Şühedayi Bedir, Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına, Ve kafeli iman ervahının ruhlarına, El Fatiha. Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevabı Efendimizin ruhlarına, Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevabı Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidelerin ruhlarına 12 imamın ruhlarına ve kafihli İslam ervahının ruhlarına El Fatiha Mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına ve kafirli iman el vahdının ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz, peygamber efendimizin incitane Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin ruhlarına, Zeyd Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin ruhlarına ailesinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müritlerinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına Şüheday Çanakkale Şüheday İstanbul Evliya İstanbul'un ruhlarına Cabir Bin Abdullah Hazretlerinin ruhlarına Eyyub El Ensari Hazretlerinin ruhlarına Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafeli iman ervahının ruhlarına, şühedanın serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in ruhlarına ve kafirli iman ervahının ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah. Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Altyazı M.K. Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyidimize ikram edilmiş futuhat kapısında Allah nasip etti bu hafta geçen haftalarda bayram öncesinde sizlere duyurduğumuz üzere seyidimizin emriyle bab-ı ali sohbetlerine başlıyoruz efendim. Rabbim izni inayet ederse eğer nefes el verdiği müddetçe bu futuatların beyanatında tefsir, seyidimizin futuatının beyanatında tefsir kısmına aynen devam ediyor olacağız. Her gün Rabbim nasip ederse bu hafta bitmek üzere inşallah siyerin nebi gibi sizlere bu hakikat, hikmet, şeriat, sünnet ve ehlibe sevgisiyle çevrelenmiş doğru bilgilerle sizlere bu futu, hikmet, şeriat, sünnet, ehlibe sevgisiyle çevrelenmiş doğru bilgilerle sizlere bu futuatı beyan etmeye devam ediyoruz. Tefsirde her gün birer adet Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin bu kanalında olacak. Siyer Nebi bildiğiniz gibi diğer kanalda Tevhid Hoca'nda zaten dört kanal var. Biri Almanca kanalımız, video kardeşlerimiz bir diğer kanalımız var. Gündeme dair beyanatlarına sunulduğu. Bundan hariç herhangi bir kanal yok. İnsanların kendi keyfiyetiyle yapmış oldukları şeyler olabilir. Herkesin kendi keyfiyetiyle olabiliyor. Ama bunlar herhangi bir bilgi dairesinde değil. Tamamen sağdan soldan toplanmış veriler ışığında. Kendi keyifleriyle insanların yaptıkları şeyler. Dolayısıyla hakikat ve gençliğin doğru bir minval üzerine yetişmesi, doğru bir hakikatle kuşanması, o hakikatle hikmeti anlayabilmesi, bu hikmetle ümmet-i Muhammed'e hizmet edebilmesi, biiznillah şu futuatlarla nasip oluyor. Rabbim seyirimizden binlerce kez razı olsun onun futuatıyla hem gençlerin hem ehli muhabbetin hakikaten doğru bilgiye ulaşmasına vesile olunmuş oluyor Rabbim kendilerinden binlerce kez razı olsun ilk dersindeyiz. Nedir? Daha önce kısaca beyan etmiştim. Biraz daha işin özünü ifade etmek gerekirse biliyorsunuz tefsirul ruhiyede seyidimize ait olan tefsiri gün ve gün daha da hızlandırmak için her gün birer ayet yapmaya gayret edeceğiz ve siz dinleyeceksiniz. Bugüne kadar da Nebe suresiyle başlamıştık ve her birisinde üçüncü beyanata sunuyorduk sizlere. Bu Kur'an'ı hakikatine, bu Kur'an-ı Azimüşşan'a şu ayeti kelimesine üçüncü bir tefsir babından bakılsa diyorduk ki o tefsir Hz. Ali Efendimizin Ehli Be bir ayette mihenk aldığı bir kelime vardı. O kelimenin içerisinde de bir harfin içerisinde bir ilim olduğunu beyan ediyorduk. Salı günleri Allah nasibiyle de başladık. Bir harf bilim beyan ediyor. Bu ayet bir bilim beyan ediyor diye bilmi inkişafına, yeni bilimlerin inkişafına seyrimiz vesile oluyor. Onları ifade ediyoruz. Ama bu akşamda Baba Ali kapısında inşallah sohbetlerde yine kitaplarda genişleteceğiz tabi. Tek başına bir külliyat bu. Bir sure-i şerifede, bir ayeti kerimede, bir harfin içerisinde var olan bir ilmin bugüne kadar çok da ifade edilmemiş tarzında ve incelikleriyle, bu ilim tarzında baştan sona bir şey yok. Özellikle Ümmet-i Muhammed'in bir konuda yaptığı hata, eksiklik, tamamlanması gereken bir alan, unutulmuş bir alan, bilinmeyen bir alan hususunda, bir alan, bilinmeyen bir alan hususunda özellikle hem Müslüman dünyasının, İslam erbabının hakikati biraz daha inceliğiyle öğrenmesi için ne derler? Bir master program gibi düşünebilirsiniz. Çünkü dergahımızda inşallah koronavirüs sonrasında devletimizin koyduğu sağlık gerekçesiyle koyduğu yasaklar çerçevesi ortadan kalkıp Rabbim huzur, bereket, sağlık, sıhhatle yeniden bir araya gelirsek inşallah o günde devam ettiğimiz üzere bu mescitler, bu medreseler birer üniversite hükmünde her bir dersi. Şimdi bu babali sohbetleri konunun biraz master programına doğru geçiş oldu. Konunun uzmanlığı desek biraz daha doğru olur. Yani muhalefet ilmini en başından alarak gelmiyoruz. Neden? Tasavvuf babında ve tasavvuf külliyatında zaten bu konuya haiz olan pek çok mevzuyu sıfırdan alarak seyidimiz beyan ediyordu. Burada belli incelikli konuları aynı master programlarında olduğu gibi üniversitelerde bugün zaten belli bir konuda bir birikim söz konusudur. O birikimin içinde bir eksiklik bir aidiyet duygusuyla kapanması gereken bir yara düzeltilmesi gereken dikilmesi gereken bir açık yara vardır tabiri caizse. Dolayısıyla babali sohbetlerimiz biiznillah bu manada bir master programdır sevgili genç kardeşlerim ve bütün dinleyicilerimiz için. Hepsi bir araya gelip kitapta da biraz daha genişletildikten sonra bir izinle yeni bir külliyat olarak 1-2-3-4 diye devam edecek. Aynı bilim dünyası için yaptığımız külliyatı olduğu gibi. Efendim hatırlayacak olursanız ki unutmamışsınızdır da Tefsir-i Ruhiye'ye önce Nebe Suresinden başlamıştık ve Nebe Suresinin ilk ayeti kerimesinde harfi ayında bir muhalefet ilmi olduğunu ifade etmiştik. Muhalefet ilmi babında işte tam da bu konuda Baba Ali sohbetleri böyle başlıyor. İlk ayet bu olduğu için. Muhalefet konusundaki bu incelikleri bilmek Ümmet-i Muhammed'in oldukça ihtiyacıdır. Zira özellikle son çağ girildiğinde fikir özgürlüğü, beyanat özgürlüğü derken herkesin her konuda rahat bir şekilde benim de fikrim var. Bu konuda muhalefet etmem gereken bir alan oluştu şu sözünüze muhalefet etmek zorundayım şeklinde çıkışları oluyor. biraz uzaklaştıkça çok az bile uzaklaşsa insanların birbirini anlamayarak birbirlerine karşı düşmanlık ve kin besleyebilecekleri tam da yakın zamanlarda söylenen ve aslında Hazreti Adem'den beri gelen ve devam edecek olan ayrışma sürecini tetikliyor. Müslümanların birbirlerinden ayrışması elbette ki ne mümkün bir vücudun parçaları olmuşuz biiznillah. Kıyamete kadar kardeşiz. Rabbim son nefese kadar iman ve son nefeste iman nasip eylesin. Ancak bu kardeşlik hükümleri içerisinde bazı mevzularda elbette birbirimizle aynı düşünecek anlamı çıkmıyor. Farklı düşüncelerin varlığı karşısındaki muhalefet edebilmek muhalefet ilminin inceliklerinde saklıdır. Dolayısıyla Baba Ali kapısından bakınca muhalefet ilminin bu inceliklerini bilmeyen insanoğlu doğal olarak her konuda her şey için bir fikir beyan edebilme hem de bu fikrini istediği gibi istediği yerde istediği şekillerde ifade edebilme hem de bu fikrini istediği gibi istediği yerde istediği şekillerde ifade edebilme virgülsüz noktasız parantezsiz apostrofsuz devam edebilme düşüncesine sahip oldukça ne yazık ki birbirimizden uzaklaşmaya hizmet ediyoruz. Hedefte doğruyu bulmak ve daha doğrusuna ulaşmak varsa eğer muhalefet ilminin inceliklerini bilmek gerekiyor. Efendim muhalefet ilminin incelik kısmı 3 ana dalı ayrılır. Bunlardan bir tanesi avam muhalefetidir. Bir diğeri insanların ekonomik hayatlarında var olan işleyiş ve iş biçimleriyle oluşan ilişkilerden doğan durumlara karşı muhalefettir. Ve bu işleyişin içerisinde ilmi konularda vardır. Bir de ilmi muhalefet var. İlmi muhalefet ve bu ilmi muhalefetin bir parantez açısı bir üstünde de dördüncü muhalefet desek belki daha doğru olacak, daha iyi anlaşılacak. Dördüncü bir muhalefet de devlet muhalefeti. Dört tane sahaya oluşturalım ki konu daha iyi anlaşılsın. Üçe değil dörde bölelim. Efendim avami muhalefetin ilmi normal gündelik hayatımızda annemiz, babamız, ailemiz, eşimiz, dostumuz, akrabalarımızla bir konuda bir yerde oturuyoruz. Bir şey yapmaya niyet ediyoruz. Ve yaptığımız şeyin içerisinde mutlaka aynı şeyi istemeyen insanlar var. Muhalefet edenler. Muhalefet edenlerin o yüzden biz hangi ortamda ve neye karşı muhalefet ettiklerine göre durumun değişeceğini beyan etmek zorundayız. Çünkü bugüne kadar hep şöyle gördük biz. Ya benim bu konuda bir fikrim var ve bu fikrimde muhalefet etmek istiyorum. Gayet doğal değil mi? Baba Ali diyor ki hayır değil. Muhalefetin ilminde dört kısım vardır. Bu dört kısma göre muhalefet hakkı, hukuku ve şekli değişir. Eğer bunlara riayet edilmezse muhalefet eden de edilen de bu muhalefete tabi olan ve bunu gören insanlığa da zarar verir. Dolayısıyla muhalefetin mevzusunda mekanın kendisi bir önem arz ediyor. Demek ki muhalefetin önce neyle alakalı olduğuna bakacağız. Avam bir konuyla alakalı mı? Ekonomik ve sosyal hayatımızdaki ilişkilerimizle mi alakalı? İlimle mi alakalı? Devletle mi alakalı? Dört tane konumuz var. Devletle mi alakalı? Dört tane konumuz var. Avam konusundaki muhalefet bugüne kadar ki hayatımızın içerisinde ailemiz, komşularımız, eşimiz, dostumuz, akrabamız, ticari bir ilişkimiz olmayıp akrabalık ilişkilerimizden ötürü bir bağımız olan ve sosyal alandaki arkadaşlarımız, herhangi bir ticari ilişkimiz olmayan dostlarımızdan bahsediyoruz veya yolda geçerken bir adam diyor ki işte ben bu sokaktan geçeceğim sizde geçeceğim ötekisi diyor ki hayır bu sokaktan gitmeyelim sağdan dönelim bir minibüsün içindesiniz bir şeydesiniz veya birisi muhalefet ediyor hayır efendim diyor oradan gitmenizi kabul etmem avamı olan muhalefette avamın muhalefetinde esas olan mesele niyetin halis olmasına göredir yani avami muhalefette kişinin niyeti halisse hakikaten orada yaşanacak olaya karşı bir tehlikeyi görmüş, bir sıkıntıyı görmüş, o tehlike yüzünden alınan ya da alınmak üzere olan karara muhalefet gösteriyorsa burada hakikaten de kötü bir durum yoktur. Ama bunu söyleyen şahsın dilinin latif ve ince ve diğer taraftan da karşı tarafın söylemiş olduğu söze de iyi niyetli söylediği inancıyla bakmaya mükelleftir. Çünkü şeriat zahire bakar. Biz insanların kalplerini okuyamıyoruz. İyi niyetle mı onu istiyor, kötü niyetle mi onu istiyor? Bunu isteyemiyoruz. Hatta burada şöyle bir incelik bile var. Karşımızdaki insan avami muhalefette kendi menfaatini bile düşünse niyeti kötü adam denilmiyor. Sebep nefse emmare önce kendini düşünür. Adam kendini düşünmekte bize göre ve hakikate göre haksızdır. Ama bu yine niyeti kötü anlamına gelmez. Bu neye benziyor? Mesela anne baba çocuklar toplandılar. Baba dedi ki ben bu hafta sonu hepinize işte hanımın annesine, kayınvalidemize dedenize, anneannenize, babaannenize götürmek istiyorum. Bu hafta sonunda böyle planımız var. Çocuklar dediler ki ya baba biz böyle istemiyoruz. Muhalefet başlıyor şimdi. Nasıl istiyorsunuz? Biz bu hafta futbol oynamaya gideceğiz, top oynamaya gideceğiz arkadaşlarla bir dahaki hafta gidelim. Şimdi muhalefet etti. Şimdi muhalefet eden burada kendi menfaatini mi düşünüyor? Anneannesi, babaannesine gitmek hakikatte daha önemli ve öncülüğe, öncü tutulması gereken bir şey mi? Evet. Ama muhalefet eden burada bir kötü niyetli mi? Hayır. Çocuk, genç adam. Mesela işte korona günleri sıkılmış, bıkmış artık. Ya anneanneye, babaanneye gene gidelim ama ben bir futbol oynamak istiyorum. Arkadaşlarımla günlerden beri bunu hayalini kurduk. Anne da diyor ki biz de günlerden beri bunun hayalini kurduk. Anne baba da diyor ki biz de günlerden beri deden, anneannen, babaannen sizleri çok özlemişti. Biz de onlara gitmek istiyoruz. Bu da iyi bir niyet, bu da iyi bir niyet. Bir tarafın menfaati var, bir tarafın anne baba olma getirisi var. Burada niyetler halis olması menfaatlerle ölçülmez. Ama eğer çocuk burada muhalefet edişini kendi menfaati için değil anneannesine babaannesine gidişini annesine hiçbir zaman istemiyor ancak kendisine burada bir perde koyuyorsa futbolu burada bahane ediyorsa ve bir dahaki hafta geldiğinde bu sefer de derslerinde bahane etmeyi kafasına koymuşsa bu durumda yapılan muhalefet hakikatte Allah-u Zülcelal'in takdirinin dışında olup bu insanların muhalefet haklarının ellerinden alınması ve emir telakkisiyle onların buna mecbur edilme şartı getirilir. Bunlar incelikler. Yani çocuk ikinci hafta oldu tamam niyete halistir dedik. Çünkü niyetini bilmiyoruz çocuğun kalpleri bilmiyoruz. Ama bizim çocuğumuz kötü niyetli değildir bu. Peki evladım dedik muhalefetine kabul ettik. Senin fikrini kabul ettik. Buna karşılık bir dahaki hafta geldi bu sefer de ya baba bu haftada sınav çıktı. Ha şimdi veya bu haftada başka bir işim çıktı. Hani sınav bir zorunluluktur da ha ya o zaman burada bir niyette problem var. İşte orada evin ailenin arkadaşlar arasındaki muhabbetin merkezinde olan adam hayır daha önce verilmiş olan kararımızı uyguluyoruz diyerek bu kişiyi hem bu muhalif durumundaki niyet bozukluğuna karşı temizlemek üzerine hem de onu adam etmek üzerine bir zorunluluk kaidesini getirme şartı vardır. Ne haliniz varsa görün diye bırakmamak gerekir olabildiğince ki bu çocuk büyüdüğünde de kötü niyetiyle hareket etmeye devam etmesin. Geldik ikinci mevzuya sosyal ve ekonomik hayatımızda. Ekonomik hayatta bir iş, bir şirkette, bir fikir, bir ortaklık, bir yöneticilik bunun altında çalışanlar. Bunların arasında bu ve buna benzer konusunda yapılan bütün muhalefetlerin kesin ve kat'i rakamsal delilleri yahut önceden yaşanmış tecrübelerin beyanı esastır. Bu beyanat da mutlak surette şimdi toplantı odalarındaki özellikli durumlara geçiyoruz. Mutlak surette toplantı odalarında karşı karşıya gelindiğinde açık bir şekilde beyan edilmelidir. Örnek şirketin müdürü veya çalıştığınız departmanda iki kişisiniz bir karar alınacak ve karşılıklı iki tarafın müzakeresi olacak. Bazı zamanlarda çelişebiliyorsunuz. İşte şirketlerde baba ile oğul çalışıyor. Kardeşler bir arada çalışıyor. Bu muhalefet ilmi bunun için önemli. Kardeşlerden biri dedi ki arkadaşlar ben bundan sonra dükkanda küçük örneklerle akılda kalsın diye böyle izah ediyoruz. Çünkü Müslüman olarak bizim hayatımızda kıymetli şeyler bunlar. Ben bundan sonra siyah kalem satmaya karar verdim. Karşı tarafta bir anda dese ki hayda bu nereden çıktı dese bu toplantı zemininde bu söz doğru olmaz. İki tarafında hatası vardır. taraf yani dükkanda bundan sonra siyah kalem satmaya karar veren kararın böyle çıkmasını isteyen istişarede toplantıda ortaklıkta veya yöneticilikte ortak karar alınan yerlerden bahsediyoruz özellikle. Bu durumda kişinin bu toplantıya gelmeden evvel bu fikrini beyan eden söylemin içeriğiyle veya içeriksiz. Ben bu toplantıda bir dahaki toplantımızda siyah kalem satma teklifini getireceğim kardeşlerim. Benim böyle bir teklifim var. Donelerim bunlar veya ben bu elimdeki verileri toplantıda sunacağım. Diyerek önceden bu teklifi hazırlayıp vermesi lazım. Sebep masa başında bir anda çatışma çıkmaması için. Çünkü İslam'da muhalefet müminlerin çatışmasını engellemek üzerine müminlerin doğruyu bulabilmesi adına kullanabilecekleri bir ilimdir. Birbirlerinin yemeleri için değil. Birbirimizin açıklarını bulmak için değil. En doğruyu bulamamak için doğruyu bulmada nefislerin bedbaht halinin ve nefsimizin kötülüklerine düçar olmamamız için de Baba Ali'den bu kapıdan bu hikmetler beyan ediyor. Şimdi öteki tarafta eline aldığı duyduğu bu haber karşısında kendine göre eğer aynı fikirde değilse o kırmızı kalem satılmasını veyahut hiç böyle bir işe girilmemesini düşünüyorsa elinde ya kendine ait tecrübesi ya bir veri ya bir komşu esnaftan aldığı bilgiyi masaya getirmekle mükelleftir. Masaya getirdiğinde veriler olmadan ben böyle istemiyorum deme hakkına taraflardan herhangi biri sahip değildir. Bu hangi işletmelerde geçerli? Ortaklıklı işletmeler, kardeş işletmeleri ama tek bir patron var. Herkes o patrona bağlı. Patron da diyor ki ben hiç kimsenin verdiğim kararlarda hakkında görüş beyan etmesine izin vermiyorum diyebilir mi? Diyebilir. Hukuken de şerhende mal onun, yönetim onun, kar onun, zarar onun bir karar veriyor. Kimseye de sormayacağım diyor. Zararı da benim, karı da benim. Kimseden fikir istemiyorum. Bu kapı bende kapalı dese kimse karışabilir mi? Hayır. Adam ne derse yapar. Ben sizin dediğinizi yaptım der. Siz de kurtulursunuz. Ama adam dedi ki arkadaşlar benim fikrimi tartışabiliriz. Ortak karar vereceğiz veya bir ortağımız var. Ortağımızla beraber veya kardeşler bir arada babadan kalmış bir dükkan veya iki arkadaş eş dost şirket kurulmuş veya tarla veya bir bahçe bir şey beraber yapılan herhangi bir şey veya beraber alınmış bir şey üzerindeki bir hak hususundan bahsediyoruz. Tarafların önceden o konu veya iş üzerinde ortaklaşa karar verme konusunda anlaşmalarıyla başlanmış olan bir iş ve fiilden bahsediyoruz bu alanda. Dolayısıyla taraflardan birisinin ikisinin de veri sahibi olmadan geldiği durumlarda toplantılar iptal edilir. Üzerinde tek cümle bile konuşulmaz. Yani siyah kalem satmak istiyorum canım böyle istiyor deme hakkına sahip değildir. Karşı tarafında reddediyorum ben de kırmızıyı seviyorum deme hakkı buradan doğmaz. Müslüman hatayı hatayla kapatan madem sen öyle yaptın al benden de böyle derse orada Müslümanlıktan bahsedemeyiz. Sebep çünkü Müslümanlardan tarafl bahsedemeyiz. Sebep? Çünkü Müslümanlardan taraflardan biri hataya düşebilir mi? Nefsine uyabilir mi? Evet. Karşı taraf o nefsine uyduğu için o da nefsine uyarsa inat olduğu zaten şeytanın istediği bu. Bu durumda karşı taraf şunu demeli. Kardeşim sende bilgi eksik bende var. Sen de verilerini topla biriktir bir araya getir verileri konuşalım. Veriler karşı karşıya gelsin. Ha veriler birbirleriyle eşit düzeneye geldiyse yani birbiriyle aşağı yukarı aynı yani siyah kalemi satsan da olur satmasan da olur diyorsanız eğer şimdi işin hikmetinden bahsediyoruz. Taraflardan hangisi kendi reyinden vazgeçip kardeşini memnun ederse Rabbim her ikisine de bereket ihsan eder. Yani siyah kalem satmak isteyen adam verileri getirdi. Bir baktık ayda 100 bin lira kar edilecek siyah kalemden. Kırmızı kalem satacak arkadaşımızın verileri geldi. Onun verileri de eldeki verilere göre Rabbim de verecek belli değil. Allah bereketini verdi vermedi battı çıktı ayrı mesela. Ama eldeki veri diyor ki kırmızı kalemde satsak 100 bin lira. Taraflardan hangisi derse ki ya Rabbi ben rehimden vazgeçiyorum. Kardeşim mutlu olsun o siyah sevmiş ben siyahı seçtim. seçtim veya dese ki ben kırmızıyı seçtim kırmızı olsun. Kim bunu dediyse Rabbim ikisine de rahmet eder o işten belki yüz binden on kat fazla bereket olur. Ama taraflar tam da bu anda başlayıp şeytanın getirdiği hile ve tuzağa düşerek şeytanın getirdiği hile ve tuzağa düşerek ama bak ikisi de eşitmiş gel o olsun gel bu olsun dün sen böyle demiştin ben de böyle demiştim dedikleri anda artık o yüzü de kolay kolay bulamazlar. İşte Müslümanın kaybettiği yer burası eşitlik hasıl olduğunda kendinden feragat etmeyen o berekete muhatap olamıyor. Efendim incilikler, detaylar kitapta açacağız. Çünkü daha bir ikinci konumuz var. Şimdi geldik üçüncü meselemize. İlmi muhalefet. İlmi muhalefet alime mükelleftir. Avamın ilmi muhalefetten hakkı yoktur. Nasıl yoktur? Alim bir zat çıktığı bir şey söyledi. Söylediği şey bir başka alim tarafından Allah Allah bunun böyle olmaması lazım dendi. Bu durumdaki konular ilmi muhalefettir. İster fizik, ister kimya, ister biyoloji, ister matematik, ister bilgisayar, ister Kur'an-ı Azimüşşan, isterse tefsir olsun. Karşılıklı muhalefet edecek olan şahısların ilim babına gelindiğinde yani özel bir eğitim, öğretim, tedrisat, ustalık, çıraklık ilişkisi, kalfalık ilişkisi, kalfalık ilişkisi yani bir avamdan farklı bir mesleki üstünlük, bir hakikat ve hikmet üstünlüğüne mugayir bir konuysa özellikle bir konuysa muhalefet edecek şahsın bu konuda icazetli ya da bilgi sahibi olduğu bilinen kişi olması esastır. Peki karşımıza geçen alim dese ki ya namaz 5 vakit değildir arkadaşlar 3 vakittir. Bir alim bunu söyleyebilir mi? Ne yazık ki nefsini oyup da böyle söyleyen alimleri bu ülke topraklarında ne yazık ki gördük yaşadık. Bu durumda avamın yapacağı meseleyse bu alim zaten der ki ben alimim seni dikkate almıyorum. Avamın vazifesi bunu gördüğünde bu fitneye bu fitne görülüyor. Çünkü şeriata tamamen aykırı bir şey söyledi. Bunu kime bildirecek? En yakında tanıdığı bir alime, bir hocaya, bir üstada, bir fütuhat eline her kimse o bir evliyaya, bir ulemaya efendim biz namaz beş vakit biliyoruz, siz bize öyle öğrettiniz, böyle biliyoruz, biz mi yanlış biliyoruz, bu arkadaş mı doğru biliyor diye konuyu iletmek gerekiyor. Çünkü alimin bazen söylediği söz ve o sözün içerisindeki içerik avamın anlamayacağı bir nitelikte yüksek bir baba aittir. O yüksek baba avam anlayamaz ama alim anlar onu düzeltebilir. Ve bu noktada İslam meslek erbabının meslek erbabınca muhalefete tabi olduğunu, ona bir başkası tarafından muhalefet edilemeyeceğini beyan eder. Bu toplumun bütün kademeleri için geçerlidir. Bir marangozu evinize çağırdınız, bir iş yaptırdınız. Yaptırdığı işin sonunda size vermiş olduğu sözü yerine getirmiyor. Üç kapaklı dolap istenirseniz, iki kapaklı dolap getirdiyse onu iade edebilirsiniz. Hukuken de şerhende. Ama adama şunu söyleyemiyorsunuz. Ya sen de ne biçim marangozmuşsun diyemezsiniz. Çünkü sen marangoz değilsin. Adama şunu diyebilirsin. Kardeşim sözünü tutmadın. Zamanında getirmedin. Bana verdiğin söz mesleki değil. Ticari. Sosyal bir hayat. Ben sana sipariş verdim. Sen getirme. Bu muhalefet değil. Bu hukuk. Hukukken bana verdiğin söz. Bak yazmışız buraya ne istediğimi. Senin getirdiğin bu malzeme yanlış. Fiyat şöyle bu böyle. Al geri götür. Kabul etmiyor musun? İşte ne bileyim tüketici mahkemesi var. O var bu var imkanlar var. Veya o da olmadı. Allah'a havale ettim. Bitti gitti iş. Ama adama şunu derseniz durum değişiyor. Arkadaş sen marangoz değilmişsin diyemezsiniz. Adam çok iyi bir marangoz olabilir. O gün tansiyonu çıkmış şekeri düşmüş kağıtları birbirine karıştırmış, hanımla çocukla kavga edip sinirden yanlış yapmış olabilir. Belki siz biraz bekleseniz o özür deyip, utanıp ya kardeş kusura bakma ben hata ettim bir düzeltip getireyim diyebilir. Müslümanlar arasındaki ilişkiyi bozmamak için bu muhalefet ilmini bilmeye mecburuz. Zaten konusunda ilim sahibi olduğu beyan edilmemiş şahsın bir ilim hususunda 100 bin kitap dahi okusa beyanatta bulunma hakkı yoktur. Şimdi futahat bu noktada ayrı bir pencere. Niye? Futahat zaten İbn Arabi'de, İbn Sina'da, Üstad Sayyidin Nursi Hazretleri'nde, Mevlana Hazretleri'nde, Seyyidimiz'de daha onlarcasında görüldüğü üzere her konuda Rabbimin kendilerine verdiği bir ikram var. Futuatı bir ayıralım bir kere. O beyanatını sunabilir, başka alimlere yazabilir vs. vs. Bu apayrı bir mesele. Ama futuatı koyduğumuzda bir kenara efendim ben bugüne kadar mesela işte 2000 tane tıp kitabı okudum ben. 2000 tane. Yani hakikaten de adama bakıyorsun 2000 tıp kitabı mı? Valla doktor kadar da biliyorum. Ama kendisine ne bir doktor diploması var. Diploma takıntısı yapmaya gerek yok. Bakın bu da ayrı bir konu. Mesela öyle adamlar var ki hakikaten tıp konusunda kendini geliştirmiş geliştirmiş. Üniversite diploması yok ama. Yani bir doktorla yan yana koysanız hakikaten bir doktordan daha bilgili, daha verimli işler çıkarabilecek durumda. Bu durumda dahi birkaç doktor en azından dost, eş, arkadaş. Şunu da mesela dedim. Arkadaş tamam bu adam adam olmuş yani en azından doktorluk yapamaz kesin ve katiyetle yani dipkamasız doktorluk olmaz ayrı mesele ama şu inceliği beyan ediyorum adam bu konudaki bilgi sahibi olduğunu ve söz söyleyebilir nitelikte olduğunu toplumun kabul etmiş olduğu şartlar dairesindeki bir grubun tamam sen bu konuda fikir ve beyan edebilirsin demesi gerekiyor. Bakın kıymetli dostlar İmam-ı Şafi Hazretlerinin öyle talebeleri vardı ki bakın talebelerinden bahsedeceğim şimdi. İmam-ı Şafi Hazretlerinin 8 tane talebesi vardı. İmam-ı Şafi Hazretleri kendilerine siz artık söz söyleyebilirsiniz demeden 3-4 sene evvel bugün sizin gördüğünüz büyük fukahaları belki 5 defa 6 defa ceplerinden çıkartacak ilme haizdiler. Ancak kendilerine soru sormaya girildiği zaman diyorlardı ki edeben ve hakikaten. Bizim şu an icazetimiz yok. İmam Şafii Hazretleri bize henüz fetva verme konusunda hele ki hiç duymadığımız bilmediğimiz adam namazın farzlarını soruyor. Onu sana da sorsa sen söyleyeceksin ama hiç bilinmeyen bir konuya hiç bilinmeyen bir konuda fıkıh sorusu soracak. İcazetimiz yok diyor. Biz bu konuyu bilmeyiz. Ama bu şu demek değil. Müslümanız. Hepimiz şeriat kanunlarını biliyoruz. Bir kardeşimiz geldi dedi ki ya parmağım kanadı. Hanefiyim ben. Abdestim kaçar mı? Elbette söyleyeceksiniz. Abdestim kaçtı kardeş. Niye? İlmihal bilgisi. Ama adam öyle bir soru sordu ki ilmihalde sorunun cevabı yok. Daha yepyeni bir şey. İşte atıyorum ne bileyim. Uzayda abdest alınır mı? Uzayda nasıl abdest alabiliriz? Sen de desen ki ya ben bugüne kadar çok uzay kitabı okudum. Çok da fıkıh kitabı okudum. Efendim uzayda tevmim yapsan, şöyle yapsan, böyle yapsan olur desen adam kendisini belki kurtarır ama sen kendini kurtaramazsın. Çünkü o konuda ilmen sana hocanın, evliyanın, ulemanın veya o konudaki fikir, beyan sahiplerinin evet bu arkadaş da fukahadır ya da bu arkadaş da söz söyleyebilecek niteliğe kavuşmuştur, icazet beyanatı vardır denilmesi gerekiyor. O yüzden bu da işin ilmi tarafı. Alimlerin kendi arasındaki muhalefetse avamın önünde yapılamaz. Bu da kesin ve kat'i kuraldır. İki alim fıkhi bir konuda ilmi bir konuda taraflardan birisi sapıtmamış akidenin dışına çıkmamış bir unsurla hareket ettiğini iddia ediyor olsa da bunun avamın önünde yapılmasın büyük bir sakatlıktır, büyük bir yanlıştır. Yani televizyonda iki tane adam çıktı bir hadis tartışıyorlar. İkisi de alim olarak adlandırılmış efendim ilahiyat fakültesinden vs. vs. belgeleri var. Profesör, doçent her neyse konuşmaya hakkı olan iki adam alim olarak kabul edilmiş bir cihetle bir şekilde. Bunların avam önünde tartışma hakkı yoktur. Sebep siz doğruyu bile söylüyor olsanız arada karşı tarafın söylediği bir cümle avamın hoşuna gider de avam onun peşine takılırsa bu işe destek çıkmış olursunuz. Bu işe yol açmış olursunuz. Bu işe imkan tanımış olursunuz. Bu yüzden avamın önünde alimlerin muhalefeti olmaz. Ve muhalefette usul önce karşı tarafa beyan ve ne söylediğini bir de onun ağzından duymak. Kardeşim sen gerçekten 5 vakti 3'e indirdin mi indirmedin mi? Önce ondan tekrar duyacaksınız. Yani ben videosunu da gördüm diyemezsin. Adam der ki ya ben o videoyu çekerken valla kendimde değildim. Kaldır o videoyu dersin bitti gitti. Ama mesele ne? Burada alimler birbirleriyle muhalefetini arka planda yapacaklar. Ve o muhalefetin sonucunda anlaşsalar da anlaşmasalar da eğer konu şeriat, akaid, sünnet, ehl-i beyt vs. bu konunun dışında değil iki ayrı görüş birliği, iki ayrı görüş farklılığından ibaretse mezheplerde olduğu gibi Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam'ın beyan ettiği üzere her ikisi de rahmete tabidir. Her ikisi de. Efendim geldik dördüncü meseleye muhalefet ilminde. Baba Ali gördüğünüz gibi oldukça ince. Dolayısıyla sohbetin ikinci bölümünde aslında beyan ilminin incelikleri vardı. O haftaya kalacak. Çünkü o ikinci ayet kelimede. Demek ki Baba Ali o sohbetlere böyle bir bereketli gidecek bir izinle. Anladığım kadarıyla bilim sohbetleri de böyle. Elhamdülillah. Geldik muhalefetin dördüncü kısmına. Bu neresi? Bu devlet işi. Yani devlet yönetiminde, devlet kademesinde. Burada müthiş bir incelik var. Yine işin erbabı olmayanın veya içeride yetkili olmayanın sadece rey hakkı olanın fikir beyanatına izin ve cevaz asliyette yoktur. Ama rey hakkını beyan edebilir. Ben şu fikrine katılıyor ve destekliyorum veya ben bunun şu fikrine katılmıyor ve desteklemiyorum. Ama devletin iç mekanizmasına gidersek eğer şunu bileceğiz. İlmi muhalefette mevzu devlete geldiğinde eğer taraflardan muhalefet eden kişi veya grup veya topluluk veya parti her ne diyeceksiniz deyin. Sadece karşı tarafın milletin önünde etrafta rezil olması, bugün için oy kaybetmesi, itibar kaybetmesi, elindeki kazanmış olduğu o şerefini haysiyetini yani o ulaşmış olduğu mertebeyi sırf o kaybetsin diye muhalefet edilip bir hayır işine engel olduğunu bile bile engel olunuyor ve bu engelde her zaman ilk kıstas karşı tarafın muvaffakiyetini engellemek içinse o dininin yarısını kaybeder. hakikatinde ümmet-i Muhammed'in hayrına vesile olan onu yapmış gibidir. Tersinde o ümmet-i Muhammed'in hayrına olacak şeyi sırf kendi menfaati ve karşı tarafın ezilmesi adına düzenleyen bir düzeneyin parçası olmak söz konusuysa buradaki devlet muhalefetinde din duygusu kaybolmuştur. Dinin hakikatinden uzaklaşılmıştır. Ve devlet muhalefetinde bugün her ne kadar bizim ülkemizde de diğer ülkelerde de demokrasi şenliği adı altında bütün bu tartışmalar milletin önünde yapılıyor olsa da asli unsur asli yapısal form komisyonlarda yani küçük ve işi bilen gruplar arasındaki tartışmaların en çetin halde ve iyi niyetle yapılması konu topluluğun önüne geldiğinde konuşmaların artık bitmiş olması üzerinedir yani bu bizim ülkemiz için söylemiyoruz. Kimse yanlış anlamasın. Dünyanın her tarafı için. Herhangi bir konuda bir karar alınacak. Herhangi bir konuda devlet bir karar alacak. Mesela efendim bundan sonra herkes kapısının önünü süpürecektir. Attım şimdi. Kapının önünü süpürecek herkes. Bu kapısının önünü süpürmeyi geldi. X partisi veya hükümeti bunu teklife sundu. Şimdi bu teklifi siz 500-600 kişinin önünde tartışamazsınız. Muhalefet ilminin inceliğinde. Nerede tartışılır bu komisyonda? O komisyonda kim olacak? 1- İşte belediyeci olacak. 2- Sokakları tanıyan adam olacak. 3- İnsanları tanıyan adam olacak. Belki dışarıdan sosyolog olacak, doci olacak. 2- Sokakları tanıyan adam olacak. 3- İnsanları tanıyan adam olacak. Belki dışarıdan sosyolog olacak, doktor olacak. O olayla ilgili kim alakadarsa onlar olacak. Olanlar işi bilenler olduğu gibi niyetlerinin halisane olduğunun bilgi ve beyannamesi o topluluk içinde de kabul edilmiş olacak. Yani normal şartlarda hakikatte şöyle olur. Bu komisyonun başkanı sorar. Ey cemaat, ey kardeşlerim biz bugün burada devletimizin, milletimizin hayrı için bir karar vereceğiz. İki tane, üç tane belki taraf olacağız. Bir kısmımız sokakların süpürülmesine gerekli olduğunu söylerken bir kısmı da hayır böyle olmaz diyecek. Bir kısmı başka bir teklif getirecek. Her kim ne getirirse getirsin bu toplantı salonundaki herkesin niyetinin bu üzere olduğuna kani misiniz kabul ettiniz mi? Demesi gerekiyor. Bunu bazen sözle söylemeyebilir ama en azından topluluğun önce birbirlerinin niyetlerinin halisane olup içlerinde bir fenalık besleyen adamın olmadığına inanmalarını da bir yandan onlara hatırlatmaları gerekiyor. Birisi dedi ki ya bu arkadaşlar yıllardan beri biz ne söylesek söylediğimiz için tersini söylüyorlar. Biz bunlarla yine aynı problemi yaşayacağız desek ne yapılır? Bu durumda yeni bir rey, yeni bir yapılanma kurgulanır. Taraflardan daha özüyle yeni bir grup kurulur. Yani direkt atılmaz. Yenim 30 kişi komisyon kuruldu. Komisyonda 10 kişi 5 kişiden rahatsız. Bu 10 kişiyi de 5 kişiyi de dışarıda tutar 15 kişiyle yeniden toplantıya başlarsınız. 3 kişi kalana kadar bu böyle devam eder. Sonra yavaş yavaş grubu geliştirtirsiniz. Bunların bütününün hedefi şu. Ortak karar verebilir olmak değil. Evet muhalefet edebilir olmak. Ancak burada niyeti halisaneyi ümmeti Muhammed'in hayrını ve Müslümanların birliğinin bozulmamasını temel ilki alır Baba Ali. Üç temel ilkemiz var. Bir ümmeti Muhammed'in hayrını olacak. İki Müslümanlar birbirleri arkasından ya da önlerinden zanda bulunmayacak hale gelebilmeleri için gerekli zemin onlara oluşturulacak. İşte bu zemin oluşturulduktan sonra alınacak kararlar, demokratik koşullar reyler vs. konu 500-600 kişilik meclislere efendim temsilciler meclisi olan ülkeler var Amerika gibi Duması olanlar var alt kademe Rusya gibi. Farklı farklı. İngiltere de farklı Türkiye de farklı. Fark etmez. Durum bu 500-600 kişinin önüne geldiği zaman. Şimdi birileri demesin ki hükmü şeriye bundan farklıdır. Biz devlet yönetiminin en azından bu anki halinde bile muhalefeti bu şekliyle toplasanız. en azından bu anki halinde bile muhalefeti bu şekliyle toplasanız hem Ümmet-i Muhammed'in birliği hem ülkenin dirliği adına büyük bir hizmet olur babında söylüyor cümlelerini Futuhat. Lütfen altını tekrar çizelim. Anlatabiliyor muyum? Biz her zaman şeriat, sünnet ve elibet çizgisindeyiz. Ancak bugün öyle bir durum olmuyorsa da en azından muhalefet ilmini bilin ki Hazreti Ali Efendimizin o ilmini bilin ki burası toparlansa belki öbür taraflarda otomatikman toplanır. Tabi ki herkesin söyleyeceği söz şudur. Ya sen nereden bulacaksın o kadar iyi niyetli adamı? Biz de diyoruz ki üç kişi bul ama o üç kişiden başlayan nüve ve tohum biiznillah kademe kademe birbirine eklenerek gider ve biiznillah temizler nasıl ki Allah-u Zülcelal Kur'an-ı Azimüşşan'da küfrün tek bir millet ve deniz köpüğü gibi olduğunu beyan edip onların söneceklerini ifade ediyorsa Müslümanların dirayetleri üç kişi dahi olsa, hakikati ümmetiye uğrunda, mücadele ve mücahedeye devam etse, biiznillah o hakikate ermek, mümkün ve imkan dahindedir. Rabbim bizleri o imkan dahinde yaşayıp, gerçekten hakiki İslam yönetimiyle yönetilebilmeyi nasip eylesin. Ancak o güne gelene kadar, ailemizde, ticarethanemizde, sosyal hayatımızda ve hele ki şimdi herkesin yarı yarıya alim, yarı yarıya doktor olduğu bu dönemde muhalefet etmenin ne demek olduğunu, nerelerde edip nerelerde edemeyeceğimizi doğru bir şekilde anlamaya mecburuz. Bunları doğru bir şekilde anlamayınca ayrışıyoruz, ayrıştırılıyoruz. Sonra da bizi niye birbirimize düşürdüler diyoruz. Bizim nefislerimizdir bizi birbirimize düşüren Rabbim bu babaali sohbetleriyle bu tabiri caizse başında söylediğim gibi bu master programıyla seyidimizin öyle talebeleri olup ümmeti Muhammed'e hayırlı evlatlar yet sonuçlanmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyoruz. Ayet-i kerimede bir kelimenin bir harfi olan harfi ayn'dan muhalefet ilmini kitapta genişletmek üzere beyan ettik. Haftaya Allah nasip ederse Nebe suresi ikinci ayet-i kerimede nun harfinde beyan ilminin incelikleriyle Baba Ali sohbetlerine tefsir-i ruhiyeyi adım adım takip ederek devam ediyoruz. Hep söylediğimiz gibi Siyer-i Nebi'de aynen devam ediyor. İnşallah birkaç gün içinde de her gün size bir ayeti kelimenin tefsir-i ruhiyesinin devam etmesi için de çalışıyoruz. Dualarınızda Rabbim madden ve manen bu davaya hizmetkar olmayı, Seyyidimize hayırlısıyla talebe olmayı, Ümmet-i Muhammed'in birlik ve dilliğini Cenab-ı Hak'tan niyaz ederiz. Başta seyyidimizin, ailesinin, evlatlarının, müritlerinin, has evlatlarının, cümle sevenlerinin ve bütün ümmeti Muhammed'in hayırlarla dolu bir ömür yaşamalarını, iman ile yaşayıp, iman ile göçmelerinin nasibi mesleği olmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ederiz. Efendim, hayırlarının fethi, şerlerin def'i, ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için El Fatiha.
2. Ciham Perveri Ömer'e ve Osman'a ve Aliye
Efendimiz'in ruhlarına. Şühedayi Bedir, Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın ruhlarına. Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına ve kafeli iman erbahanının ruhlarına. El Fatiha. Hz. Ali Kerim Allah ve Cevabı Efendimizin ruhlarına Hz. Fatıma Hanım'ız Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidilerin ruhlarına 12 İmamın ruhlarına ve kafirli İslam ervahının ruhlarına El Fatiha Pirimiz Gavsa Azam Abdülkadir Ceylani Hazretlerinin ruhlarına Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid mürşidan mürid müridanın ruhlarına ve kafirli iman erbanının ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz, peygamber efendimizin incitane seyyid Muhammed Ruhi el-Gadiri hazretlerinin ruhlarına, İncethane Seyyid Muhammed Ruhi El Kadiri Hazretlerinin Ruhlarına Aynesinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Müritlerinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Şüheday Çanakkale Şüheday İstanbul Evliya-i İslamlı Ruhlarına Cabir Bin Abdullah Hazretlerinin Ruhlarına Eyyub El Ensari Hazretlerinin Ruhlarına Şühedanın Selperveri Hazreti Hamza Efendimizin Ruhlarına Ve Kafeni İman Ervanlerinin ruhlarına, şehadanın selperveri, Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafeni imanervanın ruhlarına, El Fatiha. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah, meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, meded ya Hazreti Ali kerramallah ve cehu, meded ya Gavuz Azam Abdülkadir el- Ceylani, meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi, avdu billahi minel şeytani r-racim, bismillahirrahmanirrahim. Muhammed Ruhi Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Futuhat kapısından Baba Ali derslerine devam ediyoruz. Bildiğiniz üzere Perşembe günleri artık Baba Ali dersleri olarak devam ediyor. Hikmet külliyatının tabiri caizse bir master programı seviyesinde yeni dinleyiciler için ifade etmek gerekirse tefsir-ül ruhiyenin her bir ayeti kelimesinde, her bir kelimesinde, ayetin kelimesinde, mihen kabul edilmiş kelimesinin bir harfinden hasıl olan ilmi beyan ediyoruz. Tam da orta yerinden, tam da unutulmuş kısmından, tam da Ümmet-i Muhammed'in ihtiyacı olacak, yetişecek genç kardeşlerimizin bilmesi gereken biraz daha üst bir kademeden ama güncel hayatımızda uygulandığında veya ele alındığında oldukça önemli olduğunu gözümüzün önünde açık bir şekilde beyan edilen fotoğrafımıza devam ediyoruz biiznillah. Rabbim nasip eyledi. Biraz geç de olsa korona vesilesi ve başka problemler vesaire öyle böyle derken Tevhid hocamızın Mayıs sayısı çıktı. Biiznillah biraz geç de olsa sizlere kargolandı. Kimi zaman bu aralar kargolarda bir takım sıkıntılar var. Sizin de gözünüze çarpmıştır. Yine bu koronadan dolayı o yoğunluktan ötürü birkaç gün içinde elinizde olur diye düşünüyoruz inşallah. Haziran ayına sayısının çalışmaları devam ediyor. Haziran'ın içerisinde geliyor olacak inşallah. Ve Esmaül Hüseyin'le ilgili çalışmalarımız devam ediyor. Haziran'ın içerisinde geliyor olacak inşallah ve Esma Hulusi Ağa'yla ilgili çalışmalarımız devam ediyor. Dualarınızla maddi ve manevi terakkiler, imkanlarla beraber inşallah sizlere, Ümmet-i Muhammed'e, genç kardeşlerimize ihtiyacı olan bu ilimleri ulaştırmak için gayret sarf ediyoruz. Dualarınızla inşallah yavaş yavaş değil, hızlı hızlı inşallah ulaştırıyor oluruz. İzlediğiniz için teşekkürler. edeceğiz ama Nebel suresinin daha henüz ikinci ayet-i kerimesindeyiz. Çünkü her bir ayetteki bir ilim birleşiyor, birleşiyor. Bu da uzun bir külliyat olacak anlaşılan çünkü 6.666 6.600 küsur ayet-i kerime var Kur'an-ı Azimüşşan'da. Her birinden bir ders alabilmek hele ki Ümmet-i Muhammed'in içinde bulunduğu sıkıntıların hikmet bağbı daha İslam'ın, tasavvufun, sosyal hayatının içerikleri var. Salı günlerinde bilim külliyatına ait olan bilim derslerimiz var. Artık bir üst kademeye devam ediyor oluyoruz. Dolayısıyla seyidimizin dergahı bir medrese hükmünde, bir üniversite hükmünde şimdi bir üst master program seviyesinde bu dersleri beyan ediyor. Hakikaten de genç kardeşlerimiz sanki bir üniversiteyi bitirmişler de üzerine doktora master yapıyorlar gibiler. Yeni dinlemeye başlayanlar için bu yüzden evvelki dersleri hikmet külliyatını, efendim bilim derslerini baştan tasavvuf sohbetlerini hiç dinlemedilerse o kısımda dinlemelerini tavsiye ederiz. Çünkü bunlar biraz sohbet değil. Her seferinde tekrar altını çiziyoruz ama bir kez daha ifade etmek lazım. Geçen hafta Bab-ı Ali sohbetleri diye yanlış bir şey yazmışız. Sohbet değil bunların her birisi bir ders hükmünde. Dolayısıyla okula geç gelmiş olan bir kardeşimizin elhamdülillah gelmiş, ulaşmış, dinliyorsa eğer burada anlatılanları daha doğru ve güzel bir şekilde anlayabilmesi için hem hikmet külliyatını hem tasavvuf külliyatını dinlemesinde fayda var buraya yetişmek üzere. Bütün videolarımız orada var, bütün ses kayıtlarımız var elhamdülillah. Bilim derslerini daha da iyi anlamak istiyorsa tabii ki daha iyi anlaması için de inşallah daha önce yaptığımız bilim külliyatına ait uzun bir serüven vardı. O sürecin içerisindeki dersleri dinlemesinde de fayda var ki bu programa yetişebilir olsun. Efendim ikinci konumuz beyan ilminin incelikleri. Biraz İslam dünyasında ya da yaşadığımız sosyal hayatta yazım kültürünün gittikçe hafife alınması, artık mailler ve mailleşme dillerinin de değişmesi bunları biraz daha unutulmasına vesile oldu. Çünkü beyan ilmi geçmişten beri var olan bir ilim. Yazım kültürüne ait olan bir özellik. Dolayısıyla genç kardeşlerimizin unuttuğu belki hiç denk gelmedikleri bir konu çünkü onlar yazışma deyince sadece işte bir dilekçe vardır. Bir makale vardır. Efendim bir de kişilerin birbirlerine mektuplaşması vardır diye düşünebilirler. Ama İslam medeniyeti o kadar geniş bir medeniyet o kadar incelikli ve detaylı bir şekilde hayatımızın nizam verme noktasında her alanını kuşattığını bilmek gerekiyor ve bu alanların tamamı Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın yaşayarak bizlere aktardığı Kur'an-ı Azimüşşan'da sünnet- i seniyede Ehli Beyt'in kapısında girince her şey ortaya çıkıyor. Zaten meşhur Baba Ali denmesinden de bu vesileyle söyleniyor. Yazım kültürümüzde de İstanbul'da Baba Ali kapısı denmesi her ne kadar yazım kültürüyle anılıyor olsa da esas itibariyle geçmişten bugüne bir adamın ne işe yarayıp yaramadığını Hz. Ali Efendimiz'in soyundan gelen seyyidler tarafından verilmiş onaylanmış belgeler çerçevesinde kabule şayan görülen devlet-i aliye buraya baba ali demiştir ki o kapıdan geçmiş ve o kapının onayını almış olan insanlara ayrı bir itibar ve değer verilmesi gerektiğini gündem etmiştir. Sonrasında her ne kadar kalemde, mürekkep kalemde, kağıtta bunu yazanlar doğrultusunda kirlenmiş unutulmuş olsa da Bugün de yazım kültürü ve yazım dünyamızda özellikle yeni gelen nesile ve bu nesil sürecini geliştiren teknolojik argümanların gelişmesiyle Bu yazım literatürleri biraz geri planda kaldı Dolayısıyla beyan nedir? Önce onu anlayalım. İncelikli bir konu zira aslında bizim hayatımızda her şey bundan evvel bir yazımla söz konusuydu. Yazmak oldukça önemliydi. Söz ve kelamın kullanılabileceği alanlar kadar yazının da mutlak surete ele alınması gerektiği alanlar sadece devlet ve resmi makamlar açısından değil, insan ilişkileri açısından da oldukça ehemmiyet taşımaktaydı. Özellikle eski kitaplarda bunlara kısmen yer verildiği görülmektedir. Efendim İslam medeniyetinde 3-4 çeşit yazım şekli var. Yani resmiyetin dışında gayri resmi hayatımızı da kapsayan yazım kültürü. Bunlardan bir tanesi arzuhallerdir. Yani kişinin kendinden daha üst mertebede bulunan ister bir alim ister bir evliya yeri geldiğinde devlet devletin bir makamı yeri geldiğinde annesi babası işverenine karşı ondan bir şey talep etme, durumunu izah etme, problemini anlatabilme konusunda yazdığı arzuhallerdir. Bu akşam o inceliğe girmeyeceğiz. Ama ana kıstasları bir ifade edelim ki beyan ilmi neden önemli onu da bilmiş olunuz. İkinci bir yazım alanımız var bizim aslında o da emirnamelerdir. Yani üstlerin aslarına yazmış olduğu emirler kah bu bir alim bir öğretmen devlet de olabilir emirname alta yazılan daha az seviyede yazılana verilen özel bir emir telakkisiyle bezenmiş olan bir yazım kültürü sadece devlette değil eskiden bütün alimler, ulemalar da bu şekilde devam ediyordu ekseriyette. Çünkü yazılmamış olan bir değerin sözü literatürde kalması zaman içerisinde o sözün unutulmasıyla o içeriğin kaybolmasına vesile oluyordu ki özellikle eski zamanın uleması, evliyası bu sözlerin kaybolmasına vesile oluyordu ki özellikle eski zamanın uleması, evliyası bu sözlerin kaybolmaması için hem arzuhalleri hem de emirnameleri belli yerlerde toplamışlardı. Özellikle bizim Bulgaristan'a satılmış olan evrakımız içerisinde oldukça fazla vardı. Mescitlerde, medreselerde özellikle oldukça vardı. Dergahlarımızda vardı şimdi bu kültür Efendim WhatsApp geldi çok kolay var diyerek bir kenara koysanız da hakikaten kişinin seviyesini gösteren bir yapıyı vardı yapısı vardı üçüncü bir konu vardır ki makale kısmı bir ilim adamının bir alimin veya bir bilim adamının inandığı, bulduğu, keşfettiği bir konu hakkında yazmış olduğu bazen teknik, bazen de verileri içeriğine bulunduran bir yazım kültürü. Bugün de özellikle yabancı kaynaklarda esey olarak genç kardeşlerimizin iyi bildiği bir yapı. Bunlardan bir diğer de beyan ilmi var. Bir de mektuplaşma var tabii ki. Kişilerin birbirleriyle telefon yok iken, Whatsapp yok iken vs. unsurlar yok iken birbirlerine hal hatır sorabilmeleri, durumları hakkında beyanatta bulunup bir takım şeyleri sormaları istemeleri için yazılan şeylerdi. için yazılan şeylerdi. Ama bir de beyan var ki beyan gayri resmi alanda alimin evliyanın, ulemanın ya kendi derecesindeki zata ya da kendisinden daha aşağıda bulunan talebesine bir sözü söyleme ve o söz hususunda karşı tarafın ya hatasını düzeltme ya da kendisine karşı söylenmiş olanı düzeltme üzerinedir. Bu noktada şunu ifade etmek lazım. Son dönemde oldukça popüler olmuş olan bir reddiye alanı oluşturuldu. İslam kültüründe ve İslam medeniyetinde reddiye yoktur. Reddiyeler beyannamelerin altında ilmi değerlendirmelerle ifade edildiğinden bu reddiye kısmı yeni bir alan olarak ifade edildi. İçinde genellikle işte topluma da duyurulur şekilde ifade edilir bir hale ulaştı. Ancak İslam medeniyeti insan ve insanın hata yapmasının imkanını o kadar yüksek bir seviyede tutmuştur ki tarih boyunca reddiye yapmak yerine ki bunu asla kullanmamışlar toplum önünde bunu anlatmak yerine beyan ilmine başvurmuşlar. Bu beyan ilmi dediğimiz unsur bizden daha üsttekileri yazılabilir olan bir şey değil. Bizden kesinlikle daha üstümüze bir beyanatı yapabilmemiz imkan dahilinde değildir. Çünkü biz üstlerimize sadece bir şeyi arzuhal edebiliriz. Halimizi beyan edebiliriz. Sıkıntımızı ifade edebiliriz. Kaldı ki bu noktada da bir inceliği beyan etmek lazım. Yine beyan kelimesini kullanarak arzuhal eden kişinin arzu ettiğini ifade etmesinden dolayı arzuhali denmez. Bazen görüyoruz çünkü kişiler kendinden daha üstün olan öyle kabul ettikleri, öyle değer verdikleri alime, ulemaya, evliyaya, hocasına, öğretmenine, anne babasına bazen arzuhalini beyan etmeye gelmiş gibi dursa da o karşı tarafa bir akıl veriyor. Diyor ki efendim böyle bir sıkıntım var aslında siz de böyle yapsanız konu çözülecektir şeklinde oluyor. Bunun adı arzu hal değil. Bunun adı avami beyan. Dolayısıyla sakat olan bir durumdur. Bizler arzu halimizi beyan ederiz. Karşı taraf büyüğümüz bizden üstün olan şahsiyet. Peki bu konuda senin fikrin nedir? Veya bu konunun nasıl çözülmesi mümkün olacağını düşünüyorsun diye sual etse evet o zaman o sualine cevap vermek hükmünde kendi fikrinizi ifade edebilirsiniz. insanların kültürel manada ahlaki değerlerimizde İslami olan literatürden uzaklaşmanın getirdiği sonuçlarla da karşı karşıya olduğumuz için gayet tabi olarak bu problemleri yaşıyoruz. Dolayısıyla beyan dediğimiz mesele eşit şartlarda olan iki alimin, iki evliyanın, iki bilim ya da ilim adamının birbirlerine karşı bir hakkı beyan etmesi veya bir yanlışı düzeltmesi üzerinedir. İslam dininde asıl olan mesele doğruya yöneltmek ve yanlışı düzeltmek üzerinedir. Bu her ikisi de yapılırken beyan ilmindeki inceliklerden uzaklaşıldığı için toplumun kademelerinde birbirlerimizle olan ilişkilerimizde bozulmalar meydana geliyor. Çünkü taraflar birbirlerini geçen haftada muhalefet ilminle kısaca bahsettiğimiz, anlamaya gayret ettiğimiz alan olduğu üzere ifade etmiştik. İnsanların birbirlerine karşı o yazım kültürleri de kaybolunca, sözlü literatürü de sanki kabula şayan ve olması gereken kabul edilebilir bir alan gördüğümüz için, her şeyi istediğimiz gibi söyleyebileceğimiz bir ortamın varlığına inanmış durumdayız. Halbuki beyan ilminde var olan hikmeti ve buraya kadar saydığımız silsileyi takip ediyor olsak, hem kendi sosyal hayatımızın hem de devletin yapısal sürecinin her şeyin, her alanın düzenlenip toparlanacağını ifade edebiliriz. Ki Fütuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin de ilk risalesinin, ilk beyanatının tabiri caizse, ilk hakikat söyleminin de dil kitabı üzerine olması, bu konuda bir kez daha bizi bir şeyleri anlama konusunda bir noktaya götürmeye gayret eden seyidimizin o ulemanın o futuatın varlığı hakkında bize hakikati göstermiş oluyor. Bir şeyi beyan ederken bu beyanatın içerisinde belli kurallar var. Dolayısıyla bu kurallar silsilesinden de çıkılması beyanatın da bozulmasına sebep olur. Söylesinden de çıkılması beyanatın da bozulmasına sebep olur. Zaman zaman konuşmacılar televizyonlarda çıkıp bir beyanatta bulunacağım derler veya bir gazetede bir televizyonda şimdi şu beyefendi şu konuda bir beyanatta bulunacak diye bir haber duyarsınız. kişinin bir konuşma esnasında söylemi içerisinde kimi zaman işte şimdi söyleyeceklerim sizi derinden etkileyecek veya şimdi söyleyeceklerim tüylerinizi diken diken edecek şimdi size anlatacaklarım bir anda hayata bakış açınızı değiştirecek. Bu ve buna benzer dirizgah ile başlaması kişinin beyan ilmine haiz olmayıp hakikat manasından değil avam dilinden konuştuğunu gösterir. Zira beyan ilminde asla ve katiyetle karşındaki insanın duygularını bir yere yönlendirme çaba ve çalışması yoktur. Zira hakkın içinde duygusal metaforlar kullanılma gayreti yoktur. Bu gayretin olduğu alan insanın nefsani ve şeytani istek ve arzuları doğrultusunda veya kendi menfaati ve veya kendi menfaati doğrultusundaki bir değişimi yerine getirebilme çabasıyla adlandırılır. Bu yüzden beyan ilmini sunacak olan şahsın en başında giriş bölümünde ne için bu beyanatı sunduğunu, kime sunduğunu, ne adına sunduğunu ve neyi amaçladığını beyan etmek zorundadır. Ve bu beyanatının girizgah bölümündeki ve birazdan anlatacağımız diğer bölümlerinde de hiçbir duygusal metafor kullanma hakkı yoktur. Örneğin bu girizgah içerisinde bu metaforların kullanılması iki probleme sebep oluyor. Birincisi dinleyicinin tüyleri diken diken olacak derken diken diken olmuyorsa o zaman sen yalancı mısın gibi bir sorun çıkar. İkincisi karşı tarafı önceden bu duyguya hazırlama gayreti böyle bir pazarlama usulüyle ifadesi ilmiyeden uzak bir kahvehane muhabbeti söz konusudur. Bu da insanları zanna düşürmektir. zanla düşürmektir. İslam dünyasındaki en önemli ve kesin kat'i kurallardan birisi kişinin zanla düşmemesidir. Öyleyse kişiyi zanla sürükleyebilecek her türlü ifadeyi ilim adamının, devlet adamının, öğretmenin, annenin, babanın kullanabilmesi mümkün değildir. Bu özellikle karşı tarafa bir şeyi öğretmek, bir şeyi düzeltmek, bir yanlıştan alıkoymak için yapıyorsanız. Yani normal şartlarda evet bizler bir hikaye anlatırken, herhangi bir yerde konuşurken, gülmek için, ağlamak için, birbirlerimizin duygularını tetikleyerek daha iyisini yapabilmeye motive edebilmek, onu yöneltebilmek için bu tarz metaforlar kullanabiliriz. Bu gayet doğal bizler mekanik değiliz. Ama konu bir anne, bir baba, bir öğretmen, bir devlet adamı ya da bir ilim adamının kendisine söylenmiş ya da hakikat uğrunda söylenmiş bir yanlışı düzeltmek, kendisine söylenmiş ya da hakikat uğrunda söylenmiş bir yanlışı düzeltmek, kendisine atılmış bir iftira veya bir sözü düzeltmek veya bir tarafa hakkı beyan etmek için bir şey adına çıkıyorsanız, ortadaki mevzu beyan ilmine dairdir, yapılan usul beyan ilminin dışında olduğundan sözünüz havada kalmaktadır. İşte bu yüzden toplumumuzun sadece yazım anlamında orta ve alt kademesi ne anlamda az okuyan hiç okumayan orta alt kademeden derken bunlardan bahsediyorum. Hiçbir şekilde bundan hariç olan bir başka sosyal ayrımın söz konusu değil. Bu açıdan bakıldığında karşı tarafın anlayamadığı meseleyi ona duygusal metaforlarla anlatabilme çabası onu bir yalana bir zanna teşvik etmek olur. İslam dininde Kur'an-ı Azimüşşan'da Hz. Allah'ın çok açık ifadesiyle kişinin zanna düşmesi ne kadar günah ve sakat bir durumsa onu zanna götürecek ibareler de ona kapı açmak anlamına geliyor. Kimi zaman şu konuşmalara özellikle zaten yazım alanında dediğim gibi beyan yazıları artık kalmadı neredeyse ama özellikle işte bir beyanat yapacak şimdi bu beyefendi dediğimiz zaman cümlenin gelişme bölümünde konuyla alakasız başka argümanlar kullandığına çok denk gelirsiniz. Örnek kişi bir ilmi mesele huzurunda suyun 100 derecede değil de 120 derecede kaynadığını söylemiştir. Böyle bir ifadesi var. Bir örneklem anlamında söylüyorum. Bir ilim adamı da çıkıp diyecek ki ya bu 120 derecede su kaynamaz kardeşim. Normal şartlar altında efendim atmosfer basıncı sıfır iken şu şartlar high zone'da su 100 derecede kaynar. Bunu söylerken bütün duygusal metaforlardan uzak bir gelişme bölümüne geçeceğiz şimdi. Bu gelişme bölümünde daha önce yapılmış olan tahliller, deneyler yıllardan beri ortaya koymuş ibareler beyan edilirken tam da o gelişme alanında bu konuda beyanatta bulunmuş olan karşı tarafın daha önce de efendim mesela işte ne bileyim güneş batıdan doğar diye de bir söylemi var aklınızda bulunsun deme hakkı yoktur. Beyan giriş bölümünde belirlenmiş çerçevenin dışına çıkmaya engeldir. Hakikaten beyan ilminin müntesibi ondan gerçekten haberdar olan şahsiyet, konuyu giriş bölümünde hangi kıstaslarda çizdiyse, gelişme bölümünde o kıstasların dışına çıkmaması gerekiyor. Herhangi bir durumda bu kıstasın dışına çıkarsanız, karşı tarafa değil, kendi ilminizi yerle yeksan edersiniz. Kıymetli kardeşlerim belki bunu dinlerken ya bizim nerede işimize yarayacak gibi düşünebiliyorsunuz ama bunu isterseniz güncel hayatınızda sosyal ilişkilerinizde de kullanmanız mümkündür. Yani karşı tarafa herhangi bir tartışmaya girdiniz. O tartışmada veya telefonda tartıştınız başka bir sıkıntı oldu. Karşılıklı gelip birbirinize bir şey beyan edeceksiniz. Veya siz diyeceksiniz ki ben iftiraya uğradım bir beyanatım var benim bu hususta. Veya karşı taraf diyecek ki sen benim gönlümü kırdın bir beyanatım var hususta. Veya karşı taraf diyecek ki sen benim gönlümü kırdın bir beyanatım var hususta. Beyanat yapılan alanda herhangi bir şekilde kişinin bu gelişme sürecinde duygusal bir metaforu oluşturabilmek, dinleyiciyi veya karşı tarafı kendisine yöneltmeye mecbur etmek için karşı tarafın yapmış olduğu daha önceki birka Hatayı Gündeme Getiriyor Olması Kişinin Bu Alanda Beyan İlmine Haiz Olmayıp Art Niyetli Olduğuna Delildir Şer'i Bir Delildir Art Niyetli Olduğuna Çünkü Niyetler İnsanların Fiiller Üzerindedir Fiil Konunun Dışına Çıkmaksa Burada Bir Yönelteşim Söz Konusudur Aynı Zamanda Gelişim Bölümünde Herhangi Bir Sı, herhangi bir takı, uzun cümleler, dolaylamalar bunların hiçbiri kullanılamaz. Dolayısıyla güncel hayatınızda da mesela eşinizle bir konu hakkında tartışıyorsunuz. Bu zaten eskilerin de çok söylemiş olduğu bir konudur. Bir şeyi 40 defa pişirip pişirip geri getirme meselesini sürekli aynı yere taşırsanız burada artık art niyetten bahseder beyan ilminin incelikleri. Geldik işin sonuç tarafına. Sonunda ortaya koyduğunuz argümanlar çerçevesinde karşı tarafın artık hatasını açık bir şekilde ifade edip ifşa edip öncelikle karşı tarafın düzelmesi üzerine beyan ilminin en önemli inceliklerinin başında da şu geliyor ki kişinin beyanatı kendini aklamak için değil önce karşısındakinin kendisine veya ilmi veya bilmi olarak yaptığı hatadan kurtarmak üzerinedir. Dolayısıyla beyan yazan şahsiyetin beyanatını konuşacak olan kişinin veya yazılı yapmadığı sözlü beyanatta bulunacak. Beyanatından önce en az iki defa, üç defa yapacağı beyanat üzerinde ciddi bir düşünme serüvenini geçirmesi gerekiyor. Ben neyi yanlış görmüş olabilirim? Neyi yanlış duymuş olabilirim? Konu aslında belki benim anlamadığım gibi de o başka bir şey ifade ve ibare etmiş olabilir mi? Öncelikle kişinin bütün bu zanlarından sıyrılması gerekiyor. Yani tabiri caizse iki kişilik bir olayda veya ilmi veya bilimsel olan bir olayda tamamen bunlardan uzak olacak şekilde bir objektif bakış açısına mecburuz. Bu mecburiyetimiz olmaz da eğer bizler kendi kendimize bir şeyleri duygusal metaforlarla üstüne bastıra bastıra çözebilmeyi arzu ediyorsak bunlar hakikaten ne bir tartışma kültürü zaten İslam'da yok. Mütalası yapılamayacak olan sonuçları doğurur. Sonuç konusuna geldiğimizde de özellikle oldukça yapılan ve ciddi anlamda da problemlere sevk eden bir konu var. Bütün girişi yazdınız. Belirlediğimiz incelikler. Biz bunu kitapta çok genişleteceğiz. Sohbet babında biraz daha akılda kalıcı olması manasıyla sadece yazım kültürü değil güncelik tartışmalarınızı da göz önünde bulundurarak bunu biraz tefekkür ederseniz daha iyi oturur daha da işe yarar inşallah. Bizler güncelik hayatımızda da aynı hataları yapıyoruz çünkü veya yapılıyor bizlere karşı. Sonuç bölümüne geldiğimiz zamansa adamların, insanların, devlet adamların bile şu dediğini duyabiliyorsunuz. Yani işte senin bu yaptığın şehitlerimizin kemiklerini sızlatır. Sizin bu yaptığınızı milletin vicdanı kabul etmez. Sizin bunu yaptığınız tarih kabul etmez. Yani tarih diye bir adam yok. Şehitlerin kemiklerini sızladığına dair ortada bir delil yok. Bunlar hepsi ne için söyleniyor? Kendisini dinleyen insanların gönlünü kazanmak adına söylüyor. Bu beyanat değildir, bu yeni bir iddiadır. Bu yeni bir iddia olduğu için çözüme götüren değil, polemik diye tabir edilen karşılıklı çatışmanın sürekliliğinden bir verim elde edebilmek, bir reklam elde edebilmek için bir kapital mantıktır. Sen bana onu demiştin, sen de bana bunu demiştin diyerek sürekli birbirine tetikleyecek bir unsuru meydana getirmektedir. İşte sizin bu yaptığın sana hiç yakıştı mı? Ama bana yakışan şey ne? Onu bilmiyorum ki ben. Senin bu yaptığın şey senin gördüğün terbiyeye yakıştı mı? Mesela bu cümlelerin hiçbirisi beyan ilminde olmaz. Çünkü beyan ilmi hakkı söylemek için bir yanlışı düzeltmek içindir. Ortada duygusal, karşılıksız, öznesi belli olmayan, tanımlanmayan, sıfatlandırılmış, süslenmiş cümlelerle bir şeyleri beyan etme olan gayreti bazen kişinin yalancılığına yorulur. Bazen kişinin olayın özüne vakıf olmadığı için bir başka yere çekme arzusu olur. Bazen de evet adam iyi niyetlidir kötü ve art niyetli değildir. Hakikaten böyle bir şeyden çekiniyordur utanıyordur vesaire ama beyan ilminin incelikleri bilmez. Ve o genellikle sonda söylenen cümle kavgayı daha da alevlendirir. Problemi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirir. Dolayısıyla güncel hayatımızdaki kişisel ilişkilerimizde, sosyal hayatımızda da ilmende bilmende buna dikkat etmekte fayda var. Ama bir başka şeyi de asla unutmayınız. Altların konusuna göre ast ve avam olanın kendinden üstün olanı bir beyanat sunma hakkı yoktur. Ama bugün sosyal mecra açıldığı için herkesin Youtube'a işte ne bileyim Facebook'a herkesin video koyabilme imkanı da olduğu için bu alanda insanların çok ciddi anlamda bir rahatlığı söz konusu. Yani hiçbir ilmi bilgisi olmadan daha önceki derste ifade ettiğimiz gibi herhangi bir şey olmalı ya ben de bir şey söylemek istiyorum bu konu hakkında. Veya işte çok güzel öğrettiler bizim ülkemizde gazeteciler mikrofonları ellerine aldılar sokaklara çıktılar dediler ki bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz yani adam bazı zamanlardan röportajlarda komik şeyler oluyor ya adam diyor ki ben turistim ya ben bu şehri bilmem bana sorduğun soruyu bırak ben bu şehre ilk defa geliyorum adam soruyor mesela bu şehirde yapılan şu karar hakkında ne düşünüyorsunuz? Dolayısıyla olayın meselesi gazetecilikte özellikle yazım dünyasında yazı yazanların hayatında da bu noktaya geldiğini görmekteyiz. İnsanların özgür iradeleriyle her konuda her şeyi söyleme hakları yoktur. ile her konuda her şeyi söyleme hakları yoktur. Özgür irade özgürlüğün çerçevesi içinde mümkündür. Çerçeve kişinin bazen mesleği olabilir, kişinin ilmi ve bilimsel seviyesi olabilir, kişinin manevi üstünlüğü olabilir, kişinin maddi imkanları olabilir, kişinin yaptığı iş olabilir, tecrübeleri olabilir, yaptığı spor olabilir. Ama başka bir noktaya getirdiğiniz zaman hayatında topa vurmamış bir adamın ve vuramayacak bir adamın, hadi gel şu İnönü stadında bir kaleden bir kaleye durmadan koş bakalım dediğinde koşamayacak adamın, durmadan koş bakalım dediğinde koşamayacak adamın futbolcu için söylemiş olduğu söz ne kadar boş bir işse tabiri caizse futbolun kendisi zaten bu manasıyla seyirci matematiğiyle boş olduğunu çok anlatmıştık da bu matematikle anlaşılsın diye söylüyoruz. Bugün bilim adamlarının, ilim adamlarının veya devletin pek çok alanında yapılan beyanatların da aynı çerçevede olduğunu unutmamak gerekiyor. Ve bütün bu çerçeveler bir araya geldiği zaman dışarıdan bakan insan burada bir kaotik durum var. Burada bir kaos var. Burada kimse birbirini anlayamaz demekle kalmıyor. O anlaşılamaz şeyin istemeden de olsa bir yerinde parçası olarak bulabiliyor kendini. Dolayısıyla toplumu bu hengameden alıkoyabilmek için de bizlerin öncelikle bu beyan ilminde bir şey yazabilir olmakta üstün ve nitelikte olmamız gerekiyor. Bu nitelikte nasıl geliştirebilirsiniz? gerekiyor. Bu nitelikte nasıl geliştirebilirsiniz? İsterseniz dersin çünkü son 45 dakika gibi yapıyoruz. Daha uzun saatlerce 6-7 saat de konuşuyoruz ve konuşmuştuk da ama şimdiki zamanda biraz enteresan oluyor. O yüzden 45 dakikayla kısıtlandırmaya gayret ediyoruz. Dolayısıyla ikinci konuya yine geçemeyeceğiz burada. İkinci konumuz neydi? Bu akşam haftaya yaşayacağımız ters duyguların oluşumunda şeytani ve nefsani etkiler. Dolayısıyla o kitapta geliştireceğimiz kısmı şurada ifade edelim. Kıymetli genç kardeşlerim ara sıra oturduğunuz yerde evinizde belli konularda kendi alanınızda dikkat ve çok önemli kendi alanınızda bir beyanat yazmayı deneyin. Ve bu beyanatınızı kendiniz veya bu işi bilen insanlar tarafından incelenmesini talep edin. Bu incelemeler sonucunda hatalarınızı bulun ve hatalarınızla buldukça konuşma dilinizin de güzelleştiğini göreceksiniz. konuşma dilinizin de güzelleştiğini göreceksiniz. Dünyada iyi hatiplerin, iyi söz söyleyenlerin, daha doğrusu uslubu ve usulü düzgün kullanan insanların yazıda da çok başarılı oldukları bilinir. Yani şuna denk gelemezsiniz. Ya adam güzel bir hatip. Güzel bir hatipse veya güzel bir beyan usulüne sahipse, beyanın şu ana kadar bahsettiğimiz bir de bundan ayrı bir 6-7 tane daha ana başlığı var. Kitapta detaylandıracağız inşallah. Onlara sahipse bir adam yazıda iyidir. Bugün bizim insanımızın konuşmadaki beceriksizliği, tabiri caizse kusura bakmayalım, konuşmadaki beceriksizliği, konuya odaklanamaması, çözüm üretememesi, her seferinde sonucun kavgadan daha büyük bir kavgaya süreklenebilmesi yazıdaki berbatlığından kaynaklanıyor. Peki bir insan yazıda nasıl iyi olabilir? El cevap çok okuyarak, e okuma da bilmiyor. Okumayınca kelime bilmiyor, kelime bilmeyince zaten konuşamazsınız. Yani bu bir silsiledir kıymetli kardeşlerim. İyi okuyucu olmak, iyi okuyucu olunca doğru yazımcı olabilmek. İyi yazar olmayabilirsiniz ama doğru yazar olabilirsiniz. Bir konuda beyanname, makale, fıkra bunları yazabilirsiniz. Bu doğru yazımanname, makale, fıkra bunları yazabilirsiniz. Bu doğru yazım. İyi yazım anlamına gelmez. Bir şeyi doğru yazdıktan sonra doğru konuşmaya başlayabilirsiniz. Çünkü kişi konuştuğunu konuşurken farkında olmayabiliyor. Ama yazdığınız zaman, masanıza bıraktığınız zaman, üç gün sonra dönüp baktığınızda diyorsunuz ki ya hayır çok da abartmışım. Size şöyle bir örnek vereyim. Kavga eden iki tane eşi ele alalım. Karı koca kavgası. Çok klasik derler. Çok yaşanıyor derler. Eşler bir kavgalarını kavga etmekten vazgeçsinler. Desinler ki tamam bugün bir şey deneyeceğiz. Herhangi bir konuda bir tartışma konusu var. İşte bir tanesi hafta sonu pikniğe gidelim demiş de ötekisi bilmem ne demiş gibi. Herhangi bir şey çok da önemli de olabilir fark etmez. Bir durak verin kendinize karı koca. Deyin ki ya bir dakika duralım. Bir şey deneyelim. Ne deneyelim? Şimdi çıkalım. İki tarafta birbirine bir beyanat yazsın. Bugün anlattığımız derste olduğu gibi giriş gelişme sonuç öyle sayfalarca değil bir sayfada. Ben bu beyanat içerisinde senin bana söylediğin şu konuların haksızlığını düşünerek bana yapılmış haksızlığı düzeltip seni hakka davet etmek üzere şunu yazıyorum deyip bir giriş paragrafı yazdınız. Orta bölümde karşı söylediğiniz karşınızdakinin eşinizin size söylediği laflara karşı gerçekten temellendirilebilir duygulardan uzak delillere haiz iki tarafında bilebileceği açık ve net cümlelerle kendinizin haklılığını ifade ettiniz. Karşı tarafa bazen ilk yazılarda baya bir suçlamalar yapacaksınız. Gayet doğal. Ve sonuç cümlesine de geldiniz. Eğer böyle yaparsan annenin babanın kemiklerine sızlar demeden şöyle güzel bir de sonuç cümlesi yazın. Ama dikkat edin hemen işinize vermeyin. Yatın. Sabahı bekleyin. O konu hakkında konuşinize vermeyin. Yatın. Sabahı bekleyin. O konu hakkında konuşmayı düşünmeyin. Sabah olduğunda şöyle bir sakin kafayla kendinize geldiğinde dinginleştiğinizde sinirden stresten arındığınızı düşündüğünüzde inanınız bir anda yazıyı eşinize gelmiş gibi okuyun. Ben eğer karşı taraf olsaydım dünkü kavgada da bu adam olarak yazmış değil de veya bu hanımefendi olarak bu mektubu almış bu beyanatı almış kişi olsaydım ne olurdu? Bir okuyun bakalım. İlk yazdığınız beyanatların en az 7-8 defa yırtıp atacaksınız. Yani sizin kavga 8 gün boyunca bir daha gündem olmayacak. 9. gün geldiğinde tabiri caizse bir zaman 2-3 günde de olsa aynı gün olsa ne güzel. Diyeceksiniz ki bu yazdığım her şeyin içinde benim adam var. Benim kusurum var. Benim yanlış anlamam var. Karşı tarafın kötü niyetini düşünüyorum ama kötü niyeti değil. Bir şeyi inceliğiyle anlama gayreti var veya kadın olmanın getirdiği bir özelliği var. Anne olmanın getirdiği bir özellik var. Şunun şunun şunun bir özelliği var. Bundan olmuş bu mesele. Ve inanın bana eğer hayatınızı buna göre idame ettirip buna alışırsanız bu sefer kavgalarınızda dahi bu beyan ilmine dönük yaşamak isteyeceksiniz. Çünkü iyi yazanlar kavgalarında da yazar gibi konuşmaya başlarlar. Yazar, yazar, yazar, yazar, yazar. En sonunda artık o tartışma anında da ona girer. Bakın kimse kusura bakmasın bugün milletvekillerimizin arasında bir kompozisyon çalışması yapalım 600 milletvekili mize herhangi bir konuda kompozisyon yazmalarını isteyelim futuatın imkanıyla söylüyorum yüzde 86'sı kompozisyon yazamayacak basit bir konu seçelim yani ilkbahar hakkında bize bir sayfalık kompozisyon yazar mısınız? %86'sı yazamayacak. Yazdıklarını kendileri bile beğenmeyecek. Sebep o güne kadar yazmakla hiç uğraşmadılar ki hep konuşmaya çalıştılar. İnsanoğlu ise önce yazgıyla başlar hayata. Çünkü Kur'an-ı Azimüşşan dahi yazılı olarak veriliyor ellerimize. Allah Resulü'nün yanındakiler de yazarak tekrar ederek hıfzettiler şu Kur'an-ı Azimüşşan dahi yazılı olarak veriliyor ellerimize. Allah Resulü'nün yanındakiler de yazarak tekrar ederek hıfzettiler şu Kur'an-ı Azimüşşan'ı. O da hafızlıkta ayrı bir güzelliktir. Nasip olursa bir başka ilim beyanatında onu ifade ederiz. Peki bütün bu sözler nereden çıktı? Baba Ali dersinin beyan ilminin bu incelikleri. Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor Nebe suresinin 2. ayeti kelimesinde. Anen nebeil azim o büyük haberden mi? Hani soruşturanlar var ya. Büyük bir haberi soruşturmaya çıkmış olan kişi kendisinde çok şey var zanneder. Ama haber dediğiniz şey bir yerde yazılı değilse, yazılmamışsa, yazgıya düşmemişse, nasıl yazılacağı bilmiyorsa hakkında ne söyleneceğini de bilmekten insan uzaktır. İnsan uzaklaştıkça ennebe kelimesi yani haber kelimesinin muhaberat bölümüne takılır ama haberin kendisine nasıl yazıldığını bilmez. Harfi nunda öyle bir ilim vardır ki işte o, beyan ilminin inciliklerini taşır. Çünkü Nundan sonra gelen harfi Ba ilimdir. Ama Nundan önce gelen El takısının edatının yöneltimini taşıyan harfi Lam, Elif'in etkisiyle bunun bir usulü olduğunu beyan eder. El Ennebe'i aslında ama biz Ennebe-i diye okuyoruz. Lam takısı orada düşüp gidiyor. Ama kelime babında, sarfında var. Dolayısıyla o inceliğe baktığınız zaman görüyorsunuz ki orada bir bilginin sahibi olmak ondan Haberdar olmak yetmiyor Onun usulünce Beyanatına sahip olmanız gerekiyor O yüzden peygamberlere İhtiyacımız var Eğer peygamberler olmadan Kur'an-ı Azimüşşan ve buna benzer Bundan önce gönderilmiş Allah-u Zülcelal'in bugün muharref olan Allah-u Zülcelal'in gönderdiği Kitaplar bizim elimize bu halde verilseydi bizler birbirimizi yer bitirirdik. Çünkü biz yazanı tanımıyoruz. Bu yazgının içerisindeki formun nasıl bir beyan ile ifade edileceğini bilmiyoruz. Her bir kitap onu beyan eden şahsın şahsiyet özelliklerinden öteye kitabın özü ve ruhundan haberdar olma gerektiğini doğurur. Bizler o yüzden bir kitabı elimize aldığımız zaman yazarı kimmiş diye soruyoruz önce. Sormamız gerekiyor en azından. Satır arasında yapıyoruz ya. En azından sormamız gerekiyor. Çünkü satırların ne kadar güzel yazıldığı değil aslolan. Beyanı sunan kim? Beyanı sunanla yazılanlar arasında bir uçurum varsa problem var. Beyanı sunanı eksik tanır da kelamı öyle okursam belki beyan sahibinin bana anlatmak istediği çok başka şeyler var. Dolayısıyla sahibül beyan, hikmeti ayandır. Hikmetin ayan olması için, beyanın sahibini tanımak, onunla herdem olmak esastır. Bu yüzden ulemanın meclisine gitmek, alimin meclisinde ondan ders dinlemek, kitabını okumaktan da evladır. Kitabını okumak müthiş bir şey. Ama onun yazarını tanıdığınız andan itibaren durum tamamıyla değişir. Gözünüzün önüne gelir, onunla konuşmalarınız gelir. Bu ilişkiden doğan hak ve hakikat sizlerin gönlünüze beyan edilir. Zaten usulde ne yapılıyor? Böyle futuat kitapları okunurken veya hakiki bir bilim okunurken o ilmin erenlerine veya o yazar o futuat aliminin ruhuna ruhaniyetine göçmüşse, ruhuna göçmemişse, ruhaniyetine yaşıyorsa Fatiha okunarak başlarız. Sebep? Şu an ulaşamıyorum benden uzakta ancak ruhuna bir Fatiha hediye ediyorum. O bereketiyle inşallah ben bu okuduklarımı ruhuma işlesin. Bu okuduklarım hayatıma işlesin. Her bir açılışında bana başka bir şey söylesin. Her söylediği beyan benim nefsimi ve ruhumu adam etsin talebenin izahıdır. Bizler de Rabbimizden, Seyyidimizden inkişaf eden bu muhteşem ilimlerin ruhumuza kadar işleyip, nefsimizin bela ve illetinden uzak bir şekilde Rabbimizin niyaz ettiği bir hayatı yaşamayı niyaz ediyoruz. Rabbim öyle yaşayıp öyle göçmeyi bizlere nasip eylesin. Biz ve bizden sonrakilere, bu ilimlere muhatap olduktan sonra, bu ilimleri dünyaya yayan, yaşayan ve aktaranlardan olmayı nasip müesser eylesin. Efendim, hayırların fethi, şerlerin def'i, ümmeti Muhammed'in sağlığı, sıhhat ve afiyeti için, seyyidimizin ailesinin ve bütün ümmeti Muhammed'in sağlığı, sıhhat ve afiyeti için Seyyidimizin ailesinin ve bütün Ümmet-i Muhammed'in birlik ve dilliği için Bizlerin artık belli şeylerde çıtaları daha hızlı atlayan bir ümmet haline gelebilmemiz niyetiyle Allah rızası için efendim El-Fatiha. Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya Hz. Ali kerramallah ve cehu. Meded ya Gavsazem Abdülkadir Eceylani. Meded ya Seyyidi Muhammed rohi. Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izniyle seyyidimize ikram edilmiş. Futuhat kapısında Baba Ali derslerinin üçüncüsündeyiz. Aynı zamanda Nebe suresinin üçüncü ayet kelimesinde gelmiştik. Kelimemiz muhtelifun kelimesinde el-halef kelimesinin harfi ha'sından doğan bir ilimdi. Bu ilim ters duyguların oluşumunda şeytan ve nefsani etkilerdi. İnsanoğlunun hayatı boyunca en önem verdiği unsurlardan bir tanesi duygularıdır. Düşünen bir canlı duygularından etkilenmesi, bu duygularla hareket ediyor olması, kararlarına etki eden duygularının nasıl oluştuğunu bilmesini de gerektirir. Bu noktada hep söylediğim gibi bir üst seviye programı olduğu için bunlar bir yerinden başlayarak devam ediyoruz. Yeni dinleyen kardeşlerimiz tasavvuf külliyatını, bilim külliyatını, hikmet külliyatını bağlı bulunan dersleri bir kez daha bir kez daha dinleyerek denemek istediğimizin bu alandaki ibarelerin temellerini görmüş olacaklar. Böylelikle daha hızlı yol alabilirler inşallah. İnsanoğlunda üç tane ana fonksiyon var. Her zaman ifade ettiğimiz gibi bir tanesi kendi ruhumuz, bir tanesi bu beden ve nefs. Ve dışarıdan müdahil olan bir de şeytan var. Tabii ki vesveseleriyle hayatımızı yön vermeye çalışan, hayatımızı etkilemeye çalışan, hayatımızı alt üst etmeye çalışan. etkilemeye çalışan, hayatımızı altüst etmeye çalışan, hayatımızın altüst olmuş en önemli taraflarından bir tanesi hiç şüphesiz duygularımız. Çünkü bizim hayatımızda bir takım kararlar verebilir olmak ve bu kararların peşi sıra koşabilir olmak mevcuttaki duygularımızla alakalı. Bizler her ne kadar bir şeye mantıklı, akla yatkın, gerçekten yapılması gereken bir şey bu desek de o anki duygu dünyamız, sinirlenmemiz, kızmamız, sevmemiz, sevmememiz gibi pek çok unsurdan ötürü çoğu zaman yaptığımız şeyleri yapmamız gereken, mantıken yapmamız gereken şeyleri yapmaktan vazgeçebiliyoruz. biliyoruz. Veya mantıken yapmamamız gereken gerçekten iyi olmaz böyle olmaması lazım dediğimiz bir unsurla karşılaştığımızda yine aynı duygular bizi yapmamız gereken bir hale sokuyor. Yapmamamız gereken işi yapar halde buluyoruz kendimizi. Birileri de bize sorduğunda neden böyle yaptın? İçimden geldi. Canım öyle istedi. İstedik böyle yaptın içimden geldi canım öyle istedi. İstediklerim ve içimden gelenler beni bunu yapmaya sürükledi diyerek kendimize biraz da bir sebep buluyoruz. Bu sebebin nasıl ulaştığını nasıl oluştuğunu vücudumuzda nasıl meydana geldiğini iyi anlarsak bu hakikat dairesinde elbette ki duygularımızı ölçümleyebilmek, anlayabilmek, kavrayabilmek işin biraz da kemalat boyutuyla alakalı, kişinin nefsini tanıyabilmesiyle alakalı, kişinin Rabbine tanıyabilmesiyle alakalı, bu da Rabbül Aleminin insana vermiş olduğu bir müşride tabi olarak biat ederek onun kapısında gelişmesiyle alakalı. Ama bugünkü dersimizde bizler ters duygular oluşurken insanoğlu hakikaten bu gelgitleri nasıl yaşıyor biraz da tıbbi acıdan bakmayı tercih edeceğiz. Daha doğrusu Futuat bunu beyan etmemizi emrettiği için böyle geliyor. Ters duygulardan neyi kastediyoruz önce onu anlayalım. Ters duygunun ne demek olduğunun farkına varalım. Bir şeyi sevebilirsiniz. Bu bir duygudur. Bunun nasıl oluştuğunu filan kısmen anlatacağız inşallah bu derste. Ve dahi sevdiğiniz bir şeyin yanında aynı şeyi bir başka insan ya da siz başka bir zaman, başka bir mekan, başka koşullar altında da sevmeyebilirsiniz. Şimdi sizler buna iki tane duygu farklılığı gibi göreceksiniz ama ters duygular aslında bununla sınırlı değil. Çünkü bazı kişiler sevdikleri şeyler uğrunda çok daha uç bir noktaya gidip buna taparcasına bir sevmeye sahip olabiliyorlar. Veya sevmeyenler ise bunun bir diğer uç noktasına gidip kin duyabiliyorlar. Sevmemekle kalmıyorlar. Karşı tarafı veya olayı sevmemek değil bir de kin ve nefret duymak. Öfke, kin ve nefret kitabında bu konudaki detaylar beyan edilmişti seyidimiz tarafından. İnşallah okumuşsunuzdur ya da okursunuz. Gerçekten asrımız için önemli açıklamaların yer aldığı ve önemli çözümlerin yer aldığı değerler. Çünkü bir şeyleri açıklamak yetmez. Açıkladığınız şeyin karşısında Ümmet-i Muhammed şimdi ne yapacak sorusunun da cevabını vermeniz gerekir ki. Futat bu noktada bu açıyı kapatıyor elhamdülillah. Yine bir başka duygudan örnek verirsek eğer Bir şeyi yapmak için cesaret sahibi olabilirsiniz Örnek işte gecenin bir yarısı Bir yerden bir yere bir şey götürmek Karanlıkta Bu tabi tam bir cesaret gösterisi gibi Doğru ifade belki tam değil ama Tabiri caizse anlaşılsın diye söylüyoruz Bazı insanlarsa bu cesaretin yerine çekinme duygusuyla hareket edebilirler. Yani şimdi gecinden bu saatinde şu şu şu olabilir, ihtimaldir, tedbir almak gerekir. Bu tedbir karşısında yapacağı işe karşı cesur olmak değil de biraz daha çekingen davranıyor olabilirler. Bu iki duyguyla kısıtlanmıyor olay. Biraz önce beyan ettiğimiz üzere bir de korkusu oluyor. Cesurlar, çekinenler, korkanlar. Tabi bir de cesaretin pozitif tarafında aslında pozitif olmayan negatif bir başka unsuru var ki aşırı cesaret. Haddinden fazla cesaret bilinçsiz bir cesaretten de bahsedebiliriz. Öyleyse insan vücudunda bir duygunun oluşum sürecinde duygu oluştuktan sonra dört tane anayapısı var. Bir kabul, bir red, bir fazladan kabul, bir de fazladan red. Dolayısıyla bunlar ters bir duygu ilişkisini oluşturuyorlar. Öyleyse bizler güncel hayatımızda duyguları dengelerken, dengede bir duygu hayatı yaşamayı tercih ederken ters duygularımızın çatışması ortasında bir hakikatle karşılaşıyoruz. Aslında o ters duygularımızın çatışmasından kurtulup her zaman için doğruyu bulmayı arzulasak da genellikle o dengeyi kendi vücudumuzda kendi şeytan nefis ve ruhu bir bütün halde ele alarak yerine getirmek istiyoruz. Ancak insan vücudunda hem nefsin hem şeytanın hem de ruhun duygular oluştuktan sonra ve oluşum aşamasında 3 ayrı fonksiyonu var. Yani bir şeyin hakkaniyetiyle duygusuna sahip olmak, o duyguyla hareket etmek, o duygunun güzelliğinden haberdar olmak ruhani bir lezzet. Bir diğer taraftan ruhani olan bir lezzetten bize alıkoyan, dünyevi bir lezzete yönelten, buna karşılık ruhani lezzetin duygusunun farklı yöne çevirmek isteyen nefsimiz var. farklı yöne çevirmek isteyen nefsimiz var. Bir de bunu ifsat hareketine ve tefrit ifrat ve tefrit hareketine çeviren başkalarına da zarar verilecek bir boyuta getirmumuzun, şeytanın ve nefsin etkisiyle bu duyguların oluşumunda nasıl bir süreç işleniyor onu iyi anlamamız lazım. Unutmamız gerekiyor ki her bir duygunun oluşumu belli bir tıbbi gerekçilik, gereklilik karşılamaktadır. Eğer tıbbi bir hayatımızda bir karşılık olmazsa bu duyguların gerçek manada yaşanabilirliği mümkün olmaz. Zaten şimdi sayacağım üçlü sistem olmayıp bunun dışında bir başka sistem varsa bunlar psikiyatrik, psikolojik rahatsızlıklar alanında farklı şekillerde ele alınması gerekiyor. Dolayısıyla normal bir insan hayatından bahsediyoruz. Bu duyguların en net bir şekilde anlaşılabilmesi için. Şunun farkında olmamız gerekiyor en başta insanoğlu sadece sinir sisteminden elde etmiş olduğu değerlerle değil. Aynı zamanda vücudundaki kan akışına bağlı olarak vücudunda meydana gelen bu etkiyi ölçümleme kabiliyetine sahiptir. Bu etkiyi ölçümleme kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla insanoğlu sadece sinir sistemiyle değil, atardamarlar ve toplardamarlarıyla beraber duygularını karşılıklı olarak ölçümleme kabiliyetine sahip olarak yaratılmışlardır. Bizler bir şeyi gördüğümüzde ve hissettiğimizde buna karşı bir duygusal tepki vermemiz gerektiğinde, şimdi ne hissediyorsun denildiğinde ilk verdiğimiz cevaplar genel itibariyle sinir sistemimizle alakalıdır. Sinir sisteminin devrede olduğu yapılarda dil kökünün iptal olduğu bir süreç vardır. Bunun iptal olma Süreci Özellikle İnsanın Nefsani Hasletleri Ağır Bastığı Dönemlerde Yaşanır Çünkü İnsanın Aslında Bir Şeyin Duygusunu Direk Ve Çok Kolay Yoldan Söylemesi Hemen Ve Hiç Düşünmeden Yapıyor Olması İki İhtimale Bağlıdır Bu İki İhtimalden bir tanesi nefsani bir tanesi de elbette ruhani olacaktır. Dolayısıyla duyumun oluşum sistematiğinde hem sinir sisteminde hem toplar damarda hem de atar damarlarda meydana gelen oluşumun farkında olmamız lazım. Bunu şöyle ifade edebiliriz aslında biraz temeli iyi kavramak için ifade edelim. Bazen bir şeyi seversiniz ve sevdiğiniz şeyi neden sevdiğinizi size sorarlar. Ve karşı taraf şöyle bir cevap verir size. Damarlarıma kadar hissediyorum. Bütün damarlarımda bu hissim var. Her yanımdan bu aşka maruzum. Her yanımdan onu seviyorum. Her yanıyla ve bütünüyle vücudumun her zerresine kadar bu aşkı hissediyorum derler. Ve aynı zamanda İslam literatüründe bir hakikat var ki biliyorsunuz ki niday-ı ilahi, Rabbimizin nidası, bir yöne sahip olmayıp bir bütüncül olarak vücudun bütün azalarında bir yekül olarak duyulur. Bir kulak duyması değil, vücut duymasıdır. Bizler bu hakikati Resul-i Kibriya aleyhissalâtu ve sellâmın hadis-i şeriflerinden çok net bir şekilde öğreniyoruz. Çünkü Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e Cenab-ı Hakk'ı nasıl duydun, nasıl duyarsın ya Muhammed aleyhissalâtu ve sellâm dediklerinde onu bir yerden duymam, kulaklarımla duymam, bütün olarak duyarım şeklinde hadisinin özünde var olan değerlerle Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bize de bu cevabı vermişler. Öyleyse bizim sinir sistemimizin içinde her ne kadar ruhumuz olsa da ruhumuzun aslında bilgiyi sinir sisteminden elde etmediğini sinir sisteminden geçen bilgi akışına toplar damar ve atar damara karşılık bir hareket babında baskılamaya niyet ettiğini bizlere anlatmakta. Öyleyse sinir sisteminde var olan o değer tamamen ruhumuzun atak fonksiyonu göstereceği bir alandır. tamamen ruhumuzun atak fonksiyonu göstereceği bir alandır. Duyguların en net anlaşılabilmesi için atar damar ve toplar damarlardaki farklı kan akış seviyelerine bağlı olarak şayet ruh gelişmişse buna göre hareket edecek, nefs gelişmişse buna göre hareket edecek, şeytan bir plan öne geçip de insanı sa'da götürmüşse ona göre olacaktır yani şöyle ifade edelim daha netleştirmek adına söylüyoruz herhangi bir çiçeğin kokusunu aldınız aldığınız çiçeğin kokusunu burnumuzdan aldınız ve reseptörlerini sinir sistemi yolları üzerinden beyninize kokunun formasyonu aktardı ve beyniniz onu hiç duymamış olma ihtimali yok. Daha önce kodlanmış bir şekilde zihninizde zaten var. Kod, koduyla karşılaşınca bir anlam tezahürü oluştu. Şayet insan bunun nefsani boyutta yaşayan nefse emmareninındaki kan akışının toplar damarlardan daha fazla olduğu ile de anlaşılır. Atar damarlardaki kan akışı toplar damarlardan daha fazla olduğu anda insan duygusu nefis yönünde karar vermeye daha yetkili, daha yatıktır. Dolayısıyla sinir sistemimiz atardamar ve toplardamarda meydana gelen etki karşısında bir tepki veriyor. Ama bu tepki ya nefsani ya da ruhani verecek. Dolayısıyla atardamarlardaki kan akışımızın hıza geçtiği durumlarda insanoğlu nefsin istek ve talepleri doğrultusunda tabirca ise aklından geçen karşısındaki veya kendini en mutlu edecek olan söze doğru harekete geçecektir. Söylediği söz dil kökünün iptal olmasına sebep olduğu gibi bu kök iptal olduğu için artık söylediğine inanır hale gelecektir. Söylediğine inanan kişi bu saatten sonra geri dönmeyi de beceremeyeceğinden artık bundan sonra bu çiçeğin kokusundan daha iyisi vardır veya bu çiçeğin kokusunu çok beğendin ama bundan daha iyileri de var haberin olsun diyen bir adamın sözüne hiç inanmaz hale gelecektir. Dolayısıyla bizim güncel hayatımızda bir inatçı tutumla tabir ettiğimiz insan tiplerinin nefsani olan duygulara yatkın atar damarlarındaki basıncın toplar damarlardan duyu anında çok daha fazla olduğunu görmekteyiz. Bu zaten inada sebep oluyor. Elbette bu bir şeytani durum. Ancak genel itibariyle yaşadığımız mevzuat bunun üzerine kurulu. Dolayısıyla insanoğlunun ani verdiği, sonradan dönemediği, bir anlık şehvet, düşkünlük, ihtiyaçlar, muhtaciyetiyle alakalı vermiş olduğu kararlarının yekününe işte bu manada nefsani bir duygu demek mümkündür. Tabi ki nefsani olan bu duygu illaki ruhani olan duyguyla ters olacak anlamına gelmez. Ama bugünkü dersimizin konusu ters duyguların oluşumu ile alakalı o yüzden buna odaklanıyoruz. Çünkü bazen insanoğlunun ruhuyla, nefsiyle sevebileceği ama farklı yönlerde sevebileceği unsurlar da var. Çünkü Allah Resulü'nün yeryüzünde güzel koku bana sevdirildi buyuruyor. Bu ne demek? Nefis de seviyor ama ruh ondan daha fazla hakkıyla, hikmetiyle seviyor. Feraset, basiret ve hikmet meselesinden bakarak sevgiye muhatap oluyor dolayısıyla ruh nefisten daha üstün olan bir sevgiye sahip olup nefstani iştiyakla hataya düşmeyi engelliyor ama sonuçta bu bir ters duygu olarak tam adlandırılamıyor ama bu akşamki konular ters duygular olması gereken ve olmamasışamki konular ters duygular. Olması gereken ve olmaması gereken şeylerin tersini hissetmemize bize yardımcı olan, bizi buna mecbur eden nefsimiz ve şeytandan bahsediyoruz. Şimdi bir olumlama yaparak ifadelendirdik bunu. Bir başka olumsuzlama yaparak da şöyle ifade edersek biraz daha akıllı kalıcı olabilir. Karşınıza gelen yeni bir çalışmak üzere beraber çalışacağınız bir ekip arkadaşınızı gösterdiler. İşte bununla çalışacaksın dediler. Siz adamın tipine baktınız boyuna posuna oturmasına tam otururken aklınıza geçmişten bir arkadaşınızın fotoğrafı geldi. O arkadaşınızda yaşadığınız kötü anılarınız var. Bu adamda bizzat neredeyse bu adama oldukça benziyor. Vücudunuzda oluşan ilk tepki atar damarlardaki kan akışınızın hızlanması, toplar damarlardakinin düşmesi, nefsin zanda bulunması sebebiyle bu adam için ne dersin dediklerinde gözüm tutmadı demeniz olacaktır. Halbuki bu duygunun temelinde basiret, feraset ve hikmet beklenmekteyken sizler bir anda geçmişten kalan kötü bir tecrübelerinizde, kendi nefsani duygularınızda belki de bir insanın iş sahibi olmasını bilmeden istemeden engelliyor olacaksınız. Şimdi tanımlamaları yapıyoruz. Nasıl kurtulacağız ayrıca beyan edeceğiz inşallah. Geldik şeytani dürtülere. Aynı adamı gördünüz. Bu adamın kötü bir adam olduğunu düşündünüz ama bununla yeğremediniz artık. Yani durumu böyle kabul edemiyorsunuz. Ya bu adamı bu işe almamakla kalmamalı. Bir başka yerde de iş bulmasına engel olmalı. Bu yüzden bu adamın ne bileyim bir database bir yerlerde varsa bilgiler yorum yapılabilecek bir alanlar internetten oraya girmeli. Bu adam için bir de kötü yorumlar yapmalı ki bizden sonra başvuracağı hiçbir şirket bu adamı işe Almasın Şeklinde Bir Düşünceye Sahipseniz Öyle Bir Duygu Söz Konusu Olmuşsa Herhangi Bir Meta Herhangi Bir Veri Söz Konusu Olmadan Ruhani Hakikati Bile Koyun Bir Kenara Aklınız Ve Beyniniz İkinci Hatta Üçüncü Beşinci Pozisyonu Dört Beşinci Pozisyonu Geçmişse Artık Burada Şeytandan bahsedebiliriz. Şeytanın bu hali insanda toplar damarlardaki kan akışının atar damarlardan daha düşük olduğu bir seviyededir. Dolayısıyla karşımızdaki insanların ihanet, hainlik, fitne çıkarmak bu ve buna benzer duygularla hareket etmeleri şeytani olduğunu biliriz de ya bunlar nasıl bu kadar sakin durabiliyorlar? Hiç mi sinirlenmiyorlar? Bu kadar sakin fitnecilik ifsad etme olabilir mi dediğiniz oluyor ya işte onun sebebi bu. Toplar damarlardaki kan akışı kalp kapakçının altındaki pompalama fonksiyonunun biraz daha fazla emiş gücüne sahip olmasından ötürü toplar damarlardaki kan akış basıncı atar damarların üzerine çıkıyor. Bu da karşımızdaki insanın şeytani bir yöntemle, şeytanın vesvesesiyle hakikatte olmayan bir şeyi varmışçasına kabul ederek nefsini de buna ortak ederek hareket ettiğinden daha sakin hatta oldukça sakin hareket ettiğini görüyoruz. İşin ruhani tarafına gelince ruh her zaman için bu bağı bağı akılda asli olan vazifeyi yerine getirebilmek uğrunda hem aklın hem kalbin bir bütün olarak hareket etmesini talep eder. Gerçi bir kişiye yahut olaya karşı oluşan duyguların safhaları bölümüne geldiğimiz zaman, bu safhalarda ruhani karar vermenin de kendi aralarında farklı farklı bölümlere ayrıldığını göreceğiz. Çünkü bu işin bir basiret, bir feraset, bir de hikmet boyutu var. Çünkü duygularımızı salt, nefsani ve şeytani olmaktan kurtarıp, ruhani hakikatler dairesinde, yani toplumun istediği, Allah-u Zülcelal'in emrettiği, Allah-u Resul'ünün beyan ettiği şekilde karar verebilmek, zandan uzaklaşabilmek, ferasetin ve basiretin etkisiyle hikmetli işler yapabilmek için bunların da kendi aralarında ayrı dereceler olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ruhani hakikat hasıl olduğunda ise atar damarlarda ve toplar damarlardaki kan basıncımız neredeyse eşitlenecek bir sisteme geliyor. Sinir sistemi işte bu manada potasyum geçişi en nokta en normal hale dönüşüyor. Öyle bir normallik ki karşımızda ruhani olarak cevap verecek, ruhun üstünlüğüyle hakkı söyleyecek adam bazen bu sözünü geciktirebiliyor veya karşı taraf sormadan cevap verebiliyor. Bu incelik karşımızdaki insanın sadece sükuneti değil, içinde bulundurmuş olduğu bilgiye de oldukça sahip olduğu duygusunu veriyor. Dolayısıyla şeytandan gelen toplar damarlardaki kan basıncının fazla, atar damarlardaki kan basıncının düşük olduğu durumlardaki sakinlik ve sükunet bu durumla kıyas edilemeyecek ölçüdedir. Ruhani cevap veren adamın verdiği cevap karşısındaki insanın kulaklarında ve duygu dünyasında o kadar büyük bir emniyet ve emanet duygusu taşır ki sizler bir daha o kişiye soru sormaya ihtiyacı hissetmezsiniz. Elbette ki bu sesin sahibi, sözün sahibi o söze kıymetini kendi ile Rabbi arasındaki değer kadar yüceltmiş olan insanların ağzı geliştikçe gelişmeye başlar. Bazen kelime bile söylemeye gerek kalmadan küçük bir baş ya da göz hareketleriyle rahatça onların ne demek istediğini anlayabilirsiniz. Dolayısıyla tıbbi olarak şunu söyleyebiliyoruz artık rahat bir şekilde. Duygularımızın oluşumunda atar damar, toplar damar sistemlerinin farklı basıçlara sahip olması durumunda nefsani ve şeytani eşitlenmesi durumundaysa sinir sistemimizde var olan aksondentrit arasındaki boşluklardaki ruhumuzun ruh olarak cevap verebilirliği ve tepki gösterebilirliği söz konusudur. İşte bu andan itibaren seveceğimiz, ruhani olarak seveceğimiz, sevmemiz gereken, böyle hissetmemiz gereken bir zatın nefsani olarak sevmemek ve şeytani olarak kin duymak manaları birbirinden ayrılacaktır. evliyayı, sohbet sahiplerini güzel İslam düşüncesini beyan eden hakiki adamları karşılarına geçtiklerinde ve onu dinlediklerinde bazı insanlar derler ki ne kadar güzel konuşuyor sevdim. Bazıları diyorlar ki sevmedim. Bazıları da diyorlar ki kim bu adam nereden çıktı şimdi ne alakası var. Şimdi daha hem de birinci ikinci dakikada bunu söyleyebiliyorlar. Hani konunun sonunu getirmiş de belli bir düşünceyle onu harmanlamış filan da değil. Zaten düşünceyle harmanladığını söyleyenler bu noktada yalan söylüyorlar. Çünkü düşünce duygunun metaforuna ne öne kayacağına karar vermeye yaramaz. ne öne kayacağına karar vermeye yaramaz. Düşünce ve akıl bir söz dizisindeki hata, kusur veya doğruları bulabilir. Ama duygu dediğimiz şeye gelince bizler damarlarımız ve sinir sistemimiz, nefis, şeytan ve ruha giderek hanginiz konuştuğunuz sorusunu sormaya mecburuz. Onlardan hangisi bu cevabı verdilerse, o zaman bu bir ön yargı mıdır, yoksa değil midir, bir nefret duygusunun hareketi geçmesi midir, değil midir, o andan itibaren anlayabileceğiz. Öyleyse ki bugünkü insanların, bir evliyallahu, bir alimi, bir müfessiri, bir muhaddesi, bir fukai, sevmedim, beğenmedim, canım hoşuma gitmedi, tipim değil, tutmadım filan diyorsa, anlıyoruz ki bu bir nefsani harekettir ki insanların ekserisinde. Bir başka yer var ki, ya bu adamları aslında hiç konuşturmamalı, bunların ağızlarını açtırmamalı diyenler vardır. Dolayısıyla bu bir duygudur. Bu duyguyu da ortaya koymuş olmak şeytanidir Ha kimi kötü ve ifsat edici olan ulema hakkında söylenebilecek bu sözler de Eğer ruhani baptan bu adam sevilmemelidir sözüne sahip olacaksa Biz yine orada atar damarla toplar damarın Birbiri arasında ne kadar ahenk üzere çalışıp çalışmadıklarını kontrole mecburuz. Çünkü bunlar arasındaki farklılıklar hayatımızdaki ters duygu oluşumunun Rabbimizin bize sağladığı imkanla nasıl meydana geldiğini gösteriyor. Yani Allah- u Zülcelal vücut makinesinde atar damar, toplar damar ve bunlar arasındaki sinir sistemi arasında öyle bir doku bağ doçimi kurmuş ki bu insanın duygularında aynı vücutta farklı kararları farklı zaman ve mekanlarda farklı zamanlarda özellikle verebilme imkanını doğuruyor. Unutulmaması gereken bir başka meseleye geçiyoruz bu konu örnekleriyle anlaşıldıysa eğer. Bizler hayatımızda bir duygu sahibiyiz bir de bu duygunun ikame duygusu var bir de ters duygusu var. Dolayısıyla duygu dediğimiz şey aslında kalbi olandır. İkame dediğimiz duygu ise hormonal olan etkileşimli olan yerine koymaya çalıştığımızdır. hormonal olan, etkileşimli olan yerine koymaya çalıştığımızdır. Bunu sevmediysem daha doğrusu sevdiğimi söylediğim şey beni sevmiyorsa onun yerine ne koyabilirim diyerek yerine koyduğu duyduğu şeye yerine koyarak ona duyduğu sevgiye de ikame duygu diyoruz. Ters olan duygu ise işte başından beri anlattığımız şeytan ve nefsin etkisiyle meydana geliyor. Dolayısıyla bizler kalbi olan duyguya, ruhani olan duyguya, saf ve temiz olan duyguya gerçek manada muhtacız. O hakikate eriştiğimiz andan itibaren hem hayata hangi duygularla anladığımızı görecek hem de etrafımızdaki insanlara o hakikatle beyanatta bulunabileceğiz. Öyleyse bir kişi ve bu oluşum karşısındaki duyguların safhalarını anlamak gerekiyor ki, nefsimiz, şeytan ve buna karşılık Rabbimizin bize emanet ettiği nefha-i ilahiye ile Allah-u Zülcelal'in emri ilahisi kavramında nasıl bir duyguyla nasıl bir hakikate geçebiliriz onu kavramamız lazım. Bir anlaşılması gereken bir mesele var. O da şu. Duygularımız bizde sadece beş duyu organıyla meydana gelmiyor. Bunun yanında üç ayrı duygu dünyamız daha var. Bu duygu dünyalarından bir tanesi sanrısal duyu, biri fiziki duyu, biri de kaim duygulardır. Kaim duygular biraz konumuzdan ayrı ama sonunda beyan edeceğiz inşallah. Şimdi ne yaptık? En başta ters duyguyu anladık. Ters duygunun oluşumunda daha doğrusu duygu oluşumunda şeytan nefs ve ruhun etkisini anladık. Duyguya karşılık ikame duygunun nefs hisse meydana geldiğini, ters duygunun ise şeytani bir vurguyla meydana geldiğini, onun vesvesesiyle haiz olduğunu, o evlilikle meydana geldiğini ifade ettik. Şimdi şuraya dönmemiz lazım bizim. Sonuç itibariyle. Peki bizler bu duygularımız için bu duygularımızda karar verirken o duyguları hangi noktalarda anlamaya çalışıyoruz? Çünkü sadece beynimizde karar veren bir canlı türü değiliz biz. Öyle zannetseler de bir beş duyu organımız var. Gördüğüme bakarım diyenler var. Duyüğüme bakarım diyenler var duyduğuma bakarım diyenler var efendim yediğim içtiğime bakarım diyenler var dolayısıyla bu beş duyu organında yanlış olmasa da buradan gelen bir veri var ama sanrısal duyu diye tabir ettiğimiz nefsani bir duygu durumumuz var ki bu da zandan kaçınmamıza emreden Rabbül Aleminin bizim karşılaşabileceğimiz en büyük problemi izahatıyla anlaşılıyor. Çünkü zanlar insan psikolojisinde sanrısal duyguyu günden güne arttırıveriyor. İnsanlar bir süre sonra önüne gelen her şeyi hiç düşünmeden duygu sahibiyetini beyan ediyorlar. Yani ben artık şaşırmam bundan adam olmaz veya bu tam da bizim adamımız tam da olması gerekendir diyorlar. Bunlar sanrısal formlar. Kişinin sürekli nefsiyle hareket etmesinden dolayı artık aklının ortadan kalktığı bir durum. Yani size şöyle söylersem belki daha iyi anlaşılacak. Bisiklet bitmeyi önce öğrenirsiniz ama bir dahaki sefere düşünmezsiniz ki bunlara motor öğrenme becerileri alanında ifade etmiştik. Bilim adamları da ifade ediyorlar zaten. Aynı şeyler duygularımız için de geçerli. Bunlar artık beynimizde bir daha düşünülmüyor. Yani beyefendi hanımefendi. Nefsa emmarede olan insanlar aslında sanrısal duygularla hareket ediyorlar. Akıllarıyla hiçbir şey düşünmüyorlar. Diyeceksiniz ki olur mu öyle şey. Bazı şeyler için ellerine kağıt kalem alıyorlar. Hesap kitap yapıyorlar. İşin başında söylemiştik ya onlar bir işin doğru ya da doğru olmadığını, refere aldığınız noktalara kıyasen hangi doğruya daha yakın hangi yanlıştan daha uzak olduğunu size anlatabilir. Ama konu duygu noktasına geldiyse buna sanrısal duyular baskın gelmiştir ki bugün toplumumuzun ekserisi neredeyse %90'ına yakını bu duygu tipolojisiyle hareket ediyor. Hani çocuklarımızın aşk olmayıp kendi kendilerine her gördüğüne aşık olma veya aşık olduğunu zannetme durumları var ya bu tam da sanrısal bir duygu hareketi. olduğunu zannetme durumları var ya, bu tam da sanrısal bir duyu hareketi. Aradığı tipi gördüğünde, hoşuna giden bir şeyi gördüğünde tam da budur diyerek işin içinden çıkma gayreti. Tam da nefse emarenin istediği, şeytanın yönlendirmekten pek haz ettiği bir alandan bahsediyoruz. Fiziki duygulardan bahsedersek eğer, burada şeytani duygulardan bahsedersek eğer burada şeytani duygulardan bahsedeceğiz. Toplumda çok fazla olmamakla beraber artık tamamen şeytanın ellerine kalmış, şeytanın kucağına oturup tam da onun emir ve isteklerine göre harekete geçebilmiş insan tipinden bahsediyoruz. Çünkü ne demiştik en başta? Ruh sever, nefis sevmez, şeytansa kin duyar, nefret eder, onun bir daha bir başkası tarafından sevilebilme ihtimalini ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu zaman zaman da öldürmeyi, cinayeti gerektirir. Bir adamı ortadan kaldırmak için zaman zaman ona karşı duyulan sevgiden ötürü meydana gelen kıskançlığı hiç de unutmamak gerekiyor. ötürü meydana gelen kıskançlığı hiç de unutmamak gerekiyor. Dünya tarihinde sadece kıskançlık için öldürülüp üzerine pek çok kılıflar uydurulmuş, pek çok sebepler üstünü örtülerek meydana getirilmiş çokça cinayet vardır aslında. Hakikat işte bu fiziğe dönüş duyuları şeytandan geliyor. Şeytan çünkü Rabbimize şeren açıkça isyan eden bir hayat biçimine sürmemizi istiyor. Yani bir adamı sevmememiz, nefsimizle sevmememiz, ruhumuzla sevmemiz gerekirken nefsimizle sevmiyor oluşumuzu şeytan çok da kabullenmiyor. Tam olmadı biraz daha lazım oldu diyor. Çünkü bu senin içinde kaldı. İçinde kalanı kimseye söylemesen Rabbinle senin arandadır. Rabbin seni affedebilir diyor. Daha kötü bir şey lazım. Bu kötülüğün herkese yayılması lazım. Ben o kötülüğü yaydıkça insanın Rabbine karşı nasıl isyankar olduğunu göstermem lazım diyor. İşte burada devreye fiziki duyular geliyor. Hani adam diyor ya öldürürken hiç düşünmedim fark etmedim bile gözümü kan bürüdü. Niye toplar damarlar çok yoğun bir miktarda hareketi geçti. Kan atar damarlar yavaşladı. Kan toplanıyor ama kan gitmiyor. Belli yerlerde çatlaklar meydana geldi. Bu hızlı bir şekilde göz kan buladı. Dolayısıyla insan vücudunda enerji düştüğü zaman göz kanlanması olur. Yani atar damarlardaki basınç düşüp toplar damarlardaki akış hızlandığı zaman metabolizma uyku moduna geçmeyi talep ettiğinde çok yorulduğunda gözün kanlanması bundandır. Yani her gözü kanlanmış olanı şeytani bir duyguya kapılmış olarak düşünmeyin. Dolayısıyla duygular babında yaşanan bir hakikatten bahsediyoruz. Bunlar da fiziki duyulardır. Öyleyse 5 duyumuzun hareket matematiğinde nefsin sanasal duyularını şeytanın fiziki duyularını anladık. Bir başka şey var dedik, dördüncü duyu mekanizmamız. Bunlar da kaim duygular. Cenab-ı Hakk'ın yaratılışta insana kayyumiyet esasıyla vermiş olduğu duygular. Ancak imanla açılabilecek olan duygular. Vicdanlı olabilmek, karşındakini karşılıksız sevebilmek karşındakine karşılıksız verebilmek bunlar kaim duygular elbette ki bu kaim duyguların harekete geçmesiyle beraber insanda basiret feraset ve hikmet meydana gelebiliyor ki bu da ruhani duyguların kademelerini oluşturuyor. mecbur ettiğim ürşidine bağlı kalmış ruh gittikçe büyümüşse bu saatten sonra basiret, feraset ve hikmet kapılarının aralanacağı yeni bir karar mekanizması ile karşılaşırız. Basiret artık gördüğü şeyin sadece gördüğü olmadığını bilmektir. Dolayısıyla basiret sahibi aynı zamanda fikirde bir heykeltıraş gibidir. İstediği kadar anlatsın, istediği kadar güzel göstersin. Basiret sahibi olmanın en alt kademesidir. Eğer bir kişide basiret yok ise basiretle alakalı ayrı bir futuatımız vardı lütfen orayı bir daha dinlersiniz basiretin ne olduğunu anlamak için tam ve etraflıca bir adamda zaten basiret yoksa bu adamın ruhani duygularla harekete geçtiği asla söylenemez. Basiret başlamışsa eğer, bu zatın basiret sıfatlarıyla kuşanması, onun ruhunda birinci kademedeki duyguları yaşadığına işaret eder. Bu birinci kademedeki duygular zaten bu saatten sonra hakla batılı birbirinden ayırıp, şeriat-ı ilahiyeyi tam ve esası ve hikmetiyle yaşayabilme imkanı doğurduğundan buradaki duygulardan artık hataya düşünmez olur. Elbette ki insan kusur sahiptir her zaman yapacak ancak Rabbül Alemine olan yaklaşımı, onu anlayışı, onu kavrayışı çok başka bir hale gelmiştir ki artık günahlar onun için bilinen yaşandığı anda bilinen bilindiği anda tövbesi gereken hale bürünmüştür. Feraset bunun biraz üzerindedir. Feraset sadece gördüğü değil gördüğüne sebep olan şeyi o sebep olan şeyin ne olduğunu bilerek duygu sahibi olmaktır. Sen bu adamın böyle konuştuğuna bakma. Aslında bu iyi bir çocuktur. Ama bu çocuğu yolundan çıkarmış, sözünden caydırmış, bugün buraya bu kötü sözler söylemeye göndermiş olan başkası olmalıdır. Bu çocukta bu haller yoktur. Kötü etkilenmiş demek ferasettir. Feraset duygusu arkada var olanı arayandır. İşte bu yüzden duygular arasında hakkaniyetli bir ölçüyle dervişin duygusudur. Dolayısıyla kişide feraset hasıl olmadan o kişiye derviş demek sadece derviş olmasını ümit etmek derviş olmasına niyaz etmek derviş olur inşallah demek anlamına gelir. Ama tabirca ise teknik anlamda tasavvufta dervişlik feraset sahibi olmayı gerektirir. İşin hikmet tarafı ise bunun bir üstündedir. Artık karşısındakinin ne söz söylediğinin bir ehemmiyeti kalmayacaktır. Nasıl bakıp nasıl oturduğu da değil Ehli hikmet olay hasıl olurken Rabbinin izan-ı inayetiyle o duygunun kökenini kökleriyle bilen Köklerinden söküldüğünde karşısına nasıl bir tehlike ve bela haiz olabileceğini bilendir Bu bilgi Cenab-ı Hakk'ın ikramı ilaizdir. Efendim böylelikle Bâb-ı Âlî derslerinde ters duyguların oluşumunda şeytan ve nefs bölümünü beyan etmiş olduk. Rabbul Alemin bu ayeti kerimelerden doğan bu hakikat dairesinde ihtilafı düşmeden çünkü ayeti kerime, onlar ki onda ihtilafa düşüyorlar, duygularımızda ihtilafa düşmeden, hakikati görüp, hakikat üzerine duygulara sahip olup, kimselere zanda bulunmadan, en kötü bizim nefsimizdir diyerek hareket edebilmeyi, Rabbim bize nasıl müesser eylesin. Herkesin kendisini en iyi noktada, en güzel şekilde gördüğü, kimsenin kimseye hiçbir şeyi beğendiremediği bu çağda, zannımızca bu ders ümmeti Muhammed'in büyük bir ihtiyacını gidermeye vesile olmuştur. Rabbim seyyidimizden binlerce kez razı olsun. Derecelerine âli eylesin. Ümmeti Muhammed'i zandan, kötü sözden alıkoysun. Hayırların fethi, şerlerin defri, Ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için, Allah rızası için efendim. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, Meded ya Hazreti Ali keramallah ve cehu, Meded ya Gavs Hazam Abdülkadir el- Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed rohi, A'udhu billahi min ash-şeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın seyyidimize ikram edildiği futuhat kapısında babali derslerindeyiz. Düş dünyasının sınırlarında. Daha önce düşünce, fikir, akıl, kalp bunların ilişkisi nasıl olması lazım? Bu etkileşim sürecinde insanların hareket kabiliyeti neler? Bunlara engel teşkil eden alanlar hangileri? Bunların ana algoritmasını ve ana metodolojisini beyan edilmişti fotoğrafta. Elhamdülillah bir medeniyet kurgusu hasıl oluyor. Bu medeniyet kurgusunda şimdi master program diye tabir edebileceğimiz alandayız. Yani işin en üst noktasında ve zirvesindeki mekanizmanın yetişecek genç kardeşlerimizin bu ufuklarda hareket edecek insanlığın ihtiyaçları temin ediyor Rabbim bu içindekilerle amel etmeyi nasip müesser eylesin hakikaten bu üniversitenin bir mensubu olabilmeyi Cenab-ı Hak bize nasip eylesin insanoğlu tarih boyunca düşünceye çok önem verdi elbette ki bu düşünceyi sonra felsefe ile karıştırdı. Allak bullak etti. Konu bunun biraz dışında. Şimdi bir insan düş dünyasında sınırları var mı yok mu? Onu ifade edeceğiz. Bir şeyin sınırının olması insan olduğu için çok vazgeçilmez bir unsur olarak karşımıza durur. İnsanlar o sınırların varlığından haberdar olunca rahatsız olur. Daha fazlasını düşünebilirim halbuki daha ötesine gidebilirim der. Bu noktada düş dünyasının sınırları olmadığını kabul eder. Halbuki düş dünyasının belli bir sınırı var ve bu sınır insanların bir kısmı buraya yaklaşamıyor olsa da veya yaklaşma kabiliyetine sahip insanoğlu yöntemsel olarak yanlış bir yöntem seçiyor olsa da nihayetinde böyle bir sınırın varlığından haberdar olmak hakikatiyle işi yaşanabilir imkanlar ve bu imkanlar çerçevesindeki ihtiyaçlarımızı karşılayabilir olması için önem arz ediyor. Zira bizler yakın planda inşallah bu ay Esmaül Hüsna'nın inşallah 8. cildi ve isyan konulu dergimiz sizlere ulaşıyor olacak ama Temmuz ayında Allah nasip ederse hem Siyer-i Nebi hem Esmaül Hüsna'nın 9. cildi hem de biyolojiyle beraber oldukça önemli bir alanı kapsayan İslam düşüncesi ve batı felsefesi üzerine çalışmayı, İnşallah ifade ediyor olacağız ve oraya son 250- 300 yılın noktası konulacak. Nokta manası son noktası değil tabii ki. Burada yapılan hatalar o kadar büyük ve o kadar girift problemleri yol açtı ki bu problemler de ortadan kaldırılacak bir şekilde ifade etmeye gayret edeceğiz inşallah. Sizler tabii ki Tevhid Hocanıan'da takip ediyorsanız eğer, bolca da paylaşırsanız eğer, zaten orada da satır arası programı içerisinde konuya, seyidimizin verdiği ehemmiyet üzerine, satır arasına çok ehemmiyet verdiler, her bir dersin olduğu gibi. Orada genç kardeşlerimize zehirleyen zihniyeti de, çok açıklıkla beyan ediyoruz. Bu zihniyet çok tehlikeli bir zihniyet, çok kirli bir zihniyeti de çok açıklıkla beyan ediyoruz. Bu zihniyet çok tehlikeli bir zihniyet. Çok kirli bir zihniyet. Bugünlerin insanlığın çok kavraması biraz zor. Garip gelebilir. Ama ben hep size şunu hatırlatırım. Tarih boyunca o çok güvendiğiniz isimlerin tarihin bir noktası geldiğinde bu ümmete nasıl zarar verdiklerini görünce aman Allah'ım bu da mı diyorsunuz ya. İşte bu da mı dediklerinize çok dikkat edin. Bunlar çok tehlikeli güruhlar. Rabbim ümmeti Muhammed'in gençlerini korusun. Efendim hakikat şöyle başlıyor. Bir şeyin düş olabilmesi için önce temelde bir bilgiye ihtiyacımız var. Bilgi insanoğlunda fikre, fikir, düşünceye, düşüncede düş kapasitesinin kullanımına vesile oluyor. Düşünce, fikir ve bilgi üzerinde derslerimiz var. Bu dersin sonundaki bölümde de inşallah o linki paylaşırım. Onu da dinlersiniz. Tekrar eskiye dönüp işin temelini hatırlamanız manasında. Ancak bugün Nebe Suresinin 4. ayeti kelimesinde var olan ayeti kelime ile hareket ediyoruz. Bu ayeti kelimenin inceliğinde var olan bir hakikati ifade ediyor olacağız. Dersin sonunda ibarelendirmeye gayret edeceğimiz gibi efendim bilgide nakıs olan Hal eksik olan hal Fikirde düşüncede Ve düşte yani Düş dediğimiz aslında hayal Değil hayal dünyasının Anlamlandırılabilir çabası Yani sizler önce İnsanoğlunun Özetlemek gerekirse birbirinin farkını Ve birbirinin geçirgenliğini Doğru anlamak anlamında söylüyoruz. İnsanoğlu için dersiniz ki bu insanın iyi rahat çalışabilmesi için bir oturuğa ihtiyacı var. Baktık ki insan fizyonomisi çalışırken ya bir yerde oturacak yahut bir sandalyede oturacak. Sandalyede oturunca yazı yazması daha kolay olabilir veya oturunca da rahat edenler vardır ama önünde üzerinde civarında böyle bir cisme ihtiyaç var bu bir bilgi bu bilgiden hareketle bir fikir oluşur Peki dersiniz ki bugüne kadar uygulanmış şeyler var mı hangi tecrübeler var bu tecrübeleri etraflıca bir gezersiniz. Yani fikir edinirsiniz. Fikir tecrübelerle bezenmiş. Eksileri ve artıları yan yana koyarak yanlarına yapabileceğiniz ilaveleri ortaya koyduğunuz değerlendirme aşamasıdır. Sonra bu değerlendirmelerle düşünce noktasına gidersiniz. Düşünce bunu kullanacak insanların bunu kullanırken ne hissedecekleri, sizin bunu hazırlık sürecinde ne gibi materyallere ihtiyacınız olacağı, farklı malzemeler kullanıp kullanamayacağınıza dair geniş bir çerçeve çizerek bu çerçevedeki yapıyı en temel detaylarına ve özellikle kullanıcıların gözünden ele almaya gayret edersiniz. Ve dersiniz ki düşününce bu fikrin şu eksiği var, bu fazlası var. Düşününce bu fikre şunları eklemek lazım, bunları çıkarmak lazım. Bu da düşünce tarafı. Bir de bu işin düş tarafı var. Sonra yaptığı, yapmayı düş dediğiniz, düşündüğünüz şeyin düşüne başlarsınız ve bu düşten hareketle insanların ileride bundan daha ilerisinde ne yapabileceklerini kestirmeye çalışırsınız. Yani dersiniz ki bir düşün var, hiç sandalyeye ihtiyaç olmadan insanların rahat çalışabilecekleri başka bir şey ne olabilir aslında? Yani bizler bugüne kadar hep şöyle düşünüyoruz. İnsanoğlunun düşünce kabiliyetinin öncelikle insan işte havada uçması lazım. Havada uçtuğunu düşünüyorum. Buradan hareketle işte aircraft yaptım. Havada uçmak için bir motor yaptım. Veya bugün işte dronelardan bunu çok rahat görebiliyorsunuz. Droneları omzuma bağlasam uçsam ne güzel olur. Bu düş bir bilgi terminolojisinden gelerek oluştuğu için buna hayal demiyoruz. Düşler bilginin fikre, fikrin düşünceye, düşüncenin düşe dönüşüp sonrasında belki o düşünceyi de fikri de ve bilginin temelinde var olan ana kıstası değil ama çerçevesini genişletme manasında yeni görüşleri katabilme imkanını sağlamaktadır. Dolayısıyla düş dediğimiz unsur kişinin yatarken ya da Yunan terminolojisinde anlatıldığı gibi hamamda suyun kaldırma kuvvetini düşlerken bulma üzerine hasıl olmaz. Bunu böyle anlatmış olanlar Newton'un başına elma düşünce yer çekimini hissetti. Günün birinde müzik dinliyordu bir anda düşlemeye başladı ve düşlediği yerde bunu buldu. Genel itibariyle insanlara kendilerini farklı bir cihette anlatma kabiliyetinde olan, kendilerini biraz daha ulu gösterme gayretinde olan ama ulu olmayan insan türleridir. Bilimler, hakikatler bunlar düşten başlayarak bilgi dağrıncındaki eksiği düzeltir ama bunun için gerekli olan koşul ve şartlar başka bir beyannamede, başka bir bab-ı ali dersinde inşallah ifade ediyor olacağız. Dolayısıyla bugün biz normal düşleyen bir adamın düşünce, fikir ve bilgi dünyasındaki o sınırları bilmemesinden ötürü yapmış olduğu gaflet terminolojisini ifade etmeye gayret ediyor olacağız. Şimdi bu noktalarda yapılan hatalar insanın düş mekanizmasına geldiği zaman her ne kadar toparlama çalışmasına girse de sınırsız bir düş kapasitesi olduğu düşüncesiyle daha büyük hatalar işlemesine vesile olur. Bilgide nakıs olunması yani eksik bir bilgiye sahip olunması ve hatta bu bilginin insan tarafından şekillendirilebileceği olan düşünce biçimi ne yazık ki felsefe dediğimiz kurumun oluşum sürecinde doğru olmayan bilgi üzerinden düşünce ve fikir üreterek bir düş dünyası kurma çabasıdır. Dolayısıyla tarih boyunca hep söylediğimiz net bir şey var. Bir adam bir Müslümanın bir hakikat erinin felsefeci olması beklenmez. Bunlar düşünce adamlarıdır. İslam'da felsefe yoktur, İslam'da düşünce vardır. Felsefe, açlığın, zihinsel düşkünlüğün, eksikliğin, hakikatten uzak oluşun, buna rağmen insanlığın kendini tamamladığının iddiasıdır. Bu iddia tarih boyunca boşa çıkmıştır. Bu noktada hareket eden herkes bu memleket ve bu coğrafyayı altüst etme gayretini bil fiil yürütmek isteyenlerdir. O yüzden hiçbirine masumdur demeyin, nerede gördüğüne bakmayın, namazıdır filan değil. Meselesi, esası bu kelimelerle ortaya konuyor. Bu fıtrat o yüzden bazılarına çok ağır geliyor. Bilgisi eksik olan, bilgi temel yapısının nereden geldiğinin fark etmeyen, gerek Kur'an-ı Azimüşşan'ın değeri, gerek bu değerden doğmuş olan sünnetullahın esasına uymadan, ehli beytin bunu yaşam biçimindeki karşılığını gerçek bir değer algoritmasından geçirmeden hareket edildiğinde, bilgideki eksiklik temeldeki büyük eksikliği meydana getiriyor. Bu büyük eksiklik karşımıza fikir dünyasında ifsat hareketini getiriyor. ifsat hareketini getiriyor. İnsanlar bilginin hangi doğrulukta ya da doğruya ne kadar yakın olduğunu bilip bilmedikleri için her ne kadar bunları hikmet, hakikat, ruhani gelişim gibi kendi hayal dünyalarına zerk ederek oluşturma gayretinde olsalar da bu sahtekarlık ifsat hareketlerinin önüne geçmiyor. Bir fikrin yani biraz önce söylediğimiz gibi civardaki tecrübeyi elekten geçirebilme kabiliyetinin olabilmesi için önce bilginin doğruluğuna ihtiyacımız var. Unutmayınız ki bir bilgi ya doğrudur yahut yanlıştır. Ya doğruya çok yakındır ya da yanlışa çok yakındır. Dolayısıyla bilgi doğru, kesin ve mutlak olanla yanlışlığı mutlak olan arasında gidip gelen bir serüvene sahiptir. Bizim için mutlak bilgi, kesinliği kesinleşmiş olan bilgi Kur'an-ı Azimüşşan'daki ve hakikati ilahiyedeki beyanat sünnet-i Muhammediyedeki esastır. Bu esasın dışındaki bir bilgi kaynağının doğruluğu mutlakiyetine delil değildir. Zira mutlak olan bilgi onu yaratmış olanın elindedir. Ondan hariç olanın mutlak bir bilgiye sahip olmayıp o bilgiye yaklaştıkça mutlakiyet ölçüsünde insanın ihtiyaçlarını giderebilir olduğunu, yanlışa yaklaştıkça ve yanlış muazenesini de içinde barındırdıkça ifsad olduğunu bilmek gerekiyor şunu asla unutmayınız önünüzde 100 ton tertemiz süt olsa ve bu sütün içine bir tek fare düşse bu süt topyekun temiz midir kirli midir bu süt topyekun artık çöptür. Hiçbir şekilde temizleyemezsiniz, yenileyemezsiniz, içilebilir hale getiremezsiniz. Dolayısıyla bilgi sütün temizliği ve insan vücuduna olan ihtiyacın karşılanması üzerine olması yetmiyor. Fikriyatın onun içine bir fare düşmesine izin vermemesi gerekiyor. Buna izin vermemesi için temizlik bilgisinin ne olduğunun da farkında olmasına ihtiyacımız var. Yani bugünün bilim dünyası ben bu sütü şimdi pastörize ederim. Bu pastörizasyondan sonra bu süt elbette temizlenir artık içebilirsiniz diyebilir. Ama hakikat o ki bugünkü pasteurizasyon sistemi farelerde var olan insanlarda var olan bir takım enzimleri temizlemeye bunu sütten ayrıştırmaya yetebilecek bir teknoloji henüz icat edilmiş değil. Henüz kullanılabilir boyutta kullanılıyor değil. Belki farklı sektörlerde kimya sektörlerinde bulunabilir ama bu seferde sütün ana kimyasal özelliğini bozma ihtimaliniz yükseliyor olabilir. mutlak doğru olup olmadığına, doğruya yaklaşıp yaklaşmadığına kontrol vazifesi ve buradaki netleştirme gerekliliği bir Müslüman için mecburiyettir. Bu noktadan sonra fikir o bilgiden hareket edilirse eğer yanlış ve yanlışa yakın bir bilgiden hareket ediyorsa ifsat olmuştur. Yani süte düşen fare gibidir. yani süte düşen fare gibidir. Düşünce ise bu noktadan sonra kendisinin ifsad olmasını yetersiz görüp başkalarını bu düşünceye anlatma mecburiyetini getirir. Dolayısıyla İslam dünyasında düşünce biçimi bunu aktarırken insanların yaşam karşılıkları olarak izah edilir. Felsefede ise bunu göremezsiniz. Felsefede bir insanın hangi şartlarda nasıl yaşarsa nereye varabileceğini anlatabilecek tek bir felsefeci tarih boyunca gelmedi ve gelmeyecektir. Zira onlar kendi fikriyatıyla düşüncelerini birbirine karıştırarak bunu beyanname derdine düşmüşler, konuşma hastalığına müptela olmuşlar, kibirleriyle ve nefsani hastalıklarıyla düçar oldukları bu pisliği ağızlarından fışkırtacak bir hale gelmişlerdir. gelmişlerdir. Düşünce dediğimiz şeyin ifsad etmemesi fikrin fare düşmemiş süt gibi temiz olması gerekliliğini doğurur. Bu noktadan sonra düşünce insanlara bir de buraya bakın değil bir de bunu yapın deme kabiliyetidir. Felsefe gösterir bir de buna bakın, bir de buna bakın. Hayatınızı manzaralar önünde aptal gibi geçirin. Hakikat, içinde olmadığın manzara ekrandan seyrettiğin filme benzer. Onunla bir zevk alabilirsin. Onunla heyecanlanabilirsin. Onunla sahte bir mutluluk yaşayabilirsin. Ama filmin içinde sen yoksun. Felsefe tarih boyunca filmin içinde sen yoksun. Felsefe tarih boyunca filmin içinde olmadı. Bırakınız Sokrates'in, Aristo'nun, geçmiş bütün felsefecilerin hayatın merkezinde çok işler yaptığını iddia etmelerine. Bunların topyekun yalan olduklarını inşallah yakında çıkacak olan Seyidimiz'e ait kitapta göreceksiniz. Müslüman gençleri bu hakikat bilgisinden alıkoyarak şimdi anlatacağımız düş dünyasının sınırsızlığı ilkesiyle kirletmeye ahdetmiş olanların derdi de tam da burasıdır. Bilginin sorgulanabilir, bilginin mutlakiyetinin mecburiyeti olmadığının iddia edilebilir olduğunu savunmaktır. Bu yüzden Müslüman gençlere vahiyin merkezinde var olan hakikati akli muazeneden geçirmedikçe mutlakiyet ölçüsüne bağlı bırakılamayacağını izah edenler, işte düş dünyasının kirliliklerini ifade edebilmek için düş diyerek bir şeyleri toparlamak isterler. Bir şeyleri toparlamak istemeye gayret ettiklerinde tasavvufu kendilerine alet ederler. Onları dergahlarda, şeyhlerin civarlarında, insanların içerisinde namaz kılarken, kıldırırken, Allah-u Zülcelal ve Peygamber Aleyhisselatu Vesselam'dan bahsederken görebilirsiniz. Bu hakikatin esasına asla ve katiyetle örtmez. Zira düşleri mutlak bilgiye dayanmamış olan, bu noktada düşünce ve fikirlerini ifsat hareketine mecbur olduğunu zanneden fikriyat, düş dünyasının sınırları olmadığını iddia eden cühela tayfasıdır. Cehalet bu tarihten itibaren çok okuyarak gelecek sevgili genç kardeşlerim. Çok okuyanların çok cahil olduğu bir çağa giriyoruz. Mesele ne okuduğunuzdur çok okumak değil. Ne okuyorsun? Okuduğun şeyin mutlak bilgiye ait özelliği var mı yok mu Eğer yoksa onun bana 300 sayfada anlattığı her şeyi sonda söyleyeceğim bir saniye fare zehri hükmünde sütü allak bullak ediyor hakikat zaten bu Fransızlar bu işi böyle çözdüler. İngilizler böyle çözdüler. Ülkemizin sahtekar tasavvufçuları ve sahtekar tasavvuf yolunda yürüyorum. Kendi hakikatimi anlatacağım diyenler bu yolu kendilerine mihank edindiler. Sevgili gençler kanmayın, kandırılmayın. Mutlak bilgi Kur'an-ı Azimüşşan'da, mutlak bilgi Sünnetullah'ta, mutlak bilgi ulemanın sözünde ve dilinde oradan alamayacağınız bir şey yok. Hele şu futuhatlara bir bakınız ki bilim, ilim, fizik, fen, kimya, astroloji hangi konuda ne zaman bir futuhtağa başvurdunuz da cevapsız kalabildiniz. Bu hakikat dairesinde bir şeyin de farkında oluyoruz. Ne zaman bir fıtuhata başvurdunuz da cevapsız kalabildiniz? Bu hakikat dairesinde bir şeyin de farkında oluyoruz. Düş dünyası sınırsız değildir. Madem ki bir bilgiye muhtaçtır, madem ki bir bilgi var, öyleyse bu mutlakiyet ölçüsü mutlak bir sınır kıstası koyacaktır. İnsanın ağrına gidiyor ancak insan onun düşleri sınırsız olaydı. Allah-u Zülcelal'i de milyarlarca insan düşleye düşleye haşa onun şekline şemailine ait bir şeyi aklında oluşturabilirdi. Meleklerin şeklini şemailine aklında oluşturabilirdi. Oluşturamadıkları için Hristiyan felsefesi melekleri dişi yaptı. Hristiyan felsefesi Hz. İsa'yı Tanrı'nın oğlu yaptı. Şu feylesoflara bir bakınız ki onlar hiç bu meseleyi irdelemediler. Güya üstün bir akla sahip değiller miydi? Öyleyse bu meseleyi anlatsalardı ya, bu konudaki görüşlerini beyan etselerdi ya, etmediler, etmeyecekler. Edemeyecekler. Zira felsefe dediğini sadece arar. Bugün bazı sahtekarlar İmam-ı Gazali Hazretleri'nin felsefe yaptığını söylüyorlar. İmam-ı Gazali Hazretleri bir futuhat alimidir. Hiç kimse kusura bakmasın. Şu futuha kendinden önceki futuha ulemasına karşı yapılan da bu zehir zemberek ağza alınamayacak sözlere cevap vermeye mükelleftir. Zira bugün İbn-i Sina'nın veya İbn-i Arabi Hazretlerinin veya İmam-ı Gazali Hazretlerinin veya Üstad Sayın Nursi Hazretlerinin yani İmam-ı Gazali Hazretlerinin veya Üstad Sayın Nursi Hazretlerinin yani futuhat hakikatiyle hareket etmiş olan zat-ı muhteremler kimler varsa hakiki futuhatlardan bahsediyoruz. Çağ açıp çağ kapamış futuhatlardan bahsediyoruz. Bu futuhatlara bugün talebeleri yok diye, talebeleri eksik diye ağzı alınmayacak sözler söylüyorlar. İmam-ı Gazali Hazretleri Bir felsefe adamı değildir Felsefeyi okumuş İslam düşüncesiyle yerle eksan etmiştir Gazali'yi cebine Felsefeci diye koymaya çalışanlar İbn-i Rüşt'e göz kırpanlar Müslüman gençleri Şeyhsiz bir Tasavvuf hareketiyle bir yere Götürme gayretindedirler. Unutmayınız, insanlık ehli beyti seveceği bir döneme girerken, bugün tasavvuf değerlerinin dünyanın dört bir tarafında sevginin merkezinde olduğunun farkına varınca, yeniden bu yöne doğru bir ehemmiyet gösterirken, bu ahlaksızlar şimdi kafalarında oluşturdukları putlara şeyh diyerek, felsefelerine şeyh diyerek, ona ittiba ederek hareket peşindedirler. Hayır, canlısı olmadan olmuyor. Ve insan şu kitapları okuyarak da adam olmuyor. Artık çok okuyana bir ikinci gözlükle bakın. Bakın bakalım. Hangi bilgiyi merkeze almış? Hocası kimmiş? Cevap verecek. Ben herkese okurum. Ha hocan yok senin orta malısın demek ki. Öyledir çünkü. Bir adamın hocası yoksa her gittiği yere takılıyorsa ona ortanın malı denir. Başka bir şey diyemeyiz kusura bakmayın. Neden? Çünkü kendi aklına tasma takmış. Bakın Bâb-ı Âlî derslerinin hakikati âliye Bâbından anlayan için böyle söyleyeyim. Şöyle bir söz var. Ey bütün hayvanatı eğitmek üzere metot geliştiren aklının tasması kimdedir? Madem ki bunun bir sınırı var öyleyse eğitilmeye muhtaç. Sınırı olan şey eğitime muhtaçtır. Niye? Hazreti Adem Efendimiz'i bile Cenab-ı Hak eğitmedi mi? Bütün isimleri ben öğrettim Adem'e diyor Hazreti Allah Azze ve Celle. Elbette ki onun eğitmesi bir insanın eğitmesi gibi değil. Bir çabasız bir eğitim o. Ama adı eğitim. Ama adı öğretmek. Ama adı belletmek. Hücrelerin, azaların A'dan Z'ye tamamı. Böyle bir eğitim metodolojisine muhtaç olmuşken Hazreti Ali Efendimiz'in ifadesiyle Ey bütün hayvanatı eğitmek üzerine metot geliştiren aklının tasması kimdedir? Eğitilmesi lazım. Akıl canlılık itibariyle hayvanidir. Ne zaman ki ruha müptela olur, ne zaman ki o birisinin elinden yetişir, o gün o aslan olur, kaplan olur, insan olur. İnsanı kamil olma yolunda olur. Aksi sınırsız düşünüyorum abi ben. Biraz ondan okuyorum biraz ondan. Ya bugün çok da kıymetli hocalar var. Onların da felsefe derslerine giriyorum. Ötekisinin bilmem neresine gidiyorum. Eee oldum ben oldum. Olmadın sen. Olmadığını koy bir kenara. İfsad etme. Bozmaya gayret etme. Başkalarının maşası olmaya çalışma. Efendim hakikati şöyle ifade etmek lazım. Bu söz çerçevesinde. Madem ki şu düş dünyasının sınırı yok. Öyleyse bunun bir tasmayla bir eğitimden geçmesi lazım. Zira gönül serbesttir işte bu yüzden aşka meyleder. Ancak akıl hakkı bilmezse pisliğe meyleder. Allah-u Zülcelal'in çalıştırılmayan akla pisleteceğine dair ayeti kerimede aklı pisletili pisliğin yağacağı akıllar bunlardır. Çünkü köpeği eğitmediysen sen nereye girip çıkacağını bilmeyen bir halde olur. Gün olur foseptik çukuruna bakar, gün olur manzaraya bakar. Manzarada seyrettiğini kendisi sanar. Hakikati bu ikisi arasında netleştiriyor İslam düşüncesi. Baba Ali dersleri. Neden Baba Ali dersleri dediğimizde herkes anlamıştır artık. Gönül serbesttir. Neden? Rabbul Aleminin iman hakikati var. İmanı öğrendiyse o bilgi ona hikmeti hakikatle verildiyse onda zaten o iman çipi takılı ise onun bilgi merkezinde Kur'an-ı Azimüşşan sünneti esasiyye var. Ehli Beyt'in sevgisi var. Çip takılı. Ama çalışması için ne lazım? Güzel bir akıl. Ona ne lazım? Hakkı bilir olmak lazım. Telefonda konuşmasını bilebilir olmak lazım. E orada ne lazım? Hakkı bilmiyorsa pisliğe me bilebilir olmak lazım. E orada ne lazım? Hakkı bilmiyorsa pisliğe meyletmesi lazım. Ve zaten pisliğe de meylediyorlar. Gönül dünyaları bomboş. Çok konuşarak, çok okuyarak, düşleyerek, düşünceyle bir yere varacaklarını zannediyorlar. Peki bilgide neyi referans aldınız diye sual ediyorsun. Hocan kimsenin. Yok abi ben gezerim öyle. Ben geziyorum hocam öyle. Veya çok kullandıkları üstadım. Hep birbirlerine öyle ifade ederler ya üstadım. E ne yapıyorsun sen ben geziyorum abi. Biraz ona biraz ona. Biraz ondan biraz bundan. E sen ne yaptın çorba salata hepsi bir araya girdi farkı biliyor musun hayır ama ne oldu ya valla çok kitap yazmış büyük adam oldu çok kitap yazınca olmadı çok yaşayınca oldu bu iş hakikat seyidimize bakılsa görülür galiba şimdi bu işin bir de biyolojik tarafı var işin enteresan tarafı zannetmeyin ki bu anlattıklarımıza da bazı ahmaklar buna da felsefe derler. Bu bir bilimdir. Öyle bir bilimdir ki insan bilgiyi elde ettiğinde önce hücrelerinde glikonlar bunu depolarlar. Şeker bunun için bir ihtiyaçtır. Bilginin beyinde nasıl depolandığına ait hem hafıza hem akıl kurgusunda bu derslerde anlattık. Merak edenler dönüp onu bir daha dinlesinler. Eğer buradan bir fikre ihtiyacınız varsa bu glikonların şeker enjeksiyonu beynimizde var olan nitrojenle iletişime geçiyor ve şimşekler çakmaya başlıyor. Daha önce söylemiştik. Yeryüzündeiyor ve şimşekler çakmaya başlıyor. Daha önce söylemiştik. Yeryüzünde en fazla şimşek çakan yerlerden biri eğer insan dertliyse insanın beyninin içidir. İç kabuğu. Sürekli şimşekler çakıyor. Mikro mikro mikro aleminde. Mikronun 3 mikrosu daha in aşağıya. Nitrojen şimşekleri çakıyor fikirlerin oluşması için ki glikonun içindeki bilgiden şimdi düşünce hasta olacak. Nerede? Homogenitede. Yani beyin sıvısında. Beyin sınırsında homogenite olmayınca homogeniteyi oluşturabilecek olan yapı da temellenmemişse insanda istediğin kadar nitrojen patlatsın. O da olmuyor. Ta ki düş noktasına geldiğimizde beynin, beynin kullandığı ruhani enerji burada karşımıza çıkıyor işte. Beyin ya nefsin enerjisini ya kendi enerjisini o şeker deposunda glikonları yahut ruhun enerjisini kullanır. Bunlar glikonlarındaki şekeri kullandıkları için şekere muhtaçtır. Bu felsefeciler. Başka türlü mümkün değil. Ve hatta hep söylediği şey işte bu kadar bilgiyi kafam kaldırmadı. E bir bakıyorsun sana Allah peygamber anlatıyor ama arka odada şarapçı olmuş. Arka odada başka şeyler kullanıyor. Eee ne oldu hani hakikat vardı. Kafam kaldırmadı. Kaldırmaz tabi. Senin kafandaki hakikat değil ki. Senin kafandaki, senin kendi hayalin. Kendini seyrediyor. Cenab-ı Hakk'ı seyrettiğini zannediyor. Dert başka. Tasa başka. Yapılmak istenen bu ümmetin gençliğini ifsad etmek. Yapılmak istenen bu ümmetin gençliğini ifsad etmek. Yapılmak istenen ey gençler, vahiy-i ilahi aklınıza uymuyorsa kendi aklınızda hareket edebilirsiniz demek. Bunun için de utanmadan Hazreti Piri de ağzını alacak hale gelmişler. Tasavvuf erbabını da ağzını alacak hale gelmişler. Ama hakikatten çok uzaklar. Ben bunu futuatın beyanatıyla söylüyorum. Bu benim bilgime ait olan bir şey değil. Hakikat beynin böyle bir inceliği var. Beyin ne yapacak burada? Ruhani enerjiyi kullanabilir hale gelecek. Hangi teyakkuzda tasması takıldıysa kardeş. Tasması olmayan beyin ruhuyla iletişime geçemez. O yüzden insanoğlu birisine biat ediyor. Bir mürşidi kamile veya sahabe-i ikram Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'a o ne derse öyle yapıyor. Ötekisi ben yaptım diyor. Nasıl olmuş? Seninkisi biat olmadı ki. Sen zaten kendine mürşit olmuşsun. Sen zaten kendi serüvenine çık olmadı ki. Sen zaten kendine mürşit olmuşsun. Sen zaten kendi serüvenine çıkmışsın arkadaş. Sen oradan sonra da diyor ki ben iznimi aldım. Ben yola çıkarken sen izin almadın ki bunun adı izin almak değil ki. Yani otobüse bilet almış ben Ankara'ya gidiyorum haberiniz olsun. Bu haber vermek bu izin almak değil. Beyin izin almaya çok zor tasma taktırır kendine. Zordur zor. Çok zor. Hele bu çağda baya bir zor. Sebep? Herkesin aklı çok güzel. Herkesin müthiş bir zekası var. Ümmet-i Muhammed niye bu halde? İşte diyor ben de onun için yapıyorum bunu. Daha kendisini yapamamışsan başkasıza faydan yok. İcazetin yok, selametin yok, selahiyetin yok, hakikatin yok, hikmetin yok, fikrin yok, düşüncen yok. Tekrar ediyorsun. Tekrarını nefsinden ediyorsun. Esası değil sahtekarlığına bürünmüşsün. Onunla kendini örtüyorsun. Bırak kendini ört. Başkalarını örtmeye kalkma bari. Başkalarının hakikatini örtmeye kalkma. Efendim, bu beynin ruhani enerjinin oluşabilmesi için, düş dünyasının sınırlarının farkında olabilmek için muhteşem bir sözü beyan ettik ya, ey bütün hayvanatı eğitmek üz üzerine metot geliştiren aklının tasması kimdedir? Peki bu söz nereden çıktı? Bu söz Allah-u Zülcelal'in Nebe suresinde tefsirde tefsir-i ruhi yaparken kella seya'lemune demiştik hatırlıyor musunuz? Ve orada harfi ya'da bir ilim var denilmişti. Aklın düş dünyasındaki sınırları. Düş dünyasındaki sınırlar. Bu sınırlar zaten şu Nebe suresinin baş kısmına bakarsanız Allah Azze ve Celle enteresan bir şekilde zaten böyle başlaması yani Fütuhat'ın Nebe Suresi ile başlaması muhteşem bir şey. Niye? Asrın problemi bu çünkü. Allah Azze ve Celle buyuruyor. Ellezihüm fihi muhtelifun Onlar ki onlar onda ayrılığa düşüyorlar. Kellase alemune thümme kellase alemûn Hayır ileride bilecekler. Hayır hayır ileride kesin bilecekler diyor Hazreti Allah. Ama bu bilmek onların anladığı bilmek değil. Ama öyle bir muhteşem Kur'an-ı Azimüşşan ki bilmekle ifade ediyor ihtilaflarını. İhtilaflarının sebebi bu çünkü. bu çünkü. Biat etmedikleri için düşünerek bu ümmetin geçtiğini kirletenler ihtilafın dibindeler. Bir de utanmadan biz ihtilafı ortadan kaldırmamız lazım demekteler. Ya ahmaklar ya hainler. İkisinden de uzak dur. Zira onlara ümmeti Muhammed'den fayda yoktur. Bakın hep Allah Azze ve Celle'le ne anlattı biliyor musunuz? Değil mi ki biz yeryüzünü bir döşek yaptık ve dağları birer kazık ve sizleri çift çift yarattık ve uykunuzu bir rahat ve dinlenme zamanı yaptık. Yani Allah Azze ve Celle diyor ki yatağına gelene kadar gördüğün ne varsa mutlak bilgi dairesinde ben yarattım. Sen daha önündeki dağın hikmetinden bir habersin. Yattığın uykunun özünden bir habersin. Bütün bunlardan habersesin ama ihtilaftasın çünkü bilmektesin. Bildiğinin zanlındasın. Zira düş dünyanın sınırları olmadığının farkında olduğunu zannediyorsun. Halbuki Cihal Hazretleri'ye bak ben dağlara sınır koydum. İnsana sınır koydum. Uyumaya mecbur, uyanmaya mecbur, tuvalete mecbur, yemeğe mecbur, nefes almaya mecbur, içmeye mecbur. İnsanoğlu için bir günde mecbur olduğu şeyleri sayarsam eğer 135 bin adet civarındadır. 135 bin adet civarındadır. İnsanoğlu bir gün içerisinde vücuduyla beraber toplam yaklaşık 200 bin civarında fiil işler. Bunun 135, 140 hatta 150 bine kadar hani 135 bin diyelim. 135 bin tanesi mecburdur. Yani vücudunuzun %70'i aynen su gibi mecburiyettedir. Sizin tercihinizde değil. %70'inin mecburiyete bağlandığı bir vücutta birkaç kilogramlık bir, bir buçuk kilogramlık küçük bir akılla düş dünyasının sınırsızlığında bu mümin gençleri zehirlemeye gayret edenler diyorlar ki mecbur değilsiniz ona buna. Okuyun ya. Okuyun okuyun. Her ne cihetten alırsanız alın. İsterseniz vahabiler, isterseniz efendim bugünkü tasavvufçular, bugünkü felsefeciler, bugünkü düşünceciler. Soru çok basit. Hocan kim? Cevap yok mu? Kapatalım konuyu. Veya hocan kim dendiğinde bir hoca söyler. İzinli misin kardeş? Değilsin. E kapatalım bu konuyu. Çünkü sen süte fareyi çoktan karıştırmışsın. Senin sütte bozukluk var. İçilmez. İfsad olmuş. Rabbim ifsad ettirmesin. Rabbim bunlara imkan tanımasın. Rabbim bunların elde ettiği maddi manevi imkanları, maddi imkanları, manevi imkanları zaten yok da maddi imkanları yerli yeksan eylesin. Zira hakikaten zor bir dönemdeyiz kıymetli kardeşler. Hakikaten sıkıntılı bir dönemeçteyiz. Bu sıkıntılı dönemeçte problem. Ahmak tayfası diyor ki Müslüman alimlerin arasında ittifak yok. Beyefendi sahtekarlık yapıyorsunuz. Bütün İslam alemi ittifak halinde. Sizin gibi hainlerden kurtulmaya çalışıyoruz. Sizin gibi felsefecillerden kurtulmaya çalışıyoruz Sizin gibi felsefecilerden Kurtulmaya çalışıyoruz Ve hakikat çok da önemli Değilsiniz bizim için Gençlerimizin ateist deist agnostik Olup da İslam dininden Kopup gitmemeleri için dünyanın Dört bir tarafında bu mücadelede Bu mücahede de Seyidim gibi binlerce alim var Elhamdülillah. Farklı konularda, farklı dallarda, yeryüzünde 124 bin evliya var. Bir eksiksiz görevinin başında. İhtilaf eden sensin. İhtilafa düşen sensin. Ama haysiyetsizce bir metot lazım filan demektesin. Rabbim bu gibi ahmaklara karşı, hainlere karşı bizleri korusun. Efendim, hayrların fethi, şerlerin defri, ümmetin muhammedinin sağlık, sıhhat ve afiyeti için başta seyidimizden Cenab-ı Hak binlerce kez razı olsun. Şu futaata hakkıyla yaşayıp, hakkıyla yayabilenlerden olmayı Rabbim nasip müyesser eylesin. Ya Rabbi aklımızı gönlümüze gönlümüzü sevdiklerinden birinin gönlüne bağla. Orada sen anıldıkça seninle beraber adı anılanlardan olmayı nasip eyle bizlere. Hayırlı bir talebelik nasip eyle bizlere. Yola çıkan engel olmak isteyen kendince bir şeyler yapmaya gayret edenler her birisi bugüne kadar yenildiler gene yenilecekler Ya Rabbi onları yenilmeden önce akıllarına başlarına devşir devşirmiyorsa yerle yeksaneyle hayırlılarla fethi şenliğinde fümmeti muameleli sağlık saati afiyeti için Allah rızası için efendim El Fatiha Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve cehu, Meded ya Kapsa azam abdukadir e ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed rohi, Eudübillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Efendim Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle Baba Ali derslerindeyiz yine beraberce. Rabbim bir arada seyidimizin huzurunda yeniden bu dersleri ikra etmeyi nasip eylesin. Seyidimize ikram edilmiş futuhat kapısında bilgiyle yaşamaktan bahsedeceğiz bugün. Bilginin kendisi insana bir yüktür ama bu yükü nasıl taşıyabilir? Yahut o yük hangi mahiyette gerçek bir yük olur da hangi mahiyette nefse emmarenin getirisi olan bir yüktür? Nebe suresinin başlangıcından itibaren birkaç ayete kadar ilerleyen süreçlerde hep bilgiyle alakalı olan mefhumlar َ َٓ ََٓ َ َ َ ُ َ َ var. Neden? Ayet-i kerime ان الون يتسٓا ام َٓ ََٓ َ ْ الع ۪زيم النبٓيNebe kelimesindeki haber beyanatıyla devam ettiği için. ayeti kerime amme yetesaelun anin nebe-il azim nebe kelimesindeki haber beyanatıyla devam ettiği için haber insana ulaştığında içinde bilgiyi taşıyandır bilgi bazen yalandır bazen gerçektir bazen iftiradır veyahut bazen bir dedikodunun nüvesidir yeni bir dedikoduya başlamanın bir başka problemi inkişaf ettirmenin niyetinde olandır. İnkişaf her zaman olumlu manada olmaz. İnsanoğlu elde etmiş olduğu bilgiyi, duymuş olduğu bilgiyi bir yerden sonra taşıyamayacak hale gelir. Öyleyse insan için bilgiyle nasıl yaşayacağını öğrenmesi gerektiği bir sürece ihtiyacımız var. Bir şeyi bildik, öğrendik, haberdar olduk. Ve hatta zaman zaman yeni nesil gençler özellikle internet ortamında olmasa da bunu hep ben söylüyorum özellikle Google'ın Türkçe versiyonuna bakarsanız bilgi sıfırdır. Kütüphanelerdeki kitapların arasındaki hakikat erbabının beyanatları arasında bilgiyle karşılaştırıldığında gerçekten sıfırın altında bir bilgiyle muhatap olduğumuzu söylememiz lazım. kopi edilenler ortadan kaldırılıp gerçekleştirilme ve realizasyon mekanizmasına tabi olsalar, hakikaten bizim hayatımıza kattıkları bir değerin neredeyse sıfıra yakın olduğunu göreceksiniz. Ama bunun yanında kütüphaneleri giden, bilgiye aç olan, bilgiyi elde etmeye çalışan bu bilgiyle kendisini yoğuracağını zanneden bir kitle var ki, kendisini yoğuracağını zanneden bir kitle var ki bu yoğurulabilme aşaması, bu değişim aşaması için bilginin özü mahiyetini daha önceki derslerde beyan ettik. Peki bilgiyi elde ettikten sonra bir adam nasıl yaşar? Yaşamak için ihtiyacı olan bilgi elde edildikten sonra insan için bir yürüyüş başlar. İnsanoğluysa yürümeden oturduğu yerde sadece bir mekanda kalarak o mekanın kendisine ait ve kendisine has olan bütün mecburiyetlerini kendi üzerine hissederek o mekanda bir şeyleri elde etmenin hazdını yaşarken kaybettiği bir başka değer var bizler onu unutuyoruz. Bilerek yaşamak diyenler yaşamak bilgisini ellerinin tersi ile ittiler. Bilgiyle yaşamak için önce yaşamanın bilgisini elde etmiş olmanız lazım. Yaşamın bilgisi fiile geçmiş bilgidir. İslam bu noktada yoğunluğunu omuzlarına koymuş insanoğlunun o yükle artık yürüyemeyeceğini de bizlere göstermektedir. Şu anda insanoğlu bilgiye koşmuyor yahut bilgi sahibi olarak koşmuyor. Elde ettiği bilgi kırıntılarını birleştirmekte zorlanırken en nihayetinde tümünü sadeleştirmeye ve en basit anlayış kabiliyetine ulaştırıp bu basitlikle hareket etmeyi kendisine terkin ediyor. Diyor ki en sonunda okuyor, okuyor, okuyor artık bu bilgiler bana fazla geldi. Bunları bir araya getirip, bir özet oluşturup, bir netliğe kavuşturup, bu netlikle hayatıma bir yön vermem lazım. Tabi bu noktada o kadar farklı cihetten, o kadar farklı bilgiyi elde etmiş oluyor ki, bunları artık bir araya getirip, özetini çıkarmaya niyet ettiğinde dahi, hakikaten o niyetini gerçekleştirebilmesi oldukça zor bir hale geliyor. O yüzden insanoğluna İslam dini dinler yaşamayı bilginin önüne koymuşlardır. Bilgiyi yaşamın gerekliliğinde bir itici güç olarak varlığını ifade etmişlerdir. Bu yüzden yürüyen adamın arkasından destekleyen bilgi, onu sürekli olarak daha ileriye taşıyabilecek mahiyettedir. Buna rağmen bilgiye doğru koşması gerektiğini söyleyen bilim, insanoğluna her seferinde sadece cehaletini öğretmekle cehaletini öğretmiş olmuyor. Cehaletini öğretmekle cehaletini öğretmiş olmuyor. İnsanoğlu zaten ne öğrenirse öğrensin bilgisi eksik olandır. Ama bilim dünyası tavşanın önüne havuç koyma pazarlama teorisini bilgi aşamasında da insana koyarak insanı sürekli olarak koşamayacağı bir halde bırakıp en sonunda bir yerde durmasını sağlıyor. koşamayacağı bir halde bırakıp en sonunda bir yerde durmasını sağlıyor. Aslında bugünün bilimsel yaklaşım tezleri insan onunla hareketten çok durağan bir yapıya kavuşmasına mecbur ediyor. Halbuki İslam dini insana önce yaşamayı ve yaşadığı fiilin içindeyken, eksiği yediği görüp, şimdi bu eksiği kapatmam dediğinde, lazım dediğinde, o bilgiye ulaşma gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu noktada, malumat furuş denilen her şeyden haberdar olabilme ve her şeyle ilişkili bilgi sahibi olma çabası, bilgiyle yaşama noktasında insanın hem tecrübeden hem de hakikatten uzaklaşmasına vesile oluyor. İnsanoğlu daha fazla okuyacağım derken, okuduğu her şeyi mimarsız ve hedefsiz bir süreçten geçirerek kala kaldığı yerde durmaya devam ediyor. Örnek vermek gerekirse, bugünün bütün bilim dünyası ekseriyetle bizlere kendi ilmi idalları ve alanlarında elde ettikleri keşiflerden bahsederler. Bu keşiflerde ulaştıkları son bilgiyi bize aktarırlar. Ancak bize şimdi ne yapmamız lazım? Bu bilgiyle nasıl yaşayacağız? Bundan bahsetmezler. Ve hatta bu noktada bizlere o bilgiyi elde etmiş olmanın hazzını tadarken onlar o hazzı bizimle paylaşırlar. O bilginin bizim işlerimize nasıl yarayabileceğini yoğurmazlar ve bizim önümüze koymazlar. bileceğini yoğurmazlar ve bizim önümüze koymazlar. Dolayısıyla bilim şu anda insanoğluna sürekli olay bilmeyi öğretirken ilim yani bilimden üstün olan hakikat üzeri örtülü bir halde sürekli yürümemizi gerektiren bir sürecin içerisinde bizi beklemektedir. Yürümekten vazgeçilmiş, yürümekten de vazgeçmiş insanoğlu bu noktaya nasıl geldi diye sual etsek el cevap bilginin kendisinin insanı yormasından kaynaklanır. Bazıları diyebilirler ki ülkemizdeki insanlar çok mu bilgi sahibi o yüzden mi oturup kaldılar? Onlara da diyoruz ki elde etmiş oldukları bilgilerle amel etmeyen zaten oturup kalmaya mecburdur. Bu birinci kısım. Sadece bilgiyi elde edip onu yükleye yükleye yükleye yükleye yerinden kalkamayacak hale gelen yine oturup kalmıştır. Yani şu ikisini netleştirmek gerekiyor. Hiçbir bilgiye sahip olmama uğrunda, hiçbir şey okumayan, hiçbir hakikat peşinde koşmayan, kahvehane köşesinde ülke kurtardığını iddia eden insan tiplemesi ne ise, her önüne geleni okuyan, kendi ilmi ve metodolojisi içerisinde ihtiyacı onlardan habersiz, her türlü bilgiden haberdar olma çabasıyla bir şeyler yapan, yaptığı şeylerin de hem nefsinde hem ömründe ona nasıl bir karşılık getirmesi gerektiğini hiç düşünmeyen insanoğlu aşağı yukarı aynı biçimde, aynı minvalde ve aynı yön üzerine kendisini yönlendirmektedir. İnsanoğlu için bu yönler nasıl olur da böyle olur sözü yine nefse emmalinin getirisi olarak insana ağır gelebilir. Ama işin hakikati budur. Zira bugün bizler bilim dünyasındaki insanların da artık birbirlerini tekrar eder mahiyette aynı yöntemlerle hareket ettiklerini görüyoruz. Aslında bulunmuş olan şeyin üzerine sadece yenilerinin değil sadece geliştirmelerinin eklenerek yeni imkanları kavuşturma sürecidir. Dolayısıyla elimizdeki malzeme aslında başında bulunmuş olan şeyden uzak değil. Yani insanoğlu son 100 yılda çipi buldu örnek ama bu çipin geliştirme süreci hala devam ediyor ve aslında onun üzerine bilgisayar dünyasında yeni konulmuş bir şey değil. İnsanlar uygulamalar yapıyor, bu çiplerin hızlarına ihtiyaç duyuluyor, daha hızlı çipler üretiliyor, daha hızlı hard diskler üretiliyor, daha kaliteli ekran kartları üretiliyor ama ekranlarımız hala aynı ekran. Son 40-50 yıldır biz aynı ekran tipini kullanıyoruz. Ekranlarımız inceliyor, hafifliyor vs. vs. Ama biz hala ekranı kullanıyoruz. bir yılın içerisinde tarihi değiştirebilecek onlarca yeniliğe İslam dünyasındaki bilim adamlarının, ilim adamlarının imza attıklarını göreceksiniz. araştırmalarının, orada elde edilmiş olan bulguların ve yeniliklerin, yasaların, imkanların ve formüllerin önüne koyduğu yeni bir süreci göreceksiniz. O tarihlerde yaşayan insanoğlunun mücadelesi yaşayabilmek içindi. Yaşayabilmek, konforun dışındaki bir merkeze taşınmıştı. Bugün ise konforlu bir yaşam uğrunda geliştirilen bilimsel gelişme, bilimsel bir gelişme olay sadece iddiasında kalıyor. Hakikat insanı konforunu geliştirmeye yönlendirirken insanı gerçek bir bilgiyle yaşamaktan da uzaklaştırıyor. Bugünün insanı bilmeme gerek yok zaten bir yerlerde yazıyordur diyor ancak yazdığı şeyi okuduğunda da buradan nasıl bir yöne doğru hareket etmesini ifade etmiyor size bunu biraz daha mantıksal ve biraz daha anlaşılabilir düzeye getirmek için bu teorinin arkasından pratiği şöyle ifade edebilirim diyelim ki hiç yemek yapmayı bilmeyen bir insanın günün birinde eline bir kitap ulaşıyor. Bu kitapta unun nasıl yapıldığı, şekerin nasıl yapıldığı, tuzun nasıl elde edildiği, yağın kaç çeşit olduğu, bu çeşitlerinin özelliklerinin neler olduğu, bitkisel, hayvansal, şöyledir, böyledir bütün bunları yazan 1000 sayfa, 2000 sayfalık bir kitapçık düşünelim. Bu kitabı insan okudunca en başta ne diyor? Müthiş bir bilgi ya ben şimdi unun nasıl üretildiğini öğrendim. Glüten ne demektir bunu öğrendim. Şeker ne demektir bunu öğrendim. Bütün bunların yanında efendim bunlar hangi ülkeden geliyor? Menşeleri nelermiş? Bunların birbirleriyle olan ilişkileri nelermiş? Bunları da öğrendim. Güzel. E şimdi bütün bu ilişkileri yan yana koyduğunuz zaman soru şu. Akşam oldu. Saat 8. Karnımız acıktı. Yemek yememiz lazım. Yemek yapabilecek kimse var mı ortada? Yok. Bütün gıdaları tanıyor musun? Evet. Peki bu gıdalardan ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. İşte bilgiyle yaşamak dediğimiz bu. Eğer o kişi akşamleyin iki yumurtayla kırdığında hangi yağı kullanarak ne kadar süreyle neyi pişirmesi gerektiğini ve pişirdiği şeyi hangi sıcaklığa ulaştıktan sonra ocaktan çekip insanların nasıl servis etmesi gerektiğini, ekmeği nereden alacağını bilseydi eğer karnı doyacaktı. Ertesi gün her gün yumurta yenmez. İnsan sağlığı için her gün aynı şeyi yemek ve sürekli aynı şey üzerinde yemek yemek doğru değildir. Çeşit eklemek lazım duydun ki sebze yemekleri yapan insanlar varmış dediğinde sebze yemeği yapma durumuna geçecek. yapmayı öğrendikten sonra et yemekleri sebze yemekleri efendim salata yapması vesaire diyecek ki dünyanın herhangi bir ülkesinde benim ülkeme gelme ihtimali olmayan bir sebze yahut meyveden haberdar olmanın bir anlamı var mı? Yok. Peki ben bu aşçılığımı yaparken doğal normal yenilebilir yenildiğinde insana zarar vermeyen bir yemek çeşidini ürettiğimde ailem ve kendime faydayı sağlamış olur muyum? Evet. Peki ahçılık da yapmayacaksam, hele ki ahçı bile olsam işin bu mahiyetine de ihtiyacım yok. Bu bilgiye ihtiyacım var mı? Hayır yok. O zaman benim hangi bilgiye de ihtiyacım olduğunu öğrendiğim süreç o sürecin içindeki fiiliyatı gerçekleştirirken mümkün. Yani insanoğlunun dinin ameli tarafını işledikten sonra ameliye kısmındaki fonksiyonları fraksiyonları bitirince devam ettirince buradan hasreten kendisi için ihtiyaç ondan şeyi arayışa geçmesi ona neyi araması gerektiğini söyleyen bir zat ile mümkündür. Dolayısıyla birinci adam bilgisi ile aç kalmıştır. Normal yumurta kıran adama göre daha fazla bilgisi vardır ama aç kalmıştır. Çünkü eldeki bilgiden ne yapacağımı bana anlatamıyorsunuz. İkinci adamsa eldeki bilgisiyle bir şey yapmıştır. Yaptığı şeyi yenileme uğrunda yola çıkarken artık neyi araması gerektiğini de bilmektedir. Bu yüzden bunu hep söylüyoruz. İslam dünyasında Müslümanların temel problemi az okumak değil, neyi okuması gerektiğini bilmemektir. Önümüze geçen bütün tarih kitaplarını okuyalım. Bütün tasavvuf erbabını ezbere bilelim. Yani Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam'dan geldik seyidimize kadar. Bütün evliya Allah'ı yaşayanlarıyla ve vefat etmiş ahirete intikal etmiş olanlarıyla Allah onlardan hepsinden razı olsun şefaatlerine nail eylesin öğrendik. Ama hayatımızda bu bizi evliya mı etti? Ya bu bizi Allah'ın rızasını kazanmaya mı götürdü? Hayır. Peki bu Allah'ın rızasını kazanmış olanlar müthiş bir bilgi sayesinde mi buraya ulaştılar? Yoksa müthiş bir ameliye, müthiş bir hizmet, müthiş bir dava, müthiş bir cihad uğrunda gayret sarf ederken Allah-u Zülcelal'in onlara sizlere bir de bunlar lazımdır deyip verdikleri bilgiye mi ulaştılar? İkincisi hakikat olandır. Birincisi malumat fıruştur. Öyle bir malumat ki seni aç bırakan bir malumat. Öyle bir malumat ki senin ruhunu aç bırakan bir malumat. Öyle bir malumat ki nefsini berbat eden bir malumat. Şimdi çıkıyor adam. Felsefe dersi veriyor. Veya fikriyat sunacağım diyor. Başla diyorsun. Gazali'yi anlatıyor, İbn-i Rüşt'ü anlatıyor, karşılaştırıyor, kıyaslıyor, anlatıyor, derinlere gidiyor. Saatlerce anlatıyor bunu. Peki, kardeş genç adam ne yapsın? Yok diyor, ben sadece olayı yorumladım. Kardeş genç adam ne yapsın? Yok diyor ben sadece olayı yorumladım. Bu neye benzedi? Futbol yorumcusunu dinleyerek futbol oynadığını zanneden adama geldi. Şimdi maçı seyretmemiş. Maçta oynamamış. Akşamında bazı hasta adam, hasta tipler var ya. Gerçekten psikolojik bir rahatsızlık türü bence hakikatte bu. Yani oynamadığı ve seyretmediği maçın yorumunu seyrediyorsun, dinliyorsun. Zevkli oluyor diyorsun. Arkadaşlar hakikatte şu bir gerçektir kıymetli kardeşlerim. Sonucu sizin hayatınızda bir şeyi değiştirmeyen her türlü bilgi sizi yaşamaya yaşadıklarınızla bir şeyi yaşatmaya sizi götürmeyen her türlü bilgi, sizi yaşamaya yaşadıklarınızla bir şeyi yaşatmaya sizi götürmeyen her türlü bilgi mefruşattır. Hani bazen hanımefendiler bu da bulunsun diye mutfağa alırlar alırlar alırlar alırlar e bunu ne yapacağız? Hiç bizim böyle bir şeye ihtiyacımız var mıydı? E bulunsun dedik. E bulundu da işe yaradı mı? Hayır. Öyleyse bir şeyin işe yarayabilir olması için insanoğlunun bilerek yaşaması gerekiyor. Bilerek yaşaması gerekmiyor pardon. Yaşayarak bilmesi gerekiyor. Yaşamın bilgisinin ellerinin tersiyle itmiş olanlarsa bugün bilerek yaşadıklarını iddia ediyorlar. Hakikat biliyorlar ama çare yok. Çareyi ifadelendirmiyorlar. Kendilerini de çareyi ifadelendirmekle yükümlü de tutmuyorlar. Zevkli bir felsefe, dedikodu, hikaye, nümayiş. Baştan sona boş. İçinde aksiyonu olmayan, benim ne yapacağımı söylemeyen, şu seyidime ait olan derslerin tamamında, bütün futuatlarda, futuatla beraber yapılmış her işte. İşi anlatır, anlatır, anlatır. Şimdi size ne yapacağınızı söyler. Şimdi bu illetse illetinden nasıl kurtulacağını söyler. İlacını söyler. İlacını söylemeyen bilgi sahtekardır. Sahtedir. O yüzden insan onun bu hakikate erebilmesi için bu mücadeleyi vermesi gerekiyor. Aksi bir tutum ve davranış ne yazık ki bizi asla ve katiyetle doğruya götürmüyor. Peki bu hakikat bize nereden ulaşıyor dersek eğer, hatırlayacak olursanız Nebe suresinin 5. ayet-i kerimesinde Allah-u ُ َ َ ُ ََْ َ Zülcelal şöyle buyuruyordu. سيعلمون كَل ثم Hayır, hayır. İleri de kesin bilecekler. Çünkü bir gün gelecek o gelecek önlerine serilecek o önlerine serildiğinde ise bakacaklar ve diyecekler ki hayır bildiğimiz gibi değilmiş. Bütün ehli küfari öyle demeyecek mi sonunda? Biz Hz. İsa'yı Allah Azze ve Celle'nin oğlu biliyorduk haşa öyle değilmiş. Ama bilgiydi bu. Bilgi olduğunu söylediler. Yaşamla kıyas etmeyince bilgi zannedersiniz. Yaşayarak kıyas ederseniz yani yaşayarak kıyas dediğimiz bir ilim değil de yaşayarak bunu görseydiniz eğer diyecektiniz ki ha bu bu değilmiş ya. Bu da bu değilmiş. Bu da bu değilmiş. O zaman hakikat neymiş deyip bir ehli imanın kapısını çalmaya mecbur kalırsınız. Dolayısıyla insanoğlu için bu hakikati geleceğe bırakmamak adına Cenab-ı Hak madem ki ileride bilecekler seyâlemûne buyuruyor. Öyleyse işi ileriye bırakmamak gerekiyor. İşi bugün gerçekleştirmek için ne yapmak gerekiyor? Yaşamak. Yaşarken eksiğini tamamlarlar. Yaşamıyorsan fazladan aklına, fazladan gönlüne, fazladan önüne, fazladan içine koyduğun her şey yarınlar için seni yaşamaktan alıkoyacak muhteşem berbatlıktaki bir ilimdir. Niye muhteşem dedik? Zira insan ilmi her seferinde muhteşem zanneder. Hakikat muhteşem olan Allah-u Zülcelal'dir. Onun ihtişamı Kur'an-ı Azimüşşan ve Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselamın hayatındadır. Bu insanların hayatları ve şu Kur'an-ı Kerim bize geçmişi anlatır, geleceğimize tasvir eder ve ne yapmamız gerektiğini söyler. Bir tezin içinde siz ne yapacağını söylemiyorsanız hakikati kaybedersiniz. Hakikate ermek için bunlara mecburuz. Efendim Cenab-ı Hak seyyidimizden binlerce kez razı olsun. Bazı derslerimiz daha uzun, bazı derslerimiz böyle olmak üzere. İnşallah Baba Ali derslerini her hafta perşembe günü devam ettiriyoruz. Her gün yine size tefsiri ulaştırmaya, Siyer-i Nebi'yi ulaştırmaya gayret ediyoruz. Ve Allah nasip ederse kitap kitap geliyor. Şimdi Siyer-i Nebi'nin birinci cildi için bizler konuştuklarımızı geliyor. Şimdi siyerin ebinin birinci cildi için bizler konuştuklarımızı yeniden editör kardeşlerimizle elden geçirip son haline getirip birinci cilde ulaştırmaya çalışıyoruz sizlere. Esmaül Hüseyin 8. Cilt ve İsyan dergisi inşallah yakında elinize ulaşıyor olacak. Onun hazırlıkları bitti. Yani yazım falan değil de meselesi bitiyor. İnşallah onlar da en uza ulaşacak. Rabbim izin verirse her ay dört kitapla en azından sizlere ulaşmak Ümmet-i Muhammed'e ulaşmak derdindeyiz. Dertlilerle beraber yaşayarak bilme derdindeyiz. Yaşayabilmek için seyidimizle beraberiz. Cenab-ı Hak seyidimizden ayırmasın. Cenab-ı Hak onun ilimini ve derecelerini âli eylesin. Kendisine ve ailesine hayırlı, uzun ve bereketli bir ömürler nasip eylesin. Efendim hayırların fethi, şerlerin defi, ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, Meded ya Hazreti Ali kerramallah ve cehu, Meded ya Gafsazam abduh Kadir e ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed ruhi, Eûzu billâhimineşşeytanirracîm, Bismillahirrahmanirrahîm. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız yine Baba Ali derslerinde. Seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız yine Baba Ali derslerinde. Nebe suresini takip ediyoruz. Tefsir-i ruhiyede her bir ayet-i kerimenin her bir kelimesinde o mihen kalınmış kelimesindeki harfin usulünce. Efendim Nebe suresi 6. ayet-i kerimede Allah-u Zülcelal şöyle buyuruyordu. Geldiğimiz nokta itibariyle. Estaizübillah elem nec'alil evza mihade biz değil mi ki biz yeryüzünü bir döşek yaptık Allah-u Zülcelal'in bu ayeti kelimesinde ikinci beyanı anlattığımızda mihade kelimesini merkeze almıştık döşek anlamına geliyordu harfi hu'da bir ilim vardı ki hikmetin arz olunduğu yerdi. Herkesin aradığı, herkesin talep ettiği, hayatımızın içerisinde çok önemli olarak kabul edilmiş, bütün felsefecilerin sahte bir düzlemde aradığı, bütün düşünce insanlarının aslında erişilmesi gereken nokta, bilginin zirvesi olarak gördükleri bir alan. Peki hakikaten böyle mi? Önce oraya kısaca bakalım. Hikmetin ne olduğu dersimizin konusu değil. Hikmetin arz edildiği yerden bahsediyor olacağız ama hikmet için başlangıçta şunu beyan etmek lazım. Buna ait olan hikmet külliyatımızda apayrı derslerimiz vardı hatırlayacak olursanız. Hikmet bilginin zirvesi değil sadece bilginin oluşabilmesi için gerekli olan bir nüve hükmünde. beyanatı kapısının o şehirden girebilmek için Hz. Ali Efendimiz'e muhtaciyetimizin açık bir şekilde emri ve ifadesi hikmetin seçilmiş olan bir insanla hasıl olduğunu ortaya koyuyor. Zaman zaman bilgi dünyasından yola çıkan bir kitlenin bir anlayışın tarih boyunca hikmet arayışında okuyarak çalışarak belli şeyleri yaparak ardı sıra bunu elde edebileceği düşüncesi her zaman vardır. Ancak bu tıpkı siyah veya kahverengi gözlü bir adamın annesine dönüp ben niye mavi gözlü olmadım ki demesine benzer. Yahut 1.65 boylarında bir insanın ben niye 1.85 boyunda ve basketbolcu olarak yaratılmadım ki, basketbolcu kabiliyetine göre yaratılmadım ki demesine benzer. Hikmetin arz edildiği yer işte bu manada insanoğlunun kavraması gereken bir sahadır ama bu kavra izlemini için önce bir kabul gerekiyor. O kabul bu insanların seçilmiş oldukları üzerinedir. Nasıl seçildiler ve neden onlar seçildiler bu konuya kısaca değineceğiz. Ama hikmetin arz edildiği yerin merkez alarak dersimizi beyan etmeye gayret edeceğiz. En başta arzdan biraz bahsetmek lazımdır ki arz dediğimiz yer bu dünya değil sadece. Arz bütün muhteviyatın üzerinde varlığını güdebilme imkanının oluştuğu zemindir. En kaba tabirli. Yani bugün sizin odanızın tabanı bir arzdır. Atomun elektronlarının dönüş seviyesini gerçekleştirebilmeleri için çekirdeğin o zeminde oluşmuş olduğu çekme ve itme gücü o elektron için bir arzdır. O çekirdeğin diğer çekirdeklerle bir araya gelip bir molekül oluşturmasının ardından milyonlar ve milyarlarcasının bir araya gelip bir başka şeye hizmet etmeye başladıkları andan itibaren o anın kendisi arzı olan muhtaciyettir. Arz zamanın içerisinde herhangi bir nokta olarak ifade edilebilir nokta kadardır. Ama zaman bütün o noktaların bileşkesinin yaşanabildiği bir alandır. Dünya işte bu noktada arz dediğimiz her şeyin varlık gösterebildiği bütün sahanın temeli olarak ele alınırsa eğer dünya arzın en dip noktasıdır desek yeridir. Zira bu dünya nefse emarenin istek ve taleplerine göre yaratılmıştır. ve gördüğünüzde aman Allah'ım bundan daha güzel bir yer görmedim, beni büyüledi dediğiniz her ne yer varsa, buralar tamamen nefse emareye göre dizayn edilmiştir. Dünyadaki güzellikleri kanıp da hakikati kaybedenler, işte bu noktada işin hikmet erbabına mecbur edilirler. İşte hikmet tam da bu anda bu dipte var olan insanın hakkın nefesine muhatap olduğu bir andır. Bu arzın içerisinde yaşarken Kur'an-ı Azimüşşan Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın sünneti seniyyesi bizlere sürekli olarak buranın ne bedbaht bir yer olduğunu açıkça beyan eder. Bir diğer taraftan Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam, bu şehrin kapısının Hz. Ali Efendimiz'deki beyanatını ifadesi, hayat boyunca yaşayacak olan ehli İslam'ın her zaman bir hikmete muhtaç olduğunu ortaya koyar. Tarih boyunca bütün peygamberlerden sonra olduğu gibi, bütün dinlerin muharef bir şekilde bozulmuşluğunu görüyoruz açıkça ortamızda ama insanoğlu bu açıkça ortada olan şeye karşı bugün bir Müslüman olarak İslam dininin müntesibi olarak sanki bir dinin bozulma imkanının olmadığı düşüncesine kapılı verebiliyor. Çünkü bizler şöyle bir avantaja sahibiz tabiri caizse diğer ümmetlere göre. Bizden evvelkilerin dinlerinin muharref bozulmaları Allah-u Zülcelal'in izniyle hasıl oldu. Allah izin verdi nefisler o kitaplardaki şeriatı önce sünneti sonra şeriatı bozarak nihayetinde ellerindeki kitaplarının ayetlerini de değiştiriverdiler. Ve bugün ulaştıkları yerde o muharf dinin müntesibi olarak yaşıyorlar. Eksikleri, hataları ne yazık ki bu dünyada onları hakiki bir imandan alıkoyuyor. Bedbaht bir sona doğru onları sürükleyiveriyor. İnsansa Müslüman olduğu andan itibaren Allah-u Zülcelal'in bu kuşatmışlık ilkesi, bu açık beyanatı, Müslümanlara ve İslam'a karşı verdiği değerin hakikatince onun değişmezlik ilkesine tutunarak bir mutluluk ve aynı zamanda bir rahatlık yaşıyor. Evet, İslam dini asla ve katiyede değiştirilemeyecek, Kur'an-ı Azimüşşan'ı kimse tahrif edemeyecek, sünnet-i seniyenin her zaman koruyucuları ve mihmandarları olacak ve bunun içinde mutlak surette hikmetin arz edildiği bir yer olacak. O yer ki Baba Ali olacak ki Baba Ali dersleri işte bu manada o hikmetin yavaş yavaş insanlara aktarıldığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor. insanlara aktarıldığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Hikmet işte tam da bu anda ve her zamanda Allah Resulü'nün beyanatıyla aleyhissalatü vesselam her devirde insanların ihtiyacı olandır. Çünkü insan dipteyken değişmezlik ilkesiyle sanki kendisinin de değişmeyeceğini zannediyor. Şehadeti ifade ettikten sonra namazınıını kıldıktan sonra, inandım dedikten sonra, sanki ölene kadar böyle devam edecekmiş garantisi altındaymış gibi hissediyor kendini. Kur'an-ı Azimüşşan'a verilmiş olan bu büyük hikmet, doğal olarak insan hayatında da bir Müslümanın hayat biçiminde yer edinebiliyor. Dolayısıyla Müslümanlar belki de tarafsız bir şekilde baktıkları bu hakikatin içine kendini dahil ederek kendilerinin de bu bozulmazlık ilkesi tarafından korunduğunu düşünüyor olabilirler. Ama asla ve kadiyette bizler son nefese kadar iman ve son nefeste iman ile göçeceğimizin garantisine sahip değiliz ki bütün büyük ulema hayatları boyunca hüsn-ü hatime talep etmişler Cenab-ı Hak'tan. Son nefeste yaklaşan ve kendi ağzındaki kötülüğüyle insanları kötülüğe davet etmek üzere görevlendirilmiş şeytanın illetine kapılıp gitmekten korkmuşlar. Bu yüzden insana hüsn-ü hatime sözü bir dua olup ağızlara pelesenk olmuş. İnsanoğlu işte bu noktadan kurtulabilmesi için hikmet erbabına muhtaç en başta. Bundan kurtulduktan sonra Cenab-ı Hakk'ın niyazıyla kendisine verilmiş olan nefai ilahiyenin kendisinde meydana getirmiş etkiyi çok net anlayabilmesi için yine Rabbül Aleminin hikmetine mecbur. Eğer öyle olmasaydı Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hikmet bendedir, ben bunun şehriyim bakarsınız anlarsınız derdi. Öyle demedi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Hz. Ali Efendimizin bu şehrin kapısı olduğunu beyan etti. Ali Efendimizin bu şehrin kapısı olduğunu beyan etti. Madem ki bir kapı vardır o zaman o kapıda duracak olan bekçi yaşayan, duran ve kendisinden sonralığı bir şeylere aktarandır. Dolayısıyla tarih boyunca hikmet Baba Ali'de de görüldüğü üzere her zaman için bu pak olan nesilden aktarılmıştır. Yaşayan bir canlının varlığı, hikmetin arz edildiği bir yerin mecburiyetini doğurur ki, her kim hangi tarihte yine bu hikmeti beyan etse, yine Hz. Ali Efendimiz'den medet isteyecektir. Zira hikmet dediğimiz ana unsur, bir doğuş için lazımdır. İnsanoğlu bir kez doğmaz bu hayatta. Her hatasını öğrenip her tövbe ettiğinde Rabbül Aleminin ona verdiği her yeni günde yeniden doğduğunu düşünmelidir bir Müslüman. Bu yüzden, işte tam da bu yüzden her kişiye verilecek olan değildir. Zira doğumu gerçekleştirecek olan tıpkı dersin başında beyan ettiğimiz gibi neden bunun mavi gözü var demek gibi bir durum hasıl olur. Neden bu doktor olmuş ki demezsiniz bir hastaneye gittiğinizde ya da bu çocuğu niye bu doktor doğuruyor ki demezsiniz. Ve eğer daha önceden bir doktorunuz yoksa kapıdan girdiğinizde o büyük sıkıntıdan sizi kurtaracak her kim olsa ve her kim size gel ben sana yardımcı olurum hanımına eşine doğumuna yardımcı olurum diyen bir ebe bir doktor sizin için o anda erbabı hikmettir tabiri caizse. Sizi o zorluktan çıkartandır. Siz o anda sen de kimsin bir başkası yok mu seçim yapmak isterim demezsiniz. Çünkü zordasınız. Çünkü bir doğum gerçekleşmesi lazım ve bu doğum içinde eşinize birisinin yardım etmesi gerekiyor. Yardım etmese de doğar diyenlere deriz ki evet böyleleri var ama o doğumu gerçekleştirenler de daha önce annelerinden ya da kendi akranlarından bu doğum esasında ne yapılması gerektiğini yine öğrenmiş olanlar ve bu eğitimin tamamı mutlak surette yine o en baştaki doktora bağlı. şehirdeki bir insanı öğretmiştir. O da konu komşu eş dost akrabasına bunu aktarmıştır. Dolayısıyla doğumu tek başına yapacak olan bir insan bile düşünsek tek başına yaparken kendisinden evvelki bilgiyle hareket etmektedir. Eğer bilgisizce yola çıksa kendisine fazladan bir zarar evladına gereksiz bir zulüm çektirebilir. Nihayetinde bunun farkında da olmayabilir. bir zulüm çektirebilir. Nihayetinde bunun farkında da olmayabilir. Zira hikmet dediğimiz farkında olabilen insanın gerçek ve has bir talebe olarak adlandırıldığı yerdir. İşte bu yüzdendir ki herkesin nasıl doktor olması mümkün değil ve nasıl beklenmiyorsa ve iş dara düştüğünde nasıl ki bir doktora mecbursak hikmet erbabının her zaman yaşayan arzın en dip noktası olan dünyada arz edildiği bir varlık olarak karşımızda durması beklenir. Aksi bir durumda bizler her sıkıntılı anımızı Kur'an-ı Azimüşşan ve sünnet-i Sini'nin esasından anlayacak olsak o anlamda da biz ya fukaha ya da ulemadan olmuş oluruz. Bunun mümkün olmadığı yerde hikmet işte o karanlık gecenin sabahlarında o doğumu sağlayan ana doktordur. Sadece seçilenlerin kendisiyle beraber yürüyecek olanlara sunulmuş nimetler topluluğudur hikmet. Bu yüzden arz edilen her kimse seçilmiştir. Seçilmiş olma kelimesi belki bugün insanlar için çok acımasız gibi geliyor olabilir. Neden ben değil, ben okuyuncu olmaz mı yani gibi söylemleri de olabilir. Veyahut dervişlik yolunun sonunda insanoğlunun her zaman bir hikmet arayışı da olabilir. Ama hikmet her dönemde belli başlığı nadir insanlara takdir edilir. Mesele hikmetten haberdar olmak ya da hikmet sahibi olmak değildir çünkü. Hikmetin arz edildiği yere hizmet edip, hikmetin size getirmiş olduğu hakikatle o doğumu yaşayabilmektir. getirmiş olduğu hakikatle o doğumu yaşayabilmektir. Zira siz bir daha çocuğunuz doğana kadar tekrardan o hastaneye özellikle kadın hastalıkları için bir daha büyük ihtimalle uğramayacaksınız. Eşinizin hamileliği ya da onun kadınsı özellikleriyle ilgili olan bir rahatsızlığa mecbur olduğunuzda yeniden çalacaksınız o kapıyı. İnsanoğlu zaten böyle. Rahatsızlıkları dünya derdiyle dertlendiğinde önem taşıyor. O güne kadar insanoğlu kendi hayatında yaşamış olduğu hiçbir şeyi eksiklik olarak görmüyor. İşte bu yüzden bol keseden sallayarak hikmetin her okuyana hasıl olabileceği zannına kapılıyor. Veya bir ayet-i kerimenin içerisindeki bir değeri yakalayabileceği kabiliyeti kendinde görebiliyor. Halbuki bu bir kabiliyet değil. Bu bir seçilmişlik. İşte bu yüzden insanoğlunun hikmet arayışı anlamsız. Anlamlı olan hikmet erbabını arayışıdır. Hikmet erbabını bulduğunda o erbabına hizmetle mükellefiyeti, onun talebeliğini ve ihtiyacı olan şeyin doğumunu sağlar. İnsanoğlunun doğumunu beklediği şey ise kendi nefse emmaresini altüst edecek bir değerle ölçülmelidir. Zaten erbab-ı hikmet bu manada nefse emmare mücadelesini en üst seviyede vermişlerdir ki o seçilmişlik olma hükmünü taşıyabilir olsunlar. Bu seçimci işleyi bir peygamberlikle asla ve katiyetle bağdaştıramazsınız. Bu seçilmişlik sadece bir şeyhlik ya da mertebe ile de izah edilmez. Zira bu kavramlar içerisinde bir insanın hikmetinin taşıyıcılığı da söz konusu olabilir, bir hikmetin pınar sahibi olmayı da taşıyabilir. Ama hepsinin birleştiği yer yine Hz. Ali Efendimiz'dir. Yani konunun dönüp dolaşıp ehlibeyte gelmesinden başka bir çare olmadığını da görüyoruz. Ehlibeyt haricinde hikmetin hasıl olduğu insanların da ehlibeytin elinden bir dua ile Rabbin seçilmişleri arasına katıldığını görüyoruz. Hikmetin arz olunduğu yer arza ait değildir. İşte bu yüzden arzda elde edilebilecek imkanlarla ölçülemez ve arzın koşulları altında aranamaz. Ve arzın koşulları altında aranamaz. Bugün uzaydan bir gökta taş daha düşüverebiliyor. Daha önceki bütün bildiklerinizi altüst edebiliyor. Bildiklerinizi altüst eden şeyleri yan yana dizmeye kalksanız uzay boşluğundaki göktaşların sayısını kimse gerçek manasıyla tahmin edemiyor ama tam da gözümüzün önünde adediyle beraber duyuyor. Ama insanoğlu bu arz koşullarında hikmeti arayarak arzın koşulları altında o hikmetin erbabından olabileceğini zannediyor. Hikmet tatlı bir söz söyleme sanatı değildir. Hikmet tatlı bir söz söyleme sanatı değildir. Zaman zaman hikmette evliyalar ansiklopedilerinde evliya tezkirelerinde müthiş hikmetli sözlere denk gelirsiniz. Ama dikkat ediniz bu bir olayın içinde söylenmiş olan gayet doğal bir şekilde ağızdan çıkmış olandır. Ege felsefecilerinin ya da bugün sözüm ona Müslüman felsefecilerin sahtekarlığı altında köşe hızında oturup ben şimdi bir fikir üreteceğim, bir felsefe ortaya koyacağım, yeni bir söz söylemem lazım dememişlerdir. Yaşarken, toprağa çapalarken, arabasına binmiş bir yere doğru giderken, tam da bir olayın içerisinde Müslümanlar sıkışmışken, herkes derdin içindeyken, onların derdini çözmek üzerineyken söyledikleri sözler o insanlar için bir ilaç hükmündedir. İlaç o hastalığı gören tabibin elinden çıkabilir. Tabibe gelmiş olan hastanın kendi ilacını belirliyor olmasına hikmet denilebilir mi? hastanın kendi ilacını belirliyor olmasına hikmet denilebilir mi? Diyelim ki eczaneye gittiniz. Birkaç tane ilaç yazmış doktorunuz. Aldığınız evinize gitmeden evvel eczacıya ya sen buna benzer birkaç ilaç daha versene bakayım dediniz. Evinize geldiniz. Bir başka çeşitlendirme yapınca doktordan daha iyi bir ilaç ve daha iyi bir sonuç elde edebildiğinizi gördünüz. Bu sizin hikmet erbabı olduğunuzu asla ve katiyette göstermez. Büyük ihtimalle bir başka yerinize daha büyük bir zarar veriyorsunuzdur da, kısmi geçirgenlik ilkesiyle aniden acılarınızın dinmesine hikmet diyor olabilirsiniz. Kaldı ki aldığınız ilaçları eczaneden aldınız, bir başkası üretti onları. ki aldığınız ilaçları eczaneden aldınız. Bir başkası üretti onları. Hikmet erbabından aldınız tabiri caizse anlaşılsın diye ifade etmek gerekirse. Yine doktora muhtaç olmadığınızı söyleseniz de bir doktorun araştırma mahiyetiyle ortaya koymuş olduğu bir başka ilacı hikmet olarak alıp kendinizce bir karma yaptınız ama birkaç ay sonra vücudunuzun bir başka yerinde çıkan arızayı belki şu anda görmüyorsunuz. Zaten hikmeti arzın koşullarında arayan insanların ortak özelliği de bu değil mi? Her birisi doğruyu buldum buluyorum kimsenin görmediği alandan gördüm zannederken nice çamları devirdiklerinin farkındalar mı acaba? Zira şunu asla ve katiyetle unutmayın. zannederken nice çamları devirdiklerinin farkındalar mı acaba? Zira şunu asla ve katiyetle unutmayın. Erbabına talebe olmayan, talebeliğinin koşullarını yerine getirmeyen hiç kimse o hikmete tabi olmuyor. Tabi olmuş gibi yapıyor. Zaten bütün dervişlerden de hikmet erbabı olması beklenmiyor. Hikmet sadece bir zaman diliminde belli bir insan topluluğuna birkaç insana veriliyor. Çünkü doğum için ihtiyaç olan bir kişi o memlekette doğacak olan yüz binlerce insanın doğumuna hizmet edebiliyor. doğumuna hizmet edebiliyor. Çalıştığı hastanenin başhekimi olursa bu hikmet erbabı, yüzlerce ebeye, yüzlerce kadın doğum doktorunu yetiştirerek onlara o bölgedeki ihtiyaca binaen bir doğumda yeni bir tekniği ifade edip belki o bölgedeki çocuk ölümlerine ortaya koyabilecek olan pek çok şeye engel olabilecek ilacı söyleyebiliyor. Ömrü Allah-u Zülcelal veriyor. Erbab-ı hikmet onu ağzından dökünce Rabbül Alemin insanların ömürlerini uzatıyor. Bu hakikat dairesini anlamayanlarsa alt katlarda bekçilik yaparken hastane çatısı altında bulunmanın gereği olarak sanki o hikmeti kendi bulabilecekmiş gibi hareket ediyor. Zaten en büyük sıkıntı da buradan doğuyor. Elbette burada anlaşılması gereken son kelamlardan birisi şu. Muhatabı kalbi selimden mutmain olmaya geçmiş olanlar içindir hikmet. Şimdi geldik bir de hikmeti nasıl anlayabiliriz? Şimdi geldik bir de hikmeti nasıl anlayabiliriz? Buraya kadar hikmetin arz edildiği yerin seçilmiş insanlar olduğunu açıkça beyan ettik. Anlayana, anlamayanlar için, bir daha bir söz daha koyanlar için dersin bundan sonraki kısmının pek bir ehemmiyeti yok. Çünkü bundan sonraki kısım buraya kadarki olan kısmı kabul etmiş olanlar içindir. Hikmetin arz edildiği bir yer var. O Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'den Hazreti Ali Efendimiz'e geçmiştir. Hazreti Ali Efendimiz'den sonra onların medet yolu üzerindeki erbaba aittir diyenler işte bu saatten sonra şunu düşünmek zorundalar. Biz bu hikmetten neyi nasıl çıkartırız? Zaten insanoğlunun temel problemi budur. Hikmetin kendisine aramak yerine erba ve hikmeti bulup onu anlamaya çalışmayı bir kenara koymak. Bilgi madem onda da var bende niye olmasın kardeşim? Bende çalışır tespih çeker yaparım demek var, işte işin tuhaf tarafı buradan başlıyor. Yani insanoğlu ihtiyacını bina etmek üzere gittiği eczaneye ne var canım bunu ben de yaparım demesine benze diyor. Hani yollarda görmüş olduğunuz bir pantolonun fiyatı yüksek gelince eşiniz bunu sana ben dikerim diyor ya, aynı şeyi doktorluk muazenesinde de yapabileceğimizi zannediyoruz. Hadi onu yaptık diyelim. Nefayı ilahiyenin muhatabiyetine mazhar olunmuş hakikat dairesinde böyle mesleklerle ölçümleme imkanımız var mı? Yoksa eğer hikmetin arz edildiği yere tabiyet gerekiyor. İşte o tabiat kalbi selimden mutmain olmaya geçiş yapanlar için geçerlidir. Ve hikmeti bu alanda anlamanın süreci bu yüzden insanla insana da farklıdır. Her hikmetin insanda açmış olduğu kapı pencere onun nefsinin geçmiş olduğu silsilelerle alakalı. Elbette hep söylüyoruz nefsin yedi tane mertebesi var da bunlar bir merdiven gibi üst üste çıkılmıyorlar. Bunlar nefsin her dem etrafımızı kuşatmış olmasının bir gereği. Her birisinin içerisinde bir illet var. Zaman zaman içerisinde illetler özelliğini değiştiriyor. Nefse emmaredeki bir adamdan bahsetmeye kalkarsanız zaten o hikmeti dahi bilmiyor. Erbab-ı hikmet ona komik sözler söyleyen garip bir adam olarak geliyor. Toplumun içerisinde sivrilmeye çalışıyor, reklam yapmaya çalışıyor, önder olmaya çalışıyor, önde olmaya çalışıyor denilerek erbab-ı hikmeti yerin altına sokmak istiyor çünkü kendisi o alanda yaşıyor. Kendisine bir çöplük biçmiş olan adamın temizde tiksinmesi gayet doğaldır. Nefsi emmareden bir başka veçiyle nefsi levvame tarafında ikilemler arasında kalmış olan bir insandan bahsedersek eğer o her seferinde en tehlikeli bir biçimde karşısındakini reddetmeyerek bir tartıya koymaya kalkıyor. İşte işin en komik acıklı tarafı bu. Hikmet erbabının söylediği sözü değil de hikmet erbabının kendisini bir başka şeyle kıyas etmeye kalkmak. Bir futuatı bir başka futuatla kıyas etmeye kalkmak. Bu kıyası yapabilecek olan bir insan var mı bu dünyada? Var. Ahmaklar var. Var. Hainler var. Var. Münafıklar var. Ama ehli İslam'ın içerisinde derviş bir adam için bu sözden bahsetmek mümkün değil. Çünkü onlar hikmet erbabının söylediği söz onu hangi ikilemde bırakıyorsa içinde şüpheyi barındıran unsurdan kendini kurtarma peşine düşüyor. Biliyor ki şüphe düşmüş olan bir çorbada gerçek manada bir lezzet beklenemez. Lezzet olabilmesi için şüphelerden arınması lazım. Şüphelerden arınması içinse aklı buna yetmez. Mecbur kalacak bir mücadele hasıl olacak. Bir mücadele olacak ki bu nefisle olacak. Erbabı hikmetle değil. Her bir sözünü kulağına küpe etmek değil. Kalbinin kapısını asacak. Anahtarını da sahibine teslim edecek, tabir caizse o kapıdan içeriye şeyhinden başkası giremeyecek. İnsanın bunu kabul etme süreci çok zor, dışında kaldığındaysa içini böyle telakki etmiş olanları aptal olarak görmesinden daha doğal olduğunu beklenemez. Sonuçta filmi seyretmeyenin filmi beğenmemesinden daha normal bir şey beklenemez. Normaldir çünkü nefsi levvame, nefsi emmare, nefsin bu alt kademeleri doğal olarak bir çocukluk ilkesidir. Çocuk gibidir. Hep mutlu olmak, sadece kendisisini mutlu olunduğu alanda yaşamak onu seven onu okşayan onun başını seven insan tipini arar beğenmeyince değiştireceğini zanneder Halbuki değişmesi gereken kişi kendisidir nefse emare dedik levame dedik. Bir mülhimesi var, ilhamın hasıl olduğu alan. Bir başka tehlikeli süreçtir bu. Hikmetin aktığı pınardan hasıl olan nur ile kalbe gelen çeşitli ilhamları galiba bizde de var bir şeyler deme süreci. Bizde var olan bir sürecin daha çocuk yaşta olduğunu kimse fark etmiyor galiba. Bizde var olan bir sürecin daha çocuk yaşta olduğunu kimse fark etmiyor galiba. Hz. İsmail Efendimizin şeytana attığı taşla onu kör edercesine vurabilmesi bir hikmettir. Çocuk yaşta bu hareket olmayan adamdan büyüdüğünde de farklı bir şey beklenmez. Bu Müslüman ya da derviş ya da evliya olmayacağı anlamına gelmez yanlış anlamayın. Konumuz hikmet. Erbab-ı hikmet çocukken de hikmet erbabıdır. Sözü eksiktir, kelimeleri düşüktür. Ama fiiliyle seyredilse dışarıdan onun bütün hayat hikayesinde hikmet hep merkezdedir ve o merkeze gittikçe yaklaşan bir büyümenin seyrindedir. Yani büyüyerek merkeze yakittikçe yaklaşan bir büyümenin seyrindedir. Yani büyüyerek merkeze yaklaşılmaz. Sizi o merkeze doğru yöneltmiş olan Cenab-ı Hak, Cenab-ı Peygamber, Hz. Ali Efendimiz, Hz. Pir Abdülkadir Ceylani, zaten o çizilmiş yol üzerinde onların yoldaşlarıdır. Dolayısıyla adam olacak çocuk, çocuk yaştan belli olur sözü, burada bir kez daha kendini gösterir.anoğlu için acınacak tarafta bir başka açıdan değerlendirdiğinde burada çıkar Ve ne yazık ki dervişanın pek çoğu bu mülhime basamaklarına gelindiği anda Şeyhini bir başka şeyle kıyaslama sürecine götürür Hikmet onun başına bela olur. O belayı kendinden bilmez de kendi kendi etini yiyerek doyduğunu zannetme sürecidir bu. Hah geldik nefsi mutmainliğe. O mutmainli olmuş adamın sadece Cenab-ı Hakk'ın sözüne karşı mutmain olma süreci değildir. O çevresindekilerden sıyrılarak kendi önünde ona hoca olarak takdir edilmiş olan adamla kalbi tatmin olmuş adamdır. Kalbini bu tatmin iklimine bırakmış olana artık şeyhinin söylediği hikmet eğer şeyhi hikmet elbabıysa çünkü bir şeyhin hikmet erbabı olma yükümlülüğü yoktur, onu baştan söyledik, bir başka hikmeti beyan ederek şeyhliğini devam ettiriyor olabilir. Ama hikmet erbabı bir şeyhin ya da büyük bir alimin sözünden o hikmeti alabilmekse ancak mutmain olmuş bir kalpten sonra başlar. Bundan önce söylenmiş bütün sözler istediği kadar güzel olsun hezeyanın olumlu ya da olumsuz taraflarından bir yanaşmadır. Bizler o tatmin olan kalbe ulaşabilmek için önce önümüzdeki zat ile tatmin olmaya mecburuz. Yani şuna benzer efendim. İnsan yemek yediği bir restoranda yediği yemek de tatmin olmamışsa ve o yediği yemeği istediği kadar en güzel yapmış olan ahçıyın yemeğiyle tatmin olmamışsa ahçıyla karşı karşıya geldiğinde ondan bir şey öğrenemez. Ona çırak olamaz. Onunla aynı mutfağa gelip aynı mücadelenin içinde yar alarak o mutfaktan çıkacak olan şeylere dahil olamaz. Bugün dervişhanın kaybettiği yer burası. Dervişhan yediği yemeğe bakıyor. Hakikat o yemek onun için bir ihtiyaç, onun farkında olabilmek için hikmetin arz edildiği yerin arzda seçilmiş bir varlık olarak insan arzında Allah-u Zülcelal hikmetiyle yarattığı hikmetle karşılıklı bir parıldama noktası olduğunu bilmek gerekiyor. O yüzden güneş niye güneş diye sormaya gerek yok. Mesele güneşe bakıp ısınacak mısın yoksa güneşten kaçıp üşüyecek misin? Olayın farklılığı bu. Bu farklılığı ortaya koymamak için güneşi güneş, ayı ay bilmek kendi içimizdeki o garabetten sıyrılmadıkça mümkün değil. Bizleri başta seyidimize, o hikmet erbabına ve sonrasında tarih boyunca Hazreti Ali Efendimiz'e kadar gelmiş o bütün büyük hikmet erbabına hayırlı talebe olmayı nasip eylesin. O talebeyi olabilmek işin başladığı yer. O başlangıcı erdirsin Rabbim bizleri, o başlangıç içinde haşre eylesin bizi, sevdikikleriyle Sevdiklerinin sevgisiyle Adamı ilesin bizi Efendim Cenab-ı Hak Seyyidimize O kendisine takdir edilmiş Hikmet-i Aliye'nin Baba Ali kapısından sızan şu Fütuhatla akıp gelen şu Koca deniz erbabıyla Beraber olmanın Güzelliğini onun Şükrünü eda edebilmeyi nasip eylesin. Seyyidimize hayırlı ömürler nasip eylesin. Bizi onun fikirleri, onun ilminden en az biriyle amel edebilmeyi nasip müessir eylesin. Allah nasip ederse haftaya salı günü bilim derslerinde tekrar buluşuyor olacağız Allah nasip ederse. Ve yine Rabbim nasip ederse tefsire kaldığımız yerden devam etmeye çalışıyoruz efendim hayırların fethi şerlerin defi ümmeti Muhammed'in sağlık sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için El Fatiha 2. Hanperveri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına, ailene, ashabına, ehli beytine ruhlarına, Hz. Ebu Bakr'ın, Oman'a ve Osman'a ve Aliye Efendimizin ruhlarına, Şühedayi Bedir, Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına, Hz. Amine Validemiz, Hz. Abdullah Efendimiz, Hz. Hatice Validemizin ruhlarına, gelmiş geçmiş mümin müminat, müslüm müslümatın ruhlarına, ve kafi ehli ervahının ruhlarına, El Fatiha. Hz. Ali Kerim Allah ve Cevahir Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma Hanım'ız, Hz. Hasan, Hz. Hüvhe Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma Hanım'ız Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidilerin ruhlarına, 12 imamın ruhlarına ve kafeli İslam ervahının ruhlarına El Fatiha. Pirimiz Gavsa Azam, Abdülkadir el- Ceylani Hazretleri'nin ruhlarına, Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı Muhammediye'den, gelmiş geçmiş mürşid mürşiden, mürid müridanın ruhlarına, ve kafeli iman-ı vahdın ruhlarına, El Ftiha. Seyyidimiz, Mürşidimiz, Peygamber Efendimiz'in ince tanesi Seyyid Muhammed Ruhi el-Kadiri Hazretleri'nin ruhlarına, ailesinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müritlerinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, Şüheday Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliya-i İslam'ın ruhlarına Cabir bin Abdullah Hazretlerinin ruhlarına Eyyuben En Salih Hazretlerinin ruhlarına Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve Kâfeyli İman Ervanının ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, Meded ya Hazreti Ali kerimallah ve cehu, Meded ya Gavsazam abduh Kadir el- Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed rohi, Eûzu billahi minne şeytani r-racim, Bismillahirrahmanirrahim. Efendim Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısında Allah nasip etti yine beraberce bir Baba Ali dersinde hakikati beyan etmeye gayret ediyoruz. Hz. Ali Efendimizin kapısından çıkmış şu hikmetlerin her birisinde, o hikmetler dairesinde yaşayan insanoğlunun onunla beraber hakikati, hiki en güzelleri güzellik içerisinde telakki edilebilecek bütün değerleri anlayabilmek kavrayabilmek bununla beraber ikram-ı ilahiye muhatap olabilmek bu muhatabiyetle Rabbimizin sevdiği kullar arasında olabilmek Rabbimizden dileğimizdir bunları anlayabilmek için bizlere takdir edilmiş emanetlerin farkında olmak gerekiyor. Rabbimin ikramıyla bizlere ulaştırılmış olan ilmin ve o ilmi taşıyıcı olan göğüslerin ve o güzelliklere dahil olanların hikmetleriyle en azından birisiyle amel edebilir olmak, o ameli hayatın ortasına tam da göbeğine yerleştirebilir olmak gerekiyor. Hakikat, insanda var olan şu emanet, Rabbül Aleminin Hz. Adem Efendimiz'e takdir ettiği nefhay-i ilahi ile hasıl oldu. Nefhay-i ilahi emaneti ilahi oldu, taşınıyor gönülden gönüle hakikatiyle bir bütün oldu. Nefai ilahi emaneti ilahi oldu. Taşınıyor gönülden gönüle hakikatiyle bir bütün oldu. İnsanoğluna takdir edilmiş bu hakikat gönülden gönüle taşındığı tarih boyunca ifade edilmiştir. Ancak insanların yeri nerededir? Doğrusu nedir? Aslı nedir? diye sualleri var. Dersler bu manada hem bu sualleri giderdiği gibi hem de bunları anlayıp bunun içindeki değerlerle yaşayabilme imkanını bizlere nasip ediyor. Rabbim içindekilerle nasiplenmeyi nasip eylesin. Neden bahsedilir şu gönül hakikatinden? Nereye denk gelir şu gönül? Önce onun farkında olmak lazım. Zira bir nefhi ilahi üflenmiş hakikatte, dilde değmiş, dille söyleniyor tevhidi ilahi, bu ilahi hakikati söyleyen insanoğlunun vücudunda farklılaşan bir yer var. Biz ona gönül diyoruz. Vücudunda farklılaşan bir yer var. Biz ona gönül diyoruz. Gönülden gönüle aktarılan hakikatle hikmet diyarının erbabı vardır. Erbabın nasihati gönülde bir genişlik yapmazsa, bir ferahlık yapmazsa, amele dönüşmüyorsa ona hakiki bir hikmet ulaşmamış demektir diyoruz. Öyleyse öncelikle şu gönlü bir anlamak lazım. Anladıktan sonra da bizlere ikram edilmiş emanetin tatlılığına ve güzelliğine erebilmek lazım. Bunu Rabbimizden istiyor olmak lazım. Efendim gönül üç vücut yapısının aynı anda bir araya geldiği noktada. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselamın miraca çıkarılmadan evvel kalbine bir operasyon yapılmıştı hatırlarsanız. Siyer-i Nebi'de Rabbim nasip eder her gün dinlerseniz o gün geldiğinde detaylarıyla beyan ediyor olacağız. Kalpte öyle bir nokta var ki, Akçay'ere gidecek olan temiz kanın akışının tam o noktasında aynı zamanda akciğerin hemen iç bölgesinde aslında kalbimiz biliyorsunuz akciğerle iç içe diyebiliriz. Onunla komşu temiz olan kanı gönderdiği noktada aklın kalbi yönettiği kalbin de akla hakikati söylediği bir nokta var ki bu noktada nefes, akıl ve kalp bir terazide bir arada durduklarını söyleyebiliriz. Hani elinize almış olduğunuz bir eski tartıcılar eski tartılar vardı. Öyle insanlar elinde tuttukları bir tartı vardı. Kefenin bir tarafına ağırlıkları, bir tarafına meyve sebze neyse onu koyarlardı. O koymuş oldukları tablanın da üç tane zinciri olurdu. Üç zincirle ayakta dururdu. Sonra yukarıdan adam eliyle tutar. Ne tarafa ağır geliyorsa oraya eklemelerini yapar. Tartısını tamamlardı. Tartıda eksiklik yapmayın derdi Allah-u Zülcelal. Nefes, akıl ve kalp de terazinin bir kefesinde. Diğerinde ise karşılıkta hasıl olacak emanetin şekli beyan edilmekte. Öyleyse terazinin bir kefesindeki usulü iyi anlamak lazım. terazinin bir kefesindeki usulü iyi anlamak lazım. Terazinin bir kefesinde her bir zincirde nefes, akıl ve kalp var. Bunlar bir araya geldikleri anda gönül hasıl oluyor. Gönle ise en yakın noktada sinir sistemimizde aksonla dentritler arasındaki boşluklar burada sanki düğün olmuşçasına immün sisteminden ayrı bir organımız da var aslında burada ama henüz keşfedilmiş bir organımız değil hani dedik ya keşfedilmeyen çok şey var Rabbim seyyidimizden nasip eyledi ondan talebe olmayı nasip eylesin öğreniyoruz yavaş yavaş öğrenmeye çalışıyoruz anlamak çok zor Tam da bu noktada bu organımızda nefse emmarenin debdebesi var Terazinin iki kefesine ne koyacaksanız onu bozmak üzere hazır ve nazır olan Onlara en yakın ve teyakkuz halinde Sürekli nefes, akıl veya kalpten bir tanesini aşağıya çekerek veya o zinciri kırarak hakikati bozmak istemezler. Hoş, onun bu isteği karşısında, ehli imanda hem nefes var, hem kalp var, hem akıl var. Ne zaman ki bu zincirlerden biri kopsa, ya ömür biter ya iman gider ya da insan imansız bir hayatın içinde koşar bir oraya bir araya çarpa çarpa çarptığını bilmeden yürür gider. Bu üç unsurun bir çizgi üzerinde gelmesi, aynı yüksekliğe sahip olması, içine konulacak şeyin dökülmeyecek şekilde dengede tutabilir olması iman hakikatidir. Zincirin her bir halkasını güçlendiren ve kuvvetlendiren bu gönülde nefesin, aklın ve kalbin akıl, nur ve tem ile, hakikat üzere imanın vesikasıdır. İman sahiplerinin gönülleri bu yüzden dingin, kalpleri selim, akılları bu hakikate tabi olmak üzere, selameti ve dirayetiyle ehli beyan olur. Sözü de, fiili de, hayatı da, hayata bakış açısı da tek bir çizgide gayet anlamlı ve gayet net olur. İçinde inişler ve çıkışlara yer verilmez. Bugün genç kardeşlerimiz dünya hayatında inişli çıkışlı günler yaşadıklarını söylüyorlar. Çünkü teraziye gelmesi gereken nefis, nefes, akıl ve kalpleri nefislerinin baskısı altında dengesiz bir şekilde. Bazen nefes ağır basıyor, bazen akıl, bazen kalp. Hele ki nefse emarenin baskısı altındayken özelliklerini de yitiriyorlar. Dolayısıyla hakikat peydahı olmuyor. Nefes nedir diye sual edenler olacaktır elbet. Aklı biliyoruz az çok öğrendik derslerimizde. Kalbi de tahmin edebiliyoruz da bu nefes alıp verdiğimiz nefes midir diye sorsanız evet efendim alıp verdiğimiz nefestir. Zira bizim alıp verdiğimiz nefesimizin kalitesi, o nefesin alınıp verilebilmesi, o nefes alınırken insanın hali en az akıl ve kalp kadar mühimdir. Bugün dünyanın dört bir tarafında nefesin en az vücut sağlığı kadar önemli olduğunu bilenler, nefes alıp vermeyle terapi uyguluyorlar. İnsanları bir araya topluyorlar. Farklı nefes teknikleri diye tabir ettikleri usullerle insanları rahatlatacaklarını, daha dingin olabileceklerini sağlayacaklarını artık ispat etmiş durumdalar. Dünya çapında kabul görmüş bir çalışma biçimi. etmiş durumdalar, dünya çapında kabul görmüş bir çalışma biçimi. İnsanoğlu işte bu noktada, hem aklını hem kalbini nefesiyle beraber ayakta tutabiliyorsa insan ayaktadır deniyor. Hoş, nefes alışverişinde yapılan amelin ehemmiyeti bu terapiyi yapılanlar tarafından henüz fark edilmiş değil. Bir nefes düşün ki yalan söylüyor. Bir nefes düşün ki dedikodu yapıyor. Bir nefes düşün ki ifsad ediyor, mühsil ediyor. Boşa konuşuyor, çarçur ediyor. Adediyle verilmiş bu emanet bizlere nefes gibi, o zaman insan bunu da bertaraf ediyor. Kalbimizin atışı ona bağlı, aklımızın düşünce dünyasındaki gelişim için ihtiyacımız olan nitrojenin şimşek olarak çakabilmesi yine ona bağlı. Nefes durmadıkça kalp atıyor, kalp attıkça ömür devam etmiş oluyor. İstediğiniz kadar bu hastanızın hiçbir yerinin kıpırdamadığını söyleyin. Nefes alıyorsa can var, ruh var, hakikat var. Bir artık hala varlık vardır, can vardır. Canlıdır yani. Ama bu aldığımız nefesin kalitesini oluşturan şey aman bir kaz dağlarındaki kadar olmasa da bu şehirde yaşarken doğru düzgün yaşamakla ilişkilidir. Her bir nefesinde başkasına nefes olabilme çabası, her bir nefesinde başkasına nefes olabilme çabası, her bir nefesinde Rabbini anması, her bir nefesinde acziyetini hatırlaması, her bir nefesinde bu son nefesdir diyebilmesi, akıl ve kalp kadar ehemmiyetli olan bu maddi karşılığın kalitesini oluşturur. kalitesini oluşturur. Bunların bir çizgiye getirilmesinden bahsettiysek eğer, bunların dengesinin kaybolduğu durumlar da var. Zaten ehli iman için asla bir dengeden bahsetmek mümkün değil. Biri azalıp diğerleri artsa karmaşa olur. İnsanda nefes gayet güzel olup, akıl yeterince amel işlemeyip aşağıya düşse, amel için gerekli fiillerin yerine getirmese, kalp de bu akılla beraber aşağıya döner, insanda olayları anlamak ve kavramak mümkün olmayacak bir cihete gider, gönül anlamaz olur, anlamayınca ağlamaz olur, ağlamayınca Rabbine ulaşamaz olur. Ne zaman ki akıl düşse, nefes, akıl yükselse de, nefesle kalp aşağıda kalsa, bu durumda insan her şeyi materyalist bir bakış açısıyla, maddeyle karşılaştırarak, miktarını ölçme derecesinde çaba sarf ederek bir yerlere koymak ister. Heyhat, gönül madde kabul etmez ki nihayetinde onu da reddeder. İnsan elde ettiği şeyi de elde ettiği haliyle de memnun olamaz, memnuniyetsizlik başlar. Bu yüzden nefesin hakkını vermeyip kalbin hakikatiyle bunları bir dengeye getirmeyerek aklı üstün tutmuş olanların bu dünyada hakiki ve ruhani bir tatmine ermeleri katiyetle mümkün olmadığından onlar hep her seferinde bir başka şeyi eleştirerek yerin altına sokmaya gayret ediyorlar. yerin altına sokmaya gayret ediyorlar. Ehli beytin nidasına bakınız ki onlar ifrat ve tefrit hareketlerinin ifsad edici münafık kisvelerin tamamen dışında, onları adam edebilmek uğrunda adam olmayanları adam etmekle mücadele ediyorlar ki onlara takdir edilmiş emanetin farkında olunsun. Böylelikle mücadele etmeye ne gerek kalır? Onların etrafına gidecek gençler artık gitmez olsa, artık o gençler ehli beyti tanıyor olsalar, kendilerine takdir edilmiş nefesin, aklın ve kalbin üstünlüğünün farkına varsalar, bir daha bu boş tencere, bu boş ağızların önüne gidecekler mi? Hayır. Bedbaht bir sondan kurtulabilmek için bunların bir teraziye getirilmesi, dengeli olması gerekiyor ki, içine koyacağınız ve birazdan bahsedeceğimiz emaneti taşıyabilir bir cihette olsun. Efendim ne zamanki kalp üste çıksa, nefes ve aklın üstünde olsa, işte bu durumda da insan kendi ahvalini diğerlerinden üstün görür, hatasız olduğunu düşünür, hep başkaları yanlış yapıyor, ben doğru yoldayım zanneder. insanı öyle tuhaf bir hale büründürür ki, binbir güzelliklerle özene bezene uğraşıp, günlerini gecelerine harcadığı tesbihatı onun başına dert olur, illet olur. O halde seyidimizin her dem tekrar ettiği, aklın, nurun ve temkinin hakikatiyle insanda teraziye gelebilmesi, hakikatiyle insanda teraziye gelebilmesi, nefes, akıl ve kalbin tek bir çizgi üzerinde birbirlerini dengede tutacak, o teraziyi ayakta tutabilecek kabiliyette olması gerekir. Nefes bu saatten sonra bazı noktalarda diğerlerinden üstün geldiği anlar olur, bu üstünlükle beraber bu terazi yavaş yavaş üçlü bir sistemde ayağa kalkmaya başlar. Yani bir üçü yan yana geldi teraziye sonra yavaş yavaş üçü yukarıya doğru kalkmaya kalktığını düşünelim. Yani zincirleri kuvvetlendirdiğimizi. Hani basküllerin de birer kaldırma ağırlığı vardır ya. Hem terazide dengede olmaları gerekir. İlk bölümde bunu anlattık. İkinci kısımda ise şuraya geliyoruz. Dengede olması güzel, hoş, ehli, imanlı olması gereken hali ancak şimdi üzerine koyacakları taşıyabilir hale gelmesi lazım. Kimi basküller var gram taşıyabiliyor mutfaklar için üretilmiş. Üzerine 2-3-5 kilo bir şey koymaya kalkarsanız tartı kırılır. Kimisini görürsünüz yollarda dükkanların içinde 500 kilo kaldırır. Üzerine bir kamyon takmaya kalksanız mümkün değil. Onun için koca otobanların kenarlarında görmüşsünüzdür. Kamyonları taşımak için bir tartı lazımdır. Ama dikkat her birisinin dengesi vardır. Zabıta gelir, memur gelir. O dengede değilse tartı yanlış tartıyor kardeş. Başkasına zarar verme denir. Efendim böylece yükselen bu nefes kaldırma kapasitesi cihetiyle hakkı dünyaya beyan etmek için artık görevine hazır ve nazırdır. O nefes, nefesle söylense hak olur, haktan olur. Sözü hak ile beyan olur. geniş bir kaldırma kapasitesi, hani zaman zaman seyidimizin trafonun büyüklüğü olarak izah etmesiyle birbirine özdeş anlamlar taşımaktadır. Madem ki böyle oldu, gönlü anladık. Bir nefes, bir akıl, bir kalp terazide olacak. Nefse emmareye karşı, onun teyakkuz ve saldırılana karşı her an uyanık olacak, kendisini diri tutacak ve her zaman kabahati kendinden bilecek vs. vs. ki tasavvuf derslerimizde beyan etmiştik. Şimdi dönüp şu noktaya gelmemiz lazım. Bu emaneti sınırlayan şey başından beri ifade ettiğimiz üzere, ne üzerineydi? Nefis üzerine. Madem ki emaneti sınırlayan, insana çünkü Cenab-ı Hak, bir nefayı ilahi verdi, bu Hz. Adem'den insanlara emanet olarak aksetti, emanet olarak geldi. Madem ki bizlere, tabi ruhlar alemin bütünü bu nefeste kayyumiyet kazanıyor. Yani kayyumiyet dediğim canlılık kazanıyor. Canlılıkta kayyumiyet başı sonu belirlenmiş olan bir hayattır. Dünya hayatının dışını da kapsar. Hayat sadece dünya hayatı olarak adlandırılır. Hayatın kayyumiyeti derseniz kayyum olan Hazreti Allah'ın bizi bir başlangıç noktasında yaratıp cennete taşıyacağı o noktaya kadar götürmesi manasında geliyor. O yüzden maddenin kayyumiyeti bu noktada nerede biter? Mahşer yerine gelir. Orada şehadetini verir. Konu kapanır. Zaten eğer orada ayrıca yaratılmamışsa ki hepsi oralarda yaratılıyor ama genel itibariyle söylemek gerekirse dünyanın sonuyla beraber dünyaya dair olanın da sonu geliyor. Madem ki böyle bir durum var o halde bu emaneti anlayıp bu içteki hakikati fark edip her insanın Rabbi ile olan iletişimini ortaya koyacak olan o sim karnın kilidini açacak olan anahtar bir başka gönüllüdür. Neden böyle olduğunu sual etmek gayet tabidir. Çünkü bugün dünyanın farklı yapılarında ülkemizde ne yazık ki tasavvufa karşı düşman olanlar, ehlibeyte karşı düşman olanlar her seferinde ne demekmiş canım gönülden gönlüne aktarılması bu işin olur mu böyle bir mantık deseler de. Unutulmayacak şey inşirah suresidir. Unutulmayacak şey Kur'an-ı Azimüşşan'ın indirildiği yerlerdir. Kalptir, kalp mekanıdır. Şimdi burada insanın eğer anahtarı kendinden olsa, kendi evinin kapısını kendi açtığında nasıl ki orası benim evimdir diyor, bir süre sonra kendini üstün bilmeye başlayacaktır. Çünkü açmış olduğu kilidin arkasından şayet emanete kendi eliyle ulaşsa, gönülden gönüle aktarılan bu hakikatin bir anahtar teslimi olduğunu bilmese, o büyük gönüller olmadıkça Rabbini hakkıyla alması mümkün olamayacağını bilse ve ne yazık kendini üstün bilecektir. Kendini üstün bilmesi ise artık şeytandandır. Allah Resulü işte bu hakikate karşı ehli imanı bu ve buna benzer hakikatler uğrunda şeytanın bir he ve hilesi nihayetinde bu teraziyi bozacak, bu teraziyle hasıl olacak büyük hikmeti ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Ortada olan asli vazife-i ilahi emaneti ilahiden doğar. Kişi ne işe yarayacağını kendisi bilemez işte bu yüzdendir. Çünkü kalp ne kadar geniş, akıl hangi mevziye uçabilecek, nefesi nereye kadar yetebilecek. Bir teraziye gelse bu terazi üzerinde kaç kilo kaldırabilecek. Bunu ancak daha önce bunu yaşamış ve üzerindeki emanetin farkına varıp yükü omzuna almış olan bilir. Bunu bilmesinden gayet doğan ne var? İnsan bir başkasını görünce heyecanlanmaz mı? Sevdiğini, yıllarca görmediğini, annesi, babası, kardeşi yıllarca görmemiş olsun, eşini, çocuklarını. Sakin bir gününde bir telefon çalar. Derler ki gel kardeş. İşte nasip oldu 10 yıldır göremiyorsun. Kardeşinle görüştüreceğiz seni. Ne bileyim işte bir yerdeydi bir başka ülkedeydi. Geri dönüyor bugün uçak bileti aldılar. Bir anda kalbiniz çarpmaya başlar. Çünkü gönlünüz o hatıraya döner, onunla yaşadıklarını hatırlar, nefes hızlanır, kalp çarpar, akıl şimdi oraya yetişmek için hangi araca binmem lazım? Ne yapıp da en çabuk halimle oraya gitmem lazım? Onun beni en güzel halimle görmesi için ne yapmam lazım demez mi? Dikkat et. Dünyevi bir mesele. Dünyaya ait bir değer. Çok önemli bir şey ama dünyaya ait. Yıllarca görmediğin kardeşini görmeye gidiyorsun. Bundan haber aldığın andan itibaren nefes değişiyor, kalbin atışı değişiyor, aklın çalışma biçimi değişiyor. Akıl o gün belki sana çok önemli 3-5-10 tane iş yazmıştı, hepsi kapatılıyor, bugün hiçbir iş yapmıyorum, 10 yıldır görmediğim kardeşimi görmeye gidiyorum deniyor. Akıl da bir başka yere dönüyor. Şimdi ey hakikati arayan adam, ey hikmetten bir parça isteyen adam, dünyaya ait olan bir insan aklını, kalbini, nefsini, nefesini nasıl değiştiriyor ve sen ne şeytan ne nefis dinlemeden oraya doğru nasıl koşuyorsan, Rabbini de sana hatırlatacak bir telefona ihtiyacın yok mu? Rabbini de sana hatırlatacak bir nida ve sese muhtaciyetin yok mu? Gel bugün o gündür. Gel Rabbini anma günündür. Gel Rabbinle her dem olma günüdür bugün. Gel zikir meclislerinde Allah demenin günüdür. Gel beraberce Rabbimizi zikretmenin, onun da bizimle beraber olduğunu bilmenin günüdür bugün. Gel Allah Resulünün cennet bahçesi dediği yerde, onun kokusunu alabilme ihtimalidir bugün demek değil mi? O her meclise gelmez mi? Gelir. Erbab-ı hakikatin meclisi Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam olmadan açılır mı? onun kokusunu alacak burunlar onu hakikat hikmet gözüyle görebilecek basiret gözüyle görebilecek imkanlar nasibi müesser eylesin. Efendim işte bu sebepledir ki nefsimizi ezebilmek için bu nefes bu kalp bu akıl için bir başka gönle muhtacız. Oraya talebe olmaya muhtacız. Biz muhtacız. Anahtar başka gönülde. Sen arıyorsun bunu çarşıda, pazarda. Rabbim boş yere gezdirmesin bizleri. Bulmuşken ayırmasın o gönülden bizleri. Rabbim o gönülde anılanlardan olmayı nasip eylesin bizleri. Rabbim o gönülde anılanlardan olmayı nasip eylesin bizlere. Seyyidimizden ayırmasın bizi. Hakiki talebe kılsın. Nereden geldi bu hakikat? Nebe suresi 7. ayet-i kerime Estaizu billah vel cibale evtade ve dağları birer kazık sonraki ayetin beyanatıyla kıldık. Dağları da kazık olan kılan Hazreti Allah kelimesinde harfi vavında bir emanet vardı. Zira o emaneti ilahiydi. Nefhi ilahiyeyi dağlar kabul etmedi. Dağların kabul etmediği insana nasip oldu. Bu insanın cehaletiydi. Cehaletten kurtuluş bir başka gönülde muhabbetle mümkün. Rabbim o muhabbetten ayırmasın bizleri. Rabbim o hakikatle bir ve beraber kılsın bizleri. Hayırların Fethi Şerlerin Defi Ümmet-i Muhammed'in Sağlık, Sıhhat Ve Afiyetleri İçin Seyidimiz, Ailesi, Evlatları Bütün Ümmet-i Muhammed'in Hayırla Bir Ve Beraber Olarak Gençlerinin Taşıdığı O Sancaklar Altında Kelime-i Tevhid Sancağı Altında Hizmet-i tevhid sancağı altında, hizmet-i ilahide, emanet-i ilahiyeden haberdar olarak hareket etme niyetiyle. Allah rızası için, El Fatiha. İki cihanperveri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin ruhlarına, Hz. Ebu Bakr'ın, Omer'e ve Osman'a ve Aliye Efendimizin ruhlarına, Şühed-i La-i Bedir, Şühed-i Uhud, Şühed-i Kerbela'nın ruhlarına, Ashab-ı Bedir ve Ashab-ı Uhud'un ruhlarına ve Kâf-ı İman-ı Ruhlarının ruhlarına, El-F Fatiha. Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevhe Efendimiz'in ruhlarına. Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına. Gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidilerin ruhlarına. 12 imamın ruhlarına ve kafili İslam ervahının ruhlarına. El Fatiha. Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceilani Hazretlerinin ruhlarına, Sadat Kadir'in yedeme Sadat-ı Muhammediyeden gelmiş geçmiş mümin müminat müslüm müslümatın ruhlarına ve kafi ehli İslam ervanların ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz Mürşidimiz Peygamber Efendimizin ince tanesi Seyyid Muhammed Ruhi Hazretlerinin ruhlarına. Seyyid Muhammed Ruhi Hazretlerinin Ruhlarına Ailesinden Akırete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Müritlerinden Akırete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Şüheday Çanakkale Şüheday İstanbul Evliya-i İstanbul Ruhlarına Cabir Bin Abdullah Hazretlerinin Ruhlarına Eyyubel Ensari Hazretlerinin Ruhlarına Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza Efendimize Ruhlarına ve Kâfili İman Ervanı Ruhlarına Şühedanın serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafili iman erbanının ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Hazreti Allah, Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali kerramallah ve cehu Meded ya Gavsazam Abdülkadir Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izniyle Seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısında Allah nasip etti bu haftada yine Baba Ali derslerinde beraberiz. Rabbim yüz yüze bu sohbetlerini yerine getirmeyi, Rabbim hep beraberce yeniden zikrullah meclislerinde bir arada bulunmayı bizlere nasip mümessir eylesin. İnsanların bu geçen zaman dilimi içerisinde koronanın vesilesiyle eldeki imkanları zamanında ve hayırına kullanmayınca geri getirmenin zaman içinde mümkün İzlediğiniz için teşekkür ederim. Nebe suresinin 8. ayeti kelimesinde Ezvacen kelimesinde Halfi Vav'dan doğan bir ilimden bahsediyor olacağız Bağbali dersinde. Bağlılığın ilkelerinden bahsedeceğiz. Bağlılığın ilkelerini anlamak için ve doğru bir noktada ele alabilmek için öncelikle bir hakikati örten başka bir belayı def etmek lazım. Çünkü genel itibariyle bugünlerde ilmiye dünyasında yapılan en büyük hatalardan bir tanesi, bir kavramın kendisini insanların ihtiyaç olduğu noktada anlatırken ve ifade ederken o kavramın üzerine örten, o kavramın etrafına gelip, o kavramı lekelemeye niyet etmiş olan unsurları belirtmiyor olmaları. Kah bilinçsizlik bilgisizlik, kah bilinçli bir hareket, kah insanların şimdi o noktaya bakmaya ne gerek var düşüncesi veya bir korkaklık neticesi. Dolayısıyla eğer bir yerde siz iman hakikati ya da iman hakikatinden bir bağbı bir alanı anlatıyorsanız, o alanı örten, kapatan, oraya giden, o hakikati size hatırlatan değeri ortadan kaldırmaya yönelik nefsani, şeytani insanlardan olup şeytani hayal süren münafık ve kafirlerin de yapmış olduğu bela ve desisleri çok açık ve net bir dille ibarelendirmeniz gerekiyor ki oraya gitmeye niyet etmiş olan genç kardeşlerimizin ve bütün ehli İslam'ın o yönelimini engellerini de ortadan kaldırabilelim. Zira bir insan yol açmaya niyet edip o yolu açarken aynı zamanda hedefine ulaşmak için giderken, aynı zamanda hedefe doğru giderken, önündeki çalıyı, çırpıyı, taşı, her türlü o yola engel olan mahiyetteki her unsuru ortadan kaldırması gerekir. Yeri gelir o yolu açarken önüne büyük bir taş çıkıp orayı dinamitle de patlatması gerekir. Şu futaat ki, yollara çıkan dinamitleri de bir bir farklı vesilelerle patlatarak hakikatin anlaşılması için önce gayri hakiki olanların da ortadan kaldırılması vazifesini üstlenmiştir. Zaten bu vazifeyi ancak ve genellikle ehli futuat beyan eder. Diğerleri yolun sonunda size ulaşacağınız yerde ulaştığınızdaki durumu anlatır. Yani şöyle bir yemek var bu dağın tepesinde. Şöyle lezzetli bir meyve var. Şöyle lezzetli bir bitki var. Oraya ulaştığımızda onu yediğimizde şifa bulacağız der. Hakikat bu doğrudur. Ancak ehli futuat o yola giderken öncelikle önünüze susadığınızda bir su çıkacak o su zehirlidir veya vücudunuza zarar verip der bunu demekle kalkmaz gider kaynağından önce orayı kurutur. Bu yolculukta önünüze bir taş çıkacak etrafından dolaşmaya kalkarsanız tepe taklak yuvarlanıp gidebilirsiniz biraz zaman ve vakit harcayın şu taşı patlatın demektedir. Bu yüzden ehli futuatın aldığı yol diğer ehli İslam'ın ulemanın her devirdeki o taş ve o kaynayan pislik sularını engelleme vazifeleri decek olan kötülüğü bilendir. Kötülüğü bilebilmekse ehli futuatla mümkündür. Çünkü o yarını size ibarelendirendir. Yarını bilmeyen bugünün kötüsünü bilir. Ancak ehli futuat bugünün iyi görüneninin yarına bir bela ve musibet olabileceğinin farkındadır. O bela ve musibeti daha bugünden kökünden kazamaya niyet eder. Onu kalemiyle, kelamıyla, hayatıyla, fikriyle, hizmetiyle ortaya koymaya mükelleftir. Bu yüzden ehli futuatı ehli ulemadan ayıran en temenni nitelik budur. Bu yüzden ehli futuat hem bilim dünyasında hem siyasal düzlemde hem ekonomik alanda hem matematikte hem fizikte hem kimyada hem biyolojide bütün bu saha ve alanlarda aklınıza gelen ve gelmeyen her unsur üzerine fikrini beyan etme rahatlığına değil mükellefiyetine sahiptir. Onunla mükelleftir. Çünkü din-i mübin içerisindeki bir hakikati beyan etmek için yeri geldiğinde önce etraftaki pislikleri temizlemekten mesulüz. O mesuliyeti seyidimiz yürütüyor. Elhamdülillah bizler de o mesuliyeti yürüten o büyük zata talebe olmaya gayret ediyoruz. Rabbim nasip mümessere eylesin. Efendim bu girizgah ile bağlılık yolunda, bağlılığın ilçelerini anlatırken, bağımlılıkla birbirine karıştırılan bu mevzuyu ortaya koymak lazım. Çünkü bir insana bağlılığın kıymetini ve önemini, onunla beraber oluşan değer yapısını, o değerden ortaya çıkan ana çözümlemeyi anlayabilmemiz için, o çözüme ulaşabilmemiz için yola çıktığımızda karşımıza bugün bağımlılık üzerine büyük sözler söyleyen psikologları, sosyologları yahut sözüm ana bir gazetenin herhangi bir köşe yazısını görebiliyoruz. Hatta bu konuda acayip kitaplarda yazılıyor. Bizler de biiznillah şu anda Eylül ayından itibaren o çalışmalarımıza hız verdik. Hem tıbbiye tarafında hem Kadim Bilimler Merkezi üzerinden Allah nasip ederse aile üzerindeki çalışmamızın sonuna geldik. Hem çocuklarımıza masallar, hem dahi çocuk yetiştirme programı hem de ailelerin eşlerin yaşamları bu yaşamlarındaki ihtiyaçları büyük kalın kitaplar şeklinde değil, konu bazlı hedefe dönük, çözüme yönelik bir külliyatı futuattan inşallah beyan ediyor olacağız. Sizin dualarınızla, sizin muhabbetinizle efendim. Şimdi bağımlılık meselesini iyi bir anlamamız lazım. Çünkü bugünlerde ne diyorlar? Kimseye bağımlı olmayın. diyorlar kimseye bağımlı olmayın. Bizler bugün bağlılığı anlattığımız zaman da eğer geçip gidersek sizler de internet üzerinden genç kardeşlerimiz bakarsa işte anneye bağımlı çocuklar, babaya bağımlı çocuklar, devlete bağımlı, bir patrona bağımlı, başkasına bağımlı olan insanlar insanın insana bağımlılık sürecini anlatacaklardır. Ve bu sürecin her birisinde bağımlılık sürecini anlatacaklardır ve bu sürecin her birisinde bağımlılığın ne menem ne illet bir şey olduğunu da beyan edeceklerdir. O beyanatların her birisi bağımlılığı hayatından çıkarmak için çaba sarf eden insanlara yol ve yordam göstermek istiyorlar. Peki, bağımlılıkla bağlılığın farkı nedir? Bağımlılık nedir? Sorusunun cevabını verelim. Bağımlılık en temelde bugünkülerinde izah ettiği ifadeyle aşağı yukarı aynı şey ama çözümleme futuatta farklı. Bir başka insan olmasa, bir başka yapı olmasa, bir başkasının sözü, parası, imkanı, veraseti vs. olmasa ben buna mukabil kafamda tasarladığım şu işi yapamam sürecine bağımlılık diyoruz. Yani eğer babam olmasa ben iş bulamam, sosyal çevrem asla olamazdı, her şey babam sayesinde oldu. Burada ne var? Rabbül Aleminin insanın kendisine takdir ettiği rızkın ve ona takdir ettiği imkanların farkında olmaksızın ettiği rızkın ve ona takdir ettiği imkanların farkında olmaksızın babasını, annesini, onu hayra götüren bir vesile, hocasını, şeyhini vesairesini onu Rabbine götüren ve Rabbi için eğiten bir vesile olmaktan çıkartarak her şeyin tamamen onun üzerinden gerçekleştiği bilincine bağımlılık diyoruz. gerçekten gerçekleştiği bilincine bağımlılık diyoruz. Zaten bu bilinç yapısı altındaki bağımlılık sürecine de insanların gözüne gözüne sokarak ne diyorlar? Sizler şeyhlerinize bağımlı olmuşsunuz. Anne babanıza bağımlı olmuşsunuz. Bu bağımlılıklarınız sebebiyle onlardan kopamazsınız. Kendi şahsi kişisel düşünce dünyanızı oluşturamazsınız. Bu sizin şahsiyetsizliğinizdir. Bu şahsiyetsizliğiniz sebebiyle hem kendinize hem ülkenize hem etrafındaki insanlara birer örnek olarak zarar vereceksiniz. En büyük zararı da siz göreceksiniz diyorlar mı? Aynen böyle söylüyorlar. Aynen böyle söylüyorlar. buna, anlayışına, düşüncesine enjekte etme yolculuğudur. Yani kişi örnek verirsek paraya bağımlıdır. Aslında bütün talebi paradır. Bu parayı 18-19 yaşındayken kendi imkanlarıyla kazanamayacağını görür. Babasında ise parayı ve imkanı görür. Babasının babalık kisvesini kullanarak ona babacığım diyerek ona hayırlı bir evlat gibi gözükerek babasının parasını kullanmak adına onu vücuduna enjekte eder. Onun cebini kendi cebine ortak etmek adına her şeye eyvallah edecek pozisyona kendini getirir, işte bu ana bağımlılık denir. Veya kişi Rabbül Aleminin huzurunda, onun istediği ve arzu ettiği bir kul olmak yerine, kulların kendisine kulluk yapmasını talep edip, kendisini de bir yerlerde manevi üstünlükler adı altında, Kendisini de bir yerlerde manevi üstünlükler adı altında maddi imkanlara kavuşma arzusu doğar. Yani şeyhlik hayaline kapılır. Sonra karşısına o mürebbi bulduğunda ondan bu imkanı alabilmek adına onunla beraber olabilmek için. Tabi o hakiki şeyhler bunların hepsinin farkındadırlar olmasalar mümkün değil. Ancak karşı taraf böyle düşünür ve yola çıkar. Peki bu bağımlılığa götüren süreç sadece menfaatler midir zannediyorsunuz? Hayır. Buradaki en büyük meselelerden bir tanesi kibirdir. Bir tanesi kibirdir. İnsanoğlu kendi adını gerçekleştiremediği kibriyatı başkasının üzerinden gerçekleştirebildiği yerde bağımlılık hasıl olur. Örnek, normal şartlarda genç bir adam sosyal bir ortama gitse, onu kimse tanımıyor, kimse bilmiyor, henüz yeni yeni o insanların arasına dolaşıyor. Diyelim ki orası da bir edebiyat kulübü olsun. Bu genç kardeşimiz de bir bakıyor ki ya bu edebiyat kulübünde bir tane abi var. İnsanlar onun sözünü dinliyorlar. Onun daha fazla okuduğu için, daha fazla bilgi sahibi olduğu için ona hürmet ediyorlar. Ve bu hürmet karşılığında da onlar edebiyat kulübünde bir üstünlük sağlam ediyorlar. Ve bu hürmet karşılığında da onlar Edebiyat Kulübü'nde bir üstünlük sağlamışlar. Ama üstün olmak adına değil, memlekete hizmet etmek için veya o konudaki çözümleri yerine getirmek için. Şimdi çocuk kibirliyse aynı şeyi kendisi yaşamak ister. Bunu yaşayana yapışarak o duygusunu tamamlamak ister. Yani bir bakarsınız ki genellikle olan olaydır bu. Normal şartlarda böyle gidip gelir, orada bir tanesini o önderlerden birisini kendisinin gözüne kestirir. O kapıdan içeriye girince hemen onun arkasına takılır. Sürekli onun yanında oturur görürsünüz ama sürekli. Hep onunla, hep onunla. Ama sürekli hep onunla hep onunla yani bir zaman sonra insanların sanki onun yanında olduğu için ona ihtimam göstermesini beklerler. Hemen en yakınındayım benim aslında ona en yakın olan benim. Sizler benim kadar yakın değilsiniz ama buradaki tabir o sevgi ve muhabbetten gelmez, kibirden gelir. Çünkü hakikat bağlılık üzerindedir, bağımlılık değil. Öyleyse bağlılık yolunda iki tane büyük problemimiz varmış. Birinci problemimiz kibir, ikinci problemimiz ise menfaatlermiş. Dünyevi ve bazen de uhrevi gibi görünüp kendisi yine dünyevi olup uhrevi ikisveyle örtülmüş olan menfaatler. Bu iki taşı, bu iki problemi, bu iki zehri ortadan kaldırmadan bağlılık söz konusu olmaz. Çünkü bağlılık dediğimiz unsur ne olduğuna bakacaksak eğer şununla karşılaşıyor olacağız. Ağırsızındakinin de ihtiyaçlarını giderip sonra bunlardan da vazgeçip tamamen ihtiyaçlar ötesi bir ilişki kurma biçimine bağlılık denir. Bu şöyle ifade edelim. Daha kaba tabirlerle ifade edelim daha iyi anlaşılsın. Şimdi insanlar evleniyorlar. Bu evliliğin pek çok sebebi var. Aile ile ilgili kitaplarımızda bunların detaylarına bir izinle gireceğiz. O zaman da genç kardeşlerimizi hem şaşıriyorlar. Bu evliliğin pek çok sebebi var. Aileyle ilgili kitaplarımızda bunların detaylarına bir izinle gireceğiz. O zaman da genç kardeşlerimizi hem şaşıracaklar hem de gerçekten evlilik nasıl oluyor da bu kadar bozuluyor çözümleyecekler ve bir izinle kendi evlenmiş kardeşlerimizde kendi hayatlarında bir çözümler silsilesiyle karşılaşıyor olacaklar. Pek çok sebepler olmakla beraber temel niteliklerden bir tanesi. Yanlış anlamayın. Evlilik cinsel hayat için yapılmaz. Ama evliliğin temellerinden bir tanesi cinsel hayattır. Eşler hayır yolu üzerine Rabbül Aleminin isteği emri, Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselamün sünneti seniyesi, ehli beytin yaşamı üzerine cinsel hayatlarını sürdürmek üzerine evlenirler. Bu evlilikte her iki tarafında beklentisi vardır. Bu beklentiler eğer karşı tarafında beklentilerini yerine getirerek devam ederse bağlılığın temeli oluşur. Bir zaman karşı tarafında beklentilerini yerine getirerek devam ederse, bağlılığın temeli oluşur. Bir zaman sonra eğer bu gerçek bir bağlılıksa, nihayetinde o bağlılıktan çocuklar hasıl olur, anne ve baba artık çocuklarına onları iyi yetiştirmek için bir mücadeleye girişirler, kendi istek ve taleplerini rahatlıkla öteleyebilirler ki bu öteleme bağlılığın hakiki ve doğru bir manada gerçekleştiğini bizlere gösterir. Eğer taraflar sadece kendi menfaatlerinin yerine gelip kendi tatminlerinin en zirve noktaya ulaşmasını hedeflemişlerse, nihayetinde de o hedeften ufak sapmalar sonucunda birbirlerine aldattıkları, birbirlerine aldatamıyorlarsa birbirlerine de zarar verdikleri görülür. Buna benzer evliliklerde, taraflardan birinin kibirli veya menfaati uğrunda bir yola çıktığı da çok net bir şekilde görülür eğer perdeleri kaldırabilecek birisi olursa. Şimdi bizler kadınların erkeklere bağımlılığından bahsederken kadınların erkeklere bağlılığından bahsediyor olsaydık ve bu bağlılığın taraflarının bir ip üzere birbirleriyle gönülden gönüle bir ilişki kurabildiklerinin temelinin ancak böyle olabileceklerini bu futuatta olduğu gibi izah edip onu da o şekilde yetiştirebilseydik insanların birbirlerine olan bağımlılıklarının yine insanların kendilerinde hasıl olan problemler sebebiyle olduğunu görünce insanın önce kendisini düzeltmek zorunda olduğunun farkına varabilirdik. Aynı bağlılık ilkesini Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam Efendimiz'e biat eden ashab-ı ikram ondan sonra Hulefay-ı Raşin, ondan sonra Ehl-i Tarih üzerinden devam eden yolculukta hakikat edenlerini de görüyor muyuz? Evet. Peki bakalım şimdi bu bağlılık ilkeleri veya bağımlılık gibi bir problemi nasıl yaşıyoruz? Eğer bir insan dünya hayatında yaşarken kendisinin bedbaht, sonunun zor, ölümün yakın, dertlerin çok ama dünyevi dertlerin geçici, hakiki derdin bir İslam davası olduğunu bilirse ihtiyacını gidermek için, şimdi bir ihtiyacı gördü adam Dedi ki benim Bir nefsim var Benim bu nefsim Beni bu İslam davasından alıkoyacak İman terazisinden çıkartacak Bunun için mücadele ediyor Yapmak istediklerimin yerine Başka şeyler koyacak Beni minvali bozuk bir yola sokacak Sıratı müstakimden şaşırtacak, öyleyse benim bir mürşidi kamile ihtiyacım var. Bu ihtiyaca binaen arayışa geçer, zaten Rabbül Alemin ona, ta kalü beladan bu hakikat hasıl olmuştur. Dualar her şeyi değiştirmekle beraber, bunu hep kayıt altında tutmak lazım. Tevhid Hoca'ya kader sayısını mutlaka okuyunuz bu noktada. Bağlılık hasıl olduğu andan itibaren karşındaki şeyhin senin bir eğiticin olduğunu bilerek hareketi geçtiğin andan itibaren bağlılık olur. ilerek hareketi geçtiğin andan itibaren bağlılık olur. Zaten Rabbin, Rabbimizin bu bağlılık üzerine tecellisi her bir mürşid ile mürid arasında farklıdır. Şimdi bazen diyorlar ki, ya diyorlar herhalde şeyhimiz bizi unuttu. Bizimle onun arasında bir muhabbet vardı, bir ilişki vardı. Böyle bir gönülden gönüle gönlümüz titrerdi. Şöyle olurdu, böyle olurdu. Şimdilerde olmuyor galiba unutulduk mu acaba? El cevap. Her insanın bağlılık üzerine oluşmuş. Şimdi bak burayı çok net belirlememiz lazım. Bir ilişkide iki ihtimal var. Ya bağlılıkla ya bağımlılıkla oluşacak. Eğer anlattığımız üzere kişinin kendi eksiğiyle arayışından doğup Rabbin izni inayetiyle bir mürşidi kamile vardıysa adam onunla kendi arasındaki ilişki şimdi bir iplikçik oluşuyor mu? Evet. Bu ipi bu bağı yaratan kim? Allah-u Zülcelal. Kalpleri birbirine sevdiren ısındıran kim? Allah-u Zülcelal. Öyleyse buradaki değer kadar, buradaki kişinin bağlılığının niteliği kadar Rabbimizin her mürşid ile her mürid arasındaki bağı ayrı bir tecellisi var mı? Var. Öyle var ki her bir bağ aslında bir Esmaül Hüsna üzerine gider. Bu bağlılık ilkelerinde Esmaül Hüsna tecellileri olarak apayrı bir ders konusudur. Yani mürşid ile mürid arasında bazen sabit bir esma vardır, bazen değişken bir esma vardır ama her bir esma-i şerifenin tecellisiyle o bağlılık devam eder. Dolayısıyla eğer bu esaslar üzerine bağlılık hasıl olmuşsa sen şeyhinden uzaklaşabilme imkanın zaten yoktur. Senin nefsin sana onu öyle gösterir. Senin fikrin onu öyle zannettirir. Her şey göz göze diz dize olmak bambaşka tabii ki ama her şey bununla bitmek bilmez. Ama şayet iş bağımlılıktan hasıl olduysa yani kişinin şeyhinin manevi üstünlüğünü etrafa o üstünlükle hava atabilmek adına yapıldıysa kişinin kendisinde bir ihtiyaç görmeyet varken senin gidip bir yerlerde olman lazım. Çünkü oralarında sana ihtiyacı var dediğinde hemen böyle bir nefis kabarır. Bu kabarıklıklı adam der ki ya benim bir derneğe bir vakfa bir şeyh'e gideyim de elimdeki bu kabiliyeti önüne sereyim. O da beni kullansın. Ben de davama hizmet edeyim. Görüntü de hoş. Ama içinde kibir var. Ucuba dayalı bir kibir. Ucu börtmüş burada kibri. Bu noktadan itibaren şeyh ile kendi arasında ne olur? Bağımlılık. Bu bağımlılık nereye kadar gider? Şimdi bu bağımlılık da bir ip ama nasıl bir ip? Çürük bir ip. Çürük bir ip neyle çürüdü? Senin kendi fikrinle. Senin fikrin neydi? Bende bir kabiliyet var çünkü derviş kendinde hiçbir şey görmeyen adama denir. Derviş olmayan kendinde bir şey bilir. Ben bununla hizmet edeceğim diye kendini kandırır. Bu ne oldu? Çürük bir ip. Gitti şeyhin kapısına bağlandı, biat etti. Ama bağlılık değil bu. Görüntüde bağlılık, hakikatte bağımlılık. Nereye kadar? Şeyhi onu kullanmayıncaya kadar. Hani hakikaten şeyhlerin de her birisinin kendine has insan yetiştirme usulü vardır. O da kendi üzerlerindeki Esma-ül Hüsna'nın tecelli babından değişiklik gösterir. Başladı eğitmeye. Hani seni o minvalden, bağımlılıktan çıkartıp bağlılık hakikatine doğru götürmek üzere beyan etti. Dolayısıyla o beyanatı çerçevesinde seni yetiştirmeye niyaz etti. O yetiştirme çerçevesind seni yetiştirmeye niyaz etti. O yetiştirme çerçevesindeki hakikatle yolculuk başladı. Şimdi bakıyorsunuz ki o yolculuk içerisinde insanın şeyhinden beklediği şey hasıl olmayınca diyor ki mesele kapanmıştır o zaman herhalde. Çünkü şevkler bakıyorlar ki olmadı, olmadı, olmadı. Bir de bıraktıkları zaman artık bir yerde görev vermedikleri zaman veya kendi beklediği şey hasıl olmayınca bir bakarsanız bir daha ortalıkta yok adam. Sebep? Bağlılık değil ki o bağımlılık. Bağımlılık kötü bir şeydir. Ama bağımlılık karşı tarafın tahakkümatıyla değil. Yani başından beri anlattığımız gibi annenin, babanın, idarecinin, şeyhin bir baskı rejimi mantığıyla değil, ona gelen kişinin kibri ve menfaati neticesinde gelen kişinin talebiyle oluşan bir ilişki biçimidir. Unutmayın ki dünyadaki bütün ilişkileri tarafların kendisi kurgular. Hangi tarafın elektrik voltajı yüksekse ya da hangi tarafa bu noktada farklı bir imkan verilmişse o taraf ağır basabilir. Ama bütün ilişkilerde yaşanan süreçlere de bizler konuyu kendimizden aramak zorundayız. Yani sual şu. Evimize kadar elektrik gelmesini sağlayan büyük bir şirket var değil mi? Her ilde farklı. Büyük bir şirket var. O bizim evimizden kapısına kadar elektrik getiriyor. Biz de onu aldık iç İçeriye girdik. Kablolar döşendi. Kalktı televizyona bağlandı. Radyoya bağlandı. Aletlere bağlandı. Günün birinde aletin biri çalışmadığında. Sizin ilk sözünüz elektrikler mi gitti oluyorsa sizde problem var. Çünkü elektriklerin gitmediğini çabuk hisseder insan önce. Önce alete bakarsınız. Alette bir arıza mı var? Niye? Şirket büyük çünkü. Onda elektriğin gitmesi daha zor bir ihtimal. Genel anlamda söylemek gerekirse. Aletin bozulması daha büyük bir ihtimal. Buna rağmen ara kablonun bozulması başka bir ihtimal. Ama süreç içinde gidersiniz oraya. Dolayısıyla bağlılıkla bağımlılık arasındaki bu ince çizgiyi netleştirmeden bizler ne yazık ki bağımlılık neticesini kendimiz oluştururken bir bağlılık üzerine hayat sürdüğümüzü zannediyor olabiliriz. Öyleyse bağlılığın temel ilkesi öncelikli olarak bağımlılıktan vazgeçmiş olmaktır. Elbette ki bu ilke yeterli değil. Bunun devamında yedi ilkemiz daha var. Ama Allah nasip ederse onları kitapta beyan ediyor olacağız. Efendim bağlılık ilkesi nereden çıktı? Nebe suresinde ve ve Efendim bağlılık ilkesi nereden çıktı? Nebe suresinde Ve sizleri çift çift yarattık diyen Hazreti Allah'ın Ezvacen çift çift kelimesinin halfi vavından doğdu. O halfi vav mutlak surette başındaki elif ve sonrasındaki elif ile bir illet ve bir rahmetle beyan olundu. O harf ilişkisinde inşallah hakikatte beyan etmeye beyan etmeye gayret edeceğiz. Efendim hayırların fethi şerlerin defri ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için. Başta seyidimiz olmak üzere onun ailesinin sağlık, sıhhat ve afiyeti için, başta seyidimiz olmak üzere, onun ailesinin sağlık, sıhhat ve afiyeti için, haylinin fethi, şenlinin defri için, şeyhimize bağlılıkla hizmeti, Cenab-ı Hak'tan niyaz ederek, İslam davasında mücahede edenlerden olabilmeyi, Rabbimizden niyaz ederek, selam ediyoruz. Allah rızası için, El Fatiha. 2 Cihan Perveri gelmiş geçmiş mümin müminat müslüm müslümatın ruhlarına şühedai bedir şühedai uhud şühedai kerbelanın ruhlarına ashabı bedir ve ashabı uhudun ruhlarına ve kafeli iman el vahdinin ruhlarına el fatiha Hz. Ali kerramallah ve cehu efendimizin ruhlarına Hz. Ali kerramallah ve cehuve Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma anamız, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendimizin ruhlarına, gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerinin ruhlarına, 12 imamın ruhlarına ve kafirli İslam ervahının ruhlarına. El Fatiha. Pirimiz Kabsu Azam Abdülkadir Ceylani Hazretleri'nin ruhlarına Sadat-ı Kadiriyeden ve Sadat-ı Muhammediyeden gelmiş geçmiş mürşid, mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına ve kafirli iman erbahanının ruhlarına. El Fatiha. ve kâfihli iman erbâhının ruhlarına. El-Fâtiha. Seyyidimiz, Müşirimiz, Peygamber Efendimizin cittaynı Seyyid Muhammed Ruhi El-Kadir Hazretlerinin ruhlarına, ailesinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müritlerinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, Şühedâ-i Çanakkale ve Şühedâ-i İstanbul Evliyâ-i İstanbul ordularına, Allah'a emanet olun. feyli iman ervahını ruzanına El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Allah Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve cehu Meded ya Gavsa Azam Abdülkadirın izni inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Büyük İlim Sofrası Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin kapısındayız. O kapıda yine bu akşam Baba Ali derslerinde bir zamandır pek çok sebepten ötürü yapamadığımız derslerimizden inşallah Perşembe günleri aksatmadan devam etmek gerekiyor. Rabbimin izni inayetiyle bu akşam yine Baba Ali dersindeyiz. Konu Baba Ali'nin dersi olunca o mihengde o ilmin tatlılığı, zarafeti Fütuhat'ın kendi beyanatı her iklimde, her zaman diliminde, her konusuna göre ayrı bir şekil ve şemail ile kendisine beyan edebilme lütfuna sahip Rabbim içindekilerle amel edebilmeyi bizlere nasip müessir eylesin. Hikmet külliyatının ardından Bâb-ı Âlî dersleri o daha derin, daha özel, daha üst bir ders olarak bizim hayatımızda hoyratlaşmış ve gittikçe nefse emmaresinin bedbaht illetlerine tutulmuş ehli İslam'ın, bizlerin, hepimizin daha latif, daha tatlı, daha güzel hayata, kendine, Ümmet-i Muhammed'e daha iyi bir gözle bakmayı bizlere öğretiyor. Bizlere adım adım daha iyi bir Müslüman olabilmemiz için seyidimiz gayret gösteriyor. Rabbim kendisinden razı olsun, derecelerini aleyh eylesin. Ailesine, evlatlarına ve bütün mülidenle, bütün ümmeti Muhammed'e bu hayırlar üzere eylesin hepimizi inşallah. Efendim isterseniz gerek okulda, gerek işte, gerek ilimde, gerek güncel hayatımızda, gerek sosyal hayatta, gerekse sokakta, evde, her yerde en büyük problem ve dertlerimizden biridir. Dert olarak da pek görmediğimiz dinlemenin ilmini beyan etmeye çalışacağız. Yine Baba Ali dersleri kitap olmaya başlarken kitabın içinde genişletmek üzere. Hoş konuyu çok daha uzun anlatabilmek ister gönül ama hakikat insanlar biraz dinlemekten yoruluyor. Dinlemekten yorulmayanlar için Allah nasip ederse geçen hafta yapmaya çalıştığımız teknik aksaklıklardan dolayı yapamadığımız dersimizi, konumuzu, baharat yolunu Allah nasip ederse yarın akşam tekrar ediyor olacağız. Her cuma akşamı sizlerle beraber olmak niyetindeyiz. kar ediyor olacağız. Her cuma akşamı sizlerle beraber olmak niyetindeyiz. Daha uzun uzun beraber olmak karşılıklı soru cevaplar ve sohbet eşliğinde de genç kardeşlerimizle yürüyebilmek adına adım adım Cenab-ı Hakk'ın bizden istediği hayat biçimine dönebilmek için yarın akşam sizi yine diğer kanalımızda bekliyor olacağız efendim. Allah nasip ederse aynı saatte. Efendim dert bu dinlemek büyük bir dert. Herkes için kolay bir söz. Dinliyorum işte kulaklarımı diktim sana ne söylesen duyuyorum canım habire dinle beni deme. Zaten dinledim anladım da diyoruz ya. Peki anlamak mıdır dinlemek? Dinlediğimiz şeyi anlıyor olmak yeterli ve kafi midir? Yoksa başka şeyler mi gerekiyor? Dinlemeyi mi bilmiyoruz ya da bildiğimizi mi zannediyoruz? Baba Ali dersinde dinlemenin ilmi belki ilimlerin kökeninden bir kök olarak bizlere şimdi bu hakikati ifade edecek. Efendim dinlemek Baba Ali dersinin bu faslında şöyle tabir ediyor. Bir ilmi, ilim derken hayatın her aşaması bir ilimdir nihayetinde. Bize söylenmiş olan bir söz, bir başkası hakkında söylenmiş olan bir söz, bir işin yapılış biçimi, bir başka insanın bir şeyi anlatıyor olması, işin yapılış biçimi bir başka insanın bir şeyi anlatıyor olması her ne diyorsanız bir şeyi yapabilmeniz için gerekli olan bir şey hakkında karar vermeniz için gerekli olan birisi hakkında hükme varabilmeniz ya da onu anlayabilmeniz için onu sizden ne anlı ne istediğini kavrayabilmeniz için hayatta aksiyona dönük olan her ne varsa ilimle alakalı. Dolayısıyla bir ilmi anlamak, analiz etmek ve yenisini ikame adına gerçekleştirilen bir fiildir diyor Baba Ali dersi dinlemenin tanımı için. Bir fiil olarak bundan bahsediyor olması oldukça önemli. Çünkü dinlemek genellikle sadece öylesine durmak, kulak kabartmak, kulaklarıyla birisinden gelen sesi duymak olarak ifade edilir. Ancak bu yeterli değil diyor Futuat. Hakikat bu bir fiilse eğer bu sayılan 3 özelliğe göre de çünkü 3 tane özellik saydı bize dinlemek için diyoruz bir niye dinleriz bir adamı bir sözü bir kelamı birincisi anlamak için sadece anlamak için olabilir ikincisi analiz etmek için olabilir üçüncüsü ise yenisini ikame etmek adına yani siz yeni bir şey yapacaksınızdır. Zaten daha önceden bir bilginiz vardır şimdi oraya gireceğiz. Dolayısıyla bütün bu üç temel husus dinleme için gerekli olandır. Ve dinlemek bir fiildir. Madem ki bu bir fiildir öyleyse bu üç özelliğe göre baktığımızda her birisinin de bu fiilin bir öznesi ve sıfatı olmalıdır. Çünkü bütün fiiller belli bir özneye yönelim belli bir sıfatla tamlamayı gerektirir. güzel yaptı, güzel oturdular, iyi gidiyor gibi söylemlerin içerisinde bir tamlama yapıyor ve fiile tabirca ise bir yönelimde bir şekil atfediyoruz. O şekle güncel dil bilgisi ibaresiyle sıfatlar diyoruz ve o sıfatlarla dinlemenin biçimini öğreniyoruz. Ama bu biçim hangi öznenin elinde ve dilinde şekilleniyorsa o şekil ve şemail o öznenin de o halde olmasını gerektiriyor. Yani insanoğlu sadece ben demekle kalmıyor, yeri geliyor o oluyor, yeri geliyor biz oluyor, yeri geliyor bizler oluyor vs. Öznenin şekli yani öznenin de noktası bizim için bir önem arz ediyor. Öyleyse bu sıfat ve özne ile başlayalım tanımın özelliğini anlayabilmek adına. Bizim hayatımızda yaptığımız en büyük eksiklerden biri tanımlama kısmını doğru anlamıyor oluşumuz. kısmını doğru anlamıyor oluşumuz. Bakalım anlamak için sıfat olarak bize ne söyleniyor? O da şu. Anlamanın öznesi bendir, sıfatı bilgisizdir. Burada dinleyici hiçbir konuda yani bu konuda anlatılan mevzuda hiçbir şey bilmiyorsa veya bir şeyi bir kadarıylaarpmayı bölmeyi biliyor olabilir ama şimdi üstü sayıları anlatıyorlarsa bunun çarpma bilgisinin üzerine yeni bir şey eklenecek demektir. Grafik çizmeyi biliyor olabilirsiniz ama size grafik okumasını öğreteceklerdir. Dolayısıyla mevcutta bir bilginin sahibi oluşunuz. Yeni öğrendiğiniz şeyin size bir şey katacak olması hasebiyle o anlatılacak konuda bilgisizsiniz. Ve en tehlikeli noktadasınız. Çünkü burada özne ben. Özne ben olunca nefse emmare yerinde durmaz olur. Her seferinde o eksiyi anlatan şahsın gerek söyleminde gerek anlatımında bir eksi karar, bir gedi karar, bir boşlu karar, kendi geçmiş bilgileriyle onu söylemsel olmasa bile kendi aklından bir tamamlama mecburiyetini hisseder. Bu noktada Resul-i Kibriya aleyhisselatü vesselam efendimizin ashabı onu nasıl dinlemiş iyi anlamamız gerekiyor. Çünkü Kur'an-ı Azimüşşan'da çoğu yerde akledenler beyanatı var. Akledebilmek için en temelinde dinleyebilmek gerekiyor. Ama her dinleyen istediği kadar anlıyor olsun nihayetinde iman etmiyor. Öyleyse dinleme fiilinde en tehlikeli alan olan bilgimiz olmadığımız bir sahada benlik en büyük bela olarak karşımıza çıkıyor. İşte zaten bizler toplum olarak daha bu seviyede tıkanıp kalıyoruz. Çünkü benliğimiz o ana kadar öğrendiğimiz, okuduğumuz ve bu seviyeyi geçmeden daha ikinci seviye olan analiz etme, üçüncü seviye olan yenisini ikame etme düzenine ulaşmadığımız için bu dinleme düzeyinde hepsini becerdiğimizi, hallettiğimizi zannediyoruz. Halbuki dinleyen adamın bu ilimden nasibi varsa eğer, üç aşamalı bir yolculuktan geçtiğimizi pek de fark etmiyoruz. Bir yolculuktan geçtiğimizi pek de fark etmiyoruz. Bizler toplum olarak, dünya olarak birinci seviyede olduğumuzu söyleyebiliriz ekseriyetimizle. Zira herkes mutlak surette hele ki internet dünyasının gelişmesiyle beraber pek çok yerden pek çok veriyi toplayabilmenin imkanı sonucunda benliğiyle bilgisizliğini kabullenemez bir seviyede sürekli bir şeyleri tamamlamaya çalışıyor. Şunu da söyleseydi, bunu eksik bıraktı, bunu da bildiğim gibi anlatmadı, bunu da bir başka yoldan anlattı, böyle anlatmasa ne olurdu ki, şöyle konuşsa ne olurdu ki, söyle mi? olurdu ki şöyle konuşsa ne olurdu ki söyle mi ne yazık ki dinleme konusunda insanın ikinci seviye olan analiz edebilme yeteneğine kavuşmasına engel oluyor. Batı toplumlarında dahi ilmin ilerliyor oluşu bilimsel teknolojinin bir nebze daha olsa bize göre daha önde göreceli olarak gidiyor oluşu toplumsal olarak dinlemeye vermiş oldukları ehemmiyetten geçiyor. Bugün bir Avrupalı ya da batıda yaşayan bir çocuğa bir şey anlatmak isteseniz tabi ki ekstrem noktaları vardır. Genel itibariyle eğitim sisteminin getirmiş olduğu etkiyle sizi o konu hakkında hiçbir bilgi sahibi değilmişçesine dinlediklerini görüyor olacaksınız. Bazen geri döner sahabe-i ikram efendimiz, Hz. Ömer efendimizin Rasul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam efendimiz konuşurken şaşkın şaşkın bakışına dikkat kesilirdi. O Mescid-i Nebevi'de yapılan sohbetler ve hutbelerin ardından bazen Hz. Ömer Efendimiz'e gelip sorarlardı. Ya Ömer, Rasul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimiz bir şey konuşurken öyle tepkiler veriyor, yüzün öyle şekillere giriyor ki sanki onu ilk defa duyuyormuş gibisin. Biz her seferinde bazen gözümüz senin bu haline takılıyor da şaşırıp kalıyoruz. Nedir bu hal dediklerinde? Hazreti Ömer Efendimiz şöyle buyuruyordu. Ben onu her dinlemeye oturduğumda ilk defa dinliyormuş gibi otururum. Her kalktığımda ilk defa yapıyormuş gibi yaparım. Böylece her günümde yeniden tövbe eder, sanki o gün iman etmiş de dine o gün kavuşmuşum, Resulullah aleyhissalatu vesselama o gün bağlanıyormuş gibi olurum der. Anlıyoruz ki sahabe-i ikramı bizden üstün tutan bir başka unsurdur bu. Onlar bizler gibi. Ben duymuştum bunu. Tabi tabi o sünnetten haberim var. Ayet mi? Ezberimde zaten. Ya biliyorum o meseleyi geçelim demezlerdi. Deselerdi sual etmek lazım. Rahman suresinde demezlerdi. Deselerdi sual etmek lazım. Rahman suresinde Allah-u Zülcelal'in defaatle febi eyy-i âlâ-i rabbikumâ tukedzibân estaizübillah beyanatıyla o söylemeni nereye koyardı Araplar? Hele ki kafiyeler, söylem tekrarları insan bir şeyi anlamadığı için mi tekrar edilir her zaman? Hayır. İnsan dinlemediği için mi tekrar edilir her zaman? Hayır. İnsan dinlemediği için mi tekrar edilir? Hayır. Allah Resulü'nün her sözünde her bir nefse emmarenin kırılıp parçalanabilmesi için, nefse emmarenin tamamen ezilerek ümmetinin ruhaniyetiyle muhabbet-i ilahiyede devri Resulü Kibriya aleyhisselatü vesselamın yaşadığı dönemde o devirde hakikat erbaba olabilmesine niyaz ederdi. Sahabe ikramını ortadan kaldırmış olduğu, kaldırmaya gayret ettiği ekseriyetiyle bu konuda çok başarılı olmuş olanlar elbette ki o sahabe arasında ümmetin derdine koşmuşlar ve ümmeti Muhammed'i dünyanın dört bir tarafında anlatanlar olmuşlardı. Çünkü onların derdi anlatmak değildi. Her seferinde o bilgisizliklerini benliklerini ortadan kaldırdıkları için becerebilmişlerdi. benliklerini ortadan kaldırdıkları için becerebilmişlerdi. Batı toplumu benliğini ortadan kaldırmadan, sadece dinlediği şahsı bilgisizce dinleyebildiği için önemli atılımlar atarken bu ilmi bilmeseler de pek çok noktada faydasını gördüler. Benlik ortadan kaldırılmadan bilgisizce dinlenilen dinleme ilminden %50-60 oranında fayda görürsünüz. Ancak dinleyen şahıs her ne kadar bunu bilgisizce de dinlese, geri döndüğünde o benliği, o bilgisizliğini örtmüş ve kapatmış olan o bilginin üzerinde bir değere sahip olduğunu ona hatırlatınca, ne yazık ki geri dönüp kendi istek ve arzularıyla bir şeyler yapmak isteye devam eder. Kim kendi benliğinden vazgeçerse işte o günden itibaren doğruyu doğru bir şekilde yaşayabilme imkanına sahip olur ki o da doğru bir zaman demektir. Öyleyse genç kardeşim yine bir nefse emareyle karşı karşıyayız. Onu ortadan kaldırmak için mücadele etmedikçe dinleme ilminin ilk adımını atamıyoruz. Ama diyelim ki o mücadeleyle atmaya gayret ettik. En azından bilgisizce oturmak lazım. Bilmeden oturmak lazım. Girdiğin her ilim erbabı kim olursa olsun, girdiğin hiçbir mekana bilginle girmemek lazım. Efendim, günün birinde böyle büyük bir alim, farklı alimlerin sohbetlerine gider, onları dinler, onların meclisinde bulundurmuş. Kendisine hep şunu söylemişler. meclisinde bulundurmuş. Kendisine hep şunu söylemişler. Sizlerin geldiğiniz gelmiş olduğunuz şu mekanlarda sizden ilmen daha düşük bilgi seviyesi daha az bazen sizin kadar bazen sizden üstün hiçbir şey söylemeden teşekkür ederek ayrılıyorsunuz. Biz sizden bu sohbetlerde bir şey alamıyoruz. Nedendir acep diye sual ettiler. Şöyle buyurdu. Ben gelirken kapıdan içeriye girerken bilgimi dışarıda bırakıyorum. Bir bilgisiz olarak giriyorum buraya. Zira bilgimle girsem benliğim de benimle beraber girecek. O zaman nefsim beni dinlemekten alıkoyacak. Dinlemezsem öğrenemeyecek. Öğrenmekten öteye nefsime o ihtiyacı olan kamçıyı vuramayacak olanım. Eski zamanların alimleri sırf kendi nefislerini ezebilmek uğruna başka alimlerin derslerine sıkça gider, onları bir talebe gibi dinlemeye gayret eder, nefsini ezmeye çalışırdı. Öyleyse sevgili genç kardeşim, dinlemek aynı zamanda nefsi terbiyede bir metottur. Elbette sonra ikinci bir seviye gelir. O benlik vasfından sıyrıldıkça mümkün olan bu durumda artık özne biz olabilir. Bizin olduğu yerde artık sıfat dengedir. Dengeyi kurabilmek için kuranların daha doğrusuyla ulaşacakları yer analiz kapasitesinin gelişebilmesidir. Duyduğu şeyi doğru mu yanlış mı, eksik mi tam mı, daha iyisi mi daha kötüsü mü ya da daha iyisi nasıl olabilir şeklindeki beyanatı yöneltebilen, analiz yeteneğini geliştirebilmek, sistemi dengeye getirebilecek o parçaları birleştirebilmek biz demekle mümkündür. Kendinizi bir şeye dahil olarak gördüğünüz andan itibaren dinleme kapasiteniz artar ve o andan itibaren parçası olmayı kabul ettiğiniz ki bizim için bu İslam ümmetinde bütün Müslümanların içinde bulunduğu o geniş haznedir, biz dediğimiz andan itibaren o dengenin oluşması noktasında bir kaba girmeyi kabul etmiş oluruz, o zaman analiz etme yeteneği başlar. Bugün insanların, özellikle yorumcuların, televizyoncuların, gazetecilerin, kendi köşelerinde bir şey analiz ederken, genel itibariyle, nefse emmalileriyle, basit ve karmaşık, basit bakış açısıyla pek çok şeyi dengesizliğe götürüyor oluşları, büyük hatalar, her seferinde yanlışlar, o yanlışlardan dönme çabaları, döndüm derken bir başka şekilde kendilerine üstün gösterme çabalarıyla anlıyoruz ki insan ben derken analiz yapamıyor. ne yazık ki bu noktadaki yetenekleri varken o yetenekleri en alt kapasiteyle kullanıyor olması işte biz demenin zorluğundan geçiyor. İnsan karşısındaki şeyi, ilmi analiz edebilmek için biz diyebilirse analiz edebilir. Anlatıcının en az bilgisi kadar bilgisi olmayı ama yetmez benlikten vazgeçip biz diyebilmeyi gerektirir. Bu durumda karşınızdakini hoyratça aşağılarcasına kendi aklınızdan geçirip dilinizden söylemeseniz bile en tatlı bir şekilde kıvamına getirebilir noktaya erişmek için doğru bir analize erişebilmek için dengeye kavuşabilmek için biz diyebilmeniz gerekir. Peki yeter mi bu seviye? Yetmez. En iyi dinleyicilerden bahsetmemiz gerekirse eğer, şimdi onlar için özne o diyebilmektir. O, biz Müslümanlar için Allah-u Zülcelal'dir. O, ehli küffar için ulaşılması gereken maddi bir hedeftir. Dünyadır, dünyalıktır. Yenisini ikame edebilme, daha doğrusunu beyan edebilme, daha doğrusuyla insanlara hizmet edebilme, en iyisini beceremese bile en iyisini becerebilme yolunda yol kat edebilme bir seviye gerektiriyor. O seviyeye ulaşabilmek için ise dinlemede o sözünü nihen kabul etmek gerekiyor. o sözünü mihen kabul etmek gerekiyor. Elbette işte bu an insanın kendinden bize, bizden ona yönelmesi için gerekli olan bir serüven olarak karşımıza çıkıyor. Efendim bu dinlemenin özneleri ve sıfatları. Evet bunun bir de şekli var, mahiyeti var, gerekleri var. Dolayısıyla en alt kademeden üçüncü kademeye kadar gelsek bile her kademenin şartlarını bir okuyalım. Nihayetinde onları bir anlayalım. Nasıl dinlememiz gerektiğini o zaman görmüş olacağız. Efendim dinlemenin bir şekli vardır, bir mahiyeti vardır, bir de gerekleri vardır. Bir mahiyeti vardır, bir de gerekleri vardır. Biraz önce saydığım üç ayrı seviyede de bu şimdi saydığım üç durum değişmez. Bu üç durum her üç seviye içinde geçerlidir. Birinci durumda dedik ki dinlemenin bir şekli var. Bu şekil elbette ve en başta bedeni olan bir şekildir. Bedenimizin dinlemeye hazır olması lazım. İnsan tokken yemek sofrasına oturabilir mi? Elbette hayır. Öyleyse dinlemek için bir ilim sofrasına gelen talebenin ne tam doymuş ne de tam aç olmaması gerekir. Yine döndük Resulü Kibriya aleyhissalatü vesselamın hadisi şerifine. Çok açken sofraya oturmamak, çok doymadan hemencecik kalkıvermek. Yani her şey itidalinde, dengesinde tam olması gerektiği yerde. idealinde, dengesinde, tam olması gerektiği yerde. Önce bedenimizi tam bir açlığa düşmemiş ve müthiş bir toplukla, toplukla, yorgun bir şekilde bırakmamış bir dinlemeye hazır olacağız. İki, susuz olmayacağız. Çünkü birisini dinlerken bir şeyler içebilmek, bakın sohbet etmek başka bir şeydir. Ama dinlemek başka bir şeydir. Dinlemek, öğrenebilmek, anlayabilmek, analiz edebilmek ikinci seviyede. Üçüncü seviyede yerine yenisini daha iyisini ikame edebilmek içindir üçüncü seviyede. Öyleyse bir şey yerken içerken bir şey dinlenilmez. Hele ki eğitim camiası için çok önemlidir bu. Çünkü aklın fiilinde yemek yerken üretilen hormonlar dinleyiş esnasında gerekli olan kapasite kullanımınızı düşürmektedir. Yani bugünkü eğitim dünyası buna dikkat dağınıklığı diyor olsa da hakikat insan için önemli. Üçüncü mesele bedenimizde herhangi bir şekilde bir rahatsızlık, bir sıkıntı varsa en başta onun çözülmesi gerekir. Elbette çözülmeyen problemlerimiz olabiliyor. Geçmeyen ağrılar falan. Allah herkese şifalar nasip eylesin bu mübarek gece hürmetine. Böyle bir durum varsa insanın en azından insanın kendi vücuduna şunu söylemesi lazım. Şimdi bir şey dinlemeye gidiyorum. Ey beden ağrın var sızın var ama benim de bir işim var. Lütfen biraz sesini kız ya damemeyi tercih edin. Zira bu hem zamanınıza israf olup hem de daha sonradan bir şeyi tekrar dinlemenize aynı şeyi tekrar dinlemenize engel olabilir. tekrar dinlemenize, aynı şeyi tekrar dinlemenize engel olabilir. Şeytanlandır ama yapamayanlar için biraz uzak durup bedenin şifasını meyletmek, onu düzenlemek gerekiyor. Bir başka önemli mesele insanın oturuşu mühimdir. Çünkü dinlediğiniz şeyin sözü, kelamı göğüsten göğüse aksetmesini arzu ediyor. sözü, kelamı göğüsten göğüse aksetmesini arzu ediyor. Vücudunuzun onun kabulüyle bütün cidarlarınıza geçmesini arzu ediyorsunuz. Göğsünüzün ona dönük olmasını talep etmelisiniz. Bugün camilere gittiğiniz zaman genellikle yaşlı amcalar şöyle sırtınızı kıbleye filan doğru verdiğinizde sizi hemen uyarmak isterler. Hakikat hemen kıbleye dön evladım, yan oturma olabildiğince kıbleye filan doğru verdiğinizde sizi hemen uyarmak isterler. Hakikat hemen kıbleye dön evladım. Yan oturma. Olabildiğince kıbleye dön derler. Bunun gerçekliği sadece kıbleyle ilişkili değil. İlmin okunduğu mescitlerde yan oturmak, efendim arkasını dönük oturmak, nasıl oturduğunuz tabi ki edep ve adep çerçevesinde ama bağdaşla kursanız, bir başka şekilde de otursanız rahatlık mühimdir edep çerçevesinde ama hakikat şudur ki ilim göğüsten göğüse. Dolayısıyla birebir bir eğitim serüvenine girdiyseniz eğer sırtınızı dönmeyeceksiniz. Aklınızdan bir başka şeyin hayali varsa o hayali kapatmadan o ilim meclisine girmeyeceksiniz Sıfır kilometre olmayı niyaz edeceksiniz Bizdeki okullarda verilen ara teneffüsleri aslında dinlenmek için değildir Sözüm ona dinlenme diyorlar Hakikat bir başka derse girmeden önce Önceki dersten kafada kalan sual soru varsa onları sorup o defteri kapatmak. Yeni derse girerken kafa sıfır tabiri caizse girebilmektir. Kafa sıfır olmayınca ilim olmaz. Çünkü dinlemek hak olmaz. Efendim dinlemenin bir de mahiyeti var. Mahiyeti akliyir elhamdülillah ve ne yazık ki aynı zamanda devrimizin büyük problemidir ki herkes kendini akıllı bilmekte. Sonunu dinlemeye gerek duymayanlar, ortasında kararını çoktan vermiş olanlar, insanın söylemleriyle kıyafetlerini karşılaştıranlar vs. vs. Mahiyeti akıldandır zira herkes aklına çok güveniyor. Halbuki akıl dediğimiz aç kapa bir motor. Kalp gibi değil. Kapasitesi o kadar yok. Ama biz onu en yüksek kapasitedeki varlık olarak biliyoruz. O bedenimizin de en yüksek kapasitesi varlığı. Kalbimizin ve sudurumuzun hikmet ve hakikatinde var olan değerse, onlardan elbette çok üstün. Öyleyse, aklınızı bu dinlemenin mahiyeti çerçevesine getirirken, gerçek manada o konuda çok eksik olduğunuzu kabul ederek hiçbir şey bilmediğinizi kabul ederek hareket etmeniz üzerinedir. Zira Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Kur'an-ı Azimüşşan'ı okumaya gayret edenlerin ilk başta okurken çektikleri zahmetten ötürü daha çok sevap alacaklarını beyan etmişler. çektikleri zahmetten ötürü daha çok sevap alacaklarını beyan etmişler. Elbette ki hikmet bir, çilesini çekenin o noktada büyük sevabı ereceği. Ama bir başka hikmet var bu hadis-i şerifte. Kim bir şeyi okumaya hep yeniden ve sıfırdan başlıyormuşçasına başlasa, ondan alacağı çok şey vardır. Aklını yok kabul edebilmektir hakikat, hakikat olmadan olmuyor hikmet. Efendim dinlemenin bir gereği var, işte batı dünyasında olmayan, doğuda kullanılmayan, ruhen dinlemek, insanın karşısındakini ruhuyla dinliyor olması. Zira Hz. Ali Efendimiz'e öyle diyorlardı. Ya Ali sen Allah Resulü dinlerken sanki aklın burada değilmiş gibisin. Böyle dalıp dalıp gidiyorsun. Allah Resulü'nün söylediklerini mi hayal ediyorsun, onları mı düşünüyorsun derlerdi. Hz. Ali Efendimiz de derdi ki ruhum onun ruhuyladır. O benim dinlemem sizin kulak dinlemeniz gibi değil. Bu ne demek? Dinleyenin içinden dinlemek. Bu artık işin hikmet tarafı. Bâb-ı hikmet. Sözün içinde sözle beraber olabilmek. Sözü söyleyenin sözündeki nefes olabilmek, nefesindeki seste bir noktayı ilahiyenin, noktayı cezbenin içinde garbiyat ve şarkıyat duygusu olmadan bir bütün olarak kabullenebilmek. O kabul ruhların sevgisiyle mümkün. Bu yüzden hep söylenen bir söz vardır ya, talebe öğretmenini severse daha başarılı olur diye işte bu sebepten kaynaklanıyor. Ruhtan ruha olursa kalpten kalbe bir yol vardır gider sözünün mahiyetince ruhlar daha kolay öğrenebiliyor. İşte bu bilginin transferi anlamına geliyor ama bundan biraz daha önde. Hani bir tık diyorlar ya, bir tık daha birkaç tık daha önde. Fersah fersah meselesi ama bir tık kadar yakın. Neden? Ruh ve beden bir alemde. Efendim bu manayı ilahide bu kısa sohbetimizde özünle özetince beyan ettik. Ama şunu söylemeyi geçmemek lazım. Kitapta genişleteceğiz elbet. Dinlemeyi bilmeyene ne olur? Birincisi dinlemeyi bilmeyen dinlenemez. Hayatta en önemli şeylerden bir tanesi vücudumuzu dinlendirmek değil mi? Sürekli etrafındaki sesleri biliyorum diyerek alanların bir an önce ve çarçabuk ve büyük stresler altında vücutlarının çabuk çöktüğünü, çabuk kırışıklıklardan bahsederken bir ilaç arıyorlar ya, ilaçlardan bir tanesi dinlemektir efendim. Dinlemeyi bilmeyen dinlenemez, dinlenemeyen de vücudu çabuk çöker. Efendim dinlemeyi bilmeyen demlenemez. Zira çaya su döküp de pat diye içilmez. Bir dem gerekir. Demlenebilmesi için dinleyebilmek esastır. Hele ki birkaç defa ve tekraren. Niye? İnanın bana sahabe-i ikram bugünleri görüyor olsaydı ve bu kayıtların tekrar dinlenebilir olduğunu görselerdi bir manada sevinirler bir manada üzülürlerdi. da sevinirler bir manada üzülürlerdi. Sevinirlerdi çünkü onlar Allah Resulünden aynı şeyi bir daha bir daha ve bir daha duyduklarında her seferinde vücutlarında hayatlarında ikame ettikleri yeni bir şeye kavuşur yeni bir gökte yeni bir keşif noktasına ulaşırlardı. Ama üzülürlerdi nihayet sesle değildir ilim hakikat göğüsten göğüse o yüzden belki de üzülürlerdi. Efendim dinlemeyi bilmeyenin üçüncü illeti dengeye gelemez. Ya bizim çocuk çok dengesiz toplum olarak çok dengesizleştik toplum olarak birbirimizi anlayamaz old, derdimizi anlatamaz olduk dersiniz ya. Efendim inanın bana herkes derdini çok güzel anlatıyor. Ama kimse kimsenin ne dediğini dinlemiyor. O yüzden sizin neyi ne kadar iyi anlattığınız çok da bir şey ifade etmiyor. Peki bütün bu sözler nereden mi beyan oluyor? Nebe'be suresinin tefsirindeydik hatırlarsınız. Allah-u Zülcelal 9. ayeti kerimede şöyle buyuruyordu. Ve uykuyu dinlenme kıldık. Tam doğrada 2. beyanatta Hz. Ali Efendimizin beyanatıyla tefsiri ruhi sübata kelimesi seçilmiş, bu bir dinlenme manasına geliyor olduğu beyan edilmiş, harf-i sinde de ilmi dinlemenin inmi olduğu ifade edilmişti. Biz de bugün üstü biraz kapalı ama özetiyle hayatımızı değiştirmesi ümit ettiğimiz önemli noktaları seyidimizin dilinden, onun gönlünden dillendirmeye gayret ettik. Dilden dile. Efendim hakikat Rabbim bizlere dinlemeyi nasip etsin. Dinlemedikçe anlayamayacağız, anlayamadıkça amel edemeyeceğiz. Anlayamadıkça amel edemeyeceğiz. Rabbim dinlerken önce benliğimizden sonra aklımızdan sonra bizliğimizden de geçerek sadece Rabbül Aleminin rızası için dinleyen, onun rızası için anlayan, selatü ve selam Efendimiz'e hayırlı bir ümmet, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali efendilerimizin seveceği hoşnut olacağı bir mümin, Hz. Fatıma, Hz. Ayşe valilerimizin, Hz. Hatice valilerimizin, bunlar bizim gençlerimizdir dediği gençlerden olabilmeyi bütün gençlerimize, bütün insanlığa nasibi müesser eylesin. İnsanlığa önce iman, ehli imanı da hikmet nasip eylesin. O hikmet ki babali kapısındadır. Rabbim nasip eylemiş seyidimize, seyidimiz izin verdi dinlememize, hayırlısıyla dinleyenlerden olmayı, dinleyebilme ilminle dinleyenlerden olmayı bizlere nasip eylesin. Rabbim. Efendim yarın akşam geçen hafta yapamadığımız dersimizi inşallah yapıyor olacağız. Bekleriz. Bütün genç kardeşlerimize tekrardan bir haber veriniz. Dua ediniz. İnşallah bu sefer aksiliksiz atlatabiliriz. Efendim hayırların fethi, şerlerin defi. Ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti, iyi dinleyip iyi yaşamak niyetiyle. Allah rızası için El-Fatiha.
2. Cihan Perveri Hazreti Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytine ruhlarına, Hazreti Ebu Bekir Numan Ebu Osman'a, Vali Efendimizin ruhlarına, Şühedai Bedir, Şühedai Uhud, Şühedai Kerbelan'ın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına ve kafeli iman erbahanının ruhlarına, El Fatiha. Hazreti Ali kerram Allah ve cevabı Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidilerin ruhlarına, 12 imamın ruhlarına ve kafeli İslam erbâhının ruhlarına, 12 İmamın ruhlarına ve kafirli İslam ervanının ruhlarına. El Fatiha. Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceilani Hazretlerinin ruhlarına, Sadat Kadiriyye'den ve Sadat Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid, mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına ve kafeli iman erbanının ruhlarına El Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz, peygamber efendimizin incitani Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin ruhlarına ailesinden ahirete intir Hazretlerinin ruhlarına, ailesinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müritlerinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, Şüheday Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliya-i İslam'ın ruhlarına, Cabir bin Abdullah Hazretlerinin ruhlarına, Eyyub Elen Salih Hazretlerinin ruhlarına, Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in ruhlarına ve Kâfirli İman Ermanların ruhlarına şühedanın serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafeli iman erbanının ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Allah Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesselam Meded ya Hazreti Allah, Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali kerimallah ve cehu, Meded ya Gavsazam abduh Kadir e ceylani Meded ya Seyyidi Muhammed ruhi, Eûzu billahi minneşşeytanirracimi, Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın Seyyidimize ikram edildiği Fütuhat kapısından Baba Ali derslerindeyiz. Her hafta olduğu gibi bu haftada Nebe Suresinin tefsirinde beyan ettiğimiz Hz. Ali Efendimizin işaret buyurmuş olduğu kelimedeki harfin üzerindeki incelikteyiz Baba Ali dersinde. Hakikat, ilim konusunda yapılmış büyük futuatlar vardı. Futuat külliyatında seyidimize ait olan ama işin içerisinde yine derin olan bir alanı açıyoruz bu akşam. Yine özetiyle Babali dersleri diye çıkacak olan inşallah külliyatın kendi bölümündeki ibaresini taşımak üzere. Efendim hakikati şöyle ifade etmek gerekiyor. İlim en başta insanoğluna bir hak ve hakikati anlayıp kavrayabilme uğrunda Rabbimizin takdir etmişan bir kapı olup olmadığına dair beyanatı sunmak üzerinedir. Zira insanların ilmi kendilerine karanlık yaptığı gün gece gelmiş ve fitne başlamıştır. Bu özlü sözün üzerine yürüyoruz bu akşamki beyanatımızda. Karanlık sadece bir günün ortadan kalkmasıyla değil. Bu özlü sözün üzerine yürüyoruz bu akşamki beyanatımızda. Karanlık sadece bir günün ortadan kalkmasıyla değil, Allah-u Zülcelal'in takdiriyle bir vaktin değişip bir başka şeyin başlamasıyla izah edilir. Bu izahatın içerisindeki değer, mutlak surette maddenin yaratılışındaki özellikleri Beyan ettiğimiz Siyer- i Nebi yolculuğundaki Allah nasip ederse bu pazar gününden İtibaren pazartesiden itibaren Sizler yeniden aksatmadan Dinlemeye devam ediyor olacaksınız Bu haftaki yaşanan bu aksaklıktan Dolayı kusura bakmayın haktanıza helal edin Yetiştirmeye Gayret ediyoruz pek çok şeyin arasında Göreceğiz ki Başında da gördüğümüz üzereere ilmi hakikatlerde maddenin yaratılışında maddenin bir karanlık yüzü var ki o karanlık madde olarak da bilim dünyasında bugün karanlık olarak izah edilene hoş bir tevafuktur. Hakikat şeytanın, nefsin, bela ve desisenin yaratılmış olduğu bir alandır. Bu alanın içerisinde elbette ki bir bilgi var. Bilginin karanlığı ise onun olmama durumu değildir. Olduğundaki halini ifsad etme durumudur. Dolayısıyla cehaleti birkaç kısımda ele almakta fayda var. Bizler ilmin olmadığı, ulaşılamadığı ya da ilimsiz kalmış insanlara zaman zaman cahil ifadesinde bulunabiliyoruz. Ama Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'a vahyettiği din-i mübini İslam'ı yaymaktan vazifeli olan Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın karşısındaki insanlara bilgisiz oldukları için cahil dememiştik. Onlar kendilerinde kendilerince kendilerine kadar muharef olarak aktarılmış olan bilgiyi karşı tarafa daha da farklı bir şekilde atfederek o bilginin yanlışlığını beyan edenlere karşı cahilane bir harekette vahşi bir duruşta bulunuyorlardı. Kendilerini bu noktada ele alan insanlara cahil diyor oluşumuz, bugün de ilim adamlarının aynı bedbaht düzene kaymayacaklarında kesin ve kati bir kurtuluş kapısı olmadığını görmek gerekir. Zira özellikle bilgi sahibi insanlar için en büyük tehlike bunun bir karanlık yüzü olduğunun farkında olmamaktır. Zira alimler her ne kadar Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam efendimizin farklı hadis-i şeriflerinde pek çok övgüye mazhar olmakla beraber bazı hadis-i şeriflerde de mahşer yerinde bedbahtların arasında yine en öndeki isimler olarak anılmışlardır. Bir alimi bedbahtlığa götüren asıl kapı işte ilmin alimin kendisini karanlığa götürdüğü andır. Karanlığın ne olduğunu anladığımız anda alimin bu hataya düşme durumunu çok daha iyi anlıyor olacağız. Bir şeyin mücadelesinde şahsiyeti değil nefsini değil şahsiyeti ön planda tutan kendisini karanlık bir noktadan ilim izahına mecbur eylemiştir. Bugün ulema taifesinin ya da alim olarak adlandırılan insanların ekseriyetle toplumun önünde isimler üzerinden beyanatlar sunuyor olması zaten ilmin derece babında ne kadar düşük bir seviyeye erdiğimizi bizlere bir kez daha gösteriyor. Zira hakikat bir İslam aliminin söz ve kelamını kişiler üzerinden değil olaylar, olgular ve sistemler üzerine yapmasıdır. İnsanların kendi içerisinde var olan nefsani bağlılıklarını şahsiyetleştirmiş özelliklerle kendilerini birleştirenleri karşı safa almak doğru bir hareket olmaz. İnsanları fevş fevş birbirinden ayırmak yerine birleştirebilmek için birleştirici ana unsur olan tevhidin merkezinde La ilahe illallah Muhammedur Resulullah sözünü mihenk edinmiş olan insanların bir başka insanı özetle söylemek gerekirse kendisine bir düşman gibi görmemesi gerekmektedir. Hoş bugünkü ilim adamcıkları genel manasıyla bu söylemleri yaptıklarında ben ümmeti Muhammed'i uyarmak için buradayım söylemiyle ortaya çıkıyorlar. ümmeti Muhammed'i uyarmak için buradayım söylemiyle ortaya çıkıyorlar. Ancak her bir söylemin içerisinde aslında tarihsel sürecin son 200 yılında alim sıfatını takmış olan insanların ne bedbat fiiller işlediklerini de görmezden gelmiş oluyoruz. Elbette ki İslam dünyasının son 200 yılında siyasi, ekonomi, savaşlar ve yaşanmış pek çok problem sebebiyle insanların ilmin hakikatini beyan edenlerden uzak kalarak bu hususlarda pek çok hataya düşmelerini gayet normal görebiliriz. Gerçekten böyle de olmuştur. son 20-30 yıldan beri insanların söz ve söylemlerini daha rahat söyleyebildiği bir ortamda hali hazırda İslam'ın temel kuralları üzerinde dahi insanların bilinçsiz ve bilgisiz ve anlamsız ve derecesiz fikirleriyle fikirsiz, destursuz, düstursuz, şeraatsiz, sünnetsiz, her nevi ve cinsten alim edasıyla ortaya çıkan insanların peşinden gidiyor olmaları biraz da bu hak ve hakikati öğretmekten çok konunun esasına ilişkin değil, çevresel koşullarını ortaya koyan insanlar sebebiyle olmamış mıdır? Öyleyse bizler bugün her ne kadar alim sıfatıyla ortaya çıkarak insanları yanlışa sevk eden insanlar üzerinden uyarmaya gayret edenleri görüyor olsak da bir diğer taraftan bu insanları ifsad edilebilecek noktaya getirilmesinde yapılmış olan hataları görmezden gelmiş oluyoruz. Bunları görmezden geldiğimiz gibi ne yazık ki büyük eksiklikleri ifade edemiyoruz. İnsanların bu eksiklikleri göstermeye gayret ettikleri yerde ise garip bir şeyle karşılaşıyoruz. Özellikle bu son dönemde daha da vaveylayla devam eden reddiye gayretleri alimlerin adı üzerinde bir ilimle değil kendi isimlerinin beyanatlarıyla hareket ettiklerine bir delildir. Zira ilimde usul ulemanın tekil olarak hareketinden değil ulemanın birlikte icma ederek söylem götürmesidir. Bugün hem kürsülerde hak ve hakikati beyan ederek, ümmeti Muhammed'i diriltmek, kendilerine bir söz söylemek için mücadele edenlerin hem isimlere çok fazlaca takılıyor olmaları, hem de icma edilecek olan hakiki o merkezden de uzak duruşları, her söylemin ayrı bir dereceyle ayrı bir baptan karşımıza çıkıyor olması ne yazık ki insanlar arasında doğru bir biçimde anlaşılamamaktadır. Nihayetinde insanımızın cehaleti ise kendi menfaatindendir. İnsanlar kendi menfaatine olan şeyleri çarçabuk öğrenirken onlara hak ve doğruyu söyleyen alimlerden uzak durmayı da kendilerine ihtiyaç olunduğunda ihtiyaç olunduğu zamanda ve ihtiyaç olununca kadar kabule zişan bir durumda görmekteler. Bu işin bir tarafı bir diğer tarafı ise şu ilim alim için önce kendisini adam etmesi üzerinedir. Bu noktada alimin kendi amelini düzeltmek için çıktığı mücadelede ameliyle paralel olarak geliştirmiş olduğu hayat biçimini başka insanlara öneri olarak sunmasında ilmi bir alet ve edevat olarak kullanması hak ve hakikat yolunda hikmet erbabının peşinden gidebilmesiyle mümkündür. İlmin bir araç olmaktan çıkarak amaç haline dönüştüğü, ilmin doğruyu bulmak yolundan çıkarak doğrunun kendisi olarak kabul edildiği bir kıvamda hiçbir noktadan habersiz insanların dahi kaynak talepleriyle karşılaşıyoruz elbette. insanların dahi kaynak talepleriyle karşılaşıyoruz elbette. Normal bir dinleyicinin, normal bir başka iş yapan insanın din konusunda gerçekten kendisini önder olarak kabul ettiği ismi kendi gönlünde kabul edebilmesinin yanında bir kaynak teviline gidiyor olması kaynaklardan haberdar olmasına gerektirir ki bu da işin bambaşka ve acayip bir kavramı olarak karşımıza çıkıyor. Bunlar genel değerler ama öz değerlerine geldiğimiz zaman hani biraz daha ince noktasına girdiğimiz zaman bugün alimlerin özellikle ülkemiz coğrafyasında ilmin karanlığına doğru bir kapı açarak orayı aydınlatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Yani insanların nefislerini hiç kimse doğru düzgün düzeltemezken onların nefislerinin yaptığı hataları üstüne üstüne sayıyor olmak ve üstüne üstüne bu hataların çözümlerini de adam akıllı beyan edemiyor olmak, nihayetinde ilmin karanlığına bir adım daha atabilmektir. İnsanoğlu kendisine söylenen sözün yanında çözümü talep eder. Beyin, ruh, kalp böyle çalışır. Kendisine hem doğru söylenmeyecek, hem de sürekli olarak onun nefsini aşağı gösterecek olan söylemle ki böyle olmasında bir zeval yoktur, bir hata yoktur. Ancak söylenen sözünün çözümünü sunmadığınız yerde ne yazık ki insanlar kendi nefeslerine hoş gelen sohbetlerini dinliyorlar. Şöyle anlatayım sizlere. Şöyle anlatayım sizlere. Eski zamanlarda bir alim kürsüye çıktığı zaman insanlara cehennemdenler kahkahalar, gülmeceler eşliğinde kendi halini değil, konuyu, komşuyu, hatta evladını, hatta eşini, hatta çalıştığı şirkette adamı düşünerek sanki kendisini bunların dışında bu fanustan sıyrılmışçasına görüyor. Bu fanustan sıyrılmışçasını görüyor. Halbuki Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz husbeye çıkarak insanların geçmiş, gelecekte yaşayacağı şeylerden onlara bahsederken insanlar kendilerini düşünüyorlardı. Bu yüzden onlar sahabe-i ikram olarak hayatımıza bir değer katıyorlardı. Bir diğer taraftan sizler Rasul-i Kibriya aleyhissalatu vesselamın bir kürsü başına çıkıp da bir kürsüye çıkıp da ilmi olarak bir beyanat sunduğunda nedir sizin bu haliniz dediği pek de görülmemiştir. Elbette bu zamanda bunların söylenmesi gayet doğaldır. Ama bizim anlatmaya çalıştığımız şey şudur. Rasul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam halden bahsederken insanlar kendi hallerini düşünüyorlardı. Alimler kendi bedbaht hallerini düşünüyorlardı. Kendi hata ve kusurlarını nasıl örtebilirlerse onlara bulmuş oldukları çözümleri insanlara sunuyorlardı. Bugün ise gerek ulema diye tabir edilenler, gerekse onların arkasından gelerek bugün dayaşlı, ışıtlı, mealci, tevhidçi diye tevhid kelimesini kullanmaktan haya ediyoruz ama ne yazık ki kendisini böyle adlandırmış olanların da etraflarındakileri sadece küfürle itham etmek için bir mücadeleye giriştiğini görüyoruz. Hoş bunu yapmayan tasavvuf erbabı içinden insanların da etraflarındakilerini kendi cemaatlerinden hariç oldukları için onları da böyle gariban, daha aşağıda, daha muzdarip, hak ve hakikate ulaşamamış, tuhtuh ve yazık anlayışıyla baktıklarını görüyoruz. Cami imamlarının etrafta yaşanan bu olaylar karşısına mealci bir zihniyete sahış, gerçekten daha uygun olması beklenirken daha üst seviyeye ulaşabilecekken bir başka ulemanın dizi dibinde yetiştiği için ya da bir müşri kamilerin de yetiştiği için hayır ne yazık ki kaybetti dinlenen gözlerle insanlara bakıyorlar. azik ki kaybetti dinlenen gözlerle insanlara bakıyorlar. İhvanını sadece kendi cemaati olarak görüyorlar. Kendi ilmine tabi olmayan insanları kesin ve kat'i olarak reddediyorlar. Sizlere çok basit bir sual etsem, konu biraz daha anlaşılır mı acaba? Örneğin İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerinin talebesi olan İmam Ebu Yusuf'un kendisiyle İmam Azam Ebu Hanefi Hazretleriyle zaman zaman farklı görüşleri olabiliyor muydu? onlar birbirlerini tukaka yahut haşa birbirlerini daha az bilen addediyorlar mıydı? Hayır. Hele ki birisi ilimde hocası birisi de talebesi ama talebeye yetişmiş. Yetiştiği kabul edilmiş artık görüş beyan eder hale gelmiş. Hadi bunu da bir tarafa koyalım. İmam-ı Azam Ebu Hanefi Hazretleri'inin mescidinde yetişmiş olan İmam Yusuf ile bir başka İmam-ı Şafi Hazretlerinin mescidinde yetişmiş olan ulemadan bir tanesi karşı karşıya geldiklerinde bir tanesi diyor ki kan aksa abdest bozulur. Ötekisi de diyor ki kan aksa abdest bozulmaz. Kadın deyse abdest bozulur. Peki bunlar karşı karşıya geldiklerinde siz zannediyor musunuz ki herhangi bir şekilde bu konu üzerinde bir tartışma yaşamış olsunlar? Bir tartışma yok. Bu delil Kur'an-ı Kerim'den ve Sünnetullah'tan geldikten sonra bunu ümmeti Muhammed'e bir ruhsat olarak görme bilinci o kadar gelişmiş. Dogmalarından kurtularak bir ulema sınıfı öyle oturtulmuştu ki onlar bugün yaşıyor olsalardı bugün kürsüleri ve televizyonları işgal eden her nevi ve her çeşit alim belki de onlara şunlara bakın ya hiç de tartışmadılar diyeceklerdi. Şu anda ulemalıcıklar mezhepler konusuna Allah'tan ki fazla girmiyorlar. Allah'tan ki fazla bilgileri de yok. Eğer böyle olsa konu çok daha zor bir noktaya gelebilirdi. Çünkü onlar taassup ile yaşadıkları dinin kendi mezheb olan yapılara onlar bizimkisi daha üstün diyecekler miydi? Kanlımızca böyledir. Zira onlar şu meşrep daha üstündür. Bu meşrep eh işte o meşrep ya biraz bakmak lazım. Bakalım bizim başımızdaki zat onun için ne diyecek? Onun söylemine göre bir bakmak lazım diyecekler. Hal böyle olunca ortalıkta bu kadar palyaçonun olmasından daha farklı bir durum beklenilemez. Zira o palyaçoların maskelerini indirecek adamın dahi yüzünde bir maske var. Evet onun maskesi palyaço değil ama onun da yüzünde bir maske var. ama onun da yüzünde bir maske var. Maskelerden sıyrılmış olan bir ilimle hak ve hakikati beyan ederken bir başka hak ve hakikati beyan edenin de özelliklerini ve güzelliklerini kabul edemez bir noktaya kendilerini getirmişler. Bundan dolayı hem fitnenin hem belanın hem de desisenin her yanımızı sarmış olmasına vesile olmaktalar. Elbette ki düzenbazın, sahtekarın, kendisini en üstün görmekte olanın bedbaht halini konuşmaya gerek yok. Bu konular zaten çok açık. Kendisini manevi bir alemde en üstün görmek, kendisini Mehdi görmek, Kendisini Mesih görmek. Kendisini akıl almaz noktalarda, akıl almaz işleri yapan, yapacak olanlar listesinin tepesine kendi sözüyle, kelamıyla yerleştirir olmak. Ama bunun yanında hayatı boyunca da bu noktada bir şeyinin görülmediği zatlar. Şimdi söyleyemez demiyoruz. Neden? Şimdi Hazreti Pir Abdülkadir'e, Ceylan Hazretleri kendi ayağının bütün evliyaların boynu üzerine olduğu beyan etmiş. Peki diğer evliyaların buna itirazı olmuş mu? Yok. Ahmet Errufayi Hazretleri boynunu uzatmış. Abdülkadir Ceylan Hazretleri ise onun boynuna basmaktan haya ederim buyurmuş. Ben uzun uzadı diye değil özetiyle anlaşılması için ifade ediyorum. Hoş bu söylediklerimize de şirk diyenler olacaktır elbet ama hakikaten Abdülkadir Geylani Hazretleri'nin kendi beyanatlarında daha derin detaylı okuyabilirsiniz. Ama bunu söyleyen Abdülkadir Geylani Hazretleri'dir. Bunu söyleyen yaşadığı dönemde yüz binlerce insanı bedbahtlıktan kurtulmuş olan'dır. Yaşadığı devleti Hasan Sabbah'ı ortadan kaldırmış olan'dır. Kudüs'ün fethinin mihmandarıdır. Artuklu Beyliği'nin arkasındaki sır perdesidir. Daha nicedir, nicedir, nicedir. Coğrafya kitabı yazmıştır. Analitik kitabı yazmıştır. Medresesinde her türlü fen ilmini okutturmuştur. Kendisi pek çok dil bilmekle beraber talebelerinin o farklı dilleri bilmesini kendilerine emretmiştir. Latince kursu açmıştır. Latince öğrettirmiştir talebelerine. Bugünküler gibi değildir. O Hz. Pir Abdülkaderine, bugünküler gibi değildir. O, Hz. Pir Abdülkadir el-Ceylani'dir, Ahmet el- Rufai'dir, İbrahim el-Dusuki'dir, Ahmet el- Bedevi'dir. Bu zatların yaşadıkları dönemde değiştirdikleri şeylere bakarsanız eğer, insan nefsinin bela ve illetinden kurtarmakta kalmamış, söylemle değil özüyle hizmet etmiş. Davasının sahibi olmuş. Davasının mücadelesi olmuş. Şimdikiler gibi kürsülerden inmeyenler değil, kürsülerde vakit harcadıkları zaman kadar mutfakta, tarlada, insanların arasında ömür harcamışlardır. Tıpkı Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam gibi. Şimdi lüks arabalarından inemeyen, kürsülerden bir boş vakit bulup da ümmetin hizmetine koşamayan bu taife hem isimlere ağızlarına pelesenk edecek, hem bidatçı ilan edecek, hem kafir ilan edecek, hem isimlerle mücadele edecek, hem yeni bir sistem söyleyemeyecek, hem fenden habersiz, hem biyolojik kimyayı bilmez, hem vücudunu tanımaz, yediğini içtiğini bilmez, oturduğunu kalktığını görmez, kıyafeti özüne temsilen bir üstünlük atfetmiş ve nihayet biz bu zatlara önder diyeceksek işimiz yaştır. Ümmet-i Muhammed'in hayrına hasıl olacak bu durum karşısında ilmin karanlığına giren her kişi kendisini o karanlıkta muteber bir zat zannediyor. Konuyu şöyle özetlersek daha iyi anlayacağız. Nebe'e suresinde Allah-u Zülcelal 10. ayet-i kerimede şöyle buyuruyor. Estaizu billah ve ceannel leyle libase. 10. ayet-i kerimede şöyle buyuruyor. Geceyi örtü kıldık diyor Allah-u Zülcelal. Ve geceyi örtü kıldık. Bu sin harfinde var olan ilmin karanlığına dair bir beyanattı. İnsan gündüzleyin evini tanır değil mi? Yıllarca yaşadığınız eviniz. Koltuk nerede? Kanepe nerede? Mutfak nerede? Banyo nerede? Bunların hepsini bilirsiniz. Yani ilmen Gündüz Zeyn evini tanıyan adamsınız. Gündüz Zeyn sizden eşiniz bir şey istese, çocuğunuza bir şey lazım olsa onu elinize koyduğunuz için de koymuş gibi bulansınız. Gecenin bir vakti elektrikler gider. Hani böyle hiç fener mum küçük bir ışık olmayıp zifiri bir karanlık olduğunu düşünün. Hiç kimse evinin sağına soluna çarpmadan gündüz hareket ettiği kadar rahatlıkla hareket edebilir mi? Hayır. Genel geçer şeyleri bilseniz de şöyle bir elinizi uzatmaya, sağa sola dokunmaya, dokunarak bir şeyleri bulmaya çalışırsınız. Halbuki ilmen neyin nerede olduğunu biliyorsunuz. Öyleyse gündüzün ilmiyle gecenin fitnesinde hakikat oltası atılmıyormuş. Gündüzün hakikatiyle, gecenin fitnesine karşı, mücadele edilemiyormuş. Sen, gündüzle konuşmayı, kendine güzel bir yol olarak seçmiş olabilirsin. As dolan o ki, gecenin fitnesinde neredesin? Gecenin fitnesi çıktığı zaman, ümmetini bölen misin, birleştiren misin? Ümmetin bugün hangi evladını kafir ilan edeyim diye sabaha başlayan mısın? Yoksa ümmetin bugün hangi evladını beladan deseden kurtarayım diyen misin? Bugün de yapacağımız inşaatın süslemelerine ne katabiliriz diyen misin? Bir fakir, bir fukara aile varmış, onun da ekmek ihtiyacı varmış, o ihtiyacı nasıl giderebiliriz diyen misin? Sen de gündüzün Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam gibi halk arasında, geceliğinde halktan kopuk değil, yine halk içinde hak ile misin? Yoksa halk içinde kendinle misin? Kendine özel misin? Özel korumaların, özel arabaların tamamen seni izole eden bir yaşamın içinde misin? Hangi alim gördük tarih boyunca onu korumalar korumuştur. Sizler İmam-ı Şafi Hazretlerinin yaşadığı tehlikeden daha büyüğünü yaşamadınız ve yaşamazsınız. Sizler İmam Malik Hazretlerinin geçtiği imtihanlardan geçmediniz, geçseydiniz, Allah'tan nasip etseydi İmam Malik gibi olurdunuz. Olmadınız, olamayacaksınız. Niye? Çünkü etrafınızda bu kadar saltanat varken, Vallahi mümkün değil, billahi mümkün değil, tallahi mümkün değil. Uyarmaya kalktıklarında ise hemen kendinize bir ayet, bir hadis bulursunuz. Peki vicdanlar ne olacak? Vicdanlar ki Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin beyanatıyla hakiki bir ehli ve iman için önemli bir mihengdir önemli bir dümendir dümen insanların eline bırakılmış rüzgar istedikleri yönden esmesi talep edilmiş gece olup fitne çıkınca sadece isimler konuşulur olmuş ne yazık ki ne gelecek dünyası için ne hak ve hakikat için hikmet için bir mücadele olmadığı bir alanda bizler ilmende en cahilane dönemden geçmekteyiz. Rabbim bu futuatlarıyla bu cahilane dönemden isimlerle ve olaylarla değil sistemi yeniden hakikate döndürebilmek uğrunda mücadele eden seyidimizden binlerce kez razı olsun. Hayyülle nüfeti şerlen defi. Ümmeti Muhammed'in sağlığı, sıhhat ve afiyeti için. Allah rızası için efendim. El Fatiha.
2. Ciham Perveri Ashabı Bedir ve Ashabı
Uhud'un Rullarına Hazreti Aminah Valimiz Hazreti Abdullah Efendimiz Hazreti Hatice Valimizin Rullarına Gelmiş Geçmiş Mümin Müminat Müslüm Müslümatın Rullarına ve Kafeli İman Ermanlarının Rullarına El Fatiha Seyyidimiz Mürşidimiz Hazreti Ali Kerem Allah ve Cevabı Efendimizin ruhlarına, Hz. Fatıma Hanım'ın, Hz. Hasan Hz. Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidilerin ruhlarına 12 İmamın ruhlarına ve kafili İslam erbanının ruhlarına El Fatiha etiket etmiş olanlar ruhlarına şu Eda içen akrebe şu Eda İstanbul Evliya İstanbul ruhlarını Cabir bin Abdullah Hazretleri ruhlarına Eyyubelensalih Hazretleri ruhlarına şu Eda'nın serperveri Hz Hamza efendimizin ruhlarına ve kafeli imanervanları olanlar El Fatiha bu El Fatiha Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın seyidimize ikram edildiği futuhat kapısındayız Baba Ali dersinde. Nebe suresini takip etmeye devam ederken iletişim kurmanın saati mi olur sorusuyla bu akşamki dersimizi yine en anlaşılabilir dille beyan etmeye gayret edeceğiz. Detaylar biraz daha kitapta yer alıyor olacak. Tarih boyunca insanlar saatlerin içerisindeki incelikleri aramak için oldukça zaman harcamışlar. Tabi ehli futuatın böyle bir zaman harcaması söz konusu değil ama onların da söyledikleri tarih boyunca düşünülmüş, araştırılmış, üzerinde bazen olur mu canım denilmiş, bazen bir ihtimal verilmiş. İbn Arabi Hazretleri konu hakkında oldukça detaylı ve tafsilatlı bir beyanata da yer vermiş. Bizler ise bu bali dersinde hangi saatte ne olurdan daha ziyadesiyle iletişim kurmada saatlerin ehemmiyetinden bahsediyor olacağız. Zira Rabbül Aleminin bizlere takdir etmiş olduğu 24 saate böldüğümüz ama tam da 24 saat olarak geçtiğini söyleyemeyeceğimiz bir günün içerisinde gündüzü, geceyi, akşamüstünü, sabahın seher vaktini, kerahat vaktini ve bütün vakitlere haiz olan Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e hadis-i şeriflerini görüyoruz. Uyumamak gereken zamanlar, uyunması gereken zamanlar, dinlenme zamanları, eğlenme zamanları yani vakit geçirme zamanları veya Nebe Suresinde Allah- u Zülcelal'in de bizlere ifade ettiği gibi 11. ََْ َ َ ً ََ ً َ َ ayet-i kerimede معاشا نهارا وجعلناGündüzü de geçim zamanı yaptık buyurduğu üzere maişet zamanı maişet kelimesinden çıktı zaten iletişim kurmanın saati dersi harfi ayında var olan bir ilim üzerinden beyan ediyoruz bu hakikati es saatin kendi içerisindeki bölümlenmesinden bahsedeceğiz şimdi insanoğlu kendi vücudu başta olmak üzere gördüğü ve civarında var olan bütün maddenin temel özelliklerine baksa görecek ki madde belli bir zamanda belli bir zaman diliminde mevsimleri kendine az özellikleri var olmakla beraber her birisinde her bir saat diliminde ayrı bir yönelimle ayrı bir iş yapıyor. Bu sadece saatlerin ifadesiyle değil birbirini takip eden süreçlerle de anlaşılıyor. Işığın olmasıyla beraber de vücut harekete geçiyor. Dolayısıyla zaman zaman Çin tıbbında bunu güneşin doğuşuna bağlı olarak vücudun gelişiminin o 24 saatlik saat diliminde doğal olarak yaşadığı düşünülmüş ama gecenin bir saatine de gitseniz sizler gece 1'de 2'de 3'de 4'de vücudumuzun güneş ışığı görmediği o saatlerde yapay bu ışıklarla mümkün de olmayan bu vücut hareketliliğinin kendine ait olan bir saatle harekete sahip olduğunu görüyoruz. Tabi bunlar tıbbiyede bugün kısmen kabul ediliyor, büyük ölçüde de bilinmiyor olduğu için bunları biyolojik saat veya biyolojik denge için gerekli olan sabah, akşam, öğlen şeklinde karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla şunu fark ediyoruz biz, maddede, hayvanlarda, bitkilerde, canlılarda, insanlarda, saate bağlı olarak vücutlarında bir değişim var. Belli hormonların daha fazla salgılanması, belli şeylerin, vücudumuzdaki belli yapıların daha hızlı değişiyor olması veya yavaşlıyor olması karşılığında bir bakıyoruz ki evet vücudumuzun o saate uygun bir hareket tarzı var. Konumuz biyolojik saatimiz olmadığı için o kısmı geçiyoruz ama bunu neden söyledik efendim şunun için madem ki vücuttaki bütün salgı salınım vücudumuzun tüm ihtiyaçları vücudumuza gelecek olanların karşılığında yapılacak olanlar veya bizden çıkanların maruz kalacağı o bütün süreçler bir saat dilimiyle hasıl oluyor peki insanın aklı bu saatlere göre değişkenlik gösterebilir mi? Hani tabiri caizse bir Karadenizler için saat 12'den sonra diye bir espri yapılır. Ama bu sadece bir espri midir? Hani Karadenizler manasında insan yavaş düşünüyor filan filan manasıyla söylemiyorum. Hatta Karadenizler o konuyu daha da güzel bir hale getirip 12'den sonra normal insanlar gibi düşünüyoruz da derler. Ama işin burada her ne kadar fıkra da olsa bir tarafın bir tarafı kızdırmak için söylediği bir latife de olsa işin içinde şöyle bir doğruluk payı var. İnsanoğlunun aklı saatlere göre farklı cevaplar verebiliyor. Ama bu cevaplar zannedilmesin ki eveti hayır, hayırı evet yapmıyor. Ama, evetin daha güçlü bir evet, hayırın daha güçlü bir hayır, güçlü bir evet, hayırın daha güçlü bir hayır, şüphecilik götürebilecek unsurların daha şüpheci veya şüphecilik götürmeyen mevzuların daha şüphe götürmez şekilde insanlar tarafından kabul edilmesine veya reddedilmesine vesile oluyor. Yani bazen siz bir insana gidersiniz dersiniz ki ben şunu yapmayı istiyorum izin verir misin? Karşınızdaki de size izin veriyorum der. Der ama o izin veriyorum cümlesi içinde adamın sanki o çok da izin veriyorum gibi değildir. Hani böyle der insanoğlu da düşünür yani hakikaten gerçekten gönülden mi evet dediği yoksa hani izin vermesi gerektiği için veya ben ondan istediğim için mi verdi diye insanı bir düşünce alır. Bazen de izin veriyorum tabii der, o zaman da sizin hissiyatınız bu noktada evet gerçekten karşımdaki kişi ondan istediğim izni hakikaten gönlünden verdi diye tabir eder, kabul eder. Biraz önce bahsettiğimiz bitki, hayvan ve insanlarda var olan saatlere bağlı olarak biyolojik gelişim, aklımızda da karşımızdaki insanı anlayıp, algılayıp ona vereceğimiz cevaplar konusunda da saatlere bağlı olarak bir dönüşüm olduğundan bahsetmemiz gerekiyor. Özellikle şunu ifade etmekte fayda var. Hani eskilerin bir tabiri vardır. Bir eşref saati var. Efendim affedersiniz bir de eşek saati var diye. Hani adamın ters saatine denk geldi. Normalde olsa sana kızmazdı veya sana istediğin şeyi verirdi tarzında bir şey var. Tabi bu insan hastalıklarıyla da yakinen ilişkili. Kişinin böbrek üstü bezlerinin bozuk olması, bağırsak probleminin olması, karaciğer, akciğer bu tarz. Akciğer de fazla olmasa da bu tarz yani değişik hastalıklar, şeker hastalığı gibi hastalıklar elbette insanın bir söylemi, bir sözü kabulü ya da anlatımı konusunda onu zorlayabilir. Bir başka hastalığın onu söylemini, kabulünü, düşünce biçimini etkilemediğini düşünerek hani lise tabiriyle normal şartlar altında, neşe, adı ki haliyle kabul etmeye kalkarsak Allah-u Zülcelal'in bizim hayatımıza biçmiş olduğu yaşam biçiminin o yaşam biçimi içinde gerekli olan usullere nasıl da adapte ettirdiğini göstermektedir. Örneğin şunu ifade etmek َ lazım. Allah-u Zülcelal ayeti kerimede َوج َعن ً َ َ ً َ َ َاشا الن َهار معاشا معbuyuruyordu. Önceki kelime َ َ َ َ َْ َ َْ الباس نهل وجعنGeceyi örtü yaptık üzerineydi. Şimdi Allah-u Zülcelal'in gündüzü maişet olarak kılması, geceleyin insanların birbirleriyle maişet hayatı üzerine yani maişetten kastımız ne? Kişinin kendi ihtiyacı olabilir, size bağlı olan insanların ihtiyacı olabilir, bunlar için çalışmak zorunda olabilirsiniz. Eğer bir başkasının ihtiyacı vardır. Dünyevi bir ihtiyaçtır. Ekonomik bir gerekliliktir. Yapmanız gereken bir iştir. Söz verdiğiniz bir şeyi yapmaktır. Ama tamamen dünyevin ya da dış dünyamız, evimizin dışındaki bir konudur bu. Özellikle ticaret deyip konuyu çok net çizebiliriz çerçevesini daha netleştirirsek. Geceleyin ticaret konuşmaya kalkarsanız eğer veya işte bir yerde şimdi neler meşhur akşam yemeklerinde ticaret konuşmak meşhur. Halbuki Cenab-ı Hakk'ın maişet kavramını gündüze koymuş olması geceleyin bunlar konuşulmaz zinhar zarardır manasında değil. zarardır manasında değil. Ancak insanoğlunun aklının ticaret konusunda en zirve yaptığı saatler özellikle öğlenle ikindi arasında yavaş yavaş yükselmeye başlar, ikindiden sonra en yüksek zirveye çıkar. iyi bir satışçının karşısındakini ikna etmesi için ya da karşısındakiyle fikir alışverişini, ticari anlamdaki fikir alışverişini iyi bir yere konumlandırması için ikindiyle akşam namazı arasını tercih etmesinde fayda vardır. Ancak sabah saatlerine gittiğimiz zaman bu saatte maişeti ilmiyenin yani okula giden talebenin sabahın o erken saatlerindeki keşke güneş doğmadan doğduktan hemen sonra başlıyor olsalar tabi saatleri göre bu dönem değişiyor ama özellikle ashab-ı suffah zamanında da genel icibariyle güneş doğduktan sonra bazen bir saat uyurlardı bazen uyumadan derslerine başlarlardı. Bu mevsime göre değişkenlik gösterirdi. Biliyorsunuz yazın daha erken saatte, kışın daha geç saatte oluyor. Daha geç saatte olunca uyumadan başlarsınız. Daha yaza gidince daha erken saatte başlarsınız. Ancak sabahın o saati öğrenme saatidir. Ekseriyetle. Geceleyin öğrenilmez demek değil tabii ki bu. Ancak şu tarafı kaçırmamak gerekiyor. Buradaki öğrenme toplu öğrenme ve sizin karşınızdakini dinleme sürecinizle alakalıdır. Yani talebe karşısındakini dinlemediği kendi kendine ders çalıştığı zamanlarda sabaha kadar ders çalışsa ona bir zararı olur mu? Hayır olmaz. Öğrencisi öğrenebilir mi? Evet. Ama siz birisinden ders alacak ve aldığınız derste bir şey öğrenecekseniz, onun için yola çıkıyorsanız, bunun için sabahın erken saatlerini tercih etmekte fayda vardır. Öğlenle ikindi arasındaki saat dilimi ise hem tacirin hem talebenin hem maişet sahibinin kendisini bir başkasına anlatmak için neler yapması gerektiğinde toplantı saatleridir. Özellikle toplantı saatlerinin sabahın erken saatlerinde olmaması bunun için daha verimlidir. Bazen çalışma hayatında şimdi öğlen yemeği sonrasında toplantı yapmanın zararından bahsediyorlar. Herkese böyle bir uyku hali çöktüğü için. Esasında İslam dininde bir Müslümanın hayatında genel itibariyle öğlen yemeği olmadığından hani genel maişet tarzı sabahleyin yaklaşık işte güneş doğdu, yürüyüş yapıldı, gelindi, işe başlandı filan böyle bir kahvaltı böyle biraz daha saat 10-11 suları akşam yemeği de öğlen yemeğinin gecikmiş öğlen yemeği olarak düşündüğünde genellikle iki vakit iki öğün şeklindedir. şeklindedir. İslam dininde Arap yarımadasında sonra belki işte aralarda atıştırmalıklar söz konusu olur ama genel itibariyle böyledir yani. Üç öğün yemek zararlı manasında söylemiyoruz bunu ama öğlen yemeğinin ekstradı yenilme saati saat 12 olduğu için bugün bu zaman diliminde o yüzden maişet hayatında toplantı saatlerini genellikle saat birden sonraya yapmak istemezler. Ama eğer bu 12 civarında olursa bu toplantınız hani yemekten yemeye kısa bir süre kala olursa tabii şimdi vücut alıştığı için şeker seviyesi düşecek ayrı konu ama standart şartlarda hani iyi olan şartlarda demek gerekirse bu toplantıyı biraz daha öğleden sonraya kaydırmakta fayda var. İletişim konusunda eşlerin, birbirini seven dostların, insanların birbirlerine sevgisini en iyi anlatabilecekleri saatler güneşin batışıyla beraber başlar. batışıyla beraber başlar. Neden diyecek olursanız gündüz ışığın varlığı, bu ışığın varlığıyla beraber onun etrafta var olan bütün sivrilikleri bize gösteriyor olması karşımızdaki insanın söylediği her sözü de sivri sivri tarafımıza almamıza vesile olur. Bu yüzden özellikle manevi konular veya güncel hayatımızdaki aile içimizdeki muhabbetler söz konusu olduğunda bunun akşamdan sonraya bırakılması esastır. Ama bugünlerde işte insanlar birbirlerini iletişim konusunda anlamakta zorlanınca işte eşimden bir şey istedim hemen beni tersledi veya oğluma bir şey söyledim anlayamadı beni kalbimi kırdı gibi konulara baktığımızda bunların ekseriyetle gün içinde yapılan konuşmalar ve yazışmalarla olduğunu görmekteyiz. Şimdilerde bizler iletişim kanalı olarak yazışmaya daha fazla ehemmiyet verir hale gelmişiz. Ancak iletişimin en zor alanlarından biri yazışma alındır. Normal şartlarda insanların en iyi iletişim kurabilmeleri için Allah Azze ve Celle'nin verdiği bir dil vardır. Kalem, kelamın umuma değil, herkesin tabiri caizse umuma hakkı beyan etmek için verilmiş olan bir sanat, bir ilim, bir zanaattir. Ancak bizler güncel hayatımızda böyle WhatsApp gibi yazışma usulüyle iletişim kurmaya daha fazla emniyet verir bir topluluklar haline geldiğimizden beri, iletişim kazaları ne yazık ki çok daha fazla olabiliyor. İletişim kazalarını düşürebilmenin birinci maddesi konuşabilmektir. Ama bu konuşmanın saatini bilmek gerekir. Onun için de işte bizler bu derste çok kısa çok özüyle Allah'ın nasip ederseniz kitapta baya bir genişleteceğiz. Öğrenci için, öğretmen için, talebe için hepsinin çalışma saatlerinin ne olmalıdır iletişim merkezi baktığımızda onları ifade edeceğiz ancak nasip ederse o zaman da göreceğiz ki daha detaylı bir şekilde meselenin gün içindeki değerinin gecenin bir saatindeki karşılığına ulaşmamız lazım. Yani sizler geceyle gündüzü nasıl birbirinden ayırıyorsanız iletişim noktasındayla dünya işiyle dünyevi olan işle uhrevi olan işi birbirinden ayırmanız gerekiyor. Bu şu manaya gelmez. Gündüzleyin bir yere gittin, bir adamla oturuyorsun, adamcağız adamcağıza işin arasında veya bir vesileyle buluştuğunuz hakkı beyan etmek gerekiyor. Bu noktada da insan kendi gecesini oluşturursa faydası olur. Ne demek o? Yolun ortasında değil de böyle biraz daha size geceyi veya karanlığı, aydınlığı, aydınlıktan ötürü hatırlatabilecek daha kapalı bir mekanda konuşmak. Veya gecenin bir saati bir adamla ticaret konuşmaya mecbur kaldığınız o zaman da biraz daha açık alanı tercih edebilir olmak. Tabi o açık alanında biraz daha ışıklı olması yani size geceyi unutturacak bir şeyin olması lazım. Bu ikisi belki beynimize küçük bir oyun oynamamıza vesile olabilir. Bu da güncel maişet anlayışımızın dışında manevi ve uhrevi olan hayat biçimimiz için ihtiyaç olan iletişim kurmanın saatine dair bizlere bir incelik sunması adına önemli bir derstir. İletişim kurmada bu iki temel kıstası kısaca beyan ettik sizlere. Yarın akşam Allah nasip ederse çok uzun uzun beraber olacağız. Tevrat'ı konuşuyor olacağız Rabbim nasip ederse. Bu akşam Nebe'e suresinin efendim gündüzü de geçim zamanı yaptık. Ayeti kerimesiyle Efendim. Gündüzü de geçim zamanı yaptık. Ayeti kelimesiyle. Maaşa kelimesinden. Aynı da var olan. Baba Ali ilminden. Sizlere hakikati beyan etmeye gayret ettik. Allah seyidimizden. Binlerce kez razı olsun. Yarın akşam. İnşallah görüşüyor oluruz. Haftaya sabah akşamı tekrardan bu kanalda, seyidimizin bu kanalında bilim külliyatı üzerindeki sohbetlerimizde devam ediyor olacağız efendim. Hayırların fethi, şerlerin defi ümmeti Muhammed'in sağlık, sağlık ve afiyeti için Allah rızası için El Fatiha.
2. Cihan Perveri Hz. Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin ruhlarına, Hz. Ebu Bekir'in, Omer'e ve Osman'a ve Aliye Efendimizin ruhlarına, Şühedai Bedir, Şühedai Uhud, Şühedai Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına, gelmiş geçmiş mümin, müminat, müslüm, müslümatın ruhlarına. Gelmiş geçmiş mümin müminat, müslim müslümatın ruhlarına. Hazreti Amine Valide'miz, Hazreti Abdullah Efendimiz, Hazreti Hatice Valide'mizin ruhlarına. Ümmeti Muhammed'in hayır üzerine gelip yaşamış bütün zat-ı alilerinin ruhlarına. Ve kafirli iman erbanının ruhlarına. El Fatiha. Hazreti Ali Kerrem Allahü ve Cehu Efendimizin ruhlarına. Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına. Gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidelerin ruhlarına. On iki imamın ruhlarına ve kafili İslam ervanı ruhlarına. kafirli İslam ervanının ruhlarına el Fatiha. Pirimiz Kavsaz Ahmet Kadir Eceilani Hazretleri'nin ruhlarına, Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid, mürşidan, mürid, müridanın ruhlarına ve kafirli İslam ervanının ruhlarına el Fatiha. Seyyidimiz, Mürşidimiz, Peygamber Efendimizin İncidhane, Seyyid Muhammed Ruhi El-Kadiri Hazretleri'nin ruhlarına ailesinden hakikate intikal etmiş olanlar ruhlarına, müridlerinden hakikate intikal etmiş olanlar ruhlarına Şühedayi Çanakkale ve Şühedayi İstanbul Evliya-i Altyazı M.K. El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya Hazreti Ali Kerim Allah ve cehû. Meded ya Gavsa Zamanı Kadir Eceylani. Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi. Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın seyyidimize ikram ettiği bu futuhat kapısında Bâb-ı Ali dersindeyiz. bu futuhat kapısında bavali dersindeyiz. Bir gönül bina etmeden göçme bu diyardan ifadesini, ibaresini Nebe suresinde 12. ayet-i kerime olan ve üstünüze yedi sağlam bina çattık diyen Cenab-ı Hakk'ın şidaden seba'en yedi kelimesinde harfesinde var olan ilme aliyyesini beyan etmeye gayret ediyoruz. Allah-u Zülcelal içindekilerle amel etmeyi nasip eylesin. Amelin hası insanın fiilinde. Fiil insanın niyetinde. Bu niyet kitabında seyidimin derin ve detaylı olarak beyan edilmişti elhamdülillah. O niyetlerin yerine gelmesi bir manayı ilahide bir başka insanın gönül rızasının almakla ne kadar da ilişkili olduğuna dair önem arz ediyor. Bir başkasının gönlünü kırasının almakla ne kadar da ilişkili olduğuna dair önem arz ediyor. Bir başkasının gönlünü kırarak yola çıkanlar, bir başkasının gönlünü abat etmekten uzak duranlar, imaratı dünyanın yanında hakikati ilahiyede, hakikati nuraniyenin fevcinde olan, onun tecelli-i ilahisinin merkezinden bir merkez olan kalbin gönül edasında bir nokta bırakamayanlar bir virgül koyamayanlar hepimiz için geçerli olan bir derstir. Bir gönül bina etmek. Hakikat Rabbül Alemin bina etmiş zaten. Kalpler inşallah son nefese kadar iman ve son nefeste iman ile göçtürürlerse e olan o hikmette bina edilmemiş midir? O binanın en önemli özelliği elbette birinci özelliği Cenab-ı Hakk'ın bunu nasıl bina ettiği. bina ettiği, Rabbül Aleminin kalbimize bina ettiği o gönül hakikatinde, iman hakikatini ayrı bir dersin konusu olsa gerek bu dersin konusu olarak geçmiyor. Ama bu ders bir başka gönül ehlini ya da gönlünde var olan o imanı göğsünde siper etme babında, göğsünde yaşatmış olan zatın özelliklerine dahil etmemiz gerektiği bize anlatılıyor. Nasıl bir özelliktir bu? Bir başka insanın gönlünü edebilmek. O zaman insan hayatında gönül almadan önce gönlü kırmamayı, gönül kırmadan önce gönlün abad oluşundaki hikmeti bilmesi gerekir. Çünkü Müslümanların güncel hayatında kaçırdığı en önemli özelliklerinden biridir. Ameller, fiiller, niyetlerden yola çıkarken o niyetlerin bir başka insanın gönlünde var olan bir duayla daha da bereketlendiğini, daha da güzelleştiğine iman ederiz. Ama ne zaman ki bizim yaptığımız duanın, fiiliyatın amele dönüşmüş hali, işe yaramaz çer çöp olmuş bir mihenge doğru giderken, bizler acaba kimin gönlünü kırmıştık demekten hiç kendimize hesaba çekmeyiz. Ehli İslam'ın kendini hesaba çekmekte yine kendini düşünüp nefse emmanenin bir illetiyle hep kendi adına yaptığı amelleri düşünmesi, belki şeytanın çekmiş olduğu bir perde nefse emmanenin bu perdeyi kalınlaştırıp da bir ayna etmesine hükmetmiştir. hükmetmiştir. İnsanoğlu evet her gün için her an için hatta olabildiğince sıklıkla ben hangi hakikat kapısına gitsem ya da hangi hakikati kaybetmemek adına hangi amelimi yapmalıyım yahut bugün şu ameli işleyemedim orucumda eksik var namazımda eksik var hayatımda dini mübini mücahit olarak yer alabilmek adına şu eksikler var, emri bin mahruf, nehy-i anir münker noktasında şu eksiklerim var gibi gibi gibi düşüncelerde kendisini hesaba çekmeye gayret bir insanın ortada bir başkasının gönlünü kırmış olabilme ihtimalini de göz ardı etmişse eğer nihayetinde ortaya konulan amellerden bazen o lezzetin gelmemesi, o hissiyatın işitilmemesi, o namazdaki zevkin huşunun, oruçtaki zevkin tadın alınmaması, yapılmış olan bir ameli bir türlü nihayete erdiremiyor olmak, niyete halisane olup halis bir yurt yolu üzerinde yürürken, her yaptığını Allah için yaparken bir şeylerin tam yerine oturmuyor olması, civataların diş atması tabiri caizse, insan onunla şu meseleyi kendisine sorma mecburiyetini getirir. Gökleri yedi kat bina etmiş olan Hazreti Allah, kalbi yedi kat, gönlü yedi kat izah ederken, işaret ederken, bu işareti içerisinde bizlere bir başkasının hayatındaki gönlünü, hayattaki gönlünü kırmama ve hatta onu halisane bir şekilde yapabilme, edebilme, o binaya hizmet edebilme gerekliliğini ne yazık ki göz ardı eder bir topluluk haline dönüşüyoruz. Çünkü sadece amellerimizi kendi adımıza düşünüyoruz. Cennet bizim için var, cehennem bizim için var diyoruz. düşünüyoruz. Cennet bizim için var, cehennem bizim için var diyoruz. Baba Ali kapısına gitsek görüyoruz ki cehenneme düşecek bir kardeşimizin onun cehenneme götüren bir fiilin içinde olması bizim için cehennemdir denildiğinde. Bir kardeşimizin cennetlik bir iş yaptığında hani cennete onu taşıyabilecek Allah Resulü'nün Evliya Allah'ın Allahü Zülcelal'in gönlünü aldırabilecek Hulefayi Raşid'in gönlünü aldırabilecek bir iş yaptığında da en az kendimiz cennete gitmiş kadar seviniyor olmanın zevkini kaçırdık. O zevk kaçınca da herkes kendi cennetine girmeye, kendi cehenneminden azat olmaya, kendini mecbur hissedip bu hususta kendini geliştirmeye gayret ediyor. Toplumsa kendini geliştirerek değil, bir başkasını geliştirerek ayakta durabileceği, bir başkası büyüdükçe bizim de büyüyebileceğimiz gerçeğini belki ekonomi alanında yine kendi menfaatlerini göz önünde tutunca görebiliyor. Ama bizler o kör gözüne yaşanan hayatlar ve İslam'ın en tatlı haleti ruhiyesi bir kenara bırakılınca ne yazık ki matematiksel bir hesap üzerine din yaşamaya başlıyoruz. Din ise madem ki iman olup gönle inkişaf ediyor, madem ki o gönülden başlayan bir hikmet, öyleyse bu şeriat-ı muhammediyenin, şeriat-ı Kur'aniyenin, sünnet-i muhammediyenin en esasında o gönlü ihya geçiyor. Hani bunu şuna beyan edebilirsiniz. Namaz kılmanız için gereken şartlar abdesttir, temizliktir, kıbledir. Allah'ın ulema tarafından, Resul-i Kibriya aleyhisselatü vesselam efendimiz tarafından söylenmiş içinden ve dışından farzlarıdır. Her şey tamam olur. Namaz başlanır. Namazın içinde herkesin aradığı taadiyle erkana uyarak bir namaz mıdır? Herkesin arzuladığı huşu dolu bir namaz mıdır? Herkesin arzuladığı şey borcunu ödemek midir? Herkesin arzuladığı Rabbi ile muhabbet midir? İkisi arasındaki derin ayrılığı kapatabilecek olan şey nedir diye sual edilse, sokaktaki en aciz adamın dahi söyleyeceği söz, bu iş kalptedir beyim demek olacaktır. Kalpte olmayınca olmuyor denilir ya, içimden henüz gelmedi gelince yapıyorum denilir ya. Yine burada da insan şahsında şahsı manevisinde belki kendini düşünüyor. Halbuki hakikat yine başka birisinin gönlünü eylemekten geçiyor mevzu. Başkasının gönlüne o hikmet ve hakiki ifade beyan edilebilse eğer o zaman iş hasıl oluyor. O zaman dersin birinci kısmında şunu anlamış olduk ki ameli farizada, amelin bütün usullerinde en hoş, en güzel makamı erebilmenin, en güzel tada erebilmenin yolu yemeği beraber yemekten geçiyormuş. Yemeği beraber yemekten geçiyormuş. Yemeği beraber yemeye gayret eden adam içinse gelen misafire yemek yapabilmek her şeyden alaymış. Dolayısıyla yemeğin lezzeti yemeğin yapılış esnasındaki usul ve erkanı uymak değil sadece gelen misafire göre de yemeğin tadının değişebileceğini bilmekmiş. O halde Allah-u Zülcelal'in bizlere verdiği şu hayatın içinde karşımdaki bir mümin kardeşimin gönlünü nasıl ederim bir ona bakmak gerekiyor. Öyle ki bu iş sadece müminlerle de sınırlı kalmıyor. Öyle ki bu iş sadece müminlerle de sınırlı kalmıyor. Kalplerinin ısındırılması gerekenler denilerek ehüllerine dahi kazanmanın esası bizlere beyan ediyor. Temelinde bu hakikat-i ilahiyede Rabbin yaratmış olması gerçeğiyle, üst katlarında Rabbimizin henüz iman vermediğinden bir karanlığın varlığı da asıl itibariyle bizi ilgilendirmiyor. Zira onu da Rabbim veriyor, Rabbim alıyor. Öyleyse insan karşısındaki insanın gönlünü nasıl alacak? Mesele oraya geliyor. Bizler işte bu noktada en büyük problemi şöyle yaşıyoruz. Karşındaki insanın gönlünü alabilmek insanın kendi gönlünde başlıyor Bir başkasının gönlünü nasıl alabilirsiniz? Sualine karşılık zaman zaman işte bir yemek verirsiniz Veya ne bileyim onu taltif edersiniz Bir mektup yazarsınız, bir şiir yazarsınız Hoş bir söz söylersiniz, gönlünü eğlendirirsiniz gibi gibi pek çok söz söylenir de bu sözlerin her birisi muhatapların ikililiği karşılığında değişkenlik gösterebilir. Hakikat karşındakinin gönlünü eyleyebilmek için önce kendi gönlünde bir niyet gerekir. Kendi gönlünde onun gönlünü sevebilmek gerekir. Henüz onu aramamış, onun sesini duymamış olsan bile oturduğun yerde onun derdiyle dertlenmiş olmayı gerektirir. Öyleyseönlü almaya niyet etmiş olan kişi sensin, karşındakine yapılacak şeyin sonucunu göstermekle mükellefsin. Öyleyse burada attığın bir temel var ki, o temeli atmadan karşındakinin gönlünü alman mümkün değil. Zaten gönlünü alamayanlar, gönül almayı beceremeyenler bunu hep söz ve kelama vururlar ya, benim ağzımdan güzel laf çıkmıyor, kusura bakma o yüzden gönül alamıyorum diyenler var ya, asli olan niyette, vazife-i kalpte gerçek bir gönül alma için temel atılmış mı? Esasen buna bakmak gerektiğini Baba Ali dersi bizlere beyan ediyor. Öyleyse önce gönlümüzde bir temel atılacak ki karşı tarafın gönlünü almaya niyet etmiş olalım. Öyle bir temel ki bu içinde biz olmasın karşı tarafın menfaatleri olsun. Başkasının menfaatini kabule zişan olacak bir hayat biçimi kendimize seçilmiş olsun. Kendi adımıza kendi yerimize koyabileceğimiz kim var ona bakıyor biliyorsak eğer bu temeli atabilmek için ilk adım yerine gelmiştir diyebiliriz. O ilk adımda temel atılırken karşı tarafın size neler yaptığı da hiç umurunuzda değilse işte o zaman bir dervişlik başlamıştır. Zira karşındaki gönlünü eğilebilmenin sonucunda kazanacağın rıza karşındakinin ağzı dili gözü de değildir. Kazanacağınız Rabbinizin rızasıdır. Zira o kalp ki Kabe-i Muazzama'dan Kabe-i Muazzama gibidir. Kabe-i Muazzama'nın temizliğini yapsan o ihtiyaçları gidersen ona bir parçacık bir yerindeki tozu kaldırsan bile ne büyük bir iş ve fiil işlediğini Cenab-ı Hak mescitlerin ihyası konusunda Kur'an-ı Azimüşşan'da açıkça beyan ediyor. O beyanat karşısında da bir fasığın kanının Kur'an-ı Azmişşan'da bir fasığın kanının Kabe-i Muazzama'dan da daha üstün olduğu söyleniyor. O zaman bir fasığın kanını böyleyse işte hakikat başa dönüyor seyidimizin ibarelerinde bir evliyanın, bir velinin, bir alimin, bir fukuhanın, bir muhaddesin hali nice olur? Onların gönlünü eylemek yerine bugün insanların kolayca istedikleri gibi zevkine, isim vere vere birbirlerini bu kadar hoyratça eleştirdikleri, hoyratça tukaka ettikleri bir başka dönem ne yazık ki yaşanmamıştır. Ya da bu denli yaşanmamıştır. Bu kadar kolay da olmamıştır herhal. Her halimizle karşımızdakinin gönlünü eğilemenin temeli atılırken haset, kin ve nefret varsa, kıskançlık varsa, gıpta bile olsa yeri geldiğinde temelde ağır az çıkar. Müslümanın başarısı Müslümanı sevindirmiyorsa bu imanda zafiyettir. Bu zafiyetten sıyrılarak atılacak temelde karşındakinin ihtiyaçlarını öne koymak onu öncü kabul etmek onu önde kabul etmek de gerekmekte. Birinci kata atarken, şimdi yavaş yavaş söylem gelecek mi ibaresini bekleyenlerse, hayır sözüyle karşılaşacaklar, önce esas karşı tarafın ihtiyaçlarını belirlemekte. Bu sadece dünyevi olarak düşünmeyin, elbette hediyeleşmek bir sünnettir ve kaybettiğimiz sünnetler olma arasına giriyor. Ne yazık ki yavaş yavaş şu özel günler diye gayrimüslimlerin bizlere adapt ettikleri de olmasa durup dururken kimsenin de birbirine hediye alacağı yok. Bak adı üzerinde durup dururken kelimesini kullanır olmuşuz. durup dururken kelimesini kullanır olmuşuz. Zira bu sıfatları bize böyle öğretirlerken unutmayalım ki biz de onları kabul eder bir hayata doğru yerken açmışız. Durup dururken hediye alınmaz. Her dem ufak da olsa hatırlamak için Allah Resulü'nün bu hadisini yerine getirmek uğrunda yapılmalıdır. Uğrunda yapılırken yine düşünülmesi gereken karşı tarafın hoşnutluğudur, gönlünün hoşnut olmasıdır. Bu birinci kat oluştururken o zaman nihayet ez cümle onun ihtiyaçlarını bir düşünmek gerekiyor. Manimi ihtiyaçları geri geldiğinde ise onu mutlu edecek bir kelam, bir söz, bir kitap, bir cümle de kafi gelebilir ama işin bu kısmı da yine hazırlık alanına geliyor. Üçüncü kata çıkmak isteseniz hala bir söz mü bekliyorsunuz diyecekseniz hayır deriz. Zira karşı tarafın gönlünü eğilemenin ilk adımlarını atarken sizler gözlerinizin içi gülmüyor ve karşı tarafa o bugünün tabi ile o hissiyatı tırnak içinde enerjiyi veremiyorsanız karşı tarafın sizden beklediği veya sizden gördüğü beklenti oluşturabilecek bir gönül eyleme fiiliyatını kimse bekleyemez. Onun olabilmesi sizin ona bakışlarınız, haliniz ve tavrınızdır. Küçüklerin büyüklere, kardeşlerin birbirlerine ve her halükarda müminin mümin kardeşine karşı, ihvan olan kardeşine karşı söyleyeceği sözler bu esasla bütün ümmeti Muhammed'i kapsamaktadır. Velev ki bu hoyratlıktan kurtulmayacaksak ne yazık ki işimiz zor ve işler kesattır. Efendim nihayet dördüncü kata çıkarken artık sözü, kelamı, fiili başlar bu işin. Artık sözü, kelamı, fiili başlar bu işin. Başkasının gönlünü eylemek için şimdi söz devreye girer ama artık karşınızdaki de reddedemez hale gelir. Çünkü temeli sağlam, niyeti yapılmış, kendisi değil gönlü yapılacak şahsiyet düşünülmüş, bakışlarında ve gözlerinde bunun gerçekten olabilirliği görülebiliyor ve şimdi kelam ediyor karşı taraf, bir söz söylüyor veya bir hediye uzatabiliyor veya bir hal ve hatırı soruyor. Onun hayatındaki o eksikleri giderme bağlı. Sevgi açlığı olur bu, muhabbet açlığı olur bu, yolculuğa çıkmak açlığı olur bu, her ne derseniz deyin. Ama yedinci kata geldiğimiz zamansa her şey başa dönüyor. O da gördüğün bütün hata ve kusurların üstünü örtmek. Bu konuda ümmeti Muhammed şu anda ne yazık ki bu futaata göre yerin altındadır. Hani bir sıralama yapacaksak yukarıya doğru mudur kaçıncı kattayız kaç numarayı dersek eksilerdeyiz. İlerleyicilerdeyiz. Sebep herkes ve ne yazık ki bir hata gördüğünde bu hatayı pat diye söylemek, hemen o hatanın arkasından acaba bunun bir sebebi mi vardır demeden hareket etmek peşinde. Zaten herkes karşısındakinin kaç hatası olursa kendisinin de o kadar yukarıya çıkacağını, Allah-u Zülcelal'in katında da üstün bir varlık halini filan düşünmekte. Hakikat öyle olmadığı bilinse de. Efendim sözün uzunluğu işi bilmeyene söylenir. İşi bildiğini iddia eden bir toplum var karşımızda her yerde her alanda. Ancak bu yüzdendir ki söz uzatılıyor. İşin sonunda dönüyoruz ya Settar olan Allah-u Zülcelal'in beyanatına. Müslüman kardeşin hatasını örtmekten kusurunu görmezden gelmek haline. Ancak böyle olunca bir gönül bina ediliyor. Bu gönül bina edilmeden ahirete de gidilse ne yazık ki cennet mekanında bunlar göllemiyor. Hani hep anlatılır ya her amel karşısında cennette bir köşk yapılır diye. O insanın kendi ameliyle kendine yaptığı köşktür. Herkesin eksiği yediği var. O yüzden o köşklerin de eksiği ve yediği vardır. Her toplulukta ise insanlar gittiklerinde şunu görecekler. Bir köşk yapılmış adamın kendi amelinden değil. Bir başka zatın onun gönlünü eylediği için Allah-u Zülcelal'in ikram ettiği bir şey olacak. Ve bakacak diyecek ki Ya Rabbi şu ana kadar gördüğüm her köşkün kapısındaki görevliler hangi amellen yapıldı bu diye sual etsem bana cevap verdiler. Şimdi gördüğüm yere bakıyorum buraya köşk desem diyemem saray desem diyemem. Hani hangi kelimeyle anlatmak lazım gelse o kelimeyi dilime eriştiremem er erişemem o kelimeye erişemem. Ya Rabbi bu nasıl oldu dese bir bakacaktır ki, bir başka kardeşinin gönlünü eylemesinden doğan, o muhteşem nur ile yaratılmış da ondan. Bu cevap teskin ediyorsa sizleri yeter ve kafi. Ama halet-i ruhiyemiz ne yazık ki herkesin kendi derdine düşmesinin derdi. Rabbim bu ümmeti Muhammed'in derdine düşmüş olan seyyidimizle beraber ümmeti Muhammed'in derdine düşenlerden eylesin. Kendi amelinden önce kardeşinin gönlünü eğleyebilecek bir gönül muazenesi nasib-i müesser eylesin. Bütün bunları bu sıralamayla yaparken de veya harmanlansa bile neticesi aynı noktaya varacağız. Son noktaya geldiğimizde kardeşimizin günahını, eksiğini görmezden gelebilenlerden eylesin bizleri. Ne zaman ki bunları geri kazanacağız? İnşallah o zaman hakikaten Müslüman gibi Müslüman olmaya başlayacağız. Efendim Allah nasip ederse yarın akşam Baharat yolunda olacağız. 22.02'de Yahudiliğin tarihini anlatmaya gayret ediyor olacağız. Devam ediyor programlarımız. Takip ediyorsunuzdur zaten. Allah'a emanet olun. Allah rızası için. El Fatiha.
İki cihan perveri Hz. Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin ruhlarına, Hz. Ebu Bekir'in, Omar'a ve Osman'a ve Ali Efendimizin ruhlarına, Şühedayi Bedir, Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına, ve kafiyle iman erbağının ruhlarına. El Fatiha Hz. Ali Kerram Allah-u Veşhehu Efendimizin Ruhlarına Hz. Fatıma Hanım'ız, Hz. Hasan Hz. Hüseyin Efendimizin Ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerin Ruhlarına, 12 İmamın Ruhlarına ve Kâfili İslam Ervahının Ruhlarına El Fatiha. Pirimiz Gavsazam Abdülkadir Eceilani Hazretlerinin ruhlarına, Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid mürşidan, mürid müridanın ruhlarına ve kafili iman erbanının ruhlarına El Fatiha Seyyidimiz, Mürşidimiz, Peygamber Efendimizin İnci Tanrı Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin ruhlarına ailesinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müridlerinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müridlerinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, Şüheday Çanakkale, Şüheday İstanbul, Evliya-i İstanbul ruhlarına, Camir bin Abdullah Hazretlerinin ruhlarına, Eyyub El Ensari Hazretlerinin ruhlarına, Şühedanın serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve Kâfirli İman Ervanı ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah. Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya Hazreti Ali kerramallah ve cehu. Meded ya Hazreti Ali kerramallah ve cehu. Meded ya Gavsazam Abdülkadir el-Ceylani. Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi. Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız. Baba Ali derslerinde yine. Allah Azze ve Celle'nin seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız. Baba Ali derslerinde yine. Allah'u Zülcelal'in seyidimize ikram eylediği tefsil-i ruhiyede Nebe'e suresinin 13. ayeti kelimesine gidiyoruz. Allah'u Zülcelal ayeti kelimede şöyle buyurmuştu. Estaizübillah ve cealna siracen ve hace ve içlerine gösterişli parıl parıl bir kandil astık buyuruyordu Allah Azze ve Celle. Bu siracen kelimesi bir kandil kelimesinde harfi rada gönül ferahlığına dair bir ders vardı. Gönlü ferahlatmak üzerine bir gönülül almak geçen haftaki dersin konusu. Bu haftada gönlün ferahlığı üzerine bir beyanat var. Kısaca ve özüyle beyan etmeye gayret edeceğiz. Harfi, ruadaki bu ilmi Kur'an-ı Azimüşşan'ın her bir ayeti kelimesinde her bir ayeti kelimesinin her bir kelimesinde, her bir kelimesinin her bir harfinin cihetlerinde alemin taşıyıcısı olan ilimler var. Bu ilimlerden Ezzane-i Muhammedi'den, Baba Ali'den, Hazreti Ali Efendimizin kapısından seydimize ikram edilmiş. Onlar da Resul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin sünnet seniyyesi üzerine yaşamaya niyet edecek olan ümmeti Muhammed'in ihtiyacını gidermek üzerine beyan ediliyor. Efendim bu hakikatle öncelikle şunu bilmek gerekiyor. Bu dersin ehemmiyeti açısından başından söylemek gerekiyor ki sonuna kadar insanların dinlemesi için bir vesile olsun. Gönlüm daraldı galiba depresyona giriyorum. İçim sıkıldı içimdeki sıkıntıyı atamıyorum. Galiba depresyona giriyorum. İçim sıkıldı. İçimdeki sıkıntıyı atamıyorum. Her yerde, her zaman ve sürekli olarak içimde, içimden çıkaramadığım, atamadığım bir sıkıntı var. Acaba nedendir? Nasıldır? Doktora mı gitmek lazımdır? Cinciye mi gitmek lazımdır? Ne yapmak lazımdır? Diye bir telaş oluyor. İnsanoğlunun son döneminde bu daha fazla özellikle son 50 yılda gittikçe artan sanayileşme ekonomi fonksiyonları insanların dünya hayatında olan bağlılıkları ve bu bağlılığın bağımlılık haline dönüşmüş olmasının getirisi olarak gönülde bir ferahlık arayan insanoğlu bu ferahlığı başka yerlerde arıyor. Dolayısıyla hem bu akşam o aradığı yerlerdeki çıkmazları kısaca beyan ediyor olacağız. Hem de yavaş yavaş gönlümüzün ferahlaması için ihtiyacımız olan ilaçlarımızı alacağız. Ezzani Muhammedi'den, Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin Bağbali dersinden inşallah. Yine Kur'an-ı Azimüşşan hak ve hakikatiyle. Efendim gönlün ferahlaması bu ayeti kelimenin bütünüyle bakıldığı zaman anlaşılıyor ki bir aydınlık iledir. Çünkü Allah Azze ve Celle parıl parıl parlayan buyururken vehace parıl parıl çok parlayan sıraç kandillerden bahsediyor. İnsanlar böyle bir aydınlık gördüğü anda genellikle ferahladıklarını filan hissederler. Bu mekandaki genişlik, mekanlardaki ışıklı ve oradaki güneşin varlığı, oradaki işaretlerin bütünlüğü insanda bir anda bir rahatlama meydana getirir. Ancak bu rahatlama nedir, gönül nedir? Bu ikisini anlamayınca gönlün ferahladığı kelimesi her iki batı uygarlığı için biraz havada kalan bir kelam. Hoş doğudaki biz insanların biz Müslümanların da bunların kelime karşılıklarının özellikle hikmet babına ne kadar haberdarız o da ayrı bir konu. Haberdar olmamız için bu futuatlar beyan ediliyor. Allah seyircimizden binlerce kez razı olsun. Efendim hakikat o zaman bu cümlede iki kelimeyi yeniden ele almak gerekiyor. Birisi gönül kelimesi bir de ferahlama kelimesi. Gönül insan hayatında ruhla bedenin buluşma noktasıdır. Ama bunun adı kalp değil. Kalp bundan biraz daha farklı. El-Fuat kelimesi kalbin Allah'ın zikriyle tatmin olacağına dair esas vardır ama bu esas özellikle insanın sinir sistemi üzerinde kurgulamış bir hakikattir. Ancak ruhla bedenin buluşma noktasından kastımız insanoğlunun ruhunun geldiği noktaya ait olan özellikleri değil de, ruhunun bugün için kendisiyle olan ilişkisine dairdir. Şimdi kalbimiz Rabbimizi zikredince mutmain olur. Çünkü ruhumuzu yaratmış olan Rabbül Aleminin takdir ettiği nefai ilahiyenin kalbiyle olan ilişkisi o insanın ilk başlangıç noktasına olan ilişkisini doğurur. Yani burada gönül kelimesi insanın ruhuyla bedeni arasındaki ilişkinin dünyevi halidir. Kalp ise o kalbin hakikatine gittiğiniz zamanda ise tatmin olan kalpten bahsediyorsanız o ilk ana dair olan bir duygudur. Dolayısıyla burada iki ayrı durumdan bahsediyoruz. Bunlardan bir tanesi tekrar ifade etmek gerekirse insanın ilk ana olan ilk anda ruhunun yaratılışındaki ana olan hasretidir. Bu hasretin adı kalptir. Ancak bu an şimdi şu mekandaki kalbimiz atan şu tıkır tıkır atan kalbin hemen ona can vermekte olan ruh ile olan ilişkisinin adına gönül diyoruz. Dolayısıyla gönül dünyası dediğimiz şey dünyadayken bizimle olan ilişkidir. Ve dünyevinin dünyaya ait olan dünyevileşmedikçe insana bir huzur veren esastır. Dolayısıyla insanın huzur kaynaklarından bir tanesidir. Bir tane huzur kaynağı yoktur insanın birden fazladır. Bu akşam biz gönlü ele alıyoruz. O zaman gönlün ne olduğunu öğrendik. Ruhumuzla bedenimiz arasındaki ilişki noktasına gönül diyoruz kalp değil. Kalbe inkişaf ediyor ama esasında göğsün üst bölümüne ve bu iman tahtası diye adlandırılan bölgede hissedilen depresyona giren hastalarında genellikle baskı hissettiği alanın biraz daha sağ ve sol çeperinden bahsediyoruz. Peki ikinci kelimemize geçelim. Ferahlamak nedir o zaman? İçimiz ferahladı deyince biz aslında neyi söylemeye çalışıyoruz dur da anlamını bilmiyoruz. Onu bir öğrenelim. Dolaşımla ruh arasındaki denge oluşma durumuna ferahlama denir. Eğer insandaki dolaşım sistemi yani kalp attığı, vücudumuzun ihtiyaçları, vücudumuzun tamamına götürüldüğü, işin içinde maddi ve manevi unsurlar da dahil edildi, bu dengeli bir karışıma ve dengeli bir dolaşım sistemine sahipseniz biz o ana ferahlamak diyoruz. Bu denge bozulduğunda yani dolaşımla denge dolaşım sistemiyle ruh arasındaki denge bozulduğu zamansa insanın sinir sistemi bozulur. Dolayısıyla kalp hastalarının ya da kalpte aritmi yaşayan taşikardi gibi hastalıkları olan insanların genellikle içlerinde doğan o dünyaya ait hazımsızlık, heyecanlanmak, korkmak ve bunun hep kalple olan ilişkisi bir yandan parasympatik olarak ele alınıp biraz psikolojik bir alana dahil edilse de işin bir başka tarafı ferahlamayı arzu eden insanın arayış sürecinde eksik ve yarım kalmış bir şeyi bizlere gösterir. O zaman gönlümüzün ferahlığı için şunu söyleyebiliyoruz bizler, bedenimizin şu an için ihtiyacı olan ruhla olan ilişkisinde, dolaşım sistemiyle ruhumuz arasındaki kurulmuş denge hasıl olunca, insanın gönlü ferahlar. Ancak bu ferahlama aydınlıkla mümkündür. Zira nasıl ki bitkiler gündüz güneşin açmasıyla beraber yapraklarındaki üretim süreçlerine başlarlar ve bu başladıkları süreçte oksijen üretimine dönük olay bir hayat tekamül eder. yönetimine dönük olay bir hayat tekamül eder. İlk andan beri hasıl olan ışığın hücrelerimizle olan bir ilişkisi var. Bu ilişki vücudumuzdaki dolaşım sistemini destekleyen bir yapısı vardır. Hani biliyorsunuz özellikle güneş doğmak üzerineyken şafak vaktinde tam da o sabah namazı vaktinde güneşin doğmasına 40-45 dakikalı andan başladığımız o süreç bizi adım adım ışıkla buluşacağımız güneşin ışığıyla buluşacağımız o ana doğru taşırken vücudumuzda meydana gelen bir ferahlama ve bir haz vardır. Sadece namaz kılanlar için geçerli olan bir şey değil bu. Dünyanın dört bir tarafında insanlar sağlık dünyası açısından bir şey söylemeye kalktıklarında güncel hayatlarına başlarlarken güneşin doğuşuna merhaba diyen yogacıdan tutun da ateistin en dibine gitmiş insanın dahi güneş doğarken koşuya çıkmanın ehemmiyetini bizlere anlatır dururlar. Bu ehemmiyet hücrelerle alakalı ve gayet tabi. Ancak hücrelerle alakalı olan bu durumun vücudumuzdaki karşılığı gönlümüzün ferahlaması. Peki, insan ve canlılar bu nur yani aydınlığın nispetiyle yaşadıklarının farkındadırlar mı? aydınlığın nispetiyle yaşadıklarının farkındadırlar mı? Zira bir ışık insan vücudunda bir aydınlık hasıl ettiğinde, onun ardında var olan karanlığı kendisinden itekleyecektir. İnsan vücudunda karanlık noktaların kalmayacağı bir alanın olduğu yerler var. Ama karanlıkta kalan alanlarımız da var. Yani vücudumuz ışığı aldığı zaman vücudumuzun tamamı bundan etkileniyor. Ancak bazı bölgelerimiz var ki o aydınlıktan tam anlamıyla fayda göremiyorlar. İşte o alanlara aydınlığı taşıyan sistem dolaşım sistemi olduğundan o noktaların da aydınlanmasıyla beraber sistem bütünleşiyor. O noktaların da aydınlanmasıyla beraber sistem bütünleşiyor, kablolardan akım netleşiyor ve bu akışkanlık insanda ferahlığı meydana getiriyor. İşin bilimsel tarafı böyle ama işin hikmet tarafına gelince. artıcı noktaya götüren, aydınlıktan uzaklaştıran her ne varsa o günahla ve günaha sevk eden ya da günahın da ötesinde Allah korusun fasıklık ve küfürle addediliyor. ışığın kendi vücudunda bıraktığı hal ile o ferahlığı gecenin bir vakti de yaşayabilecekken, kendisi eğer benliğinde bir perde oluşturmuş hatta birden fazla perdeler oluşturmuşsa, güneş doğsa ne çare, onlarca güneş onu aydınlatsa ne çaredir. Zira biraz önce söylediğim gibi kalbin arka duvarının karanlık kalan noktası safra kesesinin arkasındaki karanlık nokta pankreas ve karaciğerin arkasındaki bütün bu iç organlarımızın karanlık noktaları işte insan hayatındaki dolaşım sisteminin bozukluğuyla beraber işin bir başka tarafından yapılan hatalar sebebiyle oluşan perdelerden ötürü insanın ruhunun dolaşımı engellemesine yönelik bir rahatsızlıktır. Yani hep bedenimizin ruhumuza verdiği şeylerden bahsediyoruz ama ruhumuzun bedenimize de engel olduğu yerler olduğunu unutuveriyoruz. Ruhu öyle bir anlatıyoruz ki sanki o bizden bağımsız bir şeymiş ve çok ulviymiş gibi anlatıyoruz. Halbuki o da bir yaratılmış. Ulvi tarafları elbette var ama bizim yaşam biçimimiz ruhumuzun bedenimize karşı yapacaklarını engelliyor ya da önünü açabiliyor. İşte bu yüzden ders başından sonuna kadar gönülle dolaşım sistemi arasındaki ilişkinin bir dengeye oturtulmasından bahsediyor bizlere. Şimdi şunu anlamış oluyoruz. İnsan için bir günah demek kefere kelimesi zaten perde demektir bir şeyi örtmektir perdelemektir. İnsanın nefse emmaresinin desisesine düşerek şeytanın hile ve tuzağına girerek Rabbinin istek varusundan uzak yaşamaya çalışıp da kendiyle Rabbi arasına perdeler koymasının esasıdır. Bu esası şimdi şu hal ile ele almamız lazım. Elbette ki. Bu perdeleri ortadan kaldırmak ister insanoğlu. İçi daralmaya başlar. Her karanlık nokta dolaşım sistemini bozacaktır ve zafiyeti imaniyenin bir cüzü onda rahatsızlık meydana getirir. Yani zafiyeti imaniye beş vakit namaz kılmayan insanlar da olmaz diyemezsiniz oruç tutan zekat veren namaz kılan hacca gitmiş nice insanların gönüllerinde aradıkları bu ferahlıktan uzak bir halde bulunmalarının sebebi biraz da bu formülü hem bilmemelerinden ya da işlerine gelmeyip şimdi sayacağımız usul ve erkanı uygulamaktan uzak yaşadıkları içindir. İnsanoğlu bir vakit sonra hele ki iman sahibi ise doğal olarak bu perdeyi ortadan kaldırmaya niyaz edip bununla mücadele etmek ister. Ancak eğer iman sahibi değilse bu perdelerin varlığından bu dersten ya da ulemanın söylediği hakikatten habersizse farklı bir durum meydana getirir. verir. Bugün gençlerimizin daha yüksek sesle müzik dinlemek istekleri, arzuları çok daha fazla sinema çok daha fazla görsel görüntü unsurlarına kendilerine daldırmış olmaları, daha fazla ışıklı şeylerin onların dikkatini çekiyor olması ve bunun yanında köşe başlarında yalnız kalmış olan pek çok taşın o ışıklı tabelalardan çok daha şey anlattığını çoktan unutmuş olmaları. Bu hakikat bizlere günümüz toplumunun dünya çapında bakılsa ekseriyetle bu perdeye düçar olduğunu gösteriyor. Evet o perdeden kurtulmak lazım. Eğer olmazsa insan daha fazla ışık, görüntü ve sesle o perdenin bir nebze olsun inceleyeceğini zannedebiliyor. Zannediyor ama onların zararlarıyla meşgul olduğunun pek de farkına varmıyor. Daha fazla ışık onun oluşturmuş olduğu perdenin tam tersine daha büyük bir yanılsama yapmasına sebep olup ilk başta bir ferahlama hissettiğini düşünse bile hemen ardından oldukça sıkıntılı günler onu bekliyor. Yani sesi, gürültüsü, görüntüsü ve ışık oyunları fazla olan büyük bir toplantı alanında yapılmış daha ziyadesiyle nefsi ve şeytani unsurları barındıran bir müzikal konser niceleri vardır ki hak ve hakikati anlatır. Ondan bahsetmiyoruz çünkü orada aranılan şey zaten gönlü ferahlatacak sözle o esası ortaya koymaktır. Bir de üzerine nefsani ve şeytani bir değerle karşınıza çıkıyorsa hemen arkasından bu tarz sürekli konserden konsere gezen insanların iç sıkıntılarının da öyle kolay kolay geçmediğini, hani bir kafa dağıtmaya gideyim derken kafasından da gönlünden de olduklarını görürüz. Ama hoş onlar bunu pek de rahat algılayabilecek düzeyde olmayabilirler. Çünkü bir perdenin 3 farklı yönü var ve insan bu perdeyi kaldırmak istediğinde bu üç farklı yönünün ne olduğunu bilmiyorsa o perdenin altında kalabiliyor. Eli, kolu, vücudu her neyi varsa belki bazen vicdanı. Çünkü perdenin bir kendisi var ki o gittikçe kalınlaşıyor. Hele ki insan tövbe istifardan uzaklaşıyor. İnsan Rabbini anmıyor ve zikretmiyor insan o cennet bahçelerinde alimlerle sohbetlerde bir vesileyle buluşmuyor bundan imtina ediyor ve hep kendisine bir bahane buluyorsa nihayet perdenin kendisi gittikçe kalınlaşıyor. İkinci hakikat var ki biz yani perdenin iç tarafında olan biz varlık peşinde olan biz. Çünkü bir de perdenin dış tarafı var ki o da varlık tarafı. Bu işin nefsani tarafıdır. Nefsani olan meseleden bakınca görülür ki perdenin kendisi, onun içinde olan bizler ve onun dışarısında var olan varlık eğer nefsi emmare seviyesinde yaşayan bir bizden bahsediyorsak ne yazık ki nihayetinde bunun altında gönül ferahlığına ermesi beklenilemeyecek bir noktaya taşınır. Bu perdenin kalkması için insanın kendi müdahalesi ise mümkün olacak bir durumda değildir. Zira her bir perdenin içindeki o kalınlıkta ne kadar ışık geçirip geçirmediğini içerideki bizin fark etmesi mümkün değil. İşte bu yüzden dışarıdan bir göz gerekiyor. Dışarıdan bir ses, dışarıdan bir nefes, dışarıdan bir görüntü, dışarıdan bir ses gerekiyor. O ses, o görüntü, o nur-u ilahinin feyzi dedikleri mülidi, münşidi kamillerin gönlünden doğan, onlarla beraber hak ve hakikati hatırlatan Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam Efendimiz'den bugüne ve ondan önce Hazreti Adem Efendimiz'e kadar gelmiş olan ışık bizlere o gerçeği hatırlatıyor. O gerçek hatırlanıldığı andan itibaren ise perdenin yavaş yavaş erimesi mümkün. Çünkü bahsi geçen bu perde ancak Allah-u Zülcelal'e karşı yapılan zikrullah ve hakiki bir bakış ve nazarla erimeye başlıyor. Evet bu insanlara biraz garip gelebiliyor ama her seferinde aynı örneği de vermek gerekiyor. Kabe'nin etrafında tavaf etmek, önünde namaza durmak gibi ona bakmak da sevaptır ve bir ibadettir. Bu genellikle es geçiliyor. Bu genellikle es geçiliyor. Perdeler kalkmadıkça ne yazık ki hakiki bir gönül ferahlığından bahsetmek de mümkün olmuyor. Öyleyse bugünün insanları için gönüllünün feraha kavuşması, rahata kavuşması ancak ve hakikatiyle gerçek manada o perdeden haberdar bir perdedar gerektiriyor. Perde kapısında durup perdelerden haberdar olan birisi gerekiyor. Kapıya varabilmek için perdelerde bazen vesile olabiliyor ama onun vesile değil, başa geçen bir çuval olduğunu fark etmezse insan o çuvalın altında ezilip kalabiliyor. olduğunu fark etmezse insan o çuvalın altında ezilip kalabiliyor. Hakikat bizler için söylenen söz gönülle bir ferahlık bulmak istiyorsak eğer Rabbül Aleminin rızası, sünnet-i seniyenin esası yine döndük geldik ehribet kapısına onun sevdası gerekiyor. Efendim Rabbim nasibi müessir ederse kısaca belirttik ama Baba Ali dersleri şöyle 30-40 adede bulunca ya da bir sure-i şerifeyi tamamladığımızda inşallah yine sizlere ayrı bir külliyatın kitabı olarak ulaşıyor olacak. Siyeri Nebi'nin birinci cilli çıktı biliyorsunuz. Önümüzdeki aydan itibaren de cilt cilt devam edeceğiz. Esmaül Hüsna ile beraber dergi hazırlıkları devam ediyor. Daha başka nice çalışmalarımız var. Rabbimizden maddi ve manevi imkanlar nasip etmesini niyaz ediyoruz. Dua ediyoruz, dua bekliyoruz efendim. Yarın akşam ise Baharat yolunda yine beraber olabilirsek bizimle olursanız Mevlid-i Şerif'i konuşacağız. Mevlid-i Şerif'le ilgili bugüne kadar duymadığınız ne varsa onları anlatacağız. Anlattıkları gibi Fatımilerden itibaren mi başlamış? Yoksa da soru kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimiz doğumundan evvel mi başlamış? Onu anlatıyor olacağız. Sorusuyla bırakmış olalım akıllarda kalsın. Yarın akşam 22.02'de görüşene kadar Allah nasip ederse. Efendim Cenab-ı Hakk'ın seyyidimize ikram edildiği bu futu alt kapısından kısa kısa seslendirerek bu hakikatleri beyan etmeye gayret ediyoruz. Rabbül Aleminden bu sözü bu kelamı bütün dünyaya duyurup bütün dünyanın ehli iman olup gönül ferahlığına ermesini niyaz ediyoruz. Cenab-ı Hak seyyidimizden binlerce kez razı olsun. Derecelerine ailesine, derecelerine aileye eylesin. Ailesine, efradına, bütün ümmetine Muhammed'e hayırlı bir Rabiül evvel ayı, hayırlı bir Mevlid ayı nasip eylesin. Küskünlerin yeniden barışabileceği muhabbet dergahlarında buluşamıyoruz ne yazık ama gönüllerin bir olduğu bir dünyada Allah'a özür dilerim istek ve arzüde yaşamayı Cenab-ı Hak bizlere nasip müessere eylesin. Hayırların fethi, şerlerin defi, ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için efendim. El Fatiha.
2. Cihan Ferberi ve ailemiz, Hazreti Abdullah
Efendimiz, Hazreti Hatice ve ailemiz, Hazreti Ayşe ve ailemizin ruhlarına, gelmiş geçmiş mümin müminat, müslüm müslümatın ruhlarına ve kafeli iman elvanın ruhlarına. El Fatiha. Hazreti Ali Kerem Allah ve Cevabı Efendimizin ruhlarına, Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına, gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerin ruhlarına, El Fatiha birimiz kabsa azam abdukadir eceylani hazretlerinin ruhlarına saadatı kadiriyyeden ve saadatı muhammediyeden gelmiş geçmiş mürşid mürşidan mürid müridanın ruhlarına ve kafeli iman erbanı ruhlarına el-fatiha seyyidimiz Mürşidimiz, Peygamber Efendimizin İncithane, Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin Ruhlarına, Ailesinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına, Müritlerinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına, Şüheday Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliyayı İstanbul Ruhlarına, Şüheday Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliya-i İstanbul'un ruhlarına, Cabir bin Abdullah Hazretlerinin ruhlarına, Eyyubel Ensari Hazretlerinin ruhlarına, Şühedanın Serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve Kâfili İman Ervan'ın ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha Ali kerramallahu ve cehu meded ya gavsu azam abduh kadir ve ceylani. Meded ya seyyidi Muhammed ruhi. Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız. Baba Ali derslerinde. Rabbim izni inayet eylerse eğer işte bu zor günleri beraberce atlatırken bu canlı yayınlar, bu sözler, bu kelimelerle ve bunları kitaba geçirme mücadelesiyle zikrullah ile meşgul olan bir hayatın içinde bir genişlik aramaktayız. Dersimiz onunla alakalı. Bu genişlikte elbette ki zikrullah her şeyden daha kıymetli ve önemli. Hakikat daha önce de duyurduğumuz üzere bir zikir aplikasyonu üzerinde yapılan çalışma devam etti. Elhamdülillah önemli bir aşamasını geçtik. Çok daha ileri bir boyuta taşımak adına önemli bir merhaleyi geçtik. Gruplarda ay diye demişiz ama yıllık olarak 400 milyon adedi geçtik. Gruplarda ay diye demişiz ama yıllık olarak 400 milyon adedi geçtik hem de öyle adam akıllı duyurmadan. Dünyanın dört bir tarafından ta Kuzey Kutbundan Afrika'ya kadar 400 milyon adette Allah'ın zikri hasıl oldu. Ve şimdi de bir canlı zikir söz konusu oluyor. Sevdiklerinizle dünyanın dört bir tarafından bir araya gelip aynı anda aynı sayıları istediğiniz adette çekebilme fırsatı var. Allah nasip ederse yakın bir zamanda da bunda çok daha değişik ilimleri, seyidimize ait olan ilimleri beyan edip dünyaya duyurabilme imkanına öylece yetişmeye çalışıyoruz. Zamanın tebliğinde teknolojik unsurlar ön planda önemli ölçüde insanlar böyle ulaşılabiliyor artık. Bunları kullanmakta bu futahatın içerisinde geniş bir yer ediniyor. Rabbim her birisini uygulamaya ömür yetmez ama en azından uygulamaya gayret. Uygulayacak olanlara, niyetlendirmelere yardım böylelikle inşallah Rabbül Aleminin istemiş olduğu bir hayatı yaşamak mümkün olur. Bunun linklerini pek çok vesileyle veriyoruz inşallah oradan indirir paylaşırsanız bol bol insandan da vesile olursunuz çünkü sizin paylaştığınız bir vesileyle bu zikrullahı çekenlerin sevabından da sizlere mutlak surette hasılsız size de yazılacaktır. Allah nasip etti bu akşam yine Bab-ı Ali dersinde Nebe suresinin tefsirini beyan ederken bir ayeti kerime var 14. ayeti kerime de şöyle beyan ediyordu Allah'u Zülcelal Estaizu Billah Ve o iyice yoğunlaşmış bulutlardan şarıl şarıl su indirdik dediğinde bizler Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin beyanatıyla El-Mu'sirat, bulutlar kelimesinde harfi ayında bir ilim olduğunu, bunun zamanında genişlik babı olduğunu söylemiştik ama nasıl bir genişlik bu? Bazen bilimsel bazen uhrevi karşılıkları var. Bab-ı Ali dersleri işin hikmet babında en üst seviye olduğu için o üst seviyede tabiri caizse söylemiştik ya bir master programındayız, doktora programındayız. Her birisini biraz daha derin tefekkür etmekte fayda var. Kitapta elbette genişleteceğimiz bir unsuru yine sizler daha kısa dinleyebildiğiniz için daha özetiyle ifade etmeye gayret edelim. Hz. Ali Efendimiz Rasul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam başta olmak üzere sahabenin tamamının en büyük arzosu dünya hayatındaki kendilerine verilen vazifeyi Müslüman olmanın karşılığını dolu dolu yaşayabilmektir. Bugünlerde özellikle insanların en çekindiği şey Müslüman dünyasının Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam Efendimiz döneminde de sahabi ikram efendimi sorarlardı. Ya Resulallah aleyhissalatü vesselam kabir nasıldır? Kabir mevzu elbette uzun bir mevzu ama özellikle kabrin daraltıcı özelliği, kabrin darlaşması konusunda hadislerdeki hikmetler incelikli ama o inceliklerinden bir tanesi burada harfi aynı bir ilim var ki insan bu darlıktan kurtulmaya vesile olacak unsuru aramakla mükellef. Zira nihai yatağımız bizlerin dünya hayatından ahiret hayatına giderken hakikat bir kabirdir. Bir kabrin başına geldiğiniz zaman hele ki onu defnedenlerden biriyseniz Rabbim bütün geçmişlerimize rahmet eylesin. biriyseniz Rabbim bütün geçmişlerimize rahmet eylesin. Küçük bir alanda dar bir alanda böyle 2 metreye 70 santim, 80 santim en fazla olsun olsun 1 metre, 2 metreye 1 metre, 2 metreye 80-90 santim genişliğinde biraz daha yapsanız ancak bunun bir %10 fazlası olacak şekilde bir kabir kazılıyor. Bu kabrin içine konuluyoruz. Üimize tahtalar diziliyor, ardından toprak konuluyor ve herkes ayrılıp gidiyor. Yeni mekanımıza erişmiş oluyoruz o andan itibaren ve herkesin beklediği şey o kabir hayatını rahat ve huzurlu yaşayabilmek. Kabir hayatını çok rahat ve huzurlu yaşayabilmeyi kabirde genişlik olarak beyan edilmiş çünkü kabrin bir de sıkması var. Ama bu sıkıntı zannedildiği gibi sadece fiziksel anlamında değil. İnsan gittiği bir mekanda mekandan hoşlanması veya mekanın onu sıkması vardır. mekanda mekandan hoşlanması veya mekanın onu sıkması vardır. Dolayısıyla Bağbâli dersinde zamanda genişlik, kabirde genişlik mevzuatına aynadaki hikmet şöyle beyan eder. Her kim dünya hayatında bir mekandan daraldı, o kendisine kabirde bir darlığa adım attı. Bizler bir yere gittiğimiz zaman tam da böyle bir odadan bir toplantı, bir arkadaş grubu, iş haricinde kendi keyfiyle, kendi imkanlarıyla bir yere gittiğinde insan bir yere girdiği zaman karşısında bir toplulukla karşılaşır ve bir yere oturur. bir iman ve bu imanın vesikası olan ibadetler yerine getirilmiş ve bu ibadetlerle ilgili hayat tarzı benimsenmişse eğer oturduğunuz yer en başta sizi bir sıkar hatta etrafındakiler size bir bakarlar bir şeyden mi sıkıldın eksik bir şey mi var masada gibi hakikat sonra diğer nefisler diğer nefislerin şeytanları etrafa toplanıp sizde eğer onlara meylediyorsanız eğer bir müddet sonra ya o daralmak o kadar da şey değilmiş herhalde havadan, pustan, kötü koktuğundan filan olsa gerek Burak'sı ama yavaş yavaş şuradan bir cam açsak filan aa muhabbet de ilerleyince kendime geldim dersiniz. muhabbetle ilerleyince kendime geldim dersiniz. Hakikat müminde öyle bir feraset vardır ki bu muasirat kelimesindeki yani bulutlardan kelimesindeki harfi ayn bir bulutun genişleme vesilesinde hasıl olacak bütün imkanlar onun gideceği mekanın tayinini Esmaül Hüs Üstada beyan etmiştik. Yani hiçbir bulut tayin edilmediği yerde tayin edilmediği şekliyle kafasına göre yağmuru boşaltamıyor. Bu Esmaül Üstada babında uzun anlatılmıştı. O da mekanını arıyor. Bulut mekanını ararken yer ona mekan olabilecek zemini hazırlarken yine merkezde insan var elbette yaşanılan şehirde ve o şehrin karşılığında var olan bir hikmetle o bulut ya yağmur oluyor ya da bugünlerde İstanbul'da gördüğümüz gibi esip gülleyip yağmadan geçip gidiveriyor. geçip gidiveriyor. Mekanda var olan insandan mıdır yoksa o mekanı hasleten insanların özelliklerinin bir kısmından ötürü bir bela mıdır, musibet midir ayrı mevzu. Hakikat insan şunu çok net biliyor ki en basitinden bile söylesek bir bulutun bir yerde yağmur yağmasına vesile eden toprağı dahi nasıl etkiliyorsa kendisinde o etkileşim sürecini oluşturan bir iklimi vardır. Göğsündeki darlık ve göğsündeki nem, ayeti kerimede söylenmiş bulut gibidir. Ayeti kerimede bulut nasıl şarıl şarıl yağacağı yeri gülledikten sonra gülleyerek yağacağı yeri biliyor, anlıyor ve kavruyorsa, insan da o kavrayışı kendi göğsünde taşıyandır. O kavrayışta ve göğsünüzdeki o nefesin hak ve hikmet uğrunda olup sizin de o hikmetle kuşanmış bir şekilde o genişliğe hasıl olabilmeniz için göğsü alınan her nefesin helal olması esastır. Bazıları nefesinde helalim olur, mecburum zaten, nefes alıp vermem gerekiyor işte diyebilirler. Hakikat, nefesin helali hikmeten Rabbül Aleminin istedikleriyle geçirilen vakit içindedir. Allah-u Zülcelal'in istemediği, Allah Resulü'nün kabul etmediği, Allah'ın yasakladığı, boş ve malayani şeylerle dolu olan bir zaman dilimindeki boşlukta alınan nefeslerin tamamı insanı zamanında daralttığı gibi bu darlık kabirde de büyük bir darlığa ne yazık ki vesiledir. Hani bilir misiniz toprağa gömdükten sonra insanı sanki ağaç dikmişçesine üzerine bir su dökerler. Bu su orada bir bitkinin yeşererek ondan hasıl olan zikirden kabirdeki insanın da fayda görmesi vesilesiyledir. vesilesi iledir. Ama bir başka hikmet odur ki insanoğlunun o kabirde ihtiyacı olan suya hasretinin bir işaretidir ki bir canlılık beklentisi üzerinde haiz edilmeye gayret edilirken o canlılığın dünya hayatında yerine getirmekle mükellef olduğumuzun da göstergesidir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir gün bir gencin kabrinin başına gitmişti. Siyer-i Nebi'de de inşallah anlatıyor olacağız. Allah Resulü'nün zamanına geldiğimizde kabrin başında uzun bir müddet durdular. Duruşlarından bir süre sonra yavaş yavaş önce böyle biraz üzüntülü gibiydiler sonra hafiflediler ve o Allah Resulü normalde bir kabrin başında bazen 15 dakika bazen 20 dakika dururken bu kabrin başında yaklaşık 45 dakikalık bir süre geçirmiş olması sahabe-i ikram efendilerimizin de dikkatini celp etmiş. Sahabe-i İkram Efendilerimizin de dikkatini celp etmiş. Tabi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz döndükten sonra Allah Resulüne sordu Sahabe-i İkram. Ya Resulallah orada pek bir vakit geçirdiniz. Fazladan olduğunu hissettik. Yüzünüz başta böyle bir düşüktü. Sonradan tabiri caizse daha böyle bir ferahladığınızı biz de hissettik. Biz de ferahladık. Bir şey mi vardır? Sahabe-i ikram, Allah onlardan razı olsun, onların bu soruları bizlerin dinimizi öğrenmemize vesile oldu. Allah Resulü'ne tırnak içinde söylemek gerekirse her seferinde sahabese sorun. Çünkü sizin sorduklarınız sizden sonrakilere bir rahmettir beyanında bulunuyordu. sizden sonrakilere bir rahmettir beyanında bulunuyordu. Sahabe-i ikramın o sorduğu soruyla elde ettiğimiz rahmet karşılığında rahmet peygamberi olan Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdular. Kabirdeki genç kabrin darlığından hayıflanıyordu. O darlık ki orada ona yardıma gelenler yani her zaman bir sorgu sual değil bir de etrafta ibadetlerden hasıl olan sevapla, selevatlardan hasıl olan sevaplarla gelen melaikeler var dedik ya kabir konusunu ayrı anlatmak lazım. Onlar dediler ki bu genç zamanında zikretmişti. Onun söylediği her bir zikir, her bir söz, kabrini genişletmeye başladı. O zaman benim de gönlüm ferahladı. Ancak orada genç bir şey söyledi. Dedi ki, Ya Resulallah, keşke biraz daha zamanım olsaydı. O zaman daha fazlasını yapabilirdim. O zaman çok daha genını yapabilirdim. O zaman çok daha geniş bir mekanım olurdu. Bu sözü söyler söylemez etraftakiler şunu gördüler. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem şunu gördüler. Gencin o dolu vaktini boş geçirmeyerek Allah'ın ilmiyle, zikriyle, muhabbetiyle, fikriyle geçirdiği için ondan sonra o mekanın tabiri resmen bugün gençler diyorlar ya mekanın sahibi diye. O mekanın hakiki olan melaikesi, rahmanileri melekleri o zikre devam edince oradan hasıl olan feyiz ve muhabbet baktılar ki kavri geliştirmeye devam ediyor. Zamanda bir genişlik arzu etmek kabirdeki genişliğe delalet eder. Kabirde bir genişlik arzu eden zamanlı geniş yaşamak zorundadır. Zamanda genişlik isteyen mekanda geniş olması gerekir. Mekan insanın kendisi. Çok geniş bir duruşa ihtiyacımız var. Bu çok geniş duruşsa Allah'ın zikri, ilmi, hizmeti, fikri ve muhabbetiyle mümkün. bunları yerine getirdiği anda insan zamanın içerisine halk edilecek melaikenin tasviriyle, zikriyle ve bundan hasıl olan sevabıyla biiznillah onun hem dünyadaki genişliğine hem kabirdeki genişliğine vesile olmakta. Herkes kabirden korkuyor. Halbuki herkes hepimiz her gün her saniye dakika saliseye kadar kabrin hükmünü burada yaptığımız fiillerle aslında Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyoruz. Bu noktada bugün yaşadığımız insanoğlunun özellikle Müslüman dünyanın kabirde başına geleceklerden korkusu eğer günü boş geçirmişse haklı bir korkudur. Günü dolu geçirmeye olan gayret, tembellikten uzak bir hayat, kabirde rahat ve ferah ve genişliğe itibar edileceğimize delildir. itibar edileceğimize delildir. Zamanın genişliğini ve bu zamanın genişliğini sadece dünyevi ihtiyaçlarımız için değil, Rabbül Alemini zikredebilmek için talep etmek, işin oradan başladığını görmek adına büyük bir hikmettir. Hz. Ali Efendimiz dünyanın değil ahiretin istenerek ahiret uğrunda yapılan bir şeyler yapıldığı zaman Allah'ın merhametinin ne kadar büyük olduğu görülür. Bu durumda da insanın artık dünyaya korkusu, dünyalıklardan korkusu, dünyaya ait olandan çekincesi kalmaz sözünü söyler. Öyleyse işin hikmeti odur ki zaman ve içindekilerden daha geniş, daha ferah ve daha güzel bir sonuç elde edebilmek için bu dünyada boş bir vakti sanki içki gibi, zina gibi, kumar gibi, tabi bunlar kesin ve kat'i şerri haramlar, bunlar gibi korkuyor olmak esastır. Şu anım boş mu geçti, bu anım eksik mi geçti? Bilinenin aksine zamanı doldurmak sadece de zikrullah ile değildir. bir adım atmaya niyet etmişse, karşısında göreceği Allah'ın mucizelerinden bir payeyi karşılaşınca, aman Allah'ım der, sen nelere kadirsin der, onun kudretinin farkına varınca dünya gözünde küçülmeye başlar. Herkes Rabbimizin kudretine dahil olanı arıyor. Herkes bir insanın yapacağı kerameti merak ediyor. Halbuki herkes kendi hayatında Rabbi ile olan ilişkisini Rabbinin kendine emrettiği hayatı yaşasa o hayatın içinde mutlak surette Rabbül Aleminin büyüklüğüne delil olacak nice izleri görmeye başlayıp şaşıracağız. Şaşırdıkça o hayret hasıl oldukça dünya sarhoşluğundan çıkıp ahiretin sevdasına kavuşmak ve buluşmanın özlemine doğru harekete geçeceğiz. İnsan ehli iman ölmeyi arzulamaz Allah Resulü'nün beyanatıyla. Sebep bu dünyadayken Rabbinin varlığı, Peygamber Aleyhisselatü Vesselam'ın peygamberliği, onun üstünlüğü adına yapılmış ve yapılabilecek en üstün mahalledekileri beyanla mücadelededir. en üstün mahalledekileri beyanla mücadelededir. Onun adına beyan edilecek şeyler hasıl olduğunda Rabbül Aleminin ona kabirde takdir edeceği ve ikram edeceklerinden artık şüphe götürmez bir tedaviye muhatap olmuştur. Herkes bir hasta olmuşken bu dünyada o genişliği o fenalığı beklerken elbette bunun sadece dünya hayatında değil kabirde de gerçekleşmesi en büyük arzu olacaktır. Kabirde insanların en büyük pişmanlığı dünya hayatında geçirilmiş boş vakitler olacaktır. Ancak bugün insanlara şunu söylesek acaba ne derler? Geçireceğiniz her boş vaktin vücudunuzda yaklaşık 100 bin sinir hücresini öldürdüğünü bilir misiniz? Kimi yerlerde okursunuz değil mi? Şunu yaparsanız, bunu içerseniz, böyle yaparsanız sinir hücreleriniz ölür. Sinir hücrelerinin en kesin, en kat'i, belki de en acımasızı zamandır. Zamanın her boş geçirilişinde sinir hücrelerimizde bir saat bir takvim var. Bu takvimi şimdi uzun uzadıya anlatıp da sizi başka bir mekanda düşünceye daldırmak istemeyiz. Ama şuna emin olabilirsiniz ki ki ölçebilirsiniz de boşa geçen bir zaman sinir hücrelerini öldürüyor. Peki doldurmaya gayret edildiğinde bu doluluk boş işlerle uğraşmak, boş oyunlarla çok vakit geçirmek tamamen dünyanın zevkine dalınca ne olur dediğimizde, bu sefer bu sinir hücrelerinin haddinden fazla siz farkında olmasanız da gerildiğini görüyoruz bizler. Peki o gerginlik neyin vesile oluyor? Bilirsiniz, gerginlik daralmadır. Daraltmaktır. Küçültmektir. Ferahlıksa gevşemektir. Şeytanın bir hilesi olsa gerek. Daha rahat, daha geniş daha böyle ferah olabilmek için biraz da kafa dağıtabilmek adına boş vakit geçirmenin insanı rahatlattığını söyler. Kafa dağıtmak için biraz da boş vakit geçirmenin insanı rahatlattığını söyler. Kafa dağıtmak için, biraz da boş vakit geçirmek için, ne yaptım bu hafta sonu sokağa çıkma yasağı dendiğinde hiç Allah'a şükür boş boş yatabildim, uzun uzun uyuyabildim, baya da rahat ettim, yedim içtim yattım arkadaş diyenlere diyoruz ki, yattığınız yatak bugün sizlere rahat ve güzel geliyor olabilir. Ancak bir gece o yatağın yatak değil, kabir olduğunu düşünün. Hatta bu gece yatağınızda değil, yerde yatmayı deneyin. Hiçbir şey koymadan. Ve birkaç müddet yani yarım saat yatın ve düşünün orada kabirdesiniz. Bir toprak üstünde üstünüzde de ayrıca bir toprak var artık toprağın içinde. Şimdi o gerginliği ne kaldırabilir ortadan? Bütün defterler kapanmışken herkes uzaklaşmışken oradan. Hakikat bizler Rabbimize gidiyoruz Rabbimizin emri üzerine onun emrettiği kadar bir ömür yaşayacağız Ömrü uzatan da saltan da o Bizim yaptığımız fiiller ise bunu Rabbimizden talebimiz anlamına geliyor Zaman da genişlik, kabir de genişliktir Dünya hayatında boş vakit hem zamanda daralmaya hem sinirlerin gerilmesine hem kabirde daralmaya vesiledir. edilen Nebe suresinin 14. ayeti kelimesinde el-mu'sirati kelimesinin halfiye aynında var olan bu ilmin hikmetince dünya hayatını Rabbimizin istediği gibi dolu dolu, Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselamın yaptığı gibi dolu dolu, ashab-ı ikramın büyüklerinin şeyhlerimizin, seyidimizin yaşadığı gibi dolu dolu yaşayabilmeyi bize de nasip-i müessere eylesin. İşte o zaman daha rahat bir uykunun, daha rahat bir kabrin anahtarı Rabbül Alemin tarafından verileceği hikmeten beyan edilmiş oluyor. Yarın akşam Allah nasip ederse yine baharat yolunda canlı yayında olacağız ve orada İslam dünyasındaki ekonomik koşulların, İslam'ın ekonomi alanındaki futuatlarından bazılarını beyan etmeye gayret ediyor olacağız. Seyyidimizden binlerce kez razı olsun Onun vesilesiyle Duyduğumuz öğrendiğimiz bu ilimlerden En az bir tanesini anlayarak Hayatımıza geçirmeyi Ve başkalarına aktarabilmeyi Bizlere nasip mühesele eylesin Aktaran aktardığı yerde Olan her sevaptan Kendi payını alacaktır Rabbim herkesin hissesini Çoğaltsın inşallah Çünkü Rabbim cömerttir ve dünya gibi küçük bir pastadan herkes pay aldıkça pastadaki payın küçülmesi gibi değildir. İyilik, güzellik, sevgi, muhabbet paylaştıkça çoğalan bir şeydir. fethi, şerlerin defi, ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti, Seyyidimizin, ailesinin, evlatlarının, müritlerinin her türlü bela ve musibetten uzak bir ömürle, güzel bir ömürle yaşaması niyetiyle, derecelerinin âli olması niyetiyle, Allah rızası için El Fatiha.
2 Cihan Perveri Hz. Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına aline, ashabına, ehli beytine ruhlarına Hz. Ebu Bakr'ın, Omer'a ve Osman'a ve Aliye Efendimizin ruhlarına Hz. Amine Validemiz, Hz. Abdullah Efendimiz, Hz. Hatice Validemizin ruhlarına gelmiş geçmiş mümin müminat müslüm müslümatın ruhlarına ve kafi li imanslümatın ruhlarına ve kafi liman erbahnın ruhlarına El Fatiha Hz. Ali Kerim Allah ve Cehu Efendimizin ruhlarına Hz. Fatıma Hanım'ız, Hz. Hasan Hz. Hüseyin Efendimizin ruhlarına, Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına, gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidinin ruhlarına, 12 İmamın ruhlarına ve kafirli İslam ervanının ruhlarına. El Fatiha. Peygamber Efendimizin İnci Tanrı Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin Ruhlarına Ailesinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Müritlerinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına Şüheday Çanakkale Ve Şüheday İstanbul Evliyayı İstanbul Ruhlarına Cabir Bin Abdullah Hazretlerinin Ruhlarına Eyyub El Ensari Hazretlerinin R ruhlarına, Eyyub el-Ensari Hazretleri'nin ruhlarına, Şühedanın serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in ruhlarına ve kafeli imanervanların ruhlarına. El-Fatiha. El-Fatiha. Meded ya Hazreti Allah, El Fatiha. Muhammed Ruhi Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakkın izni inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Fütuhat kapısındayız Neb'e suresinin 15. ayeti Kerimesinde Tefsirini beyan ederken Allah-u Zülcelal'in Şöyle beyan ettiğini söylemiştik Estaizübillah Liluh ricebihi habben ve nebate 15. ayeti kerimede Allah'ın şöyle beyan ettiğini söylemiştik. 15. ayet-i kerimede Allah'ın çıkaralım diye onunla taneler ve otlar beyanatında bulunmuş. Taneler ve bitkileri nebata kelimesiyle ifadelendirmiş. Biz de o tefsirde harfi nunda bir ilim olduğunu Hz. Ali Efendimizin Baba Ali kapısından seyidimize ikram edilmiş olan bu kapıdan beyan etmiştik ve demiştik ki harfi nunda bir ilim var imiş. Neydi o ilim? Maddede maddedeki ilimde yedi tasavvur ilkesi. Efendim kitabi bir bilgi olarak aktarırken şüphesiz çok derin ve detaylı bir mevzuat olarak karşımızda. Ama bizim için önemli olan elbette ki alimin bunu anlayacağı bir düzeyde beyan edilirken bir diğer taraftan bunu güncel hayatımızdaki bir karşılığıyla özdeşleştirebilmekte. bir karşılığıyla özdeşleştirebilmekte. Onu özdeşleştirdikçe insanlar dinlediklerinden lezzet alıyor. Sonrasında hakikat kitaplar çıktıkça içindeki detaylara vakıf olabiliyor. Dolayısıyla her şeyi biraz daha anlaşılabilir kılmak için mücadelemiz. Bavari derslerinde de bu noktada bazen hatta bütün kitap sohbetlerinde yaptığımız gibi hep sohbet kısmında insanların en ilgi çekebileceği, en dikkat kesilebileceği konuya odaklanmaya gayret ediyoruz. Ne ilgisi vardır bir müşidi anlamak mümkün müdür? Başlığıyla bunun şöyle ifade etmekte fayda var. Efendim bir maddenin yaratılışı insan içindir. İnsana hizmet üzerindedir. Bunun delilleri ayrı ayrı verildi kimya kitabında bulabilirsiniz örneğin. Ancak bizler maddeden kendisine ait özelliklerinden faydalanırken bir de maddeye insanın yaklaşmasıyla beraber o maddeden alabileceklerinin ona yaklaşım tarzına göre değişiklik gösterdiğini biliyoruz. Örneğin doğadaki bazı maddelere belli miktarda ısılar uygulandığında başka bir özellik gösteriyor, sertleşiyor, çok sert bir tepki veriyor bize, bir anda madde sertleşiyor ve onu sert bir materyal ihtiyacımızı karşılamak için kullanabiliyoruz. Bir başka yerde bir başka ısı bir başka basınç veya bir başka inhibitör kullanarak bu maddeyi bir işlemden geçirdiğimizde maddenin temel özellikleri değişmemekle beraber fiziksel olarak bu sefer daha yumuşak ve daha esnek bir halde bize cevap verdiğini görüyoruz. Hakikat maddenin yedi tasvurundan şöyle bir üzerinden de geçeceğiz ama şunu görüyoruz. İnsan maddeye dahi nasıl yaklaşsa ve o maddeye atfettiği konu ne ise maddeden bile öyle cevap alabiliyor iken, insanın insana bakışı, oturması, muhabbetinden bunu yapabiliyorken, bir mürşidi kamili anlamak noktasına taşıdığımızda bu hakikati. Çünkü maddenin ilmi kendilerine ikram eylemiş, eşyanın ilmi onlarda. Onlar da insanı eşyaya mecbur olmadıklarının kanıtı ve delili üzerine bu vazifeyle vazifelendirmişler. Onlar ki şu dünya hayatında ey insanoğlu, kum dediğiniz ayaklarınızı bastığınız isterseniz avuçlarımızda altın olur. Su dediğiniz isterseniz avuçlarımızda ağabey hayatı bir perde istersek o ölüme bir sebep bir nihayet olur. Bütün bunlar Rabbimizin izni inayeti iledir. Öyleyse gelin şu eşyaya tapmayın diyerek bize yaklaşıyorlarsa eğer maddenin yedi tasvirinden en az birkaçı bize bu hakikati söylüyorsa, bir mürşidi anlamak mümkün müdür sorusunun cevabını, bir de bu nazarı ilahiyle, bu nazarı insaniyeyle bakıp hakikati anlamak gerekiyor. İnsanoğlu bir maddeyi katı, sıvı ve gaz haliyle biliyor. Bunlar üç ana tasvir özelliği. Ancak katının katılaşma sürecinde insana verebilecekleri, sıvılaşma sürecinde doğaya katabilecekleri, gaz olma konusunda kozmotik yapıyla yani evrenle olan ilişkisiyle beraber bu altıya çıkar. Yedincisi ise ona yaklaşan maddenin veya o maddeye hükmeden insanın içinde bulunan ruhani hakikat yahut söylemle beraber şekillenmeye başlar. Bunun en temel özelliği en net görebileceğiniz hali bir bardak sudur. Bir bardak iki tane ayrı bardak alırsınız elinize. Bunlardan bir tanesinde kötü ve hoşunuza gitmeyecek sen çok çirkin bir susun. Sen işe yaramaz bir susun. Seni içsem bana faydan olmaz diye konuşsanız, öbürüne de Rabbim seni ne güzel yaratmış, bizim için yaratmış, hayat için yaratmış deseniz, sonra ikisini de aynı buzdolabında aynı sürede dondurulmasına vesile olacak imkana dahil etseniz sonra buzdolabından bir vakit sonra donduklarında bunu çıkarıp seyrine dalsanız bütün güzel sözlerle yaklaşmış olduğunuz maddenin gayet naif bir kırçınlanmaya diğeri ise karman çorman bir halde size cevap verdiğini göreceksiniz. İşin bilimsel tarafı ayrı olmakla beraber madde bu yedi tasvirini bir arada taşıyarak insana hizmet ediyor. Katı kendi içinde sıvı ve gaz özelliklerini taşırken o halde kozmotik yapısını yani dünyanın geri kalanı dünyadan hariç olanla olan ilişkisini kader tahtasındaki karşılığını, sıvı olduğunda dünyanın bir ucundaki başka bir bitki ve hayvanatla olan ilişkisini, katı olduğunda insanın kendi bedeniyle olan ilişkisi yahut bunun havas mantığını ve en sonunda da insana nasıl hizmet etmesi gerektiğine dair asliyeti, hizmet etmesi gerektiğine dair asliyeti, ruhaniyeti insaniye veyahut bunu hayvan tarafında ele alsanız hayvaniyetle kıyas edildiğinde bu tasvirde bize cevap verdiğini görüyoruz. Bu işin ağır kısmı. Bu kitaba bırakacağımız yerin tabiri caizse ilk paragrafta küçücük bir zip hali. Hakikat şu, bir maddeye dahi bakarken, o maddedeki özellikleri henüz kavrayamamışken maddenin madde olarak bize hizmetkar olduğunun farkına vararak insanları da bu farkındalık üzerine eğitmekle vazifelendirilmiş insanları da kendimiz gibi zannetmeye başlayınca büyük bir garabet, büyük bir tuhaflık ortaya çıkmaz mı? Ya bu insanları da tamamen normalize ederek bakacaksınız ki bunun mümkün olmadığını Kur'an-ı Azimüşşan'da, Sünnetullah'da yaşamış, gelmiş, geçmiş bütün Evliyaullah'da hayatlarıyla ortaya koyuyorlar Veyahut eğer bunlar normal bir insan değildir derseniz İşte bu anlamda normal insanla nasıl kıyas etmemiz gerektiğini biraz daha iyi anlamamız gerekiyor Bu noktada önümüzde çok önemli delillerden bir tanesi var İnsanın bir mürşidi kamili anlayabilmesi için gerekli koşulların zannedildiği gibi akıl yeterliliğiyle mümkün olmadığı maddenin tasavvur ilkeleriyle anlatılabileceği gibi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin bize söylemiş olduğu hakikatle çok daha net ortaya çıkabiliyor. Bakın basit bir mantıkla şöyle düşünelim. Karşınıza iki kişi gelse bir topluluğun önüne. Bu kişilerden bir tanesi örneğin eline bir bardak içerisinde hazırlanmış bir karışım bir şerbet getirse. İçinde ne olduğunu bilmiyoruz, bir şerbet getirse, içinde ne olduğunu bilmiyoruz. O şerbet nasıl yapıldığını, neyden yapıldığını bilmiyoruz. İki kişi içinde diyoruz ki bu şerbetin hali pürmelali nedir? Bu öldürür mü, öldürmez mi? İkisi de diyorlar ki bize yok efendim bunlar öldürmez. Peki sizce diyoruz bu faydalı mıdır yoksa değil midir? Öyle bazı içecekler var insanı öldürmüyor ama içmese de olur faydası yok. Yani böyle aman aman delicesine içmen gereken şeylerden değil ya da bir hastalığa muzdarip ol ki gör o zaman lazım olur cinstendir. Efendim kişilerden bir tanesi der ki ya bu o kadar güzel bir şerbettir ki bunu her zaman içmek iyidir, hoştur, insana faydası vardır. Diğeri de der ki efendim bu her zaman içilen bir şerbet değildir, vakti vardır, öyle zorda kalmadıkça kolay kolay içmemek gerekir şimdi akıl boyutuyla düşündüğümüzde karşımızdaki bu iki söylemden bir tanesi mantıken yanlış söylediğini ifade ederiz değil mi hemen deriz ki bunlardan bir tanesi hata yapıyor çok net hata yata yapanı hemen bulalım. Onu düzeltenim. Ya da ikna olmuyorsa ayıralım. Doğru söyleyene diyelim ki bu doğru söyledi arkadaş. Bu en doğrusunu söyledi. Şimdi bu dünya hayatı için size mantıklı geliyor olabilir. Ama gelin görün ki Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ulema sınıfı için söylediği bir söz bütün bu bildiklerimizi alt üst ederken aynı söz maddeyi de katı sıvı gaz diye bilmeyin öyle tasvirleri vardır ki hayrete düşersiniz. O yüzden gördüğünüz demire hep sert demeyin bir de bunun pamuk versiyonu ver demenin farklı bir şeklini Allah Resulü bize şöyle beyan ediyor. Diyor ki iki fıkıhçı karşılaşsa bunlardan bir tanesi bir konuda isabet ettirse iki sevap isabet etmese bir sevap alır. İşte zihinleri zorlayan yer tam olarak burası. Karşımızda bu sefer elinde şerbet tutan değil de herhangi bir dünyevi meselenin fıkhi boyutunda ilmi bir şerh ile karşımıza iki kişi gelse ki yabancı değiliz bu konuya. Tarihte İmam-ı Azam Ebu Hanefi İmam-ı Şafi, İmam-ı Maliki, İmam-ı Hanbeli Hazretleri ve dahi bundan hariç 300'den fazla mezhep imamı, bir de bunların talebeleri ve talebelerinin de farklı beyanatlarını ortaya koyarsanız, dünya tarihinde defaatle yaşanmış bir şeyi anlatıyoruz aslında. Efendim bunlardan birisi der ki bu şerbeti içmek mübahtır. İçilse hoştur, güzeldir. Diğeri de dese ki bu şerbeti içmek mekruhtur. Bütün mantığın bittiği yerde maddenin madde olarak insanın hükmetmeye mecbur olduğu ve oradan da sıyrılarak hakimiyetin Rabbinde olduğunu bilinciyle vazifelendirilmiş ulema bu sözü söylediği andan itibaren Allah Resulü diyor ki burada bir tanesi isabet etmiştir. Burada haklısınız. Yani Allah'ın katında ya da benim uygulamalarımda bir örnek vermek gerekirse bu şerbeti içmek mübahtı aslında. Ancak diyor Allah Resulü buna mekruh diyen hata etmedi Allah ona bir sevap yazdı. Buna mübah diyerek isabet edene iki sevap yazdı. Öyleyse şunu çok net anlıyoruz. İnsanlar arasında bir mürşid ehli var ki irşad eden. Öyle bir irşad ki maddeye madde olduğunun bilincinde ve dünyanın dünyevi olduğunun bilincinde olanlar, onlar sözlerinde, bir yerinde, normalin dışında gibi gelen bir söz dahi söyleseler, hakikatte gidince daha doğrusu da bilinecek olsa, söylediğinden yine sevap alırlar. Çünkü onlar vermiş oldukları fetva ve emirlerin tamamında, Rabbinin rızası dışında bir ömür yaşamamışlardır. Öyleyse bir mürşidi anlamak, mürşid olarak anlayabilmekvi bir meseleyi ortaya koyduğumuzda taraflardan birinin akli olarak hata yaptığını onun da bu hatadan ötürü ya meslekten dışarıya çıkarılması gerektiğini ya da bu işi bu söyleminin yanlış söylediğinin dünyaya duyurulması gerektiğini söyledik. Ama konu mezhep imamlarımıza mürşidi kamillere alimlere geldiği zaman Allah Resulü'nün sözü burada mantık üzeri bir mantık, maddenin bir imtihanı için içlerinden bir kısmının o madde ile ilişkisindeki imkanı için bir başka zaman dilimindeki bir başka zamanın yaşanabilmesi için Allah ona o konudaki isabeti eksik sözünü emretti. O isabeti sizin üzerinizde hak oldu ama hakikatte isabetsiz asla ve katiyetle sayılamadı. İşte sadece bu söz dahi mezheplerin birbirinden farklı görüşleri mürşidi kamillerin irşad vazifesindeki birbirinden apayrı, kimine göre gizemli, hakikatte çok bilimsel ve ilmi olan değerlere farklı bakış açıları, avamın doğru ya da yanlış demesine dünyevi bir mesele olmadığı için mümkün değildir. Velev ki bir tanesi dese ki, ama ben dünyevi bir mesele için sormuştum. Burada da hikmet külliyatına giderseniz göreceksiniz. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e hurma bahçeleri üzerinde soru soranlar da Allah Resulü isabet etmemiş değildi. Onlar Allah Resulü'nün sözünün yanlışlığını daha emrini yerine getirmeden düşünmüşler Allah'ın gazabına uğramışlardı. Öyleyse fukahanın, ulemanın, evliyanın, mürşidanın sözündeki hakikat maddenin bir tasviri üzerinedir ki o tasvir onu duyanla ilişkilidir. Öyleyse bu duyanın imtihanıdır. Sen burada bu buna isabet etti yahut isabet etmedi diyemezsin. Hakikati anlıyoruz ki bir mürşidi anlayabilmek için en azından maddenin yedi tasvirinden geçmiş senin mürşid olmasan da Rabbinden önce nefsini tanıyabilmiş olman gerekir. Derviş bunu anlama yolundaki bir adamdır. Öyleyse bunu görmeden sen demire hep sert dersin ama demiri pamuk haline getirip de ta Yemen'den Kudüs'e akıtmış tarihleri gördü bu dünya. Bugün dahi uygulansa görülebilecek var hikmeti aliesi bu futuata Seyyid Muhammed Ruhi içerisinde. Gelelim bir başka hakikate. Bir mantık çerçevesinde düşünmeye kalkarsanız eğer bir mürşidi kamilin anlaşılmasının mümkün olmadığını gördüğümüz bu hakikat bir maddi hakikatle kıyas edilemeyeceği de bir başka gerçektir. Sizler katı bir suyu, buzu suyla kıyas edemezsiniz. Bir katılaşmış sıvıyı da bir başka katılaşmış sıvıyla kıyas edemezsiniz. Örneğin dünyadaki bütün sıvılar katılaşmaya alttan başlarlar. Ancak suyun katılaşması yukarıdan başlar. Eğer yukarıdan başlamasaydı dipteki balıklar ölürlerdi. Yaşam koşulları zorlaşırdı. O zaman buradan bir şey daha anlıyoruz. Her sıvının katısına katı deme. Bunların hepsi aynı değil. Sen bunu özgür ağırlıklarıyla da kıyas etme zira aynı katının başka özellikleri de başka gezegenler ya da başka fraksiyonlar da aynı değil. Her bir durum kendi içerisinde henüz onu keşfedememiş adam tarafından keşfetmişine dahil edilmesi gereken bir alanı balındırır. Bizler işte bu mantel düzüyle baktığımız için bugünün dünyasında bir mürşidi anlamaya gayret ediyoruz. Hakikat onu anlamaya değil mesele. Onun söylediği emri yaşamaya mükellef, onun sözündeki hikmeti yaşadıkça ermeye kafiyiz erdikçe erdikçe erdikçe belki bir gün Rabbim nasip eder de o nefis mertebeleri geçirebilirse çünkü en büyük engel en büyük sürtünme kuvveti bu bu durumdan sonra onun gerçekten ne dediğini gene anlayamayacağız çünkü engel, en büyük sürtünme kuvveti bu. Bu durumdan sonra onun gerçekten ne dediğini gene anlayamayacağız. Çünkü o da onu Rabbimizin bir esmasının ya da birden fazla esmasının tecellisiyle beyan ediyor olacak. Hangi çiçek hangisiyle aynı kokacak sorusunun cevabı da aynı yerden çıkamayacağı için bu da buradan tıkanıp kalacak. Öyleyse bir kısa derste özüyle özetiyle beyan edince en büyük problemimiz madde manasında dahi anlayamadığımız usul ve erken varken dünyada henüz suyu kavrayamamışken esasınca astarınca bir mürşidi anlamak mümkün değildir. Ancak bir mürşidin sözünü yaşayan, emrine eyvallah eden, yola düşen, hakikatle karşılaşır büyük sürtünme kuvvetlerinden sonra ve bir süre sonra dönüp der ki evet burada bana söylenmiş sözün hikmeti budur. O hikmet hayatımda şu karşılığı verdi bana. İnsanlarımızın, gençlerimizin, hepimizin bugünlerde belki de dünyada niye Evliyaullah sesini çıkarmıyor sorusunun cevabını yine kendimizde aramalıyız. Neden? Herkes her şeyi anlayabileceğini bir anlatsan anlarım diyeceği bir dönemde anlayamayacağın bir şeyler var demeyi ne yazık ki kabul edemez halimize gelmişiz. Halbuki anlamamız mümkün olmayan haller var zira akıl gözüyle bakınca anlayamazsın. Tıpkı Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin fıkıhçılar için, ulema için, alimler için, evliyaları da kapsayan şu muhteşem hadisi şerifiyle bir şeyleri anlamakta zorlandığımız gibi. Zorlanmamak için yapmak lazım. Yaptıkça öğrenmek lazım. Herkesin unuttuğu bir şey var. Araba kullanmayı istediğimiz kadar anlatalım bu yayında. Yayın biter bitmez. Hayatında hiç araba kullanmamış bir kardeşimiz en detayına kadar anlatsak trafiğe çıkamaz. Bir vakit, bir sürüş, bir tecrübe etmek lazım. Maddede yapamadığımızı manadan beklemek, manada olmayanı ve şu nefis haliyle olamayacağını bir mürşidi kamilin sözünü değil bizzat kendisini anlamaya gayret, acizane, beyhude ve insana boşa yoran bir haldir. Vazifemiz onların sözünü birebir yerine getirmektir. Nefse emmaredir, mutlak surette hata eder, Rabbim kusurlarımızı affetsin. Onların gönüllerini bize darıltmasın. Hakikat yeniden dönüp dönüp onların sözlerine sarılmak esas olandır. Rabbim bizi bu esastan ayırmasın. Ayırdığımız müddet içinde yaptığımız ne kadar kusur varsa Rabbim bizleri affetsin. Rabbim başta seyidimiz olmak üzere yeryüzünde yaşayan Allah Resulü'nün beyanatıyla 124 bin evliyanın, alimlerin, ulemanın, fukahanın sohbetinden, zikrinden, feyizinden uzak eylemesin. Onlara hakiki bir talebe manevi evlat olabilmeyi nasip mi eser eylesin. Cenab-ı Hak gönülleri çok geniş olan, başta seyidimiz olmak üzere, her birisinin, ümmetin başındaki bir mihmandar olarak, onların bu ümmete olan sevgisinden, faydalanabilmeyi nasip eylesin. Onlar sevdikçe güneş açar, onlar sevmedikçe hava bozar, yağmur yağmaz olur. Rabbim onların sevgisiyle, muhabbeti daim eylesin. Efendim, başta seyidimiz olmak üzere ailesi, evladı, efradı, bütün ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat, afiyeti için her birisinin, her birimizin bu hakikatlerle bir gerçeği görebilmesi imkanıyla bu hakikatlerle bir gerçeği görebilmesi imkanıyla haftaya da Allah nasip ederse salı dersinde buluşmak yarın akşam da baharat yolunda Tevhid Ocağı'nın ilk sayısıyla sizlere gelmiştik, dergimiz çıkmıştı. Dergilerimiz devam ediyor ama onun da tabiri caizse bir tefsirine girme gayretiyle buluşmak niyetiyle bütün hayırların fethi, şerlerin defi, şu mübarek cuma gecesinde bütün ölmüşlerimizin ruhu için yaşayanların, hepimizin ruhlarının bu manayla nefse, nefsin galibiyetinden kurtulması niyetiyle. Allah rızası için El Fatiha. 2. Cihan Pervedi Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına, aline, ashabına, ehli beytinin ruhlarına, Hazreti Ebu Bekir Numan ve Osman Ali Efendimizin ruhlarına, Şühedayi Bedir, Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uğur'un ruhlarına ve kafi liman erbanı ruhlarına. El Fatiha. Hazreti Ali Kerim Allah ve Cevhe Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına gelmiş geçmiş seyyid ve seyyidelerin ruhlarına 12 imamın ruhlarına ve kafeli İslam erbanı ruhlarına, on iki imamın ruhlarına ve kafili İslam ervanının ruhlarına. El Fatiha. Filimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceil Ali Hazretlerinin ruhlarına, Saadat Kadiriyeden ve Saadat Muhammediyeden gelmiş geçmiş mürşid, mürşidan, mürid mülidanın ruhlarına El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali keramallah ve çelhu Meded ya Gavus Azam Abdülkadir el- Ceylani Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Efendim Baba Ali dersindeyiz Rabbimizin seyyidimize ikram eylediği futuhat kapısındayız Nebe suresinin 16. ayeti kelimesini tefsir ederken El-Fâfâ kelimesindeki harfi F'nın ilmindeyiz. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu dersin sonunda tekrar edeceğimiz üzere Es-saizübillah ve cennetin el- Fâfâ Sarmaş dolaş bahçeler ve ifadesiyle kendisinden önceki ibareyi neydi çıkaralım diye ona taneler ve otlar ve sarmaş dolaş bağlar ve bahçelerden bahsediyordu Hazreti Allah o bağ ve bahçe ki elfâfâ kelimesinde birbirine girmiş olarak atfediliyordu. Sarmaş dolaş olmayı anlatıyordu bizlere. Sarmaş dolaş olmayı aklımıza getirdiğimizde ilk olarak insanların birbirlerine sarılması da gelir Hâkez'e. Ama her şeyin birbirine sarılmasında var olan bir hikmet de var ki, var olan bir hikmet de var ki El-Fâfâ'nın hal-fifasında ruhta hapsolmuş nefâ-i ilâhînin daha doğrusu ruhun içerisine gark edilmiş, zerk edilmiş kendisinde var olan Siyer-i Nebî'nin Allah nasip ederse gelmekte olan cildinde daha derin ve detaylı okuyacağınız üzere nefâ-i ilâhînin vermiş olduğu bir hikmet ve hakikat var. O nefâ-i ilâhî ki ruhlar aleminde ruhlar beklerlerken, bir ağaç düşünün ki üzüm salkınları, üzümler var içinde, onların her birisinde grup grup ruhlar var bir arada. Buraya gelmeden önce de bir arada olanların, burada da bir arada olabilme imkanına muslat eder bu. Sonrasında Rabbül Alemine erişmenin hikmet ve hakikatini adlandırır bu. Harfi fa ile beyan edilmiş ki hikmetlerinden biri şudur. Harfi fa aynı zamanda fuat kelimesi yani kalbin içerisinde var olan hikmeti de barındırmakta, kalbi kendi içerisinde taşımakta, kalbin bir et parçası olmadığını hatırlatmakta. Evet bir et parçası değil. Her bir atışında aynı zamanda ruhun arayışının zikridir kalbin atışı. Kalp her attığında Rabbini anmayan bir dile sahip olsa da ruhun etrafındakilere bir nebze-i ilahiyeyi beyan etmesi üzerinedir. Yani ruh dakikada onlarca defa Rabbinin sevgililerinden birisini aramak üzere etrafına tabiri caizse bir sinyal gönderir. Tak tak tak tak tak tak diyerek. Kimi zaman tasavvuf elbabı bunu kapının çalınması olarak beyan etmiştir. Vur o kapıyı kalbinin her bir nidasıyla bir gün açıla. Belki bir gün bir nida ile sana da hakikat babı sunula. İçersin aşkın şarabından diyerek devam etmiş dizeler. İçersin aşkın şarabından diyerek devam etmiş dizeler. Dizeler o hale gelene kadar elbette insanoğlu için en kıymetlisi önce o dizelerden sahip olan, o dizelere muhatap olmuş olan bir zat ile beraber olabilmektir. Ama bir zat ile beraber olabilmek için önce dillerin değil, ruhların birbirleriyle uyum sağlamış olması esastır. Öyle bir ruh alemi düşünmek gerekiyor ki hakikat insanın içerisinde ve kendisinde dahilinde olan ama insandan çok uzaklara kadar ulaşabilen bir varlıktan bahsediyoruz. Kimi zaman bu konuda çok daha detaylı yaptığımız fotoğraflar var. Orada daha detaylı dinlersiniz. Çünkü bu akşamda harfi fada var olan ilim gelince ruhların birbirleriyle olan iletişimine dair bir incelikten bahsediyor olacağız. Sondaki sözü ise başlangıçta tabelamıza asmış bulunuyoruz. Nefis kama düşmüş ruhlar neylesin diyeceğiz. Ruhlar neylesine gelebilene kadarsa ruhun önemli bir özelliğini beyan ediyor olacağız bu akşam. Onun da en önemli tarafı şu. Madem ki ruh yaratılmıştır. Yaratılmış olan her şeyin bir kabiliyeti vardır. Amenna. Yaratılmış olan her şeyin bir kabiliyeti vardır. Ve bu derslerin bir önemli özelliği de Baba Ali dersleri bir öncesini dinlemenizi de gerektirir. Zira bir üniversitenin hep söylüyoruz ya doktora programındayız. Evvelini atlayarak gelirseniz bu dersten alacaklarınız biraz azalabilir. Ama vesilesi olsun inşallah bir önceki derslere bakmanız adına. Efendim ruh madem ki yaratılmıştır dedik ya o halde bir kabiliyeti var. Madem ki bir kabiliyeti var o zaman muhtaciyeti var. O zaman illeti var. O zaman bir arada olabilecekleri ve bir arada olamayacakları var. En basit tabirle şöyle ifade etmek lazım. Yeryüzünde bize bir madde söyleyin ki o başka bir maddeye muhtaç olmasın. Ve bize yeryüzünde bir madde söyleyin ki onda bir kabiliyet olmasın. Ve yine yeryüzünde o kabiliyetin üzerine çıkmak için gereken bir şeyin olmama imkanı var mıdır? Onu ispatlasalar o da mümkün değil görecekler. Zira her maddenin kendi özelliğinden daha iyi bir hale ulaşabilmek için bir başka kabiliyet ehliyle ve hem de kendi cinsiyle bir araya gelme mecburiyeti var. Her şey cinsiyle muhkimdir, aksine denk gelene yazık olur derler bu batta. Efendim hakikat bu kabiliyete sahip olup olmadığımızı ya da hangi kabiliyete sahip olduğumuzu bilmiyor olabiliriz. Zaten bilenler hakiki manada derece sahibi evliyaullah adını alıyorlar. Evliyaullah adını alıyorlar. Hoş Kur'an-ı Azimuşşan'da Cenab-ı Hak kendisini yönelmiş olan bütün kulları için ehli iman için Evliyaullah beyanatında bulunuyor ama dereceleri var. Farkında olanı var, olmayanı var. Farkında olarak adımlarını atan var, farkında olmadan beyhude bir ömür geçiren de var. Efendim o ömür beyhude geç ömür geçiren de var efendim o ömür beyhude geçmesin diye insanoğluna bir kalp verilip ona da bir ses takdir edilmiş sessiz atmıyor kalp bazen kulaklarınızı kapattığınızda yastığınıza koyduğunuzda başınızı tak tak seslerine duy veriyorsunuz bazen uykunuzu bile kaçırabilecek seviyeye yerleşebiliyor etrafın karanlığıyla anlıyorsunuz ama bunu. Her zaman atmaya devam ediyor. O atıyor da kulaklar onu bazen duymayıveriyor. Hatta bazen duyunca da rahatsız oluyor, uykusu kaçıveriyor. Döndük ruhun kabiliyet meselesine. O halde bir muhtaciyet var. Öyle bir muhtaciyet ki bir başka kabiliyetle inkişafa mecbur edilmiş. Öyle ki bir ağacın tohumunda kabiliyet var, ağacın kendisi var. Ancak toprak gibi bir başka kabiliyete sahip olan da olmadıkça inkişaf etmiyor. İnsanoğlunda marangozluk gibi bir kabiliyet var. Bir başka marangozun kabiliyetine ya da odunun kabiliyetine ermeden marangozluğunu ifşa edemiyor. Malumu ifşa etmek için ifşa edilecek bir başka şey gerekiyor. İşte o bir başka şey her şeyle beraber anılırken her şeyin misliyle hayat bulduğu unutulmaması gerekiyor. Evet hayatımızda her şey misliyle hayat bulur. Ne kadar misline denk gelebilirseniz o kadar hayat olur, o kadar lezzet olur, o kadar güzellik olur. Öyleyse ruh dediğimiz şey bütün gördüğümüz şeylerden çok farklı. En birincisi onun misli madde kabiliğinden değil. Hem bir başka açıdan onun müsli maddesizlik de değil. Bu ikisinin arasında hadi ona bir madde özelliği atfetmiş olsak bile nefai ilahi dediğiniz bir başka maddeyle kıyasa girebilecek bir şey değil. Öyleyse her şeyin mislini aradığı yerde ruh da bir mislini aramakta ve ancak hayattaki kabiliyetine onunla varabilmekte. Veaki kabiliyetine onunla varabilmekte. Ve bu kabiliyet en nihayetinde gözden göze, dilden dile değil, sudurdan sudura inkişaf etmekte. Göğüsten göğüse aktarılan şu sudur ilminin en temel özelliği ruh ile kaimdir. Bu biraz es geçilmekte. Efendim insanoğlunun ruhunun nefes alamadığı bir dönemden bahsediliyor şu zor zamanda. O halde insanlar ruhlarının arzu ettiği o kabiliyeti kalp sesleriyle ararken hiç kimse kendisine ait olanı bulamamakta. Peki sual burada şu. Madem ki ruh bizden habersiz, bir başka ruhun çekim gücümüne muhatap olarak bu arayışa devam ediyorsa, neden herkes bulamıyor? Neden herkes ruh ikizinden bir haberdir? Belki birin ikincisi, birin üçüncüsü, birin beşincisi, birin ellincisidir. Zira kalübelada yaratılmış öyle ruhlar vardır ki civarına binler, on binler, yüz binlerce ruha kendinden bir şey zerk olmasına müsebbib edilmiştir. Yani hayatta iki tane kardeşimiz olduğunu unutmamak gerekir. Bunlardan bir tanesi elbette ki ana baba bir, anne bir, baba bir olan biyolojik kardeşlerimiz ya da üvey kardeşlerimiz. Bunlar bedene, bunlar ete, bunlar kemiğe, bunlar anneye ve babaya verilmiş olanlar. Misli anneden ve babadan aranacak olanlar. Bir de ruh var. Bir de ruhani bir kardeşimiz var. Bir de ruhumuzun kardeşi var. Bir de ruhun ruh ile buluşabilmesi var. İşte o buluşmanın gerçekleşmesini herkes dilinde beyan ettiği bir devirde neden bu olmamaktadır? Oraya geleceğiz ama önce mahiyet ruhaniyede hakikatin gerçek manada buluşabilmesi için kim kime nerede perde olurce onu anlamak lazımdır. Efendim ehli küffarın hali odur ki hem kendisinde nefha-i ilahiyenin emaneti hasıl olup hem de iman hakikati verilmediğinden ondaki nefha-i ilahi karanlıklar içerisinde bir odaya konulmuş ve hiçbir ışığı yansıtmaz olan bir kandil gibi. Hiç kendisinden habersiz ve asla haberdar olmayacak. Ve kendisinden mutlak surette kıyamet meydanında davacı olacak. Ehli iman odur ki o ruhunu aydınlatmış, aydınlık ve tabir caizse seyidimin ifadesiyle pozitif olandır. aydınlık ve tabir caizse seyidimin ifadesiyle pozitif olandır. Bir de bunların arasında kafirlerin ve ehli imanın dışında münafıklar ve elbette günahı çok olanlar var. Günahın her bir terbesi kalb ile beraber ruhu parlatır. Kalp aynasında aranan o tiktak sesinin hakikaten yansıtılabilmesidir. Bir davulun gerginleşebilmesi için üzerinin tertemiz ve pırıl pırıl olması gerekir. Tasavvuf erbabının bu beyanatı işte bu ilimle ifade edilir, böyle ibarelendirilebilir. Kalbin aynası, hakikat şu ruhun temizliğiyle mümkün, ondaki temizlikse perdelenmemiş bir hikmetle mümkündür. Hem münafıklar özellikle onlar yarım bir perde kullanmakta, bazen açıp bazen kapandıklarını zannetmekteler. Halbuki ehli küffardan daha karanlık ve kandilleri onlardan daha sönüktürler. Günahkarlar ise gidip gelmekte olan elektrik gibi. Hakikat eğer her gün Estağfurullah el-Azim ile tertemiz edebiliyorsak kendimizi durum böyle değil. Rabbül Aleminin rahmeti merhameti bu elektriği bir balansa getirebiliyor. Dolayısıyla Estağfurullah el Azim bu manaya hakikatle bakırsa insan için bir elektrik rölevesi mi derler kontrol altında tutmasına vesile oluyor. Ne zaman ki bundan sıyrılmaya başlıyor işte o zaman ruhun ruh ile muhabbete başlıyor. Herkes bütün dünyada bir doyum arıyor. Doymak önce dilde, ağızda, midede, bağırsaklarda aranırken sonrasında bu yakın dünyamızda akılla özdeşleştirilmeye çalışılıyor. Aklı doymuş bir adamın doygun bir hayata adım atacağı beyan ediliyor. Halbuki doymak ne mideyle ne akınla mümkün olmadığı söylenilince bir başka yakın dönemde artık ruhçuluk, spritülozm diye ifade ettikleri ruhçuluk akımı doğuyor. Herkes o tatminin boyutlarını, parapsikolojik değerler Ve gizli emanetler Ya da gizli ilimlerin Arasında arayıveriyor Halbuki gizli olan hiçbir şey yok Gizli ortaya çıkaracak Her şey ortada Ancak anahtarı Pek de deliğe takmaya niyette olan Kimse yok Efendim işte tam da bu arada Hz. Ali Efendimizin ilim kapısında bu kelime bizlere bir gerçeği hatırlatıyor. Nefis gama düştüğü için ruhlar ne edeceğini bilemeden birbirlerinden uzak duruyor ve dahi uzak tutulmuş oluyor. duruyor ve dahi uzak tutulmuş oluyor. Zira nefis daha önceki derslerimizde beyan ettiğimiz gibi akson ve dentritlerin uçlarının mikron mikron mikron seviyelerde dahi olsa büyük bir baskıyla gardiyanlıklarının kuvvetlerini arttırarak ruhun içerisindeki o kandilin pırıl pırıl aydınlığı karşısında saldıkları siyah ve siyaha benzer renklerle bir başka ruh tarafından görülmelerine engel oluyor. evde oturuyorsunuz ama en kalın ve güneş engelleyici perdelerle sabah güneşinin evinize girmesini istememek üzerine bir perde çektiğinizi düşünün. O perdeler ki işte o güneşten habersiz oluveriyorlar. Halbuki kalksa ve görecek ki nihayet bir hakikat, bir hikmet erbabıyla kendisini beklemekte. O gün ruhun tatmin olma aşamasına erişmek mümkün olabiliyor. Nefisleri gama düşürenler ne yazık ki ruhlarına en büyük eziyeti ediyor da pek de bunu fark etmiyor. İşte bu yüzden Evliyaullah tarih boyunca insanları, peygamberler bütün insanlığı bu nefsani gamdan alıkoymak için mücadele ediyor. Allah-u Zülcelal bize olan sevgisini öyle beyan ediyor ki seni malınla, canınla, evlatlarınla imtihan edeceğim diyor. İmtihan edeceğim diyor. İnsan imtihanı düştüğünde gama düşer ama o gam ki sadece maddenin kendisiyle hasıl olmuş ve maddenin kendisine takılmış ve o gam ki bu da Rabbimdendir diyemeyecek hale düşmüşse o gün ruhlar o kalp sesleriyle etrafındaki diğer ruhlara ben de buradayım, sizi aramaktayım. Bir ışığım benden kuvvetlisine koşmaktayım. Hazırım, hazır olanla beraber olmak arzusundayım. Yanmaya niyazım var, yanıp da kül olmayanlarla beraber olmak niyazındayım der. Der ama görmekle mümkün. Göremez gözler çünkü ruh nefsin gamına takılmıştır. Öyle ya çok üzüntülü bir anınızı düşünün ve onunla bir yolculuk yaptığınızı. Yolculuk boyunca aklınızda eğer ciddi bir üzüntü kaybettiğiniz herhangi bir şey varsa yolculuğun nasıl bittiğini hatırlamazsınız. Bir diğer taraftan yolculuk boyunca geçtiğiniz en güzel manzaraya ulaştığınız yerde size soracak olsalar hiç fark etmedim. Aklım bambaşka bir yerde deyip konuyu kapatırsınız. Ama hakikat odur ki oralardan geçip geldiniz. Etrafınızdaki bütün güzellikler size merhaba dediler. Siz onlara aleykümselam diyememiş oldunuz. Öyleyse nefsi gama düşürmek ruha eziyettir işte bu yüzden. Ruhun eziyetlerden kurtulabilmesi için demek oluyor ki nefsani gama düşmemek lazım. Ruhani bir gamdan mı bahsediyorsunuz? O ancak ve katiyetle hakiki ruhani bir gama sahip olanlarla bir araya gelindiğinde elde edilecek bir güzelliğini, hem cibilliyetinin bütün değer ve ikramını, bütün yoldaşlığını, bütün imkanlarını birbirlerine hatırlatmakta, birbirlerine işaret etmektedir. Efendim bu işaretin içerisinde var olan değer kavramındaki en ince ayet-i kerimelerden birine ermek vaktidir. birine ermek vaktidir. Efendim Allah Azze ve Celle Nebe'l Suresinin 16. kelimesinde başta beyan ettiğimiz ifadeyle şöyle buyuruyordu ya Öyle bir bahçe ki ve sarmaş dolaştır. Öyleyse o sarmaş dolaş hale erebilmenin yolu daha dünyadayken cenneti yaşama imkanını doğurmaktadır. Dünyadayken bir araya gelip sarmaş dolaş olan o ruhlar yok mu? Onlar çoktan dünya gamından ve kederinden sıydılıp nefse emmareden değil, nefsi mutmainne ile ve üzerindekilerle hikmetiyle artık bir aradadırlar. Bir arada olmanın en tatlı halini, en güzel halini yaşamaktadırlar. Bütün güzellikleri nefsiyle belinden aşağıya, midesinden aşağıya indirmiş olanların bunu şimdi anlaması kolay değil. Ne zaman ki ve günün birinde ve Allah nasip ederse ruhunuzun o pırıl pırıl ışığına karşılık bundan daha büyük bir ışığın farkında olduğunuzu hissedecek, bu civarda bir güzel var diyebilecek, işte o gün ruh doymaya başlayacak. Bu aynı zamanda müridanın münşidinden uzak olduğu halde onunla doyabilir olmasının da bir başka delilidir. Kilometreler milyonlarca uzaklıkta dahi olsa durum hiçbir şekilde fark etmemektedir. Nihayetinde ruhlar elbette insanın ışığından gördüğü ışıktan çok daha hızlı hareket etmektedir ve bu hız çok net bir biçimde insanı uzaktan bir eğitime, uzaktan bir muhabbete de mutlakun içerisinde var olan hakikat ve hikmette, bu izzet ve ikramı erebilir olmanın niyazındayız. Rabbim o niyaz-ı ilahide, muhatab-ı Muhammediye'de bir arada olabilmeyi bizlere nasip mümessir eylesin. Başta seyyidimiz olmak üzere, bütün ümmeti Muhammed'in başında bulunan evliyaullahın, o büyük ruhlarından ayırmasın bizleri. Onlardan doyabilenlerden onların sofrasına oturabilenlerden olmayı nasip eylesin bize tabir caizse. Efendim Ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat, afiyet, birlik ve dilli için. Hayla can fethi, şerlerin defi için. Allah rızası için efendim. El Fatiha Allahümme salli ve sellim ve barik ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi adade in'amillahi ve iftali Allahümme salli ve sellim ve barik ala habibina Muhammedin ve ala alihi adade in'amillahi ve iftali Allahümme salli ve sellim ve barik ala es'adina Muhammedin ve ala alihi adede in'amillahi ve iftali Allahümme salli ve sellim ve barik ala şefi'ina Muhammedin ve ala alihi adede in'amillahi ve iftali İki cihanperveri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ruhlarına aline ashabına ehli beytinin ruhlarına Hz. Ebu Bekir'in, Omer'e ve Osman'e ve Ali'ye efendimizin ruhlarına Şühedai Bedir, Şühedai Uhud, Şühedai Kerbela'nın ruhlarına, Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına Hz. Amine validemiz, Hz. Abdullah efendimiz, Hz. Atice validemiz Hz. Ayşe Uhud'un ruhlarına, Hz. Amine Validemiz, Hz. Abdullah Efendimiz, Hz. Atice Validemiz, Hz. Ayşe Validelerimizin ruhlarına, Ümmeti Muhammed'in annelerinin ruhlarına, gelmiş geçmiş mümin müminat, müslim müslümanatın ruhlarına, ve kafi ehli iman erbahnın ruhlarına, El Fatiha geçmiş Seyyid ve Seyyidinin ruhlarına on iki imamın ruhlarına ve kafihli iman ervahının ruhlarına ve kafihli İslam ervahının ruhlarına. El Fatiha. Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Ceylani Hazretlerinin ruhlarına, Saadat-ı Kadiriyeden ve Saadat-ı Muhammedi'den gelmiş geçmiş mürşid mürşidan, mürid müridanın ruhlarına ve kafirli iman ervanı ruhlarına el Fatiha. Seyyidimiz, Mürşidimiz, Peygamber Efendimizin İnce Tanesi Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretlerinin Ruhlarına, Ailesinin Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına, Müritlerinden Ahirete İntikal Etmiş Olanların Ruhlarına, Şüheday Çanakkale, Şüheday İstanbul, Evliyay İstanbul Ruhlarına, Camir Bin Abdullah Hazretleri'nin ruhlarına Eyyubel Ensari Hazretleri'nin ruhlarına Şühedanın serperveri Hazreti Hamza Efendimiz'in ruhlarına Vekâf ehli manervanın ruhlarına El Fâtiha El Fatiha Meded ya Hazreti Ali kerrem Allah ve cehu, meded ya Agafsazem Abdülkadir el-Ceylani, meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi, Euzubillahimineşşeytanirracim ve Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş olan bu büyük futuhat kapısında Bava Ali dersindeyiz. Bavali dersindeyiz. Bavali derslerinde her zaman olduğu gibi daha önce devam ettiğimiz, başladığımız ve halen devam etmeyin niyetiyle, gayretiyle dualarınızı inşallah eklemeye çalıştığımız ve size ulaştırmaya çalıştığımız Tefsir-ül Ruhiye'de Nebe Suresini tefsir ederken 17. ayeti kerimedeki ayeti kerimeden bir kelimede ve o kelimede bir harfte var olan Hz. Ali Efendimiz'in ilim kapısından, sudurdan sudura işlenen bu hakikati Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'ne sudurundan, kütüphaneden beyan etmeye gayret ve niyaz ederiz. Rabbim içindekilerle ameli nasibi müessere eylesin. Zira o bab-ı âli dersleri ki gerçekten gönle sürur, gerçekten derviş olma yolunda, talebe olma yolunda mücahede etmek üzere vazifelendirmiş olan bizler için ciddi manada birer ışıktır, ciddi manada birer mihenk taşıdır. Yaptığımız o bütün hataların ve kusurların yanında, bütün inceliklerle, kolaylıkla bu yollardan geçebilmenin, dünya hayatının gayet basitleştirilmiş olabilmesi için, bizler adına büyük bir kapıdır. Rabbim bu kapıdan ayırmasın. Rabbim seyyidimizin talebeliğini hakkıyla nasibi müesser eylesin bizlere inşallah. Efendim hakikat Nebe Suresinin 17. Ayeti Kerimesinde Cenab-ı Hak Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin ağzından söylenmek üzere şu vahyi ilahiyi beyan etmişler. Estaizü billah, İnne yevmel fasli kâne miqâte Şüphesiz fasıl günü tayin edilen bir zamandır. Nasıldır bu zaman? Bu zamanı geçiyordu Nebe suresi. Cennetin yaratılışı anlatmıştı Cenab-ı Hak tefsirinde. İnşallah dinlersiniz tekrardan tekrardan. Ve orada cenneti anlatırken Cenab-ı Hak 16. ayet-i kerimesinde bu cennet mahalline gelmişti. Cennet mahallini ifade etmişti. Şimdi o cennet mahalline gidecek olan insanoğlunun yaşamış olduğu hayattan bahsediyor. Öyle ya dünyayı yaratmaktan bahsetti. Nebe suresinin bu ayeti kerimede efendim uykuyu, geceyi, gündüzü, üzerimize bina edilmiş olan yedi sağlam göğü, güneşi, yıldızları, efendim ışık veren, pırıl pırıl parlayan, gökten indirilmekte olan suyu anlattı, nebatatı anlattı, ağaçların dallarını birbirine girmiş bahçelerden anlattı ve dünya hayatı şimdi bitiyor. geldiği zaman için ise aynı sure-i şerifede bunu beyan ediyor olması dahi ne kadar kısa ne kadar basit bizim ne kadar çok fazla anlamlar yükleyerek kendi üzerimize bindirdiğimiz şu nefsani illetleri beyan edercesine Cenab-ı Hak tekrardan beyan edip kafaları kazınma niyetiyle şöyle diyor şüphesiz bu fasıl günü beyan edip kafaları kazınma niyetiyle şöyle diyor. Şüphesiz bu fasıl günü, fasıl günü tayin edilen bir zamandır. O zaman gelince ne olacak ya Rabbi? 18. ayeti kelimeye gelmedik, tefsirinde değiliz ama, işi iyi bir anlayabilmek için böyle ifade etmekte fayda var. O gün sure üfürülecek ve fevc fevc geleceksiniz. Burada bir kelime var. El fasl. Bu fasıl kelimesinde var olan harfi satta bir ilim vardı. Fasıl ve asıl meselesi. Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin güzel tabiriyle asluhu fasluhu kökten gelen hakikat elbette bir mayayla alakalı ama bugünkü dersimiz o mayanın üzerinde maya değiştirilemez bir gerçek olmakla beraber şu Hazreti Ali Efendimizin beyanatları çerçevesinde fasıllarda var olan şu incelikler bunları bir anlayabilmek niyetiyle Bismillah diyelim inşallah. Efendim Baba Ali kafasından şu kelime beyan olunur şu cümle ki dersin beyanatı başı sonu özü hepsi burada saklı diyebiliriz tabiri caizse. Ben her fasılda aslı aradım. Zamanda zaman açıldı da fasılda aslı varmış anladım. Efendim babali kapısının bu cümlesinde zaman dediği şey insanın içerisinde yaşadığını zannettiği bir hal. Birazdan geleceğiz. Ancak Hz. Ali Efendimizin beyanatıyla anlıyoruz ki her fasılda aynı zamanda bir asıl var. Her zaman diliminde aranan bir asıl var. Ve bu zamanda zaman istemekte, hele ki bunu Rabbül Aleminin rızası için istiyorsa, şu rıza dairesinde ilerleyebilmek uğrunda rızayı fasılda ve asılda aramakta. Öyleyse fasılda asıl varmış deniliyor, o sözü anlamaya çalışacağız. Şimdi bu sözün içerisinde önce bir zaman kelimesinin anlamını bu harf-i satta var olan fasılların aslı asılların faslıdır beyanatıyla çözmeye gayret edeceğiz. Anlamaya yaşamak için önce bir anlayabilmemiz lazım. Harf-i satta bir ilim varmış. O ilim de şuymuş. Fasılların aslı, asılların faslıdır. Bu şu demek. Fasıl birazdan gelecek. Şimdi parçalara bölünmüş maksatlıdır. İnsan bir hayat yaşar. Bu hayatta doğar, büyür, gelişir. Hatta bir gün içerisinde pek çok şey yaşar. İş hayatı vardır, özel hayatı vardır. Davası vardır ki inşallah onunla ilgili verdiği bir mücahidesi vardır. Zikri vardır. Rabbine ayıracağı zaman evladına, ricaline varsa inşallah şeyhine, ulemaya, evliyaya ayıracağı bir zaman dilimleri vardır. Bunlar hep birer fasıldır. Bunların aslı ise aranan bu temel nitelikte en iyisi olabilme kabiliyetine muhtedir olan Hz. Allah'ın istemiş olduğu bir şekilde yaşamaksa bu fasıllar o asla dair olmalıdır. O bütüne dair olmalıdır. Ama aynı zamanda bu asılların da faslıdır. Yani insanın birden fazla asliyete tabi olarak yaşayabilmesi mümkündür. Bu ancak fasıllarda var olan yaşam biçimiyle alakalıdır. yaşam biçimiyle alakalıdır. Bu şöyle ifade ediliyor. Şimdi yavaş yavaş açmaya başlayacağız. Buraya kadarki kısmını belki biraz anlamakta zorlandınız ama şimdi örneklendirmeye gayret edeceğiz. Zamana ait olan tüm öğelere tek tek baksan orada fasılları görürsün ve bu fasılların aslı oluşturduğuna inanırsın. Bugünün dünyasında öyle değil mi? Herkes şöyle söylüyor. Efendim diyorlar ilkokul, ortaokul, lise, üniversite bunların her birisi fasıllardır. Gidersiniz bir okula bir eğitim alırsınız. Üzerini biraz daha biraz daha okursunuz. Sonra bir yerde stajyer olursunuz veya bir çırak olursunuz. Kalfalık gelir, ustalık gelir. Bak bunların her birisi bir fasıldır. Hatta o fasıldan her birisinin bir diploması vardır değil mi? İlkokul diploması o faslın sonudur. Fasıl bölüm demek. Asıl bütün bölümlerin birleştiği zannedilen ama bu derste anlayacağız ki pek de öyle değilmiş. Bütünü ifade eden anlamdır. Felsefe dünyasından da bakılsa tüme varım tümden gelim hikayesi. Ki onu anlatmıştık bu hafta geçtiğimiz haftanın içerisinde başka bir vesileyle. Efendim bakıyorsunuz diyorsunuz ki ilkokulu bitirdik. Şimdi ortaokula geleceğiz. İlkokul diploması bizim zamanımızda öyleydi. Giderler, ortaokula teslim edilir. Ortaokul biter, onun diploması liseye teslim edilir. Nasip olur üniversite kazanılırsa eğer o diploma üniversiteye teslim edilir. Herkese üniversiteden bir diploma alır gelirsiniz. Ve dersiniz ki aslına ulaştım. Neydi o? Eğitim almak, eğitilmiş bir adam olmak, üniversite mezunu olmak bir asıl bir mesele. Benim için benim meselelerimden bir tanesi o bir bütün ve bunun fasılları var. Şimdi burada insan bu fasıllığın her birisinin aslı olduğuna inanır. Böyle yürür. Evet hem öyledir hem de değildir. Çünkü insanoğlunun fasıl aslı değiştirirse zamanın ve kaderin değiştiğine dair bilgisi ne yazık ki eksiktir. Ne yazık ki eksiktir. Dolayısıyla bu eksiklikten ötürü de her fasılda yapmış olduğu şeyin bir sonraki faslı etkilediğine inanır. Der ki ben şimdi ilkokul boyunca alacağım bu eğitimler. Sonra ortaokulda etkileyecek. Ortaokul liseyi lise üniversiteyi etkileyecek. Dolayısıyla bu etkileşim süreçleri o kadar doğru gitmeli ki sonunda istediğim üniversiteyi de kazanabileyim ve aynı zamanda mezun olduğumda istediğim yerde iş bulabileyim ya da iş sahibi olabileyim ya da çıraksanız aynı mantıkla düşünebilirsiniz. Bu aralarda eğer bu fasılların içerisinde bir yerde bir hata bir kusur olursa şimdi asıl bozulmuştur da dersiniz. Evet bu bir manada doğrudur ancak yeknesak böyle baktığınız zaman hayata fasıllarda yaptığınız hataların aslı bozduğuna dair olan inancınızı değiştirdiği gibi sizin yaptığınız bütün fasılların da bir asıldan geldiğini unutmuş olursunuz. O da en baştaki niyettir. Hani Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin, Seyyidimizin, Şeyhimizin, Mürşidimizin meyan ettiği gibi Asluhu fasluhu. Aslında işin basında var olan bir mayadan hareket eden, dünya hayatına başlayan insanoğlunun niyetleri onun aslıdır. Ama bugün bize dünya neyi anlatıyor? Hayır diyor. Önce fasıllar vardır. Önce siz küçük küçük parçalar toplar, onları üst üste dizer ve bir bina yaparsınız. Halbuki diyor seyidimiz ve dahi Baba Ali kapısı, Ehli Beyt kapısı zaten hepsi aynı cümleyi söylüyorlar ya Kur'an-ı Azimüşşan'ın özünden doğan o hak ve hakikat doğrultusunda, diyorlar ki halbuki bu bir temeldir. Temel bu işin aslıdır. Bu temel atıldığı zaman bina çoktan bitmiştir. Hani seyidimizin çok güzel bir tabiri vardır. Şöyle Ramazan ayı nasip olur tekrar görebilirsek eğer, pandemi dolayısıyla bu sene nasip olmadı ama bilemiyoruz bu umre zamanda olacak mı olmayacak mı henüz hiçbir şey belli değil. Rabbim yeniden Medine'de o tatlı, o latif, o Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselamın en güzel misafirlerine en güzel şekilde hizmet etmek nasip olursa eğer o Ramazan'ın ilk gününde Seyyidimizin söylediği çok tatlı bir laf vardır. Birinci gün başlar, iftar gelir, iftar yapılır ve Seyyidimiz şöyle der, sevgili gençler, Ramazan ayı bitmiştir. Çünkü asıl buydu, buraya kadar ulaşabilmekti, Ramazan'ı görebilmekti. O muhabbete erebilmekti. Erdik. Bitti. Ve geri kalan o otuz günün bu mahiyeti ilahiyede her bir günü bir fasıl gibi düşünseniz dahi aslında o oruca duyduğunuz aşk ve muhabbetle o günleri beklemenin heyecanıyla zaten o bütün fasıllar kendisini hazırlamıştı sizlere. Ve ancak o fasılların içerisinde bazen eksiklikler oldu. Ve o eksiklikler elbette ki zaman içerisinde aslı bozabilecek nihayeti de doğurdu ki, işin imtihan kısmı da bu. Orucu tuttuğunuz günlerden birinde birisinin kalbini kırarsınız, birisini üzerseniz, birisinin hakkını çiğner, onu üzer, onu oruçluyken değil, normal hayatımızda bile yapmamamız gereken bir fiili o gün işlerseniz, fasıllardan biri bozuluverir. bir fiili o gün işlerseniz fasıllardan biri bozuluverir ve Allah korusun eğer o bozulan şey asla uzanacak kadar niyetlerinizi bozup da bugünün dünyasındaki insanların söylediği gibi olmuyor işte arkadaş sen oruç tutunca çok sinirli çok çekilmez bir adam oluveriyorsun hiç tutmasan daha iyiymiş filan diye de etrafında böyle insanlar var ve insanda bir iman zafiyeti veyahut nefse emali ve şeytana Allah korusun. Hz. Alev Efendimiz'in muhteşem bir duası var ya, Ya Rab beni gözlerimi kapatıp açıncaya kadar geçen sürede dahi nefsimle baş başa bırakma. Zira o dahi bir fasıldır, uyanık olmayı gerektirir. Asla şüphe yok, onlar cennettir ama bize öğretiyorlar, Hz. Ali efendilerimiz ve dahi bütün büyüklerimiz, o anda dahi, o fasılda dahi kaşıracağın bir şey, aslına ait olan bir niyeti bozabilir. Ve o niyet bozulduğu zaman o fasıl aslı bozar, bozulan asıl bundan sonraki fasılları da altüst eder. Yani güncel hayatımızı tekrar dönerek ifade etmeye gayret edeyim. Ortaokula geldik, İlkokul güzel bitmiş. Hepsi pek iyi. Ortaokula geldiniz. İşte birazcık yeni gençlik, delikanlılık var. Kafada ayaklar yerden kesilmiş derler ya. Kafa bir dünya yukarılarda geziyor. Dersler bozuluverdi. 3 zayıf, 4 zayıf, 5 zayıf falan geldi. Bizim zamanımızda öyleydi yani. Sistem şimdi değişti. Zayıflar da pek konuşulmuyor artık ya Neyse Sonra eve gidersiniz Evdekiler dışarıdakiler Oradakiler buradakiler Arkadaşlarınız falan şey demeye başlarlarsa 2 tarz var burada 1. tarz evladım bu bir fasıldır Bir dönemdir gelir geçer Yapılmıştır bir hata Az çalışmışsındır, kafi gelmemiştir veyahut ne bileyim aklın başka yerlerdedir, gençliktir, delikanlılıktır, genç kızlıktır olur böyle şeyler. Biraz daha çalışmak, biraz daha gayret, toparlarsın biiznillah demek var ve bu denilene uymak var. Bir diğer taraftan da. Bak arkadaş. İlkokulu tamam. Öyle böyle halletmişsin. Aferin. O günlerde varmış içinde bir şeyler ama. Bak gördüğün gibi olmuyor bu hocalarla bu öğretmenlerle. Bu sistemin içinde olmuyor. Bak görsene. Bu saatten sonra daha fazla çalışarak. Daha fazla kendini görerek. Ne uğraşacaksın bunlarla abi? Birkaç tane daha zayıf ekleyiversen üstüne ne değişecek ki hayatında? Ya da çok çalışınca bitirebileceğini zannediyor musun bu okulu? Hadi bitirdin diyelim. Daha bunun lisesi var, üniversitesi var. Bunun lisesi var, üniversitesi var. E bu durumda, insanda eğer Allah korusun bu delikanlı yaşında, fasılanın bu kısmında buna iman etmeye ya da buna inanmaya başlar, bu yana doğru yelkeni dümeni kırarsa ne olur? Asıl bozulur. Çünkü asılda bir niyet vardı. İnşallah, ümmeti Muhammed'e hayırlı bir evlat olabilmek, hayırlı bir mücahid, mücahide olabilmek, bu dertte, bu davanın içerisinde yer alabilmek için gereken, kuşanılması gereken o bütün birikimleri elde etmek, bu çıraklık içinde gerekli bu arada iyi bir marangoz, iyi bir demir ustası, iyi bir boyacı, Bu arada iyi bir marangoz, iyi bir demir ustası, iyi bir boyacı en az bir doktor kadar, en az ama bir doktor kadar mücahit mücahide olur. Dolayısıyla hep söylenen bir şey vardır ya üniversiteyi bitirmezsen bu İslam'a hizmet edemezsin denir. İslam'a hizmetin bir mesleği yok. yok ama bugünümüz çağında bir takım yerlerde bir takım usullerin içinde vazife alacaklar için vazife alacak genç kardeşlerimiz için oldukça mühimdir dolayısıyla hemen bütün genç kardeşlerimizin inşallah böyle bir diploması olması lazımdır bunda şüphe yok ama ben doktor değilim abi marangoz çırağıyım kalfa olmaya gayret ediyorum diyen kardeşimiz de unutmasın ki, İslam'ın bütün peygamberlerinin hiçbirisinin üniversite diploması yoktur. Ancak erbabı meslek sahipleridir. Meslek erbabıdır hepsi. Sonuçta üniversiteyi bitiren bütün kardeşlerimiz de bir mesleğin erbabı olmak için oralardadırlar. Eğitim sistemleri ve tecrübe metotları birbirinden farklıdır. Aman bunu unutup da Allah korusun bugünün tabiriyle bir aşağılık kompleksine sakın ha sakın girmeyin o da nefsani ve şeytani olur. Zira aramızda öyle marangozlar, öyle demirciler, seyidimiz gibi öyle baharaçılar var ki onlar gördüğünüz üzere şimdi üniversitelerdeki profesörlere, en üst seviyedeki isimlere ders veriyorlar. Ümmeti Muhammed'in önünü açıyorlar. En büyük cihadı yapıyorlar. La ilahe illallah uğrunda gayret gösteriyorlar. Meseleye böyle bakmak lazım. Dönelim buraya. Dolayısıyla böyle bir haylazlık metodolojisiyle ve nefsin ve şeytanın istek ve arzuları doğrultusunda çalışınca işte bu fasıl döner, asıl da var olan niyeti bozar. Niyet bozulunca sonuç gerçekten istenilmeyecek bir yöre ulaşmış olur. O zaman anlıyoruz ki evet fasıllar asıllı oluşturuyor. Sonuç gerçekten istenilmeyecek bir yere ulaşmış olur. O zaman anlıyoruz ki evet fasıllar asıllı oluşturuyor. Ama aynı zamanda öyle değil. Zira asıl da fasıldaki hareketle değişebiliyor. Ve bu bizim için inanılmaz derecede bir yere çıkmaya vesile oluyor ki Baba Ali dersinin en güzel taraflarından biri bu. Hz. Ali Efendimiz şöyle beyan ediyor, Sen aslından caymaz isen, fasıllar aslına riayet eder. Nerede bir hata, yani iki nokta üst üste cümleden sonra tefsirine geçersek eğer, nerede insan o asıldan, geldiği yerden, Allah-u Zülcelal'in onu yaratırken yapmış olduğu takdirden caymaz ise, ben bu dünyaya bir imtihana geldim. Ben şu kısacık ömürde, bir rüyadan daha kısa bir vakit için, burada bir şey yapmaya gönderildim. Yapacağım ve geri döneceğim. Bu geri dönüşümün üzerine aslım budur. Öyleyse buradaki bütün fasıllar hep bu hatırda tutulduğu müddetçe aslına riayet eder. Ve böylelikle fasıl aslı değiştirirse zaman ve kader de değişir. İşte bir başka taraf bu. Yani birinci meselemizde şunu anlıyoruz. Eğer insan bu kökten vazgeçmezse bütün fasıllar ona hizmet etmeye başlıyor. Bir bakıyorsunuz geçilmez denilen dersler geçilebiliyor. Yapılmaz denilenler yapılabiliyor. Niye? Hep asıl da aynı mantık. Matematik çalışırken de ben iyi bir Müslüman olmak niyetindeyim. İyi bir Müslümanın yanında, iyi bir ulemanın yanında ona talebelik etmek niyetindeyim. Ve böylelikle Allah'ın rızası, Allah'ın davası içinde Rabbimin boyasıyla boyanmak, Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın bir gün sahabesinin etrafında oturup da kardeşlerim diyerek nida ettikleri arasında olmak arzusundayım aslı değişmeyince, fasıllar hizmet eder size. değişmeyince fasıllar hizmet eder size. Ama bir başka şey de şu ki bu yolculuk içerisinde bu fasılların her birisi aslı da değiştirebilir. O da şununla kaynaklanıyor. Bazen insanların niyetleri bozuk olabilir yola çıkarken. Abi ben üniversiteyi kazanacağım çünkü para kazanmam lazım. Sadece para. Dünyayı kazanmam lazım. Dünya için geldim buraya. İşte Cenab-ı Hakk'ın insanlığa vermiş olduğu en büyük nimetlerden biri kaderin değişkenliği. Madem ki kader değişebiliyor, zaman da değişebiliyor. Oraya geliyoruz şimdi inşallah. Çünkü bir bakıyoruz ki bir ehli küffar 60 yaşında, 70 yaşında, üniversiteyi bitirip çok sonrasında Müslüman olmak İslam ile müşerref olma nimetine erebiliyor. Rabbimin verdiği imanın hangi saatte kapatıklatacağı belli mi olur? Veya ben iman sahibiyim zaten diyenin kapısı Allah korusun ne zaman kapatılır belli mi olur? Allah korusun ne zaman kapatılır belli mi olur? Dikkat ve rikkat ve bütün eziyetlere rağmen bu yolculukta yürümeyi gerektirir. Yürütenin de Rabbimiz olduğunu bilmek gerekir. Ve ardında yürüdüğümüz bir zat-ı muhterimin varlığı esas olmak üzere. Şimdi bakıyoruz ediyoruz bu adamın aslı kafirdi. Yani yola çıkarken dünya için, belki Hiyanlık için belki işte şunun için bunun için. Tamamen İslam'ın Allah-u Zülcelal'in emri ilahisinin dışında bir hayat üzere asıl yolculuğuna çıkmıştı. Bak mayadan bahsetmiyoruz. Maya başka bir şey asıl başka bir şey. Maya aslın öncesidir. Asıl o mayadan başlayan bir süreç diyelim tabiri caizse. Ama maya belli. Soğan tarlasından soğan çıkar, affedersiniz hıyar tarlasından hıyar çıkar. Mayayı kimse değiştiretu. İşte bitkisi küçük çıktı. Suyu yetmedi. Öyle oldu. Böyle oldu. Asıl yani başlangıçtaki niyeti bozuk. Ama bir gün geldi. Birisine iyilik etti. Fazlalığının bir yerinde, bir zaman diliminde kimsenin elini uzatmadığı bir fakire elini uzatıverdi. Kimsenin düşünmediği bir anda Rabbinin kullarından birine uzatıverdi. Kimsenin düşünmediği bir anda, Rabbinin kullarından birine uzandı, ona gülümsedi, ona gülümsemesine vesile oldu. Vesaire. Ve hemen önüne, bu faslın gereğince, ona aslındaki, yani başlangıçtaki hatasını düzelten bir zat, hemen teslim edildi. Dünyanın bir ucunda olsa dahi, belki daha önceki derste dinlediniz ya, ruh ikizini bulma meselesi, ikizi kendisine bu sefer yeniden ikram edildi. Ve öyle bir ikram-ı ilahi ki, işte o gün fasıl aslı değiştirmeye başlar. Ve o değişince kader değişiverir. Ve o değişince bazen kaderde imansız yazılan bir zatın da imanlı oldurma ihtimali de vardır. Bu da bir gerçektir. Bakarsın kader tahtasına küfür erbabı doğup, küfür erbabı ölecek. Ancak günün birinde bir faslında, hayatının bir zaman diliminde, bir küçücük noktada öyle bir fiil işler, öyle bir dua alır ki Rabbim ona iman nasip eder. Rabbim bütün dünyada şu an gördüğümüz ve bundan sonra gelecek bütün ehli küffara, elbette hep olacaklar ama biz iman üzerine ölmelerini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Gayretler bunun üzerine olmak zorunda inşallah. Tabi en başta kendimiz son nefese kadar iman, son nefeste de iman nasip olsun diye dua ediyoruz Rabbimize ve bakıyoruz ki pasalı hasta değişti. Peki o gün ne olur? İşte o gün zaman da değişme olur. Kader değiştiği gibi. Ey zaman içinde zaman olsa, biraz daha gayret nasip olsa, her an vakitte şu ümmetim Muhammed'in derdi derdim olsa diyen adam, gözünün önündeki, hemen burnunun ucundaki en kısa fasılayı yerine getirince, Rabbim zamanda zaman yaratır. Öyle zamanda zamanlar yaratır ki tarihte çok vesikası vardır. Çok görülmüştür üst üste. Seyyidimizde, ondan önceki evliyalarda şimdi yaşayan evliyalarda sebepleri hep şundan gelir. Onlar her aralıkta, her bir fasılda aslına uygun bir şey yapmak niyetiyle hareket ederler. Dolayısıyla şu rahatlık yoktur Evliyaullah'ta. Ya bugüne kadar Allah'ın istediği gibi yaşadık. E bugün de Rabbimizin sevgili bir kulu olmak nasip olduğu vazifeler var. Her Evliya'nın Rabbimizin verdiği bir vazifesi var. Vazifemizdeyiz. Yani bugün de fakirlere bakmasak ne olur yani? Geldik zaten bir yere. Geçin evliya Allah'ı gidin gerçekten akılları darma duman eden bir yerdir. O ashab- ı ikramın bir kısmı vardı ya aşere-i mübeşşere diye meşhur olmuş. Rabbim onlara dedi ki, Cennetliksiniz, konu kapanmıştır. Verdim size. Ashab-ı Bedir, verdim size ya. Ümmet-i Muhammed'in ilk savaşını verdiniz, ben de şimdiden verdim size, cenneti gitti, hadi hayırlı olsun. Peki, o saatten sonra, bir gevşeme, bir duruma, bir duraksama mevcut oldu mu? Asla ve katiyetle. Her faslı daha büyük bir fasımla doldurma niyetiyle zaman içinde zamanlar meydana geldi. Arap coğrafyasının siyerini bir de inşallah anlatırken göreceğiz ki hep beraber Arap coğrafyasının siyerini bir de inşallah anlatırken göreceğiz ki hep beraber Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin 23 yıllık risalet hayatı kesinlikle ve katiyetle bu kadar Rabbimizin verdiği tevfik ile olmasa sadece bir insaniyette düşünseniz imkan dahilinde olmadığını göreceksiniz. Çünkü siyeri biz az biliyoruz. Bildiğimiz kadarıyla okuduğumuz kadarıyla bugüne ulaştığı haliyle biliyoruz. Bu haliyle bile öyle biraz daha açınca göreceğiz ki bunu bir insan evladı yapamaz. Bunu hadi ona peygamber dediniz. Bunu bir sahabe yapamaz. Bir topluluk yapamaz bunu ya. Bu zamanla sığmaz. 23 yıla sığmaz. Öyleyse sana peygamber dediniz, bunu bir sahabe yapamaz, bir topluluk yapamaz bunu ya. Bu zamanla sığmaz, 23 yıla sığmaz. Öyleyse biz fasıllarda hatamız var, asıllarda belki niyetimizde yanlışlar var. Rabbim işte o fasıllarda o asla uygun yaşamayı, eğer aslında yani o yola çıkarken o başlangıçta bir hata yaptıysak bu fasıllarla o asılların düzelmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Fasıl ve asıl felsefe dünyasında tümden gelim ve tüme varım karşılığıyla izah edilemez de denk gelir diyelim. Bir bakıyorsunuz ki felsefecilerin bir kısmı tüme varım üzerine bir kısmı da tümden gelim üzerine hayatlarını harcamışlar. Halbuki Hz. Ali Efendimiz konuyu kapatmış. Zamana ait tüm öğelere tek tek baksan orada fasılların aslı oluşturduğuna inanırsın. Hem öyledir hem de değil. Fasıl aslı değiştirirse zaman ve kader değişir. Sen aslından caymaz isen fasıllar aslına riayet eder. Dünyanın bütün feylesofları bir araya gelseler, herhalde bu kadar net, kısa, öz beyan edemezler. Baba Ali dersinde bugün dersimizi alanlardan olmayı Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyoruz. İnşallah Rabbim o fasılları Seyyidimizden bize emrettiği, gösterdiği yol üzere doldurup da zamanın içinde zaman bereketini Rabbimizden niyaz ediyoruz ki ümmeti Muhammed'e şu çok kısacık ömürde bir şey daha bir hizmet daha eklenebilmiş olsun. O büyük hizmeti ifa eden mihmandar Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin ardında onun emirlerini layıkıyla yerine getirmek gerçekten mümkün değil. En azından onun bir gülümseyişiyle onun bir gülümsemesine nasibi müesser eylesin. Bizlere Rabbim talebe olmayı nasip eylesin. Cümlemize ve cümle kardeşlerimizin şeyhlerine aynı zamanda. Efendim Rabbimiz başta seyidim olmak üzere onun ailesi onun efradı müridan olmak üzere ümmeti Muhammed'in başında mihmandar olan bütün evliya Allah'a, şeyhlerimize, ulemaya, alimlere, fukaya, muhadislere hayırlı ömürler nasip eylesin. Onlar işi gördüler çözdüler hayatın içinde ama dikkat çözmemekte kalmamışlar. Şimdi onlar bizden kat be kat çalışmaktalar. Demek ki bir şeyi buldum deyince aslında daha fazlasının gerektiğinin faslına ulaşmışlar. Aslında hani Hazreti Ali Efendimiz diyor ya fasılda asla anladım. Rabbim onu görmeyi nasip müessere eylesin bizlere. Hayranı fetih şen şellendefi ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için, Allah rızası için ve dahi şu fıtratın hayrıyla yayınlanıp hayrıyla insanlara ulaşabilmesi için hem ekibimize hem cümle işlerimiz için, maddi ve manevi imkanlar için dualarınızı bekleriz. Bu zor zamanlarda zorlukları aşarak ümmeti Muhammed'e ve bütün dünyaya bu hak ve hakikati söylemek için gereken bütün imkanı Rabbimizden dileriz. Sizin dualarınızla inşallah efendim. Bir dua demeyin ama başka bir şeye vesile olabilir. Rabbim o vesilelerden ayırmasın bizi. Hayırların fethi şerlerin defa ümmeti Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah rızası için hayırdan ayırmamak niyetiyle fasılda aslı anlayan Hazreti Ali Efendimizin ehli beytinle kol kola beraber olabilmek, onların hizmetinde olabilmek niyetiyle. Rabbim bizi onlardan ayırmasın. Allah'a emanet olun. El-Fatiha.
Allahümme salli ve sellim ve barik ala
seyyidina Muhammedin ve ala alihi adad in'amillahi ve iftali. Allahümme salli ve sellim ve barik ala habibina Muhammedin ve ala alihi adad in'amillahi ve iftali. Allahümme salli ve sellim ve barik ala es'adina Muhammedin ve ala alihi adade in'amillahi ve iftali. Allahümme salli ve sellim ve barik ala şefi'ina Muhammedin ve ala alihi adade in'amillahi ve iftali. Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. 2. Hanperveri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhlarına. Resulullah Aleyhisselam ve kafeli iman ervahının ruhlarına El Fatiha Hazreti Ali Kerem Allah ve Cevhe Efendimiz'in ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerin ruhlarına 12 İmamın ruhlarına ve kafeli İslam ervahının ruhlarına El Fatiha. Pirimiz Gavsazam Abdülkadir Eceilani Hazretlerinin ruhlarına. Saadat-ı Kadiriyye'den ve Saadat-ı Muhammediye'den. Gelmiş geçmiş mürşid mürşidan mürid müridanın ruhlarına. Ve kafili iman ervanın ruhlarına el-Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz, Peygamber Efendimiz'in inci tanesi Yiğit Muhammed Ruhi El-Kadir Hazretlerinin ruhlarına, ailesinden ahirete intikal etmiş olanların ruhlarına, müridlerinden Altyazı M.K. El Fatiha El Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Allah Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali Kerem Allah ve cehu Meded ya Kamsa Azam Abdülkadir Allah'a şükürler olsun. kapısındayız. Allah nasip ediyor bu futuat kapısından beyan edilenler hem kitaba dönüştürüp hem sohbette eksik bırakılmış olan kısa olması için eksik bırakılmış olan kısımlar kitapta tamam etmeye gayret ediliyor. Elhamdülillah kitaplar çok daha geniş çerçevede ele alınıyor. Bu ay için ise Allah nasip ederse önümüzdeki haftalarda Siyer Nebi'nin ikinci cildiyle Esmaül Hüsna'nın 10. cildini sizlere sunuyor olacağız. Son noktalara geldik. Ama aynı zamanda Esmaül Hüsna'nın bu 25 cildlik tamamlanmış kısmında her bir cildinde konuşulurken biraz daha eklemeler yapılabilir mi sorusuna cevaben, olurken biraz daha eklemeler yapılabilir mi sorusuna cevaben Seyyidimizin de emriyle her bir cildin eşit miktarda beyanat sunabilmesi adına Esmaül Hüsna 1 ve 2. cildlerimiz bitmişti. Esmaül Hüsna 1 ve 2'yi de Allah nasip ederse basmaya gayret ediyor oluyoruz. Ama bu sefer Esmaül Hüsna'nın 1. cildinin 2. baskısında yeniden eklenmiş olan kısımlarla daha da genişletilmeye gayret edilmiş olacak. Dolayısıyla külliyatın bu yeni gelen ikinci baskısındaki Esmaül Hüsna birinci cildi özellikle ikinci cildi de kısmen olmak üzere yeniden ve daha genişletilmiş ifade ve ibareleri buluyor olacaksınız. Bir olgunlaşma süreci olarak tabir edilebilir. Bizler aynı zamanda ilerleyen ciltlerin de ve daha önce yayınlanmış 3, 4, 5. ciltler biliyorsunuz biraz daha inceydi. Her birisi aynı sayfa adedinde 448 sayfalık bir şekilde toplamda Allah nasip ederse hatırladığım kadarıyla 11.200 sayfalık toplam külliyatın hepsi bitirilmiş olacak. Elbette eldeki imkanlarla basılıyor olacak. getiriyor. Orada anlatan kardeşlerimizin elinden Müslüman olan nice isimleri duydukça Cenab-ı Hakk'ın seyyidimize ikram edildiği bu futuat kapısında olmanın olabilmenin, olmanın şükrünü olabilmenin niyazındayız. Rabbim bizleri seyyidimizin talebeliğinden, bu futuatın talebeliğinden ayırmasın diyelim. Efendim hakikat Bâb-ı Ali dersindeyiz. Kısaca bunu beyan ettikten sonra Nebe Suresinin 18. ayeti kelimesine olan Estaizu billah O günkü sure uşurulur derken gelirsiniz bölük bölük denilen ayeti kelimenin tefsirini beyan ediyorken esur kelimesi merkeze aldığını Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin tefsiri olan tefsir-i ruhiyenin merkeze aldığını söylemiştik. Bu arada bu tefsir derslerinde de Nur suresinde kalmıştık. Haftanın yedi günü yetiştiremiyor olsak da salı perşembe derslerinden hariç olan günleri yetiştirebilmek için bir gayretimiz var. Dua ediniz. Rabbim nasip eylesin. Onlar hazır ama konuşmayı bekliyor. İnşallah o hazırlıklarla beraber sizlere sunabilenlerden oluruz. Vazife için bizlere dua etmenizi niyaz ediyoruz. Talep ediyoruz efendim. Duaya muhtacız. Hakikat burada Esur kelimesinde harfi satta bir ilim var. Bu ilim ki Hz. Ali Efendimiz tarafından beyan edilen Baba Ali kapısından hasıl olduğunu defaatle söylediğimiz için, derse dinleyen belki yeni isimler olursa onlara ibaretten söylenilmiş olur. isimler olursa onlara ibaretten söylenilmiş olur. Harf-i sattı öyle bir ilim var ki bu gam ve kederle ilgili. Daha doğrusu gam ve keder ilminin hüznü olan etkisi. Yahu gam ve kederin kendisi bir ilim olur mu diye sual edenlere şöyle bir cevap vermek gerekiyor. Yeryüzünde var olan bütün duyguların aslında maddi dünyada moleküler bir karşılığı var. Gecenin konusu bilim olmadığı için ilmi hakikatler dairesinde kalıp tatlı bir niyaz üzere aynı zamanda zikru ilmiye içerisinde olduğumuz için gelin bu kısmı bilim derslerine bırakıyor olalım. Ama bir hakikati de unutmayalım. Allah-u Zülcelal'in yeryüzünde yarattığı her ne varsa yaratılmış her bir şeyin maddi bir karşılığı ve bu maddenin mutlak surette bir manası o mananın da maddeye olan bir etkisi vardır. Yani daima bir dönüşün içindeyiz. Bu pek çok metaforla beraber ele alınabilir. İslam'daki metafor kavramı Kur'an-ı Azimüşşan'da şimdi anlatıldığı gibi değildir ama insanların anlaması için böyle ifade edebiliriz. Dolayısıyla harf-i sattaki gam ve keder ilminin hüznü olan etkisinden bahsediyoruz. Madem ki bir surdan bahsediyor, sura üfürülmekten bahsediyor ki bununla alakalı hikmet külliyatında bir dersimiz var. Bilim külliyatında da bunlara işaretler var ki defaatle inşallah bunları beyan etmiştik. Madem ki sur babı sonda gelen ehli küffar için ağır bir kederdir. Şimdi burası keder. Neden keder? Takdirin içerisinde var olan bir emri ilahi olduğu için. Rabbimiz kader tahtasında tabiri caizse bir sonu emretmiş. O sonu ise kafirlere biçmiş. Dolayısıyla buradan doğan keder kaderin hükmüne razı göstermeyen adamın duymuş olduğu duygu biçimidir. Öyleyse ehli küffar için ağır bir keder olan bu durum hüzne değil asıl itibariyle hüzün gibi görünen nefret ve şiddete dönüşür. Dolayısıyla şimdi önce bu ilk kısma bakmamız lazım. Birinci manada dedik ki kederlendim kelimesini bizler bugün her ne kadar ıslılahi manada birisinin vefatı ardından bir şey duyduğumuzda onu düşünürken hissetmemiz babından söylüyor olsak da, keder, hükmü kader karşısında duran ya da hükmü kaderi kabullenemeyen insanın duymuş olduğu hislerdir. Dolayısıyla kederden yapıyorum bunu diyenin kudrete tabiyetinde bir eksiklik olduğu görülür. Ancak ehli İslam'ın kederi, kudreti tanıma yolculuğunda bir adım gibi düşünülmeli, kedere düşmeyiniz manasını tam olarak kötü bir şey olarak da algılamamak gerekir. Müslüman kederlenebilir, yani Rabbinin kudret tecellisini en başta anlamakta zorlanabilir. Ve bu kederi aslında bir isyan için değil, hakiki manada o kudreti tam olarak tanıyamadığından ya da anlık olarak verdiği tepkidendir. Zaman içerisinde dönüşmesi içinse tasavvuf, insanı eğitmekte, insanı kamilin elinde, kemalin kudret tecellisi altındaki haliyle yoğru onu bir hakikat yoluna çıkarma gayretindedir. Öyleyse burada ehli küffarın duymuş olduğu keder onun için hüzünle anlatılamaz. Öyleyse önce burada bir de hüznü anlatmak lazım. Hüzün hazandır. Yani iki türlü bir bakış açısının farklı şekilde anlamlandırılmasıdır. Ya siz buna bir sondur der ve bu sonun ardından bir başlangıç yoktur dersiniz buna hüzün denilse de bu gerçek bir hüzün değildir. Gerçek bir hüzün ardında bir başka başlangıcı barındıran bir durak hükmünde bir perde hükmünde de olabilir. Birazdan ona biraz daha detaylı gireceğiz. Çünkü bir de bunun ehli iman için olan gam tarafı var. Ehli küffar dünya hayatını yaşarken, dünya hayatında her şeyin yaşanıp biteceğine olan hissiyatı, duygusu ve inancı en üst seviyededir. Ateist olsa zaten ölümden sonra hayat yoktur. Hristiyan olsa ölümden sonra bir hesap yoktur. Yahudi olsa zaten kendi milli kurtuluşudur, konu kapanmıştır. Yani yeryüzünde ölümden sonra bir hayatı kabul etmiş dinler arasında biz bir hesaba çekileceğiz anlayışına sahip olan ve bu anlayışı tüm detaylarına kadar beyan eden yeryüzünde kalan son din, başından beri değişmeyen tek din, İnned dîne indellâhi'l-İslam beyanatıyla İslam'dır. Diğerlerinde bir mahşer meydanında bir hesap ve bu hesabın karşılığında ödenecekler çok kısmi ve çok küçük şekilde beyan edilmiştir. O yüzden ehli küffar daiman kederdedir. Daimi kederde olan kudreti tanımayınca kudreti kendinden bilir. Kudreti böyle istemiş ve tevekkeltü alallah diyecek boyutta değilse, ehli İslam bile olsa bunu da devam ettiriyorsa ve bu kederi onu günaha sevk ettirmeye meyletecek noktalara da gelmişse, o artık onda bir nefreti doğuracaktır. arada gelmişse o artık onda bir nefreti doğuracaktır. Doğrulan nefret asli itibariyle kudrete karşı olup nefsi bunu perdeleyerek bunları olaylarla veya olaylarla ilişkili başka şeylerle örüntülemek ister. Bu örüntülerin oluşturduğu görüntüler insan zihninde şöyle şöyle yapsaydım, böyle böyle etseydim diyerek şiddete meylin temelini oluşturmaktadır. içerisinde artış gösteriyor olması, hele ki batı dünyasında en üst seviyeye ermiş olması ehl-i kudretin, mukadder olanın, kaderi elinde tutanın Rabbül Aleminin hakkıyla ve hakikatiyle tanınmamasından gelmektedir. İşte bu manada Esma-ül Hüsna bütün dünyaya Rabbül Alemini tanıtma vazifesi güderek bütün bu anlattığımız derslerin öz ve esasını ifade gayretiyle görevini ifa etmiş olur. İnşallah biz de o görevin içerisinde daima var olup içindekilerle amel edenlerden olabiliriz diyelim. Öyleyse insanoğlunun bugün geldiği yerde nefreti ve şiddetinin temelinde sur babında ifade edilen harfi sattı olduğu gibi kudreti sahibinden bilmemek yatmaktadır. Sur ise ikinci baba gelirsek hem bir son olsa da yani bu dünya hayatı için baksanız bir sondur. Bütün alemler ölecek. Canlı olan hiçbir şey kalmayacak. En son İsrafil Aleyhisselam da canına teslim edecek. Yaşayan hiçbir varlık kalmayacak. Tek kudret sahibi olan Rabbül Alemin, tek olarak her şeyi ortadan kaldırmış olacak. Ancak ardı başlangıçtır bunun. Ardı başlangıç olduğu için bu bir gamdır. Gam, sevgiliye kavuşamama hissiyle oluşan hüznün nüvesi hükmündedir. Yani gam dediğiniz bazen diyoruz ya biz gamsız bir adamdır. Ne demek gamsız bir adamdır? Herhangi bir şeyini kaybetse, sevdiği ölse, başına bir iş gelse sevdiğinin ya da sevdiklerinin gamsız kafaya takmaz. Sebep onun ardından onunla alakalı bütün mevzuyu bir yanda silebilir. Çünkü varken dahi kendi bedeninin mukadderatı için o varlığın var olduğu hissiyle yaşadığından gamsızdır. varlığın var olduğu hissiyle yaşadığından gamsızdır. Gamlı olanlarsa hüznün nüvesinden doğmuş olan hüzün gamın meyvesidir babına ilhak eylemiş olanlardır. Hüzün gamın meyvesidir. Gam insanda daimidir. Gam, insanda hep var olan, ancak sonradan keşfedebileceği, sonradan seyr-i sülukta, sırat-ı müstakim üzerine görebileceği bir haldir. Bu yüzden ehli imanın gamında, hüzün Rabbül Alemine kavuşmasında, bir zikir hükmündedir. Zira onlarda var olan gam o ayrılışın, o ayrı düşmüş olmanın, farklı yerlerde bulunmanın hüznüdür. Şimdi burada Rabbim istese onunla beraber olurum diyenlere o gamı taşıyanlara Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam ne buyuruyordu? Hadis-i Kudsi'de ifade edildiği üzere Cenab-ı Hak şöyle beyan ediyor. Ben beni zikredenlerle beraber otururum. Peki şu zikir müjdeslerine bir baksanız. Orada nice gözü yaşlı insanlar görecek. Bunlar ne çile çekiyorlar, nasıl bir gam taşıyorlar, nasıl bir hüznün nüvesinden doğmuş olan şu gam meyvesinden yiyerek her hali perişan gibi duruyorlar dersin. İşte onlar gamın meyvesi olan hüznü yerken Rabbül Alemin onlara şöyle nida etmiş oluyor. Üzülmeyin, ye ise düşmeyin. Bu gamın meyvesi burada da buluşabilme imkanımızın mümkün olmasına yardım etmektedir. İşte bu yüzdendir ki ben zikredenlerle beraber oturuyorum. Rabbul Aleminin zikredenlerle beraber oturuyor olması, gam meyvesini yiyenlere gönüllerine bir sururu erdirmek üzerine ve sonrasında dünya hayatının ne kadar geçici olacağının hissine vardırmasına yardımcı olur. Bugün sorarlar şu ehl-i zakir bir araya gelip saçını başını dağıtırcasına Rabbini zikrederken ne halden ne hale geliyorlar. Bu iş böyle midir diye. Bu iş ne işe yarar diye pek çok ve milyonlarcası beyan edilebilecek olsa da şu dersin ifadesiyle ve işaretiyle söylemek gerekiyor ki esasınca o zikir meclislerinde insanlar Rabbi ile arasında var olan gamın meyvesi olan hüzünlerinden bir nebze olsun kurtuluyor ve yeni bir hüzne kavuşuyorlar. Hüzünden hüzüne koşan bir anda dört mevsimi yaşar. Bir anda dört mevsimi yaşayan elbet yaşadığı coğrafyasında neye ihtiyacı varsa onu doğurabilen onları doyurabilen Rabbül Aleminin vesilesi olabilen ağaçlar hükmüne gelir. R.A. Efendimiz, biz Allah-u Zülcelal'i zikrederken sahabe-i ikram için rüzgarda eğilip bükülen hurma ağacı gibi eğilip bükülürdük beyanatı, bu hakikat dairesinde ele alınmalıdır. Öyleyse ehli zakir bir ağaç hükmünde. Üzerinde meyveleri var. Meyveleri ise hüzün gamdan, gam kökünden doğiyacı olan bütün meyvayı bütün taallukata hükmedilmiş mahlukata dağıtıyor. Evet bilmiş ol ki ehli zakirin zikrinden o mahallenin o köyün köpekleri dahi doymaktadır. Ruhlar ne alır ne verir bu hesabı kaldırmaya tartı yetmez. Bugünün insanı ise basit bir hüzün, basit bir gam, basit bir kederden bahsediyor. Zira her birisi bir sona dair. Ancak ehli zakir büyük bir başlangıca meyletmiş, o başlangıca dair koşmaktadır. Ve hakikat o ki, bu hüzün büyük bir lezzettir. İnsanoğlu bu lezzeti bilmemiş, bu lezzeti tatmamıştır. Hep kendi elinden çıkan aciz ve ucuz yiyecekleri yedirince başkalarını mutlu ettiğini zanneder. Halbuki ehli zakir, alemi hayvanatı doyurmak için oradadır. İnsanlar artık en acı şeyleri yiyerek lezzet duyuyorlar. Evet bu acı eğer nefsani ise lezzet değil büyük bir zillettir. Öyle bir zillettir ki size sonu unutturur. İşiniz, gücünüz, okulunuz, eşiniz, devletiniz, her neyse nerede, neye muhatap olup, bunun sonunda nasıl bir kedere düştüyseniz oradan kurtulmanın yolu, ancak ve katiyetle gamdır. Gam, Rabbül Aleminin varlığına duyulan hasrettir. Bu hasreti bizlere hatırlatabilecek olan tek yer zikirdir. Zira Hz. İsrafil Aleyhisselam'ın cezbesi suğura öfürmesidir. Sondan sonra bir başlangıca Bismillah etmeye vesile kılan, emrikün vazifesini insanoğlunun ve bütün alemlerin üzerinde muhkim muhkim kılan ve muhakemaata tabi ettiren ve kudret sahibi olan Hazreti Allah insanoğla bu yüzden zikretmeyi emretmiştir. Zikretmeyen gönül gamsızdır. Zikretmeyen gönül hüzünsüzdür. Zikretmeyen gönül kadere boyun bükemeyip kederlenmektedir. Kederi kendine kader etmeye niyaz ederken kudretin sahibi olanı unutmuş, ondaki hak ve hakikati bertaraf eylemeye cezbetmiştir. Ancak bu cezbiyet nefsani, şeytanidir. İnsanoğluna bir illet olarak takdir edilmiş, ikram edilmiştir. takdir edilmiş, ikram edilmiştir. İkramdır zira toprağın illeti olmasa ağaç o toprağa yapışıp kalamaz. Sen bir kazma kürek alıp bir toprağı oymaya kalkarsan sana karşı bir güç ve kuvvet gösterir. Bu nasıl illettir? Keşke kolayca açılıyor olsaydı da rahatça şu çukuru katsaydık dersin. Halbuki onun illeti öyle olmasa, ondaki ağaç o toprağa hakkıyla tutunamayacak olandır. sabit olanlardan eyle. Ya Rab, bizleri ehli zakirin arasından ayırma. Ya Rab, bizleri zikir meclislerinden uzak eyleme. Ya Rab, bizleri ve bütün ehli imanı zikir meclislerinden yeniden bir yere getirerek hakiki olan gam ile o hüzün meyvesinden yemeği nasib-i müesser eyle. Ya Rab, bizlere bu hak ve hakikati öğretmek uğrunda, dünyanın ve ahiretin gamını sırtlanmış olan Seyyid Muhammed Ruhi Hazretlerine talebe olmayı bizlere nasibi müesser eyle. Hayırların feth eyle, şerleri def eyle, ümmeti Muhammed'i bir ve beraber eyle Ya Rab hastalarımıza şifa Dertlilerimize deva Borçlularımıza eda nasip eyle Ya Rab sen bilirsin halimizi Sen verirsin bütün ilaçları Biz bilmiyoruz hastalığımızı Derdimize deva olana kavuştur Ya Rab. Amin, amin, amin. Velhamdülillahi Rabbil alemin. El Fatiha.
Altyazı M.K. ve Ali Efendimiz'in ruhlarına
Şühedai Bedir, Şühedai Uhud Şühedai Kerbela'nın ruhlarına Ashabı Bedir ve Ashabı Uğur ruhlarına ve kafeli iman ve Allah'ın ruhlarına El Fatiha Hz. Ali Kerim Allah ve Cevabı Efendimizin ruhlarına Hazreti Fatıma Hanım'ız Hazreti Hasan Hazreti Hüseyin Efendimizin ruhlarına Gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerin ruhlarına 12 İmamın ruhlarına Ve kafeli İslam ervanı ruhlarına El Fatiha. Peygamberimiz Kavsazam Abdülkadir Eceylani Hazretlerinin ruhlarına, Sadat-ı Kadiriyye'den ve Sadat-ı Muhammediye'den gelmiş geçmiş mürşid, mürşidan, mürit, müridanın ruhlarına ve kafir, imanervalının ruhlarına. El Fatiha etmiş olanların ruhlarına. Şüheday Çanakkale ve Şüheday İstanbul Evliya-i İslamlı ruhlarına. Cabir bin Abdullah Hazretleri'nin ruhlarına. Eyyub el-Ensalih Hazretleri'nin ruhlarına. Şühedanın Serper Veli Hazreti Hamza Efendimiz'in ruhlarına ve Kaffeli İman Erbağ'ın ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha El Fatiha Meded ya Hazreti Ali Meded ya Habsü Azam Meded ya Seyyidi Muhammed Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş Futuhat kapısında Baba Ali yani Hazreti Ali Efendimizin ilmi hakikatinin Beyan edileceği Hazreti Ali Efendimizin kapısındayız. Mübarek Ramazan ayındayız. Perşembe günleri Bab-ı Ali derslerimizde, salı günleri de bildiğiniz üzere yine aynen devam etmeye gayret ettiğimiz Kur'an-ı Azimüşşan'daki bilimle devam ediyoruz yolculuğumuza. Azimüşşan'daki bilimle devam ediyoruz yolculuğumuza. Hakikat o ki her günde iftara az bir müddet kalır. Kur'an Azimüşşan'da var olan dualarla sizlere hakikati beyan etmeye çalışıyoruz. Gayret ediyoruz. Futuattan bildiğiniz üzere son dönemde Müslümanlar olarak bütün dünyada uzun zamandan beri belli sıkıntılar çekmekteyiz. Hem korona değil sadece dünyanın dört bir tarafında Müslümanların ciddi anlamda Sıkıntılarının birbirine karşı bir şey yapamayız. ve o kapı ki dualarla ona intica edeceğimiz bir kapıdır. Dersimiz bu hakikat dairesinde bir hikmetle beyan edilir. Zira o kapıları gidenlerden ziyade ülkemizin, vatanımızın, pek çok coğrafyadaki Müslümanların ve hatta gayrimüslimlerin bile peşinde olduğu sırlar var. Ve o sırlar ki dünya hayatının kolaylığını elde etmek üzerine odaklanmış sırlar. Elbette kimisi de ahiretle ilgili olan sırlar. Rabbul Aleminin sevgisini, muhabbetini, onun üzerimizde var olan hikmet-i ilahiyesinin en güzel hallerini görebilmek adına sırlı dualarla başlayan cümleler var. Ve biz bu akşam Nebe Suresinin 19. ayeti kelimesini tefsir ederken ki şöyleydi َ ُ َ ُ َ ْ َ َ َ ayeti kelime Estaizubillah فكانت السماء وفتحت ً َ َْ ُ َ َوالسماء أبواباAçılacak Sonra Kapı kapıların ikincisinde var olan kapı kapı beyanatının da altının çizilmesine vesile olan birinci elifin ikinci elifinde bir hikmet olduğunu ve kapıların anahtarlarına dair bir esas olduğunu ibarelendirmiştik. Ve onu Baba Ali derslerine Baba Ali külliyatına bırakmıştık. külliyatına bırakmıştık. Efendim Baba Ali külliyatı Allah nasip ederse her bir sure-i şerifle beraber veya sure-i şerife uzunsa bununla beraber beyan edilecek. Biraz hikmet külliyatına benziyor elbet. Ancak Baba Ali derslerini esas aldığıysa bu halflerin içerisinde var olan ilimler üzerine ve öyle bir ilim ki bu bizler tüm kapıları açmanın sırrını aramaktayız ve sırlar bu hakikat ve bu hikmetle doğru birıya ait olması gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Ve herkes sır dediğimizde elindeki anahtardan yola çıkarak ya da ellerimize tutuşturulmasını talep ettiğimiz anahtarlardan yolameli bir sır vermeli bunu okumalıyım ve bunu okuduğum zaman sırlar ya da kendi aradıklarım ya da bereket rızık sağlık her ne diyorsanız ve istiyorsanız onun bir anda ol Rabbimizden talep etmekse esas olan. Ama en önemli inceliklerden bir tanesi odur ki öncelikle meselenin kendisini anlamamız gerekiyor. Madem ki ortada bir kapı var. Bu kapının belli şartları ve bu kapının oluşumuna dair olan bazı esaslar var. Bu esaslardan en birincisi ise bunun üç parçalı bir yapı, dört parçalı bir yapı olduğu. Eğer ortada bir kapı varsa bir, kapının kendisi vardır. İki, kapının anahtarı, kilidi vardır. Çünkü o kapının kilitlenmesine vesile olan temel unsur o kilittir. Sonra da o kilidi açması için gerekli olan bir anahtar vardır. Deyip bitiremeyiz meseleyi. Aslında bir de dördüncü maddemiz var. Kapının sahibi. Yani dört esastan bahsetmeliyiz eğer bir sırdan bahsedecek ve bu kapının ardındaki hikmete ulaşmayı niyaz ediyorsak. Gelin evvelen bizzat bu dört esasa bir bakalım. Zira bu dört esas bizim bu kapıları açmanın sırrına ererken tüm kapıları açan sır neı koruyan malın sahibini anlatan kapının kendisidir. Dolayısıyla aslındasa, bir kapı yaratılmasını emretmişse veya kişisel olarak bile düşünseniz, evinize bir kapı istiyorsanız eğer, önce bu kapıyı inşa edecek olan insana kendi talebinizi beyan eder, kendinize ait özellikleri ifade edersiniz. Yani ahşap üzerine, metal üzerine, bir başka şeyin üzerine yaptırabilirsiniz bunu. Çünkü kapının kendisi aslında sizin halet ruhiyenizi ortaya koyar. Ya da bir ev yapılmıştır, ev modernist bir evdir, ona göre modern bir kapı seçilir o çizgilerde. Dolayısıyla aslında kapısına gittiğimiz her ne varsa ki bizim için Rabbül Alemindir. Evvelen bizzat onu bilmeliyiz ki o kapının şekli içindekilerinden çok kapının sahibinin o anki özelliklerini bizlere anlatmaktadır. Şöyle ifadelendirirsek belki daha iyi anlaşılır. Hz. Pir Abdülkadir el-Ceylani Hazretleri şöyle bir ifadeyle anlatır bu hakikati, bu hikmeti tabir caizse. Ben der her türlü kapıya gittim. Rabbül Aleminin pek çok kapısı vardır ona ulaşabilmek için tek bir kapıdan değil akıl almaz adetlerde esmaları bizler onun 99 tanesine Kur'an-ı Azimüşşan'dan haberimiz var sonra bütün Evliyaullah elbette bu esmaları devamını devamını beyan etmişler ki bizler de o 99 esmanın var olduğu Esmaül Hüsna külliyatının yayınlarına devam ediyoruz. Allah nasip ederse. Baktım diyor her kapının önü doluydu. Yani orucun kapısına gittim orada insanlar doluydu tabiri caizse. Efendim infakın kapısına gittim. Evliyaullah oradaydı bekliyordu. O kapıda infak edeydi. O kapıdan gelecek olan haleti maneviyenin en güzel hallerine ulaşabilmek adına beklemekteydi. Kalabalıktı bunlar. Bir kapıya gittim diyor Hz. Pir Abdülkadir el-Ceylani. Baktım ki kapının önünde pek fazla insan yok, pek kolay bir şekilde o kapıdan Rabbül Alemi'ne ulaşabileceğimi, ona vuslat edebileceğimi gördüm. Sual ettik. Kimdir, nedir o kapı ey Pir Hazreti Pir Abdülkadir Ecehlani? Cenab-ı Hak şefaatlerini ve medetlerini üzerimizden eksik eylemesin ve nasip eylesin ki o kapı tevazu kapısıdır buyurmuşlardı. İnsanların en zorlandıkları çünkü Rabbül Alemin her kimi yarattıysa yarattığı her şeyin belli öbek ve gruplar altında bir kapısını yaratmıştır kendine ait olan bir özelliği vardır orada ve siz o özelliği önce o kapıda seyredersiniz peki içeride var olan hikmeti içeride var olan önemi nasıl anlarsınız o kilittir var olan hikmeti, içeride var olan önemi nasıl anlarsınız? O kilittir. Kilit, mal sahibinin, mülk sahibinin içeride sakladığı şeye göre şekillenir. Örneği tekrar edelim, kafamızda iyice oturuyor olsun. Güzel bir yer yaptınız, iki katlı gayet hoş, modern çizgilerle tasarlanmış ve doğal olarak mimarınız o evin özelliklerine dair ve sizin isteklerinizi de içine katacağı bir kapı tasarlar. Ama o tasarında konu kilide geldiği zaman size şunu sorabilir. Sormalıdır da. İçeride çok önemli şeyleriniz olacak mı? çok önemli şeyleriniz olacak mı? Para gibi ne bileyim saklamaya ihtiyacınız olduğu ya da hırsızın girmesine engel teşkil edecek daha zorlu bir kilide mi ihtiyacınız var? Siz ona cevap verirsiniz. Dersiniz ki ben buraya aradı bir geleceğim. İçeride de çok fazla önemli bir şey yok. Normal alelade herkesin taktığı bir kilit takabilirsin dersiniz. O da standart bir kilidi oraya yerleştiriverir. Ancak öyle evler vardır ki evet dersiniz fazla gidip gelmeyeceğim. Ama içeride çok kıymet verdiğim ne bileyim dedemden anneannemden kalmış olan miras kalmış olan önemli tarihi parçalar var. Hediyeler var. Onlar bize geçmişimizden kaldı. Çalınması beni çok üzer. Maddi bir karşılıktan çok manevi bir değeri vardır. Hah der o zaman mimar. Buna öyle bir kilit takılmalı ki onun görselliğinin içinde saklıdır elbette bu. Pek kolay açılmasın. Oldukça zor açılsın. Böyle birkaç adımlı olsun. Kartlı, parmak okuyuculu vs. Her ne diyorsanız onlar olsun içindeki kapısı açması kolay olmasın. Dolayısıyla kilit dediğimiz unsur mülk sahibi olan Rabbül Aleminin sakladığı şeye göre değişkenlik göstermektedir. Bu da bilinmeli. Üçüncü bir mesele var. Anahtar. Anahtarsa mülk sahibinin ya kendisinde ya da kendisinin en güvenliği insana onun benzerini yapıp vermesiyle söz konusudur. Bu söylediğimiz sözleri kimi zaman siz bu sözlerle Cenab-ı Hakk'ı normal bir insan statüsünde ele alıyorsunuz diyenlere şu cevabı vermek gerekiyor. Diyenlere şu cevabı vermek gerekiyor. Rabbul Alemin asla ve katiyette bir insani olayla karşılaştırılıp buradan müteşabihen hareketi geçilemez. Ancak ben bir insanım. İnsan olarak Rabbimi tanıyabilmek için bana vermiş olduğu Kur'an-ı Azimüşşan'daki bütün örneklemler benim hayatta onu tanıyabileceğim zihinsel altyapıma göre kurgulanmıştır. Dolayısıyla bu ayeti kerimede bile Semanın açılıp kapı kapı olacağının beyanatı içinde binler ve binler ve binler ve milyonlar milyarlarca tefsir olsa da ilk bakışta bana söylediği kolayca anlayabileceğim şekildedir. Dolayısıyla o anlayış biçiminin benim hayatımdaki karşılığının beyanatı benim onu en iyi tanıyabileceğim şekliyledir ki Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselamın da kendi özel hayatında hadisenini ifade ederken bu kadar basitleştirilmiş manalarla ibarelendirdiği de asla unutulmamalıdır. Dönelim tekrar başa. Şimdi tüm kapıları açmanın sırrını aramak için dedik önce bir mekanizmayı tanımak lazım. Bu mekanizmada 3 ana unsur var. 1 kapı var. 4 ana unsur var. 1 kapımız var. 2 kilidimiz var. üç anahtarımız var, dört bütün bunların sahibi olan Hz. Allah'u Zülcelal var. Öyleyse kapı dediğimiz şey sırrın sahibini bize anlatandır. Ve sırrın sahibinin büyüklüğü karşılığındaki o Rabbül Alemin ise onun ölçüsü ve tartısı kesinlikle ve katiyetle yoktur. O halde her bir kapı önce Rabbimin benden istediklerini bana anlatmaktadır. Önce bu tabirleri yerine koyalım sonra hayatımızdaki o sırra ulaşmaya niyaz edip o yolculuğa da çıkıyor olacağız elbet. İkinci mesele kilit dediğimiz şey sırrın kendisidir. Sır anahtarda değildir. Sır kilittedir. Çünkü arkasında var olan değeri nasıl saklamışlarsa o kadar kuvvetli bir kilit yapmışlar ve o kadar ağırlıkta ve o kadar önem vererek tasarlamışlardır. Öyleyse sır kilitle başlayan bir süreçtir. Onu açtıktan sonrakine ulaşacaksınızdır. Ve o kilidin özelliği sırrın kendisine ait en önemli bilgiyi size verir. Öyle ya düşünün bir kasa getirdiler önünüze. Hadi açı ver bunu dediler. Şöyle basit eski tip bir şey düşünün. Çekmecelerin eski kilitleri vardı bizim çocukluğumuzda. Kolayca bir şeyi ne bileyim bir tornavida ucuyla bile çevirip açabilirdiniz. Bilirdiniz ki onun içinde öyle aman aman önemli bir şey olmasa gerek. Ama adamın parası var. Adamın çeki var. Senedi var. Bunu koymuş olduğu kasaya bir gidersiniz orada belli şeyler var daha zorluklar var ve öyle kasalar var ki kasayı görünce görmekten ziyade kilidi görünce der ki adam ya buraya bu adam bu kilidi koymuşsa bunun arkasında kim bilir nasıl bir sır vardır. Öyleyse kilit dediğimiz bize sırrı anlatandır. İnsanın kilitlendiği noktalardan da biri budur. Herkes işin ardına odaklanmıştır ama kilit dediğinizdir aslolan. Peki anahtar nedir öyleyse? Anahtar sizin elinde tuttuğunuz herhangi bir materyal değildir aslında. Anahtar insandır. Rabbül Aleminin takdir ettiği kapıların kilitlerinde var olan sırrı açacak olan anahtar insandır. güvenliğiniz bildiğiniz tanıdığınız önem verdiğiniz ve o kapıyı açtıktan sonra emanetinize sahip çıkacağınız bir insana tevdi edersiniz. Aslında anahtar demek insan demektir. Dolayısıyla bu hakikat dairesinde Baba Ali dersinden şu önemli esası bir anlamak gerekiyor ki bizler sırları arıyoruz ama sırrın kendisi aslında biziz. Zira mesele anahtarda değil insanda. O halde tüm kapıları açacak olan sır nedir sorusunun cevabı insandır. Eğer bir insanı tanırsanız o haliyle anahtarı ve sırrı tanımaya başlarsınız. Örnek vermek gerekirse şöyle ifadelendireyim sizlere. Sizler çok önemli bir yerde bir şeye ulaşmak istiyorsunuz ve bunun anahtarının bir adamda olduğunu biliyorsunuz. Söylemişler size demişler ki ya şu kapının arkasında var olan ne bileyim bir önemli tarihi kitaplar var. Sen de bir tarihçisin ya da merak erbabısın. Gidip öğrenip öğrendikleriyle amel etmek istemektesin. Devlet bunun anahtarını şu adamcağıza verdi. Siz o adama gidersiniz. Adamın önce güvenini kazanmaya gayret edersiniz. Adam size soru sorar sormaz ayrı mesele ama hakikat siz onun gönlünü kazanmaya gayret edersiniz ve dersiniz ki ya ben sonunda ben sana geldim efendi çünkü sende bir anahtar varmış. Sendeki anahtar benim o aradığım ve gerçekten okusan Ümmet-i Muhammed'e faydası olacak kitapların olduğu odanın kapısının kilidinin anahtarı. Senin cebinde elinde durmaktaymış. Verir misin onu bana? Ya da beraber açıp girebilir miyiz içeriye? İçeridekileri okuduktan sonra şunları şunları şunları yapmak, yayınlamak, insanlara anlatmak, aktarmak istiyorum. Ki uyansınlar, akılları başına gelsin vesaire bu durumda o insan sizi tanımak ister tanıdıkça ve güvendikçe ve hatta belki bir anda al bakalım der al şu anahtarı hadi git aç içinden ne varsa okuyuver onun sebebi nedir çünkü o şahsı manevi sizlere güvenmiş ve hakikaten sizin içerideki bir şeyi bozmadan, içerideki bir şeyi alt üst etmeden, çalmadan, çırpmadan içindekine hakikatiyle birilerine anlatacağınıza inanmıştır ve bu inancı dairesinde anahtarı sizi uzatırken sizin hakikatiyle hangi özelliğinize bakmakta? Kendinize yani insan olup olmadığınıza. Ve biz onu ne yapmaya çalıştık? Kendimizi tanıtmaya çalıştık. Peki biz kendimizi tanıtabilmek adına neye mecburuz? Kendimizi tanımaya. Kendini tanımayan bir adam başkasına kendisini anlatabilir mi? Kendisini tanımlayamayan bir adam kendisini başkasına anlatabilir mi? Örnek bir tarih kitabından bahsettik. O kilitli odada önemli tarihi bir vesika var. Gittik adamcağıza anahtarı isteyeceğiz. E adam bize ne diyecek? Sen necisin? Ben diyeceksin tarihçiyim. Peki tarihçi diye tanımladın da hakikaten hangi tarihle ilgilenmektesin? Yani içeride neyi bekliyorsun? Aradığın nedir? Derken bütün sorularınıza cevap teşkil eden unsurların tamamı aslında sizi tanımlayan tabirlerdir. Peki insan bu durumda kendini tanıma yolculuğunda değil Rabbine kavuşma yolculuğunda olduğunu bilirse eğer kendisi anahtar olmaya başlamaz mı? Zira şimdi bu kapının arkasında var olan sırrı o sırra ulaşmak isteyen her şeyi bir insanla anladık. Anahtar insanları dedik. Peki insanlar arasında insanı en iyi tanımış olan, eşrefi mahlukat olan kimdir? Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselamdır. O halde hakikat şuraya çıkıyoruz. Resulullah'ı tanımayan aleyhissalatü vesselam efendimiz kendini tanıyabilir mi? Mümkün değil. Peki peygamber aleyhissalatü vesselamı tanımak evvelen bizzat onu görmeyi gerektirmez mi? Evet. Bu gereklilik o kadar eczemdir ki Resulü Kibriya aleyhissalatü vesselam kendisini canlı canlı göremeyen insanoğluna hem selavat-ı şerifi hediye ettiği gibi hem kendisinden sonra gelecek olan ehli beyti ziyaret etmiş olanların kendisini ziyaret etmişçesine gereğine ulaştığını beyan etmiyor mu? Ulemaya ulaşan, Evliyaullah'a ulaşan, ehli beytin eline ona ulaşan aynı zamanda Resul-i Kibriya aleyhissalatu vessel'ın elini tutmuş gibidir hadisinin hakikat ve hikmeti. Bu esasla daha iyi anlaşılıp daha iyi kavranılmaz mı? İnsan bu. En çok kendini tanımak istediğinin farkında değil. Tam da tanımak istemeye çalıştığında ise baktığı aynadaki kendisi değil. Kendisinin nefsine ait olan özelliklerdir kimdir ki aynaya bakıp kendi bütün çirkinliklerini bilebilen hadi bildi diyelim kimdir o çirkinlikleriyle mücadele ederek kendini tanımlayıp da hata ve kusurlarını örtmek uğrunda yapılması gereken ilaçları kendisine zerk edebilecek olan ne mümkün la mümkün hakikat Resulü Kibriya Aleyhisselatu Vesselam'ı tanımayınca içeride ne var bilemezsin içeride ne var bilemezsin deyince kimileri hani bu kapının sahibi Rabbül Alem'indi demeyecekler mi el cevap ayeti kerimede semaya dahi kapı atfeden Allah'u Zülcelal değil mi? Her ayeti kerimenin hangi mi hangine vursak göreceğiz ki aziz olan Rabbül Alemin her hakikat ve hikmet uğruna bir vesile-i ilahiyeyi yaratmış olduysa eğer o vesile-i ilahiyenin cüz'ünde ceminin toplanmış hali olan büyük bir zat-ı muhtelemeye ihtiyacımız kesin ve kat'idir. Mantık, mantıkat, hakik ve hakikat bunu geliştirir. Bizlerin bu mahkumat halinde var olan, mahkum olmuş duyularımız, mahkum olmuş nefsimize mahkum olmuş duyularımız ve ne yazık ki o sırdan bir haber oluşumuz, Resul-i Kibriya aleyhisselatu vesselamdan bir haber oluşumuzdur. Bakın burada Bab-ı Ali dersinde bir incelik beyanatı. Tarih boyunca gelmiş geçmiş evliya Allah arasında erbab-ı futuhat, erbab-ı sır, erbab-ı ilim, erbabı sır erbabı ilim erbabı erbabı erbabı diyerek pek çok şeyler saya dururlar peki her birisinin ortak bir özelliğini sorsanız el cevap nedir onların her birisi Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın aşığıdırlar Resulullah Aleyhisselatü Vesselam'ı öyle tanımışlardır ki Onlarla Resulullah Arasında Aleyhisselatü Vesselam Neredeyse perde kalmamış Yaptıkları fiillerin ekseriyeti Kendileri bunu bilmeseler Daha iyi Allah Resulünün Hayatı çerçevesinde Sanki onundan öğrenmişçesine Hareket halindedir İnsanoğlu Rabbini Tanıdıkça kendini tanımaya başlar. Rabbini tanımak için kendinde aradığın ise Resulullah Aleyhisselatu Vesselam'dadır. Zira o hem kendinde var olan bir zatı insan, hem Rabbinden hilkat-i ilahiye ile yaratılmış olan Rabbini bize tanıtacak olandır. O halde aramızda inanılması güç ama bir hakikat o muhteşem bağlara muhtaç olduğunu bilmek gerekir. İnsan bu Rabbini tanıma yolunda Resulullah'ı tanımaya muhtaç. Resulullah'ı tanıyınca kendini tanır Kendini tanıdıkça Resulullah'ı tanımak için aleyhissalatü vesselamda Tabi ki Ehli Beyt'ten bir mürşidi kamille olması da esastır Anlattığımız için herkes anladığı için Bunu tekrara gerek duymadan ibareyi devam ettirmek gerekirse İnsan bu kendini tanıdıkça kapılar ve kapı türlerinden haberdar olmaya başlar. O halde elimizde, gönlümüzde, gönlümüzde açılmasını beklediğimiz bütün sırları açacak olan nedir ya Rabbi? O sır anahtardır. O sır kilittir. O kilidi açacak olan anahtarsa insandır. O insanın o sırra vakıf olması için oraya ulaşması yeterli ve gereklidir. Ama oraya insan olarak ulaşması gerekmektedir. Bu nasıl mümkündür ya Rab? Bu ancak Resulullah'ı tanımakla mümkündür ey kullarım. Peki biz onu görmedik ya Rab. O halde siz Resulullah'ın yolundan gitmiş. Bütün kapıları açan ortak bir sır var. Bu sır insandır. Bu sırın esası Resul-i Kibriya aleyhisselatu vesselamdır. Madem onu görmek mümkün olmadı. Bizzat onun ashabı olamadık. Zat onun ashabı olamadık öyleyse onun yolundan gelmiş ve geçmiş olan o büyük zat-ı muhteremlerin seyyidimizin talebesi olmak ve olabilmek uğrunda mücadele etmek sırra vakıf olmanın esasıdır. ehli İslam'ın bu ciheti ne yazık ki kaçırmıştır. Genellikle ve eksediyetle bize bir şey ver, okuyalım şöyle olsun, böyle olsun derler. Okumakla olmaz, yaşamak esas. Yaşamaksa hakikat ve hikmetle esas. Bu esası ilahi, bu muhabbet-i daimiyet ancak ve katiyetle hikmetle mümkündür. Rabbül Alemin bizleri bu hikmetten, bu hakikatten ayırmasın. Baba Ali derslerinin devamıyla Hz. Ali Efendimiz'e hürmet ve niyazdan bizleri ayırmasın. Cenab-ı Hak bu hak ve hakikat uğrunda bu hikmeti ilahiyeyle yaşamayı bizlere nasip ve mesele eylesin. Efendim hayırlarının fethi, şerlerin def'i, ümmeti Muhammed'in sağlığı, sıhhat ve afiyetleri için Allah rızası için El Fatiha.
Altyazı M.K. ruhlarına. Şühedayi Bedir,
Şühedayi Uhud, Şühedayi Kerbela'nın ruhlarına. Ashabı Bedir ve Ashabı Uhud'un ruhlarına ve kafili İman-ı Erbağan'ın ruhlarına. El Fatiha. Hazreti Ali Kerram Allah ve Cevabı Efendimiz'in ruhlarına. Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına. Gelmiş, geçmiş, seyyid ve seyyidilen ruhlarına. 12 İmam'ın ruhlarına, Hazreti Fatıma Hanım'ız, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına, gelmiş, geçmiş, seyyid ve seyyidilen ruhlarına, on iki imamın ruhlarına ve kafirli İslam erbanının ruhlarına, elefatiha. Pirimiz Gavsu Azam Abdülkadir Eceylani Hazretlerinin ruhlarına, Sa-ı Kadir'i yeden ve Sadat-ı Muhammedi'yi yeden gelmiş geçmiş mürşid mürşidan, mürid müridanın ruhlarına ve kafili iman erbanı ruhlarına. El Fatiha. Seyyidimiz, mürşidimiz Peygamber Efendimiz'in ince tane Seyyid Muhammed Ruhi El Kadir Hazretleri'nin ruhlarına ailesinden akıta intikal etmiş olanların ruhlarına, müridlerinden akıta intikal etmiş olanların ruhlarına Altyazı M.K. Şehidanın serperveri Hazreti Hamza Efendimizin ruhlarına ve kafili iman ervanının ruhlarına. El Fatiha. El Fatiha. Meded ya Hazreti Allah, meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya Hazreti Ali kerramallahu ve cehu. Meded ya Kavsazam Abdülkadir el-Ceylani. Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi. Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısında Baba Ali derslerindeyiz. Nebe suresinin 20. ayeti kelimesinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu. Vesu yıratil cibelu fe kanet seraba Dağlar yürütülecek sanki serab olacak. Dünya hayatının bir serap gibi son buluşuna dair beyanatını sunan bu ayet kelimeyi tefsir ederken bizler mesele Hz. Ali Efendimizin ilmine geldiğinde o merkez alınmış kelimede su-yı-rat kelimesinde yürütülmede harfi ruhada bir ilim var bu nefsin serab etkisidir demiştik. Nefsin serabına daldıysak eğer bu nefsin serabı nasıl oluşur onu anlamaya niyaz ettik. Şu ilmi hakikat ki bizlere bir sonda var olan o serabın, o olayın, dağların yürütülme olayının bir serab olarak beyan ediyor. Şimdi bu serap deyince acaba olmayacak bir olay olmuş gibi mi görülecek de buna serap deniliyor? Hayır, bu bizzat iyi olacak. Öyleyse dağlar o şekilde yürümesi insanlara serap gibi gelecek. Olmaz böyle şey. Bu kadar enteresan bir olay dağların yürümesi mümkün olmaz diyecek ehli küfar. Belki 300 yıl sonra futuatında dinleyeceğiniz üzere Deccal'ın elindeki imkanlar sebebiyle insanlar bu da Deccal'in bir hilesi midir? Bir oyun mudur? Şeytani bir iş midir? Yoksa bizim kendi kendimize oluşturmuş olduğumuz o sanal dünyanın içindeki yaşananlar sebebiyle bu da bir sanal olay mıdır diyecekler. Oysa ki öyle olmadığı görülecek. da bir sanal olay mıdır diyecekler. Oysa ki öyle olmadığı görülecek. O halde burada serap olarak beyan edilmiş hakikat dairesinde bizlere nefsimiz beyan edilmekte bir başka hikmetiyle elbette hangi ayeti kerimeye hangi pencereden bakılsa ve milyonlarca kez tefsir edilse biiznillah tefsiri mümkün olmaz. Bizler içerisinde var olan hikmet-i aliyyeden payemize düşeni alarak şu yaşayacağımız kısa ömürde kendimizi düzeltmek. Çevremizdeki genç kardeşlerimize ve bütün ailemize, akrabaya, talikatımıza ve bütün konu komşu kim varsa ulaşabildiklerimize bu hakkı tatlı bir dil, güler bir yüzle beyan etmek üzere vazifeliyiz. O halde şu vazifenin başında olan seyrimizden Rabbim binlerce kez razı olsun ki bizlere bu ilimleri öğretmeye vesile olduğu gibi o ilimlerle yaşayabilmemiz için de bizlere o hikmetli sözü beyan ediyor. Cenab-ı Hak hikmeti erbaptan ayırmasın bizleri. Gelin o zaman bakalım bir hayal diye bildiğimiz bir şey vardı bir de serap vardı. Bunların arasında bir fark var mı yok mu? Yoksa hayal ile serap birbiriyle aynı mı değil mi iyi bir anlamamız lazım. Hayal ile serap birbirinden farklıdır. Hayal dediğiniz unsur insanın kendi hayatında var olabilecek ya da olması mümkün bir şey hayal etmesi, bunun olabilirliği üzerinde düşünmesi, bir diğer taraftan da olmayacak bir şey olduğu zaman da bunu yaşamın içindeki değerlerle örtüştürmeye olan gayretidir. Serabi ise bundan biraz daha farklı. Biraz daha farklı çünkü hayal dediğiniz işin içinde bilinciniz vardır. Yani örneğin uzaya gitmek gibi bir imkanımız olmayacağı aşikar. Astronot değiliz, görevli değiliz, ne bileyim o kadar uzaya fırlatılacak paraları harcayabilecek kadar zengin bir insan da değilseniz, çok nadir insanlar bu şimdi yavaş yavaş uzay turizmine dahil olabiliyorlar. O halde bu hayal bizim gerçekte var olan ama bizim yapamayacağımız bir şeydir. Ha gerçekte var olmayan bir şey de hayal edebilirsiniz. Ancak olmaz öyle şey de dersiniz. Örneğin su olmayı hayal etmek. Ben bir su olsaydım nereden nereye akardım? Hangi kaynaktan fışkırır? Hangi denize hangi göle ulaşır? Hangi nehirle buluşurdum diye hayal edebilir misiniz? Elbette ki. Ama bildiğiniz bir gerçek vardır. Hayal o gerçeğin dışında gibi olan ama olmadığını bildiğiniz için gerçeklik payı olandır. O halde hayale dalmayıp niyet edin diye beyan attlarımızı devamıyla sürekli genç kardeşlerimize söylüyoruz. Zira hayal devam ettiği müddetçe ve bir süre sonra ve bir başka cihetle şimdi anlatacağımız gibi seraba dönüşüyor. Serab ise vehim ve şüphelerle beraber gittikçe gelişen olmadığı halde olduğuna inanılan şeydir. Yani aslında böyle bir serap yoktur. Böyle bir olay yoktur. Böyle bir şey yoktur. Ama insan o yaşadığı cihette kendisini artık öyle zannedip öyle olduğuna inanır. Buradaki ayet-i kerimeyle bunu nasıl bağdaştırırsak, şöyle sorarsak şöyle cevap verebiliriz. Dağlar yürütülecek sanki serap olacak. Yani insanlar diyecekler ki onu görüldükleri için inkar edemeyecekler. Eğer hayal kelimesi ya da hayale mugayir olan hayale beyan eden işaret edilen bir kelime kullanılıyor olsaydı şunu anlayacaktık insanlar diyeceklerdir ki yok yok bu bir hayal bu bir film ama serap demelerinden şunu anlıyoruz içlerinden çıkamayacaklarını artık bildikleri çünkü dağlar yürüyorsa bir debdebe-i arz var yeryüzü salkım saçak sallanıyor yıldızlar tepelere düşmeye başlıyor İnsanların kaçışması artık onların kurtuluşuna çare olmuyor Kimileri yerlere kapanıp bir söz vardı La ilahe illallah Muhammedun Resulullah sözünden işaretle o sözü hatırlamaya çalışıyor Ama kimse hatırlayamıyor Çünkü ortada La ilahe illallah Muhammedun Resulullah sözünü söyleyebilecek kimse kalmadığı için kıyamet kopuveriyor. Hakikat işte bu yüzden buna serap deniyor. Kaçışı olmayan ama göründüğü zaman da bu nasıl olulabilir denilen şey. Peki bizler bugün aşağı yukım adım giderken kendi dünyevi sonumuzda berzah aleminde karşılaşacaklarımıza nazaran ve rağmen kendi içimizdeki o hayalimizi sonuna kadar yaşayarak bir süre sonra serabe çeviren şu nefsin illetinden haberdar mıyız? Bakın ayeti kerimedeki bu kelime su yırat yürüme kelimesinde insanoğlunun hayaline dair iki tane özel beyanat sunulur. Bu beyanatlardan bir tanesi harfi sindir. Yani ra'dan önce gelen ya ve sin harfi. O sin harfinden biliyoruz ki bizler bu serap etkisi nefsin serap etkisi birazdan detaylandıracağımız üzere ya sine, bilgi ve ilme dönüşen, illeti kendinden olan bir hayal biçimidir. Yani bir bilgimiz vardır bizim. Ne gibi? Yeni bir araba yapmışlar. Bu araba işte ne bileyim şu an satın alamıyoruz, bizim ülkemizde yok ya da aşağı hep bağlı. Tesla diye bir araba yapmışlar. Bu araba işte ne bileyim şu an satın alamıyoruz. Bizim ülkemizde yok ya da aşağı hep bağlı. Tesla diye bir araba yapmışlar. Ha bu bilgiye sahibiz. Ama nedir bizim için? Henüz anılabilir mahiyette değil. O halde bir hayal oldu. Bir illeti var. İlleti kendinden. Yani arabası var. Arabanın bir fiyatı var. Fiyatı bize uymuyor. Ama hayal ediyor çocuk. Bu arabanın içinde otursam, gezsem, bir yerlere gitsem filan. Ne yaptı? Hayali illetiyle beraber kendi gerçekliğini beyan eder bir halde. Sinede bir bilgidir bu. Boş yere harcansa da bu vakit. Ancak harfi ra'dan sonra gelen harfi t'ye baksak şunu göreceğiz. Varlık aleminde var olan ve vehme delalet eden yani şüpheden daha ağır bir illeti kendi içerisinde barındıran bir durum vardır ki işte o seraptır. Hayal değil, seraba geçmiş bir formda yaşamalarını tam da bu anlamda anlatmamız gerekiyor. Zira varlık aleminde insanın bir kral, bir başbakan, bir cumhurbaşkanı ya da ne bileyim geçmiş tarihlerde izlemiş dinlemiş olduğu bir filmden yola çıkarak bir süper kahraman olması varlık alemindeki izahatıyla mümkün görünüyor. İmkansıza yakın bir mümkün. Ve bu mümkünü hayalden öteye çıkarak kendini öyle zannetmeye başlıyor. Çevresindeki insanların içerisinde en şerefli, en doğru, en dürüst, en namusu, en haysiyetli, en akıllı, en tecrübeli zannetmeye başlamıyor mu insan? Ve bu zan aslında serap etkisini meydana getiriyor. Zira bir insan bir şeyi hayal ettiğinde ve bunun hayal olduğunu biliyorsa eğer, beynimiz genellikle, şu an anlatıldığı gibi değil, bunun bir yalan olduğunu bilerek, tabiri caizse sindirim sistemine atılmış yiyeceğimizle beraber vücudumuza girdiği gibi çıkacak olan bir madde gibi kabul eder. Hani şöyle düşünün. Böyle bir tost alıverdiniz. Kenarında bir plastik var. O plastiği vücudunuz eritemeyecek. Vücudunuza yanlışlıkla koparıverdiniz. Bir diş atıp alıverdiniz vücudunuza. Vücut ne yapacak? Tanımıyor, eritemeyecek vücudunuza yanlışlıkla koparıverdiğiniz bir diş atıp alıverdiğiniz vücudunuza. Vücut ne yapacak? Tanımıyor, eritemiyor, betimleyemiyor, atıverecek dışarıya. Bu tam da hayal. Yaşayamayacağını bilir, olmayacağını görür. Öyle işle der. Oturduk hayal ediyoruz. Ancak serap dediğiniz öyle değil. Serap tost ekmeğini yer. Ben biraz önce yeryüzünde yapılmış en iyi şeyi yedim. Herkesin yiyebile sadece o şahsa özel yapıldığını hissettirir. İşte bu aslında şizofreniye giden sürecin tabiri caizse ilk adımı. Yani nefse emmare dediğimiz hakikat bizim hayatımızda bizi şizofrenik bir vakaya çevirebilecek bir kapasiteye sahip. Ve o seram etkisi ki bugün yaşadığımız dünyadaki bütün gençlerimiz sosyal mecrada dahil olmak üzere ve bundan önce gelen sürecin de inmesiyle beraber her dönemde kendilerinin bölgenin abisi, en iyisi, en derini, en ulusu, en özeli zannediyorlar. Böyle yürüyorlar, böyle hareket ediyorlar ve bir süre sonra böyle hareket eden insanlarla da diyaloğa geçmeye başlıyorlar. Durum aşağı yukarı ve hiç fark etmeden beynimizde salgılanan bir frekans var. yayıldıkça çevredeki benzer düşüncelere sahip olan insanlarla çakışmaya başladıkça aklımız ve en özetine bakarsanız şeytani ilişkiler sebebiyle yani yanımızda hemen bulunan bizi yoldan çıkarmaya niyet etmiş olan şeytan aynı frekansa sahip olan iki tip adamı iki tane vehmeden'i iki tane niyet eden'i iki tane hayal edeni, iki tane şüphe edeni ya da bugünkü dersin konusu olduğu üzere iki tane seraplar üzerine, serap üzere yaşayan insanı tabi ve caizse birbirine kardeş ediveriyor. Ve bir bakıyorsunuz ki aynı civarda olan insan, aynı düşünceye sahip olan insan tiplemeleri birbirleriyle bu yakın ilişkiyi çok rahatlıkla korabiliyorlar. Ve bu kurgunun ötesinde ise artık birbirlerini büyütebilecek hale geliyorlar. Tabi serapları, hayalleri ve içlerinde tuttukları birbirleriyle çatışmadıkça. İşin en önemli tarafı bu. Hem selap hem hayal sinir sistemi üzerinden harekete geçerken potasyum dengesi sürekli bir bozunuma uğruyor. Bu bozunum ilerleyen yıllarda deri döküntüsünden başlayınca tırnakların tuhaf bir halde büyümesine, sonrasında saçların dökülmesine ve daha pek çok probleme sebep olabiliyor. Karaciğerin ta en diplerinde bir anda bir tümörün oluşmasına ani gelişen karaciğer kanseri hani bir ay önce hiçbir şey yoktu bu adamın dediğiniz bir adamın bir anda böyle patlak vermesine sebep oluyor. Çünkü iki unsur birbirleriyle çatışmaya hazır. İki aynı niyetteki adam bir araya geldiğinde oluşan frekansın etkisiyle ise insanlar iyilişi veriyorlar. Dolayısıyla sevgili gençler sizler nasılsanız aslında sizin yapınıza ait olan insanlarla kuşatılıyorsunuz. Elbette ki şeytani unsurlar nefis hepimizde var ve bu varlık dairesinde bizler zaman zaman onların oyunlarını gelebiliyoruz. Ama tövbe ve istiğfar bu tabiri caizse hepimizi bir radyo vericisi haline getiren düşünce biçimimizin yaydığı frekansını engelleyebilme imkanına sahip. Cenab-ı Hak bizlere böyle bir imkan lütfetmiş. O yüzden Resul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam her yeni gün bizlere tövbe-i istiğfarı çekmemiz gerektiğini tavsiye etmiyor, emrediyor. Problem de bu. Çoğu zaman ifade ettiğimiz üzere sünnet-i seniyeler yapılmasa da olur ibadetlerden değildir. Sünnet-i seniyeler yapılmakla mükellef olduğumuz ancak yapmazsak Cenab-ı Hakk'ın bizleri sorguya çekmeyeceği ibadet türlerindendir. Dolayısıyla bu işi bu inceliği birbirinden iyi ayırmak gerekir. Peki tarihte bu açıdan bakılsa hiç kimse hiçbir hayal kurmadı mı diye sorabilirsiniz. Sahabe-i ikramın dahi hayali vardı elbette. Ancak şimdi anlatacağım üzere onların hayaliyle bizim bugün anladığımız hayaller aynı değildi. Onlar bir niyet üzerindeydi ve şöyle diyorlardı. Niyet ettik bir iyilik yapmaya. Olsa da paramız olsa da imkanımız yapmak. E yoksa şimdi ne yapalım? O zaman bir imkan oluşturabilmek için mücadele edelim. Çünkü niyet vücudumuzda bir mücadele fonksiyonunu getirirken hayaller ve serap bizleri tembelleştirir. Bugünün gençliğinin birazdan anlatacağımız ve detaylandıracağımız serap etkisinde kalmış hali ki gençlik deyince yanlış anlamayın hala 60-70 yaşında kendini genç hisseden insanların da var olduğu bir dünyada yaşadığımız için gençlik dediğimiz sadece 18-24 ya da 14-26 tarzında bir yaş aralığına tabi değil artık. Herkesin çocuk, herkesin büyük olabileceği bir çağda yaşıyoruz. Her çağda olduğu gibi ama bu çağ biraz daha debdebeli, biraz daha belalı. Hakikat o ki şu futuatın bu zamanda beyan edilmesinin hikmeti de bu olsa gerek. Elhamdülillah biz o hikmeti duyanlardan olduk. Rabbim içindekilerle amel edip, en az birini anlayarak onunla yola devam edebilen, yolda kalabilen, sırat-ı müstakim üzere yaşayanlardan, olabilenlerden eylesin bizleri. Şimdi efendim geldik hakikateye. Yoldan sapanlar ne yaparlar peki? Ashab-ı ikramın hayat tarzının dışında bir hayatı kendilerine hayat olarak biçmiş. Yetinmemiş o hayata artık inanmış. Kendisine kral, büyük adam, yenilemez bir kuvvete sahip. Her şeyi elde edebilecek düşüncesi. Tak bir telefonla istediğimi yarın buraya düşüncesine sahip olan insan tipleri de ortadayken onların söylemiş olduğu söz aslında en temelinde baksak olmasa da yaşarız manasında, olmasa da yaşasak tarzındadır. Yani olsa da, olmasa da hiç farz yetmezler. Zevk alırlar. Hayal etmekten zevk alıyorum diyen sevgili genç kardeşlerim. Bir süre sonra bu hayallere inanmaya başlarsanız eğer ki dışarıdan çekilen fotoğraf, fotoğrafı Seyyid Muhammed Ruhi tarafından böyle. Bu artık sizin bir serap etkisinde yaşadığınızı gösterir. Ve o öyle bir serap etkisidir ki. Hani babalarının zaman zaman söylediği bir laf var ya ben o kadar zengin değilim oğlum. Zenginmiş gibi yaşama. Olduğun gibi yaşa. Daha iyisini yaşamak istiyorsan çaba sarf et, niyet et. Ama daha iyisini de kendi mefaatlerin için değil, Ümmet-i Muhammed'in niyetleri üzerine iste. Onlara iyilik ve güzellikleri aktarabilmek niyetiyle çık yola derler. Bu serap etkisinin en büyük nedenlerinden bir tanesi elbette ki hayal kurmak. Elbette ki o hayali kurarken sosyal mecrada görünen fotoğraflar yaşam biçimlerinin insanları etkiliyor ve buna bağlı olarak bazı psikologlar da bu alanda bazı çalışmalar yaptıklarını beyan ediyorlar ama yine aynı noktaya geri dönüyoruz. Psikologlar da bu alanda bazı çalışmalar yaptıklarını beyan ediyorlar ama yine aynı noktaya geri dönüyoruz. Psikologların kabul etmediği bir ruh, nefis şeytan varken ne yazık ki bu konularda sadece insanın kendisine onlardan elini etiğini çekerek kendini düzeltmesi mümkün değil. Çünkü nefse emarenin en büyük illetidir ki o yok saymak. Yani bir insan hem nefse emarenin debdebesiyle her türlü belaya düçar olup hem de onlar yokmuşçasına hareket etmeye kalkarsa bu kez de ucup yahut kibir hastalığına dönüşebilecek bir belaya düçar olabilir. Zira insanın kendi günahlarını ifade etmesi, Rabbine karşı Rabbim günah işledim hatadayım, pişmanım demesi işte insanoğlu için harikulade bir terapidir. Bu yüzden hayale sebep olan, hayalden seraba geçişe vesile olan bu tarz düşünceleri olan sevgili genç kardeşlerime şunu beyan etmek gerekiyor. Açın ve Cenab-ı Hakk'a ellerinizle, abdestinizle, bir gece namazında ya da olmadığı günün bir saatinde Ya Rabbi ben günah işledim deyin ve günahlarınızı hatırlayın. Eksiklerinizi ve kusurlarınızı kendinize hatırlatın. Pişmanlığınızı kendinize hesaba çekecek olan bir yaratıcının varlığını ortaya koyun. Ya bu yaratıcı hem merhamet sahibidir hem niye hesaba çekip cehenneme koyacaktır ki diye sual edenlere cevap. Aslında insanoğlunun kendi kendine yapmış olduğu hatalarını itiraf evvelen bizzat bu dünyadaki selahiyeti içindir. Sadece gözlükte ki dünyada değil. Yani Rabbimizin bize bu dünyada yaptığımız bütün günahlar için af dileyebilme imkanımızı bizlere veriyor olması büyük bir ikramdır. Zira insanın psikolojik olarak rahatlamasına, bundan kurtulduğuna ve yüklerinden ağırlıklarından attığına, yola devam edebileceğine dair güç ve kuvveti Rabbinden talebi beyanatla Rabbine tabirca ise sırtını dayayabilme imkanına vesile olur. Böylece yalnızlık hissi ortadan kalkmaya başlar. Zira ehli serap öyle diyelim. Yani serap hastalığına düçar olmuş insanların bir başka buna düçar olma sebepleri yalnızlıktır. Ve o yalnızlık diye sonucu yeniden bir yalnızlık daha keskin bir yalnızlıktır. Sebep mi? Sebep aileler olarak bizlerin çocuklarımıza hizmetten alıkoymamızdır. Aman onu yapma bunu yapma sen dersini çalış şimdi onu bunu yapma boşver onu ileride yaparsın demektir. Şimdi daha yaşın genç hacca umreye ne işin var otur oturduğun yerde demektir. Bu sene Kur'an-ı Kerim kursuna gitme bu sene üniversiteye hazırlan seneye bir bakarsın demektir. Unutulan bir şey var ki o bizlere şu futuat ile Seyyidi Muhammed Rüyazettin'in Seyyidimizin futuatıyla beyan edilmektedir. Hizmet erbabı serabehli olmaktan uzak tutulanlardır. Zira böyle olunca insan kendisini daha da yalnızlaştırmak ister. Her yalnızın düçar olduğu o yalnızlık hastalığının bir ve çiğ ise mutlak surette kibir kapısına gelip dayanacaktır. Ne zamana kadar mı? Ağlayana kadar. Ağlamadıkça düzelmez bu işler. Zira o gözyaşıdır ki tek başına bir temizleyicidir. İnsanın ruhunu, bedenini, nefsini. Her şeye karşı ateşi söndürendir. Öyle bir söndüren ki şu gözyaşının bir damlasının cehenneme düşmesi halinde cehennemi bile söndürebilecek nice gözyaşları görmüştür bu dünya elbet. Hakikat o ki çok enteresandır. Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam efendimiz ne zaman ağlasa cennetin kapılarında bir soğuma olurdu. Ve melaike şöyle derdi. Resulullah Ahmet-i Mahmud aleyhissalatü vesselam her halde gözyaşı döküyor. Onun gözyaşları bir başka alemde cehennemi soğutabilecek etkiye sahipti. Çünkü onun gözyaşları en fazlıyla en fazlasıyla ümmeti içine akmıştı. Bugün bizler bir başkası için üzülmekten kendimizi o kadar alıkoyduk ki kendi hayatımızın merkezinde kendimize tapar bir hale gelmişiz. O halimiz elbette bir serabı doğuruyor. O serapta da taptığımız şeyi kimi zaman Rabbül Alimi zannetmekteyiz. Haşa ve kella. Rabbim bizleri böyle olmaktan alıkoysun. Ancak nefse emmaredir. İnsanı her an küfre gidebilecek yolları ona açmakta. Her an bunu farklı kılıflarla bizlere sunmakta. Ve bizler de her an onu bir şeklinde yemekteyiz tabiri caizse. Yeniden kusmak içimizi temizlemek mi? Evvelen bizzat helal lokmayla. O zaman gelin bir reçetemize bakalım. Kitapta genişleteceğimiz bu detayları özüyle özetiyle beyan etmiş olalım. Sevgili genç kardeşim, serap seni yalnızlaştıran, kibre ucuba götüren, hayal dünyasının gerçekliğiyle şizofrenik bir vaka olmana vesile olan, aile kurmaya niyet ettiğinde ise en çok evlilikten korkmana da vesile olacak, evlendiğinde de karşı tarafla arandaki bütün ilişkileri koparmaya sebep olacak pek çok meseleyi ortaya koyan en önemli problemdir. Hayat gerçekler üzerine. Gerçekler ise senin sadece gözlerinde gördüğün değil, gönül hakikati ve erbabının söylemiş olduğu sözler üzerine dirayet etmektedir. O halde şöyle yapabiliriz. Reçetesi. Gerçeği bilmek esastır. Gerçekse gözlerin gördüğü değildir beyan ettiğim üzere. Geçmişi bilmek esastır Gerçekse gözlerin gördüğü değildir Beyan ettiğim üzere Geçmişi bilmek esastır Zira geçmişi bilmeyenler Ve geçmişten gelen tarihsel süreç içerisinde İnsanların ümmetlerin Başından geçenleri bilmeyenler Ne yazık ki Kendi debdebelerinde en ala olan Hikmete erdiklerini zannediverirler Şu Kur'an-ı Azimüşşan ise Bizlere geçmişten geleceği anlatmakta. Öyleyse geçmiş penceresinden bakan geleceğe ait, kendisindeki kusurları görebilecek imkana kavuşmaktadır. Üçüncü mesele ise odur. Şudur ki, yolda olmak esastır. Yolda olmak hizmet etmektir. Fakirle, fukarayla, paran olsa da, olmasa da, zamanınla, ilminle, kaleminle, gücünle, vücudunla, gözyaşınla, duanla, her neyin varsa onunla infak edebilmektir. Hakikat o ki, zamanı gelip şu dünyadan ahirete doğru bir adım daha yaklaşacak. Ölümle karşılaştığımızda bir sera bile geçmiş bu ömür meğerse ölüm varmış demek zorunda kalmamak için. Ayet-i kerimede Estaizübillah Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi, Ve suy yıratil cibelü fe kânet seraba. Dağlar yürütülecek ve sanki serab olacak, sanki serab olacak beyanatında, serap olacak sanki serap olacak beyanatında o ehli küffarın beyan edildiği hale düşmemek üzere gerçek bir yaşamı yaşayabilmek niyetiyle. Rabbim bizleri bu seraba kapılanlardan eylemesin. Bu seraba düçar olmuş olan ümmeti Muhammed'in gençliği bastığı olmak üzere hepimizi bir an önce aklı başında kalbi yerinde olanlardan, kalbi selim olanlardan, kalbi selim ile beraber olanlardan eylesin. Efendim Cenab-ı Hak seyyidimizden razı olsun. Binlerce, milyonlarca kez onunla beraber bizlere bu hak ve hakikatin beyanatına imkan tanıdıkları için Rabbim derecelerini âli eylesin. Bizlere Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin çok güzel şekilde ifade ettiği o İslam akidesinden şeriat-ı Kur'aniyeden, sünnet-i Muhammediyeden, ehlibeys sevgisinden ayırmasın. Resulullah'ın sünnetiyle, Hazreti Ebu Bekir Efendimizin sadakatiyle, Hazreti Ömer Efendimizin adilane hayatı, Hz. Osman Efendimiz'in kendisini yok sayarcasına insanlara infakıyla ve dahi Hz. Ali Kerim Allah ve Cebu Efendilerimizin yüksek ve âli ilimlerinin muhatabiyetiyle, hep onlarla meşgul olmak niyetiyle, Hz. Fatıma Anamız gibi zakir, zikir üzere, Hz. Aişe Validemiz gibi insanlara hayrı söylemek ve kötülükten alıkoyabilmek derdiyle, dertlenebilmek niyetiyle. Efendim hayırların fethi şenlerin defi ümmeti Muhammed'in sağlık sıhhat ve afiyeti için Allah bilir. Altyazı M.K. El Fatiha. Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin Efendimiz'in ruhlarına gelmiş geçmiş Seyyid ve Seyyidelerin ruhlarına, 12 İmamın ruhlarına ve kafeli İslam erbahının ruhlarına. El Fatiha. Birimiz Gavus Azam Abdülkadir Erceylani Hazretlerinin ruhlarına, Sadat Kadiriyeden ve Sadat Muhammediyeden gelmiş geçmiş Mürşid Mürşidan, El Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El-Fatiha El- Fatiha El-Fatiha El-F Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve cehu, Meded ya Gafsı Azam Abdülkadir el- Ceylani, Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi, Euzubillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş Futuhat kapısında Baba Ali derslerinin 21.sindeyiz. Efendim bu hafta itibariyle Allah nasip eyledi, yayın evimizde satışta tükenmiş olan hem takva kitabı hem seyidimizin bilim külliyatının birinci eseri olan ve oldukça ses getiren fizik kitabı hem de hikmet külliyatının birinci cildi Allah dostu olarak yeter bu üç kitap tükenmişti elhamdülillah yardımıyla destek ile muhabbet ile onlar basıldı. Eğer bu kitapları almak isteyip de alamadıysanız onları temin edebilirsiniz yayın evimizden. Aynı zamanda geçtiğimiz ay biliyorsunuz Esmaül Hüsna'nın 10. cildinde bir hata yaşamıştık. O hatayı düzelttik. Tekrardan sizlere gönderiliyor olacak bu hafta itibariyle. Önümüzdeki hafta başı herhalde ellerinizde olur. sizlere gönderiliyor olacak bu hafta itibariyle. Önümüzdeki hafta başı herhalde ellerinizde olur. Aynı zamanda yeni ayın aradan geçen bu sürede dergi, yeniden Esmaül Hüseyin ve Siyer Nebi çalışmaları aynen devam etmekte. Dualarınız, muhabbetiniz ile inşallah maddi ve manevi imkanlarla sizlere ulaştırmaya gayret ediyoruz bütün bu sürecin içerisinde. Efendim bugün yine kaldığımız yerden devam edeceğiz. Nebe suresinin 21. ayet-i kerimesini tefsir ederken Baba Ali kapısına geldiğimizde burada merkez kelime olarak Kânet mirsâda ifadesini almıştık. Ayet-i kerimeyi hatırlayalım isterseniz. Estaizübillah. İnne cehenneme kânet mirsâda. Şüphesiz cehennem hazırlığını yapıp gözetleyendir. İsterseniz Estaizübillah. Hali kapısında harfi sadın bir ilme haiz olduğunu beyan etmiştik. Hiç şüphesiz tefsiri ilahidir. Nereden bakılsa bir başka beyanatı var. Kur'an-ı Azimüşşan'ın kıyamete kadar. Bugüne olduğu kadar. Bugüne geldiği gibi bundan sonra da devam edeceği üzere. Zira rehberimizdir. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam e Efendimizin dilinden bizim hayatımıza geçmektedir. Harfi satta bir ilim vardır mazlumun ne olduğuna dair, mazlumun yaşadıkları ve aslında mazlumun kime denilebileceğine dair. Zira bugünlerde belki geçmiş tarihlerin bütün olaylarını bir kenara koyarak pek çok olayın içerisindeki pek çok insan için mazlum kelimesini kullanmaktayız. Elbette mazlumun bu hali hayatın ve dünyanın dört bir tarafında hele ki Müslümanlar konu bahsedildiğinde kimi zaman ehli delalet ve hatta ehli küffarın bile içine düştüğü bir durumdur. Ama mazlumun bizim hayatımızdaki gerçek, kesin ve kat'i karşılıklarını tam olarak anlamayınca sanırız ki, Fıtuhat öyle beyan ediyor, pek çok yerde mazlum olmadığı halde, haksızlığa uğrayan insana mazlum diyoruz. Halbuki bunlar biraz biraz birbirinden farklı unsurlar. Kur'an-ı Kerim'in ve Allah Resulü'nün bizlere beyan ettiği mazlum ile güncel hayatımızda bir hakka sahip olup o hakkı elinden alınmış, hakkı yenilmiş insanlar birbirlerinden ayrıdır. Şu Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'nin belki de İslam alemine en önemli katkılarından biri de bu. Kavramlar birbirine girmiş, kelimeler anlamlarını farklı minvalde beyan edecek şekle dönüştürülmüş, insanlar konuşa konuşa bu da ıstılahta böyledir diyerek kabul etmiş ki, bugün o kabul ettiğimiz kavramsal düzeyin karşılığında bugün bütün dünyada bir karmaşık hal üzereyiz. Zira kelimeler karışınca karışırız. Kelimeler karışınca karıştırırız. Muharref bir dinin müntesiplerinin bu karmaşığı yaşamasından daha doğal ne olabilir? Kelimeleri karıştırdılar, ayetleri katıştırdılar ve nihayetinde dünya menfaati uğruna kendi dinlerinin asli özelliklerinden cayınca dini asliye olan şu mübin hüküm üzere olan İslam akidesinden cayıldı ki Kur'an-ı Azimüşşan vahyedildi Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselama. Gelin o zaman bu kavram mahiyetinde haksızlığa uğramış insandan biraz daha farklı olan mazlum nedir onu iyi bir anlayalım. Biz mazlum muyuz değil miyiz? Neresindeyiz bu işin? İyi kavramak lazım. Mazlumlar zulmün bir ürünü değildir. Futuhat-ı Seyyid Muhammed Ruhi'ye göre. Zira bizler bugün için hep zulümle beraber mazluma anarız ve hatta kelimesi bile böyle gelmiştir. Zulüm varsa mazlum vardır gibi algılarız. Halbuki mazlumun varlığı zulmün varlığını gerek taşımaz. Çünkü zulme göğüs gelmek üzere hazır olan kişiye mazlum denir. Dünyanın dört bir tarafında bir zulüm olduğunda bir zalimlik peydah olduğunda ki zalimin cihetleri ayrı bir ders konusudur. En belalısı din-i mübin üzere sonra insan hayatı ve yaşamı üzerine ve sonra o insanların yaşamı içerisinde yaşamın kendisine dair olan bütün imkanlar ellerinden alınması mahiyetindedir. Ancak mazlum odur ki zulüm kendisine gelmeden evvel hazır ve nazır bir göğse sahiptir. O zaman gelin bu zulme göğüs gelmeye hazır ve nazır olacak olana mazlum deniyorsa mazlumun şu göğsünü bir anlayıp bir kavramak gerekiyor. Zira bize göre mazlum Ancak başında belirmiş olan elinde sopası Var ya da yok bir zalimi Gördüğünde söylenen bir söz Halbuki futuat biraz daha farklı Bakıyor dünyaya Dünyaya böyle bakılınca yaşanabilir Olduğunu beyan ediyor aslında Zulme göğüs gelmek Herkesin hemen aklına düştüğü gibi Bir boyun eğme süreci değildir. Zalim geldi boynumuzu eğelim ne derlerse eyvallah edelim manasında değildir. Ama mazlumun da zulme karşı isyan etmeden var olabilme mücadelesidir. olabilme mücadelesidir. Zira isyan hareketi, nisyan ile başlayan süreç insan vücudunda kaimdir ve genellikle başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Zira isyan ile başlamış olan her dönüşüm, zulme karşı her duruş nihayetinde kesin ve kati olarak nefse emmarenin payesini içinde taşıdığı için ve sonrasında bir kazanç beyda olsa yani zalime karşı bir zafer Allah'ın zaferi erişecek olsa işte orada insanlar zaferi kendinden bilmeye başlayabilir. Ancak mazlum göğsünde isyanı taşımayan her an zalimin ateşini göğsünde söndürebilecek cihette güçlü ve kuvvetli yeri geldiğinde Rabbül Aleminin kendisine verdiği kıymet nispetince halka ve milletine ya insanlara bulunduğu civarına ya da sadece kendi ailesine ve canına sahip çıkmasının ötesinde zalime zalim olduğunu beyan edebilendir. Onu beyan edebilmek onun öncesini gerektiriyorsa eğer ki öyledir, bu halde mazlumun zalime ihtiyacı yoktur mazlum olması için. Mazlum herden mazlumdur. İsyan ile başlamaz hiçbir süreç. Tarihte hiçbir peygamber dinini yaymak üzere isyan üzere harekete geçmemiştir. Zira isyanların tamamı biraz önce söylediğimiz gibi nefse emmarenin şeytanla olan tabiri caizse tırnak içinde kardeşliğindendir. Tırnağı kaldırmak gerekir zira hakikat vücut benliğinde insanlar şeytanlaşmış bir düzeneğin parçası olup şimdi imansızlık seninle kapılıp gitmekteler. Bu manada bakılınca şimdi söyleyeceğimiz söz belki tam olarak anlaşılması için dersin sonunu beklemek gerekir. Zira Baba Ali kapısında şu kelam edilir. Dünyada bu manada mazlumlar azdır. Oysa dünyanın dört bir tarafına baktığımızda mazlumların çok fazla olduğunu düşünüyoruz. Halbuki mazlum iki temel fonksiyonla özelliğe sahip olan bu özellikleri kaybolursa mazlum olma özelliğini kaybedip hakkı yenilmiş insan tiplemesine dönüşebilir. Dolayısıyla ikisi birbirinden ayrı. Çünkü mazlumun Rabbimizin katındaki karşılığı başka. Hakkı yenenin hakkını almak uğrunda verdiği haklı mücadelenin nispeti başka. Efendim mazlum isyan edenin ve hıncını alanın olmadığı alandır. Eğer bir kişi hem isyan ediyor hem de hıncımı almak üzere yoldayım ben bana yapanların bedelini ödettirmek üzerine gidiyorum derse ona mazlum diyemeyiz. Elbette insan kendisine yapılmış olan her türlü kötülük ve zulme karşılık bir şekilde başını kaldırıp kendi mücadelesini verme hakkına sahiptir ancak mazlum bundan biraz daha ötede bir başka pencereden dünyayı seyretmekte kendisine gelen zalime karşılık isyan nispetinde bu niye benim başıma gelir dememek yerine demek yerine Rabbül Alemine sığınıp ondan aldığı güç ile hıncını değil hakkı yerine getirmek için mücadelededir. Mazlum Rabbin rızası üzeredir. Ancak hakkı yenmiş olan kişi kendi şer'i hakkının peşindedir. İkisi birbirinden ayrıdır. Mazlum Rabbinin uğrunda verilmiş olan hakkın tayininde şeriat-ı Kur'aniye sünnet-i Muhammediye'ye talip olandır. Diğeri ise şeriatın kendisine verdiği imkan ile isyana hazır ve nazıl olandır. Mazlumun yolu, her dem işte bu manada hak üzeredir. Haksızlık edenin düştüğü acıklı duruma mazlum ifadesi kullanılmaz. Zira haksızlık eden bu acıklı duruma düşürdüğü adamın hakkını yemiştir. Hak sahibi ise hakkını geri almak üzerine mücadele etmektedir. Halbuki hakların sahibi olan Rabbül Aleminin güvencesiyle bir mazlum olabilmek isyan ve hınç ile değil, hakiki bir beyan, imani bir duruşla mümkündür. O duruş, süreç içerisinde belki bugünkü dünyevi akılla bakınca insanlara şaşkınlık verebilir. Olur mu öyle şey canım? Bir baş kaldırmak, bir yürümek, bir bağırmak, bir çağırmak gerekir diyenler çoktur. Buna nazaran olmaz böyle denilse siz insanları bastırmak, pıstırmak istiyorsunuz diyenler de vardır. Ancak bastırmak ve pıstırmaktan mahiyetinin dışında isyan edip bağırarak tarih boyunca bir zafer mümkün olmadı. Hakikat her zaman gönüllerdeki isyanın bastırılmasıyla mümkün oldu. İsyan eden değil, eğer şeytanın kucağına oturur, şeytanın beyanatıyla karşısındaki haksızlık yapmış olan adamı haklı çıkaracak bir mahiyete tevazü ederse ve bu veciz manayı ilahide hakikati kaybeder, teraziyi kaçırır, şirazeden çıkarsa, bu durumda tarih boyunca üzerimize almış olduğumuz hakiki İslam misyonunun neresinde kalmış olabiliriz? Peki bu mazlumların azalması sadece bu hal ile mi? Elbette değil. Nerelerden mazlumlar azdır diye soracak olsanız, Elbette değil. Nerelerden mazlumlar azdır diye soracak olsanız şimdi mazlumu mazlumiyete götüren o cihette mazlum fiili olarak olmadan evvel yani zalimden karşılaşmadan evvelki haline bir bakalım. Bir yerde mazlumun az olmasına üç sebep vardır. Bunlardan bir tanesi menfaat, diğeri dünya hırsı ve dünyada hırsızlıktır. dünya menfaatine karşılık ukbada bir hakikati beyan etmeyerek ilim meclisinin azlığından, bu meclise gidip de kendine feyz alması gereken talebenin yoksulluğundan anlaşılır. Böylelikle bu meclisler azaldıkça hak ve hakikati söyleyenler ortadan kalkıp da dünya menfaati uğrunda birbirleriyle mücadele edenler olunca, mücadelenin sonunda menfaatlerden biri diğerinin gücüne yenilmeye başlayınca yenilene mazlum denilmez. Ancak bir menfaat uğrunda verilen bir çatışma bir savaş denilebilir. Dünya hırsı ise bunların artık bir gömlek üstü haline gelmiştir. Zira o hırs ki dünyanın sanki tamamını alsa 10 tane daha dünya verilse yine doymayacak bir haldedir. Öyleyse bugün mazlumun yaşanmış olduğu toprakların çokluğunu beklerken bizler futuatın bunun tersini beyan ediyor olması dünya hırsına karşılık nefse emmareyle mücadele eden insanların yani hakikat manasıyla hakiki mücahitlerin azlığını bizlere altını çizerek beyan ediyor. Hırsızlığın olduğu bir yerde mazlum azdır diyor Fuduha'd. Yine farklı bir pencereden beyan ediyor sözünü. Zira hırsıza sesini çıkarmaz kolay işlenebilir bir cihette elbette mazlumdan bahsetmek ne yazık ki zorlaşmaktadır. Mazlum ise zalime hazır olan bir göğüstür. Her dem işte bu yüzden doğası makbuldür. İşte bu yüzden mazlum olmak zordur. Evet kimi zaman bazı olayların içerisinde yaşanan zulme karşı direnç gösteren, ses etmeyen, bekleyen bir imtihandadır. O imtihan ile Rabbim onu temizlemektedir. Ona karşı sözü ve söylencesini ondan önce söylemiş olması elzem olan gerekliliktir. Bizler ise bugün, geçmişte var olan bütün bu incelikleri bir kenara bırakarak, işin sonunda başımıza taş düşünce eyvah diye hale gelmişiz. Hakikat o taş bir damdaydı. O damda olanı bir usta görmüştü. Ahali o taşın bir gün oradan devrilebileceğinin farkında ancak onu sorumlusuna mecbur eylemişti. Halbuki yaşadığımız sokaktı. Gezdiğimiz, yürüdüğümüz, durduğumuz köşe başıydı. Çoluk çocuk arabasının altına park ettiğimiz bir mekandı. Ne olurdu o taşı biz kaldırır olsaydık. Eğer öyle olsaydık işte o zaman hakiki mazlum olacaktık. İşte böyle anlatınca hakiki bir mazlumdan bahsedebilmek ancak dervişlikten bahsetmekle mümkün olduğu anlaşılı veriyor. Zira mazlum olmak dervişliktir. Kılmak dervişliktir. Dervişlik bu hakikatle şu pencereden bakılsa görülecektir ki, mazlum adam kötülüğü örter, iyiliği beyan eder. Aman efendim üstünü açıp ifşa etmek varken nereden çıktı bu üstünü örtmek, siz de mi öylesiniz diyenlere el cevap, bu Kur'an-ı Kerim'de bir ayet-i kerimenin hassa havası, esası gayesidir. Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam ömrü boyunca kimsenin kötü halini ifşa etmemiştir. Hep iyiliği beyan etmiştir. İyiliğin kötülüğü ortadan kaldırabilmesi için bir başkaldırı ve isyan değil, kötülüğe karşı büyük bir iyilik gerekmektedir. Bizler o büyük iyiliği kaybederken kötülükleri ifşa ederek mazlum olma özelliğimizi ne yazık ki kaybediyoruz. Kötülüğü ifşa eden ve iyilikten uzak duran mazlum değildir. Cenab-ı Hak hakiki mazlumlar silsilesinde olmayı bizlere nasib-i müesser eylesin. Haftaya tekrar görüşebilmek için inşallah. El Fatiha. Altyazı M.K. Meded ya Hazreti Allah, meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, meded ya Hazreti Ali keramallahu ve cehu, meded ya Gavsu Azam Abdülkadir el-Ceylani, meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi, evdu billahi minneşşeytanirracim, bismillahirrahmanirrahim. Uzun bir aradan sonra Baba Ali dersleriyle beraber Salı ve Perşembe derslerimize ve ardından da Tefsir- ül Ruhiye'ye biizgınların dönüş yeridir tefsir ederken azgınlar kelimesinin içerisinde var olan harfi tığda Hz. Ali Efendimizin beyanatı tefsirinde ifade edildiği üzere hadlerin hikmeti kısmı beyan edileceği ifade edilmişti. O beyanattayız Rabbim içindekilerle amel etmeyi nasibi müessede eylesin. Evvelen bizzat bilinmelidir ki haddin varlığı yaratılışın kendisiyle bizzatihi alakadır. Rabbül Aleminin bir şeyi yaratırken yarattığı şeye şey özelliğini vermesindeki birinci kademe onun haddidir. Had bir varlık olarak yaratılmış ayrı bir alem tezahürünü de ifade eder ancak bu derinlikli mevzu ziyadesiyle futuhat-ı Medine'nin evvelen korusudur. ziyadesiyle futuhat-ı Medine'nin evvelen korusudur. Hikmet bağımına gelindiğiyse haddin varlığını kısaca şöyle ifade etmekte yarar vardır. Bir şeyin şey olabilmesi o varlığın belli bir sınıra dahil olabilmesi içindir. Eğer belli bir sınıra dahil olmasa ona bir varlık diyebilmemiz mümkün olmaz. Dolayısıyla bizler Allah-u Zülcelal'i sınırlı ya da sınırsız gibi sıfatlarla tanımlayamıyoruz. Sadece onun tecellilerini kendi hayatımızda sınırsız merhamet sahibi diyerek nefsimizin anlayacağı şekle getiriyoruz. Hakikatte buna sınırsız demek dahi mümkün değil. Çünkü sınırsızlık bir şeyin varlık olarak kendi başına ayrı bir şekilde yaratıldığına işaret etmekte. Hz. Allah ise ne yaratılmıştır ne o sonradan var olmuştur. Ezeli ve ebedidir. Varlığı kaim olandır. O halde o kaimiyet bizim anlayışımızda var kelimesiyle ifade edilir. Ancak hakiki manada bakılsa onda bir haddin var olmayışı haddin de bir varlık olarak yaratıldığına delildir. Had madem ki yaratılmıştır o halde nakıstır yani eksiktir. Bunun dışına çıkabilmek de mümkündür. Eğer mümkün olmasa bu durumda insanın ya da bir başka varlığın haddin dışında hareket etme kabiliyeti söz konusu olur ki bu da maddenin insana hizmet edememesi anlamına gelir. Yani hidrojen atomuna bir had tayin edilmemiş ve ayrı bir varlık olarak kendisine beyan edilmemiş olsa, bu durumda hidrojeni salt bir halde bulabilmemiz bu denli kolay olmazdı. Yahut hidrojen haddinden fazla olur. Bu durumda da bizler o haddin ihtiyacını karşılayamazdık. O hadle hasıl olacak bizim nimetimiz olacak durumu karşılayamazdık. Bu hakikat odur ki bir de varlığın haddi haddin varlığından ortaya çıkar. Yani varlık belli bir haddi varsa onun bir başlangıcı manasına geliyor. E madem ki had varlık olarak yaratılmıştır o halde her varlığın yaratılmış olması gereğince de bir had ile sınırlarının belirmiş olması gerekmekte. O halde varlığın haddi varlığın yaratılmış olduğuna ve onun sonradan hasıl olduğuna, sonradan inkişaf ettiğine delil olur. Böyle olmasaydı bizler yeryüzündeki her türlü varlığın kendi haddinin dışında hareket etme kabiliyetine sahip olduğunu düşünebilirdik. Evet bir hakikat bize şunu söylüyor olabilir şu anda. İnsanoğlu haddini aşıyor o halde onu nasıl yapıyor derseniz burada bahsettiğimiz birinci mana olan cismani haptir. Yani bizler vücudun içerisinde hapsolmuş ruhaniyetimizle, ruhumuzun varlığıyla, vücudumuzun bize çizmiş olduğu bir haddin içindeyiz. Örnek vücudumuz en profesyonel bir sporcu için söylemek gerekirse diyelim ki çok delicesine koşan bir adam olsun günde 100 km koşuyor. Ama haddi maksimum olduğu 100 km. Bunu 300, 500, 1000, 10.000, 100.000 yani yaratılmış olan rakamlardan herhangi birisine tekabül edecek mahiyette en üst seviyeye çıkarmamız mümkün olmadığını biliyoruz. Fiziken bunun mümkün olmayışı ise varlığın haddi olarak karşımıza çıkıyor. O halde burada cismaniyetin bir izahatına muhtacız ki burada izahat-ı cismani bağba açılır. Bir cisim eğer bir hadde sahipse bu anlaşılır mahiyette izah etmeye kalksak onun bir tek noktadan değil birden fazla noktadan hareketle hareket ettiğini anlarız. Yani atomun çekirdeği elektronlarına göre farklı noktalara gidebilir. Bunu daha önceki derslerimizde yeryüzünde hiçbir şey dairesel değildir. Ekliptiktir. Bu yüzden çift merkeze sahiptir. Bu da yaratılmış olmasının bir gereğidir diye uzun uzadıya ifade etmeye gayret etmiştik. Hakikat Seyyid Muhammed Ruhi Hazretleri'nin futuhatı bu manada bir ders olduğu için genellikle birbiriyle ilişkili olan dersleri yeniden dinlemekte fayda var. Anlayabilmek için ve anladıklarımızla yaşayabilmek için bir mücadele gerekiyor hakikat. İzahat-ı cismaniyedeyiz. Bir çekirdeğin birden fazla noktaya gidip gelişi söz konusu. Ancak elektronların kendisine göstermiş olduğu elektronlara verilmiş olan had sebebiyle bundan öteye geçmeye kalksa kendi öz niteliğini topyekun kaybetmekte. Dolayısıyla had dediğimiz şey cismin kendisine verilmiş, tayin edilmiş ya da bilim adamları tarafından öngörülmüş olan temel fiziki, kimyevi ve daha fazla izah edilebilecek özellikleri gösterebilmesine yarıyor. Yani had, sınır, çizgi, son nokta olmasaydı bizler cisimleri istediğimiz şekliyle ya da bildiğimiz gibi yüzyıllar boyunca kullanamıyor olurduk. Örneğin demir atomunun kendisine tayin edilmiş olan haddi olmasa o haddin dışında hareket etme kabiliyeti kendisine verilmiş olsaydı bu da aslında yeni bir had çizgisidir ama hakikat şuraya gider o demir binlerce ve milyonlarca çeşit demirin varlığına bizleri götürüyor olurdu. Yani biraz daha esnek bir demir, çabuk pastalan bir demir, suyu gördüğünde eriyen demir, havayı gördüğünde yanan demir, ateşi gördüğünde su olan demir. Ateşi gördüğünde su olan demir, bütün bunlar tabiri caizse ifade edilse, hakikatte de böyle de gerçi, bizim karşımıza cismin izahatı için, izahat-ı cismaniyede mecburi bir hadde bizleri götürüyor. Bu had çizgisi, madem ki cismin izahatı ve onun kullanım alanı için bir gerekliliktir. Bu durumda izahat-ı insaniyede bu haddin varlığı da insan olmanın bir gereğidir. İnsanın haddinin varlık halinde kendisine tayin edilmiş olması, birazdan işleyeceğimiz diğer başlıklarda da görüleceği üzere, onun varlığının en güzel olabilmesi adınadır. İşin en önemli taraflarından biri de bu. Yeryüzünde var olan her ne madde varsa, alemlerde her ne madde varsa bunun bir karşılığı insanda vardır. Çünkü insan haddin merkezindedir. insan haddin merkezindedir. Nur-u Muhammedi'den hasıl olan had varlığa takdir edilirken oradaki geçiş unsurunun insan olarak tayin edilmiş olmasından kaynaklanan bu hal, insan için onu izah etmeye kalktığımızda kesin ve kat'i bir terazi hükmünü görmekte. Yani, insanda var olan bütün maddeler insan vücuduna girdiği andan itibaren Rabbül Aleminin takdirindeki en üst mertebelerden birine ulaşmış olur. Demirin en güzel halidir insandaki hali ama insan beğenmez de o hali tabiri caizse demiri karşısında sert ve güçlü ister. Halbuki o ona güç vermek üzerindedir vücudunda ve dış dünyada ise onun gücünü desteklemek içindir. Hakikati ilahiyeye bir bak ki şunu göreceksin. eklemek içindir. Hakikati ilahiyeye bir bak ki şunu göreceksin. O madde hem varlık aleminde senin gördüğün noktalarda sana hizmet ettiği gibi hem senin vücudunda o had çerçevesinde mutlak bir hizmete tayin edilmiş. O halde varlığın cismi cisimler arasındaki en kıymetli olan insana ikram edilmiştir ki burada ikram bahsası açılır. Varlığın cismini çok net olarak şöyle ifade etmekte fayda var. Tarihin bir demi geldiğinde insanlar belli madenleri bulmakta zorlandığında veya bugün periyodik tabloda görmediğiniz ama var olandığına emin olmaya başladığınız maddelerle ilgilenmeye başladığında insan vücudundaki araştırmalara çok daha fazla ehemmiyet verecekler. Zira unuttuğumuz bir şey var. Uzayı keşfetmek, insanı keşfetmekten çok daha kolay bir yolculukken nefse emmare uzay keşfini daha garip ve daha acayip bulabilmekte. Hakikat belki de bu nefsimizin yönlendirmesiyle bir gerçekten uzaklaşmamıza vesile. Ancak tıp alanında çalışan kardeşlerimiz başta olmak üzere bu alana eğilseler uzay boşluğundaki pek çok şeyden daha zor olan bu keşifte uzay boşluğundaki pek çok maddenin insanda hasıl olduğunu görecekler. Varlığın cismaniyete kavuşumunda insan bu manada kamil olarak adlandırılmasının sadece ruhani değil aynı zamanda bedeni olarak da bir muhteşem telakkiye sahip olduğunu bilmek gerekiyor. Bundan âlâ bir ikram olur mu? Olmaz elbet. Zira her ne kullanıyorsanız kullanın, sizin vücudunuza girdikten sonra en kâmil hale gelebilmesi mümkün. Kesinlikle böyle olacağı anlamına gelmiyor. Mümkün kesinlikle böyle olacağı anlamına gelmiyor. Zira insanın Cenab- ı Hak ile olan ilişkisi kendisine alacağı maddelerin tamamında bir etki sürecini meydana getiriyor. Bu etki süreci vücudunun bütünlüğünü ve benliğini kuşatırken o benlik kapsamının içerisindeki ikramın hissiyatı gerekiyor. Madem ki ikrama bir hissiyat var, o halde muhteşem bir cömertlik karşısında insanın başını eğip ezilmesi gerekmez mi? Zira bizim karşımızda ev sahibi durmadan, hiç yüksünmeden, sürekli olarak önümüze defaatle ve defaatle sofralar seriyor olsa, bu bir ikiyi geçse bir süre sonra aman efendim etmeyin eylemeyin, bizi ezdiniz, perişan ettiniz, mahcup ettiniz, bir durun Allah aşkına deyiverirsiniz. Hakikatse bir nefeste maddelerin adedince bizlere ikram edilenin farkında olabilir miyiz? Farkında olabilmenin yoluysa o yaratılmış olan ilke gitmekte mümkün ki o Resul-i Kibriya aleyhisselatu vesselamın varlığına işaret ve delil olur. Buna karşılık insanoğlu bir varlığın karşısında bir hiçlik olduğunu da bilir elbette. Hiçliğin haddi olmasa varlığın haddinin belirlenmesine mümkün olmaz. Öyleyse hiçliğin haddi varlığın haddiyle birbirine giriştiği bir gri alanı da oluşturur ki ehli küffarın haddini aşıp bir başka alana geçmesiyle anlaşılır bu. Bir diğer taraftan o hiçliği Rabbül Aleminin karşısında ruhani hikmetlere bürünmüş olanlarla da anlayabiliriz. Yani işin enteresan tarafı bedenini hiçliğe mahkum eden Rabbinden nasıl uzaklaşıyorsa ruhunu hiçliğe mahkumiyetinin farkına varansa nefsini yokluğa muzdarip eyleyip o hiçlik kavramı içerisinde kendisini siddetül münteha'ya taşıyacak olan ruhani miracın yolunu açıyor. Öyleyse mademki bir yol var o yol bir miraç hükmü taşıyıp o varlığı bizlere açık bir şekilde beyan eder. Madem ki bir miraç, bir yol ve bu yolun çizgisi, izgisi var. O halde bu çizgi ve izginin hayatımızın karşılığı olarak bir emir silsilsi olması gerekmez mi? Zira her yolun kendi inkişafında mecburi köşe taşları söz konusudur. Ve o köşe taşları birer şeriat olup bizlere had olarak dönmelidir ki, varlığın şu yukarıdan aşağıya saymış olduğumuz bütün silsilesini bir hakkın takip edip, o takibat içerisinde kendisine ikram edilmiş noktaya ulaşabilsin. Şimdi o yolun işaretlerini koymuş olan Cenab-ı Hakk'ın takdir ettiği o şeriat, o yolculuk içerisinde asla ve katiyetle değişmemekle beraber şeriatın koyduğu haddin her peygamberdeki değişikliği insanın ihtiyacı ile değil Rabbul Aleminin ikramı iledir. Çünkü demir an gelir eğilip bükülebilir. Ama demir olma özelliği asla ve katiyette değişmez. Bu manada bir parantez açıp ifade etmek gerekir ki şeriat-ı İslamiye hikmeten bakılsa hiç değişmemiştir. İçindeki koşulların farklı peygamberlerin dilinden farklı şekillerde beyan edilerek farklı bir biçimde emrediliyor olması, beyan edilerek farklı bir biçimde emrediliyor olması, insanların ikramı yahut insanlara biraz daha fazla had genişletilmesi yapılarak onların daha çabuk pişmesi adına yahut onların cezalandırılması dünyada o derdi çekerek ahiret yolculuğu içerisinde sayit Saidlerden olması anadır. Rabbül Aleminin beyanatıyla şeriat, işte bu manada hadler arasında çizilmiş bir harita olarak, otomatik olarak karşımıza çıkar. Yani haddin varlığı, varlığın haddi, izahat-ı cismani, izahat-ı insani, bir bütün olarak ele alınıp bir tablo üzerine nakşedilse, sizler orada ee hiçbir başka şey görmeden direkt olarak Rabbul Alemine secde etme gerektiğini, Allah rızası için aç kalmanın gerekliliğini, Allah'ın rızası için başka insanları düşünmenin gerekliliğini gerçekten ve otomatik olarak görüyor olmanız lazım. Bu şuna benzer. Bizler ilk okul seviyesinde okula ilk gittiğimizde önümüzde sürekli olarak bizlere yapmamız ve yapmamamız gereken şeyler hususunda kah yazılarla, kah öğretmenlerimizle bizlere hatırlatılan unsurlar, cezalar, çizgiler, hadler vardır. Ancak ne zaman ki insan biraz aklı başına gelir, isterse farklı bir ülkeye gidiyor olsun ve ülkenin sokağında yürürken bir okul görsün. Onun okulun ne okulu olduğunun dilini bilmediği için anlamasa dahi, okulun ne okulu olduğunun dilini bilmediği için anlamasa dahi bahçesine girdiğinde o okulun hadlerinin ne olabileceğini bilmektedir. Örneğin içeride öğrencilerin ders yaptığını görünce artık o dersin ortasına girip o öğretmene bir şey sorulamayacağını bilir. O öğretmene soru sorma vaktinin mutlak surette öğrencilerle ders yapmayacağı bir anda olması gerektiğini fark edebilir. gelen misafirlerinin sorularına cevap verme hakkı vermiyor da olabilir. Ama sizler şeriatin haddini artık okul kavramını bilen insanlar olarak açıkça görmektesiniz. Bu hakikat bizlere Resul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın kâmil müminler için söylemiş olduğu feraset intikali için açık bir beyanattır. İnsanı insana varis kılan, kamili kamile mirasçı bırakan işte bu hikmetin içindeki değerdir ki, sünnet-i seniyedeki haddin farkına varmak, öğretici yahut öğrenen olmaktan geçen bir yoldur. Yani şeriatı bilmek ve şeriatı hissetmek ve şeriatın olabilirliğini görmek ne kadar mukim ve keskin çizgilerle harita olup önümüzde ise onun içindeki inceliklerle o okulun içindeki güzellikleri erebilmek için ve selamı selevat ile müdafaiye cismaniyeden kurtarmak ve muhafazayı ruhaniyle Rabbine yönelme hususunda Cenab-ı Peygamberin sevgisine muhatap olmak. İşte bu manada insan sevgisinin insanda yerleşip o hadlere daha hiç varmadan zaten farkındalık diye bugün tırnak içinde tabir edilen hale kavuşmasına delildir. Öyleyse sünnet-i seniyenin haddi aşk üzerinedir. Bu halden çıkış noktaları her ne varsa, yani bu hadden bize alıkoyacak olan ne varsa, onun şeytani ve nefsani olduğunu söylemek, hele ki böyle bir dersin sonunda artık gerekli midir? Hayır. Bu halde insanoğlu Rabbül Aleminin şeriatı ve sünnet-i Muhammediye'nin esasına mürebbisi yahut talebesi olduğu o fiziki mekanların manevi iklimindeki hayatını yaşamaya başlarlarsa kesin ve kat'iyetle uzayda var olan yıldızlardan birisinin de kendi adına ikram edilmiş olduğunu bilmelidirler. Allah-u Zülcelal'in bizlere ikram edildiği şu ilimle o bizim adımızın yazılı olmuş olduğu hikmete erebilmeyi Rabbim nasibi müesser eylesin. Haftaya tekrardan buluşunca edek de bizleri o haddin içindeki lezzete ermeye bizler Rabbim muvaffak eylesin. Cenab-ı Hak seyyidimizi, ailesini, sevenlerini, bütün evladını, evlatlarını maddi ve manevi olarak korusun ve kuşasın. Hayırların fethi, şerlerin defi. Ümmet-i Muhammed'in sağlık, sıhhat ve afiyeti için Allah'a emanet olun.
Altyazı M.K. Kadir el-Ceylani ve lediyâ seyyidi
Muhammed rohi evlu billâhimne şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm. Cenab-ı Hakk'ın seyyidimize ikram eylediği futuhat kapısındayız. Bab-ı Ali derslerinden devam ediyoruz yolculuğumuza. Nebe suresinin 23. ayeti kelimesindeydik. Bir tefsir-i ruhiyede ve Cenab-ı Hak şöyle beyan ediyordu َ َ َ ً َ ْ َ ayeti kerimede. Es-Sâcibillah, احقابا ۪فيها َلب ۪ثي Onun içinde nice devirler bekleyecekler. Merkez kelime olarak ehkaben kelimesi alınmıştı. kelime olarak Ehkaben kelimesi alınmıştı. Çağlar, devirler uzun bir müddetten bahsetmek üzerine seçilen vahiy-i ilahiyle Cenab-ı Hakk'ın beyan ettiği Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimiz'e kelime buydu. Kelimenin içerisinde var olan harfi ha ise Hz. Ali Efendimiz'in tefsirine gelindiğinde hakların hükmü ve hakikati olarak anlaşılıyordu. Hakların hükmüne babari dersleriyle bugünkü tarihte yaşanan sosyolojik değişim ve bu değişimin önümüzdeki yüzyıllardaki etkisine dikkat kesilince şunu görmek elbette mümkün. Hakkın bizim hayatımızdaki karşılığı günden güne değişiyor. Bu değişim de elbet ve bizzat insanın hayatının değişmesiyle değişiyor. Kelimelerimiz kolayca yerlerinden oynuyor. Aslında bu kalbimizdeki büyük bir değişimin aklımızdaki karşılığı olarak dilden dökülecek bir hale geliyor. Allah-u Zülcelal'in bu beyanatının içerisinde devirler boyunca değişen en tehlikeli şeyin de dil ve söylem olduğunu bilmek gerekiyor. Sözümüz ise bizim yaşantımızla alakalı ise eğer, yaşamın içerisinde hakkın algısının nasıl değiştiğini anlamak ve geçmişten beri gelen bu hak algısının bugünün dünyasında nasıl anlaşıldığını görmek oldukça mühim. Zira bu görüntüyü gözümüzün önüne getirmeyince bu farklılığı göremeyince kendimizi diğerlerinden farklı hissetmeye başlamakla beraber her zaman içerisinde ve her devrin kendisince hakkı kendimiz için gerekli olan bir şeymiş gibi görüyoruz. Evet hak bizim için gerekli ve nihayetinde hak ettim diyerek çıkıyoruz işin içinden. Ben bu ne olduysa iyi bir şey için genellikle oluyor ki yakın devirde insanlar başına gelen kötü bir şeyleri için de ben bunu hak ettim demek pek istemiyor. Hakka yorulacak olan bir şeyin en temelinde ne vardı? İnsanlar geçmişte bu sözü bu kelamı nasıl söylerdi görmek gerekiyor ki tüm sosyolojik geri dönüş insanların o önemli dönüşümü için önemli izler taşıyor. Zira insanlık aleminin eski devrinde yani Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselamdan sonra genel manasıyla insanlar haktan eyledim derlerdi. Yani başlarına bir dert, bir musibet, bir başarı hasıl olduğunda eyledim. Yani Rabbul Aleminle beraber onun adını istedim ve onun adını isteyince o bana ihsan etti. Onun ihsan ettiği onunla beraber, onun tecellileriyle bana geldi. Dolayısıyla ben bunu haktan eyledim. Dolayısıyla şimdi o devire gidiyoruz. Yavaş yavaş yeni döneme doğru geleceğiz adım adım. Nasıl değiştiğimizi göreceğiz. O değişim ise nefse emmarenin bela ve illetiyle bize nasıl sarmış onu anlamaya çalışacağız. Geriye dönebilmek için her zaman bir fırsat var. Tövbe istiğfar ile Rabbimizin kapısına varacağız. Yanlış dedik, yanlış söyledik, yanlış ifade ettik. Böyle olmamalıydı çünkü biz nefsimize zulmettik demeyi Cenab-ı Hak'tan niyaz edeceğiz. Hak'tan eyledim diyenler o erbabı olmadan da çiftçisi de esnafı da taciri de doktoru da her kimi diyorsanız sosyal hayatın içerisindeki en önemli insanlar dahi bu kelimeyi bu şekliyle kullanırlardı. Dolayısıyla onların hayatında herhangi bir şey değişime uğrasa, iyi bir şeyler olsa onu Rabbinin verdiğini asla unutmazlardı. Kötü bir şey olduğunda da durum değişmezdi. Ama hak kelimesinin özellikle bugünlerde hükmü manada gerçekten hak ettiğimiz şeyi alamadığımız durumlardaki söylemiyle dahi baksanız büyük bir hata çıkıyor ortaya. Haktan eyledim diyor adam. Kendisine yapılan her türlü zulme karşı da bu ifadeyi kullanıyor yine. Haktan eyledim efendi. Yani sen bana her türlü kötülük yaparsan e yap. Fark etmez. Ben onu haktan isterim. Sahibi Rabbim bana ikram eder. Sen değilsin ki rızkımı veren sen olamazsın ki rızkımı kesen. Sen misin ey Ademoğlu beni hasta edecek olan yoksa hastalığım yazılmış ben miyim ona koşacak olan. Fark edebilmek için o farklılığı yaşıyor olmak gerek. İnsanlar o devirde gerçekten hakkıyla, haktan bilerek, haktan eylerdi. Bu yüzden hakkım yendi denmezlerdi. Çünkü bunu dahi hakka karşı söylenmiş, kötü bir söz olarak anlarlardı. Haktan eğildim demek yeterdi. Hakkını yiyen adamın bile bir anda nefesinin kesildiği bir kelimeydi bu. Haktan eyledim dediyse eğer, onun eylediği bize ne eyler? Dur bakalım Mevlam şimdi neyler? diyerek devam eden o dizeler aslında bu kökenle yakinen ilişkiliydi. Dolayısıyla insanlar zaman içerisinde kendilerinde bir takım artılar görmeye başladılar. Çünkü gelişen ekonomik düzen, yapılan araçlar, çeşitlenen elimizle avucumuzla tutabildiğimiz bazı şeyleri değiştirebildiğimize dair inançlarımız gittikçe artmaya başlayınca bu sefer hakkı unutanlardan olmadık elbette. Ama bir şey oldu. Hak ile eyledim demeye başladık. Haktan eyledim kelimesi yerine ile ile ayrıldı. O dendan eki koptu haktan. Hak kaldı. Hak ile eyledim denilince zaten büyük bir kırılım başladı. Ben ve hak ayrı iki kavram olarak ifade edildi. Bu iki ayrı kavramın ifadesi insanlarla hafif bir ucuba sebep oldu. Yapılan her şeye kim sorsa hak ile eyledim demeye başladılar. Evet gerçekten de böyleydi ama işin içinde bir ucup hastalığı başladı. Kelimeler, sözler, söylemler bizlere adım adım o yokluk yani kötü olana doğru itmeye başladı. Dolayısıyla insanlar için artık bu tarihler veya bu tarih zaman dilimi diye hangi tarihi düşünürsünüz bilemem ama ekseriyette böyle 1300'lü yıllarla 1600'lü yıllar arası diyebiliriz. Hak ile eyledim beyanatının daha kavil olarak kabul edildiği bir dönemdir bu aralık. Dolayısıyla insanların benlik bilincinin gelişmeye başlayarak Rabbül Aleminin varlığı dairesinde onların yaptıklarına destek mahiyeti ön plana çıkmıştı. Halbuki insanoğlu ne yaparsa yapsın bütün fiilleri yaratmış olan Rabbül Aleminin eğlencesinde yani eylemesinin içinde var olan bir değerdi. Efendim zaman devir geçti. Mesele hak ile eyledim de ile ve dahi düşüverdi. Beraber olmak insanları korkutuverdi. Hak ile yolda olmak, hak erenleri, hak erbabı, hakkın mahiyeti kavramında hükme tabi olanlar bir kenara bırakılmaya başlanmıştı. Bu saatten sonra söylenecek geriye ne mi kaldı? Hak eyledim denmeye başlandı. Evet ile kelimesi düşünce bu sefer nakıs ve kuru bir cümle oluşuverdi tabiri caizse. Hak eyledim. Sanki bir yandan Rabbül Alemin'den talep ediyor da bir yandan da o talebe karşılık bende varım arkadaş ileğene gerek varlar başlamış oldu. Tarihler artık 1700'de böyle 2000'li yılların arasında adım adım gelişmeleri gösterdi. Gözümüzün önüne kondu. Gözümüze sokuldu her bir adımda bizler artık hak eyledim diyerek o vazifeyi, sanki o durumu kendi adımıza bir gelişim düzeyi gibi görmeye başladık. Nihayetinde bu gelişmelerin hayatımızdaki karşılıklarını ele aldığımızda da hep kendi eylemlerimizi ön planda tutmaya başladık. Dolayısıyla Ya Rabbi bize yardım et demeye başladık. Evet bunu diyeceğiz elbette ama Ya Rab senin rızan nasılsa öyle olsun demekler çoktan geçti. Hani bir dua sıralaması yapılsa Hak'tan eyledim sen ne dersen o. Hak ile eyledim, ben istesem, sen versen ne güzel olur. Hak eyledim, ben yaparken sen bana yardım etsen ne tatlı olur gibi bir durum söz konusu oldu. Tarihler 1950'li, 40'lı yani 1900'lü yılların başını geçtiğinde İslam dünyasında birinci dünya savaşıyla beraber kırılım hasıl olup Herkes kendi kabuğunda kendi derdiyle uğraşmaya başladığında Ki aslında 1800'lü yıllara dayanır bu hakikat Pek çok futuhat dersinden aklınızda kalmıştır elbette o tarihler Artık cümleler tamamen değişiverdi. Öyle ki söz çok basitti. Hak ettim. Artık hak yaratıcıdan çıkmış, insanın kendi eliyle oluşturup elde edebildiği her şey adına kullanılmaktan hiç utanılmaz hale gelmişti. Ben bunu hak ettim. Evet bugün bu cümleleri kuran insanlara neden kuruyorsunuz denmez. Ancak sosyolojik bir değişimin kelimelerimiz arasında bizi nasıl hırpalandığımızı göstermek adına çok önemli bir yol haritasıdır bu. Baba Ali külliyatında bu incelikler, bundan sonraki tarihte insanların artık ben yaptım, ben isterime dönüşeceğini gösteriyor. Her şeyin benlik üzerinde kurgulandığı yerde, hak sahibi olarak adlandırılmak sadece hukuki bir kavram olarak değil, insansı bir algının nefsani bir düşkünlüğüyle, olarak adlandırılmak sadece hukuki bir kavram olarak değil, insansı bir algının nefsani bir düşkünlüğüyle kesin şeytani bir çıkarıma vesile oluyor. Bu hakikate bir de şöyle bakabilirsiniz. Hak sahibi, hak sahibi olduğu şeyin üzerinde neyi iddia etmektedir? Halbuki hak sahibi, mülke kiracıdır. Bir kiracının o mülkten ne kadar sahibiyet duygusu oluşabilirse, ne kadar hakkı olabilirse, en fazla o kadardır dünya için. Ahireti ilahiyeye bakıp bütün alemlerde şu cidarımıza bir baksak ki, hiçbirisi bize ait değil. Eli kolu koy bir tarafa vücutta bağırsak mide akciğer kalp hiç bize tabi değil. Kendince, bildiğince, öğretildiğince, zamanınca akıp gitmektedir. Sen ne edersen et. Elbette kötülük edip o organlara onların yanlış çalışmasına vesile olursan o ayrı bir hakikat. Ancak o zaman onların hakkını çiğnemiş olursun. Onlara iyi bakınca onların iyi olması da bu tamamen senin bakmanla da alakalı değildir. Zira ölüm seni bulunca sen de kendime çok iyi bakmıştım niye öldüm diyemezsin. Ne kadar iyi bakarsan bak öleceksin. Bizim vücuduma iyi bakıyor olmamız onun bize emanet olmasından kaynaklanıyor. Emaneti düzgün bir şekilde kullanmak. Kiracısı olduğumuz şu dünya değil arkadaş kiracısı olduğumuz şu beden içerisinde ne olacağımız güne kadar ne olduğumuzun farkına varmadan her şeyin sahibini bilerek yaşamak hakikat. Hakikati anlamak, hikmeti kavramak ancak ve katiyetle nefse-i embare ile mücadeleden geçiyor. Ancak söylediğimiz sözler bu nefse- emmarenin illetinden bizlere haberdar ediyor. Kitapta genişletiyoruz diyoruz her seferinde, ilgisini alakasını çekenlere, hakikat ve hikmeti arzu edenlere bir kapı aralanmış oluyor. Cenab-ı Hak o aralanmış kapının içerisinden bütün bedenle ve ruhla geçerek nefse ve mareyi ezebilenlerden olmayı bizlere nasip eylerken, Cenab-ı Hak bunları duymaya vesile olan, duymamıza vesile olan seyidimizden binlerce kez razı olsun. Efendim bu rızayı ilahi uğrunda yeniden buluşuncaya dek Allah'a emanet olun.
Altyazı M.K. Medediyak Abzazam Abdülkadir
Eceylani, Medediyas Seyyidi Muhammed Ruhi, Euzubillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş olan Fuduha'd kafasındayız, Bavali derslerindeyiz. Hz. Ali Efendimizin o hikmetli ifadeleri ve ibareleriyle şu Kur'an-ı Azimüşşan'da beyan edilmiş hak ve hakikatlerin gönlümüzden bütün vücut dünyamıza ve bütün hayatımıza aksetmesini ve hayatımızın değişmesini Cenab- ı Hak'tan niyaz ederiz. Hele ki şu üç aylardan başladığı şu tatlı günde Cenab-ı Hak bu üç ayları hakkıyla, hayırlısıyla, muhabbetiyle, sevgisiyle geçirip nihayetinde o Ramazan'ın güzel orucuna ulaşıp Resul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın duasına, şefaatine, mededine erip muhabbetiyle hayırlı gecesiyle o en güzel bayrama ulaşanlardan olmayı bizlere nasibi müessere eylesin. Efendim Cenab-ı Hak Nebe suresinin 24. ayeti kelimesinde şöyle buyuruyor deriz. Estaizübillah. Orada ne bir soğukluk tatacaklar ne de içecek bir şey. Bir şey parantez içinde olmak üzere. Efendim burada merkez kelimeyi tefsir-i ruhiyede la yedukku yedukku kelimesi alınmıştı. Tatmak kelimesinde ve orada bir harfi zel vardı. O harfi zelde ise bir ilim var. Bu ilim rahmani lezzetlerin sırrı. Bu rahmani lezzetlerden uzaklaşmaktır. Hakikat cehennem azabı. Rabbül Alemini göremeyecek olmak, onun güzelliğinden ve dahi cennette görüşülebilecek olan o muhteşem zatların sofralarına erişememek o büyük bir acıdır. Dolayısıyla bizim hayatımızın en önemli tarafı bu. Bizler hakikati imaninin mücadelesinde aslında cennetin içerisindeki en büyük güzellik olan Cenab-ı Hak ile beraber olabilme duygusunu artırıyoruz. Onun peşindeyiz. Onun niyazı ve onun talebindeyiz. Ve bir başka hakikatimiz var ki elbet oraya ulaşana kadar bir Rahmani lezzet aramaktayız. İnsanoğlunun ruhuna inkişaf etmiş olan o Allah-u Zülcelal'in bizlere nida edip de secde ettiğimiz inşallah ömrümüzün sonuna kadar im nida edip de secde ettiğimiz inşallah, ömrümüzün sonuna kadar iman nasibini niyaz ettiğimiz o rahmani lezzetten bahsediyoruz. İnsan ruhunun aradığı bir lezzettir bu. Hani tadınız zamanınızda kalmıştır ve bir lezzeti tekrar aramak gibi, çok açken yediğiniz bir yemeğin özellikle aklınızda kalması gibi. Zira açken bilmemiz gereken önemli unsurlardan biridir ki sinir sistemimiz bütün algıları açık bir şekilde yiyeceği yiyeceğe odaklanmıştır. Orada belki evet lezzetli bir yemek yapılmış olabilir ama ziyadesiyle önemli ve enteresan olan konu bütün vücudunuzun o açlıkla o yiyeceği hazır olmasıdır. Ve o yiyecek yenildiği anda artık unutulmaz bir lezzet haline geri verir. Hayatınız boyunca insanlara sürekli olarak bunu anlatmak istersiniz. Öyle bir şey yedim ki yediğimi bir türlü unutamıyorum diyebilirsiniz. Ve bunun aslı elbette söylediğimiz gibi açlık. Ve bunun aslı elbette söylediğimiz gibi açlık. Öyleyse bizim rahmani lezzetleri tadamıyor oluşumuzdaki bir incelik şuradan yola çıkarak anlaşılır. Bizler rahmaniyeti özlemiyor olabiliriz. Yani Cenab-ı Hak'tan uzak durduğumuzun, ona yaklaşamadığımızın, onun hissedemediğimizin açlığının farkında olamayabiliriz. Peki insanoğluna açlık nasıl oluşur? Vücudumuzun temel bir ihtiyacı vardır elbette kabul ama bir de şu söz konusudur. Bir yemek kokusuyla olan ilişki o bilginiz dahilindedir ve sürekli hatıranızdadır, sürekli hesabınızdadır. Sürekli olarak o doymak bilincinin yetersizliğiyle beraber vücudunuzun daha estetik ve daha güzel bir şeyle doyurulması gerekliliğine olan inancınızdır. Yani çok aç olduğunuz bir anı düşünün. açsınız, evden içeriye girmişsiniz ve sofrada sizi bekleyen her ne varsa yiyeceksinizdir. Ama sofrada sizi baya bir ekmek bekliyor olsa hafif kenarı küflenmiş olarak ve başka hiçbir şeyin olmadığını düşünün. Hadi biraz da tuz onu versin. Ahalinin size hazırladığı hiçbir şey yok. Kuru bir ekmek böyle boğazınızdan geçmesi çok zor ve bir tuz orada genellikle söylemiş olduğumuz söz şudur Hadi dışarıya çıkalım ve bir şeyler yiyelim Halbuki temel ihtiyacımız açlık sa ekmeğin de açlığımızı doyuracağını biliyorsak bilginin yetmediğini görüyoruz burada insan onun arayı serüvenin bitmediği gerçeği nefsani isteğinin kendisi. Ancak nefsani istekler ruhani hikmetler dairesinde oldukça zayıftır. Çünkü bir müminin feraseti en az bin kafir kadardır. En azı böyleyse bin defa daha fazla bir açlığı arzu etmek nasıl olur? Kısmını kısaca beyan edeceğiz çünkü asıl konumuz o ruhani lezzet. Şimdi şunu bilmek zorundayız, burada önemli ve kritik bir mesele var. Ruhun lezzeti mecburiyetlerden kurtulup keyfiyete ermekledir. kurtulup keyfiyete ermekledir. Nefsin illetiyle insan boyandıkça kibir, haset, nefret, öfke, kıskançlık, hırs, şehvet, bütün bunları biliyoruz ya nefse emarenin. Ancak bilmek yetmiyor ya, onun farkında olabilmek, ondan çok korkmak, o hale düşmekten büyük bir korku oldukça insanda bir arayış başlıyor. O arayışla beraber insanoğlunda ciddi manada bir tefekkür öncesi tezekkür ihtiyacı doyuyor. İnsanoğlunun ana ihtiyacı tezekkürdür. Yani zikretmektir. Tefekkürden evvel insan zikri talep etmiyor da önce tefekküre meylediyorsa onun esası kibirdendir. Zira insan önce tekrarı ister. Arzuladığı budur. Nasıl yarattı ve nasıl yaptığının tefekkürü o zikrullah ile hasıl olur. O yüzden asıl olan ilim meclisinin birinci maddesi zikrullahtır. Böylelikle insan tekrar ettikçe nefsinin galebe çaldığı her noktanın üstüne basılmasına eyvallah dedikçe bir mürebbinin huzurunda boyun bükerek buyur neresine basman gerekiyorsa basmalısın denilebilecek noktaya gelince. alınmalısın denilebilecek noktaya gelince insan o nefsin zorlukları arasında ruhun lezzetine ihtiyaç duyduğunun farkına varmaya başlar. Farkındalık diyorlar ya şimdi işte bu farkındalığımız aslında o ruhani lezzettir. O ruhani lezzet bulunmaya başladığı andan itibaren insanoğlunun doygunluğu yemek yemeden de mümkündür. Bu elbette biraz daha üstün bir makamdır. Özellikle ve genellikle halvete çekilmiş, itikafa çekilmiş bir insanın daha zor acıkması. Mesela Mekke Medeni'ye giden insanların açlık seviyeleri daha güçlüdür. Çünkü orada Cenab-ı Hakk'ın bütün nurani özellikleriyle tecelli ettiği bir alan vardır. Resul-i Kibriya Aleyhisselatü Vesselam'ın büyük bir etkisi vardır. Üzerinizde o havayı, o muhteşem güzelliği an be an hissedersiniz anlatamasanız da. Herkes bambaşka bir şey der ama o bambaşka ifade edemez ya işte orası ruhani lezzetin dışarıdan zerk edilmesi zoraki bir serum gibi ama hakikat bizim istediğimiz onu yaşadığımız kentte odada mahallede onu istiyor olmak o şehirde o zaman o şehrin her tarafında bizim nefsimizi ilgilendiren her ne varsa onlardan uzak durabilmek, sadece gereğini yerine getirip çekilebilmek, kafa dağıtmak, günü geçirmek için sokak sokak gezmeden bir an önce evlere geri dönüp bir an önce mescitlere, medreselere, camilere, dergahlara dönüp yeniden tezekkülle o muhabbete daim olabilmek. Olmayınca mı? Eğer sen hem bunların manasını değiştirip hem de yerini değiştirip bir ruhani lezzet arıyorsan ne yazık ki mümkün değil. Çünkü ruhani lezzetlerin yerini artık nefsani lezzetleri almış. Keyfiyetin yerini ise tamamen ihtirasları almış. Yani keyif dediğimiz şey aslında insanın en sonunda varacağı yer değil mi? Ve orası cennet değil mi? Bizler dünya keyfiyetinin üzerinde yaşamaya niyet ediyoruz. Dolayısıyla hem manayı değiştiriyoruz, ruhani lezzetin yerine nefsani lezzeti koyuyoruz. Hem keyfiyetin asliyeti yerine güncel ihtiyaçlarımızdan doğan ihtiraslarımızı koyuyoruz. O zaman cümle şuraya dönüşüyor. Bakın o başta söylediğimiz cümleyi tekrar edelim. Ruhun lezzeti mecburiyetlerden kurtulup keyfiyete ermektir. Şimdi başa çevireceğiz. Keyfiyetin yerine ihtiras aldı. Ruhun lezzetinin nefsani lezzetleri aldı. Nefsani lezzetleri aldı. İhtirasların, ihtiraslarla o ihtiraslara engel olan mecburiyetlerden kurtulup nefsani lezzetlere ermek üzerine bir mücadelemiz var. Şu şeytanın işine bak. Hem özneyi ve o özneyi ilgilendiren bağlamın yerini değiştiriyor. Hem de bunların manalarını değiştiriyor. İşte bunu ancak şeytan yapar. Nefis manini değiştiriyor. Hem de bunların manalarını değiştiriyor. İşte bunu ancak şeytan yapar. Nefis manaları değiştirir. Şeytan yerini değiştirir. Bizler nefsimizle manayı değiştirmeye eyvallah edecek noktadayız. Şeytanın getirmiş olduğu oyunda da yerleri değiştirmek noktadayız. Yani işte anne baba çocuğun yerlerinin değişmesi, öğretmen talebenin yerinin değişmesi, şeyhle müridin yerinin değişmesi gibi bir gerçek bu. Bir de manalar değişmiş. Yani örneğin şeyh dediğiniz insan, müridi mutlu etmesi gereken adam oluvermiş. Bir diğer taraftan da mürit şeyhin sıfatlarına sahipmiş duygusu arzu edilmiş ve sonra dönüp denilmiş ki biz mecburiyetlerimizden kurtulup o ruhani lezzetleri arzu ediyoruz. Mana insan hayatında içsel bir şeydir. Yer değişikliği ise onları altüst etmektir. Hem tepe taklak ediyoruz kendimizi hem de midemizin yerine aklımızı, bağırsaklarımızın yerine aklımızı, aklımızın yerine başka bir şey koymaya kalkıyoruz. Ve ondan aynı şekilde bir cevap vermesini bekliyoruz ve ruhumuzun doymasını istiyoruz. Ruh doydukça nefis o bela ve illetleri ihtiyacı kadar kullanmayı öğrenir. Hatta ihtiyacından azına meyletmeye niyet eder. Bir diğer taraftan nefsani ihtiyacın şehvetle yenilmesine engel olur. Şehvetle elde edilmesine de engel olur. Dolayısıyla bizler bugün geldiğimiz dünyada ne yazık ki ulaştığımız son mihenk olarak Bab-ı Ali'nin şu ifadesiyle o ruhani lezzetin ne olduğunu unutmuşuz ki sırrı bambaşka bir şey. Sırrı öyle bambaşka bir şey ki tarih boyunca evli Allah'ın az bir ekmek parçası, kuru bir şeyle, suyla, tuzla geçirebiliyor olmaları, sadece nefsani illetlerine karşı verdiği mücadeleyle değil, aynı zamanda ruhani lezzetleriyle en büyük inkişafa muhatap olduklarının göstergesidir. Zira aç bir adam mutsuzdur değil mi? Öyle ya, aç kalınca bir adam sert bakar etrafına. Ama o ruhani lezzetlerle donanmış bir adamı istediğin kadar aç bırak mutluluğundan ne alabilirsin? Hiçbir şey. Dolayısıyla insanı açlık korkusundan, yokluk korkusundan, fakirlik korkusundan çıkartıp ruhani lezzetlere erdikçe cömertleşme, muhabbete erme, birlik olma, beraber olma başkası adına var olmak için mücadele etme, gayret gösterme hakikati bizim bütün benliğimizde oturmaya başlayabilir. Bugün dünyanın her bir tarafında ruhtan bahsetmek mümkün değilken ruhani lezzet zaten bunun çok daha üstünde kalmakta. En azından şu manalar bir yerine otursa belki o zaman şeytana karşı bunun yerlerini değiştirmişsin diyebileceğiz. Manayı iyi anlamak gerekir. Keyfiyet bu dünyaya dair değildir. Lezzet ise nefse ait ise bela ve illet, ruha ait ise muhabbet ve dendir. Zira bize yeryüzünde nefsani bir lezzet söyleyin ki sonunda bir ağırlık, bir yoksunluk yahut bir başka ihtiyacı doyurmasın ve doğurmasın. Öğleye yemek yersiniz, bir keyfiyet dersiniz, sonunda tuvalet var afedersiniz. Uyumak dersiniz, sonunda bir uyanmak var veya içinde bir kabus var veya bir zorluk var dersiniz. Efendim tatil dersiniz, keyfiyet dersiniz, içinde para harcamak vardır. Yani birçok şey ne sayarsanız sayınız nefsani bütün lezzetlerin içinde mutlak bir son var. O zaman bundan da keyfiyetlenmez. Bu bir zevktir. Bu bir tattır. Tat geçicidir. Keyfiyet kalıcıdır. Keyifli bir adam dermiş eskiler. Güldüğü için mi? Çok sevecen olduğu için mi? Torunlarıyla iyikiler Güldüğü için mi? Çok sevecen olduğu için mi? Torunlarıyla iyi oynaşabildiği için mi? Güzel zaman geçirdiği için mi? Elbette hayır Onun keyfiyeti o en noktada durduğu anda bile değişmeyecek bir isim takısı haline gelmiştir Onun sıfatı olmuştur Hatta öznesi olmuştur ki keyfiyeti ilahiyeye kendi keyfini terk etmiştir. Terk ettiği öyle bir noktaya gelir ki işte sır oradadır. Öyle bir an gelir ki ruhani lezzetlerden dahi çıkıp Rabbül Aleminin keyfiyeti dairesinde o ruhun kabzından da bastı kadar muhabbet duymak esasıdır. Sanki Rabbül Aleminin bütün tecellisi onu sarmak da, o sarmaş dolaş olmuş halde bir doğum gecesinin sancısında sabaha ulaşmak gayretindedir. Bizlerin gayreti ise sabah uyandığımızda ufacık çocuğun yanı başımızda oluverdiğini düşünmektir. Hakikat dünya böyle değil, yaşam hiç böyle değil. Sonunda bir hesaba gark olmuş bir şekilde giderken yolculuk boyunca nefsin illetleriyle kuşanmış bir lezzet dairesinde yenilen gerçek bir domates patateli değil. Hepsi cennette var olan ama hepsi cennette bizlere ikram edilecek olanların yanında, neredeyse tam da çöpe atılacak olma seviyesinde. Bütün bu hak ve hakikatlerle, şu üç ayların başladığı şu günlerde, keyfiyetlerin gerçeğine, lezzetlerin asliyetine ermek niyetiyle Cenab-ı Hakk'ın bizleri bu noktaya getirmek için büyük gayret göstermekte olan sevdiği kullarından olan seyidimizden gerçek manada onu anlayabilecek en az bir fiilini anlayabilecek kapasiteye ermeyi bize Rabbim nasibi müesser eylesin. Şu üç aylar manaları kavramaya, şu üç aylar yerlerini şeytanın değiştirdiği özneleri ve sıfatları, edatları, fiilleri yeniden yerli yerine koymaya, bizleri tevfikiyle kuşatmasına nasibi müesser eylesin. Hayırların fethi olsun, şerlerin defne olsun, ümmeti Muhammed'in sağlık sıhhat ve afiyet olsun haftaya görüşmek nasip olsun Allah'a emanet olun efendim El Fatiha
Allahümme salli ve sellim ve bergala seyyidina
Muhammedin ve ala alihi adede in'amillahi ve iftali. Meded ya Hazreti Allah, meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem. Meded ya Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali kerramallah ve cehu Meded ya Gavsazem Abdülkadir el-Ceylani Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız. Allah nasip ederse Baba Ali derslerimize kaldığımız yerden Cenab-ı Hakk'ın izni inayetiyle Seyyidimize ikram edilmiş futuhat kapısındayız. Allah nasip ederse Baba Ali derslerimize kaldığımız yerden Rabbimizin izni inayeti, Seyyidimizin mededi himmeti, bereketi Muhammedi izni ilahiyle devam etme niyetiyle inşallah sizlere bu hakikatleri beyan etmeye gayret ediyor olacağız. Baba Ali derslerinde bildiğiniz üzere tefsir-i ruhiyenin içerisinde her bir ayeti kerimede beyan edilmiş olan merkez kelimelerimizin Hz. Ali Efendimizin ilminden birer pencereden bakarak o pencerenin bir köşesinden hakikati göstermek ve anlamak niyetindeyiz. Nebe Suresi 25. Ayet-i Kerime'ye gidiyoruz ki bu Ayet-i Kerime'de Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu. Estaizu billah. İlla hamimen ve gassaka Allah-u Zülcelal yalnız irin ve kaynar su içerler buyuruyordu ki tefsirde Seyyidimiz hamimen kelimesini merkeze alıyordu. İlmi ilahi o ki hamimen kelimesi kaynar su olarak geçiyordu. Ve ilmi aliyeden buna bakıldığında nefisten gelen ateşli ve ateşsiz hastalıkları beyan edeceğimizi orada kısaca ifade etmiştik. Hakikat o ki ölüm de himame diye ifade edilmiş. Hümmen keza yani takdir edildi. Ölümün takdiri gibi ifade edilmiştir ki Resul-i Kibriya aleyhissalatu vesselam efendimizin El humme min feyhi cehenneme Sıtma yani humma cehennemin kaynamasındandır buyurmuştur. Enteresan bu hakikat ateşli ateşsiz hastalıkların bir kısmının da nefsimizden olduğunu nefsimizin de bir cehennem olup vücudumuzda taşındığımızı beyan ediyoruz hakikatle hikmetince. Zira İmam Şerani Hazretleri şu futuatın içerisinde çünkü biliyorsunuz bu futuatlarda aynı zamanda geçmiş alimlerin beyanatlarının hikmetleri ve onların bizlere aktarmaya çalıştığı şeylerin öz ifadeleri de yer alıyor ki İmam Şerani Hazretleri göğsüm iki parçadır ya hani aşçı yerimiz iki parçadan oluşuyor ya bunun bir lobu cennetimdir bir lobu cehennemdir cennettir ve cehennemdir buyurmuştu. O hakikat öyle ki hamime kelimesi yani terlemeye maruz kalındığından ya da himame yani ölümün emarelerinden biri olarak da kullanılıyor bugünün Arapçasında. Allah Resulü aleyhisselatü Vesselam El humme baridul mevti Humma ölümün postasıdır şeklinde bir ibareyi de beyan etmek lazım. Hadislerden değil ama Arapların kullandığı bir ibare bu. Yani humma ölümün kapısı deniyor. Öyle ya nefse emareye uyaracak olan her nefiste en nihayetinde yaşarken ölü halde o yüzden Allah Resulü aleyhissalatü vesselam bizlere her seferinde ölmeden önce uyanınız hadisinin hatırlanması gerekliliğini işaret ediyor. Öyle enteresan ki bunun bir de hastalıklarla ilişkisinden bahsetmek gerekirse Hümeme yani Han'ın ötreli okunuşuna da deve sıtması diyor Araplar. Yani bu kelime devenin sıtmadan kurtulduğu çok nadirdir diye Araplar tarafından yapılmış olan bir tespitte kullanılıyor. Nefsin yerinden çok yerde bahsetmiştik şu futuatta elhamdülillah bir akson dentrit arasında var olan ruhun elektromanyetik geçiş aşamalarını sağlayan bir fonksiyon olduğunu ifade etmiştik ki yine arabi lügatta Karardığı söylendiği anda da kuruluyor. Hatta, Hemmeme vachuhu, Yüzü kıldan karardı da, Şeklinde kullanılabiliyor. Öyleyse bütün bu Arabi lügatın inceliklerinde, Baktığımızda da etimolojik olarak da bakıldığında, Bu futuatın, Tabiri caizse, Bizlere aksetmesinde, Önemli detaylara da yer verdiği görülüyor. Hakikat Cenab-ı Hak'tan, Rabbim Cenab-ı Hak seyidimizden razı olsun bizlerin bunlarla amel edebileceğimiz ilimleri bizlere aktarıyor. Hem bu günler için hem bu günlerden gelecek yüzyıllar adına. Efendim gelelim Baba Ali'ye nefisten gelen ateşli ve ateşsiz hastalıklardan bahsediyorsak madem ve nefsin bir elektromanyetik değişimden olduğunu söylediysek ki bu ibareyi anlamayan kardeşlerimiz olursa pek çok yine videolarımızın içerisinde sadece nefisle alakalı yapmış olduğumuz derslerde bunların yerini hem delillendirmiş hem de hikmetlerine elhamdülillah aktarmak nasip olmuştu. hem delillendirmiş hem de hikmetlerine elhamdülillah aktarmak nasip olmuştu. Elektromanyetik değişim sonucu aktarım hızı ve aktarım kalitesi ve dahi verimlilikte değişimler olur. Hani dedik ya nefsimizin bulunduğu noktaya akson ve dendritlere ulaşan iletinin karşı tarafa paketlenip gönderilmesi, karşı taraf tarafından bunun tekrar açılması ve milyonlarca kez bu tekrar edildikten sonra bizim bir lezzeti, bir dokunduğumuz yerde sıcağı, soğuğu ve pek çok şeyi hissedebilir olmamız mümkün oluyor. O derste anlatmıştık ya tek bir kabloyla değil trilyonlarca kablolarla birbirine bağlı bir ağın içindeyiz ve nefsimiz işte bu noktada bu elektromanyetik paketlenme işlemini gerçekleştiriyor. O zaman bu paketlenme işleminde hem değişim oluyor, hem aktarım hastalık olarak adlandıramayacağımız farklı şeylere vesile oluyor. Çünkü bir yandan değişim bir yandan aktarım hızı bir yandan bu aktarımın kalitesi ve dahi verimliliği var. O zaman bunlardan en ufak bir değişim bizim vücudumuzda beklenmedik nefisten gelen, nefse-i mareden gelen ateşli ve ateşsiz hastalıklara, sancılı ya da sancısız olarak vesile olabilir ki doktorlarımızın bakmış olduğu noktadan biraz daha farslı bir perspektife geçiyoruz. Çünkü kimi zaman hepimizde bir anda gelişen bir ateş, bir anda gelişen bir sancılı ateş veya sancısız bir ateş, hatta ateşsiz ve sancısız kalıcı hastalıklara vesile olan olaylar oluyor. O halde bilmeliyiz ki nefse emaneden kaynaklanan şimdi sayacağımız şu üç problem aslında ve nihayetinde bizim sağlığımızı baştan aşağı perişan ediyor. Hani benim bu bedenim var ve bu bedene bakmakla mükellefim bu da bana emanettir diye söylediğimiz klasik bir ibare var ya. Bu ibarenin aslına gitsek şunu göreceğiz. Nefsiyle mücadele etmeyen bir adam kendisine takdir ve ikram edilmiş olan şu bedene hakkıyla yardımcı olamıyor. Zira bu beden nefsani hastalıkların merkezinde bugün gördüğümüz hastalıkları kavuşuyor ve biz bir anda onların ilaçlarla geçeceğine inanıyoruz. Halbuki kökenlerine indiğimiz zaman orada 3 temel probleme rastlıyoruz. çenlerine indiğimiz zaman orada üç demel probleme rastlıyoruz. Bunlardan biri korku, bir diğeri ümitsizlik ve bir diğeri kaygı. Bugünün dünyasına gelene kadar ve bundan sonraki süreçte de gittikçe daha fazla olacak bütün bu süreçleri hepimiz görmekteyiz, yaşamaktayız ne yazık ki zaman zaman. Olsa ki hem ayet-i kerimeler hem Resulü Kibriya aleyhissalatü vesselamın hayatı bir arada cem edilse görülüyor ki hayatımızın içerisinde korkunun, ümitsizliğin ve kaygılarımızın olması nefsimizden kaynaklanıyor. Tabi ki bunların nasıl kaynaklandığını ve nelerden oluştuğunu nasıl atlatabileceğimize dair hakikatleri farklı derslerde söyledik. Bugün bu üç tane büyük problemin aslında bizim hayatımızda nasıl bir şeyleri bozduğunu ve bozulan şeylerle bedenimizin nasıl altüst olduğunu ele alıyor olacağız. Dolayısıyla temel merkeze aldığımız şey bugün o problemi anlatacağız. Tabi oralara düşmemek için neler yapmamız gerektiğini yine geçmiş derslerimizi dinlemenizde fayda var diyerek ifadelendirebiliriz. Hakikat o ki bizim dünya hayatına ait olan korkularımız elektromanyetik sistemde bir aktarım hızını etkiliyor. Yani bir şeylerden korkmaya başladığımızda ve bunlar ne kadar dünyevi ise bizi ateşli ve sancılı hastalıklar bekliyor artık. Bu nefse emare korkusu özellikle. Yani yarının rızkından korkuyor olmak. Yarının neler getireceğinden korkuyor olmak. Hatta sokakta bile yürümekten korkar hale geliyor olmak. Bunlar elektromanyetik düzeneklerin yavaşlamasına ve bu yüzden mikron altı seviyelerde dahi olsa bir şeyin aktarılmasına engel oluyor. Bu aktarım hızı düştükçe vücut bunu hızlandırabilmek için yeni enerji kaynaklarına girişiyor. Ve genellikle bu kaynakları en yakın noktadan kullanmak istiyor ki burada kaslarımız var. Evet bir anda yükselen ateş kaslarımızda beklenmedik bir ağrı zaman zaman bunu grip nezle ve buna benzer rahatsızlıklarla ifadelendiriyor olabiliriz. Ve bunlar gerçek de olabilir ama bunun öncesinde hakikaten dün hiçbir şeyim yoktu ve şu anda ateşli ve sancılı bir hastalığım var diyorsak, eğer birkaç gün evveline gidip bakmak zorundayız. Neyden korktuk? Yarına ait Cenab-ı Hakk'ın bizlere verileceğini kesinlikle söylediği şeylere dair korkularımız mı var hala içimizde? Elbette ki bunu atlatamadıkça, atlatmanın formülü farklı derslerde olduğu için geçiyorum. Aktarım hızımız değişiyor ve nihayetinde ateşli ve sancılı bir hastalığa eyvallah etmek zorunda kalıyoruz hem de fark etmeden. Hakikat bir de aktarımın kalitesi var elbette. Yani bu paketlerin doğru paketlenmiş olması lazım. Zira paketler düzgün yapılıp karşıya kaliteli bir şekilde aktarılmadığında burada seviye düşmelerine sebep oluyor. Hani gittikçe elimizi bir şey sürdüğümüzde gerçekten onu hissedemiyor oluşumuz. Kokuları almakta gecikmemiz elbette bununla başka sebepler de vardır ama. Duyularımızın lezzetlerini yani duyularımızın tabiri caizse kalitesinin kaybolduğu yerde ne var diyorsanız eğer orada ümitsizlik karşılıyor bizleri. Ateşsiz ve sancısız hastalıklar geliyor karşımıza. Bu ne demek? Hem ateşsiz hem sancısız. Peki ben bunu nereden anlayacağım derseniz. Bunun karşımıza çıkacağı ateşsiz ve sancılı hastalıklar ümitsizlikten kaynaklanıyor. Sancılar nerede oluyor? Genellikle omurga civarımızda. Çünkü vücudumuzda ümitsizlik meydana geldiğinde paketçikler aktarılmaya devam ediyor ama kalitesi bozulmuş. Bu kaliteyi yeniden elde edebilmeniz için sizin vücudun ana formlarından bir şeyleri çekiyor olmanız lazım. Ve bu genellikle omurganıza yani kemik ilimize ait. Dolayısıyla kemiklerimizin içinden gelen bir ağrı ya da sırt boyunca gelen bir ağrının kökenlerine baksanız. Sancılı olan bu ateşsiz hastalık aslında ümitsizlikten kaynaklanıyor. Ve bir bakıyoruz ki Mevlid-i Nebevi'ye doğru gittiğimiz Rebül-i Evvel ayının şu tatlı sesi, nidası, kokusunun geldiği günlerde Allah Resulü Aleyhisselatü Vesselam'ın hayatının bütününde ümitsizliğe ait olan hiçbir emareden söz edemeyiz. O hayatı boyunca ümit var oldu. Ve o ümit onu çalışmaya, çalışmaya inanmaya inandırmaya inanacak olan ve inanmış insanların hakiki bir mücahede ile nefsiyle cihad ederek Allah'ın rızasına kazanmaya yönelik olan her türlü fiilleri utanmadan sıkılmadan arlanmadan veya tembellik etmeden yapmalarına vesile oldu. Bugün ise herkes, genellikle civarımızda müthiş bir ümitsizlik görmekteyiz. Ve buna nazaran vücut ağrılarının her tarafta artıp bir de buna fibromiyerji diye, yani sebebi belli olmayan hastalıklar, ağrılardır efendim bunlar, yaşta kemale erdikçe kemikler ağrımaya başlar denir. Halbuki ümit var olan insanların bu ve buna benzer ağrıları bu sebepten olması çok daha çabuk olmaktadır. Efendim bir hakikat daha var. Bir de bu işin verimliliği var. Yani vücudun bunu sürekli aynı kalitede ve aynı hızda aktarabilmesini sağlayan bir sistemimiz daha var. Bir sinir hücresini konuşmak istesek çok uzun zamanımız alır. Cenab-ı Hakk'ın her bir yarattığının içerisinde var olan her bir hikmete baksak. Burada ise biraz önce söylediğim gibi ateşsiz ve sancısız hastalıklar olur. Nasıl olur demeyin kalıcı bırakacağı hasarlar buradan başlar. Yani bunun nefisteki sırası da birazdan ifade edeceğim gibi sonunda kaygıya gelir. Kaygılanmak korku ve ümitsizlikten biraz daha farklı. Yani tam olabilir şeyleri henüz olmamış ya olursa ya başıma gelirse ya hasta olursam ya fakir kalırsam ya bu sınavı kaybedersem tarzındaki bütün düşüncelerin gece uykularınızı kaçıracak seviyeye sabah uyandığınızda sizi mutsuz kılacak noktaya getirmişse eğer kaygılar artık tavan yapmış demektir. Kaygıların tavan yaptığı yerde korku ve ümitsizlik az kalıp kaygı en üst seviyede olursa işte burada kalıcı hasarlardan bahsederiz. Bu kalıcı hasarlar genellikle organ cidarlarında meydana gelen bozulumlarla karşımıza çıkar ve hızlı yıpranmayı oluşturur. Karşımıza çıkar ve hızlı yıpranmayı oluşturur. İnsanoğlu mademki bedenine bakmakla mükelleftir o zaman öncelikle nefse emaresiyle mücadeleye mükelleftir. Elbette ki bunun bir de nefsimizdeki karşılığı var. Yani nefsimiz her şeye önce korkularla başlar. Bir şeyden korkmaya başlarız. Yarından korkmaya başlarız. Yarından korkmaya başlarız. Yarınımızın takdiri ilahiyle hükmü altında olduğunu unutmaya başlarız. Bu doğal bir ümitsizliği getirir ve bu ümitsizlik artık kaygılarımızı bir beslenme biçimi haline dönüştürür. Her gün yemeden içmeden yatamadığımız şeylerin varlığı kadar önemli ve emniyetli olur. Hatta insan zaman zaman kaygılanmayı şöyle de algılayabilir. Düşünmeyeyim mi yani? İhtimalleri aklıma getirmeyeyim mi? Oysa ki müminin hayatında bir ihtimal ve ihtimal süreçlerine bağlı olan düzenekler yoktur. Bizler ihtimaller üzerine değil imanın getirdiği lezzet nefse emmareye karşı yapılacak her türlü zillet tedbirleriyle mücahede ile mükellefiz. Mükellef olduğumuz yerde ihmaller olabilir ama ihtimaller olmaz. Cenab-ı Hak bu hak ve hakikatleri öğrenmemize vesile olan Seyyidimizden binlerce kez razı olsun. Bizler onun gerçekten sözlerinden en az bir tanesini anlayabilsek ve onunla amel edebilsek dünya ahiret bizim için şeref olur efendim. Şu futahatları hakkıyla okuyup hakkıyla yaşayabilmeyi Rabbim bize nasip eylesin. Onun ilimlerinde bütün dünyaya her noktadan yayabilenlerden olmayı da bize Rabbim nasip ve müessere eylesin. Nefsimizden kaynaklanan korku, ümitsizlik ve kaygılardan kurtulmaksa elbette nihayetinde o mürebbi olan zat-ı muhteremin önünde geldim adam olmaya demeye bağlı, Adem olmaya geldim demeye bağlı. Efendim inşallah bundan sonraki süreçte aksatmadan kesmeden Rabbimin verdiği imkanla, sağlık sıhhat afiyetle, akıl nur ve temkin üzere seyidimizin beyanatıyla bu ilimlerden feyz almaya niyaz ederiz. Bir dahaki programda inşallah görüşmek üzere. Allah'a emanet olunuz. Kalın sağlıcakla. Altyazı M.K. Altyazı M.K. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Meded ya Hazreti Ali keramallah ve cehu Meded ya Gafsı Azam Abdülkadir el-Ceylani Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi Eûzu billâhimineşşeytanirracîm Bismillahirrahmanirrahîm Seyyidimize ikram edilmiş olan Futuhat kapısında Bâb-ı Ali derslerinin 26.sında Nebe'e suresinin 26. ayeti kerimesinde Baba Ali'de ifade edilmiş olan cezaların cüz cüz olduğuna dair hikmeti anlamaya niyet ettik. Allah-u Zülcelal içindekilerle amel edebilmeyi, hakkıyla talebe olabilmeyi bizlere nasip-i müessire eylesin. bizlere nasibi müessire eylesin. Efendim Nebe Suresinin 26. Ayet-i Kerimesinde Hz. Allah'ın beyanatı şöyleydi Estaizübillah Ceza en vifeka Uygun bir ceza Bu uygunlukta ceza kelimesi cezaların cüz cüz olduğuna dair bir hikmettir bizler için. İnsanoğlu her başına gelen cezayı sanki tek tip, tek biçimde zannedebilir. Elbette her birisinin mahiyeti, özelliği, çeşitlilik göstermektedir. Ancak bu ayette kelimenin hikmetince anlaşılmalıdır ki, Allah-u Zülcelal'in verdiği cezalar üç türlüdür. Bu da cezaların geliş biçimine göre ele alındığında. Allah-u Zülcelal'in vermiş olduğu cezaların neredenza düçare olamaması için nasıl tedbirler alınması gerektiğine dair bizlere hakkıyla, hikmetiyle, bütün vasıflarıyla halükulade bir izahat taşımaktadır. Efendim, Allah-u Zülcelal'in vermiş olduğu cezaların geliş biçimlerinden birincisi merkezden etrafa olandır. İletimlerinden birincisi merkezden etrafa olandır. Tabiri caizse yukarıdan düşen bir bombanın, bir belanın, bir illetin tam da bir merkezden bütün her tarafa yayılması. Elbette bu etrafa yayılış tabiri caizse uzakta kalanların daha az illete tabi olduğu anlamına gelmez ama bir yerde, bir halin içinde, nefsin içinden gelen illetler sebebiyle hasıl olan ceza merkezidir ama etrafını etkilemektedir. Bunların en tehlikelisi iki büyük beladır. Bunlardan birisi iftiradır, biri dedikodudur, biri boş laftır, biri yalan sözdür. Yani insanın kendi nefsiyle, kendi eliyle yaptıklarıdır. Bu yapılanlar kendi nefsinin içinden geldiği için ceza bu nefsedir. Ancak etrafını etkilemektedir. Sebep ne diyecek olursanız. Ancak etrafını etkilemektedir. Sebep ne diyecek olursanız, merkezde bu iftirayı, bu dedikodu yapan insanın hala var olabilir olması ve onun varlığına destek mahiyetinde başka şeyleri kullanabilir olması bu cezadan etkilenen insan sayısını arttırmaktadır. Bunu şöyle ifade etmekte fayda var. Bunu şöyle ifade etmekte fayda var. İnsanların iftira, dedikodu, yalan, dolan, birbiri arkasına kazmak gibi olayları çok daha yapabilecekleri bir imkana kavuştuklarını görebiliyoruz. O imkan ve o zemini oluşturan insanların da en az o iftira ve dedikodu yapanların üzerine tabi olan cezadan da etkileneceklerini unutmamak gerekiyor. unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bizler bunu yapmayarak bu cezaya muhatap olmamalıyız ama bir başka bizi bekleyen tehlike var. Eğer bu merkezin aldığı cezanın orada olabilmesine imkan sağlayan yapıyı da siz sağlamışsanız bu cezadan size bir hisse düşecektir manasına geliyor. Öyleyse bir insan bir yerde bir ticarethane, bir iş, bir hizmet, bir başka şey yaparken o oluşan zeminin üzerinde insanların kötülüğüne yönelik bir şeylerin yapılıp yapılmayacağına da bakması ve kontrol etmesi gerekir. Çünkü o zemini sağlıyor olmak onlara gelen cezadan sizleri çok da beriye eylemez. Her şeyi her an kontrol etmek mümkün olmayabilir. Ama çalıştima hayatımızın içinde de bazı ibareleri ve prensipleri insanlara söylemek ve bunu yaşatmaya gayret etmek önemlidir. Evet illaki çalışanlarınıza namazı, orucu, zekatı, hayatı İslam'a anlatamayabilirsiniz. Günümüzün şartları oldukça enteresan, oldukça garip, oldukça muzdarip ama çalıştığımız insanlara yalan söylemelerinin yasak olduğunu ifade edebiliriz. Çalışan her türlü problemde hem Hristiyan dünya hem Yahudi zalimler ne yazık ki onlar kendi hayatlarında çalışma biçimlerinde birçok şeyin insanları dikte ederek bunlar bizim şirketimizin prensipleri diyebiliyorlar. Ancak İslam dünyasında bu ve buna benzer kuruluşları meydana getirirken aynı hassasiyetle davrandıklarını söyleyemeyiz. hassasiyetle davrandıklarını söyleyemeyiz. Ancak bizim göstermediğimiz hassasiyet, o zeminde harekete geçen her türlü probleme bir nevi destek olmak mahiyetine geliyor. Elbette bu destek birebir bir günah mantığıyla söylemiyoruz. Ama işin hakikati, hikmeti ve bütün güzelliğini yaşamak, sonra burada meydana gelen cezadan etkilenmemek istiyorsanız, bütün güzelliğini yaşamak, sonra burada meydana gelen cezadan etkilenmemek istiyorsanız, gönlünüzün kırılmamasını, gönlünüzün tamir olmasını istiyorsanız, öncelikle insanların bu tarz zeminlerde hareket etme faaliyetlerine destek olmamaya da önem göstermelisiniz. İkinci ceza tipi var ki o da etraftan merkeze doğrudur zira etraf dediğimiz bir insan topluluğunun yaşadığı bir bölge gibi adlandırılabilir eğer o bölgede şeytandan gelen illetler gerçekten yaşanabilir bir zemin bulmuşsa bu durumda işte etrafın topyekun merkeze doğru katlana katlana gelerek bir cezaya muhatap olduğunu görüyoruz. Eğer o bölgede içki içmek, zina etmek, zulmün hasıl olması, kıskançlık ve kibir gibi şeytani özellikleri destekleyen unsurların varlığı, o bölgede yaşayan insanların dikkatini çekmiyor, o bölgede yaşayan insanlar tarafından en az bir ya da birkaçı tarafından dillendirilmiyor. O insanlar hayra hakka davet edilmiyorlarsa işte ceza onlara gelmiyor sadece etraftan merkeze doğru geliyor. Yani şöyle ifade etmek lazım. Bir mahalle var. Bu mahallede bir kumarhane olsun Allah korusun. Bir fuhuşhane olsun Allah korusun. Vesaire günahın şeytani olan her şeyin yaşandığı bir problemli bölgeler olsun. Bunlar da mahallenin birer taraflarında olsunlar. Bunlar bu cezanın geleceği merkezler. Ama bu merkeze gelmeden önce etrafa uğramaktalar. sözle, beyanla, belagatla, hayra davet etme mahiyeti için bir mücadele vermeyenlerin etraftan merkeze doğru bir zulümata dahil olacaklarını söylemek gerekiyor. Evet, bu oldukça zor, oldukça sıkıntılı bir durum gibi görünüyor ama bizler bu hasretlerimizi kaybettiğimiz için bugün ne yazık ki birçok problemin içindeyiz. Bir de yekün gelen cezalar var efendim. Merkezden etrafa gelen nefisten, etraftan merkeze doğru gelen şeytandan, yekün bir bütün olarak, merkeze etrafı gözetmeksizin gelen varsa, işte orası da, insanın, insanı, peygamberi ve dahi, Rabbini terk etmesiyle beraber gelir ki, bunlar, kuraklık, fakirlik ve açlıktır. Bu yekül gelenler peygamberin sözünden ve söyleminden uzak kalmanın da bir karşılığıdır. gözünde yaşayan bütün müminlerin bir vücut olduğunu, her bir organından nasıl rahatsızlık duysanız, o rahatsızlığa mücadele etmek için neler yapmak gerektiğini, bir bütün olarak görmek gerektiğini beyan ediyor ve bugün bizler içimizde gazete yaşanan olaylara karşı sessiz sedasız kalan insanların varlığıyla yüzleşiyorsak, yüzleşiyorsak hakikat ve ne yazık ki yekün gelen cezalara tabiri caizse bütün kapı baca cam çerçeve açmış ve hazırız demiş oluyoruz. Ancak Rabbül Aleminden gelen hangi cezaya ben hazırım diyebilir hangi varlık Allah korusun geldiğinde neyi tanır ne durabilir önünde. O halde bugünlerde özellikle iftiranın dedikodunun engellenmesi, zulüm, kibir, içkinin, fuhşiyatın ve kumarın oynanması ve dahi Gazze ve benzeri pek çok İslam coğrafyasında yaşanan zulüm karşısında Müslümanların eliyle, diliyle ve en aşağısı kalbiyle bir şeyler yapmak zamanı. Ve bu zaman aslında Peygamber Aleyhisselatü Vesselam'dan, Hazreti Adem'den bugüne kadar, şeriat-ı Muhammediye'ye gelene kadar bütün şeriatlarda da birer emirdi. Ancak ne zamanki müminler bu emri ilahiden dünyanın dert ve telaşına düşseler o günlerde parça parça bir bütün olmadan parça parça bu eziyeti çeker oldular. Zira Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin muteber doğasının Cenab-ı Hak tarafından kabul edilmesi vesilesiyle ümmeti Muhammed'e toplu bir helak olmayacak. Ama o küçük küçük gelen her şey evleri, ocakları, insanları birbirinden uzaklaştırıyor, kurbiyeti kapatıyor, paramparça ediyor. Ve ne yazık ki bizlerin hak ve hakikati anlamasına engel olduğu gibi, hak ve hakikati beyan etmek için verilecek her türlü çabadan da bizi uzaklaştırıyor, farkına varamaz, duyarsız bir insan tipi haline getiriyor. Duyarsızlık bu cezaların çeşitlerini ve biçimlerini yaşamaya bizi hazır hale getiriyor. İnsanoğlunun kendini kurtarmak için verdiği çaba kendisini kurtarmaya yetmez. Çünkü sahabe ikramın tamamı Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın duasına talip oldular. Şefaatine talip oldular. Onun bir sözüyle hayatlarına bir şey daha katabilir miyiz? Onun peşine düştüler. Madem ki alimler, evliyalar onun varisleridir. O halde insanoğlunun bugün peygamber varislerinden bu kadar uzak olmaları ve durmaları, her yeni gün bir şey öğrenerek üstüne bir şey daha koyma çabasından uzaklaşmaları ve ne yazık bu cezalar geldiğinde bizi şaşırtmamalıdır. Cezayı insandan bilen kendi nefsine karşı daha henüz hiçbir şey yapmamış demektir. bilen kendi nefsine karşı daha henüz hiçbir şey yapmamış demektir. Fakirlik, açlık, yoksulluk, kuraklık aklınıza gelen bu ve buna benzer. Toplulukları her türlü sıkıntıya düçar eden problemlerin kökeninde bu cezalar vardır. Allah'ın kestiği ceza kulların vesilesiyle bize ulaşıyor olabilir. Ama o kulların yaptıkları her şey insanoğlunun ya bir imtihanı ancak bugünlerde dünyanın ekseriyetine baksanız müminlerin bir arada duramayışının cezasıdır. her halin içinden Rabbül Aleminin sözü, Peygamber aleyhissalatü vesselamın beyanı, ehli beytin o tutucu vasfına bir an önce yapışmalı. Başka bir şey, aksi bir tutum, bizi sadece birbirimizden uzaklaştırmakla kalmayıp, bu cezaların her halini kabul etmek, baştan olsun efendim demek anlamına geliyor. Ve ne yazık ki bu sözün arkasından bu cezalar hasıl olduğunda da insanoğlunun ekseriysinin bunlardan muzdarip olup kah haşa Rabbül Alemine dert yanmasına, kah Peygamber aleyhissalatü vesselamın hani nerede denmesine vesile oluyor ki bu da insanın akidesini bozuyor, imanını zedeliyor. Allah korusun belki de imansız bu diyardan geçmesine vesile oluyor. Evet, imanın zafiyeti bu cezalara muhatap oluşumuzu sağlıyor. O cezalar yaşarken cezanın Allah'tan geldiğini bilmezcesine hareket ve söylem de tekrardan iman hasretinden uzaklaşmaya vesile oluyor. O halde bunlardan haberdar olmak, bilgidar olmak, bu çerçevede yaşamak, etrafımızdaki insanlara tek başına yaşamıyorsun efendi, yaptığımız her iyilik ve dahi her kötülük çevremize zarardır. Her iyilik ve dahi her kötülük çevremize zarardır. Kah çevremizdekiler haberdar olmasa dahi demek gerekiyor. Bunun için müminin sözü dinlenilebilir olması gerekiyor. Bunun için İslam ahlakıyla, peygamber ahlakıyla, ehlibeş sevdasıyla, bütün o ashab-ı ikramın güzellikleriyle elinden geldiğince buluşması gerekiyor. Rabbül Alemin bizleri bu buluşma hususunda seyidimizle buluşturmasından ötürü binlerce kez şükreder, hamd eder. Bu yolda daimen hizmet üzere olmayı Cenab-ı Hak'tan niyaz eder, dua eder, dua bekleriz. Bir dahaki Bâb-ı Ali dersinde görüşmek niyetiyle Allah'a emanet olun. Altyazı M.K.
Altyazı M.K. Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem. Meded ya Hazreti Ali kerim Allah ve cehû. Meded ya Gavsazam Abdülkadir Eceylani. Meded ya Seyyidi Muhammed Ruhi. Eûzu billâhimineşşeytanirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm. Bilim derslerinin 27.sindeyiz. Nebe suresinin 27. ayet-i kerimesinin tefsirine ulaştığımızda Allah'ın bu ay bu ayeti kerimede var olan ilimlerden birisini kaderin ahengi olarak ifade etmiştik. Kaderin ahengi insanoğlunun yeryüzünde kadere karşı söylemiş olduğu her türlü söylemin içerisinde yaptığı hataları anlamak için önemli bir ders. Bizler hayatımızın her evresinde, kaderde, yaşananlara karşı zaman zaman zafiyeti imaninin karşılığı olarak bu yaşananların şimdi sırası mıydı diyor olabiliriz. Ancak her birisinin sırasının geldiği bilimsel bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bu bilimsellik elbette ki fizik kitabında seyidimizin açıkça beyan edilmiş hususlarla daha iyi anlaşılabilir. Ama bugün kadenin ahengeyi spesifik bir konuda bilimsel alanda incelenebilecek bir halde tohum olarak ifade edilmeye çalışılacak. Elbette öncelikle ahengin ne olduğunu anlamakta fayda var. Öncelikle ahengin ne olduğunu anlamakta fayda var. Ahenk birden fazla ve farklı unsurun bir araya gelerek anlamlı sonuç oluşturmasına denilir. Ahenk yeryüzünün matematiksel bir çıkarı mıdır? Birden fazla ve birbirinden farklı olan müzik aletlerinin bir araya geldiğinde anlamlı bir ses ve nida çıkarabilmesi denge ile değil ahenk ilidir. İnsansa genellikle hayatında bir denge bekler. Oysa ki insan hayatını ayakta tutan birden farklı frekanslarda çalışan bütün organlarının birbiriyle uyumlu ya da uyumsuz fark etmez belli sonuçları almak üzere yapmış olduğu harekat biçimidir. Bu harekat biçimi yeryüzünde nasıl inkişaf ediyorsa biz buna kaderin ahengi diyoruz. Zira kaderin ahengi en az iki ve daha fazla bunlar iş, insan, söz, söylem de olabilir veya eylem, etki, tepkiler de olabilir. Bir araya gelerek insan için meydana getirdiği yeni bir süreç olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu süreçlerin her birisi insanoğlunun bir sonraki adımına geçmesi için ona verilmiş olan da bir imkan aynı zamanda. Zira insanoğlunun bir sonraki aşamaya geçebilmesi en az bir problemle karşılaşabilmesine bağlı. Problemlerin her birisini insan için zorunlu ve sıkıntılı gibi görmek ne yazık ki bu manada insan zihninde kuşatıcı problemleri kabul etmek anlamına geliyor. Oysa ki Allah Azze ve Celle yeryüzünde bizlere takdir etmiş olduğu problemlerle hayatımızı devam ettirebilme imkanımızı sunuyor. İnsanoğlunun yemek yemesi aslında insan vücudunda mide için dışarıdan bakan bir gözle bakılsa bir problemdir. Çünkü midenin asiti salgılaması bir iş yapması gerekmektedir ve öğütmesi gereken şeyler birer problemdir. Bağırsaklar, karaciğer, dalak, böbrekler ve ta sonuna kadar her ne varsa yaptığıığı her işi bile problem gibi baksalar, evet yediğimiz bir lokma ekmek vücudumuzun tamamı için bir problemdir diyebilirsiniz. Ancak o lokmayı yemediğiniz durumdaysa gerçek bir problemle karşılaşırsınız ki o en gerçek olan ölümdür. Öyleyse insan onun yeryüzünde yaşadığı hiçbir şey onun için problem değil. Aslında üzerine basarak geçeceği yeni bir aşamaya geçeceği onun ihtiyaçlarını doğuran bir hakikattir. Ancak bazen ihtiyaçlar zannedildiği gibi sadece güzelliklerle sonuçlanamayabilir. Herkesin başına gelenlere de kendine ait olan en az bir etken vardır. İşte insanoğlu acıktığında nasıl yemek yiyorsa hayatın içinde de yaşadığı tüm problemleri kendi eliyle ve kendi söylemiyle gerçekleştirmektedir. İnsanoğlu kendi kaderinde etken bir varlık olduğunu fark etmeyişi, kaderinde tahakkümat kuramayacağı gerçeğiyle beraber ele alınmalıdır. İnsanoğlu yapmış olduğu fiillerin dışında bir başka şeyden dolayı sorumlu tutulmadığına göre her fiilin yeryüzünde var olan bir başka şeyi tetiklemiş olması onun intihanına, cezasına dönüşebilir. Öyleyse insanoğlunun başına gelen cezalar, intihanlar birer problem ya da birer bela olarak adlandırılamaz. imtihanlar birer problem ya da birer bela olarak adlandırılamaz. Yeryüzünde özellikle Müslümanların temizlenebilmesi ve temiz bir hayat sürerek ahirete intikalleri için gereken bu süreç aynı zamanda ahenkli bir kaderin sürüşü için gereklidir. Bu kaderin ahenki kendi hayatımızda var olan tüm insanların her birisinin vazifesini de yerine getirmiş olmasını gerektirir. Bizler yeryüzünde yapmış olduğumuz sadece kötü söylem ya da sözlerle değil, iyi hareket, iyi söz, iyi dualarla da imtihana tabi olabiliriz. Zira talep ettiğimiz şey, yapmakta olduğumuz şeyle birebir ortaklaşadır. İnsan yapmadığı şeyin duasını yaptıkça fiiliyata dökülmemiş bir doğanın içindedir. Dolayısıyla bunu yaşamaması gayet tabidir. Eğer bir şeyi yaşamak istiyor ve yaşamın içinde buna bir yer edindirmek istiyorsak, mutlak surette kabiliyeti ilahide, kabiliyette ilahi olana talip olmuşuz demektir. O halde başımıza gelen her şeyin bir veşhiyle kendi yaptıklarımızla birebir ilintili olduğunun farkında olmak zorundayız. Kendi yaptıklarımızın dışında bir başkasının yapmış olduklarının da bu etkenlik çatısı altında değerlendirilmesi gerekmektedir. Kader ahenge ile akacaktır. Karşısında durmak istemek ve buna isyan etmek sadece isyanı sebep olabilir. dışında durmak istemek ve buna isyan etmek sadece isyanı sebep olabilir. İsyansa, insanda var olan imani kabiliyetin ortadan kaldırılarak, kaderin ahenginin karşı durması mümkün olmayan bir yolda, kaderin ahenginin kavramasına engel olur. Bu da, her seferinde büyük bir üzüntü, büyük bir galeyanla, yeniden hayata dönmek zorunda olma bilincini ortaya koyar. İnsanoğlu yeniden hayata başlamak için her bir adım attığında bir önceki adımların gereklerini yerine getirmiş olması beklenirken Cenab-ı Hakk'ın takdiridir bu, o yüzden başıma belalar geldi demek, Cenab-ı Hak'tan O'nun yaratmasını isteyen insanoğlunun tabiri caizse hakikatten uzaklaşan isyana mütealli bir hayat sürmesinin de bir başka veçi olduğunu söylemek gerekiyor. İnsanoğlu hem isyan etmediğini söyleyip hem de isyankar bir hayatın içerisinde kaderin ahenkle onu bir yerden bir yere götüreceği inancıyla hareket ediyor olsaydı, o zaman yeryüzünde atmış olduğu hiçbir adım için problem diyemezdi. O zaman yeryüzünde atmış olduğu hiçbir adım için problem diyemezdi. Problem, sonucu belli olan, sonucu mutlak surette ulaşılabilen ve her sonucuyla yeni bir başlangıca vesile olan anlamına gelir. Ancak kelimelerimizi değiştiren zihniyet, problemleri çözülemez, anlaşılamaz, ardı arkası kesilmez ve sürekli insana zorluk veren şeyler olarak adlandırmakta. Bir insan ömrü hayatı boyunca bu mantıkla bakıldığında hiçbir zaman sonuna kadar zorluklarla imtihan olmuyor. Ancak insanoğlu kendisine takdir etmiş olduğu şeyin kendisine zorluk diyerek kendisine zora koşuyor. Halbuki bir insanın ödeyebileceği rakamla bir başka insanın ödeyebileceği rakam aynı olmamakla beraber, başımıza gelen süreçlerdeki maddi kayıpların her birisi aslında yeni bir maddi kazancın gelmesi için de bir vesileyi oluşturuyor. İnsanoğlu ya bu vesileyi hakikatiyle ve helaliyle elde etmiş olacak ya da haramıyla bu yolun içinde olacaktır. da haramıyla bu yolun içinde olacaktır. Nihayet bu döngü kendisini tamamladığında kader bütüncül bir ahenk içerisinde dünyanın var oluşundan yok oluşuna kadar, bütün alemlerin var oluşundan yok oluşuna kadar gereken sürecin her birisinde kendisine takdir edilmiş olan imkanı kullanmaktadır. Hakikatiyle düşünürseniz yeryüzünde var oluşumuza vesile olacak olan, alemlerdeki bütün canlı olan varlıkların bize hizmet ettiği gerçeği, bu kaderin ahenginin zaten kaçın mümkün olmadığını göstermektedir. Öyleyse var olan şeylerin problem gibi algılanması, aynı zamanda isyanın galebe çalmış olduğu, imanın zafiyete uğramış olduğu bir yerde mümkün olur. Bu yer bizim için acıklı ve eziyetlidir. Bu eziyetin altında kalmak istemiyor. Hakkıyla ve hakikatiyle kaderin ahengi içindeki psikolojiyle yaşamak istiyorsak, yaşadığımız hiçbir şeye problem diyemez, hiçbirini sorun olarak göremeyiz. Her problemin içerisinde kendimizin hangi noktada etken olduğunun farkına varabilmek, bir sonraki aşamada oluşacak gerçeğin kendimiz için daha hayırlı sonuçlar doğurabilmesi adına bir gelişim süreci olduğunu görmek gerekiyor. Kaderin ahengi bugün bilim dünyasında özellikle psikiyatri alanında çalışanlar için mutlak suretle uygulanması gereken yeni bir terapi metodu ya da anlayış biçimi olarak yeniden ele alındığı gün insanoğlu problemlerle boğuşan değil problemlerle daha güzel yarınlara ulaşabilen bir canlı olduğunu elbette görmeye başlayacaktır. Cenab-ı Hak böyle görebilenlerden olmayı seyrimize hayırlısıyla ve hakkıyla öğrenci, talebe olabilmeyi bizlere nasip ve müessere eylesin. Bir dahaki ders görüşmek üzere. Kalın sağlıcakla. Thank you.