Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 25

Nurtin Topcu’nun Tasavvuf anlayışı

Doc.Dr.Hüseyin Kahraman

Ahlak tasavvuf ile içli dışlı olmasına rağmen tasavvuf alanını özelleştirerek Nurettin Topçu’nun tasavvuf hakkındaki
görüşlerini de tebliğimin bu son bölümünde özetlemek isterim:
Topçu tasavvufi birikimi hem teorik düzeyde kavrayan hem de deneyim düzeyinde yaşayan ender insanlardandır.
Çocukluk arkadaşı Mehmet Sırrı Tüzeer, Nurettin Topçu’nun tasavvufla tanışmasını şu şekilde anlatmaktadır: Topçu
Fransa’dan yurda dönünce düşünsel açıdan bunalımlı bir dönem geçirmektedir. Kafasında çözemediği bir takım
problemler ve cevaplayamadığı sorular vardır. Arkadaşına giderek içinde bulunduğu bu durumu anlatır ve ondan
yardım ister. Bunun üzerine Sırrı Tüzeer onu Beyazıd Medresesi’nde okumuş ve Nakşî Tarikatı’nın şeyhlerinden biri olan
Abdülaziz Bekkine’ye götürmeye karar verir. Ancak daha önce Abdülaziz Efendi’ye gidip kendisine birisini getireceğini
söyler. Hoca Efendi, “oğlum, kâfiri getir, kibirliyi getirme” dedi. Bende “Bu öyle değil, Avrupa’da altı sene felsefe
okumuş” deyince “öyleyse getir” der.
Topçu ile Sırrı Tüzeer aralarında bir gün kararlaştırarak Abdülaziz Efendi’nin evine giderler. Gece saat üçe kadar
Abdülaziz Bekkine Hazretleri ile Topçu felsefeden başlamak üzere değişik konularda sohbet ederler. Topçu bu sohbette
kafasındaki birçok soruya cevap bulmuştur. Sabaha doğru üç civarlarında evden ayrılıp biraz ilerledikten sonra Nurettin
Topçu arkadaşına dönerek “Sırrı, acaba dönüp yine konuşsak mı” der, ancak Sırrı Tüzeer’in bunun doğru olmayacağını,
hocanın yatıp uyuyacağını söylemesi üzerine geri dönmekten vazgeçerler.
Abdülaziz Efendi o gece Topçu’nun kafasındaki karışık düşünceleri çıkarıp atmıştır. Topçu bir gecede bambaşka bir kişi
olmuştur. Bu tarihten sonra Abdülaziz Efendi’ye bağlanmıştır. Hoca Efendi’nin ona ters düşen sözleri üzerinde düşünür,
bazen uzun müddet ziyaretine gitmez, daha sonra ise giderdi. Abdülaziz Efendi’nin vefatından sonra Topçu’nun ona
olan bağlılığı bir kat daha artmıştır.[27] Abdülaziz Bekkine, düşünce ve yaşayışıyla kendine özgü bir din adamıdır.
Topçu Abdülaziz Efendi ile kendi arasındaki ilişkiyi şu şekilde ifade etmektedir:
“Hocam... beni şüphe çukurundan alıp, iman irtifalarına çıkardı. Geceleri saat bire, ikiye kadar oturur, uykusu gelen,
meselesi olmayan veya problemi halledilenler gittikten sonra, saatlerce sohbet ederdik. Ben sorardım. O hep cevap
verirdi. Şüphelerimi dağıtır, istifhamlarımı çözer, sıkıntılarımı giderirdi. Şu kadar senelik tahsil, bu kadar senelik okuma
ve araştırmalarımda, felsefede, ilimde, Avrupa’da bulamadıklarımı onda buldum. Bu sohbetlerimizin sonunda, kafamda
hiçbir istifham kalmayınca izin alır kalkardım. Tam ayakkabılarımın birini giyip ikiciye sıra gelince kafama yeni bir soru
takılırdı. Geri dönsem rahatsız ederim diye düşünürdüm. Kalsam o sual, kafamdan çıkıncaya kadar, bana rahat vermez
ve kolay kolay da çıkmazdı. Hocam, şeyhim, mürşidim bu halimi bilirdi. Beni tebessümle karşılar, bin kere dönüp
gelsem, sanki yeni oturmuşuz gibi sohbete devam ederdi. Şüphelerimi gene dağıtır, suallerimi yine cevaplandırır, beni
sükûnete kavuştururdu... “[28]
Topçu’ya göre tasavvuf, Hz. Muhammed’in samimi tarikatının adıdır.[29] Aynı zamanda tasavvuf, dinde dogmatizmi
reddeden felsefi bir tutum ve bir kalp eğitimidir. Dini aktif bir güç ve bir hareket haline getiren şeydir. Ayrıca tasavvuf,
İslam’ın ahlaki özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin bir felsefi yaşayıştır.[30]
“… tasavvuf, her şeyden önce dini bir yaşayış olduğu gibi aynı zamanda bir metafizik görüştür. İslam tasavvufu,
Kur’an’dan kalp ilmini çıkaran felsefedir. İlahi varlığa iştirak denemesini yaparak ahlaklanma yoludur. İlahi tecrübeyi
kalp yolundan geçerek yapmak, İslam’ın gerçeğini yaşamaktır.”[31]
İslam ve İnsan isimli eserinde ise tasavvufu şu şekilde de ifade etmektedir:
“Hakikatte o, insan ilmidir. Âlemden sıyrılarak kendi ruhuna çevrilen insanın içsel hayat denemesi ve Allah yolundaki
atletizmidir. Tasavvuf insan hakikatlerinin kapısıdır. Kur’an-ı anlayan ve gerçek imanın yolu olarak onu bizzat yaşayanlar
mutasavvıflardır. İslam’ın uyanış çağı, bilhassa makinenin insan ruhunu boğduğu asrımızda eşyadan ve maddeden ruha
yani insana dönüşün sırrını sunacak olan tasavvufun ahlak dünyamızda zaferi ile açılacaktır.”[32]
Topçu’ya göre mistik hayat dinin kaynağı iken, mistik deneme, dine ulaştırıcı bir denemedir. Peygamber’in vahyi mistik
olaydır. Miraç olayında en yüksek mertebesini bulan mistik birleşme, dinin hem temelinde, hem de tepesinde
bulunmaktadır. En büyük mistikler, peygamberler ile velilerdir. Mistikler vicdan âleminin inkılâpçıları ve ahlak hayatının
insanüstü varlıklarıdırlar.[33]
[27] Mehmet Sırrı Tüzeer, “Nurettin Topçu”, Nurettin Topçu’ya Armağan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992, s. 178-180;
Günaydın, “Bağlanma: Abdülaziz Bekine ve Nurettin Topçu İlişkisi, s. 92-96.
[28] Ahmet N. Yüksel, “Mektep İnsan Nurettin Topçu”, Hareket Dergisi, sy. 112 (Ocak-Şubat-Mart 1976), s. 74.
[29] Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 74.
[30] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 156; amlf., Yarınki Türkiye, s. 65.
[31] “İslam’da Tasavvuf”, Hareket, V/51, Mart 1970; Mevlana ve Tasavvuf, s. 124-128.
[32] Nurettin Topçu, İslam ve İnsan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998, s. 55.
[33] Nurettin Topçu, İradenin Davası, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998, s. 67, 68.

ABDÜL'AZİZ BEKKİNE RH.A HAZRETLERİ


(1895-1952)
Dr. Abdüllatif Duygulu

a. Çocukluğu ve Gençliği

Abdül'aziz Bekkine Hazretleri hicrî 1313, miladî 1895 yılı civarında İstanbul Mercan'daki evlerinde dünyaya
geldi. Babası tüccardan Mehmed Molla oğlu Haris Efendi, annesi Fatma Hanımdır. Haris Efendi aslen
Kazan'lı (Rusya) olup, 1880'lerde ailesi ile İstanbul'a göç ettikten sonra Asmaaltı'nda toptan yağ ticareti ile
meşgul olmuştur. Kazan'ın eşrafından olan Hâris Efendi, orada Sultanoğlu (Sultanof) nâmı ile tanınmaktaydı.
Kazan'da 25-30 odalı büyük bir konakları ve geniş arazileri vardı. Konaklarının çoğu odalarında ilim tahsil
eden talebeler barınırdı. Hocaefendi'nin ailesi o zamanlar Rus tebaasında idiler. O günkü hükümetin tutumu
dolayısıyla 1909 yılında ailesiyle birlikte Kazan'a gitti. Kazan'da bir süre kaldıktan sonra, Buhara'ya geçerek
orada beş sene kadar ilim tahsil etti. 1917'de Rusya'da Bolşevik ihtilâli olunca, Kazan'da şartlar çok olumsuz
hale geldi. Bolşevikler Kazan'a ve Türkmenistan'a doğru ilerliyorlardı. Annesi ve babası da daha önce
Kazan'da vefat etmişlerdi. Abdül'aziz Efendi de kardeşlerini alarak İstanbul'a dönmeğe karar verdi. İki
anneden 5'i erkek, 11'si kız olmak üzere 16 kardeştiler. 1918 yılında Kazan'tan trenle Bakü'ye, ordan Batum'a
gelmişler. Batum'dan da İstanbul'a bir Türk gemisi ile gelmişlerdir. Kısa bir müddet erkek kardeşleri ile
beraber Asmaaltı'nda bir dükkân açıp çalıştırmışsa da, sonra dükkânı kapatıp, bir müddet Çarşıkapı'daki
Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.

Dr. Mazhar Özman diyor ki: Bana çocukluk ve gençlik hayatından bahsettiği hadiseler oldu:

"Ben 5-6 yaşından itibaren seherden sonra hiç uyumamışımdır. 7-8 yaşlarımda gene seherde kalkar, sabah
namazı vaktine kadar bahçemizdeki ağaçlarda öten kuşların öterek, 'Huu... Huu...' deyip Allah'ı zikrettiğini
dinlerdim. Babam bana hiç iş buyurmaz ve yaptırmazdı. İş istediğimde veya yardıma gittiğimde;
'--Benim sağlığımda dinlen evliyâ, benden sonra çalışırsın!' derdi.

Ben de buna üzülür, anneme gider söylerdim. Annem de:

'--Vermek isterse kuluna, getirir koyar yoluna...' derdi.

Sonra hayatta çok gayret ettik ama, en sonunda anamızın sözüne geldik.'" (1)

***

Çocukluğu garip tecellilerle doludur. Onun sokakta garip bir yürüyüşü vardır. Ellerini arkasına bağlar, öne
yıkılacakmış gibi eğilip, ayaklarının üzerine bakar ve sallanarak yürürdü. Kendisine bu garip yürüyüşünün
sebebi sorulduğunda:

"--Ben bunu büluğ çağına basarken, beni yolda yürürken seyreden komşuların beni aptal sanmalarını arzu
ettiğim için bu şekilde yürümeyi adet edindim. Kimsenin beni farketmesini, benimle meşgul olmasını
istemiyordum." diye cevap verirdi.

Abdül'aziz Efendi'nin gençliği üstüste acılar ve ayrılıklarla doludur. Kendisini dinleyenler ondan şunu
naklediyorlar:

"Bolşevik ihtilali olmuş, Kazan'dan İstanbul'a geliyorduk. Gençtim, yanımda kız ve erkek kardeşlerim vardı.
Bakü'ye geldik. Onları otele bıraktım. Rahat ibadet edebilmek için civar tepelerde ıssız bir yere gittim. Orada
bir kovuk buldum. Bakü'de kaldığımız zaman, o kovuğa girip ibadet ediyordum. Son gittiğimde garip bir
tecelli içinde kendimi buldum. Adeta Arş'ın üzerinde ve Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin huzurunda kendimi
hisseder gibi oldum. Oradan bütün kainatı seyrediyordum. Ne zaman ki, kardeşlerim aklıma geldi, kendimi
kovuğun içinde buldum." (2)

***

Gemide geçen bir hadiseyi Hocaefendi bir arkadaşımıza şöyle anlatmıştır: "Birgün sohbet esnasında
Hocaefendi'ye şöyle bir sual sordum:

'--Efendim bu memleket nasıl kurtulur?'

Bunun üzerine Hocaefendi şunları anlattı:

'--Rusya'dan İstanbul'a dönerken Batum'dan bir Türk gemisine binmiştik. Gemide bilet kontrolü esnasında
yaşlı ve fakir bir adamın bileti çıkmayınca, kontrol memuru adama bir tokat patlattı. Adamcağız yere
yurvarlanıp kaldı.

Bu durumu kaptan köşkünden gören geminin İtalyan kaptanı, tokat yiyen adamcağızı yanına aldırttı ve
istanbul'a kadar da yanında misafir etti.

İşte evlâdım bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o
insanlar da İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur."

Kanaatimizce burada Hocaefendi şu hususa dikkatimizi çekmektedir: Bir İtalyan kaptanın yaşlı fakir bir
adama karşı gösterdiği olgun ve insani davranışı, bir Türk ve müslüman olan kontrol memuru, İslâm'ı bilip
yaşamadığı için gösterememiştir.

Öyleyse insanlarımıza İslâm'ın esaslarını iyice tanıtıp anlatmak ve yaşamalarını sağlamak icab edecektir. (3)

b. Tahsili ve Mânevî Eğitimi


Abdül'aziz Efendi okul öncesi Kaptan Paşa Camii İmamı Halil Efendi'den Arapça ve din dersleri almış, daha
sonra Dârüttedris Mektebi'ni bitirmiştir. 1910'da ailesi ile birlikte Kazan'a gittiklerinde orada ilim tahsili
yapmış, daha sonra Buhara'ya geçerek orada 5 sene devrin tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etmiştir.

Babasının vefatından sonra, Kazan'dan mecburi bir göçle 1918'lerde İstanbul'a geldiklerinde bir müddet
Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.

Nadide bir yaratılışa sahip olan Hacı Aziz Efendi İstanbul'a döndükten sonra büyük bir azimle mürşid-i kâmil
arayışına çıkmış ve feyz alacağı kapıyı kendisi aramaya başlamıştır. Hacı Aziz Efendi mürşid arayışını bize
şöyle anlatmıştır:

"Kazan'dan İstanbul'a döndükten sonra artık bir mürşide bağlanma zamanının geldiğine inanmıştım.
Biliyordum ki insanın mânevî olarak olgunlaşması ve ilerlemesi bir mürşid-i kâmile bağlanıp onun hizmetinde
bulunmakla olabilir. Bunu daha çocukluğumda hem öğrenmiş, hem anlamıştım. Bu sebeple İstanbul'daki
mürşid-i kâmil olarak tanınmış kimseleri soruşturup onları ziyaret etmeye başladım.

İlk olarak Eyüp'te ikamet eden tanınmış bir zâtı ziyarete gittim. Elini öpüp karşısına oturdum. Kendisi
murakabe haline geçti. Ben de gözlerimi kapadım ve başımı kalbimin üzerine eğdim. Bir de ne göreyim, o
zâtın göğsünde: (Hàzà ebû zeheb) "Bu altın babası" yazılıydı. Hemen müsaade isteyerek yanından ayrıldım.

Gene mürşid-i kâmil aramak maksadı ile yaptığım ikinci ziyaretimde zamanın tanınmış büyüklerinden Nakşî
şeyhi Küçük Hüseyin Efendi nâmı ile mâruf bir şeyh efendiyi ziyaret ettim. Kendisi Hacı Feyzullah isminde
bir şeyh efendinin halifelerinden olup, çok sevilen bir zât idi. Epeyce kısa boylu, mülâyim, zarif bir zâttı.

Kendisini ziyarete gittiğimde bir duvar saatinin altında oturmuş, başını göğsüne eğmiş, gözlerini yummuş,
tefekküre dalmış bir vaziyette buldum. Ben de karşısına oturdum, gözlerimi kapadım ve başımı kalbime
eğerek beklemeye başladım. Derken saatin tik-takları ile Allah'ı zikretmekte olduğunu duydum. Başının
üzerindeki saat, 'Allah Allah...' diyordu. O zaman başımı kaldırıp gözümü açtım. O da gözünü açı ve bana
saati işaret ederek:

'--Bizim dervişin zikrine agâh oldunuz galiba?' dedi.

Onun üzerine ben içimden tamam bu hazretten ders alınır diye düşündüm. O zaman bana:

'--Evlâdım senin nasibin bizde değil, ara, bulacaksın. Ama madem ki bize kadar geldin, sana bir nasihatte
bulunayım.' dedi. 'Dervişlik çok güzeldir. Ona talip ol, fakat mürşidliğe talip olma, çok zor bir iştir.' dedi." (4)

Nihayet takdir edilen vakit, saat gelmiş, Abdül'aziz Efendiyi, Çarşıkapı Medresesindeki yakın arkadaşı
Mehmed Zâhid Efendi, kendi mürşidi Mustafa Feyzi Efendi'ye götürmüştür.

Mustafa Feyzi Efendi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi'nin halifesidir. Kendisinden sonra dördüncü
postnişin olarak irşad vazifesinde bulunmuştur. O zaman Gümüşhaneli Dergâhı, Bâbıalide vilayetin
karşısında, Fatma sultan Camii yanında idi.

23 yaşında Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab eden Abdül'aziz Efendi, onun sohbetlerine devam etmiştir.
Sonunda Hazret'in himmetiyle mânevî eğitimini tamamlamış, 27 yaşlarında iken hilâfet mertebesine ulaşmış
ve kendisine irşad salâhiyeti ve icâzetname verilmiştir. (5)

Ayrıca Râmûzül-Ehàdîs kitabını da okutma icazeti almıştır. Bütün hayatı boyunca binlerce talebeye, maddî ve
mânevî sahada, ilim, irfan ve insanlık öğrettikleri gibi, bu eseri de defalarca okutmuşlar ve tercümelerini takrir
etmişlerdir.

İlk vazifeleri Beykoz'da bir camide başlar. Daha sonra Aksaray'da bir camide devam eder. Yazıcı Baba,
Kefevî, Ümmü Gülsüm camileri onun feyz kürsüleri olur. 13 yıl Ümmü Gülsüm Camisi'nde vazifesi devam
etmiştir.
Bu cami Unkapanı'ndan Saraçhane'ye çıkarken Bulvarın sağında biraz içeridedir. Fakat içinde çok feyizli
sohbetlerin yapıldığı ahşap meşrutası istimlâke uğramıştır.

İkinci haclarından döndükten sonra, yakalandıkları hastalıktan kurtulamayarak, daha genç denilecek bir yaşta,
57 yaşında rahmet-i Rahmân'a kavuşmuşlardır. Tarih 2 Kasım 1952 Pazartesi günü, öğle vakti civârıdır.
Kabirleri Edirnekapı Sakız Ağacı Şehidliğindedir. (6)

c. Çeşitli Hal ve Vasıfları

Hocaefendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı.
Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Pazuları kuvvetli idi. Bir koyunu rahatça yatırır, keser ve yüzerlerdi.
Orta boyluydu. Genellikle vasıtaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi.

Allah vergisi olarak kendileri deha mertebesinde bir zekâya sahipti. Hangi meslekten tahsil ve kademeden
olursa olsun, onunla konuşup sohbetinde bulunan herkes kendilerinin zekâ ve ilmine hayran kalır ve o zamana
kadar böyle bir kimseye rastlamadıklarını kabul ve itiraf ederlerdi.

Kendisinin medrese ve yol arkadaşı Bursalı Mehmed Zâhid Efendi de bir sohbetinde: "Aziz Efendi talebeliği
zamanında arkadaşları arasında ayrıca zekâsı ile de temayüz etmişti." şeklinde buyurmuşlardı.

Esasen veciz hitabeti, ince sual ve sevapları bunun açık işretleri olduğu gibi, kendileri "Mü'minin ferasetinden
çekinin, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar." hadis-i şerifine tam mânâsı ile uyan ve insanın iç ve dışını okuyan
bir bakışa sahipti. Hiç görmediği bir kimsenin karakterini sadece fotoğrafına bakarak söyleyebilirdi.

İnsan her gün, her saat kendisi ile beraber bulunsa gene de ona ve sohbetlerine doyamaz ve ayrıldıktan sonra
da, bir an önce yanlarına dönmek için can atardı. Sohbetler genellikle sualli-cevaplı ve ilgi çekici olur ve
katılan insan oradan maddî ve mânevî büyük bir zevk alırdı. Bu hususta tahsilli, tahsilsiz, zengin, fakir, yaşlı,
genç farketmezdi.

Sohbetlerinde zaman da mevzu bahis değildi. Genellikle yatsı namazından sonra oturulur ve icabında
sabahlanırdı da. Bir kimse dışarıdan sohbet odasının ışığını yanar görmüşse, gecenin hangi saatinde olursa
olsun, çekinmeden kapının zilini çalıp içeri girebilirdi.

Sohbetlerinin bu doyulmazlığı hakkında şu iki misalle iktifa edelim:

Felsefe mevzuundaki doktorasını Paris'te yapmış olan rahmetli Doç. Dr. Nureddin Topçu Bey, bir gece
Hocaefendi'nin sohbetinde bulunduktan sonra saat 02-03.00 sıralarında arkadaşı ile yanından ayrılırlar. Henüz
dış kapıdan yeni çıkmışlardır ki, Nureddin Bey bir an duraklar ve arkadaşı Sırrı Bey'e:

"--Yahu Sırrı tekrar içeri girsek ayıp olur mu?" demekten kendini alamaz.

Diğer bir hadise de şöyledir:

Hocaefendi ilk haccına giderlerken hudut köylerini yaya geçmek ve köylerde gecelemek durumunda kalır.
Gece kaldığı köylerde akşamki sohbete dayanamamış bir çok kişi, sabah kendisi ayrılırken:

"--Keşke sizi hiç tanımasaydık Hocam." dedikleri vâkî idi.

Sabır mevzuunda şöyle söylediği nakletilmiştir:

Bir gece sohbetinde Hocaefendi:

"--Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf
nedir?" diye bir sual sordular.
Herkes bir şeyler söylediyse de tatmin olmadılar. Sonra kendileri şöyle buyurdu:

"--O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamayacağı, anlaşılabilir, hakikî tek vasıf
sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, (ilk darbede) hiç şikayet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk
anda feveran eder de sonra sineye çekerse, ona sabırlı değil, mütehammil insan denir."

Tevekkül hususunda da şöyle buyurdukları nakledilir:

"--Bir kimse mütevekkil oldu mu, kendisinden istikbâl endişesi alınır."

Mü'minin dünyaya bakışı hakkında da şu görüşü nakledilir:

Bir gün şu suali sordular:

"--Mü'min dünyaya nasıl bakar?"

Herkes bir şey söyledi. Neticede sualin cevabını yine kendisi verdiler:

"--Mü'min'in nazarı öyledir ki, dünyadaki zevk ü sefâya bakar; arkasında cehennemi görür. Meşakkate,
hizmete bakar; arkasında cenneti görür. Yâni mü'minlerin nazarı bu dünyaya takılmaz."

Bir de nefis mevzuundaki sözlerine bakalım. Rifat Tandoğan şöyle anlatıyor:

Hocaefendi'yi görüp, sohbetine devama başladıktan sonra, içimden gelen bir hisle dargın olduğum arkadaş ve
akarabalarımla barışmayı düşündüm ve gidip özür dileyip, onlarla barıştım. Diğer taraftan da, "İzet-i nefsimi
ayaklar altına mı alıyorum?" diye de bir düşünceye kapıldım. Hocaefendi'ye bu durumu anlattığımda
gülümseyerek:

"--Senin nefsinin izzeti var mı?" dediler. Ben de:

"--Evet Hocam, izzet-i nefsimiz yok mudur?" dedim. Onun üzerine:

"--Nefsin izzeti olur mu? Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz. Ancak vasfın izzeti olur. Meselâ
öğretmenlik, babalık ve hocalık gibi. Ve kim ki vasıflıdır, o izzetlidir." buyurdular.

Hocaefendi'nin maddi mânâdaki cömertliği ise anlatılmakla bitirilemez. O zamanların 30-40 liralık imamlık
mâşının tamamını icabında olduğu gibi muhtaçlara yollar, babasından kendi hissesine düşen geliri
hemşehrilerine verir ve gerekirse ihtiyacı olan bir kimseye toplu yardımlar da yapardı.

Hanımı nakletmiştir:

"--18 senelik evlilik hayatımızda hiçbir geceyi uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul
olurlardı."

Hasip Efendi Hazretleri'nin de kendileri için:

"--Aziz Efendi geceleri hiç uyumaz, onun işi Allah'ladır." buyurduğu nakledilmiştir.

Ancak öğleden biraz evvel (vakit bulurlarsa) kaylule uykusu uyurlardı.

Vefatından sonra bir zâtın dediği, "Hocaefendi canına cömertti." sözü onun cömertliğini gayet iyi anlatır. O
hakikaten öyle idi ve öyle oldu. Kendini talebelerinin ve toplumun yetişmesi yolunda feda etti.

Gündüz demedi, gece demedi, sabahlara kadar oturup, anlattı, izah etti, karşısındakini ikna edip hidayetine ve
doğru yola gelmesine vesile olmak için didindi durdu. (7)
Dr. Mazhar Özman şunları nakletti:

Bir gün Hacı Aziz Efendi Hazretleri'nin yanındaydım ve kendisine cemâl ile celâl sıfatları arasında ne fark
vardır diye sordum. Bir taraftan düşünüyordum: Cemâl sıfatı tecelli etmiş Hocaefendi ile, celâl sıfatı
Hocaefendi talebesine acaba nasıl muamele eder. O zaman tıp talebesiydim. Hacı Aziz Efendi bana şöyle
cevap verdi:

"--Yâni ne zannediyorsun, dahiliyecinin merhameti merhamet de, cerrahın merhameti merhamet değil mi?.."
(9)

***

H. Nail Sürel anlattı:

Bir gün öğleden sonra Hocaefendi'nin yanında iken bana "Nail haydi gel Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri'nin
hanımını ziyarete gidelim." dedi.

Valide hanım o sırada Koca Mustafa Paşa'da oturuyordu. Zeyrek'ten ana caddeye çıkınca Rahmetli Fevzi
Çakmak Paşa'nın cenazesine rastladık. Hocaefendi bana:

"--Gel biraz arkasında yürüyelim, sevaptır." dedi.

Bir miktar yürüdükten sonra Koca Mustafapaşa'ya yöneldik yayan olarak Valide Hanım'ın evine geldik.

Valide Hanım hatm-i hâcegân yapamamaktan şikayet etti, "Bizi takip ediyorlar." dedi. Ve ilaveten:

"--Hasan Hilmi Şeyhim derdi ki: 'Allah'tan korkandan korma, Allah'tan kormayandan kork.' biz de bu
sebepten biraz çekinmekteyiz." dedi.

O zaman Hocaefendi biraz celâlli olarak:

"--Biz ne Allah'tan korkandan korkarız, ne de kormayandan..." deyince Valide Hanım:

"--Tabii siz erkeksiniz, sizin mânevî dereceniz başka olur." dedi.

Ben o sırada odanın uzakça bir köşesinde konuşulanları dinlemekteydim.

Daha sonra oradan ayrıldık. Vakit ikindiye çok yakındı. Camiye yürüyerek yetişmemiz mümkün değildi.
Hocaefendi "Benim nasıl gideceğim belli olmaz." deyip benden ayrıldı. Sonradan Hocaefendi'nin camisine
ikindi namazına yetiştiğini öğrendim. Allah-u âlem Hocaefendi tayy-ı mekânla namaza yetişmiş olmalıydı."
(10)

***

Vaktiyle Mahmudpaşa Camii'nin imam ve hatipliğini yapmış ve o zamanki Gümüşhâneli Dergâhı'nın


postnişini Hasan Hilmi Hazretleri'ne mensub bir zâttan bahis geçmişti. Hocaefendi bize şunu anlattı:

"Bu zât, tekkede Hilmi Efendi Hazretleri'ne uzun bir zaman hizmette bulunmuş. Şeyh Efendi dünyasını
değiştirmek üzere bulunduğu bir sırada, bu zâtı yanına çağırarak şöyle demiş:

"--Bize uzun zaman hizmet ettin, bizden ne istersin?"

Bu zât da:

"--Şeyh Efendi, bana dua buyurun, çok zengin olayım." demiş.


Hocaefendi bunu anlattıktan sonra gözlerinin açarak ve biraz da hiddetlice bir şekilde şöyle dedi:

"--Adamın istediğine bakın, ahiret dururken bakın ne istiyor? İstesene iman selâmetini, istesene Allah'ın
rızasını!.."

Bu zât hakikaten çok zengin olmuş. Fakat ömrünün sonuna doğru garip ve yoksul bir kimse gibi dünyasını
değiştirmişti. (11)

***

Sırrı Bey anlattı:

Bir pazar günü ikindi üzeri şöyle bir şey içime doğdu:

"--Hocam, senin duydukların bir duyabilsem, senin gibi bir hâlim olsa." dedim.

Maksadım şeyhlik filan değildi. "Bu hal nice bir haldir, bir an o hali yaşasam ondan sonra bana birkaç günlük
bir ömür yeter." diyordum ve kalktım gittim. Yanına vardğımda Hocaefendi bir hadis kitabı okuyordu. Elini
öptüm, oturdum.

Bana:

"--Sana bir vakıa anlatayım." dedi.

Ben de:

"--Buyurun Efendim..." dedim:

"--Oğlum, Buhâra'da bir tekkeye bir yabancı gelmiş. Biraz sohbetten sora yemek zamanı gelmiş. Şeyh efendi
misafire, o zamanki Buhâra'nın meşhur yemeği olan ballı paça'dan ikram etmek istemiş. Halbuki tekkede
yemek var, misafirini ağırlayabilir, fakat ballı paça yokmuş.

Bu düşünce, şeyh efendinin gönlünden geçedursun, müridlerinden kalb gözü açık, hilâfet makamına ermiş
birisi, beş-on dakika sonra ballı paçayı getirip, misafir ile şeyh efendinin önlerine koşmuş. Şeyh efendi bu
halden pek memnun olarak misafire buyur etmiş. İçinden de "Bu müride ne isterse verelim!" demiş.

Misafir gittikten sonra şeyh efendi o müride:

"--Gel oğlum, bizden ne istersin?" demiş.

O da:

"--İman selâmeti ve duanız bereketini isterim." demiş.

Şeyh efendi:

"--Oğlum, gönlünden geçeni söyle bana!.." deyince o mürid:

"--Efendim, benim istediğim şeyi bilirsiniz." demiş. Şeyh efendi yine:

"--Dışarı çıkar gönlündekini." demiş.

"--Mürid bu sefer Benim istediğimi verir misiniz?"

Şeyh efendi:
"--Söz, vereceğim." deyince, o da:

"--Beni kendin gibi yap!" demiş.

Şeyh o müride:

"--Oğlum tahammülü zor bir şey istedin ama, söz bir defa bizden çıktı, geri almayız." demiş.

Müridi yanına almış. Kırk gün saim-oruçlu bir vaziyette beraber halvette kalmışlar. Sair müridân ikisine de
hizmet etmişler.

Kırk gün sonra halvetten iki şeyh efendi çıkmış, ikiz kardeş gibi. Müridân, şaşırmışlar ve ayırmaya imkân
yok. Nihayet aradan bir kırk gün geçmiş ve birisi vefat etmiş. Geride kalan:

"--Ey müridlerim bu dünyasını değiştiren, arkadaşınız falan efendi idi. Benden benim gbi olmayı istedi,
verdik. Fakat ancak kırk gün dayanabildi. Ömrü de tamam olmuştu. Haydi techiz ve tekfinine mübâşeret
eyleyiniz!" demiş.

Aziz Efendi bunu anlattıktan sonra, bana:

"--Sakın, isteme oğlum, tahammül edemezsin!" dedi. (12)

e. Hocaefendi'nin Rüya Tabir Etmesi

Dr. Mazhar Özman anlattı:

Hocaefendi bir gün bize bir ahbabından bahsediyordu. Bu zât Allah düşmanlarını yerermiş. Kendisi bir
rüyasını Hocaefendi'ye şöyle anlatmış:

"Rüyamda büyük bir camiye girmişim, orada arkası dönük olarak Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz
oturmuşlar. Büyük bir halka kurup zikir yapıyorardı. Sağ tarafında Hazret-i Ebûbekir RA, sol tarafında
Hazret-i Ömer RA oturuyodu. Hazret-i Ebûbekir RA'ın yanında bir kişilik boş yer vardı. Ben içeriye girdiğim
zaman Peygamber Efendimiz SAS bana arkası dönük olduğu halde:

'--Filanca oğlu filanca geldi.' dediler. Ve sağa dönerek: 'Yâ Ebûbekir, şimdi gelen zât Allah düşmanlarını
sevmezdi. Onu halkaya alınız!' dedi ve beni halkadaki boş yere oturttular."

Hacı Aziz Efendi şöyle devam etti: "Bu rüyayı dinledikten sonra kendisine:

'--Yakında vefat edeceksin, gidip insanlarla helalleş.' dedim.

Bir hafta sonra hanımı telaşla bize gelerek bana dedi ki: 'Bizim Efendi yandaki odada oturuyordu, yüksek
sesle 'Allah' diye bağırdığını duydum. İçeriye girdiğimde vefat etmişti.'"

Bunun üzerine Hocaefendi bize:

"--Bu zât hayatı boyunca herkese: 'Allah de dur!' derdi. Bu defa kendisi 'Allah' dedi, durdu." dedi. (13)

***

Sırrı Bey'den:

Abdül'aziz Efendi hayatta idi. Şöyle bir rüya görmüştüm: Hocaefendi önde yürüyor, ben de arkasından
gidiyorum. Hocaefendi yolda üç köşe döndü. Her köşeyi dönerken arkasına bakıyordu. Üçüncü köşeyi
dönünce, birden kayboldu.
Bu rüyayı Nureddin Bey'le Celâl Hoca'ya anlattık. Celâl Hoca önce düşündü, bazı şeyler okudu ve sonra:

"--O zât senin mürşidindir, üç vakit sonra vefat edecek." dedi.

Aynı rüyayı Hocaefendi'ye anlattığımda o da:

"--Oğlum bizim vefatımıza az bir zaman kaldı. Üç vakit var; üç ay mı, üç yıl mı bilmem!" dedi.

Hakikaten, o rüyadan üç yıl sonra Hocaefendi vefat etti. (14)

f. Hocaefendi'nin Takvâsı

Hocaefendi Hazretleri'nin Allah korkusu ve takvâsı sünnetlere düşkünlüğü ve bağlılığı anlatılmayacak kadar
büyüktü. Takvâsını anlatmak için sadece şunu nakletmek kâfidir:

Birgün uzaktan gelen hilafet arkadaşlarından bir zât bir hatm-i hâcegân sonunda kendisine:

"--Efendim, etrafta sivil polis olması muhtemel insanlar dolaşıyormuş. Tedbir olarak bir müddet hatimlere
biraz ara verseniz nasıl olur?" dedi.

Hocaefendi buna karşılık:

"--Ben böyle bir emir almadım." dedikten sonra "Biz korkmaktan korkarız." dedi. Ve ilave etti: "Esâsen ipler
Allah'ın elindedir. Tedbir alırsan da, o isterse ayağına dolaştırır."

"Biz korkmaktan korkarız." sözü ile Hocaefendi kanaatimizce, "Biz Allah'tan başkasından korkmaktan
korkarız." demek istemişti. Ve Hocaefendi bize takvayı yâni Allah'tan nasıl korkulacağını böyle güzel bir
sözle anlatmıştı. (15)

***

Hocaefendi kendisinin o güne kadar hiç diş ağrısı çekmediğini söylemiştir. Bunu bir gün Hocaefendi bize
şöyle anlatmıştı:

"Ben hayatımda bu yaşıma kadar hiç diş ağrısı çekmedim. Bu şöyle tecelli etti: On-oniki yaşlarındaydım.
Rusya'da, Kazan'daki evimize babamın mürşidi ve arkadaşı gelmişti. Misafir odasında toplantı yapıyorlardı.
Beni içeriye almamışlardı. Ben kapının dışından konuşanları dinliyordum. Bir ara babamın şeyhi:

'--Veysel Karâni Hazretleri'ne üç İhlas bir Fatihâ okuyan diş ağrısı çekmez.' dedi.

Ben hemen kapının dışında Veysel Karâni Hazretleri'ne üç İhlas, bir Fatihâ okudum. O günden bu güne kadar
Allah'ın izniyle hiç diş ağrısı çekmedim." (Bu hatıra Prof. Dr. Mazhar Özman tarafından nakledilmiştir.) (16)

***

İkinci ve son haclarında (1952) kendilerine yol arkadaşı olan merhum Hacı Fuat Pirinççi şu hadiseyi anlattı:

"Hac için Mina'dan Arafat'a çıkıyoruz. Otobüs geldi, hepimiz bindik. Hocaefendi otobüsün en önünde ve sağ
tarafta oturuyordu.

Şoförümüz sarıklı, sakallı, değişik, garip bir kimse idi. Arabaya binince arabanın içindeki herkesi teker teker
çok yakından süzdü. En son Hocefendi'ye sıra geldi. Ona dikatlice baktı. Ve eliyle işaret ederek, (Hàzà hacı)
'İşte tam hacı' dedi.

Bu lafın üzerine Hocaefendi otobüsten indi ve yürüyerek Arafat'a gitti. Mekke'ye dönünceye kadar bir daha
kendisini göremedim." (17)
g. Tevekkül ve Teslimiyeti

Abdül'aziz Hocaefendi:

"Tevekkülün ilk basamağında insanın üzerinden istikbâl endişesi alınır." derdi.

Hocaefendi hayatında iki defa hacca gitmiştir. İlk haccı bekârlık zamanında 1930'da olmuştur. Bu yıllarda
vatandaşlara Hac için pasaport verilmiyordu. Hocaefendi bu sırada arkadaşlarına "Ben hacca gidiyorum."
demiş ve pasaport dahi almadan çıkıp gitmiştir.

Bir sohbeti sırasında bize, hududu yürüyerek geçtiğini söyledi. Hududu geçtikten sonra Suriye'de bir köyde
gecelemiş. Başlangıçta köylüler kendisinden çekinmişler. Fakat sohbetten sonra kendilerini çok fazla
sevmişler. Hacaefendi bu köyde beş gün kalmış. Köyden ayrılırken köylülerin hepsi ağlayarak, "Keşke seni
tanımasaydık Hocam." dediklerini evvelce bildirmiştik. Daha sonra Hocaefendi Kudüs'e, oradan da Hicaz'a
geçmiştir.

Bir gün bize şöyle demişti:

"Hacca giderken bir endişem vardı. O da acaba doya doya zemzem içebilecek miyim diye düşünüyordum.
Zira bir hadis-i şerifte: 'Münafıklar doya doya zemzem içemezler.' buyurulmaktadır. O zaman zemzem
kuyudan kova ile çekilirdi. Zemzem kuyusunun başına gitiğimde bana da bir kova zemzem uzattılar. Kovayı
başıma diktim, hepsini içmişim. Rabbime hamd ettim, çok sevinmiştim."

***

Tıp talebesi idim. Hocaefendi hastalık hususunda bize şunları söyledi:

"Allah CC bir kuluna şifa verecekse sudan da verir. İnsanların hasta olduklarında bir hekime gitmek
mecburiyetleri yoktur. Yâni hekime müracaat etmemelerinde mes'ul olmazlar. Fakat ehliyetli bir hekime
müracaat ederse, sebebe tevessül etmiştir. Bu durumda hekimin söylediğine uyması gerekir. Yoksa mes'ul
olur."

İslâm'da her şeyde olduğu gibi hekimlikte de ehliyet aranır. Bu bakımdan kendisine sormuştum: "Kadın, kadın
doktora mı gitmelidir?" sualime: "Kadın doktorla, erkek doktor aynı ehliyete sahipse, kadın kadını tercih eder.
Erkek daha ehliyetliyse o zaman erkeğe gider." cevabını vermiştir.

Hocaefendi'nin o esnada oniki yaşındaki büyük oğlu Mahmud hastalanmıştı. Yüksek ateş ile yatıyordu. Bu
hastalık birkaç gün sürdü. Ben tıp talebesi idim. Hocaefendi Mahmud'un hastalığını benimle konuşuyordu.
Hastayı ziyarete gelenlerin arasnıda Vedat ağabeyim vardı ve Hocaefendi'ye:

"--İzin verirseniz Mahmud'u bir doktora götürelim." dedi.

Hocaefendi ise:

"--Götüreceğim, götüreceğim de Allah'tan utanıyorum." dedi.

***

Hocaefendi kendisine gelen zekâtı ve yardımı evinde bekletmez, ihtiyacı olanlara hemen o gün dağıtırlardı.
Her hususta olduğu gibi bu hususta da Peygamber SAS Efendimiz'in yaşayışına uyuyorlardı.

Bir gün kendisiyle otururken bana şu hadiseyi naklettiler:

"Dün evde baktım ki hiç erzak kalmamış, yanımda da harcayacak para yoktu. Rabbime iltica ederek dedim ki:

'Yâ Rabbi! Vereceksen ver... Artık bakkaldan borç da almayacağım.'


Tam o anda bizim hanım yukarıda, seslendi:

'--Hocaefendi, paltonun cebinden 50 lira çıktı. Sen mi unuttun?'

'--Hayır, ama ihtiyaçlar için kullanabilirsin.' dedim."

***

Bir zamanlar cami tamire muhtaç hale gelmişti. Tavandan kumlar dökülüyordu. bu darum üzerine bir
arkadaşımız Hocaefendi'ye namazdan çıktıktan sonra evin kapısında şöyle bir teklifte bulundu:

"--Efendim biraz para toplayalım da camiyi tamir edelim!" dedi.

Hocaefendi'nin bu teklifine cevabı şu oldu:

"--Bak evlâdım, Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi) derdi ki: 'Para ateştir, ateşe de Rufaîler karışır.' Bizim
para ile işimiz yok. Siz işinize bakınız. Bir müslüman çıkar camiyi tamir eder."

Bu konuşmadan onbeş gün geçmemişti ki, Hocaefendi ile oturuyordum. Fatih Belediye Doktoru Fuat Bey
geldi ve dedi ki:

"--Efendi Hazretleri ben emekli oldum ve ikramiye aldım. İzin verirseniz bu paranın yarısı ile camiyi tamir
edeyim, diğer yarısı ile de hacca gideyim."

Hocaefendi bu teklifi uygun gördü. Cami para toplamaya lüzum kalmadan tamir edilmiş oldu. Cami tamir
edilirken Dr. Fuat Bey de hacca gitti ve hacı oldu, döndü.

Hocaefendi bir gün bana:

"--Hacı Dr. Fuat Efendi Hac'dan dönmüş, ziyaretine gidelim." dedi.

Beraber gittik. Bir hafta sonra yine bir sabah yanına vardığımda:

"--Hacı Dr. Fuat Efendi vefat etti. Gidelim cenazesini kaldıralım." dediler.

Dr. Fuat Efendi'nin cenazesinin yıkanmasında bulunduk, kabrine gittik. Cenazeyi Hacı Aziz Efendi ile beraber
kabre indirdik. Ve talkını bizzat Hocaefendi verdi. Hocamız bize vefalı olmayı, tevekkül ve teslimiyeti,
haliyle bir kere daha anlatmıştı.

***

Diğer bir misal de şöyle:

Hocaefendi'nin ihvanından çok zengin bir kadın bir gün kendisine gelip diyor ki:

"--Hocaefendi kocamdan çok mülk kaldı. Akrabam yok ve çocuklarım yok, yâni varislerim yok. Müsaade
ederseniz caminizin biraz ilerisindeki üç katlı bir apartmanımı, çocuklarınızın ihtiyacı olur diye size vermek
istiyorum?"

Bunun üzerine Hocaefendi:

"--Biz şu anda caminin meşrutasında oturuyoruz. Evsiz değiliz. Siz onu evsiz birisine veriniz." buyuruyorlar.

İşte Hocaefendi'nin tevekkül ve teslimiyet anlayışı böyleydi. (18)

h. Sohbetleri ve Sohbet Tarzı


Hocaefendi'nin Cemaatı ve ihvanı ile çok yakın alâkası vardı. Bazı üniversite talebelerinin ricası üzerine
"Senirkent" gazetesinde birkaç köşe yazısı çıkmıştı. Bunlar gayet kısa ve özlü idi. Bunları matbaacı bir
arkadaşa verdik, maalesef geri alamadık. İşte birinin son pragrafında Hocaefendi hatırladığımıza göre şöyle
söylemişti:

"Hülâsaten denilebilir ki: Hakk'a kulluğunu idrak eden kimseye, halka hizmet borç olur."

İşte Hakk'a kulluğunu hakkıyla idrak eden Hocaefendi cemaatini ve ihvanını yetiştirmek için bu anlayışı
içinde borcunu ödemişti.

Borç kabul ettiği bir hizmetini yaparken belki de Allah'ın kendisine ilham etmiş olduğu ömrünün kısalığını da
düşünerek uyku uyumadan gece gündüz demeden, her zaman cemaati ve ihvanıyla beraber olmuş onlarla
sohbet etmiş, onlara Râmûz el-Ehâdis okumuş ve eğitilmeleri için bütün ömrünü harcamıştı.

Hocaefendi'nin eğitim sistemi ise sualli cevaplı idi. Kendisi soru sorar ve arkadaşlarından teker teker bu suale
cevap vermelerini sabırla beklerdi. Bu bir bakıma Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddîn Efendimizin ve Peygamber
SAS Efendimiz'in eğitim sistemine uymaktadır.

Bazen bir sabahtan ertesi sabaha kadar 24 saat hiç durmadan sohbet ettiği olurdu. Sohbet odasında ışık yandığı
müddetçe, her an, gecenin her saatinde zili çalıp içeri girilebilirdi.

Bazen de sohbette gecenin üçte ikisi geçtikten sonra bizlerle hatm-i hâcegân yapar, bazı geceler de sehere
yakın bizlerin yalnız başımıza ibadet etmemizi isterdi. Arkadaşların böyle hep beraber bulunup, sonra yalnız
başına Allah'ı zikretmelerini bir nükte ile şöyle anlatırdı:

"Cemaat ördeklere benzer. Ördekler bir yiyecek ambarına doğru koşarken, kendi paytak yürüyüşleriyle iki
yana sallanarak sanki: 'Hep beraber, hep beraber...' diyerek koşarlar.

Fakat yeme ulaşınca, yemi yerken de: 'Herkes başlı başına, herkes başlı başına...' dermiş gibi başlarını öne
arkaya hareket ettirirler."

İşte böylece anlatırdı ki, sohbetten sonra bizler de başlı başına tesbih çekerek Allah'ı zikredelim!

Hocaefendi ihvanına, "Mümkün olduğu kadar ehl-i tarîk olmayanla görüşmeyiniz!" tavsiyesinde bulunurdu.
Kendisine hikmeti nedir diye sorduğumda:

"--Gönlü Allah'la meşgul olmayan insanların, gönüllerinde gafletten dolayı toplanan sıkıntılar, gönlü açık olan
kimselerin gönüllerine naklolur. Geçici zaman da olsa onları Allah'tan uzaklaştırır."

Bize bunu da tavsiye ederdi:

"--Size Allah'ı hatırlatanlarla arkadaşlık yapınız!"

Hocaefendi'nin bize nasihatlerinin arasında dünya ile ilişkimizi tarif ederken şöyle derdi:

"--Dünyaya misafir olarak yerleşiniz, ev sahibi olarak yerleşirseniz gitmeniz çok zor olur. Ve insanlara
kendinizi sevdirerek yaklaşınız."

Hocefendi'nin ihvanını terbiye ve eğitim metodunun içinde, onları başkalarıyla temas ettirmemesi de vardı.
Ancak yetişmiş olanları bal arısına benzetirdi. "Bal arıları her çiçekten bal alırlar ama, bu balı kendi
kovanlarına getirmeleri lâzımdır. Şayet başka kovana götürürlerse, o kovanın kapısındaki koruyucu arılar
tarafından öldürülürler." derdi.

Hocaefendi ihvanına karşı çok zaman mürşidliğin yanında bir babanın evlatlarına gösterdiği yakınlığı da
göstermiştir. Talebelerinin mânevi hayatı kadar maddi hayatı ile de meşgul olmuştur.
***

Ehliyetli olmayan kimselerle ihvanını görüştürmemesine yaşadığımız bir misali verelim:

Hasib Efendi'nin sağlığında beş altı kişilik bir arkadaş grubu Hasib Efendi'nin ihvanından olan vaiz Şeref
Güzelyazıcı'nın evine haftada bir kez dini sohbete gidiyorduk. Bu arada Hacı Aziz Efendi'nin de sohbetlerine
gelmeye başladık. Şeref Hoca'nın anlattıkları zamanla aklımızı karıştırmağa başladı. Son gittiğimizde fenâ
fillâh mertebesini tarif etmişti ki, hem anlamamıştık, hem de kafamız iyice karışmıştı.

Bir gece yatsı namazında Aziz Efendi'nin camisinde toplandık. Namazdan sonra Şeref Hoca'nın evine
gidecektik. Kapıda toplu halde bulunuyorduk ki Hacı Aziz Efendi bize, içeriye girin diye işaret etti.
Arkadaşlar: "Efendim biz Şeref Hoca'nın sohbetine gideceğiz." dediler. Hocaefendi biraz sert olarak: "Size
içeriye girin dedik ya!" diye buyudular. Onun üzerine içeriye girdik.

Hayatımızda bir daha ne o hocaefendiye, ne de başka bir hocaefendinin sohbetine gidemedik. Anlamıştık ki
talebeyi mânevî bakımdan korumanın en önemli yolu bu idi.

Hocaefendi sohbetlerinin yanına kısa bir müddet sonra Ramûz el-Ehâdis okutmayı ilave etmişti. Pazartesi ve
perşembe geceleri evinde; pazar günleri ikindiden sonra camide bu hadis derslerine devam ederdi. Genellikle
gece de Ramûz'dan dört ya da beş sayfa okurdu. Hocaefendi fazla açıklama yapmadan hadis-i şeriflere yalnız
mânâ vererek okuturlardı. Bu şekilde 562 sayfalık Ramûz el-Ehâdis'i, bir sene üç ay gibi kısa bir zamanda
bizlere okuyup mânâlandırmışlardı.

***

Hocaefendi'ye bir mürşid ile oturma, konuşma, istemek âdâbının nasıl olduğunu sordum. Buyudular ki:

"--İnsan mürşidi ile beraber oturduğu zaman önüne veya kalbine bakmalı, mürşidin gözüne bakmamalıdır.
Mürşidlerimizden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi ihvanına 'Asla dünyaya ait bir şey istemeyiniz.'
buyurmuşlardır."

"--Efendim mürşide sual lisanen mi sorulur, gönülle mi sorulur?" diye sorduğumda ise, şöyle cevap verdiler:

"--Bu soruyu ben de Şeyh Efendi'ye sormuştum. Buyurdular ki: 'Her ikisi de olur, biz gönül yolunu tercih
ettik.' Ben de gönül yolunu tercih ettim."

Ben de içimden dedim ki: "Ben de gönül yolunu seçeceğim. Hocamın himmet ve kerametiyle gönülden
sorduğum her sorunun cevabını aldım.

Bir de şu hususu belirteyim ki Hacı Aziz Efendi'ye bir sual sorduğumuzda bize verdikleri cevapta, "Şeyh
Efendi bu mevzuda şöyle demişti..." ibaresiyle cevaba başlardı. Hiç bir zaman kendilerinden bir şey
söylemezlerdi.

***

Yine bir gün beraber oturuyorduk. Bize İslâm'da istikameti anlatmak sadedinde şöyle buyurdular:

"--İki nokta arasından bir doğru geçer. İkinci bir doğru geçmez. İnsan doğum ve ölüm arasında bu tek doğru
üzerinde yürümelidir. Bu doğrunun adı sırat-ı müstakîmdir. Allah'ın müslümanlara tarif ettiği tek doğru
yoldur. Ve müslümanların da ayrılmaması gerekli tek doğrudur."

Biraz durdu ve ilave ettiler:

"--Şayet insanoğlu bu doğru yolda yürürken başında veya ortasında bu yoldan ufak bir açıyla saparsa, zamanla
ilerleyerek hedeften çok uzaklara gider ve bir daha hedefe ulaşamaz.
Bu yol, tek yönlü bir yoldur, geriye dönüşü yoktur. İstikametini kaybetmeyen insanlar, bu yolda yüz yüze
gelemezler. (Tefrikaya düşmezler.) Ön arka olarak yürürler. Öndekiler güçlü iseler, arkadakileri çekerler.
Arkadakiler güçlü iseler, öndekileri iterler. Yâni sırat-i müstakîmde yürüyen müslümanlar asla karşı karşıya
gelmezler. Asla tefrikaya sapmazlar. Tefrikalar müslümanların istikametlerini kaybettiklerini gösterir." (19)

***

Hocaefendi bize hadiselere ve insanlara nasıl bakılacağını çok zaman anlatıyordu. Bir gün sohbetine gelen
meczub yapılı, çok garip sözler söyleyen bir adama istemeyerek uzun müddet güldüm. Hocaefendi güldüğümü
görüyordu. Nihayet bu meczub zât gitti. Hocaefendi bana döndü ve dedi ki:

"--Senin bu adama gülmen neye benziyor biliyor musun? Sırtına zor taşıyacağın kadar yük vurmuşlar, bu
yükün altında kan ter içinde Zeyrek yokuşunu çıkıyorsun; yanından sırtında hiç yük olmayan, güle oynaya
koşarak yokuşu çıkan adama gülüyorsun. Oğlum, akıllı hesap verinceye kadar, meczub çoktan cenneti bulur.
Kendisine yük olarak akıl verilmiş adam akılsızlara gülmez, kendi yükünü nasıl taşıyacağını düşünür." (20)

Hocaefendi yine bir sohbetlerinde bir mürşidin tasarrufu kendinden olmayıp, vekili olduğu sâdâttan --
kendisinin bağlı olduğu tarikın Peygamber SAS'e kadar dayanan büyüklerinden-- geldiği hususunu şu sözlerle
ifade etmişlerdir:

"--Makamda oturan kimse, bu makama kendi isteğiyle gelmemiştir. Bizim bir hususiyetimiz yoktur. Ben
sâdâtın bana emrettiklerini uygulayan bir insanım. Ben kullanılan bir insanım, kullanan değil." (21)

***

Hocaefendi'ye cezbe hakkında bir sual sorduğumda şunları söylediler:

"--Cezbe bu yolda pek makbul sayılmaz. Bu insanoğlunun Allah'ı gönlüne sığdırmadığı mânâsını taşır.
Nitekim Şâh-ı Nakşibend Efendimiz Hazretleri hatm-i hâcegân esnasında yüksek sesle 'Allah!' diye bağıran
bir dervişi dışarıya çıkartmıştır. Ve dervişlere dönerek: 'Bizim halkamızda ancak Allah'ı gönlüne
sığdırabilenler bulunur.' demiştir."

Hocaefendi cezbe hususunda devamla:

"--Cezbeye riya da karışır. Hakiki cezbe çok değişik haller gösterir. Bir kere Beyazıt Camii'nde oturuyor ve
Kur'an dinliyordum. Bir sütunun yanında idim. Yanımda bulunan zât birden cezbelendi ve başını olanca
şiddetle taşa vurdu. Adam kendine geldiği zaman hiç bir şey hatırlamıyordu. Başında hiç bir iz yoktu.

Diğer şahit olduğum bir cezbe hali Galata Mevlevîhânesi'nde vuku buldu. Beyaz şalvarlı bir genç semâ
yaparken kendinden geçiyor ve yerden bir metre kadar havalanıp havada dönüyordu. Bunu ayrı ayrı iki defa
seyrettim.

***

Hocaefendi yapılan amelde Allah rızasının dışında hiç bir şey düşünülmemesi gerektiğini sık sık tekrarlardı.
Bunun ne incelikte olduğunu bir kere Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretleri'nin uygulaması ile bize
anlatmıştı:

"Büyük şeyh Efendi (Gümüşhânelî Hazretleri) yatsı namazından sonra dervişleriyle hatm-i hâcegân yapar ve
hatimden sonra dervişlerine birer çay ikram edermiş. Bir gün Hasan Hilmi Efendi'ye (Kendisinden sonra posta
oturan ilk halifesi):

'--Bundan sonra hatimden sonraki çay ikramını kaldırınız!' buyurmuş.

Birkaç gün sonra da Hasan Hilmi Efendi'ye


'--Çayı neden kaldırttım biliyor musun? Kış günü dervişler uzaktan geliyor. Yolda gelirken, hatimden sonra
bir de çay içeriz diye düşünürler, Allah'n rızasından uzaklaşırlar. Onun içi kaldırttım.' demiştir." (22)

***

Hocaefendi mürşid-i kâmilin dervişe tasarrufunu tarif ederken dervişleri ata benzetmişti:

"--Atların bir kısmı dizginleyip dizginleri elimizde tutarız. Onlar dizginleri bizim elimizde olarak hareket
ederler. Bir kısmının dizginlerini çıkarırız. Onlar dizginsiz hareket ederler, onlar eğitildiği için kendilerini kaş
göz işaretiyle idare ederiz." buyurmuşlardır. (23)

i. Necdet Oral'dan:

Hasib Efendi'nin evindeki hatm-i hâcegân sabaha kadar sürmezdi. Sünnete çok uygun hareket eden insandı.
Yatsıdan sonra öyle uzun boylu oturmak yoktu. Aziz Efendi'de oturulurdu ama, Aziz Efendi'nin ömrü kısaydı.
O kendini biliyordu. Hasib Efendi de biliyordu bunu...

Sohbette sordular:

"--Hoca Efendi, Allah ömür versin ya, hani sizden sonra bizler ne yaparız, nereye gideriz?" dediler.

Bunun üzerine dedi ki:

"--A be düşünmeye gerek yok, bizden sonra Aziz vardır. Biraz da ona devam edersiniz." dedi.

Meğerse bunun daha devamı da varmış. Mehmet Zâhid Kotku Efendi için:

"--A be, ondan sonrakinin ömrü bize uzun görünür." demiş.

Bu sözünü de sonradan öğrendim.

İnsanlar çeşitli şekilde imtihana tabi olabiliyorlar. Aziz Efendi'nin bir sözü vardır:

"--Şeyh imtihan etmez, imtihan eden ancak mel'undur. Şeyh imtihan etmez. 'Şu adama helâları süpürteyim de,
bakayım içinden bir şey geçiyor mu?' demez. Ya küfre düşerse, bunun vebali ne olacak? İmtihan Allah'ındır.
Şeyh bu işi yapmaz." dedi.

***

Hasib Efendi'nin evinde otururken, Aziz Efendi yanı başında bulunurdu. Vefatından evvel her gün Aziz
Efendi, bir Kur'an çantası ile sık sık Hasib Efendi'ye giderdi. Karşılıklı Muhammediye, Ahmediye gibi büyük
kitaplar okurlardı. Aslında o okuma, bir ilim tahsilinden çok sanki makam teslimiydi.

Bir gün ben Hasib Efendi'ye gittiğimde, o okumalarına rastladım. Hasib Efendi oturuyor, yatağının içerisinde
ders okuyor Arapça olarak... Aziz Efendi de onu kitaptan takip ediyor. Arapça bir cümle okuyor, ona bazen:
"Şurdaki ibâre bu demektir." diyor. Derken Aziz Efendi aniden Hasib Efendi'ye şöyle dedi:

"--Hocaefendi! Bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?.."

Hasib Efendi:

"--Yok yok kalkmaz! Bil'akis derler ki, şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç
gibi daha da keskinleşir." dedi.

***
Aziz Efendi, yokluklar içerisinde cömert bir insandı. Bir şey de kabul etmezdi. En varlıklı bir insan
görünümünde idi. Hocaefendilerin her biri yaşayış tarzları ile bizlere çok güzel örnekler vermeye
çalışmışlardır.

Aziz Efendi o zaman Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii'nde imamdı. Maaşı 19 lira imiş. Bu nedenle çocuklarını
besleyebilmek için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş. O evliya zat, her gün
hale gidermiş, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirirmiş, keçilerini
beslermiş. Bize bunları anlatırken, "O sebze artıklarını, tek tek ellerimle topladım." derken, gözyaşımı
tutamadım.

Osman Ağabey, bir gün Aziz Efendi'nin oğluna sordu:

"--Babandan unutmadığın bir hatıran var mı Mahmud?" dedi.

O da:

"--Osman Abi, belki çok şey var ama ben babamın, halin önünden sebze artıklarını toplayıp, çuvala koyup da
o yokuştan (Zeyrek yokuşu), burnu yere değecek kadar aşağı çökmüş vaziyette gelişini bir türlü
unutamıyorum." dedi.

***

Bir gün bir kadın gelip, hasta olan çocuğuna okuması için, Aziz Efendi'ye yalvarmış. Rahmetli okumak
istemiş, ama sonra düşünmüş; "Ben okuyamam!" demiş. Kadın üzülüp gitmiş.

Sonra bize dedi ki:

"--Sakalımın altından geç derim ama, yol olur. Bir kişiyi okursam, yarın üfürükçü hoca ismini koyarlar.
Allah'ın lütfuyla bir de çocuk iyileşir de, bir de meşhurluk afeti çıkar bize..."

***

Bir gün Aziz Efendi'ye sordular:

"--Müslüman kadının kıyafeti nasıl olmalı?"

Cevap olarak dedi ki:

"--Oğlum müslüman kadının kıyafeti görüldüğünde dikkati çekmeyen, ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu
da yüz hatlarını kısm-ı âzamını örten bol bir baş örtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto,
müslin çorap, düz ayakkabı pekâlâ olabilir."

***

Bir başka olayı da Aziz Mahmud'dan dinlemiştim. Kendisi Fatih Camii baş imamı idi. Aziz Efendi'nin
arkadaşı idi. O anlattı bize:

"--Ben belediye harasının muhasebesini tutuyordum. Mart ayı geldi. 31 Mart'ta hesaplar bağlanacak,
muvazene yapılacak, yani denk gelecek. 31 Mart'a iki gün kaldı, ben hesabı denk getiremiyorum. Müdür beni
çağırdı:

'--Bu iki gün içinde hesabı denk getiremezsen, sen de iş ara, ben de iş arayayım!' dedi.

Bunun üzerine Aziz Efendi'ye gittim:

'--Muvazene yapamıyorum, vaziyet kötü... Ufacık bir fark var, tutmuyor hesap!' dedim.
Aziz Efendi:

'--Sen o defteri getir buraya!..'dedi.

Hemen eve gittim. Defteri aldım geldim. Baktım, Aziz Efendi abdest almak üzere kollarını sıvamış, yerde
bağdaş kurmuş oturuyor.

'--Gel yanıma otur, sayfaları çevir!' dedi.

Ellerini gösünde kavuşturmuş, ben de sayfaları birer birer açıyorum. Bir iki derken, bir sayfaya geldik. Aziz
Efendi parmağı ile sayfanın yukarısından aşağı tarayıp bir satırda durdu, o satırdaki rakamın üzerine getirdi:

'--Şu rakama dikkatlice bak!' dedi. Sonra, 'Tamam kapat!' dedi.

Kalktım ben eve gittim. Faturaları yeniden aradım, taradım, o faturayı buldum; 69'u 96 yazmışım, takdim
te'hir hatası... Ancak Hocaefendi'nin yardımından sonra hesabı düzeltip, hesap bilançosunu denkleştirip
müdüre teslim ettim." (24)

j. H. Necati Coşan Efendi'den:

Velînimet pek muhterem büyüklerimizin hal ve hayatları hakkında zihnimde canlandırabileceğim hatıralarımı,
tanımayanlara tanıma, muhiblerine de rahmet ve hayır dua ile anma vesilesi olması ümidiyle dile getirmeye
çalışacağım:

Aynı ailenin ikiz evlâdı gibi birbirini çok seven Abdül'aziz Bekkine ve Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri
ulûm-u dîniyye tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki çalışmayı, yâni halveti
yapmışlar; füyûzat ummanı Rasûlüllah SAS Efendimiz'den gelen has ve saf kaynaktan, talib ve lâyık oldukları
nasibi de aynı zamanda beraber almışlar. Netice olarak İslâm aleminin mümtaz ve güzîde simaları olan
geçmişlerine halef ve sultan namzedi olmuşlardır.

Abdullah Hasib Efendi Hazretleri'nin 15 Mayıs 1949 yılında vefat etmesiyle boşta kalan o yüce makàma,
tercih mevzu-u bahis olmaksızın merhumun işareti veya tavsiyesi ile, o zaman Ümmügülsüm Camii imamı
olan Abdül'aziz Efendi gelmiş idi.

Bir arkadaşımız Abdül'aziz Efendi'den bahsetti ve bizi alıp yanına götürdü. Bu sûretle tanımış olduk.

O sıralarda kayınbiraderle beraber çalışıyorduk. Kayınbirader dedi ki: "Enişte, ben dükkânı bekliyorum. Sen
başka bir iş bulup onunla meşgul olursan, geçimimize destek olur." dedi. Bunun için Abdül'aziz Efendi'ye
müracaat ettik:

"--Efendim, işimiz bozuldu, dükkâna devam ihtiyacı yok... Şimdi siz ne buyurursunuz, ne yapalım?" dedik.

"--Hazırlan, müezzinlik imtihanına girersin!" dedi.

Onun bu tavsiyesi üzerine müezzinlik imtihanına hazırlanıyordum. Ali Rıza Hakses de Fatih müftüsü oldu.
Bunun üzerine imtihan açtı. Bu imtihanda biz birinci olmuşuz. Müezzin maaşı 60 lira, benim ev kiram 60
lira... "Bu beni geçindirir mi?" diye içime bir şüphe geldi amma, onların tavsiyesi olduğu için, bu düşünceyi
içimden kovdum.

İmtihanı kazandıktan sonra, Ali Rıza Hakses beni çağırdı. Bizim kullandığımız kelimeleri ve yazıyı beğenmiş:

"--Burada 125 lira ücretli Kur'an kursu kadrosu var... Seni oraya tayin etsek de, sen orada kâtip olarak çalışsan
olmaz mı?" dedi.

Gittim, Abdül'aziz Efendi'ye sordum. "Pekâlâ..." dedi. Ben de bunun üzerine görevi kabul ettim. Fatih
Müftülüğü'nde görev yaptık.
Ondan sonra İstanbul müftü kâtipliği intikal etti. Benim tahsilim olmadığı için, orada netice alacağımı ümid
etmiyordum. Bu yüzden hiç oranın imtihanına müracaat etmeyi düşünmemiştim. O zamanın İstanbul
Müftülüğü mümeyyizi Remzi Bey geldi, benim masamın başına dikildi:

"--Bir dilekçe yaz, imtihana gireceksin!" dedi.

Ben:

"--Hazırlanmadım, tahsilim yok, belgem de yok... Herhalde yapamam!" dedim.

Çok ısrar etti ve dilekçemi aldı. Bir saat sonra da imtihana çağırdı. Bu imtihanda da birinci olmuşuz. Ben
kendi halimi biliyorum, bunların Abdül'aziz Efendi'nin duası neticesi olduğuna kànîyim.

O mübarek, o kudsî görevi dinlenme ve istirahat payı ayırmadan, gece gündüz kapısını muhib ve
ziyaretçilerine açık tutarak, sanki muayyen ve mahdut bir zaman zarfında tesviyeye mecbur olduğu borcunu
ödeme veya taahhüdünü yerine getirmenin tâkat üstü âzâmî gayreti içinde hizmetinin sonu gelmiş; ilâhî takdir
gereği, her fânî gibi ircii bekà ederek yüce Mevlâsına kavuşmuş, herhalde layık olduğu vuslat saadetine
erişmiştir.

Kendisi Hazret-i Ali Efendimiz'i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Saçı sakalı sarışın, kol ve pazuları
kalınca, her halde güçlü kuvvetli, göğsü geniş, yüzü heybetli idi. Bazı kere tüyleri ürperten bakışlarına ve
ciddî tavırlı görünmesine mukàbil, misafir ve ziyaretçilerine hitab ve iltifatı gayet olgun, latîf ve çok tatlı
olurdu.

Münazara edası içinde sohbet vesîlesi olan konuşmalardan son derece hoşlanırdı. Gecenin geç saatlerine kadar
devam eden konuşmalardan sonra, evde abdest tazeleyip, yatmaya fırsat kalmadan sabah namazı için camiye
döndüğümüz zamanlar olurdu.

Yalnız olarak yemek yediği herhalde görülmemiştir. Bu sofra arkadaşları olan bizleri, herhalde tevâzu eseri
olarak kardeş ve evlât olarak kabul ettiği için, seviyemize iner, kendi kaşığıyla ikram iltifatında bulunurdu.
Dünya ve dünyalıklara soğan kabuğu kadar kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazdı.

Bildiğimiz kadarıyla sıkıntılı olan bir hayatın içindeydi. Fakat kendisine çile ve mihneti zevkle kabul ettiği
için, durumunu hissettirmez hep mesrûr ve neşeli görünürdü. Yine Hazret-i Ali Efendimiz'in meşhur miskin,
yetim ve esir hadiselerini hatırlatan, yâni ailece aç kaldığı, yattığı zamanlar olurdu.

Yaz kış giyiminde fark olmayan, yâni soğuk ve sıcaktan etkilenmeyen bu muammâ ve müstesnâ insan, sözle
ifadesi zor olan fevkalâde birçok hal ve meziyetin sahibi idi. Her dalda öğrenim yapan öğrenci sorularına
cevap vermesinden ve kendisiyle görüşen, şu anda hatırlayabildiğim Nurettin Topçu başta olmak üzere, ilim
otoritesi sayılan zevâtın hayranı oldukları itirafını yapmalarından, ulûm-u dîniyyenin haricinde eğitim ve
öğretimi yapılmakta olan bütün ilimlere tahsilini yapmadığı halde vukùfu bulunduğunu, ayrıca mevhibe-i
ilâhiyeye mazhar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Muhterem Abdül'aziz Hocamız, Bursalı ve Bursa'da görevli olduğu için kendisini tanımadığım Mehmed
Zâhid Kotku Hocamız'ı bir vesîle ile ben hakîre anlatırken, bazı olgun meziyetleri yanında kelimenin kendisi
ile, "Evliyâ nümûnesi!.." buyurmuştu. O zamanın Fatih müftüsü olan Ali Rıza Hakses'in himmetiyle,
Bursa'daki Üftâde Camii imamlığından, Zeyrek'teki Ümmügülsüm Camii'ne naklen tayini yapılan muhterem
Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, 1953 yılının ilk ayında, o mübarek mihrabda muhterem Abdül'aziz
Hocamız'ın halefi olarak göreve başlamış, selefinden meydana gelen muazzam boşluğun telâfisi bilütfillâh
sağlanmıştı.

Konuşması az ve pek mütevâzi olduğu için, aciz bir görüntüye sahibdi. Durumu yadırgayan, merhuma çok
yakın olduklarını bildiğimiz kıdemli ve çok sevdiğimiz, fakat ve maalesef aralarında: "Bu makam buna mı
kalacak?" diyenlerin bulunduğu bir grup münevver kardeşimiz, o geniş kılıfın içinde ne hazinelerin
bulunacağı hesabını yapmadan, sadakat hilâfına müdâvimi oldukları o kapıdan ayrılmışlar ve bizleri mahzun
bırakmışlardır.
"Allah bir kişiyi severse, onu insanlara da sevdirir." hadis-i şerifi gereğince, merhumdan aldığımız bilgi sebebi
ve Allah'ın lütfuyla Hocaefendimiz bize sevdirilmişti. Aynı halin içinde görevine devam eden Mehmed Zâhid
Hocaefendimiz, hadis-i şerif muktezası olarak, İslâm'ı yaşayanlara ve yaşamak isteyen diğer insanlara
sevdirilmiş olacak ki; kendisini sorup arayanların günden güne sayısı artmış ve hakîkaten Allah'ın sevdiği bir
kul olduğu zahir olmuştu. Yıllar geçtikçe de muhîti tahminin üstünde genişleyen Mehmed Zâhid
Hocaefendimizi hemen tanımayan kalmamış, görülen ve yayılan üstün İslâmî meziyetlerinden dolayı cemiyet
arasında ve hattâ memleket çapında farklı bir alâka ve itibarın sahibi olmuştu.

Komşu caminin cemaatinin artması ve dolayısıyla semtinin arzu ettiği şerefe ulaşması yolunda, yıllarca
taşıdığı niyeti gerçekleştirmek için, Ümmügülsüm Camii hakkında alınan istimlâk kararını fırsat bilerek ve
niyetini açıklayan mahalle sakinlerinden Avukat Mazhar Sündüs Bey'in, ciddî ve azimli teşebbüsleriyle 1958
yılında İskenderpaşa Camii'ni naklolunan Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, hayatının sonuna kadar imamet
görevini burada sürdürmüş; bilindiği gibi o da 13 Kasım 1980 günü sevdiği Mevlâsına kavuşmuş; namzedi
olduğu vuslat saadetine herhalde nâil olmuştur.

Her ikisinin de makam ve menzilleri âğuş-i Peygamber olsun... (25)

ABDÜLAZİZ BEKİNE (RA)

1895'te İstanbul'da doğan Bekine Kazan Türklerindendir. 1910'da ailesi ile birlikte Kazan'a geri döner. 1917'de Rus
İhtilâlinden sonra bir süre Buhara'da kalır. Nihayet 1920'li yıllarda İstanbul'a geri gelir. Bayezid Medresesi’nde tahsiline
devam eder. Bu dönemde sınıf arkadaşı Mehmet Zahid Koktu (ra) [1897-1980] vasıtasıyla Nakşibendîliğin Gümüşhanevî
kolu şeyhlerinden Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi [1851-1926] ile tanışır. Bu zatın terbiyesinde tasavvufî eğitimini
tamamlayıp icazet aldığında henüz 27 yaşındadır.
Bekine, Zeyrek Ümmü Gülsüm Camisinde imam hatip iken irşad sohbetlerini devam ettirmektedir. Bir talebesi Nurettin
Topçu’yu kendisine getirir. Abdülaziz Bekine (ra) Nurettin Topçu’yu sohbet halkasına alır ve uzun bir süre manevî
eğitimi ile meşgul olur.

“BU KELLE GİDER, BU SAKAL KESİLEMEZ"

Abdülaziz Bekine, (ra) sade ve hikmet yüklü bir ifade tarzına sahiptir. Döneminin entelektüelleri, üniversite mensupları
ve gençlerle kolayca iletişim kurar. Onlara kendi evinde hizmet eder. Bir sohbetinde büyük bir iç sıkıntısıyla hayıflanmış
öğrencilerine şunları anlatmıştır:

"Bir defasında, sohbet sırasında, söz döndü dolaştı genç nesle, üniversite talebelerine geldi. Onların irşat edilmesinin
ehemmiyetinden, oraya atılacak tohumun verimliliğinden bahsetti. Bir ara Hoca daldı gitti ve sakalını avucunun içine
alıp çekerek ah bu sakalım, aah!.. dedi. "Ben şu devirde yaşadığıma ve bu makamı işgal ettiğime göre, onların arasına
girmeli idim. Onları irşat etmeli, şüphe ve dalâlet bataklığından kurtarmalı idim. Yazık, yazık ki bu sakalla onların arasına
giremem. Girebilsem dahi sözüm tesirini kaybeder. Yazık ki bencillik ettim. Şahsıma ait sevap kazanmak için sünnete
uydum. Hâşâ ki sünnete uymaktan dolayı müteessir değilim, tövbe... Lâkin bunun sevabı bana aittir sadece. Yazık ki
şahsî bir sevap için umumu irşat etme, cemiyetin en mühim kesimini, yarının yapıtaşlarını, istikbalin mürşitlerini, bu an
için bulundukları ve itildikleri bataklıktan kurtarma imkânını kaybettim. Yazık ki başlangıç hatası yaptım, füzeyi yanlış
yerden ateşledim. Neyleyim ki artık sünnet terk edilemez, bu kelle gider, bu sakal kesilemez." diye acı acı hayıflandı.
Hoca bunları anlattıktan sonra bize döndü "Biz, başkaları saplandıkları bataklıktan kurtulsunlar, büyük günahlar
işlemesinler diye şahsî sevap kazanmaktan rahatça vazgeçebilmeli, hattâ gerekirse yine şahsımıza ait olmak üzere
küçük günahlar işlemekten dahi çekinmemeliyiz. Başkalarına da cennet yolunu açabilmek için cehennemde biraz
yanmayı bile göze almalıyız." diye nasihat etti." (Ali Gül s. 53) İstanbul’un Mercan semtinde 1895 yılında doğdu.
Kazan’dan göç ederek İstanbul’a yerleşen ve zengin bir tüccar olan Haris Efendinin oğludur. Henüz okula gitmeden
Beyazıt Kaptanpaşa Camii imamı Halil Efendiden Arapça ve din dersleri aldıktan sonra Dârü’d-Tedris Mektebine
girerek buradan mezun oldu. Çocukluk dönemine dair Dr. Mazhar Özman Beye anlattıkları şöyledir: "Ben 5-6 yaşından
itibaren seherden sonra hiç uyumamışımdır. 7-8 yaşlarımda gene seherde kalkar, sabah namazından sonra bahçeye
çıkar büyük ağaçlarla dolu bahçede kuşların öterek, 'Huu... Huu...' deyip Allah'ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç
iş buyurmaz ve yaptırmazdı. İş istediğimde veya yardıma gittiğimde: "Benim sağlığımda dinlen evliya, benden sonra
çalışırsın!" derdi.

Ben de buna üzülür, anneme gider söylerdim. Annem de: "Vermek isterse kuluna, getirir koyar yoluna..." derdi. Sonra
hayatta çok gayret ettik ama, en sonunda anamızın sözüne geldik."

Onbeş yaşında iken ailesiyle birlikte Kazan’a gitti. Aslen Kazanlı olduklarından orada arazi ve binaları vardı.
Tabiiyetleri de Rusya idi. Otuzaltı odalı olan evlerinin çoğu odalarında ilim tahsil eden talebeler barınırdı. Öğrenimine
bir süre Kazan’da devam ettikten sonra Buhara’ya geçerek devrin tanınmış âlimlerinden beş yıl dinî ilimleri okudu.
Babası vefat edince tekrar Kazan’a döndü. 1917 Sovyet devriminin ardından onaltı kardeşi ile birlikte İstanbul’a
gitmek üzere yola çıktı. Bir süre Bakü’de kaldıktan sonra 1921’de İstanbul’a ulaştı. Hilmi Ziya Ülken’le akraba idiler.
Teyze çocukları gibi bir yakınlıkları vardı. Geçimini sağlamak için kardeşleriyle birlikte Asmaaltı’nda bakkal dükkanı
işletti. Daha sonra dükkanı kapatıp Beyazıt Medresesine devam etti. Bu yıllarda medrese arkadaşı Mehmed Zahid
Kotku Efendi ile birlikte meşhur Nakşibendî-Halidî şeyhi Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin halifelerinden Tekirdağlı
şeyh Mustafa Feyzi Efendiye yirmiüç yaşında iken intisap etti. Otuzbir yaşında 1926 yılında manevî ilimlerde irşad
selahiyeti mertebesine icazetle erişti. Yine aynı yıl Gümüşhanevî’nin Ramuzü’l-Ehadis adlı eserini okutma izni aldı.
Tarikat silsilesi Mustafa Feyzi, Ömer Ziyaeddin Dağıstanî ve Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî vasıtasıyla Nakşibendiliğin
Halidiyye kolu kurucusu Halid el-Bağdadî’ye ulaşır. Şeyhinin(Mustafa Feyzi Efendi) vefatından sonra uzun yıllar Serezli
Hasib Yardımcı Efendiden(ölümü: 1949) istifade etti.

Abdülaziz Efendi irşad izni aldıktan sonra imamlık görevine başladı. Beykoz’da, sonra Aksaray’da görev yaptı. İmamlık
vazifesini daha sonra Yazıcıbaba ve Kefevî Camiilerinde sürdürdü. 1939’da Zeyrek’teki Çivizade Ümmügülsüm
Camii’ne görevi nakledildi. Bu camide onüç yıl hizmet ve görev yaptı. Kanun çıkınca "Bekkine" soyadını aldı. Bekkine
Hazretleri, irşad makamına şeyhi Abdullah Hasib Efendinin 15 Mayıs 1949 tarihinde vefatından sonra geçti.

Hocaefendi çok zengin bir ailenin çocuğuydu. Babası Mercan’dan bir han satın almış ve çocuklarına vermiş. Efendi
Hazretleri bu handan gelen hiçbir kira gelirini almadı ve dul kardeşlerine bağışladı. Kendisi imamlık maaşı ile
geçiniyordu. Dört çocuğunu bu aylıkla geçindiriyor ve bazen zarfını açmadan kanserli fakir bir ihvanına bu zarfı
gönderiyordu.

İki defa Hacca gitti. Birinci gidişi, 1930 senesinde hiçbir şey almadan, ne pasaport ne de başka bir şey, "Ben Hacca
gidiyorum." demiş ve çıkmış gitmiş. İkinci defa gittiği Hac dönüşü hastalandı.

Vefatından üç gün önce, Nurettin Topçu’ya: "Lütfen bunlara söyle, hastaneye götürüp beni yormasınlar. Şurada üç
merdivenim kaldı." demiş. 57 yaşında, 2 Kasım 1952 tarihinde vefat etti. Fatih Camiinde Mehmed Zahid Kotku’nun
kıldırdığı cenaze namazından sonra Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğine, şeyhi Hasib Efendinin yanına defnedildi.

Nurettin Topçu’nun şeyhi Bekkine Hazretlerinin vefatı üzerine yazdığı Yıldırımın Huzurunda adlı hikâyesinin ilk
cümleleri şöyledir: "Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım, zamanın ve kaderin kollarıyla
kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile İlâhî bir emir
birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberane sakalının
üstünde namütenahiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk
âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım."

Vefatından sonra irşad faaliyeti imamlık görevini Bursa’dan Çivizade Camiine nakleden Mehmed Zahid Kotku
tarafından sürdürüldü. Zahid Kotku Hazretlerini yerine getirten, davet eden yine kendisidir. Abdülaziz Bekkine
Hazretleri son hastalığında: "Benim yerime Bursa’dan Hacı Mehmet Zahid Efendiyi getirin! O bizim tekkemizin en genç
halifesidir." demiş. Abdülaziz Bekkine’nin sadık talebeleri de Kotku Hazretlerini Bursa’dan İstanbul’a getirmişler.
Talebeleri, Bekkine Hazretlerini kaybettikleri zaman çok üzülmüşler. İlk zamanlar Mehmed Zahid Kotku Hazretlerine
hemen koşamamışlar. Fakat Mehmed Zahid Efendi Hazretleri, hanımını da yanına alıp eski ihvanı teker teker
dolaşmış. Güleryüzüyle yumuşak ahlâkıyla ihvanı kendisine bağlamış.

Nurettin Topçu ve Abdülaziz Bekkine Hazretleri

Sırrı Tüzeer, Bekkine Hazretlerine Topçu’nun kendisi ile görüşme isteğini iletir, aldığı cevap şaşırtıcıdır: "Kafiri getir,
kibirliyi getirme." "Bu öyle değil, altı sene felsefe okumuş, Avrupa’da" deyince, "Öyleyse getir" diyerek davet edilir.
Nurettin Topçu, Profesör Doktor Cevat Akşit’in İmam-Hatip Lisesinden hocasıdır. Bekkine Hazretleri ile olan ilk
görüşmesini bütün detayları ile Cevat Hocaya anlatmıştır: "Sultanhamam’daki liseden arkadaşım olan tüccar Sırrı
Tüzeer Beye durumumu anlattım. Sırrı Bey de bunu Abdülaziz Bekkine Hazretlerine söylemiş. Bekkine Hazretleri de
‘Pazartesi günü onu bana getir.’ demiş. Tüccar Sırrı Bey ile Bekkine Hazretlerinin evine gittik. Bize ‘Yukarı çıkın’
işareti yaptı ve başındakileri savdıktan sonra yanımıza geldi. Yukarıda bir kanepe, aşağıda kılabı var. Tozlu bir tahta.
Ben ise çok titiz bir insanım. Elbisem toz olur diye arabaya binmez, okula yayan gider gelirdim. Baktım, kanepe tozlu.
Kenarına iliştim. Abdülaziz Bekkine Hazretleri geldi, o kanepeye oturdu ve: ‘Sor bakalım evlat, ne soracaksın?’ dedi.
O mübarek zatın sorularıma verdiği cevaplar karşısında ağzım açık kalmış, hayran hayran dinliyordum."

Sırrı Tüzeer anlatıyor

Avrupa’dan dönünce beni buldu. Sırrı çok perişanım, hoca da, papaz da adam aldatıyorlar, dedi. Ben, bizim hocaları
pek tanımıyorsun, dur bakalım, dedim. Mütereddit görünüyordu. Yolda giderken mütemadi soruyordu, hoca nerelidir,
tahsili nedir?... Bunları sorma, o sana her şeyi anlatır, dedim. Hocaefendinin Zeyrek’teki Çivizade Camiinin
bahçesinde bulunan evine gittik. Yukarıda bir odası vardı, bizi oraya aldı. Siz oturun, dedi, gitti. Bir müddet sonra
kapıyı tıklattı. Açtık, elinde bir tepsi, içinde patetes yemeği, hamur tatlısı, tahin helva ve tahta kaşık. Oturduk, Hoca
anlatmaya başladı. "Oğlum biz Kazanlıyız" ve devam etti. Nurettin’in sorularının cevaplarını bir bir açıkladı. Bir
taraftan yiyoruz. Bunlar konuşmayı derinleştirdi.

Avrupa uleması ile bizim ulemayı karşılaştırıyorlar. Sonunda Hoca, "Niye felsefe okudun” diye sordu. Nurettin,
"Hevesliydim" dedi. Hoca: "Boşuna vakit geçirmişsin, neyse şimdi senede on tane İslâm’ı bilen ve tatbik eden talebe
yetiştirsen kafi" dedi.

Devamını yine Topçu’dan öğrenelim

Felsefe doçentinin soruları nelerdi?

"[Haşa], Allah var mı? Bu kainat gerçekten yoktan nasıl var edildi? Öldükten sonra nasıl dirileceğiz? Ahiret hayatı
gerçekten var mı?" gibi imana müteallik felsefi sorulardır bunlar.

Soruların sahibi Topçu, sohbetin devamı hakkında şunları anlatır: "Her soruma aldığım cevap karşısında Abdülaziz
Bekkine Hazretleri ile öylesine yakınlaşmışız ki, sonunda diz dize, göz göze gelecek şekilde yaklaşmışız. Gece saat üç.
Ben yelkenleri indirmişim. Hocaefendinin sorularıma verdiği cevaplar karşısında mest olmuşum. Beynimdeki bütün
şeytanî sorulara Rahmanî cevaplar almışım. Öyle güzel tatmin oldum ki, Hocaefendiye, verdiği cevaplar karşısında
hayran oldum. Hiç gitmeyecek gibi böyle gözünün içine bakıyorum, ağzından çıkanları can kulağı ile dinliyorum."

Bu sırada Abdülaziz Bekkine Hazretleri Topçu’nun arkadaşı Sırrı Beye işaret ederek: "Bu iş tamam, Nurettin Beyi
götür” der.

Sırrı Bey: "Kalk gidelim, sabah oldu" der. "Eyvah saat 3 olmuş. Niye haber vermedin" diye çıkışır Topçu, arkadaşına.
Sırrı Bey: "Haydi haydi’" diye çıkar. Tam kapıdan çıkacağı sırada dışarıdaki Sırrı Beye: "Haydi dönelim yahu" diye teklif
eder Topçu. Sırrı Bey de: "Yürü haydi, zaten Hocaefendiyi uykusuz bıraktık. Bundan sonra çok gelirsin" der. O günden
sonra Abdülaziz Bekkine Hazretleri vefat edinceye kadar Nurettin Topçu her gün onun sohbetine katılır. Abdülaziz
Bekkine Hazretleri çok seviyeli konuşan, dahi bir insan. Hutbede bile az konuşurmuş, ancak Topçu, onun söylediği bir
kelimeden bile alacağını alırmış.

Topçu’nun en yakınındakilere: "En salim yol, Nakşilerin yoludur" dediği rivayet edilmektedir. Bekkine Hazretleri de
Topçu hakkında; "Çok sarıklı, sakallı ve şalvarlıdan iyidir" diye bahsedermiş.

Fırat Mollaer, ilk görüşte her iki tarafta da meydana gelen olumlu fikri şöyle açıklamaktadır: "Topçu sıradan bir
felsefe hocası değil, filozof yapıya sahip bilge bir kişiliktir. Belli ki Abdülaziz Bekkine de Cumhuriyet dönemi karikatür
dergilerinde yer alan negatif şeyh tiplemesinde tüketilemeyecek, kendine özgü din adamıdır. Eğer böyle olmasaydı
Topçu’nun Abdülaziz Bekkine’ye bağlanması çok güç olurdu."

Bu memleket nasıl kurtulur?

Osman N. Çataklı Bey anlatıyor: Bir gün sohbet esnasında Hocaefendiye bir kimse şöyle bir sual sordu:
-Efendim bu memleket nasıl kurtulur?

Bunun üzerine Hocaefendi şunları anlattı:

-Rusya'dan İstanbul'a dönerken Batum'dan bir Türk gemisine binmiştik. Gemide bilet kontrolü esnasında yaşlı ve fakir
bir adamın bileti çıkmayınca, kontrol memuru adama bir tokat patlattı. Adamcağız yere yuvarlanıp kaldı. Bu durumu
kaptan köşkünden gören geminin İtalyan kaptanı, tokat yiyen adamcağızı yanına aldırttı ve İstanbul'a kadar da
yanında misafir etti.

İşte evladım bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o insanlar da
İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur. Bu hadisenin anlatımı üzerine Osman N. Çataklı Bey şu
değerlendirmeyi yapar: “Kanaatimizce burada Hocaefendi şu hususa dikkatimizi çekmektedir; Bir İtalyan kaptanın
yaşlı fakir bir adama karşı gösterdiği olgun ve insanî davranışı, bir Türk ve Müslüman olan kontrol memuru, İslâm'ı
bilip yaşamadığı için gösterememiştir. Öyleyse insanlarımıza İslâm'ın esaslarını iyice tanıtıp anlatmak ve yaşamalarını
sağlamak icap edecektir.”

Sevenlerinin hatıralarından

Prof. Dr. Orhan Okay’ın hatırasından: Çivicizade Mescidinin arka tarafında genişçe bir bahçe vardı. Orada, bir köşede,
küçük bir setin üzerinde yetişmiş bir incir ağacı altında, yaz günleri tatlı bir serinlik içinde, küçük cemaat gruplarıyla
sohbet ederdi; yahut da evin alt katındaki büyükçe odada. Her iki mekan da geniş bir perspektiften Süleymaniye
Camiini görürdü. Ben umumiyetle Hoca’nın gece sohbetlerine değil, Cuma namazından sonrakilere katılırdım. Bu
konuşmaların teferruatı maalesef hatırımda değil. Hatırımda olan, oradan her çıkışımda tarif edilmez bir ruh ferahlığı
hissedişimdir.

Merhum Esad Coşan Hocaefendi’den

Bizim tekkemiz yüksek tahsillilerle ilgili çalışmalarına İstanbul'da başlamıştır. Rahmetullahi aleyh Abdülaziz Efendi,
ihvanımızın büyüklerini üniversiteye sevketmiştir; "Üniversitede kalın, hoca olun" demiştir. O zaman üniversitede
kalmak, çok büyük mahrumiyet demekti. Dışarıda mühendisin çok büyük itibarı, kıymeti vardı, maaşı yüksekti. Ama
asistan kaldığı zaman aldığı maaş, memur maaşı idi. Düşüktü, dışarının belki üçtebiri idi, belki dörttebiri idi.
Abdülaziz Bekkine Hazretlerinin sözlerini dinleyenler, aza razı olanlar asistan oldular, doçent oldular, profesör
oldular; üniversitede talebe yetiştirdiler. Dindar talebelerden bir camiamız oluştu, elhamdülillah. Rahmetli Abdülaziz
Bekkine Hocaefendimiz, genç ve fedakâr müridlerini başlangıçtaki mahrumiyetlerine rağmen, yüksek tahsile ve
üniversitelerde hoca olma yoluna sevk etmiş; halefi aziz ve mübarek şeyhimiz Mehmed Zahid Kotku Hazretleri de o
yetişen kadroları sanayiye, devlete, sosyal ve siyasî hizmetlere yönlendirmişti. Böylece tekkemizden yetişen çok
kıymetli elemanlar her sahada, herkesin bildiği, nice nice hayırlı hizmetler ürettiler, ümmete nice nice faydalar
sağladılar, sağlamağa devam ediyorlar.

Haller ve vasıflar

Hocaefendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları
sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Pazuları kuvvetli idi. Bir koyunu rahatça yatırır, keser ve yüzerlerdi. Orta boyluydu.
Genellikle vasıtaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi. Allah vergisi olarak kendileri deha
mertebesinde bir zekâya sahipti. Hangi meslekten tahsil ve kademeden olursa olsun, onunla konuşup sohbetinde
bulunan herkes kendilerinin zekâ ve ilmine hayran kalır ve o zamana kadar böyle bir kimseye rastlamadıklarını kabul
ve itiraf ederlerdi. Kendisinin medrese ve yol arkadaşı Mehmed Zahid Kotku Efendi de bir sohbetinde: "Aziz Efendi
talebeliği zamanında arkadaşları arasında ayrıca zekâsı ile de temayüz etmişti." şeklinde buyurmuşlardır.

Cömertliği

Aziz Efendi yokluklar içerisinde cömert bir insandı. Bir şey de kabul etmezdi. En varlıklı bir insan görünümünde idi.
Zeyrek Ümmügülsüm Camiinde imam olduğu zamanlarmış. Maaşı 19 lira imiş. Bu nedenle çocuklarını besleyebilmek
için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş. Aziz Efendi, her gün hale gidermiş, pazar
dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur eve getirir, keçilerini beslermiş. Oğlu Mahmud
Bekkine’ye bir gün sorarlar: “Babandan unutamadığın bir hatıran var mı?” O da: “Belki çok şey var ama ben babamın,
halin önünden sebze artıklarını toplayıp çuvala koyup da Zeyrek yokuşundan burnu yere değecek kadar aşağı çökmüş
vaziyette gelişini bir türlü unutamıyorum” cevabını verir. Hocaefendi yemeğini misafir ile yerdi. İnsanları o kadar çok
severdi ki, müsamahası çoktu. Mazhar Özman Beye şöyle söylemiştir: "Hastalandığım zaman hep gözüm pencerede
oluyor. Sevdiğim birisi gelse de iyi olsam."

Para meselesi

Yine Osman N. Çataklı Beyden dinleyelim: Para meselesinde tahmin edilemeyecek kadar hassas idi. Bir zamanlar cami
tamire muhtaç hale gelmişti. Tavandan kumlar dökülüyordu. Bu durum üzerine bir arkadaşımız Hocaefendiye
namazdan çıktıktan sonra evin kapısında şöyle bir teklifte bulundu: “Efendim biraz para toplayalım da camiyi tamir
edelim!”

Hocaefendinin bu teklife cevabı şu oldu: “Bak evlâdım, Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi) derdi ki: 'Para ateştir,
ateşe de Rufaîler karışır.' Bizim para ile işimiz yok. Siz işinize bakınız. Bir Müslüman çıkar camiyi tamir eder.”

Bu konuşmadan on beş gün geçmemişti ki, Hocaefendi ile oturuyordum. Fatih Belediye Doktoru Fuat Bey geldi ve dedi
ki: “Efendi Hazretleri ben emekli oldum ve ikramiye aldım. İzin verirseniz bu paranın yarısı ile camiyi tamir edeyim,
diğer yarısı ile de hacca gideyim.”

Hocaefendi bu teklifi uygun gördü. Cami para toplamaya lüzum kalmadan tamir edilmiş oldu. Cami tamir edilirken
Fuat Bey de Hacca gitti ve hacı oldu, döndü.

Hocaefendi bir gün bana: “Hacı Fuat Efendi Hac'dan dönmüş, ziyaretine gidelim” dedi.

Beraber gittik. Bir hafta sonra yine bir sabah yanına vardığımda: “Hacı Fuat Efendi vefat etti. Gidelim cenazesini
kaldıralım” dediler. Fuat Efendi’nin cenazesinin yıkanmasında bulunduk, kabrine gittik. Cenazeyi Hacı Aziz Efendi ile
beraber kabre indirdik. Ve talkını bizzat Hocaefendi verdi. Hocamız bize vefalı olmayı, tevekkül ve teslimiyeti,
haliyle bir kere daha anlatmıştı.

Sohbetlerinden

Osman N. Çataklı Bey anlatıyor: Bir gün beraber oturuyorduk. Bize İslâm'da istikameti anlatmak sadedinde şöyle
buyurdular: “İki nokta arasından bir doğru geçer. İkinci bir doğru geçmez. İnsan doğum ve ölüm arasında bu tek doğru
üzerinde yürümelidir. Bu doğrunun adı sırat-ı müstakîmdir. Allah'ın Müslümanlara tarif ettiği tek doğru yoldur. Ve
Müslümanların da ayrılmaması gerekli tek doğrudur.”

Biraz durdu ve ilave ettiler: “Şayet insanoğlu bu doğru yolda yürürken başında veya ortasında bu yoldan ufak bir
açıyla saparsa, zamanla ilerleyerek hedeften çok uzaklara gider ve bir daha hedefe ulaşamaz. Bu yol, tek yönlü bir
yoldur, geriye dönüşü yoktur. İstikametini kaybetmeyen insanlar, bu yolda yüz yüze gelemezler. (Tefrikaya
düşmezler.) Ön arka olarak yürürler. Öndekiler güçlü iseler, arkadakileri çekerler. Arkadakiler güçlü iseler, öndekileri
iterler. Yani sırat-ı müstakîmde yürüyen Müslümanlar asla karşı karşıya gelmezler. Asla tefrikaya sapmazlar.
Tefrikalar Müslümanların istikametlerini kaybettiklerini gösterir.”

Sözlerinden

Abdülaziz Efendi bir gece dostlarıyla sohbet ederken: "Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz, öyle bir günde
seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?" diye sorar. Herkes bir şeyler söyler; ancak bu cevaplar onu tatmin
etmez. Kendisi şöyle buyurur: "O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyanın karışmayacağı tek vasıf
sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, hiç şikayet etmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de
sonra sineye çekerse ona sabırlı değil tahammüllü insan denir." Sevgi hususunda şöyle buyurmuşlardır: “Dünyada her
şeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Sevginin tartısı da fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz."

İnönü’yü tarif ederken: “Şahsiyet sahibi, aile babası, fakat gerdeğe girdiği gece serilen seccadeyi ayağı ile itecek
kadar İslâm’la alakası olmayan bir adam...”

“İslâm baştan başa mesuliyet ve mükellefiyettir, ondan kaçamayız.”

“Tasavvuf mürşid-i kâmilin dizinin dibinde öğrenilir.”

Eserleri
Bekkine Hazretleri yazılı eser bırakmamışlardır. Gümüşhanevî Hazretlerinin tasnif ettiği Râmuz el-Ehâdis [Hadisler
Deryası] kitabını camideki ve evdeki sohbetlerinde, derslerinde talebelerine açıklamışlar, tercüme etmişlerdir. Bu
sohbetleri, dersleri günü gününe takip eden başta Osman Nuri Çataklı Bey olmak üzere, Cevat Akşit ve Lütfi Doğan
Beyler -daha sonra- Hicrî 1400. yıla girerken bu notları gözden geçirmek ve ele almak suretiyle bu eserin tam bir
tercümesini –Bekkine hazretlerine bağlı kalarak- neşretmişlerdir.

Kaynaklar

Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, Prof. Osman N. Çataklı, Gonca yayınevi, İstanbul, 2000

Abdülaziz Bekkine Hazretleri, Ahmed Ersöz, Nil yayınları, İzmir,1992

Sahabe’den Günümüze Allah Dostları, Heyet, Şule yayınları, İstanbul, 1996

Râmuz el-Ehâdis, Musannif: Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, Gonca yayınları, İstanbul

Türkiye’de Liberal Muhafazakârlık ve Nurettin Topçu, Fırat Mollaer, Dergâh yayınları, İstanbul, 2008

milligazete.com.tr; Prof. Dr. Cevat Akşit, Hocaefendiyi anlatıyor, 13.11.2005

Hece dergisi Nurettin Topçu özel sayısı, sayı:109, Suya Hasret, Mustafa Kutlu

Tasavvuf Yolu Nedir, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan, Seha neşriyat, İstanbul, 1997

İslâm dergisi, Ekim 1994, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan’ın makalesi

Anılarla Mehmed Zâhid Kotku, Dr. Metin Erkaya, Seha neşriyat, İstanbul, 1997

Taşralı, Nurettin Topçu, Dergâh yayınları, İstanbul, 2006

You might also like