All The Young Dudes - Türkçe Çeviri - Chapter 160

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 3

Log In

Archive of Our Own beta


Fandoms Browse Search About Search

Entire Work ← Previous Chapter Next Chapter → Chapter Index ↓ Comments

Share Download ↓

Rating: Mature
Archive Warnings: Graphic Depictions Of Violence, Major Character
Death, No Archive Warnings Apply
Category: M/M
Fandom: Harry Potter - J. K. Rowling
Relationships: Sirius Black/Remus Lupin, James Potter/Lily Evans
Potter
Characters: Remus Lupin, Sirius Black, James Potter, Lily Evans
Potter, Peter Pettigrew, Severus Snape, Minerva
McGonagall, Bellatrix Black Lestrange, Narcissa Black
Malfoy, Albus Dumbledore, Mulciber Sr. (Harry
Potter), Horace Slughorn, Mary Macdonald, Marlene
McKinnon, Poppy Pomfrey, Walburga Black, Regulus
Black, Fenrir Greyback
Additional Tags: Marauders, Marauders Era (Harry Potter), Marauders
Friendship (Harry Potter), wolfstar, Get Together,
Slow Burn, Canon Compliant, Angst, Fluff, Fluff and
Angst, Requited Love, Canonical Character Death,
First War with Voldemort, First Kiss
Language: Türkçe
Stats: Published: 2021-04-05 Updated: 2023-09-25 Words: 327,277
Chapters: 164/193 Comments: 1,210 Kudos: 1,282 Bookmarks:
22 Hits: 41,580

All the Young Dudes - Türkçe Çeviri


elifkalfa

Chapter 160: savaş: kış, 1978-1979


Notes:
*içerik uyarısı: bu bölüm bir aile üyesinin vefatı ve
cenazesi gibi üzücü temalar barındırıyor. kendinize
dikkat edin :)
(See the end of the chapter for more notes.)

23 Aralık 1978, Perşembe

“Yüce İsa,” Remus homurdanarak birbirine yapışmış gibi


hissettiren gözkapaklarını açmaya çalıştı.

Yatağın yanındaki komodine, su bardağına uzandı ve içinin


boş olduğunu fark etti. “Aguamenti,” diye fısıldadı, normalde
asasını kullandığı eliyle ufak bir hareket yaparak.

Bardak suyla doldu ve Remus, hevesle lıkır lıkır içti. Sırtının


üzerine uzandı ve ellerinin ayalarını gözlerine bastırdı;
beynini çiğnemeye çalışan baş ağrısını kovmaya uğraşıyordu.
Başını hafifçe çevirdi ve yorganın altındaki öbeğe seslendi,

“Uyanık mısın?”

Bir tür titreme ve homurtu karşılık olarak kulaklarına ulaştı.


Remus dilini şıklattı. Yatak odası, aralık ayına rağmen çok
sıcaktı. Ayağa kalkıp pencereye gitti ve araladı. Alnını soğuk
cama yaslayarak dışarıdaki serin havanın tenine
dokunmasına izin verdi.

O gece Leaky Cauldron’a gitmişlerdi- Noel öncesi içkileri için.


Çapulcular ve Lily Noel’i Potterlarda harcayacaklardı ama
çalışan herkes, bu yılın son iş gününü çoktan bitirmişti ve
Mary, bir seferliğine de olsa Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın daha
yaşlıca üyelerinden ayrılmalarını teklif etmişti.

Mary’nin çoğu teklifi sonucunda olduğu gibi, çok


eğlenmişlerdi. Marlene uğramış ve yanında da, kendi ailesi
Noel kutlamadığından McKinnonlara ziyarette bulunmayı
tercih eden Yaz’i getirmişti. Frank ve Alice selam vermek için
gelmişlerdi ve Sirius ile James her tur içkiyi hangisinin
ödeyeceği konusunda iddialaşıp duruyorlardı.

Son siparişlerden sonra hala ayakta durabilenler bir taksiye


neredeyse üst üste tıkışıp evde süt veya ekmek olmasa bile,
bar dolabının her zaman dolu olduğu Remus ve Sirius’un
dairesine doğru yola çıkmışlardı.

Ondan sonra her şey biraz sisliydi. Remus net olarak


hatırlamasa bile, gecenin bir noktasında Lily ile muggle Noel
ilahileri söylemeye daldığından neredeyse emindi.

Yüksek sesle homurdandı, “Niye o kadar çok içmeme izin


verdin?!”

“Hey, beni suçlama sakın!” Lily birden yorganın altından


belirdi. Hacimli kızıl saçları bir karahindibayı andıran biçimde
her yöne fışkırıyordu.

Remus, irkilerek ona döndü. Kollarını kendini korumak ister


gibi etrafına sardı.

“Lanet olsun, Evans, ne yapıyorsun burada?!”

“James’i gitmeye zorladım ama kabul ettiremedim,” Lily


esnedi. “Koltukta da uyuyamazdım, orada bir çadır
kuruyorlardı.”

“Bu yatak odamda beliriverdiğin ikinci sefer, Evans, insanlar


dedikodumuzu yapacak.” Remus etrafta üzerine giyecek bir
şey aramaya başladı.

“Aynı zamanda seni iç çamaşırınla yakaladığım ikinci sefer,”


Güldü, “Oh, gel işte, seni koca rahibe, saat hala çok erken.”

Remus yatağa geri döndü, evet, ama sadece oda çok soğuk
olduğundan ve Sirius ile James’in oturma odasını ne hale
getirdiğini görme fikri kulağa pek de hoş gelmediğinden.
Üzerinde bir tişörtle yorganın altına kıvrıldı ve Lily; uzun
saçları, aynı Sirius’un saçları gibi, Remus’un çenesini
gıdıklarken kollarını Remus’un beline sardı. Remus onun
omuzlarını okşadı. O kadar küçük ve narindi ki.

“Sence eğer dördüncü sınıfta seninle çıkmayı kabul etseydim


hayatımız böyle mi olacaktı?” Remus sordu.

“Ah, Tanrım,” Lily, elleriyle yüzünü örterken bağırdı,


“Hatırlatmak zorunda mısın?!”

Remus güldü,

“Neden utanıyorsun bilmiyorum, her şeyden habersiz olan


bendim.”

“Senden öyle hoşlanıyordum ki!”

“Şş,” Remus kıkırdadı, “James’in beni affetmesi haftalar aldı,


sana karşı şeytani niyetler beslemediğimi kanıtlamak için
doğruluk iksiri altında yemin etmek zorunda kaldım.”

“Aptal. Onu seviyorum.”

“Mm.”

“Sonunda Noel geldiği için çok mutluyum,” Lily iç geçirdi.


“Hepimizin biraz araya ihtiyacı var, öyle değil mi?”

“Evet.”

“Bugün eşyalarımı toparlamam gerek, bu gece Jameslerin


evine gidiyorum. Sen de gelecek misin?”

“Sirius gelebilir,” dedi Remus. “Ben annemi ziyarete


gideceğim. Biliyorsun, artık.. şey, tedavisi olanaksız hastalar
bölümünde.”

“Oh, tabii.” Lily, Remus’a daha sıkı sarıldı. “Çok üzgünüm,


hayatım. O nasıl?”

“Noel’e çıkacağını düşünmemiştim açıkçası. Ama dayanıyor.”

“Oh, Remus,” Lily, üzgünce, uzun bir nefes aldı.

“Sorun değil,” Remus, artık uyuyamayacağına karar vererek


geri çekildi. “Neyse. Bir bardak kahveye ve bir dal sigaraya
ihtiyacım var.” Yataktan çıktı ve kot pantolonunu bacaklarına
geçirdi.

“Ugh, siz ikiniz sigaradan vazgeçmelisiniz,” dedi Lily, yatakta


oturarak, “Bu yorgan leş gibi kokuyor.”

“Bir kez de olsa ilişki sonrası sigarasını denemediğini söyleme


bana, Evans.” Remus, kapıya yönelerek göz kırptı.

“İlişki so-?? …Tanrım, Remus!”

Remus, bombalanmış gibi görünen oturma odasına girerken


hala kendi kendine sırıtıyordu. Bilinmeyen bir nedenden
ötürü, koltuk odanın ortasına çekilmiş ve minderler etrafa
dağılmıştı. James, yere serilmiş dev gibi krem rengi şiltede
derin uykudaydı, Sirius da onun ayaklarının dibine kıvrılmış,
başının altına da Remus’un kazaklarından birini yuvarlamıştı.

Remus, çaydanlığa su koyarak altını açtı. Mutfaktaki her


zemin tatlı ve alkolik bir sıvıyla yapış yapıştı. Tezgahın her
yerinde yarı dolu kupa ve bardaklar duruyordu, bazılarının
içinde yarıda söndürülmüş sigaralar vardı. Remus, midesinin
kasılışını hissettiğinde temiz hava için pencereyi açtı.
Kusmamak için elinden geleni yapacaktı.

Mary, buzdolabının kapağına oldukça canlı pembe bir rujla


“Mutlu Noeller, Soy Hainleri!” yazmış ve altına üç öpücük
bırakmıştı. Noel’inin geri kalanını Jamaika’da geçirecekti, bu
büyükbabasının ülkesini ilk ziyaret edişi olacaktı. Remus onun
için mutluydu. Savaş söz konusu olduğunda, Noel hiçbir
zaman keramet getirmezdi ve Mary’nin olabildiğince uzakta
olması, biraz daha iyi hissetmesine yardımcı oluyordu.

Noel’i Potterlarda geçirmeyi iple çekmiyordu, ki bunu


düşünmek bile suçlu hissetmesine sebebiyet veriyordu. Sirius
tatili başka bir yerde harcamayı aklından bile geçirmezdi, bu
yüzden Remus teklifte bulunmayacaktı. Sorun Bay ve Bayan
Potter’la ilgili değildi, ona karşı kan bağıyla bağlı olduğu
aileden daha iyilerdi. Sorun; savaş, Yoldaşlık ve orada
olacağına nerdeyse kesin gözüyle baktığı lanet olası
Moody’di.

“Çaydanlık mı o?” Sirius, oturma odasından acı çeker gibi


bağırdı.

“Evet,” diye seslendi Remus, “İki dakikaya hazır olur.”

“İnsanlar arasında yürüyen bir kahramansın, Moony.” Remus,


bir tepsi sütlü çayla oturma odasına girdiğinde James
konuştu.

“Oh, biliyorum,” Remus kendi kupasından bir yudum aldı ve


koltuğun koluna çöktü, “Mobilyalarla ne sikim işler
çevirdiniz?”

“Mükemmel, öyle değil mi?” Sirius, devlere layık koltuk


minderinde bacaklarını çaprazlamış oturuyordu, “Prongs’un
fikri, genişletme büyüsü kullandık.”

“Toparlamanıza yardım edelim mi?” Lily, yatak odasından


paytak adımlarla yaklaştı. Tepsiden bir kupa alarak James’in
yanına oturdu ve başını omzuna yasladı.

“Önce kahvaltı,” dedi Remus hızlıca, “Dışarıda?”

“Dışarıda.” Hepsi aynı anda onayladılar.

En yakındaki ucuz kafeye* gidip İngiliz kahvaltısı ısmarladılar,


herkes günle yüzleşmek için yeterince iyi hissediyordu.
Kahvaltıdan sonra, Lily, James ve Sirius daireyi temizlemeye
koyulurken Remus (Sirius’un ısrarı üzerine), kendini Hope’u
görmeye gitmek için hazırlanmaya zorladı.

Takım elbise giymedi, bu Noel’de bile fazla kaçardı ama özen


göstermediğini de söyleyemezdi, büyükbaba gömleğini
ütüledi ve Portobello pazarından aldığı kahverengi, kadife
ceketi giydi. Üstelik ayakkabılarını da cilaladı.

Sirius onunla gitmeyi önerdi ama Remus yalnız olmayı


yeğlerdi. Eğer Hope ile yaptığı sohbetleri düşünecek yalnız
zamanı olursa ona iyi gelecekti, ki Sirius’un bunu anladığını
umuyordu. Her neyse. Kimse Noel’den iki gün önce
neredeyse ölü insanlarla dolu bir binada bulunmak istemezdi
zaten.

Bakım evi Cardiff’in öteki ucundaydı. Hastaneden pek bir


farkı yoktu; odaların kişiye özel ve biraz daha dikkatli dekore
edilmiş olması dışında. Hope artık her gün taze çiçekler
alıyordu, ki bu güzeldi. Remus Noel çiçekleri almıştı çünkü
Lily, Noel için daha uygun bir seçenek bulunmadığını
söylemişti; ayrıca Hope artık katı yemek yemiyordu, yani
çikolata almak söz konusu bile değildi.

Birisi Hope’un yatağının başlığına altın ve gümüş yaldızlı


süsler sarmış, duvarına da Noel kartları yapıştırmıştı. O kadar
çoklardı ki sanki festivale özel bir duvar kağıdı gibi
görünüyordu.

“Eğer o uyurken gelirsen, kesinlikle uyandırmam gerektiğini


söyledi,” Görevdeki neşeli hemşire yaklaştı.

“Teşekkürler, ben uyandırırım.” Remus gülümsedi.

Annesi, büyük hastane yatağında uzanıyordu. Remus, ayakta


durduğunda boyunun ne kadar olduğunu merak ediyordu.
Lyall ile fotoğraflarına ve ellerinin küçüklüğüne bakılırsa,
oldukça minik bir kadındı. Remus onu yalnızca uzanırken
görüyordu ve ayakta dururken asla göremeyeceğini ancak şu
an fark etmişti.

Yavaşça eline uzandı. Hope’un gözkapakları kıpırdadı ve yüzü


buruşarak çektiği acıyı görünür hale getirdi. Kafasını çevirip
Remus’u gördü ve kaşları birden rahatladı.

“Merhaba, hayatım,” dedi, sanki ağzı pamukla doluymuş gibi


kısık bir sesle.

“Mutlu Noeller, anne,” dedi Remus oturarak.

“Nadolig llawen,” Hope, temiz bir Galce ile karşılık verdi.

“Nasılsın?”

“Seni gördüm, daha iyi oldum,” Hope gülümsedi. “Geldiğine


çok memnun oldum.”

“Tabii ki gelecektim,” dedi Remus. “Noel’deyiz.”

Esas Noel gününde ziyarete gelip gelmeyeceği


konuşulmamıştı. İkisi de konun etrafında dönüp durmuşlardı
ve Remus, Hope’un gerçek ailesiyle geçirmek istediğini
varsaymıştı.

Fakat Hope şimdi soruyordu.

“Nerede olacaksın? Sirius’la birlikte evde mi?” Hope’un


hafifçe yuvarladığı r’leriyle Sirius’un adını söylediğini duymak
tuhaftı.

“Arkadaşlarımızın evinde,” diye yanıtladı, “Potterlarda


olacağız- Bayan Potter ile bir kez tanışmışsın, bana anlattı.
Euphemia…”

“Hatırlayamıyorum,” Hope kafasını salladı, “Seni buraya


davet ederdim ama korkarım pek de keyifli olmaz.”

“Nasıl istersen, anne,” Kulağa hayal kırıklığına uğramış


gelmediğini umarak yanıtladı Remus.

“Arkadaşlarınla daha mutlu olursun,” dedi Hope, daha çok


kendi kendine konuşuyor gibiydi.

“Bay Potter, Lyall’ı tanıyormuş,” Remus, biraz daha önemli bir


şey hakkında konuşmak isteyerek ısrar etti. “Bakanlık’ta
birlikte çalışıyorlarmış, bazen de bara çıkıyorlarmış. Oğulları
James- o da Mart doğumlu, benim gi—“

“Hatırlamıyorum,” dedi Hope, bu kez biraz daha sertçe,


“Üzgünüm, Remus, hatırlamıyorum. Lyall bu tür şeyleri ayrı
tutuyordu. O şekilde daha iyi olduğunu öğreneceksin.”

Remus bu konuyu daha önce düşünmüştü. Hayatının


çoğunda ebeveynleri hakkında ne kadar az şey bildiğini,
sonuç olarak kendini ne kadar az tanıdığını. Sirius’u ve
Remus yeterince açık olmadığı için ne kadar tartıştıklarını
düşünmüştü. Onları korumaya çalışıyor olsa bile, sır tutmanın
diğer insanları ne kadar incittiğini.

“Buna katılmıyorum,” dedi Remus basitçe. “Sır saklamanın


her zaman iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum.”

“Eh,” dedi Hope, kafasını çevirdi ve elini Remus’unkinden


çekti.

Remus, annesinin ona kızgın olduğunu fark etti. Tuhaf bir


histi, ayrıca ilişkilerinde bir ilkti. Nasıl tepki vermesi
gerektiğinden tam olarak emin değildi. Eğer onu tüm hayatı
boyunca tanısaydı, ne yapacağını bilirdi; annesiyle tartışmak,
şimdiye dek alışılmış bir rutin olurdu. Düşündükçe öfkesi
artmaya başladı- bunlar onun suçuydu, kontrol edemediği
aptal duyguları, diğer insanların etrafında rahat olmak
konusundaki yeteneksizliği… Şimdi de karşısında durmuş,
Remus’u görmezden geliyordu.

Remus onun dikkatini çekmek istiyordu ve bunu yapmak için


bildiği tek bir yol vardı.

“Bayan Potter- James’in annesi- harika bir insan,” dedi,


“Hayatımda yediğim en güzel kıymalı turtaları yapıyor, Noel
yemekleri mükemmel geçiyor ve hediye seremonisine her
zaman beni de dahil ediyor, onun çocuğu olmadığım halde.”

Hope dudaklarını büzdü fakat başını kaldırıp ona bakmadı.

“Kulağa güzel geliyor,” dedi kısık bir sesle.

Remus devam etti,

“Evet, James bu konuda gerçekten şanslı. Potterlara gidene


dek düzgün bir Noel geçirmemiştim.”

“Hayır, geçirmiştin!”

Remus aniden, Hope’un gözlerinde kendi öfkesinin


yansımasını gördü.

“Geçirdin!” dedi yeniden. “Sen küçükken harika Noeller


geçirdik!” Hope, sanki hasta olan o değil de Remus’muş gibi
bakıyordu.

“Altın melekli ağacı, İsa’nın doğum motiflerini hatırlamıyor


musun? Hatta yılın birinde bebek İsa’yı yuttuğunu sanmıştım,
oysaki onu yastığının altına saklamışsın çünkü sana yaşlı,
kötü kral Herod hakkında bir masal anlatmıştım ve onu
güvende tutmak istemişsin. O kadar tatlıydın ki. Ve sana
oyuncak bir at ile bir çiftlik seti almıştık. Çiftlik setine ve
minik pembe domuzcuklara bayılıyordun, bahçenin her
yerine dağıtıyordun onları. Sonra parmak kuklaların vardı, bir
de asker tankın- tankı hatırlıyor musun? Lyall’a çok ufak ve
hassas olduğunu söylemiştim, savaş oyuncaklarıyla
oynamayı sevmeyecektin bence. Ama o kadar hoşuna
gitmişti ki, bir de baban tankı büyüsüyle yürütmeye başladı
mı, birkaç saat başından ayrılmazdınız…”

Hope’un sesi yavaşça kısıldı. Remus ağzı açık bir şekilde onu
izliyordu.

“Bunların hiçbirini hatırlamıyorum, anne,” dedi. Yeniden


annesinin elini bulup sıkıca tuttu. “Ama keşke hatırlasaydım.
Kulağa harika günler gibi geliyor.”

“Her zaman seni düşünüyordum,” Hope, gözleri yaşlı bir


şekilde konuştu. “Her gece ibadet mumunu yakar, neler
yaptığını düşünürdüm, Remus ve seninle konuşur gibi
konuşurdum. Seni Siân’a da anlattım.”

Bu Remus’un dikkatini çekti. Hope, sanki öfkelenip


ayaklanmasından korkar gibi onu izliyordu. Bunun farkında
olarak sesini düz tutmaya çalıştı.

“Bana Siân’dan biraz bahseder misin?”

Hope dudağını çiğnedi. Acıdan, ilaçlardan ve lanet olası


kanserden dolayı o kadar yorgun görünüyordu ki Remus
kendini suçlu hissetmeye başlıyordu. Ama vakitleri neredeyse
tükenmek üzereydi.

“Sekiz yaşında,” dedi Hope sonunda, “Şubat’ta dokuzuna


girecek.”

“Senin… Gethin’den kızın, öyle mi?” Remus, sanki tüm


oksijen odayı terk ediyormuş gibi hissederken sordu.

Hope, gözlerini kapatarak başıyla onayladı. Gözlerinde


biriken yaşlar kirpiklerinin altından yanaklarına süzüldü.

“Lyall’dan sonra tekrar evlenmedim. Ama aşık oldum. Siân’ım


öyle dünyaya geldi.”

“Sadece Siân mı?”

Hope yeniden başını salladı. Remus kaşlarını çattı.

“Seni görmeye ilk geldiğimde, hemşire sürekli çocukların


hakkında konuştuğunu söylemişti- birden fazla var
sanmıştım.”

“Öyle zaten,” Hope, gözlerini kırpıştırarak karşılık verdi, “Sen


ve Siân.”

“Oh.” Dehşet içindeydi. Tüm bu zaman boyunca kendisinin,


Hope’un korkunç sırlarından biri olduğunu düşünmüştü.

“Hiçbir zaman utanmadım,” Hope, sesinde bir tutam


yenilgiyle açıkladı, “Sevgili oğlumdan asla. Asla.”

“Anne.” Remus, ciğerlerine tekme yemiş gibiydi. Bir an sonra,


o da ağlıyor ve çaresizce annesinin eline tutunuyordu.

“Gel buraya,” Hope ona uzandı, Remus oturduğu yerden


kalkıp dikkatle yatağın kenarına tünedi ve annesi kollarını
etrafına sarabilsin diye öne eğildi. Hope’un kırılgan bedenine
çok fazla ağırlık yüklememeye çalışıyordu ancak Hope
düşündüğünden daha güçlüydü, onu sıkıca tutuyordu.
Remus, başını omzuna yasladı.

“Özür dilerim, anne,” dedi, sözcükleri Hope’un yumuşak


geceliği tarafından yutuluyordu. Talk pudrası ve lavanta,
daha çok da aile gibi kokuyordu. Remus’un saçlarını okşadı.

“Özür dileyecek bir şey yok, hayatım. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Remus hıçkırdı.

Bulutlara her iki taraftan da baktım,

Aşağıdan ve yukarıdan ama hala

Hatırladığım şey illüzyonlar

Sanırım bulutları hala tanımıyorum.

***

Ay döngüleri ve haziranlar

Dans ederken kapıldığın bulanık his

Her peri masalının hayat buluşu

Aşkı işte böyle görürdüm.

Oysa şimdi başka bir şov

Ayrıldığında arkandan gülenleri bırakırsın

Umursuyorsan da

Kendini ele verme.


Bakım evinde normalde olduğundan daha uzun kaldı ve
Potterların ön verandasına cisimlendiğinde bitkindi. İyice
büzülüp bir ipe serilmiş çamaşır gibi hissediyordu kendini:
güçsüz, çıplak ve bomboş.

James onu kapıda sorgulamak zorunda kaldı- artık günlük bir


rutindi.

“1974 yazında izlemeye gittiğimiz film hangisiydi?”

“Muhteşem Gatsby,” dedi Remus ciddiyetle.

James, gözlerindeki bakışı gördü ve kenara çekildi.

“İyi misin, Moony?” Bir elini Remus’un omzuna koyarak


sordu.

“Evet,” Remus, yalnızca yorgun gözüktüğünü umarak kafasını


salladı, “Gerçekten kaba olmak istemiyorum ama direkt
yatağa gitsem sorun olur mu? Şey. Ebeveynlerine çok üzgün
olduğumu söyle, ben sadece…”

“Hayır, tabii ki, dostum!” dedi James coşkuyla, “Sen yukarı


çık, ben yorgun olduğunu iletirim.”

“Teşekkür ederim.” Remus gülümsedi. Tanıdık merdivenleri


tırmandı. Gerçekten Bayan Potter’ın alınmayacağını
umuyordu. Sabaha iyi olacaktı, yalnızca şimdilik sinirlerinin
onu görmeyi kaldırabileceğinden emin değildi. Kadın onu ne
zaman görse sarılıyordu ayrıca, bugün tek bir anneye
sarılmak Remus’a yeter de artardı bile.

Tabii, Sirius kafasını yatak odasının kapısından uzattığı sırada


çok uzun zaman geçmemişti.

“Eğer istersen seni yalnız bırakırım,” dedi; peynir, domuz


pastırması, kraker ve Bayan Potter’ın meşhur kıyma
turtalarıyla dolu bir tepsi taşıyordu. “Ama karnının kazınmış
olabileceğini düşündüm.”

“Açlıktan ölüyorum,” Remus sırıttı, “Teşekkür ederim.”

Sirius, kendiyle oldukça gurur duyuyor gibi gözükerek öz


güvenli adımlar attı ve tepsiyi yatağa, ikisinin arasına
yerleştirdi. Bir süre, Remus bir şeyler yerken, Sirius da onu
izlemiyormuş gibi davranırken, battaniyenin üzerinde bağdaş
kurup oturdular. Remus bitirdiği zaman Sirius tepsiyi aldı ve
Remus, ağrıyan uzuvlarını uzatarak vücudunu esnetti.

“Gideyim mi?” diye sordu Sirius.

“Hayır,” dedi Remus. “Yalnızca… Çok bir şey bekleme, olur


mu?”

“Tamam.” Sirius, Remus’un yanına sırtüstü uzandı.

“Akşamdan kalma halin nasıl gidiyor?” Remus, o sabah


bulundukları durumu hatırlayarak sordu.

“İyi,” Sirius burnundan hafif bir nefes vererek güldü, “Evans


ve iksirleri sayesinde.”

“Harika.”

Remus gözlerini kapayarak günün olaylarını düşündü.


Sirius’un yanında olması iyiydi. Yalnız başına olsa her şey
gerçekten berbat hissettirebilirdi. Keşke kulağa çok kötü
gelmeden açıklamanın bir yolu olsaydı.

“Bir kız kardeşim var,” dedi sonunda. “Sekiz yaşında.”

“Oh.”

“Mm.” Sirius’un eline uzandı. “Bana söylemesi aylar aldı.


Başka neleri bilmediğimi Tanrı bilir. Keşke biraz daha vaktimiz
olsaydı.”

Sirius elini sıktı. Remus, kendisini gelecek olan kısım için


hazırlayarak dudaklarını ıslattı. “Daha fazla vakit olmasını
diliyorum ama… Aynı zamanda keşke biraz daha açık olsaydı.
Kendisinin, özel tuttuğu kısımları olduğunu bilmek gerçekten
acıtıyor.”

“Oh?” Sirius, anladıysa da belli etmemekte oldukça iyi bir iş


çıkarıyordu. Eğer Remus bu kadar üzgün hissetmeseydi
komik bile olabilirdi.

“Evet,” dedi. Sirius’a döndü. Sirius çoktan ona bakıyordu. “O


yüzden üzgünüm,” dedi gergince. “Eğer sana bu şekilde
hissettirdiysem.”

“Moony—“

“—Yalnızca endişeleniyorum,” dedi Remus aceleyle. “Sanki…


eğer bazı şeyleri bilirsen…”

“Söyleyeceğin hiçbir şey hissettiklerimi değiştiremez,” dedi


Sirius.

Remus, söyleyecek bir şey bulamadı. Çok güzel bir histi.


İçinde bulundukları durum düşünüldüğünde bile, mutlu bir
his… Sirius’a daha fazla bakamayacaktı, bu yüzden arkasını
döndü. Neyse ki Sirius anladı ve yakınlaşarak kolunu
Remus’un bedenine sardı. Remus, yavaşça nefesini verdi.

“Geçen yaz gittiğim misyon vardı ya? Gerçekten berbat


geçti.” Omuzlarındaki yükün azaldığını çoktan
hissedebiliyordu.

“Bir şeyler olduğunu anlamıştım,” dedi Sirius, “Devam et.”

“Ben… En son kurt adamlarının yakınında olduğumda nasıl


hissettiğimi hatırlıyor musun? Sanki… Gerçek anlamda
dürtüsel ve düşüncesizdim. Yeniden oldu. Kimsenin canı
yanmadı ama artık Danny’nin tehlikeli biçimde deli olduğumu
düşündüğünden eminim.”

“Ona bir şey olmadı mı?”

“Sanırım o da hissetmiş olmalı. Ama farklı tepkiler verdik.


Ben—Sanırım kontrolü ele geçirdim. Bilinçli bir hareket
değildi, sadece o an doğal olan oymuş gibi hissettim.”

“Mantıklı,” dedi Sirius, “Dolunaylarda yaptığın şey de bu, lider


olmana izin veriyoruz.”

“Evet, o şekilde düşünmemiştim.”

“Ee… Eğer kimse incinmediyse, ne oldu?”

“Kurt adamlardan biri bana saldırmaya çalıştı ama onu


bastırdım,” dedi Remus. “Görevim bilgi almaktı ama tek
yaptığım onları daha da kışkırtmak oldu.”

“Moody bu konuda ne söyledi?”

“O… Örtük bir tepki verdi. Kızgın olduğunu sanmıyorum. Bir


dahaki sefere kendi başıma, Danny olmadan gitsem sıkıntı
olur mu diye sordu. Ama beni başka misyona göndermedi, en
azından etkili bir tanesine ve olayın üzerinden aylar geçti.”

“Seni bir şey için saklıyor olmalılar,” dedi Sirius. “Öyle olmalı.
James, Frank ve Alice’e senin savunma büyülerinde ne kadar
iyi olduğunu anlatıp duruyor, onlar da üstlerinden emir
almadan bir şey yapamayacaklarını söylüyorlar.”

“Belki,” Remus iç geçirdi.

“Gerçekten bir dahaki sefere yalnız gitmen gerektiğini mi


söyledi?”

“Öyle olması gerektiğini söylemedi. Yalnızca sorun olur mu


diye sordu. Ama başka bir yol olduğunu sanmıyorum- Danny
bir daha asla benimle birlikte çalışmaz, çok korktu. Sanırım…
evet, bir dahaki sefere sadece ben olacağım.”

Sirius’un kolları Remus’un etrafında sıkılaştı.

“Bundan nefret ediyorum.”

Remus cevap vermedi, Sirius da bir cevap bekliyor değildi,


bu yüzden Remus uykuya dalana dek sessizce uzandılar.

***

Hediye Günü, 1978

Lily’nin önceden tahmin ettiği gibi, 1978’in Noel’i herkes için


dertlerden uzak bir gündü. Aslına bakılırsa- belki de özellikle
zor bir yıl geçirdiklerinden- Remus bu günü her zaman
birlikte geçirdikleri en hoş ve mutlu Noel olarak
hatırlayacaktı.

Bay ve Bayan Potter artık biraz yaşlanıyorlardı, Euphemia bu


yıl her zamanki gibi büyük bir parti vermeyeceğini söylemişti,
nasılsa Bakanlık kalabalık toplantılara karşı uyarıda
bulunmuştu. Bay Potter’ı çalışma odasının dışına kilitlemek
zorunda kaldılar -James ve Sirius anahtarı çaldılar- ama Bay
Potter olayın komik tarafını görebiliyordu ve festivale büyük
bir memnuniyetle katıldı.

Remus, bu yıl asıl ev sahiplerinin James ve Lily olduğunu fark


etti. Lily yemekleri, dekorasyonları ve kartpostalları
hazırlarken James herkesin elinde bir kadeh içki olduğundan,
her zamanki Noel oyunlarının oynandığından ve evin her an
neşeyle dolup taştığından emin oluyordu.

Hediyeler ise artık gelenekselleşmişti: şekerlemeler, çerezler


ve kuru meyveler; yeni çoraplar ve iç çamaşırları; Lily’den
gelen bir takım pijama (“Böylece etrafta iç çamaşırınla
dolaşmayı bırakırsın!”); Sirius’tan ise parıldayan yeni bir çift
Doc Martens.

Şaşırtıcı bir şekilde, Remus o yıl Grant’ten de bir hediye


almıştı. Karşılığında bir şey göndermediği için nerdeyse suçlu
hissediyordu. Remus paketi açtığında güldü- takvimli bir
organizerdi bu. Grant ilk sayfaya kendi adresini ve telefon
numarasını yazmış ve en arkadaki notlar kısmına bir başlık
atmıştı: “Yeni Yıl Çözümlemeleri: 1. Dur ve gülleri kokla.”

Noel gelip geçtikten sonra, James ve Lily Hediye Günü için


Evansların evine geçiyorlardı. (James, Lily’nin ablasıyla iki
kez görüşüp, ikisinde de onu etkilemeyi başaramadığından
ayakları geri geri gidiyordu.) Sirius ve Remus, yeni yıl için
hazırlanmak üzere kendi evlerine geri döndüler. Sirius, kendi
partisini vermek konusunda oldukça heyecanlıydı ve Remus,
yalnızca tanıdıkları insanları davet ettikleri sürece hemfikir
olmaya hazırdı.

“Sence bu daireye kaç kişi sığdırabiliriz?” Remus, kapıyı


açarken sordu. “Bir balo salonumuz falan yok, sahip
olduğumuz tek şey bu koltuk!”

“Mutfağın duvarını yok ederiz, açık bir planla daha iyi olur,”
Sirius, içeri girerken fikir yürüttü. Telefon çalıyordu, bu
yüzden cevaplamaya gitti. “Alo?” Kaşlarını çattı, sonra
Remus’a döndü. “Sanırım sana…”

Remus, ahizeyi ondan aldı. Tabii ki onu arıyorlardı. Sirius,


telefon kullanmayı bilen kimseyi tanımıyordu.

“Alo?”

“Merhaba? Remus Lupin ile mi görüşüyorum?” Kalın sesli ve


yoğun Gal aksanlı bir adamdı konuşan. Remus’un içi soğudu,
dengede kaldığından emin olmak için koltuğun koluna çöktü.

“Evet, doğru…”

“Ah, iyi. Şey… Adım Gethin Rees.”

Remus yutkundu, bir anda boğazı kurumuştu.

“O… Gitti, öyle değil mi?”

Telefonun diğer ucunda uzun bir sessizlik oldu, Remus


ağlamaya başladı. Gethin sonunda konuştu, onun sesi de
oldukça pürüzlü çıkıyordu.

“Üzgünüm, dostum. Cenaze önümüzdeki Cumartesi.”

Sevgiye iki taraftan da baktım

Seven ve sevilen oldum ama hala

Hatırladığım şey illüzyonlar

Sanırım sevgiyi hala tanımıyorum.

***

Gözyaşları, korkular ve gururlar,

Yüksek sesle bağırmak: “Seviyorum seni.”

Rüyalar, planlar ve sirk kalabalığı,

Dünyaya işte bu gözle bakıyordum.

Şimdi ise tuhaf davranıyor eski dostlar,

Kafalarını sallıyor, değiştiğimi söylüyorlar,

Eksilen şey oldu ama kazandım da

Geçirdiğim günlerin her birini.

3 Ocak Cumartesi, 1978

Remus, yatak odalarının penceresinden kayıp giden yağmur


damlalarını izlerken iç geçirdi. Küçük bir çocukken yağmur
yağdığında, St. Edmunds’ta bulabildiği en geniş pencere
pervazına oturur, iki yağmur damlası seçer ve aşağıya akana
dek birbirleriyle yarışıyorlarmış gibi davranırdı. Bu fikri artık
hatırlayamadığı bir şiirden almıştı; belki de şiiri ona Hope
okumuştu.

Filmlerdeki cenazelerde hava hep yağmurlu olurdu. Buna


kişileştirme, yani cansız varlıklara insanı duygular
yüklenmesi*, deniyordu. Remus bunu bir yükseköğrenim
İngilizce kitabından öğrenmişti. Tabii ocak ayında Wales’te bir
cenaze gerçekleşiyorsa, yağmur yağması pek de ihtimal dışı
değildi. Memnuniyet aramak için tuhaf bir sebepti ama
bugüne uygun görünüyordu. Güneşli bir gün dayanılmaz
olurdu.

“Hazır mısın?” Sirius, odaya sessizce girerek sordu.

Remus, oldukça uyuşuk hissederken kafasını salladı. Sirius,


siyah bir takım elbise içinde ve saçları geri taranmışken
mükemmel görünüyordu. Remus ise dağınık hissediyordu;
neredeyse aynı şeyi giyiyor olsalar da Sirius’un kıyafetleri
daha iyi taşıdığı bir gerçekti. Remus saçlarını kesmek ve
daha toplu görünmek istemişti ama sonunda vazgeçmişti.
Yine de, kendinde bir değişiklik yapma hissi hala oradaydı.

“Acele etme,” dedi Sirius. “Daha bir saatimiz var.”

Remus yeniden başını salladı. Servis saat on birde


başlayacaktı, Gethin eğer erken gelip misafirleri karşılamak
isterse memnun olacağını söylemişti. Remus hala emin
değildi.

Sirius yatak odasının kapısını kapadı ve gelip yanına oturdu.


Remus’un elini tuttu ve pencereden dışarıyı izlemeye başladı.

“Daha önce hiç bir cenazede bulundun mu?” diye sordu


Remus sonunda.

“Alphard amcanınkinde…” dedi Sirius. “Ama çok küçüktüm.


Dokuz ya da on yaşındaydım. Hatırlamıyorum. Hiç… bana
yakın birini kaybetmedim.”

“Mm,” Remus, hala damlaların gri gökyüzünden düşüşünü


izliyordu. “Hope’a çok yakın olduğumdan emin değilim.
Tanışalı bir yıl bile olmamıştı.”

“Bunun önemli olduğunu sanmıyorum.”

“Bence de.” Remus başını eğdi.

Tekrar ağlamayacaktı, bir daha ağlayabileceğini


düşünmüyordu. Başta, büyük bir duygu dalgası iyi
hissettirmişti. Ama sonra… Hiçbir şey. Yalnızca daha önce
sahip olmadığı bir boşluk.

Sirius elini sıktı.

“Her anında yanında olacağım.”

Remus ona bakıp güçsüzce gülümsedi.

“Teşekkür ederim. Tamam, sanırım hazırım.” Sonunda


harekete geçmeye karar vererek ayaklandı. “Siktir!” dedi bir
anda alnını avuçlayarak. “Çiçekler! Padfoot, lanet olası
çiçekleri almayı unuttum!”

Sirius, omzuna dokundu.

“Wormtail’e söyledim, çiçekler onda. Lily kaybolmayalım diye


kilisenin adresini aldı, götüreceğimiz yiyecekler de Prongs’da.
Euphemia birkaç tepsi göndermiş. Şemsiyeleri ben alacağım.
Tek yapman gereken cisimlenmek, diğer her şeyin icabına
bakıldı, tamam mı?”

Remus, duygularından bunalmış hissederek onu tuttu ve


sıkıca sarıldı.

“Teşekkür ederim,” dedi.

Sirius da onu aynı kuvvetle kavrıyordu.

“Her şey Moony’miz için, hm?”

Remus, Sirius’un kokusunun onu bu anda tutan bir çapa


olmasına izin verdi. Sözcükler bir anda beynine doldu ve
sonunda, sonunda, söylemek kolaydı.

“Sirius?” diye fısıldadı hala birbirlerine sarılı haldelerken.

“Evet?”

“Seni seviyorum.”

Sirius, kulağa büyük bir rahatlama gibi gelen bir şekilde


gülerken yanağını öptü.

“Ben de seni seviyorum.”

Oturma odasına el ele girdiler. James ve Peter da takım


elbise giyiyorlardı, Lily’nin genelde pofuduk saçları düzgün bir
topuz halinde toplanmıştı ve kendisi siyah bir elbise
içindeydi. Kocaman bir buket çiçek taşıyordu. Hepsi Remus’a
artık alışmaya başladığı dikkatli, empati dolu gülümsemeler
gönderdiler. Hepsini minnettar bir şekilde selamladı.

“Tamam,” dedi Sirius, “Hadi yapalım şunu.”

Kilise, Hope’un köyünün biraz dışında, ufak bir binaydı. Vaftiz


edildiği yer burasıydı ve eğer bir muggle ile evlenmiş olsaydı,
düğünün yapıldığı yer de burası olurdu. Remus, kısa
sohbetlerinden Hope’un pek dini bütün biri olmadığını
biliyordu ama ailesi Wales Kilisesi’ne bağlıydı, geleneği
bozmamak için devam etme kararı almıştı.

Burası güzel bir binaydı- ya da bu kadar yağmur yağmasaydı


öyle olurdu. Açık gri mermer, sivri uçlu bir çan kulesi ve basit
ama güzel işlenmiş camlar… Bir kartpostalda görülebilecek bir
kiliseydi. Mezarlık antik mezar taşları ve taştan haçlarla
doluydu ama Hope, isteği üzerine, yakılacaktı.

Çapulcular ve Lily, kapının önünde toplanmış insanlara


dikkatlice yaklaştılar. Remus, kapının hemen içinde duran ve
her misafirle el sıkışan Gethin’i hemen tanıdı. Lyall gibi uzun
bir adamdı ancak onun kadar cılız değildi. Siyah saçları, kalın
kaşları ve hafifçe güçsüz görünen bir çenesi vardı. Tamamen
bitkin görünüyordu ve Remus bir anda onunla tanışacağı için
hissettiği gerginliği unuttu.

Lily, James ve Peter geride kalarak getirdikleri yemekleri


koyabilecekleri bir yer aramaya başladılar; salon kilisenin
arka tarafında olmalıydı. Remus ve Sirius sessizce içeri
girmek için sıralarını beklediler.

“Merhaba,” dedi Gethin, yaklaşırken Remus’a kısaca bakarak,


“Geldiğiniz için teşekkürler.”

“Ben Remus,” Remus, ona uzatılan eli sıktı. Gethin, gözlerini


kırpıştırarak kafasını yeniden kaldırdı. Neredeyse aynı
boydalardı.

“Remus.” Gethin, kara gözleri Remus’un üzerinde dolaşırken


elini yorgunca sıktı. “Hope her an senin hakkında konuşurdu.
Böyle tanışıyor olmamız ne yazık.”

“Evet,” dedi Remus.

Bir süre tuhaf bir sessizlik içinde sadece birbirlerine bakarak


durdular. Gethin kendini topladı, “İçeri geçin,” dedi, “Annen
ön sırada oturmanı istedi ama sana kalmış.”

“Teşekkürler,” Remus başını salladı.

“Sonra görüşürüz, hm?” Gethin, Remus’un omzunu sıvazladı.

“Evet. Görüşürüz,” Remus, tek kelimelik cümlelerle


konuştuğunun farkındaydı.

Sonunda, nasıl hareket edildiğini unuttuğu için, Sirius onu


kilisenin içine doğru ittirmek zorunda kaldı. Yavaşça ön tarafa
doğru yürüyüp oturdular. Remus, insanların onun hakkında
fısıldadığını duyabiliyordu, birkaç kişi kim olduğunu biliyordu
ve tepkiler karışıktı. Remus görmezden geldi. Hope için
oradaydı, başka kimse için değil.

Konuşmalar bir fırtına gibi gelip geçti, Remus çoğunlukla


dinlemedi. Yalnızca kartal sembollü kürsüye bakarak annesini
son görüşünü düşündü.

İlahi söylemediler, onun yerine bir Joni Mitchell şarkısı


çaldılar. Hope, Joni Mitchell’dan Remus’a hiç bahsetmemişti
ama Remus, onun için özel bir anlamı olduğunu tahmin etti.
Bu, acı verici bir düşünceydi. Çok az vakitleri olmuştu. Adil
değildi.

Siân tabii ki oradaydı. Remus onu anında tanıdı- kilisedeki


tek çocuk oydu. Siyah saten bir kurdeleyle süslenmiş krem
rengi bir cüppe giyiyor ve ellerini, Remus’un tanımadığı ama
Gethin’in annesi, Siân’ın da büyükannesi olduğunu
düşündüğü yaşlı bir kadının kucağına uzatmıştı. Tüm servis
boyunca ağladı, bu Remus’u biraz da olsa rahatlattı. Hope,
harika bir anne olmalıydı.

Remus’un bacakları kurşun gibi ağırdı; sanki oturduğu yere


kök salmış gibi hissediyordu. Ailenin kalanını dışarı takip
etmedi (peşinde yürüyebilecekleri bir tabut yoktu, Hope’un
cenazesi çoktan krematoryumdaydı), kilisenin boşalmasını
bekledi. Sirius yanındaydı.

Kilisede tamamen yalnız kaldıklarında Sirius fısıldadı.

“İyi misin?”

Remus başıyla onayladı.

Sirius yavaşça dizine dokundu. “Bu çok üzücüydü. Eğer eve


gidip dinlenmek istersen gidebiliriz.”

“Hayır, sorun değil.” Remus yanıtladı, “Burada olmalıyım.


Gethin’e öyle söyledim. Sadece… Beş dakika daha, olur mu?”

Eninde sonunda ayrılmaları gerekti, temizlikçi bir dahaki


servis için hazırlanmak zorundaydı.

Kilise avlusu ufacıktı, insanlarla ve beraberlerinde taşıdıkları


duygularla dopdoluydu. Bazıları eskileri hatırlıyor ve
gülüyordu. Diğerleri hala kırmızı gözlü ve vakurdular.
Salonun yenilenmeye ihtiyacı vardı; ahşap yer döşemelerinin
bazı kısımları birbirinden ayrılıyordu; duvarlarda burada
Pazar okuluna katılan çocukların ve yerel izci grubunun
çizimlerini ve uyarılarını astıkları panolar vardı.

Üç büyük masa insanların getirdikleri yemeklerin ağırlığı


altında inildiyordu. Öbek öbek sandviçler, etli börekler,
krakerler, peynir ve ananas kanepeleri, meyve kekleri, körili
hindi, dilim dilim domuz pastırması ve diğer şarküteri
ürünleri… Kuru bir cenazeydi. Bir köşede yaşlı bir kadın az
sütlü çay ikram ediyordu. Hayatında ilk kez, Remus aç
değildi.

En kötüsü, üzerinde çerçeveli fotoğraflar ve albümlerin


olduğu bir masa vardı. Çoğu fotoğraf Hope’undu ve küçük bir
kız oldukları haricinde, hiçbiri 1965’ten önce çekilmemişti.
Remus hepsine dikkatle bakarak kafasında bir imaj
oturtmaya çalıştı: diğer insanlar onu yüzüstü bıraktığında bile
elinden gelenin en iyisini yapan mutlu ve sağlıklı bir kadın
imajı.

“Geldiğine çok mutlu olurdu,” Gethin yanında belirdi. Uzandı


ve çerçevelerden birinin camını okşadı. Hope’un siyah beyaz
yüzü, hareketsiz ve cansız bir şekilde ona bakıyordu.

“Gelmeliydim,” dedi Remus sessizce. Sirius, her an her şeye


hazır bir şekilde omzunun arkasında dikiliyordu. Remus,
Gethin’e baktı, “Keşke orada olabilseydim. Yani… Veda
edebilmek için.”

“Çok sakin oldu her şey, tıpkı kendisi gibi,” dedi yaşlıca
adam. “Noel sabahı uyanıktı, öğle yemeğinden sonra
uyumaya gitti. Acısız bir ölümdü.”

Remus, Hope’un acı çektiğini zaten düşünmemişti. Keşke


Gethin bunu kafasına sokmasaydı.

“Ne düşündüğünü biliyorum,” Gethin, başıyla fotoğrafı işaret


etti, “Senin fotoğrafın yok. Kasıtlı değildi. Hepsini sana
göndermem için bir kutuya doldurmuştu ama senin adresini
kaybettim.”

“İstemiyorum onları,” Remus başını iki yana salladı.

“Remus,” Sirius nazikçe araya girdi, “Şimdilik acele karar


verme.”

Remus sadece omuz silkti.

“Başka şeyler de var,” Gethin, Sirius’u biraz kafa karışıklığı ile


süzdükten sonra yeniden Remus’a döndü, “Sen onları
isteyene dek bende kalabilirler.”

“Başka şeyler?” Remus, boş boş adama baktı.

“Sende kalmasını istediği şeyler işte,” dedi Gethin. “Para


falan değil de—“

“Para umurumda değil zaten!” dedi Remus sertçe.

Gethin kaşlarını çattı, kırılmış görünüyordu. Gözleri


kıpkırmızıydı ve altlarında koyu halkalar vardı. Remus
dudaklarını büzdü ve başını sallayarak bir adım geriledi.

“Üzgünüm. Burada olamam. Özür dilerim.” Bununla birlikte,


döndü ve doğruca salondan dışarı çıktı.

Yağmur durmuştu ancak çimenler hala ıslaktı ve leziz toprak


kokusu havaya yükselip etraflarını sarıyordu. Avludaki
banklarda bir grup yaşlı adam oturuyordu. Kravatlarını
gevşetmiş, kamburlarını çıkarmışlardı; sigara içiyor ve küçük
bir matarayı döndürerek oldukça güçlü kokan bir şey
içiyorlardı. Remus, iğrenerek dilini şıklattı ve her şeyden
uzaklaşmak isteyerek yürümeye devam etti.

“Remus!” Sirius, onu yakalamak için koşarak yaklaştı. Lily,


James ve Peter da çok geride değillerdi.

“Gitmek istiyorum,” dedi Remus.

“İstiyorsanız annemlere dönebiliriz,” diye önerdi James.


“Hepimize akşam yemeği yapmayı önerdiler.”

“Hayır,” Remus, başını sallayarak Sirius’un kolunu yakaladı ve


kendisine bakmasını sağladı. “Lütfen, daireye dönebilir miyiz?
Sadece sen ve ben.”

“Tabii,” Sirius, Remus’un elini tuttu ve Remus, kalbinin


düzgün bir ritme dönmeye başladığını hissetti.

Yaptıkları şey de bu oldu. Remus, Potterlardan ve


arkadaşlarından başka bir zaman özür dileyeceğine dair
kendisine söz verdi.

Ama eğer dünyadan bir molakoparabileceğini, Sirius’la


kendini eve kilitleyip bir an da olsa önemli olan başka hiçbir
şey yokmuş gibi davranabileceğini sanıyorduysa, büyük bir
hayal kırıklığı onu bekliyordu.

İçeri girdilerinde, cılız ayağına not bağlanmış bir baykuş


pencere pervazında bekliyordu.

Remus.

Başın sağ olsun.

Lütfen Pazartesi günü saat 9’da Seherbaz Ofisi’nde


buluşalım.
1. Moody

***

Hayata iki taraftan da baktım

Galip ve mağlup taraftan ama hala

Hatırladığım tek şey illüzyonlar

Sanırım hayatı hala tanımıyorum.

Notes:
* bölümdeki tüm şarkı kesitleri tek bir şarkıdan, Joni
Mitchell'den 'Both Sides Now'.

*ucuz kafe: genelde 'greasy spoon' olarak anılan,


klasik İngiliz kahvaltısı, ev yemekleri ya da kızartma
çeşitleri sunan ufak restauranlar.

*kişileştirme: 'pathetic fallacy', genelde sanat ve


literatür alanlarında kullanılır.

↑ Top ←Previous Chapter Next Chapter → Kudos Comments (12)

my_last_hope, kechreg, Woothole, yumarora,


cassiecarmn, mayosotist, lilyehayran, Rottenheartxx,
moonysdumpgff, remusaskimmis, iliveforst, poetsdiary,
c0rnerstonee, Xhgxtxndjxg, cookiesno2, obliviatela,
senem07, cr1msonbride, Bengisu_0, paradowski,
minipekka, solblack, JusticeFortheWicked, almaanne,
Lkrlvsudess, callmesu, theprettieststaaar,
AurelieEstelle, Arizeaz, basaksnow, Sln88,
03SMELODRAMA, baevv, blackjackayra, imevijajoon,
Cemre_Dustu, felicis_7, justcantsaygoodbye,
denizecho, Cyda, asmoedeus, Lavivaludovica,
Alyeskathewave, faierei, medusalya, Sierra_Black,
lazycapricorn, hobisgfkia, Lilivon, ezleette, and 90 more
users as well as 1142 guests left kudos on this work!

All fields are required. Your email address will not


be published.
Guest name:

Guest email:

(Plain text with limited HTML ? )

10000 characters left Comment

About the Archive Contact Us Development

Site Map Policy Questions & otwarchive


Abuse Reports v0.9.353.5
Diversity Statement
Technical Support & Known Issues
Terms of Service
Feedback
GPL by the OTW
DMCA Policy

You might also like