Professional Documents
Culture Documents
4 Sistematik Kelam Kitap
4 Sistematik Kelam Kitap
4 Sistematik Kelam Kitap
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
YAYIN NO: 15
İLİTAM PROGRAMI
SİSTEMATİK KELAM
YAZARLAR
EDİTÖR
İlahiyat-Deuzem
İZMİR 2012
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
Bu kitabın basım, yayım, dağıtım ve satış hakları Dokuz Eylül Üniversitesine aittir.
Dokuz Eylül üniversitesinden yazılı izin almadan kitabın tamamı veya bir bölümü mekanik,
elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve
dağıtılamaz. Ancak kaynak olarak kullanılabilir.
Akademik Koordinasyon
Bilindiği üzere, her dinde olduğu gibi İslam’da da dini hükümler, inanç, amel ve
ahlaki olmak üzere üç kısımda değerlendirilmektedir. İnanç esasları, o dinin temel
prensipleridir (usül) ve inanılması gereken esaslardır. Bunlardan herhangi birini
inkar etmek, kişiyi dinden çıkarır. Bu sebeple onlar, kişisel yorumlara konu
olmayacak kadar açık ve nettir; dolayısıyla dini literatürdeki ifadesi ile, “sübut
bakımından mütevatir” ve “manaya delalet açısından da müttefekun aleyh”
hükümlerdir. Bunlar ayrıca zaman ve zemine göre değişiklik arzetmeyen özellikte
hükümlerdir.
İşte Kelam İlmi, bu esasların kaynaklık ettiği bir ilimdir. Bu ilim, temelde nakle,
yani Kur’an’a dayanır. Bu temelden hareket ederek aynı zamanda akıl ve mantık
prensiplerini kullanmak suretiyle bir takım yorumlarda bulunur. Böylece belli bir
metotla hareket ederek bir disiplin oluştur. Bu metotla, gaye bakımından yapılan
tarifinden de anlaşılacağı üzere, o, ele aldığı esasları çeşitli inanç ve düşüncelere
karşı müdafa etmeye çalışır. Kelam İlmi’nin, konusu itibariyle yapılan tariften de
anlaşılacağı gibi, bir takım isimlerle dile getirilişi ise, onun, dinin temel meseleleri
üzerinde yoğunlaştığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Sistematik Kelam, akaid konularını belli bir sistem dahilinde ele alır ve inceler.
İlk devirlerde bu sistematik yaklaşım pek söz konusu değildi. Ancak felsefe
dünyasının etkisiyle zaman içinde konular daha da gelişmiş bir metotla ele
alınmaya başladı. Mesela, ilk Kelam eserlerinde bilgi ve varlık bahsi etraflıca ele
alınmıyordu. Ancak zamanla çeşitli kültürlerin tesiri ile bu konulara derinlemesine
yer verilmiş; böylece sonraki konuların daha vukufiyetle ele alındığı görülmüştür.
Hatta bu durum, belli ki bu özelliği ile, asırlarca medreselerde okutulan Ömer
Nesefi’nin Akaid metni gibi bazı metinlerde de açıkça kendini göstermektedir.
Bu itibarla İmam Azam Ebu Hanife’nin ilk olarak bu konularda söz sahibi olma
gibi bir gayret içine girmesi ve inanç esaslarını içeren Tevhid İlmi’ni tavsiye
etmesi, bu ilmin kıymetini ortaya koymaktadır. Yazdığı risalelerde, en faziletli
ilmin ilahi zat ve sıfatlarla ilgili olarak inkârcıların şüphelerini bertaraf etme
amacını güden “fıkh-ı ekber” olduğunu ve bu silaha kendimizi savunmak için
muhtaç bulunduğumuzu vurgulamaktadır. Ona göre “usulu’d-din”, fıkıhtan daha
faziletlidir.
Dini emirlerin bu temel esprisini yakalayan Ebu Mansur el-Maturidi’ye göre de
"Dinde derinleşme, ki buna "tevhid ilmi" denir, ameli hükümlerden ibaret olan
fıkıh ilminde derinleşmekten daha faziletlidir. Bundan dolayı, ’ilim tahsil etmek
farzdır‘ sözünden maksat, ’ilm-i hal tahsilidir‘ denilmiştir. İlm-i hal ise, imanla
ilgili hükümlerden ibarettir." (Maturidi, Ebu Mansur, Akaid Risalesi, Çev.Y.Z.Yörükan, s. 20,
(İst.,1953).)
Diğer taraftan Kelam, dini yenileme noktasında çağdaş bir konuma yükseltecek ve
insanların manevi ihtiyaçlarını karşılayacak bir ilimdir. Ana kaynaktan sapmamak
şartıyla bu kutsal görevi yerine getirecek olan bu ilmin evvel emirde öğrenilmesi
ve insanlara ulaştırılması en önemli görevlerimiz arasındadır. Aksi halde rotası
belli olmayan ve pusulasını kaybetmiş bir gemiden farksız bir mecrada insanoğlu,
kıyamete dek hep arayış içinde kalmaya mahkumdur.
Bu ilme konu olan bu kitap, hayata anlam verme ve ayakta kalmayı sağlama
noktasında öğrencilerimizi motive etme amacını gütmektedir. Bu amaç
doğrultusunda gereken hassasiyeti gösterecekleri inancıyla öğrencilerimize
başarılar temenni ederiz. Bu kitabın yayımlanmasında katkıları bulunan değerli
müellif arkadaşlarımıza ve bu arada şekil bakımından yardımlarını gördüğümüz
asistanımız Arş. Gör. M. Bilal ÖZTÜRK’e teşekkür ederiz.
AMAÇLAR
Bu üniteyi çalıştıktan sonra,
Kelâm ilminin doğuşuna yol açan sebepler, Kelâm ilminin tanımı, teşekkülü, Kelâm
İlmine verilen diğer isimler hakkında bilgi sahibi olacak,
Kelam ilminin diğer ilimlerle ilişkisi ve Kelâm’ın İslam düşüncesine katkıları hakkında
değerlendirmeler yapabileceksiniz.
İÇİNDEKİLER
Giriş
Kelâm
İsimlendirme ve Kavramsal Çerçeve
Kelâm’ın Doğuşu ve Tarihi Seyri
İslam Düşüncesine Katkıları/Etkileri
ÖNERİLER
Bu üniteyi daha iyi öğrenebilmek için;
Kelâm
Usûlu’d-Dîn
İlmu’t-Tevhîd
Fıkhu’l-Ekber
Akâid
GİRİŞ
KELÂM
İsimlendirme ve Kavramsal Çerçeve
Kelâm’ın, etimolojik olarak ve terim anlamı niye bu ilme isim olarak
benimsendiği konusunda bazı görüşler bulunmaktadır. Önce kelimenin sözlük anlamına
bakalım.
Sözlük Anlamı: Arapça’da “maddi ve manevi açıdan etkilemek” anlamındaki
kelm kökünden gelen bir mastar olan kelâm, “konuşma, söz söyleme, sözlü etkiyi
algılama” manasına gelmektedir.
“Konuşma melekesini haiz olma durumu, zihinde bulunan anlamın dille ifade
edilmesi” diye tanımlanan kelâm, örfte ağızdan çıkan anlaşılır sese verilen addır.
Bir fikri tam olarak anlatan söz olarak da tarif edilebilir. (Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s. 180, Yusuf Şevki Yavuz, DİA (Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi), Kelâm)
Terim Anlamı: Allah’ın açıkça belirttiği belli inanç, düşünce ve davranışları
destekleyip bunlara aykırı olan şeylerin yanlışlığını sözle gösterme gücü ve metodu bu
güce dayalı ilim anlamına gelir.
İnanç esaslarını akli delillerle tartışarak ispatlamaya çalışan kelâm bunu yaparken
çokça söz söylemek zorunda kaldığından kendisine söz anlamındaki kelâm kelimesine
nispetle “ilm-i kelâm” denilmiştir.
Aşağıda Kelâm ilmine dâir bazı meşhur tanımlar sunulacaktır.
10 | S i s t e m a t i k K e l â m
• Fârâbî'nin tanımı şöyledir: "Kelâm sanatı, din kurucusunun açıkça belirttiği belli
düşünce ve davranışları teyit edip bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle
gösterme gücü kazandıran bir tartışma yeteneğidir.
• “Kelam ilmi Ehl-i Sünnet akidesini muhafaza etmeyi ve bu akideyi bidat ehlinin
bozmasından korumayı gaye edinmiş olan bir ilimdir.” Gazzâlî (505/1111)
• “Deliller getirmek ve şüpheleri gidermek suretiyle dinî akîdelerin ispatını
sağlayan bir ilimdir. ” Adudu’d-dîn el-Îcî (756/1355)
• “Kelam, imanla bağlantılı akîdelerin aklî delillerle müdafaa edilmelerini ve
itikad esaslarında selef ve Ehl-i Sünnet mezhebinden sapmış olan bidatçıların
red edilmesini ihtiva eden bir ilimdir.” İbn Haldun
• “Deliller getirmek ve şüpheleri gidermek suretiyle dini akidelerin ispatına imkan
veren ilimdir. Konusu mütekaddimîne göre mevcut/varlık; müteahhirîne
göre dinî akîdelerin ispatıyla ilgili olarak, uzaktan ya da yakından ilgili olsun,
malum/bilgidir.” Taşköprüzâde (962/1554)
• Kelam ilmi kendisiyle Allah’ın zâtı, sıfatları; başlangıç (mebde) ve son(meâd)
itibariyle yaratılmışların halleri İslam Kanunu açısından araştırılan ilimdir”
Seyyid Şerif el-Cürcânî (816/1431)
• Günümüzde ise Kelâm’ın İslâm dininin bütününe yönelik eleştirileri
cevaplamaya çalışan bir disiplin olduğundan hareketle özellikle
dünyevîleşmenin de etkisiyle İslâmiyet'in davranışlara ilişkin ilkelerine
yöneltilen eleştiriler karşısında onları da savunması gerektiği dikkate alarak
şöyle tanımlanmıştır: "İslâm dininin inanca ve davranışlara dair ilkelerini
naslardan hareketle belirleyen ve aklî yöntemlerle temellendirip
destekleyen bir ilimdir." (Yusuf Şevki Yavuz, DİA, “Kelâm”)
Tanımlardan da görüldüğü üzere Kelam ilminin ana konusu ve İman
esaslarının temelini Tevhîd veya ulûhiyettir. Bu konunun ilk meselesi ise âlemin
yani Allah dışında var olan her şeyin tabiatın vs., yaratılmış olduğunu, bir yaratıcıya
ihtiyacı bulunduğunu ispatlanmaya ayrılmıştır. Binaenaleyh mütekaddimûn
döneminde Kelâm ilminin konusu fiilen var olan her şeyi (mevcut) kapsamıştır.
Aynı konu felsefe tarafından da ele alınmaktadır. Ancak felsefe sırf aklı ön plana
çıkarırken kelâm tabiattan söz ederken yöntem açısından nassa bağlı kalmayı ilke
edinmiş ve bu yönüyle felsefeden ayrılmıştır. Kelam ilmi tabiatı ilk yaratıcısını
ispatlama, sonu bakımından ele alma gibi yönleriyle de pozitif bilimlerden
ayrılmıştır.
Usûlu’d-dîn İlmi:
Kelâm ilmi dinin aslı kabul edilen inanç esaslarını anlatmayı ve savunmayı
hedeflemektedir. İnançla ilgili konular din açısından asıl konumundadır. Çünkü
iman esasları olmaksızın dinin diğer kısımlarından bahsetmek bir mana ifade
etmeyecektir. Tevhîd-Nübüvvet-Meâd gibi üçlü bir şekilde formüle edilen Usûlud-
dîn’i konu edinmesi bakımından Kelâm İlmine, bu isim de verilmiştir.
Akâid İlmi:
Akîde Gönülden bağlanılan, katiyetle inanılan şey demektir. Akâid ilmi, İslâm
dininde kesinlikle inanılan hususları ifade eder. İman esaslarından özet olarak
bahseden ilim dalıdır. Kelâm ilmi ise, iman esaslarının naklî, aklî ve felsefî
temellendirilmesini ifade eder ve bu bağlamda akâidden daha geniş bir anlam ve
içeriğe sahiptir.
Kelâm İlmine Niçin Bu isim Verilmiş Olabilir?
Bu soruya verilen cevapları kısaca şöyle özetleyebiliriz.
• Birinci asırda üzerinde ihtilaf edilen en önemli meselelerden birisi Allah’ın
kelâmı olduğu için.
• İnançla ilgili tartışmalarda söze yani kelâma dayandığı için.
• Tartışmalar sırasında kullandığı akıl yürütme usulleri Mantık’a benzediği için
onunla yakın anlamdaki Kelâm bu ilme ad olmuştur.
• Bu ilmin konu başlarında genelde …el-kelâmu fi şeklinde bir ibare konulduğu
için.
• Konuları ispatta diğer ilimlere göre Kelam ilmi, “kelâm dediğin işte budur”
“daha bunun üstüne söz olmaz” denilecek şekilde delillendirmelere gittiği için.
• Selefin sustuğu Allah’ın sıfatları, sıfatları yani ilmi, kudreti, kelâmı gibi
konularda Kelam alimleri söz ettiği için (İrfan Abdulhamid, İslâm’da İ’tikâdî
Mezhepler ve Akâid Esasları, s. 134-135 ).
K e l â m İ l m i v e D o ğ u ş u | 13
Bu son maddede belirtildiği üzere ilk dönemlerde Allah’ın Kelâm sıfatına ilişkin
tartışmalar kelâm ilminin doğuşunda ve adlandırılması üzerinde etkili olmuştur. Bunun
için biraz daha bu konuyu açıklamak gerekmektedir. Kelâm sıfatı genel olarak bütün
Müslüman âlimler tarafından kabul edilmekle birlikte keyfiyeti konusunda farklı
görüşler ileri sürülmüş ve bu görüşler aklî-naklî delillerle ispatlanmaya çalışılmıştır.
Kelâm sıfatının mahiyeti, kadîm veya hadis oluşu ve yaratıklar tarafından işitilmesi gibi
konularda ise farklı görüşler ve tartışmalar meydana gelmiştir.
İbn Sîna gibi İslam filozoflarına göre Allah’ın konuşması kavlî değil, fiilîdir. Yani
sözle değil, fiiller aracılığıyla gerçekleşmektedir. Onlara göre Kelam ya da Allah’ın
konuşması, akl-ı faal vasıtasıyla ilâhî bilginin peygamberin kalbine akması (feyiz)
demektir. Allah'ın zâtı arazlara konu teşkil etmez. Bunun için O'nun kelâmının beşerî
kelâm türünden olması mümkün değildir
Selefiyye’ye mensup âlimlere göre Allah ezelden beri mütekellim/konuşandır yani
Kelam sıfatına sahiptir. Kelâm sıfatı hâdis değil ezelîdir. Başka türlü düşünülürse
Allah’ın ezelde bu sıfattan yoksun olduğunu düşünmek gerekir ki bu Allah hakkında
düşünülmesi câiz olmayan bir acizlik ve eksikliği ona isnad etmek anlamı taşır.
Selefiyyeyi Allah’ın konuşmasının harfler ve sesler vasıtasıyla gerçekleştiğini, bunların
da Allah’ın zâtıyla kâim, ezelî olduğunu savunmuştur. Allah’ın sesi yaratıklara
benzemez, konuşmak için herhangi bir uzva da zâtı dışında bir şeye de muhtaç değildir.
Kerrâmiyye’ye mensup olanlar Allah’ın zâtında ses ve harfleri sonradan yarattığını yani
bunların hâdis olduğunu iddia etmişlerdir.
Cehmiyye, Mu'tezile ve Şîa âlimleri Kelâm’ı "harflerden ve seslerden oluşan
ifade" olarak tarif etmişlerdir. Buna göre Allah'ın konuşmasının zâtı dışında herhangi
bir nesnede harf ve ses yaratmasıyla mümkün olduğunu kabul etmişlerdir. Allah’ın zâtı
yani özü hâdislerden yani sonradan yaratılan varlıklardan münezzeh olduğu için de
Yaratılan harfler ve sesler ise hadis olup zâtıyla kâim değildir.
Eş'ariyye ve Mâtüridiyye âlimleri ise Allah’ın Kelâmını ve onun hâdis varlıklarla
ilişkisini Kelâm-ı Nefsî ve Kelâm-ı Lafzî ayrımıyla açıklamaya çalışmışlardır. Buna
göre gerçek Kelâm, Allah'ın zâtıyla kâim mânalardan ibarettir. İşte bu Kelâm-ı nefsîdir.
Bu mânalar Arapça ile ifade edilince Kur'an, İbrânîce ile anlatılınca Tevrat… olarak
nâzil olmuştur. İşte ilâhî sözleri kullara ulaştıran harf ve seslere kelâm-ı lafzî denir.
İlâhî kelâmın insanlar tarafından gerçek haliyle işitilip işitilemeyeceği hususu da
tartışma konularından biri olmuştur. Bazıları Allah’ın, ezelî kelâmını harf ve ses vasıtası
olmaksızın veya yarattığı bir ses aracılığıyla âdet üstü bir tarzda işitilebileceğini
savunmuştur. Bazıları da Allah'ın zâtında bulunan ezelî kelâmın değil onlara delâlet
eden lafızların işitilebileceği görüşünü benimsemiştir. Erken dönemde başlayan bu
tartışmalar Kelam’ın bir ilim olarak ortaya çıkışında ve adlandırılmasında etkili
olmuştur. (Yusuf Şevki Yavuz, DİA, “Kelâm”)
Kelam İlminin Tarihî Gelişimi
Kelam ilminin iç ve dış sebepler olarak adlandırılan bazı faktörler neticesinde
ortaya çıktığı kabul edilmektedir. İslâm'ın anlaşılmasıyla ilgili anlayış farkları ve
14 | S i s t e m a t i k K e l â m
ortaya çıkmasında etkili olan unsurlardır. (Yusuf Şevki Yavuz, Kelâm, DİA; İrfan
Abdulhamit, İslam’da İtikâdî Mezhebler ve Akâid Esasları, s. 143 vd.)
İç Sebepler
Hz. Peygamber döneminde vahiy henüz devam ediyordu. Bu bakımdan akla gelen
her türlü soru vahiy kontrolünde halledilmiş ve çözüme kavuşturulmuş oluyordu.
Elbette bu sahabenin aklına inançla ilgili hiçbir sorunun gelmediği manasına
gelmemektedir. Nitekim bazı hadis rivayetleri bu durumu göstermektedir.
Meselâ Ebû Hureyre’nin aktardığına göre ashabtan bir grup Hz. Peygambere
gelerek içlerinden bazı şeyler geçtiğini ve bunları söylemeyi dahi günah saydıklarını
ifade edince Peygamberimiz gerçekten hissettikleri bu duygunun imanın ta kendisi
olduğunu belirtmişlerdir. Abdullah b. Mesud ve İbn Abbas’tan gelen rivayetlerde ise
Peygamberimiz vesveseyi yani bir bakıma hakikat arayışında yaşanan metodik şüpheyi
imanın özü olarak adlandırmış ve bu durumu taklidten tahkike geçiş olarak
değerlendirmiştir. (Müslim, Sahih, İman 60; Ahmed b. Hanbel Müsned, I, 240; II, 456,
VI, 166; Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, 109, ) Öyle görünüyor ki Hz. Peygamber’in varlığı
bu tür sorunların kolaylıkla hallini sağlamıştır. Aynı zamanda müminlerin inançlarını
tahkik etmelerinin, pekiştirmelerinin bunlar üzerinde düşünme yoluyla gerçekleştiğini,
bu durumun Peygamberimiz tarafından da onaylandığını rivayetlerden anlamaktayız.
(Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi Giriş, s.59-60)
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de çok sayıdaki âyette insanlar tefekküre teşvik edilmiş,
taklitten sakındırılmıştır. Özellikle insanı kendisinden ve etrafındaki varlıklardan
hareketle Yaratıcıyı ve özelliklerini düşünmeye çağıran ayetler Tevhîd konusunu
vurgulamakta ve Allah’ı bulmada akla verilen önemi göstermektedir. Yine Kur’ân-ı
Kerîm’de peygamberlik, kader, iman-günah, iyi-kötü davranışlar gibi birçok
meselelerde vâki olan itirazlar ve şüphelerin aklî-mantıkî şekilde giderilmesinin; bâtıl
inanç ve davranışlara sahip olanlarla en uygun biçimde fikrî mücadelede örnekleri
sunulmuştur. Bu bir anlamda kelâm inşa etmeyi içeren bir emir olarak telakki edilmiştir.
Şüphesiz Müslümanların Kur’ân-ı Kerîm’in bu emir ve tavsiyelerine uyarak dinî
düşüncelerini geliştirmeleri Kelâm ilminin doğuşunda etkili olmuştur. İnsanın olduğu
yerde farklı düşüncelerin de olması kaçınılmaz bir durumdur. Nitekim Hz.
Peygamber’in irtihalinden sonra zaman içerisinde özellikle inanç ve amel sahasında
zahirî mânaları itibariyle birbiriyle çelişir gibi görünen (müteşâbih) nassları anlamada
farklılıklar belirmiş ve neticede akaid ve fıkıh alanında farklı görüş ve anlayışlar ortaya
çıkmıştır.
Resûl-i Ekrem'in vefatı sonrasında yaşana birtakım siyâsî hâdiseler Kelâmî
tartışmaların yaşanmasında etkili olmuştur. Bunların başında Hz. Peygamber'in yerine
kimin halife olması gerektiğine dair tartışmalar gelmektedir. Hz.Ebû Bekir'in ilk halife
olarak seçilmesiyle çözülmüş görünen bu mesele daha sonra özellikle Şia olarak
adlandırılacak görüş sahiplerince gündemden düşürülmemiştir. Onlar Hz. Ebû Bekir’in
seçimine itiraz ederek bu işin nass ve tayin yoluyla olması gerektiğini savunmuşlardır.
Onlara göre hilâfet vahiy yoluyla Ali b. Ebû Tâlib'e ve sonra da onun soyundan gelen
16 | S i s t e m a t i k K e l â m
kişilere tahsis edilmiştir. Şia tarafından bu mesele dinin aslî unsurları arasında mütalaa
edilmiş, onlara cevap mahiyetinde Ehl-i Sünnetin kelâmi eserlerinde de bu konu yer
almıştır.
Müslümanlar arasında yaşanan siyâsî ihtilaflar sonucu Hz. Osman’ın öldürülmesi,
ardından Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde meydana gelen Cemel ve Sıffîn savaşları
esnasında meydana gelen üzücü hadiseler sebebiyle bazı sorular kaçınılmaz olarak
gündeme gelmiştir. Bu olaylarda karşı karşıya gelen iki taraf da Müslümandı. Ortada
ölen ve öldüren kişiler yani bir katl vakası da bulunmaktaydı. Katlin İslam’da büyük
günah olduğu da bilinmekteydi. Böyle olunca büyük günah işleyen müminin iman
bakımından durumu, imanın tanımı ve sınırının ne olduğu sualleri akla geldi. Ayrıca
katl fiilini işleyen kişilerin bunu kendi hür iradeleriyle mi yoksa kader neticesinde
yaptıkları gibi konular da tartışılmış ve çözümler aranmıştır.
Çeşitli Ekol ve Görüşlerin Ortaya Çıkışı
Cemel ve Sıffîn sonrasında Hz. Ali’yi önce taraflar arasında birer hakemin verdiği
hükmü kabule zorlayıp sonra da sonra bundan ötürü onu küfürle suçlayan ve Hâricîler
olarak anılan bir grup ortaya çıkmıştır. Büyük günah (kebîre) işleyen kişiyi tekfir
etmekle başlayan ve naslara yüzeysel bakış, mezhep taassubu temel özellikleri olmuş
netice de kendileri de çeşitli alt gruplara bölünmüştür. Saîd b. Cübeyr ve Saîd b. Kutne,
Hâricîler'in görüşünün zıddına büyük günah işlemenin kişiyi dinden çıkarmayacağını,
hatta imana zarar vermeyeceğini ileri sürmüş ve Mürcie diye tanınan yeni bir fırkanın
öncülüğünü yapmışlardır.
Ma'bed el-Cühenî, Atâ b. Yesâr, Yûnus el-Esvârî, insanın fiillerinde hiçbir etkisi
ve sorumluluğu olmadığı sonucuna yol açan cebir inancını reddetmiş ve kişiyi fiil
işlemeye zorlayan bir kaderin bulunmadığı fikrini ileri sürmüşlerdir. Gaylân ed-
Dımaşkî, ise Ma'bed el-Cühenî'nin cebr-kaderle ilgili ve Saîd b. Kutne'nin de iman-amel
konusundaki görüşlerini benimsemiştir. (Yusuf Şevki Yavuz, DİA, Kelâm)
Ca'd b. Dirhem bir yandan kullara ait fiilerin Allah tarafından yaratıldığını onların
gerçek manada bir fiile sahip olmadıkları şeklinde özetlenebilecek cebir fikrini
benimsemiş diğer taraftan Kur'an'ın mahlûk olduğunu iddia etmiş, ilâhî sıfatların
varlığını reddetmiştir. Horasan’da Cehm b. Safvân da Ca'd b. Dirhem'in fikirlerini
benimseyip nasları bunlar doğrultusunda ve aklî delillere başvurarak yorumlamıştır.
Hatta Cehm, cebir fikrini temellendiren ve Kelâm ilmine mal eden kişi olarak kabul
edilmiştir. (İrfan Abdulhamid, DİA, Cebriyye)
Cehm nassları aklın ışığında yorumlaması, aklı nassların önünde tutması itibariyle
Kelam yöntemini uygulayan ilk âlim kabul edilmektedir. Onun bu yönteminin
kendisinden sonra Mutezile de alıp daha kapsamlı bir şekilde uygulamıştır. Onlar da
nassları aklın rehberliğinde değerlendirmeyi bir metod olarak benimsemişlerdir.
Özellikle Allah’ın zâtından ayrı sıfatları kabul etmemelerini; insanın fiillerinde hür
olduğu esasına dayanan adalet ilkelerini, iyi ve kötünün belirlenmesinde aklın
yetkinliğini kabul etmeleri gibi görüşlerini ağırlıklı olarak aklî verilerle ispatlamaya
çalışmışlardır.
K e l â m İ l m i v e D o ğ u ş u | 17
İbn Küllâb’a göre Allah daima kadim bir kelamla mütekellimdir. Kelâm ile
Kur’ân arasında fark vardır. Kelam, Allah’ın zatında içkin olan mânâdır ve de kadimdir.
İlahi kelam; ses ve harflerin aynı değildir. Kur’ân ya da diğer ilâhî kitaplar kelamın
kalıba, ses ve harflere dökülmüş halleridir. Ses ve harfler sonradan yaratıldığı için
bunlar da mahlûktur. Aynı şekilde bunların okunuşu, yazılışı da yaratılmıştır.
İbn Küllâb, bilgisiz ikrarın iman olmayacağını kabul etmiştir. Allah’ın sıfatlarını
zati ve fi’lî olmak üzere iki grupta değerlendirmiştir. İlâhî fiillerin Allah ile kaim
olmadığını, Allah’ın, zatında bulunan bir kıdemle kadim olduğunu; haberi sıfatların
O’nun zâtının ne aynı ne de gayrısı olduğunu ifade etmiştir. el-Kalanisi ve Haris el-
Muhasibi de İbn Küllab’ın yanında, selef akidesini, kelam metoduyla müdafaa etmeye
çalıştılar. Ne var ki bunların dinî konulardaki şüpheleri gidermek maksadıyla aklî delil
ve burhanlara dayanmaları Ahmed b. Hanbel gibi selef âlimleri tarafından hoş
karşılanmamıştır.
Ancak “Makalatu’l-İslamiyyin” isimli eserinde İbn Küllâb’ın vd.nin epeyce
fikrini bize aktaran İmam Eş’ari, Mutezile’den ayrılıp onların görüşlerini kelam
metoduyla desteklemeye koyuldu. Böylece, Ehl-i Sünnet Kelamı bir taraftan Semerkant
ve çevresinde gelişmeye başlayan Matüridiliğin diğer tarafta Irak çevresinde Eş’ariliğin
katkılarıyla şekillenmeye başladı.
Sünnî kelâmın asıl kurucularından biri, kırk yaşında iken o zamana kadar ders
aldığı üvey babası Ebû Ali el-Cübbâî'den ve Mutezilî görüşlerinden ayrılan Ebü'l-Hasan
el-Eş'arî olmuştur. Eşarî’nin bu ayrılışında özellikle Mutezilenin “kulları için aslah olanı
yaratmanın Allah’a vâcip olduğu” şeklindeki görüşüne aklî ve naklî açıdan karşı
çıkması etkili olmuştur. Eşarî muhtemelen Hâris el-Muhâsibî ve benzerlerinin maruz
kaldığı tepkiden çekinerek önceleri Ahmed b. Hanbel’e bağlılığını ifade etmiş sonra dinî
konuları savunmada aklî delillere başvurmanın Kur’ân ve Sünnete bağlılıktan ayrılmak
anlamına gelmediğini belirttiği er-Risâle fî İstihsâni’l-Havd fî İlmi’l-Kelâm ve el-Lüma
gibi eserlerini kaleme almıştır. (İrfan Abdulhamid, İslâm’da İtikâdî Mezhepler ve
Akaid Esasları, s. 148-150)
Neticede Eşarî Mutezilenin aksine büyük günah işleyenlerin imandan çıkmadığını
söylemiş, insanların fiilleri de dahil olmak üzere her şeyin kaderin kapsamına girdiğini
ve insanların kesb yoluyla tesir ettiği fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını kabul
etmiş, rü'yetullahın naslarda açıklanan diğer âhiret hallerinin akıl açısından mümkün
olup mutlaka vuku bulacağını savunmuş bunları aklî olarak temellendirmeye çalışmıştır.
Mutezilenin kelâm metodunun Sünnî kelâm haline dönüşmesinde Eşarî’nin ve onun
yolunu takip eden Kâdî Ebû Bekir Bâkıllânî, İbn Fûrek, İsferâyînî, Abdulkâhir el
Bağdâdî, Cüveynî, Gazâlî gibi âlimlerin rolü büyüktür. Bu sayılanlar İmam Eşarî’nin
görüşlerini daha da kapsamlı ve sistematik hâle getirmiş ve neticede Sünnî Kelâm’ın
Eşariyye ekolü teşekkül etmiştir.
Eş'ariyye özellikle Ortadoğu ile Kuzey Afrika'da yayılırken doğuda
Mâverûnnehir’de Ebû Hanife’nin itikâdî görüşlerini ve ilmî geleneğini sahiplenen
Mâtürîdilik neşvü nema bulmuştur. Mâtürîdî’nin, Eş'arî'ye nisbetle kelâmda daha akılcı
K e l â m İ l m i v e D o ğ u ş u | 19
bir yöntem geliştirip uyguladığı ve Sünnî inançları daha doyurucu bir muhteva ile
temellendirmeye çalıştığı Matürîdîliğin de Eş'ariyye ile Mu'tezile arasında, fakat
akılcılıkta Mu'tezile'ye daha yakın durduğu kabul edilmiştir. Mâtürîdî bilgi problemi,
isbât-ı vâcib, ilâhî fiillerin hikmetli oluşu, insanın kendi fiillerinin faili kılınışı,
nübüvvetin gerekliliği ve imanın dindeki yerinin önemi gibi konulara ağırlık vermiş,
Ka’bî üzerinden Mu'tezile kelâmını eleştirmiş; kullandığı istidlal şekilleri, örnekler ve
malzemelerle sonraki Sünnî kelâm eserleri için model olmuştur. (Yusuf Şevki Yavuz,
DİA, Kelam; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, s. 64-65)
Kelam ilmi tarih içinde konusu ve metodu açısından Mütekaddimûn,
Müteahhirûn, Felsefe ile Meczedilmiş Kelâm Devri, Cem ve Tahkik devri, Yeni İlm-i
Kelâm devirleri gibi çeşitli devrelere ayrılarak değerlendirilmiştir.
Mütekaddimûn Devri
İmam Eşarî ve İmam Matürîdî ile başlayan ve Eş'ariyye'de İmam Gazzâlî,
Mâtürîdiyye'de Ebü'l-Muîn en-Nesefî’ye ile sona eren devre bu isim verilir. Bu dönemin
önemli kelâmcıları arasında Eşarîlerden Bâkıllânî, İbn Fûrek, Ebû Bekir el-Beyhaki,
Cüveynî Matürîdîlerden Hakîm es-Semerkandî, Ebû Seleme es-Semerkandî, Ebü'1-Yüsr
el-Pezdevî sayılabilir. Klasik mantık ve felsefeden uzak durmak Mütekaddimîn
kelâmının en belirgin özelliğidir. Bunun yerine özü Kur'an'da bulunan bir akılcılıkla
İslâmî ilkeleri temellendirilmiştir. Bu sebeple dönemin kelâmı felsefî bir metafizik
olmaktan çok bir usûlü'd-dîn ilmi olarak görülebilir.
Bu devirde naklî ve aklî delillerden oluşan özgün bir istidlal yöntemi, temsîlî
kıyas, kıyâsü'l-gâib ale'ş-şâhid, sebr ve taksîm, inançların kanıtlanmasına aracılık yapan
delillerin inanç esası gibi kabul edilmesi anlamında in'ikâsü'l-edille gibi istidlal
vasıtaları kullanılmıştır. Yine bu dönemde Allah'ın varlığını ispat konusunda hudûs
delili kullanılmış, sıfat tartışmalarına ağırlık verilmiş, müteşâbih âyetler te'vil edilmiş,
bazı âhad rivayetler naklî deliller arasına alınmıştır. Ulûhiyet, nübüvvet ve cismânî haşir
konularını ispat amacıyla atomcu bir tabiat felsefesi savunulmuş sebep-sonuç arasındaki
ilişkinin zorunluluğu reddedilmiştir. Bu devirdeki Kelam âlimlerinin henüz mantık ve
felsefeye fazla aşina olmadıkları da ifade edilebilir.
Müteahhirûn Devri
Müteaahhirûn sonrakiler anlamında kullanılan bir tabirdir. Bununla daha çok
kastedilen Gazâlî (ö. 505/1111) ile başlayan devirdir. Bu dönemde Kelamın konusu
mevcud/varlıktan maluma yani bilinene dönüşmüş ve genişlemiştir. Yine Kelamcılar,
gerek metod gerek muhteva gerekse terimler açısından Mantık ve Felsefeyle daha yakın
ilgi içerisinde olmuşlardır. Daha önce miladî dokuz ve onuncu asırlarda Mutezile
Kelamcıları fizik ve metafizik konularda özellikle Yunan Felsefesi başta olmak üzere
felsefeden istifade etmişlerdi.
Gazâlî ise başta Müslüman Meşşâî filozoflar olmak üzere felsefecileri tenkid
etmiş ve onlar hakkında meşhur “Tehâfütü’l-Felâsife” yani Filozofların Tutarsızlıkları
adlı eserini yazmıştır. O kendisi filozof olmamasına rağmen bu tür felsefe ve mantık
destekli tartışmaların kelamcılar arasında yaygınlaşmasında önemli rol sahibi olmuştur.
20 | S i s t e m a t i k K e l â m
Gazalî, İbn Hazm tarafından İslâmî ilimler arasına dahil edilen mantık ilmine dair de
Mi’yâru’l ilim ve Mihakku’n-Nazar gibi eserlerini yazmıştır. (Bekir Topaloğlu, Kelâm
İlmi, s. 67-68)
Gazâlî ile birlikte mantık kurallarına aykırı görülen in'ikâsü'l-edille reddedilmiş,
akaidle örtüşmeyen felsefî görüşleri eleştirmek amacıyla bu disiplinin öğrenim ve
kullanımına ağırlık verilmiştir. Hatta isbât-ı vâcibde imkân delilini öne çıkaran
Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî ve Kâdî Beyzâvî ile kelâm eserlerinin
muhtevasında felsefî bahisler kelâmî konulardan fazla bir hacim işgal etmeye
başlamıştır.
Bütün bunlar Ehl-i Sünnet Kelâmı açısından bir bakıma bir dönüm noktası olarak
kabul edilmiş ve İbn Haldun (ö. 808/1406) gibi âlimler tarafından Gazâlî sonrası Kelâm,
Müteahhirûn Dönemi olarak adlandırılmıştır. Fahruddin er-Râzî (ö.606/1209) ve
Seyfuddin el-Âmidî (ö. 631/1233) Ebü'l-Muîn en-Nesefî, Necmeddin en-Nesefî,
Sirâceddin el-Ûşî, Şehristânî, Nûreddin es-Sâbûnî, Şemseddin es-Semerkandî, Kâdî
Beyzâvî, gibi kelamcılar bu devrin öne çıkan isimlerinden bazıları olarak zikredilebilir.
Şehristânî sonrasında özellikle Fahreddin er-Râzî, Âmidî ve Kâdî Beyzâvî’nin
çalışmalarından hareketle onların yaşadığı döneme “Felsefe ile Mezcedilmiş Kelam
Devri” de denilmektedir.
Cem ve Tahkik Devri
Hicrî sekizinci asırdan 20. Yy. başına kadar geçen dönem şerh ve haşiye ya da
cem ve tahkik devri olarak adlandırılır. Bu dönemin temel özelliği –her ne kadar bazı
telifler kaleme alınmış olsa da- özgün eserler meydana çıkarmaktan ziyade daha önce
yazılmış olan kelam kitaplarıyla ilgili şerh, haşiye, ta’lik, hülâsa ya da tehzib tarzında
eserler yazmak olmuştur. Bir de bu dönemde önemli görülen elfâzı küfür, kader, isbât-ı
vâcib gibi konularda ayrı risâleler de yazılmıştır. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, s. 72-
74)
Adudüddin el-îcî'den itibaren başlayan şerh ve haşiye geleneği başlayıp Teftâzânî,
Cürcânî ve Devvânî ile zirveye ulaşmıştır. Böylece kelâm ilminin gerileme dönemine
girdiği kabul edilir. (Yusuf Şevki Yavuz, DİA, Kelam) Özellikle 20. asırdan itibaren
günümüze kadar geçen süredeki Kelâmî çalışmalar Yeni İlm-i Kelâm dönemi eserleri
olarak değerlendirilmiştir.
Yeni İlm-i Kelam Dönemi
18. yy-19 yy dan itibaren Müslümanlar Batı’nın teknolojik üstünlüğü, askeri
başarıları ve sömürgeleştirme politikalarıyla bunların etkilerini üzerlerinde daha
kuvvetli bir şekilde hissedecek şekilde karşılaşmışlardır. Özellikle Mısır, Hindistan vb
yerlerde Avrupalıların gerçekleştirdikleri fiili işgaller sonrasında Müslümanları kendi
geri kalmışlıkları üzerinde düşünmeye başladılar.
Neticede bazı Müslümanlar içine düştükleri durumdan kurtulmanın çaresi olarak
Batılılaşmayı gördüler. Çözümün bir ayağı olarak Müslüman topraklarda Batı türü
K e l â m İ l m i v e D o ğ u ş u | 21
ÖZET
etmekle birlikte Selefiyye’den farklı olarak dinî ilkeleri aklî bilgiler ve dil kurallarına
uygun bir şekilde yorumlama yöntemini de benimsemişlerdir.
Kelam ilmi, tarihî olarak konu ve yöntemde meydana gelen değişikliklere bağlı
olarak çeşitli dönemler içinde değerlendirilmiştir. Mütekaddimîn kelâmının en belirgin
özelliği klasik mantık ve felsefeden uzak durmak bunun yerine özü Kur'an'da bulunan
bir akılcılıkla İslâmî ilkeleri temellendirmeye çalışmak olmuştur. Bu dönemin kelâmı
felsefî bir metafizik olmaktan çok bir usûlü'd-dîn ilmi olarak görülebilir.
Gazâlî ile başlayan Müteahhirûn döneminde Kelamın konusu mevcud/varlıktan
maluma yani bilinene dönüşmüş ve genişlemiştir. Kelamcılar, gerek metod gerek
muhteva gerekse terimler açısından Mantık ve Felsefeyle daha yakın ilgi içerisinde
olmuşlardır. Hatta Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî ve Kâdî Beyzâvî ile kelâm
eserlerinin muhtevasında felsefî bahisler kelâmî konulardan fazla bir hacim işgal etmeye
başlamıştır.
Hicrî sekizinci asırdan 20. yy başına kadar geçen dönem şerh ve haşiye ya da cem
ve tahkik devri olarak adlandırılır. Bu dönemin temel özelliği –her ne kadar bazı telifler
kaleme alınmış olsa da- özgün eserler meydana çıkarmaktan ziyade daha önce yazılmış
olan kelam kitaplarıyla ilgili şerh, haşiye, ta’lik, hülâsa ya da tehzib tarzında eserler
yazmak olmuştur.
18. yy-19 yy dan itibaren Batı’dan gelen Pozitivizm, Darvinizm, Ateizm,
Fröydizm gibi cereyanlar karşısında ve din karşıtı tutumlar karşısında İslâm Dininin
daha iyi savunulması gereği hissedilmiştir. Kelâm ilminin bizâtihi değerli, önemli,
gerekli ve faydalı olduğunu ancak yeni akımlar karşısında yeni ve güncel bir usul ve
metod kazanması ve güncellenmesi gerektiğini düşünen âlimlerin Kelâm alanında
verdikleri eserler Yeni İlm-i Kelam Dönemi eserleri olarak adlandırılmaktadır.
24 | S i s t e m a t i k K e l â m
SORULAR
A) Hilafet tartışmaları
B) İç savaşlar
C) İnsanın fiillerinde hür olup olmadığı tartışması
D) Çeşitli dinlere mensup kişilerin Müslüman oluşu
E) Atom Görüşü
3- Aşağıdakilerden hangisi nassları aklın ışığında yorumlayan, aklı nassların
önünde tutması itibariyle Kelam yöntemini uygulayan ilk âlim olarak kabul
edilmektedir?
A) Vâsıl b. Ata
B) Ma’bed el-Cühenî
C) Gaylan ed-Dımaşkî
D) İbn Küllâb
E) Cehm b. Safvân
4- Aşağıdakilerden hangisi Yeni İlm-i Kelâm devrinde daha çok mücadele edilen
akım ya da görüşlerden biri olarak değerlendirilmemiştir?
A) Mutezile
B) Darvinizm
C) Fröydizm
D) Pozitivizm
E) Materyalizm
5- Eşarîlerde müteahhirun devri kiminle başlamaktadır?
A) Cüveynî
B) Gazâlî
C) Şehristânî
D) Beydâvî
E) Râzî
K e l â m İ l m i v e D o ğ u ş u | 25
CEVAPLAR
1. C, Cevabınız yanlış ise İsimlendirme ve Kavramsal Çerçeve bahsini yeniden okuyunuz.
2. E, Cevabınız yanlış ise Kelâm İlminin Tarihi Gelişimi kısmını dikkatlice tekrar
okuyunuz.
3. E, Cevabınız yanlış ise Kelâm İlminin Tarihi Gelişimi kısmını bahsini yeniden
dikkatlice okuyunuz
4. A, Cevabınız yanlış ise Yeni İlm-i Kelam Dönemi başlıklı bahsi yeniden okuyunuz.
5. B, Cevabınız yanlış ise Müteahhirûn Devri Kelam bahsini yeniden okuyunuz.
KAYNAKLAR
SÖZLÜK
İn'ikâsü'l-edille: Delilin geçersizliğiyle ispatlanmak istene konunun da geçersiz
kabul edilmesi.
İsbât-ı vâcib: Varlığı kendinden ve zorunlu olan varlığın yani Allah’ın varlığının
ispatlanması.
Sebr ve taksîm: İhtimalleri tartışıp geçersiz olanı eleme şeklinde uygulanan usul.
AMAÇLAR
Bu üniteyi çalıştıktan sonra,
Haricilik, Mürcie, Şîa, Cebriye, Kaderiyye, Mutezile vb hakkında bilgi edineceksiniz.
Eşarîlik-Mâturidîlik vb. ekollerin ortaya çıkışları, temel ilkeleri ve özellikleriyle ilgili
bilgi edinmiş olacaksınız
İÇİNDEKİLER
Giriş
Haricilik
Mürcie
Şîa
Cebriye
Kaderiyye
Mutezile
Eşarîlik
Mâturidîlik
ÖNERİLER
Bu üniteyi daha iyi öğrenebilmek için;
Bu üniteyi daha iyi anlayabilmek için şu hususlara dikkat edilmelidir:
Üniteyi okumaya başlamadan önce mezhepler tarihiyle ilgili ünitelerinizi gözden geçirin
Fıkhî-İtikâdî mezhep kavramlarına göz atın
İnsanlara arasında düşünce ayrılıklarının nelerden kaynaklanabileceğine dair fikir
yürütün
İnternetten yapılacak canlı yayınla veya daha sonra banttan yapılacak yayınları mutlaka
takip etmelisiniz.
ANAHTAR KELİMELER
Haricilik
İman-Amel ilişkisi
Kader ve İnsanın Fiilleri
Mutezile
Salah-aslah
El-menzile beyne’l-menzileteyn…
Matürîdilik
Ebû Mansur el-Mâtürîdî
Eşarîlik
Ebu’l-Hasan el-Eşarî
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in hayatında dinî problemlerin çözümü vahyin denetiminde
gerçekleşmiştir. Ancak Resûlü Ekrem’in vefatı sonrasında Müslümanlar arasında
meydana gelen birtakım hadiseler daha sonra çeşitli şekillerde yorumlanmış ve bunlar
bazı fırka ya da ekollerin ortaya çıkmasında bir zemin oluşturmuştur.
Hz. Peygamberin defnedileceği yer, mirası, Üsâme b. Zeyd’in Suriye seferine
gönderilmesi, zekat vermeyen bazı kabilelerin yol açtığı sorunlar, bazı ridde (dinden
dönen bazı kabilelerin isyanları) hadiseleri, Kur’ân’ın cemi gibi durum ve sorunlar
özellikle Hz. Ebû Bekir’in dirayetli idaresiyle halledilmiştir. Ancak ilk anda ortaya
çıkan halife seçimiyle ilgili bazı konular daha sonra İslam Dünyasının gündemini,
“İmamet meselesi” şeklinde meşgul edegelmiştir.
Özellikle Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yıllık dönemindeki sıkıntılar, onun
şehit edilmesi, sonrasında Cemel ve Sıffin savaşları ve hakem hadisesi gibi önemli
olaylar; büyük günah işleyen kişinin durumu, iman-amel ilişkisi, insanın fiil ve
davranışlarından ne ölçüde sorumlu olduğu, kader, Allah’ın sıfatları gibi konuların
Müslümanlarca tartışılmasına zemin hazırlamıştır. İşte bu sayılanlar Kelam ilminin ele
aldığı önemli tartışma konuları olagelmiştir. Özellikle fetihlerle Müslümanların
yayılmış olduğu coğrafyanın genişlemesi, -bir kısmı Müslüman olsa da- İslam
toplumunun dışından değişik grupların, inanç sahiplerinin doğrudan temas ya da
tercüme faaliyetleri yoluyla etkileri de bu tartışmaların seyrini zaman zaman
etkilemiştir.
Hâricîlik
Hz. Osman’ın şehid edilmesi sonrasında onun kanını talep etmek gerekçesiyle Hz.
Ali’ye karşı cephe alan içlerinde Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’in bulunduğu yaklaşık altı
yüz kişilik bir kuvvet
Hakem hadisesi sonrasında Hz. Ali’nin ordusundan çıkıp gidenler anlamında bu
oluşuma Hâricîler adı verilmiştir. Ancak kendileri isimlerini Nisa suresinin 100.
ayetinde “Allah yolunda hicret için evden çıkanlar” ibaresine dayandırırlar.
Hâricîlerin temelde inanç konularına yaklaşımının şekillenmesinde Hz. Osman’ın
şehid edilmesi sonrasında meydana gelen Cemel, Sıffîn vakaları ve hakem hadisesi
kritik bir rol oynamıştır. Haricî anlayışa göre ortaya çıkan durum şu şekilde
özetlenebilir:
Cemel ve Sıffin’de birbirine kılıç çekenler büyük günah işlemişler ve burada
öldürülen de öldüren de cehennemi hak etmiştir.
Hakem hadisesini kabul eden taraflar insanların (hakemlerin) hükmüne tabi olmuş
ve Allah’ın hükmüne uymamışlardır. Dolayısıyla bunlar da tekfir edilir yani kâfir
sayılırlar.
Yalnız Cemel ve Sıffîndekiler değil, büyük günah işleyen herkes kâfir olur. Zira
amel imanın bir parçasıdır. Amel konusunda yapılan yanlış, kişinin imanını bozmakta
ve onu dinden imandan çıkarmaktadır.
30 | S i s t e m a t i k K e l â m
Nübüvvet:
Şia nübüvveti adl ve aslah anlayışıyla bağlantılı olarak ele alır. Aslah anlayışına
göre kulları için güzel olan (husun) bir şeyi yaratmak Allah’a vâciptir. (vâcip alellah)
Buna göre peygamberlik hem bizâtihi güzeldir hem de hikmete binaen gerçekleşmiştir.
Peygamberliğin hikmetini bu dünyanın nizamı ve ahirete yönelik olarak iki yönden ele
alır ve açıklarlar. Dünyada insanlar bir arada yaşamak zorundadır. İnsanların kendi
menfaatine öncelemeye çalışmaları, diğerlerinin haklarını ihmal etmeleri gibi
durumların önüne ancak adaletle geçilir. Bu da şeriatı ve bunu bildirecek olan
peygamberleri gerektirir. Bu peygamberlerin etkili olabilmeleri de onların
doğruluğunun mucizelerle teyid edilmesini gerekli kılar. Ahirete yönelik olarak da
insanların yapıp edeckleri ibadetleri, zikirleri ancak bu konuda kendilerine rehber
olacak peygamberlerle öğrenmeleri mümkün olmuştur. Bütün bu sebeplerden
peygamber göndermek insanlar açısından güzeldir. Böyle bir şeyi yaratmak da Allah’a
vâciptir. Peygamberlerin tebliğlerinin etkili olabilmesi onların masum oluşuna bağlıdır.
Şîa ismet sıfatını diğer mezheplerden daha kapsamlı düşünür. Genel olarak Şiî âlimlere
göre peygamberler bisetlerinden yani kendilerine peygamberlik verilmeden önce de
peygamberlik vazifelerinden sonra da yani doğumlarından ölümlerine kadar her türlü
büyük ve küçük günahtan korunmuşlardır. Ehl-i Sünnet âlimlerine göre ise
peygamberlerin bisetlerinden önce günah işlemeleri câiz görülmüştür. (Şeyh Müfîd gibi
bazı Şiî âlimler bu konuda Ehl-i Sünnet gibi düşünmektedir. Bkz. Evâilu’l-Makâlât, s.
67-68) Bu manada Şia’nın daha muhafazakâr olduğu söylenebilir. Şîî âlimler bunun
gerekçesini şu şekilde açıklamışlardır: peygamberler önder ve rehber şahsiyetlerdir.
Şayet bisetlerinden önce de olsa günah işledikleri bilinirse insanların gönülleri onlara
meyletmez. Ayrıca peygamberler uyulması gereken örnek kişilerdirç Günah işledikleri
düşünüldüğünde onlara günah işleme hususunda da uymak gerekir ki bu da çelişki
oluşturur. Peygamberin günah işlediği varsayıldığında bu durum onların iyiliği
emretme-kötülüğü yasaklam prensibi gereğince kötülükten gerekirse cebren
menedilmelerini gerektirir ki bu da onları incitebilir. Şia’ya göre peygamberler kendi
devrinin en üstünü olmalı, ana-babaları nın, soylarının her türlü alçaklık ve yüz kızartıcı
suçlardan uzak olmaları da elzemdir.
İmamet:
İmamet Şîayı diğer mezheplerden ayıran en karekteristik görüştür. İmameti dinin
asıllarından saymaları da bunun bariz bir göstergesidir. Şia’ya göre imamet vasıtasız
olarak vahiy almak dışında peygamberlik makamına din ve dünya işlerinde hilafet
etmek; imam da bu manada halifedir. Böyle bir halifenin bulunması aklen vaciptir.
Yukarıda nübüvvetin niçin Şîa’ya göre Allah’a vâcip olduğu üzerinde duruldu.
İşte aynı gerekçeler ve açıklamalar Şiîler tarafından imamet için de yapılır. Yani
peygamberlik hikmet yönünden nasıl Allah’a vâcipse imamet de böyledir. Çünkü
imamet de bir lütuftur ve her lütuf gibi Allah’a vaciptir. Hatta onlara göre yalnız
insanların değil cinlerin başına imam tayini de vaciptir. “Ey peygamber Rabbinden
sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan Rabbinin elçiliği görevini yapmış
34 | S i s t e m a t i k K e l â m
olmazsın. Muhakkak Allah seni insanlardan korur” (Mâide, 5/67) ayetinde Hz.
Peygamberden istenen Şîa’ya göre Hz. Peygamberden sonra gelecek olan ve Allah
tarafından tayin edilmiş olan imamların ümmete bildirilmesidir. Hz. Peygamber
muhtelif vesilelerle bu imamların adlarını ve sıfatlarını bildirmiş ama ümmet bunlara
değil heva ve heveslerine uymuştur. Yine Şia imametin vâcip olduğu şeklindeki
görüşlerinin bir tamamlayıcısı olarak imamların da peygamberler gibi masum olduğunu,
günah işlemediğini kabul eder. Peygamberden sonra şeri bilgilere ancak imamlar
sayesinde erişelebilir
Hz. Peygamberden sonra nasla tayin edilen, devrinin en faziletlisi (efdal) ve
masum olan kişi Hz. Ali’dir. Hz. Ali’den sonra da imamet için en ehil olanlar onun
soyundan gelenlerdir. Nitekim Şia’ya göre imamet babadan oğula intikal etmiştir.
Bunun biricik istisnası hz. Hasan’dan Hz. Hüseyin’e intikalidir. İsnâ Aşeriyye yani
oniki imam Şîası’na göre bu bahsedilen intikal onikinci imama kadar devam etmiştir.
Onikinci imam ise şu bir hikmete bağlı olarak gizlenmiştir. Bu onikinci imam dünya
zulümle dolduğu esnada gizlendiği yerden çıkıp yeryüzünün tamamını fethedecek ve
adaleti getirecek olan beklenen Mehdîdir. Bununla beraber Mehdînin bütün ŞiÎ
fırkalarında beklendiğini belirtmek gerekir. Ancak onun kim olduğu hususunda kendi
aralarında bir birlik de yoktur.
Meâd:
İsnâ Aşeriyye, Zeydiyye gibi mutedil Şiî fırklar meâd yani ölümden sonra
bedenlerin tekrar yaratılacağına ve ruhların bedenlere iade edileceğine inanırlar.
Müslümanların icmaı, Kurân ve hadisler bunu ortaya koymaktadır. Bu aklen de
mümkün bir husustur. İnsanların bu dünyada yapıp etmelerinden sorumlu tutulmaları
yani teklif ve bu dünyada mutlak adaletin gereçekleşmemesi gibi hususlar da ahiretin,
meadın olmasını gerektirir. Şîa’nın meâd hususundaki ayırt edici görüşü ricattir. Tarih
içerisinde ortaya çıkan Şiî isyan hareketlerinin liderleri olan imamlar muhalifler
tarafından yakalanıp öldürüldüğünde taraftarlarının bazıları bu ölüm hadisesini kabul
etmiş bazıları ise imamlarının yani bekledikleri mehdînin ölmediğini tekrar dünyaya
geleceğini iddia etmişlerdir. Mehdînin yanında Şîa’ya göre onun dostu ya da düşmanı
olan, bir kısmı iyilikte bazısı da kötülükte ileri gitmiş olan bazı insanlar da eski şekil ve
şemâilleriyle yeniden yaratılacaklardır ki buna ricat denilmektedir. Mehdînin gerçek
devleti kurmasından ve adaleti temininden sonra bunlar tekrar ecelleriyle ölecekler ve
ahirette diğer insanlarla birlikte tekrar diriltilecekler ve hak ettikleri sevap ya da cezaya
kavuşacaklardır. (Avni İlhan, “Şia’da Usulü’d-Din” Milletlerarası Tarihte ve
Günümüzde Şiilik Sempozyumu (13-15 Şubat 1993: İstanbul), 1993, s. 409-433)
Cebriyye-Cehmiyye
Hz. Peygamber’in irtihali sonrasında Müslümanlar arsında ortaya çıkan en önemli
tartışma konularından biri de kader ve insanın fiilleri meselesine dairdir. Özellikle
Cemel ve Sıffin olaylarında vuku bulduğu gibi Müslümanların birbirleriyle savaştıkları
elim durumlar insanın fiillerini işlerken ne kadar hür olup olmadığıyla ve bu hadiselerde
ilahî irade ve kudretin tesiriyle ilgili farklı görüşlerin serdedilmesine zemin
K e l â m O k u l l a r ı | 35
hazırlamıştır. Cemel ve Sıffin sonrası “Düne kadar birbirine kardeşten daha yakın olan
Müslümanlar nasıl oldu da birbiriyle savaştı? Birbirlerine canlarını, mallarını feda
ederken nasıl birbirlerine kasteder hale geldiler?” gibi soruları akıllara getirdi. Neticede
iktidara gelen ve muhalefette kalan gruplar göz önüne alındığında bütün bu olanların
ezelde takdir edilmiş olması yenenlere meşruiyet; yenilenlere mazeret sunmuş oldu. (bk
İrfan Abdulhamid, İslâmda İtikâdî Mezhepler ve Akaid Esasları, çev. M Sâim
Yeprem, s. 283-285)
İlk dönemdeki Kelâmî tartışmaların en önemlilerinden üçü yani Allah’ın kudreti
karşısında insanın konumu veya yaygın bilinen adı ile kader ve özgür irade tartışması;
Kur’ân’ın mahlûk (yaratılmış) olup olmadığına dair tartışma ve Allah’ın sıfatları
konusundaki tartışma aşağı yukarı aynı zamanda tartışılmaya başlanmıştır. (bkz. A.S.
Tritton, İslam Kelâmı, çev. Mehmet Dağ, s. 57)
Bilhassa hicrî birinci asırdan sonra hararetlenen, sıkça tartışılır hâle gelen kader
meselesi hakkında üç esas yaklaşım göze çarpmaktadır. Birincisi insanın sanki rüzgâr
önünde bir yaprak misâli kendi irâdesi dışında her yöne sürüklenebildiğini, kendisinin
yapabileceği hiçbir şeyin bulunmadığını iddia eden Cebrî anlayıştır. İkincisi bunun tam
zıddı bir noktada yer alan ve insanın mutlak hürriyet sahibi olduğunu kendi fiillerini
yarattığını, Allah’ın ona bir müdahalesinin olmadığını savunan Kaderî görüştür.
Üçüncüsü ise insanın sorumluluğunu göz ardı etmeksizin Allah’ın ilim, irade ve
kudretinin yarattıklarına tesirini vurgulayan vasat ya da mutedil anlayıştır.
“Cebr” kırılan bir kemiği zorla yerine otutmak gibi kök anlamına sahiptir. Bir
terim olarak “Cebriyye”, insanlara ait fiillerin ilâhî irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle
meydan geldiğini kabul eden grupların genel adı için kullanılmıştır.
Mutezileye göre ise Cebriyye kadere inanan ve kullara ait bütün fiillerin önceden
belirlenmiş bir plan dâhilinde gerçekleştiğini ve bu fiillerin kulun kısmî tesiri olsa bile
ilâhî irade ve kudretten bağımsız meydana gelmediğini kabul eden grupların ortak
adıdır. (bk. İrfan Abdulhamid, “Cebriyye”, DİA)
Cebri anlayış özellikle iktidara gelişleri de idareleri de meşruiyet açısından
sorgulanan ve kendi iktidarlarını her türlü eleştiriye kapatmak isteyen Emevîlerin işine
gelmiştir. Bu yüzden onlar kendi üzerlerinden sorumluluğu atmalarına bütün bunların
kader dairesinde cereyan ettiğini iddia etmelerine imkân tanıyan; insanın hür olmadığı,
her şeyin hatta işledikleri günahların bile mutlak manada Allah’ın iradesiyle
şekillendiğini, insan iradesinin bunda bir payı olmadığını savunan bir anlayışı teşvik
etmişlerdir. Meselâ halife Abdulmelik b. Mervan, Amr b Said’i idam ettirdikten sonra
“Müminlerin emiri, dostunuzu ezelî kaza ve kaçınılması mümkün olmayan ilahî
hükümden dolayı katletmiştir.” deyip yaptıklarının bütün sorumluluğunu “İlahî
Hükümlere” atmaya çalışmıştır. (İrfan Abdulhamid, İslâmda İtikâdî Mezhepler ve
Akaid Esasları, s.284; Muhit Mert, Kelâm Tarihinin Problemleri, s.28)
Cebrî anlayışa göre
• İnsanda irade ve istitaa (güç) yoktur.
36 | S i s t e m a t i k K e l â m
Hayyât, Kâdî Abdülcebbâr vb. Mutezilî âlimler beş esasın Mutezile’den sayılmak için
olmazsa olmaz konumunda olduğunu vurgulamışlardır.
Onlara göre muhalifleri dinin esasını teşkil eden bu esaslardan birine veya
birkaçına aykırı görüş sahip olmuşlardır. Meselâ Hâricîler menzile beyne'1-menzileteyn,
Cebriyye adalet, Mürcie va'd ve vaîd, Mülhide, Muattıla, Dehriyye ve Müşebbihe tevhid
ve İmâmiyye el-emru bi'1-ma'rûf ve’n nehyü ani'l-münker ilkelerine aykırı düşünmüş ya
da davranmışlardır. Bu durum en azından hatalı olmayı bazen da fıskı ya da küfrü
doğurabilir.
1. Tevhid.
Allah'ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olduğunu kabul etme"
anlamına gelmektedir. Tevhid beş ilkenin temelidir. Mutezile mensupları kendilerini
Ehli’t-Tevhîd ve’l Adl olarak da isimlendirirler. Onlara göre tevhîd ilkesini esas
savunanlar kendileridir.
Daha önce gördüğünüz gibi sıfatlar konusunda ilk tartışmayı başlatan Ca'd b.
Dirhemdir. Onun sıfatlar konusundaki görüşlerini telakkisini Cehm b. Safvân, ardından
Vâsıl b. Atâ da benimsemiştir. Mu'tezile taaddüd-i kudemâya yani Allah’la beraber
başka ezelî varlıkların bulunması düşüncesine imkân tanımamak adına Allah’ın
zâtından ayrı kadîm mânaların yani sıfatların bulunduğu görüşünü kabul etmemiştir.
Hatta Allah'a kadîm mânaların nisbet edilmesini şirkle denk tutmuştur.
Muammer b. Abbâd, Allah'ın sıfatlarını özündeki/zâtındaki mânalara bağlamış ve
O'nun kendinde mâna olarak bulunan ilimle âlim, kudretle kadir olduğunu savunmuştur.
Ebû Hâşim el-Cübbâî'nin "ahvâl" teorisine göre ise ilâhî sıfatlar Allah'ta kendisinin
sahip olduğu ve varlık ya da yoklukla nitelenemeyen göreceli bir kavram olan “hal”
sebebiyle mevcuttur. Kâdî Abdülcebbâr’a göre, kadîr, alîm, hay, mevcûd, semî', basîr ve
müdrik gibi sıfatlar zâtî sıfatlardır ve Allah’ın zâtının aynıdır. Mürîd, kârih, mütekellim,
fâil gibi nitelemeler ise O’nun Fiilî sıfatlarıdır, hadistirler ve Allah'ın zâtının gayrıdırlar.
Mu'tezile mensupları Tevhid ilkelerinden hareketle yed, vech, istiva, semada oluş
gibi Kur'an'da bulunan ve müteşabih olarak değerlendirilen ifadeleri Allah'ın her türlü
havadisten yani sonradan olan şeylerden tenzih edilmesi, uzak ve yüce görülmesi
yönünde yorumlamış; Kur'an'ın mahlûk olduğu ve Allah'ın görülemeyeceği görüşlerini
bu ilkeye dayandırmışlardır.
2. Adl
Adl "Allah'ın bütün fiillerinin güzel oluşu, zulüm ve çirkin fiilleri asla
yapmaması"dır. Yani Allah her türlü kötü işten, sevap, fayda gibi şeyleri terketmekten,
maslahata aykırı ve çirkin yolla insanları kulluğa çağırmaktan münezzehtir; bütün
fiilleri hikmetli, adaletli ve isabetlidir. Onlara göre insanın işlediği kötü fiillerin
yaratıcısı Allah değildir. İnsan, sorumlu tutulması için kendi fiilini kendisi yaratmalıdır.
Allah insana eylem gerçekleştirme gücünü (istitaat) bu eylem ya da fiillerden önce
vermiştir. Böylece kişi özgürce istediğini yapar. Onun irade ve hürriyet sahibi
olabilmesi buna bağlıdır. İrade hürriyeti bulunmayan bir insanın Allah tarafından
K e l â m O k u l l a r ı | 41
düşüktür. Mutezile mensupları Nisa 4/13, 14; Nur 24/4; Secde 32/18; Hucurât, 49/7 gibi
ayetlerin isyan edeni, bir mümini kasden öldüreni, iftirada bulunanları mümin ya da
kâfir olarak değil fâsık olarak adlandırdığını belirterek el-Menzile görüşlerini
desteklemeye çalışmışlardır.
Hayyât da sünnette kâfirlerle ilgili onların müslümana vâris olamayacağı,
müslüman mezarlığına defnedilemeyeceği gibi bazı hükümler bulunduğunu ancak
kebire sahibine böyle davranılamayacağını dolayısıyla fâsığın kâfir olarak
adlandırılmasının doğru olmadığını ifade eder. Kâdî Abdulcebbâr ise müminlere ait özel
şeri hükümler bulunduğunu bunlara layık olmayana mümin demenin doğru olmadığını
bu bakımdan fasığa mümin denilemeyeceğini vurgular. (İlyas Çelebi, DİA, Mutezile;
Osman Aydınlı, Mu’tezile Ekolü Teşekkülü İlkeleri ve İslâm Düşüncesine Katkıları,
Marife, yıl: 3, sayı: 3 2003, s. 41)
5. el-Emru Bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehy Ani'l-Münker.
Ma’ruf iyi olan, iyiliğe yol açan şeydir. Münker de hoş karşılanmayan, kötü,
kötülüğe götüren anlamındadır. Her müslümanın iyiliği emretmesi ve kötülükten
sakındırması Mu'tezile'ye göre zorunlu bir görevdir. Bir şey vâcip ise maruftur ve onu
emretmek de aynı şekildedir. Nâfile ise onu emretmek de nafiledir. Ancak zulüm ve
yalan gibi aklî, hırsızlık zina ve içki gibi her türlü dinî münkeri yasaklamak ve
bunlardan uzaklaştırmak vâciptir.
Mu'tezile mensupları bu ilkerini hem ahlâkî bozuklukları önlemek, toplumu ıslah
etmek, adaleti yaygınlaştırmak amacıyla tatbik etmişler hem de Mücessime, Müşebbihe,
Râfizîlik, zındıklık gibi mezhep ve akımlara; Berâhime, Mecusîler, Yahudiler,
Hıristiyanlar gibi gayr-i Müslimlerin şüphe ve itirazlarına İslâm'ı güçlü bir şekilde
savunmak için uygulamışlardır. Böylece Brahmanizm, Hinduizm, Mecusîlik,
Zerdüştlük, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin hâkim olduğu coğrafyalarda
İslâm'ın tebliği, yayılması, muhatapların irşad ve ikna edilmesinde, ilhad ve zındıklık
gibi karşıt akımların önünün kesilmesinde Mu'tezile'nin önemli katkıları olmuştur.
Kuruluş ve gelişme dönemlerinde Vâsıl b. Atâ'nın ve daha sonra gelen Mu'tezilî âlim ve
devlet adamlarının davetçilerini Hindistan'dan Bizans'a kadar değişik yerlere
gönderdikleri ve bu hizmetlerinin hasımları tarafından bile takdir edildiği bilinmektedir.
Basra ve Bağdat Okulları
Abbasîler devrinde Mu'tezile mezhebi Basra ve Bağdat kollarına ayrılmış, bu
kollar zamanla iki okul haline dönüşmüştür. Her iki okul da beş esası kabul etmekle
birlikte ayrıntıda farklı görüşler benimsemiştir. Basra Mu'tezilîliği fikrî mücadeleden
yana olan, usul ve fürûda aklı ve vahyi birlikte değerlendiren, felsefeyi dine hizmet eden
bir araç gibi gören kelâmcılar olarak kabul edilir. Bağdat Mu'tezilîleri’nin ise daha çok
amelî ve siyasî alanda temayüz ettikleri ve görüşlerini devlet eliyle uygulatmaya
çalıştıkları ifade edilir. Bu bakımdan imamete daha çok vurguda bulundukları; siyasetle
aralarını sıkı tutmaya çalıştıkları da belirtilir. Bunlara arasında münzevi bir hayatı tercih
eden, siyasetten uzak duranlar da olmuştur. Bu bakımdan ekol mensubu olan bütün
âlimleri aynı kefeye koymamak gerekir, fakat bunlar genel özellikleri olarak zikredilir.
K e l â m O k u l l a r ı | 43
Yahya el-Bermekî ile iyi ilişkiler kuran Bişr, Halife Me'mûn'dan himaye görmüştür.
Muhtemelen hem Merv'de Hz. Ali’nin soyundan gelen İmam Ali er-Rızâ'yı hilâfetin
vârisi ilân eden vesikayı imzalayanlar arasında yer alması hem de Hakem Olayı'nda Hz.
Ali'nin haklı olduğunu savunduğu için Şiîlik'le suçlanmış ve Hârünürreşîd tarafından
hapsedilmiştir. Ancak hapiste iken görüşlerini müdafaa için yazdığı etkili şiirlerin
devrin ilim meclislerinde rağbet görmesi ve böylece taraftarlarının çoğalması üzerine
halife, Bişr'i serbest bırakmak durumunda kalmıştır. Bişr’e atfedilen bazı görüşler ise
kısaca şöyledir:
• İrade: İrade biri zatî, diğeri fiilî olmak üzere iki yönlü bir sıfattır. Zatî sıfat olan
irade Allah'ın bütün ilâhî fiilleri ve kulların bütün itaatlarını dilemesi demektir. Çünkü
bir âlimin iyi ve uygun olanı bilip de onu dilememesi caiz değildir. Allah iyi ve uygun
olan bütün hususları bildiğine göre bunların vuku bulmasını ezelde dilemiştir. Fiilî sıfat
olan irade ise Allah'ın kendi fiilini yaratmasıdır. Fiilî irade sıfatıyla kulların fiillerini
dilemesi de bu fiilleri emretmesi demektir.
• Ruh ve beden birbirinden ayrı hayat özelliğine ve fiillerde etkiye/sorumluluğa
sahiptir.
• Tevellüd nazariyesini ilk defa ortaya atan Bişr’dir. İnsanın iradesiyle yapmış
olduğu bir fiilden başka birtakım fiiller doğmasına tevellüd denir. Meselâ insanın tetiğe
basması barutun patlamasına, o mermini fırlamasına bu da bir kişiye isabet ederek onun
yaralanmasına ya da ölümüne sebep olabilir. Normalde bunlar birbirini doğuran
zincirleme olaylardır. Ancak ilk olarak hâdiseleri başlatan ve bunun sonuçlarını önceden
bilen insan bunların hepsinden sorumludur.
• Aslah görüşünü red: Mutezile’nin genelinin kabulünün aksine Bişr aslah olanı
yaratmanın Allah’a vâcip olduğu görüşünü benimsemez. Ona göre aslah kabul edilecek
olsa Allah'ın bütün insanları cennette yaratıp orada yaşatması gerekirdi. En faydalı ve
iyi olanı yaratmak Allah için bir vazife değil, O’nun insanlara bir lutfudur. Bu da O’nun
için zorunlu değildir. Zira aksini düşünmek Allah’ın irade ve kudretini sınırlamaktır.
• Kabir azabı haktır. Amellerin tartılması (vezn) mecazi anlamdadır, kişilerin
fiileri hakkında ahirette hüküm vermek demektir. Sırat ise mecazi değil gerçek
mânadadır.Cennet ve cehennem halen yaratılmıştır.
• Aralarındaki anlaşmazlıklarda Hz. Ali haklı, Muâviye ve taraftarları haksızdır.
(İlyas Çelebi, DİA, Mutezile)
Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/849)
Ebü'l-Hüzeyl, yem sattığı ya da yemcilerin arasında oturduğu için “Allaf/yemci”
lakabıyla meşhurdur. Vâsıl’ın öğrencilerinden Osman et-Tavîl’den ders almış olan
Nazzâm, itizal düşüncesini sistemleştiren ilmî esaslara oturtan, beş esası bir arada
toplayan kişi olarak gösterilir. Bu bakımdan Ebü'l-Hüzeyl, Vâsıl b. Ata ve Amr b.
Ubeyd'den sonra Mutezile’nin itikadî mezhep haline gelmesinde oldukça önemli rol
oynayan bir âlim hatta ikinci veya esas kurucusu kabul edilir. Arap dili ve Edebiyatı
özellikle şiiri konusunda derin vukufiyeti olduğu bilinen Allaf bu bilgileri sayesinde
K e l â m O k u l l a r ı | 45
Cedel ilminde hayli başarılı olmuş, cedel ilminin kurucusu kabul edilmiştir. Bu da onu
kelâm ilminde önemli bir konuma sahip olmasını sahip kılmıştır. Felsefe kitaplarını
iyice tedkik etmiş ve Yunan Felsefesini gayet iyi öğrenmiştir. Hişam b. Hakem gibi
kendi devrinde yaşayan diğer mezhep ve din mensuplarıyla girdiği tartışmalarıyla ün
kazanmıştır. (Muammer Esen, Kelam Tarihi, s.59; Muhit Mert, Kelam Tarihinin
Problemleri, s.76)
Yeğeni Nazzâm, Ebû Ya'kub eş-Şahhâm, Ali el-Esvârî, Ebû Bekir el-Esam,
Sümâme b. Eşres, Ca'fer b. Mübeşşir ve Ca'fer b. Harb gibi öğrencileri Mu'tezile'nin
gelişmesine ve güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
Görüşleri:
• Bilgi: Bilgi kaynağı duyuların dışında önce akıl, sonra da doğru haberdir.
Haberin doğru kabul edilebilmesi için içlerinde en az bir müminin bulunduğu yirmi kişi
tarafından nakledilmesi gerekir. Tevatür derecesine ulaşsa bile kâfirler veya fâsıklarca
nakledilen haber delil olarak kullanılamaz.
• Atom Görüşü: Mu'tezile'de tabiat felsefesini ele alan ilk kelâmcı olarak Ebü'l-
Hüzeyl el-Allâf kabul edilir. Allaf, fizik âlemin, el-cüz ellezî lâ yetecezzâ’ yani
maddenin bölünemeyen en küçük parçası olan atomdan meydana geldiğini belirtir.
Atomların bir araya gelmesiyle varlık, ayrılmasıyla yokluk çıkar. Bu kevn ve fesâd
olarak anılan görüştür. Allaf daha önce Demokrit tarafından da dile getirilen bu görüşü
Demokrit yaptığı gibi materyalizmi değil Allah’ın varlığını ispat için araç olarak
kullanmıştır. (İlyas Çelebi, DİA, Mutezile)
İbrahim b. Seyyâr en-Nazzâm (ö. 231/845):
Dil, edebiyat ve şiirin yanında fıkıh, kelâm ve hadis gibi ilimlerde ve Hint ve İran
dinleri, Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında geniş birikim sahibidir. Dil ve Edebiyat
konusundaki yeteneği, güzel söz söyleme özelliğinden ötürü Nazzâm lakabıyla anılır
olmuştur. Ebu’l-Hüzeyl’in yeğeni (kız kardeşinin oğlu)dir. Dil, edebiyat ve şiirin
yanında fıkıh, kelâm ve hadis gibi ilimlerde ve Hint ve İran dinleri, Yahudilik ve
Hıristiyanlık hakkında geniş birikim sahibidir.
Mecusilik, Seneviyye, Dehriyye ve Berâhime’ye eleştirilerde bulunmuştur. Yunan
felsefesini tetkik etmiş, Aristo’nun bazı eserlerine reddiyeler yazmıştır; felsefeyle ilgisi
tartışmasızdır. Hatta Neşşar gibi bazı çağdaş alimler onu İslam dünyasının en büyük
filozoflarından sayar. Kitâbü’t-Tafra, Kitâbü’l-Mantık ve Kitâbü’l-Ma’rife gibi çok
sayıda eserinin ismi nakledilen Nazzâm, Hayatının son dönemini Bağdat’ta geçirmiş ve
Bağdat Mutezilesinin oluşumuna da tesir etmiştir.
Görüşleri:
• Kümûn-Bürûz-Yaratılış Görüşü: Onun “Hz. Âdem’in yaratılışı evladının
yaratılışından önce değildir” cümlesi bu nazariyesiyle ilgilidir. Nazzâm’a göre mahlukât
bütün özellikleriyle bir defada yaratılmış birbiri içine gizlenmiştir ki o buna kümûn
demektedir. Bu mahlûkatın öncelikle tek örnekler (veya çiftler) olarak yaratılması, bu
prototiplerin içine zaman içinde onlardan yaratılacak diğerlerinin özellikleri saklanması
46 | S i s t e m a t i k K e l â m
olarak anlaşılmıştır. İşte bu özelliklerin saklanmasına kümûn bunların zaman içinde var
olmalarına da bürûz (ortaya çıkma) denir.
• Tab Anlayışı: Müslümanlar içinde belki de ilk defa varlıkların işleyişinin
kendilerine Allah’ın verdiği tabiata bağlı olarak ortaya çıktığını ifade eder.
• İrâde: İrâdenin Allah’ın fiilleri için kullanılırsa “yaratma”; kulların fiilleri için
ise Allah’ın bu fiilleri “emretmesi ya da yasaklaması” anlamına geleceğini savunur.
• Adl: Nazzâm’a göre Allah mutlak iyi, mutlak mükemmeldir. Allah adlin fâilidir.
Adalet fâilinden zulme kadir olarak bahsedilemez. Çünkü kötülüğe kâdir olduğunu
kabul, kötülüğün O’ndan sâdır olacağını da kabulü gerektirir.
Ebû Ali el-Cübbâi (ö. 303/916)
Huzistanın Cübbâ kasabasında doğduğu için bu nisbeyle anılır. Hocasının
ölümünden sonra Basra Mutezilesinin başı sayılmış, ömrü boyunca ders verme
faaliyetine devam etmiştir. Cübbai’nin fikirleri daha çok Huzistan ve Ahvaz civarında
taraftar bulmuştur. Cübbâî’nin pek çok Mutezili âlime reddiyeler yazdığı ifade
edilmektedir ancak eserlerinden günümüze ulaşanı henüz tespit edilmemiştir. Görüşleri
hakkındaki bilgiyi daha çok Kadî Abdulcebbâr’ın el-Muğnî’si gibi eserlerden elde
etmek mümkün olmuştur. Tefsir, hadis, fıkıh sahalarında da ihtisası olduğu için katı bir
akılcılık yapmamış, nakle de önem vermiştir. Bu da Mutezile’nin ondan sonraki seyrini
bu manada değiştirmiştir. Oğlu Ebu Haşim ve (Üvey oğlu)İmam Eşarî meşhur
öğrencilerindendir.
Görüşleri:
• Allah’ın isimleri tevkîfî değil kıyâsîdir. (O’na mahlûkata benzemeyecek isimler
verilebilir: Muti, râî gibi. Ancak nâtık ve fakih denilmez)
• Allah’ın zatından ayrı subûti sıfatları yoktur.
• Bilgi bir şeye olduğu gibi inanmaktır. Bilgi kaynakları önce duyu sonra nazar ve
akıldır. Bilgi bunlar vasıtasıyla kendiliğinden meydana gelmez, insanın gayretiyle
meydana gelir.
• Büyük günahta ısrar edenin tevbesi kabul edilmez, tevbe etmedikçe bu kişi
müslüman sayılmaz. (Yusuf Şevki Yavuz, DİA, Cübbâî)
Ebû Hâşim el-Cübbâi (ö. 321/933)
Behşemiyye fırkasının reisi ve Mu'tezile'nin büyük imamlarından biridir. Ebû Ali
el-Cübbâînin oğlu olup onun gibi Cübbâî nisbesiyle anılır. Babasından ve devrinin
meşhur âlimlerinden öğrenim gördü. Bu sırada ders arkadaşı Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ile de
kelâmî konularda münazaralar yaptığı bilinmektedir Kelâmî görüşleri kendisinden sonra
Büveyhî Veziri Sâhib b. Abbâd sayesinde Şîa arasında da yayılmıştır. Kelâm konularına
dair düşünceleri daha çok Kâdî Abdülcebbâr'ın eserleriyle, tesirinde kalan veya
fikirlerini reddeden muhaliflerinin kitaplarından öğrenilmektedir.
K e l â m O k u l l a r ı | 47
Görüşleri:
• Ebû Hâşim Allah'ın zâtı ile sıfatları arasındaki ilişkiyi açıklamak gayesiyle
“ahval nazariyesini” ortaya koymuştur. Bilindiği gibi Ebû Ali el-Cübbâî ve diğer
Mu'tezile ulemâsı, Allah'ın birliği inancına halel getirmemek, taaddüdü’l-kudemâdan
sakınmak amacıyla masdar kalıplarıyla kullanılan sıfatları ilim, irade, kudret… gibi
kabul etmemiş bunun yerine ism-i fâil kalıbıyla “Allah âlimdir, kâdirdir…” demeyi
tercih etmişlerdir. Ancak burada sıfatların bağlı kabul edileceği bir şeye ihtiyaç duyulur.
İşte Ebû Hâşim bu sorunu hâl görüşüyle aşmaya çalışmıştır. Hal, varlık (vücûd) ile
yokluk (adem) arasında bulunan zihnî bir kavramdır. Kendi başına varlık ve yoklukla
nitelenemez, fakat başka bir varlığın zatıyla birlikte ispatlanabilen sıfatlardır.
• Allah da zâtındaki hallerden dolayı hay, alîm, kadîrdir. Bu hallerden her biri
yoluyla Allah'ın zâtına nisbet edilen sıfatlar zatî sıfatlardır.
Kâdı Abdülcebbâr el- Hemedânî (ö. 415/1025)
Basra Mu’tezilesinin son dönemdeki temsilcisi Kâdı Abdülcebbâr’ın, kendisinden
önceki Mu‘tezile âlimlerinin görüşlerini bir araya getirip yer yer tercihler yaparak
oluşturduğu el-Muğnî fî ebvâbi’t-tevhîd ve’l-adl adlı eseri, günümüze intikal eden
Mu’tezile kelamına dair en önemli kaynaktır. Devlet adamları üzerinde etkili bir Kâdı
olarak da görev yapan Abdülcebbâr, gücünü ve konumunu Mu’tezile’ye destek için
kullanmış; yetiştirdiği öğrenciler ve yazdığı eserlerle Mu’tezilî düşüncenin sonraki
nesillere intikalini sağlamıştır. el-Muğnî başta olmak üzere Usûlu’l-Hamse, Şerhu’l-
Usûli’l-Hamse, Tabakâtü’l-Mu’tezile, Tesbîtü delâilü’n-nübüvve, el-Muhît bi’t-teklîf,
Müteşâbihu’l-Kur’ân gibi eserleri meşhurdur.
Matürîdîlik
İtikada dair konularda Hz. Peygamber’in yolunu takip etmekle beraber bunların
açıklanması ve ispatlanması için “kelâm” metodunu kullanan, aklî izahlara yer veren
âlimlere genel anlamda Ehl-i Sünnet Kelamcıları denilmektedir. Ehl-i Sünnet Kelâmının
iki büyük kolundan biri Eşarîlik diğeri de Matürîdîliktir. İnançla ilgili konuları açıklama
hususunda Selefiyye ya da Ehl-i Hadis kitap, sünnet ve icmadan oluşan naklî delillerin
dışına çıkmamaya çalışmıştır. Ancak henüz Müslüman olmamış kişlere dini anlatmada
ve akideleri ispat etme noktasında sırf nakil yetersiz olmuştur. Bu sorun Mutezile
Kelamcılarının aklî izahlara yer vermesiyle belli ölçüde çözülmeye çalışılmıştır. Ancak
onların da bazı aşırılıkları sözkonusu olmuştur. İşte Matürîdîlik inaçları ispat ve
açıklamak için nakil ve aklı dengeli bir şekilde kullanmaya çalışan, Selefin ve
Mutezilenin iyi tarflarından faydalanmaya, aşırılık ya da eksikliklerini gidermeye
çalışan bir ekol olmuştur. Ehl-i Sünnet Kelâmının diğer kolunu oluşturan Eşarîlik,
İmam Eşarî’nin Mutezile mezhebinden ayrılmasının ve onlarla aynı coğrafyayı (yani
büyük ölçüde bugünkü Irak ve civarını) paylaşmalarının da etkisiyle Mutezileye karşı
sert bir mücadele içinde gelişmiştir. İmam Matürîdî ise – gayr-i Müslimlere ve
Mutezile, râfizîler vb. gibi çeşitli muhalif görüşlere reddiyelerle meşgul olsa da-
Mâverâünnehr’in nispeten daha serbest ortamında fikirlerini dile getirme imkânı
bulmuştur. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, s.120-121.)
48 | S i s t e m a t i k K e l â m
Mensupları yöntem ve temel kelâmî görüşlerine ilham veren ana fikirlerini büyük
ölçüde Ebû Hanîfe’ye de dayandırdıkları için zaman zaman Hanefiyye-Matürîdiyye
isimleri bir arada ya da birbiri yerine kullanılmıştır. Bağdad civarında Kerhî, Cessâs,
İbnü’s-Selcî gibi Mutezilî itikâdî görüşleri benimseyen Hanefî fakihlerin de varlığı
dikkate alınarak bu adlandırmaların birbiri yerine kullanılmasının çok isabetli olmadığı,
birinin daha çok amelî bir mezhebi diğerinin itikâdî bir ekolü ifade ettiği belirtilebilir.
Fakat yine de Mâtürîdîliğin, Hanefî ilmî geleneğe bağlı âlimlerce benimsenip devam
ettirilen itikadî görüşleri ve din anlayışını sistemleştiren bir ekol olduğu söylenebilir.
Matürîdîlik Türkistandan İndenozya’ya Hindistan’a, Pakistan’a oradan Habeşistan’a ve
Balkanlara kadar amelî bakımdan da çok büyük ölçüde Hanefîliği benimseyen
Müslümanların yaşadığı büyük bir coğrafyaya ve nüfusa hitap etme imkânı bulmuştur.
Matürîdiliğin tarihçesine bakıldığında Ebû Hanîfe’nin meşhur öğrencisi İmam
Ebû Yusuf’un Bağdat baş kadısı olması sonrasında Mâverâünnehr bölgesine gönderdiği
iki yüz civarındaki Hanefî fakihin bölgede yürüttükleri faaliyetin etkili olduğu ifade
edilmektedir. Nitekim bunlardan biri olan Ebû Süleyman el-Cüzcânî’nin (ö. 200/816)
kurduğu belirtilen Dâru’l Cüzcâniyye Matürîdiliğin ortaya çıkışı ve Hanefîlik
Matürîdilik ilişkisini anlamak açısından önemli bir konuma sahiptir. Ebû Süleyman,
İmam Azam’ın iki meşhur öğrencisi Ebû Yusuf (ö. 182/798) ve İmam Muhammed’ten
(ö. 189/805) ders almıştır. Yani bir bakıma Ebû Hanife’nin dolaylı yoldan öğrencisi
olmuştur. Yine el-Fark ve't-temyîz, Kitâbü't-Tevbe ve Kitâbü't-Tevhîd gibi kelâma
dair eserler yazdığı ifade edilen ve bu bakımdan bölgedeki ilk kelâmcı sayılan Ebû
Bekir el-Cüzcânî, burada (Dâru’l Cüzcâniyye) yetişmiştir ve iki önemli kelâmcı
yetiştirmiştir: Ebû Nasr Ahmed b. Abbas el-İyâzî ve Ebû Mansûr el-Mâtürîdî.
Mâtürîdî'ye hem hocalık hem ders arkadaşlığı yaptığı ve bazı kaynaklarca soyunun Sa'd
b. Ubâde'ye dayandırıldığı belirtilen Ebû Nasr el-İyâzî’nin, Mes'eletü's-sıfât adlı
eserinde Sünnî kelâmının ilâhî sıfatlarla ilgili görüşünü temellendirdiği de kabul
edilmektedir. (Yusuf Şevki Yavuz, DİA, Matürîdîlik; Bekir Topaloğlu, Kitabü’t-
Tevhîd Tercümesi, s.XXII)
Önemli Kişiler veBazı Görüşleri
Ebû Mansur Muhammed el-Mâtürîdî (ö. 333/944)
Bugün Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Semerkand yakınlarında Matürid
adlı kasabada doğmuştur. 238/862 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. 333/944
yılında Semerkand’ta vefat etmiştir. Özellikle Kitabü’t-Tevhîd’teki Arapça ifade tarzı
ve cümlelerin kuruluşunun Türkçedekilere olan benzerliğinden hareketle büyük bir
ihtimalle Türk asıllı olduğu tahmin edilmektedir. Ebû Mansûr el-Matürîdî,
Sâmanoğullarının hâkim olduğu devrede, siyasî ve idari açıdan huzurlu bir ortamda ve
Hanefî bir ilmî çevre içinde yetişti. Amelî olarak Hanefî mezhebini benimsediği gibi
itikâdî görüşleri ve akıl-nakil konusundaki tutumu itibariyle de büyük ölçüde İmam
Azam Ebû Hanîfe’den etkilenmiş, onun ortaya koyduğu itikadî görüşleri aklî-naklî
delillerle sitematize etmiştir.
K e l â m O k u l l a r ı | 49
İmam Matürîdî yukarıda ifade edildiği gibi siyaseten istikrarlı fikrî ve dinî
görüşler itibariyle çalkantılı bir ortamda yaşadığı söylenebilir. Bu yüzden o, çeşitli fırka
ve düşüncelere karşı mücadele etmiş, Ehl-i Sünnet düşüncesinin bölgesinde yayılmasını
sağlamıştır. Özellikle Kitâbu’t-Tevhîd’inde bidat ehli kabul edilen Mutezile başta olmak
üzere –meselâ özellikle devrinde yaşayan Ka’bîye yönelik tenkidlerine Kitabü’t-Tevhîd
adlı eserinde sıkça rastlanabilir- farklı mezhep ve din mensuplarına dair eleştirilerini
görebiliriz. Yine Ebû Mansûr’un bölgede gerçekleştirdiği ilmi seyahatlerin, Ebû
Hanife’nin itikâdî görüşlerinin Mâverüünnehr, Horasan, Türkistan ve civarında
yayılmasında önemli etkisi olmuş zamanla bu görüşler Matürîdiyye ismiyle anılır
olmuştur. İmam Matürîdî’nin bazı meşhur öğrencileri şunlardır: Hakîm es-
Semerkandî (ö. 340/951), Ebü’l-Hasan er-Rüstüğfenî (ö. 345/956), Ebü’l-Leys es-
Semerkandî (ö. 373/984), (Bekir Topaloğlu, Kitabü’t-Tevhîd Tercümesi, Ankara
2002, s. XVIII-XXIII)
Eserleri: İmam Matürîdî’ye Kelâm ve Mezhepler Tarihi, Fıkıh Usûlü ve Tefsirle
ilgili çok sayıda eser ismi nispet edilmektedir. Ancak maalesef bunların bir kısmı tespit
edilebilmiş ve bazıları tahkik edilerek yayınlanmış durumdadır. En meşhurlarından biri
Kitâbü’t Tevhîd (veya tam ismiyle Kitâbü’t Tevhîd ve isbâtü’s-sıfât) diğeri
Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dır (Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne ismiyle de anılmaktadır) Bu ikinci eser
dirayet usulüne göre yazılmış kapsamlı bir tefsirdir.
Görüşleri:
İmam Matürîdî‘nin, imam Eş'ari'den daha çok akla güvendiği hatta aklî
prensiplerin kullanılması konusunda Mutezile’ye yaklaştığı söylenebilir. Özellikle
marifetullah yani Allah'ı bilme, ilahi fiillerde hikmet-sebep arama ve eşyanın
tabiatındaki iyi-kötüyü (hüsun-kubuh) tesbit etme gibi meselelerde onun akla verdiği
önem daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Eş'ari'ye göre bütün bunlar ancak
vahiyle bilinebilirken Matürîdî bu hususların anlaşılmasında akla büyük yetki
vermekte;akılla nakli anlama noktasında ifrata kaçmadan orta yolu izlemektedir. Şu
sözleri bu anlatılanları gayet veciz bir şekilde ortaya koymaktadır:
“İnsan akıl sayesinde güzellikleri ve çirkinlikleri tanımakta ve diğer canlılardan
üstünlüğünü de onun sayesinde anlamaktadır. Yine yaratıkların yönetilmesindeki
inisiyatif ancak onunla sağlanabilmektedir… İnsan, kendi varlığının hallerini
araştırmayı ihmal etmesine müsaade etmeyecek bazı derûnî faktörlerden uzak kalamaz;
öyle ki, bu araştırmasıyla o, mevcudiyetinin prensiplerine vâkıf olsun ve bunun kendi
kendine mi oluştuğunun veya bizzat yaratıp yönetme gücüne sahip bulunan bir varlık
sayesinde mi meydana geldiğinin idrakine ulaşsın! İnsan şunu da bilir ki, kendisine
düşünmemeyi telkin eden his, şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle
bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan
alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilâhî
emaneti kullanma konusunda onu korkutmaktır.” (Ebû Mansur el-Maturîdî, Kitâbu’t-
Tevhîd, s. 171-72)
İmanda asl olan kalp ile tasdiktir. İman İslam birbirinden ayrılmaz. Amel imandan
bir cüz değildir. İmam Mâtürîdî büyük-küçük bütün günahların kişiyi imandan
50 | S i s t e m a t i k K e l â m
çıkardığını iddia eden bazı Hâricîleri yine büyük günah işleyenin imandan çıktığı
görüşünü benimeseyen Havâricin çoğunluğu ile Mu'tezile kelâmcılarını nassa, akla ve
realiteye ters düşdükleri ve insafsız davrandıkları gerekçesiyle eleştirmiştir. Âlem;
cevher/cisim ve arazlardan ibarettir. Bütün bunlar sonludur. Dolayısıyla alem de
sonludur; yaratılmıştır. Yaratıcı Allah’tır. Allah; akıl ve nakle göre tekdir: Alah
hakkında, var olması bakımından “şey” tabiri kullanılabilir. Fakat eşya gibi ve cisim
değildir. Zati ve fili bütün sıfatları zatı ile kaimdir. Ruyetullah haktır. Peygamberlik
aklen ve naklen gereklidir. Cüz’i irade kulun elindedir. Fiil, Allaha halk; kula kesb
açısından nisbet edilir.
Varlığın gerçekliğini ve bilgiyi inkâr etmek mümkün değildir. Mâtürîdî, bilginin
duyuların ve aklın alanına giren konuların bilinmesini sağlayan nitelik olduğuna işaret
eder. Akıl ve nakilin dinin öğrenilmesinde başvurulacak vasıtalarından olduğunu söyler.
Akıl, kendisine son derece güvenebileceğimiz bir bilgi vasıtasıdır. Kendileriyle eşyanın
hakikatlerine ulaşabildiğimiz yollar; ‘ıyan (duyular), haber ve nazardır (tefekkür).
Duyularla ve haberle elde edilen bilgilerin sıhhatini tayin etmede akla şiddetle ihtiyaç
vardır. (Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid, Terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 2002, s. 4; 9 vd.)
Duyular vasıtasıyla elde edilen bilgi, her türlü bilginin esası ve en açık olanıdır.
Her duyu kendisi için belirlenen fonksiyonu icra eder. Duyu bilgilerinin gerçeği
yansıtmadığına ilişkin iddialar sağlıksız duyuların ürettiği bilgi için geçerlidir. Akıl,
duyular aracılığıyla görünen âlemi, kavramlar ve deliller vasıtasıyla da görünmeyen ala-
nı algılayan ruhî bir güçtür. Akıl hem duyularla algılanamayan alanı bilme vasıtasıdır
hem de duyular ve haber yoluyla bilgi edinmenin de zaruri şartıdır. Akıl yürütmekle
üretilen bilgilerin doğru olmadığı iddiası akıl yürütmeye dayandığından çelişik ve
geçersizdir. Kur'an'da insanın inanç konularıyla ilgili olarak akıl yürütmesi doğru bir
yöntemle düşünmesi emredilmiş; dinî ilkelerin doğruluğuna ilişkin aklî deliller
getirilmiştir. Bundan dolayı akıl yürütebilen herkes peygamber davetiyle karşılaşmasa
bile dinen yükümlüdür. Duyulara ve akıl yürütmeye başvurularak üretilemeyen
konulardaki bilgiye ancak doğru haberle ulaşılabilir. Dil öğretimi, nesep bilgisi, coğrafî
bilgile vs. gibi pek çok bilginin kaynağı habere dayanır. Yalan karışma ihtimali haberin
bilgi değerini düşürmez sadece iyi tedkik edilmesi gerektiğini gösterir. Doğru haberin
iki türü vardır: Mütevâtir haber ve peygamberin haberi. Yalan söylemelerini aklın kabul
edemeyeceği sayıdaki kişinin naklettiği mütevâtir haber zorunlu bilgi ifade eder. Doğru
haber verdiğini kesin bir şekilde kanıtlayan peygamberin haberinin doğruluğu da aklen
zaruridir. Bu da kendi içinde mütevâtir ve âhâd kısımlarına ayrılır. Onun mütevâtir
statüsünde olan haberleri dinen bağlayıcı ve kesin bilgi ifade eder, âhâd haberler ise zan
ifade eder, kabul edilmesi ve bağlayıcı olması Kur'an'a, mütevâtir sünnete ve aklî bil-
gilere aykırı bilgiler içermemesi, kesintisiz olarak güvenilir râvilerce nakledilmesi gibi
şartlara bağlıdır.
Hakîm es-Semerkandî ( ö. 342/953)
Tahsilini Belh’te yapmıştır. Hanefi âlimlerden Muhammed b. Huzeyme el-Kallas
ile ilk dönem Maturidi âlimlerden Ebu Ahmed el-İyâzî’den ders almıştır. Hakîm es-
K e l â m O k u l l a r ı | 51
yaratmanın Allah’a vâcip olduğu şeklindeki Mutezilî iddialara Kelam Tarihinde ihve-i
selâse yani üç kardeş meseli diye bilinen bir örnekle karşı çıkarak onlardan ayrılmıştır.
Buna göre İmam Eşarî biri sâlih, diğeri fâsık bir diğeri de çocuk olarak ölen üç
kardeşinin ahiretteki durumunu Ebû Ali el-Cübbâî’ye sorar. O da fâsık olanın
cehennemlik; sâlih olanın cennetlik henüz yetişkinlik çağına ermeden ölen üçüncü
kardeşin ise arasatta olacağını söyler. Eşarî arasattaki kardeş “Rabbim beni niye
cennetteki kardeşim gibi uzun yaşatıp cennete gitmeme izin vermedin?” diye sorarsa
Allah ne cevap verir? diye sorar. O da Allah’ın küçük kardeşe “Yaşasaydın cehenneme
gidecektin, o yüzden seni uzun yaşatmadım” diye cevap vereceğini söyleyince Eşarî
peki cehennemdeki üçüncü kardeş buna itiraz eder ve “Rabbim o halde benim niye
yaşamama ve cehenneme gitmeme izin verdin?” diye sorarsa deyince Cübbâî cevap
veremez. Böylece İmam Eşarî aslah olanı yaratmanın Allah’a vâcip olarak
görülemeyeceğini ortaya koymaya çalışmıştır. Neticede İmam Eşarî kırk yaşına kadar
mensubu olduğu Mutezile mezhebinden ayrılmıştır. Bu ayrılışını Basra’da bir Cuma
namazı esnasında ilan eden Eşarî itikadî esasları önce Ahmed b. Hanbel'in yolundan
giderek izaha çalışmış ancak daha sonra nakli akılla desteklerken İbn Küllâb, Muhâsibî
ve Kalânisî gibi kelâmcılardan da istifade ile kendi çizgisini belirlemiş ve adıyla anılan
ekolün kurucusu olmuştur. Bununla beraber özellikle kelâm metodu bakımından
Mu'tezile'nin Ehl-i sünnet'e açık etkisinin Eş'arî ile başladığı söylenebilir. Hayatının
önemli bir kısmını Mu'tezilîler arasında geçirdikten sonra onlardan ayrılan Eş'arî, ilâhî
sıfatlar, kesb, cüz-i lâ yetecezzâ, te'vil ve hudûs gibi birçok konuda Mu'tezile'nin
etkisinde kalmıştır. (İlyas Çelebi, DİA, Mutezile) Ancak yine de Eş’arî’nin takipçileri
hem Mutezile mezhebi mensuplarıyla mücadeleye devam etmiş hem de “Selef akaidi”ne
bağlı kalmaya da çalışarak kendi mezhep esaslarını ortaya koymuşlardır. olarak
koydukları önermelerden birçoğunu da aynen kabul etmişlerdir.
İmam Eşarî’nin görüşleri kendisinden sonra bunlara önemli katkılarda bulunan
İbn Fûrek, Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî, Abdülkâhir el-Bağdâdî, Cüveynî, Gazzâlî,
Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Adudüddin el-îcî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî,
Teftâzânî gibi kelâmcılar tarafından geliştirilerek günümüze kadar devam ettirilmiştir.
Amelî bakımından Şâfıî ve Mâlikî olanların âlimlerinin çoğu ile Hanbelî ve Hanefî
âlimlerinin de bazıları itikâdî bakımdan Eş'arîdirler.
Eşarîlik özellikle Selçuklu Sultanı Alparslan (ö. 465/1072)’ın başa geçmesi ve
mutassıp bir Mutezile taraftarı olan vezir Muhammed b. Mansur el-Kundürî (v.
455/1063)’yi öldürterek yerine Nizâmu’l-Mülk (ö. 485/1092)’ü tayin etmesiyle
güçlenmiş ve yayılmıştır. Nizâmu’l-Mülk’ün kendi adıyla anılan Bağdat ve Nişabur’da
kurduğu Nizâmiye medreselerinin başına Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazalî (ö.
505/1111) gibi Eş’arî ekolüne mensup büyük âlimleri getirmesi ve desteklemesi
zamanla Eşarîliği devletin resmî mezhebi haline getirmiştir.
İmam Eşarî’nin günümüze kadar ulaşan bazı eserleri şunlardır:
el-İbâne an usûli'd-diyâne. İmam Eşarî’nin Mutezile mezhebinden ayrılıp Ehl-i
sünnet'e intisap ettiğini beyan ettiği ilk zamanlarda yazdığı risalesidir. Eş'arî,
54 | S i s t e m a t i k K e l â m
Bey'den ferman çıkartması akabinde Eş'arî âlimlerin vaaz vermesini, ders okutmasını
yasaklaması şeklinde cereyan eden uygulama ile Cüveynî önce Bağdat sonra Hicaz’a
gitmek zorunda kaldı. (450/1058) dört yıl kadar Mekke ve Medine'de kaldı. Okuttuğu
dersler ile ünü yayıldı ve İmâmü'l-Haremeyn olarak anılır oldu.
Sultan Alparslan Kündürî’yi azledip yerine Nizâmül-mülk'ü getirince Cüveynî de
Nîşâbur'a döndü (455/1063) ve kendisi için yaptırılan Nizamiye Medresesi
müderrisliğine tayin edildi. Burada vefatına kadar ders vermeye ve ilmî faaliyetlerine
devam etti. En meşhurları İmam Gazzâlî başta olmak üzere çok sayıda öğrenci
yetiştirdi. 478/1085 tarihinde Nişâbur civarındaki Büştenikân köyünde vefat etti.
Kelâm’a dair en kapsamlı eseri eş-Şâmil fî usûli'd-dîn; son eserlerinden olan ve
Selçuklu Veziri Nizâmülmülk'e ithaf ettiği el-Akidetü'n-Nizâmiyye; Tevrat ve İncil'in
yahudi ve hıristiyanlarca tahrif edildiğini ispatı konu edinen Şifâ'ü'l-ğalîl; muhtasar
akâid kitabı Lüma’u’l-edille fî kavâ'idi Ehli's-sünne ve de el-İrşâd ilâ kavâtı'i'l-edilleti fî
usûli'l-i'tikâd gibi önemli Kelâmî eserleri bulunmaktadır. (DİA, Cüveynî)
ÖZET
Hz. Peygamber döneminde itikadî konuların yorumuyla ilgili herhangi bir ayrılık
bir ihtilaf sözkonusu olmamıştır. Zira herhangi bir şüphe doğduğunda bu doğrudan
Resûlü Ekreme sorularak giderilmekteydi.
Özellikle Cemel (36/656) ve Sıffin (37/657) savaşlarında ölen ve öldürülenlerin
dini açıdan durumlarının ne olacağı etrafında çıkan tartışmalar iman, küfür, fısk, zulüm,
büyük günah ve iman-amel ilişkisi gibi konuları gündeme getirmiş ve bunlar Hâricîlik,
Mu’tezile, Mürcie vb mezheplerin ortaya çıkışında etkili olmuştur. Yine bu tartışmalar
sırasında insanın fiillerinde kendisinin ve Allah’ın etkisinin ne olduğu etrafında dönen
sorular da Cebrî ve Kaderî görüşleri şekillendirmiştir.
Haricilik’in iman ve ameli bir bütün saymış ameldeki eksiklik ya da yanlışlığın bir
bakıma imanı da yok edeceğini düşünmüştür. Bu bakımdan onlar büyük günah
işleyenleri kâfir saymışlar; Müslümanlara hatta kendi mezheplerinden olanlara karşı bile
son derecede sert ve tavizsiz bir tutum takınmışlardır. Bu sebepten zaman içerisinde
sadece sınırlı sayıda ve kısmen itidal çizgisine yaklaşan mensupları geriye kalabilmiştir.
Mu‘tezile mezhebinin kurucusu sayılan Vâsıl b. Atâ ise mürtekib-i kebîrenin iman
ile küfür arasında bulunduğunu savunmuş ve bu görüşüyle Hasan-ı Basrî’den ayrılmışır.
El-Menziletü beyne’l-menzileteyn denilen bu görüş haricinde Mutezile mezhebi adl,
tevhid, el-emr bi’l-maruf ve’n-nehy anil’l-münker, va’d-vaîd gibi ilkeri de benimseyip
sistemleştirmiş ve Usûlu’l-hamse denilen bu beş esası mezheplerinin temeli saymıştır.
İslam’ın temel inanç esaslarını sayılan beş ilke çerçevesinde aklî ve naklî olarak
temellendirmek ve savunmaya çalışmak ve yine bu maksadla özellikle Beytü’l-hikme
sayesinde artan tercümelerin de etkisiyle felsefeyi kullanmak ekolün sistemleşmesinde
etkili olmuştur. Ancak özellikle halku’l-Kur’ân konusunda kendileri gibi
düşünmeyenlere devlet eliyle uyguladıkları baskı ve işkenceler yani mihne uygulaması
onlardan nefret edilmesine yol açmış, halife Mütevekkil sonrası siyaset üzerindeki
hâkimiyetleri tersine dönünce mezhep zayıflamıştır. Özellikle Kâdî Abdülebbâr
sonrasında artık toparlanamaz hale gelmiştir. Anak Mu‘tezile Zeydiyye başta olmak
üzere Şîa’yı, İbâdiyye’yi ve Ehl-i Sünnet kelam ekollerini geliştirdikleri kelâm metodu
ve aklî yaklaşımlarla etkilemiştir.
Mürcie, özellikle iman-amel ilişkisi etrafında şekillenen tartışmalar esnasında
ortaya çıkan bir tutumu, bunu benimseyenleri ifade eden bir isimdir. Onlar Hariciler
gibi büyük günah işleyenleri kâfir ya da Mutezile gibi fâsık ve ebedî cehennemlik
saymamıştır. Bunun yerine böyle bir kişinin durumunu Allah’a ve ahret günündeki
hesaba havale etmeyi tercih etmişlerdir. Böylece Mürcie “amelleri niyet ve inançtan
sonraya bırakan”, “büyük günah işleyenlere ümit veren” veya “imanı sırf dille ikrardan
ibaret gören” bir tutumu benimseyenlere verilen bir isim olmuştur. Mürcie önce,
özellikle Hz. Ali ve Muaviye arasındaki olaylar başta olmak üzere siyasî tutum ve
tavırlarda ve tarihi süreç içerisinde de akaid sahasındaki tarafsızlığın da adı olmuştur.
K e l â m O k u l l a r ı | 57
Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’nin ondan sonra da oğulları vasıtasıyla onun
soyundan gelenlerin meşru halife olduğunu, benimseyen Şîa ise imameti dinin asılları
içinde değerlendirmiş ve özellikle bu anlayışı ve mehdî inancıyla diğer mezheplerden
ayrılmıştır.
Matürîdîlik, Horasan ve Maverâünnehir’de ortaya çıkmış Orta Asya, Hindistan,
Pakistan, Bangladeş, Doğu Türkistan, Endonezya, Malezya, Kafkaslar, Rusya
Fedarasyonu, Türkiye gibi geniş bir sahaya yayılmış, buralardaki Müslümanların
çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Matürîdîliğin, İmam Azam’ın itikadla ilgili görüş
ve metodları etrafında şekillendiği görülmektedir. Akla ve nakle hak ettikleri değeri
veren bu düşünce ekolü İmam Matüridî’den sonra onun ismiyle anılır olmuştur.
Hayatının önemli bir kısmını üvey babası Ebû Ali el-Cübbâî ve kardeşi Ebû
Hâşim el-Cübbâî başta olmak üzere Mu'tezilî âlimler arasında geçirdikten sonra
onlardan ayrılan İmam Ebü’l-Hasen el-Eş'arî Mutezile’nin Kelâm metodunu Ehl-i
Sünnete aktaran başlıca kişi olarak anılmıştır. Mu'tezile'nin Ehl-i sünnet'e açık etkisinin
Eş'arî ile başladığı söylenebilir.
58 | S i s t e m a t i k K e l â m
SORULAR
1. Aşağıda verilen seçeneklerden hangisi insanlara ait fiillerin ilâhî irade ve kudretin
zorlayıcı tesiriyle meydan geldiğini kabul eden grupların genel adıdır?
A) Mutezile
B) Hariciyye
C) Cebriyye
D) Şîa
E) Matüridiyye
2. İnsanın mutlak hürriyet sahibi olduğunu kendi fiillerini yarattığını, Allah’ın ona bir
müdahalesinin olmadığını savunan görüş nasıl isimlendirilmiştir?
A) Kaderî
B) Cebrî
C) Eşarî
D) Matürîdî
E) Şiî
3. Aşağıdaki imsilerden hangisi “uzaklaşan, ayrılıp bir köşeye çekilenler” anlamına
gelmektedir?
A) Hâricî
B) Mutezie
C) Eşarî
D) Matürîdî
E) Cebrî
4. Kümûn-burûz görüşü kime aittir?
A) Nazzâm
B) Allâf
C) Kâdî Abdülcebbâr
D) Eşarî
E) Salih b. Abbâd
5. İmam Eşarî’nin Mutezile mezhebinden ayrılmasıyla ilgili anlatılan olayda kiminle
tartıştığı belirtilir?
A) Ebû Ali el-Cübbâî
B) Vâsıl b. Ata
C) Allaf
D) Ebû Haşim el-Cübbâî
E) Nazzam
K e l â m O k u l l a r ı | 59
CEVAPLAR
1. C Cevabınız yanlışsa Cebriyye-Cehmiyye-Kaderiyye bahsini yeniden okuyunuz.
2. A Cevabınız yanlışsa Cebriyye-Cehmiyye-Kaderiyye bahsini yeniden okuyunuz.
3. B Cevabınız yanlışsa Mutezile bahsini yeniden okuyunuz.
4. A Cevabınız yanlışsa Mutezile konusunu tekrar okuyunuz.
5. A Cevabınız yanlışsa Eşarîlik bahsini yeniden okuyunuz.
KAYNAKLAR
A.S. Tritton, İslam Kelâmı, çev. Mehmet Dağ, Ankara 1983.
Avni İlhan, el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyü ani’l-Münker (Mezhepler Tarihi
Açısından Bir Bakış), DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi İzmir 1986, sayı: III, s. 89-120.
Avni İlhan, “Şia’da Usûlü’d-Din”, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik
Sempozyumu, İstanbul 1993, s. 409-433.
Bekir Topaloğlu, “Mâtürîdî”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi)
Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2010.
Ebu Mansur el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, Çev. Bekir Topaloğlu,
Ankara 2002.
Halife Keskin, Kendi Kaynakları Işığında Şia İnanç Esasları, İstanbul 2000
Hülya Alper, Matürîdî Öncesi İslâm Kelâmında Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul
2009.
İlyas Çelebi, “Mutezile”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi),
“Mutezile”, İstanbul 2006, ss. 391-401.
İrfan Abdulhamid, İslâmda İtikâdî Mezhepler ve Akaid Esasları, çev. M Sâim
Yeprem, İstanbul 1994.
- “Cebriyye”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi)
Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. Ethem Rûhi
Fığlalı, Ankara 1981.
Muhit Mert, Kelâm Tarihinin Problemleri, Ankara 2008.
Osman Aydınlı, Mu’tezile Ekolü Teşekkülü İlkeleri ve İslâm Düşüncesine
Katkıları, Marife, yıl: 3, sayı: 3 2003, s. 27-54
Sönmez Kutlu, İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik, Ankara 2003.
- Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000
Şerafeddin Gölcük, Kelâm Tarihi, Konya 1992.
Şeyh Müfîd, Evâilü'l-makâlât fi'l-mezâhibi'l-muhtârât, [y.y.] : Mektebetu
Serveş, [t.y.]
Yusuf Şevki Yavuz, “Mâtürîdîyye”, DİA.
ÜNİTE 3
KELÂM İLMİNDE BİLGİ MESELESİ
AMAÇLAR
Kelâm İllmi’nin giriş konuları arasında yer alan bilgi problemi hakkında genel bilgi
sahibi olma,
İnsanın bilen bir varlık olarak elde ettiği bilginin gerçekliğe uygun olduğunu ispatlama,
İÇİNDEKİLER
1. GİRİŞ
3. BİLGİNİN TANIMI
4. BİLGİNİN KAYNAKLARI
a. Duyular
b. Haber
c. İstidlâl/nazar/akıl
d. İlhâm
e. Taklîd
5. BİLGİNİN ÇEŞİTLERİ
6. BİLGİNİN DEĞERİ
ÖNERİLER
Bu ünitede İslâm düşüncesinin önemli meselelerinden biri olan bilgi problemi konusuna
Kelâm ilmi perspektifinden genel hatlarıyla bakılacaktır. Bu sebeple,
Kaynak olarak gösterilen eserlerden, bilgi konusuyla ilgili bölümler dikkatle okunmalı,
Atıfta bulunulan âyet-i kerîmeler ve bunlarla ilgili bazı kavramlar Kur’an’da geçtiği
yerdeki diğer âyetlerle birlikte değerlendirilmeli,
Bilgi konusu, Kelâm ilmindeki varlık bahisleriyle yakından ilgili olduğu için bir önceki
ünitenin ana hatları iyi kavranmalıdır.
Bilgi konusunu ilgilendiren bazı kavramlar, fıkıh, hadîs, felsefe gibi diğer disiplinlerde
de ele alınmaktadır. Buradaki bağlamın Kelâm ilmi çerçevesi olduğu unutulmamalıdır.
ANAHTAR KELİMELER
Bilgi/ilim/mârifet
Akıl,
Duyu algısı,
Haber,
İstidlâl,
Delil,
Yakîn, kesinlik
1. GİRİŞ
Bilindiği gibi Kelâm ilmi esas itibariyla inanç konularını merkeze almakta,
rasyonel bir yaklaşımla onları izah etmekte ve ortaya çıkmış çeşitli şüphelere cevap
vermektedir. Genel bir ifadeyle bu konulara “mesâil” adı verilmektedir. Tevhîd,
nübüvvet (peygamberlik) ve âhiret başlıkları altında inancı ilgilendiren bütün meseleler
ele alınmaktadır. Bununla birlikte Kelam ilmi, söz konusu meseleleri akide boyutundan
çok daha geniş ele aldığı, inanç esaslarının tespitinden, onların açıklanması ve şüpheler
karşısında savunulmasına kadar uzanan bir alana sahip olması münasebetiyle, aklî ve
naklî deliller üzerinde hareket etmektedir. Bu da Kelâm ilminin sistematik bir düşünme
ve metodoloji ile gerçekleştiğini göstermektedir.
İslâm düşüncesinin, genel anlamda felsefe, tasavvuf, fıkıh usulü gibi alanlarda ve
özel olarak da Kelâm ilmi çerçevesinde bir bilgi medeniyeti ürettiğini söylemek yanlış
olmayacaktır. Dahası, İslam düşüncesi bilgiye dayalı bir medeniyetin ürünüdür.
Yukarıda belirttiğimiz İslâm düşüncesine ait metodolojinin öncelikli olarak bilgi
problemi üzerine yoğunlaştığını belirtmeliyiz. Bilgi problemi hakkındaki çalışmalar,
temel olarak bilginin imkânı ve mahiyeti, kaynakları, çeşitleri ve değeri konularını ele
almaktadır. İnsan için bir şeyi bilmenin mümkün olup olmadığı ile başlayan tartışmalar,
neyin bilgi olarak isimlendirilebileceği ile devam etmektedir. Zira bilgi ile bilgi
olmayan kavramların birbirinden ayrıştırılması, kelâmî meseleler ele alınırken büyük bir
önem taşımaktadır.
Diğer taraftan bilgiyi nasıl elde ettiğimiz, yani bilgiyi üreten kaynakların neler
olduğu da önem arz eden bir konudur. Bu konular, farklı inanç sahiplerinin üzerinde
konuşma imkânı bulabilecekleri asgari zemini oluşturmaktadır. Şayet bilginin ne olduğu
ve hangi kaynaklardan elde edildiği hakkında taraflarca ortak bir nokta bulunamazsa,
üzerinde tartışılabilecek ortak bir zemin yok demektir. Dolayısıyla Kelâm açısından
bilgi problemi, aynı zamanda Müslüman kelamcıların kendi bulundukları düşünce
alanını ve konularını bu çerçevede ifade ettiklerini dikkatlere sunmaktadır.
Bilgi olarak ifade ettiğimiz söz konusu kavram, Arapça’da iki kelimenin ortak
karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bunlardan biri ilim, diğeri ise marifet tabirleridir.
Kelamcılar genel olarak bu iki kelime arasında fark görmemişler ve birbirinin yerine
geçebilecek şekilde kullanmışlardır. Bununla birlikte iki kavram arasında bazı farklar
bulunmaktadır. Örneğin mârifet, ilmin aksine Allah Teâlâ’nın bir fiili olarak Kur’an-ı
Kerîm’de zikredilmez. Zamanla iki kelimenin kullanımlarında bazı farklılıklar ortaya
çıkmış, ilim daha çok objektif bilgiyi, mârifet ise subjektif bilgiyi karşılamak üzere
kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple özellikle tasavvuf alanında mârifet ve irfan
kelimelerine daha çok rağbet edilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm, bilgi problemi bağlamında ele alınabilecek pek çok kavramı
kullanarak bilginin insan hayatındaki değerine vurgu yapmaktadır. Bilgi/ilmin anlam
bakımından zıddı olan cehl/cehâlet ile ilişkisi Kur’an’da ak ile kara gibi anlatılmaktadır.
64 | S i s t e m a t i k K e l a m
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?!.” (Zümer, 39/9) âyet-i kerimesinde ifade
edilen karşıtlık, iman ve küfür arasındaki zıddiyeti çağrıştıracak şekilde belirtilmiştir.
Nitekim “İlim ancak Allah katındadır. Ben size, benimle gönderileni tebliğ
ediyorum. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum, dedi” (Ahkaf,
46/23) âyet-i kerîmesinde, ilmin karşısında cahilliğin hakka ulaşmaya engel olan bir
durum olduğu vurgulanır.
Allah’ın eserleri üzerinde düşünmeye teşvik eden pek çok âyet, bunun hakikate
ulaşmak için doğru bir yol olduğunu gösterir. Bu sebeple inkâr edenler, etraflarında
olagelen şeyler hakkında düşünmemek, onlara ibret gözüyle bakmamak, onlardan ders
çıkarmamakla suçlanırlar. Bu haliyle insan, kendisine verilmiş en önemli nimet olan
aklını kullanmaması sebebiyle, yaratılışındaki üstünlüğünü kaybeder ve hayvanların
aşağısına iner. Bunun tam tersi olarak akıllarını kullanan, kendilerine gönderilen ilahî
bilgiyi kavrayıp ona uyanlar, hakikati arayanlar Kur’an’da sürekli olarak övülmektedir.
Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın kendileri için belirlemiş olduğu fıtratı en güzel şekilde
gerçekleştirmekte, insan olmanın hakikatini yaşamaktadırlar.
Bazıları olumlu bazıları da olumsuz bir anlam içerecek şekilde insanın bilişsel
tarafını gösteren pek çok kavram Kur’an-ı Kerîm’in hemen her yerinde yer almaktadır.
İlim, mârifet, yakîn, şuur, fıkh, hikmet, hidâyet, basîret, müşâhede, delil, burhan, ihsas
gibi kavramları bilgi açısından olumlu anlam ifade edenler arasında sayabiliriz. Ayrıca
Allah Teâlâ’nın birer imkân olarak insana bahşettiği ve ilk anlamda akıl anlamına gelen,
kalb, fuâd, lübb gibi kavramlarda bahsedilmektedir. Diğer taraftan zan, rayb, şekk, cehl
gibi olumsuz kavramların yanında insanın bilgi vasıtasıyla hakikate ulaşmasını
engelleyen nifak, fısk, fesad, küfür gibi kavramlar da nazarlara sunulmaktadır.
Kur’an’ın insanı bilgi elde etmeye yönlendirmesi, onun hedefleri açısından önem
arz etmektedir. Zira insanın düşünmesi, vahye kulak vermesi ile elde edeceği bilgi, onun
iman ve hidâyete ulaşmasının birinci basamağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla İslâm
düşüncesi açısından bilgi ile iman arasında yakın bir ilişki vardır. Bilgi ve tefekkürün
iman açısından taşıdığı değere ilerleyen konularda ayrıntılı bir şekilde temas edilecektir.
Kur’an-ı Kerim’in bilgi eylemine ve bilenin faziletine yaptığı vurgu, doğal olarak
Müslüman kelâmcıların evrenin gerçekliği ile onu bilmenin imkânı üzerinde hiçbir
şüphe duymamaları sonucunu doğurmuştur. İlahî vahiy insanın, Allah’ın kendisine
vermiş olduğu yetilerle hem kendisinde hem de etrafında var olan şeyler hakkında bilgi
sahibi olabileceğini beyan etmektedir: “Siz hiçbir şey bilmezken Allah, sizi
analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar gözler ve kalpler
verdi.” (Nahl, 16/78) ve “İnsanlara ufuklarda/dış âlemde ve kendi nefislerinde
âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) hakk olduğu onlara iyice belli
olsun…” (Fussilet, 41/53) gibi pek çok âyet-i kerîme bu hakikati ifade etmektedir.
B i l g i | 65
Dolayısıyla İslâm dini insanı, diğer niteliklerinin yanında aynı zamanda bilme imkânı
olan bir varlık olarak tanıtmaktadır.
Gerek Kur’an’da gerek Hz. Peygamber (sas)’in sözlerinde bilgi sahibi olmak her
zaman için üstün bir nitelik olarak gösterilmiştir. İslâm, bilgi elde etmek için ortaya
konacak her türlü insanî gayreti övmektedir. Örneğin “İlim elde etmek için yola çıkan
kimse dönünceye kadar Allah yolundadır." (Tirmizî, Sünen, İlm, 2, hadîs no: 2649)
hadîs-i şerifi bu durumu gösteren pek çok hadîsten sadece biridir. Bununla birlikte İslâm
tarihinde bilgiden şüphe edenlerin bulunduğunu da söylemeliyiz. Her ne kadar antik
Yunan felsefesinde olduğu gibi sistemli bir ekol oluşturamamış olsalar da Hısbâniyye,
İnadiyye, Lâedriye, İndiyye gibi birtakım fırka adları altında gösterilen bazı şahısların,
İslam düşüncesi içerisinde “sofestâiyye” rolünü üstlendikleri söylenebilir. Aralarında
farklar bulunsa da onların ortak noktası, kesinliği olan güvenilir bir bilgiye insanın
hiçbir zaman sahip olamayacağını iddia etmeleridir. (bkz. Murat Memiş, Mu’tezilî Bir
Bakışla Bilgi Problemi, s. 98).
Bunun dışında, düşünce tarihinde bilginin tamamını olmasa da, bazı kaynaklarla
elde edilen bilginin geçersizliğini ileri süren gruplar da olmuştur. Örneğin Sümeniyye
ve Brahmanlar olarak isimlendirilen Uzak Doğu kökenli bazı anlayışlar, peygamberler
vasıtasıyla gönderilen bilgi hakkında böyle düşünmektedirler.
İmam Mâtürîdî’ye göre tartışmada her hangi bir bilgiye ulaşmak sofistler
açısından imkânsızdır. Hangi delil ileri sürülürse sürülsün, onlar için ulaşılan sonuç
kişisel bir kanaat/inançtan ötesi olmayacaktır. Diğer bir ifadeyle iki taraf arasında ortak
bir dil ve ortak bir zemin bulunmamaktadır. Fikrî tartışma ancak gerçeklerin varlığını
benimsemekle birlikte bir kısmını inkâr eden kimse ile yapılabilir. Bununla birlikte
Mâtürîdî, sofistlerin haksız olduğunu gösteren tartışmaları vermekten geri durmaz.
(Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 192 vd.). Bu durumda olup bilginin doğruluğundan
şüphe edenler, kendilerine fiziksel anlamda eziyet edilerek (dövme, ateşe atma,
yaralama vb.) duyusal bilgiyi kabul etmeye zorlanırlar.
Diğer taraftan bir tartışma kurgulayarak onlara içine düştükleri hatayı gösterme
amacını gösteren bir tavırdan daha bahsetmek mümkündür. Bunun için şüphecilere peş
peşe sorulan birtakım sorularla mantıksal hataya zorlanırlar. Tartışma şu şekilde
yürütülür: Bilgiyi inkâr edenlere, “bunu bir bilgiye dayanarak mı söylediniz?” diye
sorulur. “Evet” demeleri, bilgiyi kabul etmeleri anlamına gelecektir. “Hayır”
dediklerinde onlara cevap verme mecburiyeti ortadan kalkacaktır. Eğer onlar, bu konuda
şüpheleri olduğunu söyleyecek olurlarsa, bir önceki duruma benzer bir şekilde “şüphe
ettiğinizi biliyor musunuz, yoksa bilmiyor musunuz?” diye sorulur. Sorgulama bu
şekilde devam eder ve her seferinde şüpheciler tarafından ileri sürülen görüşün bilinip
bilinmediği sorulur. Bu cedelî tartışma, şüphecilere çelişki içinde olduklarını
göstermenin etkili yolu olarak kabul edilmiştir. Nitekim bilgi bahsini detaylı bir biçimde
ele alan hemen her Kelâm eserinde, bu metot ufak tefek farklılıklarla sürekli aktarıla
gelmiştir.
Bunun dışında, gerçekliğe ve ona ait bilginin tamamını değil de, bir kısmını inkâr
edenler için de ayrıca cevaplar üretilmiştir. Örneğin, duyu bilgisinin güvenilir
olmadığını savunanların ileri sürdükleri birtakım deliller tahlil edilerek, duyu bilgisinde
ortaya çıkan hatanın, bizâtihi duyudan değil, içinde bulunulan şartlardan kaynaklandığı
ve bunların da kontrol edilebilmeleri sebebiyle doğru bilgiye ulaşmanın mümkün
olduğu şeklinde muhtelif cevaplar verilmiştir.
3. BİLGİNİN TANIMI
Bilgi konusuna yer veren Kelâm kitaplarının genelde konuya bilginin ne olduğunu
ele alarak başladıklarını söyleyebiliriz. Onlar açısından bilginin doğru tanımlanması
oldukça önemli bir problem olarak görülmektedir. Bunun sebepleri arasında, bilgi
konusu alanların tespiti ve bunların nasıl bilineceğine dair ipuçlarının tanımda
zikrediliyor olmasını gösterebiliriz. Dolayısıyla bir bilgi tanımı, aynı zamanda Kelâm’ın
kendi konularını ortaya koyarken izleyeceği metod hakkında da az-çok bir imada
bulunmuş olmaktadır. Buradan hareketle, tanımın da dâhil olduğu bilgi problemlerinin,
Kelâm ilmi açısından tam olarak bir giriş mahiyetinde olduğunu söyleyebiliriz.
Bazı kelamcılar bilgi için bir tanım teklifinde bulunurken bazıları da onun,
kendisinden daha açık bir kavramla tanımlanmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla
herhangi bir tanımlamaya gerek olmadığını ileri sürmüşlerdir. (Bkz. Zebîdî, Tâcü’l-
Arûs, a-l-m maddesi). Gazâlî de, bilginin mantıksal formda tanımlanmasından ziyade,
kısımlara ayrılıp özelliklerinin belirtilerek açıklanmasının daha doğru olduğu
kanaatindedir. (Bkz. Franz Rosenthal, Bilginin Zaferi, s. 71). Kuşkusuz bu, bilgiyi tek
bir tarif altında tanımlamanın zorluğunu göstermektedir.
Diğer taraftan bilginin tanımlanabileceğini iddia edenlerin belli bir tanım üzerinde
fikir birliğine vardıklarını söylemek mümkün değildir. Nitekim daha sonraki
dönemlerde yazılan bazı Kelâm eserlerinde, kendilerinden önce yapılmış bilgi tanımları
tek tek sıralanıp bunların içerdikleri hatalar açıklanmaktadır. (Bilgi tanımlarının geniş
bir listesi için bkz. Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, II, 1219 vd.). Burada
hatırlatılması gereken önemli bir husus da şudur ki, çeşitli vesilelerle ileri sürülen bilgi
tanımları, her zaman aynı şeyi tanımlamak üzere inşâ edilmemişlerdir. Arapça’da “ilm”
kelimesinin karşılığı olarak kullandığımız bilgi kavramı, bazen bilineni (mâlum), bazen
bilme imkânı veren sıfatı, bazen de bilme eyleminin bizzat kendisini karşılamak üzere
kullanılmaktadır. Bu farklılık bilgi tanımlarına yansımıştır. Biz burada Kelâm ilminde
ön plana çıkmış, daha çok bilinen bazı tanımlar üzerinde durmak istiyoruz.
İlk olarak Mu’tezile ekolü tarafından ileri sürülen iki tanımı ele alacağız.
Bunlardan birincisi, “şeye/nesneye olduğu gibi itikad etmektir” şeklinde kaydedilmiştir.
Bu tanımda dikkat çeken bazı kavramlar vardır. Öncelikle tanımda bilginin konusu
68 | S i s t e m a t i k K e l a m
(bilinen/mâlum) “şey” tabiri ile ifade edilmiştir. Bazılarına göre bu, bilinenin alanını
daralttığı için tanım açısından doğru bir kavram değildir. Zira mâdumun/yokun şey
kategorisine girip girmediği tartışmalı bir meseledir. Tanımda yer alan diğer bir unsur,
“olduğu gibi/alâ mâ hüve bih” ifadesidir. Bu tabir, bilgi ile onun konusu arasındaki
ilişkinin gerçeklik düzeyinde var olduğu kaydını hatırlatmak için konmuştur.
Dolayısıyla bilen/suje ile bilinen/obje arasındaki ilişki, şayet gerçeklik dışında bir
şekilde ortaya çıkıyorsa, bunun bilgi olarak nitelenmesi mümkün değildir.
Örneğin cehl, obje hakkındaki gerçek dışı itikadı ifade etmek için kullanılan bir
kavramdır. Tanımda geçen son nitelik ise, bilginin dâhil olduğu cinsi göstermek üzere
konulmuş olan “itikâd” tabiridir. Buna göre, insanın “canlı” cinsine dâhil olması gibi
bilgi de itikâd cinsine dâhildir. Ancak bu cinse giren cehl, zan, şüphe gibi diğer itikad
unsurlarından farklıdır. Bilginin tanımında itikad tabirinin kullanılması, Allah’ın ilmini
tanımın dışında bırakıyor olması sebebiyle eleştirilmiştir. Bununla birlikte modern
epistemolojide bilgi tanımları içerisinde itikad/inanç kavramının kullanıldığını
görmekteyiz.
Mu’tezile’nin son dönemlerinde ileri sürülen bir başka bilgi tanımı ise şöyledir:
“İlim, ele aldığı şey/konuda bilenin sükûn-ı nefsini gerektiren mânâdır”. Bu tanım,
birincisinden farklı olarak, “şey”, “itikad” ve “olduğu gibi” tabirlerini tanımın dışında
bırakmış, bunların yerine başka tabirler getirmiştir. Örneğin bilginin objesi, “ele aldığı
konu” şekline dönüştürülerek “şey” tabiri üzerindeki eleştirilerden uzak durulmaya
çalışılmıştır. Ancak tanımda en dikkat çeken taraf, bilginin kriteri olarak bilende, bildiği
şey hakkında tam bir kalbî tatmini ifade eden sükûn-ı nefs kavramının yer almasıdır.
Böylece tanım, bilginin, zan ve şüphe gibi diğer itikadlardan, bilende meydana gelen bir
psikolojik halin verdiği kesinliği ölçüt olarak ileri sürmektedir. Bu kriterin taşıdığı
belirsizlik çokça tartışma konusu edilmiştir. Ayrıca tanımlamanın merkezi değişmiş,
bilinen yerine bilmeyi sağlayan gerçek sebep anlamına gelen “mânâ” kavramı geçmiştir.
Bu da, bilmeyle ilgili insandaki sıfatın tanımlandığı anlamına gelmektedir. (Bkz. Murat
Memiş, age, s. 47 vd.)
İmam Eş'arî’ye atfedilen ve daha çok bilinen diğer bir tanım da “mahallinin âlim
olmasını gerektiren şey” şeklindedir (Cüveynî, İnanç Esasları Kılavuzu, Kitâbu’l-İrşâd,
s. 30). Bu tanımda da bilgi, öznenin belli bir eylemi gerçekleştirmesini sağlayan bir sıfat
olarak açıklanmıştır. Ebû Bekir el-Bâkıllânî ise bilgiyi “mâlumu, olduğu hal üzere (nasıl
B i l g i | 69
ise öyle) bilmektir (mârifet)” şeklinde tanımlar. (et-Temhîd, s. 34). Bu tanım, gerçeğe
uygunluğun, öznenin nesneye yöneliminin niteliğini belirlediğini ifade etmesinin yanı
sıra, bilgiyi eylemi sağlayan bir sıfat olmaktan çıkarıp bizzat eylemin kendisi olarak
göstermektedir. Abdülkâhir Bağdâdî’nin aktardığı diğer bir tanım ise “canlı ve gücü
olanın, fiili, sağlam ve düzenli yapmasını sağlayan sıfat” şeklindedir. (Usûlu’d-Dîn, s.
5). Bu tanım, bilgiyi bir sıfat olarak görmesine rağmen onu eylem üzerinden
tanımlamasıyla farklı bir noktaya dikkat çekmektedir. Eş’arî kelamcılardan aktardığımız
bu tanımlar, ortak noktalar kadar, farklı boyutları da ihtiva etmeleri bakımından tek tip
bir tanımın var olmadığını göstermektedirler.
4. BİLGİNİN KAYNAKLARI
kuran vasıtalar hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı düşünürler, bilginin
oluşmasında aklın rolünü azımsamış ve duyu organlarının ağırlığını kabul etmişlerdir.
Felsefî düşüncenin bu ekolüne genel olarak empiristler/tecrübeciler adı verilmektedir.
Bu görüştekiler, tüm bilgilerin deneyden kaynaklandığını, doğuştan hiçbir bilginin
gelmediğini, tüm bilinenlerin tecrübeyle yaşanarak elde edildiğini ileri sürmektedirler.
Eski Yunan’ın tabiatçı filozofları, Batı’da aydınlanma döneminde John Locke, David
Hume gibi İngiliz filozofları ile günümüzde materyalist düşünürler genel anlamda
empirist olarak kabul edilirler.
Bunun aksine bir görüş ise, bilgi elde etmede duyuların rolünü küçümsemiş,
sağlam bilginin akıl yoluyla elde edildiğini ileri sürmüşlerdir. Genel olarak idealizm
veya rasyonalizm adı verilen bu ekole göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl
aracılığıyla ve tümdengelimli bir yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki mühim olan
bilginin sadece deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her
bireyin eşit ve değişmez aklî ve mantıkî ilkelere sahip olduğunun kabulü ile, deneye
dayanmayan ve apaçık hakikatlerin var olduğunu kabul eder. Eski Yunan felsefesinde
Aristoteles, aydınlanma döneminde Descartes gibi isimler rasyonalist düşüncenin
temsilcileri olarak kabul edilirler.
a. Duyular
Etrafımızdaki varlıkları algılamamızı sağlayan beş duyu organının her biri, bilgi
için bir aracı konumundadır. Bu duyular şunlardır: a) Görme duyusu (bâsıra); b) İşitme
duyusu (sâmi’a); c) Koklama duyusu (şâmme); Tad alma duyusu (zâika); e) Dokunma
duyusu (lâmise). Her duyu organı kendisine mahsus alandan aklın değerlendirmesine
sunulacak veriler toplamaktadır. Kelamcılar genel olarak, toplanan verilerin bizzat
kendilerinin değil, zihinde işlendikten sonra sahip oldukları hükümlerin bilgi olduğunu
kabul eder. Çünkü çeşitli özel şartlar altında algılanan/idrak edilen bazı şeyler, o özel
şartların etkisinde kalacağından, gerçekliğe tekabül etmeyebilir. Örneğin rahatsızlığı
B i l g i | 71
sebebiyle tatma duyusunda safra bulanan birisinin, tatlı bir objeyi, acı gibi algılaması
mümkündür. Böyle bir durumda aslında tatlı olan o şeyin acı olduğuna dair hüküm
vermek hata olacaktır. Dolayısıyla algılanan objelerin (mahsûsât) veya algılama
durumunun özel şartları, hükümde dikkate alınmalıdır.
Öte yandan duyu algısı vasıtasıyla elde edilen bilgiler, zarurî bilgiler sınıfına
girmektedir. Diğer bir ifade ile bu bilgiler, insandan şüpheyi tamamen kaldırırlar ve
bunları inkâr etmek mümkün değildir. Bunlar güvenilirliği en üst seviyede bilgiler
olmaları münâsebetiyle yakîniyyât kategorisine dâhildirler ve müşâhedât başlığı altında
toplanırlar.
İnsanın sahip olduğu bilgilerin önemli bir kısmı bu şekilde elde edilir. Duyu
tecrübesine bağlı olarak öğrendiklerimiz, hayatımızın devamı açısından son derece
ehemmiyet arz etmektedir. Örneğin “ateş yakar” bilgisi, duyu organları vasıtasıyla,
insanın tecrübesi sonucunda öğrenilmiş bir bilgidir. Bu tür bilgilerdeki tereddütler
telafisi güç maddî ve manevî zararların oluşmasına yol açabilir.
b. Haber
Kelamcılar, bir taraftan haberin güvenilir bir bilgi kaynağı olmadığını savunan
Sümeniyye ve Berâhime gibi gruplara, diğer taraftan haberler arasında hiçbir fark
görmeksizin onun her halükarda bilgi üreteceği tezini savunanların görüşlerine karşı
çıkarlar. Onlar, haberin bilgi üretme imkânını göstermeye çalışmışlardır. Böylece haber,
genel epistemolojik yaklaşımın bir unsuru olarak kelam kitaplarında bilgi sebebi olması
bağlamında ele alınıp işlenmiştir. İnsan tecrübesi göz önüne alındığında haberin bilgi
açısından yaşantımızda ciddi bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu konuda
ileri sürülen görüşler sadece dinî alanla sınırlı kalmamış, insan bilgisini ilgilendiren
bütün alanları içine almıştır.
Genel olarak dilciler haber kavramını, doğru veya yalan ihtimali barındıran ve bir
hüküm ifade eden sözler için kullanmaktadırlar. Esas itibarıyla haber, konusu duyu
72 | S i s t e m a t i k K e l a m
bilgisi ile elde edilen hükümlerin, insandan insana aktarılması yoluyla ortaya çıkar.
Dolayısıyla haber, mevcut bir bilginin aktarılmasıyla başlayan bir süreçtir. Ancak bu
aktarım işleminin akabinde haberin içeriğinin yeniden bilgiye dönüşmesi, haberin
taşıdığı veya taşıması öngörülen bir takım niteliklere bağlıdır. Bir hükmün aktarılması
hasebiyle haber, nakletmiş olduğu bu hüküm ile gerçeklik arasında bir örtüşme iddiasını
barındırmaktadır. Bu iddianın ispatlanması haberin “doğru”, “gerçeğe uygun”; aksi bir
durum ise onun “yalan”, “gerçek dışı” olduğu anlamına gelmektedir. Kelamcılar
açısından, bilgiye sebep olması yönüyle onunla gerçeklik arasındaki ilişkinin tespit
edilmesi, haberin incelenmesi gereken tarafını oluşturmaktadır.
Rasûlün haberi ise, peygamberliği mu’cize yoluyla sabit olan rasûlün verdiği
haber şeklinde tanımlanmaktadır. Peygamber tek kişi olmasına rağmen, onun verdiği
haberin zarurî bilgi oluşturmasındaki temel espri, onun istidlâlî bir şekilde
peygamberliğinin ispat edilmiş olmasına dayanır. Çünkü Allah Teâlâ’nın gönderdiği bir
elçinin yalan söylemeyecek olduğunu bilmek aklen kabul edilmesi gereken bir
prensiptir. Öyleyse peygamberliği mu’cize ile ispatlanmış, yani Allah Teâlâ tarafından
gönderildiğinde bir şüphe olmayan elçinin verdiği haberin de doğru olması gerekir.
c. İstidlâl/nazar/akıl
Bilginin sebepleri sıralanırken bu bölüm için bazen akıl, bazen istidlâl ve kimi
zamanda nazar tabirleri kullanılmaktadır. Farklı birtakım vurguları içermekle birlikte,
genel anlamda üçü ile de, düşünmeye bağlı olarak aklî bir çıkarımla bilgiye ulaşma
durumu kastedilmektedir. İstidlâl kavramı, belli bir delile dayanarak bilinmeyene
ulaşmak için yürütülen aklî çıkarım işlemini ifade etmektedir. İşlemin başlangıç noktası
delil, ulaşılan nokta medlûl, ikisi arasındaki aklî işleme ise istidlâl denmektedir.
74 | S i s t e m a t i k K e l a m
Nazar kavramı ise, Arapça’da bakmak anlamında alınarak akıl ile yapılan
tefekkür, teemmül, tedebbür, tezekkür kelimeleriyle ifade edilen düşünme ameliyesidir.
Akıl ise, ilk dönem kelamında daha çok, Allah Teâlâ tarafından fıtratımıza yerleştirilen
ve diğer bilgilerin üretilmesinde kullanılan bazı zarurî bilgilerin toplamı olarak kabul
edilmektedir. Bunun yanı sıra aklın, aynı işlevi görmek üzere bir cevher veya kuvve
olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bununla birlikte akletme, fiilî bir durum olup, bilgi
kaynağı olarak kabul edilen tarafı da burasıdır. Aslında bu durum Kur’an-ı Kerîm’in
aklı bir isim olarak değil de, bir fiil olarak kullanmasıyla da uygundur.
Aklî bilgi dendiği zaman genel olarak iki tür bilgiden bahsedilmiş olmaktadır.
Bunlardan ilki, insanların yaratılışlarında mevcut olan bilgilerdir. Bu tür bilgiler için,
evvelî, bedihî, ibtidâî gibi tabirler kullanılmaktadır. Bu bilgiler, tecrübeden üretilmezler,
onlar tecrübe öncesinde de vardırlar. Ancak varlıkları tecrübe ile ortaya çıkarlar.
Mantıkta aklın ilkeleri olarak ifade edilen, özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü hâlin
imkânsızlığı ve yeter-neden ilkelerini bunlar arasında sayabiliriz. Bunun yanında
kelamcılar tarafından sıklıkla dile getirilen “bütünün, kendi parçalarından büyük
olması”, “dördün yarısı ikidir” gibi, apaçık olan bilgilerdir. Bunlar herhangi bir akıl
yürütme ameliyesi olmaksızın akılda mevcut olan bilgilerdir. Bu sebeple zarurîdirler,
herkes için söz konusudurlar. Bu tür bilgiler nazarî ve istidlâlî bilgilerin oluşması için
gerekli olan bilgilerdir. Bunlar olmaksızın diğer bilgilerin oluşması mümkün değildir.
İkinci tür ise, bir akıl yürütme ameliyesinin sonucunda oluşan bilgilerdir ki,
istidlâlî, nazarî, mükteseb/iktisâbî bilgi gibi adlarla anılır. Kelam ilminde, pek çok
meselenin ispatında bu bilgi türü kullanılmaktadır. Allah’ın varlığı konusunda ortaya
konan deliller, istidlâl yöntemleriyle elde edilmiş delillerdir. Örneğin hudûs delili, zarûrî
bilgilere dayanarak üretilen istidlâli delillerdendir. Âlemdeki varlıkların tamamının
değişkenliklerine dair zarurî bilgi onların, sonradan var (muhdes) oldukları neticesini
doğurmaktadır. Buradan hareketle her muhdesin bir muhdisi olması gerektiği sonucuna
ulaşmak ise aklî bir çıkarımdır. Dolayısıyla akıl yürütme işleminde, zarurî olarak bazı
bilgilerden hareket edilerek yeni bilgilere ulaşılmaktadır. Bu durum, temel sebeplerle
sonuçlar arasında aklın kurduğu ilişkilere dayanmaktadır.
Akıl, bazen sebepten sonuca bazen de sonuçtan sebebe doğru bir yol takip
etmektedir. İstidlâl, aynı zamanda hayatımız hemen her alanında başvurduğumuz bir
yöntemdir. Mesela, evimizde otururken burnumuza gelen bir yanık konusu, bir yerde
ateş yandığı fikrinin oluşmasına hazırlar. Şayet sebep ile sonuç arasındaki bu tür
ilişkileri kuramıyor olsaydık, insan olarak sahip olduğumuz şeylerin çok önemli bir
bölümünü hiç elde edememiş olurduk.
Tam istikrâ kesin bilgiye sebep olmakla birlikte, eksik istikra ancak zan ifade
eder. Örneğin tıpta, x hastalığına yakalanmış bir grup hasta üzerinde yapılan
araştırmalarda ulaşılan başarılı tedavi şekillerinin, aynı hastalığa yakalanmış bütün
hastalar için uygulanması, eksik istikra yönteminin pratik hayattaki uygulama
şekillerindendir. Örneğin bir sınıftaki erkek öğrencilerin zeki olduğu önermesini
ispatlamak amacıyla bütün öğrencilerin IQ testine tabi tutulması tam istikrâyı,
içlerinden birkaç öğrencinin test edilmesi ise eksik istikrâyı gösterir.
Temsil (analoji), bir cüz’înin hükmünü başka bir cüz’îye verme şeklinde
uygulanan yöntemdir. Ancak bu yöntemle elde edilen bilgiler kesinlik ifade etmezler,
zannîdirler. Örneğin sıvı olan suyun buharlaşmasına dayanarak, sıvı olan zeytinyağının
da buharlaşabileceği hükmüne ulaşmak böyledir. (Bkz. Şerafeddin Gölcük, Kelâm, 88-
89).
a. Şâhide dayanarak gâib olanı çıkarsamak. Bu yönteme göre, şâhid/fizik âlem ile
gâib/metafizik arasında karşılaştırma yapmayı sağlayacak bazı benzerlikler
bulunmaktadır. Örneğin insanın âlim olmasını sağlayan illet ilim sıfatıdır. Öyleyse
Allah’ın âlim olmasını sağlayan da ilim sıfatıdır.
b. Sebr ve taksîm yöntemi. Bu yönteme göre, ele alınan konu önce birbiriyle
çelişen kısımlara ayrılır ve ardından bunlardan biri hariç diğerleri aklî gerekçelere
dayanarak elenir. Kalan şık ele alınan şeye ait hüküm olarak kabul edilir. Kelâm
ilminde, özellikle âlemin hudûsunu ispat sadedinde en çok başvurulan yöntemlerden
76 | S i s t e m a t i k K e l a m
biridir. Öz itibarıyla aklın temel ilkelerinden kabul edilen “üçüncü şıkkın imkânsızlığı”
prensibine dayanır.
c. Başlangıç ile sona istidlalde bulunma. Kur’an’daki ilk yaratma ile âhiretteki
yaratmaya yapılan istidlâl böyledir.
d. Bir şekilde yapmanın başka bir şekilde yapmaya delil olması. Bir şeyi bir
şekilde yaratmaya kâdir olanın, onu farklı bir şekilde de yaratmaya kâdir olduğunu,
hatta hareket ve sükûnda olduğu gibi, zıddını yapmaya gücü yettiğine delil getirmedir.
f. Mucize ile istidlâl: Mucize ile onu gösterenin doğruluğuna yapılan istidlâldir.
(Bkz. Bâkıllânî, Temhîd, s. 38-39).
d. İlham
İlham, Allah’ın veya meleklerin doğrudan insanın kalbine ilkâ ettiği bilgi olarak
kabul edilmektedir. Diğer bir ifadeyle, bir bilginin doğrudan, akıl yürütme veya
tefekkür gibi bir yol olmaksızın insanın kalbinde birden inkişaf etmesi anlamına
gelmektedir. Bu kavramın İslâm dünyasında ilk olarak, kendi imamlarının sahip olduğu
kesin bilgi kaynağını ifade için bazı Şiî fırkaları tarafından ortaya atıldığı
düşünülmektedir. Daha sonra kavramın Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn-ı Mısrî ve Bayezid-i
Bistâmî gibi bazı ilk devir sûfîleri tarafından da kullanıldığını görmekteyiz. Genel
olarak söylemek gerekirse Abdülkâhir el-Bağdâdî, Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, İbn
Haldun gibi ilhamı bir bilgi kaynağı olarak kabul edenler olmakla birlikte Sûfiyye ve
onlara tâbi olanlar dışında kalan çoğunluğa göre ilham, bir bilgi kaynağı olarak
görülemez (Bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “İlham”, DİA, XXII, 98-99).
Kelamcıların genel olarak ilhamı bir bilgi kaynağı olarak görmemeleri, onun
herkes tarafından kabul edilmesi gereken, genel geçer, test edilebilir bir bilgi kaynağı
olmadığını ifade etmektedir. Yoksa ilhamın hiçbir bilgi içeriği taşımadığı anlamına
gelmez. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de bazı yerlerde vahiy kelimesi bir bilginin Allah
Teâlâ tarafından bazı kişilere aktarıldığı ilham anlamında kullanılmaktadır (örneğin bkz.
Mâide, 5/111; Tâhâ, 20/38). Bunu dışında Cenâb-ı Allah, her insana kötülük ve ondan
korunmayı (takvayı) ilham ettiğini bildirmektedir (Bkz. Şems, 91/8). Bunlar bizi
ilhâmın, bilişsel içeriği olan ilahî bir fiil olduğunu göstermektedir. Ancak ilhamın
hususîliği, onun genel geçer bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmesine engel olmaktadır.
Diğer taraftan bazı mutasavvıfların, ilhama dayalı bilgiyi, diğer bütün bilgilerin
önüne geçirmesi, hatta ondan başka bir bilgi kabul etmemesi, kelamcılar tarafından açık
bir şekilde reddedilmektedir. Nitekim Teftâzânî, ilhama dayalı olarak bilginin hâsıl
B i l g i | 77
e. Taklîd
Bilginin aynı zamanda öğretilen ve diğer insanlara aktarılabilen bir şey olması,
bilgi sahibi kişilerin veya bıraktıkları eserlerinin bilgiye ulaşmada bir araç olarak
kullanılmasını mâkul, hatta çoğu kere zorunlu hale getirir. Düşünce tarihinde çok net
olarak gördüğümüz eğitim kurumlarının varlığı, hoca-talebe ilişkileri, bilginin bu yolla
aktarımına örnektirler. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, bunun bilginin
üretilmesi değil, aktarılmasıyla ilgili olduğudur. Diğer bir ifadeyle bilgi sahibi insanlar
bilgiyi üreten kaynaklar değil, yukarıda saydığımız yollarla bilgiyi elde etmiş ve
ardından onları başkalarına ulaştıran kişiler olarak değerlendirilmelidir.
5. BİLGİNİN ÇEŞİTLERİ
Çok geniş bir alanı ilgilendiren bilginin, farklı kriterler dikkate alınarak yapılmış
çeşitli tasnifleri bulunmaktadır. Şimdi bu sınıflandırmalardan bazılarını görelim:
a) Kadîm bilgi-Hâdis bilgi: Bilindiği gibi ilim sıfatı hem insan hem de Allah
Teâlâ hakkında kullandığımız niteliklerdendir. Bununla birlikte iki alana ait bilginin
birbirinden ayrılan önemli farklılıkları bulunmaktadır. Her şeyden önce Allah Teâlâ’nın
ilmini ifade etmek için, kadîm bilgi, ezelî bilgi, ilahî bilgi ya da mutlak bilgi gibi bazı
tabirlerin kullanıldığını hatırlatalım. Müslüman kelamcılar, öncelikle aklî bir yönteme
dayanarak Allah Teâlâ’nın âlim olduğunu ispatlama cihetini tutmuşlardır. Buna göre,
âlemde var olan her şey ve işlemekte olan düzen, yapılan işlerin rastgele, karmakarışık
olmadığını gözler önüne sermektedir. Her şeyin belli bir ölçüyle, belli bir amacı
gerçekleştirmek üzere yaratılmış olması, bütün varlığı kuşatan bir bilgiyi işâret
etmektedir. Âlemi önceleyen ve tam olarak ihata eden bu bilgi, âlem gibi sonradan
yaratılmış (hâdis/muhdes) olmakla nitelenemez. Diğer bir ifadeyle bu bilgi
kadîm/ezelîdir. Allah Teâlâ’nın bilgisi, insan bilgisinden farklı olarak, mutlak ve sonu
olmayan bir bilgidir. Zaman ile kayıtlanmış değildir. Bu yüzden geçmiş, hal ve gelecek
bu bilginin karşısında eşdeğerdedir: “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır.
Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki
onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey
yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da)
olmasın” (bkz. En’am, 6/59). İnsanlar bilmek için göz kulak, akıl gibi bazı âletlerin
düzgün çalışmasına muhtaç olduğu halde, Allah Teâlâ bilmek için hiçbir şey ihtiyaç
duymaz, O’nun bilgisi doğrudan bilgidir; zamana, mekana veya sebeplere bağlı
oluşmaz. Diğer taraftan hâdis bilgi, yaratılmışların bilgisidir. İnsanların bilme
kabiliyetinden bahsettiğimizde kastedilen budur. Bu bilgi, belli şartlar çerçevesinde
zaman içerisinde ortaya çıkmaktadır: “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir
şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler
verdi.” (Nahl, 16/78). Bu bilgide mutlaklık söz konusu olmadığı için, birbirinden farklı
kuvvet dereceleri vardır. Bilginin sağlamlığı arttıkça objesi daha belirgin hale
gelmektedir. İnsanın sahip olduğu bilgi elde edilme şekline göre ya zarurî ya da iktisâbî
olmaktadır. (bkz. Halife Keskin, age, s. 106-112).
elem duyma gibi varlığında ortaya çıkan durumları bilmesi de zarurî bilgiler arasında
değerlendirilmektedir. Bu tür bilgilere vicdâniyyât denmektedir. Üçüncü olarak, duyu
organları vasıtasıyla elde edilen bilgiler de zarurî bilgiler kategorisine aittir. Doğrudan
duyu idraki ile oluşan bilgilere hissiyât ya da müşahedât denmektedir. Tecrübenin
çokça tekrarı sonucu oluşan bilgilere ise tecrübiyyat adı verilir; müshil ilacının insanda
ishale sebep olmasını bilmek gibi. Mantıksal önermelerden sonuca, vakit kaybetmeden
aklî bir gayrete girmeden süratle ulaşılması ile elde edilen bilgilere de hadsiyyât
denmektedir; bulutun yağmurun habercisi olduğunu bilmek gibi. Aynı şekilde mütevâtir
haber yoluyla oluşan bilgiler de zarurî bilgiler arasındadır ve onlara da genel olarak
mütevâtirât adı verilir. Bütün bu bilgiler zarurî olarak elde edildiklerinden kesin bilgi
oluştururlar. Bu nedenle onların tamamı yakiniyyât adı altında toplanırlar (bkz.
Şerafettin Gölcük, age, s. 82).
İktisâbî bilgi ise, insanın bir delil ya da zarurî bilgi üzerinde akıl yürütmesi
sonucu oluşan bilgiler için kullanılan bir tabiridir. Bu tür bilgiye ayrıca istidlâlî, nazarî,
aklî bilgi isimleri de verilmektedir. Bu tür bilginin oluşması için insanın zihinsel bir
gayret göstermesi, aklî çıkarımı gerçekleştireceği mukaddimeleri bilmesi ve onlar
arasında doğru ilişkiler kurması gerekmektedir. Zarurî bilgilerin tamamı kesinlik ifade
etmesine rağmen, istidlâle bağlı oluşan bilgilerde, aklî işlemlerin mantık kurallarına
uygun yapılıp yapılmadığına bakılarak karar verilir. Dolayısıyla her aklî işlem ya da
düşünme faaliyeti bilginin oluşmasına yol açmayabilir. Bunun için kelamcılar, bilgiyi
oluşturan tefekkür için sahih nazar tabirini kullanmışlardır. Şartları yerine getirilmiş bir
nazar, yakînî bilginin oluşmasında bir kaynak olarak görülmüştür.
c) Aklî bilgî-Naklî bilgi: Diğer bir tasnifte, bilginin elde ediliş yolu ile ilgilidir.
Aklî bilgi dendiğinde yukarıda izah ettiğimiz üzere, aklî bir çaba sonucu elde edilen
iktisâbî, istidlâlî bilgiler kastedilmektedir. Naklî bilgi tabiriyleyse, haber bilgisi
kastedilmektedir. Bu bilgi türü de kendi arasında mütevâtir ve âhâd haber olmak üzere
iki kısımda incelenmektedir.
6. BİLGİNİN DEĞERİ
Duyu organları vasıtasıyla elde edilen bilgilerin kesinlik ifade ettiğini yukarıda
görmüştük. Bu tür bilgiler, insan hayatının devamı açısından en temel dayanakları
oluştururlar. Hayatımızın hemen her alanında bu tür bilgileri kullanırız ve onlarda
bulduğumuz kesinliğe göre hareket ederiz. Örneğin yolda yürürken önümüzde bir büyük
bir çukur görürsek, yolumuzu değiştirir kenarından geçeriz. Gördüğümüzün doğru olup
olmadığı veya düz yürümeye devam edersek çukura düşüp düşmeyeceğimizden şüphe
etmeyiz. Kızgın bir kor parçasına dokunacak olursak elimizin yanacağını biliriz. Tüm
bu bilgiler, insanın hayatında fiziksel olarak uyması gereken kuralları öğrenmesini ve
80 | S i s t e m a t i k K e l a m
onlara uygun davranmasını sağlar. Bunun yanı sıra, insanın müşahade yoluyla elde
ettiği bu bilgiler, istidlâl yoluyla elde edilecek diğer bilgiler için de temel
oluşturmaktadır. Örneğin hudûs delilinde kullanılan önermelerin bir kısmı insanın
tabiattaki gözlemleri sonucu elde ettiği bilgilere dayanmaktadır. Duyu bilgileri, görünür
(fizik) âlemdeki varlıklar hakkındaki bilgiler ile sınırlıdır. Her duyu organı kendisi için
belirlenmiş alanda ve sınırlar içerisinde hareket imkânına sahiptir. Örneğin sağlıklı bir
göz, belli frekanslar arasındaki ışık huzmelerini görebilmektedir. Bu aralığın dışındaki
ışıkları fark edemez. İnsan gözünün mor ötesi ışığı algılamaması veya karanlık
ortamlarda görememesi bundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bir varlığın
görülebilmesi için sadece var olması yeterli değildir; onun aynı zamanda görülebilme
şartlarını taşıyor olması gerekir. Öyleyse bir şeyin görülmemesi onun var olmaması
sonucunu doğurmaz. Duyu organları ile elde edilen bilgiler bu sınırlılıklar içinde
değerlendirilmelidir. Mütevâtir haberle elde edilen bilgiler de, aynı kesinliğe sahip
olması bakımından benzer işlevleri yerine getirmektedir.
İstidlâl yöntemi ile elde edilen bilgiler de, gerekli şartlara uyulduğu takdirde yakîn
ifade etmektedirler. Bununla birlikte aklın, farklı standartlarda çalışabildiği de hatırdan
çıkarılmamalıdır. Bu sebeple aklî çıkarımlarda asgari seviyede mantık kurallarına
uyulması gerekmektedir. Hüküm bildiren ve bir delilde önerme olarak kullanılan
ifadeler, özne, yüklem, içlem, kaplam vb. mantık ilminin temel kavramları açısından
doğru kullanılmış olmalıdır. Bu tür, kurallarına uyularak gerçekleştirilen aklî çıkarım
işlemine, sahih nazar denilmektedir. Sahih nazar, doğru bilginin elde edilmesi
bakımından güvenilir bir araçtır. Duyu organları ile elde edemediğimiz pek çok bilgiyi
aklî çıkarım yoluyla elde ederiz. Örneğin kelâm ilminde Allah Teâlâ’nın varlığını
ispatlamak maksadıyla ortaya konan delillerin çoğunluğu bu yolla elde edilmişlerdir. Bu
delillerin bir kısmı, ekmel varlık delili gibi, sırf aklî bir faaliyete dayanıyor iken, bir
kısmı, kozmolojik deliller gibi, duyu bilgileri üzerine bina edilmektedir. Bu delillerin
ayrıntılarına ileride değinilecektir.
İstidlâl yöntemi ile üretilen bilgiler, deliller üzerinden gerçekleşir. Herhangi bir
delil olmadan bu yöntem işleyemez. Bazen istidlal sırasında delil yerine karine, emare,
işaret gibi, bilişsel açıdan daha zayıf unsurlar kullanılabilmektedir. Bu durumda istidlâl
ile bilgi değil, zan, cehl (doğru olmayan inanç) gibi sonuçlar ortaya çıkabilmektedir. O
yüzden istidlâl ile bilgi üretimi, bu tür unsurların doğru kullanılıp kullanılmadığı,
kurulan bağlantıların yapısı gibi açılardan tartışmaya açık bir vaziyettedir. Bir istidlâl
her zaman bu açılardan denetlenme imkânına sahip olduğundan, istidlâllerle elde edilen
bilgiler üzerinde tartışmalar meydana gelebilir. Bu, istidlâlî bilginin, duyu algısı ile
ortaya çıkan bilgilerden farkını ifade etmektedir. Bununla birlikte, istidlâlî bilgi, konu
edindiği alan itibarıyla, fizik âlemin ötesine geçerek, duyuların ulaşamadığı bir noktaya
uzanır. Diğer bir ifadeyle metafizik alanla ilgili bilgilerimiz bu yöntemle elde edilen
bilgilerdir ve duyu organlarının bu alana müdahalesinden bahsedilemez. Dinî bilgi söz
konusu olduğunda, Allah Teâlâ’nın varlığı ve birliği, sıfatları; peygamberliğin
gerekliliği, ölümden sonra dirilmenin imkânı gibi pek çok mesele istidlâl yöntemi
B i l g i | 81
İtikâd alanına dair bu örneklerin yanı sıra Kitap ve Sünnet’teki ilahî beyanlar,
insan hayatının diğer alanlarıyla ilgili bilgiler de sunmaktadır. Özellikle Rabbü’l-âlemîn
karşısında nitelikli bir kul olan insanın O’na karşı nasıl davranacağı (ibadet), kendisi
gibi şerefli birer varlık olan diğer insanlarla ilişkisi (ahlak ve hukuk), diğer insanlara ait
yaşam tecrübeleri (tarih, kıssalar) gibi konularda vahyin bilgi sunduğu alanlar arasında
yer almaktadır. Bütün bu bilgiler bir bütün olarak, insanın yaratılışına yerleştirilmiş
üstün niteliklerin ahsen-i takvim sırrı çerçevesinde ortaya çıkmasında insanın ihtiyaç
duyduğu bilgilerdir.
İlahî beyanlar ile insana ulaşan söz konusu bilgilerden nasıl istifade edileceği,
büyük ölçüde Kelâm ve Fıkıh Usûlü disiplinleri tarafından tanımlanan ve sınırları
çizilen kâideler ile belirlenmiştir. Çok kısaca belirtmek gerekirse, Kitap veya Sünnet’te
yer alan bir ifadenin, delil olabilirliği öncelikli olarak böyle bir ifadenin sübût ve delâlet
açısından kat’i veya zannî hükümlerini almasına bağlıdır.
Kur’an-ı Kerîm’in bütün âyetleri sübut açısından kat’iyyete sahiptir. Diğer bir
ifadeyle Kur’an’ın tamamı, Peygamber Efendimiz (sas)’in bildirdiği şekilde, değişikliğe
uğramadan bize kadar ulaşmıştır. Buna sübutu kat’î denmektedir. Mütevâtir hadîsler de
bu kategoriye girmektedirler. Bu konumda bulunan Kur’an ve mütevâtir hadîsler, ifade
ettikleri anlam açısından da bir değerlendirmeye tâbi tutulurlar. Buna göre sözün
delâleti, yani belirttiği hüküm açık ise, buna delâleti kat’i denmektedir. Bu konumda
bulunan ilahî beyanlar kesin bilgi ve kesin hüküm ifade ederler. Hem itikad hem de
diğer alanlarda delil olarak kullanılırlar. Şayet sözün delâleti kesinlik ifade etmiyorsa,
söz te’vil edilmeye imkân tanıyorsa bunlara da delâleti zannî denmektedir. Bu tür
beyanların kesin delil olarak kullanılmaları mümkün değildir. Ancak, kendilerini
destekleyen diğer delillerle bir anlam ifade ederler. Örneğin, müteşâbih âyetlerin
bildirdikleri manalar, Allah Teâlâ’nın ahirette görülmesi (rüyetullah) gibi bazı meseleler
bu kategoride değerlendirilebilir.
Kur’an ve Sünnet’ten getirilen delillere genel olarak naklî veya sem’î delil ismi
verilmektedir. Naklî deliller, hem dinî düşüncenin hem de dinî yaşantının birinci
dereceden kaynağı konumundadırlar.
84 | S i s t e m a t i k K e l a m
ÖZET
Bilgi meselesi, Kelâm ilminin giriş meseleleri arasında yer almaktadır ve metodolojisinin
oluşmasında büyük bir paya sahiptir.
İslâm düşüncesi, bir bütün olarak, insanı, kendisi ve çevresindeki diğer varlıklar hakkında
bilgi elde edebilen bir özne olarak görmüştür. Varlık, kuru bir hayal ve zandan ibaret değildir;
dolayısıyla insanın onun hakkındaki bilgisi de varlığın kendisi kadar gerçektir.
Bununla birlikte bilginin nasıl tanımlanması gerektiği hususu tartışmalı bir meseledir.
Zira bilginin tanımı, bir taraftan bilen/özne/âlim, bir taraftan bilinen/obje/mâlum, diğer taraftan
da bilme faaliyeti ve bunun niteliği ile ilgili bir kavramdır. Dolayısıyla ileri sürülen tanımlar
bunlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmaktadır. Böylece bilgi, zan, şüphe, cehl gibi
diğer unsurlardan ayrışmış olmaktadır.
İnsan sahip olduğu bilgiyi çeşitli yollardan elde etmektedir. Kelamcılar bu bilgi yollarını
üç ana başlıkta toplamışlardır: 1. Duyu organları (havass-ı selîme); 2. Haber-i sâdık; 3. Akıl.
Fakat ilham ve taklid, bilişsel bir içeriğe sahip olsalar bile, genelgeçer bilgi yolları arasında
görülmemiştir.
Farklı birtakım yollarla elde edilen bilgiler, bazı kriterlere göre çeşitli şekillerde tasnif
edilmişlerdir. Bilginin öznesine göre yapılan Kadîm bilgi-Hâdis bilgi ayrımı bunlardandır.
Ancak bu tasnifler arasında en yaygın olanı, bilginin elde ediliş şekline göre olan zarurî bilgi-
iktisâbî bilgi tasnifidir. İnsanın herhangi bir gayret göstermeden elde ettiği ve kendisinden
ayıramadığı bilgiye zarurî bilgi denir. Diğer taraftan aklî bir çaba sonucu deliller üzerinde
düşünerek ve onları mantığa uygun bir şekilde kullanarak elde edilen bilgiye de iktisâbî bilgi
denmektedir.
Muhtelif yollardan elde edilen bilgilerin hem günlük hayatta hem de dinî düşüncede farklı
kullanım alanları vardır. Bu farklılık büyük ölçüde bilginin taşıdığı kesinlik değeri ile ilgilidir.
Örneğin inanç esaslarının tespitinde mütevâtir habere, onların izahlarının yapılıp, haklarındaki
şüphelerin izale edilmesinde ise istidlâlî/iktisâbî bilgiye başvurulur. Her bilgi türü, kendisiyle
ilgili alandan haber verir.
SORULAR
1. Aşağıdakilerden hangisi bilgi ile ilgili Kur’anî kavramlardan değildir?
a) Rayb,
b) Hikmet,
c) İdlâl,
d) Fıkh
B i l g i | 85
e) Yakîn.
a) Hısbaniyye,
b) Ezârika,
c) Müşebbihe,
d) Şükuk,
e) Cedeliyye
3. “Şeye/nesneye olduğu gibi itikad etmektir” şeklinde yapılan bilgi tanımı aşağıdaki
fırkalardan hangisine aittir?
a) Lâedriyye,
b) Mu’tezile,
c) Şia,
d) Mâtüridiyye,
e) Sofestâiyye.
4. Aşağıdaki bilgi yollarından hangisi empiristler tarafından esas ve güvenilir olarak kabul
edilmektedir?
a) Mütevâtir haber,
b) İstidlâl,
c) İlham,
d) Haber-i Rasûl,
e) Duyu algısı.
a) Müşâhedat
b) Mütevâtirât
c) Vicdâniyyât
d) Meşhûrât
e) Hadsiyyât
86 | S i s t e m a t i k K e l a m
CEVAPLAR
KAYNAKLAR
Josef van Ess, “İslâm Dinî Düşüncesinde Septisizm”, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi,
XXII.
Tirmizî, Sünen,
SÖZLÜK
Bedîhî: Apaçık.
ÜNİTE 4
VARLIK
PROF. DR. OSMAN KARADENİZ
AMAÇLAR
Kelam İlmi içerisinde ele alınan Varlık konusu hakkında genel bir bakış açısı
kazanabileceksiniz
Varlık ile ilgili olan temel kavramların tanım ve mahiyetini kavrayacaksınız,
Kelam İlmi Varlık konusunda hangi amacı gözeterek, nasıl bir tasnif yaptığı
hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz,
Kelam İlminin ve Bilim’in Varlık konusundaki farklı bakış açısını
irdeleyebileceksiniz,
İÇİNDEKİLER
1. Muhal (Muhâl/İmkansız)
2. Mümkin (Olabilir)
ÖNERİLER
ANAHTAR KELİMELER
Vacib
Ma’dum
Hâdis
Ayn
Cevher
Araz
GİRİŞ
(“creation ex nihilo”) hiçbir şey ortaya çıkmaz; dolayısıyla her şeyin mutlak olarak bir
sebebi olmalıdır. Müspet ilimlerde esas olan bu kanun akli ve dini ilimlerde de esas
olmalıdır. Fizik ve metafizik alem arasındaki ilişki ve uygunluk bu gerçeği zorunlu
kılmaktadır.
Kelam İlmi, çeşitli kültür ve düşüncelerin tesiri ile zaman içinde, içerdiği konular
bakımından değişikliğe uğramıştır. Felsefe ile ilişkilerin yoğunlaşmaya başladığı
dönemden sonra, ilim ve varlık, Kelamın da önemle üzerinde durduğu konular arasına
girmiştir. Zira bu konular, diğer Kelâmi konuların açıklanması ve temellendirilmesi
bakımından büyük önem arz eder. Nitekim son dönemde kaleme alınan kelam
eserlerinde, çeşitli kültür ve medeniyetlerin tesiri altında bu durumun ciddi boyutlara
ulaştığı bir hakikattir. Tarihi seyri içinde Kelamcılar, zamanın ihtiyaçlarını da göz
önüne alarak konuları değerlendirmek durumunda kalmışlardır.
Bir örnek olarak vermek gerekirse, Sadettin Taftazani’nin, Şerhu’l-Akaid’in
girişindeki şu tespitini burada hatırlatmakta fayda vardır: Felsefi kültür zamanla
Müslümanlar arasında yayılınca, alimler dine muhalif gördükleri konuları reddetmeye
çalışmışlar; bunun sonucu bir çok felsefi meseleyi Kelam İlmi’ne dahil etmişlerdir.
Nihayet ilahiyat konuları yanında, pek çok tabii ve riyazi ilimler de Kelam ile
yoğrulmaya başlamış oldu. Hatta bu durum öyle bir safhaya ulaştı ki Kelamdaki habere
dayalı (sem’iyyat) bahisleri olmasaydı, kendisini felsefeden ayırt etmek imkansız bir
hale gelmişti.
Kelam İlmi’nde, çeşitli kültürlerin tesiri ile zaman içinde yer alan bu bahislerin ifa
ettiği görev büyüktür. İnkâr edilemez ki Kelam İlmi’nde ele alınan ve konu edilen her
mesele Allah merkezlidir. Dolayısıyla işlenen bütün konular onun etrafında yer alır ve
çözüme kavuşturulur. Bu nedenle Allah’ın varlığı noktasında akli ve bilimsel anlamda
bir şüpheye mahal vermemelidir. Allah’a dayalı bütün inanç esaslarının sağlam bir
şekilde temellendirilmesi ve ortaya konabilmesi, bu iki temel konuya, ilim ve varlık
bahislerine bağlıdır.
Kelam İlmi’nin metodolojisi, ele alınan konuları sağlam duyular, akıl/tefekkür ve
nakil/haber açısından değerlendirme noktasında bunun önemini açıkça ortaya
koymaktadır. Öncelikle o, hissiyat alanında duyular, akliyat alanında akıl ve nihayet
hiçbir duyu ve akılla keşfe muktedir olamadığımız sem’iyyat alanında ise haber, yani
nakli esas alır. Bu süreç, insan bilgisinin inkişaf ettiği bir süreçtir. Genel olarak
bilgilerimiz bu süreçte gelişir ve olgunlaşır.
İşte bilim ve kelam açısından ma’lum bahislerinin değeri bundandır ve inkâr
edilemez. Ömer Nesefi’nin, Akaidi’ne eşya ve ilim bahislerinden giriş yapması, bu
durumun zaman içinde kaçınılmaz olduğunu açık bir delilidir. Nitekim bu metin,
Teftazani’nin Şerhi ile birlikte pek çok haşiyesi yapılmış ve İslam dünyasında asırlarca
okutulmuştur.
Ömer Nesefi’de olduğu gibi, İslam alimlerinin ilim ve eşya bahislerine hat
safhada kıymet vermeleri, Kelam konularını temellendirmede sağlam bir zemine ihtiyaç
V a r l ı k | 93
bir katibi vs. olmalıdır ve vardır. Aksi bir durum, ne aklen, ne de bilimsel olarak söz
konusu değildir.
Kelamcılara göre, bir varlık; ya zorunlu olarak mevcut olan (Vâcib), ya da bu
varlık tarafından irade ile sonradan ortaya çıkarılan (hâdis) olabilir. Sonuç olarak bu
varlıklar hakkındaki hüküm şöyledir: Mevcut olanlara zaman açısından bakınca hâdisin
zıddı Kadîm; ontolojik açıdan ele alınca Vâcibin zıddı mümkindir.
İslam filozoflarına göre ise, akl-ı evvel gibi bir açıdan Vâcib, diğer bir açıdan
mümkin varlık tasavvuru vardır. Akl-ı evvel, kendisinden akl-ı sâninin sudurunu
bilmesi ile Vacib; bizzat Allah’tan sadır olacağını bilmesi ile de mümkin olarak kabul
edilmektedir.
Diğer taraftan yok olanlara (ma’dûmât) gelince, bunlar muhâl ve mümkinden
ibarettir. Muhal Vacibin zıddıdır; mümkin ise hadis olanla eş anlamdadır. Ancak her
hâdis mümkindir, fakat her mümkin hâdis olmayabilir. Zira hâdis, mümkin bulunduğu
için hâdis olmuştur. Aksi halde mümkin bulunmasaydı tabii olarak muhâl olurdu.
Dolayısıyla muhal olan bir şeyin, imkânsızlığı sebebiyle hâdis olarak ortaya çıkması söz
konusu olamazdı.
Burada genel bir tasnif yapmak gerekirse, önce bilime konu olan ma’lûm nedir,
onu belirtmeye çalışalım: Ma’lum, her durumda bilinebilen veya kendisinden haber
verilebilen, dolayısıyla bilmeye çalıştığımız ve bilmeye konu olan şeydir. Ana hatlarıyla
bilime konu olan bu ma’lum ikiye ayrılır:
A- Ma’dum:
Ma’dum, zihnimizin dışında, yani dış dünyada (hariç) gerçekleşmeyen ve
tahakkuk etmeyen şeydir. Burada ma’duma “şey” denilip denilmeyeceği noktasında
Mutezile ile Ehl-i Sünnet arasında fikir ayrılığı vardır.
başlangıcı olmayan Kadim varlığın aynıdır. Ancak biri zaman, diğeri varlık açısından
konuya yaklaşmadır. Filozofların Allah’ın varlığını ispat noktasında ontolojik yola
başvurmalarının temelinde bu düşünce yatar. Kelamcılar ise aynı konuya kozmolojik
yoldan, yani hudüs açısından yaklaşır.
Hudüs yolu, alemin sonradan ortaya çıkışını esas alarak konuya yaklaşmadır.
Ontolojik yolda ise, alemin mümkün olup olmamasından hareketle mesele ele
alınmaktadır. İzmirli İsmail Hakkı’nın ifadesi ile, bu konuda hudüs yolu, imkan
yolundan daha açıktır. Çünkü imkan yolunu anlayabilmek için, hudüs yolunu anlamak
şarttır.
Allah hakkında varlığı zorunlu olan anlamında “Vâcibu’l-vücud” ifadesi kullanılır.
Varlığı zaruri, yokluğu düşünülemeyen Vacib varlık iki kısımda mütalaa edilerek şu
şekilde değerlendirilmiştir:
a) Vâcib li- zâtihi: Allah’ın “zat”ı ve “vücud”u ile ilgili konuda filozof ve
kelamcılar arasında ihtilaf vardır. Ekseri kelamcılara göre, Vacib’in zatı, vücudunun
illetini tam olarak iktiza eder. Filozof ve muhakkik kelamcılara göre ise, Allah’ın
vücudu, zatının aynıdır. Zat ve vucud arasındaki bu temel ihtilaf noktası, düşünürlerin
meseleye farklı bakışına zemin hazırlamıştır.
Görülüyor ki burada vücudun sıfat olup olmaması, düşünürler arasında tartışmalı
bir konudur. Asıl problem, vücudun zata zait olup olmamasıyla ilgilidir. Dolayısıyla
birinci gruba göre, vücud; zâta zaittir, böylece bir sıfat olarak kabul edilir. Diğerlerine
göre ise vücud, zata zait değildir, dolayısıyla zatın aynıdır ve sonuç olarak bu açıdan
bakıldığında sıfat olarak kabul edilmemelidir. Netice olarak vucud, ekseri Kelamcılara
kadar nefsi bir sıfat şeklinde değerlendirilmiştir.
b) Vâcib li- gayrihi: Allah’ın zatına mahsus sıfatları, Vacib li-gayrihi ele
alınmıştır. Sıfatlar tabii olarak zatın varlığına bağlı bulundukları için, onlar ancak zat ile
kaim olabilirler. Aksi halde onların varlıklarından söz edilemez. Bu sebeple sıfatlar da,
kendisini nitelemeleri bakımından zatı gibi Vacib olarak kabul edilmiş; ancak bu
vucubiyyet zata bağlıdır. Li-zatihi’deki “hu” zamiri bu bağlılığı ifade eder. Ancak bu
sıfatların Allah’ın zatı ile kâim olup olmadıkları konusunda ihtilaf vardır. Maturidilere
göre Allah’ın bütün sıfatları zatı ile kaimdir. Eş’arilere göre ise, zati sıfatlar dışında Fiili
sıfatlar böyle değildir.
2. Hâdis
Hadis, başlangıcı olan, yani ezeli olmayan varlıktır. Dini literatürde buna, Kadimin
zıddı olarak “‘ademle mesbuk olan”, yani öncesinde yokluk bulunan, dolayısıyla
sonradan olan varlık adı verilir. Hadis varlık, haddi zatında mümkin varlıktır; zira
mümkün olmasaydı, dış dünyada tahakkuk edemezdi, yani sonradan (hadis) olamazdı.
Varlığı ve yokluğu zaruri olmayan varlıklara “mümkin” varlık (câiz, hâdis) adı
verilir. Diğer bir ifade ile varlığı da yokluğu da caiz olan, düşünülebilir demektir. Bu
açıdan mümkin, varlığı ve yokluğu zatından dolayı tahakkuk etmeyen varlıktır. Bu
V a r l ı k | 97
sebeple onun var olabilmesi için, zaruri olarak zorunlu varlık Vacib’e muhtaçtır. Vacib
varlık, ancak irade ederse onu varlık alanına çıkartır; aksi halde varlık alanına çıkmaz,
hep mümkin, yani yok olarak kalmaya mahkum olur.
Görülüyor ki mümkin, Vacibin tercihi sebebiyle ancak var veya yok olabilen
varlıktır. Her iki halde de varlığını yokluğuna tercih eden (müreccih) bir sebebe
muhtaçtır. Mümkin varlık, kendi kendinin illeti olamadığı gibi, sebep ve illetinden önce
de olamaz. Bilime konu olan müşahhas mümkin/hadis varlık, tarihi süreç içinde
Kelamcılar tarafından şu şekilde değerlendirilmiştir:
a.‘Ayn: Zatı ile yer kaplayan (maddi) şeydir. Bilimsel ifadesi ile üç boyutlu
varlıktır. Bu varlık, duyularla idrak edilen ve laboratuar ortamında her zaman test
edilebilir nesnel varlıktır. İki kısımda mütalaa edilmiştir:
a.1.Cevher: Bölünmeyen cüz (el-cüz’u-llezi lâ yetecezza) demektir. Cisimlerin
meydana geldiği asıl budur. Dolayısıyla cevherler olmadan, mürekkeb/bileşik, yani
cisim olamaz.
a.2.Cisim: Bölünebilen (cüzlerden mürekkeb) varlıktır. Bileşik varlık, en az iki
veya daha çok cevherden meydana gelmiş varlık demektir. En az iki cevherden
müteşekkil cisim, en küçük bir cisimdir. Bunun yanında pek çok cevherden müteşekkil
olan cisimler de, taşıdığı cevher sayısına göre mücessem/büyük olmuş olur.
b.‘Araz: Yer kaplamayıp ancak yer kaplayan ‘ayn (cevher ve cisim) ile kâim (var)
olan şeydir. Cevher ve cisimler olmadan arazların varlığından söz edilemez. Arazlar,
cisimleri niteler.
Düşünce tarihinde eşya ve varlık üzerinde pek çok tartışmalar yapılmıştır. Genel
olarak, tarihi seyri içinde filozoflar ve bazı din bilginleri eşyanın gerçekte var olduğunu,
yani eşyanın hakikatlerinin (hakaiku’l-eşya) bulunduğunu kabul etmişlerdir. Ancak eski
Yunan sofistlerine göre eşyanın hakikati yoktur. Eşya, evham ve hayalden ibarettir. Bu
tür düşünceler zaman içinde bazı kimseler tarafından iddia edilmiş ise de, müspet
ilimlerin gelişmesiyle maddenin aslı ve varlık üzerinde duran fizik ve kimya gibi ilimler
sayesinde bu iddialar, ciddiyetini kaybetmiştir. Artık bilim varlığı inkâr durumunda
değildir.
İslami açıdan konuya bakarsak, eşyanın gerçek dışı olduğu söylenemez. Zira
yaratma, bir anlamda var kılmadır (evcede). Evcede fiili, bir şeyi yoktan varlık alanına
çıkarmayı ifade eder. Allah varlığı yoktan yaratmış; yarattığı şey gerçekte var olmalıdır.
Zira gerçekte yoksa Allah bir şey yaratmış değildir.
Maddenin aslı ve hakikati olmadığını ileri süren sofistler, tarihi süreçte üç grupta
değerlendirilmiştir:
1. İnadiyye: Bunlara göre eşyanın hakikati ve aslı yoktur. Eşya tamamıyla evham
ve hayalden ibarettir.
98 | S i s t e m a t i k K e l â m
2. İndiyye: Eşya sabit değil, nisbidir; şahsa ve inanca göre değişir. Dolayısıyla
kişiye göre değişir; birine göre var ise de diğerine göre yoktur.
3. Lâ-edriyye: Eşyanın hakikatini bilmek imkansızdır; dolayısıyla bu konuda
herhangi bir şey söylemek doğru değildir. Bu hususta kesin bir bilgiye sahip olamayız;
bilsek dahi anlatamayız, diyenler.
Ehl-i Hakk’a göre ise, eşyanın hakikati ya dış dünyada, ya tasavvur halinde
zihnimizde vardır. Kelamcılara göre hak; hariçte veya zihinde bulunan, realiteye aynen
uygun olan şeydir.
Hakikat ve mahiyet ise, bir şeyin aslı, onu kendisi kılan cevherdir. Her şeyin bir
hakikati, bir de (dış dünyada) taayyunu/teşahhusu vardır. Hakikat ve taayyün birleşince
hüviyet meydana gelir. (Cevher + Taayyün= Hüviyet)
Sofistlere göre eşyanın hakikati yoktur. Eşya, evham ve hayalden ibarettir.
Sofistlerin dışındakilere göre, eşyanın hakikati ya dış dünyada, ya tasavvur halinde
zihnimizde vardır. Eğer, bilgiye konu olan eşyanın hakikati yoksa, bu takdirde bilgi de
söz konusu olmayacaktır.
İlahi yaratmaya konu olan hadis varlık üzerinde cereyan eden olaylar, şartlar
gereği iki şekilde cereyan etmektedir:
a) Adi Olaylar: Tıpkı mümkin varlık gibi, üzerinde cereyan eden olaylar da
sünnet-i ilahiye, yani Allah tarafından tespit edilen ve eşyaya yerleştirilen kanunlar
dahilinde ortaya çıkmaktadır. Genel olarak eşyada rastladığımız yeknesak bir düzen
vardır.
b) Gayr-i âdi Olaylar: Sünnet-i ilahiye dahilinde değil, harikulâde bir tarzda
ortaya çıkan olaylardır. Bunların böyle bir tarzda ortaya çıkmalarının bir gayesi
olmalıdır. Allah yok yere, herhangi bir sebebe bağlı olmadan koyduğu bu sünneti
bozmaz. Ancak, peygamberliği ispat gibi bir durum söz konusu olduğu zaman bu
sistemi değiştirir. Zira burada sıdk-ı nübüvvet gibi bir iddianın doğrulanması amaç
edinilmektedir. Bu gayeye bağlı olarak da, bir meseleyi çözmeye matuftur.
V a r l ı k | 99
ÖZET
SORULAR
CEVAPLAR
1-E
2-D
3-B
4-E
5-D
KAYNAKLAR
SÖZLÜK
Delil: Bir şey hakkında müspet veya menfi hüküm vermeye götüren şey. Veya
kendiliğinden bilinmeyen hususların bilgisine götüren şey.
İstidlal: Belli önermelerden hareketle başka önermelerin doğru veya yanlış
olduklarını ortaya çıkarma; önermeler arasında ilişki kurarak yeni bir hüküm elde
etme işlemi.
Mücerrebat: Dış duyumların tekrarlanmasıyla aklın elde ettiği kesin bilgiler.
102 | S i s t e m a t i k K e l â m
Ayn: Zatı ile yer kaplayan (maddi) şeydir. Bilimsel ifadesi ile üç boyutlu varlıktır.
İnadiyye: Bunlara göre eşyanın hakikati ve aslı yoktur. Eşya tamamıyla evham ve
hayalden ibarettir.
İndiyye: Eşya sabit değil, nisbidir; şahsa ve inanca göre değişir. Dolayısıyla
kişiye göre değişir; birine göre var ise de diğerine göre yoktur.
Lâ-edriyye: Eşyanın hakikatini bilmek imkansızdır; dolayısıyla bu konuda
herhangi bir şey söylemek doğru değildir.
ÜNİTE 5
ALLAH’IN VARLIĞI
PROF. DR. OSMAN KARADENİZ
AMAÇLAR
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
I. ALLAH’IN VARLIĞI
A. Dış Alemden Çıkarılan “Tabii-Fizik Deliller”:
1. Hudûs delilleri
2. İmkân delilleri
3. Hareket delili
4. İbdâ ve illet-i gâiyye (Hikmet) delili
B. Akıl Yoluyla Elde Edilen “Meta-Fizik Deliller”:
1. Nâ-mütenâhi tasavvuru
2. Kemâl delili
C. Beşer Tabiatından Çıkarılan “Ahlâki-Vicdani Deliller”:
1. Beşer tarihi
2. Nefs-i nâtıka kuvvetinden çıkarılan deliller
1. Nefsi sıfat
2. Selbi sıfatlar
3. Subuti sıfatlar
4. Haberi Sıfatlar
5. Tekvin Sıfatı
6. Kelam Sıfatı
ÖNERİLER
ANAHTAR KELİMELER
Allah
Varlık
Allah’ın Birliği
Allah’ın Sıfatları
Hudus
İmkân
GİRİŞ
I. ÜNİTE: ALLAH’IN VARLIĞI
“… Bir gün 18 yaşında John Stuart Mill’in kendi hayat hikâyesini okudum;
orada şu cümleyle karşılaştım: “Babam bana ‘Beni kim yarattı?’ sorusunun
cevaplandırılamayacağını öğretti, çünkü bu soru başka bir soruya yol açıyordu hemen,
‘Tanrıyı kim yarattı?’ sorusuna.”
Bu basit cümle, İlk Neden muhakemesinin yanlışlığını öğretti, hâlâ da böyle
düşünmekteyim. Her şeyin bir nedeni olması gerekiyorsa, Tanrının da bir nedeni olması
gerektir. Nedensiz herhangi bir şey olabilirse, dünya Tanrının kendi de olabilir, böylece
bu muhakemenin geçerli yanı kalmaz.
Bu, Hindu’ların görüşüne benzer, onlara göre dünya, bir fil üstünde durmaktadır,
filse bir kaplumbağanın. “Peki, ya kaplumbağa?” diye sorulunca, Hintli, “Konuyu
değiştirsek nasıl olur?” diye cevap vermiştir. Bu muhakeme de hemen hemen berikiyle
aynı.
Dünyanın nedensiz olarak meydana gelmemesi için bir sebep yok; aynı şekilde
ezelden beri var olmuş da olabilir. Dünyanın bir başlangıcı olması için sebep yok.
Nesnelerin bir başlangıcı olması fikri, hayal gücümüzün yoksulluğundan olsa gerek…”
“Tabiat kanunları sandığımız birçok şeyin, bugün, aslında insanın alışkanlıkları
olduğunu görürüz. Yıldızlar uzayının en uzak derinliklerinde bile ölçülerin aynı
olduğunu biliyorsunuz. Bu, elbette ki ilginç bir olgu ama tabiat kanunu diyemezsiniz
buna. Tabiat kanunları diye bakılan birçok şey de bu cinsten. Öte yandan, atomların
nasıl hareket ettiğini görecek olursanız, insanların sandığından ayrı olarak bu
atomların tabiat kanununa boyun eğmediğinin farkına varırsınız, vardığımız kanunlar
istatistik bir takım ortalamalardır ki, tesadüfi olabilirler…”
(Russell, B. Niçin Hıristiyan Değilim s. 9-10)
İslam bilginlerinin bazısına göre, Allah’ın varlığına, Kuran’da ifade edildiği gibi,
hiçbir delil ve vasıtaya ihtiyaç duymadan varılabilir; dolayısıyla marifetullah açık ve
tabiidir. Ancak çoğunluğa göre, her ne kadar insanların kendi iç dünyalarında durum
böyle ise de, içinde bulundukları şartlar gereği şartlanmışlıkla karşı karşıya bulunmaları
sebebiyle, Allah’ın varlığı konusunda bazı işaret ve delillere ihtiyaç vardır. Birinci
görüş daha çok selef/eski alimlerin; ikinci görüş ise halef/sonraki alimlerin görüşüdür.
Bu farklı görüşler, her iki tarafın da kendine göre haklılığını gösterir. Hepimiz bir
açıdan kendimize karşı selef gibi, başkalarına karşı halef gibi davranmak durumunda
olabiliriz.
Bilindiği üzere Eş’ari ile Maturidi arasındaki ihtilaf noktalarından biri de Allah’ı
bilmenin (ma’rifetullah) aklen mi, yoksa şer’an mı vacib olduğu meselesidir. İzmirli’nin
de ifade ettiği gibi “Eş’ariyye indinde ma’rifet-i ilâhiye şer’ ile vacib olur. Maturidiyye
indinde bilakis akıl ile vacib olur…”
Bu durumda, Maturidilere göre kendisine vahiy ulaşmayan kimse, dini
vecibelerden sorumlu değildir. Ancak, her ne kadar ilahi emir ve yasakları bilemezse de
kişi, etrafında cereyan eden olaylardan hareketle aklen Allah’ı bulabilir. Zira kâinat,
düşünen kişiyi Allah’a götüren en açık işaret ve delildir. Eş’arilere göre ise, kişi ancak
vahye muhatap olursa Allah’ı bilmekle sorumlu olabilir.
ona karşı kayırılmaz olan eğer ilminiz varsa? Allahın diyecekler, o halde nereden
büyükleniyorsunuz? Doğrusu biz onlara hakkı getirdik ve şüphesiz onlar yalancılar”.
(Mü’minun,23/ 84-89) ayettinde ifade edildiği gibi, insan, kendi varlığının illeti
olamayacağına, yeri ve gökleri yaratamadığına göre, yaratıcı olamaz. Yaratıcı
olamayacağına göre, varlığını yüce bir sebebe dayandırmak zorundadır. Haddi zatında
bilimsel olan bu fikir insanın fıtratında gizlidir. Bu husus, ayetlerde de vurgulandığı
üzere, putperestlerin de doğal olarak inkâr edemeyeceği kadar apaçık bir gerçektir.
Dolayısıyla İslam alimlerinin zaman içinde çeşitli kültürlerin tesiri altında ortaya
koyduğu İsbat-ı Vacib delillerinin öz olarak ayetlerde mevcut bulunduğunu
görmekteyiz. Pek çok ayet, tarih boyunca çeşitli filozof ve din bilginleri tarafından
tartışılan kozmolojik/tabii, ontoloji/akli ve teleolojik/gaye-nizam delillerine işaret
etmektedir. İnsanın varlığı da dahil etrafımızdaki her şey kâdir-i mutlak bir yaratıcıyı
açık bir şekilde hatırlatmaktadır.
Diğer taraftan Kur’an, bütün bu deliller yanında, İbn Rüşd’ün de ifade ettiği
üzere, daha çok hikmet deliline vurgu yapmaktadır. Pek çok İslam bilginine göre de,
varlıklar aleminde mündemiç olan hikmet delili temel delildir.
Kur’an, insanın, Allah’ın varlığını fıtri olarak kabullenebileceğini, dolayısıyla bu
fıtratın onda var olduğunu sık sık vurgu yapmaktadır. Bununla ilgili Kur’an’da pek çok
ayet buluruz.
“Yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine çevir: Allah’ın yaratma kanununa ki
insanları bunun üzerinde yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din
budur. Lâkin insanların çoğu bilmezler” (Rum,30/30)
“Yoksa kendileri, hiçbir şey (bir yaratıcı) olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratan
kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır, onlar düşünüp de
inanmazlar.” (Tûr,52/ 35-36)
Diğer taraftan Kur’an müşriklerin iç dünyaları ve içinde bulundukları ruh halini
anlatmakta, onların şaşkınlıklarını yüzlerine vurmaktadır:
“Şöyle demişlerdi: Biz ölüp de toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı
cidden diriltileceğiz?
Yemin ederiz ki bize de atalarımıza da bu dirilme işi bundan önce va’d olundu.
Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil.
(Ey Peygamber!) De ki: Kimin o yer ve ondaki bütün varlıklar, biliyor musunuz?
Onlar: Allah’ındır, diyecekler. O halde niçin düşünmüyorsunuz?
De ki: O yedi göğün Rabbi kim? O çok büyük Arş’ın Rabbi?
Allah’tır, diyecekler. De ki: Her şeyin mülkiyet ve hazineleri elinde olan kimdir ki,
daima koruyup hükmediyor? Kendisi asla korunmaya muhtaç değil. Eğer biliyorsanız,
cevap verin.
Yine Allah’ındır, diyeceklerdir. Onlara de ki: O halde nereden aldatılıyorsunuz?”
(Mü’minun, 23/82-89)
masal/boş bir vaad olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple Allah, onlara kainat ve
oradaki bazı durumlarla ilgili inançlarını hatırlatarak, bu tutumların bir çelişki arz
ettiğini ifade ediyor.
Ayette görüldüğü üzere onların bu inançlarında bazı çelişki ve sıkıntılar vardı.
Zira yeri ve gökleri yaratan hakkında, çürümüş kemikleri diriltemeyeceği gibi bir hadise
imkansız görülmemelidir. Çok açıktır ki bu hadise, onlar için berikinden daha zor bir
işti. Hem Allah için, muhal bir iş olmamak şartıyla, şu zor, bu kolay diye bir niteleme
söz konusu değildir ve olamaz da!
İslam alimleri zaman içinde, şartları ve bilimsel gelişmelerin seyri doğrultusunda
Allah’ın varlığı ile ilgili olarak bir takım deliller ortaya koymuşlar ve
değerlendirmişlerdir.
Bunların bazıları bilimsel, felsefi ve ahlaki bir karakter arz eder. Bilimsel
karakterdeki deliller, felsefede kozmolojik deliller diye adlandırılır. Bunlar daha çok
etrafımızdaki kainat ve orada cereyan eden olaylara bakmak suretiyle ortaya konmaya
çalışılan delillerdir. Bu deliller felsefe ve düşünce tarihi boyunca pek çok filozof ve din
alimi tarafından savunula gelmiş delillerdir. Tabii olarak pek çok İslam düşünürü kaniat
hakkında tefekkür ederek bazı delillere ulaşmışlardır.
Önce herkes tarafından kabul edilebilecek nitelik ve özellikte, dolayısıyla bilimsel
sayılabilecek deliller hakkına bilgi vermeye çalışalım. Genel olarak bu deliller şu
şekilde tasnif edilmiştir:
1. Hudûs delilleri:
Bu deliller, bir mevcuttan Vacibu’l-Vucud olan Allah’a intikal için o mevcudun
hudusuna, yani sonradan oluşuna bakılarak elde edilen delillerdir. Hudüs, bir şeyin
yokluktan (adem) sonra varlığını (vucud) gerektirir. Hadis olan da ancak bir fail ile
mevcud olabilir.
Kelamcılar, bir yaratıcı (sani’) hususunda araz ve cevher yolunda giden nazar
ehlidir. Bu izah tarzında, alemin hudusuna cisimlerin hudusu ile; cisimlerin hudusuna da
arazların hudusu ile istidlal kılınmıştır. Arazlar, eser ve hadiseler mazide sonsuza doğru
devam edemez; mutlaka bir yerde son bulacaktır. Onlar son bulunca cisimler de son
bulur; zira cisimler arazlardan ayrılmaz. Netice olarak cisim ve arazlar sonradan (hadis)
olunca bunlardan mürekkep olan alem de hadis olmak durumundadır.
Bu yol, ilk defa olarak İslam dünyasında Cehmiyye tarafından ortaya konmuştur.
Selbiyye de bu yolla Allah’ın sıfatlarını nefyediyordu. Bu sebeple bu yol, Selefi alimler
tarafından pek hoş karşılanmamıştır. Bu arada İslam düşüncesinde ilk filozof kabul
edilen el-Kindi tarafından da ele alınmıştır.
Hudus delilinde iki önermenin varlığı söz konusudur:
A l l a h ’ ı n V a r l ı ğ ı | 111
2. İmkân delilleri:
Bu deliller, bir mevcuttan Vacibu’l-Vucud olan Allah’a intikal için o mevcudun
imkanına, yani o varlığın mümkün olup olmadığına bakılarak elde edilen delillerdir.
İmkan ise, bir şeyin ancak (ezeli) bir varlık ile mevcut olmasını gerektirir. Bu hususa,
yukarıda söz konusu edilen Tur suresi, 35 ve 36. ayetlerinde işaret vardır.
İmkan yolu, alemin yok iken var olmasından çıkarılan delildir. Bütün varlıkların
ademden vucuda gelebilmesi için var edici bir “ilk sebep” olmalıdır. Onun varlığı için
112 | S i s t e m a t i k K e l â m
başka bir sebebe ihtiyaç yoktur. Zira bazı filozof ve bilim adamları tarafından kabul
edildiği üzere, mutlak yokluktan yaratma (creation ex nihilo) imkansızdır: Hiçbir şey
kendinden önce bir varlık yokken ortaya çıkarılamaz. Bu sebeple her şeyin ilk kaynağı
yaratıcı bir Sebep, filozofların deyimiyle “İlk İllet (illet-i ula)” olmalıdır.
el-Kindi’nin şu ifadesi bu hususta temel ilke durumundadır: “eş-Şey la yümkin en
yekune illete kevni zatihi (Bir şeyin kendi zatının illeti olması imkansızdır)” Yani, o
şeyin olması, ancak kendinden önce bulunan illetlerin varlığıyla mümkündür. Kimya
diliyle söyleyecek olursa, ayrı ayrı “Hidrojen 2” ve “Oksijen” olmadan su vucude
gelemez.
İmkan delili, şu önermelerle özetlenebilir:
- Alem mümkindir. (cüz’i)
- Her mümkin bir Vacibe muhtaçtır (külli)
- Öyle ise Alem de bir Vacibe muhtaçtır.
Bunlar da kendi içinde bazı başlıklarla şöyle tasnif edebiliriz:
a) Bu alemin mümkin olması:
- Bu alem bir mümkinat mecmuasıdır.
- Her mümkin, varlığını bir müreccihe borçludur.
- Öyle ise, bu alem de böyle bir müessir/müreccihe muhtaçtır.
b) Mutlak Bir Mevcut Delili:
Bu delil hudus delili olarak da anılmaktadır. Şu önermelerle özetlenebilir:
- Gerçekte bir mevcut vardır. (Bu mevcut ya Vacib, ya mümkin/hadistir.)
- Mevcudun hepsi hadis olamaz; çünkü her hadise bir Muhdis (fail) lazımdır.
Hepsi Kadim/Vacib de değildir; bu da hiss ve duyularla (ilmen) sabittir. His ve
müşahede ile her mevcudun kadim olmadığı; akıl ve istidlal ile de her mevcudun hadis
olmadığı sabit olunca;
- Neticede mevcudun bir kısmı hadis; diğer bir kısmı da Kadim olur. Çünkü her
hadis bir muhdis-i kadime muhtaçtır.
Burada şu hususa açıklık getirmek gerekirse, hudus ve imkan delilleri arasında
açık olup olmama açısından fark vardır. Kelamcıların özellikle kullandıkları hudus yolu,
filozofların kullandığı imkan yolundan daha açık ve anlaşılabilirdir. Çünkü mümkün
varlığı, ancak hadis olmasıyla bilebiliriz.
Gizli olan, ancak açık olanla açıklanabilir. Eskilerin ifadesiyle bir şeyi bildiren
(muarrif) bildirilenden (muarref) daha açıktır. Öyle ise her hadis, bir muhdis(-i kadim)e;
her mümkin, bir Vacib(-i mutlak)a muhtaçtır.
Hudus metodu, Selefiyye ile mutekaddimin Kelamcların; imkan yolu ise, ilk ve
sonraki filozofların yoludur. Ayrıca bu yolu muteahhirin kelamcılar da kullanmışlardır.
3. Hareket Delili:
A l l a h ’ ı n V a r l ı ğ ı | 113
Herkesin kolaylıkla anlayabildiği delil, İbn Rüşd’ün de ifade ettiği gibi, Kur’an’da
önemli bir yer tutan ve kendisine çokça vurgu yapılan hikmet delilidir. Bu delil, bütün
varlıkların bir gaye ile ortaya çıktıklarını, hiçbir şeyin tesadüfen izah edilemeyeceğini
vurgulayan bir delildir. Günümüzde, bilim adamları tarafından belgesellerde dile
getirilen bir takım hayret düşüren gerçekler, bu delilin gerçekten en ikna edici ve
bilimsel hakikatlere ışık tuttuğunu ifade eder.
Nasıl oluyor da bu kadar esrarengiz bir eser, tesadüfen ya da bir sebep olmadan
ortaya çıkabilir! Bugün fizik, kimya, biyoloji ve nihayet astronomiye konu olan
sistemleri/düzeni kim inkâr edebilir! Hele genetik ilminin gelişmesinden sonra hiç
mümkün görülmemektedir.
İbda’, kelime olarak bir şeyin en güzel şekilde eşsiz yaratılmasıdır. Kainattaki
nizam, düzen ve tertip, onun ilim, irade ve hikmet eseri olduğuna açık bir şekilde delalet
etmektedir. Mahsus bir maksadın ortaya çıkması için irade edildiğini gösterir; ve
yaratıcısının yüce bir hikmet sahibi “hakim-i müteal” olduğuna açık bir delildir.
Dolayısıyla kainat kitabı akıl sahiplerine Allah’ın hakim olduğuna delalet eden
mesajlarla dolu bir sanat eseridir.
Bu delil iki aslı içine alır:
1. Bütün mevcudat, insan/yaratıkların vucuduna uygundur (Herşey birbirine
uygundur).
114 | S i s t e m a t i k K e l â m
2. Bu uygunluk zaruri olarak bir kasdedici fail tarafından, tesadüfen değil, bir
maksatla ortaya çıkmıştır.
Kur’anî bir delil olarak kabul edilen “hikmet” delili şu kıyasla özetlenmektedir:
- Tabiat gaye ve vesileler manzumesidir. (Bilimsel bulgular-belgeseller..)
- Gaye ve vesileler şuurlu bir illetin (sebep) eseridir. (Aklın verdiği bir hüküm)
- Öyle ise tabiat da şuurlu bir illetin eseridir.
Kainatta her şeyin bir sebep ve gayesi vardır. Bilim bunları ortaya koymaya
çalışmaktadır. Bütün bunlar ancak şuurlu bir varlığın eseri olabilir; aksi halde tesadüfen
olmuş olacak ki bu imkansızdır. Zira bilimde her şeyin bir sebebi vardır ve dolayısıyla
olayların ortaya çıkışında tesadüfe yer yoktur. Bu bilimsel gerçek, alemin Alîm bir
varlık tarafından yaratıldığını ispatlar.
2. Kemâl delili:
Bu delil, öncekinin bir devamı mahiyetindedir; onu tamamlamaktadır. Nefsimde
bir kemal fikri var; bu düşünce benden kaynaklanamaz. Çünkü ben noksanım. Ancak
kamil bir mevcuttan gelir.
Öte yandan varlığımın gerçek sebebi ben olamam. Şayet olsa idim, kendimi kemal
sıfatlarıyla muttasıf kılardım.
Yukarıdan beri söylenenlerin tam aksine İ. Kant şöyle bir iddiada bulunmaktadır:
“Allah’ı bilim ve akıl yoluyla (ilmen-bürhanen) ispat imkânsızdır. Nazari akıl, Allah’ı
ispat noktasında acizdir; pratik akıl (hareketlerimizin müdebbiri) ise bizlere ahlaki bir
vazife emreder ki buna vicdanen kani bulunuyoruz.”
Kant, aşkın bir varlık olan Allah’ın duyular (bilim) ve nazari akıl ötesinde
olduğunu, dolayısıyla ilmen ve alken ispatlanamayacağını söyler. Kant devamında bu
tür bir ispatı savunana şu şekilde karşı çıkar: Bu takdirde her bilim adamı ve akıllı
kişinin Allah’ı kabul etmesi gerektiği gibi bir sonuç çıkar ki bu da doğru değildir. Biz,
ancak hareket ve davranışlarımızın müdebbiri olan pratik akıl vasıtasıyla Allah’ı
bilebiliriz.
Kant’a göre Pratik akıl (fiillerimizin müdebbiri), bize bir ahlâki vazife
emretmektedir. Bu sebeple o “Mesûd olmaya lâyık gördüğün şeyi işle!” der.
Kelami açıdan bakıldığında, Kant’ın ahlaki delil dışındaki delillere sıcak
bakmaması, Allah’ın varlığını ispat konusunda yeterli gözükmemektedir. Biz Allah’ın
varlığını ancak bu üç yolun birlikteliği ile ispat edebiliriz.
Alimlerin tarihi seyri içinde, kendi şartlarında ortaya koydukları bazı delillerin
şüphesiz zaman içinde işlevselliklerini kaybedeceği tabiidir. Bilimsel gelişmeler sonucu
doğru sanılan bazı düşünceler, yerlerini başkalarına devretmek durumundadırlar. Bu,
sadece İsbat-ı Vacib konusunda değil, bilimsel konularda da böyledir; ve böyle sürüp
gidecektir. Bizler hakikatin neresindeyiz, bunu bilemiyoruz. Bugün işlevsel olan yarın
işlevselliğini yitirebilir. Öbür gün de durum pek farklı olmayacaktır.
“Allah çocuk edinmemiştir. Onunla beraber hiçbir tanrı da yoktur. Eğer olsaydı,
her tanrı kendi yarattığı ile gider ve mutlaka biri diğerine galip gelmeye çalışırdı.”
(Mü’minun, 23/91)
Temanu delilinin temel hareket noktası, iki ilah farz ederek bunun alemde ne gibi
sonuçlara yol açacağını gösterip “Tevhid” fikrini akli ve hissi yönden
sağlamlaştırmaktır.
Allah’ın sıfatları konusu Kelam ilmin önemli bir yer tutmaktadır. Bu sıfatlar
Allah’ı nitelediği, birliği ve nasıl olduğu ile ilgili konuda bir takım problemleri
gündeme getirdiği için üzerinde durmaya ihtiyaç vardır. Aynı problem İlahi isimler
üzerinde vuku bulmamıştır. Çünkü ayetlerde daha çok Allah’ın isimleri zikredilmiş ve
onlarla vasıflandırılmıştır. Nitekim Mutezile’nin itirazı daha çok bu noktadadır.
Ancak şunu açık olarak ifade etmeliyiz ki, İmam Eş’ari’nin de Ehl-i hadis ve Ehl-i
Sünnet adına üzerinde vurgu yaptığı gibi, Kur’an’da Allah’ın “ilmi” (Bak. Nisa 4/166;
Fatır 35/11) ve “kudret”i açık zikredilmektedir. (Bak. Eş’ari, Makalatu’l-İslamiyyin, s.
290, Wiesbaden)
Allah’ın sıfatlarını bilmekle, “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak”, Allah’ın boyası
ile boyanmak” ve “Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmak” arasında nasıl bir ilişki
kurulmaktadır.
Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak vs. onun isim ve sıfatlarını bilmek ve bunların
bizlerdeki tecellilerini düşünmek ve bu tecellilere layık olmaya çalışmak demektir.
Allah’a yaklaşmak, bu sıfatları bilmek ve onları kendimizde canlandırmakla
mümkündür. Allah’ın halifesi olmak da bu anlamdadır.
Allah’ın zatı, Vâcibu’l-vücuttur. Varlığı zaruri olan bu yaratıcının, zatı dolayısıyla
bir takım sıfatları olması gerekir. Aksi halde bu yaratıcının algılanması imkânsızdır.
Biz, bu yaratıcının ancak eserleri sebebiyle bilebiliriz.
Müslümanlar arasında bu tür farklı sıfat anlayışları, bilinmeye çalışılan varlığın,
zatı gereği güç kavranabilir olmasından kaynaklanmaktadır.
A l l a h ’ ı n V a r l ı ğ ı | 117
Kelam Tarihi seyri içinde daha sonraki dönemlerde, Allah’ın sıfatlarıyla ilgili,
Kelam kitaplarımızda genel olarak yapılan tasnif şöyledir:
peygamberlerle konuşması, kainatı sonradan yaratması, felsefede yer aldığı üzere Allah-
alem ilişkisi bağlamında hudus ile ilgili bazı kuşkuları doğurmaktadır.
5. Tekvin Sıfatı
Tekvin kelimesi “kevn” veya “kiyan” kökünden tef’il kalıbında türemiş bir
masdar olup “oluşturmak, meydana getirmek, yaratmak” anlamlarına gelmektedir.
Kelamcıların kullandığı terim anlamı ise: mevcut olmayanı o konumdan varlık
alanına çıkarma (yaratma)dır.
Allah’ın alem ile ilişkisi üzerine kurulan ve bunun hangi sıfatla olduğu Eş’ari ve
Maturidi alimlerince farklı şekilde anlamlandırılmıştır. Ezeli ve Ebedi bir varlık olan
Allah’ın, hadis ve fani Alemle arasındaki, yaratan-yaratılan ilişkisi hangi sıfatla
gerçekleşmiştir sorusu tartışmanın ana gövdesini oluşturmaktadır.
Allah’ın alemi ihdas etmesi ve bunun “Tekvin” sıfatıyla olduğu konusunda
birleşen Eş’ari ve Matüridi alimler, Tekvin sıfatını Allah’ın kadim sıfatlarından olup
olmaması konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Tekvin ile mükevveni bir ve aynı şey olarak gören Eş’ariler, mükevven olan bu
alem hadis ise demek ki bununla ilişkisi olan tekvin sıfatı da hadistir ve bu sıfat kudret
sıfatına racidir, diye bir açıklama yapmışlardır.
Matüridiler de ise tekvin ile mükevven(yaratılan) bir ve aynı şeyler
olmayabilirler, yani siyahı yaratan siyah olması gerekmediği gerekçesiyle kudret
sıfatından ayrı ezeli ve ebedi bir sıfat olarak tekvin sıfatını kabul ederler.
6. Kelam Sıfatı
Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı (halk-ı Kur’an) konusunda İslâm mezhepleri
farklı görüşlere sahiptir. Konu ile ilgili tartışmaların ilk defa Ca’d b. Dirhem tarafından
ortaya atıldığı kabul edilmektedir. Bazı farklılıklara rağmen Cehmiyye, Hâricîler,
Mu’tezile ve Şia, Kur’an’ın yaratılmış olduğunu kabul etmektedir. Selefiyye ise
Kur’an’ın hem lafzen hem de manası itibarıyla Allah’ın zâtıyla kâim olduğunu
benimsemişti. Sonraki halefiyye diye isimlendirilen Ehl-i sünnet kelamcıları ise lafız ile
manayı birbirinden ayırarak “kelam-ı nefsî”nin mahluk olmadığını ileri sürmüşlerdir.
3. Yunan felsefesindeki “logos” kavramına bağlı olarak çıktığını iddia eden görüş
(bu görüş, bir önceki maddedeki problemle iç içedir);
4. İlahî sıfatların ezelî veya hâdis kabul edilişine bağlı olarak yapılan
tartışmalardan kaynaklandığını belirten görüş.
Halife Me’mun 827 yılında Kur’an’ın mahluk olduğuna inandığını açıkladıktan
sonra, özellikle vezir olarak tayin ettiği İbn Ebî Duâd’ın teşvikiyle Bağdat valisi İshak
b. İbrahim’e bir yazı göndererek âlimleri bu konuda sorguya çekmesini, Kur’an’ın
mahluk olduğuna inanmayanların hukukî ehliyetlerini iptal etmesini istemiştir. Harun
er-Reşid ile başlayan bu durum, Mu’tasım ve Vasık döneminde de devam etti.
Fikrî çatışmaların en yoğun olduğu “mihne” devrinde selef anlayışını aklî esaslara
dayanarak savunan ve özellikle “sıfatlar Allah’ın ne aynıdır, ne de gayrıdır” diyerek,
sıfatları reddeden Mu’tezile’ye karşı mücadele eden Ebu Abdillah Muhammed Said b.
Küllab (v. 240/854) olmuştur. Bağdadî, İbn Küllab’ın Me’mun döneminde halifenin
meclisinde ilmî delillerle Mu’tezilîleri zor durumda bırakan bir alim olarak
tanıtmaktadır. (Bkz. Usulu’d-Din, s. 206.) Aynı dönemde yaşayan ve isimleri İbn
Küllab’ın ismiyle birlikte zikredilen Ebu Abdillah el-Haris el-Muhasibî (v. 243/857) ile
Ebu’l-Abbas Ahmed el-Kalanisî (v. 255/869) de sıfatulllah konusunda Mu’tezile’ye
karşı mücadeleye girişmişler ve selef akidesini savunmuşlardır.
ÖZET
İslam bilginlerinin bazısına göre, Allah’ın varlığına, Kuran’da ifade edildiği gibi,
hiçbir delil ve vasıtaya ihtiyaç duymadan varılabilir; dolayısıyla marifetullah açık ve
fıtridir. Ancak çoğunluğa göre, her ne kadar insanların kendi iç dünyalarında durum
böyle ise de, içinde bulundukları şartlar gereği, şartlanmışlıkla karşı karşıya bulunmaları
sebebiyle, Allah’ın varlığı konusunda bazı işaret ve delillere ihtiyaç vardır.
Bilindiği üzere Eş’ari ile Maturidi arasındaki ihtilaf noktalarından biri de Allah’ı
bilmenin aklen mi, yoksa şer’an mı vacib olduğu meselesidir. Eş’ari’ye göre Allah’ı
bilmek, şeriatle vacib olur. Maturidiyye’ye göre ise akıl ile vacib olur.
Bu durumda, Maturidilere göre kendisine vahiy ulaşmayan kimse, dini
vecibelerden sorumlu değildir. Ancak, her ne kadar ilahi emir ve yasakları bilemezse de
kişi, etrafında cereyan eden olaylardan hareketle aklen Allah’ı bulabilir. Eş’arilere göre
ise, kişi ancak vahye muhatap olursa Allah’ı bilmekle sorumlu olabilir.
İslam alimlerinin zaman içinde çeşitli kültürlerin tesiri altında ortaya koyduğu
İsbat-ı Vacib delilleri öz olarak ayetlerde mevcuttur. Pek çok ayet, tarih boyunca çeşitli
filozof ve din bilginleri tarafından tartışılan kozmolojik, ontolojik ve teleolojik delillere
işaret etmektedir.
Diğer taraftan Kur’an, bütün bu deliller yanında, İbn Rüşd’ün de ifade ettiği
üzere, daha çok hikmet deliline vurgu yapmaktadır. Pek çok İslam bilginine göre de,
varlıklar aleminde mündemiç olan hikmet delili temel delildir.
Kur’an, insanın, Allah’ın varlığını fıtri olarak kabullenebileceğini, dolayısıyla bu
fıtratın onda var olduğuna sık sık vurgu yapmaktadır.
Erken dönemde Allah’ın sıfatları, genel olarak şu şekilde tasnif edilmiştir:
1. Zati sıfatlar: Allah hakkında zıddı düşünülemeyen sıfatlardır. İlim, Hayat,
Kudret, İrade, Kelam, Sem’, Basar, Tekvin.
2. Fiili sıfatlar: Allah hakkında zıddı düşünülebilen sıfatlardır. Bu sıfatlar Allah’ın
sonradan yarattığı varlıklar ve tecellisiyle ilgilidir. İnşa, İbda, Terzik, İhya, İmate, Ba’s.
Kelam Tarihi seyri içinde daha sonraki dönemlerde, Allah’ın sıfatlarıyla ilgili,
genel olarak yapılan tasnif şöyledir:
1. Nefsi sıfat: Vücud, Allah’ın varlığını ifade eder. (Çoğunlukla
Kelamcılara göre böyledir.)
2. Selbi sıfatlar: Vucud,Kıdem, Beka, Muhalefetun li’l-havâdis, Kıyam bi-
nefsihi, Vahdaniyet.
3. Subuti sıfatlar: Hayat, ilim, irade, kudret, tekvin, semi’, basar, kelam.
4. Haberi Sıfatlar: Yed, vecih, meci (inişi/gelişi) ve istiva gibi özellikleri.
Kelam İlmi’nde en çok tartışma konusu yapılan sıfatlar, kelam, tekvin sıfatlarıdır.
Bu tartışmanın temelinde, bu sıfatların yaratılmış varlıklarla olan ilişkisinden
kaynaklanan problemler yer almaktadır. Allah’ın sonradan yaratılan peygamberlerle
konuşması, kainatı sonradan yaratması, felsefede yer aldığı üzere Allah-alem ilişkisi
bağlamında hudus ile ilgili bazı kuşkuları doğurmaktadır.
SORULAR
A. İmkân delilleri
B. Hareket delili
C. Kemâl delili
D. İhtira’ ve İcad Delili
E. Terkib Delili
3. “Ma’rifet-i ilâhiyye şer’an vacib olur” cümlesi hangi mezhebin görüşünü ifade
etmektedir?
A. Maturidi
B. Eş’ari
C. Mutezile
D. Cebriyye
E. Cehmiyye
A. Teklif-i ma lâ yutak
B. Husun-Kubuh
C. Allah’ın Tekvin Sıfatı
D. Allah’ın Kelam Sıfatının ezeliliği
E. Marifet-i İlahiyye konusu
CEVAPLAR
1-E
2-E
3-B
4-D
5-C
KAYNAKLAR
AMAÇLAR
İÇİNDEKİLER
Giriş
İlahî Bilgi
İlahî İrade
İlahî Kudret
İlahî Hikmet
Tekvîn Sıfatı
Fiilî Sıfatlar
ÖNERİLER
ANAHTAR KELİMELER
Halk (yaratma)
Ezelî bilgi
Ezelî irade
Muhdes irade
Hikmet
Tekvîn
GİRİŞ
kerîmesi bu anlamı ifade etmektedir. Bunlardan başka inşâ, iâde, ca’l, bârî, fâtır gibi
kavramların da farklı nüanslarla yaratma/yaratıcı anlamında kullanıldığını
söyleyebiliriz.
Kur’an-ı Kerîm Allah Teâlâ’nın âlemi yaratması ile ilgili muhtelif anlatımlar
sunmaktadır. Bunların bir kısmı bir bütün olarak âlemin yaratılması ile ilgilidir.
Göklerin ve yerkürenin yaratılması hakkındaki âyetleri bunlara örnek gösterebiliriz.
Evrenin altı günde yaratılması (bkz. A’raf, 7/54); bu yaratmanın gerçek olması (En’am,
6/73); yaratmanın oyun ve boş bir eğlence olmaması (Enbiyâ, 21/16); yaratmanın O’na
zor gelmemesi (Ahkaf, 46/33); gökler ve yerin bitişikken birbirinden ayrılması (Enbiyâ,
21/30) gibi bazı ayrıntılı hususlar buralarda zikredilmektedir. Bunun yanı sıra, âlemin
içinde yer alan canlı-cansız varlık yaratılışları da Kur’an’da anılmaktadır. Bununla
birlikte üzerinde önemle durulan diğer bir yaratma ise insanın yaratılmasıdır. Hem insan
türünün ilk yaratılışı (Hz. Âdem), hem de insanın bir anne ve babadan var kılınması ve
büyütülmesi gibi hususlar pek çok yerde geçmektedir.
Kur’an-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın âlemi ve içindeki her şeyi yaratmasını olmuş
bitmiş bir olay olarak aktarmaz. Cenab-ı Allah, her an yaratma eylemini devam
ettirmektedir: “Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, her an yaratma
halindedir.” (Rahman, 55/29). Dolayısıyla Kur’an, evreni yaratmış ve sonradan kenara
çekilmiş bir tanrı tasavvuru sunan deizmi açık bir şekilde reddetmektedir. Nitekim
esmâ-i hüsnâda yer alan “el-kayyûm”un anlamlarından biri de budur. Eşyanın varlığını
devam ettirmesi (kıyâmı), ancak O’nun ayakta tutması (takvîmi) ile mümkündür.
Bundan dolayı Allah Teâlâ’nın yaratmayı durdurması, âlemin yok olması demektir.
Aynı zamanda Allah Teâlâ, bütün mevcûdâtın, varlıklarının devamında O’na muhtaç
olmaları anlamında “el-Ğaniyy”dir.
Allah-âlem ilişkisi bağlamında burada ele alacağımız ilahî sıfatlar, üzerinde
felsefî-kelâmî açıdan en çok durulan ve bazı farklı tasavvurlara sahip sıfatlardır. Bunlar
arasında ilim, irade ve kudret sıfatları ön plana çıkmaktadır. Biz ayrıca tekvîn ve hikmet
sıfatları üzerinde de duracağız. Ayrıca fiilî sıfatlar konusundaki anlayışları da burada ele
alacağız.
İLAHÎ BİLGİ (İLM-İ EZELÎ)
Bilgi probleminin ele alındığı ünitede Allah Teâlâ’nın ilim sıfatı hakkında genel
bilgiler verilmişti. Burada üzerinde durulacak husus ise, ezelî ilim sıfatının âleme
taallukuna bağlı ortaya çıkan konularla ilgili olacaktır.
Kelamcılar Allah Teâlâ’nın âlim oluşunu, âlemdeki eserlerine bakarak akıl ile
çıkarsamaktadırlar. Yaratılmış varlıkların her birinde açıkça müşahede edilen tertip,
düzen, diğer varlıklarla uyumluluk, belli bir amacı gerçekleştirmek için yaratılmış
olmak gibi hususlar, onların her şeyi bilen biri tarafından yaratıldıklarını
göstermektedir. (örneğin bkz. Bâkıllânî, el-İnsâf, s. 34). Fizik âlemde gördüğümüz, yazı
yazma veya bir bina inşa etme gibi, düzenli ve belli bir tertip gerektiren fiiller, ki
bunlara muhkem fiil denmektedir, nasıl fâillerinin bilgili olduğunu gösteriyorsa, düzen
ve tertiplerini bilmek için pek çok bilime muhtaç olduğumuz âlemdeki her mevcut da,
kendilerini var eden yaratıcının ilim sahibi olduğuna delil olmaktadır. Bu açıdan
günümüzde hızla gelişen müspet bilimlerin, aslında Allah’ın sanat eserleri olan
mevcudatta gizli bulunan ilmini keşfetme işini gördüklerini söyleyebiliriz.
Bilindiği gibi, kelamcıların çoğunluğuna göre bilginin konusunu oluşturan alan
varlık (mevcûd) ve yokluk (mâdum)dan oluşmaktadır. Allah Teâlâ’nın ilmi, varlığı, var
olarak da bilir, henüz varlık alanına çıkmadan, yok iken de yok olarak bilir. Zira O’nun
ilmi, ezelîdir. Âlemin yaratılmasından önce, varlık, bütün imkânlarıyla birlikte Allah’ın
A l l a h - Â l e m İ l i ş k i s i | 129
ilminde mevcuttur. Bu sebeple ilahî ilmin, varlığa çıksın veya çıkmasın bütün
mümkinâtı kapsadığını söyleyebiliriz. Örneğin belli bir tarih ve belli bir yerde tabiî bir
âfet meydana gelmesi aklen mümkün olduğu için Allah’ın ilmindedir diyebiliriz. Bu
bilgi, söz konusu olayın olacağı veya olmayacağı şeklinde Allah’ın ilminde mevcuttur.
Bunun yanı sıra ezelî bilgi, imkânsızın (muhal) imkânsızlığını da kuşatmaktadır. (bkz.
Abdülkâhir Bağdâdî, Usûlu'd-Din, s. 95).
Buna bağlı olarak kelamcılar ile İslâm filozofları arasında bir tartışma söz konusu
edilmiştir. İslâm filozofları, ezelî bilgiyi, objesini var kılan bir bilgi olarak
tanımlamaktadırlar. Bu fikrin kaçınılmaz sonucu ise, ezelî bilgide mevcut olmasından
dolayı, âlemin de ezelî olduğudur. Çünkü onlara göre, varlığın ortaya çıkışı irade
sıfatından değil, ilim sıfatından kaynaklanmaktadır. Âlem, Allah’ın ezelî bilgisinde var
olduğuna göre, onun varlığı da ezelî olmaktadır. Kelamcılar ise bu görüşlere şiddetle
karşı çıkarlar. Çünkü bu Allah Teâlâ’nın irade sıfatını geçersiz kılmakta, âlemdeki
oluşu, bir zorunluluklar zinciri halinde getirmektedir. (bkz. Süleyman Hayri Bolay,
Aristo Metafiziği ile Gazzâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması, s. 226).
Diğer taraftan kelamcıların İslâm filozoflarını eleştirdikleri başka bir nokta,
onların Allah’ın küllîleri bildiği, cüz’îleri ise bilmediği, daha doğrusu küllîler üzerinden
bildiği görüşüdür. Kelamcıların itirazı, bu görüşün Kur’an’da beyan buyrulan açık
hükümlerle çelişmesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin “Kıyamet gününün bilgisi,
O'na havale edilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve (çekirdeği) kabuğunu yarıp
çıkamaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: Ortaklarım nerede!
diye seslendiği gün: Buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arzederiz,
derler.” (Fussilet, 41/47) âyetinde görüldüğü gibi, tohumların çatlamasına kadar,
bilinen kategorisine giren her ne varsa Allah’ın bilgisi dâhilindedir. Dolayısıyla Allah
Teâlâ “her insanın belli bir ömrü vardır” gibi küllîleri bildiği gibi, tek tek ferdlerin ne
zaman, nerede, ne şekilde öleceklerini de bilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah
katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne
kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah
hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (bkz. Lokman, 30/34).
Allah’ın bilgisinin her şeyi kuşatmış olması ve değişmemesi gerçeği hakkında da
bazı farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Allah Teâlâ’nın olmuş ve olacak her şeyi
biliyor olması, O’nun bilgisi dışında bir şeyin olamayacağı prensibine dayanılarak,
insanın özgürlüğünün bulunmadığı fikri ileri sürülmüştür. Diğer bir ifadeyle Allah’ın
ilminin her şeyi kuşatması ve değişmemesi, insanın irade özgürlüğü ile çelişkili
görülmüştür. Bu konuya ileride kader konusu içerisinde değinileceği için burada sadece
şunu belirtmek istiyoruz ki, Allah Teâlâ’nın bir şeyi bilmesi, o şeyin olmasını zorunlu
kılan bir unsur değildir. Bunu ifade etmek amacıyla kelamcılar “ilim, mâluma tâbidir”
görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bir ifadeyle olaylar, Allah bildiği için olmazlar,
aksine onlar olacakları için Allah Teâlâ onları bilir. Bu durum aslında, günümüzde
insanların, örneğin saat 12.00’de güneşin hangi konumda olacağını bilmelerine benzer.
Biz bildiğimiz için güneş o konumda değildir. Aksine bizim bilgimiz, öyle olacağı için
şekillenir.
Burada unutulmaması gereken husus, Allah Teâlâ’nın ezelî bilgisinin, insan
bilgisinden farklı olarak, zamanla kayıtlı olmamasıdır. Dolayısıyla O’nun bilgisi,
zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek kalıplarından azadedir. Eğer bu husus, zihnimizde
tam anlamıyla yerleşmez ise, ya ilahî bilginin değişime tabi olduğunu ya da geleceği
kuşatmadığı gibi Allah Teâlâ’nın sıfatları hakkında kusurluluk ima eden görüşlere
130 | S i s t e m a t i k K e l â m
yola getirir. Onunla ancak o fâsıkları şaşırtır” (Bakara, 2/26) âyetinde olduğu gibi
bir manayı kastetmek; (b) “Ey iman edenler! Sözleşmelerin gereğini yerine getirin.
İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartıyla, çeşitli hayvanlar size helal
kılındı. Ancak haram oldukları size okunacak olanlar müstesna. Şüphesiz Allah
dilediği hükmü verir” (Mâide, 5/1) âyetinde olduğu gibi dinî/ahlâkî bir hükmü
belirleme; (c) “O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O da
hemen oluverir” (Yâsin, 36/82) âyetinde olduğu gibi yapma/yaratma kararı
anlamlarının mevcut olduğu görülmektedir. (bkz. Murat Memiş, “agm”, s. 99 vd.).
“Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu elbet
hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır.” (Furkan,
25/45) gibi âyet-i kerîmeler ise, farklı yaratma ihtimallerinin bulunduğunu ifade ederek
Allah Teâlâ’nın iradesinin bunlar arasından sadece birini seçtiğini ve yaratmanın buna
bağlı ortaya çıktığını göstermektedir.
İlahî iradenin mâhiyeti hakkında kelamcılar arasında bazı görüş farklılıkları
mevcuttur. Mu’tezile kelamcıları arasında, Ebu’l-Kâsım el-Ka’bî gibi, iradenin hakiki
değil, mecazî olduğu görüşünü benimseyenler vardır. Diğer taraftan Mu’tezile
kelamcılarının çoğunluğu iradenin hakikî bir sıfat olduğunu benimsemektedirler.
Bununla birlikte onlara göre, ilahî irade zâtî değil, fiilî bir sıfattır. Bunun anlamı ise,
ilahî iradenin ezelî değil, muhdes/yaratılmış bir sıfat olarak kabul edilmesidir. Onlara
göre, iradenin ezelî bir sıfat olması, âlemin ezeliliği fikrinden tutun, insanın özgürlüğü
meselesine kadar felsefî anlamda bir takım problemlerin ortaya çıkmasına sebep
olmaktadır. Bundan dolayı onlar, irade sıfatının ezelî oluşunu reddederek bu sorunların
aşılacağını düşünmüşlerdir. Fakat ileri sürdükleri muhdes/yaratılmış irade fikri, çok
daha büyük başka problemlerin doğmasına yol açtığından çözüm olmaktan uzak
görünmektedir. (bkz. Murat Memiş, “İlahî İradenin Yaratılmışlığı Sorunu”, ss. 231-
260).
Ehl-i Sünnet kelamcıları ise, iradeyi, Allah’ın zâtî/subûtî sıfatları arasında
görmekte, dolayısıyla ezelî olduğunu kabul etmektedir. Onlara göre Mu’tezile’nin ileri
sürdüğü sakıncaların hiçbirisinin gerçek bir karşılığı yoktur. Zira Mu’tezile, iradenin
ezelî oluşunu, irade edilebilen her şeyin zorunlu olarak ezelde irade edilmesi sonucuyla
ilişkilendirmektedir. Oysa irade, mâhiyet itibarıyla zaten buna imkân tanımamaktadır.
Kaldı ki onların irade için tasavvur ettikleri bu durum, yine onlar tarafından ezelî olarak
kabul edilen kudret sıfatı açısından da geçerlidir. Diğer bir ifadeyle ezelî kudretin
varlığı, kudret sıfatının konusu olan makdurların ezelî olmasını neden gerektirmiyorsa,
aynı şey ezelî irade sıfatı için de geçerlidir. Öyleyse ilahî iradenin ezelî oluşu âlemin
kadîm olmasını gerektirmediği gibi, insanın ahlâkî sorumluluğunu da ortadan
kaldırmamaktadır. Çünkü ilim sıfatı ile irade sıfatı arasında fark bulunmaktadır. İlim
sıfatı, mümkinâtın tamamına aynı şekilde taalluk etmesine rağmen, irade sıfatı
mümkinâtın bir kısmına var kılma, diğer kısmına ise var kılmama şeklinde taalluk eder.
Bu ise Mu’tezile’nin ileri sürdüğü sakıncaları ortadan kaldıran bir yaklaşımdır. Diğer
taraftan ilahî iradenin yaratılmış olduğunu iddia etmek, ya Allah Teâlâ’nın zâtını
hâdislerin mahalli konumuna getirmekte ya da hiçbir aklî gerekçeye dayanmayan
mahalsiz yaratma fikrini kabule zorlamaktadır. Bu şıklardan birincisi muhal, ikincisi ise
gayr-ı mâkuldür.
İlahî iradenin insanın cüz’î iradesiyle etkileşimi de kelamcılar arasında tartışılan
konular arasında yer almaktadır. Ancak bu konu büyük ölçüde kader meselesini
ilgilendirmesi sebebiyle burada üzerinde durmayacağız. Şu kadar belirtelim ki,
Cebriyye dışındaki kelam ekollerinin hemen tamamı, insanın yapıp etmelerinden
132 | S i s t e m a t i k K e l â m
sorumlu olmalarını gerektiren bir iradeye sahip olduğunu kabul etmektedirler. Ancak
bunun açıklanması konusunda farklı yaklaşımlar ileri sürmektedirler. Cebriyye ise,
Allah Teâlâ’nın ezelî iradesi karşısında insanın cüz’î iradesinin hiçbir etkisinin
olmadığını, insan için ahlakî sorumluluktan bahsedilemeyeceğini kabul ederler. Onlara
göre insan, rüzgârın önünde sürüklenip giden bir yaprak gibidir; fiillerinden hiçbirisinin
gerçek sahibi değildir. Bu açıdan Allah-âlem ilişkisi çerçevesinde ele aldığımız ezelî
irade, insanın ahlakî anlamda sorumluluğunun dayandığı özgürlük meselesiyle yakından
ilgilidir.
İLAHÎ KUDRET
Kudret, Allah-âlem ilişkisi ele alındığında, mevcudatın varlık alanına çıkmasını
sağlayan sıfattır. Bir işi, fiili yapmaya güç yetirme anlamını taşıyan kudret kavramı,
Kur’an-ı Kerîm’de en çok zikredilen ilahî sıfatlar arasında yer almaktadır. İlim sıfatı,
mümkinâtın tamamını içine alırken, irade sıfatı, imkânlar âlemini varlık veya yokluğa
tahsis etmektedir. Kudret ise, ilahî irade ile belirleneni varlık boyutuna çıkarma işini
yerine getirmektedir. Diğer bir ifadeyle kudret, irade sıfatına uygun bir şekilde taalluk
eder. Dolayısıyla insan bilgisi açısından, aslında ilk karşı karşıya kaldığımız ilahî sıfat
kudret olmaktadır. Bu sebeple kelamcılar, eserden müessire şeklinde cereyan eden
kozmolojik delillere başvurduklarında, ilk olarak fiil/eylem ve onun fâil ile ilişkisi
üzerinde dururlar.
Kur’an-ı Kerîm’in beyanları çerçevesinde bakıldığında Allah Teâlâ’nın kudreti,
herhangi bir şeyle sınırlanmayan, mutlak kudret olarak açıklanmaktadır. “Ve hüve alâ
külli şey’in kadîr” ve benzeri ifadeler bu anlamı göstermektedir. Allah Teâlâ’nın bütün
kusurlardan münezzeh olması (sübhân ve müteal oluşu) kudret sıfatı söz konusu
edildiğinde, kudretin konusu olan şeylerde O’nun açısından acziyetin bulunmadığı
anlamına gelmektedir. Fiziksel âlemde güç sahiplerinin durumlarına bakıldığında,
onların sahip oldukları gücün sınırları olduğu görülecektir. Küçük bir böceğin bedensel
gücünden tutun da devasa yıldızların çekim gücüne kadar, yaratılmış her şeyin kendi
uhdesine verilmiş potansiyel kudret, sadece belli şeylerin yapılmasını sağlayacak
yeterliliktedir. Allah Teâlâ’nın kudreti ise bu tip sınırlılıklardan münezzehtir. Bugün
ulaştığımız bilgi seviyesi, bizim henüz içinde yaşadığımız evrenin sınırlarını görmemize
bile yetmemektedir. Mikro kozmosun derinliklerin makro kozmosun zirvelerine kadar
âlemde var olan şeylerin varlıkları müşahede edildiğinde, varlıktaki göz kamaştırıcı,
muhteşem yapı ve sanat, insanın tarifinden aciz kaldığı bir kudreti gözler önüne
sermektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın nihayetsiz kudretini ifade eden pek çok
kavram ve anlatım tarzı bulunmaktadır. Örneğin “Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah’ındır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Âl-i İmran, 3/189) gibi âyet-i
kerîmeler O’nun gücünün her şeyi kuşatıcı olduğunu umumî manada gösterdiği gibi,
kudretinin özel durumlarla ilişkilendirildiği misaller de mevcuttur. “Gökleri, yeri ve bu
ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, O’nun varlığının delillerindendir. O,
dilediği zaman, onları bir araya getirmeye de gücü yetendir.” (Şûrâ, 42/29) âyeti,
evrende var olan her şeyin Allah’ın kudreti ile vuku bulduğunu, yani yaratmanın
tamamen Allah’a ait olduğunu göstermektedir. Bunun yanı sıra canlıların yaratılması da
O’nu kudreti iledir: “Allah, bütün canlıları sudan yarattı. İşte bunlardan bir kısmı
karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimisi dört ayak üzerinde
yürür. Allah, dilediğini yaratır. Çünkü Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
(Nur, 24/45). Canlılar içerisinde özel bir konuma sahip olan insanın yaratılması ve
yaşatılması da kudret sıfatıyla ilişkilendirilir: “Allah, sizi yarattı. Sonra sizi
A l l a h - Â l e m İ l i ş k i s i | 133
öldürecek. İçinizden kimileri de, bilgili olduktan sonra hiçbir şeyi bilmesin diye
ömrünün en düşkün çağına ulaştırılır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeye)
hakkıyla gücü yetendir.” (Nahl, 16/70); “O, sudan bir insan yaratıp ondan soy sop
ve hısımlık meydana getirendir. Rabbin, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Furkan,
25/54). Hatta insanın Allah Teâlâ karşısında takındığı tavır, ilahî kudretin lehine veya
aleyhine işlemesine sebep olur: “Eğer Allah, yolunda sefere çıkmazsanız, sizi elem
dolu bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir toplum getirir. Siz ise
O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Tevbe,
9/39). Âlemin var edilmesi gibi, yok edilmesi de kudret sıfatının taalluku iledir:
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Kıyamet’in kopması, bir göz kırpması gibi
veya daha az bir zamandır. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
(Nahl, 16/77). Kıyametin kopmasının ardından yeniden dirilme de Allah Teâlâ’nın
kudretiyle gerçekleşecektir: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir.
O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rum, 30/50).
Diğer ilahî sıfatlar ile karşılaştırıldığında kudret sıfatı, üzerinde en az tartışılan
ilahî niteliklerden biridir. Kelamcıların tamamı Allah Teâlâ’nın mutlak kudret sahibi
olduğu konusunda fikir birliği etmişlerdir. Bu sıfatın Allah Teâlâ hakkında hakiki bir
sıfat olduğunu göstermek için birbirine benzer açıklamalar yapılmıştır. Örneğin İmam
Mâtürîdî, kâinatta câri olan ilahî fiillerin, belli bir iradeye göre ortaya çıkıyor olmasının,
onların kendiliğinden ve tabiatları gereği olmalarını imkânsız kıldığını belirtir. Çünkü
böyle bir oluş, varlıktaki sürekli deveran eden var olma-yok olma durumlarına rağmen,
düzenin devamlılığını açıklayamaz. Dolayısıyla âlemin hâdis/sonradan yaratılmış
olduğunu gösteren her delil, aynı zamanda onu yaratanın kudretini de açıkça
göstermektedir. (bkz. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 23 vd).
Kelamcılara göre kâdir, tesadüfî ya da cebrî değil, kendi iradesine bağlı olarak fiil
ya da terk arasında seçim yapıp bu seçimi yerine getirebilendir. Allah dilediğini yapar,
dilemediğini yapmaz. Fiilinde başkasına muhtaç değildir. Kudreti, malumu olan
şeylerden mümkünâta taalluk eder. Zira herhangi bir şeyin kudretin konusu (makdur)
olması için, varlığının aklen mümkün olması gerekir. Zira mümkün olmaması ya vâcip
ya da muhal anlamına gelir ki, her ikisi de kudretin konusu değildir. Kelamcılar, genel
olarak, kudret sıfatının sadece mümkünlere taalluk ettiği hususunda fikir birliği
etmişlerdir. (bkz. Halife Keskin, İslâm Düşüncesinde Allah-Âlem İlişkisi, s. 151-152).
Kelamcıların, aklen mümkün olmayanı kudretin konusu dışına çıkarmaları, günümüzde
de dile getirilen bir takım çocukça soruların temel cevabını teşkil etmektedir. Örneğin
Allah’ın kendisi gibi ilah yaratması veya kendi varlığını yok etmesi gücünün olup
olmadığının sorulması, söz konusu kural gereği mantıklı bir sual olmayıp, saçma
(absurd)’dır. Çünkü talep edilen şeyler, varlık ya da yokluklarının zorunlu olması
sebebiyle kudretin konusu (makdur) değildir.
Kudret, Allah Teâlâ’nın zâtı ile kâim ezelî bir sıfat olarak kabul edilmekle birlikte,
daha çok yaratma ile ilgili görüldüğünden, fiilî sıfatların anlaşılmasında bir temel teşkil
etmektedir. Bu konuya ileride temas edilecektir.
İLAHÎ HİKMET
Sözlükteki kullanımı itibarıyla hikmet, adaletle hükmetmek, varlığın gerçekliğini
olduğu gibi kavramak ve buna uygun hareket etmek anlamlarını ihtiva etmektedir.
Bunun yanı sıra yapılan bir işin sağlam ve düzenli oluşu, söylenen bir sözün, söyleniş
amacına uygun olarak yerli yerinde olması, söz ve fiilde isabetli olma gibi manaları da
ifade etmektedir. (bkz. İsfehânî, Müfredat, s. 127). Dolayısıyla kavramın hemen bütün
134 | S i s t e m a t i k K e l â m
size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti
öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara,
2/151).
Kelamcılar da hikmet kavramını ele alırken yukarıda aktarılan anlamları dikkate
almaktadırlar. Nitekim İmam Mâtürîdî, Allah Teâlâ’nın hakîm olduğunu şu sözlerle
izah etmektedir: “Allah’ı hakkıyla bilen, O’nun her şeyden müstağni oluşunu,
hükümranlığını, sonra da kudretini, yaratmanın da emretmenin de O’na ait oluşu
çerçevesindeki hâkimiyetini takdir eden kimse, fiilin hikmet dairesi dışına
çıkamayacağını pekala kabul eder; O ki zâtı itibarıyla hakîm, ganî ve alîmdir. Duyulur
âlemde hikmet çerçevesinin dışına çıkmaya sebep teşkil eden ve kişiyi buna sevk eden
şey, onun bilgisizliği veya ihtiyacıdır; bunların ikisi de Allah’tan uzak olan şeylerdir. Şu
halde O’nun fiilinin hikmetten yoksun olamayacağı sabit olmuştur… Ne var ki, dünya
düşünürlerinin akılları bunları kavramaktan âciz kalabilir.” (bkz. Mâtürîdî, age, s. 276-
277).
Kelamcılar, hikmetin kapsamı konusunda bazı farklı görüşler beyan etmişlerdir.
Mu’tezile’ye göre hikmet, ister fâiline isterse başkasına olsun, kendisinde fayda bulunan
fiildir. Eş’arîlere göre ise, fiilin fâilin kasdına göre vuku bulmasıdır. Mâtürîdîler ise
hikmeti, fiilin övülecek bir sonuçlara sahip olması şeklinde tanımlarlar (bkz. Nesefî,
age, I, 505). Bu tanımlama farklılıklarına bağlı olarak ilahî fiillerin hikmetli olma
zorunluluğu konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Mu’tezile, hakîm olanın bir
fiili, ancak bir hikmet ve maksat için işlediği görüşünü benimser. Maksadı olmayan fiil,
manasız ve boş/abestir. Dolayısıyla hakîm, bir fiili ya kendi menfaati ya da bir
başkasının faydasını temin için işlemiş olmaktadır. Onlar bu görüşlerine bağlı olarak,
Allah Teâlâ’nın kulları için en iyi olanı yapmak zorunda olduğunu sonucuna (aslah
teorisi) ulaşmışlardır. Eş’ariler ise, Allah Teâlâ’nın fiillerinde hikmet vardır. Ancak bu,
zorunluluk şeklinde değil, cevaz suretiyledir. Eş’arîler, Allah Teâlâ ne yaparsa yapsın,
bütün fiillerinin hikmetli olduğunu kabul etmişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah’ın
fiillerindeki hikmetin, bir zorunluluk sonucu değil, hikmet sıfatının bir gereği olarak var
olduğunu söylerler. Zira ilahî fiillerin hikmet ile ilişkisinin olmayabileceğini söylemek,
onların hikmetsiz olabileceğini ileri sürmek demek olur. Oysa Allah Teâlâ hikmetsiz iş
yapmaktan münezzehtir. Mu’tezile ve Eş’ariyye’den farklı olarak Mâtürîdîler, hikmet
sıfatının, ister ilim anlamında isterse sağlam iş yapma anlamında olsun, her halükarda
ezelî bir sıfat olduğunu kabul etmektedirler. İnsan aklı ve bilgisinin bazı ilahî fiillerde
mevcut olan hikmeti kavrayamaması, onun bulunmadığı anlamına gelmez. Aksine bu
sadece, insanın bilişsel imkanlarının yetersizliğini göstermektedir. (bkz. Emrullah
Yüksel, “İlahî Fiillerde Hikmet”, s. 47-48).
TEKVİN SIFATI
“Kevn” kökünden türeyen tekvîn tabiri, sözlüklerde genel olarak, var etmek, ihdâs
etmek, meydana getirmek, yapmak, yaratmak anlamlarıyla açıklanmaktadır. (bkz. İbn
Manzur, Lisânu’l-Arab, XLIV, 3953). Allah Teâlâ hakkında kullanıldığında ise, ihdâs,
icâd ve yoktan yaratma anlamlarını ihtiva etmektedir.
İlahî bir sıfat olarak tekvîn, mevcudâtın var kılınması için Allah Teâlâ’nın emri
olan “kün” (ol) kelimesinden türetilmiştir: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o
şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yâsin, 36/82). Bununla birlikte
Kur’an-ı Kerîm’de tekvîn masdarının fiil şeklinde kullanımı mevcut değildir.
Kelamcılar, genel olarak “kün” kelimesinden hareketle tekvîn, mükevven ve mükevvin
tabirlerini, eserlerinde yaratma fiilini ifade etmek üzere kullanmaktadır.
136 | S i s t e m a t i k K e l â m
Tekvînin ilahî bir sıfat olarak kabul edilmesinde özellikle Eş’arîler ile Mâtürîdîler
arasında bazı görüş farklılıkları bulunmaktadır. Mâtürîdîlere göre tekvîn sıfatı, hakikî,
ezelî, Allah’ın zâtına zâid, ama zâtıyla kâim bir sıfattır. Onlara göre tekvî ile kudret
sıfatları arasında bir fark bulunmaktadır. Şöyle ki, tekvîn yokluğa taalluk ederken,
kudret yokluktan varlığa çıkarılmasından önce potansiyel şeylere taalluk etmekte, ancak
tekvîn gibi onların varlığını gerektirmemektedir. Ayrıca onlara göre, tekvînin ezelî
olması, bu sıfatın objesinin (mükevven) de ezelî olmasını gerektirmez. Eş’arîler ise,
kudret sıfatını eşyanın yokluktan varlığa çıkışını sağlayan bir sıfat olarak görürler. Bu
kudret iradenin içindedir ve ilme tâbidir. Yani Allah Teâlâ’nın ilmiyle bildiği şey
kudretiyle varlığa çıkmaktadır. Bu bağlamda iradenin rolü, takdir edilen şeyin varlığa
çıkış anını belirlemektedir. Tekvîn, Allah Teâlâ’nın varlığa çıkmasını dilediği şeyin
varoluşu anında kudretin makdura taalluk etmesinden başka bir şey değildir. Onun
içinde relatif, nisbî ve hâdis bir sıfattır. Onlara göre mâtürîdîler tarafından tekvîn
sıfatına yüklenen anlam, kudret sıfatının icrâ ettiği bir manadır. Dolayısıyla tekvîn diye
ezelî bir sıfat kabul etmenin bir anlamı yoktur. (bkz. Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve
Filozoflara Göre Allah-Âlem İlişkisi, s. 238-239). Dolayısıyla Eş’arîler ile Mâtürîdîler
arasındaki ihtilaf, mevcudâtın varlık alanına çıkmasını sağlayan ilahî sıfatın nasıl
isimlendirileceği ile ilgili görünmektedir. Diğer taraftan bu tartışma, fiilî sıfatlar
hakkındaki görüş ayrılıkları ile de yakından ilgilidir.
FİİLÎ SIFATLAR
İlahî sıfatların tasnifi konusunda da ele alındığı üzere, bazı ilahî sıfatlar yaratmaya
bağlı olarak fiilî bir durum arz etmektedirler. Âlemin bir bütün olarak yaratılmasının
dışında tek tek varlıkların, ilahî yaratmanın farklı şekilleriyle birlikteliği de söz
konusudur. Fiilî sıfatlar dendiğinde gelen olarak halk (tahlîk-yaratma), ibdâ (benzersiz
yaratma), inşâ, terzîk (rızık verme), ihyâ (hayat verme) imâte (öldürme), ba’s (yeniden
diriltme), irsâl (peygamber gönderme, inzâl (kitap indirme), ihdâ (hidâyet verme), idlâl
(sapkınlıkta bırakma), in’âm (nimet verme), ta’zip (cezalandırma) gibi sıfatlar akla
gelmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın âlemde cereyan eden pek çok fiilinden
bahsedilmektedir. Şu âyet-i kerîmeleri bunlar örnek olarak sunabiliriz: “…Allah,
dilediğini yaratır…”(Âl-i İmrân, 3/47); “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu
güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır? Şüphesiz Allah dilediğini
saptırır, dilediğini hidayete erdirir. (Ey Muhammed!) Onlar için duyduğun üzüntüler
yüzünden kendini helâk etme! Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını hakkıyla bilendir.”
(Fâtır, 35/8); “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiyâ, 21/107); “Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz
sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr
ederler. Hâlbuki o, ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki:
“Eğer inanan kimseler idiyseniz, daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini
öldürüyordunuz?” (Bakra, 2/91); “Sonra yine muhakkak siz, kıyamet gününde (tekrar)
diriltileceksiniz.” (Müminun, 23/16); “(Bir de) Yahudiler ve Hıristiyanlar, “Biz Allah’ın
oğulları ve sevgili kullarıyız” dediler. De ki: “Öyleyse (Allah) size neden günahlarınız
sebebiyle azap ediyor? Hayır, siz de O’nun yarattıklarından bir beşersiniz.” (Allah)
dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve bunların arasında
bulunanların da hükümranlığı Allah’ındır. Dönüş de ancak O’nadır.” (Mâide, 5/18).
Allah Teâlâ mutlak irade sahibi olması sebebiyle âlemde tezahür eden fiillerinde
herhangi bir sınırlandırma veya zorlama altında bulunmamaktadır. O’nun fiilleri, mutlak
anlamda dilediği şekilde cereyan etmektedir. İlahî fiillerin zorunlu olarak ortaya
A l l a h - Â l e m İ l i ş k i s i | 137
çıkmaması sebebiyle fiilî sıfatlara onlara câiz sıfatlar adı da verilmektedir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın bir fiili yapması da yapmaması da câizdir. Örneğin bir canlıya hayat vermesi
veya bir canlının hayatını sona erdirmesi, sadece O’nun iradesine bağlıdır. (bkz. A.
Saim Kılavuz, İslâm Akâidi ve Kelâm’a Giriş, s. 139-140).
Mu’tezilî kelamcıların çoğunluğu ve bazı Eş’arî kelamcılara göre fiilî sıfatlar
hadîstir ve mevcudatla ilişkili olmaları sebebiyle nisbîdir. Özellikle Mu’tezilî
kelamcılar, fiilî sıfatların ezelî olmaları durumunda, onların taalluk ettiği alan olan
âlemin de ezelî olacağını düşünmektedirler. Bunu dayandırdıkları temel gerekçe ise, her
fiilin bir mef’ul ile ilişkili olmasıdır. Mef’ul, hâdis olduğuna göre, ona taalluk eden sıfat
da hâdis olmalıdır. Oysa Mâtürîdî kelamcılar, fiilî sıfatların ezelî ve hakikî sıfatlar
olarak kabul edilmesinin böyle bir sonucu zorunlu olarak doğuracağını kabul etmezler.
Bu sebeple onlara göre fiilî sıfatlar ezelîdir. İmam Nesefî bunu şöyle izah eder: “Fiilin
mef’ûle taalluk ettiği doğrudur. Ancak, fiil her durumda mef’ulü gerektirmez; her
zaman taalluku söz konusu olmaz. Örneğin Allah Teâlâ’nın “ol” emri ezelde var
olmasına rağmen, onun taalluku olan eşya ezelde mevcut değildir” (bkz. Nesefî,
Tebsıra, I, 400 vd).
Eş’arî kelamcıların önemli bir kesimi de fiilî sıfatları Mâtürîdîler gibi
değerlendirmektedirler. Örnek olması bakımından burada İmam Gazalî’nin konuyla
ilgili görüşlerini aktaracağız: “Cevâd (cömertlik), râzık (rızıklandıran), hâlık (yaratan),
muîz (yükselten), muzill (alçaltan) ve benzerleri gibi, Yüce Allah’ın fiillerinden birine
izafe edilmek suretiyle varlığa delalet eden isimlerdir. Bu isimler hakkında ihtilaf
edilmiştir. Bazıları bu isimlerin ezelî olduğunu, çünkü eğer ezelî olmasaydı, Allah’ın bu
isimlerle vasıflandırılması teğayyürü (değişmeyi) değişmeyi gerektireceğini
söylemişler; bazıları da bu isimlerin ezelî olamayacağını, zira ezelde halk (yaratma)
olmadığına göre, bir hâlık’ın (yaratıcının) varlığı nasıl mümkün olur, demişlerdir. Bu
meseleyi açıklamak için şöyle demek lazımdır: Meselâ kılıç için, henüz kınında iken
“keskin” dendiği gibi, kılıç ile herhangi bir kesme eylemi hâsıl olduğu zaman da, fiile
yakınlığından dolayı “keskin” denir. Halbuki bunlar, esasında iki ayrı manayı ifade
ederler. Kılıç, kınında iken bilkuvve ve kesme eylemi hâsıl olduğu zaman da bilfiil
keskindir. Bunun gibi, su için, daha bardakta iken “susuzluğu giderici” dendiği gibi,
içildiği zaman da kendisi için aynı şey söylenir ki, esasında bunlar da iki ayrı anlam
taşırlar. Kılıç için, daha kınında iken keskindir denmesinin manası, kesme eylemi
kendisiyle hâsıl olan sıfatın gerçekte kılıçta bulunmasıdır. Bununla beraber kesme
fiilinin derhal meydana gelmemesi, keskin ve hazırda olmaması gibi, kılıcın zâtında
bulunan bir kusurdan ileri gelmeyip bu, onun zâtının dışında olan başka bir sebebe
dayanmaktadır. İşte daha kınında iken kılıca keskindir denmesine sebep olan manaya
uygun olarak, Yüce Allah’a da ezelde hâlık’tır denmesi doğru olur. Zira yaratmanın
bilfiil cereyan etmesi, Allah’ın zâtında bulunmayan bir şeyin yeniden meydana
gelmesinden dolayı değildir. Aksine yaratma fiilinin gerçekleşmesi için şart olan her şey
ezelde mevcuttur. Halbuki kılıçla kesmeye başlandığı anda, kendisine keskindir
denmesine sebep olan mananın ezelde bulunması doğru değildir. Mananın oynadığı rol
işte budur. Bundan da anlaşılıyor ki, “bu ismin ezelde bulunması sahih değildir” diyen
bir kimse, eğer ikinci manayı kastediyorsa, şüphesiz sözünde haklıdır. Bunun gibi, “bu
ismin ezelde bulunması sahihtir” diyen kimse de haklıdır. Çünkü bu sözle, o da birinci
manayı kastetmiş olmaktadır. İşte bu hakikat anlaşıldığı zaman, her türlü anlaşmazlığın
ortadan kalkacağında şüphe yoktur. Esasen, bizim de sıfatlarla ilgili kısımda tam olarak
anlatmak istediğimiz işte budur.” (bkz. Gazâlî, İtikadda Orta Yol, Ankara 1971, s. 115).
***
138 | S i s t e m a t i k K e l â m
CEVAPLAR
SÖZLÜK
AMAÇLAR
İÇİNDEKİLER
1. Kaza-Kader
2. Takdir ve Sünnet-i İlâhiyye
3. İlahi İrade ve Hidayet-Dalalet
4. Ecel ve Ömür
ÖNERİLER
ANAHTAR KELİMELER
Kader
Kaza
Ecel
Ömür
Sünneti ilahiye
Hidayet
Delalet
GİRİŞ
Kaza-Kader
Kader inancı insanların fert ve sosyal hayatları için son derece önemlidir.
İnsanın zaman zaman başına hoş olmayan şeyler gelebilir. Bu durumlarda kader inancı
devreye girer ve mü’min, “Bu dünya bir imtihan ve cenneti kazanma yeridir. Benim
görevim Allah’ın benim için yarattıklarına ve takdir ettiklerine razı olmak, boyun
eğmektir” diye düşünür. Başına gelen âfet, belâ ve musîbetleri hoş karşılar, sabreder.
Böylece Allah’ın rızasını kazanmış, imtihanda başarılı olmuş olur. Rûhen de sarsılmaz,
metin ve sağlam olur. Aslında rûhî sarsıntılar, depresyonlar insan hayatını çok etkiler.
Kader inancı bu etkileri en aza indirir. Bu bakımdan kader inancının kazandırdıkları
sadece uhrevî değil, aynı zamanda dünyevîdir.
Kader ve kazaya imân, imân esaslarından biridir. Bu bakımdan bir mü’min asla
kadere itiraz edemez. Hiç kimsenin kaderi kötü yazılmaz. İnsanın kaderi büyük ölçüde
kendi iradesine bağlıdır. Allah Teâlâ, ezelde bizim için şunları yazdı da biz onları onun
için işliyor değiliz. Allah ne yapacağımızı bilir. Netice olarak irâdemiz dışında meydana
gelen kötü durumlara ise, ayetlerde ifade ve tavsiye edildiği üzere, sabretmek
durumundayız.
Kaderle ilgili olarak bazı ayetlere bütüncül yaklaşılmadığında zahiren
Cebriyyeyi destekler gibi gözükmektedir.
Kaderle ilgili olarak bazı ayetlerden her şeyin bir kader dahilinde olduğu ve
dolayısıyla insanların cebir altında bulunduğu anlaşılmaktadır. Pek çok ayette de,
insanın kendi fiillerini hür iradesiyle meydana getirdiğine dair açık işaretler vardır. Bu
sebeple Müslümanlar arasında, temelde iki mezhep ortaya çıkmıştır: Kaderiyye ve
Cebriyye.
Ehl-i Sünnet’e göre kul kâsib, Allah hâliktir. Ancak Maturidi, cüz’i irade
konusunda Eş’ari’den ayrılır. Ona göre kul, fiillerini kendisine verilen bir irade ile
yapar. Eş’ari’ye göre bu irade kul için sadece işleyeceği fiile yaklaşmaktır “İktiran”.
Dolayısıyla iradenin fiile dahli yoktur. Eş'ari’nin, "insanın bir kesbi vardır; kazanma
vasıtası olan şey de, kazanmak da Allah tarafından yaratılmıştır" sözü ile ifade edilen
"kesb" nazariyesi budur.
Kelime olarak kader ayet ve hadislerde “ölçü” anlamında kullanılmıştır. Bu
sebeple terim olarak da “belli bir ölçü üzere takdir etme” dir. Bu temel anlamından
hareketle ilahi takdir, ister tabii ister sosyal olsun, çeşitli olayların sebep-sonuç ilişkisi
içinde cereyan etmesi anlamına gelecektir. Rağıb el-İsfehani’nin ifadesiyle, Allah
eşyayı öyle bir tarzda takdir etti ki bu takdir ettiğinin dışında hiçbir şey meydana
gelmez.
Hakikat böyle olunca, takdirin ne yönde tecelli edeceği hususu, öyle görünüyor
ki kulun iradesine bağlıdır. Şüphesiz bu, sorumluluk alanında böyledir. Bu da, hadiste
ifade edildiği üzere kaderin değişmesi anlamına gelecektir. Tabii kanunlar konusu ise,
kulun iradesi dışındadır.
Kaza ve kader, bir bütünü teşkil eden iki parça gibidir. Bu nedenle genellikle bu
iki kelime, her ne kadar Eş'ari anlayışına uygun olarak kaza-kader şeklinde kullanılmış
ise de, aslında Maturidilerin kullandığı manada kader-kaza şeklinde kullanılması, lügat
anlamına, diğer taraftan ayet ve hadislere daha uygun düşecektir. Çünkü Maturidilerin
146 | S i s t e m a t i k K e l â m
sebeple kulun imanını veya küfrünü bilmesi, o kulun ikisinden birine zorlandığı
anlamına gelmez. Sonuçta insan, ilahi emre kulak verirse iman eder.
Beşeri açıdan ilahi ilmi bizim ilmimize benzeterek işin altından kalkamayan bazı
düşünürler, Allah’ın geleceği bilemeyeceğini ileri sürerler. Zira gelecek haddi zatında
yoktur. Öte yandan filozoflara göre Allah’ın geleceği bilmesi, kulun iradesini sıkıntıya
sokar. Süreç felsefesi de, bu doğrultuda bir takım endişeleri bertaraf etmek için ortaya
konmuş bir çıkış yolu arayışıdır.
Kısacası biz, hür irademizle fiillerimizi işliyoruz ve bunu da Allah bilmektedir. Kaldı
ki psikolojik olarak cebir altında olmadığımızı açıkça hissetmekteyiz.
Sünnet-i ilahiyye, bir hikmete dayalı olarak, belli bir düzen ve ölçü üzere
yaratmayı ifade eder. Ayetlerde ifade edildiği üzere, kainatta herşey bir ölçü (kader) ve
düzen dahilinde yaratılmıştır. Canlı cansız her varlık, bir plân ve program dahilinde
cereyan etmektedir. Kimyadaki ifadesi ile her maddenin bir formülü ve terkibi vardır.
Evrende mikro-kozmoz’dan makro-kozmoz’a her şey, bu şaşmaz düzen içinde devam
etmektedir. İşte bu sebepledir ki eşya bu özellikleriyle incelenmeye konu olmaktadır; ve
bu birikim bilimi ortaya çıkarmıştır. Kur'ân bu genel prensibi şöyle dile getirmiştir:
"Biz herşeyi belli bir ölçü (kader) üzere yarattık." (Kamer 54/49.)
"O, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen ve tertipleyendir." (Furkan 25/2.)
Bu ifadeler kâinatta hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını açıkça ortaya
koymaktadır. Diğer taraftan ontolojik ve kozmolojik bütün muhtevasıyla kâinat, kanun
koyucu bir varlığa işaret etmektedir. Şu ayet de, bu hususu açıkça şöylece
vurgulamaktadır:
"Onlara varlığımızın belgelerini, (“afak”) hem dış dünyada, (“enfüs”)hem iç
dünyalarında göstereceğiz."(Fussilet,41/53) Bu bakımdan gün geçtikçe bütün
muhteviyatıyla kâinat incelendikçe, her yerde bu ilâhi güç kendisini gösterecektir.
Bütün varlığıyla evren, hep O'na işaret etmektedir. Kâinatta mevcut bulunan bütün
varlıklarda aynı düzen ve nizam mevcuttur. İnsan yaratılırken belli bir şekilde takdir
edilmiştir. Ayet bu hususu şöyle dile getirmiştir: "Onu yarattı ve takdir etti." (Abese 80/19.)
Tabiatta meydana gelen her hâdisede bir kanun söz konusudur. Yağmur bir ölçü
üzeredir; gece gündüz bir hesap (ölçü) işidir. Gezegenlerin hareketleri hep geometrik bir
düzen ve ölçü içindedir. Hulâsa hepsinin tâbi olduğu belli bir kanun vardır ve her şey
kendi kanununa göre cereyan eder.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, elma çekirdeğinden, programlandığı üzere sadece
elma ağacı meydana gelir. Dolayısıyla her şey bir sebep-sonuç ilişkisi içinde meydana
gelmektedir. Yağmur bulutun; bulut buharlaşmanın; buharlaşma da hararetin tabii
sonucudur. Dolayısıyla Allah, yağmuru bulutla; her meyveyi kendi ağacıyla
vermektedir; tabii manada sünneti ilahiyye de budur. Ancak âyetlerde işaret edilen ilâhi
sünnet, bu tabii kurallar değil, toplum hayatıyla ilgili ilâhi sosyal kanunlardır.
İşte kazâ-kaderi de, bu kanunlar çerçevesinde düşünmek gerekir. Allah'ın
peygamberler vasıtasıyla insanlara bildirdiği emir ve yasaklar doğrultusunda hareket
etmek kaza-kader çerçevesini teşkil eder.
148 | S i s t e m a t i k K e l â m
Tabiat âleminde maddi kanunlar olduğu gibi, sosyal hayatta da, manevi kanunlar
vardır. Nasıl ki insan, ateşe dokununca yanmaktadır ve bu da tabii bir kanun sonucu
böyledir. Tıpkı bunun gibi, zulmederek âdil davranmayanlar, zaman içinde ilâhi sosyal
kanunlarla yüz yüze gelmekte ve sosyal düzeni bozmaktadır. Sosyal kanunlar
çiğnendiği zaman, toplumu fesat kaplar ve bir hastalık mikrobu gibi onu içten içe
kemirip tüketebilir. Zulüm, haksızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık vb. sosyal bünye için
tehlike arz eden her türlü yanlış hareket, felâket getirir. Ayette bu husus şöyle ifade
edilir:
"İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da,
belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır." (Rum 30/41)
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân'da asıl ilahi sünnet olarak zikredilen
husus, sosyal kanunlardır. Ayette şöyle buyrulmaktadır.
"(Ey insan!) Yüce Rabbinin adını tesbih et; çünkü o, seni yaratıp şekil vermiş ve
her şeyi bir ölçü üzere yapıp doğru yolu göstermiştir." (A'la 87/13)
Burada "bir ölçü üzere yaratma" ve "doğru yolu gösterme" şüphesiz iki kanuna
işaret eder: Biri, tabii, diğer ise sosyal kanunlardır, Sırâtı müstakim ve istikâmet üzere
olmak, bu çizilen sosyal kanunlar dahilinde hareket etmek demektir.
Bilindiği gibi, İslâm filozoflarına göre, Allah alemi zatına lâyık en güzel bir
şekilde yaratmıştır. “Leyse fil imkan ebdau mimma kane (İmkân âleminde mevcut
olandan daha mükemmeli ve güzeli yoktur),” bu düşüncenin formülleşmiş bir ifadesidir.
Çünkü o, ihtiyari olarak değil, zaruri olarak meydana gelmiştir. Mutezile'ye göre de
Allah'ın fiillerinde maksatsız ve abes bir şey yoktur. Her şey bir sebebe ve hikmete
binaen yaratılmıştır.
Maturidilere göre de Allah yaratırken, belli bir hikmet ve sebebe bağlı olarak
yaratır. Eş'arilerde durum tam aksinedir. Onlara göre Allah'ın fiillerinde sebep ve
hikmet üzere olması zatına vacip değildir. İmam Maturidi'ye göre, her şeyde bir hikmet
vardır; ancak bazı şeylerin sebep ve hikmetini bilemememiz onların hikmetsiz,
dolayısıyla abes olarak yaratılmış olduklarını göstermez. Çünkü beşeri ve noksan olan
akıl, ilâhi hikmeti ihata edemez. (Maturidi, A.g.e., s. 108, 113-14, 216-17; Şeyhzâde,
Nazmu'l-ferâid, s. 28-29.)
Diğer yandan Allah, iradesini, kanun koyma (teşri') ve yaratmasını (tekvin) bir
sebebe bağlamıştır. Dolayısıyla her alanda ilahi meşiet bir sebep-sonuç üzere cereyan
eder. Bu âlem sebepler âlemi olduğu için, her hâdise, Allah'ın ilâhi bir sünneti üzere
(teşri'-tekvin) cereyan etmektedir. Bu bakımdan ilahi sünnette herhangi bir değişiklik
(tebdil ve tahvil) görülmez. Ayette ifade edildiği gibi:
"Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik (tebdil) bulamazsın; ayrıca Allah'ın
sünnetinde bir başkalaşma (tahvil) bulamazsın." (Fâtır 5/43. Ayrıca bk. Fetih 48/43; İsrâ'
17/77; Ahzâb 33/62.) hükmü, bu gerçeği dile getirir. (Geniş bilgi için bk. Maturidi, A.g.e., s.
110-18, 21521; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 111, 114, II, 126-152.)
Eş'ari'ler bu sünneti farklı yorumlamaktadırlar ve buna “adetullah” gözü ile
bakarlar. Nitekim Gazali, sebeplilik meselesinde İslâm filozoflarını tenkid eder. Ona
göre böyle bir düşünce Allah'ın iradesini sınırlamak anlamına gelecektir.
Tabiatta ve sosyal hayatta câri bir takım kanunların varlığı inkâr edilemez. Tabii
kanunların, insan fıtrat ve davranışına, dolayısıyla sosyal hayata tesiri de, ilmi bir
gerçektir. Bu sebeple, tabii kanunlarla sosyal kanunlar arasında da sıkı bir ilişki vardır
A l l a h - İ n s a n İ l i ş k i s i | 149
Dolayısıyla insanlar, kendi müdahaleleriyle tabiatı bozdukları zaman, bu, onların aynı
zamanda sosyal yapılarına da tesir edecektir. Böylece tabiata müdahale, sosyal hayatın
bozulmasına da olumsuz manada etki edecek ve artık insanlar, ayetteki ifadesiyle kendi
elleriyle fesadı getireceklerdir. Bu da, sosyal düzeni bozacak ve nihayet ilâhi adaletin
tecelli etmesine sebep olacaktır.
Kanunlar arasındaki bu zorunlu ilişki sebebiyle Allah, tabii kanunlar
çerçevesinde, sosyal kanunlara da uymamızı emretmektedir. Ve bunun için, her ne
kadar kendi varlığına götürmesi açısından ise de tabiatı ve bütün yaratıkları
incelememizi tavsiye eder. Tabiatı incelemek, zaruri olarak onun bir takım özelliklerine
göre hareket etmeyi sağlayacaktır. Bu arada, meselâ yenilmesi ve içilmesi yasak olan
şeylerin, insanın maddi ve ruhi yapısına, dolayısıyla sosyal hadiselere tesiri açısından
önemini kavramak güç olmayacaktır. İnsanın maddi ve ruhi yapısına, tabii çevre ve
şartların menfi veya müspet manada tesiri ilmi bir hakikattir. Bu bakımdan takdiri, bir
anlamda Allah'ın tabiata yerleştirdiği ve buna bağlı olarak sosyal hayat için de uyulması
zaruri bir takım kanun ve özellikler şeklinde anlamak yanlış olmasa gerektir.
Takdir, bu yönüyle fizik alem ve sosyal yapı için kanun koymadır. Allah'ın, bu
kanunları, tıpkı yaratmada olduğu gibi, eşyaya istediği bir şekilde yerleştirmesi onun
irade ve gücünü gösterir. Fakat bu kanunların şöyle veya böyle olması, bizim
sorumluluğumuz açısından herhangi bir şey ifade etmez. Kısaca, bizi aşan her hadisede
sorumlu olmamız söz konusu değildir.
Tabii alemde, her şeyin sebeplerinden neticeleri de belli olduğuna göre, nasıl
hareket edilirse, öylece netice elde edilecektir. Meselâ tohum eken, gerekenleri yaptığı
takdirde, ürün kaldıracaktır. Sebep-netice bağı bunu gerektirir. Fakat aynı işi, izinsiz
olarak başkalarının tarlasında yaparsa veya yanlış hareket yapmak suretiyle fitne
tohumu ekerse, bu fiil, belki de bir kavgaya sebep olacaktır. Bu bakımdan tabii nizamla
sosyal nizam arasında sıkı bir ilişki vardır. Fizik olaylar arasındaki bağ, bizlere sosyal
olaylar arasında da cari bir bağ fikrini verir. Tabii veya sosyal olaylarda, menfi manada
herhangi bir şeye sebep olmak, onun neticelerine de katlanmayı gerektirecektir.
Allah'ın takdir ettiği veya koyduğu kanunları, ihtiyari fiilleriyle gündeme getiren
şüphesiz insandır. Ve bütün bunları da, Allah'ın kendisine verdiği kudretle
gerçekleştirmektedir. Meselâ ateşe dokunmak veya dokunmamak tamamıyla ihtiyari bir
iştir. Fakat, ateşe dokunduktan sonra yanmak, zaruri olarak gerçekleşmektedir. Diğer
taraftan kul, kendi iradesini kullanmak suretiyle, olaylar arasında bağlantı kurarak hayır
ve şerrin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Böylece, bir kişinin ölümüne sebep teşkil eden
herhangi bir hareketi yaptığı zaman Allah'ın yasakladığı bir fiilin ortaya çıkmasına, yani
takdirin bu yönde gerçekleşmesine (kazâ) sebep olur. Bundan dolayı da günah kazanır.
Diğer taraftan Allah'ın yasakladığı fiilleri, yine insanın kendisine bahşedilen irade
ve kudreti yanlış yönde kullanmak suretiyle işlemek, takdirin o yönde gerçekleşmesin
sağlamak, yani o kanunu menfi mânada devreye sokmak demek olacaktır. Netice
itibariyle şunu söyleyebiliriz ki insanlar, kendilerine verilen irade ve kudreti yanlış veya
doğru yönde kullanmaları, insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesinin temel taşını
oluşturur. Kendi kaderlerine yön vermeleri anlamına gelir. İşlemeyen demir pas tutar
misali, çalışmayan insan, başkalarına muhtaç olur; muhtaç kalınca da sefalete
sürüklenir. Öyle ise geri kalmak, çalışmamak ve başkalarından beklemek demektir.
Çalışmak ve tabiata hükmetmek ise, başarı kazanmak ve ilerlemek demektir. İşte bütün
bunlar, sosyal açıdan ilâhi kanunlardır.
150 | S i s t e m a t i k K e l â m
Diğer bir rivayette Hz. ömer, Ebu Ubeyde'ye: Söyle bakalım, şayet çobanın,
develeri otlu yerde değil de otsuz ve çorak yerde güdmüş olsa, sen o çobanı tâciz etmez
miydin? diye sordu. Ebu Ubeyde de: Evet ederdim, deyince, bunun üzerine Hz. Ömer:
Öyle ise gidebilirsin! dedi... (Müslim, Selam, 98.)
Müslim’deki bu rivâyette, bu ifade "Allah'ın kaderinden yine kaderine.." şeklindedir.
Burada da görüldüğü gibi her iki tabir birbiri anlamında kullanılabiliyor. Fakat, kazanın
değil, kaderin değişme ihtimali bulunması sebebiyle "kazasından kaderine.." şeklinde
olması daha uygundur. Nitekim diğer bazı rivayetlerde böyledir. (Bkz. Tirmizi, Daavât,
101; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ayrıca; bkz. İsfehani, Müfredat, s. 407).
Kummi'nin aktardığı şu rivayette de bu husus açıkca görülür: "Mü'minlerin Emiri,
meyilli bir duvardan sakınarak karşı tarafa geçmiş; bunun üzerine kendisine: "Ey
Mü'minlerin Emiri! Allah'ın kazâsından mı kaçıyorsun?" denildiğinde O, şu cevabı
vermiştir: "Allah'ın kazâsından, kaderine kaçıyorum." (Bk. Risâle, s. 35).
A l l a h - İ n s a n İ l i ş k i s i | 151
Sıffin vak'asında Hz. Ali, kendi tarafında yer alan bir ihtiyarla aralarında geçen
konuşmada, kaza ve kaderin zaruri ve kesin olmadığını açıkça vurgulamıştır. Hz. Ali,
konuşma esnasında ihtiyara, bu vak'aya katılma veya katılmama konusunda asla
zorlanmış olmadığını açıkladı. Bunun üzerine ihtiyar: Kaza kader bizi sevk edip
dururken böyle bir zorlama ve cebir nasıl söz konusu olmaz?! Bizim her hareketimiz
kaza ve kaderdendi, deyince, Hz. Ali ona şöyle cevap verdi:
Her halde sen kazânın zaruri, kaderin de kesin ve değişmez olduğunu sanıyorsun.
Eğer böyle olsaydı, mükâfatlandırmak ve cezalandırmak batıl olur, cennetle müjdeleme
ve cehennemle korkutma anlamsız olurdu. Dolayısıyla Allah Teâlâ'dan, ne iyiye övgü;
ne de kötü kula zem gelmezdi... Allah, serbest bırakarak emretmiş, sakındırarak da
nehyetmiştir. Cebren mükellef tutmamıştır. Peygamberleri de boş yere göndermemiştir.
(Bkz. İbnu'l-Murteza, Tabâkât, s. 910; Teftazani, Ş. Makasıd, II, 1056; İrfan Abdulhamid ,
İslam'da İtikadi Mezhepler, s. 277-79.)
Daha çok Cebriyye ve hatta bazı Ehli sünnet âlimleri tarafından delil olarak ileri
sürülen şu vb âyetler: "Puta tapanlar, Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmazdık
ve hiçbir şeyi haram kılmazdık, diyecekler. Onlardan öncekiler de, böyle
yalanlamışlardı; nihayet şiddetli azabımızı tattılar. Onlara, 'bize karşı çıkarabileceğiniz
bir bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz'
de. Üstün delil, Allah'ın delilidir. 'O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi'
de".(En'âm,6/148-49.)
Burada müşrikler bütün yaptıklarına sebep olarak, Allah'ın iradesini ileri
sürüyorlardı. Allah, onların yalan söylediklerini vurgulayarak yaptıklarının Allah'ın
dilemesiyle olmadığını belirtiyor. Aksi halde öncekiler, bu yanlış tutumlarından dolayı
cezalandırılmazlardı. Hem Allah dileseydi, onlar toptan hidayete ererlerdi. Bu takdirde
de onlar, Allah'ın dilemesiyle, cebren hidayete ermiş olacaklardı.(Bu konuda diğer ayetler
için; Bkz.Yûnus,10/99-100; En'am,6/35; Secde,32/13; Nahl;16/93; Ayrıca, geniş bilgi ve
yorumlar için bkz. Karadeniz, Kader Konusunda Bazı Yanlış Anlamalar, DEÜ İlahiyat
Fak.Der.VII, s.222 vd., İzmir, 1992.)
Her hafta Cuma hutbesinde okunan “Allah dilediğini hidayete erdirir; dilediğini de
saptırır!.” ayetinde geçen "Allah'ın saptırması! (idlâl)" ilahi adalet ve hikmet açısından
mümkün müdür?
Önce idlâl (saptırma) kavramını doğru anlamak için dalalet kavramına eğilmemiz
gerekir. Bilindiği gibi "hüdâ" ile "dalâl" zıt kavramladır. "Hedâ" geniş anlamıyla "yol
gösterdi" demektir. Araplar, yol, asâ ve delile de "el-hâdi (yol gösteren)" adını verirler.
Gerçek anlamda yol gösteren Allah'tır; dolayısıyla "el-Hâdi" O'nun isimleri arasında yer
alır. Şunu da hatırlatmakta fayda vardır ki, Allah'ın "el-mudil (saptıran, yoldan çıkaran)"
şeklinde bir ismi yoktur.
Diğer taraftan "dalle""kayboldu"; "edalle" ise "kaybetti" manasına gelir. Araplar,
evi veya herhangi bir yeri bulamayınca "dalle"den “daleltü'd-dâra”; elinden bir şey
düşürdükleri, meselâ develerini kaybettikleri zaman da "edalle"den “edlaltü'n-nâka ev
ba'iri” derler.
Burada da görüldüğü üzere, gerçekte ev kaybolmamış, adam kaybolmuştur. Diğer
taraftan deve sahibi, gerçekten devesini kaybetmemiş, deve kaybolmuştur. Fakat deve
sahibi, devesini kaybettiğini ifade etmektedir. Gerçekte deve kaybolmuş, fakat deve
sahibi kaybettim, diyor. Tıpkı buradaki kullanımıyla kul sapıyor, sonra Allah kulumu
saptırdım, diyor. Burada idlal (saptırma) sebebi, dalal (sapma) olmuş oluyor.
Bu açıdan dalâlet ve hidâyetle ilgili âyetler bütünüyle değerlendirildiği zaman
açıkça görülecektir ki, Allah'ın insanları cebri mânada saptırması, ne dini anlayışa, ne de
akl-ı selime uygun düşmez. Bu sebeple de insanları, hikmetten uzak dilediği gibi (keyfe
mâ-yeşâ') hidâyet ve dalâlete sevketmesi, Kur’an bütünlüğü açısından düşünülemez.
Nitekim Imam A'zam’a göre hidâyet ve dalâlet; kulun tercihi neticesinde Allah'ın
yardımı (nusret-tevfik) veya bu yardımı kesmesidir (hızlân). Allah'ın yardımı kesmesi
adâlet; yardım etmesi ise, fadl'dır. (Geniş bilgi ve yorumlar için bk. Karadeniz, Kader
Konusunda Bazı Yanlış Anlamalar, DEÜ İlahiyat Fak.Der.VII, s.226 vd., İzmir, 1992.)
Bazı âyetlerde açıkca ifade edildiğine göre Allah, peygamberler göndermek
suretiyle herkese hak yolu göstermiştir. (Bkz. Tevbe 9/33; İnsan 76/3; Şems 91/8; Leyl
92/12.) Bu arada Allah, kendi hür irade ve tercihleriyle kendilerine gösterilen yola
girenleri devamlı olarak hidâyet üzere kılacağını ve onlara yardım edeceğini; diğer
A l l a h - İ n s a n İ l i ş k i s i | 153
tarafta peygamberlere kulak asmayan ve inkâr ederek doğru yola girmek istemeyenlere
hidâyet etmeyeceğini bildirmiştir. (Hasan Basri'nin konuya bakışı ve âyetleri değerlendirmesi
hakkında bkz. Karadeniz, a.g.e., s. 149-50.) Nitekim, Allah'ın kalplerini mühürlediği ifade
edilen âyetlerde de durum aynıdır. Konu ile ilgili âyetler hep, peygamberlerin
uyarılarına kulak vermeyenler hakkındadır. Onlar, kör ve sağırdır; hakikati görmek ve
işitmek istemezler:
"Ey Muhammed! Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın idlâl
ettiği (edalle), kulağını ve kalbini mühürlediği (hateme), gözünü perdelediği kimseyi
gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirir." (Câsiye 45/23. Ayrıca bkz.
En'âm 6/46; Nisâ' 4/155)
açık olarak beyan etmiştir. Çok açık olarak şu misali verebiliriz: "...Ama onlar
yoldan sapınca (zâğa), Allah da onların kalplerini saptırmıştı (ezâğa). Allah, yoldan
çıkmış kavmi doğru yola eriştirmez"(Saff, 61/5)
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, hidâyet ve dalâletle ilgili âyetler, Kur’an‘ın
bütünlüğü içinde incelenirse dinin temel esprisine aykırı ve izahı güç, tutarsız neticeler
doğmayacaktır.
Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu, hayır ve şerre ulaştıran bir takım kuralları koyma
anlamında anlaşılmalıdır. Kul, şerre götüren sebeplere sarılırsa, sünnet-i ilahiyye gereği.
şer ortaya çıkar; yoksa Allah sebepsiz yere kulun başına şer getirmez. Zira şerre ve
hayra götüren yollar bellidir. Bu sebeple bazı ayetlerde:
"...Onlara bir iyilik gelirse: Bu Allah'tandır, derler; bir kötülüğe uğrarlarsa: Bu da
senin tarafındandır, derler. De ki: Hepsi Allah'tandır… Sana bir iyilik gelirse
Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" (Nisa,4/78-79)
"Sonra ona kötülük duygusunu da, sakınıp iyi olmayı da birlikte ilham etti. (Artık)
nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan
etmiştir." (Şems,91/8-10)
Kur'ânı Kerim'de, genellikle şerr insana, hayır ise Allah'a izafe edilir. Çoğunlukla
âyetlerde "seyyie (çoğul şekliyle “seyyiât”)", insanların kendi elleriyle sebebiyet
verdikleri bir fiil olarak nitelendirilmektedir. (Bk. Nisâ,4/18; Yûnus,10/27)
Bütün bunların yanında, iyilikle kötülüğün bir arada zikredildiği ve ilk bakışta
çelişkili gibi görünen bu vb. ayetler, dikkat edilmediği zaman konunun yanlış
anlaşılmasına sebebiyet vermektedir. Burada bir tenakuz söz konusu değildir. Çünkü
birinci âyette inanmayanlar, başlarına gelen her kötülüğün, uğursuzluk kaynağı olarak
Hz. Peygamber'den geldiğini iddia ediyorlardı. Halbuki kendi yanlış hareketleri
sebebiyle Allah tarafından bir karşılıktır.
Bu konuyu Mevlana da şu şekilde görmekteyiz; hayır ve şerri yaratan iki ayrı
tanrı kabul eden Mecusilere cevap vermektedir. Hayır ve şer, birbirinin zıddı olup
birinin yokluğu diğerinin varlığı anlamına gelir. Bunlar birbirinin anlaşılması için zıt
kavramlardır. Hayır varsa şer; şer varsa hayır yok demektir. Dolayısıyla Mecusi’nin
anladığı manada iki ayrı tanrı kabul etmek abestir:
"Kötülük iyilikten ayrılmaz. İyilik de kötülüğü bırakmaktır. Kötülük olmadan,
kötülüğü terk etmek imkânsızdır. Yani bu iyilik, kötülüğü bırakmak demektir. Eğer
kötülük etmek saikası olmasaydı, iyiliğin terki olmazdı... Sevilen ve hoşa giden şeyler,
hoşa gitmeyenlerden ayrı değildir. Çünkü sevilenin zıddı olan sevilmeyen,
hoşlanılmayan olmadan hoşa gidenin olması imkânsızdır. Sevilen, hoşa gitmeyenin
zevali demektir. Ve hoşa gitmeyen bir şey olmadan da onun zevaline imkân yoktur.
Sevinç, kederin yok olmasıdır. Keder, keder olmadan yok olmaz!.." (Mevlânâ, Fihi mâ-fih,
s. 169-70).
Burada yeri gelmişken, din Felsefesinde önemli bir yeri olan Plotinos’un şer
probleminde ortaya koyduğu “Tanrı şerri önlemeye gücü yetiyor da kötülüğü önlemek
mi istemiyor? Öyle ise O, iyi niyetli değildir.” şeklindeki düşünceye yer vermek
durumundayız. Buna benzer bir olay, İslam düşüncesinde ilk dönem Mutezile aliminde
şu şekilde görülmektedir;
A l l a h - İ n s a n İ l i ş k i s i | 155
Bu sebeple ömür yerine getirilen bir takım tavsiyeler sonucu değişebilir, sağlıklı ve
uzun olabilir. Kaldı ki istatistik gerçekler bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu konunun
devamı bizleri ecel ve ömür kavramlarına getirmektedir.
4. Ecel ve Ömür
"Sizi çamurdan yaratan ve sonra bir ecel (süre) tayin eden O'dur. Belirli bir ecel
(ecel-i müsemmâ) O'nun katındadır..." (En’am (6),2)
"Sizi çamurdan yaratan ve sonra bir ecel (süre) tayin eden O'dur. Belirli bir ecel
(ecel-i müsemmâ) O'nun katındadır..." (En’am (6),2)
Müfessirler, âyette geçen iki ecel lâfzında ihtilâf etmişlerdir. K. Abdulcebbar'a göre
âyetin zahirinden anlaşılan, insan için bir “ecel” tayin edildiği ve “ecel-i müsemmâ”nın
da Allah indinde bulunduğu hususudur.
F. Râzi’ye göre, zahiri olarak her insan için iki ecel söz konusudur. Alimler
arasında mevcut olan görüşler şöyledir:
a) Ayetteki birinci ecel lâfzı, geçmişte yaşamış olanların ecellerini; ikincisi ise,
geride kalıp yaşayanların ecellerini ifade eder.
b) Birincisi, insan için ölüm vakti (ecelü'l-mevt); ikincisi ise, dünya için kıyamet
vaktidir (ecelü'l-kıyâme)
c) Birincisi, yaratıldıktan ölünceye kadar olan hayat müddeti; ikincisi ise, ölüm ile
ba's (dirilme) arasındaki müddettir (berzah)
d) Birincisinden maksat uyku; ikincisinden ise ölümdür.
e) Birincisi, herkesin ömründen geçen miktar; ikincisi ise, geriye kalan ömrüdür.
f) Burada her insan için iki ecel söz konusudur: Biri tabiî ecel (ecel-i müsemmâ);
diğeri ise kaza sebebiyle gelen eceldir (ecel-i ihtirâmî veya kazâ)
Ecelin tehiri konusuyla yakından ilişkili şu ayeti ele alabiliriz:
“…bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye (ecel-i müsemma)
dek te’hir etsin! Bilesiniz ki Allah’ın (tayin ettiği) eceli gelince artık ertelenmez..”
(Nuh,71/3-4)
Bu ayette bir yandan ecelin te’hir edilmeyeceği vurgulanırken diğer yandan, Nuh
kavminin yola gelmeleri halinde, ecel-i müsemmalarına te’hir edilecekleri beyan
ediliyor. Zemahşerî'nin de belirttiği gibi, bu iki âyette bir yandan "ecelin te'hir
olunamayacağı" haber verilirken, nasıl olur da ayrıca "sizi te'hir etsin" deniliyor? Bu bir
tenakuz değil midir?! (Bkz. Zemahşeri, Keşşaf, IV, 141)
“…Gelince te'hir olunmayanın gelmeden önce te'hir edilmesi bir tenakuz teşkil
etmez. Kaldı ki kelime anlamı bakımından da düşünülünce, henüz gelmeyen te'hir
edilmiş demektir. Üstelik âyette "sizi te'hir etsin!" derken, te'hir olunan ecel değil,
muhatablardır. "Eceliniz te'hir edilsin!" şeklinde değil de, "siz ecele (müsemma) kadar
mağfiretle te'hir olunasınız" denilmiştir.
Bu bakımdan "siz ecele te'hir olunursunuz, ecel te'hir olunmaz!" demek hiçbir zaman
tenakuz teşkil etmez. İşte bu ecel gelmeden önce, Allah'a itâatle korunmak gibi bazı
sebeplere bağlı olarak o ecele te'hir söz konusu olabilir. Fakat ecel gelince asla te'hir
olmaz. (Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 5370.)
A l l a h - İ n s a n İ l i ş k i s i | 157
Zemahşeri bu âyetin tefsirinde -ki bu misali Razî vd. bazı müfessirler aynen
aktarmıştır- şunları kaydetmektedir: Allah Teâlâ, Nuh kavmine meselâ, iman ettikleri
takdirde, bin sene ömür takdir etmiştir. Eğer küfür üzere devam ederlerse, dokuz yüzün
başında onları helâk edecektir. Bu bakımdan onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki
Allah sizi ecel-i müsemmaya kadar te'hir etsin… Ve nihayet Allah, onlara bildirdi ki, en
uzun ecel geldiği zaman, şu anda (bu vakit için) söz konusu olduğu gibi te'hir olmaz.
Ölümden başka da kurtuluş çareniz kalmaz. (Bkz. Zemahşeri”, a.g.e., IV, 141)
Gelişmiş ülkeler ile Müslüman ülkeleri, deprem vb. tabii afetlere maruz
kaldıkları zararlar açısından karşılaştırarak bu hadiselerin ilahi bir ceza mı, yoksa geri
kalmışlığın bir sonucu mu olduğu noktasında kuşkular vardır.
Şüphesiz teknolojik gelişmeler neticesinde alınan tedbirler, tabii afetlere karşı
bizleri daha az zararla karşılaşmayı sağlar. Tıpkı trafik kurallarında olduğu, kurallara
uyma ve tedbir alma, bizleri kazalardan azami ölçüde koruyacaktır. Deprem, sel vb.
tabii afetlerden korunmanın yolu onlara karşı tedbir almaktan geçer. Geri kalmış
ülkelerde meydana gelen afetlerde, çaresizlik yüzünden ölü sayılarının fazla olması bu
gerçeği dile getirir.
Ecel, yaşadığımız hayat süresi veya bunun sonu anlamındadır. Birçok hadiste
hastalıklara karşı tedbirli olmanın lüzumuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca peygamberimiz
bazı ölüm çeşitlerinden Allah'a sığınmış, rahat bir şekilde ölmeyi temenni etmiştir.
Bu hususta şu rivayetleri zikredebiliriz: Hz. Peygamber, "Cüzzamlıdan, aslandan
kaçar gibi kaç!" (Buhari, Tıb,19; A.b.Hanbel, II,443.) buyurmuş; bir defasında yıkılmaya
yüz tutmuş bir duvarın dibinden geçerken yürüyüşünü hızlandırınca: "Ya Rasûlellah!
Niçin hızlı yürüdünüz?" sorusuna şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın kazasından yine
O'nun kaderine sığınıyorum!" cevabını vermiştir.
“Kaderi, ancak dua reddeder (önler) ömrü de ancak iyilik artırır." (Tirmizi, Kader,6)
"Allah'ın verdiği her derdin ve hastalığın devası da vardır; tedavi olun!" (Buhari,
Tıb,1; Müslim, Selâm, 69) gibi hadisler de takdirin tedbire göre şekilleneceğini ifade eder.
(Geniş bilgi ve yorumlar için bkz. Karadeniz, Ecel Üzerine, s.77 vd., İzmir, 1992.)
A l l a h - İ n s a n İ l i ş k i s i | 159
ÖZET
Kader ve kazaya imân, imân esaslarından biridir. Bu bakımdan bir mü’min asla
kadere itiraz edemez. Kaderle ilgili olarak bazı ayetlere bütüncül yaklaşılmadığında
zahiren Cebriyyeyi destekler gibi gözükmektedir.
Kaderle ilgili olarak bazı ayetlerden her şeyin bir kader dahilinde olduğu ve
dolayısıyla insanların cebir altında bulunduğu anlaşılmaktadır. Pek çok ayette de,
insanın kendi fiillerini hür iradesiyle meydana getirdiğine dair açık işaretler vardır. Bu
sebeple Müslümanlar arasında, temelde iki mezhep ortaya çıkmıştır: Kaderiyye ve
Cebriyye.
Sünnet-i ilahiyye, bir hikmete dayalı olarak, belli bir düzen ve ölçü üzere
yaratmayı ifade eder. Ayetlerde ifade edildiği üzere, kainatta herşey bir ölçü (kader) ve
düzen dahilinde yaratılmıştır. Canlı cansız her varlık, bir plân, program ve kanunlar
dahilinde cereyan etmektedir.
SORULAR
1. "İnsanın bir kesbi vardır; kazanma vasıtası olan şey de, kazanmak da Allah
tarafından yaratılmıştır." Kelam Tarihindeki bu düşünce kime ait ve hangi
kavramla ifade edilmektedir?
A. Maturidi, “Cüzi İrade”
160 | S i s t e m a t i k K e l â m
3. "(Ey insan!) Yüce Rabbinin adını tesbih et; çünkü o, seni yaratıp şekil vermiş ve
her şeyi bir ölçü üzere yapıp doğru yolu göstermiştir." (A'la 87/13) bu ayetteki
« ölçü üzere yapma » ve « doğru yol gösterme » hangi kavramlarla ifade edilmesi
uygun olabilir ?
A. Kanunlar-Prensipler
B. Tabii ve Sosyal Kanunlar
C. Fiziki- Biyolojik Prensipler
D. Sosyal Düzen
E. Sosyal Kanunlar ve Tabii
CEVAPLAR
1-C
2-C
3-B
4-C
5-E
KAYNAKLAR
Ebû Hanife, Numan, Fıkhu'l-ekber (Ali el-Kari Şerhi ile), Lahor, 1308.
Ebu Zehra, Ebû Hanife, Ter. O. Keskioğlu, İst., 1970.
Ezheri, Ebu Mansur Tehzibu'l-lüğa, Kahire, 1384-87.
İbnu'l-Esir, en-Nihâye fi Garibi’l-Hadis, Kahire, 1965.
İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, I-XV, Beyrut, 1955.
İbnu'l-Murteza, Tabâkâtu’l-Mu‘tezile, tah.S. DıwaldWılzer, Wıesbaden, 1961.
İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, Ter. M. S. Yeprem, İst., 1981.
İsfehâni, Rağıb, el-Müfredât fi Garibi’l-Kur’an, Beyrut, ts..
İzmirli, İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul, 1339-43.
Karadeniz, O., “Kader Konusunda Bazı Yanlış Anlaşılmalar”, DEÜ. İlah.Fak. Der.,
1992.
- Ecel Üzerine, İzmir, 1992.
Kummi, Ebu Ca’fer, Risaletu İ’tikadati’l-İmamiyye, Çev. E. Ruhi Fığlalı, Ank.,
1978.
Maturidi Ebu Mansur, Kitabu’t-Tevhid, Ter. B. Topaloğlu, İstanbul, 2002.
Mevlânâ, Celaleddin, Fihi mâ-fih, Çev. M. Ülker Tarıkahha, İst., 1958.
Şeyhzâde, Ahmed Efendi, Nazmu'l-ferâid, İstanbul (Matb. Amire) 1288.
Teftâzânî, Sadettin, Şerhu’l-Akaid, Haz., S. Uludağ, İstanbul, 2010.
Yazır, Elmalı’lı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1935.
Zemahşerî, Carullah (ts), el-Keşşaf, Beyrut.
162 | S i s t e m a t i k K e l â m
SÖZLÜK
AMAÇLAR
Bu üniteyi çalıştıktan sonra,
Peygamber, nebi, resul gibi kavramlar
Peygamberlerin özellikleri öğrenilecek
Peygamberliğin kesbîliği-vehbîliği hakkında bilgiler kazanılacak
Peygamberliğe duyulan ihtiyaç anlaşılacak
Peygamberliğin ispatlanması hakkındaki fikirler öğrenilecek
Mucize, tanımı, şartları hakkında bilgi edinilecek
Hatmu’n-Nübüvve’nin ne anlama geldiği öğrenilecek
İÇİNDEKİLER
Giriş
Peygamberliğin Tanımı
Nebi-Resûl Kavramları
Peygamberlerin Özellikleri, Sıfatları
Peygamberliğe Yöneltilen İtirazlar ve Cevapları
Peygamberliğe Duyulan İhtiyaç
Peygamberliğin İspatlanması
Mucize
Peygamberliğin Sona Ermesi/ Hatmu’n-Nübüvve
ÖNERİLER
Bu üniteyi daha iyi öğrenebilmek için;
ANAHTAR KELİMELER
Peygamber
Mucize
Vahy
Nebi
Resûl
İsmet
Hatmu’n-Nübüvve
GİRİŞ
Nübüvvet ya da peygamberlik, Tevhid ve Meâdla birlikte üç ana grupta
toplanabilen İslamî inanç esaslarından birini teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Tevhîd
Allah’ın varlığı ve birliğine dâir konuları meâd ta ölüm ötesi hayatla ilgili akîdeleri
ifade etmektedir.
Peygamberlik konusu İslam düşüncesinin en önemli konularından biri
olagelmiştir. İslam toplumunun içinden veya dışından değişik grupların genel olarak
peygamberlik fikrini veya özel olarak belirli şahısların peygamberliğini reddetmesi
karşısında, hem kelamcılar hem de İslam filozofları, farklı yollarla da olsa,
peygamberliği ispata ve bu grupların itirazlarına cevap vermeye çalışmışlardır.
Peygamberlik, insanın Allah karşısında sorumlu tutulması için önemli bir
kurumdur. Peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğini bildiren ayetler insanın
sorumluluğunun, peygamberlerin insanlara ulaştırdığı ilahi hitabı almış olmaya
bağlamaktadır. Kişinin bu hitaba muhatap olması için peygamberi bizzat görmesi ya da
onunla aynı çağda yaşaması gerekmez. O peygamberin getirdiği tebliğin bir şekilde
kendisine ulaşması yeterli kabul edilmektedir. (Mustafa Sinanoğlu, Kitâb-ı Mukaddes
ve Kur’ân-ı Kerîm’de Nübüvvet, s. 264)
Peygamberliğin Tanımı
Peygamber kelimesi, Farsça haber anlamındaki “peyam” veya “peygâm” ile
taşıyan manasına gelen “ber”in bir araya gelmesiyle oluşturulan bir kelimedir ve “Haber
getiren, Allah’ın emrini bildiren”, “salık veren” gibi anlamları vardır. Eski Türkçe’de
“yalvaç” veya “yalavaç” da bu anlamda kullanılan sözcükler olmakla birlikte zamanla
peygamber kelimesi daha çok kullanılır hâle gelmiştir, günümüzde de durum böyledir.
Arapça peygamber kelimesine karşılık nebî ve resul kelimeleri kullanılmaktadır.
Bunların da çeşitli şekillerde tanımları yapılmıştır. Burada birini örnek olarak verelim.
Cürcânî nebî’yi “Allah’ın melek vasıtasıyla veya ilham sûretiyle yahut sâlih rüya
yoluyla ilâhî bilgileri aktardığı kimsedir” şeklinde tarif ederken resûlü de “Allah’ın
halka hükümlerini ulaştırmak için görevlendirdiği kimsedir” diye tanımlamaktadır.
(Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rîfât, s.307)
Bazı kelâm kitaplarında nebî ve resûl arasında ayrım yapılsa da ayet ve hadislerde
bu iki kelimenin birbiri yerine kullanıldığı ve peygamberliği ifade etmek bakımından
aralarında bir ayrımın bulunmadığı söylenebilir. İllâ bir farklı kullanımdan
bahsedilecekse şu söylenebilir: "Peygamber'e resul denilmesi Allah'a izafeten; Nebi
denilmesi ise kullara nisbetendir. Yani o, Allah'ın elçisi olmak bakımından Resul,
insanlara Allah'ın emirlerini tebliğ ve ihbar etmesi bakımından da Nebîdir." (Bkz. Ali
Özek vd, Diyanet Vakfı Meâli, Araf,7/157. ayetin meali hakkındaki açıklaması)
Peygamber genel olarak şöyle de tanımlanabilir: “Peygamberler, hassas ve
yıkılmaz şahsiyetleri ile sarsılmadan ve korkusuzca ilâhî tebliği ilan ederek insanları
uyuşukluk ve düşük ahlâkî gerilim durumundan, Allah’ı Allah olarak, şeytanı da şeytan
olarak açıkça görebilecekleri bir teyakkuz durumuna geçmeleri için vicdanlarını
silkeleyerek uyandıran olağanüstü insanlardır” (Fazlur Rahman, Ana Konularıyla
Kur’ân, Ankara 1993, s. 80)
Peygamberlerin Özellikleri
Peygamberlerin yüklenmiş oldukları görev onların birtakım vasıfları hâiz
olmalarını gerektirir. Şimdi bunlar üzerinde duralım.
Beşer Oluşları
Yukarıdaki tanımlarda da gördüğümüz üzere peygamberlerin iki yönü öne
çıkmaktadır: İnsanlara dönük olan yani beşerî yönü ve ilâhî yönü. Biraz daha açık ifade
etmemiz gerekirse peygamberler bir taraftan Allah ile iletişim kurabilecek özelliklere
sahip olmuş, diğer taraftan insanların kendisini yadırgamaması bakımından bir melek
veya başka bir varlık olarak değil yine insanların arasından gönderilmiştir. Çünkü örnek
olabilmesi onun da insan olmasını gerektirmiştir. Mahiyeti itibariyle farklı olan bir
meleğin, cinin vs. -onların insanlar gibi davranmaları söz konusu olmadığı için- insanlar
tarafından örnek alınması mümkün değildir. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’deki muhtelif
ayetlerde de açık bir şekilde ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin kendileri
gibi aralarında dolaşıp duran bir insan olmasını inanmamak için bahane olarak ileri
sürenlerin sözlerini ve onlara verilen cevabı şu şekilde bize sunmuştur:
“Kendilerine hidayet rehberi geldiğinde insanların buna inanmalarını ‘Allah
peygamber olarak bir beşer mi gönderdi’ demeleri engellemiştir. Sen de şunu
söyle: Eğer yeryüzündekiler gezip dolaşan melekler olsaydı elbette onlara gökten
bir peygamber olarak bir melek gönderirdik” (İsra, 17/94-95) Yine şu ayetler de
peygamberin insanî yönünü vurgulamaktadır.
“Peygamberleri onlara dediler ki biz de sizin gibi ancak beşeriz…” (İbrahim
14/11);
“Biz onları (peygamberleri) yemez içmez birer ceset olarak yaratmadık.
Onlar bu dünyada ebedî de değildirler.” (Enbiyâ, 21/8);
“Hiçbir insanın, Allah’ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik
vermesinden sonra Allah’ı bırakıp bana kul olun demesi mümkün değildir. Bilakis
okumakta ve öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun (der)”
Âl-i İmrân, 3/79,
“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve
çocuklar verdik…” (Ra’d, 13/38)
“Resûlüm senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphe yok
kiyemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı…” (Furkan, 25/20) gibi ayetleri örnek olarak
zikretmek mümkündür.
Peygamberleri diğer insanlardan ayıran en önemli özellikleri onların vahye
muhatap olmasıdır. “De ki ben yalnızca sizin gibi beşerim, ancak bana ilâhınızın
sadece bir ilah olduğu vahyolunuyor…” (Kehf, 18/110; Fussilet, 41/6)
N ü b ü v v e t | 167
“Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Sizin hatırlamanız gibi hatırlarım, sizin
unutmanız gibi unuturum”(Müslim, Mesâcid, 93; Nesâî, Sehv, 26) gibi hadislerde de
peygamberimizin beşerî yönü vurgulanmıştır.
Peygamberlerin beşer olmalarının yanında mutlaka başka özellikleri de taşıdıkları
malumdur. Peygamberlik, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Bu, kesbî
değil, vehbîdir. Yani peygamberlik, insanların istek ve tercihleri ile, çok ibâdet ve
riyâzatla kazanılacak bir makam değildir, Allah’ın bir lütfu ve ihsânıdır, Allah
dilediğine bu görevi verir. Ancak Allah Teâlâ peygamberlerini, kulları arasından
seçerken ilâhî elçiliğe en uygun olanlardan seçmiş; onları bir takım özellik ve sıfatlarla
donatmış bu suretle elçilik görevlerini ifâya hazır hale getirmiştir.
Peygamberler, içinde yaşadıkları toplumun en ahlâklıları, en zekileri, en akıllıları,
en doğru dürüstleri, en güvenilirleri ve günahlardan şiddetle kaçınanlarıdır. Her biri,
birer şefkat ve merhamet âbidesidir. Kendilerine verilen peygamberlik görevini en
mükemmel bir şekilde ifâ ederler. Kendilerinde peygamberliği edâya engel olacak bir
eksiklik bulunmaz. Çirkin görünüşlü, kötü ahlâklı, yalancı, sahtekâr, ikiyüzlü, hâin,
merhametsiz, kindar, sevimsiz kimselerden peygamber gelmemiştir.
Peygamberlerin diğer insanlardan farklı özellikleri genelde sıdk, emanet, fetanet,
tebliğ ve ismet şeklinde ele alınıp incelenmiştir. Farklı özellikler de sayılabilir. Ayrıca
“tebliğ”i bir özellik olarak değil, bir vazife olarak addetmek daha isabetli olsa gerektir.
(Osman Karadeniz, İlim ve Din Açısından Mucize, s. 17-18, İstanbul 1999.) Netice
itibariyle peygamberlerde bulunması gerekli sıfatlar şu şekilde tasnif edebiliriz:
1. Fetânet:
Fetânet, “akıllı ve zeki olmak” demektir. Peygamberler, tebliğ görevlerini
hakkıyla yerine getirebilmek için bu niteliğe sahip olmuşlardır. Çünkü Allah’tan
aldıkları vahyi anlamaları ve unutmadan insanlara ulaştırabilmeleri bu sayede mümkün
olmuştur. Peygamberlerin sahip oldukları kuvvetli hafıza ve ikna etme kabiliyeti de
fetanet sıfatı içinde değerlendirilebilir. Peygamberler, içinde bulundukları toplumun en
zekisi ve akıllısıdır. Peygamberlerdeki fetânet sıfatı ömürlerinin sonuna kadar devam
eder. Daima Allah’ın himayesi ve koruması altında olduklarından onlarda bunama, zeka
gerilemesi, unutkanlık gibi illetler asla bulunmaz.
Hz. İbrâhim, peygamberlerin ne derece üstün bir zekâya ve ikna gücüne sahip
oldukları hususundaki en güzel örneklerden biridir. Kavmi bulundukları şehrin
dışındaki eğlence yerine gidince Hz. İbrahim bir mazeret ileri sürerek evde kalmıştı.
Bunun üzerine onu bırakıp gittiler. İbrâhîm (a.s.) de eline bir balta aldı, puthâneye girdi;
büyük put hariç bütün putları kırdı. Kavmi eğlenceden dönünce taptıkları putların
parçalanmış olduklarını gördü. Bunu, ilahlarına düşman olan İbrâhîm’in yaptığını
farkettiler. Hemen onu getirttiler ve; “Ey İbrâhîm! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?”
diye sordular. İbrâhîm (a.s.), “Ben yaptım” veya “yapmadım” demedi. “Belki onu şu
büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun” dedi. Bu çarpıcı cevap onları bir
anda şaşkına çevirdi. Birbirlerine “Siz haksızsınız” demeye başladılar. Fakat, çok
geçmeden kafalarında olan eski inançlarına dönerek, “Ey İbrâhîm! Bunların
konuşmayacağını kesin olarak sen de bilirsin” dediler. Ne diye bize böyle saçma bir
teklifte bulunuyorsun, demek istediler. Zâten Hz. İbrâhîm (a.s.)’in asıl maksadı, onlara
putların konuşmayan, hareket etmeyen, âciz varlıklar olduğunu söyletmekti. Bunun
üzerine dedi ki: “O halde, Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek
olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar
olsun! Siz aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Enbiyâ, 21/ 62-67)
Böylece İbrâhîm (a.s.), keskin zekası ve ikna kabiliyeti sayesinde puta tapanları
kendi silahlarıyla vurmuş, putların âciz yaratıklar olduğunu bizzat kendilerine
söyleterek onları susturmuştur. Hz. İbrâhîm (a.s.) üstün zekasıyla Nemrud’u da şaşkına
çevirmesi de onun zekasına bir örnektir. Kur’ân-ı Kerîm bu tartışmayı şöyle hikâye
eder:
“Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrâhîm ile Rabbi hakkında
tartışanı görmedin mi? İbrâhîm; “Rabbim, dirilten ve öldürendir” demişti, O;
“Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. İbrâhîm; “Şüphesiz Allah güneşi doğudan
getiriyor, sen de batıdan getirsene” dedi. İnkârcı, şaşırıp kaldı. Allah, zâlimleri
doğru yola eriştirmez.” (Bakara, 2/258)
2. Emânet:
Emânet, “emîn ve güvenilir olmak” demektir. Peygamberler tebliğ görevlerini
yerine getirirlerken Allah’tan aldıklarını eksiksiz olarak insanlara ulaştırırlar.
Peygamberler, özellikle vahiy konusunda güvenilir kimselerdir. Başta Hz. Muhammed
olmak üzere bütün peygamberler son derece emîn, güvenilir insanlardır. Allah’tan
aldıkları vahyi, ilâhî emir ve yasakları büyük bir titizlikle insanlara ulaştırmışlar,
bunlarda bir eksiklik yapmamışlar, bir ilavede bulunmamışlardır.
“Allah’ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve
O’ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter” (Ahzâb,
33/39) âyeti, Peygamberlerin Allah’tan aldıkları ilâhî buyrukları hiç kimseden
korkmadan insanlara ulaştırdıklarına delildir. Bütün peygamberler yüklendikleri ilâhî
elçilik görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmişlerdir.
Hz. Peygamber, vahyi, kendi aleyhinde olsa bile asla saklamadan, hiçbir
değişiklik yapmadan insanlara ulaştırmıştır. Peygamberler, sadece vahiy konusunda
değil, her konuda güvenilir kimselerdir. İslâm’dan önce müşrikler bile onu
Muhammedu’l-emîn olarak anmışlardır. Zaten aksi bir durum hiçbir peygambere
yakışmaz ve ayette ifade edildiği gibi hesabı kıyamette sorulurdu: “Hiçbir
peygamberin emanete hıyanet etmesi düşünülemez. Kim hıyanet ederse, kıyamet
günü, hıyanet ettiği şeyle birlikte gelir. Sonra da hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın
herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir.” (Âl-i İmrân, 3/161)
3. İsmet:
İsmet, “peygamberlerin, günahlardan uzak olma” melekesidir. Ehl-i Sünnete göre
sadece peygamberler mâsûmdur. Şia’ya göre, imamlar da peygamberler gibi mâsûmdur.
İnsanlar, dünya ve âhiret mutluluğunu, Allah’ın elçileri peygamberlerden öğrenecekleri
N ü b ü v v e t | 169
4. Sıdk:
Sıdk ve sadâkat, “doğruluk” demektir. Peygamberler, son derece doğru ve dürüst
(sâdık) insanlardır. Asla yalan söylemezler; çünkü bu durum peygamberlere yakışmaz
ve peygamberlikle bağdaşmaz. İnsanlar haklı olarak yalancılara güvenmezler. “Kur’ân,
âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer Muhammed, Bize karşı, ona bazı sözler
katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
Hiç biriniz de onu koruyamazdınız”(Hâkka, 69/43-47) âyeti, peygamberimizin ve
bütün peygamberlerin Allah’tan insanlara tebliğ ettikleri şeylerde doğru olduklarının
delilidir.
Peygamberimiz, çocukluğundan beri doğruluğu ve dürüstlüğü ile ün yapmış,
“Muhammedu’l-emîn (güvenilir Muhammed)” diye meşhur olmuştur. Hiç kimse onun
yalan söylediğine şâhit olmamıştır. Düşmanları müşrikler bile onun doğru olduğunu
itiraf etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Medine’de devlet kurduktan sonra peygamberimizin mektup gönderdiği devlet
adamlarından birisi de, Bizans İmparatoru Herakliyüs’tür. Herakliyüs, Hz.
Muhammed’in peygamberlik iddiasını araştırmak için Şam’a yaptığı bir seferinde
Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan’la görüşmüş ve tercümanlar aracılığıyla Ebû
Süfyan’a bir takım sorular sormuştur. Bu sorulardan birisi, Hz. Muhammed’in yalan
söyleyip söylemediği ile ilgili idi. Bu soruyu henüz o zaman müslüman olmayan Ebû
N ü b ü v v e t | 171
5. Tebliğ:
Peygamberlerin, Allah’tan aldıkları ilâhî bilgileri insanlara ulaştırmalarına
“tebliğ” denir. Peygamberlerin temel görevi, “Peygamber’e düşen sadece apaçık
tebliğdir” (Nûr, 24/54; Ankebût, 29/18) ayetlerinin de işaret ettiği üzere Allah
Teâlâ’dan aldıkları vahyi değiştirmeden insanlara ulaştırmaktır. Tebliğ görevlerini ifa
esnasında Allah Teâlâ daima onların yardımcısı ve koruyucusu olmuştur. Nitekim
Kur’ân’da; “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu
yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.
Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez” (Mâide, 5/67) buyrulur. Allah Teâlâ,
peygamber göndermedikçe kullarını azap etmeyeceğini haber vermektedir:
“Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa
kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü
yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsrâ, 17/15)
“Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana
merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak
halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” (Kasas, 28/59)
Böylece kıyâmet günü insanların “Yâ Rabbi! Kimse bize bir şey söylemedi” diye
özür beyan etmelerine mazeret ve bahane üretmelerine imkân kalmamıştır.
etmektir. 2. İnsanların hepsinin aklı eşit seviyede değildir. Bazılarının bildiğini bazısı
bilemeyebilir ve kıskançlık gibi sebeplerle bilenlere uymak istemeyebilirler. 3.
Peygamberler daha çok aklın tek başına hüküm veremeyeceği ibadet şekilleri vs.yi
anlatmışlardır. 4. Eğer peygamberin getirdiği husus akılla da biliniyorsa bu tekid
edilmiş olur. Yok eğer bilinmiyorsa öğrenilmiş olur. Her iki durumda da
peygamberlikten müstağni kalmanın imkansızlığı ortaya çıkmış olur. 5. Peygamberler
ilâhî rahmetin bir eseri olarak insanların ancak uzun meşekkatler ya da kayıplarla elde
edebilecekleri bilgileri onlara kısa yoldan öğretmişlerdir. Nasıl maddî zehirlerin zararını
tadarak bulmaya çalışmak tehlikeli ise ve bu konuda bir bilenin verdiği bilgiler hayat
kurtarıcı ise peygamberlerin getirdiği manevi esaslar da böyledir. 6. İnsanların
akıllarıyla buldukları esasların peygamberlerinki kadar yaptırıma ve dolayısıyla etkiye
sahip olmadığı hatırda tutulmalıdır. Bir şeyi bilmek ayrı onu uygulamak ayrıdır. İşte
vahyin ve peygamberliğin esas burada etkili olmaktadır. 7. Akıl hasen ya da kabihi
ayrıntılarına girmeden bazen tam olarak künhüne vâkıf olmadan bilebilir. Ancak bir
şeyin iyi ya da kötülüğü ancak tafsilatıyla bilinince anlaşılabilir.
Peygamberlerin İnsan Olması Yönünden: Peygamber de gönderildiği toplum
da insandır. O halde bu ikisi arasında bir ayrım yapmak insanlara arasında ayrım
yapmaktır, adalete uymaz. Tarih boyunca peygamber olduğu iddia edilenler hep
insanlardan olmuştur. Halbuki Allah gerçekten peygamber göndermek isteseydi
meleklerden gönderirdi. Cevap: İnsan dünya hayatına imtihan için gönderilmiş, ilahi
buyruklara uyma ya da uyma hususunda hür bırakılmıştır. Eğer insanlardan değil
meleklerden elçiler gönderilseydi onlara inanmak dışında seçenekleri kalmazdı ve bu da
imtihan espirisine aykırı bir durum olurdu.
Hikmet Açısından: “Allah Hakîmdir. Uymayacaklarını bildikleri halde insanlara
emir ve yasaklar bildiren peygamberler göndermesi manasızdır, hikmetine uymaz”
Şeklindeki iddia da çeşitli yönlerden geçersizdir. Birincisi insanların tamamı
peygamberlere uymuyor değildir. Kaldı ki bu bir imtihan vesilesidir. Allah peygamberi
vasıtasıyla doğruyu göstermiştir, ona uyup uymamak kişilere kalmıştır. Ayette de işaret
edildiği üzere Allah dileseydi herkes inanırdı fakat zorlamayla gelen bu tür bir iman
dünya hayatının bir imtihan olduğu ilkesine uymazdı.
Mucizeler Açısından: Bu da iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Birincisi mucizeleri
tamamen imkansız kabul edenler. İkincisi ise mucizeler mümkün olsa da bununla
peygamberliğin ispatlanamayacağını iddia edenler. Bu konu mucize kısmında
görülecektir.
Peygamberliğin İspatı
Peygamberlik aklen mümkün, tarihen sabit bir kurumdur. Peygamberliğin imkânı
terinse düşünecek olursak muhal yani imkansız olmaması demektir. Bu meseleye de
peygamberi gönderen Allah teâlâ ve gönderilen peygamberler yani insan açısından
bakılabilir. Cenâb-ı Allah bütün yetkin sıfatlara sahip eksikliklerden ve acizlikten de
uzaktır. Bunun bir gereği olarak O irâde ve kelâm sahibidir yani O mürîd ve
mütekellimdir. İşte nübüvvet bu sıfatların tecellisi olarak görülebilir. Nübüvvet
imkânsız olsaydı “Allah mahlukatıyla iletişim kuramaz, O’nun kelam sıfatı tecelli
etmez” demeyi, bu da Allah hakkında acziyetin düşünülmesini gerektirir ki bu Allah
hakkında düşünülemez, hakikate aykırıdır. Diğer taraftan Allah’ın İradesini kullarına
bildirmesi de nübüvvet ile olmuştur. Allah rahmeti ve lütfuyla insanlara nübüvvet
aracılığıyla onların akıllarıyla kavrayamayacakları ya da kısa zamanda erişmeleri
mümkün olamayacak bilgileri bahşetmiştir. İlâhî açıdan durum bu minvaldedir. Vahye
muhatap olan insan açısından yani peygamberler açısından bakıldığında da farklı bedeni
ve ruhî kabiliyetlere sahip insanların varlığı aşikârdır. Bunlar arasından bazısının fizik
ötesi âlemle irtibat kurmaları yani peygamberlikle şereflenmeleri de mümkündür.
Peygamberlik nazarî olarak imkân dairesinde olduğu gibi Hz. Âdem’den Hz.
Muhammed’e kadar peygamberler gönderildiği de tarihen sabittir. (Bekir Topaloğlu,
Yusuf Şevki Yavuz, İlyas Çelebi, İslam’da İnanç Esasları, İstanbul 2011, s.150 vd.)
Peygamberin doğruluğunun nasıl bilineceği konusunda genellikle kelâm âlimleri
mucizeyi ön plana çıkarmaktadır. Bununla birlikte farklı görüşler de bulunmaktadır.
Meselâ Fahruddin er-Razi, peygamberliği isbatta insanın nazarî ve amelî yönden yani
kuram ve eylem yönünden yetkinliğe sahip olması ve diğer insanların söz konusu
güçlerini yetkinleştirmesini kıstas almaktadır. Buna göre bazı insanlar hem teoride hem
uygulamada yetkindir. Ancak başkalarını yetkinleştiremezler. Peygamberler ise
kendileri kemâl seviyesinde oldukları gibi başkalarının da mükemmelleşmesine
yardımcı olurlar. Onların bu durumu peygamber olduklarının da isbatıdır. Râzi’ye isnad
edilen bu delillendirme yöntemi burhân-ı limmî olarak adlandırılmaktadır. Gazâlî, el-
Munkizu mine’d-Dalâl adlı eserinde tecrübî delili öne çıkarmaktadır. Buna göre
peygamberin doğruluğu, onun getirdiği esasları bizzat yaşayarak, tecrübe ederek
anlaşılır.
Mucize:
Mucize aciz bırakan şey anlamındadır. Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin
gösterdiği ve benzerini meydana getirmek hususunda herkesi âciz bırakan hadiseler
Kelam literatüründe mucize olarak adlandırılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de mucize lafzen geçmemekte fakat bu manada daha çok âyet,
beyyine, burhan, sultan, hak, Furkan kelimeleri bulunmaktadır. Mucize teriminin hicrî
IV. Asırdan itibaren Kelâm kitaplarında yer almaya başladığı ifade edilir. Bir olayın
mucize olarak adlandırılması bazı şartları taşımasına bağlanmıştır. Bunlar: Olağanüstü
olması, iddia sahibinin iddiasına uygun onu doğrulayacak şekilde meydana gelmesi,
doğrudan ya da dolaylı şekilde ilâhî bir fiil olması, peygamberlik iddiasıyla birlikte
olması ve meydan okuma vasfı taşıması, peygamberin güvenilirliğini zedeleyecek
herhangi bir şüpheye mahal bırakmamasıdır. Mucizeler algılanmaları bakımından üç
kısımda ele alınmıştır: Duyulara hitap eden, onlarla algılanabilen hissî mûcizeler;
geçmiş ya da gelecek zamana ait gaybî bilgileri veren haberî mucizeler ve insanların
aklına hitap eden aklî ya da manevî mûcizeler (Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelam
Terimleri Sözlüğü, s. 219)
N ü b ü v v e t | 177
SORULAR
1. Hata ile unutarak ve yanılarak işlenen fiillere ne denilmiştir?
A) Kebâir
B) Sağîra
C) Cürüm
D) Günah
E) Zelle
2. Peygamber kelimesi hangi dilden Türkçe’ye geçmiştir?
A) Urduca
B) Arapça
C) Farsça
D) Süryânice
E) Sanskritçe
3. Aşağıdakilerden hangisi Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin gösterdiği ve
benzerini meydana getirmek hususunda herkesi âciz bırakan hadise anlamında
Kur’ân’da kullanılan kelimelerden biri değildir?
A) Ayet
B) Beyyine
C) Furkan
D) Mucize
E) Sultan
4. Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerin zeki olması anlamında kullanılmaktadır?
A) Emanet
B) Tebliğ
C) İsmet
D) Sıdk
E) Fetanet
5. Aşağıdakilerden hangisi hatmu’n-nübüvve inancına aykırı görüşlere sahiptir?
A) Eşariyye
B) Hariciyye
C) Bâbiyye
D) Cehmiyye
E) Mutezile
CEVAPLAR
1. e İsmetle ilgili bilgilere bkz. 2. c Peygamberliğin tanımı konusuna bkz. 3. d
Mucizeyle ilgili bilgilere bkz. 4. e Peygamberlerin özellikleri kısmına bkz. 5. C
hatmu’n-nübüvve konusuna bakınız.
KAYNAKLAR
Avni İlhan, “Şia’da Usûlü’d-Din”, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik
Sempozyumu, İstanbul 1993, s. 409-433.
Fahreddin Râzî, Metâlibu’l-‘âliye mine’l-ilmi’l-ilâhî (nşr. Ahmed Hicâzî es-
Sekkâ), I-IX, Beyrut 1407/1987.
Mustafa Sinanoğlu, Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerîm’de Nübüvvet,
İstanbul 1995, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi.
Mehmet İlhan, Hatmu’n-Nübüvve Açısından Nebî-Resûl Farkına Bir Bakış,
EKEV Akademi Dergisi, 2010, sayı 42, s. 69-83.
Osman Karadeniz, “Filozof-Peygamber İlişkisi”, Dokuz Eylül Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1998, sayı: 10, s. 19-43.
-İlim ve Din Açısından Mucize, İstanbul 1999.
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, et-Tefhîmâtü’l-İlâhiyye, I-II
SÖZLÜK
Fa’âlün limâ yürîd: Dilediği her şeyi dilediği anda ve şekilde yapan, var eden.
Vasıf:Nitelik,özellik,sıfat.
ÜNİTE 9
İMAN VE MÂHİYETİ
AMAÇLAR
İÇİNDEKİLER
İman Kavramı
İman-İslâm Kavramlarının Karşılaştırılması
İman-Amel İlişkisi
İmanda Artma-Eksilme
İmanda İstisnâ
Mukallidin İmanı
İman Esasları
b) İman Esaslarının Tespiti
c) Allah’a İman
d) Meleklere İman
e) Peygamberlere İman
f) Kitaplara İman
g) Âhirete İman
h) Kadere İman
ÖNERİLER
ANAHTAR KELİMELER
İman
Tasdik
İslâm
Amel
Büyük günah
Taklid
Âmentü
GİRİŞ
İman kavramı, İslâm düşüncesinin temel disiplinlerinin hemen hepsinde yer alan
en önemli dinî kavramlardan biridir. Bu durum aynı zamanda vahyin geliş sürecinde
fiilî olarak kendini göstermektedir. Kur’an, kafaları ve kalpleri karışmış bir toplumdan,
sağlam ve kararlı bir inananlar/müminler toplumu inşâ etmenin bütün süreçlerine işaret
eder. Bu açıdan, ilahî kelâmın ilk tâbilerinin birinci vasıfları, hiç şüphesiz müminler
olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sas) döneminin Müslümanları, Kitap ve Sünnet’in
kendileri için belirlemiş olduğu hayat tarzını, bilgi/düşünce, duygu ve eylem
boyutlarının tamamında en güzel şekilde yaşayabilmek için olanca gayret
göstermişlerdir. Özellikle Müslüman toplumunun ilk üyeleri olan Sahabe nesli, mümin
olmanın anlamını gösteren örnek bir yaşam sergilemişlerdir.
Bununla birlikte, özellikle Hulefâ-i Râşidîn döneminin ilerleyen yıllarında İslâm
coğrafyasının fetihler ile genişlemesine bağlı olarak topluma katılan yeni üyelerin dinî
durumları, Müslümanların bilgi ve görgü seviyelerinde bir takım farklılıkların ortaya
çıkmasına zemin hazırlamıştır. Söz konusu farklılıklar zaman içerisinde İslâm
toplumunda bazı fitnelerin ve Müslümanların arasında kargaşanın vücut bulmasına yol
açmıştır.
İslâm toplumunun birlik ve bütünlüğünün hem siyâsî hem de sosyal açıdan
bozulmasının sonuçlarından biri de, kimin mümin olduğu yolundaki tartışmaların
oldukça hararetli bir şekilde yaygınlık kazanmasıdır. Tarihî ve sosyal gerçekliğe tekabül
eden bu durumlar, zaman içerisinde Kelâm ilminin konusu haline gelmiş, imanın tanımı
ve mahiyeti hakkındaki değerlendirmeler teorik olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Dolayısıyla burada inceleyeceğimiz konuların, böyle bir arka plana sahip olduğu
hatırdan çıkarılmamalıdır. Diğer bir ifadeyle söz konusu meseleler, sadece spekülatif
tartışmalar olmayıp, Müslümanların gündelik hayatlarına, onların toplumun birer üyesi
olmalarıyla alakalı hususlara kadar uzanan geniş bir alanla ilgilidir.
İMANIN TANIMI MESELESİ
Sözlükte, e-m-n (ن-م- )أkökünden türeyen emân, emânet gibi sözcükler, öz
itibarıyla korku durumunun bulunmaması, güvenlik hissi gibi duygusal durumların yanı
sıra, emîn olmak gibi bilişsel halleri de içermektedir. İf’al babına uyarlanarak elde
edilen iman tabiri de, bu duygusal ve bilişsel durumları barındırmasının yanında, bir
şeyi doğru bulmak, doğruluğunu onaylamak, tasdik etmek anlamlarında
kullanılmaktadır (bkz. Cevherî, Sıhah, V, 2071). Nitekim bir şeyi doğrulama, tasdik
etme anlamı Kur’an-ı Kerîm’de de mevcuttur: “…Fakat biz doğru söyleyenler olsak
da sen bize inanmazsın/ bizi tasdik etmezsin” (Yusuf, 12/17). Bundan dolayı dilcilere
göre iman tabirinin tasdik etme anlamı ön plana çıkmaktadır (bkz. Râgıb el-İsfehânî, el-
Müfredât, s. 26).
Kelam ilmi terminolojisinde ise, iman kavramının tanımı ve onu oluşturan
unsurların neler olduğu konusu itikadî mezheplerin yaklaşımlarına göre farklılıklar arz
etmektedir. Şimdi bu tanımlamalardan öne çıkan bazılarını burada aktaralım:
a) İman, kalbin bilgisi/mârifetidir. Bu görüşü kabul edenler, imanın, iman konusu
olan şeyler hakkında kalpte oluşan bir bilgi olduğunu, tasdik olmaksızın böyle bir
bilginin iman için yeterli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Cehmiyye’nin kurucusu Cehm b.
Safvan (128/745), Mürcie’den Ebu’l-Hüseyin es-Sâlihî (168/785) ve bazı Şiî grupların
bu görüşü paylaştıkları aktarılmaktadır (bkz. Ahmed Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı,
s. 21-22)
186 | S i s t e m a t i k K e l â m
‘Bakın bakalım! Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birini bulursanız onu
cehennemden çıkarın’ diyecektir.” (Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İman, 15; Müslim, el-
Câmiu’s-Sahîh, İman, 82) hadîs-i şerifi bunun örnekleri arasında gösterilebilir.
d) İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ve onun
yolunda giden bazı Hanefî fakihlerin benimsediği bu yaklaşıma göre tasdik, imanın
esasını oluşturan unsurdur. Ancak Arap dilinde tasdik, kalp ile olduğu gibi, dil ile de
ilişkilendirilmektedir. Buna bağlı olarak tasdikin, herhangi bir engel bulunmadığı
durumlarda, her ikisiyle de gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Kalp ile tasdik, kişide her
halükarda bulunması gereken bir rükündür; dil ile ikrar ise, fiziksel bir engel veya
zorlama altında geçici olarak bulunmayabilir. Ancak hiçbir engeli bulunmadığı halde
imanını dil ile ifade etmeyenlere mümin denmez. Çünkü bu durum, inat etme, ayak
direme olarak algılanmaktadır.
Ebû Hanîfe, tasdikin kalp ve dil ile gerçekleşmesi halleri üç sınıfta toplamaktadır.
Buna göre, kalbinde tasdik bulunup bunu dili ile ifade edenler, hem Allah Teâlâ katında
hem de insanların yanında mümindir. Kalbinde tasdik bulunduğu halde, bunu dili ile
yerine getirmeyenler, Allah katında mümin olmakla birlikte insanların nazarında mümin
kabul edilmez. Kalbinde tasdik olmadığı halde dili ile iman ikrarında bulunan kişi ise,
Müslümanlara göre mümin kabul edilse de Allah katında münafıktır. Çünkü insanlar
onun kalbinde olanı bilemezler, bilmeleri de gerekmez. (bkz. Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-
Müteallim (İmâm-ı Âzam’ın Beş Eseri içinde), s. 13-14).
e) İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve beden ile amel etmektir. Bu görüşü
Hâricîler, Mu’tezile, Zeydiyye, Ashabu’l-Hadîs/Selefiyye ve bazı Sünnî fakihler
benimsemektedirler. Amelin imana dâhil bir rükün olarak kabul edilmesi hususunda
hepsinin ortak bir kanaati olmakla birlikte, imanın oluşması ve bozulması durumlarıyla
ilgili olarak birbirlerinden farklı hükümler ileri sürmüşlerdir.
Hâricîlere göre, imanın tanımında yer alan amel rüknünde ortaya çıkan bir kusur,
yani kişinin Allah Teâlâ tarafından emredilenleri terk etmesi veya yasaklanan fiilleri
işlemesi, onu imandan çıkarır. Böyle bir kişi hakkında verdikleri hüküm, küfürdür.
Onlara göre büyük günah işleyenlerin tamamı kâfir olduğu gibi, bazı Hâricîler küçük
günahları işleyenleri de kâfir saymaktadırlar. Onlar kendi görüşlerini desteklemek
amacıyla şeytanın Allah Teâlâ’yı bilmesi ve rab olarak kabul etmesine rağmen Hz.
Âdem (as)’e secde etme emrini ihlal etmesi sebebiyle kâfir olması kıssasını hatırlatırlar.
(bkz. Mehmet Bulut, “İman ve Mahiyeti”, s. 41).
Mu’tezile’ye göre amel, imanın tanımına dâhil bir rükündür. Hatta onlardan
bazıları, farzların yanı sıra nafilelerin de iman kapsamında yer aldığı görüşündedir.
Buna göre, ibadetlerinde kusur gösteren veya büyük günah işleyen kişinin imanı makbul
bir iman değildir. Mu’tezile de Hâricîler gibi, bu durumdaki birinin imandan çıkmış
olduğunu benimserler. Ancak onlardan farklı olarak, bu kişinin küfre girmediğini, ikisi
arasında bir konumda (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğunu ileri sürerler. Bu
durumdaki kişinin ismi mümin de değildir, kâfir de. Ona fâsık denir. Fâsık olan,
dünyada mümin muamelesi görür, ancak tevbe etmeden ölecek olursa âhirette kâfir
konumunda bulunacaktır. Diğer kâfirler gibi ebedî cehennem cezasına müstahak
olacaktır. (bkz. Kâdı Abdülcebbar, Mu’tezile’de Din Usûlü, s. 139-145).
Başta Ahmed b. Hanbel (241/855) olmak üzere Ashâbu’l-Hadîsin önde gelen
isimleri ve İmam Mâlik (179/795), İmam Evzâî (157/774) ve İmam Şâfiî (204/819) gibi
Sünnî bazı fakîhler ise, amelin imana dâhil bir rükün olduğunu kabul etmelerine
rağmen, bu alanda ortaya çıkan kusur sebebiyle kimsenin imandan çıkmayacağı
görüşünü benimsemişlerdir. Onlar da Ehl-i Sünnet kelamcıları gibi, büyük günah
188 | S i s t e m a t i k K e l â m
doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş
oluyor.” (Hucurât, 49/17) âyetini örnek olarak zikredebiliriz. İmam Mâtürîdî’ye göre
bir kişinin bu iki kavramdan birini hak edip diğerini hak etmediği bir durumdan
bahsedilemez. Aksi takdirde Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerîm’de dile getirdiği mümin ve
kâfir sınıflandırmasına, üçüncü bir şıkkın daha eklenmesi gerekirdi. Oysa insanlar
âhiretteki halleri göz önüne alındığında Allah’ın rahmetine erecek olan müminler ve
O’nun azabına uğrayacak olan kâfirler olmak üzere iki sınıftır. “Müslüman”ın, bu
tasnifte müminden başkası olduğu iddia edilemez. (bkz. Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhîd
Tercümesi, s. 511-520). Diğer Mâtürîdî kelamcılar da genel olarak bu görüşü
benimsemişlerdir.
Eş’arî kelamcıların meseleye yaklaşımları ise daha farklıdır. Onlara göre, iki
kavram arasında bazı farklar bulunmaktadır. İman tasdik, islâm ise boyun eğme ve
kabul anlamlarına gelmektedir. Bu ise, islâm kavramının iman kavramına göre daha
geniş olduğu ve onu kapsadığı anlamına gelmektedir. Bir şeyi tasdik eden kişinin ona
boyun eğdiği söylenebileceği halde, bir şeye boyun eğenin onu tasdik etmesi zorunlu
değildir. İki kavram arasındaki ilişki şuna benzetilebilir: Her peygamber sâlih bir
kuldur; ancak her sâlih kul peygamber değildir. (bkz. Bâkıllânî, el-İnsâf, s. 56).
Eş’arîler, iman ve islâm kavramlarının birbirinden farklı manaya geldiğini
göstermek için çoğunlukla Hucurât 49/14 âyeti ile meşhur Cibrîl hadîsini delil olarak
kullanmaktadırlar.
Söz konusu âyet-i kerîmesinde Allah Teâlâ “Bedevîler, ‘inandık’ dediler. De ki:
Siz iman etmediniz; ama ‘islâm olduk/boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize
yerleşmedi…” (Hucurât, 49/14) buyurmaktadır. Buna göre, Allah Teâlâ, “iman ettik”
diyenlerin bu sözlerini kabul etmemekte, imanın onların kalbine henüz girmediğini
belirtmekte ve “eslemnâ” (islâm olduk/boyun eğdik) demelerini istemektedir.
Dolayısıyla âyette iki kavram belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmaktadır.
İmam Mâtürîdî ise, âyette geçen islâm tabirinin, dinî terminolojide kullanıldığı
şekliyle değil, sözlük anlamıyla geçtiğini belirterek, bu görüşü benimseyenlere itiraz
eder. Ona göre buradaki islâm tabiri, bunu söyleyenlerin Müslüman olmalarını değil,
Hz. Peygamber (sas)’in otoritesine teslim olma ve boyun eğme anlamını ifade
etmektedir. Zira dinî terminolojide islâm tabiri, hiçbir şeyi ortak koşmadan her şeyi
Allah’a ait kılmaktır. Oysa Bedevîlerin teslim oluşları Allah’a değil, müminleredir.
(bkz. Mâtürîdî, age, s. 513-514).
İki kavramının farklılığını ispat sadedinde ileri sürülen bahsi geçen hadîs-i şerifte
de Cebrâil (as), Peygamber Efendimiz (sas)’e gelerek iman, islâm ve ihsan kavramlarını
sormuş, ardından onun verdiği cevapları tasdik etmiştir. Bu sorular karşısında
Peygamber Efendimiz (sas)’in cevapları şu şekilde olmuştur: İman, Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere iman
etmendir. İslâm ise, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, hacca gitmen, Ramazan
orucunu tutmandır. (bkz. Müslim, Sahih, İman, 102; Tirmizî, Sünen, hadîs no: 2610;
vd.). Eş’arîlere göre bu hadîs-i şerif açık bir şekilde iman ve İslam kavramlarını
biribirnden farklı bir şekilde tarif etmektedir. Zira hadîste iman, kalbin fiili olarak,
tasdik anlamında açıklanırken; islâm, dil ve bedenin ameli olarak gösterilmiştir.
İmam Mâtürîdî, aynı hadîsin başka bir versiyonunda, ikinci olarak sorulanın
“islâm” değil, “şerâi’u’l-islâm” olduğu kaydını hatırlatarak, asıl olarak kastedilenin
islâma bağlı dinî hükümler olduğunu belirtir. (bkz. Mâtürîdî, age, s. 515-516).
190 | S i s t e m a t i k K e l â m
Ebû Hamîd el-Gazalî ise, iki kavram arasındaki ilişkiyi üç başlık altında inceler.
Buna göre iman ve islâm kavramlarının (a) aynı anlamda/müterâdif, (b) farklı
anlamlarda/muhtelif, (c) birbirinin içine geçmiş/mütedâhil şekillerde kullanımları
mevcuttur. Bu üç kullanım âyet ve hadîslerde mevcuttur. (bkz. Gazâlî, İhyâ, I, 299-307).
Dolayısıyla iki kavramın aynı anlama geldiğini kabul edenler de, ayrı olduğunu
savunanlar da, kendi görüşlerini destekleyen deliller bulabileceklerdir.
İmâm-ı Âzam da, iki kelime arasında dilsel açıdan bir fark olduğunu kabul
etmekle birlikte, ikisinin birbirinden ayrılması mümkün olmayan, aksine birbirini
gerektiren kavramlar olduğu görüşündedir. Ona göre iman ve islâm, sırt ve karın gibi
birbirine yapışık kavramlardır. İmansız islâm olmayacağı gibi, islâmsız iman da var
olamaz. (bkz. Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber, s. 58).
Bu son nokta, Ehl-i Sünnet kelamcılarının tamamı tarafından kabul edilmiş ve
buna bağlı olarak mümin ve Müslüman tabirlerinin kullanımında bir ayrıma
gidilmemiştir.
İMAN-AMEL İLİŞKİSİ
İmanla ilgili konular içerisinde belki de en çok tartışılan meselelerin başında
amelin imana dâhil olup olmadığı sorunu gelmektedir. Konunun, Hz. Ali döneminde
yaşanan iç karışıklıklar esnasında özellikle Hâricîlerin tutumları ile oldukça büyük bir
probleme dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Sıffîn savaşını takip eden hakem olayını bahane eden Hâricîler, “Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 5/44) âyetine
dayanarak, Allah Teâlâ’nın Kitab’ıyla bildirmiş olduğu hükümlerin dışına çıkanları
kâfir olmakla itham etmişlerdi. Bu tavır, özellikle büyük günah işleyenlerle, Allah’ın
emirlerine itaatte kusur gösterenlerin durumları hakkında İslâm toplumunda kafaların
karışmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan bazı Hâricî önderlerin etrafında gruplaşan
insanlar, Müslümanlar arasında terör estirmeye varan şiddet eylemlerini de
uygulamışlardır. Dolayısıyla Hâricîler, ameli imanın içerisinde gören gruplar arasında
en sert ve tavizsiz tarafı temsil etmektedir.
Bu katı tutumun, daha ılımlı bir versiyonu daha sonraları Mu’tezile tarafından ileri
sürülmüştür. Mu’tezile’nin kurucusu kabul edilen Vâsıl b. Atâ (131/748), Hârîcîlerin
iddiaları bağlamında büyük günah işleyen (mürtekib-i kebîre) bir kişinin durumu
hakkında Hasan-ı Basrî’ye sorulan bir soruya, böyle bir kişinin fâsık olduğu, imandan
çıktığı, fakat küfre girmediği, ikisi arasında bir konumda (el-menzile beyne’l-
menzileteyn) bulunduğu, şayet tevbe etmeden ölecek olursa âhirette ebediyen
cehennemde kalacağı şeklinde cevap verir. Bu görüş, aynı zamanda Mu’tezile’nin kabul
ettiği beş prensibin (usûl-i hamse) tarihsel olarak ilk ortaya çıkanıdır. (bkz. Şerafeddin
Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm, s. 42). Onların fâsığı mümin saymama sebebi, Allah
Teâlâ’ya iman ettikten sonra bu imanla hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak olan kötü bir
fiili işlemiş olmasıdır. Onlar büyük günahı işleyenin, böyle bir eylemi engelleyecek
kadar imanı olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Diğer taraftan kâfir olarak görmeme
sebebi ise, bu kişinin Allah Teâlâ’yı inkâr ettiğine dair bir beyanın bulunmamasıdır.
Zira büyük günah her ne kadar kötü bir eylem olsa da, içinde Allah’ı açıkça inkâr fikri
bulunmamaktadır. Onlara göre, büyük günah işleyenin yapması gereken, imana
dönüşünün bir göstergesi olarak tevbe etmektir. Aksi takdirde imanının yokluğuna
hükmedilecektir. Fakat bunu bilebilecek olan sadece Allah Teâlâ olduğu için, bu hüküm
de O’nun tarafından âhirette verilecektir.
Mu’tezile’nin bu görüşünün Hâricî görüşten ayrıldığı bazı noktalar mevcuttur.
Öncelikle Mu’tezile, büyük günah işleyenleri, doğrudan kâfir statüsünde
İ m a n v e M a h i y e t | 191
birlikte Allah’ın kendisini affedeceği ümidini taşır. (Ebû Hanîfe, age, s. 19). Bundan
dolayı onlara kâfir değil, âsi/günahkâr mümin denir. Ayrıca bazı özel durumlarda
müminler amelden muaf tutulmuşlardır. Örneğin hastalığı sebebiyle bir kimseye
“orucunu bırakabilirsin” denildiği halde “imanını bırakabilirsin” denmez. (Ebû Hanîfe,
el-Vasiyye, s. 60). Eğer amel imanın rükünlerine dâhil olsaydı, amelini terk edenin
imanını da terk etmesi mümkün olurdu. Oysa din böyle bir şey vaz etmemiştir.
Ehl-i Sünnet kelamcıları da, İmâm-ı Âzam’ın ortaya koyduğu temel prensiplere
sahip çıkarak amelin imana dâhil olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. İmam Mâtürîdî,
büyük günah işleyenin imandan çıkmayacağı meselesini pek çok âyet-i kerîmeye
dayanarak kabul etmekte ve karşı görüş ileri sürenlere de cevaplar vermektedir. (Bkz.
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd Tercümesi, s. 417-468). Eş’arî kelamcılar da aynı görüşleri
benimsemektedirler. Amelin imana dâhil olmadığını gösteren uzun bahisler Eş’arî
Kelâm kitaplarında da mevcuttur. Örneğin Âmidî, amelin imana dâhil olduğunu ve
tasdikten ibâret olmadığını benimseyenlerin ileri sürdüğü on beş delili tek tek ele alarak
inceler ve bunlara cevaplar verir. (bkz. Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr, III, 313-328). Bu
delillerden en çok bilinenlerinden birisi de, bazı âyetlerde yer alan “iman edenler ve
sâlih amel işleyenler…” şeklindeki terkiptir. Ehl-i Sünnet kelamcılarına göre, eğer
iman ve amel aynı şey olsalardı, birbirlerine atfedilmeleri dil kuralları açısından doğru
olmazdı. Ayrı şeyler olmaları sebebiyle aralarında atıf ilişkisi kurulabilmektedir.
İmanla amel arasındaki ilişki hakkında görüş ileri sürenler arasında belirtilmesi
gereken diğer bir grup da, aşırı Mürciîlerdir. Onlara göre, kâfire itaatin fayda vermemesi
gibi, günahlar da mümine zarar vermez. Diğer bir ifadeyle mümin kişi, günahlar içinde
yaşıyor olsa da, imanı onun âhirette cezalandırılmasını engeller. Günahlarından dolayı
asla azap görmez. (Bkz. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, I, 162).
Buraya kadar farklı mezheplerden aktardığımız görüşler, imanla amel arasında
kurulan ilişkiyi, tartışma konusu edilen kişinin mümin olarak isimlendirilmesi açısından
ele almaktadır. Dolayısıyla mesele büyük ölçüde büyük günah işleyenlerin veya ilahî
emirleri terk edenlerin mümin, fâsık, münâfık veya kâfir isimlerinden hangisini almaya
lâyık olduğu üzeredir. Ancak Kur’an-ı Kerîm’e baktığımızda, imanla salih amel
arasındaki ilişkinin çok daha farklı boyutlarıyla ele alındığını görmekteyiz. Bu sebeple
burada bu hususa da kısaca değineceğiz.
Mümin, saygı ve hürmet içerisinde namazı kılan ve buna devam eden, boş ve
yararsız şeylerden yüz çeviren, zekât veren, iffetini koruyan, emaneti gözeten
ve sözlerini yerine getiren insandır. (bkz. Müminun, 23/1-9).
Mümin, üstünlüğün imanında olduğunu bilendir. (bkz. Âl-i İmrân, 3/139)
Mümin, şeytanın pazarladığı, şirk, küfür, nifak, zulüm gibi aşağılık
hasletlerden uzak duran kişidir.
Mümin, insanlığın hayrı için var olan kişidir. (bkz. Âl-i İmran, 3/110).
Mümin, insanlığın selameti için barışı esas alandır (bkz. Bakara, 2/198).
Mümin, Allah’ın kendisine verdiklerini, ihtiyaç sahipleriyle paylaşan,
cimriliğe tenezzül etmeyendir (bkz. Bakara, 2/254). Bunu yaparken insanların
karşısında böbürlenmeyen ve yaptığını başa kakmayandır. (bkz. Bakara,
2/264).
Mümin, şartlar ne olursa olsun sabır gösterendir. (bkz. Bakara, 2/153).
Mümin, içinde yaşadığı toplumun iktisadî ve sosyal dengelerini bozan fâiz,
tefecilik, zina, içki, kumar gibi kötülüklerden uzak durarak, birlikte yaşadığı
insanlara saygı gösteren ve onları koruyandır. (bkz. Âl-i İmran, 3/130; Mâide,
5/90).
Mümin, kendi aleyhine olsa bile, adaleti ayakta tutmak için şahitliği dosdoğru
yapandır. (bkz. Nisâ, 4/135).
Mümin, aşırılıklardan uzak duran, dengeli bir hayat süren insandır. (bkz.
Enfal, 8/26-27).
Mümin, ayağı sürçüp günaha düştüğünde, tevbe ile yine doğrulan ve doğru
yolda olmaktan ve Rabbine yönelmekten vazgeçmeyen insandır. (bkz. Zümer,
39/53-54).
Mümin, kendisine hata yapanlara karşı intikamcı değil, affedicidir. (bkz. Âl-i
İmran, 3/134).
Mümin, cömertlikte o kadar ilerdir ki, din kardeşinin ihtiyacını karşılarken onu
kendi nefsine tercih eder. O bir fedakârlık âbidesidir. (bkz. Haşr, 59/9).
Mümin hakkında burada söz konusu ettiğimiz ve etmediğimiz pek çok âyet-i
kerîme, imanı, insanı her açıdan mükemmelliğe yönlendiren değerler sisteminin
temeli olarak gösterir. Bu üstün niteliklerin somutlaşmış hali Peygamber Efendimiz
(sas) ve onun yakın dostları vasıtasıyla gözler önünde durmaktadır. Dolayısıyla
Kur’an’ın imanı, gerçekleştirilemez ütopik bir ideal değil, insan hakikatini dosdoğru
gören ve ona göre değerler üreten gerçekçi bir yapıdır.
İMANDA ARTMA-AZALMA
İmanın mahiyeti hakkındaki tartışmalardan birisi de imanın artma/ziyade ve
azalma/noksan kabul edip etmediği ile ilgilidir.
İmanın tanımında kalp ve/veya dil ile tasdik fikrini benimseyenler, imanın, iman
edilecek şeylerin sayısal olarak artması veya azalması bakımından ziyadelik ve
noksanlık kabul etmediği görüşündedirler. Zira tasdik, bölünemez tek bir niteliktir; ya
vardır ya da yoktur. Tereddüt ve şüphe gibi şeyler, imanın olmadığını gösterir. Çünkü
tasdik anlamındaki iman, kesinlik ister. Bu duruma değinen İmâm-ı Âzam, imanın
artmasının, küfrün azalması, imanın azalmasının ise küfrün artmasıyla mümkün
olabileceğini; oysa bir kişinin aynı anda hem mümin hem kâfir olmasının imkânsız
olduğunu hatırlatır ve bu fikri reddeder. (bkz. Ebû Hanife, el-Vasiyye, s. 60).
194 | S i s t e m a t i k K e l â m
Genel olarak, amelin imana dâhil olduğunu kabul edenler, kişinin yerine getirdiği
veya getirmediği ameller sebebiyle onun artıp eksilebileceği görüşünü
benimsemektedirler. İtaat konusu olan ibadetlerden herhangi birini yapan kişi, bununla
daha önceki durumunun üzerine bir ekleme yapmış olması sebebiyle imanını artırmış
olmaktadır. Amelin imanın bir parçası olduğunu göstermek için ileri sürülen bütün
delillerin yanı sıra imanın artmasından bahseden bazı âyet-i kerîmelerin de bu görüşü
desteklediği ileri sürülmektedir. Örneğin “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman kalpleri titrer. Karşılarında Allah’ın âyetleri okununca, bu onların
imanını artırır.” (Enfal, 8/2), “Bir kısım insanlar müminlere ‘düşmanlarınız size
karşı bir araya geldiler, onlardan korkmalısınız’ dediklerinde bu söz onların
imanlarını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler” (bkz. Âl-i
İmran, 3/173) gibi bazı âyetler, imanın artmasından açıkça bahsetmektedir.
Eş’arî kelamcılar, ameli imanın bir rüknü olarak kabul etmedikleri halde, bu
tartışmada imanın artma/azalma imkânı olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bununla
birlikte, Eş’arî kelamcılar, imanı tasdik olarak tanımlayanlara göre imanda
artma/azalma olmasının mümkün olmadığını belirtirler (örneğin bkz. Âmidî, age, III,
329). Ancak onlar, bu konuda vârid olan âyet ve hadîslerin zâhirine muhalefet etmemek
için artma ve azalmayı kabul etmişler; ancak bunun tasdik açısından değil başka
yönlerden olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin Bâkıllânî, imandaki artma/azalmanın,
imanın neticelerinden olması bakımından zaman zaman iman olarak isimlendirilen söz
ve amelde olduğunu söyler. Onun diğer bir açıklaması da imanın fazilet ve
mükemmellik yönünden birbirinden farklı olabileceği şeklindedir. Mesela, müminlerin
imanı, tasdik yönünden Peygamber Efendimiz (sas)’in imanıyla aynı seviyede olmakla
birlikte söylediğimiz açılardan farklılık arz etmektedir. (Bkz. Bâkıllânî, el-İnsâf, s. 56-
57). Nitekim bu noktayı Hanefî-Mâtürîdîler de kabul etmektedir. (bkz. Kılavuz, age, s.
51).
Sonuç olarak imanın, inanılacak şeylerin sayısı veya tasdikin niteliği bakımından
artma ya da azalmasının mümkün olmadığını, bununla birlikte kişiden kişiye
değişebilen derece ve kuvvetlerde bulunabilmesi bakımından artıp azalabileceğini
söyleyebiliriz.
İMANDA İSTİSNA
İmandaki kesinlik fikri, bütün Müslümanların ortak bir kanaati olarak imanda
şüphenin bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bu bağlamda “ben, inşaallah müminim”
diyen birisinin imanının söz konusu kesinliği ihlal edip etmediği tartışma konusu
edilmiştir. Zira bu cümledeki “Allah dilerse” kaydı, kişinin kendi kararlılığının dışında
bir istisnayı çağrıştırmaktadır.
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe
bulunmadığını belirterek, imanda şüpheyi ihsas eden ifadeleri söylemenin doğru
olmadığını kaydetmektedir. Ona göre “İşte onlar gerçekten mümin olanlardır…” (Enfal,
8/4) âyet-i kerîmesi bunu açıkça göstermektedir. Ayrıca o, böyle bir sözü, Peygamber
Efendimiz (sas) ve ashabının yollarından ayrılmak olarak görür. Zira onlar imanı
kendilerine herhangi bir istisna belirtmeden nispet etmişlerdir. (bkz. Beyâzîzâde, Ebû
Hanîfe’nin İtikâdî Görüşleri, s. 113-114). İmam Mâtürîdî’ye göre de bu söz, insan
zihninde şüphe uyandırmaktadır. Zira insanlar istisna ifadesini emin olunan kesin bilgi
alanında kullanmazlar. Aynı zamanda bu ifadeler, dindeki yaygın kullanıma da uygun
değildir. Diğer taraftan böyle bir anlayış ancak ameli imandan bir parça olarak gören
Mu’tezile, Hâricîler ve Haşviyye gibi grupların görüşleri esas alındığında muteberdir.
Çünkü onlar, günahın insanı mümin olmaktan çıkardığına inanmakla, insanın her an
İ m a n v e M a h i y e t | 195
imandan çıkmış olabileceğini kabul etmiş olmaktadırlar. (bkz. Mâtürîdî, age, s. 505-
510).
Eş’arî kelamcılar ise, konuyla ilgili farklı bir perspektife sahiptir. Onlara göre
“ben, inşaallah müminim” ifadesi, kişinin taşıdığı şüpheyi belirtmek için değil, ölüm
anında kendi durumunun ne olacağını bilmemesi sebebiyledir. Çünkü onlar kişinin
gerçek anlamda mümin veya kâfir olmasında hayatının sonundaki durumuna itibar
etmektedirler. Diğer bir ifadeyle, kişinin hayatının bir döneminde mümin olsa bile, eğer
hayatının sonunda kâfir konumunda ise, o kişi gerçekte Allah’ın ilminde hep kâfir
olarak mevcuttur. Çünkü onlara göre Allah’ın ilminde değişiklik olmaz.
BİLGİ İMAN İLİŞKİSİ/MUKALLİDİN İMANI MESELESİ
İman tanımlarına ait bölümde de gördüğümüz üzere, bilgi, açık veya kapalı bir
şekilde hemen bütün tanımlamalarda yer almaktadır. Bazıları imanı bilgi ile tanımlarken
bazıları da, bilişsel bir içeriğe sahip tasdik kavramını kullanmışlardır. Bu da her
halükarda iman ile bilgi arasında bir ilişki olduğunu hatırlatmaktadır.
Kur’an-ı Kerîm, insanın bu rasyonel düşünme etkinliğine dair pek çok örneği
bizlere sunmaktadır. İçinde yaşadıkları topluluklarla doğru inanç hakkında tartışmalara
giren peygamberlere ait kıssalar, bu gerçeğin en güzel örneklerini oluşturmaktadır.
Burada sadece, âlemin yaratıcısı hakkında ortaya koyduğu tefekkürün taşıdığı rasyonel
değer bakımından Hz. İbrahim (as)’in kıssasını hatırlatmak yeterli olacaktır. En’am
sûresindeki âyetler şu şekildedir: “(75) Biz kesin iman edenlerden olması için
İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. (76) Gecenin karanlığı onu
kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız battığında ise, batanları
sevmem, dedi. (77) Ay’ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. Rabbim bana
doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. (78)
Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da
batınca dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
(79) Ben hanîf olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim. Ben
müşriklerden değilim.” Ayrıca onun, putları tanrı edinmeleri ve onlara tapmalarının
yanlışlığı ve anlamsızlığı üzerine babası, kavmi ve dönemin zâlim yöneticileri ile
giriştiği tartışmalar da diğer örnekler olarak hatırlatılabilir.
Kur’an-ı Kerîm’de, özellikle temel inanç konuları ele alınırken, hepsi de bilişsel
birer içeriğe sahip ilim, marifet, yakîn, hüccet, beyyine, burhan, delil, cehl, zan, şekk
gibi kavramları sıklıkla kullanılır. Daha doğru bir ifade ile bu kavramlar üzerinden
İslâm inancının doğruluğu, diğer inançların ise yanlışlığına vurgu yapılarak iman ile
bilgi arasında sağlıklı bir ilişkinin varlığına dikkat çekilir.
İşte kelamcılar, bu ve benzeri misallerden hareket ederek, Allah’ın varlığı ve
birliği hakkında, İslâm inancının doğruluğunu ve sağlamlığını gösteren aklî deliller
üretmişler ve Müslümanların, kendi temel akidelerini bu şekilde aklî delillere
dayandırmalarının gerekliliğini vurgulamışlardır.
İmam Mâtürîdî’den itibaren klasik döneme ait pek çok Kelâm kitabında giriş
kısımlarının bilgi bahsine ayrıldığını daha önceki ünitelerde görmüştük. Tekrar edecek
olursak, “insana vâcip olan ilk şey nedir?” sorusuna kelâmcıların büyük çoğunluğu,
“mârifetullaha götüren tefekkür/düşünmedir” cevabını vermişlerdir. Bu görüş aynı
zamanda şunu ifade etmektedir. Bizim, Allah Teâlâ hakkındaki bilgimiz, duyu algısına
veya kesin habere dayanan zarurî/zorunlu bilgi ile oluşmaz. Aksine mârifetullah için
geçerli tek yol, sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilen rasyonel düşünceye dayanmaktadır.
Buna binaen Müslümanlar açısından, bilgi ve tefekkür, iman etmeden önce, inanma
konusu olan şeyler hakkında gerçekleştirilmesi gereken süreçlerdir. Bundan dolayı bilgi
196 | S i s t e m a t i k K e l â m
ve tefekkür temelli, araştırma ve incelemeye dayalı olarak elde edilen imana, tahkikî
iman adı verilmektedir. Bu tür bir iman, dışarıdan gelen şüphe ve vesveseler karşısında
kolay kolay sarsılmayan, şartlar ne olursa olsun varlığını devam ettiren bir imandır. Bu
nitelikleri içermeyen, kişinin sadece etrafındaki insanlara bakarak ve onları taklit ederek
elde ettiği iman ise, taklidî iman olarak isimlendirilir. Böyle bir iman, kişi tarafından
aklî gerekçeler ile desteklenmemiş ve yeterince özümsenmemiş olduğundan şüphe
rüzgârları karşısında kolayca yıkılıverir. Ya da dinin hiç de tasvip etmediği câhilce bir
taassuba sebep olur. Dolayısıyla taklidî imanın talep ve teşvik edilen bir iman türü
olduğu söylenemez.
Bununla birlikte, taklidî imanın Allah katında geçerli olup olmadığı hususunda
farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu’tezile kelamcılarına göre böyle bir iman makbul
değildir. Diğer bir ifadeyle âhirette sahibinin kurtuluşa ermesine vesile olamaz.
Ehl-i Sünnet’in iki ekolü olan Eş’arîlik ve Mâtürîdîlik, imanın, bilgi ve tefekküre
dayanarak aklî araştırmayla elde edilmesi gerektiği hakkında çok net görüşler
bildirmişlerdir. Onlara göre, kişinin imanının faydasını görmesi ancak bu tarz bir tahkik
sonucu ortaya çakabilir. Böyle bir yola girmemek, Allah Teâlâ’nın insana verdiği en
büyük nimetlerden biri olan aklı gerektiği gibi kullanmamak anlamına gelir.
Diğer taraftan, imanını taklit ile elde eden kişi, mevcut inançlar içerisinden
hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğunu ayırt edemez. Oysa Kur’an-ı Kerîm, İslâm
inancını diğer inançlarla karşılaştırmakta ve diğerlerinin bâtıl oluşunu muhtelif
gerekçeler göstererek izah etmektedir. Öyleyse taklit yolunu seçen kişi, Kur’an’ın
inançlar konusundaki yolunu terk etmiş olmaktadır. Bununla birlikte gerek İmam Eş’arî,
gerekse İmam Mâtürîdî’nin, taklidî imanın geçersiz bir iman olduğu, sahibinin âhirette
ebedî azaba uğrayacağına dair açık bir görüş bildirmediklerini görmekteyiz. Onların
taklidin geçersiz bir yol olduğuna, delile dayanmadan kabul edilen taklidî imanın fayda
vermeyeceğine dair görüşleri, mukallidin imanını geçerli görmedikleri şeklinde
yorumlanmakla birlikte, son tahlilde böyle birinin mümin olmadığı kanaatini
taşımadıkları aktarılmaktadır. (bkz. Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 219-221). Ancak
Bağdâdî, İmam Eş’arî’nin böyle bir kimseyi mümin saymadığı, bununla birlikte kâfir
veya müşrik olarak da görmediği, aslına kıyasla affedilmesinin mümkün olduğu
görüşünü benimsediğini aktarır. (bkz. Bağdâdî, Usûlu’d-Din, s. 255). Bu da onun bu
konuda daha sert bir tutum sergilediği anlamına gelmektedir.
Ancak Ehl-i Sünnet içerisinde genel kabul edilen görüş, taklidî imanın geçerli
olduğu yönündedir. Ebu’l-Mu’în en-Nesefî’nin aktardığına göre Ebû Hanîfe, İmam
Sevrî, İmam Mâlik, İmam Evzâ’î, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Zâhirîler, ilk Sünnî
kelamcılar olan Abdullah b. Saîd el-Kattan, Hâris el-Muhâsibî ve Abdülaziz b. Yahyâ
el-Mekkî gibi isimler mukallidin imanını geçerli sayıyorlardı. Onların bu konudaki
görüşü şöyle idi: Bir delil olmaksızın taklit ile iman eden, mümindir. Ona İslâm
hükümleri uygulanır. Bu kişi, itikâdı ve ibadetleri sebebiyle Allah’a karşı itaatkârdır.
Ancak tefekkür ve istidlâli terk etmesi sebebiyle âsi konumundadır. Bundan dolayı,
onun hakkında fâsıklarla ilgili hüküm geçerlidir. Yani Allah Teâlâ’nın onu affetmesi
veya günahı kadar cezalandırması mümkündür. Ancak sonunda varacağı yer, şüphesiz
cennettir.” (bkz. Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, I, 42). Çünkü onlara göre imanda aslolan,
tasdikteki kesinliktir. Eğer mukallid, tasdikinde şüphe barındırmıyorsa, bu ondan
istenen şey için yeterlidir. Eş’arîlerin çoğunluğu da bu görüşü benimsemektedir.
İ m a n v e M a h i y e t | 197
İMAN ESASLARI
İman esasları olarak belirtilen konuların ayrıntılı açıklamaları, bu kitabın ilgili
bölümlerinde ele alındığından, burada sadece iman konuların nasıl tespit edildiği ve bu
konuların iman esası olarak kabul edilmesinin sebepleri üzerinde kısaca durulacaktır.
a) İman Esaslarının Tespiti
Öncelikle belirtmek isteriz ki, iman edilmesi gereken esaslar, icmâlî ve tafsilî
olmak üzere iki şekilde ele alınabilmektedir. Buna göre, kelime-i şehâdet ile dile
getirilen, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (sas)’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna iman etmek, icmâlî iman olarak adlandırılır. Çünkü bu şehâdet,
Peygamber Efendimiz (sas)’in Rabbinden getirdiği ve Müslümanlar tarafından zaruri
olarak bilinen her şeyin iman edilmesi gereken bir mesele olduğu anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan Hz. Peygamberin getirdiği ve inanılması gereken şeylere tek tek ve
ayrıntılı bir şekilde inanmaya ise tafsilî iman denmektedir.
Bir şeyin iman esası olarak belirlenmesinde dayanılan temel kriter, o şeyin
Kur’an-ı Kerîm ve/veya mütevâtir hadîslerde bir inanç konusu olarak ele alınmasıdır.
Bu ilkeye istinaden Ehl-i Sünnet âlimleri, temel inanç esaslarını altı madde halinde, halk
arasında “âmentü” olarak bilinen şekilde formüle etmişlerdir. Bunlar, Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere (hayır ve şerrin
Allah’tan olduğuna) iman şeklinde sıralanmaktadır.
İlk beş madde Kur’an-ı Kerîm tarafından iman edilmesi gereken esaslar olarak
açıkça zikredildiğinden (bkz. Bakara, 2/177; Nisâ, 4/136) bunlar hakkında herhangi bir
görüş ayrılığı yoktur. Ancak kadere iman konusunun, iman esaslarına dâhil olup
olmadığı hususunda günümüzde bir tartışmadan bahsedebiliriz. Kaderin bir iman
konusu olmadığını dile getirenler, onun Kur’an-ı Kerîm’de açıkça iman konusu olarak
belirtilmediğini ve bu konudaki hadîslerin de meşhur haberler olmakla birlikte
mütevâtir seviyesine ulaşmadığını delil olarak ileri sürmektedirler. Diğer taraftan kadere
imanı, temel inanç esasları arasında görenler ise, kaderle ilgili konuların Kur’an’ın
muhtelif yerlerinde ele alındığını, bu konudaki hadîslerin mütevâtir seviyesine ulaştığını
ve bu konuda icmâ oluştuğunu ifade etmektedirler.
İman esası olarak kaydettiğimiz bu altı madde, birbirleriyle olan ilişkileri
bakımından bazen üç ana asıl olarak da ifade edilmektedir. Bunlar tevhîd, nübüvvet ve
âhirettir. Zira, meleklere iman, bu üç madenin içinde de ele alınabilecek özelliklere
sahiptir. Kitaplara iman da, peygamberlik esasının bir parçası konumundadır. Kadere
iman ise, daha çok ilahî sıfatlarla ilgili bir konu olması sebebiyle tevhîd konusu içinde
değerlendirilmektedir. Diğer iman esaslarını kapsayacak şekilde üç esasa indirilen bu
esaslara, usûl-i selâse (üç asıl) adı verilmektedir. Tevhîd ilkesi ise, bütün bunların aslı
olarak görüldüğünden ona da aslu’l-usûl denilmektedir.
Âmentü esaslarının dışında Peygamber Efendimiz (sas) tarafından din olarak
getirildiği zarurî olarak bilinen hususlar, zarûrât-ı diniye olarak isimlendirilmiş ve
bunlara imanın gerekliliği ifade edilmiştir. Örneğin, namaz, oruç, zekât, hac gibi
ibadetlerin farz oluşu, içki, kumar, zina, yalan söyleme, hırsızlık gibi eylemlerin de
haram olduğu, inanılması gereken maddeler arasında yer almaktadır. Bunların inkâr
edilmesi, kişiyi imandan çıkaran bir durum olarak kabul edilmektedir. (bkz. Kılavuz,
age, s. 51-55).
Şimdi burada, âmentü’de yer alan temel inanç ilkelerinin, iman esası olarak kabul
edilmesinin altında yatan bazı hususlara kısaca temas edeceğiz.
198 | S i s t e m a t i k K e l â m
b) Allah’a İman
Bilindiği üzere Hz. Âdem (as)’den son peygamber Hz. Muhammed (sas)’e kadar
gelip geçen bütün peygamberlerin üzerlerinde durdukları ve tebliğlerinin ana merkezini
oluşturan mesele, Allah Teâlâ’nın tek Rab olarak kabul edilmesi olmuştur. Tevhîd
olarak isimlendirdiğimiz bu husus, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan çoktanrıcılık
(müşriklik), yanlış tanrı tasavvurları ve ateizm (tanrı tanımazlık/inkâr) gibi bâtıl
itikadların geçersizliğini gösteren ve onların yerine ikâme edilen hak inancı ifade
etmektedir. İslâm dininin gönderildiği tarihsel dönem itibarıyla mevcut olan
putperestlik, Hıristiyanlık, Yahudîlik, Sâbiîlik, Mecûsîlik gibi çeşitli din ve inançlar
Kur’an-ı Kerîm tarafından Allah Teâlâ ve sıfatları hakkında yanlış itikadlar içeren
sistemler olarak takdim edilmektedir. Bu sebeple, doğru bir tanrı tasavvurunun
oluşması, İslâm düşüncesinin en önemli meselesi olarak ele alınmıştır.
Kur’an-ı Kerîm, Cenâb-ı Allah’ın kendisini kullarına en güzel şekilde tanıttığı
pasajlarla doludur. Bu bölümler, bir taraftan yanlış inançları eleştirip ortadan
kaldırmakta, diğer taraftan da doğru olanları anlatmaktadır. Örneğin Allah’ın kudret,
ilim, hikmet, rahmet gibi sıfatları hakkında resmedilen manzara, müşriklerin putlar
hakkında besledikleri inançların anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Allah
Teâlâ’nın birliğine yapılan vurgu, Hıristiyanların ve Mecûsîlerin çoktanrılı anlayışlarını
yerle bir etmektedir. Bazı Yahûdîlerin Allah hakkında kullandıkları yorulmak, mağlup
olmak, çocuk edinmek, cimri olmak gibi hususlar reddedilmekte ve bunların yanlış tanrı
tasavvurları olduğu belirtilmektedir.
Klasik Kelâm kitaplarının en önem verilen bölümleri, özellikle bu alana ayrılmış,
tevhîd inancı akılda şüphe bırakmamak üzere ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Zira diğer
inanç esaslarının tamamı, bir şekilde Allah’a iman maddesi ile yakından ilgilidir ve
onların zeminini oluşturmaktadır.
c) Meleklere İman
Ruhânî varlıklar konusu işlenirken, meleklerle ilgili bilgiler daha geniş bir şekilde
işlenecektir. Bu bilgiler arasında meleklerin yaratılışları, mâhiyetleri, özel bir takım
işlerle görevlendirilen melekler gibi konular er alacaktır. Biz burada sadece meleklere
imanın neden iman esasları arasında yer aldığından kısaca bahsedeceğiz. Yukarıda da
ifade ettiğimiz gibi meleklere iman Kur’an-ı Kerîm âyetleriyle sabit olmuş bir iman
esasıdır. Meleklerin, Allah’a kullukta, onun emirlerini yerine getirmede en saf ve net
duruşu sergileyen varlıkların başında geldiği yine Kur’an’ın bu konudaki beyanlarından
anlaşılmaktadır.
Öncelikli olarak belirtmek gerekirse Arap müşrikleri, melekler hakkında yanlış bir
takım inançlara sahip idiler. Onlar, erkek çocukların kendilerine ayrıldığını, melekleri
ise Allah’ın kız çocukları olarak gördüklerini söyleyerek (bkz. İsrâ, 17/40), O’nun
konumunu alay konusu olarak gündeme getiriyorlardı. Diğer taraftan Ehl-i Kitap’tan
bazıları Hz. Muhammed (sas)’e son dini getirmesinden dolayı vahiy meleği Cebrâil
(as)’e düşmanlık beslemekteydiler. (bkz. Bakara, 2/97-98). Haddizatında bu, Peygamber
Efendimiz (sas) ve Kur’an hakkındaki bir itirazdı; ancak, melekler bahane edilerek dile
getiriliyordu. Bununla birlikte Hıristiyan inancında Hz. Cebrâil, teslis/üçlemenin bir
unsuru olarak ilah konumuna yükseltilmiş idi. (bkz. Mâide, 5/73). Oysa Kur’an-ı Kerîm,
meleklerin ilah edinilmesini açık bir dil ile yasaklar. (bkz. Âl-i İmrân, 3/80).
Bu örnekler bize, Allah Teâlâ’nın seçkin yaratıkları arasında yer alan melekler
hakkında, toplum arasında bazı hatalı değerlendirmelerin var olduğunu göstermektedir.
Aslında, melekler hakkında ileri sürülen bu iddialar, bir bakıma Allah Teâlâ’ya
yönelmekte, O’nun âlemdeki tasarrufları hakkındaki itirazların melekler üzerinden
İ m a n v e M a h i y e t | 199
SORULAR
1. Aşağıdakilerden hangisi Ehl-i Sünnet kelamcılarının imanın tanımı konusundaki
görüşünü doğru bir şekilde ifade eder?
a) Bilgi ve tasdik,
b) Mârifet ve ikrar
c) Kalp ile tasdik,
d) Kalp ile tasdik, dil ile ikrar
e) Kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel etmek.
2. İman ve islâm kavramlarının (a) müteradif, (b) muhtelif, (c) mütedâhil olmak üzere
üç farklı anlamda kullanıldığını söyleyen düşünür kimdir?
a) İmam Eş’arî,
b) İmam Mâtürîdî,
c) Ebû Hanîfe,
d) Ebû Hamid el-Gazâlî,
e) Bâkıllânî
3. “Usûl-i hamse” tabiri neyi ifade etmektedir?
a) İman esasları,
b) Mu’tezile’nin kabul ettiği beş prensibi,
c) Şia’nın kabul ettiği ilk imamları,
d) İslâm’ın beş esası
e) Beş vakit namazın vaktinde kılınması.
4. Mârifetullaha ulaşırken bilgi ve tefekkürü ihmal edenlere ne ad verilir?
a) Mukallid,
b) Muhakkik,
c) Günahkâr,
d) Sefih,
e) Müfekkir.
5. Aşağıdakilerden hangisi Allah’ın oğlu olduğu iddia edilen peygamberlerdendir?
a) Hz. Üzeyr
b) Hz. Musa
c) Hz. Davud
d) Hz. Süleyman
e) Hz. Nuh
CEVAPLAR
1. C (imanın tanımı konusuna bkz.)
2. D (iman-islâm kavramları konusuna bkz.)
3. B (iman-amel ilişkisi konusuna bkz.)
4. A (bilgi-iman ilişkisi konusuna bkz.)
5. A (peygamberlere iman konusuna bkz.)
KAYNAKLAR
SÖZLÜK
AMAÇLAR
İÇİNDEKİLER
RUHANİ VARLIKLAR
A. MELEKLER
A.1. Meleklerin Özellikleri
A.2. Melek Çeşitleri ve Görevleri
B. CİN
B.1. Cinlerin Özellikleri
C. ŞEYTAN
C.1. Şeytanın Yaratılış Hikmeti
ÖNERİLER
ANAHTAR KELİMELER
Ruhani Varlık
Melek
Cin
Şeytan
Gayb
GİRİŞ
I- RÛHÂNÎ VARLIKLAR
Rûhânî varlıklar, gözle göremediğimiz ve duyu organlarıyla idrâk edemediğimiz
varlıklardır. Bunların bir kısmı devamlı olarak Allah’a ibâdet ve tâatla meşguldürler,
isyân etmezler. Bunlar, meleklerdir. Bir kısmı insanlar gibi mükellef yaratıklardır.
İnananları, itâatkârları vardır; inanmayanları, isyankarları vardır. Bunlar, cinlerdir. Bir
kısmı da inkârcı ve isyankârdırlar ki bunlar da şeytanlardır. Şimdi bunlarla ilgili özet
bilgiler verelim.
A. MELEKLER:
Melek, “haber götüren ve elçi” anlamındadır. Melekler, duyu organlarımızla idrâk
edilmeyen, gözle görülmeyen rûhânî ve nûrânî varlıklardır. Meleklerin varlığı aklen
mümkün, naklen sâbittir. Zira akıl, onların varlığını imkânsız görmez. Akıl ve pozitif
ilimler meleklerin yokluğuna dair delil ileri süremez. Melekler, pozitif ilimlerin alanı
dışında, fizik-ötesi yaratıklardır. Melekler görülmüyor diye inkâr edilemez.
Görülmeyene inanmama, pozitivist bir yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.
Görmediğimiz halde inandığımız, inanmak zorunda olduğumuz çok şey vardır.
İnsanlar sadece maddî olan şeyleri görebilirler. Buna rağmen madde olduğu halde
göremediğimiz çok varlık vardır. Meselâ mikroplar çok küçük olup görme sınırlarımızın
dışında olduğundan onları çıplak gözle göremiyoruz. Mikroskop gibi bazı âletlerle
görebiliyoruz. Meselâ yıldızlar çok büyük olduğu halde uzaklıklarından dolayı görme
sınırlarımızın dışında kalıyor ve biz onları çıplak gözle göremiyoruz. Ancak teleskop
gibi bazı âletlerle görebiliyoruz.
Meselâ aklı göremiyoruz ve mâhiyetini bilemiyoruz, ama varlığını kabulleniriz.
“Görmediğime inanmam” diyenler, kendi akıllarını da inkâr etmiş olmuyorlar mı? Rûh
ve hayat da akıl gibi görülmeyen ve mâhiyeti bilinmeyen mücerred (soyut)
nesnelerdendir. Bazı şeyler eserleriyle bilinir. Elektrik nakleden tellerde akım olduğunu
düğmeye bastığımızda lambanın yanmasından anlarız. Ama görmüyoruz diye elektrik
akımını inkâr etmeyiz. Elektrik nakleden tel çıplaksa ona çıplak elle dokunmayız.
Radyo, televizyon ve telefonlar vesilesiyle uzayda pek çok ses ve görüntü olduğunu
biliriz, ama bunları çıplak gözle, âletsiz göremiyoruz ve işitemiyoruz. Bu örnekleri
çoğaltmak mümkündür. İşte melekler de rûhânî ve nûrânî yaratıklar oldukları için
görülmezler.
Hz. Âişe’den rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.): “Melekler nûrdan,
cin (ve şeytanlar) yalın ateşten, Âdem ise size nitelenen şeyden (topraktan) yaratıldı”
buyurmuştur. (Bkz. Müslim, Zühd, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,168) Melekler,
insanlardan önce yaratılmışlardır. (Bkz. Bakara, 2/30).
210 | S i s t e m a t i k K e l â m
4. Münker ve Nekir:
Bunlar kabirde sorgu ile görevli iki melektir. “Görünmeyen, bilinmeyen”
anlamındaki bu iki melek, ölenlere, hiç görmedikleri bir şekilde görünerek, “Rablerinin
ve peygamberlerinin kim olduğunu, dinlerinin ne olduğunu” sorarlar. Bu sorulara
mü’minler kolayca cevap verirler, kâfirler ise, sorgu meleklerinin ürkütücü
görüntülerinden dolayı bunlara cevap veremezler.
5. Cennet ve Cehennem Bekçileri:
Cennete giren mü’minlere selâm veren ve hizmet eden çok sayıda melek vardır.
Bunların başkanına “Rıdvan” denir. “..İşte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri
Adn cennetleri vardır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler.
Melekler her kapıdan yanlarına girip: “Sabretmene karşılık size selâm olsun; burası
dünyanın ne güzel bir sonucudur” derler” (Ra’d, 13/22-24) âyeti buna delâlet
etmektedir.
Cehennem melekleri (zebânîler) ise, kâfirlere azapla görevlidirler. Bunların
başkanına “Mâlik” denir. “Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem
ateşinden koruyun; onun yakıtı, insanlar ve taşlardır; görevlileri, Allah’ın kendilerine
verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin
meleklerdir” (Tahrîm, 66/6) âyeti buna delâlet etmektedir.
6. Diğer Melekler:
Bunların dışında, peygamberlere ve sâlih mü’minlere mânevî telkinlerde
bulunarak onların mâneviyâtlarını yükseltmek, yeryüzünde ilâhî kanunların yürütmek,
insanlara iyi şeyleri telkin ve ilhâm etmek, mü’minlerin af edilmeleri için onlar adına
istiğfar etmek gibi vazifelerle sorumlu tutulan bilmediğimiz pek çok melek vardır.
B. CİNLER:
Cinn kelimesi, “cenne”den türetilmiş bir cins isimdir. Cenne, “örttü, gizledi”
anlamındadır. Cinler, duyu organlarıyla idrâk edilemeyen latîf ve rûhânî yaratıklar
olduğu için bunlara “cin” denilmiştir. Cin kelimesi çoğuldur, bunun tekili “cinnî”dir.
Cinler de melekler gibi duyu organlarımızla idrâk edemediğimiz, gözlerimizle
göremediğimiz rûhânî yaratıklardır. Bunun için görülmezler. Bunların varlığını Kur’ân
haber verdiği için bir mü’min bunlara inanmak zorundadır. Akıl da cinlerin varlığını
imkânsız görmez.
B.1. Cinlerin Özellikleri:
1. Cinler, ateşten yaratılmışlardır ve insanlardan önce yaratılmışlardır. “Andolsun biz
insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattık. Cinleri de
daha önce zehirli ateşten yaratmıştık” (Hıcr, 15/26-27) âyeti, buna delildir.
2. Cinler, insanlar gibi yerler, içerler, erkekli dişilidirler, evlenirler, çoğalırlar; doğar,
büyür ve ölürler. Ömürleri belki insanlarınkinden uzun olabilir. İnsanlar gibi Allah’a
214 | S i s t e m a t i k K e l â m
imân ve ibâdet etmekle yükümlüdürler. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56) âyeti buna delâlet eder. Cinlerin inananları,
itâatkârları vardır; kâfirleri, isyankârları vardır. İnsanlar gibi, mü’min olanları cennete,
kâfir olanları cehenneme girecektir.
3. Ateşten yaratıldıkları için normal şartlarda görülmezler. Ancak onlar da melekler gibi
çeşitli şekillere girebilirler. İnsanların görebilecekleri, maddî bir şekle bürünürlerse,
insanlar tarafından görülebilirler.
4. Çok güçlüdürler. İnsanların kaldırmayacakları çok ağır yükleri kolayca kaldırabilirler.
Çok eski devirlerde insanların yaptıkları (piramitler gibi) çok büyük yapıların
yapımında belki cinlerden yararlanılmış olabilir.
5. Çok hızlı hareket edebilirler. Allah Teâlâ, cinleri Süleymân (a.s.)’ın emrine vermişti.
Süleymân (a.s.), cinlerle görüşür, konuşur, insanların yapamayacakları ağır ve zor işleri
cinleri yaptırırdı. Kudüs’te bulunan Süleymân (a.s.), emrinde bulunan cinlere, Yemen
Melikesi Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirtmek istemiş, “cinlerden bir İfrît; “Sen
yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben buna karşı güvenilir bir güce sâhibim”
demişti” (Neml, 27/38-39). Bu, cinlerin büyük bir güce ve hıza sahip olduklarını
gösterir.
6. Cinler, gaybı bilmezler, ilâhî sırlara vâkıf değillerdir. Ancak rûhânî varlıklar
olduklarından, -Allah’ın onlara verdiği izin ölçüsünde,- insanların göremediği,
bilemediği bazı şeyleri görebilirler, bilebilirler. Gaybı, yani geleceği bilmezler, ancak
belki kaybolan bazı şeyleri bilebilirler, bulabilirler. “Süleyman’ın ölümüne
hükmettiğimiz zaman, ancak, değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere fark ettirdi. O,
ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı, alçak
düşüren bir azap içinde kalmazlardı” (Sebe’, 34/14) âyeti, cinlerin gaybı bilmediklerine
delildir.
7. Cinlere de ilâhî hükümleri bildiren peygamberler gönderilmiştir. “Ey cin ve insan
topluluğu! Size âyetlerimi anlatan, bu günle karşılaşmanızdan sizi uyaran
peygamberler gelmedi mi? “Kendi hakkımızda şâhidiz” derler” (En’âm, 6/130)
âyeti, cinlere de peygamberler gönderildiğine delildir. Hz. Muhammed (s.a.v.), aynı
zamanda cinlere de peygamber gönderilmiş idi. (Bk. Ahkâf, 46/29-32).
Cinler, Allah Teâlâ’nın âciz yaratıklarıdır. Allah’ın izni olmadan hiç kimseye bir
iyilik ve kötülük yapamazlar. Normal şartlarda cinler kendi hayatlarını yaşarlar, insanlar
kendi hayatlarını yaşarlar. Cinlerle insanların hayatları kesişmez. Ancak bazı özel ve
anormal durumlarda, insanların, cinleri, emirleri altına alıp onlardan yararlanmaları söz
konusudur. Belki bunun aksi de söz konusu olabilir.
C. ŞEYTAN:
Şeytan, cin taifesindendir. Cinlerin azgın ve sapkınlarına “şeytan” denir.
“Meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik. İblis’ten başka hepsi secde etmişti. O,
R u h â n i V a r l ı k l a r | 215
cinlerden idi. Rabbinin buyruğu dışına çıktı” (Kehf, 18/50) âyeti, şeytanın cin
taifesinden olduğuna delildir.
“Meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik, İblis müstesnâ hepsi secde ettiler,
o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu” (Bakara, 2/34) ayetinden
öğrendiğimize göre Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i topraktan yaratınca meleklere, Âdem’e
secde etmelerini emretti. Fakat bu emir sadece meleklere değil, aynı zamanda
meleklerle bir arada bulunan şeytana (İblis) idi. Tağlib tarikıyla (çoğunluğu dikkate
alma metoduyla) melekler zikredilmiş, bununla aynı zamanda cinler de kastedilmiştir.
Melekler, nurdan yaratıldıkları ve Allah’a itiraz etme özellikleri olmadığı için
derhal Âdem’e secde ederek Allah’ın emrini yerine getirdiler. Melek değil de cin
türünden olan şeytan ise kendisinin ateşten yaratıldığını, topraktan yaratılan Âdem’den
üstün olduğunu ileri sürerek Allah’ın bu emrine karşı geldi ve böylece âsîlerden ve
kâfirlerden oldu. (Bkz. A’râf, 7/12, Sâd, 38/76).
Bu sebeple Allah Teâlâ, İblis’i huzurundan kovdu. Cezâsını kıyâmet gününe tehîr
etti. Şeytan da kıyâmete kadar isyankâr kulları saptırma görevini üstlendi.
“And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, “Âdem’e secde
edin” dedik; İblis’ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı. Allah, “Sana
emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir?” dedi, “Beni ateşten, onu çamurdan
yarattın, ben ondan üstünüm” cevabını verdi. Ona, “İn oradan, orada büyüklenmek
sana düşmez, defol, sen alçağın birisin” dedi. “İnsanların tekrar diriltilecekleri güne
kadar beni ertele” dedi. Allah, “Sen erteye bırakılanlardansın” dedi. “Beni azdırdığın
için, and olsun ki, senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra
önlerinden, ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu sana şükreder
bulmayacaksın” dedi. Allah, “Yerilmiş ve kovulmuşsun, oradan defol; and olsun ki
insanlardan sana kim uyarsa, onları ve sizi, hepinizi cehenneme dolduracağım” dedi”
(A’râf, 7/11-18) âyetleri, İblis’in hikâyesini özet bir şekilde anlatmaktadır.
Cinlerden olan İblis, kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratıldığını ileri
sürerek büyüklenmiş ve ona secde etme emrini çiğneyerek Allah’a karşı gelmiş ve
kâfirlerden olmuştur. Allah Teâlâ, onu huzurundan kovmuş, fakat cezasını kıyâmet
gününe kadar ertelemiştir. Zaten Allah’ın kanunu çoğunlukla böyle cereyan eder. Yani
kullarının cezalarını öbür dünyaya bırakır.
Şeytan Allah Teâlâ’dan isyankâr kullarını doğru yoldan saptırma izni istemiş,
Allah Teâlâ da bu izni ona vermiştir. Şüphesiz Allah, hikmetsiz iş yapmaz. Şeytana
böyle bir izin vermesinin de pek çok hikmetleri vardır. Her şeyden önce bu izin, ilâhî
imtihanın gerçekleşmesine yöneliktir.
Allah Teâlâ, İblis’e, Sâlih kullarını saptıramayacağını, şeytanın onlar üzerinde bir
hâkimiyetinin bulunmadığını bildirmiştir. “Kur’ân okunduğu zaman, o kovulmuş
şeytandan Allah’a sığın. Gerçek şu ki: İmân edip de yalnız Rablerine tevekkül
edenler üzerinde onun bir hâkimiyeti yoktur. Onun hâkimiyeti, ancak onu dost
216 | S i s t e m a t i k K e l â m
eder de o zaman şeytan ondan imânı soyar, alır, deriz.” (İmâm Ebû Hanîfe; el-Fıkhu’l-
ekber )
C.1. Şeytanın Yaratılış Hikmeti:
Allah’a imân, ibâdet, tâat vb. güzel fiiller, bunların zıtlarıyla ortaya çıkar; bunların
ortaya çıkmasına da şeytan sebep olur. Allah Teâlâ, eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır.
Hayırları tavsiye eden meleklere karşılık kötülükleri tavsiye eden şeytan yaratılmıştır.
Allah Teâlâ kudsî bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah
sizi toptan yok eder, günah işleyip istiğfar edecek yeni bir yaratık yaratır ve onları
mağfiret ederdi.” (Bkz. Tirmizî, Cennet, 2; İbn Mâce, Sıyâm, 48)
İmtihan gereği günah işlemek, insan için imkan dahilindedir. İnsan zaman zaman
şu veya bu sebeple günah işleyebilir. Bu, insan açısından telafisi imkânsız bir kayıp
değildir. Asıl olan kişinin, âcizliğini, zayıflığını bilerek Allah’a yönelmesi, ona
sığınması, işlediği günahlardan dolayı Allah’tan bağışlanma dilemesidir. Allah’ın
hoşuna gidecek olan da budur. Kullukta aczi itiraf önemli bir husustur. Yadırganacak
olan, günah işleyip de tevbe ve istiğfardan uzak bulunmaktır. İşte şeytan, insanın bu
yönlerinin ortaya çıkmasına sebep olan bir yaratıktır. Şeytanın varlığı, insanın ilâhî
imtihandaki başarısını veya başarısızlığını ortaya çıkarmaktır.
218 | S i s t e m a t i k K e l â m
ÖZET
SORULAR
CEVAPLAR
1-C
2-B
3-C
4-E
5-D
KAYNAKLAR
Ebû Hanife, Numan, Fıkhu'l-ekber (Ali el-Kari Şerhi ile), Lahor, 1308.
Günaltay, M. Şemseddin, Felsefe-i Ula, İst. 1994.
İbn Kayyim, Kitabu’r-Ruh, Ter. Ş. Haklı, İst., ts.
İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, I-II, İst. 1339-43.
SÖZLÜK
AMAÇLAR
Bu ünite dâhilinde ele alınan konular şu hedefleri gerçekleştirmeye yöneliktir:
İslâm’da ahiret inancının yeri ve önemini kavrama
İslâm Dininin ölüm ve ölüm ötesi hayatla ilgili meselelerle ilgili temel ilkelerini
kavrama;
Kur’an-ı Kerîm’in ölüm, kıyamet, mizan, haşir hesap vb konulardaki tasvirleri
ve ahiret inancıyla ilgili prensipler hakkında fikir sahibi olma;
Kur’an-ı Kerîm’in Cennet-cehennem, ve a’raf hakkında sunduğu bilgileri
hatırlama;
Reenkarnasyon gibi bazı görüşler hakkında kısaca bilgi sahibi olma ve bunları
İslâm’ın ahiret inanışı bakımından değerlendirebilme;
İÇİNDEKİLER
Giriş
Meâd ve Ahiret Kavramları
Âhiret İnancının Yeri ve Önemi
Ölüm
Kabir Hayatı/Berzah
Kıyamet, Zamanı ve Keyfiyeti
Ba’s Yeniden Diriltilme
Haşir
Hesab ve Mizan
A’raf
Sırat
Cennet
Cehennem
Şefaat
Reenkarnasyon
ÖNERİLER
Bu ünitede kelâm ilminin üç esas konusundan biri olan meâd konusu ana
hatlarıyla, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin konuyla ilgili vermiş olduğu bilgiler merkeze
alınmaya çalışılarak, bilgiler verilecektir. Bu sebeple,
ANAHTAR KELİMELER
Ölüm
Meâd
Ahiret
Kıyâmet
Hesap
Mizan
Haşir
Berzah
Araf
Cennet
Cehennem
GİRİŞ
Ahiret son, sonra gelen gibi anlamlara sahiptir.
Ölüm ötesi hayatla ilgili olarak ukbâ, dâr-ı bakâ yani sonsuzluk yurdu gibi
ifadeler de kullanılmaktadır.
Dünya tarihine, en eski medeniyetlerin kalıntılarına bakıldığında hemen her
toplumda ölüm ötesi bir hayatın varlığına inanıldığına dâir kalıntılara verilere rastlamak
mümkündür. Kur’ân’da ahiret inanışı birçok yerde Allah’a imanla birlikte anılmaktadır.
İnsan bu dünyada yaptıklarının bütün karşılığını görmemektedir. Mutlak adalet
isteği, selim insan aklına ve vicdanına ölüm sonrası bir hayatın bulunması gerektiği
fikrini getirir. Kur’ân-ı Kerîm’de insanın bir hikmet ve gaye doğrultusunda yaratıldığı,
başıboş bırakılmadığı ve yaptıklarından sorumlu olup hesaba çekileceği çeşitli ayetlerde
bildirmiştir.
Ölümle ya da kıyametin kopmasıyla başlayıp sonsuza kadar devam edecek olan,
insanların bu dünyada yaptıkları iyi ya da kötü işlerin karşılıklarını kendilerine hiç
haksızlık yapılmaksızın görecekleri sürece ahiret hayatı denilmektedir. Bununla ilgili
konular Meâd başlığı altında toplanmaktadır. Bu, Tevhid ve Nübüvvetle beraber inanca
dair esas meselelerden birini teşkil eder.
İnsanın neden/nelerden oluştuğu, ölümle ve ölüm ötesi hayatın niteliğiyle ilgili
tartışmaları da şekillendiren önemli unsurlardan biri olmuştur.
Ahiret hayatıyla ilgili insanın durumunun ne olacağı, insanın göreceği azabın ya
da mükafatın niteliği hakkındaki yorumlar da ölümle ilgili olanlardaki gibi insanın
neden oluştuğu hakkındaki görüşlerle ilgili olmuştur.
Ahiret hayatıyla ilgili anlatılanlarda “Vuku bulması aklen mümkün olan bir şey
hakkında nass vârid olunca onu kabul etmek, ona inanmak gereklidir” cümlesi bir ilke
olarak kabul edilmiştir. Buna göre nasslarda yer alan ahiret hayatının bir parçası olarak
insanların yapıp ettiklerinden sorguya çekilmesi ve amellerin karşılığını görmesi vb
hususların gerçekleşeceği kabul edilir.
Meâd-Âhiret Kavramları
Kelam ilmi, tanımlarından birinde de geçtiği üzere mebde ve meâd itibariyle
yaratılmışların hallerinden İslam dininin temel kaynak ve ilkelerine göre bahseden bir
ilimdir. Burada geçen meâd kelime anlamı itibariyle Arapça’da dönülen/dönülecek yer
demektir. Bir terim olarak bununla daha çok “Ruhun ölüm sonrasında ayrılmış
olduğu bedenine geri döndürülmesi” kastedilmektedir. Âhiret de son ya da sonra
gelen gibi anlamlara sahiptir. (İbn Manzur, Lisânü’l-Arap Beyrut ts, “a-h-r” maddesi)
Bu kelime ile ölüm sonrasında insanların ölümlerinden sonra yaptıklarının hesabını
verecekleri ve karşılıklarını görecekleri ebedi hayat kastedilmektedir.
Bütün ilâhî dinlerde hatta ilkel dinlerde dahi ölüm ötesi hayatın varlığına inancın
yer aldığı söylenebilir. İslamiyet açısından baktığımız da Allah’ın varlığına ve
peygamberliğe dolayısıyla peygamberlerin getirdiği esaslara inanan bir kişinin ölüm
ötesinde bir hayatın bulunduğuna iman etmesi elzemdir. Çünkü her peygamber bunla
ilgili haberleri mutlaka ümmetine tebliğ etmiştir. Onların bildirdiği bu tür bilgiler aklen
mümkündür, ancak akıl tek başına bunlar hakkında bilgi sahibi olamaz. Bu bakımdan
ahiretle ilgili konuların Kelâm kitaplarında, daha çok habere, işitmeye dayanan konular
anlamındaki semiyyât kısmında ele alındığını ifade edelim.
Ahiret İnancının Yeri ve Önemi
Kur’ân-ı Kerîm bir yandan insanın başıboş yaratılmadığını “Sizi boş yere
yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?!” (Mü’minûn, 23/115) ve
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (Kıyâmet, 75/36) gibi ayetlerle
bildirir ve yaptıklarından hesaba çekileceğini ifade ederken diğer taraftan Dehrî olarak
da adlandırılan ve ahiret inancına karşı çıkan müşriklerin sözlerini aktararak onları şöyle
eleştirmektedir: “Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve
yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur.
Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar. Onlara açıkça ayetlerimiz okunduğu
zaman: Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin, demelerinden başka delilleri yoktur.
De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet
gününde biraraya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler. Göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar
hüsrana uğrayacaklardır.” (Câsiye, 45/24-27)
Kur’ân-ı Kerîm’in ta başından itibaren ahiret inancına verilen önemin sürekli
vurgulandığını rahatlıkla görebiliriz. Nitekim Fatiha suresine Allah teâlâ kendisini
vasfederken din/hesap gününün yegâne hâkimi olduğunu söylemekte, hemen ardından
gelen Bakara suresinin ilk ayetlerinde de mümin ve müttakî kulların özelliklerinden biri
olarak onların ahirete yakînen inandıklarını belirtmektedir. “Yine onlar, sana
indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes
inanırlar.” (Bakara, 2/4)
Ölüm
Ahiretle ilgili konuların zaman ve zemini ölüm ötesi olarak belirtilebilir. Bu
durumda ölümün ne olduğu sorusu önem kazanmaktadır. Ölüm aslında hem bir son hem
de başlangıç anlamı taşımaktadır. Kültürümüzdeki çeşitli ifadeleriyle Sekarât anlarını,
son saatlerini yaşayan ya da ölüm döşeğinde bulunan bir kişi, bir diğer bakış açısından
âhiret hayatının ilk saatlerini yaşıyor demektir. (bkz. Dihlevî, Huccetullahi’l-Bâliğa, II,
98)
Ölüm Kur’ân-ı Kerim’de “Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet
günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden
uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise
aldatma metaından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185) “Her canlı, ölümü
tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize
döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21/35) ve “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize
döndürüleceksiniz” (Ankebût, 29/57) gibi ayetlerde de ifade edildiği üzere her canlının
tadacağı bir haldir.
A h i r e t v e A h v â l i | 225
Kabir Hayatı/Berzah
Kabir ya da berzahın da âhiret hayatının ilk aşamalarından olduğunu söylemek
mümkündür (bk. Tirmizî. "Zühd", 5; İbn Mâce, "Zühd", 321. Ölümden itibaren
kıyametin kopmasına kadar sürecek olan zamana berzah hayatı denilmiştir. Berzah iki
şey arasındaki engeldir. (bkz. Furkân 25753, Rahman, 55/19-20) Terim olarak “ölümle
başlayıp yeniden dirilmeye kadar geçecek olan ara dönem, dünya ahiret arasındaki
âlem, kabir hayatı” gibi anlamlardadır.
Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! der, beni
geri gönder
Kişi öldükten sonra yeniden dirileceği zamana kadar geçen sürenin ahiret hayatına
dâhil olup olmadığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazıları bu sürenin ahiret
hayatından olmadığı fikrindedir. İslam filozoflarıyla bazı Kelamcılar bunun da ahiret
hayatının parçası olarak değerlendirirler. Ancak arada böyle bir farktan bahsedilse de
ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen süreye genelde kabir hayatı ya da berzah âlemi
gibi isimler verilmiş ve kabul edilmiştir. Müslüman filozoflar ve kelamcıların çoğuna
göre berzah/kabir hayatı ahiret hayatının bütün özelliklerini taşımaktadır. İmam
Matürîdî ve Gazâlî gibi diğer bazı âlimlere göre ise berzah yarı uyku yarı uyanıklık
benzeri ya da rüyaya benzeyen geçiş özelliğinde bir âlemdir. (Adil Bebek, Cennet
Meyveleri Örneğinde Âhiret Hayatına Kelâmî Bir Bakış, Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2005, cilt: X, sayı: 2, s. 2)
Ahiret hayatıyla ilgili anlatılanlarda şu kaide esas alınmıştır: “Vuku bulması aklen
mümkün olan bir şey hakkında nass vârid olunca onu kabul etmek, ona inanmak
gereklidir” Ehl-i Sünnete göre ahiret hayatının bir parçası olarak sual yani insanları
yapıp ettiklerinden sorguya çekilmesi ve kabir hayatında amellerin karşılığını görmek
gerçekleşecektir. Peygamberimizin yeni defnedilmiş bir müslümanın arkasından
“Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz, onun için sükûnet dileyiniz. Çünkü
şu anda o sorguya çekilmektedir” buyurması kabir hayatının bir delil kabul edilir.
(Ebû Dâvûd, Sünen, II/192, Cenâiz, 67) (bkz. Sâbûnî, Matüridiyye Akaidi, çev. Bekir
Topaloğlu, s. 186)
Kıyâmet
Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak gibi anlamlara gelen bu kelime (İbn Manzûr,
Lisânu’l-Arab, “k-v-m”) inanç esaslarıyla ilgili bir terim olarak hem kâinattaki mevcut
düzenin alt-üst olması, bozulması, yıkılması hem de bu bozulmuş olan yapının tekrar
inşa edilmesi, yaratılması, öldürülmüş olanların tekrar diriltilmesi manasındadır.
(Şerafettin Gölcük-Süleyman Toprak Kelâm, Konya 1988, s. 372-373) Türkçe’de
kâinatta bulunan düzenin bozulması, bütün canlıların ölmesi/öldürülmesi manasında
bilindiği gibi kıyametin kopması tabiri kullanılır. Ayet ve hadislerde kıyametin mutlaka
kopacağı ancak kopma zamanını yalnız Allah’ın bildiği açık ve net bir şekilde
bildirilmiştir.
Kıyâmetin Zamanı
Kur’ân-ı Kerîm’deki “Sana saati (kıyameti) ne zaman gelip çatacağını
soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan
başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak
Allah'ın katındadır; ama insanların çoğu bilmezler” (A'râf 7/187) ve benzeri ayetler
kıyamet saatinin Allah’tan başka kimse tarafından bilinmediğini, kıyametin hiç
kimsenin beklemediği bir anda ansızın geleceğini açık bir şekilde ifade eder.
Yine “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi
müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu
unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün.
Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!” (Hac 22/1-2)
ve “Peki inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden
kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (Müzzemmil 73/17) gibi ayetlerde de bugünün
ne kadar çetin, sıkıntılı ve zor olacağı çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır.
Ayetlerde ve hadislerde şu husus kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya
konulmuştur: kıyamet her geçen an yaklaşmaktadır. “İnsanlar sana kıyametin
zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de
zamanı yakındır.” (Ahzâb 33/63) Peygamberimiz de orta ve işaret parmaklarını
göstererek kendisinin bulunduğu zaman dilimi ile kıyametin arasının, iki parmağı kadar
yakın olduğunu benzetme yoluyla göstermiştir. (bk. Buhârî, Rikâk, 39)
Elbette ayet ve hadislerde geçen “yakın”ın tam bir tanımını yapmak zordur.
Çünkü dünyanın yaratıldığı andan bugüne kadar geçen süreyi, bilinir-bilinmez tarihi göz
önüne aldığımızda kalan vakti kestirebilmek mümkün değildir. Bunun bilinememesinde
de mutlaka bir hikmetin bulunduğu düşünülebilir. Bu bakımdan mühim olan bu saat
gelip çatmadan ibret almak üstümüze düşen vazifeleri bir an önce yapmaktır. Nitekim
“Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun
alametleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar!”
(Muhammed 47/18) ayetinde bu husus vurgulanır. Peygamberimiz de kendisine kıyâmet
saatini soran kişiye “onun için ne hazırladın?” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
III, 168, 200, 228)
Kıyâmetin Kopuş Keyfiyeti
Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli ayetlerde oldukça detaylı sayılabilecek şekilde
kıyâmetin nasıl kopacağına dair tasvirlerin yer aldığı görülmektedir.
Birçok âyette kıyametin kopuşu sırasında kâinatta görülecek büyük değişiklikler
tasvir edilmiş sözgelimi göklerin yarılacağı, erimiş maden gibi olacağı; güneşin
dürüleceği, yıldızların döküleceği, yeryüzünün şiddetle sarsılacağından; denizlerin kay-
nayıp kabaracağı, dağların yerinden kaldırılıp yürütüleceği ve ufalanıp atılmış renkli
yün haline geleceğinden, parça parça dağılıp saçılmış toz haline geleceğinden
bahsedilmiştir. (bk. İbrâhîm 14/48; Tâhâ 20/105-107; et-Tekvîr 81/1-3; el-lnfıtâr 82/1-3,
el-Kâria 101/ 1-51; Vâkı’a 3,4,5,6,7; Me’âric 8,9.
A h i r e t v e A h v â l i | 227
Kıyâmetle ilgili hâdiselerden biri dei sûr denilen keyfiyetini tam olarak
bilemediğimiz daha çok bir boruya benzetilen nesneye üflenmesidir. Buna üflenilmesi
kıyametin alametlerinden biri olduğu için Cenab-ı Allah tarafından kıyamet günü için
sûra üfürüldüğü gün tabiri de kullanılmıştır:
“O, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak yaratandır. Allah’ın “ol”
deyip de her şeyin oluvereceği günü hatırla. O’nun sözü gerçektir. Sûr’a üflendiği
gün de mülk (hükümranlık) O’nundur. Gaybı da, görülen âlemi de bilendir. O,
hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm, 6/ 73)
Kurân-ı Kerim’de sûra üfürülünce neler olacağı da anlatılır. Meselâ Zümer
sûresinde kıyâmetin nasıl başlayacağıyla ilgili olarak sûra iki kere üfleneceği, ilkinde
bütün canlıların öleceği, ikincisinde ise bütün bunların tekrar diriltilecekleri şu şekilde
anlatılmıştır:
“Sûr’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve
yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış
bekliyorlar.” (Zümer, 38/68)
Sûra ikinci üfleyişten, kabirlerdekilerin tekrar diriltilmesi ve mahşerde toplan-
masından sonra ise hesap başlayacaktır. “Sûra üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden
çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.” (Yâsîn, 36/51) ayetinde buna
işaret edilir. Sonra insanlar (özellikle inkarcılar) hoşlanmasalar da hesap vermek üzere
kendilerini çağıran davetçinin (İsrafil) çağrısına karşı koy(a)madan, gözleri korkudan
fırlamış halde kabirlerinden çıkacak, çekirge sürüsü gibi etrafa yayılacaklardır sonra da
mahşere çağıran meleğin sesine doğru ilerleyeceklerdir. (bk. el-Kamer 54/6-8; el-
Meâric 70/43-44)
Ba’s/ Yeniden Diriltilme
Harekete geçirmek, bir tarafa yönlendirmek, bir işle görevlendirmek, uykudan
uyandırmak, diriltmek gibi sözlük anlamları olan bu kelime terim olarak Kıyamette
“Allah’ın ölüleri canlandırması” demektir. “El-ba’sü ba’del-mevt” şeklinde tamlama
halinde kullanımı yaygındır.
İslam Kelamında yeniden yaratmayı/yaratılmayı (diriliş) ifade etmek için başta
“Ba‘s”, “i‘âde”, “neş‘et-i sânî”, “neş’et-i uhrâ”, “haşr” olmak üzere farklı kavramlar
kullanılmaktadır. Aralarında bazı ince farklar olduğu söz konusu edilse de genel de aynı
manaya işaret ettikleri değerlendirmesi yapılmaktadır. Meselâ Mutezile geneli itibariyle
i‘âde kavramını kullanmayı tercih etmiştir. (Orhan Ş. Koloğlu, “Mutezile Kelâmında
Yeniden Yaratma (İ‘âde)”, Usûl, 9 (2008/1), 7 - 40. Yine bk. Turan Koç, Ölümsüzlük
Düşüncesi, İstanbul 1991, 168-170. )
Ehl-i Sünnet, Mutezile, Şia ve Kerrâmiyye gibi temel fırkaların hemen tamamı
yeniden diriltmeyi kabul etmiş sadece Cenâhiyye ve Mansûriyye gibi İslâm dışına çıkan
fırkaların reddetmişlerdir. (Yusuf Şevki Yavuz, “Ba‘s”, DİA)
Haşir
Haşir toplamak, zıddı olan neşir de yaymak demektir. Bir topluluğu bulunduğu
yerden zorla çıkarmak ve bir meydanda toplamak anlamındaki bu kelime ile kıyamet
gününde yeniden diriltilen varlıkların hesaba çekilmek üzere bir yerde toplanması
kastedilir. Kıyamet gününde insanların yaptıklarından sorguya çekilecekleri bu yere
mahşer denilir. Bu manada arasât ve mevkıf kelimeleri de kullanılır. Haşrin
mukabilinde kullanılan neşr de hesap görüldükten sonra cennet veya cehenneme
sevketmek, dağıtmaktır. İbn Sînâ gibi bazı İslâm filozofları dışında Müslüman âlimlerin
çoğu haşrin cismânî olacağı görüşünü benimsemiş, adı geçen filozoflar ise daha çok
ruhânî haşri kabul etmişlerdir. (Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri
Sözlüğü, İstanbul 2010, s.117)
Mahşer yerinde toplanılacağı için bugün “teğâbün” yani toplanma günü olarak da
anılmaktadır: “Toplanma vakti için Allah'ın sizi toplayacağı günü düşün. O gün
aldanışın ortaya çıkacağı gündür. Kim Allah'a inanır ve salih amel işlerse, Allah
onun kötülüklerini örter ve onu içinden ırmaklar akan, ebedî kalacakları
cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır” (Teğâbun, 64/9)
“Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (amel defterleri) ortaya konur.
Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle
hüküm verilir. Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Allah onların
yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zümer, 38/69-70)
Kur’ân-ı Kerîm’de haşr kökünden gelen ifadeler geçen ve mahşeri tasvir eden bazı
ayetler şunlardır:
Hz. Peygamber de mahşeri üzerinde hiçbir alâmetin (herhangi bir dağ, tepe, dere
vs.) bulunmadığı, has undan yapılmış yufka gibi beyaz bir düzlük olarak tasvir etmiştir.
(Buhârî Rikâk, 44; Müslim, Münâfikûn, 28)
Hesab ve Mizan
Saymak, hesap etmek, hesaba çekmek (muhasebe) gibi anlamlara sahip olan bu
kelime “ahirette mükelleflerin dünyadaki fillerinden amellerinden hesaba çekilmeleri”
A h i r e t v e A h v â l i | 229
“O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse. O hoş bir hayat içinde olacaktır.
Tartıları hafif gelenlerin ise yerleri çukurdur. O çukurun ne olduğunu sen bilir
misin? O, kızgın bir ateştir.”(Kâria, 101,6-11);
“Artık kimlerin (sevap) tartılan ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa
erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık
etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedi cehennemdedirler.” (Mü’minûn, 23/102-103)
ayetleri de âhirette zerre mikdarı haksızlık yapılmaksızın amellerin değerlendirileceğini,
neticede iyi işler yapanların karşılıklarını cennet, kötülerin de cehennemde göreceklerini
belirtmektedir.
Ayetlerde geçen tartıları ağır basanlardan kasıt iyi amelleri çoklukta olan, hafif
kalanlar da iyi amelleri az kötüleri çok olan kişilerdir. Bununla beraber bu konuda
farklı görüşler de bulunmaktadır. Meselâ Mutezile içerisinden bazıları duyulur âlemde
tartma işleminin yapılmasının bir ağırlığı ve hacmi gerektirdiğinden hareketle ahirette
tartmadan kasdın “adaletle hükmetmek” anlamında olduğunu ve gerçekte bir terazinin
bulunmadığını söylemişlerdir. Mutezile’den Kâdî Abdülcebbâr ise terazinin
bulunduğunu kabul eder ve tartma işlemini terazinin bir kefesine kişinin iyi amellerine
işaret eden nûr alâmetinin, diğer kefesine de kötülüklere işaret eden zulmetin konması
olarak açıklar. (Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-hamse, tah. Faysal Bedir Avn, Kuveyt
1998, s. 96-97)
A’raf
Urf kelimesin çoğulu olan araf “sur, tepe, yüksek yer” gibi anlamlara sahiptir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu ifade aynı adı taşıyan sûrenin şu ayetlerinde geçmektedir:
“İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'raf
üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete
giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: "Selam size!" diye seslenirler.
Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler
topluluğu ile beraber bulundurma! derler. (Yine) A'raf ehli simalarından
tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de
taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı. Allah onlara bir
rahmet dokundurmayacak diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?" (Orta
Yerdekilere şunlar denecektir:) "Cennete girin; size bir korku yoktur ve
üzülmeyeceksiniz de.” (Araf, 7/46-49)
Burada ayetlerde geçen a’rafın cennet ve cehennem arasında bir ara bölge olduğu
anlaşılmaktadır. Ahirette iyi ve kötü amelleri birbirine eşit müminlerin; müminleri ve
kâfirleri yüzlerinden tanıyacak meleklerin; cennet ve cehennem ehlini birbirinden
ayıracak ve haklarında tanıklık yapacak olan peygamberler, şehidler ve âlimler gibi
kişilerin; müşriklerin büluğ çağından önce ölen çocuklarıyla aklî temyiz gücüne sahip
olmayan dolayısıyla dinen sorumlu olmayan kişilerin A’râfta bulunacağı yolunda
görüşler vardır. (Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s.28-29)
Sırat
Cadde ve anayol gibi anlamlara gelir. Kurân-ı Kerim’de de bu manada
kullanılmaktadır. Akaid ve Kelâm kitaplarında ise “İçinizden, oraya uğramayacak
hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz,
Allah'tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada
A h i r e t v e A h v â l i | 231
bırakırız” (Meryem, 19/71-72); “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a
dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla
birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları
aydınlatıp yürürler de, "Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi
bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin" derler” (Tahrim, 66/8) ayetlerine ve bu konu
hakkındaki hadislere (Buhari, Rikak, 52; Müslim, İman, 329) istinaden Cehennem
üzerine uzatılmış bir köprü olarak anlatılır. (Mehmet Bulut, Delilleriyle İslâm Akâidi,
İstanbul 2010, s. 526-529)
İnsanlar oraya vardıklarında meleklere “Durdurun onları! Çünkü onlar
sorguya çekilecekler” (Saffât, 37/24) denilecektir. Bütün sorumlu canlılar bunun
üzerinden yürüyecek, ilgili hadislere göre sıratı ilk olarak Hz. Muhammed (sav)
geçecek, bazı insanlar oradan şimşek bazısı rüzgar hızıyla, bazısı sürünerek onu
geçecekler fakat cehennem ehlinin ayakları tökezleyecek ve oraya düşecektir. (Bekir
Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İst. 2010, s.281; Nureddin es-
Sâbûni, Matüridiyye Akâidi, ter. Bekir Topaloğlu, s. 186)
Sırat hakkında kullanılan “kıldan ince kılıçtan keskince oluşu” buradan geçişin
yani daha doğrusu hesabın zorluğunu anlatan, bunun çok ayrıntılı ve çetin bir süreç
olduğunu düşündüren mecâzi bir ifade olarak anlamak gerekir. (Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s.281)
Cennet
Cennet kelimesi Arapça’da cenn kökünden gelmektedir. Bu ise örtmek gizlemek
gibi anlamlara sahiptir. Buradan hareketle cennetin “bitki ve ağaçlarıyla toprağı örten,
gizleyen bahçe” manasında olduğu söylenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de cennet naîm, adn,
firdevs lafızlarıyla tamlama halinde kullanıldığı gibi, dârü’s-selâm, dâru’l-mukâme ve
hüsnâ gibi lafızlar da cennet anlamında kullanılmaktadır. Kelâm açısından bakıldığında
cennet, günahı olmayan ya da affedilmiş veya günahının karşılığında cezasını çekmiş
olan müminlerin ahirette kalacakları yer, mekândır. Cennetin hâlen yaratılmış olup
olmadığı, ebedî olup olmadığı ve buraya kimlerin girebileceği hususunda bazı farklı
görüşler bulunmaktadır. (Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İst.
2010, s.59)
Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda Cennetin özellikleriyle ilgili şu hususların
belirtildiğini görürüz: Cennet, mü’min ve müttakiler için mükâfat olarak hazırlanmış
ebedi kalacakları; (Tevbe 72, Furkan 15) genişliği göklerle yer kadar olan (Âl-i İmran
133, Hadid 21) güvenilir bir makam (Duhan 51)bir meskendir. Cenneti tasvir eden bazı
ayetler şu şekildedir:
Şu ayet-i kerimelerde Salih amel işleyen müminlerin oraya girişi şöyle
anlatılmaktadır:
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler.
Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der:
“Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedi kalmak üzere buraya girin.
Onlar şöyle derler: “Hamd, bize olan vaadini gerçekleştiren ve bizi cennetten
dilediğimiz yere konmak üzere bu yurda varis kılan Allah’a mahsustur. Sâlih amel
işleyenlerin mükafatı ne güzelmiş!” (Zümer, 38/73-74)
“Altından ırmaklar akar.” (Bakara2/ 25, Âl-i İmran,3/15, 136, Nisa, 4/57)
“Cennette elbiseler ipek ve atlastan olup yeşil renkli, altın ve incilerle
bezenmiş haldedir.” (Hac,22/23, Fâtır, 35/33, Duhân, 44/53)
“Cennette altın ve gümüş bilezikler takılacaktır.” (Kehf, 18/31, Fatır 35/33,
İnsan, 76/21)
“Cennet ehli oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla
birlikte girer.” (Ra’d, 13/23, Yasin, 36/56)
“Cennette hurilerden eşler vardır. O huriler yeni bir yaratılışla yaratılmış, …
otağlar içinde ve tertemiz, yaşıt sevgililer halinde olacaktır.” (Vâkıa, 56/22-23, 35,
37, Nebe,78/33, Saffât, 37/48, 49, Rahmân, 55/ 72, Nisâ, 4/57)
“Oranın yemişi ve gölgesi süreklidir.” (Ra’d, 13/35)
“Berrak, içene lezzet veren, sersemletmeyen ve sarhoş etmeyen içkileri
vardır.” (Saffât, 37/46, 47)
“Çeşitli meyveler vardır.” (Yasin,36/ 57, Zuhruf, 43/73)
“Cennet ehlinin canlarının istediği kuş etleri vardır.” (Vâkıa, 56/21)
“Orada ehlinin canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey vardır.”
(Zuhruf,43/ 71)
“Bahçeler ve üzüm bağları vardır.” (Nebe, 78/32)
“Gölgeleri ehlinin üzerine sarkar, meyveleri de kolayca koparılacak
şekildedir.” (İnsan, 76/14)
“Orada boş laf ve kötü söz işitilmez, sadece selam işitilir.” (Vâkıa, 56/ 25, 26,
Meryem, 19/ 62)
“Orada yorulmak yoktur.” (Hicr, 15/ 48)
“Orada ölmek de, azap da yoktur.” (Saffat, 37/ 58, 59, Duhan, 44/56)
Özetle cennet, ölmenin, azabın, yorulmanın, boş ve kötü sözün olmadığı buna
mukabil orada bulunanların canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şeyin
bulunduğu, ebedî kalınan bir mekândır.
Cehennem
Derin, kuyu, hayırsız, uğursuz manalarına geldiği ifade edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de
pek çok yerde geçen bu kelime kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların, hakka
uymayanların, zâlimlerin… dünyada yaptıklarının karşılığında cezalarını çekecekleri
yerdir. Kur’ân’da cehennem anlamında nâr (ateş), saîr (çılgın ateş, alev), sakar (ateş),
cahîm (çok şiddetli yanan ateş), hutame (kızgın ateş), hâviye (düşenin çıkamadığı
çukur), lezâ (yalın alev, yalaz) gibi kelimeler de kullanılmıştır. (Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s.57)
A h i r e t v e A h v â l i | 233
“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar
gerçekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah
onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir
azab vardır.” (Bakara,2/174)
“İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar,
cehennemliktirler.” (Mâide, 5/10)
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, muhakkak ki karınlarını ateşle
doldurmuş olurlar ve cehennemi boylarlar.” (Nisâ, 4/10)
Cennet ve Cehennem’in Hâl-i Hazırda Yaratılıp Yaratılmadığı Meselesi
Mutezile içersinden bazıları cennet ve cehennemin şu anda yaratılmış olduğunu
kabul etmemiş ve ceza gününden önce bunların yaratılmış olmasının bir manasının,
gayesinin bulunmadığı görüşünü savunmuşlardır. Ehl-i Sünnet âlimleri ise ayetlerde
cennet için kullanılan “…Takva sahipleri için hazırlanmıştır” (Âl-i İmrân, 3/133),
“Andolsun onu Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında bir defa görmüştü. Cennetü’l-
Me’vâ da onun yanındadır” (Necm, 53/13-15) ve cehennem hakkında kullanılan
“…kafirler için hazırlandı” (Bakara, 2/24; Âl-i İmrân, 3/131) gibi geçmiş zaman
ifadeleriyle cennet-cehennem hakkında kullanılan lafızları delil göstererek cennet ve
cehennemin şu an itibariyle yaratılmış olduklarını söylemişlerdir. Ayrıca Hz. Âdem’in
yaratıldıktan sonra cennete yerleştirilmesi, hatası sebebiyle oradan çıkarılması ve oraya
geri döndürüleceğinin vaad edilmesiyle ilgili haberler de bunun delili sayılmıştır. Yine
cennet ve cehennemin şu anda yaratılmış olmasının bir gayesi yoktur diyerek
reddetmeyi Allah’ın fiillerini muayyen amaçlarla sınırlamak olarak görmüşler buna
karşılık Allah’ın dilediğini, istediği zamanda yapabileceğini belirtmişlerdir. (Cüveynî,
Kitâbü’l-İrşâd (İnanç Esasları Kılavuzu), vd., s.306)
Şefaat
Şefaat, kıyamet gününde Hz. Peygamber başta olmak üzere peygamberlerin ve
Allah’ın kendilerinden razı olduğu kişilerin, yine Allah’ın izni ve lütfu ile günah işleyen
müminlerin, günahlarının ve suçlarının bağışlanması için vesile olmalarıdır. Ayrıca
dünyadayken günahlarından tövbe etmiş ve bağışlanmış olan müminlerin cennette daha
üstün derecelere erişmesi için de şefaat terimi kullanılmaktadır. (Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, s.287)
Şefaat konusunda Müslümanların farklı düşünen mezhep olarak Mutezile’nin ve
Hâricîlerin ismi ön plana çıkmaktadır. Bilindiği gibi Hâricîler ameli imanın parçası
saymış ve tövbe etmeden ölenleri doğrudan cehennemlik saymışlardır. el-Menziletü
beyne’l-menzileteyn ve el-Va’d ve’l-Vaîd ilkeleri de Mutezilenin özellikle âhiretle
ilgili görüşlerini şekillendirmiştir. Buna göre onların adl hem va'd ve vaîd esasları
âhirette şefaatin olmamasını gerektirir. Onlara göre büyük günah işleyen bir kişinin
âhiretteki yeri cehennemdir ve orada ebedî kalacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın izni
olmaksızın kimsenin şefaat edemeyeceği açık bir şekilde vurgulanır. (meselâ bkz.
Yunus,10/3; Enbiyâ, 21/28; Taha, 20/109, Bakara, 2/255) Mutezile âlimleri bu gibi
ifadeleri şefaatin özellikle büyük günah işleyen kişiler için olmadığı şeklinde
yorumlamışlardır. Şefaat Mutezileye göre mümin kulların derecelerinin yükseltilmesi
şeklinde olacaktır.
A h i r e t v e A h v â l i | 235
Bir kez daha vurgulamak gerekirse şefaat edecek olanı da şefaat edilecek olanı da
belirleme yetkisi “De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı
O’nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz.” (Zümer, 39/44) ve benzeri ayetlerde
ifade edildiği üzere mutlak manada cenab-ı Allah’a aittir. Hiç kimse için şefaat garantisi
yoktur. Dolayısıyla günah işlemeye devam edeyim, nasıl olsa şefaat var gibi bir tutum
son derece yanlıştır. Herkes dinî emir ve yasaklara uyma hususunda elinden geleni
yapmalı, sonra Allah’ın şaşmaz adaletine, engin merhametine güvenmelidir. (Mehmet
Bulut, Delilleriyle İslâm Akâidi, s.589)
Reenkarnasyon
Son zamanlarda bazı çevreler tarafından ülkemizde de yayılmaya çalışılan bir
iddia olan reenkarnasyon özetle “ruhun bir bedenden bir başka bedene intikali, göçü” bu
iddiayı ifade için Arapça tenasüh kelimesi de kullanılmaktadır.
Esasen bu inanışın Hint menşeli olduğunu söylemek gerekir. Özellikle
Upanişadlarda sistemli olarak işlenmiştir. Günümüzde de hâlâ bulunan kast sisteminin
de büyük ölçüde bu inançla irtibatlı olduğu söylenebilir. Eski Mısır ve Yunan
medeniyetinde de vs. bu inanışa rastlamak mümkündür. Günümüzde de bu iddianın
ülkemiz dahil olmak üzere çeşitli yerlerde tekrarlandığı görülmektedir. Bu açıdan
İslam’ın ahiret inancı bakımından reenkarnasyon öğretisini kısaca değerlendirelim.
Bunu yapmadan önce bu iddiayı savunanların kendilerince ortaya koymuş oldukları
gerekçelerine bakmakta yarar bulunmaktadır.
Özetle ifade etmek gerekirse bunlar birkaç maddede şöylece sıralanabilir:
Reenkarnasyonun, insanı ölüm korkusundan, endişesinden koruduğu ileri sürülmüştür.
Kişinin içinde yaşadığı toplumda gördüğü ve reenkarnasyona inananlar tarafından
haksızlık-adaletsizlik gibi değerlendirilen bazı insanların fakir bazısının zengin,
bazısının beyaz bazısının siyah, bir kısmının sağlıklı bir kısmının hasta ve özürlü oluşu
gibi hususları açıklamada reenkarnasyonun makul bir yol sunduğu savunulur. Onlara
göre bunlar yalnız bir beden ve bir hayat olduğu kabul edildiği takdirde açıklanamaz.
Bunun için bu gibi farklılıkların ancak önceki hayatlarda yapılan eylemlerin, amellerin
karşılığı olduğu düşünülürse anlamlı bir açıklaması yapılabilir. Bu gibi olumsuz
durumların giderilmesi de ancak yeni bedenlenmeler sayesinde mümkün olur. (A.Bülent
Baloğlu, İslam’a Göre Tekrar Doğuş (Reenkarnasyon), Ankara 2001, s. 11-22, 189-
190)
Az önce ifade edilen reenkarnasyonun sözde gerekçelerine dair çeşitli itirazlar
dile getirilmiş ve reenkarnasyon inancının çeşitli açılardan mahzurları dile getirilmiştir.
Meselâ insanlara arasında hâl-i hazırda görülen farklılıklar onların önceki hayatlarında
yaptıkları işlerin karşılığı ise ilk insanlar arasında da görülen farklılıkların kaynağı
nedir? Bunu sonsuza kadar geri götürmek mümkün müdür?
Reenkarnasyonu savunanlar bunun kişinin tekâmülünü sağladığını iddia
etmektedirler. Ancak bugün acı ve ızdırap çeken bunca insan “geçmiş hayatında”
işlediği hangi kötü amellerin karşılığında bunları çektiğinin farkında mıdır? Sözde
önceki hayatını net olarak hatırlamayan neyin karşılığında tekrar hayata kavuştuğunu
bilmeyen kişi nasıl tekâmül edecektir? Adeta yaz boz tahtası haline gelmiş bir hayat-
ölüm silsilesi nereye kadar uzanacaktır?
Yukarıda cennetten bahseden “Orada ölmek de, azap da yoktur.” (Saffât, 37/ 58,
59, Duhân, 44/56) ayet meallerini de hatırlayacak olursak İslâm’ın öngördüğü ölüm
sonrası hayatta artık tekrar tekrar ölme dirilme sözkonusu olmadığını, bu bakımdan
reenkarnasyon fikrinin İslâm’ın ahiret inancına ters olduğunu söyleyebiliriz. Yine
reenkarnasyon düşüncesine göre insan “bir sonraki hayatını” kendisi belirlediği için
burada günah, pişmanlık, tövbe, af, bağışlanma gibi kavramlar anlamsızlaşmakta ve
A h i r e t v e A h v â l i | 237
Bütün ilâhî dinlerde hatta ilkel dinlerde dahi ölüm ötesi hayatın varlığına inancın
yer aldığı söylenebilir. İslamiyet açısından baktığımız da Allah’ın varlığına ve
peygamberliğe dolayısıyla peygamberlerin getirdiği esaslara inanan bir kişinin ölüm
ötesinde bir hayatın bulunduğuna iman etmesi elzemdir
Kur’ân-ı Kerîm’in başından sonuna kadar ahiret inancına verilen önemin sürekli
vurgulandığını rahatlıkla görebiliriz. Kur’ân-ı Kerîm bir yandan insanın başıboş
yaratılmadığını “Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi
sandınız?!” (Mü’minûn, 23/115) ve “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı
sanır!” (Kıyâmet, 75/36) gibi ayetlerle bildirir. Bu dünyada mutlak adaletin tam olarak
gerçekleşememesi ahirette hesabın olmasını gerektirir.
Ahiret hayatıyla ilgili anlatılanlarda şu kaide esas alınmıştır: “Vuku bulması aklen
mümkün olan bir şey hakkında nass vârid olunca onu kabul etmek, ona inanmak
gereklidir” Ehl-i Sünnete göre ahiret hayatının bir parçası olarak sual yani insanları
yapıp ettiklerinden sorguya çekilmesi ve kabir hayatında amellerin karşılığını görmek
gerçekleşecektir.
Mutezile içerisinden bazıları cennet ve cehennemin ceza gününden önce
yaratılmasının gayesiz ve anlamsız olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık çeşitli
ayetlerde cennet ve cehennem hakkında geçmiş zaman kalıbıyla kullanılan “hazırlandı”
ifadesinden hareketle bunların hâl-i hazırda var oldukları ifade edilmiştir.
Kelime anlamı terazi, ölçü aleti demek olan Mizanın bu dünyadaki herhangi bir
ölçü aletine benzetilmesi uygun değildir. Bunun için mizan amellerin tartılması ya da
tespitine yarayan ancak aklın niteliğini kavramaktan aciz olduğu bir şey olarak
açıklanmıştır
Şefaat, ahirette müminlerin günahlarının affı ya da daha üstün derecelere
erişmeleri için Allah’ın izin verdiği kişilerin bu isteklerinin Allah’ın müsaadesiyle
gerçekleşmesi şeklinde ifade edilebilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın izni olmaksızın kimsenin şefaat edemeyeceği açık bir
şekilde vurgulanır. (meselâ bkz. Yunus,10/3; Enbiyâ, 21/28; Taha, 20/109, Bakara,
2/255) Mutezile âlimleri bu gibi ifadeleri şefaatin özellikle büyük günah işleyen kişiler
için olmadığı şeklinde yorumlamışlardır. Ehl-i Sünnet ve Şia’da ise şefaat kabul
edilmiştir. Ancak onlar da (Müddessir, 74/48, Necm, 56/23) gibi ayetlere dayanarak
müşrik ya da kâfirler için şefaatin olmayacağını ifade etmişlerdir.
Reenkarnasyon ya da tenasüh özetle “ruhun bir bedenden bir başka bedene
intikali, göçü” anlamındadır.
Reenkarnasyonu savunanlar bunun kişinin tekâmülünü sağladığını iddia etseler de
reenkarnasyona inandıklarını ifade edenler dışında herhangi bir kişinin geçmiş
hayatından bahsettiği görülmemektedir. İslâm’ın ahiret inancına ölüm sonrası hayatta
A h i r e t v e A h v â l i | 239
artık tekrar tekrar ölme dirilme söz konusu değildir. Bu bakımdan reenkarnasyon fikri
âhiret inancımıza uymaz.
SORULAR
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâm düşüncesinde ahiret inancıyla ilgili olarak kullanılan
kavramlardan değildir?
A) İmamet
B) Meâd
C) Kıyâmet
D) Hesap
E) Haşir
2. Ahiret inancı konusunda tenâsuh görüşünü benimseyerek Müslümanların genelinden
ayrılan itikadî fırka aşağıdakilerden hangisidir?
A) Eşariyye
B) Nusayriler
C) Mâtüridiyye
D) Mu’tezile
E) Hâricîler
3. Kıyamet gününde insanların dünyada yaptıkları fiillerinden sorguya çekilmek üzere
sevkedilecekleri yer hangisidir?
A) Arasat
B) Araf
C) Berzah
D) Ukbâ
E) Meâd
4. Aşağıdakilerden hangisi kıyâmette insanların diriltilmesi anlamındadır?
A) Berzah
B) Ba’s
C) Araf
D) Ukbâ
E) Haşr
5. Kıyamet gününde yeniden diriltilen varlıkların hesaba çekilmek üzere bir yerde
toplanması hangi kavramla ifade edilmiştir?
A) Haşr
B) Ba’s
C) Şura
D) Ukbâ
E) Meâd
CEVAPLAR
1. a Giriş bölümüne ve ünitenin geneline bkz.
2. b Reenkarnasyon konusuna bkz.
3. a Mahşerle ilgili bilgilere bkz.;
4. b Ba’s/Yeniden Diriltilme konusuna bkz.;
5. a Haşr kısmına bkz.
KAYNAKLAR
A.Bülent Baloğlu, İslam’a Göre Tekrar Doğuş (Reenkarnasyon), Ankara 2001.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul 1992.
Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2010.
Cağfer Karadaş, İslam Düşüncesinde Ahiret, Bursa 2008.
Cüveynî, Kitâbü’l-İrşâd (İnanç Esasları Kılavuzu), ter. A. Bülent Baloğlu-
Sabri Yılmaz-Mehmet İlhan-Faruk Sancar, Ankara 2010.
İbn Manzur, Lisânü’l-Arap Beyrut ts
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-hamse, tah. Faysal Bedir Avn, Kuveyt 1998.
Mehmet Bulut, Delilleriyle İslâm Akâidi, İstanbul 2010.
Nureddin es-Sâbûni, el-Bidâye fî Usûlu’ddîn-Matüridiyye Akâidi, ter. Bekir
Topaloğlu, Ankara 1979.
Orhan Ş. Koloğlu, Fenâ: Son Dönem Mutezile’sinde Teklifin Sonu Üzerine
Tartışmalar, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18/1 (2009)
SÖZLÜK
AMAÇLAR
Siyaset ve toplum yönetimi ile ilgili meselelerin dini düşüncede hangi alanları
ilgilendirdiği ve hangi çerçevede ele alındığı hakkında bilgi sahibi olma;
Kur’an-ı Kerîm’in toplum yönetimi ile ilgili beyan ettiği temel prensipler
hakkında fikir sahibi olma;
İÇİNDEKİLER
İmametin Kureyşiliği
Değerlendirme
ÖNERİLER
İmamet konusu, Kelâm ilmi yanı sıra özellikle Fıkıh ve İslâm Tarihi alanlarıyla
da ilgili olması münasebetiyle, meseleler okunurken önceki bu alanlarla ilgili
değerlendirmeler de hatırda tutulmalıdır;
ANAHTAR KELİMELER
İmamet
Hilâfet
Saltanat
Hulefâ-i Râşidîn
Efdaliyet
Şûra-istişâre
Adalet
GİRİŞ
zorunluluğu olan, yani bireysel ahlakî sorumluluğa sahip bir varlıktır. İnsanda her
şeyden önce var olan, bu bireysel ahlakî karakterdir.
Bununla birlikte insanın ahlakî nitelikleri, varlığını içinde sürdürdüğü toplumsal
yapıda oluşmakta ve gelişmektedir. Sahip olduğu üstün yeteneklerini açığa çıkması ve
gerçek yerlerini bulması, insanın ancak kendi türünün içinde yaşamasıyla mümkün
olmaktadır. Dolayısıyla insanın sosyal yönünün, kendisi için kaçınılmaz olduğunu
söyleyebiliriz.
İnsanın tabiatında yerleştirilmiş olan kendini koruma, zararlı şeylerden uzak
kalma, güzel ve faydalı gördüğü şeylere meyletme ve onlara bazen büyük bir hırsla
düşkün olma gibi nitelikler, toplumsal planda bir arada yaşamayı zorlaştırabilen
unsurlar olarak görülmektedir. Zira insanın kendisini korumak ve ihtiyaçlarını
karşılamak için yapacağı eylemler, zaman zaman başkasının zarar görmesine yol
açabilmektedir. Bu gidermenin yolu ise, toplumsal yaşamda herkesin uymayı kabul
ettiği hukukî kuralların varlığıdır. İşte devlet yönetimi, insanın toplumsal yapısını
düzenleyen, denetleyen ve idare eden en üst organizasyon olmak ve toplumun bütün
bireylerinin onayına kazanmak açısından ehemmiyet kazanmaktadır.
İslâm düşüncesinde devlet yönetiminin gerekliliği konusunda büyük ölçüde bir
görüş birliği olmakla birlikte, bunun meşruiyetini nereden aldığı konusunda farklı
yaklaşımlar mevcuttur.
Bu meselede Şia içinde farklı yaklaşımlar bulunmakla birlikte, tarihte ve
günümüzde yaygın olması itibarıyla İmâmiyye/İsnâ Aşeriyye fırkasının görüşlerini ele
alacak olursak, onlara göre devlet yönetimi/imâmet ve siyasî iktidarın başında kimin
bulunacağı/imam meselesi peygamberlik konusunun bir uzantısı konumundadır. Buna
bağlı olarak peygamber göndermek, akıl açısından nasıl Allah Teâlâ’nın üzerine düşen
bir görev (vâcib alellah) ise, ümmetin idaresini üstlenecek imamın varlığı da böyledir.
Peygamberliğin gerekliliğini gösteren her delil, onlar açısından imametin zarureti için
de delil konumundadır. Vasıtasız vahiy almak dışında imam, bütün nitelikleri açısından
peygamberlik makamına hilâfet etmektedir. İslâm toplumunun varlığını sağlıklı bir
şekilde sürdürmesi, sıradan bir mesele değildir. Bundan dolayı onlara göre imamet, din
ve dünya işleri ilgili olarak herhangi bir şahsın Hz. Peygamber (sas)’e niyâbet etmek
suretiyle umumî başkanlığıdır. İslâm düşüncesi dâhilinde bu görüşün sadece Şia’ya ait
olduğunu hatırlatmak isteriz. (bkz. Avni İlhan, “Şia’da Usûlü’d-Din”, s. 415-416).
İ m â m e t | 247
Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile kelamcıları ise, meseleyi farklı bir bakış açısına göre
değerlendirmektedirler. Öncelikle belirtmek isteriz ki, her iki yaklaşım tarzına göre de
imametin gerekliliği, Allah Teâlâ’ya yüklenen bir aklî vâcip değildir. Başka bir ifadeyle
akıl açısından Allah Teâlâ, Müslümanların yönetimini gerçekleştirecek bir başkanı
görevlendirmek zorunda değildir. Akıl böyle bir hüküm veremez. Ancak devlet
başkanlığı yine de bir zorunluluktur. Fakat bu zorunluluk Müslümanlar tarafından
yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Bundan dolayı her iki yaklaşım da, bu meseleyi
inanılması gereken bir itikad olarak değil, uygulanması gereken fıkhî/içtihâdî bir konu
olarak görmüşlerdir. Onlara göre, Peygamber Efendimiz (sas)’in vefatını takip eden ilk
anlardan itibaren Müslümanlar, ümmetin bir idareci olmadan devamını uygun
görmemişler ve tarih boyunca bu meseleyi önemsemişlerdir. Bu da, imametin
gerekliliği konusu hakkında Müslümanlar arasında bir icmâ olduğunu göstermektedir.
Açık bir şekilde görüleceği üzere, böyle bir icmânın oluşmasında, sosyal şartlar ve
ümmetin toplumsal menfaatleri ön plan çıkarılmıştır. Dinî hükümlerin uygulanması, had
cezalarının yerine getirilmesi, sınırların korunması, ordunun hazırlanması, zekâtın
toplanması, iç asayişin temin edilmesi vb. pek çok hukukî meselenin halledilmesi,
ümmetin başında bir yönetici olmasını gerektirmektedir. (bkz. Nesefî, Tebsıra, II, 431-
432, Kâdı Abdülcebbar, el-Muğnî, XX/I, 17 vd.).
Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile’nin, Şia’ya göre oldukça farklı bir biçimde ortaya
koymuş oldukları bu yaklaşım, uygulama açısından da muhtelif sonuçların doğmasına
zemin hazırlamıştır. Zira Şia’nın meseleyi Allah’a vacip olarak görmeleri, devlet
yönetiminin imkânlarını sınırlandırmış, zamanla içinden çıkılamaz bir probleme
dönüştürmüştür. Oysa diğer bakış açısı, konuyu sosyal şartlar çerçevesinde ele aldığı ve
Müslümanların içtihadına bağlaması münasebetiyle, zor zamanlarda bile çözüm
üretilebilir bir hale getirmiştir.
DEVLET BAŞKANININ/İMAMIN BELİRLENMESİ
Müslümanların dünyevî işlerinin düzgün bir şekilde yürütülmesi açısından devlet
yönetimi yerine getirilmesi gereken bir görev olarak kabul edildikten sonra, hiç
şüphesiz, bu görevi kimin yerine getireceği meselesi gündeme gelmektedir. Yukarıda
kısaca değindiğimiz iki farklı bakış açısı, bu konu için de farklı yaklaşımların ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
248 | S i s t e m a t i k K e l â m
Mehdî b. Hasan. İmâmiye’ye göre on ikinci imam olan Muhammed Mehdî, çocukken
saklanmıştır; ancak âhirzamanda tekrar gelip ümmetin başına geçecektir. (bkz. E. Ruhi
Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, s. 140-145).
Şia içerisinde farklı imam telakkilerine sahip gruplar da mevcuttur. Örneğin
İsmâilîlere göre, altıncı imam Câfer-i Sâdık’tan sonra imamet onun büyük oğlu İsmail
ve onun nesli üzerinden devam etmektedir. Zeydîler ise, imâmete geçecek kişinin, nass
ile açık bir şekilde isim verilerek tayin edilmediğini, ancak taşıdığı vasıflar sebebiyle
imam olduğu görüşündedirler. Onlara göre de Peygamber Efendimiz (sas)’den sonra bu
işe en lâyık olan Hz. Ali idi.
Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile’ye göre imamın belirlenmesinde nass ile tayin kabul
edilebilir bir yol değildir. Zira bu konuda kendisine itimad edilecek açık bir nass
bulunmamaktadır. Şia’nın ileri sürdüğü ve Hz. Ali’nin imam olduğunu gösteren
delillerin tamamı, zorlama yorumlardan ibarettir. Hz. Peygamber (sas), vefatından önce,
ümmetin idaresi hakkında ne sözlü ne de yazılı bir vasiyette bulunmamış, bu konuda hiç
kimseyi tayin edip görevlendirmemiştir. Nassa dayanarak birinin imam olduğunu
söylemek mümkün olmadığı gibi, aynı şeyi akla başvurarak yapmak da mümkün
değildir. Çünkü akıl, bir kişiyi belirleyerek onun imam olduğunu söyleyebiecek
yeterliliğe sahip değildir. (bkz. Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd, s. 339-342; Nesefî, Tebsıra,
II, 447-448).
İmamın nass ile tayin edildiği görüşüne karşı çıkan Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile, bu
iş için uygun yöntemin ümmetin bu konuda vereceği karar olduğu fikrini
benimsemişlerdir. Buna göre imamın belirlenmesi, Müslümanların tamamının üzerine
düşen bir görevdir. Diğer bir ifadeyle imamet, ümmet tarafından seçim ve ittifakla
belirlenen bir makamdır. Fakat bu seçimin nasıl cereyan edeceği net kurallar ile
belirlenmemiştir. Peygamber Efendimiz (sas)’in vefatından sonra sahabelerin devlet
başkanını belirlemek amacıyla ortaya koydukları uygulamalar bu konuda bir fikir
vermektedir. Ancak bu seçim yönteminin bugünkü uygulamalar şeklinde anlaşılması
doğru değildir. Tarihteki uygulama, öncelikli olarak Müslüman toplumun önde gelenleri
ve itibar edilenleri (ehlü’l-hal ve’l-akd) tarafından belirlenen halifeye, ümmetin onay
vermesi anlamında biat etmesi gerçekleşmiştir. Bilindiği biat Hz. Peygamber (sas)’in
hayatında kendisine inananlardan aldığı bağlılık ve itaat sözü olarak kullanılmaktaydı.
(Fetih, 48/10; Mümtehine, 60/12). (bkz. Şerafeddin Gölcük, Kelâm, s.332-333).
250 | S i s t e m a t i k K e l â m
bir münakaşa alanı haline getirmekten ziyade ona sahip çıkma şeklinde görmek de
mümkündür.
Mu’tezile içerisinde bu konuda farklı bir takım görüşlerin seslendirilmiş olduğunu
görüyoruz. Şia ile karşılaştırmalı bir okuma yapmak gerekirse, imamın efdal olması
gerektiğini savunan Mu’tezilî kelamcılar, Dört Halife sıralamasını, aynı zamanda fazilet
sıralaması olarak kabul etmektedirler. Diğer taraftan Hz. Ali’nin efdal olduğunu kabul
eden Mu’tezilîler ise, mefdulün imametini mümkün görmektedirler. Bunun anlamı,
Mu’tezile kelamcıları, hangi görüşü benimserse benimsesin, Şiî-İmamiyye’den farklı
olarak Dört Halifenin meşruiyetini kabul etmekte, dolayısıyla onların sınırlayıcı ve
dışlayıcı anlayışını reddetmektedirler. Onların bu tavrı, Mu’tezile’nin İslâm’ın ilk
dönemi siyâsî tarihine bakışta, Şiî-İmâmiye’den çok Sünnî ve Zeydî tavra yakın
durduklarını göstermektedir.
İmametin Kureyşîliği
İslâm’ın geldiği Arap toplumunda, o dönem itibarıyla dünyanın pek çok yerinde
olduğu gibi, kabile ve âşiret bağlılığını merkeze alan toplumsal bir yapılanmanın varlığı
herkesin malumudur. Özellikle putperestlik devrinde, Mekke’deki hac işlerinin
yürütülmesinde kabileler arasında hiyerarşik bir sistemin oldukça belirleyici olduğu
göze çarpmaktadır. Kureyş ise bu düzenin hep en üstünde yer almış bir kabiledir. İslâm
öncesi Kureyş’in üstlendiği bu liderlik konumunun İslâm’dan sonra siyasî alanda da
geçerli olup olmadığı tartışma konusu edilmiştir. Zaman zaman bu tartışmalar, Kureyş
kabilesinin daha alt birimleri öne çıkarılmak suretiyle alevlendirilmiştir. Mesela bazıları
imamlığın Hâşimoğullarına, bazıları Abbasoğullarına, diğer bazıları da
Fâtımaoğullarına ait olduğunu, bu sülaleler dışında imamlığın geçersiz olduğunu ileri
sürmüşlerdir.
İslâm düşüncesinde Hâricîler ile ilk dönem bazı Mu’tezile kelâmcıları
Müslümanların idaresini üstlenecek olan devlet başkanının Kureyş’ten olma
zorunluluğu bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Kureyş kabilesinin bir üyesi olmak, onlar
açısından imamda bulunması gereken niteliklerden birisi değildir. Nitekim Hz. Ali
dönemi ve sonrasında merkezî otoriteye isyan eden bazı Hâricî gruplar, Kureyş’ten
olmayan imamlar seçerek bunu fiilî olarak göstermişlerdir. (bkz. Şehristânî, el-Milel
ve’n-Nihal, I, 134-136). İlk dönem Mu’tezile kelâmcılarının önemli bir kısmı, Hâricîler
kadar aktif bir siyâsî tavır sergilemeseler de, Emevîlere karşı sahip oldukları
İ m â m e t | 253
sebeple devlet yönetiminin babadan oğula geçtiği saltanat idaresinde bile bu niteliklerin
hatırlatılmasından vazgeçilmemiştir. Bunu, aranan niteliklerde birisinin devlet başkanı
olmasının sağlanamadığı durumlarda, bir şekilde devlet başkanı olanın söz konusu
niteliklere yönlendirilmesi ve bunları elde etmesini sağlanmak şeklinde yorumlamak
mümkündür. Böylece devlet yönetimi içerisinde ilmiye sınıfı, bağımsızlıklarını
koruyabildikleri ölçüde, yönetim teorisinin temel kriterleri üzerinde söz sahibi olma
konumunu elde etmişlerdir.
İYİLİĞİ EMRETME-KÖTÜLÜKTEN SAKINDIRMA PRENSİBİ
Toplumların varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri hiç kuşkusuz, sosyal
düzen için belirlenmiş kuralların uygulanmasıyla mümkünüdür. Kur’an-ı Kerîm, İslâm
toplumunu, insanlığın tamamına örnek olması gereken hayırlı bir ümmet olarak
tanımlamaktadır. Bu da, Müslümanların gerek bireysel gerekse toplumsal yaşantılarında
ahlakî faziletleri önceleyen bir anlayışı gerekli kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle
Müslüman birey, kendi özel alanında ahlakî kriterlere uygun davranışlar sergilediği
gibi, toplumsal alanda da aynı şekilde davranmaktadır. Bu ise iyiliğin yaygın; kötülüğün
ise sınırlandırılmış olmasıyla mümkün hale gelir. İşte Kur’an-ı Kerîm bu hususu “emr-i
bil-mâruf, nehy-i anil-münker” tabiriyle dile getirir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten
sakındıran, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân, 3/110). İslâm
ümmetine yüklenen bu misyon, onun toplumsal yapısının, ahlâkî erdemler üzerine bina
edilmiş ve bunu sürekli canlı tutan bir dinamizmi gerektirmektedir. Kur’an-ı Kerîm,
iyiliği emreden, kötülükten sakındıran mümin erkek ve kadınları birbirlerinin velisi
olarak takdim etmektedir (Tevbe, 9/71). Yani müminler arasındaki toplumsal
dayanışmanın ortaya çıkmasında, bu görevin yerine getirilmesini önem arz etmektedir.
Farklı bir perspektiften bakıldığında ise, Kur’an’ın bu görevi yerine getirmeyenleri
yerdiği görülecektir: “İsrâiloğullarından inkâr edenler, Davud’un ve Meryem oğlu
İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdi. Bunun sebebi, haksız yere isyan etmeleri ve aşırı
gitmeleridir. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Yaptıkları ne kadar da kötü!” (Mâide, 5/78-79). Dolayısıyla, toplumsal düzenin
yerleşmesi ve işlemesinde, iyiliğin yaygınlaştırılması ve kötülüğün engellenmesi
maksadıyla çaba sarfedilmesi önemli bir yer işgal etmektedir. Nitekim Peygamber
Efendimiz (sas), müminin bir kötülük gördüğünde, bunu değiştirmek için imkânları
İ m â m e t | 257
işlerini birbirlerine danışarak (şûrâ ile) halletmelerinden övgü ile bahsetmektedir. (bkz.
Şûrâ, 42/38). Hatta bunu Peygamber Efendimiz (sas)’e emrederek (bkz. Âl-i İmrân,
3/159), ümmetin bu gibi konularda nasıl davranması gerektiği hususunda onun
örnekliğini ön plana çıkarmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in hayatı bu durumun en
güzel misalleriyle doludur. Örneğin, Uhud savaşı öncesinde ashabıyla yaptığı
istişârede, kendi görüşü öyle olmamakla birlikte, genelin isteğine uyarak düşmanı
Medine dışında karşılamayı kabul buyurmuşlardır. Bu da bize, devlet idaresini
uhdesinde bulunduranlar açısından, toplumsal yönelimleri dikkate almanın ne kadar
ehemmiyetli olduğunu açıkça göstermektedir. İslâm siyaset tarihinde, idarenin
babadan oğla aktarıldığı saltanat yönetimlerinde bile bu prensibe, gönüllü veya
gönülsüz, uyma zorunluluğu, zaman zaman şûrâ ve istişâre mekanizmasının
kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. Ehlü’l-hal ve’l-akd, tabiri, devlet yönetiminin
belirlenmesi vb. meselelerde kendisiyle istişare edilmesi gereken kişileri ifade etmek
üzere üretilen bir kavram olarak bu noktaya işaret etmektedir. Dolayısıyla şûrâ fikri,
Müslümanlar arasında, herkesi ilgilendiren meselelerde ortak bir aklın üretilmesini ve
bunun devamlılığının sağlanmasını hedef göstermektedir. Yönetim alanındaki bu
toplumsal dayanışma ve işbirliğinin, sorunların daha kolay ve toplumun geneli
tarafından kabul edilebilir şekilde sonuçlanmasını sağlayacağı açıktır.
b) Bîat (veya bey’at) ve itaat kavramlarını, Kur’an-ı Kerîm’in devlet idaresine
teslim ettiği haklar olarak değerlendirmek mümkündür. Peygamber Efendimiz
(sas) insanlardan Allah’a ve kendisine itaat edilmesi üzerine bey’at almıştır.
Toplumun devlet iradesine bağlılık yemini manasını içeren bu kavram, aynı
zamanda yönetimin halk tarafından onaylanması sonucunu da doğurmaktadır.
Toplumsal düzen açısından tarafların karşılıklı onayları büyük anlam ifade
etmektedir. Zira aksi bir durum, toplumda fitne ve fesadın yaygınlaşmasına
zemin hazırlayacaktır. Oysa Kur’an-ı Kerîm yeryüzünde fesad çıkarmayı ağır bir
dille yerdiği gibi (bkz. Bakara, 2/205), fitneyi de adam öldürmekten daha ağır
bir suç olarak takdim etmektedir (bkz. Bakara, 2/191). Fitne ve fesadın ortadan
kaldırılabilmesi için devlet yönetiminin üzerine görevler düştüğü gibi, yönetilen
halkın da birtakım sorumlulukları bulunmaktadır. “Ey iman edenler! Allah’a
itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de.
Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret
260 | S i s t e m a t i k K e l â m
gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlüne arz edin. Bu, daha
iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59) âyet-i kerîmesinde
Cenab-ı Allah, Müslümanların yöneticilerine itaatını, Allah ve Rasûlüne itaatın
hemen arkasından zikrederken, her iki taraf için de ahlakî ve hukukî sınırları
çizmiş olmaktadır. Bundan dolayı İslâm düşüncesinde itaatın sadece mâruf
(iyilik) hakkında olacağı açık bir şekilde belirtilmiş; Allah’ın razı olmayacağı bir
hususta hiçbir yöneticinin itaat talep edemeyeceği belirtilmiştir. (bkz. Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 14, Nisa, 4/59. âyetin tefsiri).
c) Devlet yönetiminin öncelikli toplumsal görevini ise adalet ilkesi ile ifade etmek
mümkündür. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu
Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla
işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisa, 4/58) âyet-i kerîmesi, Müslümanların
gerek bireysel gerekse toplumsal yaşantısının hak ve adaletten ayrı
düşünülemeyeceğini ifade etmektedir. İnsanlar arasında adaletin
uygulanabilmesi için bazı prensipler kabul edilmiştir. Yöneticilerle yönetilenler
arasında olduğu gibi hukuk karşısında eşitlik, azınlıkların haklarının korunması
bunlar arasında gösterilebilir. (Bkz. Ziyauddin Rayyıs, İslam’da Siyasi
Düşünce Tarihi, s. 294 vd.) Ayrıca yukarıdaki âyette zikredildiği gibi kamuyu
ilgilendiren görevlerde, bu işleri üstlenecek kimselerin belirlenmesinde “ehliyet”
kriterinin esas alınması da adaletin bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir.
Adalet prensibi, bireysel alandan başlayıp toplumsal alana doğru yayılan temel
ahlakî ve hukukî bir değer olarak, Müslümanların hayatında dengeli olma,
aşırılıklardan uzak durmayı da ifade etmektedir. Bu bağlamda devletin görevleri
rasında yer alan yaşam alanlarının imarı, yani İslâm ülkesinin bayındır bir hale
getirilmesi, insanların yaşam standartlarının iyileştirilmesi de bu prensip
çerçevesinde düşünülmelidir. Müslümanların, insanlık için ortaya çıkarılmış
hayırlı bir ümmet olma nitelikleri, onların adaleti yaygınlaştırma yolunda
gösterecekleri gayretle yakından alakalıdır.
Burada kısaca temas ettiğimiz genel prensipler, Müslümanların toplumsal
organizasyonunda, tüm insanlar için iyiliği ve hayrı önceledikleri anlamına gelmektedir.
Çünkü İslâm ümmeti, içinde barındırdığı her birey gibi, toplumsal planda da çevresine
İ m â m e t | 261
ÖZET
Şia dışında kalan diğer itikâdî ekollere göre, devlet başkanının belirlenmesi, ümmetin
kararına bırakılmış içtihâdî/fıkhî bir meseledir. İmamın ilahî bir nass ile belirlenmesi söz konusu
değildir. Peygamber Efendimiz (sas) kendisinden sonra ümmetin başına geçecek kişi hakkında
açık veya gizli bir vasiyet bırakmış değildir. Bundan dolayı Müslümanlar bu meseleyi kendi
uygun gördükleri şekilde, İslâm dininin getirdiği genel prensipler çerçevesinde hallederler.
Devlet başkanı olacak kişide aranan nitelikler onun görev alanıyla yakından ilgilidir. Bu
sebeple imamet vazifesi yürüten kimsenin, sorumluluklarını yerine getirebilecek her türlü
yeterliliğe sahip olması beklenir. Bununla birlikte onda insan-üstü özellikler aranması doğru
değildir.
İslâm dininin toplum yönetimiyle ilgili konularda ortaya koyduğu temel prensipler
arasında adalet prensibinin ön plana çıktığını, bireysel ahlak alanında olduğu gibi toplumsal
hayattaki işlerinde ahlak temelli bir düzen içersinde yürütülmesinin talep edildiğini
görmekteyiz. Müslümanların sosyal hayata dair işleri yürütmede ortak bir akıl üreterek, yani
birbirlerine danışmayı (istişâre, şurâ) esas alan bir mekanizma geliştirmeleri talep edilmektedir.
Bu, hem sorumlulukların yılması, hem de tek ferde dayalı olmaktan kaynaklanan eksiklik ve
yanlışlıkların engellenmesi bakımından önemli görülmüştür.
SORULAR
CEVAPLAR
Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih,
H. İbrahim Bulut, “Şiî-Usûlî Gelenekte Hz. Ali ve İmâmetinin Dayanakları”, Hz. Ali
Sempozyum Bildirileri, İzmir 2009.
Murat Memiş, “İmamet Teorisi Bağlamında Mu’tezilîlerin Hz. Ali Anlayışı”, Kelâm
Araştırmaları Dergisi, 8:2 (2010), ss. 115-146.
Müslim, el-Câmiu’s-Sahih,
Suyûtî, el-Câmiu’l-Ehâdîs,
SÖZLÜK
Takiyye: Herhangi bir sebebe bağlı olarak kişinin gerçek inanç, düşünce veya kanaatini
gizleyerek kendini koruması.
Bîat (Bey’at): Bağlılık sözü. Bir topluluğun önderi konumundaki kişinin (peygamber,
imam vs.) belli konularda kendi yönetimine sadık kalınacağına dair söz alması.