümesizliğini görüyorsunuz. Kendi hayatında yaşadığı prob­ "Eylembilim' i kaleme aldığı dönemde, bugünkü kadar kan ba­
lematiğin sebeplerinden biri de bu. Tutunamayanlar'ı İngilizceye ğımlılığı, kan alışkanlığı yoktu bu ülkede. 12 Mart 1971 ' de darbe
çevirtmek istemesi, başka bir yere konuşmaya çalışması, bunu oldu. Evet, o tarihlerde çok ağır olaylar yaşanıyordu ama
da naiflikle yapmaya çalışması, bize her şeyi anlatıyor." 1980' 1er ondan daha ağır, 1990' 1ar daha da ağırdı. 2015'e gel­
diğimizde küçük çocukları öldürüyorlar patır patır. İlk kez gözler
Üniversite arkadaşlarıyla derslerde oynadığı sözcük oyunla­ önünde bir çocuğun öldürülmesi, Erdal Eren' dir. Erdal Eren'in ö­
rından, eserlerinde sıklıkla rastlanan oyun vurgusuna; Oyunlarla lümünü görmedi Oğuz Atay. Dolayısıyla, bu soruya yanıt olarak,
Yaşayanlar eserini tiyatro sahnesine taşıma çabasından, Beyaz onun yarattığı baş karakter Servet Gözbudak vasıtasıyla söy­
Mantolu Adam öyküsünü filme çekme uğraşına kadar; oyunu leyecekleriyle benim söyleyeceklerim arasında fark olur. Benim i­
hayatından eksik etmiyor. Biz de burada Temelkuran --He 'Oğuz A­ çin 'yoğunluk nereye varmalı' meselesi tamamen ortadan kalktı.
taycılık' oynadığımıza göre sözü bu oyunlara getiriyorum: "Aca­ Çünkü hiper-yoğunluk var. Hastalıklı bir kayıtsızlık geliştirme ça­
ba Ece Temelkuran ne zaman oyun oynar? Bunlar, hangi oyun­ ğındayız. Bu yaşananlara tanıklık ettikten sonra Atay'ın metnin a­
lar?" na kişisi vesilesiyle sorduğu bu soruya yanıt vermek kolay değil.
Oğuz Atay, ölümünden bugüne kadar yaşanan olayları görseydi
"Roman yazarken insanda gerçekten ister bir yönetmen gibi de­ kuşkusuz ki 'bu kayıtsızlık nereye varacak' sorunsalını da eser­
yin, ister bir yarı tanrı gibi deyin, karakterler doğuruyor olmak lerine daha yoğunluklu C?larak taşırdı. Ya da en başta söylediğimi
çok büyük bir heyecan ve tarif edemeyeceğim tatta bir mutluluk yineleyebilirim ki Türkiye'nin Ruhu kitabını keşko bıtlrebllseydi. . '
.'

hissettiriyor. Okurların dünyasına giren ve onlar tarafından ya­


şatılan bu karakterler, yazarda garip bir duygu durumu yaratıyor. Bizse bu keşke ile bitiriyoruz sohbetimizi. N çok keşke var...
Bu karakterlerin gerçek insanlar tarafından oynandığını görmek Bunu, Temelkuran'a söylemek istiyorum arnu t u t uyorum kendi­
istiyorsun. Tam ifade edemeyeceğim bir duygu ... Yazara içinde mi. Bugünlük keşkemiz bu olsun, diyorum. Na ılsn bu hayata tu­
zalimlik olmayan bir muktedirlik hissettiriyor. Şöyle de bir hoş hi­ tunmaya çalışırken nice keşkelerimiz olacuk. ŞlrmJllık, sadece
kaye anlatabilirim: İzmir Kitap Fuarı'nda Devir romanımın kah­ karşılıklı gülümseyelim.
ramanlarından Ayşe Bakar gelip kitap imzalattı bana. Devir ro-

AF AOKU 15
7 1 Öykü
Sıfıra Doğru Sayı

CANSU CİNDORUK
Hayatta yalnızca bir kez yaşanan iki şey: Doğmak ve ölmektir.

Herkesin kendi evinin önünü süpürdüğü, çocukların sokaklarda


top koşturduğu, ne çok uzak ne de yakın bir zamandı. O devrin
insanları ya daha huzurluydu ya da sıkıntılar evlerden dışarıya
pek sızmıyordu. Aylin'in küçük yuvası da böyleydi. Dört duvarın
arasında ne yaşanırsa yaşansın, sanki bir marifetmiş gibi, kimse
sesini çıkartmazdı. Aylin, biraz da bu sebepten, her şeyi yalnız
yaşardı. Sevinçlerini bile kimseyle paylaşmazdı mesela. Yalnız
olduğu zamanlarda ağlardı. Yanında kimselerin olmadığı her an,
dünyanın ne kadar kalabalık olduğunu düşünürdü. İnsanlara ba­
kardı uzun uzun. Bunlar, yalnız insanlara iyi gelen şeylerdi.

Aylin, yine kapının önüne çıkmış, mutlu görünen insanları seyre­


diyordu. Hepsinin kendine ait koca bir dünyası vardı sanki. Her­
kes kendi yörüngesinin etrafında dönüyor, kendi yıldızlarının ara­
sında ışıldıyordu. Sahiden, göründükleri kadar huzurlu muydu bu
insanlar? Aylin, ne zaman gülümseyen birini görse mutluluğa ye­
niden inanmaya başlardı. Derken, bu inancı da birkaç saat geç­
meden kaybolurdu. Dar alanda kendini avutma yöntemleriydi
bunlar. Bu yaşına kadar hep "küçük şeylerle mutlu olmak" fikriyle
avunmuş, sonra, büyük bir derdin altında ezildiğinde küçük şey­
lerin aslında hiçbir anlam ifade etmediğini fark etmişti. Ne de
kulaklarımızı bile tıkıyorduk. Acıdan farkındalığımıza perde indiği
olsa acılar bizi gerçekliğe yaklaştırırdı. Demek ki bu mutlu görü­
an, ölmüşleri bile yaşıyor sanıyorduk. Hepimiz birer Aylin'dik,
nen insanlar, aslında gerçeklikten epey uzaktaydı.
zorluklarla büyüdüğümüz için çok çabuk olgunlaşıyorduk.

Yalnız birinin böyle mutlu bir kalabalığı fazlaca izlemesi sakınca­


Aylin son vermeye kıyamadığı bir hayata yeniden başlamak için
lıydı aslında. Bir noktadan sonra insanın karnına ağrılar girebili­
bu buluşmaya gidiyordu. Aslında karşı taraf durumdan haberdar
yor, elleri üşüyebiliyordu. Gerçi, Aylin sağ eli üşüdüyse sol baca­
olmadığı zaman buna bir buluşma denemezdi fakat adı her ne
ğının altına koyardı elini ısıtmak için. "Bir başkası elimi tutsun."
olursa olsun, Aylin için yapılması gereken tek şey buydu. 'Hayata
diye üzülmezdi. Buna lüzum yoktu.
yeniden başlamak' ise biraz iddialı bir düşünceydi. Yeni bir sayfa
açmak zor olduğu kadar da ürkütücüydü fakat insan iyileşebil­
Çok geç kaldığını fark edince telaşla eve girdi. Aylin'i çok önemli
mek için her şeyi yapardı.
bir buluşma bekliyordu. Evde yapılacak onca iş varken hepsini
yarım bırakıp hazırlanmaya koyuldu. Sonra, ütü bastığı ceketine
Bu adamla yüzleşmek için ilk kez bu kadar kararlıydı. Artık, on­
babaannesinin mavi boncuğunu iğneledi. Ne zaman şansa ihti­
dan kaçmayacaktı. Zaten birinden kaçsa bir başkası ile burun
yaç duysa, hep bunu yapardı. Hızlıca evden çıktı. Beş dakika
buruna geliyordu. Bu adamlar her yerdeydi. Ne kadar kaçarsa
yürüdükten sonra kapıyı kilitlemeyi unutmuş olabileceği aklına
kaçsın, sonunda kendini kovalıyordu. Sıfır çizmek gibi bir şeydi
geldi. Emin olmak için eve geri döndü. Kapı kilitliydi de kim bilir
bu. Yuvarlak belirginleştikçe insan sıfıra doğru yaklaşıyordu.
anahtarı nereye koymuştu? Aylin'in aklı arada giderdi böyle.
Ocağın altını dört kez açık unutmuştu. Annesi hep diyordu ya, Adamın adresini avuç içlerine kazımıştı. Y ürüdü. Bildiği tüm so­
gerçekten şans eseri yaşıyordu. Herkes gibi, "hayat" denen o in­ kaklardan geçti. Adamı o son bıraktığı yerde, kırmızı apartmanın
ce çizgi üzerinde gidip geliyor, düşmemek için çabalıyordu. köşesinde sessizce beklerken buldu. Hata dudaklarında eski ve
alaycı bir gülümseme vardı. Aylin bir adım atınca adam geri çe­
Acaba, kadınlar erkeklerden daha mı kolay aklını yitirebiliyordu?
kildi. Aylin ona biraz daha yaklaştı.
Evet, erkeklerden çok daha hassastık ama bir o kadar da güç­
lüydük. Bize yapılanları affetsek bile unutmuyorduk örneğin. Bir Adam, bir sonbahar sabahı yaptığı gibi, hiçliğe karıştı.
hatayı affetmek ile kabullenmek arasındaki ince çizgiyi çok iyi bi­
liyorduk. İntikamımızı almadan uyumadığımız gibi, tekrar ayağa Bu sefer tek bir fark vardı: Ölmemişti.
kalkmamız da uzun sürmüyordu. Canımız yandığında gözümüz
kapalı yürüyorduk. Ve hatta, yaramız çok derin olduğu zaman Demek ki insan yalnızca bir kez ölebiliyordu.

16 KAFKAOKUR
ROh-i Mücerred Gözlerin Ele Veriyor Seni
ZEYNEP ZİLAN KEZER ALİCAN BAYAR
Ben bir ağaç olsaydım, kökü siz olurdunuz. hangi ihanet tesadüfle açıklanabilir
Kızıl kahveye çalan yapraklarım, ve hangi yalan yeniden, yeniden örter?
Nisanda güz rengi bir gölge olur güneşin önüne geçen bulutlar mı
Ve dallarını kırmızı heceler dökerdi. saklayacak suça meyilli halleri?
Sarmaş dolaş kavramaya yeltenirdi cümlelerim toprağı delikanlılık vurup çıkalı çok oldu kapıdan.
Haddini aşan sözcüklerimse biraz mahcup yontu lmuş duygular var
Di' l i geçmiş bir zamandan bahsederken. nasır bağlı duvarlarında meyhanenin,
Yazmaya çırpınır da kalemim, eskimiş fotoğraf kareleri. . .
Sizi dökmedikçe başarısız kalacak tüm dizelerim.
ah, çoktan geçmişte kaldı geçmiş zaman kipi!
Ben bir ağaç olsaydım, suyu siz olurdunuz. hiçbir tesadüf benden daha iyi tanıyamaz seni.
Kayıp bir çölde mukaddes bir vaha
Belki tarihi bir Osmanlı hayratında mesela biz, İzmir'in korku kokan,
Ya da garip bir kulun göz yaşında kavga kokan sokaklarında,
Taştığınız yuvaya sığmıyordunuz, sırt sırta deyince yüreklerimiz,
Öyle ki zerreniz harlamaya yeterdi kızgın güneşi sen sol koldun, bense sol bacak;
Ve durmak bilmeyen eylül yağmurları delice kıskanırdı sizi solduk senin anlayacağın, solumuza kadar
T itrek bir kuru daldan ibaret bedenim ve solumuzda boğ ulduk
Size doğru kök salacaktı, usulca şimdi,
Ürkek ve bir o kadar da nazlı bir sevgili edasıyla. yarım jetonluk ömrümüzde olsak olsak
tek şeritli yolda u dönüşü yapan
Ben bir ağaç olsaydım toprağım siz olurdunuz, eski model yeşil bir Mercedes.
Küflü bir yalnızlık gibi saracaktınız tüm kıyılarımı,
Belki miskin bir balıkçı kayıkhanesinde yeşerecek sen iyisi mi itiraf et gerçeği, çabuk ol;
Ve bu köhne kuytuda demleyecektik biriktirdiğimiz yaşları. tükür karanlığın içersinden şehvetle zehrini
Sırtüstü uzanıp çamura, çünkü geceleri çıkıyor gün yüzüne, zaman,
Gökyüzünde arayacaktık cümlel erimizi, sönmeye çeyrek kalmış hastalıklı yıldız ...
Hangi gezegende düşürmüştük kim bilir? kapat gözlerini ve az öteye çekil lütfen.
boğazına kesik atıyorum aramızdaki bağın.
Sebebinizle zemheri yaşıyor şimdilerde içim. en sevdiğimiz şarkıyı hatırla!
Ne kızgın kumlar odanın benden artakalan çaresiz yanlarına
Ne de kızıl güneş tesir ediyor. savurmalıyım en içten küfürlerimi
İçi boşalmış ağaç gövdeleri
Susuz bir toprağı kovalıyor. hiçbir yolculuk benden daha iyi anlatamaz:
Ve gelin görün ki; şimdi tesadüfen ölecek olsan
Ne ben bir ağacım, köküm var gözlerin ele verecek seni!
Ne de siz benim toprağım, suyum.

ŞiİR KAFKAOKUR 1 7
7 1 Öykü
En Sevdiğim
Sayı

EZGİ AYVALI
"Hiç zahmet edip kalkma o sandalyeden." dedi Turgut
ayakkabılarını giymeye çalışırken. "Hoş, zaten kalkmaya­
caksın." Kapıyı açmaya yeltendi. Vazgeçti. "Ne olacak
biliyor musun? Yalnız yaşlanacaksın. Öylece geberip gi­
deceksin bu evde." Nazlı'nın bir solucan gibi masaya eğil­
miş bir şeyler çizen haline bakıp yutkundu. Uykudan arta­
kalan zamanlarda, Nazlı'yı gördüğü tek hal buydu ve bu
görüntü artık midesini bulandırıyordu.

İçeri girmek istedi. İçeri girip masanın üzerindeki kalem­


leri, kartları, boyaları dağıtmak istedi. içeri girip ortalıkta
görünür ne varsa kırıp dökmek istedi. İçeri girip onu bu­
lunduğu bu dehlizden dışarı çıkarmak istedi. Derin bir ne­
fes aldı, kapı kolunu bıraktı, içeri girdi.

"İnsanların seni tanımasına izin ver Nazlı. Böyle saklana­


rak, içine kapanarak hayatını geçiremezsin. Bu nasıl ha­
yat? Eve tıkılıp kaldık böyle. Yeter, ben çok sıkıldım." Sus­
tu, bekledi. Önce Nazlı'nın bir şeyler söylemesini, sonra
gözlerini yumup sakinleşmeyi bekledi. "Hadi çıkıp birkaç
arkadaşla buluşalım. Yemek yiyelim, bir şeyler içelim. Bak,
dönünce çalışmaya devam edersin yine. En sıradan in­
sanlar kadar sosyalleşelim, ne olur yahu!"

Nazlı hala tepki vermiyordu bu söylediklerine. Önündeki


şablonda duran, bir haftadır üzerinde çalıştığı adamı izli­
yor, parmaklarını çizgilerin üzerinde gezdiriyor, bir yandan
da düşünüyordu. Adamın karakterini, özelliklerini, aksak­
lıklarını düşünüyordu. Ve adını. . . Adı ne olmalıydı?

Turgut yine sinirlendi. Geri döndü kapıya ve bağırmaya


başladı: "Yetti artık! Sana kimse yardım edemez. Boşuna
konuşup çenemi yorduğumla kalıyorum burada. Sen var
ya, hiçbir şeyi hak etmiyorsun. Sen! Bu hayatı da hak
etmiyorsun, bu işi de. O kartlarla oynayan çocuklar, bun­
ları senin gibi aciz bir kadının hazırladığını bilse eminim bir
daha asla, ama asla!"

Turgut sustu. Bitirmedi cümleyi. Yeğeni Ali'yi düşündü.


1 : ' ' 1
Tanısaydı Nazlı'yı, sever miydi yine bu kartlarla oynamayı? 1
1 1
ı'
1
,_

Ali'nin, bir gün kendi kendine oynarken "Amca bak bu en


sevdiğim." diye getirdiği kartı hatırladı sonra. "Ne bu?" di­
' ı
ye sormuştu Turgut. Ali, karttaki kahramanın bütün özel­
liklerini tek nefeste anlatıvermişti: "Bak amca, bu Noksahii. 1 '

En önemli özelliği, görünmez olması. Gücü 1 55 , bundan


güçlüleri de var ama bunun hissetme-sezme yeteneği 355.
Yani çok! Bu yüzden hepsini yenebiliyor!" Gayet sıradan
gelmişti Turgut'a Ali'nin anlattıkları. Çocukların ilgisini çek­
mek kolay, diye geçirmişti aklından; gösterdiği karta hiç ,..-_�

bakmadan. Sonra Ali devam etti: "Onu böyle yapan ne, Aslı Babaoğlu

18 KAFKAOKUR
söyleyeyim mi? Bak gözlüklerine, bak elindekine. Bu adam Doğruldu. Masanın altına uzanıp koltuk değneğini aldı. Tutunarak
aslında kör. Görmüyor. Ama görünmez olabiliyor. Amca en kalktı. Salondaki ve holdeki pencereleri açtı. Hak veriyordu Tur­
sevdiğim kart bu benim, çünkü en güçlüsü bu, Noksahii." gut'a. Bir şeyler değişmeliydi artık. Evin içinde dolaşıp bir süre
bunu düşündü, bir şeyler yapılması gerekiyordu. Farklı bir şey­
Turgut donakalmıştı. Ali'den diğer kartlarını getinnesini ve özellik­ ler... Aklında uzun zamandır bir şey vardı ama neydi? Ara sıra ak­
lerini anlatmasını istedi. Ali, büyük bir coşkuyla yaptı bunu: "Bu lına geliyor, sonra çalışmaktan unutuyordu. Değişik bir şeydi.
Virara. Uçabiliyor. Gücü 260 ama kolları olmadığı için bütün gücü Neydi?
ayaklarında toplanıyor. Ve çok yükseğe zıplayabiliyor, çok! Ra­
dile çok zeki, zeki olduğu için diğer kartların enerjilerini de toplu­ Banyoya girdi, yüzünü yıkadı ve aynada uzun uzun yüzünü sey­
yor. Ama bedeni çok güçlü değil. Bu yüzden diğerlerinin enerjisi­ rederken hatırladı unuttuğunu. Hızlıca masasına döndü, bir kah­
ne ihtiyacı var. O zaman çok güçleniyor." ve doldurdu, üzerinde çalıştığı, adını bir türlü koyamadığı kahra­
manının çizimini tereddütsüz buruşturup attı kovaya. Evet, deği­
Daha neler vardı o kartların içinde ve nasıl dikkatini çekmişti Tur­ şik bir şeydi aklındaki. Hiçbir eleştiri veya yorum almamıştı bu
gut'un. Konuşamayan, yürüyemeyen, iyi görünmeyen ve daha konuda. Haklıydı Turgut, insanlardan saklanmayacaktı artık. Tek
nice karakterin onlarca özel yeteneği, sihirli gücü vardı. Bütün bacağı olmayan bir kadın çizdi önündeki şablona. Elindeki koltuk
öğleden sonrayı, mahalledeki arkadaşlarıyla bira içip geyik yap­ değneğine yükledi bütün sihrini kadının. Yayınevini aradı, bu an­
mak yerine, Ali'yle ve kartlarla, sonraki günleri de yeğeninden dan sonraki bütün kahramanlarının kadın olacağını söyledi.
ödünç aldığı Noksahii kartının arkasında yazan ismi bilgisayar
başında araştırmakla geçirmişti. Bugün,

Hala ayakta durup elinin kapıda olduğunu fark ettiğinde çekti Ali, kartlarla oynamayacak kadar büyüdüğü için sadece kolek­
elini Turgut. Bu yaşına kadar düzgün bir iş tutturamamış olması siyon yapıyor. Y ıllar önce arkadaşından kazandığı Noksahii kartı,
mı Nazlı'ya böylesine saldınnasına sebep oluyordu? Oysa az ön­ koleksiyonunun başköşesinde. Amcasına verdiği kartı çoktan
ce hatırladıkları, Nazlı'nın işinde oldukça başarılı olduğunun kanı­ unuttu Ali.
tıydı. Ayakkabı dolabının kenarında duran tabureye çöktü.
Turgut; evinde, koltuğa uzanmış, televizyon izliyor. Kanallar
Evet, çok tepki almıştı ama bunun yanında çok da övgü topla­ arasında dolaşırken Nazlı görünüyor ekranda. Onun canlı yayın­
mıştı bu kahramanlar. Siparişler kesilmiyor, aksine çoğalıyor, ço­ daki canlı yüzünü, gözlerindeki parıltıyı, öz güvenini, olgunluğunu
cuklar, gençler, hatta bazı yetişkinler, yeni çıkacak kartları merak­ izliyor Turgut. Kartlarla başlayan bu yolculuğun hafta başı viz­
la bekliyordu. Düne kadar kendisi de buna hayrandı ve gururlanı­ yona giren animasyon filmine nasıl ulaştığını anlatışını izliyor
yordu, ama bunların hiçbiri şu an yaşadığı duyguyu tam olarak Nazlı'nın. Midesi bulanmıyor bu defa.
adlandırmaya yetmiyordu.
Yan koltukta oturmuş dergi okuyan karısının gözü ekrana ilişiyor
"Biraz olgun davran lütfen." dedi Nazlı kafasını kaldırmadan. bir an, "Navaki çıktı!" diye sesleniyor arkaya dönüp. Küçük bir
Nihayet bir cümle kurabilmiş olmasına mı sevinmeli, aralarındaki kız koşup geliyor koltuğun arkasından, t�levizyona bakıp çığlık
yaş farkını yüzüne vurduğuna mı üzülmeli, karar veremedi Tur­ atıyor: "Navakii!"
gut. Tabureden kalktı: "Çocukça davranıyorum, öyle mi? Allah
kahretsin. Tamam. Çocukça davranan benim ve şimdi kalkıp Yerdeki tek bacaklı oyuncak bebeği alıp kanepeye, Turgut'un
buradan gidiyorum. O çizdiğin süper kahramanlardan biri, bir yanına koşuyor çocuk. Bebeği gösteriyor: "Baba bak, Navaki'nin
gün oradan çıkar ve seni kurtarır umarım. Ben burada kalıp sana bir bacağı yok ama Navaki çok güçlü!"
acımak yerine, uzaktan yaptığın işe hayran olmayı tercih ediyo­
rum. Hiçbir şey söyleme ve sakın zahmet edip o sandalyeden 'Biliyordum' diyor Turgut, içinden.
kalkma."
Kızı devam ediyor: "Koltuk değneğinde çok sihirli güçleri var.
Turgut, tek hamlede açtı kapıyı, çıktı. Katta duran asansöre bindi Hem boya, hem kalem olabiliyor biliyor musun bu değnek? Kötü
ve zemin tuşuna basarken 'Tabii' dedi içinden, 'zaten kalkmaya­ adamları hep yeniyor bu kalem değnekle.''
caksın.'
'Biliyordum' diyemiyor lurgut, içinden bile.
Nazlı, bir süre daha hareketsiz oturdu orada. Belki birkaç saat. ..
Kahvesinin bittiğini fark edince yan masadaki kahve makinesine "Hepsinden de güçlü, biliyor musun baba? Senden bile güçlü!"
doğru uzandı sandalyesinden kalkmadan. Kendini gördü o an Koşturuyor salonun ortasında: "En sevdiğim Navaki!"
görünmez bir aynadan. Vazgeçti.

Turgut'un evden gitmesi çok şey hissettirmemişti, sadece 'kilidi


değiştinneliyim' diye düşündü bir an. Rahat girip çıksın, istediği
gibi sosyalleşsin diye geçen ay bir yedek anahtar vermişti ona.

KAFKAOKUR 19
Songul Çolak
1 Sinema
Gözlerinde Güneş Tutulması: Türkan Şoray
sayı 7

DİLARA ULU
lüşünü kaçırmamak için gözlerimizi kırpmaya korkacağımız bir
Seneler, seneler evveldi; kadın.

Bir deniz ülkesinde


Kara kız geliyor, kara kız!
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İlk filminin ardından, uzun bir süre sonra yeni bir teklif gelir: 'Aşk
Ed g ar Allan Poe
Rüzgarları'. Filmde dönemin jönlerinden Göksel Arsoy ile birlikte
oynayacaktır. Filmin senaryosuna göre, Arsoy'un üç sevgilisi var­
Kendi şiir defterinin ilk sayfasında yer alan Annabel Lee (Edgar dır. T ürkan da utangaç ve mahcup yapısından dolayı terk edilen
Allan Poe) şiirindeki denizkızıdır T ürkan. 'Hiçbir şey düşünmezdi sevgiliyi oynamaktadır. Galada bütün dikkatler, terk edilen sevgili
sevilmekten, sevmekten başka.' üzerine odaklanır. Filmin sonuna doğru izleyiciler T ürkan Şoray'ın
adını bilmediğinden 'Kara kız ile evlen!' diye bağırmaya başlar.
Elini yüzüne koysan avuç içini öper Türkan. Badem şekeri Işıklar yandığında, gözler onun üzerindedir. Böylece, T ürkan, se­
elinden alınmış bir çocuk gibi bakar. Bıraksan bütün istanbul'u, yircileriyle hala süren gönül bağını ilk kez 'Kara Kız' olarak kurar.
hatta dünyayı sırtında dolaştırabilecek kadar büyüktür, sıcaktır
yüreği. T ürkan'ı yavaş yavaş izleyip dinlemeli. Ezberimize lazım Ardı ardına film teklifleri gelmeye başlamıştır artık. Yılda ondan
olan kadınlardandır o. fazla film çeviren Türkan, dönemin jönleri ve usta yönetmenleri
ile aynı setleri paylaşır. Perdelere sarınıp şarkılar söyleyen küçük
Halit Şoray ve Meliha Sav çiftinin 1 945 yazında sultan gibi bir kız, artık sarıldığı perdelerden sıyrılmış, kendi büyüsüyle bizi sar­
bebekleri olur. Ailenin yeni ferdi ile zaman akarken, baba Şo­ maktadır.
ray'ın polis maaşı, geçinmelerine yetmez. Bu yüzden, T ürkan
Şoray'ın annesi de çalışmak zorunda kalır. Yalnız ve sevgi ara­ 'Seni gördüm, gelmeden duramazdım.'
yışındaki her çocuğun yapacağı gibi, Türkan da evde kendi Acı Hayat
ütopyasını yaratır. Kardeşi Nazan dünyaya geldiğinde, o da bu
ütopyanın güzel bir parçası olur. T ürkan, okul yıllarındaki müsa­ İlk ödülünü Ayhan Işık ile oynadığı 'Acı Hayat' filmiyle alır. Filmde
merelerde, milli bayramlarda yeteneğini gösterme fırsatı bulur. karşımızda manikürcü Nermin vardır. Sevdiği adamı ağlayarak
Eve geldiğinde de kendini perdelere sarıp sarmalar, şarkılar söy­ terk etmek zorunda kalan Nermin, alışıldık mutlu sonların dev­
ler. rimini yapar.

Mutluluklar da acı izler taşır. Lise yıllarındayken anne-babası ay­ Türkan Şoray, sinemayla büyür, bütün ilklerini kamera karşısında
rılır: Türkan, dedesiyle yaşamaya başlar. Mutlu hayatındaki bu acı yaşar. ilk kez kamera karşısında öpüşür, kaza yapar, utanır, kı­
izle, bize, güçlü kadınların mevsimi olmadığını, her zaman nasıl zar... Annesinin koruyucu kanatlarından sonra, Rüçhan Adlı'nın
gülümsemeleri gerektiğini gösterir. Gözleriyle konuşup sessizli- koruyucu kanatlarına sığınır. Aşkını da büyük yaşar T ürkan. On
ğiyle büyüler. \ dokuz sene boyunca, güvendiği kanatlar limanı olur. Solmayan
gülüşüyle içimize işlerken, bize sevmelerimizi sorgulatır. Türkan
Hafta sonları annesi ve kardeşiyle hasret gidermek için Ka­ gibi sevmek vardır. Türkan gibi beklemek... Beklerken bile yal­
ragümrük'teki evlerine gider. Ev sahipleri Emel Yıldız'dır. Nam-ı nızlığının penceresinden hepimize gülümser.
diğer Panter Emel; büyülü sinema dünyasını, kocaman gözlerini
açarak ilgi ve merakla kendisini dinleyen Türkan'a anlatır. O an­ Seyirci artık onu komşusu, kardeşi, anası, sevgilisi olarak gör­
lattıkça T ürkan daha fazla merak eder. meye başlamıştır: Türkan 'biz'dir. Bu bağ güçlendikçe T ürkan'ın
üzerindeki sorumluluk artar ve Türkan da artık kendi kurallarıyla
Emel, T ürkan'ı yeni başlayacağı filmin setine götürmeye karar oynamaya başlar. Evet, 'Mine' filmine kadar yıkılmayacak olan
verir. T ürkan şaşkın, Türkan meraklı . . . T ürkan utangaç ve gü­ kanunları gündemdedir. Bu kanunlar, setlerdeki şartlarla ilgili bir­
zel. .. Setteki o suskun büyüsüyle göz kamaştıran T ürkan'ı, ilker çok konuyu içerse de herkesin aklına ilk olarak 6 . madde
İnanoğlu fark eder ve Sultan'ı olacağı o büyülü dünyanın kapıları -Filmde öpüşme ve açık sahne olmayacaktır.- gelir: Fakat o dö­
ilk film teklifiyle açılır. nemin şartlarına bakıldığında film şirketleri birbirinin neredeyse
aynısı olan ticari filmler ürettiğinden, Türkan'ı T ürkan yapan, as­
İlk filmi 'Köyde Bir Kız Sevdim' çekilirken, annesi, çok sevdiği lında bir nevi bl! kurallar olur.
biricik kızını bir an olsun yalnız bırakmaz. Kamera ışıkları yanınca
yeni bir kadın doğar: İzlerken, bir anlık duruşunu, bakışını, gü- Kurallarına rağmen, aranan bir yıldızdır. İlk başlardaki utangaç,

KAFKAOKUR 21
mahcup kadın rollerini üzerinden atıp yine her tavrında ken­ lür." T ürkan, haberi okuduktan sonra Sefa Önal'ı arar ve yeni bir
dimizden bir parça bulacağımız rollerle karşımıza çıkar. Güllü film için senaryo çalışmalarına başlarlar. Böylece 'Dönüş' filmi or­
olup kulağının arkasına iliştirdiği gülle, eli belinde, şakalar yapar. taya çıkar. Ama bu kez farklı olacaktır. Türkan, kamera arka­
Çengi Naciye olup delikanlılığı öğretir. Gülcan olup, köyün sındaki erkek egemenliğini yıkıp kendi filmini kendisi yöne­
ağasına baş kaldırır. Elif Ana olur, evladının derdine derman tecektir. Kadın başına bu işe bulaşmasın, diyenlere inat, işini alnı­
bulmak için bütün istanbul'u hasta çocuğunu sırtında taşıyarak nın akı ile bitirecektir.
dolaşır. Edebiyatın sinemayla harmanlanmasıyla da Çalıkuşu,
Akşam Güneşi, Sinekli Bakkal, Hanımın Çiftliği, Gramofon Avrat, 'Oda içindeki suya, düğme ucundaki ışığa, o medeniyet
Yedi Kocalı Hürmüz, Cemo, Sultan Gelin ve daha birçok eserde dediğin bir şeylere değiştin mi, sattın mı bizi?'
"Yaşasaydı eğer nasıl olurdu?" dediğimiz karakterlerin ete kemi­ Dönüş
ğe bürünmüş haliyle karşımıza çıkar. Bize, kelimelerin ne anlam­
lara gelebileceğini öğretir. Elinin hamuru ile Türkan, birbiri ardına gelen ödülleri kaldırır.
'Dönüş', yurt dışındaki festivallerde gösterime girer. Bir kadın yö­
'Sevgi de yetmiyormuş. Çok eskiden rastlaşacaktık.' netmen olarak Türkan, artık yurt dışında da tanınmaya başlar.
Vesikalı Y arim Kolay değildir elbet, dünyanın en çok sayıda filmde oynamış ka­
dın oyuncusu olmak.
Filmlerini en sevdiğimiz kelimelerle anlamlandırmaya çalışırız.
Ömrü yoktur bu filmlerin. Zaman eskitemez, eksiltemez onları. 'Ziyanı yok, gülüşü yeter.'
Bin yıl önce de sonra da aynı şekilde hissedilebilen duyguları ya­ Selvi Boylum Al Yazmalım
şatır. Sefa Önal, Sait Faik Abasıyanık'ın 'Menekşeli Vadi' öy­
küsünden esinlenerek yazar Vesikalı Y arim'i. Vesikalı Sabiha'nın ?O'lerin ortalarında neredeyse her eve dünyayı gösteren kutuların
kara gözlerinden okunur Manav Halil'e olan aşkı. Aşk varken ba­ gelmesi, sinemayı durağanlaştırır. Çekilen film sayısı azalmak­
kışlarda, kimin iyi, kötü, haklı veya haksız olduğu önemli değildir. tadır. Ama T ürkan, bu dönemde de karşımıza Kadir İnanır'la bir­
Sabiha, bize aşka nasıl bakılacağını, aşkın nasıl büyütüleceğini likte şiir gibi bir kadın olarak çıkar. Cengiz Aymatov'un 'Kırmızı
öğretir. Eşarp' kitabındaki al yazmalı Asya'dır. Elinden tutsanız yüreğinin
sıcaklığını hissedebileceğiniz Asya, bize sevgiyi sorgulatır. Çocu­
Bizi filmleriyle büyüten Türkan, her yerdedir. Balıkçılarda, hamsi ğuyla, selvi boylu İlyas'ın kamyonu arkasından bakmak oluverir
kokuları arasında, balıkçı güzeli Azize'nin şarkıları mırıldanılır. onun için bir anda sevgi.
Azize, tezgahlar arasında kırmızı beresiyle, yaramaz haliyle do­
lanır. Kara gözlü Azize, 'Her şeye sahip olmak isteyen, elindekini 'İnsan sevebileceği birini bulana kadar, kaç kişiyi sevdiğini
de kaybediyor.' derken, güneş tutulması vardır Azize'nin göz­ zannediyor?'
lerinde. Farklı açılardan, farklı güzellikte görülebilen bir tutulma ...
Mine
'Sevemedim ka ra gözlüm, seni doyunca . . .' diye şarkıyı söyle­
meye başladığında ağlıyordur Azize. O ağlarken, bulutsuz bir Toplumsal gelişmelerle birlikte sinema da yeni bir boyut kazanır.
gökyüzünden kalbimize dolular yağar. Ağlamasın isteriz yada Seksenlerde gündemde artık erotik filmler vardır. T ürkan, büyük
ağlayacaksa göğsümüze yatsın ki saçını okşayabilelim. aşkı sinemadan vazgeçmemek için Mine filmiyle tabularını yıkar.
Filmde, bir sene sonra evlenip dört yıl evli kalacağı, canının bir
Belki Azize'nin saçını okşayamayız; ama 'Kara Gözlüm' filmiyle, parçası Yağmur'unun babası Cihan Ünal ile birlikte oynar.
duygularını her bir hücremize kadar hissettirebilen efsane bir ikili
doğar. Türkan, Kadir İnanır'la birlikte daha birçok kez kalbimize İki binli yıllarda; sevmelerin, sevilmelerin kadını, dizileriyle de ya­
dokunur. 'Devlerin Aşkı' filmiyle, zamanın ve hırsın bile sevmelere nımızdadır. İkinci Bahar'ın Hanım'ıyla; gözümüzden, dilimizden
engel olmadığını gösterirler. Filmdeki T ürkan'ın diğer aşığı sakınır, saklamak isteriz onu. Tatlı Hayat'ta Sevinç'lere boğarken
Süreya Bey'in de dediği gibi, artık 'On/an kimse durduramaz.' bizi, hayatımızın kadını o olmalı, diye düşünürüz. T ürkan, Su­
na'dır, bundan dokuz yıl önce çekilen son filminde. Elli yıldan
O naif dokunuşların sahibi T ürkan'ın cesur hali, zaman zaman fazla süren bu aşkın hasretiyle yanar gönlümüz dokuz senedir.
başına dert açar. Cemo filmi çekilirken, filmin son sahnelerinde
T ürkan attan düşer ve felç tehlikesi atlatır. Elazığ halkı bu duruma Belki bir gün tekrar, diye cümleye başlamanın hüznü var içimde.
o kadar üzülür ki belediye, Türkan Şoray'ın sağlık durumu hak­ Özlem sevgiyle beslenirken, beklemelerimizin üstüne katranlar
kında günlük anonslar yapmak zorunda kalır. Hatta Elazığ'da, dökmek istiyorum. Hepimizin hayatında unutulmaz bir izin var,
T ürkan'ın üzerinden düştüğü atın kahrından öldüğü rivayetleri okşamak istediğimiz izler... Beyaz perdenin her zaman senin ışı­
yayılır. ğına ihtiyacı var 'Sultan'ım. "Halk özlemiyle oluşmuş bir mitostur
ve ulaşılmaz bir ya/n tzlık i çin dedir." demiş senin için Cemal Sü­
Sağlığını korumak için bir süre sinemadan uzak kalan Türkan'ın reya. Gel, sultanım! Yalnızlığın başkentinde, içinde sadece sevgi
içi içini yer. Bir gün, gözü gazetedeki bir habere takılır: "A/­ olan surlar kuralım, gözlerimizden okusunlar mutluluğumuzu ve
manya 'ya çalışmaya giden adam, kansının kendisini aldattığını 'Ayırmasın Mevla'm bizi ömür boyunca .. .'

duyar. Türkiye 'ye onu öldürmek i çin gelirken trafik kazasında ö-

22 KAFKAOKUR
Kurabiye ile Mercimek Çorbası Kendime Ait Bir Oda
GÖKHAN COŞKUN ESRA PULAK

• Ne vakit yere sıkı bastım, o vakit yerden


yükseldim. Hayal ettiklerimi
gerçekleştirebilmek için ihtiyacım olan
tek şey, kendime ait bir odayd ı; kalbimdi.

• Bir gönülden akan sular, diğer gönüle yol


olur.

• Gerçekler akşam güneşi ile batar, sabah


güneşi ile yen iden doğar.

• Sevmezsek öleceğiz; sevmekten


öleceğiz!

• Gün geceye karışınca hafifler m iydi


dünya?

• Aslolan, bu kalp, bu gökyüzü.

• Sağlığın afiyetimdir.
Öncelikle şunu bilmeni isterim ki o şirin
kurabiyelerinle beni baştan çıkarabileceğini • Başlangıca cesaret, sürekliliğe sabır ve
bitişe asalet yakışır.
sanıyorsan yanılıyorsun. Yemezler. Yiyemezler...
Zira kalbime giden tüm yol lar yine böyle melali,
• Geçen, sadece zamandı.
daha çok hazan mevsimlerinde rastlanan ve
hüzü n kokan akşam üstlerinde akan • Dışı serin olanın, içi de katı olur.
gözyaşlarının sebebiyet verdiği yürek
• Hazır bulmuşken birbirimizi, çok sıkı
parçalanması, ciğer parelenmesi gibi beşeri
sarılalım! Ta ki tüm korkular yok oluncaya
olaylar (koroner heyelan) neticesinde kapandı. kadar.
Sen böyle uzun cümlelerden, duygusal
betimlemelerden çok hazzetmiyorsun, zaten • Ve yeniden güneşle dans etmemi istiyor
zaman.
lisede de çok bil inmeyenli denklemler çözen
seksi bir m atematik dehasıymışsın diye d urumu
• Bu bir düş dahi olsa; varım!
bilimsel verilerle özetliyorum bak. Senin yaşın
kadar düğüm var beni m boğazımda. Kuru kuru • Adına dünya denen bu yerde, birinin
kurabiyeyle olmaz o işler, anlıyor musun? Hem yaşamının son u, diğerinin yaşamının
başlangıcı olur.
ağızda da olsa dağılan şeyleri sevmiyorum ben.
Bütün olmalı, akıp gitmeli alabildiğine. • H ayaller gerçek o l mak için vardır.

Asma suratını hemen. Becerebiliyorsan acısı • Yüreğime dokundun ya, artık her mevsim
sonbahar.
süzülmüş bol şefkatli bir mercimek çorbası yap
da içelim sıcak sıcak. İçimiz ısınsın.
1 Deneme
Yarın İntihar Ettim, Dün Aşık Olacağım sayı 1

DİLAN BOlYEL
Çorabım ıslak. Sinirlenmem için geçerli bir neden.

Yalnız insanların en büyük hüznüdür eve koc-ca bir


karpuz alamayışları, mesela.

Elli beş yıl daha mantıklı kalıp kendimi sadece


geliştirsem; mesela her gün bir kitabı noktası
virgülüne kadar okusam da sonra herifin birine aşık
olsam... 'Küt!' diye silinir mi o bütün bilgiler bilgi
haznemde? Muhtemel-elbet-olasılık.

Günlerce kinini taşısam birinin, aldığı ahımın son


kullanım süresi bile çoktan geçse...

Aynada önce onu, sonra yansımamı görsem.


Bunca biriken kinin ardındaki ilk karşılaşmamızda
parmağının ucuna iğne batsa, bildiğim, ettiğim ya
da verdiğim tüm kararlar silinir süpürülür o anda,
mesela. O kanayan parmağın kanayan noktasını
dudaklarımla iyileştirene dek çabalarım, kesin.

Çorabım ıslak. Gıdıklanmam için geçerli bir neden.

Yalnız insanların en büyük keyfidir uyumadan önce


ayak topuklarını kremlemek, mesela.

Ay batsa, batarken aklına Ahmet Kaya gelse...


Kadehini ona kaldırsan . . .

Bak mesela bu iki kişilik b i r resital o l u r ancak.

Güneş doğsa, doğarken bütün şehir uyusa...


Perdelerini ona açs�n ...

Bak bu da tek kişi lik bir ayin olur ancak.

Yarın intihar ettim, bu benim en özgür iradeli


kararımdı.

Dün ise aşık olacağım, bu ise gül yüzümü en


berbat gülümseten gök gürültüsü olacak midemde.

Çünkü üstüne yağmur yağacak, tüm şehri, tüm


beni, tüm seni ve tüm yamalak hisleri yıkayacak.
Çünkü bir otuz güne kalmaz, en sevdiğim mevsim başlayacak.
Ve büyük ihtimalle, babam bu yazıyı anlamayacak.
Annem ise beni üzen kişiye ah edecek. Kuş uçsun Füruğ, sen onu boş ver; biz az daha sabredelim Nilgün.

24 KAFKAOKUR
SEDA ELYILDIRIM Sayı 7 1 Kitap
- Ex Libris -

1 °' 1 1 \ K \ :\l l'l'S( H

3096 GÜN

İÇİNDEKİLER

7
Bir Sevdanın Belgesi •

N•hit. Hanım (Cemal Süreya) • 13

"Ölümsüzlük" insanoğlunun kafa yorduğu olguların başında gel­ dından önce sadece saray ve kiliseler himayesinde bulunan
mektedir, bu sebepten bir yerlere kayıt tutmalı ve ismini kazı­ kitaplar, 15. yy. da matbaanın icadıyla, kitapsever burjuva kesi­
malıdır yeryüzüne. Kendi varlığını sürdüremese de ona ait bir­ min kendi kütüphane olgusunu geliştirmesiyle, daha yaygın ola­
şeyler kalmalıdır bir yerlerde, yazmak nasıl bir ihtiyaç ise, sak­ rak kullanılmıştır. Böylelikle, artık kitapları kaybolmayacak ve
lamak da öyle bir ihtiyaçtır işte... ödünç verdiği kişilerden geri alınabilecektir. Kitaplarıyla arasında
özel bir bağ kuran insanlar için sadece kendine ait bir tasarımı
Exlibris de işte tam da bu sebepten ortaya çıkmıştır. Yaradılışı kitaplarına mühürlemek, mülkiyet duygusundan kaynaklanır ve
gereği insanoğlu sahip olmayı varlık ile birleştirme eğiliminde bu­ diğer herkesten kendini ayrıcalıklı hissetmesine neden olur.
lunmuştur. Kaleme, kitaba, yazara değer veren, aidiyet duygu­
sunun baskın geldiği, kültürel düzeyi yüksek toplumlarda, in­ Kitabın gözle görünür kalıcılığının, sizin benlik duygunuza da
sanlar kitaplarının kendilerine ait olduğunu belirtmek ve kaybol­ sağlamlık ve kalıcılık kazandırdığı aşikardır. Sahibine "benim"
malarını önlemek adına, ekslibris yaptırma ihtiyacı duymuştur. duygusunu kazandıran, oldukça tatmin edici bu graksel desen­
ler, kitap sahibi ile arasında özel bir bağ oluşturur ve aynı zaman­
Latince bir deyim olan Ex Libris kelime anlamı olarak, " ...Kitap­ da , kitabı ödünç alan kişiye bir uyarı niteliğindedir. Kitabı ödünç
lardan" demektir. "...'nin Kitaplığı, .. .'nın Kütüphanesi" anlamına alan kişi her kapağı açtığında, onu asıl sahibine götürmek hissi­
gelir ve kitabın genellikle ilk sayfasında bulunur, kitabın kapağı yatı ve zorunluluğu duyacaktır. Ex libris sanatının gelişimi tarihin
açıldığında kitabın sahibinin adını, kendisini yansıttığına inandığı, akışı ile paraleldir. Örneğin bir ex libris çalışması olarak kraliyet
estetik bulduğu motier gibi graksel anlatımlar göze çarpan exlib­ armalarını ilk örneklerden kabul edersek, Fransız devrimi zama­
ris, artık o kitabı "sahibinin" kılmaktadır. nında Fransa'da, kraliyet armasının nasıl şekil değiştirip özgürlü­
ğün simgesine dönüştüğünü görebiliriz. Rus devrimi öncesi ve
Tarih boyunca, gerçek bir kitapsever kitaplara karşı takıntılı bir sonrası yapılan ex libris çalışmaları karşılaştırıldığında, siyasi or­
ilgi duymaktadır. Bilinen en eski ex libris, 111. Amenos' in (Antik tamın sanata yansımaları da bir belge niteliğindedir. Ex libris
Mısır ravunluğunun XVlll. Hanedan döneminin 9. hükümdarı ola­ sanatı değişir ve değişim olmaya devam edecektir. Ta ki in­
rak sürmüş bir ravun) papirüs rulolarını korumak için M.Ö. 1 400 sanoğlunun öğrenmeye merakı ve kitaplara saygısı sürdüğü
yılında yaptırmış olduğu baskıdır. Sonrasında ise, matbaanın ica- müddetçe.

KAFKAOKU 25
1 Öykü
Pencerenin Perdesini Havalandıran Kômuran
Sayı 7

ERAY YASiN IŞIK �

. ..Ve üçüncü zil çaldı. Kamuran, dekoru üç kere öptü ve yerini halatını bir kısrağın gemini tutar gibi tuttu. Kemal Bey'in kre­
aldı. Biraz sonra, tüm ihtişamı ile kırmızı perdeyi piyanonun sentosu ile oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. Y ıllarını vermişti
dolaştığı notalara selam verdirircesine açmıştı. Mesaisinin dörtte bu işe. Sorsalar kuliste baklavaya tırnak batıran sanat elçilerine,
birini tamamlamanın haklı gururu ile sandalyesine oturdu. Biraz insanı insanla insana bölüp çıkartarak tiyatroyu anlatmaya ça­
önce birbirlerinin arkasından fısır fısır dedikodu yapan kulis lışacaklardı. Oysa oyunu bir senfoni olarak perde arkasından
fareleri kol kola dans ederken, Kamuran onları seyrediyordu. Şu dinleyen ve bu resitale son notayı seyircinin bam teline do-'
uzun burunlu kız, yine yanlış adımla başlamış ve koreografinin kundurup koyan bu adama ayakçı muamelesi yapıyorlardı. Kah­
içine etmişti. Oyuncular içinde Kamuran' ın anlaşamadığı tek ve suyu hazırlamadığı için oyuncular tarafından kulis odalarında
insan, uzun burnunu tafra ile bir de havaya kaldırmış bu çirozdu. arkasından kulis yapılıyordu. Gözler, tek işi sıcak su hazırlamak
Kamuran kadar provaya gelmemişti, iki dakikalık öpüşme olduğuna inanılan Kamuran'ı arıyordu. Dekor, kostüm ve sah­
sahnesi için haftanın her günü seti olan popüler bir dizinin nenin gökten zembille indiğini zanneden ajans güzeli ve fitnes
oyuncusuydu. Tiyatro yapmak istemesinin tek sanatsal yönü, öz yakışıklıları, oyunun kötü gitmesini seyirciye yüklemişlerdi bile.
geçmiş süsleme sanatı olabilirdi. Kamuran'ın onu sevmemesinin "Seyirci ne kadar kötü şekerim!" diyerek, ömürlerinde sadece
birçok sebebi vardı. Ama bu yeni ünlü şımarık kızın da Kamuran birkaç gala gecesinde yırtmaçlı etek ile oturdukları seyirci maka­
için iyi duygular beslemediği apaçıktı. T iyatro müdürüne " Niye mına hakaret ediyorlardı. Oysa Kemal Bey tiradın sonunda bütün
bu adam burada oturuyor?" diye defalarca sormuş, Kamuran' ı seyirciyi hipnoz etmiş, of puf seslerinin ve telefon ışıklarının yerini
b u adam olarak nitelemiş ve sahne üzerinde gereksiz bulmuştu. derin bir sessizlik ve zifir bir karanlık kaplamıştı. Kamuran,
"Ve perde açılsın!" diyerek başladığı tiyatro sezonu boyunca, perdeyi Aziz Nesin'in cümlesine bir nokta koyar gibi kapattı. Se­
perdeyi kimin açıp kapattığını bilmeyecek kadar dikkatliydi. yirci ne olduğunu anlamadan kendini ayakta bulmuştu. Kemal
Sezonun son oyunu olmasına rağmen hala yanlış adımla başla­ Bey, memnun bir şekilde sahneden kulise inerken, yeleğinin
ması, Kamuran'ı çileden çıkarmıştı. cebinden bir sigara çıkartıp Kamuran'a uzattı. "Keyif sigarası içilir
simdi, seyirciyi parçaladın baba." dedi. Kamuran "Estağfurullah
Bununla beraber, oyun yerlerdeydi. Kaçırılan antreler, yerli yersiz hocam... İşini doğru yapan birini görünce, işimi yapıyorum sade­
traklar, lafa girmeler, açmazı vermemeler derken perde sonuna ce." diye karşılık verdi. Kemal Bey'den başkasına bu cümleyi
gelindi. Kamuran son tiradı bekliyordu. Aziz Nesin ne de güzel kursa epey dalga geçerlerdi. Ama Kemal Bey farklıydı. İsminin
yazmıştı ... Emektar oyuncu Kemal Bey ile göz göze geldi. Kemal sonundaki "bey" sıfatı onunla konuştuktan sonra istemsiz olarak
Bey'in sigaradan sararmış bıyıkları altından tane tane dö­ ağızdan çıkıyordu ve bu sıfat bir karaktere ancak bu kadar yakı­
külüyordu her sözcük. Kelimelere değil harflere anlam yüklü­ şabilirdi. Kamuran, 50 yıldır sahnede yutulacak her tozu yala­
yordu Kemal Bey. Uyumak üzere olan seyirciyi, her cümlesinde yan Kemal Bey ' e "hocam" demeyi tercih ediyordu. Çünkü on­
biraz daha rahatsız etmeye başlamıştı. Bu sırada antrede sadece dan her gün yeni bir şeyler öğreniyordu. 17 yıldır aynı tiyatroda
Kamuran kalmış, Kemal Bey'in gözlerinde oyunu izlemekteydi. çalışıyorlardı. Yemeklerde bile K.amuran ile aynı masada otur­
Diğer oyuncular, çoktan, gelen tatlı ve çikolatalara yumul­ maktan rahatsız olanların aksine Kemal Bey, onun turne "badisi"
muşlardı. Diyetini her suarede bozan dansçılar, "Oyundan yarım yani oda arkadaşıydı. Eski ahşap merdivenleri garç gurç sesleri
saat önce hiçbir şey yemeyeceksiniz." diye ahkam kesen dublaj ile inerken Kemal Bey Kamuran'a dönüp: "Patrona söyledin mi
sesli abiler, perdenin kapanmasını beklemediler bile. Oysa Kemal dekor asansörünü?" diye sordu. "Söyledim ama çok masraf ola­
Bey yerlere düşmüş oyunu omuzlarından tutup kaldırmış ve ti­ cakmış.Ona para ayıramam dedi. Motorlu calaskar bile olsa ye­
yatro salonunu titreterek kendine döndürmüştü. Kamuran, perde ter, ben ona eski dekorlardan bir tekne yaptırırım." diye cevap-

26 KAFKAOKUR
ladı Kamuran. Kemal Bey içinden ettiği küfürleri seslendirerek o da zarfın mektup göndermekten başka işlere de yaradığını
beyefendiliğini bozmak yerine Kamuran'a gülümsedi. "Kamu­ keşfetmişti. "Otur, biraz konuşalım." dedi. Kamuran oturdu ve
raaan!" diye bağıran tiyatro patronu, anlaşılan yine kötü baş­ patronun yapmak istediği eylemin çoğulluğuna inat, susarak onu
ladıkları oyunun bütün faturasını ona kesecekti. "Kardeşim bir dinledi. "Bak abicim, millet senden çok şikayetçi. Kızlar sürekli
kahve içeceğiz, sıcak suyumuz yok, neredesin abicim?" diye Ka­ antrede beklemenden rahatsız'. Yeni sezonda sen perdeye değil
muran'a çıkışıyordu. Cümle sonundaki "abicim" kelimesini Ka­ sadece kostüme bak." dedi. Kamuran Hikmet'in yüzüne öyle bir
muran'ın yaşına hürmeten söylememişti. Aksine sinirlendiği in­ baktı ki Hikmet perde hakkında açıklama getirmek zorunda kal­
sanlara "abicim" derdi. "Sahnedeydim hocam." dedi Kamuran. dı.
Kamuran da Hikmet'in hocalığından değil sıfatsızlığından kul­
lanmıştı bu kelimeyi. Zira Kamuran'ın Hikmet'ten öğreneceği tek "Seneye zaten otomatik perde yaptırırız. Komple yenileyeceğiz
şey, tüccarlık olurdu. Organizatörlükten tiyatro patronluğuna terfi sahneyi." dedi. Bir süre, yapılacak yeniliklerden, robot ışıklardan,
eden Hikmet için iyi oyun; bol kadınlı, bol turneli olandı. Paranın motorlu perdeden ve masraflardan bahsetti. Kamuran onu din­
tamamını almadan suareye çıkmaz ama otel parasından kaçmak lemiyor, otomatik perdeyi düşünüyordu. Basit bir çarklı motor
için gece yolculuğuna bayılırdı. Bu eski sinemayı Kemal Bey'in sistemi Kamuran gibi perdeyi noktalama işareti mantığı ile nasıl
ısrarı ile tiyatroya çevirmişti. Bu sezon sonu da yenilemeyi dü­ kullanacaktı. Çünkü Kamuran kimi zaman oyuna virgül atıyor,
şünüyordu. kimi zaman seyirciye iç muhasebesinden derin sorular soruyor­
du.
Kamuran kahveleri hazırlayıp herkese ikram ettikten sonra, si­
gara dumanın yarattığı sisten Kemal Bey'i buldu. Bir tek ona ku­ Kırmızı renge baktıkça hayal pencereleri açılan seyirciye bu yol­
pada verirdi kahvesini. Herkes plastik veya kağıt bardakta içer­ culukta onun yerine şimdi bir makinenin eşlik etmesini düşle­
ken Kemal Bey'in bu lüksü, diğerlerini başlarda kızdırmıştı. Fakat yemedi bile. Sigarasından bir duman daha aldıktan sonra önün­
Kemal Bey'in kendisinin evden getirdiğini öğrendikten sonra onu de duran boş bardağa söndürdü. Bunu bilinçli yapmıştı. "Kusura
pimpirikli olarak değerlendirmişlerdi. Plastik bardakta içmemek bakma Hikmet." dedi. İlk defa ona ismi ile hitap ediyordu. "Yö­
için evden kendi bardağını getirmek onlara tuhaf bile gelmişti. netmen neyse, oyuncu neyse, perde de odur. Hiç tiyatro perdesi
Halbuki o bardağı Kemal Bey değil Kamuran almış, kendi malze­ otomatik olur mu?" Hikmet bu parlak fikre Kamuran'ın bu kadar
melerinin arasında muhafaza ediyordu. Ama bu sır sadece Ka­ tepki vereceğini tahmin etmemişti.Kamuran da devam etmedi
muran ve Kemal Bey tarafından biliniyordu. zaten. Etse de söyleyeceği hiçbir kelime Hikmet tarafından an­
laşılmayacaktı. "Benden bu kadar, ekmeğini yedim, hakkını helal
Kahveler çaylar içildikten sonra, Kamuran işinin başına döndü, et." dedi. İstifa etmişti. Hikmet buna üzülmek yerine aksine se­
ikinci perdeyi nasırlaşmış avuçlarıyla başlattı. ilk perdeye naza­ vinmişti. Çünkü bu konuşmayı onun işine son vermek için baş­
ran daha tempolu başlamıştı oyun. Perde arasında seyircinin latmış ama kostümcü eksiği onu kovmasına engel olmuştu.
kaçacağını düşünen oyuncular Kemal Bey'in tiradından büyüle­
nen seyirciyi karşılarında görünce şaşırmışlar ve ikinci perdeyi Sezon başında yenilenmiş salonda , geniş prodüksiyonlu müzi­
hakkını vere vere oynamışlardı. kalin prömiyerini seyretmeye gelen Kamuran, üçüncü zil çaldı­
ğında oturduğu seyirci koltuğunda kadife kırmızı perdeyi seyredi­
Oyuncuların en çok sevdiği 'selamlama' yani mastürbasyon kıs­ yordu. Seyirci ışığı söndü ve keman sesi düştü karanlığa. Sonra
mına gelinmişti. Dakikalarca süren alkışları oyuncular selamlıyor, bir hırıltı başladı. Yavaş yavaş ama nizami bir şekilde açılan
kim kimden daha fazla alkış alıyorsa diğeri içten içe onu kıs­ tiyatro perdesi sinir bozucuydu ya da Kamuran'ın sinirlerini boz­
kanıyor ama sahte bir gülümseme ile birbirlerini tebrik ediyor­ maya yetiyordu. Fakat tiyatro sevdası yerine gres yağ ile çalışan
lardı. motor, daha ilk oyunda perde tam açılmadan durdu. Düğmenin
başındaki parmak tekrar kapama düğmesine basmış olacak ki
Kamuran perdeyi bir orkestra çubuğu gibi kullanıyor, seyirciyi bir aynı sinir bozucu sesle bu sefer kapanmaya başladı. Perde
üst perdeye onların alkışlarıyla taşıyordu. Perdeyi şimşek gibi aç­ adeta Kamuran'ın önünde verdiği ilk sınavda sınıfta kalmıştı.
mış, tüm seyirciyi ayağa kaldırmış ve sezonun son perdesini
nazlı nazlı geri kapatmıştı. Perde arasında kulise gidip gitmemekte kararsız kalan
Kamuran'ı Kemal Bey: "Senin baklavalar bitmeden yetiş." diye
Kulise tebriğe gelen seyircilerin en çok konuşanı da gittikten telefonla aradı. Kamuran kulise girdi. Kemal Bey, sigara du­
sonra, oyuncular giyinmiş ve çıkmışlardı. Kamuran boşalmış ti­ manının arasından elind� plastik bardakla çıktı. Kamuran'ı gör­
yatro koltuklarına Fasulyeciyan'ın son tiradını içinden oynarken, düğüne bir tek o sevinmişti. Diğerleri her şeye olduğu gibi oto­
oraya buraya atılmış kostümleri topluyordu. Dekor teknisyenleri matik perdeye de çabuk alışmışlardı. Kemal Bey de plastik bar­
de çıktıktan sonra, Kamuran son kontrolleri yapıp ışıkları kapat­ dakta çay içmeye...
mış, müdüriyete çıkmıştı.

Hikmet müdüriyette hesapları alıyordu, Kamuran'a zarfını uzat­


mıştı. Ona kalsa parayı zarfa falan koymazdı. Ama Kemal Bey
"Harçlık mı veriyorsun! Bir de el öptür bari!" diye onu azarlamış,

KAFKAOKU 27
Öyle bir hayal ecesisin ki, her yer sensin.
Usul usul dökülen mimozalar, azalan limon
çiçekleri, ayaklanan hanımeliler, deniz
yaprakları, gülen güneşler, rayiha bahçeleri,
bulutlu rüzgarlar . . .
Tanrı da senin gibi var oluyor dünyada.

Küsecek kadar sevmeli insan birini


o gelince küsmeli: nerdeydin bunca zaman
niye sevmedin beni, küsecek kimsem yoktu
demeli, o varken de kimseye küsmemeli.

Her şey senin eteklerine süpürüyordu beni


içimden;
için ki, içimin aynasıydı
ve yalnızdık
ve yalnızlık biraz da aklın, törelerin ve
geleneklerin
ve yasalarla alışkanlıkların
bizi kuşattığı yerdi.

Herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya


çalışıyordu.
Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini
öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan
aşıksın.
1 Röportaj
Ben Neden Ben'im de, Ben 'Sen' Değilim? sayı 7

OYA ÇINAR
Bir Buket Uzuner Röportajı! nem beni derste zannederken evde oturmuş kitap okurken
bulunca yüreği ağzına gelir, beni de ürkütmemek için yumuşak
Lisedeyim. Bilenler bilir. Ankara'da, meşhur Hergele meydanın­ bir sesle: " Buket ne yapıyorsun sen burada kızım?" diye, sorar­
dan, Gençlik Parkı 'na doğru süzülmek teyim. Omzuma bir el de­ mış. " Derste hep aynı şeyi tekrarlıyor öğretmen, sıkıldım!" dermi­
ğiyor belli belirsiz.. . Arkamı dönüyorum Ayhan! Ama yani şimdi, şim. Bunlar aile içine o kadar çok anlatıldı ki, şimdi artık dün
Ayhan 'ı size nasıl anlatsam. .. yaşanmış gibi taze anılar... Aslında kafama eseni yapmayı sever­
dim ve belki de iyi öğretmenlere denk düştüğüm, biraz da yük­
Ayhan'ın bir ela gözleri ... Bir ela gözleri . . . Bi r ela gözleri va r. Ne sek not heveslisi, iddialı bir öğrenci olduğum için hiç disipline
siz sorun, ne b en söyleyeyim. gönderilmeden okullan bitirebildim. Sanınm yazarların ve gezgin­
lerin sıkılmaya fırsat bulmayacak kadar maceralı hayatları oldu­
"Gözlerini bir k apa tsana aşkım ." diyor. Kapatıyorum... Ellerimi ğunu ta o zamanlar sezmeye başlamışım ...
tu tuyor.. . Sanırsınız a vuçlanm a teş alıyor... Ôyle bir ha l! Ayhan
bu iş te! Yangına körükle gidiyor. İşkenceyi uza tıyor. İtiraf edeyim, Kalemle kurduğunuz ilk romantik ilişkiden ne doğmuştu
sonunda o büyük an geldi, dudaklanmı öpecek zannediyorum! peki? Şiir, kısa hikaye, roman?

Heyhat! Kalemi burada analoji için kullanıyor, edebiyatı kastediyorsun,


Gelmemiş! anlıyorum; ama ben yazı yazma eylemini de çok seven bir yazar
O gün, daha 'o gün' değil(miş). olduğum için·bu soruyu direkt kalem üzerinden yanıtlayacağım.
A vuç/anma dört köşeli "bi r şey" bırakıyor. Roman ve öykülerimin ilk yazımını dolma kalemle defterlere el
Eşşek değilim ya! Anlıyorum ... Bi r ki tap. yazması yaparım. Bu bazen 1800-2200 sayfa olur. Sonra onları
"Aç şimdi" diyor. ilk editöryal çalışmasıyla bilgisayara çekerim. Her ne kadar artık
Açıyorum. bilgisayar bile değil, tableti de yazmak için kullanmak, teknofil
Kapağında şöyle yazıyor: İki Yeşil Susamuru Anneleri Babalan olmak bir yana kalem aslında tarihin en önemli icadı, çivi ile klav­
Se vgi lileri ve Diğerleri ... ye tuşu arasında en uzun süre kullanılmış yazı aracıdır. Babamın
Ôyleyse kayı tlara geçsin . dolma kalemini akşamları ılık su banyosunda bir bebek gibi te­
Buke t Uzune r benim "ilk aşk"ım. mizleme törenlerinde beni asistanı yapmasından gurur duyan bir
En güzel ilk gençlik anılanmda, hep başu cumda duranım! çocuktum. " Bir kadının eline en yakışan leke mürekkeptir! " diyen
Şimdi, büyüdüm de, O 'nun/a röportaj yap tım . babamın da etkisiyle hala bir dolmakalem fanatiğiyim. Mürek­
kep, duygu ve düşünceleri beyinden kaleme akıtan kan gibi sıvı­
Haya t kendi kendine ne güzel hikayeler kurguluyor, Al/a hım!. .. dır ve kağıtla buluştuğunda, şehvetli bir öpüşmeye benzer, heye­
canla yazıya dönüşür, benim gözümde... Yani kalem sadece ka­
Kendinizle ilk tanışma anınızla başlayalım mı? Neredesiniz? lem değildir, hiç olmadı benim için. Sorunun gerçek yanıtıysa
Kaç yaşındasınız? O aynada göz göze geldiğiniz Buket şöyle: yazmaya öyküyle başladım, ilk kitaplarımın hepsi öykü­

Uzuner'in içindeki kuyudan neler çıktı? Zaaflan, korkulan , lerdir. İlk romanım " İki Yeşil Susamuru, Anneleri Babaları, Sevgili­

hayalleri nelerdi? leri ve Diğerleri"ni endişeli bir merakla yazmıştım.

Bu tehlikeli bir soru benim için Oya'cığım; çünkü her hatırladı­ "Şiirin kız kardeşi hikaye"yse romanın onlarla akrabalık
ğımda beni hala ürperten bir yanıtı var bunun. Ama nasılsa Kafka derecesi ne peki? Mesela anneleri olabilir mi?
Okur Dergisi bunu açıklamaya uygun bir medya, o yüzden anla­
tabilirim. Annemin benimle başa çıkamadığı zamanlarda -ki her -"Şiirin Kızkardeşi Öykü" bir novella bence. Öykü kadar kısa de­
annenin böyle bir çocuğu vardır-, "Sen zaten daha kardeşin ğil, roman kadar da uzun sayılmaz... Buna rağmen romanı uzun­
doğmadan beni korkutur, durup dururken ' ben neden benim de luğu/kelime sayısıyla - neredeyse kiloyla- tanımlamaktan yana
ben sen değilim? ' diye sorardın" derdi. Kardeşim benden üç yıl değilim. Roman, içinde pek çok öykü bulunduran bir edebiyat
üç ay küçük, hesap edin artık. Küçük halam da geçen yıl bana türüdür, bence. İyi romancı, onlarca hikayeyi okurun diline/tenine
"Sen küçükken bile çok mantıklıydın ve konuşunca bizi korku­ batmadan birbiriyle iç içe dizen, düzenleyen, kesip biçen ve
turdun!" dedi. Çocukken astronot ve denizaltı kaptanı olmak is­ dikebilen bir sihirbazdır. Öykü/ hikaye, sözcüklerle yapılan ince
terdim. Asıl amacım maceralı bir hayatımın olmasıydı, çünkü canı tasarım, mücevhercilik sanatıdır. Bu yüzden "Şiirin Kızkardeşidir
çok çabuk sıkılan çocuklardan biriydim. İlkokulda öğretmen aynı Öykü". Oysa roman bir kurgu sanatıdır. İyi romancı iyi bir mimara
konuyu iki kez anlatınca sıkılıp, teneffüste çıkıp, eve gelir, oturma benzer. Bir mimar, nasıl çizdiği merdiven, pencere, kapıların
odasında çok sevdiğim ansiklopedi okumaya dalarmışım. An- estetik güzelliği, kadranları yerleştirdiği evin içindeki hayat ve

30 KAFKAOKUR
"Kim yaşamı tamamen düzene sokabilmiş ki? Düzene girecek bir şey midir yaşam? Her on her şeyin olası olduğu, sahiplenilmiş hiçbir aşkın soluk olamadığı, süreklilik
denen şeyin delik deşik edildiği bir zaman tünelinde, yaşamı düzene sokmak ne demektir Allah aşkına? Kim uydurur bu kavramları ve solar toplumun üstüne?"
Buket Uzuner, Kumral Ada Mavi Tuna s.414

insanla rahatça yaşabilmesine önem verirse, yazar da romanın Yıl 1993 "Balık İzlerinin Sesi" romanınız Yunus Nadi Roman
içindeki hikayelerini öyle akıcı ve doğal biçimde yerleştirir. Ödülü'ne layık görülüyor. Öğrendiğiniz ilk anı hatırlıyor
musunuz? Neler hissetmiştiniz?
Peki , içgüdüsel midir sizce yazma dürtüsü? Yazarlık
öğrenilebilen bir şey midir? Yoksa yetenek mi? Çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bir yıl önce, ilk romanım " İki Yeşil
Susamuru" ile katıldığım Yunus Nasi Roman Ödülü ' nde "yılın ro­
Yazarlığın okulu yoktur! Bunu "yazı atölyeleri "nde de sık sık söy­ manı" ödülünü aynı sayfada 'olay' ve 'hadise' kelimesini kullan­
lerim. Edebiyatın, hatta sanatın özü hikaye edebilmektir ve insan dığım için bana vermediklerini söyleyen bir jüri üyesinin roman
ancak hikayeci olarak doğar. Hikayecilik sonradan öğrenilmez. kriterine pek bozulmuş genç bir yazardım. 1 993'te ödüller açık­
Edebiyatçının, yazardan farkı burada yatar. Her kitap yazana lanmadan önce beni arayıp, roman ödülünü iki roman arasında
yazar denebilir ama her yazar hikayeci değildir. Bu yüzden her paylaştırdıklarını haber verdiler. " Balık İzlerinin Sesi " ile " Kedi
kitap da edebiyat eseri sayılmaz. Burada edebiyatı ve edebiyat­ Mektupları " Balık ve kedi ironisine dikkat çekerim! Yazarın adı
çıyı kutsamak gibi bir tavnm yok. Şunu söylemeye çalışıyorum: Oya Baydar idi ve ben onun adını daha önce hiç duymamıştım.
Nasıl bazı insanlar müzik kulağıyla, perspektif gözüyle, lastik gibi Oysa on sekiz yaşından beri Attila İlhan'ın çevresinde edebiyat
bede[11e doğuyorsa, bazılarımız da hikayeci (story teller) olarak dünyasıyla tanışmış, o zamanlar önce edebiyat dergilerinden
doğuyoruz. Eski meddahlar, Manas Destancıları, hatta şamanlar, geçerek kitapları yayımlanan genç ve usta tüm yazarlardan ha­
kamlar. . . Okul kitaplarımızda yazıyor: "Dede Korkud bir KAMdı, berdar olan cin gibi bir kızdım. Oya Hanım'ın uzun yıllar Alman­
ozandı." diyor. Dede Korkud Şamandı, şairdi, öyle doğdu diyor ya'da yaşamış, siyasi söylemi güçlü bir akademisyen olduğunu
işte! Şimdi söyleyeceklerim genç yazarlar için çok önemli, çünkü söylediler. Ben gençliğin· de vermiş olduğu cesaretle buna karşı
doğuştan hikayeci olmak, edebiyatçı olmaya tek başına yetmez, çıktım. Hala edebiyat ödüllerinin paylaştırılmasına karşıyım. Bu
yetmiyor. Burada iyi okur olmak da devreye giriyor ve işte okullar, yanlıştır, eğer çok iyi iki eser varsa edebiyat kriterlerine göre
atölyeler/workshoplar burada işe yarıyor. Tıpkı karnımızı "fast değerlendirme yeniden yapılabilir, ikinci kitaba da farklı bir mödül
food " veya ev yemeğV doğal yiyecekle doyurmak tercihlerimiz verilebilir. Neyse, o gün telefonda adamakıllı bağırdığımı hatırlıyo­
gibi, zihnimizi de iyi kitaplarla besleme şansımız vardır. Bu bilinci rum. Bunun Oya Baydar'la bir ilgisi yoktu elbet, ben hayatımın
okullar, atölyeler bize kazandırabilir. İşte "Şiirin KızKardeşi Öykü" en önemli ilk edebiyat ödülünü paylaşmak istemiyordum ve
ve "SU" romanında yazdığım o şimdi ünlü cümledeki gibi "Ha­ protesto etmek için ödül törenine gitmedim. Tıpkı anne ve ba­
yatta en büyük mucize gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır!" balar gibi her yazarın çocukları arasında kendine en çok benze-

KAF OKUR 31
"Küçük çocuklar, annelerinin öptüğü yaraların iyileşeceğine nasıl inanırlarsa, birbirine aşık insanlar da, küçük bir öpücüğün bulutları yak etme gücüne inanırlar. Ve
her şey inanmakla başlar..."
Buket Uzuner, İki Yeşil Su Samuru s.257

yen bir tanesi vardır. " Balık İzlerinin Sesi " de benim en çok ken­ Peki, büyük marketlerde domates reyonunu hemen geçince
dime benzeyen romanımdır. Aynı zamanda en az okunan roma­ karşımıza çıkan kitap reyonları ne hissettiriyor size? Sırf
nımdır. Her yıl onun 20 yıl sonra anlaşılacağını düşünürüm, bu kolay ulaşılabilirlik adına doğru bir şey mi sizce?
sayı henüz 1 9'a inmedi! Eskiden ben de kitabın marketlerde satılmasını bayağı bulur, ya­
zıya saygısızlık olarak görürdüm. Ne zaman anne oldum ve özel­
"Marifet iltifata tabidir" sözünün karşılığı yazar için nedir? likle doğumdan sonraki ilk yıl, bir bebeğe bakmanın dünyanın en
Yazar kendi için mi yazar, okuyucu için mi? Buket Uzuner ama en zor ve sorumluluk isteyen işi olduğunu, o sırada değil ki­
kim ya da ne için yazıyor? tapçıya çıkmak, saç yıkamanın bile büyük zaman lüksü olduğu­
nu her anne gibi öğrendim, aceleyle en yakın markette alışverişe
Yazmak, yazdıklarımı yayınlamadığım zamanlardan beri benim çıktığımda, çabucak önünden geçilen o kitap reyonlarına duydu­
kişisel ve toplumsal sorunlarıma şifa oluyor. Hani yaraya sürülen ğum şükranı bugün gibi hatırlarım. Market raflarında satılan ki­
bildiğiniz merhem misali, yazdıkça meseleleri kafamda çözmeye, taplar hayatında kitapçıya gitmemiş ya da gidememiş insanlara
o konuda biraz huzur bulmaya ve azıcık nefes almaya başlıyo­ hizmet sunuyor. Babannemin dediği gibi "Altın yere düşmekle
rum. Örneğin, 1 990'1arda -tıpkı şimdiki gibi- her gün haberlerde değer kaybetmez!"
ölen gençlerin sayılarıyla ve Bosna'daki katliamlarla içimiz ve
dışımızın kan ağladığı dönemde, bir iç savaş romanı olan "Kum­ Hikaye bu ya ... Anadolu'da, bir köy okulunda, ilkokula giden
ral Ada-Mavi Tuna"yı yazmaya başladım. Beş yıla yakın çalıştı­ 1 O yaşlarında bir kız çocuğu bu söyleşimize denk gelmiş
ğım roman -ben 3-5 yıldan kısa sürede roman yazamam- aşkı olsun. Biz de ona "Buket Uzuner'in sana selamı var" diye
da bir iç savaş metaforu olarak kullanan, bugüne kadar on dile başlamış olalım söze ...
çevrilmiş ve yarım milyondan fazla okura ulaşmış, halen baskıları
devam eden bir kitap oldu. Benim için bu da kuşkusuz önemli Onlara, kendi koşullarınızı unutmadan gelecek için kendinize ait
ama yazarken bana etti�i yardımın değeri başka bir şeyle ölçüle­ hayat hayalleri kurun derim. Ailesinin okula gönderdiği kızlar için
mez. Bence sanat, sanatçının öncelikle kendisi için yaptığı bir her zaman kendilerine ait bir hayat kurma ümidi var. Okula
eylemdir. Bu, sanatın doğasındadır, sanat bireyseldir. gidemeyen, gönderilmeyen kızları n çocuk gelin olarak
hayatlarının söndürülmesine yazarın tek başına bir çare bulması
Kitaplarınız arasında gezi hikayelerinizin de hiç olanaksız. Buna hep beraber çözüm üreteceğiz. O kızların anne
yadsınmayacak bir payı var. Marquez'in meşhur sözünü ve babalarına kızların okuması, meslek ve bağ ı msızl ık
biraz tahrip ederek sormak istiyorum. Yazmak için mi kazanmasının gurur verici, onurlu bir süreç, ekonomik olarak da
geziyorsunuz, keşfetmek için mi? kazançlı olduğu anlatılacak. Kadınlar üzerinden namus-şeref
anlayışının bir yalancılık oyunu olduğu anlatılacak! Anlatılacak!
Seyahat benim için yazmak kadar yaşamsal bir eylem. Dünyayı Çünkü kadın cinayetleri ve çocuk evlilikleri memleketimizin ve
ve başka kültürleri merak edip tanımak fikri, benim gibi mace­ dünyamızın başındaki en büyük beladır. Hep beraber fasıllarda
raya düşkün bir genç kız için zaten baştan çıkartıcı müthiş bir neşeyle söylediğimiz "Henüz girmiş on üç- on dört yaşına/
motivasyondu. Ancak seyahat sırasında seyyahın/gezginin aslın­ Gözleri sürmeli köylü güzeli" şarkı- türkülerinden çocuk pornosu
da en çok kendisini arayıp, keşfetmeye ve tanımaya başladığının kılıklı şiir/güftelerden başlamaya ne dersiniz?
zamanla farkına vardım. Hayat da kendimizi tanımak ve gerçek­
leştirmek için yapılan bir seyahatin adı değilse nedir zaten? Son olarak Buket Uzuner okuyucuları için bir müjde
istiyoruz! Yeni kitap ne zaman geliyor? Hikayesi belli mi?
Balık İzlerinin Sesi, İki Yeşil Susamuru, Kumral Ada Mavi
Tuna, Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu, Su ... Kitap adlarınızı yan Önce, 'İnsaf ama Oya!' derim. "Toprak" yayımlanalı sadece üç
yana koyunca yazdığınız bütün hikayelerin kenarından hep ay oldu, biraz gazeteci Defne Kaman' ı rahat bıraksak ve Toprak
bir su akıyor sanki... Üzerine hiç düşündüğünüz bir şey mi? üzerine konuşsak, hazmetsek diyordum . . . Ama tabii sen de
Bir tesadüften mi ibaret? haklısın, yazar da yazmadan duramaz. Elimde öncelikle "Uyum­
suz Defne Kaman'ın Maceraları"nın üçüncü romanı "HAVA" var.
(Gülüyor. . . ) Dikkatli Oya! Evet, çok doğru bir saptama! Hayvan Bu, iki veya üç yılda okura ulaşır ama arada sürpriz bir on­
sembolleri ve Su benim yazı serüvenimin en önemli ögeleri. Su üç-ondört yaş (!) ilk gençlik kitabı var, adı "Ah Bir Kedi Olsam!"
hayatın başlangıcı ve devamlılığı için ilk element. Ama aslında bu Onu yılbaşına okurla buluşturabilirim diye umuyorum. Bir de
soruyu bir psikiyatrist ve edebiyat tarihçisi benden daha iyi yanıt­ "Cervantes'in İzinde İspanya Gezi Defteri" var sırada. . . Senin
lar herhalde . . . anlayacağın yolculuk devam ediyor . . . Her anlamda!

32 FKAOKUR
1 Deneme
Yollu Yazı sayı 7

SELCAN AYDIN

Uzun yolları hep sevdim. Teşbihe mahal varsa "hayat nedir?" Bazı geceler yolculukta uyumayı düşünmek bile görkemli bir
dense "upuzun yoldur" derim. Günün sonunda hayatı da hayal oluyor. Sanki sen uyurken kaza olacak ve uykunda ölürsün
sevdiğim gerçeği sır değil elbet. korkusundan öylece bakakalıyorsun farın aydınlattığı yola. . .

Yola çıkarken su dökenin oluyor da, su gibi geçmiyor zaman. Güneş doğuyor mutlak her sabah ama eskisi gibi mutlu
Başlarda pek anlamıyorsun, etrafı seyrediyorsun umarsızca. edemiyor seni. Bir bakıyorsun denizin mavisi, yeni kesilmiş
"Gökyüzü neden mavi? Ağaçların da canı var mı?" diye sorarken çimen kokusu tekdüze olmuş ömrünün bir noktasında . . .
yeni bir şey öğrenmenin verdiği hazla filizleniyor hayatın.
Bazen durmak istiyorsun ama mümkün olmuyor. Yol gidiyor
Muavinden bisküviyi tek başına isteme özgüvenine eriştiğinde, çünkü. Yol uzun . . .
biraz daha belirginleşiyor yolun gidişatı. Diğer yolcularla tanışıp
yeni hayatlara ortak oluyorsun. O ortaklığın, ömrünün sonuna Sonunda ya varış rotanı belirliyorsun ya da yolda başına
kadar senin "doğru-yanlış" algına etki edeceğini bilmeden . . . geleceklere amade akışına bırakıyorsun her şeyi. . .

"Kendimi bildim bileli" diye izahat vereceğin zamana dek


"kendini bilme" sürecin yolculuğun en keyifli zamanları oluyor. . . Sonra anlıyorsun ki asıl mesele hangi yoldan gittiğinden ziyade,
Güneşin neden san olduğunu bildiğin, aslında bildiğini sandığın yan koltuğunda kimin oturduğunu seçmekten ibaret.
o dönemler. . .
Sana yaşamayı sevdirecek basit soru cümlesini duymak
Yolundan çıkarmak isteyenlerin, kendi yoluna ortak etmek istiyorsun.
isteyenlerin de tuzağına düşüyorsun yer yer. O sarp yollardan
kendi yoluna dönmek sana epey vakit kaybettiriyor ama "Her şey yolunda mı?"
öğreniyorsun onu da.

FK OK 33
1 Deneme
Dea'ya Mektup 2
sayı 7

NUR NEŞE ŞAHİN


Dea; 'öteki adam' olunca, 'Ne münasebet!' diye yaygarayı basmış­
lığım var. Ama sen lügatine sokma bunları. Bunlar, ömrün kara
Bugünlerde gömleğinin ilk düğmesini iliklemiyorsun. Göğsünde büyüsü. Ellerini yıkadığın sabunun içine gizlenip ovaladıkça
bir hançer yarası mı var? Yahut göğüs göğüse çarpışacağın bir kanatan iğne ucu bunlar.
cenk dağı mı çekiyor canın?
Gözünün birinde seğiren kalabalığı seziyorum. Benim göğsüm
Sol elinde bir dinamit, akşam dondurması gibi keyifle sıkıyorsun seni sevmekten başkasına yabancı. Mors alfabesini öğrenip be­
avuçlarında. yin kanaması geçirmiş gibiyim. Tipik bir dejavu içinde sallanıp
durmaktayım sanki. Yeniden öğreniyorum, göz kapağının göz­
Mermi kustuğunda sözcüklerin, kanıma mı susadın? Sağ elinde yaşını içeride tuttuğunu.
bir altıpatlar.
Yeni sünnet olmuş bir çocuğun önünde kahkahayla göbek atan
Korkutuyorsun. teyze gibidir hayat. Bir ameliyatı hediye bir saat ile kutsayan.
Bana zamanı hatırlat Dea! Kanıyorum.
Neyse, bunları bir kenara bırak. Seyahat diyordum hani ge­
çenlerde; Olimpos'a gitsek, kabak koyuna ya da. Bodrum'da bir Sana geç kalmadığıma eminim. Bana geç kalmayışına da. Biz
sokakta kaybolsak mesela. Yaz yetmezse, sonrasında Turunç'ta hangi arabanın kornasını kaçırdık, hangi kelebeğe çarptık da yü­
bil" kayık alıp, küreklerini yakıp ısınırız, ha? zündeki gülüşü çaldırdık o hengamede?

Ama tabii her güzel yere gitmek için keskin virajlar çekmeliyiz. Bazen göremiyorum ayrıntıları. Dea, benim de sol gözüm biraz
Uzun yollara tahammül gerek ve boyun ağrısının üstesinden gel­ seğiriyor galiba.
meliyiz. Ağaç altında keyifle bir sigara içmenin de bedelleri var
Dea, biliyorsun.

Bir sevdanın olmaması söz konusu bile değil bu noktada. Kesmiyor beni bu sözcükler. Türkçenin her köşesinden döndüm
Bilmiyor musun? Ben öğrendim. Öğrendim ve kanayan yerlerimi adınla. Daha çok sevesim var, söyleye söyleye soyasını var seni
örtmeden uyuyorum geceleri. Çünkü yıldızlar daha güzel parlıyor fakat mesela bu hususta İngilizce çayın yanında kurabiye. Al­
kırmızı fonda. manca bu işe fazla sarışın. Lehçe öğrensem yazamam diye kor­
kuyorum. Arapça tarif edemem belinle kalçan arasındaki o mu­
azzam açıyı -tövbe-, İbranice öğrensem şirk mi koşarım şiirlere?
İtalyanca filan bunlar hep kumsalda salsa. Fransızcayla öpsem
Hatırla, seninle bir köprüden geçmiştik. Şehrin ortasında bir belki dudağıma yakışır dudakların bir kez daha, ama yine söz­
amazon nehri gibiydi etraf. Dar bir alana müthiş bir fotoğraf sa­ cükler Fransız kalır özleyen yanlarıma. Paleolitik Çağ'a dönüp
natçısı, tüm sahne dekorunu yığmış gibiydi anlayacağın. mağara duvarlarına Shakespeare işlesem, Süreya yazsam dino­
zor bacaklarına. Evrile evrile günümüze gelseler belki yeter anlat­
Cebinden adımı mı düşürdün suya? Bulalım, bulalım onu! Yüze­ mama.
lim! Yüzelim mi biraz, Dea?
Sözlük yazmalıyım, içimdeki yanardağ bu. Çevrilmesin yuzun
Bana dudaklardan söz açarsan eğer, öpüyorum ama konuşamı­ benden ötesine diye. Karşılığı olsam kafi, aynadaki yüzünün.
yorum derdim. Sanki arka fonda sis verilmiş bir sahne, bir dra­ Sen, yandığım oldun fakat sönmedim hiç. Kördüğüm oldumsa
manın orta yerinde bana sessizce hangi kabloyu keseceğimi fı­ da kör olmadım hiç. Göreyim, daha çok göreyim senin yüzünde
sıldıyorsun da okuyamıyorum dudaklarını. YÜKSEK SESLE, Dea! senin renginle dünyayı diye; seyahat diyorum, çekiyor kanım.
Kulaklarımdan biri ağır işitiyor, biliyorsun. Sana valiz bakıyorum fakat sığmıyor güzelliğin şu plastik kaplara.
Yine seçemedim Dea! Hayattaki en mühim seçimimi seninle
yapmış, miadımı doldurmuş gibi hani. Kararsızım, belki önemi
yok diye senden başkasının öyle ya da böyle oluşuna.
Havada gördüğüm leyleklerin hepsini vurabilirim. Üstelik silahım
da yok.

Gün ortasında içmişliğim var. Bir şiire küsmüşlüğüm ... İmgelerde Aytmatov'un kitap kapağıydı geçen gün: Gün Olur Asra Bedel.

34 KAFKAOKUR
"Kaçtığını düşünürken kendinle karşılaştın. Eve giden en kısa yol,
en uzun olandır. " James Joyce
sayı 7 1 Deneme

Bazen ölü şairler seni görüp yazdılar sanı­


yorum şiirleri, bazen yaşayan romancılar
sana öykünmüş gibi. Ne garip, tüm ben­
zetmeleri sana iğneleyecek bir yaka var
gömleğinde. Ne çok yakışıyor sana göm­
lek giymek Dea! Hele üzerinden hafifçe
döküldüğünde.

Dökülmek demişken, dökülüyoruz evrenin


altımıza koyduğu kaba. Şeklini aldık mı
tam, bilinmez lakin büyüyorum ve büyü­
yorsun, bu gerçek. Fiziksel olarak da değil
bir tek. Mesela ellerimiz ayaklarımız büyü­
yor birbirimizi severken, korkuyorum sığ­
mayacağız bir gün şu düttürü dünyaya di­
ye.

Hiçbir şeyin tek sebebi yok diyor felsefe.


Öfkenin altında yatan ejderhanın boğazın­
da kaynayan su, hangi cezveden taşar ?

Bir kuş sapanla mı, silahla mı yoksa bıçak­


la mı öldürülür, gibi bir soru bu. Ama biz
asla kuş öldürmeyelim Dea! Leylekler için
de farklı planlar yapabiliriz. Mardin'e gide­
bilirler mesela. Bir kadeh Süryani şarabın­
da tüm nefes darlıkları boğulabilir böylece.

Şarap demişken, sen en çok bir şaraba


benziyorsun Dea!

İçmişim, sarhoşum da bardaklar kırılıyor


beynimde.

Gülüşünü görmeyince tekmeliyorum tüm


tabureleri. Üstelik yukarıda bir halat salla­
nıyor. İsmimi yapıştırsam, tam boynuma
geçer ilmek.

Sen boynumu tut. Ve hatta öp Dea!

Üstelik silahım da yok, ölümüne suçsu­


zum.

Tek bildiğim;

Seviyorum.

KAFKAOKUR 35
1 Sanat
Siyah ve Maneviyat: Mark Roth ko
sayı 7

EFKAN OGUZ

c:
c:
Q)
C/) c:
c:
-

·
·

Q) Q)
· ;:
- -o -o o
...o o a> �
...c
... >-.. ....
E N -O
a> o
· C/)
-
· -

o=::
Q) c: o
L.. Q) ':!:: � L..
·- -o = - . o
u c: -
· - • :::> c: �
1i ;O'>
: :::>
u .. •• :::> >: O'>
:::> �a...:
· - -o
-o · ­
-2>
·-
: o • c;;
c: -o
:::> .. E
c:
O'> : C/)
w Q) : :::> Q)
::: c: -o L..

1 903 yılında bugünkü Letonya'da Yahudi bir ailenin çocuğu ola­ yapılar tarafından çevrelenmiş ve yalnız bırakılmıştır; buna karşın
rak dünyaya gelen Mark Rothko (veya o zamanki ismiyle Mar­ donuk da olsa bir eylem mevcuttur.
kus Yakovleviç Rotkoviç) Amerika'ya geldiğinde daha 1 O yaşın­
daydı. 1 921 yılında girdiği Yale Üniversitesinden, ikinci yılında Erken dönem çalışmalarını takiben Rothko, dönemin sanatsal
bursu kesildiği ve okulun elit öğrencileri tarafından dışlandığı için akımlarına uyarak sürreal tarzda resimler çizmeye başlar. Bu ça­
ayrıldı. Sonrasında New York'a taşınan ressam, burada kariyeri­ lışmalarında ise Jung'un kolektif bilinçaltı teorilerinden yararlanır
ne başlama fırsatı buldu. ve daha evrensel olan mitolojik figürlere ve arketiplere geçer. İş­
lediği temalar bakımından iç dünyamızın karmaşıklığı ve iletişi­
Kariyeri boyunca birçok akıma dahil olmuş sanatçının eserleri min zorluğu yine ön plandadır. Örnek olarak "Kartalın Kehaneti"
özünde hep aynı kaygıyı taşır. Bu bakımdan, erken dönemlerjnde (fhe Omen of Eagle, 1 942) ve aynı yıl çizdiği "lphigenia'nın Kur­
verdiği eserler ile olgun döneminde verdiği eserler aynı kefeye ban Edilişi" (Sacrifice of lphigenia) tabloları, savaş ve çocukların
konulmalıdır. Rothko'nun yapmaya çalıştığı şey, renkleri ve res­ kurban edilişi konulu Yunan tiyatro oyunu Agamemnon'dan esin­
min fiziksel özelliklerini kullanarak insanın çiğ duygularını uyan­ lenilmiştir.
dırmak ve onları çalışmanın birer parçası haline getirmektir. İlk
dönem resimleri, tablo boyutları daha küçük olmasına rağmen 1 940'1arın ortalarına doğru Rothko'nun tarzı yine değişime uğrar.
seyircisini, tasvir ettiği "bakma" eylemi ile dahil edip onun bir Bu sefer Joan Mir6, Roberto Matta gibi sanatçılardan etkilenerek
parçası olmaya çalışır. Figürler, seyirci tarafından görülmeyen fa­ daha ilkel biyomorfik formları resmeder. Daha önceki sürreal ça­
kat tehditkar bir şeye bakmakta ve bizlere korktukları bu şeyin lışmaları zaten sanatçının görüşüne de tam olarak uymamakta­
onları tabloya hapsettiği izlenimi vermektedir. Resimlerdeki viz­ dır; zira resimleri, süjelerinden ziyade formları ve renkleriyle seyir­
yon, somut ve klostrofobiktir. Resmin merkezinde ne figürler ne cisine hitap etsin istemektedir. Rothko bunu "Resmim belirli bir
de seyirci vardır; bizlerin göremediği o tehditkar durum, tüm dik­ anekdotu anlatmaya çalışmamaktadır. Daha ziyade, tüm zaman­
kati üzerine çekmektedir. Bu tema Rothko'yu erken dönem sür­ ların bütün mitlerinde bulunan bir ruhu temsil etmektedir" söz­
realist ressamlardan Chirico, Edward Hopper ve en çok da Ver­ leriyle açıklar. Fakat buna rağmen, bir aracı olarak kullanılan
meer'in çizimlerine yaklaştırmaktadır. Bu kapsayıcı tavır merkez­ formlar kültürel bir değere sahip olduğundan dolayı sanat ile sa­
sizleştirme ile birleşince bir nevi eylem ve onu kısıtlayan olgu ay­ natı deneyimleyen kişi arasındaki bağı bulandırmaktadır. Dolayı­
nı anda sunulmuş oluyor. Özellikle "Cadde" (Street Scene, 1 937) sıyla bu kültürel doneler elimine edilmeli ve daha münzevi bir du­
ve "Metroya Giriş" (Entrance ta the Subway, 1 938) resimlerinde yumsama sağlanmalıdır. Sonuç olarak ilkel imgeler, Rothko'ya
görüldüğü üzere, resmedilen figürler, etrafını sarmalayan mimari

36 'KA UR
bu amacına ulaşmada biraz daha yardımcı olmuştur. Fakat yine olduğunu tartışmaya kalkışmayacağım. Bu hayata
de sanatçı tam olarak tatmin olmamıştır. . sürüklenmiş birçok kişinin kök salabileceği ve
büyüyebileceği o sessizliği umutsuzca aradığının
Resmin içine dağılan süjeleri zaman içinde tamamen erimiş, ye­ farkındayım. Umut etmeliyiz ki bulabilsinler."
rine Rothko'ya has bir renk paleti kalmıştır. 1 940'1arın sonuna
doğru ressam, yıllarca arayışı içinde olduğu dinamikleri soyut re­ Maalesef ressam, bu konuşmasından bir yıl sonra asistanı tara­
sim akımında bulmuştur. Tıpkı Aristoteles'in " Korku ve acıma, ya fından mutfağında intihar etmiş ve kanlar içinde yatarken bulun­
sahne dekorasyonu aracılığıyla uyandırılır ya da onlar olayların muştur. Geriye ise herhangi bir not bırakmamıştır. Fakat duygu­
örgüsünden kendiliğinden doğarlar. Bu ikincisi daha üstün olup ları ve düşünceleri, kendine has renklerinin dilinde bizlere ulaş­
iyi ozanların işidir. " sözlerinde olduğu gibi, Rothko da tüm bu de­ maya devam edecektir.
korları bir kenara atmış, sadece renklere ve sunuluş biçimine
odaklanmıştır. Zira ressamın isteği üzerine, tablolarından hiçbiri
çerçevelenmemektedir. Çalışmalarının dünyadan bu denli sert
çizgilerle ayrılması, sanatının amacına ters düşmektedir. Aynı şe­
kilde, resimlerdeki çizgiler de yumuşak geçiş hatlarına sahiptir.
Bu geçişlerle Rothko, bilinçaltı ve bilinç arasındaki ayrımın sanıl­
dığı gibi net olmadığını anlatmaktadır. Tablolarının en önemli
özelliklerinden biri de devasa boyutlarıdır. Rothko'nun olgunluk
döneminde yaptığı çalışmalar, seyircisini bu şekilde sarmalar.
Adeta Gestalt kuraekmında da savunulduğu gibi, tabloları ince­
leyenler artık onların "tamamlayıcı" bir parçası olmuştur. Tablo ile
seyircisi arasındaki iletişimin ilk basamağı, inkar sürecidir. İlk
bakışta tabloların saçma oldukları düşünülür ve seyirci, resimleri
yabancı bir cisimmiş gibi reddeder. İkinci basamak, anlam ara­
maya çalışmaktır. İnsanoğlu nihilizmden ziyade nesneleri anlam­
landırmaya yatkındır. Dolayısıyla bu süreç daha bireysel ve ham
duygular üzerinden devam eder. Bob Holman'ın sözleriyle ifade
edecek olursak:

"Bir şeyi yeterince uzun seyredersen; o şey, şiir olur."

Rothko'nun renkleri, baskılarda görüldüğü gibi tek bir katman­


dan oluşmamaktadır. Ressam, özellikle siyah tonlarını elde ede­
bilmek için birçok katman kullanmaktadır. Tüm bu katmanlar, ha­
yatın bir alegorisi gibidir. Tek bir gerçeklik elde etmek için sayısız
olayı filtremizden geçirir ve kendi tekil perspektifimize ulaşırız.
Renk seçimlerinde ise erken dönem resimlerindeki canlı renkler­
den olgun dönem çalışmalarında kullandığı koyu tonlara, son
olarak da tamamen siyah tablolara progresif bir geçiş söz konu­
sudur. Bu sürecin bir meyvesi olarak Teksas'ta bu siyah tablola­
rın kullanıldığı Rothko Şapeli açılmıştır (1 971). Şapel, sekizgen
yapıdadır ve orta bölümü gün ışığıyla aydınlatılmaktadır. Her bir
duvarında siyah bir tablo yer almaktadır. Herhangi bir dine bağlı
olmayan şapel, herkese açıktır.

Rothko, gençliğinde terk ettiği Yale Üniversitesinden 1 969 yılın­


da fahri doktora ünvanı almıştır. Sanatının da geçirdiği evrimi ta­
nımlar nitelikte olan doktora konuşmasında şu sözleri sarf etmiş­
tir:

"Daha genç zamanlarımda sanat yalnız bir şeydi; galeriler


yoktu, koleksiyonerler yoktu, eleştirmenler yoktu, para
yoktu. Buna rağmen, altın çağlardı; zira kaybedecek bir
şeyimiz yoktu, kazanılacak bir vizyon vardı. Bugün ise
durum bütünüyle farklı. Zamanımız laf kalabalığı, faaliyet ve
tüketim zamanı. Dünya için hangi durumun daha iyi

KAFKAOKUR 37
71 Öykü
Tek Kişilik Tragedya Sayı

MEHMET AYTEMİZ
Kömür gözlü bir kumral, en üst pencerede
Eskidir geçmiş zaman esvapları eski
Görmüşlüğüm var bu kadını, ama nerede?
Hatırlıyorum, başka bir hayatta belki
Gerard De Nerval'a, Aşk oyununun başrol oyuncusuna;

Yollar sana çıkar diye düşünüyordum; çıkmadı, çıkmaz, çıkma­


yacak.

İkimiz, ayrı defterlere yazılmış kaderin başrolleriyiz; ne yolumuz


birleşir ne de kaderimiz. Gün dönerken akşama içimde özlemin
büyüyor. Karşı koyamıyorum, gücüm yetmiyor bu hasreti dur­
durmaya. Ellerim, kollarım, bacaklarım tutmuyor, kaslarımın hiç­
biri tutmuyor; sanırım onlar da sana karşı elden ayaktan düştü.

Dört duvar arasındayım, boğuluyorum ama hayalinle özleminle...


Kalkmalıyım, senin olduğun şehirlerde, senin olduğun cadde­
lerde senin olduğun yollarda olmalıyım. Senin soluduğun havayı
solumalıyım, ciğerlerimin ihtiyacı var buna. Senin yürüdüğün yol­
larda yürümeliyim ayaklarım açılsın. Senin gezdiğin ışıklı cad­
delerde gezmeliyim ki gözlerim kamaşsın ...

Yollar sana çıkar diy& düşünüyorum ... Yollardayım seni bulmak


. umuduyla belki de hepten kaybetmek korkusuyla. Artık ne çıka­
rırsa kader kaşıma razıyım. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir
kumarbaz gibi giriyorum terminale...

- Bir bilet lütfen ..


- Nereye gideceksiniz efendim?

"Kaderimin götürdüğü yere gideceğim. Bana hazırladığı oyunun


son perdesini oynamaya gideceğim istersen sende bir bilet al da
gel benimle oyun nasıl olurmuş görürsün."

ya da

"Onun olduğu şehire lütfen. Ekspres aracınız varsa daha iyi olur lamış olacaklar sonumu... Yollar ilmik ilmik çözülüyor, teslim olu­
bir an önce gitmeliyim. Varmalıyım ona, sarılmalıyım sımsıkı bir yorlar, çok rahat geçiyoruz. Bu kadar kolay olacağını umu­
daha bırakmamak üzere bir daha gitmemesi için ... " yordum desem yalan olur...

ya da Vakit geç, çok geç... El ayak çekilmiş, şehir sessizliğini sergiliyor.


Yollar aşırı insan kaybına uğramış. Madem insanlar yok neden
yanıyor bu şehrin sokak lambaları?
- Buyurun biletiniz ...
Ohh dünya varmış ... Senin soluduğun şehrin havası doluyor ci­
Uzun yollar, uzayan yollar... hiç bitmeyecek gibi geliyor bazen ğerlerime bak nasılda hızlandı kan dolaşımım ... Kalbim daha da
ama yollar sınırları da aşıyor. mı hızlı çarpmaya başladı? Heyecandan mı yoksa korkudan mı?

Gün dönüyorken akşama inceden bir yağmur vuruyor cama. Bu­ Hava soğuk, tahmin etmiyordum bu kadar olacağını. Işıklı cad­
lutlar pek sulu göz çıkıyor. Daha oyun başlamadan afişlerden an- deler bomboş. Yürüyorum, yürüyorum, yürüyorum...

38 KAFKAOKUR
Kadın ve Adam
FEYZA ALTUN MERİÇ
Usulcacık yuruyorum, en yavaş adımlarla yuruyorum, nefes Onu ilk, otelin lobisinde gördü. Minderleri kayan rahatsız koltuk­
almadan yürüyorum, ani bir hareket yapmadan yürüyorum ... Sırf ların en genişine kurulmuştu. Sol elini koltuğun sırtına sağ baca­
senin geçtiğin sokakların büyüsü bozulmasın diye... ğını da sol bacağının üzerine atmıştı. Elindeki puroyla oynuyordu.

Adresin var elimde, küçük bir kağıt parçasında. Bulana kadar Oturduğu koltuk, resepsiyondaki kadının tam karşısındaydı.
neler çekmiştim bir ben bilirim bir de Allah bilir... Adam tam üç gündür otelde kalıyordu. Her sabah aynı saatte
çıkıyor, akşam aynı saatte geliyordu.
Yıldızlar bir araya toplanıyor, her yıldız kaydığında bir dilek tut
derlerdi, dileklerim kabul olsun diledim. Ay biraz daha bulutların İlk gün, kadının bu kadar dikkatini çekmemişti ama ikinci gün
arkasına saklanıyor gibi. Hava biraz daha soğuk davranmaya adamın ne kadar güzel gülümsediğini fark etmişti.
başladı. Gecemse daha da kararıyor, karardıkça kararıyor sah­
ne ... Üçüncü gün ne kadar yanık tenli olduğunu ve etrafa, kızgınlık
dönemindeki hayvanlar gibi bir koku yaydığını fark etmişti.
Ey ahali söndürün lambaları, karartın yolları ben geldim ben. Üçüncü günün sonunda adamın lobide olmadığı her saniye için
Sahne benim artık, bu oyunun başrolü benim ben ... Söndürün ağlıyordu.
lambalarınızı. Bu sokak lambası benim için yanıyor zaten gerek
yok sizin solmuş ışıklarınıza. Daha ne kadar otelde kalacağını biliyordu. Tam beş gün daha
kalacaktı.
Senin perdelerin, perdelerin dışında penceren, pencerenin dışın­
da çiçeklerin, çiçeklerin dışında koca bir dünya ... Kocaman dün­ Dördüncü gün adam resepsiyona yaklaştı gülümseyerek kadının
yanda kaybolmuş bir ben, yolunu şaşırmış bir ben, seni seven gözlerinin içine, daha içine boğazından aşağıya bakıyordu sanki.
bir ben ...
Kadın adam yaklaştıkça gerildi.
Yollar sana çıkar diye düşünüyordum ... Çıkmadı, çıkmaz, çıkma­
yacak... Suratı kaskatı kesildi.

Günün sabahında... Boynuyla karnı arası patlamıştı. Sanki patlamanın etkisiyle bir tek
kalbi kalmıştı açıkta. Adam da ayan beyan görüyordu kalbini.
-Komserim olayı gören bir tanık var, getirelim mi? Acaba şuan gülüyor muyum yoksa gelme diye bağırdığım belli
-Çağırın gelsin bakalım. Buyrun oturun, olayı görmüşsünüz, an- mi oluyor suratımdan, diye düşünüyordu.
latın dinliyoruz...
-Komiserim sormayın, keşke görmeseydim, hiç uyanmasaydım. Damarlarında kan akışı durdu. Buz kesti elleri.
Afedersiniz gece birden bire uyandım ki ne sıkışmışım. Hemen
hacet etmeye gittim bir ufak su dökeyim derken sesler duydum. Buyrun beyefendi, dedi.
Sanki biri ağlıyordu. Perdeyi araladım camı açamadım. Bir
adamdı! Elinde sigarası vardı derin derin çekiyordu, sonra bira Bu ses sanki başkasının sesiydi. Mekanik gri bir sesti çıkan.
şişleri vardı hem içiyordu hem ağlıyordu. Sonradan fark ettim
sokak lambasında ip sallanıyordu. Hareketleri çok tuhaflaşmıştı, Azıcık titredi mi sanki?
içkinin verdiği sarhoşluğa benzemiyordu hiç. Daha önce ilkokul­
dayken hani tiyatro oynarlardı izlerdik ya işte adamda öyleydi. Bir Adam sol dirseğinin üzerine yaslandı banko önünde:
eve karşı döndü saygıyla eğildi. Sonra doğruldu direğin ortasın­
da ki demirlere bastı. O sıra intihar edeceğini anladım. Korktum İyi akşamlar, kaç gündü� akşamları otelden dışarı çıkamadım
kımıldayamadım. Bir eliyle direğe tutunurken bir eliyle ipi boynu­ yorgunluktan, buralarda güzel bir yer var mı yemek için?
na geçirdi. Ve ve kendini bıraktı. Sokak lambaları hepsi birden
bire tek tek söndü noluyor anlayamadım. İnanın o an gördükleri­ Var, otelin 300 m aşağısında, geldiğiniz yol üzerinde solda kalan
min hiçbirine inanamadım ... restoran buranın en iyisidir. İsterseniz sizin için yer ayırtabilirim.

-Tamam sakin olun ... Anlaşılan adam perdeyi kapatmış, şanslıy­ İki kişilik lütfen, teşekkür ederim.
mış ki boş salona oynamamış ...
İkinci kişi kim? dedi kadın. O an, otelin çatısı çöktü.

KAFKAOKUR 39
"İ mkanı yok, sen onu artık unutamazsın, her kadında şimdiden
sonra o vardır." Sait Faik Abasıyanık
Sayı 7 1 Öykü

Adam dönüp kalktığı koltuğa geri oturdu. atmadığını görünce daha çok ağlamaya başladı. Hıçkırarak ağlı­
yordu.
Kadın adama bakmaktan kendisini alamıyordu. Aşırı bir gülüm­
semesi vardı. Aşırıydı. Bir gülümsemenin kimseyi bu kadar baş­ Adam yaklaştı:
tan çıkarmaya hakkı yoktu. Adam da ona bakmaya başlamıştı.
İşte yine gülümsedi ona. Karnında bir karıncalanma hissetti, "Bugün otelden ayrılıyorum. Hesabımı çıkarır mısınız?" dedi.
sanki lastikleri gerip gerip karınına doğru bırakıyorlarmış gibi, ve­
ya aniden yokuş aşağı iner gibi. . . Karıncalanma karnından boy­ Kadın dizlerinin üzerine yığıldı. Kafasını bankonun arkasındaki
nuna doğru çıktı. Başka yere bakmaya çalışsa da kendisine en­ dolap kapağına dayadı. Bağırarak ağlıyordu. "Gitme!" dedi hırıltı­
gel olamıyordu. Gözleri kaçıyor adamı buluyordu. Kontrolden lar arasından.
çıkmışlardı. Ve anlamsızca gülümsüyordu.
Adam gülümseyerek kadına bakıyordu.
Adam gözünü kırpmadan kadına bakıyordu. Arada şeytanca
gülümsüyor, sonra da elindeki telefona geri dönüyordu. Kadın önündeki ekrana baktı, 6 gece 7 gün kalmışsınız, dedi.

Beşinci gün sabah vardiyası kadındaydı, adamın otelden çıkışını Evet, diye cevap verdi adam.
izledi. Hiçbir hareketini kaçırmadı, sağ elini korkuluklara sürüyor­
du. Önce sol adımını atıyordu. Sol eli boşlukta sallanıyordu. Par­ Kadın yerde tepiniyordu.
füm kokusu lobiyi kaplamıştı. Dönüp kadına gülümsedi.
Bir tuşa basınca yazar kasa gibi bir aletten fiş çıktı. Kadın, adis­
Kadının kafası patladı. Arkadaki duvar kan olmuştu. Dönüp şaş­ yonu adamın önüne koydu. "Bu oda hesabınız; lütfen imzalayın."
kınlıkla duvara baktı. Hayır, bir şey belli olmuyordu. Dönüp ada­ dedi.
ma gülümsedi. Gülümsemiş miydi acaba yoksa dişlerini mi sık­
mıştı. Adamı gördüğünde yaptığı mimiklerden bir türlü emin ola­ Adam adisyonu imzalarken kadın elinden kalemi kapıp adamın
mıyordu. Önündeki ekrana boş boş bakmaya başladı. suratına fırlattı, gitme dedi.

Altıncı gün adam lobiye ancak öğlen indi. Bu sefer üzerinde Adam, "Lütfen odamdan bavullarımı aldırır mısınız?" dedi.
takım elbise değil kot pantolon ve rengi solmuş bir tshirt vardı. Tabi, dedi kadın gülümseyerek. Adam dönüp restorana girdi.
Tshirtün kısa kollarından kaslı kolundaki dövme görünüyordu. Bu
sabah tıraş olmamıştı ve suratında biten küçük kılları uzaktan O gün öğlen 1 'de kadının mesaisi bitti. Dolaptan çantasını aldı
görebilmek mümkündü. kadın, fanustaki kalp hala atmıyordu. Belindeki zinciri çözdü,
ağlamaktan suratı mosmor olmuştu. Dolabın kapağına takılmış,
Adam kadına baktı, kadın yere yığıldı. Gözleri açık bir torba gibi etrafı sarı plastikten aynaya baktı. Makyajı, yüzü gözü sabah
yığılmıştı. Hayretle bankonun arkasında yere yığılan bedenine evden çıktığı gibiydi. İyi, dedi.
baktı. Sonra adama bir baş selamı vererek gülümsedi. Fark et­
meden dişlerini gıcırdattı. Adamdan önce otelden çıktı. Yürüyerek otelin ilerisindeki
köprüye vardı. Kendini köprüden attı. Sonra suya çarpan
Yedinci gün artık kadının vücudundan can çekilmişti. Sabırsızlık­ bedeninin sesini dinledi. Suyun kendisini sürükleyişini, plastik
la merdivenlere bakıyordu. Adam gelsin ona gülümsesin istiyor­ gibi şişen vücudunun batıp çıkışını izledi. Derince, iç çekti.
du. Zaten kaç gündür kalbi açıkta geziyordu. Dördüncü gün orta
bedeni patlayınca kalbini yemekhanede kullanılan servis ara­ Dönüp köprüden uzaklaştı.
balarından birine koymuş, üzerine de cam fanus kapatmıştı.
Kaybetmemek için de bisiklet zinciriyle beline bağlamıştı arabayı.
Fanusun içinde nasıl çırpındığını gördükçe, zavallı, diye geçiriyor­
du aklından.

Adam merdivende belirdi. Bugün tıraşlı ve takım elbiseliydi, göz


göze geldiler. Kadın ağlamaya başladı. Gözyaşlarına hakim ola­
mıyordu. Fanustaki kalp de durmuş atmıyordu. Kadın kalbinin

40 KAFKAOKUR
Gölgesiz Adımlar Kent
ŞEYDANU R KANTOGLU CANSU EKREN
bazıkentler, sokaklarına çocuk doğurur.
Güneşi çekilmiş bir dünya her ayak izini,
Ve gölgesiz sokakları insanın yere düşen her küpeyi,
Ağaçlar topladı ikindi gölgelerini bakkala uğrayan her kadını,
Nereye sığınmalı telaşı el ele tutuşan her sevgiliyi takip ederler çocuklar
kırlangıçların alınlarındaki terden ellerindeki toza, tırnaklarındaki kire kadar.
Yağmur da dindi bir kapının önünde dururlar,
Hangi duvar kaldırır eğlenirler ve susarlar.
çaresizliği.
bazıkentlere misafir olur, giderim.
il tek bir yer, tek bir sıcak, tek bir sarı vardır sığınacak
Karanlığa yakılmış bir türküyü içinden geçtiğim, içimden geçen, içimi bıraktığım, içimi
taşıyordu dudakların; dökemediğim tek yer
yanıyordun. içimdeki güneşi doğurduğum
Bir kayık bir ışık yakıyordu dışarıdaki fırtınadan korktuğum ve koptuğum.
uzaklardan;
selamlıyordun. bazıkentlerin çocuklarına benzerim ben de gitgide, gide gele.
Sessizce kalkıp gitmiyordun. yeniden doğamayışların kenti
Bir sigara daha yakıyordu ilk nefesin, ilk çığlığına hasret bir bebeğin.
ışıkları şehrin, içinde bir bebek gibi nedamet büyütenlerin kenti
Söndürüyordu sonra bir sigara daha yollarında düşük yapan kadınların kenti
arka sokakların. "şu köşeyi dönsem orasıdır beyaz." diyen kadınların kenti.
Sırtını duvara yaslayıp ağırbaşlı, sarı bir ışık süzülür pencerelerinden
bir sokak lambası yaktın ve kadın, beyazı göremeden öldürülür.
kağıdı kalemle yaktığında
yandın.
Yüzünü çıkarıp çaresizliğine astın.

111
Uğuldayan tepelerin
Esereklisiyim ben
An gelir, pervazında belirir ıslığım
Hangi cama vursan
kırılır bakışların
Çıkmaz sokaklarımda kaybolur
adımların.
Kaçışların nereye
ürkek serserisi ıslak kaldırımların.

Irmak Çelik

ŞİİR KAFKAOKUR 41
1 Deneme
Dublin'in Fakir Prensi Oscar Wilde sayı 1

FİLİZ EGİN KOLATA


" İnsan aşık olduğu zaman hep kendi kendini
Vikinglerden kalma, sadece aptallann ciddiye alındığı, şimdilerde aldatmakla işe başlar, başkalarını aldatmakla
Avrupa'nın en yaşanır, en mutlu ülkesinde; lalelerin ve papatya sona erdirir. Dü nyamızın romantizm dediği işte
kokularının arasında, 1 6 Ekim 1 854 günü mutlu bir p rens doğar.
budur." Oscar Wilde
Küçük prens, meleklere benzeyen, bir şey istemek için ağla­
mayan, kırlangıçların bile aşık olduğu, nadide safırlere benzeyen
gözleriyle, 'Dorian Gray' güzelliğindeydi. Uzun altın sarısı saçları ken, gerçek bir insan nasıl olunabilir? Yük hayvanı olmaktan çı­
olan pelerinli prens için, hiçbir saç teli yoktu ki ömür boyu üze­ kamamış, onu ezen bir gücün sonsuz küçük bir zerreciği ol­
rinde taşıdığı kardeşi Emily'nin bir tutam saç teli kadar mis koku­ muşken; nasıl itaatsizlik yapılabilir, nasıl erdemli olunurdu? Ken­
lu ve güzel olsun. Emily, prens için ayın gölgesinin üzerine düştü­ dini gerçekleştirebilenler, düşünürler, bilim insanları ve şairlerdi.
ğü "Salome" gibiydi. Higginson bile şiirin erkekleri dişil züppeliğe yaklaştıracağından
endişeliyken, şairlik. . .
Herkesin sevdiğini öldürdüğü bir yaşamda o, kardeşinin yok­
luğuna hiç alışamayıp o bir tutam saç telini ömrünün sonuna Oscar; bütün kalıpları aşmış, hayata meydan okuyan, iyi bir şair
kadar kalbinin üzerinde sakladı. Gözlerden uzak, duvarlarla örü­ ve _şanat eleştirmeni olmuştu. On yedi yaşına geldiğinde benliğini
lü, dünyanın hiçbir kötülüğünün içeri alınmadığı bir yaşamı ter­ çözümlemiş, o erkeği öptüğündeki hisleri belki de karısına karşı
cih edebilecekken prens, bakışlarını yaşadığı hayata çevirmeyi bile hissetmemişti. Zaten kadınlar aşk hikayesi yaşadığında
seçti ve o andan sonra o güzel gözlerden yaş hiç eksik olmadı. mahvolan, evlilik yaşadığında kamu binasına dönen canlılardı.
Çevresine baktığında insancıkların mükatat ile kandırılmış, yu­ Belki de bu nedenle o, seçimini farklılaştırdı. O adamdan etki­
muşak başlılıkla zulme alıştırılmış, başları okşanan hayvanlar gi­ lenmişti ve birinden etkilenmek demek, ona ruhunu vermek de­
bi, bir çeşit nasırlaşmış rahatlıkla yaşamlarını sürdürdüklerini gör­ mekti.
dü. Onlar, başkalarının eskilerini giyip başkalarının standartlarına
uymayı, yaşamak sanıyorlardı. Yapılan kötülükleri görünce hiç Modernist edebiyatın öncüsü olan Wilde, en büyük eserini kendi
erimeyecek kurşundan yüreği bile ağlamaya başlamıştı. Biliyor­ hayatı olarak ortaya koyacak, o hayatı üstün dehası sayesinde
du, tek çözümün yoksulluğu oyalamak yerine ortadan kaldır­ yaşayacak ve bunu herkese kanıtlayacaktı. Amerika'ya estetik
mak olduğunu. Hayata en büyük zararı verenler, en çok iyilik konferansları için Arizona gemisiyle gelip gümrükte beyan veril­
yapmaya çabalayanlardı. Bu, bir hastalığı iyileştirmemeye, has­ mesi istendiğinde "Deham dışında beyan edecek hiçbir şeyim
talığın sürmesini sağlamaya benziyordu. Hayırseverler, açları do­ yoktur." diyerek bunu göstermişti. Denilir ki deha, hiç kuşkusuz
yurup dilencileri giydiriyor ama kendilerinin ruhları aç ve çıplak güzellikten daha uzun ömürlüdür. Hayat dediğimiz şey, sanatı
kalıyordu. Sorun, zaten kötülerin işlediği suçlar değil, iyilerin ver­ taklit eden gerçekliklerde sanatı zehirleyen bir şeydi. Gerçeklik
dikleri cezalardı. de bedenle ruh uyumunu ayırıp, kaba bir şekilde icat edilmişti.
Onun gerçekliği ise güzellik ve estetikten oluşuyordu ve zaman
Darwin' in kadının ve erkeğin özelliklerini ayırmasından sonra, o onun gördüğü güzelliğe hiçbir zarar veremezdi.
yüzyıllarda toplum bunu belirleyici bir unsur olarak görmüş ve bu
rolleri benimsemişlerdi. Kadın; itaat eden, namuslu olanları gü­ Romantik bir öykü gibi yaşamıştı hayatını, öykü sonlandığında
zellikten anlamayan, kocasını mutlu edecek, evinden sorumlu ki­ romantiklikten uzaklaşacağını bile bile. Reading zindanlarında
şiydi. Ama insanın haz almadığı bir şey yapması zihnen ve ahla­ kürek çekerken duyduğu ızdıraplar, toplum tarafından cezalandı­
ken incinmesi demek değil miydi? rılmaktan daha hafif gelmiş, o güzel portre aklından hiç çıkma­
mıştı. Bu nedenle, yıllara rağmen Alfred'le yeniden ve yeniden
Bir düşünün, ne çok inciniyoruz bu 'yaşam' denen senaryonun buluşuyordu. Aşkta sadık olanlar aşkın yalnızca uçan yönlerini
repliklerini ezberlerken! İstemeyerek girdiğimiz tüm iş birliklerinde bilirken, aşkın trajedilerini bilenlerse vefasızlardı. Ruhunu yaka­
kendimizi sadece kötü hissediyoruz. Bir şeylerin değişip geliş­ sına takılacak bir çiçek yerine koyacak birine vermesi mi, bu çi­
mesi de ütopyanın gerçek olması kadar uzal<. çeğin bir yaz günü kullanılıp sokağa atılacak olması mı daha
acıydı? Yine de çukurda olduğunda bile yıldızlara bakabilmesi,
Erkekler de maddi ve toplumsal konulardan sorumluydu. Kutsal bir başka eşsiz eseriydi.
Kitap bile bu konuda erkeklerden yana duruyordu. Ve erkekler
eşlerinin paralarıyla metres tutma özgürlüğünü bile yaşayabili­ Yolun sonuna geldiğinde ise yaşadığı hayata dönüp bakacak ve
yorlardı. Kıskançlık? Komünizen kabilelerde hiç rastlanmazken, yaşamının sadece yirmi beş şilin ettiğini görecekti. Fakirlikle ölü­
modern yaşamın etkisiyle gelişen erkeklere göre gereksiz bir ko­ yordu. Kırmızı bir güle karşılık ölüm çok ağır bir bedelken, nüfu­
nuydu. Başkaldırmak mı? Bu, kişilik sahibi olanlar içindi ve bu tip sun gençlerle dolu olduğu bir yerde doğup kırk altı yaşında ha­
çekişmeler için çok güçlü olmak gerekirdi. Açlıktan avurdu çök­ yata ve hayallerine gözlerine yumdu. Ardından dediler ki: Bir za­
müş nesiller yetişirken, ekonomik güçle donanmış ülkeler yok- manlar mutlu bir prens vardı!

42 KAFKAOKUR
1 Deneme
Marilyn
sayı 7

MUSTAFA SİLİCİ
Marilyn' le denk geldik az önce sokağın başında. Her zamanki
elitistliğiyle frezya kokulu saçlannı savuruyordu mahalleliye.
Meşkten deliye dönmüş esnaf ekmek teknelerini dümensiz bıra­
kıp salınan kalçaların ederiyle ilgileniyorlardı. Topuklu ayakkabı­
lan arnavut kaldınmların aralarına serpiştirilen izmaritlerde kalan
kuru dudak izleriyle kısa süreli fetişist ilişkiler yaşıyordu. Bilselerdi
tiryakiler, filtreleri dudak aralarında tutmaktansa, buselerle du­
manlanıp mazgallar yerine en işlek güzergahlara bırakırlardı na­
siplenmek için ondan.

Marilyn ... İstanbul'un kendinden güzel, kendinden tehlikeli, ken­


dinden vazgeçilmez tek kadını ... Bir şehrin kişileştirme sanatıyla
ete kemiğe bürünmüş halini kıskandıran yegane güzeli...

Adım adım birbirimize yaklaşıyorduk. Ben, gayet özensiz Hei­


senberg baskılı pijamanı ve altına yalın ayak geçirdiğim kırmızı
Superga'larımla sırf güneş yüzü görmek adına aslında ihtiyacım
olmayan öte beriyi almak için gayet özensiz bir şekilde sokağa
dökülmüşken, o aşinası olduğu ilgiyi mahalleliyle gideriyordu.
Mutlu muydu? lnstagram hesabı kadar mutlu olması imkansızdı.
Keşke gülümsemelerinin üstünde peşi sıra beliriveren kalpler ak­
lını doyurduğu kadar ruhunu da doyurabilseydi.

İçinde binlerce ona aşık tutsaklaşmış ruh taşıyan yalancı gözleri


üstüme üstüme geldikçe daha da büyüyordu. Herkes gibi beni
de bir kez daha esaretine almaya çalışırken ruh ikizim Raif'ten
içime kazınan sözleri mırıldanıyordum: "Hayatta en güvendiğim
insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağıl­
mıştı. Çünkü o, benim için bütün insanlığın timsaliydi." Kendine
uygun bahaneler üretip ruhunu arındırdığından hiç şüphem yok­
tu ama bendeki izleri hayatıma mal olmuştu. Bütün olanları göz
ardı edip, silahları ensemde ensemde patlatışlarını unutmuş ola­
cak ki kendini hala hikayede uğruna ölünebilecek Puder sanıyor­
du. Oysa onun o hikayede yeri yoktu.

Yakınlaşmamız devam ederken bir filmin final sahnesinin yavaş­


latılmış anını yaşıyor gibiydim. Bir zamanlar kanımın rengini aldığı
dudaklannın kırmızısı başka bir adamın tutkusuna kurban edil­
mişti. Ve saçları ... Tuttuğumda kalbimin bağları çözülür, gittiğinde
topuklarımdan toplardım. O da artık o zamanlar sır gibi sakladığı Ah aciz Marilyn! Nasıl da değişmişsin! Yok, hemen savunmaya
içimizdeki yabancının aidiyetine sunulmuştu. Nasıl ki bir gün geçme, sen hep aynısın. Ben artık sana baktığımda içimde uya­
bana o filintanın adıyla seslendiğinde organlanm birbirine vur­ nan karalanmış şeylerden bahsediyorum. Bu rastlaşmamızda
duysa, ben de 'Marilyn' diye haykırmak istedim öpmelere doya­ karşı karşıya gelip nefeslerimizin birbirine değdiği an keşke beni
madığım kulaklarının içine. Ah Marilyn! Korkma hemen! Sadece eskisi gibi görüp yelkenlerimi suda aramasaydın. Donukluğumu,
cümlelerin içinde benim ahlarını. Yalnız bilmeni isterdim ki; ülke­ bir bahane uğruna kendimi kollanna bıraktığım güneş kadar
ler, şehirler, sokaklar değil, ruhlar lanetlenir. Hangi mekanda, deva olup biraz olsun ısıtabilseydin. Bir göz kapama anında tü­
hangi zamanda, hangi durumda olursa olsun o seninledir. Ken­ kettiğim ömrüme içten içe uzunluklar, mutluluklar dilemeseydin.
dimden biliyorum, sen de bilirsin, eskilerden. Bunu kabullenmen, Ah güzeller güzeli, gözlerinin ardındaki kimsesizliği sessiz gece­
şikayet etmemen lazım. Çünkü "her ne olursa olsun" deyip lerde meze yapma artık ele güne! "Yoksa bu şehir, bu sokaklar
adanmak, bunu gerektirir. seni alır kullanır. Santim santim çürürsün."

KAFKAOKUR 43
j Öykü
Herkes Dısa n l ,
Sayı ?

YUSUF ÇOPUR
'Vazgeçilmezim' dediğim çaydan bir gün nefret edeceğimi hiç ayranın da bir şerefi vardır; ayrıca yazın sıcakta bir harikadır, hele
düşünmezdim. Vazgeçilmezlerimin nefrete dönüşmesi, ilk kez naneli ve buzlu olursa... Benim gönlüm kuraktı dostlar. Sevgiden
çayda olmadı elbet ama bana en çok koyan, çay oldu . Kimdi bu mahrum, sevilmeye aç, sevgiye muhtaç bir gönüldü benimkisi.
çay illetini bulan, Türkçe kitaplarımızda anlatılırdı hep. Zihni Bey Ne talihsizdim ... Sanki şimdi farklı mı? Hala talihsizim. Bırakın li­
miydi, kimdi? Her neyse, az rahmet okumadım kendilerine. Bir seyi, üniversitede bile arkadaşlık teklif edeceği kıza aşk mektubu
zamanlar az teşekkür etmemiştim. Şükran borçlu olup da küf­ yazmamı isteyen ne kadar arkadaşım varsa hepsi ben mektubu
rettiğim ilk kişi Zihni Bey değildi tabii. Nice insan tanıdım öm­ yazdıktan bir gün sonra yüzleri gülerek memnuniyetlerini bil­
rümü verecek kadar sevdiğimi düşündüğüm, sonra onları öldür­ dirdiler. Aynı mektubu benim verdiğim başka kızlar yüzüme bile
mek isteyecek kadar nefret ettim hepsinden. Hayat ne kadar de­ bakmadılar. Yine de az para kazanmadım bu işten!
ğişken! Bugün sevdiğimi yarın öldürmeyeceğimi, bugün istedi­
ğimden yarın nefret etmeyeceğimi kim söyleyebilir? Duyguların Gönül arzuhfücisiydim ben. Kızlarla arası bozuk olanlar veya er­
devamlılığı, bana göre değilmiş, bunu anladım. Hoş, hayatımda, kek arkadaşıyla küsenler gelir, beni bulurdu. Hemen aynı gece
yaşadığım günler haricinde hiçbir devamlılığım da olmadı. Dün tek göz öğrenci evimdeki lambayı söndürür, şarjlı ışıldağı tavana
inandıklarımın bugün yalan olduğunu gördüğüm, az olmamıştır. yansıtır, damardan bir radyo kanalı bulur, yazardım. Sabaha ta­
Neyse, hep kendimi anlatacak değilim size. Nereden nereye gel­ mamdı iş. Abarttığımı sanmayın. Haftada en az on, on beş mek­
di söz. Gördüğünüz gibi cümlelerim de başladığı gibi gitmiyor. tup yazardım. Arkadaş, benim elime geçmiyor, millet elindekinin
Onlar da dengesiz, benim gibi. Burcum terazi olsa da ayarım bo­ kıymetini bilmiyor! Ne kızlar sevdim hiçbiri beni sevmedi. Deli gi­
zulmuş benim, doğuştan denge sorunum var! Kim demiş 'Hayat bi yakışıklı olmasam da bir giderim var hani! Öyle yüzüne bakıl­
dengedir.' diye? Hayat dengesizliktir. Ne büyük laf ettim! He­ maz bir adam da değilim. Doğruya doğru . . . Olmadı arkadaş, ol­
men bunu paylaşmalıyım sosyal medyada. Altına da uyduruk bir madı. Bir sevenim olmadı. Lisedeyken ahdetmiştim. Kendi sını­
yabancı isim ya da düşünür, filozof veya tanınmışların ismini yaz­ fımdan başlamak üzere erkek arkadaşı olmayan veya olmadığı­
dım mı, oh ne hoş! Anında herkes beğenir, paylaşır. Cümleler nı sandığım bütün kızlara teklif edecektim. Önce hepsinin bir lis­
değil, onu söyleyenler büyükmüş, onu da anladım. tesini çıkardım. Sonra onları alfabetik sırayla ajandama kaydet­
tim. Sonra o isimlerin geçtiği türküleri ezberledim. Daha sonra
Lisede edebiyat öğretmenimiz okul gazetesi için beni görevlen­ onlara yazdığım mektupların sonuna o türküleri ekledim. Türkü­
dirdiğinde gazeteyi dolduracak bir şey bulamayınca gelmişti bu lerden de bir hayır görmedim!
fikir aklıma. Kendime ait derin felsefi cümleler yazıp altına ünlü
düşünürlerin adını not ederdim. Hayatın anlamı ne geçmiştir ne A'dan başlamaktansa Z'den başlayayım istedim. Vardır böyle
gelecek, şimdiyi seversen şimdi de seni sevecek. Konfüçyüs. Ya huylarım. Tersinden başlarım çok şeye. Gazeteleri son sayfa­
kimse okumuyordu okul gazetemizi -ki buna edebiyat öğret­ sından okurum mesela. Kumandada en son kanaldan başlarım
menimiz de dahil- ya ben de en az Konfüçyüs kadar derin bir aşağıya doğru. Neyse, konuyu dağıtmayayım. Başladım mek­
düşünürdüm. Yazdıklarıma hiçbir itiraz gelmemiş olmasını başka tuplu tekliflere. Zeynep, Zeliha, Zehra, Zahide... Vay arkadaş,
neye yorabilirim? Ya şiirler? Beni iflah etmeyen, kendi de iflah ikincide tutmasın mı! Dünyalar benim oldu. Daha önce Semra
olmayasıca Semra'ya yazdığım aşk şiirleri ... Geceler haram bana için yazdığım ama o suratsıza veremediğim tüm şiirleri, mektup­
/ Gündüzler zindan bana / Sensizliğin hasreti I Hayatta ölüm ba­ ları değiştirdim, Semra yazan yere Zeliha yazdım. Yalan da değil­
na... Cemal Süreya. Bu şiiri birçok kızın okuyup defterine veya di. Ben sevmek istiyordum, en çok da sevilmek. Bu, Zehra ol­
kitabına yazdığına şahidim. Cemal Süreya'nın kemiklerine yazık muş, Semra olmuş, bana ne! Sevsinler beni yeterdi.
oldu ama o dönem, sağ olsun, çok işime yaradı. Hem edebi­
yattan tam not aldım hem de okulda herkesçe tanındım. Zeliha, zeytin gözlü, balık etli, beyaz tenli, küt saçlı bir prensesti.
Defterinin arasına koyduğum mektubu okumuş, teneffüste bana
"Tanındın da ne oldu?" diyebilirsiniz. Hiçbir şey! Herkes takdir göz bile kırpmıştı. Bir gözün bir hayatı değiştirebileceğini ilk o za­
ederdi, överdi beni edebiyata olan tutkumdan dolayı, o kadar. man anlamıştım. Bir bakışın bir bedene hayat verebileceğine ilk
Kaç defa, okul müdürü herkesin önünde bana belgeler, hediyeler o zaman şahitlik etmiştim. Şairin "Bir bakışın ölmem için yete­
verdi. Ne oldu? Ne olacak! Hiçbiri sevdiğim kızlara kendimi sev­ cek." demiş olmasına rağmen . . .
dirmeye yetmedi! 'Kızlara' diyorum, fark ettim. Ama öyle... Ben,
beni sevebilecek her kızı sevmeye hazırdım. Semra, bunların en Nereden geldi konu buraya? Öyle böyle derken Zeliha'yla çıktı­
başında gelir. Tek Semra mı? Değil elbet! Gözlerine bakıp dalıp ğımız herkesçe duyuldu. Ben bilsem yeterdi ama Zeliha herkese
gittiğim onlarca kız. . . Bir ara hesaplamıştım, lise hayatımda otu­ duyurmuş. Şaştım kaldım, Ne aşkmış! Birikmiş umutlarım, yıllan­
za yakın kıza gönül vermişim. 'Ne ayran gönüllüymüşsün be mış açlığım onun kalbini doldurmuş demek ki ... Çıktığımız dedim
adam!' dediğinizi duyar gibiyim. Keşke ayran gönüllü olsaydım, ama bir gün bile bir yere çıkmadık. Hoş, nereye nasıl çıkılır onu

44 KAFKAOKUR
da bilmezdim, hala da bilmem. Çıktığım tek yer kendi yalnızlığım M uazzez... İngilizce öğretmeninin kızı . . . Mektubun başına Dear
oldu ömrümce. Ben ona çıktım, o bana çıktı ama ne ben ondan Muazzez, sonuna da 1 love you yazmıştım. Hoşuna gider diye.
ne de o benden çıkabildi. Dostoyevski. Tabii, böyle güzel ve an­ Nereden bileyim, kız İngilizceden nefret edermiş! Yine de benim
lamlı sözüme dikkat etmeyecektiniz, biliyorum. Dostoyevski ya­ bu işlere aklım ermez, dedi ve çekti gitti. Mektubumu da elime
zarsam ona göre okuyacaktınız, anlamayacak olsanız, anlamsız verdi. Bir "Thank you! " bile demedi.
bulsanız bile Dostoyevski'nin bir bildiği olacaktır hep. Biz ne bili­
riz ne söyleriz! Mine ... Şimdi bunları anlatırken alfabetik sıraya göre anlatma­
dığımı fark eden okurlara "Thank you!" diyorum; edemeyenlere
Bu zeytin gözlü güzel prensesle teneffüslerde bana gece göz­ de "bye bye!" mı desem? Neyse. . . Adına isminden şiirler yaz­
lerini kırpmasından başka bir 'çıkmışlığımız' olmadı. İki hafta dığım sarı saçlı Mine . . . O da lafı koymuştu ama! Neymiş, ben
sonra bunun bir oyun olduğunu öğrendim. Ergen işi aşklardan farklı kelimelerle aynı duyguları herkese yazıyormuşum. Duygular
ne çıkar! Hoş, erdemli bir aşk da görmüşlüğüm yoktur ama belki özelmiş, özel olmalıymış. Herkese hissedilen duygu, aşk ola­
ben körümdür canım! Zeliha prenses kendisinden ayrılmak iste­ mazmış. Aşk iki kişilikmiş. Bence aşk tek kişiliktir. Sabahattin Ali.
yen üst sınıfımızdaki Ekrem ' i kıskandırmak için alt sınıftaki Ek­ -Sızlatmadığım bir onun kemiği kalmıştı!- Anlatamadım Mine'ye,
rem ' i kurban etmiş. Yabancıya gitmesin diye olacak, aynı isimde benim duygumun tek olduğunu. Tabii ki aynı kelimelerle, aynı
biriyle çıktığını herkese bundan duyurmuş. Sonra üst sınıftaki a­ cümlelerle yazamazdım mektuplarımı ama cümlelerim, mektup
daşım onu kıskanmış, o da araları düzelince bizim kara kağıtlarımın renkleri, mektup yazdığım isimler kadar farklı de­
Ekrem'e artık göz kırpmaz olmuş. "Ne kadar basit!" ğildi duygularım; tekti: Sevilmek. . Beni seveni sev­
dediğinizi duyar gibiyim. meye hazırdım. Daha ne olsun! Mine iki kişilik
aşkını buldu mu bilmem ama ben artık
Bir gözün yaktığı hayatlar hiçbir zaman aramıyorum bile! Lazımsa o gelsin bul­
basit değildir. Can Yücel. Gerçi o, şa­ sun beni!
irdi ama muhtemelen onu da yakan
gözler olmuştur ve hayatında bir Üniversitedeki gönül maceralarımı
kez olsun buna benzer bir cümle anlatıp sizi usandırmak gibi bir
kurmuştur! niyetim yok. Ama öyle ilginç
anlar yaşadım ki. . . Anlatmalıyım
Z harfi içimde bir yaradır. S'ye size. Benim yazdığım mektup­
gelene kadar benzer bir yaram larla aşkları pekişen mi desem
olmadı. Adım ayran gönüllüye kurtulan mı desem bilemedim,
çıkmıştı çoktan. Gönlü ayran insanlar arasında evlenenler ol­
olanın çalkalayanı çok olurmuş, du. Sen, demişlerdi bir defasın-
derler değil mi? Kızlar yazdığım da, bizim ilk evlilik vesikalarımızı
mektupları birbirine gösterir olmuş- yazdın, bizim için çok önemlisin.
tu. Kendilerince benimle dalga geçi- Garip gelebilirmiş bana ama erkek
yorlardı ama alttan alta da hoşlarına çocukları olursa adını Ekrem koyacak­
gidiyordu ışıldak aydınlığında yazdığım larmış! Aman, dedim; dostlar, başka isim
mektuplar. Sağ olsunlar özellikle M harfin- mi yok? İsimler kaderdir, der Oğuz Atay.
dekiler çok vefalı çıktı. Mine, Munise, Meryem, Çocuğunuza başka kaderler seçin, dedim.
Muazzez... O zamandan beri M 'yle başlayan isimlere
ayrı bir sevgim var. Hatta üniversitede de M harfine öncelik ver­ Artık umursamıyorum. Beni sevmişler, sevmemişler; umurumda
miştim. Sayısal lotoda muhakkak on altıyı yazardım: Alfabemizin değil! Ben kainatın muhatap aldığı bir varlığım. Doğadaki canlı
saygın harfine denk geldiği için tabii ki. Yazdım da ne oldu? Avu­ cansız her şeyden bir parçayım, her şey de benim bir parçam.
cumu yaladım hep! Bir beşli bile tutturamadım. Nereden biliyorsunuz hamam böceklerinin beni sevmediğini?
Veya sivrisineklerin! Ya da tüm çiçeklerin? Onları duyan var mı?
Munise, ne kadar samimi bir insan olduğumu ama onun da oku­ Duyduğun kadar sevilirsin. Özdemir Asaf. İnsanlar muhatap
mak gibi bir derdinin olduğunu, bir meslek sahibi olmadan kim­ almasa da var olan her şeyin muhatap aldığı yüce bir ruhum
seyi sevemeyeceğini, eline işini aldıktan sonra kalbine sevdiğini ben!
alacağını söylemişti. Benden esirgediği sevgisine kızsam da ge­
lip benimle konuşması çok hoşuma gitmişti. Kimsenin sevmediği alçak bir ruhum ben! Bu habis ruhumu
temizleyecek bir sevgilim olmadı hiç! Beni sevebilecek bir kalp
Meryem . . . O da bir gün okul çıkışında 'Biraz yürüyebilir miyiz?' bulsaydım ömrümce onu sevmeye çoktan hazırdım oysa.
demişti. Seve seve kabul ettim. Sevdiği başka biri varmış. Asker­ İnsanlardan yıllarca sevgi dilendim. Aşkla maşkla işim olmadı
deymiş. Yol boyunca onu ne kadar sevdiğini anlattı. Arkadaş, hiç. Hepsi de dilencilere baktıkları gözleriyle gördüler beni. Önce
sevgisizlik çölünde serap gören bana, niyeydi bu eziyet? Yol acıma, sonra unutma... Sevginin dilenilmeyeceğini öğreneli çok
boyunca Nihat isminin yerine kendi adımı koydum ve o eziyeti oldu.
bir anlık da olsa huzura çevirdim.
KAFKAOKUR 45
1 Kitap
Rüyanın Öte Yakası
Sayı 7

DİREN GÜMÜ�

"İnsan, kendini yalnızca insanda tanır." der Goethe. Bu söz, ba­ istiyorum. Ursula K. Le Guin, romanlarında, okuyucuyu hayal
na yazarın romanda oluşturduğu karakterleri anımsatır. Yazar; gücünün zihinleri zorlayan doruklarına ulaştırır. Romanlarını oku­
karakteri oluşturur, konuşturur, eylemler. YazarT da okuyan da duktan sonra, olmasını arzuladığınız bir gezegenin, Dünya'nın,
kendini bulur onda. Karakter, yazardan bağımsız hareket eder. aslında olmamasının daha iyi olduğunu içtenlikle dile getiriverir­
Bu yüzden roman, okuyucuya kendini tanıma, içselleştirme ola­ siniz. 'Mülksüzler' romanıyla tanınan Ursula K. Le Guin'in tüm
nağı verir. Bu sebeple kimi insanlar için romanın ayrı bir yeri var­ romanlarında mitler, efsaneler, fantastik kurgular; gerçek yaşamla
dır. Öyle roman karakterleri vardır ki yazarlardan bile ünlüdür: harmanlanır.
Don Kişot, Oblomov, Raskolnikov... Dostoyevski'nin yeri ayrı ol­
sa da Raskolnikov önemlidir bizim için. Aynı şekilde Martin 'Rüyanın öte Yakası' romanı, on bir bölümden oluşur. Her bir
Eden, Zeze. . . Sadece insan karakterler değil; Küçük Kara Balık, bölüm, geçişleri simgeler. Bu bölümler bir başka yazara ait alıntı
Martı da bizim için değerlidir. Kendimizden izler buluruz onlarda, yazılarla başlar. Romanın kahramanları, George Orr ve Dr. Ha­
kendimizi arar, zenginleştirir, çoğaltırız. ber'dir. Orr, 30 yaşlarında, ABD'nin Portland eyaletinde yaşa­
makta, hidroelektrik santralinde teknik ressam olarak çalışmak­
Roman okumanın diğer bir güzelliği, olay örgüsünün içine he­ tadır. Orr; içine kapanık ve çekingen olduğu, uyumamak için sü­
men dahil oluvermen. Tıpkı zaman makinesinin içine dalıvermiş rekli ilaç kullandığı için bitkin görünen biridir. Neden uyumadığına
gibi kahramanın yanında bitivermen . . . Soluk aldığını bile duyur­ gelince; Orr, rüyalarıyla, yaşadığı d ü nyadaki gerçekl i ğ i
madan, olanları sessizce izlemeye koyuluvermek, her şeyin göz­ değiştirdiğini fark etmiştir. B u yeteneğini öğrendikten sonra, uyu­
lerinin önünde olup bitmesi, ne de hoş!.. Bu, romanın konukse­ maktan korkar olmuştur çünkü kimsenin hayatını değiştirmek
verliği değil de nedir? istememektedir. Bu rahatsızlığı ile ilgili, psikiyatrist Dr. Haber'e
gönderilir. Dr. Haber, bir rüya uzmanıdır. Orr'un bu yeteneği Ha­
Ya karakterlerin 'Yüzyıllık Yalnızlık'ı?. Hep merak etmişimdir, ki­ ber'in ilgisini çekmiştir. Ona inanmamakla birlikte; gerçekliği var­
tap bittiğinde kahramanlara ne olur? Öyle kanıksamış olurum ki sa, bunun çok ses getirebilecek bir çalışma olacağını düşün­
onları, kitap bittiğinde öldüklerine hiç inanmam. Onlar, yüzyıllık mektedir. Orr, yasak olan ilaçlardan fazla miktarda kullandığı için
yalnızlıkta yaşar dururlar. . . Dr Haber gözetiminde Gönüllü Terapi Tedavisi (GTT) görmek zo­
rundadır. Böylece, terapi süreci başlar.
Bu yazımda sizleri 'Rüyanın öte Yakası'na yolculuğa götürmek

46 KAFKAOKUR
Dr. Haber, GTT seanslarında kendi çalışmalarında ürettiği bir rumluluğun altında ezilmekte, güçsüzlüğü yüzünden hiçbir şey
makineyi kullanmaktadır. "Artırıcı" adını verdiği bu cihaz, elektrot­ yapamadığını düşünmektedir. Bu yüzden, bir avukata gider. Dr.
lar sayesinde beyne sinyaller gönderiyor, böylelikle hastanın Haber'in kendisini tedavi etmek yerine bir amaç uğruna kullan­
istenen gerçek uykuya hızlıca geçmesini ve rüya görmesini sağlı­ dığını söyler ve Dr. Haber'den şikayetçi olur. Böylelikle seanslara
yor. avukat Heather Lelache de dahil olur. İkisinin çabası da bir so­
nuç vermez. Dr. Haber, enstitünün başkanıdır artık. Yaptıklarını
Dr. Haber, uyanık ve işinde başarılı biridir. İlk tanışmalarında Orr'u denetleyecek bir üst kurum dahi yoktur. Tüm bunlar olurken,
'Saldırgan deği l, kendi halinde, pısınk, bastırılmış, gelenekse/ . ' uzaylılarla savaş devam etmekte; nüfus kanser ve salgın hasta­
diye tanımlayan Haber, Orr üzerinde söz sahibi olacağını daha ilk lıklarla azalmakta, bunun yanı sıra, Dr. Haber ten ayrımcılığını
dakikada anlamıştır. Orr'un tedavi olmak için geldiği bu klinikte, ortadan kaldırmak isterken tüm dünyadaki insanların ten renkleri
Dr. Haber'in niyeti hiç de beklediği yönde olmayacaktır. "...bu gri olmaktadır. Tenleri ve simaları aynı insanlar arasında Orr, bu
sorunu bir deneye tabi tutup derinlemesine mercek altına alma­ duruma kendisinin sebep olduğunu düşünerek, ruhsal çökün­
ya ne derdiniz a caba? Bu süreçte, güvenli bir şekilde, korkusuz­ tünün en büyüğünü yaşamaktadır. Diğer insanlar ise bu değişimi
ca rüya görmeyi de öğ renebilirsiniz belki. İzin verirseniz söyle kabullenmektedir çünkü aynı zaman-uzamın başka dilimlerini ya­
açıklamaya çalışayım: Rüya görme meselesi duygusal olarak sizi şamaktadırlar.
çok derinden etkilemiş. Rüya gö rmekten düpedüz korkuyorsu­
nuz çünkü bazı rüyalan nızın gerçek hayatı elinizde olmayan şe­ Her şey daha kötüye giderken, Orr, artık seanslara gelmeyeceği­
killerde etkileme gücü olduğu kanısındasınız. Rüya görmekten ni bildirir. Dr. Haber, son bir seansları kaldığını söyleyerek Orr'a
korkuyorsunuz, oysa rüya görmeniz de gerekiyor. Rüyaları ilaç­ çalışmalarından bahseder: Artırıcı sayesinde uyku sırasında han­
larla bastırmaya çalıştınız, işe yaramadı. Güzel, o halde tam ter­ gi sinyallerin etkili rüya görmeyi sağladığını keşfetmiştir. Bundan
sini deneyelim. Size kasten rüya gördürelim! Benim gözetimim sonra etkili rüya görmek için Orr'a ihtiyacı yoktur. Doktor, artık
altında, kont rollü koşullarda... Böylece size çığırından çıkmış gibi kendisi de Artırıcı sayesinde rüyaları gerçeğe dönüştürebilecek­
görünen şeye hakim olabili r; istenmeyen sonuçların önüne geçe­ tir. Bunu öğrenen Orr, deliye dönmüştür. "İnsan başka insanlara
Dr. Haber'in bu sözleri, yapacağı işlerde Orr'un rüyala­
bilirsiniz." yardım etmeye elbet çalışmalı ama insan kitleleri söz konusu ol­
rını araç olarak kullanmaya başlayacağının habercisi niteliğinde­ duğunda, Tann rolüne soyunmak da doğru değil. Tann olabi lmek
dir. için ne yaptığını biliyor olman lazım . Ve iyi bir şeyler yapabilmek
için haklı olduğuna ve niyetinin iyi olduğuna inanıyor olman yet­
Böylelikle, etkili rüya görme seansları başlamıştır. Etkili rüya, mez. Kendi dışındaki şeylerle temas halinde olman lazım. Haber;
Orr'un uykusunda gördüğü ve gerçekliğe dönüşen rüyalardır. Bu temas halinde deği l. Hiç kimsenin, ha tta hiçbir şeyin onun
rüyaları, Dr. Haber, uyguladığı seanslarla yönetmeye başlamıştır. gözünde kendine ait bir va roluşu yok; dünyayı kendi amacı için
İlk seansta Dr. Haber ofisinin Hood Dağı manzaralı bir yer olma­ bir araç olarak görüyor sade ce. Ama cının iyi olması da bir şey
sını istemiştir. Hood Dağı, volkanik bir dağ olup, artık aktif değil­ değiştirmiyor çünkü sahip olduğumuz yegane şey, araçlar. O ;
dir. Orr, uykudan uyandığında değişikliği fark etmiştir. Dr. Haber kabullenemiyor; şeyleri o/uruna bırakamıyo r; hiçbir şeyin ucunu
ise hiç bozuntuya vermeden ofisinin zaten burada olduğunu be­ bırakamıyor. Adeta çıldırmış . Benim gibi rüya görmeyi sahiden
lirtmiştir. Hemen ikinci seansta ise Dr. Haber, rüyasında, hızlı nü­ başarırsa kendisiyle birlikte hepimizi o temassız/ık haline sürük­
fus artışının önüne geçilmesini, ABD'nin savaşı bitirmesini, dün­ ler. Şimdi ne yapa cağım ben?"
yada barışın sağlanmasını telkin etmiştir. Orr uyandığında şehrin
darmadağın olduğunu, caddelerde kocaman biçimsiz yaratıkla­ Orr, büyük bir çaresizli k içinde evine dönmüştür. Uzaylı bir arka­
rın her yeri yakıp yıktığını görmüştür. Dr. Haber, bu olanlara çok daşının verdiği The Beatles'ın 'With a Little Help From My
şaşırmıştır. Tüm dünya birlik olup uzaylılara karşı savaşmaya Friends' plağını, yüreğini kanırtırcasına dinleyip 'İhtiyacım, birini
başlamıştır. Orr'un bilinçaltı, savaşsız bir dünya hayalini kurama­ sevmek, arkadaşlarımın yardımıyla!' diyordu içinden haykırırca­
mıştır. sına. Buna öyle ihtiyacı vardı ki. .
.

Bundan sonraki her seansta Dr. Haber dünyayı daha iyi bir Romanın sonunu, okumanız için size bırakıyorum; çünkü roma­
dünya yapmak için uğraşmıştır ama dünya her defasında daha nın büyüsünü daha fazla kaçırmak istemiyorum.
da kötüye gitmiştir. Orr'un tek isteği, tedavi olmaktır. Dr. Haber'in
kendi isteği doğrultusunda rüyalarını kontrol etmesine şiddetle Son olarak: Bölümlerin girişlerinde Chuang Tzu'nun sözlerine yer
karşı çıkmaktadır: "Hayatımızın bir amacı olup olmadığını bilmi­ veren Ursula K. Le Guin'in Jaoizm felsefesiyle ilgilendiğini görü­
yorum, bunun bir önemi olduğunu da sanmıyorum açıkçası. Asıl yoruz. MÖ. 4. yy.da yaşamış olan Chuang Tzu'nun felsefesine
önemli olan, bü tünün içinde bir parça olmamız. Bir kumaşın göre, hayatımız sınırlı ama öğrenebileceklerimiz sınırsızdır. İyi dü­
içindeki iplik veya kırdaki bir ot sapı gibi ... O nasıl öylece varsa, zen, her şeyi kendi haline bıraktığımızda kendiliğinden ortaya çı­
biz de öylece varız. Bizim yaptıklarımız, çimenleri yalayıp geçen kar. Hayatımız, nasıl olması gerekiyorsa öyle belki de!.. İsyan et­
rüzgara benziyor." memiz, kabullenmek istemeyişim iz, boşa bir çaba . . . Umuyorum,
yaşadığımız ve yaşayacaklarımız acemi bir rüyacının rüyası de­
Orr, dünyanın gidişatına yapılan müdahalelerin ahlaka uygun o l­ ğildir.
madığını düşünmektedir. Kendisine verilen, istemediği bir so-

KAFKAOKUR 47
1 Sevgi Soysal
Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz
sayı 7

GÖZDE KILIÇ
Bozkır'da yapacak çok şey yoktur öyle. Arkadaşlarla buluşup lak demir Nutku ile burada tanışıp evlendiler. Birlikte Almanya'ya git­
lak etmek, kış günlerinde bunaltıcı hale gelmiş kalabalı k Ankara tiler. Sevgi Soysal, orada tiyatro ve arkeoloji derslerine devam et­
sokaklarında 'olur ya iki ağaç görürüz' diyerek gezinmek, si­ ti.1 958 yılında Ankara'ya döndüklerinde ilk çocuğu Korkut dün­
nemaya, tiyatroya gitmek gibi sayılı seçeneklerden de bunal­ yaya geldi. Sevgi Nutku ismi ile çıkaracağı ilk kitabı ''Tutkulu Per­
dıysanız, en iyisi, okumaktır cancağızım! Okumak!.. Ben de bu çem" 1 962'de yayımlanana kadar, Ankara'da çeşitli kurumlarda
istekle kitapçıya girip okuyacak bir şeyler almak için gezinmeye çalıştı. Dost, Yelken, Ataç, Değişim gibi, dönemin bilinen dergile­
başladım. Son zamanlarda yerli kadın yazarlarla haşır neşirdim. rinde yazdı.
Tezer Özlü, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Aslı Erdoğan derken samimi
bir gülüşle bana bakan, kısacık saçlı, sarışın kadına takıldı gö­ İlk romanı Tutkulu Perçem 'i okuduğunuzda insanı ele alıp yeni
züm: Sevgi Soysal. Bu ismi duymuşluğum vardı elbet, 1 2 Mart baştan yaratmaya dair bir çabayla karşılaşırsınız. Ancak bu baş­
sonrası ağırlıklı toplumcu gerçekçilik akımının etkisinde eserler kaldırış, daha sonraları temellendirileceği için, bu kitabında bi­
vermiş bir yazar olduğunu anımsadığım, fakülteden kalma kitabi razcık havada kalır. Sevgi Nutku gençtir, anlatmaya çalıştığı fikir­
bilgiler yalnızca... Ancak hiç okumamıştım Sevgi Soysal'ı .. Ki­ leri henüz tam demlenmemiştir, biraz şundan birazcık da bundan
tabın ismi de ilgi çekici ve farklı geldiğinden olsa gerek, hemen, biçimindeki bir kırk yamalı bohçayı andırır eseri. Öyküleri biraz
Tante Rosa'yı alıp çıktım. mensur şiiri anımsatmaktadır. Kitaba adını veren ilk öykü Tutkulu
Perçem'in ilk cümlesi, Sevgi Soysal'ın yaşamı boyunca hisse­
Ertesi gün, bir gecede bitirdiğim Tante Rosa romanı dışında hiç­ deceği öteki insanlardan ayrışma duygusunu anlatır: "Şeylerdeki
bir eserini okumamış olsam da artık Soysal'ın sevdiğim ya­ şeyler işte sokaklardaki insanlar görmüyorlar beni. Oysa gün­
zarlardan biri olduğunu biliyordum -Bu bilgi, sonrasında başka lerdir tutkuların perçemlerinde dolaşıyorum." Yalnızlık onun için
eserlerini okudukça beni yanıltmayan bir ön bilgi olarak da ka­ kaçınılmaz bir yazgıdır. Acı veren ama özlenen ... Aranan, sonra.. .
lacaktı.- Peki, kimdi bu anaç görünüşlü isyankar kadın? Kitap­ Üstelik bir karşıtlık: Kalabalıklardan kaçarken sığınılan öteki uç .. .
larına sıkıştırılan beylik yaşam öykülerinin ötesindekini görmek Tıpkı bozkır gibi. .. Sevgi Soysal' ın nerede olduğunu, geldiği yerin
istiyordum. Tek bir kitapla derin bir bağ geliştirmemizi sağlayan önemini belirginleştirmesi bakımından bir başlangıç olarak üze­
duygularını, yaşamını ... Ondaki Tante Rosa'yı ... rinde durulması gereken bir kitaptır Tutkulu Perçem.

Yaşamı boyunca durmadan değişecek soyadının aksine, kısacık Haldun Dormen'in yönettiği Zafer Madalyası oyununda çalışırken
ömrünün ana eksenine insan sevgisini koyacağını bilirmişçesine tanıştığı, ayrıca ilk kitabının kapak düzenini de üstlenen Başar
Sevgi adını vermişti ailesi ona. Sevgi Yenen, 30 Eylül 1 936'da Sabuncu ile 1 965'te evlenir Soysal. Teyzesi Rozel'den, an­
İstanbul'da dünyaya gelmişti. Selanikli bir baba ile Alman bir an­ nesinden ve kendinden izler taşıyan romanı Tante Rosa'yı Sevgi
nenin üçüncü çocuğuydu. Bu çok kültürlülük Sevgi Soysal' ın ya­ Sabuncu adıyla yazacaktır. Tutkulu Perçem 'in Sevgi Nutku'su
zınını da etkileyecekti. Devrinde anlaşılamayan yazarlardan biri yerini bir "tarih" olacak Tante Rosa'ya bırakmıştır artık. Coşkulu,
olacak, Tante Rosa'sı taklitçilik, basit bir çeviriden ibaret olmak yaşamayı bir oyun gibi gören, kendini olayların akışına bırakmış
gibi suçlamalarla karşılaşacaktı. 2000'1i yılların başına kadar 70'1i bir kadındır bu. Tante Rosa bütünüyle kadınlık sorunları üzerinde
yıllar öncesinde yazdığı romanlar -ki Tante Rosa da buna dahil­ dönen bir kitaptır. Tante Rosa'nın çocukluğundan itibaren özüne
etliye sütlüye karışmayan, basit kadın duyarlılığında eserler ola­ aykırı, toplumla uyumlu ve topluma uygun koşullandırılışı onu,
rak yorumlanacak; Sevgi Soysal'ın asıl yazarlığının 1 2 Mart'tan neticede, elinden sadece karşı çıktığı düzene uymak gelen bir
sonra şekillendiği düşünülecekti. Oysa yazıma da başlık vermeyi kadın yapmıştır. Tante Rosa'da Sevgi Sabuncu kadınlık soru­
uygun bulduğum ilk yazısında bile Sevgi Soysal, yaratacağı ay­ nunu yalnızca tespit edip bir yanda bırakmakla yetinmiştir. So­
kırı, eleştirel, ironik dilin sinyallerini veriyordu ve bu dili kul­ runu toplumsallaştırmamıştır. Bu noktada Sevgi Soysal'ı basit
lanmaya hep devam edecekti. Bu duruşuyla Türk yazınında hem kadın duyarlılığında, tatlısu aydını gibi yorumlamak yerine; far­
kadın hem de muhalif olarak iki uçlu bir ötekiliğe mahkum edi­ kındalığı ve mevcut düzene başkaldırısı daim ancak bunun altını
lecekti. dolduracak felsefi zeminden başlangıçta yoksun bir yazar olarak
düşünebiliriz. Aslında onun için fikirleriyle, edebiyatıyla, ka­
"Londra'da, Ankara'da, İstanbul'da veya Zap Suyu'nun yanı dınlığıyla, anneliğiyle, her şeyiyle; tam da büyümekte, geliş­
başında nerede olursa olsun kadınları birbirlerine ortak eden tek mekte ve elbette ki değişmekte olan, sıradan bir insan, diyebili­
bir şey vardır: Hayat. Sürmekte ve sürecek olan hayatın tar­ riz.
tışılmaz emekçisi olmak."
Sevgi Soysal, eserleri ile yaşamı arasında her zaman bir para­
Liseyi Ankara'da Ankara Kız Lisesinde okuduktan sonra Dil-Tarih lellik barındırmıştır. Tante Rosa bir Alman 'dır Sevgi Soysal'ın an­
Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü'ne başladı. İlk eşi olan Öz- nesinin de bir Alman olduğunu biliyoruz. Yürümek'in Ela'sı iki

48 KAFKAOKUR
kere evlenir. İ kinci evlilikte de aranan bulunamamıştır. Şafak, 1 2
Mart sonrasının, Adana sürgününün ürünüdür. Şöyle diyebiliriz ki
Sevgi Soysal'ın yazarlık çizgisi ile hayat çizgisi paralel yürür. O­
nun biyografisini yazmak, aslında eserleri arasında kısa bir tur at­
mak anlamı da taşır. Ancak, bu, otobiyografiye kapanmış bir ya­
zar olduğu anlamına gelmemektedir. Tersine, otobiyografik öge­
leri öykü ve romanlarına yedirmek gibi bir ustalığı getirir bu özel­
lik.

12 Mart dönemi, Sevgi Soysal 'ın hayatı ve yazarlığı üzerinde de­


rin izler bırakmıştır. Yürümek romanı müstehcenlik gerekçesiyle
toplatılmış, kısa bir tutukluluk sürecinin ardından Soysal'ın
TRT'deki işine son verilmiştir. Mümtaz Soysal ' la bu dönemde,
üstelik de Mümtaz Soysal Mamak'ta tutuklu iken, evlenmiştir.
Cezaevine girmesine sebep ve müstehcen bulunan romanı Yü­
rümek'te Sevgi Soysal, yine kadınlık sorunlarını ele almıştır. An­
cak konuya yaklaşım biçimi oldukça değişmiştir. Tante Rosa'da
verilen hikayenin Yürümek romanında geri planı araştırılmaya
başlanmıştır. Bu açıdan, Yürümek, yeni bir Sevgi 'yi bize muş­
tular. Artık ne Tutkulu Perçem'in yalnız, umutsuz, karamsar adı
bilinmeyen kadını, ne Tante Rosa'nın şaşkın ördeğidir. Düşünen,
değişmeye çalışan, doğruyu arayan bir kadındır artık. Sorularla
hayatına yön vermek isteyen bir kadın ...

"Yürümek, dönüp bakmak arkaya... Arkanda ne var? Yan yana


asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renk­
lerinden başka?"

Sevgi Soysal ' ın bireysellikten toplumsallığa geçişi, tam anlamıy­


la, Yenişehir'de Bir Öğle Vakti romanıyla olur. Yazarın tutukluluk
günlerindeki anılarını kapsayan Yıldırım Bölge Kadınlar Koğu­
şu'nda, yazar, romanın yazılış sürecini anlatır: "Kendimi bir bil­
gisayar gibi programladım. Sabahları 5.30'da kalkıyorum. Yarım
saat jimnastik... Sonra heladaki musluğa taktığım plastik boruyla
soğuk duş. Giyinip kahvaltıdan önce biraz okuyorum. Herkesin
uyuduğu bu sabah saatlerini seviyorum. Sabahları kendi ken­
dime uyguladığım bu faşizm, özgürlük duygusu veriyor bana.
Gün boyunca bir yığın ufak kural koyuyorum kendime. Her gün
sekiz sayfa yazmak gibi. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti romanını işte
böyle, her gün sekiz sayfa kuralıyla yazdım."

Roman, 1 973'te yayımlanır, 74'te ise Orhan Kemal Roman Ar­


mağanı'nı kazanır. Artık ne bireyselliğe boğulmuş bir tedirginlik
ne tek boyutlu kitap kahramanları ne de kurtuluşun bireyin yalnız
ve yalnız mutlu oluşunda aranması ... Bütünü kavramak isteyen,
sorunu birey-toplum diyalektiğiyle ele almaya çalışan bir bakış
kazanmıştır. Tabiri yerindeyse, düşünceleri kök salacak uygun
toprağı bulup çiçeklenmeye başlamıştır. Şafak romanı, bu ken­
dini bulan kadının ağzından yazılmıştır.

Yaşadıklarıyla tam da aradığı yatağı bulan suyumuz, artık ol­


gunluk çağı eserlerini vermeye hazırken, söyleyecek onca kadın bildiğini okumaya devam edecektir. Doğurduğu çocukları besle­
ve emekçi cümleyle doluyken, 1 975 yılında meme kanseri nede­ yen memelerinden gelen ölüm, doğurduğu karakterlerle besle­
niyle bir memesi alınır Soysal'ın. Ancak o, içine dolan kelimeleri, nen edebiyatının ona getireceği ölümsüzlükle birleşir. Sevgi Soy­
alınan tek göğse inat, sağmaya devam etmektedir. Hayatı hep sal, 22 Kasım 1 976'da son romanı Hoş Geldin Ölüm'ü yazarken,
başkaldırmalarla geçmiş bir kadın, elbette ölüm geldiğinde de 40 yaşında, son bir kez Bozkır'ı göremeden, İstanbul'da ölür.

KAFKAOKUR 49
7 1 Öykü
Avarelik Üzerine
Sayı

FATİH YAL(IN
İçinde Fransızca şarkılar olan birkaç saatlik bir albümü, şehirler yattayız işte, hepsi bu. O zaman vasiyetimi unutmayın: Bir zeytin
arası yolculuk yapan otobüsün birinde dinlemek isterdim. ağacı istiyorum; her sene o zeytinleri insanlara dağıtıp ruhumu
şad edin.
Dışarıda yağmur, yanımda sen ...
Dışarıda orman, içimde yangın . . .
Belki silinirdi yeryüzünden, bir yere ait olma zorunluluğu. Çi­
çeklere, renklere ait olmayı akıl ederdik belki de. Pek zor ama ol­ "Zamanı geri alabiliyor olsaydım, hayatımda değiştireceğim hiç­
sun, insanoğlu neler neler yapabiliyor artık... bir şey olmazdı." demeyeceğim. -Bunu demek saçma, biz insa­
nız ve insan denen varlık, mükemmel bir açgözlülüğe sahip.­
Dışarıda soğuk, ellerimde çay... Mutlaka olurdu. Hatta kafamda hemen belirdi o an. Saati ve tari­
hiyle gözümün önünde canlandı. O ana gidip değiştirirdim olan
Sessizce çekilirdik sessizliğin içinden; Edith Piaf, biraz da Kaas biteni. Çok güzel olurdu. Olurdu da ben böyle olur muydum? Ol­
derken. Şehre lacivert bir ceket gibi yak ış ırdı yağmur , sevinirdi
* mazdım herhalde; ama insan mavi gibi kocaman bir yetin­
ağabeyim. Yaşasalardı daha kimler kimler sevinirdi de... Aman mezlik . . . Yetinmezliğin ete kemiğe bürünmüş haliyiz biz. Yüzü­
canım, ne gereği var durduk yere keşkelerin dosyasını açmaya!.. müzde de tek bir damla utanma yok. Zaman, anneden sonra in­
sanı en çok büyüten şey. Bir acıyı ya da bir mutluluğu kaderden
Dışarıda ölüm, içimde umut. . . çıkardığınız an artık siz, siz olmazsınız. Ben insanların hayal­
lerindeki gibi biri olabilirim, işin aslı, bu çok kolay. Fakat o zaman
Ş u i ç gıcıklayan sesim, bir kez olsun, şiir okumak dışında bir şe­ ben, ben olmam ve o insanlar o kadar pişman olurlar ki bunu is­
ye yarasın isterdim. Sırf şarkı söylemek için bir dil öğrenmenin tediklerine; o kadar pişman olurlar işte.
saçma olduğunu söyleyenler de olacaktır ama ben takıntılı bir a­
damım işte. Biraz da -huyum kurumasın- kafama koydum mu Dışarıda açlık, içimde yetinmezlik...
yapıyorum. Fakat valide sultan duymasın bunu, çok kızar bana.
Ben anadilimi bilmiyorum, şimdi bana duvarlar vursun. Ve bir he­ Bir insanı ilk gördüğünüz an önemli. Hem de ç9k... Sonradan fik­
ves için yeni bir dil ha? Ama heves deme annem, sen de din­ riniz değişebilir onu hiç sevmeme veya onunla çok iyi arkadaş
lersin belki. Belki kurtarırım seni, bu dünyanın kuruluğundan. olma konusunda; ama ne olursa olsun, o ilk an aklınıza gelen ke­
Yapmadığım şey değil seni duygulandırmak. lime değişmez. Belki biraz yontulur, belki de kat kat sertleşir ama
değişmez. Bu, doğanın kanunlarından biridir; biz her ne kadar
Dışarıda sesler, dudaklarımda kilit. . . kabullenmek konusunda zorlansak da. Bundan yıllar sonra adım
duyulduğunda tebessümler de olacak, beddualar da. Zaten her­
Bir cümleyi söylemenin bin bir çeşidi vardır, ben isterdim ki o kes beni sevse bu işte bir yanlışlık olurdu. Her şeyin kötü gitmesi
cümleyi sana hiç söylemeyeyim ama sen anla. Bakma öyle ba­ kadar, iyi gitmesi de normal değildir.
na, zor değil. Yani önce biraz uğraşmamız lazım tabii, sonrası
kolay. Önceleri geçtik mi sonraları hep kolay olur işlerin. Lakin Dışarıda maskeler, içimde masumiyet. . .
"Önce . . . " diye başlayan şeyler, hep zor görünür insana. "Zor ol­
duğu için cesaret edemediğimiz şeyler, aslında biz cesaret ede­ N e seviyorsam tutkuyla sevdim. Hiçbir zaman uğrunda ölmeye­
mediğimiz için zordur." dediğinden beri Ernesto Ağabey, ben ceğim şeyler için tartışmadım. İnsanlardan da bunu bekledim.
çok da imkansız bulmuyorum el ele tutuşarak ölmeyi. Ne bileyim Samimiyetsizlikten dem vurup sonra da hiç sevmediğim birine
işte, ölmeyi önceden kestirebilirsek sonrası kolay. zoraki gülümsediğimde, kendime çok kızdım. Birileri sürekli yaptı
bunu, yapsınlar. Ama seninki de kolay deği l, kardeşim; kolay de­
Dışarıda ölüm, içimde hayat... ğil hani, böyle kuy ruk sallamak Tann'nın her günü.** Önemli değil
ki bu. Önemli olan, geceleri kafanızı yastığa koyduğunuzda ve
Acısız bir ölüm istemişimdir hep. Bunu düşünmek için çok genç aynaya baktığınızda vicdanınızın sizden utanmamasıdır. Öyle ya,
olduğumu söyleyenler de olacaktır ama yaş 1 8, yolun yarısı eder. bundan ağır bir şey yok bence. Başıma açtığım belalar sorun
Bir ömür, bir gün bile olabiliyorken 1 8 yıl yaşamak ne kadar değil, vicdanen rahatsam, tahminlerinizin dışına çıkabilirim pek
büyük bir nimet değil mi? Bir kitapta okumuştum: "Gitmek için rahat bir şekilde.
geliyoruz bu dünyaya." diyordu yazar. Gitmeye başladığım an
çabucak olsun ve bitsin isterdim. Yakınlarım bana ben hasta Yine de korkarım işte, bu işin öbür dünyası da var.
yatağındayken bakmak zorunda kalmasınlar. Hem, çok da üzül­ Dışarıda mermiler, içimde çocuklar...
mesinler. Mutlak sonlardan kaçış yoktur. Yani, ölene kadar ha-

50 KAFKAOKUR
"Hiçb ir şey daha kusurlu değildir, iki kiş il ik
bencillikten . " Comte de Lautreamont

Şu ana dek yaşadığım süreyi ömrümün yarısı olarak değer­


lendirirsem, hayallerimi gerçekleştirmek için yeterince sürem var
demektir. Ben üşengeç diyemem kendime, benim için çok
önemli olmayan şeyler son güne kalır; bunu da inkar edemem.
Fakat hayal bu, bundan önemlisi can sağlığı ... Hiçbir şeyi son
güne bırakmayacağım, inşallah yani. Söz veriyorum ki benzeme­
yeceğim merhametinden sessizce çekildiğim cellada. Huyum
kurumasın, sözümü tutarım.

Dışarıda testereler, içimde ağaçlar. . .

Bazen bazı kavuşmalar çok geç olur. "Geç olsun da güç olma­
sın." der büyüklerimiz. Mütevazı olamayacağım, özür dilerim,
şöyle bir bakıyorum da mükemmel bir sabır var bende. Ger­
çekten... Bir taş gibi... İçim taş değil ama. Olmayı beceremedi.
Hissetmemeyi isterdim. Yani bilmiyorum gerçekten ister miydim,
ama olsa iyi olurdu sanki. Yine de acıları hissetmemek için mut­
luluktan aldığım hazzı bırakamazdım.Ben de gider kızıl saçlı kıza
hissetmemeyi ödünç verirdim, onu acılardan çıkarırdım sakince.
Birkaç saatliğine de olsa iyi gelirdi.

Ne tuhaf değil mi insanların cellatlarına aşık olmaları? Tuhaf değil


aslında, çok gülünç. Üstelik, o cellatların ellerindeki bıçakları bi­
lemek için hep gönüllü olmamız daha da gülünç. Fakat size bir
sır vereyim: Maviyi istediğiniz gibi kesseniz de mavi bu, kay­
bolmaz ki!..

Dışanda esved, içimde mai. . . Cevabını duymak istemediğimiz soruları sormamamız lazım.
Mutluluğun temel kurallarından biridir bu. Unutmak büyük nimet,
Benim kaybolan oyuncaklarım şimdi nerededir, biliyor musunuz? kimileri bundan mahrum olsa da. Kafamı vursam, hafızamı yitir­
Ben merak ederim her zaman. Ne ara gitti onlar, ne ara büyü­ sem bile aslında yitirmemişimdir onu. Bazı şeyler asla unutul­
dük? Akıl karı değil büyümek, bence hiç olmayacak da. Zaman, maz, asla. Sabredenler, elbet zafere ulaşacak; unutmadıklarımızı
bir suyun bardağa dökülüşü gibi geçer. Size bir okyanus teslim da bizi unutanlara hatırlatacağız.
edilse "Artık bu senindir, okyanusuna sahip çık." denilse; bu ne
kadar önemlidir ki? .. Bir şişeye doldurup evinize götüremezsiniz Havalar soğuk, kar da yağar yakında. Beyaz bir ölüme boyanır
onu. Zaman da öyle bir şey. Bizim olduğunu söylüyorlar, inan­ unutulmuş yanlarımız. Fakat şimdi sızlanmanın sırası değil. Ce­
mayın. bimden çıkaracak olsam yanımda kalan son şeyleri, kendini zen­
gin sanan insanlar iflaslarını açıklar. Siz de çıkarın cebinizdekileri
Dışarıda son, içimde başlangıç . . . ve onlara sahip çıkın. Her şeyi çokça sorgulamak yersiz, çok dü­
şünmek bizi filozof yapmaz.
Sabahın erken saatleri, ezandan birkaç dakika sonrası yani, için­
de savaş olan şehirler hariç tüm coğrafyalar güzeldir. Bir de yağ­ Dışarıda ne var bilmiyorum; içimde umut,
mur var ki yeryüzündeki her yere yakışır. Caddeye bakan bir içimde mavi,
pencere, yanında bir koltuk, önünde ahşap bir sehpa, sehpada içimde samimiyet,
bir roman, romanda bir kahraman, kahramanda bir macera. . . Dı­ içimde sevinç...
şarıda büyük adımlarla kaldırımları arşınlayanlar, yağmurun tadını Yanlarına kar kalsın, uğraşma, affet.
çıkaranlar. . . Gamsız olmak isterdim, sadece bir gün. Ve helal et ne varsa...
Gülümse.
Dışarıda yokluk, içimde şımarıklık. . . * Ah Muhsin Ünlü / Konağım Bono Eroin Koya
** Orhon Veli / Kuyruklu Şiir

KAFKAOKUR 51
I Öykü
Güzel Sanatlann Bir Dah Olarak 'Ders Almak'- Sayı 1

MUSA EFFENDİ
"Ben seni sevmiyorum." düşünmemişti; o çocukken Taceddin ismi bir yetişkin ismiydi.
"Niyeymiş?" Herkesin Taceddin dediği adama, o, baba diyordu ve bu isim,
"Çünkü senin ağzında kıl var." taşıyana çok yakışıyordu. Bir çocuğaysa bu isim kırk-kırk beş
"Onu da nereden çıkardın?" yaş büyük kalıyordu. Zahir'e göre bir insan, ömrü boyunca bir­
"Bak her gün tıraş oluyorsun. Her gün de sakalın uzuyor. den fazla isim kullanmalıydı, tek isim yeterli değildi. Nasıl ki Emir
Ağzında kıl olmasa sakalın o kadar nasıl uzar?" isminde bir dedenin varlığı arzu edilmiyordu, öyle de Taceddin
isminde bir çocuk istenmezdi. Zahir ise tam bir orta yaş ismiydi
Aslında Zahir, son birkaç haftaya kadar, her gün tıraş olmuyordu. ve o bu ismi daha on-on beş sene de taşıyabilirdi. Onu düşün­
Özellikle de bu aylarda. Güzdü, renkler yere dökülüyordu. Her düren diğer konuysa aile ve çocuk kavramlarıydı: Zahir, tek ço­
duyarlı erkek (Kendisi böyle diyordu.) gibi o da kasım ayında cukluluğun taraftanydı. Eğer biri, onun soy ağacını çizseydi bu a­
sakal uzatırdı. Diğer on bir ayda da hep sakallı olurdu ama ka­ ğacın mesela çam gibi uzanmasını isterdi, elma ağacı gibi dal­
sımdaki kadar uzun sakallı değil. Üstelik havalar böyleyken hiç tı­ lanmasını değil. Ama elden gelen bir şey yoktu.
raş olmak istemezdi.

Dün sabah erkenden kar yağmaya başlamış, gün içinde her yeri
bembeyaz yapmıştı. Zahir bunun birkaç gün boyunca devam (Bir paragraf önce söz verdiğim gibi, Taceddin'in annesını
edeceğini düşünmüştü ama her Bakü sakini gibi o da bunu arzu­ anlatacağım.) İsmi Lale'ydi ve her iki kardeş onu okuldan tanıyor­
lamıyordu tabii. Bakü, kar yağınca felç olan hassas şehirlerden­ du. Ve her iki kardeş de ona aşık olmuştu. Lale ise kardeşlerden
di. büyük olanı seçmişti. (Bunu belirtmemde fayda var; hikayenin
düğüm kısmı burası değil, ama serim bölümünden düğüm bölü­
Son birkaç asırda olduğu gibi bu defa da herkesin şansı yaver müne geçen kısmı burası. O ince çizgi, evet.) Lale, abiyi seçmişti
gitmişti; "Bad-ı Kuba" yani 'Rüzgarlar Kenti' ismini taşıyan bu çünkü ona aşık olmuştu. Gerçi Zahir de Lale'yi sevdiğini - La­
şehrin yağmuru seven sakinlerinin dualan kabul görmüş; kar, le'nin kendisi de dahil- hiç kimseye, hiç söylememişti ama abisi,
yerini yağmura bırakmıştı. Sonuçta bir gecede tüm karlar erimiş, Zahir bunu söylemese bile hissetmişti. Bu yüzden de evlendik­
şehrin beyazlığından geriye hiçbir şey kalmamıştı. Hem, son­ ten sonra Zahir'i evlerine pek sık davet etmez, onunla mümkün
baharda karın ne işi vardı? Renkler yere dökülüyor diye gökten olduğu kadar az görüşmeye çalışırdı. Abisinin taşıdığı bir suçlu­
beyaz yağması gerekmiyordu. luk duygusu vardı ve kardeşinden kaçma isteğini tetikleyen, bu
suçluluk duygusuydu. Aslında bu duygunun oluşmasının mantıklı
Saatse 1 7.53'tü ve Zahir'in odasından görünen manzarada renk bir sebebinin olması gerekmiyordu ve yoktu da ama o duygu,
sırası şöyleydi: Üzerinde küçük sarı ışıkların olduğu, siyah tepe­ varlığını koruyordu işte. Bu duygu belki de Taci'nin (Ben de yo­
leri turuncu kaplamıştı; gözlerini biraz yukarı çevirirsen tu­ ruldum bu uzun adı kullanmaktan, Zahir haklı, izninizle böyle kı­
runcunun üzerinde sanyı, sarının üzerinde ise gitgide koyulaşan saltma kullanacağım.) doğumundan sonra oluşmaya başladı
ve siyaha dönen maviyi görürdün. Yağan yağmur, renkleri biraz (Gerçi bu cümle "kaçma isteği" ile ilgili yazdığım önceki cümlemi
soldurmuştu. Bu, Zahir'in odasından görünen manzaraydı. O ise inkar ediyor, bunun sebebi benim onun abisini yakından tanıma­
banyoda tıraş oluyor ve abisi Tahir'in tek oğlu Taceddin'in sordu­ mamdır, belki de öyle bir isteği yoktu, hiç olmadı, hikayedeki tüm
ğu saçma sorulara ne cevap vereceğini düşünüyordu. Ağzını yazılanlar benim gözlemlerim sadece.), belki de küçücük de olsa
açıp içinde kıl olmadığını gösterse yeterdi aslında ama o da kısa vardı ve olaydan sonra daha belirgin bir hal almıştı.
süreli çözüm yoluydu.
Belki de her şey farklı olabilirdi; Lale'nin Taci'yi doğururken
Abisi ona da çalıştığı şirkette iş bulmuş, bu işin yanı sıra, başına hayatını kaybetmesi bu belkili varsayımı düşünme isteğini daha
bir iş daha çıkarmıştı: tıraş olmak. Ha bir de bir haftalığına oğluna da artırmıştı. Ama olayların üzerinden altı sene geçmiş, bütün bu
bakmak. Tahir'in iş için Gence'ye gitmesi gerekiyordu ve çocu­ düşünceler de bir şekilde kaybolmuştu. Bu altı senede Zahir sa­
ğunu yanında götüremezdi. (Çocuğun annesine ne olmuştu? dece bir şeyi düşünmüştü; eğer Lale'yle o evlenseydi çocuğun
Bunu bir paragraf sonra anlatacağım.) ismi K. olurdu.

Zahir'i düşündüren başka konular, başka sorular vardı. Mesela ....

insan kendi çocuğunun ismini niye Taceddin koyardı ki? Gerçi


bu isim, onların babalarının da ismiydi, hatırasını yaşatmak için Zahir'in odasındaki pencereden görünen renklerin hepsi siyaha
abisi böyle bir şey yapmıştı, bu anlaşılırdı. Aslında bu soruyu ön­ dönmüş, sadece tepenin üstündeki sarı ışıkların bazıları kalmıştı.
ce dedesine sorması gerekiyordu. Ama çocukken bunu hiç Yann erkenden işe gidecekti. Yorucu geçen iş saatleri sonra-

52 KAFKAOKUR
Sayı 7 j Öykü

sında eve gelmiş, abisinin altı yaşındaki çocuğunun sorulannı ce­


vaplamıştı. Uyuması gerekiyordu. Uyudu da.

Çocuğunun ismini K. koymak isteğen her potensiyel baba gibi o


da sabah uyandığında ilk önce ellerine baktı. Belki böceğe dö­
nüştüğünü umut ediyordu ve bu, neticede, işe gitmemek için iyi
bir sebepti. Umduğunu bulamayınca kalktı ve giyinmeye başladı.
Evden çıkmadan önce Taci'nin uyuduğu odaya bir göz attı, ço­
cuk mışıl mışıl uyuyordu. Zahir, "Kesin, rüyasında da birini bul­
muş soru soruyordur!" diye düşündü.

Asansörün önünde klostrofobisi olan komşusuyla karşılaştı,


asansöre bindiler. Gergin geçen on yedi saniyenin bitiminde bi­
nadan çıktı ve on saat sonra dönmek üzere işin yolunu tuttu. ;

İşteyken, abisinden telefon geldi.

"Neredesin? Taci nerede?"


"İşteyim. O da evde. Uyuyordu. Ne oldu?"
"Evi aradım. Açmadı. Merak ettim. Çıkarken kapıyı açık mı
bıraktın?"
"Uyuyordur. Merak etme." soruyu ise cevaplamadı.
"Zamanın olursa eve bir git bak. Bana da haber ver."
"Evdedir. Sorun etme. Ben seni ararım gittiğimde."

İkisi de (yaş sırasıyla büyükten küçüğe) "Tamam" deyip telefonu


kapattılar. Zahir de meraklanmıştı. Sık sık saatine bakıyor, sonra
da evi arıyordu. Abisi doğru söylüyordu, Taci telefonu açmıyor­
du. Sonunda daha fazla dayanamayıp çıktı.

Eve vardığında Taci'yi odasında buldu. Gitti, sarıldı.

"Babanla ben seni merak ettik." dedi. "Sabahtan beri de arıyo­


ruz, telefonu niye açmıyorsun?" Delord Simon-Pierre
"Bir abi geldi, onunla konuşuyorduk. Telefon çalınca da "açma"
dedi." Her çocuk kendi ebeveyninin devamıdır. İstediği kadar yaşama
"Abi mi? Kim?" Taci'yle anlaşma yapmıştı. Zahir çıkarken kapıyı hakkı insana verilmese bile, yaşamak istediği hayatı başka be­
açık bırakacağına, Taci ise tanımadığı hiç kimseye kapıyı denlerde yani kendi çocuklarında devam ettirme şansı veriliyor.
açmayacağına söz vermişti. Demek ki Zahir, gelen abiyi tanıyor Veya bir insanla ilgili "Yaşasaydı ne yapardı?" sorusunun ceva­
olmalıydı. bını onun çocuğunda aramak mümkündür. Bunları Zahir'e anlat­
"Senin arkadaşın vardı ya, yazar olan. Oydu gelen." tım. Ayrıca, şimdi benim kim olduğumu biliyorsunuz, parantez
"Musa mı? Hay onun ... " içinde saklanmama gerek yok.
Zahir, telefonu kapıp beni aradı. Ağzına geleni de söyledi. Ben de
öyküm için düğüm bölümü aradığımı, bulamadığım için böyle bir Ona anlattıklarımın sonucu·olmalı ki Zahir, o gece rüyasında yıllar
şey yaptığımı söyledim. Ve netice itibariyle, öykümün çözüm bö­ sonra ilk kez Lale'yi görmüş. "Ben seni sevmiyorum." diyormuş
lümünü de yazmış oldum. Bir taşla iki kuş! Lale. "Niyeymiş?" diye sormuş Zahir. O da "Çünkü senin
"Abini ara, merak etmiştir." dedim. ağzında kıl var." demiş.

KAFKAOKUR 53
1 Polisiye/Gerilim
Temizlik İsleri I
sayı 7

CENK ÇALIŞIR
"Ben temizlikçiyim. Parasını ödediğin her şeyi ortadan kaldırırım. Yolda MOBESE'lerden, trafik kontrol ve asayiş çevirmelerinden
Onları bir daha kimse göremez." geçmek, trafik kurallarına riayet, arabanın arızasız sürümünün
"Güzel. Ücrette anlaşacağımızı umuyorum. Sürekli müşterin garantisi için servis kontrolü, cesedin nakliyesi sırasında oluşa­
olacağım." bilecek sızıntıların ileride dert olmaması için alınacak önlemler ve
daha bir sürü iş. Parçalama ve yok etmede uygulanacak titizlik.
Onunla bütün konuştuklarım bundan ibaretti. Nasıl bir adamdır? Müşterim bu kadar çalışkan, iş bu kadar yoğun olunca, değil tatil
Ne iş yapar? Bu insanları o mu ya da kim ve neden öldürür? Ne yapmak, günlük uyku saatim bile sekizden beşe düşmüştü.
yapmışlardı? Kimdi bu cesetler? Peki ya çocuklardan ne istemiş­
ti? Sürekli araba değiştiriyor, araba gibi tipimi de yeniliyordum.
Kendimi başkalaştırmam gerekiyordu. Peruk, takma bıyık, sakal,
Bunlar ve bunlar gibi onlarca soru, benim için yanıt bekleyen sahte yara izi, tiyatro makyajı. Başkalaşım suratla sınırlı değildi
şeyler değildi. Ben bir profesyoneldim. elbet. Görünüşteki değişiklik kıyafet istiyor, bu kıyafete uygun
kimlik, bu kimliğe uygun geçmiş, bu geçmişe uygun şive. Hayal
Cesetler ile müşterim arasındaki ilişkiyi, onları neden havasız bı­ gücüm tıkanıyor, yarattığım sahte kimliklere yeniden bürünmek
rakarak öldürdüğünü, neden cesetlerde hiçbir deformasyon ol­ istemediğimden, aklımı açmak için, sürekli okumaya, film izleme­
madığını ve daha bir sürü şeyi sorgulamadım. Tek ilgilendiğim ye çalışıyordum. O kadar çok ve o kadar sık kimlik değiştirdim ki
işimi yapıp paramı almaktı. gerçekte ben kimdim? Kaybettim.

Para dedimse öyle yabana atılacak yan yana dört harf değil. Bulduğumda yanımda o vardı.
Rakamı duysanız bir çoğunuz işimi yapmak isteyecektir. Hayatı­ Bir sinema salonunda patlamış mısır kuyruğundaydık.
nız boyunca çalışıp kazanamayacağınız miktarı, çalışacağınız da "Sıra Beyefendinin" dedi.
kariyerli, diplomalı falan işler. Öyle tırışkadan, vasıfsız değil. Adı­ "Lütfen siz buyurun" dedim.
nızdan sonra ' Bey'li, 'Hanım'lı hitapların geldiği, sorumluluğu,
makamı, zekası olan, etek ceketli, kravatlı, deri çantalı, parfümü Gülümsedi. Alt ve üst dudağın bu kadar uyumlu hareketine, o
markalı, kartviziti İngilizce olan işler. İşte o işleri yapsanız bile, yıl­ uyuma gözlerin, yanaktaki gamzenin, kaşlardaki yaylanmanın bu
da kazanacağınız parayı ilk birkaç temizlikte cebime koymuş­ kadar ahenkle eşlik ettiğine daha önce hiç şahit olmamıştım.
tum. O ilk birkaç temizlik dediğim de on günde oldu. Buna göre Gördüğüm en güzel kadındı. Gördüğüm en güzel şey. İlk kez
çarp, topla. Darwin'in yanıldığını düşündüm. Teori onunla çuvallamıştı. Ça­
murlu sudan çıkan tek hücreli bir yaratık, evrimle bu kadar güzel­
Ne iş yaptığıma gelince; Mafyaya, iş adamına, kalburüstüne, ıs­ leşemezdi. Film hakkında bildiğim tek şey afişiydi. Yüz altı daki­
radana, çeteye, aşirete, derine ya da sığa, teşkilata, askere, em­ ka boyunca, iki sıra önümde oturan o güzelliği seyrettim.
niyete, adı olan ya da konulmayan silah tutan kim varsa ona çalı­ Solundaki beyle, sağındaki kadınla hiç konuşmadı. Film arasında
şan ben, bildiğim ve en iyisi olduğum işi yapıyor, cesetleri parça­ yalnızdı. Cep telefonundan mesajlarına baktı. Yerinden kalkmadı.
layıp, asitte eritip, kanalizasyona atarak, sifonu çekerek bunu da Yalnızdı.
kısa süreliğine kiraladığım başka semtlerde, başka klozetlerde
icra ederek hayatımı kazanıyordum. Film bittiğinde takipteydim. Mecidiyeköy'den bindiği metrobüs­
te, indiği durakta, yürüdüğü sokakta, dikkatini çekmeden peşin­
Müşterim öldürüyor, ben temizliyordum. Başlangıçta sayıyor­ deydim. O apartmana girdikten sonra yanan ışıklar, kat üç, nu­
dum. Sonra ipin ucunu kaçırdım. Ben mi? O mu? Bilmiyorum. mara altıyı gösteriyordu. O gece için cesur değildim. Birikecek
Nasıl bir enerji, nefret ya da kin ya da iş? Bilmiyorum. Sürekli öl­ ve geri gelecektim. Neyi, nasıl yapacaktım bilmiyordum ama
dürüyor, sürekli temizliyordum. Kirliyi ne zaman, nerede, nasıl hayatına girecek, hayatıma alacaktım. Artık onundum.
teslim edeceğini birkaç gün önceden bildiriyor, buna göre hazır­
lıklarımı yapıyordum. Dikkat çekmemek için sürekli yer değiştiri­ Ertesi günden başlayarak, sokağın başında bekledim. Apart­
yordum. Kiraladığım evler çoğunlukla müstakil, göze batmayan, mandan çıktığında peşine takıldım. Aynı metrobüse binip, aynı
ücra köşelerde, uzak semtlerde oluyordu. Evi önceden bulmak, durakta indim. İş yerini öğrendim. Artık onundum.
gidip görmek, .iş için uygunluğunu kontrol etmek, güvenlik unsur­
larını en azından iki gün ve gece takip ederek karar vermek Arkadaşları, ailesi, tahsili, görevi, zevkleri, korkuları, sevinçleri
gerekiyordu. nelerdir bir haftada öğrendim. Alış veriş yaptığı marketi, kullan­
dığı deterjanın markasını, çöpünün takibinden aybaşı gününü, ne

54 KAFKAOKUR
yiyip ne içtiğini, aylık bütçesini, birikimini, hedeflerini, hayallerini
biliyordum. Artık onundum.

Faturalarından konuşmalarım, dökümünden kimleri ne sıklıkla


aradığını, devam eden taksitlerini, son aldığı ayakkabıyı değiş­
tirdiğini, onunla ilgili her şeyi öğreniyordum. Artık onundum.

Onsuz geçen bir anım yoktu. Aklımı, yüreğimi, benliğimi, beni


ben yapan her şeyi kaplamıştı. Tercihim miydi? Ben mi istedim?
Kader mi? Bütün kabahat o güzellikte miydi? Bilmiyordum. Ne­
deni sonucu değiştirmediğinden, nedeniyle değil sonucuyla ilgi­
liydim.

ilk kez aşık olmuştum. İş devam ediyordu. Müşterim her zaman­


ki şifre ile teslimat zamanını ve yerini bildirdi. Malı çiçek desenli,
yasemin kokulu bir çarşafa sarılı olarak aldım. Silivri'de kira­
ladığım çiftlik evine gece yarısından sonra girdim. Önce küveti,
fayansları naylonla kapladım. Kanın pıhtılaşmasıyla kesimde
akan kan azaldığından saate baktım. Yeteri kadar vakit geçmişti.
Çiçek desenli, yasemin kokulu çarşafı açtım.

Bana bakıyordu. Gülümsemeden. Alt ve üst dudağındaki o


uyumlu hareket yoktu. Gözleri, yanağındaki gamzesi, kaşlardaki
yaylanma. Yoktu. Avazım çıktığı kadar bağırdım. Ciğerlerimden Benim olanı öldürmüştü. İçim acıyor, başka bir şey düşünemi­
çıkabilecek tüm öfkeyi haykırdım. Çırılçıplaktı. Çok güzeldi. Ölüy­ yordum. Aklımın ve kalbimin çizdiği sınırlarda her şeyi sorgula­
dü. Çok güzeldi. Beyazdı, hareketsiz. Çok güzeldi. Artık benim dım. Müşterim ile arasında bir ilişki kuramadım. Neden öldüğü ile
değildi. ilgili tek sebebim güzelliğiydi. İşlerini temizlemeye devam ettiğim
müşterime ulaşmanın bir yolunu arıyordum.
Kıyamadım. Onu kesemedim. Bahçenin en uzak köşesine, kara­
dut ağacının altına gömdüm. Toprağın kabartısını silmek için su istiklal caddesinde bir mağazanın vitrininde gördüm muhasebeci
döküp, üstünde zıpladım. Gözümde yaşlarla. Geç kalmıştım. kızı. Gülümsüyordu. Alt ve üst dudağında aynı uyumlu hareket.
Belki ilk gün, belki ilk hafta, belki sonraki ay. Karşısına çıkmalı ve O uyuma gözlerin, yanaktaki gamzenin, kaşlardaki yaylanmanın
artık onun olduğumu söylemeliydim. ahenkli eşliğine ikinci kez şahit oluyordum. Gördüğüm en güzel
mankendi. Gördüğüm en güzel şey. İçinden canı alınmış, güzelli­
Aklımdaki deli soruların hızına yetişemiyordum. Müşterimin daha ği bir vitrin mankenine kalıp olmuştu.
önceki işlerinde hiç kimlik sorgusu yapmamıştım. Gerek duyma­
mıştım. Ama bu kız, kör ve yaşlı annesinden başka kimsesi Artık müşterimin ne iş yaptığını biliyordum.
olmayan, küçük bir işletmenin muhasebesini tutan, sikindirik bir
arabanın ikinci eli için para biriktiren, belki de beni bekleyendi. Temizlikçi elindeki gazeteleri masanın üzerine bıraktı. Kahve fin­
Güzeldi. Çok güzel. Benden önceki bütün günahların bedelini canının yanına kağıt parayı. Ne çok ne az olan bahşişi. O gün
ödemeyi kabul etmeme yetecek kadar güzeldi. Artık benim basılan tüm gazetelerin ilk sayfalarında aynı haber vardı.
değildi.
"Özgün ve gerçekçi manken tasarımları ile tanınan heykeltraş
Sabah kalktığımda yaşadığım her şeyin bir rüya olduğunu düşü­ Macit Kopuk'un ölümünde cinayet şüphesi."
nerek gözümü açıyordum. Sonra gerçek, beni bir tokat gibi
acıtıyor, her güne büyük bir acıyla başlıyordum. Kocaman bir "Tasarladığı mankenlerle uluslararası birçok başarıya imza atan
tokat yiyerek. Çaresiz. ünlü heykeltraş evinde ölü bulundu."

Müşterimle sadece bir kez karşılaşmış, yüzüme tuttuğu projektör "Vitrinlere can katan mankenlerin ustası Macit Kopuk'un ani ölü­
nedeniyle beyaz, soğuk bir ışıktan başka bir şey görememiştim. mü, iş ve sanat çevrelerinde şaşkınlık ve üzüntüyle karşılandı."
Her seferinde ankesörlü telefondan arıyor, işin teslim yerini ve
saatini bildiriyordu. Gittiğim yer ve saatte bıraktığı işten başka bir "Vitrinler öksüz kaldı. Onlarca bay, bayan ve çocuk manken
şey olmuyordu. Paramı yurt dışındaki gizli hesaplarından ödediği tasarımının yaratıcısı Macit Kopuk, şüpheli bir ölümle aramızdan
için, para trafiği üzerinden de ulaşmam imkansızdı. ayrıldı."

KAFKAOKUR 55
@bayanokuryazar

@dygalabas @omer_alatas @tugcebacaksizso

@bibliyofil_mavisi @enygtr @cigdemyasbay @liladusler

@hulutbulut @dlnclb @zeynabella @zzeytn

@esratinc @gldn_mrt @nuursewal @ ...

l nstagram @kafkaokur #kafkaokur #kofkaokurderg isi #kofkaokurfikir #kofkaokursanat #kafkaokuredebiyat


Son Şeyler

Sözler s. 28
ŞÜKRÜ ERBAŞ - BAGBOZUMU
ŞARKILARI (Kırmızı Kedi Yayınevi 201 2,
S.1 5)
uı tırabilirsiniz. HAYDAR ERGÜLEN - ÜZGÜN KEDİLER
GAZELİ (Kırmızı Kedi Yayınevi 201 2, S. 1 8)
HASAN ALİ TOPTAŞ - YALNIZLIKLA R
Kelimeleriyle Ölümü ve Sonsuzu (İletişim Yayınları 2009, S. 48)
KÜRŞAT BAŞAR - BAŞUCUMDA MÜZİK
Kucaklayan Adam: OGUZ ATAY s.2 ( v re ı Yayınları 2006, S.1 6)
Oğuz Atay, Tutunamayanlar, lıetışırn
Yayınları, 2008
Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Siyah ve Maneviyat: Mark Rothko s. 36
Yayınları, W08 Mark Rothko ve Christopher Rothko' nun
Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim yazmış olduğu The Artist's Reality:
Yayınları, 1 99 Philosophies of Art
Oğuz Atay, Oyunl ırl.ı Yaşayanlar, İletişim BBC Belgeseli - Sanatın Gücü
Yayınları, 20 1
Oğuz Atay, ı1 111lıı k , it tı.,.ıııı Yayınları, 1 987
Oğuz Atay, 1 yit ıııl ıilıııı, lı ti im Yayınları,
Rüyanın Öte Yakası - Ursula K. Le Guin
201 2 s. 46
Rüyanın Öte yakası, Ursula K. Le Guin,
Metis Yayıncılık. s. 224
Çizim: Sevgi Müren Şenyurt

Kapak
TÜLAY PALAZ

Poster
Oğuz Atay -
SONGÜL ÇOLAK

Katkıda Bulunanlar
Dilek Atlı
Oya Çınar
Eren Caner Polat
Gözlerinde Gün lııtıılnıası: Türkan Aslı Babaoğlu
Mustafa Silici
Şoray s. 21 Efkan Oğuz
Nur Neşe Şahin
Fatih Cerrahoğlu
Selnur Güneş
Cansu Cindoruk
Tülay Palaz
Sevgi Müren Şenyurt

KAFKAOKUR 57

You might also like