Babı Ali Dersleri

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 665

2.

Cahan Perveri Müslümanların ruhlarına,


Şühedayi Bedir, Şühedayi Uhud, Şühedayi
Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı
Uhud'un ruhlarına, Ve kafeli iman ervahının
ruhlarına, El Fatiha. Hazreti Ali Kerim Allah ve
Cevabı Efendimizin ruhlarına, Hazreti Fatıma
Hanım'ız, Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevabı
Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız
Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin
ruhlarına gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidelerin
ruhlarına 12 imamın ruhlarına ve kafihli İslam
ervahının ruhlarına El Fatiha Mürşidan, mürid,
müridanın ruhlarına ve kafirli iman el vahdının
ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz,
peygamber efendimizin incitane Seyyid
Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin
ruhlarına, Zeyd Muhammed Ruhi El Kadir
Hazretlerinin ruhlarına ailesinden ahirete
intikal etmiş olanların ruhlarına, müritlerinden
ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına
Şüheday Çanakkale Şüheday İstanbul Evliya
İstanbul'un ruhlarına Cabir Bin Abdullah
Hazretlerinin ruhlarına Eyyub El Ensari
Hazretlerinin ruhlarına Şühedanın Serperveri
Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafeli
iman ervahının ruhlarına, şühedanın
serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in
ruhlarına ve kafirli iman ervahının ruhlarına. El
Fatiha. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah.
Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem. Altyazı M.K.
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısında Allah nasip etti bu hafta geçen
haftalarda bayram öncesinde sizlere
duyurduğumuz üzere seyidimizin emriyle bab-ı
ali sohbetlerine başlıyoruz efendim. Rabbim
izni inayet ederse eğer nefes el verdiği
müddetçe bu futuatların beyanatında tefsir,
seyidimizin futuatının beyanatında tefsir
kısmına aynen devam ediyor olacağız. Her gün
Rabbim nasip ederse bu hafta bitmek üzere
inşallah siyerin nebi gibi sizlere bu hakikat,
hikmet, şeriat, sünnet ve ehlibe sevgisiyle
çevrelenmiş doğru bilgilerle sizlere bu futu,
hikmet, şeriat, sünnet, ehlibe sevgisiyle
çevrelenmiş doğru bilgilerle sizlere bu futuatı
beyan etmeye devam ediyoruz. Tefsirde her
gün birer adet Seyyid Muhammed Ruhi
Hazretleri'nin bu kanalında olacak. Siyer Nebi
bildiğiniz gibi diğer kanalda Tevhid Hoca'nda
zaten dört kanal var. Biri Almanca kanalımız,
video kardeşlerimiz bir diğer kanalımız var.
Gündeme dair beyanatlarına sunulduğu.
Bundan hariç herhangi bir kanal yok.
İnsanların kendi keyfiyetiyle yapmış oldukları
şeyler olabilir. Herkesin kendi keyfiyetiyle
olabiliyor. Ama bunlar herhangi bir bilgi
dairesinde değil. Tamamen sağdan soldan
toplanmış veriler ışığında. Kendi keyifleriyle
insanların yaptıkları şeyler. Dolayısıyla hakikat
ve gençliğin doğru bir minval üzerine
yetişmesi, doğru bir hakikatle kuşanması, o
hakikatle hikmeti anlayabilmesi, bu hikmetle
ümmet-i Muhammed'e hizmet edebilmesi,
biiznillah şu futuatlarla nasip oluyor. Rabbim
seyirimizden binlerce kez razı olsun onun
futuatıyla hem gençlerin hem ehli muhabbetin
hakikaten doğru bilgiye ulaşmasına vesile
olunmuş oluyor Rabbim kendilerinden binlerce
kez razı olsun ilk dersindeyiz. Nedir? Daha
önce kısaca beyan etmiştim. Biraz daha işin
özünü ifade etmek gerekirse biliyorsunuz
tefsirul ruhiyede seyidimize ait olan tefsiri gün
ve gün daha da hızlandırmak için her gün birer
ayet yapmaya gayret edeceğiz ve siz
dinleyeceksiniz. Bugüne kadar da Nebe
suresiyle başlamıştık ve her birisinde üçüncü
beyanata sunuyorduk sizlere. Bu Kur'an'ı
hakikatine, bu Kur'an-ı Azimüşşan'a şu ayeti
kelimesine üçüncü bir tefsir babından bakılsa
diyorduk ki o tefsir Hz. Ali Efendimizin Ehli Be
bir ayette mihenk aldığı bir kelime vardı. O
kelimenin içerisinde de bir harfin içerisinde bir
ilim olduğunu beyan ediyorduk. Salı günleri
Allah nasibiyle de başladık. Bir harf bilim
beyan ediyor. Bu ayet bir bilim beyan ediyor
diye bilmi inkişafına, yeni bilimlerin inkişafına
seyrimiz vesile oluyor. Onları ifade ediyoruz.
Ama bu akşamda Baba Ali kapısında inşallah
sohbetlerde yine kitaplarda genişleteceğiz
tabi. Tek başına bir külliyat bu. Bir sure-i
şerifede, bir ayeti kerimede, bir harfin
içerisinde var olan bir ilmin bugüne kadar çok
da ifade edilmemiş tarzında ve incelikleriyle,
bu ilim tarzında baştan sona bir şey yok.
Özellikle Ümmet-i Muhammed'in bir konuda
yaptığı hata, eksiklik, tamamlanması gereken
bir alan, unutulmuş bir alan, bilinmeyen bir
alan hususunda, bir alan, bilinmeyen bir alan
hususunda özellikle hem Müslüman
dünyasının, İslam erbabının hakikati biraz
daha inceliğiyle öğrenmesi için ne derler? Bir
master program gibi düşünebilirsiniz. Çünkü
dergahımızda inşallah koronavirüs sonrasında
devletimizin koyduğu sağlık gerekçesiyle
koyduğu yasaklar çerçevesi ortadan kalkıp
Rabbim huzur, bereket, sağlık, sıhhatle
yeniden bir araya gelirsek inşallah o günde
devam ettiğimiz üzere bu mescitler, bu
medreseler birer üniversite hükmünde her bir
dersi. Şimdi bu babali sohbetleri konunun
biraz master programına doğru geçiş oldu.
Konunun uzmanlığı desek biraz daha doğru
olur. Yani muhalefet ilmini en başından alarak
gelmiyoruz. Neden? Tasavvuf babında ve
tasavvuf külliyatında zaten bu konuya haiz
olan pek çok mevzuyu sıfırdan alarak seyidimiz
beyan ediyordu. Burada belli incelikli konuları
aynı master programlarında olduğu gibi
üniversitelerde bugün zaten belli bir konuda
bir birikim söz konusudur. O birikimin içinde
bir eksiklik bir aidiyet duygusuyla kapanması
gereken bir yara düzeltilmesi gereken
dikilmesi gereken bir açık yara vardır tabiri
caizse. Dolayısıyla babali sohbetlerimiz
biiznillah bu manada bir master programdır
sevgili genç kardeşlerim ve bütün
dinleyicilerimiz için. Hepsi bir araya gelip
kitapta da biraz daha genişletildikten sonra bir
izinle yeni bir külliyat olarak 1-2-3-4 diye
devam edecek. Aynı bilim dünyası için
yaptığımız külliyatı olduğu gibi. Efendim
hatırlayacak olursanız ki unutmamışsınızdır da
Tefsir-i Ruhiye'ye önce Nebe Suresinden
başlamıştık ve Nebe Suresinin ilk ayeti
kerimesinde harfi ayında bir muhalefet ilmi
olduğunu ifade etmiştik. Muhalefet ilmi
babında işte tam da bu konuda Baba Ali
sohbetleri böyle başlıyor. İlk ayet bu olduğu
için. Muhalefet konusundaki bu incelikleri
bilmek Ümmet-i Muhammed'in oldukça
ihtiyacıdır. Zira özellikle son çağ girildiğinde
fikir özgürlüğü, beyanat özgürlüğü derken
herkesin her konuda rahat bir şekilde benim
de fikrim var. Bu konuda muhalefet etmem
gereken bir alan oluştu şu sözünüze muhalefet
etmek zorundayım şeklinde çıkışları oluyor.
biraz uzaklaştıkça çok az bile uzaklaşsa
insanların birbirini anlamayarak birbirlerine
karşı düşmanlık ve kin besleyebilecekleri tam
da yakın zamanlarda söylenen ve aslında
Hazreti Adem'den beri gelen ve devam edecek
olan ayrışma sürecini tetikliyor.
Müslümanların birbirlerinden ayrışması
elbette ki ne mümkün bir vücudun parçaları
olmuşuz biiznillah. Kıyamete kadar kardeşiz.
Rabbim son nefese kadar iman ve son nefeste
iman nasip eylesin. Ancak bu kardeşlik
hükümleri içerisinde bazı mevzularda elbette
birbirimizle aynı düşünecek anlamı çıkmıyor.
Farklı düşüncelerin varlığı karşısındaki
muhalefet edebilmek muhalefet ilminin
inceliklerinde saklıdır. Dolayısıyla Baba Ali
kapısından bakınca muhalefet ilminin bu
inceliklerini bilmeyen insanoğlu doğal olarak
her konuda her şey için bir fikir beyan
edebilme hem de bu fikrini istediği gibi istediği
yerde istediği şekillerde ifade edebilme hem
de bu fikrini istediği gibi istediği yerde istediği
şekillerde ifade edebilme virgülsüz noktasız
parantezsiz apostrofsuz devam edebilme
düşüncesine sahip oldukça ne yazık ki
birbirimizden uzaklaşmaya hizmet ediyoruz.
Hedefte doğruyu bulmak ve daha doğrusuna
ulaşmak varsa eğer muhalefet ilminin
inceliklerini bilmek gerekiyor. Efendim
muhalefet ilminin incelik kısmı 3 ana dalı
ayrılır. Bunlardan bir tanesi avam
muhalefetidir. Bir diğeri insanların ekonomik
hayatlarında var olan işleyiş ve iş biçimleriyle
oluşan ilişkilerden doğan durumlara karşı
muhalefettir. Ve bu işleyişin içerisinde ilmi
konularda vardır. Bir de ilmi muhalefet var.
İlmi muhalefet ve bu ilmi muhalefetin bir
parantez açısı bir üstünde de dördüncü
muhalefet desek belki daha doğru olacak,
daha iyi anlaşılacak. Dördüncü bir muhalefet
de devlet muhalefeti. Dört tane sahaya
oluşturalım ki konu daha iyi anlaşılsın. Üçe
değil dörde bölelim. Efendim avami
muhalefetin ilmi normal gündelik hayatımızda
annemiz, babamız, ailemiz, eşimiz, dostumuz,
akrabalarımızla bir konuda bir yerde
oturuyoruz. Bir şey yapmaya niyet ediyoruz.
Ve yaptığımız şeyin içerisinde mutlaka aynı
şeyi istemeyen insanlar var. Muhalefet
edenler. Muhalefet edenlerin o yüzden biz
hangi ortamda ve neye karşı muhalefet
ettiklerine göre durumun değişeceğini beyan
etmek zorundayız. Çünkü bugüne kadar hep
şöyle gördük biz. Ya benim bu konuda bir
fikrim var ve bu fikrimde muhalefet etmek
istiyorum. Gayet doğal değil mi? Baba Ali diyor
ki hayır değil. Muhalefetin ilminde dört kısım
vardır. Bu dört kısma göre muhalefet hakkı,
hukuku ve şekli değişir. Eğer bunlara riayet
edilmezse muhalefet eden de edilen de bu
muhalefete tabi olan ve bunu gören insanlığa
da zarar verir. Dolayısıyla muhalefetin
mevzusunda mekanın kendisi bir önem arz
ediyor. Demek ki muhalefetin önce neyle
alakalı olduğuna bakacağız. Avam bir konuyla
alakalı mı? Ekonomik ve sosyal hayatımızdaki
ilişkilerimizle mi alakalı? İlimle mi alakalı?
Devletle mi alakalı? Dört tane konumuz var.
Devletle mi alakalı? Dört tane konumuz var.
Avam konusundaki muhalefet bugüne kadar ki
hayatımızın içerisinde ailemiz, komşularımız,
eşimiz, dostumuz, akrabamız, ticari bir ilişkimiz
olmayıp akrabalık ilişkilerimizden ötürü bir
bağımız olan ve sosyal alandaki
arkadaşlarımız, herhangi bir ticari ilişkimiz
olmayan dostlarımızdan bahsediyoruz veya
yolda geçerken bir adam diyor ki işte ben bu
sokaktan geçeceğim sizde geçeceğim ötekisi
diyor ki hayır bu sokaktan gitmeyelim sağdan
dönelim bir minibüsün içindesiniz bir
şeydesiniz veya birisi muhalefet ediyor hayır
efendim diyor oradan gitmenizi kabul etmem
avamı olan muhalefette avamın
muhalefetinde esas olan mesele niyetin halis
olmasına göredir yani avami muhalefette
kişinin niyeti halisse hakikaten orada
yaşanacak olaya karşı bir tehlikeyi görmüş, bir
sıkıntıyı görmüş, o tehlike yüzünden alınan ya
da alınmak üzere olan karara muhalefet
gösteriyorsa burada hakikaten de kötü bir
durum yoktur. Ama bunu söyleyen şahsın
dilinin latif ve ince ve diğer taraftan da karşı
tarafın söylemiş olduğu söze de iyi niyetli
söylediği inancıyla bakmaya mükelleftir.
Çünkü şeriat zahire bakar. Biz insanların
kalplerini okuyamıyoruz. İyi niyetle mı onu
istiyor, kötü niyetle mi onu istiyor? Bunu
isteyemiyoruz. Hatta burada şöyle bir incelik
bile var. Karşımızdaki insan avami muhalefette
kendi menfaatini bile düşünse niyeti kötü
adam denilmiyor. Sebep nefse emmare önce
kendini düşünür. Adam kendini düşünmekte
bize göre ve hakikate göre haksızdır. Ama bu
yine niyeti kötü anlamına gelmez. Bu neye
benziyor? Mesela anne baba çocuklar
toplandılar. Baba dedi ki ben bu hafta sonu
hepinize işte hanımın annesine,
kayınvalidemize dedenize, anneannenize,
babaannenize götürmek istiyorum. Bu hafta
sonunda böyle planımız var. Çocuklar dediler
ki ya baba biz böyle istemiyoruz. Muhalefet
başlıyor şimdi. Nasıl istiyorsunuz? Biz bu hafta
futbol oynamaya gideceğiz, top oynamaya
gideceğiz arkadaşlarla bir dahaki hafta gidelim.
Şimdi muhalefet etti. Şimdi muhalefet eden
burada kendi menfaatini mi düşünüyor?
Anneannesi, babaannesine gitmek hakikatte
daha önemli ve öncülüğe, öncü tutulması
gereken bir şey mi? Evet. Ama muhalefet eden
burada bir kötü niyetli mi? Hayır. Çocuk, genç
adam. Mesela işte korona günleri sıkılmış,
bıkmış artık. Ya anneanneye, babaanneye
gene gidelim ama ben bir futbol oynamak
istiyorum. Arkadaşlarımla günlerden beri bunu
hayalini kurduk. Anne da diyor ki biz de
günlerden beri bunun hayalini kurduk. Anne
baba da diyor ki biz de günlerden beri deden,
anneannen, babaannen sizleri çok özlemişti.
Biz de onlara gitmek istiyoruz. Bu da iyi bir
niyet, bu da iyi bir niyet. Bir tarafın menfaati
var, bir tarafın anne baba olma getirisi var.
Burada niyetler halis olması menfaatlerle
ölçülmez. Ama eğer çocuk burada muhalefet
edişini kendi menfaati için değil anneannesine
babaannesine gidişini annesine hiçbir zaman
istemiyor ancak kendisine burada bir perde
koyuyorsa futbolu burada bahane ediyorsa ve
bir dahaki hafta geldiğinde bu sefer de
derslerinde bahane etmeyi kafasına koymuşsa
bu durumda yapılan muhalefet hakikatte
Allah-u Zülcelal'in takdirinin dışında olup bu
insanların muhalefet haklarının ellerinden
alınması ve emir telakkisiyle onların buna
mecbur edilme şartı getirilir. Bunlar incelikler.
Yani çocuk ikinci hafta oldu tamam niyete
halistir dedik. Çünkü niyetini bilmiyoruz
çocuğun kalpleri bilmiyoruz. Ama bizim
çocuğumuz kötü niyetli değildir bu. Peki
evladım dedik muhalefetine kabul ettik. Senin
fikrini kabul ettik. Buna karşılık bir dahaki
hafta geldi bu sefer de ya baba bu haftada
sınav çıktı. Ha şimdi veya bu haftada başka bir
işim çıktı. Hani sınav bir zorunluluktur da ha ya
o zaman burada bir niyette problem var. İşte
orada evin ailenin arkadaşlar arasındaki
muhabbetin merkezinde olan adam hayır daha
önce verilmiş olan kararımızı uyguluyoruz
diyerek bu kişiyi hem bu muhalif durumundaki
niyet bozukluğuna karşı temizlemek üzerine
hem de onu adam etmek üzerine bir
zorunluluk kaidesini getirme şartı vardır. Ne
haliniz varsa görün diye bırakmamak gerekir
olabildiğince ki bu çocuk büyüdüğünde de kötü
niyetiyle hareket etmeye devam etmesin.
Geldik ikinci mevzuya sosyal ve ekonomik
hayatımızda. Ekonomik hayatta bir iş, bir
şirkette, bir fikir, bir ortaklık, bir yöneticilik
bunun altında çalışanlar. Bunların arasında bu
ve buna benzer konusunda yapılan bütün
muhalefetlerin kesin ve kat'i rakamsal delilleri
yahut önceden yaşanmış tecrübelerin beyanı
esastır. Bu beyanat da mutlak surette şimdi
toplantı odalarındaki özellikli durumlara
geçiyoruz. Mutlak surette toplantı odalarında
karşı karşıya gelindiğinde açık bir şekilde
beyan edilmelidir. Örnek şirketin müdürü veya
çalıştığınız departmanda iki kişisiniz bir karar
alınacak ve karşılıklı iki tarafın müzakeresi
olacak. Bazı zamanlarda çelişebiliyorsunuz.
İşte şirketlerde baba ile oğul çalışıyor.
Kardeşler bir arada çalışıyor. Bu muhalefet ilmi
bunun için önemli. Kardeşlerden biri dedi ki
arkadaşlar ben bundan sonra dükkanda küçük
örneklerle akılda kalsın diye böyle izah
ediyoruz. Çünkü Müslüman olarak bizim
hayatımızda kıymetli şeyler bunlar. Ben
bundan sonra siyah kalem satmaya karar
verdim. Karşı tarafta bir anda dese ki hayda bu
nereden çıktı dese bu toplantı zemininde bu
söz doğru olmaz. İki tarafında hatası vardır.
taraf yani dükkanda bundan sonra siyah kalem
satmaya karar veren kararın böyle çıkmasını
isteyen istişarede toplantıda ortaklıkta veya
yöneticilikte ortak karar alınan yerlerden
bahsediyoruz özellikle. Bu durumda kişinin bu
toplantıya gelmeden evvel bu fikrini beyan
eden söylemin içeriğiyle veya içeriksiz. Ben bu
toplantıda bir dahaki toplantımızda siyah
kalem satma teklifini getireceğim kardeşlerim.
Benim böyle bir teklifim var. Donelerim bunlar
veya ben bu elimdeki verileri toplantıda
sunacağım. Diyerek önceden bu teklifi
hazırlayıp vermesi lazım. Sebep masa başında
bir anda çatışma çıkmaması için. Çünkü
İslam'da muhalefet müminlerin çatışmasını
engellemek üzerine müminlerin doğruyu
bulabilmesi adına kullanabilecekleri bir ilimdir.
Birbirlerinin yemeleri için değil. Birbirimizin
açıklarını bulmak için değil. En doğruyu
bulamamak için doğruyu bulmada nefislerin
bedbaht halinin ve nefsimizin kötülüklerine
düçar olmamamız için de Baba Ali'den bu
kapıdan bu hikmetler beyan ediyor. Şimdi
öteki tarafta eline aldığı duyduğu bu haber
karşısında kendine göre eğer aynı fikirde
değilse o kırmızı kalem satılmasını veyahut hiç
böyle bir işe girilmemesini düşünüyorsa elinde
ya kendine ait tecrübesi ya bir veri ya bir
komşu esnaftan aldığı bilgiyi masaya
getirmekle mükelleftir. Masaya getirdiğinde
veriler olmadan ben böyle istemiyorum deme
hakkına taraflardan herhangi biri sahip
değildir. Bu hangi işletmelerde geçerli?
Ortaklıklı işletmeler, kardeş işletmeleri ama
tek bir patron var. Herkes o patrona bağlı.
Patron da diyor ki ben hiç kimsenin verdiğim
kararlarda hakkında görüş beyan etmesine izin
vermiyorum diyebilir mi? Diyebilir. Hukuken
de şerhende mal onun, yönetim onun, kar
onun, zarar onun bir karar veriyor. Kimseye de
sormayacağım diyor. Zararı da benim, karı da
benim. Kimseden fikir istemiyorum. Bu kapı
bende kapalı dese kimse karışabilir mi? Hayır.
Adam ne derse yapar. Ben sizin dediğinizi
yaptım der. Siz de kurtulursunuz. Ama adam
dedi ki arkadaşlar benim fikrimi tartışabiliriz.
Ortak karar vereceğiz veya bir ortağımız var.
Ortağımızla beraber veya kardeşler bir arada
babadan kalmış bir dükkan veya iki arkadaş eş
dost şirket kurulmuş veya tarla veya bir bahçe
bir şey beraber yapılan herhangi bir şey veya
beraber alınmış bir şey üzerindeki bir hak
hususundan bahsediyoruz. Tarafların önceden
o konu veya iş üzerinde ortaklaşa karar verme
konusunda anlaşmalarıyla başlanmış olan bir
iş ve fiilden bahsediyoruz bu alanda.
Dolayısıyla taraflardan birisinin ikisinin de veri
sahibi olmadan geldiği durumlarda toplantılar
iptal edilir. Üzerinde tek cümle bile
konuşulmaz. Yani siyah kalem satmak
istiyorum canım böyle istiyor deme hakkına
sahip değildir. Karşı tarafında reddediyorum
ben de kırmızıyı seviyorum deme hakkı
buradan doğmaz. Müslüman hatayı hatayla
kapatan madem sen öyle yaptın al benden de
böyle derse orada Müslümanlıktan
bahsedemeyiz. Sebep çünkü Müslümanlardan
tarafl bahsedemeyiz. Sebep? Çünkü
Müslümanlardan taraflardan biri hataya
düşebilir mi? Nefsine uyabilir mi? Evet. Karşı
taraf o nefsine uyduğu için o da nefsine uyarsa
inat olduğu zaten şeytanın istediği bu. Bu
durumda karşı taraf şunu demeli. Kardeşim
sende bilgi eksik bende var. Sen de verilerini
topla biriktir bir araya getir verileri konuşalım.
Veriler karşı karşıya gelsin. Ha veriler
birbirleriyle eşit düzeneye geldiyse yani
birbiriyle aşağı yukarı aynı yani siyah kalemi
satsan da olur satmasan da olur diyorsanız
eğer şimdi işin hikmetinden bahsediyoruz.
Taraflardan hangisi kendi reyinden vazgeçip
kardeşini memnun ederse Rabbim her ikisine
de bereket ihsan eder. Yani siyah kalem
satmak isteyen adam verileri getirdi. Bir baktık
ayda 100 bin lira kar edilecek siyah kalemden.
Kırmızı kalem satacak arkadaşımızın verileri
geldi. Onun verileri de eldeki verilere göre
Rabbim de verecek belli değil. Allah bereketini
verdi vermedi battı çıktı ayrı mesela. Ama
eldeki veri diyor ki kırmızı kalemde satsak 100
bin lira. Taraflardan hangisi derse ki ya Rabbi
ben rehimden vazgeçiyorum. Kardeşim mutlu
olsun o siyah sevmiş ben siyahı seçtim. seçtim
veya dese ki ben kırmızıyı seçtim kırmızı olsun.
Kim bunu dediyse Rabbim ikisine de rahmet
eder o işten belki yüz binden on kat fazla
bereket olur. Ama taraflar tam da bu anda
başlayıp şeytanın getirdiği hile ve tuzağa
düşerek şeytanın getirdiği hile ve tuzağa
düşerek ama bak ikisi de eşitmiş gel o olsun
gel bu olsun dün sen böyle demiştin ben de
böyle demiştim dedikleri anda artık o yüzü de
kolay kolay bulamazlar. İşte Müslümanın
kaybettiği yer burası eşitlik hasıl olduğunda
kendinden feragat etmeyen o berekete
muhatap olamıyor. Efendim incilikler, detaylar
kitapta açacağız. Çünkü daha bir ikinci
konumuz var. Şimdi geldik üçüncü
meselemize. İlmi muhalefet. İlmi muhalefet
alime mükelleftir. Avamın ilmi muhalefetten
hakkı yoktur. Nasıl yoktur? Alim bir zat çıktığı
bir şey söyledi. Söylediği şey bir başka alim
tarafından Allah Allah bunun böyle olmaması
lazım dendi. Bu durumdaki konular ilmi
muhalefettir. İster fizik, ister kimya, ister
biyoloji, ister matematik, ister bilgisayar, ister
Kur'an-ı Azimüşşan, isterse tefsir olsun.
Karşılıklı muhalefet edecek olan şahısların ilim
babına gelindiğinde yani özel bir eğitim,
öğretim, tedrisat, ustalık, çıraklık ilişkisi,
kalfalık ilişkisi, kalfalık ilişkisi yani bir avamdan
farklı bir mesleki üstünlük, bir hakikat ve
hikmet üstünlüğüne mugayir bir konuysa
özellikle bir konuysa muhalefet edecek şahsın
bu konuda icazetli ya da bilgi sahibi olduğu
bilinen kişi olması esastır. Peki karşımıza geçen
alim dese ki ya namaz 5 vakit değildir
arkadaşlar 3 vakittir. Bir alim bunu söyleyebilir
mi? Ne yazık ki nefsini oyup da böyle söyleyen
alimleri bu ülke topraklarında ne yazık ki
gördük yaşadık. Bu durumda avamın yapacağı
meseleyse bu alim zaten der ki ben alimim
seni dikkate almıyorum. Avamın vazifesi bunu
gördüğünde bu fitneye bu fitne görülüyor.
Çünkü şeriata tamamen aykırı bir şey söyledi.
Bunu kime bildirecek? En yakında tanıdığı bir
alime, bir hocaya, bir üstada, bir fütuhat eline
her kimse o bir evliyaya, bir ulemaya efendim
biz namaz beş vakit biliyoruz, siz bize öyle
öğrettiniz, böyle biliyoruz, biz mi yanlış
biliyoruz, bu arkadaş mı doğru biliyor diye
konuyu iletmek gerekiyor. Çünkü alimin bazen
söylediği söz ve o sözün içerisindeki içerik
avamın anlamayacağı bir nitelikte yüksek bir
baba aittir. O yüksek baba avam anlayamaz
ama alim anlar onu düzeltebilir. Ve bu noktada
İslam meslek erbabının meslek erbabınca
muhalefete tabi olduğunu, ona bir başkası
tarafından muhalefet edilemeyeceğini beyan
eder. Bu toplumun bütün kademeleri için
geçerlidir. Bir marangozu evinize çağırdınız, bir
iş yaptırdınız. Yaptırdığı işin sonunda size
vermiş olduğu sözü yerine getirmiyor. Üç
kapaklı dolap istenirseniz, iki kapaklı dolap
getirdiyse onu iade edebilirsiniz. Hukuken de
şerhende. Ama adama şunu
söyleyemiyorsunuz. Ya sen de ne biçim
marangozmuşsun diyemezsiniz. Çünkü sen
marangoz değilsin. Adama şunu diyebilirsin.
Kardeşim sözünü tutmadın. Zamanında
getirmedin. Bana verdiğin söz mesleki değil.
Ticari. Sosyal bir hayat. Ben sana sipariş
verdim. Sen getirme. Bu muhalefet değil. Bu
hukuk. Hukukken bana verdiğin söz. Bak
yazmışız buraya ne istediğimi. Senin getirdiğin
bu malzeme yanlış. Fiyat şöyle bu böyle. Al
geri götür. Kabul etmiyor musun? İşte ne
bileyim tüketici mahkemesi var. O var bu var
imkanlar var. Veya o da olmadı. Allah'a havale
ettim. Bitti gitti iş. Ama adama şunu derseniz
durum değişiyor. Arkadaş sen marangoz
değilmişsin diyemezsiniz. Adam çok iyi bir
marangoz olabilir. O gün tansiyonu çıkmış
şekeri düşmüş kağıtları birbirine karıştırmış,
hanımla çocukla kavga edip sinirden yanlış
yapmış olabilir. Belki siz biraz bekleseniz o
özür deyip, utanıp ya kardeş kusura bakma
ben hata ettim bir düzeltip getireyim diyebilir.
Müslümanlar arasındaki ilişkiyi bozmamak için
bu muhalefet ilmini bilmeye mecburuz. Zaten
konusunda ilim sahibi olduğu beyan edilmemiş
şahsın bir ilim hususunda 100 bin kitap dahi
okusa beyanatta bulunma hakkı yoktur. Şimdi
futahat bu noktada ayrı bir pencere. Niye?
Futahat zaten İbn Arabi'de, İbn Sina'da, Üstad
Sayyidin Nursi Hazretleri'nde, Mevlana
Hazretleri'nde, Seyyidimiz'de daha
onlarcasında görüldüğü üzere her konuda
Rabbimin kendilerine verdiği bir ikram var.
Futuatı bir ayıralım bir kere. O beyanatını
sunabilir, başka alimlere yazabilir vs. vs. Bu
apayrı bir mesele. Ama futuatı koyduğumuzda
bir kenara efendim ben bugüne kadar mesela
işte 2000 tane tıp kitabı okudum ben. 2000
tane. Yani hakikaten de adama bakıyorsun
2000 tıp kitabı mı? Valla doktor kadar da
biliyorum. Ama kendisine ne bir doktor
diploması var. Diploma takıntısı yapmaya
gerek yok. Bakın bu da ayrı bir konu. Mesela
öyle adamlar var ki hakikaten tıp konusunda
kendini geliştirmiş geliştirmiş. Üniversite
diploması yok ama. Yani bir doktorla yan yana
koysanız hakikaten bir doktordan daha bilgili,
daha verimli işler çıkarabilecek durumda. Bu
durumda dahi birkaç doktor en azından dost,
eş, arkadaş. Şunu da mesela dedim. Arkadaş
tamam bu adam adam olmuş yani en azından
doktorluk yapamaz kesin ve katiyetle yani
dipkamasız doktorluk olmaz ayrı mesele ama
şu inceliği beyan ediyorum adam bu konudaki
bilgi sahibi olduğunu ve söz söyleyebilir
nitelikte olduğunu toplumun kabul etmiş
olduğu şartlar dairesindeki bir grubun tamam
sen bu konuda fikir ve beyan edebilirsin
demesi gerekiyor. Bakın kıymetli dostlar
İmam-ı Şafi Hazretlerinin öyle talebeleri vardı
ki bakın talebelerinden bahsedeceğim şimdi.
İmam-ı Şafi Hazretlerinin 8 tane talebesi vardı.
İmam-ı Şafi Hazretleri kendilerine siz artık söz
söyleyebilirsiniz demeden 3-4 sene evvel
bugün sizin gördüğünüz büyük fukahaları belki
5 defa 6 defa ceplerinden çıkartacak ilme
haizdiler. Ancak kendilerine soru sormaya
girildiği zaman diyorlardı ki edeben ve
hakikaten. Bizim şu an icazetimiz yok. İmam
Şafii Hazretleri bize henüz fetva verme
konusunda hele ki hiç duymadığımız
bilmediğimiz adam namazın farzlarını soruyor.
Onu sana da sorsa sen söyleyeceksin ama hiç
bilinmeyen bir konuya hiç bilinmeyen bir
konuda fıkıh sorusu soracak. İcazetimiz yok
diyor. Biz bu konuyu bilmeyiz. Ama bu şu
demek değil. Müslümanız. Hepimiz şeriat
kanunlarını biliyoruz. Bir kardeşimiz geldi dedi
ki ya parmağım kanadı. Hanefiyim ben.
Abdestim kaçar mı? Elbette söyleyeceksiniz.
Abdestim kaçtı kardeş. Niye? İlmihal bilgisi.
Ama adam öyle bir soru sordu ki ilmihalde
sorunun cevabı yok. Daha yepyeni bir şey. İşte
atıyorum ne bileyim. Uzayda abdest alınır mı?
Uzayda nasıl abdest alabiliriz? Sen de desen ki
ya ben bugüne kadar çok uzay kitabı okudum.
Çok da fıkıh kitabı okudum. Efendim uzayda
tevmim yapsan, şöyle yapsan, böyle yapsan
olur desen adam kendisini belki kurtarır ama
sen kendini kurtaramazsın. Çünkü o konuda
ilmen sana hocanın, evliyanın, ulemanın veya
o konudaki fikir, beyan sahiplerinin evet bu
arkadaş da fukahadır ya da bu arkadaş da söz
söyleyebilecek niteliğe kavuşmuştur, icazet
beyanatı vardır denilmesi gerekiyor. O yüzden
bu da işin ilmi tarafı. Alimlerin kendi
arasındaki muhalefetse avamın önünde
yapılamaz. Bu da kesin ve kat'i kuraldır. İki
alim fıkhi bir konuda ilmi bir konuda
taraflardan birisi sapıtmamış akidenin dışına
çıkmamış bir unsurla hareket ettiğini iddia
ediyor olsa da bunun avamın önünde
yapılmasın büyük bir sakatlıktır, büyük bir
yanlıştır. Yani televizyonda iki tane adam çıktı
bir hadis tartışıyorlar. İkisi de alim olarak
adlandırılmış efendim ilahiyat fakültesinden
vs. vs. belgeleri var. Profesör, doçent her
neyse konuşmaya hakkı olan iki adam alim
olarak kabul edilmiş bir cihetle bir şekilde.
Bunların avam önünde tartışma hakkı yoktur.
Sebep siz doğruyu bile söylüyor olsanız arada
karşı tarafın söylediği bir cümle avamın
hoşuna gider de avam onun peşine takılırsa bu
işe destek çıkmış olursunuz. Bu işe yol açmış
olursunuz. Bu işe imkan tanımış olursunuz. Bu
yüzden avamın önünde alimlerin muhalefeti
olmaz. Ve muhalefette usul önce karşı tarafa
beyan ve ne söylediğini bir de onun ağzından
duymak. Kardeşim sen gerçekten 5 vakti 3'e
indirdin mi indirmedin mi? Önce ondan tekrar
duyacaksınız. Yani ben videosunu da gördüm
diyemezsin. Adam der ki ya ben o videoyu
çekerken valla kendimde değildim. Kaldır o
videoyu dersin bitti gitti. Ama mesele ne?
Burada alimler birbirleriyle muhalefetini arka
planda yapacaklar. Ve o muhalefetin
sonucunda anlaşsalar da anlaşmasalar da eğer
konu şeriat, akaid, sünnet, ehl-i beyt vs. bu
konunun dışında değil iki ayrı görüş birliği, iki
ayrı görüş farklılığından ibaretse mezheplerde
olduğu gibi Hz. Peygamber Aleyhisselatü
Vesselam'ın beyan ettiği üzere her ikisi de
rahmete tabidir. Her ikisi de. Efendim geldik
dördüncü meseleye muhalefet ilminde. Baba
Ali gördüğünüz gibi oldukça ince. Dolayısıyla
sohbetin ikinci bölümünde aslında beyan
ilminin incelikleri vardı. O haftaya kalacak.
Çünkü o ikinci ayet kelimede. Demek ki Baba
Ali o sohbetlere böyle bir bereketli gidecek bir
izinle. Anladığım kadarıyla bilim sohbetleri de
böyle. Elhamdülillah. Geldik muhalefetin
dördüncü kısmına. Bu neresi? Bu devlet işi.
Yani devlet yönetiminde, devlet kademesinde.
Burada müthiş bir incelik var. Yine işin erbabı
olmayanın veya içeride yetkili olmayanın
sadece rey hakkı olanın fikir beyanatına izin ve
cevaz asliyette yoktur. Ama rey hakkını beyan
edebilir. Ben şu fikrine katılıyor ve
destekliyorum veya ben bunun şu fikrine
katılmıyor ve desteklemiyorum. Ama devletin
iç mekanizmasına gidersek eğer şunu bileceğiz.
İlmi muhalefette mevzu devlete geldiğinde
eğer taraflardan muhalefet eden kişi veya grup
veya topluluk veya parti her ne diyeceksiniz
deyin. Sadece karşı tarafın milletin önünde
etrafta rezil olması, bugün için oy kaybetmesi,
itibar kaybetmesi, elindeki kazanmış olduğu o
şerefini haysiyetini yani o ulaşmış olduğu
mertebeyi sırf o kaybetsin diye muhalefet
edilip bir hayır işine engel olduğunu bile bile
engel olunuyor ve bu engelde her zaman ilk
kıstas karşı tarafın muvaffakiyetini engellemek
içinse o dininin yarısını kaybeder. hakikatinde
ümmet-i Muhammed'in hayrına vesile olan
onu yapmış gibidir. Tersinde o ümmet-i
Muhammed'in hayrına olacak şeyi sırf kendi
menfaati ve karşı tarafın ezilmesi adına
düzenleyen bir düzeneyin parçası olmak söz
konusuysa buradaki devlet muhalefetinde din
duygusu kaybolmuştur. Dinin hakikatinden
uzaklaşılmıştır. Ve devlet muhalefetinde
bugün her ne kadar bizim ülkemizde de diğer
ülkelerde de demokrasi şenliği adı altında
bütün bu tartışmalar milletin önünde yapılıyor
olsa da asli unsur asli yapısal form
komisyonlarda yani küçük ve işi bilen gruplar
arasındaki tartışmaların en çetin halde ve iyi
niyetle yapılması konu topluluğun önüne
geldiğinde konuşmaların artık bitmiş olması
üzerinedir yani bu bizim ülkemiz için
söylemiyoruz. Kimse yanlış anlamasın.
Dünyanın her tarafı için. Herhangi bir konuda
bir karar alınacak. Herhangi bir konuda devlet
bir karar alacak. Mesela efendim bundan
sonra herkes kapısının önünü süpürecektir.
Attım şimdi. Kapının önünü süpürecek herkes.
Bu kapısının önünü süpürmeyi geldi. X partisi
veya hükümeti bunu teklife sundu. Şimdi bu
teklifi siz 500-600 kişinin önünde
tartışamazsınız. Muhalefet ilminin inceliğinde.
Nerede tartışılır bu komisyonda? O
komisyonda kim olacak? 1- İşte belediyeci
olacak. 2- Sokakları tanıyan adam olacak. 3-
İnsanları tanıyan adam olacak. Belki dışarıdan
sosyolog olacak, doci olacak. 2- Sokakları
tanıyan adam olacak. 3- İnsanları tanıyan
adam olacak. Belki dışarıdan sosyolog olacak,
doktor olacak. O olayla ilgili kim alakadarsa
onlar olacak. Olanlar işi bilenler olduğu gibi
niyetlerinin halisane olduğunun bilgi ve
beyannamesi o topluluk içinde de kabul
edilmiş olacak. Yani normal şartlarda hakikatte
şöyle olur. Bu komisyonun başkanı sorar. Ey
cemaat, ey kardeşlerim biz bugün burada
devletimizin, milletimizin hayrı için bir karar
vereceğiz. İki tane, üç tane belki taraf olacağız.
Bir kısmımız sokakların süpürülmesine gerekli
olduğunu söylerken bir kısmı da hayır böyle
olmaz diyecek. Bir kısmı başka bir teklif
getirecek. Her kim ne getirirse getirsin bu
toplantı salonundaki herkesin niyetinin bu
üzere olduğuna kani misiniz kabul ettiniz mi?
Demesi gerekiyor. Bunu bazen sözle
söylemeyebilir ama en azından topluluğun
önce birbirlerinin niyetlerinin halisane olup
içlerinde bir fenalık besleyen adamın
olmadığına inanmalarını da bir yandan onlara
hatırlatmaları gerekiyor. Birisi dedi ki ya bu
arkadaşlar yıllardan beri biz ne söylesek
söylediğimiz için tersini söylüyorlar. Biz
bunlarla yine aynı problemi yaşayacağız desek
ne yapılır? Bu durumda yeni bir rey, yeni bir
yapılanma kurgulanır. Taraflardan daha özüyle
yeni bir grup kurulur. Yani direkt atılmaz.
Yenim 30 kişi komisyon kuruldu. Komisyonda
10 kişi 5 kişiden rahatsız. Bu 10 kişiyi de 5 kişiyi
de dışarıda tutar 15 kişiyle yeniden toplantıya
başlarsınız. 3 kişi kalana kadar bu böyle devam
eder. Sonra yavaş yavaş grubu geliştirtirsiniz.
Bunların bütününün hedefi şu. Ortak karar
verebilir olmak değil. Evet muhalefet edebilir
olmak. Ancak burada niyeti halisaneyi ümmeti
Muhammed'in hayrını ve Müslümanların
birliğinin bozulmamasını temel ilki alır Baba
Ali. Üç temel ilkemiz var. Bir ümmeti
Muhammed'in hayrını olacak. İki Müslümanlar
birbirleri arkasından ya da önlerinden zanda
bulunmayacak hale gelebilmeleri için gerekli
zemin onlara oluşturulacak. İşte bu zemin
oluşturulduktan sonra alınacak kararlar,
demokratik koşullar reyler vs. konu 500-600
kişilik meclislere efendim temsilciler meclisi
olan ülkeler var Amerika gibi Duması olanlar
var alt kademe Rusya gibi. Farklı farklı.
İngiltere de farklı Türkiye de farklı. Fark etmez.
Durum bu 500-600 kişinin önüne geldiği
zaman. Şimdi birileri demesin ki hükmü şeriye
bundan farklıdır. Biz devlet yönetiminin en
azından bu anki halinde bile muhalefeti bu
şekliyle toplasanız. en azından bu anki halinde
bile muhalefeti bu şekliyle toplasanız hem
Ümmet-i Muhammed'in birliği hem ülkenin
dirliği adına büyük bir hizmet olur babında
söylüyor cümlelerini Futuhat. Lütfen altını
tekrar çizelim. Anlatabiliyor muyum? Biz her
zaman şeriat, sünnet ve elibet çizgisindeyiz.
Ancak bugün öyle bir durum olmuyorsa da en
azından muhalefet ilmini bilin ki Hazreti Ali
Efendimizin o ilmini bilin ki burası toparlansa
belki öbür taraflarda otomatikman toplanır.
Tabi ki herkesin söyleyeceği söz şudur. Ya sen
nereden bulacaksın o kadar iyi niyetli adamı?
Biz de diyoruz ki üç kişi bul ama o üç kişiden
başlayan nüve ve tohum biiznillah kademe
kademe birbirine eklenerek gider ve biiznillah
temizler nasıl ki Allah-u Zülcelal Kur'an-ı
Azimüşşan'da küfrün tek bir millet ve deniz
köpüğü gibi olduğunu beyan edip onların
söneceklerini ifade ediyorsa Müslümanların
dirayetleri üç kişi dahi olsa, hakikati ümmetiye
uğrunda, mücadele ve mücahedeye devam
etse, biiznillah o hakikate ermek, mümkün ve
imkan dahindedir. Rabbim bizleri o imkan
dahinde yaşayıp, gerçekten hakiki İslam
yönetimiyle yönetilebilmeyi nasip eylesin.
Ancak o güne gelene kadar, ailemizde,
ticarethanemizde, sosyal hayatımızda ve hele
ki şimdi herkesin yarı yarıya alim, yarı yarıya
doktor olduğu bu dönemde muhalefet
etmenin ne demek olduğunu, nerelerde edip
nerelerde edemeyeceğimizi doğru bir şekilde
anlamaya mecburuz. Bunları doğru bir şekilde
anlamayınca ayrışıyoruz, ayrıştırılıyoruz. Sonra
da bizi niye birbirimize düşürdüler diyoruz.
Bizim nefislerimizdir bizi birbirimize düşüren
Rabbim bu babaali sohbetleriyle bu tabiri
caizse başında söylediğim gibi bu master
programıyla seyidimizin öyle talebeleri olup
ümmeti Muhammed'e hayırlı evlatlar yet
sonuçlanmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz
ediyoruz. Ayet-i kerimede bir kelimenin bir
harfi olan harfi ayn'dan muhalefet ilmini
kitapta genişletmek üzere beyan ettik. Haftaya
Allah nasip ederse Nebe suresi ikinci ayet-i
kerimede nun harfinde beyan ilminin
incelikleriyle Baba Ali sohbetlerine tefsir-i
ruhiyeyi adım adım takip ederek devam
ediyoruz. Hep söylediğimiz gibi Siyer-i Nebi'de
aynen devam ediyor. İnşallah birkaç gün içinde
de her gün size bir ayeti kelimenin tefsir-i
ruhiyesinin devam etmesi için de çalışıyoruz.
Dualarınızda Rabbim madden ve manen bu
davaya hizmetkar olmayı, Seyyidimize
hayırlısıyla talebe olmayı, Ümmet-i
Muhammed'in birlik ve dilliğini Cenab-ı
Hak'tan niyaz ederiz. Başta seyyidimizin,
ailesinin, evlatlarının, müritlerinin, has
evlatlarının, cümle sevenlerinin ve bütün
ümmeti Muhammed'in hayırlarla dolu bir
ömür yaşamalarını, iman ile yaşayıp, iman ile
göçmelerinin nasibi mesleği olmasını Cenab-ı
Hak'tan niyaz ederiz. Efendim, hayırlarının
fethi, şerlerin def'i, ümmeti Muhammed'in
sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için El
Fatiha.

2. Ciham Perveri Ömer'e ve Osman'a ve Aliye


Efendimiz'in ruhlarına. Şühedayi Bedir,
Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın
ruhlarına. Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un
ruhlarına ve kafeli iman erbahanının ruhlarına.
El Fatiha. Hz. Ali Kerim Allah ve Cevabı
Efendimizin ruhlarına Hz. Fatıma Hanım'ız Hz.
Hasan, Hz. Hüseyin Efendimizin ruhlarına
gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidilerin ruhlarına
12 İmamın ruhlarına ve kafirli İslam ervahının
ruhlarına El Fatiha Pirimiz Gavsa Azam
Abdülkadir Ceylani Hazretlerinin ruhlarına
Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı
Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid
mürşidan mürid müridanın ruhlarına ve kafirli
iman erbanının ruhlarına. El Fatiha.
Seyyidimiz, mürşidimiz, peygamber
efendimizin incitane seyyid Muhammed Ruhi
el-Gadiri hazretlerinin ruhlarına, İncethane
Seyyid Muhammed Ruhi El Kadiri Hazretlerinin
Ruhlarına Aynesinden Ahirete İntikal Etmiş
Olanların Ruhlarına Müritlerinden Ahirete
İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Şüheday
Çanakkale Şüheday İstanbul Evliya-i İslamlı
Ruhlarına Cabir Bin Abdullah Hazretlerinin
Ruhlarına Eyyub El Ensari Hazretlerinin
Ruhlarına Şühedanın Selperveri Hazreti Hamza
Efendimizin Ruhlarına Ve Kafeni İman
Ervanlerinin ruhlarına, şehadanın selperveri,
Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafeni
imanervanın ruhlarına, El Fatiha. El Fatiha.
Meded ya Hazreti Allah, meded ya Hazreti
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem, meded ya Hazreti Ali kerramallah ve
cehu, meded ya Gavuz Azam Abdülkadir el-
Ceylani, meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi,
avdu billahi minel şeytani r-racim,
bismillahirrahmanirrahim. Muhammed Ruhi
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Futuhat
kapısından Baba Ali derslerine devam
ediyoruz. Bildiğiniz üzere Perşembe günleri
artık Baba Ali dersleri olarak devam ediyor.
Hikmet külliyatının tabiri caizse bir master
programı seviyesinde yeni dinleyiciler için
ifade etmek gerekirse tefsir-ül ruhiyenin her
bir ayeti kelimesinde, her bir kelimesinde,
ayetin kelimesinde, mihen kabul edilmiş
kelimesinin bir harfinden hasıl olan ilmi beyan
ediyoruz. Tam da orta yerinden, tam da
unutulmuş kısmından, tam da Ümmet-i
Muhammed'in ihtiyacı olacak, yetişecek genç
kardeşlerimizin bilmesi gereken biraz daha üst
bir kademeden ama güncel hayatımızda
uygulandığında veya ele alındığında oldukça
önemli olduğunu gözümüzün önünde açık bir
şekilde beyan edilen fotoğrafımıza devam
ediyoruz biiznillah. Rabbim nasip eyledi. Biraz
geç de olsa korona vesilesi ve başka
problemler vesaire öyle böyle derken Tevhid
hocamızın Mayıs sayısı çıktı. Biiznillah biraz
geç de olsa sizlere kargolandı. Kimi zaman bu
aralar kargolarda bir takım sıkıntılar var. Sizin
de gözünüze çarpmıştır. Yine bu koronadan
dolayı o yoğunluktan ötürü birkaç gün içinde
elinizde olur diye düşünüyoruz inşallah.
Haziran ayına sayısının çalışmaları devam
ediyor. Haziran'ın içerisinde geliyor olacak
inşallah. Ve Esmaül Hüseyin'le ilgili
çalışmalarımız devam ediyor. Haziran'ın
içerisinde geliyor olacak inşallah ve Esma
Hulusi Ağa'yla ilgili çalışmalarımız devam
ediyor. Dualarınızla maddi ve manevi
terakkiler, imkanlarla beraber inşallah sizlere,
Ümmet-i Muhammed'e, genç kardeşlerimize
ihtiyacı olan bu ilimleri ulaştırmak için gayret
sarf ediyoruz. Dualarınızla inşallah yavaş yavaş
değil, hızlı hızlı inşallah ulaştırıyor oluruz.
İzlediğiniz için teşekkürler. edeceğiz ama Nebel
suresinin daha henüz ikinci ayet-i
kerimesindeyiz. Çünkü her bir ayetteki bir ilim
birleşiyor, birleşiyor. Bu da uzun bir külliyat
olacak anlaşılan çünkü 6.666 6.600 küsur ayet-i
kerime var Kur'an-ı Azimüşşan'da. Her
birinden bir ders alabilmek hele ki Ümmet-i
Muhammed'in içinde bulunduğu sıkıntıların
hikmet bağbı daha İslam'ın, tasavvufun, sosyal
hayatının içerikleri var. Salı günlerinde bilim
külliyatına ait olan bilim derslerimiz var. Artık
bir üst kademeye devam ediyor oluyoruz.
Dolayısıyla seyidimizin dergahı bir medrese
hükmünde, bir üniversite hükmünde şimdi bir
üst master program seviyesinde bu dersleri
beyan ediyor. Hakikaten de genç kardeşlerimiz
sanki bir üniversiteyi bitirmişler de üzerine
doktora master yapıyorlar gibiler. Yeni
dinlemeye başlayanlar için bu yüzden evvelki
dersleri hikmet külliyatını, efendim bilim
derslerini baştan tasavvuf sohbetlerini hiç
dinlemedilerse o kısımda dinlemelerini tavsiye
ederiz. Çünkü bunlar biraz sohbet değil. Her
seferinde tekrar altını çiziyoruz ama bir kez
daha ifade etmek lazım. Geçen hafta Bab-ı Ali
sohbetleri diye yanlış bir şey yazmışız. Sohbet
değil bunların her birisi bir ders hükmünde.
Dolayısıyla okula geç gelmiş olan bir
kardeşimizin elhamdülillah gelmiş, ulaşmış,
dinliyorsa eğer burada anlatılanları daha doğru
ve güzel bir şekilde anlayabilmesi için hem
hikmet külliyatını hem tasavvuf külliyatını
dinlemesinde fayda var buraya yetişmek
üzere. Bütün videolarımız orada var, bütün ses
kayıtlarımız var elhamdülillah. Bilim derslerini
daha da iyi anlamak istiyorsa tabii ki daha iyi
anlaması için de inşallah daha önce yaptığımız
bilim külliyatına ait uzun bir serüven vardı. O
sürecin içerisindeki dersleri dinlemesinde de
fayda var ki bu programa yetişebilir olsun.
Efendim ikinci konumuz beyan ilminin
incelikleri. Biraz İslam dünyasında ya da
yaşadığımız sosyal hayatta yazım kültürünün
gittikçe hafife alınması, artık mailler ve
mailleşme dillerinin de değişmesi bunları biraz
daha unutulmasına vesile oldu. Çünkü beyan
ilmi geçmişten beri var olan bir ilim. Yazım
kültürüne ait olan bir özellik. Dolayısıyla genç
kardeşlerimizin unuttuğu belki hiç denk
gelmedikleri bir konu çünkü onlar yazışma
deyince sadece işte bir dilekçe vardır. Bir
makale vardır. Efendim bir de kişilerin
birbirlerine mektuplaşması vardır diye
düşünebilirler. Ama İslam medeniyeti o kadar
geniş bir medeniyet o kadar incelikli ve detaylı
bir şekilde hayatımızın nizam verme
noktasında her alanını kuşattığını bilmek
gerekiyor ve bu alanların tamamı Resulü
Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın yaşayarak
bizlere aktardığı Kur'an-ı Azimüşşan'da sünnet-
i seniyede Ehli Beyt'in kapısında girince her şey
ortaya çıkıyor. Zaten meşhur Baba Ali
denmesinden de bu vesileyle söyleniyor.
Yazım kültürümüzde de İstanbul'da Baba Ali
kapısı denmesi her ne kadar yazım kültürüyle
anılıyor olsa da esas itibariyle geçmişten
bugüne bir adamın ne işe yarayıp yaramadığını
Hz. Ali Efendimiz'in soyundan gelen seyyidler
tarafından verilmiş onaylanmış belgeler
çerçevesinde kabule şayan görülen devlet-i
aliye buraya baba ali demiştir ki o kapıdan
geçmiş ve o kapının onayını almış olan
insanlara ayrı bir itibar ve değer verilmesi
gerektiğini gündem etmiştir. Sonrasında her
ne kadar kalemde, mürekkep kalemde, kağıtta
bunu yazanlar doğrultusunda kirlenmiş
unutulmuş olsa da Bugün de yazım kültürü ve
yazım dünyamızda özellikle yeni gelen nesile
ve bu nesil sürecini geliştiren teknolojik
argümanların gelişmesiyle Bu yazım
literatürleri biraz geri planda kaldı Dolayısıyla
beyan nedir? Önce onu anlayalım. İncelikli bir
konu zira aslında bizim hayatımızda her şey
bundan evvel bir yazımla söz konusuydu.
Yazmak oldukça önemliydi. Söz ve kelamın
kullanılabileceği alanlar kadar yazının da
mutlak surete ele alınması gerektiği alanlar
sadece devlet ve resmi makamlar açısından
değil, insan ilişkileri açısından da oldukça
ehemmiyet taşımaktaydı. Özellikle eski
kitaplarda bunlara kısmen yer verildiği
görülmektedir. Efendim İslam medeniyetinde
3-4 çeşit yazım şekli var. Yani resmiyetin
dışında gayri resmi hayatımızı da kapsayan
yazım kültürü. Bunlardan bir tanesi
arzuhallerdir. Yani kişinin kendinden daha üst
mertebede bulunan ister bir alim ister bir
evliya yeri geldiğinde devlet devletin bir
makamı yeri geldiğinde annesi babası
işverenine karşı ondan bir şey talep etme,
durumunu izah etme, problemini anlatabilme
konusunda yazdığı arzuhallerdir. Bu akşam o
inceliğe girmeyeceğiz. Ama ana kıstasları bir
ifade edelim ki beyan ilmi neden önemli onu
da bilmiş olunuz. İkinci bir yazım alanımız var
bizim aslında o da emirnamelerdir. Yani
üstlerin aslarına yazmış olduğu emirler kah bu
bir alim bir öğretmen devlet de olabilir
emirname alta yazılan daha az seviyede
yazılana verilen özel bir emir telakkisiyle
bezenmiş olan bir yazım kültürü sadece
devlette değil eskiden bütün alimler, ulemalar
da bu şekilde devam ediyordu ekseriyette.
Çünkü yazılmamış olan bir değerin sözü
literatürde kalması zaman içerisinde o sözün
unutulmasıyla o içeriğin kaybolmasına vesile
oluyordu ki özellikle eski zamanın uleması,
evliyası bu sözlerin kaybolmasına vesile
oluyordu ki özellikle eski zamanın uleması,
evliyası bu sözlerin kaybolmaması için hem
arzuhalleri hem de emirnameleri belli yerlerde
toplamışlardı. Özellikle bizim Bulgaristan'a
satılmış olan evrakımız içerisinde oldukça fazla
vardı. Mescitlerde, medreselerde özellikle
oldukça vardı. Dergahlarımızda vardı şimdi bu
kültür Efendim WhatsApp geldi çok kolay var
diyerek bir kenara koysanız da hakikaten
kişinin seviyesini gösteren bir yapıyı vardı
yapısı vardı üçüncü bir konu vardır ki makale
kısmı bir ilim adamının bir alimin veya bir bilim
adamının inandığı, bulduğu, keşfettiği bir konu
hakkında yazmış olduğu bazen teknik, bazen
de verileri içeriğine bulunduran bir yazım
kültürü. Bugün de özellikle yabancı
kaynaklarda esey olarak genç kardeşlerimizin
iyi bildiği bir yapı. Bunlardan bir diğer de
beyan ilmi var. Bir de mektuplaşma var tabii
ki. Kişilerin birbirleriyle telefon yok iken,
Whatsapp yok iken vs. unsurlar yok iken
birbirlerine hal hatır sorabilmeleri, durumları
hakkında beyanatta bulunup bir takım şeyleri
sormaları istemeleri için yazılan şeylerdi. için
yazılan şeylerdi. Ama bir de beyan var ki beyan
gayri resmi alanda alimin evliyanın, ulemanın
ya kendi derecesindeki zata ya da kendisinden
daha aşağıda bulunan talebesine bir sözü
söyleme ve o söz hususunda karşı tarafın ya
hatasını düzeltme ya da kendisine karşı
söylenmiş olanı düzeltme üzerinedir. Bu
noktada şunu ifade etmek lazım. Son
dönemde oldukça popüler olmuş olan bir
reddiye alanı oluşturuldu. İslam kültüründe ve
İslam medeniyetinde reddiye yoktur.
Reddiyeler beyannamelerin altında ilmi
değerlendirmelerle ifade edildiğinden bu
reddiye kısmı yeni bir alan olarak ifade edildi.
İçinde genellikle işte topluma da duyurulur
şekilde ifade edilir bir hale ulaştı. Ancak İslam
medeniyeti insan ve insanın hata yapmasının
imkanını o kadar yüksek bir seviyede
tutmuştur ki tarih boyunca reddiye yapmak
yerine ki bunu asla kullanmamışlar toplum
önünde bunu anlatmak yerine beyan ilmine
başvurmuşlar. Bu beyan ilmi dediğimiz unsur
bizden daha üsttekileri yazılabilir olan bir şey
değil. Bizden kesinlikle daha üstümüze bir
beyanatı yapabilmemiz imkan dahilinde
değildir. Çünkü biz üstlerimize sadece bir şeyi
arzuhal edebiliriz. Halimizi beyan edebiliriz.
Sıkıntımızı ifade edebiliriz. Kaldı ki bu noktada
da bir inceliği beyan etmek lazım. Yine beyan
kelimesini kullanarak arzuhal eden kişinin arzu
ettiğini ifade etmesinden dolayı arzuhali
denmez. Bazen görüyoruz çünkü kişiler
kendinden daha üstün olan öyle kabul
ettikleri, öyle değer verdikleri alime, ulemaya,
evliyaya, hocasına, öğretmenine, anne
babasına bazen arzuhalini beyan etmeye
gelmiş gibi dursa da o karşı tarafa bir akıl
veriyor. Diyor ki efendim böyle bir sıkıntım var
aslında siz de böyle yapsanız konu çözülecektir
şeklinde oluyor. Bunun adı arzu hal değil.
Bunun adı avami beyan. Dolayısıyla sakat olan
bir durumdur. Bizler arzu halimizi beyan
ederiz. Karşı taraf büyüğümüz bizden üstün
olan şahsiyet. Peki bu konuda senin fikrin
nedir? Veya bu konunun nasıl çözülmesi
mümkün olacağını düşünüyorsun diye sual
etse evet o zaman o sualine cevap vermek
hükmünde kendi fikrinizi ifade edebilirsiniz.
insanların kültürel manada ahlaki
değerlerimizde İslami olan literatürden
uzaklaşmanın getirdiği sonuçlarla da karşı
karşıya olduğumuz için gayet tabi olarak bu
problemleri yaşıyoruz. Dolayısıyla beyan
dediğimiz mesele eşit şartlarda olan iki alimin,
iki evliyanın, iki bilim ya da ilim adamının
birbirlerine karşı bir hakkı beyan etmesi veya
bir yanlışı düzeltmesi üzerinedir. İslam dininde
asıl olan mesele doğruya yöneltmek ve yanlışı
düzeltmek üzerinedir. Bu her ikisi de yapılırken
beyan ilmindeki inceliklerden uzaklaşıldığı için
toplumun kademelerinde birbirlerimizle olan
ilişkilerimizde bozulmalar meydana geliyor.
Çünkü taraflar birbirlerini geçen haftada
muhalefet ilminle kısaca bahsettiğimiz,
anlamaya gayret ettiğimiz alan olduğu üzere
ifade etmiştik. İnsanların birbirlerine karşı o
yazım kültürleri de kaybolunca, sözlü
literatürü de sanki kabula şayan ve olması
gereken kabul edilebilir bir alan gördüğümüz
için, her şeyi istediğimiz gibi
söyleyebileceğimiz bir ortamın varlığına
inanmış durumdayız. Halbuki beyan ilminde
var olan hikmeti ve buraya kadar saydığımız
silsileyi takip ediyor olsak, hem kendi sosyal
hayatımızın hem de devletin yapısal sürecinin
her şeyin, her alanın düzenlenip
toparlanacağını ifade edebiliriz. Ki Fütuhat-ı
Seyyid Muhammed Ruhi'nin de ilk risalesinin,
ilk beyanatının tabiri caizse, ilk hakikat
söyleminin de dil kitabı üzerine olması, bu
konuda bir kez daha bizi bir şeyleri anlama
konusunda bir noktaya götürmeye gayret eden
seyidimizin o ulemanın o futuatın varlığı
hakkında bize hakikati göstermiş oluyor. Bir
şeyi beyan ederken bu beyanatın içerisinde
belli kurallar var. Dolayısıyla bu kurallar
silsilesinden de çıkılması beyanatın da
bozulmasına sebep olur. Söylesinden de
çıkılması beyanatın da bozulmasına sebep
olur. Zaman zaman konuşmacılar
televizyonlarda çıkıp bir beyanatta
bulunacağım derler veya bir gazetede bir
televizyonda şimdi şu beyefendi şu konuda bir
beyanatta bulunacak diye bir haber duyarsınız.
kişinin bir konuşma esnasında söylemi
içerisinde kimi zaman işte şimdi
söyleyeceklerim sizi derinden etkileyecek veya
şimdi söyleyeceklerim tüylerinizi diken diken
edecek şimdi size anlatacaklarım bir anda
hayata bakış açınızı değiştirecek. Bu ve buna
benzer dirizgah ile başlaması kişinin beyan
ilmine haiz olmayıp hakikat manasından değil
avam dilinden konuştuğunu gösterir. Zira
beyan ilminde asla ve katiyetle karşındaki
insanın duygularını bir yere yönlendirme çaba
ve çalışması yoktur. Zira hakkın içinde
duygusal metaforlar kullanılma gayreti yoktur.
Bu gayretin olduğu alan insanın nefsani ve
şeytani istek ve arzuları doğrultusunda veya
kendi menfaati ve veya kendi menfaati
doğrultusundaki bir değişimi yerine
getirebilme çabasıyla adlandırılır. Bu yüzden
beyan ilmini sunacak olan şahsın en başında
giriş bölümünde ne için bu beyanatı
sunduğunu, kime sunduğunu, ne adına
sunduğunu ve neyi amaçladığını beyan etmek
zorundadır. Ve bu beyanatının girizgah
bölümündeki ve birazdan anlatacağımız diğer
bölümlerinde de hiçbir duygusal metafor
kullanma hakkı yoktur. Örneğin bu girizgah
içerisinde bu metaforların kullanılması iki
probleme sebep oluyor. Birincisi dinleyicinin
tüyleri diken diken olacak derken diken diken
olmuyorsa o zaman sen yalancı mısın gibi bir
sorun çıkar. İkincisi karşı tarafı önceden bu
duyguya hazırlama gayreti böyle bir pazarlama
usulüyle ifadesi ilmiyeden uzak bir kahvehane
muhabbeti söz konusudur. Bu da insanları
zanna düşürmektir. zanla düşürmektir. İslam
dünyasındaki en önemli ve kesin kat'i
kurallardan birisi kişinin zanla düşmemesidir.
Öyleyse kişiyi zanla sürükleyebilecek her türlü
ifadeyi ilim adamının, devlet adamının,
öğretmenin, annenin, babanın kullanabilmesi
mümkün değildir. Bu özellikle karşı tarafa bir
şeyi öğretmek, bir şeyi düzeltmek, bir
yanlıştan alıkoymak için yapıyorsanız. Yani
normal şartlarda evet bizler bir hikaye
anlatırken, herhangi bir yerde konuşurken,
gülmek için, ağlamak için, birbirlerimizin
duygularını tetikleyerek daha iyisini
yapabilmeye motive edebilmek, onu
yöneltebilmek için bu tarz metaforlar
kullanabiliriz. Bu gayet doğal bizler mekanik
değiliz. Ama konu bir anne, bir baba, bir
öğretmen, bir devlet adamı ya da bir ilim
adamının kendisine söylenmiş ya da hakikat
uğrunda söylenmiş bir yanlışı düzeltmek,
kendisine söylenmiş ya da hakikat uğrunda
söylenmiş bir yanlışı düzeltmek, kendisine
atılmış bir iftira veya bir sözü düzeltmek veya
bir tarafa hakkı beyan etmek için bir şey adına
çıkıyorsanız, ortadaki mevzu beyan ilmine
dairdir, yapılan usul beyan ilminin dışında
olduğundan sözünüz havada kalmaktadır. İşte
bu yüzden toplumumuzun sadece yazım
anlamında orta ve alt kademesi ne anlamda az
okuyan hiç okumayan orta alt kademeden
derken bunlardan bahsediyorum. Hiçbir
şekilde bundan hariç olan bir başka sosyal
ayrımın söz konusu değil. Bu açıdan
bakıldığında karşı tarafın anlayamadığı
meseleyi ona duygusal metaforlarla
anlatabilme çabası onu bir yalana bir zanna
teşvik etmek olur. İslam dininde Kur'an-ı
Azimüşşan'da Hz. Allah'ın çok açık ifadesiyle
kişinin zanna düşmesi ne kadar günah ve sakat
bir durumsa onu zanna götürecek ibareler de
ona kapı açmak anlamına geliyor. Kimi zaman
şu konuşmalara özellikle zaten yazım alanında
dediğim gibi beyan yazıları artık kalmadı
neredeyse ama özellikle işte bir beyanat
yapacak şimdi bu beyefendi dediğimiz zaman
cümlenin gelişme bölümünde konuyla alakasız
başka argümanlar kullandığına çok denk
gelirsiniz. Örnek kişi bir ilmi mesele huzurunda
suyun 100 derecede değil de 120 derecede
kaynadığını söylemiştir. Böyle bir ifadesi var.
Bir örneklem anlamında söylüyorum. Bir ilim
adamı da çıkıp diyecek ki ya bu 120 derecede
su kaynamaz kardeşim. Normal şartlar altında
efendim atmosfer basıncı sıfır iken şu şartlar
high zone'da su 100 derecede kaynar. Bunu
söylerken bütün duygusal metaforlardan uzak
bir gelişme bölümüne geçeceğiz şimdi. Bu
gelişme bölümünde daha önce yapılmış olan
tahliller, deneyler yıllardan beri ortaya koymuş
ibareler beyan edilirken tam da o gelişme
alanında bu konuda beyanatta bulunmuş olan
karşı tarafın daha önce de efendim mesela işte
ne bileyim güneş batıdan doğar diye de bir
söylemi var aklınızda bulunsun deme hakkı
yoktur. Beyan giriş bölümünde belirlenmiş
çerçevenin dışına çıkmaya engeldir. Hakikaten
beyan ilminin müntesibi ondan gerçekten
haberdar olan şahsiyet, konuyu giriş
bölümünde hangi kıstaslarda çizdiyse, gelişme
bölümünde o kıstasların dışına çıkmaması
gerekiyor. Herhangi bir durumda bu kıstasın
dışına çıkarsanız, karşı tarafa değil, kendi
ilminizi yerle yeksan edersiniz. Kıymetli
kardeşlerim belki bunu dinlerken ya bizim
nerede işimize yarayacak gibi
düşünebiliyorsunuz ama bunu isterseniz
güncel hayatınızda sosyal ilişkilerinizde de
kullanmanız mümkündür. Yani karşı tarafa
herhangi bir tartışmaya girdiniz. O tartışmada
veya telefonda tartıştınız başka bir sıkıntı oldu.
Karşılıklı gelip birbirinize bir şey beyan
edeceksiniz. Veya siz diyeceksiniz ki ben
iftiraya uğradım bir beyanatım var benim bu
hususta. Veya karşı taraf diyecek ki sen benim
gönlümü kırdın bir beyanatım var hususta.
Veya karşı taraf diyecek ki sen benim gönlümü
kırdın bir beyanatım var hususta. Beyanat
yapılan alanda herhangi bir şekilde kişinin bu
gelişme sürecinde duygusal bir metaforu
oluşturabilmek, dinleyiciyi veya karşı tarafı
kendisine yöneltmeye mecbur etmek için karşı
tarafın yapmış olduğu daha önceki birka
Hatayı Gündeme Getiriyor Olması Kişinin Bu
Alanda Beyan İlmine Haiz Olmayıp Art Niyetli
Olduğuna Delildir Şer'i Bir Delildir Art Niyetli
Olduğuna Çünkü Niyetler İnsanların Fiiller
Üzerindedir Fiil Konunun Dışına Çıkmaksa
Burada Bir Yönelteşim Söz Konusudur Aynı
Zamanda Gelişim Bölümünde Herhangi Bir Sı,
herhangi bir takı, uzun cümleler, dolaylamalar
bunların hiçbiri kullanılamaz. Dolayısıyla
güncel hayatınızda da mesela eşinizle bir konu
hakkında tartışıyorsunuz. Bu zaten eskilerin de
çok söylemiş olduğu bir konudur. Bir şeyi 40
defa pişirip pişirip geri getirme meselesini
sürekli aynı yere taşırsanız burada artık art
niyetten bahseder beyan ilminin incelikleri.
Geldik işin sonuç tarafına. Sonunda ortaya
koyduğunuz argümanlar çerçevesinde karşı
tarafın artık hatasını açık bir şekilde ifade edip
ifşa edip öncelikle karşı tarafın düzelmesi
üzerine beyan ilminin en önemli inceliklerinin
başında da şu geliyor ki kişinin beyanatı
kendini aklamak için değil önce karşısındakinin
kendisine veya ilmi veya bilmi olarak yaptığı
hatadan kurtarmak üzerinedir. Dolayısıyla
beyan yazan şahsiyetin beyanatını konuşacak
olan kişinin veya yazılı yapmadığı sözlü
beyanatta bulunacak. Beyanatından önce en
az iki defa, üç defa yapacağı beyanat üzerinde
ciddi bir düşünme serüvenini geçirmesi
gerekiyor. Ben neyi yanlış görmüş olabilirim?
Neyi yanlış duymuş olabilirim? Konu aslında
belki benim anlamadığım gibi de o başka bir
şey ifade ve ibare etmiş olabilir mi? Öncelikle
kişinin bütün bu zanlarından sıyrılması
gerekiyor. Yani tabiri caizse iki kişilik bir olayda
veya ilmi veya bilimsel olan bir olayda
tamamen bunlardan uzak olacak şekilde bir
objektif bakış açısına mecburuz. Bu
mecburiyetimiz olmaz da eğer bizler kendi
kendimize bir şeyleri duygusal metaforlarla
üstüne bastıra bastıra çözebilmeyi arzu
ediyorsak bunlar hakikaten ne bir tartışma
kültürü zaten İslam'da yok. Mütalası
yapılamayacak olan sonuçları doğurur. Sonuç
konusuna geldiğimizde de özellikle oldukça
yapılan ve ciddi anlamda da problemlere sevk
eden bir konu var. Bütün girişi yazdınız.
Belirlediğimiz incelikler. Biz bunu kitapta çok
genişleteceğiz. Sohbet babında biraz daha
akılda kalıcı olması manasıyla sadece yazım
kültürü değil güncelik tartışmalarınızı da göz
önünde bulundurarak bunu biraz tefekkür
ederseniz daha iyi oturur daha da işe yarar
inşallah. Bizler güncelik hayatımızda da aynı
hataları yapıyoruz çünkü veya yapılıyor bizlere
karşı. Sonuç bölümüne geldiğimiz zamansa
adamların, insanların, devlet adamların bile şu
dediğini duyabiliyorsunuz. Yani işte senin bu
yaptığın şehitlerimizin kemiklerini sızlatır. Sizin
bu yaptığınızı milletin vicdanı kabul etmez.
Sizin bunu yaptığınız tarih kabul etmez. Yani
tarih diye bir adam yok. Şehitlerin kemiklerini
sızladığına dair ortada bir delil yok. Bunlar
hepsi ne için söyleniyor? Kendisini dinleyen
insanların gönlünü kazanmak adına söylüyor.
Bu beyanat değildir, bu yeni bir iddiadır. Bu
yeni bir iddia olduğu için çözüme götüren
değil, polemik diye tabir edilen karşılıklı
çatışmanın sürekliliğinden bir verim elde
edebilmek, bir reklam elde edebilmek için bir
kapital mantıktır. Sen bana onu demiştin, sen
de bana bunu demiştin diyerek sürekli
birbirine tetikleyecek bir unsuru meydana
getirmektedir. İşte sizin bu yaptığın sana hiç
yakıştı mı? Ama bana yakışan şey ne? Onu
bilmiyorum ki ben. Senin bu yaptığın şey senin
gördüğün terbiyeye yakıştı mı? Mesela bu
cümlelerin hiçbirisi beyan ilminde olmaz.
Çünkü beyan ilmi hakkı söylemek için bir
yanlışı düzeltmek içindir. Ortada duygusal,
karşılıksız, öznesi belli olmayan,
tanımlanmayan, sıfatlandırılmış, süslenmiş
cümlelerle bir şeyleri beyan etme olan gayreti
bazen kişinin yalancılığına yorulur. Bazen
kişinin olayın özüne vakıf olmadığı için bir
başka yere çekme arzusu olur. Bazen de evet
adam iyi niyetlidir kötü ve art niyetli değildir.
Hakikaten böyle bir şeyden çekiniyordur
utanıyordur vesaire ama beyan ilminin
incelikleri bilmez. Ve o genellikle sonda
söylenen cümle kavgayı daha da alevlendirir.
Problemi daha da içinden çıkılmaz bir hale
getirir. Dolayısıyla güncel hayatımızdaki kişisel
ilişkilerimizde, sosyal hayatımızda da ilmende
bilmende buna dikkat etmekte fayda var. Ama
bir başka şeyi de asla unutmayınız. Altların
konusuna göre ast ve avam olanın kendinden
üstün olanı bir beyanat sunma hakkı yoktur.
Ama bugün sosyal mecra açıldığı için herkesin
Youtube'a işte ne bileyim Facebook'a herkesin
video koyabilme imkanı da olduğu için bu
alanda insanların çok ciddi anlamda bir
rahatlığı söz konusu. Yani hiçbir ilmi bilgisi
olmadan daha önceki derste ifade ettiğimiz
gibi herhangi bir şey olmalı ya ben de bir şey
söylemek istiyorum bu konu hakkında. Veya
işte çok güzel öğrettiler bizim ülkemizde
gazeteciler mikrofonları ellerine aldılar
sokaklara çıktılar dediler ki bu konu hakkında
ne düşünüyorsunuz yani adam bazı
zamanlardan röportajlarda komik şeyler
oluyor ya adam diyor ki ben turistim ya ben bu
şehri bilmem bana sorduğun soruyu bırak ben
bu şehre ilk defa geliyorum adam soruyor
mesela bu şehirde yapılan şu karar hakkında
ne düşünüyorsunuz? Dolayısıyla olayın
meselesi gazetecilikte özellikle yazım
dünyasında yazı yazanların hayatında da bu
noktaya geldiğini görmekteyiz. İnsanların
özgür iradeleriyle her konuda her şeyi söyleme
hakları yoktur. ile her konuda her şeyi söyleme
hakları yoktur. Özgür irade özgürlüğün
çerçevesi içinde mümkündür. Çerçeve kişinin
bazen mesleği olabilir, kişinin ilmi ve bilimsel
seviyesi olabilir, kişinin manevi üstünlüğü
olabilir, kişinin maddi imkanları olabilir, kişinin
yaptığı iş olabilir, tecrübeleri olabilir, yaptığı
spor olabilir. Ama başka bir noktaya
getirdiğiniz zaman hayatında topa vurmamış
bir adamın ve vuramayacak bir adamın, hadi
gel şu İnönü stadında bir kaleden bir kaleye
durmadan koş bakalım dediğinde
koşamayacak adamın, durmadan koş bakalım
dediğinde koşamayacak adamın futbolcu için
söylemiş olduğu söz ne kadar boş bir işse tabiri
caizse futbolun kendisi zaten bu manasıyla
seyirci matematiğiyle boş olduğunu çok
anlatmıştık da bu matematikle anlaşılsın diye
söylüyoruz. Bugün bilim adamlarının, ilim
adamlarının veya devletin pek çok alanında
yapılan beyanatların da aynı çerçevede
olduğunu unutmamak gerekiyor. Ve bütün bu
çerçeveler bir araya geldiği zaman dışarıdan
bakan insan burada bir kaotik durum var.
Burada bir kaos var. Burada kimse birbirini
anlayamaz demekle kalmıyor. O anlaşılamaz
şeyin istemeden de olsa bir yerinde parçası
olarak bulabiliyor kendini. Dolayısıyla toplumu
bu hengameden alıkoyabilmek için de bizlerin
öncelikle bu beyan ilminde bir şey yazabilir
olmakta üstün ve nitelikte olmamız gerekiyor.
Bu nitelikte nasıl geliştirebilirsiniz? gerekiyor.
Bu nitelikte nasıl geliştirebilirsiniz? İsterseniz
dersin çünkü son 45 dakika gibi yapıyoruz.
Daha uzun saatlerce 6-7 saat de konuşuyoruz
ve konuşmuştuk da ama şimdiki zamanda
biraz enteresan oluyor. O yüzden 45 dakikayla
kısıtlandırmaya gayret ediyoruz. Dolayısıyla
ikinci konuya yine geçemeyeceğiz burada.
İkinci konumuz neydi? Bu akşam haftaya
yaşayacağımız ters duyguların oluşumunda
şeytani ve nefsani etkiler. Dolayısıyla o kitapta
geliştireceğimiz kısmı şurada ifade edelim.
Kıymetli genç kardeşlerim ara sıra
oturduğunuz yerde evinizde belli konularda
kendi alanınızda dikkat ve çok önemli kendi
alanınızda bir beyanat yazmayı deneyin. Ve bu
beyanatınızı kendiniz veya bu işi bilen insanlar
tarafından incelenmesini talep edin. Bu
incelemeler sonucunda hatalarınızı bulun ve
hatalarınızla buldukça konuşma dilinizin de
güzelleştiğini göreceksiniz. konuşma dilinizin
de güzelleştiğini göreceksiniz. Dünyada iyi
hatiplerin, iyi söz söyleyenlerin, daha doğrusu
uslubu ve usulü düzgün kullanan insanların
yazıda da çok başarılı oldukları bilinir. Yani
şuna denk gelemezsiniz. Ya adam güzel bir
hatip. Güzel bir hatipse veya güzel bir beyan
usulüne sahipse, beyanın şu ana kadar
bahsettiğimiz bir de bundan ayrı bir 6-7 tane
daha ana başlığı var. Kitapta detaylandıracağız
inşallah. Onlara sahipse bir adam yazıda iyidir.
Bugün bizim insanımızın konuşmadaki
beceriksizliği, tabiri caizse kusura bakmayalım,
konuşmadaki beceriksizliği, konuya
odaklanamaması, çözüm üretememesi, her
seferinde sonucun kavgadan daha büyük bir
kavgaya süreklenebilmesi yazıdaki
berbatlığından kaynaklanıyor. Peki bir insan
yazıda nasıl iyi olabilir? El cevap çok okuyarak,
e okuma da bilmiyor. Okumayınca kelime
bilmiyor, kelime bilmeyince zaten
konuşamazsınız. Yani bu bir silsiledir kıymetli
kardeşlerim. İyi okuyucu olmak, iyi okuyucu
olunca doğru yazımcı olabilmek. İyi yazar
olmayabilirsiniz ama doğru yazar olabilirsiniz.
Bir konuda beyanname, makale, fıkra bunları
yazabilirsiniz. Bu doğru yazımanname, makale,
fıkra bunları yazabilirsiniz. Bu doğru yazım. İyi
yazım anlamına gelmez. Bir şeyi doğru
yazdıktan sonra doğru konuşmaya
başlayabilirsiniz. Çünkü kişi konuştuğunu
konuşurken farkında olmayabiliyor. Ama
yazdığınız zaman, masanıza bıraktığınız zaman,
üç gün sonra dönüp baktığınızda diyorsunuz ki
ya hayır çok da abartmışım. Size şöyle bir
örnek vereyim. Kavga eden iki tane eşi ele
alalım. Karı koca kavgası. Çok klasik derler. Çok
yaşanıyor derler. Eşler bir kavgalarını kavga
etmekten vazgeçsinler. Desinler ki tamam
bugün bir şey deneyeceğiz. Herhangi bir
konuda bir tartışma konusu var. İşte bir tanesi
hafta sonu pikniğe gidelim demiş de ötekisi
bilmem ne demiş gibi. Herhangi bir şey çok da
önemli de olabilir fark etmez. Bir durak verin
kendinize karı koca. Deyin ki ya bir dakika
duralım. Bir şey deneyelim. Ne deneyelim?
Şimdi çıkalım. İki tarafta birbirine bir beyanat
yazsın. Bugün anlattığımız derste olduğu gibi
giriş gelişme sonuç öyle sayfalarca değil bir
sayfada. Ben bu beyanat içerisinde senin bana
söylediğin şu konuların haksızlığını düşünerek
bana yapılmış haksızlığı düzeltip seni hakka
davet etmek üzere şunu yazıyorum deyip bir
giriş paragrafı yazdınız. Orta bölümde karşı
söylediğiniz karşınızdakinin eşinizin size
söylediği laflara karşı gerçekten
temellendirilebilir duygulardan uzak delillere
haiz iki tarafında bilebileceği açık ve net
cümlelerle kendinizin haklılığını ifade ettiniz.
Karşı tarafa bazen ilk yazılarda baya bir
suçlamalar yapacaksınız. Gayet doğal. Ve
sonuç cümlesine de geldiniz. Eğer böyle
yaparsan annenin babanın kemiklerine sızlar
demeden şöyle güzel bir de sonuç cümlesi
yazın. Ama dikkat edin hemen işinize
vermeyin. Yatın. Sabahı bekleyin. O konu
hakkında konuşinize vermeyin. Yatın. Sabahı
bekleyin. O konu hakkında konuşmayı
düşünmeyin. Sabah olduğunda şöyle bir sakin
kafayla kendinize geldiğinde dinginleştiğinizde
sinirden stresten arındığınızı düşündüğünüzde
inanınız bir anda yazıyı eşinize gelmiş gibi
okuyun. Ben eğer karşı taraf olsaydım dünkü
kavgada da bu adam olarak yazmış değil de
veya bu hanımefendi olarak bu mektubu almış
bu beyanatı almış kişi olsaydım ne olurdu? Bir
okuyun bakalım. İlk yazdığınız beyanatların en
az 7-8 defa yırtıp atacaksınız. Yani sizin kavga 8
gün boyunca bir daha gündem olmayacak. 9.
gün geldiğinde tabiri caizse bir zaman 2-3
günde de olsa aynı gün olsa ne güzel.
Diyeceksiniz ki bu yazdığım her şeyin içinde
benim adam var. Benim kusurum var. Benim
yanlış anlamam var. Karşı tarafın kötü niyetini
düşünüyorum ama kötü niyeti değil. Bir şeyi
inceliğiyle anlama gayreti var veya kadın
olmanın getirdiği bir özelliği var. Anne olmanın
getirdiği bir özellik var. Şunun şunun şunun bir
özelliği var. Bundan olmuş bu mesele. Ve
inanın bana eğer hayatınızı buna göre idame
ettirip buna alışırsanız bu sefer kavgalarınızda
dahi bu beyan ilmine dönük yaşamak
isteyeceksiniz. Çünkü iyi yazanlar kavgalarında
da yazar gibi konuşmaya başlarlar. Yazar,
yazar, yazar, yazar, yazar. En sonunda artık o
tartışma anında da ona girer. Bakın kimse
kusura bakmasın bugün milletvekillerimizin
arasında bir kompozisyon çalışması yapalım
600 milletvekili mize herhangi bir konuda
kompozisyon yazmalarını isteyelim futuatın
imkanıyla söylüyorum yüzde 86'sı
kompozisyon yazamayacak basit bir konu
seçelim yani ilkbahar hakkında bize bir sayfalık
kompozisyon yazar mısınız? %86'sı
yazamayacak. Yazdıklarını kendileri bile
beğenmeyecek. Sebep o güne kadar yazmakla
hiç uğraşmadılar ki hep konuşmaya çalıştılar.
İnsanoğlu ise önce yazgıyla başlar hayata.
Çünkü Kur'an-ı Azimüşşan dahi yazılı olarak
veriliyor ellerimize. Allah Resulü'nün
yanındakiler de yazarak tekrar ederek
hıfzettiler şu Kur'an-ı Azimüşşan dahi yazılı
olarak veriliyor ellerimize. Allah Resulü'nün
yanındakiler de yazarak tekrar ederek
hıfzettiler şu Kur'an-ı Azimüşşan'ı. O da
hafızlıkta ayrı bir güzelliktir. Nasip olursa bir
başka ilim beyanatında onu ifade ederiz. Peki
bütün bu sözler nereden çıktı? Baba Ali
dersinin beyan ilminin bu incelikleri. Allah
Azze ve Celle şöyle buyuruyor Nebe suresinin
2. ayeti kelimesinde. Anen nebeil azim o
büyük haberden mi? Hani soruşturanlar var ya.
Büyük bir haberi soruşturmaya çıkmış olan kişi
kendisinde çok şey var zanneder. Ama haber
dediğiniz şey bir yerde yazılı değilse,
yazılmamışsa, yazgıya düşmemişse, nasıl
yazılacağı bilmiyorsa hakkında ne
söyleneceğini de bilmekten insan uzaktır.
İnsan uzaklaştıkça ennebe kelimesi yani haber
kelimesinin muhaberat bölümüne takılır ama
haberin kendisine nasıl yazıldığını bilmez. Harfi
nunda öyle bir ilim vardır ki işte o, beyan
ilminin inciliklerini taşır. Çünkü Nundan sonra
gelen harfi Ba ilimdir. Ama Nundan önce gelen
El takısının edatının yöneltimini taşıyan harfi
Lam, Elif'in etkisiyle bunun bir usulü olduğunu
beyan eder. El Ennebe'i aslında ama biz
Ennebe-i diye okuyoruz. Lam takısı orada
düşüp gidiyor. Ama kelime babında, sarfında
var. Dolayısıyla o inceliğe baktığınız zaman
görüyorsunuz ki orada bir bilginin sahibi olmak
ondan Haberdar olmak yetmiyor Onun
usulünce Beyanatına sahip olmanız gerekiyor
O yüzden peygamberlere İhtiyacımız var Eğer
peygamberler olmadan Kur'an-ı Azimüşşan ve
buna benzer Bundan önce gönderilmiş Allah-u
Zülcelal'in bugün muharref olan Allah-u
Zülcelal'in gönderdiği Kitaplar bizim elimize bu
halde verilseydi bizler birbirimizi yer bitirirdik.
Çünkü biz yazanı tanımıyoruz. Bu yazgının
içerisindeki formun nasıl bir beyan ile ifade
edileceğini bilmiyoruz. Her bir kitap onu beyan
eden şahsın şahsiyet özelliklerinden öteye
kitabın özü ve ruhundan haberdar olma
gerektiğini doğurur. Bizler o yüzden bir kitabı
elimize aldığımız zaman yazarı kimmiş diye
soruyoruz önce. Sormamız gerekiyor en
azından. Satır arasında yapıyoruz ya. En
azından sormamız gerekiyor. Çünkü satırların
ne kadar güzel yazıldığı değil aslolan. Beyanı
sunan kim? Beyanı sunanla yazılanlar arasında
bir uçurum varsa problem var. Beyanı sunanı
eksik tanır da kelamı öyle okursam belki beyan
sahibinin bana anlatmak istediği çok başka
şeyler var. Dolayısıyla sahibül beyan, hikmeti
ayandır. Hikmetin ayan olması için, beyanın
sahibini tanımak, onunla herdem olmak
esastır. Bu yüzden ulemanın meclisine gitmek,
alimin meclisinde ondan ders dinlemek,
kitabını okumaktan da evladır. Kitabını
okumak müthiş bir şey. Ama onun yazarını
tanıdığınız andan itibaren durum tamamıyla
değişir. Gözünüzün önüne gelir, onunla
konuşmalarınız gelir. Bu ilişkiden doğan hak ve
hakikat sizlerin gönlünüze beyan edilir. Zaten
usulde ne yapılıyor? Böyle futuat kitapları
okunurken veya hakiki bir bilim okunurken o
ilmin erenlerine veya o yazar o futuat aliminin
ruhuna ruhaniyetine göçmüşse, ruhuna
göçmemişse, ruhaniyetine yaşıyorsa Fatiha
okunarak başlarız. Sebep? Şu an ulaşamıyorum
benden uzakta ancak ruhuna bir Fatiha hediye
ediyorum. O bereketiyle inşallah ben bu
okuduklarımı ruhuma işlesin. Bu okuduklarım
hayatıma işlesin. Her bir açılışında bana başka
bir şey söylesin. Her söylediği beyan benim
nefsimi ve ruhumu adam etsin talebenin
izahıdır. Bizler de Rabbimizden, Seyyidimizden
inkişaf eden bu muhteşem ilimlerin ruhumuza
kadar işleyip, nefsimizin bela ve illetinden uzak
bir şekilde Rabbimizin niyaz ettiği bir hayatı
yaşamayı niyaz ediyoruz. Rabbim öyle yaşayıp
öyle göçmeyi bizlere nasip eylesin. Biz ve
bizden sonrakilere, bu ilimlere muhatap
olduktan sonra, bu ilimleri dünyaya yayan,
yaşayan ve aktaranlardan olmayı nasip
müesser eylesin. Efendim, hayırların fethi,
şerlerin def'i, ümmeti Muhammed'in sağlığı,
sıhhat ve afiyeti için, seyyidimizin ailesinin ve
bütün ümmeti Muhammed'in sağlığı, sıhhat ve
afiyeti için Seyyidimizin ailesinin ve bütün
Ümmet-i Muhammed'in birlik ve dilliği için
Bizlerin artık belli şeylerde çıtaları daha hızlı
atlayan bir ümmet haline gelebilmemiz
niyetiyle Allah rızası için efendim El-Fatiha.
Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem. Meded ya Hz. Ali kerramallah ve cehu.
Meded ya Gavsazem Abdülkadir Eceylani.
Meded ya Seyyidi Muhammed rohi.
Euzubillahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın
izniyle seyyidimize ikram edilmiş. Futuhat
kapısında Baba Ali derslerinin üçüncüsündeyiz.
Aynı zamanda Nebe suresinin üçüncü ayet
kelimesinde gelmiştik. Kelimemiz muhtelifun
kelimesinde el-halef kelimesinin harfi
ha'sından doğan bir ilimdi. Bu ilim ters
duyguların oluşumunda şeytan ve nefsani
etkilerdi. İnsanoğlunun hayatı boyunca en
önem verdiği unsurlardan bir tanesi
duygularıdır. Düşünen bir canlı duygularından
etkilenmesi, bu duygularla hareket ediyor
olması, kararlarına etki eden duygularının nasıl
oluştuğunu bilmesini de gerektirir. Bu noktada
hep söylediğim gibi bir üst seviye programı
olduğu için bunlar bir yerinden başlayarak
devam ediyoruz. Yeni dinleyen kardeşlerimiz
tasavvuf külliyatını, bilim külliyatını, hikmet
külliyatını bağlı bulunan dersleri bir kez daha
bir kez daha dinleyerek denemek istediğimizin
bu alandaki ibarelerin temellerini görmüş
olacaklar. Böylelikle daha hızlı yol alabilirler
inşallah. İnsanoğlunda üç tane ana fonksiyon
var. Her zaman ifade ettiğimiz gibi bir tanesi
kendi ruhumuz, bir tanesi bu beden ve nefs.
Ve dışarıdan müdahil olan bir de şeytan var.
Tabii ki vesveseleriyle hayatımızı yön vermeye
çalışan, hayatımızı etkilemeye çalışan,
hayatımızı alt üst etmeye çalışan. etkilemeye
çalışan, hayatımızı altüst etmeye çalışan,
hayatımızın altüst olmuş en önemli
taraflarından bir tanesi hiç şüphesiz
duygularımız. Çünkü bizim hayatımızda bir
takım kararlar verebilir olmak ve bu kararların
peşi sıra koşabilir olmak mevcuttaki
duygularımızla alakalı. Bizler her ne kadar bir
şeye mantıklı, akla yatkın, gerçekten yapılması
gereken bir şey bu desek de o anki duygu
dünyamız, sinirlenmemiz, kızmamız,
sevmemiz, sevmememiz gibi pek çok unsurdan
ötürü çoğu zaman yaptığımız şeyleri yapmamız
gereken, mantıken yapmamız gereken şeyleri
yapmaktan vazgeçebiliyoruz. biliyoruz. Veya
mantıken yapmamamız gereken gerçekten iyi
olmaz böyle olmaması lazım dediğimiz bir
unsurla karşılaştığımızda yine aynı duygular
bizi yapmamız gereken bir hale sokuyor.
Yapmamamız gereken işi yapar halde
buluyoruz kendimizi. Birileri de bize
sorduğunda neden böyle yaptın? İçimden
geldi. Canım öyle istedi. İstedik böyle yaptın
içimden geldi canım öyle istedi. İstediklerim ve
içimden gelenler beni bunu yapmaya sürükledi
diyerek kendimize biraz da bir sebep
buluyoruz. Bu sebebin nasıl ulaştığını nasıl
oluştuğunu vücudumuzda nasıl meydana
geldiğini iyi anlarsak bu hakikat dairesinde
elbette ki duygularımızı ölçümleyebilmek,
anlayabilmek, kavrayabilmek işin biraz da
kemalat boyutuyla alakalı, kişinin nefsini
tanıyabilmesiyle alakalı, kişinin Rabbine
tanıyabilmesiyle alakalı, bu da Rabbül
Aleminin insana vermiş olduğu bir müşride
tabi olarak biat ederek onun kapısında
gelişmesiyle alakalı. Ama bugünkü dersimizde
bizler ters duygular oluşurken insanoğlu
hakikaten bu gelgitleri nasıl yaşıyor biraz da
tıbbi acıdan bakmayı tercih edeceğiz. Daha
doğrusu Futuat bunu beyan etmemizi
emrettiği için böyle geliyor. Ters duygulardan
neyi kastediyoruz önce onu anlayalım. Ters
duygunun ne demek olduğunun farkına
varalım. Bir şeyi sevebilirsiniz. Bu bir
duygudur. Bunun nasıl oluştuğunu filan
kısmen anlatacağız inşallah bu derste. Ve dahi
sevdiğiniz bir şeyin yanında aynı şeyi bir başka
insan ya da siz başka bir zaman, başka bir
mekan, başka koşullar altında da
sevmeyebilirsiniz. Şimdi sizler buna iki tane
duygu farklılığı gibi göreceksiniz ama ters
duygular aslında bununla sınırlı değil. Çünkü
bazı kişiler sevdikleri şeyler uğrunda çok daha
uç bir noktaya gidip buna taparcasına bir
sevmeye sahip olabiliyorlar. Veya sevmeyenler
ise bunun bir diğer uç noktasına gidip kin
duyabiliyorlar. Sevmemekle kalmıyorlar. Karşı
tarafı veya olayı sevmemek değil bir de kin ve
nefret duymak. Öfke, kin ve nefret kitabında
bu konudaki detaylar beyan edilmişti seyidimiz
tarafından. İnşallah okumuşsunuzdur ya da
okursunuz. Gerçekten asrımız için önemli
açıklamaların yer aldığı ve önemli çözümlerin
yer aldığı değerler. Çünkü bir şeyleri açıklamak
yetmez. Açıkladığınız şeyin karşısında Ümmet-i
Muhammed şimdi ne yapacak sorusunun da
cevabını vermeniz gerekir ki. Futat bu noktada
bu açıyı kapatıyor elhamdülillah. Yine bir
başka duygudan örnek verirsek eğer Bir şeyi
yapmak için cesaret sahibi olabilirsiniz Örnek
işte gecenin bir yarısı Bir yerden bir yere bir
şey götürmek Karanlıkta Bu tabi tam bir
cesaret gösterisi gibi Doğru ifade belki tam
değil ama Tabiri caizse anlaşılsın diye
söylüyoruz Bazı insanlarsa bu cesaretin yerine
çekinme duygusuyla hareket edebilirler. Yani
şimdi gecinden bu saatinde şu şu şu olabilir,
ihtimaldir, tedbir almak gerekir. Bu tedbir
karşısında yapacağı işe karşı cesur olmak değil
de biraz daha çekingen davranıyor olabilirler.
Bu iki duyguyla kısıtlanmıyor olay. Biraz önce
beyan ettiğimiz üzere bir de korkusu oluyor.
Cesurlar, çekinenler, korkanlar. Tabi bir de
cesaretin pozitif tarafında aslında pozitif
olmayan negatif bir başka unsuru var ki aşırı
cesaret. Haddinden fazla cesaret bilinçsiz bir
cesaretten de bahsedebiliriz. Öyleyse insan
vücudunda bir duygunun oluşum sürecinde
duygu oluştuktan sonra dört tane anayapısı
var. Bir kabul, bir red, bir fazladan kabul, bir
de fazladan red. Dolayısıyla bunlar ters bir
duygu ilişkisini oluşturuyorlar. Öyleyse bizler
güncel hayatımızda duyguları dengelerken,
dengede bir duygu hayatı yaşamayı tercih
ederken ters duygularımızın çatışması
ortasında bir hakikatle karşılaşıyoruz. Aslında
o ters duygularımızın çatışmasından kurtulup
her zaman için doğruyu bulmayı arzulasak da
genellikle o dengeyi kendi vücudumuzda kendi
şeytan nefis ve ruhu bir bütün halde ele alarak
yerine getirmek istiyoruz. Ancak insan
vücudunda hem nefsin hem şeytanın hem de
ruhun duygular oluştuktan sonra ve oluşum
aşamasında 3 ayrı fonksiyonu var. Yani bir
şeyin hakkaniyetiyle duygusuna sahip olmak, o
duyguyla hareket etmek, o duygunun
güzelliğinden haberdar olmak ruhani bir lezzet.
Bir diğer taraftan ruhani olan bir lezzetten bize
alıkoyan, dünyevi bir lezzete yönelten, buna
karşılık ruhani lezzetin duygusunun farklı yöne
çevirmek isteyen nefsimiz var. farklı yöne
çevirmek isteyen nefsimiz var. Bir de bunu
ifsat hareketine ve tefrit ifrat ve tefrit
hareketine çeviren başkalarına da zarar
verilecek bir boyuta getirmumuzun, şeytanın
ve nefsin etkisiyle bu duyguların oluşumunda
nasıl bir süreç işleniyor onu iyi anlamamız
lazım. Unutmamız gerekiyor ki her bir
duygunun oluşumu belli bir tıbbi gerekçilik,
gereklilik karşılamaktadır. Eğer tıbbi bir
hayatımızda bir karşılık olmazsa bu duyguların
gerçek manada yaşanabilirliği mümkün olmaz.
Zaten şimdi sayacağım üçlü sistem olmayıp
bunun dışında bir başka sistem varsa bunlar
psikiyatrik, psikolojik rahatsızlıklar alanında
farklı şekillerde ele alınması gerekiyor.
Dolayısıyla normal bir insan hayatından
bahsediyoruz. Bu duyguların en net bir şekilde
anlaşılabilmesi için. Şunun farkında olmamız
gerekiyor en başta insanoğlu sadece sinir
sisteminden elde etmiş olduğu değerlerle
değil. Aynı zamanda vücudundaki kan akışına
bağlı olarak vücudunda meydana gelen bu
etkiyi ölçümleme kabiliyetine sahiptir. Bu
etkiyi ölçümleme kabiliyetine sahiptir.
Dolayısıyla insanoğlu sadece sinir sistemiyle
değil, atardamarlar ve toplardamarlarıyla
beraber duygularını karşılıklı olarak
ölçümleme kabiliyetine sahip olarak
yaratılmışlardır. Bizler bir şeyi gördüğümüzde
ve hissettiğimizde buna karşı bir duygusal
tepki vermemiz gerektiğinde, şimdi ne
hissediyorsun denildiğinde ilk verdiğimiz
cevaplar genel itibariyle sinir sistemimizle
alakalıdır. Sinir sisteminin devrede olduğu
yapılarda dil kökünün iptal olduğu bir süreç
vardır. Bunun iptal olma Süreci Özellikle
İnsanın Nefsani Hasletleri Ağır Bastığı
Dönemlerde Yaşanır Çünkü İnsanın Aslında Bir
Şeyin Duygusunu Direk Ve Çok Kolay Yoldan
Söylemesi Hemen Ve Hiç Düşünmeden Yapıyor
Olması İki İhtimale Bağlıdır Bu İki İhtimalden
bir tanesi nefsani bir tanesi de elbette ruhani
olacaktır. Dolayısıyla duyumun oluşum
sistematiğinde hem sinir sisteminde hem
toplar damarda hem de atar damarlarda
meydana gelen oluşumun farkında olmamız
lazım. Bunu şöyle ifade edebiliriz aslında biraz
temeli iyi kavramak için ifade edelim. Bazen
bir şeyi seversiniz ve sevdiğiniz şeyi neden
sevdiğinizi size sorarlar. Ve karşı taraf şöyle bir
cevap verir size. Damarlarıma kadar
hissediyorum. Bütün damarlarımda bu hissim
var. Her yanımdan bu aşka maruzum. Her
yanımdan onu seviyorum. Her yanıyla ve
bütünüyle vücudumun her zerresine kadar bu
aşkı hissediyorum derler. Ve aynı zamanda
İslam literatüründe bir hakikat var ki
biliyorsunuz ki niday-ı ilahi, Rabbimizin nidası,
bir yöne sahip olmayıp bir bütüncül olarak
vücudun bütün azalarında bir yekül olarak
duyulur. Bir kulak duyması değil, vücut
duymasıdır. Bizler bu hakikati Resul-i Kibriya
aleyhissalâtu ve sellâmın hadis-i şeriflerinden
çok net bir şekilde öğreniyoruz. Çünkü Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e
Cenab-ı Hakk'ı nasıl duydun, nasıl duyarsın ya
Muhammed aleyhissalâtu ve sellâm
dediklerinde onu bir yerden duymam,
kulaklarımla duymam, bütün olarak duyarım
şeklinde hadisinin özünde var olan değerlerle
Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz bize de bu cevabı vermişler. Öyleyse
bizim sinir sistemimizin içinde her ne kadar
ruhumuz olsa da ruhumuzun aslında bilgiyi
sinir sisteminden elde etmediğini sinir
sisteminden geçen bilgi akışına toplar damar
ve atar damara karşılık bir hareket babında
baskılamaya niyet ettiğini bizlere anlatmakta.
Öyleyse sinir sisteminde var olan o değer
tamamen ruhumuzun atak fonksiyonu
göstereceği bir alandır. tamamen ruhumuzun
atak fonksiyonu göstereceği bir alandır.
Duyguların en net anlaşılabilmesi için atar
damar ve toplar damarlardaki farklı kan akış
seviyelerine bağlı olarak şayet ruh gelişmişse
buna göre hareket edecek, nefs gelişmişse
buna göre hareket edecek, şeytan bir plan öne
geçip de insanı sa'da götürmüşse ona göre
olacaktır yani şöyle ifade edelim daha
netleştirmek adına söylüyoruz herhangi bir
çiçeğin kokusunu aldınız aldığınız çiçeğin
kokusunu burnumuzdan aldınız ve
reseptörlerini sinir sistemi yolları üzerinden
beyninize kokunun formasyonu aktardı ve
beyniniz onu hiç duymamış olma ihtimali yok.
Daha önce kodlanmış bir şekilde zihninizde
zaten var. Kod, koduyla karşılaşınca bir anlam
tezahürü oluştu. Şayet insan bunun nefsani
boyutta yaşayan nefse emmareninındaki kan
akışının toplar damarlardan daha fazla olduğu
ile de anlaşılır. Atar damarlardaki kan akışı
toplar damarlardan daha fazla olduğu anda
insan duygusu nefis yönünde karar vermeye
daha yetkili, daha yatıktır. Dolayısıyla sinir
sistemimiz atardamar ve toplardamarda
meydana gelen etki karşısında bir tepki
veriyor. Ama bu tepki ya nefsani ya da ruhani
verecek. Dolayısıyla atardamarlardaki kan
akışımızın hıza geçtiği durumlarda insanoğlu
nefsin istek ve talepleri doğrultusunda tabirca
ise aklından geçen karşısındaki veya kendini en
mutlu edecek olan söze doğru harekete
geçecektir. Söylediği söz dil kökünün iptal
olmasına sebep olduğu gibi bu kök iptal
olduğu için artık söylediğine inanır hale
gelecektir. Söylediğine inanan kişi bu saatten
sonra geri dönmeyi de beceremeyeceğinden
artık bundan sonra bu çiçeğin kokusundan
daha iyisi vardır veya bu çiçeğin kokusunu çok
beğendin ama bundan daha iyileri de var
haberin olsun diyen bir adamın sözüne hiç
inanmaz hale gelecektir. Dolayısıyla bizim
güncel hayatımızda bir inatçı tutumla tabir
ettiğimiz insan tiplerinin nefsani olan
duygulara yatkın atar damarlarındaki basıncın
toplar damarlardan duyu anında çok daha
fazla olduğunu görmekteyiz. Bu zaten inada
sebep oluyor. Elbette bu bir şeytani durum.
Ancak genel itibariyle yaşadığımız mevzuat
bunun üzerine kurulu. Dolayısıyla
insanoğlunun ani verdiği, sonradan
dönemediği, bir anlık şehvet, düşkünlük,
ihtiyaçlar, muhtaciyetiyle alakalı vermiş
olduğu kararlarının yekününe işte bu manada
nefsani bir duygu demek mümkündür. Tabi ki
nefsani olan bu duygu illaki ruhani olan
duyguyla ters olacak anlamına gelmez. Ama
bugünkü dersimizin konusu ters duyguların
oluşumu ile alakalı o yüzden buna
odaklanıyoruz. Çünkü bazen insanoğlunun
ruhuyla, nefsiyle sevebileceği ama farklı
yönlerde sevebileceği unsurlar da var. Çünkü
Allah Resulü'nün yeryüzünde güzel koku bana
sevdirildi buyuruyor. Bu ne demek? Nefis de
seviyor ama ruh ondan daha fazla hakkıyla,
hikmetiyle seviyor. Feraset, basiret ve hikmet
meselesinden bakarak sevgiye muhatap oluyor
dolayısıyla ruh nefisten daha üstün olan bir
sevgiye sahip olup nefstani iştiyakla hataya
düşmeyi engelliyor ama sonuçta bu bir ters
duygu olarak tam adlandırılamıyor ama bu
akşamki konular ters duygular olması gereken
ve olmamasışamki konular ters duygular.
Olması gereken ve olmaması gereken şeylerin
tersini hissetmemize bize yardımcı olan, bizi
buna mecbur eden nefsimiz ve şeytandan
bahsediyoruz. Şimdi bir olumlama yaparak
ifadelendirdik bunu. Bir başka olumsuzlama
yaparak da şöyle ifade edersek biraz daha
akıllı kalıcı olabilir. Karşınıza gelen yeni bir
çalışmak üzere beraber çalışacağınız bir ekip
arkadaşınızı gösterdiler. İşte bununla
çalışacaksın dediler. Siz adamın tipine baktınız
boyuna posuna oturmasına tam otururken
aklınıza geçmişten bir arkadaşınızın fotoğrafı
geldi. O arkadaşınızda yaşadığınız kötü
anılarınız var. Bu adamda bizzat neredeyse bu
adama oldukça benziyor. Vücudunuzda oluşan
ilk tepki atar damarlardaki kan akışınızın
hızlanması, toplar damarlardakinin düşmesi,
nefsin zanda bulunması sebebiyle bu adam için
ne dersin dediklerinde gözüm tutmadı
demeniz olacaktır. Halbuki bu duygunun
temelinde basiret, feraset ve hikmet
beklenmekteyken sizler bir anda geçmişten
kalan kötü bir tecrübelerinizde, kendi nefsani
duygularınızda belki de bir insanın iş sahibi
olmasını bilmeden istemeden engelliyor
olacaksınız. Şimdi tanımlamaları yapıyoruz.
Nasıl kurtulacağız ayrıca beyan edeceğiz
inşallah. Geldik şeytani dürtülere. Aynı adamı
gördünüz. Bu adamın kötü bir adam olduğunu
düşündünüz ama bununla yeğremediniz artık.
Yani durumu böyle kabul edemiyorsunuz. Ya
bu adamı bu işe almamakla kalmamalı. Bir
başka yerde de iş bulmasına engel olmalı. Bu
yüzden bu adamın ne bileyim bir database bir
yerlerde varsa bilgiler yorum yapılabilecek bir
alanlar internetten oraya girmeli. Bu adam için
bir de kötü yorumlar yapmalı ki bizden sonra
başvuracağı hiçbir şirket bu adamı işe Almasın
Şeklinde Bir Düşünceye Sahipseniz Öyle Bir
Duygu Söz Konusu Olmuşsa Herhangi Bir Meta
Herhangi Bir Veri Söz Konusu Olmadan Ruhani
Hakikati Bile Koyun Bir Kenara Aklınız Ve
Beyniniz İkinci Hatta Üçüncü Beşinci Pozisyonu
Dört Beşinci Pozisyonu Geçmişse Artık Burada
Şeytandan bahsedebiliriz. Şeytanın bu hali
insanda toplar damarlardaki kan akışının atar
damarlardan daha düşük olduğu bir
seviyededir. Dolayısıyla karşımızdaki insanların
ihanet, hainlik, fitne çıkarmak bu ve buna
benzer duygularla hareket etmeleri şeytani
olduğunu biliriz de ya bunlar nasıl bu kadar
sakin durabiliyorlar? Hiç mi sinirlenmiyorlar?
Bu kadar sakin fitnecilik ifsad etme olabilir mi
dediğiniz oluyor ya işte onun sebebi bu. Toplar
damarlardaki kan akışı kalp kapakçının
altındaki pompalama fonksiyonunun biraz
daha fazla emiş gücüne sahip olmasından
ötürü toplar damarlardaki kan akış basıncı atar
damarların üzerine çıkıyor. Bu da karşımızdaki
insanın şeytani bir yöntemle, şeytanın
vesvesesiyle hakikatte olmayan bir şeyi
varmışçasına kabul ederek nefsini de buna
ortak ederek hareket ettiğinden daha sakin
hatta oldukça sakin hareket ettiğini görüyoruz.
İşin ruhani tarafına gelince ruh her zaman için
bu bağı bağı akılda asli olan vazifeyi yerine
getirebilmek uğrunda hem aklın hem kalbin bir
bütün olarak hareket etmesini talep eder.
Gerçi bir kişiye yahut olaya karşı oluşan
duyguların safhaları bölümüne geldiğimiz
zaman, bu safhalarda ruhani karar vermenin
de kendi aralarında farklı farklı bölümlere
ayrıldığını göreceğiz. Çünkü bu işin bir basiret,
bir feraset, bir de hikmet boyutu var. Çünkü
duygularımızı salt, nefsani ve şeytani olmaktan
kurtarıp, ruhani hakikatler dairesinde, yani
toplumun istediği, Allah-u Zülcelal'in emrettiği,
Allah-u Resul'ünün beyan ettiği şekilde karar
verebilmek, zandan uzaklaşabilmek, ferasetin
ve basiretin etkisiyle hikmetli işler yapabilmek
için bunların da kendi aralarında ayrı dereceler
olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ruhani hakikat
hasıl olduğunda ise atar damarlarda ve toplar
damarlardaki kan basıncımız neredeyse
eşitlenecek bir sisteme geliyor. Sinir sistemi
işte bu manada potasyum geçişi en nokta en
normal hale dönüşüyor. Öyle bir normallik ki
karşımızda ruhani olarak cevap verecek, ruhun
üstünlüğüyle hakkı söyleyecek adam bazen bu
sözünü geciktirebiliyor veya karşı taraf
sormadan cevap verebiliyor. Bu incelik
karşımızdaki insanın sadece sükuneti değil,
içinde bulundurmuş olduğu bilgiye de oldukça
sahip olduğu duygusunu veriyor. Dolayısıyla
şeytandan gelen toplar damarlardaki kan
basıncının fazla, atar damarlardaki kan
basıncının düşük olduğu durumlardaki sakinlik
ve sükunet bu durumla kıyas edilemeyecek
ölçüdedir. Ruhani cevap veren adamın verdiği
cevap karşısındaki insanın kulaklarında ve
duygu dünyasında o kadar büyük bir emniyet
ve emanet duygusu taşır ki sizler bir daha o
kişiye soru sormaya ihtiyacı hissetmezsiniz.
Elbette ki bu sesin sahibi, sözün sahibi o söze
kıymetini kendi ile Rabbi arasındaki değer
kadar yüceltmiş olan insanların ağzı geliştikçe
gelişmeye başlar. Bazen kelime bile söylemeye
gerek kalmadan küçük bir baş ya da göz
hareketleriyle rahatça onların ne demek
istediğini anlayabilirsiniz. Dolayısıyla tıbbi
olarak şunu söyleyebiliyoruz artık rahat bir
şekilde. Duygularımızın oluşumunda atar
damar, toplar damar sistemlerinin farklı
basıçlara sahip olması durumunda nefsani ve
şeytani eşitlenmesi durumundaysa sinir
sistemimizde var olan aksondentrit arasındaki
boşluklardaki ruhumuzun ruh olarak cevap
verebilirliği ve tepki gösterebilirliği söz
konusudur. İşte bu andan itibaren
seveceğimiz, ruhani olarak seveceğimiz,
sevmemiz gereken, böyle hissetmemiz
gereken bir zatın nefsani olarak sevmemek ve
şeytani olarak kin duymak manaları
birbirinden ayrılacaktır. evliyayı, sohbet
sahiplerini güzel İslam düşüncesini beyan eden
hakiki adamları karşılarına geçtiklerinde ve
onu dinlediklerinde bazı insanlar derler ki ne
kadar güzel konuşuyor sevdim. Bazıları
diyorlar ki sevmedim. Bazıları da diyorlar ki
kim bu adam nereden çıktı şimdi ne alakası
var. Şimdi daha hem de birinci ikinci dakikada
bunu söyleyebiliyorlar. Hani konunun sonunu
getirmiş de belli bir düşünceyle onu
harmanlamış filan da değil. Zaten düşünceyle
harmanladığını söyleyenler bu noktada yalan
söylüyorlar. Çünkü düşünce duygunun
metaforuna ne öne kayacağına karar vermeye
yaramaz. ne öne kayacağına karar vermeye
yaramaz. Düşünce ve akıl bir söz dizisindeki
hata, kusur veya doğruları bulabilir. Ama
duygu dediğimiz şeye gelince bizler
damarlarımız ve sinir sistemimiz, nefis, şeytan
ve ruha giderek hanginiz konuştuğunuz
sorusunu sormaya mecburuz. Onlardan hangisi
bu cevabı verdilerse, o zaman bu bir ön yargı
mıdır, yoksa değil midir, bir nefret duygusunun
hareketi geçmesi midir, değil midir, o andan
itibaren anlayabileceğiz. Öyleyse ki bugünkü
insanların, bir evliyallahu, bir alimi, bir
müfessiri, bir muhaddesi, bir fukai, sevmedim,
beğenmedim, canım hoşuma gitmedi, tipim
değil, tutmadım filan diyorsa, anlıyoruz ki bu
bir nefsani harekettir ki insanların ekserisinde.
Bir başka yer var ki, ya bu adamları aslında hiç
konuşturmamalı, bunların ağızlarını
açtırmamalı diyenler vardır. Dolayısıyla bu bir
duygudur. Bu duyguyu da ortaya koymuş
olmak şeytanidir Ha kimi kötü ve ifsat edici
olan ulema hakkında söylenebilecek bu sözler
de Eğer ruhani baptan bu adam sevilmemelidir
sözüne sahip olacaksa Biz yine orada atar
damarla toplar damarın Birbiri arasında ne
kadar ahenk üzere çalışıp çalışmadıklarını
kontrole mecburuz. Çünkü bunlar arasındaki
farklılıklar hayatımızdaki ters duygu
oluşumunun Rabbimizin bize sağladığı imkanla
nasıl meydana geldiğini gösteriyor. Yani Allah-
u Zülcelal vücut makinesinde atar damar,
toplar damar ve bunlar arasındaki sinir sistemi
arasında öyle bir doku bağ doçimi kurmuş ki
bu insanın duygularında aynı vücutta farklı
kararları farklı zaman ve mekanlarda farklı
zamanlarda özellikle verebilme imkanını
doğuruyor. Unutulmaması gereken bir başka
meseleye geçiyoruz bu konu örnekleriyle
anlaşıldıysa eğer. Bizler hayatımızda bir duygu
sahibiyiz bir de bu duygunun ikame duygusu
var bir de ters duygusu var. Dolayısıyla duygu
dediğimiz şey aslında kalbi olandır. İkame
dediğimiz duygu ise hormonal olan etkileşimli
olan yerine koymaya çalıştığımızdır. hormonal
olan, etkileşimli olan yerine koymaya
çalıştığımızdır. Bunu sevmediysem daha
doğrusu sevdiğimi söylediğim şey beni
sevmiyorsa onun yerine ne koyabilirim diyerek
yerine koyduğu duyduğu şeye yerine koyarak
ona duyduğu sevgiye de ikame duygu diyoruz.
Ters olan duygu ise işte başından beri
anlattığımız şeytan ve nefsin etkisiyle
meydana geliyor. Dolayısıyla bizler kalbi olan
duyguya, ruhani olan duyguya, saf ve temiz
olan duyguya gerçek manada muhtacız. O
hakikate eriştiğimiz andan itibaren hem
hayata hangi duygularla anladığımızı görecek
hem de etrafımızdaki insanlara o hakikatle
beyanatta bulunabileceğiz. Öyleyse bir kişi ve
bu oluşum karşısındaki duyguların safhalarını
anlamak gerekiyor ki, nefsimiz, şeytan ve buna
karşılık Rabbimizin bize emanet ettiği nefha-i
ilahiye ile Allah-u Zülcelal'in emri ilahisi
kavramında nasıl bir duyguyla nasıl bir
hakikate geçebiliriz onu kavramamız lazım. Bir
anlaşılması gereken bir mesele var. O da şu.
Duygularımız bizde sadece beş duyu organıyla
meydana gelmiyor. Bunun yanında üç ayrı
duygu dünyamız daha var. Bu duygu
dünyalarından bir tanesi sanrısal duyu, biri
fiziki duyu, biri de kaim duygulardır. Kaim
duygular biraz konumuzdan ayrı ama sonunda
beyan edeceğiz inşallah. Şimdi ne yaptık? En
başta ters duyguyu anladık. Ters duygunun
oluşumunda daha doğrusu duygu oluşumunda
şeytan nefs ve ruhun etkisini anladık. Duyguya
karşılık ikame duygunun nefs hisse meydana
geldiğini, ters duygunun ise şeytani bir
vurguyla meydana geldiğini, onun vesvesesiyle
haiz olduğunu, o evlilikle meydana geldiğini
ifade ettik. Şimdi şuraya dönmemiz lazım
bizim. Sonuç itibariyle. Peki bizler bu
duygularımız için bu duygularımızda karar
verirken o duyguları hangi noktalarda
anlamaya çalışıyoruz? Çünkü sadece
beynimizde karar veren bir canlı türü değiliz
biz. Öyle zannetseler de bir beş duyu
organımız var. Gördüğüme bakarım diyenler
var. Duyüğüme bakarım diyenler var
duyduğuma bakarım diyenler var efendim
yediğim içtiğime bakarım diyenler var
dolayısıyla bu beş duyu organında yanlış
olmasa da buradan gelen bir veri var ama
sanrısal duyu diye tabir ettiğimiz nefsani bir
duygu durumumuz var ki bu da zandan
kaçınmamıza emreden Rabbül Aleminin bizim
karşılaşabileceğimiz en büyük problemi
izahatıyla anlaşılıyor. Çünkü zanlar insan
psikolojisinde sanrısal duyguyu günden güne
arttırıveriyor. İnsanlar bir süre sonra önüne
gelen her şeyi hiç düşünmeden duygu
sahibiyetini beyan ediyorlar. Yani ben artık
şaşırmam bundan adam olmaz veya bu tam da
bizim adamımız tam da olması gerekendir
diyorlar. Bunlar sanrısal formlar. Kişinin sürekli
nefsiyle hareket etmesinden dolayı artık
aklının ortadan kalktığı bir durum. Yani size
şöyle söylersem belki daha iyi anlaşılacak.
Bisiklet bitmeyi önce öğrenirsiniz ama bir
dahaki sefere düşünmezsiniz ki bunlara motor
öğrenme becerileri alanında ifade etmiştik.
Bilim adamları da ifade ediyorlar zaten. Aynı
şeyler duygularımız için de geçerli. Bunlar artık
beynimizde bir daha düşünülmüyor. Yani
beyefendi hanımefendi. Nefsa emmarede olan
insanlar aslında sanrısal duygularla hareket
ediyorlar. Akıllarıyla hiçbir şey düşünmüyorlar.
Diyeceksiniz ki olur mu öyle şey. Bazı şeyler
için ellerine kağıt kalem alıyorlar. Hesap kitap
yapıyorlar. İşin başında söylemiştik ya onlar bir
işin doğru ya da doğru olmadığını, refere
aldığınız noktalara kıyasen hangi doğruya daha
yakın hangi yanlıştan daha uzak olduğunu size
anlatabilir. Ama konu duygu noktasına
geldiyse buna sanrısal duyular baskın gelmiştir
ki bugün toplumumuzun ekserisi neredeyse
%90'ına yakını bu duygu tipolojisiyle hareket
ediyor. Hani çocuklarımızın aşk olmayıp kendi
kendilerine her gördüğüne aşık olma veya aşık
olduğunu zannetme durumları var ya bu tam
da sanrısal bir duygu hareketi. olduğunu
zannetme durumları var ya, bu tam da sanrısal
bir duyu hareketi. Aradığı tipi gördüğünde,
hoşuna giden bir şeyi gördüğünde tam da
budur diyerek işin içinden çıkma gayreti. Tam
da nefse emarenin istediği, şeytanın
yönlendirmekten pek haz ettiği bir alandan
bahsediyoruz. Fiziki duygulardan bahsedersek
eğer, burada şeytani duygulardan bahsedersek
eğer burada şeytani duygulardan
bahsedeceğiz. Toplumda çok fazla olmamakla
beraber artık tamamen şeytanın ellerine
kalmış, şeytanın kucağına oturup tam da onun
emir ve isteklerine göre harekete geçebilmiş
insan tipinden bahsediyoruz. Çünkü ne
demiştik en başta? Ruh sever, nefis sevmez,
şeytansa kin duyar, nefret eder, onun bir daha
bir başkası tarafından sevilebilme ihtimalini
ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu zaman
zaman da öldürmeyi, cinayeti gerektirir. Bir
adamı ortadan kaldırmak için zaman zaman
ona karşı duyulan sevgiden ötürü meydana
gelen kıskançlığı hiç de unutmamak gerekiyor.
ötürü meydana gelen kıskançlığı hiç de
unutmamak gerekiyor. Dünya tarihinde sadece
kıskançlık için öldürülüp üzerine pek çok
kılıflar uydurulmuş, pek çok sebepler üstünü
örtülerek meydana getirilmiş çokça cinayet
vardır aslında. Hakikat işte bu fiziğe dönüş
duyuları şeytandan geliyor. Şeytan çünkü
Rabbimize şeren açıkça isyan eden bir hayat
biçimine sürmemizi istiyor. Yani bir adamı
sevmememiz, nefsimizle sevmememiz,
ruhumuzla sevmemiz gerekirken nefsimizle
sevmiyor oluşumuzu şeytan çok da
kabullenmiyor. Tam olmadı biraz daha lazım
oldu diyor. Çünkü bu senin içinde kaldı. İçinde
kalanı kimseye söylemesen Rabbinle senin
arandadır. Rabbin seni affedebilir diyor. Daha
kötü bir şey lazım. Bu kötülüğün herkese
yayılması lazım. Ben o kötülüğü yaydıkça
insanın Rabbine karşı nasıl isyankar olduğunu
göstermem lazım diyor. İşte burada devreye
fiziki duyular geliyor. Hani adam diyor ya
öldürürken hiç düşünmedim fark etmedim bile
gözümü kan bürüdü. Niye toplar damarlar çok
yoğun bir miktarda hareketi geçti. Kan atar
damarlar yavaşladı. Kan toplanıyor ama kan
gitmiyor. Belli yerlerde çatlaklar meydana
geldi. Bu hızlı bir şekilde göz kan buladı.
Dolayısıyla insan vücudunda enerji düştüğü
zaman göz kanlanması olur. Yani atar
damarlardaki basınç düşüp toplar
damarlardaki akış hızlandığı zaman
metabolizma uyku moduna geçmeyi talep
ettiğinde çok yorulduğunda gözün kanlanması
bundandır. Yani her gözü kanlanmış olanı
şeytani bir duyguya kapılmış olarak
düşünmeyin. Dolayısıyla duygular babında
yaşanan bir hakikatten bahsediyoruz. Bunlar
da fiziki duyulardır. Öyleyse 5 duyumuzun
hareket matematiğinde nefsin sanasal
duyularını şeytanın fiziki duyularını anladık. Bir
başka şey var dedik, dördüncü duyu
mekanizmamız. Bunlar da kaim duygular.
Cenab-ı Hakk'ın yaratılışta insana kayyumiyet
esasıyla vermiş olduğu duygular. Ancak imanla
açılabilecek olan duygular. Vicdanlı olabilmek,
karşındakini karşılıksız sevebilmek
karşındakine karşılıksız verebilmek bunlar
kaim duygular elbette ki bu kaim duyguların
harekete geçmesiyle beraber insanda basiret
feraset ve hikmet meydana gelebiliyor ki bu da
ruhani duyguların kademelerini oluşturuyor.
mecbur ettiğim ürşidine bağlı kalmış ruh
gittikçe büyümüşse bu saatten sonra basiret,
feraset ve hikmet kapılarının aralanacağı yeni
bir karar mekanizması ile karşılaşırız. Basiret
artık gördüğü şeyin sadece gördüğü olmadığını
bilmektir. Dolayısıyla basiret sahibi aynı
zamanda fikirde bir heykeltıraş gibidir. İstediği
kadar anlatsın, istediği kadar güzel göstersin.
Basiret sahibi olmanın en alt kademesidir. Eğer
bir kişide basiret yok ise basiretle alakalı ayrı
bir futuatımız vardı lütfen orayı bir daha
dinlersiniz basiretin ne olduğunu anlamak için
tam ve etraflıca bir adamda zaten basiret
yoksa bu adamın ruhani duygularla harekete
geçtiği asla söylenemez. Basiret başlamışsa
eğer, bu zatın basiret sıfatlarıyla kuşanması,
onun ruhunda birinci kademedeki duyguları
yaşadığına işaret eder. Bu birinci kademedeki
duygular zaten bu saatten sonra hakla batılı
birbirinden ayırıp, şeriat-ı ilahiyeyi tam ve
esası ve hikmetiyle yaşayabilme imkanı
doğurduğundan buradaki duygulardan artık
hataya düşünmez olur. Elbette ki insan kusur
sahiptir her zaman yapacak ancak Rabbül
Alemine olan yaklaşımı, onu anlayışı, onu
kavrayışı çok başka bir hale gelmiştir ki artık
günahlar onun için bilinen yaşandığı anda
bilinen bilindiği anda tövbesi gereken hale
bürünmüştür. Feraset bunun biraz üzerindedir.
Feraset sadece gördüğü değil gördüğüne sebep
olan şeyi o sebep olan şeyin ne olduğunu
bilerek duygu sahibi olmaktır. Sen bu adamın
böyle konuştuğuna bakma. Aslında bu iyi bir
çocuktur. Ama bu çocuğu yolundan çıkarmış,
sözünden caydırmış, bugün buraya bu kötü
sözler söylemeye göndermiş olan başkası
olmalıdır. Bu çocukta bu haller yoktur. Kötü
etkilenmiş demek ferasettir. Feraset duygusu
arkada var olanı arayandır. İşte bu yüzden
duygular arasında hakkaniyetli bir ölçüyle
dervişin duygusudur. Dolayısıyla kişide feraset
hasıl olmadan o kişiye derviş demek sadece
derviş olmasını ümit etmek derviş olmasına
niyaz etmek derviş olur inşallah demek
anlamına gelir. Ama tabirca ise teknik anlamda
tasavvufta dervişlik feraset sahibi olmayı
gerektirir. İşin hikmet tarafı ise bunun bir
üstündedir. Artık karşısındakinin ne söz
söylediğinin bir ehemmiyeti kalmayacaktır.
Nasıl bakıp nasıl oturduğu da değil Ehli hikmet
olay hasıl olurken Rabbinin izan-ı inayetiyle o
duygunun kökenini kökleriyle bilen
Köklerinden söküldüğünde karşısına nasıl bir
tehlike ve bela haiz olabileceğini bilendir Bu
bilgi Cenab-ı Hakk'ın ikramı ilaizdir. Efendim
böylelikle Bâb-ı Âlî derslerinde ters duyguların
oluşumunda şeytan ve nefs bölümünü beyan
etmiş olduk. Rabbul Alemin bu ayeti
kerimelerden doğan bu hakikat dairesinde
ihtilafı düşmeden çünkü ayeti kerime, onlar ki
onda ihtilafa düşüyorlar, duygularımızda
ihtilafa düşmeden, hakikati görüp, hakikat
üzerine duygulara sahip olup, kimselere zanda
bulunmadan, en kötü bizim nefsimizdir
diyerek hareket edebilmeyi, Rabbim bize nasıl
müesser eylesin. Herkesin kendisini en iyi
noktada, en güzel şekilde gördüğü, kimsenin
kimseye hiçbir şeyi beğendiremediği bu çağda,
zannımızca bu ders ümmeti Muhammed'in
büyük bir ihtiyacını gidermeye vesile olmuştur.
Rabbim seyyidimizden binlerce kez razı olsun.
Derecelerine âli eylesin. Ümmeti Muhammed'i
zandan, kötü sözden alıkoysun. Hayırların
fethi, şerlerin defri, Ümmeti Muhammed'in
sağlık, sıhhat ve afiyeti için, Allah rızası için
efendim. El Fatiha.
Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem, Meded ya Hazreti Ali keramallah ve
cehu, Meded ya Gavs Hazam Abdülkadir el-
Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed rohi,
A'udhu billahi min ash-şeytanirracim,
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın
seyyidimize ikram edildiği futuhat kapısında
babali derslerindeyiz. Düş dünyasının
sınırlarında. Daha önce düşünce, fikir, akıl,
kalp bunların ilişkisi nasıl olması lazım? Bu
etkileşim sürecinde insanların hareket
kabiliyeti neler? Bunlara engel teşkil eden
alanlar hangileri? Bunların ana algoritmasını
ve ana metodolojisini beyan edilmişti
fotoğrafta. Elhamdülillah bir medeniyet
kurgusu hasıl oluyor. Bu medeniyet
kurgusunda şimdi master program diye tabir
edebileceğimiz alandayız. Yani işin en üst
noktasında ve zirvesindeki mekanizmanın
yetişecek genç kardeşlerimizin bu ufuklarda
hareket edecek insanlığın ihtiyaçları temin
ediyor Rabbim bu içindekilerle amel etmeyi
nasip müesser eylesin hakikaten bu
üniversitenin bir mensubu olabilmeyi Cenab-ı
Hak bize nasip eylesin insanoğlu tarih boyunca
düşünceye çok önem verdi elbette ki bu
düşünceyi sonra felsefe ile karıştırdı. Allak
bullak etti. Konu bunun biraz dışında. Şimdi bir
insan düş dünyasında sınırları var mı yok mu?
Onu ifade edeceğiz. Bir şeyin sınırının olması
insan olduğu için çok vazgeçilmez bir unsur
olarak karşımıza durur. İnsanlar o sınırların
varlığından haberdar olunca rahatsız olur.
Daha fazlasını düşünebilirim halbuki daha
ötesine gidebilirim der. Bu noktada düş
dünyasının sınırları olmadığını kabul eder.
Halbuki düş dünyasının belli bir sınırı var ve bu
sınır insanların bir kısmı buraya yaklaşamıyor
olsa da veya yaklaşma kabiliyetine sahip
insanoğlu yöntemsel olarak yanlış bir yöntem
seçiyor olsa da nihayetinde böyle bir sınırın
varlığından haberdar olmak hakikatiyle işi
yaşanabilir imkanlar ve bu imkanlar
çerçevesindeki ihtiyaçlarımızı karşılayabilir
olması için önem arz ediyor. Zira bizler yakın
planda inşallah bu ay Esmaül Hüsna'nın
inşallah 8. cildi ve isyan konulu dergimiz sizlere
ulaşıyor olacak ama Temmuz ayında Allah
nasip ederse hem Siyer-i Nebi hem Esmaül
Hüsna'nın 9. cildi hem de biyolojiyle beraber
oldukça önemli bir alanı kapsayan İslam
düşüncesi ve batı felsefesi üzerine çalışmayı,
İnşallah ifade ediyor olacağız ve oraya son 250-
300 yılın noktası konulacak. Nokta manası son
noktası değil tabii ki. Burada yapılan hatalar o
kadar büyük ve o kadar girift problemleri yol
açtı ki bu problemler de ortadan kaldırılacak
bir şekilde ifade etmeye gayret edeceğiz
inşallah. Sizler tabii ki Tevhid Hocanıan'da
takip ediyorsanız eğer, bolca da paylaşırsanız
eğer, zaten orada da satır arası programı
içerisinde konuya, seyidimizin verdiği
ehemmiyet üzerine, satır arasına çok
ehemmiyet verdiler, her bir dersin olduğu gibi.
Orada genç kardeşlerimize zehirleyen zihniyeti
de, çok açıklıkla beyan ediyoruz. Bu zihniyet
çok tehlikeli bir zihniyet, çok kirli bir zihniyeti
de çok açıklıkla beyan ediyoruz. Bu zihniyet
çok tehlikeli bir zihniyet. Çok kirli bir zihniyet.
Bugünlerin insanlığın çok kavraması biraz zor.
Garip gelebilir. Ama ben hep size şunu
hatırlatırım. Tarih boyunca o çok güvendiğiniz
isimlerin tarihin bir noktası geldiğinde bu
ümmete nasıl zarar verdiklerini görünce aman
Allah'ım bu da mı diyorsunuz ya. İşte bu da mı
dediklerinize çok dikkat edin. Bunlar çok
tehlikeli güruhlar. Rabbim ümmeti
Muhammed'in gençlerini korusun. Efendim
hakikat şöyle başlıyor. Bir şeyin düş olabilmesi
için önce temelde bir bilgiye ihtiyacımız var.
Bilgi insanoğlunda fikre, fikir, düşünceye,
düşüncede düş kapasitesinin kullanımına
vesile oluyor. Düşünce, fikir ve bilgi üzerinde
derslerimiz var. Bu dersin sonundaki bölümde
de inşallah o linki paylaşırım. Onu da
dinlersiniz. Tekrar eskiye dönüp işin temelini
hatırlamanız manasında. Ancak bugün Nebe
Suresinin 4. ayeti kelimesinde var olan ayeti
kelime ile hareket ediyoruz. Bu ayeti kelimenin
inceliğinde var olan bir hakikati ifade ediyor
olacağız. Dersin sonunda ibarelendirmeye
gayret edeceğimiz gibi efendim bilgide nakıs
olan Hal eksik olan hal Fikirde düşüncede Ve
düşte yani Düş dediğimiz aslında hayal Değil
hayal dünyasının Anlamlandırılabilir çabası
Yani sizler önce İnsanoğlunun Özetlemek
gerekirse birbirinin farkını Ve birbirinin
geçirgenliğini Doğru anlamak anlamında
söylüyoruz. İnsanoğlu için dersiniz ki bu
insanın iyi rahat çalışabilmesi için bir oturuğa
ihtiyacı var. Baktık ki insan fizyonomisi
çalışırken ya bir yerde oturacak yahut bir
sandalyede oturacak. Sandalyede oturunca
yazı yazması daha kolay olabilir veya oturunca
da rahat edenler vardır ama önünde üzerinde
civarında böyle bir cisme ihtiyaç var bu bir bilgi
bu bilgiden hareketle bir fikir oluşur Peki
dersiniz ki bugüne kadar uygulanmış şeyler var
mı hangi tecrübeler var bu tecrübeleri etraflıca
bir gezersiniz. Yani fikir edinirsiniz. Fikir
tecrübelerle bezenmiş. Eksileri ve artıları yan
yana koyarak yanlarına yapabileceğiniz
ilaveleri ortaya koyduğunuz değerlendirme
aşamasıdır. Sonra bu değerlendirmelerle
düşünce noktasına gidersiniz. Düşünce bunu
kullanacak insanların bunu kullanırken ne
hissedecekleri, sizin bunu hazırlık sürecinde ne
gibi materyallere ihtiyacınız olacağı, farklı
malzemeler kullanıp kullanamayacağınıza dair
geniş bir çerçeve çizerek bu çerçevedeki yapıyı
en temel detaylarına ve özellikle kullanıcıların
gözünden ele almaya gayret edersiniz. Ve
dersiniz ki düşününce bu fikrin şu eksiği var, bu
fazlası var. Düşününce bu fikre şunları eklemek
lazım, bunları çıkarmak lazım. Bu da düşünce
tarafı. Bir de bu işin düş tarafı var. Sonra
yaptığı, yapmayı düş dediğiniz, düşündüğünüz
şeyin düşüne başlarsınız ve bu düşten
hareketle insanların ileride bundan daha
ilerisinde ne yapabileceklerini kestirmeye
çalışırsınız. Yani dersiniz ki bir düşün var, hiç
sandalyeye ihtiyaç olmadan insanların rahat
çalışabilecekleri başka bir şey ne olabilir
aslında? Yani bizler bugüne kadar hep şöyle
düşünüyoruz. İnsanoğlunun düşünce
kabiliyetinin öncelikle insan işte havada
uçması lazım. Havada uçtuğunu düşünüyorum.
Buradan hareketle işte aircraft yaptım. Havada
uçmak için bir motor yaptım. Veya bugün işte
dronelardan bunu çok rahat görebiliyorsunuz.
Droneları omzuma bağlasam uçsam ne güzel
olur. Bu düş bir bilgi terminolojisinden gelerek
oluştuğu için buna hayal demiyoruz. Düşler
bilginin fikre, fikrin düşünceye, düşüncenin
düşe dönüşüp sonrasında belki o düşünceyi de
fikri de ve bilginin temelinde var olan ana
kıstası değil ama çerçevesini genişletme
manasında yeni görüşleri katabilme imkanını
sağlamaktadır. Dolayısıyla düş dediğimiz unsur
kişinin yatarken ya da Yunan terminolojisinde
anlatıldığı gibi hamamda suyun kaldırma
kuvvetini düşlerken bulma üzerine hasıl olmaz.
Bunu böyle anlatmış olanlar Newton'un başına
elma düşünce yer çekimini hissetti. Günün
birinde müzik dinliyordu bir anda düşlemeye
başladı ve düşlediği yerde bunu buldu. Genel
itibariyle insanlara kendilerini farklı bir cihette
anlatma kabiliyetinde olan, kendilerini biraz
daha ulu gösterme gayretinde olan ama ulu
olmayan insan türleridir. Bilimler, hakikatler
bunlar düşten başlayarak bilgi dağrıncındaki
eksiği düzeltir ama bunun için gerekli olan
koşul ve şartlar başka bir beyannamede, başka
bir bab-ı ali dersinde inşallah ifade ediyor
olacağız. Dolayısıyla bugün biz normal
düşleyen bir adamın düşünce, fikir ve bilgi
dünyasındaki o sınırları bilmemesinden ötürü
yapmış olduğu gaflet terminolojisini ifade
etmeye gayret ediyor olacağız. Şimdi bu
noktalarda yapılan hatalar insanın düş
mekanizmasına geldiği zaman her ne kadar
toparlama çalışmasına girse de sınırsız bir düş
kapasitesi olduğu düşüncesiyle daha büyük
hatalar işlemesine vesile olur. Bilgide nakıs
olunması yani eksik bir bilgiye sahip olunması
ve hatta bu bilginin insan tarafından
şekillendirilebileceği olan düşünce biçimi ne
yazık ki felsefe dediğimiz kurumun oluşum
sürecinde doğru olmayan bilgi üzerinden
düşünce ve fikir üreterek bir düş dünyası
kurma çabasıdır. Dolayısıyla tarih boyunca hep
söylediğimiz net bir şey var. Bir adam bir
Müslümanın bir hakikat erinin felsefeci olması
beklenmez. Bunlar düşünce adamlarıdır.
İslam'da felsefe yoktur, İslam'da düşünce
vardır. Felsefe, açlığın, zihinsel düşkünlüğün,
eksikliğin, hakikatten uzak oluşun, buna
rağmen insanlığın kendini tamamladığının
iddiasıdır. Bu iddia tarih boyunca boşa
çıkmıştır. Bu noktada hareket eden herkes bu
memleket ve bu coğrafyayı altüst etme
gayretini bil fiil yürütmek isteyenlerdir. O
yüzden hiçbirine masumdur demeyin, nerede
gördüğüne bakmayın, namazıdır filan değil.
Meselesi, esası bu kelimelerle ortaya konuyor.
Bu fıtrat o yüzden bazılarına çok ağır geliyor.
Bilgisi eksik olan, bilgi temel yapısının nereden
geldiğinin fark etmeyen, gerek Kur'an-ı
Azimüşşan'ın değeri, gerek bu değerden
doğmuş olan sünnetullahın esasına uymadan,
ehli beytin bunu yaşam biçimindeki karşılığını
gerçek bir değer algoritmasından geçirmeden
hareket edildiğinde, bilgideki eksiklik
temeldeki büyük eksikliği meydana getiriyor.
Bu büyük eksiklik karşımıza fikir dünyasında
ifsat hareketini getiriyor. ifsat hareketini
getiriyor. İnsanlar bilginin hangi doğrulukta ya
da doğruya ne kadar yakın olduğunu bilip
bilmedikleri için her ne kadar bunları hikmet,
hakikat, ruhani gelişim gibi kendi hayal
dünyalarına zerk ederek oluşturma gayretinde
olsalar da bu sahtekarlık ifsat hareketlerinin
önüne geçmiyor. Bir fikrin yani biraz önce
söylediğimiz gibi civardaki tecrübeyi elekten
geçirebilme kabiliyetinin olabilmesi için önce
bilginin doğruluğuna ihtiyacımız var.
Unutmayınız ki bir bilgi ya doğrudur yahut
yanlıştır. Ya doğruya çok yakındır ya da yanlışa
çok yakındır. Dolayısıyla bilgi doğru, kesin ve
mutlak olanla yanlışlığı mutlak olan arasında
gidip gelen bir serüvene sahiptir. Bizim için
mutlak bilgi, kesinliği kesinleşmiş olan bilgi
Kur'an-ı Azimüşşan'daki ve hakikati ilahiyedeki
beyanat sünnet-i Muhammediyedeki esastır.
Bu esasın dışındaki bir bilgi kaynağının
doğruluğu mutlakiyetine delil değildir. Zira
mutlak olan bilgi onu yaratmış olanın
elindedir. Ondan hariç olanın mutlak bir
bilgiye sahip olmayıp o bilgiye yaklaştıkça
mutlakiyet ölçüsünde insanın ihtiyaçlarını
giderebilir olduğunu, yanlışa yaklaştıkça ve
yanlış muazenesini de içinde barındırdıkça
ifsad olduğunu bilmek gerekiyor şunu asla
unutmayınız önünüzde 100 ton tertemiz süt
olsa ve bu sütün içine bir tek fare düşse bu süt
topyekun temiz midir kirli midir bu süt
topyekun artık çöptür. Hiçbir şekilde
temizleyemezsiniz, yenileyemezsiniz, içilebilir
hale getiremezsiniz. Dolayısıyla bilgi sütün
temizliği ve insan vücuduna olan ihtiyacın
karşılanması üzerine olması yetmiyor.
Fikriyatın onun içine bir fare düşmesine izin
vermemesi gerekiyor. Buna izin vermemesi
için temizlik bilgisinin ne olduğunun da
farkında olmasına ihtiyacımız var. Yani
bugünün bilim dünyası ben bu sütü şimdi
pastörize ederim. Bu pastörizasyondan sonra
bu süt elbette temizlenir artık içebilirsiniz
diyebilir. Ama hakikat o ki bugünkü
pasteurizasyon sistemi farelerde var olan
insanlarda var olan bir takım enzimleri
temizlemeye bunu sütten ayrıştırmaya
yetebilecek bir teknoloji henüz icat edilmiş
değil. Henüz kullanılabilir boyutta kullanılıyor
değil. Belki farklı sektörlerde kimya
sektörlerinde bulunabilir ama bu seferde
sütün ana kimyasal özelliğini bozma ihtimaliniz
yükseliyor olabilir. mutlak doğru olup
olmadığına, doğruya yaklaşıp yaklaşmadığına
kontrol vazifesi ve buradaki netleştirme
gerekliliği bir Müslüman için mecburiyettir. Bu
noktadan sonra fikir o bilgiden hareket edilirse
eğer yanlış ve yanlışa yakın bir bilgiden
hareket ediyorsa ifsat olmuştur. Yani süte
düşen fare gibidir. yani süte düşen fare gibidir.
Düşünce ise bu noktadan sonra kendisinin
ifsad olmasını yetersiz görüp başkalarını bu
düşünceye anlatma mecburiyetini getirir.
Dolayısıyla İslam dünyasında düşünce biçimi
bunu aktarırken insanların yaşam karşılıkları
olarak izah edilir. Felsefede ise bunu
göremezsiniz. Felsefede bir insanın hangi
şartlarda nasıl yaşarsa nereye varabileceğini
anlatabilecek tek bir felsefeci tarih boyunca
gelmedi ve gelmeyecektir. Zira onlar kendi
fikriyatıyla düşüncelerini birbirine karıştırarak
bunu beyanname derdine düşmüşler,
konuşma hastalığına müptela olmuşlar,
kibirleriyle ve nefsani hastalıklarıyla düçar
oldukları bu pisliği ağızlarından fışkırtacak bir
hale gelmişlerdir. gelmişlerdir. Düşünce
dediğimiz şeyin ifsad etmemesi fikrin fare
düşmemiş süt gibi temiz olması gerekliliğini
doğurur. Bu noktadan sonra düşünce insanlara
bir de buraya bakın değil bir de bunu yapın
deme kabiliyetidir. Felsefe gösterir bir de buna
bakın, bir de buna bakın. Hayatınızı
manzaralar önünde aptal gibi geçirin. Hakikat,
içinde olmadığın manzara ekrandan seyrettiğin
filme benzer. Onunla bir zevk alabilirsin.
Onunla heyecanlanabilirsin. Onunla sahte bir
mutluluk yaşayabilirsin. Ama filmin içinde sen
yoksun. Felsefe tarih boyunca filmin içinde sen
yoksun. Felsefe tarih boyunca filmin içinde
olmadı. Bırakınız Sokrates'in, Aristo'nun,
geçmiş bütün felsefecilerin hayatın
merkezinde çok işler yaptığını iddia
etmelerine. Bunların topyekun yalan
olduklarını inşallah yakında çıkacak olan
Seyidimiz'e ait kitapta göreceksiniz. Müslüman
gençleri bu hakikat bilgisinden alıkoyarak
şimdi anlatacağımız düş dünyasının sınırsızlığı
ilkesiyle kirletmeye ahdetmiş olanların derdi
de tam da burasıdır. Bilginin sorgulanabilir,
bilginin mutlakiyetinin mecburiyeti
olmadığının iddia edilebilir olduğunu
savunmaktır. Bu yüzden Müslüman gençlere
vahiyin merkezinde var olan hakikati akli
muazeneden geçirmedikçe mutlakiyet
ölçüsüne bağlı bırakılamayacağını izah
edenler, işte düş dünyasının kirliliklerini ifade
edebilmek için düş diyerek bir şeyleri
toparlamak isterler. Bir şeyleri toparlamak
istemeye gayret ettiklerinde tasavvufu
kendilerine alet ederler. Onları dergahlarda,
şeyhlerin civarlarında, insanların içerisinde
namaz kılarken, kıldırırken, Allah-u Zülcelal ve
Peygamber Aleyhisselatu Vesselam'dan
bahsederken görebilirsiniz. Bu hakikatin
esasına asla ve katiyetle örtmez. Zira düşleri
mutlak bilgiye dayanmamış olan, bu noktada
düşünce ve fikirlerini ifsat hareketine mecbur
olduğunu zanneden fikriyat, düş dünyasının
sınırları olmadığını iddia eden cühela
tayfasıdır. Cehalet bu tarihten itibaren çok
okuyarak gelecek sevgili genç kardeşlerim. Çok
okuyanların çok cahil olduğu bir çağa giriyoruz.
Mesele ne okuduğunuzdur çok okumak değil.
Ne okuyorsun? Okuduğun şeyin mutlak bilgiye
ait özelliği var mı yok mu Eğer yoksa onun
bana 300 sayfada anlattığı her şeyi sonda
söyleyeceğim bir saniye fare zehri hükmünde
sütü allak bullak ediyor hakikat zaten bu
Fransızlar bu işi böyle çözdüler. İngilizler böyle
çözdüler. Ülkemizin sahtekar tasavvufçuları ve
sahtekar tasavvuf yolunda yürüyorum. Kendi
hakikatimi anlatacağım diyenler bu yolu
kendilerine mihank edindiler. Sevgili gençler
kanmayın, kandırılmayın. Mutlak bilgi Kur'an-ı
Azimüşşan'da, mutlak bilgi Sünnetullah'ta,
mutlak bilgi ulemanın sözünde ve dilinde
oradan alamayacağınız bir şey yok. Hele şu
futuhatlara bir bakınız ki bilim, ilim, fizik, fen,
kimya, astroloji hangi konuda ne zaman bir
futuhtağa başvurdunuz da cevapsız
kalabildiniz. Bu hakikat dairesinde bir şeyin de
farkında oluyoruz. Ne zaman bir fıtuhata
başvurdunuz da cevapsız kalabildiniz? Bu
hakikat dairesinde bir şeyin de farkında
oluyoruz. Düş dünyası sınırsız değildir. Madem
ki bir bilgiye muhtaçtır, madem ki bir bilgi var,
öyleyse bu mutlakiyet ölçüsü mutlak bir sınır
kıstası koyacaktır. İnsanın ağrına gidiyor ancak
insan onun düşleri sınırsız olaydı. Allah-u
Zülcelal'i de milyarlarca insan düşleye düşleye
haşa onun şekline şemailine ait bir şeyi aklında
oluşturabilirdi. Meleklerin şeklini şemailine
aklında oluşturabilirdi. Oluşturamadıkları için
Hristiyan felsefesi melekleri dişi yaptı.
Hristiyan felsefesi Hz. İsa'yı Tanrı'nın oğlu
yaptı. Şu feylesoflara bir bakınız ki onlar hiç bu
meseleyi irdelemediler. Güya üstün bir akla
sahip değiller miydi? Öyleyse bu meseleyi
anlatsalardı ya, bu konudaki görüşlerini beyan
etselerdi ya, etmediler, etmeyecekler.
Edemeyecekler. Zira felsefe dediğini sadece
arar. Bugün bazı sahtekarlar İmam-ı Gazali
Hazretleri'nin felsefe yaptığını söylüyorlar.
İmam-ı Gazali Hazretleri bir futuhat alimidir.
Hiç kimse kusura bakmasın. Şu futuha
kendinden önceki futuha ulemasına karşı
yapılan da bu zehir zemberek ağza
alınamayacak sözlere cevap vermeye
mükelleftir. Zira bugün İbn-i Sina'nın veya İbn-i
Arabi Hazretlerinin veya İmam-ı Gazali
Hazretlerinin veya Üstad Sayın Nursi
Hazretlerinin yani İmam-ı Gazali Hazretlerinin
veya Üstad Sayın Nursi Hazretlerinin yani
futuhat hakikatiyle hareket etmiş olan zat-ı
muhteremler kimler varsa hakiki
futuhatlardan bahsediyoruz. Çağ açıp çağ
kapamış futuhatlardan bahsediyoruz. Bu
futuhatlara bugün talebeleri yok diye,
talebeleri eksik diye ağzı alınmayacak sözler
söylüyorlar. İmam-ı Gazali Hazretleri Bir
felsefe adamı değildir Felsefeyi okumuş İslam
düşüncesiyle yerle eksan etmiştir Gazali'yi
cebine Felsefeci diye koymaya çalışanlar İbn-i
Rüşt'e göz kırpanlar Müslüman gençleri
Şeyhsiz bir Tasavvuf hareketiyle bir yere
Götürme gayretindedirler. Unutmayınız,
insanlık ehli beyti seveceği bir döneme
girerken, bugün tasavvuf değerlerinin
dünyanın dört bir tarafında sevginin
merkezinde olduğunun farkına varınca,
yeniden bu yöne doğru bir ehemmiyet
gösterirken, bu ahlaksızlar şimdi kafalarında
oluşturdukları putlara şeyh diyerek,
felsefelerine şeyh diyerek, ona ittiba ederek
hareket peşindedirler. Hayır, canlısı olmadan
olmuyor. Ve insan şu kitapları okuyarak da
adam olmuyor. Artık çok okuyana bir ikinci
gözlükle bakın. Bakın bakalım. Hangi bilgiyi
merkeze almış? Hocası kimmiş? Cevap
verecek. Ben herkese okurum. Ha hocan yok
senin orta malısın demek ki. Öyledir çünkü. Bir
adamın hocası yoksa her gittiği yere takılıyorsa
ona ortanın malı denir. Başka bir şey
diyemeyiz kusura bakmayın. Neden? Çünkü
kendi aklına tasma takmış. Bakın Bâb-ı Âlî
derslerinin hakikati âliye Bâbından anlayan
için böyle söyleyeyim. Şöyle bir söz var. Ey
bütün hayvanatı eğitmek üzere metot
geliştiren aklının tasması kimdedir? Madem ki
bunun bir sınırı var öyleyse eğitilmeye muhtaç.
Sınırı olan şey eğitime muhtaçtır. Niye? Hazreti
Adem Efendimiz'i bile Cenab-ı Hak eğitmedi
mi? Bütün isimleri ben öğrettim Adem'e diyor
Hazreti Allah Azze ve Celle. Elbette ki onun
eğitmesi bir insanın eğitmesi gibi değil. Bir
çabasız bir eğitim o. Ama adı eğitim. Ama adı
öğretmek. Ama adı belletmek. Hücrelerin,
azaların A'dan Z'ye tamamı. Böyle bir eğitim
metodolojisine muhtaç olmuşken Hazreti Ali
Efendimiz'in ifadesiyle Ey bütün hayvanatı
eğitmek üzerine metot geliştiren aklının
tasması kimdedir? Eğitilmesi lazım. Akıl canlılık
itibariyle hayvanidir. Ne zaman ki ruha
müptela olur, ne zaman ki o birisinin elinden
yetişir, o gün o aslan olur, kaplan olur, insan
olur. İnsanı kamil olma yolunda olur. Aksi
sınırsız düşünüyorum abi ben. Biraz ondan
okuyorum biraz ondan. Ya bugün çok da
kıymetli hocalar var. Onların da felsefe
derslerine giriyorum. Ötekisinin bilmem
neresine gidiyorum. Eee oldum ben oldum.
Olmadın sen. Olmadığını koy bir kenara. İfsad
etme. Bozmaya gayret etme. Başkalarının
maşası olmaya çalışma. Efendim hakikati şöyle
ifade etmek lazım. Bu söz çerçevesinde.
Madem ki şu düş dünyasının sınırı yok.
Öyleyse bunun bir tasmayla bir eğitimden
geçmesi lazım. Zira gönül serbesttir işte bu
yüzden aşka meyleder. Ancak akıl hakkı
bilmezse pisliğe meyleder. Allah-u Zülcelal'in
çalıştırılmayan akla pisleteceğine dair ayeti
kerimede aklı pisletili pisliğin yağacağı akıllar
bunlardır. Çünkü köpeği eğitmediysen sen
nereye girip çıkacağını bilmeyen bir halde olur.
Gün olur foseptik çukuruna bakar, gün olur
manzaraya bakar. Manzarada seyrettiğini
kendisi sanar. Hakikati bu ikisi arasında
netleştiriyor İslam düşüncesi. Baba Ali dersleri.
Neden Baba Ali dersleri dediğimizde herkes
anlamıştır artık. Gönül serbesttir. Neden?
Rabbul Aleminin iman hakikati var. İmanı
öğrendiyse o bilgi ona hikmeti hakikatle
verildiyse onda zaten o iman çipi takılı ise
onun bilgi merkezinde Kur'an-ı Azimüşşan
sünneti esasiyye var. Ehli Beyt'in sevgisi var.
Çip takılı. Ama çalışması için ne lazım? Güzel
bir akıl. Ona ne lazım? Hakkı bilir olmak lazım.
Telefonda konuşmasını bilebilir olmak lazım. E
orada ne lazım? Hakkı bilmiyorsa pisliğe me
bilebilir olmak lazım. E orada ne lazım? Hakkı
bilmiyorsa pisliğe meyletmesi lazım. Ve zaten
pisliğe de meylediyorlar. Gönül dünyaları
bomboş. Çok konuşarak, çok okuyarak,
düşleyerek, düşünceyle bir yere varacaklarını
zannediyorlar. Peki bilgide neyi referans
aldınız diye sual ediyorsun. Hocan kimsenin.
Yok abi ben gezerim öyle. Ben geziyorum
hocam öyle. Veya çok kullandıkları üstadım.
Hep birbirlerine öyle ifade ederler ya üstadım.
E ne yapıyorsun sen ben geziyorum abi. Biraz
ona biraz ona. Biraz ondan biraz bundan. E sen
ne yaptın çorba salata hepsi bir araya girdi
farkı biliyor musun hayır ama ne oldu ya valla
çok kitap yazmış büyük adam oldu çok kitap
yazınca olmadı çok yaşayınca oldu bu iş
hakikat seyidimize bakılsa görülür galiba şimdi
bu işin bir de biyolojik tarafı var işin enteresan
tarafı zannetmeyin ki bu anlattıklarımıza da
bazı ahmaklar buna da felsefe derler. Bu bir
bilimdir. Öyle bir bilimdir ki insan bilgiyi elde
ettiğinde önce hücrelerinde glikonlar bunu
depolarlar. Şeker bunun için bir ihtiyaçtır.
Bilginin beyinde nasıl depolandığına ait hem
hafıza hem akıl kurgusunda bu derslerde
anlattık. Merak edenler dönüp onu bir daha
dinlesinler. Eğer buradan bir fikre ihtiyacınız
varsa bu glikonların şeker enjeksiyonu
beynimizde var olan nitrojenle iletişime
geçiyor ve şimşekler çakmaya başlıyor. Daha
önce söylemiştik. Yeryüzündeiyor ve şimşekler
çakmaya başlıyor. Daha önce söylemiştik.
Yeryüzünde en fazla şimşek çakan yerlerden
biri eğer insan dertliyse insanın beyninin içidir.
İç kabuğu. Sürekli şimşekler çakıyor. Mikro
mikro mikro aleminde. Mikronun 3 mikrosu
daha in aşağıya. Nitrojen şimşekleri çakıyor
fikirlerin oluşması için ki glikonun içindeki
bilgiden şimdi düşünce hasta olacak. Nerede?
Homogenitede. Yani beyin sıvısında. Beyin
sınırsında homogenite olmayınca
homogeniteyi oluşturabilecek olan yapı da
temellenmemişse insanda istediğin kadar
nitrojen patlatsın. O da olmuyor. Ta ki düş
noktasına geldiğimizde beynin, beynin
kullandığı ruhani enerji burada karşımıza
çıkıyor işte. Beyin ya nefsin enerjisini ya kendi
enerjisini o şeker deposunda glikonları yahut
ruhun enerjisini kullanır. Bunlar
glikonlarındaki şekeri kullandıkları için şekere
muhtaçtır. Bu felsefeciler. Başka türlü
mümkün değil. Ve hatta hep söylediği şey işte
bu kadar bilgiyi kafam kaldırmadı. E bir
bakıyorsun sana Allah peygamber anlatıyor
ama arka odada şarapçı olmuş. Arka odada
başka şeyler kullanıyor. Eee ne oldu hani
hakikat vardı. Kafam kaldırmadı. Kaldırmaz
tabi. Senin kafandaki hakikat değil ki. Senin
kafandaki, senin kendi hayalin. Kendini
seyrediyor. Cenab-ı Hakk'ı seyrettiğini
zannediyor. Dert başka. Tasa başka. Yapılmak
istenen bu ümmetin gençliğini ifsad etmek.
Yapılmak istenen bu ümmetin gençliğini ifsad
etmek. Yapılmak istenen ey gençler, vahiy-i
ilahi aklınıza uymuyorsa kendi aklınızda
hareket edebilirsiniz demek. Bunun için de
utanmadan Hazreti Piri de ağzını alacak hale
gelmişler. Tasavvuf erbabını da ağzını alacak
hale gelmişler. Ama hakikatten çok uzaklar.
Ben bunu futuatın beyanatıyla söylüyorum. Bu
benim bilgime ait olan bir şey değil. Hakikat
beynin böyle bir inceliği var. Beyin ne yapacak
burada? Ruhani enerjiyi kullanabilir hale
gelecek. Hangi teyakkuzda tasması takıldıysa
kardeş. Tasması olmayan beyin ruhuyla
iletişime geçemez. O yüzden insanoğlu birisine
biat ediyor. Bir mürşidi kamile veya sahabe-i
ikram Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'a
o ne derse öyle yapıyor. Ötekisi ben yaptım
diyor. Nasıl olmuş? Seninkisi biat olmadı ki.
Sen zaten kendine mürşit olmuşsun. Sen zaten
kendi serüvenine çık olmadı ki. Sen zaten
kendine mürşit olmuşsun. Sen zaten kendi
serüvenine çıkmışsın arkadaş. Sen oradan
sonra da diyor ki ben iznimi aldım. Ben yola
çıkarken sen izin almadın ki bunun adı izin
almak değil ki. Yani otobüse bilet almış ben
Ankara'ya gidiyorum haberiniz olsun. Bu haber
vermek bu izin almak değil. Beyin izin almaya
çok zor tasma taktırır kendine. Zordur zor. Çok
zor. Hele bu çağda baya bir zor. Sebep?
Herkesin aklı çok güzel. Herkesin müthiş bir
zekası var. Ümmet-i Muhammed niye bu
halde? İşte diyor ben de onun için yapıyorum
bunu. Daha kendisini yapamamışsan başkasıza
faydan yok. İcazetin yok, selametin yok,
selahiyetin yok, hakikatin yok, hikmetin yok,
fikrin yok, düşüncen yok. Tekrar ediyorsun.
Tekrarını nefsinden ediyorsun. Esası değil
sahtekarlığına bürünmüşsün. Onunla kendini
örtüyorsun. Bırak kendini ört. Başkalarını
örtmeye kalkma bari. Başkalarının hakikatini
örtmeye kalkma. Efendim, bu beynin ruhani
enerjinin oluşabilmesi için, düş dünyasının
sınırlarının farkında olabilmek için muhteşem
bir sözü beyan ettik ya, ey bütün hayvanatı
eğitmek üz üzerine metot geliştiren aklının
tasması kimdedir? Peki bu söz nereden çıktı?
Bu söz Allah-u Zülcelal'in Nebe suresinde
tefsirde tefsir-i ruhi yaparken kella
seya'lemune demiştik hatırlıyor musunuz? Ve
orada harfi ya'da bir ilim var denilmişti. Aklın
düş dünyasındaki sınırları. Düş dünyasındaki
sınırlar. Bu sınırlar zaten şu Nebe suresinin baş
kısmına bakarsanız Allah Azze ve Celle
enteresan bir şekilde zaten böyle başlaması
yani Fütuhat'ın Nebe Suresi ile başlaması
muhteşem bir şey. Niye? Asrın problemi bu
çünkü. Allah Azze ve Celle buyuruyor.
Ellezihüm fihi muhtelifun Onlar ki onlar onda
ayrılığa düşüyorlar. Kellase alemune thümme
kellase alemûn Hayır ileride bilecekler. Hayır
hayır ileride kesin bilecekler diyor Hazreti
Allah. Ama bu bilmek onların anladığı bilmek
değil. Ama öyle bir muhteşem Kur'an-ı
Azimüşşan ki bilmekle ifade ediyor ihtilaflarını.
İhtilaflarının sebebi bu çünkü. bu çünkü. Biat
etmedikleri için düşünerek bu ümmetin
geçtiğini kirletenler ihtilafın dibindeler. Bir de
utanmadan biz ihtilafı ortadan kaldırmamız
lazım demekteler. Ya ahmaklar ya hainler.
İkisinden de uzak dur. Zira onlara ümmeti
Muhammed'den fayda yoktur. Bakın hep Allah
Azze ve Celle'le ne anlattı biliyor musunuz?
Değil mi ki biz yeryüzünü bir döşek yaptık ve
dağları birer kazık ve sizleri çift çift yarattık ve
uykunuzu bir rahat ve dinlenme zamanı yaptık.
Yani Allah Azze ve Celle diyor ki yatağına
gelene kadar gördüğün ne varsa mutlak bilgi
dairesinde ben yarattım. Sen daha önündeki
dağın hikmetinden bir habersin. Yattığın
uykunun özünden bir habersin. Bütün
bunlardan habersesin ama ihtilaftasın çünkü
bilmektesin. Bildiğinin zanlındasın. Zira düş
dünyanın sınırları olmadığının farkında
olduğunu zannediyorsun. Halbuki Cihal
Hazretleri'ye bak ben dağlara sınır koydum.
İnsana sınır koydum. Uyumaya mecbur,
uyanmaya mecbur, tuvalete mecbur, yemeğe
mecbur, nefes almaya mecbur, içmeye
mecbur. İnsanoğlu için bir günde mecbur
olduğu şeyleri sayarsam eğer 135 bin adet
civarındadır. 135 bin adet civarındadır.
İnsanoğlu bir gün içerisinde vücuduyla beraber
toplam yaklaşık 200 bin civarında fiil işler.
Bunun 135, 140 hatta 150 bine kadar hani 135
bin diyelim. 135 bin tanesi mecburdur. Yani
vücudunuzun %70'i aynen su gibi
mecburiyettedir. Sizin tercihinizde değil.
%70'inin mecburiyete bağlandığı bir vücutta
birkaç kilogramlık bir, bir buçuk kilogramlık
küçük bir akılla düş dünyasının sınırsızlığında
bu mümin gençleri zehirlemeye gayret edenler
diyorlar ki mecbur değilsiniz ona buna. Okuyun
ya. Okuyun okuyun. Her ne cihetten alırsanız
alın. İsterseniz vahabiler, isterseniz efendim
bugünkü tasavvufçular, bugünkü felsefeciler,
bugünkü düşünceciler. Soru çok basit. Hocan
kim? Cevap yok mu? Kapatalım konuyu. Veya
hocan kim dendiğinde bir hoca söyler. İzinli
misin kardeş? Değilsin. E kapatalım bu konuyu.
Çünkü sen süte fareyi çoktan karıştırmışsın.
Senin sütte bozukluk var. İçilmez. İfsad olmuş.
Rabbim ifsad ettirmesin. Rabbim bunlara
imkan tanımasın. Rabbim bunların elde ettiği
maddi manevi imkanları, maddi imkanları,
manevi imkanları zaten yok da maddi
imkanları yerli yeksan eylesin. Zira hakikaten
zor bir dönemdeyiz kıymetli kardeşler.
Hakikaten sıkıntılı bir dönemeçteyiz. Bu
sıkıntılı dönemeçte problem. Ahmak tayfası
diyor ki Müslüman alimlerin arasında ittifak
yok. Beyefendi sahtekarlık yapıyorsunuz.
Bütün İslam alemi ittifak halinde. Sizin gibi
hainlerden kurtulmaya çalışıyoruz. Sizin gibi
felsefecillerden kurtulmaya çalışıyoruz Sizin
gibi felsefecilerden Kurtulmaya çalışıyoruz Ve
hakikat çok da önemli Değilsiniz bizim için
Gençlerimizin ateist deist agnostik Olup da
İslam dininden Kopup gitmemeleri için
dünyanın Dört bir tarafında bu mücadelede Bu
mücahede de Seyidim gibi binlerce alim var
Elhamdülillah. Farklı konularda, farklı dallarda,
yeryüzünde 124 bin evliya var. Bir eksiksiz
görevinin başında. İhtilaf eden sensin. İhtilafa
düşen sensin. Ama haysiyetsizce bir metot
lazım filan demektesin. Rabbim bu gibi
ahmaklara karşı, hainlere karşı bizleri korusun.
Efendim, hayrların fethi, şerlerin defri,
ümmetin muhammedinin sağlık, sıhhat ve
afiyeti için başta seyidimizden Cenab-ı Hak
binlerce kez razı olsun. Şu futaata hakkıyla
yaşayıp, hakkıyla yayabilenlerden olmayı
Rabbim nasip müyesser eylesin. Ya Rabbi
aklımızı gönlümüze gönlümüzü sevdiklerinden
birinin gönlüne bağla. Orada sen anıldıkça
seninle beraber adı anılanlardan olmayı nasip
eyle bizlere. Hayırlı bir talebelik nasip eyle
bizlere. Yola çıkan engel olmak isteyen
kendince bir şeyler yapmaya gayret edenler
her birisi bugüne kadar yenildiler gene
yenilecekler Ya Rabbi onları yenilmeden önce
akıllarına başlarına devşir devşirmiyorsa yerle
yeksaneyle hayırlılarla fethi şenliğinde
fümmeti muameleli sağlık saati afiyeti için
Allah rızası için efendim El Fatiha
Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem, Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve
cehu, Meded ya Kapsa azam abdukadir e
ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed rohi,
Eudübillahimineşşeytanirracim,
Bismillahirrahmanirrahim. Efendim Cenab-ı
Hakk'ın izni inayetiyle Baba Ali derslerindeyiz
yine beraberce. Rabbim bir arada seyidimizin
huzurunda yeniden bu dersleri ikra etmeyi
nasip eylesin. Seyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısında bilgiyle yaşamaktan bahsedeceğiz
bugün. Bilginin kendisi insana bir yüktür ama
bu yükü nasıl taşıyabilir? Yahut o yük hangi
mahiyette gerçek bir yük olur da hangi
mahiyette nefse emmarenin getirisi olan bir
yüktür? Nebe suresinin başlangıcından
itibaren birkaç ayete kadar ilerleyen
süreçlerde hep bilgiyle alakalı olan mefhumlar
َ َٓ ََٓ َ َ َ ُ َ َ
var. Neden? Ayet-i kerime ‫ان الون يتسٓا ام‬
َٓ ََٓ َ ْ
‫ الع ۪زيم النبٓي‬Nebe kelimesindeki haber
beyanatıyla devam ettiği için. ayeti kerime
amme yetesaelun anin nebe-il azim nebe
kelimesindeki haber beyanatıyla devam ettiği
için haber insana ulaştığında içinde bilgiyi
taşıyandır bilgi bazen yalandır bazen gerçektir
bazen iftiradır veyahut bazen bir dedikodunun
nüvesidir yeni bir dedikoduya başlamanın bir
başka problemi inkişaf ettirmenin niyetinde
olandır. İnkişaf her zaman olumlu manada
olmaz. İnsanoğlu elde etmiş olduğu bilgiyi,
duymuş olduğu bilgiyi bir yerden sonra
taşıyamayacak hale gelir. Öyleyse insan için
bilgiyle nasıl yaşayacağını öğrenmesi gerektiği
bir sürece ihtiyacımız var. Bir şeyi bildik,
öğrendik, haberdar olduk. Ve hatta zaman
zaman yeni nesil gençler özellikle internet
ortamında olmasa da bunu hep ben
söylüyorum özellikle Google'ın Türkçe
versiyonuna bakarsanız bilgi sıfırdır.
Kütüphanelerdeki kitapların arasındaki hakikat
erbabının beyanatları arasında bilgiyle
karşılaştırıldığında gerçekten sıfırın altında bir
bilgiyle muhatap olduğumuzu söylememiz
lazım. kopi edilenler ortadan kaldırılıp
gerçekleştirilme ve realizasyon mekanizmasına
tabi olsalar, hakikaten bizim hayatımıza
kattıkları bir değerin neredeyse sıfıra yakın
olduğunu göreceksiniz. Ama bunun yanında
kütüphaneleri giden, bilgiye aç olan, bilgiyi
elde etmeye çalışan bu bilgiyle kendisini
yoğuracağını zanneden bir kitle var ki,
kendisini yoğuracağını zanneden bir kitle var ki
bu yoğurulabilme aşaması, bu değişim aşaması
için bilginin özü mahiyetini daha önceki
derslerde beyan ettik. Peki bilgiyi elde ettikten
sonra bir adam nasıl yaşar? Yaşamak için
ihtiyacı olan bilgi elde edildikten sonra insan
için bir yürüyüş başlar. İnsanoğluysa
yürümeden oturduğu yerde sadece bir
mekanda kalarak o mekanın kendisine ait ve
kendisine has olan bütün mecburiyetlerini
kendi üzerine hissederek o mekanda bir şeyleri
elde etmenin hazdını yaşarken kaybettiği bir
başka değer var bizler onu unutuyoruz. Bilerek
yaşamak diyenler yaşamak bilgisini ellerinin
tersi ile ittiler. Bilgiyle yaşamak için önce
yaşamanın bilgisini elde etmiş olmanız lazım.
Yaşamın bilgisi fiile geçmiş bilgidir. İslam bu
noktada yoğunluğunu omuzlarına koymuş
insanoğlunun o yükle artık yürüyemeyeceğini
de bizlere göstermektedir. Şu anda insanoğlu
bilgiye koşmuyor yahut bilgi sahibi olarak
koşmuyor. Elde ettiği bilgi kırıntılarını
birleştirmekte zorlanırken en nihayetinde
tümünü sadeleştirmeye ve en basit anlayış
kabiliyetine ulaştırıp bu basitlikle hareket
etmeyi kendisine terkin ediyor. Diyor ki en
sonunda okuyor, okuyor, okuyor artık bu
bilgiler bana fazla geldi. Bunları bir araya
getirip, bir özet oluşturup, bir netliğe
kavuşturup, bu netlikle hayatıma bir yön
vermem lazım. Tabi bu noktada o kadar farklı
cihetten, o kadar farklı bilgiyi elde etmiş
oluyor ki, bunları artık bir araya getirip, özetini
çıkarmaya niyet ettiğinde dahi, hakikaten o
niyetini gerçekleştirebilmesi oldukça zor bir
hale geliyor. O yüzden insanoğluna İslam dini
dinler yaşamayı bilginin önüne koymuşlardır.
Bilgiyi yaşamın gerekliliğinde bir itici güç
olarak varlığını ifade etmişlerdir. Bu yüzden
yürüyen adamın arkasından destekleyen bilgi,
onu sürekli olarak daha ileriye taşıyabilecek
mahiyettedir. Buna rağmen bilgiye doğru
koşması gerektiğini söyleyen bilim,
insanoğluna her seferinde sadece cehaletini
öğretmekle cehaletini öğretmiş olmuyor.
Cehaletini öğretmekle cehaletini öğretmiş
olmuyor. İnsanoğlu zaten ne öğrenirse
öğrensin bilgisi eksik olandır. Ama bilim
dünyası tavşanın önüne havuç koyma
pazarlama teorisini bilgi aşamasında da insana
koyarak insanı sürekli olarak koşamayacağı bir
halde bırakıp en sonunda bir yerde durmasını
sağlıyor. koşamayacağı bir halde bırakıp en
sonunda bir yerde durmasını sağlıyor. Aslında
bugünün bilimsel yaklaşım tezleri insan onunla
hareketten çok durağan bir yapıya
kavuşmasına mecbur ediyor. Halbuki İslam
dini insana önce yaşamayı ve yaşadığı fiilin
içindeyken, eksiği yediği görüp, şimdi bu eksiği
kapatmam dediğinde, lazım dediğinde, o
bilgiye ulaşma gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu
noktada, malumat furuş denilen her şeyden
haberdar olabilme ve her şeyle ilişkili bilgi
sahibi olma çabası, bilgiyle yaşama noktasında
insanın hem tecrübeden hem de hakikatten
uzaklaşmasına vesile oluyor. İnsanoğlu daha
fazla okuyacağım derken, okuduğu her şeyi
mimarsız ve hedefsiz bir süreçten geçirerek
kala kaldığı yerde durmaya devam ediyor.
Örnek vermek gerekirse, bugünün bütün bilim
dünyası ekseriyetle bizlere kendi ilmi idalları
ve alanlarında elde ettikleri keşiflerden
bahsederler. Bu keşiflerde ulaştıkları son
bilgiyi bize aktarırlar. Ancak bize şimdi ne
yapmamız lazım? Bu bilgiyle nasıl yaşayacağız?
Bundan bahsetmezler. Ve hatta bu noktada
bizlere o bilgiyi elde etmiş olmanın hazzını
tadarken onlar o hazzı bizimle paylaşırlar. O
bilginin bizim işlerimize nasıl yarayabileceğini
yoğurmazlar ve bizim önümüze koymazlar.
bileceğini yoğurmazlar ve bizim önümüze
koymazlar. Dolayısıyla bilim şu anda
insanoğluna sürekli olay bilmeyi öğretirken
ilim yani bilimden üstün olan hakikat üzeri
örtülü bir halde sürekli yürümemizi gerektiren
bir sürecin içerisinde bizi beklemektedir.
Yürümekten vazgeçilmiş, yürümekten de
vazgeçmiş insanoğlu bu noktaya nasıl geldi
diye sual etsek el cevap bilginin kendisinin
insanı yormasından kaynaklanır. Bazıları
diyebilirler ki ülkemizdeki insanlar çok mu bilgi
sahibi o yüzden mi oturup kaldılar? Onlara da
diyoruz ki elde etmiş oldukları bilgilerle amel
etmeyen zaten oturup kalmaya mecburdur. Bu
birinci kısım. Sadece bilgiyi elde edip onu
yükleye yükleye yükleye yükleye yerinden
kalkamayacak hale gelen yine oturup
kalmıştır. Yani şu ikisini netleştirmek
gerekiyor. Hiçbir bilgiye sahip olmama
uğrunda, hiçbir şey okumayan, hiçbir hakikat
peşinde koşmayan, kahvehane köşesinde ülke
kurtardığını iddia eden insan tiplemesi ne ise,
her önüne geleni okuyan, kendi ilmi ve
metodolojisi içerisinde ihtiyacı onlardan
habersiz, her türlü bilgiden haberdar olma
çabasıyla bir şeyler yapan, yaptığı şeylerin de
hem nefsinde hem ömründe ona nasıl bir
karşılık getirmesi gerektiğini hiç düşünmeyen
insanoğlu aşağı yukarı aynı biçimde, aynı
minvalde ve aynı yön üzerine kendisini
yönlendirmektedir. İnsanoğlu için bu yönler
nasıl olur da böyle olur sözü yine nefse
emmalinin getirisi olarak insana ağır gelebilir.
Ama işin hakikati budur. Zira bugün bizler
bilim dünyasındaki insanların da artık
birbirlerini tekrar eder mahiyette aynı
yöntemlerle hareket ettiklerini görüyoruz.
Aslında bulunmuş olan şeyin üzerine sadece
yenilerinin değil sadece geliştirmelerinin
eklenerek yeni imkanları kavuşturma sürecidir.
Dolayısıyla elimizdeki malzeme aslında
başında bulunmuş olan şeyden uzak değil. Yani
insanoğlu son 100 yılda çipi buldu örnek ama
bu çipin geliştirme süreci hala devam ediyor ve
aslında onun üzerine bilgisayar dünyasında
yeni konulmuş bir şey değil. İnsanlar
uygulamalar yapıyor, bu çiplerin hızlarına
ihtiyaç duyuluyor, daha hızlı çipler üretiliyor,
daha hızlı hard diskler üretiliyor, daha kaliteli
ekran kartları üretiliyor ama ekranlarımız hala
aynı ekran. Son 40-50 yıldır biz aynı ekran
tipini kullanıyoruz. Ekranlarımız inceliyor,
hafifliyor vs. vs. Ama biz hala ekranı
kullanıyoruz. bir yılın içerisinde tarihi
değiştirebilecek onlarca yeniliğe İslam
dünyasındaki bilim adamlarının, ilim
adamlarının imza attıklarını göreceksiniz.
araştırmalarının, orada elde edilmiş olan
bulguların ve yeniliklerin, yasaların, imkanların
ve formüllerin önüne koyduğu yeni bir süreci
göreceksiniz. O tarihlerde yaşayan
insanoğlunun mücadelesi yaşayabilmek içindi.
Yaşayabilmek, konforun dışındaki bir merkeze
taşınmıştı. Bugün ise konforlu bir yaşam
uğrunda geliştirilen bilimsel gelişme, bilimsel
bir gelişme olay sadece iddiasında kalıyor.
Hakikat insanı konforunu geliştirmeye
yönlendirirken insanı gerçek bir bilgiyle
yaşamaktan da uzaklaştırıyor. Bugünün insanı
bilmeme gerek yok zaten bir yerlerde
yazıyordur diyor ancak yazdığı şeyi
okuduğunda da buradan nasıl bir yöne doğru
hareket etmesini ifade etmiyor size bunu biraz
daha mantıksal ve biraz daha anlaşılabilir
düzeye getirmek için bu teorinin arkasından
pratiği şöyle ifade edebilirim diyelim ki hiç
yemek yapmayı bilmeyen bir insanın günün
birinde eline bir kitap ulaşıyor. Bu kitapta
unun nasıl yapıldığı, şekerin nasıl yapıldığı,
tuzun nasıl elde edildiği, yağın kaç çeşit
olduğu, bu çeşitlerinin özelliklerinin neler
olduğu, bitkisel, hayvansal, şöyledir, böyledir
bütün bunları yazan 1000 sayfa, 2000 sayfalık
bir kitapçık düşünelim. Bu kitabı insan
okudunca en başta ne diyor? Müthiş bir bilgi
ya ben şimdi unun nasıl üretildiğini öğrendim.
Glüten ne demektir bunu öğrendim. Şeker ne
demektir bunu öğrendim. Bütün bunların
yanında efendim bunlar hangi ülkeden
geliyor? Menşeleri nelermiş? Bunların
birbirleriyle olan ilişkileri nelermiş? Bunları da
öğrendim. Güzel. E şimdi bütün bu ilişkileri yan
yana koyduğunuz zaman soru şu. Akşam oldu.
Saat 8. Karnımız acıktı. Yemek yememiz lazım.
Yemek yapabilecek kimse var mı ortada? Yok.
Bütün gıdaları tanıyor musun? Evet. Peki bu
gıdalardan ne yapacağımızı biliyor muyuz?
Hayır. İşte bilgiyle yaşamak dediğimiz bu. Eğer
o kişi akşamleyin iki yumurtayla kırdığında
hangi yağı kullanarak ne kadar süreyle neyi
pişirmesi gerektiğini ve pişirdiği şeyi hangi
sıcaklığa ulaştıktan sonra ocaktan çekip
insanların nasıl servis etmesi gerektiğini,
ekmeği nereden alacağını bilseydi eğer karnı
doyacaktı. Ertesi gün her gün yumurta
yenmez. İnsan sağlığı için her gün aynı şeyi
yemek ve sürekli aynı şey üzerinde yemek
yemek doğru değildir. Çeşit eklemek lazım
duydun ki sebze yemekleri yapan insanlar
varmış dediğinde sebze yemeği yapma
durumuna geçecek. yapmayı öğrendikten
sonra et yemekleri sebze yemekleri efendim
salata yapması vesaire diyecek ki dünyanın
herhangi bir ülkesinde benim ülkeme gelme
ihtimali olmayan bir sebze yahut meyveden
haberdar olmanın bir anlamı var mı? Yok. Peki
ben bu aşçılığımı yaparken doğal normal
yenilebilir yenildiğinde insana zarar vermeyen
bir yemek çeşidini ürettiğimde ailem ve
kendime faydayı sağlamış olur muyum? Evet.
Peki ahçılık da yapmayacaksam, hele ki ahçı
bile olsam işin bu mahiyetine de ihtiyacım yok.
Bu bilgiye ihtiyacım var mı? Hayır yok. O
zaman benim hangi bilgiye de ihtiyacım
olduğunu öğrendiğim süreç o sürecin içindeki
fiiliyatı gerçekleştirirken mümkün. Yani
insanoğlunun dinin ameli tarafını işledikten
sonra ameliye kısmındaki fonksiyonları
fraksiyonları bitirince devam ettirince buradan
hasreten kendisi için ihtiyaç ondan şeyi arayışa
geçmesi ona neyi araması gerektiğini söyleyen
bir zat ile mümkündür. Dolayısıyla birinci
adam bilgisi ile aç kalmıştır. Normal yumurta
kıran adama göre daha fazla bilgisi vardır ama
aç kalmıştır. Çünkü eldeki bilgiden ne
yapacağımı bana anlatamıyorsunuz. İkinci
adamsa eldeki bilgisiyle bir şey yapmıştır.
Yaptığı şeyi yenileme uğrunda yola çıkarken
artık neyi araması gerektiğini de bilmektedir.
Bu yüzden bunu hep söylüyoruz. İslam
dünyasında Müslümanların temel problemi az
okumak değil, neyi okuması gerektiğini
bilmemektir. Önümüze geçen bütün tarih
kitaplarını okuyalım. Bütün tasavvuf erbabını
ezbere bilelim. Yani Hz. Peygamber
aleyhissalatü vesselam'dan geldik seyidimize
kadar. Bütün evliya Allah'ı yaşayanlarıyla ve
vefat etmiş ahirete intikal etmiş olanlarıyla
Allah onlardan hepsinden razı olsun
şefaatlerine nail eylesin öğrendik. Ama
hayatımızda bu bizi evliya mı etti? Ya bu bizi
Allah'ın rızasını kazanmaya mı götürdü? Hayır.
Peki bu Allah'ın rızasını kazanmış olanlar
müthiş bir bilgi sayesinde mi buraya ulaştılar?
Yoksa müthiş bir ameliye, müthiş bir hizmet,
müthiş bir dava, müthiş bir cihad uğrunda
gayret sarf ederken Allah-u Zülcelal'in onlara
sizlere bir de bunlar lazımdır deyip verdikleri
bilgiye mi ulaştılar? İkincisi hakikat olandır.
Birincisi malumat fıruştur. Öyle bir malumat ki
seni aç bırakan bir malumat. Öyle bir malumat
ki senin ruhunu aç bırakan bir malumat. Öyle
bir malumat ki nefsini berbat eden bir
malumat. Şimdi çıkıyor adam. Felsefe dersi
veriyor. Veya fikriyat sunacağım diyor. Başla
diyorsun. Gazali'yi anlatıyor, İbn-i Rüşt'ü
anlatıyor, karşılaştırıyor, kıyaslıyor, anlatıyor,
derinlere gidiyor. Saatlerce anlatıyor bunu.
Peki, kardeş genç adam ne yapsın? Yok diyor,
ben sadece olayı yorumladım. Kardeş genç
adam ne yapsın? Yok diyor ben sadece olayı
yorumladım. Bu neye benzedi? Futbol
yorumcusunu dinleyerek futbol oynadığını
zanneden adama geldi. Şimdi maçı
seyretmemiş. Maçta oynamamış. Akşamında
bazı hasta adam, hasta tipler var ya. Gerçekten
psikolojik bir rahatsızlık türü bence hakikatte
bu. Yani oynamadığı ve seyretmediği maçın
yorumunu seyrediyorsun, dinliyorsun. Zevkli
oluyor diyorsun. Arkadaşlar hakikatte şu bir
gerçektir kıymetli kardeşlerim. Sonucu sizin
hayatınızda bir şeyi değiştirmeyen her türlü
bilgi sizi yaşamaya yaşadıklarınızla bir şeyi
yaşatmaya sizi götürmeyen her türlü bilgi, sizi
yaşamaya yaşadıklarınızla bir şeyi yaşatmaya
sizi götürmeyen her türlü bilgi mefruşattır.
Hani bazen hanımefendiler bu da bulunsun
diye mutfağa alırlar alırlar alırlar alırlar e bunu
ne yapacağız? Hiç bizim böyle bir şeye
ihtiyacımız var mıydı? E bulunsun dedik. E
bulundu da işe yaradı mı? Hayır. Öyleyse bir
şeyin işe yarayabilir olması için insanoğlunun
bilerek yaşaması gerekiyor. Bilerek yaşaması
gerekmiyor pardon. Yaşayarak bilmesi
gerekiyor. Yaşamın bilgisinin ellerinin tersiyle
itmiş olanlarsa bugün bilerek yaşadıklarını
iddia ediyorlar. Hakikat biliyorlar ama çare
yok. Çareyi ifadelendirmiyorlar. Kendilerini de
çareyi ifadelendirmekle yükümlü de
tutmuyorlar. Zevkli bir felsefe, dedikodu,
hikaye, nümayiş. Baştan sona boş. İçinde
aksiyonu olmayan, benim ne yapacağımı
söylemeyen, şu seyidime ait olan derslerin
tamamında, bütün futuatlarda, futuatla
beraber yapılmış her işte. İşi anlatır, anlatır,
anlatır. Şimdi size ne yapacağınızı söyler. Şimdi
bu illetse illetinden nasıl kurtulacağını söyler.
İlacını söyler. İlacını söylemeyen bilgi
sahtekardır. Sahtedir. O yüzden insan onun bu
hakikate erebilmesi için bu mücadeleyi
vermesi gerekiyor. Aksi bir tutum ve davranış
ne yazık ki bizi asla ve katiyetle doğruya
götürmüyor. Peki bu hakikat bize nereden
ulaşıyor dersek eğer, hatırlayacak olursanız
Nebe suresinin 5. ayet-i kerimesinde Allah-u
ُ َ َ ُ ََْ َ
Zülcelal şöyle buyuruyordu. ‫سيعلمون كَل ثم‬
Hayır, hayır. İleri de kesin bilecekler. Çünkü bir
gün gelecek o gelecek önlerine serilecek o
önlerine serildiğinde ise bakacaklar ve
diyecekler ki hayır bildiğimiz gibi değilmiş.
Bütün ehli küfari öyle demeyecek mi sonunda?
Biz Hz. İsa'yı Allah Azze ve Celle'nin oğlu
biliyorduk haşa öyle değilmiş. Ama bilgiydi bu.
Bilgi olduğunu söylediler. Yaşamla kıyas
etmeyince bilgi zannedersiniz. Yaşayarak kıyas
ederseniz yani yaşayarak kıyas dediğimiz bir
ilim değil de yaşayarak bunu görseydiniz eğer
diyecektiniz ki ha bu bu değilmiş ya. Bu da bu
değilmiş. Bu da bu değilmiş. O zaman hakikat
neymiş deyip bir ehli imanın kapısını çalmaya
mecbur kalırsınız. Dolayısıyla insanoğlu için bu
hakikati geleceğe bırakmamak adına Cenab-ı
Hak madem ki ileride bilecekler seyâlemûne
buyuruyor. Öyleyse işi ileriye bırakmamak
gerekiyor. İşi bugün gerçekleştirmek için ne
yapmak gerekiyor? Yaşamak. Yaşarken eksiğini
tamamlarlar. Yaşamıyorsan fazladan aklına,
fazladan gönlüne, fazladan önüne, fazladan
içine koyduğun her şey yarınlar için seni
yaşamaktan alıkoyacak muhteşem
berbatlıktaki bir ilimdir. Niye muhteşem
dedik? Zira insan ilmi her seferinde muhteşem
zanneder. Hakikat muhteşem olan Allah-u
Zülcelal'dir. Onun ihtişamı Kur'an-ı Azimüşşan
ve Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselamın
hayatındadır. Bu insanların hayatları ve şu
Kur'an-ı Kerim bize geçmişi anlatır,
geleceğimize tasvir eder ve ne yapmamız
gerektiğini söyler. Bir tezin içinde siz ne
yapacağını söylemiyorsanız hakikati
kaybedersiniz. Hakikate ermek için bunlara
mecburuz. Efendim Cenab-ı Hak seyyidimizden
binlerce kez razı olsun. Bazı derslerimiz daha
uzun, bazı derslerimiz böyle olmak üzere.
İnşallah Baba Ali derslerini her hafta perşembe
günü devam ettiriyoruz. Her gün yine size
tefsiri ulaştırmaya, Siyer-i Nebi'yi ulaştırmaya
gayret ediyoruz. Ve Allah nasip ederse kitap
kitap geliyor. Şimdi Siyer-i Nebi'nin birinci cildi
için bizler konuştuklarımızı geliyor. Şimdi
siyerin ebinin birinci cildi için bizler
konuştuklarımızı yeniden editör
kardeşlerimizle elden geçirip son haline getirip
birinci cilde ulaştırmaya çalışıyoruz sizlere.
Esmaül Hüseyin 8. Cilt ve İsyan dergisi inşallah
yakında elinize ulaşıyor olacak. Onun
hazırlıkları bitti. Yani yazım falan değil de
meselesi bitiyor. İnşallah onlar da en uza
ulaşacak. Rabbim izin verirse her ay dört
kitapla en azından sizlere ulaşmak Ümmet-i
Muhammed'e ulaşmak derdindeyiz. Dertlilerle
beraber yaşayarak bilme derdindeyiz.
Yaşayabilmek için seyidimizle beraberiz.
Cenab-ı Hak seyidimizden ayırmasın. Cenab-ı
Hak onun ilimini ve derecelerini âli eylesin.
Kendisine ve ailesine hayırlı, uzun ve bereketli
bir ömürler nasip eylesin. Efendim hayırların
fethi, şerlerin defi, ümmeti Muhammed'in
sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için El
Fatiha.
Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem, Meded ya Hazreti Ali kerramallah ve
cehu, Meded ya Gafsazam abduh Kadir e
ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed ruhi,
Eûzu billâhimineşşeytanirracîm,
Bismillahirrahmanirrahîm. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısındayız yine Baba Ali derslerinde.
Seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız
yine Baba Ali derslerinde. Nebe suresini takip
ediyoruz. Tefsir-i ruhiyede her bir ayet-i
kerimenin her bir kelimesinde o mihen
kalınmış kelimesindeki harfin usulünce.
Efendim Nebe suresi 6. ayet-i kerimede Allah-u
Zülcelal şöyle buyuruyordu. Geldiğimiz nokta
itibariyle. Estaizübillah elem nec'alil evza
mihade biz değil mi ki biz yeryüzünü bir döşek
yaptık Allah-u Zülcelal'in bu ayeti kelimesinde
ikinci beyanı anlattığımızda mihade kelimesini
merkeze almıştık döşek anlamına geliyordu
harfi hu'da bir ilim vardı ki hikmetin arz
olunduğu yerdi. Herkesin aradığı, herkesin
talep ettiği, hayatımızın içerisinde çok önemli
olarak kabul edilmiş, bütün felsefecilerin sahte
bir düzlemde aradığı, bütün düşünce
insanlarının aslında erişilmesi gereken nokta,
bilginin zirvesi olarak gördükleri bir alan. Peki
hakikaten böyle mi? Önce oraya kısaca
bakalım. Hikmetin ne olduğu dersimizin
konusu değil. Hikmetin arz edildiği yerden
bahsediyor olacağız ama hikmet için
başlangıçta şunu beyan etmek lazım. Buna ait
olan hikmet külliyatımızda apayrı derslerimiz
vardı hatırlayacak olursanız. Hikmet bilginin
zirvesi değil sadece bilginin oluşabilmesi için
gerekli olan bir nüve hükmünde. beyanatı
kapısının o şehirden girebilmek için Hz. Ali
Efendimiz'e muhtaciyetimizin açık bir şekilde
emri ve ifadesi hikmetin seçilmiş olan bir
insanla hasıl olduğunu ortaya koyuyor. Zaman
zaman bilgi dünyasından yola çıkan bir kitlenin
bir anlayışın tarih boyunca hikmet arayışında
okuyarak çalışarak belli şeyleri yaparak ardı
sıra bunu elde edebileceği düşüncesi her
zaman vardır. Ancak bu tıpkı siyah veya
kahverengi gözlü bir adamın annesine dönüp
ben niye mavi gözlü olmadım ki demesine
benzer. Yahut 1.65 boylarında bir insanın ben
niye 1.85 boyunda ve basketbolcu olarak
yaratılmadım ki, basketbolcu kabiliyetine göre
yaratılmadım ki demesine benzer. Hikmetin
arz edildiği yer işte bu manada insanoğlunun
kavraması gereken bir sahadır ama bu kavra
izlemini için önce bir kabul gerekiyor. O kabul
bu insanların seçilmiş oldukları üzerinedir.
Nasıl seçildiler ve neden onlar seçildiler bu
konuya kısaca değineceğiz. Ama hikmetin arz
edildiği yerin merkez alarak dersimizi beyan
etmeye gayret edeceğiz. En başta arzdan biraz
bahsetmek lazımdır ki arz dediğimiz yer bu
dünya değil sadece. Arz bütün muhteviyatın
üzerinde varlığını güdebilme imkanının
oluştuğu zemindir. En kaba tabirli. Yani bugün
sizin odanızın tabanı bir arzdır. Atomun
elektronlarının dönüş seviyesini
gerçekleştirebilmeleri için çekirdeğin o
zeminde oluşmuş olduğu çekme ve itme gücü
o elektron için bir arzdır. O çekirdeğin diğer
çekirdeklerle bir araya gelip bir molekül
oluşturmasının ardından milyonlar ve
milyarlarcasının bir araya gelip bir başka şeye
hizmet etmeye başladıkları andan itibaren o
anın kendisi arzı olan muhtaciyettir. Arz
zamanın içerisinde herhangi bir nokta olarak
ifade edilebilir nokta kadardır. Ama zaman
bütün o noktaların bileşkesinin yaşanabildiği
bir alandır. Dünya işte bu noktada arz
dediğimiz her şeyin varlık gösterebildiği bütün
sahanın temeli olarak ele alınırsa eğer dünya
arzın en dip noktasıdır desek yeridir. Zira bu
dünya nefse emarenin istek ve taleplerine
göre yaratılmıştır. ve gördüğünüzde aman
Allah'ım bundan daha güzel bir yer görmedim,
beni büyüledi dediğiniz her ne yer varsa,
buralar tamamen nefse emareye göre dizayn
edilmiştir. Dünyadaki güzellikleri kanıp da
hakikati kaybedenler, işte bu noktada işin
hikmet erbabına mecbur edilirler. İşte hikmet
tam da bu anda bu dipte var olan insanın
hakkın nefesine muhatap olduğu bir andır. Bu
arzın içerisinde yaşarken Kur'an-ı Azimüşşan
Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın
sünneti seniyyesi bizlere sürekli olarak buranın
ne bedbaht bir yer olduğunu açıkça beyan
eder. Bir diğer taraftan Hz. Peygamber
aleyhissalatü vesselam, bu şehrin kapısının Hz.
Ali Efendimiz'deki beyanatını ifadesi, hayat
boyunca yaşayacak olan ehli İslam'ın her
zaman bir hikmete muhtaç olduğunu ortaya
koyar. Tarih boyunca bütün peygamberlerden
sonra olduğu gibi, bütün dinlerin muharef bir
şekilde bozulmuşluğunu görüyoruz açıkça
ortamızda ama insanoğlu bu açıkça ortada
olan şeye karşı bugün bir Müslüman olarak
İslam dininin müntesibi olarak sanki bir dinin
bozulma imkanının olmadığı düşüncesine
kapılı verebiliyor. Çünkü bizler şöyle bir
avantaja sahibiz tabiri caizse diğer ümmetlere
göre. Bizden evvelkilerin dinlerinin muharref
bozulmaları Allah-u Zülcelal'in izniyle hasıl
oldu. Allah izin verdi nefisler o kitaplardaki
şeriatı önce sünneti sonra şeriatı bozarak
nihayetinde ellerindeki kitaplarının ayetlerini
de değiştiriverdiler. Ve bugün ulaştıkları yerde
o muharf dinin müntesibi olarak yaşıyorlar.
Eksikleri, hataları ne yazık ki bu dünyada onları
hakiki bir imandan alıkoyuyor. Bedbaht bir
sona doğru onları sürükleyiveriyor. İnsansa
Müslüman olduğu andan itibaren Allah-u
Zülcelal'in bu kuşatmışlık ilkesi, bu açık
beyanatı, Müslümanlara ve İslam'a karşı
verdiği değerin hakikatince onun değişmezlik
ilkesine tutunarak bir mutluluk ve aynı
zamanda bir rahatlık yaşıyor. Evet, İslam dini
asla ve katiyede değiştirilemeyecek, Kur'an-ı
Azimüşşan'ı kimse tahrif edemeyecek, sünnet-i
seniyenin her zaman koruyucuları ve
mihmandarları olacak ve bunun içinde mutlak
surette hikmetin arz edildiği bir yer olacak. O
yer ki Baba Ali olacak ki Baba Ali dersleri işte
bu manada o hikmetin yavaş yavaş insanlara
aktarıldığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor.
insanlara aktarıldığı bir alan olarak karşımıza
çıkıyor. Hikmet işte tam da bu anda ve her
zamanda Allah Resulü'nün beyanatıyla
aleyhissalatü vesselam her devirde insanların
ihtiyacı olandır. Çünkü insan dipteyken
değişmezlik ilkesiyle sanki kendisinin de
değişmeyeceğini zannediyor. Şehadeti ifade
ettikten sonra namazınıını kıldıktan sonra,
inandım dedikten sonra, sanki ölene kadar
böyle devam edecekmiş garantisi altındaymış
gibi hissediyor kendini. Kur'an-ı Azimüşşan'a
verilmiş olan bu büyük hikmet, doğal olarak
insan hayatında da bir Müslümanın hayat
biçiminde yer edinebiliyor. Dolayısıyla
Müslümanlar belki de tarafsız bir şekilde
baktıkları bu hakikatin içine kendini dahil
ederek kendilerinin de bu bozulmazlık ilkesi
tarafından korunduğunu düşünüyor olabilirler.
Ama asla ve kadiyette bizler son nefese kadar
iman ve son nefeste iman ile göçeceğimizin
garantisine sahip değiliz ki bütün büyük ulema
hayatları boyunca hüsn-ü hatime talep
etmişler Cenab-ı Hak'tan. Son nefeste yaklaşan
ve kendi ağzındaki kötülüğüyle insanları
kötülüğe davet etmek üzere görevlendirilmiş
şeytanın illetine kapılıp gitmekten korkmuşlar.
Bu yüzden insana hüsn-ü hatime sözü bir dua
olup ağızlara pelesenk olmuş. İnsanoğlu işte
bu noktadan kurtulabilmesi için hikmet
erbabına muhtaç en başta. Bundan
kurtulduktan sonra Cenab-ı Hakk'ın niyazıyla
kendisine verilmiş olan nefai ilahiyenin
kendisinde meydana getirmiş etkiyi çok net
anlayabilmesi için yine Rabbül Aleminin
hikmetine mecbur. Eğer öyle olmasaydı Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu
hikmet bendedir, ben bunun şehriyim
bakarsınız anlarsınız derdi. Öyle demedi Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Hz. Ali Efendimizin bu şehrin kapısı olduğunu
beyan etti. Ali Efendimizin bu şehrin kapısı
olduğunu beyan etti. Madem ki bir kapı vardır
o zaman o kapıda duracak olan bekçi yaşayan,
duran ve kendisinden sonralığı bir şeylere
aktarandır. Dolayısıyla tarih boyunca hikmet
Baba Ali'de de görüldüğü üzere her zaman için
bu pak olan nesilden aktarılmıştır. Yaşayan bir
canlının varlığı, hikmetin arz edildiği bir yerin
mecburiyetini doğurur ki, her kim hangi tarihte
yine bu hikmeti beyan etse, yine Hz. Ali
Efendimiz'den medet isteyecektir. Zira hikmet
dediğimiz ana unsur, bir doğuş için lazımdır.
İnsanoğlu bir kez doğmaz bu hayatta. Her
hatasını öğrenip her tövbe ettiğinde Rabbül
Aleminin ona verdiği her yeni günde yeniden
doğduğunu düşünmelidir bir Müslüman. Bu
yüzden, işte tam da bu yüzden her kişiye
verilecek olan değildir. Zira doğumu
gerçekleştirecek olan tıpkı dersin başında
beyan ettiğimiz gibi neden bunun mavi gözü
var demek gibi bir durum hasıl olur. Neden bu
doktor olmuş ki demezsiniz bir hastaneye
gittiğinizde ya da bu çocuğu niye bu doktor
doğuruyor ki demezsiniz. Ve eğer daha
önceden bir doktorunuz yoksa kapıdan
girdiğinizde o büyük sıkıntıdan sizi kurtaracak
her kim olsa ve her kim size gel ben sana
yardımcı olurum hanımına eşine doğumuna
yardımcı olurum diyen bir ebe bir doktor sizin
için o anda erbabı hikmettir tabiri caizse. Sizi o
zorluktan çıkartandır. Siz o anda sen de kimsin
bir başkası yok mu seçim yapmak isterim
demezsiniz. Çünkü zordasınız. Çünkü bir
doğum gerçekleşmesi lazım ve bu doğum
içinde eşinize birisinin yardım etmesi
gerekiyor. Yardım etmese de doğar diyenlere
deriz ki evet böyleleri var ama o doğumu
gerçekleştirenler de daha önce annelerinden
ya da kendi akranlarından bu doğum esasında
ne yapılması gerektiğini yine öğrenmiş olanlar
ve bu eğitimin tamamı mutlak surette yine o
en baştaki doktora bağlı. şehirdeki bir insanı
öğretmiştir. O da konu komşu eş dost
akrabasına bunu aktarmıştır. Dolayısıyla
doğumu tek başına yapacak olan bir insan bile
düşünsek tek başına yaparken kendisinden
evvelki bilgiyle hareket etmektedir. Eğer
bilgisizce yola çıksa kendisine fazladan bir
zarar evladına gereksiz bir zulüm çektirebilir.
Nihayetinde bunun farkında da olmayabilir. bir
zulüm çektirebilir. Nihayetinde bunun farkında
da olmayabilir. Zira hikmet dediğimiz farkında
olabilen insanın gerçek ve has bir talebe olarak
adlandırıldığı yerdir. İşte bu yüzdendir ki
herkesin nasıl doktor olması mümkün değil ve
nasıl beklenmiyorsa ve iş dara düştüğünde
nasıl ki bir doktora mecbursak hikmet
erbabının her zaman yaşayan arzın en dip
noktası olan dünyada arz edildiği bir varlık
olarak karşımızda durması beklenir. Aksi bir
durumda bizler her sıkıntılı anımızı Kur'an-ı
Azimüşşan ve sünnet-i Sini'nin esasından
anlayacak olsak o anlamda da biz ya fukaha ya
da ulemadan olmuş oluruz. Bunun mümkün
olmadığı yerde hikmet işte o karanlık gecenin
sabahlarında o doğumu sağlayan ana
doktordur. Sadece seçilenlerin kendisiyle
beraber yürüyecek olanlara sunulmuş nimetler
topluluğudur hikmet. Bu yüzden arz edilen her
kimse seçilmiştir. Seçilmiş olma kelimesi belki
bugün insanlar için çok acımasız gibi geliyor
olabilir. Neden ben değil, ben okuyuncu olmaz
mı yani gibi söylemleri de olabilir. Veyahut
dervişlik yolunun sonunda insanoğlunun her
zaman bir hikmet arayışı da olabilir. Ama
hikmet her dönemde belli başlığı nadir
insanlara takdir edilir. Mesele hikmetten
haberdar olmak ya da hikmet sahibi olmak
değildir çünkü. Hikmetin arz edildiği yere
hizmet edip, hikmetin size getirmiş olduğu
hakikatle o doğumu yaşayabilmektir. getirmiş
olduğu hakikatle o doğumu yaşayabilmektir.
Zira siz bir daha çocuğunuz doğana kadar
tekrardan o hastaneye özellikle kadın
hastalıkları için bir daha büyük ihtimalle
uğramayacaksınız. Eşinizin hamileliği ya da
onun kadınsı özellikleriyle ilgili olan bir
rahatsızlığa mecbur olduğunuzda yeniden
çalacaksınız o kapıyı. İnsanoğlu zaten böyle.
Rahatsızlıkları dünya derdiyle dertlendiğinde
önem taşıyor. O güne kadar insanoğlu kendi
hayatında yaşamış olduğu hiçbir şeyi eksiklik
olarak görmüyor. İşte bu yüzden bol keseden
sallayarak hikmetin her okuyana hasıl
olabileceği zannına kapılıyor. Veya bir ayet-i
kerimenin içerisindeki bir değeri
yakalayabileceği kabiliyeti kendinde
görebiliyor. Halbuki bu bir kabiliyet değil. Bu
bir seçilmişlik. İşte bu yüzden insanoğlunun
hikmet arayışı anlamsız. Anlamlı olan hikmet
erbabını arayışıdır. Hikmet erbabını
bulduğunda o erbabına hizmetle mükellefiyeti,
onun talebeliğini ve ihtiyacı olan şeyin
doğumunu sağlar. İnsanoğlunun doğumunu
beklediği şey ise kendi nefse emmaresini altüst
edecek bir değerle ölçülmelidir. Zaten erbab-ı
hikmet bu manada nefse emmare
mücadelesini en üst seviyede vermişlerdir ki o
seçilmişlik olma hükmünü taşıyabilir olsunlar.
Bu seçimci işleyi bir peygamberlikle asla ve
katiyetle bağdaştıramazsınız. Bu seçilmişlik
sadece bir şeyhlik ya da mertebe ile de izah
edilmez. Zira bu kavramlar içerisinde bir
insanın hikmetinin taşıyıcılığı da söz konusu
olabilir, bir hikmetin pınar sahibi olmayı da
taşıyabilir. Ama hepsinin birleştiği yer yine Hz.
Ali Efendimiz'dir. Yani konunun dönüp dolaşıp
ehlibeyte gelmesinden başka bir çare
olmadığını da görüyoruz. Ehlibeyt haricinde
hikmetin hasıl olduğu insanların da ehlibeytin
elinden bir dua ile Rabbin seçilmişleri arasına
katıldığını görüyoruz. Hikmetin arz olunduğu
yer arza ait değildir. İşte bu yüzden arzda elde
edilebilecek imkanlarla ölçülemez ve arzın
koşulları altında aranamaz. Ve arzın koşulları
altında aranamaz. Bugün uzaydan bir gökta taş
daha düşüverebiliyor. Daha önceki bütün
bildiklerinizi altüst edebiliyor. Bildiklerinizi
altüst eden şeyleri yan yana dizmeye kalksanız
uzay boşluğundaki göktaşların sayısını kimse
gerçek manasıyla tahmin edemiyor ama tam
da gözümüzün önünde adediyle beraber
duyuyor. Ama insanoğlu bu arz koşullarında
hikmeti arayarak arzın koşulları altında o
hikmetin erbabından olabileceğini zannediyor.
Hikmet tatlı bir söz söyleme sanatı değildir.
Hikmet tatlı bir söz söyleme sanatı değildir.
Zaman zaman hikmette evliyalar
ansiklopedilerinde evliya tezkirelerinde müthiş
hikmetli sözlere denk gelirsiniz. Ama dikkat
ediniz bu bir olayın içinde söylenmiş olan
gayet doğal bir şekilde ağızdan çıkmış olandır.
Ege felsefecilerinin ya da bugün sözüm ona
Müslüman felsefecilerin sahtekarlığı altında
köşe hızında oturup ben şimdi bir fikir
üreteceğim, bir felsefe ortaya koyacağım, yeni
bir söz söylemem lazım dememişlerdir.
Yaşarken, toprağa çapalarken, arabasına
binmiş bir yere doğru giderken, tam da bir
olayın içerisinde Müslümanlar sıkışmışken,
herkes derdin içindeyken, onların derdini
çözmek üzerineyken söyledikleri sözler o
insanlar için bir ilaç hükmündedir. İlaç o
hastalığı gören tabibin elinden çıkabilir. Tabibe
gelmiş olan hastanın kendi ilacını belirliyor
olmasına hikmet denilebilir mi? hastanın kendi
ilacını belirliyor olmasına hikmet denilebilir
mi? Diyelim ki eczaneye gittiniz. Birkaç tane
ilaç yazmış doktorunuz. Aldığınız evinize
gitmeden evvel eczacıya ya sen buna benzer
birkaç ilaç daha versene bakayım dediniz.
Evinize geldiniz. Bir başka çeşitlendirme
yapınca doktordan daha iyi bir ilaç ve daha iyi
bir sonuç elde edebildiğinizi gördünüz. Bu sizin
hikmet erbabı olduğunuzu asla ve katiyette
göstermez. Büyük ihtimalle bir başka yerinize
daha büyük bir zarar veriyorsunuzdur da, kısmi
geçirgenlik ilkesiyle aniden acılarınızın
dinmesine hikmet diyor olabilirsiniz. Kaldı ki
aldığınız ilaçları eczaneden aldınız, bir başkası
üretti onları. ki aldığınız ilaçları eczaneden
aldınız. Bir başkası üretti onları. Hikmet
erbabından aldınız tabiri caizse anlaşılsın diye
ifade etmek gerekirse. Yine doktora muhtaç
olmadığınızı söyleseniz de bir doktorun
araştırma mahiyetiyle ortaya koymuş olduğu
bir başka ilacı hikmet olarak alıp kendinizce bir
karma yaptınız ama birkaç ay sonra
vücudunuzun bir başka yerinde çıkan arızayı
belki şu anda görmüyorsunuz. Zaten hikmeti
arzın koşullarında arayan insanların ortak
özelliği de bu değil mi? Her birisi doğruyu
buldum buluyorum kimsenin görmediği
alandan gördüm zannederken nice çamları
devirdiklerinin farkındalar mı acaba? Zira şunu
asla ve katiyetle unutmayın. zannederken nice
çamları devirdiklerinin farkındalar mı acaba?
Zira şunu asla ve katiyetle unutmayın.
Erbabına talebe olmayan, talebeliğinin
koşullarını yerine getirmeyen hiç kimse o
hikmete tabi olmuyor. Tabi olmuş gibi yapıyor.
Zaten bütün dervişlerden de hikmet erbabı
olması beklenmiyor. Hikmet sadece bir zaman
diliminde belli bir insan topluluğuna birkaç
insana veriliyor. Çünkü doğum için ihtiyaç olan
bir kişi o memlekette doğacak olan yüz
binlerce insanın doğumuna hizmet edebiliyor.
doğumuna hizmet edebiliyor. Çalıştığı
hastanenin başhekimi olursa bu hikmet
erbabı, yüzlerce ebeye, yüzlerce kadın doğum
doktorunu yetiştirerek onlara o bölgedeki
ihtiyaca binaen bir doğumda yeni bir tekniği
ifade edip belki o bölgedeki çocuk ölümlerine
ortaya koyabilecek olan pek çok şeye engel
olabilecek ilacı söyleyebiliyor. Ömrü Allah-u
Zülcelal veriyor. Erbab-ı hikmet onu ağzından
dökünce Rabbül Alemin insanların ömürlerini
uzatıyor. Bu hakikat dairesini anlamayanlarsa
alt katlarda bekçilik yaparken hastane çatısı
altında bulunmanın gereği olarak sanki o
hikmeti kendi bulabilecekmiş gibi hareket
ediyor. Zaten en büyük sıkıntı da buradan
doğuyor. Elbette burada anlaşılması gereken
son kelamlardan birisi şu. Muhatabı kalbi
selimden mutmain olmaya geçmiş olanlar
içindir hikmet. Şimdi geldik bir de hikmeti nasıl
anlayabiliriz? Şimdi geldik bir de hikmeti nasıl
anlayabiliriz? Buraya kadar hikmetin arz
edildiği yerin seçilmiş insanlar olduğunu açıkça
beyan ettik. Anlayana, anlamayanlar için, bir
daha bir söz daha koyanlar için dersin bundan
sonraki kısmının pek bir ehemmiyeti yok.
Çünkü bundan sonraki kısım buraya kadarki
olan kısmı kabul etmiş olanlar içindir.
Hikmetin arz edildiği bir yer var. O Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz'den Hazreti Ali Efendimiz'e
geçmiştir. Hazreti Ali Efendimiz'den sonra
onların medet yolu üzerindeki erbaba aittir
diyenler işte bu saatten sonra şunu düşünmek
zorundalar. Biz bu hikmetten neyi nasıl
çıkartırız? Zaten insanoğlunun temel problemi
budur. Hikmetin kendisine aramak yerine erba
ve hikmeti bulup onu anlamaya çalışmayı bir
kenara koymak. Bilgi madem onda da var
bende niye olmasın kardeşim? Bende çalışır
tespih çeker yaparım demek var, işte işin tuhaf
tarafı buradan başlıyor. Yani insanoğlu
ihtiyacını bina etmek üzere gittiği eczaneye ne
var canım bunu ben de yaparım demesine
benze diyor. Hani yollarda görmüş olduğunuz
bir pantolonun fiyatı yüksek gelince eşiniz
bunu sana ben dikerim diyor ya, aynı şeyi
doktorluk muazenesinde de yapabileceğimizi
zannediyoruz. Hadi onu yaptık diyelim. Nefayı
ilahiyenin muhatabiyetine mazhar olunmuş
hakikat dairesinde böyle mesleklerle
ölçümleme imkanımız var mı? Yoksa eğer
hikmetin arz edildiği yere tabiyet gerekiyor.
İşte o tabiat kalbi selimden mutmain olmaya
geçiş yapanlar için geçerlidir. Ve hikmeti bu
alanda anlamanın süreci bu yüzden insanla
insana da farklıdır. Her hikmetin insanda açmış
olduğu kapı pencere onun nefsinin geçmiş
olduğu silsilelerle alakalı. Elbette hep
söylüyoruz nefsin yedi tane mertebesi var da
bunlar bir merdiven gibi üst üste çıkılmıyorlar.
Bunlar nefsin her dem etrafımızı kuşatmış
olmasının bir gereği. Her birisinin içerisinde bir
illet var. Zaman zaman içerisinde illetler
özelliğini değiştiriyor. Nefse emmaredeki bir
adamdan bahsetmeye kalkarsanız zaten o
hikmeti dahi bilmiyor. Erbab-ı hikmet ona
komik sözler söyleyen garip bir adam olarak
geliyor. Toplumun içerisinde sivrilmeye
çalışıyor, reklam yapmaya çalışıyor, önder
olmaya çalışıyor, önde olmaya çalışıyor
denilerek erbab-ı hikmeti yerin altına sokmak
istiyor çünkü kendisi o alanda yaşıyor.
Kendisine bir çöplük biçmiş olan adamın
temizde tiksinmesi gayet doğaldır. Nefsi
emmareden bir başka veçiyle nefsi levvame
tarafında ikilemler arasında kalmış olan bir
insandan bahsedersek eğer o her seferinde en
tehlikeli bir biçimde karşısındakini
reddetmeyerek bir tartıya koymaya kalkıyor.
İşte işin en komik acıklı tarafı bu. Hikmet
erbabının söylediği sözü değil de hikmet
erbabının kendisini bir başka şeyle kıyas
etmeye kalkmak. Bir futuatı bir başka futuatla
kıyas etmeye kalkmak. Bu kıyası yapabilecek
olan bir insan var mı bu dünyada? Var.
Ahmaklar var. Var. Hainler var. Var.
Münafıklar var. Ama ehli İslam'ın içerisinde
derviş bir adam için bu sözden bahsetmek
mümkün değil. Çünkü onlar hikmet erbabının
söylediği söz onu hangi ikilemde bırakıyorsa
içinde şüpheyi barındıran unsurdan kendini
kurtarma peşine düşüyor. Biliyor ki şüphe
düşmüş olan bir çorbada gerçek manada bir
lezzet beklenemez. Lezzet olabilmesi için
şüphelerden arınması lazım. Şüphelerden
arınması içinse aklı buna yetmez. Mecbur
kalacak bir mücadele hasıl olacak. Bir
mücadele olacak ki bu nefisle olacak. Erbabı
hikmetle değil. Her bir sözünü kulağına küpe
etmek değil. Kalbinin kapısını asacak.
Anahtarını da sahibine teslim edecek, tabir
caizse o kapıdan içeriye şeyhinden başkası
giremeyecek. İnsanın bunu kabul etme süreci
çok zor, dışında kaldığındaysa içini böyle
telakki etmiş olanları aptal olarak
görmesinden daha doğal olduğunu
beklenemez. Sonuçta filmi seyretmeyenin filmi
beğenmemesinden daha normal bir şey
beklenemez. Normaldir çünkü nefsi levvame,
nefsi emmare, nefsin bu alt kademeleri doğal
olarak bir çocukluk ilkesidir. Çocuk gibidir. Hep
mutlu olmak, sadece kendisisini mutlu
olunduğu alanda yaşamak onu seven onu
okşayan onun başını seven insan tipini arar
beğenmeyince değiştireceğini zanneder
Halbuki değişmesi gereken kişi kendisidir nefse
emare dedik levame dedik. Bir mülhimesi var,
ilhamın hasıl olduğu alan. Bir başka tehlikeli
süreçtir bu. Hikmetin aktığı pınardan hasıl olan
nur ile kalbe gelen çeşitli ilhamları galiba bizde
de var bir şeyler deme süreci. Bizde var olan
bir sürecin daha çocuk yaşta olduğunu kimse
fark etmiyor galiba. Bizde var olan bir sürecin
daha çocuk yaşta olduğunu kimse fark etmiyor
galiba. Hz. İsmail Efendimizin şeytana attığı
taşla onu kör edercesine vurabilmesi bir
hikmettir. Çocuk yaşta bu hareket olmayan
adamdan büyüdüğünde de farklı bir şey
beklenmez. Bu Müslüman ya da derviş ya da
evliya olmayacağı anlamına gelmez yanlış
anlamayın. Konumuz hikmet. Erbab-ı hikmet
çocukken de hikmet erbabıdır. Sözü eksiktir,
kelimeleri düşüktür. Ama fiiliyle seyredilse
dışarıdan onun bütün hayat hikayesinde
hikmet hep merkezdedir ve o merkeze gittikçe
yaklaşan bir büyümenin seyrindedir. Yani
büyüyerek merkeze yakittikçe yaklaşan bir
büyümenin seyrindedir. Yani büyüyerek
merkeze yaklaşılmaz. Sizi o merkeze doğru
yöneltmiş olan Cenab-ı Hak, Cenab-ı
Peygamber, Hz. Ali Efendimiz, Hz. Pir
Abdülkadir Ceylani, zaten o çizilmiş yol
üzerinde onların yoldaşlarıdır. Dolayısıyla
adam olacak çocuk, çocuk yaştan belli olur
sözü, burada bir kez daha kendini
gösterir.anoğlu için acınacak tarafta bir başka
açıdan değerlendirdiğinde burada çıkar Ve ne
yazık ki dervişanın pek çoğu bu mülhime
basamaklarına gelindiği anda Şeyhini bir başka
şeyle kıyaslama sürecine götürür Hikmet onun
başına bela olur. O belayı kendinden bilmez de
kendi kendi etini yiyerek doyduğunu zannetme
sürecidir bu. Hah geldik nefsi mutmainliğe. O
mutmainli olmuş adamın sadece Cenab-ı
Hakk'ın sözüne karşı mutmain olma süreci
değildir. O çevresindekilerden sıyrılarak kendi
önünde ona hoca olarak takdir edilmiş olan
adamla kalbi tatmin olmuş adamdır. Kalbini bu
tatmin iklimine bırakmış olana artık şeyhinin
söylediği hikmet eğer şeyhi hikmet elbabıysa
çünkü bir şeyhin hikmet erbabı olma
yükümlülüğü yoktur, onu baştan söyledik, bir
başka hikmeti beyan ederek şeyhliğini devam
ettiriyor olabilir. Ama hikmet erbabı bir şeyhin
ya da büyük bir alimin sözünden o hikmeti
alabilmekse ancak mutmain olmuş bir kalpten
sonra başlar. Bundan önce söylenmiş bütün
sözler istediği kadar güzel olsun hezeyanın
olumlu ya da olumsuz taraflarından bir
yanaşmadır. Bizler o tatmin olan kalbe
ulaşabilmek için önce önümüzdeki zat ile
tatmin olmaya mecburuz. Yani şuna benzer
efendim. İnsan yemek yediği bir restoranda
yediği yemek de tatmin olmamışsa ve o yediği
yemeği istediği kadar en güzel yapmış olan
ahçıyın yemeğiyle tatmin olmamışsa ahçıyla
karşı karşıya geldiğinde ondan bir şey
öğrenemez. Ona çırak olamaz. Onunla aynı
mutfağa gelip aynı mücadelenin içinde yar
alarak o mutfaktan çıkacak olan şeylere dahil
olamaz. Bugün dervişhanın kaybettiği yer
burası. Dervişhan yediği yemeğe bakıyor.
Hakikat o yemek onun için bir ihtiyaç, onun
farkında olabilmek için hikmetin arz edildiği
yerin arzda seçilmiş bir varlık olarak insan
arzında Allah-u Zülcelal hikmetiyle yarattığı
hikmetle karşılıklı bir parıldama noktası
olduğunu bilmek gerekiyor. O yüzden güneş
niye güneş diye sormaya gerek yok. Mesele
güneşe bakıp ısınacak mısın yoksa güneşten
kaçıp üşüyecek misin? Olayın farklılığı bu. Bu
farklılığı ortaya koymamak için güneşi güneş,
ayı ay bilmek kendi içimizdeki o garabetten
sıyrılmadıkça mümkün değil. Bizleri başta
seyidimize, o hikmet erbabına ve sonrasında
tarih boyunca Hazreti Ali Efendimiz'e kadar
gelmiş o bütün büyük hikmet erbabına hayırlı
talebe olmayı nasip eylesin. O talebeyi
olabilmek işin başladığı yer. O başlangıcı
erdirsin Rabbim bizleri, o başlangıç içinde
haşre eylesin bizi, sevdikikleriyle Sevdiklerinin
sevgisiyle Adamı ilesin bizi Efendim Cenab-ı
Hak Seyyidimize O kendisine takdir edilmiş
Hikmet-i Aliye'nin Baba Ali kapısından sızan şu
Fütuhatla akıp gelen şu Koca deniz erbabıyla
Beraber olmanın Güzelliğini onun Şükrünü eda
edebilmeyi nasip eylesin. Seyyidimize hayırlı
ömürler nasip eylesin. Bizi onun fikirleri, onun
ilminden en az biriyle amel edebilmeyi nasip
müessir eylesin. Allah nasip ederse haftaya salı
günü bilim derslerinde tekrar buluşuyor
olacağız Allah nasip ederse. Ve yine Rabbim
nasip ederse tefsire kaldığımız yerden devam
etmeye çalışıyoruz efendim hayırların fethi
şerlerin defi ümmeti Muhammed'in sağlık
sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için El Fatiha
2. Hanperveri Hz. Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına, ailene, ashabına, ehli beytine
ruhlarına, Hz. Ebu Bakr'ın, Oman'a ve Osman'a
ve Aliye Efendimizin ruhlarına, Şühedayi Bedir,
Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın
ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un
ruhlarına, Hz. Amine Validemiz, Hz. Abdullah
Efendimiz, Hz. Hatice Validemizin ruhlarına,
gelmiş geçmiş mümin müminat, müslüm
müslümatın ruhlarına, ve kafi ehli ervahının
ruhlarına, El Fatiha. Hz. Ali Kerim Allah ve
Cevahir Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma
Hanım'ız, Hz. Hasan, Hz. Hüvhe Efendimizin
ruhlarına, Hz. Fatıma Hanım'ız Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş
seyyid ve seyyidilerin ruhlarına, 12 imamın
ruhlarına ve kafeli İslam ervahının ruhlarına El
Fatiha. Pirimiz Gavsa Azam, Abdülkadir el-
Ceylani Hazretleri'nin ruhlarına, Sadat-ı
Kadiriyye'den ve Sadat-ı Muhammediye'den,
gelmiş geçmiş mürşid mürşiden, mürid
müridanın ruhlarına, ve kafeli iman-ı vahdın
ruhlarına, El Ftiha. Seyyidimiz, Mürşidimiz,
Peygamber Efendimiz'in ince tanesi Seyyid
Muhammed Ruhi el-Kadiri Hazretleri'nin
ruhlarına, ailesinden ahirete intikal etmiş
olanların ruhlarına, müritlerinden ahirete
intikal etmiş olanların ruhlarına, Şüheday
Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliya-i İslam'ın
ruhlarına Cabir bin Abdullah Hazretlerinin
ruhlarına Eyyuben En Salih Hazretlerinin
ruhlarına Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza
Efendimizin ruhlarına ve Kâfeyli İman
Ervanının ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem, Meded ya Hazreti Ali kerimallah ve
cehu, Meded ya Gavsazam abduh Kadir el-
Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed rohi,
Eûzu billahi minne şeytani r-racim,
Bismillahirrahmanirrahim. Efendim Cenab-ı
Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram
edilmiş futuhat kapısında Allah nasip etti yine
beraberce bir Baba Ali dersinde hakikati beyan
etmeye gayret ediyoruz. Hz. Ali Efendimizin
kapısından çıkmış şu hikmetlerin her birisinde,
o hikmetler dairesinde yaşayan insanoğlunun
onunla beraber hakikati, hiki en güzelleri
güzellik içerisinde telakki edilebilecek bütün
değerleri anlayabilmek kavrayabilmek bununla
beraber ikram-ı ilahiye muhatap olabilmek bu
muhatabiyetle Rabbimizin sevdiği kullar
arasında olabilmek Rabbimizden dileğimizdir
bunları anlayabilmek için bizlere takdir edilmiş
emanetlerin farkında olmak gerekiyor.
Rabbimin ikramıyla bizlere ulaştırılmış olan
ilmin ve o ilmi taşıyıcı olan göğüslerin ve o
güzelliklere dahil olanların hikmetleriyle en
azından birisiyle amel edebilir olmak, o ameli
hayatın ortasına tam da göbeğine
yerleştirebilir olmak gerekiyor. Hakikat,
insanda var olan şu emanet, Rabbül Aleminin
Hz. Adem Efendimiz'e takdir ettiği nefhay-i
ilahi ile hasıl oldu. Nefhay-i ilahi emaneti ilahi
oldu, taşınıyor gönülden gönüle hakikatiyle bir
bütün oldu. Nefai ilahi emaneti ilahi oldu.
Taşınıyor gönülden gönüle hakikatiyle bir
bütün oldu. İnsanoğluna takdir edilmiş bu
hakikat gönülden gönüle taşındığı tarih
boyunca ifade edilmiştir. Ancak insanların yeri
nerededir? Doğrusu nedir? Aslı nedir? diye
sualleri var. Dersler bu manada hem bu
sualleri giderdiği gibi hem de bunları anlayıp
bunun içindeki değerlerle yaşayabilme
imkanını bizlere nasip ediyor. Rabbim
içindekilerle nasiplenmeyi nasip eylesin.
Neden bahsedilir şu gönül hakikatinden?
Nereye denk gelir şu gönül? Önce onun
farkında olmak lazım. Zira bir nefhi ilahi
üflenmiş hakikatte, dilde değmiş, dille
söyleniyor tevhidi ilahi, bu ilahi hakikati
söyleyen insanoğlunun vücudunda farklılaşan
bir yer var. Biz ona gönül diyoruz. Vücudunda
farklılaşan bir yer var. Biz ona gönül diyoruz.
Gönülden gönüle aktarılan hakikatle hikmet
diyarının erbabı vardır. Erbabın nasihati
gönülde bir genişlik yapmazsa, bir ferahlık
yapmazsa, amele dönüşmüyorsa ona hakiki bir
hikmet ulaşmamış demektir diyoruz. Öyleyse
öncelikle şu gönlü bir anlamak lazım.
Anladıktan sonra da bizlere ikram edilmiş
emanetin tatlılığına ve güzelliğine erebilmek
lazım. Bunu Rabbimizden istiyor olmak lazım.
Efendim gönül üç vücut yapısının aynı anda bir
araya geldiği noktada. Hz. Peygamber
aleyhissalatu vesselamın miraca çıkarılmadan
evvel kalbine bir operasyon yapılmıştı
hatırlarsanız. Siyer-i Nebi'de Rabbim nasip
eder her gün dinlerseniz o gün geldiğinde
detaylarıyla beyan ediyor olacağız. Kalpte öyle
bir nokta var ki, Akçay'ere gidecek olan temiz
kanın akışının tam o noktasında aynı zamanda
akciğerin hemen iç bölgesinde aslında kalbimiz
biliyorsunuz akciğerle iç içe diyebiliriz. Onunla
komşu temiz olan kanı gönderdiği noktada
aklın kalbi yönettiği kalbin de akla hakikati
söylediği bir nokta var ki bu noktada nefes,
akıl ve kalp bir terazide bir arada durduklarını
söyleyebiliriz. Hani elinize almış olduğunuz bir
eski tartıcılar eski tartılar vardı. Öyle insanlar
elinde tuttukları bir tartı vardı. Kefenin bir
tarafına ağırlıkları, bir tarafına meyve sebze
neyse onu koyarlardı. O koymuş oldukları
tablanın da üç tane zinciri olurdu. Üç zincirle
ayakta dururdu. Sonra yukarıdan adam eliyle
tutar. Ne tarafa ağır geliyorsa oraya
eklemelerini yapar. Tartısını tamamlardı.
Tartıda eksiklik yapmayın derdi Allah-u
Zülcelal. Nefes, akıl ve kalp de terazinin bir
kefesinde. Diğerinde ise karşılıkta hasıl olacak
emanetin şekli beyan edilmekte. Öyleyse
terazinin bir kefesindeki usulü iyi anlamak
lazım. terazinin bir kefesindeki usulü iyi
anlamak lazım. Terazinin bir kefesinde her bir
zincirde nefes, akıl ve kalp var. Bunlar bir
araya geldikleri anda gönül hasıl oluyor. Gönle
ise en yakın noktada sinir sistemimizde
aksonla dentritler arasındaki boşluklar burada
sanki düğün olmuşçasına immün sisteminden
ayrı bir organımız da var aslında burada ama
henüz keşfedilmiş bir organımız değil hani
dedik ya keşfedilmeyen çok şey var Rabbim
seyyidimizden nasip eyledi ondan talebe
olmayı nasip eylesin öğreniyoruz yavaş yavaş
öğrenmeye çalışıyoruz anlamak çok zor Tam
da bu noktada bu organımızda nefse
emmarenin debdebesi var Terazinin iki
kefesine ne koyacaksanız onu bozmak üzere
hazır ve nazır olan Onlara en yakın ve teyakkuz
halinde Sürekli nefes, akıl veya kalpten bir
tanesini aşağıya çekerek veya o zinciri kırarak
hakikati bozmak istemezler. Hoş, onun bu
isteği karşısında, ehli imanda hem nefes var,
hem kalp var, hem akıl var. Ne zaman ki bu
zincirlerden biri kopsa, ya ömür biter ya iman
gider ya da insan imansız bir hayatın içinde
koşar bir oraya bir araya çarpa çarpa çarptığını
bilmeden yürür gider. Bu üç unsurun bir çizgi
üzerinde gelmesi, aynı yüksekliğe sahip olması,
içine konulacak şeyin dökülmeyecek şekilde
dengede tutabilir olması iman hakikatidir.
Zincirin her bir halkasını güçlendiren ve
kuvvetlendiren bu gönülde nefesin, aklın ve
kalbin akıl, nur ve tem ile, hakikat üzere
imanın vesikasıdır. İman sahiplerinin gönülleri
bu yüzden dingin, kalpleri selim, akılları bu
hakikate tabi olmak üzere, selameti ve
dirayetiyle ehli beyan olur. Sözü de, fiili de,
hayatı da, hayata bakış açısı da tek bir çizgide
gayet anlamlı ve gayet net olur. İçinde inişler
ve çıkışlara yer verilmez. Bugün genç
kardeşlerimiz dünya hayatında inişli çıkışlı
günler yaşadıklarını söylüyorlar. Çünkü
teraziye gelmesi gereken nefis, nefes, akıl ve
kalpleri nefislerinin baskısı altında dengesiz bir
şekilde. Bazen nefes ağır basıyor, bazen akıl,
bazen kalp. Hele ki nefse emarenin baskısı
altındayken özelliklerini de yitiriyorlar.
Dolayısıyla hakikat peydahı olmuyor. Nefes
nedir diye sual edenler olacaktır elbet. Aklı
biliyoruz az çok öğrendik derslerimizde. Kalbi
de tahmin edebiliyoruz da bu nefes alıp
verdiğimiz nefes midir diye sorsanız evet
efendim alıp verdiğimiz nefestir. Zira bizim alıp
verdiğimiz nefesimizin kalitesi, o nefesin alınıp
verilebilmesi, o nefes alınırken insanın hali en
az akıl ve kalp kadar mühimdir. Bugün
dünyanın dört bir tarafında nefesin en az vücut
sağlığı kadar önemli olduğunu bilenler, nefes
alıp vermeyle terapi uyguluyorlar. İnsanları bir
araya topluyorlar. Farklı nefes teknikleri diye
tabir ettikleri usullerle insanları
rahatlatacaklarını, daha dingin olabileceklerini
sağlayacaklarını artık ispat etmiş durumdalar.
Dünya çapında kabul görmüş bir çalışma
biçimi. etmiş durumdalar, dünya çapında
kabul görmüş bir çalışma biçimi. İnsanoğlu işte
bu noktada, hem aklını hem kalbini nefesiyle
beraber ayakta tutabiliyorsa insan ayaktadır
deniyor. Hoş, nefes alışverişinde yapılan
amelin ehemmiyeti bu terapiyi yapılanlar
tarafından henüz fark edilmiş değil. Bir nefes
düşün ki yalan söylüyor. Bir nefes düşün ki
dedikodu yapıyor. Bir nefes düşün ki ifsad
ediyor, mühsil ediyor. Boşa konuşuyor, çarçur
ediyor. Adediyle verilmiş bu emanet bizlere
nefes gibi, o zaman insan bunu da bertaraf
ediyor. Kalbimizin atışı ona bağlı, aklımızın
düşünce dünyasındaki gelişim için ihtiyacımız
olan nitrojenin şimşek olarak çakabilmesi yine
ona bağlı. Nefes durmadıkça kalp atıyor, kalp
attıkça ömür devam etmiş oluyor. İstediğiniz
kadar bu hastanızın hiçbir yerinin
kıpırdamadığını söyleyin. Nefes alıyorsa can
var, ruh var, hakikat var. Bir artık hala varlık
vardır, can vardır. Canlıdır yani. Ama bu
aldığımız nefesin kalitesini oluşturan şey aman
bir kaz dağlarındaki kadar olmasa da bu
şehirde yaşarken doğru düzgün yaşamakla
ilişkilidir. Her bir nefesinde başkasına nefes
olabilme çabası, her bir nefesinde başkasına
nefes olabilme çabası, her bir nefesinde
Rabbini anması, her bir nefesinde acziyetini
hatırlaması, her bir nefesinde bu son nefesdir
diyebilmesi, akıl ve kalp kadar ehemmiyetli
olan bu maddi karşılığın kalitesini oluşturur.
kalitesini oluşturur. Bunların bir çizgiye
getirilmesinden bahsettiysek eğer, bunların
dengesinin kaybolduğu durumlar da var. Zaten
ehli iman için asla bir dengeden bahsetmek
mümkün değil. Biri azalıp diğerleri artsa
karmaşa olur. İnsanda nefes gayet güzel olup,
akıl yeterince amel işlemeyip aşağıya düşse,
amel için gerekli fiillerin yerine getirmese, kalp
de bu akılla beraber aşağıya döner, insanda
olayları anlamak ve kavramak mümkün
olmayacak bir cihete gider, gönül anlamaz
olur, anlamayınca ağlamaz olur, ağlamayınca
Rabbine ulaşamaz olur. Ne zaman ki akıl
düşse, nefes, akıl yükselse de, nefesle kalp
aşağıda kalsa, bu durumda insan her şeyi
materyalist bir bakış açısıyla, maddeyle
karşılaştırarak, miktarını ölçme derecesinde
çaba sarf ederek bir yerlere koymak ister.
Heyhat, gönül madde kabul etmez ki
nihayetinde onu da reddeder. İnsan elde ettiği
şeyi de elde ettiği haliyle de memnun olamaz,
memnuniyetsizlik başlar. Bu yüzden nefesin
hakkını vermeyip kalbin hakikatiyle bunları bir
dengeye getirmeyerek aklı üstün tutmuş
olanların bu dünyada hakiki ve ruhani bir
tatmine ermeleri katiyetle mümkün
olmadığından onlar hep her seferinde bir
başka şeyi eleştirerek yerin altına sokmaya
gayret ediyorlar. yerin altına sokmaya gayret
ediyorlar. Ehli beytin nidasına bakınız ki onlar
ifrat ve tefrit hareketlerinin ifsad edici münafık
kisvelerin tamamen dışında, onları adam
edebilmek uğrunda adam olmayanları adam
etmekle mücadele ediyorlar ki onlara takdir
edilmiş emanetin farkında olunsun. Böylelikle
mücadele etmeye ne gerek kalır? Onların
etrafına gidecek gençler artık gitmez olsa, artık
o gençler ehli beyti tanıyor olsalar, kendilerine
takdir edilmiş nefesin, aklın ve kalbin
üstünlüğünün farkına varsalar, bir daha bu boş
tencere, bu boş ağızların önüne gidecekler mi?
Hayır. Bedbaht bir sondan kurtulabilmek için
bunların bir teraziye getirilmesi, dengeli olması
gerekiyor ki, içine koyacağınız ve birazdan
bahsedeceğimiz emaneti taşıyabilir bir cihette
olsun. Efendim ne zamanki kalp üste çıksa,
nefes ve aklın üstünde olsa, işte bu durumda
da insan kendi ahvalini diğerlerinden üstün
görür, hatasız olduğunu düşünür, hep
başkaları yanlış yapıyor, ben doğru yoldayım
zanneder. insanı öyle tuhaf bir hale
büründürür ki, binbir güzelliklerle özene
bezene uğraşıp, günlerini gecelerine harcadığı
tesbihatı onun başına dert olur, illet olur. O
halde seyidimizin her dem tekrar ettiği, aklın,
nurun ve temkinin hakikatiyle insanda teraziye
gelebilmesi, hakikatiyle insanda teraziye
gelebilmesi, nefes, akıl ve kalbin tek bir çizgi
üzerinde birbirlerini dengede tutacak, o
teraziyi ayakta tutabilecek kabiliyette olması
gerekir. Nefes bu saatten sonra bazı
noktalarda diğerlerinden üstün geldiği anlar
olur, bu üstünlükle beraber bu terazi yavaş
yavaş üçlü bir sistemde ayağa kalkmaya
başlar. Yani bir üçü yan yana geldi teraziye
sonra yavaş yavaş üçü yukarıya doğru
kalkmaya kalktığını düşünelim. Yani zincirleri
kuvvetlendirdiğimizi. Hani basküllerin de birer
kaldırma ağırlığı vardır ya. Hem terazide
dengede olmaları gerekir. İlk bölümde bunu
anlattık. İkinci kısımda ise şuraya geliyoruz.
Dengede olması güzel, hoş, ehli, imanlı olması
gereken hali ancak şimdi üzerine koyacakları
taşıyabilir hale gelmesi lazım. Kimi basküller
var gram taşıyabiliyor mutfaklar için üretilmiş.
Üzerine 2-3-5 kilo bir şey koymaya kalkarsanız
tartı kırılır. Kimisini görürsünüz yollarda
dükkanların içinde 500 kilo kaldırır. Üzerine bir
kamyon takmaya kalksanız mümkün değil.
Onun için koca otobanların kenarlarında
görmüşsünüzdür. Kamyonları taşımak için bir
tartı lazımdır. Ama dikkat her birisinin dengesi
vardır. Zabıta gelir, memur gelir. O dengede
değilse tartı yanlış tartıyor kardeş. Başkasına
zarar verme denir. Efendim böylece yükselen
bu nefes kaldırma kapasitesi cihetiyle hakkı
dünyaya beyan etmek için artık görevine hazır
ve nazırdır. O nefes, nefesle söylense hak olur,
haktan olur. Sözü hak ile beyan olur. geniş bir
kaldırma kapasitesi, hani zaman zaman
seyidimizin trafonun büyüklüğü olarak izah
etmesiyle birbirine özdeş anlamlar
taşımaktadır. Madem ki böyle oldu, gönlü
anladık. Bir nefes, bir akıl, bir kalp terazide
olacak. Nefse emmareye karşı, onun teyakkuz
ve saldırılana karşı her an uyanık olacak,
kendisini diri tutacak ve her zaman kabahati
kendinden bilecek vs. vs. ki tasavvuf
derslerimizde beyan etmiştik. Şimdi dönüp şu
noktaya gelmemiz lazım. Bu emaneti
sınırlayan şey başından beri ifade ettiğimiz
üzere, ne üzerineydi? Nefis üzerine. Madem ki
emaneti sınırlayan, insana çünkü Cenab-ı Hak,
bir nefayı ilahi verdi, bu Hz. Adem'den
insanlara emanet olarak aksetti, emanet
olarak geldi. Madem ki bizlere, tabi ruhlar
alemin bütünü bu nefeste kayyumiyet
kazanıyor. Yani kayyumiyet dediğim canlılık
kazanıyor. Canlılıkta kayyumiyet başı sonu
belirlenmiş olan bir hayattır. Dünya hayatının
dışını da kapsar. Hayat sadece dünya hayatı
olarak adlandırılır. Hayatın kayyumiyeti
derseniz kayyum olan Hazreti Allah'ın bizi bir
başlangıç noktasında yaratıp cennete
taşıyacağı o noktaya kadar götürmesi
manasında geliyor. O yüzden maddenin
kayyumiyeti bu noktada nerede biter? Mahşer
yerine gelir. Orada şehadetini verir. Konu
kapanır. Zaten eğer orada ayrıca
yaratılmamışsa ki hepsi oralarda yaratılıyor
ama genel itibariyle söylemek gerekirse
dünyanın sonuyla beraber dünyaya dair olanın
da sonu geliyor. Madem ki böyle bir durum var
o halde bu emaneti anlayıp bu içteki hakikati
fark edip her insanın Rabbi ile olan iletişimini
ortaya koyacak olan o sim karnın kilidini
açacak olan anahtar bir başka gönüllüdür.
Neden böyle olduğunu sual etmek gayet
tabidir. Çünkü bugün dünyanın farklı
yapılarında ülkemizde ne yazık ki tasavvufa
karşı düşman olanlar, ehlibeyte karşı düşman
olanlar her seferinde ne demekmiş canım
gönülden gönlüne aktarılması bu işin olur mu
böyle bir mantık deseler de. Unutulmayacak
şey inşirah suresidir. Unutulmayacak şey
Kur'an-ı Azimüşşan'ın indirildiği yerlerdir.
Kalptir, kalp mekanıdır. Şimdi burada insanın
eğer anahtarı kendinden olsa, kendi evinin
kapısını kendi açtığında nasıl ki orası benim
evimdir diyor, bir süre sonra kendini üstün
bilmeye başlayacaktır. Çünkü açmış olduğu
kilidin arkasından şayet emanete kendi eliyle
ulaşsa, gönülden gönüle aktarılan bu hakikatin
bir anahtar teslimi olduğunu bilmese, o büyük
gönüller olmadıkça Rabbini hakkıyla alması
mümkün olamayacağını bilse ve ne yazık
kendini üstün bilecektir. Kendini üstün bilmesi
ise artık şeytandandır. Allah Resulü işte bu
hakikate karşı ehli imanı bu ve buna benzer
hakikatler uğrunda şeytanın bir he ve hilesi
nihayetinde bu teraziyi bozacak, bu teraziyle
hasıl olacak büyük hikmeti ortadan kaldırmaya
çalışacaktır. Ortada olan asli vazife-i ilahi
emaneti ilahiden doğar. Kişi ne işe
yarayacağını kendisi bilemez işte bu yüzdendir.
Çünkü kalp ne kadar geniş, akıl hangi mevziye
uçabilecek, nefesi nereye kadar yetebilecek.
Bir teraziye gelse bu terazi üzerinde kaç kilo
kaldırabilecek. Bunu ancak daha önce bunu
yaşamış ve üzerindeki emanetin farkına varıp
yükü omzuna almış olan bilir. Bunu
bilmesinden gayet doğan ne var? İnsan bir
başkasını görünce heyecanlanmaz mı?
Sevdiğini, yıllarca görmediğini, annesi, babası,
kardeşi yıllarca görmemiş olsun, eşini,
çocuklarını. Sakin bir gününde bir telefon
çalar. Derler ki gel kardeş. İşte nasip oldu 10
yıldır göremiyorsun. Kardeşinle görüştüreceğiz
seni. Ne bileyim işte bir yerdeydi bir başka
ülkedeydi. Geri dönüyor bugün uçak bileti
aldılar. Bir anda kalbiniz çarpmaya başlar.
Çünkü gönlünüz o hatıraya döner, onunla
yaşadıklarını hatırlar, nefes hızlanır, kalp
çarpar, akıl şimdi oraya yetişmek için hangi
araca binmem lazım? Ne yapıp da en çabuk
halimle oraya gitmem lazım? Onun beni en
güzel halimle görmesi için ne yapmam lazım
demez mi? Dikkat et. Dünyevi bir mesele.
Dünyaya ait bir değer. Çok önemli bir şey ama
dünyaya ait. Yıllarca görmediğin kardeşini
görmeye gidiyorsun. Bundan haber aldığın
andan itibaren nefes değişiyor, kalbin atışı
değişiyor, aklın çalışma biçimi değişiyor. Akıl o
gün belki sana çok önemli 3-5-10 tane iş
yazmıştı, hepsi kapatılıyor, bugün hiçbir iş
yapmıyorum, 10 yıldır görmediğim kardeşimi
görmeye gidiyorum deniyor. Akıl da bir başka
yere dönüyor. Şimdi ey hakikati arayan adam,
ey hikmetten bir parça isteyen adam, dünyaya
ait olan bir insan aklını, kalbini, nefsini,
nefesini nasıl değiştiriyor ve sen ne şeytan ne
nefis dinlemeden oraya doğru nasıl
koşuyorsan, Rabbini de sana hatırlatacak bir
telefona ihtiyacın yok mu? Rabbini de sana
hatırlatacak bir nida ve sese muhtaciyetin yok
mu? Gel bugün o gündür. Gel Rabbini anma
günündür. Gel Rabbinle her dem olma
günüdür bugün. Gel zikir meclislerinde Allah
demenin günüdür. Gel beraberce Rabbimizi
zikretmenin, onun da bizimle beraber
olduğunu bilmenin günüdür bugün. Gel Allah
Resulünün cennet bahçesi dediği yerde, onun
kokusunu alabilme ihtimalidir bugün demek
değil mi? O her meclise gelmez mi? Gelir.
Erbab-ı hakikatin meclisi Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselam olmadan açılır mı?
onun kokusunu alacak burunlar onu hakikat
hikmet gözüyle görebilecek basiret gözüyle
görebilecek imkanlar nasibi müesser eylesin.
Efendim işte bu sebepledir ki nefsimizi
ezebilmek için bu nefes bu kalp bu akıl için bir
başka gönle muhtacız. Oraya talebe olmaya
muhtacız. Biz muhtacız. Anahtar başka
gönülde. Sen arıyorsun bunu çarşıda, pazarda.
Rabbim boş yere gezdirmesin bizleri.
Bulmuşken ayırmasın o gönülden bizleri.
Rabbim o gönülde anılanlardan olmayı nasip
eylesin bizleri. Rabbim o gönülde anılanlardan
olmayı nasip eylesin bizlere. Seyyidimizden
ayırmasın bizi. Hakiki talebe kılsın. Nereden
geldi bu hakikat? Nebe suresi 7. ayet-i kerime
Estaizu billah vel cibale evtade ve dağları birer
kazık sonraki ayetin beyanatıyla kıldık. Dağları
da kazık olan kılan Hazreti Allah kelimesinde
harfi vavında bir emanet vardı. Zira o emaneti
ilahiydi. Nefhi ilahiyeyi dağlar kabul etmedi.
Dağların kabul etmediği insana nasip oldu. Bu
insanın cehaletiydi. Cehaletten kurtuluş bir
başka gönülde muhabbetle mümkün. Rabbim
o muhabbetten ayırmasın bizleri. Rabbim o
hakikatle bir ve beraber kılsın bizleri.
Hayırların Fethi Şerlerin Defi Ümmet-i
Muhammed'in Sağlık, Sıhhat Ve Afiyetleri İçin
Seyidimiz, Ailesi, Evlatları Bütün Ümmet-i
Muhammed'in Hayırla Bir Ve Beraber Olarak
Gençlerinin Taşıdığı O Sancaklar Altında
Kelime-i Tevhid Sancağı Altında Hizmet-i
tevhid sancağı altında, hizmet-i ilahide,
emanet-i ilahiyeden haberdar olarak hareket
etme niyetiyle. Allah rızası için, El Fatiha.
İki cihanperveri Hz. Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin
ruhlarına, Hz. Ebu Bakr'ın, Omer'e ve Osman'a
ve Aliye Efendimizin ruhlarına, Şühed-i La-i
Bedir, Şühed-i Uhud, Şühed-i Kerbela'nın
ruhlarına, Ashab-ı Bedir ve Ashab-ı Uhud'un
ruhlarına ve Kâf-ı İman-ı Ruhlarının ruhlarına,
El-F Fatiha. Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevhe
Efendimiz'in ruhlarına. Hazreti Fatıma
Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin
Efendimiz'in ruhlarına. Gelmiş geçmiş seyyid
ve seyyidilerin ruhlarına. 12 imamın ruhlarına
ve kafili İslam ervahının ruhlarına. El Fatiha.
Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceilani
Hazretlerinin ruhlarına, Sadat Kadir'in yedeme
Sadat-ı Muhammediyeden gelmiş geçmiş
mümin müminat müslüm müslümatın
ruhlarına ve kafi ehli İslam ervanların
ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz Mürşidimiz
Peygamber Efendimizin ince tanesi Seyyid
Muhammed Ruhi Hazretlerinin ruhlarına.
Seyyid Muhammed Ruhi Hazretlerinin
Ruhlarına Ailesinden Akırete İntikal Etmiş
Olanların Ruhlarına Müritlerinden Akırete
İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Şüheday
Çanakkale Şüheday İstanbul Evliya-i İstanbul
Ruhlarına Cabir Bin Abdullah Hazretlerinin
Ruhlarına Eyyubel Ensari Hazretlerinin
Ruhlarına Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza
Efendimize Ruhlarına ve Kâfili İman Ervanı
Ruhlarına Şühedanın serperveri Hazreti Hamza
Efendimizin ruhlarına ve kafili iman erbanının
ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha Hazreti Allah,
Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti
Ali kerramallah ve cehu Meded ya Gavsazam
Abdülkadir Ceylani, Meded ya Seyyidi
Muhammed Ruhi
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın
izniyle Seyyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısında Allah nasip etti bu haftada yine Baba
Ali derslerinde beraberiz. Rabbim yüz yüze bu
sohbetlerini yerine getirmeyi, Rabbim hep
beraberce yeniden zikrullah meclislerinde bir
arada bulunmayı bizlere nasip mümessir
eylesin. İnsanların bu geçen zaman dilimi
içerisinde koronanın vesilesiyle eldeki
imkanları zamanında ve hayırına
kullanmayınca geri getirmenin zaman içinde
mümkün İzlediğiniz için teşekkür ederim. Nebe
suresinin 8. ayeti kelimesinde Ezvacen
kelimesinde Halfi Vav'dan doğan bir ilimden
bahsediyor olacağız Bağbali dersinde.
Bağlılığın ilkelerinden bahsedeceğiz. Bağlılığın
ilkelerini anlamak için ve doğru bir noktada ele
alabilmek için öncelikle bir hakikati örten
başka bir belayı def etmek lazım. Çünkü genel
itibariyle bugünlerde ilmiye dünyasında
yapılan en büyük hatalardan bir tanesi, bir
kavramın kendisini insanların ihtiyaç olduğu
noktada anlatırken ve ifade ederken o
kavramın üzerine örten, o kavramın etrafına
gelip, o kavramı lekelemeye niyet etmiş olan
unsurları belirtmiyor olmaları. Kah bilinçsizlik
bilgisizlik, kah bilinçli bir hareket, kah
insanların şimdi o noktaya bakmaya ne gerek
var düşüncesi veya bir korkaklık neticesi.
Dolayısıyla eğer bir yerde siz iman hakikati ya
da iman hakikatinden bir bağbı bir alanı
anlatıyorsanız, o alanı örten, kapatan, oraya
giden, o hakikati size hatırlatan değeri ortadan
kaldırmaya yönelik nefsani, şeytani
insanlardan olup şeytani hayal süren münafık
ve kafirlerin de yapmış olduğu bela ve desisleri
çok açık ve net bir dille ibarelendirmeniz
gerekiyor ki oraya gitmeye niyet etmiş olan
genç kardeşlerimizin ve bütün ehli İslam'ın o
yönelimini engellerini de ortadan
kaldırabilelim. Zira bir insan yol açmaya niyet
edip o yolu açarken aynı zamanda hedefine
ulaşmak için giderken, aynı zamanda hedefe
doğru giderken, önündeki çalıyı, çırpıyı, taşı,
her türlü o yola engel olan mahiyetteki her
unsuru ortadan kaldırması gerekir. Yeri gelir o
yolu açarken önüne büyük bir taş çıkıp orayı
dinamitle de patlatması gerekir. Şu futaat ki,
yollara çıkan dinamitleri de bir bir farklı
vesilelerle patlatarak hakikatin anlaşılması için
önce gayri hakiki olanların da ortadan
kaldırılması vazifesini üstlenmiştir. Zaten bu
vazifeyi ancak ve genellikle ehli futuat beyan
eder. Diğerleri yolun sonunda size ulaşacağınız
yerde ulaştığınızdaki durumu anlatır. Yani
şöyle bir yemek var bu dağın tepesinde. Şöyle
lezzetli bir meyve var. Şöyle lezzetli bir bitki
var. Oraya ulaştığımızda onu yediğimizde şifa
bulacağız der. Hakikat bu doğrudur. Ancak ehli
futuat o yola giderken öncelikle önünüze
susadığınızda bir su çıkacak o su zehirlidir veya
vücudunuza zarar verip der bunu demekle
kalkmaz gider kaynağından önce orayı kurutur.
Bu yolculukta önünüze bir taş çıkacak
etrafından dolaşmaya kalkarsanız tepe taklak
yuvarlanıp gidebilirsiniz biraz zaman ve vakit
harcayın şu taşı patlatın demektedir. Bu
yüzden ehli futuatın aldığı yol diğer ehli
İslam'ın ulemanın her devirdeki o taş ve o
kaynayan pislik sularını engelleme vazifeleri
decek olan kötülüğü bilendir. Kötülüğü
bilebilmekse ehli futuatla mümkündür. Çünkü
o yarını size ibarelendirendir. Yarını bilmeyen
bugünün kötüsünü bilir. Ancak ehli futuat
bugünün iyi görüneninin yarına bir bela ve
musibet olabileceğinin farkındadır. O bela ve
musibeti daha bugünden kökünden kazamaya
niyet eder. Onu kalemiyle, kelamıyla,
hayatıyla, fikriyle, hizmetiyle ortaya koymaya
mükelleftir. Bu yüzden ehli futuatı ehli
ulemadan ayıran en temenni nitelik budur. Bu
yüzden ehli futuat hem bilim dünyasında hem
siyasal düzlemde hem ekonomik alanda hem
matematikte hem fizikte hem kimyada hem
biyolojide bütün bu saha ve alanlarda aklınıza
gelen ve gelmeyen her unsur üzerine fikrini
beyan etme rahatlığına değil mükellefiyetine
sahiptir. Onunla mükelleftir. Çünkü din-i
mübin içerisindeki bir hakikati beyan etmek
için yeri geldiğinde önce etraftaki pislikleri
temizlemekten mesulüz. O mesuliyeti
seyidimiz yürütüyor. Elhamdülillah bizler de o
mesuliyeti yürüten o büyük zata talebe olmaya
gayret ediyoruz. Rabbim nasip mümessere
eylesin. Efendim bu girizgah ile bağlılık
yolunda, bağlılığın ilçelerini anlatırken,
bağımlılıkla birbirine karıştırılan bu mevzuyu
ortaya koymak lazım. Çünkü bir insana
bağlılığın kıymetini ve önemini, onunla
beraber oluşan değer yapısını, o değerden
ortaya çıkan ana çözümlemeyi anlayabilmemiz
için, o çözüme ulaşabilmemiz için yola
çıktığımızda karşımıza bugün bağımlılık üzerine
büyük sözler söyleyen psikologları,
sosyologları yahut sözüm ana bir gazetenin
herhangi bir köşe yazısını görebiliyoruz. Hatta
bu konuda acayip kitaplarda yazılıyor. Bizler
de biiznillah şu anda Eylül ayından itibaren o
çalışmalarımıza hız verdik. Hem tıbbiye
tarafında hem Kadim Bilimler Merkezi
üzerinden Allah nasip ederse aile üzerindeki
çalışmamızın sonuna geldik. Hem
çocuklarımıza masallar, hem dahi çocuk
yetiştirme programı hem de ailelerin eşlerin
yaşamları bu yaşamlarındaki ihtiyaçları büyük
kalın kitaplar şeklinde değil, konu bazlı hedefe
dönük, çözüme yönelik bir külliyatı futuattan
inşallah beyan ediyor olacağız. Sizin
dualarınızla, sizin muhabbetinizle efendim.
Şimdi bağımlılık meselesini iyi bir anlamamız
lazım. Çünkü bugünlerde ne diyorlar? Kimseye
bağımlı olmayın. diyorlar kimseye bağımlı
olmayın. Bizler bugün bağlılığı anlattığımız
zaman da eğer geçip gidersek sizler de internet
üzerinden genç kardeşlerimiz bakarsa işte
anneye bağımlı çocuklar, babaya bağımlı
çocuklar, devlete bağımlı, bir patrona bağımlı,
başkasına bağımlı olan insanlar insanın insana
bağımlılık sürecini anlatacaklardır. Ve bu
sürecin her birisinde bağımlılık sürecini
anlatacaklardır ve bu sürecin her birisinde
bağımlılığın ne menem ne illet bir şey
olduğunu da beyan edeceklerdir. O
beyanatların her birisi bağımlılığı hayatından
çıkarmak için çaba sarf eden insanlara yol ve
yordam göstermek istiyorlar. Peki, bağımlılıkla
bağlılığın farkı nedir? Bağımlılık nedir?
Sorusunun cevabını verelim. Bağımlılık en
temelde bugünkülerinde izah ettiği ifadeyle
aşağı yukarı aynı şey ama çözümleme futuatta
farklı. Bir başka insan olmasa, bir başka yapı
olmasa, bir başkasının sözü, parası, imkanı,
veraseti vs. olmasa ben buna mukabil kafamda
tasarladığım şu işi yapamam sürecine
bağımlılık diyoruz. Yani eğer babam olmasa
ben iş bulamam, sosyal çevrem asla olamazdı,
her şey babam sayesinde oldu. Burada ne var?
Rabbül Aleminin insanın kendisine takdir ettiği
rızkın ve ona takdir ettiği imkanların farkında
olmaksızın ettiği rızkın ve ona takdir ettiği
imkanların farkında olmaksızın babasını,
annesini, onu hayra götüren bir vesile,
hocasını, şeyhini vesairesini onu Rabbine
götüren ve Rabbi için eğiten bir vesile
olmaktan çıkartarak her şeyin tamamen onun
üzerinden gerçekleştiği bilincine bağımlılık
diyoruz. gerçekten gerçekleştiği bilincine
bağımlılık diyoruz. Zaten bu bilinç yapısı
altındaki bağımlılık sürecine de insanların
gözüne gözüne sokarak ne diyorlar? Sizler
şeyhlerinize bağımlı olmuşsunuz. Anne
babanıza bağımlı olmuşsunuz. Bu
bağımlılıklarınız sebebiyle onlardan
kopamazsınız. Kendi şahsi kişisel düşünce
dünyanızı oluşturamazsınız. Bu sizin
şahsiyetsizliğinizdir. Bu şahsiyetsizliğiniz
sebebiyle hem kendinize hem ülkenize hem
etrafındaki insanlara birer örnek olarak zarar
vereceksiniz. En büyük zararı da siz
göreceksiniz diyorlar mı? Aynen böyle
söylüyorlar. Aynen böyle söylüyorlar. buna,
anlayışına, düşüncesine enjekte etme
yolculuğudur. Yani kişi örnek verirsek paraya
bağımlıdır. Aslında bütün talebi paradır. Bu
parayı 18-19 yaşındayken kendi imkanlarıyla
kazanamayacağını görür. Babasında ise parayı
ve imkanı görür. Babasının babalık kisvesini
kullanarak ona babacığım diyerek ona hayırlı
bir evlat gibi gözükerek babasının parasını
kullanmak adına onu vücuduna enjekte eder.
Onun cebini kendi cebine ortak etmek adına
her şeye eyvallah edecek pozisyona kendini
getirir, işte bu ana bağımlılık denir. Veya kişi
Rabbül Aleminin huzurunda, onun istediği ve
arzu ettiği bir kul olmak yerine, kulların
kendisine kulluk yapmasını talep edip,
kendisini de bir yerlerde manevi üstünlükler
adı altında, Kendisini de bir yerlerde manevi
üstünlükler adı altında maddi imkanlara
kavuşma arzusu doğar. Yani şeyhlik hayaline
kapılır. Sonra karşısına o mürebbi bulduğunda
ondan bu imkanı alabilmek adına onunla
beraber olabilmek için. Tabi o hakiki şeyhler
bunların hepsinin farkındadırlar olmasalar
mümkün değil. Ancak karşı taraf böyle
düşünür ve yola çıkar. Peki bu bağımlılığa
götüren süreç sadece menfaatler midir
zannediyorsunuz? Hayır. Buradaki en büyük
meselelerden bir tanesi kibirdir. Bir tanesi
kibirdir. İnsanoğlu kendi adını
gerçekleştiremediği kibriyatı başkasının
üzerinden gerçekleştirebildiği yerde bağımlılık
hasıl olur. Örnek, normal şartlarda genç bir
adam sosyal bir ortama gitse, onu kimse
tanımıyor, kimse bilmiyor, henüz yeni yeni o
insanların arasına dolaşıyor. Diyelim ki orası da
bir edebiyat kulübü olsun. Bu genç kardeşimiz
de bir bakıyor ki ya bu edebiyat kulübünde bir
tane abi var. İnsanlar onun sözünü dinliyorlar.
Onun daha fazla okuduğu için, daha fazla bilgi
sahibi olduğu için ona hürmet ediyorlar. Ve bu
hürmet karşılığında da onlar edebiyat
kulübünde bir üstünlük sağlam ediyorlar. Ve
bu hürmet karşılığında da onlar Edebiyat
Kulübü'nde bir üstünlük sağlamışlar. Ama
üstün olmak adına değil, memlekete hizmet
etmek için veya o konudaki çözümleri yerine
getirmek için. Şimdi çocuk kibirliyse aynı şeyi
kendisi yaşamak ister. Bunu yaşayana
yapışarak o duygusunu tamamlamak ister.
Yani bir bakarsınız ki genellikle olan olaydır bu.
Normal şartlarda böyle gidip gelir, orada bir
tanesini o önderlerden birisini kendisinin
gözüne kestirir. O kapıdan içeriye girince
hemen onun arkasına takılır. Sürekli onun
yanında oturur görürsünüz ama sürekli. Hep
onunla, hep onunla. Ama sürekli hep onunla
hep onunla yani bir zaman sonra insanların
sanki onun yanında olduğu için ona ihtimam
göstermesini beklerler. Hemen en
yakınındayım benim aslında ona en yakın olan
benim. Sizler benim kadar yakın değilsiniz ama
buradaki tabir o sevgi ve muhabbetten
gelmez, kibirden gelir. Çünkü hakikat bağlılık
üzerindedir, bağımlılık değil. Öyleyse bağlılık
yolunda iki tane büyük problemimiz varmış.
Birinci problemimiz kibir, ikinci problemimiz
ise menfaatlermiş. Dünyevi ve bazen de uhrevi
gibi görünüp kendisi yine dünyevi olup uhrevi
ikisveyle örtülmüş olan menfaatler. Bu iki taşı,
bu iki problemi, bu iki zehri ortadan
kaldırmadan bağlılık söz konusu olmaz. Çünkü
bağlılık dediğimiz unsur ne olduğuna
bakacaksak eğer şununla karşılaşıyor olacağız.
Ağırsızındakinin de ihtiyaçlarını giderip sonra
bunlardan da vazgeçip tamamen ihtiyaçlar
ötesi bir ilişki kurma biçimine bağlılık denir. Bu
şöyle ifade edelim. Daha kaba tabirlerle ifade
edelim daha iyi anlaşılsın. Şimdi insanlar
evleniyorlar. Bu evliliğin pek çok sebebi var.
Aile ile ilgili kitaplarımızda bunların
detaylarına bir izinle gireceğiz. O zaman da
genç kardeşlerimizi hem şaşıriyorlar. Bu
evliliğin pek çok sebebi var. Aileyle ilgili
kitaplarımızda bunların detaylarına bir izinle
gireceğiz. O zaman da genç kardeşlerimizi hem
şaşıracaklar hem de gerçekten evlilik nasıl
oluyor da bu kadar bozuluyor çözümleyecekler
ve bir izinle kendi evlenmiş kardeşlerimizde
kendi hayatlarında bir çözümler silsilesiyle
karşılaşıyor olacaklar. Pek çok sebepler
olmakla beraber temel niteliklerden bir tanesi.
Yanlış anlamayın. Evlilik cinsel hayat için
yapılmaz. Ama evliliğin temellerinden bir
tanesi cinsel hayattır. Eşler hayır yolu üzerine
Rabbül Aleminin isteği emri, Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselamün sünneti seniyesi, ehli
beytin yaşamı üzerine cinsel hayatlarını
sürdürmek üzerine evlenirler. Bu evlilikte her
iki tarafında beklentisi vardır. Bu beklentiler
eğer karşı tarafında beklentilerini yerine
getirerek devam ederse bağlılığın temeli
oluşur. Bir zaman karşı tarafında beklentilerini
yerine getirerek devam ederse, bağlılığın
temeli oluşur. Bir zaman sonra eğer bu gerçek
bir bağlılıksa, nihayetinde o bağlılıktan
çocuklar hasıl olur, anne ve baba artık
çocuklarına onları iyi yetiştirmek için bir
mücadeleye girişirler, kendi istek ve taleplerini
rahatlıkla öteleyebilirler ki bu öteleme
bağlılığın hakiki ve doğru bir manada
gerçekleştiğini bizlere gösterir. Eğer taraflar
sadece kendi menfaatlerinin yerine gelip kendi
tatminlerinin en zirve noktaya ulaşmasını
hedeflemişlerse, nihayetinde de o hedeften
ufak sapmalar sonucunda birbirlerine
aldattıkları, birbirlerine aldatamıyorlarsa
birbirlerine de zarar verdikleri görülür. Buna
benzer evliliklerde, taraflardan birinin kibirli
veya menfaati uğrunda bir yola çıktığı da çok
net bir şekilde görülür eğer perdeleri
kaldırabilecek birisi olursa. Şimdi bizler
kadınların erkeklere bağımlılığından
bahsederken kadınların erkeklere bağlılığından
bahsediyor olsaydık ve bu bağlılığın
taraflarının bir ip üzere birbirleriyle gönülden
gönüle bir ilişki kurabildiklerinin temelinin
ancak böyle olabileceklerini bu futuatta
olduğu gibi izah edip onu da o şekilde
yetiştirebilseydik insanların birbirlerine olan
bağımlılıklarının yine insanların kendilerinde
hasıl olan problemler sebebiyle olduğunu
görünce insanın önce kendisini düzeltmek
zorunda olduğunun farkına varabilirdik. Aynı
bağlılık ilkesini Resul-i Kibriya aleyhissalatu
vesselam Efendimiz'e biat eden ashab-ı ikram
ondan sonra Hulefay-ı Raşin, ondan sonra Ehl-i
Tarih üzerinden devam eden yolculukta
hakikat edenlerini de görüyor muyuz? Evet.
Peki bakalım şimdi bu bağlılık ilkeleri veya
bağımlılık gibi bir problemi nasıl yaşıyoruz?
Eğer bir insan dünya hayatında yaşarken
kendisinin bedbaht, sonunun zor, ölümün
yakın, dertlerin çok ama dünyevi dertlerin
geçici, hakiki derdin bir İslam davası olduğunu
bilirse ihtiyacını gidermek için, şimdi bir
ihtiyacı gördü adam Dedi ki benim Bir nefsim
var Benim bu nefsim Beni bu İslam davasından
alıkoyacak İman terazisinden çıkartacak Bunun
için mücadele ediyor Yapmak istediklerimin
yerine Başka şeyler koyacak Beni minvali
bozuk bir yola sokacak Sıratı müstakimden
şaşırtacak, öyleyse benim bir mürşidi kamile
ihtiyacım var. Bu ihtiyaca binaen arayışa geçer,
zaten Rabbül Alemin ona, ta kalü beladan bu
hakikat hasıl olmuştur. Dualar her şeyi
değiştirmekle beraber, bunu hep kayıt altında
tutmak lazım. Tevhid Hoca'ya kader sayısını
mutlaka okuyunuz bu noktada. Bağlılık hasıl
olduğu andan itibaren karşındaki şeyhin senin
bir eğiticin olduğunu bilerek hareketi geçtiğin
andan itibaren bağlılık olur. ilerek hareketi
geçtiğin andan itibaren bağlılık olur. Zaten
Rabbin, Rabbimizin bu bağlılık üzerine tecellisi
her bir mürşid ile mürid arasında farklıdır.
Şimdi bazen diyorlar ki, ya diyorlar herhalde
şeyhimiz bizi unuttu. Bizimle onun arasında bir
muhabbet vardı, bir ilişki vardı. Böyle bir
gönülden gönüle gönlümüz titrerdi. Şöyle
olurdu, böyle olurdu. Şimdilerde olmuyor
galiba unutulduk mu acaba? El cevap. Her
insanın bağlılık üzerine oluşmuş. Şimdi bak
burayı çok net belirlememiz lazım. Bir ilişkide
iki ihtimal var. Ya bağlılıkla ya bağımlılıkla
oluşacak. Eğer anlattığımız üzere kişinin kendi
eksiğiyle arayışından doğup Rabbin izni
inayetiyle bir mürşidi kamile vardıysa adam
onunla kendi arasındaki ilişki şimdi bir iplikçik
oluşuyor mu? Evet. Bu ipi bu bağı yaratan kim?
Allah-u Zülcelal. Kalpleri birbirine sevdiren
ısındıran kim? Allah-u Zülcelal. Öyleyse
buradaki değer kadar, buradaki kişinin
bağlılığının niteliği kadar Rabbimizin her
mürşid ile her mürid arasındaki bağı ayrı bir
tecellisi var mı? Var. Öyle var ki her bir bağ
aslında bir Esmaül Hüsna üzerine gider. Bu
bağlılık ilkelerinde Esmaül Hüsna tecellileri
olarak apayrı bir ders konusudur. Yani mürşid
ile mürid arasında bazen sabit bir esma vardır,
bazen değişken bir esma vardır ama her bir
esma-i şerifenin tecellisiyle o bağlılık devam
eder. Dolayısıyla eğer bu esaslar üzerine
bağlılık hasıl olmuşsa sen şeyhinden
uzaklaşabilme imkanın zaten yoktur. Senin
nefsin sana onu öyle gösterir. Senin fikrin onu
öyle zannettirir. Her şey göz göze diz dize
olmak bambaşka tabii ki ama her şey bununla
bitmek bilmez. Ama şayet iş bağımlılıktan hasıl
olduysa yani kişinin şeyhinin manevi
üstünlüğünü etrafa o üstünlükle hava
atabilmek adına yapıldıysa kişinin kendisinde
bir ihtiyaç görmeyet varken senin gidip bir
yerlerde olman lazım. Çünkü oralarında sana
ihtiyacı var dediğinde hemen böyle bir nefis
kabarır. Bu kabarıklıklı adam der ki ya benim
bir derneğe bir vakfa bir şeyh'e gideyim de
elimdeki bu kabiliyeti önüne sereyim. O da
beni kullansın. Ben de davama hizmet edeyim.
Görüntü de hoş. Ama içinde kibir var. Ucuba
dayalı bir kibir. Ucu börtmüş burada kibri. Bu
noktadan itibaren şeyh ile kendi arasında ne
olur? Bağımlılık. Bu bağımlılık nereye kadar
gider? Şimdi bu bağımlılık da bir ip ama nasıl
bir ip? Çürük bir ip. Çürük bir ip neyle çürüdü?
Senin kendi fikrinle. Senin fikrin neydi? Bende
bir kabiliyet var çünkü derviş kendinde hiçbir
şey görmeyen adama denir. Derviş olmayan
kendinde bir şey bilir. Ben bununla hizmet
edeceğim diye kendini kandırır. Bu ne oldu?
Çürük bir ip. Gitti şeyhin kapısına bağlandı,
biat etti. Ama bağlılık değil bu. Görüntüde
bağlılık, hakikatte bağımlılık. Nereye kadar?
Şeyhi onu kullanmayıncaya kadar. Hani
hakikaten şeyhlerin de her birisinin kendine
has insan yetiştirme usulü vardır. O da kendi
üzerlerindeki Esma-ül Hüsna'nın tecelli
babından değişiklik gösterir. Başladı eğitmeye.
Hani seni o minvalden, bağımlılıktan çıkartıp
bağlılık hakikatine doğru götürmek üzere
beyan etti. Dolayısıyla o beyanatı çerçevesinde
seni yetiştirmeye niyaz etti. O yetiştirme
çerçevesind seni yetiştirmeye niyaz etti. O
yetiştirme çerçevesindeki hakikatle yolculuk
başladı. Şimdi bakıyorsunuz ki o yolculuk
içerisinde insanın şeyhinden beklediği şey hasıl
olmayınca diyor ki mesele kapanmıştır o
zaman herhalde. Çünkü şevkler bakıyorlar ki
olmadı, olmadı, olmadı. Bir de bıraktıkları
zaman artık bir yerde görev vermedikleri
zaman veya kendi beklediği şey hasıl
olmayınca bir bakarsanız bir daha ortalıkta yok
adam. Sebep? Bağlılık değil ki o bağımlılık.
Bağımlılık kötü bir şeydir. Ama bağımlılık karşı
tarafın tahakkümatıyla değil. Yani başından
beri anlattığımız gibi annenin, babanın,
idarecinin, şeyhin bir baskı rejimi mantığıyla
değil, ona gelen kişinin kibri ve menfaati
neticesinde gelen kişinin talebiyle oluşan bir
ilişki biçimidir. Unutmayın ki dünyadaki bütün
ilişkileri tarafların kendisi kurgular. Hangi
tarafın elektrik voltajı yüksekse ya da hangi
tarafa bu noktada farklı bir imkan verilmişse o
taraf ağır basabilir. Ama bütün ilişkilerde
yaşanan süreçlere de bizler konuyu
kendimizden aramak zorundayız. Yani sual şu.
Evimize kadar elektrik gelmesini sağlayan
büyük bir şirket var değil mi? Her ilde farklı.
Büyük bir şirket var. O bizim evimizden
kapısına kadar elektrik getiriyor. Biz de onu
aldık iç İçeriye girdik. Kablolar döşendi. Kalktı
televizyona bağlandı. Radyoya bağlandı.
Aletlere bağlandı. Günün birinde aletin biri
çalışmadığında. Sizin ilk sözünüz elektrikler mi
gitti oluyorsa sizde problem var. Çünkü
elektriklerin gitmediğini çabuk hisseder insan
önce. Önce alete bakarsınız. Alette bir arıza mı
var? Niye? Şirket büyük çünkü. Onda elektriğin
gitmesi daha zor bir ihtimal. Genel anlamda
söylemek gerekirse. Aletin bozulması daha
büyük bir ihtimal. Buna rağmen ara kablonun
bozulması başka bir ihtimal. Ama süreç içinde
gidersiniz oraya. Dolayısıyla bağlılıkla
bağımlılık arasındaki bu ince çizgiyi
netleştirmeden bizler ne yazık ki bağımlılık
neticesini kendimiz oluştururken bir bağlılık
üzerine hayat sürdüğümüzü zannediyor
olabiliriz. Öyleyse bağlılığın temel ilkesi
öncelikli olarak bağımlılıktan vazgeçmiş
olmaktır. Elbette ki bu ilke yeterli değil. Bunun
devamında yedi ilkemiz daha var. Ama Allah
nasip ederse onları kitapta beyan ediyor
olacağız. Efendim bağlılık ilkesi nereden çıktı?
Nebe suresinde ve ve Efendim bağlılık ilkesi
nereden çıktı? Nebe suresinde Ve sizleri çift
çift yarattık diyen Hazreti Allah'ın Ezvacen çift
çift kelimesinin halfi vavından doğdu. O halfi
vav mutlak surette başındaki elif ve
sonrasındaki elif ile bir illet ve bir rahmetle
beyan olundu. O harf ilişkisinde inşallah
hakikatte beyan etmeye beyan etmeye gayret
edeceğiz. Efendim hayırların fethi şerlerin defri
ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti
için. Başta seyidimiz olmak üzere onun
ailesinin sağlık, sıhhat ve afiyeti için, başta
seyidimiz olmak üzere, onun ailesinin sağlık,
sıhhat ve afiyeti için, haylinin fethi, şenlinin
defri için, şeyhimize bağlılıkla hizmeti, Cenab-ı
Hak'tan niyaz ederek, İslam davasında
mücahede edenlerden olabilmeyi,
Rabbimizden niyaz ederek, selam ediyoruz.
Allah rızası için, El Fatiha.
2 Cihan Perveri gelmiş geçmiş mümin
müminat müslüm müslümatın ruhlarına
şühedai bedir şühedai uhud şühedai
kerbelanın ruhlarına ashabı bedir ve ashabı
uhudun ruhlarına ve kafeli iman el vahdinin
ruhlarına el fatiha Hz. Ali kerramallah ve cehu
efendimizin ruhlarına Hz. Ali kerramallah ve
cehuve Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma
anamız, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendimizin
ruhlarına, gelmiş geçmiş Seyyid ve
Seyyidelerinin ruhlarına, 12 imamın ruhlarına
ve kafirli İslam ervahının ruhlarına. El Fatiha.
Pirimiz Kabsu Azam Abdülkadir Ceylani
Hazretleri'nin ruhlarına Sadat-ı Kadiriyeden ve
Sadat-ı Muhammediyeden gelmiş geçmiş
mürşid, mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına
ve kafirli iman erbahanının ruhlarına. El Fatiha.
ve kâfihli iman erbâhının ruhlarına. El-Fâtiha.
Seyyidimiz, Müşirimiz, Peygamber Efendimizin
cittaynı Seyyid Muhammed Ruhi El-Kadir
Hazretlerinin ruhlarına, ailesinden ahirete
intikal etmiş olanların ruhlarına, müritlerinden
ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına,
Şühedâ-i Çanakkale ve Şühedâ-i İstanbul
Evliyâ-i İstanbul ordularına, Allah'a emanet
olun. feyli iman ervahını ruzanına El Fatiha El
Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Allah Meded
ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali kerim
Allah ve cehu Meded ya Gavsa Azam
Abdülkadirın izni inayetiyle Seyyidimize ikram
edilmiş Büyük İlim Sofrası Futuhat-ı Seyyid
Muhammed Ruhi'nin kapısındayız. O kapıda
yine bu akşam Baba Ali derslerinde bir
zamandır pek çok sebepten ötürü
yapamadığımız derslerimizden inşallah
Perşembe günleri aksatmadan devam etmek
gerekiyor. Rabbimin izni inayetiyle bu akşam
yine Baba Ali dersindeyiz. Konu Baba Ali'nin
dersi olunca o mihengde o ilmin tatlılığı,
zarafeti Fütuhat'ın kendi beyanatı her iklimde,
her zaman diliminde, her konusuna göre ayrı
bir şekil ve şemail ile kendisine beyan
edebilme lütfuna sahip Rabbim içindekilerle
amel edebilmeyi bizlere nasip müessir eylesin.
Hikmet külliyatının ardından Bâb-ı Âlî dersleri
o daha derin, daha özel, daha üst bir ders
olarak bizim hayatımızda hoyratlaşmış ve
gittikçe nefse emmaresinin bedbaht illetlerine
tutulmuş ehli İslam'ın, bizlerin, hepimizin daha
latif, daha tatlı, daha güzel hayata, kendine,
Ümmet-i Muhammed'e daha iyi bir gözle
bakmayı bizlere öğretiyor. Bizlere adım adım
daha iyi bir Müslüman olabilmemiz için
seyidimiz gayret gösteriyor. Rabbim
kendisinden razı olsun, derecelerini aleyh
eylesin. Ailesine, evlatlarına ve bütün
mülidenle, bütün ümmeti Muhammed'e bu
hayırlar üzere eylesin hepimizi inşallah.
Efendim isterseniz gerek okulda, gerek işte,
gerek ilimde, gerek güncel hayatımızda, gerek
sosyal hayatta, gerekse sokakta, evde, her
yerde en büyük problem ve dertlerimizden
biridir. Dert olarak da pek görmediğimiz
dinlemenin ilmini beyan etmeye çalışacağız.
Yine Baba Ali dersleri kitap olmaya başlarken
kitabın içinde genişletmek üzere. Hoş konuyu
çok daha uzun anlatabilmek ister gönül ama
hakikat insanlar biraz dinlemekten yoruluyor.
Dinlemekten yorulmayanlar için Allah nasip
ederse geçen hafta yapmaya çalıştığımız teknik
aksaklıklardan dolayı yapamadığımız dersimizi,
konumuzu, baharat yolunu Allah nasip ederse
yarın akşam tekrar ediyor olacağız. Her cuma
akşamı sizlerle beraber olmak niyetindeyiz. kar
ediyor olacağız. Her cuma akşamı sizlerle
beraber olmak niyetindeyiz. Daha uzun uzun
beraber olmak karşılıklı soru cevaplar ve
sohbet eşliğinde de genç kardeşlerimizle
yürüyebilmek adına adım adım Cenab-ı
Hakk'ın bizden istediği hayat biçimine
dönebilmek için yarın akşam sizi yine diğer
kanalımızda bekliyor olacağız efendim. Allah
nasip ederse aynı saatte. Efendim dert bu
dinlemek büyük bir dert. Herkes için kolay bir
söz. Dinliyorum işte kulaklarımı diktim sana ne
söylesen duyuyorum canım habire dinle beni
deme. Zaten dinledim anladım da diyoruz ya.
Peki anlamak mıdır dinlemek? Dinlediğimiz
şeyi anlıyor olmak yeterli ve kafi midir? Yoksa
başka şeyler mi gerekiyor? Dinlemeyi mi
bilmiyoruz ya da bildiğimizi mi zannediyoruz?
Baba Ali dersinde dinlemenin ilmi belki
ilimlerin kökeninden bir kök olarak bizlere
şimdi bu hakikati ifade edecek. Efendim
dinlemek Baba Ali dersinin bu faslında şöyle
tabir ediyor. Bir ilmi, ilim derken hayatın her
aşaması bir ilimdir nihayetinde. Bize söylenmiş
olan bir söz, bir başkası hakkında söylenmiş
olan bir söz, bir işin yapılış biçimi, bir başka
insanın bir şeyi anlatıyor olması, işin yapılış
biçimi bir başka insanın bir şeyi anlatıyor
olması her ne diyorsanız bir şeyi yapabilmeniz
için gerekli olan bir şey hakkında karar
vermeniz için gerekli olan birisi hakkında
hükme varabilmeniz ya da onu anlayabilmeniz
için onu sizden ne anlı ne istediğini
kavrayabilmeniz için hayatta aksiyona dönük
olan her ne varsa ilimle alakalı. Dolayısıyla bir
ilmi anlamak, analiz etmek ve yenisini ikame
adına gerçekleştirilen bir fiildir diyor Baba Ali
dersi dinlemenin tanımı için. Bir fiil olarak
bundan bahsediyor olması oldukça önemli.
Çünkü dinlemek genellikle sadece öylesine
durmak, kulak kabartmak, kulaklarıyla
birisinden gelen sesi duymak olarak ifade
edilir. Ancak bu yeterli değil diyor Futuat.
Hakikat bu bir fiilse eğer bu sayılan 3 özelliğe
göre de çünkü 3 tane özellik saydı bize
dinlemek için diyoruz bir niye dinleriz bir
adamı bir sözü bir kelamı birincisi anlamak için
sadece anlamak için olabilir ikincisi analiz
etmek için olabilir üçüncüsü ise yenisini ikame
etmek adına yani siz yeni bir şey
yapacaksınızdır. Zaten daha önceden bir
bilginiz vardır şimdi oraya gireceğiz. Dolayısıyla
bütün bu üç temel husus dinleme için gerekli
olandır. Ve dinlemek bir fiildir. Madem ki bu
bir fiildir öyleyse bu üç özelliğe göre
baktığımızda her birisinin de bu fiilin bir öznesi
ve sıfatı olmalıdır. Çünkü bütün fiiller belli bir
özneye yönelim belli bir sıfatla tamlamayı
gerektirir. güzel yaptı, güzel oturdular, iyi
gidiyor gibi söylemlerin içerisinde bir tamlama
yapıyor ve fiile tabirca ise bir yönelimde bir
şekil atfediyoruz. O şekle güncel dil bilgisi
ibaresiyle sıfatlar diyoruz ve o sıfatlarla
dinlemenin biçimini öğreniyoruz. Ama bu
biçim hangi öznenin elinde ve dilinde
şekilleniyorsa o şekil ve şemail o öznenin de o
halde olmasını gerektiriyor. Yani insanoğlu
sadece ben demekle kalmıyor, yeri geliyor o
oluyor, yeri geliyor biz oluyor, yeri geliyor
bizler oluyor vs. Öznenin şekli yani öznenin de
noktası bizim için bir önem arz ediyor. Öyleyse
bu sıfat ve özne ile başlayalım tanımın
özelliğini anlayabilmek adına. Bizim
hayatımızda yaptığımız en büyük eksiklerden
biri tanımlama kısmını doğru anlamıyor
oluşumuz. kısmını doğru anlamıyor oluşumuz.
Bakalım anlamak için sıfat olarak bize ne
söyleniyor? O da şu. Anlamanın öznesi bendir,
sıfatı bilgisizdir. Burada dinleyici hiçbir konuda
yani bu konuda anlatılan mevzuda hiçbir şey
bilmiyorsa veya bir şeyi bir kadarıylaarpmayı
bölmeyi biliyor olabilir ama şimdi üstü sayıları
anlatıyorlarsa bunun çarpma bilgisinin üzerine
yeni bir şey eklenecek demektir. Grafik çizmeyi
biliyor olabilirsiniz ama size grafik okumasını
öğreteceklerdir. Dolayısıyla mevcutta bir
bilginin sahibi oluşunuz. Yeni öğrendiğiniz
şeyin size bir şey katacak olması hasebiyle o
anlatılacak konuda bilgisizsiniz. Ve en tehlikeli
noktadasınız. Çünkü burada özne ben. Özne
ben olunca nefse emmare yerinde durmaz
olur. Her seferinde o eksiyi anlatan şahsın
gerek söyleminde gerek anlatımında bir eksi
karar, bir gedi karar, bir boşlu karar, kendi
geçmiş bilgileriyle onu söylemsel olmasa bile
kendi aklından bir tamamlama mecburiyetini
hisseder. Bu noktada Resul-i Kibriya
aleyhisselatü vesselam efendimizin ashabı onu
nasıl dinlemiş iyi anlamamız gerekiyor. Çünkü
Kur'an-ı Azimüşşan'da çoğu yerde akledenler
beyanatı var. Akledebilmek için en temelinde
dinleyebilmek gerekiyor. Ama her dinleyen
istediği kadar anlıyor olsun nihayetinde iman
etmiyor. Öyleyse dinleme fiilinde en tehlikeli
alan olan bilgimiz olmadığımız bir sahada
benlik en büyük bela olarak karşımıza çıkıyor.
İşte zaten bizler toplum olarak daha bu
seviyede tıkanıp kalıyoruz. Çünkü benliğimiz o
ana kadar öğrendiğimiz, okuduğumuz ve bu
seviyeyi geçmeden daha ikinci seviye olan
analiz etme, üçüncü seviye olan yenisini ikame
etme düzenine ulaşmadığımız için bu dinleme
düzeyinde hepsini becerdiğimizi, hallettiğimizi
zannediyoruz. Halbuki dinleyen adamın bu
ilimden nasibi varsa eğer, üç aşamalı bir
yolculuktan geçtiğimizi pek de fark etmiyoruz.
Bir yolculuktan geçtiğimizi pek de fark
etmiyoruz. Bizler toplum olarak, dünya olarak
birinci seviyede olduğumuzu söyleyebiliriz
ekseriyetimizle. Zira herkes mutlak surette
hele ki internet dünyasının gelişmesiyle
beraber pek çok yerden pek çok veriyi
toplayabilmenin imkanı sonucunda benliğiyle
bilgisizliğini kabullenemez bir seviyede sürekli
bir şeyleri tamamlamaya çalışıyor. Şunu da
söyleseydi, bunu eksik bıraktı, bunu da
bildiğim gibi anlatmadı, bunu da bir başka
yoldan anlattı, böyle anlatmasa ne olurdu ki,
şöyle konuşsa ne olurdu ki, söyle mi? olurdu ki
şöyle konuşsa ne olurdu ki söyle mi ne yazık ki
dinleme konusunda insanın ikinci seviye olan
analiz edebilme yeteneğine kavuşmasına engel
oluyor. Batı toplumlarında dahi ilmin ilerliyor
oluşu bilimsel teknolojinin bir nebze daha olsa
bize göre daha önde göreceli olarak gidiyor
oluşu toplumsal olarak dinlemeye vermiş
oldukları ehemmiyetten geçiyor. Bugün bir
Avrupalı ya da batıda yaşayan bir çocuğa bir
şey anlatmak isteseniz tabi ki ekstrem
noktaları vardır. Genel itibariyle eğitim
sisteminin getirmiş olduğu etkiyle sizi o konu
hakkında hiçbir bilgi sahibi değilmişçesine
dinlediklerini görüyor olacaksınız. Bazen geri
döner sahabe-i ikram efendimiz, Hz. Ömer
efendimizin Rasul-i Kibriya aleyhissalatu
vesselam efendimiz konuşurken şaşkın şaşkın
bakışına dikkat kesilirdi. O Mescid-i Nebevi'de
yapılan sohbetler ve hutbelerin ardından
bazen Hz. Ömer Efendimiz'e gelip sorarlardı.
Ya Ömer, Rasul-i Kibriya aleyhissalatü
vesselam Efendimiz bir şey konuşurken öyle
tepkiler veriyor, yüzün öyle şekillere giriyor ki
sanki onu ilk defa duyuyormuş gibisin. Biz her
seferinde bazen gözümüz senin bu haline
takılıyor da şaşırıp kalıyoruz. Nedir bu hal
dediklerinde? Hazreti Ömer Efendimiz şöyle
buyuruyordu. Ben onu her dinlemeye
oturduğumda ilk defa dinliyormuş gibi
otururum. Her kalktığımda ilk defa yapıyormuş
gibi yaparım. Böylece her günümde yeniden
tövbe eder, sanki o gün iman etmiş de dine o
gün kavuşmuşum, Resulullah aleyhissalatu
vesselama o gün bağlanıyormuş gibi olurum
der. Anlıyoruz ki sahabe-i ikramı bizden üstün
tutan bir başka unsurdur bu. Onlar bizler gibi.
Ben duymuştum bunu. Tabi tabi o sünnetten
haberim var. Ayet mi? Ezberimde zaten. Ya
biliyorum o meseleyi geçelim demezlerdi.
Deselerdi sual etmek lazım. Rahman suresinde
demezlerdi. Deselerdi sual etmek lazım.
Rahman suresinde Allah-u Zülcelal'in defaatle
febi eyy-i âlâ-i rabbikumâ tukedzibân
estaizübillah beyanatıyla o söylemeni nereye
koyardı Araplar? Hele ki kafiyeler, söylem
tekrarları insan bir şeyi anlamadığı için mi
tekrar edilir her zaman? Hayır. İnsan
dinlemediği için mi tekrar edilir her zaman?
Hayır. İnsan dinlemediği için mi tekrar edilir?
Hayır. Allah Resulü'nün her sözünde her bir
nefse emmarenin kırılıp parçalanabilmesi için,
nefse emmarenin tamamen ezilerek
ümmetinin ruhaniyetiyle muhabbet-i ilahiyede
devri Resulü Kibriya aleyhisselatü vesselamın
yaşadığı dönemde o devirde hakikat erbaba
olabilmesine niyaz ederdi. Sahabe ikramını
ortadan kaldırmış olduğu, kaldırmaya gayret
ettiği ekseriyetiyle bu konuda çok başarılı
olmuş olanlar elbette ki o sahabe arasında
ümmetin derdine koşmuşlar ve ümmeti
Muhammed'i dünyanın dört bir tarafında
anlatanlar olmuşlardı. Çünkü onların derdi
anlatmak değildi. Her seferinde o
bilgisizliklerini benliklerini ortadan
kaldırdıkları için becerebilmişlerdi. benliklerini
ortadan kaldırdıkları için becerebilmişlerdi.
Batı toplumu benliğini ortadan kaldırmadan,
sadece dinlediği şahsı bilgisizce dinleyebildiği
için önemli atılımlar atarken bu ilmi bilmeseler
de pek çok noktada faydasını gördüler. Benlik
ortadan kaldırılmadan bilgisizce dinlenilen
dinleme ilminden %50-60 oranında fayda
görürsünüz. Ancak dinleyen şahıs her ne kadar
bunu bilgisizce de dinlese, geri döndüğünde o
benliği, o bilgisizliğini örtmüş ve kapatmış olan
o bilginin üzerinde bir değere sahip olduğunu
ona hatırlatınca, ne yazık ki geri dönüp kendi
istek ve arzularıyla bir şeyler yapmak isteye
devam eder. Kim kendi benliğinden vazgeçerse
işte o günden itibaren doğruyu doğru bir
şekilde yaşayabilme imkanına sahip olur ki o
da doğru bir zaman demektir. Öyleyse genç
kardeşim yine bir nefse emareyle karşı
karşıyayız. Onu ortadan kaldırmak için
mücadele etmedikçe dinleme ilminin ilk
adımını atamıyoruz. Ama diyelim ki o
mücadeleyle atmaya gayret ettik. En azından
bilgisizce oturmak lazım. Bilmeden oturmak
lazım. Girdiğin her ilim erbabı kim olursa
olsun, girdiğin hiçbir mekana bilginle
girmemek lazım. Efendim, günün birinde böyle
büyük bir alim, farklı alimlerin sohbetlerine
gider, onları dinler, onların meclisinde
bulundurmuş. Kendisine hep şunu söylemişler.
meclisinde bulundurmuş. Kendisine hep şunu
söylemişler. Sizlerin geldiğiniz gelmiş
olduğunuz şu mekanlarda sizden ilmen daha
düşük bilgi seviyesi daha az bazen sizin kadar
bazen sizden üstün hiçbir şey söylemeden
teşekkür ederek ayrılıyorsunuz. Biz sizden bu
sohbetlerde bir şey alamıyoruz. Nedendir acep
diye sual ettiler. Şöyle buyurdu. Ben gelirken
kapıdan içeriye girerken bilgimi dışarıda
bırakıyorum. Bir bilgisiz olarak giriyorum
buraya. Zira bilgimle girsem benliğim de
benimle beraber girecek. O zaman nefsim beni
dinlemekten alıkoyacak. Dinlemezsem
öğrenemeyecek. Öğrenmekten öteye nefsime
o ihtiyacı olan kamçıyı vuramayacak olanım.
Eski zamanların alimleri sırf kendi nefislerini
ezebilmek uğruna başka alimlerin derslerine
sıkça gider, onları bir talebe gibi dinlemeye
gayret eder, nefsini ezmeye çalışırdı. Öyleyse
sevgili genç kardeşim, dinlemek aynı zamanda
nefsi terbiyede bir metottur. Elbette sonra
ikinci bir seviye gelir. O benlik vasfından
sıyrıldıkça mümkün olan bu durumda artık
özne biz olabilir. Bizin olduğu yerde artık sıfat
dengedir. Dengeyi kurabilmek için kuranların
daha doğrusuyla ulaşacakları yer analiz
kapasitesinin gelişebilmesidir. Duyduğu şeyi
doğru mu yanlış mı, eksik mi tam mı, daha iyisi
mi daha kötüsü mü ya da daha iyisi nasıl
olabilir şeklindeki beyanatı yöneltebilen,
analiz yeteneğini geliştirebilmek, sistemi
dengeye getirebilecek o parçaları
birleştirebilmek biz demekle mümkündür.
Kendinizi bir şeye dahil olarak gördüğünüz
andan itibaren dinleme kapasiteniz artar ve o
andan itibaren parçası olmayı kabul ettiğiniz ki
bizim için bu İslam ümmetinde bütün
Müslümanların içinde bulunduğu o geniş
haznedir, biz dediğimiz andan itibaren o
dengenin oluşması noktasında bir kaba
girmeyi kabul etmiş oluruz, o zaman analiz
etme yeteneği başlar. Bugün insanların,
özellikle yorumcuların, televizyoncuların,
gazetecilerin, kendi köşelerinde bir şey analiz
ederken, genel itibariyle, nefse emmalileriyle,
basit ve karmaşık, basit bakış açısıyla pek çok
şeyi dengesizliğe götürüyor oluşları, büyük
hatalar, her seferinde yanlışlar, o yanlışlardan
dönme çabaları, döndüm derken bir başka
şekilde kendilerine üstün gösterme çabalarıyla
anlıyoruz ki insan ben derken analiz
yapamıyor. ne yazık ki bu noktadaki
yetenekleri varken o yetenekleri en alt
kapasiteyle kullanıyor olması işte biz demenin
zorluğundan geçiyor. İnsan karşısındaki şeyi,
ilmi analiz edebilmek için biz diyebilirse analiz
edebilir. Anlatıcının en az bilgisi kadar bilgisi
olmayı ama yetmez benlikten vazgeçip biz
diyebilmeyi gerektirir. Bu durumda
karşınızdakini hoyratça aşağılarcasına kendi
aklınızdan geçirip dilinizden söylemeseniz bile
en tatlı bir şekilde kıvamına getirebilir noktaya
erişmek için doğru bir analize erişebilmek için
dengeye kavuşabilmek için biz diyebilmeniz
gerekir. Peki yeter mi bu seviye? Yetmez. En iyi
dinleyicilerden bahsetmemiz gerekirse eğer,
şimdi onlar için özne o diyebilmektir. O, biz
Müslümanlar için Allah-u Zülcelal'dir. O, ehli
küffar için ulaşılması gereken maddi bir
hedeftir. Dünyadır, dünyalıktır. Yenisini ikame
edebilme, daha doğrusunu beyan edebilme,
daha doğrusuyla insanlara hizmet edebilme,
en iyisini beceremese bile en iyisini
becerebilme yolunda yol kat edebilme bir
seviye gerektiriyor. O seviyeye ulaşabilmek
için ise dinlemede o sözünü nihen kabul etmek
gerekiyor. o sözünü mihen kabul etmek
gerekiyor. Elbette işte bu an insanın
kendinden bize, bizden ona yönelmesi için
gerekli olan bir serüven olarak karşımıza
çıkıyor. Efendim bu dinlemenin özneleri ve
sıfatları. Evet bunun bir de şekli var, mahiyeti
var, gerekleri var. Dolayısıyla en alt
kademeden üçüncü kademeye kadar gelsek
bile her kademenin şartlarını bir okuyalım.
Nihayetinde onları bir anlayalım. Nasıl
dinlememiz gerektiğini o zaman görmüş
olacağız. Efendim dinlemenin bir şekli vardır,
bir mahiyeti vardır, bir de gerekleri vardır. Bir
mahiyeti vardır, bir de gerekleri vardır. Biraz
önce saydığım üç ayrı seviyede de bu şimdi
saydığım üç durum değişmez. Bu üç durum her
üç seviye içinde geçerlidir. Birinci durumda
dedik ki dinlemenin bir şekli var. Bu şekil
elbette ve en başta bedeni olan bir şekildir.
Bedenimizin dinlemeye hazır olması lazım.
İnsan tokken yemek sofrasına oturabilir mi?
Elbette hayır. Öyleyse dinlemek için bir ilim
sofrasına gelen talebenin ne tam doymuş ne
de tam aç olmaması gerekir. Yine döndük
Resulü Kibriya aleyhissalatü vesselamın hadisi
şerifine. Çok açken sofraya oturmamak, çok
doymadan hemencecik kalkıvermek. Yani her
şey itidalinde, dengesinde tam olması gerektiği
yerde. idealinde, dengesinde, tam olması
gerektiği yerde. Önce bedenimizi tam bir açlığa
düşmemiş ve müthiş bir toplukla, toplukla,
yorgun bir şekilde bırakmamış bir dinlemeye
hazır olacağız. İki, susuz olmayacağız. Çünkü
birisini dinlerken bir şeyler içebilmek, bakın
sohbet etmek başka bir şeydir. Ama dinlemek
başka bir şeydir. Dinlemek, öğrenebilmek,
anlayabilmek, analiz edebilmek ikinci
seviyede. Üçüncü seviyede yerine yenisini
daha iyisini ikame edebilmek içindir üçüncü
seviyede. Öyleyse bir şey yerken içerken bir
şey dinlenilmez. Hele ki eğitim camiası için çok
önemlidir bu. Çünkü aklın fiilinde yemek
yerken üretilen hormonlar dinleyiş esnasında
gerekli olan kapasite kullanımınızı
düşürmektedir. Yani bugünkü eğitim dünyası
buna dikkat dağınıklığı diyor olsa da hakikat
insan için önemli. Üçüncü mesele bedenimizde
herhangi bir şekilde bir rahatsızlık, bir sıkıntı
varsa en başta onun çözülmesi gerekir. Elbette
çözülmeyen problemlerimiz olabiliyor.
Geçmeyen ağrılar falan. Allah herkese şifalar
nasip eylesin bu mübarek gece hürmetine.
Böyle bir durum varsa insanın en azından
insanın kendi vücuduna şunu söylemesi lazım.
Şimdi bir şey dinlemeye gidiyorum. Ey beden
ağrın var sızın var ama benim de bir işim var.
Lütfen biraz sesini kız ya damemeyi tercih
edin. Zira bu hem zamanınıza israf olup hem
de daha sonradan bir şeyi tekrar dinlemenize
aynı şeyi tekrar dinlemenize engel olabilir.
tekrar dinlemenize, aynı şeyi tekrar
dinlemenize engel olabilir. Şeytanlandır ama
yapamayanlar için biraz uzak durup bedenin
şifasını meyletmek, onu düzenlemek
gerekiyor. Bir başka önemli mesele insanın
oturuşu mühimdir. Çünkü dinlediğiniz şeyin
sözü, kelamı göğüsten göğüse aksetmesini
arzu ediyor. sözü, kelamı göğüsten göğüse
aksetmesini arzu ediyor. Vücudunuzun onun
kabulüyle bütün cidarlarınıza geçmesini arzu
ediyorsunuz. Göğsünüzün ona dönük olmasını
talep etmelisiniz. Bugün camilere gittiğiniz
zaman genellikle yaşlı amcalar şöyle sırtınızı
kıbleye filan doğru verdiğinizde sizi hemen
uyarmak isterler. Hakikat hemen kıbleye dön
evladım, yan oturma olabildiğince kıbleye filan
doğru verdiğinizde sizi hemen uyarmak
isterler. Hakikat hemen kıbleye dön evladım.
Yan oturma. Olabildiğince kıbleye dön derler.
Bunun gerçekliği sadece kıbleyle ilişkili değil.
İlmin okunduğu mescitlerde yan oturmak,
efendim arkasını dönük oturmak, nasıl
oturduğunuz tabi ki edep ve adep
çerçevesinde ama bağdaşla kursanız, bir başka
şekilde de otursanız rahatlık mühimdir edep
çerçevesinde ama hakikat şudur ki ilim
göğüsten göğüse. Dolayısıyla birebir bir eğitim
serüvenine girdiyseniz eğer sırtınızı
dönmeyeceksiniz. Aklınızdan bir başka şeyin
hayali varsa o hayali kapatmadan o ilim
meclisine girmeyeceksiniz Sıfır kilometre
olmayı niyaz edeceksiniz Bizdeki okullarda
verilen ara teneffüsleri aslında dinlenmek için
değildir Sözüm ona dinlenme diyorlar Hakikat
bir başka derse girmeden önce Önceki dersten
kafada kalan sual soru varsa onları sorup o
defteri kapatmak. Yeni derse girerken kafa sıfır
tabiri caizse girebilmektir. Kafa sıfır olmayınca
ilim olmaz. Çünkü dinlemek hak olmaz.
Efendim dinlemenin bir de mahiyeti var.
Mahiyeti akliyir elhamdülillah ve ne yazık ki
aynı zamanda devrimizin büyük problemidir ki
herkes kendini akıllı bilmekte. Sonunu
dinlemeye gerek duymayanlar, ortasında
kararını çoktan vermiş olanlar, insanın
söylemleriyle kıyafetlerini karşılaştıranlar vs.
vs. Mahiyeti akıldandır zira herkes aklına çok
güveniyor. Halbuki akıl dediğimiz aç kapa bir
motor. Kalp gibi değil. Kapasitesi o kadar yok.
Ama biz onu en yüksek kapasitedeki varlık
olarak biliyoruz. O bedenimizin de en yüksek
kapasitesi varlığı. Kalbimizin ve sudurumuzun
hikmet ve hakikatinde var olan değerse,
onlardan elbette çok üstün. Öyleyse, aklınızı
bu dinlemenin mahiyeti çerçevesine
getirirken, gerçek manada o konuda çok eksik
olduğunuzu kabul ederek hiçbir şey
bilmediğinizi kabul ederek hareket etmeniz
üzerinedir. Zira Allah Resulü sallallahu aleyhi
ve sellem Efendimiz Kur'an-ı Azimüşşan'ı
okumaya gayret edenlerin ilk başta okurken
çektikleri zahmetten ötürü daha çok sevap
alacaklarını beyan etmişler. çektikleri
zahmetten ötürü daha çok sevap alacaklarını
beyan etmişler. Elbette ki hikmet bir, çilesini
çekenin o noktada büyük sevabı ereceği. Ama
bir başka hikmet var bu hadis-i şerifte. Kim bir
şeyi okumaya hep yeniden ve sıfırdan
başlıyormuşçasına başlasa, ondan alacağı çok
şey vardır. Aklını yok kabul edebilmektir
hakikat, hakikat olmadan olmuyor hikmet.
Efendim dinlemenin bir gereği var, işte batı
dünyasında olmayan, doğuda kullanılmayan,
ruhen dinlemek, insanın karşısındakini ruhuyla
dinliyor olması. Zira Hz. Ali Efendimiz'e öyle
diyorlardı. Ya Ali sen Allah Resulü dinlerken
sanki aklın burada değilmiş gibisin. Böyle dalıp
dalıp gidiyorsun. Allah Resulü'nün
söylediklerini mi hayal ediyorsun, onları mı
düşünüyorsun derlerdi. Hz. Ali Efendimiz de
derdi ki ruhum onun ruhuyladır. O benim
dinlemem sizin kulak dinlemeniz gibi değil. Bu
ne demek? Dinleyenin içinden dinlemek. Bu
artık işin hikmet tarafı. Bâb-ı hikmet. Sözün
içinde sözle beraber olabilmek. Sözü
söyleyenin sözündeki nefes olabilmek,
nefesindeki seste bir noktayı ilahiyenin,
noktayı cezbenin içinde garbiyat ve şarkıyat
duygusu olmadan bir bütün olarak
kabullenebilmek. O kabul ruhların sevgisiyle
mümkün. Bu yüzden hep söylenen bir söz
vardır ya, talebe öğretmenini severse daha
başarılı olur diye işte bu sebepten
kaynaklanıyor. Ruhtan ruha olursa kalpten
kalbe bir yol vardır gider sözünün mahiyetince
ruhlar daha kolay öğrenebiliyor. İşte bu
bilginin transferi anlamına geliyor ama bundan
biraz daha önde. Hani bir tık diyorlar ya, bir tık
daha birkaç tık daha önde. Fersah fersah
meselesi ama bir tık kadar yakın. Neden? Ruh
ve beden bir alemde. Efendim bu manayı
ilahide bu kısa sohbetimizde özünle özetince
beyan ettik. Ama şunu söylemeyi geçmemek
lazım. Kitapta genişleteceğiz elbet. Dinlemeyi
bilmeyene ne olur? Birincisi dinlemeyi
bilmeyen dinlenemez. Hayatta en önemli
şeylerden bir tanesi vücudumuzu dinlendirmek
değil mi? Sürekli etrafındaki sesleri biliyorum
diyerek alanların bir an önce ve çarçabuk ve
büyük stresler altında vücutlarının çabuk
çöktüğünü, çabuk kırışıklıklardan bahsederken
bir ilaç arıyorlar ya, ilaçlardan bir tanesi
dinlemektir efendim. Dinlemeyi bilmeyen
dinlenemez, dinlenemeyen de vücudu çabuk
çöker. Efendim dinlemeyi bilmeyen
demlenemez. Zira çaya su döküp de pat diye
içilmez. Bir dem gerekir. Demlenebilmesi için
dinleyebilmek esastır. Hele ki birkaç defa ve
tekraren. Niye? İnanın bana sahabe-i ikram
bugünleri görüyor olsaydı ve bu kayıtların
tekrar dinlenebilir olduğunu görselerdi bir
manada sevinirler bir manada üzülürlerdi. da
sevinirler bir manada üzülürlerdi. Sevinirlerdi
çünkü onlar Allah Resulünden aynı şeyi bir
daha bir daha ve bir daha duyduklarında her
seferinde vücutlarında hayatlarında ikame
ettikleri yeni bir şeye kavuşur yeni bir gökte
yeni bir keşif noktasına ulaşırlardı. Ama
üzülürlerdi nihayet sesle değildir ilim hakikat
göğüsten göğüse o yüzden belki de üzülürlerdi.
Efendim dinlemeyi bilmeyenin üçüncü illeti
dengeye gelemez. Ya bizim çocuk çok dengesiz
toplum olarak çok dengesizleştik toplum
olarak birbirimizi anlayamaz old, derdimizi
anlatamaz olduk dersiniz ya. Efendim inanın
bana herkes derdini çok güzel anlatıyor. Ama
kimse kimsenin ne dediğini dinlemiyor. O
yüzden sizin neyi ne kadar iyi anlattığınız çok
da bir şey ifade etmiyor. Peki bütün bu sözler
nereden mi beyan oluyor? Nebe'be suresinin
tefsirindeydik hatırlarsınız. Allah-u Zülcelal 9.
ayeti kerimede şöyle buyuruyordu. Ve uykuyu
dinlenme kıldık. Tam doğrada 2. beyanatta Hz.
Ali Efendimizin beyanatıyla tefsiri ruhi sübata
kelimesi seçilmiş, bu bir dinlenme manasına
geliyor olduğu beyan edilmiş, harf-i sinde de
ilmi dinlemenin inmi olduğu ifade edilmişti. Biz
de bugün üstü biraz kapalı ama özetiyle
hayatımızı değiştirmesi ümit ettiğimiz önemli
noktaları seyidimizin dilinden, onun
gönlünden dillendirmeye gayret ettik. Dilden
dile. Efendim hakikat Rabbim bizlere
dinlemeyi nasip etsin. Dinlemedikçe
anlayamayacağız, anlayamadıkça amel
edemeyeceğiz. Anlayamadıkça amel
edemeyeceğiz. Rabbim dinlerken önce
benliğimizden sonra aklımızdan sonra
bizliğimizden de geçerek sadece Rabbül
Aleminin rızası için dinleyen, onun rızası için
anlayan, selatü ve selam Efendimiz'e hayırlı bir
ümmet, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali
efendilerimizin seveceği hoşnut olacağı bir
mümin, Hz. Fatıma, Hz. Ayşe valilerimizin, Hz.
Hatice valilerimizin, bunlar bizim
gençlerimizdir dediği gençlerden olabilmeyi
bütün gençlerimize, bütün insanlığa nasibi
müesser eylesin. İnsanlığa önce iman, ehli
imanı da hikmet nasip eylesin. O hikmet ki
babali kapısındadır. Rabbim nasip eylemiş
seyidimize, seyidimiz izin verdi dinlememize,
hayırlısıyla dinleyenlerden olmayı,
dinleyebilme ilminle dinleyenlerden olmayı
bizlere nasip eylesin. Rabbim. Efendim yarın
akşam geçen hafta yapamadığımız dersimizi
inşallah yapıyor olacağız. Bekleriz. Bütün genç
kardeşlerimize tekrardan bir haber veriniz.
Dua ediniz. İnşallah bu sefer aksiliksiz
atlatabiliriz. Efendim hayırların fethi, şerlerin
defi. Ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve
afiyeti, iyi dinleyip iyi yaşamak niyetiyle. Allah
rızası için El-Fatiha.

2. Cihan Perveri Hazreti Muhammed Mustafa


sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytine
ruhlarına, Hazreti Ebu Bekir Numan Ebu
Osman'a, Vali Efendimizin ruhlarına, Şühedai
Bedir, Şühedai Uhud, Şühedai Kerbelan'ın
ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un
ruhlarına ve kafeli iman erbahanının ruhlarına,
El Fatiha. Hazreti Ali kerram Allah ve cevabı
Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız,
Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin
ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidilerin
ruhlarına, 12 imamın ruhlarına ve kafeli İslam
erbâhının ruhlarına, 12 İmamın ruhlarına ve
kafirli İslam ervanının ruhlarına. El Fatiha.
Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceilani
Hazretlerinin ruhlarına, Sadat Kadiriyye'den ve
Sadat Muhammediye'den gelmiş geçmiş
mürşid, mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına
ve kafeli iman erbanının ruhlarına El Fatiha.
Seyyidimiz, mürşidimiz, peygamber
efendimizin incitani Seyyid Muhammed Ruhi
El Kadir Hazretlerinin ruhlarına ailesinden
ahirete intir Hazretlerinin ruhlarına, ailesinden
ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına,
müritlerinden ahirete intikal etmiş olanların
ruhlarına, Şüheday Çanakkale ve Şüheday
İstanbul Evliya-i İslam'ın ruhlarına, Cabir bin
Abdullah Hazretlerinin ruhlarına, Eyyub Elen
Salih Hazretlerinin ruhlarına, Şühedanın
Serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in
ruhlarına ve Kâfirli İman Ermanların ruhlarına
şühedanın serperveri Hazreti Hamza
Efendimizin ruhlarına ve kafeli iman erbanının
ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
Meded ya Hazreti Allah Meded ya Hazreti
Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi
Vesselam Meded ya Hazreti Allah, Meded ya
Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem Meded ya Hazreti Ali kerimallah ve
cehu, Meded ya Gavsazam abduh Kadir e
ceylani Meded ya Seyyidi Muhammed ruhi,
Eûzu billahi minneşşeytanirracimi,
Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın
Seyyidimize ikram edildiği Fütuhat kapısından
Baba Ali derslerindeyiz. Her hafta olduğu gibi
bu haftada Nebe Suresinin tefsirinde beyan
ettiğimiz Hz. Ali Efendimizin işaret buyurmuş
olduğu kelimedeki harfin üzerindeki
incelikteyiz Baba Ali dersinde. Hakikat, ilim
konusunda yapılmış büyük futuatlar vardı.
Futuat külliyatında seyidimize ait olan ama işin
içerisinde yine derin olan bir alanı açıyoruz bu
akşam. Yine özetiyle Babali dersleri diye
çıkacak olan inşallah külliyatın kendi
bölümündeki ibaresini taşımak üzere. Efendim
hakikati şöyle ifade etmek gerekiyor. İlim en
başta insanoğluna bir hak ve hakikati anlayıp
kavrayabilme uğrunda Rabbimizin takdir
etmişan bir kapı olup olmadığına dair beyanatı
sunmak üzerinedir. Zira insanların ilmi
kendilerine karanlık yaptığı gün gece gelmiş ve
fitne başlamıştır. Bu özlü sözün üzerine
yürüyoruz bu akşamki beyanatımızda. Karanlık
sadece bir günün ortadan kalkmasıyla değil.
Bu özlü sözün üzerine yürüyoruz bu akşamki
beyanatımızda. Karanlık sadece bir günün
ortadan kalkmasıyla değil, Allah-u Zülcelal'in
takdiriyle bir vaktin değişip bir başka şeyin
başlamasıyla izah edilir. Bu izahatın
içerisindeki değer, mutlak surette maddenin
yaratılışındaki özellikleri Beyan ettiğimiz Siyer-
i Nebi yolculuğundaki Allah nasip ederse bu
pazar gününden İtibaren pazartesiden itibaren
Sizler yeniden aksatmadan Dinlemeye devam
ediyor olacaksınız Bu haftaki yaşanan bu
aksaklıktan Dolayı kusura bakmayın haktanıza
helal edin Yetiştirmeye Gayret ediyoruz pek
çok şeyin arasında Göreceğiz ki Başında da
gördüğümüz üzereere ilmi hakikatlerde
maddenin yaratılışında maddenin bir karanlık
yüzü var ki o karanlık madde olarak da bilim
dünyasında bugün karanlık olarak izah edilene
hoş bir tevafuktur. Hakikat şeytanın, nefsin,
bela ve desisenin yaratılmış olduğu bir alandır.
Bu alanın içerisinde elbette ki bir bilgi var.
Bilginin karanlığı ise onun olmama durumu
değildir. Olduğundaki halini ifsad etme
durumudur. Dolayısıyla cehaleti birkaç kısımda
ele almakta fayda var. Bizler ilmin olmadığı,
ulaşılamadığı ya da ilimsiz kalmış insanlara
zaman zaman cahil ifadesinde bulunabiliyoruz.
Ama Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de Resulü Kibriya
Aleyhisselatü Vesselam'a vahyettiği din-i
mübini İslam'ı yaymaktan vazifeli olan Resulü
Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın karşısındaki
insanlara bilgisiz oldukları için cahil
dememiştik. Onlar kendilerinde kendilerince
kendilerine kadar muharef olarak aktarılmış
olan bilgiyi karşı tarafa daha da farklı bir
şekilde atfederek o bilginin yanlışlığını beyan
edenlere karşı cahilane bir harekette vahşi bir
duruşta bulunuyorlardı. Kendilerini bu
noktada ele alan insanlara cahil diyor
oluşumuz, bugün de ilim adamlarının aynı
bedbaht düzene kaymayacaklarında kesin ve
kati bir kurtuluş kapısı olmadığını görmek
gerekir. Zira özellikle bilgi sahibi insanlar için
en büyük tehlike bunun bir karanlık yüzü
olduğunun farkında olmamaktır. Zira alimler
her ne kadar Resul-i Kibriya aleyhissalatu
vesselam efendimizin farklı hadis-i şeriflerinde
pek çok övgüye mazhar olmakla beraber bazı
hadis-i şeriflerde de mahşer yerinde
bedbahtların arasında yine en öndeki isimler
olarak anılmışlardır. Bir alimi bedbahtlığa
götüren asıl kapı işte ilmin alimin kendisini
karanlığa götürdüğü andır. Karanlığın ne
olduğunu anladığımız anda alimin bu hataya
düşme durumunu çok daha iyi anlıyor olacağız.
Bir şeyin mücadelesinde şahsiyeti değil nefsini
değil şahsiyeti ön planda tutan kendisini
karanlık bir noktadan ilim izahına mecbur
eylemiştir. Bugün ulema taifesinin ya da alim
olarak adlandırılan insanların ekseriyetle
toplumun önünde isimler üzerinden
beyanatlar sunuyor olması zaten ilmin derece
babında ne kadar düşük bir seviyeye erdiğimizi
bizlere bir kez daha gösteriyor. Zira hakikat bir
İslam aliminin söz ve kelamını kişiler üzerinden
değil olaylar, olgular ve sistemler üzerine
yapmasıdır. İnsanların kendi içerisinde var
olan nefsani bağlılıklarını şahsiyetleştirmiş
özelliklerle kendilerini birleştirenleri karşı safa
almak doğru bir hareket olmaz. İnsanları fevş
fevş birbirinden ayırmak yerine
birleştirebilmek için birleştirici ana unsur olan
tevhidin merkezinde La ilahe illallah
Muhammedur Resulullah sözünü mihenk
edinmiş olan insanların bir başka insanı özetle
söylemek gerekirse kendisine bir düşman gibi
görmemesi gerekmektedir. Hoş bugünkü ilim
adamcıkları genel manasıyla bu söylemleri
yaptıklarında ben ümmeti Muhammed'i
uyarmak için buradayım söylemiyle ortaya
çıkıyorlar. ümmeti Muhammed'i uyarmak için
buradayım söylemiyle ortaya çıkıyorlar. Ancak
her bir söylemin içerisinde aslında tarihsel
sürecin son 200 yılında alim sıfatını takmış
olan insanların ne bedbat fiiller işlediklerini de
görmezden gelmiş oluyoruz. Elbette ki İslam
dünyasının son 200 yılında siyasi, ekonomi,
savaşlar ve yaşanmış pek çok problem
sebebiyle insanların ilmin hakikatini beyan
edenlerden uzak kalarak bu hususlarda pek
çok hataya düşmelerini gayet normal
görebiliriz. Gerçekten böyle de olmuştur. son
20-30 yıldan beri insanların söz ve söylemlerini
daha rahat söyleyebildiği bir ortamda hali
hazırda İslam'ın temel kuralları üzerinde dahi
insanların bilinçsiz ve bilgisiz ve anlamsız ve
derecesiz fikirleriyle fikirsiz, destursuz,
düstursuz, şeraatsiz, sünnetsiz, her nevi ve
cinsten alim edasıyla ortaya çıkan insanların
peşinden gidiyor olmaları biraz da bu hak ve
hakikati öğretmekten çok konunun esasına
ilişkin değil, çevresel koşullarını ortaya koyan
insanlar sebebiyle olmamış mıdır? Öyleyse
bizler bugün her ne kadar alim sıfatıyla ortaya
çıkarak insanları yanlışa sevk eden insanlar
üzerinden uyarmaya gayret edenleri görüyor
olsak da bir diğer taraftan bu insanları ifsad
edilebilecek noktaya getirilmesinde yapılmış
olan hataları görmezden gelmiş oluyoruz.
Bunları görmezden geldiğimiz gibi ne yazık ki
büyük eksiklikleri ifade edemiyoruz. İnsanların
bu eksiklikleri göstermeye gayret ettikleri
yerde ise garip bir şeyle karşılaşıyoruz.
Özellikle bu son dönemde daha da vaveylayla
devam eden reddiye gayretleri alimlerin adı
üzerinde bir ilimle değil kendi isimlerinin
beyanatlarıyla hareket ettiklerine bir delildir.
Zira ilimde usul ulemanın tekil olarak
hareketinden değil ulemanın birlikte icma
ederek söylem götürmesidir. Bugün hem
kürsülerde hak ve hakikati beyan ederek,
ümmeti Muhammed'i diriltmek, kendilerine
bir söz söylemek için mücadele edenlerin hem
isimlere çok fazlaca takılıyor olmaları, hem de
icma edilecek olan hakiki o merkezden de uzak
duruşları, her söylemin ayrı bir dereceyle ayrı
bir baptan karşımıza çıkıyor olması ne yazık ki
insanlar arasında doğru bir biçimde
anlaşılamamaktadır. Nihayetinde insanımızın
cehaleti ise kendi menfaatindendir. İnsanlar
kendi menfaatine olan şeyleri çarçabuk
öğrenirken onlara hak ve doğruyu söyleyen
alimlerden uzak durmayı da kendilerine ihtiyaç
olunduğunda ihtiyaç olunduğu zamanda ve
ihtiyaç olununca kadar kabule zişan bir
durumda görmekteler. Bu işin bir tarafı bir
diğer tarafı ise şu ilim alim için önce kendisini
adam etmesi üzerinedir. Bu noktada alimin
kendi amelini düzeltmek için çıktığı
mücadelede ameliyle paralel olarak geliştirmiş
olduğu hayat biçimini başka insanlara öneri
olarak sunmasında ilmi bir alet ve edevat
olarak kullanması hak ve hakikat yolunda
hikmet erbabının peşinden gidebilmesiyle
mümkündür. İlmin bir araç olmaktan çıkarak
amaç haline dönüştüğü, ilmin doğruyu bulmak
yolundan çıkarak doğrunun kendisi olarak
kabul edildiği bir kıvamda hiçbir noktadan
habersiz insanların dahi kaynak talepleriyle
karşılaşıyoruz elbette. insanların dahi kaynak
talepleriyle karşılaşıyoruz elbette. Normal bir
dinleyicinin, normal bir başka iş yapan insanın
din konusunda gerçekten kendisini önder
olarak kabul ettiği ismi kendi gönlünde kabul
edebilmesinin yanında bir kaynak teviline
gidiyor olması kaynaklardan haberdar
olmasına gerektirir ki bu da işin bambaşka ve
acayip bir kavramı olarak karşımıza çıkıyor.
Bunlar genel değerler ama öz değerlerine
geldiğimiz zaman hani biraz daha ince
noktasına girdiğimiz zaman bugün alimlerin
özellikle ülkemiz coğrafyasında ilmin
karanlığına doğru bir kapı açarak orayı
aydınlatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Yani
insanların nefislerini hiç kimse doğru düzgün
düzeltemezken onların nefislerinin yaptığı
hataları üstüne üstüne sayıyor olmak ve
üstüne üstüne bu hataların çözümlerini de
adam akıllı beyan edemiyor olmak,
nihayetinde ilmin karanlığına bir adım daha
atabilmektir. İnsanoğlu kendisine söylenen
sözün yanında çözümü talep eder. Beyin, ruh,
kalp böyle çalışır. Kendisine hem doğru
söylenmeyecek, hem de sürekli olarak onun
nefsini aşağı gösterecek olan söylemle ki böyle
olmasında bir zeval yoktur, bir hata yoktur.
Ancak söylenen sözünün çözümünü
sunmadığınız yerde ne yazık ki insanlar kendi
nefeslerine hoş gelen sohbetlerini dinliyorlar.
Şöyle anlatayım sizlere. Şöyle anlatayım
sizlere. Eski zamanlarda bir alim kürsüye çıktığı
zaman insanlara cehennemdenler kahkahalar,
gülmeceler eşliğinde kendi halini değil,
konuyu, komşuyu, hatta evladını, hatta eşini,
hatta çalıştığı şirkette adamı düşünerek sanki
kendisini bunların dışında bu fanustan
sıyrılmışçasına görüyor. Bu fanustan
sıyrılmışçasını görüyor. Halbuki Allah Resulü
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz husbeye
çıkarak insanların geçmiş, gelecekte
yaşayacağı şeylerden onlara bahsederken
insanlar kendilerini düşünüyorlardı. Bu yüzden
onlar sahabe-i ikram olarak hayatımıza bir
değer katıyorlardı. Bir diğer taraftan sizler
Rasul-i Kibriya aleyhissalatu vesselamın bir
kürsü başına çıkıp da bir kürsüye çıkıp da ilmi
olarak bir beyanat sunduğunda nedir sizin bu
haliniz dediği pek de görülmemiştir. Elbette bu
zamanda bunların söylenmesi gayet doğaldır.
Ama bizim anlatmaya çalıştığımız şey şudur.
Rasul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam halden
bahsederken insanlar kendi hallerini
düşünüyorlardı. Alimler kendi bedbaht
hallerini düşünüyorlardı. Kendi hata ve
kusurlarını nasıl örtebilirlerse onlara bulmuş
oldukları çözümleri insanlara sunuyorlardı.
Bugün ise gerek ulema diye tabir edilenler,
gerekse onların arkasından gelerek bugün
dayaşlı, ışıtlı, mealci, tevhidçi diye tevhid
kelimesini kullanmaktan haya ediyoruz ama ne
yazık ki kendisini böyle adlandırmış olanların
da etraflarındakileri sadece küfürle itham
etmek için bir mücadeleye giriştiğini
görüyoruz. Hoş bunu yapmayan tasavvuf
erbabı içinden insanların da etraflarındakilerini
kendi cemaatlerinden hariç oldukları için
onları da böyle gariban, daha aşağıda, daha
muzdarip, hak ve hakikate ulaşamamış, tuhtuh
ve yazık anlayışıyla baktıklarını görüyoruz.
Cami imamlarının etrafta yaşanan bu olaylar
karşısına mealci bir zihniyete sahış, gerçekten
daha uygun olması beklenirken daha üst
seviyeye ulaşabilecekken bir başka ulemanın
dizi dibinde yetiştiği için ya da bir müşri
kamilerin de yetiştiği için hayır ne yazık ki
kaybetti dinlenen gözlerle insanlara
bakıyorlar. azik ki kaybetti dinlenen gözlerle
insanlara bakıyorlar. İhvanını sadece kendi
cemaati olarak görüyorlar. Kendi ilmine tabi
olmayan insanları kesin ve kat'i olarak
reddediyorlar. Sizlere çok basit bir sual etsem,
konu biraz daha anlaşılır mı acaba? Örneğin
İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerinin talebesi
olan İmam Ebu Yusuf'un kendisiyle İmam
Azam Ebu Hanefi Hazretleriyle zaman zaman
farklı görüşleri olabiliyor muydu? onlar
birbirlerini tukaka yahut haşa birbirlerini daha
az bilen addediyorlar mıydı? Hayır. Hele ki
birisi ilimde hocası birisi de talebesi ama
talebeye yetişmiş. Yetiştiği kabul edilmiş artık
görüş beyan eder hale gelmiş. Hadi bunu da
bir tarafa koyalım. İmam-ı Azam Ebu Hanefi
Hazretleri'inin mescidinde yetişmiş olan İmam
Yusuf ile bir başka İmam-ı Şafi Hazretlerinin
mescidinde yetişmiş olan ulemadan bir tanesi
karşı karşıya geldiklerinde bir tanesi diyor ki
kan aksa abdest bozulur. Ötekisi de diyor ki
kan aksa abdest bozulmaz. Kadın deyse abdest
bozulur. Peki bunlar karşı karşıya geldiklerinde
siz zannediyor musunuz ki herhangi bir şekilde
bu konu üzerinde bir tartışma yaşamış
olsunlar? Bir tartışma yok. Bu delil Kur'an-ı
Kerim'den ve Sünnetullah'tan geldikten sonra
bunu ümmeti Muhammed'e bir ruhsat olarak
görme bilinci o kadar gelişmiş. Dogmalarından
kurtularak bir ulema sınıfı öyle oturtulmuştu ki
onlar bugün yaşıyor olsalardı bugün kürsüleri
ve televizyonları işgal eden her nevi ve her
çeşit alim belki de onlara şunlara bakın ya hiç
de tartışmadılar diyeceklerdi. Şu anda
ulemalıcıklar mezhepler konusuna Allah'tan ki
fazla girmiyorlar. Allah'tan ki fazla bilgileri de
yok. Eğer böyle olsa konu çok daha zor bir
noktaya gelebilirdi. Çünkü onlar taassup ile
yaşadıkları dinin kendi mezheb olan yapılara
onlar bizimkisi daha üstün diyecekler miydi?
Kanlımızca böyledir. Zira onlar şu meşrep daha
üstündür. Bu meşrep eh işte o meşrep ya biraz
bakmak lazım. Bakalım bizim başımızdaki zat
onun için ne diyecek? Onun söylemine göre bir
bakmak lazım diyecekler. Hal böyle olunca
ortalıkta bu kadar palyaçonun olmasından
daha farklı bir durum beklenilemez. Zira o
palyaçoların maskelerini indirecek adamın
dahi yüzünde bir maske var. Evet onun
maskesi palyaço değil ama onun da yüzünde
bir maske var. ama onun da yüzünde bir
maske var. Maskelerden sıyrılmış olan bir
ilimle hak ve hakikati beyan ederken bir başka
hak ve hakikati beyan edenin de özelliklerini
ve güzelliklerini kabul edemez bir noktaya
kendilerini getirmişler. Bundan dolayı hem
fitnenin hem belanın hem de desisenin her
yanımızı sarmış olmasına vesile olmaktalar.
Elbette ki düzenbazın, sahtekarın, kendisini en
üstün görmekte olanın bedbaht halini
konuşmaya gerek yok. Bu konular zaten çok
açık. Kendisini manevi bir alemde en üstün
görmek, kendisini Mehdi görmek, Kendisini
Mesih görmek. Kendisini akıl almaz
noktalarda, akıl almaz işleri yapan, yapacak
olanlar listesinin tepesine kendi sözüyle,
kelamıyla yerleştirir olmak. Ama bunun
yanında hayatı boyunca da bu noktada bir
şeyinin görülmediği zatlar. Şimdi söyleyemez
demiyoruz. Neden? Şimdi Hazreti Pir
Abdülkadir'e, Ceylan Hazretleri kendi ayağının
bütün evliyaların boynu üzerine olduğu beyan
etmiş. Peki diğer evliyaların buna itirazı olmuş
mu? Yok. Ahmet Errufayi Hazretleri boynunu
uzatmış. Abdülkadir Ceylan Hazretleri ise onun
boynuna basmaktan haya ederim buyurmuş.
Ben uzun uzadı diye değil özetiyle anlaşılması
için ifade ediyorum. Hoş bu söylediklerimize
de şirk diyenler olacaktır elbet ama hakikaten
Abdülkadir Geylani Hazretleri'nin kendi
beyanatlarında daha derin detaylı
okuyabilirsiniz. Ama bunu söyleyen Abdülkadir
Geylani Hazretleri'dir. Bunu söyleyen yaşadığı
dönemde yüz binlerce insanı bedbahtlıktan
kurtulmuş olan'dır. Yaşadığı devleti Hasan
Sabbah'ı ortadan kaldırmış olan'dır. Kudüs'ün
fethinin mihmandarıdır. Artuklu Beyliği'nin
arkasındaki sır perdesidir. Daha nicedir,
nicedir, nicedir. Coğrafya kitabı yazmıştır.
Analitik kitabı yazmıştır. Medresesinde her
türlü fen ilmini okutturmuştur. Kendisi pek çok
dil bilmekle beraber talebelerinin o farklı
dilleri bilmesini kendilerine emretmiştir.
Latince kursu açmıştır. Latince öğrettirmiştir
talebelerine. Bugünküler gibi değildir. O Hz. Pir
Abdülkaderine, bugünküler gibi değildir. O, Hz.
Pir Abdülkadir el-Ceylani'dir, Ahmet el-
Rufai'dir, İbrahim el-Dusuki'dir, Ahmet el-
Bedevi'dir. Bu zatların yaşadıkları dönemde
değiştirdikleri şeylere bakarsanız eğer, insan
nefsinin bela ve illetinden kurtarmakta
kalmamış, söylemle değil özüyle hizmet etmiş.
Davasının sahibi olmuş. Davasının mücadelesi
olmuş. Şimdikiler gibi kürsülerden inmeyenler
değil, kürsülerde vakit harcadıkları zaman
kadar mutfakta, tarlada, insanların arasında
ömür harcamışlardır. Tıpkı Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselam gibi. Şimdi lüks
arabalarından inemeyen, kürsülerden bir boş
vakit bulup da ümmetin hizmetine koşamayan
bu taife hem isimlere ağızlarına pelesenk
edecek, hem bidatçı ilan edecek, hem kafir ilan
edecek, hem isimlerle mücadele edecek, hem
yeni bir sistem söyleyemeyecek, hem fenden
habersiz, hem biyolojik kimyayı bilmez, hem
vücudunu tanımaz, yediğini içtiğini bilmez,
oturduğunu kalktığını görmez, kıyafeti özüne
temsilen bir üstünlük atfetmiş ve nihayet biz
bu zatlara önder diyeceksek işimiz yaştır.
Ümmet-i Muhammed'in hayrına hasıl olacak
bu durum karşısında ilmin karanlığına giren
her kişi kendisini o karanlıkta muteber bir zat
zannediyor. Konuyu şöyle özetlersek daha iyi
anlayacağız. Nebe'e suresinde Allah-u Zülcelal
10. ayet-i kerimede şöyle buyuruyor. Estaizu
billah ve ceannel leyle libase. 10. ayet-i
kerimede şöyle buyuruyor. Geceyi örtü kıldık
diyor Allah-u Zülcelal. Ve geceyi örtü kıldık. Bu
sin harfinde var olan ilmin karanlığına dair bir
beyanattı. İnsan gündüzleyin evini tanır değil
mi? Yıllarca yaşadığınız eviniz. Koltuk nerede?
Kanepe nerede? Mutfak nerede? Banyo
nerede? Bunların hepsini bilirsiniz. Yani ilmen
Gündüz Zeyn evini tanıyan adamsınız. Gündüz
Zeyn sizden eşiniz bir şey istese, çocuğunuza
bir şey lazım olsa onu elinize koyduğunuz için
de koymuş gibi bulansınız. Gecenin bir vakti
elektrikler gider. Hani böyle hiç fener mum
küçük bir ışık olmayıp zifiri bir karanlık
olduğunu düşünün. Hiç kimse evinin sağına
soluna çarpmadan gündüz hareket ettiği kadar
rahatlıkla hareket edebilir mi? Hayır. Genel
geçer şeyleri bilseniz de şöyle bir elinizi
uzatmaya, sağa sola dokunmaya, dokunarak
bir şeyleri bulmaya çalışırsınız. Halbuki ilmen
neyin nerede olduğunu biliyorsunuz. Öyleyse
gündüzün ilmiyle gecenin fitnesinde hakikat
oltası atılmıyormuş. Gündüzün hakikatiyle,
gecenin fitnesine karşı, mücadele
edilemiyormuş. Sen, gündüzle konuşmayı,
kendine güzel bir yol olarak seçmiş olabilirsin.
As dolan o ki, gecenin fitnesinde neredesin?
Gecenin fitnesi çıktığı zaman, ümmetini bölen
misin, birleştiren misin? Ümmetin bugün hangi
evladını kafir ilan edeyim diye sabaha
başlayan mısın? Yoksa ümmetin bugün hangi
evladını beladan deseden kurtarayım diyen
misin? Bugün de yapacağımız inşaatın
süslemelerine ne katabiliriz diyen misin? Bir
fakir, bir fukara aile varmış, onun da ekmek
ihtiyacı varmış, o ihtiyacı nasıl giderebiliriz
diyen misin? Sen de gündüzün Resul-i Kibriya
aleyhissalatu vesselam gibi halk arasında,
geceliğinde halktan kopuk değil, yine halk
içinde hak ile misin? Yoksa halk içinde
kendinle misin? Kendine özel misin? Özel
korumaların, özel arabaların tamamen seni
izole eden bir yaşamın içinde misin? Hangi
alim gördük tarih boyunca onu korumalar
korumuştur. Sizler İmam-ı Şafi Hazretlerinin
yaşadığı tehlikeden daha büyüğünü
yaşamadınız ve yaşamazsınız. Sizler İmam
Malik Hazretlerinin geçtiği imtihanlardan
geçmediniz, geçseydiniz, Allah'tan nasip
etseydi İmam Malik gibi olurdunuz. Olmadınız,
olamayacaksınız. Niye? Çünkü etrafınızda bu
kadar saltanat varken, Vallahi mümkün değil,
billahi mümkün değil, tallahi mümkün değil.
Uyarmaya kalktıklarında ise hemen kendinize
bir ayet, bir hadis bulursunuz. Peki vicdanlar
ne olacak? Vicdanlar ki Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselam Efendimizin
beyanatıyla hakiki bir ehli ve iman için önemli
bir mihengdir önemli bir dümendir dümen
insanların eline bırakılmış rüzgar istedikleri
yönden esmesi talep edilmiş gece olup fitne
çıkınca sadece isimler konuşulur olmuş ne
yazık ki ne gelecek dünyası için ne hak ve
hakikat için hikmet için bir mücadele olmadığı
bir alanda bizler ilmende en cahilane
dönemden geçmekteyiz. Rabbim bu
futuatlarıyla bu cahilane dönemden isimlerle
ve olaylarla değil sistemi yeniden hakikate
döndürebilmek uğrunda mücadele eden
seyidimizden binlerce kez razı olsun. Hayyülle
nüfeti şerlen defi. Ümmeti Muhammed'in
sağlığı, sıhhat ve afiyeti için. Allah rızası için
efendim. El Fatiha.

2. Ciham Perveri Ashabı Bedir ve Ashabı


Uhud'un Rullarına Hazreti Aminah Valimiz
Hazreti Abdullah Efendimiz Hazreti Hatice
Valimizin Rullarına Gelmiş Geçmiş Mümin
Müminat Müslüm Müslümatın Rullarına ve
Kafeli İman Ermanlarının Rullarına El Fatiha
Seyyidimiz Mürşidimiz Hazreti Ali Kerem Allah
ve Cevabı Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma
Hanım'ın, Hz. Hasan Hz. Hüseyin Efendimizin
ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidilerin
ruhlarına 12 İmamın ruhlarına ve kafili İslam
erbanının ruhlarına El Fatiha etiket etmiş
olanlar ruhlarına şu Eda içen akrebe şu Eda
İstanbul Evliya İstanbul ruhlarını Cabir bin
Abdullah Hazretleri ruhlarına Eyyubelensalih
Hazretleri ruhlarına şu Eda'nın serperveri Hz
Hamza efendimizin ruhlarına ve kafeli
imanervanları olanlar El Fatiha bu El Fatiha
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın
seyidimize ikram edildiği futuhat kapısındayız
Baba Ali dersinde. Nebe suresini takip etmeye
devam ederken iletişim kurmanın saati mi olur
sorusuyla bu akşamki dersimizi yine en
anlaşılabilir dille beyan etmeye gayret
edeceğiz. Detaylar biraz daha kitapta yer alıyor
olacak. Tarih boyunca insanlar saatlerin
içerisindeki incelikleri aramak için oldukça
zaman harcamışlar. Tabi ehli futuatın böyle bir
zaman harcaması söz konusu değil ama onların
da söyledikleri tarih boyunca düşünülmüş,
araştırılmış, üzerinde bazen olur mu canım
denilmiş, bazen bir ihtimal verilmiş. İbn Arabi
Hazretleri konu hakkında oldukça detaylı ve
tafsilatlı bir beyanata da yer vermiş. Bizler ise
bu bali dersinde hangi saatte ne olurdan daha
ziyadesiyle iletişim kurmada saatlerin
ehemmiyetinden bahsediyor olacağız. Zira
Rabbül Aleminin bizlere takdir etmiş olduğu 24
saate böldüğümüz ama tam da 24 saat olarak
geçtiğini söyleyemeyeceğimiz bir günün
içerisinde gündüzü, geceyi, akşamüstünü,
sabahın seher vaktini, kerahat vaktini ve bütün
vakitlere haiz olan Allah Resulü sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimiz'e hadis-i şeriflerini
görüyoruz. Uyumamak gereken zamanlar,
uyunması gereken zamanlar, dinlenme
zamanları, eğlenme zamanları yani vakit
geçirme zamanları veya Nebe Suresinde Allah-
u Zülcelal'in de bizlere ifade ettiği gibi 11.
ََْ َ َ ً ََ ً َ َ
ayet-i kerimede ‫ معاشا نهارا وجعلنا‬Gündüzü de
geçim zamanı yaptık buyurduğu üzere maişet
zamanı maişet kelimesinden çıktı zaten
iletişim kurmanın saati dersi harfi ayında var
olan bir ilim üzerinden beyan ediyoruz bu
hakikati es saatin kendi içerisindeki
bölümlenmesinden bahsedeceğiz şimdi
insanoğlu kendi vücudu başta olmak üzere
gördüğü ve civarında var olan bütün maddenin
temel özelliklerine baksa görecek ki madde
belli bir zamanda belli bir zaman diliminde
mevsimleri kendine az özellikleri var olmakla
beraber her birisinde her bir saat diliminde
ayrı bir yönelimle ayrı bir iş yapıyor. Bu sadece
saatlerin ifadesiyle değil birbirini takip eden
süreçlerle de anlaşılıyor. Işığın olmasıyla
beraber de vücut harekete geçiyor. Dolayısıyla
zaman zaman Çin tıbbında bunu güneşin
doğuşuna bağlı olarak vücudun gelişiminin o
24 saatlik saat diliminde doğal olarak yaşadığı
düşünülmüş ama gecenin bir saatine de
gitseniz sizler gece 1'de 2'de 3'de 4'de
vücudumuzun güneş ışığı görmediği o
saatlerde yapay bu ışıklarla mümkün de
olmayan bu vücut hareketliliğinin kendine ait
olan bir saatle harekete sahip olduğunu
görüyoruz. Tabi bunlar tıbbiyede bugün
kısmen kabul ediliyor, büyük ölçüde de
bilinmiyor olduğu için bunları biyolojik saat
veya biyolojik denge için gerekli olan sabah,
akşam, öğlen şeklinde karşımıza çıkıyor.
Dolayısıyla şunu fark ediyoruz biz, maddede,
hayvanlarda, bitkilerde, canlılarda, insanlarda,
saate bağlı olarak vücutlarında bir değişim var.
Belli hormonların daha fazla salgılanması, belli
şeylerin, vücudumuzdaki belli yapıların daha
hızlı değişiyor olması veya yavaşlıyor olması
karşılığında bir bakıyoruz ki evet vücudumuzun
o saate uygun bir hareket tarzı var. Konumuz
biyolojik saatimiz olmadığı için o kısmı
geçiyoruz ama bunu neden söyledik efendim
şunun için madem ki vücuttaki bütün salgı
salınım vücudumuzun tüm ihtiyaçları
vücudumuza gelecek olanların karşılığında
yapılacak olanlar veya bizden çıkanların maruz
kalacağı o bütün süreçler bir saat dilimiyle
hasıl oluyor peki insanın aklı bu saatlere göre
değişkenlik gösterebilir mi? Hani tabiri caizse
bir Karadenizler için saat 12'den sonra diye bir
espri yapılır. Ama bu sadece bir espri midir?
Hani Karadenizler manasında insan yavaş
düşünüyor filan filan manasıyla söylemiyorum.
Hatta Karadenizler o konuyu daha da güzel bir
hale getirip 12'den sonra normal insanlar gibi
düşünüyoruz da derler. Ama işin burada her ne
kadar fıkra da olsa bir tarafın bir tarafı
kızdırmak için söylediği bir latife de olsa işin
içinde şöyle bir doğruluk payı var.
İnsanoğlunun aklı saatlere göre farklı cevaplar
verebiliyor. Ama bu cevaplar zannedilmesin ki
eveti hayır, hayırı evet yapmıyor. Ama, evetin
daha güçlü bir evet, hayırın daha güçlü bir
hayır, güçlü bir evet, hayırın daha güçlü bir
hayır, şüphecilik götürebilecek unsurların daha
şüpheci veya şüphecilik götürmeyen
mevzuların daha şüphe götürmez şekilde
insanlar tarafından kabul edilmesine veya
reddedilmesine vesile oluyor. Yani bazen siz
bir insana gidersiniz dersiniz ki ben şunu
yapmayı istiyorum izin verir misin?
Karşınızdaki de size izin veriyorum der. Der
ama o izin veriyorum cümlesi içinde adamın
sanki o çok da izin veriyorum gibi değildir.
Hani böyle der insanoğlu da düşünür yani
hakikaten gerçekten gönülden mi evet dediği
yoksa hani izin vermesi gerektiği için veya ben
ondan istediğim için mi verdi diye insanı bir
düşünce alır. Bazen de izin veriyorum tabii der,
o zaman da sizin hissiyatınız bu noktada evet
gerçekten karşımdaki kişi ondan istediğim izni
hakikaten gönlünden verdi diye tabir eder,
kabul eder. Biraz önce bahsettiğimiz bitki,
hayvan ve insanlarda var olan saatlere bağlı
olarak biyolojik gelişim, aklımızda da
karşımızdaki insanı anlayıp, algılayıp ona
vereceğimiz cevaplar konusunda da saatlere
bağlı olarak bir dönüşüm olduğundan
bahsetmemiz gerekiyor. Özellikle şunu ifade
etmekte fayda var. Hani eskilerin bir tabiri
vardır. Bir eşref saati var. Efendim affedersiniz
bir de eşek saati var diye. Hani adamın ters
saatine denk geldi. Normalde olsa sana
kızmazdı veya sana istediğin şeyi verirdi
tarzında bir şey var. Tabi bu insan
hastalıklarıyla da yakinen ilişkili. Kişinin
böbrek üstü bezlerinin bozuk olması, bağırsak
probleminin olması, karaciğer, akciğer bu tarz.
Akciğer de fazla olmasa da bu tarz yani değişik
hastalıklar, şeker hastalığı gibi hastalıklar
elbette insanın bir söylemi, bir sözü kabulü ya
da anlatımı konusunda onu zorlayabilir. Bir
başka hastalığın onu söylemini, kabulünü,
düşünce biçimini etkilemediğini düşünerek
hani lise tabiriyle normal şartlar altında, neşe,
adı ki haliyle kabul etmeye kalkarsak Allah-u
Zülcelal'in bizim hayatımıza biçmiş olduğu
yaşam biçiminin o yaşam biçimi içinde gerekli
olan usullere nasıl da adapte ettirdiğini
göstermektedir. Örneğin şunu ifade etmek
َ
lazım. Allah-u Zülcelal ayeti kerimede ‫َوج َعن‬
ً َ َ ً َ َ
َ‫اشا الن َهار‬ ‫ معاشا مع‬buyuruyordu. Önceki kelime
َ َ َ َ َْ َ َْ
‫ الباس نهل وجعن‬Geceyi örtü yaptık üzerineydi.
Şimdi Allah-u Zülcelal'in gündüzü maişet
olarak kılması, geceleyin insanların
birbirleriyle maişet hayatı üzerine yani
maişetten kastımız ne? Kişinin kendi ihtiyacı
olabilir, size bağlı olan insanların ihtiyacı
olabilir, bunlar için çalışmak zorunda
olabilirsiniz. Eğer bir başkasının ihtiyacı vardır.
Dünyevi bir ihtiyaçtır. Ekonomik bir
gerekliliktir. Yapmanız gereken bir iştir. Söz
verdiğiniz bir şeyi yapmaktır. Ama tamamen
dünyevin ya da dış dünyamız, evimizin
dışındaki bir konudur bu. Özellikle ticaret
deyip konuyu çok net çizebiliriz çerçevesini
daha netleştirirsek. Geceleyin ticaret
konuşmaya kalkarsanız eğer veya işte bir
yerde şimdi neler meşhur akşam yemeklerinde
ticaret konuşmak meşhur. Halbuki Cenab-ı
Hakk'ın maişet kavramını gündüze koymuş
olması geceleyin bunlar konuşulmaz zinhar
zarardır manasında değil. zarardır manasında
değil. Ancak insanoğlunun aklının ticaret
konusunda en zirve yaptığı saatler özellikle
öğlenle ikindi arasında yavaş yavaş
yükselmeye başlar, ikindiden sonra en yüksek
zirveye çıkar. iyi bir satışçının karşısındakini
ikna etmesi için ya da karşısındakiyle fikir
alışverişini, ticari anlamdaki fikir alışverişini iyi
bir yere konumlandırması için ikindiyle akşam
namazı arasını tercih etmesinde fayda vardır.
Ancak sabah saatlerine gittiğimiz zaman bu
saatte maişeti ilmiyenin yani okula giden
talebenin sabahın o erken saatlerindeki keşke
güneş doğmadan doğduktan hemen sonra
başlıyor olsalar tabi saatleri göre bu dönem
değişiyor ama özellikle ashab-ı suffah
zamanında da genel icibariyle güneş
doğduktan sonra bazen bir saat uyurlardı
bazen uyumadan derslerine başlarlardı. Bu
mevsime göre değişkenlik gösterirdi.
Biliyorsunuz yazın daha erken saatte, kışın
daha geç saatte oluyor. Daha geç saatte olunca
uyumadan başlarsınız. Daha yaza gidince daha
erken saatte başlarsınız. Ancak sabahın o saati
öğrenme saatidir. Ekseriyetle. Geceleyin
öğrenilmez demek değil tabii ki bu. Ancak şu
tarafı kaçırmamak gerekiyor. Buradaki
öğrenme toplu öğrenme ve sizin karşınızdakini
dinleme sürecinizle alakalıdır. Yani talebe
karşısındakini dinlemediği kendi kendine ders
çalıştığı zamanlarda sabaha kadar ders çalışsa
ona bir zararı olur mu? Hayır olmaz. Öğrencisi
öğrenebilir mi? Evet. Ama siz birisinden ders
alacak ve aldığınız derste bir şey
öğrenecekseniz, onun için yola çıkıyorsanız,
bunun için sabahın erken saatlerini tercih
etmekte fayda vardır. Öğlenle ikindi arasındaki
saat dilimi ise hem tacirin hem talebenin hem
maişet sahibinin kendisini bir başkasına
anlatmak için neler yapması gerektiğinde
toplantı saatleridir. Özellikle toplantı
saatlerinin sabahın erken saatlerinde
olmaması bunun için daha verimlidir. Bazen
çalışma hayatında şimdi öğlen yemeği
sonrasında toplantı yapmanın zararından
bahsediyorlar. Herkese böyle bir uyku hali
çöktüğü için. Esasında İslam dininde bir
Müslümanın hayatında genel itibariyle öğlen
yemeği olmadığından hani genel maişet tarzı
sabahleyin yaklaşık işte güneş doğdu, yürüyüş
yapıldı, gelindi, işe başlandı filan böyle bir
kahvaltı böyle biraz daha saat 10-11 suları
akşam yemeği de öğlen yemeğinin gecikmiş
öğlen yemeği olarak düşündüğünde genellikle
iki vakit iki öğün şeklindedir. şeklindedir. İslam
dininde Arap yarımadasında sonra belki işte
aralarda atıştırmalıklar söz konusu olur ama
genel itibariyle böyledir yani. Üç öğün yemek
zararlı manasında söylemiyoruz bunu ama
öğlen yemeğinin ekstradı yenilme saati saat 12
olduğu için bugün bu zaman diliminde o
yüzden maişet hayatında toplantı saatlerini
genellikle saat birden sonraya yapmak
istemezler. Ama eğer bu 12 civarında olursa bu
toplantınız hani yemekten yemeye kısa bir
süre kala olursa tabii şimdi vücut alıştığı için
şeker seviyesi düşecek ayrı konu ama standart
şartlarda hani iyi olan şartlarda demek
gerekirse bu toplantıyı biraz daha öğleden
sonraya kaydırmakta fayda var. İletişim
konusunda eşlerin, birbirini seven dostların,
insanların birbirlerine sevgisini en iyi
anlatabilecekleri saatler güneşin batışıyla
beraber başlar. batışıyla beraber başlar.
Neden diyecek olursanız gündüz ışığın varlığı,
bu ışığın varlığıyla beraber onun etrafta var
olan bütün sivrilikleri bize gösteriyor olması
karşımızdaki insanın söylediği her sözü de sivri
sivri tarafımıza almamıza vesile olur. Bu
yüzden özellikle manevi konular veya güncel
hayatımızdaki aile içimizdeki muhabbetler söz
konusu olduğunda bunun akşamdan sonraya
bırakılması esastır. Ama bugünlerde işte
insanlar birbirlerini iletişim konusunda
anlamakta zorlanınca işte eşimden bir şey
istedim hemen beni tersledi veya oğluma bir
şey söyledim anlayamadı beni kalbimi kırdı
gibi konulara baktığımızda bunların ekseriyetle
gün içinde yapılan konuşmalar ve yazışmalarla
olduğunu görmekteyiz. Şimdilerde bizler
iletişim kanalı olarak yazışmaya daha fazla
ehemmiyet verir hale gelmişiz. Ancak
iletişimin en zor alanlarından biri yazışma
alındır. Normal şartlarda insanların en iyi
iletişim kurabilmeleri için Allah Azze ve
Celle'nin verdiği bir dil vardır. Kalem, kelamın
umuma değil, herkesin tabiri caizse umuma
hakkı beyan etmek için verilmiş olan bir sanat,
bir ilim, bir zanaattir. Ancak bizler güncel
hayatımızda böyle WhatsApp gibi yazışma
usulüyle iletişim kurmaya daha fazla emniyet
verir bir topluluklar haline geldiğimizden beri,
iletişim kazaları ne yazık ki çok daha fazla
olabiliyor. İletişim kazalarını düşürebilmenin
birinci maddesi konuşabilmektir. Ama bu
konuşmanın saatini bilmek gerekir. Onun için
de işte bizler bu derste çok kısa çok özüyle
Allah'ın nasip ederseniz kitapta baya bir
genişleteceğiz. Öğrenci için, öğretmen için,
talebe için hepsinin çalışma saatlerinin ne
olmalıdır iletişim merkezi baktığımızda onları
ifade edeceğiz ancak nasip ederse o zaman da
göreceğiz ki daha detaylı bir şekilde meselenin
gün içindeki değerinin gecenin bir saatindeki
karşılığına ulaşmamız lazım. Yani sizler geceyle
gündüzü nasıl birbirinden ayırıyorsanız iletişim
noktasındayla dünya işiyle dünyevi olan işle
uhrevi olan işi birbirinden ayırmanız gerekiyor.
Bu şu manaya gelmez. Gündüzleyin bir yere
gittin, bir adamla oturuyorsun, adamcağız
adamcağıza işin arasında veya bir vesileyle
buluştuğunuz hakkı beyan etmek gerekiyor. Bu
noktada da insan kendi gecesini oluşturursa
faydası olur. Ne demek o? Yolun ortasında
değil de böyle biraz daha size geceyi veya
karanlığı, aydınlığı, aydınlıktan ötürü
hatırlatabilecek daha kapalı bir mekanda
konuşmak. Veya gecenin bir saati bir adamla
ticaret konuşmaya mecbur kaldığınız o zaman
da biraz daha açık alanı tercih edebilir olmak.
Tabi o açık alanında biraz daha ışıklı olması
yani size geceyi unutturacak bir şeyin olması
lazım. Bu ikisi belki beynimize küçük bir oyun
oynamamıza vesile olabilir. Bu da güncel
maişet anlayışımızın dışında manevi ve uhrevi
olan hayat biçimimiz için ihtiyaç olan iletişim
kurmanın saatine dair bizlere bir incelik
sunması adına önemli bir derstir. İletişim
kurmada bu iki temel kıstası kısaca beyan ettik
sizlere. Yarın akşam Allah nasip ederse çok
uzun uzun beraber olacağız. Tevrat'ı
konuşuyor olacağız Rabbim nasip ederse. Bu
akşam Nebe'e suresinin efendim gündüzü de
geçim zamanı yaptık. Ayeti kerimesiyle
Efendim. Gündüzü de geçim zamanı yaptık.
Ayeti kelimesiyle. Maaşa kelimesinden. Aynı
da var olan. Baba Ali ilminden. Sizlere hakikati
beyan etmeye gayret ettik. Allah seyidimizden.
Binlerce kez razı olsun. Yarın akşam. İnşallah
görüşüyor oluruz. Haftaya sabah akşamı
tekrardan bu kanalda, seyidimizin bu
kanalında bilim külliyatı üzerindeki
sohbetlerimizde devam ediyor olacağız
efendim. Hayırların fethi, şerlerin defi ümmeti
Muhammed'in sağlık, sağlık ve afiyeti için
Allah rızası için El Fatiha.

2. Cihan Perveri Hz. Muhammed Mustafa


sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin
ruhlarına, Hz. Ebu Bekir'in, Omer'e ve Osman'a
ve Aliye Efendimizin ruhlarına, Şühedai Bedir,
Şühedai Uhud, Şühedai Kerbela'nın ruhlarına,
Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına,
gelmiş geçmiş mümin, müminat, müslüm,
müslümatın ruhlarına. Gelmiş geçmiş mümin
müminat, müslim müslümatın ruhlarına.
Hazreti Amine Valide'miz, Hazreti Abdullah
Efendimiz, Hazreti Hatice Valide'mizin
ruhlarına. Ümmeti Muhammed'in hayır
üzerine gelip yaşamış bütün zat-ı alilerinin
ruhlarına. Ve kafirli iman erbanının ruhlarına.
El Fatiha. Hazreti Ali Kerrem Allahü ve Cehu
Efendimizin ruhlarına. Hazreti Fatıma
Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin
Efendimizin ruhlarına. Gelmiş geçmiş seyyid ve
seyyidelerin ruhlarına. On iki imamın ruhlarına
ve kafili İslam ervanı ruhlarına. kafirli İslam
ervanının ruhlarına el Fatiha. Pirimiz Kavsaz
Ahmet Kadir Eceilani Hazretleri'nin ruhlarına,
Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı
Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid,
mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına ve
kafirli İslam ervanının ruhlarına el Fatiha.
Seyyidimiz, Mürşidimiz, Peygamber
Efendimizin İncidhane, Seyyid Muhammed
Ruhi El-Kadiri Hazretleri'nin ruhlarına
ailesinden hakikate intikal etmiş olanlar
ruhlarına, müridlerinden hakikate intikal etmiş
olanlar ruhlarına Şühedayi Çanakkale ve
Şühedayi İstanbul Evliya-i Altyazı M.K. El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El
Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya
Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem. Meded ya Hazreti Ali Kerim Allah ve
cehû. Meded ya Gavsa Zamanı Kadir Eceylani.
Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi.
Euzubillahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın
seyyidimize ikram ettiği bu futuhat kapısında
Bâb-ı Ali dersindeyiz. bu futuhat kapısında
bavali dersindeyiz. Bir gönül bina etmeden
göçme bu diyardan ifadesini, ibaresini Nebe
suresinde 12. ayet-i kerime olan ve üstünüze
yedi sağlam bina çattık diyen Cenab-ı Hakk'ın
şidaden seba'en yedi kelimesinde harfesinde
var olan ilme aliyyesini beyan etmeye gayret
ediyoruz. Allah-u Zülcelal içindekilerle amel
etmeyi nasip eylesin. Amelin hası insanın
fiilinde. Fiil insanın niyetinde. Bu niyet
kitabında seyidimin derin ve detaylı olarak
beyan edilmişti elhamdülillah. O niyetlerin
yerine gelmesi bir manayı ilahide bir başka
insanın gönül rızasının almakla ne kadar da
ilişkili olduğuna dair önem arz ediyor. Bir
başkasının gönlünü kırasının almakla ne kadar
da ilişkili olduğuna dair önem arz ediyor. Bir
başkasının gönlünü kırarak yola çıkanlar, bir
başkasının gönlünü abat etmekten uzak
duranlar, imaratı dünyanın yanında hakikati
ilahiyede, hakikati nuraniyenin fevcinde olan,
onun tecelli-i ilahisinin merkezinden bir
merkez olan kalbin gönül edasında bir nokta
bırakamayanlar bir virgül koyamayanlar
hepimiz için geçerli olan bir derstir. Bir gönül
bina etmek. Hakikat Rabbül Alemin bina etmiş
zaten. Kalpler inşallah son nefese kadar iman
ve son nefeste iman ile göçtürürlerse e olan o
hikmette bina edilmemiş midir? O binanın en
önemli özelliği elbette birinci özelliği Cenab-ı
Hakk'ın bunu nasıl bina ettiği. bina ettiği,
Rabbül Aleminin kalbimize bina ettiği o gönül
hakikatinde, iman hakikatini ayrı bir dersin
konusu olsa gerek bu dersin konusu olarak
geçmiyor. Ama bu ders bir başka gönül ehlini
ya da gönlünde var olan o imanı göğsünde
siper etme babında, göğsünde yaşatmış olan
zatın özelliklerine dahil etmemiz gerektiği bize
anlatılıyor. Nasıl bir özelliktir bu? Bir başka
insanın gönlünü edebilmek. O zaman insan
hayatında gönül almadan önce gönlü
kırmamayı, gönül kırmadan önce gönlün abad
oluşundaki hikmeti bilmesi gerekir. Çünkü
Müslümanların güncel hayatında kaçırdığı en
önemli özelliklerinden biridir. Ameller, fiiller,
niyetlerden yola çıkarken o niyetlerin bir başka
insanın gönlünde var olan bir duayla daha da
bereketlendiğini, daha da güzelleştiğine iman
ederiz. Ama ne zaman ki bizim yaptığımız
duanın, fiiliyatın amele dönüşmüş hali, işe
yaramaz çer çöp olmuş bir mihenge doğru
giderken, bizler acaba kimin gönlünü kırmıştık
demekten hiç kendimize hesaba çekmeyiz. Ehli
İslam'ın kendini hesaba çekmekte yine kendini
düşünüp nefse emmanenin bir illetiyle hep
kendi adına yaptığı amelleri düşünmesi, belki
şeytanın çekmiş olduğu bir perde nefse
emmanenin bu perdeyi kalınlaştırıp da bir
ayna etmesine hükmetmiştir. hükmetmiştir.
İnsanoğlu evet her gün için her an için hatta
olabildiğince sıklıkla ben hangi hakikat
kapısına gitsem ya da hangi hakikati
kaybetmemek adına hangi amelimi
yapmalıyım yahut bugün şu ameli işleyemedim
orucumda eksik var namazımda eksik var
hayatımda dini mübini mücahit olarak yer
alabilmek adına şu eksikler var, emri bin
mahruf, nehy-i anir münker noktasında şu
eksiklerim var gibi gibi gibi düşüncelerde
kendisini hesaba çekmeye gayret bir insanın
ortada bir başkasının gönlünü kırmış olabilme
ihtimalini de göz ardı etmişse eğer nihayetinde
ortaya konulan amellerden bazen o lezzetin
gelmemesi, o hissiyatın işitilmemesi, o
namazdaki zevkin huşunun, oruçtaki zevkin
tadın alınmaması, yapılmış olan bir ameli bir
türlü nihayete erdiremiyor olmak, niyete
halisane olup halis bir yurt yolu üzerinde
yürürken, her yaptığını Allah için yaparken bir
şeylerin tam yerine oturmuyor olması,
civataların diş atması tabiri caizse, insan
onunla şu meseleyi kendisine sorma
mecburiyetini getirir. Gökleri yedi kat bina
etmiş olan Hazreti Allah, kalbi yedi kat, gönlü
yedi kat izah ederken, işaret ederken, bu
işareti içerisinde bizlere bir başkasının
hayatındaki gönlünü, hayattaki gönlünü
kırmama ve hatta onu halisane bir şekilde
yapabilme, edebilme, o binaya hizmet
edebilme gerekliliğini ne yazık ki göz ardı eder
bir topluluk haline dönüşüyoruz. Çünkü sadece
amellerimizi kendi adımıza düşünüyoruz.
Cennet bizim için var, cehennem bizim için var
diyoruz. düşünüyoruz. Cennet bizim için var,
cehennem bizim için var diyoruz. Baba Ali
kapısına gitsek görüyoruz ki cehenneme
düşecek bir kardeşimizin onun cehenneme
götüren bir fiilin içinde olması bizim için
cehennemdir denildiğinde. Bir kardeşimizin
cennetlik bir iş yaptığında hani cennete onu
taşıyabilecek Allah Resulü'nün Evliya Allah'ın
Allahü Zülcelal'in gönlünü aldırabilecek
Hulefayi Raşid'in gönlünü aldırabilecek bir iş
yaptığında da en az kendimiz cennete gitmiş
kadar seviniyor olmanın zevkini kaçırdık. O
zevk kaçınca da herkes kendi cennetine
girmeye, kendi cehenneminden azat olmaya,
kendini mecbur hissedip bu hususta kendini
geliştirmeye gayret ediyor. Toplumsa kendini
geliştirerek değil, bir başkasını geliştirerek
ayakta durabileceği, bir başkası büyüdükçe
bizim de büyüyebileceğimiz gerçeğini belki
ekonomi alanında yine kendi menfaatlerini göz
önünde tutunca görebiliyor. Ama bizler o kör
gözüne yaşanan hayatlar ve İslam'ın en tatlı
haleti ruhiyesi bir kenara bırakılınca ne yazık ki
matematiksel bir hesap üzerine din yaşamaya
başlıyoruz. Din ise madem ki iman olup gönle
inkişaf ediyor, madem ki o gönülden başlayan
bir hikmet, öyleyse bu şeriat-ı
muhammediyenin, şeriat-ı Kur'aniyenin,
sünnet-i muhammediyenin en esasında o
gönlü ihya geçiyor. Hani bunu şuna beyan
edebilirsiniz. Namaz kılmanız için gereken
şartlar abdesttir, temizliktir, kıbledir. Allah'ın
ulema tarafından, Resul-i Kibriya aleyhisselatü
vesselam efendimiz tarafından söylenmiş
içinden ve dışından farzlarıdır. Her şey tamam
olur. Namaz başlanır. Namazın içinde herkesin
aradığı taadiyle erkana uyarak bir namaz
mıdır? Herkesin arzuladığı huşu dolu bir namaz
mıdır? Herkesin arzuladığı şey borcunu
ödemek midir? Herkesin arzuladığı Rabbi ile
muhabbet midir? İkisi arasındaki derin ayrılığı
kapatabilecek olan şey nedir diye sual edilse,
sokaktaki en aciz adamın dahi söyleyeceği söz,
bu iş kalptedir beyim demek olacaktır. Kalpte
olmayınca olmuyor denilir ya, içimden henüz
gelmedi gelince yapıyorum denilir ya. Yine
burada da insan şahsında şahsı manevisinde
belki kendini düşünüyor. Halbuki hakikat yine
başka birisinin gönlünü eylemekten geçiyor
mevzu. Başkasının gönlüne o hikmet ve hakiki
ifade beyan edilebilse eğer o zaman iş hasıl
oluyor. O zaman dersin birinci kısmında şunu
anlamış olduk ki ameli farizada, amelin bütün
usullerinde en hoş, en güzel makamı
erebilmenin, en güzel tada erebilmenin yolu
yemeği beraber yemekten geçiyormuş. Yemeği
beraber yemekten geçiyormuş. Yemeği
beraber yemeye gayret eden adam içinse
gelen misafire yemek yapabilmek her şeyden
alaymış. Dolayısıyla yemeğin lezzeti yemeğin
yapılış esnasındaki usul ve erkanı uymak değil
sadece gelen misafire göre de yemeğin tadının
değişebileceğini bilmekmiş. O halde Allah-u
Zülcelal'in bizlere verdiği şu hayatın içinde
karşımdaki bir mümin kardeşimin gönlünü
nasıl ederim bir ona bakmak gerekiyor. Öyle ki
bu iş sadece müminlerle de sınırlı kalmıyor.
Öyle ki bu iş sadece müminlerle de sınırlı
kalmıyor. Kalplerinin ısındırılması gerekenler
denilerek ehüllerine dahi kazanmanın esası
bizlere beyan ediyor. Temelinde bu hakikat-i
ilahiyede Rabbin yaratmış olması gerçeğiyle,
üst katlarında Rabbimizin henüz iman
vermediğinden bir karanlığın varlığı da asıl
itibariyle bizi ilgilendirmiyor. Zira onu da
Rabbim veriyor, Rabbim alıyor. Öyleyse insan
karşısındaki insanın gönlünü nasıl alacak?
Mesele oraya geliyor. Bizler işte bu noktada en
büyük problemi şöyle yaşıyoruz. Karşındaki
insanın gönlünü alabilmek insanın kendi
gönlünde başlıyor Bir başkasının gönlünü nasıl
alabilirsiniz? Sualine karşılık zaman zaman işte
bir yemek verirsiniz Veya ne bileyim onu taltif
edersiniz Bir mektup yazarsınız, bir şiir
yazarsınız Hoş bir söz söylersiniz, gönlünü
eğlendirirsiniz gibi gibi pek çok söz söylenir de
bu sözlerin her birisi muhatapların ikililiği
karşılığında değişkenlik gösterebilir. Hakikat
karşındakinin gönlünü eyleyebilmek için önce
kendi gönlünde bir niyet gerekir. Kendi
gönlünde onun gönlünü sevebilmek gerekir.
Henüz onu aramamış, onun sesini duymamış
olsan bile oturduğun yerde onun derdiyle
dertlenmiş olmayı gerektirir. Öyleyseönlü
almaya niyet etmiş olan kişi sensin,
karşındakine yapılacak şeyin sonucunu
göstermekle mükellefsin. Öyleyse burada
attığın bir temel var ki, o temeli atmadan
karşındakinin gönlünü alman mümkün değil.
Zaten gönlünü alamayanlar, gönül almayı
beceremeyenler bunu hep söz ve kelama
vururlar ya, benim ağzımdan güzel laf
çıkmıyor, kusura bakma o yüzden gönül
alamıyorum diyenler var ya, asli olan niyette,
vazife-i kalpte gerçek bir gönül alma için temel
atılmış mı? Esasen buna bakmak gerektiğini
Baba Ali dersi bizlere beyan ediyor. Öyleyse
önce gönlümüzde bir temel atılacak ki karşı
tarafın gönlünü almaya niyet etmiş olalım.
Öyle bir temel ki bu içinde biz olmasın karşı
tarafın menfaatleri olsun. Başkasının
menfaatini kabule zişan olacak bir hayat biçimi
kendimize seçilmiş olsun. Kendi adımıza kendi
yerimize koyabileceğimiz kim var ona bakıyor
biliyorsak eğer bu temeli atabilmek için ilk
adım yerine gelmiştir diyebiliriz. O ilk adımda
temel atılırken karşı tarafın size neler yaptığı
da hiç umurunuzda değilse işte o zaman bir
dervişlik başlamıştır. Zira karşındaki gönlünü
eğilebilmenin sonucunda kazanacağın rıza
karşındakinin ağzı dili gözü de değildir.
Kazanacağınız Rabbinizin rızasıdır. Zira o kalp
ki Kabe-i Muazzama'dan Kabe-i Muazzama
gibidir. Kabe-i Muazzama'nın temizliğini
yapsan o ihtiyaçları gidersen ona bir parçacık
bir yerindeki tozu kaldırsan bile ne büyük bir iş
ve fiil işlediğini Cenab-ı Hak mescitlerin ihyası
konusunda Kur'an-ı Azimüşşan'da açıkça
beyan ediyor. O beyanat karşısında da bir
fasığın kanının Kur'an-ı Azmişşan'da bir fasığın
kanının Kabe-i Muazzama'dan da daha üstün
olduğu söyleniyor. O zaman bir fasığın kanını
böyleyse işte hakikat başa dönüyor seyidimizin
ibarelerinde bir evliyanın, bir velinin, bir
alimin, bir fukuhanın, bir muhaddesin hali nice
olur? Onların gönlünü eylemek yerine bugün
insanların kolayca istedikleri gibi zevkine, isim
vere vere birbirlerini bu kadar hoyratça
eleştirdikleri, hoyratça tukaka ettikleri bir
başka dönem ne yazık ki yaşanmamıştır. Ya da
bu denli yaşanmamıştır. Bu kadar kolay da
olmamıştır herhal. Her halimizle
karşımızdakinin gönlünü eğilemenin temeli
atılırken haset, kin ve nefret varsa, kıskançlık
varsa, gıpta bile olsa yeri geldiğinde temelde
ağır az çıkar. Müslümanın başarısı Müslümanı
sevindirmiyorsa bu imanda zafiyettir. Bu
zafiyetten sıyrılarak atılacak temelde
karşındakinin ihtiyaçlarını öne koymak onu
öncü kabul etmek onu önde kabul etmek de
gerekmekte. Birinci kata atarken, şimdi yavaş
yavaş söylem gelecek mi ibaresini
bekleyenlerse, hayır sözüyle karşılaşacaklar,
önce esas karşı tarafın ihtiyaçlarını
belirlemekte. Bu sadece dünyevi olarak
düşünmeyin, elbette hediyeleşmek bir
sünnettir ve kaybettiğimiz sünnetler olma
arasına giriyor. Ne yazık ki yavaş yavaş şu özel
günler diye gayrimüslimlerin bizlere adapt
ettikleri de olmasa durup dururken kimsenin
de birbirine hediye alacağı yok. Bak adı
üzerinde durup dururken kelimesini kullanır
olmuşuz. durup dururken kelimesini kullanır
olmuşuz. Zira bu sıfatları bize böyle
öğretirlerken unutmayalım ki biz de onları
kabul eder bir hayata doğru yerken açmışız.
Durup dururken hediye alınmaz. Her dem ufak
da olsa hatırlamak için Allah Resulü'nün bu
hadisini yerine getirmek uğrunda yapılmalıdır.
Uğrunda yapılırken yine düşünülmesi gereken
karşı tarafın hoşnutluğudur, gönlünün hoşnut
olmasıdır. Bu birinci kat oluştururken o zaman
nihayet ez cümle onun ihtiyaçlarını bir
düşünmek gerekiyor. Manimi ihtiyaçları geri
geldiğinde ise onu mutlu edecek bir kelam, bir
söz, bir kitap, bir cümle de kafi gelebilir ama
işin bu kısmı da yine hazırlık alanına geliyor.
Üçüncü kata çıkmak isteseniz hala bir söz mü
bekliyorsunuz diyecekseniz hayır deriz. Zira
karşı tarafın gönlünü eğilemenin ilk adımlarını
atarken sizler gözlerinizin içi gülmüyor ve karşı
tarafa o bugünün tabi ile o hissiyatı tırnak
içinde enerjiyi veremiyorsanız karşı tarafın
sizden beklediği veya sizden gördüğü beklenti
oluşturabilecek bir gönül eyleme fiiliyatını
kimse bekleyemez. Onun olabilmesi sizin ona
bakışlarınız, haliniz ve tavrınızdır. Küçüklerin
büyüklere, kardeşlerin birbirlerine ve her
halükarda müminin mümin kardeşine karşı,
ihvan olan kardeşine karşı söyleyeceği sözler
bu esasla bütün ümmeti Muhammed'i
kapsamaktadır. Velev ki bu hoyratlıktan
kurtulmayacaksak ne yazık ki işimiz zor ve işler
kesattır. Efendim nihayet dördüncü kata
çıkarken artık sözü, kelamı, fiili başlar bu işin.
Artık sözü, kelamı, fiili başlar bu işin.
Başkasının gönlünü eylemek için şimdi söz
devreye girer ama artık karşınızdaki de
reddedemez hale gelir. Çünkü temeli sağlam,
niyeti yapılmış, kendisi değil gönlü yapılacak
şahsiyet düşünülmüş, bakışlarında ve
gözlerinde bunun gerçekten olabilirliği
görülebiliyor ve şimdi kelam ediyor karşı taraf,
bir söz söylüyor veya bir hediye uzatabiliyor
veya bir hal ve hatırı soruyor. Onun
hayatındaki o eksikleri giderme bağlı. Sevgi
açlığı olur bu, muhabbet açlığı olur bu,
yolculuğa çıkmak açlığı olur bu, her ne
derseniz deyin. Ama yedinci kata geldiğimiz
zamansa her şey başa dönüyor. O da gördüğün
bütün hata ve kusurların üstünü örtmek. Bu
konuda ümmeti Muhammed şu anda ne yazık
ki bu futaata göre yerin altındadır. Hani bir
sıralama yapacaksak yukarıya doğru mudur
kaçıncı kattayız kaç numarayı dersek
eksilerdeyiz. İlerleyicilerdeyiz. Sebep herkes ve
ne yazık ki bir hata gördüğünde bu hatayı pat
diye söylemek, hemen o hatanın arkasından
acaba bunun bir sebebi mi vardır demeden
hareket etmek peşinde. Zaten herkes
karşısındakinin kaç hatası olursa kendisinin de
o kadar yukarıya çıkacağını, Allah-u Zülcelal'in
katında da üstün bir varlık halini filan
düşünmekte. Hakikat öyle olmadığı bilinse de.
Efendim sözün uzunluğu işi bilmeyene
söylenir. İşi bildiğini iddia eden bir toplum var
karşımızda her yerde her alanda. Ancak bu
yüzdendir ki söz uzatılıyor. İşin sonunda
dönüyoruz ya Settar olan Allah-u Zülcelal'in
beyanatına. Müslüman kardeşin hatasını
örtmekten kusurunu görmezden gelmek
haline. Ancak böyle olunca bir gönül bina
ediliyor. Bu gönül bina edilmeden ahirete de
gidilse ne yazık ki cennet mekanında bunlar
göllemiyor. Hani hep anlatılır ya her amel
karşısında cennette bir köşk yapılır diye. O
insanın kendi ameliyle kendine yaptığı
köşktür. Herkesin eksiği yediği var. O yüzden o
köşklerin de eksiği ve yediği vardır. Her
toplulukta ise insanlar gittiklerinde şunu
görecekler. Bir köşk yapılmış adamın kendi
amelinden değil. Bir başka zatın onun gönlünü
eylediği için Allah-u Zülcelal'in ikram ettiği bir
şey olacak. Ve bakacak diyecek ki Ya Rabbi şu
ana kadar gördüğüm her köşkün kapısındaki
görevliler hangi amellen yapıldı bu diye sual
etsem bana cevap verdiler. Şimdi gördüğüm
yere bakıyorum buraya köşk desem diyemem
saray desem diyemem. Hani hangi kelimeyle
anlatmak lazım gelse o kelimeyi dilime
eriştiremem er erişemem o kelimeye
erişemem. Ya Rabbi bu nasıl oldu dese bir
bakacaktır ki, bir başka kardeşinin gönlünü
eylemesinden doğan, o muhteşem nur ile
yaratılmış da ondan. Bu cevap teskin ediyorsa
sizleri yeter ve kafi. Ama halet-i ruhiyemiz ne
yazık ki herkesin kendi derdine düşmesinin
derdi. Rabbim bu ümmeti Muhammed'in
derdine düşmüş olan seyyidimizle beraber
ümmeti Muhammed'in derdine düşenlerden
eylesin. Kendi amelinden önce kardeşinin
gönlünü eğleyebilecek bir gönül muazenesi
nasib-i müesser eylesin. Bütün bunları bu
sıralamayla yaparken de veya harmanlansa
bile neticesi aynı noktaya varacağız. Son
noktaya geldiğimizde kardeşimizin günahını,
eksiğini görmezden gelebilenlerden eylesin
bizleri. Ne zaman ki bunları geri kazanacağız?
İnşallah o zaman hakikaten Müslüman gibi
Müslüman olmaya başlayacağız. Efendim Allah
nasip ederse yarın akşam Baharat yolunda
olacağız. 22.02'de Yahudiliğin tarihini
anlatmaya gayret ediyor olacağız. Devam
ediyor programlarımız. Takip ediyorsunuzdur
zaten. Allah'a emanet olun. Allah rızası için. El
Fatiha.

İki cihan perveri Hz. Muhammed Mustafa


sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin
ruhlarına, Hz. Ebu Bekir'in, Omar'a ve Osman'a
ve Ali Efendimizin ruhlarına, Şühedayi Bedir,
Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın
ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un
ruhlarına, ve kafiyle iman erbağının ruhlarına.
El Fatiha Hz. Ali Kerram Allah-u Veşhehu
Efendimizin Ruhlarına Hz. Fatıma Hanım'ız, Hz.
Hasan Hz. Hüseyin Efendimizin Ruhlarına
gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerin
Ruhlarına, 12 İmamın Ruhlarına ve Kâfili İslam
Ervahının Ruhlarına El Fatiha. Pirimiz
Gavsazam Abdülkadir Eceilani Hazretlerinin
ruhlarına, Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı
Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid
mürşidan, mürid müridanın ruhlarına ve kafili
iman erbanının ruhlarına El Fatiha Seyyidimiz,
Mürşidimiz, Peygamber Efendimizin İnci Tanrı
Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin
ruhlarına ailesinden ahirete intikal etmiş
olanların ruhlarına, müridlerinden ahirete
intikal etmiş olanların ruhlarına,
müridlerinden ahirete intikal etmiş olanların
ruhlarına, Şüheday Çanakkale, Şüheday
İstanbul, Evliya-i İstanbul ruhlarına, Camir bin
Abdullah Hazretlerinin ruhlarına, Eyyub El
Ensari Hazretlerinin ruhlarına, Şühedanın
serperveri Hazreti Hamza Efendimizin
ruhlarına ve Kâfirli İman Ervanı ruhlarına. El
Fatiha. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah.
Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya Hazreti
Ali kerramallah ve cehu. Meded ya Hazreti Ali
kerramallah ve cehu. Meded ya Gavsazam
Abdülkadir el-Ceylani. Meded ya Seyyidi
Muhammed Ruhi.
Euzubillahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısındayız. Baba Ali derslerinde yine. Allah
Azze ve Celle'nin seyyidimize ikram edilmiş
futuhat kapısındayız. Baba Ali derslerinde
yine. Allah'u Zülcelal'in seyidimize ikram
eylediği tefsil-i ruhiyede Nebe'e suresinin 13.
ayeti kelimesine gidiyoruz. Allah'u Zülcelal
ayeti kelimede şöyle buyurmuştu.
Estaizübillah ve cealna siracen ve hace ve
içlerine gösterişli parıl parıl bir kandil astık
buyuruyordu Allah Azze ve Celle. Bu siracen
kelimesi bir kandil kelimesinde harfi rada
gönül ferahlığına dair bir ders vardı. Gönlü
ferahlatmak üzerine bir gönülül almak geçen
haftaki dersin konusu. Bu haftada gönlün
ferahlığı üzerine bir beyanat var. Kısaca ve
özüyle beyan etmeye gayret edeceğiz. Harfi,
ruadaki bu ilmi Kur'an-ı Azimüşşan'ın her bir
ayeti kelimesinde her bir ayeti kelimesinin her
bir kelimesinde, her bir kelimesinin her bir
harfinin cihetlerinde alemin taşıyıcısı olan
ilimler var. Bu ilimlerden Ezzane-i
Muhammedi'den, Baba Ali'den, Hazreti Ali
Efendimizin kapısından seydimize ikram
edilmiş. Onlar da Resul-i Kibriya Aleyhisselatü
Vesselam Efendimizin sünnet seniyyesi üzerine
yaşamaya niyet edecek olan ümmeti
Muhammed'in ihtiyacını gidermek üzerine
beyan ediliyor. Efendim bu hakikatle öncelikle
şunu bilmek gerekiyor. Bu dersin ehemmiyeti
açısından başından söylemek gerekiyor ki
sonuna kadar insanların dinlemesi için bir
vesile olsun. Gönlüm daraldı galiba
depresyona giriyorum. İçim sıkıldı içimdeki
sıkıntıyı atamıyorum. Galiba depresyona
giriyorum. İçim sıkıldı. İçimdeki sıkıntıyı
atamıyorum. Her yerde, her zaman ve sürekli
olarak içimde, içimden çıkaramadığım,
atamadığım bir sıkıntı var. Acaba nedendir?
Nasıldır? Doktora mı gitmek lazımdır? Cinciye
mi gitmek lazımdır? Ne yapmak lazımdır? Diye
bir telaş oluyor. İnsanoğlunun son döneminde
bu daha fazla özellikle son 50 yılda gittikçe
artan sanayileşme ekonomi fonksiyonları
insanların dünya hayatında olan bağlılıkları ve
bu bağlılığın bağımlılık haline dönüşmüş
olmasının getirisi olarak gönülde bir ferahlık
arayan insanoğlu bu ferahlığı başka yerlerde
arıyor. Dolayısıyla hem bu akşam o aradığı
yerlerdeki çıkmazları kısaca beyan ediyor
olacağız. Hem de yavaş yavaş gönlümüzün
ferahlaması için ihtiyacımız olan ilaçlarımızı
alacağız. Ezzani Muhammedi'den, Futuhat-ı
Seyyid Muhammed Ruhi'nin Bağbali dersinden
inşallah. Yine Kur'an-ı Azimüşşan hak ve
hakikatiyle. Efendim gönlün ferahlaması bu
ayeti kelimenin bütünüyle bakıldığı zaman
anlaşılıyor ki bir aydınlık iledir. Çünkü Allah
Azze ve Celle parıl parıl parlayan buyururken
vehace parıl parıl çok parlayan sıraç
kandillerden bahsediyor. İnsanlar böyle bir
aydınlık gördüğü anda genellikle
ferahladıklarını filan hissederler. Bu
mekandaki genişlik, mekanlardaki ışıklı ve
oradaki güneşin varlığı, oradaki işaretlerin
bütünlüğü insanda bir anda bir rahatlama
meydana getirir. Ancak bu rahatlama nedir,
gönül nedir? Bu ikisini anlamayınca gönlün
ferahladığı kelimesi her iki batı uygarlığı için
biraz havada kalan bir kelam. Hoş doğudaki biz
insanların biz Müslümanların da bunların
kelime karşılıklarının özellikle hikmet babına
ne kadar haberdarız o da ayrı bir konu.
Haberdar olmamız için bu futuatlar beyan
ediliyor. Allah seyircimizden binlerce kez razı
olsun. Efendim hakikat o zaman bu cümlede iki
kelimeyi yeniden ele almak gerekiyor. Birisi
gönül kelimesi bir de ferahlama kelimesi.
Gönül insan hayatında ruhla bedenin buluşma
noktasıdır. Ama bunun adı kalp değil. Kalp
bundan biraz daha farklı. El-Fuat kelimesi
kalbin Allah'ın zikriyle tatmin olacağına dair
esas vardır ama bu esas özellikle insanın sinir
sistemi üzerinde kurgulamış bir hakikattir.
Ancak ruhla bedenin buluşma noktasından
kastımız insanoğlunun ruhunun geldiği
noktaya ait olan özellikleri değil de, ruhunun
bugün için kendisiyle olan ilişkisine dairdir.
Şimdi kalbimiz Rabbimizi zikredince mutmain
olur. Çünkü ruhumuzu yaratmış olan Rabbül
Aleminin takdir ettiği nefai ilahiyenin kalbiyle
olan ilişkisi o insanın ilk başlangıç noktasına
olan ilişkisini doğurur. Yani burada gönül
kelimesi insanın ruhuyla bedeni arasındaki
ilişkinin dünyevi halidir. Kalp ise o kalbin
hakikatine gittiğiniz zamanda ise tatmin olan
kalpten bahsediyorsanız o ilk ana dair olan bir
duygudur. Dolayısıyla burada iki ayrı
durumdan bahsediyoruz. Bunlardan bir tanesi
tekrar ifade etmek gerekirse insanın ilk ana
olan ilk anda ruhunun yaratılışındaki ana olan
hasretidir. Bu hasretin adı kalptir. Ancak bu an
şimdi şu mekandaki kalbimiz atan şu tıkır tıkır
atan kalbin hemen ona can vermekte olan ruh
ile olan ilişkisinin adına gönül diyoruz.
Dolayısıyla gönül dünyası dediğimiz şey
dünyadayken bizimle olan ilişkidir. Ve
dünyevinin dünyaya ait olan
dünyevileşmedikçe insana bir huzur veren
esastır. Dolayısıyla insanın huzur
kaynaklarından bir tanesidir. Bir tane huzur
kaynağı yoktur insanın birden fazladır. Bu
akşam biz gönlü ele alıyoruz. O zaman gönlün
ne olduğunu öğrendik. Ruhumuzla bedenimiz
arasındaki ilişki noktasına gönül diyoruz kalp
değil. Kalbe inkişaf ediyor ama esasında
göğsün üst bölümüne ve bu iman tahtası diye
adlandırılan bölgede hissedilen depresyona
giren hastalarında genellikle baskı hissettiği
alanın biraz daha sağ ve sol çeperinden
bahsediyoruz. Peki ikinci kelimemize geçelim.
Ferahlamak nedir o zaman? İçimiz ferahladı
deyince biz aslında neyi söylemeye çalışıyoruz
dur da anlamını bilmiyoruz. Onu bir öğrenelim.
Dolaşımla ruh arasındaki denge oluşma
durumuna ferahlama denir. Eğer insandaki
dolaşım sistemi yani kalp attığı, vücudumuzun
ihtiyaçları, vücudumuzun tamamına
götürüldüğü, işin içinde maddi ve manevi
unsurlar da dahil edildi, bu dengeli bir karışıma
ve dengeli bir dolaşım sistemine sahipseniz biz
o ana ferahlamak diyoruz. Bu denge
bozulduğunda yani dolaşımla denge dolaşım
sistemiyle ruh arasındaki denge bozulduğu
zamansa insanın sinir sistemi bozulur.
Dolayısıyla kalp hastalarının ya da kalpte
aritmi yaşayan taşikardi gibi hastalıkları olan
insanların genellikle içlerinde doğan o dünyaya
ait hazımsızlık, heyecanlanmak, korkmak ve
bunun hep kalple olan ilişkisi bir yandan
parasympatik olarak ele alınıp biraz psikolojik
bir alana dahil edilse de işin bir başka tarafı
ferahlamayı arzu eden insanın arayış sürecinde
eksik ve yarım kalmış bir şeyi bizlere gösterir.
O zaman gönlümüzün ferahlığı için şunu
söyleyebiliyoruz bizler, bedenimizin şu an için
ihtiyacı olan ruhla olan ilişkisinde, dolaşım
sistemiyle ruhumuz arasındaki kurulmuş
denge hasıl olunca, insanın gönlü ferahlar.
Ancak bu ferahlama aydınlıkla mümkündür.
Zira nasıl ki bitkiler gündüz güneşin açmasıyla
beraber yapraklarındaki üretim süreçlerine
başlarlar ve bu başladıkları süreçte oksijen
üretimine dönük olay bir hayat tekamül eder.
yönetimine dönük olay bir hayat tekamül
eder. İlk andan beri hasıl olan ışığın
hücrelerimizle olan bir ilişkisi var. Bu ilişki
vücudumuzdaki dolaşım sistemini destekleyen
bir yapısı vardır. Hani biliyorsunuz özellikle
güneş doğmak üzerineyken şafak vaktinde tam
da o sabah namazı vaktinde güneşin
doğmasına 40-45 dakikalı andan başladığımız o
süreç bizi adım adım ışıkla buluşacağımız
güneşin ışığıyla buluşacağımız o ana doğru
taşırken vücudumuzda meydana gelen bir
ferahlama ve bir haz vardır. Sadece namaz
kılanlar için geçerli olan bir şey değil bu.
Dünyanın dört bir tarafında insanlar sağlık
dünyası açısından bir şey söylemeye
kalktıklarında güncel hayatlarına başlarlarken
güneşin doğuşuna merhaba diyen yogacıdan
tutun da ateistin en dibine gitmiş insanın dahi
güneş doğarken koşuya çıkmanın
ehemmiyetini bizlere anlatır dururlar. Bu
ehemmiyet hücrelerle alakalı ve gayet tabi.
Ancak hücrelerle alakalı olan bu durumun
vücudumuzdaki karşılığı gönlümüzün
ferahlaması. Peki, insan ve canlılar bu nur yani
aydınlığın nispetiyle yaşadıklarının
farkındadırlar mı? aydınlığın nispetiyle
yaşadıklarının farkındadırlar mı? Zira bir ışık
insan vücudunda bir aydınlık hasıl ettiğinde,
onun ardında var olan karanlığı kendisinden
itekleyecektir. İnsan vücudunda karanlık
noktaların kalmayacağı bir alanın olduğu
yerler var. Ama karanlıkta kalan alanlarımız da
var. Yani vücudumuz ışığı aldığı zaman
vücudumuzun tamamı bundan etkileniyor.
Ancak bazı bölgelerimiz var ki o aydınlıktan
tam anlamıyla fayda göremiyorlar. İşte o
alanlara aydınlığı taşıyan sistem dolaşım
sistemi olduğundan o noktaların da
aydınlanmasıyla beraber sistem bütünleşiyor.
O noktaların da aydınlanmasıyla beraber
sistem bütünleşiyor, kablolardan akım
netleşiyor ve bu akışkanlık insanda ferahlığı
meydana getiriyor. İşin bilimsel tarafı böyle
ama işin hikmet tarafına gelince. artıcı noktaya
götüren, aydınlıktan uzaklaştıran her ne varsa
o günahla ve günaha sevk eden ya da günahın
da ötesinde Allah korusun fasıklık ve küfürle
addediliyor. ışığın kendi vücudunda bıraktığı
hal ile o ferahlığı gecenin bir vakti de
yaşayabilecekken, kendisi eğer benliğinde bir
perde oluşturmuş hatta birden fazla perdeler
oluşturmuşsa, güneş doğsa ne çare, onlarca
güneş onu aydınlatsa ne çaredir. Zira biraz
önce söylediğim gibi kalbin arka duvarının
karanlık kalan noktası safra kesesinin
arkasındaki karanlık nokta pankreas ve
karaciğerin arkasındaki bütün bu iç
organlarımızın karanlık noktaları işte insan
hayatındaki dolaşım sisteminin bozukluğuyla
beraber işin bir başka tarafından yapılan
hatalar sebebiyle oluşan perdelerden ötürü
insanın ruhunun dolaşımı engellemesine
yönelik bir rahatsızlıktır. Yani hep bedenimizin
ruhumuza verdiği şeylerden bahsediyoruz ama
ruhumuzun bedenimize de engel olduğu yerler
olduğunu unutuveriyoruz. Ruhu öyle bir
anlatıyoruz ki sanki o bizden bağımsız bir
şeymiş ve çok ulviymiş gibi anlatıyoruz.
Halbuki o da bir yaratılmış. Ulvi tarafları
elbette var ama bizim yaşam biçimimiz
ruhumuzun bedenimize karşı yapacaklarını
engelliyor ya da önünü açabiliyor. İşte bu
yüzden ders başından sonuna kadar gönülle
dolaşım sistemi arasındaki ilişkinin bir dengeye
oturtulmasından bahsediyor bizlere. Şimdi
şunu anlamış oluyoruz. İnsan için bir günah
demek kefere kelimesi zaten perde demektir
bir şeyi örtmektir perdelemektir. İnsanın nefse
emmaresinin desisesine düşerek şeytanın hile
ve tuzağına girerek Rabbinin istek varusundan
uzak yaşamaya çalışıp da kendiyle Rabbi
arasına perdeler koymasının esasıdır. Bu esası
şimdi şu hal ile ele almamız lazım. Elbette ki.
Bu perdeleri ortadan kaldırmak ister
insanoğlu. İçi daralmaya başlar. Her karanlık
nokta dolaşım sistemini bozacaktır ve zafiyeti
imaniyenin bir cüzü onda rahatsızlık meydana
getirir. Yani zafiyeti imaniye beş vakit namaz
kılmayan insanlar da olmaz diyemezsiniz oruç
tutan zekat veren namaz kılan hacca gitmiş
nice insanların gönüllerinde aradıkları bu
ferahlıktan uzak bir halde bulunmalarının
sebebi biraz da bu formülü hem
bilmemelerinden ya da işlerine gelmeyip şimdi
sayacağımız usul ve erkanı uygulamaktan uzak
yaşadıkları içindir. İnsanoğlu bir vakit sonra
hele ki iman sahibi ise doğal olarak bu perdeyi
ortadan kaldırmaya niyaz edip bununla
mücadele etmek ister. Ancak eğer iman sahibi
değilse bu perdelerin varlığından bu dersten
ya da ulemanın söylediği hakikatten
habersizse farklı bir durum meydana getirir.
verir. Bugün gençlerimizin daha yüksek sesle
müzik dinlemek istekleri, arzuları çok daha
fazla sinema çok daha fazla görsel görüntü
unsurlarına kendilerine daldırmış olmaları,
daha fazla ışıklı şeylerin onların dikkatini
çekiyor olması ve bunun yanında köşe
başlarında yalnız kalmış olan pek çok taşın o
ışıklı tabelalardan çok daha şey anlattığını
çoktan unutmuş olmaları. Bu hakikat bizlere
günümüz toplumunun dünya çapında bakılsa
ekseriyetle bu perdeye düçar olduğunu
gösteriyor. Evet o perdeden kurtulmak lazım.
Eğer olmazsa insan daha fazla ışık, görüntü ve
sesle o perdenin bir nebze olsun inceleyeceğini
zannedebiliyor. Zannediyor ama onların
zararlarıyla meşgul olduğunun pek de farkına
varmıyor. Daha fazla ışık onun oluşturmuş
olduğu perdenin tam tersine daha büyük bir
yanılsama yapmasına sebep olup ilk başta bir
ferahlama hissettiğini düşünse bile hemen
ardından oldukça sıkıntılı günler onu bekliyor.
Yani sesi, gürültüsü, görüntüsü ve ışık oyunları
fazla olan büyük bir toplantı alanında yapılmış
daha ziyadesiyle nefsi ve şeytani unsurları
barındıran bir müzikal konser niceleri vardır ki
hak ve hakikati anlatır. Ondan bahsetmiyoruz
çünkü orada aranılan şey zaten gönlü
ferahlatacak sözle o esası ortaya koymaktır.
Bir de üzerine nefsani ve şeytani bir değerle
karşınıza çıkıyorsa hemen arkasından bu tarz
sürekli konserden konsere gezen insanların iç
sıkıntılarının da öyle kolay kolay geçmediğini,
hani bir kafa dağıtmaya gideyim derken
kafasından da gönlünden de olduklarını
görürüz. Ama hoş onlar bunu pek de rahat
algılayabilecek düzeyde olmayabilirler. Çünkü
bir perdenin 3 farklı yönü var ve insan bu
perdeyi kaldırmak istediğinde bu üç farklı
yönünün ne olduğunu bilmiyorsa o perdenin
altında kalabiliyor. Eli, kolu, vücudu her neyi
varsa belki bazen vicdanı. Çünkü perdenin bir
kendisi var ki o gittikçe kalınlaşıyor. Hele ki
insan tövbe istifardan uzaklaşıyor. İnsan
Rabbini anmıyor ve zikretmiyor insan o cennet
bahçelerinde alimlerle sohbetlerde bir
vesileyle buluşmuyor bundan imtina ediyor ve
hep kendisine bir bahane buluyorsa nihayet
perdenin kendisi gittikçe kalınlaşıyor. İkinci
hakikat var ki biz yani perdenin iç tarafında
olan biz varlık peşinde olan biz. Çünkü bir de
perdenin dış tarafı var ki o da varlık tarafı. Bu
işin nefsani tarafıdır. Nefsani olan meseleden
bakınca görülür ki perdenin kendisi, onun
içinde olan bizler ve onun dışarısında var olan
varlık eğer nefsi emmare seviyesinde yaşayan
bir bizden bahsediyorsak ne yazık ki
nihayetinde bunun altında gönül ferahlığına
ermesi beklenilemeyecek bir noktaya taşınır.
Bu perdenin kalkması için insanın kendi
müdahalesi ise mümkün olacak bir durumda
değildir. Zira her bir perdenin içindeki o
kalınlıkta ne kadar ışık geçirip geçirmediğini
içerideki bizin fark etmesi mümkün değil. İşte
bu yüzden dışarıdan bir göz gerekiyor.
Dışarıdan bir ses, dışarıdan bir nefes, dışarıdan
bir görüntü, dışarıdan bir ses gerekiyor. O ses,
o görüntü, o nur-u ilahinin feyzi dedikleri
mülidi, münşidi kamillerin gönlünden doğan,
onlarla beraber hak ve hakikati hatırlatan
Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam
Efendimiz'den bugüne ve ondan önce Hazreti
Adem Efendimiz'e kadar gelmiş olan ışık
bizlere o gerçeği hatırlatıyor. O gerçek
hatırlanıldığı andan itibaren ise perdenin yavaş
yavaş erimesi mümkün. Çünkü bahsi geçen bu
perde ancak Allah-u Zülcelal'e karşı yapılan
zikrullah ve hakiki bir bakış ve nazarla erimeye
başlıyor. Evet bu insanlara biraz garip
gelebiliyor ama her seferinde aynı örneği de
vermek gerekiyor. Kabe'nin etrafında tavaf
etmek, önünde namaza durmak gibi ona
bakmak da sevaptır ve bir ibadettir. Bu
genellikle es geçiliyor. Bu genellikle es
geçiliyor. Perdeler kalkmadıkça ne yazık ki
hakiki bir gönül ferahlığından bahsetmek de
mümkün olmuyor. Öyleyse bugünün insanları
için gönüllünün feraha kavuşması, rahata
kavuşması ancak ve hakikatiyle gerçek
manada o perdeden haberdar bir perdedar
gerektiriyor. Perde kapısında durup
perdelerden haberdar olan birisi gerekiyor.
Kapıya varabilmek için perdelerde bazen vesile
olabiliyor ama onun vesile değil, başa geçen
bir çuval olduğunu fark etmezse insan o
çuvalın altında ezilip kalabiliyor. olduğunu fark
etmezse insan o çuvalın altında ezilip
kalabiliyor. Hakikat bizler için söylenen söz
gönülle bir ferahlık bulmak istiyorsak eğer
Rabbül Aleminin rızası, sünnet-i seniyenin
esası yine döndük geldik ehribet kapısına onun
sevdası gerekiyor. Efendim Rabbim nasibi
müessir ederse kısaca belirttik ama Baba Ali
dersleri şöyle 30-40 adede bulunca ya da bir
sure-i şerifeyi tamamladığımızda inşallah yine
sizlere ayrı bir külliyatın kitabı olarak ulaşıyor
olacak. Siyeri Nebi'nin birinci cilli çıktı
biliyorsunuz. Önümüzdeki aydan itibaren de
cilt cilt devam edeceğiz. Esmaül Hüsna ile
beraber dergi hazırlıkları devam ediyor. Daha
başka nice çalışmalarımız var. Rabbimizden
maddi ve manevi imkanlar nasip etmesini
niyaz ediyoruz. Dua ediyoruz, dua bekliyoruz
efendim. Yarın akşam ise Baharat yolunda yine
beraber olabilirsek bizimle olursanız Mevlid-i
Şerif'i konuşacağız. Mevlid-i Şerif'le ilgili
bugüne kadar duymadığınız ne varsa onları
anlatacağız. Anlattıkları gibi Fatımilerden
itibaren mi başlamış? Yoksa da soru kibriya
aleyhissalatü vesselam Efendimiz
doğumundan evvel mi başlamış? Onu anlatıyor
olacağız. Sorusuyla bırakmış olalım akıllarda
kalsın. Yarın akşam 22.02'de görüşene kadar
Allah nasip ederse. Efendim Cenab-ı Hakk'ın
seyyidimize ikram edildiği bu futu alt
kapısından kısa kısa seslendirerek bu
hakikatleri beyan etmeye gayret ediyoruz.
Rabbül Aleminden bu sözü bu kelamı bütün
dünyaya duyurup bütün dünyanın ehli iman
olup gönül ferahlığına ermesini niyaz ediyoruz.
Cenab-ı Hak seyyidimizden binlerce kez razı
olsun. Derecelerine ailesine, derecelerine
aileye eylesin. Ailesine, efradına, bütün
ümmetine Muhammed'e hayırlı bir Rabiül
evvel ayı, hayırlı bir Mevlid ayı nasip eylesin.
Küskünlerin yeniden barışabileceği muhabbet
dergahlarında buluşamıyoruz ne yazık ama
gönüllerin bir olduğu bir dünyada Allah'a özür
dilerim istek ve arzüde yaşamayı Cenab-ı Hak
bizlere nasip müessere eylesin. Hayırların
fethi, şerlerin defi, ümmeti Muhammed'in
sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için
efendim. El Fatiha.

2. Cihan Ferberi ve ailemiz, Hazreti Abdullah


Efendimiz, Hazreti Hatice ve ailemiz, Hazreti
Ayşe ve ailemizin ruhlarına, gelmiş geçmiş
mümin müminat, müslüm müslümatın
ruhlarına ve kafeli iman elvanın ruhlarına. El
Fatiha. Hazreti Ali Kerem Allah ve Cevabı
Efendimizin ruhlarına, Hazreti Fatıma
Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin
Efendimizin ruhlarına, gelmiş geçmiş Seyyid ve
Seyyidelerin ruhlarına, El Fatiha birimiz kabsa
azam abdukadir eceylani hazretlerinin
ruhlarına saadatı kadiriyyeden ve saadatı
muhammediyeden gelmiş geçmiş mürşid
mürşidan mürid müridanın ruhlarına ve kafeli
iman erbanı ruhlarına el-fatiha seyyidimiz
Mürşidimiz, Peygamber Efendimizin İncithane,
Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin
Ruhlarına, Ailesinden Ahirete İntikal Etmiş
Olanların Ruhlarına, Müritlerinden Ahirete
İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına, Şüheday
Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliyayı
İstanbul Ruhlarına, Şüheday Çanakkale ve
Şüheday İstanbul Evliya-i İstanbul'un
ruhlarına, Cabir bin Abdullah Hazretlerinin
ruhlarına, Eyyubel Ensari Hazretlerinin
ruhlarına, Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza
Efendimizin ruhlarına ve Kâfili İman Ervan'ın
ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha Ali kerramallahu
ve cehu meded ya gavsu azam abduh kadir ve
ceylani. Meded ya seyyidi Muhammed ruhi.
Euzubillahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısındayız. Baba Ali derslerinde. Rabbim izni
inayet eylerse eğer işte bu zor günleri
beraberce atlatırken bu canlı yayınlar, bu
sözler, bu kelimelerle ve bunları kitaba
geçirme mücadelesiyle zikrullah ile meşgul
olan bir hayatın içinde bir genişlik
aramaktayız. Dersimiz onunla alakalı. Bu
genişlikte elbette ki zikrullah her şeyden daha
kıymetli ve önemli. Hakikat daha önce de
duyurduğumuz üzere bir zikir aplikasyonu
üzerinde yapılan çalışma devam etti.
Elhamdülillah önemli bir aşamasını geçtik. Çok
daha ileri bir boyuta taşımak adına önemli bir
merhaleyi geçtik. Gruplarda ay diye demişiz
ama yıllık olarak 400 milyon adedi geçtik.
Gruplarda ay diye demişiz ama yıllık olarak
400 milyon adedi geçtik hem de öyle adam
akıllı duyurmadan. Dünyanın dört bir
tarafından ta Kuzey Kutbundan Afrika'ya kadar
400 milyon adette Allah'ın zikri hasıl oldu. Ve
şimdi de bir canlı zikir söz konusu oluyor.
Sevdiklerinizle dünyanın dört bir tarafından bir
araya gelip aynı anda aynı sayıları istediğiniz
adette çekebilme fırsatı var. Allah nasip ederse
yakın bir zamanda da bunda çok daha değişik
ilimleri, seyidimize ait olan ilimleri beyan edip
dünyaya duyurabilme imkanına öylece
yetişmeye çalışıyoruz. Zamanın tebliğinde
teknolojik unsurlar ön planda önemli ölçüde
insanlar böyle ulaşılabiliyor artık. Bunları
kullanmakta bu futahatın içerisinde geniş bir
yer ediniyor. Rabbim her birisini uygulamaya
ömür yetmez ama en azından uygulamaya
gayret. Uygulayacak olanlara,
niyetlendirmelere yardım böylelikle inşallah
Rabbül Aleminin istemiş olduğu bir hayatı
yaşamak mümkün olur. Bunun linklerini pek
çok vesileyle veriyoruz inşallah oradan indirir
paylaşırsanız bol bol insandan da vesile
olursunuz çünkü sizin paylaştığınız bir vesileyle
bu zikrullahı çekenlerin sevabından da sizlere
mutlak surette hasılsız size de yazılacaktır.
Allah nasip etti bu akşam yine Bab-ı Ali
dersinde Nebe suresinin tefsirini beyan
ederken bir ayeti kerime var 14. ayeti kerime
de şöyle beyan ediyordu Allah'u Zülcelal
Estaizu Billah Ve o iyice yoğunlaşmış
bulutlardan şarıl şarıl su indirdik dediğinde
bizler Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin
beyanatıyla El-Mu'sirat, bulutlar kelimesinde
harfi ayında bir ilim olduğunu, bunun
zamanında genişlik babı olduğunu söylemiştik
ama nasıl bir genişlik bu? Bazen bilimsel bazen
uhrevi karşılıkları var. Bab-ı Ali dersleri işin
hikmet babında en üst seviye olduğu için o üst
seviyede tabiri caizse söylemiştik ya bir master
programındayız, doktora programındayız. Her
birisini biraz daha derin tefekkür etmekte
fayda var. Kitapta elbette genişleteceğimiz bir
unsuru yine sizler daha kısa dinleyebildiğiniz
için daha özetiyle ifade etmeye gayret edelim.
Hz. Ali Efendimiz Rasul-i Kibriya Aleyhisselatü
Vesselam başta olmak üzere sahabenin
tamamının en büyük arzosu dünya hayatındaki
kendilerine verilen vazifeyi Müslüman olmanın
karşılığını dolu dolu yaşayabilmektir.
Bugünlerde özellikle insanların en çekindiği
şey Müslüman dünyasının Hz. Peygamber
aleyhissalatü vesselam Efendimiz döneminde
de sahabi ikram efendimi sorarlardı. Ya
Resulallah aleyhissalatü vesselam kabir
nasıldır? Kabir mevzu elbette uzun bir mevzu
ama özellikle kabrin daraltıcı özelliği, kabrin
darlaşması konusunda hadislerdeki hikmetler
incelikli ama o inceliklerinden bir tanesi
burada harfi aynı bir ilim var ki insan bu
darlıktan kurtulmaya vesile olacak unsuru
aramakla mükellef. Zira nihai yatağımız
bizlerin dünya hayatından ahiret hayatına
giderken hakikat bir kabirdir. Bir kabrin başına
geldiğiniz zaman hele ki onu defnedenlerden
biriyseniz Rabbim bütün geçmişlerimize
rahmet eylesin. biriyseniz Rabbim bütün
geçmişlerimize rahmet eylesin. Küçük bir
alanda dar bir alanda böyle 2 metreye 70
santim, 80 santim en fazla olsun olsun 1
metre, 2 metreye 1 metre, 2 metreye 80-90
santim genişliğinde biraz daha yapsanız ancak
bunun bir %10 fazlası olacak şekilde bir kabir
kazılıyor. Bu kabrin içine konuluyoruz. Üimize
tahtalar diziliyor, ardından toprak konuluyor
ve herkes ayrılıp gidiyor. Yeni mekanımıza
erişmiş oluyoruz o andan itibaren ve herkesin
beklediği şey o kabir hayatını rahat ve huzurlu
yaşayabilmek. Kabir hayatını çok rahat ve
huzurlu yaşayabilmeyi kabirde genişlik olarak
beyan edilmiş çünkü kabrin bir de sıkması var.
Ama bu sıkıntı zannedildiği gibi sadece fiziksel
anlamında değil. İnsan gittiği bir mekanda
mekandan hoşlanması veya mekanın onu
sıkması vardır. mekanda mekandan
hoşlanması veya mekanın onu sıkması vardır.
Dolayısıyla Bağbâli dersinde zamanda genişlik,
kabirde genişlik mevzuatına aynadaki hikmet
şöyle beyan eder. Her kim dünya hayatında bir
mekandan daraldı, o kendisine kabirde bir
darlığa adım attı. Bizler bir yere gittiğimiz
zaman tam da böyle bir odadan bir toplantı,
bir arkadaş grubu, iş haricinde kendi keyfiyle,
kendi imkanlarıyla bir yere gittiğinde insan bir
yere girdiği zaman karşısında bir toplulukla
karşılaşır ve bir yere oturur. bir iman ve bu
imanın vesikası olan ibadetler yerine getirilmiş
ve bu ibadetlerle ilgili hayat tarzı
benimsenmişse eğer oturduğunuz yer en başta
sizi bir sıkar hatta etrafındakiler size bir
bakarlar bir şeyden mi sıkıldın eksik bir şey mi
var masada gibi hakikat sonra diğer nefisler
diğer nefislerin şeytanları etrafa toplanıp sizde
eğer onlara meylediyorsanız eğer bir müddet
sonra ya o daralmak o kadar da şey değilmiş
herhalde havadan, pustan, kötü koktuğundan
filan olsa gerek Burak'sı ama yavaş yavaş
şuradan bir cam açsak filan aa muhabbet de
ilerleyince kendime geldim dersiniz.
muhabbetle ilerleyince kendime geldim
dersiniz. Hakikat müminde öyle bir feraset
vardır ki bu muasirat kelimesindeki yani
bulutlardan kelimesindeki harfi ayn bir
bulutun genişleme vesilesinde hasıl olacak
bütün imkanlar onun gideceği mekanın
tayinini Esmaül Hüs Üstada beyan etmiştik.
Yani hiçbir bulut tayin edilmediği yerde tayin
edilmediği şekliyle kafasına göre yağmuru
boşaltamıyor. Bu Esmaül Üstada babında uzun
anlatılmıştı. O da mekanını arıyor. Bulut
mekanını ararken yer ona mekan olabilecek
zemini hazırlarken yine merkezde insan var
elbette yaşanılan şehirde ve o şehrin
karşılığında var olan bir hikmetle o bulut ya
yağmur oluyor ya da bugünlerde İstanbul'da
gördüğümüz gibi esip gülleyip yağmadan geçip
gidiveriyor. geçip gidiveriyor. Mekanda var
olan insandan mıdır yoksa o mekanı hasleten
insanların özelliklerinin bir kısmından ötürü bir
bela mıdır, musibet midir ayrı mevzu. Hakikat
insan şunu çok net biliyor ki en basitinden bile
söylesek bir bulutun bir yerde yağmur
yağmasına vesile eden toprağı dahi nasıl
etkiliyorsa kendisinde o etkileşim sürecini
oluşturan bir iklimi vardır. Göğsündeki darlık
ve göğsündeki nem, ayeti kerimede söylenmiş
bulut gibidir. Ayeti kerimede bulut nasıl şarıl
şarıl yağacağı yeri gülledikten sonra gülleyerek
yağacağı yeri biliyor, anlıyor ve kavruyorsa,
insan da o kavrayışı kendi göğsünde taşıyandır.
O kavrayışta ve göğsünüzdeki o nefesin hak ve
hikmet uğrunda olup sizin de o hikmetle
kuşanmış bir şekilde o genişliğe hasıl
olabilmeniz için göğsü alınan her nefesin helal
olması esastır. Bazıları nefesinde helalim olur,
mecburum zaten, nefes alıp vermem gerekiyor
işte diyebilirler. Hakikat, nefesin helali
hikmeten Rabbül Aleminin istedikleriyle
geçirilen vakit içindedir. Allah-u Zülcelal'in
istemediği, Allah Resulü'nün kabul etmediği,
Allah'ın yasakladığı, boş ve malayani şeylerle
dolu olan bir zaman dilimindeki boşlukta
alınan nefeslerin tamamı insanı zamanında
daralttığı gibi bu darlık kabirde de büyük bir
darlığa ne yazık ki vesiledir. Hani bilir misiniz
toprağa gömdükten sonra insanı sanki ağaç
dikmişçesine üzerine bir su dökerler. Bu su
orada bir bitkinin yeşererek ondan hasıl olan
zikirden kabirdeki insanın da fayda görmesi
vesilesiyledir. vesilesi iledir. Ama bir başka
hikmet odur ki insanoğlunun o kabirde ihtiyacı
olan suya hasretinin bir işaretidir ki bir canlılık
beklentisi üzerinde haiz edilmeye gayret
edilirken o canlılığın dünya hayatında yerine
getirmekle mükellef olduğumuzun da
göstergesidir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve
sellem Efendimiz bir gün bir gencin kabrinin
başına gitmişti. Siyer-i Nebi'de de inşallah
anlatıyor olacağız. Allah Resulü'nün zamanına
geldiğimizde kabrin başında uzun bir müddet
durdular. Duruşlarından bir süre sonra yavaş
yavaş önce böyle biraz üzüntülü gibiydiler
sonra hafiflediler ve o Allah Resulü normalde
bir kabrin başında bazen 15 dakika bazen 20
dakika dururken bu kabrin başında yaklaşık 45
dakikalık bir süre geçirmiş olması sahabe-i
ikram efendilerimizin de dikkatini celp etmiş.
Sahabe-i İkram Efendilerimizin de dikkatini
celp etmiş. Tabi Allah Resulü sallallahu aleyhi
ve sellem Efendimiz döndükten sonra Allah
Resulüne sordu Sahabe-i İkram. Ya Resulallah
orada pek bir vakit geçirdiniz. Fazladan
olduğunu hissettik. Yüzünüz başta böyle bir
düşüktü. Sonradan tabiri caizse daha böyle bir
ferahladığınızı biz de hissettik. Biz de
ferahladık. Bir şey mi vardır? Sahabe-i ikram,
Allah onlardan razı olsun, onların bu soruları
bizlerin dinimizi öğrenmemize vesile oldu.
Allah Resulü'ne tırnak içinde söylemek
gerekirse her seferinde sahabese sorun. Çünkü
sizin sorduklarınız sizden sonrakilere bir
rahmettir beyanında bulunuyordu. sizden
sonrakilere bir rahmettir beyanında
bulunuyordu. Sahabe-i ikramın o sorduğu
soruyla elde ettiğimiz rahmet karşılığında
rahmet peygamberi olan Allah Resulü
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle
buyurdular. Kabirdeki genç kabrin darlığından
hayıflanıyordu. O darlık ki orada ona yardıma
gelenler yani her zaman bir sorgu sual değil bir
de etrafta ibadetlerden hasıl olan sevapla,
selevatlardan hasıl olan sevaplarla gelen
melaikeler var dedik ya kabir konusunu ayrı
anlatmak lazım. Onlar dediler ki bu genç
zamanında zikretmişti. Onun söylediği her bir
zikir, her bir söz, kabrini genişletmeye başladı.
O zaman benim de gönlüm ferahladı. Ancak
orada genç bir şey söyledi. Dedi ki, Ya
Resulallah, keşke biraz daha zamanım olsaydı.
O zaman daha fazlasını yapabilirdim. O zaman
çok daha genını yapabilirdim. O zaman çok
daha geniş bir mekanım olurdu. Bu sözü söyler
söylemez etraftakiler şunu gördüler. Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem şunu
gördüler. Gencin o dolu vaktini boş
geçirmeyerek Allah'ın ilmiyle, zikriyle,
muhabbetiyle, fikriyle geçirdiği için ondan
sonra o mekanın tabiri resmen bugün gençler
diyorlar ya mekanın sahibi diye. O mekanın
hakiki olan melaikesi, rahmanileri melekleri o
zikre devam edince oradan hasıl olan feyiz ve
muhabbet baktılar ki kavri geliştirmeye devam
ediyor. Zamanda bir genişlik arzu etmek
kabirdeki genişliğe delalet eder. Kabirde bir
genişlik arzu eden zamanlı geniş yaşamak
zorundadır. Zamanda genişlik isteyen
mekanda geniş olması gerekir. Mekan insanın
kendisi. Çok geniş bir duruşa ihtiyacımız var.
Bu çok geniş duruşsa Allah'ın zikri, ilmi,
hizmeti, fikri ve muhabbetiyle mümkün.
bunları yerine getirdiği anda insan zamanın
içerisine halk edilecek melaikenin tasviriyle,
zikriyle ve bundan hasıl olan sevabıyla
biiznillah onun hem dünyadaki genişliğine hem
kabirdeki genişliğine vesile olmakta. Herkes
kabirden korkuyor. Halbuki herkes hepimiz her
gün her saniye dakika saliseye kadar kabrin
hükmünü burada yaptığımız fiillerle aslında
Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyoruz. Bu noktada
bugün yaşadığımız insanoğlunun özellikle
Müslüman dünyanın kabirde başına
geleceklerden korkusu eğer günü boş
geçirmişse haklı bir korkudur. Günü dolu
geçirmeye olan gayret, tembellikten uzak bir
hayat, kabirde rahat ve ferah ve genişliğe
itibar edileceğimize delildir. itibar
edileceğimize delildir. Zamanın genişliğini ve
bu zamanın genişliğini sadece dünyevi
ihtiyaçlarımız için değil, Rabbül Alemini
zikredebilmek için talep etmek, işin oradan
başladığını görmek adına büyük bir hikmettir.
Hz. Ali Efendimiz dünyanın değil ahiretin
istenerek ahiret uğrunda yapılan bir şeyler
yapıldığı zaman Allah'ın merhametinin ne
kadar büyük olduğu görülür. Bu durumda da
insanın artık dünyaya korkusu, dünyalıklardan
korkusu, dünyaya ait olandan çekincesi kalmaz
sözünü söyler. Öyleyse işin hikmeti odur ki
zaman ve içindekilerden daha geniş, daha
ferah ve daha güzel bir sonuç elde edebilmek
için bu dünyada boş bir vakti sanki içki gibi,
zina gibi, kumar gibi, tabi bunlar kesin ve kat'i
şerri haramlar, bunlar gibi korkuyor olmak
esastır. Şu anım boş mu geçti, bu anım eksik
mi geçti? Bilinenin aksine zamanı doldurmak
sadece de zikrullah ile değildir. bir adım
atmaya niyet etmişse, karşısında göreceği
Allah'ın mucizelerinden bir payeyi karşılaşınca,
aman Allah'ım der, sen nelere kadirsin der,
onun kudretinin farkına varınca dünya
gözünde küçülmeye başlar. Herkes Rabbimizin
kudretine dahil olanı arıyor. Herkes bir insanın
yapacağı kerameti merak ediyor. Halbuki
herkes kendi hayatında Rabbi ile olan ilişkisini
Rabbinin kendine emrettiği hayatı yaşasa o
hayatın içinde mutlak surette Rabbül Aleminin
büyüklüğüne delil olacak nice izleri görmeye
başlayıp şaşıracağız. Şaşırdıkça o hayret hasıl
oldukça dünya sarhoşluğundan çıkıp ahiretin
sevdasına kavuşmak ve buluşmanın özlemine
doğru harekete geçeceğiz. İnsan ehli iman
ölmeyi arzulamaz Allah Resulü'nün
beyanatıyla. Sebep bu dünyadayken Rabbinin
varlığı, Peygamber Aleyhisselatü Vesselam'ın
peygamberliği, onun üstünlüğü adına yapılmış
ve yapılabilecek en üstün mahalledekileri
beyanla mücadelededir. en üstün
mahalledekileri beyanla mücadelededir. Onun
adına beyan edilecek şeyler hasıl olduğunda
Rabbül Aleminin ona kabirde takdir edeceği ve
ikram edeceklerinden artık şüphe götürmez bir
tedaviye muhatap olmuştur. Herkes bir hasta
olmuşken bu dünyada o genişliği o fenalığı
beklerken elbette bunun sadece dünya
hayatında değil kabirde de gerçekleşmesi en
büyük arzu olacaktır. Kabirde insanların en
büyük pişmanlığı dünya hayatında geçirilmiş
boş vakitler olacaktır. Ancak bugün insanlara
şunu söylesek acaba ne derler? Geçireceğiniz
her boş vaktin vücudunuzda yaklaşık 100 bin
sinir hücresini öldürdüğünü bilir misiniz? Kimi
yerlerde okursunuz değil mi? Şunu yaparsanız,
bunu içerseniz, böyle yaparsanız sinir
hücreleriniz ölür. Sinir hücrelerinin en kesin,
en kat'i, belki de en acımasızı zamandır.
Zamanın her boş geçirilişinde sinir
hücrelerimizde bir saat bir takvim var. Bu
takvimi şimdi uzun uzadıya anlatıp da sizi
başka bir mekanda düşünceye daldırmak
istemeyiz. Ama şuna emin olabilirsiniz ki ki
ölçebilirsiniz de boşa geçen bir zaman sinir
hücrelerini öldürüyor. Peki doldurmaya gayret
edildiğinde bu doluluk boş işlerle uğraşmak,
boş oyunlarla çok vakit geçirmek tamamen
dünyanın zevkine dalınca ne olur dediğimizde,
bu sefer bu sinir hücrelerinin haddinden fazla
siz farkında olmasanız da gerildiğini görüyoruz
bizler. Peki o gerginlik neyin vesile oluyor?
Bilirsiniz, gerginlik daralmadır. Daraltmaktır.
Küçültmektir. Ferahlıksa gevşemektir.
Şeytanın bir hilesi olsa gerek. Daha rahat, daha
geniş daha böyle ferah olabilmek için biraz da
kafa dağıtabilmek adına boş vakit geçirmenin
insanı rahatlattığını söyler. Kafa dağıtmak için
biraz da boş vakit geçirmenin insanı
rahatlattığını söyler. Kafa dağıtmak için, biraz
da boş vakit geçirmek için, ne yaptım bu hafta
sonu sokağa çıkma yasağı dendiğinde hiç
Allah'a şükür boş boş yatabildim, uzun uzun
uyuyabildim, baya da rahat ettim, yedim içtim
yattım arkadaş diyenlere diyoruz ki, yattığınız
yatak bugün sizlere rahat ve güzel geliyor
olabilir. Ancak bir gece o yatağın yatak değil,
kabir olduğunu düşünün. Hatta bu gece
yatağınızda değil, yerde yatmayı deneyin.
Hiçbir şey koymadan. Ve birkaç müddet yani
yarım saat yatın ve düşünün orada
kabirdesiniz. Bir toprak üstünde üstünüzde de
ayrıca bir toprak var artık toprağın içinde.
Şimdi o gerginliği ne kaldırabilir ortadan?
Bütün defterler kapanmışken herkes
uzaklaşmışken oradan. Hakikat bizler
Rabbimize gidiyoruz Rabbimizin emri üzerine
onun emrettiği kadar bir ömür yaşayacağız
Ömrü uzatan da saltan da o Bizim yaptığımız
fiiller ise bunu Rabbimizden talebimiz
anlamına geliyor Zaman da genişlik, kabir de
genişliktir Dünya hayatında boş vakit hem
zamanda daralmaya hem sinirlerin gerilmesine
hem kabirde daralmaya vesiledir. edilen Nebe
suresinin 14. ayeti kelimesinde el-mu'sirati
kelimesinin halfiye aynında var olan bu ilmin
hikmetince dünya hayatını Rabbimizin istediği
gibi dolu dolu, Resul-i Kibriya aleyhissalatü
vesselamın yaptığı gibi dolu dolu, ashab-ı
ikramın büyüklerinin şeyhlerimizin, seyidimizin
yaşadığı gibi dolu dolu yaşayabilmeyi bize de
nasip-i müessere eylesin. İşte o zaman daha
rahat bir uykunun, daha rahat bir kabrin
anahtarı Rabbül Alemin tarafından verileceği
hikmeten beyan edilmiş oluyor. Yarın akşam
Allah nasip ederse yine baharat yolunda canlı
yayında olacağız ve orada İslam dünyasındaki
ekonomik koşulların, İslam'ın ekonomi
alanındaki futuatlarından bazılarını beyan
etmeye gayret ediyor olacağız. Seyyidimizden
binlerce kez razı olsun Onun vesilesiyle
Duyduğumuz öğrendiğimiz bu ilimlerden En az
bir tanesini anlayarak Hayatımıza geçirmeyi Ve
başkalarına aktarabilmeyi Bizlere nasip
mühesele eylesin Aktaran aktardığı yerde Olan
her sevaptan Kendi payını alacaktır Rabbim
herkesin hissesini Çoğaltsın inşallah Çünkü
Rabbim cömerttir ve dünya gibi küçük bir
pastadan herkes pay aldıkça pastadaki payın
küçülmesi gibi değildir. İyilik, güzellik, sevgi,
muhabbet paylaştıkça çoğalan bir şeydir. fethi,
şerlerin defi, ümmeti Muhammed'in sağlık,
sıhhat ve afiyeti, Seyyidimizin, ailesinin,
evlatlarının, müritlerinin her türlü bela ve
musibetten uzak bir ömürle, güzel bir ömürle
yaşaması niyetiyle, derecelerinin âli olması
niyetiyle, Allah rızası için El Fatiha.

2 Cihan Perveri Hz. Muhammed Mustafa


sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına aline, ashabına, ehli beytine
ruhlarına Hz. Ebu Bakr'ın, Omer'a ve Osman'a
ve Aliye Efendimizin ruhlarına Hz. Amine
Validemiz, Hz. Abdullah Efendimiz, Hz. Hatice
Validemizin ruhlarına gelmiş geçmiş mümin
müminat müslüm müslümatın ruhlarına ve
kafi li imanslümatın ruhlarına ve kafi liman
erbahnın ruhlarına El Fatiha Hz. Ali Kerim Allah
ve Cehu Efendimizin ruhlarına Hz. Fatıma
Hanım'ız, Hz. Hasan Hz. Hüseyin Efendimizin
ruhlarına, Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti
Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına,
gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidinin ruhlarına,
12 İmamın ruhlarına ve kafirli İslam ervanının
ruhlarına. El Fatiha. Peygamber Efendimizin
İnci Tanrı Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir
Hazretlerinin Ruhlarına Ailesinden Ahirete
İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Müritlerinden
Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına
Şüheday Çanakkale Ve Şüheday İstanbul
Evliyayı İstanbul Ruhlarına Cabir Bin Abdullah
Hazretlerinin Ruhlarına Eyyub El Ensari
Hazretlerinin R ruhlarına, Eyyub el-Ensari
Hazretleri'nin ruhlarına, Şühedanın serperveri
Hazreti Hamza Efendimiz'in ruhlarına ve kafeli
imanervanların ruhlarına. El-Fatiha. El-Fatiha.
Meded ya Hazreti Allah, El Fatiha. Muhammed
Ruhi Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakkın izni
inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Fütuhat
kapısındayız Neb'e suresinin 15. ayeti
Kerimesinde Tefsirini beyan ederken Allah-u
Zülcelal'in Şöyle beyan ettiğini söylemiştik
Estaizübillah Liluh ricebihi habben ve nebate
15. ayeti kerimede Allah'ın şöyle beyan ettiğini
söylemiştik. 15. ayet-i kerimede Allah'ın
çıkaralım diye onunla taneler ve otlar
beyanatında bulunmuş. Taneler ve bitkileri
nebata kelimesiyle ifadelendirmiş. Biz de o
tefsirde harfi nunda bir ilim olduğunu Hz. Ali
Efendimizin Baba Ali kapısından seyidimize
ikram edilmiş olan bu kapıdan beyan etmiştik
ve demiştik ki harfi nunda bir ilim var imiş.
Neydi o ilim? Maddede maddedeki ilimde yedi
tasavvur ilkesi. Efendim kitabi bir bilgi olarak
aktarırken şüphesiz çok derin ve detaylı bir
mevzuat olarak karşımızda. Ama bizim için
önemli olan elbette ki alimin bunu anlayacağı
bir düzeyde beyan edilirken bir diğer taraftan
bunu güncel hayatımızdaki bir karşılığıyla
özdeşleştirebilmekte. bir karşılığıyla
özdeşleştirebilmekte. Onu özdeşleştirdikçe
insanlar dinlediklerinden lezzet alıyor.
Sonrasında hakikat kitaplar çıktıkça içindeki
detaylara vakıf olabiliyor. Dolayısıyla her şeyi
biraz daha anlaşılabilir kılmak için
mücadelemiz. Bavari derslerinde de bu
noktada bazen hatta bütün kitap
sohbetlerinde yaptığımız gibi hep sohbet
kısmında insanların en ilgi çekebileceği, en
dikkat kesilebileceği konuya odaklanmaya
gayret ediyoruz. Ne ilgisi vardır bir müşidi
anlamak mümkün müdür? Başlığıyla bunun
şöyle ifade etmekte fayda var. Efendim bir
maddenin yaratılışı insan içindir. İnsana
hizmet üzerindedir. Bunun delilleri ayrı ayrı
verildi kimya kitabında bulabilirsiniz örneğin.
Ancak bizler maddeden kendisine ait
özelliklerinden faydalanırken bir de maddeye
insanın yaklaşmasıyla beraber o maddeden
alabileceklerinin ona yaklaşım tarzına göre
değişiklik gösterdiğini biliyoruz. Örneğin
doğadaki bazı maddelere belli miktarda ısılar
uygulandığında başka bir özellik gösteriyor,
sertleşiyor, çok sert bir tepki veriyor bize, bir
anda madde sertleşiyor ve onu sert bir
materyal ihtiyacımızı karşılamak için
kullanabiliyoruz. Bir başka yerde bir başka ısı
bir başka basınç veya bir başka inhibitör
kullanarak bu maddeyi bir işlemden
geçirdiğimizde maddenin temel özellikleri
değişmemekle beraber fiziksel olarak bu sefer
daha yumuşak ve daha esnek bir halde bize
cevap verdiğini görüyoruz. Hakikat maddenin
yedi tasvurundan şöyle bir üzerinden de
geçeceğiz ama şunu görüyoruz. İnsan maddeye
dahi nasıl yaklaşsa ve o maddeye atfettiği
konu ne ise maddeden bile öyle cevap
alabiliyor iken, insanın insana bakışı, oturması,
muhabbetinden bunu yapabiliyorken, bir
mürşidi kamili anlamak noktasına
taşıdığımızda bu hakikati. Çünkü maddenin
ilmi kendilerine ikram eylemiş, eşyanın ilmi
onlarda. Onlar da insanı eşyaya mecbur
olmadıklarının kanıtı ve delili üzerine bu
vazifeyle vazifelendirmişler. Onlar ki şu dünya
hayatında ey insanoğlu, kum dediğiniz
ayaklarınızı bastığınız isterseniz avuçlarımızda
altın olur. Su dediğiniz isterseniz avuçlarımızda
ağabey hayatı bir perde istersek o ölüme bir
sebep bir nihayet olur. Bütün bunlar
Rabbimizin izni inayeti iledir. Öyleyse gelin şu
eşyaya tapmayın diyerek bize yaklaşıyorlarsa
eğer maddenin yedi tasvirinden en az birkaçı
bize bu hakikati söylüyorsa, bir mürşidi
anlamak mümkün müdür sorusunun cevabını,
bir de bu nazarı ilahiyle, bu nazarı insaniyeyle
bakıp hakikati anlamak gerekiyor. İnsanoğlu
bir maddeyi katı, sıvı ve gaz haliyle biliyor.
Bunlar üç ana tasvir özelliği. Ancak katının
katılaşma sürecinde insana verebilecekleri,
sıvılaşma sürecinde doğaya katabilecekleri, gaz
olma konusunda kozmotik yapıyla yani evrenle
olan ilişkisiyle beraber bu altıya çıkar. Yedincisi
ise ona yaklaşan maddenin veya o maddeye
hükmeden insanın içinde bulunan ruhani
hakikat yahut söylemle beraber şekillenmeye
başlar. Bunun en temel özelliği en net
görebileceğiniz hali bir bardak sudur. Bir
bardak iki tane ayrı bardak alırsınız elinize.
Bunlardan bir tanesinde kötü ve hoşunuza
gitmeyecek sen çok çirkin bir susun. Sen işe
yaramaz bir susun. Seni içsem bana faydan
olmaz diye konuşsanız, öbürüne de Rabbim
seni ne güzel yaratmış, bizim için yaratmış,
hayat için yaratmış deseniz, sonra ikisini de
aynı buzdolabında aynı sürede
dondurulmasına vesile olacak imkana dahil
etseniz sonra buzdolabından bir vakit sonra
donduklarında bunu çıkarıp seyrine dalsanız
bütün güzel sözlerle yaklaşmış olduğunuz
maddenin gayet naif bir kırçınlanmaya diğeri
ise karman çorman bir halde size cevap
verdiğini göreceksiniz. İşin bilimsel tarafı ayrı
olmakla beraber madde bu yedi tasvirini bir
arada taşıyarak insana hizmet ediyor. Katı
kendi içinde sıvı ve gaz özelliklerini taşırken o
halde kozmotik yapısını yani dünyanın geri
kalanı dünyadan hariç olanla olan ilişkisini
kader tahtasındaki karşılığını, sıvı olduğunda
dünyanın bir ucundaki başka bir bitki ve
hayvanatla olan ilişkisini, katı olduğunda
insanın kendi bedeniyle olan ilişkisi yahut
bunun havas mantığını ve en sonunda da
insana nasıl hizmet etmesi gerektiğine dair
asliyeti, hizmet etmesi gerektiğine dair
asliyeti, ruhaniyeti insaniye veyahut bunu
hayvan tarafında ele alsanız hayvaniyetle kıyas
edildiğinde bu tasvirde bize cevap verdiğini
görüyoruz. Bu işin ağır kısmı. Bu kitaba
bırakacağımız yerin tabiri caizse ilk paragrafta
küçücük bir zip hali. Hakikat şu, bir maddeye
dahi bakarken, o maddedeki özellikleri henüz
kavrayamamışken maddenin madde olarak
bize hizmetkar olduğunun farkına vararak
insanları da bu farkındalık üzerine eğitmekle
vazifelendirilmiş insanları da kendimiz gibi
zannetmeye başlayınca büyük bir garabet,
büyük bir tuhaflık ortaya çıkmaz mı? Ya bu
insanları da tamamen normalize ederek
bakacaksınız ki bunun mümkün olmadığını
Kur'an-ı Azimüşşan'da, Sünnetullah'da
yaşamış, gelmiş, geçmiş bütün Evliyaullah'da
hayatlarıyla ortaya koyuyorlar Veyahut eğer
bunlar normal bir insan değildir derseniz İşte
bu anlamda normal insanla nasıl kıyas
etmemiz gerektiğini biraz daha iyi anlamamız
gerekiyor Bu noktada önümüzde çok önemli
delillerden bir tanesi var İnsanın bir mürşidi
kamili anlayabilmesi için gerekli koşulların
zannedildiği gibi akıl yeterliliğiyle mümkün
olmadığı maddenin tasavvur ilkeleriyle
anlatılabileceği gibi Allah Resulü sallallahu
aleyhi ve sellem efendimizin bize söylemiş
olduğu hakikatle çok daha net ortaya
çıkabiliyor. Bakın basit bir mantıkla şöyle
düşünelim. Karşınıza iki kişi gelse bir
topluluğun önüne. Bu kişilerden bir tanesi
örneğin eline bir bardak içerisinde hazırlanmış
bir karışım bir şerbet getirse. İçinde ne
olduğunu bilmiyoruz, bir şerbet getirse, içinde
ne olduğunu bilmiyoruz. O şerbet nasıl
yapıldığını, neyden yapıldığını bilmiyoruz. İki
kişi içinde diyoruz ki bu şerbetin hali pürmelali
nedir? Bu öldürür mü, öldürmez mi? İkisi de
diyorlar ki bize yok efendim bunlar öldürmez.
Peki sizce diyoruz bu faydalı mıdır yoksa değil
midir? Öyle bazı içecekler var insanı
öldürmüyor ama içmese de olur faydası yok.
Yani böyle aman aman delicesine içmen
gereken şeylerden değil ya da bir hastalığa
muzdarip ol ki gör o zaman lazım olur
cinstendir. Efendim kişilerden bir tanesi der ki
ya bu o kadar güzel bir şerbettir ki bunu her
zaman içmek iyidir, hoştur, insana faydası
vardır. Diğeri de der ki efendim bu her zaman
içilen bir şerbet değildir, vakti vardır, öyle
zorda kalmadıkça kolay kolay içmemek gerekir
şimdi akıl boyutuyla düşündüğümüzde
karşımızdaki bu iki söylemden bir tanesi
mantıken yanlış söylediğini ifade ederiz değil
mi hemen deriz ki bunlardan bir tanesi hata
yapıyor çok net hata yata yapanı hemen
bulalım. Onu düzeltenim. Ya da ikna
olmuyorsa ayıralım. Doğru söyleyene diyelim
ki bu doğru söyledi arkadaş. Bu en doğrusunu
söyledi. Şimdi bu dünya hayatı için size
mantıklı geliyor olabilir. Ama gelin görün ki
Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimizin ulema sınıfı için söylediği bir söz
bütün bu bildiklerimizi alt üst ederken aynı söz
maddeyi de katı sıvı gaz diye bilmeyin öyle
tasvirleri vardır ki hayrete düşersiniz. O
yüzden gördüğünüz demire hep sert demeyin
bir de bunun pamuk versiyonu ver demenin
farklı bir şeklini Allah Resulü bize şöyle beyan
ediyor. Diyor ki iki fıkıhçı karşılaşsa bunlardan
bir tanesi bir konuda isabet ettirse iki sevap
isabet etmese bir sevap alır. İşte zihinleri
zorlayan yer tam olarak burası. Karşımızda bu
sefer elinde şerbet tutan değil de herhangi bir
dünyevi meselenin fıkhi boyutunda ilmi bir
şerh ile karşımıza iki kişi gelse ki yabancı
değiliz bu konuya. Tarihte İmam-ı Azam Ebu
Hanefi İmam-ı Şafi, İmam-ı Maliki, İmam-ı
Hanbeli Hazretleri ve dahi bundan hariç
300'den fazla mezhep imamı, bir de bunların
talebeleri ve talebelerinin de farklı
beyanatlarını ortaya koyarsanız, dünya
tarihinde defaatle yaşanmış bir şeyi
anlatıyoruz aslında. Efendim bunlardan birisi
der ki bu şerbeti içmek mübahtır. İçilse hoştur,
güzeldir. Diğeri de dese ki bu şerbeti içmek
mekruhtur. Bütün mantığın bittiği yerde
maddenin madde olarak insanın hükmetmeye
mecbur olduğu ve oradan da sıyrılarak
hakimiyetin Rabbinde olduğunu bilinciyle
vazifelendirilmiş ulema bu sözü söylediği
andan itibaren Allah Resulü diyor ki burada bir
tanesi isabet etmiştir. Burada haklısınız. Yani
Allah'ın katında ya da benim uygulamalarımda
bir örnek vermek gerekirse bu şerbeti içmek
mübahtı aslında. Ancak diyor Allah Resulü
buna mekruh diyen hata etmedi Allah ona bir
sevap yazdı. Buna mübah diyerek isabet edene
iki sevap yazdı. Öyleyse şunu çok net
anlıyoruz. İnsanlar arasında bir mürşid ehli var
ki irşad eden. Öyle bir irşad ki maddeye madde
olduğunun bilincinde ve dünyanın dünyevi
olduğunun bilincinde olanlar, onlar sözlerinde,
bir yerinde, normalin dışında gibi gelen bir söz
dahi söyleseler, hakikatte gidince daha
doğrusu da bilinecek olsa, söylediğinden yine
sevap alırlar. Çünkü onlar vermiş oldukları
fetva ve emirlerin tamamında, Rabbinin rızası
dışında bir ömür yaşamamışlardır. Öyleyse bir
mürşidi anlamak, mürşid olarak
anlayabilmekvi bir meseleyi ortaya
koyduğumuzda taraflardan birinin akli olarak
hata yaptığını onun da bu hatadan ötürü ya
meslekten dışarıya çıkarılması gerektiğini ya
da bu işi bu söyleminin yanlış söylediğinin
dünyaya duyurulması gerektiğini söyledik.
Ama konu mezhep imamlarımıza mürşidi
kamillere alimlere geldiği zaman Allah
Resulü'nün sözü burada mantık üzeri bir
mantık, maddenin bir imtihanı için içlerinden
bir kısmının o madde ile ilişkisindeki imkanı
için bir başka zaman dilimindeki bir başka
zamanın yaşanabilmesi için Allah ona o
konudaki isabeti eksik sözünü emretti. O
isabeti sizin üzerinizde hak oldu ama hakikatte
isabetsiz asla ve katiyetle sayılamadı. İşte
sadece bu söz dahi mezheplerin birbirinden
farklı görüşleri mürşidi kamillerin irşad
vazifesindeki birbirinden apayrı, kimine göre
gizemli, hakikatte çok bilimsel ve ilmi olan
değerlere farklı bakış açıları, avamın doğru ya
da yanlış demesine dünyevi bir mesele
olmadığı için mümkün değildir. Velev ki bir
tanesi dese ki, ama ben dünyevi bir mesele için
sormuştum. Burada da hikmet külliyatına
giderseniz göreceksiniz. Allah Resulü sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimiz'e hurma bahçeleri
üzerinde soru soranlar da Allah Resulü isabet
etmemiş değildi. Onlar Allah Resulü'nün
sözünün yanlışlığını daha emrini yerine
getirmeden düşünmüşler Allah'ın gazabına
uğramışlardı. Öyleyse fukahanın, ulemanın,
evliyanın, mürşidanın sözündeki hakikat
maddenin bir tasviri üzerinedir ki o tasvir onu
duyanla ilişkilidir. Öyleyse bu duyanın
imtihanıdır. Sen burada bu buna isabet etti
yahut isabet etmedi diyemezsin. Hakikati
anlıyoruz ki bir mürşidi anlayabilmek için en
azından maddenin yedi tasvirinden geçmiş
senin mürşid olmasan da Rabbinden önce
nefsini tanıyabilmiş olman gerekir. Derviş
bunu anlama yolundaki bir adamdır. Öyleyse
bunu görmeden sen demire hep sert dersin
ama demiri pamuk haline getirip de ta
Yemen'den Kudüs'e akıtmış tarihleri gördü bu
dünya. Bugün dahi uygulansa görülebilecek
var hikmeti aliesi bu futuata Seyyid
Muhammed Ruhi içerisinde. Gelelim bir başka
hakikate. Bir mantık çerçevesinde düşünmeye
kalkarsanız eğer bir mürşidi kamilin
anlaşılmasının mümkün olmadığını
gördüğümüz bu hakikat bir maddi hakikatle
kıyas edilemeyeceği de bir başka gerçektir.
Sizler katı bir suyu, buzu suyla kıyas
edemezsiniz. Bir katılaşmış sıvıyı da bir başka
katılaşmış sıvıyla kıyas edemezsiniz. Örneğin
dünyadaki bütün sıvılar katılaşmaya alttan
başlarlar. Ancak suyun katılaşması yukarıdan
başlar. Eğer yukarıdan başlamasaydı dipteki
balıklar ölürlerdi. Yaşam koşulları zorlaşırdı. O
zaman buradan bir şey daha anlıyoruz. Her
sıvının katısına katı deme. Bunların hepsi aynı
değil. Sen bunu özgür ağırlıklarıyla da kıyas
etme zira aynı katının başka özellikleri de
başka gezegenler ya da başka fraksiyonlar da
aynı değil. Her bir durum kendi içerisinde
henüz onu keşfedememiş adam tarafından
keşfetmişine dahil edilmesi gereken bir alanı
balındırır. Bizler işte bu mantel düzüyle
baktığımız için bugünün dünyasında bir
mürşidi anlamaya gayret ediyoruz. Hakikat
onu anlamaya değil mesele. Onun söylediği
emri yaşamaya mükellef, onun sözündeki
hikmeti yaşadıkça ermeye kafiyiz erdikçe
erdikçe erdikçe belki bir gün Rabbim nasip
eder de o nefis mertebeleri geçirebilirse çünkü
en büyük engel en büyük sürtünme kuvveti bu
bu durumdan sonra onun gerçekten ne
dediğini gene anlayamayacağız çünkü engel,
en büyük sürtünme kuvveti bu. Bu durumdan
sonra onun gerçekten ne dediğini gene
anlayamayacağız. Çünkü o da onu Rabbimizin
bir esmasının ya da birden fazla esmasının
tecellisiyle beyan ediyor olacak. Hangi çiçek
hangisiyle aynı kokacak sorusunun cevabı da
aynı yerden çıkamayacağı için bu da buradan
tıkanıp kalacak. Öyleyse bir kısa derste özüyle
özetiyle beyan edince en büyük problemimiz
madde manasında dahi anlayamadığımız usul
ve erken varken dünyada henüz suyu
kavrayamamışken esasınca astarınca bir
mürşidi anlamak mümkün değildir. Ancak bir
mürşidin sözünü yaşayan, emrine eyvallah
eden, yola düşen, hakikatle karşılaşır büyük
sürtünme kuvvetlerinden sonra ve bir süre
sonra dönüp der ki evet burada bana
söylenmiş sözün hikmeti budur. O hikmet
hayatımda şu karşılığı verdi bana.
İnsanlarımızın, gençlerimizin, hepimizin
bugünlerde belki de dünyada niye Evliyaullah
sesini çıkarmıyor sorusunun cevabını yine
kendimizde aramalıyız. Neden? Herkes her
şeyi anlayabileceğini bir anlatsan anlarım
diyeceği bir dönemde anlayamayacağın bir
şeyler var demeyi ne yazık ki kabul edemez
halimize gelmişiz. Halbuki anlamamız mümkün
olmayan haller var zira akıl gözüyle bakınca
anlayamazsın. Tıpkı Allah Resulü sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimizin fıkıhçılar için,
ulema için, alimler için, evliyaları da kapsayan
şu muhteşem hadisi şerifiyle bir şeyleri
anlamakta zorlandığımız gibi. Zorlanmamak
için yapmak lazım. Yaptıkça öğrenmek lazım.
Herkesin unuttuğu bir şey var. Araba
kullanmayı istediğimiz kadar anlatalım bu
yayında. Yayın biter bitmez. Hayatında hiç
araba kullanmamış bir kardeşimiz en detayına
kadar anlatsak trafiğe çıkamaz. Bir vakit, bir
sürüş, bir tecrübe etmek lazım. Maddede
yapamadığımızı manadan beklemek, manada
olmayanı ve şu nefis haliyle olamayacağını bir
mürşidi kamilin sözünü değil bizzat kendisini
anlamaya gayret, acizane, beyhude ve insana
boşa yoran bir haldir. Vazifemiz onların sözünü
birebir yerine getirmektir. Nefse emmaredir,
mutlak surette hata eder, Rabbim
kusurlarımızı affetsin. Onların gönüllerini bize
darıltmasın. Hakikat yeniden dönüp dönüp
onların sözlerine sarılmak esas olandır.
Rabbim bizi bu esastan ayırmasın. Ayırdığımız
müddet içinde yaptığımız ne kadar kusur varsa
Rabbim bizleri affetsin. Rabbim başta
seyidimiz olmak üzere yeryüzünde yaşayan
Allah Resulü'nün beyanatıyla 124 bin
evliyanın, alimlerin, ulemanın, fukahanın
sohbetinden, zikrinden, feyizinden uzak
eylemesin. Onlara hakiki bir talebe manevi
evlat olabilmeyi nasip mi eser eylesin. Cenab-ı
Hak gönülleri çok geniş olan, başta seyidimiz
olmak üzere, her birisinin, ümmetin başındaki
bir mihmandar olarak, onların bu ümmete
olan sevgisinden, faydalanabilmeyi nasip
eylesin. Onlar sevdikçe güneş açar, onlar
sevmedikçe hava bozar, yağmur yağmaz olur.
Rabbim onların sevgisiyle, muhabbeti daim
eylesin. Efendim, başta seyidimiz olmak üzere
ailesi, evladı, efradı, bütün ümmeti
Muhammed'in sağlık, sıhhat, afiyeti için her
birisinin, her birimizin bu hakikatlerle bir
gerçeği görebilmesi imkanıyla bu hakikatlerle
bir gerçeği görebilmesi imkanıyla haftaya da
Allah nasip ederse salı dersinde buluşmak
yarın akşam da baharat yolunda Tevhid
Ocağı'nın ilk sayısıyla sizlere gelmiştik,
dergimiz çıkmıştı. Dergilerimiz devam ediyor
ama onun da tabiri caizse bir tefsirine girme
gayretiyle buluşmak niyetiyle bütün hayırların
fethi, şerlerin defi, şu mübarek cuma
gecesinde bütün ölmüşlerimizin ruhu için
yaşayanların, hepimizin ruhlarının bu manayla
nefse, nefsin galibiyetinden kurtulması
niyetiyle. Allah rızası için El Fatiha.
2. Cihan Pervedi Hazreti Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin
ruhlarına, Hazreti Ebu Bekir Numan ve Osman
Ali Efendimizin ruhlarına, Şühedayi Bedir,
Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın
ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uğur'un
ruhlarına ve kafi liman erbanı ruhlarına. El
Fatiha. Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevhe
Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız,
Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin
ruhlarına gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidelerin
ruhlarına 12 imamın ruhlarına ve kafeli İslam
erbanı ruhlarına, on iki imamın ruhlarına ve
kafili İslam ervanının ruhlarına. El Fatiha.
Filimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceil Ali
Hazretlerinin ruhlarına, Saadat Kadiriyeden ve
Saadat Muhammediyeden gelmiş geçmiş
mürşid, mürşidan, mürid mülidanın ruhlarına
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha
El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya
Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem Meded ya Hazreti Ali keramallah ve
çelhu Meded ya Gavus Azam Abdülkadir el-
Ceylani Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim Efendim Baba Ali
dersindeyiz Rabbimizin seyyidimize ikram
eylediği futuhat kapısındayız Nebe suresinin
16. ayeti kelimesini tefsir ederken El-Fâfâ
kelimesindeki harfi F'nın ilmindeyiz. Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyordu dersin sonunda tekrar
edeceğimiz üzere Es-saizübillah ve cennetin el-
Fâfâ Sarmaş dolaş bahçeler ve ifadesiyle
kendisinden önceki ibareyi neydi çıkaralım
diye ona taneler ve otlar ve sarmaş dolaş
bağlar ve bahçelerden bahsediyordu Hazreti
Allah o bağ ve bahçe ki elfâfâ kelimesinde
birbirine girmiş olarak atfediliyordu. Sarmaş
dolaş olmayı anlatıyordu bizlere. Sarmaş dolaş
olmayı aklımıza getirdiğimizde ilk olarak
insanların birbirlerine sarılması da gelir
Hâkez'e. Ama her şeyin birbirine sarılmasında
var olan bir hikmet de var ki, var olan bir
hikmet de var ki El-Fâfâ'nın hal-fifasında ruhta
hapsolmuş nefâ-i ilâhînin daha doğrusu ruhun
içerisine gark edilmiş, zerk edilmiş kendisinde
var olan Siyer-i Nebî'nin Allah nasip ederse
gelmekte olan cildinde daha derin ve detaylı
okuyacağınız üzere nefâ-i ilâhînin vermiş
olduğu bir hikmet ve hakikat var. O nefâ-i ilâhî
ki ruhlar aleminde ruhlar beklerlerken, bir
ağaç düşünün ki üzüm salkınları, üzümler var
içinde, onların her birisinde grup grup ruhlar
var bir arada. Buraya gelmeden önce de bir
arada olanların, burada da bir arada olabilme
imkanına muslat eder bu. Sonrasında Rabbül
Alemine erişmenin hikmet ve hakikatini
adlandırır bu. Harfi fa ile beyan edilmiş ki
hikmetlerinden biri şudur. Harfi fa aynı
zamanda fuat kelimesi yani kalbin içerisinde
var olan hikmeti de barındırmakta, kalbi kendi
içerisinde taşımakta, kalbin bir et parçası
olmadığını hatırlatmakta. Evet bir et parçası
değil. Her bir atışında aynı zamanda ruhun
arayışının zikridir kalbin atışı. Kalp her
attığında Rabbini anmayan bir dile sahip olsa
da ruhun etrafındakilere bir nebze-i ilahiyeyi
beyan etmesi üzerinedir. Yani ruh dakikada
onlarca defa Rabbinin sevgililerinden birisini
aramak üzere etrafına tabiri caizse bir sinyal
gönderir. Tak tak tak tak tak tak diyerek. Kimi
zaman tasavvuf elbabı bunu kapının çalınması
olarak beyan etmiştir. Vur o kapıyı kalbinin her
bir nidasıyla bir gün açıla. Belki bir gün bir nida
ile sana da hakikat babı sunula. İçersin aşkın
şarabından diyerek devam etmiş dizeler.
İçersin aşkın şarabından diyerek devam etmiş
dizeler. Dizeler o hale gelene kadar elbette
insanoğlu için en kıymetlisi önce o dizelerden
sahip olan, o dizelere muhatap olmuş olan bir
zat ile beraber olabilmektir. Ama bir zat ile
beraber olabilmek için önce dillerin değil,
ruhların birbirleriyle uyum sağlamış olması
esastır. Öyle bir ruh alemi düşünmek gerekiyor
ki hakikat insanın içerisinde ve kendisinde
dahilinde olan ama insandan çok uzaklara
kadar ulaşabilen bir varlıktan bahsediyoruz.
Kimi zaman bu konuda çok daha detaylı
yaptığımız fotoğraflar var. Orada daha detaylı
dinlersiniz. Çünkü bu akşamda harfi fada var
olan ilim gelince ruhların birbirleriyle olan
iletişimine dair bir incelikten bahsediyor
olacağız. Sondaki sözü ise başlangıçta
tabelamıza asmış bulunuyoruz. Nefis kama
düşmüş ruhlar neylesin diyeceğiz. Ruhlar
neylesine gelebilene kadarsa ruhun önemli bir
özelliğini beyan ediyor olacağız bu akşam.
Onun da en önemli tarafı şu. Madem ki ruh
yaratılmıştır. Yaratılmış olan her şeyin bir
kabiliyeti vardır. Amenna. Yaratılmış olan her
şeyin bir kabiliyeti vardır. Ve bu derslerin bir
önemli özelliği de Baba Ali dersleri bir öncesini
dinlemenizi de gerektirir. Zira bir üniversitenin
hep söylüyoruz ya doktora programındayız.
Evvelini atlayarak gelirseniz bu dersten
alacaklarınız biraz azalabilir. Ama vesilesi
olsun inşallah bir önceki derslere bakmanız
adına. Efendim ruh madem ki yaratılmıştır
dedik ya o halde bir kabiliyeti var. Madem ki
bir kabiliyeti var o zaman muhtaciyeti var. O
zaman illeti var. O zaman bir arada
olabilecekleri ve bir arada olamayacakları var.
En basit tabirle şöyle ifade etmek lazım.
Yeryüzünde bize bir madde söyleyin ki o başka
bir maddeye muhtaç olmasın. Ve bize
yeryüzünde bir madde söyleyin ki onda bir
kabiliyet olmasın. Ve yine yeryüzünde o
kabiliyetin üzerine çıkmak için gereken bir
şeyin olmama imkanı var mıdır? Onu
ispatlasalar o da mümkün değil görecekler.
Zira her maddenin kendi özelliğinden daha iyi
bir hale ulaşabilmek için bir başka kabiliyet
ehliyle ve hem de kendi cinsiyle bir araya
gelme mecburiyeti var. Her şey cinsiyle
muhkimdir, aksine denk gelene yazık olur
derler bu batta. Efendim hakikat bu kabiliyete
sahip olup olmadığımızı ya da hangi kabiliyete
sahip olduğumuzu bilmiyor olabiliriz. Zaten
bilenler hakiki manada derece sahibi
evliyaullah adını alıyorlar. Evliyaullah adını
alıyorlar. Hoş Kur'an-ı Azimuşşan'da Cenab-ı
Hak kendisini yönelmiş olan bütün kulları için
ehli iman için Evliyaullah beyanatında
bulunuyor ama dereceleri var. Farkında olanı
var, olmayanı var. Farkında olarak adımlarını
atan var, farkında olmadan beyhude bir ömür
geçiren de var. Efendim o ömür beyhude geç
ömür geçiren de var efendim o ömür beyhude
geçmesin diye insanoğluna bir kalp verilip ona
da bir ses takdir edilmiş sessiz atmıyor kalp
bazen kulaklarınızı kapattığınızda yastığınıza
koyduğunuzda başınızı tak tak seslerine duy
veriyorsunuz bazen uykunuzu bile
kaçırabilecek seviyeye yerleşebiliyor etrafın
karanlığıyla anlıyorsunuz ama bunu. Her
zaman atmaya devam ediyor. O atıyor da
kulaklar onu bazen duymayıveriyor. Hatta
bazen duyunca da rahatsız oluyor, uykusu
kaçıveriyor. Döndük ruhun kabiliyet
meselesine. O halde bir muhtaciyet var. Öyle
bir muhtaciyet ki bir başka kabiliyetle inkişafa
mecbur edilmiş. Öyle ki bir ağacın tohumunda
kabiliyet var, ağacın kendisi var. Ancak toprak
gibi bir başka kabiliyete sahip olan da
olmadıkça inkişaf etmiyor. İnsanoğlunda
marangozluk gibi bir kabiliyet var. Bir başka
marangozun kabiliyetine ya da odunun
kabiliyetine ermeden marangozluğunu ifşa
edemiyor. Malumu ifşa etmek için ifşa
edilecek bir başka şey gerekiyor. İşte o bir
başka şey her şeyle beraber anılırken her şeyin
misliyle hayat bulduğu unutulmaması
gerekiyor. Evet hayatımızda her şey misliyle
hayat bulur. Ne kadar misline denk
gelebilirseniz o kadar hayat olur, o kadar lezzet
olur, o kadar güzellik olur. Öyleyse ruh
dediğimiz şey bütün gördüğümüz şeylerden
çok farklı. En birincisi onun misli madde
kabiliğinden değil. Hem bir başka açıdan onun
müsli maddesizlik de değil. Bu ikisinin arasında
hadi ona bir madde özelliği atfetmiş olsak bile
nefai ilahi dediğiniz bir başka maddeyle kıyasa
girebilecek bir şey değil. Öyleyse her şeyin
mislini aradığı yerde ruh da bir mislini
aramakta ve ancak hayattaki kabiliyetine
onunla varabilmekte. Veaki kabiliyetine
onunla varabilmekte. Ve bu kabiliyet en
nihayetinde gözden göze, dilden dile değil,
sudurdan sudura inkişaf etmekte. Göğüsten
göğüse aktarılan şu sudur ilminin en temel
özelliği ruh ile kaimdir. Bu biraz es geçilmekte.
Efendim insanoğlunun ruhunun nefes
alamadığı bir dönemden bahsediliyor şu zor
zamanda. O halde insanlar ruhlarının arzu
ettiği o kabiliyeti kalp sesleriyle ararken hiç
kimse kendisine ait olanı bulamamakta. Peki
sual burada şu. Madem ki ruh bizden habersiz,
bir başka ruhun çekim gücümüne muhatap
olarak bu arayışa devam ediyorsa, neden
herkes bulamıyor? Neden herkes ruh ikizinden
bir haberdir? Belki birin ikincisi, birin
üçüncüsü, birin beşincisi, birin ellincisidir. Zira
kalübelada yaratılmış öyle ruhlar vardır ki
civarına binler, on binler, yüz binlerce ruha
kendinden bir şey zerk olmasına müsebbib
edilmiştir. Yani hayatta iki tane kardeşimiz
olduğunu unutmamak gerekir. Bunlardan bir
tanesi elbette ki ana baba bir, anne bir, baba
bir olan biyolojik kardeşlerimiz ya da üvey
kardeşlerimiz. Bunlar bedene, bunlar ete,
bunlar kemiğe, bunlar anneye ve babaya
verilmiş olanlar. Misli anneden ve babadan
aranacak olanlar. Bir de ruh var. Bir de ruhani
bir kardeşimiz var. Bir de ruhumuzun kardeşi
var. Bir de ruhun ruh ile buluşabilmesi var. İşte
o buluşmanın gerçekleşmesini herkes dilinde
beyan ettiği bir devirde neden bu
olmamaktadır? Oraya geleceğiz ama önce
mahiyet ruhaniyede hakikatin gerçek manada
buluşabilmesi için kim kime nerede perde
olurce onu anlamak lazımdır. Efendim ehli
küffarın hali odur ki hem kendisinde nefha-i
ilahiyenin emaneti hasıl olup hem de iman
hakikati verilmediğinden ondaki nefha-i ilahi
karanlıklar içerisinde bir odaya konulmuş ve
hiçbir ışığı yansıtmaz olan bir kandil gibi. Hiç
kendisinden habersiz ve asla haberdar
olmayacak. Ve kendisinden mutlak surette
kıyamet meydanında davacı olacak. Ehli iman
odur ki o ruhunu aydınlatmış, aydınlık ve tabir
caizse seyidimin ifadesiyle pozitif olandır.
aydınlık ve tabir caizse seyidimin ifadesiyle
pozitif olandır. Bir de bunların arasında
kafirlerin ve ehli imanın dışında münafıklar ve
elbette günahı çok olanlar var. Günahın her bir
terbesi kalb ile beraber ruhu parlatır. Kalp
aynasında aranan o tiktak sesinin hakikaten
yansıtılabilmesidir. Bir davulun
gerginleşebilmesi için üzerinin tertemiz ve pırıl
pırıl olması gerekir. Tasavvuf erbabının bu
beyanatı işte bu ilimle ifade edilir, böyle
ibarelendirilebilir. Kalbin aynası, hakikat şu
ruhun temizliğiyle mümkün, ondaki temizlikse
perdelenmemiş bir hikmetle mümkündür.
Hem münafıklar özellikle onlar yarım bir perde
kullanmakta, bazen açıp bazen kapandıklarını
zannetmekteler. Halbuki ehli küffardan daha
karanlık ve kandilleri onlardan daha
sönüktürler. Günahkarlar ise gidip gelmekte
olan elektrik gibi. Hakikat eğer her gün
Estağfurullah el-Azim ile tertemiz
edebiliyorsak kendimizi durum böyle değil.
Rabbül Aleminin rahmeti merhameti bu
elektriği bir balansa getirebiliyor. Dolayısıyla
Estağfurullah el Azim bu manaya hakikatle
bakırsa insan için bir elektrik rölevesi mi derler
kontrol altında tutmasına vesile oluyor. Ne
zaman ki bundan sıyrılmaya başlıyor işte o
zaman ruhun ruh ile muhabbete başlıyor.
Herkes bütün dünyada bir doyum arıyor.
Doymak önce dilde, ağızda, midede,
bağırsaklarda aranırken sonrasında bu yakın
dünyamızda akılla özdeşleştirilmeye çalışılıyor.
Aklı doymuş bir adamın doygun bir hayata
adım atacağı beyan ediliyor. Halbuki doymak
ne mideyle ne akınla mümkün olmadığı
söylenilince bir başka yakın dönemde artık
ruhçuluk, spritülozm diye ifade ettikleri
ruhçuluk akımı doğuyor. Herkes o tatminin
boyutlarını, parapsikolojik değerler Ve gizli
emanetler Ya da gizli ilimlerin Arasında
arayıveriyor Halbuki gizli olan hiçbir şey yok
Gizli ortaya çıkaracak Her şey ortada Ancak
anahtarı Pek de deliğe takmaya niyette olan
Kimse yok Efendim işte tam da bu arada Hz. Ali
Efendimizin ilim kapısında bu kelime bizlere
bir gerçeği hatırlatıyor. Nefis gama düştüğü
için ruhlar ne edeceğini bilemeden
birbirlerinden uzak duruyor ve dahi uzak
tutulmuş oluyor. duruyor ve dahi uzak
tutulmuş oluyor. Zira nefis daha önceki
derslerimizde beyan ettiğimiz gibi akson ve
dentritlerin uçlarının mikron mikron mikron
seviyelerde dahi olsa büyük bir baskıyla
gardiyanlıklarının kuvvetlerini arttırarak ruhun
içerisindeki o kandilin pırıl pırıl aydınlığı
karşısında saldıkları siyah ve siyaha benzer
renklerle bir başka ruh tarafından
görülmelerine engel oluyor. evde
oturuyorsunuz ama en kalın ve güneş
engelleyici perdelerle sabah güneşinin evinize
girmesini istememek üzerine bir perde
çektiğinizi düşünün. O perdeler ki işte o
güneşten habersiz oluveriyorlar. Halbuki
kalksa ve görecek ki nihayet bir hakikat, bir
hikmet erbabıyla kendisini beklemekte. O gün
ruhun tatmin olma aşamasına erişmek
mümkün olabiliyor. Nefisleri gama düşürenler
ne yazık ki ruhlarına en büyük eziyeti ediyor da
pek de bunu fark etmiyor. İşte bu yüzden
Evliyaullah tarih boyunca insanları,
peygamberler bütün insanlığı bu nefsani
gamdan alıkoymak için mücadele ediyor.
Allah-u Zülcelal bize olan sevgisini öyle beyan
ediyor ki seni malınla, canınla, evlatlarınla
imtihan edeceğim diyor. İmtihan edeceğim
diyor. İnsan imtihanı düştüğünde gama düşer
ama o gam ki sadece maddenin kendisiyle
hasıl olmuş ve maddenin kendisine takılmış ve
o gam ki bu da Rabbimdendir diyemeyecek
hale düşmüşse o gün ruhlar o kalp sesleriyle
etrafındaki diğer ruhlara ben de buradayım,
sizi aramaktayım. Bir ışığım benden
kuvvetlisine koşmaktayım. Hazırım, hazır
olanla beraber olmak arzusundayım. Yanmaya
niyazım var, yanıp da kül olmayanlarla beraber
olmak niyazındayım der. Der ama görmekle
mümkün. Göremez gözler çünkü ruh nefsin
gamına takılmıştır. Öyle ya çok üzüntülü bir
anınızı düşünün ve onunla bir yolculuk
yaptığınızı. Yolculuk boyunca aklınızda eğer
ciddi bir üzüntü kaybettiğiniz herhangi bir şey
varsa yolculuğun nasıl bittiğini hatırlamazsınız.
Bir diğer taraftan yolculuk boyunca geçtiğiniz
en güzel manzaraya ulaştığınız yerde size
soracak olsalar hiç fark etmedim. Aklım
bambaşka bir yerde deyip konuyu kapatırsınız.
Ama hakikat odur ki oralardan geçip geldiniz.
Etrafınızdaki bütün güzellikler size merhaba
dediler. Siz onlara aleykümselam diyememiş
oldunuz. Öyleyse nefsi gama düşürmek ruha
eziyettir işte bu yüzden. Ruhun eziyetlerden
kurtulabilmesi için demek oluyor ki nefsani
gama düşmemek lazım. Ruhani bir gamdan mı
bahsediyorsunuz? O ancak ve katiyetle hakiki
ruhani bir gama sahip olanlarla bir araya
gelindiğinde elde edilecek bir güzelliğini, hem
cibilliyetinin bütün değer ve ikramını, bütün
yoldaşlığını, bütün imkanlarını birbirlerine
hatırlatmakta, birbirlerine işaret etmektedir.
Efendim bu işaretin içerisinde var olan değer
kavramındaki en ince ayet-i kerimelerden
birine ermek vaktidir. birine ermek vaktidir.
Efendim Allah Azze ve Celle Nebe'l Suresinin
16. kelimesinde başta beyan ettiğimiz ifadeyle
şöyle buyuruyordu ya Öyle bir bahçe ki ve
sarmaş dolaştır. Öyleyse o sarmaş dolaş hale
erebilmenin yolu daha dünyadayken cenneti
yaşama imkanını doğurmaktadır.
Dünyadayken bir araya gelip sarmaş dolaş olan
o ruhlar yok mu? Onlar çoktan dünya
gamından ve kederinden sıydılıp nefse
emmareden değil, nefsi mutmainne ile ve
üzerindekilerle hikmetiyle artık bir aradadırlar.
Bir arada olmanın en tatlı halini, en güzel
halini yaşamaktadırlar. Bütün güzellikleri
nefsiyle belinden aşağıya, midesinden aşağıya
indirmiş olanların bunu şimdi anlaması kolay
değil. Ne zaman ki ve günün birinde ve Allah
nasip ederse ruhunuzun o pırıl pırıl ışığına
karşılık bundan daha büyük bir ışığın farkında
olduğunuzu hissedecek, bu civarda bir güzel
var diyebilecek, işte o gün ruh doymaya
başlayacak. Bu aynı zamanda müridanın
münşidinden uzak olduğu halde onunla
doyabilir olmasının da bir başka delilidir.
Kilometreler milyonlarca uzaklıkta dahi olsa
durum hiçbir şekilde fark etmemektedir.
Nihayetinde ruhlar elbette insanın ışığından
gördüğü ışıktan çok daha hızlı hareket
etmektedir ve bu hız çok net bir biçimde insanı
uzaktan bir eğitime, uzaktan bir muhabbete de
mutlakun içerisinde var olan hakikat ve
hikmette, bu izzet ve ikramı erebilir olmanın
niyazındayız. Rabbim o niyaz-ı ilahide,
muhatab-ı Muhammediye'de bir arada
olabilmeyi bizlere nasip mümessir eylesin.
Başta seyyidimiz olmak üzere, bütün ümmeti
Muhammed'in başında bulunan evliyaullahın,
o büyük ruhlarından ayırmasın bizleri.
Onlardan doyabilenlerden onların sofrasına
oturabilenlerden olmayı nasip eylesin bize
tabir caizse. Efendim Ümmeti Muhammed'in
sağlık, sıhhat, afiyet, birlik ve dilli için. Hayla
can fethi, şerlerin defi için. Allah rızası için
efendim. El Fatiha
Allahümme salli ve sellim ve barik ala
seyyidina Muhammedin ve ala alihi adade
in'amillahi ve iftali Allahümme salli ve sellim
ve barik ala habibina Muhammedin ve ala alihi
adade in'amillahi ve iftali Allahümme salli ve
sellim ve barik ala es'adina Muhammedin ve
ala alihi adede in'amillahi ve iftali Allahümme
salli ve sellim ve barik ala şefi'ina
Muhammedin ve ala alihi adede in'amillahi ve
iftali İki cihanperveri Hz. Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin
ruhlarına aline ashabına ehli beytinin ruhlarına
Hz. Ebu Bekir'in, Omer'e ve Osman'e ve Ali'ye
efendimizin ruhlarına Şühedai Bedir, Şühedai
Uhud, Şühedai Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı
Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına Hz. Amine
validemiz, Hz. Abdullah efendimiz, Hz. Atice
validemiz Hz. Ayşe Uhud'un ruhlarına, Hz.
Amine Validemiz, Hz. Abdullah Efendimiz, Hz.
Atice Validemiz, Hz. Ayşe Validelerimizin
ruhlarına, Ümmeti Muhammed'in annelerinin
ruhlarına, gelmiş geçmiş mümin müminat,
müslim müslümanatın ruhlarına, ve kafi ehli
iman erbahnın ruhlarına, El Fatiha geçmiş
Seyyid ve Seyyidinin ruhlarına on iki imamın
ruhlarına ve kafihli iman ervahının ruhlarına ve
kafihli İslam ervahının ruhlarına. El Fatiha.
Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Ceylani
Hazretlerinin ruhlarına, Saadat-ı Kadiriyeden
ve Saadat-ı Muhammedi'den gelmiş geçmiş
mürşid mürşidan, mürid müridanın ruhlarına
ve kafirli iman ervanı ruhlarına el Fatiha.
Seyyidimiz, Mürşidimiz, Peygamber
Efendimizin İnce Tanesi Seyyid Muhammed
Ruhi El Kadir Hazretlerinin Ruhlarına, Ailesinin
Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına,
Müritlerinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların
Ruhlarına, Şüheday Çanakkale, Şüheday
İstanbul, Evliyay İstanbul Ruhlarına, Camir Bin
Abdullah Hazretleri'nin ruhlarına Eyyubel
Ensari Hazretleri'nin ruhlarına Şühedanın
serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in
ruhlarına Vekâf ehli manervanın ruhlarına El
Fâtiha El Fatiha Meded ya Hazreti Ali kerrem
Allah ve cehu, meded ya Agafsazem
Abdülkadir el-Ceylani, meded ya Seyyidi
Muhammed Ruhi,
Euzubillahimineşşeytanirracim ve
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş olan bu
büyük futuhat kapısında Bava Ali dersindeyiz.
Bavali dersindeyiz. Bavali derslerinde her
zaman olduğu gibi daha önce devam ettiğimiz,
başladığımız ve halen devam etmeyin
niyetiyle, gayretiyle dualarınızı inşallah
eklemeye çalıştığımız ve size ulaştırmaya
çalıştığımız Tefsir-ül Ruhiye'de Nebe Suresini
tefsir ederken 17. ayeti kerimedeki ayeti
kerimeden bir kelimede ve o kelimede bir
harfte var olan Hz. Ali Efendimiz'in ilim
kapısından, sudurdan sudura işlenen bu
hakikati Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'ne
sudurundan, kütüphaneden beyan etmeye
gayret ve niyaz ederiz. Rabbim içindekilerle
ameli nasibi müessere eylesin. Zira o bab-ı âli
dersleri ki gerçekten gönle sürur, gerçekten
derviş olma yolunda, talebe olma yolunda
mücahede etmek üzere vazifelendirmiş olan
bizler için ciddi manada birer ışıktır, ciddi
manada birer mihenk taşıdır. Yaptığımız o
bütün hataların ve kusurların yanında, bütün
inceliklerle, kolaylıkla bu yollardan
geçebilmenin, dünya hayatının gayet
basitleştirilmiş olabilmesi için, bizler adına
büyük bir kapıdır. Rabbim bu kapıdan
ayırmasın. Rabbim seyyidimizin talebeliğini
hakkıyla nasibi müesser eylesin bizlere
inşallah. Efendim hakikat Nebe Suresinin 17.
Ayeti Kerimesinde Cenab-ı Hak Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselam Efendimizin ağzından
söylenmek üzere şu vahyi ilahiyi beyan
etmişler. Estaizü billah, İnne yevmel fasli kâne
miqâte Şüphesiz fasıl günü tayin edilen bir
zamandır. Nasıldır bu zaman? Bu zamanı
geçiyordu Nebe suresi. Cennetin yaratılışı
anlatmıştı Cenab-ı Hak tefsirinde. İnşallah
dinlersiniz tekrardan tekrardan. Ve orada
cenneti anlatırken Cenab-ı Hak 16. ayet-i
kerimesinde bu cennet mahalline gelmişti.
Cennet mahallini ifade etmişti. Şimdi o cennet
mahalline gidecek olan insanoğlunun yaşamış
olduğu hayattan bahsediyor. Öyle ya dünyayı
yaratmaktan bahsetti. Nebe suresinin bu ayeti
kerimede efendim uykuyu, geceyi, gündüzü,
üzerimize bina edilmiş olan yedi sağlam göğü,
güneşi, yıldızları, efendim ışık veren, pırıl pırıl
parlayan, gökten indirilmekte olan suyu
anlattı, nebatatı anlattı, ağaçların dallarını
birbirine girmiş bahçelerden anlattı ve dünya
hayatı şimdi bitiyor. geldiği zaman için ise aynı
sure-i şerifede bunu beyan ediyor olması dahi
ne kadar kısa ne kadar basit bizim ne kadar
çok fazla anlamlar yükleyerek kendi üzerimize
bindirdiğimiz şu nefsani illetleri beyan
edercesine Cenab-ı Hak tekrardan beyan edip
kafaları kazınma niyetiyle şöyle diyor şüphesiz
bu fasıl günü beyan edip kafaları kazınma
niyetiyle şöyle diyor. Şüphesiz bu fasıl günü,
fasıl günü tayin edilen bir zamandır. O zaman
gelince ne olacak ya Rabbi? 18. ayeti kelimeye
gelmedik, tefsirinde değiliz ama, işi iyi bir
anlayabilmek için böyle ifade etmekte fayda
var. O gün sure üfürülecek ve fevc fevc
geleceksiniz. Burada bir kelime var. El fasl. Bu
fasıl kelimesinde var olan harfi satta bir ilim
vardı. Fasıl ve asıl meselesi. Seyyid
Muhammed Ruhi Hazretleri'nin güzel tabiriyle
asluhu fasluhu kökten gelen hakikat elbette
bir mayayla alakalı ama bugünkü dersimiz o
mayanın üzerinde maya değiştirilemez bir
gerçek olmakla beraber şu Hazreti Ali
Efendimizin beyanatları çerçevesinde fasıllarda
var olan şu incelikler bunları bir anlayabilmek
niyetiyle Bismillah diyelim inşallah. Efendim
Baba Ali kafasından şu kelime beyan olunur şu
cümle ki dersin beyanatı başı sonu özü hepsi
burada saklı diyebiliriz tabiri caizse. Ben her
fasılda aslı aradım. Zamanda zaman açıldı da
fasılda aslı varmış anladım. Efendim babali
kapısının bu cümlesinde zaman dediği şey
insanın içerisinde yaşadığını zannettiği bir hal.
Birazdan geleceğiz. Ancak Hz. Ali Efendimizin
beyanatıyla anlıyoruz ki her fasılda aynı
zamanda bir asıl var. Her zaman diliminde
aranan bir asıl var. Ve bu zamanda zaman
istemekte, hele ki bunu Rabbül Aleminin rızası
için istiyorsa, şu rıza dairesinde ilerleyebilmek
uğrunda rızayı fasılda ve asılda aramakta.
Öyleyse fasılda asıl varmış deniliyor, o sözü
anlamaya çalışacağız. Şimdi bu sözün
içerisinde önce bir zaman kelimesinin anlamını
bu harf-i satta var olan fasılların aslı asılların
faslıdır beyanatıyla çözmeye gayret edeceğiz.
Anlamaya yaşamak için önce bir
anlayabilmemiz lazım. Harf-i satta bir ilim
varmış. O ilim de şuymuş. Fasılların aslı,
asılların faslıdır. Bu şu demek. Fasıl birazdan
gelecek. Şimdi parçalara bölünmüş
maksatlıdır. İnsan bir hayat yaşar. Bu hayatta
doğar, büyür, gelişir. Hatta bir gün içerisinde
pek çok şey yaşar. İş hayatı vardır, özel hayatı
vardır. Davası vardır ki inşallah onunla ilgili
verdiği bir mücahidesi vardır. Zikri vardır.
Rabbine ayıracağı zaman evladına, ricaline
varsa inşallah şeyhine, ulemaya, evliyaya
ayıracağı bir zaman dilimleri vardır. Bunlar hep
birer fasıldır. Bunların aslı ise aranan bu temel
nitelikte en iyisi olabilme kabiliyetine
muhtedir olan Hz. Allah'ın istemiş olduğu bir
şekilde yaşamaksa bu fasıllar o asla dair
olmalıdır. O bütüne dair olmalıdır. Ama aynı
zamanda bu asılların da faslıdır. Yani insanın
birden fazla asliyete tabi olarak yaşayabilmesi
mümkündür. Bu ancak fasıllarda var olan
yaşam biçimiyle alakalıdır. yaşam biçimiyle
alakalıdır. Bu şöyle ifade ediliyor. Şimdi yavaş
yavaş açmaya başlayacağız. Buraya kadarki
kısmını belki biraz anlamakta zorlandınız ama
şimdi örneklendirmeye gayret edeceğiz.
Zamana ait olan tüm öğelere tek tek baksan
orada fasılları görürsün ve bu fasılların aslı
oluşturduğuna inanırsın. Bugünün dünyasında
öyle değil mi? Herkes şöyle söylüyor. Efendim
diyorlar ilkokul, ortaokul, lise, üniversite
bunların her birisi fasıllardır. Gidersiniz bir
okula bir eğitim alırsınız. Üzerini biraz daha
biraz daha okursunuz. Sonra bir yerde stajyer
olursunuz veya bir çırak olursunuz. Kalfalık
gelir, ustalık gelir. Bak bunların her birisi bir
fasıldır. Hatta o fasıldan her birisinin bir
diploması vardır değil mi? İlkokul diploması o
faslın sonudur. Fasıl bölüm demek. Asıl bütün
bölümlerin birleştiği zannedilen ama bu derste
anlayacağız ki pek de öyle değilmiş. Bütünü
ifade eden anlamdır. Felsefe dünyasından da
bakılsa tüme varım tümden gelim hikayesi. Ki
onu anlatmıştık bu hafta geçtiğimiz haftanın
içerisinde başka bir vesileyle. Efendim
bakıyorsunuz diyorsunuz ki ilkokulu bitirdik.
Şimdi ortaokula geleceğiz. İlkokul diploması
bizim zamanımızda öyleydi. Giderler,
ortaokula teslim edilir. Ortaokul biter, onun
diploması liseye teslim edilir. Nasip olur
üniversite kazanılırsa eğer o diploma
üniversiteye teslim edilir. Herkese
üniversiteden bir diploma alır gelirsiniz. Ve
dersiniz ki aslına ulaştım. Neydi o? Eğitim
almak, eğitilmiş bir adam olmak, üniversite
mezunu olmak bir asıl bir mesele. Benim için
benim meselelerimden bir tanesi o bir bütün
ve bunun fasılları var. Şimdi burada insan bu
fasıllığın her birisinin aslı olduğuna inanır.
Böyle yürür. Evet hem öyledir hem de değildir.
Çünkü insanoğlunun fasıl aslı değiştirirse
zamanın ve kaderin değiştiğine dair bilgisi ne
yazık ki eksiktir. Ne yazık ki eksiktir.
Dolayısıyla bu eksiklikten ötürü de her fasılda
yapmış olduğu şeyin bir sonraki faslı
etkilediğine inanır. Der ki ben şimdi ilkokul
boyunca alacağım bu eğitimler. Sonra
ortaokulda etkileyecek. Ortaokul liseyi lise
üniversiteyi etkileyecek. Dolayısıyla bu
etkileşim süreçleri o kadar doğru gitmeli ki
sonunda istediğim üniversiteyi de
kazanabileyim ve aynı zamanda mezun
olduğumda istediğim yerde iş bulabileyim ya
da iş sahibi olabileyim ya da çıraksanız aynı
mantıkla düşünebilirsiniz. Bu aralarda eğer bu
fasılların içerisinde bir yerde bir hata bir kusur
olursa şimdi asıl bozulmuştur da dersiniz. Evet
bu bir manada doğrudur ancak yeknesak böyle
baktığınız zaman hayata fasıllarda yaptığınız
hataların aslı bozduğuna dair olan inancınızı
değiştirdiği gibi sizin yaptığınız bütün fasılların
da bir asıldan geldiğini unutmuş olursunuz. O
da en baştaki niyettir. Hani Seyyid Muhammed
Ruhi Hazretleri'nin, Seyyidimizin, Şeyhimizin,
Mürşidimizin meyan ettiği gibi Asluhu fasluhu.
Aslında işin basında var olan bir mayadan
hareket eden, dünya hayatına başlayan
insanoğlunun niyetleri onun aslıdır. Ama
bugün bize dünya neyi anlatıyor? Hayır diyor.
Önce fasıllar vardır. Önce siz küçük küçük
parçalar toplar, onları üst üste dizer ve bir bina
yaparsınız. Halbuki diyor seyidimiz ve dahi
Baba Ali kapısı, Ehli Beyt kapısı zaten hepsi
aynı cümleyi söylüyorlar ya Kur'an-ı
Azimüşşan'ın özünden doğan o hak ve hakikat
doğrultusunda, diyorlar ki halbuki bu bir
temeldir. Temel bu işin aslıdır. Bu temel
atıldığı zaman bina çoktan bitmiştir. Hani
seyidimizin çok güzel bir tabiri vardır. Şöyle
Ramazan ayı nasip olur tekrar görebilirsek
eğer, pandemi dolayısıyla bu sene nasip
olmadı ama bilemiyoruz bu umre zamanda
olacak mı olmayacak mı henüz hiçbir şey belli
değil. Rabbim yeniden Medine'de o tatlı, o
latif, o Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselamın
en güzel misafirlerine en güzel şekilde hizmet
etmek nasip olursa eğer o Ramazan'ın ilk
gününde Seyyidimizin söylediği çok tatlı bir laf
vardır. Birinci gün başlar, iftar gelir, iftar yapılır
ve Seyyidimiz şöyle der, sevgili gençler,
Ramazan ayı bitmiştir. Çünkü asıl buydu,
buraya kadar ulaşabilmekti, Ramazan'ı
görebilmekti. O muhabbete erebilmekti. Erdik.
Bitti. Ve geri kalan o otuz günün bu mahiyeti
ilahiyede her bir günü bir fasıl gibi düşünseniz
dahi aslında o oruca duyduğunuz aşk ve
muhabbetle o günleri beklemenin heyecanıyla
zaten o bütün fasıllar kendisini hazırlamıştı
sizlere. Ve ancak o fasılların içerisinde bazen
eksiklikler oldu. Ve o eksiklikler elbette ki
zaman içerisinde aslı bozabilecek nihayeti de
doğurdu ki, işin imtihan kısmı da bu. Orucu
tuttuğunuz günlerden birinde birisinin kalbini
kırarsınız, birisini üzerseniz, birisinin hakkını
çiğner, onu üzer, onu oruçluyken değil, normal
hayatımızda bile yapmamamız gereken bir fiili
o gün işlerseniz, fasıllardan biri bozuluverir. bir
fiili o gün işlerseniz fasıllardan biri bozuluverir
ve Allah korusun eğer o bozulan şey asla
uzanacak kadar niyetlerinizi bozup da bugünün
dünyasındaki insanların söylediği gibi olmuyor
işte arkadaş sen oruç tutunca çok sinirli çok
çekilmez bir adam oluveriyorsun hiç tutmasan
daha iyiymiş filan diye de etrafında böyle
insanlar var ve insanda bir iman zafiyeti
veyahut nefse emali ve şeytana Allah korusun.
Hz. Alev Efendimiz'in muhteşem bir duası var
ya, Ya Rab beni gözlerimi kapatıp açıncaya
kadar geçen sürede dahi nefsimle baş başa
bırakma. Zira o dahi bir fasıldır, uyanık olmayı
gerektirir. Asla şüphe yok, onlar cennettir ama
bize öğretiyorlar, Hz. Ali efendilerimiz ve dahi
bütün büyüklerimiz, o anda dahi, o fasılda dahi
kaşıracağın bir şey, aslına ait olan bir niyeti
bozabilir. Ve o niyet bozulduğu zaman o fasıl
aslı bozar, bozulan asıl bundan sonraki fasılları
da altüst eder. Yani güncel hayatımızı tekrar
dönerek ifade etmeye gayret edeyim.
Ortaokula geldik, İlkokul güzel bitmiş. Hepsi
pek iyi. Ortaokula geldiniz. İşte birazcık yeni
gençlik, delikanlılık var. Kafada ayaklar yerden
kesilmiş derler ya. Kafa bir dünya yukarılarda
geziyor. Dersler bozuluverdi. 3 zayıf, 4 zayıf, 5
zayıf falan geldi. Bizim zamanımızda öyleydi
yani. Sistem şimdi değişti. Zayıflar da pek
konuşulmuyor artık ya Neyse Sonra eve
gidersiniz Evdekiler dışarıdakiler Oradakiler
buradakiler Arkadaşlarınız falan şey demeye
başlarlarsa 2 tarz var burada 1. tarz evladım bu
bir fasıldır Bir dönemdir gelir geçer Yapılmıştır
bir hata Az çalışmışsındır, kafi gelmemiştir
veyahut ne bileyim aklın başka yerlerdedir,
gençliktir, delikanlılıktır, genç kızlıktır olur
böyle şeyler. Biraz daha çalışmak, biraz daha
gayret, toparlarsın biiznillah demek var ve bu
denilene uymak var. Bir diğer taraftan da. Bak
arkadaş. İlkokulu tamam. Öyle böyle
halletmişsin. Aferin. O günlerde varmış içinde
bir şeyler ama. Bak gördüğün gibi olmuyor bu
hocalarla bu öğretmenlerle. Bu sistemin içinde
olmuyor. Bak görsene. Bu saatten sonra daha
fazla çalışarak. Daha fazla kendini görerek. Ne
uğraşacaksın bunlarla abi? Birkaç tane daha
zayıf ekleyiversen üstüne ne değişecek ki
hayatında? Ya da çok çalışınca bitirebileceğini
zannediyor musun bu okulu? Hadi bitirdin
diyelim. Daha bunun lisesi var, üniversitesi
var. Bunun lisesi var, üniversitesi var. E bu
durumda, insanda eğer Allah korusun bu
delikanlı yaşında, fasılanın bu kısmında buna
iman etmeye ya da buna inanmaya başlar, bu
yana doğru yelkeni dümeni kırarsa ne olur?
Asıl bozulur. Çünkü asılda bir niyet vardı.
İnşallah, ümmeti Muhammed'e hayırlı bir
evlat olabilmek, hayırlı bir mücahid, mücahide
olabilmek, bu dertte, bu davanın içerisinde yer
alabilmek için gereken, kuşanılması gereken o
bütün birikimleri elde etmek, bu çıraklık içinde
gerekli bu arada iyi bir marangoz, iyi bir demir
ustası, iyi bir boyacı, Bu arada iyi bir marangoz,
iyi bir demir ustası, iyi bir boyacı en az bir
doktor kadar, en az ama bir doktor kadar
mücahit mücahide olur. Dolayısıyla hep
söylenen bir şey vardır ya üniversiteyi
bitirmezsen bu İslam'a hizmet edemezsin
denir. İslam'a hizmetin bir mesleği yok. yok
ama bugünümüz çağında bir takım yerlerde bir
takım usullerin içinde vazife alacaklar için
vazife alacak genç kardeşlerimiz için oldukça
mühimdir dolayısıyla hemen bütün genç
kardeşlerimizin inşallah böyle bir diploması
olması lazımdır bunda şüphe yok ama ben
doktor değilim abi marangoz çırağıyım kalfa
olmaya gayret ediyorum diyen kardeşimiz de
unutmasın ki, İslam'ın bütün peygamberlerinin
hiçbirisinin üniversite diploması yoktur. Ancak
erbabı meslek sahipleridir. Meslek erbabıdır
hepsi. Sonuçta üniversiteyi bitiren bütün
kardeşlerimiz de bir mesleğin erbabı olmak
için oralardadırlar. Eğitim sistemleri ve tecrübe
metotları birbirinden farklıdır. Aman bunu
unutup da Allah korusun bugünün tabiriyle bir
aşağılık kompleksine sakın ha sakın girmeyin o
da nefsani ve şeytani olur. Zira aramızda öyle
marangozlar, öyle demirciler, seyidimiz gibi
öyle baharaçılar var ki onlar gördüğünüz üzere
şimdi üniversitelerdeki profesörlere, en üst
seviyedeki isimlere ders veriyorlar. Ümmeti
Muhammed'in önünü açıyorlar. En büyük
cihadı yapıyorlar. La ilahe illallah uğrunda
gayret gösteriyorlar. Meseleye böyle bakmak
lazım. Dönelim buraya. Dolayısıyla böyle bir
haylazlık metodolojisiyle ve nefsin ve şeytanın
istek ve arzuları doğrultusunda çalışınca işte
bu fasıl döner, asıl da var olan niyeti bozar.
Niyet bozulunca sonuç gerçekten
istenilmeyecek bir yöre ulaşmış olur. O zaman
anlıyoruz ki evet fasıllar asıllı oluşturuyor.
Sonuç gerçekten istenilmeyecek bir yere
ulaşmış olur. O zaman anlıyoruz ki evet fasıllar
asıllı oluşturuyor. Ama aynı zamanda öyle
değil. Zira asıl da fasıldaki hareketle
değişebiliyor. Ve bu bizim için inanılmaz
derecede bir yere çıkmaya vesile oluyor ki
Baba Ali dersinin en güzel taraflarından biri bu.
Hz. Ali Efendimiz şöyle beyan ediyor, Sen
aslından caymaz isen, fasıllar aslına riayet
eder. Nerede bir hata, yani iki nokta üst üste
cümleden sonra tefsirine geçersek eğer,
nerede insan o asıldan, geldiği yerden, Allah-u
Zülcelal'in onu yaratırken yapmış olduğu
takdirden caymaz ise, ben bu dünyaya bir
imtihana geldim. Ben şu kısacık ömürde, bir
rüyadan daha kısa bir vakit için, burada bir şey
yapmaya gönderildim. Yapacağım ve geri
döneceğim. Bu geri dönüşümün üzerine aslım
budur. Öyleyse buradaki bütün fasıllar hep bu
hatırda tutulduğu müddetçe aslına riayet eder.
Ve böylelikle fasıl aslı değiştirirse zaman ve
kader de değişir. İşte bir başka taraf bu. Yani
birinci meselemizde şunu anlıyoruz. Eğer insan
bu kökten vazgeçmezse bütün fasıllar ona
hizmet etmeye başlıyor. Bir bakıyorsunuz
geçilmez denilen dersler geçilebiliyor.
Yapılmaz denilenler yapılabiliyor. Niye? Hep
asıl da aynı mantık. Matematik çalışırken de
ben iyi bir Müslüman olmak niyetindeyim. İyi
bir Müslümanın yanında, iyi bir ulemanın
yanında ona talebelik etmek niyetindeyim. Ve
böylelikle Allah'ın rızası, Allah'ın davası içinde
Rabbimin boyasıyla boyanmak, Hz. Peygamber
aleyhissalatü vesselamın bir gün sahabesinin
etrafında oturup da kardeşlerim diyerek nida
ettikleri arasında olmak arzusundayım aslı
değişmeyince, fasıllar hizmet eder size.
değişmeyince fasıllar hizmet eder size. Ama bir
başka şey de şu ki bu yolculuk içerisinde bu
fasılların her birisi aslı da değiştirebilir. O da
şununla kaynaklanıyor. Bazen insanların
niyetleri bozuk olabilir yola çıkarken. Abi ben
üniversiteyi kazanacağım çünkü para
kazanmam lazım. Sadece para. Dünyayı
kazanmam lazım. Dünya için geldim buraya.
İşte Cenab-ı Hakk'ın insanlığa vermiş olduğu en
büyük nimetlerden biri kaderin değişkenliği.
Madem ki kader değişebiliyor, zaman da
değişebiliyor. Oraya geliyoruz şimdi inşallah.
Çünkü bir bakıyoruz ki bir ehli küffar 60
yaşında, 70 yaşında, üniversiteyi bitirip çok
sonrasında Müslüman olmak İslam ile
müşerref olma nimetine erebiliyor. Rabbimin
verdiği imanın hangi saatte kapatıklatacağı
belli mi olur? Veya ben iman sahibiyim zaten
diyenin kapısı Allah korusun ne zaman
kapatılır belli mi olur? Allah korusun ne zaman
kapatılır belli mi olur? Dikkat ve rikkat ve
bütün eziyetlere rağmen bu yolculukta
yürümeyi gerektirir. Yürütenin de Rabbimiz
olduğunu bilmek gerekir. Ve ardında
yürüdüğümüz bir zat-ı muhterimin varlığı esas
olmak üzere. Şimdi bakıyoruz ediyoruz bu
adamın aslı kafirdi. Yani yola çıkarken dünya
için, belki Hiyanlık için belki işte şunun için
bunun için. Tamamen İslam'ın Allah-u
Zülcelal'in emri ilahisinin dışında bir hayat
üzere asıl yolculuğuna çıkmıştı. Bak mayadan
bahsetmiyoruz. Maya başka bir şey asıl başka
bir şey. Maya aslın öncesidir. Asıl o mayadan
başlayan bir süreç diyelim tabiri caizse. Ama
maya belli. Soğan tarlasından soğan çıkar,
affedersiniz hıyar tarlasından hıyar çıkar.
Mayayı kimse değiştiretu. İşte bitkisi küçük
çıktı. Suyu yetmedi. Öyle oldu. Böyle oldu. Asıl
yani başlangıçtaki niyeti bozuk. Ama bir gün
geldi. Birisine iyilik etti. Fazlalığının bir
yerinde, bir zaman diliminde kimsenin elini
uzatmadığı bir fakire elini uzatıverdi. Kimsenin
düşünmediği bir anda Rabbinin kullarından
birine uzatıverdi. Kimsenin düşünmediği bir
anda, Rabbinin kullarından birine uzandı, ona
gülümsedi, ona gülümsemesine vesile oldu.
Vesaire. Ve hemen önüne, bu faslın gereğince,
ona aslındaki, yani başlangıçtaki hatasını
düzelten bir zat, hemen teslim edildi.
Dünyanın bir ucunda olsa dahi, belki daha
önceki derste dinlediniz ya, ruh ikizini bulma
meselesi, ikizi kendisine bu sefer yeniden
ikram edildi. Ve öyle bir ikram-ı ilahi ki, işte o
gün fasıl aslı değiştirmeye başlar. Ve o
değişince kader değişiverir. Ve o değişince
bazen kaderde imansız yazılan bir zatın da
imanlı oldurma ihtimali de vardır. Bu da bir
gerçektir. Bakarsın kader tahtasına küfür
erbabı doğup, küfür erbabı ölecek. Ancak
günün birinde bir faslında, hayatının bir zaman
diliminde, bir küçücük noktada öyle bir fiil
işler, öyle bir dua alır ki Rabbim ona iman
nasip eder. Rabbim bütün dünyada şu an
gördüğümüz ve bundan sonra gelecek bütün
ehli küffara, elbette hep olacaklar ama biz
iman üzerine ölmelerini Rabbimizden niyaz
ediyoruz. Gayretler bunun üzerine olmak
zorunda inşallah. Tabi en başta kendimiz son
nefese kadar iman, son nefeste de iman nasip
olsun diye dua ediyoruz Rabbimize ve
bakıyoruz ki pasalı hasta değişti. Peki o gün ne
olur? İşte o gün zaman da değişme olur. Kader
değiştiği gibi. Ey zaman içinde zaman olsa,
biraz daha gayret nasip olsa, her an vakitte şu
ümmetim Muhammed'in derdi derdim olsa
diyen adam, gözünün önündeki, hemen
burnunun ucundaki en kısa fasılayı yerine
getirince, Rabbim zamanda zaman yaratır.
Öyle zamanda zamanlar yaratır ki tarihte çok
vesikası vardır. Çok görülmüştür üst üste.
Seyyidimizde, ondan önceki evliyalarda şimdi
yaşayan evliyalarda sebepleri hep şundan
gelir. Onlar her aralıkta, her bir fasılda aslına
uygun bir şey yapmak niyetiyle hareket
ederler. Dolayısıyla şu rahatlık yoktur
Evliyaullah'ta. Ya bugüne kadar Allah'ın
istediği gibi yaşadık. E bugün de Rabbimizin
sevgili bir kulu olmak nasip olduğu vazifeler
var. Her Evliya'nın Rabbimizin verdiği bir
vazifesi var. Vazifemizdeyiz. Yani bugün de
fakirlere bakmasak ne olur yani? Geldik zaten
bir yere. Geçin evliya Allah'ı gidin gerçekten
akılları darma duman eden bir yerdir. O ashab-
ı ikramın bir kısmı vardı ya aşere-i mübeşşere
diye meşhur olmuş. Rabbim onlara dedi ki,
Cennetliksiniz, konu kapanmıştır. Verdim size.
Ashab-ı Bedir, verdim size ya. Ümmet-i
Muhammed'in ilk savaşını verdiniz, ben de
şimdiden verdim size, cenneti gitti, hadi hayırlı
olsun. Peki, o saatten sonra, bir gevşeme, bir
duruma, bir duraksama mevcut oldu mu? Asla
ve katiyetle. Her faslı daha büyük bir fasımla
doldurma niyetiyle zaman içinde zamanlar
meydana geldi. Arap coğrafyasının siyerini bir
de inşallah anlatırken göreceğiz ki hep beraber
Arap coğrafyasının siyerini bir de inşallah
anlatırken göreceğiz ki hep beraber Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
23 yıllık risalet hayatı kesinlikle ve katiyetle bu
kadar Rabbimizin verdiği tevfik ile olmasa
sadece bir insaniyette düşünseniz imkan
dahilinde olmadığını göreceksiniz. Çünkü siyeri
biz az biliyoruz. Bildiğimiz kadarıyla
okuduğumuz kadarıyla bugüne ulaştığı haliyle
biliyoruz. Bu haliyle bile öyle biraz daha açınca
göreceğiz ki bunu bir insan evladı yapamaz.
Bunu hadi ona peygamber dediniz. Bunu bir
sahabe yapamaz. Bir topluluk yapamaz bunu
ya. Bu zamanla sığmaz. 23 yıla sığmaz. Öyleyse
sana peygamber dediniz, bunu bir sahabe
yapamaz, bir topluluk yapamaz bunu ya. Bu
zamanla sığmaz, 23 yıla sığmaz. Öyleyse biz
fasıllarda hatamız var, asıllarda belki
niyetimizde yanlışlar var. Rabbim işte o
fasıllarda o asla uygun yaşamayı, eğer aslında
yani o yola çıkarken o başlangıçta bir hata
yaptıysak bu fasıllarla o asılların düzelmesini
Rabbimizden niyaz ediyoruz. Fasıl ve asıl
felsefe dünyasında tümden gelim ve tüme
varım karşılığıyla izah edilemez de denk gelir
diyelim. Bir bakıyorsunuz ki felsefecilerin bir
kısmı tüme varım üzerine bir kısmı da tümden
gelim üzerine hayatlarını harcamışlar. Halbuki
Hz. Ali Efendimiz konuyu kapatmış. Zamana ait
tüm öğelere tek tek baksan orada fasılların aslı
oluşturduğuna inanırsın. Hem öyledir hem de
değil. Fasıl aslı değiştirirse zaman ve kader
değişir. Sen aslından caymaz isen fasıllar aslına
riayet eder. Dünyanın bütün feylesofları bir
araya gelseler, herhalde bu kadar net, kısa, öz
beyan edemezler. Baba Ali dersinde bugün
dersimizi alanlardan olmayı Cenab-ı Hak'tan
niyaz ediyoruz. İnşallah Rabbim o fasılları
Seyyidimizden bize emrettiği, gösterdiği yol
üzere doldurup da zamanın içinde zaman
bereketini Rabbimizden niyaz ediyoruz ki
ümmeti Muhammed'e şu çok kısacık ömürde
bir şey daha bir hizmet daha eklenebilmiş
olsun. O büyük hizmeti ifa eden mihmandar
Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin ardında
onun emirlerini layıkıyla yerine getirmek
gerçekten mümkün değil. En azından onun bir
gülümseyişiyle onun bir gülümsemesine nasibi
müesser eylesin. Bizlere Rabbim talebe olmayı
nasip eylesin. Cümlemize ve cümle
kardeşlerimizin şeyhlerine aynı zamanda.
Efendim Rabbimiz başta seyidim olmak üzere
onun ailesi onun efradı müridan olmak üzere
ümmeti Muhammed'in başında mihmandar
olan bütün evliya Allah'a, şeyhlerimize,
ulemaya, alimlere, fukaya, muhadislere hayırlı
ömürler nasip eylesin. Onlar işi gördüler
çözdüler hayatın içinde ama dikkat
çözmemekte kalmamışlar. Şimdi onlar bizden
kat be kat çalışmaktalar. Demek ki bir şeyi
buldum deyince aslında daha fazlasının
gerektiğinin faslına ulaşmışlar. Aslında hani
Hazreti Ali Efendimiz diyor ya fasılda asla
anladım. Rabbim onu görmeyi nasip müessere
eylesin bizlere. Hayranı fetih şen şellendefi
ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti
için, Allah rızası için ve dahi şu fıtratın hayrıyla
yayınlanıp hayrıyla insanlara ulaşabilmesi için
hem ekibimize hem cümle işlerimiz için, maddi
ve manevi imkanlar için dualarınızı bekleriz. Bu
zor zamanlarda zorlukları aşarak ümmeti
Muhammed'e ve bütün dünyaya bu hak ve
hakikati söylemek için gereken bütün imkanı
Rabbimizden dileriz. Sizin dualarınızla inşallah
efendim. Bir dua demeyin ama başka bir şeye
vesile olabilir. Rabbim o vesilelerden
ayırmasın bizi. Hayırların fethi şerlerin defa
ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti
için Allah rızası için hayırdan ayırmamak
niyetiyle fasılda aslı anlayan Hazreti Ali
Efendimizin ehli beytinle kol kola beraber
olabilmek, onların hizmetinde olabilmek
niyetiyle. Rabbim bizi onlardan ayırmasın.
Allah'a emanet olun. El-Fatiha.

Allahümme salli ve sellim ve barik ala


seyyidina Muhammedin ve ala alihi adad
in'amillahi ve iftali. Allahümme salli ve sellim
ve barik ala habibina Muhammedin ve ala alihi
adad in'amillahi ve iftali. Allahümme salli ve
sellim ve barik ala es'adina Muhammedin ve
ala alihi adade in'amillahi ve iftali. Allahümme
salli ve sellim ve barik ala şefi'ina
Muhammedin ve ala alihi adade in'amillahi ve
iftali. Euzubillahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. 2. Hanperveri Hz.
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem Efendimizin ruhlarına. Resulullah
Aleyhisselam ve kafeli iman ervahının
ruhlarına El Fatiha Hazreti Ali Kerem Allah ve
Cevhe Efendimiz'in ruhlarına Hazreti Fatıma
Hanım'ız Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin
Efendimiz'in ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve
Seyyidelerin ruhlarına 12 İmamın ruhlarına ve
kafeli İslam ervahının ruhlarına El Fatiha.
Pirimiz Gavsazam Abdülkadir Eceilani
Hazretlerinin ruhlarına. Saadat-ı Kadiriyye'den
ve Saadat-ı Muhammediye'den. Gelmiş geçmiş
mürşid mürşidan mürid müridanın ruhlarına.
Ve kafili iman ervanın ruhlarına el-Fatiha.
Seyyidimiz, mürşidimiz, Peygamber
Efendimiz'in inci tanesi Yiğit Muhammed Ruhi
El-Kadir Hazretlerinin ruhlarına, ailesinden
ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına,
müridlerinden Altyazı M.K. El Fatiha El Fatiha
El Fatiha Meded ya Hazreti Allah Meded ya
Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi
ve sellem Meded ya Hazreti Ali Kerem Allah ve
cehu Meded ya Kamsa Azam Abdülkadir
Allah'a şükürler olsun. kapısındayız. Allah
nasip ediyor bu futuat kapısından beyan
edilenler hem kitaba dönüştürüp hem
sohbette eksik bırakılmış olan kısa olması için
eksik bırakılmış olan kısımlar kitapta tamam
etmeye gayret ediliyor. Elhamdülillah kitaplar
çok daha geniş çerçevede ele alınıyor. Bu ay
için ise Allah nasip ederse önümüzdeki
haftalarda Siyer Nebi'nin ikinci cildiyle Esmaül
Hüsna'nın 10. cildini sizlere sunuyor olacağız.
Son noktalara geldik. Ama aynı zamanda
Esmaül Hüsna'nın bu 25 cildlik tamamlanmış
kısmında her bir cildinde konuşulurken biraz
daha eklemeler yapılabilir mi sorusuna
cevaben, olurken biraz daha eklemeler
yapılabilir mi sorusuna cevaben Seyyidimizin
de emriyle her bir cildin eşit miktarda beyanat
sunabilmesi adına Esmaül Hüsna 1 ve 2.
cildlerimiz bitmişti. Esmaül Hüsna 1 ve 2'yi de
Allah nasip ederse basmaya gayret ediyor
oluyoruz. Ama bu sefer Esmaül Hüsna'nın 1.
cildinin 2. baskısında yeniden eklenmiş olan
kısımlarla daha da genişletilmeye gayret
edilmiş olacak. Dolayısıyla külliyatın bu yeni
gelen ikinci baskısındaki Esmaül Hüsna birinci
cildi özellikle ikinci cildi de kısmen olmak üzere
yeniden ve daha genişletilmiş ifade ve ibareleri
buluyor olacaksınız. Bir olgunlaşma süreci
olarak tabir edilebilir. Bizler aynı zamanda
ilerleyen ciltlerin de ve daha önce yayınlanmış
3, 4, 5. ciltler biliyorsunuz biraz daha inceydi.
Her birisi aynı sayfa adedinde 448 sayfalık bir
şekilde toplamda Allah nasip ederse
hatırladığım kadarıyla 11.200 sayfalık toplam
külliyatın hepsi bitirilmiş olacak. Elbette eldeki
imkanlarla basılıyor olacak. getiriyor. Orada
anlatan kardeşlerimizin elinden Müslüman
olan nice isimleri duydukça Cenab-ı Hakk'ın
seyyidimize ikram edildiği bu futuat kapısında
olmanın olabilmenin, olmanın şükrünü
olabilmenin niyazındayız. Rabbim bizleri
seyyidimizin talebeliğinden, bu futuatın
talebeliğinden ayırmasın diyelim. Efendim
hakikat Bâb-ı Ali dersindeyiz. Kısaca bunu
beyan ettikten sonra Nebe Suresinin 18. ayeti
kelimesine olan Estaizu billah O günkü sure
uşurulur derken gelirsiniz bölük bölük denilen
ayeti kelimenin tefsirini beyan ediyorken esur
kelimesi merkeze aldığını Seyyid Muhammed
Ruhi Hazretleri'nin tefsiri olan tefsir-i
ruhiyenin merkeze aldığını söylemiştik. Bu
arada bu tefsir derslerinde de Nur suresinde
kalmıştık. Haftanın yedi günü yetiştiremiyor
olsak da salı perşembe derslerinden hariç olan
günleri yetiştirebilmek için bir gayretimiz var.
Dua ediniz. Rabbim nasip eylesin. Onlar hazır
ama konuşmayı bekliyor. İnşallah o
hazırlıklarla beraber sizlere sunabilenlerden
oluruz. Vazife için bizlere dua etmenizi niyaz
ediyoruz. Talep ediyoruz efendim. Duaya
muhtacız. Hakikat burada Esur kelimesinde
harfi satta bir ilim var. Bu ilim ki Hz. Ali
Efendimiz tarafından beyan edilen Baba Ali
kapısından hasıl olduğunu defaatle
söylediğimiz için, derse dinleyen belki yeni
isimler olursa onlara ibaretten söylenilmiş
olur. isimler olursa onlara ibaretten
söylenilmiş olur. Harf-i sattı öyle bir ilim var ki
bu gam ve kederle ilgili. Daha doğrusu gam ve
keder ilminin hüznü olan etkisi. Yahu gam ve
kederin kendisi bir ilim olur mu diye sual
edenlere şöyle bir cevap vermek gerekiyor.
Yeryüzünde var olan bütün duyguların aslında
maddi dünyada moleküler bir karşılığı var.
Gecenin konusu bilim olmadığı için ilmi
hakikatler dairesinde kalıp tatlı bir niyaz üzere
aynı zamanda zikru ilmiye içerisinde
olduğumuz için gelin bu kısmı bilim derslerine
bırakıyor olalım. Ama bir hakikati de
unutmayalım. Allah-u Zülcelal'in yeryüzünde
yarattığı her ne varsa yaratılmış her bir şeyin
maddi bir karşılığı ve bu maddenin mutlak
surette bir manası o mananın da maddeye
olan bir etkisi vardır. Yani daima bir dönüşün
içindeyiz. Bu pek çok metaforla beraber ele
alınabilir. İslam'daki metafor kavramı Kur'an-ı
Azimüşşan'da şimdi anlatıldığı gibi değildir
ama insanların anlaması için böyle ifade
edebiliriz. Dolayısıyla harf-i sattaki gam ve
keder ilminin hüznü olan etkisinden
bahsediyoruz. Madem ki bir surdan
bahsediyor, sura üfürülmekten bahsediyor ki
bununla alakalı hikmet külliyatında bir
dersimiz var. Bilim külliyatında da bunlara
işaretler var ki defaatle inşallah bunları beyan
etmiştik. Madem ki sur babı sonda gelen ehli
küffar için ağır bir kederdir. Şimdi burası
keder. Neden keder? Takdirin içerisinde var
olan bir emri ilahi olduğu için. Rabbimiz kader
tahtasında tabiri caizse bir sonu emretmiş. O
sonu ise kafirlere biçmiş. Dolayısıyla buradan
doğan keder kaderin hükmüne razı
göstermeyen adamın duymuş olduğu duygu
biçimidir. Öyleyse ehli küffar için ağır bir keder
olan bu durum hüzne değil asıl itibariyle hüzün
gibi görünen nefret ve şiddete dönüşür.
Dolayısıyla şimdi önce bu ilk kısma bakmamız
lazım. Birinci manada dedik ki kederlendim
kelimesini bizler bugün her ne kadar ıslılahi
manada birisinin vefatı ardından bir şey
duyduğumuzda onu düşünürken hissetmemiz
babından söylüyor olsak da, keder, hükmü
kader karşısında duran ya da hükmü kaderi
kabullenemeyen insanın duymuş olduğu
hislerdir. Dolayısıyla kederden yapıyorum
bunu diyenin kudrete tabiyetinde bir eksiklik
olduğu görülür. Ancak ehli İslam'ın kederi,
kudreti tanıma yolculuğunda bir adım gibi
düşünülmeli, kedere düşmeyiniz manasını tam
olarak kötü bir şey olarak da algılamamak
gerekir. Müslüman kederlenebilir, yani
Rabbinin kudret tecellisini en başta anlamakta
zorlanabilir. Ve bu kederi aslında bir isyan için
değil, hakiki manada o kudreti tam olarak
tanıyamadığından ya da anlık olarak verdiği
tepkidendir. Zaman içerisinde dönüşmesi
içinse tasavvuf, insanı eğitmekte, insanı
kamilin elinde, kemalin kudret tecellisi
altındaki haliyle yoğru onu bir hakikat yoluna
çıkarma gayretindedir. Öyleyse burada ehli
küffarın duymuş olduğu keder onun için
hüzünle anlatılamaz. Öyleyse önce burada bir
de hüznü anlatmak lazım. Hüzün hazandır.
Yani iki türlü bir bakış açısının farklı şekilde
anlamlandırılmasıdır. Ya siz buna bir sondur
der ve bu sonun ardından bir başlangıç yoktur
dersiniz buna hüzün denilse de bu gerçek bir
hüzün değildir. Gerçek bir hüzün ardında bir
başka başlangıcı barındıran bir durak
hükmünde bir perde hükmünde de olabilir.
Birazdan ona biraz daha detaylı gireceğiz.
Çünkü bir de bunun ehli iman için olan gam
tarafı var. Ehli küffar dünya hayatını yaşarken,
dünya hayatında her şeyin yaşanıp biteceğine
olan hissiyatı, duygusu ve inancı en üst
seviyededir. Ateist olsa zaten ölümden sonra
hayat yoktur. Hristiyan olsa ölümden sonra bir
hesap yoktur. Yahudi olsa zaten kendi milli
kurtuluşudur, konu kapanmıştır. Yani
yeryüzünde ölümden sonra bir hayatı kabul
etmiş dinler arasında biz bir hesaba çekileceğiz
anlayışına sahip olan ve bu anlayışı tüm
detaylarına kadar beyan eden yeryüzünde
kalan son din, başından beri değişmeyen tek
din, İnned dîne indellâhi'l-İslam beyanatıyla
İslam'dır. Diğerlerinde bir mahşer meydanında
bir hesap ve bu hesabın karşılığında
ödenecekler çok kısmi ve çok küçük şekilde
beyan edilmiştir. O yüzden ehli küffar daiman
kederdedir. Daimi kederde olan kudreti
tanımayınca kudreti kendinden bilir. Kudreti
böyle istemiş ve tevekkeltü alallah diyecek
boyutta değilse, ehli İslam bile olsa bunu da
devam ettiriyorsa ve bu kederi onu günaha
sevk ettirmeye meyletecek noktalara da
gelmişse, o artık onda bir nefreti doğuracaktır.
arada gelmişse o artık onda bir nefreti
doğuracaktır. Doğrulan nefret asli itibariyle
kudrete karşı olup nefsi bunu perdeleyerek
bunları olaylarla veya olaylarla ilişkili başka
şeylerle örüntülemek ister. Bu örüntülerin
oluşturduğu görüntüler insan zihninde şöyle
şöyle yapsaydım, böyle böyle etseydim
diyerek şiddete meylin temelini
oluşturmaktadır. içerisinde artış gösteriyor
olması, hele ki batı dünyasında en üst seviyeye
ermiş olması ehl-i kudretin, mukadder olanın,
kaderi elinde tutanın Rabbül Aleminin hakkıyla
ve hakikatiyle tanınmamasından gelmektedir.
İşte bu manada Esma-ül Hüsna bütün dünyaya
Rabbül Alemini tanıtma vazifesi güderek bütün
bu anlattığımız derslerin öz ve esasını ifade
gayretiyle görevini ifa etmiş olur. İnşallah biz
de o görevin içerisinde daima var olup
içindekilerle amel edenlerden olabiliriz
diyelim. Öyleyse insanoğlunun bugün geldiği
yerde nefreti ve şiddetinin temelinde sur
babında ifade edilen harfi sattı olduğu gibi
kudreti sahibinden bilmemek yatmaktadır. Sur
ise ikinci baba gelirsek hem bir son olsa da
yani bu dünya hayatı için baksanız bir sondur.
Bütün alemler ölecek. Canlı olan hiçbir şey
kalmayacak. En son İsrafil Aleyhisselam da
canına teslim edecek. Yaşayan hiçbir varlık
kalmayacak. Tek kudret sahibi olan Rabbül
Alemin, tek olarak her şeyi ortadan kaldırmış
olacak. Ancak ardı başlangıçtır bunun. Ardı
başlangıç olduğu için bu bir gamdır. Gam,
sevgiliye kavuşamama hissiyle oluşan hüznün
nüvesi hükmündedir. Yani gam dediğiniz bazen
diyoruz ya biz gamsız bir adamdır. Ne demek
gamsız bir adamdır? Herhangi bir şeyini
kaybetse, sevdiği ölse, başına bir iş gelse
sevdiğinin ya da sevdiklerinin gamsız kafaya
takmaz. Sebep onun ardından onunla alakalı
bütün mevzuyu bir yanda silebilir. Çünkü
varken dahi kendi bedeninin mukadderatı için
o varlığın var olduğu hissiyle yaşadığından
gamsızdır. varlığın var olduğu hissiyle
yaşadığından gamsızdır. Gamlı olanlarsa
hüznün nüvesinden doğmuş olan hüzün gamın
meyvesidir babına ilhak eylemiş olanlardır.
Hüzün gamın meyvesidir. Gam insanda
daimidir. Gam, insanda hep var olan, ancak
sonradan keşfedebileceği, sonradan seyr-i
sülukta, sırat-ı müstakim üzerine görebileceği
bir haldir. Bu yüzden ehli imanın gamında,
hüzün Rabbül Alemine kavuşmasında, bir zikir
hükmündedir. Zira onlarda var olan gam o
ayrılışın, o ayrı düşmüş olmanın, farklı yerlerde
bulunmanın hüznüdür. Şimdi burada Rabbim
istese onunla beraber olurum diyenlere o gamı
taşıyanlara Resul-i Kibriya aleyhissalatu
vesselam ne buyuruyordu? Hadis-i Kudsi'de
ifade edildiği üzere Cenab-ı Hak şöyle beyan
ediyor. Ben beni zikredenlerle beraber
otururum. Peki şu zikir müjdeslerine bir
baksanız. Orada nice gözü yaşlı insanlar
görecek. Bunlar ne çile çekiyorlar, nasıl bir
gam taşıyorlar, nasıl bir hüznün nüvesinden
doğmuş olan şu gam meyvesinden yiyerek her
hali perişan gibi duruyorlar dersin. İşte onlar
gamın meyvesi olan hüznü yerken Rabbül
Alemin onlara şöyle nida etmiş oluyor.
Üzülmeyin, ye ise düşmeyin. Bu gamın
meyvesi burada da buluşabilme imkanımızın
mümkün olmasına yardım etmektedir. İşte bu
yüzdendir ki ben zikredenlerle beraber
oturuyorum. Rabbul Aleminin zikredenlerle
beraber oturuyor olması, gam meyvesini
yiyenlere gönüllerine bir sururu erdirmek
üzerine ve sonrasında dünya hayatının ne
kadar geçici olacağının hissine vardırmasına
yardımcı olur. Bugün sorarlar şu ehl-i zakir bir
araya gelip saçını başını dağıtırcasına Rabbini
zikrederken ne halden ne hale geliyorlar. Bu iş
böyle midir diye. Bu iş ne işe yarar diye pek
çok ve milyonlarcası beyan edilebilecek olsa da
şu dersin ifadesiyle ve işaretiyle söylemek
gerekiyor ki esasınca o zikir meclislerinde
insanlar Rabbi ile arasında var olan gamın
meyvesi olan hüzünlerinden bir nebze olsun
kurtuluyor ve yeni bir hüzne kavuşuyorlar.
Hüzünden hüzüne koşan bir anda dört
mevsimi yaşar. Bir anda dört mevsimi yaşayan
elbet yaşadığı coğrafyasında neye ihtiyacı
varsa onu doğurabilen onları doyurabilen
Rabbül Aleminin vesilesi olabilen ağaçlar
hükmüne gelir. R.A. Efendimiz, biz Allah-u
Zülcelal'i zikrederken sahabe-i ikram için
rüzgarda eğilip bükülen hurma ağacı gibi eğilip
bükülürdük beyanatı, bu hakikat dairesinde
ele alınmalıdır. Öyleyse ehli zakir bir ağaç
hükmünde. Üzerinde meyveleri var. Meyveleri
ise hüzün gamdan, gam kökünden doğiyacı
olan bütün meyvayı bütün taallukata
hükmedilmiş mahlukata dağıtıyor. Evet bilmiş
ol ki ehli zakirin zikrinden o mahallenin o
köyün köpekleri dahi doymaktadır. Ruhlar ne
alır ne verir bu hesabı kaldırmaya tartı yetmez.
Bugünün insanı ise basit bir hüzün, basit bir
gam, basit bir kederden bahsediyor. Zira her
birisi bir sona dair. Ancak ehli zakir büyük bir
başlangıca meyletmiş, o başlangıca dair
koşmaktadır. Ve hakikat o ki, bu hüzün büyük
bir lezzettir. İnsanoğlu bu lezzeti bilmemiş, bu
lezzeti tatmamıştır. Hep kendi elinden çıkan
aciz ve ucuz yiyecekleri yedirince başkalarını
mutlu ettiğini zanneder. Halbuki ehli zakir,
alemi hayvanatı doyurmak için oradadır.
İnsanlar artık en acı şeyleri yiyerek lezzet
duyuyorlar. Evet bu acı eğer nefsani ise lezzet
değil büyük bir zillettir. Öyle bir zillettir ki size
sonu unutturur. İşiniz, gücünüz, okulunuz,
eşiniz, devletiniz, her neyse nerede, neye
muhatap olup, bunun sonunda nasıl bir kedere
düştüyseniz oradan kurtulmanın yolu, ancak
ve katiyetle gamdır. Gam, Rabbül Aleminin
varlığına duyulan hasrettir. Bu hasreti bizlere
hatırlatabilecek olan tek yer zikirdir. Zira Hz.
İsrafil Aleyhisselam'ın cezbesi suğura
öfürmesidir. Sondan sonra bir başlangıca
Bismillah etmeye vesile kılan, emrikün
vazifesini insanoğlunun ve bütün alemlerin
üzerinde muhkim muhkim kılan ve
muhakemaata tabi ettiren ve kudret sahibi
olan Hazreti Allah insanoğla bu yüzden
zikretmeyi emretmiştir. Zikretmeyen gönül
gamsızdır. Zikretmeyen gönül hüzünsüzdür.
Zikretmeyen gönül kadere boyun bükemeyip
kederlenmektedir. Kederi kendine kader
etmeye niyaz ederken kudretin sahibi olanı
unutmuş, ondaki hak ve hakikati bertaraf
eylemeye cezbetmiştir. Ancak bu cezbiyet
nefsani, şeytanidir. İnsanoğluna bir illet olarak
takdir edilmiş, ikram edilmiştir. takdir edilmiş,
ikram edilmiştir. İkramdır zira toprağın illeti
olmasa ağaç o toprağa yapışıp kalamaz. Sen bir
kazma kürek alıp bir toprağı oymaya kalkarsan
sana karşı bir güç ve kuvvet gösterir. Bu nasıl
illettir? Keşke kolayca açılıyor olsaydı da
rahatça şu çukuru katsaydık dersin. Halbuki
onun illeti öyle olmasa, ondaki ağaç o toprağa
hakkıyla tutunamayacak olandır. sabit
olanlardan eyle. Ya Rab, bizleri ehli zakirin
arasından ayırma. Ya Rab, bizleri zikir
meclislerinden uzak eyleme. Ya Rab, bizleri ve
bütün ehli imanı zikir meclislerinden yeniden
bir yere getirerek hakiki olan gam ile o hüzün
meyvesinden yemeği nasib-i müesser eyle. Ya
Rab, bizlere bu hak ve hakikati öğretmek
uğrunda, dünyanın ve ahiretin gamını
sırtlanmış olan Seyyid Muhammed Ruhi
Hazretlerine talebe olmayı bizlere nasibi
müesser eyle. Hayırların feth eyle, şerleri def
eyle, ümmeti Muhammed'i bir ve beraber eyle
Ya Rab hastalarımıza şifa Dertlilerimize deva
Borçlularımıza eda nasip eyle Ya Rab sen
bilirsin halimizi Sen verirsin bütün ilaçları Biz
bilmiyoruz hastalığımızı Derdimize deva olana
kavuştur Ya Rab. Amin, amin, amin.
Velhamdülillahi Rabbil alemin. El Fatiha.

Altyazı M.K. ve Ali Efendimiz'in ruhlarına


Şühedai Bedir, Şühedai Uhud Şühedai
Kerbela'nın ruhlarına Ashabı Bedir ve Ashabı
Uğur ruhlarına ve kafeli iman ve Allah'ın
ruhlarına El Fatiha Hz. Ali Kerim Allah ve
Cevabı Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma
Hanım'ız Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin
Efendimizin ruhlarına Gelmiş geçmiş Seyyid ve
Seyyidelerin ruhlarına 12 İmamın ruhlarına Ve
kafeli İslam ervanı ruhlarına El Fatiha.
Peygamberimiz Kavsazam Abdülkadir Eceylani
Hazretlerinin ruhlarına, Sadat-ı Kadiriyye'den
ve Sadat-ı Muhammediye'den gelmiş geçmiş
mürşid, mürşidan, mürit, müridanın ruhlarına
ve kafir, imanervalının ruhlarına. El Fatiha
etmiş olanların ruhlarına. Şüheday Çanakkale
ve Şüheday İstanbul Evliya-i İslamlı ruhlarına.
Cabir bin Abdullah Hazretleri'nin ruhlarına.
Eyyub el-Ensalih Hazretleri'nin ruhlarına.
Şühedanın Serper Veli Hazreti Hamza
Efendimiz'in ruhlarına ve Kaffeli İman Erbağ'ın
ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha El Fatiha Meded
ya Hazreti Ali Meded ya Habsü Azam Meded
ya Seyyidi Muhammed
Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Futuhat
kapısında Baba Ali yani Hazreti Ali Efendimizin
ilmi hakikatinin Beyan edileceği Hazreti Ali
Efendimizin kapısındayız. Mübarek Ramazan
ayındayız. Perşembe günleri Bab-ı Ali
derslerimizde, salı günleri de bildiğiniz üzere
yine aynen devam etmeye gayret ettiğimiz
Kur'an-ı Azimüşşan'daki bilimle devam
ediyoruz yolculuğumuza. Azimüşşan'daki
bilimle devam ediyoruz yolculuğumuza.
Hakikat o ki her günde iftara az bir müddet
kalır. Kur'an Azimüşşan'da var olan dualarla
sizlere hakikati beyan etmeye çalışıyoruz.
Gayret ediyoruz. Futuattan bildiğiniz üzere son
dönemde Müslümanlar olarak bütün dünyada
uzun zamandan beri belli sıkıntılar
çekmekteyiz. Hem korona değil sadece
dünyanın dört bir tarafında Müslümanların
ciddi anlamda Sıkıntılarının birbirine karşı bir
şey yapamayız. ve o kapı ki dualarla ona intica
edeceğimiz bir kapıdır. Dersimiz bu hakikat
dairesinde bir hikmetle beyan edilir. Zira o
kapıları gidenlerden ziyade ülkemizin,
vatanımızın, pek çok coğrafyadaki
Müslümanların ve hatta gayrimüslimlerin bile
peşinde olduğu sırlar var. Ve o sırlar ki dünya
hayatının kolaylığını elde etmek üzerine
odaklanmış sırlar. Elbette kimisi de ahiretle
ilgili olan sırlar. Rabbul Aleminin sevgisini,
muhabbetini, onun üzerimizde var olan
hikmet-i ilahiyesinin en güzel hallerini
görebilmek adına sırlı dualarla başlayan
cümleler var. Ve biz bu akşam Nebe Suresinin
19. ayeti kelimesini tefsir ederken ki şöyleydi
َ ُ َ ُ َ ْ َ َ َ
ayeti kelime Estaizubillah ‫فكانت السماء وفتحت‬
ً َ َْ ُ َ
‫ َوالسماء أبوابا‬Açılacak Sonra Kapı kapıların
ikincisinde var olan kapı kapı beyanatının da
altının çizilmesine vesile olan birinci elifin
ikinci elifinde bir hikmet olduğunu ve kapıların
anahtarlarına dair bir esas olduğunu
ibarelendirmiştik. Ve onu Baba Ali derslerine
Baba Ali külliyatına bırakmıştık. külliyatına
bırakmıştık. Efendim Baba Ali külliyatı Allah
nasip ederse her bir sure-i şerifle beraber veya
sure-i şerife uzunsa bununla beraber beyan
edilecek. Biraz hikmet külliyatına benziyor
elbet. Ancak Baba Ali derslerini esas aldığıysa
bu halflerin içerisinde var olan ilimler üzerine
ve öyle bir ilim ki bu bizler tüm kapıları
açmanın sırrını aramaktayız ve sırlar bu
hakikat ve bu hikmetle doğru birıya ait olması
gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Ve herkes sır
dediğimizde elindeki anahtardan yola çıkarak
ya da ellerimize tutuşturulmasını talep
ettiğimiz anahtarlardan yolameli bir sır
vermeli bunu okumalıyım ve bunu okuduğum
zaman sırlar ya da kendi aradıklarım ya da
bereket rızık sağlık her ne diyorsanız ve
istiyorsanız onun bir anda ol Rabbimizden
talep etmekse esas olan. Ama en önemli
inceliklerden bir tanesi odur ki öncelikle
meselenin kendisini anlamamız gerekiyor.
Madem ki ortada bir kapı var. Bu kapının belli
şartları ve bu kapının oluşumuna dair olan bazı
esaslar var. Bu esaslardan en birincisi ise
bunun üç parçalı bir yapı, dört parçalı bir yapı
olduğu. Eğer ortada bir kapı varsa bir, kapının
kendisi vardır. İki, kapının anahtarı, kilidi
vardır. Çünkü o kapının kilitlenmesine vesile
olan temel unsur o kilittir. Sonra da o kilidi
açması için gerekli olan bir anahtar vardır.
Deyip bitiremeyiz meseleyi. Aslında bir de
dördüncü maddemiz var. Kapının sahibi. Yani
dört esastan bahsetmeliyiz eğer bir sırdan
bahsedecek ve bu kapının ardındaki hikmete
ulaşmayı niyaz ediyorsak. Gelin evvelen bizzat
bu dört esasa bir bakalım. Zira bu dört esas
bizim bu kapıları açmanın sırrına ererken tüm
kapıları açan sır neı koruyan malın sahibini
anlatan kapının kendisidir. Dolayısıyla
aslındasa, bir kapı yaratılmasını emretmişse
veya kişisel olarak bile düşünseniz, evinize bir
kapı istiyorsanız eğer, önce bu kapıyı inşa
edecek olan insana kendi talebinizi beyan
eder, kendinize ait özellikleri ifade edersiniz.
Yani ahşap üzerine, metal üzerine, bir başka
şeyin üzerine yaptırabilirsiniz bunu. Çünkü
kapının kendisi aslında sizin halet ruhiyenizi
ortaya koyar. Ya da bir ev yapılmıştır, ev
modernist bir evdir, ona göre modern bir kapı
seçilir o çizgilerde. Dolayısıyla aslında kapısına
gittiğimiz her ne varsa ki bizim için Rabbül
Alemindir. Evvelen bizzat onu bilmeliyiz ki o
kapının şekli içindekilerinden çok kapının
sahibinin o anki özelliklerini bizlere
anlatmaktadır. Şöyle ifadelendirirsek belki
daha iyi anlaşılır. Hz. Pir Abdülkadir el-Ceylani
Hazretleri şöyle bir ifadeyle anlatır bu hakikati,
bu hikmeti tabir caizse. Ben der her türlü
kapıya gittim. Rabbül Aleminin pek çok kapısı
vardır ona ulaşabilmek için tek bir kapıdan
değil akıl almaz adetlerde esmaları bizler onun
99 tanesine Kur'an-ı Azimüşşan'dan haberimiz
var sonra bütün Evliyaullah elbette bu
esmaları devamını devamını beyan etmişler ki
bizler de o 99 esmanın var olduğu Esmaül
Hüsna külliyatının yayınlarına devam ediyoruz.
Allah nasip ederse. Baktım diyor her kapının
önü doluydu. Yani orucun kapısına gittim
orada insanlar doluydu tabiri caizse. Efendim
infakın kapısına gittim. Evliyaullah oradaydı
bekliyordu. O kapıda infak edeydi. O kapıdan
gelecek olan haleti maneviyenin en güzel
hallerine ulaşabilmek adına beklemekteydi.
Kalabalıktı bunlar. Bir kapıya gittim diyor Hz.
Pir Abdülkadir el-Ceylani. Baktım ki kapının
önünde pek fazla insan yok, pek kolay bir
şekilde o kapıdan Rabbül Alemi'ne
ulaşabileceğimi, ona vuslat edebileceğimi
gördüm. Sual ettik. Kimdir, nedir o kapı ey Pir
Hazreti Pir Abdülkadir Ecehlani? Cenab-ı Hak
şefaatlerini ve medetlerini üzerimizden eksik
eylemesin ve nasip eylesin ki o kapı tevazu
kapısıdır buyurmuşlardı. İnsanların en
zorlandıkları çünkü Rabbül Alemin her kimi
yarattıysa yarattığı her şeyin belli öbek ve
gruplar altında bir kapısını yaratmıştır kendine
ait olan bir özelliği vardır orada ve siz o özelliği
önce o kapıda seyredersiniz peki içeride var
olan hikmeti içeride var olan önemi nasıl
anlarsınız o kilittir var olan hikmeti, içeride var
olan önemi nasıl anlarsınız? O kilittir. Kilit, mal
sahibinin, mülk sahibinin içeride sakladığı şeye
göre şekillenir. Örneği tekrar edelim,
kafamızda iyice oturuyor olsun. Güzel bir yer
yaptınız, iki katlı gayet hoş, modern çizgilerle
tasarlanmış ve doğal olarak mimarınız o evin
özelliklerine dair ve sizin isteklerinizi de içine
katacağı bir kapı tasarlar. Ama o tasarında
konu kilide geldiği zaman size şunu sorabilir.
Sormalıdır da. İçeride çok önemli şeyleriniz
olacak mı? çok önemli şeyleriniz olacak mı?
Para gibi ne bileyim saklamaya ihtiyacınız
olduğu ya da hırsızın girmesine engel teşkil
edecek daha zorlu bir kilide mi ihtiyacınız var?
Siz ona cevap verirsiniz. Dersiniz ki ben buraya
aradı bir geleceğim. İçeride de çok fazla önemli
bir şey yok. Normal alelade herkesin taktığı bir
kilit takabilirsin dersiniz. O da standart bir
kilidi oraya yerleştiriverir. Ancak öyle evler
vardır ki evet dersiniz fazla gidip
gelmeyeceğim. Ama içeride çok kıymet
verdiğim ne bileyim dedemden
anneannemden kalmış olan miras kalmış olan
önemli tarihi parçalar var. Hediyeler var. Onlar
bize geçmişimizden kaldı. Çalınması beni çok
üzer. Maddi bir karşılıktan çok manevi bir
değeri vardır. Hah der o zaman mimar. Buna
öyle bir kilit takılmalı ki onun görselliğinin
içinde saklıdır elbette bu. Pek kolay açılmasın.
Oldukça zor açılsın. Böyle birkaç adımlı olsun.
Kartlı, parmak okuyuculu vs. Her ne diyorsanız
onlar olsun içindeki kapısı açması kolay
olmasın. Dolayısıyla kilit dediğimiz unsur mülk
sahibi olan Rabbül Aleminin sakladığı şeye
göre değişkenlik göstermektedir. Bu da
bilinmeli. Üçüncü bir mesele var. Anahtar.
Anahtarsa mülk sahibinin ya kendisinde ya da
kendisinin en güvenliği insana onun benzerini
yapıp vermesiyle söz konusudur. Bu
söylediğimiz sözleri kimi zaman siz bu sözlerle
Cenab-ı Hakk'ı normal bir insan statüsünde ele
alıyorsunuz diyenlere şu cevabı vermek
gerekiyor. Diyenlere şu cevabı vermek
gerekiyor. Rabbul Alemin asla ve katiyette bir
insani olayla karşılaştırılıp buradan
müteşabihen hareketi geçilemez. Ancak ben
bir insanım. İnsan olarak Rabbimi tanıyabilmek
için bana vermiş olduğu Kur'an-ı
Azimüşşan'daki bütün örneklemler benim
hayatta onu tanıyabileceğim zihinsel
altyapıma göre kurgulanmıştır. Dolayısıyla bu
ayeti kerimede bile Semanın açılıp kapı kapı
olacağının beyanatı içinde binler ve binler ve
binler ve milyonlar milyarlarca tefsir olsa da ilk
bakışta bana söylediği kolayca anlayabileceğim
şekildedir. Dolayısıyla o anlayış biçiminin
benim hayatımdaki karşılığının beyanatı benim
onu en iyi tanıyabileceğim şekliyledir ki Resul-i
Kibriya aleyhissalatü vesselamın da kendi özel
hayatında hadisenini ifade ederken bu kadar
basitleştirilmiş manalarla ibarelendirdiği de
asla unutulmamalıdır. Dönelim tekrar başa.
Şimdi tüm kapıları açmanın sırrını aramak için
dedik önce bir mekanizmayı tanımak lazım. Bu
mekanizmada 3 ana unsur var. 1 kapı var. 4
ana unsur var. 1 kapımız var. 2 kilidimiz var. üç
anahtarımız var, dört bütün bunların sahibi
olan Hz. Allah'u Zülcelal var. Öyleyse kapı
dediğimiz şey sırrın sahibini bize anlatandır. Ve
sırrın sahibinin büyüklüğü karşılığındaki o
Rabbül Alemin ise onun ölçüsü ve tartısı
kesinlikle ve katiyetle yoktur. O halde her bir
kapı önce Rabbimin benden istediklerini bana
anlatmaktadır. Önce bu tabirleri yerine
koyalım sonra hayatımızdaki o sırra ulaşmaya
niyaz edip o yolculuğa da çıkıyor olacağız
elbet. İkinci mesele kilit dediğimiz şey sırrın
kendisidir. Sır anahtarda değildir. Sır kilittedir.
Çünkü arkasında var olan değeri nasıl
saklamışlarsa o kadar kuvvetli bir kilit
yapmışlar ve o kadar ağırlıkta ve o kadar önem
vererek tasarlamışlardır. Öyleyse sır kilitle
başlayan bir süreçtir. Onu açtıktan sonrakine
ulaşacaksınızdır. Ve o kilidin özelliği sırrın
kendisine ait en önemli bilgiyi size verir. Öyle
ya düşünün bir kasa getirdiler önünüze. Hadi
açı ver bunu dediler. Şöyle basit eski tip bir şey
düşünün. Çekmecelerin eski kilitleri vardı
bizim çocukluğumuzda. Kolayca bir şeyi ne
bileyim bir tornavida ucuyla bile çevirip
açabilirdiniz. Bilirdiniz ki onun içinde öyle
aman aman önemli bir şey olmasa gerek. Ama
adamın parası var. Adamın çeki var. Senedi
var. Bunu koymuş olduğu kasaya bir gidersiniz
orada belli şeyler var daha zorluklar var ve
öyle kasalar var ki kasayı görünce görmekten
ziyade kilidi görünce der ki adam ya buraya bu
adam bu kilidi koymuşsa bunun arkasında kim
bilir nasıl bir sır vardır. Öyleyse kilit dediğimiz
bize sırrı anlatandır. İnsanın kilitlendiği
noktalardan da biri budur. Herkes işin ardına
odaklanmıştır ama kilit dediğinizdir aslolan.
Peki anahtar nedir öyleyse? Anahtar sizin
elinde tuttuğunuz herhangi bir materyal
değildir aslında. Anahtar insandır. Rabbül
Aleminin takdir ettiği kapıların kilitlerinde var
olan sırrı açacak olan anahtar insandır.
güvenliğiniz bildiğiniz tanıdığınız önem
verdiğiniz ve o kapıyı açtıktan sonra
emanetinize sahip çıkacağınız bir insana tevdi
edersiniz. Aslında anahtar demek insan
demektir. Dolayısıyla bu hakikat dairesinde
Baba Ali dersinden şu önemli esası bir anlamak
gerekiyor ki bizler sırları arıyoruz ama sırrın
kendisi aslında biziz. Zira mesele anahtarda
değil insanda. O halde tüm kapıları açacak olan
sır nedir sorusunun cevabı insandır. Eğer bir
insanı tanırsanız o haliyle anahtarı ve sırrı
tanımaya başlarsınız. Örnek vermek gerekirse
şöyle ifadelendireyim sizlere. Sizler çok önemli
bir yerde bir şeye ulaşmak istiyorsunuz ve
bunun anahtarının bir adamda olduğunu
biliyorsunuz. Söylemişler size demişler ki ya şu
kapının arkasında var olan ne bileyim bir
önemli tarihi kitaplar var. Sen de bir tarihçisin
ya da merak erbabısın. Gidip öğrenip
öğrendikleriyle amel etmek istemektesin.
Devlet bunun anahtarını şu adamcağıza verdi.
Siz o adama gidersiniz. Adamın önce güvenini
kazanmaya gayret edersiniz. Adam size soru
sorar sormaz ayrı mesele ama hakikat siz onun
gönlünü kazanmaya gayret edersiniz ve
dersiniz ki ya ben sonunda ben sana geldim
efendi çünkü sende bir anahtar varmış.
Sendeki anahtar benim o aradığım ve
gerçekten okusan Ümmet-i Muhammed'e
faydası olacak kitapların olduğu odanın
kapısının kilidinin anahtarı. Senin cebinde
elinde durmaktaymış. Verir misin onu bana?
Ya da beraber açıp girebilir miyiz içeriye?
İçeridekileri okuduktan sonra şunları şunları
şunları yapmak, yayınlamak, insanlara
anlatmak, aktarmak istiyorum. Ki uyansınlar,
akılları başına gelsin vesaire bu durumda o
insan sizi tanımak ister tanıdıkça ve
güvendikçe ve hatta belki bir anda al bakalım
der al şu anahtarı hadi git aç içinden ne varsa
okuyuver onun sebebi nedir çünkü o şahsı
manevi sizlere güvenmiş ve hakikaten sizin
içerideki bir şeyi bozmadan, içerideki bir şeyi
alt üst etmeden, çalmadan, çırpmadan
içindekine hakikatiyle birilerine anlatacağınıza
inanmıştır ve bu inancı dairesinde anahtarı sizi
uzatırken sizin hakikatiyle hangi özelliğinize
bakmakta? Kendinize yani insan olup
olmadığınıza. Ve biz onu ne yapmaya çalıştık?
Kendimizi tanıtmaya çalıştık. Peki biz
kendimizi tanıtabilmek adına neye mecburuz?
Kendimizi tanımaya. Kendini tanımayan bir
adam başkasına kendisini anlatabilir mi?
Kendisini tanımlayamayan bir adam kendisini
başkasına anlatabilir mi? Örnek bir tarih
kitabından bahsettik. O kilitli odada önemli
tarihi bir vesika var. Gittik adamcağıza
anahtarı isteyeceğiz. E adam bize ne diyecek?
Sen necisin? Ben diyeceksin tarihçiyim. Peki
tarihçi diye tanımladın da hakikaten hangi
tarihle ilgilenmektesin? Yani içeride neyi
bekliyorsun? Aradığın nedir? Derken bütün
sorularınıza cevap teşkil eden unsurların
tamamı aslında sizi tanımlayan tabirlerdir.
Peki insan bu durumda kendini tanıma
yolculuğunda değil Rabbine kavuşma
yolculuğunda olduğunu bilirse eğer kendisi
anahtar olmaya başlamaz mı? Zira şimdi bu
kapının arkasında var olan sırrı o sırra ulaşmak
isteyen her şeyi bir insanla anladık. Anahtar
insanları dedik. Peki insanlar arasında insanı
en iyi tanımış olan, eşrefi mahlukat olan
kimdir? Resul-i Kibriya aleyhissalatu
vesselamdır. O halde hakikat şuraya çıkıyoruz.
Resulullah'ı tanımayan aleyhissalatü vesselam
efendimiz kendini tanıyabilir mi? Mümkün
değil. Peki peygamber aleyhissalatü vesselamı
tanımak evvelen bizzat onu görmeyi
gerektirmez mi? Evet. Bu gereklilik o kadar
eczemdir ki Resulü Kibriya aleyhissalatü
vesselam kendisini canlı canlı göremeyen
insanoğluna hem selavat-ı şerifi hediye ettiği
gibi hem kendisinden sonra gelecek olan ehli
beyti ziyaret etmiş olanların kendisini ziyaret
etmişçesine gereğine ulaştığını beyan etmiyor
mu? Ulemaya ulaşan, Evliyaullah'a ulaşan, ehli
beytin eline ona ulaşan aynı zamanda Resul-i
Kibriya aleyhissalatu vessel'ın elini tutmuş
gibidir hadisinin hakikat ve hikmeti. Bu esasla
daha iyi anlaşılıp daha iyi kavranılmaz mı?
İnsan bu. En çok kendini tanımak istediğinin
farkında değil. Tam da tanımak istemeye
çalıştığında ise baktığı aynadaki kendisi değil.
Kendisinin nefsine ait olan özelliklerdir kimdir
ki aynaya bakıp kendi bütün çirkinliklerini
bilebilen hadi bildi diyelim kimdir o
çirkinlikleriyle mücadele ederek kendini
tanımlayıp da hata ve kusurlarını örtmek
uğrunda yapılması gereken ilaçları kendisine
zerk edebilecek olan ne mümkün la mümkün
hakikat Resulü Kibriya Aleyhisselatu
Vesselam'ı tanımayınca içeride ne var
bilemezsin içeride ne var bilemezsin deyince
kimileri hani bu kapının sahibi Rabbül
Alem'indi demeyecekler mi el cevap ayeti
kerimede semaya dahi kapı atfeden Allah'u
Zülcelal değil mi? Her ayeti kerimenin hangi mi
hangine vursak göreceğiz ki aziz olan Rabbül
Alemin her hakikat ve hikmet uğruna bir
vesile-i ilahiyeyi yaratmış olduysa eğer o
vesile-i ilahiyenin cüz'ünde ceminin toplanmış
hali olan büyük bir zat-ı muhtelemeye
ihtiyacımız kesin ve kat'idir. Mantık, mantıkat,
hakik ve hakikat bunu geliştirir. Bizlerin bu
mahkumat halinde var olan, mahkum olmuş
duyularımız, mahkum olmuş nefsimize
mahkum olmuş duyularımız ve ne yazık ki o
sırdan bir haber oluşumuz, Resul-i Kibriya
aleyhisselatu vesselamdan bir haber
oluşumuzdur. Bakın burada Bab-ı Ali dersinde
bir incelik beyanatı. Tarih boyunca gelmiş
geçmiş evliya Allah arasında erbab-ı futuhat,
erbab-ı sır, erbab-ı ilim, erbabı sır erbabı ilim
erbabı erbabı erbabı diyerek pek çok şeyler
saya dururlar peki her birisinin ortak bir
özelliğini sorsanız el cevap nedir onların her
birisi Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın
aşığıdırlar Resulullah Aleyhisselatü Vesselam'ı
öyle tanımışlardır ki Onlarla Resulullah
Arasında Aleyhisselatü Vesselam Neredeyse
perde kalmamış Yaptıkları fiillerin ekseriyeti
Kendileri bunu bilmeseler Daha iyi Allah
Resulünün Hayatı çerçevesinde Sanki onundan
öğrenmişçesine Hareket halindedir İnsanoğlu
Rabbini Tanıdıkça kendini tanımaya başlar.
Rabbini tanımak için kendinde aradığın ise
Resulullah Aleyhisselatu Vesselam'dadır. Zira o
hem kendinde var olan bir zatı insan, hem
Rabbinden hilkat-i ilahiye ile yaratılmış olan
Rabbini bize tanıtacak olandır. O halde
aramızda inanılması güç ama bir hakikat o
muhteşem bağlara muhtaç olduğunu bilmek
gerekir. İnsan bu Rabbini tanıma yolunda
Resulullah'ı tanımaya muhtaç. Resulullah'ı
tanıyınca kendini tanır Kendini tanıdıkça
Resulullah'ı tanımak için aleyhissalatü
vesselamda Tabi ki Ehli Beyt'ten bir mürşidi
kamille olması da esastır Anlattığımız için
herkes anladığı için Bunu tekrara gerek
duymadan ibareyi devam ettirmek gerekirse
İnsan bu kendini tanıdıkça kapılar ve kapı
türlerinden haberdar olmaya başlar. O halde
elimizde, gönlümüzde, gönlümüzde açılmasını
beklediğimiz bütün sırları açacak olan nedir ya
Rabbi? O sır anahtardır. O sır kilittir. O kilidi
açacak olan anahtarsa insandır. O insanın o
sırra vakıf olması için oraya ulaşması yeterli ve
gereklidir. Ama oraya insan olarak ulaşması
gerekmektedir. Bu nasıl mümkündür ya Rab?
Bu ancak Resulullah'ı tanımakla mümkündür
ey kullarım. Peki biz onu görmedik ya Rab. O
halde siz Resulullah'ın yolundan gitmiş. Bütün
kapıları açan ortak bir sır var. Bu sır insandır.
Bu sırın esası Resul-i Kibriya aleyhisselatu
vesselamdır. Madem onu görmek mümkün
olmadı. Bizzat onun ashabı olamadık. Zat onun
ashabı olamadık öyleyse onun yolundan
gelmiş ve geçmiş olan o büyük zat-ı
muhteremlerin seyyidimizin talebesi olmak ve
olabilmek uğrunda mücadele etmek sırra vakıf
olmanın esasıdır. ehli İslam'ın bu ciheti ne
yazık ki kaçırmıştır. Genellikle ve eksediyetle
bize bir şey ver, okuyalım şöyle olsun, böyle
olsun derler. Okumakla olmaz, yaşamak esas.
Yaşamaksa hakikat ve hikmetle esas. Bu esası
ilahi, bu muhabbet-i daimiyet ancak ve
katiyetle hikmetle mümkündür. Rabbül Alemin
bizleri bu hikmetten, bu hakikatten ayırmasın.
Baba Ali derslerinin devamıyla Hz. Ali
Efendimiz'e hürmet ve niyazdan bizleri
ayırmasın. Cenab-ı Hak bu hak ve hakikat
uğrunda bu hikmeti ilahiyeyle yaşamayı bizlere
nasip ve mesele eylesin. Efendim hayırlarının
fethi, şerlerin def'i, ümmeti Muhammed'in
sağlığı, sıhhat ve afiyetleri için Allah rızası için
El Fatiha.

Altyazı M.K. ruhlarına. Şühedayi Bedir,


Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın
ruhlarına. Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un
ruhlarına ve kafili İman-ı Erbağan'ın ruhlarına.
El Fatiha. Hazreti Ali Kerram Allah ve Cevabı
Efendimiz'in ruhlarına. Hazreti Fatıma
Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin
Efendimiz'in ruhlarına. Gelmiş, geçmiş, seyyid
ve seyyidilen ruhlarına. 12 İmam'ın ruhlarına,
Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan,
Hazreti Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına, gelmiş,
geçmiş, seyyid ve seyyidilen ruhlarına, on iki
imamın ruhlarına ve kafirli İslam erbanının
ruhlarına, elefatiha. Pirimiz Gavsu Azam
Abdülkadir Eceylani Hazretlerinin ruhlarına,
Sa-ı Kadir'i yeden ve Sadat-ı Muhammedi'yi
yeden gelmiş geçmiş mürşid mürşidan, mürid
müridanın ruhlarına ve kafili iman erbanı
ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz
Peygamber Efendimiz'in ince tane Seyyid
Muhammed Ruhi El Kadir Hazretleri'nin
ruhlarına ailesinden akıta intikal etmiş
olanların ruhlarına, müridlerinden akıta intikal
etmiş olanların ruhlarına Altyazı M.K.
Şehidanın serperveri Hazreti Hamza
Efendimizin ruhlarına ve kafili iman ervanının
ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha. Meded ya
Hazreti Allah, meded ya Hazreti Muhammed
Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya
Hazreti Ali kerramallahu ve cehu. Meded ya
Kavsazam Abdülkadir el-Ceylani. Meded ya
Seyyidi Muhammed Ruhi.
Euzubillahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısında Baba Ali derslerindeyiz. Nebe
suresinin 20. ayeti kelimesinde Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyordu. Vesu yıratil cibelu fe kanet
seraba Dağlar yürütülecek sanki serab olacak.
Dünya hayatının bir serap gibi son buluşuna
dair beyanatını sunan bu ayet kelimeyi tefsir
ederken bizler mesele Hz. Ali Efendimizin
ilmine geldiğinde o merkez alınmış kelimede
su-yı-rat kelimesinde yürütülmede harfi
ruhada bir ilim var bu nefsin serab etkisidir
demiştik. Nefsin serabına daldıysak eğer bu
nefsin serabı nasıl oluşur onu anlamaya niyaz
ettik. Şu ilmi hakikat ki bizlere bir sonda var
olan o serabın, o olayın, dağların yürütülme
olayının bir serab olarak beyan ediyor. Şimdi
bu serap deyince acaba olmayacak bir olay
olmuş gibi mi görülecek de buna serap
deniliyor? Hayır, bu bizzat iyi olacak. Öyleyse
dağlar o şekilde yürümesi insanlara serap gibi
gelecek. Olmaz böyle şey. Bu kadar enteresan
bir olay dağların yürümesi mümkün olmaz
diyecek ehli küfar. Belki 300 yıl sonra
futuatında dinleyeceğiniz üzere Deccal'ın
elindeki imkanlar sebebiyle insanlar bu da
Deccal'in bir hilesi midir? Bir oyun mudur?
Şeytani bir iş midir? Yoksa bizim kendi
kendimize oluşturmuş olduğumuz o sanal
dünyanın içindeki yaşananlar sebebiyle bu da
bir sanal olay mıdır diyecekler. Oysa ki öyle
olmadığı görülecek. da bir sanal olay mıdır
diyecekler. Oysa ki öyle olmadığı görülecek. O
halde burada serap olarak beyan edilmiş
hakikat dairesinde bizlere nefsimiz beyan
edilmekte bir başka hikmetiyle elbette hangi
ayeti kerimeye hangi pencereden bakılsa ve
milyonlarca kez tefsir edilse biiznillah tefsiri
mümkün olmaz. Bizler içerisinde var olan
hikmet-i aliyyeden payemize düşeni alarak şu
yaşayacağımız kısa ömürde kendimizi
düzeltmek. Çevremizdeki genç kardeşlerimize
ve bütün ailemize, akrabaya, talikatımıza ve
bütün konu komşu kim varsa
ulaşabildiklerimize bu hakkı tatlı bir dil, güler
bir yüzle beyan etmek üzere vazifeliyiz. O
halde şu vazifenin başında olan seyrimizden
Rabbim binlerce kez razı olsun ki bizlere bu
ilimleri öğretmeye vesile olduğu gibi o ilimlerle
yaşayabilmemiz için de bizlere o hikmetli sözü
beyan ediyor. Cenab-ı Hak hikmeti erbaptan
ayırmasın bizleri. Gelin o zaman bakalım bir
hayal diye bildiğimiz bir şey vardı bir de serap
vardı. Bunların arasında bir fark var mı yok
mu? Yoksa hayal ile serap birbiriyle aynı mı
değil mi iyi bir anlamamız lazım. Hayal ile
serap birbirinden farklıdır. Hayal dediğiniz
unsur insanın kendi hayatında var olabilecek
ya da olması mümkün bir şey hayal etmesi,
bunun olabilirliği üzerinde düşünmesi, bir
diğer taraftan da olmayacak bir şey olduğu
zaman da bunu yaşamın içindeki değerlerle
örtüştürmeye olan gayretidir. Serabi ise
bundan biraz daha farklı. Biraz daha farklı
çünkü hayal dediğiniz işin içinde bilinciniz
vardır. Yani örneğin uzaya gitmek gibi bir
imkanımız olmayacağı aşikar. Astronot değiliz,
görevli değiliz, ne bileyim o kadar uzaya
fırlatılacak paraları harcayabilecek kadar
zengin bir insan da değilseniz, çok nadir
insanlar bu şimdi yavaş yavaş uzay turizmine
dahil olabiliyorlar. O halde bu hayal bizim
gerçekte var olan ama bizim yapamayacağımız
bir şeydir. Ha gerçekte var olmayan bir şey de
hayal edebilirsiniz. Ancak olmaz öyle şey de
dersiniz. Örneğin su olmayı hayal etmek. Ben
bir su olsaydım nereden nereye akardım?
Hangi kaynaktan fışkırır? Hangi denize hangi
göle ulaşır? Hangi nehirle buluşurdum diye
hayal edebilir misiniz? Elbette ki. Ama
bildiğiniz bir gerçek vardır. Hayal o gerçeğin
dışında gibi olan ama olmadığını bildiğiniz için
gerçeklik payı olandır. O halde hayale
dalmayıp niyet edin diye beyan attlarımızı
devamıyla sürekli genç kardeşlerimize
söylüyoruz. Zira hayal devam ettiği müddetçe
ve bir süre sonra ve bir başka cihetle şimdi
anlatacağımız gibi seraba dönüşüyor. Serab ise
vehim ve şüphelerle beraber gittikçe gelişen
olmadığı halde olduğuna inanılan şeydir. Yani
aslında böyle bir serap yoktur. Böyle bir olay
yoktur. Böyle bir şey yoktur. Ama insan o
yaşadığı cihette kendisini artık öyle zannedip
öyle olduğuna inanır. Buradaki ayet-i
kerimeyle bunu nasıl bağdaştırırsak, şöyle
sorarsak şöyle cevap verebiliriz. Dağlar
yürütülecek sanki serap olacak. Yani insanlar
diyecekler ki onu görüldükleri için inkar
edemeyecekler. Eğer hayal kelimesi ya da
hayale mugayir olan hayale beyan eden işaret
edilen bir kelime kullanılıyor olsaydı şunu
anlayacaktık insanlar diyeceklerdir ki yok yok
bu bir hayal bu bir film ama serap
demelerinden şunu anlıyoruz içlerinden
çıkamayacaklarını artık bildikleri çünkü dağlar
yürüyorsa bir debdebe-i arz var yeryüzü salkım
saçak sallanıyor yıldızlar tepelere düşmeye
başlıyor İnsanların kaçışması artık onların
kurtuluşuna çare olmuyor Kimileri yerlere
kapanıp bir söz vardı La ilahe illallah
Muhammedun Resulullah sözünden işaretle o
sözü hatırlamaya çalışıyor Ama kimse
hatırlayamıyor Çünkü ortada La ilahe illallah
Muhammedun Resulullah sözünü
söyleyebilecek kimse kalmadığı için kıyamet
kopuveriyor. Hakikat işte bu yüzden buna
serap deniyor. Kaçışı olmayan ama göründüğü
zaman da bu nasıl olulabilir denilen şey. Peki
bizler bugün aşağı yukım adım giderken kendi
dünyevi sonumuzda berzah aleminde
karşılaşacaklarımıza nazaran ve rağmen kendi
içimizdeki o hayalimizi sonuna kadar
yaşayarak bir süre sonra serabe çeviren şu
nefsin illetinden haberdar mıyız? Bakın ayeti
kerimedeki bu kelime su yırat yürüme
kelimesinde insanoğlunun hayaline dair iki
tane özel beyanat sunulur. Bu beyanatlardan
bir tanesi harfi sindir. Yani ra'dan önce gelen
ya ve sin harfi. O sin harfinden biliyoruz ki
bizler bu serap etkisi nefsin serap etkisi
birazdan detaylandıracağımız üzere ya sine,
bilgi ve ilme dönüşen, illeti kendinden olan bir
hayal biçimidir. Yani bir bilgimiz vardır bizim.
Ne gibi? Yeni bir araba yapmışlar. Bu araba
işte ne bileyim şu an satın alamıyoruz, bizim
ülkemizde yok ya da aşağı hep bağlı. Tesla diye
bir araba yapmışlar. Bu araba işte ne bileyim
şu an satın alamıyoruz. Bizim ülkemizde yok ya
da aşağı hep bağlı. Tesla diye bir araba
yapmışlar. Ha bu bilgiye sahibiz. Ama nedir
bizim için? Henüz anılabilir mahiyette değil. O
halde bir hayal oldu. Bir illeti var. İlleti
kendinden. Yani arabası var. Arabanın bir
fiyatı var. Fiyatı bize uymuyor. Ama hayal
ediyor çocuk. Bu arabanın içinde otursam,
gezsem, bir yerlere gitsem filan. Ne yaptı?
Hayali illetiyle beraber kendi gerçekliğini
beyan eder bir halde. Sinede bir bilgidir bu.
Boş yere harcansa da bu vakit. Ancak harfi
ra'dan sonra gelen harfi t'ye baksak şunu
göreceğiz. Varlık aleminde var olan ve vehme
delalet eden yani şüpheden daha ağır bir illeti
kendi içerisinde barındıran bir durum vardır ki
işte o seraptır. Hayal değil, seraba geçmiş bir
formda yaşamalarını tam da bu anlamda
anlatmamız gerekiyor. Zira varlık aleminde
insanın bir kral, bir başbakan, bir
cumhurbaşkanı ya da ne bileyim geçmiş
tarihlerde izlemiş dinlemiş olduğu bir filmden
yola çıkarak bir süper kahraman olması varlık
alemindeki izahatıyla mümkün görünüyor.
İmkansıza yakın bir mümkün. Ve bu mümkünü
hayalden öteye çıkarak kendini öyle
zannetmeye başlıyor. Çevresindeki insanların
içerisinde en şerefli, en doğru, en dürüst, en
namusu, en haysiyetli, en akıllı, en tecrübeli
zannetmeye başlamıyor mu insan? Ve bu zan
aslında serap etkisini meydana getiriyor. Zira
bir insan bir şeyi hayal ettiğinde ve bunun
hayal olduğunu biliyorsa eğer, beynimiz
genellikle, şu an anlatıldığı gibi değil, bunun bir
yalan olduğunu bilerek, tabiri caizse sindirim
sistemine atılmış yiyeceğimizle beraber
vücudumuza girdiği gibi çıkacak olan bir
madde gibi kabul eder. Hani şöyle düşünün.
Böyle bir tost alıverdiniz. Kenarında bir plastik
var. O plastiği vücudunuz eritemeyecek.
Vücudunuza yanlışlıkla koparıverdiniz. Bir diş
atıp alıverdiniz vücudunuza. Vücut ne
yapacak? Tanımıyor, eritemeyecek
vücudunuza yanlışlıkla koparıverdiğiniz bir diş
atıp alıverdiğiniz vücudunuza. Vücut ne
yapacak? Tanımıyor, eritemiyor,
betimleyemiyor, atıverecek dışarıya. Bu tam
da hayal. Yaşayamayacağını bilir, olmayacağını
görür. Öyle işle der. Oturduk hayal ediyoruz.
Ancak serap dediğiniz öyle değil. Serap tost
ekmeğini yer. Ben biraz önce yeryüzünde
yapılmış en iyi şeyi yedim. Herkesin yiyebile
sadece o şahsa özel yapıldığını hissettirir. İşte
bu aslında şizofreniye giden sürecin tabiri
caizse ilk adımı. Yani nefse emmare dediğimiz
hakikat bizim hayatımızda bizi şizofrenik bir
vakaya çevirebilecek bir kapasiteye sahip. Ve o
seram etkisi ki bugün yaşadığımız dünyadaki
bütün gençlerimiz sosyal mecrada dahil olmak
üzere ve bundan önce gelen sürecin de
inmesiyle beraber her dönemde kendilerinin
bölgenin abisi, en iyisi, en derini, en ulusu, en
özeli zannediyorlar. Böyle yürüyorlar, böyle
hareket ediyorlar ve bir süre sonra böyle
hareket eden insanlarla da diyaloğa geçmeye
başlıyorlar. Durum aşağı yukarı ve hiç fark
etmeden beynimizde salgılanan bir frekans
var. yayıldıkça çevredeki benzer düşüncelere
sahip olan insanlarla çakışmaya başladıkça
aklımız ve en özetine bakarsanız şeytani
ilişkiler sebebiyle yani yanımızda hemen
bulunan bizi yoldan çıkarmaya niyet etmiş
olan şeytan aynı frekansa sahip olan iki tip
adamı iki tane vehmeden'i iki tane niyet eden'i
iki tane hayal edeni, iki tane şüphe edeni ya da
bugünkü dersin konusu olduğu üzere iki tane
seraplar üzerine, serap üzere yaşayan insanı
tabi ve caizse birbirine kardeş ediveriyor. Ve
bir bakıyorsunuz ki aynı civarda olan insan,
aynı düşünceye sahip olan insan tiplemeleri
birbirleriyle bu yakın ilişkiyi çok rahatlıkla
korabiliyorlar. Ve bu kurgunun ötesinde ise
artık birbirlerini büyütebilecek hale geliyorlar.
Tabi serapları, hayalleri ve içlerinde tuttukları
birbirleriyle çatışmadıkça. İşin en önemli tarafı
bu. Hem selap hem hayal sinir sistemi
üzerinden harekete geçerken potasyum
dengesi sürekli bir bozunuma uğruyor. Bu
bozunum ilerleyen yıllarda deri
döküntüsünden başlayınca tırnakların tuhaf
bir halde büyümesine, sonrasında saçların
dökülmesine ve daha pek çok probleme sebep
olabiliyor. Karaciğerin ta en diplerinde bir
anda bir tümörün oluşmasına ani gelişen
karaciğer kanseri hani bir ay önce hiçbir şey
yoktu bu adamın dediğiniz bir adamın bir anda
böyle patlak vermesine sebep oluyor. Çünkü
iki unsur birbirleriyle çatışmaya hazır. İki aynı
niyetteki adam bir araya geldiğinde oluşan
frekansın etkisiyle ise insanlar iyilişi veriyorlar.
Dolayısıyla sevgili gençler sizler nasılsanız
aslında sizin yapınıza ait olan insanlarla
kuşatılıyorsunuz. Elbette ki şeytani unsurlar
nefis hepimizde var ve bu varlık dairesinde
bizler zaman zaman onların oyunlarını
gelebiliyoruz. Ama tövbe ve istiğfar bu tabiri
caizse hepimizi bir radyo vericisi haline getiren
düşünce biçimimizin yaydığı frekansını
engelleyebilme imkanına sahip. Cenab-ı Hak
bizlere böyle bir imkan lütfetmiş. O yüzden
Resul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam her yeni
gün bizlere tövbe-i istiğfarı çekmemiz
gerektiğini tavsiye etmiyor, emrediyor.
Problem de bu. Çoğu zaman ifade ettiğimiz
üzere sünnet-i seniyeler yapılmasa da olur
ibadetlerden değildir. Sünnet-i seniyeler
yapılmakla mükellef olduğumuz ancak
yapmazsak Cenab-ı Hakk'ın bizleri sorguya
çekmeyeceği ibadet türlerindendir. Dolayısıyla
bu işi bu inceliği birbirinden iyi ayırmak
gerekir. Peki tarihte bu açıdan bakılsa hiç
kimse hiçbir hayal kurmadı mı diye
sorabilirsiniz. Sahabe-i ikramın dahi hayali
vardı elbette. Ancak şimdi anlatacağım üzere
onların hayaliyle bizim bugün anladığımız
hayaller aynı değildi. Onlar bir niyet
üzerindeydi ve şöyle diyorlardı. Niyet ettik bir
iyilik yapmaya. Olsa da paramız olsa da
imkanımız yapmak. E yoksa şimdi ne yapalım?
O zaman bir imkan oluşturabilmek için
mücadele edelim. Çünkü niyet vücudumuzda
bir mücadele fonksiyonunu getirirken hayaller
ve serap bizleri tembelleştirir. Bugünün
gençliğinin birazdan anlatacağımız ve
detaylandıracağımız serap etkisinde kalmış
hali ki gençlik deyince yanlış anlamayın hala
60-70 yaşında kendini genç hisseden insanların
da var olduğu bir dünyada yaşadığımız için
gençlik dediğimiz sadece 18-24 ya da 14-26
tarzında bir yaş aralığına tabi değil artık.
Herkesin çocuk, herkesin büyük olabileceği bir
çağda yaşıyoruz. Her çağda olduğu gibi ama bu
çağ biraz daha debdebeli, biraz daha belalı.
Hakikat o ki şu futuatın bu zamanda beyan
edilmesinin hikmeti de bu olsa gerek.
Elhamdülillah biz o hikmeti duyanlardan
olduk. Rabbim içindekilerle amel edip, en az
birini anlayarak onunla yola devam edebilen,
yolda kalabilen, sırat-ı müstakim üzere
yaşayanlardan, olabilenlerden eylesin bizleri.
Şimdi efendim geldik hakikateye. Yoldan
sapanlar ne yaparlar peki? Ashab-ı ikramın
hayat tarzının dışında bir hayatı kendilerine
hayat olarak biçmiş. Yetinmemiş o hayata artık
inanmış. Kendisine kral, büyük adam,
yenilemez bir kuvvete sahip. Her şeyi elde
edebilecek düşüncesi. Tak bir telefonla
istediğimi yarın buraya düşüncesine sahip olan
insan tipleri de ortadayken onların söylemiş
olduğu söz aslında en temelinde baksak
olmasa da yaşarız manasında, olmasa da
yaşasak tarzındadır. Yani olsa da, olmasa da
hiç farz yetmezler. Zevk alırlar. Hayal
etmekten zevk alıyorum diyen sevgili genç
kardeşlerim. Bir süre sonra bu hayallere
inanmaya başlarsanız eğer ki dışarıdan çekilen
fotoğraf, fotoğrafı Seyyid Muhammed Ruhi
tarafından böyle. Bu artık sizin bir serap
etkisinde yaşadığınızı gösterir. Ve o öyle bir
serap etkisidir ki. Hani babalarının zaman
zaman söylediği bir laf var ya ben o kadar
zengin değilim oğlum. Zenginmiş gibi yaşama.
Olduğun gibi yaşa. Daha iyisini yaşamak
istiyorsan çaba sarf et, niyet et. Ama daha
iyisini de kendi mefaatlerin için değil, Ümmet-i
Muhammed'in niyetleri üzerine iste. Onlara
iyilik ve güzellikleri aktarabilmek niyetiyle çık
yola derler. Bu serap etkisinin en büyük
nedenlerinden bir tanesi elbette ki hayal
kurmak. Elbette ki o hayali kurarken sosyal
mecrada görünen fotoğraflar yaşam
biçimlerinin insanları etkiliyor ve buna bağlı
olarak bazı psikologlar da bu alanda bazı
çalışmalar yaptıklarını beyan ediyorlar ama
yine aynı noktaya geri dönüyoruz. Psikologlar
da bu alanda bazı çalışmalar yaptıklarını beyan
ediyorlar ama yine aynı noktaya geri
dönüyoruz. Psikologların kabul etmediği bir
ruh, nefis şeytan varken ne yazık ki bu
konularda sadece insanın kendisine onlardan
elini etiğini çekerek kendini düzeltmesi
mümkün değil. Çünkü nefse emarenin en
büyük illetidir ki o yok saymak. Yani bir insan
hem nefse emarenin debdebesiyle her türlü
belaya düçar olup hem de onlar yokmuşçasına
hareket etmeye kalkarsa bu kez de ucup yahut
kibir hastalığına dönüşebilecek bir belaya
düçar olabilir. Zira insanın kendi günahlarını
ifade etmesi, Rabbine karşı Rabbim günah
işledim hatadayım, pişmanım demesi işte
insanoğlu için harikulade bir terapidir. Bu
yüzden hayale sebep olan, hayalden seraba
geçişe vesile olan bu tarz düşünceleri olan
sevgili genç kardeşlerime şunu beyan etmek
gerekiyor. Açın ve Cenab-ı Hakk'a ellerinizle,
abdestinizle, bir gece namazında ya da
olmadığı günün bir saatinde Ya Rabbi ben
günah işledim deyin ve günahlarınızı
hatırlayın. Eksiklerinizi ve kusurlarınızı
kendinize hatırlatın. Pişmanlığınızı kendinize
hesaba çekecek olan bir yaratıcının varlığını
ortaya koyun. Ya bu yaratıcı hem merhamet
sahibidir hem niye hesaba çekip cehenneme
koyacaktır ki diye sual edenlere cevap. Aslında
insanoğlunun kendi kendine yapmış olduğu
hatalarını itiraf evvelen bizzat bu dünyadaki
selahiyeti içindir. Sadece gözlükte ki dünyada
değil. Yani Rabbimizin bize bu dünyada
yaptığımız bütün günahlar için af dileyebilme
imkanımızı bizlere veriyor olması büyük bir
ikramdır. Zira insanın psikolojik olarak
rahatlamasına, bundan kurtulduğuna ve
yüklerinden ağırlıklarından attığına, yola
devam edebileceğine dair güç ve kuvveti
Rabbinden talebi beyanatla Rabbine tabirca
ise sırtını dayayabilme imkanına vesile olur.
Böylece yalnızlık hissi ortadan kalkmaya
başlar. Zira ehli serap öyle diyelim. Yani serap
hastalığına düçar olmuş insanların bir başka
buna düçar olma sebepleri yalnızlıktır. Ve o
yalnızlık diye sonucu yeniden bir yalnızlık daha
keskin bir yalnızlıktır. Sebep mi? Sebep aileler
olarak bizlerin çocuklarımıza hizmetten
alıkoymamızdır. Aman onu yapma bunu
yapma sen dersini çalış şimdi onu bunu yapma
boşver onu ileride yaparsın demektir. Şimdi
daha yaşın genç hacca umreye ne işin var otur
oturduğun yerde demektir. Bu sene Kur'an-ı
Kerim kursuna gitme bu sene üniversiteye
hazırlan seneye bir bakarsın demektir.
Unutulan bir şey var ki o bizlere şu futuat ile
Seyyidi Muhammed Rüyazettin'in Seyyidimizin
futuatıyla beyan edilmektedir. Hizmet erbabı
serabehli olmaktan uzak tutulanlardır. Zira
böyle olunca insan kendisini daha da
yalnızlaştırmak ister. Her yalnızın düçar olduğu
o yalnızlık hastalığının bir ve çiğ ise mutlak
surette kibir kapısına gelip dayanacaktır. Ne
zamana kadar mı? Ağlayana kadar.
Ağlamadıkça düzelmez bu işler. Zira o
gözyaşıdır ki tek başına bir temizleyicidir.
İnsanın ruhunu, bedenini, nefsini. Her şeye
karşı ateşi söndürendir. Öyle bir söndüren ki
şu gözyaşının bir damlasının cehenneme
düşmesi halinde cehennemi bile
söndürebilecek nice gözyaşları görmüştür bu
dünya elbet. Hakikat o ki çok enteresandır.
Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam
efendimiz ne zaman ağlasa cennetin
kapılarında bir soğuma olurdu. Ve melaike
şöyle derdi. Resulullah Ahmet-i Mahmud
aleyhissalatü vesselam her halde gözyaşı
döküyor. Onun gözyaşları bir başka alemde
cehennemi soğutabilecek etkiye sahipti. Çünkü
onun gözyaşları en fazlıyla en fazlasıyla
ümmeti içine akmıştı. Bugün bizler bir başkası
için üzülmekten kendimizi o kadar alıkoyduk ki
kendi hayatımızın merkezinde kendimize tapar
bir hale gelmişiz. O halimiz elbette bir serabı
doğuruyor. O serapta da taptığımız şeyi kimi
zaman Rabbül Alimi zannetmekteyiz. Haşa ve
kella. Rabbim bizleri böyle olmaktan
alıkoysun. Ancak nefse emmaredir. İnsanı her
an küfre gidebilecek yolları ona açmakta. Her
an bunu farklı kılıflarla bizlere sunmakta. Ve
bizler de her an onu bir şeklinde yemekteyiz
tabiri caizse. Yeniden kusmak içimizi
temizlemek mi? Evvelen bizzat helal lokmayla.
O zaman gelin bir reçetemize bakalım. Kitapta
genişleteceğimiz bu detayları özüyle özetiyle
beyan etmiş olalım. Sevgili genç kardeşim,
serap seni yalnızlaştıran, kibre ucuba götüren,
hayal dünyasının gerçekliğiyle şizofrenik bir
vaka olmana vesile olan, aile kurmaya niyet
ettiğinde ise en çok evlilikten korkmana da
vesile olacak, evlendiğinde de karşı tarafla
arandaki bütün ilişkileri koparmaya sebep
olacak pek çok meseleyi ortaya koyan en
önemli problemdir. Hayat gerçekler üzerine.
Gerçekler ise senin sadece gözlerinde
gördüğün değil, gönül hakikati ve erbabının
söylemiş olduğu sözler üzerine dirayet
etmektedir. O halde şöyle yapabiliriz. Reçetesi.
Gerçeği bilmek esastır. Gerçekse gözlerin
gördüğü değildir beyan ettiğim üzere. Geçmişi
bilmek esastır Gerçekse gözlerin gördüğü
değildir Beyan ettiğim üzere Geçmişi bilmek
esastır Zira geçmişi bilmeyenler Ve geçmişten
gelen tarihsel süreç içerisinde İnsanların
ümmetlerin Başından geçenleri bilmeyenler
Ne yazık ki Kendi debdebelerinde en ala olan
Hikmete erdiklerini zannediverirler Şu Kur'an-ı
Azimüşşan ise Bizlere geçmişten geleceği
anlatmakta. Öyleyse geçmiş penceresinden
bakan geleceğe ait, kendisindeki kusurları
görebilecek imkana kavuşmaktadır. Üçüncü
mesele ise odur. Şudur ki, yolda olmak esastır.
Yolda olmak hizmet etmektir. Fakirle,
fukarayla, paran olsa da, olmasa da,
zamanınla, ilminle, kaleminle, gücünle,
vücudunla, gözyaşınla, duanla, her neyin varsa
onunla infak edebilmektir. Hakikat o ki,
zamanı gelip şu dünyadan ahirete doğru bir
adım daha yaklaşacak. Ölümle
karşılaştığımızda bir sera bile geçmiş bu ömür
meğerse ölüm varmış demek zorunda
kalmamak için. Ayet-i kerimede Estaizübillah
Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi, Ve suy yıratil
cibelü fe kânet seraba. Dağlar yürütülecek ve
sanki serab olacak, sanki serab olacak
beyanatında, serap olacak sanki serap olacak
beyanatında o ehli küffarın beyan edildiği hale
düşmemek üzere gerçek bir yaşamı
yaşayabilmek niyetiyle. Rabbim bizleri bu
seraba kapılanlardan eylemesin. Bu seraba
düçar olmuş olan ümmeti Muhammed'in
gençliği bastığı olmak üzere hepimizi bir an
önce aklı başında kalbi yerinde olanlardan,
kalbi selim olanlardan, kalbi selim ile beraber
olanlardan eylesin. Efendim Cenab-ı Hak
seyyidimizden razı olsun. Binlerce, milyonlarca
kez onunla beraber bizlere bu hak ve hakikatin
beyanatına imkan tanıdıkları için Rabbim
derecelerini âli eylesin. Bizlere Seyyid
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin çok güzel
şekilde ifade ettiği o İslam akidesinden şeriat-ı
Kur'aniyeden, sünnet-i Muhammediyeden,
ehlibeys sevgisinden ayırmasın. Resulullah'ın
sünnetiyle, Hazreti Ebu Bekir Efendimizin
sadakatiyle, Hazreti Ömer Efendimizin adilane
hayatı, Hz. Osman Efendimiz'in kendisini yok
sayarcasına insanlara infakıyla ve dahi Hz. Ali
Kerim Allah ve Cebu Efendilerimizin yüksek ve
âli ilimlerinin muhatabiyetiyle, hep onlarla
meşgul olmak niyetiyle, Hz. Fatıma Anamız gibi
zakir, zikir üzere, Hz. Aişe Validemiz gibi
insanlara hayrı söylemek ve kötülükten
alıkoyabilmek derdiyle, dertlenebilmek
niyetiyle. Efendim hayırların fethi şenlerin defi
ümmeti Muhammed'in sağlık sıhhat ve afiyeti
için Allah bilir.
Altyazı M.K. El Fatiha. Hazreti Hasan, Hazreti
Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına gelmiş geçmiş
Seyyid ve Seyyidelerin ruhlarına, 12 İmamın
ruhlarına ve kafeli İslam erbahının ruhlarına. El
Fatiha. Birimiz Gavus Azam Abdülkadir
Erceylani Hazretlerinin ruhlarına, Sadat
Kadiriyeden ve Sadat Muhammediyeden
gelmiş geçmiş Mürşid Mürşidan, El Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-
Fatiha El-Fatiha El-F Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem, Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve
cehu, Meded ya Gafsı Azam Abdülkadir el-
Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi,
Euzubillahimineşşeytanirracim,
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş Futuhat
kapısında Baba Ali derslerinin 21.sindeyiz.
Efendim bu hafta itibariyle Allah nasip eyledi,
yayın evimizde satışta tükenmiş olan hem
takva kitabı hem seyidimizin bilim külliyatının
birinci eseri olan ve oldukça ses getiren fizik
kitabı hem de hikmet külliyatının birinci cildi
Allah dostu olarak yeter bu üç kitap tükenmişti
elhamdülillah yardımıyla destek ile muhabbet
ile onlar basıldı. Eğer bu kitapları almak isteyip
de alamadıysanız onları temin edebilirsiniz
yayın evimizden. Aynı zamanda geçtiğimiz ay
biliyorsunuz Esmaül Hüsna'nın 10. cildinde bir
hata yaşamıştık. O hatayı düzelttik. Tekrardan
sizlere gönderiliyor olacak bu hafta itibariyle.
Önümüzdeki hafta başı herhalde ellerinizde
olur. sizlere gönderiliyor olacak bu hafta
itibariyle. Önümüzdeki hafta başı herhalde
ellerinizde olur. Aynı zamanda yeni ayın
aradan geçen bu sürede dergi, yeniden Esmaül
Hüseyin ve Siyer Nebi çalışmaları aynen devam
etmekte. Dualarınız, muhabbetiniz ile inşallah
maddi ve manevi imkanlarla sizlere
ulaştırmaya gayret ediyoruz bütün bu sürecin
içerisinde. Efendim bugün yine kaldığımız
yerden devam edeceğiz. Nebe suresinin 21.
ayet-i kerimesini tefsir ederken Baba Ali
kapısına geldiğimizde burada merkez kelime
olarak Kânet mirsâda ifadesini almıştık. Ayet-i
kerimeyi hatırlayalım isterseniz. Estaizübillah.
İnne cehenneme kânet mirsâda. Şüphesiz
cehennem hazırlığını yapıp gözetleyendir.
İsterseniz Estaizübillah. Hali kapısında harfi
sadın bir ilme haiz olduğunu beyan etmiştik.
Hiç şüphesiz tefsiri ilahidir. Nereden bakılsa bir
başka beyanatı var. Kur'an-ı Azimüşşan'ın
kıyamete kadar. Bugüne olduğu kadar. Bugüne
geldiği gibi bundan sonra da devam edeceği
üzere. Zira rehberimizdir. Hz. Muhammed
Mustafa aleyhissalatü vesselam e Efendimizin
dilinden bizim hayatımıza geçmektedir. Harfi
satta bir ilim vardır mazlumun ne olduğuna
dair, mazlumun yaşadıkları ve aslında
mazlumun kime denilebileceğine dair. Zira
bugünlerde belki geçmiş tarihlerin bütün
olaylarını bir kenara koyarak pek çok olayın
içerisindeki pek çok insan için mazlum
kelimesini kullanmaktayız. Elbette mazlumun
bu hali hayatın ve dünyanın dört bir tarafında
hele ki Müslümanlar konu bahsedildiğinde
kimi zaman ehli delalet ve hatta ehli küffarın
bile içine düştüğü bir durumdur. Ama
mazlumun bizim hayatımızdaki gerçek, kesin
ve kat'i karşılıklarını tam olarak anlamayınca
sanırız ki, Fıtuhat öyle beyan ediyor, pek çok
yerde mazlum olmadığı halde, haksızlığa
uğrayan insana mazlum diyoruz. Halbuki
bunlar biraz biraz birbirinden farklı unsurlar.
Kur'an-ı Kerim'in ve Allah Resulü'nün bizlere
beyan ettiği mazlum ile güncel hayatımızda bir
hakka sahip olup o hakkı elinden alınmış, hakkı
yenilmiş insanlar birbirlerinden ayrıdır. Şu
Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin belki de
İslam alemine en önemli katkılarından biri de
bu. Kavramlar birbirine girmiş, kelimeler
anlamlarını farklı minvalde beyan edecek şekle
dönüştürülmüş, insanlar konuşa konuşa bu da
ıstılahta böyledir diyerek kabul etmiş ki, bugün
o kabul ettiğimiz kavramsal düzeyin
karşılığında bugün bütün dünyada bir
karmaşık hal üzereyiz. Zira kelimeler karışınca
karışırız. Kelimeler karışınca karıştırırız.
Muharref bir dinin müntesiplerinin bu
karmaşığı yaşamasından daha doğal ne
olabilir? Kelimeleri karıştırdılar, ayetleri
katıştırdılar ve nihayetinde dünya menfaati
uğruna kendi dinlerinin asli özelliklerinden
cayınca dini asliye olan şu mübin hüküm üzere
olan İslam akidesinden cayıldı ki Kur'an-ı
Azimüşşan vahyedildi Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselama. Gelin o zaman bu
kavram mahiyetinde haksızlığa uğramış
insandan biraz daha farklı olan mazlum nedir
onu iyi bir anlayalım. Biz mazlum muyuz değil
miyiz? Neresindeyiz bu işin? İyi kavramak
lazım. Mazlumlar zulmün bir ürünü değildir.
Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'ye göre.
Zira bizler bugün için hep zulümle beraber
mazluma anarız ve hatta kelimesi bile böyle
gelmiştir. Zulüm varsa mazlum vardır gibi
algılarız. Halbuki mazlumun varlığı zulmün
varlığını gerek taşımaz. Çünkü zulme göğüs
gelmek üzere hazır olan kişiye mazlum denir.
Dünyanın dört bir tarafında bir zulüm
olduğunda bir zalimlik peydah olduğunda ki
zalimin cihetleri ayrı bir ders konusudur. En
belalısı din-i mübin üzere sonra insan hayatı ve
yaşamı üzerine ve sonra o insanların yaşamı
içerisinde yaşamın kendisine dair olan bütün
imkanlar ellerinden alınması mahiyetindedir.
Ancak mazlum odur ki zulüm kendisine
gelmeden evvel hazır ve nazır bir göğse
sahiptir. O zaman gelin bu zulme göğüs
gelmeye hazır ve nazır olacak olana mazlum
deniyorsa mazlumun şu göğsünü bir anlayıp
bir kavramak gerekiyor. Zira bize göre mazlum
Ancak başında belirmiş olan elinde sopası Var
ya da yok bir zalimi Gördüğünde söylenen bir
söz Halbuki futuat biraz daha farklı Bakıyor
dünyaya Dünyaya böyle bakılınca yaşanabilir
Olduğunu beyan ediyor aslında Zulme göğüs
gelmek Herkesin hemen aklına düştüğü gibi Bir
boyun eğme süreci değildir. Zalim geldi
boynumuzu eğelim ne derlerse eyvallah
edelim manasında değildir. Ama mazlumun da
zulme karşı isyan etmeden var olabilme
mücadelesidir. olabilme mücadelesidir. Zira
isyan hareketi, nisyan ile başlayan süreç insan
vücudunda kaimdir ve genellikle başarısızlıkla
sonuçlanmaktadır. Zira isyan ile başlamış olan
her dönüşüm, zulme karşı her duruş
nihayetinde kesin ve kati olarak nefse
emmarenin payesini içinde taşıdığı için ve
sonrasında bir kazanç beyda olsa yani zalime
karşı bir zafer Allah'ın zaferi erişecek olsa işte
orada insanlar zaferi kendinden bilmeye
başlayabilir. Ancak mazlum göğsünde isyanı
taşımayan her an zalimin ateşini göğsünde
söndürebilecek cihette güçlü ve kuvvetli yeri
geldiğinde Rabbül Aleminin kendisine verdiği
kıymet nispetince halka ve milletine ya
insanlara bulunduğu civarına ya da sadece
kendi ailesine ve canına sahip çıkmasının
ötesinde zalime zalim olduğunu beyan
edebilendir. Onu beyan edebilmek onun
öncesini gerektiriyorsa eğer ki öyledir, bu
halde mazlumun zalime ihtiyacı yoktur
mazlum olması için. Mazlum herden
mazlumdur. İsyan ile başlamaz hiçbir süreç.
Tarihte hiçbir peygamber dinini yaymak üzere
isyan üzere harekete geçmemiştir. Zira
isyanların tamamı biraz önce söylediğimiz gibi
nefse emmarenin şeytanla olan tabiri caizse
tırnak içinde kardeşliğindendir. Tırnağı
kaldırmak gerekir zira hakikat vücut benliğinde
insanlar şeytanlaşmış bir düzeneğin parçası
olup şimdi imansızlık seninle kapılıp
gitmekteler. Bu manada bakılınca şimdi
söyleyeceğimiz söz belki tam olarak
anlaşılması için dersin sonunu beklemek
gerekir. Zira Baba Ali kapısında şu kelam edilir.
Dünyada bu manada mazlumlar azdır. Oysa
dünyanın dört bir tarafına baktığımızda
mazlumların çok fazla olduğunu düşünüyoruz.
Halbuki mazlum iki temel fonksiyonla özelliğe
sahip olan bu özellikleri kaybolursa mazlum
olma özelliğini kaybedip hakkı yenilmiş insan
tiplemesine dönüşebilir. Dolayısıyla ikisi
birbirinden ayrı. Çünkü mazlumun Rabbimizin
katındaki karşılığı başka. Hakkı yenenin
hakkını almak uğrunda verdiği haklı
mücadelenin nispeti başka. Efendim mazlum
isyan edenin ve hıncını alanın olmadığı alandır.
Eğer bir kişi hem isyan ediyor hem de hıncımı
almak üzere yoldayım ben bana yapanların
bedelini ödettirmek üzerine gidiyorum derse
ona mazlum diyemeyiz. Elbette insan
kendisine yapılmış olan her türlü kötülük ve
zulme karşılık bir şekilde başını kaldırıp kendi
mücadelesini verme hakkına sahiptir ancak
mazlum bundan biraz daha ötede bir başka
pencereden dünyayı seyretmekte kendisine
gelen zalime karşılık isyan nispetinde bu niye
benim başıma gelir dememek yerine demek
yerine Rabbül Alemine sığınıp ondan aldığı güç
ile hıncını değil hakkı yerine getirmek için
mücadelededir. Mazlum Rabbin rızası
üzeredir. Ancak hakkı yenmiş olan kişi kendi
şer'i hakkının peşindedir. İkisi birbirinden
ayrıdır. Mazlum Rabbinin uğrunda verilmiş
olan hakkın tayininde şeriat-ı Kur'aniye
sünnet-i Muhammediye'ye talip olandır. Diğeri
ise şeriatın kendisine verdiği imkan ile isyana
hazır ve nazıl olandır. Mazlumun yolu, her dem
işte bu manada hak üzeredir. Haksızlık edenin
düştüğü acıklı duruma mazlum ifadesi
kullanılmaz. Zira haksızlık eden bu acıklı
duruma düşürdüğü adamın hakkını yemiştir.
Hak sahibi ise hakkını geri almak üzerine
mücadele etmektedir. Halbuki hakların sahibi
olan Rabbül Aleminin güvencesiyle bir mazlum
olabilmek isyan ve hınç ile değil, hakiki bir
beyan, imani bir duruşla mümkündür. O duruş,
süreç içerisinde belki bugünkü dünyevi akılla
bakınca insanlara şaşkınlık verebilir. Olur mu
öyle şey canım? Bir baş kaldırmak, bir
yürümek, bir bağırmak, bir çağırmak gerekir
diyenler çoktur. Buna nazaran olmaz böyle
denilse siz insanları bastırmak, pıstırmak
istiyorsunuz diyenler de vardır. Ancak
bastırmak ve pıstırmaktan mahiyetinin dışında
isyan edip bağırarak tarih boyunca bir zafer
mümkün olmadı. Hakikat her zaman
gönüllerdeki isyanın bastırılmasıyla mümkün
oldu. İsyan eden değil, eğer şeytanın kucağına
oturur, şeytanın beyanatıyla karşısındaki
haksızlık yapmış olan adamı haklı çıkaracak bir
mahiyete tevazü ederse ve bu veciz manayı
ilahide hakikati kaybeder, teraziyi kaçırır,
şirazeden çıkarsa, bu durumda tarih boyunca
üzerimize almış olduğumuz hakiki İslam
misyonunun neresinde kalmış olabiliriz? Peki
bu mazlumların azalması sadece bu hal ile mi?
Elbette değil. Nerelerden mazlumlar azdır diye
soracak olsanız, Elbette değil. Nerelerden
mazlumlar azdır diye soracak olsanız şimdi
mazlumu mazlumiyete götüren o cihette
mazlum fiili olarak olmadan evvel yani
zalimden karşılaşmadan evvelki haline bir
bakalım. Bir yerde mazlumun az olmasına üç
sebep vardır. Bunlardan bir tanesi menfaat,
diğeri dünya hırsı ve dünyada hırsızlıktır.
dünya menfaatine karşılık ukbada bir hakikati
beyan etmeyerek ilim meclisinin azlığından, bu
meclise gidip de kendine feyz alması gereken
talebenin yoksulluğundan anlaşılır. Böylelikle
bu meclisler azaldıkça hak ve hakikati
söyleyenler ortadan kalkıp da dünya menfaati
uğrunda birbirleriyle mücadele edenler olunca,
mücadelenin sonunda menfaatlerden biri
diğerinin gücüne yenilmeye başlayınca
yenilene mazlum denilmez. Ancak bir menfaat
uğrunda verilen bir çatışma bir savaş
denilebilir. Dünya hırsı ise bunların artık bir
gömlek üstü haline gelmiştir. Zira o hırs ki
dünyanın sanki tamamını alsa 10 tane daha
dünya verilse yine doymayacak bir haldedir.
Öyleyse bugün mazlumun yaşanmış olduğu
toprakların çokluğunu beklerken bizler
futuatın bunun tersini beyan ediyor olması
dünya hırsına karşılık nefse emmareyle
mücadele eden insanların yani hakikat
manasıyla hakiki mücahitlerin azlığını bizlere
altını çizerek beyan ediyor. Hırsızlığın olduğu
bir yerde mazlum azdır diyor Fuduha'd. Yine
farklı bir pencereden beyan ediyor sözünü.
Zira hırsıza sesini çıkarmaz kolay işlenebilir bir
cihette elbette mazlumdan bahsetmek ne
yazık ki zorlaşmaktadır. Mazlum ise zalime
hazır olan bir göğüstür. Her dem işte bu
yüzden doğası makbuldür. İşte bu yüzden
mazlum olmak zordur. Evet kimi zaman bazı
olayların içerisinde yaşanan zulme karşı direnç
gösteren, ses etmeyen, bekleyen bir
imtihandadır. O imtihan ile Rabbim onu
temizlemektedir. Ona karşı sözü ve
söylencesini ondan önce söylemiş olması
elzem olan gerekliliktir. Bizler ise bugün,
geçmişte var olan bütün bu incelikleri bir
kenara bırakarak, işin sonunda başımıza taş
düşünce eyvah diye hale gelmişiz. Hakikat o
taş bir damdaydı. O damda olanı bir usta
görmüştü. Ahali o taşın bir gün oradan
devrilebileceğinin farkında ancak onu
sorumlusuna mecbur eylemişti. Halbuki
yaşadığımız sokaktı. Gezdiğimiz, yürüdüğümüz,
durduğumuz köşe başıydı. Çoluk çocuk
arabasının altına park ettiğimiz bir mekandı.
Ne olurdu o taşı biz kaldırır olsaydık. Eğer öyle
olsaydık işte o zaman hakiki mazlum olacaktık.
İşte böyle anlatınca hakiki bir mazlumdan
bahsedebilmek ancak dervişlikten
bahsetmekle mümkün olduğu anlaşılı veriyor.
Zira mazlum olmak dervişliktir. Kılmak
dervişliktir. Dervişlik bu hakikatle şu
pencereden bakılsa görülecektir ki, mazlum
adam kötülüğü örter, iyiliği beyan eder. Aman
efendim üstünü açıp ifşa etmek varken
nereden çıktı bu üstünü örtmek, siz de mi
öylesiniz diyenlere el cevap, bu Kur'an-ı
Kerim'de bir ayet-i kerimenin hassa havası,
esası gayesidir. Resul-i Kibriya aleyhissalatu
vesselam ömrü boyunca kimsenin kötü halini
ifşa etmemiştir. Hep iyiliği beyan etmiştir.
İyiliğin kötülüğü ortadan kaldırabilmesi için bir
başkaldırı ve isyan değil, kötülüğe karşı büyük
bir iyilik gerekmektedir. Bizler o büyük iyiliği
kaybederken kötülükleri ifşa ederek mazlum
olma özelliğimizi ne yazık ki kaybediyoruz.
Kötülüğü ifşa eden ve iyilikten uzak duran
mazlum değildir. Cenab-ı Hak hakiki mazlumlar
silsilesinde olmayı bizlere nasib-i müesser
eylesin. Haftaya tekrar görüşebilmek için
inşallah. El Fatiha.
Altyazı M.K. Meded ya Hazreti Allah, meded
ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi ve sellem, meded ya Hazreti Ali
keramallahu ve cehu, meded ya Gavsu Azam
Abdülkadir el-Ceylani, meded ya Seyyidi
Muhammed Ruhi, evdu billahi
minneşşeytanirracim,
bismillahirrahmanirrahim. Uzun bir aradan
sonra Baba Ali dersleriyle beraber Salı ve
Perşembe derslerimize ve ardından da Tefsir-
ül Ruhiye'ye biizgınların dönüş yeridir tefsir
ederken azgınlar kelimesinin içerisinde var
olan harfi tığda Hz. Ali Efendimizin beyanatı
tefsirinde ifade edildiği üzere hadlerin hikmeti
kısmı beyan edileceği ifade edilmişti. O
beyanattayız Rabbim içindekilerle amel etmeyi
nasibi müessede eylesin. Evvelen bizzat
bilinmelidir ki haddin varlığı yaratılışın
kendisiyle bizzatihi alakadır. Rabbül Aleminin
bir şeyi yaratırken yarattığı şeye şey özelliğini
vermesindeki birinci kademe onun haddidir.
Had bir varlık olarak yaratılmış ayrı bir alem
tezahürünü de ifade eder ancak bu derinlikli
mevzu ziyadesiyle futuhat-ı Medine'nin
evvelen korusudur. ziyadesiyle futuhat-ı
Medine'nin evvelen korusudur. Hikmet
bağımına gelindiğiyse haddin varlığını kısaca
şöyle ifade etmekte yarar vardır. Bir şeyin şey
olabilmesi o varlığın belli bir sınıra dahil
olabilmesi içindir. Eğer belli bir sınıra dahil
olmasa ona bir varlık diyebilmemiz mümkün
olmaz. Dolayısıyla bizler Allah-u Zülcelal'i
sınırlı ya da sınırsız gibi sıfatlarla
tanımlayamıyoruz. Sadece onun tecellilerini
kendi hayatımızda sınırsız merhamet sahibi
diyerek nefsimizin anlayacağı şekle getiriyoruz.
Hakikatte buna sınırsız demek dahi mümkün
değil. Çünkü sınırsızlık bir şeyin varlık olarak
kendi başına ayrı bir şekilde yaratıldığına
işaret etmekte. Hz. Allah ise ne yaratılmıştır ne
o sonradan var olmuştur. Ezeli ve ebedidir.
Varlığı kaim olandır. O halde o kaimiyet bizim
anlayışımızda var kelimesiyle ifade edilir.
Ancak hakiki manada bakılsa onda bir haddin
var olmayışı haddin de bir varlık olarak
yaratıldığına delildir. Had madem ki
yaratılmıştır o halde nakıstır yani eksiktir.
Bunun dışına çıkabilmek de mümkündür. Eğer
mümkün olmasa bu durumda insanın ya da bir
başka varlığın haddin dışında hareket etme
kabiliyeti söz konusu olur ki bu da maddenin
insana hizmet edememesi anlamına gelir. Yani
hidrojen atomuna bir had tayin edilmemiş ve
ayrı bir varlık olarak kendisine beyan
edilmemiş olsa, bu durumda hidrojeni salt bir
halde bulabilmemiz bu denli kolay olmazdı.
Yahut hidrojen haddinden fazla olur. Bu
durumda da bizler o haddin ihtiyacını
karşılayamazdık. O hadle hasıl olacak bizim
nimetimiz olacak durumu karşılayamazdık. Bu
hakikat odur ki bir de varlığın haddi haddin
varlığından ortaya çıkar. Yani varlık belli bir
haddi varsa onun bir başlangıcı manasına
geliyor. E madem ki had varlık olarak
yaratılmıştır o halde her varlığın yaratılmış
olması gereğince de bir had ile sınırlarının
belirmiş olması gerekmekte. O halde varlığın
haddi varlığın yaratılmış olduğuna ve onun
sonradan hasıl olduğuna, sonradan inkişaf
ettiğine delil olur. Böyle olmasaydı bizler
yeryüzündeki her türlü varlığın kendi haddinin
dışında hareket etme kabiliyetine sahip
olduğunu düşünebilirdik. Evet bir hakikat bize
şunu söylüyor olabilir şu anda. İnsanoğlu
haddini aşıyor o halde onu nasıl yapıyor
derseniz burada bahsettiğimiz birinci mana
olan cismani haptir. Yani bizler vücudun
içerisinde hapsolmuş ruhaniyetimizle,
ruhumuzun varlığıyla, vücudumuzun bize
çizmiş olduğu bir haddin içindeyiz. Örnek
vücudumuz en profesyonel bir sporcu için
söylemek gerekirse diyelim ki çok delicesine
koşan bir adam olsun günde 100 km koşuyor.
Ama haddi maksimum olduğu 100 km. Bunu
300, 500, 1000, 10.000, 100.000 yani yaratılmış
olan rakamlardan herhangi birisine tekabül
edecek mahiyette en üst seviyeye çıkarmamız
mümkün olmadığını biliyoruz. Fiziken bunun
mümkün olmayışı ise varlığın haddi olarak
karşımıza çıkıyor. O halde burada cismaniyetin
bir izahatına muhtacız ki burada izahat-ı
cismani bağba açılır. Bir cisim eğer bir hadde
sahipse bu anlaşılır mahiyette izah etmeye
kalksak onun bir tek noktadan değil birden
fazla noktadan hareketle hareket ettiğini
anlarız. Yani atomun çekirdeği elektronlarına
göre farklı noktalara gidebilir. Bunu daha
önceki derslerimizde yeryüzünde hiçbir şey
dairesel değildir. Ekliptiktir. Bu yüzden çift
merkeze sahiptir. Bu da yaratılmış olmasının
bir gereğidir diye uzun uzadıya ifade etmeye
gayret etmiştik. Hakikat Seyyid Muhammed
Ruhi Hazretleri'nin futuhatı bu manada bir
ders olduğu için genellikle birbiriyle ilişkili olan
dersleri yeniden dinlemekte fayda var.
Anlayabilmek için ve anladıklarımızla
yaşayabilmek için bir mücadele gerekiyor
hakikat. İzahat-ı cismaniyedeyiz. Bir çekirdeğin
birden fazla noktaya gidip gelişi söz konusu.
Ancak elektronların kendisine göstermiş
olduğu elektronlara verilmiş olan had
sebebiyle bundan öteye geçmeye kalksa kendi
öz niteliğini topyekun kaybetmekte.
Dolayısıyla had dediğimiz şey cismin kendisine
verilmiş, tayin edilmiş ya da bilim adamları
tarafından öngörülmüş olan temel fiziki,
kimyevi ve daha fazla izah edilebilecek
özellikleri gösterebilmesine yarıyor. Yani had,
sınır, çizgi, son nokta olmasaydı bizler cisimleri
istediğimiz şekliyle ya da bildiğimiz gibi
yüzyıllar boyunca kullanamıyor olurduk.
Örneğin demir atomunun kendisine tayin
edilmiş olan haddi olmasa o haddin dışında
hareket etme kabiliyeti kendisine verilmiş
olsaydı bu da aslında yeni bir had çizgisidir
ama hakikat şuraya gider o demir binlerce ve
milyonlarca çeşit demirin varlığına bizleri
götürüyor olurdu. Yani biraz daha esnek bir
demir, çabuk pastalan bir demir, suyu
gördüğünde eriyen demir, havayı gördüğünde
yanan demir, ateşi gördüğünde su olan demir.
Ateşi gördüğünde su olan demir, bütün bunlar
tabiri caizse ifade edilse, hakikatte de böyle de
gerçi, bizim karşımıza cismin izahatı için,
izahat-ı cismaniyede mecburi bir hadde bizleri
götürüyor. Bu had çizgisi, madem ki cismin
izahatı ve onun kullanım alanı için bir
gerekliliktir. Bu durumda izahat-ı insaniyede
bu haddin varlığı da insan olmanın bir
gereğidir. İnsanın haddinin varlık halinde
kendisine tayin edilmiş olması, birazdan
işleyeceğimiz diğer başlıklarda da görüleceği
üzere, onun varlığının en güzel olabilmesi
adınadır. İşin en önemli taraflarından biri de
bu. Yeryüzünde var olan her ne madde varsa,
alemlerde her ne madde varsa bunun bir
karşılığı insanda vardır. Çünkü insan haddin
merkezindedir. insan haddin merkezindedir.
Nur-u Muhammedi'den hasıl olan had varlığa
takdir edilirken oradaki geçiş unsurunun insan
olarak tayin edilmiş olmasından kaynaklanan
bu hal, insan için onu izah etmeye
kalktığımızda kesin ve kat'i bir terazi hükmünü
görmekte. Yani, insanda var olan bütün
maddeler insan vücuduna girdiği andan
itibaren Rabbül Aleminin takdirindeki en üst
mertebelerden birine ulaşmış olur. Demirin en
güzel halidir insandaki hali ama insan
beğenmez de o hali tabiri caizse demiri
karşısında sert ve güçlü ister. Halbuki o ona
güç vermek üzerindedir vücudunda ve dış
dünyada ise onun gücünü desteklemek içindir.
Hakikati ilahiyeye bir bak ki şunu göreceksin.
eklemek içindir. Hakikati ilahiyeye bir bak ki
şunu göreceksin. O madde hem varlık
aleminde senin gördüğün noktalarda sana
hizmet ettiği gibi hem senin vücudunda o had
çerçevesinde mutlak bir hizmete tayin edilmiş.
O halde varlığın cismi cisimler arasındaki en
kıymetli olan insana ikram edilmiştir ki burada
ikram bahsası açılır. Varlığın cismini çok net
olarak şöyle ifade etmekte fayda var. Tarihin
bir demi geldiğinde insanlar belli madenleri
bulmakta zorlandığında veya bugün periyodik
tabloda görmediğiniz ama var olandığına emin
olmaya başladığınız maddelerle ilgilenmeye
başladığında insan vücudundaki araştırmalara
çok daha fazla ehemmiyet verecekler. Zira
unuttuğumuz bir şey var. Uzayı keşfetmek,
insanı keşfetmekten çok daha kolay bir
yolculukken nefse emmare uzay keşfini daha
garip ve daha acayip bulabilmekte. Hakikat
belki de bu nefsimizin yönlendirmesiyle bir
gerçekten uzaklaşmamıza vesile. Ancak tıp
alanında çalışan kardeşlerimiz başta olmak
üzere bu alana eğilseler uzay boşluğundaki pek
çok şeyden daha zor olan bu keşifte uzay
boşluğundaki pek çok maddenin insanda hasıl
olduğunu görecekler. Varlığın cismaniyete
kavuşumunda insan bu manada kamil olarak
adlandırılmasının sadece ruhani değil aynı
zamanda bedeni olarak da bir muhteşem
telakkiye sahip olduğunu bilmek gerekiyor.
Bundan âlâ bir ikram olur mu? Olmaz elbet.
Zira her ne kullanıyorsanız kullanın, sizin
vücudunuza girdikten sonra en kâmil hale
gelebilmesi mümkün. Kesinlikle böyle olacağı
anlamına gelmiyor. Mümkün kesinlikle böyle
olacağı anlamına gelmiyor. Zira insanın Cenab-
ı Hak ile olan ilişkisi kendisine alacağı
maddelerin tamamında bir etki sürecini
meydana getiriyor. Bu etki süreci vücudunun
bütünlüğünü ve benliğini kuşatırken o benlik
kapsamının içerisindeki ikramın hissiyatı
gerekiyor. Madem ki ikrama bir hissiyat var, o
halde muhteşem bir cömertlik karşısında
insanın başını eğip ezilmesi gerekmez mi? Zira
bizim karşımızda ev sahibi durmadan, hiç
yüksünmeden, sürekli olarak önümüze
defaatle ve defaatle sofralar seriyor olsa, bu
bir ikiyi geçse bir süre sonra aman efendim
etmeyin eylemeyin, bizi ezdiniz, perişan
ettiniz, mahcup ettiniz, bir durun Allah aşkına
deyiverirsiniz. Hakikatse bir nefeste
maddelerin adedince bizlere ikram edilenin
farkında olabilir miyiz? Farkında olabilmenin
yoluysa o yaratılmış olan ilke gitmekte
mümkün ki o Resul-i Kibriya aleyhisselatu
vesselamın varlığına işaret ve delil olur. Buna
karşılık insanoğlu bir varlığın karşısında bir
hiçlik olduğunu da bilir elbette. Hiçliğin haddi
olmasa varlığın haddinin belirlenmesine
mümkün olmaz. Öyleyse hiçliğin haddi varlığın
haddiyle birbirine giriştiği bir gri alanı da
oluşturur ki ehli küffarın haddini aşıp bir başka
alana geçmesiyle anlaşılır bu. Bir diğer taraftan
o hiçliği Rabbül Aleminin karşısında ruhani
hikmetlere bürünmüş olanlarla da
anlayabiliriz. Yani işin enteresan tarafı
bedenini hiçliğe mahkum eden Rabbinden
nasıl uzaklaşıyorsa ruhunu hiçliğe
mahkumiyetinin farkına varansa nefsini
yokluğa muzdarip eyleyip o hiçlik kavramı
içerisinde kendisini siddetül münteha'ya
taşıyacak olan ruhani miracın yolunu açıyor.
Öyleyse mademki bir yol var o yol bir miraç
hükmü taşıyıp o varlığı bizlere açık bir şekilde
beyan eder. Madem ki bir miraç, bir yol ve bu
yolun çizgisi, izgisi var. O halde bu çizgi ve
izginin hayatımızın karşılığı olarak bir emir
silsilsi olması gerekmez mi? Zira her yolun
kendi inkişafında mecburi köşe taşları söz
konusudur. Ve o köşe taşları birer şeriat olup
bizlere had olarak dönmelidir ki, varlığın şu
yukarıdan aşağıya saymış olduğumuz bütün
silsilesini bir hakkın takip edip, o takibat
içerisinde kendisine ikram edilmiş noktaya
ulaşabilsin. Şimdi o yolun işaretlerini koymuş
olan Cenab-ı Hakk'ın takdir ettiği o şeriat, o
yolculuk içerisinde asla ve katiyetle
değişmemekle beraber şeriatın koyduğu
haddin her peygamberdeki değişikliği insanın
ihtiyacı ile değil Rabbul Aleminin ikramı iledir.
Çünkü demir an gelir eğilip bükülebilir. Ama
demir olma özelliği asla ve katiyette değişmez.
Bu manada bir parantez açıp ifade etmek
gerekir ki şeriat-ı İslamiye hikmeten bakılsa hiç
değişmemiştir. İçindeki koşulların farklı
peygamberlerin dilinden farklı şekillerde
beyan edilerek farklı bir biçimde emrediliyor
olması, beyan edilerek farklı bir biçimde
emrediliyor olması, insanların ikramı yahut
insanlara biraz daha fazla had genişletilmesi
yapılarak onların daha çabuk pişmesi adına
yahut onların cezalandırılması dünyada o derdi
çekerek ahiret yolculuğu içerisinde sayit
Saidlerden olması anadır. Rabbül Aleminin
beyanatıyla şeriat, işte bu manada hadler
arasında çizilmiş bir harita olarak, otomatik
olarak karşımıza çıkar. Yani haddin varlığı,
varlığın haddi, izahat-ı cismani, izahat-ı insani,
bir bütün olarak ele alınıp bir tablo üzerine
nakşedilse, sizler orada ee hiçbir başka şey
görmeden direkt olarak Rabbul Alemine secde
etme gerektiğini, Allah rızası için aç kalmanın
gerekliliğini, Allah'ın rızası için başka insanları
düşünmenin gerekliliğini gerçekten ve
otomatik olarak görüyor olmanız lazım. Bu
şuna benzer. Bizler ilk okul seviyesinde okula
ilk gittiğimizde önümüzde sürekli olarak
bizlere yapmamız ve yapmamamız gereken
şeyler hususunda kah yazılarla, kah
öğretmenlerimizle bizlere hatırlatılan unsurlar,
cezalar, çizgiler, hadler vardır. Ancak ne zaman
ki insan biraz aklı başına gelir, isterse farklı bir
ülkeye gidiyor olsun ve ülkenin sokağında
yürürken bir okul görsün. Onun okulun ne
okulu olduğunun dilini bilmediği için anlamasa
dahi, okulun ne okulu olduğunun dilini
bilmediği için anlamasa dahi bahçesine
girdiğinde o okulun hadlerinin ne olabileceğini
bilmektedir. Örneğin içeride öğrencilerin ders
yaptığını görünce artık o dersin ortasına girip o
öğretmene bir şey sorulamayacağını bilir. O
öğretmene soru sorma vaktinin mutlak surette
öğrencilerle ders yapmayacağı bir anda olması
gerektiğini fark edebilir. gelen misafirlerinin
sorularına cevap verme hakkı vermiyor da
olabilir. Ama sizler şeriatin haddini artık okul
kavramını bilen insanlar olarak açıkça
görmektesiniz. Bu hakikat bizlere Resul-i
Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın kâmil
müminler için söylemiş olduğu feraset intikali
için açık bir beyanattır. İnsanı insana varis
kılan, kamili kamile mirasçı bırakan işte bu
hikmetin içindeki değerdir ki, sünnet-i
seniyedeki haddin farkına varmak, öğretici
yahut öğrenen olmaktan geçen bir yoldur. Yani
şeriatı bilmek ve şeriatı hissetmek ve şeriatın
olabilirliğini görmek ne kadar mukim ve keskin
çizgilerle harita olup önümüzde ise onun
içindeki inceliklerle o okulun içindeki
güzellikleri erebilmek için ve selamı selevat ile
müdafaiye cismaniyeden kurtarmak ve
muhafazayı ruhaniyle Rabbine yönelme
hususunda Cenab-ı Peygamberin sevgisine
muhatap olmak. İşte bu manada insan
sevgisinin insanda yerleşip o hadlere daha hiç
varmadan zaten farkındalık diye bugün tırnak
içinde tabir edilen hale kavuşmasına delildir.
Öyleyse sünnet-i seniyenin haddi aşk
üzerinedir. Bu halden çıkış noktaları her ne
varsa, yani bu hadden bize alıkoyacak olan ne
varsa, onun şeytani ve nefsani olduğunu
söylemek, hele ki böyle bir dersin sonunda
artık gerekli midir? Hayır. Bu halde insanoğlu
Rabbül Aleminin şeriatı ve sünnet-i
Muhammediye'nin esasına mürebbisi yahut
talebesi olduğu o fiziki mekanların manevi
iklimindeki hayatını yaşamaya başlarlarsa
kesin ve kat'iyetle uzayda var olan yıldızlardan
birisinin de kendi adına ikram edilmiş
olduğunu bilmelidirler. Allah-u Zülcelal'in
bizlere ikram edildiği şu ilimle o bizim adımızın
yazılı olmuş olduğu hikmete erebilmeyi
Rabbim nasibi müesser eylesin. Haftaya
tekrardan buluşunca edek de bizleri o haddin
içindeki lezzete ermeye bizler Rabbim
muvaffak eylesin. Cenab-ı Hak seyyidimizi,
ailesini, sevenlerini, bütün evladını, evlatlarını
maddi ve manevi olarak korusun ve kuşasın.
Hayırların fethi, şerlerin defi. Ümmet-i
Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için
Allah'a emanet olun.

Altyazı M.K. Kadir el-Ceylani ve lediyâ seyyidi


Muhammed rohi evlu billâhimne
şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm.
Cenab-ı Hakk'ın seyyidimize ikram eylediği
futuhat kapısındayız. Bab-ı Ali derslerinden
devam ediyoruz yolculuğumuza. Nebe
suresinin 23. ayeti kelimesindeydik. Bir tefsir-i
ruhiyede ve Cenab-ı Hak şöyle beyan ediyordu
َ َ َ ً َ ْ َ
ayeti kerimede. Es-Sâcibillah, ‫احقابا ۪فيها َلب ۪ثي‬
Onun içinde nice devirler bekleyecekler.
Merkez kelime olarak ehkaben kelimesi
alınmıştı. kelime olarak Ehkaben kelimesi
alınmıştı. Çağlar, devirler uzun bir müddetten
bahsetmek üzerine seçilen vahiy-i ilahiyle
Cenab-ı Hakk'ın beyan ettiği Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselam Efendimiz'e kelime
buydu. Kelimenin içerisinde var olan harfi ha
ise Hz. Ali Efendimiz'in tefsirine gelindiğinde
hakların hükmü ve hakikati olarak
anlaşılıyordu. Hakların hükmüne babari
dersleriyle bugünkü tarihte yaşanan sosyolojik
değişim ve bu değişimin önümüzdeki
yüzyıllardaki etkisine dikkat kesilince şunu
görmek elbette mümkün. Hakkın bizim
hayatımızdaki karşılığı günden güne değişiyor.
Bu değişim de elbet ve bizzat insanın hayatının
değişmesiyle değişiyor. Kelimelerimiz kolayca
yerlerinden oynuyor. Aslında bu kalbimizdeki
büyük bir değişimin aklımızdaki karşılığı olarak
dilden dökülecek bir hale geliyor. Allah-u
Zülcelal'in bu beyanatının içerisinde devirler
boyunca değişen en tehlikeli şeyin de dil ve
söylem olduğunu bilmek gerekiyor. Sözümüz
ise bizim yaşantımızla alakalı ise eğer, yaşamın
içerisinde hakkın algısının nasıl değiştiğini
anlamak ve geçmişten beri gelen bu hak
algısının bugünün dünyasında nasıl
anlaşıldığını görmek oldukça mühim. Zira bu
görüntüyü gözümüzün önüne getirmeyince bu
farklılığı göremeyince kendimizi diğerlerinden
farklı hissetmeye başlamakla beraber her
zaman içerisinde ve her devrin kendisince
hakkı kendimiz için gerekli olan bir şeymiş gibi
görüyoruz. Evet hak bizim için gerekli ve
nihayetinde hak ettim diyerek çıkıyoruz işin
içinden. Ben bu ne olduysa iyi bir şey için
genellikle oluyor ki yakın devirde insanlar
başına gelen kötü bir şeyleri için de ben bunu
hak ettim demek pek istemiyor. Hakka
yorulacak olan bir şeyin en temelinde ne
vardı? İnsanlar geçmişte bu sözü bu kelamı
nasıl söylerdi görmek gerekiyor ki tüm
sosyolojik geri dönüş insanların o önemli
dönüşümü için önemli izler taşıyor. Zira
insanlık aleminin eski devrinde yani Resul-i
Kibriya aleyhissalatü vesselamdan sonra genel
manasıyla insanlar haktan eyledim derlerdi.
Yani başlarına bir dert, bir musibet, bir başarı
hasıl olduğunda eyledim. Yani Rabbul Aleminle
beraber onun adını istedim ve onun adını
isteyince o bana ihsan etti. Onun ihsan ettiği
onunla beraber, onun tecellileriyle bana geldi.
Dolayısıyla ben bunu haktan eyledim.
Dolayısıyla şimdi o devire gidiyoruz. Yavaş
yavaş yeni döneme doğru geleceğiz adım
adım. Nasıl değiştiğimizi göreceğiz. O değişim
ise nefse emmarenin bela ve illetiyle bize nasıl
sarmış onu anlamaya çalışacağız. Geriye
dönebilmek için her zaman bir fırsat var.
Tövbe istiğfar ile Rabbimizin kapısına
varacağız. Yanlış dedik, yanlış söyledik, yanlış
ifade ettik. Böyle olmamalıydı çünkü biz
nefsimize zulmettik demeyi Cenab-ı Hak'tan
niyaz edeceğiz. Hak'tan eyledim diyenler o
erbabı olmadan da çiftçisi de esnafı da taciri
de doktoru da her kimi diyorsanız sosyal
hayatın içerisindeki en önemli insanlar dahi bu
kelimeyi bu şekliyle kullanırlardı. Dolayısıyla
onların hayatında herhangi bir şey değişime
uğrasa, iyi bir şeyler olsa onu Rabbinin
verdiğini asla unutmazlardı. Kötü bir şey
olduğunda da durum değişmezdi. Ama hak
kelimesinin özellikle bugünlerde hükmü
manada gerçekten hak ettiğimiz şeyi
alamadığımız durumlardaki söylemiyle dahi
baksanız büyük bir hata çıkıyor ortaya. Haktan
eyledim diyor adam. Kendisine yapılan her
türlü zulme karşı da bu ifadeyi kullanıyor yine.
Haktan eyledim efendi. Yani sen bana her
türlü kötülük yaparsan e yap. Fark etmez. Ben
onu haktan isterim. Sahibi Rabbim bana ikram
eder. Sen değilsin ki rızkımı veren sen
olamazsın ki rızkımı kesen. Sen misin ey
Ademoğlu beni hasta edecek olan yoksa
hastalığım yazılmış ben miyim ona koşacak
olan. Fark edebilmek için o farklılığı yaşıyor
olmak gerek. İnsanlar o devirde gerçekten
hakkıyla, haktan bilerek, haktan eylerdi. Bu
yüzden hakkım yendi denmezlerdi. Çünkü
bunu dahi hakka karşı söylenmiş, kötü bir söz
olarak anlarlardı. Haktan eğildim demek
yeterdi. Hakkını yiyen adamın bile bir anda
nefesinin kesildiği bir kelimeydi bu. Haktan
eyledim dediyse eğer, onun eylediği bize ne
eyler? Dur bakalım Mevlam şimdi neyler?
diyerek devam eden o dizeler aslında bu
kökenle yakinen ilişkiliydi. Dolayısıyla insanlar
zaman içerisinde kendilerinde bir takım artılar
görmeye başladılar. Çünkü gelişen ekonomik
düzen, yapılan araçlar, çeşitlenen elimizle
avucumuzla tutabildiğimiz bazı şeyleri
değiştirebildiğimize dair inançlarımız gittikçe
artmaya başlayınca bu sefer hakkı
unutanlardan olmadık elbette. Ama bir şey
oldu. Hak ile eyledim demeye başladık. Haktan
eyledim kelimesi yerine ile ile ayrıldı. O
dendan eki koptu haktan. Hak kaldı. Hak ile
eyledim denilince zaten büyük bir kırılım
başladı. Ben ve hak ayrı iki kavram olarak ifade
edildi. Bu iki ayrı kavramın ifadesi insanlarla
hafif bir ucuba sebep oldu. Yapılan her şeye
kim sorsa hak ile eyledim demeye başladılar.
Evet gerçekten de böyleydi ama işin içinde bir
ucup hastalığı başladı. Kelimeler, sözler,
söylemler bizlere adım adım o yokluk yani
kötü olana doğru itmeye başladı. Dolayısıyla
insanlar için artık bu tarihler veya bu tarih
zaman dilimi diye hangi tarihi düşünürsünüz
bilemem ama ekseriyette böyle 1300'lü yıllarla
1600'lü yıllar arası diyebiliriz. Hak ile eyledim
beyanatının daha kavil olarak kabul edildiği bir
dönemdir bu aralık. Dolayısıyla insanların
benlik bilincinin gelişmeye başlayarak Rabbül
Aleminin varlığı dairesinde onların yaptıklarına
destek mahiyeti ön plana çıkmıştı. Halbuki
insanoğlu ne yaparsa yapsın bütün fiilleri
yaratmış olan Rabbül Aleminin eğlencesinde
yani eylemesinin içinde var olan bir değerdi.
Efendim zaman devir geçti. Mesele hak ile
eyledim de ile ve dahi düşüverdi. Beraber
olmak insanları korkutuverdi. Hak ile yolda
olmak, hak erenleri, hak erbabı, hakkın
mahiyeti kavramında hükme tabi olanlar bir
kenara bırakılmaya başlanmıştı. Bu saatten
sonra söylenecek geriye ne mi kaldı? Hak
eyledim denmeye başlandı. Evet ile kelimesi
düşünce bu sefer nakıs ve kuru bir cümle
oluşuverdi tabiri caizse. Hak eyledim. Sanki bir
yandan Rabbül Alemin'den talep ediyor da bir
yandan da o talebe karşılık bende varım
arkadaş ileğene gerek varlar başlamış oldu.
Tarihler artık 1700'de böyle 2000'li yılların
arasında adım adım gelişmeleri gösterdi.
Gözümüzün önüne kondu. Gözümüze sokuldu
her bir adımda bizler artık hak eyledim diyerek
o vazifeyi, sanki o durumu kendi adımıza bir
gelişim düzeyi gibi görmeye başladık.
Nihayetinde bu gelişmelerin hayatımızdaki
karşılıklarını ele aldığımızda da hep kendi
eylemlerimizi ön planda tutmaya başladık.
Dolayısıyla Ya Rabbi bize yardım et demeye
başladık. Evet bunu diyeceğiz elbette ama Ya
Rab senin rızan nasılsa öyle olsun demekler
çoktan geçti. Hani bir dua sıralaması yapılsa
Hak'tan eyledim sen ne dersen o. Hak ile
eyledim, ben istesem, sen versen ne güzel
olur. Hak eyledim, ben yaparken sen bana
yardım etsen ne tatlı olur gibi bir durum söz
konusu oldu. Tarihler 1950'li, 40'lı yani 1900'lü
yılların başını geçtiğinde İslam dünyasında
birinci dünya savaşıyla beraber kırılım hasıl
olup Herkes kendi kabuğunda kendi derdiyle
uğraşmaya başladığında Ki aslında 1800'lü
yıllara dayanır bu hakikat Pek çok futuhat
dersinden aklınızda kalmıştır elbette o tarihler
Artık cümleler tamamen değişiverdi. Öyle ki
söz çok basitti. Hak ettim. Artık hak
yaratıcıdan çıkmış, insanın kendi eliyle
oluşturup elde edebildiği her şey adına
kullanılmaktan hiç utanılmaz hale gelmişti.
Ben bunu hak ettim. Evet bugün bu cümleleri
kuran insanlara neden kuruyorsunuz denmez.
Ancak sosyolojik bir değişimin kelimelerimiz
arasında bizi nasıl hırpalandığımızı göstermek
adına çok önemli bir yol haritasıdır bu. Baba
Ali külliyatında bu incelikler, bundan sonraki
tarihte insanların artık ben yaptım, ben
isterime dönüşeceğini gösteriyor. Her şeyin
benlik üzerinde kurgulandığı yerde, hak sahibi
olarak adlandırılmak sadece hukuki bir kavram
olarak değil, insansı bir algının nefsani bir
düşkünlüğüyle, olarak adlandırılmak sadece
hukuki bir kavram olarak değil, insansı bir
algının nefsani bir düşkünlüğüyle kesin şeytani
bir çıkarıma vesile oluyor. Bu hakikate bir de
şöyle bakabilirsiniz. Hak sahibi, hak sahibi
olduğu şeyin üzerinde neyi iddia etmektedir?
Halbuki hak sahibi, mülke kiracıdır. Bir
kiracının o mülkten ne kadar sahibiyet
duygusu oluşabilirse, ne kadar hakkı olabilirse,
en fazla o kadardır dünya için. Ahireti ilahiyeye
bakıp bütün alemlerde şu cidarımıza bir
baksak ki, hiçbirisi bize ait değil. Eli kolu koy
bir tarafa vücutta bağırsak mide akciğer kalp
hiç bize tabi değil. Kendince, bildiğince,
öğretildiğince, zamanınca akıp gitmektedir.
Sen ne edersen et. Elbette kötülük edip o
organlara onların yanlış çalışmasına vesile
olursan o ayrı bir hakikat. Ancak o zaman
onların hakkını çiğnemiş olursun. Onlara iyi
bakınca onların iyi olması da bu tamamen
senin bakmanla da alakalı değildir. Zira ölüm
seni bulunca sen de kendime çok iyi bakmıştım
niye öldüm diyemezsin. Ne kadar iyi bakarsan
bak öleceksin. Bizim vücuduma iyi bakıyor
olmamız onun bize emanet olmasından
kaynaklanıyor. Emaneti düzgün bir şekilde
kullanmak. Kiracısı olduğumuz şu dünya değil
arkadaş kiracısı olduğumuz şu beden içerisinde
ne olacağımız güne kadar ne olduğumuzun
farkına varmadan her şeyin sahibini bilerek
yaşamak hakikat. Hakikati anlamak, hikmeti
kavramak ancak ve katiyetle nefse-i embare ile
mücadeleden geçiyor. Ancak söylediğimiz
sözler bu nefse- emmarenin illetinden bizlere
haberdar ediyor. Kitapta genişletiyoruz
diyoruz her seferinde, ilgisini alakasını
çekenlere, hakikat ve hikmeti arzu edenlere bir
kapı aralanmış oluyor. Cenab-ı Hak o
aralanmış kapının içerisinden bütün bedenle
ve ruhla geçerek nefse ve mareyi
ezebilenlerden olmayı bizlere nasip eylerken,
Cenab-ı Hak bunları duymaya vesile olan,
duymamıza vesile olan seyidimizden binlerce
kez razı olsun. Efendim bu rızayı ilahi uğrunda
yeniden buluşuncaya dek Allah'a emanet olun.

Altyazı M.K. Medediyak Abzazam Abdülkadir


Eceylani, Medediyas Seyyidi Muhammed Ruhi,
Euzubillahimineşşeytanirracim,
Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş olan
Fuduha'd kafasındayız, Bavali derslerindeyiz.
Hz. Ali Efendimizin o hikmetli ifadeleri ve
ibareleriyle şu Kur'an-ı Azimüşşan'da beyan
edilmiş hak ve hakikatlerin gönlümüzden
bütün vücut dünyamıza ve bütün hayatımıza
aksetmesini ve hayatımızın değişmesini Cenab-
ı Hak'tan niyaz ederiz. Hele ki şu üç aylardan
başladığı şu tatlı günde Cenab-ı Hak bu üç
ayları hakkıyla, hayırlısıyla, muhabbetiyle,
sevgisiyle geçirip nihayetinde o Ramazan'ın
güzel orucuna ulaşıp Resul-i Kibriya
Aleyhisselatü Vesselam'ın duasına, şefaatine,
mededine erip muhabbetiyle hayırlı gecesiyle
o en güzel bayrama ulaşanlardan olmayı
bizlere nasibi müessere eylesin. Efendim
Cenab-ı Hak Nebe suresinin 24. ayeti
kelimesinde şöyle buyuruyor deriz.
Estaizübillah. Orada ne bir soğukluk tatacaklar
ne de içecek bir şey. Bir şey parantez içinde
olmak üzere. Efendim burada merkez kelimeyi
tefsir-i ruhiyede la yedukku yedukku kelimesi
alınmıştı. Tatmak kelimesinde ve orada bir
harfi zel vardı. O harfi zelde ise bir ilim var. Bu
ilim rahmani lezzetlerin sırrı. Bu rahmani
lezzetlerden uzaklaşmaktır. Hakikat cehennem
azabı. Rabbül Alemini göremeyecek olmak,
onun güzelliğinden ve dahi cennette
görüşülebilecek olan o muhteşem zatların
sofralarına erişememek o büyük bir acıdır.
Dolayısıyla bizim hayatımızın en önemli tarafı
bu. Bizler hakikati imaninin mücadelesinde
aslında cennetin içerisindeki en büyük güzellik
olan Cenab-ı Hak ile beraber olabilme
duygusunu artırıyoruz. Onun peşindeyiz. Onun
niyazı ve onun talebindeyiz. Ve bir başka
hakikatimiz var ki elbet oraya ulaşana kadar
bir Rahmani lezzet aramaktayız. İnsanoğlunun
ruhuna inkişaf etmiş olan o Allah-u Zülcelal'in
bizlere nida edip de secde ettiğimiz inşallah
ömrümüzün sonuna kadar im nida edip de
secde ettiğimiz inşallah, ömrümüzün sonuna
kadar iman nasibini niyaz ettiğimiz o rahmani
lezzetten bahsediyoruz. İnsan ruhunun aradığı
bir lezzettir bu. Hani tadınız zamanınızda
kalmıştır ve bir lezzeti tekrar aramak gibi, çok
açken yediğiniz bir yemeğin özellikle aklınızda
kalması gibi. Zira açken bilmemiz gereken
önemli unsurlardan biridir ki sinir sistemimiz
bütün algıları açık bir şekilde yiyeceği yiyeceğe
odaklanmıştır. Orada belki evet lezzetli bir
yemek yapılmış olabilir ama ziyadesiyle önemli
ve enteresan olan konu bütün vücudunuzun o
açlıkla o yiyeceği hazır olmasıdır. Ve o yiyecek
yenildiği anda artık unutulmaz bir lezzet haline
geri verir. Hayatınız boyunca insanlara sürekli
olarak bunu anlatmak istersiniz. Öyle bir şey
yedim ki yediğimi bir türlü unutamıyorum
diyebilirsiniz. Ve bunun aslı elbette
söylediğimiz gibi açlık. Ve bunun aslı elbette
söylediğimiz gibi açlık. Öyleyse bizim rahmani
lezzetleri tadamıyor oluşumuzdaki bir incelik
şuradan yola çıkarak anlaşılır. Bizler
rahmaniyeti özlemiyor olabiliriz. Yani Cenab-ı
Hak'tan uzak durduğumuzun, ona
yaklaşamadığımızın, onun hissedemediğimizin
açlığının farkında olamayabiliriz. Peki
insanoğluna açlık nasıl oluşur? Vücudumuzun
temel bir ihtiyacı vardır elbette kabul ama bir
de şu söz konusudur. Bir yemek kokusuyla
olan ilişki o bilginiz dahilindedir ve sürekli
hatıranızdadır, sürekli hesabınızdadır. Sürekli
olarak o doymak bilincinin yetersizliğiyle
beraber vücudunuzun daha estetik ve daha
güzel bir şeyle doyurulması gerekliliğine olan
inancınızdır. Yani çok aç olduğunuz bir anı
düşünün. açsınız, evden içeriye girmişsiniz ve
sofrada sizi bekleyen her ne varsa
yiyeceksinizdir. Ama sofrada sizi baya bir
ekmek bekliyor olsa hafif kenarı küflenmiş
olarak ve başka hiçbir şeyin olmadığını
düşünün. Hadi biraz da tuz onu versin.
Ahalinin size hazırladığı hiçbir şey yok. Kuru bir
ekmek böyle boğazınızdan geçmesi çok zor ve
bir tuz orada genellikle söylemiş olduğumuz
söz şudur Hadi dışarıya çıkalım ve bir şeyler
yiyelim Halbuki temel ihtiyacımız açlık sa
ekmeğin de açlığımızı doyuracağını biliyorsak
bilginin yetmediğini görüyoruz burada insan
onun arayı serüvenin bitmediği gerçeği nefsani
isteğinin kendisi. Ancak nefsani istekler ruhani
hikmetler dairesinde oldukça zayıftır. Çünkü
bir müminin feraseti en az bin kafir kadardır.
En azı böyleyse bin defa daha fazla bir açlığı
arzu etmek nasıl olur? Kısmını kısaca beyan
edeceğiz çünkü asıl konumuz o ruhani lezzet.
Şimdi şunu bilmek zorundayız, burada önemli
ve kritik bir mesele var. Ruhun lezzeti
mecburiyetlerden kurtulup keyfiyete
ermekledir. kurtulup keyfiyete ermekledir.
Nefsin illetiyle insan boyandıkça kibir, haset,
nefret, öfke, kıskançlık, hırs, şehvet, bütün
bunları biliyoruz ya nefse emarenin. Ancak
bilmek yetmiyor ya, onun farkında olabilmek,
ondan çok korkmak, o hale düşmekten büyük
bir korku oldukça insanda bir arayış başlıyor. O
arayışla beraber insanoğlunda ciddi manada
bir tefekkür öncesi tezekkür ihtiyacı doyuyor.
İnsanoğlunun ana ihtiyacı tezekkürdür. Yani
zikretmektir. Tefekkürden evvel insan zikri
talep etmiyor da önce tefekküre meylediyorsa
onun esası kibirdendir. Zira insan önce tekrarı
ister. Arzuladığı budur. Nasıl yarattı ve nasıl
yaptığının tefekkürü o zikrullah ile hasıl olur. O
yüzden asıl olan ilim meclisinin birinci maddesi
zikrullahtır. Böylelikle insan tekrar ettikçe
nefsinin galebe çaldığı her noktanın üstüne
basılmasına eyvallah dedikçe bir mürebbinin
huzurunda boyun bükerek buyur neresine
basman gerekiyorsa basmalısın denilebilecek
noktaya gelince. alınmalısın denilebilecek
noktaya gelince insan o nefsin zorlukları
arasında ruhun lezzetine ihtiyaç duyduğunun
farkına varmaya başlar. Farkındalık diyorlar ya
şimdi işte bu farkındalığımız aslında o ruhani
lezzettir. O ruhani lezzet bulunmaya başladığı
andan itibaren insanoğlunun doygunluğu
yemek yemeden de mümkündür. Bu elbette
biraz daha üstün bir makamdır. Özellikle ve
genellikle halvete çekilmiş, itikafa çekilmiş bir
insanın daha zor acıkması. Mesela Mekke
Medeni'ye giden insanların açlık seviyeleri
daha güçlüdür. Çünkü orada Cenab-ı Hakk'ın
bütün nurani özellikleriyle tecelli ettiği bir alan
vardır. Resul-i Kibriya Aleyhisselatü
Vesselam'ın büyük bir etkisi vardır. Üzerinizde
o havayı, o muhteşem güzelliği an be an
hissedersiniz anlatamasanız da. Herkes
bambaşka bir şey der ama o bambaşka ifade
edemez ya işte orası ruhani lezzetin dışarıdan
zerk edilmesi zoraki bir serum gibi ama hakikat
bizim istediğimiz onu yaşadığımız kentte
odada mahallede onu istiyor olmak o şehirde o
zaman o şehrin her tarafında bizim nefsimizi
ilgilendiren her ne varsa onlardan uzak
durabilmek, sadece gereğini yerine getirip
çekilebilmek, kafa dağıtmak, günü geçirmek
için sokak sokak gezmeden bir an önce evlere
geri dönüp bir an önce mescitlere,
medreselere, camilere, dergahlara dönüp
yeniden tezekkülle o muhabbete daim
olabilmek. Olmayınca mı? Eğer sen hem
bunların manasını değiştirip hem de yerini
değiştirip bir ruhani lezzet arıyorsan ne yazık ki
mümkün değil. Çünkü ruhani lezzetlerin yerini
artık nefsani lezzetleri almış. Keyfiyetin yerini
ise tamamen ihtirasları almış. Yani keyif
dediğimiz şey aslında insanın en sonunda
varacağı yer değil mi? Ve orası cennet değil
mi? Bizler dünya keyfiyetinin üzerinde
yaşamaya niyet ediyoruz. Dolayısıyla hem
manayı değiştiriyoruz, ruhani lezzetin yerine
nefsani lezzeti koyuyoruz. Hem keyfiyetin
asliyeti yerine güncel ihtiyaçlarımızdan doğan
ihtiraslarımızı koyuyoruz. O zaman cümle
şuraya dönüşüyor. Bakın o başta söylediğimiz
cümleyi tekrar edelim. Ruhun lezzeti
mecburiyetlerden kurtulup keyfiyete ermektir.
Şimdi başa çevireceğiz. Keyfiyetin yerine
ihtiras aldı. Ruhun lezzetinin nefsani lezzetleri
aldı. Nefsani lezzetleri aldı. İhtirasların,
ihtiraslarla o ihtiraslara engel olan
mecburiyetlerden kurtulup nefsani lezzetlere
ermek üzerine bir mücadelemiz var. Şu
şeytanın işine bak. Hem özneyi ve o özneyi
ilgilendiren bağlamın yerini değiştiriyor. Hem
de bunların manalarını değiştiriyor. İşte bunu
ancak şeytan yapar. Nefis manini değiştiriyor.
Hem de bunların manalarını değiştiriyor. İşte
bunu ancak şeytan yapar. Nefis manaları
değiştirir. Şeytan yerini değiştirir. Bizler
nefsimizle manayı değiştirmeye eyvallah
edecek noktadayız. Şeytanın getirmiş olduğu
oyunda da yerleri değiştirmek noktadayız. Yani
işte anne baba çocuğun yerlerinin değişmesi,
öğretmen talebenin yerinin değişmesi, şeyhle
müridin yerinin değişmesi gibi bir gerçek bu.
Bir de manalar değişmiş. Yani örneğin şeyh
dediğiniz insan, müridi mutlu etmesi gereken
adam oluvermiş. Bir diğer taraftan da mürit
şeyhin sıfatlarına sahipmiş duygusu arzu
edilmiş ve sonra dönüp denilmiş ki biz
mecburiyetlerimizden kurtulup o ruhani
lezzetleri arzu ediyoruz. Mana insan hayatında
içsel bir şeydir. Yer değişikliği ise onları altüst
etmektir. Hem tepe taklak ediyoruz kendimizi
hem de midemizin yerine aklımızı,
bağırsaklarımızın yerine aklımızı, aklımızın
yerine başka bir şey koymaya kalkıyoruz. Ve
ondan aynı şekilde bir cevap vermesini
bekliyoruz ve ruhumuzun doymasını istiyoruz.
Ruh doydukça nefis o bela ve illetleri ihtiyacı
kadar kullanmayı öğrenir. Hatta ihtiyacından
azına meyletmeye niyet eder. Bir diğer
taraftan nefsani ihtiyacın şehvetle yenilmesine
engel olur. Şehvetle elde edilmesine de engel
olur. Dolayısıyla bizler bugün geldiğimiz
dünyada ne yazık ki ulaştığımız son mihenk
olarak Bab-ı Ali'nin şu ifadesiyle o ruhani
lezzetin ne olduğunu unutmuşuz ki sırrı
bambaşka bir şey. Sırrı öyle bambaşka bir şey
ki tarih boyunca evli Allah'ın az bir ekmek
parçası, kuru bir şeyle, suyla, tuzla
geçirebiliyor olmaları, sadece nefsani
illetlerine karşı verdiği mücadeleyle değil, aynı
zamanda ruhani lezzetleriyle en büyük inkişafa
muhatap olduklarının göstergesidir. Zira aç bir
adam mutsuzdur değil mi? Öyle ya, aç kalınca
bir adam sert bakar etrafına. Ama o ruhani
lezzetlerle donanmış bir adamı istediğin kadar
aç bırak mutluluğundan ne alabilirsin? Hiçbir
şey. Dolayısıyla insanı açlık korkusundan,
yokluk korkusundan, fakirlik korkusundan
çıkartıp ruhani lezzetlere erdikçe cömertleşme,
muhabbete erme, birlik olma, beraber olma
başkası adına var olmak için mücadele etme,
gayret gösterme hakikati bizim bütün
benliğimizde oturmaya başlayabilir. Bugün
dünyanın her bir tarafında ruhtan bahsetmek
mümkün değilken ruhani lezzet zaten bunun
çok daha üstünde kalmakta. En azından şu
manalar bir yerine otursa belki o zaman
şeytana karşı bunun yerlerini değiştirmişsin
diyebileceğiz. Manayı iyi anlamak gerekir.
Keyfiyet bu dünyaya dair değildir. Lezzet ise
nefse ait ise bela ve illet, ruha ait ise
muhabbet ve dendir. Zira bize yeryüzünde
nefsani bir lezzet söyleyin ki sonunda bir
ağırlık, bir yoksunluk yahut bir başka ihtiyacı
doyurmasın ve doğurmasın. Öğleye yemek
yersiniz, bir keyfiyet dersiniz, sonunda tuvalet
var afedersiniz. Uyumak dersiniz, sonunda bir
uyanmak var veya içinde bir kabus var veya bir
zorluk var dersiniz. Efendim tatil dersiniz,
keyfiyet dersiniz, içinde para harcamak vardır.
Yani birçok şey ne sayarsanız sayınız nefsani
bütün lezzetlerin içinde mutlak bir son var. O
zaman bundan da keyfiyetlenmez. Bu bir
zevktir. Bu bir tattır. Tat geçicidir. Keyfiyet
kalıcıdır. Keyifli bir adam dermiş eskiler.
Güldüğü için mi? Çok sevecen olduğu için mi?
Torunlarıyla iyikiler Güldüğü için mi? Çok
sevecen olduğu için mi? Torunlarıyla iyi
oynaşabildiği için mi? Güzel zaman geçirdiği
için mi? Elbette hayır Onun keyfiyeti o en
noktada durduğu anda bile değişmeyecek bir
isim takısı haline gelmiştir Onun sıfatı
olmuştur Hatta öznesi olmuştur ki keyfiyeti
ilahiyeye kendi keyfini terk etmiştir. Terk ettiği
öyle bir noktaya gelir ki işte sır oradadır. Öyle
bir an gelir ki ruhani lezzetlerden dahi çıkıp
Rabbül Aleminin keyfiyeti dairesinde o ruhun
kabzından da bastı kadar muhabbet duymak
esasıdır. Sanki Rabbül Aleminin bütün tecellisi
onu sarmak da, o sarmaş dolaş olmuş halde bir
doğum gecesinin sancısında sabaha ulaşmak
gayretindedir. Bizlerin gayreti ise sabah
uyandığımızda ufacık çocuğun yanı başımızda
oluverdiğini düşünmektir. Hakikat dünya böyle
değil, yaşam hiç böyle değil. Sonunda bir
hesaba gark olmuş bir şekilde giderken
yolculuk boyunca nefsin illetleriyle kuşanmış
bir lezzet dairesinde yenilen gerçek bir
domates patateli değil. Hepsi cennette var
olan ama hepsi cennette bizlere ikram edilecek
olanların yanında, neredeyse tam da çöpe
atılacak olma seviyesinde. Bütün bu hak ve
hakikatlerle, şu üç ayların başladığı şu
günlerde, keyfiyetlerin gerçeğine, lezzetlerin
asliyetine ermek niyetiyle Cenab-ı Hakk'ın
bizleri bu noktaya getirmek için büyük gayret
göstermekte olan sevdiği kullarından olan
seyidimizden gerçek manada onu
anlayabilecek en az bir fiilini anlayabilecek
kapasiteye ermeyi bize Rabbim nasibi müesser
eylesin. Şu üç aylar manaları kavramaya, şu üç
aylar yerlerini şeytanın değiştirdiği özneleri ve
sıfatları, edatları, fiilleri yeniden yerli yerine
koymaya, bizleri tevfikiyle kuşatmasına nasibi
müesser eylesin. Hayırların fethi olsun, şerlerin
defne olsun, ümmeti Muhammed'in sağlık
sıhhat ve afiyet olsun haftaya görüşmek nasip
olsun Allah'a emanet olun efendim El Fatiha

Allahümme salli ve sellim ve bergala seyyidina


Muhammedin ve ala alihi adede in'amillahi ve
iftali. Meded ya Hazreti Allah, meded ya
Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem. Meded ya Hazreti Muhammed
Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya
Hazreti Ali kerramallah ve cehu Meded ya
Gavsazem Abdülkadir el-Ceylani Meded ya
Seyyidi Muhammed Ruhi
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izni
inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat
kapısındayız. Allah nasip ederse Baba Ali
derslerimize kaldığımız yerden Cenab-ı Hakk'ın
izni inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş
futuhat kapısındayız. Allah nasip ederse Baba
Ali derslerimize kaldığımız yerden Rabbimizin
izni inayeti, Seyyidimizin mededi himmeti,
bereketi Muhammedi izni ilahiyle devam etme
niyetiyle inşallah sizlere bu hakikatleri beyan
etmeye gayret ediyor olacağız. Baba Ali
derslerinde bildiğiniz üzere tefsir-i ruhiyenin
içerisinde her bir ayeti kerimede beyan edilmiş
olan merkez kelimelerimizin Hz. Ali
Efendimizin ilminden birer pencereden
bakarak o pencerenin bir köşesinden hakikati
göstermek ve anlamak niyetindeyiz. Nebe
Suresi 25. Ayet-i Kerime'ye gidiyoruz ki bu
Ayet-i Kerime'de Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyordu. Estaizu billah. İlla hamimen ve
gassaka Allah-u Zülcelal yalnız irin ve kaynar su
içerler buyuruyordu ki tefsirde Seyyidimiz
hamimen kelimesini merkeze alıyordu. İlmi
ilahi o ki hamimen kelimesi kaynar su olarak
geçiyordu. Ve ilmi aliyeden buna bakıldığında
nefisten gelen ateşli ve ateşsiz hastalıkları
beyan edeceğimizi orada kısaca ifade etmiştik.
Hakikat o ki ölüm de himame diye ifade
edilmiş. Hümmen keza yani takdir edildi.
Ölümün takdiri gibi ifade edilmiştir ki Resul-i
Kibriya aleyhissalatu vesselam efendimizin El
humme min feyhi cehenneme Sıtma yani
humma cehennemin kaynamasındandır
buyurmuştur. Enteresan bu hakikat ateşli
ateşsiz hastalıkların bir kısmının da
nefsimizden olduğunu nefsimizin de bir
cehennem olup vücudumuzda taşındığımızı
beyan ediyoruz hakikatle hikmetince. Zira
İmam Şerani Hazretleri şu futuatın içerisinde
çünkü biliyorsunuz bu futuatlarda aynı
zamanda geçmiş alimlerin beyanatlarının
hikmetleri ve onların bizlere aktarmaya
çalıştığı şeylerin öz ifadeleri de yer alıyor ki
İmam Şerani Hazretleri göğsüm iki parçadır ya
hani aşçı yerimiz iki parçadan oluşuyor ya
bunun bir lobu cennetimdir bir lobu
cehennemdir cennettir ve cehennemdir
buyurmuştu. O hakikat öyle ki hamime
kelimesi yani terlemeye maruz kalındığından
ya da himame yani ölümün emarelerinden biri
olarak da kullanılıyor bugünün Arapçasında.
Allah Resulü aleyhisselatü Vesselam El humme
baridul mevti Humma ölümün postasıdır
şeklinde bir ibareyi de beyan etmek lazım.
Hadislerden değil ama Arapların kullandığı bir
ibare bu. Yani humma ölümün kapısı deniyor.
Öyle ya nefse emareye uyaracak olan her
nefiste en nihayetinde yaşarken ölü halde o
yüzden Allah Resulü aleyhissalatü vesselam
bizlere her seferinde ölmeden önce uyanınız
hadisinin hatırlanması gerekliliğini işaret
ediyor. Öyle enteresan ki bunun bir de
hastalıklarla ilişkisinden bahsetmek gerekirse
Hümeme yani Han'ın ötreli okunuşuna da deve
sıtması diyor Araplar. Yani bu kelime devenin
sıtmadan kurtulduğu çok nadirdir diye Araplar
tarafından yapılmış olan bir tespitte
kullanılıyor. Nefsin yerinden çok yerde
bahsetmiştik şu futuatta elhamdülillah bir
akson dentrit arasında var olan ruhun
elektromanyetik geçiş aşamalarını sağlayan bir
fonksiyon olduğunu ifade etmiştik ki yine arabi
lügatta Karardığı söylendiği anda da kuruluyor.
Hatta, Hemmeme vachuhu, Yüzü kıldan
karardı da, Şeklinde kullanılabiliyor. Öyleyse
bütün bu Arabi lügatın inceliklerinde,
Baktığımızda da etimolojik olarak da
bakıldığında, Bu futuatın, Tabiri caizse, Bizlere
aksetmesinde, Önemli detaylara da yer verdiği
görülüyor. Hakikat Cenab-ı Hak'tan, Rabbim
Cenab-ı Hak seyidimizden razı olsun bizlerin
bunlarla amel edebileceğimiz ilimleri bizlere
aktarıyor. Hem bu günler için hem bu
günlerden gelecek yüzyıllar adına. Efendim
gelelim Baba Ali'ye nefisten gelen ateşli ve
ateşsiz hastalıklardan bahsediyorsak madem
ve nefsin bir elektromanyetik değişimden
olduğunu söylediysek ki bu ibareyi anlamayan
kardeşlerimiz olursa pek çok yine
videolarımızın içerisinde sadece nefisle alakalı
yapmış olduğumuz derslerde bunların yerini
hem delillendirmiş hem de hikmetlerine
elhamdülillah aktarmak nasip olmuştu. hem
delillendirmiş hem de hikmetlerine
elhamdülillah aktarmak nasip olmuştu.
Elektromanyetik değişim sonucu aktarım hızı
ve aktarım kalitesi ve dahi verimlilikte
değişimler olur. Hani dedik ya nefsimizin
bulunduğu noktaya akson ve dendritlere
ulaşan iletinin karşı tarafa paketlenip
gönderilmesi, karşı taraf tarafından bunun
tekrar açılması ve milyonlarca kez bu tekrar
edildikten sonra bizim bir lezzeti, bir
dokunduğumuz yerde sıcağı, soğuğu ve pek
çok şeyi hissedebilir olmamız mümkün oluyor.
O derste anlatmıştık ya tek bir kabloyla değil
trilyonlarca kablolarla birbirine bağlı bir ağın
içindeyiz ve nefsimiz işte bu noktada bu
elektromanyetik paketlenme işlemini
gerçekleştiriyor. O zaman bu paketlenme
işleminde hem değişim oluyor, hem aktarım
hastalık olarak adlandıramayacağımız farklı
şeylere vesile oluyor. Çünkü bir yandan
değişim bir yandan aktarım hızı bir yandan bu
aktarımın kalitesi ve dahi verimliliği var. O
zaman bunlardan en ufak bir değişim bizim
vücudumuzda beklenmedik nefisten gelen,
nefse-i mareden gelen ateşli ve ateşsiz
hastalıklara, sancılı ya da sancısız olarak vesile
olabilir ki doktorlarımızın bakmış olduğu
noktadan biraz daha farslı bir perspektife
geçiyoruz. Çünkü kimi zaman hepimizde bir
anda gelişen bir ateş, bir anda gelişen bir
sancılı ateş veya sancısız bir ateş, hatta ateşsiz
ve sancısız kalıcı hastalıklara vesile olan olaylar
oluyor. O halde bilmeliyiz ki nefse emaneden
kaynaklanan şimdi sayacağımız şu üç problem
aslında ve nihayetinde bizim sağlığımızı baştan
aşağı perişan ediyor. Hani benim bu bedenim
var ve bu bedene bakmakla mükellefim bu da
bana emanettir diye söylediğimiz klasik bir
ibare var ya. Bu ibarenin aslına gitsek şunu
göreceğiz. Nefsiyle mücadele etmeyen bir
adam kendisine takdir ve ikram edilmiş olan şu
bedene hakkıyla yardımcı olamıyor. Zira bu
beden nefsani hastalıkların merkezinde bugün
gördüğümüz hastalıkları kavuşuyor ve biz bir
anda onların ilaçlarla geçeceğine inanıyoruz.
Halbuki kökenlerine indiğimiz zaman orada 3
temel probleme rastlıyoruz. çenlerine
indiğimiz zaman orada üç demel probleme
rastlıyoruz. Bunlardan biri korku, bir diğeri
ümitsizlik ve bir diğeri kaygı. Bugünün
dünyasına gelene kadar ve bundan sonraki
süreçte de gittikçe daha fazla olacak bütün bu
süreçleri hepimiz görmekteyiz, yaşamaktayız
ne yazık ki zaman zaman. Olsa ki hem ayet-i
kerimeler hem Resulü Kibriya aleyhissalatü
vesselamın hayatı bir arada cem edilse
görülüyor ki hayatımızın içerisinde korkunun,
ümitsizliğin ve kaygılarımızın olması
nefsimizden kaynaklanıyor. Tabi ki bunların
nasıl kaynaklandığını ve nelerden oluştuğunu
nasıl atlatabileceğimize dair hakikatleri farklı
derslerde söyledik. Bugün bu üç tane büyük
problemin aslında bizim hayatımızda nasıl bir
şeyleri bozduğunu ve bozulan şeylerle
bedenimizin nasıl altüst olduğunu ele alıyor
olacağız. Dolayısıyla temel merkeze aldığımız
şey bugün o problemi anlatacağız. Tabi oralara
düşmemek için neler yapmamız gerektiğini
yine geçmiş derslerimizi dinlemenizde fayda
var diyerek ifadelendirebiliriz. Hakikat o ki
bizim dünya hayatına ait olan korkularımız
elektromanyetik sistemde bir aktarım hızını
etkiliyor. Yani bir şeylerden korkmaya
başladığımızda ve bunlar ne kadar dünyevi ise
bizi ateşli ve sancılı hastalıklar bekliyor artık.
Bu nefse emare korkusu özellikle. Yani yarının
rızkından korkuyor olmak. Yarının neler
getireceğinden korkuyor olmak. Hatta sokakta
bile yürümekten korkar hale geliyor olmak.
Bunlar elektromanyetik düzeneklerin
yavaşlamasına ve bu yüzden mikron altı
seviyelerde dahi olsa bir şeyin aktarılmasına
engel oluyor. Bu aktarım hızı düştükçe vücut
bunu hızlandırabilmek için yeni enerji
kaynaklarına girişiyor. Ve genellikle bu
kaynakları en yakın noktadan kullanmak
istiyor ki burada kaslarımız var. Evet bir anda
yükselen ateş kaslarımızda beklenmedik bir
ağrı zaman zaman bunu grip nezle ve buna
benzer rahatsızlıklarla ifadelendiriyor
olabiliriz. Ve bunlar gerçek de olabilir ama
bunun öncesinde hakikaten dün hiçbir şeyim
yoktu ve şu anda ateşli ve sancılı bir hastalığım
var diyorsak, eğer birkaç gün evveline gidip
bakmak zorundayız. Neyden korktuk? Yarına
ait Cenab-ı Hakk'ın bizlere verileceğini
kesinlikle söylediği şeylere dair korkularımız
mı var hala içimizde? Elbette ki bunu
atlatamadıkça, atlatmanın formülü farklı
derslerde olduğu için geçiyorum. Aktarım
hızımız değişiyor ve nihayetinde ateşli ve
sancılı bir hastalığa eyvallah etmek zorunda
kalıyoruz hem de fark etmeden. Hakikat bir de
aktarımın kalitesi var elbette. Yani bu
paketlerin doğru paketlenmiş olması lazım.
Zira paketler düzgün yapılıp karşıya kaliteli bir
şekilde aktarılmadığında burada seviye
düşmelerine sebep oluyor. Hani gittikçe elimizi
bir şey sürdüğümüzde gerçekten onu
hissedemiyor oluşumuz. Kokuları almakta
gecikmemiz elbette bununla başka sebepler de
vardır ama. Duyularımızın lezzetlerini yani
duyularımızın tabiri caizse kalitesinin
kaybolduğu yerde ne var diyorsanız eğer orada
ümitsizlik karşılıyor bizleri. Ateşsiz ve sancısız
hastalıklar geliyor karşımıza. Bu ne demek?
Hem ateşsiz hem sancısız. Peki ben bunu
nereden anlayacağım derseniz. Bunun
karşımıza çıkacağı ateşsiz ve sancılı hastalıklar
ümitsizlikten kaynaklanıyor. Sancılar nerede
oluyor? Genellikle omurga civarımızda. Çünkü
vücudumuzda ümitsizlik meydana geldiğinde
paketçikler aktarılmaya devam ediyor ama
kalitesi bozulmuş. Bu kaliteyi yeniden elde
edebilmeniz için sizin vücudun ana
formlarından bir şeyleri çekiyor olmanız lazım.
Ve bu genellikle omurganıza yani kemik ilimize
ait. Dolayısıyla kemiklerimizin içinden gelen
bir ağrı ya da sırt boyunca gelen bir ağrının
kökenlerine baksanız. Sancılı olan bu ateşsiz
hastalık aslında ümitsizlikten kaynaklanıyor.
Ve bir bakıyoruz ki Mevlid-i Nebevi'ye doğru
gittiğimiz Rebül-i Evvel ayının şu tatlı sesi,
nidası, kokusunun geldiği günlerde Allah
Resulü Aleyhisselatü Vesselam'ın hayatının
bütününde ümitsizliğe ait olan hiçbir
emareden söz edemeyiz. O hayatı boyunca
ümit var oldu. Ve o ümit onu çalışmaya,
çalışmaya inanmaya inandırmaya inanacak
olan ve inanmış insanların hakiki bir mücahede
ile nefsiyle cihad ederek Allah'ın rızasına
kazanmaya yönelik olan her türlü fiilleri
utanmadan sıkılmadan arlanmadan veya
tembellik etmeden yapmalarına vesile oldu.
Bugün ise herkes, genellikle civarımızda
müthiş bir ümitsizlik görmekteyiz. Ve buna
nazaran vücut ağrılarının her tarafta artıp bir
de buna fibromiyerji diye, yani sebebi belli
olmayan hastalıklar, ağrılardır efendim bunlar,
yaşta kemale erdikçe kemikler ağrımaya başlar
denir. Halbuki ümit var olan insanların bu ve
buna benzer ağrıları bu sebepten olması çok
daha çabuk olmaktadır. Efendim bir hakikat
daha var. Bir de bu işin verimliliği var. Yani
vücudun bunu sürekli aynı kalitede ve aynı
hızda aktarabilmesini sağlayan bir sistemimiz
daha var. Bir sinir hücresini konuşmak istesek
çok uzun zamanımız alır. Cenab-ı Hakk'ın her
bir yarattığının içerisinde var olan her bir
hikmete baksak. Burada ise biraz önce
söylediğim gibi ateşsiz ve sancısız hastalıklar
olur. Nasıl olur demeyin kalıcı bırakacağı
hasarlar buradan başlar. Yani bunun nefisteki
sırası da birazdan ifade edeceğim gibi sonunda
kaygıya gelir. Kaygılanmak korku ve
ümitsizlikten biraz daha farklı. Yani tam
olabilir şeyleri henüz olmamış ya olursa ya
başıma gelirse ya hasta olursam ya fakir
kalırsam ya bu sınavı kaybedersem tarzındaki
bütün düşüncelerin gece uykularınızı kaçıracak
seviyeye sabah uyandığınızda sizi mutsuz
kılacak noktaya getirmişse eğer kaygılar artık
tavan yapmış demektir. Kaygıların tavan
yaptığı yerde korku ve ümitsizlik az kalıp kaygı
en üst seviyede olursa işte burada kalıcı
hasarlardan bahsederiz. Bu kalıcı hasarlar
genellikle organ cidarlarında meydana gelen
bozulumlarla karşımıza çıkar ve hızlı
yıpranmayı oluşturur. Karşımıza çıkar ve hızlı
yıpranmayı oluşturur. İnsanoğlu mademki
bedenine bakmakla mükelleftir o zaman
öncelikle nefse emaresiyle mücadeleye
mükelleftir. Elbette ki bunun bir de
nefsimizdeki karşılığı var. Yani nefsimiz her
şeye önce korkularla başlar. Bir şeyden
korkmaya başlarız. Yarından korkmaya
başlarız. Yarından korkmaya başlarız.
Yarınımızın takdiri ilahiyle hükmü altında
olduğunu unutmaya başlarız. Bu doğal bir
ümitsizliği getirir ve bu ümitsizlik artık
kaygılarımızı bir beslenme biçimi haline
dönüştürür. Her gün yemeden içmeden
yatamadığımız şeylerin varlığı kadar önemli ve
emniyetli olur. Hatta insan zaman zaman
kaygılanmayı şöyle de algılayabilir.
Düşünmeyeyim mi yani? İhtimalleri aklıma
getirmeyeyim mi? Oysa ki müminin hayatında
bir ihtimal ve ihtimal süreçlerine bağlı olan
düzenekler yoktur. Bizler ihtimaller üzerine
değil imanın getirdiği lezzet nefse emmareye
karşı yapılacak her türlü zillet tedbirleriyle
mücahede ile mükellefiz. Mükellef olduğumuz
yerde ihmaller olabilir ama ihtimaller olmaz.
Cenab-ı Hak bu hak ve hakikatleri
öğrenmemize vesile olan Seyyidimizden
binlerce kez razı olsun. Bizler onun gerçekten
sözlerinden en az bir tanesini anlayabilsek ve
onunla amel edebilsek dünya ahiret bizim için
şeref olur efendim. Şu futahatları hakkıyla
okuyup hakkıyla yaşayabilmeyi Rabbim bize
nasip eylesin. Onun ilimlerinde bütün dünyaya
her noktadan yayabilenlerden olmayı da bize
Rabbim nasip ve müessere eylesin.
Nefsimizden kaynaklanan korku, ümitsizlik ve
kaygılardan kurtulmaksa elbette nihayetinde o
mürebbi olan zat-ı muhteremin önünde geldim
adam olmaya demeye bağlı, Adem olmaya
geldim demeye bağlı. Efendim inşallah bundan
sonraki süreçte aksatmadan kesmeden
Rabbimin verdiği imkanla, sağlık sıhhat
afiyetle, akıl nur ve temkin üzere seyidimizin
beyanatıyla bu ilimlerden feyz almaya niyaz
ederiz. Bir dahaki programda inşallah
görüşmek üzere. Allah'a emanet olunuz. Kalın
sağlıcakla. Altyazı M.K.
Altyazı M.K. Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali
keramallah ve cehu Meded ya Gafsı Azam
Abdülkadir el-Ceylani Meded ya Seyyidi
Muhammed Ruhi Eûzu
billâhimineşşeytanirracîm
Bismillahirrahmanirrahîm Seyyidimize ikram
edilmiş olan Futuhat kapısında Bâb-ı Ali
derslerinin 26.sında Nebe'e suresinin 26. ayeti
kerimesinde Baba Ali'de ifade edilmiş olan
cezaların cüz cüz olduğuna dair hikmeti
anlamaya niyet ettik. Allah-u Zülcelal
içindekilerle amel edebilmeyi, hakkıyla talebe
olabilmeyi bizlere nasip-i müessire eylesin.
bizlere nasibi müessire eylesin. Efendim Nebe
Suresinin 26. Ayet-i Kerimesinde Hz. Allah'ın
beyanatı şöyleydi Estaizübillah Ceza en vifeka
Uygun bir ceza Bu uygunlukta ceza kelimesi
cezaların cüz cüz olduğuna dair bir hikmettir
bizler için. İnsanoğlu her başına gelen cezayı
sanki tek tip, tek biçimde zannedebilir. Elbette
her birisinin mahiyeti, özelliği, çeşitlilik
göstermektedir. Ancak bu ayette kelimenin
hikmetince anlaşılmalıdır ki, Allah-u Zülcelal'in
verdiği cezalar üç türlüdür. Bu da cezaların
geliş biçimine göre ele alındığında. Allah-u
Zülcelal'in vermiş olduğu cezaların neredenza
düçare olamaması için nasıl tedbirler alınması
gerektiğine dair bizlere hakkıyla, hikmetiyle,
bütün vasıflarıyla halükulade bir izahat
taşımaktadır. Efendim, Allah-u Zülcelal'in
vermiş olduğu cezaların geliş biçimlerinden
birincisi merkezden etrafa olandır.
İletimlerinden birincisi merkezden etrafa
olandır. Tabiri caizse yukarıdan düşen bir
bombanın, bir belanın, bir illetin tam da bir
merkezden bütün her tarafa yayılması. Elbette
bu etrafa yayılış tabiri caizse uzakta kalanların
daha az illete tabi olduğu anlamına gelmez
ama bir yerde, bir halin içinde, nefsin içinden
gelen illetler sebebiyle hasıl olan ceza
merkezidir ama etrafını etkilemektedir.
Bunların en tehlikelisi iki büyük beladır.
Bunlardan birisi iftiradır, biri dedikodudur, biri
boş laftır, biri yalan sözdür. Yani insanın kendi
nefsiyle, kendi eliyle yaptıklarıdır. Bu
yapılanlar kendi nefsinin içinden geldiği için
ceza bu nefsedir. Ancak etrafını
etkilemektedir. Sebep ne diyecek olursanız.
Ancak etrafını etkilemektedir. Sebep ne
diyecek olursanız, merkezde bu iftirayı, bu
dedikodu yapan insanın hala var olabilir
olması ve onun varlığına destek mahiyetinde
başka şeyleri kullanabilir olması bu cezadan
etkilenen insan sayısını arttırmaktadır. Bunu
şöyle ifade etmekte fayda var. Bunu şöyle
ifade etmekte fayda var. İnsanların iftira,
dedikodu, yalan, dolan, birbiri arkasına
kazmak gibi olayları çok daha yapabilecekleri
bir imkana kavuştuklarını görebiliyoruz. O
imkan ve o zemini oluşturan insanların da en
az o iftira ve dedikodu yapanların üzerine tabi
olan cezadan da etkileneceklerini unutmamak
gerekiyor. unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla
bizler bunu yapmayarak bu cezaya muhatap
olmamalıyız ama bir başka bizi bekleyen
tehlike var. Eğer bu merkezin aldığı cezanın
orada olabilmesine imkan sağlayan yapıyı da
siz sağlamışsanız bu cezadan size bir hisse
düşecektir manasına geliyor. Öyleyse bir insan
bir yerde bir ticarethane, bir iş, bir hizmet, bir
başka şey yaparken o oluşan zeminin üzerinde
insanların kötülüğüne yönelik bir şeylerin
yapılıp yapılmayacağına da bakması ve kontrol
etmesi gerekir. Çünkü o zemini sağlıyor olmak
onlara gelen cezadan sizleri çok da beriye
eylemez. Her şeyi her an kontrol etmek
mümkün olmayabilir. Ama çalıştima
hayatımızın içinde de bazı ibareleri ve
prensipleri insanlara söylemek ve bunu
yaşatmaya gayret etmek önemlidir. Evet illaki
çalışanlarınıza namazı, orucu, zekatı, hayatı
İslam'a anlatamayabilirsiniz. Günümüzün
şartları oldukça enteresan, oldukça garip,
oldukça muzdarip ama çalıştığımız insanlara
yalan söylemelerinin yasak olduğunu ifade
edebiliriz. Çalışan her türlü problemde hem
Hristiyan dünya hem Yahudi zalimler ne yazık
ki onlar kendi hayatlarında çalışma
biçimlerinde birçok şeyin insanları dikte
ederek bunlar bizim şirketimizin prensipleri
diyebiliyorlar. Ancak İslam dünyasında bu ve
buna benzer kuruluşları meydana getirirken
aynı hassasiyetle davrandıklarını
söyleyemeyiz. hassasiyetle davrandıklarını
söyleyemeyiz. Ancak bizim göstermediğimiz
hassasiyet, o zeminde harekete geçen her
türlü probleme bir nevi destek olmak
mahiyetine geliyor. Elbette bu destek birebir
bir günah mantığıyla söylemiyoruz. Ama işin
hakikati, hikmeti ve bütün güzelliğini yaşamak,
sonra burada meydana gelen cezadan
etkilenmemek istiyorsanız, bütün güzelliğini
yaşamak, sonra burada meydana gelen
cezadan etkilenmemek istiyorsanız,
gönlünüzün kırılmamasını, gönlünüzün tamir
olmasını istiyorsanız, öncelikle insanların bu
tarz zeminlerde hareket etme faaliyetlerine
destek olmamaya da önem göstermelisiniz.
İkinci ceza tipi var ki o da etraftan merkeze
doğrudur zira etraf dediğimiz bir insan
topluluğunun yaşadığı bir bölge gibi
adlandırılabilir eğer o bölgede şeytandan gelen
illetler gerçekten yaşanabilir bir zemin
bulmuşsa bu durumda işte etrafın topyekun
merkeze doğru katlana katlana gelerek bir
cezaya muhatap olduğunu görüyoruz. Eğer o
bölgede içki içmek, zina etmek, zulmün hasıl
olması, kıskançlık ve kibir gibi şeytani
özellikleri destekleyen unsurların varlığı, o
bölgede yaşayan insanların dikkatini çekmiyor,
o bölgede yaşayan insanlar tarafından en az
bir ya da birkaçı tarafından dillendirilmiyor. O
insanlar hayra hakka davet edilmiyorlarsa işte
ceza onlara gelmiyor sadece etraftan merkeze
doğru geliyor. Yani şöyle ifade etmek lazım. Bir
mahalle var. Bu mahallede bir kumarhane
olsun Allah korusun. Bir fuhuşhane olsun Allah
korusun. Vesaire günahın şeytani olan her
şeyin yaşandığı bir problemli bölgeler olsun.
Bunlar da mahallenin birer taraflarında
olsunlar. Bunlar bu cezanın geleceği merkezler.
Ama bu merkeze gelmeden önce etrafa
uğramaktalar. sözle, beyanla, belagatla, hayra
davet etme mahiyeti için bir mücadele
vermeyenlerin etraftan merkeze doğru bir
zulümata dahil olacaklarını söylemek
gerekiyor. Evet, bu oldukça zor, oldukça
sıkıntılı bir durum gibi görünüyor ama bizler bu
hasretlerimizi kaybettiğimiz için bugün ne
yazık ki birçok problemin içindeyiz. Bir de
yekün gelen cezalar var efendim. Merkezden
etrafa gelen nefisten, etraftan merkeze doğru
gelen şeytandan, yekün bir bütün olarak,
merkeze etrafı gözetmeksizin gelen varsa, işte
orası da, insanın, insanı, peygamberi ve dahi,
Rabbini terk etmesiyle beraber gelir ki, bunlar,
kuraklık, fakirlik ve açlıktır. Bu yekül gelenler
peygamberin sözünden ve söyleminden uzak
kalmanın da bir karşılığıdır. gözünde yaşayan
bütün müminlerin bir vücut olduğunu, her bir
organından nasıl rahatsızlık duysanız, o
rahatsızlığa mücadele etmek için neler yapmak
gerektiğini, bir bütün olarak görmek
gerektiğini beyan ediyor ve bugün bizler
içimizde gazete yaşanan olaylara karşı sessiz
sedasız kalan insanların varlığıyla
yüzleşiyorsak, yüzleşiyorsak hakikat ve ne
yazık ki yekün gelen cezalara tabiri caizse
bütün kapı baca cam çerçeve açmış ve hazırız
demiş oluyoruz. Ancak Rabbül Aleminden
gelen hangi cezaya ben hazırım diyebilir hangi
varlık Allah korusun geldiğinde neyi tanır ne
durabilir önünde. O halde bugünlerde özellikle
iftiranın dedikodunun engellenmesi, zulüm,
kibir, içkinin, fuhşiyatın ve kumarın oynanması
ve dahi Gazze ve benzeri pek çok İslam
coğrafyasında yaşanan zulüm karşısında
Müslümanların eliyle, diliyle ve en aşağısı
kalbiyle bir şeyler yapmak zamanı. Ve bu
zaman aslında Peygamber Aleyhisselatü
Vesselam'dan, Hazreti Adem'den bugüne
kadar, şeriat-ı Muhammediye'ye gelene kadar
bütün şeriatlarda da birer emirdi. Ancak ne
zamanki müminler bu emri ilahiden dünyanın
dert ve telaşına düşseler o günlerde parça
parça bir bütün olmadan parça parça bu
eziyeti çeker oldular. Zira Resul-i Kibriya
aleyhissalatü vesselam Efendimizin muteber
doğasının Cenab-ı Hak tarafından kabul
edilmesi vesilesiyle ümmeti Muhammed'e
toplu bir helak olmayacak. Ama o küçük küçük
gelen her şey evleri, ocakları, insanları
birbirinden uzaklaştırıyor, kurbiyeti kapatıyor,
paramparça ediyor. Ve ne yazık ki bizlerin hak
ve hakikati anlamasına engel olduğu gibi, hak
ve hakikati beyan etmek için verilecek her
türlü çabadan da bizi uzaklaştırıyor, farkına
varamaz, duyarsız bir insan tipi haline
getiriyor. Duyarsızlık bu cezaların çeşitlerini ve
biçimlerini yaşamaya bizi hazır hale getiriyor.
İnsanoğlunun kendini kurtarmak için verdiği
çaba kendisini kurtarmaya yetmez. Çünkü
sahabe ikramın tamamı Allah Resulü
aleyhissalatü vesselamın duasına talip oldular.
Şefaatine talip oldular. Onun bir sözüyle
hayatlarına bir şey daha katabilir miyiz? Onun
peşine düştüler. Madem ki alimler, evliyalar
onun varisleridir. O halde insanoğlunun bugün
peygamber varislerinden bu kadar uzak
olmaları ve durmaları, her yeni gün bir şey
öğrenerek üstüne bir şey daha koyma
çabasından uzaklaşmaları ve ne yazık bu
cezalar geldiğinde bizi şaşırtmamalıdır. Cezayı
insandan bilen kendi nefsine karşı daha henüz
hiçbir şey yapmamış demektir. bilen kendi
nefsine karşı daha henüz hiçbir şey yapmamış
demektir. Fakirlik, açlık, yoksulluk, kuraklık
aklınıza gelen bu ve buna benzer. Toplulukları
her türlü sıkıntıya düçar eden problemlerin
kökeninde bu cezalar vardır. Allah'ın kestiği
ceza kulların vesilesiyle bize ulaşıyor olabilir.
Ama o kulların yaptıkları her şey insanoğlunun
ya bir imtihanı ancak bugünlerde dünyanın
ekseriyetine baksanız müminlerin bir arada
duramayışının cezasıdır. her halin içinden
Rabbül Aleminin sözü, Peygamber
aleyhissalatü vesselamın beyanı, ehli beytin o
tutucu vasfına bir an önce yapışmalı. Başka bir
şey, aksi bir tutum, bizi sadece birbirimizden
uzaklaştırmakla kalmayıp, bu cezaların her
halini kabul etmek, baştan olsun efendim
demek anlamına geliyor. Ve ne yazık ki bu
sözün arkasından bu cezalar hasıl olduğunda
da insanoğlunun ekseriysinin bunlardan
muzdarip olup kah haşa Rabbül Alemine dert
yanmasına, kah Peygamber aleyhissalatü
vesselamın hani nerede denmesine vesile
oluyor ki bu da insanın akidesini bozuyor,
imanını zedeliyor. Allah korusun belki de
imansız bu diyardan geçmesine vesile oluyor.
Evet, imanın zafiyeti bu cezalara muhatap
oluşumuzu sağlıyor. O cezalar yaşarken
cezanın Allah'tan geldiğini bilmezcesine
hareket ve söylem de tekrardan iman
hasretinden uzaklaşmaya vesile oluyor. O
halde bunlardan haberdar olmak, bilgidar
olmak, bu çerçevede yaşamak, etrafımızdaki
insanlara tek başına yaşamıyorsun efendi,
yaptığımız her iyilik ve dahi her kötülük
çevremize zarardır. Her iyilik ve dahi her
kötülük çevremize zarardır. Kah
çevremizdekiler haberdar olmasa dahi demek
gerekiyor. Bunun için müminin sözü
dinlenilebilir olması gerekiyor. Bunun için
İslam ahlakıyla, peygamber ahlakıyla, ehlibeş
sevdasıyla, bütün o ashab-ı ikramın
güzellikleriyle elinden geldiğince buluşması
gerekiyor. Rabbül Alemin bizleri bu buluşma
hususunda seyidimizle buluşturmasından
ötürü binlerce kez şükreder, hamd eder. Bu
yolda daimen hizmet üzere olmayı Cenab-ı
Hak'tan niyaz eder, dua eder, dua bekleriz. Bir
dahaki Bâb-ı Ali dersinde görüşmek niyetiyle
Allah'a emanet olun. Altyazı M.K.

Altyazı M.K. Mustafa sallallahu aleyhi ve


sellem. Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve
cehû. Meded ya Gavsazam Abdülkadir
Eceylani. Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi.
Eûzu billâhimineşşeytanirracîm.
Bismillahirrahmanirrahîm. Bilim derslerinin
27.sindeyiz. Nebe suresinin 27. ayet-i
kerimesinin tefsirine ulaştığımızda Allah'ın bu
ay bu ayeti kerimede var olan ilimlerden
birisini kaderin ahengi olarak ifade etmiştik.
Kaderin ahengi insanoğlunun yeryüzünde
kadere karşı söylemiş olduğu her türlü
söylemin içerisinde yaptığı hataları anlamak
için önemli bir ders. Bizler hayatımızın her
evresinde, kaderde, yaşananlara karşı zaman
zaman zafiyeti imaninin karşılığı olarak bu
yaşananların şimdi sırası mıydı diyor olabiliriz.
Ancak her birisinin sırasının geldiği bilimsel bir
gerçek olarak karşımızda duruyor. Bu
bilimsellik elbette ki fizik kitabında seyidimizin
açıkça beyan edilmiş hususlarla daha iyi
anlaşılabilir. Ama bugün kadenin ahengeyi
spesifik bir konuda bilimsel alanda
incelenebilecek bir halde tohum olarak ifade
edilmeye çalışılacak. Elbette öncelikle ahengin
ne olduğunu anlamakta fayda var. Öncelikle
ahengin ne olduğunu anlamakta fayda var.
Ahenk birden fazla ve farklı unsurun bir araya
gelerek anlamlı sonuç oluşturmasına denilir.
Ahenk yeryüzünün matematiksel bir çıkarı
mıdır? Birden fazla ve birbirinden farklı olan
müzik aletlerinin bir araya geldiğinde anlamlı
bir ses ve nida çıkarabilmesi denge ile değil
ahenk ilidir. İnsansa genellikle hayatında bir
denge bekler. Oysa ki insan hayatını ayakta
tutan birden farklı frekanslarda çalışan bütün
organlarının birbiriyle uyumlu ya da uyumsuz
fark etmez belli sonuçları almak üzere yapmış
olduğu harekat biçimidir. Bu harekat biçimi
yeryüzünde nasıl inkişaf ediyorsa biz buna
kaderin ahengi diyoruz. Zira kaderin ahengi en
az iki ve daha fazla bunlar iş, insan, söz,
söylem de olabilir veya eylem, etki, tepkiler de
olabilir. Bir araya gelerek insan için meydana
getirdiği yeni bir süreç olduğunu bilmemiz
gerekiyor. Bu süreçlerin her birisi
insanoğlunun bir sonraki adımına geçmesi için
ona verilmiş olan da bir imkan aynı zamanda.
Zira insanoğlunun bir sonraki aşamaya
geçebilmesi en az bir problemle
karşılaşabilmesine bağlı. Problemlerin her
birisini insan için zorunlu ve sıkıntılı gibi
görmek ne yazık ki bu manada insan zihninde
kuşatıcı problemleri kabul etmek anlamına
geliyor. Oysa ki Allah Azze ve Celle yeryüzünde
bizlere takdir etmiş olduğu problemlerle
hayatımızı devam ettirebilme imkanımızı
sunuyor. İnsanoğlunun yemek yemesi aslında
insan vücudunda mide için dışarıdan bakan bir
gözle bakılsa bir problemdir. Çünkü midenin
asiti salgılaması bir iş yapması gerekmektedir
ve öğütmesi gereken şeyler birer problemdir.
Bağırsaklar, karaciğer, dalak, böbrekler ve ta
sonuna kadar her ne varsa yaptığıığı her işi bile
problem gibi baksalar, evet yediğimiz bir
lokma ekmek vücudumuzun tamamı için bir
problemdir diyebilirsiniz. Ancak o lokmayı
yemediğiniz durumdaysa gerçek bir problemle
karşılaşırsınız ki o en gerçek olan ölümdür.
Öyleyse insan onun yeryüzünde yaşadığı hiçbir
şey onun için problem değil. Aslında üzerine
basarak geçeceği yeni bir aşamaya geçeceği
onun ihtiyaçlarını doğuran bir hakikattir.
Ancak bazen ihtiyaçlar zannedildiği gibi sadece
güzelliklerle sonuçlanamayabilir. Herkesin
başına gelenlere de kendine ait olan en az bir
etken vardır. İşte insanoğlu acıktığında nasıl
yemek yiyorsa hayatın içinde de yaşadığı tüm
problemleri kendi eliyle ve kendi söylemiyle
gerçekleştirmektedir. İnsanoğlu kendi
kaderinde etken bir varlık olduğunu fark
etmeyişi, kaderinde tahakkümat kuramayacağı
gerçeğiyle beraber ele alınmalıdır. İnsanoğlu
yapmış olduğu fiillerin dışında bir başka
şeyden dolayı sorumlu tutulmadığına göre her
fiilin yeryüzünde var olan bir başka şeyi
tetiklemiş olması onun intihanına, cezasına
dönüşebilir. Öyleyse insanoğlunun başına
gelen cezalar, intihanlar birer problem ya da
birer bela olarak adlandırılamaz. imtihanlar
birer problem ya da birer bela olarak
adlandırılamaz. Yeryüzünde özellikle
Müslümanların temizlenebilmesi ve temiz bir
hayat sürerek ahirete intikalleri için gereken
bu süreç aynı zamanda ahenkli bir kaderin
sürüşü için gereklidir. Bu kaderin ahenki kendi
hayatımızda var olan tüm insanların her
birisinin vazifesini de yerine getirmiş olmasını
gerektirir. Bizler yeryüzünde yapmış
olduğumuz sadece kötü söylem ya da sözlerle
değil, iyi hareket, iyi söz, iyi dualarla da
imtihana tabi olabiliriz. Zira talep ettiğimiz şey,
yapmakta olduğumuz şeyle birebir
ortaklaşadır. İnsan yapmadığı şeyin duasını
yaptıkça fiiliyata dökülmemiş bir doğanın
içindedir. Dolayısıyla bunu yaşamaması gayet
tabidir. Eğer bir şeyi yaşamak istiyor ve
yaşamın içinde buna bir yer edindirmek
istiyorsak, mutlak surette kabiliyeti ilahide,
kabiliyette ilahi olana talip olmuşuz demektir.
O halde başımıza gelen her şeyin bir veşhiyle
kendi yaptıklarımızla birebir ilintili olduğunun
farkında olmak zorundayız. Kendi
yaptıklarımızın dışında bir başkasının yapmış
olduklarının da bu etkenlik çatısı altında
değerlendirilmesi gerekmektedir. Kader
ahenge ile akacaktır. Karşısında durmak
istemek ve buna isyan etmek sadece isyanı
sebep olabilir. dışında durmak istemek ve
buna isyan etmek sadece isyanı sebep olabilir.
İsyansa, insanda var olan imani kabiliyetin
ortadan kaldırılarak, kaderin ahenginin karşı
durması mümkün olmayan bir yolda, kaderin
ahenginin kavramasına engel olur. Bu da, her
seferinde büyük bir üzüntü, büyük bir
galeyanla, yeniden hayata dönmek zorunda
olma bilincini ortaya koyar. İnsanoğlu yeniden
hayata başlamak için her bir adım attığında bir
önceki adımların gereklerini yerine getirmiş
olması beklenirken Cenab-ı Hakk'ın takdiridir
bu, o yüzden başıma belalar geldi demek,
Cenab-ı Hak'tan O'nun yaratmasını isteyen
insanoğlunun tabiri caizse hakikatten
uzaklaşan isyana mütealli bir hayat sürmesinin
de bir başka veçi olduğunu söylemek
gerekiyor. İnsanoğlu hem isyan etmediğini
söyleyip hem de isyankar bir hayatın içerisinde
kaderin ahenkle onu bir yerden bir yere
götüreceği inancıyla hareket ediyor olsaydı, o
zaman yeryüzünde atmış olduğu hiçbir adım
için problem diyemezdi. O zaman yeryüzünde
atmış olduğu hiçbir adım için problem
diyemezdi. Problem, sonucu belli olan, sonucu
mutlak surette ulaşılabilen ve her sonucuyla
yeni bir başlangıca vesile olan anlamına gelir.
Ancak kelimelerimizi değiştiren zihniyet,
problemleri çözülemez, anlaşılamaz, ardı
arkası kesilmez ve sürekli insana zorluk veren
şeyler olarak adlandırmakta. Bir insan ömrü
hayatı boyunca bu mantıkla bakıldığında hiçbir
zaman sonuna kadar zorluklarla imtihan
olmuyor. Ancak insanoğlu kendisine takdir
etmiş olduğu şeyin kendisine zorluk diyerek
kendisine zora koşuyor. Halbuki bir insanın
ödeyebileceği rakamla bir başka insanın
ödeyebileceği rakam aynı olmamakla beraber,
başımıza gelen süreçlerdeki maddi kayıpların
her birisi aslında yeni bir maddi kazancın
gelmesi için de bir vesileyi oluşturuyor.
İnsanoğlu ya bu vesileyi hakikatiyle ve
helaliyle elde etmiş olacak ya da haramıyla bu
yolun içinde olacaktır. da haramıyla bu yolun
içinde olacaktır. Nihayet bu döngü kendisini
tamamladığında kader bütüncül bir ahenk
içerisinde dünyanın var oluşundan yok oluşuna
kadar, bütün alemlerin var oluşundan yok
oluşuna kadar gereken sürecin her birisinde
kendisine takdir edilmiş olan imkanı
kullanmaktadır. Hakikatiyle düşünürseniz
yeryüzünde var oluşumuza vesile olacak olan,
alemlerdeki bütün canlı olan varlıkların bize
hizmet ettiği gerçeği, bu kaderin ahenginin
zaten kaçın mümkün olmadığını
göstermektedir. Öyleyse var olan şeylerin
problem gibi algılanması, aynı zamanda
isyanın galebe çalmış olduğu, imanın zafiyete
uğramış olduğu bir yerde mümkün olur. Bu yer
bizim için acıklı ve eziyetlidir. Bu eziyetin
altında kalmak istemiyor. Hakkıyla ve
hakikatiyle kaderin ahengi içindeki psikolojiyle
yaşamak istiyorsak, yaşadığımız hiçbir şeye
problem diyemez, hiçbirini sorun olarak
göremeyiz. Her problemin içerisinde
kendimizin hangi noktada etken olduğunun
farkına varabilmek, bir sonraki aşamada
oluşacak gerçeğin kendimiz için daha hayırlı
sonuçlar doğurabilmesi adına bir gelişim süreci
olduğunu görmek gerekiyor. Kaderin ahengi
bugün bilim dünyasında özellikle psikiyatri
alanında çalışanlar için mutlak suretle
uygulanması gereken yeni bir terapi metodu
ya da anlayış biçimi olarak yeniden ele alındığı
gün insanoğlu problemlerle boğuşan değil
problemlerle daha güzel yarınlara ulaşabilen
bir canlı olduğunu elbette görmeye
başlayacaktır. Cenab-ı Hak böyle
görebilenlerden olmayı seyrimize hayırlısıyla
ve hakkıyla öğrenci, talebe olabilmeyi bizlere
nasip ve müessere eylesin. Bir dahaki ders
görüşmek üzere. Kalın sağlıcakla. Thank you.

You might also like