Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 450

ş e y t a n m a r k a gi

ş e At AN
MARKA
GİYER

8. Basım
ŞEYTAN
MARKA
GİYER
Küçük bir kentte büyüyen
Andrea Sachs üniversiteden
mezun olur olmaz milyonlarca
kızın hayalinde yaşattığı bir iş
bulur. Runway dergisinin ünlü
ve başarılı Genel Yayın v "
meni Miranda Priestly’in yanın­
da asistanlığa başlar. Ve bir anda
kendini Prada! Armani! Versace!
dünyasında bulur. Artık çevre­
sinde yaşam larının tek amacı
marka giyip kendileri ile ilgilen­
mek olan genç, güzel kadınlar
ve erkekler vardır.
Ne var ki burası zorlu bir dün­
yadır ve burada küçük balıklar
büyük b a lık la ra yem olur.
Andrea’nın büyük ümitlerle adım
attığı bu dünya acımasız, şımarık
ve bencil patronu sayesinde ce­
henneme döner...
Ama şu an için çektiği acılar
gelecekte atacağı büyük adımla­
rın başlangıcı olacaktır.
KİTAPLAR
K ita b in O rijin a l A d i
T H E D EVIL W EARS PRADA

Y ayin H aklari
LAUREN W E IS B E R G E R ©
AKÇALI TELİF HAKLARI AJANSI
A LTIN KİTAPLA R YAYINEVİ
VE T İC A R E T A Ş .®

B as ki
1. BASIM / ŞUBAT 2 0 0 4
2. BASIM / N İS A N 2 0 0 4
3. BASIM / H A Z İR A N 2 0 0 4
4. B A S IM /T E M M U Z 2 0 0 5
5. BASIM / EKİM 2 0 0 6
6. BASIM / EKİM 2 0 0 6
7. BASIM / KASIM 2 0 0 6
8. BASIM / ŞUBAT 2 0 0 7
A K D E N İZ Y A Y IN C IL IK A.Ş.
Matbaacılar Sitesi No: 83
Bağcılar - İstanbul

BU KİTABİN H ER TÜ R LÜ YAYIN HAKLARI


FİK İRVE SANAT ESERLERİ YASASI GEREĞİNCE
ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ VE TİCARET A.Ş.'YE A İT T İR

ISBN 975 - 21- 0438 -X

ALTIN KİTAPIAR YAYIN EVİ


Celâl Ferdi Gökçay Sk. Nebioğlu Işhanı
Cağaloğlu - İstanbul
Tel: 0.212.513 63 65 / 526 80 12
0.212.520 62 46/513 65 18
Faks: 0.212.526 80 11

http://www.altinkitaplar.coni.tr
info@allinkitaplar.com.tr

m
ALTIN
KİTAPLAR
LAUREN
VVEISBERGER

ŞEYTAN
MARKA
GİYER

TÜRKÇESİ
PINAR ÖCAL
Bu kitap halen yaşam akta olan ve
Savaşla Barışın rekabetine içtenlikle inanan
üç kişiye adanmıştır:

“Sahip olm ak için bir m ilyon kızın canını vereceği”


annem Cheryl

yakışıklı, esprili, zeki ve yetenekli olmasının


yanı sıra kitabın sadece kendisine
adanmasını isteyen babam Steve ile

annemle babamın favorisi dian (ben bu kitabı yazana kadar)


olağanüstü kız kardeşim D ana’ya
Şeytan Marka Giyer

Teşekkür

Bunu başarmama yardım eden dört kişiye teşekkürler:


Stacy Creamer - Editörüm. Kitaptan hoşlanmazsanız onu suçlayın...
gerçekten komik olan bütün bölümleri attı.
Charles Salzberg - Yazar ve öğretmen. Bu projeyi yürütmem için be­
ni çok zorladı, o yüzden de eğer bu kitap hoşunuza gitmezse onu da suçla­
yın.
Deborah Schneider - Sıradışı bir temsilci. Söylediğim veya özellik­
le yazdığım her şeyin en az yüzde on beşine bayıldığına beni ikna etmeyi
daima başarıyor.
Richard David Story - Sabık patronum. Artık her gün sabahın doku­
zundan önce görmek zorunda olmadığım için onu sevmem daha kolay
şimdi.

Ve de herhangi bir yardımları filan dokunmadığı halde, adlarının


geçmesi karşılığında kitabımdan birkaç tane alacaklarına söz veren herke­
se de kocaman teşekkürler:

7
Lauren Weisberger

Dave Baiada, Dan Barasch, Heather Bergida, Lynn Bemstein, Dan


Braun, Beth Buschman-Kelly, Helen Coster, Audrey Diamond, Lydia Fa-
kundiny, Wendy Fineıman, Chris Fonzone, Kelly Gillespie, Simone Gimer,
Cathy Gleason, Jon Goldstein, Eliza Hanis, Peter Hedges, Julie Hootkin,
Bemie Kelberg, Alli Kirshner, John Knecht, Anna Weber Kneitel, Jaime
Lewisohn, Bili McCarthy, Dana McMakin, Ricki Miller, Daryl Nierenberg,
Wittney Rachlin, Drew Reed, Edgar Rosenberg, Brian Seitchik, Jonathan
Seitchik, Mami Senofonte, Shalom Shoer, Josh Ufberg, Kyle White ve Ric-
hard Willis.

Ve özellikle Leah Jacobs’a, Jon Roth’a, Joan ve Abe Lichtenstein’a


ve Weisbergerlere: Shirley ve Ed, Judy, David ve Pam, Mike ve Michele’e
teşekkürler.

8
Şeytan Marka Giyer

Yeni giysiler gerektiren tüm işlerden uzak durun.


- HENRY DAVI D THOREAU, VVALDEN. 1854

Kentte yolumu bulmaya çalışırken sıkıştığım ölümcül kavşağa doğru


bir yığın san taksi kükreyerek atağa kalktığında, daha 17. Sokak ile Bro-
advvay’in kesiştiği noktadaki ışık yeşile tam dönmemişti bile. “Debriyaj,
gaz, vites; yoksa sıra bu değil miydi, debriyajdan ayağını kaldır.” Çılgın
öğle trafiğinde kendimi bir parçacık rahatlatabilmek için aklımdan ha bire
bunları geçiriyordum. O anda kullandığım küçük araba olduğu yerde vah­
şi bir biçimde iki kez silkelendikten sonra ileri fırlayarak kavşağa doğru
ilerlemeye başlayınca kalbim göğsümde pır pır etti. Hiç beklemediğim bir
hıza kavuşmuş gidiyordum, hem de büyük bir hıza. İkinci viteste olup ol­
madığımı bir de gözümle kontrol edeyim derken ön camda bir taksinin ar­
kasının giderek büyümekte olduğunu fark ettim ve tek yapabildiğim bütün
gücümle fren pedalına saldınp ayağımı sıkıştınp topuğumu kırmak oldu.

9
Lauren Weisberger

Allah kahretsin! Paniğe kapıldığım anlarda asla ve kesinlikle zarif bir bi­
çimde davranmayı başaramadığım için yine yedi yüz dolarlık bir ayakka­
bıyı kurban etmiştim. Bu ay içinde gerçekleşen üçüncü topuk kırma hadi-
semdi bu. Araba durduğunda adeta bir ferahlık hissettim (hayatımı kurtar­
maya çalışırken debriyaja basmayı ihmal etmiştim elbette). Kıymetli Ma-
nolo’lanmı çıkanp yan koltuğa fırlatmak için birkaç saniyem vardı (eğer
dört bir yandan gelen öfkeli koma sesleri ve çeşitli biçimlerde beyan edil­
mekte olan küfürler sayılmazsa bunlann huzurlu saniyeler olduğu söylene­
bilirdi). Terden ıslanan ellerimi kurulamak için, son dakikalarda yaşadık­
larımdan ötürü acımaya başlayan popomu sımsıkı saran süet Gucci panto­
lonumdan başka bir şey yoktu ortalıkta. Parmaklarım artık uyuşmuş bulu­
nan kalçalarımı saran yumuşacık süet üzerinde ıslak izler bırakmıştı. Nor­
mal vitesli, üstü açılan bu 84.000 dolan öğle kalabalığında şehrin türlü be­
layla dolu merkezinde sürmeye çalışmak aşın derecede sigara içme arzu­
su uyandınyordu içimde.
O sırada göğüs kıllan kansı tarafından örülmüş kazağından tehditkâr
bir biçimde dışan fırlamış esmer bir şoför, “Ne biçim araba kullanıyorsun
kadın?” diye haykırdı. “Ne sanıyorsun burayı, Tann’nın belası bir kurs sa­
hası mı? Çekil yoldan!”
Ona münasip bir el hareketi yaptım ve dikkatimi tekrar ilgilenmem
gereken konuya çevirdim; yani, acilen damarlanma nikotin yollama işine.
Ellerim yine terden nemlenmişti ve bunun kanıtı olarak da kibritleri yere
düşürdüm. Tam ateşle sigaramın ucunu buluşturmuştum ki yeşil yandı ve
sigarayı dudaklarımın arasında asılı olarak bırakıp tekrar debriyaj, gaz, vi­
tes (doğru sıralama bu muydu hakikaten), debriyajı bırak, tekerlemesine
geri dönmek zorunda kaldım. Bu arada da sigara dumanlan her nefes alı­
şımda ağzımdan içeri dışan savrulup durmaktaydı. Arabayı normal bir bi­
çimde sürmeye başlayıp sigaramı alacak hale gelinceye kadar üç blok da­
ha geçtim ama yine de çok geç kalmıştım, tehlikeli bir biçimde uzamış
olan külüm az önce ellerimi kurulamış olduğum nemli pantolonuma düş­

10
Şeytan Marka Giyer

müştü bile. Korkunç. Manolo ayakkabılarımla birlikte üç dakika içinde


yapmış olduğum hasann, toplam 3100 dolara ulaştığını anca hesaplamış­
tım ki cep telefonum tüm gücüyle çalmaya başladı. Sanki o anda hayatta
yeterince sorunum yokmuş gibi, telefonumun ekranı en çok korktuğum şe­
yin başıma geldiğini haber vermekteydi, arayan oydu, yani Miranda Pri-
estly. Patronum.
“Ahn-dre-ah! Ahn-dre-ah! Beni duyabiliyor musun Ahn-dre-ah?”
Motorola’mı şak diye açtığımda sesi ortalığı titretmekteydi. Tabi bu arada
ellerimin ve (ayakkabısız) ayaklarımın o anda çeşitli işlerle ne kadar meş­
gul olduğu düşünülürse telefonumu açabilmiş olmam da büyük bir başa­
rıydı aslında. Telefonu kulağımla omzumun arasına kıstırıp sigaramı cam­
dan dışarı fırlattım ve maalesef sigara bisikletli bir kuryenin burnunun di­
binden kıl payı geçti. O da elbette, çok aşina olduğum “ana avrat” küfür­
lerden bir demet yolladı bana.
“Evet Miranda. Selam, seni gayet iyi duyuyorum.”
“Ahn-dre-ah, arabam nerede? Hâlâ garaja bırakmadın mı onu?”
Bu arada neyse ki kırmızı ışık yandı ve bana sanki bu, uzun süre kır­
mızıda kalanlardan biri gibi geldi. Araba hiç kimseye ve hiçbir şeye çarp­
madan yine silkelenerek durdu ve ben de rahat bir nefes aldım. “Şu an ara­
badayım Miranda ve birkaç dakika içinde de garajda olacağım.” Onun her
şeyin yolunda gittiğine inanmış olabileceğini düşünüp, bu inancını güçlen­
direcek şeyler söylemeyi yeğlemiştim, böylece ikimiz de kısa bir süre için
de olsa rahat edebilecektik.
“Her neyse,” dedi kabaca, lafımı ortasında keserek. “Büroya dönme­
den önce Madelaine’ı almanı ve evime bırakmanı istiyorum.” Klik. Tele­
fon kapanmıştı. Bu konu ile ilgili aynntılan sorabileceğimi tahmin ettiği
için telefonu mahsus çabucak kapattığını anlayana dek, elimdeki alete ağ­
zım açık bakakaldım. Madelaine. Kimdi ki bu Allah’ın cezası Madelaine?
Şu anda neredeydi? Benim, onu alacağımı biliyor muydu? Neden Miran-
da’nın dairesine geri gitmesi gerekiyordu? Miranda’nın tüm gün çalışan

11
Lauren Weisberger

bir şoförü, kâhyası ve de çocuk bakıcısı varken neden dünya üzerinde bu


işi yapması gereken tek kişi ben oluyordum?
New York’ta araba kullanırken cep telefonu ile konuşmanın yasak
olduğunu hatırlayıp ihtiyaç duyduğum en son şeyin de New York polisle­
ri ile bir kovalamaca yaşamak olduğunu fark edince otobüs yoluna geçtim
ve dörtlü flaşörlerimi yaktım. Nefes al, nefes ver, diyerek bir yandan ken­
dime koçluk yaparken, bir yandan da arabayı stop ettirmeden park etmek
için gerekli hareketleri hatırlamaya çalışıyordum. Normal vitesli bir araba
kullanmayalı uzun yıllar olmuştu (aslında beş yıl olmuştu, en son liseden
bir flörtüm bana normal vitesli arabasıyla araba kullanmayı öğretmeye ta­
lip olmuştu, ama birkaç dersten sonra kendi isteğimle kendimi sınıfta bı­
rakmıştım bu konuda) ama Miranda ofisine bir buçuk saat erken gitmemi
isterken bu hususa pek de dikkat etmişe benzemiyordu.
“Ahn-dre-ah, arabamın bulunduğu yerden alınıp garaja götürülmesi
gerekiyor. Bunu hemen yapmalısın, çünkü bu gece Hamptons’a gitmek için
ona ihtiyacımız olacak. Hepsi bu kadar.” Hayvani büyüklükteki masasının
önündeki halıya kök salmış gibi durmaya devam ettim ama o çoktan benim
varlığımla ilgisini kesmişti bile. Ya da bana öyle gelmişti. “Hepsi bu kadar
Ahn-dre-ah. Hemen hallet,” diye ekledi yine yüzüme bile bakmadı.
Bir yandan yürüyüp, bir yandan da bu işi yaparken karşıma çıkaca­
ğından emin olduğum milyonlarca tuzağı ve nereden başlamam gerektiği­
ni düşünürken içimden, “Ah, tabi Miranda,” diye söyleniyordum. Kesin
olarak yapılması gereken ilk şey arabanın “Bulunduğu yer” her neresiyse
onu saptamaktı. Büyük bir ihtimalle bir tamircide olabilirdi, ama tabi o ta­
mirci de civardaki beş semtte bulunan milyonlarca tamirciden herhangi bi­
ri olabilirdi. Ya da belki arabasını bir arkadaşına vermişti ve şu anda Park
Caddesi’ndeki ful servis veren pahalı garajlardan birinde durmaktaydı. Ta­
bi yeni satın almış olduğu (markası bilinmeyen) bir arabayı da kastediyor
olabilirdi ve onu galeriden alıp eve götürmemi istemiş de olabilirdi. Yap­
mam gereken çok şey vardı.

12
Şeytan Marka Giyer

îşe Miranda’nın dadısını arayarak başladım ama cep telefonu sürekli


olarak telesekretere bağlı çıkıyordu. Kâhya listedeki ikinci kişiydi ve ilk
kez çok işe yaradı. Bana arabanın yeni satın alınmış bir araba olmadığını,
aslında, “Üstü açık, koyu yeşil, spor bir araba,” olduğunu ve genellikle Mi-
randa’nın apartmanındaki garajda durduğunu söyleyebildi en azından, ama
kâhya da o anda arabanın nerede olduğunu bilmiyordu. Üçüncü kişi ise Mi-
randa’nın kocasının asistanıydı ve o da bana bildiği kadarıyla kankocanın
en son model bir siyah Lincoln navigatorlan ve bir tür küçük yeşil Porsc-
he’lan olduğunu söyledi. Evet. îlk ipucumu yakalamıştım. 11. Sokak’taki
Porsche satıcısına edilen hızlı bir telefon sayesinde Bayan Miranda Pri-
estly’ye ait yeşil bir Carrera 4 Cabriolet’in boyasındaki düzeltmelerin he­
nüz bitirildiğini ve yeni CD çaların da montajının tamamlanmak üzere ol­
duğunu öğrenmiştim. Bingo!
Beni galeriye götürmesi için hemen bir araba istedim ve yol boyu ara­
bayı bana teslim etmelerini sağlamak için Miranda’nın imzasını taklit etti­
ğim sahte bir belge hazırlamakla uğraştım. Ancak galeride kimse benim o
kadınla olan ilgim hususunda bir şey bilmek ister gibi görünmüyordu, bi­
rinin gelip başka birine ait Porsche’yi alıp gitmesi son derece normal bir
şeymiş gibiydi onlar için. Anahtarları bana attılar ve noımal vitesli bir ara­
bayı geri geri garajdan çıkartabileceğimden emin olmadığım için yardım
etmelerini istediğimde de sadece gülmekle yetindiler. On blok gidebilmek
tam yarım saatimi aldı ve hâlâ da kâhyanın tarif etmiş olduğu Miranda’nın
blokuna ulaşabilmek üzere nasıl ve nereye doğru dönmem gerektiğini çı­
karamamıştım. Neyse ki şansım yaver gitmiş, 76. ve Beşinci caddeleri ken­
dime, arabaya, bir bisikletliye, bir yayaya veya başka bir araca zarar ver­
meden geçebilmiştim, ama yaptığım son telefon konuşması sinirlerim üze­
rinde hiç de iyi bir etki bırakmamıştı doğrusu.
Bir kez daha telefon turumu yapmaya başlamıştım, ama bu sefer Mi-
randa’nın çocuk bakıcısı telefonunu ikinci çalışta açmıştı.
“Cara selam benim.”

13
Lauren Weisberger

“Hey n ’oldu? Sokakta mısın? Çok gürültü geliyor?”


“Evet öyle de diyebilirsin. Miranda’nın Porsche’unu servisten almam
gerekiyordu da. Yalnız normal vitesli arabaları pek iyi kullanamıyorum.
Ama bu arada beni tekrar aradı ve Madelaine adında birini alıp eve götür­
mem gerektiğini söyledi. Kim bu Madelaine Tann aşkına ve de onu nere­
de bulabilirim?”
Cara, bana on dakika gibi gelen bir süre boyunca gülmekten öldü,
sonra da, “Madelaine onların Fransız buldog yavrusu,” dedi. “Ve şu an ve­
terinerde. Kısırlaştırılıyor. Onu benim almam gerekiyordu,” ama Miranda
az önce aradı ve ikizleri okuldan erken almamı söyledi, böylece hep birlik­
te Hamptons’a gitmeye hazır olacaklarmış.”
“Şaka yapıyorsun. Bu Porsche ile Tann’nın belası bir köpeği mi taşı­
yacağım? Kaza yapmadan? Böyle bir şey asla olmayacak.”
“Madelaine Doğu Yakası Hayvan Hastanesi’nde, hastane de Birinci
ve İkinci Cadde arasındaki Elli İkinci Sokak’ta. Kusura bakma Andy, şim­
di kızlan almam gerek, ama yapabileceğim bir şey olursa ara tamam mı?”
Yeşil hayvanı tekrar kent dışına doğru döndürme manevrası, kalan
son konsantrasyon rezervlerimi de tüketmişti ve bu arada İkinci Cadde’ye
ulaşmıştım, stresten vücudum ter halinde erimeye başlamıştı. Herhalde
bundan daha beteri olamaz, diye düşünürken başka bir taksinin arka tam­
ponun dibine girdiğini fark ettim. Arabanın herhangi bir yerinde en küçük
bir çizik olsa işimi kaybedeceğim kesindi (hatta bu son derece açıktı) ama
işin içinde canımdan olmak da vardı. Park etmenin yasak olduğu açıkça
belli olsa da hastanenin önünde durdum ve içeri telefon edip Madelaine’ı
arabaya getirmelerini istedim. Birkaç dakika sonra (bu birkaç dakika, Mi-
randa’dan neden hâlâ ofiste olmadığımı sorgulayan yeni bir telefon alma­
ma yetmişti) son derece kibar bir kadın yanında inleyen, durmadan hava­
yı koklayan bir yavruyla ortaya çıktı. Kadın, bana Madelaine’ın dikişli.kar­
nını gösterip arabayı çok ama çok dikkatli sürmemi istedi, çünkü köpekçik
“rahatsız bir durumdaymış”. Tabi bayan. Zaten işimi ve de muhtemelen

14
Şeytan Marka Giyer

hayatımı korumak için çok ama çok dikkatli kullanıyorum arabayı, eh kö­
pek de bundan yararlanacaksa bu da işin ikramiyesi sayılır.
Madelaine yan koltukta kıvrılmış yatarken bir sigara daha yakıp, çıp­
lak ve donmuş ayaklarımı ovuşturdum yoksa zavallı parmaklarım debriyaj
ve fren pedallarını kavrayamayacakları. Debriyaj, gaz, vites, ayağını deb­
riyajdan çek, bunları, her gaza basışımda acıklı feryatlar koparan köpeğin
sesini duymamak için yüksek sesle, şarkı kıvamında tekrarlıyordum. Ağ­
lamak, sızlamak ve horuldamak arasında gidip geliyordu hayvancık. Mi-
randa’nın apartmanına vardığımızda neredeyse isterik bir hal almıştı. Onu
yatıştırmaya çalıştım ama sanırım ilgimin sahte olduğunu sezmişti, üstelik
de başını okşamak veya kucağıma almak gibi şeyleri yapacak boş elim
yoktu o anda. Demek ki o dört yıl boyunca uğraştığım bütün o planlama
ve yeniden yapılandırma kitapları, oyunlar, kısa hikâyeler ve şiirler sonun­
da küçük, beyaz, bir buldog topağını başka birine ait, gerçekten çok ama
çok pahalı arabaya bir zarar vermesin, diye rahatlatmaya çalışmak içinmiş.
Tatlı hayat. Tam da hep hayal ettiğim gibi gerçekten.
Sonunda başka bir kaza yaşamadan arabayı garaja sokuşturmayı ve
köpeği de Miranda’nın kapıcısının eline tutuşturmayı başarmıştım, ama
bütün o şehir içi seyahatim boyunca beni izlemiş olan arabaya bindiğimde
hâlâ ellerim titriyordu. Şoför, bana sempatiyle bakıp, noımal vitesli araba
kullanmanın güçlükleri hakkında destekleyici bir şeyler söylemeye çalıştı
ama ben pek sohbet edecek havada değildim.
‘Tekrar Elias-Clark binasına döneceğiz,” dedim derin bir iç çekişle
birlikte, o arada şoför blokun etrafından dönmüş ve Paık Caddesi’nin gü­
neyine yönelmişti. Bu yolu her gün yaptığım için (hatta bazen günde iki
kez) bir nefes almak, kendimi toplamak ve Gucci süet pantolonumda kalı­
cı şirin izler bırakmış olan kül ve el lekelerinden kurtulmak için sadece se­
kiz dakikam olduğunu gayet iyi biliyordum. Ayakkabılanm ise umutsuz
durumdaydılar, ancak ayakkabı tamircilerinin cenneti olan Runway’de el­
den geçtikten sonra acil durumlarda kullanılabilirlerdi. Bu arada yolun al­

15
Lauren Weisberger

tı buçuk dakikalık kısmını da geride bırakmış olduğumuzdan, dengesiz bir


zürafa gibi biri düz biri on santimlik topuklarımın üzerinde sekerek çeşitli
iyileştirme girişimlerinde bulunmaktan başka çarem kalmamıştı. Dolap’a
hızla girip çıkarak yüksek topuklu, kestane rengi ve alelacele kaptığım de­
ri eteğe çok uyan yepyeni bir çift Jimmy Choos çizmesi sahibi olmayı ba­
şardım. O arada süet pantolonumu da “Hassas Temizleme” bölümüne fır­
latmıştım (burada yapılan kuru temizleme işlemi parça başına 75 dolardan
başlıyordu). Son durağım da Dolap’m güzellik reyonuydu, güzellik bölü­
mü asistanlarından biri hemen terden akmış makyajıma bir göz attıktan
sonra önüme sabitleyicilerle dolu bir kutu bıraktı.
Hiç de fena değil, diye düşündüm, her köşede bulunan boy aynaları­
na bir bakınca. Sadece birkaç dakika önce kendimi ve etrafımdaki herkesi
tehlikeye atarak, çügınca koşuşturduğumu kimse anlayamazdı doğrusu.
Miranda’nm ofisinin önündeki asistanlar bölümüne gayet sakin bir biçim­
de girdim, aynı şekilde koltuğuma oturdum ve o yemekten dönmeden ön­
ce birkaç dakikam olduğunu umut ettim.
“Ahn-dre-ah,” diye, sade ve bilinçli olarak soğuk biçimde döşenmiş
odasından seslendi. “Araba ve yavru neredeler?”
Yerimden ok gibi fırladım ve tüylü pelüş halılarda on santimlik to­
puklarımın üzerinde koşabildiğim kadar hızlı koşarak masasının önünde
dikildim. “Arabayı garajın sorumlusuna, Madelaine’ı da kapıcıya teslim et­
tim Miranda,” dedim her iki işi de arabayı, köpeği ve kendimi katletmeden
başarmış olmanın gururuyla.
İçeri girdiğimden beri ilk kez kafasını Womerı's Wear Daily dergisin­
den kaldırıp, “Peki neden böyle bir şey yaptın?” diye hırladı. “Sana onlan
buraya getirmen gerektiğini özellikle belirtmiştim, kızlar da buraya gel­
mek üzereler ve neredeyse yola çıkacağız.”
“A, şey, ben sandım ki siz onlan şeye...”
“Yeter. Senin beceriksizliğinle ilgili aynntılar beni ilgilendirmiyor.
Git arabayı ve yavruyu olarak buraya getir. On beş dakika içinde hepimi­
zin gitmeye hazır hale gelmesini istiyorum. Anlaşıldı mı?”

16
Şeytan Marka Giyer

On beş dakika mı? Bu kadın halüsinasyon mu görüyordu acaba? Aşa­


ğı inip arabaya binmek en az iki dakika sürerdi, apartmana ulaşmak için de
en az yedi sekiz dakika gerekiyordu. Onun on sekiz odalı katında o yavru­
yu bulmak benim en az üç saatimi alırdı ve üstelik bir de yine o normal vi­
tesli arabayı park yerinden çıkarıp ofise kadar yirmi blok sürmem gereki­
yordu.
“Tabi Miranda. On beş dakika.”
Odasından çıkar çıkmaz yine titremeye başlamıştım ve bir yandan da
zavallı kalbimin, yirmi üç yaşımın bu olgun çağında bütün bu olup biten­
lere dayanıp dayanamayacağını merak ediyordum. Bu arada yaktığım si­
garanın ateşi, beton yerine yeni JimmysTerimin üzerine düşmeyi ve orada
için için yanmayı sürdürerek küçük, kibar bir delik açmayı başardı. “Ha­
rika,” diye mırıldandım. “Gerçekten boktan bir biçimde harika oldu bu."
Bugün dört eşyamı azimle paralayarak kendi kişisel rekorumu kırmayı be­
cermiştim. Yine de işe iyi tarafından bakmaya karar verip, belki de ben dön­
meden ölür, diye düşündüm. Belki, sadece belki, hiç bilinmeyen tuhaf bir
nedenle birdenbire ölüp gider ve böylece hepimiz birden bu ıstırap kayna­
ğından kurtulurduk. Sigaramı söndürmeden önce derin bir nefes daha çek­
tim ve kendi kendime gerçekçi olmam gerektiğini anımsattım. Onun ölme­
sini istemiyorsun, diye düşündüm arka koltuğa kendimi atarken. Çünkü
eğer ölürse onu kendi ellerinle öldürebilme ümitlerini yitirmiş olacaksın.
Bu da gayet münasebetsiz bir durum olacak.

17 F :2
Lauren Weisberger

İlk iş görüşmeme gitmek üzere Elias-Clark binasının kötü bir üne sa­
hip asansörlerinden birine adım attığımda hiçbir şey bilmiyordum. Bu ta­
şıyıcılar moda kelimesinin içerdiği her şey demekti. Benimse, şehirdeki en
iyi bağlantılara sahip dedikodu yazarlarının ve medya uzmanlarının, bu
muhteşem ve sessiz asansörlerin kusursuz görünümlü yolcularının attıkla­
rı her adım için deli olduklarından hiç mi hiç haberim yoktu. Hiç bu kadar
parlak san saçlı kadınlar görmemiştim daha önce, böyle bir panltıyı yara­
tabilen marka kuaförlere gitmenin insana yılda altı bin papele patladığın­
dan ya da insanlann saçma şöyle bir göz atıvermekle boyayı yapan usta­
nın kimliğinin bilinebileceğinden de hiç haberim yoktu. Hayatımda hiç bu
kadar güzel erkeklere de rastlamamıştım. Kusursuz bir tavırian (ama asla
çok fazla erkeksi değil çünkü, öyle davranmak çok seksi değil) vardı ve ha­

18
Şeytan Marka Giyer

yatlarını vücut geliştirmeye adamış olduklarım düşündüren balıkçı yakalar


ve dar deri pantolonlar giyiyorlardı. Daha önce gerçek insanların üzerinde
hiç görmemiş olduğum ayakkabı ve çantalar ne yönden bakılsa Prada! Ar­
moni! Versace! diye haykırıyorlardı. Bir arkadaşımın arkadaşından (kendi­
si Chic dergisinin editör yardımcılarından biriydi) duyduğuma göre, zaman
zaman Miuccia, Giorgio veya Donatella gibi yaratıcıların oluşturduğu ak-
sesuvar bileşimleri, bu çok özel asansörlerde çıkar ve onların, 2002 yazı
için lanse etmiş oldukları zarif hançer biçimi topuklara veya gözyaşı dam­
lası çantaya yeniden hayran kalabilmelerine fırsat verirmiş. Çok büyük de­
ğişikliklerle karşı karşıya olduğumun farkındaydım, ama bu değişimin iyi­
ye doğru olduğundan pek emin değildim.
Bu noktaya kadar, hayatımın geride kalan yirmi üç yılını, küçük
kentli Amerikalıyı temsil edecek biçimde geçirmiştim. Tüm varlığım tam
bir klişeden ibaretti. Connecticut Avon’da geçen büyüme çağlarım, lisede
yapılan spor aktiviteleri, gençlik toplantıları, ebeveynlerin uzak olduğu
hoş banliyö evlerindeki “içkili partiler”le doluydu. Okula eşofmanlarla gi­
der, cumartesi geceleri kotlarımızı çeker, yan resmi danslara da kabarık
etekler giyerdik. Ve üniversite! Liseden sonra bu dünya gerçekten de çok
karmaşık ve incelikliydi doğrusu. Brown akla hayale gelebilecek her tür
sanatçı, uyumsuz ve bilgisayar çılgını için sonsuz sayıda etkinlikler, sınıf­
lar ve gruplar cennetiydi. Peşine düşmek istediğim her tür entelektüellik ve
yaratıcılık, istediği kadar popülariteden uzak veya sadece çok özel bir gru­
bu ilgilendiriyor olmuş olsun, Brown’da bir yolunu bulup karşıma çıkıyor­
du mutlaka. Moda ise, belki de bu âlemden kesinlikle uzak olan tek kav­
ramdı. Providence çevresinde müflonlu paltolar ve yürüyüş botlan içinde,
sakarlıklarla dolu olarak geçirdiğim dört yıl, Fransız empresyonistleri hak­
kında öğrenmiş olduğum bütün o şeyler ve İngiliz gazeteleri için hazırla­
dığım iğrenç uzunluktaki yazılar beni (düşünülebilecek hiçbir biçimde)
üniversite sonrasındaki ilk işim için hazırlamamıştı.

19
Lauren Weisberger

Zaten iş konusunu elimden geldiğince ertelemeyi başarmıştım. Me­


zun olduktan sonraki üç ay boyunca, bulabildiğim tüm paracıklan bir ara­
ya getirdim ve o paralarla tek başıma bir yolculuğa çıktım. Bir ay trenle
Avrupa’yı gezdim, müzelerden çok plajlarda vakit geçirdim ve üç yıllık er­
kek arkadaşım Alex dışında kimseyle, ilişkimi sürdürmek için bir gayret
harcamadım. Beş hafta kadar sonra kendimi yalnız hissetmeye başladığı­
mı biliyordu. Onun da Amerikan Eğitimi konulu kursu yaz tatiline girmiş­
ti ve eylüle kadar zaman öldürmekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Böy-
lece Amsterdam’da aniden karşıma çıkıverdi. Ben o ana dek Avrupa’nın
çoğunu keşfetmiş olduğumdan, o da bir önceki yaz aynı şeyi yapmış oldu­
ğundan, bir kafede oturmaktayken pek de makul sayılamayacak bir tutum­
la, seyahat çeklerimizi bozdurmaya ve Bangkok’a iki adet tek yön bilet al­
maya karar verdik.

Birlikte, çoğunlukla Güneydoğu Asya’da, günde 10 dolardan fazla


harcamayıp geleceğimiz üzerinde saplantılı bir biçimde tartışarak turladık.
O, büyük bir heyecanla dar gelirli insanların çocuklarının gittiği şehir
okullarından birinde İngilizce öğretmeye başlayacağı günü bekliyordu,
genç zihinleri biçimlendirmek, en yoksul ve ihmal edilmiş bölgelerde ça­
lışmak için sabırsızlanıyordu. Benim amacım ise bu kadar yüksek bir amaç
değildi, ben sadece dergi yayıncılığı camiasında bir iş bulabilmek istiyor­
dum. Bunun okuldan çıkar çıkmaz The New Yorker’dan teklif almaya pek
benzemediğini biliyordum, ama yine de en geç beş yıl içinde orada yazı­
yor olmayı da kafama koymuştum. Bu benim gerçekten ve daima istedi­
ğim tek şey, bulunmak istediğim tek yerdi. Annemle babamın The New
Yorker’d i okumuş olduklan bir makale üzerine yaptıkları konuşmayı duy­
duğumda, o dergiyi saklamıştım ye konuşmaları da hiç aklımdan çıkma­
mıştı. Annem, “Bu kadar mükemmel yazılabilir ancak,” demişti. “Olayla­
rı bundan daha iyi anlatan bir yazı yazılamaz.” Babam da ona katılmış ve,
“Kesinlikle, bugüne dek yazılmış tek akıllıca yazı,” diye cevap vermişti.

20
Şeytan Marka Giyer

Buna bayılmıştım. Canlı ve özgün yorumlara, zekice ve komik karikatür­


lere ve böyle özel, sadece kendi okurlarına ait bir dünyaya ait olabilme fik­
rine bayılmıştım. Son yedi yıl boyunca her gün bu dergiyi okumuştum.
Tüm birimlerini, tüm editörlerini ve tüm yazarlarını ezbere biliyordum.
Alex’le yaşamlarımızın yeni rollerine nasıl başlayacağımızı, bunu
birlikte yapmanın bizler için ne büyük bir şans olduğunu konuşmaktan hiç
bıkmıyorduk. Geri dönmek için hiç acelemiz yoktu, herhalde bunun çılgın­
lıklar başlamadan önceki son sakin dönemimiz olduğunu bir biçimde his­
sediyorduk. Delhi’de aptal aptal vizelerimizi de uzattırdık ki bu egzotik ül­
kede birkaç hafta daha gezebilelim.
Eh, hiçbir şey romantizmi amipli dizanteri kadar hızla yok edemez.
Bir haftamı Alex’e beni bu cehennemde ölüme bırakıp gitmemesi için yal­
vararak iğrenç bir Hint öğrenci evinde geçirdim. Dört gün sonra New
Yoık’a indik ve endişeler içindeki annem beni arabasının aıka koltuğuna
tıkıştırdıktan sonra eve gidene kadar bütün yol boyunca başımın etini ye­
di. Bir biçimde, Yahudi bir annenin rüyasının gerçeğe dönüşmesiydi bu, o
doktordan ötekine taşınıp duımak ve küçük kızını ele geçirmiş olan her bir
baş belası paraziti tepelemek için elinde gerçek bir sebep vardı. Tekrar in­
san gibi hissetmeye başlamam için dört hafta geçmesi gerekti, bundan son­
raki iki hafta da evde yaşamanın çekilmez olduğunu hissetmeye başlama­
ma yetti de arttı bile. Annemle babam harika insanlardı ama her sokağa çı­
kışımda nereye gittiğimi ya da her eve dönüşümde nereden geldiğimi sor­
maları canıma yetmişti. Lily’yi aradım ve Harlem’deki küçük stüdyo daire­
sinin kanepesinde takılıp takılamayacağına sordum. Çok kibar olduğun­
dan kabul etti.

Harlem’deki küçük stüdyoda kan ter içinde uyandım. Alnımı vurmuş


gibiydim, midem altüst durumdaydı, bütün sinirlerim hiç de seksi olmayan

21
Lauren Weisberger

bir biçimde ayağa kalkmıştı. Ah! Geri geldiler, diye düşünüp dehşete ka­
pıldım. Parazitler vücuduma geri dönmenin yolunu bulmuşlardı ve sonsu­
za kadar acı çekmeye mahkûm olmuştum. Ya daha da kötü bir şeyse? Bel­
ki de son zamanlarda ortaya çıkan dang hummasının bir türüne yakalan­
mıştım? Ya da malaryaya? Hatta belki de ebolaya? Geceden kalma ufak
alıntılan algılamaya başlayıncaya kadar, sessizce yatıp çok yakında tepe­
me bineceğine inandığım ölümün pençelerini hayal etmeye çalıştım. Doğu
Village’deki dumanlı gecelerden biriydi. Cazda erime filan dedikleri bir
tür müzik vardı. Martini kadehinde sıcak, pembe bir içki, ah, mide bulan­
tısı lütfen dur artık. Arkadaşlar bana hoş geldin demek için uğruyorlardı.
Kadeh kaldırma, bir yudum içme, tekrar kadeh kaldııma. Oh, şükürler ol­
sun ki ender bulunan kanamalı bir hastalık ateşi değilmiş, sadece akşam­
dan kalmalıkmış. Dizanteri yüzünden dokuz kilo kaybettikten sonra bu ka­
dar içmeyi kaldıramayacağım ortadaydı. 1.78 santimetre boya 52 kilo sıkı
bir gece geçirmek için pek uygun değildi (ama anlaşılan bir moda dergi­
sinde iş bulmak için gayet uygundu).
Büyük bir cesaretle, kendimi bir haftadır yatmakta olduğum ve insanı
kötürüm bırakmak üzere tasarlanmış kanepeden kaldırdım ve bütün ener­
jimi hasta olmamaya odakladım. Amerika’ya yeniden uyum sağlamak (yi­
yeceklere, âdetlere, muhteşem sağanak yağmurlara) oldukça yorucu bir
şeydi ama bir evde misafir olarak kalmak daha da yorucuydu. Bu arada ka­
lan son baht’lanmı ve rupi’lerimi bozdurunca ancak bir buçuk hafta daha
idare edebileceğimi, ondan sonra beş parasız kalacağımı da fark etmiştim.
Annemlerden para alabilmenin tek yolu ise o kısırdöngüye, yani eve geri
dönmekti. Bu mantıklı yaklaşım, beni böyle kasvetli bir kasım gününde
yataktan kaldırabilecek tek şeydi, çünkü bir saat sonra ilk iş görüşmemi
yapacaktım. Geçen haftayı Lily’nin kanepesine park etmiş olarak geçir­
miştim, kendimi hâlâ zayıf ve yorgun hissediyordum, ama sonunda Lily
her gün birkaç saatliğine de olsa evi terk etmemi haykırmıştı. Kendi ken­
dime ne yapabileceğimi pek bilemeyerek bir metro kartı almış ve metro-

22
Şeytan Marka Giyer

laıla oradan oraya gezinmeye başlamıştım ben de. Rasgele gittiğim yerle­
re de birer özgeçmiş bırakıyordum. Bütün büyük dergi yayıncılarının gü­
venlik görevlilerine de yan içten bir kapak yazısı eşliğinde birer tane bı­
rakmıştım tabi ki. Yazıda editör yardımcılığı yapmak ve dergilerde yaza­
bilmek için deneyim kazanmak istediğimi belirtiyordum. Doğrusu kimse­
nin bunlan gerçekten okuyup okumadığına aldırmayacak kadar zayıf ve
halsizdim; en son aklıma gelecek şey de bir görüşmeye çağnlmaktı. Ama
önceki gün Lily’nin telefonu ısrarla çalmış ve Elias-Claık insan kaynakla-
nndan birisi beni bir “Sohbet” için çağırmıştı. Hayret! Sonuçta bunun ger­
çek bir iş görüşmesi olup olmadığım kestirememiştim, ama her dunımda
bir “Sohbet” yapmayı ben de yeğlerdim.
Üstüme bir ceketle pantolon geçirdim, aslında bir takım oluşturmak
üzere yaratılmamışlardı ve pek de birbirlerine uymuyorlardı ama en azından
iskeletimsi görüntümü kapatıyorlardı. Çok havai olmayan bir at kuyruğu
yaptım ve hafif aşınmış düz ayakkabılarımla kıyafetimi tamamladım. Pek
harika olmamıştı (aslına bakarsanız iğrenç olmuştu) ama bence yeteriiydi.
Beni sadece dış görünüşüme bakarak işe alacak ya da reddedecek değiller
ya, diye düşünmüş olduğumu hatırlıyorum. Pek basit düşünüyoımuşum.
Sabah on birdeki randevum için tam zamanında binaya ulaştım ve
asansöre binebilmek için sıra bekleyen uzıin bacaklı, Twiggy tipli kızların
oluşturduğu kuyruğu görünceye kadar da paniğe kapılmadım. Kızların du­
dakları hiç durmadan kıpırdıyordu ve dedikoduları ancak son moda ayak­
kabı topuklarının takırtıları tarafından bölünüyordu. Takırtılar diye düşün­
düm. “İşte bu harika.” (Asansörler!) nefes al, nefes ver, diye kendime emir
verdim. Vazgeçmeyeceksin. Vazgeçmeyeceksin. Sen buraya sadece editör
asistanı olabilmek için konuşmaya geldin ve sonra doğruca kanepene geri
döneceksin. Vazgeçmeyeceksin. “A, evet, tabi ki Reactiori da çalışmayı
çok isterim. Elbette The Buzz da çok uygun olur. Pardon, ne? Kendim se­
çebilir miyim? O zaman gece bunlarla Maison Vous arasında bir seçim
yapmaya çalışmalıyım. Çok hoş!”

23
Lauren Weisberger

Bir süre sonra pek de gurur verici olmayan “Misafir” etiketimi, yine
pek de gurur verici olmayan kıyafetimin üstüne bir benek şeklinde kondur­
muş olarak (ne yazık ki misafirlerin çoğunun bunları çantalarının üzerine
yapıştırdıklarını sonradan faik ettim, hatta bazıları daha da iyisini yapıp
onları hepten yok ediyorlardı, sadece kimi çirkin geri zekâlılar onlan üzer­
lerine takıyorlardı) asansörlere doğru ilerlemekteydim. Sonra... asansöre
bindim. Yükseliyor yükseliyor yükseliyor ve uzayın, zamanın dışına ve
sonsuz seksi bulmaya, daha doğrusu, insan kaynaklarına gidiyorduk.
Bu hızlı ve sessiz tırmanış esnasında rahatlamak için kendime bir an
izin verdim. Ağır, boğucu parfüm kokularına karışan deri kokulan bu
asansörleri sadece erotik amaçlı yerlere dönüştürüyordu adeta. Katlar ara­
sında süzülüyor, sonra her katta durup güzel yaratıklan Chic, Mantra, The
Buzz ve Coquette' ye boşaltıyorduk. Kapılar sessizce, saygıyla açılıyor,
bembeyaz resepsiyon bölümlerini gözler önüne seriyordu. Tertemiz, sade
çizgilere sahip şık mobilyalar adeta otuımak için insanın cesaretini sına­
mak üzere konmuş gibiydiler ve de hani biri kazayla bir şey dökse, dehşet
içinde çığlık atacaklarmış gibi duruyorlardı. Dergilerin isimleri kimlikleri­
ni tanımlayan, bağımsız karakterde kalın siyah harflerle lobileri çevrele­
yen duvarlara yazılmıştı. Kalın, opak camlarla korunuyorlardı. Bu isimler
her ortalama Amerikalının bildiği ama asla yüksek bir çatıda döner, çalka­
lanır ve çevrilirken hayal etmediği isimlerdi.
Donmuş yoğurt servisi yapmak dışında herhangi bir iş yapmamışken
ben bile, yeni yeni profesyonel olmaya başlamış arkadaşlarım sayesinde,
kurumsal iş hayatının böyle görünmediğine dair yeterince hikâye duymuş­
tum. Buna yakın bile değildi hatta. Burada iğrenç floresan ışıklan ve asla
kir göstermeyen halılar yoktu. Derbeder sekreterlerin işgal etmiş olması
gereken yerlerde, son derece şık takımlar giymiş, elmacık kemikleri belir­
ginleştirilmiş, pınl pınl genç kızlar bulunuyordu. Ofis malzemesi, diye bir
şey yoktu ortalıkta! Ajanda, çöp kutusu, kitap gibi şeyler kesinlikle bulun­
muyordu. Kin ve nefreti algılayıp, sesi de duymadan önce, mükemmelliği
ile baş döndüren en az altı beyaz kat görmüştüm.

24
Şeytan Marka Giyer

“O. Bir. Kaltak! Ona daha fazla dayanmama imkân yok. Buna kim
dayanır? Gerçekten merak ediyorum KİM DAYANIR BUNA?” diye tıs­
ladı yirmi bilmem kaç yaşında ve yılan derisi bir etekle minicik bir üst giy­
miş olan kız. Görünüşü gündüz vakti bir büroda olmaktan çok gecenin geç
saatlerinde Bungalow 8’de olmaya uygundu.
“Biliyorum. Biliyoruuuuuum. Geçen altı ay boyunca neye tahammül
etmek zorunda kalmıştım sanıyorsun? Su katılmamış bir kaltağa. Ve de
berbat bir zevke,” diye diğer kız cevap verdi güzelim başını empatik bir
edayla savurarak.
Neyse ki ben ineceğim kata geldim ve asansörün kapısı açıldı. İlginç,
diye düşündüm. Bu olası iş OTtamını, üst düzey bir sosyete kızının günlük
hayatındaki herhangi bir yerle karşılaştıracak olsanız, herhalde burası da­
ha iyiydi. Uyancı mı? Eh, belki tam öyle değil. Nazik, tatlı, besleyici? Ha­
yır, kesinlikle değil. Öyle bir yer ki gülümsemenize ve harika işler başar­
manıza imkân sağlıyor? Hayır mı? Peki, hayır! Ama eğer hızlı, ince, sofis­
tike, inanılmayacak kadar çağa uygun ve insanın yüreğini burkacak kadar
havalı bir yer arıyorsanız Elias-Clark sizin için Mekke demekti.
Muhteşem mücevherleri ve kusursuz makyajı ile süzülen insan kay­
naklan resepsiyon görevlisi, yetersizlik duygulanmdan kaynaklanan buna­
lımımı bastıracak herhangi bir şey yapmadı. Bana oturmamı ve “bazı sayı­
larımıza” dilediğim gibi bakmamı söyledi. Oysa ben, sanki gerçekten be­
ni bu konuda sınava tabi tutacaklarmış gibi, şirket künyesinde yer alan ya­
zı işleri müdürlerinin isimlerini hatırlamaya çalışıyordum deliler gibi. Ha!
Elbette Reaction dergisinden Stephen Alexander’ı biliyordum, tabi bir de
The Buzz’dan Tanner Michel’i unutmama imkân yoktu. Bence bastıklan
tek ilginç şey de bunlardı zaten. Ben daha iyisini yapabilirdim.
Minyon bir kadın geldi ve kendisini Sharon olarak tanıttı. “Eee tat­
lım, galiba dergilerden birine mutlaka kapağı atmak istiyorsun, değil mi?”
diye sorarken, bana bir dizi uzun bacaklı, manken gibi ve hepsi birbirine

25
Lauren Weisberger

benzeyen kızı, onun soğuk ve sade ofisinde atlatma izni verecekmiş gibiy­
di. “Bildiğin gibi üniversiteyi bitirir bitilmez böyle bir iş bulmak pek ko­
lay değil. Çok çok fazla rekabet ve çok az iş var. Bu işlerin de pek azı ele
geçirilebilir. Üstelik bunlar da fazla para vermezler, ne demek istediğimi
anlıyorsan eğer?”
Ucuz, uyumsuz kılığıma ve son derece yanlış ayakkabılarıma bakıp
meraklanmama dahi gerek olmadığını düşündüm. Bana, “Ama, şu an mü­
sait olan ve çok kısa zamanda da kapılacak şaşırtıcı bir pozisyon var,” di­
ye fısıldadığını faik ettiğimde, kanepeye kıvrılıp sigaralarım ve çerezle­
rimle geçireceğim iki haftamı düşünmeye başlamıştım bile.
Hımmm. Onu göz teması kurmaya zorlarken bir yandan da antenle­
rim açılıveımişti. Fırsat ha? Hem de çabucak kapılacak? Zihnim deli gibi
koşturuyordu. Bana yardım etmek mi istiyor? Benden hoşlandı mı yani?
Peki neden? Daha ağzımı bile açmadan benden nasıl hoşlanmış olabilirdi
ki? Ve neden tam bir araba satıcısı ağzıyla konuşmaya başlamıştı?
“Tatlım bana Runway’\n yazı işleri müdürünün kim olduğunu söyle­
yebilir misin?” diye sordu, bu arada oturduğumdan beri ilk kez doğru dü­
rüst bakmıştı yüzüme.
Boşluk. Tamamıyla ve kesinlikle bir boşluk, hiçbir şey hatırlayamıyor­
dum. Beni gerçeklen sınadığına inanamıyordum. Hayatımda Runway’den
tek satır bile okumuş değildim, bana bunu sormaya hakkı yoktu. Kim ta­
kardı ki Rumvay’yi? İçinde iki satır bile yazı olup olmadığından emin ol­
madığım, aç görünüşlü manken fotoğraflarından ve abartılı reklamlardan
oluşan bir moda deıgisiydi sadece. Bir ya da iki an için kekeledim, o ara­
da da daha önce ezberiemiş olduğum çeşitli faiklı editör isimleri beynimin
içinde uyumsuz çiftler halinde dans etmekteydi. Beynimin bayağı derinde
kalmış katmanlarının arasında bir yerlerde o kadının isminin de bulundu­
ğundan emindim (bütün olanlardan sonra kim emin olmazdı ki). Ama ne
yazık ki harap olan beynim bu buluşu yapamadı.

26
Şeytan Marka Giyer

“Eh, şey, galiba onun adını şu anda çıkaramayacağım. Ama bildiği­


mi biliyorum, yani elbette biliyorum. Herkes onun kim olduğunu bilir!
Ben sadece, şey, bunu tam şu anda söyleyemiyorum.”
Beni bir an büyük bir merakla inceledi, sonra iri kahverengi gözleri
ter içinde kalan suratımda sabitleşti. “Miranda Priestly,” diye adeta fısılda­
dı, saygı ve de bir miktar korku içinde. “Onun adı Miranda Priestly.”
Derin bir sessizlik oldu. Neredeyse bir dakika boyunca bilinmez his­
lerin etkisi altında ikimiz de tek kelime bile etmedik, ama sonra Sharon,
benim ölümcül hatamı dikkate almamaya karar verdi. Onun ümitsizlik ve
çaresizlik içinde Miranda’ya yeni bir asistan aradığını bilmiyordum, bu
kadının kendisini potansiyel asistan adayları için gece gündüz taciz ettiği­
ni de bilemezdim. Çaresizce birini bulmaya çalışıyordu, herhangi birini,
yeter ki, Miranda’nın geri çevirmeyeceği biri olsun. Benim işe alınmam ve
onu bu dertten kurtarmam için en ufak bir ümit varsa (bence pek yok gibi
görünüyordu) bunun için çaba harcamaya hazırdı.
Sharon’m yüzünde küçük bir tebessüm oluştu ve Miranda’nm iki
asistanıyla tanışacağımı söyledi. İki asistan mı?
“Elbette,” diye bana öfkeli bir bakış fırlatıp doğruladı. ‘Tabi ki Mi-
randa’nın iki asistana gereksinimi var. Şimdiki kıdemli asistanı Allison,
Rumvay’in güzellik editörünün yerine geçiyor ve Emily, yani ikinci asista­
nı da Allison’un yerini alacak. Böylelikle ikinci asistanlık boş kalacak!
“Andrea okuldan yeni mezun olduğunu ve muhtemelen dergi dünya­
sının iç işleyişi hakkında pek bir fikir sahibi olmadığını biliyorum ama...”
Bu noktada uygun kelimeleri arayarak dramatik bir ara verdi. “Ama benim
işimin, zorunluluğumun sana bunun ne kadar müthiş bir fırsat olduğunu an­
latmak olduğunu da hissediyorum. Miranda Priestly...” Burada yine durdu,
bu kez daha da dramatik bir hava takınmıştı, adeta saygı duruşunda bulunur
gibiydi. “Miranda Priestly moda endüstrisinin en nüfuzlu kişilerinden biri­
dir ve kesinlikle dünyanın en önemli dergi editörlerinden de biridir. Dünya­

27
Lauren Weisberger

nın! Onunla çalışabilme şansı, onun dergiyi yönetişini izleyebilmek, ünlü


yazarlarla ve modellerle tanışmak, onun istediği her bir şeyi ve her gün el­
de etmesine yardımcı olmak, eh, sanırım sana bunu yapabilmek uğruna mil­
yonlarca kızın canını vermeye hazır olduğunu söylememe gerek yok.”
“Eee, tabi, yani evet demek istiyorum, evet müthiş görünüyor,” de­
dim, bir yandan da Sharon’m, bir milyon kişinin uğruna can vermeye ha­
zır olduğu bir işi neden bana anlattığım çözmeye çalışıyordum. Ama bu­
nun üzerinde düşünmeye zaman yoktu. Telefonu kaldırıp birkaç kelime
mırıldandı ve bir iki dakika sonra Miranda’nın iki asistanıyla görüşmem
için bana asansöre doğru eşlik ediyordu.
Sharon’ın bir parça robot gibi davranmaya başladığım düşündüm,
ama sonra Emily ile görüşmem başladı. Aşağı, on yedinci kata inmeyi ba­
şardım ve Rumvay’in cesaret kırıcı resepsiyon bölümünde beklemeye baş­
ladım. Cam kapıların ardında ince, uzun bir kızın belirmesi neredeyse ya-
nm saatten fazla sürdü. Üzerinde baldırlarını ancak örtecek uzunlukta bir
deri etek vardı ve asi kızıl saçlannı dağınık ama göz alıcı bir topuz şeklin­
de toplamıştı. Cildi kusursuz ve mattı, en küçük bir kusur ya da leke yok­
tu ve hayatımda gördüğüm en çıkık elmacık kemiklerine sahipti. Gülüm­
semedi. Y anıma oturdu ve beni ciddi bir ifadeyle, ama küçük bir merak be­
lirtisi de göstererek, tepeden tırnağa inceledi. Formalite icabı. Ardından,
sakin bir biçimde ve hâlâ kendim tanıtmamış olarak, Emily olduğunu tah­
min ettiğim kız bana işin tanımım yapmaya başladı. İfadesindeki mono­
tonluk söylediği kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu bana; belli ki
bu yaptığını onlarca kez yinelemişti, benim diğerlerinden farklı olabilece­
ğime pek ihtimal vermiyordu ve bu yüzden de fazla vakit harcamak iste­
miyordu.
“Hiç kuşkusuz zordur. On dört saat çalışılan günler olacak, çok sık
değil ama yeterince sık,” diye sıraladı, hâlâ bana bakmıyordu. “Şunu iyice
anlamak gerekir ki yapılacak iş yazı işleri olmayacak. Miranda’nın ikinci

28
Şeytan Marka Giyer

asistanı olarak sadece onun ihtiyaçlarını önceden sezmek ve bunlan karşı­


lamaktan sorumlu olacaksın. Örneğin bu, ona alışverişlerinde eşlik eder­
ken en sevdiği kırtasiye malzemelerini sipariş etmek de olabilir. Ama ne
olursa olsun daima eğlencelidir. Yani bu şaşırtıcı kadınla günler ve hafta­
lar geçiriyor olacaksın. Şaşırtıcı demek Miranda demektir.” Burada bir ne­
fes aldı ve konuşmaya başladığımızdan beri ilk kez bir hayat belirtisi gös­
termiş oldu.
“Harika görünüyor,” dedim ve gerçekten de böyle düşünüyordum.
Okulu bitirir bitirmez işe başlayan arkadaşlarımın hepsi henüz başlangıç
düzeyinde çalışıyorlardı ve perişan dunundaydılar. Banka, reklam ajansı,
yayınevi, nerede çakşırlarsa çalışsınlar duramlan berbattı. Uzun iş günle­
rinden, çalışma arkadaşlarından ve şirket politikalarından yakınıp duruyor­
lardı ama hepsinden çok da, acı acı can sıkıntısından şikâyet ediyorlardı.
Onlardan beklenen işler okulla kıyaslandığında aptalca, gereksiz, ancak bir
maymundan beklenebilecek şeylerdi. Saatler boyunca bilgi bankalarına
isim giriyor, aranmayı hiç arzu etmeyen insanları telefonla arayıp duruyor­
lardı. Aylar boyu bilgisayar başında anlamsız konulan araştınyor, çeşitli
bilgileri düzene koyuyor ve bunlan yapıyorlar diye üstleri tarafından verim­
li sayılıyorlardı. Hepsi mezuniyetten bu yana gelişeceklerine aptallaştıkla-
nna yemin ediyorlar ve bir kaçış yolu da bulamıyorlardı. Ben de belki mo­
da konusuna pek meraklı değildim ama bütün gün “Eğlenceli” bir şeyler
yapmayı kesinlikle bir ofiste can sıkıntısından patlamaya tercih ederdim.
“Evet, harika. Gerçekten harika. Yani gerçekten ama gerçekten hari­
ka. Neyse, seninle tanıştığıma memnun oldum. Şimdi gidip Allison’ı çağı­
racağım seni tanıması için. O da harikadır zaten.” Kızın bunlan hızla söy­
leyip deri eteğini hışırdatarak ortadan kaybolmasıyla tay gibi bir yaratığın
arzı endam etmesi bir oldu.
Bu çarpıcı zenci kız kendisini Allison olarak tanıttı, yani Miran-
da’nın kıdemli asistanı olup da terfi eden. Onunla ilgili ilk düşünebildiğim

29
Lauren Weisberger

şey çok ama çok ince olduğu idi. Ama içe çökük midesine ve dışan fırla­
mış pelvis kemiklerine bile odaklanamıyordum, çünkü işyerinde göbeği
açık bir kıyafetle dolaşıyor olması gerçeği beni büyülemişti. Yumuşak ol­
duğu kadar dar da olan, siyah deri bir pantolon giymişti. Üstünde de gö­
ğüslerini ancak ve zorla örten, göbek deliğinin beş santim üzerinde kalan,
beyaz küçük, tüylü bir üstlük vardı. Uzun saçları mürekkep kadar siyahtı
ve omzundan aşağı kalın, parlak bir battaniye gibi salınıyordu. El ve ayak
parmaklarına fosforlu beyaz oje sürmüştü ve sanki içeriden ışık verir gibi
parlıyorlardı, açık sandaletleri 1.85 santimetre gibi görünen boyunu 1.90
santimetreye çıkarmıştı. Aynı zamanda seksi, yan çıplak ve klas görünme­
yi başarmıştı, ama bana daha çok soğuğu hatırlatıyordu. Yani kelime anla­
mında soğuk. Ne de olsa kasım ayındaydık.
“Selam, ben Allison, tahmin edeceğin gibi,” diye başladı, deri panto­
lonunun uyluk bölgesine beyaz tüylü üstlüğünden düşmüş parçacıktan
toplayarak. “Ben editörlüğe yükseldim ve bu da Miranda için çalışmanın
harika yanlanndan biri. Evet, çalışma saatleri uzun ve iş zor ama aynı za­
manda çok cazip ve milyonlarca kız bu iş için canını feda edebilir. Miran­
da harika bir kadın, harika bir editör, harika bir kişidir ve kendi kızlanna
çok iyi bakar. Onunla bir yıl çalışırsan, yıllar boyu yükselir ve tepeye tır­
manırsın, eğer yetenekliysen, seni zirveye yollar ve...” Söyledikleri ile pa­
ralel herhangi bir heyecan ve tutku göstermeden öylece anlatmaya devam
etti. Onun tam bir aptal olduğuna dair bir izlenime kapılmasam da, gözle­
rinin tıpkı beyni yıkanmış dini mezhep üyeleri gibi boş boş baktığını faik
etmiştim. Sanki uykuya dalsam, burnumu kanştırsam ya da bırakıp gitsem
farkına varmayacakmış gibi görünüyordu.
Sonunda eşyalarını toplayıp başka bir görüşme var mı, diye bakmaya
gittiğinde o soğuk resepsiyon koltuğuna adeta çöküp kalmıştım. Her şey
çok hızh gelişiyordu, kontrol dışıydı ve hâlâ heyecanlıydım. Miranda Pri-
estly’in kim olduğunu bilmiyorsam ne çıkardı ki? Benden başka herkes

30
Şeytan Marka Giyer

ondan epeyce etkilenmiş görünüyordu. Evet, sadece bir moda dergisiydi,


daha ilginç bir şey değildi ama Rumvay’de çalışmak herhangi bir Tann’nın
cezası ticari yayında çalışmaktan daha iyi değil miydi? Hem, yann bir gün
The New Yorker’a başvurduğumda özgeçmişimde Runway’in bulunması
da bana prestij sağlamaz mıydı? Üstelik bir milyon kızın bu iş için öldü­
ğünden de emindim.
Yarım saat kadar bu derin düşüncelere daldıktan sonra resepsiyon
bölümüne başka bir uzun ve inanılmayacak kadar ince kız geldi. Bana adı­
nı da söyledi, ama onun vücudundan başka bir şeyle ilgilenecek halde de­
ğildim. Daracık, parça parça, kaba pamukludan bir etek, beyaz bir bluz ve
bilekten iple bağlı gümüşi sandaletler giymişti. Kusursuz bir biçimde bronz­
laşmış, manikür yaptırmıştı ve sanki başka bir dünyaya ait gibi duruyordu.
Kendisini takip etmem için bana işaret edip cam kapıların ardına geçince­
ye ve ben de ayağa kalkıncaya kadar, kendi korkunç uyumsuz kılığımın,
özensiz saçlarımın, aksesuvar eksikliğimin ve genel bakımsızlığımın far­
kına varamamıştım. O güne dek giymiş olduklarımla ilgili (üstelik bir de
evrak çantasını andırır bir çanta taşımaktaydım) düşünceler yakamı bırak­
mıyordu. New York kentindeki şık ve bakımlı kadınların arasında ne ka­
dar çirkin durduğumu algıladıkça yüzüm renkten renge giriyordu. Ta ki
onlardan biri olup da ortalıkta uçuşmaya başlayıncaya kadar görüşme kuy-
ruğundakilerin bana nasıl gülmüş olabileceklerini kestirememiştim.
Gerekli işlemleri yaptıktan sonra o inşam çaıpan kız beni Runway’in
idari işler yöneticisi ve etrafta sevilebilecek tek çılgın kadın olan Cheryl
Kerston’un odasma götürdü. O da benimle saatler kadar uzun gelen bir sü­
re boyunca konuştu ama bu kez gerçekten dinledim. Dinledim, çünkü işi­
ni seviyormuş gibi görünüyordu, derginin konulan ile ilgili şeylerden,
okuduğu mükemmel sayıdan, yönettiği yazarlardan ve idare ettiği editör­
lerden söz ederken heyecanlanıyordu.

31
Lauren Weisberger

“Buranın moda kısmıyla ilgili olarak kesinlikle herhangi bir şey yap­
mıyorum,” diye gururla belirtti. “O yüzden bu konudaki sorularını başka
birine sorarsan daha iyi edersin.”
Kendisine aslında bir tek onun işinin çok cazip göründüğünü ve mo­
dayla ilgili bir geçmişim ya da merakım olmadığını söylediğimde gülümse­
mesi koca bir sırıtışa dönüştü. “Eh bu durumda Andrea, sen bizim gerçek­
ten aradığımız kişi olmalısın. Sanırım artık Miranda ile tanışmanın zamanı
geldi. Sana bir öğüt verebilir miyim? Doğruca gözlerinin içine bak ve ken­
dini pazarla. Kendini sıkı bir biçimde pazarlamana saygı duyacaktır.”
Yine o çarpıcı kız beni sanki bir tiyatro sahnesindeymişiz gibi Miran-
da’nın odasına götürdü. Topu topu 30 saniyelik bir yürüyüştü ama bütün
gözlerin üzerimde olduğunu hissediyordum. Editörlere ait bölümün buzlu
camlarının ve asistanların kübik masa düzeneklerinin arasından arkamdan
beni gözetliyorlardı. Fotokopi makinesinin başında duran ve muhtemelen
homoseksüel olan güzellik abidesi gibi bir adam vardı. Her ne kadar o sa­
dece benim dış görünümümü denetler gibi bakmış olsa da, elimde olmadan
dönüp tekrar baktım ona. Tam asistanlara ait bölümden Miranda’nm odası­
nın önüne geçilen kapıya geldiğimizde Emily fırlayıp elimdeki evrak çan­
tasını kaptı ve kendi masasının üzerine attı. Bu hareketin bana “Bunu taşır­
san tüm kredibiliteni kaybedersin” mesajı vermek için olduğunu iki saniye­
de kavradım. Ve sonra onun ofisinde buldum kendimi, parlak ışıldar altın­
da kocaman camlan olan, geniş, ferah bir mekân. O gün başka herhangi bir
ayrıntıyı algılayamadım, çünkü gözlerimi onun üzerinden alamıyordum.
Miranda Priestly’in resmini de görmemiş olduğumdan onun ne kadar
ince olduğunu görünce şok oldum. Elimi sıkan eli, küçük kemikli, dişi ve
yumuşaktı. Bana selam verecekmiş gibi görünmese de göz göze gelebil­
mek için başını yukan kaldırması gerekiyordu. Mükemmel bir biçimde bo­
yanmış san saçlan şık bir topuzla arkada toplanmıştı, belli ki doğal bir gö­
rünüm elde edilmek istenmişti, ancak aynı zamanda da son derece düzgün

32
Şeytan Marka Giyer

ve zarifti. Gülümsememekle beraber özellikle yıldırıcı ve sen de görünmü­


yordu. Daha çok o meşum siyah masasının ardında büzülmüş gibiydi. Ki­
bar bir görünümü vardı. Bana oturmamı söylemediği halde ona dönük du­
ran rahatsız siyah sandalyelerden birine yerleşmekten çekinmedim. Sonra
fark ettim ki, büyük bir dikkatle beni izliyor, her davranışımı zarif ve uy­
gun biçimde, eğleniyormuş gibi zihnine kaydediyordu. Sanki kendisine
yakışmayan bir işe tenezzül ediyormuş gibiydi, ama hayır, özellikle heye­
canlı olduğuna karar verdim. Önce o konuştu.
“Seni Runway’ye getiren nedir Ahn-dre-ah?” Bunu o üst düzey İngi­
liz aksanıyla ve gözlerini benden bir an bile ayırmadan sormuştu.
“Eee, Sharon ile görüştüm ve bir asistan aradığınızı söyledi.” Başla-
-dığımda sesim biraz titrekti. Başıyla doğrulayınca kendime güvenim göz­
le görülür biçimde arttı. “Şimdi, Emily, Allison ve Cheryl ile de görüştük­
ten sonra, nasıl birini aradığınızı tam olarak anladığımdan eminim ve bu iş
için ideal olduğuma da yüzde yüz inanıyorum,” dedim Cheryl’nin söyledik­
lerini hatırlayarak. Bir an için eğleniyormuş gibi göründü ama soğukkan­
lılığını bozmadı.
İşte o an bu işi delice istemeye başladım. Elbette bu hukuk fakültesi­
ne girebilmek veya okul dergisinde bir makalesini bastırabilmek gibi bir
şey değildi ama, başarı kazanmak için kıvranan ruhum için gerçek bir mey­
dan okumaydı, çünkü zorluklar beni çekerdi. Runway’ye adım attığım an,
buraya ait olmadığımı anlamıştım. Kılığımın ve saçlarımın uygun olmadı­
ğı kesindi zaten, ama daha çarpıcı ve belirgin olan uyumsuzluk benim tu­
tum ve davranışlanmdaydı. Moda hakkında hiçbir şey bilmiyordum ve
umurumda da değildi. Hem de hiç. Bu yüzden de bunu istiyordum. Üste­
lik bir milyon kız bu iş için ölmeye hazırdı.
Sorularını beni şaşırtan bir içtenlik ve özgüvenle yanıtlamaya devam
ettim. Korkutucu bir an yaşanmadı. Sonunda yeterince tatmin olmuş gö­
ründü ve ben de şaşılacak biçimde herhangi bir aksilik hissetmedim. Sade­

33 F :3
Lauren Weisberger

ce bana yabancı dil bilip bilmediğimi sorduğunda biraz bocaladık. İbrani-


ce bildiğimi söylediğim zaman biraz durakladı, avuçlarını masaya dayayıp
soğuk bir sesle, “îbranice mi?” dedi. “Ben mesela Fransızca gibi daha işe
yarar bir şey umuyordum.” Neredeyse bu yüzden özür dileyecektim ama
kendimi tuttum.
“Ne yazık ki tek kelime bile Fransızca bilmiyorum ama bunun bir so­
run olmayacağına inanıyorum,” dedim. Ellerini tekrar kavuşturdu.
“Burada Brown’da okuduğun yazıyor?”
“Evet, ama şey, yaratıcı yazarlık üzerine İngilizce olarak okudum.
Yazmak benim için her zaman bir tutku olmuştur.” Çok mu cıvık olmuş­
tu. Tutkudan bahsetmen şart mıydı, diye kendimi azarladım.
“Yani yazma eğilimin olması modaya karşı özel bir ilgi duymadığın
anlamına mı geliyor?” Önündeki bardakta bulunan köpüklü sıvıdan bir yu­
dum aldı ve bardağı sessizce yerine bıraktı. Bardağa çabucak bir göz attım
ve onun o iğrenç ruj lekelerini yapmadan bir şey içebilen kadınlardan ol­
duğunu fark ettim. Saatlerce sürse de, dudaklarının kenar çizgisini ve içi­
ni doldurmayı kusursuz bir biçimde yaptığı ortadaydı.
“Hayır, elbette öyle değil. Modaya bayılırım,” diye gayet sakin yalan
söyledim. “Daha fazla şey öğrenebilmek için sabırsızlanıyorum ve bir gün
moda yazılan yazmanın da harika bir şey olacağını düşünüyorum.” Ne di­
ye salaklık edip bu konuya girmiştim ki? Bu bir kendini kaybetme deneyi­
mine dönüşüyordu.
Sonraki konular da kolaylıkla geçildi, ta ki final sorusunu sonıncaya
kadar: Sürekli olarak hangi dergileri takip ediyordum? Hevesle öne doğru
eğildim ve anlatmaya başladım: “Aslında sadece The New Yorker'z ye
Newsweek’e aboneyim ama The Bıızz’i da düzenli olarak alır okurum. Ba­
zen de Time okurum ama o biraz kuru ve U.S. News da çok tutucu. Elbet­
te kaçamak bir keyifle Chic’e de göz atanm ve seyahatten henüz döndü­
ğüm için de bütün seyahat dergilerini okuyorum ve ...”

34
Şeytan Marka Giyer

“Runvvay’yi de okuyor musun Ahn-dre-ah?” dedi aniden sözümü ke­


sip. Masasına iyice eğilmişti ve öncekinden daha büyük bir dikkatle beni
inceliyordu.
Som o kadar hızlı, o kadar beklenmedik bir biçimde gelmişti ki, ilk
kez tamamen savunmasız yakalandım. Yalan söyleyemedim, ayrıntı da ve­
remedim, hatta açıklamaya bile kalkışmadım.
“Hayır.”
On saniye kadar süren taş gibi bir sessizlikten sonra bana dışan kadar
eşlik etmesi için Emily’yi bir el işareti ile çağırdı. İşi aldığımı biliyordum.

35
Lauren Weisberger

3
“Pek de işi almışsın gibi gülünmüyor,” dedi erkek aıkadaşım Alex yu­
muşak bir edayla, bir yandan da saçlanmı okşuyordu. O yorucu günün ar­
dından zonklayan başımı onun kucağına koyup uzanmıştım. Görüşmeden
sonra doğruca onun evine gitmiştim, çünkü olup bitenleri ona anlatmak için
sabırsızlanırken Lily’nin kanepesinde bir gece daha uyumak istemiyordum.
Aslında sürekli orada kalmayı tercih ederdim ama Alex’i boğmak da iste­
miyordum. Bir an sonra yine konuya dönerek, “Zaten o işi neden istediğini
de anlayamıyorum,” diye devam etti. “Gerçi harika bir fırsat gibi de görü­
nüyor. Yani, eğer o kız, Allison, Miranda’nın asistanı olarak işe başlayıp
şimdi dergide editör olduysa, bence bu yeterli. O zaman yap tabi.”
Benim adıma sevinmiş gibi görünebilmek için gerçekten çok çaba
harcıyordu. Brown’daki ikinci yılımızdan beri çıkıyorduk ve onun sesin­

36
Şeytan Marka Giyer

deki er anlamı, her bakışım, her sinyalini bilirdim. Daha birkaç hafta ön­
ce Bronx PS 277’deki işine başlamıştı ama güçlükle konuşacak kadar bit­
kindi. Sınıfındaki çocukların henüz dokuz yaşında olmalarına rağmen ne
kadar bitap ve ahlakça düşük olduklarını görmek onda büyük bir hayal kı­
rıklığı yaratmıştı. Çocukların büyük bir rahatlıkla oral seksten söz etmele­
ri, haşhaş kelimesinin en az on farklı argo karşılığım biliyor olmaları ve
çaldıkları öteberiler veya hangisinin kuzeninin daha berbat bir hapishane­
de bulunduğu hakkında övünmeleri onu tiksindiriyordu. Onlardan söz
ederken, “Hapishane Uzmanlan,” diyordu Alex. “Sing Sing’in Rikers’a
göre daha avantajlı pislikleri üzerine kitap yazabilirler, ama Ingiliz dilinden
bir kelime bile okuyamazlar.” Bu durumu değiştirmeyi nasıl becerebilece­
ğini bulmaya çalışıyordu.
Ellerimi tişörtünün altına sokup sırtına masaj yapmaya başladım. Za­
vallıcık çok kötü görünüyordu ve ben de onu iş görüşmemin ayrıntılanyla
sıkıyor olmaktan ötürü suçluluk hissediyordum ama bunlan birisiyle ko­
nuşmam gerekiyordu. “Biliyorum. Şu anda yazıyla ilgili bir işim olmaya­
cak ama birkaç ay sonra bir şeyler yazabilir hale geleceğimden eminim,”
dedim. “Bir moda dergisinde çalışmanın tümüyle kendimi satmak anlamı­
na geldiğini düşünmüyorsun değil mi?”
Kollarımı yana çekti ve yanıma uzandı. “Bebeğim, sen çok parlak,
müthiş bir yazarsın ve biliyorum ki nereye gitsen aynısın. Elbette bu ken­
dini satmak demek değil. Bu işi yaparak faturalarım ödeyeceksin. Hem
Runway’de bir yıl asistanlık yapmanın seni başka yerlerde üç yıl daha faz­
la asistanlık yapmaktan kurtaracağım söylüyorsun değil mi?”
Başımı sallayıp doğruladım. “Emily ve Allison böyle söylediler, ya­
ni bu bir tür otomatik sonuç ya da bedel oluyormuş. Bir yıl boyunca Mi­
randa için çalışır ve kovulmazsan bir telefonla sana istediğin işi ayarlıyor-
muş.”
“Eee o zaman bu işi nasıl kabul etmezsin ki? Hakikaten Andy, bir yıl
çalışacaksın ve sonra The New Yorker'Ai işe başlayacaksın. Bu senin daima

37
Lauren Weisberger

istediğin şey! Ve yapacağın bu iş de seni oraya götürecek en hızlı yöntem


gibi görünüyor.”
“Haklısın, tamamen haklısın.”
“Üstelik böylece New York’a taşınman da garanti oluyor ki bunun şu
anda bana çok cazip geldiğini de söylemem gerek.” Sonra, bizim icadımız­
mış gibi gelen o uzun, tembel öpüşmelerimizden birini gerçekleştirdik.
“Ama artık endişe etmeyi bırak. Senin de dediğin gibi hâlâ işi aldığından
emin değilsin tam olarak. Bekleyelim ve görelim.”
Basit bir akşam yemeği hazırladık ve Letteıman’ı izlerken uyuya kal­
dık. Telefon çaldığı sırada rüyamda küçük iğrenç dokuz yaşında çocukla­
rın seks yapıp, kafa çektiklerini ve benim sevgili, tatlı erkek arkadaşıma
bağırdıklarını görüyordum.
Alex telefonu alıp kulağına götürdü ama gözlerini açmayı ya da alo
demeyi başaramadı. Sonra telefonu anında bana uzattı. Ben de konuşmak
için gereken enerjiyi bulabileceğimden emin değildim.
“Alo,” diye mırıldandım, o arada saate de bir göz atmış ve sabahın kö­
rü, yani 7.15 olduğunu görmüştüm. Hangi manyak arıyordu ki bu saatte?
“Benim,” diye havladı öfkeden kuduran bir Lily.
“Selam, her şey yolunda mı?”
“Her şey yolunda olsaydı seni arar mıydım sanıyorsun? Ölecek kadar
sarhoş olmuşum, en sonunda bir lokma uyuyacak kadar kusmadan durma­
yı başarabilmişim ve korkunç derecede küstah bir kadın telefon edip Eli-
as-Clark’taki insan kaynaklarından aradığını söylüyor ve seni istiyor. Hem
de sabahın yedi çeyreğinde. Onu ara ve benim numaramı da hemen kay­
betmesini söyle.”
“Özür dilerim Lil. Onlara senin numaranı verdim, çünkü henüz bir
cep telefonum yok. Bu kadar erken aradığına inanamıyorum. Bu iyiye mi
kötüye mi işaret merak ediyorum doğrusu.” Telsiz telefonu aldım ve yatak
odasından dışarı sürükledim kendimi, çıkarken de kapıyı dikkatlice kapat*
tim.

38
Şeytan Marka Giyer

“Her neyse. İyi şanslar. Sonra bana ne olduğunu anlat. Ama önümüz­
deki birkaç saat içinde değil, tamam mı?”
‘Tamam, teşekkürler. Ve özür dilerim.”
Saatime tekrar bakarak bu saatte bir iş görüşmesi yapacak oluşuma
inanamadım. Bir çaydanlık kahve yaptım ve bir fincanlık kadar hazır olun­
caya dek bekledim ve kahvemi alıp kanepeye gittim. Artık aramam gere­
kiyordu. Başka şansım yoktu.
“Merhaba. Ben Andrea Sachs,” dedim uykudan yeni uyanmış oldu­
ğumu çaktırmamaya çalışarak ve mümkün olduğu kadar resmi bir şekilde
konuşarak.
“Andrea! Günaydın! Umanm çok erken aramamışımdır,” diye cıvıl­
dadı Sharon, sesi sanki güneş ışığıyla doluydu. “Ama eminim öyle yapma-
mışımdır tatlım, özellikle de çok yakında eıkenci bir kuş olacağın düşünü­
lürse! Sana çok iyi haberlerim var. Miranda senden çok etkilenmiş ve se­
ninle çalışmak için sabırsızlandığını söylüyor. Harika değil mi? Tebrikler
tatlım. Miranda Priestly’in yeni asistanı olmak nasıl bir duygu? Sanınm
sen de şu anda...”
Başım dönüyordu. Kendimi güçlükle kanepeden kaldınp biraz daha
kahve, su veya zihnimi normale döndürüp Sharon’ın sözlerini yeniden İn­
gilizceye çevirebilecek herhangi bir şey almak istedim, ama ancak biraz
ötedeki minderlere kadar gidip yığıldım. Bana bu işi arzu edip etmediğimi
mi soruyordu? Yoksa bana resmi bir teklifte mi bulunuyordu? Söyledikle­
rinden Miranda Priestly’in benden hoşlanmış olduğu dışında bir anlam çı­
karamamıştım.
“ ...haberin etkisiyle havalara uçmuşsundur. Kim uçmaz ki değil mi?
Şimdi bakalım, pazartesi başlayabilirsin herhalde, tamam mı? Sana diğer
kızlarla da tanışman için biraz zaman verelim, ah onların hepsi de çok şe­
kerdir!” Tanışmak? Ne? Pazartesi başlamak? Şeker kızlar? Serseme dön­
müş olan beynim söylenenlerden bir anlam çıkarmayı reddediyordu. Sade­
ce bir tek cümleyi anlamıştım ve ona cevap verdim.

39
Lauren Weisberger

“Şey sanının pazartesi başlayamam,” dedim sakin bir tavırla ve uy­


gun bir şey söylemiş olduğumu umabildim ancak. Bu yan uyanık halimle
böyle şeyler konuşuyor olmak beni şok etmişti. Sadece bir gün önce, ha­
yatımda ilk kez Elias-Clark binasının kapısından içeri adım atmıştım ve er­
tesi sabahın köründe derin uykumdan uyandınlarak üç gün içinde işe baş­
lamam gerektiği söyleniyordu. Bugün cumaydı (ve de henüz cuma sabahı­
nın da körüydü) ve pazartesi işe başlamamı mı istiyorlardı? Sanki her şey
kontrolden çıkmış gibiydi. Neden böyle feci biçimde acele ediyorlardı ki?
Bana fena halde ihtiyaç duyan bu kadın çok mu önemli biriydi? Ve neden
bizzat Sharon’ın kendisi de Miranda’dan çok korkuyormuş gibi görün­
mekteydi?
Pazartesi işe başlamam imkânsızdı. Yaşayacak bir yerim yoktu. Ba­
ba ocağım, ailemin Avon’daki eviydi ve o eve mezuniyetten sonra isteme­
yerek dönmüştüm. Bütün yaz boyu seyahat ettiğim için tüm eşyalarım ora­
da kalmıştı. îş görüşmesi kılığım da Lily’nin evindeki kanepeye atılmış
durumdaydı. Lily’nin benden nefret etmemesi için bulaşıklarını yıkıyor,
kül tablalarını döküyor ve abuk subuk alışverişlerini yapıyordum, ama ona
esas ihtiyacı olan yalnızlığı verebilmek için hafta sonu boyunca Alex’in
evine kamp kurmuştum. Alex’in Brooklyn’deki evinde sadece hafta sonu
için giyecek şeylerim ve ufak tefek makyaj malzemem vardı, dizüstü bil­
gisayarım ve uyumsuz kılığım Lily’nin Harlem’deki stüdyosundaydı ve
geri kalan her şeyim de annemlerin Avon’daki evindeydi. Benim New
York’ta bir evim yoktu ve daha neden helkesin Madison Caddesi’nin yu­
karı kente doğnı, Broadway’in ise aşağı kente doğru olduğuna inandığım
bile anlayabilmiş değildim. Hatta yukarı kentin ne anlama geldiğini bile
bilmiyordum. Ve o benim pazartesi günü işe başlamamı istiyordu?
“Eee, şey, bu pazartesi işe başlayacağımı sanmıyorum çünkü ben
New Yoık’a tam olarak yerleşmiş değilim,” diye açıkladım telefonu sıkı­
ca kavrayarak. “Bir daire bulmak, eşya almak ve taşınmak için bitkaç gü­
ne ihtiyacım var.”

40
Şeytan Marka Giyer

“Aaa peki o zaman. Tamam çarşamba da olabilir, anlaştık mı?” diye


burnunu çekti.
Birkaç dakika sıkı bir pazarlık yaptıktan sonra, sonunda 17 Kasım’da
anlaştık, yani bir hafta sonraki pazartesi için. Bu da bana, dünyanın bu en
çılgın emlak sisteminde bir ev bulup döşemek için sekiz gün kadar bir za­
man veriyordu.
Telefonu kapatıp kendimi yeniden kanepeye attım. Ellerim tir tir tit­
riyordu ve telefonu yere düşürdüm. Bir hafta. Miranda Priestly’in asistanı
olmayı kabul ettikten bir hafta sonra işe başlamış olmam gerekiyordu.
Ama bir dakika! İşte beni asıl rahatsız eden buydu! Aslında işi kabul etmiş
değildim, çünkü iş bana resmen önerilmiş değildi. Sharon, bana, “Sana bir
teklifte bulunmak istiyoruz,” filan gibi bir şey bile söylememişti. Sanki bel­
li bir zekâsı ve görünüşü olan herhangi biri işi mutlaka kabul edermiş gibi
davranmıştı. Kimse “maaş” hakkında tek kelime bile etmemişti. Neredey­
se yüksek sesle güldüm. Acaba bu onların geliştirdiği bir tür savaş taktiği
miydi? Kurban stresli bir günün ardından iyice derin bir uykuya dalıncaya
kadar bekle ve sonra aniden önüne bütün hayatını değiştirecek haberler at?
Yoksa iş Rumvoy dergisinde olunca bunu teklif etmek ve kabul edilmesini
beklemek gibi sıradan şeylerle uğraşmak boşuna zaman ve nefes tüketmek
gibi mi gelmişti ona? Sharon herhalde bu fırsatın beni heyecanlandıracağı­
nı ve üstüne atlayacağımı farz etmişti. Onlar daima Elias-Clark’ta olduk­
larından bunda da haklıydı. Her şey çok hızlı, çok coşkulu gelişmişti ve
normal zamanlardaki gibi düşünüp tartmaya vakit bulamamıştım hiçbir şe­
yi. Ama içimde bunun iyi bir fırsat olduğuna dair bir his vardı, geri çevir­
mek delilik olurdu, çünkü bu iş gerçekten de The New Yorker’z doğru ata­
cağım ilk adım olabilirdi. Bir kez denemeliydim en azından ve bu işi bul­
duğum için şanslıydım.
Ancak kendime gelebilmiş olarak kahvemin kalanını yuttum ve Alex
için de bir fincan hazırlayıp, sıcak, hızlı bir duş yaptım. Odasına gittiğim­
de öylece oturuyordu.

41
Lauren Weisberger

“Giyindin mi hemen?” diye sordu, takmadığında kör gibi olduğu in­


ce tel çerçeveli gözlüklerini el yordamıyla ararken. “Sabah biri mi aradı
yoksa ben rüyamda mı gördüm?”
“Rüya değildi,” dedim ve kotumla balıkçı yaka kazağımı giymiş ol­
mama rağmen örtünün altına girdim. Islak saçlarım yastığını sırılsıklam et­
mesin diye gayret sarf ediyordum bir yandan. “Arayan Lily’di. Elias-Clark
insan kaynaklarındaki kadın, onun evini aramış, çünkü onun numarasını
vermiştim. Ve bil bakalım ne oldu?”
“İşi aldın?”
“İşi aldım.”
“Hey gel buraya,” deyip doğruldu ve beni kucakladı. “Seninle gurur
duyuyorum! Harika bir haber bu, gerçekten harika.”
“Yani sen de bunun iyi bir fırsat olduğunu mu düşünüyorsun? Bili­
yorum bunu konuşmuştuk, ama bana hiç karar verme şansı tanımadılar bi­
le. Kadın kendi kendine benim işi istediğimi var saymış.”
“Bu gerçekten de iyi bir fırsat. Moda bu dünyadaki en berbat şey de­
ğil, hatta ilginç bile olabilir.”
Gözlerimi devirdim.
'Tam am belki hemen değil ama öz geçmişinde Runway yer alırsa,
yanma bu Miranda denilen kadının bir mektubu da eklenirse ve belki sen
de o arada üç beş yazı yazmayı başarıp onlann örneklerini de bunlara ila­
ve edersen, The New Yorker sana kapılarını ardına kadar açacaktır.”
“Umanm, gerçekten haklısındır,” diyerek yataktan fırladım ve eşya­
larımı çantama doldurmaya başladım. “Arabanı ödünç alma konusundaki
iznim hâlâ geçerli mi? Eve ne kadar erken gidersem o kadar da erken geri
dönebilirim. Zaten gitmem artık önemli değil, çünkü resmen New York’a
taşınıyorum artık!”
Alex haftada iki kez Westchester’a, annesi geç saatlere kadar çalıştı­
ğı zaman erkek kardeşine bakmaya gittiği için, annesi ona kente gidip ge­
lirken kullansın, diye eski arabasını vermişti. Ama salıya kadar arabaya ih­

42
Şeytan Marka Giyer

tiyacı olmayacaktı ve ben de o güne kadar dönmüş olacaktım. Eve hafta


sonunda gitmeye karar vermiştim ve bu kez verecek iyi haberlerim vardı.
“Elbette. Alabilirsin. Grand Caddesi’nde, yarım blok kadar aşağıda­
ki bir park yerinde. Anahtarlar da mutfak masasının üzerinde. Oraya varın­
ca beni ara olur mu?”
“Ararım. Sen de gelmek istemediğine emin misin? Harika yemekler
vardır, bilirsin annem sadece en iyi şeyleri ikram eder.”
“Çok cazip bir teklif. Biliyorsun ki gelmeyi isterdim ama yarın ak­
şam genç öğretmenler olarak bir araya geleceğimiz bir toplantı ayarlamış­
tım. Belki bir ekip olarak çalışabilmemize yardımı olur diye. Buna gitme-
mezlik edemem gerçekten.”
“Seni doğruluk meraklısı. Her zaman doğru şeyler yapan, daima iyi
duygular saçan adam. Sana bu kadar âşık olmasam bundan nefret eder­
dim.” Eğilip bir veda öpücüğü verdim.
Küçük yeşil Jetta’sını ilk denemede buldum ve beni 95 Numaralı Ku­
zey Yolu’na çıkaracak çıkışı bulmam da en fazla yirmi dakika sürdü. Yol
tamamen boştu. Kasım için çok soğuk sayılacak, dondurucu bir gündü, ısı
bayağı düşmüştü ve yan yollarda donmuş, kaygan bölgeler vardı. Ama gü­
neş de çıkmıştı ve alışık olmayanların gözlerini sulandırıp, kısmalarına ne­
den olacak bir tür kış parlaklığı vardı. Ciğerlerime soğuk ama temiz bir ha­
va doluyordu. Bütün yolu camım açık olarak ve tekrar tekrar “Almost Fa-
mous”un kasetini dinleyerek gittim. Gözlerimin önünde uçuşmasın, diye
bir elimle saçımı at kuyruğu yapmış tutuyordum, bir yandan da birazcık
ısıtabilmek için ellerime hohluyordum ya da en azından direksiyonu tuta­
bilsinler diye. Üniversite biteli sadece altı ay olmuştu ve yaşamımda ileri
doğru bir atılım başlıyordu. Miranda Priestly düne kadar hiç tanımadığım
ama gerçekten de güçlü biri olan bu kadın, beni tutup kendi dergisine sok­
muştu. Şimdi Connecticut’tan ayrılıp (gerçek bir yetişkin gibi tamamen
kendi başıma) Manhattan’a taşınmak için gerçekten geçerli bir nedenim
vardı. Çocukluğumu geçirdiğim evin araba yoluna girdiğimde içimi büyük

43
Lauren Weisberger

bir neşe ve canlılık kapladı. Dikiz aynasına baktığımda yanaklarımın kı­


zarmış olduğunu ve saçlarımın özgürce uçuştuğunu gördüm. Yüzümde
makyaj yoktu ve pantolonumun paçaları kentin sokaklarında yürürken ça-
murlanmıştı. Ama o anda kendimi çok güzel hissettim. Doğal, soğuk, te­
miz ve canlı, ön camı sonuna kadar açıp anneme seslendim. Ne zamandır
kendimi bu kadar hafif hissetmemiştim.

“Bir hafta mı? dedi annem. “Hayatım bir hafta sonra işe nasıl başla­
yacağını anlayamıyorum.” Bir yandan da çayını karıştırıyordu. Mutfak ma­
samızda, her zamanki yerlerimizde oturuyorduk, annem her zamanki gibi
kafeinsiz çayını düşük kalorili tatlandırıcısı eşliğinde içiyordu. Son dört
yıldır evde yaşamıyor olmama rağmen, dev kupamla içtiğim mikrodalga­
da hazırlanmış çay ve Reese’s marka fıstık ezmesiyle yapılmış iki tane
sandviç sanki evden hiç ayrılmamışım gibi hissetmeme yetmişti.
“Eh doğrusu başka şansım da yok ve açık söylemem gerekirse bu işi
bulduğum için şanslıyım. Telefondaki kadının ne kadar telaşlı olduğunu
duymalıydın,” dedim. Bana pek de etkilenmemiş olarak baktı. “Zaten her
neyse ne, buna üzülecek halim yok. Gerçekten ünlü bir dergide, sektörün
en güçlü kadınlarından biriyle çalışma fırsatı yakaladım. Bu öyle bir iş ki
bir milyon kız bu iş için canım vermeye razı.”
Birbirimize gülümsedik ama onun gülümsemesine biraz da hüzün ka­
rışmıştı. “Senin adına çok mutluyum,” dedi. “Ne kadar güzel ve büyümüş
bir kızım var. Hayatım, tek bildiğim bunun hayatının güzel, en güzel zaman­
larını başlatacak bir adım olduğu. Üniversiteden mezun olup New York’a
gidişini hatırlıyorum. O koca, çılgın kente ve tek başına. Ürkütücü, ama.bir
o kadar da heyecan verici. Her anını sevmeni istiyorum, bütün oyunları,
filmleri ve insanları ve alışverişi ve kitaptan. Bu yaşamının en güzel zama­

44
Şeytan Marka Giyer

nı olacak, bundan eminim.” Sonra elini elimin üstüne koydu, bunu pek sık
yapmazdı. “Seninle çok gurur duyuyonım.”
“Teşekkür ederim anne. Peki bu gurur, bana bir daire ve mobilya al­
mana, tümüyle yeni bir gardırop kurmana yetecek kadar mı?”
“Evet, doğru,” dedi ve mikrodalgada iki fincan daha çay hazırlama­
ya giderken elindeki dergiyle kafama hafifçe vurdu. Hayır dememişti ama
çek defterine sarıldığı da söylenemezdi.
Akşamın geri kalanını oturup tanıdığım herkese e-posta ile ev arka­
daşı arayıp aramadıklarını ya da arayan bililerini bilip bilmediklerini sora­
rak geçirdim. Aylardır görmemiş olduğum insanlara mesajlar yolladım.
Hiç şansım yoktu. Yapabileceğim tek şeyin (Lily’nin kanepesine tümden
yerleşip arkadaşlığımızı da tümden bitirmek veya aynı şeyi Alex’le yaşa­
mak dışında) kentte kendi düzenimi kuruncaya kadar kısa süreyle bir oda
tutmak olduğuna karar verdim. Belki sonra da mobilyalı bir oda bulur ve
bir de o konuyla uğraşmak zorunda kalmazdım.
Gece yansından biraz sonra telefon çaldı ve ben de üstüne adadım,
bunu yaparken neredeyse çocukluğumdan beri yattığım ikiz yataktan yere
yuvarlanıyordum. Çocukken kahramanım olan Chris Evert’in imzalı ve
çerçevelenmiş bir fotoğrafı, duvardan bana gülümseyerek bakıyordu, fo­
toğrafın üzerinde ise, hâlâ dergilerden kesip sakladığım Kirk Cameron’un
yazılarının asılı olduğu bir pano vardı. Telefona gülümsedim ben de.
“Hey şampiyon, ben Alex,” dedi, sesinin tonundan önemli bir şey ol­
duğu anlaşılıyordu. Ama bunun iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi oldu­
ğunu tahmin etmeye imkân yoktu. “Az önce Claire McMillan adlı kızdan
bir e-posta aldım, bir oda arkadaşı arıyormuş. Hani Princeton’dan olan kız.
Sanırım onunla daha önce karşılaşmıştık. Andrevv’la çıkıyor, tamamen
normal biri yani. İlgini çekiyor mu?”
“Tabi, neden olmasın? Sende telefonu var mı?”
“Hayır sadece e-posta adresi var. Ama bana yollamış olduğu mesajı
sana gönderirim, sen de ona bu şekilde ulaşabilirsin. Sanırım iyi bir çözüm
olabilir.”

45
Lauren Weisberger

AIex telefonu kapatır kapatmaz Claire’e bir e-posta gönderdim ve so­


nunda kendi yatağımda uyumayı başardım. Belki, sadece belki, bu bir çö­
züm olabilirdi.

Claire McMillan: Pek de parlak sayılmaz. Dairesi karanlık ve depre-


sifti, Cehennem Mutfağı’nm da tam odasındaydı, üstüne üstlük ben oraya
vardığımda kapının eşiğine serilmiş yatan bir eroinman vardı. Diğerleri de
daha iyi değildi. Fazla odalarını kiraya vermek isteyen bir çift vardı örne­
ğin ve her halleriyle, sürekli olarak ve bayağı gürültülü bir biçimde seks
yapmakta olduklarını belli ediyorlardı. Sonra, dört kedisi ve daha da faz­
lasına sahip olmak için müthiş bir arzusu olan, otuz yaşlarının başlarında
ressam bir kadın vardı, o da karanlık, uzun bir koridorun ucundaki pence-
resiz ve dolapsız odasını kiraya veriyordu. Yirmi yaşındaki bir homosek­
süel ise pislik ve dağınıklık zevkini kendi üzerinde sergilemekteydi. Gör­
müş olduğum odaların hepsi de sorunluydu ve bana ayda 1000 dolardan
fazlaya mal olacaklardı, benim maaşım ise en iyi ihtimalle yılda 32.500
dolar olabilirdi. Matematikte pek iyi sayılmasam da, ben bile bu durumda
yıllık kira giderimin maaşımın 12.000 dolarını götüreceğini, geri kalanın
da zaten vergiye gideceğini hesaplayabiliyordum. Annemler de sadece acil
durumlarda kredi kartlarımı ödeyeceklerini beyan etmişlerdi, artık büyü­
müştüm ya! Ne tatlı.
Bu arada Lily hayal kırıklıkları ile dolu bu üç günün ardından hare­
kete geçmeye karar vermişti. Beni kanepesinden uzaklaştırma konusunda
karşı konulamaz bir istek duyduğundan, tanıdığı herkese konu ile ilgili e-
postalar yollayıp duruyordu. Sonunda Columbia’da mastır yaparken sınıf
arkadaşı olan birinin, patronunun tanıdığı iki kız olduğu ve bu kızların da
bir oda arkadaşı aradıkları ortaya çıktı. Hemen aradım, Shanti adındaki

46
Şeytan Marka Giyer

çok tatlı kızla konuştum. Shanti, arkadaşı Kendra ile birlikte, Yukarı Do­
ğu Bölgesi’ndeki evlerine bir üçüncü kişi aradıklarını anlattı. Verecekleri
oda çok küçüktü ama penceresi, dolabı ve hatta doğal tuğladan bir duvarı
bile vardı. Ayda 800 dolar istiyorlardı. Dairenin banyosu ve mutfağı olup
olmadığını sordum. Vardı (ama asansör, bulaşık makinesi veya banyo kü­
veti yoktu tabi ki, ne yapayım, insan ilk kez ev tutunca biraz da lüks isti­
yor doğrusu). Bingo. Shanti ve Kendra çok tatlı, sessiz iki Hintli kızdı ve
hep de öyle kaldılar, ikisi de yatırım bankacılığı alanında deliler gibi çalı­
şıyorlardı ve ben ne ilk başta, ne de sonraları ikisini biıbirinden ayırt etme­
yi başaramadım. Sonunda bir yuva bulmuştum.

47
Lauren Weisberger

Yeni odamda üç gece geçirdikten sonra bile, kendimi garip bir yerde
yaşamakta olan bir yabancı gibi hissediyordum. Odam minicikti. Avon’da-
ki evin bahçesinde bulunan malzeme kulübeciğinden belki birazcık büyük­
tü, ama çok da değil. Aslında mobilya konunca daha büyük görünen pek
çok boş alanın aksine, benim odam yan yanya küçülmüştü. Kalan boş ala­
na acıyarak baktım ve bunun gerçek bir odanın boyutlanna yakınlaştırıl­
ması gerektiğine karar verip normal bir yatak odası takımı almam gerekti­
ğini düşündüm, yani, büyük boy bir yatak, bir şifoniyer ve belki bir, hat­
ta iki komodin. Lily ile birlikte Alex’in arabasına atlayıp, üniversiteyi ye­
ni bitirmişlerin Mekke’si sayılan Ikea’ya gittik ve çok güzel, açık renk ah­
şap bir takım ile mavinin çeşitli tonlannda dokunmuş yün bir kilim aldık.
Tıpkı moda gibi ev dekorasyonu da pek bildiğim bir şey değildi, o yüzden

48
Şeytan Marka Giyer

o sıralar Ikea’nın “Mavi Dönem”ini yaşadığını sandım. Çünkü bir de ma­


vi benekli bir yatak örtüsü almıştım ve bir de bulabildiğim en pofuduk yor­
ganı. Lily ille, komodinin üzerine koymak için Çin malı, pirinç kâğıttan
başlığı olan bir abajur alayım diye tutturdu, ben de, koyu kırmızı tuğla du­
varımın yoğunluğunu dengelemek için siyah beyaz fotoğraflar seçtim. Şık,
rahat ve Zen’le hiç ilgisi yok. Bence büyük kentteki ilk yetişkin odam için
kusursuz seçimler yapmıştım.
Seçimlerimin pek de kusursuz olmadığı eve gidince ortaya çıktı.
Açıkça anlaşılıyordu ki, bir odayı ölçmekle, o odaya bakmak arasında fark
vardı.
Hiçbir şey sığmadı. Alex yatağımı tuğla duvarın (Manhattan’daki
adıyla, bitmemiş duvarın) önüne koyunca zaten geriye de oda namına bir
şey kalmadı. Altı çekmeceli şifoniyeri, bayıldığım iki komodini ve hatta
boy aynasını, eve gelen taşıyıcılara verip geri yollamak zorunda kaldım.
Yine de, Alex ve taşıyıcılar yatağı kaldırınca, kilimimi yatağımın altına
koyma ve göremesem de, üç ayrı maviden oluşan kilimimin üzerinde uyu-
yabilme şansım oldu. Pirinç kâğıttan yapılma abajurumu koyacak komo­
din kalmadığından, gayet basit bir şekilde yere, yatağımla sürgülü dolap
kapısı arasında kalan on beş santimlik boşluğa koydum. Ve aklıma gelen
gelmeyen her çeşit yapıştırıcı, tutturucu, kıstmcı ile denediğim halde çer­
çeveli fotoğraflarım bitmemiş duvarıma asılmamak için inat ettiler. Nere­
deyse üç saat süren, parmaklarımın eklem yerlerinin kan revan içinde kal­
masına ve tuğla duvarda sıyrıklar oluşmasına neden olan çabalardan son­
ra, vazgeçtim ve resimleri camın içine dayadım. Hem böylece aydınlığın
öbür tarafındaki kadının odamın içini görmesini de bir ölçüde engellemiş
olacaktım. Bütün bunlann hiçbirini sorun yapmadım. Ne gerçek bir gök­
yüzü yerine aydınlığa bakıyor olmayı, ne şifoniyer koyacak yerim olma­
masını ve de, dolabımın kışlık paltomu almayacak kadar küçük olmasını.
Bu oda benimdi, ailemin veya oda arkadaşlarımın katkısı olmadan kendi
başıma dayayıp döşediğim ilk odamdı ve onu seviyordum.

49 F :4
Lauren Weisberger

Pazar akşamı, ilk iş günümden önceki son akşamımdı ve ertesi gün


ne giyeceğim konusunda acı çekmekten başka bir şey yapamıyordum.
Kendra, ev arkadaşlarımın daha iyi kalpli olanı, kafasını uzatıp yardım
edebileceği bir şey olup olmadığını sordu. Onların aşın tutucu kıyafetlerle
işe gitmek zorunda olduklannı bildiğim için herhangi bir öneri istemedim
bu konuda. Alelacele oturma odasına gittim, ki zaten dört uzun adım at­
mam yetiyordu bunun için ve televizyonun karşısına yerleştim. Acaba var
olan en moda olmuş moda dergisinin, en moda editörünün asistanı ilk iş
gününde ne giymeliydi? Prada (Brovvn’da sırt çantasıyla dolaşan Japon
kızlardan) ve Louis Vuitton (çünkü hem anneannem, hem de babaannem
ortalığa nasıl bir hava verdiklerinin farkında bile olmadan bu imzalı çan­
talardan kullanırlardı) ve hatta Gucci (çünkü Gucci’yi herkes duymuştur)
hakkında bir şeyler işitmişliğim vardı. Ama oralardan bir mendil bile ala­
mayacağımdan emindim, üstelik de buralardan alabileceğim şeyleri nere­
ye koyacağımı da bilmiyordum, minyatür dolabıma sığmayacaktan kesin­
di. Tekrar odama döndüm (ya da daha doğrusu, oda adını verdiğim ama ta­
mamı bir yatak tarafından doldurulmuş olan mekânıma) ve kendimi koca­
man, güzel yatağıma attım, atarken bileğimi de yatağın kenanna çarpmayı
ihmal etmedim. Allah kahretsin. Ne yapacaktım?
Bir miktar daha acı çektikten ve tüm kıyafetlerimi sağa sola fırlattık­
tan sonra, açık mavi bir kazak ile diz hizasında siyah bir etekte ve yüksek
konçlu siyah botlanmda karar kıldım. Evrak çantalannın orada pek kabul
görmediğini artık bildiğim için siyah çadır bezinden çantamı almaktan
başka çarem yoktu. O geceden hatırladığım son şey devasa yatağımın et­
rafında yüksek topuklu botlarım ve eteğimle bluzum olmadan dolaşmak­
tan perişan olup dinlenmek üzere yatağın üzerine yığılmamdı.
Aşırı endişe yüzünden kendimden geçmiş olmalıyım ki, tepeden tır­
nağa adrenalin dolmuş olarak sabahın beş buçuğunda yataktan fırladım.
Zaten bütün hafta boyunca sinirlerim aralıksız olarak dördüncü viteste gi­
biydi ve başım çatlayacak gibi ağnmıştı. Duş yapmak, giyinmek ve kar­

50
Şeytan Marka Giyer

deşlik cemiyeti kılıklı binamdan çıkıp, 96. Sokak ve Üçüncü Cadde’den


geçip, benim için hâlâ ürkütücü ve yıldırıcı olan toplu taşıma araçları ara­
cılığı ile kent merkezine ulaşmak için tamı tamına bir buçuk saatim vardı.
Bu da, bir saatimi yola ayırıp, kalan yarım saatte kendimi güzelleştirmem
gerektiği anlamına geliyordu.
Duş korkunçtu. Musluğu açar açmaz en yüksek perdeden, köpek eği­
ticilerinin çıkardığı sese benzer bir ıslık çalmaya başladı ve ses eski İskoç
ozanlarının haykırışlarını andırır bir noktaya gelip de ben buz gibi banyo­
ya adım atıncaya kadar da su inatla ılık akmaya devam etti. Bu durum tam
üç gün boyunca aynen devam etti, sonraları, on beş dakika erken uyanıp,
uçarak banyoya gitmeye ve sıcak su musluğunu açıp yine uçarak dönüp
yatmaya başladım. Çalar saati kura kura yaptığım birkaç şekerlemeden
sonra kalkıp 2. raunt için banyoya gittiğimde, ayna, büyük bir başarıyla
ısınmış suyun buharından görünmez hale gelmiş oluyordu (gerçi bu da bir
kandırmacaydı aslında ama neyse).
Kendimi bir güzel paketleyip, rahatsız kıyafetlerime büründürdüm ve
bütün bunlar yirmi beş dakika sürdü (bu bir rekor). Ve en yakın metroyu
bulmam da sadece on dakikamı aldı. Aslında bunu bir gece önceden yap­
mış olmam gerekirdi ama annemin, “Kaybolmamak için bir çevreni tanı­
ma turu yap,” önerisiyle dalga geçmekle o kadar meşguldüm ki yapama­
dım. Bir hafta önceki iş görüşmesine giderken taksiye binmiştim ve bu
metro deneyiminin tamamen bir kâbus olacağına inanmaktaydım. Fakat il­
ginç bir biçimde bilet satan görevli kadın İngilizce konuşabiliyordu ve 59.
Sokak’a gidebilmek için 6 numaralı trene binmemi söyledi. Dediğine gö­
re tam 59. Sokak’a çıkacaktım ve Madison’a ulaşabilmek için iki blok ba­
tıya yürüyecektim. Kolay. Soğuk metroda, kasım havasında, günün bu ka­
dar erken bir saatinde kendini yola vurmuş tek çılgın olarak sakin ve ses­
siz bir yolculuk yaptım. Tekrar yeryüzüne çıkma zamanım gelinceye ka­
dar da bir sorun yaşamadım.

51
Lauren Weisberger

En yakın merdivenlerden yukarı çıktım ve sadece 24 saat yanan ışıklı


levhaların ışığında, dondurucu bir günle karşılaştım. Arkamda Blooming-
dale’s vardı, başka da tamdık bir şey görünmüyordu. Elias-Clark, Elias-
Clark, Elias-Claık. Neredeydi bu bina? Bulunduğum yerde 180 derece
döndüm, 60. Sokak ve Lexington yazan bir yön tabelası gördüm, ama ba­
tıya doğru yönelmek için hangi yoldan gitmeliydim? Ve Madison Lexing-
ton’a göre ne tarafa düşüyordu? Geçen gelişimde tam önünde inmiş oldu­
ğum için, şu an bana tanıdık gelen hiçbir şey yoktu. Kendime kaybolabil­
mek için yeterince zaman ayırmış olmaktan mutluluk duyarak biraz yürü­
düm ve sonunda bir fincan kahve içmek üzere bir şarküteriye daldım.
“Merhaba efendim. Elias-Clark binasına gidecek yolu bulamayacak
gibi görünüyorum. Lütfen bana gideceğim yönü gösterebilir misiniz?” di­
ye kasada duran ve oldukça asabi görünen adama sordum. Herkesin bana
artık Avon’da olmadığımı ve buradaki insanların bu tür davranışlara fark­
lı tepkiler verebileceklerini anlattığını hatırlayıp, tatlı tatlı gülümsemekten
kendimi alıkoydum. Ama adam bana kaşlarını çatınca, kabalık etmiş oldu­
ğumu düşünüp sinirlendim ve tadı tatlı gülümsedim.
“Bir dolahh,” dedi avucunu açıp.
“Bana yol göstermek için para mı istiyorsunuz?”
“Bir dolahh, şütlü mü şade mi, şen şeçicen.”
Adamın sadece kahve alışverişini idare edecek kadar İngilizce bildi­
ği kafama dank edene kadar öylece suratına bakakaldım. “Ah, sütlü çok iyi
olur. Çok teşekkür ederim.” Bir dolan verip, tekrar dışan çıktım, hayatım­
da hiç böyle kaybolmamıştım. Gazete bayilerinde çalışanlara sordum, çöp­
çülere sordum, hatta, seyyar kahvaltı büfelerinden birinin altına kıvnlmış
yatan bir adama bile sordum. Hiçbir Tann’nın kulu 59. Sokak ve Madi-
son’ı sorduğumu anlayıp, bana gösterebilecek kadar İngilizce bilmiyordu
ve giderek Delhi, depresyon ve dizanteri ile ilgili görüntüler yanıp sönme­
ye başladı kafamda. Hayır! Bulacağım onu!

52
Şeytan Marka Giyer

Yeni uyanmakta olan kent merkezinde, herhangi bir yardım alama­


dan birkaç dakika daha dolaşınca kendimi Elias-Clark binasının önünde
buluverdim. Sabahın henüz karanlık olan o saatinde, cam kapıların ardın­
da lobinin ışıklan pınl pınl parlıyordu ve o ilk birkaç dakika boyunca ba­
na orası, sıcak, davetkâr bir yuva gibi göründü. Ama içeri girmek için dö­
ner kapıyı ittiğimde kapı bana karşı geldi ve benimle itişmeye başladı. Bü­
tün vücudumla abanıp, neredeyse yüzüm cama yapışacak kadar asılarak
daha güçlü, daha güçlü ittim ve lütfedip azıcık kımıldadı. Bir kez hareke­
te geçtikten sonra, beni daha da çok abanmaya teşvik ederek önce yavaş­
ça kaydı. Ama hızını bir kez alınca da camdan bir canavara dönüşüp topaç
gibi dönmeye başladı büyük bir hızla. Beni de arkamdan öyle bir itti ki
ayakta ve dengede durabilmek için gözle görülür bir çaba harcamak zorun­
da kaldım. Resepsiyondaki adam gülüyordu.
“Tuzak gibi değil mi? İlk kez olmuyor, son olacağını da sanmam,”
diye kıkırdadı, tombul gerdanı oynuyordu gülerken.
Adama hızla bir bakış fırlattım ve ondan nefret etmeye karar verdim,
zaten ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim o da benden hoşlan­
mayacaktı. Yine de gülümsedim.
“Ben Andrea,” dedim bir yandan örgü eldivenlerimi çıkarıp, resepsi­
yona doğru ilerlerken. “Bugün benim Rımway’de ilk günüm. Miranda Pri-
estly’in yeni asistanıyım.”
“Ve ben de üzgünüm,” diye kükredi, gülmekten kırılarak. “Bana,
‘Benim için üzülen adam,’ diyebilirsin! Hah! Hah! Hah! Hey, Eduardo,
buraya bak. Miranda’nın yeni kölelerinden biri gelmiş! Neredensin sen kı­
zım? Böyle şirin ve boktan davranmayı nereden öğrendin? Tann’nın belası
Kansas Topeka’dan mı? O seni çiy çiy yiyecek, hah, hah, hah!”
Ben daha cevap veremeden, aynı üniformadan giymiş dev gibi bir
adam daha belirdi ve hiç çekinmeden tepeden tırnağa süzdü beni. Yeni bir
alay ve kahkaha tufanı bekledim ama öyle bir şey olmadı. Adamın yüzün­
de nazik bir ifade belirdi ve gözlerimin içine baktı.

53
Lauren Weisberger

“Ben Eduardo,” dedi. “Ve bu geri zekâlı da Mickey.” Öteki adam,


Eduardo’nun kibar hareket edip eğlenceyi bozmuş olmasına kızmış gibi
bakıyordu. “Ona aldırmayın, sadece şaka yapıyordu.” İspanyol ve New
York karışımı bir aksanla konuşuyordu. Sadece buradaki formu doldura­
caksınız ve size yukarı çıkabilmeniz için geçici bir kart vereceğim. Onla­
ra söyleyin, insan kaynaklarının size, üzerinde resminiz olan bir kart ver­
mesi gerekiyor.”
Ona herhalde şükran duyarak bakmış olacağım ki utandı ve güvenlik
bölümünün iç kısmındaki kayıt defterini gösterdi. “Eh, şimdi şu kayıt işi­
ni halletmemiz gerekiyor. Sana da bugün için iyi şanslar kızım. Şansa ih­
tiyacın olacak.”
Ondan bir açıklama isteyemeyecek kadar gergin ve bitkindim, üste­
lik çok da gerekmiyordu, tşi kabul etmemle işe başlamam arasındaki bir
haftada patronumla ilgili biraz bilgi edinmiştim. Miranda Priestly’in aslın­
da Miriam Princhek olarak Londra’nın Doğu Yakası’nda doğmuş olduğu­
nu öğrenmek çok şaşırtıcıydı. Onunki de, kentteki diğer Ortodoks Yahudi-
lerin hikâyesi gibiydi, son derece fakir ve dindardılar. Babası buldukça ba­
zı tuhaf işlerde çalışıyordu ama çoğunlukla yardımla geçiniyorlardı, çün­
kü adam zamanının çoğunu dini metinlerle ilgilenerek geçirmekteydi. An­
nesi Miriam’ı doğururken ölmüştü ve çocukları büyütmek üzere, onun an­
nesi eve gelmişti. Çocuklar, yani tam on bir çocuk! Kardeşlerin çoğu da
babalan gibi geçici işlerde çalışıyorlar ve bol bol dua ediyorlardı, araların-
dan bazdan üniversiteye şöyle bir girip çıkmayı başardılarsa da, sonunda
hepsi erkenden evlenip kendi ailelerinin sayısını çoğaltma yoluna gitmiş­
lerdi. Miriam bu geleneğin dışına çıkan tek aile üyesiydi.
Kendisinden büyük kardeşlerinin fırsat buldukça verdikleri ufak
harçlıklarla bir birikim yapar yapmaz (mezuniyetine üç ay kala) Miriam li­
seyi bırakmış ve on yedi yaşına basmış olduğu o yıl, yükselmekte olan bir
İngiliz tasarımcının yanına asistan olarak girmişti. Onun her sezon yaptığı
şovların hazırlanmasına yardım ediyordu. Birkaç yıl boyunca kendisine

54
Şeytan Marka Giyer

Londra moda dünyasının sevgililerinden biri olarak isim yaptıktan sonra


da, Paris’teki Fransız Chic dergisinin yardımcı editörlüğüne kapağı atmış­
tı. Bu arada ailesiyle de pek bir ilgisi kalmamıştı, onlar onun yaşamını ve
hırslarını anlayamıyorlar, o da onlann eski usul dindar!ıklanndan, incelik­
ten yoksun yaşamlarından utanıyordu. Yirmi dört yaşına geldiğinde Fran­
sız Chic dergisine geçeli birkaç ay olmuştu ve ailesiyle olan bağların ko­
puş süreci de bu arada tamamlanmıştı, o artık Miranda Priestly’di, etnik
kökenini açık biçimde ortaya koyan ismini, çok daha havalı bir isimle de­
ğiştirmişti. Bir süre sonra kaba, bozuk İngiliz aksam da yerini dikkatle ter­
biye edilmiş, eğitimli bir aksana bırakmıştı. Yirmili yaşlarının sonlarında
Miranda’nın dindar yahudi köylülüğünden, sosyal ve dünyevi bir kimliğe
geçişi tamamlanmıştı. Dergicilik dünyasındaki yerini hızla ve insafsızca
kapmıştı.
Fransız Runway’in çatısı altında on yıl geçirdikten sonra Elias, onu
bir numara olarak Amerikan Runway’ye transfer etmişti, bu da onun en bü­
yük zaferi olmuştu. Hemen iki kızı ile kocadan daha çok rock yıldızı olan
eşini (o da Amerika’da ün kazanmaya can atıyordu) alıp Beşinci Cadde 76.
Sokak’a taşımış ve Runvvay’de yeni bir dönem başlatmıştı: Priestly yılları,
benim ilk günüm de, bunlardan akıncısının dolmasına yakındı.
Beklenmeyen bir şans eseri, bir ay kadar Miranda olmadan çalışacak­
tım. Yıllık tatilini her zaman Şükran Günü’nden bir hafta önce başlatıp Ye­
ni Y ıl’a kadar uzatmak âdetindeydi. Genelde Londra’daki evine gidiyordu,
ama bana söylendiğine göre kocasını ve çocuklarım Oscar de la Renta’nın
Dominik Cumhuriyeti’ndeki evine sürüklemişti, iki hafta sonra da Noel’i
ve yılbaşını geçirmek üzere Paris Ritz’e geçeceklerdi. Bu arada, Miran-
da’nın, teknik olarak “Tatilde” olsa bile sürekli çalıştığı ve ulaşılır olduğu,
bu yüzden de ekibindeki herkesin de sürekli çalışır ve ulaşılır durumda ol­
ması gerektiği konusunda da uyarılmıştım. Onun yüksek varlığı mevcut
değilken ben uygun biçimde eğitilip, hazırlanacaktım. Böylelikle, Miran­
da, benim işi öğrenene kadar yapacağım kaçınılmaz hatalardan ötürü sı­

55
Lauren Weisberger

kıntı çekmemiş olacaktı. Böylesi bana da iyi görünmüştü. Sonuçta, saat


tam sabahın yedisi iken Eduardo’nun defterine imzamı bastım ve dönüp,
ilk geçişimi yapmak üzere turnikelere doğru ilerledim. Eduardo arkamdan,
“Şaşırt onları!” diye seslenirken asansörün kapısı kapanıyordu.

«->
Emily dar ama buruşuk beyaz bluzu ve son zamanlarda çok moda
olan kargo pantolonu ile yorgun, aç ve çapaçul bir görünüm atz ederek re­
sepsiyon bölümünde beni bekliyordu. Bir yandan bir fincan Starbucks
içerken, bir yandan da yeni aralık sayısını karıştırıyordu. Yüksek topukla­
rını itinayla cam kahve sehpasına yerleştirmişti ve tamamen şeffaf pamuk­
lu bluzundan siyah dantel bir sutyen görünmekteydi. Ruju, kahve fincanın­
dan dolayı dudaklarının altına doğru biraz yayılmıştı ve taranmamış, dal­
galı kızıl saçları, sanki son yetmiş iki saatini yatakta geçirmişçesine omuz­
larına yayılmıştı.
“Hey, hoş geldin,” diye ağzının içinden mırıldandı ve güvenlik gö­
revlisi dışında ilk resmi tepeden tırnağa incelenmemi gerçekleştirdi bu ara­
da. “Hoş botlar,” dedi.
Kalbim çarpmaya başladı. Ciddi miydi? Yoksa dalga mı geçiyordu?
Sesinin tonundan bunu anlamama imkân yoktu. Ayak kemiklerim çoktan
ağnmaya başlamış ve zavallı ayak parmaklarım botların ucuna sıkışmıştı
ama eh, eğer gerçekten de Runway’deki birinden dış görünümümle ilgili
bir övgü almama neden oldularsa çekilen acıya değerdi doğrusu.
Emily bana bir an daha baktı ve bacaklarını kahve masasından aşağı
sallandırıp, dramatik bir biçimde içini çekti. ‘Tamam, haydi işe koyulalım.
Burada olmadığı için gerçekten de şanslı sayılırsın,” dedi. ‘Tabi ki o mü­
kemmel olmadığı için değil, aksine, mükemmel olduğu için,” diye de alel­
acele ekledi. Kısa süre içinde bunun klasik bir Runvvay Ortak Paranoya
Sarmalı olduğunu algılayacak ve kendim de buna uyum sağlayacaktım.

56
Şeytan Marka Giyer

Miranda hakkında gevezenin biri ağzından olumsuz bir şey kaçırdığında


(bu doğru bile olsa), Miranda’nın bu kişinin başına gerekli belaları saraca­
ğı paranoyası. İşte en sevdiğim eğlencelerimden biri, iş arkadaşlarımın Mi­
randa hakkında etmiş oldukları bir küfrü inkâr etmek için birbirlerini ye­
melerini izlemek olacaktı.
Emily kartını elektronik okuyucudan geçirdi ve yan yana, hiç konuş­
madan dolambaçlı koridorlardan yürüyüp katın merkezine, yani, Miran­
da’nın bürosunun bulunduğu daireye ulaştık. Emily bölümün kapılarını aç­
tı ve çantasıyla, paltosunu Miranda’nın mağaraya benzer ofisinin tam kar­
şısına yerleştirilmiş olan masanın üzerine fırlattı. “Bu da senin masan tabi
ki,” dedi kendisinin tam karşısındaki düzgün, ahşap, üzeri L biçiminde for­
mika kaplı masayı göstererek. Masanın üzerinde yepyeni, turkuvaz renkli
bir iMac bilgisayar, bir telefon ve evrak havuzlan vardı, çekmecelerde ise
çeşitli kalemler, not defterleri, kâğıt kıskaçlan bulunuyordu. “Eşyalanmın
çoğunu sana bıraktım. Kendime yeni şeyler ısmarlamam daha kolay ola­
cak.”
Emily ikinci asistanlık pozisyonunu bana bırakarak başasistanlık po­
zisyonuna yükselmişti. İki yıl da Miranda’nın başasistanı olarak çalışırsa
Runway’de harika bir pozisyona ışınlanacağını anlattı bana. Üç yıllık asis­
tanlık programı moda dünyasmda bir yerlere gelmek için en büyük garan­
tiydi ama ben yine de bir yılın sonunda The New Yorker’a. geçebileceğim
inancına sıkı sıkı sarılıyordum. Allison güzellik bölümündeki yeni pozis­
yonu için Miranda’nın ofisinden ayrılmıştı bile, oradaki görevi yeni mak­
yaj biçimlerini, nemlendiricileri, saç ürünlerini denemek ve bunlar hakkın­
da yazı yazmaktı. Miranda’nın asistanlığını yapmış olmanın onu bu göre­
ve nasıl hazırladığım pek anlamamıştım ama yine de etkilenmiştim. Veri­
len sözler gerçekti, Miranda için çalışanlar bir yerlere geliyordu.
Aşağı yukarı elli kişi kadar olan diğer dergi personeli saat on civarın­
da sökün ettiler. Elbette en büyük bölüm, moda bölümüydü ve aksesuvar
asistanları dahil yaklaşık otuz kişiden oluşuyordu. Geri kalanlar da yüz ba­

57
Lauren Weisberger

kimi, güzellik ve sanat ekiplerini oluşturuyordu. Hemen hemen herkes


Emily ile bir iki laf edip, patron hakkındaki son dedikodulan duyabilmek
ve yeni kıza bir göz atabilmek için Miranda’nın ofisine uğradı. Hepsi de
aşın derecede dikkat çekici, bembeyaz dişleri ile gülümseyen ve gerçekten
de benimle tanışmak istiyormuş gibi görünen onlarca kişiyle tanıştım ilk
günümde.
Erkeklerin hepsi aşın derecede süslü, kendilerini, ikinci bir cilt gibi
saran deri pantolonlar ve üstlerine yapışık, gelişmiş ve mükemmel adale­
lerini ortaya seren bluzlarla bezemiş homoseksüellerdi. Biraz daha yaşlıca
olan, şampanya sansı, zayıf saçlı ve hayatını Elton John’u taklit etmeye
adamış gibi görünen sanat direktörü, tavşan kürkü mokasenleri ve sürme­
li gözleriyle ortaya çıktığında kimse dönüp bakmamıştı bile. Bizim okulda
da bu tür gruplar vardı ve benim de homoseksüel arkadaşlanm olmuştu,
ama hiçbiri bunlara benzemiyordu. Sanki bir kast ajansında, özel olarak tu­
tulmuş figüranlarla (daha iyi giyimlileriyle elbette) kuşatılmış gibiydim.
Kadınların ya da daha doğrusu kızların her biri ayrı güzeldi. Bir ara­
da ise insanın aklını havaya uçuracak gibiydiler. Çoğu yirmi beş yaş civa­
rında görünüyordu, pek azı da otuzundan gün almış gibiydi. Neredeyse
hepsinin yüzük parmaklarında muhteşem, göz alıcı, gerçek olamayacak
kadar güzel elmaslar göze çarpıyordu. En az onar santimlik sivri topukla­
rının üzerinde zarafetle yürüyerek içeri dışarı, içeri dışarı taşınıp durdular.
Benim masama da kayar gibi gelerek, uzun, manikürlü parmaklı, süt beya­
zı ellerini uzatıp, “Jocelyn, Hope için çalışıyorum”, “Nicole, moda bölü­
münden”, “Stef, aksesuvarlarla ilgileniyorum” türü laflarla kendilerini ta­
nıtıyorlardı. Sadece biri, Shayna, biraz daha kısa topuklu ayakkabı giymiş­
ti ama zaten o kadar ufak tefekti ki bir gram fazla ağırlığı taşıyabilecek gi­
bi görünmüyordu. Hepsi de 50 kilonun altındaydı.
Tam ben döner sandalyeme oturmuş tanıştığım onca kişinin isimleri­
ni hatırlamaya çalışırken, o gün gördüğüm en güzel kız daldı içeri. Pembe
bulutlardan yapılmış gibi duran kaşmir bir kazak giymişti. En şaşırtıcı olan

58
Şeytan Marka Giyer

tarafı ise omzuna dökülen beyaz saçlarıydı. O kadar zayıftı ki, o kiloyla
1.85 santimlik boyunu anca taşıyor gibiydi ama masama doğru insanı hay­
rette bırakan bir dansçı zarafetiyle süzüldü. Yanakları kızarmıştı ve parma­
ğındaki yüksek kıratlı, kusursuz elmas nişan yüzüğü inanılmaz bir ışık sa­
çıyordu. Parmağını burnumun ucuna sokunca yüzüğüne fazla dikkatli ba­
karken yakalanmışım gibi hissettim.
“Ben yarattım onu,” dedi elinin arkasından tebessüm edip bana baka­
rak. Emily’ye baktım, belki bir açıklama ya da kızın kim olduğu ile ilgili bir
bilgi alabilirim umuduyla, ama o yine telefondaydı. Kızın yüzüğü kastetti­
ğini ve gerçekten de tasarımını yapmış olabileceğini düşünürken, “Göz ka­
maştırıcı bir renk değil mi?” dedi. “Bir kat Marshmallow ve bir kat Ballet
Slipper. Aslında önce Ballet Slipper geliyor ama sonra son kat olarak da o
kullanılıyor. Böylece de tırnaklarım beyaza boyamış gibi görünmeden mü­
kemmel bir parlaklık elde etmiş oluyorsun. Sanınm her manikürde bunu
kullanacağım!” Ve topuklarının üzerinde dönüp çıkıp gitti. Ah evet, ben de
seninle tanıştığıma memnun oldum, diye aıkasından bakarak içimden söy­
lendim.
Aslında iş arkadaşlarımla tanışmaktan hoşlanmıştım, hepsi de kibar
ve tatlı görünüyorlardı ve oje fetişisti o kaçık dışında hepsi de benimle ta­
nışmak ister gibiydi. Emily bana bir şey öğretme konusunda her fırsatı de­
ğerlendirerek yanımda kalmayı sürdürüyordu. Hızlandırılmış bir biçimde
bana kimin gerçekten önemli olduğunu, kime metelik vermeye gerek ol­
madığını, en iyi partileri verdikleri için kimlerle yakın arkadaş olmak ge­
rektiğini anlatıyordu. Manikür sapığı kızdan söz ettiğimde Emily’nin yüzü
ışıldadı.
Daha öncekilerde göstermediği büyük bir heyecanla, “Ah!” dedi.
“Gerçekten de çok çarpıcı biri değil mi?”
“Ee, evet, hoş görünüyordu. Aslında pek konuşma fırsatımız oldu de­
nemez, o sadece, senin de tahmin edeceğin gibi, yeni tırnak cilasını göste­
riyordu bana.”

59
Lauren Weisberger

Emily gururla gülümsedi. “Evet, onun kim olduğunu biliyorsun, de­


ğil mi?”
Beynimi zorladım, acaba kız ünlü bir film yıldızı, şarkıcı veya man­
ken miydi, ama bir şey çıkartamadım. Galiba ünlü biriydi. Belki de o yüz­
den kendini tanıtmamıştı, benim onu tanımış olmam gerekiyordu. Ama ta­
nımamıştım. “Yok, aslında bilmiyorum. Ünlü biri mi?”
“A, evet,” derken Emily’nin cevabındaki inanamazlığı, iğrenmeyi
hissedebilmiştim, evet kelimesinin altını da özellikle çizmiş gibiydi. “O
Jessica Duchamps.” Durup bekledi. Ben de bekledim. Hiçbir şey olmadı.
“Kim olduğunu biliyorsun değil mi?” Yine zihnimden çeşitli isim listeleri
geçirdim, bu yeni bilgiden bir şeyler çıkartmaya çalışıyordum ama bu is­
mi de hayatımda hiç duymamış olduğumdan emindim. Üstelik de bu oyun­
dan sıkılmaya başlamıştım.
“Emily, onu daha önce hiç görmedim ve ismi de bende bir şey çağ­
rıştırmıyor. Lütfen kim olduğunu söyler misin?” dedim soğukkanlılığımı
korumaya çalışarak. İşin komik tarafı onun kim olduğu beni hiç mi hiç il­
gilendirmiyordu ama Emily de, bu bilgiden yoksun olduğum için tamamen
bir zavallı gibi görünmemi sağlamaya çalışmaktan vazgeçmeye niyetli de­
ğildi.
Bu kez gülümsemesi hükmeder bir havadaydı. “Elbette. Söyleseydin
ya. Jessica Duchamps bir, ee, bir Duchamps’tır. Herhalde kentin en ünlü
Fransız lokantasını biliyorsundur. İşte o lokanta onun ailesinin, ne çılgın­
ca değil mi? İnanılmayacak kadar zengin insanlar onlar.”
“A öyle mi?” dedim, bu süper kızı, ailesi restoran işletiyor diye tanı­
yor olmam gerektiği gerçeğinden çok etkilenmiş gibi görünmeye çalışa­
rak.
Birkaç telefona, “Miranda Priestly’in ofisi,” diye cevap verdim, as­
lında Emily de ben de, eğer Miranda’nın bizzat kendisi ararsa ne yapmam
gerektiğini bilmediğim için endişeliydik. Panik duygusu, kimliği belirsiz
bir kadın ağır bir İngiliz aksanıyla telefonda abuk subuk şeyler haykırırken

60
Şeytan Marka Giyer

zirveye tırmandı ve önce beklemeye almayı bile akıl edemeden telefonu


Emily’ye adeta fırlattım.
“Bu o,” diye fısıldadım hemen. “Hattı al.”
O esnada Emily’nin özel olarak takındığı surat ifadesini de ilk kez iz­
leme fırsatı bulmuş oldum. Öyle bir havayla kaşlarını kaldırıp, çenesini
aşağı uzatıyordu ki kimse, suratının aldığı yan iğrenmiş, yan memnun bu
ifadeye bakıp da gerçek duygulan hakkında bir fikir edinemezdi.
“Miranda, ben Emily,” derken yüzüne de mutlu bir tebessüm oturt­
muştu, sanki Miranda telefonun içinden onu görebilirmiş gibi. Sessizlik.
Bir kaş çatış. “Ah Mimi, çok özür dilerim! Yeni kız seni Miranda sanmış!
Biliyorum, çok komik. Umarım her İngiliz aksanlı kişinin patronumuz ol­
duğunu zannederek çalışmak zorunda kalmayız bundan sonra!” Bu arada
da imalı bir biçimde bana baktı, fazla ince alınmış kaşlan da iyice yukarı
kalkmıştı o anda.
Ben Emily’yi arayanlarla konuşup, notlar alırken o da biraz daha soh­
bet etti. Sonra arayanların hepsini bu kez o aradı ve Miranda’nm yaşamın­
da ne kadar önemli bir rolleri (tabi eğer varsa) olduğu üzerine bitmek bil­
mez hikâyeler anlattılar karşılıklı. Öğle civan, artık parmaklanmda spazm­
lar başlamak üzereyken, çalan telefona yanıt verdim ve hattın öteki ucun­
da İngiliz aksanlı bir konuşma duydum.
“Merhaba Allison sen misin?” diye sordu buz gibi ama muhteşem bir
ses. “Bir eteğe ihtiyacım olacak.”
Ahizeyi avucumla kapatıp, dehşetle açılmış gözlerle Emily’ye bak­
tım, “Emily, bu o, bu sefer kesinlikle o,” diye fısıldadım, dikkatini çeke­
bilmek için bir yandan da telefonu sallıyordum. “Bir etek istiyor!”
Emily bana dönüp de suratımdaki paniği fark edince, “Hoşça kal” ya
da “Sonra aranm” filan bile demeden telefonunu kapatıp, Miranda’yı ken­
di telefonuna aktaracak düğmeye bastı ve yüzüne hemen o geniş sırıtışı ya­
pıştırdı.

61
Lauren Weisberger

“Miranda, ben Emily. Ne yapabilirim?” Bu arada kalemini de eline


almış, hışımla, adeta defteri kazımasına bir şeyler yazıyordu. “Evet, tabi.
Elbette.” Ve görüşme başladığı gibi hızla sona erdi. Ona merakla baktım.
O da, sabırsız görünmeyi sağlamak üzere gözlerini devirerek baktı bana.
“Eh, öyle görünüyor ki ilk görevini yapma zamanın geldi. Miranda
yarın için bir etek istiyor, başka birkaç şey daha istiyor, bu yüzden en geç
bu gece kalkan bir uçağa yetiştirmemiz lazım bunları.”
“Peki başka nelere ihtiyacı varmış?” dedim, hâlâ, sırf o istiyor diye
bir eteğin buradan kalkıp Dominik Cumhuriyeti’ne seyahate gidiyor olma­
sının yarattığı şokun sersemliğiyle.
“Tam olarak söylemedi,” diye mırıldandı Emily telefonu kaldırırken.
“Selam Jocelyn, benim. Bir etek istiyor ve onu Bayan de la Renta’nın
bu geceki uçuşuna yetiştirmem lazım, orada Miranda’ya iletecekmiş ken­
disi. Hayır, hiçbir fikrim yok. Hayır, söylemedi. Gerçekten bilmiyorum.
Tamam, teşekkürler.” Bana dönüp, “Kesin bir şey söylemeyince iş daha da
zor oluyor. Bu tür ayrıntılarla ilgilenemeyecek kadar meşgul olduğu için
ne tür bir kumaştan, ne renk, hangi taız veya marka istediğini belirtmedi.
Ama halloldu. Ölçüsünü biliyorum ve zevkleri hakkında, neyi beğeneceği­
ni tahmin edecek kadar kendimden eminim. Aradığım kişi moda bölümün­
den Joselyn’di. Bir yerleri aramaya başlayacaklar.” Gözümün önüne Jeny
Lewis tarafından dev bir ekranda sunulan, bir etek canlı bağlantısı durumu
geldi, rolüne hazırlanıyor ve ta-tam! Gucci ve görünmeyen ellerden yük­
selen alkışlar!
Huzur yok oldu. “Etek bulma” operasyonu Rumvay’vn nasıl korkunç
bir yer haline dönüşebileceği konusunda ilk deneyimimdi ve itiraf etmeli­
yim ki en azından bir askeri operasyon kadar da etkileyiciydi. Emily ve
ben, toplam sekiz kişilik bir takım oluşturan moda asistanlarını idare ede­
cektik. Bu arada onlar hazırlanmış özel listede bulunan tasarımcıları ve
mağazaları arayacaklardı. Asistanlar hızla işe koyulup çeşitli moda evle­
riyle, deyim yerindeyse en üst düzey Manhattan mağazaları ile var olan

62
Şeytan M arka Giyer

halkla ilişkilerini devreye sokmuşlardı ve onlara Miranda Priesüy’in, evet,


Miranda Priestly’in ve evet bizzat kendi kullanmak üzere, özel bir şeye ih­
tiyacı olduğunu anlatmaktaydılar. Birkaç dakika içinde Michael Kors,
Gucci, Prada, Versace, Fendi, Armani, Chanel, Bamey’s, Chloö, Calvin
Klein, Bergdorf, Roberto Cavalli ve Saks’ta görevli tüm halkla ilişkiler yö­
neticileri ve asistanları stoklarında bulunan ve Miranda Priestly’in beğene­
bileceğini umdukları ne kadar etek varsa yollamaya ya da bizzat elden
ulaştınnaya başlayacaklardı. Her oyuncunun bir sonra atacağı adımın ne­
rede, ne zaman ve nasıl olacağını kusursuz biçimde bildiği, mükemmel bir
bale gösterisi izler gibi izliyordum gözlerimin önüne serilen bu tabloyu.
Bu şov sürmekteyken Emily de beni, o gece etekle birlikte göndermemiz
gereken birkaç ufak tefeği almaya gönderdi.
Bir yandan çalıp duran iki telefonla boğuşur ve bir yandan da yapa­
caklarımı Runway bloknotlarından birine yazarken, “Araban seni Elli Se­
kizinci Sokak’ta bekleyecek,” dedi. Bir an durdu ve bana bir cep telefonu
attı. “İşte, bunu sürekli yanında taşı, sana ulaşmam gerekebilir veya senin
soracağın şeyler olabilir. Asla kapatma. Her çaldığında mutlaka cevap
ver.” Telefonu ve not kâğıdını alıp binanın 58. Sokak’a çıkan tarafına doğ­
ru inmeye başladım, bir yandan da “Arabamı” nasıl bulacağımı düşünü­
yordum. Daha doğrusu, bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışıyor­
dum. Tam kendimi güç bela kaldırıma atıp, uysal uysal etrafıma bakınır­
ken, çömeldiği yerde piposunu gevelemekte olan gri saçlı bir adam kalkıp
bana doğru geldi.
“Priestly’in yeni kızı mı?” diyerek, tütün kalıntıları yapışmış dudak­
larının arasından sırıttı, bu esnada maun rengi piposunu yerinden hiç oy-
natmamıştı. Başımı salladım. “Ben Rich. Kuryeyim. Araba lazım olunca
bana sölicen. Tamam mı sarışın?” Yine başımı salladım ve siyah Cadillac
sedanın arka koltuğuna şapşal şapşal attım kendimi. Kapıyı çarptı ve el sal­
ladı.

63
Lauren Weisberger

Şoför, “Nereye bayan?” diye sorunca kendime geldim. Bu konuda


hiçbir fikrim olmadığım faik edip, cebimde duran not kâğıdına saldırdım.

İlk durak: Tommy Hilfiger’ın stüdyosu, 355 Batı 57. Sokak, 6. kat.
Leanne'ı sor. Sana bize lazım olan her şeyi verecek.

Adresi şoföre söyledim ve camdan dışan bakmaya başladım. Dondu­


rucu bir kış günü, saatin biriydi, yirmi üç yaşındaydım ve şoförlü bir seda­
nın arka koltuğuna kurulmuş Tommy Hilfiger’ın stüdyosuna gidiyordum.
Bir yandan da açlıktan ölüyordum. Kent merkezinde ve tam öğle arası sa­
atlerinde olduğumuz için on beş blok öteye gitmek kıtk beş dakika sürdü,
böylece ben de trafiğin nasıl düğüm olduğunu ilk kez kendi gözlerimle
gördüm. Şoför ben gelene kadar blokun etrafında hırlayacağını söyledi ve
Tommy’nin stüdyosuna gitmek üzere arabadan indim. Altıncı kattaki re­
sepsiyonda Leanne’ı sorunca on sekiz yaşından bir gün bile büyük olama­
yacak, tapılacak kadar güzel bir kız merdivenlerden sekerek inip yanıma
geldi.
“Selam!” dedi, bunu derken a harfini birkaç saniye uzatıyordu. “And-
rea’sın herhalde, Miranda’nın yeni asistanı. Burada ona bayılırız, sen de
takıma hoş geldin!” Sırıttı. Ben de sırıttım. Bir masanın altından dev gibi
plastik bir torba çıkarttı ve anında içindekileri yere saçtı. “Burada Caroli-
ne’ın en beğendiği kotlardan üç ayn renk var, birkaç tane de bebek bluz­
larından koyduk. Cassidy de Tommy’nin haki eteklerine bayılır, onlardan
da zeytin ve taş rengi verdik.” Kot etekler, pamuklu ceketler, hatta birkaç
çift çorap uçuşarak torbadan fırlıyordu, benim tek yapabildiğim ise gözü­
mü dikip öylece bakmaktı. Buradaki kıyafetlerle en az dört tane on yaşla­
rında çocuğa tepeden tırnağa gardırop düzülebilirdi. Peki bu Cassidy ve
Caroline denen tipler de kimdi? Ganimetlere bakıp anlamaya çalışıyor­
dum. En az üç renk Tommy Hilfıger kot giyme prensibi olacak kadar ken­
dine saygılı bu şahıslar kimdi acaba?

64
Şeytan M arka Giyer

Herhalde kafamın epeyce karıştığı belli olmuş olacak ki, Leanne giy­
sileri paketlemek için özellikle arkasını döndü ve, “Miranda’nm kızlarının
bunları seveceğini biliyorum. Onları yıllardır giydiririz ve Tommy, onla­
rın kıyafetlerini bizzat seçmek ister.” Minnettar bir bakış fırlattım ve tor­
bayı omzuma attım.
“İyi şanslar!” diye seslendi asansör kapısı kapanırken, yüzünde ger­
çek bir gülümseme vardı. “Böyle bir işin olduğu için çok şanslısın!” Daha
o söylemeden ben cümlenin gerisini getirdim içimden, “Bir milyon kız bu
iş için canını verir.” O an için, ünlü bir tasarımcının stüdyosundan, binler­
ce dolar değerinde kıyafetler elimde çıkarken, haklı olduğunu düşündüm.
İşlere dalınca, gün hızla akmıştı. Bir ara, birkaç dakikalığına çıkıp bir
sandviç alsam acaba delirirler mi, diye düşündüm ama başka şansım da
yoktu. Sabahın yedisinde yemiş olduğum çörekten başka bir şey yememiş­
tim ve saat neredeyse iki olmuştu. Sonunda dayanamayıp, şoföre bir şar­
küterinin önüne yanaşmasını söyledim ve bir tane de ona aldım. Ona hin-
dili ve bal hardallı sandviçini uzattığımda çenesi aşağı düştü, ben de onu
rahatsız edecek bir şey yaptığımı zannettim.
“Sizin de aç olabileceğinizi düşünmüştüm sadece,” dedim. “Bilirsi­
niz, bütün gün oradan oraya araba sürmek filan, herhalde yemek yemeye
pek vakit bulamıyorsunuzdur?”
‘Teşekkür ederim bayan, çok teşekkür ederim. On iki yıldır Elias-
Clark kızlarının şoförlüğünü yapanm ve onlar böyle kibar değildir. Siz çok
hoşsunuz,” dedi ağır ama çok belirleyici olmayan bir aksam vardı ve ko­
nuşurken dikiz aynasından bana bakıyordu. Ona gülümsedim ve bir an için
kötü bir şeyler olacağına dair bir hisse kapıldım. Ama sonra bu an geçti ve
ikimiz de trafikte beklerken, etrafa bakınarak hindili sandviçlerimize yu­
mulduk, bir yandan da onun sevdiği CD’yi dinliyorduk, bana sanki kadı­
nın biri, bilinmeyen bir dilde sürekli aynı biçimde feryat ediyormuş gibi
geliyordu dinlerken.

65 F :5
Lauren Weisberger

Emily’nin yazmış olduğu ikinci madde, Miranda’nın tenis için şid­


detle ihtiyaç duymakta olduğu birkaç adet beyaz şort alınmasıydı. Biz Po-
lo’ya doğru gidiyorduk ama o Chanel yazmıştı. Chanel beyaz tenis şortla-
n mı yapıyordu? Şoför beni özel salonun bulunduğu yere götürdü ve bu
kez daha yaşlıca, yüzünü aşın gerdirmekten gözleri ince iki deliğe dönüş­
müş bir kadın bana bir çift pamuk likra karışımı, beyaz şort uzattı, sıfır be­
dendiler, ipek bir askıya takılmışlardı ve kadifeden bir elbise torbasına
konmuşlardı. Şortlara baktım, sanki altı yaşında birine ancak olur gibi gö­
ründüler gözüme, tekrar kadına baktım.
“Şey, Miranda’nın bunları giyeceğinden gerçekten emin misiniz?”
diye bir deneme yaptım ve kadın o boğa gibi ağzını açıp beni tamamen yu­
tacak sandım. Ateş püsküren gözlerle bakıyordu bana.
“Eh, öyle olacağını umuyorum bayan, bunlar tamamıyla kendisinin
ölçülerine göre biçilip dikilmiştir,” diye hırladı mini şorttan tekrar yerine
yerleştirirken. “Kendisine Bay Kopelman’ın en iyi dileklerini iletin lüt­
fen.” Tabi bayan, her kimse o adam, dedim içimden.
Bir sonraki durağım Emily’nin “kentin aşağısına doğru giderken” di­
ye tarif ettiği J&R Bilgisayar Dünyası’ydı. Anlaşılan bu mağaza Miran-
da’nın, Oscar ve Annette de la Renta’mn oğlu Moises’e armağan etmek is­
tediği Waniors of the West oyunun satıldığı tek bilgisayar mağazasıydı.
Yola koyulduğumuzda cep telefonu ile şehir dışı görüşme yapılabileceği­
ni hatırladım ve mutlu bir biçimde, işimin ne kadar harika olduğunu anlat­
mak üzere annemleri aramaya karar verdim.
“Baba? Selam, Andy ben. Bil bakalım şu anda neredeyim? Evet, el­
bette işteyim ama, şu an yaptığım iş Manhattan’da dolaşmakta olan şoför-
lü bir arabanın aıka koltuğunda yayılmak. Biraz önce Tommy Hilfıger’a,
oradan da Chanel’e gittim. Şimdi bir bilgisayar oyunu alıp Oscar dc la
Renta’ın Park Caddesi’ndeki dairesine gideceğim ve bunları oraya bıraka­

66
Şeytan Marka Giyer

cağım. Yok bunlar onun değil! Miranda D.C.’de şu an ve Annette de bu


gece oraya uçuyor onlarla buluşmak için. Evet, özel bir uçakla! Babaa!
Tabi ki Dominik Cumhuriyeti’nin kısaltması o!”
Biraz endişelenmiş gibiydi ama yine de benim mutlu olmama sevin­
mişti ve ben de üniversite diplomalı bir kurye olarak işe alınmış olduğuma
karar verdim. Bence hiçbir sakıncası yoktu. Tommy’lerle dolu torbayı,
şortları ve oyunu, her tarafı pelüşlerle kaplı lobideki (Park Caddesi’ne bu
yüzden Park Caddesi diyorlardı herhalde) son derece ilginç görünümlü ka­
pıcıya teslim ettikten sonra Elias-Clark binasına geri döndüm. Ben içeri
girdiğimde Emily bir Hint fakiri gibi yere oturmuş, beyaz kâğıtlar ve kur­
delelerle hediyeleri sanyordu. Etrafı çepeçevre kırmızı beyaz kutu dağla­
rıyla sanlıydı, hepsi aynı biçimdeydi ve yüzlerce, belki de binlercesi bizim
masalanmızın bulunduğu yerden Miranda’mn ofisine doğru yayılmıştı.
Emily’nin kendisini izlediğimden haberi yoktu ve ben bu arada onun bir
kutuyu tam iki dakikada kusursuz bir biçimde paketlediğini fark etmiştim,
sonra da on beş saniyede beyaz saten kurdeleler yapışmıyordu paketin
üzerine. Bir saniyeyi bile boşa geçirmeden, kendi arkasında, paketlenmiş
kum dağlan yaratıyordu özenle. Paketlenmiş kutulann oluşturduğu dağ gi­
derek büyüyordu ama diğerlerinde hâlâ gözle görülür bir azalma yok gi­
biydi. Bu işi dört gün boyunca .yapsa bile bitiremeyeceği şeklinde bir tah­
min yürüttüm.
Bilgisayanndan dinlemekte olduğu seksenli yıllara ait CD’nin sesini
bastırmaya çalışarak, “Şey, Emily, selam, ben döndüm,” dedim.
Bana doğru döndü, ilk anda sanki kim olduğum hakkında hiçbir fik­
ri yokmuş gibi görünüyordu. Tamamen boş bakıyordu. Sonra bir anda be­
nim “Yeni kız” statümü hatırlayıverdi. “Nasıl gitti?” diye sordu çabucak.
“Listedeki her şeyi aldın mı?”
Başımı salladım.

67
Lauren Weisberger

“Bilgisayar oyununu da mı? Aradığımda sadece bir tane kaldığını


söylemişlerdi. Onu alabildin mi?”
Yine başımı salladım.
“Her şeyi de Rentalann Park’taki kapıcısına bıraktın? Kıyafetleri,
şortları, her şeyi?”
“Evvet! Hiç sonın çıkmadı. Hepsini hallettim ve birkaç dakika önce
yerine teslim ettim. Ya merak ediyordum da, acaba Miranda gerçekten o
şortları...”
“Bak tuvalete gitmem gerekiyor ve senin dönmeni bekliyordum. Bir
dakika telefonlara bak olur mu?”
“Ben çıktığımdan beri tuvalete gitmedin mi?” Çok şaşırmıştım. “Ne­
den ki?”
Emily son yaptığı paketin üzerinde de kurdele yapıştırdıktan sonra
sakin bir tavırla bana baktı. “Miranda kendi asistanlarından başkasının te­
lefona cevap vermesini hoş karşılamaz, sen de burada olmayınca gitmek
istemedim. Sanırım bir dakikada gidip gelebilirdim ama o orada telaşlı bir
gün yaşıyor ve beni her zaman karşısında bulabilmesini istiyorum. Bu yüz­
den de, hayır, aramızda paslaşmadan tuvalete ya da başka bir yere gideme­
yiz. İşbirliği içinde çalışıp onun için mümkün olan en iyi işi çıkarmamız
gerekiyor, tamam mı?”
‘Tabi,” dedim. “Şimdi git, ben buradayım.” O dönüp gitti, ben de yı­
ğılmamak için ellerimi masaya dayadım. Koordineli bir savaş planı yap­
madan helaya bile gidemeyecek miydik? Gerçekten de beş saattir bu ofis­
te oturup sidik torbası patlamasın, diye kıvranmış mıydı sırf Atlantik’in
öteki tarafında bir kadın arayabilir ve de tuvaletten buraya koşması iki bu­
çuk dakika sürebilir diye? Öyle olmuş gibi görünüyordu. Biraz dramatik
bir durumdu ama, bunu Emily’nin aşırı gayretli olmasına yordum. Miran­
da asistanlarından böyle bir şey istiyor olamazdı. Bundan emindim. Yok­
sa ister miydi?

68
Şeytan Marka Giyer

Yazıcıdan çıkmış birkaç kâğıdı alıp baktım. Hepsinin üstünde Alman


Noel Hediyeleri yazıyordu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı sayfa dolusu hediye
listesi, her satırda gönderen ve hediyenin ne olduğu yazıyordu. Tam iki
yüz elli altı adet hediye. İngiltere Kraliçesi’nin düğün partisinin listesine
bakıyorum sandım bir an ve ne olduğunu kavrayamadım hemen. Bir Bobby
Brown makyaj seti vardı ve bizzat kadının kendisinden geliyordu, Kate
Spade marka bir tür deri çanta vardı ve Kate ve Andy Spade yollamıştı,
Londra’daki Bond Sokağı’ndaki Smythson’dan bordo deri kaplı elektronik
ajanda vardı. Graydon Carter, Miuccia Prada’dan kenarlarına mink geçiril­
miş bir uyku seti göndermişti, Aerin Lauder’dan birkaç dizi boncuklardan
oluşan Verdura tasarımı bilezik gelmişti, Donatella Versace elmas kakmalı
bir saat yollamıştı, Cynthia Rovvley ise bir kasa şampanya, Maık Badgley
ve James Mischka’dan birbirine uygun boncuklarla işlenmiş bir bluz ve
gece çantası, Irv Ravitz’den bir Cartier kalem seti, Vera Wang’dan bir şin-
şila manşon, Vera Wang’dan Alberto Feretti imzalı zebra desenli bir ceket,
Rosemarie Bravo’dan da bir Burberry kaşmir battaniye gelmişti. Ve bu sa­
dece başlangıçtı. Herkesten çeşitli boy ve biçimde çantalar gelm işti: Herb
Ritts, Bruce Weber, Giselle Bundchen, Hillary Clinton, Tom Ford, Calvin
Klein, Annie Leibovitz, Nicole Miller, Adrienne Vittadini, Michael Kors,
Helmut Lang, Giorgio Armani, John Sahag, Bnıno Magli, Mario Testino
ve Narcisco Rodriguez bu isimlerden bazılarıydı. Ayrıca Miranda adına
çeşitli hayır kuramlarına yapılmış onlarca bağış vardı, yüzlerce şişe şarap
ve şampanya, sekiz on tane Dior çanta, onlarca kokulu mum, birkaç parça
el yapımı kapkacak, ipek pijamalar, deri kaplı kitaplar, banyo ürünleri, çi­
kolatalar, bilezikler, havyar, kaşmir kazaklar, çerçeveli fotoğraflar ve
Çin’de bir sürü toplu stadyum nikâhını dekore etmeye yetecek kadar aranj­
man ve saksı çiçeği. Aman Tanrım! Bu gerçek miydi? Bunlar gerçekten ol­
makta mıydı? Ben gerçekten de Noel’de dünyanın en ünlü insanlarından
toplam 256 adet hediye almış bir kadın için mi çalışmaktaydım? Belki de
o kadar ünlü değillerdi? Emin otamıyordum. İçlerinden bazı çok ünlü ki­

69
Lauren Weisberger

şileri tanıyabilmiştim ama geri kalanların peşinden koşulan bazı fotoğraf­


çılar, makyaj sanatçıları, mankenler ve bir kısım Elias-Clark yöneticileri
olup olmadığından emin değildim. Tam Emily’nin gerçekten tüm bu in­
sanların kim olduklarını bilip bilmediğini düşünürken içeri girdi. Listelere
bakmıyormuş gibi yapmaya çalıştım ama o aldırmadı bile.
“Çılgınca değil mi? O gelmiş geçmiş en etkileyici kadın,” dedi coş­
kuyla ve masasındaki kâğıtları hırsla kapıp incelemeye başladı, gösterdiği
belirtiler ancak şehvet tanımına uyabilirdi. “Hayatında hiç bu kadar heye­
can verici şeyler gördün mü? Bu geçen yılın listesi. Hediyeler gelmeye
başlamak üzere olduğu için, ne bekleyeceğimizi bilelim diye bakmak için
çıkardım. Bu işin en güzel tarafı bu, ona gelen hediyeleri açmak.” Kafam
karışmıştı. Onun hediyelerini biz mi açacaktık? Neden onlan kendisi aç­
mıyordu ki? Bunu ona da sordum.
“Sen aklını mı kaçırdın? Miranda gönderilenlerin yüzde doksanını
beğenmeyecektir. Bazıları ona aşağılama gibi gelir, göstermem bile. Me­
sela bunun gibi,” dedi küçük bir kutuyu eline alıp. Bu Bang and Olufsen
marka, bir telsiz telefondu, markası çok zarif gümüş kontürlerle işlenmiş­
ti üzerine ve şehir dışından bile çekebiliyordu. Birkaç hafta önce Alex ağ­
zından sular akarak stero sistemleri seyrederken ben de bunun bir benzeri­
ni görmüştüm, fiyatı beş yüz dolann üzerindeydi ve çok yetenekli bir tele­
fondu. “Bir telefon? Birinin gerçekten de Miranda Priestly’ye bir telefon
göndermiş olmasına inanabiliyor musun?” Bana doğru fırlattı. “Al senin
olsun istersen, onun bunu görmesine asla izin veremem. Elektronik bir
şeyler gönderdiklerinde çok kızıyor.” Elektronik kelimesini söylerken san­
ki dışkıdan bahsediyormuş gibiydi.
Telefon kutusunu masamın altına tıkıştırdım ve gülümsememe engel
olmaya çalıştım. Bu olağanüstü bir durumdu! Telsiz telefon yeni odam
için gereken şeyler listemde olan eşyalardan biriydi ve beş yüz dolarlık bir
telefonu bedava ele geçirmiştim.

70
Şeytan M arka Giyer

“Aslında,” dedi, Miranda’mn odasında yine Hint fakiri gibi yere bağ­
daş kurarken. “Şimdi birkaç saat daha şu şarap şişelerini paketlemekle uğ­
raşalım, sonra da sen bugün gelen hediyeleri açarsın. Şurada duruyorlar.”
Masasının arkasındaki daha küçük bir tepeyi işaret ediyordu, tepe, çeşitli
renklerde kutulardan, çantalardan ve sepetlerden oluşmuştu.
“Öyleyse bunlar da bizim Miranda adına gönderdiğimiz hediyeler
değil mi?” diye sordum, bir yandan da kutulardan birini alıp kalın, beyaz
kâğıtla sarmaya başlamıştım.
“Evvet. Her yıl aynı şey. En üst düzey insanlar Dom Perignon şam­
panya alırlar. Buna Elias’daki yöneticiler ve özel arkadaşı olmayan büyük
tasarımcılar da dahildir. Ayrıca avukatı ve muhasebecisi de. Orta düzey
olanlara Veuve gider ve bu da hemen hemen herkes demektir, yani, ikiz­
lerin öğretmenleri, kuaförü, Uri falan filan. Hiçbir önemi olmayanlar ise
bir şişe Ruffıno Chianti şarabı alırlar, mesela halkla ilişkilerciler gibi ona,
şahsı için üretilmemiş hediye yollayanlar. Veterinere, bazı bebek bakıcıla­
rına, sık gittiği mağazalarda onun için bekleyenlere ve Connecticut’daki
yazlık evle ilgilenenlere Chianti yollamamızı isteyecektir. Neyse, ben za­
ten kasım ayı başında bunlardan toplam yirmi beş bin dolarlık ısmarlamış­
ım . Sherry-Lehman gönderir bunları ve tamamının paketlenmesi neredey­
se bir ay sürer. Neyse ki bu ara burada değil, yoksa bütün bu kutulan ev­
lerimize götürüp orada paketlememiz gerekecekti. îyi bir çözüm çünkü
kurdeleleri de Elias sağlıyor.”
“Sanınm bunlann Sherry-Lehman’da paketlenmesi iki misli maliyet
yaratır, ha?” Hediye verme ile ilgili hiyerarşiyi kavramaya çalışırken bunu
da merak etmiştim.
“Peki biz neyle ilgileneceğiz o zaman?” diye tepki verdi. “İnan bana
burada maliyetin önemli bir konu olmadığını çok yakında anlarsın. Bu sa­
dece, Miranda onlann kullandığı paket kâğıdından hoşlanmadığı için. Ge­

71
Lauren Weisberger

çen yıl onlara bu beyaz kâğıttan verdim ama bizim yaptıklarımız gibi güzel
görünmüyorlardı yine de.” Bayağı gururlu görünüyordu bunu söylerken.
Hemen hemen saat altıya kadar paketleme işiyle uğraştık, o arada
Emily bana işlerin nasıl yürüdüğünü anlatıyordu, ben de bu heyecan veri­
ci ve acayip dünyayı algılamaya çalışıyordum. Tam Miranda’nm kahvesi­
ni nasıl sevdiğini (uzun kupada, iki adet kahverengi şekerle) söylerken,
moda asistan! arından biri olduğunu hatırladığım nefes kesici bir sarışın,
elinde bebek sepeti boyunda, hasır bir sepetle içeri girdi. Sanki, Jimmy
Choos ayakkabılarıyla üstüne basarsa, açık gri halının bataklığa dönüşece­
ğinden korkuyormuş gibi Miranda’nın kapısının eşiğinde kalakaldı.
‘‘Selam Em. Etekleri getirdim. Bu kadar uzun sürdüğü için kusura
bakma, Şükran Günü öncesi olduğu için kimsecikler ortada yoktu. Neyse,
umarım bunların arasından onun seveceği bir şey bulursun.” Katlanmış
eteklerle dolu sepete baktı.
Emily, onu hakir gördüğünü gizlemeden baktı. “Masamın üstüne bı­
rak. İşe yaramayacak olanları geri yollanm. Senin zevkini göz önüne alın­
ca da, çoğunun işe yaramayacağını düşünüyorum.” Son bölümü sadece be­
nim duyabileceğim bir ses tonuyla söylemişti.
Sarışın kız hayret verici görünüyordu. Tamam, gökyüzünün en par­
lak yıldızı değildi belki ama, yine de hoş ve güzeldi. Emily’nin niye ondan
böyle açıkça nefret ettiğini merak ettim. Ama zaten yeterince uzun bir gün
olmuştu benim için, çeşitli emirleri yerine getirmek ve yapılacakları ta­
mamlamak için bütün kenti Pırlamış, hatırlamaya çalıştığım yüzlerce yeni
yüz ve isimle karşılaşmıştım, o yüzden sormadım bile nedenini.
Emily koca sepeti masasının üzerine yerleştirdi ve ellerini kalçaları­
na. koyup, sepetin içindekileri incelemeye başladı. Miranda’nın odasında
yerde otururken, çok çeşitli kumaşlardan yapılmış, değişik renk ve beden
ölçülerinde belki yirmi beş kadar etek görebiliyordum. Gerçekten de aslın­

72
Şeytan Marka Giyer

da ne istediğini belirtmemiş miydi? Gerçekten de Emily’ye resmi bir ak­


şam yemeği için mi, yoksa bir çiftler maçı için mi ya da sadece mayosu­
nun üzerine giymek için mi bir etek istediğini söyleme zahmetine katlan­
mamış mıydı? Pamuklu bir şey miydi istediği, yoksa şifon mu daha uygun
olacaktı? Biz onu gerçekten mutlu edecek eteğin hangisi olacağını nasıl
belirleyebilecektik?
Galiba bunu öğrenmek üzereydim. Emily hasır sepeti Miranda’nın
odasına taşıdı; dikkat ve saygıyla pelüş halının üzerine, kendisiyle benim
arama yerleştirdi. Oturup etekleri tek tek açtı ve etrafımıza bir daire halinde
yaydı. Celine’in nefis, fuşya rengi, dantel bir eteği vardı, Calvin Klein’dan
ise inci grisi önden açık bir etek seçilmişti. Bir de Bay de la Renta’nın ken­
di tasanmı olan, ucu siyah boncuklarla işli, siyah, süet bir etek bulunuyor­
du. Kırmızı, ekru, lavanta rengi, bazıları dantel, bazıları kaşmir etekler de
vardı. Bazıları bileğe kadar inecek uzunlukta, bazdan da bir karış boyun­
daydı. Kahverengi dana derisi, orta boy, ipek gibi bir tanesini seçip belime
tuttum, ama benim sadece bir bacağım sığabilirdi bunun içine. Onun altın­
daki de bir tül ve şifon yığını olarak yere düştü, daha ziyade Charleston’da
bir açık hava partisine uygun görünüyordu bu. Kot eteklerden birinin ren­
gi önceden soldurulmuştu ve belini saran dev gibi kahverengi bir kemer
ilave edilmişti, başka biri ise buruşturulmuş, gümüşi bir kumaşla kaplan­
mıştı ve üst kısmı da daha az şeffaf bir gümüşle çevrilmişti. Nasıl bir dün­
yaydı burası?
“Ooo, Miranda’nın eteklerle ilgili belli bir düşüncesi var ha?” dedim
sadece, çünkü söyleyecek daha iyi bir şey bulamamıştım.
“Aslında hayır. Miranda’nın fularlarla ilgili önemsiz bir takıntısı var­
dır.” Emily bunu söyledikten sonra, sanki kendisinde Herpes olduğunu iti­
raf etmiş gibi gözlerini benden kaçırdı. “Bu, sadece onunla ilgili bilmen
gereken, onun küçük, şirin tuhaflıklarından biri.”

73
Lauren Weisberger

“A, sahi mi?” diye sorarken dehşete düşmemiştim de eğleniyormu-


şum gibi görünmeye çalıştım. Ben de tüm kızlar gibi kıyafetleri, çantaları,
ayakkabıları severim ama bunlardan birine ‘Takıntım” olduğu söylene­
mezdi doğrusu. Ve Emily’nin bunu söyleyiş tara da pek öyle rasgele bir
şey söyler gibi değildi.
“Evet, eh, Miranda belli ki özel bir duruma uygun bir etek istiyor,
ama aslında o eteğin fularıyla ilgilenecektir daha çok. Biliyorsun değil mi
onun imzası haline gelmiş olan fularlarını?” Hiçbir şey anlamadığım sura­
tımdan belli olmuştu herhalde. “Onunla yaptığınız ilk görüşmeyi hatırlı­
yorsun değil mi?”
“Elbette,” dedim çabucak bu kıza, değil onun ne giydiğini, ilk görüş­
meye kadar adını bile hatırlamadığımı belli etmenin pek de iyi bir fikir ol­
mayabileceğini idrak ediyordum. “Ama bir fulan olduğunu fark ettiğim­
den emin değilim.”
“O daima, daima, daima kıyafetinin bir yerinde beyaz bir Heımes fu­
lar kullanır. Genellikle boynuna dolar ama bazen kuaförü topuzuna takar,
bazen de kemer gibi kullanır. Onlar onun imzası gibidir. Herkes de bilir ki,
ne olursa olsun Miranda Priestly beyaz bir Hermes fular kullanır. Ne müt­
hiş değil mi?”
O anda fark ettim ki Emily, kargo pantolonunun kemer britlerinden
geçirerek, beyaz bluzunun altından şöyle böyle görülebilen limon yeşili bir
fular dolamıştı beline.
“Bazen bir şeyleri karıştırmayı sever ve sanırım bu kez de bunu yap­
mak istiyor. Ne olursa olsun, moda bölümündeki geri zekâlılar onun neden
hoşlandığını asla bilemezler. Şunlara bak, çoğu iğrenç!” Bunu söylerken
gerçekten muhteşem, dökümlü, üzerine serpiştirilmiş minik altın benekle­
ri olan, koyu kahve ve diğerlerinden çok daha çekici bir eteği gösteriyor­
du.

74
Şeytan Marka Giyer

“Evvet,” diye onayladım, bu sonradan, onun daha fazla konuşup dur­


masını engelleyebilmek için yapacağım binlerce ya da milyonlarca onay-
layışın ilki olacaktı. “Gerçekten de iğrenç görünüyor.” O kadar güzel gö­
rünüyordu ki, büyük bir mutlulukla düğünümde giyebilirdim.
Emily modellerden, kumaşlardan, Miranda’nın ihtiyaçlarından ve is­
teklerinden bahsederek ve de araya iş arkadaşlarıyla ilgili çeşitli eleştiri ve
hakaretler de sokuşturarak gevezelik etmeye devam etti. Sonunda diğerle­
rinden kesin olarak faiklı üç tane eteği Miranda’ya gönderilmek üzere
ayırdı, bu arada durmadan konuşmayı sürdürüyordu. Onu dinlemek iste­
dim ama neredeyse saat yedi olmuştu ve o anda kurt gibi acıkmış olduğu­
mu mu, her şeyden tiksinir hale geldiğimi mi yoksa sadece yorulmuş oldu­
ğumu mu anlamaya çalışıyordum aslında. Sanırım üçü de geçerliydi. Ha­
yatımda gördüğüm en uzun yaratığın içeri daldığını fark etmemiştim bile.
“SEN!” diye bir ses duydum arkamdan. “AYAĞA KALK DA SA­
NA BİR BAKABİLEYİM!”
Adamı görebilmek için arkamı döndüğümde, karşımda en az iki met­
re on santim boyunda, bronz tenli, siyah saçlı ve parmağıyla beni gösteren
biriyle karşılaştım. İnanılmayacak kadar uzun gövdesinde en az yüz yirmi
kilo taşıyordu ve öyle adaleli bir vücudu vardı ki adeta üzerindeki tulum
patlayacakmış gibi duruyordu. Tulum mu? Aman Tanrım! Evet evet pa­
muklu kumaştan tek parça bir tulum giymişti. Paçaları dar, beli kemerliy­
di ve kollan sıvanmıştı. Ve bir de pelerin. Neredeyse battaniye boyunda,
kürk bir pelerin. Pelerini kalın boynunu saran iki birit tutuyordu ve dev gi­
bi ayaklanna anca olabilecek, tenis raketi büyüklüğünde, parlak, siyah sa­
vaş botlan giymişti. Otuz beş yaşlannda gibi görünüyordu, ama kaslan,
koyu teni ve abartılı bedeni yaşım on yıl eksik ya da beş yıl fazla gösteri­
yor da olabilirdi. Ellerini sallayıp ayağa kalkmamı işaret ediyordu. Gözle­
rimi ondan alamayarak kalktım ve derhal beni incelemeye aldı.

75
Lauren Weisberger

“BAK SEN! KİM VARMIŞ BURDAAAA?” diye böyle bir sesi olan
birinin konuşabileceği en iyi biçimde kükredi. “GÜZELSİN AMA SAĞ­
LIKLISIN DA. VE BU KIYAFETLER HİÇ SANA GÖRE DEĞİL!”
“Adım Andrea, Miranda’nın yeni asistanıyım.”
Gözleriyle beni baştan ayağa süzdü, her milimetreyi dikkatle incele­
di. Emily bu acayip manzarayı küçümseyerek izliyordu. Sessizlik dayanıl­
mazdı.
“YÜKSEK KONÇLU ÇİZMELER? HEM DE DİZ ALTI BİR
ETEKLE? BENİMLE DALGA MI GEÇİYORSUN? BELKİ FARKINDA
DEĞİLSİN BEBEK KIZ, BELKİ DE KAPIDAKİ KOCA SİYAH YAZI­
YI GÖRMEDİN, BURASI RUNWAY DERGİSİ, DÜNYANIN EN TAN-
RI’NIN BELASI ÜNLÜ MODA DERGİSİ. AMA ENDİŞEYE GEREK
YOK TATLIM, NIGEL SENİ BU JERSEY MALI TAPON ŞEYLER­
DEN KURTARACAK ÇOK YAKINDA.”
Dev gibi ellerini kalçama koyup fırıldak gibi döndürdü beni. Delici
bakışlarını bacaklarımda hissedebiliyordum.
“ÇOK YAKINDA TATLIM! SANA SÖZ VERİYORUM, ÇÜNKÜ
HAM MADDE OLARAK İYİSİN. GÜZEL BACAKLARIN, DOLGUN
SAÇLARIN VAR VE ŞİŞMAN DEĞİLSİN. ŞİŞMAN OLMAYANLAR­
LA ÇALIŞABİLİRİM. ÇOK KISA ZAMANDA TATLIM!”
Kızmayı, birkaç dakikalığına kendi küçük (ona göre) bedenimi elle­
rinden kurtarıp, hiç tanımadığım birinin, üstelik de bir iş arkadaşımın, tek­
lifsiz ve çekincesiz bir şekilde, açıkça dış görünüşüm ve vücudum hakkın­
da bir şeyler söylemiş olmasına ciddi bir biçimde tepki vermeyi istedim
ama yapmadım. Onun, alay ederek değil, kibarca ve gülerek bakan yeşil
gözlerinden ve daha da önemlisi sınavı geçmiş olmaktan hoşlanmıştım. Bu
Nigel’di -onun da Madonna ya da Prince gibi tek adı vardı- benim bile te­
levizyondan, dergilerden, sosyete sayfalarından ve de bir sürü yerden tanı­

76
Şeytan Marka Giyer

dığım bir moda otoritesiydi ve bana güzel olduğumu söylemişti. Güzel ba­
caklı olduğumu! Tapon lafına da aldırmadım. Bu adamdan hoşlanmıştım.
Derinlerden Emily’nin ona beni rahat bırakmasını söylediğini duy­
dum ama ben gitmesini istemiyordum. Çok geç, kürk pelerinini arkasında
dalgalandırarak kapıya yönelmişti bile. Ona seslenip tanışmaktan memnun
olduğumu, dediklerine kızmadığımı ve beni yeniden yaratmak istemesinin
çok heyecan verici olduğunu söylemek istedim. Ama ben hiçbir şey diye­
meden Nigel olduğu yerde topaç gibi dönüp, koca bacaklarıyla aramızda­
ki mesafeyi iki adımda aldı. Önümde dikilip bütün vücudumu dev gibi kol­
larıyla sararak kendisine doğru bastırdı. Başım ancak çenesine kadar gele­
biliyordu ve o anda Johnson’s bebek losyonunun başka bir şeyle karıştırıl­
masına imkân olmayan, belirgin kokusunu hissettim. Tam ben de ona sa­
rılıp karşılık vermeyi akıl edebildiğim sırada beni geriye savurdu, o anda
iki elim de onun elleri arasında kaybolmuş durumdaydı.
“BEBEK EVİNE HOŞ GELDİN BEBEK!” diye kükredi yine.

77
Lauren Weisberger

“Ne dedi ne dedi?” diye sordu Lily, bir yandan da bir kaşık dolusu
yeşil çaylı dondurmayı yalamakla meşguldü. Saat dokuzda Sushi Sam-
ba’da buluşmuştuk ve ona ilk günümü anlatma fırsatı bulabilmiştim. An­
nemle babam ilk maaşımı alana kadar, sadece acil durumlar için olan kre­
di kartı borçlarımı ödeyeceklerini gönülsüzce de olsa beyan etmişlerdi. O
anda baharatlı tonbalığı sarmalıyla deniz ürünleri salatası gerçekten acil
ihtiyaç gibi görünüyordu ve annemle babama Lily ile beni bu kadar güzel
ağırladıkları için içimden teşekkür ettim.
“Bebek ‘Evine hoş geldin bebek.’ Yemin ederim. Ne müthiş değil mi?”
Lily ağzı açık bana bakakaldı, elindeki kaşık da havada kalmıştı bu
arada.

78
Şeytan Marka Giyer

“Hayatta duyduğum en müthiş işe sahipsin,” dedi daima tekrar oku­


la dönmeden önce bir yıl çalıştığından söz eden Lily.
“Eh oldukça etkileyici görünüyor hakikaten, değil mi? Kesinlikle tu­
haf ama etkileyici de. Neyse,” dedim balçık haline getirdiğim çikolatalı
tatlımı eşeleyerek. “Yine de bütün bunlar yerine tekrar öğrenci olmayı
yeğlemediğim anlamına gelmiyor.”
“Yaa, ne demezsin. Eminim inanılmayacak kadar pahalı olan ve so­
nunda ne işe yarayacağı belli olmayan bir master yapmak uğruna yanm za­
manlı işler yapmaya bayılırdın, değil mi? Yeraltındaki barlarda barmenlik
yapıp, her gece sabahın dördüne kadar adamlarla boğuşmamı, sonra bütün
gün derse girmemi kıskanıyorsun herhalde? Üstelik bütün bunlan eğer (ki
bu kocaman, şişman bir eğer) önümüzdeki on yedi yıl içinde bitirmeyi ba-
şarabilsem bile, hiçbir yerde, hiçbir iş bulamayacağını bilerek yapmamı?”
Yüzüne kocaman, yapay bir gülücük yerleştirip, Sapporo’sundan bir yu­
dum aldı. Lily, Columbia’da Rus edebiyatı üzerine master yapıyordu ve
okuldan kalan her boş anında da çeşitli acayip işlerde çalışıyordu. Büyük
annesinin ona yardım edecek gücü yoktu ve Lily masterini tamamlamadan
kabul göremeyecekti, o yüzden de bu gece buraya gelebilmiş olması bile
çok önemliydi.
Ne zaman hayatından şikâyet etse oltaya gelirdim, bu kez de öyle
yaptım. “Öyleyse neden yapıyorsun bunu Lil?” diye sordum, cevabı en az
bir milyon kez duymuş olmama rağmen.
Lily yine öfkeli bir homurtuyla gözlerini devirdi. “Çünkü seviyo­
rum!” dedi dalga geçerek. Ve, şikâyet etmek onu daha mutlu ettiği için bu­
nu asla kabule yanaşmasa da, gerçekten sevdiği için yapıyordu aslında. Se­
kizinci sınıftaki öğretmeni, yuvarlak yüzü ve kıvırcık saçlarıyla hep haya­
linde canlandırmış olduğu Lolita’ya benzediğini söyleyince, Lily’de Rus
kültürü ile ilgili bir şey gelişmişti. O gün doğruca eve gidip, Nabokov’un
bu en önemli eserini okumuştu ve öğretmen-Lolita bağlantısından kesin­
likle rahatsızlık duymamıştı, sonra da Nabokov’un yazdığı bütün kitapları

79
Lauren Weisberger

okumuştu. Sonra Tolstoy’unkileri ve Gogol’unkileri ve Chekhov’u. Üni­


versite sırası geldiğinde de Brown’da, Rus edebiyatı üzerine uzman bir
profesöre başvurmuştu. Profesör bu görüşmeden sonra, on yedi yaşındaki
Lily’nin Rus edebiyatını, o güne kadar karşısına çıkan ister öğrenci, ister
mezun ya da başka bir durumdaki kişilerin hepsinden çok daha iyi bildiği­
ni ve bu konuda hepsinden çok daha tutkulu olduğunu beyan etmişti. Hâ­
lâ da çok seviyordu, hâlâ Rusça gramer üzerine çalışmalar yapıyordu ve
orijinal metinleri rahatça okuyabiliyordu ama bu durumdan sızlanmayı hep­
sinden çok seviyordu.
“Evet, şey, ortalıktaki en büyük balığı yakaladığım konusunda hem­
fikrimi. Yani, Tommy Hilfıger? Chanel? Oscal de la Rentalann evi? Hem
de ilk günden. Aslında bütün bunların bana uygun olup olmadığından ve
beni The New Yorker’a yaklaştırıp yaklaştırmadığından emin değilim ama
belki de bunu söylemek için çok etkendir. Sanki gerçek değilmiş gibi, bi­
liyor musun?”
“Eh, ne zaman gerçekle temas etmen gerekse beni bulacağın yeri bi­
liyorsun,” dedi Lily, cüzdanından metro kartını çıkartırken. “Eğer küçük
bir gettoya dayanılmaz bir özlem duyarsan, bunu da mutlaka Harlem’de
yaşamak istersen, sekiz metre karelik stüdyom emrine amadedir.”
Hesabı ödedim, vedalaşmak için kucaklaştık ve bana Yedinci Cad-
de’den ve Christopher Caddesi’nden kendi evime ulaşabileceğim kestirme
yollar tarif etmeye çalıştı. L trenini ve sonra 6’yı nasıl bulacağımı, 96. So-
kak’tan nasıl yürüyüp de kendi apartmanımın önüne geleceğimi tamamıy­
la anlamış gibi davrandımsa da o gider gitmez kendimi bir taksiye attım.
Sıcacık arka koltuğa kurulup, şoförün kokusunu almamak için gayret
ederken, sadece bir kez, diye düşündüm. Ne de olsa ben bir Runway kızı­
yım artık.

80
Şeytan M arka Giyer

Haftanın geri kalan günlerinin de ilk günden farklı olmadığını keşfet­


mek hoşuma gitti. Cuma günü Emily ve ben, yine sabahın yedisinde, o be­
yaz sade lobide buluştuk ve bana kendi, fotoğraflı kimlik kartımı uzattı. Bu
fotoğrafın çekildiğinden bile haberim olmamıştı.
Ben şaşkın şaşkın bakınca, “Bir güvenlik kamerasından,” diye açık­
ladı. “Burada her taraf onlarla doludur, sen de bil. Hırsızlıkla başlan dert­
te, çekimler için gelen bazı kıyafet ve mücevherleri çalıyor insanlar, gali­
ba kuryeler yapıyor ama bazen editörler bile onlara yardım ediyor. Bu yüz­
den de şimdi herkesi izliyorlar.” Kartını makineden geçirdi ve kalın cam
kapının kilidi açıldı.
“İzliyorlar mı? Tam olarak ne kastediyorsun izlemek derken?”
Bürolanmıza giden koridorda hızla yürümeye başlamıştı. Kalçalan
öne arkaya, öne arkaya gidip geldikçe giymiş olduğu bacaklanna yapışık,
kahverengi fitilli kadife pantolonu hışırdıyordu. Bir gün önce bana da bun­
lardan bir çift ya da on adet almayı ciddi olarak düşünmem gerektiğini
söylemişti, çünkü Miranda’nın şirkette giyilmesine izin verdiği yegane kot
veya fitilli kadife pantolonlar bunlardı. Bunlar ve MJ’ler tamamdı, ama sa­
dece cuma günleri ve mutlaka yüksek topuklu ayakkabılarla giyilmek kay-
dıyla. Peki MJ neydi? “Marc Jacobs,” diye açıklamıştı çileden çıkmış bi­
çimde.
“Eh, bütün bu kameralar ve kartlar arasında helkesin ne yaptığını bir
şekilde biliyorlar işte,” dedi ve Gucci logolu koca çantasını masasının üze­
rine bırakıp deri ceketinin düğmelerini çözmeye başladı. Ceketi hiç de ka­
sım ayının ikinci yansındaki hava koşullanna uygunmuş gibi görünmüyor­
du. “Bir şey kaybolmadıkça kameralara baktıklannı pek sanmıyorum, ama
kartlar her şeyi anlatıyor. Örneğin, güvenlikten geçmek için kartı geçirdi­
ğinde ya da katlara girerken kapılan açmak için kullandığında senin nere­
de olduğun belli oluyor. Bu da insanlann işte değilken de işteymiş gibi gö­
rünmelerini sağlıyor, yani mesela sen burada olmasan da (tabi çok önemli
bir sorunun olmadıkça sen asla böyle bir şey yapmayacaksın) ben senin

81 F :6
Lauren VVeisberger

kartını alıp makineden geçiriyorum. Böylece işe gelmediğin günler için de


paranı alabiliyorsun. Sen de benim için aynı şeyi yapacaksın, herkes yapar
bunu.”
Ben hâlâ “sen asla böyle bir şey yapmayacaksın” bölümüne takılmış­
tım ama o bilgi vermeye devam etti.
“Yemek salonunda yiyecek almanın yolu da bu. Karta bir miktar pa­
ra yükleniyor, kullandıkça kasadan para düşülüyor. Bu da elbette sana ne
yiyeceğini söyleyebilmelerinin yöntemi oluyor,” dedi. Bir yandan da Mi-
randa’nın ofisinin kilidini açıp içeri girmiş ve kendini yine yere atmıştı.
Anında bir şarap kutusu alıp paketlemeye başladı.
“Ne yediğin senin için önemli mi?” diye sordum, kendimi Sliver fil­
minin bir sahnesinde zannetmiştim.
“Hmm, çok emin değilim. Belki? Sadece bu yolla bunu söyleyebile­
ceklerini biliyorum. Spor salonu da böyle. Kartı orada da kullanman gere­
kiyor, tabi dergi ve kitap satılan bölümde de. Sanırım organize olmalarına
yardımcı oluyor bu sistem.”
Organize olmak mı? Her çalışanın hangi katta olduğunu, öğle yeme­
ğinde soğan çorbası mı Sezar salatası mı yediğini, makinelerle toplam kaç
dakika harcadığını bilmeyi organize olmak sayan bir şirkette mi çalışıyor­
dum? Ben çok ama çok şanslı bir kızdım.
Son dört günüm boyunca sabahın beş buçuğunda kalkmış olmaktan
dolayı kendimi yorgun hissediyordum ve paltomu çıkarıp masama otura­
rak, çalışmak için gereken enerjiyi toplamam beş dakika kadar sürdü. Bir
an için kafamı masama koyup dinlenmek istedim ama Emily boğazını te­
mizledi. Yüksek sesle.
“E, buraya gelip bana yardım etmek istiyorsun değil mi?” diye sor­
du, ama bunun aslında bir soru olmadığı çok açıktı. “Sen de bir şeyler pa­
ketle.” Önüme bir miktar beyaz kâğıt iteleyip kendi işine geri döndü.
İMac’ine tutturulmuş ekstra hoparlörlerden gürültülü bir müzik geliyordu.

82
Şeytan Marka Giyer

Kes, düzelt, sar, bantla, Emily ile birlikte neredeyse bütün sabahı
böyle geçirdik. Sadece her yirmi beş pakette bir alt kattaki kurye servisini
aramak için duruyorduk. Aralık ortalarında bizden tüm Manhattan’a dağı­
tım yapmak için yeşil ışık gelinceye kadar onlar muhafaza edecekti paket­
leri. İlk iki günümde kent dışına gidecek bütün şişeleri paketlemiştik, bun­
lar da DHL gelip alsın diye bir dolapta beklemekteydiler. Hepsinin, tek
tek, teslim alındıktan bir gün sonraki sabah yerlerine ulaşacağını kesin ola­
rak bildiğimden, neden bu kadar acele edip, bu işi kasım ayında yaptığımı­
zı anlayamamıştım ama soru sormamanın daha iyi olduğunu öğrenmiştim.
Yüz elli şişeyi de FedEx ile dünyanın çeşitli yerlerine yollayacaktık. Pri-
estly şişeleri Paris’e, Cannes’a, Bordeaux’ya, Milano’ya, Roma’ya, Flo-
ransa’ya, Barcelona’ya, Geneva’ya, Bnıgges’e, Stockholm’e, Amster-
dam’a ve Londra’ya gidecekti. Londra’ya düzinelerle gidecekti hem de!
FedEx ayrıca Beijing ve Hong Kong’a, Capetown’a, Tel Aviv’e ve Du­
bai’ye de uçuracaktı bu şişelerden. Los Angeles’ta, Honolulu’da, New Or-
leans’ta, Charleston’da, Houston’da, Bridgehampton’da ve Nantucket’da
da Miranda Priestly’in şerefine kadehler kaldırılacaktı. Bütün bunlar he­
nüz Miranda’nın arkadaşları, doktorları, hizmetçileri, kuaförleri, dadıları,
makyözleri, psikiyatrları, yoga hocaları, özel bakıcıları, şoförleri ve özel
tezgâhtarları ile dolu New Yoık’tan daha önce yapılacaktı. Tabi ki New
York aynı zamanda moda dünyasının insanları ile de doluydu ve tasarım­
cılar, mankenler, aktörler, editörler, reklamcılar, halka ilişkileıciler ve di­
ğerleri de Elias-Claık kuryeleri tarafından sevgilerle dağıtılan bir üst kali­
te şarap edineceklerdi.
“Sence bütün bunlar ne kadar eder?” diye sordum Emily’ye bir mil­
yonuncu olduğunu sandığım beyaz paket kâğıdımı alilken.
“Yirmi beş bin dolarlık içki ısmarladım, dedim ya.”
“Hayır hayır, hepsi birden kaça mal olur? Yani bütün bunları dünya­
nın her yerine yollamak filan, eminim bazı durumlarda nakliye şaraptan
daha pahalıya çıkıyoıdur, özellikle de önemsiz kişiler için, düşünsene?”

83
Lauren Weisberger

Merakını uyandıımıştını. İlk kez bana yüzünde bezginlik, kızgınlık,


umursamazlık olmadan bakıyordu. “Bir düşünelim. FedEx’in Amerika içi
her gönderim için yirmi, uluslararası için de ortalama altmış dolar aldığını
düşünecek olursak, sırf FedEx’e dokuz bin dolar kadar ödenecek demek­
tir. Bir yerlerden de kuryenin paket başına on bir dolar aldığını duymuş­
tum, o zaman iki yüz elli paketten o da iki bin yedi yüz elli dolar eder. Bi­
zim harcadığımız zamanı hesaplamak için de, diyelim ki tüm paketlemeyi
ikimiz birer hafta çalışarak yaptık, bu da iki haftalık mesai demek ki o da
bir dört bin dolar daha eder...”
Bu anda elimde olmadan, ikimizin bütün bir haftalık mesaisi karşılı­
ğının en önemsiz meblağ olduğuna takılmıştım.
“Evet, hepsi birden on altı bin dolar kadar ediyor. Çılgınlık değil mi
ha? Ama başka bir seçenek de yok. O Miranda Priestly, bildiğin gibi.”
Saat bir civarında Emily acıktığını ve aksesuvarlar bölümünden bir­
kaç kızla aşağıya yemek almaya gideceğini bildirdi. Ben, daha önce de
yapmış olduğu gibi, yemeğini alıp gelecek sanmıştım, böylece on dakika
bekledim, on beş dakika bekledim, yirmi dakika bekledim ama ortalıkta
görünmedi. Başladığımdan beri hiçbirimiz yemek salonunda yememiştik
ama bu korkunç bir şeydi. Saat iki oldu, sonra iki buçuk oldu ve derken üç
oldu ve ne kadar acıkmış olduğumu fark etmeye başladım. Emily’ye cep
telefonundan ulaşmaya çalıştım ama doğruca telesekreter çıkıyordu. Aca­
ba yemek salonunda ölmüş olabilir miydi? Merak ettim. Birdenbire salata­
nın üstüne yığılıp kalmış olmasın mesela? Bililerinden bana bir şeyler ge­
tirmesini istemeyi düşündüm ama bu da bana çok prima donna tarzı geldi,
yani tamamen yabancı birinden beni beslemesini istemek. Ne yani, şöyle
mi diyecektim bana yemek getirmesini istediğim kişiye: Oh evet şekerim.
Ben hediye paketlemekle meşgul, çok mühim bir şahsiyetim, o nedenle de
bana bir hindili sandviçle bir çörek getirir misin, mi diyecektim? Harika!
Tabi ki böyle bir şey yapamadım. Böylece de saat dört olup, Emily’den ve

84
Şeytan M arka Giyer

Miranda’dan ses de çıkmayınca düşünülemeyecek şeyi yaptım: büroyu boş


bırakıp çıktım.
Koridoru kontrol edip Emily’nin oralarda bir yerde olmadığını gör­
dükten sonra gerçek anlamıyla koşarak resepsiyon bölümüne gittim ve
asansörü çağırmak için-yirmi kez düğmeye bastım. Muhteşem Asyalı re­
sepsiyon görevlisi Sophy kaşlarım kaldırıp, hayretle baktı. Benim sabırsız­
lığım yüzünden mi yoksa Miranda’nın ofisinin boş kalmış olduğunu bil­
mek yüzünden mi bana bu biçimde baktığım kestiremedim. Bunu anlamak­
la uğraşacak vaktim de yoktu. Nihayet asansör geldi ve insana tepeden ba­
kan, eroinman kılıklı, dikleştirilmiş saçları ve limon yeşili Puma ayakka­
bıları olan adamın kapıyı kapamak için düğmeye basmasına rağmen kendi­
mi içeri atabildim. İçeride bir sürü alan olmasına rağmen kimse bana yer
açmak için kılını kıpırdatmadı. Ve normalde bu durum beni çıldırtacakken,
o anda ancak, yiyecek bir şeyler bulup derhal geri dönmeye odaklanacak
haldeydim.
Yemek salonunun tümüyle cam ve granitten oluşan giriş kısmında bir
yığın gürültücü insan toplanmıştı. Tek yaptıktan şey duvarlara dayanıp, fı-
sıldaşmak ve asansörden inen insanlan incelemekti. Elias çalışanlannın ar­
kadaştan! Onların gizleyemedikleri heyecanlannı fark edince hemen
Emily’nin bu konuda anlattıklarını hatırlamıştım. Lily bile, inanılmaz ye­
mek kalitesi ve seçimleri (ama muhteşem insan sürülerinden söz edilmi­
yordu) yüzünden hemen hemen her Manhattan gazetesinde ve dergisinde
yer alan bu daveti yapmam için bana yalvarmıştı, ama ben henüz böyle bir
şeye hazır hissetmiyordum. Üstelik Emily ile yapmış olduğumuz ofiste
kalma programı yüzünden, burada yemeğimi bir telaş alıp, koşturarak pa­
ramı ödemek için geçirdiğim toplam iki buçuk dakikadan fazla kalama-
mıştım hiç, bundan sonra da pek kalabilecek gibi görünmüyordum.
Yolumu açmak için kızlardan bazılarını iteledim, benim önemli biri
olup olmadığımı anlamak için hemen dönüyorlardı. Maalesef. Hızla zik­
zaklar yaparak, dikkatle, kuzu ve dana etleriyle dolu başlangıçlar bölümü­

85
Lauren Weisberger

nü geçtim ve ani bir dürtüyle güneşte kurutulmuş domates ve keçi peynir­


li pizzalara doğru ilerledim (Pizzalar alanın dışına itilmiş bir masanın üze­
rinde duruyorlardı ve insanlar bu bölüme “Karbonhidrat Köşesi” adını ver­
mişlerdi). Salata bannı (buraya da Yeşiller deniyordu, örneğin “Yeşillerde
buluşuruz” şeklinde kullanılıyordu) kat etmek hiç kolay değildi, neredey­
se uçak pisti kadar uzun bir sıra vardı ve dört ayrı yönden insan yağıyordu
buraya ama son kalan tofiı küplerini almak için koşturmadığımı yüksek
sesle söyleyerek kalabalığı yanp geçmeyi başardım. Ve doğruca makyaj
malzemeleri standına benzeyen panini standını geçip boş olan tek masaya,
çoıba masasına yöneldim. Boştu, çünkü çorba bölümü şefi düşük yağlı,
yağı alınmış, yağsız, az tuzlu veya az karbonhidratlı yemek pişirmeyi red­
deden tek kişiydi. Kabul etmiyordu işte. Sonuç olarak da onun masası ko­
ca salonda önünde kuyruk olmayan tek masa oluyordu ve ben de her gün
doğruca oraya gidiyordum. Bu yüzden bütün şirkette çorba alan tek kişi gi­
bi görünüyordum (ve oraya geleli de sadece bir hafta olmuştu) ve mönü­
sünde tek bir çeşit çorba bulunmasına izin veriliyordu. Kaşarlı domates
çorbası olsun diye yalvardım. Ama bunun yerine bol kremalı olduğunu if­
tiharla söyleyerek, koca bir kâse dolusu New England usulü deniz taraklı,
balıklı sebze çorbası doldurdu. Yeşiller sırasında bekleyen üç kişi dönüp
küçümseyerek baktılar. Atlatmam gereken tek engel şef masasıydı ve tam
o anda da tepeden tırnağa beyazlar içinde bir şef gelmiş, hayranlarına ko­
caman sashimi dilimleri dağıtmaktaydı. Beyaz yakasına takılı isimliğine
baktım, adı Nobu Matsuhisa’ymış. Koca şirkette onun peşine düşmeyen
tek kişi olduğumu fark ettiğim için, yukarı çıkar çıkmaz kim olduğuna
bakmaya karar verdim. Acaba hangisini bilmiyor olmak daha kötüydü, Bay
Matsuhisa’yı mı, yoksa Miranda Priestly’yi mi?
Ufak tefek kasiyer önce aldığım çorbaya sonra da kalçalarıma bir ba­
kış fırlattı. Gittiğim her yerde insanların beni tepeden tırnağa süzmesine
alışmıştım ama bu kızın bana, sanki sekiz tane büyük hamburger almış iki
yüz kiloluk biriymişim gibi baktığına yemin edebilirdim, gözleri sanki

86
Şeytan Marka Giyer

bunlara gerçekten ihtiyacın olduğuna emin misin, diye sorar gibi bakıyor­
du. Ama paranoyamı bir kenara ittim ve kendime bu kızın sadece lokanta­
nın kasiyeri olduğunu hatırlattım, bir Kilo İzleme Komitesi üyesi ya da bir
moda editörü değildi.
“Şey, bugünlerde pek çorba alan yok,” dedi sakin bir sesle, bir yan­
dan da kartımdaki numaraları makineye giriyordu.
“Yaa, sanırım New England usulu deniz taraklı balık çorbasını pek
seven yok,” diye mırıldandım ben de daha çabuk olması için içimden dua
ederken.
Birden durdu ve kısılmış kahverengi gözlerini doğruca benimkilere
dikti. “Hayır, sanırım çorba şefi bu gerçekten yağlı şeyleri pişirmekte ısrar
ettiği için, bunda kaç kalori olduğunu biliyor musunuz? Bu azıcık çorba­
nın ne kadar yağlı olduğu hakkında bir fikriniz var mı? Eminim ki insan
sadece buna bakarak bile yanm kilo alabilir...” Her haliyle, sen de yarım
kilo almayı kaldıracak durumda değilsin, şeklindeki düşüncesini de yansı­
tıyordu aynı zamanda.
Nasıl yani? Söğüt ağacı kılıklı Rumvay kızlan habire açıkça beni ince­
leyip durdukça, kendimi boyuna göre normal kilosu olan biri olduğuma ik­
na etmem yeterince zorken, şimdi de kasiyer bana (tamamen bunu kastede­
rek ve inanarak) şişman olduğumu mu söylüyordu? Yemek paketimi hırs­
la alıp insanları itip kakarak, yemek salonunun hemen çıkışındaki tuvalete
doğru ilerledim. Tuvaletin yeri, bağırsaklanyla sorunu olanlar için idealdi.
Her ne kadar görünüşümde sabahtan beri herhangi bir değişiklik olmuş ola­
cağını düşünmesem de, kendimi aynanın karşısına attım. Arkamda bozul­
muş, kızgın bir yüz bana bakıyordu.
“Ne halt ediyorsun burada?” diye bağırdı Emily aynadaki yansımama.
Tam zamanında topaç gibi geri dönüp deri blazer ceketini Gucci logolu bü­
yük çantasının sapına asışını gördüm, bir yandan da güneş gözlüklerini ba­
şına kaldırmıştı. O zaman Emily’nin üç buçuk saat önce “yemeğe gidiyo­
rum” derken gerçekten kelime anlamıyla bunu kastetmiş olduğunu anla­

87
Lauren Weisberger

dım. Yemeğe dışan gitmişti. Yani, gerçekten dışarı. Yani, hiç haber verme­
den beni üç koca saat boyunca yalnız başıma, olası bir telefonu bekleyerek
ve yemek yemekten, tuvalete gitmekten mahrum bırakarak gitmişti. Yani,
bunların hiçbiri çok önemli değildi, çünkü hâlâ biliyordum ki orayı bırak­
makla hatalıydım ve benim yaşımdaki biri bana bağırıyordu. Tam o anda
tuvaletin kapısı açıldı ve Cocquette’\n yazı işleri müdürü içeri girdi. Emily,
benim kolumu kavramış, tuvaletten dışarı, asansörlere doğru sürüklerken o,
ikimizi de tepeden tırnağa süzdü. İkimiz yan yana duruyorduk, o hâlâ be­
nim kolumu sıkı sıkı tutuyordu, ben de kendimi yatağımı ıslatmış gibi his­
sediyordum. Hani filmlerde kötü adamlar rehinelerine gizlice silah dayayıp,
sanki her şey normalmiş gibi davranmaya zorlarlar ya işte halimiz onlara
benziyordu.
“Bunu bana nasıl yapabildin?’’ diye hırladı beni Runway’ın resepsi­
yon bölümündeki kapıdan iterken ve ikimiz de hızla masalarımıza gittik.
“Kıdemli asistan olarak ofisteki her şeyden ben sorumluyum. Yeni oldu­
ğunu biliyorum ama sana ilk günden Miranda’yı yalnız bırakmayacağımı­
zı söylemiştim.”
“Ama Miranda burada değil ki.” Bunu söylerken sesim ciyaklar gibi
çıkmıştı.
“Ama sen yokken arayabilirdi ve burada bu lanet telefona cevap ve­
recek kimse olmayacaktı o zaman,” diye haykırdı bizim bölümün kapısını
çarparak kapatırken. “Birinci önceliğimiz (hatta tek önceliğimiz) Miranda
Priestly’dir. Nokta. Eğer bununla başa çıkamayacaksan unutma ki bu iş
için canını vermeye hazır bir milyon tane kız var. Şimdi telesekreterini
kontrol et. Eğer aradıysa öldük demektir. Sen öldün demektir.”
ÎMac’imin içine süzülüp ölmek istedim. İlk haftamda nasıl böyle çu-
vallayabilmiştim? Miranda ofiste bile değildi ve ben daha şimdiden ona
kötülük etmiştim. Ne olmuştu yani acıkmışsam? Bekleyebilirdim. Burada
bana bağlı olarak gerçekten önemli şeyler yapmaya çalışan insanlar vardı

88
Şeytan Marka Giyer

ve ben onlara ihanet etmiştim. Telesekreterimi çalıştırdım mesajlarımı din­


lemek için.
“Selam Andy, benim.” Bu Alex’ti. “Neredesin? Senin cevap verme­
diğine hiç tanık olmamıştım. Akşamki yemeğe kadar bekleyemedim. Prog­
ram değişmedi değil mi? Nereye istersen, sen seç. Bunu alınca beni ara,
dörtten sonra sürekli fakültedeki salonda olacağım. Seni seviyorum.” Bir­
den kendimi suçlu hissettim, çünkü bu öğle yemeği felaketinden sonra ak­
şamki programı değiştirmeye karar vermiştim. İlk haftam çok çılgınca geç­
tiği için, birbirimizi pek görememiştik ve bu gece, ikimiz baş başa yeme­
ğe çıkmaya karar vermiştik. Ama biliyordum ki, şarap bardağıma dayanıp
uyuklamaya başlarsam pek de eğlenceli olmayacaktım ve bu geceyi sakin
bir biçimde tek başıma geçirebilsem daha iyi olacaktı. Onu arayıp, progra­
mı yarın akşama ertelemenin mümkün olup olmadığını sormayı unutma­
malıydım.
Emily tepemde dikiliyordu, o kendi telesekreterini kontrol etmişti ve
suratındaki nispeten sakin ifadeden anladığım kadarıyla Miranda, ona
ölümcül bir mesaj bırakmamıştı. Ben de henüz ondan bir mesaj bulmadı­
ğımı gösterecek biçimde başımı salladım.
“Selam Andy, ben Cara.” Miranda’nın çocuk bakıcısı yani. “Biraz
önce Miranda burayı aradı (kalbim duracaktı o an) ve ofisi arayıp kimseyi
bulamadığını söyledi. Orada bir şeyler olduğunu tahmin edip birkaç daki­
ka önce seninle de Gmily’le de konuşmuş olduğumu söyledim. Merak et­
meyin, Women’s Wear Daily’nin fakslanmasını istiyordu ve bende de var­
dı bir tane. Biraz önce eline geçtiğini teyit etti, o yüzden stres yapmayın.
Sadece haber vermek istedim. Neyse, iyi hafta sonlan. Sonra görüşürüz.
Hoşça kalın.”
Hayat kuttancı. Bu kız gerçekten bir azizeydi. Onu sadece bir hafta­
dır (o da yüz yüze değil, sadece telefonla) tanıdığıma inanmak güçtü, çün­
kü ona âşık olduğumu düşünmeye başlamıştım. Her anlamda Emily’nin
tam zıddıydı, soğukkanlı, sağlam ve modadan tamamen uzak. Miranda’nın

89
Lauren VVeisberger

saçmalıklannın faikındaydı, ama bunu onun açısından normal kabul edi­


yordu. Kendisine ve helkese gülerek bakabilen ender kişilerdendi.
“Yok, o değil,” dedim Emily’ye tam olmasa da yalan söyleyerek, bir
yandan da zafer kazanmışçasına gülümsüyordum. ‘Temize çıktık.”
“Sen temize çıktın, bu seferlik,” dedi soğuk bir sesle. “Unutma, bu iş­
te birlikte çalışıyoruz ama sorumlu olan benim. Ben dışarı yemeğe filan
gittiğimde sen beni idare edeceksin, ben, ben yetkili olduğum sürece. Bir
daha asla böyle bir şey olmayacak, tamam mı?”
Kötü bir şey söylememek için kendimi tuttum ve, ‘Tamam,” dedim.
‘Tamam.”

Saat yedide paketlemeyi bitirmeyi ve hepsini kuryecilere teslim et­


meyi başardık ve bu arada Emily ofisi boş bırakma konusunu bir daha aç­
madı. Sonunda saat sekizde kendimi bir taksiye zar zor atabildim (sadece
bu seferlik). Ve saat gecenin onu olduğunda hâlâ soyunmamış, tepeden tır­
nağa giyimli bir biçimde sürünüyordum evde. Daha bir şey de yiyememiş-
tim çünkü son dört gecedir yaptığım gibi, dışan çıkıp yiyecek bir şeyler
ararken kendi muhitimde kaybolmayı gözüm kesmemişti bu kez. Yepyeni
Bang and Olufsen telefonumla Lily’yi arayıp dertleşmek istedim.
“Selam! Alex’le yemeğe çıkacağınızı sanıyordum bu gece,” dedi.
“Evet, çıkacaktık ama ben ölüyorum. Yarın çıkmayı kabul etti ve sa­
nırım ben bu gece dışardan ısmarlayacağım. Her neyse. Senin günün na­
sıldı?”
‘T ek bir kelime söyleyeceğim: Berbattı. Tamam mı? Bunu da söyle­
yince iki oldu. Ne olduğunu asla tahmin edemezsin. Aslında belki de eder­
sin, bu daima...”
“Uzatma Lil, çabuk söyle dayanamayacağım.”

90
Şeytan Marka Giyer

‘Tamam. Bugünkü okumama hayatta gördüğüm en hoş adam geldi.


Büyüleyici bir biçimde bütün o şey boyunca oturdu, sonra da bekledi ve
beni bir içki içmeye davet edip edemeyeceğini sordu, Brovvn’daki bütün
tezlerimi okumuş, onlar hakkında konuşmak istiyormuş benimle.”
“Harika görünüyor. Peki neydi?” Lily her gece işten sonra faiklı bi­
lileriyle çıkardı ama henüz sistemine uyan birini bulamamıştı. Bir gece er­
kek arkadaşlarımızın konuşmalarını dinlerken, onların çıktıkları kızlara
On-On Skalası üzerinden puan verdiklerini duymuş ve Sistemli Aşk Ska-
lası’nı öğrenmişti. Jake bir gece önce çıktığı reklam asistanı kıza, “O kız al­
tı, sekiz, B-artı,” diye puan vermişti. Bunun on puan üzerinden yapılan bir
değerlendirme olduğunu düşünmüştüm, yüz daima birinci sıradaydı, vücut
ikinci ve kişilik de daha genelleştirilmiş bir biçimde son sırada yer alıyor­
du. Erkekleri değerlendirirken daha fazla dikkat edilecek faktör olduğun­
dan, Lily bu skalayı her biri bir puan karşılığında on parçaya bölmüştü. Bay
Mükemmel elbette ilk beş kriterin hepsine sahip olmalıydı, yani zekâ, mi­
zah duygusu, temiz bir beden, hoş bir yüz ve “Normal” başlığı altında in­
celenebilecek türden bir iş. Bay Mükemmel’i bulmaya pek imkân olmadı­
ğından, ikinci gruptaki beş özelliğe bakılması gerekecekti. Bunlar da, ke­
sinlikle psikopat bir eski kız arkadaşa, psikopat bir aileye veya her gün de­
ğişen oda arkadaşlarına ve ayrıca spor gibi şeyler dışında alışkanlıklara,
örneğin pomo ile ilgili alışkanlıklara sahip olmamaktı. Neticede en yüksek
puan alan kişi onda dokuz alabilirdi ama onunla da aralan açılmıştı.
“Şey, ilk başta onda yediyi zorluyordu. Yale’de tiyatro öğretmeniy­
miş ve normalmiş, aynca İsrail politikalan üzerine de konuşabiliyordu, ya­
ni zekâ ve entelektüellik bakımından da iyiydi, insana abuk subuk teklif­
lerde bulunacaklardan değildi.”
“E iyi görünüyor. Sorun ne peki, dayanamayacağım. Ne oldu? En
sevdiği Nintendo oyunundan mı söz etti?”
“Daha kötü,” diye içini çekti.

91
Lauren Weisberger

“Senden daha mı zayıf?”


“Daha kötü,” dedi, sesinde tam bir bozgun havası vardı.
“Dünyada bundan daha kötü ne olabilir ki?”
“Long Island’da yaşıyor...”
“Lily! Tamam coğrafi olarak arzu edilmeyecek bir yerde. Ama bu
onunla çıkılamayacağı anlamına gelmez ki! Sen de biliyorsun ki...”
“Ailesiyle birlikte,” diye araya girdi.
Aman.
“Son dört yıldır.”
Aman Tanrım.
“Ve buna bayılıyor. Annesi ve babasıyla bu kadar anlaşırken böyle
büyük bir şehirde tek başına yaşamayı hayal bile edemediğini söylüyor.”
“Oha! Başka diyecek şey bulamıyorum. Hiç onda yediden başlayıp
da ilk gecede sıfıra düşen başka birini tanımamıştık. Senin adam yeni bir
rekor kırdı. Tebrikler. Kesinlikle senin günün benimkinden kötüymüş.” O
arada Shanti ve Kendra’nın eve geldiklerini duyup, ayağımla oda kapımı
kapatmak için eğilmiştim. Onlarla birlikte bir de erkek sesi duydum ve ev
arkadaşlarımdan birinin erkek arkadaşı olup olmadığını merak ettim. Ge­
çen hafta boyunca onlan toplam on buçuk dakika kadar görebilmiştim
çünkü benden bile fazla çalışıyor gibiydiler.
“Kötü mü? Senin günün nasıl kötü olabilir? Sen moda dünyasında
çalışıyorsun,” dedi Lily.
Kapıma hafifçe vuruluyordu.
“Bir dakika, kapıda biri var. Gelin!” diye kapıya doğru seslendim
ama bu kadar küçük bir mekân için sesim fazla yüksek çıkmıştı. Sessiz ev
arkadaşlarımdan birinin içeri girip, ev sahibine kapıya benim de adımı
koydurması için telefon edip etmediğimi (hayır), veya yeni kâğıt tabak alıp
almadığımı (hayır) ya da onlara bir telefon mesajı kaydedip kaydetmediği­
mi soracağını sanıyordum ama kapıda Alex belirdi.

92
Şeytan Marka Giyer

“Hey seni daha sonra arasam olur mu? Alex geldi aniden.” Onu gör­
düğüme heyecanlanmış ve sürpriz yapmasına sevinmiştim ama yine de bir
yanım sadece bir duş yapıp yatağa dalmak istiyordu.
“Elbette. Selam söyle benden de. Ve onun gibi bir erkekle aşk siste­
mini tamamladığın için ne kadar şanslı bir kız olduğunu sakın unutma
Andy. O harika biri. Sakın onu kaçırma.”
“Bilmez miyim. Bu çocuk bir melek.” Bunu söylerken Alex’e gülüm-
semiştim.
“Hoşça kal!”
“Selam!” Önce oturmaya niyetlenmiştim ama sonra kalkıp ona doğ­
ru yürüdüm. “Bu ne büyük bir sürpriz!” Sanlmak istedim ama bir adım ge­
ri kaçtı, ellerini de arkasında tutmaya devam ediyordu. “Sorun ne?”
“Kesinlikle hiçbir şey. Zor bir hafta geçirdiğini biliyorum ve seni de
tanıdığım için, şu ana kadar bir şey yememiş olduğunu tahmin ettim, bu
yüzden de yiyecek bir şeyler getirdim.” Arkasından kocaman kahverengi
bir torba çıkardı, eskiden okuldayken marketten aldıklarımıza benziyordu
ve içinden nefis kokular ve dumanlar yükselmekteydi. Aniden açlıktan öl­
mek üzere olduğumu fark ettim.
“Bunu yapmış olamazsın! Benim burada çökmüş bir şekilde, yiyecek
bir şeyler almak için kendimi nasıl ayağa kaldıracağımı bilemeden oturdu­
ğumu nasıl tahmin ettin? Artık vazgeçmek üzereydim zaten.”
“O zaman gel buraya ve yemek ye!” Memnun olmuş görünüyordu ve
paketi açtı, ama odamda ikimizin birden yere sığmasına imkân yoktu.
Mutfakta da oturacak yer olmadığından oturma odasında yemeyi düşün­
düm ama Kendra ve Shanti televizyonun karşısına yığılıp kalmışlardı ve
önlerinde ellerini bile sürçmedikleri salataları duruyordu. Bir an için, izle­
dikleri Gerçek Dünya bitsin diye beklediklerini sandım ama sonra anladım
ki ikisi de uyuya kalmışlar. Ne hoş hayatlarımız vardı hepimizin.
“Bir dakika, bir fikrim var,” dedi ve ayak parmaklarının ucuna basa­
rak mutfağa gitti. Döndüğünde elinde battal boy iki çöp torbası vardı, on-

93
Lauren Weisberger

lan benim yatağımın üzerine serdi. Sonra torbanın içine dalıp iki tane dev
boyutta hamburger çıkardı, içlerinde her şey vardı, bir de çift porsiyondan
da fazla patates kızartması çıktı torbadan. Ketçap paketlerini, benim için
bir sürü tuz paketini ve hatta peçeteleri bile unutmamıştı. Ellerimi çırptım,
çok heyecanlanmıştım, yalnız bir an için gözümün önüne Miranda’nın ha­
yal kınklığına uğramış yüzü gelmişti ve bana, “Sen? Sen bir hamburger yi­
yorsun ha?” demekteydi.
“Daha bitirmedim. îşte bir de buna bak.” Paketin derinliklerinden bir
tomar vanilya çayı poşeti ile çevirme kapaklı bir şişe kırmızı şarap ve iki
tane kâğıt bardak çıkardı.
“Sana inanamıyorum,” dedim yumuşak bir sesle, hakikaten de ben
randevumuzu iptal etmişken onun bunca zahmete girip, bunlan almış ol­
masına inanamıyordum.
Bardağıma biraz şarap koyup bana uzattı ve bardaklan tokuşturduk.
“İnan. Hayatının geri kalanının bu ilk haftasına dair havadisleri dinlemeyi
kaçıracağımı mı sanıyordun? En harika kızıma.”
‘Teşekkür ederim,” dedim o arada yavaşça şarabımdan bir yudum al­
mıştım. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim.”

94
Şeytan Marka Giyer

“Aman Tanrım, bu bizim moda editörünün bizzat kendisi mi?” diye


şakacı bir tavırla haykırdı Jill kapıyı açınca. “Gel buraya da ablan önünde
saygı ile diz çöküp selamlasın seni.”
“Moda editörü mü?” diye homurdandım, “O biraz zor. Moda kurba­
nı desen daha doğru olacak. Medeniyete yeniden merhaba.” Ona neredey­
se on dakika sarıldım, hiç bırakmak istemiyordum. O Stanford’a gidip, be­
ni annemlerle yalnız bıraktığında dokuz yaşında kadardım ve çok zor gel­
mişti bu ayrılık. Ama şimdi kocası olan erkek arkadaşının peşinden Hous-
ton’a gitmesi daha da zor gelmişti. Houston! Nemden her yerin sırılsıklam
ıslakmış gibi göründüğü ve sivrisineklerin istila etmiş olduğu şehir. Üste­
lik bunlar yetmezmiş gibi benim o incelikli, neo klasik sanat hayranı, şiir
okurken insanın içini eriten, dünya güzeli ablam, güney aksanıyla konuş­

95
Lauren Weisberger

maya başlamıştı. Üstelik de, güney aksanının o ince, zarif, oynak havasıy­
la değil, insanın kulak zarını patlatacak biçimde, zenci düşmanı cahil köy­
lüler gibi kelimeleri uzatarak konuşuyordu. Çok iyi bir enişte olmasına
rağmen, ablamı o berbat yere sürüklediği için Kyle’ı hâlâ affetmiş değil­
dim, zaten o da konuşmaya başlayınca bu konuda bana pek yardımcı ol­
muyordu.
“Ah canım, Andy, seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş buluyo­
rum. Gittikçe güzelleşiyorsun. Sizi Runway’de neyle besliyorlar, ha?” de­
di kelimeleri yaya yaya, uzata uzata.
Eniştemin daha fazla konuşmasını engellemek için ağzına bir tenis
topu tıkmayı istedim ama bana gülümsüyordu ve yürüyüp ona sarıldım.
Bir taşralı gibi konuşuyor ve ağzını çok fazla açarak, çok fazla sırıtıyor
olabilirdi ama çok çaba harcayan biriydi ve ablama hayrandı. Konuşurken
onu içten bir dikkatle dinlemeye karar verdim. “Orası aslında insanı dost­
ça besleyen yerlerden biri sayılmaz, bilmem ne demek istediğimi anlıyor
musun? Daha çok, sanki bol su var da yiyecek hiç yokmuş hissi veren bir
yer. Ama boş ver. Kyle, sen de harika görünüyorsun. O acılar kentinde ab­
lam için de yapacak bir şeyler buluyorsundur umarım?”
“Andy gel de kendin gör güzelim. Alex’i de getir, bir tatil yapmış
olursunuz. O kadar da kötü değil, göreceksin.” Önce bana gülümsedi, son­
ra da ablama, o da ona gülümsüyor ve elinin üstüyle kocasının çenesini ok­
şuyordu. İğrenç bir biçimde birbirlerine âşıktılar.
“Sahiden Andy, kültürel açıdan oldukça zengin bir yer ve yapacak bir
sürü şey var. İkimiz de bize daha sık gelmenizi isteriz. Birbirimizi sadece
bu evde görmemiz gerekmiyor,” dedi ablam eliyle annemlerin oturma oda­
sını tarayarak. “Demek istiyorum ki, Avon’da kalabiliyorsan, Houston’da
haydi haydi kalabilirsin.”
“Hey Jay! Andy burada! Büyük New York’lu, kariyer yapan kız bu­
rada, gel de bir merhaba de,” diye bağırdı o sırada annem. Mutfaktan ge­
liyordu. ‘Tren istasyonuna gelince telefon edeceksin sanıyordum.”

96
Şeytan Marka Giyer

“Bayan Myers de aynı trene Erika’yı karşılamaya gelmişti, beni de o


bıraktı. Ne zaman yemek yiyeceğiz, ölüyorum açlıktan.”
“Şimdi. Elini yüzünü yıkamak ister misin? Bekleyebiliriz. Trende bi­
raz dağılmış gibi görünüyorsun. Biliyorsun, istersen...”
“Anne!” ona uyarıcı bir bakış fırlattım.
“Andy! Dinamit gibisin. Gel buraya ve yaşlı adamına bir sarıl.” Ba­
bam koridorda durmuş bana gülümsüyordu. Ellili yaşlarının ortasındaydı,
hâlâ uzun boylu ve yakışıklı görünüyordu. Eliyle arkasında bir Scrabble
kutusu tutuyordu ve bacaklarının arasından bir an için kutuyu bana göster­
di. Herkes başka bir yere bakıncaya kadar bekledi ve suratını buruşturup
“Seni tepeleyeceğim. Uyarmadı deme,” dedi.
Güldüm ve başımı salladım. Sağ duyum ne söylerse söylesin, evden
ayrılmış olduğum son dört yıldan beri ilk kez, ailemle birlikte geçireceğim
şu kırk sekiz saati hasretle beklerken buldum kendimi. Şükran Günü be­
nim en sevdiğim bayramlardan biriydi ve bu yıl, her zamankinden daha
çok eğlenmeye kararlıydım.
Yemek odasında toplanıp annemin hazırladığı mükemmel yemeklere
giriştik. Şükran Günü öncesi yemeğinin, geleneksel İbrani versiyonunu ha­
zırlamıştı. Küçük tatlı ekmekler, füme balık, krem peynir, alabalık koca­
man servis tabaklarına gayet şık bir biçimde dizilmiş, kâğıt tabaklara ser­
vis edilmeyi ve plastik çatal bıçaklarla tüketilmeyi bekliyordu. Annem, ye­
meklere dalmış olan civcivlerine, yüzünde gururlu bir ifadeyle, bebekleri­
ni besleyip doyurmak için bir hafta boyunca çalışmış gibi ve sevgiyle gü­
lümseyerek bakıyordu.
Yeni işimle ilgili her şeyi, kendim de henüz tam olarak anlamadığım
bir işi en iyi nasıl anlatabilirsem öyle anlattım. Özellikle eteklerin nasıl to­
parlandığını, hediye paketlemekle geçirdiğim onca zamanı ve insanın her
yaptığını izleyen o küçücük elektronik kartı anlattığımda onlara korkunç
gelip gelmeyeceğini merak ediyordum. Bütün bunları yaparken nasıl bü­
yük bir hız gerektiğini, işteyken bunların bana nasıl gerçek, nasıl önemli

97 F: 7
Lauren VVeisberger

göründüğünü kelimelere dökmek zordu. Konuştum, konuştum ama ger­


çekten de iki saat uzaklıktaki bu coğrafyanın, sanki tamamen başka bir gü­
neş sistemindeymişçesine farklı olduğunu nasıl anlatabileceğimi bileme­
dim. Hepsi başlarını sallayıp, gülümseyerek, ilgileniyormuşlar gibi somlar
sorarak dinlediler ama her şeyin onlara çok yabancı, çok garip geldiğini ve
hayatında Miranda Priestly’in adını bile duymamış (birkaç hafta öncesine
kadar ben de onlardan biriydim) insanların bunlan anlayabilmesinin ve bir
anlam verebilmesinin çok zor olduğunu da biliyordum. Bana bile çok an­
lamlı gelmiyordu hâlâ, zaman zaman aşın dramatik görünüyordu ve biraz
Biri Bizi Gözetliyor’u hatırlatıyordu ama heyecan vericiydi. Ve etkileyici.
Bir iş olarak gerçekten de tümüyle ve inkâr edilemez biçimde aşın etkile­
yici bir yerdi. Öyle değil mi?
“Şey, Andy, orada bir yıl kalmakla mutlu olacağından emin misin?
Belki de daha fazla kalmak istersin, ha?” diye sordu annem, tuzlu ekmeği­
nin üzerine krem peynir sürerken.
Elias-Clark’la kontrat imzalarken, eğer kovulmazsam Miranda ile bir
yıl çalışmayı kabul etmiştim, şu anda da bu “Eğer”, büyük bir “Eğer” gibi
görünmekteydi. Bu zorunlu süreyi başanlı, hevesli ve belli bir beceriyle
(bu bölüm kontratta yazmıyordu ama insan kaynaklanndan en az altı kişi
ve Emily ile Allison tarafından söylenmişti) tamamlarsam, kendi seçece­
ğim bir işe girebilecektim. Elbette benden beklenen, bu ikinci görevimi de
Rumvay’den veya en azından Elias-Clark’tan seçmemdi ama Hollywood
ünlüleri ile Rumvay arasında irtibat sağlamak için çalışan kast bölümünde
kataloglan inceleme dahil her işi isteme özgürlüğüne sahiptim. Miran-
da’nın yanında bir yılım tamamlamış son on asistanın hepsi Rumvay’in
moda bölümüne gitmeyi seçmişti ama ben böyle yapmayacaktım. Bence
Miranda’nın yanında aşağılanarak geçirilecek bir yıllık çalışma dönemi,
en az üç beş yıla bedeldi ve bunu yapan kişi saygın bir kurumda, anlamlı
bir işe geçmeye hak kazanmış olmalıydı.

98
Şeytan Marka Giyer

“Elbette. Sonuçta herkes gerçekten hoş. Emily biraz, ee... şey, fazla
adanmış gibi, ama bunun dışında harika bir iş. Bilmiyorum, Lily’nin sı­
navlarla ilgili anlattıklarını ve Alex’in işinde uğraşmak zorunda kaldığı
bütün o iğrençlikleri düşününce kendimi şanslı hissediyorum. Kim daha
ilk gününden şoförlü bir arabayla ortalıkta dolanıyor ki? Gerçekten. Bu
yüzden de, evet, sanıyorum harika bir yıl geçireceğim ve Miranda’nın dön­
mesi için sabırsızlanıyorum. Sanırım buna hazırım.”
Jill gözlerini devirerek bana baktı, sanki kes bu palavraları Andy, der
gibiydi. Hepimiz senin moda sapıklarıyla kuşatılmış psikopat bir fahişe
için çalıştığını biliyoruz ve bize bu pembe hikâyeyi anlatmanın nedeni de
kendi başını belaya sokmuş olman. Ama böyle demedi. “Harika görünüyor
Andy, gerçekten. Müthiş bir fırsat,” dedi.
Bu masada olup biteni anlayabilecek tek kişi oydu çünkü, Üçüncü
Dünya’ya göç etmeden önce, Paris’te, küçük bir özel müzede çalışmıştı ve
Haute Couture’e merak sanmıştı. Onunki tüketici olarak değil, sanat ve es­
tetik anlamında bir ilgiydi ama yine de, en azından moda dünyası ile ilgi­
li bazı şeyleri de keşfetmişti. “Bizim de harika haberlerimiz var” diye de­
vam etti, bu arada uzanıp Kyle’ın elini tutmuştu.
“Oh, Tanrım, şükürler olsun,” diye bağırdı annem anında, sanki son
yiımi yıldır omzunda taşıdığı tonlarca yük kaldırılmış gibi bir hali vardı.
“Artık zamanıdır.”
“Hey kutlarım ikinizi de! Annenizi gerçekten endişelendirdiğinizi
söylemem gerek. Artık yeni evli sayılmazsınız, biliyorsunuz. Biz de merak
etmeye başlamıştık...” Sofra başında oturan babam, merakla kaşlarını ha­
vaya kaldırmıştı bunlan söylerken.
“Hey çocuklar, harika bir şey bu. Ben de artık teyze olmaya hazırım.
Ne zaman aramıza katılıyor ufaklık?”
İkisi de aptallaşmış gibi görünüyordu ve bir an için haberi yanlış an­
lamış olduğumuzdan endişe ettim, belki de “Harika” haber yaşadıktan ba­
taklıkta yapacaktan yeni, daha büyük bir evdi veya Kyle sonunda babası­

99
Lauren Weisberger

nın hukuk firmasından ayrılıp ablamla birlikte, onun daima hayalini kur­
duğu galeriyi açmaya karar vermişti. Belki de bir torun ya da yeğen bek­
lentimiz konusunda aşın hevesli görünmüştük. Annemle babam son za­
manlarda, sadece hiç durmadan, her ikisi de otuzlannda olduklan ve dört
yıldır da evli bulunduktan halde neden hâlâ üretime geçmedikleri konusu­
nu tartışıyorlardı. Son altı aydır ailemizin üzerinde durduğu kriz konusu
buydu.
Ablam endişeli görünüyordu. Kyle ise kaşlannı çatmıştı. Annemle
babamdan çıt çıkmıyordu. Gerilim elle tutulur haldeydi.
Jill yerinden kalkıp Kyle’a doğru yürüdü ve kendini küt diye onun
kucağına bıraktı. Kollannı onun boynuna dolayıp, yüzünü onun yüzüne
yaklaştırdı ve kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Anneme bir göz at­
tım, son on saniyedir bilincini yitirmiş gibi görünüyordu, endişeden gözle­
rinin kenarlan kınşmıştı.
Sonunda, sonunda, kıkır kıkır gülmeye başladılar ve masaya doğru
dönüp ikisi birden, “Bir bebeğimiz olacak,” diye bağırdılar. Birden ortalık
aydınlandı. Çığlıklar, kucaklaşmalar. Annem öyle bir hızla yerinden fırla­
dı ki, sandalyesi devrilip bir kaktüs saksısına çarptı. Babam Jill’i yakala­
yıp iki yanağından ve başmın tepesinden öptü ve onun düğünlerinden be­
ri ilk kez Kyle’ı da öptüğünü gördüm.
Önümdeki meyve suyu kutusuna plastik çatalımla vurup, kadeh kal­
dırmamız gerektiğini söyledim. “Lütfen hepiniz kadehlerinizi ailemize ka­
tılacak olan yeni Sachs bebeği için kaldırın.” Kyle’la Jill bana tuhaf bir ba­
kış fırlattılar. “Tamam, teknik olarak sanırım bu bir Hanison bebeği ama
benim kalbimde Sachs bebeği olacak. Kyle ve Jill’e, geleceğin en mükem­
mel çocuğunun annesiyle babasına!” Hepimiz gülen çiftin ve ablamın ka­
lınlaşan belinin şerefine kola ve meyve suyu kutularımızla kahve fincanla­
rımızı tokuşturduk. Sonra, masadaki her şeyi koca bir çöp torbasına tıkış­
tırıp, ortalığı temizledim, o arada annem Jill’e, bebeğine çeşitli ölmüş ak­
rabalarımızın isimlerini koyması için baskı yapmakla meşguldü. Kyle kah­

100
Şeytan Marka Giyer

vesini yudumlarken ve kendisinden çok memnun görünüyordu ve ancak


gece yarısından az önce, babamla ikimiz oyunumuzu oynamak üzere sıvı­
şabildik.
Odasına girince, orada hasta kabul ederken kullandığı beyaz ses ci­
hazını çalıştırdı. Böylece evden gelen seslerin odaya gelmesini de, odasın­
da konuşulanların evden duyulmasını da önlemiş oluyordu. Bütün iyi psi­
kiyatrlar gibi babamın da gri, deri bir kanepesi vardı, odanın öbür ucunda­
ki köşede dururdu ve öyle yumuşaktı ki koluna kafamı yaslamaya bayılır­
dım. Ayrıca insanı kumaş bir salıncak gibi kavrayan üç tane koltuk da ka­
nepeye doğru yerleştirilmişlerdi. Babam bunlara ana rahmi gibi derdi. Ma­
sası pürüzsüz ve siyahtı, üzerinde düz ekran bir monitör vardı. Babamın
koltuğu da yüksek arkalıklı, siyah deriydi. Bir duvarda, içi psikoloji kitap­
larıyla dolu cam bir kütüphane duruyordu. Yerdeki çok büyük ve derin va­
zoda bambu saplan koleksiyonu vardı. Böylece fütüristik görünüm ta­
mamlanmış oluyordu. Kanepeyle onun masası arasında yere oturdum, o da
benim gibi yaptı.
“E, şimdi anlat bakalım aslında neler olup bitiyor Andy,” dedi oyun
taşlarından birini bana verirken. “Eminim ki şu sıralar oldukça bunalmış
durumdasın.”
Yedi taşımı aldım ve büyük bir dikkatle önüme dizdim. “Evet, aslın­
da oldukça çılgın birkaç hafta geçirdim. Önce taşınmak, sonra işe başla­
mak. Orası acayip bir yer, anlatmak çok güç. Sanki herkes çok güzel, çok
ince ve muhteşem giyiniyor. Gerçekten de hoş insanlara benziyorlar... her­
kes dostça davranıyor. Aslında hepsinin de ciddi bir uyuşturucu sorunu
varmış gibi. Bilemiyorum...”
“Ne? Ne diyecektin?”
‘T am olarak kavrayamıyorum. Ama içimde öyle bir his var ki, sanki
her an üstüme yıkılabilecek kâğıttan bir yerde gibiyim. Bir moda dergisin­
de çalışmanın korkunç bir şey olduğu hissinden kurtulamıyorum, biliyor

101
Lauren Weisberger

musun? Bu iş biraz anlamsız geliyor ama aslında aldırmıyorum bile. Yete­


rince ilginç de, çünkü benim için her şey yeni?”
Başını salladı.
“Biliyorum bu etkileyici bir iş ama nasıl olup da beni The New Yorker’a
hazırlayacağını da merak etmeye devam ediyorum. Her an kötü bir şey
olacakmış gibi hissediyorum, çünkü sanki her şey gerçek olamayacak ka­
dar iyiymiş gibi görünüyor bana. Belki de ben delinin biriyim sadece.”
“Deli olduğunu hiç sanmıyorum canım. Sanırım sen duyarlısın. Ama
sana hak vermem gerekiyor, bu işi bulduğun için gerçekten de şanslısın.
İnsanlar bir ömür boyu çalışıp senin şu bir yılda göreceğin kadar şey gör­
meyebiliyorlar. Bir düşün! Üniversiteden çıkar çıkmaz bulduğun ilk iş ve
dünyanın en büyük dergi yayın şirketinin, en kârlı dergisinin, en önemli
kadını ile çalışıyorsun. Her şeyi başından sonuna görme şansın var. Göz­
lerini açık tutar ve önceliklerini belirlersen, bu sektördeki birçok insanın
tüm iş hayatları boyunca öğrenemeyeceği kadar çok şey öğrenebilirsin.”
Bu arada panonun ortasında ilk kelimesini de oluşturmuştu: SARSMA.
“Açılış olarak hiç fena değil,” deyip, puanlarını toplamaya başladım.
İkiyle de çarpmam gerekiyordu, çünkü başlangıç kelimesi daima pembe
kutudan geçiyordu. Sonuç, Baba: 22 puan, Andy: 0. Bendeki harfler pek
ümit verici değildi. Ancak Uç harf ekleyip toplam 6 puan kazanabildim.
“Sadece bu işe dengeli bir biçimde bakmanı istiyorum,” dedi, taşla­
rım dizerken. “Ben daha çok, bunun senin için önemli şeylerin başlangıcı
olacağını düşünüyorum, buna inanıyorum.”
“Şey, haklı olmanı yürekten diliyorum, çünkü ömür boyu yetecek ka­
dar paket kâğıdı kestim. Bundan daha önemli şeyler olmasını istiyorum.”
“Olacak canım, olacak. Göreceksin. Sana sanki aptalca şeyler yapı-
yormuşsun gibi görünebilir ama inan bana öyle değil. Bu olağanüstü bir
şeylerin başlangıcı, hissediyorum. Ve senin patronu biraz araştırdım. Bu
Miranda katı bir kadına benziyor, ona şüphe yok ama sanırım ondan hoş­
lanacaksın. Ve bence o da senden hoşlanacak.”

102
Şeytan M arka Giyer

O arada benim V harfimden yararlanıp HAVLU yazmıştı ve hayatın­


dan çok memnun görünüyordu.
“Umarım sen haklısındır Baba. Gerçekten.”

“O Runway’in genel yayın müdürü, biliyorsunuz değil mi, şu moda


dergisi?” diye sinirli görünmemek için çaba harcayarak, alelacele fısılda­
dım telefona.
“A biliyorum hangisinden söz ettiğinizi!” dedi Julia, Scholastic Books’
un yayın asistanlarından biriydi. “îlginç bir dergi. Genç kızların yazdığı
utanç verici âdet hikâyelerini anlatan mektupların hepsini okudum. Onlar
gerçek mi? Hatırlar mısınız, birinde...”
“Hayır hayır, genç kızlar için olan o dergi değil. Bu daha çok yetişkin
kadınlar için.” En azından teorik olarak öyleydi. “Gerçekten de Runvvay’yi
hiç görmediniz mi?” Elbette bu pekâlâ mümkündü. Yine de merak etmiş­
tim. “Her neyse, P-R-I-E-S-T-L-Y diye yazılıyor, evet, Miranda,” diye son­
suz bir sabırla tekrarladım. Bir yandan da, acaba telefonda onun adım as­
la duymamış biriyle konuştuğumu bilse nasıl bir tepki gösterirdi, diye me­
rak ediyordum. Herhalde pek hoş olmazdı tepkisi.
“Bakın, beni en kısa zamanda arayabilirseniz gerçekten çok sevine­
ceğim,” dedim Julia’ya. “Ve yayın yönetmenlerinizden biri kısa zamanda
dönecek olursa lütfen beni arattırın, olur mu?”
Aralık ortalarında bir cuma sabahıydı ve hafta sonunun tatlı, tatlı öz­
gürlüğüne kavuşmama sadece on saat kalmıştı. Scholastic’teki modadan
bihaber Julia’yı, Miranda Priestly’in gerçekten önemli biri olduğuna, ku­
ralları yıkıp, mantığı bir kenara bırakmaya değeceğine, inandırmaya çalı­
şıyordum. Bunu yapmaya çalışmak beklediğimden daha zor olmuştu. Mi-
randa’nın pozisyonunun ağırlığının yaratacağı etkiyi, hayatında dünyanın
en saygın moda dergisinin adını bile duymamış olan birine nasıl anlatabi­

103
Lauren Weisberger

lirdim ki ya da onun ünlü editörüne? Miranda’mn asistanı olarak geçirdi­


ğim dört kısa haftada ben, bu ağırlıkla hava atmanın ve birisinin gözüne
girmeye çalışmanın, sadece işimin bir parçası olduğunu öğrenmiştim ama,
zaten genellikle, ikna etmeye çalıştığım kişilerin, sadece patronumun çok
ünlü olmayan adını duymakla bile gözleri yılıyor ya da o isim onların üze­
rinde baskı kurabiliyordu.
Ne yazık ki Julia, kürk seçimindeki kusursuz zevkiyle ünlü birinden
çok, Nora Ephron ya da Wendy Wasserstein’in VIP muamelesi göreceği
bir yayınevinde çalışıyordu. Ben bunu doğal olarak anlıyordum. Bundan
beş hafta öncesine kadar Miranda Priestly’nin adını kaç kez duyduğumu
hatırlamaya çalışıyor ama böyle bir şeyi hatırlayamıyordum. Yani benim
de mutlu anlarım vardı eskiden. Bir an için Julia’ya imrendim fakat yap­
mam gereken bir işim vardı ve bana yardımcı olmuyordu.
O menfur Hany Potter dizisinin dördüncü cildi, ertesi gün, yani cu­
martesi günü piyasaya çıkıyordu ve Miranda’nın on yaşındaki ikiz kızlan
da ondan birer tane istiyordu. İlk baskılar pazartesiden önce kitapçılara
ulaşmayacaktı ama benim onlan cumartesi sabahı bulmuş olmam gereki­
yordu, yani baskıdan çıkar çıkmaz. Sonra, Hany ve diğer bazı şeyler özel
bir uçakla Paris’e uçmak durumundaydılar.
Telefonun sesiyle düşüncelerim bölündü. Emily’nin artık Miranda ile
de konuşabileceğime inandığı tarzda açtım telefonu. Ah, onunla konuşu­
yor muyduk, elbette, belki günde yirmi beş kere. Miranda o kadar uzaktan
bile hayatıma nüfuz etmeyi başanyor ve çekilmez hale getirebiliyordu. Sü­
rekli hırlayıp, havlayarak, sabahın yedisinden, son zamanlarda giderek ak­
şamın dokuzuna kadar, emirlerini, isteklerini ve taleplerini bildiriyordu.
“Ahn-dre-ah? Alo? Kimse var mı orada? Ahn-dre-ah!” İsmimi telaf­
fuz edişini duyduğum zaman koltuğumdan fırladım. Onun aslında burada,
ofiste, hatta ülkede bile olmadığını, şimdilik emniyette olduğumu kavrayıp
kabullenmem bir süre aldı. Emily, Miranda’nın Allison’ın terfi ettiğinden
ya da benim işe alındığımdan tamamen bihaber olduğu konusunda beni ik­

104
Şeytan Marka Giyer

na etmişti, bunlar onun için önemsiz ayrıntılardı. Birisi telefona cevap ve­
rip onun isteklerini karşıladığı sürece, bu kişinin kim olduğu onu pek ilgi­
lendirmiyordu.
‘Telefonu açtıktan sonra konuşmaya başlamanın neden bu kadar
uzun sürdüğünü gerçekten anlamıyorum,” diye söylendi. Başka biri söyle­
se bunlar mızmızlık ifade edebilirdi ama Miranda söyleyince buz gibi so­
ğuk ve resmi bir hal alıyordu bu sözcükler. Tıpkı kendisi gibi. “Burada bu­
nu anlayacak kadar uzun bir süredir bulunmadığın için söylüyorum, ben
aradığımda sen cevap vereceksin. Oldukça basit. Anladın mı? Ben arıyo­
rum. Sen cevap veriyorsun. Bunu becerebileceğini düşünüyor musun Ahn-
dre-ah?”
O beni görmediği halde, makarnasını yere döktüğü için azarlanmış
altı yaşında bir çocuk gibi kafamı salladım. Ona “Hanımefendi” diye hitap
etmemek için kendimle mücadele ediyordum, geçen hafta böyle bir hata
yapmıştım ve neredeyse kovuluyordum. “Evet, Miranda. Özür dilerim,”
dedim yumuşak bir sesle ve alttan alarak. Ve o anda gerçekten de söyle­
diklerini saniyenin onda üçü kadar geç kavradığım “Miranda Priestly’in
ofisi” demekte gerekenden bir an daha fazla vakit harcadığım için üzgün­
düm. Sürekli kafama kakıldığı gibi, onun zamanı benim zamanımdan çok
daha değerliydi.
“Pekâlâ o zaman. Vakit öldürmeyi bitirdiysek başlayabilir miyiz?
Bay Tomlinson’un rezervasyonunu teyit ettin mi?” diye sordu.
“Evet, Miranda. Bay Tomlinson için Four Seasons’da saat bire rezer­
vasyon yaptım.”
Başıma gelecekleri anlamıştım. On dakika önce arayıp Four Se­
asons’da rezervasyon yaptırmamı, Bay Tomlinson’u ve kendi şoförü ile ço­
cuk bakıcısını arayıp onlara bu konu ile ilgili bilgi vermemi istemişti ve
şimdi de her şeyi yeniden değiştirmek istiyordu.
“Peki, fikrimi değiştirdim. Four Seasons onun Irv’le yemek yemesi
için uygun bir yer değil. Le Cirque’de iki kişilik bir masa ayırt ve metrdo­

105
Lauren MVeisberger

tele lokantanın arka kısmında oturmak isteyeceklerini söylemeyi unutma.


Herkesin ortasında değil. Arkada. Hepsi bu kadar.”
Miranda ile ilk telefon konuşmamdan sonra, beyan edilen bu “hepsi
bu kadar”m aslında “teşekkür ederim” niyetiyle söylendiğini düşünmüş­
tüm. İkinci haftadan itibaren bu düşüncemden tümüyle vazgeçtim.
“Elbette Miranda. Teşekkür ederim,” dedim tebessüm ederek. Tele­
fonun öteki ucunda ne cevap vereceğini bilemeden kaldığını hissedebili­
yordum. Acaba onun teşekkür etmeyi reddedişine dikkat çekmek istediği­
mi anlamış mıydı? Bana emir verdiği için ona teşekkür etmem garibine gi­
diyor muydu? Son zamanlarda yaptığı tüm alaylı yorumlardan sonra ya da
telefonda çirkin bir biçimde emirler yağdırmasından sonra, ona teşekkür
ediyordum ve bu yöntem tuhaf bir biçimde beni rahatlatıyordu. Herhalde
onunla dalga geçtiğimi anlıyordu ama ne diyebilirdi ki? Ahn-dre-ah, bana
bir daha asla teşekkür etmeni istemiyorum. Sana şükranlarını bu biçimde
iletmeyi yasaklıyorum. Kendine gel ve düşün, konuyu bu kadar uzatma.
Le Cirque, Le Cirque, Le Cirque, kafamda habire bunu tekrarlıyor­
dum, bu rezervasyonu bir an önce yapıp çok daha önemli olan H any Pot-
ter meseleme dönmek istiyordum. Le Cirque’in rezervasyon görevlisi Bay
Tomlinson ve Irv ne zaman gelirlerse gelsinler iki kişilik masalarını hazır
tutacağını belirtti.
Emily ofis içinde yaptığı küçük turdan dönüp Miranda’nın arayıp
aramadığını sordu.
“Sadece üç kez ve herhangi birinde beni kovmakla da tehdit etmedi,”
dedim gururla. “Elbette buna niyetlendi ama tehdit boyutuna vardırmadı.
Gelişme sayılır, ha?”
Sadece ben kendimle dalga geçtiğim zamanlarda yaptığı gibi güldü
ve Miranda’nın, sevgili guru’sunun ne istediğini sordu.
“BKSD’nin öğle yemeği rezervasyonunu yeniden ayarlamamı istedi.
Onun kendi asistanı vatken bunu niye ben yapıyorum onu da bilmiyorum

106
Şeytan M arka Giyer

ama hey, buralarda benim soru sormamam gerekir.” Bay Kör Sağır Dilsiz
Miranda’nın üçüncü kocasına kendi aramızda taktiğimiz isimdi. Her ne
kadar toplumda böyle algılanmıyorsa da, biz onun ne olduğunu yakından
bilen kişilerdik. Başka türlü nasıl olur da onun kadar hoş bir adam böyle
bir kadınla yaşamayı kabul ederdi.
Sonra BKSD’nin kendisini aramam gerekiyordu. Hemen aramazsam
restorana vaktinde yetişemeyebiliıdi. Bazı iş toplantıları için tatilini kesip
dönmüştü ve Irv Ravitz (Elias-Clark’ın Yönetim Kurulu Başkanı) ile yapa­
cağı görüşme bunların en önemlisiydi. Miranda sanki yeni bir şeymiş gibi,
her tür ayrıntının mükemmel olmasını istemişti. BKSD’nin asıl adı Hunter
Tomlinson’du. Miranda ile benim işe başlamamdan önceki yaz evlenmiş­
lerdi, duyduğuma göre biraz farklı bir yaklaşım olmuştu aralarında, Miran­
da kovalamış, o kaçmıştı. Emily, Miranda’nın onu insafsızca kovaladığını
ve sonunda adamın onu atlatmaya çalışmaktan yıldığı için teslim olduğu­
nu söylemişti. İkinci kocasını (altmışların sonunda çok ünlü olan bir or­
kestranın solisti ve ikizlerin babası) hiçbir uyanda bulunmadan terk etmiş
ve boşanma kâğıtlannı avukatları kanalı ile yollamıştı. Sonra da, boşanma
işlemleri bittikten on iki gün sonra evlenivermişti. Bay Tomlinson emirle­
ri uygulayıp, onun Beşinci Cadde’deki teras katina taşınmıştı. Miranda ile
bir kez karşılaşmıştım, kocası ile de hiç karşılaşmamıştım ama her biriyle
yeterince telefon görüşmesi yapmış olduğumdan, ne yazık ki, onlann bir
aile gibi olduklannı hissetmiştim.
Üçüncü çalış, dördüncü çalış, beşinci çalış... hmm, nerede bu adamın
asistanı? Karşıma bir telesekreter çıksın diye dua ediyordum, çünkü kafam
yerinde değildi ve son derece meraklı biri gibi görünen BKSD ile şirin
sohbetler edecek halim yoktu.
“Bay Tomlinson’un ofisi,” diye cevap verdi sonunda asistanı, ağır
güneyli aksanıyla. “Size bugün nasıl yardımcı olabilirim?” Sizeh bhugün
nhasıl yhardımchı olabilirimh?

107
Lauren Weisberger

“Selam Martha, ben Andrea. Dinle, Bay Tomlinson’la görüşmeme


hiç gerek yok. Sen ona benim tarafımdan bir not iletebilir misin? Onun için
bir rezervasyon...”
“Canımh, bilirsin ki Bay Tomlinson daima seninle konuşmak ister.
Bi saniye.” Ve itiraz edemeden Bobby McFenin’in Don t Worry, Be Happy
parçasının asansör versiyonunu dinlemeye başlamıştım bile. Mükemmel.
BKSD’nin bugüne kadar yazılmış en iyimser şarkıyı seçmesi çok uygun
olmuştu doğrusu.
“Andy, sen misin tatlım?” diye sakin bir şekilde, kendine has o derin
sesiyle sordu. “Bay Tomlinson senin kendisinden kaçtığını düşünmeye
başlamıştı. Görüşmeyeli asırlar oldu.” Kesin olarak bir buçuk hafta olmuş­
tu. Körlüğünün, sağırlığının ve dilsizliğinin yanı sıra Bay Tomlinson’un
insanı rahatsız eden bir başka özelliği de kendisinden daima üçüncü tekil
şahısmış gibi söz etmesiydi.
Derin bir nefes aldım. “Merhaba Bay Tomlinson. Miranda size bu­
günkü öğle yemeğinizin saat birde Le Cirque’de olduğunu söylememi is­
tedi. Dedi ki siz...”
“Tatlım,” diye sözümü kesti sakin ve soğukkanlı bir biçimde. “Bütün
bu planlara bir saniye için ara verelim. Yaşlı bir adama bir mutluluk anı
ver ve Bay Tomlinson’a bütün yaşamını anlat. Onun için bunu yapacak
mısın? Öyleyse söyle bana canım, karımla çalışmaktan memnun musun?”
“Bay Tomlinson, işimi seviyorum ve Miranda için çalışmaya bayılı­
yorum.” Nefesimi tutup, vazgeçsin artık diye dua ettim.
“Pekâlâ, Bay T. işlerin yolunda olduğunu öğrenmekten heyecan duy­
du.” Aman ne harika, salak herif, demek heyecan duydun?
“Çok iyi Bay Tomlinson. Umarım yemeğiniz de çok iyi geçer.” Haf­
ta sonu planlarımla ilgili kaçınılmaz sorusunu yöneltemeden telefonu ka­
pattım.
Tekrar koltuğuma döndüm ve ofisi seyrettim. Emily, Miranda’nın bir
başka 20.000 dolarlık American Express faturası ile ilgili olarak bililerini

108
Şeytan Marka Giyer

bir şeylere ikna etmeye çalışmakla meşguldü, fazla kaldırılmış kaşlan en­
dişeden kırış kırış olmuştu. Harry Potter meselesi çözümlenmek üzere be­
ni beklemekteydi ve eğer rahat bir hafta sonu geçirmek istiyorsam acilen
harekete geçmem gerekiyordu.
Lily ile birlikte bir film maratonu yapmayı planlamıştık hafta sonu.
Ben işten bitap düşmüştüm, o da derslerden bunalmıştı, bu yüzden, bütün
hafta sonu boyunca onun kanepesine konuşlanıp sadece bira ve Doritos’la
yaşamaya karar vermiştik. Ne Snackwell ne de diyet kola olmayacaktı. Ve
de siyah pantolonlar. Her zaman konuşsak da, ben kente taşındığımdan be­
ri doğru dürüst bir araya gelmemiştik.
İlk kez sekizinci sınıfta, Lily kafeteryada bir masada yalnız başına
oturmuş ağlarken tanışmıştık. Büyükannesiyle kente yeni taşınmışlardı ve
bizim okulumuza kaydolmuştu. Sonra da annesiyle babasının yakın za­
manda buraya gelemeyecekleri ortaya çıkmıştı. İşin doğrusu anne babası
Ölüm’ün peşine düşmeden birkaç ay önce (Lily doğduğunda her ikisi de
on dokuz yaşındaymış ve gong çalmak bebeklerden daha çok ilgilerini çe­
kiyormuş) bakılması için çocuklarını New Mexico komünündeki (ya da
Lily’nin tercih ettiği şekliyle, kolektif topluluktaki) uçuk arkadaşlarına
emanet etmişler. Aradan bir yılı aşkın bir süre geçip de geri dönmedikleri­
ni görünce, büyükanne torununun komünün (ya da büyük annenin yeğle­
diği şekliyle, mezhebin) elinden alıp birlikte yaşamak üzere Avon’a getir­
miş. Onu kafeteryada ağlarken bulduğum gün, büyükannesinin üstündeki
paçavraları atıp bir elbise giymesini istediği gündü ve Lily bundan ötürü
çok mutsuzdu. Konuşma biçimi, söylediği bazı şeyler, “bu senin Zen tara­
fın” ve “hadi basınçtan kurtulalım”lar beni cezbetti ve anında arkadaş ol­
duk. Lisenin sonuna kadar birbirimizden hiç ayrılmazdık, Brown’da da
dört yıl boyunca aynı odayı paylaştık. Lily hâlâ MAC rujlarını kullanma
konusunda karar verememişti ve hâlâ birazcık fazla hareketliydi ama bir­
birimizi gayet iyi tamamlıyorduk. Onu özlemiştim. Onun master öğrenci-

109
Lauren Weisberger

liginin ilk yılında olması, benim de giderek bir köle haline gelmiş olmam
yüzünden son zamanlarda fazla görüşememiştik.
Hafta sonunu bekleyemedim. On dörder saatlik iş günlerim ayakla­
rımda, kollarımın üst kısımlarında ve belimde izlerini gösteriyordu. On
yıldır kullanmakta olduğum lensler yerine gözlük takmaya başlamıştım,
çünkü artık gözlerim lensleri kabul etmeyecek kadar kuru ve yorgun olu­
yordu. Günde bir paket sigara içiyor ve sadece Starbucks (pahalıydı elbet­
te) ve eve giderken aldığım sushi’lerle (daha da pahalıydı) yaşıyordum.
Kilo kaybetmeye başlamıştım bile. Dizanteri yüzünden kaybettiğim kilo­
ları tekrar almıştım ama ffcmvay'de işe başladıktan sonra yine gittiler. Bel­
ki oranın havasındaki bir şeyden ya da belki de yiyecekler oraya girmeye
çekindikleri için. Şimdiden sinüslerimde bir enfeksiyon ortaya çıkmıştı,
giderek rengim soluklaşmıştı ve işe başlayalı sadece dört hafta olmuştu.
Sadece yirmi üç yaşındaydım. Ve daha Miranda ofise gelmemişti bile. La­
net olsun! Bir hafta sonunu hak etmiştim.
Bu düşüncelerimin ortasına birden Harry Potter atladı ve tabi ki hiç
sevinmedim. Miranda bu sabah aramıştı. Her ne kadar benim yorumlamam
sonsuza kadar sürse de, onun isteklerini dikte ettirmesi sadece birkaç sani­
ye sürmüştü. Miranda Priesüy’in dünyasında bir şeyi yanlış yapıp onu dü­
zeltmek için çuvalla para ve zaman harcamanın, onun karmaşık ve ağır ak-
sanıyla iyice anlaşılamaz hale gelmiş emirlerini anlamadığını itiraf etmek­
ten ve açıklamasını istemekten daha makbul sayıldığını öğrenmek zorun­
da kalmıştım. Bu yüzden de, ikizler için Harry Potter kitaplarının alınma­
sı ve Paris’e uçunılması ile ilgili bir şeyler gevelediğinde, içgüdüm bana
hafta sonumun mahvolmak üzere olduğunu söylemişti. Birkaç saniye son­
ra o aksi aksi telefonu kapadığında panikle Emily’ye bakmıştım.
“Ne, ne dedi?” diye inledim, Miranda’ya tekrar etmesini söylemek­
ten böylesine korktuğum için kendimden nefret ediyordum. “Neden bu ka­
dının söylediklerinin bir kelimesini bile anlayamıyorum? Ben böyle biri

110
Şeytan Marka Giyer

değilim Em. İngilizce konuşuyorum, hep de konuştum. Biliyorum, bunu


l>eni delirtmek için özellikle yapıyor.”
Emily bana âdeti olduğu üzere iğrenme ve acıma arası bir ifadeyle
baktı. “Kitaplar yarın çıkacağı ve onlar da satın almak üzere burada olma­
yacağı için, senin iki tane almanı ve Teterboro’ya götürmeni istiyor. Jet
onları Paris’e götürecek,” diye soğuk bir tavırla özetledi. Bu isteğin gü­
lünçlüğü hakkında bir yorum yapmama fırsat vermeyecek kadar ciddiydi.
Bir kez daha, Emily’nin, Miranda daha rahat olsun diye her şeyi, ama her
şeyi yapabileceğini fark ettim. Gözlerimi devirdim ve sessiz kaldım.
Sonuçta, hafta sonumun bir saniyesini bile ziyan etmeye niyetim ol­
madığından ve de elimin altında sınırsız para ve güç (onun parası ve gücü)
bulunduğundan, günün geri kalan kısmını Harry Potter’ın Paris’e jet seya­
hatini ayarlamakla geçirdim. Önce Scholastic’teki Julia’ya birkaç kelime
karaladım.

Sevgili Julia,
Asistanım Andrea, sizin bütün kalbimle teşekkürlerimi yollamam ge­
reken kişi olduğunuzu söyledi. Belirttiğine göre siz, yarın bu sevgili
kitaptan birkaç taneyi bana yollayabilecek tek kişiymişsiniz. Becerik­
liliğinizi ve zahmetlerinizi ne kadar takdir ettiğimi bilmenizi isterim.
Benim tatlı kızlarımı çok mutlu edeceksiniz. Ve böyle fevkalade bir
genç kız olarak herhangi bir şeye, ama ne olursa olsun, ihtiyacınız
olduğunda lütfen bana bunu iletmekten çekinmeyin.

imza
Miranda Priestly

İmzasını gösterişli biçimde, kusursuzca taklit ettim (Emily tepemde


dikilerek beni saatlerce çalıştırmıştı bu konuda, sondaki a harfinin yılanka­
vi bir biçimde yazılması gerekiyordu), notu Runway’\n son sayısına iliştir­

il!
Lauren Weisberger

dim (daha piyasaya çıkmamıştı) ve paketi, kent merkezine, Scholastic’in


bürosuna götürmesi için hızlı kurye çağırdım. Eğer bu da işe yaramazsa,
hiçbir şey işe yaramayacak demekti. Miranda imzasını taklit etmemize al­
dırmıyordu (bu onu çeşitli sıkıcı ayrıntılarla uğraşmaktan kurtarıyordu)
ama, onun adına son derece kibar, saygılı bir mektup yazdığımı duysa si­
nirinden mosmor kesilirdi herhalde.
Üç hafta gibi kısa bir süre önce, Miranda beni arayıp, hafta sonu
onun için bir şeyler yapmamı istese hafta sonu planlarımı anında iptal
ederdim, ama artık kurallarla biraz oynayabilecek kadar deneyimliydim
(ve de bitkin). Madem ki yann Miranda ve kızlan H any’yi karşılamak için
New Jersey’de bizzat bulunmak istemiyorlardı, ben de kendi açımdan ora­
da bulunmak için bir neden göremiyordum. Julia’nın benim için birkaç ta­
ne göndereceğini var sayarak ve bunun için dua ederek başka işlerle uğraş­
tım. Telefon, telefon, telefon ve bir saat içinde bir plan ortaya çıktı.
Scholastic’te editör asistanı olarak çalışan, yardımsever Brian (onu
birkaç saate kadar Julia’dan bu konuda bir izin elde edeceğine ikna etmiş­
tim) iki adet Harry’yi bu gece evine götürecekti ve böylece cumartesi sa­
bahı tekrar ofise gitmesine gerek kalmayacaktı. Brian kitapları Üst Batı
Yakası’ndaki apartmanının kapıcısına bırakabilecekti ve ben de sabah on
birde onları oradan alacak bir araba ayarlayacaktım. Miranda’nın şoförü
Uri, paketi aldığını doğrulamak için beni cep telefonumdan arayacak ve
Teterboro Havaalanı’na doğru yola koyulacaktı. Orada kitaplar Bay Tom-
linson’un özel jetine aktarılacak ve Paris’e doğru uçmaya başlayacaklardı.
Bir ara, olayı biraz daha KGB operasyonlarına benzetmek için kod sistem­
leri kullanmayı da düşündüm ama Uri’nin çok da iyi İngilizce konuşama­
dığını hatırlayınca vazgeçtim. DHL’in en hızlı yöntemlerini de incelemiş­
tim ama, pazartesi günü Paris’e ulaştırmaları garantili değildi ve elbette bu
seçenek, seçenek olmuyordu o zaman. Böylece özel planıma döndüm.
Eğer her şey planlandığı gibi giderse, küçük Cassidy ve Caroline pazar sa­
bahı Parizyen dairelerinde gözlerini açıp bir yandan zevkle sütlerini yu­

112
Şeytan Marka Giyer

dumlarken, bir yandan da H any’nin maceralarını okuyabileceklerdi, yani


tüm arkadaşlarından tam bir gün önce. Bunu düşünmek kalbimi ısıttı, ger­
çekten.
Araçlar ayarlanıp tüm ilgili kişiler tam alarm durumuna geçirildikten
birkaç dakika sonra Julia aradı. Her ne kadar çok zor bir şey olsa da, muh­
temelen bu yüzden başı derde girecek olsa da, Bayan Priestly için Brian’a
iki tane Harry vermekten mutluluk duyacaktı. Amin.

Lily az önce bitirdiğimiz Ferris Bueller’in son sayısını tekrar karış­


tırırken, “Nişanlandığına inanıyor musun gerçekten?” dedi. “Yani, biz da­
ha yirmi üç yaşındayız Allah aşkına, ne acelesi var ki?”
“Biliyorum, tuhaf görünüyor,” diye seslendim mutfaktan. “Belki an­
nesiyle babası tam anlamıyla durulmadan çocuğun o muazzam servete do­
kunmasına izin vermiyorlardır. Bu da kızın parmağına yüzüğü geçirmesi
için yeterli neden sayılabilir. Ya da belki de kendini çok yalnız hissediyor­
dur?”
Lily, bana bakıp güldü. “Çocukcağız sadece kıza âşık olmuş ve ha­
yatının geri kalanını onunla geçirmeye kendini hazır hissetmiş de olabilir
doğal olarak, değil mi? Yani, sanki böyle bir ihtimal hiç yokmuş gibi kur­
duk kafamızda?”
“Doğru. Bu bir seçenek değil. Başka bir şey bul.”
“Peki, o zaman üç numaralı sahneyi seçiyorum. O homoseksüel. So­
nunda bu gerçeği kabul etti (oysa ben başından beri biliyordum) ve anne­
siyle babasının bununla başa çıkamayacağını da anladığı için de, bulabil­
diği ilk kızla evlenmeye karar verdi. Nasıl?”
Listede bir sonraki film Casablanca ydı ve ben Momingside He-
ights’deki stüdyosunun mini mini mutfağındaki mikro dalgada sıcak çiko­
latalarımızı hazırlarken, Lily de filmin başındaki açılış bölümlerini hızla
Lauren Weisberger

ileri sardırıyordu. Cuma gecesinden beri serilmiş yatıyorduk, sadece siga­


ra içmek için ya da videoya bir tane daha Blockbuster koymak için doğru­
luyorduk yerimizden. Cumartesi öğleden sonra birden canlanıp, SoHo’da
birkaç saat gezinmeyi başarmıştık. Her ikimiz de Lily’nin yakında verece­
ği yılbaşı partisi için birer tane yeni mini bluzlardan almış, sonra da yol üs­
tündeki kafelerden birinde oturup bir fincan Eggnog’u ikimiz paylaşmış­
tık. Sonra yorgun ama mutlu bir biçimde yine onun evine döndük ve gece­
nin geri kalanını da TNT kanalında gösterilen When Harry Met Sally ile
Saturday Night Live adlı komedi programı arasında gidip gelerek geçirdik.
Gerçekten öyle huzur verici bir zaman geçiriyorduk ki, kendimi günlük ru­
tinin yarattığı sıkıntılardan tamamen uzaklaşmış hissettim. Pazar sabahı te­
lefon çalıncaya kadar da Harry Potter meselesini tamamıyla aklımdan çı­
karmıştım. Aman Tanrım! Bu oydu! Sonra Lily’nin muhtemelen sınıf ar­
kadaşlarından biriyle Rusça bir şeyler konuştuğunu duydum cep telefonun­
dan. Tannm, teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim, O değil­
miş. Ama tabi ki huzurum kaçmıştı. Pazar sabahı olmuştu ve o salak kitap­
ların Paris yolunu bulabilmiş olup olmadıkları ile ilgili hiçbir fikrim yok­
tu. Hafta sonum o kadar güzel geçmişti ki (gerçekten de gevşememi sağ­
lamıştı) kontrol etmeyi unutmuştum. Elbette telefonum açıktı ve zil sesi en
yükseğe ayarlıydı ama asla birinin beni bir sorun çıktıktan sonra araması­
nı beklememeliydim, çünkü o zaman bir şeyler yapmak için çok geç ola­
caktı. Önceden önlem almalı ve ilgili herkesi arayıp büyük bir incelikle
kurgulanan planın tüm aşamaları yolunda gitmiş mi diye sorup emin olma­
lıydım.
Kalmak için getirdiğim eşyalanmı koyduğum koca çantayı çılgınca
deşeleyerek, Runway tarafından verilmiş cep telefonumu bulmaya çalış­
tım, bu telefonu bana vermelerinin tek nedeni sürekli olarak Miranda’nın
sadece yedi tuş uzağında bulunmamı sağlamaktı. Sonunda telefonu çanta­
nın dibindeki iç çamaşırları yığınının arasından kurtarabildim ve kendimi
tekrar yatağa attım. Küçük ekran bana o an için servis dışı olduğumu söy­

114
Şeytan Marka Giyer

lüyordu ve kesinlikle, içgüdüsel olarak onun beni aramı; olduğunu ve doğ­


ruca telesekreterle karşılaşmış olduğunu biliyordum. Bütün ruhumla o te­
lefondan nefret ettim. Hatta o anda evimdeki Bang and Olufsen telefonum­
dan bile nefret ettim. Lily’nin telefonundan da, telefon reklamlarından da,
dergilerdeki telefon resimlerinden de ve bizzat Alexander Graham Bell’in
kendisinden de nefret ettim. Miranda Priestly için çalışmak günlük yaşa­
mımda bir sürü yan etkiye neden oluyordu ama en doğal olmayan tepkim,
tüm telefonlara karşı duyduğum şiddetli kindi.
Çoğu insan için telefon zilinin çalması hoş bir şeyin işaretidir. Bili­
leri merhaba demek için, sağlıklarını, keyiflerini sormak için ya da çeşitli
planlar yapmak için onlan arıyordur. Benim içinse, korkunun tetiklenme­
si, yoğun bir endişe ve yürek durduran bir panik demekti. Bazı kişiler te­
lefonun çalmasından bir yenilik, hatta bir eğlence umabilirler. Benim için­
se emir almaktan başka bir anlamı yoktu. Miranda’dan önce telefonla ilgi­
li bir takıntım yoktu ama Runvvay'de. geçirdiğim birkaç günden sonra, te­
lefon bekleme sistemi (böylece hiçbir zaman meşgul sesiyle karşılaşmaya­
caktı), arayanın kim olduğunu görme sistemi (böylece onun telefonlarını
açmaktan kaçınabilecektim), arayanın kim olduğunu görme sistemini bek­
leme sistemi (böylece öbür hatla konuşuıken bile onun aradığını görüp yi­
ne paçayı kurtarabilecektim) ve telesekreter (böylece benim onun telefon­
larına çıkmaktan kaçındığımı asla öğrenemeyecekti) gibi konularda sap­
lantılar ve teknikler geliştirmiştim. Bunlar bana ayda fazladan elli dolara
mal oluyordu (şehirlerarası görüşmeler hariç) ama bir parça huzur bulabil­
mek için yine de çok düşük bir bedeldi. Aslında huzurdan çok, erken uya­
rı sağlıyordu.
Cep telefonunda bu tür bariyerler kullanamıyordum. Elbette onda da
aynı sistemleri kurmak mümkündü ama Miranda’nın bakış açısından ba­
kıldığında, cep telefonunun herhangi bir nedenle kapanmış olması gibi bir
duruma yer yoktu. Cep telefonuna asla cevap vermezlik edilemezdi. Emily
bana telefonu ilk verdiğinde (Runvvay’m standart büro malzemelerinden

115
Lauren VVeisberger

sayılıyordu) telefonu daima çabucak açmanın artı puan getireceğini söyle­


mişti.
“Peki uyuyorsam ne olacak?” diye salak salak sorunca da,
“Uyanacak ve cevap vereceksin,” demişti, bir yandan da tırnağını dü­
zeltirken.
“Ya bir restoranda nefis bir yemeğin başındaysam?”
“Bütün diğer New York’lular gibi davranarak masada konuşacaksın.”
“Jinekoloğa gitmiş muayene oluyorsam?”
“Kulaklarına bakıyor olmayacaklar orada, değil mi?” Peki o zaman.
Anladım.
Bu lanet telefondan iğreniyordum ama görmezden de gelemiyordum.
Cep telefonu sanki Miranda ile aramda bir tür göbek bağı oluşturuyordu ve
ondan kurtulup büyümeme ya da boğulduğum bu yerden kaçmama izin
vermiyordu. Hiç durmadan arıyordu ve ortaya çaıpık bir tür Pavlov varl
durum çıkıyordu. Vücudum zili her çaldırışında istem dışı tepkiler veriyor­
du. Driling driling! Kalp atışlarında hızlanma. Driling! Parmakların oto­
matik olarak kasılması ve sırtta gerilim. Driling! Tanrım neden beni rahat
bırakmıyor, lütfen, ah lütfen, benim var olduğumu unutsun... dilekleri ile
birlikte sırttan aşağı fışkıran ter. Bütün bu zafer hafta sonum boyunca te­
lefonun servis dışı olabileceği bir an bile aklıma gelmemişti ve sadece bir
sorun olursa çalacağını varsaymıştım. Birinci hata! AT&T tekrar çalışmaya
karar verene kadar birkaç yüz metre yürüdüm ve nefesimi tutup telesekre­
terimi aradım.
Annem çok hoş bir mesaj bırakmıştı, Lily ile hoşça vakit geçirmemi
diliyordu. San Francisco’dan arayan bir erkek arkadaşım iş nedeniyle o
hafta New York’ta olacağını söylüyor ve görüşmek istiyordu. Ablam ko­
casına doğum günü için kart yollamamı hatırlatmak için aramıştı. Ve tabi
ki o da aramıştı, o ağır İngiliz aksam kulağımda çınlıyordu. “Ahn-dre-ah,
ben Mir-ahnda. Şu anda pazar sabah saat dokuz Pah-ris’te ve kızlar hflIA

116
Şeytan M arka Giyer

kitaplarını almış değiller. Beni Ritz’den ara ve kısa zamanda burada ola­
caklarını bildir. Hepsi bu kadar.” Klik.
İçimdeki öd sıvısı gırtlağıma doğru yükselmeye başlamıştı. Her za­
manki gibi mesajı her tür hoşluktan yoksundu. Ne bir merhaba, ne hoşça
kal, ne teşekkür ederim. Bunu bekliyordum aslında. Ama daha önemlisi,
onu neredeyse bir buçuk gündür aramamıştım ve kötülükleri ortaya sala­
cak esas neden buydu. Biliyordum, ama bu konuda yapabileceğim hiçbir
şey de yoktu. Tam bir amatör gibi planımın mükemmel işleyeceğini farz
etmiş ve Uri’nin kitapları aldığını ve uçağa teslim ettiğini bildirmek için
»ramamış oluşunu bile es geçmiştim. Hemen cep telefonumdan Uri’nin
numarasını buldum ve aradım. O da Miranda’ya ait mallardan biri olduğu­
na göre yedi gün yirmi dört saat boyunca aranabilirdi elbette.
“Selam Uri, ben Andrea. Pazar günü rahatsız ettiğim için özür dile­
rim ama dün kitapları Seksen Yedinci ile Amsterdam’ın oradan alıp alma­
dığını merak ettim.”
“Selam Andy, sesini duymak çok hoş,” diye mırıldandı insanın içini
ısıttığını düşündüğüm kalın, Rus aksanıyla. İlk karşılaştığımız andan beri,
sevgili, yaşlı bir amcammış gibi bana Andy diye hitap ediyordu ve BKSD’nin
ııksine, onun böyle demesi hoşuma gidiyordu. “Elbette aldım kitapları, tıp-
kı söylediğin gibi. Sana yardım etmek istemeyeceğimi mi sanıyorsun?”
“Hayır hayır, tabi ki öyle değil Uri. Sadece Miranda’dan bir mesaj al­
ilim ve kitapların henüz ellerine geçmediğini söylüyor da, o nedenle nasıl
bir sorun oldu, onu bulmaya çalışıyorum.”
Bir an için sessiz kaldı, sonra bana dünkü uçuşu yapan pilotun adını
vc telefonunu verdi.
“Ah sağ ol, sağ ol, sağ ol,” dedim, bir yandan numarayı deliler gibi
kaydedip pilotun yardımcı olması için dualar ederek ekledim. “Çok acele
etmem lazım, kusura bakma. Sana harika bir hafta sonu diliyorum.”

117
Lauren Weisberger

“Tabi tabi, sana da iyi hafta sonlan Andy. Sanırım pilot yardımcı
olur. İyi şanslar,” dedi neşeyle ve telefonu kapadı.
Lily gözleme yapacaktı ve kaçırmayı hiç istemiyordum ama bu işi de
ya şimdi halledecektim ya da aıtık bir işim olmayacaktı. Belki de bu ara­
da kovulmuştum bile ve de kimse bana bunu söyleme zahmetine dahi kat­
lanmamıştı. Runway’de bu beklenmeyecek bir şey değildi, örneğin, moda
editörünü balayındayken kovmuşlardı. Ve kendisi bunu Bali’de Women’s
Wear Daily’yi okurken öğrenmişti. Alelacele Uri’nin verdiği numarayı çe­
virdim ve karşıma bir telesekreter çıkınca kalp sektesinden öleceğimi san­
dım.
“Selam, Jonathan? Ben Andrea Sachs, Rumvay dergisinden. Miranda
Priestly’in asistanıyım ve sana dünkü uçuşla ilgili bir şey soımam gereki­
yor. Bir düşün lütfen, belki hâlâ Paris’tesin veya dönüş yolundasın. Şey,
sadece kitaplar, yani şey, tabi ki sen de, sağ salim Paris’e ulaştınız mı di­
ye merak ediyorum da. Beni cep telefonumdan arayabilir misin? 917-555-
8702. Ne olur mümkün olduğunca çabuk. Teşekkürler. Hoşça kal.”
Bir an için Ritz’in danışmasını arayıp havaalanından bir araba kitap
getirdi mi, diye sormayı düşündüm ama cep telefonumla uluslararası gö­
rüşme yapamadığımı hatırlayınca vazgeçtim. Bu muhtemelen önceden
planlanmamış olan yegâne durumdu ve elbette, aynı zamanda da en önem­
li meseleydi. O anda Lily, beni bekleyen bir tabak gözleme ve bir fincan
kahve olduğunu haber verdi. Mutfağa gidip tabağımı aldım. O da Bloody
Mary’sini yudumluyordu. Nasıl yani? Pazar sabahı nasıl içki içebilirdi ki?
“Bir Miranda krizi mi?” dedi sempatiyle bakarak.
Başımı salladım. “Bu kez galiba kötü çuvalladım,” dedim tabağım-
dakilere şükran duyarak. “Bu beni işten attırabilir.”
“Ah canım, hep böyle söylüyorsun. Seni kovmayacak. Daha senin ne
kadar çok çalıştığını görmedi bile. En azından kovmasa daha iyi olur, dün­
yanın en iyi işine sahipsin.”

118
Şeytan Marka Giyer

Sinir içinde ona bakıp, sükûnetimi korumaya çalıştım.


“Evet öylesin,” dedi. “Onu memnun etmek zor gibi görünüyor ve bir
parça da deli. Kim değil ki? Bedavadan ayakkabılar, makyaj malzemeleri,
kuaförler, elbiseler de alıyorsun. Elbiseler! Dünyada başka kim tasarımcı­
ların elinden çıkmış kıyafetleri bedavaya alıp her gün başka başka giyip
geziyor? Ve sen Runway’de çalışıyorsun, anlamıyor musun? Bir milyon
kız kendini öldürebilir bu iş için.”
Anlamıştım. Lily’nin, onu tanıdığım dokuz yıldan beri ilk kez beni
anlamadığını anlamıştım. Bütün öteki arkadaşlarım gibi o da, son haftalar­
da başımdan geçen çılgın hikâyelere bayılmıştı (dedikodu ve sahte ışıklar)
ama her bir günümün ne kadar zor geçtiğini anlamıyordu. Bütün o elbise­
ler ve diğerlerini niye giymek zorunda olduğumu, dünyadaki hiçbir kıya­
fetin bu işi çekmeye deymeyeceğini anlayamıyordu. Oysa tam da en iyi ar­
kadaşımın beni anlaması gereken bir zamandı bu. Gerçekten, ciddi olarak
anlamak zorunda olduğunu düşünüyordum. Bana sadece, “Evet!” demesi
gerekiyordu o sıra. Biriyle olup biten şeylerin gerçek yüzünü paylaşmak
zorundaydım. Tam gerçek bir müttefikin tanımını yapmak üzere heyecan­
la ağzımı açmıştım ki telefonum çaldı.
Allah kahretsin! Onu duvara fırlatmak ve arayan kimse, def olup ce­
henneme gitmesini söylemek geldi içimden. Ama içimde bunun Jonathan
olabileceğine ve bilgi verebileceğine dair de küçük bir umut vardı. Lily gü­
lümseyerek keyfîmce konuşmamı söyledi. Başımı salladım ve telefonu aç­
tım.
“Andrea mı?” dedi bir erkek sesi.
“Evet, Jonathan mı?” dedim ben de.
“Ta kendisi. Biraz önce evi aradım ve mesajını aldım. Şu anda Pa­
ris’ten geri uçuyorum, Atlantik’in üzerinde bir yerlerden arıyorum seni.
Sesin o kadar endişeli geliyordu ki aramadan edemedim.”

119
Lauren Weisberger

“Çok teşekkür ederim, gerçekten de çok makbule geçti. Evet biraz


endişeliyim, çünkü bu sabah Miranda’dan bir mesaj aldım ve paketi henüz
almamış görünüyordu. Sen onu Paris’te şoförüne verdin değil mi?”
“Tabi ki verdim. Bilirsin, benim işimde pek soru sorulmaz. Sadece
söyledikleri yere uçanın ve herkesi oraya tek parça halinde ulaştırmaya ba-
kanm. Ama tek bir paketle okyanus aşın uçtuğum da çok nadirdir. Herhal­
de çok önemli bir şeydir diye düşündüm, belki nakledilecek bir organ ve­
ya çok önemli belgelerdir diye. O yüzden de, evet, pakete gerçekten çok
özen gösterdim ve bana söylendiği gibi şoföre teslim ettim. Sorun yok.”
Teşekkür edip telefonu kapattım. Ritz’in danışması H any’yi alıp ote­
le getirsin diye, Bay Tomlinson’un uçağını karşılamaya alana bir araba
yollamıştı. Her şey yolunda gitmiş olsa oranın yerel saatiyle yedide kitap-
Iann Miranda’nın eline ulaşmış olması gerekiyordu ve şimdi orada öğle­
den sonra olduğuna göre, nerede sorun çıkmış olabileceğini anlayamıyor-
dum. Başka şansım yoktu, danışmayı aramam gerekiyordu ama benim te­
lefonum halen uluslararası görüşmeye kapalıydı. Bunu yapabileceğim bir
telefon bulmam gerekiyordu.
Buz gibi olmuş gözlemelerle dolu tabağımı alıp yine mutfağa gittim
ve hepsini çöpe attım. Lily yine kanepeye uzanmış, hafifçe uyukluyordu.
Onu kucaklayıp vedalaştım, sonra arayacağımı söyledim ve şirkete gitmek
için bir taksi bulmak üzere kapıya yöneldim.
“E bugünümüze ne olacak?” diye sızlandı. “The American President’ı
seyredeceğiz. Şimdi gidemezsin, hafta sonumuz daha bitmedi ki.”
“Biliyorum Lil, çok özür dilerim. Bu işi şimdi halletmem lazım. Bu­
rada kalmak kadar çok istediğim bir şey daha yok ama boynumdaki yula­
rı iyice kısmış durumda şu anda. Seni sonra ararım?”
Elbette şirket çöl gibi ıssızdı, herkes yatınm bankacısı sevgilisiyle
Pastis’te kahvaltı keyfi yapmakla meşguldü. Karanlıkta kendi bölümüme

120
■Şeytan Marka Giyer

oturdum, derin bir nefes aldım ve telefonu çevirdim. Çok şükür Ritz danış­
mada en sevdiğim kişi olan Mösyö Renaud yerindeydi.
“Andrea canım, nasılsın? Miranda ve ikizleri böyle kısa zamanda
tekrar aramızda görmekten çok mutluyuz,” diye palavra sıktı. Emily Mi-
randa’nın Ritz’de çok sık kaldığını, o yüzden de bütün otel personelinin
onu ve kızlan ismen tanıdığını anlatmıştı.
“Evet, Mösyö Renaud, biliyorum, o da sadece orada mutlu oluyor,”
diye ben de palavra sıktım. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Miranda da­
ima bir kusur buluyordu yaptıklannda. Mösyö Renaud da hem onu mutlu
edeceğim diye uğraşmaktan hem de onu ne kadar çok sevdiğine ilişkin pa­
lavralar atmaktan vazgeçmiyordu. “Acaba Miranda’nın uçağına yolladığı­
nız araba otele döndü mü?”
“A tabi canım. Saatler önce döndü. Daha sekiz olmamıştı hatta dön­
düğünde. Ekipteki en iyi şoförü yolladım,” dedi gururla.
“Bakın bir tuhaflık var, çünkü Miranda’dan paketin eline geçmediği­
ne dair bir mesaj aldım ama buradaki şoförle konuştum, havaalanına götü­
rüp pilota teslim ettiğine yemin ediyor, pilot da paketi Paris’e uçurduğuna
ve sizin şoföre verdiğine yemin ediyor, e şimdi de siz şoförünüzün otele
geldiğini söylüyorsunuz. Peki nasıl oluyor da Miranda paketi alamıyor?”
“Galiba en iyisi bizzat hanımefendinin kendisine sormak,” dedi sah­
te bir mutlulukla. “Neden sizi ona aktarmıyorum?”
Bu noktaya gelmemeyi, onunla konuşmak zorunda kalmadan bu işi
çözebilmeyi ne kadar da çok istemiştim. Şimdi paketi asla almadığını söy­
lerse ben ne diyecektim? Ona dairesindeki masanın üzerine bakmasını mı
önermeliydim, muhtemelen saatlerdir orada duruyordu? Ya da aynı işlem­
leri, jeti filan yeniden ayarlayıp iki tane daha mı alıp yollamalıydım? Ve­
ya belki de gelecek sefere kitaplar okyanus aşın yolculuk ederken, onları
koruması için bir de gizli ajan ayarlamak ve başlarına hiçbir aksiliğin ge­

121
Lauren Weisberger

lemeyeceğinden emin olmak en iyisi olurdu. Düşünmem gerekiyordu bu


konuda.
‘Tabi Mösyö Renaud. Yardımlarınız için teşekkür ederim.”
Birkaç klik sesinden sonra dahili telefon çalmaya başladı. Gerilim
yüzünden aşın derecede terliyordum, ıslak avuçlanmı süet pantolonuma
kumladım ve onun ofisinde süet pantolon giydiğimi görürse Miranda’nın
ne diyeceğini düşünmemeye çalıştım.
Kendi kendime, “Sakin ol, kendine güven,” diye telkinde bulunup
koçluk yapıyordum. Telefonda senin bağırsaklarını sökemez.
Derinlerden, “Evet,” diye bir ses duydum ve daldığım düşüncelerden
uyandım. Bu, sadece on yaşında olmasına rağmen annesinin kaba telefon
tarzını aynen benimsemiş olan Caroline’dı. Cassidy en azından telefonu
açınca, “Merhaba,” diyecek kadar kibardı.
“Selam tadım,” diye mırıldandım bir çocuğa yalakalık yaptığım için
kendimden nefret ederek. “Ben Andrea, dergiden, annen orada mı?”
“Benim annemi mi kastediyorsun?” diye tekrarladı, ben Amerikan
aksam kullandığım zaman bunu muüaka yapıyordu. ‘Tabi, çağırayım.”
Bir ya da iki saniye sonra Miranda hattaydı.
“Evet Ahn-dre-ah? Umarım önemli bir şeydir. Kızlarımla geçirdiğim
zaman bölününce nasıl hissettiğimi biliyorsun,” dedi o soğuk ve tuhaf tar­
zıyla. "Kızlarımla geçirdiğim zaman bölününce nasıl hissettiğimi biliyor­
sun" muş, çığlık atmak geliyordu içimden. Sen bana boktan bir şaka mı ya­
pıyorsun, bayan? Seni kendi keyfim için mi arıyorum sanıyorsun? Senin
lanet sesini duymadan tek bir hafta sonu bile geçiremediğimi mi zannedi­
yorsun? Benim kızlarla geçireceğim zamana ne oldu peki? Bir an öfkeden
patlayacağımı düşündüm ama sonra yeniden derin bir nefes alıp sakinleş­
meyi başardım.
“Miranda kötü bir zamansa özür dilerim ama Harry Potter kitapları­
nı aldığından emin olabilmek için aradım. Mesajında henüz eline geçme­
diklerini söylüyordun ama herkesle konuştum ve...”

122
Şeytan Marka Giyer

Lafımı yanda kesip, tane tane ve kendinden emin bir biçimde konuş­
tu. “Ahn-dre-ah. Gerçekten beni daha dikkatli dinlemelisin. Ben böyle bir
şey söylemedim. Paketi sabah erkenden aldık. Hatta öyle erken ki bu aptal
şeyler yüzünden uykumuzdan kaldınlmış olduk.”
Duyduklanma inanamıyordum. Mesajı ben rüyamda görmüş olamaz­
dım, değil mi? Alzheimer’ın başlangıç evresi için bile çok genç sayılırdım
henüz, değil mi?
“Ben, kitaptan benim istemiş olduğum gibi iki tane almadığımızı söy­
ledim. Pakette sadece bir tane vardı ve eminim kızların bu yüzden ne kadar
büyük bir hayal kınklığına uğramış olduklarını tahmin edersin. Benim iste­
miş olduğum gibi her birinin birer tane kitabı olmasını bekliyorlardı. Bana
emirlerimin neden yerine getirilmediğini açıklamanı bekliyorum.”
Bu olamazdı. Hayır böyle bir şey olamazdı. Asıl şimdi rüyadaydım.
Akıl ve mantığın bulunmadığı başka bir gezegendeydim. Durumun saçma­
lığını algılamakta bile güçlük çekiyordum.
“Miranda iki tane istediğini hatırlıyorum ve ben de iki tane ısmarla­
dım,” diye kekeledim, bir yandan da yaltaklanıyorum, diye kendimden nef­
ret ediyordum yine. “Scholastic’teki kızla konuştum ve sana iki tane ge­
rektiğini onun da anladığından eminim, bu yüzden de ne olduğunu...”
“Ahn-dre-ah, mazeretler hakkında ne düşündüğümü biliyorsun. Şu
anda da seninkileri duymakla hiç mi hiç ilgilenmiyorum. Tek beklediğim
bir daha asla böyle bir şeyin olmaması, anlaşıldı mı? Hepsi bu kadar.” Te­
lefonu kapattı.
Belki tam beş dakika boyunca, kapatılan telefondan gelen düdük se­
sini dinleyerek orada öylece kalakaldım. Kafamda bir sürü soru uçuşuyor­
du. Onu öldürebilir miydim? Yakayı ele verme olasılığını düşündüm. Oto­
matik olarak benden mi bilirlerdi bunu? Elbette hayır, herkesin, özellikle
de tüm Runvvay camiasının cinayet işlemek için nedeni vardı. Onun uzun
bir süre, ağır ağır, acı çekerek can çekişmesini izlemeye duygusal olarak

123
Lauren Weisberger

dayanabilir miydim? Evet, bu onun kaba ve kötü varlığının yok oluşunun


en hoş kısmı olmaz mıydı?
Yavaşça telefonu kapadım. Gerçekten de onun mesajını dinlerken
duyduklarımı yanlış anlamış olabilir miydim? Telefonumu kapıp mesajı
yeniden dinledim. "Ahn-dre-ah. Ben Mir-ahnda. Şu anda pazar sabah sa­
at dokuz Pah-ris'te ve kızlar hâlâ kitaplarını almış değiller. Beni Ritz’den
ara ve kısa zamanda burada olacaklarını bildir. Hepsi bu kadar." Aslında
hiçbir şey tam olarak yanlış sayılmazdı. îki tane yerine bir tane almış ola­
bilirdi ama kasten benim korkunç, kariyerimi bitirici bir hata yapmış oldu­
ğumu düşünmemi istemişti. Aradığında burada saatin sabahın üçü olması
ve bunun benim aylardır en güzel hafta sonum olması da onu hiç ilgilen-
dimıemişti. Beni biraz daha çıldırtmak, biraz daha zora koşmak için ara­
mıştı. Ona karşı koymaya cesaret edeyim diye aramıştı. Ondan biraz daha
fazla nefret edeyim diye aramıştı.

124
Şeytan Marka Giyer

Lily’nin yeni yıl partisi güzel ve kendi halinde bir paıti oldu. Kendi
evinde, sadece kâğıt bardaklarda şampanya sunulan, sade bir parti düzen­
lemişti. Üniversiteden bir avuç insanla, onların yanlarında sürüklemeye
başardığı birkaç kişi daha vardı. Ben bu tür özel günlerde pek eğlenmem.
“Amatör Gece” lafını ilk kim söylemişti tam hatırlamıyorum ama (galiba
I lugh Hefner’di) ben de yılın diğer 364 günü dışarı çıkmayı tercih eder­
dim. Bütün o zoraki içki içmeler, kutlamalar illa da eğlenileceği anlamına
gelmiyor. Bu yüzden Lily de böyle küçük, sade bir parti vererek hepimizi
ııdam başı ISO dolar ödeyip çeşitli kulüplere gitmekten veya daha da kötü­
sü, zemheri soğuğunda Times Meydam’nda dikilmek gibi korkunç bir fi­
kirden kurtarmıştı. Hepimiz de birer şişe normal içki getirmiştik gelirken.
I .ily bir de takma burunlar, parlak taçlar filan dağıttı herkese. Güzelce ka-

125
Lauren Weisberger

falan bulduk ve onun Harlem’e bakan damında yeni yılın gelişi şerefine
kadeh kaldırdık. Aslında hepimiz biraz sarhoştuk ama Lily herkes gittiğin­
de iyice dağılmış, iki kez çıkarmıştı, o yüzden onu evde yalnız bırakmak
istemedim ve Alex’le birlikte ona bir çanta hazırlayıp, taksiye sürükledik.
Hepimiz bende kaldık, Lily oturma odasındaki kanepede uyudu, sabah da
hep birlikte dışanda enfes bir kahvaltı yaptık.
Bütün bu tatil işlerinin bitmiş olmasından memnundum. Tekrar haya­
tıma dönüp işime başlamam, gerçekten başlamam gerekiyordu. Bana on
yıl geçmiş gibi gelse de aslında teknik olarak yeni başlıyor sayılırdım. Mi­
randa ile her gün bir arada çalışınca işlerin daha olumlu gelişeceğini um u­
yordum. Telefonda herkes soğuk kalpli bir canavar olabilirdi, özellikle de
sürekli tatildeyse ve işten bu kadar uzak kalmışsa. Ama ilk ayın tüm sıkın-
tılannın geride kalacağına inanıyordum ve neler olacağını görmek için sa­
bırsızlanıyordum.
Ocağın 3’üydü, saat onu biraz geçiyordu ve ben işte olmaktan ger­
çekten mutluydum. Mutlu! Emily Los Angeles’teki yeni yıl partisinde ta­
nıştığı bir adamı anlatıyordu coşkuyla. Adam süper sıcak, yükselmekte
olan bir şarkıcıydı ve birkaç hafta içinde New York’a onu görmeye gele­
ceğine söz vermişti. Bense koridorda yere oturmuş olan güzellik editörü
ile sohbet ediyordum. Vassar’dan mezun olmuş, gerçekten hoş bir adamdı
ve ailesi (seçmiş olduğu okula ve bir moda dergisinde güzellik editörü ola­
rak çalışıyor olmasına rağmen) hâlâ onun erkeklerle yattığını bilmiyordu.
“Ah hadi gel benimle lütfen? Çok eğleneceğiz, söz veriyorum. Seni
gerçekten seksi bilileriyle tanıştıracağım, göreceksin. Bazı muhteşem nor­
mal arkadaşlarım da var. Üstelik bu Marshall’ın partisi, şahane olacak,”
diyerek yerinden kalkmış, masama eğilmiş mırıldanıyordu, bense e-posta-
lanmı kontrol ediyordum. Emily kendi tarafında mutlu bir biçimde konuş­
maya devam ediyor, uzun saçlı şarkıcısıyla olan randevusunun ayrıntılarını
anlatıyordu.

126
Şeytan Marka Giyer

“Gelirdim, biliyorsun ki gelirdim ama erkek arkadaşımla ta Noel’den


önce program yapmıştık,” dedim. “Haftalardır baş başa güzel bir akşam ye­
meğine çıkmayı hayal ediyoruz ve geçen sefer ben iptal etmiştim.”
“Onunla sonra çık! Hadi, her gün medeni dünyanın en yetenekli, bi­
ricik renk sanatçısıyla tanışma şansın olmuyor değil mi? Üstelik bir sürü
de ünlü de gelecek ve herkes muhteşem görünüyor olacak ve eminim bu
haftanın en parlak partisi de bu olacak. Hayır için Harrison and Shriftman
düzenliyor partiyi, bunu kaçıramazsın. Hadi evet de.” Gözlerini yavru bir
köpek gibi şaşılaştırmış bana bakıyordu. Gülmek zorunda kaldım.
“James, gerçekten, gerçekten gelmek isterdim, Plaza’ya da hayatım­
da hiç gitmemiştim. Ama planı bozamam inan bana. Alex evinin yakının­
daki küçük İtalyan lokantasında rezervasyon yaptırdı bile ve bu programı
değiştirmem imkânsız.” İptal edemeyeceğimi biliyordum, zaten gitmek de
istemiyordum. Geceyi Alex’le geçirmek ve yeni okul sonrası programıyla
ilgili gelişmeleri öğrenmek istiyordum, ama yine de partiyle bunun aynı
gecede çakışmasına üzülmüştüm. Bir haftadır bütün gazeteler bu partiyi
yazıyordu. Bütün Manhattan kendinden geçmiş, sıra dışı bir saç renklendi-
ricisi olan Marshall Madden’ın yeni yıl sonrası partisinde onunla birlikte
uçmak için bekliyordu. Bu yıl daha öncekilerden de büyük olacağı söyle­
niyordu çünkü Marshall, Beni renklendir Marshall diye yeni bir kitap yaz­
mıştı. Ama böyle bir partiye gitmek için eıkek arkadaşımı ekemezdim.
‘İy i, peki ama sakın bana seni hiçbir yere götürmediğimi söyleme.
Ve sakın gazetenin Altıncı Sayfası’nda Mariah’yla veya J-Lo’yla resmimi
görüp de ağlayarak bana gelme. Sakın,” dedi ve uzaklaştı, öfkesi yan şa­
ka, yan ciddiydi.
Yeni yıldan sonraki hafta kolay geçmişti. Hâlâ gelen hediyeleri açıp
listelemekle uğraşıyorduk ama göndereceklerimiz bitmişti ve herkes hâlâ
bir yerlerde tatilde olduğundan telefonlar da pek çalmıyordu. Miranda haf-
la sonu Paris’ten dönüyordu ama pazartesiye kadar ofise gelmeyecekti.

127
Lauren Weisberger

Emily aıtık onunla başa çıkabileceğime inanıp rahatlamıştı, dolayısıyla ben


de. Her şeyin üstünden geçmiştik ve neredeyse bir bloknot dolusu not tut­
muştum. Hepsini aklımda tutmayı ümit ederek birkaç kez okumuştum.
Kahve: sadece Starbuck, büyük fincanda sütlü, iki kahverengi şeker, iki
peçete, bir karıştırıcı. Kahvaltı: Mangia’dan gelecek, telefonu 555-3948,
bir parça yumuşak Danimarka peyniri, dört dilim domuz pastırması, iki
parça sosis. Gazeteler: lobideki bayiden alınacak, New York Times, Daily
News, New York Post, The Financial Times, The Washington Post, USA To­
day, The Wall Street Journal, Women’s Wear Daily ve çarşamba günleri de
The New York Observer. Haftalık dergiler: Pazartesi çıkanlar, Time, News-
week, U.S. News, The New Yorker (!), Time Out New York, New York, The
Economist. Ve böylece uzayıp giden bir liste. En sevdiği çiçekler, en nef­
ret ettiği çiçekler, doktorlarının isimleri, adresleri ve ev telefonları, kullan­
dığı temizlik ve ev bakım şiıketleri, yeğlediği restoranlar, içmeyi tercih et­
tiği şişe suyu, iç çamaşırından kayak botlarına kadar giyip çıkardığı ne var­
sa hepsinin ölçüleri. Ayrıca konuşmak istediği kişilerin (daima) ve konuş­
mak istemediği kişilerin (asla) de listelerini çıkarmıştım. Emily birlikte ça­
lıştığımız haftalar boyunca ne anlattıysa yazmıştım ve bitirdiğimizde Mi­
randa Priestly hakkında bilmediğim hiçbir şey kalmadığını hissettim. El­
bette, gerçekten de onu neden, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyler hakkın­
da tam bir defter doldurmama neden olacak kadar önemli biri yaptığı dı­
şında. Neden benim bunları önemsemem gerekiyordu?
“Evet, harikaydı.’’ Emily bu arada telefonun kordonunu işaret parma­
ğına doladıkça doluyordu. “Sanırım hayatımda yaşadığım en romantik haf­
ta sonuydu.”
Ping! Alexander Fineman'dan yeni bir e-postanız var! Açmak için
burayı tıklayın. Aaa, bu da iyi doğrusu. Aslında Elias-Clark’da mesaj gel­
diği an uyan yapan bir sistem vardı ama nedense ben hâlâ sonradan uyan
mesajı alıyordum mesaj geldiğine dair.

128
Şeytan Marka Giyer

Hey bebeğim, günün nasıl geçiyor? Burada işler Felaket durumda.


Hatırlarsan sana Jeremiah'mn bütün küçük kızları evden getirdiği bir
kutu açacağıyla tehdit ettiğini anlatmıştım. Anlaşılan niyeti ciddiymiş,
bugün okula bir tane daha getirmiş ve kızlardan birinin kolunu d o ğ­
ramış ve ona orospu demiş. Çok derin bir kesik değil am a görevli ö ğ ­
retmen bu fikre nereden kapıldığını sorunca da annesinin erkek a r­
kadaşının da aynı şeyi annesine yaptığını anlatmış. Daha altı yaşın­
da. Andy buna inanabiliyor musun? Neyse, müdür bu gece fakülte­
de bir acil durum toplantısı düzenledi, bu yüzden maalesef yemek işi
yattı. Çok özür dilerim. Am a bu işe bir tepki verdikleri için mutlu ol­
duğumu da söylemem gerek, üstelik beklediğimden de iyi bu. A n lı­
yorsun değil mi? Lütfen çok kızma. Sonra arayacağım ve söz veriyo­
rum bunu telafi edeceğim. Sevgiler. A.

Lütfen çok kızma, ha? Umanm anlarsın, demek? Dördüncü sınıftaki


çocuklardan biri başka birini doğruyor ve o da bu yüzden akşam yemeği­
mizi iptal etmesine anlayış göstermemi istiyor? Ben işe başladığım ilk
hafta ortalıkta bir limoyla dolaşmaktan ve hediye paketlemekten bezdiğim
için iptal etmiştim yemek randevumuzu. Ağlamak istiyordum, onu arayıp
elbette sorun değil demek istiyordum, bu çocuklara sahip çıkmasıyla, işi­
ne öncelik vermesiyle gurur duyuyordum. Yanıtla tuşuna tıklayıp, tam ce­
vap yazmaya başlamıştım ki adımın söylendiğini duydum.
“Andrea! Yolda. On dakika sonra burada olacak,” diye normalden
yüksek bir sesle anlatıyordu Emily, kendisini sakinleştirmeye çalıştığı
açıkça görülebiliyordu.
“Pardon, özür dilerim, anlamadım ne...”
“Miranda birazdan buraya geliyor. Hazırlık yapmalıyız.”
“Buraya mı geliyor? Ama ben cumartesiden önce ülkeye bile gelmi­
yor sanıyordum...”

129 F:9
Lauren VVeisberger

“Eh, belli ki fikrini değiştirmiş. Hadi kalk! Aşağı inip gazetelerini al


ve masasının üstüne sana söylediğim gibi diz. O bitince masasının tozunu
al ve sol elinin hizasına gelecek biçimde buz ve bir dilim limonla birlikte
bir şişe Pellegrino koy. Ve banyosunda da eksik bir şey olmadığından emin
ol, tamam mı? Hadi git! Şu an arabada, trafik açıksa on dakikadan bile ön­
ce gelebilir.”
Koşarak ofisten fırladım, arkamdan Emily telefona sarılmış dahili
hatlan arayıp haykırarak yangın alarmı veriyordu. “Yolda, geliyor, helke­
se söyle!” Koridorun sonuna gelmem ve bu arada moda bölümünü geç­
mem sadece üç saniye sürmüştü ama krizin sonucu olan panik dolu çığlık­
ları duyabilmişim, “Emily yolda olduğunu söyledi”, “Miranda geliyor­
muş!” ve özellikle insanın kanını donduracak bir çığlık, “Geri dönmüüii-
üüüüüüüüşşşş!" Asistanlar oraya buraya atılmış kıyafederi toparlıyor, edi­
törler koşarak ofislerine gidiyordu. Biri alçak topuklu ayakkabılarını çıkar­
mış, on santimlik hançer topuk olanları giyiyordu, başka biri ruj sürüyor,
biri kirpiklerini kıvırıyor, biri de sutyenini düzeltiyordu. Yayıncı erkekler
tuvaletinden çıkarken, kapı aralığından içeri bir göz attım ve içeride Ja-
mes’in cinnet geçiriyormuş gibi siyah kazağım giymeye çalıştığını gör­
düm, ağzına burnuna kazağın tüyleri dolmuştu. Bu kadar çabuk nasıl duy­
duğunu anlayamamıştım doğrusu, acaba bu tür krizleri duyurmak için er­
kekler tuvaletine özel bîr ses sistemi mi kurmuşlardı?
Gözümün önüne serilen bu cümbüşü izlemeye can atıyordum ama
onun aktif asistanı olarak Miranda ile ilk karşılaşmama hazırlanabilmek
için on dakikadan daha az zamanım vardı ve bunu berbat etmek istemiyor­
dum. O ana kadar sahiden koşuyormuş gibi görünmemeye çalışmıştım
ama herkesin nasıl aklı başından gitmiş bir halde sağa sola saldırdığına ta­
nık olunca, ben de bir kısa mesafe koşucusuna dönüştüm.

130
Şeytan Marka Giyer

“Andrea! Miranda’nın yolda olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye


bağırdı resepsiyon görevlisi Sophy, ben önünden uçarak geçerken.
“Evet biliyorum, ama sen nereden biliyorsun?”
“Şeker şey, ben her şeyi bilirim. Sanırım şu an kıçına neft yağı sür­
men gerekiyor. Kesin olan tek bir şey var, o da, Miranda Priestly’in bekle-
(ilmeye tahammülü olmadığı.”
Asansöre atlarken bağırarak teşekkür ettim. “Üç dakika sonra gaze­
teleri alıp dönmüş olacağım!”
Asansördeki iki kadın da yüzüme iğrenmiş gibi bakıyorlardı, nedeni­
ni düşününce bağırarak konuştuğumu fark ettim.
Nefesimi düzenlemeye çalışarak, “Özür dilerim,” dedim. “Az önce ge­
nel yayın yönetmenimizin buraya gelmek üzere olduğunu öğrendik, bunu
İHîklemiyorduk, o yüzden herkes biraz gergin şu an.” Ne diye bu insanla­
rıı açıklama yapıyordum ki?
“Aman Tanrım, demek sen Miranda ile çalışıyorsun! Dur tahmin
i'dcyim. Miranda’nın yeni asistanısın? Andrea, değil mi?” dedi uzun ba­
nıldı ve esmer olanı, bu arada da sanki onlarca dişi olan bir pirana gibi sı­
mıyordu. Öteki de anında ışıldamaya başlamıştı.
“Hu, evet, Andrea,” dedim sanki ismimin bu olduğundan pek de emin
değilmişim gibi. “Ve evet, Miranda’nın yeni asistanıyım.”
O esnada asansör durmuş ve açılan kapıların ardından beyaz soğuk
ıncnner lobi görünmüştü. Daha kapılar tam açılmadan, kadınlardan önce
Cırladım, arkamdan birinin, “Çok şanslı bir kızsın Andrea. Miranda muh­
teşem bir kadındır ve senin işin için bir milyon kız canını verebilir,” diye
«eşlendiğini duydum.
Asık suratlı bir gnıp avukata çarpmamaya çalışarak koştum ve nere­
deyse uçarak lobinin köşesindeki gazeteciye ulaştım. Burayı ufak tefek,
Kuveytli, Ahmed adında bir adam işletiyordu. Pırıl pınl, pürüzsüz bir pa­

131
Lauren Weisberger

noda gazete ve dergilerin isimleri yazıyordu, büfenin bankosunda da dik­


kat çekecek kadar seyrek bir biçimde çoğu diyet şekerlemeler ve içecekler
diziliydi. Emily Noel’den önceki eğitim dönemimde Ahmed’le beni tanış­
tırmıştı ve şu anda da liste konusunda onun yardımcı olacağını umuyor­
dum.
“Dur bakalım!” diye bağırdı ben standlardan gazeteleri çekiştirmeye
başlarken, “Sen Miranda’nın yeni kızısın değil mi? Buraya gel.”
Olduğum yerde fırdöndü gibi dönünce Ahmed’in tezgâhın altına eği­
lip bir tomar gazete çıkardığını gördüm. Bu hareket onu biraz zorlar gibiy­
di, yüzü kıpkırmızı olmuştu baş aşağı durmaktan. “İşte!” diye yeniden ba­
ğırdı ve iki bacağı da sakat bir ihtiyarmışçasına inleyerek doğruldu yerin­
de. “Senin için. Bir daha da benim gazetelerimi altüst etme, ben sana her
gün hazırlarım böyle. Belki böylece ben de kovulmamış olurum hem.”
Göz kırptı.
“Ahmed çok teşekkür ederim sana. Bunun bana ne kadar faydası ol­
du, bilemezsin. Sence dergileri de almalı mıyım şimdi?”
“Kesinlikle almalısın. Bugün çarşamba ve hepsi de pazartesi geldi.
Patronun böyle bir şeyden hiç hoşlanmaz,” dedi bilgiç bir tavırla ve yeni­
den tezgâhın altına eğilip bir kucak dolusu dergi çıkardı, hızla bir göz at­
tım, doğruydu, hepsi de listemdeki dergilerdi, ne eksik, ne fazla.
Kimlik kartım, kimlik kartım, neredeydi bu Allah’ın cezası kimlik
kartı? Kolalı bluzumun ceplerini karıştırırken, Emily’nin Miranda’nın be­
yaz Herm&s fularlarından birinden uydurduğu ipek kordon geldi elime. “0
buralardayken asla kartı gerçekten takma tabi ki,” demişti. “Ama olur da
çıkartmayı unutursan filan, hiç olmazsa plastik bir zincire takılı olmasın.”
Son kelimeleri yine tükürür gibi söylemişti.
“îşte kartım Ahmed. Yardımın için çok teşekkür ederim, ama şimdi
çok çok acelem var. Gelmek üzere.”

132
Şeytan Marka Giyer

Kartımı makineden geçirip ipek kordonumu sanki Havai’deki çiçek


kolyelerden biriymiş gibi uzattı bana. “Hadi, koş koş!”
Kartımı kapıp koşmaya başladım, güvenlik turnikelerinden yeniden
geçeceğim için kartı elimde tutuyordum, Elias-Clark asansörlerinin oldu­
ğu bölüme geçebilmenin başka yolu yoktu. Kartı geçirdim, hiçbir şey ol­
madı. Bir daha geçirdim, daha kuvvetli bastırarak. Yine sonuç yoktu.
"Some boys kiss me, some boys hug me, Ithink they're okay-ay.”n İri
ve terli güvenlik görevlisi Eduardo, güvenlik masasının arkasında yüksek
sesle şarkı söylemeye başlamıştı. Pislik. Onun sırıtışını görmeden de, ge­
çen haftalar boyunca her gün yapmış olduğu gibi, bir oyun oynadığını bi­
liyordum. Anlaşılan, sevdiği besteleri bana sunmaktan ve ben de ona uy­
gun biçimde cevap vermedikçe beni turnikelerin başında bekletmekten as­
la vazgeçmeyecekti. Dün, I ’m Too Sexy’yi söylemişti, ben de o I ’m too
sexy fo r Milan, too sexyfor Milan, New York and Japanr“) derken lobide­
ki hayali ırmağı geçer gibi yapmıştım. İyi bir anımda olduğum zaman ko­
mik gelebiliyordu. Hatta bazen gülüyordum bile. Ama bu Miranda ile kar­
şılaşacağım ilk günümdü ve onun gazetelerini götürmekte geç kalamaz­
dım, yapamazdım böyle bir şey. Her iki yanımdan diğer insanlar turnike­
lerden rahat rahat geçip giderken, bana böyle bir şey yaptığı için ondan
nefret ettim.
“Ifthey don’t give meproper credit, Ijust walk away-ay,”r" ‘ diye m ı­
rıldandım, Madonna gibi söylemeye çalışmıştım.
Kaşlarını kaldırdı. “Hani sanat aşkı, hani şevk arkadaşım?”
Onun sesini bir kez daha duyarsam şiddete başvuracağımı düşündü­
ğüm için elimdeki gazete ve dergi yığınını turnikenin kenanna bırakıp kol-

(*) Bazı oğlanlar beni öper, bazıları kucaklar, sanırım bunda bir salanca yok.
(**) Çok seksiyim. Milano için çok seksiyim. Milano, New York ve Japonya için çok seksiyim.
I***) Eğer beni doğru değerlendirmezlerse çeker giderim.

133
Lauren Weisberger

lanmı havaya savurdum ve kalçamı sola doğm kıvırdım. Dudaklarımı da


dramatik bir havayla büzmüştüm. “A material! A material! A material! A
material!... WORLD.’’r>Gıdaklar gibi gülüp, ellerini çırptı ve nihayet geç­
meme izin verdi.
Seni maymun etmesinin hangi zamanlarda uygun olabileceği konusu­
nu Eduardo ile konuş, diye aklımın bir köşesine yazdım. Bir kez daha
asansörlere saldırdım ve kibarlık gösterip, ben bir şey söylemeden kapıyı
açan Sophy’nin önünden yıldırım gibi geçtim. O arada küçük mutfak böl­
melerinden birinde durmayı ve mikrodalganın üstündeki küçük dolapta
Miranda için bulundurduğumuz özel Baccarat kristallerinden birinin içine
buz koyup yanıma almayı da unutmadım. Bir elimde cam, bir elimde ga­
zeteler uçarak köşeyi döndüm ve doğruca manikür sapığı Jessica’ya tosla­
dım. Korkmuş ve panik içinde görünüyordu.
“Andrea, Miranda’nın gelmek üzere olduğundan haberin var mı?” di­
yerek, beni tepeden tırnağa süzdü.
“Tabi ki var. Gazetelerini ve suyunu getirdim, şimdi müsaade eder­
sen hemen onun ofisine gitmem gerekiyor...”
“Andrea! Ayakkabılarım değiştirmeyi unutma!” diye bağırdı arkam­
dan, bu arada elimdeki kaptan bir buz fırlayıp sanat bölümüne doğru uç­
muştu.
Zınk diye durup ayaklanma baktım. Ayağımda lastik altı, rahat yü­
rüyüş ayakkabılan vardı. Miranda yokken giyim kuşam olayı biraz rahat­
lıyordu (yazılı olmayan kurallardan biri) ve herkes Miranda varken asla
ama asla giymeyeceğine yemin ettiği, tuhaf şeyler giyiyordu. Benim par­
lak kırmızı spor ayakkabılanm ise durumun en çarpıcı örneğini oluştur­
maktaydı.

(*) Maddi, maddi, maddi, maddi... DÜNYA.

134
Şeytan Marka Giyer

Ofise döndüğümde ter basmıştı. “Bütün gazeteleri ve her ihtimale


karşı bütün dergileri aldım. Tek sorun, sanırım bu ayakkabılar, bunlan gi-
yemem herhalde değil mi?”
Emily kafasındaki kulaklığı çıkarıp masasının üzerine fırlattı. “Hayır,
kesinlikle giyemezsin tabi ki.” Telefonu kapıp dahili bir numara aradı ve
“Jeffy çabuk bana bir çift Jimmy’s getir, numarası...” Ardından bana bak­
tı dönüp.
“Dokuz buçuk,” dedim dolaptan bir şişe Pellegrino çıkarıp bardağa
koyarken.
“Dokuz buçuk. Hayır, hemen. Hayır Jeff, çok ciddiyim. Hemen şim­
di. Andrea’nın ayağında yürüyüş ayakkabıları var ve hem de Tann aşkına
kırmızı. Ve o da bir dakikaya kadar burada olacak, anladın mı? Tamam,
sağ ol.”
O arada faik ettim ki, benim aşağıda geçirdiğim dört dakika içinde
Emily kot pantolonunun yerine siyah deri bir pantolon giymeyi ve kendi
yürüyüş ayakkabılarını da arkası açık hançer topuklularla değiştirmeyi ba­
şarmış. Ayrıca bütün ofisi toparlayıp masalarımızın üzerindekileri çekme­
celere, henüz açılmamış ve Miranda’nm evine gönderilmemiş hediye pa­
ketlerini de dolaplara tıkıştırmıştı. Şu anda da rujunun üzerine parlatıcı sü­
rüyordu ve acele etmem için beni sıkıştırıyordu.
Gazetelere bir göz atıp, çabucak odasındaki ışıklı masanın üzerine
dizdim. Emily’nin dediğine göre saatlerce altından ışık yanan bu masanın
başında ayakta durup, fotoğraf bölümünden gelen filmleri incelermiş. Ama
öte yandan, gazetelerinin de bu masanın üzerine dizilmiş olmasını ister­
miş. Yasa defterimi açıp, sıralamanın nasıl olması gerektiğine bir daha
baktım. Önce New York Times, arkasında Wall Street Journal, sonra da
Washington Post olması gerekiyordu ve düzenlemenin tarif edildiği liste,
kafamı iyice karıştırarak daha da uzayıp gidiyordu. Her bir gazete, bir alt-
takinin üzerine yelpaze biçiminde yerleştirilmeliydi. Sadece Women’s Wear

135
Lauren Weisberger

Daily bunların dışında kalıyordu, çünkü onu masasının tam ortasına yer­
leştirilmiş olarak bulmak istiyordu.
“Geldi! Andrea, çabuk yerine geç! Yukarı çıkıyor,” diye Emily’nin
dışarıdan fısıldadığını duydum. “Uri haber verdi, şimdi kapının önüne bı­
rakmış.”
WWD'yi masasının üzerine koydum, Pellegrino şişesini, keten bir pe­
çetenin üzerine, masasının köşesine yerleştirdim (hangi tarafa? Hangi ta­
rafa konması gerektiğini hatırlayamıyordum) ve son kez her şey yerli yerin­
de mi diye bir göz atıp ok gibi fırladım odadan. Moda gardırobunu hazır­
lamaya yardım eden moda bölümü asistanlarından Jeny bana kauçuk bir
bantla sarılmış bir kutu fırlattı. Çabucak açtım. İçinde neredeyse sekiz yüz
dolar değerinde, Jimmy Choo marka, yüksek topuklu bir çift ayakkabı var­
dı. Ayakkabının üzerindeki deve tüyü rengi tokalar ve bağcıklar, her şey­
le giyilmesi için tasarlanmış olmalıydı. Bok! Bunlan giymek zorunday­
dım. Yürüyüş ayakkabılarımı ve terden ıslanmış çoraplarımı alelacele çı­
karıp, masamın altına fırlattım. Yeni ayakkabıların sağ tekini nispeten ko­
lay giymiştim ama kırık tırnağım yüzünden sol tekin bağcıklarını bir türlü
açamıyordum. Neyse, sonunda açabildim ve sol teki de giydim, zavallı
ayağım şimdiden su toplamaya başlamıştı bile. Bağcıktan bağlayıp, tam
oturduğum yerde doğruluyordum ki Miranda içeri girdi.
Donakalmıştım. Kelimenin tam anlamıyla hareketimin ortasında do­
nakalmışım. Zihnim nasıl korkunç göründüğümü algılayacak kadar çalı­
şıyordu ama ayağa kalkmama yetecek kadar çalışmıyordu. Derhal gözü
bana takıldı, çünkü muhtemelen o masada hâlâ Emily’nin oturacağını sa­
nıyordu ve bana doğru geldi. Bana iyice yaklaşıp, oturduğum yerde bütün
vücudumu görebileceği kadar eğildi. Parlak mavi gözleri tepeden tırnağa,
tek tek her ayrıntıyı, düğmesiz beyaz bluzumu, kırmızı fitilli kadife mini
eteğimi ve yeni bağlanmış deve tüyü Jimmy Choo sandaletlerimi incele­
meye başladı. Tenimin, saçımın, kıyafetlerimin her milimetre karesini in­

136
Şeytan Marka Giyer

celediğini hissediyordum, gözleri daha da hızlı hareket etmeye başlamıştı,


ama yüzü hâlâ buz gibi ifadesizdi. Sonra bana biraz daha sokuldu, aramız­
da bir karıştan az mesafe kalmıştı. Kaliteli şampuanının ve parfümünün
kokusunu duyabiliyor, göz ve ağız kenarlarındaki incecik çizgileri rahatça
görebiliyordum. Ama yüzüne çok fazla bakamadım çünkü o beni inceli­
yordu. Yüzünde, a) daha önce tanışmış olduğumuzu, b) onun yeni perso­
neli olduğumu ya da c) benim Emily olmadığımı fark ettiğini gösterecek
hiçbir ifade okunmuyordu.
Bilincimin bir yerlerinde henüz onun tek kelime dahi etmediğinin
farkında olmama rağmen düşünmeden, “Merhaba Bayan Priesdy,” diye cı­
yakladım. Ama gerilim dayanabileceğim gibi değildi ve lafların ağzımdan
fırlamasına engel olamamıştım. “Sizin için çalışıyor olmaktan çok mutlu­
yum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için...” Sus! O salak çeneni kapa işte! Ken­
dini aşağılamanın ne âlemi var, diyordum bir yandan da içimden.
Yürüdü. Beni tepeden tırnağa incelemesini bitirdi, doğruldu ve beni
cümlemin orta yerinde bırakıp aıkasım dönüp gitti. Yüzüme ateş bastığını
hissedebiliyordum; acı ve aşağılanmışlık duygulan içindeydim. Emily’nin
bana gözlerinden ateş saçarak baktığını tahmin ediyor olmam da sıkıntımı
iyice artınyordu. Alev alev yanan başımı dikince Emily’nin gerçekten de
tahmin ettiğim biçimde bana bakmakta olduğunu gördüm.
Miranda odasına girip mutlulukla tespit ettiğim şekilde, doğruca ga­
zetelerini dizdiğim ışıklı masaya doğru yürürken, “Bülten güncelleştirildi
mi?” diye sordu.
Emily arkasından açıkça koşarken, “Evet Miranda, burada,” diyordu.
Elinde anında yazıp, sonra da keserek bir araya getirmiş olduğumuz notlar
vardı Miranda’ya gelen.
Ben sessizce oturmuş, Miranda’nın odasında duvara asılı fotoğrafla­
rın camlarındaki yansımalardan onun odadaki hareketlerini izliyordum.
Emily derhal dönüp kendini masasına atmıştı ve sessiz bir gururla otunı-

137
Lauren Weisberger

yordu. Acaba o buradayken birbirimizle ya da başka binleriyle konuşacak


mıyız diye merak ettim. Hemen Emily’ye bir e-posta yollayıp bunu sor­
dum. Onun okuduğunu ve cevap yazdığını göldüm. Cevabı hemen g e ld i:
Eğer sen ve ben konuşmak zorunda kalırsak fısıldaşacağız. Bunun dışında
konuşmak yok. Ve bir daha SAKIN o seninle konuşmadan sen onunla ko­
nuşma. Ve bir daha SAKIN ona Bayan Priestly deme, o Miranda. Anladın
mı? Kendimi yine tokat yemiş gibi hissettim ama ona bakıp başımı salla­
dım. Ve o anda paltoyu faik ettim. Abartılı bir kürk yığını şeklinde, koltu­
ğumun arkasına asılı duruyordu. Bir köşesi koltuğun kenanndan sarkmış­
tı. Emily’ye baktım. Gözlerini devirip elini dolaba doğru salladı ve dudak
hareketleriyle, sessizce, “As onu!” dedi. Çamaşır makinesinden yeni çıka-
nlmış ıslak çamaşırlar gibi ağırdı ve yerde sürüyebilmek için iki elimle tut­
mam gerekiyordu, ama büyük bir itinayla ipek askılardan birine asarak do­
labın kapağını sessizce kapadım.
Miranda yanımda belirdiğinde daha yerime oturamamıştım bile ve bu
kez gözleri üzerimde gezinmekte tamamen özgürdü, imkânsız gibi görün­
se de, gözlerinin değdiği yerlerim alev alıyormuş gibi geliyordu bana, ama
ben donmuş durumdaydım, koltuğuma oturmaktan bile acizdim. Tam saç­
larım da tutuşmak üzereyken o merhametsiz gözler benimkilere kilitlendi.
“Paltomu almak istiyordum,” dedi sakin bir biçimde ve doğruca göz­
lerimin içine bakarak ve o an, acaba benim kim olduğumu merak ediyor
mu, diye merak ettim. Yoksa asistanı olarak nispeten yabancı biri ile kar­
şılaşmış olmaya aldırmıyor muydu veya durumu fark etmemiş miydi? Ken­
disiyle yaptığımız görüşmenin üzerinden henüz birkaç hafta geçmiş olma­
sına rağmen, herhangi bir tanıma belirtisi yoktu bakışında.
“Elbette,” demeyi başardım ve yine dolaba gittim. Beceriksizce bir
manevra olmuştu, çünkü tam dolapla benim aramda o duruyordu. Bana yol
vermek için bir milim bile kıpırdamadığından, eğilip bükülerek onun etra­
fından dolanmam gerekmişti. Az önce kapamış olduğum dolabı tekrar aç-

138
Şeytan Marka Giyer

tim, sonunda çok şükiir ellerim kürkü kavradı ve onu dikkatle çıkardım.
Aslında kürkü ona atmak ve yakalayabilecek mi diye seyretmek istiyor­
dum ama son anda kendime hâkim olup sanki bir bayana paltosunu tutan
bir erkekmişim gibi tuttum. Tek bir hareketle kürkün içine kıvrıldı ve cep
telefonunu, yani yanında ofise getirdiği yegâne eşyasını aldı.
Büyük bir güvenle ofisten çıkarken, “Kitabı bu gece istiyorum Emily,”
dedi. Büyük bir ihtimalle, koridorda onu görünce çenelerini göğüslerine
yapıştıran üç kadını fark etmemişti bile.
“Tabi Miranda. Andrea ile göndereceğim.”
İşte bu kadardı. Gitmişti. Dergide yaşanan bütün o paniklere, deli gi­
bi hazırlıklara, makyajlar yapılıp, kıyafetlerin değiştirilmesine neden olan
gelişi topu topu dört dakikada sonuçlanmıştı ve benim deneyimsiz gözle­
rimin görebildiği kadarıyla da bütün bunlara hiç gerek yoktu.

139
Lauren Weisberger

James konuşurken vantrilok gibi ağzını oynatmadan, “Şimdi bakma,


ama sağ tarafta Reese Witherspoon’u görüyorum,” dedi.
O utancından yerin dibine geçmek istercesine yüzünü buruştururken,
ben hızla dönüp bakınca, kadının gerçekten de orada, şampanyasını yu­
dumlayıp, başını arkaya atarak kahkahalarla güldüğünü gördüm. Etkilen-
memeye çalıştım ama elimde değildi, o benim en hayran olduğum aktris­
lerden biriydi.
“James, sevgilim. Küçük partime katılabildiğine çok sevindim,” diye
bize doğru gelen, ince, çok güzel bir adam belirdi o anda arkamızda. “Ve
bu konuğumuz kim?” İkisi öpüştüler.
“Marshall Madden, renkler hâkimi, bu Andrea Sachs. Andrea aslın­
da...”

140
Şeytan Marka Giyer

“Miranda’nın yeni asistanı,” diye tamamladı Marshall, o arada bana


gülümsüyordu. Senin hakkında her şeyi duydum küçüğüm. Aileye hoş gel­
din. Umarım beni ziyarete de gelirsin. Söz veriyorum, birlikte görünüşü­
nü, şey, biraz daha yumuşatacağız.” Elini sevgi dolu bir hareketle başım­
da gezdirdi ve saçlarımın ucunu avucunun içine aldı. “Evet, biraz bal ren­
gi kattık mı bundan sonraki süper model sen olursun. Numaramı James’ten
al tamam mı tatlım ve bir dakika vakit bulduğun an bana gel. Yapması söy­
lemekten bile kolay!” Sonra Reese’e doğru kayarcasma uzaklaştı.
James içini çekip, özlemle baktı. “O büyük biri,” dedi nefes alırken,
“Kesinlikle en iyi o. Onun üzerine yok. Oğlanlar arasında gerçek bir erkek,
en azından. Ve muhteşem.” Oğlanlar arasında bir erkek mi? Komik. Bu sö­
zün bir renk sanatçısı için söylenebileceğini hiç düşünmemiştim.
“O kesinlikle muhteşem biri, bu konuda seninle aynı fikirdeyim. Hiç
çıktınız mı?” Çok uygun bir çift olabilirlerdi, Runway’in güzellik editörü
ile özgür dünyanın en aranan renk sanatçısı.
“Çok isterim. Dört yıldır aynı adamla birlikte. İnanabiliyor musun?
Dört yıl. Böyle müthiş gaylerin monogam olmasına ne zamandır izin veri­
liyor? Haksızlık bu!”
“Hey, seni duyuyorum. Normal adamların monogam olmasına ne za­
mandır izin veriliyor? Sadece benimle oldukları zaman, işte o kadar.” Si­
garamdan derin bir nefes çektim ve hemen hemen kusursuz denebilecek
bir duman halkası yaptım.
“Öyleyse itiraf et Andy. Bu gece geldiğin için mutlu olduğunu söyle.
Bana bunun gelmiş geçmiş en muhteşem parti olup olmadığını söyle,” de­
di gülümseyerek.
Alex yemeği iptal edince, James’le partiye gelmeye karar vermiştim,
ama onun beni yalnız bırakmak istemeyeceğini düşündüğüm için de çok
isteyerek vermemiştim bu kararı. Renkler hakkındaki bir kitap nedeniyle
verilen bir partinin ilginç olabileceğini de pek sanmıyordum doğrusu, ama
itiraf etmeliyim ki şaşırmıştım. Mesela Johnny Depp, James’e merhaba de­

141
Lauren VVeisberger

mek için yanımıza geldiğinde, onun çok iyi İngilizce konuşmakla kalma­
yıp, bir de bayağı komik şakalar yapabilmesi beni şok etmişti. Ve It kızla­
rın en kalıcısı Gisele’in oldukça kısa boylu olduğunu gördüğüme de aca­
yip memnun olmuştum. Tabi biraz da kilolu olduğunu veya kapak resim­
lerinde mükemmel görünen yüzünün aslında sivilcelerle kaplı olduğunu
görsem daha da memnun olurdum ama boyunun kısalığı ile yetindim.
“Bu kadar uzun kalacağımı düşünmemiştim,” dedim, bir köşede asık
suratla dikilmekte olan yakışıklıyla göz göze gelmeye çalışarak. “Ama dü­
şündüğüm kadar da kötü değilmiş. Üstelik yaşadığım günden sonra her şey
bana iyi geliyor.”
Miranda’nın gelişi kadar tuhaf ve hızlı olan gidişinden sonra, Emily,
şu ünlü kitabı onun evine götüreceğimi söylemişti. Kitap dedikleri şey, ne­
redeyse telefon rehberi kalınlığında, Rumvay'in hazırlanmakta olan sayısı­
na ait bütün son baskıların bir araya toplanmış olduğu bir dosyaydı. Hazır­
lanan sayfaların filmleri çekiliyor, o filmlerden de renkli çıktılar alınıp bu
dosya oluşturuluyordu. Emily’nin söylediğine göre, Miranda dergiden gi­
dene kadar doğru dürüst bir iş yapılamıyordu, çünkü bütün yaratıcı bölüm
ve editörler ona danışmanlık yapmakla meşgul oluyorlardı, bu arada da
Miranda durmadan fikir değiştiriyordu. Bu yüzden, Miranda ikizleriyle za­
man geçirmek üzere dergiden ayrılır ayrılmaz gerçek iş günü başlamış olu­
yordu. Büyük uğraşlardan ve sonunda Miranda’nın bütün ön sayfayı çap­
razlamasına kaplayan dev gibi MP parafı ile belirttiği onayı alındıktan son­
ra, yaratıcı bölüm yeni sayfa düzenlerini yapıp, son gelen fotoğrafları mon­
te edebiliyor, editörler son yazılan derleyebiliyorlardı. Bütün editörler gün
boyu yapmış olduklan değişiklikleri yaratıcı bölüm asistanına gönderiyor­
lardı. O da heıkes gittikten sonra saatlerce uğraşıp bütün görüntüleri, say­
fa düzenlerini, yazılan, kelimesine vanncaya dek en son haliyle düzenle­
yip kitaba konacak hale getiriyordu. Sonra da benim, ne zaman biterse ki­
tabı alıp Miranda’nın evine götürmem gerekiyordu. Bu, üretimin hangi
aşamasında bulunduğumuza göre, akşam sekizle on bir arasında değişen

142
Şeytan Marka Giyer

herhangi bir saat olabiliyordu. Ertesi gün düzeltmeleri ile birlikte geri ge­
tiriyordu ve bütün ekip işin tamamım yeni baştan ele alıyordu.
Emily, James’e partiye gideceğimi söylediğimi duyunca hemen atla­
dı. “Hırım, sanırım kitap bitmeden hiçbir yere gidemeyeceğini biliyorsun,
değil mi?”
Ben öyle bakakaldım, James ise Emily’ye saldırmamak için kendini
zor tutuyormuş gibi göriinüyordu.
“Evet, bu işi yapmayı çok seviyordum ama artık o senin görevin. Ba­
zen gerçekten de çok geç saatlere kalabilir ama Miranda’nın onu her gece
mutlaka görmesi gerekiyor, anlıyor musun? O evde çalışıyor. Neyse, bu
akşam seninle birlikte bekleyeceğim ve sana nasıl yapacağını gösterece­
ğim, ama sonra sen kendin halledeceksin.”
“Tamam, teşekkürler. Bu gece ne zaman biteceği hakkında bir fikrin
var mı?”
“Hayır yok. Her gece değişir. Yaratıcı bölüme sorman gerek.”
O gece kitap nispeten erken sayılacak bir saatte, sekiz buçukta hazır
oldu ve son derece yorgun görünen asistandan kitabı aldıktan sonra Emily
ile ikimiz 59. Sokak’a doğru yola koyulduk. Emily’nin kolu kuru temizle­
meden yeni gelmiş, askılarıyla birlikte düzgün biçimde naylonlara yerleş­
tirilmiş giysilerle doluydu. Bana bunların da çoğu zaman kitaba eşlik etti­
ğini söyledi. Miranda her gün gelirken kirlilerini de getiriyordu ve ne şans­
lıyım ki, onlarla ilgilenmek de benim görevlerimdendi. Kuru temizlemeci-
yi arayıp, kirlileri aldırmalarını söyleyecektim. Onlar derhal Elias-ClaTk’a
birini yollayıp aldırtacaklardı, bir gün sonra da pırıl pınl geri gönderecek­
lerdi. Onlan Uri’ye teslim edinceye veya kendimiz evine bırakıncaya ka­
dar ofisteki dolaplarda muhafaza edecektik. İşim her dakika giderek daha
da entelektüel bir hal alıyordu.
Emily, “Hey, Rich!” diye, ilk gün görmüş olduğum pipo emen adama
çapkınca seslendi. “Bu Andrea. Kitabı her gece o götürecek, bu yüzden iyi
bir araba ayarla, tamam mı?”

143
Lauren Weisberger

“Tamamdır Kızıl.” Piposunu ağzından çekip bana doğru yürüdü. “Bu


Sarışın’a iyi bakarım, merak etme.”
“Harika. Ha, bir de bu gece için bir araba daha ayarlar mısın? Bizi ta­
kip etsin, çünkü Miranda’nın evinden sonra ayrı yönlere gideceğiz?”
Anında iki araba belirdi ve öndekinin dev gibi şoförü inip bize kapı­
yı açtı. Emily hemen atladı, telefonunu çıkardı, o arada da şoföre, “Miran­
da Priestly’in evine lütfen,” dedi. Adam başını sallayıp, vitesi geçirdi ve
hareket ettik.
“Her zaman aynı şoför mü gelir?” diye sordum, adamın adresi nere­
den bildiğini merak etmiştim.
O sırada Miranda’nın oda hizmetçisine bir mesaj bırakmakta olduğu
için, eliyle beni susturdu. Sonra, “Hayır ama çok fazla da şoför yok. Her
biriyle en az yirmi kere gitmişimdir, bu yüzden de hepsi gideceği yeri bi­
lir,” diyerek, tekrar telefonuna döndü. Arkamıza baktığımda bizi takip
eden arabanın da gelmekte olduğunu gördüm.
Sonunda tipik, kapıcılı Beşinci Cadde apartmanlarından birinin önün­
de durduk. Pırıl pırıl bir yürüme yolu, bakımlı balkonlar ve çok şık, sıcak,
aydınlık, koca bir lobi. Şapka ve smokin giymiş bir adam derhal gelip ka­
pıyı açtı ve Emily arabadan indi. Neden kitabı ve elbiseleri ona bırakmı­
yoruz diye merak ettim. Görebildiğim kadarıyla (ki bu acayip kente gelin­
ceye kadar pek de görmemiştim) kapıcılar bu iş içindi. Bu onların görev­
lerinden biriydi. Ama Emily Gucci logolu koca çantasından deri bir Louis
Vuitton anahtarlık çıkardı ve bana uzattı.
“Burada bekleyeceğim. Sen eşyaları yukarı çıkar. Çatı A. Kapıyı açıp
içeri gir, kitabı girişteki masaya bırak ve elbiseleri de oradaki dolabın ya­
nındaki kancalara as. Dolabın içine değil, yanındaki kancalara asacaksın,
unutma. Sonra da çık. Ne yaparsan yap sakın kapıyı vurmaya ya da zili çal­
maya kalkma. Rahatsız edilmekten hoşlanmaz. Sessizce gir ve çık!” Bana
erindekileri uzatıp, yeniden telefonuna sarıldı. “İyi tamam,” dedim içim­

144
Şeytan Marka Giyer

den. “Bunu hallederim. Bir kitap ve birkaç pantolon için bu kadar dram ya­
ratmaya ne gerek var?”
Asansör görevlisi bana kibarca gülümseyip bir anahtarı çevirdikten
sonra düğmeye bastı. Hırpalanmış bir ev kadınına benziyordu, mahzun ve
üzgün, sanki artık mücadele edecek gücü kalmamış ve mutsuzluğu kabul­
lenmiş gibiydi.
Katta durunca, “Ben burada sizi bekleyeceğim,” dedi. “İşiniz bir da­
kikada biter.”
Koridordaki halı koyu kırmızıydı ve topuklarımdan biri bir ilmeğine
takılınca neredeyse başıma geçiyordu. Duvarlarda kaim, krem rengi bir
kumaş kaplıydı ve koridor boyunca küçük metal çivilerle süslenmişti. Du­
varın karşısına da yine krem rengi, süet bir bank yerleştirilmişti. Önümde­
ki Fransız tarzı kapılarda Çatı B yazıyordu, arkama dönünce Çatı A ’yı da
gördüm. Alışkanlıkla zile davranmak istedim ama Emily’nin uyanlarını
hatırlayıp, anahtan kilide soktum. Kolayca açıldı ve saçımı düzeltmeye ya
da kapının ardında ne olduğunu düşünmeye fırsat bulamadan kendimi ge­
niş, havadar bir holde buldum. Burnuma nefis kuzu pirzolası kokulan ge­
liyordu. O oradaydı, çatalını afiyetle ağzına götürmekle meşguldü, birbiri­
nin tıpkısı, siyah saçlı iki küçük kız masanın iki tarafından birbirlerine ba-
ğınyorlardı ve uzun, zinde görünümlü, beyaz saçlı bir adam ve yüzünü
kaplayan koca bir burun, bir gazetenin içinde kaybolmuşlardı...
“Anne, söyler misin benim odama öyle girip kotumu alamaz. Beni
dinlemiyor,” dedi kızlardan biri. Miranda o arada çatalını bırakmış, limon­
lu Pellegrino olduğunu bildiğim şeyi içiyordu. Masanın sol tarafındaydı.
“Carolyn, Cassidy, yeter. Bunu daha fazla dinlemek istemiyorum.
Tomas biraz daha naneli jöle getir,” dedi. Şef olduğunu tahmin ettiğim bir
adam, elinde bir gümüş kâse ve gümüş servis kaşığıyla alelacele odaya
daldı.
Birden orada neredeyse otuz saniyedir durmuş onların yemeğini izle­
diğimi fark ettim. Beni henüz görmemişlerdi ama holdeki masaya doğru

145 F: 10
Lauren Weisberger

yürüyünce göreceklerdi. Büyük bir ihtiyatla ilerledim ama hepsinin bana


döndüğünü hissedebiliyordum. Bir çeşit selam vermeyi düşündüğüm an,
kendimi bugün daha önceki karşılaşmamızda düşürmüş olduğum berbat
durumu hatırladım ve ağzımı sıkıca kapadım. Masa, masa, masa, işte ora­
daydı. Kitabı masanın üstüne koy. Tamam. Şimdi de giysiler. Çılgınca et­
rafa bakındım kuru temizlemeden gelenleri asmam gereken yeri bulmak
için, ama bulamadım. Yemek masasında büyük bir sessizlik hüküm sürü­
yordu ve hepsinin beni seyrettiklerini biliyordum. Kimse merhaba deme­
di. Kızlar bile evlerindeki tümüyle yabancı kişiden etkilenmiş görünmü­
yorlardı. Sonunda kapının arkasında duran küçük vestiyer dolabını gör­
düm ve dolaba doğru yöneldim.
“Dolaba değil Emily,” dediğini duydum Miranda’nın tane tane. “Bu
iş için konulmuş olan kancalara.”
“Ah, şey, selam.” Salak! Kapa çeneni! O senden bir cevap beklemi­
yor, ne diyorsa onu yap yeter! Ama kendimi tutamamıştım. Kimsenin bir
merhaba bile dememiş olması, benim kim olduğumu merak bile etmeme­
si, evlerine birinin dalıp canının istediği gibi dolanmasından rahatsızlık bi­
le duymamaları o kadar garip gelmişti ki bana. Emily demişti? Şaka mı
ediyordu? Kör müydü? Benim onun yanında neredeyse bir yıldır çalışan
kız olmadığımı gerçekten faik edemiyor muydu? “Ben Andrea, Miranda.
Senin yeni asistanınım.”
Sessizlik. Her yeri kaplayan, dayanılmaz, bitmek bilmez, sağır edici,
güçsüz bırakan bir sessizlik.
Biliyordum, konuşmamam gerekiyordu, bu kendi mezarımı kazmak
anlamına geliyordu ama kendimi tutamıyordum işte. “Şey, ee, karışıklık
için özür dilerim. Bunları tam söylediğin gibi kancalara asacağım ve çıka­
cağım.” Hikâye anlatmayı bırak! Senin ne yaptığına metelik verdiği bile
yok. Sadece yap ve defol git. ‘Tamam, afiyet olsun. Hepinizle tanıştığıma
sevindim.” Çıkmak üzere döndüm ve sadece konuşmuş olmakla değil, söy­

146
Şeytan Marka Giyer

lediğim şeylerle de kendimi gülünç duruma soktuğumu faik ettim. Tanıştı­


ğıma sevindimmiş? Kimseyle tanışmış filan değildim ki.
Tam kapının tokmağına elimi atmışken arkamdan, “Emily!” dediği­
ni duydum. “Emily, yarın gece bu durum tekrarlanmasın. Bu tür aralardan
hoşlanmıyoruz.” Tokmak elimin içinde kendiliğinden döndü ve nihayet
koridora çıkabildim. Her şey bir dakikanın içinde olup bitmişti ama sanki
olimpik bir havuzda bir uçtan bir uca nefes almadan yüzmüşüm gibi his­
sediyordum.
Kendimi banka atıp nefes alışverişimi düzeltmeye çalıştım. O kaltak!
Bana ilk olarak Emily dediğinde belki yanlışlıkla yapmıştı ama ikinci ve
üçüncü kesin olarak kastiydi. Bir insanı, evinizdeki varlığını görmezden
gelerek, yanlış isimle çağırmak kadar küçültücü ve dışlayıcı başka ne ya­
pılabilirdi? Dergide henüz en alt düzeyde kabul edildiğimi biliyordum
(Emily bunu başıma kakmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu) ama Miran-
da’nın da bunun altını bu kadar çizmesi gerekiyor muydu?
Bütün gece burada oturup Çatı A ’ya bakarak mantık yürütmek haya­
tın gerçeklerine pek de aykırı düşmeyebilirdi ama birinin hafifçe öksürdü­
ğünü duydum ve küçük, üzgün asansörcünün orada durmuş, sabırla beni
beklemekte olduğunu fark ettim.
“Pardon,” dedim asansöre binerken.
“Sorun değil,” dedi, neredeyse Asıltıyla konuşuyor ve asansörün dö­
şemelerini inceliyoımuş gibi görünüyordu. “Zamanla kolaylaşır.”
“Efendim? Özür dilerim, ne dediğinizi anlamadım?”
“Hiçbir şey, hiçbir şey. İşte buyurun küçük hanım. İyi geceler.” Lo­
biye gelmiştik. Emily yüksek sesle telefonda konuşuyordu. Beni görünce
hemen kapattı.
“Nasıl gitti? Bir sorun yok ya?”
Bir an ona her şeyi anlatmayı düşündüm. Belki böylece birbirine
sempati duyan iş arkadaşları, bir takım haline dönüşebilirdik, ama bunun

147
Lauren Weisberger

sadece kendimi biraz daha gülünç duruma düşürmekten başka bir işe ya­
ramayacağını bildiğim için sustum.
“Her şey yolundaydı. Hiçbir sorun yok. Yemek yiyorlardı ve ben de
her şeyi senin söylediğin yerlere bırakıp çıktım.”
“Güzel. İşte her gece yapacağın bu. Sonra arabayla eve gideceksin ve
bitmiş olacak. Neyse, Marshall’ın partisinde iyi eğlenceler. Ben de gitmek
isterdim gerçekten ama bu gece için ağda randevum var ve iptal edemem.
İki ay önceden randevu almak gerekiyor, inanabiliyor musun? Üstelik de
kış ortasında. Herhalde herkes kış tatiline gidiyor. Değil mi? Neden şu sı­
ra New York’taki bütün kadınların ağda yaptırmak istediğine aklım ermi­
yor doğrusu. Çok garip, ama yapacak bir şey yok.”
Sesinin tonu kafamda çınlıyordu ve anlaşılan benim ne yaptığımın ya
da nasıl cevap verdiğimin bir önemi yoktu, sonsuza kadar onun ağda soh­
betini dinlemem gerekiyordu. Bana Miranda’nm yemeğini böldüm diye
bağırsa bundan iyiydi.
“Yaa, ne yapabilirsin ki? Neyse, ben artık gitsem iyi olacak, James’e
dokuzda gelirim demiştim ve on dakika geciktim bile. Yann görüşürüz.”
“Evvet, görüşürüz. Ha, bu arada, artık iyice yetiştin, sen yine yedide
gelmeye devam edeceksin ama bundan sonra ben sekizde geleceğim. Mi­
randa biliyor ve kıdemli asistan daha çok çalıştığı için onun biraz daha geç
gelmesini onaylıyor.” Neredeyse gırtlağına sarılacaktım. “Sabahki işleri
aynen sana öğrettiğim gibi yaparsın. Çok gerekirse beni ara ama artık ken­
di yolunu bulman gerek. Hadi hoşça kal!” Apartmanın önünde duran ikin­
ci arabanın arka koltuğuna attı kendini.
“Güle güle,” dedim yüzüme dev bir sahte gülücük oturtarak. Şoför
arabadan inip kapımı açmaya davrandı ama ona kapıyı kendim açabilece­
ğimi söyledim. “The Plaza’ya lütfen.”
Hava çok soğuk olduğu halde James beni dışarıdaki merdivenlerde
bekliyordu. Eve gidip üstünü değiştirmişti ve siyah süet pantolonuyla be­
yaz bağcıklı bluzuyla çok şık duruyordu. Cildini de çok başarılı bir biçim­

148
Şeytan Marka Giyer

de bronzlaştıımıştı. Bense fitilli kadife mini eteğimle çok acemi görünü­


yordum.
“Hey Andy, kitap bırakma işi nasıl gitti?” Paltolarımızı bırakmak için
vestiyer kuyruğunda bekliyorduk ve anında Brad Pitt’i tespit etmiştim.
“Aman Tanrım. Brad Pitt de burada.”
“Tabii, Marshall Jennifer’ın da saçını yapar. O da buralarda bir yer­
dedir. Gerçekten Andy, belki bir dahaki sefere bana yapış dediğimde ina­
nırsın. Hadi bir içki alalım.”
Arada sırada Reese ve Johnny gözüme takılıyordu. Gece yansı saat
bire kadar dört tane içki yuvarlamıştım ve Vogue’un moda asistanlarından
biriyle keyifli bir sohbete dalmıştım. Konumuz ağdaydı. Hem de heyecan­
lı heyecanlı konuşuyorduk. Ve de hiç sıkılmıyordum. Tannm, James’i bul­
mak için kalabalığın içinde zikzaklar çizerek ilerlerken Jennifer Anis-
ton’un da orada etrafa gülücükler saçmakta olduğunu gördüm, belki de bu
o kadar da kötü bir parti değildi. Ama çakırkeyif olmuştum, altı saatten
daha az bir süre sonra yine işte olmam gerekiyordu ve neredeyse yirmi
dört saattir evimden uzaktım. O arada James’in de, Marshall’m salonun­
dan başka bir renk sanatçısıyla çıkmak üzere olduğunu saptamıştım. Ben
de tam artık tüymek üzereyken, arkamdan omzuma birinin dokunduğunu
fark ettim.
Döndüm, daha önce köşede somurturken gördüğüm yakışıklıydı.
“Hey,” dedi. Bir süre, yanlış kızla konuştuğunu algılasın diye bekledim,
herhalde arkadan kız arkadaşına filan benziyordum, ama o iyice sırıtmaya
başlamıştı. “Pek konuşkan değilsin değil mi?”
“Hey diyebilmek de seni bayağı konuşkan yapmış sayılıyor anladı­
ğım kadarıyla?” Andy! Kapa çeneni! diye kendimi içimden azarladım. Ün­
lülerle dolu bir partide, son derece yakışıklı bir adam sana yaklaşıyor ve
sen ona neler söylüyorsun? Ama o hiç de etkilenmiş görünmüyordu, hatta
etkilenecekmiş gibi de görünmüyordu ve artık dişlerini göstererek gülü­
yordu.

149
Lauren Weisberger

“Kusura bakma,” diye mırıldandım, gözlerimi boşalmış bardağıma


dikmiştim. “Adım Andrea. Sanırım böyle başlamak daha iyi.” Gözümü bu
kez de ellerime dikmiştim, o arada da ne istiyor acaba, diye düşünüyordum.
“Aslında senin yöntemini bayağı beğenmiştim. Benim adım da Chris-
tian. Seninle tanışmaktan zevk duydum Andy.” Sol gözüne düşen kahve­
rengi bir saç buklesini itti ve elindeki Budvveiser şişesinden bir yudum iç­
ti. Bir yerden tanıyor gibiydim onu, ama çıkartamadım.
“Bud, ha?” dedim elindekini gösterip. “Bu tür bir partide böyle basit
içkiler olmaz sanırdım.”
Biraz kıkırdar, diye bekliyordum doğrusu ama o kahkahalarla güldü.
“Sözünü esirgemiyorsun, değil mi?” Herhalde mahcup olmuş gibi baktım
ki, “Hayır hayır,” dedi. “Bu iyi bir şey. Üstelik çok da sık rastlanmıyor, he­
le bu sektörde. Nedense şampanyayı bir türlü sevemedim. Bir şey buna en­
gel oluyor. Eh, ne yapsın barmen, sağı solu kurcalayıp bunlardan bir tane
bulmak zorunda kaldı bana.” Başka bir bukleyi daha itti ama elini çeker
çekmez bukle yine gözünün üstüne inmişti. Siyah, spor ceketinin cepleri­
ni karıştırıp bir paket sigara çıkartıp ikram etti. Bir tane almamla yere dü­
şürmem bir oldu ve almak için eğilince onu tepeden tırnağa inceleme fır­
satı bulmuş oldum.
Sigara parlak, kare tokalı mokasenlerinden birkaç santim uzağa düş­
müştü ve püskülleri kesin olarak Gucci olduğunu belli ediyordu. Başımı
daha yukan kaldırınca Diesel marka kotunu görebiliyordum, çok başarılı
biçimde belli yerleri soldurulmuştu, parlak mokasenlerinin üzerinde hafif­
çe katlanacak kadar uzun ve boldu. Muhtemelen Gucci, ama neyse ki üze­
rinde marka görünmeyen siyah bir kemer düşük belli pantolonunu mükem­
mel biçimde toparlamıştı. Teninin güzelliğini ortaya çıkaran, pekâlâ da bir
Hanes olabilecek, ama muhtemelen bir Armani ya da Hugo Boss beyaz,
pamuklu bir tişörtü kemerin içine sokmuştu. Siyah spor blazer ceketi de
çok iyi kesimliydi ve pahalı olduğu her halinden belliydi. Muhtemelen
özel dikilmişti, çünkü kendisine has cinsi cazibesini ve yeşil gözlerini bü­

150
Şeytan Marka Giyer

tünüyle ortaya çıkarıyordu. Aslında boyu, yapısı, genel görünümü tümüy­


le Alex’i andınyordu ama daha Avrupai bir stile sahipti ama pek İngiliz-
vari değildi. Yani daha etkileyici, daha şıktı. Daha da büyüktü, otuz civa­
rında gibiydi. Ve muhtemelen çok daha farklı bir kişiliği vardı.
Bana doğnı eğilip çakmağını çıkardı ve sigaramı yaktı. “Peki seni
böyle bir partiye hangi rüzgâr attı Andrea? Marshall Madden’i tanıyacak
kadar şanslı olanlardan mısın?”
“Hayır, korkanın öylelerinden değilim. En azından henüz değilim
ama, ona ihtiyacım olduğunu dokundurdu biraz önce.” Güldüm ve bir an,
bu yabancıyı etkilemek için çılgınca çaba harcadığımı fark ettim. “Ben
Runvvay'de çalışıyorum, buraya da güzellik bölümündeki çocuklardan biri
sürükledi beni.”
“Ah, Runvvay dergisi, ha? Eğer S&M ya da ona benzer şeylerden hoş­
lanıyorsan ilginç, etkileyici bir iş. Hoşuna gidiyor mu?”
S&M’i mi, yoksa işin kendisini mi sorduğunu anlayamadım ama
içeriden biri olduğu için onun, olasılıkları tahmin edebileceğini düşündüm.
Belki de ona bu gece kitabı bırakırken yaşadığım kâbusu anlatabilirdim?
Hayır, hayır, onun hakkında pek bir şey bilmiyordum... bütün bildiğim
onun da Runway’in henüz görmediğim bölümlerinden birinde ya da başka
bir Elias-Clark dergisinde çalıştığıydı. Ya da belki, sadece belki, şu sinsi
Altıncı Sayfa muhabirlerinden biriydi. Emily beni bu konuda ciddi biçim­
de uyarmıştı. “Birden ortaya çıkıverirler ve çaktırmadan Miranda veya
Runvvay hakkında ağzından laf kapmaya çalışırlar. Çok dikkatli ol,” de­
mişti ürkütücü bir tavırla. Bu sözler ve insanı takip eden kimlik kartlan
arasında, Runvvay' in sürekli gözaltında tutulduğundan emin olmuştum.
Runvvay Paranoya Satmalı geri dönmüştü.
“Evet,” dedim gayet sakin ve yorumdan uzak görünmeye çalışarak,
“îlginç bir yer, ben pek moda işinin içinde sayılmam, aslında yazmak is­
terdim ama başlangıç için iyi bir durumdayım yine de. Sen ne yapıyor­
sun?”

151
Lauren Weisberger

“Yazanın.”
“A, sahi mi? Çok güzel bir şey olmalı.” Bunu söylerken, hissettiğim
alçakgönüllülüğü yansıtmadığımı umdum, ama ne zaman New York’ta ta­
nıştığım biri kendisini yazar, oyuncu, şair veya ressam olarak tanıtsa bu
duyguya kapılıyordum. Ben de üniversitedeyken gazeteye yazıyordum. Ve
içimden, kahretsin, lisedeyken de aylık bir dergide bir denemem yayınlan­
mıştı. Bunlar beni de yazar yapmaya yeter mi acaba, diye homurdandım.
“Ne yazıyorsun peki?”
“Şimdiye kadar çoğunlukla kurgusal şeyler yazdım ama şu sıra ilk ta­
rihi romanım üzerinde çalışıyorum.” Bir yudum daha içip, o güzelim inat­
çı buklelerini geri itti tekrar.
“İlk tarihi” lafı, öncekilerin tarihi olmayan romanlar olduğunu ifade
ediyordu. İlginç. “Konusu ne?”
Bir an düşünüp konuştu. “Genç bir kadının perspektifiyle anlatılan bir
hikâye, İkinci Dünya Savaşı sırasında bu ülkede yaşamanın nasıl bir şey
olduğu üzerine. Araştırma bölümümü tamamlamaya çalışıyorum, yapılmış
röportajları filan kopya ediyorum, ama az da olsa bir şeyler de yazabildim.
Sanırım...”
O konuşmaya devam etti ama ben izleyemiyordum. Kutsal bok. The
New Yorker’da, daha yeni okumuş olduğum bir kitap tanıtım yazısı aklıma
gelmişti. Bütün kitap dünyası, sabırsızlık ve heyecanla onun yeni yazacak­
larını bekliyordu ve yarattığı kadın kahramanın olağanüstü gerçekliğiyle
çalkalanıyordu. Bir partide durmuş, gayet rahat bir şekilde Christian Col-
linsworth ile sohbet etmekteydim, yani, ilk kitabı daha yirmi yaşında, he­
nüz Yale’de öğrenciyken yayınlanmış harika çocukla. O kitabıyla edebiyat
dünyasında fırtınalar esmiş, eleştirmenler bunun, yirminci yüzyılın en
önemli kitaplarından biri olduğunda birleşmişlerdi. Sonra iki kitap daha
yazmıştı ve her ikisi de birinciden bile daha uzun süre en çok satanlar lis­
tesinin başında kalmıştı. The New Yorker’daki yazıda, ondan Christian, di­
ye söz ediliyor ve onun sadece yazdıklarıyla kitap dünyasını uzun yıllar

152
Şeytan Marka Giyer

boyunca sarsmakla kalmayıp, o şeytani görünümü, öldürücü tarzı ve ken­


dine has doğal havası ve çekiciliği ile, edebi başarısından da çok kadınlar
üzerinde başarılı olacağı anlatılıyordu.
“Oooo, bu gerçekten harika,” dedim, birden kendimi akıllı, komik ya
da da tatlı olamayacak kadar yorgun hissetmiştim. Bu adam büyük bir ya­
zardı ve benimle ne halt etmeye vakit geçiriyordu? Muhtemelen sadece,
günde 10.000 dolar kazanan manken kız arkadaşının işi bitip de serbest ka­
lana kadar zaman öldürmeye bakıyordu. Öyle olsa ne fark eder Andrea, di­
ye aksi aksi sordum kendi kendime. Pek güzel unutmuş gibi görünüyorsun
ama, senin son derece nazik, destekleyici ve hayran olunacak bir erkek ar­
kadaşın var. Çok oluyorsun artık! Hemen eve dönmek zonında olduğuma
dair bir hikâye uydurdum alelacele. Bu durum Christian’ı bayağı eğlendir­
miş görünüyordu.
“Benden korktun,” dedi, gerçeği söylüyordu, bu arada da muzip bir
tavırla gülümsüyordu.
“Korkmak mı? Ne diye korkacakmışım ki senden? Korkmam için bir
neden mi var?” Yine flört havasından kendimi kurtaramamıştım, bunu
yapmayı öyle zorlaştırıyordu ki.
Ustaca dirseğimden tutup beni döndürdü. “Hadi gel, seni bir taksiye
bindireyim.” Ve ben daha kendi evimin yolunu pekâlâ da bulabileceğimi
ve onunla tanıştığıma memnun olduğumu ama benimle eve gelebileceğini
umuyorsa bunu bir daha düşünmesini söylemek için ağzımı bile açama-
dan, kendimi onunla birlikte Plaza’nın kırmızı halı döşeli merdivenlerinde
buldum.
Dışarı çıkınca kapıcı, “Taksi lazım mı millet?” diye sordu.
Christian, “Evet, lütfen, hanımefendi için,” dedi.
Ben de, “Hayır,” dedim elimle bir sürü arabanın dizili durduğu Paris
Tiyatrosu’nun önünü gösterip. “Benim şey, şurada bir arabam var.”

153
Lauren Weisberger

Ona bakmıyordum ama Christian’ın yine güldüğünü hissediyordum.


O kendine has gülüşüyle. Benimle arabaya kadar yürüyüp, bir reverans ya­
parak arka kapıyı açtı.
Gayet resmi ama olgun bir biçimde, ‘Teşekkür ederim,” dedim elimi
uzatıp. “Seninle tanıştığıma gerçekten çok memnun oldum, Christian.”
“Ben de seni tanıdığıma Andrea.” O anda uzattığım elimi sıkmak ye­
rine dudaklarına bastırmış ve orada, normalde tutması gerekenden bir sa­
niye kadar uzun tutmuştu. “Çok yakında tekrar görüşeceğimizi umarım.”
Nasılsa bir şekilde tökezlemeden ya da başka bir biçimde kendimi küçük
düşürmeden aıka koltuğa binmeyi başardım, yüzüm kızarmasın, diye uğra­
şıyordum ama bunun için çok geç kaldığımı hissedebiliyordum. Kapıyı ka­
pattı ve araba uzaklaşırken arkamızdan baktı.
Bundan iki ay öncesine kadar böylesine bir arabayla pek görülmüşlü-
ğüm yokken, şoförlü bir arabanın yaklaşık altı saattir bana tahsis edilmiş ol­
ması bu kez o kadar da garip görünmemişti bana. Aytıca, daha önce ünlü bi­
riyle uzaktan bile selâmlaşmış olmamama rağmen, New York’un en seçkin,
karşı konulmaz bekârlarından birinin, beni tıpkı bir Hollywood ünlüsü gi­
bi dirseğimden tutup yürütmüş olmasını ve elimi adeta içine çekercesine
öpmüş olmasını da yadırgamamıştım. Bu arada bir yandan kendime, hayır,
bunlar gerçekten önemli şeyler değil, bunlar sadece bu dünyaya has şey­
ler ve sen bu dünyanın bir parçası olmak istemiyorsun. Buradan bakınca
eğlenceli gibi görünüyor, ama işin için girersen kazın ayağının öyle olma­
dığını anlarsın, diye hatırlatmalarda bulunuyordum. Ama yine de, öpüşü­
nün her anını hatırlamaya çalışarak elimi seyretmekten kendimi alamıyor­
dum. Sonunda suçlu suçlu elimi çantama soktum ve cep telefonumu çıkar­
dım. Alex’i ararken aslında ona ne söyleyeceğimi de merak ediyordum.

154
Şeytan Marka Giyer

Runway’in bana sağlamaya başladığı tasarımcıların elinden çıkma,


limitsiz kıyafet edinebilme imkânlarına saldırmam için aradan on iki haf­
ta geçti. Asla beş saatten fazla uyuma imkânı bulamadığım, on dört saat
çalıştığım iş günleriyle geçen, on iki çok uzun hafta. Her bir gününde te­
peden tırnağa incelendiğim ve en küçük bir iltifat, beğeni sözü duymadı­
ğım, hatta varlığımın bile yok sayıldığı on iki berbat hafta. Kendimi kor­
kunç bir biçimde aptal, beceriksiz ve neredeyse moron gibi hissettiğim,
inanılmaz uzunlukta on iki hafta. Ve bu yüzden, Runway’deki dördüncü
ayıma başlarken bir kadın olmaya ve buna giyim kuşamla başlamaya ka­
rar verdim.
On iki haftadır, önceliği uyanmaya, hazırlanmaya ve kendimi sokağa
atmaya vermiş olmam (tabi bu arada bir dolap dolusu uygun kıyafetim ol­

155
Lauren VVeisberger

sa hayat daha kolay olurdu, onu da kabul ediyorum) bana çok zarar ver­
mişti. O perişan sabah trafiğimde, işin giyinme kısmı bana en zor, en stres­
li gelen kısmıydı. O kadar erken kalkıyordum ki, insanlara kaçta kalktığı­
mı söylemeye utanıyordum. Zaten bu konudan söz etmek bile neredeyse
fiziksel acı veriyordu. Sabah yedide işte olmak pek dalga geçilebilecek bir
konu değildi. Elbette geçmişte de çok erken kalkıp, yedide hayata başladı­
ğım olmuştu (belki erken saatteki bir uçak için havaalanına gitmek ya da
bir sınav için çalışırken). Ama, şimdi kalktığım saatler genellikle eskiden,
hızlı bir gece geçirip yatmaya gittiğim saatler olurdu, üstelik de bir güzel
yatıp uyuyacağım için mutlu olurdum. Bu çok farklıydı. Sürekliydi, acı-
masızcaydı, insanlık dışı bir şeydi ve gece yansından önce yatmayı da as­
la başaramıyordum. Hele son iki hafta, bahar sayılarından birinin son aşa-
malannda olunduğu için, saatlerce oturup kitabın bitmesini beklemek zo­
runda kalmıştım, çoğu zaman da gece on bir civannda anca bitmişti. Zaten
onu bırakıp eve gelinceye kadar gece yansı oluyordu ve daha akşam ye­
meği bile yememiş oluyordum.
Sonra sabah beş buçukta bonı sesli saatim çalmaya başlıyordu (duy­
mazlıktan gelemeyeceğim tek ses oydu çünkü) ve tek ayağımı yorganımın
altından çıkararak, bacağımı dümdüz uzatıp saati tutturuncaya ve sesini
kesinceye kadar tekmeler savuruyordum (saatimi stratejik bir düşünceyle,
yani en azından bir hareket yapmak zorunda kalayım, diye tam yanı başı­
ma koymuyordum). Böylece, bir yedi dakika daha uyumuş oluyordum ve
saat 6.04’te panik halinde yataktan fırlayıp, banyoya koşuyordum.
Genellikle 6.31 ile 6.37 arasında dolabımın önünde bunalmaya geli­
yordu sıra. Lily bile, ki kendisi hiç de modaya düşkün biri değildi ve bir
master öğrencisi olarak sürekli üniforma gibi kotlar, salaş kazaklar, boyun-
suz süveterler giyerdi, beni ne zaman görse, “İşe ne giydiğini anlayamıyo­
rum. Orası Rumvay, değil mi Tann aşkına? Tamam senin kıyafetlerin de
başka kızlarınki kadar hoş ama Andy, hiç de Runway’denmişsin gibi de­
ğil,” diyordu.

156
Şeytan Marka Giyer

Ona, Muz Cumhuriyeti kılıklı gardırobumdan Rumvay’ye yakışır bir


şeyler uydurayım diye, ilk aylar boyunca büyük bir azimle biraz daha da
erken kalktığımı söylemedim hiç. Elimde mikro dalgada hazırlanmış kah­
ve, her sabah dolabın önünde yarım saat dikilip, botlar, kemerler, yünler
ve naylonlar arasında debeleniyordum. Giyeceğim çorabı bile en az beş
kez değiştirdikten sonra seçebiliyordum. Ayakkabılarımın topukları daima
çok kısa, çok kocaman, çok kalın oluyordu. Kaşmirden yapılmış tek bir eş­
yam bile yoktu. Pek çoklarının kahve molalarında üzerinde durmadan ko­
nuştuğu ama benim henüz faTkına bile varamadığım daha bir sürü ayrıntı
vardı. Ve ne kadar uğraşırsam uğraşayım, o boru üstlüklerden biri ile işe
gitmeye de ikna olamıyordum.
Üç ay sonunda teslim oldum. Çok fazla yorulmuştum. Her gün ne gi­
yeceğim sorunu duygusal, fiziksel ve zihinsel olarak, bütün eneıjimi tüket­
mişti. İşe başlamamın üçüncü ayını kutlayacağım gün bir elimde İlahi Tak­
dir yazan fincanımla diğer elimle de en sevdiğim giysilerimi seçmeye ça­
lışırken, birdenbire, neden direniyorum ki, diye kendi kendime sordum. Sa­
dece onlar gibi giyinmekle onlardan biri olmayacaktım herhalde, değil mi?
Üstelik, giyinişimle ilgili yorumlar giderek artmış ve açık açık yapılır hale
gelmişti ve bu durumun işimi tehlikeye atmasından endişe ediyordum. Boy
aynasında kendime baktım ve şöyle dedim: “Bakire işi (ööö) bu sutyeni ve
bu pamuklu külotunu (iki kere ööö) giyen bu kız mı Runway’in bir parçası
gibi görünmeye çalışıyor? Hah! Bu boklarla asla olamaz!” Evet ben Run-
vvvıy’de çalışıyordum ve yırtık pırtık, eski, lekeli şeyler giymemem gereki­
yordu. Sonunda o bildik giysilerimi bir yana kaldırdım ve tüvit Prada ete­
ğimi, siyah dik yaka Prada kazağımı ve bir gece kitap bitsin diye beklerken
Jeffy’nin vermiş olduğu dana derisi, kısa konçlu Prada botlarımı çıkardım
ortaya.
Torbanın fermuvarını açarken, “Bu nedir?” diye sormuştum Jeffy’ye.
“Bu Andy, kovulmak istemiyorsan giymen gereken şey,” demişti.
Gülümsüyordu ama gözlerime bakamıyordu.

157
Lauren Weisberger

“Pardon?”
“Bak, sanırım sen de şeyy, kılık kıyafetinin buradaki diğer insanların­
kine pek benzemediğinin farkındasmdır. Biliyorum, bunlar pahalı ama her
şeyin de bir kolayı var. Bendeki dolapta, ara sıra, şey, ödünç alabileceğin
şeyler var ve emin ol kimse bunu faik etmez bile.” “Ödünç” derken par­
maklarıyla para anlamına gelecek bir hareket yapmıştı. “Ve kuşkusuz halk­
la ilişkilercileri de arayıp, tasarımcılardan hakkın olan indirim kartlarını da
isteyebilirsin. Ben yüzde otuz indirim alıyorum, ama sen Miranda için ça­
lışıyorsun, senden para bile almazlarsa hiç şaşırmam. Yani, bu, şeyy, bun­
ları giymeyi sürdürmen için hiçbir neden yok aslında.”
Ona, Manolo yerine Nine West’ten giyinmenin veya Bamey’s’ın seki­
zinci katındaki özel tasarım kot cennetinde asla bulunmayan ama Macy’s’in
ikinci sınıf bölümünde bol bol satılan kotlan giymenin, benim herkese
Runvvay tarafından baştan çıkarılamaz biri olduğumu gösterme mücade­
lem nedeniyle olduğunu anlatmaya çalışmadım. Sadece başımı salladım
çünkü, bana kendimi her gün küçük düşürdüğümü anlatmaya çalışmanın
ona gerçekten çok zor geldiğini fark etmiştim. Ona bu görevi kimin verdi­
ğini düşündüm. Emily miydi acaba? Ya da bizzat Miranda? Hangisi olur­
sa olsun, fark etmezdi. Üç ay boyunca direnmiştim, bundan sonra dik ya­
ka Prada’lar giymek kalan dokuz ayımı kurtarmamı sağlayacaksa, bana
göre hava hoştu artık. Hemen baştan aşağı yeni ve daha gelişkin bir gardı­
rop kurmaya karar verdim.
O sabah 6.50’de sokağa çıkmayı başardığımda doğrusu ben de ken­
dimi oldukça güzel hissediyordum. Hatta evime yakın kahvaltı büfesinde­
ki çocuk ıslık çaldı ve yolda bir kadın beni durdurup, üç aydır bu botlar­
dan bulmaya çalıştığını söyledi. Buna alışabileceğimi düşündüm. Her Al­
lah’ın günü herkesin bu konuda bir şeyler ima ettiğini duymaktan daha
iyiydi en azından. Üçüncü Cadde’nin köşesine kadar yürüyüp hemen bir
taksi durdurdum, bu da yeni alışkanlıklarımdan biriydi ve kendimi sıcacık
arka koltuğa bırakırken, pek çok insan gibi metroya binmek ve sıkış tepiş

158
Şeytan Marka Giyer

gitmek zorunda kalmadığım için minnet duymayı unutacak kadar yorgun­


dum. “Klik Altı Madison. Hızlıca lütfen.” Taksi şoförü aynadan bana bak­
tı (ve yemin ederim ki sempatiyle baktı) ve, “A evet, Elias-Clark binası,”
dedi. Sonra hızla gaza bastı 97. Sokak’tan sola döndü, sonra Lex’ten bir
daha sol yaptı ve 59. Sokak’taki ışıklara kadar yıldırım hızıyla gittik. Batı
Madison’a varmak üzereydik bile. Tam altı dakika sonra sıkı bir frenle in­
ce, uzun, pürüzsüz yekpare binanın önünde durmuştuk. Bina da içinde ça­
lışanların fiziksel bir örneğiydi adeta. Taksi ücreti her sabahki gibi 6 dolar
40 sent tutmuştu ve şoföre yine her sabah yaptığım gibi on dolar verdim.
“Üstü kalsın,” dedim, bunu delicen de yine aynı biçimde, adamın şaşkınlı­
ğını ve mutluluğunu izleyip ben de mutlu olmuştum. “Bu Runway’den.”
Hiç sorun olmayacağı kesindi. Elias’ta muhasebenin önemli ve önce­
likli bir yeri olmadığını anlamama bir hafta yetmişti. On dolarlık bir taksi
fişi yazmak, hem de bunu her gün yapmak asla bir sorun yaratmıyordu.
Başka bir şirket olsa ne hakla her gün on dolar taksi parası verdiğinizi sor­
gulardı ama Elias-Clark, elinizin altında bir şoförlü araba servisi varken ni­
ye taksiye binmeye tenezzül ettiğinizi merak ediyordu sadece. Bense, her
gün şirkete ekstra on dolarlık bir maliyet yaratmaktan (aslında ben bunu
yapıyorum diye kimsenin acılar içinde kıvrandığı yoktu ama) bir tür haz
duyuyordum. Birileri buna pasif-saldırgan direniş diyebilirdi. Ben öyle di­
yordum zaten.
Taksiden inip, birini mutlu etmiş olmanın keyfiyle 640 Madison’a
doğru yürüdüm. Her ne kadar binaya Elias-Clark binası deniyorsa da, as­
lında kentin en prestijli (elbette) bankalarından biri olan JS Bergman ile bi­
nayı yan yanya paylaşıyorduk. Asansörler de dahil hiçbir şeyi ortak kul­
lanmamakla beraber, sabahlan zengin bankacılarla bizim moda güzelleri
lobide birbirlerini incelemekten geri kalmıyorlardı.
“Hey, Andy! Ne haber? Uzun zaman oldu, görüşemedik.” Arkamda­
ki ses koyunsu ve gönülsüz geldi ve neden her kimse beni rahat bırakıp git­
miyor, diye düşündüm.

159
Lauren Weisberger

Zihnimde Eduardo ile yaşayacağım günlük rutine hazırlanıyordum


ve arkamı dönünce Benjamin’i gördüm. Lily’nin üniversitede çıktığı çeşit­
li çocuklardan biriydi ve girişin hemen dışında, yürüme yolunu kapattığı­
nın bile faikında olmadan, çökmüş, oturuyordu. Lily’nin birlikte olduğu
birçok erkekten biriydi, ama gerçekten hoşlandığı ilk kişi olmuştu. Tatlı
ihtiyar Benji (böyle çağınlmaktan hiç hoşlanmazdı) ile Lily, onu birlikte
koroda şaıkı söyledikleri iki kızla aynı yatakta yakalayıncaya kadar konuş-
mamıştım. Lily, Benji’nin kampus dışındaki evine gittiğinde, onu oturma
odasında bir soprano ve kontralto kızla sarmaş dolaş bulmuştu. Kızlar fa­
re gibiydiler ve bir daha da Lily’nin yüzüne bakamamışlardı. Lily’yi bunun
üniversiteye has bir tür oyun olduğuna ikna etmeye çalışmıştım ama yut-
mamıştı. Günlerce ağlamış, bana da kimseye bir şey söylemeyeceğime ye­
min ettirmişti. Benim kimseye bir şey söylememe de gerek kalmamıştı za­
ten, çünkü Beni bütün okula ballandıra ballandıra anlatıyordu her şeyi, üs­
telik kızın biriyle şöyle, biriyle böyle yapaıken, bir üçüncü kızın da olan
biteni seyrettiğini söylüyordu. Sanki Lily de bütün süre boyunca oraday­
mış, önceden anlaştıkları gibi divana yerleşmiş, büyük, kötü adamının
yaptığı erkekçe işleri izliyormuş havası veriyordu olayı anlatırken. Lily bir
daha asla bir erkeğe âşık olmayacağına yemin etmişti, kısa bir süre de ye­
minine sadık göründü. Bir sürü çocukla yattı ama hiçbirinin fazla uzun sü­
re ayağına dolanmasına izin vermedi, böylece onda hoşlanacağı bir şeyler
keşfetme tehlikesini baştan önlemiş oluyordu.
Ona tekrar baktım ve bu adamın yüzünde eski, ihtiyar Benji’den bir
şeyler bulmaya çalıştım. Atletik ve hoş biri olmuştu. Normal bir adamdı iş­
te. Ama Bergman’da çalışmak onu bir insan iskeletine döndürmüştü. Üs
tüne büyük gelen, buruşuk bir takım giymişti ve Marlboro’sundan, saf ko­
kain niyetine nefesler çekiyormuş gibi görünüyordu. Sabahın yedisi olma­
sına rağmen çok çalışmış gibiydi, bu da kendimi daha iyi hissetmeme ne­
den oldu. Çünkü Lily’ye yaptıklarının karşılığı gibi gelmişti ve de bu in­
sanlık dışı saatte kendini işe sürükleyen tek kişi olmadığımı görmek hoşu­

160
Şeytan Marka Giyer

ma gitmişti. Tabi muhtemelen o bu durumda olması karşılığında yılda en


az 150.000 dolar alıyordu ama olsun, en azından yalnız değildim.
Benji havanın hâlâ yan karanlık olduğu bu kış sabahında, yanan si­
garasıyla beni selamlayıp, yanına çağırdı. Ben aslında geç kaldım diye bi­
raz gergindim ama Eduardo, “Merak etme, henüz gelmedi, emniyettesin,”
bakışı ile bana bakınca Benji ’ye doğru yürüdüm. Mahmur ve umutsuz gö­
rünüyordu. Herhalde zalim bir patronu olduğunu düşünüyordu. Hah! Bir
bilseydi. Yüksek sesle gülmek geldi içimden.
“Hey, her gün sabahın bu kör saatinde senden başka işe gelen yok,”
diye mırıldandı. O arada çantamın derinliklerini karıştırıp rujumu aramak­
la meşguldüm. “Ne iş?”
“İş şu, çok şey isteyen bir kadınla çalışıyorum ve dergide çalışan di­
ğer insanlardan iki buçuk saat önce gelip, onun için hazırlık yapmam ge­
rekiyor.” Sesimde öfke ve alay izleri vardı.
“Oha! Pardon, çok kötü yani. Kimin için çalışıyorsun?”
“Miranda Priestly için,” dedim ve bir tepki veımesin diye dua ettim.
İyi eğitimli, başarılı bir profesyonelin Miranda hakkında bir şey duymamış
olması beni çok çok çok mutlu ediyordu. Sevinçten çıldırıyordum hatta.
Ve şansıma, bu adam beni mutsuz etmemişti. Omzunu silkip sigarasından
bir nefes daha çekmiş, soran gözlerle bakıyordu.
“Runway’in genel yayın yönetmeni,” dedim, sonra da sesimi alçaltıp
neşeyle anlatmaya başladım. “Hayatta gördüğüm en acımasız kaltak. Ya­
ni, onun gibi birine asla rastlamamıştım. İnsan bile değil.” İçimde daha
Benji’ye püskürtebileceğim bir sürü şikâyet vardı, ama birden Runway Pa­
ranoya Sarmalı kendini gösterdi. Bir anda gerildim, adeta paranoyaklaş­
tım, belki de bu adam Miranda’nın bana yolladığı bir casusdu veya Obser-
ver’dandı ya da Altıncı Sayfa muhabiriydi. Bunun korkunç, tamamıyla
saçma olduğunu biliyordum aslında. En azından Benji’yi yıllardır tanıyor­
dum ve onda Miranda için casusluk yapacak yeteneğin bulunmadığını bi­
liyordum. Ama yine de tam olarak emin değildim işte. Nasıl emin oluna­

161 F : 11
Lauren Weisberger

bilir ki? Hem kim bilir, belki de etrafta benim söylediklerimi dinleyen baş­
ka bilileri vardır? Acilen telafi gerekiyordu.
“Tabi, o aslında moda ve yayıncılık dünyasının en güçlü kişisi; New
York’ta böyle önemli bir sektörde, elinde bütün gün bir mumla tepeye tır-
manamazsm. Sanırım, işle ilgili olarak bu kadar katı olmasını anlayabili­
yorum aslında. Ben de olsam böyle yapardım. Neyse, artık işe gitmem la­
zım, hem de koşarak. Seni yeniden görmek hoş oldu.” Arkamı dönüp gi­
derken, son haftalarda Lily, Alex ya da ailem dışında biriyle konuşurken
hep yapmaya başladığım şeyi yaptım yine farkında olmadan. Tahtaya vur­
dum başıma kötü bir şey gelmesin diye.
“Hey o kadar kötü hissetmene gerek yok, ben daha burada işe başla­
yalı beş gün oldu,” diye bağırdı Benji arkamdan. O arada biten sigarasını
yere atmış, ayağıyla betonda eziyordu.

“Selam Eduardo,” dedim üzgün ve yorgun gözlerle bakıp. “Bu lanet


pazartesilerden nefret ediyorum.”
“Heyyy ahbap, bozma keyfini. En azından bugün sen ondan önce
geldin,” dedi gülerek. Miranda’nın 5.00’de arzı endam edip herhangi bir
kart taşımayı da reddettiği için yukarı kadar kendisine eşlik edilmesini is­
tediği sabahlan hatırlatıyordu. Miranda böyle sabahlarda ofiste bir dolanır
sonra da, sanki bir milli güvenlik sorunu çıkmış gibi, birimizden biri uya­
nıp hazırlanıp ofise gelinceye kadar durmadan Emily ile beni arardı.
Kartımı makineye soktum, ne olur bu pazartesi sabahı bir istisna ol­
sun, beni şov yapmadan bıraksın diye dua ediyordum içimden. Maalesef!
“Bana ne istediğini, gerçekten, gerçekten ne istediğini söyle," diye
dişlerini gösteren koca bir tebessümle şarkısını söylemeye başlamıştı İspan­
yol aksanıyla. Ben de, taksi şoförünü mutlu etmenin ve Miranda’dan önce
gelmiş olmanın verdiği keyifle, bıraktım söylesin. Oysa genelde içimden

162
Şeytan Marka Giyer

güvenlik bariyerlerinin üzerinden adayıp Eduardo’nun suratını dağıtmak


gelirdi. Ama bir yandan bu güzel bir sabah sporu oluyordu, üstelik Eduar-
do da oradaki üç beş arkadaşımdan biri sayılırdı, bu yüzden de oyununa
katılırdım. "Ne istediğimi sana söyleyeceğim, gerçekten, gerçekten ne is­
tiyorum, istiyorum, istiyorum, istiyorum zigga zig aaaaaaaaahhhhhh" di­
ye Spice Giriş’ün 90’lardan kalma bu şarkısını söylemeye devam ettim
ben de. Eduardo yine bana sırıtarak baktı.
“Hey, unutma, temmuzun on altısı!” diye de arkamdan bağırmayı ih­
mal etmedi.
“Biliyorum, temmuzun on altısı...” diye seslendim ben de. Bu ikimi­
zin de doğum günlerinin tarihiydi. Nasıl olduysa benim doğum günümü
keşfetmişti ve ikimizinkinin aynı gün olmasına bayılmıştı. Ve açıklanama-
yacak bir biçimde bu konuda aramızdaki sabah ritüelinin bir parçası hali­
ne gelmişti. Tanrı’mn belası her gün!
Elias-Clark tarafında sekiz asansör vardı, yansı birden on yedinci ka­
ta kadar, ikinci yansı on yedinci kat ve üzeri içindi. Sadece ilk kısım
önemliydi, çünkü büyük isimlerin çoğu ilk on yedi kata yerleşmişti ve var-
lıklannı asansör kapılanna konmuş ışıklı levhalarla ilan ediyorlardı. İkin­
ci katta, çalışanlar için bir ücretsiz spor salonu bulunuyordu. İçinde eksik­
siz bir Nautilus seti ve en azından yüz tane yürüme bandı ve benzeri alet
vardı. Aynca saunalar, buhar odalan, sıcak tüpler bulunuyordu ve orada
çalışanlar üniforma giyiyordu. Aynca acil durumlar için manikür, pedikür
ve yüz bakımı salonu da vardı. Hatta havlu servisi bile yapılıyordu, daha
doğrusu yapılıyor diye duymuştum. Benim gidecek zamanım olmadığı gi­
bi, zaten sabah altı ile gece on arasında çok da kalabalık oluyordu. Yazar­
lar, editörler ve satış asistanlan yoga veya kick-boxing dersleri için üç gün
önceden yer ayırtıyorlardı ve buna rağmen eğer randevulanndan on beş
dakika önce orada bulunamazlarsa sıralannı kaybediyorlardı. Sanki Elias-
Clark çalışanlar daha iyi yaşasın diye tasarlanmış gibiydi ve bu da beni
strese sokuyordu.

163
Lauren Weisberger

Zemin katta da bir gündüz çocuk bakım evi olduğuna dair söylenti­
ler gelmişti kulağıma, ama çocuğu olan kimseyi tanımadığım için bunu
doğrulatamamıştım henüz. Esas cümbüş üçüncü katta yemek salonuyla
başlıyordu. Miranda, Latin Amerikalı amelelerle birlikte yemek yiyeme­
yeceğini söyleyip, burada yemeyi reddediyordu, ama tabi bazen Irv Ra-
vitz’le birlikte yemek zorunda kalıyordu. Irv Ravitz, Elias’m yönetim kuru­
lu başkanıydı ve arada bir çalışanlarla birlikte olma gösterisi yapmayı se­
viyordu.
Yukarı çıkarken bütün o ünlü markalan geçtik. Genellikle katlan
paylaşmalan gerekmişti, resepsiyon masasının iki tarafına, birbirlerini gö­
remeyecekleri biçimde, kaim cam kapı ve duvarlarla aynlmış olarak yer­
leşmişlerdi. On yedinci katta inmiş olduğumu umarak, cam kapıda popo­
ma bir göz attım. Mimar bir empati ve yetenek örneği göstererek, 640 Ma-
dison’un asansörlerine ayna koymama nezaketi göstermişti. Her zamanki
gibi elektronik kimlik kartımı unuttuğumdan (bina içindeki tüm hareketle­
rimizi, alışverişlerimizi ve kayboluşlanmızı izleyenin bir benzeri) durmak
zorunda kaldım. Sophy dokuzdan önce gelmeyeceği için, gidip onun ma­
sasının altına eğilmek, cam kapılan açan düğmeyi bulmak ve resepsiyon
alanının orta yerinden kapılara doğru ok gibi fırlayıp onlar tekrar kapan­
madan aradan sızmak zorundaydım. Bazen bunu ancak üç, dört kez dene­
dikten sonra başarabiliyordum ama bugün ikinci atağımda içeri dalmayı
becerdim.
Ben geldiğimde katın tamamı neredeyse karanlık oluyordu ve her sa­
bah masama gitmek için aynı rotayı izliyordum. Yürürken solumda reklam
bölümü oluyordu. Buradaki kızların çoğu, Chloe tişörtler ve yüksek topuk­
lu botlarla Rumvay diye bağıran kartvizitlerini dağıtmakla meşguldü. Ka­
tın öteki bölümünde bulunan yazı işlerinde olup biten her şeyden kesinlik­
le ve bütünüyle kopuktular. Modacılardan kıyafetleri toplayanlar, iyi .ya­
zarların peşine düşüp yazması için ikna etmeye çalışanlar, aksesuvarlan
kıyafetlere uydurmaya uğraşanlar, mankenlerle röportajlar yapanlar, sayfa

164
Şeytan Marka Giyer

düzenlerini oluşturup, metinleri toparlayan ve düzeltenler, fotoğrafların


çekimlerini ayarlayanlar hep yazı işlerindekilerdi. Yazı işlerindekiler spot
ışıklan altında, sıcakta çekimlerle uğraşır, tasanmcılardan uygun armağan­
lar ve indirimler elde etmek için koşuşturur, moda akımlannı izler ve Pas-
tis&Float’taki partilere giderlerdi, çünkü “herkesin ne giydiğini görmek
zorundaydılar.”
Reklam bölümü dergiye ilan toplamaya çaltşırdı. Bazen bu amaçla
parti verirlerdi ama ünlü birileri olmadığı için partilerine üst düzey kişiler
katılmazdı (ya da en azından Emily dudak bükerek böyle anlatmıştı). Bu
reklam satış partilerinden biri verileceği zaman, telefonum hiç susmuyor­
du. Bir partiye çağırmayı aklımın ucundan bile geçirmeyeceğim kişiler bi­
le arayıp, “Ee, Rumvay’de bu gece bir parti varmış duyduğuma göre. Ben
neden davetli değilim?” diye sorarlardı. Bu partileri daima dışarıdan bili­
leri vasıtasıyla ve olacağı gün duyardım, yazı işleri asla davet edilmezdi,
çünkü zaten gidemezlerdi. Sanki Rumvay kızlarının kendilerinden olma­
yan herkesle alay etmeleri, onları dehşete düşürmeleri ve dışlamaları yet­
miyormuş gibi, bir de dergi içinde sınıf farkı yaratimtya çalışıyorlardı.
Reklam satış bölümünün bulunduğu uzun, dar koridorun sonunda kü­
çük bir mutfak vardı. Burada kahveyle çay takımlarını ve öğle yemekleri­
ni muhafaza etmek için bir buzdolabı bulunuyordu. Aslında bütün bunlar
çok gereksizdi, çünkü Starbucks, çalışanların günlük kafein ihtiyacı konu­
sunda tekeldi ve öğle yemekleri ya büyük bir özenle yemek salonundan se­
çiliyor ya da civarda binlercesi bulunan eve servis lokantalara ısmarlanı­
yordu. Ama yine de, mutfaktaki eşyalar göze hoş görünüyordu doğrusu ve
sanki, hey bize bakın, Lipton çay poşetlerimiz ve yapay tatlandırıcılarımız
var burada. Hatta dün akşamdan kalan yemeği ısıtıp yemek istersiniz bel­
ki diye mikrodalgamız bile mevcut. Yani biz de tıpkı herkes gibiyiz, mesajı
verir gibiydiler.
Sonunda, 7.05 itibarıyla Miranda’nın krallığına ulaşabildim, kıpırda­
yacak halim kalmamıştı yorgunluktan. Ama her zaman ve her yerde oldu­

165
Lauren Weisberger

ğu gibi, burada da neden yaptığımı asla sorgulamayacağım veya değişik­


lik yapmaya kalkmayacağım bir rutin vardı, yerine getirilmesi gereken ve
ne kadar erken başlasam o kadar iyiydi. Ofisinin kilidini açıp içeri girdim
ve tüm ışıklarını yaktım. Dışarısı hâlâ karanlıktı ve ışıklan yakana kadar,
bu “güç taciri”nin odasında, karanlıkta durup, sürekli kıpır kıpır ve pınl pı-
nl New York’u seyretmeyi ve kendimi bir film sahnesinde (hani şu, iki sev­
gilinin, adamın 6 milyon dolarlık, nehir manzaralı katında kucaklaştıktan
sahnelerden birinde) hayal ettim. Ama lambalar ortalığı ışığa boğunca bu ha­
yalim sona erdi. New Yoık’un insana verdiği “hayatta her şey olabilir” duy­
gusu ve hayaller ortadan kayboldu, geride sadece Caroline ve Cassidy’nin
sıntan suratlan kaldı.
îkinci olarak, bizim ofisin dışındaki dolabın kilidini açtım, buraya
onun paltosunu (ve de eğer o gün kürk giymemişse benimkini, çünkü Mi­
randa, Emily’nin ya da benim sokakta giydiğimiz paltolanmızın kürklerine
değmesini istemiyordu) ve on binlerce dolarlık, artık kullanılmayan palto
ve giysileri, kuru temizlemeciden gelip Miranda’nın evine henüz ulaştırı­
lamamış şeyleri ve en az iki yüz tane kadar da o çirkin beyaz Heımes fu­
ları asıyordum. Duyduğuma göre Hermes geçen yıl onun sevdiği modeli
üretimden kaldırmaya karar vermiş, firmadan birisi de kendini bu durumu
Miranda’ya iletmekle yükümlü hissetmiş. Miranda da elbette bir buz dağı
gibi konuşarak, bu durumun kendisini ne kadar hayal kırıklığına uğrattığı­
nı ifade edip stokta kalan tüm fularları satın almış. Bunun üzerine beş yüz
kadar bir örnek fuları buraya yollamışlar. Şu sıralar stok yannın altına in­
miş durumdaydı. Miranda bunları her gittiği yerde, restoranlarda, sinema­
da, defilelerde, haftalık toplantılarda, taksilerde bırakıyordu. Ayrıca hava
alanlarında, kızların okulunda ve tenis kortunda da bıraktıkları oluyordu.
Ama her zaman da onlardan birini, kıyafetinin bir yerlerinde kullanıyordu
(sadece bir kez evinde görmüştüm onu, üzerinde bu fularlardan biri olmak­
sızın). Fakat yine de bu kadar fuları ne yaptığını anlamak mümkün değil­
di. Acaba onlan mendil niyetine de mi kullanıyordu? Ya da belki kâğıt ye­

166
Şeytan Marka Giyer

rine ipek üzerine not almayı seviyordu? Her ne ise, bunlann kullanılıp atı­
lan şeyler olduğuna inandığı kesindi ve hiçbirimiz de ona böyle olmadığı­
nı nasıl söyleyeceğimizi bilemiyorduk. Elias-Claık bu fularların tanesine
birkaç yüz dolar ödeyip duruyordu ama ne gam, biz neredeyse her gün, kâ­
ğıt mendil verir gibi bir yenisini çıkarıp veriyorduk Miranda’ya. Aslında
iki yıllık fular masrafı hesaplansa, Miranda işten bile kovulabilirdi.
Turuncu fular kutulanndan biraz daha çıkarıp dolabın “Dağıtıma Ha­
zır Olanlar” rafını yeniden düzenleyip koydum. Orada da fazla kalamaya­
caklardı. Her üç ya da dört günde bir öğle yemeğine çıkmak için hazırla­
nır ve, “Ahn-dre-ah, bana bir fular ver,” diye buyururdu. “O bu fularları bi-
tiremeden ben çoktan buradan gitmiş olacağım,” diyerek kendimi rahatla­
tıyordum. Kim bilir hangi zavallı ona, bütün beyaz Hermes fularların bit­
miş olduğunu ve yenilerinin yapılmasının, sipariş edilmesinin, ithal edil­
mesinin, postaya verilmesinin, gemiyle gönderilmesinin veya bu konuda
herhangi bir ferman verilmesinin imkânsız olduğunu söylemek zorunda
kalacaktı? Düşüncesi bile dehşete düşürüyordu insanı.
Tam dolabı kapayıp kendi bölümüme geçerken Uri aradı.
“Andrea? Merhaba, merhaba. Ben Uri. Aşağı gelebilir misin lütfen?
Elli Sekizinci Sokak’ta, Park Caddesi’ne yakın bir yerdeyim şu an, tam
New York Spor Kulübü’nün önünde. Sana verilecek şeylerim var.”
Bu telefon bana aynı zamanda Miranda’nın da yakınlarda buraya ge­
leceğini haber veriyordu. Belki. Çoğu sabah Uri’yi kuru temizlemeye gide­
cek kirli giysiler, okumak için eve götürdüğü Rumvay ve diğer delgiler, ona­
rılacak ayakkabı ve çantalar ve kitap eşliğinde önden gönderiyordu. Böyle-
ce, benim aşağı inip arabayı karşılayarak, bu, çoğu sıradan ve dünyevi olan
işleri o gelmeden yoluna koymamı sağlamış oluyordu. Genellikle bunlar­
dan yarım saat kadar sonra da kendisi gelirdi, Uri eşyaları bırakıp gider, o
sabah nerelerde saklanıyorsa onu oradan alır getirirdi.
Kendileri her yerde olabilirdi, çünkü Emily’ye göre asla uyumuyor­
du. Emily’den önce gitmeye başlayıp da, telesekreteri ilk olarak ben din-

167
Lauren Weisberger

leyinceye kadar buna inanmamıştım. Miranda istisnasız her gece, saat bir­
le sabah altı arasında, sekiz ya da on tane belirsiz, çift anlamlı mesaj bıra­
kıyordu ikimiz için. Örneğin, “Cassidy bütün küçük kızların kullandığı o
ufak, naylon çantalardan istiyor. Onun için sevdiği renkten, orta boy bir ta­
ne ısmarlayın,” ya da “Yetmişler’in oradaki antikacının adresine ve telefo­
nuna ihtiyacım olacak, hani şu antika şifoniyeri gördüğüm yerin,” gibi şey­
ler. Sanki biz, o sıralar on yaşında olan bütün kızların kullandığı naylon
çantanın ne olduğunu ya da onun son on beş yıl içinde gitmiş ve de kim bi­
lir neyi beğenmiş olduğu, Yetmişler’in (bu arada Doğu mu, Batı mı, o da
belli değil) oralardaki binlerce antikacıdan biri olan antikacıyı biliyormu-
şuz gibi. Ama her sabah imanla ve sadakatle bu mesajlan tekrar tekrar din­
liyor, aksanından ve verdiği ipuçlarından bir anlam çıkarmak için azimle
uğraşıyordum, yeter ki Miranda’dan daha fazla bilgi istemek zorunda kal­
mayayım.
Bir keresinde bir hata yapıp Miranda’dan daha fazla ayrıntı istemeyi
önerecek olmuşum ama karşılığında tek elde edebildiğim şey Emily’nin
ayıplayan bakıştan olmuştu. Miranda’ya soru sormak haddini aşmak de­
mekti. Boşuna debelenip sonunda yaptıklannın ne kadar hatalı olduğunu
dinlemek daha iyiydi. Miranda’nm gözüne ilişen antika şifoniyeri bulabil­
mek için, bir limuzinle iki buçuk gün boyunca Yetmişler’in oralarda hırla­
mam gerekmişti (hem Doğu, hem de Batı tarafında). York Caddesi’nden
(daha ziyade evler var) yola çıkıp önce Birinci, aşağı îkinci, yukan Üçün­
cü ve aşağı Lex’i turlamıştım. Park’ı atlayıp (orada da daha çok evler var­
dı) Madison’la devam etmiş ve benzer bir turu bir de Batı Yakası’nda yap­
mıştım. Kalem elimde, gözlerim dört açık, telefon defteri kucağımda, kar­
şıma çıkan her antikacıyı kaydetmeye hazır vaziyetteydim. Her bir antika­
cıyı şahsi ziyaretimle şereflendiımiştim. Dört numaralı mağazada bu işi bir
sanata dönüştürmüştüm.
“Selam, antika şifoniyer satıyor musunuz?” Artık böyle sesleniyor­
dum, onlar da bana içeriden cevap veriyorlardı. Akıncıda kapıdan içeri gir­

168
Şeytan Marka Giyer

meye bile zahmet etmemiştim. Küstah bir satıcı, uğraşmaya değecek biri
olup olmadığıma karar vermek için beni tepeden tırnağa süzmüştü (bakış­
larından kaçınmam mümkün değildi). Genellikle, dışarıda bekleyen özel
arabamı görüp evet ya da hayır şeklinde bir cevap lütfediyorlardı, bazıla­
rıysa aradığım şifoniyerin ayrıntılarına kadar sormuştu.
Eğer, benim iki kelimelik tarifime uyana benzer bir şeyler sattıkları­
nı itiraf ederlerse, hemen ikinci yetersiz ve tuhaf sorumu yapıştırıyordum,
“Acaba Miranda Priestly yakınlarda buraya gelmiş miydi?” O ana dek de­
li olduğumu düşünmemişlerse bile, o andan itibaren güvenliği çağırmaya
hazır duruma geliyorlardı. Bazıları onun adını hiç duymamışlardı. Bu iki
bakımdan çok hoşuma gidiyordu. Hayatta hâlâ, onun herhangi bir etkisine
maruz kalmamış, normal insanlar da bulunduğuna ilk elden tanıklık etmiş
olmak ve en azından daha fazla uzatmadan o mağazayı elimine etme şan­
sına sahip olmak. Ne yazık ki üzücü bir çoğunluk, onun adını duyar duy­
maz kulaklarını dikiyordu. Bazıları hangi dedikodu sütununu yazdığımı
öğrenmek istiyordu. Ama ne tür hikâyeler uyduımuş olursam olayım, üç
tanesi dışında onu mağazasında gören olmamıştı. Görenlerse, “Ne yazık ki
Bayan Priestly’yi aylardır görememişlerdi ve ah, onu nasıl da özlemişler­
di! Lütfen ona Franck-Charlotte-Sarabeth vs. selam ve sevgilerini iletebi­
lir miydim acaba?”
Üçüncü gün öğlene kadar da antikacıyı tespit edemeyince, Emily
dergiye dönüp Miranda’dan biraz daha fazla bilgi edinmeye çalışmama ye­
şil ışık yaktı. Daha araba binanın önünde durduğunda ter dökmeye başla­
mıştım. Eduardo gösteri yapmadan geçmeme izin vermezse turnikenin
üzerine tırmanıp geçmeye bile karar vermiştim. Bizim kata ulaştığımda
terden gömleğim sırılsıklam olmuştu. Ofis bölümüne girdiğimde ellerim
titremeye başladı ve özene bezene hazırlamış olduğum konuşma metnim
(Merhaba Miranda, iyiyim, sorduğun için çok teşekkür ederim. Sen nasıl­
sın? Dinle, söylediğin antikacıyı bulabilmek için çok uğraştım ama pek
şansım yaver gitmedi. Belki en azından Manhattan’m Doğu Yakası'nda

169
Lauren Weisberger

mı, Batı Yakası’nda mı olduğunu söyleyebilirsin? Hatta belki adını hile ha­
tırlaman mümkün olabilir?) zavallı gergin beynimin çeşitli köşelerine da­
ğılıp gitmişti. Bütün protokol kurallarını yıkarak, önceden bir bülten yol­
lamadım: “Masalarına yaklaşmak ve yüksek varlıkları ile temas kurmak
için izin istiyorum.” Muhtemelen de, benimle konuşmadan onunla konuş­
ma cesaretini göstermiş olduğum için şok geçirmişti. Miranda konuyu kı­
sa kesmek için, kendine has o şirin yöntemleriyle, iç çekti, kasıldı, küçüm­
sedi ve hakaret etti ama sonunda siyah, deri Herm&s günlüğünü (gayet kul­
lanışsız ama şık bir biçimde beyaz Hermes fularla bağlı) açtı veeee... ma­
ğazanın kartını çıkardı.
“Sana bıraktığım mesajda bu bilgiyi vermiştim Ahn-dre-ah. Herhal­
de bir kalem alıp not etmek zahmet oluyor?” Her ne kadar içimden, o bah­
si geçen kartla yüzünü parça parça kesmek gelse de, başımı sallayıp onay­
ladım. Birden karttaki adrese gözüm takıldı, 244 Doğu 68. Sokak. Elbette.
Doğu, batı veya İkinci Cadde ya da Amsterdam hiç faik etmezdi, çünkü
son otuz altı saattir döne dolana aramakta olduğum mağaza Yetmişler’de
bile değildi.
Uri’yle buluşmak üzere aşağı koşturmadan önce, Miranda’nın en son
gece mesajlannı kaydederken bunları hatırlamıştım. Her sabah park ettiği
yeri en ince ayrıntısına kadar tarif ederdi ki, arabayı elimle koymuş gibi
bulabileyim. Buna rağmen de, ne kadar hızla inersem ineyim onun eşyala­
rı içeri kadar taşımış olduğunu görürdüm her sabah, ben bir de arabaya ka­
dar gitmek zorunda kalmayayım diye. Bugün de aynı şeyin olduğunu gör­
mekle mutlu olmuştum, lobide turnikelerden birine dayanmış elinde ko­
lunda torbalar, kıyafetler, kitaplar ve dergilerle tıpkı iyi kalpli, nazik bir
büyük baba gibi bekliyordu.
“Koşma, dur, duydun mu?” dedi kalın Rus aksanıyla. “Bütün gün koş
koş koş. Seni çok çok fazla çalıştırıyor. Bu yüzden eşyaları ben getiriyo­
rum.” O arada da eşyaları almama yardım ediyordu. “îyi bir kız ol tamam
mı ve de güzel bir gün geçir.”

170
Şeytan Marka Giyer

Büyük bir minnettarlıkla baktım, Eduardo’ya da “şu an herhangi bir


şey yapmamı istersen seni gebertirim” anlamında bir bakış fırlattım ve tur­
nikeden sorun yaşamadan geçince azıcık yumuşadım. Mucize kabilinden
gazete bayisine uğramayı da akıl ettim ve Ahmed de Miranda’nm sabah
gazetelerini sıkıştırdı kollarımın altına. Her ne kadar dağıtım servisi saat
dokuzda bütün bu gazetelerden birer tane Miranda’ya da getiriyor olsa bi­
le, ofisinde bir saniye bile gazetesiz kalma riskine girmemek için ben yine
de ikinci bir set alıyordum. Dergiler için de aynı şey geçerliydi. Sadece bi­
risi dedikodu sütunlarını okusun ve moda sayfalarına göz atsın diye ekst­
radan her gün dokuz gazete ve her hafta yedi dergi almamız kimsenin
umurundaymış gibi de görünmüyordu.
Bütün eşyalarını masamın altına, yere koydum. Sipariş verme işlemi­
nin birinci raunduna sıra gelmişti. Önce Mangia’nın numarasını tuşladım,
kent merkezinde gurmeler için eve servis hizmet veriyordu ve her zaman­
ki gibi Jorge açtı telefonu.
“Selam bal kabağım, benim,” dedim, o anıda telefonu kulağımla omu­
zum arasına sıkıştırmış, bir yandan da Hotmail’i açıyordum. “Hadi bu gü­
nü de başlatalım.” Jorge ile arkadaş olmuştuk. Her sabah üç, dört, beş kez
konuşmak insanı birbirine hızla yaklaştıran, komik bir şeydi.
“Hey bebeğim, oğlanlardan birini o tarafa yollamak üzereyim, o ora­
da mı?” diye sordu. O ile kast edilenin benim deli patronum olduğunu an­
lamak mümkündü de sabah sabah ısmarladığım bu kadar şeyi nasıl tüket­
tiğini anlamak pek mümkün değildi. Jorge aramaktan hoşlandığım sabah
adamlarımdan biriydi. Eduardo, Uri, Jorge ve Ahmed günümün oldukça
pozitif başlamasını sağlıyorlardı. Her birinin varlığı Rumvay’in patronu­
nun hayatını daha mükemmel bir hale sokmama net bir biçimde yardımcı
oluyordu ama aslında hiçbirinin dergiyle doğrudan bir ilişkisi yoktu. Hiç­
biri de Miranda’nın gücünü ve prestijini gerçek anlamda algılamıyordu.
Bir numaralı kahvaltı biıkaç saniye içinde 640 Madison’a doğnı yo­
la çıkmış olacaktı ve muhtemelen de tarafımdan çöpe atılacaktı. Miranda

171
Lauren Weisberger

dört dilim vıcık vıcık yağlı domuz pastırmasını, iki dilim sosis ve yumu­
şak Danimarka peyniri yerdi her sabah ve bütün bunları uzun, ince kupa­
daki Starbucks’la midesine yuvarlardı (iki adet kahverengi şekerle, unut­
ma!). Bu arada, dergidekiler ikiye bölünmüş durumdaydı, acaba sürekli
Atkins diyeti mi uyguluyordu, yoksa ona insanüstü bir metabolizma sağla­
yan müthiş genlere mi sahipti? Ne olursa olsun, sonuçta bütün bu yağlı, iğ­
renç derecede sağlıksız yiyecekleri yalayıp yutmakta bir sakınca görmü­
yordu, oysa biz geri kalanlar aynı lükse sahip değildik. Hiçbir şey geldik­
ten on dakika sonrasına kadar sıcak kalamadığından, o gelene kadar yeni­
den ısmarlamayı ve gelenleri çöpe atmayı sürdürüyordum. Elbette ilk ge­
leni tutup o gelir gelmez mikrodalgada ısıtıp verebilirdim ama hem bunu
yaparken geçecek minimum beş dakika boyunca beklemeye tahammülü
yoktu, hem de önüne böyle bir şey koysam, “Ahn-dre-ah, bu bayat. Bir ke-
recik de taze kahvaltı koymayı başarsan masaya,” derdi. Ya her yirmi da­
kikada bir aynı kahvaltıyı ısmarlamaya devam edecektim ya da cep telefo­
nuyla beni arayıp kahvaltısını ısmarlamamı söyleyecekti (Ahn-dre-ah, bi­
razdan orada olacağım. Kahvaltımı sipariş et). Tabi ki bu da en çok iki ya
da üç dakika öncesinden yapılmış bir uyan olacaktı ve ön ısmarlama mo­
deli yine gerekecekti.
Telefon çaldı. O olmalıydı çünkü normal insanlar için daha çok er-
kendi.
“Miranda Priestly’in ofisi,” diye cıvıldadım güya kendimi buz gibi
olmaya zorlayarak.
“Emily on dakika sonra orada olacağım ve geldiğimde kahvaltımı ha­
zır bulmak istiyorum.”
Emily’ye de bana da Emily demeyi sürdürüyordu. Herhalde bize bir­
birimizden bir farkımız olmadığını ve kolaylıkla birbirimizle değiştirilebi­
leceğimizi ima etmek istiyordu. Aklımın bir yerlerinde bu konuyla ilgili
hâlâ takıntılanm vardı ama doğrusu artık aldırmıyordum. Üstelik, adım fi­
lan gibi şeylerle uğraşamayacak kadar yorgundum gerçekten.

172
Şeytan Marka Giyer

“Tabi Miranda, derhal.” Ama o zaten kapatmıştı bile. O arada gerçek


Emily içeri girdi.
“Hey, geldi mi?” diye fısıldadı, her zamanki gibi Miranda’nın odası­
na sinsi sinsi bakarak. Yol göstericisi gibi, o da günaydın, merhaba gibi
şeyler söylemezdi.
“Hayır, ama şimdi aradı on dakika içinde burada olacakmış. Şimdi
geliyorum.” Cep telefonumu ve sigaramı paltomun cebine atıp fırladım.
Aşağı inip Madison’u geçmek ve yüıüıken ilk kıymetli sigaramı içmek için
sadece biıkaç dakikam vardı. Sönmesin diye sigaramdan kuvvedi nefesler
çekerek 57. Sokak ile Lex’in köşesindeki Staıbucks’ın önündeki kuyruğu
inceledim. Eğer sırada yedi sekiz kişiden az insan olsaydı ben de normal
insanlar gibi beklemeyi tercih ederdim. Fakat bugün de çoğu zaman oldu­
ğu gibi, yirmi kadar zavallı, çalışan ruh, canından bezmiş bir halde, paha­
lı kafein dozlarını alabilmek için sırada bekliyorlardı. Ve ben onların önü­
ne atlamak zorundaydım. Bunu yapmaktan hoşlanmıyordum ama Miran­
da, her gün kendisine sunduğum kahvenin uçarak önüne gelen bir şey ol­
madığını, normal insanların bunun için yarım saat kadar sıra bekledikleri­
ni filan anlayacak birine benzemiyordu. Birkaç hafta boyunca cep telefo­
numdan cırlak, kızgın haykırıştan (Ahn-dre-ah, katiyen anlayamıyorum.
Seni tam yirmi dakika önce aradım geliyorum diye ve yine de kahvaltım
hazır değil. Bu kabul edilemez!) dinleyince, Starbucks’ın müdürüyle ko­
nuşmaya karar vermiştim.
“Eee, şey, selam. Benimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür
ederim,” demiştim, ufak tefek, siyah kadına. “Biliyorum, bu size çok garip
gelecek ama, acaba bana sıra beklemeden kahve almam konusunda bir ay-
ncalık tanıyabilir misiniz?” Ona dilimin döndüğü kadanyla çok önemli, bi­
raz da mantıksız bir patronum olduğunu, sabah kahvesi için beklemekten
hoşlanmadığını anlatıp bu yüzden sıra beklemeden, ama kimseyi de incit­
meyecek bir biçimde elbette, kahve alıp alamayacağımı, personelin de ba­
na hızlı servis yapmasının mümkün olup olamayacağını sormuştum. Mü­

173
Lauren Weisberger

dür Marion ne yazık ki geceleri dokuzda moda konusunda öğrenim gör­


mek üzere okula gidiyordu.
“Aman Tanrım, şaka mı yapıyorsunuz? Demek siz Miranda Priestly
için çalışıyorsunuz? Ve bizim ince uzun fincanlarımızdan içiyor demek?
Hem de her sabah? İnanamıyorum. Tabi tabi elbette, helkese size yardım­
cı olmasını söyleyeceğim. Siz hiç merak etmeyin. Sanırım o moda dünya­
sının en güçlü insanı.” Marion çıldırmıştı adeta. Ben de kendimi zorlaya­
rak onun heyecanını paylaşıyormuş gibi kafamı sallamıştım.
Ve sonuçta bir sıra dolusu yorgun, saldırgan, kendini beğenmiş New
York’lunun önüne geçip onlar orada dakikalardır bekledikleri halde, kah­
veyi alıp gider hale gelmiştim. Bunu yapmakla kendimi iyi veya önemli ya
da etkili biri gibi hissetmiyordum ve yapmak zorunda kalacağım diye
ödüm kopuyordu. Sıra bugünkü gibi uzun olduğunda (tezgâh boyunca iler­
leyip, kıvrılarak dışarı kadar taşmıştı) daha da kötü hissediyordum ama bi­
razdan da ellerim dolu olarak oradan çıkıp gideceğimi de biliyordum. Bey­
nimde tokmaklar vuruyormuş gibiydi ve gözlerim daha şimdiden kuruyup
ağırlaşmaya başlamışlardı bile. Uğruna dört uzun yıl boyunca şiirler ezber­
lediğim, ağır metinlerle boğuştuğum, iyi derecelerle mezun olmak için ça­
baladığım hayatımın, ne noktada olduğunu unutmaya çalıştım ve Miran-
da’nın kahvesiyle birlikte kendim için de bir şeyler istedim. Büyük boy bir
Amaretto Cappuccino, bir Mocha Frappuccino ve bir Caramel Macchiato
dört fincanlık taşıma kabıma yerleştirildi, yanında yarım düzine de muffin
ve croissant aldım. Toplam 28 dolar 83 sent tutmuştu ve makbuzumu alıp
cüzdanımın özel olarak makbuz koymak için yapılmış ve patlayacak hale
gelmiş olan gözüne tıkıştırdım. Bütün o makbuzların karşılığı, her zaman
için güvenilir Elias tarafından geri ödenecekti bana.
Acele etmem gerekiyordu, Miranda arayalı neredeyse on iki dakika
olmuştu bile ve muhtemelen orada oturmuş, hırsla benim her sabah nere­
ye kaybolduğumu düşünmekte olduğunu biliyordum. Starbucks logolu
kaplar ona bir anlam ifade etmiyordu. Ama tezgâhta duran mallarımın hep­

174
Şeytan Marka Giyer

sini alamadan cep telefonum çaldı. Ve her zamanki gibi yüreğim ağzıma
geldi. Biliyordum ki oydu, kesinlikle emindim bundan ama yine de man­
tıksızca korkuyordum işte. Arayan numarayı görünce şüphelerimde haklı
olduğumu anladım ama Emily’nin sesini duyunca çok şaşırdım. Emily,
Miranda’nın hattından arıyordu.
“Burada ve çok kızgın,” diye fısıldadı. “Hemen dönsen iyi olacak.”
“Elimden geleni yapıyorum,” diye hırladım elimdeki tepsiyi, yiyecek
paketini ve telefonumu dengede tutmaya çalışarak.
İşte bu da Emily ile aramızdaki kin, nefret ve düşmanlığın ortaya dö­
külüş biçimiydi. O kıdemli asistan olduğu için, bu tür kahve ve yemek ta­
şıma işleri, çocuklarının ev ödevlerine yardım etmek ve kentin dört bir ya­
nında dolanıp vereceği partiler için en mükemmel yiyecekleri temin etmek
gibi konular benim görev alanımdaydı. Emily, onun ödemeleriyle ilgileni­
yor, seyahatleriyle ilgili düzenlemeleri yapıyor ve en büyük iş olarak da
birkaç ayda bir onun kişisel kıyafet siparişlerini veriyordu. Böylece sabah­
lan gerekli şeyleri almak için her çıkışımda, Emily çalan bütün telefonlar­
la başa çıkmak ve gergin bir sabah Miranda’sı ve onun talepleriyle boğuş­
mak zorunda kalıyordu tek başına. Ben, onun her Allah’ın günü en az altı
kez, sıcacık ofisten dışan fırlayıp, taşıma, araştırma, yakalama, elde etme
amaçlanyla New York’ta dolaşmak zorunda olmadığı için, kolsuz tişört­
lerle işe gelebilmesinden nefret ediyordum. O da, benim dışan çıkabilme
özgürlüğümden ve telefonla konuşmak için ya da sigara içmek için her za­
man azıcık geç kalışımdan nefret ediyordu.
Binaya geri dönüşüm genellikle Starbucks’a gidişimden daha uzun
sürüyordu çünkü aldığım kahveleri ve yiyecekleri dağıtmam gerekiyordu.
Onlan, 57. Sokak’ta kapı diplerinde uyuyan, otobüs duraklannda ısınma­
ya çalışan ve herkesin kurtulmak istediği evsizlere vermeyi tercih ediyor­
dum. Polisler kalabalık saatler vitese geçmeden onlan dağıtmış oluyorlar­
dı ama ben ilk kahve turumu yaparken oralarda oluyorlardı. Elias’ın spon­

175
Lauren Weisberger

sorluğunu yaptığı bu pahalı ikramın, kentin en istenmeyen kişilerine ulaş­


masında gerçekten çok çarpıcı bir yan vardı bence.
Chase Bank’ın önünde uyuyan ve durmadan altına kaçıran adamın
günlük bir Mocha Frappuccino’su vardı. Kahvesini alırken hiçbir zaman
uyanık olmuyordu aslında, kahveyi (kaşıkla beraber elbette) her sabah dir­
seğinin yanına bırakıyordum ve birkaç saat sonra ikinci kahve turuma çık­
tığımda kahve de adam da gitmiş oluyorlardı.
Üzerinde EVİM YOK/TEMİZLİK YAPABİLİRİM/YİYECEĞE İH­
TİYACIM VAR yazılı bir karton takılmış el arabasına dayanarak duran
yaşlı bayana da Caramel Macchiato veriyordum. Kısa sürede adının The-
resa olduğunu öğrenmiş ve ona da Miranda’nınkiler gibi ince, uzun fincan­
la almaya başlamıştım. Daima teşekkür ederim diyordu ama asla kahvesi­
ni sıcacıkken içmeye davranmıyordu. Sonunda kahve getirmemi istemiyor
mu diye sorduğumda, başını şiddetle sallayıp aç gözlü gibi görünmekten
nefret ettiğini ama bu kahvenin ona çok sert geldiğini, daha tatlı bir kah­
veyi tercih edeceğini mınldanmıştı. Ertesi gün onun kahvesini vanilya ara­
malı ve çırpılmış kremalı almıştım. Daha mı iyiydi? Ah evet, çok çok da­
ha iyiydi ama belki şimdi de biraz fazla tatlıydı. Bir gün daha denedikten
sonra onun kahveyi nasıl sevdiğini bulmuştum: aromasız, çırpılmış krema­
lı ve birazcık karamelli şurup eklenmiş olarak. Dişsiz ağzıyla gülümse-
mişti ve ondan sonra kahvesini eline tutuşturduğum an içmeye başlar ol­
muştu.
Üçüncü kahve Rio’nun, yani yere serilmiş bir battaniyenin üzerinde
CD satan NijeryalInındı. Aslında o evsiz gibi görünmüyordu ama bir sa­
bah, Theresa’ya kahvesini götürürken yolumu kesip, şarkı söyler gibi, “Yo,
yo, yo, acaba siz Starbucks’ın perisi filan mısınız? Hani benimki?” demiş­
ti. O günden sonra ona da bir Amaretto Cappuccino getirmeye başlamış­
tım ve aıkadaş olmuştuk.
Her gün kahve için, gerekenden 24 dolar fazlasını harcıyordum (Mi-
randa’nın içtiği 4 doları geçmezdi) ve bu da şirkete karşı uyguladığım baş­

176
Şeytan Marka Giyer

ka bir pasif-agresif direnişti, Miranda’nm yularından kurtulabildiğim ka­


darıyla verdiğim bir cezaydı. Onlara filtre edilmiş, güzel kokulu ve çıldır­
tıcı bir ceza vermiş oluyordum (mesele para değlidi) çünkü, başka hiçbir
şey onları bu kadar kızdıramazdı.
Lobiye girdiğimde, Mangia’dan yiyecekleri getiren Pedro, asansörle­
rin yanında durmuş, hararetli bir biçimde Eduardo ile İsponyolca sohbet
ediyordu.
“Hey bak kızımız gelmiş,” dedi Pedro. “Her zamankinden getirdim,
domuz pastırması, sosis ve o iğrenç görünümlü peynirden. Bugün sadece
bir kez sipariş verdin! Bilmiyorum bütün bu boklan yiyip nasıl böyle ince
kalabiliyorsun, kızım.” Dişlerini göstere göstere sıntıyordu bir yandan.
Sen ince görmemişsin, dememek için kendimi zor tuttum. Pedro aslında
getirdiği kahvaltılıklan yiyenin ben olmadığımı bal gibi de biliyordu ama
her gün, sabah daha sekiz olmadan konuştuğum pek çok diğer insan gibi o
da aynntılan tam olarak bilmiyordu. Ona da bir on dolar verdim her za­
manki gibi, kahvaltı 3 dolar 99 sent tutuyordu, üstü yukan kadar çıkarttığı
içindi.
Ben ofise girdiğimde telefondaydı, yılan derisi Gucci pardösüsünü
masamın üstüne atmıştı. Kanım tepeme sıçradı. Fazladan iki adım daha
atıp dolaba assa ölür müydü? Neden ille de benim masama fırlatıp atması
gerekiyordu? Kahveyi koydum, Emily’ye baktım, üç tane telefonla uğraş­
maktan beni görecek halde değildi ve yılan derisini astım. Kendiminkini
de silkeleyip katladım ve dolapta onunkine değerse mikrop bulaştırmasın
diye masamın altına yerleştirdim.
Çekmecemde tuttuğum kahverengi şekerlerden iki tane, bir karıştırı­
cı ve bir peçete alıp, hepsini birlikte hazırladım. Bir an için kahveye tükür­
meyi düşündüm ama kendimi tutmayı başardım. Sonra yukandaki dolap­
tan porselen bir tabak alıp o yağlı yiyecekleri ve iğrenç görünümlü Dani­
marka peynirini koydum, ellerimi de onun kuru temizlemeye gidecek kı­
yafetlerine sildim. Masamın altına gizlenmiş olduktan için henüz gitme­

177 F: 12
Lauren Weisberger

miş olduklannı göremezdi. Teorik olarak onun porselen tabağını her gün
gülünç mutfağımızdaki eviyede yıkamam gerekiyordu ama bununla uğra­
şacak halim yoktu. Herkesin önünde onun tabağım yıkıyor olmanın yara­
tacağı aşağılanma yüzünden, her kullanımdan sonra kâğıt havluyla siliyor,
kalan peynir kırıntılarını da tırnağımla kazıyordum. Çok kirlendiğinde ya
da belli bir süre kullanıldıktan sonra da, stokladıklanmızdan bir şişe Pel-
legrino alıp üstüne döküyordum. Mobilya temizleyicilerinden birini kul­
lanmadığım için şükretmesi gerekiyordu bence. Gözle görülür bir ahlak
kaybına uğramıştım ve daha da üzücü olan bu düşüşün doğallıkla yaşanı­
yor olmasıydı.
“Unutma, kızlarımın yüzünün gülmesini isterim,” diyordu telefonda.
Sesinin tonundan Lucia ile yani, yakında yapılacak Brezilya çekimlerinin
sorumlusu olan moda direktörü ile konuştuğu belli oluyordu ve mankenle­
rin görünümlerinden söz etmekteydi. “Mutlu, dişleri görünen, temiz, sağ­
lıklı kızlar. Dalgınlık, kızgınlık, kaş çatmak, koyu makyaj yapmak yok.
Parlamalarını istiyorum. Bunda da ciddiyim Lucia, başka türlüsünü asla
kabul etmem.”
Tabağı masasının kenarına koydum ve kahve ile peçeteyle birlikte
gerekli diğer şeyleri de yanına bıraktım. Bana bakmadı. Bir an durup bek­
ledim elime bir tomar kâğıt tutuşturup fakslamamı, bir şeyler aramamı ya
da dosyalamamı isteyecek mi diye ama beni görmezden geldi, ben de yü­
rüyüp çıktım. Sabahın sekizinde tam üç saattir ayaktaydım ve on iki saat­
tir çalışıyormuşum gibi hissediyordum. Ve o sabah için ilk kez oturma fır­
satı buldum. Tam belki dışarıdan bilileri sevimli bir şeyler yollamıştır di­
ye Hotmail’i açaıken dışarı çıktı. Kemerli ceketi ve üstüne mükemmel otu­
ran dar eteği, inceliğini iyice ortaya koymuştu ve dinamit gibiydi.
“Ahn-dıe-ah. Bu kahve buz gibi. Nedenini anlamıyorum. Artık fazla
ileri gittin! Git yeniden al.”
Derin bir nefes aldım ve yüzümdeki nefreti belli etmemeye çalıştım.
Miranda içmediği kahveyi masama bırakıp, odasındaki sehpanın üzerine

178
Şeytan Marka Giyer

yerleştirilen Vanity Fair’m son sayısını incelemek üzere odasına dönmüş­


tü. Emily’nin bana baktığını ve yüzünde acıma ile öfke karışımı bir ifade
olduğunu tahmin edebiliyordum. Bütün o lanet işlemleri tekrar yapacağım
için üzülmüştü ama bir yandan da buna kızma cüreti gösterdiğim için ben­
den nefret ediyordu, neticede, bir milyon kız benim işim için ölmeye hazır
değil miydi?
Sonunda, duyulur duyulmaz bir iç çekişle (bunu da sonradan geliştir­
miştim, Miranda’nın duyabileceği kadar yüksek ama emin olup beni çağı­
ramayacağı kadar da alçak sesle yapıyordum) tekrar paltomu giydim ve
bacaklarımı zorla asansöre doğnı sürükledim. Yine çok çok uzun bir gün
olacaktı.
İkinci kahve seferim çok daha sakin geçti ve yirmi dakikada tamam­
landı. Starbucks’ın önündeki kuyruk çok azalmıştı ve Marion o gün nöbet­
çiydi. Ben içeri girer girmez bizzat kendisi hazırlamaya başlamıştı kahve­
yi. Bu kez başka şeylerle uğraşamadım çünkü bir an önce gidip oturmak
istiyordum. Sadece Emily ve kendim için birer venti capuccino aldım. Tam
parayı öderken telefonum çaldı. Cehennemin dibine, bu kadmla başa çık­
mak imkânsızdı. Aç gözlü, sabırsız, dayanılmaz. Daha oradan ayrılalı dört
dakika olmadığına göre gene ne bulmuştu? Yine bir elimle tepsiyi denge­
ledim ve cebimden telefonumu çıkardım. Madem öyle ben de bir sigara
daha içeceğim (sırf kahvesini biraz daha geciktirmek için) diye karar ver­
mişken, Lily’nin ev telefonunun numarasını gördüm ekranda.
“Hey kötü bir zamanda mı aradım?” dedi, sesi heyecanlı geliyordu.
Saatime baktım, okulda olmuş olması gerekiyordu.
“Eh sayılır. İkinci kahve seferimi yapıyorum, harika değil mi? Yani
keyfimden uçuyorum, merak etme. Ne oldu? Bugün dersin yok mu?”
“Var ama dün gece yine o pembe gömlekli adamla çıktım ve marga-
ritalan biraz fazla kaçırmışız ikimiz de. Sekizer tane filan galiba, o hâlâ
burada serilmiş durumda, o yüzden de bırakıp gidemiyorum onu. Ama bu­
nun için aramadım.”

179
Lauren Weisberger

“Evet?” Güçlükle dinliyordum, çünkü cappuccino’lardan biri tepsi


eğik durduğu için akmaya başlamıştı ve ben her zamanki gibi telefonumu
kulağımla omzumun arasına sıkıştırmış, boşta kalan elimle de kutudan bir
sigara çıkarıp yakmış, içiyordum.
“Ev sahibim sabah sekizde kapıya dayandı bu sabah ve bana evden
çıkartılacağımı söyledi.” Sesinde en ufak bir neşesizlik belirtisi yoktu.
“Çıkartılacağını mı? Lil, neden? Ne yapacaksın?”
“Galiba sonunda benim Sandra Gers olmadığımı ve onun altı aydır
burada oturmadığını anlamışlar. Aile olmadığı için kira kontrollü bu daire­
ye beni sokma hakkı yok. Ben tabi ki bunu biliyordum, bu yüzden de o ol­
duğumu söylüyordum. Gerçekten de nasıl anladılar bilemiyorum. Ama
neyse, önemli değil, çünkü artık sen ve ben birlikte oturabiliriz! Senin
Shanti ve Kendra ile anlaşman aydan aya değil mi? Başka yer bulamadı­
ğın için orada kalıyordun değil mi?”
“Doğru.”
“Eh artık başka bir yerin var sayılır. Yani ikimiz birlikte, istediğimiz
bir yerde ev tutabiliriz!”
“Bu harika!” Gerçekten heyecanlanmıştım ama sesim biraz sönük
çıkmıştı.
“Sen de istiyor musun gerçekten?” diye sordu, coşkusu biraz sönmüş
gibi.
“Lil, kesinlikle. Gerçekten de müthiş bir fikir. Olumsuz baktığım için
değil ama şu anda sulu sepken yağıyor ve ben dışardayım ve kaynar kah­
ve sol koluma doğru akıyor...” Bip-bip. Öbür hat çalıyordu ve sigaranın
ucuyla boynumu yakmak bahasına telefonu kulağımdan çekip baktığımda
Emily’nin aradığını gördüm.
“Hay bok canına! Lil, Miranda arıyor. Benim koşmam gerek. Ama
evden atıldığın için seni kutluyorum. İkimiz adına çok heyecanlıyım. Seni
sonra arayacağım tamam mı?”

180
Şeytan Marka Giyer

‘Tamam ben konuşurum...”


Öteki hattı açmıştım bile ve kendimi yaylım ateşine hazırlamıştım.
“Yine ben,” dedi Emily, gergindi. “Ne halt oluyor? Allah aşkına bok­
tan bir kahve, benim de bu işi yapmış olduğumu unutuyorsun, bu kadar
uzun sürmez...”
“Ne?” diye bağırdım, mikrofonun bir kısmım elimle kapatmıştım.
“Ne dedin? Duyamıyorum seni. Eğer sen beni duyuyorsan bir dakika son­
ra oradayım!” Telefonu kapatarak cebimin derinliklerine attım. Marlbo-
ro’mun yansını içmemiştim ama yürüme yoluna atıp işe koştum.
Miranda bu birazcık daha sıcak kahveyi kabul etmek lütfunda bulun­
du ve hatta saat onla on bir arasında bize biraz huzurlu zaman bıraktı. O
arada kapısını kapatıp BSDK ile cilveleşmişti. Onunla resmen ilk kez ge­
çen hafta çarşamba gecesi dokuz civannda kitabı bırakırken tanışmıştık.
Ben girdiğimde o paltosunu çıkanyordu ve sonra on dakika boyunca üçün­
cü tekil kişi ağzından konuşmuştu. O karşılaşmamızdan beri her içeri giri­
şimde bana daha yakın bir ilgi göstererek ya günümün nasıl geçtiğini so­
ruyor ya da işimi iyi yaptığım için övgülerde bulunuyordu. Doğal olarak,
bunların sevgili eşi üzerinde bir etkisi olmuyordu ama en azından onu gör­
mek hoştu.
Tam işe giymek için daha şık kıyafetler konusunda ne yapabilirim di­
ye halkla ilişkilercileri aramaya kalktığımda Miranda’nm sesiyle yerimden
sıçradım. “Emily, öğle yemeğimi istiyordum.” Belli birimize hitap etme­
mişti, çünkü onun için biz bir çift Emily’dik. Gerçek Emily, bana bakıp ba­
şını salladı, bunun hadi harekete geç anlamına geldiğini biliyordum. Smith
ve Wollensky’nin numarası da telefonumda kayıtlıydı ve telefona çıkanın
yeni gelen kız olduğunu fark ettim.
“Selam Kim, ben Miranda Priestly’in ofisinden Andrea. Sebastian
orada mı?”

181
Lauren VVeisberger

“Ah, şey, pardon isminiz ne demiştiniz acaba?” Haftada iki kez, hep
aynı saatte arıyor olsam da, konuşmanın başında kendimi tanıtsam da bir
şey değişmiyordu, her seferinde sanki daha önce hiç konuşmamışız gibiydi.
“Miranda Priestly’in ofisinden. Runway'dsn. Dinle, kabalık etmek
istemiyorum ama -evet, aslında ediyorum- benim acelem var. Lütfen Se-
bastian’ı çağırır mısın?” Başka biri açmış olsa Miranda’nın her zamanki
mönüsü diyebilirdim ama bu kız güvenemeyeceğim kadar aptal olduğu
için, bizzat müdürün kendisini istemeyi öğrenmiştim.
“Şey, tamam, bir bakayım yerinde mi?” İnan bana Kim, yerinde. M i­
randa Priestly, onun hayatı, dedim içimden.
“Andy canım, nasılsın?” diye soludu Sebastian telefona. “Umanm
bizim en sevgili moda editörümüz bizden öğle yemeği arzu ettiği için arı­
yorsundur, öyle mi?”
Bir kez, “Hayır yemek isteyen Miranda değil, benim,” desem ne ya­
pardı acaba diye merak ettim. Belki bu teklifi de yabana atmazlardı ama
kraliçenin kendilerine başka türlü baktıkları da kesindi.
“Ah evet öyle. O da tam kendisini sizin nefis yemeklerinizden yemek
havasında hissettiğini söylüyordu ve sevgilerini yolladı.” Miranda ölüm ya
da parçalanma tehdidi altında bile olsa her gün yemeğini hazırlayan yerin
de, onun gündüz müdürünün de adını çıkaramazdı ama adamcağız bu tür
şeyler duyunca çok mutlu oluyordu. Bugün iyice heyecanlanıp kıkırdamış-
tı da.
“Muhteşem! Muhteşem! Buraya geldiğinizde yemeği hazırlanmış
bulacaksınız. Sabırsızlanıyorum! Ve lütfen benim de sevgilerimi iletin el­
bette.”
‘Tabi, ileteceğim. Birazdan görüşürüz.” Her zaman aynı coşkuyla
onun egosunu beslemek kolay olmuyordu ama, o benim işimi çok kolay­
laştırdığı için buna değerdi. Miranda’nm yemeğe dışarı çıkmadığı günler­
de masasına aynı yemeği servis ederdim ve o da kapalı kapılar ardında,
acele etmeden yerdi. Bu iş için, masamın üzerindeki dolapta çeşitli porse­

182
Şeytan Marka Giyer

len tabaklar bulunduruyordum. Çoğu yeni ev çizgisini tanıtmak isteyen ta­


sarımcılardan geliyordu ama bir kısmını da ben doğruca yemek salonun­
dan topluyordum. Sos kâsesi, et bıçağı ve keten peçete gibi şeyleri depo­
lamak çok sıkıcı oluyordu ama neyse ki Sebastian yemekle birlikte bunla­
rı da sunmaktaydı.
Bir kez daha siyah yün paltoma bürünüp sigaramı ve telefonumu ce­
bime koyup dışarı yöneldim. Soğuk bir şubat sonuydu ve hava gittikçe da­
ha fazla kararıyordu. 49. Sokak ve Üçüncü Cadde’nin köşesindeki restoran
yürüyerek on beş dakikaydı, önce yine de bir araba çağırmayı düşündüm
ama sonra temiz havayı ciğerlerime çekersem daha iyi olacağına karar ver­
dim. Dışarı çıktığımda sigaramı yakıp bir nefes çektim ve sigaradan mı so­
ğuk havadan mı bilemedim ama kendimi çok daha iyi hissettim.
Amaçsızca ortalıkta dolaşan turistleri şimdi daha iyi anlıyordum. Cep
telefonuyla konuşarak yürüyenlere de iğrenerek bakardım ama telaşlı gün­
lerimin bir hediyesi olarak ben de yürürken konuşanlardan olmuştum. Te­
lefonumu çıkarıp Alex’in okulunu aradım, çeşitli tecrübelerimden, şu an­
da fakültenin salonunda yemek yediğini tahmin ediyordum.
Telefon iki kez çaldı ve kuvvetli bir kadın sesi cevap verdi.
“Merhaba. Burası PS 277, ben Bayan Whitmore. Nasıl yardımcı ola­
bilirim?”
“Alex Fineman orada mı?”
“Kim anyor sorabilir miyim?”
“Ben Andrea Sachs, Alex’in kız arkadaşı.”
“A, evet Andrea! Hepimiz senin hakkında çok şey duyduk.” Her an
boğulabilecekmiş gibi kopuk kopuk konuşuyordu.
“Sahi mi? Şeyy, bu, eee, bu çok hoş. Ben de sizin hakkınızda çok şey
duydum tabi. Alex okuldaki herkes hakkında harika şeyler söylüyor.”
“Evet, ne güzel değil mi? Ama gerçekten Andrea, çok değerli bir işin
var! Böyle yetenekli bir kadın için çalışmak kim bilir ne kadar ilginçtir.
Hakikaten şanslı bir kızsın.”

183
Lauren Weisberger .

Ah evet Bayan Whitmore. Ben hakikaten şanslı bir kızım. O kadar


şanslıyım ki hayal bile edemezsiniz. Mesela dün patronuma tampon alma­
ya gönderildiğimde kendimi ne kadar şanslı hissettim, bir bilseniz. Hele
yanlış çeşit aldığım ve neden doğrusunu almadığım sorulduğunda. Ya da
belki neden başka birinin ter ve yemek lekeleriyle dolu elbiselerini her sa­
bah sekizden önce teslim alıp temizletmek durumunda olduğumu açıkla­
manın tek yolu da şarısımdır. Durun, bitmedi! Üç hafta boyunca, sırf bir
çift inanılmayacak kadar şımarık ve kaba küçük kız aynısından birer tane
istiyor diye, Fransız buldog yavrularını bulmak için kentteki bütün evcil
hayvan üreticilerini tek tek dolaşmak da en şanslı hissettiğim bölümdü.
Evet, hepsi bu! Ama telefonda, “Ah, evet, gerçekten de büyük bir fırsat,”
dedim alışkanlıkla. “Bir milyon kızın uğruna canını vereceği bir iş.”
“Evet, bunu hiç unutmamalısın canım. Ve bil bakalım ne oldu? Alex
geldi, onu veriyorum.”
“Selam Andy, neler oluyor? Günün nasıl geçiyor?”
“Hiç sorma. Şu anda onun yemeğini almaya gidiyorum. Seninki na­
sıl?”
“Şu ana kadar iyi. Yemekten sonra benim sınıfın müzik dersi var, o
yüzden de bir buçuk saat kadar serbest zamanım olacak, ki bu da hoş. Son­
ra yine telaffuz konusunda çalışacağız biraz daha!” Son cümlesinde sesi
biraz bozguna uğramış gibiydi. “Bazen gerçekten de doğru dürüst okuma­
yı asla öğrenemeyeceklermiş gibi geliyor.”
“Bugün herhangi bir yaralama olayı yaşandı mı?”
“Hayır.”
“E daha ne istiyorsun o zaman? İşte acısız, kansız bir gün geçirmiş­
sin. Tadını çıkar. Okuma meselesini yarına bırak. Bil bakalım ne oldu?
Lily aradı sabah. Harlem’deki evinden atılıyoımuş sonunda, bu yüzden de
birlikte oturacağız artık. Komik değil mi?”
“Hey, kutlanm! Senin için daha iyi bir zamanlama olamazdı. Siz iki­
niz birlikte acayip iyi vakit geçireceksiniz. Bir düşünelim, aslında biraz da

184
Şeytan Marka Giyer

ürkütücü. Lily ile sürekli Lily’nin adamları... Daha çok benim evimde ka­
lacaksın, söz mü?”
“Elbette. Ama onunla olmak da hoş olacak, okul yıllarındaki gibi.”
“Aslında o ucuz evi kaybetmesi çok kötü. Ama yine de bu çok hari­
ka bir haber.”
“Evet, çok bunalmıştım. Shanti ve Kendra ile bir sorun yok ama bü­
tün hayatımı yabancılarla geçiriyorum.” Hint yemeklerini seviyordum ama
bütün eşyalanma köri kokusu sinmesini sevmiyordum. “Bakalım Lil bu
akşam kutlama yapmak için buluşmak istiyor mu? Sen de gelebilir misin?
East Village’de bir yerlere gideriz, sana da çok uzak olmaz?”
“Tabi, elbette, harika olur. Bu gece Laıchmont’a Joey’ye bakmaya
gidiyorum ama sekiz gibi şehre dönmüş olurum. Sen nasılsa saat ondan
önce işten kurtulamazsın, o arada ben de Max’le buluşurum, sonra da he­
pimiz birlikte oluruz. Lily birisiyle çıkıyor mu? Max onu kullanmak...”
“Ne?” diye güldüm. “Hadi devam et, söyle. Sen benim arkadaşımı fa­
hişe mi sanıyorsun? O sadece özgür ruhlu biri, o kadar. Biriyle çıkıyor
muymuş? Pembe Gömlek adındaki adam dün gece onda kalmış. Gerçek
adını bildiğimi sanmıyorum.”
“Her neyse, zil çaldı. Kitabı bıraktıktan sonra beni ara.”
‘Tamam arayacağım, hoşça kal.”
Tam cebime koyuyordum ki tekrar çaldı telefonum. Numarayı tanı­
mıyordum, o yüzden de Emily ya da Miranda değil diye düşünüp, rahatla­
mıştım.
“Mir... şey, efendim?” Ev ve cep telefonlarımı otomatik olarak “Mi­
randa Priestly’in ofisi” diyerek açmaya alışmıştım. Karşımdaki Lily ya da
aileden biri olmayınca bu durum çok utanç verici oluyordu. Bu konuda bir
şeyler yapmalıydım.
“Acaba Marshall’ın partisinde istemeden korkutmuş olduğum sevgi­
li Andrea Sachs ile mi görüşüyorum?” diye sordu hafif boğuk ve son de­
rece seksi sesli bir adam. Christian! Elimi dudaklarıyla mest ettikten son­

185
Lauren Weisberger

ra bir daha su yüzüne çıkmadı diye duyduğum üzüntüden bir anda sıynlmış
gibiydim. Ama o ilk gece onu zekâm ve çekiciliğimle etkilemek için duy­
muş olduğum istek, hızla yeniden kendini göstermeye başlamıştı ve oyu­
nu soğukkanlı oynamak için acele karar aldım içimden.
“Evet, peki ben kiminle görüşüyorum, sorabilir miyim? O gece bir
sürü adam beni çeşitli, faiklı nedenlerle korkutmuştu.” Tamam, buraya ka­
dar gayet iyi. Derin bir nefes al ve durumunu koru.
“O kadar çok rakibim olduğunu fark etmemiştim,” dedi sakin bir şe­
kilde. “Ama buna şaşırmamalıyım sanırım. Nasılsın o günden beri And-
rea?”
“İyiyim, hatta harikayım aslında,” diye çabucak yalan söyledim, çün­
kü Cosmo’da okuduğum bir yazıyı hatırlamıştım. Yazıda yeni bir erkekle
tanışıldığında canlı, havalı ve mutlu görünmeniz öneriliyordu, çünkü, nor­
mal erkeklerin çoğu acılar içindeki kadınlardan pek hoşlanmıyordu. “İşim
gayet iyi gidiyor. Hatta işime aşığım bile diyebilirim! Son zamanlarda gi­
derek ilginçleşiyor, bir sürü şey öğreniyorum, bir sürü iş hallediyorum.
Evet, harika. Senden ne haber?” Bir yandan da içimden, Kendinden çok
fazla söz etme, sohbeti yönetmeye kalkma, bırak en sevdiği konudan, yani
kendisinden rahatça söz etsin, diye tekrarlıyordum.
“Sen çok usta bir yalancısın Andrea. Belki saf bir kulak bu söyledik­
lerini yutabilir ama ne derler biliyorsun değil mi? Tereciye tere satamaz­
sın. Ama yine de merak etme. Bu seferlik yalanını yutmuş görüneceğim.”
Söylediklerini inkâr etmek üzere ağzımı açmıştım ama vazgeçip gülmeye
başladım. Gerçekten idrak kabiliyeti olan biriydi. “Şu an için bu kadarını
söylemiş olayım, çünkü D.C.’ye gitmek için uçağa binmek üzereyim ve
metal dedektöründen telefonla konuşarak geçişim güvenlik görevlilerini
pek mutlu etmişe benzemiyor. Cumartesi gecesi için bir planın var mı?”
İnsanların bu tür sorulan, böyle belirsiz, her tür anlama çekilebilecek
biçimde sormalanndan nefret ediyordum. Acaba kız arkadaşının işlerini
yaptıracak birine mi ihtiyacı vardı ve bu iş için beni mi uygun görmüştü?

186
Şeytan Marka Giyer

Ya da belki kendisi New York Times’la sekiz saatlik bir röportaj yaparken
köpeğini gezdirecek birine ihtiyacı vardı? O konuşmasına devam ederken,
bu soruya nasıl bağlayıcı olmayan bir cevap verebilirim diye düşünmeye
dalmıştım. Ama o, “Bu cumartesi Babbo’da yer ayırttım. Saat dokuz için.
Birkaç arkadaşımla birlikte olacağız. Çoğu dergi editörü ve ilginç insanlar.
The Buzz' ın editörlerinden biri ile The New Yorker’dan birkaç yazar da ge­
lecek. İyi bir ekip yani. Gelebilir misin sen de?” Tam o anda yanımdan si­
renlerini çalıp, ışıklarını yakıp söndürerek bir ambulans geçiyordu. Kilit­
lenmiş trafikte umutsuzca ilerlemeye çalışıyordu. Her zamanki gibi, sürü­
cüler ambulansı görmezden geldiler ve o da diğer araçlar gibi kırmızı ışık­
ta takıldı.
Az önce bana çıkma mı teklif etmişti? Evet, sanırım gerçekten de
söylediklerinin anlamı buydu. Bana çıkma teklif etmişti. Christian Collins-
worth bana, cumartesi gecesi, Babbo’ya ve de en zor yer ayırtılacak saat­
lerde gitmek üzere, kendisi gibi akıllı ve ilginç insanlarla birlikte buluşma­
yı önermişti! The New Yorker’m yazarlarını ise daha saymamıştım bile!
Hafızamı zorlayıp, ona Babbo’nun New York’ta en çok gitmek istediğim
restoran olduğunu söylemiş miydim acaba, diye düşündüm. İtalyan mutfa­
ğını çok seviyordum, Miranda’nın orayı ne kadar sevdiğini de biliyordum
ve ben de gideyim diye ölüyordum. Hatta bir haftalık maaşımı gözden çı­
karıp, Alex’le ikimize yer ayırtmayı bile düşünmüştüm ama önümüzdeki
beş ay boyunca ful doluydular ve rezervasyon kabul edemiyorlardı. Son üç
yıldır da Alex’ten başkası bana böyle bir öneride bulunmamıştı.
“Şey, Christian, ne desem, çok isterdim,” diye başladım ama hemen
durdum, ne demekti yani “Çok isterdim”, “Seni aptal” dedim kendi kendi­
me, evet böyle dedin ve şimdi hemen bunu değiştirecek bir şey söyle. “Ama
gelemem. Şey, cumartesi için başka program yapmıştım da.” Neyse topar­
layabilmiştim. Siren sesleri yüzünden neredeyse bağırarak konuşuyordum
ama yine de ağırbaşlı bir biçimde konuştuğumu düşünüyordum. Sadece iki
gün önce yapılmış bir davete katılmam gerekmiyordu, aynca bir erkek ar­

187
Lauren Weisberger

kadaşım olduğunu ifşa etmem de gerekmiyordu... neticede, bu onu ilgilen­


dirmezdi. Değil mi?
“Gerçekten bir programın var mı Andrea, yoksa erkek arkadaşın baş­
ka bir adamla çıkmanı onaylamaz diye mi düşünüyorsun?” Boş atıp dolu
tutmaya çalışıyordu, bundan emindim.
“Öyle de olsa seni ilgilendirmez,” dedim aksi aksi, bir yandan da göz­
lerimi devirmiştim karşımdaymış gibi. O arada Üçüncü Cadde’de karşıdan
karşıya geçiyordum ve yayalara kırmızı yandığını fark etmediğim için az
kalsın bir minivamn altında kalıyordum.
“Peki, öyle olsun. Bu seferlik seni rahat bırakıyorum. Ama yine ara­
yacağım ve önerimi tekrarlayacağım. Sanırım gelecek sefer evet diyecek­
sin.”
“Ya, sahi mi? Bu fikre nereden kapıldın acaba?” Daha önce çok sek­
si gelen özgüveni bu sefer tümüyle kibrini yansıtmış gibiydi. Tek sorun, bu
durumun onu daha da seksi yapmış olmasıydı.
“Sadece bir önsezi Andrea, sadece bir önsezi. O küçük güzel kafanı,
(veya erkek arkadaşınınkini) seni arkadaşça, güzel bir yemeği, hoş insan­
larla paylaşmak üzere davet ettim diye üzmene gerek yok. Belki o da gel­
mek isterdi Andrea? Yani erkek arkadaşın. Müthiş biri olmalı, gerçekten
tanımak isterdim.”
“Hayır!” Neredeyse haykırmıştım, ikisini bir masanın başında karşı­
lıklı oturmuş hayal etmek berii dehşete düşürmüştü. İkisi de tamamen fark­
lı nedenlerle çok çekiciydi. Alex’in o sağlıklı, ödün vermez, dürüst ve doğ­
rucu yanlarım görmek Christian için utanç verici olurdu. Alex’in, Christi-
an’da var olan bütün o çirkin şeyleri (stil, aşın kendine inanma, asla ve hiç­
bir şeyden etkilenmeyecek gibi görünen, kaya gibi sağlam bir özgüven)
dayanılmayacak kadar çekici bulduğumu kendi gözleriyle görmesi daha da
utanç verici olurdu.
“Hayır,” deyip güldüm, daha doğrusu gülmeye çalışır gibi bir şeyler
yaptım, sesim normal çıksın diye uğraşıyordum. “Bunun iyi bir fikir oldu­

188
Şeytan Marka Giyer

ğundan emin değilim, her ne kadar onun da seninle tanışmaktan çok hoş­
lanacağım düşünsem de.”
O da benimle birlikte güldü ama onunki alaylı ve tepeden bakan bir
gülüşe dönüştü. “Sadece şaka yapıyordum Andrea. Erkek arkadaşının müt­
hiş biri olduğundan eminim ama onunla tanışmak için özel bir isteğim
yok.”
“Ee tabi, eminim. Yani, biliyordum senin de...”
“Dinle, koşmam lazım. Fikrini... ya da ‘Programını’ değiştirmeye ka­
rar verirsen beni aramaya ne dersin? Tamam mı? Teklif geçerli. Ve de ha­
rika bir gün dilerim sana.” Ben daha bir şey söyleyemeden kapatmıştı bi­
le.
Ne halt olmuştu yani şimdi? Bir daha düşündüm olanları. Çarpıcı,
Akıllı Yazar bir şekilde numaramı bulup beni aramış ve beni Çarpıcı Mo­
da bir restorana davet etmişti. Bu arada benim bir erkek arkadaşım oldu­
ğunu bilip bilmediğini tam olarak anlayamamıştım ama bu bilgi onu pek
yıldırım şa benzemiyordu. Emin olduğum tek şey konuşurken yolda çok
fazla zaman harcamış olduğumdu, saatime hızla bir göz atmam da bunu
doğruluyordu. Çıkalı tam otuz iki dakika olmuştu ve normalde bu sürede
yemeği alıp geri dönmüş olurdum.
Telefonumu cebime koyarken, lokantaya da varmış olduğumu fark
ettim. Ağır, ahşap kapıyı itip içeri girdim. İçerisi sessiz ve loştu. Kent mer­
kezinde çalışan bankacılar ve avukatlar neredeyse tüm masaları doldur­
muşlar, afiyetle en sevdikleri biftekleri yemekle meşgullerdi ama çıt bile
çıkmıyordu, sanki tüylü halılar ve erkeksi renklere boyanmış duvarlar tüm
sesleri emiyordu.
“Andrea!” Sebastian’m hosteslerin bulunduğu bölümden seslendiği­
ni duydum. Bana doğru, sanki elimde hayatını kurtaracak bir ilaç taşıyor-
muşum gibi geliyordu. “Hepimiz seni burada görmekten çok mutluyuz!”
Arkasında duran buruşturulmuş kumaştan, gri etek ve ceket giyen iki kız
da ciddiyetle onaylayarak kafalarını sallıyorlardı.

189
Lauren Weisberger

“A, öyle mi? Neden ki?” Sebastian’la azıcık da olsa oynamaktan vaz-
geçemiyordum, inanılmaz bir yalakaydı.
Heyecandan kalbi çarparak, sanki bir suikastçıymış gibi öne eğildi,
“Burada Smith ve Wollensky’de bütün ekibin Bayan Priestly hakkında
hissettiklerini biliyorsun değil mi? Runway olağanüstü bir dergi, o güzel
çekimler, inanılmaz tarz ve elbette o büyüleyici, edebi makaleler. Hepimiz
hayranız bunlara!”
“Edebi makaleler ha?” dedim, bu arada da gülmemek için kendimi
zor tutuyordum. Gururla başını sallayarak doğruladı ve o arada takımlı
yardımcılarından biri omzuna dokunup eline büyük bir kumaş torba uzat­
tığı için arkasına döndü.
Gerçek anlamıyla mutluluk duyarak çığlığı bastı. “Ah-haa! İşte bura­
da, mükemmel bir editör ve onun mükemmel asistanı için hazırlanmış mü­
kemmel bir yemek,” dedi bana göz kırparak.
“Sağ ol Sebastian, her ikimiz de teşekkür ediyoruz.” Kaba pamuklu­
dan yapılmış ve bütün NYÜ öğrencilerinin son derece etkileyici bulduğu
ve Strand’dan mutlaka birer tane alıp sırtına taktığı türden ama logosu ol­
mayan çantayı açıp baktım ve her şeyin yerinde ve doğru olup olmadığını
kontrol ettim. Koca bir porsiyon pirzola, kabı kan içinde olduğuna göre
çok pişmemiş. Tamam. İki küçük, tatlı patates, haşlanmış, buharlan tütü­
yor. Tamam. Bir küçük kap krema ve tereyağı ile yumuşatılmış patates pü­
resi. Tamam. Özenle seçilmiş, sekiz adet mükemmel kuşkonmaz, uçları
aşağı gelecek şekilde yerleştirilmiş ve sulu, iyi temizlenmiş, beyaz. Ta­
mam. Aynca bir metal sos kabında ağzına kadar tereyağı, bir tuz kutusu,
tahta saplı bir et bıçağı ve beyaz keten bir peçete de vardı. Peçete bugün
pilili etek gibi katlanmıştı. Ne kadar hayranlık verici. Sebastian beğendim
mi diye bakıyordu.
“Çok güzel Sebastian,” dedim ihsanda bulunurcasına. “Bugün kendi­
ni aşmış görünüyorsun.”

190
Şeytan Marka Giyer

Yüzü parladı ve sonra dersini yapar gibi, alçakgönüllülükle başını


öne eğdi. “Çok teşekkür ederim. Bayan Rriestly hakkındaki duygularımızı
biliyorsunuz ve şey, bu gerçekten bir onur, yani, biliyorsunuz...”
“Onun öğle yemeğini hazırlamak mı?” diye tamamladım, yardımcı
olduğumu umarak.
“Şey, evet, kesinlikle. Ne demek istediğimi biliyorsunuz.”
“Evet, elbette biliyorum Sebastian. Buna bayılacak eminim.” Tabi
ona gider gitmez onun bu tasarımını bozmak zorunda olduğumu söyleye-
medim, yüreğim kaldırmadı. Çünkü o çok hayran olduğu Bayan Priesdy,
karşısında bir peçeteden başka bir şeye benzer biçimde katlanmış bir peçe­
te bulursa (ister bowling çantası şeklinde olsun, ister topuklu ayakkabı,
fark etmezdi) yılan gibi tıslardı. Torbayı kolumun altına kıstırıp dönüş yo­
luna koyuldum, ama yine telefonum çaldı.
Sebastian bana, hattın öbür ucundan aşkının, hayatının anlamı olan o
kadının sesini duyma umuduyla dolu olarak bakıyordu. Bırakıp gitmemişti.
“Emily mi? Emily sen misin, seni iyi duyamıyorum!” Miranda’nın
sesi öfkeli, cırtlak sesi kesik ve kuvvetli biçimde yansıyordu.
“Merhaba Miranda. Evet benim, Andrea,” dedim soğukkanlı bir bi­
çimde, oysa Sebastian’ın onu adını duyunca bayılacak hale geldiği gözle
görülebiliyordu.
“Yemeğimi orada sen mi pişiriyorsun, Andrea? Çünkü benim saati­
me göre, tam otuz beş dakika önce istemiştim. Yemeğimin neden hâlâ ma­
samda olmadığına dair geçerli bir tek neden bulamıyorum, tabi sen işini
düzgün yapabiliyor olsaydın. Yapabilir misin acaba?”
Adımı doğru söylemişti! Küçük bir başarı ama kutlamanın sırası değil.
“E, şey, evet, çok özür dilerim bu kadar uzun sürdüğü için ama bazı
karışıklıklar oldu...”
“Benim bu tür ayrıntılarla ilgilenmediğimi gayet iyi biliyorsun, değil
mi?”
“Evet, tabi anlıyorum ve birazdan...”

191
Lauren Weisberger

“Sana yemeğimi istediğimi söylemek için atıyorum ve onu şimdi is­


tiyorum. Burada nüanslara yer yok Emily. Ben. Yemeğimi. İstiyorum.
Şimdi!” Bunu deyip telefonu kapattı ve ellerim o kadar çok titremeye baş­
lamıştı ki telefonu yere düşürdüm. Aynı zamanda telefon bana arsenikle
kaplanmış gibi gelmişti.
Harekete geçmeye hazır duran Sebasdan atılıp telefonumu yerden
kapd ve bana uzattı.
“Bize mi kızmış Andrea? Umarım onu üzecek bir şey yaptığımızı dü-
şünmüyoıdur! Öyle mi düşünüyor? Gerçekten öyle mi?” Dudakları büzül­
müş, şakaklarındaki çıkık dam arlan atmaya başlamışd. O anda ondan da
Miranda’dan ettiğim kadar nefret etmek istedim ama sadece üzüldüm onun
için. Neden bu adam, sadece dikkate değmez biri olduğunu vurgulamak
için dikkat çeken bu adam, Miranda Priestly’ye bu kadar çok önem veri­
yordu? Neden onu mutlu etmek için, etkilemek için, ona elinden gelen her
şeyi sağlamak için bu kadar çok uğraşıyordu? Belki de benim yerime geç­
mek isterdi, diye düşündüm, çünkü kovulacaktım. Onun pisliğini kim isti­
yordu ki zaten? Benimle ya da bir başkasıyla böyle konuşma hakkını kim
vermişti ona? Pozisyonu mu? Gücü mü? Prestiji mi? Allah’ın cezası Pra-
da mı? Dünya neresinde böyle bir davranış kabul görebilirdi?
Elias-Clark’a doksan beş dolara mal olacak öğle yemeğinin makbu­
zu önümde duruyordu ve hızla bir okunamayacak bir imza karaladım. Be­
nim mi, Miranda’nın mı, Emily’nin mi yoksa Mahatma Gandhi’nin mi bel­
li olmuyordu ama umurumda da değildi. Arkamda kendi kendisiyle tartış­
makta olan, son derece kırılgan bir Sebastian bırakarak, “Öğle yemeği” de­
nen torbayı yüklenip dışarı çıktım. Neredeyse yaşlıca bir beyin ayağını
çiğneyerek, kendimi karşıma çıkan ilk taksiye attım. Zaman hiç umurum­
da değildi. Kovulacağım bir işim vardı nasıl olsa. Öğle trafiğine rağmen,
on dakikada birkaç blok geçebildik ve şoföre bir yirmilik attım. Yanımda
olsa hatta bir ellilik atacaktım Elias’tan geri almak üzere. Hemen bozuk
para aramaya başladı ama kapıyı kapadım ve koştum. Bırak, bu yirmiliğin

192
Şeytan Marka Giyer

üstü de küçük bir kızın ihtiyaçlarına veya su ısıtıcısının tamir masraflarına


gitsin diye karar vermiştim. Ya da hiç olmazsa nöbeti devrettikten sonra
Queens’teki taksicilerin gittiği barda içilecek birkaç biraya, ne olursa ol­
sun bir fincan Starbucks daha almaktan iyi olacağı kesindi.
Bana yapılan haksızlıklara öfke dolu olarak binaya girdim köşedeki
bir gruptan gelen onaylamaz bakışlara aldırmadım. Bergman asansörleri­
nin orada da Benji duruyordu ama onunla konuşmak zorunda kalmayayım
diye hemen arkamı döndüm. Vakit harcayacak halim yoktu, kartımı maki­
neden geçirip ileri atıldım ve kalçamı turnikenin demirine çarptım. Bok!
Birkaç dakika içinde kocaman, mor bir çürük olacaktı orada. İki sıra bem­
beyaz sırıtkan diş ve yağlı ve terli suratıyla Eduorda çarptı o arada gözü­
me. Şaka ediyor olmalıydı. Gerçekten öyle olmalıydı.
Çabucak en kötü bakışımla öldürmek istercesine baktım ona, ama işe
yaramıyordu bugün. Işık hızıyla o turnikeden çıkıp yandakine girdim ve
kartımı çektim ama onu da tam zamanında kilitlemeyi becermişti ve orada
öylece kalakaldım. O arada benim ilk girdiğim turnikeden köşede duran
grubun geçip gitmesine izin vermişti, tam altı kişi saydım ve ben hâlâ ora­
da dikiliyordum. Her an ağlamaya başlayabilecek kadar moralim bozul­
muştu. Eduardo ise oralı değildi.
“Arkadaşım, o kadar da bozuk durma. Bu işkence değil, oyun sade­
ce. Hadi, lütfen. Dikkat et çünkü... Sanırım şimdi yalnızız. Etrafta hiç
kimse yok. Kalbimin çarpıntısından başka ses yok.”
“Eduardo! Neden benim başıma geliyor bu bir tek? Şu boktan za­
manda bununla uğraşacak halim yok benim!’’
“Tamam tamam. Bu sefer gösteri yok, sadece şarkı. Ben başlayaca­
ğım, sen bitileceksin. Çocuklar uslu durun! Birlikte olduğumuz zaman
böyle söylerler. Oynarken dikkat edin! Anlamazlar ve böylece biz..."
Şu anda hemen yukarı çıksam bile nasıl olsa kovulacağımı düşündüm
ve bari başka birini mutlu edeyim diye şarkıyı söylemeye karar verdim.

193 F : 13
Lauren Weisberger

“Olabildiğince hızla koşalım,” diye devam ettim tek bir heceyi bile kaçır­
madan. “El ele tutuşalım. Geceye kaçalım, sonra kollarım boynuma dola...”
O arada ilk gün ayılık eden Mickey’in dinlemeye başladığını faik
edip iyice o tarafa doğru eğilmiştim ve Eduardo şarkıyı bitildi: “Sanırım
şimdi yalnızız. Etrafta hiç kimse yok. Kalbinin çarpıntısından başka ses
yok." Kahkahalarla güldü ve elini havaya kaldırıp bana doğru uzattı. Ben
de elimi kaldırıp eline çaktım ve o arada kilidin açıldığını duydum.
Arkamdan, hâlâ sırıtmaya devam ederek, “Afiyet olsun Andy!” diye
bağırdı.
“Sana da Eduardo, sana da.”
Asansörle çıkarken hiç neşem yoktu ve bizim ofisin kapısına kadar
gidip, kovulamayacağıma karar verinceye kadar da öyleydim. Açıkça gö­
rülen durum (yani, bunun öylece hazırlıksız yapılması çok koıkunç olur­
du, muhtemelen bana bakıp, “Hayır, senin kovulmanı istemiyorum,” diye­
cekti, peki sonra ben ne diyecektim?) bir yana, bunun hayatımın sadece bir
yılına mal olacağını da unutmamalıydım. Başka bir sürü dertten kurtulmak
için sadece bir yıl. Bir yıl, yani 12 ay, yani 52 hafta ve yani 365 gün son­
ra bu pisliği arkamda bırakıp gerçekten yapmak istediğim işe kavuşacak­
tım. Bu çok da fazla sayılmazdı ve üstelik, başka bir iş arayamayacak ka­
dar da yorgundum. Çok yorgun.
Emily ben içeri gireıken başını kaldırıp baktı. “Birazdan gelecek.
Şimdi Bay Ravitz’in yanma çağırdılar. Cidden Andrea, neden bu kadar ge­
ciktin? Biliyorsun sen gecikince benim üstüme geliyor ve ben de ne diye­
ceğimi şaşırıyorum. Onun kahvesini alacak yerde sigara içtiğini, yemeğini
getirmen gerekirken erkek arkadaşınla konuştuğunu mu söyleyeyim? Bu
adil değil, hiç değil.” Tekrar bilgisayarına döndü, yüzünde teslimiyetçi bir
ifade vardı.
Haklıydı elbette. Adil değildi. Ne benim için, ne onun için, ne de her­
hangi bir yan medeni insan için. Her seferinde fazladan birkaç dakika ra­
hatlamak ve hava almak için durumu onun açısından daha da zorlaştırdı­

194
Şeytan Marka Giyer

ğımdan dolayı kendimi kötü hissettim. Çünkü benim her fazladan saniyem
Miranda’nın onun üzerindeki amansız baskısını artırıyordu. Daha fazla
gayret etmeye söz verdim içimden.
‘Tamamen haklısın Emily, ben, ben gerçekten özür dilerim. Daha
çok gayret edeceğim bundan sonra.”
Bana samimi bir şaşkınlık ve birazcık memnunlukla baktı. “Çok se­
vindim Andrea, yani, senin işini yapmıştım. Ne kadar tüketici olduğunu
biliyorum. İnan bana, karlı, yağmurlu, çamurlu günlerde, en az yedi sekiz
kez kahve almak için çıktığım olurdu. Kıpırdayacak halim kalmazdı, nasıl
olduğunu biliyomm! Bazen beni geri çağırıp bilmem neyin nerede olduğu­
nu sorardı, ne bileyim, fincanının, öğle yemeğinin, çok özel, hassas dişler
için diş macununun peşine düşmem gerekirdi ve ben daha o sırada binanın
kapısından yeni çıkmış olurdum, bu arada en azından dişlerinin hassas ol­
duğunu bilmek de hoş tabi. O böyle Andy. Böyle işte. Bununla kavga ede­
mezsin, edersen de burada kalamazsın. O bunları kötülük olsun diye yap­
mıyor, gerçekten yapmıyor. Sadece yapısı bu.”
Başımı sallayıp onayladım, anlamıştım ama yine de kabul edemiyor­
dum. Başka bir yerde çalışmış değildim ama her yerde, bütün patronların
böyle davrandığına da inanmıyordum. Belki de böyle davranıyorlardı?
Yemek torbasını masama götürüp, ona servis yapmak üzere hazırlık­
lara başladım. Her şeyi tek tek çıplak ellerimle, yolda sıcak tutması için
konulmuş olduğu kaplardan çıkardım ve masamın üstündeki dolaptan al­
dığım porselen tabaklarından birine şık olduğunu umduğum bir biçimde
yerleştirdim. Arada sadece yağlanan ellerimi onun henüz temizleyiciye
göndeımemiş olduğum Versace pantolonuna silip, hızla işime devam ettim
ve tabağı tik ağacı ve çiniden yapılmış servis tepsisine yerleştirdim, o da
masamın altında duruyordu. Yanına tereyağı kabını, tuzu ve artık pilili ol­
mayan, gümüş bir peçetelikle sanlı keten peçeteyi koydum. Yaptığım ar­
tistik çalışmalan hızla gözden geçirince Pellegrino’yu atlamış olduğumu
faik ettim. Acele etsem iyi olacaktı, bir dakika içinde gelmiş olabilirdi. He­

195
Lauren Weisberger

men küçük mutfaklardan birine koşup bir avuç buz aldım, geri dönerken
buzların yakıcı ve dondurucu etkisinden korunmak için elime üflüyordum.
Aslında üflemek onları yalamanın bir adım öncesiydi, bunu da yapar mıy­
dım? Hayır, bunu aş, bunun üstüne çık. Onun yemeklerine, içeceklerine ya
da buzlarına tükürmeyi unut. Sen bunların üstünde bir insansın, dedim ken­
dime.
Ben buzlarla döndüğümde o daha gelmemişti ve geriye bir tek buzlu
suyunu hazırlayıp, düzenlediğim tepsiyi odasına bırakmak kalmıştı. Gelip
dinozor büyüklüğündeki masasına tüneyecek ve birimizden kapısını ka­
patmamızı isteyecekti. Bu benim mutluluktan havaya uçacağım bir an ola­
caktı. Çünkü bu sadece kapalı kapılar ardında, yarım saat kadar BKSD ile
kaynatıp, olay çıkarmadan oturacağı anlamına gelmiyordu, aynı zamanda
biz de yemek yiyebilecektik. Önce birimiz koşturarak aşağı inip gözüne
kestirdiği ilk şeyi kapıp gelecek, sonra da diğerimiz gidebilecekti. Yemek­
lerimizi masalarımızın altına veya bilgisayarlarımızın arkasına saklamaya
çalışırdık belki aniden odasından çıkar diye. Eğer üzerinde konuşulmayan
ama yüzde yüz geçerli olan tek kural nedir Rum vay'ût diye sonılsa, bunun
cevabı çalışanlardan hiçbirinin, asla ve asla Miranda Priestly’in önünde
yemek yiyemeyeceği olurdu. Asla!
Saatime göre ikiyi çeyrek geçiyordu. Mideme göre ise akşam olmuş­
tu. Mideme sadece bir parça çikolatalı kurabiye gireli yedi saat olmuştu ve
o kadar acıkmıştım ki oturup onun pirzolalarını yiyebilirdim.
“Em, ölüyorum, çok acıktım. Sanırım koşarak aşağı gidip yiyecek bir
şey alacağım. Sana da bir şey getireyim mi?”
“Delirdin mi? Daha ona yemek servisi yapmadın. Her an gelebilir.”
“Ciddiyim. Gerçekten iyi hissetmiyorum kendimi. Bekleyebileceği­
mi sanmıyorum.” Uykusuzluk ve kan şekerimin düşmesi yüzünden başım
dönüyordu. Kısa sürede gelmezse tepsiyi onun odasına kadar taşıyabilece­
ğimden bile emin değildim.

196
Şeytan Marka Giyer

“Andrea, mantıklı ol! Ya onunla asansörde veya resepsiyonda burun


buruna gelirsen ne olacak? Ofisi bıraktığını anlayacak. Delirecek! Riske
girmeye değer mi? Bir saniye bekle, ben sana bir şeyler getireceğim.” Bo­
zuk para çantasını alıp ofisten fırladı. Daha birkaç saniye geçmeden Mi-
randa’nın koridordan bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Baş dönme­
sini, açlığı, yorgunluğu bir anda unutmuştum onun gergin, asık suratını gö­
rünce, yerimden uçarak kalkıp o gelmeden tepsiyi masasına koymak için
atıldım.
Onun Jimmy Choo’lan eşikten içeri girerken ben de, sersemlemiş,
ağzı kurumuş bir halde ve başım fırıldak gibi dönerek koltuğuma anca
çökmüştüm. Çok şükür ne benden tarafa bakmaya, ne de esas Emily’nin
yerinde olmadığını fark etmeye niyeti yokmuş gibi görünüyordu. Bir an
Bay Ravitz’le yaptığı toplantının iyi geçmemiş olduğunu düşündüm ama
bu hali, birini görmek için kendi ofisinden çıkıp onun bulunduğu yere git­
mekten hoşlanmaması nedeniyle de olabilirdi. Miranda’nın, bütün binada,
çağırıldığında hızla gideceği tek yer Bay Ravitz’in ofisiydi.
“Ahn-dre-ah! Bu nedir? Lüften söyler misin, nedir bu?”
Koşarak odasına girip, masasının önünde durdum, ikimiz de, onun
yemek yemek için dışan çıkmadığı zamanlarda, daima yediği şeylere bak­
maktaydık. Zihnimden, acaba eksik bir şey ya da yanlış yere konmuş bir
şey veya yanlış pişirilmiş bir şey mi var diye kontrol ettim. Sorun neydi ki?
“E, şey, eee, öğle yemeğin,” dedim sakin bir sesle, sesimde alaycı bir
ton olmasın diye büyük bir çaba harcıyordum, ama zor oluyordu bunu ba­
şarmam. “Bir hata mı var?”
Bir an için bütün kalbimle yılan gibi beni sokacağını zannettim.
“Hata mı?” diye insanlık dışı bir sesle haykırdı. Gözlerini kısıp, iyi­
ce yakınıma yaklaştı, bu arada her zamanki gibi sesini alçaltmıyordu.
“Evet, bir hata var gerçekten. Çok çok çok önemli bir hata. Neden bu şeyi
masamın üzerinde bulmak için odama dönmek zorundayım?”

197
Lauren Weisberger

Tıpkı birbirine geçmiş halkalan çözmeye çalışmak gibiydi. Neden bu


şeyi masasının üzerinde bulmak için odasına dönmek zorundaydı hakika­
ten, ben de merak ettim. Açıkça görülüyordu ki, bir saat önce bunu yap­
mayı istemiş olması, doğru yanıt değildi ama benim elimde de bir tek o
vardı. Tepsinin masanın üzerinde olmasından mı hoşlanmamıştı? Hayır,
bu mümkün değildi, çünkü bir milyon kez orada görmüş, şikâyet bile et­
memişti. Kazayla etin yanlış yerini mi göndermişlerdi? Hayır, o da değil­
di. Bir keresinde, yanlışlıkla, daha güzel, daha yumuşak diye bonfile yol­
lamışlardı ama gördüğünde neredeyse kalp krizi geçiriyordu. Benden biz­
zat şefi aramamı ve kendisi yanımda durup, söylediklerini, bağırarak şefe
tekrar etmemi istemişti.
“Çok üzgünüm bayan, gerçekten çok özür dilerim,” demişti şef, yu­
muşak bir sesle, dünyanın en iyi adamlarından birine benziyordu. “Sadece
Bayan Priestly bizim iyi bir müşterimiz olduğu için, yaptığım en iyi şeyi
yeğler diye düşünmüştüm. Bunu fatura etmedik ve merak etmeyin bir da­
ha asla olmayacak, söz veriyorum.” Bana, ikinci sınıf et lokantaları da da­
hil, hiçbir yerde gerçek bir şef olamayacağını söylememi emrettiği zaman
ağlayacak gibi olmuştum ama bunu yapmak zorundaydım. Adam özür di­
leyerek kabul etti ve o günden başlayarak her zaman o kanlı kaburgadan
pirzolalarını yedi. Dolayısıyla bugünkü sorun o da olamazdı. Ne yapmam
ya da söylemem gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.
“Ahn-dre-ah. Bay Ravitz’in asistanı daha iki dakika önce o berbat ye­
mek salonunda yemek yediğimizi söylemedi mi?” diye sordu sakin bir ses­
le, kontrolünü tümüyle kaybetmemek için uğraşır gibiydi.
Ne? Bütün bunlardan sonra, bütün o koşturmaca ve Sebastian kâbu­
sundan sonra ve de telefondaki onca fırçadan, doksan beş dolarlık yemek
aldıktan ve o Tiffany şarkısını söylemek zorunda kaldıktan sonra, hem de
o kadar düzenleme yaptıktan ve baş dönmeleriyle aç aç oturup onun gel­
mesini bekledikten sonra, yemeğini yemiş olduğunu mu söylüyordu?

198
Şeytan Marka Giyer

“Ah, hayır bizi hiç aramadı. Öyleyse, bunu istemediğiniz anlamına


mı geliyor?” dedim tepsiyi kavrayıp.
Sanki ona ikizlerinden birini yemesini önermişim gibi baktı suratıma.
“Sence ne anlama geliyor Emily?” Bok! Canı isteyince adımı pekâlâ söy­
leyebiliyordu.
“Şey, ee, sanırım istemiyorsunuz.”
“Çok anlayışlısın Emily. Çok şanslıyım bu kadar çabuk anlayan biri
olduğun için. Şimdi, kaldır onu. Bir daha da böyle bir şey tekrarlanmasın.
Hepsi bu kadar.”
Bir an için yeni bir fantezi kurdum, kendimi, hayalimde hani o film­
lerde öfkesini tutamayan adamlar vardır, şöyle masaya eğilip, bir kolları­
nın tersiyle üstünde ne var ne yok süpürüp atarlar ya işte onların yerine
koydum ve masanın üstündeki her şeyin uçuştuğunu düşündüm. O da bu­
nu görüp şok geçirecek ve pişmanlıklar içinde defalarca özür dileyecekti
benimle böyle konuştuğu için. Ama tırnaklarıyla masada tempo tutmaya
başlayınca hemen kendime geldim ve tepsiyi alıp dikkatle yürüyerek oda­
sından çıktım.
“Ahn-dre-ah, kapıyı kapat! Bir an sessizlik istiyorum,” diye seslendi
arkamdan. Masasının üzerinde yiyemeyeceği nefis bir yemek görmek,
onun için günün en kötü anı olmuş olmalı diye tahmin ettim.
Emily bana bir kutu diyet kola ile bir paket kuru üzüm alıp gelmişti.
Bunların öğle yemeği niyetine tüketilmesi gerekiyordu herhalde ve elbet­
te hiçbirinde kalori, yağ, şeker namına bir şey yoktu. Miranda’mn seslen­
diğini duyunca elindekileri masasına fırlatıp, Fransız tarzı kapılarını kapa­
maya koşmuştu.
“Ne oldu?” diye fısıldadı ben donmuş gibi masamın yanında, elimde
dolu tepsiyle dikilirken.
“Öyle görünüyor ki sevgili patronumuz yemeğini yemiş bile,” diye
hırladım dişlerimin arasından. “Bunu öngöremediğini, ilahi bir güçle anla­

199
Lauren Weisberger

yamadığım ve midesinin içine bakıp onun hali hazırda tok olduğunu göre­
mediğim için beni fırçaladı.”
“Şaka yapıyorsun,” dedi. “Sana yemeğini koşarak getirmen için ba­
ğırmıştı ve sonra insan nereden bilebilir ki onun o arada bir yerlerde ye­
mek yediğini? Ne orospuluk?”
Başımı salladım. Emily’nin bir kez benden yana olması olağanüstü
bir değişiklikti, o güne dek yaşadığım her şeye ters düşüyordu. Ama du­
run! Doğru olamayacak kadar güzeldi bu. Ve nasıl güneş batarken, birkaç
saniye önce parlamakta olduğu yerlerde pembe ve mavi gölgeler bırakarak
kaybolursa, Emily’nin yüzündeki öfke de yerini nedamete bıraktı aniden.
Rumvay Paranoya Sarmalı işbaşı yapmıştı bile.
“Az önce konuştuklarımızı hatırla Andrea.” Evet, işte geliyor, 12.00,
Öğle Haberleri. “Seni incitmek için yapmıyor. Bununla herhangi bir şey
kastetmiyor. Sadece önemsiz şeylere fazlaca takılıyor. Bununla kavga et­
me. Yemekleri fırlat at ve işimize bakalım.” Söylediklerini vurgulamak is­
tercesine, kararlı bir ifade takındı ve bilgisayarının karşısına oturdu. O an­
da Miranda’nm bizim bölümü dinleyip, her şeyi duyup duymadığını dü­
şündüğünden emindim. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, suratı asılmıştı ve kont­
rolsüz davranmış olmaktan ötürü canının sıkılmış olduğu belliydi. Onun
bu kadar uzun süredir nasıl dayanmakta olduğunu merak ettim.
Bir an için eti ben yiyeyim diye düşündüm ama sadece onun biraz
önce Miranda’nm masası üzerinde durmuş olduğunu hatırlamak bile mide­
min bulanmasına yetti. Tepsiyi alıp mutfağa gittim ve üzerindeki her bir
şey kesinlikle çöpe gitsin diye iyice eğdim. Bütün o ustalıkla hazırlanmış
yiyecekler, porselen tabak, metal tereyağı kabı, tuz kutusu, keten peçete,
gümüş peçete halkası, et bıçağı ve Baccarat kristali bardak. Gitti. Hepsi
gitti. Ne olacaktı ki? Yann ya da ne zaman öğle yemeği isterse, yeniden
toparlayacaktım hepsini.
«-*
200
Şeytan Marka Giyer

Drinkland’a gidebildiğimde Alex canı sıkkın görünüyordu, Lily ise


boş bakar gibiydi. Acaba Alex bir biçimde, bugün bana ünlü, bizden yaşlı
ve aynı zamanda da kesinlikle eşek kafalı birinin çıkma teklif ettiğini duy­
muş olabilir mi diye merak ettim. Söyleyebilir miydi? Hisseder miydi?
Ben ona söylemeli miydim? Hayır, hiç gerek yoktu, sonuçta önemli bir şey
değildi. Başka birinden hoşlanıyor olsam o zaman farklı olurdu, bu öyle
bir durum değildi. O zaman da ona o konuşmadan söz etmenin hiçbir an­
lamı kalmıyordu.
“Hey, modacı kız geldi,” diye dalga geçti Lily, bir yandan da elinde­
ki cin tonik kadehiyle beni selamlıyordu. O arada içkinin bir kısmım üstü­
ne dökmüştü ama faikına varmış gibi görünmüyordu. “Ya da gelecekteki
ev arkadaşım mı demeliyim? Bir içki al. Kutlamak için kadeh kaldırmalı­
yız.” Kadeh derken, kadeş gibi çıkıyordu.
Alex’i öptüm ve yanına oturdum.
“Bugün pek şık görünüyorsun!” dedi Prada’larımı beğeniyle inceler­
ken. “Ne zaman oldu bu değişiklik?”
“Ah, bugün. Herkes ne zamandır üstümü başımı düzeltmezsem işimi
kaybedebileceğimi söylüyordu, ben de artık zamanıdır dedim. Çok rahat­
sız edici şeyler ama her gün bu konuda eleştiri almaktan daha iyidir yine
de.”
“Hey arkadaşlar, bakın geç kaldığım için gerçekten çok çok üzgü­
nüm. Bu gece kitabın hazırlanması bitmek bilmedi ve tam onu bırakıp çı­
karken Miranda köşedeki şarküteriye gidip fesleğen almamı istedi.”
“Onun aşçısı var demiştin sanıyorum,” dedi Alex. “Niye o gidip al­
mıyor?”
‘Tabi ki aşçısı da var. Aynca bir kâhyası, bir çocuk bakıcısı ve iki kı­
zı da var. O yüzden de akşam yemeği için gereken baharatları neden ben­
den istediğini ben de anlayamıyorum. İşin daha da kötü tarafi, Beşinci
Cadde’nin başlarında şarküteri dükkânları yok, Madison ya da Park’ta da
yok. O yüzden de ta Lex’e kadar gitmek zorunda kaldım. Ama tabi ki on­

201
Lauren Weisberger

lar da fesleğen satmıyorlardı. Böylece, D’Agostino’s’u bulabilmek için


dokuz blok daha yürümem gerekti. Bütün bunlar fazladan bir kırk beş da­
kika daha harcamama neden oldu. Neredeyse, boktan bir baharat seti satın
alıp, her zaman yanımda taşımaya karar verecektim. Ama durun size bu
klik beş dakikanın ne kadar yararlı bir kırk beş dakika olduğunu anlatayım.
Yani, fesleğen alilken kendimi dergi geleceğime harika bir biçimde hazır-
lanmakta hissettim. Editörlük yolunda hızla ilerliyoıum doğrusu!” Gülüm­
sedim.
“Senin geleceğine,” diye cıyakladı Lily kadehini kaldırırken, sözle­
rimdeki acı imalardan hiçbir şey anlamış değildi, fark etmemişti bile.
“Birazdan iyice kayacak,” dedi Alex sessizce, ona tıpkı hastane yata­
ğında yatan bir yakınına bakar gibi bakıyordu. “Buraya tam zamanında,
Max ile birlikte geldik, sonra o gitti. Biz geldiğimizde Lily dört saattir bu­
radaymış gibiydi ya da gerçekten çok hızlı içebiliyor.”
Lily her zaman büyük bir içici olmuştu ama bunda bir gariplik yok­
tu, çünkü zaten Lily her şeyi büyük yapardı. İlk kez ortaokulda esrar içmiş­
ti ve bunu içimizde ilk yapan oydu, bekâretini de lisede yine ilk olarak o
kaybetmişti. Üniversitedeyken de ilk o yamaç paraşütü yapmıştı. Kendisi­
ni sevmeyen her şeyi ve helkesi severdi, galiba ancak böyle yaparak yaşa­
dığım hissedebiliyordu.
“Kız arkadaşından asla vazgeçmeyen biriyle nasıl yattığını anlayamı­
yorum,” demiştim, üniversitedeki ilk yılımızda, gizlice buluştuğu bir ada­
mı kastederek.
“Ben de senin bu kadar çok kuralın olmasını anlayamıyorum,” diye
cevap vermişti anında. “Senin o mükemmel planlanmış, haritası çizilmiş,
kurallarla dolu yaşamının neresi eğlenceli? Yaşa biraz Andy! Bir şeyler
hisset! Yaşamak güzeldir!”
Belki son zamanlarda biraz fazla içiyordu ama ilk yılının çok stresli
olduğunu biliyordum, hatta onun için bile, Brown’daki profesörleri parma­
ğında oynatabilirdi ama Columbia’dakiler çok daha talepkâr ve çok daha

202
Şeytan M arka Giyer

anlayışsızdı. Parmağımla garsona işaret ederken, fena fik ir değil, diye dü­
şündüm. Belki de içmek başa çıkmayı kolaylaştırıyordu. Greyfurt suyuyla
Absolut söyledim ve içkimden koca bir yudum aldım. Kendimi daha da kö­
tü hissetmeme neden oldu çünkü Emily’nin getirmiş olduğu diyet kola ile
kuru üzümlerden başka bir şey yemeye zamanım olmamıştı o ana kadar.
“Eminim okulda çok zor haftalar geçiriyor,” dedim Alex’e, sanki
Lily orada yokmuş gibi. Ondan bahsettiğimizi fark etmemişti, çünkü bar­
da duran bir yuppie’ye ağırlaşmış gözkapaklanyla, gel buraya bakışları
yollamakla meşguldü. Alex kolunu omzuma dolayıp, iyice yanıma sokul­
du. Yine onunla yan yana olmak çok güzeldi, sanki aradan haftalar geçmiş
gibiydi bunu yapalı.
“Oyun bozanlık etmek istemiyorum ama gerçekten eve gitmek zo­
rundayım,” dedi saçımı kulağımın arkasına iterken. “Onunla başa çıkabi­
lecek misin?”
“Gitmek zorunda mısın sahi Alex? Şimdiden? ”
“Şimdiden mi? Andy, tam iki saattir burada oturmuş, en iyi arkada­
şının kafayı çekmesini izliyorum. Seni görmek için geldim ama sen yok­
tun. Ve şimdi neredeyse gece yansı ve benim düzeltmem gereken yazıla­
nın var.” Sakin bir şekilde konuşmuştu ama kızgın olduğunu hissedebili­
yordum.
“Biliyorum, bunun için de gerçekten üzgünüm. Biliyorsun ki gelebil-
seydim gelirdim, biliyorsun ki...”
“Hepsini biliyorum. Sana yanlış bir şey yaptın ya da başka türlü ya­
pabilirdin demiyorum. Anlıyorum. Ama sen de benim nereden geldiğimi
anlamaya çalış, olur mu?”
Başımı salladım ve onu öptüm, ama kendimi çok kötü hissediyor­
dum. Her şeyi ona göre planlamaya çalışmış ve ikimiz özel bir şey yapa­
lım istemiştim ama o beni bırakıp gidiyordu.
“Gece birlikte olamaz mıyız?” diye sordum yine de umutla.

203
Lauren Weisberger

“Senin Lily’ye yardım etmen gerektiği için olamayız. Sahiden eve


gidip, o kâğıtlar üzerinde çalışmam lazım.” Vedalaşmak için bana sarıldı,
Lily’yi yanağından öptü ve kapıya yöneldi. “Bana ihtiyacın olursa ara,”
dedi çıkarken.
“Hey, Alex neden gitti?” diye sordu Lily, bütün konuşmamız boyun­
ca oradaydı oysa. “Çok mu kızmış sana?”
“Muhtemelen,” diye içimi çektim, kumaş, kuryeci çantamı göğsüme
bastırarak. “Bok gibi geciktim galiba ona göre.” Sonra atıştırabileceğim
bir şeyler seçmek için bara gittim, döndüğümde Wall Street adamı
Lily’nin yanma çöreklenmişti bile. Yirmili yaşlarının sonlarında görünü­
yordu ama iyice gerilemeye başlamış saç çizgisi bu konuda emin olmayı
zorlaştırıyordu.
Paltosunu kapıp Lily’ye attım. “Lily, şunu giy. Gidiyoruz,” bunları
adama bakarak söylemiştim. Kısa boylu sayılırdı ve giydiği bol hakiler de
kilosunu ve tıknazlığını gizlemekte pek başarılı olmamıştı. Şu anda baş­
parmağının en iyi arkadaşımın kulağından beş santim uzakta oluşu da on­
dan hiç hoşlanmamama yetmişti.
“Evet, çok tatlı ama bizim gitmemiz gerekiyor. Adın ne?”
“Stuart.”
‘Tanıştığımıza memnun oldum Stuart. İstersen numaranı Lily’ye ver,
kendini daha iyi hissettiği zaman seni arasın ya da aramasın. Nasıl?” Ani
bir tebessüm fırlatmıştım bunlan söylerken.
“Şey, neyse. Sorun değil. Ben sizi sonra bulurum.” Daha Lily, onun
gittiğini bile faik edemeden, ayaklanıp barın yolunu tutmuştu bile.
“Stuart’la ben birbirimizi tanımaya çalışıyoruz, değil mi Stu?” Lily
bunlan söylerken onun oturduğunu sandığı yere dönmüş, orayı boş görün­
ce de kafası kanşmıştı.
“Stuart’ın acele gitmesi gerekiyormuş Lil. Hadi gel, gidelim bura­
dan.”

204
Şeytan Marka Giyer

Koyu bezelye yeşili paltosunu hırkasının üzerine sardım ve onu çe­


kip ayağa kaldırdım. Dengesini buluncaya kadar tehlikeli bir biçimde sal­
landı iki yana. Dışanda kuru bir ayaz vardı ve bunun ayılmasına yardımcı
olacağını düşündüm.
“Kendimi pek iyi hissetmiyorum,” diye peltek peltek geveledi.
“Biliyorum tatlım, biliyorum. Hadi bir taksi bulup sana gidelim, ta­
mam mı? Bunu yapabilirsin değil mi?”
Başını salladı ve birden eğilip çıkarmaya başladı. Kahverengi botla­
rı, kot pantolonu kusmuk içinde kalmıştı. İyi ki şu anda Runway kızları en
iyi arkadaşımın halini görmüyorlar, diye düşündüm, hayali bile kötüydü.
Onu fazla hareket edemeyeceği ve alarm sistemi olma ihtimali pek
bulunmayan bir pencerenin dibine oturttum. Caddenin tam karşısında yirmi
dört saat açık bir büfe vardı ve bu kıza da su gerekiyordu. Geri döndüğüm­
de, bir kere daha çıkarmış olduğunu gördüm, bu kez baştan aşağı bütün üs­
tü batmıştı ve gözlerinde kederli, ümitsiz bir bakış vardı. İki şişe su almış­
tım, birini içer, biriyle de temizlenir diye düşünerek ama şu an çok iğrenç
bir durumdaydı. Şişelerden birini olduğu gibi ayakkabılarına döktüm pislik­
leri temizlemek için, öbürünün yansıyla da paltosunu temizlemeye çalış­
tım. Pislik içinde yüzmektense soğuktan donmak daha iyi diye düşünüyor­
dum. Zaten o kadar sarhoştu ki, farkında bile değildi hiçbir şeyin.
Lily’nin perişan görünümü yüzünden bizi alacak bir taksi bulmak
epeyce güç oldu, ama, zaten kabank olacak ücrete yüklü de bir bahşiş ek­
lemeyi vaat edince iş halloldu. Aşağı Doğu Yakası’ndan Yukan Batı’ya gi­
decektik ve en azından yirmi dolara patlayacaktı. Belki de bunu Miranda
için yaptığım bir gezi gibi gösterebilirdim. Evet, bu işe yarardı.
Onu, oturduğu dördüncü kata kadar çıkarmak, taksiyle getirmekten
bile daha zor olmuştu ama yine de, yirmi beş dakika süren yolculuğumuz­
dan sonra biraz daha işbirliği yapabilecek hale gelmişti. Hatta ben onun
soyduktan sonra girip kendi kendine duş bile yapabildi. Onu yatağına doğ­
ru arkasından destek olarak götürdüm ve yatağa yüzükoyun yıkılışını izle­

205
Lauren Weisberger

dim. Bir an, bilinçsizce onu seyredip, üniversite yıllarında yaptıklarımızı


anımsadım. Tamam, eğlenceliydi şu ana dek ama artık bir daha böyle dik­
katsizlik yapmamak gerekiyordu.
Acaba gerçekten çok mu fazla içiyor son zamanlarda diye merak et­
tim. Ama Alex iki hafta önce bu konuyu açtığında, onu, Lily’nin bunu hâ­
lâ öğrenci olduğu için, hâlâ gerçek dünyada ve yetişkin insanların sorum­
luluklarına (mesela en güzel Pellegrino karışımını hazırlamak gibi) sahip
olarak yaşamadığı için yaptığına ikna etmiştim. Yani, sömestr tatillerinde
Senor Frog’un barında çok fazla içmişliğimiz veya sekizinci sınıfta tanış­
mamızı kutlarken büyük, hatta aşın bir hevesle üç şişe şarap devirmişliği-
miz yok değildi. Final sonrası bir içki âleminin ardından, ben dizlerimin
üzerinde kafamı tuvalete eğmiş çıkanrken Lily başımı tutmuştu ve bir ke­
resinde de, sekiz tane kolalı rom içip, durmadan Every Rose Has Its Thorri’’
parçasını berbat bir şekilde söyledikten sonra, beni yurttaki odama götü­
rürken yolda tam dört kez çıkarmıştım. Onun yirmi birinci yaş gününü kut­
ladığımız gece de, sürükleyerek kendi kaldığım yere taşıyıp kendi yatağı­
ma yatırmış ve her on dakikada bir nefesini kontrol edip o gece hayatta
kalmayı başardığından emin olduktan sonra, yatağın yanında yere kıvrılıp
uyuya kalmıştım. 0 gece iki kez uyanmıştı. Birinde, büyük bir çabayla ya­
tağın yanına koymuş olduğum kaba kusmaya çalışmış, ama daha ziyade
duvarıma küsmüştü. İkincisinde ise ciddi bir biçimde özür dilemiş, beni
çok sevdiğini ve bir kızın sahip olabileceği en iyi arkadaş olduğumu söy­
lemişti. Arkadaşlar böyle olurdu, birlikte sarhoş olup aptalca şeyler yapar­
lar ve o arada birbirlerini kollarlardı, değil mi? Yoksa bunlar sadece üni­
versite eğlenceleri miydi, hayatın belli bir döneminde, belli bir yerinde ya­
şanıp bitmiş mi olmalıydı? Alex durum farklı olduğunda Lily’nin de farklı
olduğu konusunda ısrar etmişti, ben ise olaya öyle bakmıyordum.

(*) Bütün güller dikenlidir.

206
Şeytan Marka Giyer

O gece onunla kalmam gerektiğini biliyordum ama saat neredeyse iki


olmuştu ve benim beş saat sonra işte olmam gerekiyordu. Kıyafetlerim
kusmuk kokuyordu ve Lily’nin kıyafetleri arasında benim Rurmay’ye gi­
derken, hele de bu yeni, daha şık tarzıma uyacak tek bir şey bile bulmama
imkân yoktu. İçimi çekip üzerine bir battaniye örttüm ve saatini sabah
07.00’ye kurdum, kendiliğinden uyanamasa bile, zamanında derste olma­
sını sağlayacak bir darbe almış olacaktı böylece.
“Hoşça kal Lil. Ben gidiyorum. İyi misin?” diye sorup, telsiz telefo­
nunu da yastığının üzerine, başının yanına bıraktım.
Gözlerini açıp doğruca bana baktı ve gülümsedi. ‘Teşekkürler,” diye
mırıldandı ve gözkapaklan yeniden düştü. Belki bir maraton koşusuna ka­
tılacak veya çimde giden o küçük motorlu araçlardan birini kullanacak ha­
li yoktu ama uyumayı başarabilecek gibi görünüyordu en azından.
Son yirmi bir saattir fiziksel olarak koştuımakla, getirip götürmekle,
yeniden düzenlemekle, taşımakla, temizlemekle, her tür asistanlıkla uğraş­
mış olmama rağmen, “Benim için zevkti,” demeyi başardım. Ve bacakla­
rımın beni taşımaktan vazgeçmemesi için dua ederek, “Yarın ararım,” de­
dim. “Eğer ikimiz de hâlâ yaşıyor olursak.” Sonunda, sonunda eve gide­
bildim.

207
Lauren Weisberger

tın öteki ucundan. Niye sabahın sekizinde nefes nefeseydi ki?


“A, evet, sen hiç bu kadar erken aramazdın, ne oldu?” Bir anda ak­
lımdan Miranda ile ilgili bir sürü senaryo geçtiği için, ağzımdan düşünme­
den çıkmıştı bu sözler.
“Yok yok, öyle bir şey değil. Sadece seni uyarmak istedim, BKSD
seni görmeye geliyor ve bu sabah konuşkanlığı üstünde.”
“Aman ne iyi, hakikaten harika bir haber. Neredeyse, dur bakayım,
bir hafta mı olmuş hayatımın her bir noktası hakkında beni sorguya çeke­
li? Ben de en büyük hayranım nerelerde kaldı diyordum.” O arada yazdı­
ğım memoyu bitirmiş, bas tuşunu tıklamıştım.

208
Şeytan Marka Giyer

“Şanslı bir kız olduğunu söylemem gerek. Bana duyduğu bütün ilgi­
yi kaybetmiş durumda,” diye dramatik bir havayla konuştu. “Gözü sadece
seni görüyor. Metropolitan’daki partinin ayrıntıları üzerine seninle konuş­
maya geliyormuş duyduğum kadarıyla.”
“Harika, gerçekten harika. Şu erkek kardeşiyle tanışmak için sabır­
sızlanıyorum doğrusu. Geçenlerde telefonda konuştum ama bana tam bir
saftorik gibi geldi. Neyse, buraya geldiğinden emin misin, belki yukarlar-
da bir yerlerde beni özellikle de böyle belalı bir günde, taciz edilmekten
kurtaracak bir ruh olabilir mi?”
“Hayır, bugün öyle bir ruh yok bence. Kesinlikle sana geliyor. Miran-
da’nın sekiz buçukta ayak sağlığı uzmanı ile randevusu var, o yüzden onun­
la birlikte geleceklerini sanmıyorum.”
Emily’nin masasındaki randevu defterine çabucak bir göz attım ve
doğru olduğunu gördüm. Gerçekten de Miranda’sız bir sabah uzanıyordu
önümde. “Şahane. BKSD ile geçirilecek bir sabahtan daha güzelini hayal
edemiyonım. Neden o kadar çok konuşuyor?”
“Buna cevap verebilmek için başka bir konuda açık konuşmam gere­
kiyor, çünkü onunla evli ve genelde yok sayılıyor. Eğer hakikaten koıkunç
bir şeyler söylerse beni ara. Şimdi kapatmam gerekiyor. Caroline durup
dururken Miranda’nın Stila rujlarından birini banyodaki aynaya fırlatmış.”
“Kaya gibi hayatlarımız var değil mi? Bizler dünyanın en soğukkan­
lı kızlarıyız. Neyse, habere teşekkürler. Sonra konuşuruz.”
‘Tamam, hadi hoşça kal.”
BKSD’nin gelmesini beklerken yazdığım mektuba bir göz attım.
Metropolitan Sanat Müzesi’nin yönetim kuruluna hitaben yazılmıştı. Mi­
randa, mart ayında kayınbiraderi onuruna vereceği akşam yemeği için ga­
lerilerden birini kullanma izni istiyordu. Aslında kayınbiraderini kesinlik­
le küçük gördüğünden emindim, ama ne de olsa ailedendi. Jack Tomlinson,
BKSD’nin kendisinden küçük ve daha çılgın, daha fırtınalı olan kardeşiy­
di ve çok yakınlarda, katisını ve üç çocuğunu terk edip, masözüyle evle­

209 F : 14
Lauren Weisberger

neceğini duyurmuştu. Her ne kadar her ikisi de soylu Doğu Kastı hazırlık
okullarında okumuşlarsa da, Jack yirmili yaşlarının sonlarına doğru Har-
vard kimliğini bir kenara bırakıp Güney Carolina’ya göç etmiş ve çok kı­
sa zamanda emlak alanında kendine bir gelecek sağlamıştı. Emily’nin an­
lattıklarından anladığım kadarıyla, aynı zamanda, ot çiğneyip, tütün tükü­
ren tam bir Güneyli Çocuk olmuştu ve elbette bu sınıf ve incelik kaybı Mi-
randa’yı dehşete düşürmüştü. BKSD, Miranda’dan sevgili bebek kardeşi
için bir nişan töreni tertip etmesini istemişti ve Miranda, aşktan gözü kör
olmuş bir durumda, bu isteğe itaat etmekten başka çare bulamamıştı. Tabi
ki o bir şey yaptı mı bunu en iyi biçimde yapmalıydı ve o en iyi biçim de
Metropolitan’dı.
Saygıdeğer Üyeler, vs. vs. vs. galerilerinizden birinde düzenlemeyi
aızu ettiğimiz küçük, seçkin bir suare için onaylarınızı rica ederiz vs. vs.
vs. Elbette sadece en iyi ağırlama şirketleri, çiçekçiler ve orkestra ile çalı­
şılacaktır vs. vs. vs. Bir hata olmasın diye son kez gözden geçirip çabucak
onun imzasını attım ve mektubu götürmesi için bir kurye çağırdım.
Tam o anda ofis süitinin kapısı yavaşça vuruldu (sabahın bu etken sa­
atlerinde kimse gelmediği için kapalı tutuyordum o kapıyı) ve kuryenin hı­
zına ağzım açık kaldı, ama kapı açıldı ve sabahın sekizi için fazla hevesli
bir sırıtışla BKSD içeri daldı.
“Andrea,” diye şakıdı hanen, bana doğru yürürken öyle içtenlikle te­
bessüm ediyordu ki onu sevmediğim için suçluluk duydum.
“Günaydın Bay Tomlinson. Sizi bu kadar erken saatte buraya getiren
ne?” diye sordum. “Ne yazık ki Miranda henüz gelmedi.”
Kıkır kıkır güldü, gülerken burnu farelerinki gibi titriyordu. “Evet
evet, yemekten sonra gelecek galiba ya da ben öyle sanıyorum. Andy gö­
rüşmeyeli gerçekten çok zaman oldu. Şimdi anlat bakalım Bay T.’ye, her
şey yolunda mı?”
“Ah, önce şunları alayım,” diyerek elindeki üzerine marka işlenmiş,
kaba kumaş torbaya saldırdım. Tıka basa Miranda’nın kirlileriyle doluydu,

210
Şeytan Marka Giyer

bana versin, diye kocasının eline tutuşturmuştu. Bir süre öncesinden beri
ortaya çıkmış, boncuklu Fendi çantadan da kurtardım onu. Bu çanta, biz­
zat Silvia Venturini Fendi tarafından özel tasarlanmış, kristal boncuklarla
elde işlenmişti ve destekleri için teşekkür amacıyla hediye edilmişti. Mo­
da asistanlarından birinin dediğine göre de en az on bin dolar değerindey­
di. Ama incecik deri saplarından birinin yine kopmuş olduğunu gördüm,
oysa aksesuvar bölümündekiler en az on iki kez onu Fendi’ye onanma yol­
lamışlardı. Bu çanta aslında belki incecik bir ped ile bir güneş gözlüğü ta­
şımak üzere tasarlanmıştı, belki bir de küçük cep telefonu. Ama Miran-
da’nın buna aldırdığı yoktu. Şu anda bile içine dev boyutlu bir Bulgari par­
füm şişesi, topuğu kmk bir sandalet, herhalde tamire göndermem gereki­
yordu, büyük Hermğs günlüğünü, ki neredeyse bir dizüstü bilgisayarı kadar
ağırdı, koca bir tasma, o da ya Madelaine içindi ya da yapılacak moda çe­
kimlerinden birine gerekmişti ve gece ona götürdüğüm kitabı tıkıştırdığını
görebiliyordum. Böyle bir çantam olsa rehine koyup bir yıllık kiramı kar­
şılayabilirdim ama Miranda onu ıvır zıvır çantası olarak kullanmayı tercih
ediyordu.
“Teşekkür ederim, Andy. Sen gerçekten çok yardımcı oluyorsun her­
kese. Eh, Bay T. kesinlikle hayatın hakkında daha çok şey duymak istiyor.
Nasıl gidiyor?”
“Nasıl mı gidiyor? Nasıl mı gidiyor? B ir bakalım hele. Pek öyle mü­
him bir şey yok sanırım. Zamanımın çoğunu sadist karınla yapmış olduğum
kölelik anlaşmasına rağmen hayatta kalmaya çalışmakla geçiriyorum.
Eğer gün içinde, onun aşağılayıcı isteklerim yerine getirmeye çalışmaktan
kalan birkaç dakikam olursa, o zaman da, kıdemli asistanı tarafından ka­
şıkla yutturulan beyin yıkama zırvalarına muhatap oluyorum. Son derece
seyrek olarak rastlanan, bu dergi tarafından kuşatılmadığım anlarda ise,
kendi kendimi günde sekiz yüz kaloriden fazla almanın pekâlâ da mümkün
olduğuna ve otuz dört giyen birinin şişman sayılmayacağına ikna etmekle
uğraşıyorum. Sanırım bu kadarı yeterli olur.

211
Lauren Weisberger

“Şey Bay Tomlinson, pek bir şey yok işte. Çok çalışıyorum. Çalış­
madığım zaman da en iyi arkadaşımla veya erkek arkadaşımla vakit geçi­
riyorum. Ailemi görmeye çalışıyorum. Okumayı çok severdim, demek is­
tedim, ama artık okuyamayacak kadar yorgunum. Spor yapmak da hayatı­
mın önemli uğraşlarından biriydi ama artık ona da vaktim yoktu.
“Sen yirmi beş yaşındaydın değil mi?” Asla vazgeçmiyordu, şimdi
bunu niye merak etmişti ki?
“A, hayır, yirmi Uç yaşındayım. Daha mayısta mezun oldum.”
“Ah-haa! Yirmi üç ha?” Sanki bir şey söyleyecekmiş de karar veremi-
yormuş gibi görünüyordu. Kendimi tuttum. “Peki söyle bakalım Bay T.’ye,
bu kentte yirmi üç yaşında biri eğlenmek için ne yapar? Restorana mı gi­
der? Kulüplere mi gider? Bu tür şeyler mi yapar?” Yine gülümsedi, acaba
gerçekten de, ilgiye göründüğü kadar muhtaç mı, diye merak ettim, ilgisi­
nin ardında bir fesatlık yoktu, sadece konuşma ihtiyacı duyuyor gibiydi.
“Ne bileyim, her çeşit şey sanınm. Ben pek kulüplere gitmem, ama
barlara filan giderim. Bazen akşam yemeğine çıkarız, bazen de sinemaya
gideriz.”
“Eh bunlar oldukça eğlenceli görünüyor. Ben de senin yaşındayken
böyle şeyler yapardım. Şimdi işlerden fırsat bulamıyorum. Henüz vakit
varken tadını çıkarmaya bak, Andy.” Anlayışlı bir baba gibi göz kırptı.
“Evet, şey, elimden geleni yapıyorum,” demeyi başardım. Lütfen git­
sin, lütfen gitsin, lütfen gitsin, diye dua ediyordum içimden, gün içinde hu­
zurlu ve sakin geçirebileceğim üç dakikamı da o çalıyordu.
Bir şey söylemek üzere ağzını açtığında kapılar çarparak açıldı ve
Emily içeri daldı. Kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. BKSD’yi orada
dikilirken görünce ağzı açık kaldı.
“Bay Tomlinson,” diye adeta haykırdı, kulaklıklarını çıkarıp Gucci
çantasına atarken. “Her şey yolunda mı? Miranda’ya bir şey olmadı değil
mi?” Sahiden ilgilenmiş görünüyordu. Üstün bir performans, daima mü­
kemmel davranan, hata yapmayan nazik asistan.

212
Şeytan M arka Giyer

“Merhaba Emily. Bir şey yok. Miranda da birazdan burada olur. Bay
T. sadece onun eşyalarını bırakmaya gelmişti. Nasılsın sen bugün?”
Emily ışıldadı. Acaba onun burada olması gerçekten hoşuna mı gidi­
yor diye merak ettim. “Çok iyiyim. Sorduğunuz için de çok teşekkürler.
Siz nasılsınız? Andrea her konuda yardımcı oldu mu?”
“Ah tabi ki,” dedi bana doğru altı bininci tebessümünü yollayıp.
“Kardeşimin partisi hakkında biraz konuşmak istiyordum, ama galiba bu­
nun için biraz erken, değil mi?”
Bir an için, erken derken bu sabah saatlerini kast ediyor sanıp nere­
deyse, “Evet!” diye bağıracaktım ama sonra planlama açısından henüz ay­
rıntılar konuşulacak aşamaya gelinmediğinden neden söz ettiğini anladım.
Emily’ye dönüp, “Kendine harika bir yardımcı asistan bulmuş durum­
dasın, öyle değil mi?” dedi.
Emily sıkılı dişlerinin arasından, “Kesinlikle,” demeyi başardı. “O en
iyisi.” Sırıttı.
Ben de sırıttım.
Bay Tomlinson hepimizden fazla sırıttı ve acaba bir hastalığı filan mı
var diye düşünmeme neden oldu.
“Eh, sanırım artık Bay T.’nin gitme vakti geldi. Siz kızlarla konuşmak
her zaman çok hoş oluyor. İkinize de iyi sabahlar. Şimdilik Allahaısmar­
ladık.”
“Güle güle Bay Tomlinson!” O koridorda resepsiyon yolunu yarıla­
mışken Emily arkasından seslenmişti.
“Neden ona karşı o kadar kabaydın?” diye sordu incecik deri ceketi­
ni çıkarırken. İçinde daha da ince, önü işlemeli, korse gibi vücuda oturan,
şifon bir bluz vardı.
“O kadar kaba mı? Elindeki eşyaları aldım ve sen gelene kadar da
onunla sohbet ettim. Bunun neresi kabalık?”
“Güle güle demedin. Yüzünde de şu bakış vardı.”
“Hangi bakış?”

213
Lauren Weisberger

“Şu senin her zamanki bakışın. Herkese tepeden bakan ve buradan ne


kadar nefret ettiğini gösteren bakış yani. Benim için faik etmez, ama o Mi-
randa’nın kocası ve ona böyle davranamazsın.”
“Em, sence de o, nasıl diyeyim, biraz acayip değil mi? Asla susmu­
yor. Öteki o kadar, yani, şeyken, bu nasıl bu kadar kibar olabiliyor?” O
arada Emily’nin Miranda’nın odasına çabucak bir bakış fırlattığını faik et­
tim, gazeteleri doğnı koymuş muyum diye kontrol ediyordu.
“Acayip? Hem de nasıl Andrea. O Manhattan’daki en büyük vergi re­
kortmenlerinden biri.”
Buna değmezdi. “Neyse, boş ver. Ben de ne dediğimi bilmiyorum za­
ten. Nasılsın? Gecen nasıl geçti?”
“Ah, iyiydi. Jessica ile nedimeleri için hediye almaya gittik. Her ye­
re baktık, Scoop, Bergdorf s, Infînity, her yere. Paris için bir şeyler bula­
bilir miyim diye de baktım, ama tabi daha çok var.”
“Paris mi? Paris’e mi gidiyorsun? Bu, beni onunla burada yalnız bı­
rakacağın anlamına mı geliyor?” Elimde olmayarak, son bölümünde sesi­
mi iyice yükseltmiştim.
Bana yine deliymişim gibi baktı. “Evet, ekimde Miranda ile birlikte
Paris’e gideceğim, baharlık hazır giysi şovları için. Her yıl bu şovlara kı­
demli asistanını da götürür ki o da bunların neye benzediğini bilebilsin.
Yani ben Bryant Paık’takilerin belki milyon tanesinde bulundum ama Av­
rupa şovları farklı oluyor.”
Çabucak kafamdan bir hesap yaptım. “Ekim, yani şu andan itibaren
yedi ay sonra? Yedi ay sonraki bir seyahat için şimdiden kıyafet mi bakı­
yorsun?” Aslında sesimde o sert vurgu olsun istememiştim, ama Emily he­
men savunmaya geçti.
“Şey, evet, yani aslında bir şey almayacaktım, nasıl olsa bir sürü şey
değişir zaten o zamana kadar, stiller filan. Ama artık düşünmeye başlasam
iyi olur dedim. Biliyorsun, çok önemli bir konu. Beş yıldızlı otellerde ka­
lacağız, her yerde çılgın partilere gideceğiz.”

214
Şeytan M arka Giyer

Emily, bana Miranda’nın yılda üç ya da dört kez moda şovları için


Avrupa’ya gittiğini anlatmıştı daha önce. Herkes gibi o da Londra’yı atlı­
yordu, ama ekimde bahar aylarının hazır giyim şovları için, temmuzda kış
tasarımlan için ve martta da hazır giyimdeki düşüşler için Milano ve Pa­
ris’e gidiyordu. Miranda’nın ay sonunda gideceği şovlara hazırlanması
için deli gibi çalışıyorduk o sıra.
“Peki neden seni hepsine götürmüyor?” Cevabın oldukça geniş açık­
lamalar içereceğini bilsem de bu konunun üstüne gitmeye karar vermiştim.
Miranda’nın iki hafta ofiste olmaması düşüncesi (bir hafta Milano’da, bir
hafta da Paris’te kalacaktı) benim için yeterince heyecan vericiydi, ama en
azından bir hafta için Emily’den de kurtulma fikri başımı döndürmüştü.
Kocaman peynirli hamburgerler, ustaca dikilmemiş kotlar, topuksuz ayak­
kabılar (hatta belki de spor ayakkabılar) üşüşmüştü aklıma. “Niye sadece
ekimde götürüyor?”
“Orada yardıma ihtiyacı olmadığından değil. İtalyan ve Fransız Run-
vvoy’lerden Miranda için asistan temin ediliyor ve çoğu zaman editörler de
ona yardımcı oluyorlar. Ama her yıl ekimde dev bir “Yıla Veda ve Kutla­
ma” partisi veriyor, herkes de bunun yılın en önemli partisi olduğunu dü­
şünüyor. Ben işte onun Paris’te hazırhk yaptığı hafta gideceğim. Açıkçası
orada sadece bana güvenir yardım etmem için.” Elbette.
“Hmm, çok heyecanlı olacağa benziyor. Yani o zaman burada tek
ben mi kalacağım, ha?”
“Evet çoğunlukla. Ama sanma ki bu eğlenceli olacak. Belki de en zor
haftan olacak, çünkü burada yokken çok fazla gereksinimi olur. Seni dur­
madan arayacaktır.”
“Aman Tanrım,” dedim. O da gözlerini devirerek baktı bana.
Diğerleri gelip ofis dolmaya başlayana dek, kapalı bilgisayarımın ek­
ranına bakarak, açık gözle uyudum. Saat onda Gürültücü Takım’ın ilk üye­
leri gelmeye başladı, kulpsuz uzun fincanlarda köpüksüz kahveler içiliyor­
du bir önceki gecenin şampanya sarhoşluğu gitsin diye. James, Miran­

215
Lauren Weisberger

da’nın olmadığını gördüğünde hep yaptığı gibi masamın önünde durup ön­
ceki gece Balthazar’da gelecekteki kocasıyla tanıştığını ilan etti.
“Hayatımda gördüğüm en müthiş kırmızı ceketi giymiş, barda oturu­
yordu ve sana bir şey söyleyeyim mi, sıkı biriydi, orada o istiridyeleri na­
sıl art arda yuvarlıyordu görmeliydin.” Çok etkilendiği gözle görülebili­
yordu.
“E, telefonunu aldın mı bari?” diye sordum.
‘Telefonunu mu? Pantolonunu sormayı dene istersen. Saat on birde
birlikte benim kanepemdeydik, bak sana...”
“Çok hoş, James, çok hoş. Dayanamıyorsun değil mi? Açık konuş­
mam gerekirse bu seni biraz ucuzlatıyor. AIDS çağında yaşıyoruz aynca
bildiğin gibi.”
“Tatlım, sen bile, Bayan Yükseklerde ve Dünyanın Son Meleği ola­
rak, adamı görsen dizlerinin üstünde yalvarıyor olurdun iki saniye sonra.
Sana çok çaıpıcı biri diyorum, çok!”
Saat on bir sularında herkes herkesin ne giydiğini incelemiş ve kaş
göz işaretleriyle, günün dedikodu oklanna hedef olanlan birbirlerine anlat­
maya başlamışlardı. Konuşmalar giyimle ilgili belli konular üzerinde yo­
ğunlaşıp duvarların önüne dizili demir elbise askılıklarının önünde topla-
şıldığında öğle arası zamanı da gelmişti. Her sabah Jeffy’nin elbiselerle,
deniz kıyafetleriyle, pantolonlarla, gömleklerle, ceketlerle, ayakkabılarla
ve moda çekimlerinde kullanılacak akla gelen her tür şeylerle dolu bu as­
kılıkları duvarların önüne dizmesi gerekiyordu. Bütün kata yayılacak şe­
kilde, her duvarın önüne bir askılık yerleştiriyordu ve böylece de editörler,
Dolap başında kavga etmek zorunda kalmadan ihtiyaç duyduktan şeyleri
bulabiliyorlardı.
Dolap denilen aslında pek de dolap sayılmazdı. Daha çok küçük bir
oditoryuma benziyordu. Mesela duvar boyunca giden bir ayakkabı bölümü
vardı ve orada akla gelecek her model, her malzemeden, her boy, her renk
ayakkabı bulunurdu, sanki Willy Wonka’mn görsel fabrikası gibiydi. Dü­

216
Şeytan M arka Giyer

zinelerce arkası bantlı, hançer topuklu, bağcıklı ayakkabı, yüksek topuklu


botlar, açık sandaletler, topuğu boncuk işlemeliler dizi dizi duruyordu. Bir
kısmı köşelerde, bir kısmı içte olan çekmecelerde çeşitli kombinasyonlar
yapabilmek için lazım olacak türden her şey vardı. Çoraplar, soket çorap­
lar, sutyenler, külotlar, slipler, kaş korseler, korseler, akla ne gelirse. Son
dakikada leopar desenli, önden açılan La Perla marka bir sutyen mi gerek­
ti? Hemen dolaba bak. Parlak bir çift file çorap mı lazım veya şu Dior’un
havacı modellerinden? Dolapta bulursun. Aksesuvar rafları ve çekmecele­
ri neredeyse iki duvar boyunca devam ediyordu ve bu malların çokluğu (fi­
yatı ayrı konu) insanın başını döndürecek gibiydi. Dolmakalemler. Mücev­
herler. Yatak takımları. Müflonlar, eldivenler ve kayak başlıklan. Pijama­
lar. Pelerinler. Şallar. Kırtasiye malzemesi. îpek kuru çiçekler. Bir sürü
şapka. Ve çantalar. Hele o çantalar! Kocaman çantalar, bowling çantaları,
sırt çantaları, kol altı çantalan, omza asılacak çantalar, mini çantalar, el
çantaları, zarf çantalan, kurye çantalan. Her biri ünlü bir markanın etike­
tini taşıyordu ve her birinin fiyatı, ortalama bir Amerikalının her ay ödedi­
ği ev taksidinden yüksekti. Sonra askılıklar dolusu elbiseler, o kadar sıkı­
şık asılmalan gerekiyordu ki aralanndan bir şeyi çıkanp almak çok zor
oluyordu. Bunlar da geri kalan tüm boşluğu işgal ediyorlardı.

Gün boyu Jeffy’nin dolabı mankenlerin (ve benim gibi asistanlann)


kıyafet deneyebilecekleri, yan kullanılır bir yer halinde ve en azından ba­
zı ayakkabı ve çantalara ulaşılabilir halde tutmaya çalışması da gerekiyor­
du. Bunun için bazen askılıkları hole itiyordu. Şu ana dek bu moda sergi­
si koridorundan geçerken ağzı açık kalıp yolunu şaşırmayan tek bir ziya­
retçi (ister yazar, ister birinin erkek arkadaşı, ister kurye, ister tasarımcı ol­
sun) bile görmemiştim. Askılıklar bazen çekimlere göre (Sydney, Santa
Barbara vs.), bazen de malzemelere göre (bikiniler, etek ceket takımları
vs.) düzenlenirdi ama çoğunlukla gerçekten de pahalı bu eşyalar, talihsiz
bir kaımaşaya düşmüş gibi görünürdü. Ve her ne kadar herkes bu, yağ ka­

217
Lauren Weisberger

dar yumuşak kaşmirlere, işlemeli geceliklere bakmaktan, ellemekten ken­


dini alamıyorsa da, bunları kendi malıymış gibi süpürüp götürenler ve her
bir parça hakkında bitmek bilmeyen ukalalıklar yapanlar daima Gürültücü
Takımfydı.
“Bu kapri pantolonu dünyada giyebilecek tek kadın Maggie Ri-
zer’dir.” Bu sözleri, elindeki pantolonu kendi bacaklarına tutup iç çeken ve
moda asistanlarından biri olan Hope, yüksek sesle söylemişti. Bizim bölü­
mün dışında duruyordu. En çok 52 kilo kadardı ve saat altıyı bir geçe del­
giden ayrılırdı.
Aksesuvar bölümünde çalışan ve pek iyi tanımadığım arkadaşların­
dan biri, “Andrea,” diye seslendi. “Hope’a şişman olmadığını söylesene.”

“Şişman değilsin,” dedim, dudaklarım otomatik olarak yapmıştı bu­


nu. Eğer göğsünde “Şişman değilsin” yazan bir tişört giysem epey zaman
tasarrufu yapmış olabilirdim bugüne kadar. Ya da belki de alnıma böyle
bir dövme yaptırabilirdim. Çeşitli Rumvay çalışanlarına durmadan şişman
olmadıklarını söylemem gerekiyordu.
“Aman Tanrım, sen benim göbeğimi görmedin herhalde son zaman­
larda. Lanet olası bir araba lastiği deposu gibiyim, her yanımda ayrı bir
lastik var sanki. Dev gibi oldum!” Kimsenin vücudunda olmasa bile, yağ­
lar helkesin zihnindeydi. Emily bacak çevresinin dev bir sekoyanın gövde­
sinden daha kalın olduğuna yemin ediyordu. Jessica kollarının üst kısmı­
nın pelte gibi titrediğine ve Rosanne Barr’ınkiler kadar tombul olduğuna
inanıyordu. James bile geçenlerde poposundan şikâyet etmiş, sabah duşta
poposundaki yağlan görmenin, kendisini bu konuda düşünmeye davet et­
tiğini anlatmıştı.
Başlangıçta bütün bu ben şişman mıyım mızmızlanmalarına düşün­
düğüm gibi, mantıklı cevaplar vermiştim. “Eğer sen şişmansan Hope, ben
ne oluyorum? Benim boyum senden beş santim kısa ve kilom daha fazla.”

218
Şeytan M arka Giyer

“Aman Andy, ciddi ol. Ben şişmanım. Sen ince ve muhteşemsin.’’


Önceleri onun yalan söylediğini sanmıştım ama kısa şiire sonra Ho-
pe’un ve tüm diğer anoroksiya eğilimli kızlann ve hatta adamlardan bazı­
larının, başkalarının kiloları hakkında gayet gerçekçi değerlendirmeler ya­
pabildiklerini anlamıştım. Ama sıra aynaya bakmaya gelince, her biri birer
hamile inek görüyordu orada.
Tabi ki, kendimi ne kadar korumaya çalışırsam çalışayım, kendime
durmadan normal olduğumu, onların anormal olduğunu tekrarlarsam tek­
rarlayayım, sürekli olarak bu şişmanlıkla ilgili yorumlan duymak bende de
bir etki yaratmıştı. Burada çalışmaya başlayalı dört ay olmuştu ve benim
de beynimde bir çarpılma (paranoyak denecek kadar olmasa da) belirme­
ye başlamıştı. Bu yorumlann bazen aslında beni kast ederek yapıldığım
düşünür olmuştum. Yani, sanki, “Ben, ince, uzun, kıvrak vücutlu bir mo­
da asistanı olarak kendimi şişman sayıyorsam, sen, odun gibi, yamru yum­
ru kişisel asistan haydi haydi şişmansın,” demek istiyorlarmış gibi geliyor­
du bana. Aslında 1.78 santim boy ve 52 kilo ağırlıkla (bu dizanteri sırasın­
da düştüğüm kiloydu ve şimdi de o kiloya düşmüş durumdaydım) ben ken­
dimi, yaşıtım olan kızlardan zayıflann arasında sayıyordum. Üstelik son
zamanlara kadar, karşılaştığım bütün kadınların yüzde doksanına ve er­
keklerin de en az yansına göre uzun olduğumu düşünüyordum. Kuruntu­
larla dolu bu dünyaya girmeden önce, her gün, her dakika kendini kısa ve
şişman hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmiyordum. Burada ekibin
cücesi sayılabilirdim ya da en kalım veya en genişi ve sadece otuz dört be­
den giyiyordum. Kazara ara sıra bu düşüncelerden kurtulacak olsam bile,
günlük dedikodular ve havadan sudan konuşmalar kesin olarak tekrar ha­
tırlatıyordu.
“Dr. Eisenberg meyve yemekten de vazgeçmedikçe Zone diyetinin
işe yaramayacağım söylemiş, biliyorsun,” diye Jessica ekledi. Narcisco
Rodriguez askılığından bir etek alırken lafa karışmıştı. Jessica Goldman
Sachs’ın başkan yardımcılanndan biriyle yeni nişanlanmıştı ve yaklaşan

219
Lauren VVeisberger

sosyete düğününün baskısı altındaydı. “Ve de haklı. Son tartıldığımdan bu


yana en az dört buçuk kilo daha vermişim.” Normal hareket etmesine ye­
tecek kadar yağı olduğunu görebildiğim için, kendini açlıktan ölmeye
mahkûm etmesinden ötürü onu hoş görebiliyordum, ama sürekli bundan
söz ediyor olmasını hoş görmüyordum. Ne kadar ünlü doktor adı geçerse
geçsin, ne kadar başarı öyküsü anlatılırsa anlatılsın bu konuya ilgi duyamı-
yordum.
Saat bire gelirken dergi gerçekten hareketlendi, çünkü herkes yemek
için hazırlanıyordu. Bir şey yiyeceklerinden değildi bu hazırlık, sadece
misafir ağırlamak için günün en kıymetli zamanıydı. Oturduğum yerde
tembelce, her zamanki gibi, dizi dizi tasarımcı, yazar, serbest muhabir, ar­
kadaş ve sevgilinin eğlenmek ve çoğu zaman da, yüzlerce binlerce dolar­
lık kıyafetin, düzinelerce muhteşem yüzün ve sınırsızmış gibi görünen,
gerçekten ama gerçekten uzun bacağın eşlik etmesiyle ortaya çıkan sahte
cazibeden kendilerine de bulaşsın, diye gelişlerini izledim.
Miranda’nın da Emily’nin de yemek için dışarıda olduklarını gören
Jeffy gelip elime iki koca alışveriş poşeti tutuşturdu.
“İşte, şunlara bir bak. Gerçekten güzel bir başlangıç olacak sanırım.”
Poşetlerden birinin içindekileri masamın önüne, yere boşalttım ve
karıştırmaya başladım. Biri kömür karası, biri deve tüyü renginde iki tane
Joseph pantolon vardı, her ikisi de uzundu, düşük belliydi ve inanılmaya­
cak kadar yumuşak yünlü kumaştan dikilmişti. Her giyeni süper bir mode­
le dönüştürebilecekmiş gibi görünen, kahverengi süet bir Gucci pantolon
ve ayrıca iki tane de mükemmel kesimli, sanki bana özel yapılmış gibi du­
ran Marc Jacobs kot pantolon vardı. Calvin Klein’dan küçücük, sımsıkı sa­
ran, dik yakalı bir kazaktan, Donna Karan’dan incecik, zarif bir köylü blu­
zuna kadar değişen sekiz dokuz tane de üstlük vardı. Diane Von Fursten-
burg’un çarpıcı bir tasanmı olan bir elbise, düzgünce katlanıp, denizci ma­
visi, kadife bir Tahari pantolon takımın yanma konmuştu. Gördüğüm an
vurulduğum, pamuklu kumaştan pilili dize kadar Habitual etek ise, özel­

220
Şeytan Marka Giyer

likle çiçek desenli kumaştan yapılmış Katayone Adelie bleyzer ceketin al­
tında çok güzel duracaktı.
“Bu kıyafetler... hepsi benim için mi?” diye sordum, sesimin suçlu
değil, heyecanlı çıkmış olduğunu umuyordum.
“Tabi, bu bir şey değil. Sadece sonsuza kadar dolapta sürünen şeyler­
den bazıları. Bazılarını herhalde çekimlerde kullanmışızdır ama asla fir­
malara geri yollanmazlar. Her iki üç ayda bir dolabı temizlerim ve boşal­
tırım ve senin, şey, ilgileneceğini düşündüm. Otuz dört beden giyiyorsun
değil mi?”
Hâlâ aptallaşmış bir haldeyken, kafamı salladım.
“Eh tamam o zaman. Diğerlerinin çoğu bir ya da iki beden ince, o
yüzden de hepsini sen alabilirsin.”
Yaa. “Harika. Bu gerçekten harika. Jeffy nasıl teşekkür edeceğimi bi­
lemiyorum. Bütün bunlar çok güzel.”
“İkinci torbaya da bak,” dedi, yenle duran öteki torbayı gösterip. “Bu
kadife takımı her zaman taşıyıp durduğun o boktan kuıyeci çantasıyla kul­
lanabileceğini düşünmüyorsun, değil mi?”
Daha da şişkin olan ikinci poşette de ayakkabılar, çantalar ve biıkaç
tane de palto vardı. Biri bileğe kadar, biri dize kadar iki tane Jimmy Choo
çizme, iki çift önden açık, hançer topuklu Manolo sandalet, bir çift siyah,
klasik Prada bağsız ayakkabı, bir çift Tod mokasen (Jeffy bunları ofiste as­
la giymememi hatırlatmayı da ihmal etmemişti). Kıımızı süetten, sarkık
çantayı omzuma astım ve hemen ön tarafına işlenmiş CC markası gözüme
çarptı, ama Celine’in, koca, koyu kahverengi deri çantası kadar güzel de­
ğildi, onu da öbür omzuma asmıştım. Marc Jacobs imzalı, ordu tipi, uzun,
düğmeli pardesü de çok şıktı.
“Şaka ediyorsun,” dedim yumuşakça, o sırada gözüme çarpan Dior
güneş gözlüklerine bakarak, belli ki özel olarak düşünmüştü. “Dalga geçi­
yorsun herhalde?”

221
Lauren Weisberger

Benim tepkimden hoşlanarak baktı ve başını eğdi. “Sadece bana bir


iyilik yap ve bunları giy, tamam mı? Kimseye de ilk seçtiklerimi sana ver­
diğimi söyleme, çünkü hepsi de dolabın temizlik gününü bekliyoılar, duy­
dun mu?” Koridordan Emily’nin birini çağıran sesi gelince hemen bizim
bölümden çıktı, ben de torbalan masamın altına ittim.
Emily yemek salonundan her zamanki yemeğiyle dönmüştü. Bir kü­
çücük kapta balzamik sirkeli, brokolili, yeşil salata ve bir avuç içi kadar
meyve. Sirkenin bile kalorisiz olanını seçiyordu. Miranda da gelmek üze­
reydi. Uri az önce arayıp indirdiğini söylemişti, böylece de ben gidip kuy­
ruk olmayan çorba masasından çorbamı alıp içme lüksümü kaybetmiştim.
Bu benim günde yedi dakikalık lüksümdü oysa. Aslında açlıktan ölüyor­
dum ve daha birkaç dakikam vardı ama bütün o Gürültücü Takım’ını aşıp,
kasiyer tarafından incelendikten sonra, acaba kaynar (ve de yağlı) çorbayı
bu kadar çabuk içmek kalıcı bir zarar verir mi diye merak ederek, gırtlağı­
mı yaka yaka o çorbayı içmeye de takatim yoktu. Değmez diye düşündüm.
Hem bir öğünü atlamak sem öldürmez, aslında, bütün o kararlı ve inançlı
iş arkadaşlarına bakılacak olursa, daha bile sağlıklı yapar. Üstelik de
2000 dolarlık pantolonlar obur kızların üstünde pek güzel durmaz. Tekrar
koltuğuma çöktüm ve Runway dergisini ne kadar da güzel temsil edeceği­
mi düşündüm.

222
Şeytan Marka Giyer

Uykumun arasında bir yerlerde cep telefonum haykırıyordu ama bi­


lincimi açıp, acaba o mu, diye merak etmeye başlamam bir süre aldı. İna­
nılmayacak kadar hızlı bir oıyantasyon sürecinden sonra -Neredeyim? Bu
kadın kim? Bugün günlerden ne? cumartesi sabah sekizde cep telefonu­
mun çalmakta olduğundan emin oldum ve bu hiç de hayra işaret değildi.
Daha arkadaşlarımın uyanmalarına saatler vardı, yılların verdiği tecrübey­
le ailem, istemeden de olsa, kızlarının öğleden önce telefonunu açmadığı
gerçeğini kabullenmişti. Yedi saniyede bütün bunlan düşünmüştüm, bir
yandan da bana böyle bir telefon gelmesi için bir neden var mı, diye bulma­
ya çalışıyordum. Birden, Emily’nin ilk günden beri sayıp döktüğü çeşitli
nedenler aklıma geldi ve yatağımın rahatlığından anında vazgeçip, sürüne­
rek telefonumu aramaya koyuldum. Kapanmadan önce yetişmiştim.

223
Lauren VVeisberger

“Alo,” dedim, sesimin güçlü ve net çıkmış olmasıyla gurur duyarak,


sanki son be; saattir uykunun derinliklerine teslim olmamışım da, daha
saygın şeylerle uğraşıyormuşum, çalışıyoımuşum gibiydi, oysa aslında uy­
ku sağlığım için ne kadar yararlıydı.
“Günaydın canikom! Uyanık olduğunu duymak hoşuma gitti. Sade­
ce üçüncüde, atmışların oralarda olduğumuzu söylemek için aramıştım, ya­
ni on dakika kadar sonra orada olacağız, tamam mı?” Annemin sesi güm­
bür gümbürdü. Taşınma günü! Bugün taşınma günüydü! Annemle baba­
mın gelip, eşyalarımı toplamama yardım edeceklerini, sonra da Lily ile
birlikte yeni tutmuş olduğumuz eve gideceğimizi tamamen unutmuştum.
Nakliyeciler gelip yatak odamın mobilyalarını alıncaya kadar, kıyafetleri­
mi, CD’lerimi, resim albümlerimi filan toplayacaktık biz de.
“Ah, selam anne,” diye mırıldandım, anında yorgun sesli halime ge­
ri dönmüştüm. “Seni o sandım da.”
“Hayır, kendine bugün bir mola ver. Neyse, nereye park edeceğiz?
Yakınlarda otopark var mıdır acaba?”
“Evet, benim binanın hemen altında. Üçüncüden girin. Benim ev nu­
maramı verirseniz indirim de alırsınız, ben de giyineyim bu arada, bekli­
yorum.”
“Tamam tadım, umanm bugünkü işlere hazırsındır."
Tekrar kendimi yatağa altım ve yeniden uykuya dalma olasılıklarımı
düşündüm. Ta Connecticut’tan buraya kadar arabayla gelmiş olmalarına
rağmen, bana yardım etme konusunda oldukça kararlı ve diri görünüyor­
lardı doğnısu. Tam o anda çalar saatim ötmeye başladı. İşte! Demek ki bu­
günün taşınma günü olduğunu unutmamışım aslında. Eh, tamamen çıldır­
mamış olduğumu anlamak da bir tür mutluluktu elbette.
Bugün birkaç saat daha geç kalkıyor olsam da, yataktan çıkmak ön­
ceki günlerden bile zor gelmişti. Vücudumu zorla yataktan kazırken, o za­
vallı herhaljde tekrar uykuya geçeceğini sanırken kandırılmış olmanın acı­
sını yaşıyordu. Yatağımın üzerinde kadı olarak bıraktığım birkaç giysi var­

224
Şeytan Marka Giyer

dı, onlar ve diş fırçam paket yapmadığım yegâne şeylerdi zaten. Mavi Adi-
das eşofmanımı, kukuletalı Brown kazağımı ve bütün dünyayı gezerken
bana eşlik etmiş olan, kirli gri New Balance spor ayakkabılarımı giydim.
Tam kremimi sürmeyi de bitirmiştim ki zilin sesi duyuldu.
‘Tamam millet, bir saniye, açıyonım.”
İki dakika sonra kapıya elle vurulduğunu duydum ve annemleri bek­
lerken karmakarışık görünen bir Alex buldum kapıda. Her zamanki gibi
muhteşem görünüyordu. Soldurulmuş kot pantolonu daracık kalçalarından
aşağı iniyordu, üstündeki uzun kollu mavi tişört de bedenini tam olması
gerektiği kadar sarmıştı. Sadece gözleri yorgun olduğunda taktığı ince, tel
çerçeveli küçük gözlüklerini takmıştı ve saçları da darmadağınıktı. Ona sa­
rılmaktan kendimi alamadım. Geçen pazar, öğleden sonra oturup kahve iç­
tiğimizden beri onu görmemiştim, o da pek kısa sürmüştü zaten. Aslında
bütün günü ve geceyi birlikte geçirmeye karar vermiştik ama Miranda’nın
Caroline’ı doktora götürmesi gerekmişti, bu yüzden de Cassidy’nin başını
bekleyecek biri gerekmişti ve ben de bu göreve tayin edilmiştim. Eve çok
geç vakitte, yine de onunla gerçek bir vakit geçirebilmek ümidiyle dön­
müştüm ama o da yatağımın üzerine kamp kurup beni beklemekten yorul­
muş ve tam ben gelmeden gitmişti. Hak vermiştim ona. Dün gece birlikte
kalalım istemişti ama, her ne kadar ailede herkes benim Alex’le yatmakta
olduğumu bilse de, hâlâ bu durumu gözler önüne serecek söz, davranış ve
imalardan kaçınmaktaydım. O yüzden de tam annemlerin geleceği sabah
onun evde olmasını istememiştim.
“Hey, yavru. Sanırım bugün biraz desteğe ihtiyacınız olacak buralar­
da.” Elinde koca Bagelry torbası vardı ve içinde benim sevdiğim tuzlu çö­
reklerle büyük boy kahve olduğunu biliyordum. “Annenle baban gelmedi
mi daha? Onlara da kahve aldım.”
“Bugün özel ders vereceğini sanıyordum,” dedim, o arada siyah bir
pantolon takım giymiş olarak Shanti odasının kapısında belirmişti.

225 F: 15
Lauren Weisberger

“Verecektim, ama iki küçük kızın da aileleri ile konuştum, yarın sa­
bah da uygunmuş onlar için, o yüzden bugün tamamen şeninim!”
“Andy! Alex!” Babam koridorda, Alex’in arkasında durmuş, sanki
dünyanın en güzel sabahı bu sabahmışçasına ışık saçıyordu. Annem de o
kadar canlı, diri görünüyordu ki, acaba ilaç filan mı kullanıyor, diye düşün­
meden duramadım. Durumu çabucak yeniden değerlendirip ayakkabılarıy­
la kapıda durduğuna, elinde de alışveriş torbası olduğuna göre, Alex’in ye­
ni gelmiş olduğunu tahmin edeceklerine ikna oldum. Üstelik kapı da açık­
tı zaten. Ohhh!
“Andy, senin bugün meşgul olacağını söylemişti,” dedi babam, o ara­
da oturma odasındaki masaya bırakmış olduğu çörek (tuzlu tabi ki) ve kah­
ve paketine bakıyordu. Göz göze gelmekten açıkça kaçınıyordu. “Geliyor
musun, gidiyor musun?”
Gülümseyerek Alex’e baktım, sabahın bu saatinde kalkıp buralara
geldiğine şimdiden pişman olmadığını umuyordum.
“Ah, ben de şimdi geldim Dr. Sachs,” dedi Alex muzip bir ifadeyle.
Derslerle ilgili bir ayarlama yaptım, bugün iki ele daha ihtiyacınız olabile­
ceğini düşünerek.”
“Harika. İşte bu harika, eminim çok yardımın olacak. Hadi çörekle­
rinizi alın. Üzgünüm ama Alex, senin burada olacağını bilmediğimiz için
sana kahveyi eksik almışız.” Babam samimi olarak üzülmüş gibiydi ve bu
da çok dokunaklıydı. En küçük kızının bir erkek arkadaşı olması fikrine
henüz alışamadığım biliyordum ama elinden geleni de yapmaya gayret
ediyordu.
“Üzülmeyin Dr. S., ben de bir şeyler getirmiştim, o yüzden de bol bol
var galiba her şeyden.” Ve nasıl olduysa, babamla erkek arkadaşım aynı
ikili kanepeye oturup, en ufak bir yadırgama duygusu yaratmadan erken
bir sabah kahvaltısını paylaştılar.
İkisinin getirdikleri tuzlu çöreklerden de atıştırıp, Lily ile yaşamanın
ne kadar eğlenceli olabileceğini düşündüm ben de yeniden. Üniversiteden

226
Şeytan Marka Giyer

mezun olalı neredeyse bir yıl olmuştu. Günde en az bir kez konuşmaya
gayret ediyorduk ama birbirimizi görebilmemiz çok zor oluyordu. Şimdi
ise aynı eve dönüp, cehennem gibi geçen günlerimizi paylaşıp, dertleşebi-
lecektik, tıpkı eski günlerde olduğu gibi. Annemle ben, odamda kutulara
etiket yapıştırırken, babamla Alex de spor konusunda (galiba basketbol)
konuşmaya dalmışlardı. Ne yazık ki fazla kutum yoktu, sadece yatak ta­
kımlarım ve yastıklarım için birkaç kutu, fotoğraf albümlerim ve şık masa
aksesuvarlan (masam olmasa da), bazı makyaj ve tuvalet malzemeleri için
bir tane ve Runway’vari kıyafetlerle dolu elbise torbalarından oluşan dev
bir yığın.
“Hadi harekete geçelim,” diye oturma odasından seslendi babam.
“Şşşşşş! Kendra’yı uyandıracaksın,” diye yüksek bir tonla fısıldadım.
“Cumartesi sabahı ve daha saat dokuz biliyorsun.”
Alex kafasını sallıyordu. “Onu da Shanti ile giderken görmedin mi
daha önce? Yani en azından ben, o olduğunu sanıyorum. Kesinlikle iki ki­
şiydiler ve ikisi de takım giymişti ve ikisi de çok mutsuz görünüyordu. Ya­
tak odalarına bir bak.” Ranzalannı sığdırmayı başardıktan yatak odalan-
nın kapısı kilitli değildi ve itince hemen açıldı. Yataklann ikisi de titizlik­
le yapılmış, yastıklar kabartılmış ve her birinin üzerine birer tane, dekora
uygun oyuncak köpek kondunılmuştu. O an, odalarına hemen hemen hiç
girmemiş olduğumu, burada yaşadığım aylar boyunca onlarla otuz saniye­
den uzun süren bir konuşmamız olmadığım ve aslında gerçekte ne yaptık-
lannı, nereye gittiklerini ve eğer varsa, birbirlerinden başka aıkadaşlan
olup olmadığını bilmediğimi fark ettim. Buradan ayrılacağım için mem­
nundum.
Alex ile babam kalan yiyecekleri silip süpürmüşler ve bir oyun pla­
nını tartışmaya başlamışlardı. “Haklısın, ikisi de gitmiş. Benim bugün ay­
rılacağımı bildiklerini bile sanmıyorum.”
“Belki de onlara bir not bıraksan iyi olur?” diye önerdi annem. “Me­
sela Scrabble tahtasının üzerine?” Babamın Scrabble tutkusu bana da bu­

227
Lauren Weisberger

laşmıştı ve yine babamın bir inancına göre, her yeni eve yeni Scrabble
alınmalıydı, o yüzden de benim eski Scrabble’ım burada kalıyordu.
Evdeki son beş dakikamı da, harf taşlannı alıp Scrabble tahtasına,
“Her şey için teşekkürler ve iyi şanslar öpcükler Andy,” yazarak geçirdim,
baktım 55 puan ediyordu. Hiç fena değil.
Eşyalarımı iki arabaya doldurmak bir saat kadar sürdü, bu arada ben,
kapılan tutmak ve onlar tekrar yukan çıktıklarında arabalara göz kulak ol­
mak dışında pek bir şey yapmamıştım. Yatağı taşıyacak olanlar (bu iş la­
net yatağın kendisinden daha pahalıya mal oluyordu) daha geç gelecekle­
ri için, babam ve Alex ayn ayn, kent merkezine doğru hareket ettiler. Lily
yeni dairemizi Village Voice’daki bir ilandan bulmuştu ve ben daha gör­
memiştim bile. Günün ortasında cep telefonundan beni aramış, “Buldum!
Buldum! Mükemmel bir yer! Suyu akan bir banyosu, çok az tamir isteyen
tahta yer döşemeleri var ve tam dört dakikadır buradayım henüz bir tane
bile fare ya da hatta balık görmüş değilim,” diye haykırmıştı. “Hemen ge­
lebilir misin görmek için?”
“Rüya mı görüyorsun?” diye fısıldayarak cevap vermiştim ben de, “O
burada, bu da benim herhangi bir yere gidemeyeceğim anlamına geliyor.”
“Ama şimdi gelmen lazım. Nasıl olduğunu biliyorsun. Bütün o dos­
yalarımı bilmem nelerimi de taşıyorum bir yandan.”
“Lily mantıklı ol. Şu an acil kalp nakli yaptırmam gerekse işten ko­
vulmayı göze almadan onu bile yaptıramam. Gelip evi görmemi nasıl bek­
lersin?”
“İyi de bu ev otuz dakika daha bile kalmaz ki. Dışarda ev sırası bek­
leyen en az yirmi beş kişi var ve hepsi de şu an form dolduruyorlar. Bunu
şimdi çözmem lazım.”
Bu iğrenç Manhattan emlak dünyasında, yan oturulabilir durumdaki
evler, yan normal erkeklerden bile daha az bulunuyordu ve daha çok.rağ-
bet görüyordu. Buna bir de yan uygun fiyat koşullan eklerseniz, böyle bir
yer bulmak, güney Afrika kıyılannda özel bir ada satın almanızdan bile da­

228
Şeytan Marka Giyer

ha zor bir hale geliyordu. Üstelik de çoğunun, kötü, bakımsız ve tarih ön­
cesinden kalma olması bu durumu hiç etkilemiyordu. Eh, fare yoksa, balık
da yoksa, o zaman bu bir kelepirdi demek ki!
“Lily, sana güveniyorum, tut orayı. Bana e-posta ile bir tarifini yol­
layabilir misin?” Bir an önce telefonu kapatmaya bakıyordum, çünkü Mi­
randa her an sanat bölümünden dönebilirdi. Eğer beni özel işim için tele­
fonla konuşurken görürse işim biterdi.
“Eh, elimde senin maaş ödemelerinin fotokopileri var, bu arada pek
de parlak sayılmazlar, neyse, her ikimizin banka belgeleri ve kredi duru­
mumuzu gösteren dökümler de tamam, senin çalıştığına dair yazı da ben­
de. Yalnız garantör sorunumuz var. Bunun en az üç yıldır Amerikan vatan­
daşı olan ve bizim aylık kiramızın kırk katı geliri olan biri olması lazım ve
benim büyükannem ne yazık ki yüz bin dolar kazanmıyor. Sizinkiler im­
zalar mı acaba?”
“Tannm, Lil, bilmiyorum. Onlara sormamıştım ve şu anda da bura­
dan arayıp soramam. Sen ara.”
“İyi. Yeteri kadar kazançları var değil mi?”
Gerçekten emin değildim, ama başka kime sorabilirdik ki zaten?
“Sen bir ara,” dedim. “Miranda meselesini de açıkla ve kendim arayama-
dığım için özür dilediğimi de söyle.”
“Arayacağım,” dedi. “Ama önce burayı tutabileceğimizden kesin emin
olayım. Seni sonra arayacağım,” dedi ve kapattı. Yirmi saniye sonra tele­
fon yine çaldı ve ofisteki telefon da arayan numaralan gösterenlerden ol­
duğu için, o olduğunu anladım. Emily, benim yine özel bir görüşme yap­
tığımı duyunca o kendine has tarzıyla kaşlannı kaldırdı. Telefonu kaptım
ama önce Emily’ye, “Bu çok önemli,” diye tısladım. “En iyi arkadaşım te­
lefon aracılığı ile bana bir ev tutmaya çalışıyor, çünkü ben burayı bir lanet
saniye...”
Üç ses aynı anda üstüme saldırdı. Emily’ninki ölçülü ve sakindi, uya-
ncı bir tondaydı. “Andrea lütfen,” diye başlamıştı ki tam o anda Lily de

229
Lauren Weisberger

hatta haykırıyordu. “Yapacaklar, Andy, yapacaklar! Beni dinliyor mu­


sun?” Ama her ne kadar ikisi de bana söylüyorlarsa da benim ikisini de du­
yacak halim yoktu. Bana gayet net ve yüksek tonda ulaşan tek ses Miran-
da’nınkiydi.
“Burada bir sorun mu yaşıyoruz Ahn-dre-ah?” Şok edici bir durum,
adımı doğru söylemişti bu kez. Yumruk atmaya hazırlanıyormuş gibi etra­
fımda dolanıyordu.
Anında telefonu Lily’nin suratına kapadım, durumu anlayacağını
umuyordum ve kendimi şiddetli bir saldırıya hazırladım. “Hayır Miranda,
herhangi bir sorun yok.”
“Güzel. Şimdi bir sundae yemek istiyorum ve üstündeki bütün o şey­
ler erimeden yemek istiyorum. Vanilyalı dondurma, yoğurt değil, anladın
mı, donmuş süt de değil ve şekersiz ya da yağsız bir şey de değil, üzerine
çikolata sosu ve gerçek çırpılmış krema. Konserve değil, anladın değil mi?
Gerçek çırpılmış krema. Hepsi bu kadar.” Doğruca kararlı bir şekilde sa­
nat bölümüne gitti tekrar ve bu da benim üzerimde, sanki sırf beni kontrol
etmeye gelmiş olduğu etkisi yarattı. Emily yılışık yılışık sırıttı. Telefon
çaldı. Yine Lily. Kahretsin, e-posta yollasa olmaz mıydı? Telefonu alıp
kulağıma sıkıştırdım ama hiçbir şey söylemedim.
“Tamam, anladım, konuşamıyorsun, öyleyse ben konuşayım. Ailen
garantörümüz oluyor, ki bu harika. Dairede bir büyük yatak odası ve du­
varı yükseltecek olursak bir de oturma odası var, yine de geriye iki kişilik
bir kanepe ve bir koltuk için yer kalıyor. Banyoda küvet yok ama duş fe­
na görünmüyor. Bulaşık makinesi yok, klima yok. Ama pencere tiplerin­
den alabiliriz. Çamaşırhane bodrum katta, yarım gün kapıcı var ve altı tre­
ninden bir blok uzaklıkta. Ve şunu bir duy, bir balkonu var!”
Herhalde çok derin bir nefes aldım ki o da bunu duydu ve daha da
çok heyecanlandı. “Biliyorum! Çılgınca değil mi? Binanın yan tarafına dü­
şüyor ama var. îkimiz orada oturup sigara içmek için bir yer yaratabiliriz,
mükemmel olacak!”

230
Şeytan Marka Giyer

“Ne kadar?” diye sordum, sesim karga gibi çıkmıştı, sanki son nefe­
simi veriyor gibiydim.
“Her şey dahil ayda iki bin iki yüz seksen dolar. Düşünsene adam ba­
şı bin yüz yirmişer dolara balkonlu bir evimiz olacak. Üstelik tam da mer­
kezde. Ne diyorsun, tutabilir miyim?”
Sessizdim. Konuşmak istiyordum aslında ama Miranda halkla ilişki­
ler koordinatörünü herkesin içinde azarlamış, ofisine geri dönüyordu. Üze­
rinde şeytani bir kötülük vardı ve ben bir gün için yetecek kadar ağzımın
payını almıştım az önce. Azarlanan kızın yüzü utançtan asılmış, yanakları
koyu kırmızı olmuştu ve kendi iyiliği için umarım ağlamaz, diye dua ettim
içimden.
“Andy! Artık bu kadarı da fazla. Sadece evet veya hayır de! Sen ora­
dan aynlamıyorsun diye ben dersimi bırakıp geldim, ama bir evet veya ha­
yır demeye de tenezzül etmiyorsun! Neyim ben...” Lily kırılma noktasına
gelmişti ve ona çok hak veriyordum, ama telefonu suratına kapamaktan
başka da yapabileceğim bir şey yoktu. Telefonda ofisin sessizliğini yırta­
cak kadar bağırıyordu ve Miranda iki metreden daha yakınımdaydı. Ken­
dimi çok kötü hissediyordum, içimde halkla ilişkiler koordinatörünü de
alıp tuvalete kapanmak ve orada hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu. Ya da
belki ikimiz birleşip Miranda’yı tuvaletlerden birine kapatır, sıska boynun­
dan sarkan o uzun, iğrenç Herm&s fiılanyla boğabiliıdik. Acaba ben tutsam
mı daha iyiydi assam mı? Yoksa o lanet şeyi gırtlağına tıkıp, hava almaya
çalışmasını...
“Ahn-dıe-ah! Sesi çelik gibi keskindi. “Sana biıkaç dakika önce ne
dedim?” Bok! Sundae. Onu tamamen unutmuştum. “İşini yapmak yerinde
hâlâ orada oturuyor olmanın mantıklı bir nedeni var mı acaba? Bu seni şa­
ka anlayışın mı yoksa? Sana bu konuda ciddi olmadığımı gösterecek her­
hangi bir şey mi söyledim ya da yaptım? Hangisi? Hangisi?” Mavi gözle­
ri yuvalanndan fırlamış gibiydi ve her ne kadar sesini henüz tam olarak

231
Lauren Weisberger

yükseltmiş değilse de, belli ki koıkunç bir biçimde yükseltmeye hazırdı.


Konuşmak için ağzımı açtım ama o anda Emily’nin konuştuğunu duydum.
“Miranda çok özür dilerim, benim suçumdu. Belki Cassidy veya Ca-
roline arar, diye telefona bakmasını istemiştim Andrea’dan, çünkü o sıra­
da diğer hattan Prada’dan istemiş olduğun o bluzu ısmarlıyordum. Andrea
da şimdi çıkmak üzereydi. Özür dilerim, bir daha asla olmayacak.”
Mucizelerin mucizesi! Kusursuz asistan, hem de beni savunmak için
konuşmuştu, ötesi yok!
Miranda anında yumuşamış görünüyordu. “Eh, peki o zaman. Sun-
dae’mi şimdi getir Andrea.” Bunu söyledikten sonra odasına girip telefo­
nu kaldırdı, belli ki BKSD ile uzun bir sohbete dalacaklardı.
Emily’ye baktım, ama çalışıyormuş gibi yapıyordu. Ona, Neden diye
yazıp açık hattan bir e-posta gönderdim.
O da, çünkü bu sefer seni kovmayacağından emin değildim ve yeni
birini eğitmek istemiyorum, diye hemen bir e-posta yazıp yolladı.
O kusursuz sundae’yi aramak için dışan çıktım ve cep telefonumdan
Lily’yi aradım asansör lobiye iner inmez.
“özür dilerim, gerçekten. Sadece...”
“Bak, buna sahiden vaktim yok,” dedi Lily düz bir ifadeyle. “Sanırım
birazcık aşın tepki veriyorsun, öyle değil mi? Yani telefonda bir evet ve­
ya hayır diyemeyecek dununda da olamazsın herhalde?”
“Açıklamak çok zor Lil, ama...”
“Neyse unut gitsin. Koşmam lazım. Evi tutarsak aranm. Bundan faz­
lasına da aldırdığın yok zaten.”
İtiraz etmeye çalıştım ama telefonu kapattı. Kahretsin! Sadece dört
ay önce benim de aynı tepkiyi vereceğim düşünülecek olursa, Lily’den an­
lamasını beklemek haksızlık olurdu. İkimizin oturacağı evi bulsun diye,
ondan tek başına Manhattan’da dolaşmasını isteyip sonra da telefonlarına
bile cevap vermemek büyük haksızlıktı, ama başka şansım var mıydı ki?

232
Şeytan Marka Giyer

Sürekli ettiğim telefonlara nihayet gece yansından az sonra yanıt ver­


diğinde evi tuttuğumuzu söyledi.
“Bu harika bir haber, Lil. Sana ne kadar teşekkür etsem az. Yemin
ederim bunu telafi edeceğim. Söz veriyorum!” Sonra birden aklıma bir fi­
kir geldi. Bunu hemen yap dedim kendi kendime, bir Elias arabası çağır
Harlem’e git ve en iyi arkadaşına yüz yüze teşekkür et. Evet, işte buydu!
“Lil evde misin? Kutlamak üzere sana geliyorum, tamam mı?”
Sevinçten uçacak sanmıştım ama sesi çıkmıyordu. “Zahmet etme,”
dedi usulca. “Ben bir şişe So-Co ve Tongue Ring Boy aldım bile. İstedi­
ğim her şey var burada.”
İnciticiydi bu ama anlıyordum. Lily çok seyrek olarak kızardı böyle,
ama bir kez kızdı mı da tekrar düzelene kadar kimse onunla konuşamazdı.
Bir bardağa dökülen sıvının sesini ve buz şıkırtıları duydum ve onun uzun,
büyük bir yudum içişini dinledim.
‘Tamam. Ama herhangi bir şey gerekirse beni ara olur mu?”
“Neden? Sen öbür uçta sessizce oturasın diye mi? Hayır teşekkürler.”
“L i l ...”
“Beni merak etme, ben iyiyim.” Bir yudum daha içti. “Seninle sonra
konuşuruz. Ve hey, bizi kutluyorum.”
“Evet, ben de,” diye cevap verdim, ama o arada telefonu kapatmıştı
bile.
Ona gidebilir miyim, diye sormak için, cep telefonundan Alex’i ara­
dım ama umduğum kadar istekli görünmüyordu.
“Andy biliyorsun seni görmeyi çok isterdim ama, şey, Max’le ve
öbür çocuklarla dışardayız. Sen hafta içi pek ortalıklarda olmadığın için
ben de bu gece onlarla olmayı planlamıştım.”
“Peki Brooklyn’de misiniz yoksa buralarda bir yerde misiniz? Öyley­
se gelip size katılabilirim,” diye sordum. Mutlaka üst Doğu Yakası’nda bir
yerlerde, muhtemelen bana çok yakın olduklarım biliyordum, çünkü diğer
çocukların hepsi bu tarafta oturuyordu.

233
Lauren Weisberger

“Dinle, başka bir gece çok iyi olur ama bu gece tam bir erkek gecesi.”
“Ah, elbette, tamam. Lily ile yeni daireyi kutlamaya gidecektim ama,
şey, biraz kavga eder gibi olduk. İşteyken neden konuşamadığımı pek an­
lamıyor.”
“Eh, Andy, doğrusu ben de tam olarak anlayabildiğimi söyleyemem.
Onun sert bir hanım olduğunu biliyorum, inan bana biliyorum, ama sanki
sen o söz konusu olduğunda her şeyi biraz fazla ciddiye alır gibisin, bili­
yor musun?” Sesinde suçlayıcı bir ifade olmaması için çok çaba harcadığı
belliydi.
“Belki de öyle yapmam gerektiği içindir!” diye bağırdım, beni gör­
mek istemediği, benim de gelmem için yalvarmadığı ve Lily’nin tarafını
tuttuğu için çok kızmıştım. “Bu benim hayatım, biliyor musun? Benim ka­
riyerim. Benim geleceğim. Ne yapmalıydım yani? Hafife mi almalıydım?”
“Andy, benim söylediklerimi çarpıtıyorsun. Bunu kastetmediğimi bi­
liyorsun.”
Ama ben onu dinlemeyip bağırmaya devam ediyordum, kendimi ala­
mıyordum bundan. Önce Lily ve şimdi de Alex? Hepsinin üstünde de Mi­
randa. Bütün gün, her gün? Bu kadarı çok fazlaydı ve aslında ağlamak is­
tiyordum ama tek yapabildiğim haykırmaktı.
“Kocaman boktan bir şaka, ha? Size göre benim işim sadece bu işte.
Aman Andy, sen moda işindesin, ne kadar zor olabilir ki?” diye taklitleri­
ni yaptım. Kendimden her saniye daha çok nefret ediyordum aslında. “Eh
ne yapalım hepimiz iyilik sever, önemli adam veya master öğrencisi ola­
mıyoruz, özür dilerim bunun için eğer...”
“Sakinleşince ara beni,” diye kesti sözümü. “Bunu dinlemeye devam
edecek değilim.” Ve telefonu kapattı. Kapattı! Tekrar arasın diye bekledim
ama aramadı ve sonunda beklerken, saat üç civarında uyuyakaldım, o sa­
ate kadar ne Lily’den ne de Alex’ten ses çıkmamıştı.
Şimdi taşınma günüydü (tam bir hafta sonra) ve ikisinde de gözle gö­
rülür bir kızgınlık kalmamıştı ama ikisi de eskisinden farklı gibiydiler. As­

234
Şeytan Marka Giyer

lında ikisiyle de oturup karşılıklı konuşacak zamanım olmamıştı çünkü biz


bir sayıyı kapatmak üzereydik, ama Lily ile olan sorunların aynı evde ya­
şamaya başladıktan sonra halledilebileceğini düşünüyordum. Ortak evi­
mizde sorunlar geride kalacak ve tıpkı hayatın çok daha hoş olduğu üni­
versite yıllarımızdaki gibi olacaktık.
Nakliyeciler sonunda saat on birde gelebildiler ve sevgili yatağımı
söküp, kamyonetlerinin arkasına atmaları sadece dokuz dakika sürdü. An­
nemle ben de kamyonete bindik ve yeni evime hareket ettik. Apartmana
geldiğimizde babamla Alex’in John Galliano’ya benzeyen, acayip bir tip
olan kapıcıyla konuştuklarını gördük. Kutularım lobide, duvarın dibine sı­
ralanmıştı.
“Hah Andy, iyi ki geldin. Bay Fisher apartman sakinlerinden biri ol­
madan kapıyı açmak istemedi,” dedi babam yüzünde koca bir tebessümle.
“Çok akıllıca bir davranış doğrusu,” diye de ekledi, adamın sırtını sıvazla­
yarak.
“A, Lily gelmemiş mi? Bana on, on buçuk gibi burada olacağını söy­
lemişti.”
“Yok, görmedim onu daha. Arayayım mı?” diye sordu Alex.
“Sanırım araşan iyi olur. En iyisi ben şimdi Bay Fisher’la yukarı çı­
kayım ki eşyaları da taşıyabilelim. Yardıma ihtiyacı var mıymış, onu da

sor.
Bay Fisher tam bir zampara gibi sırıtıp, “Lütfen, artık aile sayılınz. Ba­
na John deyin,” dedi göğüslerime bakarak. Neredeyse elimdeki soğumuş
kahveyi suratına dökecektim.
Alex başını sallayıp, gözlüklerini çıkardı ve tişörtünün önüne astı, o
yapınca bu hareketi çok seviyordum. “Sen annenlerle git, ben aranm.”
Acaba babamla kapıcımızın bu kadar iyi ahbap olmaları iyi bir şey
mi, yoksa kötü bir şey mi diye merak ettim. Adam kaçınılmaz olarak ha­
yatımın bütün ayrıntılarını öğrenecekti. Lobi hoş görünüyordu, sadece bi­
raz köhne gibiydi. Açık renk boyalı bir çeşit taştan yapılmıştı ve asansör­

235
Lauren Weisberger

lerin önünde ve posta bölümünde eskice birkaç bank vardı. Daire numara­
mız 8C’ydi ve güneybatıya bakıyordu. Duyduklarıma bakılırsa da bu iyi
bir şeydi. John genel anahtarı ile kapıyı açtı ve gururlu bir aile babası gibi
dikildi.
“İşte,” diye teşrifatçılar gibi anons etti.
Önce ben girdim, ağır bir sülfür kokusuyla irkilmeyi ya da belki ta­
vanımıza asılmış biıkaç tane yarasa görmeyi bekliyordum ama içerisi şa­
şırtıcı biçimde temiz ve parlaktı. Mutfak sağ taraftaydı, ince uzundu ve
yerler kırmızı çini kaplıydı. Dikkat çekecek kadar beyaz, formika dolaplar
vardı. Tezgâhlar bir çeşit granit taklidi malzemeyle kaplanmıştı ve ocağın
üzerinde, duvara asılı bir mikrodalga fınn vardı.
Annem buzdolabını açıp, “Harika,” dedi. “Buz kalıplan bile var.” O
arada nakliyeciler bizi iterek, karyolamın şiltesiyle birlikte içeri geçtiler.
Nefes nefese kalmışlardı.
Mutfak oturma odasına açılıyordu, burası geçici bir duvarla ikiye bö­
lünmüş ve ikinci bir yatak odası yaratılmıştı. Tabi ki bu durumda bütün
pencereler öbür odada kalmış oluyordu ama çok önemli değildi. Yatak oda­
sı makul bir büyüklükteydi (kesinlikle benim eski odamdan daha büyüktü)
ve sürme kapıyla, bütün duvar boyunca uzanan balkona çıkılıyordu. Banyo
gerçek yatak odası ile oturma odası arasındaydı ve pembe fayanslarla kap­
lanmış, kalan yerler de pembeye boyanmıştı. Hmm, aşın modem bir yer
olabilirdi yani. Asıl yatak odasına girdim ve etrafa bakındım. Oturma oda­
sının yanındakinden epeyce büyüktü. Küçük bir dolap, bir tavan vantilatö­
rü ve doğruca yan apartmandaki dairelerden birine bakan, küçük, kirli bir
pencere vardı burada da. Lily bu odayı istiyordu ve ben de memnuniyetle
kabul etmiştim. O ders çalıştığı için daha geniş bir odaya ihtiyaç duyuyor­
du ben ise aydınlığı ve balkona açılan kapıyı tercih ediyordum.
“Sağ ol Lil,” diye fısıldadım kendi kendime, Lily’nin duyamayacağı­
nı bilsem de.
Arkamdan gelmekte olan annem, “Ne dedin canım?” diye sordu.

236
Şeytan Marka Giyer

“Ah, önemli değil, sadece Lily’nin gerçekten çok iyi iş başardığını


düşünüyordum. Ne bekleyeceğimi bilmiyordum ama burası harika, değil
mi?”
Sanki söylenebilecek en kibar şeyi bulmaya çalışıyormuş gibi biraz
durakladı. “Evet, New York için bu harika bir daire gerçekten. Sadece bu
kadar çok paraya böyle küçük bir yer hayal etmek biraz güç tabi. Biliyor­
sun ablan ve Kyle masraflar dahil ayda dört yüz dolar ödüyorlar ve mer­
kezi havalandırmaları, mermer küvetleri, yepyeni bulaşık makineleri ve
çamaşır makineleri, üç yatak odalan ve iki banyoları var. Sanki bu değer­
lendirmeyi bir tek o yapabilirmiş gibi söylemişti. Ayda 2280 dolara L.A.’de
şehir merkezinde, deniz kenarında bir ev, Chicago’da bir bulvar üzerinde
triplex bir daire, Miami’de dört yatak odalı şahane bir villa veya Cleve-
land’da lanet bir şato tutabilirdiniz. Evet, bunu biz de biliyorduk.
“Ve iki park yeri, golf dersine ücretsiz katılım, jimnastik salonu ve
havuz,” diye ekledim ben de yardımsever bir şekilde. “Ama ister inan, ister
inanma burası için bu büyük bir şans. Burada çok mutlu olacağımızı sanı­
yorum.”
Beni kucaklayıp, “Ben de öyle düşünüyorum. Tabi tadını çıkaracak
kadar vakit bulabilirsen çalışmaktan,” dedi şefkatle.
Babam içeri girdi ve bütün gün yanında sürükleyip durduğu bez, spor
çantasını açmaya koyuldu. O çantada daha sonra kendisine lazım olacak
spor kıyafetlerinin olduğunu sanıyordum, ama üzerinde “Sınırlı Sayıda Ba­
sılmıştır” yazan, kestane rengi, ahşap bir kutu çıkardı. Scrabble. Koleksi­
yoncular için özel yapım. Tahtası elle yapılmış ve taşların konacağı kare­
lerin kenarlan hafifçe yükseltilmiş ki kaymadan durabilsinler. On yıldır
ikimiz de, özel oyun mağazalannda görmüş olduğumuz bu modele hayran­
dık ama hiçbir zaman satın alma fırsatı bulamamıştık.
“Ah, baba! Bunu yapman gerekmezdi!” En az iki yüz dolar ettiğini
biliyordum. “Ah çok, çok sevdim!”

237
Lauren Weisberger

“Sağlıklı günlerde kullan canım,” dedi o da bana sarılarak. “Ya da en


iyisi şimdi, yaşlı adamının kıçını tekmele, yapabileceğini biliyorum. Eski­
den kazanmana izin verirdim, çünkü bunu yapmazsam bütün gece surat
asarak dolanırdın ortalıkta. Ama şimdi durum öyle değil. Artık ihtiyar be­
yin hücrelerimi ne kadar zorlasam da seni yenemiyorum, yoksa yenmeyi
istemediğimden değil,” diye ekledi sonra.
Tam ona bu oyunu en büyük ustadan öğrenmiş olduğumu söyleye­
cektim ki içeri Alex girdi. Ve pek de mutlu görünmüyordu.
“Sorun ne?” diye sordum hemen, o arada Alex huzursuz görünüyor,
yerinde duramıyordu.
“Ah, önemli değil,” diye yalan söyledi annemle babama bakarak. O
arada bana, “Sen bir dakika dur,” bakışı atmıştı. “İşte, bir kutu daha getir­
dim.”
Babam, anneme, “Hadi gidip birkaç tane daha taşıyalım,” dedi, kapı­
ya doğru yürürken. “Belki Bay Fisher’da el arabası gibi bir şey vardır da
bir seferde birkaç tanesini birden getiririz.”
Alex’e baktım ve ikimiz de asansör kapısı açılıp tekrar kapanıncaya
kadar bekledik.
“E, şimdi Lily ile konuştum,” dedi yavaşça.
“Hâlâ kızgın değil, değil mi? Bütün hafta boyunca çok garipti.”
“Hayır, sorunun bu olduğunu sanmıyorum.”
“Öyleyse ne peki?”
“Şey, evde değildi...”
“İyi de, neredeydi? Adamın birinin evinde mi? Taşınacağı gün geç
kalmış olmasına inanamıyorum.” Küçük yatak odasına gidip, camlardan
birini açtım, içerisi yeni boyandığı için kokuyordu.
“Hayır, o aslında kent merkezindeki polis karakolunda.”
“Nerede nerede? İyi mi peki? Aman Tanrım! Soyulmuş mu? Tecavü­
ze mi uğramış? Hemen oraya gitmem lazım.”

238
Şeytan Marka Giyer

“Andy o iyi. Tutuklanmış.” Bunu sakin bir sesle, bir anne babaya ço­
cuklarının dördüncü sınıfı geçemeyeceğini söyler gibi söylemişti.
‘Tutuklanmış mı? Lily tutuklanmış mı?” Soğukkanlılığımı koruma­
ya çalışıyordum ama son anda aslında haykırdığımı fark ettim. O sırada
babam, üstündeki yükün fazlalığı nedeniyle her an devrilecekmiş gibi du­
ran, dev bir el arabasını iterek içeri giriyordu.
“Kim tutuklanmış? diye sordu arabayı bırakırken. “Bay Fisher bütün
eşyaları çıkardı yukarı bizim için.”
Ben uygun bir yalan bulabilmek için deli gibi beynimi zorlaıken
Alex, benden önce davranıp, “A, Andy’ye dün haberlerde TLC grubunda­
ki kızlardan birinin uyuşturucu yüzünden tutuklandığım gördüğümü anla­
tıyordum. Üstelik de en düzgün görünenleri.”
Babam ilgisizce başını sallayıp, odayı incelemeye başladı. Herhalde
bir yandan da Alex’le benim ne zamandır, kadın pop yıldızlarıyla durup
aramızda konuşacak kadar ilgilenmeye başladığımızı merak etmekteydi.
“Sanırım en iyisi yatağının başucunu uzun duvarın karşısına gelecek şekil­
de yerleştirmek,” dedi. “Gidip bir bakayım kurmuşlar mı?”
Daire kapısının kapanmasıyla kendimi Alex’in önüne attım.
“Çabuk! Anlat ne olmuş, ne olmuş?”
“Andy bağırma. O kadar kötü değil. Hatta komik bile sayılabilir.”
Güldüğü zamanki gibi göz kenarlan kınştı ve çok kısa bir an için Eduar-
do’ya benzedi.
“Alex Fineman, en iyisi bana hemen neler olup bittiğini anlat, en iyi
arkadaşıma...”
‘Tam am tamam, sakin ol.” Belli ki gerçekten eğlendiriyordu durum
onu. “Dün gece biriyle çıkmış, Dili Yüzüklü Çocuk diyor, biz böyle birini
biliyor muyuz?”
Sadece baktım.
“Neyse, akşam yemeğine çıkmışlar ve yürüyerek Lily’nin evine dö-
nüyorlarmış ve Lily, Dili Yüzüklü Çocuk’u kızıştıracak bir şey yapmak is­

239
Lauren Weisberger

temiş, öyle caddenin ortasında. ‘Seksi bir şey’ dedi, yani adamın anlaya­
cağı türden.”
Gözümün önüne Lily’nin naneli şekerini emerek ortalıkta dolandığı
romantik bir akşam yemeğinden sonra, diline delik açtırmak için para öde­
miş bir adam için gömleğini çıkarıp atışı geldi.
“Ahh, sakın...”
Alex dertli dertli başını salladı, gülmemeye çalışıyordu.
“Yani bana arkadaşımın göğüslerini açtığı için tutuklandığını mı söy­
lüyorsun? Bu korkunç. Burası New York. Ben her gün memesi açık bir sü­
rü kadın görüyorum, hem de işyerinde!” Yine bağırmaya başlamıştım, ken­
dime engel olamıyordum.
“Altını.” Yine ayakkabılarına bakıyordu ve yüzü bayağı kızarmıştı,
utanmış mıydı yoksa gülme krizi mi geçiriyordu anlayamadım.
“Nesini?”
“Göğüslerini değil. Altını. Aşağı yansını. Yani hepsini. Önden ve ar­
kadan.” Sonunda ağzı kulaklanna varana dek smtmaya başlamıştı ve onun
palavra sıktığını düşündüğüm için çok eğleniyormuş gibiydi.
“Hayır, bunun doğru olmadığını söyle,” diye inledim, arkadaşımın
kendisini ne hallere düşürdüğünü merak ediyordum. “Bir polis görmüş ve
gelip onu tutuklamış mı?”
“Hayır, aslında iki küçük kız görmüş ve annelerine göstermişler...”
“Aman Tanrım!”
“Anneleri pantolonunu çekmesini söylemiş ve Lily de, fikirleriyle ne
yapabileceğini söylemiş ona, yüksek sesle, bunun üzerine kadın gidip öte­
ki caddede devriye gezen bir polis bulmuş.”
“Ah, dur. Lütfen dur, dur.”
“Sonrası daha da iyi. Kadın ve polis geri geldiklerinde Lily ve Dili
Yüzüklü Çocuk caddenin ortasında o işi yapıyorlarmış, hem de oldukça
ateşli bir biçimde Lily’nin söylediğine göre.”

240
Şeytan Marka Giyer

“Kim bu kız? Bu benim aıkadaşım olan Lily Goodwin mi? Benim se­
kizinci sınıftan beri tanıdığım, tatlı, hayran olunacak arkadaşım soyunup
caddelerde seks mi yapıyor? Hem de dilinde yüzük olan adamlarla?”
“Andy sakin ol. Gerçekten o iyi. Polisin, onu tutuklamasının aslında
tek sebebi pantolonunu çekmesini söylediğinde ona parmak hareketi yap­
mış olması.”
“Aman Tanrım. Daha fazlasına dayanamayacağım. Anne gibi hisset­
mek böyle bir şey olmalı.”
“Ama onu bir uyarıp serbest bırakacaklar ve o da ayılmak üzere evi­
ne dönecek, sanınm oldukça sarhoştu, yoksa insan niye bir polis memuru­
na parmak hareketi yapsın ki? O yüzden merak etme. Hadi şu senin taşın­
ma işini bitirelim, sonra istiyorsan gider onu görürüz.” Babamm oturma
odasının ortasına bıraktığı el arabasına gidip kutulan indirmeye başladı.
Daha fazla bekleyemedim, neler olup bittiğini görmem gerekiyordu.
Telefonunu dördüncü çalışta açtı, önce telesekreter çıkmıştı, sanki o arada
açıp açmamaya karar vermeye çalışmış gibiydi.
“İyi misin?” dedim sesini duyduğum anda.
“Hey Andy. Umanm taşınma işini tümüyle berbat etmemişimdir. Ba­
na ihtiyacın yok değil mi? Özür dilerim bütün bu olanlar için.”
“Hayır, şu anda bunlara aldırmıyorum, seni merak ediyorum. İyi mi­
sin sen?” Onun geceyi karakolda geçirmiş olabileceğini yeni akıl etmiştim,
öyle ya, cumartesi sabahındaydık ve onu yeni bırakıyorlardı. “Gece orada
mı kaldın? Hapiste?”
“E, evet, sanınm böyle denebilir. O kadar da kötü değildi, yani tele-
vizyondakiler gibi filan. Bu odada, benimki gibi aptalca bir nedenle tutuk­
lanmış, zararsız bir kızla birlikte uyuduk gece. Gardiyanlar da son derece
kibardı, yani o kadar önemli bir şey değil. Bar filan yok yalnız.” Güldü
ama kura bir gülüşe benziyordu.
Bir an bunu sindirmeye çalıştım, zihnimde canlanan küçük, tatlı hip­
pi Lily’nin, sidik kokan bir hücrede, öfkeli ve saldırgan bir lezbiyen tara­

241 F : 16
Lauren Weisberger

fından köşeye sıkıştınlma sahnesini kovmaya çalışıyordum. “Peki bunlar


olurken Dili Yüzüklü Çocuk neredeydi? Seni öylece hapiste bırakıp def
olup gitti mi?” Ama o cevap veremeden kafama bir şey dank etti, bütün bu
lanet şeyler olurken ben neredeydim? Neden Lily beni aramamıştı?
“O aslında gerçekten harika, o...”
“Lily neden...”
“...benimle kalmayı teklif etti, hatta aile avukatlarını bile aradı...”
“Lily. Lily! Dur bir saniye. Neden beni aramadın? Biliyorsun saniye­
sinde gelirdim oraya ve onlar seni bırakıncaya kadar da yanından ayrıl­
mazdım. Peki neden? Neden beni aramadın?”
“Ah Andy, önemli değil artık. Sahiden o kadar kötü değildi, yemin
ederim. Nasıl bu kadar aptal olduğuma inanamıyorum ve inan bana, artık
bu kadar sarhoş olmayacağım. Buna değmez çünkü.”
“Neden? Neden beni aramadın? Bütün gece evdeydim.”
“Önemli değil, gerçekten. Seni aramadım, çünkü ya çalışıyor olduğu­
nu ya da sahiden, ama sahiden çok yorgun olduğunu düşündüm ve seni ra­
hatsız etmek istemedim. Özellikle de bir cuma gecesi.”
Gece ne yaptığımı tekrar hatırlamaya çalıştım ve tek hatırladığım
şey, TNT kanalında belki atmış sekizinci kez Dirty Dancing’i seyrettiğim
oldu. Her zamankinden farklı olarak, ilk kez, daha Johnny, “Kimse Baby’ye
bir şey yapmaz,” demeden ve Dr. Houseman Penny’nin başını derde soka­
nın Johnny olmadığını itiraf edinceye kadar da onu öylece ayaklarından
asılı tuttuktan sonra tepe aşağı bırakıp, son zamanlarda adını Frances’e çe­
virmiş olan Baby’ye sarılıp öpmeden de uyuya kalmıştım. Bütün bu sah­
neleri ezbere biliyordum.
“Çalışmak mı? Çalıştığımı mı düşündün? Senin yardıma ihtiyacın
varken bunu yapmayacak kadar yorgun olduğumu mu? Lil, bunu kabul et­
miyorum.”
“Bak Andy, bunu keselim tamam mı? Sen sürekli çalışıyorsun. Gece
gündüz ve çoğu zaman hafta sonlarında da. Ve çalışmadığın zaman da ça­

242
Şeytan Marka Giyer

lışmaktan şikâyet ediyorsun. Anlamadığımdan değil, çünkü işinin ne kadar


zor olduğunu ve bir deli için çalıştığını biliyorum. Ama ben senin cuma
geceni, muhtemelen rahatlamaya çalıştığın veya Alex’le birlikte olduğun
geceni bozacak kişi olmak istemedim. Yani, o da seni asla göremediğini
söylüyor ve ben de onun bu şansını elinden almak istemedim. Sana gerçek­
ten ihtiyacım olsaydı arayacaktım tabi ki ve biliyorum ki sen de koşarak
gelecektin. Ama yemin ederim, o kadar kötü değildi. Lütfen, unutamaz mı­
yız? Çok yorgunum ve her şeyden çok bir duş yapmaya ve kendi yatağıma
ihtiyacım var.”
Sersemlemiş olduğum için konuşamıyordum, ama Lily sessizliğimi
kabullenme olarak yorumladı.
“Orada mısın?” diye sordu otuz saniye kadar bekledikten sonra, o
arada ben deliler gibi özür dilemek ya da açıklamak ya da her neyse bir şey
yapabilmek için uygun kelime bulmaya çalışıyordum.
“Evet, şey, tabi,” demeyi başarabildim. “Lil, çok üzgünüm. Eğer sa­
na beni aramaman gerektiğine dair bir his verdiysem...”
“Andy, hayır, yapma. Bir sorun yok. Ben iyiyim, biz de iyiyiz. Son­
ra konuşalım olmaz mı?”
“Tamam, iyi uykular. Yapabileceğim bir şey olursa beni ara...”
“Aranm. Ha, bu arada yeni yeri nasıl buldun?”
“Lil, harika bir yer. Gerçekten. Büyük bir iş başarmışsın. Hayal etti­
ğimden bile daha güzel. Burayı çok seveceğiz.” Sesim kendi kulağıma bi­
le boş geliyordu ve belli ki sadece onu telefonda biraz daha tutabilmek, ar­
kadaşlığımızın açıklanamaz ama kalıcı bir biçimde değişmediğinden emin
olabilmek için debeleniyordum.
“Harika. Beğendiğine çok sevindim. Herhalde Dili Yüzüklü Çocuk
da beğenecektir,” diye şaka yaptı ama şakanın da içi boş gibiydi.
Sonra kapattık ve annem gelip Alex’le bana öğle yemeği ısmarlaya­
caklarını söyleyinceye kadar oturma odasında öylece kalakaldım.

243
Lauren Weisberger

“Ne oldu Andy? Lily nerede? Onun da yardıma ihtiyacı olacağını dü­
şünmüştüm ama biz üçe kadar kalabiliriz en çok. Yolda mı o da?”
“Hayır, o, şey, dün gece biraz hastalanmış. Sanırım birkaç gündür iyi
hissetmiyordu zaten, o yüzden de herhalde yarından önce taşınamaz. Tele­
fonda onunla konuşuyordum.”
“İyi olduğuna emin misin onun? İstersen gidip bakalım? Bu kızcağız
için hep çok üzülmüşümdür, öyle anne babası olmadan, sadece yarasa gi­
bi, yaşlı bir büyükanneyle.” Elini omzuma koydu sanki acımı gidermek is­
tercesine. “Senin gibi bir arkadaşı olduğu için şanslı. Yoksa dünyada bir
başına kalacaktı,” dedi.
Boğazım düğümlenmiş, sesim çıkmıyordu. Ama birkaç saniye sonra
konuşabildim. “Evet öyle sanırım. Ama o iyi, gerçekten iyi. Sadece uyu­
yup dinlenmesi gerekiyor. Hadi gidip sandviçleri alalım tamam mı? Kapı­
cı dört blok aşağıda harika bir şarküteri olduğunu söyledi.”

“Miranda Priesdy’in ofisi,” diye, yeni edindiğim sıkıntılı sesimle aç­


tım telefonu, benim kıymetli e-posta zamanımı bölmeye cesaret eden şahıs
kimse, ses tonumun ona bu konudaki duygularımı ilettiğini umuyordum.
“Selam, acaba Em-Em-Em-Emiliy mi?” diye sordu bozuk aksanlı,
peltek, kekeleyen bir ses hattın öbür ucundan.
“Hayır, Andrea. Miranda’nın yeni asistanıyım.” Herhalde en az bin
tane meraklıya kendimi tanıtmıştım bugüne kadar.
“Ah, Miranda’nın yeni asistanı,” diye kükredi yabancı aksanlı kadın.
“Dünyadaki en şanslı kız sen ol-ol-ol-olmalısın. Eee, nasıl buldun o şey­
tanla geçirdiğin imtiyazlı süreyi şu ana kadar?”
Neşelenmiştim. Bu çok yeni bir durumdu doğrusu. Rumvay’de çalış­
mış olduğum süre boyunca, Miranda hakkında böyle açık açık kötü konu­

244
Şeytan Marka Giyer

şabilen birine hiç rastlamamıştım. Ciddi miydi acaba? Yoksa beni oltaya
mı getirmeye çalışıyordu?
“E, şey, Runway’de çalışmak gerçekten çok eğitici bir deneyim,” de­
dim kendim de kekelemiştim. “Elbette bu bir milyon kızın elde etmek için
canını vereceği bir iş.” Bunu ben mi söylemiştim gerçekten?
Bir an için derin bir sessizlik oldu ve hemen ardından sırtlanvari bir
patlama geldi. “Ah, bu gerçekten bo-bo-bo-boktan mükemmel bir cevap!”
dedi gıcırtılı bir sesle gülmeye benzer bir şeyler yaparak. “Seni Batı Villa-
ge’deki dairene kilitleyip böyle boktan şeyler söylemeyi öğreninceye ka­
dar bütün o G-g-g-gucci zımbırtılarından mahrum mu bırakıyor? Muhte­
şem! Bu kadında gerçekten iş var! Peki bayan Eğitici Deneyim, bu kez Mi-
randa’nm kendisine düşünebilen bir u-u-u-şak bulduğuna dair dedikodular
duymuştum ama anlaşılan her zamanki gibi dedikodular yanlışmış. Sen de
Michael Kors takımlardan ve J. Mendel’in o güzel kürk ceketlerinden hoş­
lanıyorsun, değil mi? Evet tatlım, tam yerindesin. Şimdi o sıska kıçlı pat­
ronunu ver bana.”
Kafam karışmıştı, tik aklıma gelen ona def olup gitmesini, beni tanı­
madığını söylemek olmuştu, kekemeliğini dengelemek için böyle büyük
bir davranış bozukluğu içine girmeyi seçtiği açıktı. Sonra, telefonu iyice
ağzıma yaklaştırıp telaş içinde, beni buraya kapattılar, durumumu tahmin
dahi edemezsiniz, lütfen, ah lütfen gelin ve beni bu beyin yıkama cehen­
neminden kurtarın. Haklısınız, tam tarif ettiğiniz gibi, ben farklıyım deme­
yi düşündüm. Ama ikisini de yapmak istemedim çünkü her şeyden önce
karşımda kekeleyen bu kadının kim olduğu hakkında en küçük bir fikrim
bile yoktu.
Nefesimi tuttum ve onunla Miranda dışındaki konularda eşit müca­
dele etmeye karar verdim. “Evet, Michael Kors’a bayılınm elbette ama ke­
sinlikle takımlarından dolayı olmadığını söylemem gerek. J. Mendel’s
kürkleri de çok güzeldir tabi ki, ama Runwoy kızlan, ki seçici ve kusursuz
bir zevkleri vardır, muhtemelen Yirmi Dokuzuncu Sokak’taki Pologeor-

245
Lauren Weisberger

gis’inkileri yeğlerler. Ah ve bundan sonra, ‘Uşak’ gibi pek katı, pek acı­
masız sözcükler yerine, ücretle çalışan demenizi tercih ederim. Şimdi, el­
bette, sizi, bazı başka yanlış varsayımlarda bulunmadan bağlamak isterim
büyük bir zevkle ama, belki bunu yapmadan önce kiminle görüştüğümü
sorsam daha iyi olur?”
“Tuş, Miranda’nın yeni asistanı, tuş. B-b-belki seninle arkadaş olu­
ruz bütün bunlardan sonra. Onun seçtiği robotlardan p-p-pek hoşlanmam,
ama zaten ondan da pek hoşlanmam. Benim adım Judith Mason ve e-e-e-
eğer bilmiyorsan sizin gezi m-m-m-makalelerinizi yazıyorum her ay. Şim­
di, bana şunu söyle, hâlâ yeni sayılabileceğine göre, b-b-balayı bitti mi?”
Sessiz kalmıştım. Bununla ne demek istiyordu? Saatli bomba gibi bir
şeydi.
“Yani, şu, herkesin seni, adını öğrenecek kadar tanıdığına mutlu ola­
cak kadar eskimiş, ama senin zaaflannı öğrenip, kötüye kullanamayacak­
ları kadar da yeni sayılacağın, o büyüleyici zaman diliminde misin hâlâ?
Bu başına g-g-g-geldiğinde bayılacaksın, inan bana. Gerçekten de çok özel
bir yerde çalışıyorsun.”
Ve ben daha cevap veremeden, “Şimdilik bu k-k-k-kadar flört etmek
yeter, yeni arkadaşım. O-o-o-ona benim aradığımı söylemek için zahmet
etme, çünkü benimle a-a-a-asla görüşmez. Kendini bu kekelemelerden
kurtarmak için sanırım. Sadece benim adımı B-b-b-bültene koymayı unut­
ma ki başka birine beni aratsın. Sağ ol, sevgiler,” dedi ve kapattı.
Aptallaşmış bir şekilde elimde telefonla kalakaldım ve gülmeye baş­
ladım. Emily, Miranda’nın masraf raporlarının birinden kafasını kaldırıp
bana baktı ve arayanın kim olduğunu sordu. Judith olduğunu söyleyince
gözlerini her zaman yaptığından daha da fazla devirip, “O koca bir oros­
pu. Miranda, onunla konuşmaya niye tenezzül ediyor anlamıyorum. Onun­
la telefonda konuşmaz, o yüzden aradığını bile söyleme. Sadece bültene
aradığını yaz, Miranda başka birine aratır onu.” Judith’in ofisin iç işleyiş
mekanizmalarını benden daha iyi bildiği belliydi.

246
Şeytan Marka Giyer

Tuıkuvaz renkli iMac’ime dönüp bülten ikonunu iki kez tıkladım ve


içindekilere bir göz attım. Bülten, Miranda Priestly’in ofisinin savaş planı
gibi bir şeydi ve görebildiğim kadarıyla onun yaşam amacıydı. Zamanın­
da azimli ve kararlı bir asistan tarafından tasarlanmış olan bülten, aslında
Emily ile benim de girebildiğimiz, ortak kullanılan, basit bir Word belge-
siydi. Aynı anda sadece birimiz girip yeni bilgi ekleyebiliyorduk. Sonra
yenilenmiş versiyonu basıp, benim masamın üzerindeki rafta duran pano­
ya takıyor, bir öncekini atıyorduk. Biz daha yenisini yazıp basıp asmaya
yetişemeden Miranda dakikada bir kontrol etmeye geliyordu. Sık sık bir­
birimizle hırlaşıyorduk bültenden çıksın da diğerimiz yeni bilgi girebilsin
diye. Durmadan kendi yazıcılanmızdan son düzeltmeleri yaptığımız bül­
teni basıyor, panonun başında yüz yüze gelinceye kadar da hangimizin en
son değişikliği yapmış olduğunu bilemiyorduk.
“Judith’in en son mesajı bende,” dedim, Miranda gelmeden bitirme­
ye çalışmaktan bitap düşmüş bir şekilde. Eduardo aşağıdan arayıp onun
yukan çıkmakta olduğunu bildirmişti. Daha Sophy’den bir uyarı almamış­
tık, ama biıkaç saniye içinde de onun arayacağını biliyorduk.
‘‘Paris Ritz’in danışmasından gelen mesaj da bende,” dedi Emily, ne­
fes nefese bastığı sayfayı Lucite marka panoya yerleştirirken ve neredey­
se bağırarak. Benim dört saniye farkla geçersiz kalan bültenimi geri alıp
göz gezdirdim. Telefon numaralarının arasına tire koymaya izin yoktu, sa­
dece saatlerin arasına konabiliyordu. Saatler de, en yakın çeyrek saate gö­
re yaklaşık olarak yazılıyordu. Aranacak yerlerin telefon numaralan, ayırt
edilmesi kolay olsun diye, mutlaka ayn bir satıra yazılıyordu. Aramış
olanlar listeleniyordu. “Not” kelimesi, Emily’nin ya da benim ona söyle­
memiz gereken herhangi bir şeyi ifade ediyordu (herhangi bir şeyin doğ­
rudan ona söylenmesi söz konusu bile edilemezdi, bütün bilgiler önce bül­
tende yer almalıydı). “Hatırlatma” kelimesi ise, Miranda’nm genellikle ge­
cenin biriyle sabahın beşi arasında, ikimizden birinin telesekreterine bırak­

247
Lauren Weisberger

mış olduğu notlan anlatan bir şeydi, bir kez o not bırakıldı mı o iş kesin­
likle yapılmış addedilirdi. Eğer ille kendimizden söz etmemizi gerektire­
cek kadar özel ve önemli bir durum olursa, bunu kendimizi üçüncü tekil
şahıs yerine koyarak yapmamız gerekiyordu.
Bizden sık sık, belli bir kişiyle tam olarak ne zaman ve hangi numa­
radan konuşulabileceğini bulmamızı isterdi. Böyle durumlarda, “Not” ya
da “Hatırlatma” başlığı altındaki bilgileri tarar ve istediğini bulma şansına
ererdik. Bülteni ilk okuduğumda, sanki Prada’dan giyinenleri içeren bir
“Kim Kimdir?” kitabına bakıyorum sanmıştım ama süper büyük paralan,
süper yüksek modayı temsil eden ve genellikle süper etkin olan bu isimler,
o zaman yeterince hassas olmayan beynimde “Özel” bir iz bırakmıştı. Şim­
diki Ru.nway gerçeğime göre ise, Beyaz Saray’ın sosyal sekreteri, yavru
köpeğin aşılan için konuşulması gereken veterinerden az üstte bulunmak­
taydı (ve de herhalde ona veterinerden daha kolay ulaşılırdı).
8 Nisan, Salı
7.30: Paris ofisinden Simone aradı. Rio çekimleri için Bay Testi-
no ile anlaşmışlar, aynca Giselle’in ajansını da teyit etti,
ama modeller için konuşmak istiyor. Lütfen arayın.
011.33.1.55.91.30.65
8.15: Bay Tomlinson aradı. Cep telefonundan aramanızı istiyor.
Not: Andrea, Bnıce ile konuştu. Söylediğine göre evinizin giri­
şinde bulunan büyük aynanın üst sol köşesindeki dekoratif
malzemenin küçük bir yerinde hasar varmış. Bordeaux’da-
ki bir antikacıda benzer bir ayna görmüş. Onu ısmarlaması­
nı arzu eder misiniz?
8.30 Jonathan Cole aradı. Cumartesi Melbourne’a hareket edi­
yormuş ve gitmeden önce anlaşmayı halletmenizi rica edi­
yor. Lütfen arayın.
555.7700

248
Şeytan Marka Giyer

Hatırlatma: Yılın Modeli Partisi için Kari Lagerfeld aranacak. Bu ak­


şam oranın saatiyle 8.00-8.30 arasında Biarritz’deki evinde
olacak, oradan aranabilir.
011.33.1.55.22.06.78: Ev
011.33.1.55.22.58.29: Stüdyo
011.33.1.55.22.92.64: Şoför
011.33.1.55.66.76.33: Şayet ona ulaşamazsanız Paris’teki
asistanının telefonu
9.00: Glorious Foods’tan Natalie aradı. Vacherin’in karışık kiraz­
lı pralinle mi yoksa ravendi komposto ile mi doldurulması­
nı tercih ettiğinizi öğrenmek istiyor. Lütfen arayın.
555.9887
9.00: Ingrid Sischy, nisan sayısını kudamak için aradı. Kapağın,
her zamanki gibi harikulade olduğunu söyledi ve ön sayfa­
daki güzellik çekimlerinin düzenlemesini kimin yaptığını
sordu. Lütfen arayın.
555.6246: Ofis
555.8833: Ev
Not: Miho Kosudo arayıp Damien Hirst’ün çiçek aranjmanını
teslim edemediği için özür diledi. Kendisini evinin dışında
dört saat beklediklerinden ve kapıcısı da olmadığı için bıra­
kacak kimse bulamadıklarından emin olmanızı rica ettiler.
Yarın tekrar deneyecekler.
9.15: Bay Samuels aradı. Kendisine yemeğe kadar ulaşılamaya­
cakmış ama size bu akşam Horace Mann’deki veli-öğret-
men toplantısının hatırlatılmasım istedi. Önceden sizinle
Caroline’ın tarih projesi hakkında görüşebilmek istiyormuş.
Lütfen 14.00’den sonra, 04.00’ten önce arayın.
555.5932

249
Lauren Weisberger

9.15: Bay Tomlinson tekrar aradı. Andrea’dan bu gece veli-öğ-


retmen toplantısından sonraki yemek için rezervasyon yap­
tırmasını istedi. Lütfen arayın. Cep telefonundan.
Not: Andrea bu akşam siz ve Bay Tomlinson için, saat 20.00’de,
La Caravelle’de rezervasyon yaptırdı. Rita Jammet sizi tek­
rar görecek olmaktan ve onun restoranını seçmiş olmanız­
dan ötürü çok mutlu olduğunu söyledi.
9.30: Donatella Versace aradı. Ziyaretinizle ilgili her şeyin teyit
edildiğini bildirdi. Bir şoför, bir şef, bir eğitmen, bir saç ve
makyaj uzmanı, bir özel asistan, üç hizmetçi ve bir yat kap­
tanı dışında herhangi bir görevliye ihtiyacınız olup olmadı­
ğım sordu. Eğer varsa, Milano’ya gitmeden önce bildirme­
nizi rica etti. Ayrıca cep telefonları da sağlayacağını, ancak
şovun hazırlıkları nedeniyle size katılamayacağını belirtti.
011.3901.55.27.55.61
9.45: Judith Mason aradı. Lütfen arayın.
555.6834

Kâğıdı buruşturup çöp sepetine fırlattım ve anında, az önce üçüncü-


sünü atmış olduğum Miranda’nın kahvaltısının yağlan bulaştı üstüne. Bül­
tenden de anlaşılacağı gibi şu ana kadar nispeten normal bir gün olmuştu.
Tam yeni gelen bir şey var mı, diye Hotmail’ime bakıyordum ki ok gibi
içeri daldı. Salak Sophy! Yine uyan telefonunu unutmuştu.
“Umanm bülten son halindedir,” dedi buz gibi bir sesle ve herhangi
bir göz kontağından, hatta varlıklanmızı kabul etmekten dahi kaçınarak.
“Burada Miranda,” dedim ona doğru uzatarak, böylece almak için
uğraşmasına da gerek kalmayacaktı. İki kelime dedim içimden, ben ona
günde en çok yetmiş beş kelime kullanarak hitap ediyordum. Kürk palto­
sunu çıkardı, ben kendimi yüzüme doğru uçuşan tüylerden korumaya çalı­
şırken masamın üzerine fırlattı. Bu muhteşem hayvan cesedini dolaba as­

250
Şeytan Marka Giyer

maya giderken, ihtiyatla çeneme sürttüm ve bir anda soğuk ve ıslak bir te­
masın şokunu yaşadım, üzerinde hâlâ erimemiş kar taneleri vardı. Ne ka­
dar da münasip bir tesadüftü doğrusu.
Hafif ılınmış kahve bardağının kapağını çıkartıp, dikkatle bugününün
yağlı salam, sosis ve peynir karışımını hazırladım kirli bir tabağa. Hemen
odasına götürüp, her şeyi dikkatle masasının bir köşesine yerleştirdim.
Ham ipekten Dempsey ve Carroll notluğuna bir şeyler yazmakla meşgul­
dü ve neredeyse hiç duymadığım kadar yumuşak bir sesle konuştu.
“Ahn-dre-ah, seninle şu parti hakkında konuşmam gerekiyor. Bir not
defteri al.”
Başımı salladım, hemen anında da, baş sallamanın kelime sayılmaya­
cağını düşündüm. Bu nişan partisi hayatımın afeti haline gelmişti. Aslında
daha bir aydan fazla zaman vardı, ama Miranda Avrupa şovlan için gide­
cekti ve iki haftadan önce dönmeyecekti, o yüzden de bu partinin planla­
ma işleri son günlerde ikimizin de ana konusu haline gelmişti. Bir not def­
teri ve kalem alıp odasına geri döndüm. Kendimi, söyleyeceği hiçbir şeyi
anlamamaya hazırlamıştım. Bir an için oturarak not tutmanın çok daha ra­
hat olacağını düşündüm ama akıllıca davranıp oturmadım.
Sanki, bileğindeki bilezik benzeri şeyin içinden Hermes fularını çe­
kip çekmemeye karar veremiyormuş ve bu düşünceler de onu çok yoruyor­
muş gibi içini çekti. “Glorious Food’dan Natalie’yi bul ve ravent kompos­
toyu yeğlediğimi söyle. Seni benimle konuşması gerektiğine ikna etmesi­
ne izin verme, çünkü buna gerek yok. Miho ile de konuş ve verdiğim çi­
çek siparişini doğru anlayıp anlamadıklarını kontrol et. Öğle yemeğinden
önce bir ara Robert Isabell’i bağla bana, masa örtülerini, isim kartlarını ve
servis tepsilerini konuşacağım. Ayrıca Met’teki kızla da konuş ve ne za­
man gidip her şeyi yerinde görebileceğimi öğren ve bir de bana masa dü­
zenini fakslamasını söyle ki oturma düzenini ayarlayabileyim. Hepsi bu
kadar şimdilik.”

251
Lauren Weisberger

Almış olduğu notlara bakmak için bir an bile duraklamadan elindeki


listeyi buruşturdu ve konuşması bitince e-posta olarak göndermem için son
yazdığı mektubu uzattı. Not defterime yaptığım karalamaları bitirmiştim,
aşın hızlı yazmak zorunda olduğumu ve onun aksanını düşünerek, sonra­
dan bunlan çözebileceğimden pek de emin otamıyordum doğrusu.
‘Tamam,” diye mınldandım ve çıkmak üzere döndüm, bugünkü Top­
lam Miranda Kelime sayım üçe çıkmıştı. Belki elliyi aşmam diye düşün­
düm. Yürürken arkamdan gözleriyle popomun büyüklüğünü incelediğini
hissedebiliyordum ve bir an, dindar yahudilerin Ağlama Duvan’ndan ay-
nlırken yaptıktan gibi geri geri yürüyerek çıkmayı düşündüm. Tabi ki, bu­
nu yapmak yerine masamın güvenliğine sığınmayı tercih ettim, o arada da
gözümün önünde Prada siyahlan içinde binlerce, on binlerce Musevi tari­
kat üyesi Miranda’mn etrafında geri geri dönmekteydiler.

252
Şeytan Marka Giyer

Günlerdir beklediğim, hayalini kurduğum mutluluk günü nihayet gel­


mişti sonunda. Miranda sadece ofisten gitmekle kalmamış, ülkeyi de terk
etmişti. Bazı Avrupalı tasarımcılarla buluşmak üzere bir saat önce Concor­
de uçağındaki koltuğuna kurulmuş ve beni yeryüzünün tartışmasız en mut­
lu kızı yapmıştı. Emily, Miranda’nın burada yokken çok daha fazla şey is­
tediğine beni ikna etmek için uğraşmaya devam etmişti ama ben bunu dü­
şünmek istemiyordum. Alex’ten bir e-posta aldığımda da, önümüzdeki iki
haftanın her ilahi anını nasıl değerlendireceğimi düşünüyordum daha çok.

"Selam bebeğim, nasılsın? Umarım önemli bir derdin yoktur en azın­


dan. Gittiği için sevjniyorsundur herhalde en azından, değil m i? Ney­
se, eğer bugün üç buçuk civarında müsait olabilirsen ve beni araya­

253
Lauren Weisberger

bilirsen seninle konuşmak istiyorum, okuma programı başlamadan ön­


ce bir saat boş vaktim var, çok önemli bir konu değil ama seninle ko­
nuşmam gerek. Sevgiler. A."

Tabi çok merak ettim ve hemen, “Her şey yolunda mı?” diye bir ce­
vap gönderdim ama belli ki netten çıkmıştı ve cevap gelmedi. Tam üç bu­
çukta aramak üzere kafamda not aldım, onun buralarda olup bunu engelle­
mesine imkân olmadığını bilmenin yarattığı özgürlük duygusuna bayıl­
mıştım. Ama ne olur, ne olmaz diye, Runway notluklarından birine A.’YI
ARA, 15.30, BUGÜN, diye yazdım ve ekranımın üstüne yapıştırdım. Ev­
deki telesekreterime bir hafta önce mesaj bırakmış eski bir okul arkadaşı­
mı aramak üzereyken telefon çaldı.
“Miranda Priestly’in ofisi.” O an canımın bu dünyadaki hiç kimsey­
le konuşmak istemediğini fark etmiştim.
“Emily? Sen misin? Emily?” Başkasınınkiyle karışmasına imkân ol­
mayan ses ahizeyi doldurdu ve sanki ofisteki havanın içine sızdı. Bölümün
öteki tarafından sesi duymuş olmasına imkân olmamasına rağmen Emily
de başını kaldırıp, bana baktı.
“Merhaba Miranda. Ben Andrea. Yardımcı olabilir miyim?”
Bu kadın bu dünyada bu telefonu nasıl edebiliyordu? Emily’nin her­
kes takip edebilsin diye yazıp dağıttığı seyahat programına bir göz attım
çabucak ve uçağının tam altı dakika önce havalanmış olması gerektiğini
gördüm ve oturduğu yerdeki telefondan aramıştı bile.
“Eh, umarım öyle olur. Programıma baktım ve perşembe günü akşam
yemeğinden önceki saç ve makyaj randevusunun teyit edilmemiş olduğu­
nu gördüm.”
“Evet Miranda, çünkü Mösyö Renaud, perşembe günü çalışacak plan
kişilerden tam anlamıyla teyit alamamış ancak, dediğine göre yüzde dok­
san halledilecekmiş ve...”

254
Şeytan Marka Giyer

“Ahn-dre-ah cevap ver: Yüzde doksan ile yüzde yüz aynı şeyler mi- -
dir? Bu, teyit etmekle aynı şey midir?” Ama daha ben cevap veremeden,
onun başka birine, muhtemelen uçaktaki görevlilerden birine, kendisinin
elektronik cihazlann kullanımı ve kurallan ile hiç ilgilenmediğini, bu tür
şeylerle lütfen başkalarını rahatsız etmelerini, söylediğini duydum.
“Ama efendim, bu kurallara aykın ve uçuş yüksekliğine gelene kadar
kullanmamanızı istemek zorundayım. Bu tehlikeli, bu kadar basit,” diyor­
du kızcağızın biri adeta yalvararak.
“Ahn-dre-ah, beni duyabiliyor musun? Dinliyor musun...”
“Hanımefendi. Israr etmek zorundayım. Şimdi lütfen, telefonu kapa­
tın.”
Tebessümümün genişliğinden ağzım acımaya başlamıştı, Miranda’nın
kendisine hanımefendi şeklinde hitap edilmesinden ne kadar nefret ettiği­
ni biliyordum çünkü, herkesin de bildiği gibi bu yaşlı kadınlan akla geti­
ren bir hitap şekliydi.
“Ahn-dre-ah, hostes bu konuşmayı bitirmem için beni zorluyor. Hos­
tes beni rahat bıraktığında tekrar arayacağım. Bu arada, saç ve makyajın te­
yit edilmiş olmasını istiyorum ve çocuk bakıcılığı için başvuru yapan kız­
larla da görüşmelere başla. Hepsi bu kadar.” Kapanmıştı ama o arada gö­
revlinin bir kez daha ona hanımefendi diye hitap ettiğini duyabilmiştim ka­
panmadan.
“Ne istedi?” diye Emily sordu, endişeden yüzü kınş kınş olmuştu.
“Bana üç kez üst üste kendi adımla hitap etmeyi başardı,” dedim şey­
tani bir zevkle, onun merakını artırmaktan mutluluk duyarak. “Üç kez, bu­
na inanabiliyor musun? Sanırım artık yakın arkadaş olduk sayılır, değil
ini? Kimin aklına gelirdi? Andrea Sachs ve Miranda Priestly, kanka ol­
muşlar.”
“Andrea ne söyledi?”
“E, perşembe günkü saç ve makyaj randevusunun teyit edilmesini is­
tiyor, çünkü yüzde doksan yeterli garantiyi vermiyor. Ha, bir de yeni dadı

255
Lauren Weisberger

için yapılacak görüşmelerden söz etti? Herhalde bunu yanlış anlamış ol­
malıyım. Neyse, otuz saniye sonra zaten tekrar arayacak.”
Emily derin bir nefes aldı ve benim aptallığımı zarif ve kibar bir bi­
çimde göğüsleyebilmeyi diledi. Belli ki onun için hiç kolay değildi bu.
“Hayır, yanlış anladığını hiç sanmıyorum. Cara artık Miranda’nın yanında
çalışmıyor o yüzden de tabi ki yeni bir dadıya ihtiyacı var.”
“Ne? Miranda’nın yanında çalışmıyorda ne demek? Miranda’yla ça­
lışmıyorsa hangi cehennemde peki?” Cara’nın bana söylemeden bu ani ay­
rılışına inanmakta güçlük çekiyordum.
“Miranda, Cara’nın başka biriyle çalışarak daha mutlu olacağını dü­
şündü,” diye, Miranda’nın bile vereceğinden daha diplomatik bir cevap
verdi, Emily. Sanki Miranda hayatında hiç başkalarının mutluluğuna kafa
yormuş gibi!
“Emily lütfen. Lütfen gerçekten neler olduğunu anlatır mısın?”
“Caroline’dan öğrendim ben de, geçenlerde Cara, kızlara odalarından
çıkma izni vermemiş. Miranda, Cara’nın bu tür uygulamalar yapamayaca­
ğını düşünüyor. Ben de aynı fikirdeyim. Sonuçta Cara, kızların annesi de­
ğil ki.”
Sonuçta Cara, iki küçük kıza odalarında oturma cezası verdiği için iş­
ten kovulmuştu yani? “Evet, bakış açını anlıyorum. Bir dadı kesinlikle bak­
tığı çocukların davranışlarına karışmamalıdır,” dedim ağır başlı bir edayla.
“Cara haddini aşmış doğrusu.”
Emily bu ince alayıma bir tepki vermedi, zaten bir hinlik yaptığım­
dan dakuşkulanmamıştı bile. “Kesinlikle. Üstelik Miranda, Cara’nın Fran­
sızca konuşmamasından da hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Öyle ya, o za­
man kızlar Amerikan aksansız nasıl konuşabileceklerdi Fransızcayı?”
Ah, bilmiyorum. Belki yılda 18000 dolar ücreti olan özel okulların­
da öğrenebilirlerdi, orada Fransızca konuşulması gerekiyordu ve üç öğret­
menleri de aslen Fransızdı. Ya da belki akıcı bir biçimde Fransızca konu­

256
Şeytan M arka Giyer

şan, Fransa’da bizzat yaşamış bulunan ve yılda en az altı kez Fransa’ya gi­
den, bu dili kusursuz biçimde okuyan, yazan ve şen şakrak bir aksanla ko­
nuşan annelerinden öğrenebilirlerdi. Tabi bunlan söylemedim. “Hey hak­
lısın, Fransızcan yoksa dadı da olmamalısın. Katılıyorum,” dedim.
“Evet, aynca, yeni dadı adayı kızlan bulmak senin sorumluluğun.
Burada bu işler için çalıştığımız acentenin telefon numarası var,” diyerek,
numarayı bana dahili e-posta ile yolladı hemen. “Miranda’nın ne kadar in­
ce eleyip sık dokuduğunu bildikleri için (haklı olarak elbette) bize düzgün
insanlar yollarlar.”
Ona endişeyle bakıp, acaba Miranda Priestly’den önceki hayatı nasıl­
dı diye merak ettim. Telefonun tekrar çalışından önce gözlerim açık olarak
kestiriyordum bir süredir. Çok şükür Emily açtı.
“Merhaba Miranda. Evet evet seni duyabiliyorum. Hayır hayır hiçbir
sorun yok. Evet, perşembe günü için kuaför ve makyözü teyit ettim. Ve
evet, Andrea da yeni dadı araştırmasına başladı. Döndüğün gün görüşebi­
leceğin üç kesin adayımız var.” Başını iki yana salladı ve kalemini dudak­
larına dokundurdu. “Evet, evet kesinlikle teyit edildi. Yok, hayır yüzde
doksan değil, yüzde yüz. Kesinlikle. Evet Miranda. Evet, ben kendim teyit
ettim ve eminim. Bunu sabırsızlıkla bekliyorlar. Tamam. İyi uçuşlar. Evet,
teyit edildi. Şimdi fakslayacağım. Tamam. Güle güle.” Telefonu kapattı­
ğında titriyor gibiydi.
“Bu kadın neden anlamıyor? Kuaförün ve makyözün teyit edildiğini
söyledim. Sonra bir daha söyledim. Neden elli kere daha söylemem gere­
kiyor? Ve biliyor musun ne dedi?”
Başımı salladım.
“Ne dedi biliyor musun? Bu işler onun başını ağnttığı için bütün se­
yahat planını yeniden yazacakmışım, böylece orada saç ve makyajın teyit
edildiği görünecekmiş, sonra Ritz’e fakslayacakmışım ki gittiğinde yeni
kopyayı alabilsinmiş. Bu kadın için her şeyi yapıyorum, hayatımı ona adı­

257 F: 17
Lauren Weisberger

yorum ama bana davranışına bak sonuç olarak?” Ağlayacakmış gibi görü­
nüyordu. Emily’yi Miranda aleyhine döndürebileceğim ender fırsatlardan
biriydi ama Rumvay Paranoya Sarmalı’nın oracıkta beklediğini biliyordum
o yüzden de dikkatli yaklaşmam gerekiyordu. Darbeyi sempatiyle yaklaşa­
rak ve aldırmazmış gibi görünerek indirmeliydim.
“Sana değildi Em, inan bana. Senin ne kadar çok çalıştığını biliyor,
sen onun için vazgeçilmez bir asistansın. Senin ne kadar işe yaradığını bil­
mese çoktan kurtulurdu senden. Bunu yapmaktan korkacak değil herhalde,
anlıyorsun ne demek istediğimi?”
Emily gözyaşı dökmeyi bırakmış ve muhalefet zonuna yaklaşmıştı,
hatta benimle aynı fikirdeydi, oysa Miranda hakkında çok ileri gitmiş ol­
sam o da savunmaya geçerdi. Psikoloji dersinde Stockholm Sendromu’nu
öğrenmiştim, kurbanlar kendilerine eziyet edenlerle özdeşleşiyorlardı, ama
bunun nasıl olabildiğini anlayamamıştım. Belki de benimle Emily arasın­
da geçen küçük seksiyonları video kamerayla çekip profesöre yollasam,
gelecek yılın öğrencilerine bir iyilik yapmış olurdum, çünkü böylelikle
olayın nasıl olduğunu ilk elden öğrenebilirlerdi. Dikkatli ilerlemek harca­
mış olduğum çabalar fazla insanüstü göründüğünden derin bir nefes aldım
ve yeryüzüne indim.
“O bir deli Emily,” dedim yumuşakça ve yavaşça, onun da bunu ka­
bul etmesini umarak. “Bu seninle ilgili değil,-onunla ilgili. O boş, yüzey­
sel, kötü bir kadın, sadece tonlarca muhteşem kıyafeti var ve başka pek bir
şeyi de yok.”
Emily’nin yüzü gözle görülecek kadar gerilmişti, boynundaki ve ya­
naklarındaki deri yırtılacak gibiydi neredeyse ve ellerinin titremesi dur­
muştu. Her an beni buldozer gibi ezebileceğim biliyordum ama kendimi
tutamıyordum.
“Hiç arkadaşı olmadığı dikkatini çekti mi Emily? Fark ettin mi bunu?
Evet dünyanın en etkileyici insanları gece gündüz onu arıyor ama çocuk-

258
Şeytan Marka Giyer

lan hakkında sohbet etmek veya işlerini anlatmak ya da evliliklerini ko­


nuşmak için aramıyorlar değil mi? Arıyorlar çünkü ondan istedikleri bir
şeyler var. Elbette böyle bakınca korkutucu görünüyor ama düşünebiliyor
musun, insanların seni sadece ...”
“Yeter!” diye bağırdı, yaşlar gözünden yağmur gibi iniyordu yine.
Kes şu boktan laflan! Bu ofisin sınırlarından girdin ve hemen her şeyi an­
ladığını sanıyorsun. Küçük bayan Çok Alaycı ve Her Şeyin Tepesinden
Bakan! Sen hiçbir şey anlamıyorsun, hiçbir şey!”
“Em...”
“Em deyip durma bana Andy. Bırak da bitireyim. Miranda’nın güç
biri olduğunu biliyorum. Bazen deliymiş gibi göründüğünü biliyorum. He­
men hemen hiç uyumamanın ve daima seni arayacak diye korkmanın ve
etrafındaki hiç kimsenin bunu anlamamasının ne demek olduğunu çok iyi
biliyorum. Bunların hepsini biliyorum! Ama bu kadar çok nefret ediyor­
san, sürekli bundan, Miranda’dan ve herkesten şikâyet etmekten başka bir
şey yapmıyorsan neden hemen çıkıp gitmiyorsun o zaman? Çünkü senin
tutumun gerçek bir sorun. Sen Miranda’nın deli olduğunu söylüyorsan ben
de sana pek çok, pek çok kişinin onun çok yetenekli, muhteşem ve çok
özel olduğuna inandığını ve böyle biri için elinden geleni yapmadığından
ötürü seni deli sanacaklarını söyleyebilirim. Çünkü o gerçekten çok özel
biri Andy, gerçekten öyle!”
Bunu bir an düşündüm ve bir noktada haklı olduğuna karar verdim.
Miranda gerçekten de müthiş bir editördü. Hiçbir sayıda tek bir kelime bi­
le onun titiz, zor elde edilir onayı olmadan basılmazdı ve bunun başkala­
rına nasıl etkileri olabileceğinden hiç korkmadan, bazı şeyleri iptal edip
yeniden yapmaktan asla geri durmazdı. Çekimlere çeşitli moda editörleri
katılsa da, Miranda istediği görüntüleri ve mankenleri onlann kıyafetleri­
ni kendi seçerdi. Oturan editörler çekimlerde aktif gibi görünürlerdi ama
aslında Miranda’nın çok özel ve inanılmayacak kadar ayrıntılı talimatları­
nı yerine getirirlerdi sadece. Her bir bilezik, çanta, ayakkabı, makyaj, saç

259
Lauren Weisberger

biçimi, öykü, röportaj, yazar, fotoğraf, manken, mekân ve fotoğrafçı için ve


her sayıda son seçimi, hatta bazen ilk seçimleri de bizzat kendisi yapardı
ve bence bu da derginin sürekli başarısının tek nedeniydi. Runway, Miran­
da Priestly olmadan Rumvay olamazdı (başka da pek bir şey olabileceğini
sanmıyordum ya). Bunu herkes gibi ben de biliyordum. Benim ikna olma­
dığım şey ise, bunlann ona, insanlara bu biçimde davranma hakkı verme­
yeceği idi. Neden bir Balmain gece kıyafeti ile asık suratlı genç bir Asya­
lI kızın San Sebastian Yortusu’nda kapının önüne koyulması hakkını ver­
sin ki insana? Ben hâlâ aradaki köprüyü kuramıyordum ama zaten ne bili­
yordum ki? Emily doğnı söylüyordu.
“Emily, benim bütün söylediğim senin gerçekten de olağanüstü ve
işine bağlı bir asistan olduğun ve onun da senin kadar iyi bir asistana sa­
hip olmakla çok şanslı olduğu. Sadece o bir nedenle mutsuz olduğunda,
bunun senin suçun olmadığını görmeni istemiştim. O mutsuz bir insan.
Yapabileceğin bundan fazla bir şey yok.”
“Bunu biliyorum. Gerçekten biliyorum. Ama sen ona yeteri kadar
kredi tanımadın Andy. Bunu bir düşün. Yani, gerçekten düşün. O inanıl­
mayacak kadar başarılı biri ve bu noktaya gelene kadar pek çok şeyi feda
etmiş, ama zaten her sektörde, üstün başan gösterenler böyle değil midir?
Söylesene, kaç tane yönetim kurulu başkanı veya yönetici düzeyinde insan
ve film yönetmeni ya da her neyse vardır, zaman zaman sert ve katı olmak
zorunda kalmayan? İşin bir parçası bu.
Bu konuda onunla hiçbir zaman anlaşamayacağımızı görebiliyordum.
Belli ki Emily, Miranda’ya, Rumvay’ye ve bunlarla ilgili her şeye derinden
bağlıydı ama bunun nedenini yine de anlayamıyordum. O da tıpkı diğer
moda dergilerindeki yüzlerce özel asistan, editör asistanı, yardımcı editör,
asistan editör, ikinci editör ve başeditör gibiydi. Ama neden böyle olduğu­
nu anlayamıyordum. Şimdiye kadar gördüklerimden anladığım, bu insanla­
rın her birinin kendi üstleri tarafından aşağılandığı, alçaltıldığı, kötü mu­
amele gördüğü, sonra dönüp aynı şeyi kendi altlanndakilere yaptığı idi. Bü­

260
Şeytan Marka Giyer

tün bu ıstıraplardan sonra elde edebildikleri tek şey de Yves Saint-La-


urent’in defilelerini izleyebilme ayrıcalığı ve birkaç bedava Prada eşyası
edinebilmekti.
Anlaşma zamanıydı. “Biliyorum,” diye içimi çektim, onun direnişine
teslim olarak. “Ben sadece, senin onun pislikleriyle uğraşmakta ne kadar
başarılı olduğunu bildiğini umuyorum, başka bir şey değil.”
Yine hızlı bir karşı saldırı bekliyordum ama Emily sırıttı. “Demin
ona kaç yüz kere perşembe günü için kuaför ve makyaj randevusunun ta­
mam olduğunu söylediğimi duydun değil mi?”
Başımı salladım. Kafayı mı üşütüyordu acaba?
“Kesinlikle yalan söylüyordum. Tek bir şeyi teyit etmiş, bu konuda
tek bir kişiyi bile aramış değilim!” Son bölümü adeta şarkı söyler gibi söy­
lemişti.
“Emily! Ciddi misin? Peki şimdi ne yapacaksın? Yaptığına dair ye­
min bile etmiştin!” İşe başladığımdan beri ilk kez içimden bu kızı kucak­
lamak geliyordu.
“Hadi Andy, ciddi ol. Gerçekten aklı başında bir insanın onun saçım,
makyajını yapmayı reddedeceğine inanıyor musun? Böyle bir şey yapanın
meslek hayatı biter, kimse o kadar çılgın olamaz. Eminim oradaki adam
her şeyi ayarlıyordur zaten, muhtemelen şu anda diğer işlerini ya da seya­
hat planlarını filan iptal etmiştir bile. Bunu kontrol etmeme bile gerek yok,
yapacağından eminim. Nasıl yapmayabilir ki? O Miranda Priestly!”
Şimdi ağlaması gereken bendim, ama ağlamak yerine, “Ben bu yeni
bakış açısını benimseyebilmek için ne yapmalıyım ki? Bunu hemen öğren­
meye başlasam iyi olacak galiba,” dedim.
“Evet,” diye hak verdi, hâlâ kendi akıllılığından ötürü memnun görü­
nüyordu. “Muhtemelen bu iyi bir fikir.”

261
Lauren Weisberger

Dadı pozisyonu için ilk konuştuğum kız umutsuz vaka gibi görünü­
yordu.
“Aman Tanrım!” diye inlemişti ofise gelip benimle görüşebilir mi,
diye sorduğumda. “Aman Tanrım! Ciddi misiniz? Aman Tanrım!”
“Ee, bu evet mi demek, hayır mı?”
“Tanrım, evet. Evet, evet, evet! Runvvay'ye ha? Aman Tannm. Arka­
daşlarım buna inanamayacaklar. Çatlayacaklar. Tam anlamıyla çatlaya­
caklar. Bana sadece nereye ve ne zaman gelmem gerektiğini söyleyin.”
“Miranda’nın şu an burada olmadığını ve bu görüşmede bulunmaya­
cağını anladınız değil mi?”
“Evet kesinlikle.”
“Ve aynca, işin, Miranda’mn iki kızına dadılık etmek olduğunu da
değil mi? Yani, Runway’y\e herhangi bir ilgisi yok işin?”
Bu acı gerçeğe göğüs germeye çalışırmış gibi içini çekti. “Evet tabi.
Bir dadı, anladım.”
Ama aslında anlamamıştı, çünkü karşı karşıya geldiğimizde de (uzun
boylu, özenli, iyi giyimli ve bayağı heyecanlıydı) işin hangi kısımlarını
ofiste yapması gerektiğini sormaya devam ediyordu.
Ona uyarıcı bir bakış fırlattım ama pek aldırmışa benzemiyordu.
“Hım, hiçbir kısmını,” dedim. “Hatırlarsan bunu konuşmuştuk. Ben Miran­
da için ön görüşmeleri yapıyorum ve onu burada yapıyoruz. Ama hepsi bu.
Onun ikizleri burada yaşamıyor, tahmin edersin.”
“Doğru doğru,” diye hak verdi bana ama ben onu silmiştim bile.
Resepsiyon bölümünde beklemekte olan diğer üç aday da bundan çok
iyi değillerdi. Fiziksel olarak Miranda’nın beklentilerini karşılayacak du­
rumdaydılar, acente bu konuda onun ne isteyeceğini gayet iyi biliyordu,
ama hiçbiri bir çocuk bakıcısında bulunması gereken özelliklere sahip de­
ğildi. Bu konudaki standardımı kendi, doğacak yeğenimi göz önünde bu­
lundurarak oluşturmuştum. Bir tanesi ComeU’da çocuk gelişimi üzerine

i 262
Şeytan Marka Giyer

master yapmıştı ama bunun, yapmış olduğu diğer işlerden biraz farklı ola­
bileceğini incelikle anlatmaya çalıştığımda boş bakmıştı. Başka biri bir sü­
re NBA’in ünlü basketçilerinden biriyle çıkmıştı ve bu da ona “ünlüleri an­
ladığı” hissi vermişti ama hiç ünlü birinin çocuklarıyla uğraşıp uğraşmadı­
ğını sorduğumda içgüdüsel olarak burun kıvırmış ve bana, “Ünlü insanların
çocuklarının da ötekilerden faiklı olamayacağı,” bilgisini lütfetmişti. Onu
da sildim. Üçüncü ve ümit verici olan Manhattan’da büyümüştü ve Midd-
lebury’den henüz mezun olmuştu. Paris’e gidebilmek için para biriktirmek
üzere bir yıl dadılık yapmak istiyordu. Bunun Fransızca bildiği anlamına
gelip gelmediğini sorduğumda da başını sallamıştı. Tek sorun onun bir kent
kızı olmasıydı, bu yüzden ehliyete ihtiyacı olmamıştı, dolayısıyla da ehli­
yeti yoktu. Peki öğrenmek istiyor muydu? Hayır diye cevap verdi. Başka
şoförlerin yaratacağı gerilime hiç de ihtiyacı yoktu. Böylece üçüncü de si­
linmişti. Günün geri kalan kısmını, Miranda’ya, cazip, atletik, ünlülerle
sorunu olmayacak, Manhattan’da yaşayan, ehliyeti olan, yüzme bilen, ileri
derece Fransızcası olan ve çalışma saatleri konusunda kesinlikle ve tama­
men esnek olacak bir kızın, çocuk bakıcılığından daha iyi işlerde çalışma
şansı olduğunu anlatabilmenin uygun yollarını düşünerek geçirdim.
Herhalde aklımdan geçenleri okumuştu ki, telefon çaldı. Kafamdan
bir iki hesap yapıp, Miranda’nm tam o an de Gaulle Havaalanı’na inmiş
olması gerektiğini buldum ve Emily’nin büyük acılarla hazırlamış olduğu,
yapacağı her şeyi saniyesi saniyesine gösteren seyahat planına hızla bir
göz attım, şu anda Ritz’e giden arabada olmalıydı.
“Miranda Pri...”
“Emily!” diye üstüne basa basa söylemişti. Düzeltmenin pek sırası
değil diye düşündüm. “Emily! Şoför bana her zamanki telefonumu verme­
di ve o yüzden kimsenin telefon numarası yok elimde. Bu olacak iş değil.
Böyle bir şey kabul edilemez. Telefon numaralan olmadan işimi nasıl yü­
rütebilirim? Beni derhal Bay Lagerfeld’e bağla.”

263
Lauren Weisberger

“Evet, Miranda, bir saniye lütfen.” Bekletme düğmesine basıp yar­


dım istemek üzere Emily’yi çağırdım. Bunun alternatifi, Kari Lagerfeld’i
ona istediği ve kızıp telefonunu bir yerlere atmayacağı kadar hızla bağla-
yamayıp, “Hangi cehennemde o? Neden bulamadın? Telefonun nasıl kul­
lanılacağını bilmiyor musun?” diye haykırışlarını dinlerken hırsımdan alı­
cıyı yemekti.
“Karl’ı istiyor,” diye seslendim Emily’ye. ismi duyunca bir anda eli
ayağına dolaştı, elindeki kâğıtlar dörtbir yana saçıldı.
‘Tamam, dinle. Yirmi ya da otuz saniyemiz var. Sen Biarritz’i ve şo­
förü al, ben de Paris’i ve asistanını deneyeceğim,” diye bağırdı, parmakla­
rı klavyede gezinmeye başlamıştı bile o arada. Ben de hemen binden fazla
isim içeren ve yine ikimizin ortak kullandığı kontak listesine çift tıkladım
ve aramam gereken tam beş tane numara buldum: Bianitz asıl, Biaıritz
ikinci asıl, Biarritz stüdyo, Bianitz havuz ve Bianitz şoför. Hızla Emily’nin
araması gereken numaralara göz attım, onun da araması gereken yedi nu­
mara ve üstüne üstlük New York ve Milano’da başka numaralar vardı. Biz
daha başlamadan ölmüştük.
Bianitz asılı denedim ve ikinci asılı denerken yanıp sönen kırmızı
ışığın artık yanıp sönmediğini faik ettim. Emily, Miranda’nın kapatmış ol­
duğunu söyledi belki ben faik etmemişimdir diye. Sadece on veya on beş
saniye geçmiş olduğuna göre demek ki bugün aşın sabırsızdı. Doğal ola­
rak anında tekrar telefon çaldı ve yavru köpek gözleriyle yalvaran bakışta­
nım görünce hattı Emily aldı. Daha standart açış konuşmasının yansına
gelemeden tehlikeli bir biçimde başını sallamaya ve Miranda’yı yatıştır­
maya başlamıştı. Ben o sırada aramalara devam ediyordum ve büyük şans
eseri Bianitz havuzu düşülmüştüm ama karşımdaki kadın tek kelime, tek
hece İngilizce bilmiyordu. Belki de Fransızca meselesine takık olmasının
nedeni buydu?
“Evet evet Miranda. Andrea ve ben anyoruz şu anda. Biıkaç saniye
içinde bulacağız. Evet, anlıyorum. Hayır, tabi ki asap bozucu olduğunu bi­

264
Şeytan Marka Giyer

liyorum. Bana bir on saniye kadar izin verebilirsen onu bağlayacağımdan


eminim, tamam mı? Bekletme düğmesine bastı ve aceleyle numaralan tuş­
lamaya devam etti. Onun korkunç bir aksanla ve bozuk bir Fransızcayla
belli ki Kari Lagerfeld’in adını bile duymamış biriyle konuşmaya çalıştı­
ğını fark ettim. Biz ölmüştük. Yanıp sönen kırmızı ışığın yine söndüğünü
fark ettiğimde telefonda haykırmakta olan o kaçık Fransız kadını boğmak
üzereydim. Emily hâlâ çıldırmış gibi telefon tuşluyordu.
“Gitti yine!” diye bağırdım tam bir acil kurtarma personeli havasıyla.
“Bu kez yanıt vernıe sırası sende!” diye o da bağırdı aynı biçimde,
parmaklan telefonun üzerinde uçuyordu ve telefon yine çaldı.
Bu kez ben açtım ve bir şey söylemeye bile kalkışmadım çünkü öte­
ki uçtaki sesi gayet iyi tanıyordum ve hemen lafa gireceğini biliyordum.
Girdi de.
“Ahn-dre-ah! Emily! Her kimle konuşuyorsam... neden hâlâ sizlerle
konuşuyorum da Bay Lagerfeld’le konuşmuyorum ha? Neden?”
İçgüdüm sessiz kalmamı söylüyordu, çünkü artık kelimelerle yapıla­
cak bir şey kalmamıştı ama içgüdülerimin her zamanki gibi yanıldığı orta­
ya çıktı hemen.
“A-looooooo? Kimse var mı orada? Bir telefon bağlantısı yapmak
benim tam iki adet asistanım için çok mu zor bir şey?”
“Hayır Miranda elbette değil. Özür dilerim bu...” Sesim titriyordu bi­
raz ama kontrol edemiyordum. “Bay Lagerfeld’i bulacak gibi görünmüyo­
ruz. En az sekiz...”
“Bulacak gibi görünmüyor musunuz?” çok yüksek bir sesle tekrar et­
mişti. “Ne demek istiyorsun, ‘Onu bulacak gibi görünmüyoruz,’ demekle?”
Bu dört kelimelik cümlenin neresini idrak edemiyordu acaba, diye
merak ettim. Onu. Bulacak. Gibi. Görünmüyoruz. Gerçi, “O lanet olasıyı
bulamadık,” demek bence de daha net ve açık olurdu ama... Bu yüzden sen
de onunla konuşamıyorsun. Eğer sen bulabilirsen o zaman konuşabilirsin.
Aklımdan bir milyon tane ters cevap geçti ama ancak, bütün sınıfın önün­

265
Lauren Weisberger

de ilk kez tahtaya kaldırılmış bir birinci sınıf öğrencisi gibi bir şeyler ge­
velemeyi başarabildim.
“Eee, şey, Miranda, onu bulabileceğimiz bütün numaralan aradık ve
hiçbirinde bulunmuyor.”
‘Tabi ki bulunmaz!” Artık neredeyse haykırıyordu, önceki soğuk­
kanlı tutumu bir çöküntüye doğru gidiyordu. Derin, abartılı bir nefes aldı
ve sakince, “Ahn-dre-ah. Bay Lagerfeld’in bu hafta Paris’te olduğundan
haberin var mı?” Yabancı dil kursunda İngilizce öğreniyormuşum gibi his­
setmiştim kendimi.
“Elbette Miranda. Emily bütün...”
“Ve Bay Lagerfeld’in Paris’teyken cep telefonundan bulunabileceği­
ni söylediğinden de haberin var mı? Gırtlağındaki her kası sesinin sakin ve
soğukkanlı çıkması için zorluyormuş gibiydi.
“Hayır, bizim listemizde cep telefonu numarası yok, Bay Lager­
feld’in cep telefonu olduğunu da bilmiyorduk hatta. Ancak Emily şu anda
onun asistanıyla konuşuyor, eminim şimdi alıyordur o numarayı.” O arada
Emily Fransızca İngilizce karışık teşekkürler etmekteydi karşısındakine ve
bana başparmağı ile başarı işareti yapmıştı.
“Miranda şu anda numarayı aldık. Hemen şimdi bağlamamı ister mi­
sin?” Güven ve gururla göğsüm kabarmıştı. Bir iş başarılmıştı! Ağır stres
koşullan altında üstün bir performans gösterilmişti. O arada terden, iki mo­
da asistanı tarafından iltifat görmüş (bir de değil, tam iki tane), gerçekten
hoş yeni köylü bluzumun koltukaltlan ıslanmıştı ama ne gam. Kim aldınr-
dı şimdi buna? Başımda hezeyan fırtınaları koparan, uluslararası, çılgın de­
liden de kurtulmama ramak kalmıştı, heyecandan yerimde duramıyordum.
“Ahn-dre-ah?” Soru sorar gibi söylemişti ama ben sadece bu isim ka-
nşıklığı meselesinin nedenlerini bulmaya odaklanmıştım o an. İlk öncele­
ri bunu bizi biraz daha aşağılamak ve küçültmek için büyük bir mutluluk­
la yaptığını düşünüyordum ama sonradan, aslında bizi başka yöntemlerle
yeterince aşağılayıp küçülttüğünü, dolayısıyla da muhtemelen, iki asista-

266
Şeytan Marka Giyer

mn ismini aklında tutmayı lüzumsuz bir ayrıntı olarak gördüğünü tahmin


etmiştim. Emily de, onu bazen Emily diye çağırdığını ama bir o kadar da
Allison (eski asistanı) Andrea arası bir şey söylediğini belirterek bu fikri­
mi doğrulamıştı. Ben de kendimi daha iyi hissetmiştim.
“Evet?” Yine ötüyordu kurbağa gibi. Lanet! Bu kadın bana bir par­
çacık bile huzur vermeyecek miydi?
“Ahn-dre-ah, bende bile varken, Bay Lageıfeld’in numarasını bulma
konusunda neden bu kadar yaygara koparıldığını anlamıyorum. Beş daki­
ka önce bana kendisi verdi ama hat kesildi ve ben doğra çevirecekmiş gi­
bi görünmüyorum.” Son bölümü sanki bu durumdan kendisinden başka
herkes utanç ve huzursuzluk duymalıymış gibi söylemişti.
“A, şey, sende numara var mı? Bütün bu zaman zarfında onun bu nu­
marada olduğunu biliyor muydun?” Bunları aslında Emily’nin iyiliği için
söylüyordum ve sadece Miranda’yı biraz daha öfkelendirmeye yaradı.
“Acaba kendimi yeterince iyi ifade edemiyor muyum burada? Bana
03.55.23.56.67.89’u bağlamanızı istiyorum. Hemen. Yoksa bu çok mu
zor?”
Emily bin bir zorlukla bulmuş olduğumuz numarayı aynı mı diye
kontrol ederken, inanamaz bir halde başını sallıyordu.
“Hayır hayır Miranda, elbette çok zor değil. Hemen bağlıyorum. Bir
saniye lütfen.” Konferans tuşuna bastım, numarayı tuşladım, yaşlıca bir er­
kek sesinin, “Alo,” dediğini duydum ve tekrar konferans tuşuna bastım.
“Bay Lagerfeld, Miranda Priestly’yle görüşmek üzeresiniz,” diye Küçük Ev
dizisindeki santral kadın gibi monoton bir sesle konuştum. Bizim taraftan
ses gitmemesini ama bizim tüm konuşmaları dinlememizi sağlayacak düğ­
meye basmak yerine telefonu kapadım. Birkaç dakika hiç konuşmadan
oturduk. Miranda’ya küfürü basmamak için kendimi zorladım. Onun yeri­
ne kafamdan geçenleri silmeye çalıştım ve uzun, derin nefesler alıp ver­
dim. Önce o konuştu.

267
Lauren Weisberger

“Yani şimdi anlamaya çalışalım. Bütün o süre boyunca numarayı bi­


liyordu ama nasıl arayacağını mı bilemiyordu?”
“Ya da belki de arama yapma fikrinden hoşlanmamıştır,” dedim yar­
dımcı bir edayla, yine Miranda’ya karşı bir takım oluşturabilme fikriyle
heyecanlanmıştım, çünkü özellikle Emily ile böyle fırsatlar pek sık çıkmı­
yordu.
“Bilmeliydim,” dedi, büyük bir hayal kırıklığına uğramışçasına başı­
nı sallayarak. “Gerçekten de bunu bilmeliydim. Yan odadaki birini aramak
için bile telefonu bana bağlattım. Ya da iki cadde ilerdeki otelde kalanla­
rı bulup ona bağlamamı ister. Bunun dünyanın en garip şeyi olduğunu dü­
şünmüştüm, hatırlıyorum. Paris’ten New Yoık’u arayıp, Paris’teki birini
bağlamasını istiyorsun. Aslında normal bu tabi ama ben bunu nasıl olup da
anlayamadığıma şaşıyorum.”
Koşarak yemek salonuna gitmek üzereydim ama telefon yine çaldı.
Aynı yere iki kez yıldırım düşmez teorisinden güç alarak, bir sportmenlik
yapmaya karar verdim ve telefonu ben yanıtladım.
“Miranda Priestly’in ofisi.”
“Emily! Rivoli Caddesi’nde şakır şakır yağan yağmurun altında du­
ruyorum ve şoförüm ortadan kayboldu. Kayboldu! Anlıyor musun beni?
Kayboldu! Onu derhal bul!” İlk kez onu böyle duyuyordum, isteri krizi ge­
çiriyor gibiydi ve bunun ilk olmadığını öğrensem şaşırmazdım.
“Miranda bir saniye lütfen. Numarasını buluyorum.” Masamın üzeri­
ne, seyahat programını az önce koymuş olduğum yere baktım hemen ama
tek görebildiğim bazı kâğıtlar ve eksik işleri kontrol etmek için sakladığım
eski bülten kopyalan oldu. Sadece üç ya da dört saniye geçmişti ama san­
ki onun yanındaymışım ve yağan yağmurla Fendi kürkün ıslandığını, mak­
yajının yüzünden akmaya başlamış olduğunu görüyormuşum gibi hisset­
miştim. Sanki bana ulaşıp yüzüme bir tokat patlatacak ve hiçbir yetçneği
olmayan, değersiz bir pislik parçası olduğumu, beceriksiz ve kabiliyetsiz
bir aptal olduğumu söyleyecek sandım. Kendi kendimle sohbet edecek sı­

268
Şeytan Marka Giyer

ra olmadığını, bir insanın (teorik olarak) yağmur altında mutsuz bir şekil­
de binlerce kilometre ötedeki asistanından yardım istediğini düşündüm.
Bu benim hatam değildi. Benim hatam değildi. Benim hatam değildi.
“Ahn-dre-ah! Ayakkabılarım mahvoldu. Beni işitiyor musun? Lütfe­
dip dinliyor musun? Bana derhal o şoförü bul!”
Duruma hiç de uymayacak iki ayrı duygunun etkisi altındaydım, bo­
ğazımın düğümlendiğini hissediyordum, boynumdaki adaleler zorlanıyordu
ama ağlayacak mıyım, gülecek miyim bilemiyordum henüz. îkisi de pek iyi
olmazdı doğrusu. Sanırım Emily de benim kadar dolmuştu, oturduğu yer­
den fırlayıp bana kendisindeki programı uzatmıştı hemen. Hatta şoförün
numaralarının üstünü bile taramıştı fosforlu kalemle. Üç numara vardı.
Adamın cep numarası, araç telefonu ve evi. Doğal olarak.
“Miranda şoförü arayabilmek için seni bir saniye beklemeye almak
zorundayım. Alabilir miyim?” Cevabını beklemeden bekletmeye aldım,
bunun onu daha da delirteceğini biliyordum. Yine Paris’i aradım. îyi ha­
ber şoförün ilk aradığım numaradan çıkmış olmasıydı. Kötü haber ise İn­
gilizce bilmiyor olması. Daha önce hiç kendime zarar verme eğilimi gös­
termiş olmamama rağmen, kafamı masama vurmaktan kendimi alamadım.
Bunu üç kez yapınca Emily hattı kendi telefonundan aldı. Bağırarak ko­
nuşmasının nedeni, şoförün onun bozuk Fransızcasını böylelikle daha iyi
anlayacağı umudu değildi, sadece durumun acilliğini ve önemini vurgula­
maya çalışıyordu. Yeni şoförlerle çalışmak daima sorun olurdu, çünkü on­
lar Miranda’nın 45 saniye ya da bir dakika bekletilmesinin sorun olmaya­
cağı gibi aptalca bir düşünceye sahip olurlardı. Emily’nin ve benim ilk
yapmamız gereken şey onları bu inançtan vazgeçirmekti.
Emily şoförü iki veya üç dakika önce, Miranda’yı bırakmış olduğu
yere geri dönmeye ikna etmeyi başaralı birkaç dakika olmuştu ve ikimiz
de kafalarımızı masalarımıza koymuş, öylece duruyorduk. Artık açlık filan
hissetmiyordum böyle sinir bozucu bir süreç yaşadıktan sonra. Runway
miydi bu tokluk duygusunu veren? Yoksa sadece sinirler ve adrenalin ka-

269
Lauren Weisberger

nşmca mı iştah kalmıyordu? İşte buydu! Runway’de açlıktan ölme haline


hiç rastlanmıyor olmasının sebebi kişisel özelliklere bağlı değildi, sürekli
korkuya maruz kalan bedenlerin psikolojik bir reaksiyonuydu sadece ve
daima endişe duygusunun etkisi altında yaşanınca insan asla gerçekten
acıkmıyordu. Bu konuyu biraz daha incelemeye ve Miranda’nın bütün bu
insanlardan daha akıllı olduğunu, son derece saldırgan bir kişilik geliştire­
rek her düzeydeki insanlan bu şekilde bir deri bir kemik tuttuğunu keşfet­
meye ahdettim.
“Hanımlar, hanımlar, hanımlar! Kaldırın kafalarınızı masalardan!
Miranda’nın sizi böyle gördüğünü düşünebiliyor musunuz? Pek mutlu ol­
mazdı herhalde!” James kapının önünden neşeyle sesleniyordu. Saçlannı,
yağlı, yapışkan görünen ve Yatak Başı denen (Seksi bir isim, nasıl karşı
koyabilirsiniz ki?) bir bantla arkadan toplamıştı, önünde ve arkasında 69
yazan, şeffaf, dar bir futbol üniforması giyiyordu. Her zamanki gibi ince­
likli ve aldatmacalı bir ifade şekli.
İkimiz de ona pek aldırmadık. Saat sadece dördü göstermekteydi ama
bize gece yansı olmuş gibi geliyordu.
“Peki o zaman, durun tahmin edeyim. Anneniz aradı ve Ritz ile Ala-
in Ducasse arasında bir yerlerde düşürmüş olduğu küpesini bulmanızı is­
tedi her ne kadar orası Paris’se ve de siz New York’ta bulunuyor olsanız
da?”
Kahkahalarla güldüm. “Sen bunun bizi bu duruma düşürebileceğini
mi sanıyorsun? Bunu zaten her gün yapıyoruz. Daha zor bir şey bul.”
Emily bile güldü. “Sahiden James, pek başanlı değil. Dünyanın her­
hangi bir kentindeki bir küpeyi on dakikada bulabilirdim,” dedi. Anlayama­
dığım bir nedenle şakaya katılmak gelmişti içinden bir anda. “Ancak hangi
şehirde kaybettiğini söylemediği takdirde biraz zorlanabilirdik. Ama bahse
girerim yine de hallederdik.”
James kendini dışan attı, yüzünde yapay bir dehşet ifadesi vardı. “Pe­
ki o zaman hanımlar, harika bir gün sizin için, duyuyor musunuz? En azm-

270
Şeytan Marka Giyer

dan kendi burada sizin canınıza okumuyor. Ciddiyim bak, bunun için şük­
redin. İkinizin de tamamen aklınız başınızda. Evet. Eh, size iyi günler...”
“DUR BAKALIM SENİ GİDİ HOMO!” diye bağırdı biri tam o es­
nada koridordan, son derece yüksek bir sesle ve yüksek bir perdeden.
“DERHAL GERİ DÖNMENİ VE KIZLARA BU SABAHKİ ŞAMATA
ESNASINDA NE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ ANLATMANI EMREDİYO­
RUM!” Nigel, James’i kulağından yakalamış, masalarımızın arasına kadar
sürüklemişti.
“Ay, hadi Nigel,” diye inledi James, korkmuş gibi yapıyordu ama Ni-
gel’in ona dokunmasından hoşlanmış olduğu açıkça belliydi. “Bu topu se­
viyorsun aslında.”
“BU TOPU SEVİYOR MUYUM? SENİN BU KIRITIK, RÜKÜŞ
HALİNİ SEVİYORUM MU SANIYORSUN? JAMES BUNU ŞİMDİ
HEMEN BURADA YENİDEN DÜŞÜNMEN LAZIM. ANLAŞILDI MI?
HA? HA?”
“Dar bir futbol üniforması giymenin nesi var? Bence seksi duruyor.”
Emily ve ben içimizden James’e hak vererek kafalarımızı salladık.
Belki çok ince bir zevki yansıtmıyordu ama yine de inanılmayacak kadar
havalı görünüyordu. Üstelik de bu moda eleştirisini yapan adamın kendisi
de o anda zebra çizgili, kısa bir kot pantolon ve sırtında anahtar deliği bi­
çiminde koca bir delik olan V yakalı siyah bir kazak giymekteydi. Sırtın­
daki delikten adaleleri görünüyordu. Bu manzarayı da, tepede tüylü, sa­
man rengi bir şapka ve göze sürülmüş rimel tamamlıyordu (rimeli çok bel­
li belirsiz sürmüştü, hakkını teslim etmeliyim).
“BEBEK OĞLAN, MODA DEMEK GÖMLEĞİNDE SEVDİĞİN
SEKS BİÇİMLERİNİN REKLAMINI YAPMAK DEMEK DEĞİLDİR.
TAMAM MI? DEĞİLDİR! BİR PARÇACIK ET GÖSTERMEK İSTER­
SEN O SEKSİDİR İŞTE. O SIKI, GENÇ KAVİSLERİNİ GÖSTERMEK
İSTERSEN BİRAZ, O DA SEKSİDİR. GİYİNMEK BÜTÜN DÜNYA-

271
Lauren Weisberger

YA HANGİ POZİSYONU SEVDİĞİNİ İLAN ETMEK DEMEK DEĞİL­


DİR, SEVGİLİM. ŞİMDİ ANLADIN MI?”
“Ama Nigel!” Bozulmuş gibi görünmesi aslında Nigel’in bütün dik­
katini üzerinde toplamış olmaktan duyduğu hoşnutluğu gizlemek için dik­
katle planladığı bir şeydi.
“NİGEL DEYİP DURMA BANA, TATLIM. GİT JEFFY İLE KO­
NUŞ VE SENİ BENİM GÖNDERDİĞİMİ SÖYLE. SÖYLE DE SANA
SON MIAMI ÇEKİMLERİ İÇİN GELEN CALVIN BLUZU VERSİN.
MUHTEŞEM BİR SİYAH MANKEN GİYSİN DİYE HAZIRLANMIŞ
OLANI... TANRIM! KOYU BİR MILKSHAKE KADAR TATLI BİR
HERİFTİ. HEMEN GİT. AMA BURAYA DÖNECEK VE BANA NEYE
BENZEDİĞİNİ GÖSTERECEKSİN!”
James yeni yemlenmiş genç bir tavşan gibi koşarak seğirtti ve Nigel
bize dönüp, “ONUN KIYAFET SİPARİŞLERİNİ VERMİŞ MİYDİNİZ?”
diye sordu ortaya.
“Hayır, modelleri kâğıt üzerinde görmeden seçmeyecek,” diye Emily
cevap verdi, sıkılmış görünüyordu. “Döndüğü zaman yapacağını söyledi.”
“İYİ. BANA YETERİNCE ERKEN HABER VERİN Kİ PROGRA­
MIMI BU PARTİYE GÖRE AYARLAYABİLEYİM!” Dolabın bulundu­
ğu yöne doğru uzaklaştı, muhtemelen James üstündekini değiştirirken bir
göz atma fırsatı yakalamayı umuyordu.
Miranda’nın kıyafet siparişi vermesine bir kez tanık olma şansım ol­
muştu ve pek de güzel bir deneyim olmamıştı. Şovlar esnasında, elinde
taslak model kitaptan, o podyumdan öteki podyuma koştururken, bir yan­
dan da Amerika’ya dönüp gerçekten önem verdiği tek podyumda, New
York sosyetesine gelecek aylarda neler giyeceklerini göstermeye (ve de
orta halli Amerikalılara da neler giyebilmeyi hayal edeceklerini) hazırlanı­
yordu. Miranda’yı birazcık tanıyorsam, podyumlardan akıp giden dış. gö­
rünüşlere özel bir dikkat harcıyordu, çünkü ilk önce kendisinin gelecek se­
zonda ne giyeceğine karar vermek için bakıyordu.

272
Şeytan Marka Giyer

Miranda ofise dönüşünden iki hafta kadar sonra Emily’ye, model al­
bümlerine bakmak isteyeceği tasarımcıların bir listesini vermişti. Her za­
manki gibi aceleci ve kuşkucu davrandığı için de (bırakın havalanıp sınır­
lan aşmayı, şovlann fotoğraftan daha basılmamıştı bile) bütün Runway
ekibi onlan getirtebilmek ve onun adına bir araya getirebilmek için sefer­
ber olmuş, alarma geçmişti. Nigel de elbette el altında hazır bekliyor olma­
lıydı, çünkü onunla birlikte sayfalan çevirip, kişisel tarzını oluşturmasına
yardım etmesi gerekiyordu. Çanta ve ayakkabı seçimi için bir aksesuvar
editörü ve belki her şeyin birbirine uygunluğunu (özellikle de siparişin
içinde kürk, gece kıyafeti gibi önemli parçalar olacaksa) denetlemek için
de ikinci bir moda editörü de yine el altında bulunmalıydı. Sonuçta çeşitli
moda evlerinden seçilen farklı farklı eşyalar bir araya toparlandığında da
Miranda’nın özel terzisi Rumvay’ye gelip, her şeyi onun üzerine göre ye­
niden ayarlamak için birkaç gün çalışacaktı. Jeffy dolabı tamamen boşal­
tacak ve Miranda ile terzisinin oradaki işleri bitmeden kimse herhangi bir
iş yapamayacaktı. Bu düzeltme işleri yapıhrken bir kez dolabın önünden
geçmiş ve Nigel’in, “MİRANDA PRIESTLY! YAYGARA ETMEYİ BİR
SANİYE BIRAK. BU ELBİSE SENİ BİR SÜRTÜK GİBİ GÖSTERİ­
YOR! UCUZ BİR OROSPU GİBİ!” diye bağırdığını duymuştum. Hayatı­
mı tehlikeye atarak orada durmuş ve kapıya kulağımı dayamıştım. Onun
kendine has tarzıyla Nigel’i azarlayacağını duymayı bekliyordum ama tek
duyabildiğim onaylayan bir mırıltı ve elbiseyi çıkarırken kumaşın çıkardı­
ğı hışırtılar olmuştu.
Şimdi yeteri kadar uzun bir süredir orada olduğuma göre, Miran-
da’nın kıyafetlerini ısmarlama onuru benim olacaktı. Saat gibi hiç şaşma­
dan yılda dört kez, sanki kendi özel kataloglarıymış gibi model albümleri­
ni karıştırıp Alexander McQueen takımlar ve Balenciaga pantolonlar seçi­
yordu. Sanki L. L. Bean’den tişört alır gibiydi. San yapışkan not kâğıtla-
nndan bir tane şuradaki Fendi kalem pantolonlann üzerine, başka bir tane
Chanel etek ceket takıma, bir üçüncüsü, üstüne büyük bir HAYIR yapıştı-

273 F : 18
Lauren Weisberger

nlmış ipek bluza. Çevir, yapıştır, çevir, yapıştır, ta ki doğrudan doğruya


podyumdan, bütün bir sezonun kıyafetlerini tamamlayıncaya kadar. Muh­
temelen daha o kıyafetler dikilmemişken hem de.
Emily’nin çeşitli modacılara Miranda’nın tercihlerini bildiren faksla­
rı gönderişini izlemiştim. Bunu yaparken herhangi bir renk ya da ölçü be­
lirtmemişti, elbette helkesin Miranda Priestly için uygun seçimleri yapabi­
lecek birer Manolo vardı. Zaten tam olarak üstüne göre yapılmış olması­
nın da bir önemi yoktu, çünkü kıyafetler dergiye geldiklerinde oralan bu­
ndan kesilip yeniden dikilecek ve müşteriye özel yapılmış havası verile­
cekti. Ancak bütün gardırobun tamamı sipariş edilip gönderildikten ve ye­
niden kesilip biçilip dikildikten ve doğruca yatak odasındaki dolaba şoför-
lü bir limuzinle ulaştırıldıktan sonradır ki, önceki sezona ait yığınlarla
Yves, Celine, Helmut Lang çöp torbalanna tıkılmış olarak dergiye geri ge­
lecekti. Bu kıyafetler de en çok dört ya da altı aylıktı ve en fazla bir ya da
iki kez giyilmişti, hatta çoğu hiç giyilmemişti. Hepsi de hâlâ inanılmaya­
cak kadar şık, gülünç denecek kadar havalı duruyordu ve belki de mağa­
zalara daha gelmemişti bile bu modeller ama geçen sezona ait olduktan
için Miranda’nın gözünde Target’s’ın yeni Massimo serisindeki pilili pan­
tolonlar kadar bile değerleri kalmamıştı.
Tesadüfen kendime göre bir bluz ya da ceket bulabilirdim belki bun-
lann içinde ama sıfır beden olmalan gerçeği sorun yaratıyordu tabi ki. Ge­
nellikle bu kıyafetleri onlara sığacak kadar ince, küçük kızlan olanlara da­
ğıtmıştık. Aralannda bulduğum çok değerli birkaç şeyi çöp torbalanndan çı­
karıp, güvenle eve kaçırma fırsatı buluncaya kadar masamın altına koymuş­
tum. E-alışveriş sitelerinde küçük bir gezinti veya Madison Caddesi’ndeki
üst düzey konsinye mağazalarına bir iki ziyaretle, maaşım eskisi kadar acı
verici olmayabilirdi. Kendimi bunun hırsızlık sayılmayacağına ikna etmiş­
tim, sadece bana verilmiş bir şeyi değerlendiriyordum.
Miranda akşam altı ile dokuz arasında (onun saatiyle gece yansı ile
sabah üç arasında yani) Paris’te bulunan çeşitli kişileri ona bağlamamız

274
Şeytan Marka Giyer

için tam altı kez daha aradı. Onları kayıtsızca ve herhangi bir olay çıkma­
dan bağladım ve saat dokuzda bütün eşyalarımı toplayıp, yeniden telefon
çalmadan çıktım. Yorgun bir şekilde paltomu giymeye çalışırken gözüm
sabah monitörümün camına yapıştırmış olduğum nota takıldı: A.’YI ARA,
15.30, BUGÜN. Beynim sanki kafamın içinde yüzüyor gibiydi, lenslerim
kurumuş, gözümü yakan kırık çömlek parçalarına dönüşmüştü ve o anda
başım zonklamaya başladı. Keskin bir acı değil, merkezi belli olmayan,
ağır, dumanlı bir sızı başlamıştı, hani o ancak ölürseniz veya kafatasınız
patlarsa kurtulacağınızı sandığınız cinsten. Okyanus ötesi bütün o panik,
endişe ve gerginliklerin yarattığı karmaşada, koca günde bir otuz saniyemi
ayırıp Alex’i aramayı unutmuştum o bunu rica ettiği halde. Benden hemen
hemen hiçbir şey istemeyen birinin bu kadar basit bir dileğini yerine getir­
memiştim.
Artık karanlık ve sessiz olan ofiste oturdum yeniden ve Miranda ile
gün boyu yapmış olduğumuz konuşmaların yarattığı stresle terleyen elle­
rim yüzünden hâlâ hafif nemli olan telefonu kaldırdım. Ev telefonu tele­
sekretere geçene kadar çaldı ama cep telefonu birinci çalışta açıldı.
“Selam,” dedi, numaramı gördüğü için benim aradığımı biliyordu.
“Günün nasıldı?”
“Her zamanki gibi. Alex, çok özür dilerim seni üç buçukta aramadı­
ğım için. Bunu yapamazdım, çünkü burada işler çığırından çıkmıştı, o sü­
rekli aradı ve...”
“Hey boş ver. Önemli değil. Dinle, şu an benim için pek uygun bir
zaman değil. Seni yarın arasam olur mu?” Zihni dağınık gibiydi, sesi san­
ki dünyanın öbür ucunda, deniz kenanndaki bir köyden arıyormuş gibi
uzaktan geliyordu.
“Eee, tabi. Ama her şey yolunda mı? Kısaca ne hakkında konuşmak
istediğini söyleyemez misin? Gerçekten bir sorun var mı yok mu, diye me­
rak ediyorum.”

275
Lauren VVeisberger

Bir an ses çıkarmadı, sonra, “Evet, aslında pek de o kadar merak et­
miş gibi görünmüyorsun. Senden bir kez, benim için uygun olan bir saat­
te beni aramanı istedim -patronunun ülkede bile olmadığı bir günde üste­
lik- ve sen bunu araman gereken saatten ancak altı saat sonra başarabildin.
Pek de samimi ilgi gösteren birinden beklenecek bir davranış değil, biliyor
musun?” Bütün bunları alaycı ya da onaylamaz bir tavırla değil, sadece ba­
sit bir gerçeğin altını çizmek için söylemişti.
Telefonun kordonunu neredeyse kan dolaşımımı engelleyene kadar
parmağıma dolamıştım, eklem yeri şişmiş, rengi beyaz olmuştu. O anda
ağzımda da kanın metalik duygusu veren tadını hissettim, ısırmaktan alt
dudağımın içini kanatmıştım.
“Alex, aramayı unuttuğumdan değil,” diye yalan söyledim alenen,
kendimi onun suçlama gibi olmayan suçlamasından kurtarabilmek için.
“Tek bir saniye bile serbest kalamadım ve ciddi bir şey gibi göründüğü
için de hemen kapamak zorunda kalacağımı bildiğim bir sırada aramak is­
temedim. Yani, bugün öğleden sonra beni neredeyse yirmi beş kez aradı
ve her biri de kesinlikle acildi. Emily beşte çıktı ve beni telefonlarla baş
başa bıraktı ve Miranda durmak bilmedi. Sürekli aradı aradı aradı ve ne za­
man seni aramak için elimi telefona atsam, öteki hattan karşıma o çıktı.
Kusturdu yani, anlıyor musun?”
Bir nefeste sıraladığım mazeretler bana bile dokunaklı gelmişti ama
kendimi durduramıyordum. Aslında o unuttuğumu ve bunu da o yüzden
yaptığımı biliyordu. Aldırmadığım ya da ilgilenmediğimden değil, işte ol­
duğum süre boyunca Miranda ile ilgili olmayan tüm konular zihnimden si­
liniyordu. Hâlâ anlayamadığım ve açıklayamadığım (bırakın başkasının
anlamasını beklemeyi) bir biçimde dış dünya yok olup eriyor ve her şey si­
lindikten sonra geriye bir tek Runway kalıyordu. Hayatımda küçümsedi­
ğim tek şeyin de o olduğu düşünülürse, bu fenomeni açıklamak iyice güç­
leşiyordu.

276
Şeytan Marka Giyer

“Dinle, Jo ey ’ye dönmem lazım. Burada iki arkadaşı var ve evi başı­
mıza yıkmak üzereler şu anda.”
“Joey? Bu Larchmont’ta olduğun anlamına mı geliyor? Genellikle
çarşambaları gitmezdin ona bakmaya. Her şey yolunda mı?” Koca altı sa­
at boyunca onu bir kenara koymuş olduğum gerçeğinden onu uzaklaştıra­
bilmek için çare arıyordum ve bu da en iyi yolmuş gibi görünüyordu. Ba­
na annesinin aniden işe gitmek zorunda kaldığını veya geçen gece esas ço­
cuk bakıcısı gelmediği için gidemediği toplantı yüzünden Joey’in öğret­
menini görmeye gittiğini anlatacaktı. Asla şikâyet etmeyecekti tabi ki (bu
onun tarzı değildi) ama en azından neler olduğunu söyleyecekti.
“Evet evet, her şey yolunda. Annemin bu gece ani bir müşteri toplan­
tısı çıkmış. Andy sahiden şu an konuşamam. Sana bazı güzel haberler ver­
mek için aramıştım ama sen beni aramadın,” dedi sade bir biçimde.
Hafifçe çözülmeye başlayan telefon kordonunu işaret ve orta par­
maklarına öyle bir doladım ki zonklamaya başladılar. “Özür dilerim,” de­
meyi becerebildim ancak, çünkü aramamakla duyarsızlık ettiğim konusun­
da onun haklı olduğunu bilmeme rağmen büyük bir savunma yapamaya­
cak kadar tükenmiş durumdaydım. “Alex lütfen. Lütfen bana iyi bir şeyi
söylemeyerek beni cezalandırma. Biliyor musun ne kadar uzun bir süredir
kimseden iyi bir haber duymadım? Lütfen. Bana en azından bunu ver.”
Mantıklı yaklaşımıma bir cevap vereceğini biliyordum ve verdi.
“Bak o kadar da heyecan verici değil. Sadece gittim ve ilk mezunlar
günümüze birlikte gitmek için gerekli düzenlemeleri yaptım.”
“Yaptın mı? Sahi mi? Gidiyor muyuz?” Bu konuyu daha önce birkaç
kez, fazla önemsemez göründüğümü umarak dile getirmiştim ama Alex’in
yapısı, birlikte gitmemizi önceden garantiye alacak sözler vermeye pek
uygun değildi. Aslında henüz gerçekten erkendi bir şeyleri planlamak için
ama Providence’teki oteller genellikle aylar öncesinden dolmuş olurdu.

277
Lauren Weisberger

Bir iki hafta kadar önce kalacak bir yer bulmak gerektiğini düşünmüştüm.
Ama nasıl olmuşsa olmuş ve Alex, benim, onunla birlikte gitmeyi nasıl de­
lice istediğimi anlamış ve her şeyi halletmişti.
“Evet, tamamdır. Bir araba kiraladım (aslında bir Jeep) ve Biltmore
Oteli’nde bir oda ayırttım.”
“Biltmore ha? Şaka yapıyorsun? Orada oda mı ayırttın? Bu şahane
bir şey.”
“Evet, şey, her zaman orada kalmak istediğinden bahsederdin eh ben
de denememiz gerektiğini düşündüm işte. Hatta pazar sabahı için Al For-
no’da on kişi için kahvaltı rezervasyonu bile yaptım, böylece ikimizin ar­
kadaştan da gelebilir ve hep birlikte olabiliriz.”
“İnanmıyorum. Bunlann hepsini yaptın ha?”
“Elbette. Gerçekten bunalmış olduğunu düşünüyorum. Zaten bu yüz­
den sana söylemek istiyordum bir an önce. Ama belli ki sen beni arayama-
yacak kadar meşgulmüşsün.”
“Alex sevinçten uçuyorum. Sana ne kadar heyecanlandığımı anlat­
mama imkân yok ve hâlâ senin her şeyi şimdiden halletmiş olduğuna ina­
namıyorum. Tekrar özür dilerim öncesi için ama ekime kadar da bekleye­
mezdim. Şahane vakit geçireceğiz, çok teşekkür ederim.”
Birkaç dakika daha konuştuk. Kapattığımda artık o kadar kızgın gö­
rünmüyordu ama benim kıpırdayacak halim kalmamıştı. Onun kalbini ka­
zanmak için harcadığım çaba, sadece onu ikna edebilmek için değil, onu
önemsemezlik etmediğimi anlatacak doğru kelimeleri bulabilmek ve onu
gerçekten müteşekkir ve hevesli olduğuma inandırabilmek, geri kalan son
eneıjimi de alıp götürmüştü. Ne arabaya binişimi, ne yolda gidişimizi, ne
de bizim apartmanın girişinde John Fisher... Galliano’ya selam verişimi
hatırlıyorum. İliklerime sızan yorgunlukla eve girdiğimde Lily’nin kapısı­
nın kapalı olduğunu ve altından da ışık sızmadığını görmenin bir rahatla­

278
Şeytan Marka Giyer

ma duygusu verdiğini hatırlıyoram sadece. Yiyecek bir şeyler ısmarlama­


yı düşündüm ama bir mönü bulmak, telefon etmek bile o kadar zor ve bu­
naltıcı geldi ki, ikinci yemeği de pas geçtim.
Onun yerine mobilyasız balkonumun kırık dökük betonuna oturup
sakin sakin bir sigara içtim. Sigaranın dumanını üfleyecek kadar bile ener­
jim olmadığından, bıraktım dumanlar kendi kendilerine ağzımdan çıksın­
lar ve yüzümün etrafında havaya asılı kalsınlar. Bir ara Lily’nin kapısının
açıldığını ve ayak seslerinin koridora doğru ilerlediğini duydum ama çabu­
cak ışıklarımı kapadım ve sessiz karanlıkta oturmayı sürdürdüm. Tam on
beş saattir aralıksız konuşuyordum ve artık konuşacak halim kalmamıştı.

279
Lauren Weisberger

“Onu işe al,” diye buyurmuştu Miranda, Annabelle ile tanıştıktan son­
ra. Annabelle görüştüğüm kızların on ikincisiydi ve o on iki kız içinden de,
Miranda ile görüşebilir diye seçebildiğim iki taneden biriydi. Annabelle’in
ana dili Fransızcaydı (hatta İngilizcesi o kadar azdı ki, ben ancak ikizlerin
tercümesiyle anlayabilmiştim söylediklerini) Sorbonne mezunuydu ve
kahverengi, muhteşem saçlarla son bulan, uzun, güçlü bir bedene sahipti.
İşe giderken hançer topuklu ayakkabılar giymekten korkmadığı gibi, Mi-
randa’nın kaba davranışlarına da pek aldınyormuş gibi görünmüyordu. As­
lında, kendisi de bir hayli soğuk ve kaba gibiydi ve asla göz teması kurmu­
yordu. Her zaman biraz sıkkın, biraz ilgisiz ve oldukça özgüvenli bir hali
vardı. Miranda, onu isteyince havalara uçmuştum, çünkü hem çeşitli aday

280
Şeytan Marka Giyer

dadılarla haftalarca sürebilecek görüşmeler yapmaktan kurtulmuş olacak­


tım, hem de bu, benim olayı kapmaya başladığımın ilginç bir göstergesi ol­
muştu.
Bu arada, nasıl olduğundan pek emin olmasam da, işler, bu noktada
bekleyebileceğim en iyi ve sakin şekilde yürümeye başlamıştı. Kıyafet si­
parişleri meselesini birkaç ufak tefek kazayla adatmayı başarmıştım. Ona
Givenchy’den ısmarlamış olduğu kıyafederi gösterirken, kendimce büyük
bir özenle give-EN-chee diye telaffuz ettiğimde bile pek fazla delirmemiş-
ti. Daha çok kötü bakışa, daha az iğneli söze muhatap olduktan sonra, doğ­
ru telaffuz konusunda bilgilendirilmiştim. Roberto Cavalli’den istemiş ol­
duğu kıyafeüerin henüz yapılmamış olduğunu, üç haftadan önce de hazır
olamayacağım kendisine iletinceye kadar da her şey oldukça makul bir bi­
çimde yürümüştü. Ama bunu da adatmayı başarmış, bütün istediklerini
terzisiyle birlikte dolapta bulundurmayı koordine edebilmiş ve hemen he­
men hepsini toparlayıp evine, neredeyse bir stüdyo daire büyüklüğündeki
giyinme odasına ulaştırabilmiştim.
Parti ile ilgili çalışmalar Miranda’nın yokluğunda da ilerlemişti ve
döndüğünde o konuda da her şey toparlanmış, hazır durumdaydı. Ancak,
her şey kontrol altındayken ve gelecek cuma günü, herhangi bir arıza çık­
mayacak biçimde organize edilmişken, beklenmedik küçük bir panik ya­
şanmıştı yine de. Chanel, Miranda henüz Avrupa’dayken, bir çeşit, kırmı­
zı boncuklarla işlenmiş, etekleri yere kadar uzun, dar elbise göndermişti ve
ben de onu hemen, bir kez daha elden geçmesi için kum temizlemeciye
göndermiştim. O elbisenin siyah renkte bir benzerini geçen ayın W dergi­
sinde görmüştüm ve onu, Emily’ye gösterdiğimde kasvetli bir havayla ba­
şını sallamıştı.
“Kırk bin dolar,” demişti, başını aşağı yukan sallamayı sürdürerek.
Sonra da stil.com sitesindeki siyah bir pantolonun üzerine çift tıklamıştı,

281
Lauren Weisberger

aylardır bu sitede Miranda ile yapacağı Avrupa gezisine uygun kıyafet bul­
mak için uğraşıyordu.
“Kırk bin NE?”
“Elbisesi. Chanel’den gelen kırmızı elbise. Onu modaevinden alırsan
değeri kırk bin dolar. Elbette Miranda bu kadar ödemiyor ama bedavaya
da almıyor. Delice bir şey değil mi?”
“Kırk bin DOLAR ha?” diye yeniden solmuştum, birkaç saat önce tek
başına klik bin dolar eden bir eşyayı ellerimde tutmuş olduğuma inanamı-
yordum hâlâ. Kıık bin doların ne demek olduğunu kavrayabilmek için bir­
kaç hesap yapmaktan kendimi alamadım. İki yıllık üniversite masraflarının
tamamı veya yeni bir evin ön ödemesi ya da dört kişilik ortalama bir Ame­
rikan ailesinin yıllık geliri. En azından bir sürü Prada çanta. Ama tek bir el­
bise? Bu noktada her şeyi kavradığımı sanmıştım ama elbise, özel olarak
couture çalışan kuru temizlemeciden, üzerine kaligrafik yazıyla Bayan Mi­
randa Priestly yazılmış bir zarfla birlikte geri geldiğinde daha öğrenmem
gereken şeyler olduğunu anladım. Zarfta, krem rengi özel bir kâğıttan ya­
pılmış bir kart vardı ve şunlar yazılıydı:

Giysi tipi: Gece kıyafeti. Tasarımcı: Chanel. Uzunluk: Bilekte. Renk:


Kırmızı. Beden: Sıfır. Tanım: Elle işlenmiş boncuklu, kolsuz, hafif
* oyuk yaka, yanda görünmeyen fermuvar, ağır ipek astar. Servis: Te­
mel, ilk temizleme. Ücret: 670 dolar.

Fatura kısmının altındaki bölümde de firma sahibi kadın tarafından


yazılmış bir not vardı ve eminim evinin ve işyerinin kirasını Miranda’nın
bu pahalı kuru temizleme işlerinin bedeli olarak Elias’tan çıkarmaktaydı.

Bu muhteşem gece elbisesi üzerinde çalışmaktan büyük bir mutluluk


duyduk ve umuyoruz ki siz de, Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki par­

282
Şeytan Marka Giyer

tinizde onu giymekten zevk alırsınız. Arzu edildiği gibi, parti sonrası
temizliği için 24 Mayıs Pazartesi günü onu geri alacağız. Sizin için
yapabileceğimiz başka bir hizmet varsa lütfen bildirin. En iyi dilek­
lerimle, Colette.

Sonuçta, daha henüz perşembeydi ve Miranda’nın yepyeni ve yeni te­


mizlenmiş gece elbisesi dolabında zarif bir biçimde asılmış bekliyordu ve
Emily de, istemiş olduğu gerçek gümüş, Jimmy Choo sandaletleri temin et­
mişti. Kuaförü akşamüzeri, saat tam beş buçukta evinde göreve hazır ola­
caktı, makyöz beş kırk beşten itibaren. Uri de altı elliden itibaren Miran-
da’yı ve Bay Tomlinson’u müzeye götürmek üzere kulağı telefonda, hazır
bekleyecekti.
Miranda, Cassidy’nin jimnastik gösterilerini izlemek üzere ofisten
ayrılmıştı ve ben de etken çıkıp Lily’ye bir sürpriz yapmaya hevesleniyor­
dum. Yılın son sınavını da henüz atlatmıştı ve ben onu alıp dışarıda kutla­
maya götürmek istiyordum.
“Hey, Em, sence bugün altı buçukta çıkabilir miyim? Miranda kitabı
istemediğini çünkü pek az yenilik olacağını söyledi,” ikinci cümleyi de he­
men eklemiştim, sadece, her günkü on dört saat yerine on iki saat çalışmış
olmak için, yaşıtım ve eşitim olan birine yalvarmaktan çok rahatsız olmuş­
tum.
“Ee, tabi. Evet, her neyse. Ben şimdi çıkıyorum.” Bilgisayar ekranın­
dan bakıp saatin beşi biraz geçtiğini fark etmişti. “Birkaç saat daha kal ve
çık. Bu gece ikizlerle birlikte, o yüzden de çok fazla arayacağını sanmam.”
Bu gece, yeni yılda L.A.’da tanışmış olduğu adamla randevusu vardı. Adam
sonunda New York’a gelebilmiş ve sürpriz ötesi bir biçimde gerçekten ara­
mıştı. Önce bir şeyler içmek için Craftbar’a gideceklerdi, o arada da Emily,
onu yemek için Nobu’ya yönlendirmeyi umuyordu. Adam bu tarihlerde
New York’ta olabileceğini beş hafta önce e-posta ile bildirince, Emily he­

283
Lauren Weisberger

men rezervasyonları yaptırmıştı aslında, ama Mıranda’nın adını kullanmak


zorunda kalmıştı yine de bu tarihe alabilmek için.
“İyi de, sen oraya gidince Miranda olmadığını anlayacaklar, o zaman
ne olacak?” diye saf saf sormuştum.
Karşılığında da, her zamanki gibi, uzman bir göz devirme dansı izle­
miştim. “Tabi ki basit bir şekilde onlara Miranda’nın aniden kent dışına
gitmesi gerektiğini anlatıp, kartvizitimi göstereceğim ve kendisinin yerine
benim gelmemi istediğini söyleyeceğim. Ne de zor iş yani.”
Emily gittikten sonra Miranda sadece bir kez aradı ve ertesi gün öğ­
lene kadar ofise gelmeyeceğini söyledi, ama bugün “gazetede” okumuş ol­
duğu restoran eleştirisinin bir kopyasını istiyordu. Ben de büyük bir soğuk­
kanlılıkla acaba restoranın ya da gazetenin adını hatırlayıp hatırlamadığını
sordum. Tabi müthiş kızdı bu soruya.
“Ahn-dre-ah, zaten gösteriye geç kalmış durumdayım. Bana ahret su­
alleri sorma. Bir Asya restoranıydı ve bugünkü gazetelerden birindeydi.
Hepsi bu kadar.” Bunu söyler söylemez de Motorola VöO’ını suratıma ka­
pattı. Bana bunu yaptığında hep dilediğim gibi, o telefon birdenbire elini
kapmasını ve kusursuz manikürlü parmaklarının hepsini, kırmızı ojeli tır­
naklarını da tek tek parçalamak suretiyle yutmasını diledim içimden. Ama
henüz o kadar şanslı değildim.
Hemen Miranda’nın bitmek bilmez ve sürekli değişen isteklerini not
almak için kullandığım deftere, sabah ilk iş olarak restoranı bulayım diye
bir not düştüm ve hatta notun üzerini fosforlu kalemle taradım. Tam evin
önüne geldiğimde cep telefonumdan Lily’yi aradım, telefonu hemen aç-
masaydı içeri girip, John Fisher Galliano’yu selamlamak zorunda kalacak­
tım (adam şimdilerde saçlannı biraz daha uzatmış ve üniformasına birkaç
zincir eklemişti ve giderek, her gün tasarımcıya biraz daha benzemektey­
di) ama açtı ve yerimden kıpırdamadım.
“Hey, ne haber, benim?”

284
Şeytan Marka Giyer

“Seelaaaaaammmm,” diye şakıdı, son haftalarda hiç bu kadar mutlu


görmemiştim onu, hatta belki de son aylarda. “Başardım! Kuşlar gibi öz­
gürüm! Yaz başında hiç dersim yok, sadece master tezim için önemsiz bir­
kaç öneri hazırlamam lazım ki onu da istersem on kez değiştirebilirim. Ya­
ni temmuz ortasına kadar özgürüm, düşünebiliyor musun?” Son derece
mutlu ve neşeli görünüyordu.
“Biliyorum, senin adına çok seviniyorum! Bir kutlama yemeğine ne
dersin? Nerede istersen, Rumvay’den.”
“Sahi mi? Neresi olursa ha?”
“Neresi olursa. Ben aşağıdayım ve arabam da var. Hadi gel, harika
bir yere gidelim.”
“Yaşasın!” diye bağırdı. “Sana Freud’yen Çocuk’u anlatacağım. Ba­
yılırsın! Bir saniye bekle, ayağıma bir kot çekip hemen iniyorum.”
Beş dakika sonra, onu çok uzun zamandır görmediğim şekilde şık ve
mutlu olarak ortaya çıktı. Dar, kısa, kalçaya kadar düşük belli ve soldurul­
muş bir kot pantolon ve üzerine de uzun kollu, dökük, beyaz bir köylü blu­
zu giymişti. Daha önce hiç görmemiş olduğum, ince uzun kahverengi de­
ri şeritlerin ucuna geçirilmiş turkuvaz boncuklardan oluşan bir çift sallan­
tılı küpe de kıyafetini tamamlıyordu. Makyaj bile yapmıştı ve saçının hoş
dalgaları, son yirmi dört saat içinde kurutma makinesiyle şekillendirilmiş
olduklarını belli ediyordu.
“Harika görünüyorsun,” dedim o arka koltuğa, yanıma binerken. “Bu­
nu hangi sımna borçluyuz?”
“Freud’yen Çocuk’a elbette. Müthiş biri. Galiba âşık oldum. Düşüne­
biliyor musun?”
“Önce nereye gideceğimize karar verelim. Henüz bir yer ayırtmış de­
ğilim herhangi bir yerde ama hemen arayıp Miranda’nın adını kullanabili­
rim. Nereyi istersen.”

285
Lauren Weisberger

Bir yandan Kiehl’s dudak parlatıcısı sürüyor ve şoförün dikiz ayna­


sında kendini inceliyordu. “Nereyi istersem mi?” dedi aklı almamış gibi.
“Evet öyle. Belki şu mojitoslar için Chicama’ya mesela?” diye bir öne­
ri getirdim, Lily’yi bir restoran konusunda etkilemenin yolunun yemekle­
rinden değil içkilerinden geçeceğini biliyordum. “Ya da Meet’e, o muhte­
şem Cosmos’lardan dolayı? Veya Hudson Otel’e, belki dışarda bile otura­
biliriz hem? Şarap içmek istersen, ben de bayıla bayıla...”
“Andy, Benihana’ya gidebilir miyiz? Hep oraya gitmeyi düşlüyo­
rum,” diyerek yalvarırcasına yüzüme bakıyordu.
“Benihana mı? Benihana’ya mı gitmek istiyorsun? Seni bir sürü gü­
rültücü çocuklan olan turistlerle birlikte oturttukları ve işsiz Asyalı aktör­
lerin aşçı niyetine yemek pişirdikleri, zincir restoranlardan birine?”
Büyük bir hevesle başını sallıyordu, adresi almak için telefon etmek­
ten başka çarem yoktu.
“Hayır hayır, adresi biliyorum ben. Ellinci ile Altıncı arasında, Elli
Altmcı’da, caddenin kuzey kısmında,” dedi şoföre.
Benim garip bir biçimde heyecanlı arkadaşım, kendisini incelemekte
olduğumun farkında bile değildi, büyük bir mutlulukla Freud’yen Çocuk’u
anlatıp duruyordu. Bu takma isim yerini bulmuştu çünkü çocuk psikoloji
dalında master yapıyordu ve son senesiydi. Aşağı Kütüphane’nin bodrum
katındaki mezunlar salonunda tanışmışlardı. Bütün özelliklerini tüm aynn-
tılanyla öğrenmiştim. Yirmi dokuz yaşındaydı (yani yeterince olgundu
ama yaşlı da değildi), Montreal doğumluydu (yani çok şeker bir Fransız
aksam vardı ama tamamen Amerikanlaşmıştı da), saçtan uzundu (ama
şapşal bir at kuyruğu yapacak kadar değil) ve tam kıvamında uzamış, kir­
li sakallıydı (yani üç gün tıraş olmayınca tıpkı Antonio Banderas’a benzi­
yordu).
Samurai aktör-aşçılar şovlannı yaptılar, kestiler, böldüler, kübik et
parçacıklannı havalara savurdular, o arada Lily de kahkahalarla gülüp el

286
Şeytan Marka Giyer

çırpıyordu tıpkı hayatında ilk kez sirke gitmiş küçük bir kız gibi. Her ne
kadar Lily’nin bir adamdan gerçekten hoşlandığına inanmak imkânsız gi­
bi görünse de, bu apaçık mutluluğunun da başka bir izahı yok gibiydi. İna­
nılması daha da imkânsız olan ise onunla henüz yatmamış olmasıydı.
(Tam iki buçuk haftadır sürekli görüşüyorlardı ve hiçbir şey olmamıştı!
Onunla gurur duymuyor muydum?) Neden onu bizim evde hiç görmediği­
mi sorduğumda, gururla gülümsemiş ve, “Henüz eve davet edilmedi,” de­
mişti. “Yavaş yavaş ilerleyelim istiyoruz.” Restorandan yeni çıkmış, kapı­
nın önünde hâlâ onun adam hakkında anlattığı şeylere gülerken birdenbire
karşımda Christian Collinsworth’ü buldum.
“Andrea. Sevgli Andrea. Benihana hayranlarından olduğunu keşfet­
menin beni çok şaşırttığını itiraf etmeliyim... Miranda ne düşünür acaba bu
hususta?” diye dalga geçti kolunu yavaşça omzuma dolarken.
“Ben, şey, ee...” Aniden bir kekeme olup çıkıveımiştim. Çeşitli düşün­
celer kafamın içinde oradan oraya zıplayıp, kulaklarım arasında top gibi gi­
dip gelirken, doğru kelimeleri bulup konuşmayı sürdüıemiyordum. Beniha­
na’da yemek yemek. Christian bunu öğrendi. Miranda Benihana’da! Bu de­
ri havacı montuyla ne kadar da çarpıcı görünüyor! Üstüme sinen Beniha­
na kokusunu bile alıyor olmalı! Sakın onu yanağından öpme! Eee, şey, ya­
ni öyle değil, yani...
“Biz de tam buradan sonra nereye gideceğimizi konuşuyorduk,” diye
Lily kesin bir tavırla lafa kanştı ve Christian’a elini uzattı, o arada Chris-
tian’ın yalnız olduğu kafama dank etmişti. “O kadar dalmışız ki caddenin
ortasında durduğumuzu bile fark edemedik! Hah hah! Bunu nasıl yaptık
Andy? Benim adım Lily, bu arada.” Christian da elini uzatmıştı tokalaş­
mak için ve hemen sonra da, tıpkı o gece partide sık sık yapmış olduğu gi­
bi, eliyle gözüne düşen bir bukleyi geri itmişti. Bir kez daha, onun bu tek,
hayran olunası bukleyi güzelim yüzünden çekişini saatlerce, günlerce bü­
yütenmişçesine seyredebileceğim gibi acayip bir hisse kapılmıştım.

287
Lauren Weisberger

Lily ve sonra da Christian’a bakıp, bir şeyler söylemem gerektiğini


belli belirsiz kavradım ama zaten onlar kendi aralarında gayet iyi anlaşmış
gibi görünüyorlardı.
“Lily,” dedi Christian, kelimeyi diliyle yoğunlaştırarak telaffuz et­
mişti. “Lily, harika bir isim. Hemen hemen Andrea kadar harika.” En azın­
dan onları izleyebilecek kadar aklım kalmıştı başımda ve Lily’nin ışıldadı­
ğını faik ettim. İçinden bu adamın sadece olgun ve seksi değil aynı zaman­
da da çekici olduğunu düşünüyordu. Onun kafasının içinde dönen teker­
lekleri görebiliyordum, ona bir ilgi duyup duymadığımı, Alex yüzünden
kendimi tutup tutmadığımı tartmaya çalışıyordu, çünkü eğer öyle ise de,
bu işi hızlandırmak, kolaylaştırmak için yapabileceği bir şey olup olmadı­
ğını. Alex’e hayrandı gerçekten, zaten olmamak mümkün değildi ama bu
kadar genç iki insanın bu kadar uzun süreyi birlikte nasıl geçirebildiğini de
aklı almıyordu. Ya da böyle düşündüğünü iddia ediyordu en azından, çün­
kü ben aslında onun anlayamadığı esas şeyin monogamlık olduğunu bili­
yordum. Kısacası, Christian ile benim aramda bir şeyler yaşanabileceğine
dair bir ışık gördüğü an, kendisi de ateşi körüklemeye canı gönülden ha­
zırdı.
“Lily seninle tanışmak bir zevk. Ben Christian, Andrea’nın bir arka­
daşıyım. Her zaman konuşmak için Benihana’nın önünde mi durursunuz?”
Aslında gülümsemesi mideme aniden kurşun yemişim hissi veriyordu ger­
çekten de.
Lily de kendi kahverengi buklelerini elinin tersiyle itip, ‘Tabi ki ha­
yır Christian,” dedi. “Sadece Town’da yemek yedik ve bir şeyler içmek
için güzel bir yer düşünüyorduk. Bir önerin var mı?”
Town! Şehirdeki en pahalı ve en çarpıcı restoranlardan biriydi. Mi­
randa giderdi oraya. Jessica ve nişanlısı da gitmişti. Emily de oraya gitmek
konusunda takıntılıydı. Ama Lily?

288
Şeytan Marka Giyer

“Bak işte bu çok garip,” dedi Christian, belli ki yutmuştu hepsini.


“Ben de orada ajanımla yemekten geliyordum. Tuhaf sizi görmemişim...”
“Biz iyice gerilerdeydik, barın arkasına sıkışmış gibiydik,” diye atıl­
dım hemen, bir parça kendime gelmiştim o arada. Neyse ki Emily rande­
vusu için yer bakarken, bu restoranın resmini göstermişti bana kentara-
ma.com sitesinde.
“Hmm.” Başını salladı, bir parça kafası karışmış gibiydi ve her za­
mankinden de şeker görünüyordu. “Demek şimdi de kızlar, bir şeyler iç­
meye gidiyorsunuz ha?”
Aslında ben bir an önce gidip üstümdekileıden ve saçımdan Beniha-
na kokularını giderecek bir duş almak için kıvranıyordum, ama Lily’nin ba­
na bu şansı vermeye niyeti yoktu. Bir an için acaba Christian da benim gi­
bi, satışa çıkarıldığımı hissediyor mudur açıkça diye merak ettim ama biri
çok seksi, öbürü de çok kararlıydı, o yüzden ben çenemi kapattım.
“Evvet, işte tam nereye gideceğimizi konuşuyorduk. Önerisi olan?
Sen de bize katılırsan ikimizin de çok hoşuna gider.” Lily bir yandan oyun
oynar gibi onu kolundan çekiştirirken, bir yandan da bu laflan etmişti. “Bu­
ralarda sevdiğin bir yer var mı?”
“Şey, kent merkezi pek barlarıyla tanınmaz ama ben ajanımla Au
Bar’da buluşacağım ve siz de kızlar bize katılırsanız çok sevinirim. Birkaç
kâğıt almak üzere ofisine gitti ama birazdan orada olur. Belki onunla tanış­
mak hoşunuza gider, kim bilir, belki birinizin bir ajana ihtiyacı olur. Evet,
Au Bar, ne diyorsunuz?”
Lily yüreklendirici bir ifadeyle bana bakıyordu, sanki gözleriyle ba­
na, Andy o çok güzel! Çok güzel! Kim olduğunu bilmiyorum ama seninle
birlikte olmayı da belli ki çok istiyor, lütfen sen de biraz yakınlık göster ve
onaAu B ar’ı ne kadar çok sevdiğini söyle, der gibiydi.
“Ben Au Bar’ı severim.” Aslında oraya hiç gitmemiştim ama nasıl ol­
muşsa bu lafı büyük bir güvenle etmiştim. “Bence mükemmel bir fikir.”

289 F : 19
Lauren Weisberger

Lily gülümsedi ve Christian da ona katıldı ve hep birlikte Au Bar’a


gitmek üzere yola koyulduk. Bu bir çıkma sayılır mıydı? Tabi ki sayılmaz,
saçmalama, diye kendimi azarladım. İçimden, Alex Alex Alex, diye şarkı
söylüyordum, bir yandan sevgi dolu bir eıkek arkadaşım olduğunu hatırla­
ma azmi, bir yandan da kendime sevgi dolu bir erkek arkadaşım olduğunu
hatırlatmak için azme ihtiyaç duymak zorunda kalışımın yarattığı hayal kı­
rıklığı ile.
Sıradan bir salı gecesi olmasına rağmen girişteki kadife kordonun
önü güvenlik elemanlarıyla doluydu, ama adam başı yirmi dolar olan giriş
ücretine itiraz etmeye kalkmadığımız için bizi kolaylıkla içeri aldılar.
Ben daha cüzdanıma davranamadan Christian cebinden çıkardığı ko­
ca bir cüzdandan üç tane yirmilik çekip adamların eline tutuşturmuştu bi­
le.
İtiraz etmeye çalıştım ama iki parmağı ile dudaklarımı kapatıp, “Sev­
gili Andy, sen o küçük güzel kafam bunlarla yorma,” dedi. Bu temasın et­
kisiyle ben daha dudaklarımı kıpırdatamazken, öteki elini de başımın arka­
sından uzatıp, yüzümü iki elinin arasına aldı. Çalışamaz hale gelmiş bey­
nimin kıvrımları arasında bir yerlerden onun beni öpeceğine dair ateşli
uyan sinyalleri geliyordu. Biliyordum, hissediyordum ama kıpırdayamı-
yordum. Bu bir saniyelik duraklamamı onay olarak kabul etti ve eğilip du-
daklannı boynuma değdirdi. Çabucak, çenemin altından, kulağıma doğru
kayan, boynuma gelince güçlenen bir dil teması hissettim, ama sonra he­
men çekildi ve elimi yakalayıp beni içeri çekti.
“Christian, bekle! Ben, şey, sana bir şey söylemem gerek,” diye lafa
başladım ama aslında, davet etmediğim, dudağıma değmemiş, bu minimum
düzeydeki dil temasının, bir erkek arkadaşım olduğu hakkında uzun açıkla­
malar yapmayı ve belki de böylelikle yanlış sinyaller göndermeyi gerekti­
rip gerektirmediğinden de pek emin değildim. Belli ki Christian bunu gerek­

290
Şeytan Marka Giyer

li görmüyordu, çünkü beni karanlık bir köşedeki kanepeye götürüp, otur­


mamı söylemişti. Ben de dediğini yapmıştım.
“Ben içkilerimizi getiriyorum, tamam mı? O kadar endişe etmene ge­
rek yok. Isırmam.” Bir kahkaha attı ve ben de kızardığımı hissettim. “Bir
gün ısınrsam söz veriyorum ki sen de bundan hoşlanacaksın.” Sonra dön­
dü ve bara doğru gitti.
Hayatta kalabilmek ya da az önce olup bitenleri gerçekten kavraya­
bilmek için, karanlık, mağara gibi salonda Lily’ye bakındım. Daha içeri
gireli üç dakika olmuştu ama o çoktan uzun boylu, siyah bir adamla soh­
bete dalmış, ağzından her çıkanı can kulağıyla dinliyor ve hoşnutlukla ba­
şını arkaya atıyordu. Uluslararası bar müdavimlerinden oluşan kalabalığa
baktım. Nasıl oluyor da hepsi, Amerikan pasaportu olmayanların burada
toplandığım bilebiliyordu? Az ötede, otuzlu yaşlardaki adamların oluştur­
duğu grup Japondu, ötede ellerini çırpan ve tutkuyla konuşan kadın Arap­
ça konuşmaktaydı ve oturmuş keyifsiz bir şekilde birbirlerine bakıp, sinir­
li sinirli fısıldaşan çift de sanırım İspanyoldu ama Portekizli de olabilirler­
di. Lily’nin adamı, bir elini hafifçe Lily’nin omzuna koymuştu ve hayatın­
dan çok memnun görünüyordu. Hoşluk yapmanın sırası olmadığına karar
verdim. Az önce Christian Collinsvvorth dilini boynumda gezdirmişti.
Adamı görmezden gelip Lily’nin sağ koluna yapıştım ve kanepeye doğru
çekiştirdim.
“Andy kes şunu,” diye hırladı kolunu kurtarmaya çalışarak, o arada
da adama tebessüm etmeyi de ihmal etmemişti. “Kabalık ediyorsun. Seni
arkadaşımla tanıştırayım. William bu benim en iyi arkadaşım, Andrea, ge­
nellikle böyle davranmaz. Andy, bu William.” Biz el sıkışırken o da kibar­
ca gülümsedi.
“Peki sorabilir miyim, neden arkadaşını benden çalmaya çalışıyorsun
Ahn-dre-ah?” diye kalın bir sesle sordu William, adeta yerin altında yan­

291
Lauren Weisberger

kılanıyor gibiydi sesi. Belki başka bir yerde veya başka bir zamanda ya da
başka biriyle olsa, yaklaştığımda bana sıcak bir tebessümle baktığını ya da
bir şövalye gibi hemen ayağa fırladığını ve bana kendi yerini ikram ettiği­
ni filan faik edebilirdim ama o an tek odaklandığım şey o İngiliz aksanıy-
dı. Onun bir erkek olması, iri siyah bir adam olması, Miranda’yı hatırlata­
cak en küçük bir özelliği olmaması hiç önemli değildi. O aksam, benim
adımı tıpkı onun gibi söyleyişini duymamla birlikte kelimenin tam anla­
mıyla kalp atışlarım hızlanmıştı yine.
“William kusura bakma lütfen, kişisel bir şey değil. Küçük bir soru­
num var ve Lily ile yalnız konuşmam gerekiyor. Onu geri getireceğim.”
Bunu der demez onun koluna daha sıkı yapıştım ve çektim. Yeterdi bu pis­
lik, arkadaşıma ihtiyacım vardı.
Tekrar Christian’ın beni oturtmuş olduğu kanepeye dönüp, onun da
hâlâ barda barmenin dikkatini çekmeye çalışmakla uğraştığım görünce
(barda sapık olmayan bir adam, bütün gece orada bekleyebilirdi bu haliy­
le) derin bir nefes aldım.
“Christian beni öptü.”
“E ne olmuş? İyi öpemedi mi? Ah, sorun bu değil, değil mi? Kötü öp­
mek kadar...”
“Lily! İyi ya da kötü, ne fark eder?”
Kaşları inanmazlıkla havaya kalktı, tam konuşmak için ağzını aça­
cakken, ben devam ettim.
“Önemli olan bu değil, ama boynumu öptü. Sorun bunu nasıl yaptığı
değil, sorun bunun daha ilk anda olmuş olması. Alex ne olacak? Ben habi-
re başka adamlarla öpüşmüyorum biliyorsun.”
“Hatta hiç yapmıyorsun bunu,” diye söylendi nefesini verirken.
“Andy, saçmalıyorsun. Alex’i seviyorsun o da seni seviyor ama başka bir
adamla da kırk yılda bir canın isteyip öpüşmende de hiçbir sorun yok. Sen
yirmi üç yaşındasın, Tann aşkına. Biraz gevşet kendini.”

292
Şeytan Marka Giyer

“Ama ben onu öpmedim ki... O beni öptü!”


“Her şeyden önce bir şeyi açıklığa kavuşturalım. Hatırlıyor musun,
Monica, Bill’le birlikte olmuştu. Bütün kent, bütün anne babalar ve Ken
Starr hemen onların seks yaptığına karar vermişlerdi. Oysa o seks değildi.
Aynı şekilde, bir adamın senin çeneni öpmek isterken boynunu öpmüş ol­
ması da ‘Birini öpmek’ olarak adlandınlamaz..”
“Ama...”
“Kes sesini de bırak bitireyim. Bundan daha da önemlisi, olan her ne
ise, bunun olmasmı istedin Andy. Sadece itiraf et. ‘Yanlış’, ‘Kötü’ veya
‘Kurallara aykın’ gibi tanımlamaları bir yana bırakacak olursak, sen Chris-
tian’ı öpmek istedin. Eğer bunu itiraf etmiyorsan yalan söylüyorsun de­
mektir.”
“Lil cidden, bunun dürüstçe...”
“Seni dokuz yıldır tanıyorum Andy. Yüzünün her santimetre karesin­
de ona adeta tapındığının yazdığını görmeyeceğimi mi sanıyorsun? Evet,
yapmaman gerektiğini biliyorsun, çünkü o pek senin kurallarına göre oyna­
mıyor değil mi? Ama muhtemelen de bu yüzden onu çekici buluyorsun. Sa­
dece bunu yaşa ve tadını çıkar. Eğer Alex senin için doğruysa her zaman öy­
le olacaktır. Şimdi, beni affetmen gerekecek, çünkü ben benim için doğru
olan birini bulmuştum... şu an için doğru.” Kanepenin üzerinden atladı ve
onu tekrar görmüş olmaktan çok mutlu görünen Wüliam’ın yanına döndü.
Kendimi o koca kanepede tek başıma otururken bir tuhaf hissettim ve
Christian’ı arandım ama barda değildi artık. Sadece biraz daha zaman ge­
rekecek, diye düşündüm. Ben bu kadar endişelenmeye bir son verirsem her
şey kendiliğinden yoluna girecekti. Belki de Lily haklıydı ve Christian’dan
hoşlanıyordum, bunun neresi yanlıştı ki? Zeki ve inkâr edilemeyecek ka­
dar muhteşem biriydi ve bütün o kendine aşın güvenli tavırları da çok sek­
siydi. Böyle birinden hoşlanmak, ucuzluk olarak yorumlanamazdı aslında.

293
Lauren VVeisberger

Geçen yıllar boyunca Alex’in de birlikte çalıştığı ya da okuldayken tanıdı­


ğı etkileyici, cazip kızlar hakkında benzer şeyler düşünmüş olacağından
emindim. Bu onu sadakatsiz mi yapmıştı? Tabi ki hayır. Tazelenmiş özgü­
venimle (ve Christian’ı yeniden görmek, duymak, seyretmek, ona yakın ol­
mak için duyduğum dayanılmaz bir arzuyla) salonda hırlamaya başladım.
Onu sağ eline doğru eğilmiş, muhtemelen kııklı yaşlarının sonların­
da, son derece şık, üçlü bir takım giymiş bir adamla konuşurken buldum.
Çılgınca jestlerle, ellerini değirmen gibi döndürerek konuşuyordu, yüzün­
deki ifade eğlenmekle aşın kızmak arasında değişmekteydi, kır saçlı adam
da ciddi ve samimi görünüyordu onu dinlerken. Ne konuştuklarını duya­
mayacak kadar uzaklanndaydım hâlâ ama herhalde çok dikkatle bakmtş
olmalıyım ki adam bana doğru baktı ve göz göze gelince de gülümsedi.
Christian, onun bakışlarını takip ederek hafifçe yan döndü ve beni durmuş
ikisini izlerken gördü.
“Andy, sevgilim,” dedi, sesinin tonu kesinlikle az önce adamla konu-
şurkenkinden farklıydı. Onun baştan çıkarıcı adam kimliğinden, aile dostu
kimliğine kolayca geçebildiğim fark ettim. “Gel buraya, seni arkadaşla­
rımdan biriyle tanıştırmak istiyorum. Bu Gabriel Brooks, benim ajanım,
işlerimin yöneticisi ve bir kahraman. Gabriel, bu Andrea Sachs, Rumvay
dergisinden.”
“Seninle tanrşmak bir zevk Andrea,” dedi Gabriel, o arada elini uza­
tıp benim elimi tutmuş ve o can sıkıcı, narin senin elini bir erkeğin elini sık­
tığım gibi sıkmıyorum çünkü eminim öyle yaparsam senin o ince kemikli,
kız elini kırarım, diyen tarzda sıkmıştı. “Christian senin hakkında çok şey
anlatmıştı bana.”
“Sahi mi?” dedim, elini biraz kuvvetlice sıkıp, bu da onun zaten gev­
şek olan elini tamamen bırakmasına neden oldu. “Umarım hepsi iyi şeyler­
dir?”

294
Şeytan Marka Giyer

“Elbette. Senin gözü yükseklerde olan bir yazar olduğunu söyledi ba­
na, tıpkı buradaki ortak dostumuz gibi.” Gülümsedi.
Aslında Christian’ın ona benden gerçekten de söz etmiş olduğunu
duyunca şaşırmıştım, hele yazarlık konusunda o kadar az şey konuşmuş­
tuk ki onunla.
“Evet, ee, yazmayı seviyorum ve umuyorum ki bir gün...”
“Eh, eğer bana yolladığı bazı diğer kişilerin yansı kadar iyiysen bile,
senin yazdıklannı okumayı da sabırsızlıkla bekleyeceğim demektir.” îç
ceplerinden birine el attı ve deri bir kartvizitlikten bir kart çıkanp bana
uzattı. “Henüz hazır olmadığını biliyorum ama yazdıklannı birine göster­
me zamanın geldiğinde umarım beni hatırlarsın.”
Ağzımın kocaman açılıp kalmaması ve dizlerim bükülmeden dimdik
ayakta kalabilmek için gerçekten büyük çaba harcamak zorunda kaldım.
“Umanm beni hatırlarsın” ha? Christian Collinsworth’ü, gerçekten üstün
bir zekâya ve yeteneğe sahip birini temsil eden adam, bana onu unutma­
mamı söylüyordu. Çılgınlıktı bu.
“Çok teşekkür ederim,” deyip kartı çantamın bir gözüne yerleştirdim.
Fırsatını bulur bulmaz oradan çıkarıp her milimetre karesini en ince ayrın­
tısına dek inceleyeceğimi biliyordum. İkisi de bana gülümsüyorlardı ve
ancak bir dakika kadar sonra artık gitmem gerektiğini kavrayabildim. “Eh,
Bay Brooks, şey, Gabriel, seninle tanışmak da gerçekten harikaydı. Artık
eve gitmem gerekiyor ama umanm yakında yollarımız kesişir.”
“O zevk bana ait Andrea. Böyle müthiş bir iş bulduğun için de teb­
rikler aynca. Üniversiteden mezun olur olmaz Runvvay’de çalışmak! Çok
etkileyici.”
“Seninle yürüyeyim dışan,” dedi Christian, yine dirseğimden hafifçe
tuttu ve Gabriel’e geri döneceğine dair bir işaret yaptı.
Önce bara uğradık ve Lily’ye eve gittiğimi söyleme fırsatı buldum ve
o da hiç de gerekmediği halde (William’la burun burunaydılar) benimle gel­

295
Lauren Weisberger

meyeceğini söyledi. Tam son basamaktan caddeye adımımı atarken Chris-


tian beni bu kez de yanağımdan öptü.
“Bu gece sana rastlamak harikaydı,” dedi. “Ve içimde Gabriel’in de,
senin ne kadar harika biri olduğunu söyleyeceğine dair bir his var.” Sırıtı­
yordu.
“Sadece iki kelime konuştuk,” dedim, herkesin neden bu kadar ilti-
fatkâr olduğunu merak etmeye başlamıştım.
“Evet Andy ama senin anlamadığın şu ki, yazarlık dünyası küçük bir
dünyadır. İster kurgu romanlar yaz, ister gerçeğe dayalı öyküler veya ga­
zete makaleleri, herkes herkesi tanır. GabrieTin sende bir potansiyel oldu­
ğunu anlaması için seni çok fazla tanımasına gerek yok, yeterince iyisin ki
Runway’de çalışabiliyorsun, konuştuğunda çok parlak ve düzgün ifadele­
rin var ve bir de benim aıkadaşımsın. Sana kartını vermekle hiçbir şey kay­
betmez... Ne biliyor? Geleceğin en çok satan yazarını keşfetmiş olabilece­
ğini. Ve inan bana, senin açından da Gabriel Brooks’u taramak iyi bir şey.”
“Hmm, sanırım sen haklısın. Neyse, benim artık eve gitmem lazım
çünkü neredeyse birkaç saat sonra tekrar işte olacağım. Her şey için teşek­
kürler. Gerçekten.” Onu yanağından öpmek için eğildim, yan yanya onun
yüzünü döndüreceğini umuyor, yan yanya da bunu yapsın istiyordum ama
o gülümsemekle yetindi.
“Benim için zevkten de öteydi Andrea Sachs. İyi geceler.” Daha ben
akıllıca bir şeyler bulup söyleyemeden o Gabriel’e dönmüştü bile.
Kendi kendime gözlerimi devirdim ve bir taksi bulmak üzere ilerle­
dim. Yağmur yağmaya başlamıştı, öyle şiddetli, sel gibi değil, parlak, sü­
rekli bir şekilde yağıyordu ve tabi ki Manhattan’da tek bir boş taksi bile
kalmamıştı bu durumda. Elias-Clark’ın araba servisini arayıp, VIP numa­
ramı verdim ve tam altı dakika sonra arabam sıkı bir firenle önümdeki kal-
dınma yanaşmıştı bile. Alex arayıp telesekreterime bir mesaj bırakmıştı.

296
Şeytan Marka Giyer

Günümün nasıl geçtiğini soruyor ve bütün gece evde ders planlarını hazır­
lamakla meşgul olacağını söylüyordu. Ona bir sürpriz yapmayalı çok za­
man olmuştu. Biraz çaba harcamanın ve yaratıcı olmanın tam sırasıydı.
Şoför beklemeye razı olunca, koşarak yukarı çıktım, hemen bir duş yap­
tım, birkaç dakika saçımla uğraştım güzel görünsün, diye ve ertesi gün için
gerekecek şeyleri de bir çantaya doldurdum. Gecenin saat on birinde tra­
fik sakin olduğu için Alex’in Brooklyn’deki evine varmamız on beş daki­
kadan bile az sürmüştü. Kapıyı açıp karşısında beni görünce samimi ola­
rak sevinmişti. Böyle geç bir vakitte, bir iş gününün üstüne onca yolu te­
pip ta oralara kadar gelmeme inanamadığım ve bunun başına gelecek en
güzel şey olduğunu defalarca tekrarladı. Başımı göğsünün en sevdiğim ye­
rine dayamış, kalbinin atışlarını dinler ve bir yandan da o benim saçlarım­
la oynarken Conan’ı izledik ve Christian’ı hiç düşünmedim bile.

“Şey, selam. Acaba yemek editörünüzle görüşebilir miyim? Hayır


mı? Tamam, belki bir editör asistanı veya bana restoran eleştirilerinin ne
zaman yayınlandığını söyleyebilecek herhangi biriyle?” Bu soruyu New
York Times’m alenen düşmanca davranan resepsiyon görevlisine sormuş­
tum. Telefona, “Ne?” diye havlayarak yanıt vermişti ve sanki aynı dilden
konuşmuyormuşuz gibi davranıyordu. Büyük bir sebatla uğraşmamdan ve
üç kez adını sormamdan (“Adlarımızı söyleyemeyiz bayan.”), müdürüne
şikâyet etmekle tehdit etmemden (“Ne? Aldıracağım mı sanıyorsun? Şim­
di sana bağlayayım istersen.”) ve sonunda şahsen onlann o Times Meyda­
nındaki ofislerine gelip, onu kovdurmak için elimden geleni yapacağımı
söylememden sonra (“Ay sahi mi? Aman çok korktum.”) benden bıkmış
ve başka birine bağlamayı lütfetmişti.

297
Lauren Weisberger

“Yazı işleri,” diye başka bir cadaloz açtı bu kez. Acaba Miranda’nın
telefonuna cevap verirken benim sesim de böyle mi çıkıyor diye merak et­
tim, eğer çıkmıyorsa da çıksın diye uğraşmaya karar verdim. Bir insanın
sesinizi duymaktan bu kadar açıkça, inkâr edilemez bir biçimde acı çekip
mutsuz olması çabucak telefonu kapama arzusu veriyordu.
“Selam, çok kısa bir sonım olacak.” Telefonu suratıma kapatmasın­
dan korktuğum için telaşla konuşuyordum. “Acaba dünkü sayınızda bir
Asya restoranı ile ilgili bir eleştiri yayınlandı mı?”
Sanki ondan bir dudağını bilime bağışlamasını istemişim gibi içini çek­
ti ve sonra bir daha çekti. “Netten bakmış mıydınız?” Yine bir iç çekme.
“Evet evet, tabi, ama...”
“Çünkü oradaysa oradadır. Ben herhalde gazetede yayınlanan her ke­
limeyi ezbere bilecek değilim, değil mi?”
Derin bir nefes aldım ve soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. “Sev­
gili danışma memurunuz arşiv bölümünde çalışıyorsunuz diye beni size
bağladı. O yüzden de sanki sizin işiniz bunu bilmekmiş gibi geliyor bana.”
“Bakın, eğer sabahtan akşama kadar beni her arayana gazetenin her
sütunundaki her kelime ile ilgili bilgi versem başka bir şey yapamazdım
zaten vakit bulup. Gerçekten de netten bakmanız gerekiyor.” İki kez daha
içini çekti ve onun için endişe etmeye başladım.
“Hayır hayır lütfen bir dakika dinleyin,” diye başladım tekrar, bu kez
başka bir yol deneyecektim benimkinden çok daha iyi bir işi olan bu tem­
bel kızı ikna etmek için. “Ben Miranda Priestly’in ofisinden arıyorum ve
şöyle bir şey oldu...”
“Pardon, Miranda Priestly’in ofisinden mi arıyorum dediniz?” diye
sordu, kulaklarının dikilmiş olduğunu hissedebiliyordum. “Rumvay dergi­
sindeki Miranda Priestly mi?”
“Evet, zaten başka da yok. Neden? Duymuş muydunuz onu?”

298
Şeytan Marka Giyer

Anında tepeden bakan bir yazı işleri asistanından coşkulu bir moda ■
kölesine dönüşüvermişti. “Duymak mı? Tabi ki! Miranda Priestly’yi duyma­
yan kimse var mıdır? O, moda dünyasımn en üstün kadını. Ne öğrenmek
istiyor demiştiniz?”
“Bir eleştiri. Dünkü gazetede. Asya restoranı. Nette göremedim ama
doğru bakıp bakamadığımdan emin değilim.” Bu biraz yalandı. Netten bak­
mıştım ve geçen haftanın New York 77/nes’lannın hiçbirinde o tür bir eleşti­
ri olmadığından emindim ama bunu ona söylemiyordum. Belki şizofrenik
yazı işleri kızı bir mucize yaratabilirdi.
Daha önce the Times’ı, the Post’u ve the Daily News’u aramıştım ama
bir şey bulamamıştım. Onun özel üyelik kartını kullanarak Wall Street Jo­
urnal’m ücretli özel arşivine de gimıiştim ve aslında Village’deki yeni bir
Tai restoranının ilanını bulmuştum ama ortalama yemek fiyatının sadece
yedi dolar olduğunu ve kentarama.com sitesinde bu restoranın yanma sa­
dece tek bir dolar işareti konmuş olduğunu görünce aradığımın o olmadı­
ğını hemen anlamıştım.
‘Tamam, siz bir saniye bekleyin. Sizin için gidip bir bakacağım.” Bir­
denbire Küçük Bayan Ben Gazetedeki Her Kelimeyi Hatırlayamam büyük
bir hevesle klavyesinin tuşlarını takırdatmaya başlayıp, ikimizi de heyeca­
na boğmuştu.
Dün gecenin yarattığı çöküntü yüzünden başım ağrıyordu. Alex’e
sürpriz yapmak ve onunla birlikte gevşemek çok hoş olmuştu ama aylardan
beri ilk kez uykum kaçmıştı. Suçluluk duygularıyla kıvranıp durmuştum,
sürekli Christian’ın boynumu öpüşü gözümün önüne gelmişti. Sonra bir tak­
siye atlayıp Alex’e gelişim ama ona hiçbir şey söylemeyişim. Bütün bunla­
rı zihnimden kovmaya çalışmıştım ama ben kovdukça eskisinden de daha
yoğun biçimde geri geliyorlardı. Sonunda uykuya dalmayı başardığımda
rüyamda Alex’in Miranda tarafından çocuk bakıcısı olarak işe alındığını ve

299
Lauren Weisberger

aileyle birlikte yaşamak için onların evine taşındığını (ki aslında dadı ora­
da yaşamıyordu) görmüştüm. Rüyamda, ne zaman Alex’i görmek istesem
Miranda ile aynı arabayı paylaşarak onların evine gitmem ve onu orada zi­
yaret etmem gerekmişti. Beni orada da Emily diye çağırmaya devam etmiş
ve her ne kadar oraya erkek arkadaşımı görmeye geldiğimi söylesem de bit­
mek bilmeyen çeşitli işler için sürekli beni dışan yollamıştı. Sonunda Alex
de Miranda’nın büyüsü altına girmişti ve benim neden onun şeytani biri ol­
duğuna inandığımı anlayamıyordu, daha da kötüsü Miranda da o arada
Christian’la çıkmaya başlamıştı. Sonunda çok şükür uyandığımda, hâlâ son
görüntülerin etkisi altındaydım. Miranda, Christian ve Alex Frette sabahlık­
larıyla bir masanın etrafına oturmuşlar, hep beraber Times’ı okuyup gülüşü­
yorlardı ve ben de onlara kahvaltı servisi yapıyor, sonra da ortalığı toplayıp
temizliyordum. Dün geceki uykum ancak sabahın dördünde D Caddesi’nde
yapılacak bir yürüyüş kadar dinlendiriciydi ve bu restoran hikâyesi de ko­
lay bir cuma günü geçirme umutlarımı tüketiyordu.
“Hmm, hayır, gerçekten de son zamanlarda Asya restoranları ile ilgi­
li bir şey yayınlamamışız. Bu arada yeni açılmış önemli bir Asya restora­
nı var mıydı, diye de hatırlamaya çalışıyorum sizin için yani. Yani Miran-
da’nın gitmek isteyebileceği türden bir yer, biliyorsunuz ya?” Sanki sırf
görüşmeyi uzatabilmek için konuşuyormuş gibiydi.
Aniden samimiyeti artırıp Miranda demeye başlamasını görmezden
geldim ve telefonu kapamaya çalıştım. ‘Tamam, peki, ben de öyle düşün­
müştüm zaten. Yine de çok teşekkürler yardımınız için, hoşça kalın.”
“Bir dakika!” diye haykırdı ve neredeyse ahizeyi yerine bırakmak
üzere olmama rağmen, sesindeki telaş tekrar dinlemeye başlamama neden
oldu. “Evet?”
“Ah, şey, eee, sadece yani, hani sizin için yapabileceğim ya da yapa­
bileceğimiz bir şey olursa lütfen aramaktan çekinmeyin diyecektim, anlar-

300
Şeytan M arka Giyer

siniz ya? Biz Miranda’yı çok severiz burada ve şey, yani elimizden gelen
yardımı yapmak isteriz ona.”
Sanki, adı belirsiz bir restoranla ilgili, kimin yazdığı ve hangi gaze­
te yayınlandığı bilinmeyen bir yazıyı bulmasını değil de, Amerika Birleşik
Devletleri Birinci Hanımı’nın bizzat arayıp, bu Şizofrenik Yazı İşleri Kı-
zı’ndan, Birleşik Devletler Başkam’nm yakında bir dünya savaşı çıkacağı­
na dair çok önemli ve acil yazısını yayınlamasını istemiş sanırdınız. İşin en
üzücü tarafı da buna hiç şaşırmamış olmamdı, böyle olacağını tahmin edi­
yordum zaten.
‘Tamam, bunu ileteceğim kendisine. Çok teşekkürler.”
Emily hazırladığı bir başka masraf listesinden kafasını kaldırıp, “Ora­
da da mı çıkmadı?” diye sordu.
“Yok. Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yok ve anlaşılıyor ki,
kentte hiç kimsenin yok. Okuduğu bütün Manhattan gazetelerinden bilile­
riyle konuştum, netten baktım, arşivcilerle görüştüm, yemek üzerine yazı
yazanları ve aşçıları aradım. Hiçbir Tann’nın kulu, bırak son yirmi dört sa­
at için sözü geçmiş birini, geçen hafta açılmış olup da onun gitmek isteye­
bileceği türden bir Asya restoranı bilmiyor. Herhalde sonunda keçileri ka­
çırdı. Bundan sonra nereye bakmalı?” Tekrar sandalyeme çöküp saçlarımı
at kuyruğu yaptım. Daha sabahın dokuzu olmamıştı ve başımın ağrısı boy­
numa ve omuzlarıma kadar vurmuştu.
Emily, “Sanırım,” dedi esefle. “Tekrar ona sorup biraz daha açıkla­
masını istemekten başka çaren yok.”
“Ah hayır olmaz! Beni keser.”
Emily her zamanki gibi benim dalga geçmeme aldırmadı. “Öğle vak­
ti burada olacak. Senin yerinde olsam o zamana kadar ne söyleyeceğimi
düşünürdüm bir güzel, çünkü bu yazıyı bulamamış olmandan pek mutlu
olmayacaktır. Özellikle de dün geceden istemiş olduğunu düşünürsek,” de­

301
Lauren Weisberger

di. Bunu söylerken gülümsemesini zor bastırır gibiydi. Benim suratımın


asılmaya başlamasından mutlu olduğu açıkça görülebiliyordu.
Beklemekten başka yapacak pek bir şey kalmamıştı. Benim şansıma
Miranda aylık psikiyatr maratonundaydı (niye orada üç saat üst üste kalı­
yor diye sorduğumda Emily, her hafta onca yolu gidip gelmeye vakti ol­
madığı şeklinde açıklama yapmıştı). Bütün gün ya da gece boyunca böyle
uzun bir süre bizi aramayacağı tek zamandı yani, ama elbette aynı zaman­
da ona ihtiyaç duyduğum tek zamandı. O arada, iki gündür açmayı ihmal
etmiş olduğum mektup dağı, artık masamdan devrilme tehlikesi gösterme­
ye başlamıştı ve yine iki gündür kuru temizlemeciye yollamadığım kirliler
de masamın altında ayaklanma dolanır hale gelmişti. Dünyaya ne kadar
mutsuz olduğumu ilan edecek derin bir iç çekişten sonra, kuru temizleme-
ciyi aramak üzere ahizeyi kaldırdım.
“Selam Mario. Benim. Evet, biliyorum, Koskoca iki gün geçti, diye­
cek bir şey yok. Aldırabilir misin lütfen? Harika. Sağ ol.” Telefonu kapat­
tım ve kendimi kirlilerden bir kısmını alıp kucağıma koymaya zorladım. Bu
şekilde onlan sınıflandıracak ve bilgisayarımda hazırladığım ‘Temizleme­
ye giden eşyalar” listeme kaydedebilecektim. Miranda saat 09.45’te arayıp
yeni Channel takımının nerede olduğunu bilmek istediğinde bütün yapmam
gereken bu listeye girip, o takımın bir gün önceki partiyle kuru temizleme­
ye gittiğini ve ertesi gün gönderileceğini söylemek oluyordu. Bugünün kı­
yafetlerini kaydettim (bir Missoni bluz, iki tane bir örnek Alberta Ferretti
pantolon, iki Jil Sander kazak, iki beyaz Hermös fular ve bir Burberry par-
dösü) ve Runway baskılı torbalara tıkıp, aşağı, kuru temizlemeciden gelen
adamın onlan alacağı yere götürmesi için bir kurye çağırdım.
Başım dönüyordu. Bu kuru temizleme işi en itici bulduğum işti, bu­
nu fazlasıyla sık yapıyor olmaktan çok, başka birinin kirlilerini elime al­
mak, sınıflandırmak içimi daraltıyordu. Her gün onlan sınıflandınp torba­

302
Şeytan Marka Giyer

lara doldurduktan sonra ellerimi iyice yıkamak zorundaydım. Miranda’mn


kalıcı kokusu bulaşıyordu, çünkü ve her ne kadar Bulgari parfüm ve nem­
lendirici ile karışık BKSD’nin sigaralarının kokusu olsa ve o kadar da kö­
tü bir koku olmasa da beni psikolojik olarak hasta ediyordu. İngiliz aksa-
nı, Bulgari parfüm kokusu gibi hayatın basit bazı zevkleri beni ömür boyu
hasta edecekti zaten.
Postadan gelen mektupların yüzde doksanı, her zamanki gibi Miran­
da görmeden çöpe gidecek şeylerdi. Zarfın üzerinde “Genel Yayın Yönet­
meni” yazan her şey doğrudan mektuplar sayfasının editörlerine giderdi
zaten. Ama okuyucular giderek akıllanmış ve çoğu mektuplarını doğrudan
Miranda’nın adına gönderir olmuştu. Bir mektubu gözden geçirip, editöre
yazılmış bir şey olduğunu, yardım balosu davetiyesi veya eski bir dostun
karaladığı iki satırlık bir not olmadığını anlamam ortalama dört saniye sü­
rüyordu ve bunları bir kenara ayırıyordum. Bugün bunlardan tonlarca var­
dı. Yeni yetme genç kızlardan, ev kadınlarından, bazen de homoseksüel er­
keklerden (ya da doğruyu söylemek gerekirse, belki de normal olup sade­
ce moda saplantılı olanlardan) nefes nefese yazılmış mektuplar vardı. “Mi­
randa Priesdy, sen sadece moda dünyasının sevgilisi değil, benim dünya­
mın da kraliçesisin,” diye coşmuştu birisi mesela. Başka biri de, “Nisan sa­
yısında yazıların arka zeminini kırmızıdan siyaha çevirmenize bayıldım,
çok müthiş bir fikir,” diyordu. İki manken kızın sadece hançer topuk ayak­
kabıları ve jartiyerleriyle, karmakarışık bir yatağa uzanıp vücutlarını bir­
birlerine sürdükleri fotoğrafı çok fazla seksi olduğu için eleştirenler de
vardı biıkaç tane. Ayrıca bazılan da, gözleri içine çökmüş, açlıktan ölmek
üzere olduğu hissini veren mankenlerin Runway’deki Önce Sağlık: Kendi­
nizi Nasıl Daha İyi Hissedebilirsiniz? bölümünde kullanılmasını garipse­
diklerini söylemek için yazmışlardı. Zaıfsız olarak gelen bir posta kartının
bir yüzünde çiçekler ve Miranda Priestly yazısı, öteki yüzünde ise, “Niçin?

303
Lauren VVeisberger

Niçin böyle sıkıcı, aptalca bir dergi basıyorsunuz?” cümlesi bulunuyordu.


Buna güldüm ve giderek büyüyen eleştiri mektuptan ve kartlan koleksiyo­
numa koymak üzere çantama attım. Lily insanlann negatif düşüncelerini
ve düşmanca duygulannı taşıyan bu tür şeyleri eve getirmenin kötü bir
karma yaratacağını düşünüyordu ve ben, özel olarak Miranda’ya yöneltil­
miş bütün kötü karmalann bana sadece mutluluk getirebileceğinde ısrar et­
tikçe kafasını sallıyordu.
Miranda’ya her gün gelen iki düzine kadar davetiye dışında son ka­
lan mektubun zarfı belli ki bir genç kız tarafından yazılmıştı. Hafif eğik
yazıdaki bütün i harflerinin noktalan kalp şeklindeydi ve neşeli düşünce­
lerin sonuna gülen surat işaretleri çizilmişti. Önce ona sadece bir göz gez­
dirmeyi düşünmüştüm ama mektup buna izin vermedi. Çok hüzünlü ve iç­
tenlikle yazılmıştı. Bütün sayfa boyunca yalvanp yakarmalar ve acı vardı.
Standart dört saniyem dolduğunda ben hâlâ okuyordum.

Sevgili Miranda,
Benim adım Anita ve on yedi yaşındayım. Newark’taki Barringer
Lisesi’nde son sınıf öğrencisiyim. Herkes bana şişman olmadığımı
söylediği halde vücudumdan çok utanıyorum. Derginizdeki manken­
ler gibi olmak istiyorum. Annem bütün paramı bir moda dergisine ya­
tırmamın aptalca olduğunu söylese de, her ay Runway’i/ı posta ile
geleceği günü iple çekiyorum. Ama o benim bir hayalim olduğunu
anlamıyor, ama sen anlarsın dimi? Bu hayalim çok eskiden beri var
ama gerçekleşeceğini sanmıyorum. Neden diye soracaksın. Memele­
rim dümdüz ve arkam senin dergindeki mankenlerinkinden daha bü­
yük ve bu durum beni çok utandırıyor. Kendime hayatımı böyle geçir­
mek isteyip istemediğimi soruyorum ve HAYIR diyorum! Çünkü de­
ğişmek istiyorum, daha iyi görünmek ve daha iyi hissetmek istiyorum

304
Şeytan Marka Giyer

ve senden yardım istiyorum. P ozitif bir değişim geçirmek ve aynaya


bakıp göğüslerimi ve arkamı beğenmek, onların dünyanın en iyi der­
gisindeki kızlarınkine benzediğini görmek istiyorum!!!
Miranda, senin harika bir insan ve moda editörü olduğunu biliyorum
ve sen beni yeni bir insan yapabilirsin ve inan bana, bunun için son­
suza kadar müteşekkir kalırım. Ama beni yeni biri yapamazsan, bel­
ki bana özel günlerde giymem için sahiden çok çok çok güzel bir kı­
yafet yollayabilirsin. Bana hiç çıkma teklif eden olmuyor ama annem
kızların yalnız da çıkabileceğini söylüyor, ben de öyle yapacağım. Bir
tane eski elbisem var ama markası olan bir şey ya da sizlerin Run-
way'de görebileceği gibi bir şey değil. Benim hayran olduğum mo­
dacılar Prada (1), Versace (2), John Paul Gotier (3). Tabi beğendi­
ğim bir sürü var ama bunlar en çok sevdiklerim. Bunlardan alınmış
bir şeyim yok ve hatta mağazada bile görmedim hiçbirini (Nevvark’ta
onları satan bir yer var mıdır bilmiyorum ama sen biliyorsan lütfen
bana söyle ki gidip onları seyredeyim, yakından görebileyim nasıl ol­
duklarını), ama Runway’<fe görmüştüm ve söylemem gerekir ki çok
çok çok sevmiştim.
Seni rahatsız etmeyi burada bitiriyorum, ama bilmeni istiyorum ki
sen bu mektubu çöpe bile atsan, yine de senin derginin büyük bir hay­
ranı olarak kalacağım çünkü mankenleri, elbiseleri, her şeyi ve tabi
ki de seni çok seviyorum.
İçten sevgilerimle,
Anita Alvarez

Not. Benim telefon numaram 973-555-3948. Yazabilir veya arayabi­


lirsin ama lütfen 4 Temmuz haftasından önce yap, çünkü o elbiseye o
zaman ihtiyacım olacak. SENİ SEVİYORUM!!! Teşekkür ederim!!!

305 F : 20
Lauren Weisberger

Mektupta keskin bir koku vardı, bütün ülkede 12 yaşından küçük kız
çocuklarının kullandığı bir kolonyanın, Jean Nate’nin kokuşuydu bu. Ama
göğsümün sıkışmasına, boğazımın yanmasına neden olan şey bu değildi.
Kim bilir kaç tane Anita vardı ülkenin dört bir yanında? Hayatlarında baş­
ka pek az şey olan, kendi değerlerini, özgüvenlerini, hatta bütün varlıkla­
rını elbiselere ve Runway’de gördükleri şeylere göre ölçen küçük, genç
kızlar kaç taneydi? Daha kim bilir kaç tanesi, bunları her ay bir araya ge­
tiren (bu baştan çıkancı fantezinin orkestrasyonunu yapan) o kadını, hay-
ranlıklannın bir saniyesine değmese bile, hiç koşulsuz seviyordu acaba?
Taptıktan kadının yalnız, mutsuz ve çoğu zaman da zalim bir kadın oldu­
ğunu, onlann sevgi ve ilgilerinin bir an bile hak etmediğini kaçı bilebilir­
di ki?
Kendilerini Shalom veya Stella ya da Carmen’e benzetebilmek;
mektuplannı gördüğünde sadece gözlerini devirecek veya omuz silkip ge­
çecek ya da bir saniye bile duraklamadan onlan başından atacak bir kadı­
na yaranabilmek, onu etkileyebilmek ve sempatisini kazanabilmek için bü­
tün enerjilerini harcayan Anita ve diğer bütün kızlar için ağlamak geliyor­
du içimden. Ağlamak yerine Anita’nın mektubunu çekmecemin en üst gö­
züne kaldırdım, ona yardım etmek için bir yol bulmaya çalışacaktım. Mek­
tup yazan öteki kızlardan daha ümitsiz görünüyordu ve onun açısından çok
önemli olan o özel gün için, etrafımda savrulan bunca şey arasından bir şey
bulmaktan beni alıkoyacak hiçbir şey yoktu.
“Hey, Em aşağı gidip gazete bayisine bir bakacağım, Women's Wear' m
son sayısı henüz gelmedi, bugün niye bu kadar gecikti anlayamadım. Sen
bir şey istiyor musun?”
“Bana da bir diyet kola getirebilir misin?”
“Tabi, iki dakika sonra gelirim,” dedim ve elbise askılıklarını ve ko­
ridoru çabucak geçip servis asansörüne gittim. O arada Jessica ile Ja-

306
Şeytan Marka Giyer

mes’in, Miranda’nın bu akşam Met’te verdiği partiye hangisinin gideceği­


ni konuştuklarım duydum. Ahmed sonunda Women’s Wear D aily'den bir
tane getiıtebilmişti, içim rahatlamış olarak Emily’nin diyet kolasını ve ken­
dime de bir kutu Pepsi aldım. Ama bir kez daha düşününce kendiminkini
de diyet olanla değiştirmeye karar verdim. Lezzetleri arasındaki fark ve
verdikleri zevk, onaylanmayacak bir dış görünüme sahip olmaya ve masa­
ma döndüğümde karşılaşacağıma emin olduğum yorumlara değmezdi.
Tommy Hilfiger’ın kapakta yer alan renkli fotoğrafını incelemeye o
kadar dalmıştım ki asansörlerden birinin açıldığını ve hazır olduğunu fark
etmemiştim. O arada, gözümün ucuyla yeşil bir şey faik ettim, çok değişik
bir yeşildi bu. Özellikle dikkate değerdi, çünkü Miranda’nm bu renkte bir
Chanel takımı vardı, daha önce hiç öyle bir yeşil ton görmemiştim ama çok
da hoşuma gitmişti. Ne göreceğimi aslında önceden tahmin etmiş olmama
rağmen başımı kaldırıp asansörün içine bakmaktan kendimi alamadım ve
orada Miranda’yı da bana bakarken görmek pek de şaşırtıcı olmadı. Her
zamanki gibi dimdik duruyordu, saçları sımsıkı geriye doğru toplanmıştı
ve gözleri de, muhtemelen şokta görünen yüzüme dikilmişti. Onunla bir­
likte asansöre binmekten başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
“Şey, günaydın, Miranda,” dedim, ama bir fısıltı çıkarabilmiştim an­
cak. Kapılar kapandı, on yedi katı sadece ikimiz birlikte çıkacaktık. O ba­
na hiçbir şey söylemedi ama deri ajandasını çıkanp karıştırmaya başladı.
Yan yana duruyorduk, cevap vermediği her saniye sessizlik on misli artı­
yordu sanki. Acaba beni tanımış mıydı, merak ettim. Benim yedi aydan be­
ri asistanı olan kız olduğumu fark etmemiş olması mümkün müydü? Ya da
belki ben gerçekten o kadar alçak sesle fısıldamıştım ki duymamıştı? Ni­
çin beni görür görmez restoran yazısını veya gece yeni bir porselen tabak
siparişi ile ilgili olarak bıraktığı mesajı alıp almadığımı ya da akşamki da­
vet için her şeyin yerli yerinde olup olmadığını sormamıştı acaba? Ama o

307
Lauren Weisberger

sanki asansörde tamamen yalnızmış gibi hareket ediyordu, sanki bu küçük


vagonda başka bir insan (ya da insan olduğunu kabul etmeye değecek bi­
ri) yokmuş gibi.
Neredeyse tam bir dakika kadar geçmişti ki asansörün hareket etme­
diğini faik ettim. Aman Tannm! Beni görmüş olmalıydı ki düğmeye be­
nim basacağımı var saymıştı ama ben de kıpırdayamayacak kadar sersem-
lemiştim. Yavaşça ve korkuyla uzandım, on yedinci katın düğmesine bas­
tım ve içgüdüsel olarak bir şeyin patlamasını bekledim. Ama birden yuka­
rı doğra hareket ettik ve onun daha önce öylece orada durmakta olduğu­
muzu fark edip etmediğini anlayamadım.
Beş, altı, yedi... asansör sanki her katı on dakikada geçiyormuş gibi
geliyordu ve sessizlik kulaklarımda uğuldamaya başlamıştı. Miranda’nın
bulunduğu yöne bir göz atacak cesareti topladığımda, onun beni tepeden
tırnağa incelemekte olduğunu gördüm. Gözleri hiç sakınmasız önce ayak­
kabılarımdan başladı, sonra pantolonumu, gömleğimi inceleyip yüzüme,
oradan da saçlarıma geçti ama kesinlikle göz göze gelmekten kaçınmıştı.
Yüzünde pasif bir iğrenme ifadesi vardı, Lonv&Order dizisindeki dedektif­
lerin yeni bir parçalanmış, kanlı ceset buldukları zaman takındıktan ifade­
ye benziyordu. Üstümdekileri şöyle bir aklımdan geçirdim, acaba bu ifade­
ye neden olacak ne var diye. Kısa kollu, asker taızı bir gömlek, Runway'de
çalıştığım için Seven’ın halkla ilişkiler uzmanlan tarafından gönderilmiş
yepyeni bir kot ve bir çift, nispeten kısa topuklu (S santim) siyah, arkası
bantlı ayakkabı. Bu ayakkabılar, bot, spor ayakkabısı veya mokasen olma­
makla beraber, ayaklarımı paralamadan günde en az dört kez Starbucks’a
gidip gelebildiğim tek ayakkabılardı. Genellikle Jeffy’nin verdiği Jimmy
Choos’lan giymeye çalışıyordum ama her hafta en az bir gün başka bir şey
giymem gerekiyordu, çünkü aksi halde ayaklanmda oluşan kabarcıklann
kaşıntısı geçmiyordu. Saçlanm temizdi ve özellikle yaratılmış dağınık bir

308
Şeytan Marka Giyer

havayla tepemde toplanmıştı, Emily de hiçbir yoruma maruz kalmadan böy­


le topluyordu saçım. Tırnaklarım da boyasız olmakla beraber uzun ve ba­
kımlıydı. Koltukaltlanmı son kırk sekiz saat içinde tıraş etmiştim. Yüzüm­
de de, en azından son kez baktığımda, herhangi bir derin hasar yoktu. Fos-
sil saatimi bileğimin iç kısmına gelecek şekilde takmıştım biri göz atar da
markasını görür diye ve sağ elimle çabucak yoklayınca sutyen askılarımın
da ortada olmadığından emin olmuştum. Öyleyse neydi peki? Bana bu bi­
çimde bakmasına sebep olan şey neydi?
On iki, on üç, on dört... asansör durdu ve başka bir beyaz, soğuk re­
sepsiyon bölümüne doğru açıldı. Otuz beş yaşlarında görünen bir kadın
asansöre doğru bir adım attı ama kapıya yarım metre kala Miranda’nın içe­
ride olduğunu görüp, durdu.
“Ah, ben, şey...” diye yüksekçe bir sesle kekeledi, bizim özel cehen­
nemimize girmemek için deli gibi bir bahane arıyormuş gibi görünüyordu.
Aslında onun da yanımızda olmasıyla kendimi daha rahat hissedeceğim
halde, içimden kaçabilmesini diledim. “A, şey, ben toplantıya götüreceğim
fotoğrafları unuttum,” demeyi başardı sonunda ve dönüp koşarak ofise gir­
di. Miranda’da olup biteni faik: ettiğine dair hiçbir belirti yoktu yine ve ka­
pılar tekrar kapandı.
On beş, on altı ve sonunda, en sonunda on yedi! Kapılar açıldı ve bir
grup Runway moda asistanı ile burun buruna geldik. Öğle yemeklerini
oluşturan diyet kola ve salatalarını yiyip, birer sigara içmeye gidiyorlardı
besbelli ve her birinin genç, güzel yüzünde birbirinden beter bir panik ifa­
desi oluşmuştu. Miranda’nın yolundan çekilmek için adeta birbirlerinin
üstüne çıktılar. Hemen ikiye ayrıldılar, üçü bir tarafa, ikisi bir tarafa çeki­
lip yolu açtılar. Miranda resepsiyon bölümüne doğru ilerlerken hepsi de
sessizce arkasından bakıyorlardı, benimse tek yapabileceğim şey onun pe­
şine düşmekti. Hiçbir şeyi fark etmiyor, diye düşündüm. Bir buçuk metre­

309
Lauren Weisberger

ye doksan santimlik bir kutunun içinde, bana adeta bir hafta gibi gelen bir
süre boyunca birlikte kapalı kalmıştık, ama benim varlığımı kabul ettiğini
gösterecek pek bir şey yapmamıştı. Fakat ben asansörden iner inmez geri
döndü.
“Ahn-dre-ah?” dedi. Sesi bütün alanı dolduran yoğun ve gergin ses­
sizliği bozmuştu.
“Ahn-dre-ah?”
“Efendim Miranda.”
“Kimin ayakkabılarını giyiyorsun?” Bir elini yumuşakça kalçasına
dayamış, merakla bana bakıyordu. Asansör moda asistanlarını almadan git­
mişti o anda, çünkü Miranda’nın kan dökmesini seyretmek ve duymak fır­
satını kaçırmak istememişlerdi. Altı çift gözün ayaklanma dikilmiş oldu­
ğunu hissedebiliyordum, sadece bir an öncesine kadar son derece rahat
olan ayaklanm, şimdi beş moda asistanı ve bir moda gurusunun yoğun ba­
kıştan altında yanmaya ve kaşınmaya başlamışlardı.
Beklenmedik ortak asansör yolculuğumuzun (ilk kez olmuştu) yarat­
tığı gerginlik ve endişe bütün bu insanlann ısrarlı bakışlan yüzünde bey­
nim boşalmıştı. Miranda kimin ayakkabılannı giydiğimi sorunca, kendi-
minkileri giymediğimi düşündüğünü sanmıştım.
“Şey, benim?” dedim. Sözcükler ağzımdan çıkana dek, sadece saygı­
sızca değil aynı zamanda da çirkin olduklannı faik etmemiştim. Şamatacı­
lar sülüsü kıs kıs gülmeye başlamıştı ki Miranda’nın gazabı onlara yöneldi.
“Merak ediyorum, acaba neden moda asistanlarımın çoğunun küçük
kızlar gibi dedikodu yapmaktan başka yapacak bir işleri yokmuş gibi gö­
rünüyor?” Her birini tek tek işaret ediyordu, çünkü kafasına silah da daya-
salar hiçbirinin adını hatırlaması mümkün değildi.
“Sen!” dedi bıçak gibi keskin bir sesle, muhtemelen Miranda’yı ilk
kez görmüş olan, tay gibi yeni asistan kıza. “Seni bunun için mi işe aldık

310
Şeytan Marka Giyer

yoksa takımların çekimleri için kıyafetleri getirtmen için mi?” Kızın yüzü
asıldı ve özür dilemek için ağzını açtı, ama Miranda namluyu başka yere
çevirmişti bile.
“Ve sen!” O arada yürüyüp Jocelyn’in tam önünde durmuştu, içlerin­
de en uzun oydu ve bütün editörlerin en sevdiği asistandı. “Senin işini is­
teyen ve modadan senin kadar anlayan bir milyon kız daha olmadığım mı
sanıyorsun?” Bir adım geri çekilip, gözlerini ağır ağır her birinin üzerinde
tepeden tırnağa dolaştırmaya başladı. Her birinin üzerinde kendilerini şiş­
man, çirkin ve uygunsuz giyinmiş hissetmelerine yetecek kadar duruyordu
bakışları. Sonra da hepsine masalarına dönmelerini emretti. Başlarım kal­
dırmadan şiddetle salladılar ve hızla moda bölümüne doğru giderken, bir­
kaç tanesi içten özürlerini mırıldandı. Hepsi gidene kadar baş başa kaldı­
ğımızı anlayamamıştım. Evet yine ikimiz yalnız kalmıştık.
“Ahn-dre-ah? Asistanımın bu şekilde, konuşmasını hoş göremem,”
diye buyurdu, koridora açılan kapıya doğru yürürken. Onu takip edip et­
memem gerektiği konusunda kararsızdım ve içimden Eduardo veya Sophy
ya da asistanlardan birinin Emily’yi uyarmış olmasım diledim.
“Miranda, ben...”
“Yeter.” Kapıda durdu ve bana baktı. “Kimin ayakkabılarını giyiyor­
sun?” diye sordu hoşnutsuz bir sesle yeniden.
Bir an tekrar ayakkabılarıma baktım ve batı yarıkürenin en stil sahi­
bi kadımna, Ann Taylor Loft’dan alınmış bir çift ayakkabı giymekte oldu­
ğumu söylemenin uygun bir yolu var mı, diye düşündüm. Yüzüne tekrar bir
göz atmam, bunu yapamayacağımı anlamama yetti.
“Onları Ispanya’dan almıştım,” dedim çabucak ve gözlerimi kaçıra­
rak. “Barcelona’da, Las Ramblas’ta çok şık bir mağazadan, şu yeni İspan­
yol tasarımcının modellerini satıyordu.” Bunu da nereden çıkarmıştım?
Bir elini yumruk yapıp ağzının üzerine koydu ve başını dikti. Arka­
sından James’in kapıya doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm, ama Miran­

311
Lauren Weisberger

da’yı görür görmez döndü ve kaçtı. “Ahn-dre-ah, bunlar kabul edilemez.


Benim kızlarım Runway’yi temsil etmek zorundalar ve bu ayakkabılar be­
nim vermek istediğim mesaja uygun değil. Dolaptan daha güzel bir şeyler
bul. Bana bir kahve getir.” Bana baktı, sonra kapıya baktı ve anladım ki gi­
dip ona kapıyı açmam gerekiyor ve bunu yaptım. Teşekkür etmeden geçip
ofise doğru gitti. Kahve koşturmacası için paramı ve sigaralarımı almam
gerekiyordu ama her şey mutsuz ve sadık bir köle gibi onun peşinden git­
mekten daha iyi olacağı için döndüm ve asansöre yöneldim. Eduardo kah­
ve için bana beş dolar ödünç verebilirdi ve Ahmed de Runway hesabına bir
paket daha sigara eklerdi, zaten aylardır öyle yapmaktaydı. Tam onun var­
lığını unutmuşken sesi yine arkamdan yetişip başımdan aşağı kaynar sular
dökülmesine neden oldu.
“Ahn-dre-ah!”
“Efendim, Miranda?” olduğum yerde durdum ve ona döndüm.
“Umarım istemiş olduğum restoran yazısını masamda hazır bulaca­
ğım?”
“Şey, ee, aslında, onu tespit etmekte ufak bir sorun yaşadım. Bütün
gazetelerle konuştum ve hiçbiri son birkaç gün içinde bir Asya restoranı ile
ilgili herhangi bir şey yayınlamamış gibi görünüyor. Acaba, ee, restoranın
adını hatırlaman mümkün olabilir miydi?” Faikında olmadan nefesimi tu­
tup şiddetli bir saldırıya hazırlamıştım kendimi.
Açıklamam pek ilgisini çekmiş gibi görünmüyordu, çünkü dönüp ofi­
sine doğru yürümeye başlamıştı bile yemden. “Ahn-dre-ah, sana onun Post’ta
çıktığını söylemiştim, bunu bulmak o kadar mı zor?” Bunu deyip gitmişti.
The Post? Onların restoran eleştirilerini yazan kişiyle daha bu sabah ko­
nuşmuştum ve adam benim tarifime uyan (yani yakınlarda açılmış, sözü
edilmeye değer bir restoranla ilgili) bir eleştiri yazmadığına yemin etmiş­
ti. Kesinlikle delirecekti tabi ve bundan ötürü suçlanan kişi de ben olacak­
tım.

312
Şeytan Marka Giyer

Öğle saati olduğu için kahve alışverişi çabuk bitti ve Alex’i aramak
için on dakikalık bir ek süre kullanmakta sakınca görmedim. O daima saat
yarımda yiyordu yemeğini ve şu an yemekte olmalıydı. Neyse ki cep tele­
fonunu açtı ve öteki öğretmenlerden biriyle konuşmak zorunda kalmadım.
“Hey bebeğim, günün nasıl geçiyor?” Aşın neşeliydi ama kendi ken­
dime bundan rahatsız olmamam gerektiğini anımsattım.
“Şu ana kadar korkunç, her zamanki gibi. Buraya sahiden bayılıyo­
rum. Son beş saatimi yanıldığını kabul etmektense ölmeyi tercih edecek,
kuruntulu bir kadının hayalinde canlandırdığı, olmayan bir makaleyi ara­
makla geçirdim. Senden ne haber?”
“Eh, ben harika bir gün geçirdim. Hani sana Shauna’dan bahsetmiş­
tim, hatırlıyor musun?” Sanki görecekmiş gibi telefona başımı salladım.
Shauna, onun sınıfındaki küçük kızlardan biriydi ve henüz tek kelime bile
konuşmamıştı. Ne koıkutmak, ne rüşvet teklif etmek, ne de Alex’in onun­
la teke tek uğraşması bir işe yaramamıştı. Onu okula ilk kez bir sosyal yar­
dım görevlisi getirmişti ve Shauna o güne kadar bir okula adım atmamış­
tı. Alex o günden beri bu kıza yardımcı olabilmek için çıldırıyordu.
“Susmayacak gibi görünüyor, biliyor musun? Şarkıyla oldu ne ol­
duysa. Bugün sınıfımda gitarla folklorik şarkılar söyleyen bir şarkıcı var­
dı; çocuklara bir şeyler çalıp söylüyordu ve Shauna da şarkı söylemeye
başladı. Bir kez buzlar çözülünce durmadan konuşmaya başladı. İngilizce
biliyor. Yaşına uygun kelime bilgisi de var. Yani kesinlikle ve tamamen
normal bir çocuk o!” Onun gözle görülür kıvancı beni de mutlu etmişti ve
birden onu özlediğimi hissettim. Birini sık sık ve muntazam gördüğünüz
halde önemli bir iletişim kuramadığınız zaman hissedeceğiniz türden bir
özlemdi bu. Daha dün gece onunla beraber olmuştum ama her zamanki gi­
bi onunla fazla arkadaşlık edemeyecek kadar bitaptım. îkimiz de içimiz­
den benim cümlemin bitmesini, benim kölelik yılımın dolmasını, her şey
eski haline dönene kadar sabretmeye çalıştığımızı biliyorduk. Ama yine

313
Lauren Weisberger

de onu özlemiştim. Yine de Christian meselesi ile ilgili en ufak bir suçlu­
luk hissetmiyordum.
“Hey tebrikler! Çok iyi bir öğretmen olduğunu gösterecek bir kanıta
ihtiyacın olduğundan değil, bir tanesini kazanmış olduğun için. Havalara
uçuyor olmalısın.”
“Evet, çok heyecanlandım.” Arkadan zilin çaldığını duyabiliyordum.
“Dinle, bu akşamki çıkma teklifin hâlâ geçerli mi, sadece sen ve
ben?”
Henüz başka bir plan yapmamış olduğunu umarak, ama yapmış ol­
masını da bekleyerek solmuştum bu soruyu. Sabah kendimi yataktan kazı­
yıp yorgun ve bitkin bedenimi duşa sürüklerken arkamdan seslenip bir
film kiralayıp, yiyecek bir şeyler de ısmarlayarak evde baş başa oturmayı
önermişti. Bense, hiç de gerekli olmayan bir alaycılıkla, zamanını boşuna
harcamamasını, benim nasıl olsa geç saatlere kadar eve dönemeyeceğimi
ve gelir gelmez de uyuyakalacağımı, hiç olmazsa içimizden birinin cuma
gecesinin tadını çıkarmasının daha iyi olacağını söylemiştim. Şimdi ona
bunlan Miranda’ya, Runway’ye, kendime kızgın olduğum için söylediği­
mi, ona ise asla kızmadığımı anlatmak istiyordum ve en çok istediğim şe­
yin, on beş saat boyunca kanepeye kıvrılıp ona sarılarak yatmak olduğunu.
‘Tâbi ki,” dedi. Şaşırmış ama memnun olmuş görünüyordu. “İstersen
gidip sende beklerim, o arada da Lily’yle takılırım.”
“Kesinlikle harika olur. Fıeud’yen Çocuk ile ilgili her şeyi de öğre­
nebilirsin böylece.”
“Kim?”
“Boş ver. Dinle, kapamam lazım şimdi. Kraliçeyi daha fazla kahve-
siz bırakamam. Akşam görüşürüz... sabırsızlanıyorum.”
Eduardo Yangını Biz Başlatmadık’ın (benim seçimimdi) iki nakara­
tını söyledikten sonra geçmeme izin verdi ve ben kahvesinin sol eline ya­
kın bir şekilde masasının üzerine bıraktığımda, Miranda el kol hareketle­

314
Şeytan Marka Giyer

riyle konuşmaktaydı. Bütün öğleden sonramı New York Post’un ulaşabil­


diğim bütün asistan ve editörleriyle tartışarak geçirdim. Onlan, gazeteleri­
ni onlardan iyi bildiğime ikna etmeye çalışıyordum. Hepsinden aynı şeyi
istiyordum, acaba bir gün önce yayınlamış olduktan restoran yazısının bir
kopyasmı alabilir miydim lütfen?
“Bayan, size defalarca söyledim ve bir kez daha tekrarlıyorum: biz
böyle bir restoranla ilgili bir eleştiri yayınlamadık. Biliyonım Bayan Pri-
estly çılgın bir kadın ve sizin hayatınızı cehenneme çevirdiğinden de hiç
şüphem yok ama var olmayan bir yazıyı da yaratamam. Anladınız mı?” En
sonunda bu laflar, Altıncı Sayfa' da çalışıyor olmasına rağmen, aradığım
makaleyi bulup beni susturmakla görevlendirilen bir muhabirden gelmişti.
Sabırlı ve iyi niyetli davranmıştı ama artık bu yardım görevinden de bıktı­
ğı ortadaydı. Emily de öteki hattan onların serbest çalışan yemek yazarla­
rından biriyle konuşuyordu ve James’e de reklam bölümünde çalışan eski
bir erkek arkadaşını arayıp, yapabileceği herhangi bir şey var mı diye bak­
masını istemesi için baskı yapmıştım. O bir şey istedikten sonraki gündey­
dik, saat 15.00’e gelmişti ve ilk kez bu kadar beklemişti.
“Emily!” diye seslendi Miranda o arada aldatıcı bir parlaklığı olan
odasından.
“Evet Miranda?” diye ikimiz birden cevap verdik, aslında hangimizi
istediğini anlamaya çalışarak. Anlar anlamaz fırlamaya hazırdık ikimiz de.
“Emily Post’tan bilileriyle konuştuğunu duyuyorum?” dedi, bana doğ­
ru bakıyordu. Gerçek Emily ferahlayarak tekrar yerine oturdu.
“Evet Miranda, şimdi kapattım. Üç ayn kikiyle konuştum, üçü de
Manhattan’daki herhangi bir Asya restoranı ile ilgili herhangi bir yazı ya­
yınlamadıklarında ısrar ediyorlar son bir hafta içinde. Acaba daha önce
çıkmış olabilir mi?” Artık masasının önünde dikilmiş, hafifçe başımı öne
eğmiş duruyordum, böylece de Jeffy’nin biraz önce vermiş olduğu, şık, on
santim topuklu, arkası bantlı Jimmy Choo’lanmı görebiliyordum.

315
Lauren Weisberger

“Manhattan mı?” Kafası karışmış ve kızmış görünüyordu. “Manhat­


tan hakkında bir şey söyleyen oldu mu?”
Şimdi kafası kanşan bendim.
“Ahn-dre-ah, sana en az beş kez bu yazının Washington’da açılan bir
Asya restoranı hakkında olduğunu söyledim. Gelecek hafta orada olaca­
ğım ve bir rezervasyon yaptırmam gerekiyor.” Başını dikti ve dudaklarını,
tehlikeli, şeytansı bir biçimde büzerek gülümsedi. “Bu projenin acaba han­
gi kısmı sana bu kadar zor geliyor?”
Washington? Bana beş kez restoranın Washington’da olduğunu mu
söylemişti? Hiç sanmıyordum doğrusu. Ya aklını kaybediyordu ya da be­
nim aklımı kaybedişimi izlemekten sadistçe bir zevk duyuyordu. Ama be­
ni aptallaştırmayı başardığı için yine düşünmeden konuştum.
“Ah Miranda, kesinlikle eminim ki Üıe New York Post, Washington’da-
ki restoranlar hakkında yazı yazmıyor. Belli ki onlar sadece New York’ta-
ki mekânlar, gerçekten gidip görerek yazıyorlar.”
“Buna gülmem mi gerekiyor Ahn-dre-ah? Bu senin mizah anlayışın
mı?” Gülümsemesi kaybolmuştu ve koltuğunda öne doğru eğilmekteydi.
Avını parçalamak için sabırsızlanan bir akbabaya benziyordu.
“Şey hayır Miranda, sadece...”
“Ahn-dre-ah, belki on beş kez söyledim, benim aradığım yazı Was-
hington Post’ta diye. Duymuş muydun acaba o küçük gazeteyi hiç? Tıpkı
New York Post gibi, Washington D.C.’nin de kendi gazetesi var. Anlaya­
bildin mi sistemi?” Sesinin tonu alaycılığın ötesine geçmişti, sanki bir ço­
cukla konuşur gibi son derece tepeden bakarak konuşuyordu.
“Hemen bulup getireceğim,” dedim soğukkanlı kalmaya gayret ede­
rek ve sessizce yürüdüm.
“Ha, Ahn-dre-ah?” Kalbim sıkıştı ve midem bir “Sürprizi” daha kal­
dırıp kaldıramayacağını merak etti. “Bu gece misafirleri karşılamak için
partiye gelmeni istiyorum. Hepsi bu kadar.”

316
Şeytan Marka Giyer

Emily’ye baktım, o da en az benim kadar şaşırmış ve aptallaşmış gö­


rünüyordu. “Doğru mu duydum?” diye fısıldadım Emily’ye, sadece başıy­
la yanına gelmemi işaret edebildi.
“Ben de bundan korkuyordum,” diye fısıldadı vakur ve temkinli bir
ifadeyle, sanki hastanın göğüs boşluğunda korkunç bir şey bulunduğunu
ailesine söylemek zorunda kalan bir ceırah gibi konuşuyordu.
“Ciddi olamaz. Şu anda saat dört buçuk ve cuma. Parti yedide başlı­
yor. Resmi kıyafetli bir parti bu, Tanrı aşkına... hayatta beni oraya isteye­
mez.” İnanamayarak yine saatime baktım ve söylemiş olduğu sözleri tam
olarak hatırlamaya çalıştım.
Emily, “Ah, son derece ciddi,” dedi telefona sarılırken. “Sana yardım
edeceğim tamam mı? Sen git şu Washington Post’taiki yazının fotokopisi­
ni al o gitmeden ver... Uri birazdan saçı ve makyajı için onu eve götürme­
ye gelecek. Sana bir elbise ayarlayacağım ve bu gece gerekecek diğer şey­
leri de halledeceğim. Merak etme. Becereceğiz.” Yıldırım hızıyla telefon­
lar edip fısıldayarak acil bir şeyler istemeye başladı. Durdum ve baktım,
ama bana bakmadan eliyle beni kovalar gibi yaptı ve gerçeklere geri dön­
düm.
“Git,” diye fısıldadı, ender gördüğüm bir sempati ifadesiyle. Ve ben
de gittim.

317
Lauren VVeisberger

“Taksiyle gidemezsin oraya,” dedi Lily ben yepyeni Maybelline ri­


melimle umutsuz bir biçimde kirpiklerimi boyamaya çalışırken. “Bu resmi
kıyafetli bir davet Tanrı aşkına bir araba çağır.” Beni bir iki dakika daha
izleyip elimden rimeli kaptı ve gözlerimi kapamamı istedi.
“Sanırım haklısın,” diye içimi çektim, cuma gecemi, resmi kıyafetler
içinde, Georgia ve Kuzey, Güney Carolina’dan gelmiş gürbüz, kırmızı ya­
naklıları yüzümde sahte gülücüklerle ve zavallı makyajımla karşılayarak
geçirecek olmayı hâlâ kabullenemiyordum. Aldığım emirden sonra bir kı­
yafet bulmak, makyaj malzemeleri almak, hazırlanmak, bütün hafta sonu
planlarımı yeniden düzenlemek için sadece üç saatim vardı ve telaş içinde
araba ayarlamayı unutmuştum.

318
Şeytan Marka Giyer

Neyse ki, ülkenin en büyük moda dergilerinden birinde çalışıyor ol­


manın da (yani bir milyon kızın uğruna canını vermeye hazır olduğu işte)
kendine göre avantajları vardı. Saat 16.40 itibariyle, dolap şövalyesi ve tüm
feminen şeylerin âşığı Jeffy tarafından incelikle sunulan, çarpıcı, yere ka­
dar, siyah bir Oscar de la Renta’nın gururlu bir “geçici” sahibi olmuştum.
“Kızım, eğer resmi kıyafetli bir davete gidiyorsan, Oscar’la gidersin, işte o
kadar. Şimdi utanmayı bırak, şu pantolonu çıkar ve Jeffy için şunu bir de­
ne,” demişti. Ben soyunmaya başlamıştım ve de onun tüyleri ürpermişti.
Yan çıplak vücudumu o kadar mı itici bulduğunu sorduğumda ise, elbette
öyle olmadığım ancak, sadece külot modelimi çok iğrenç bulduğunu söyle­
mişti. Moda asistanları çoktan bana göre bir çift gümüş Manolo getirtmiş­
lerdi ve aksesuvar bölümünden birileri de parlak, gümüşi bir Judith Leiber
çanta ayarlamışlardı, şıkırdayan, uzun bir zinciri vardı çantanın. Ben daha
bir Calvin Klein el çantasına eğilim göstermiştim ama kız bana burun kıvı­
rıp Judith’i tutuşturmuştu elime. Stef kıyafetimin üzerine bir gerdanlık mı
yoksa uzun bir kolye mi takmamın daha uygun olacağı konusuna kafa yo­
rarken, Allison, yani yeni güzellik editörlerinden olan kız da ofise getirtmek
üzere kendi manikürcüsünü arıyordu.
“Saat 16.45’te toplantı odasında olacak,” demişti dahili hattımdan
arayıp. “Siyah giyiyorsun değil mi? Mutlaka Chanel Ruby kırmızısı kul­
lansın. Faturayı da bize yollamasını söyle.”
Bütün dergi kendini neredeyse isterik bir coşkuyla beni akşamki ga­
la gösterisine uygun bir şekle sokmaya adanmıştı. Tabi ki bu hepsi bana
bayıldığı ve bana yardım etmek için ölesiye uğraşmak istediği için değil­
di, Miranda’nın bu işi onlara devrettiğini ve zevklerini, klaslannı sınama­
yı hevesle beklemekte olduğunu biliyorlardı.
Lily bedava makyaj dersini tamamladı ve uzun bir Oscar de la Ren-
ta gece elbisesinin üstüne Bonne Belle ruj kullandığım için korkunç mu
görünüyorum acaba diye merak ettim. Muhtemelen öyleydi ama evime bir

319
Lauren Weisberger

makyöz gönderme konusundaki tüm önerileri de geri çevirmiştim. Ekipte­


ki herkes ısrar etmişti (hiçbiri de incelikle yapmamıştı bunu) ama ben ke­
sin olarak reddetmiştim. Benim bile sabrımın bir sının vardı.
On santimlik hançer topuklu Manolo’lanmm üzerinde sekerek yatak
odasına girdim ve Alex’i öptüm. Okuduğu dergiden başını kaldınp bana
bakmadı.
“Kesinlikle on birde evde olacağım, böylece yemeğe ya da bir şeyler
içmeye gidebiliriz, tamam mı? Çok üzgünüm bu işi yapmak zorunda kal­
dığım için, gerçekten çok üzgünüm. Eğer sen arkadaşlannla çıkmaya ka­
rar verirsen beni de ara, size katılınm olur mu?” O sözleştiğimiz gibi okul­
dan çıkıp doğruca bana gelmişti geceyi birlikte geçirmek için ve ben yeni
haberlerle eve gelip ona kendisinin evde dilediğince dinlenebileceğini ama
benim ona katılamayacağımı söylediğimde doğal olarak pek mutlu olma­
mıştı. Yatak odamın balkonunda oturmuş, ortalıkta bulduğu eski bir Vanity
Fair dergisini okuyor ve Lily’nin konuklar için dolapta bulundurduğu bi­
ralardan içiyordu. Gece çalışmak zorunda olduğumu açıklayıncaya kadar
da Lily ile takılmadıklannı algılamamıştım.
“O nerede?” diye sordum. “Dersi yok ve bildiğim kadarıyla yazın cu­
maları çalışmıyor.”
Alex, Pale Ale birasından bir yudum alıp omuz silkmişti. “Sanırım
burada. Kapısı kapalı ama daha önce içerde bir adam görmüştüm.”
“Bir adam mı? Biraz daha açıklayıcı olur musun? Hangi adam?”
Acaba eve biri mi girdi diye merak etmiştim, yoksa Freud’yen Çocuk so­
nunda eve davet mi edilmişti?
“Bilmiyorum ama ürkütücü bir görünüşü var. Dövmeler, halkalar,
zincirler. Onunla nerede tanışmış olacağım düşünemiyorum.” Birasından
umursamazca bir yudum daha aldı.
Ben de onu nereden bulmuş olacağını tasavvur edemiyordum, üstelik
de onu dün gece on birde William adında, son derece kibar bir adamla ar­

320
Şeytan Marka Giyer

kadaşlık ederken bırakmıştım ve görebildiğim kadarıyla da onun bu döv­


me, zincir gibi şeylerle hiçbir alakası yoktu.
“Alex cidden!!! Bana evimde katil kılıklı bir herifin (davetli veya da­
vetsiz olarak) dolaştığını söylüyor ve buna aldırmıyor musun? Korkunç bir
şey bu! Bir şeyler yapmamız gerek,” dedim sandalyeden fırlayıp, o arada
da her zamanki gibi balkonun ağırlığa dayanamayıp aşağı uçacağından en­
dişeleniyordum bir yandan.
“Andy sakin ol. O kesinlikle katil filan değil.” Bir sayfayı çevirdi.
“Belki bir punk ama kesinlikle katil değil.”
“Harika, işte bu hakikaten harika. Şimdi benimle gelip ne olduğuna
bakacak mısın, yoksa bütün gece orada otumıaya devam mı edeceksin?”
Hâlâ bana bakmayı reddediyordu ve sonunda anladım ki o gece yü­
zünden çok kızmıştı. Elbette kesinlikle anlaşılabilir bir şeydi ama ben de
çalışmak zorunda kaldığım için çok gerilmiştim ve yapabileceğim tek bir
lanet şey de yoktu bu konuda.
“Gerekirse çağırırsın beni.”
“Pekâlâ,” dedim öfkeyle, hayalimde çok kötü manzaralar canlanmış­
tı. “Banyoda parçalanmış cesedimi bulursan kendini suçlu hissetme sakın.
O kadar önemli sayılmaz...”
Sert adımlarla evde dolaşıp o adamın varlığım kanıtlayacak bir şey­
ler bulmak için bakındım. Tek bulabildiğim evyede duran boş bir Ketel
One şişesiydi. Gerçekten de dün geceden bu yana bir şişe votka alıp, bitir­
meye vakit bulabilmiş miydi? Kapısına vuıdum. Cevap yoktu. Biraz daha
ısrarcı biçimde vurdum ve bir adamın kapıya birinin vurduğunu söylediği­
ni duydum. Hâlâ cevap gelmeyince kapıyı açmaya karar verdim.
“Merhaba, kimse var mı evde?” diye seslendim, odaya bakmamaya
çalışıyordum ama sadece beş saniye kadar dayanabildim. Önce yere atıl­
mış iki tane kot pantolon gördüm, sonra sandalyenin arkasından sarkan
sutyeni ve ağzına kadar dolu kül tablasını. Oda leş gibi sigara kokuyordu.

321 F : 21
Lauren Weisberger

Sonra da doğruca yatağa kaydı gözlerim. En iyi arkadaşım tamamen çıp­


lak olarak, sırtı bana dönük, kendi tarafında yatıyordu. Hastalıklı suratlı,
dudaklarının üstü ter içinde kalmış yağlı saçlı bir adam da yatak takımına
karışmış gibi görünüyordu, vücudundaki düzinelerce yılan ve benzeri ür­
kütücü dövme yeşil mavi ekose yorganın içinde mükemmel bir kamuflaj
imkânı sağlamıştı. Kaşlarının üzerindeki san metal çember, kulaklannda-
ki nesnelerden ve çenesinden çıkan iki, küçük yuvarlak halkadan daha çok
parlıyordu. Çok şükür ayağında bir boksör şortu vardı ama o da son dere­
ce kirli ve eski görünüyordu ki, giymese daha iyi olurdu diye düşünecek­
tim neredeyse. Sigarasından bir nefes çekti, yavaşça dumanı bıraktı ve ba­
na doğru kafasını salladı.
“Sen,” dedi sigarasını bana doğru sallayarak. “Kapıyı kapasana ah­
bap.”
Ne? “Ahbap mı?” Bu sefil yaratık bana emir vermeye mi kalkmıştı
gerçekten de?
“Sen ot mu içiyorsun,” diye sordum, başka herhangi bir şeyi dikkate
alacak halim kalmamıştı ve en ufak bir korku da duymuyordum. Benden
kısaydı ve atmış kilodan fazlaymış gibi de görünmüyordu. Bana yapabile­
ceği en kötü şey bana dokunması olurdu herhalde. Lily’ye dokunmuş ola­
bileceği çeşitli biçimleri düşününce tüylerim diken diken oldu, o ise, ada­
mın koruyucu gölgesi altında sesli sesli uyumaktaydı. “Sen kim olduğunu
sanıyorsun? Burası benim evim ve hemen gitmeni istiyorum. Şimdi,” diye
ekledim, cesaretim, yapmak zorunda olduğum şeyler yüzünden artmıştı.
Tam bir saat içinde kariyerimin bu en stresli gecesi için muhteşem bir ha­
le gelmem gerekiyordu ve bu hilkat garibesiyle uğraşmak için zaman ayır-
mamıştım doğrusu.
“Züüüüppeee. Soğuk nevale,” dedi ve bir nefes daha çekti. “Burada­
ki arkadaşın gitmemi istiyormuş gibi görünmüyor ama.”

322
Şeytan Marka Giyer

“EĞER AKLI BAŞINDA OLSA İSTERDİ SALAK HERİF,” diye


bağırdım Lily’nin bu adamla seks yapmış olduğu fikrinden dehşete düşe­
rek (ki her şey onu gösterir gibiydi), “DEF OL GİT EVİMİZDEN DER­
KEN İKİMİZ ADINA KONUŞUYORUM!”
O an omzumda bir el hissettim ve dönüp Alex’i gördüm, durumu
kontrol ederek, dikkatle bakıyordu. “Andy sen git duşunu al, bununla ben
ilgilenirim tamam mı?” Ona çok iri denemezdi ama burnundaki metalleri
arkadaşımın çıplak sırtına sürmekte olan bu soytarının yanında profesyo­
nel güreşçi gibi kalıyordu.
“BU ADAMIN (kim olduğu iyice anlaşılsın diye elimle de gösteri­
yordum) HEMEN EVİMDEN GİTMESİNİ İSTİYORUM.”
“Bunu istediğini biliyorum ve sanırım o da gitmeye hazır, değil mi
ahbap?” Azgın bir köpeği yatıştırmak isterken kullanılacak türde, sakin bir
sesle konuşmuştu.
“Züppeleeeer, bir şey olduğu yok burada. Sadece Lily ile biraz eğle­
niyoruz, o kadar. Dün gece Au Bar’da takıldı bana, istediğinize sorun.
Onunla geleyim diye yalvardı bana.”
“Bundan kuşkum yok,” dedi Alex yine sakin bir sesle. “Canı isteyin­
ce çok arkadaş canlısı bir kız olur ama bazen çok içer ve ne yaptığını bil­
mez hale gelir. Bu yüzden de, arkadaşı gibi ben de gitmeni istiyorum şim­
di buradan.”
Yaratık sigarasını söndürdü ve alaycı bir biçimde, teslim olur gibi el­
lerini havaya kaldırdı. “Züppeler, sorun yok. Sadece hızlı bir duş alıp, kü­
çük Lily’me bir güzel veda edeceğim ve tüyeceğim.” Bacaklarını yataktan
sarkıtıp, masanın yanında duran havluya uzandı.
Alex, ona doğru yürüyüp hızla havluyu elinden çekti ve doğruca göz­
lerinin içine bakıp, “Hayır, sanırım hemen gitmen gerekiyor. Hemen şim­
di,” dedi. Onu tanıdığım üç yıl boyunca hiç görmemiş olduğum bir karar­

323
Lauren Weisberger

lılıkla Hilkat Garibesi Çocuk’un önünde dikildi ve pek de iyi niyeti olma­
dığını belli etti.
“Züppe, endişelenecek bir şey yok. Tüyüyorum hemen,” diye mırıl­
dandı Alex’e şöyle bir baktıktan ve onu görmek için boynunu bayağı bir
yukarı kaldırması gerektiğini idrak ettikten sonra. “Sadece giyinmeme izin
ver anında gideceğim.” Yerden pantolonunu aldı ve Lily’nin hâlâ açık du­
ran çıplak bedeninin altından da tişörtünü çekiştirdi. O zaman Lily kıpır­
dadı ve birkaç saniye sonra da gözlerini açmayı başardı.
“Ört onu!” diye emir verdi Alex aksi bir sesle. Belli ki iş başında kor­
kunç adam rolünden hoşlanmaya başlamıştı. Hilkat Garibesi tek kelime
yorum yapmadan yorgam Lily’nin başına kadar çekti, şimdi sadece siyah
buklelerinden bir tutam görünüyordu.
“Neler oluyor?” dedi Lily kurbağa gibi bir sesle, gözlerini açık tut­
maya çalışıyordu. Önce kapıda sinirden titremekte olan beni gördü, sonra
kötü adam pozlarında dikilen Alex’i ve en sonunda da, olaylar daha tehli­
keli bir hal almadan, alelacele mavi ve kanarya sarısı Diadoras’ını ilikle­
meye çalışan Hilkat Garibesi Çocuk’u. Bakıştan onun üzerinde durdu.
“Sen de kimsin?” diye sordu, öyle yüksek perdeden konuşmuştu ki,
besbelli çıplak olduğunun faikında bile değildi. Alex ve ben, o şok olmuş
bir şekilde üstünden yorgam atarken, gayrı ihtiyari arkamızı dönmüştük
ama Hilkat Garibesi zamparaca sırıttı ve çıplak göğüslerini gözlerini süze­
rek baktı.
“Bebek beni hatırlamadığını mı söyledin?” diye sordu, yoğun Avust­
ralya aksam her saniye daha da batıyordu bana. “Dün gece kim olduğum­
dan emin görünüyordun.” Ona doğru yürüyüp yatağa oturacakmış gibi
baktı ama Alex koluna yapışmış ve ileri itmişti bile onu.
“Dışarı. Şimdi. Yoksa seni kendim atmak zorunda kalacağım,” diye
emretti, çok sert ama çok da tatlı görünüyordu ve kendiyle de hiç gurur­
lanmıyordu.

324
Şeytan Marka Giyer

Hilkat Garibesi Çocuk ellerini uzattı ve gıdaklar gibi sesler çıkardı.


“Tamam gidiyorum. Ara sıra ara beni Lily. Dün gece muhteşemdin.” Pe­
şinde Alex ile birlikte çabucak yatak odasının kapısına, oradan da oturma
odasına geçti. “Biliyor musun gerçekten eğlenceli bir parça?” dediğini
duydum sokak kapısı kapanmadan önce Alex’e ama Lily duymuş gibi gö­
rünmüyordu. Üzerine bir tişört geçirip, yataktan çıkmayı başarmıştı.
“Lily kimdi bu herif? Hayatta gördüğüm en büyük pislik, iğrençti ke­
sinlikle.”
Yavaşça başını salladı, belli ki büyük bir zorlukla bu adamla nerede
karşılaştığını hatırlamaya çalışıyordu. “İğrenç. Haklısın, kesinlikle iğrenç­
ti ve neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Dün gece senin ayrıldığını
hatırlıyorum ve ben de takım elbiseli, gayet hoş bir adamla konuşuyordum,
bir nedenle Jaeger içiyorduk ama bütün hatırladığım bu işte.”
“Lily bırak böyle bir adamla seks yapmayı, bir de onu evimize getir­
mişsin, düşün ne kadar sarhoş olmuşsun!” Ben gayet açık olan bir şeyden
söz ettiğimi düşünmüştüm ama onun şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açıl­
dı.
“Onunla seks yaptığımı mı düşünüyorsun?” diye sordu yumuşacık
bir sesle. Bu kadar aleni bir şeyi reddediyordu.
Alex’in birkaç ay önce söylemiş olduklarını hatırladım: Lily normal­
den çok fazla içiyordu, bütün belirtiler ortadaydı. Derslerini kaçırıyordu,
tutuklanmıştı ve şimdi de yüzüne bakmaya bile tenezzül etmeyeceğim,
korkunç görünümlü bir adamı eve sürüklemişti. Profesörlerinden birinin,
final sınavlarının hemen ardından telesekreterimize bıraktığı bir mesajı ha­
tırlamıştım ayrıca. Lily’nin sınavda çok başarılı olmuş olmasına rağmen,
çok ders kaçırdığı ve ödevlerini vaktinde teslim etmediği için, hak etmiş
olduğu A notunu alamayacağını söylüyordu. Dikkatli yaklaşmaya karar
verdim. “Lily, tatlım, sorunun adamda olduğunu sanmıyorum. Galiba bu
kadar içmek neden oluyor her şeye.”

325
Lauren Weisberger

Saçlarını fırçalamaya başlamıştı ve birden cuma akşamüstü, saat altı


olduğunu ve onun daha yeni yataktan kalktığını kavradım. İtiraz etmediği
için devam ettim.
“İçki içmenle bir sorunum yok,” dedim konuşmayı göreceli olarak
yumuşak tutabilmek için. “Benim de içki karşıtı olmadığım ortada. Bana
sadece son zamanlarda biraz kontrolden çıktı gibi geliyor biliyor musun?
Okulda her şey yolunda mı?”
Bir şey demek için ağzını açtı ama Alex o anda kapıdan kafasını uza­
tıp, cep telefonumu tutuşturdu elime. “O,” dedi ve tekrar çıktı. Ahhhhhh!
Kadın benim hayatımı altüst edecek çok özel bir armağan verecekti.
“Pardon,” dedim Lily’ye, ekranda MP ARIYOR yazısı durmadan ya­
nıp sönüyordu. “Beni aşağılaması ya da azarlaması sadece bir saniye sü­
rer, o yüzden sen aklindakini unutma.” Lily fırçasını bırakmış beni izliyor­
du.
“Miran...” Yine, sanki onun ofis telefonunu açıyormuşum gibi konu­
şacaktım neredeyse. “Ben Andreaa,” diye düzelttim, korunma barajımı da
kurmuştum o arada.
“Andrea, biliyorsun saat altı buçukta burada olmanı istiyorum bu ak­
şam, değil mi?” diye havladı telefona, her zamanki gibi ne bir kendini ta­
nıtma, ne selam, ne sabah vardı.
“Ah, şey, daha önce yedide demiştin. Bana hâlâ...”
“Daha önce de altı buçuk demiştim ve şimdi de öyle diyorum. Altım
buçuuuuukk. Anladın mı?” Klik. Kapatmıştı. Saate baktım 18.05. İşte bu
bir sorundu.
“Yirmi beş dakika sonra orada olmamı istiyor,” diye yüksek sesle
tekrarladım.
Lily konunun değişmesinden memnun görünüyordu. “O zaman kıpır­
da hemen, tamam mı?”

326
• Şeytan Marka Giyer

“Burada bir konuşmanın orta yerindeyiz ve bu çok önemli. Sen ne di­


yecektin?” Kelimeler doğruydu ama ikimiz de biliyorduk ki benim aklım
bir milyon kilometre ötelere gitmişti. Duş yapmaya vaktim olmadığına ka­
rar vermiştim bile, iki dirhem bir çekirdek giyinip, kendimi bir arabaya at­
mak için sadece on beş dakikam vardı.
“Cidden Andy, hazırlanmalısın. Bunu sonra da hallederiz.”
Ve bir kez daha acele etmekten başka seçme şansım kalmamıştı, kal­
bim sıkışarak gece elbisemi giydim, koşturarak saçlarımı fırçaladım ve
Emily’nin büyük bir iyilik yaparak benim için hazırlamış olduğu fotoğraf­
lı listeden akşamki misafirlerin hiç olmazsa bazılarını tanımaya çalıştım.
Lily hazırlıkları keyifle ve zevkle izlemişti, ama onun Hilkat Garibesi Ço­
cuk olayından dolayı endişeli olduğunu biliyordum ve saat ondan önce bu
konuda konuşamayacağım için de kendimi çok kötü hissediyordum. Alex,
küçük erkek kardeşiyle telefonda konuşuyordu ve onu 21.00 seansına si­
nemaya gitmek için henüz çok küçük olduğuna ve bunu yaparsa annesinin
kendisini asla affetmeyeceğine ikna etmeye çalışıyordu.
Onu yanağından öptüm, o da bana fısıldayarak yemek için belki bili­
leriyle buluşacağını ama sonra onu göımek istersem aramamı söyledi ve
becerebildiğim kadarıyla koşarak oturma odasına gittim. Lily orada, elin­
de muhteşem bir siyah, ipek kumaşla duruyordu. Sorarcasına baktım ona.
Elindekini çarşaf gibi silkerek, “Büyük gecen için bir şal,” dedi. “Be­
nim Andy’min, bu gece Carolina’dan gelen para babası güıbüz yanaklara
garson gibi hizmet ederken son derece şık ve zarif olmasını istiyorum,” de­
di. “Yıllar önce Eric’in düğününde kullanmam için büyükannem getirmiş­
ti bunu bana. Muhteşem mi korkunç mu karar veremiyorum ama en azın­
dan yeterince resmi ve Chanel, herhalde uyar.”
Ona sarıldım. “Bana söz vermeni istiyorum, eğer bu gece yanlış bir
şey söylediğim için Miranda beni öldürürse bu elbiseyi yakacaksın ve be­

327
Lauren Weisberger

nim de Brovvn eşofmanlarımla gömülmemi sağlayacaksın. Söz mü?” Elim­


den rimeli kapıp beni boyamaya başladı.
“Harika görünüyorsun Andy, tek kelimeyle harika! Seni Oscar kıya­
fetleri içinde Miranda Priestly partilerine giderken göreceğim hiç aklıma
gelmezdi ama gerçekten de o dünyanın bir parçası gibi gibisin. Hadi git
şimdi.”
Elime Judith Leiber çantamı tutuşturdu ve ben geçerken kapıyı tuttu.
“İyi eğlenceler!”
Araba apartmanın önünde bekliyordu ve John (birinci sınıf bir sapık
gibi görünüyordu) şoför kapımı tutarken ıshk çaldı.
“Öldür onlan yavrum,” diye bağırdı arkamdan, abartılı biçimde göz
de kırpıyordu. “Geç vakit görüşürüz.” Nereye gittiğim hakkında hiçbir
fikri yoktu elbette ama en azından gece eve döneceğimi düşünüyor olma­
sı rahatlatıcıydı. Belki de düşündüğüm kadar kötü değildi. Arabanın yumu­
şak arka koltuğuna gömülürken belki de o kadar da kötü gitmez, diye dü­
şündüm. Ama sonra eteğim yukarı sıyrıldı ve bacaklarım soğuk deri ile te­
mas edince kendime geldim. Ya da belki de, tam beklediğim gibi berbat
geçer.

Şoför hemen atlayıp kapımı açmak için koştu ama ben kaldırıma çık­
mıştım bile o arada. Met’e daha önce de gelmiştim bir kez, annem ve Jill
ile birlikte turistlere açık yerleri görmek için günübirlik bir turla. O gün
görmüş olduğumuz şeylerden aklımda kalan pek yoktu (sadece yeni ayak­
kabılarımın ayağımı nasıl vurduğundan başka) ama sonsuza kadar gidiyor­
muş gibi görünen beyaz merdivenleri ve tırmanırken asla bitmeyecekmiş
gibi geldiklerini hatırlıyordum.

328
Şeytan Marka Oiyer

Merdivenler onları hatırladığım yerde durmaktaydılar ama akşamın


alacakaranlığında başka türlü görünüyorlardı. Daha hâlâ kışın kısa, karan­
lık günlerine alışık olduğum için, saat altı buçuk olmasına rağmen havanın
daha yeni kararıyor olmasını garipsemiştim. Bu gece merdivenler gerçek­
ten de muhteşem görünüyordu. İspanyol Merdivenleri’nden ya da Colum-
bia kütüphanesinin dış merdivenlerinden bile güzeldiler ve hatta D.C.’de-
ki Capitol binasının merdivenlerinden bile daha huşu vericiydiler. Bu gü­
zelliklerin daha onuncusuna gelmeden onlardan nefret etmeye başlamış­
tım. Hangi zalim, daha doğrusu hangi sadist zalim, bir kadının daracık
uzun bir elbise ve bu çivi topuklarla bu lanet tepeye tırmanmasını isteye­
bilirdi? Mimardan ya da ona bu görevi veren müze yetkililerinden yeterin­
ce nefret edemediğim için, nefretimi olduğu gibi Miranda’ya yönelttim,
bütün bu dertlere ve kötü niyetlerime ancak o sebep olmuş olabilirdi.
Zirve iki kilometre ötede gibi görünüyordu ve bir an için, henüz da­
ha boş zamanlan olan biriyken gitmiş olduğum salondaki bisikletle tır­
manma derslerini hatırlamıştım. Nazi kılıklı öğretmenin biri küçük bisik­
letinin tepesinde kurulup tıpkı bir çavuş gibi emirler yağdınrdı: “Çevir, çe­
vir ve nefes al, nefes al! Tırmanın millet, tırmanın şu tepeye. Neredeyse
geldiniz! Şimdi bırakmayın kendinizi! Hayatınız için tırmanın!” Gözleri­
mi kapattım ve sanki pedal çeviriyormuşum gibi hissetmeye çalıştım. Saç-
lanmın arasındaki rüzgâr da öğretmenin yerini tutuyordu ama tırmanmak
yine aynı tırmanmaktı işte. Ah şu küçük parmağımdan topuğuma vuran
yakıcı acıyı unutturabilecek bir şey olsaydı. On basamak daha, sadece o
kadar kalmıştı, sadece on tane daha, ah Tannm ayaklarımdaki ıslaklık kan
mıydı acaba? Miranda’nın önünde terli bir Oscar elbise ve kanlı ayaklarla
mı yürümek zorunda kalacaktım? Lütfen, ah lütfen gelmiş olayım artık...
ve işte! Tepedeyim. Hissettiğim zafer duygusu, dünya çapında bir koşucu­
nun ilk altın madalyasını kazandığı andakinden farklı değildi o an. Zorluk­
la nefesimi düzeltmeye çalıştım ve hemen oracıkta bir zafer sigarası tüttür­

329
Lauren Weisberger

memek için yumruklanmı sıktım. Sonra Fudgsicle rujumu tazeledim, artık


bir hanımefendi olmanın zamanı gelmişti.
Kapıdaki koruma geçeyim diye kapıyı açtı, herhalde beni konuklar­
dan biri sanmıştı.
“Selam küçükhanım siz Andrea olmalısınız, ilana şurada oturmanızı
rica etti, kendisi de hemen gelecek.” Arkasını dönüp biraz uzaklaştı ve ko­
lundaki mikrofona doğnı, alçak sesle ve dikkatle bir şeyler söyledi, kulak­
lığından cevap gelince de başını salladı. “Evet, orası bayan. Kendisi de
mümkün olduğunca çabuk gelecek.”
Müzenin kocaman girişine bakındım ama doğru düzgün oturmaktan
kaçındım, çünkü tekrar kıyafet düzeltme mücadelesine girişecek halim
yoktu. Üstelik bir daha ne zaman Metropolitan Sanat Müzesi’nde, bu saat­
te ve tek başıma durma fırsatı bulacaktım ki? Bilet kulübeleri boştu ve ga­
leriler karanlıktı ama yine de müzedeki atmosferin insana verdiği tarih ve
kültür duygulan çok derinden hissedilebiliyordu. Sessizlik insanın kulak-
lannı sağır ediyordu adeta.
Yaklaşık bir on beş dakika kadar, oldukça ikna edici görünen Gizli
Servis görevlisinden de fazla uzaklaşmamaya dikkat ederek etrafa bakın­
dıktan sonra, uzun, mavi elbiseli, nispeten sıradan görünümlü bir kız ko­
caman fuayeyi geçip bana doğru yürüdü. Onunki kadar cazip bir işi olan
birinin (müzenin özel aktiviteler bölümünde çalışıyordu) bu kadar sade ol­
masından şaşırmış ve kendimi çok kötü hissetmiştim. Sanki küçük kentten
gelip, büyük kentteki resmi kıyafetli bir davete katılan biri gibiydim (işin
en komik tarafı da gerçekten de aynen böyle biri olmamdı). Oysa ilana iş
kıyafetini değiştirmeye bile zahmet etmemiş gibi görünüyordu, ki zaten
sonradan öğrendiğime göre değiştirmemişti.
“Niye uğraşayım ki?” diye gülmüştü. “İnsanlar buraya beni seyret­
meye gelmiyorlar.” Kahverengi saçları temiz ve düzgündü ama yapılı de­

330
Şeytan Marka Giyer

ğildi, kahverengi düz ayakkabıları ise korkunç demodeydi. Ama mavi göz­
leri pırıl pınl ve nazikti ve içgüdüsel olarak ondan hoşlanacağımı biliyor­
dum.
“Sen ilana olmalısın,” dedim, bir biçimde önceliğin bende olduğunu
ve bu işi benim üstlenmem gerektiğini hissetmiştim. “Ben Andrea’yım.
Miranda’nın asistanıyım ve yapabileceğim ne varsa sana yardım etmek
için buradayım.”
Oldukça rahatlamış görünüyordu, acaba Miranda, ona ne söyledi di­
ye merak ettim. Olasılıklar sonsuzdu ama en büyük ihtimalin Dana’nın La-
dies’ Home Journal tarzı kıyafeti ile ilgili olacağını düşündüm. Böyle tat­
lı bir kıza tepeden bakarak söylemiş olabileceklerini düşününce tüylerim
diken diken oldu ve umarım ağlamaya başlamaz diye içimden dua ettim.
Onun yerine bana dönüp o kocaman masum gözlerini iyice açarak eğildi
ve pek de alçak olmayan bir sesle, “Senin patronun birinci sınıf bir oros­
pu,” dedi.
Bir an öylece bakakaldım ve sonra, “Tam öyle, değil mi?” dedim ve
ikimiz de gülmeye başladık. “Ne yapmamı istersin? Miranda on saniye
sonra benim burada olduğumu hisseder, o geldiğinde bir şeyler yapıyor­
muş gibi görünmem lazım.”
“Gel, sana masayı göstereceğim,” dedi, Mısır eserleri bölümüne gi­
den karanlık bir koridora doğru yürürken. “Dinamit gibi.”
Daha küçük bir galeriye ulaştık, aşağı yukan tenis kortu büyüklüğün­
de bir yerdi ve tam ortasında dikdörtgen, yirmi dört kişilik bir masa vardı.
Robert IsabeO’in gerçekten harika bir iş çıkardığını görebiliyordum. O New
York’un parti planlamacısıydı ve ayrıntılara gösterdiği olağanüstü dikkat
ve özenle, istenilen havayı yaratacağına yüzde yüz güvenilebilecek tek ki­
şiydi bu işi yapan. Son modaya uygun ama kendine özgü, lüks ama göste­
rişsiz, eşsiz şeyler yaratırdı. Miranda her şeyi Robert’m yapmasında ısrar
etmişti, ama onun çalışmalarını ben ilk kez Cassidy ve Caroline’ın doğum

331
Lauren Weisberger

gününde görmüştüm. Onun, Miranda’mn koloni tarzı salonunu, on yaş


grubundakiler için şık bir eğlence salonuna dönüştürebildiğini görmüştüm
-martini bardaktan da olan bir bar, ultra-süetten yapılmış kaldırımlar ve ta­
mamen ısıtılmış, tente kaplı, dans edilen balkon katı- ama gerçekten görül­
meye değerdi.
Her şey beyazlara bürünmüştü. Soluk beyaz, yumuşak beyaz, parlak
beyaz, kumaş beyazı ve yoğun beyaz. Süt beyazı şakayık demetleri sanki
masanın içinden bitmiş gibiydiler, nefis bir görüntü verecek kadar çoktu­
lar, ama insanlann karşılıklı birbirleriyle konuşmalarını engellemeyecek
yükseklikte olacak biçimde yerleştirilmişlerdi. Kemik beyazı porselen ta­
baklar bembeyaz bir dizi halinde, daha koyu beyaz olan keten masa örtü­
sünün üzerinde uzanıyordu ve yüksek arkalıklı beyaz meşe iskemleler de
çok zevkli bir biçimde beyaz süetle (tehlike!) kaplanmıştı. Hepsi bu gece
için serilmiş, tüylü bembeyaz bir halının üzerindeydi. Sade beyaz porselen
mumluklarda yanmakta olan, beyaz adak mumlan şakayıktan (nasıl olu­
yorsa yakmadan) yumuşak, beyaz bir ışıkla aydınlatıyor ve masanın etra­
fında, insanı rahatsız etmeyecek bir aydınlatma sağlamış oluyordu. Salon­
da renkli olarak sadece, masanın dört bir tarafındaki duvarlara asılmış, es­
ki Mısır yaşamını anlatan, çok incelikle yapılmış, koyu maviler, yeşiller ve
altın sanlanyla dolu sanat eserleri vardı. Beyaz masanın bu paha biçilmez,
aynntılı resimlerle yarattığı çarpıcı zıtlık ortaya enfes, nefes kesici bir gö­
rüntü çıkanyordu.
Bu şahane görüntüyü (Robert gerçekten olağanüstüydü) iyice içime
sindirebilmek için başımı çevirdiğimde gözucuyla, çarpıcı, kırmızı bir fi­
gür algıladım. Köşede, hayal gibi görünen bir resmin altında, baston yut­
muş gibi dimdik durmakta olan Miranda’ydı. Bu gece için özel olarak gö­
revlendirilmiş, kesilmiş, biçilmiş ve önceden temizlenmiş kırmızı, bon­
cuklu Chanel’ini giymişti. Her ne kadar itiraf etmesi zor da olsa ödenen
her peniye (tabi bu penilerin üstüne on binlerce dolar da eklenmişti) değ­

332
Şeytan Marka Giyer

diğini söylemek gerekiyordu, nefes kesici görünüyordu. Kendisi de bir sa­


nat eseri gibiydi, çenesi dik ve kalkık, adaleleri kusursuz bir biçimde ger­
gin, boncuklu Chanel ipekleri içinde neo klasik bir rölyef. Güzel değildi
(gözleri fazlaca boncuk gibiydi ve saçı çok sıkı toplanmıştı ve yüzü çok
sertti) ama insanı açıklayamadığım bir şekilde çarpıyordu ve ne kadar ilgi­
siz kalmaya çalışsam da, sadece salonu beğenmişim gibi yapsam da, göz­
lerimi ondan alamıyordum.
Her zamanki gibi, sesinin tonu bütün hayallerimi yıktı. “Ahn-dre-ah,
bu akşamki konuklarımızın adlannı ve simalarını biliyorsun değil mi? On­
ların resimleri üzerinden çalışmış olduğunu var sayıyorum. Umarım insan­
ları yanlış adlarla selamlayarak beni küçük düşünmezsin bu gece,” diye ho­
murdandı hiçbir yere bakmayarak, sadece adımı kullanmış olması söyle­
diklerinin bana yönelik olduğu anlamına geliyordu.
“E, evet, çalıştım,” diye cevap verdim, içimden normal olarak gelen
selamlaşma isteğimi bastırmaya çalışıyordum bir yandan ve hâlâ dik dik
bakmakta olduğumun da farkındaydım. “Şimdi birkaç dakika daha bakıp
emin olacağım.” Bana sanki tabi ki olacaksın seni geri zekâlı, der gibi ba­
kıyordu. Ben kendimi başka yöne bakmaya zorladım ve salondan çıktım.
İlana hemen arkamdaydı.
“Ne diyordu?” diye fısıldadı bana doğru eğilerek. “Resimlerine bak­
mak mı? Deli mi bu kadın?”
Karanlık bir koridordaki rahatsız ahşap bir banka oturduk, ikimizin
de içinden saklanmak geliyordu. “Ah evet. Normal olarak geçen hafta ko­
nukların resimlerini bulmaya çalışabilirdim ve yüzlerini ezberler, hepsini
adlarıyla karşılayabilirdim,” diye açıkladım dehşete düşmüş Uana’ya. Öy­
lece bakakalmıştı yüzüme. “Ama buraya geleceğimi bana bugün söylediği
için ancak arabada gelirken biıaz bakabildim.”
“Ne?” diye sordum. “Sen bunu garip mi buluyorsun? Neyse. Bu Mi­
randa için olağan işlerden sayılır.”

333
Lauren Weisberger

“Eh, bu gece burada ünlü binlerinin olmayacağını sanıyordum,” dedi


Miranda’nın Met’te düzenlediği önceki partileri kast ederek. Miranda bura­
ya çok büyük desteklerde bulunan biri olduğu için, özel partiler ve kokteyl­
ler düzenlemek üzere, son derece uygun ve ona has koşullarla METROPO­
LITAN SANAT MÜZESİ’Nİ kiralayabiliyordu. Bay Tomlinson’un bir kez
istemesi, Miranda’nın kayınbiraderi için Met’in şimdiye kadar gördüğü en
iyi partiyi düzenlemek için ortalığı birbirine katmasına yetmişti. Zengin
Güneylilerin ve eşlerinin Met’te akşam yemeği yemekten etkilenecekleri­
ni düşünmüştü. Haklıydı.
“Evet bizim tanıdığımız bilileri olmayacak, sadece Mason-Dixon hat­
tının altında evleri olan bir sürü trilyoner gelecek. Genellikle konukların
yüzlerini hatırlamam gerektiğinde, onları netten, WWD’den ya da benzer bir
yerlerden bulurum. Yani, sonuçta Kraliçe Nur’un, Michael Bloomberg’in
veya Yohji Yamamato’nm bir resmini bulmak istersen bir şekilde bulur­
sun. Ama Charleston’dan ya da yaşadıkları cehennem her neresi ise ora­
dan Bay ve Bayan Packard’ın resmini bul bulabilirsen. Herkes beni hazır­
lamaya çalışırken Miranda’nın diğer asistan! bu insanlannkileri de bulma­
ya çalışıyordu ve sonunda neredeyse hepsini yaşadıktan kentlerin gazete­
lerindeki sosyete sayfalanndan veya çeşitli şirketlerin web sayfalarından
buldu ama gerçekten korkunç bir işti.”
ilana bana bakmaya devam etti. Sanınm bir robot gibi konuştuğumun
farkındaydım ama kendimi durduramıyordum. Onun şoku kendimi daha
da kötü hissetmeme neden olmuştu.
“Şu ana kadar belirleyemediğim bir çift var sadece, sanınm onlan da
bu şekilde tanıyabileceğim.”
“Aman! Bunu nasıl yaptığını anlamıyorum. Ben bile bir cuma gece­
si burada olmak zorundayım diye kızgınım, ama senin durumunu hayal bi­
le edemiyorum. Nasıl dayanıyorsun? Nasıl olup da hâlâ konuşabiliyor ve
böyle davranabiliyorsun?”

334
Şeytan Marka Giyer

Bu sorunun gardımı indirmeme neden olduğunu fark etmem bir an


sürdü, şu ana kadar hiç kimse işimle ilgili olumsuz bir şey söylemeye gö­
nüllü olmamıştı. Hep kendi durumumda sorun olan herhangi bir şey gören
tek kişinin ben olduğumu sanmıştım (benim işimi elde etmek için ölmeye
hazır milyonlarca hayali kız arasında). Onun gözlerindeki şoku görmek,
her gün ve her an işte yüzlerce korkunç şeye tanık olmaktan daha korku­
tucuydu. Onun o saf, masumiyeti bozulmamış içten duygulan içimdeki bir
şeyi tetiklemişti. İnsan olmayan bir patrona bağlı olarak, insanlık dışı ko­
şullarda çalıştığım o uzun aylar boyunca yapmadığım, daha uygun bir za­
manda yapmak için sürekli baskı altında tutmayı başardığım şeyi yaptım
sonunda. Ağlamaya başladım.
Dana, bana daha da büyük bir şokla baktı. “Ah tadım, gel buraya! Çok
üzgünüm! Kötü bir şey demek istememiştim. Sen bu cadıyla başa çıkabi­
len bir meleksin, duyuyor musun beni? Gel benimle.” Beni eliyle itti ve
başka bir karanlık koridordan geçirerek arka taraftaki bir ofise götürdü.
“İşte, şimdi bir dakika otur ve bütün o aptal insanların neye benzedikleri­
ni unut.”
Burnumu çektim ve kendimi aptal gibi hissetmeye başladım.
“Ve sakın kendini tuhaf hissetme, duyuyor musun? Bunu çok çok
uzun süredir içinde tuttuğuna ve bundan böyle içinden her geldiğinde bir
güzel ağlaman gerektiğine dair bir his var içimde.
Ben yanaklarıma akan rimelleri temizlemeye çalışırken o da ofisinde
döne dolana bir şey anyordu. “İşte,” diye bulduğu şeyi gururla uzattı. “Bu­
nu sen gördükten sonra imha edeceğim ve bunu başka birine söylemeyi ak­
imdan dahi geçirirsen seni mahvederim. Ama sadece bir bak, çok şaşırtıcı
değil mi?” Bana üstünde, “Gizli” yazan büyük bir zarfı uzatıp gülümsedi.
Etiketi yırttım ve zarftan yeşil bir dosya çıkardım. İçinde Miran-
da’nın bir fotoğrafı (daha doğrusu renkli bir fotokopi) vardı, bir restoranın
bankında uzanmıştı. Bu fotoğrafı hemen hatırlamıştım. Donna Karan’ın

335
Lauren Weisberger

son doğum gününde Paris’te ünlü bir sosyete fotoğrafçısı tarafından çekil­
mişti. Sonra New York dergisinde de yayınlanmıştı. Fotoğrafta yine, imza­
sı haline gelen o kahverengi beyaz yılan derisi yağmurluk vardı üstünde ve
ben bu haliyle onu hep yılana benzetirdim.
Eh, belli ki böyle düşünen yalnız ben değildim, çünkü birisi gayet
maharetle ve özenle başka bir yerden bire bir ölçüde bir çıngıraklı yılan
kuyruğunu kesip Miranda’nın bacaklarının olması gereken yere yapıştıra­
rak bu renkli fotokopiyi ortaya çıkarmıştı. Sonuçta Miranda’yı gerçek bir
yılanmış gibi gösteren çok etkileyici bir görüntü oluşmuştu. Dirseğini ban­
ka dayamış, çenesini avuçlarının içine almış, yılan kuyruğunu da yanm da­
ire oluşturacak biçimde kıvırıp bankın kenarından aşağı sarkıtmıştı. Olağa­
nüstüydü!
“Harika değil mi?” diye sordu Dana omzumun üzerinden eğilip res­
me bakarak. “Bir öğleden sonra Linda ofisime geldi. Bütün gün telefonda
Miranda ile yemeğin yapılacağı galeri üzerine konuşmuşlardı. Linda belli
bir galeri için ısrar etmekteydi, çünkü en uygun ölçüleri olan ve en güzel
olan salon oydu ama Miranda hediyelik eşya mağazalarına yakın olan di­
ğer salonda diretmişti. Böylece bir süre daha aralarında tartışıldı. Ardından
günlerce süren tartışmalardan sonra Linda, Miranda’nın istediği salon için
yönetim kurulundan izin almayı başardı ve tabi ki Miranda’yı bir an önce
arayıp ona bu büyük haberi vermek için telefona sarıldı. Sonra ne oldu bil
bakalım?”
“Miranda fikrini değiştirdi mutlaka,” dedim sakin bir şekilde, ama
onun hâlâ duymakta olduğu rahatsızlığı hissedebiliyordum. “İlk başta Lin­
da’nın önermiş olduğu salonu almaya karar verdi ama tabi ki önce herke­
si kendi çemberlerinden atlatmak istemişti.”
“Kesinlikle öyle oldu. Bu da beni çok rahatsız etti. Bütün müzenin
hiç kimse için böylesine altüst olduğunu daha önce hiç görmemiştim, ya­
ni düşünsene Birleşik Devletler Başkanı burada resmi bir yemek vermek

336
Şeytan Marka Giyer

isteyebilirdi ama kabul etmezlerdi! Ve sonra da senin patronun etrafında­


ki herkese dilediği gibi emirler yağdırabileceğini düşünüyor ve hepimizin
hayatını cehenneme çeviriyor. Neyse, bu küçük şirin resmi Linda için ha­
zırlamıştım. Ne yaptı biliyor musun? Fotokopide küçülttü ve cüzdanına
koydu. Belki sen de buna bir tekme atmak istersin, diye düşündüm. Ya da
en azından sana yalnız olmadığını hatırlatır. Sen kesinlikle herkesten daha
kötü durumdasın ama yalnız da değilsin.”
Resmi tekrar özel zarfına koyup Hana’ya uzattım. “Sen harika birisin!”
dedim omzunu okşayarak. “Çok çok teşekkür ederim. Söz veriyorum asla
ve kesinlikle hiç kimseye bunu nereden aldığımı söylemeyeceğim ama lüt­
fen bunu bana gönderir misin? Bu küçük çantaya sığacağını sanmıyorum
o yüzden bunu benim evime yollar mısın? Lütfen?”
Gülümsedi ve adresimi yazmam için bir kâğıt uzattı, sonra ikimiz de
kalktık ve tekrar müzenin girişine doğru yürümeye (ben topallayarak) baş­
ladık. Neredeyse yedi olmuştu ve konuklar her an gelmeye başlayabilirdi.
Miranda ve BKSD, genç Bay Tomlinson’la, yani gecenin onur konuğu ve
güveyle konuşuyorlardı. Adam sanki hayatı boyunca bir Güney okulunda,
etrafı cilveli sarışınlarla çevrili olarak, her çeşit futbol oynamış gibi duru­
yordu. Yakında gelin olacak yirmi altı yaşındaki cilveli sarışın da yanında
duruyor, hayran bakışlarla onu süzüyordu. Kızın elinde içinde ne olduğu­
nu anlamadığım bir içki kadehi vardı ve adamın şakalarına sürekli kıkır kı­
kır gülüyordu.
Miranda, BKSD’nin koluna girmişti, yüzüne, olabilecek en sahte gü­
lücük sanki bir bantla yapıştırılmış gibiydi. Onun en uygun zamanda en
uygun cevaplan vermekte olduğunu bilmem için konuştuklannı duymama
gerek yoktu. Aslında sosyal etkinlikler onun başan alanı sayılmazdı, çün­
kü uzun konuşmalara dayanamıyordu ama bu gece kıç yalama konusunda
elinden gelenin en iyisini yapacağını biliyordum. Sonunda, onun “Arkada­
şı” sayılabilecek kişilerin sadece iki gruba ayrıldığını anlamıştım. Kendin­

337 I-
Lauren Weisberger

den “Yukanda” sayıp etkilemesi gerektiğini düşündükleri vardı. Bu liste


kısaydı ama genelde Irv Ravitz, Oscar de la Renta, Hillary Clinton ve tüm
önde gelen, A takımındaki film yıldızlannı içeriyordu. Bir de ona göre
“Aşağıda” olanlar vardı, bunlara da tepeden bakarak, küçümseyerek yak­
laşması gerekiyordu ki herkes yerini bilsin. Bu liste de geri kalan herkesi
içine alıyordu aşağı yukarı. Bütün Rrnvvay çalışanları, bütün aile üyeleri,
çocuklarının arkadaşlarının aileleri (tabi kazara bir numaralı listeden değil­
lerse), hemen hemen bütün tasarımcılar ve diğer dergi editörleri ve hizmet
sektöründe yer alan herkes, ister burada, ister yurtdışında. Bu gece kesin­
likle eğlenceli olacaktı, çünkü gecenin konuklan aslında iki numaralı liste­
de olup da, sadece Bay Tomlinson ve kardeşi yüzünden bir numaradanmış
gibi ağırlanması gereken kişilerdi. Normalde çekici bir insan olmadığı için,
Miranda’nın insanlan etkilemeye çalışmasını izlemek hoşuma giderdi her
zaman, zaten pek sık da olmazdı böyle bir şey.
İlk misafirlerin ben onlan görmeden geldiklerini hissettim. Salonda­
ki gerilim artmıştı. Renkli çıktılan hatırlayarak gelen çifte doğru hızla iler­
ledim ve hanımın kürk etolünü almayı önerdim. “Bay ve Bayan Wilkin-
son, bu gece bize katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Lütfen bunu ben
alayım. Ve ilana da burada, size kokteyllerin servis edildiği atriumu gös­
terecek.” Monologum boyunca insanlara gözümü dikip bakmadığımı umu­
yordum ama manzara da bakılmayacak gibi değildi. Fahişe gibi giyinmiş
kadınlar, kadın gibi giyinmiş erkekler vardı ve kıyafet modelleri Miran-
da’nm partilerine hiç mi hiç uygun olmadığı gibi, başka bir yere uygunmuş
gibi de görünmüyorlardı. Hayatımda hiç böyle giyinmiş insanlar görme­
miştim. Bunun moda meraklısı New York’lu bir topluluk olmayacağını bi­
liyordum ama en azından Dallas’\.akı\ex gibi olacaklarını düşünmüştüm,
oysa bunlar Deliverance’m figüranları gibiydiler.
Bizzat Bay Tomlinson’un kardeşi de beyaz saçlarının altına beyaz bir
frak giyip -üstelik mayıs ayında- cebine de ekose bir mendil koymuş ve eli­

338
Şeytan Marka Giyer

ne de bir baston alarak berbat bir görünüm oluşturmuştu. Nişanlısı ise züm­
rüt yeşili, tafta bir kâbus şeklindeydi. Elbisenin üst kısmı öyle bir büzül­
müş, kabartılmış, alttan sıkıştırılmıştı ki, neredeyse kendi silikonlu göğüs-
leri tarafından boğulmak üzereymiş gibi görünüyordu içinde. Kulakların­
dan Dixie fincanları kadar koca elmaslar sarkıyordu, sol elinin yüzük par­
mağında ise daha da büyük bir tane yanıp sönmekteydi. Saçları da dişleri
gibi peroksitle beyazlaştırılmıştı ve ayakkabıları o kadar yüksek ve ince to­
pukluydu ki sanki son yirmi yıldır NFL’de koşturmuş gibi yürüyordu.
“Cahn-la-rhım, bu küçük pah-tiye katıldığınız için çok sevinçliyim!
Herkes pah-tileri sever dehil mi?” diye yüksek perdeden bir sesle şakıdı ge­
leceğin Bayan Tomlinson’u. Miranda ise ona sanki ölmüş gibi bakıyordu.
Onun bu coşkun neşesi hepimizi mahcup etti ve bütün bu sıkıntılı kalaba­
lık Miranda’nın önderliğinde atriuma doğru ilerledi.
Gecenin geri kalan kısmı da çoğunlukla başlangıcı gibi geçti. Bütün
konukların adlarını hatırladım ve kimseyi aşağılayacak bir laf etmemeyi
başardım. Saatler ilerledikçe bütün bu beyaz smokinleri, şifonlan, kabarık
saçları, onlardan da kabank mücevherleri ve genç gibi davranan yaşı geç­
kin kadınlan seyretmek artık eğlenceli gelmemeye başladı ama Miranda’yı
izlemekten hiç sıkılmadım. Gecenin gerçek hanımefendisi ve o gece orada
olan tüm kadınlann imrendiği kişi oydu. Dünyanın bütün paralannı bir ara­
ya getirseler bile onun o seçkin tarzını elde edemeyeceklerini bilseler de,
bunu istiyorlardı.
Yemeğin ortalannda, her zamanki gibi ne bir teşekkür, ne de bir ve­
da sözü etmeden beni gönderirken ona içtenlikle gülümsedim (Ahn-dre-
ah, sana bu gece daha fazla ihtiyacımız olmayacak. Çıkabilirsin.) Ilana’ya
baktım ama çoktan dışarı süzülmüştü bile. Aradıktan sadece on dakika
sonra arabam gelmişti -bir an metroyla gitmeyi düşünmüştüm ama Oscar’la
ve ayaklarımın sızısıyla bunu başarmanın mümkün olamayacağını çabu­

339
Lauren Weisberger

cak kavramıştım- ve yorgun ama soğukkanlı bir şekilde arka koltuğa ken­
dimi attım.
Asansöre gitmek için John’un önünden geçerken masasının altına
eğilip kocaman bir zarf çıkardı ve bana uzattı. “Birkaç dakika önce geldi.
Acilmiş.” Teşekkür edip zarfı aldım ve lobide oturup, cuma gecesi saat on­
da kim bana ne yollamış diye merakla zarfı açtım. Bir not vardı.

Sevgili Andrea,
Bu gece seni tanımış olduğum için çok memnunum! Önümüzdeki haf­
ta sushi ya da başka bir şeyler yemek üzere buluşabilir miyiz? Belki
yaşadığımız bu geceden sonra bu resmi görmek iyi gelir diye, eve gi­
derken uğrayıp bırakayım dedim. Keyfini çıkar.
ilana

İçinde Miranda’nın yılan kadın resmi vardı ama Dana, onu fotokopi­
de biraz daha büyütmüştü. Birkaç dakika dikkatle inceledim resmi, bir
yandan da artık Manolo’lan çıkarmış olduğum ayaklarımı ovuyordum ve
en son olarak Miranda’nın gözlerinin içine baktım. Gözdağı verir gibi ba­
kıyordu ve her gün gördüğüm kaltağa benziyordu yine. Ama bu gece üz­
gün de görünüyordu ve oldukça da yalnız. Bu resmi de buzdolabının üze­
rine koymak, Alex ve Lily ile bakıp, dalga geçmek ne ayaklarımın acısını
azaltacaktı, ne de cuma gecemi bana geri verecekti. Onu yırttım ve yukarı
çıktım.

340
Şeytan Marka Giyer

“Andrea, benim Emily.” Telefondan kurbağa vıraklaması gibi bir ses


geliyordu. “Duyuyor musun beni?” Emily gece beni evden aradığına göre
çok ciddi bir şey olmalıydı, çünkü aylardır böyle bir şey yapmamıştı.
“Selam, evet. Sanki cehennemden arıyor gibisin,” dedim yatakta doğ-
rulurken, acaba Miranda mı bir şey yaptı da sesi ondan böyle kötü, diye
merak ettim. Son kez Emily beni böyle geç vakit aradığında, cumartesi ge­
cenin on birinde Miranda, onu arayıp, kötü hava koşullan nedeniyle tarife­
li uçak seferleri iptal olduğu için, Bay Tomlinson’la kendisini Miami’den
getirecek özel bir jet ayarlamasını istemişti. Emily ise telefon geldiğinde,
kendi doğum günü partisine katılmak üzere tam evden çıkmak üzereymiş
ve beni arayıp bunu halletmem için yalvarmıştı. Ama benim telefonum ka­

341
Lauren Weisberger

palıydı ve mesajını ancak ertesi gün almıştım, hemen aramıştım ve o hâlâ


ağlıyordu.
“Kendi doğum günü partimi kaçırdım Andıea,” diye inlemişti telefo­
nu açar açmaz. “Kendi doğum günü partimi kaçırdım, çünkü onlara bir uçak
ayarlamam gerekiyordu!”
“Gece bir otelde kalıp, normal insanlar gibi yarın dönemezler miy­
di?” diye sormuştum elimde olmadan.
“Bunu düşünmedim mi sanıyorsun? Telefonundan yedi dakika son­
ra, herhalde uçak isteğinde ciddi değildir düşüncesiyle Shore Club’da, the
Albion’da ve the Delano’da teras katı süitleri ayarlamıştım bile onlara.
Tanrım, cumartesi gecesiydi. Cumartesi gecesi hangi cehennemden uçak
bulursun?”
“Bu fikri pek tutmadı herhalde?” diye sordum pek üstüne gitmeme­
ye çalışarak, bir yandan gece ona yardımcı olamadığım için gerçekten suç­
luluk duyuyor aynı zamanda da kurşundan kıl payı kurtulmuş olduğum
için halime şükrediyordum.
“Evet, hem de hiç. Her on dakikada bir arayıp neden hâlâ ona bir
uçak ayarlamadığımı sordu ve ben her seferinde onun telefonuna cevap ve­
rebilmek için konuştuğum insanları beklemeye alıyordum mecburen ve
tekrar onlara döndüğümde de kapatmış oluyorlardı.” Yutkundu. “Gerçek
bir kâbustu.”
“Peki sonunda ne oldu?” Aslında sormaya korkuyordum bunu.
“Sonunda ne mi oldu? Sonunda ne olmadı ki? Florida eyaletinde özel
uçuş yapan her firmayı aradım ve senin de tahmin edebileceğin gibi, cu­
martesi gece yansı hiçbiri telefonunu açmadı. Bağımsız çalışan pilottan, iç
hat seferi yapan havayollannı da aradım bir tavsiyeleri olur mu diye. Hat­
ta sonunda Miami Uluslararası Havaalanından bir yetkiliyle bile konuş­
mayı başardım. Ona yanm saat içinde iki kişiyi New York’a uçuracak bir
uçak aradığımı söyledim. Ne dedi biliyor musun?”

342
Şeytan Marka Giyer

“Ne dedi?”
“Kahkahalarla güldü. İsterik bir biçimde. Sonra beni terörist ya da
uyuşturucu kaçakçısı olmakla itham etti. Bu iş için ne kadar para ödemeyi
göze almış olursam olayım, yıldırımla çarpılma şansımın, gecenin bu sa­
atinde bir uçak ve pilot bulup gerekli güvenlik işlerini halletmekten yirmi
kat daha yüksek olduğunu söyledi. Ve eğer tekrar arayacak olursam beni
doğruca FBI’a havale edeceğini de ekledi. Düşünebiliyor musun?” Bu
noktaya geldiğinde artık bağırarak konuşmaya başlamıştı. “Gerçekten dü­
şünebiliyor musun, FBI’a?”
“Ve sanırım Miranda’da bu durumdan pek hoşlanmadı?”
“Tabi ki, bayıldı bu fikre. Yirmi dakika boyunca tek bir uçak bile bu­
lunamamış olmasına itiraz etti. Ona bunun hepsi dolu olduğu için değil, sa­
dece gece yansı olduğu için mümkün olamadığını sonunda anlatabildim.”
“Peki sonra ne oldu?” Pek mutlu sona ulaştıklarını sanmıyordum.
“Saat sabahın bir buçuğunda sonunda o gece eve dönemeyeceğini ka­
bul etti, bu arada evde de bir sorun vardı sanma, kızlar babalanndaydılar
zaten ve gerekirse diye, çocuk bakıcısı da pazar günü için de ayarlanmış­
tı. Sabahki ilk uçuşa bilet almamı istedi.”
Bunda bir tuhaflık vardı. Uçuşu iptal edilmişse, havayolu şirketinin
zaten ona sabahki ilk uçuşa yer vermiş olması gerekirdi, hele de sahip ol­
duğu öncelikli- avantajlı-ekstra özel-altın-platin-elmas-VIP uçuş statüsü
ve de birinci sınıf uçak biletinin ücreti düşünülecek olursa. Bunu söyledim
ona da.
“Tabi ki Continental sabah ilk seferinde onlara yer vermiş, saat altı
elli için. Ama Miranda başka birinin Delta’dan sabah altı otuza yer alma­
yı başardığını duyunca çıldırmış. Beni arayıp beceriksiz bir geri zekâlı ol­
duğumu söyledi, tekrar tekrar özel bir uçak bile ayarlamayı başaramadık­
tan sonra bir asistanın ne işe yarayacağını sordu telefonda.” Burnunu çek­
ti ve içtiği şeyden, herhalde kahveden bir yudum aldı.

343
Lauren Weisberger

“Aman Tanrım! Ne söyleyeceğini biliyorum. Bunu yapmadığını söy­


le!”
“Yaptım.”
“Yapmadın. Dalga geçiyorsun herhalde. On beş dakika için ha?”
“Yaptım tabi. Başka ne yapabilirdim ki? Bana çok kızmıştı ve en
azından bu şekilde gerçekten bir şeyler yapmış olacağım gibi görünüyor­
du. Fazladan birkaç bin dolar gidecekti, o kadar önemli değil. Telefonu ka­
parken mutlu olma sınırına yaklaşmıştı. Başka ne isteyebilirsin?”
Bu noktada ikimiz de gülmeye başlamıştık. Emily söylemeden de, gi­
dip Delta Havayollarından iki tane daha birinci sınıf bilet almasının Mi-
randa’nın çenesini kapatmanın, ardı arkası kesilmeyen isteklerini ve emir­
lerini sonunda, çok şükür bitirmenin tek yolu olduğunu biliyordum, o da
bunu bildiğimi biliyordu.
Neredeyse boğuluyordum. “Dur söyleme, sonra onu Delano’ya gö­
türmesi için bir araba ayarladın...”
“Neredeyse sabahın üçü olmuştu ve on birden bu yana tam yirmi iki
kez aramıştı beni cebimden. Şoför onları sadece duş yapsınlar ve üzerleri­
ni değiştirsinler diye teras katı süitlerine götürdü, bekledi ve uçaklarına ye­
tişebilsinler diye tekrar havaalanına geri getirdi.”
“Yeter! Anlatma artık,” diye patladım, gülmekten iki büklüm olmuş­
tum. “Bütün bunlar gerçekten olmuş olamaz.”
Emily gülmeyi kesti ve çok ciddiymiş gibi konuştu. “Ah sahi mi?
Bunlann bir şey olduğunu mu sanıyorsun? Daha en iyi kısmı anlatmadım
bile.”
“Hadi söyle, söyle!” Emily ile ikimiz ilk kez aynı anda gülecek bir
şeyler bulmayı başardığımız için sahiden de çok eğleniyordum. Bir takımın
bir parçası olmaktan, zalime karşı mücadele eden tarafın yansı olmaktan
çok hoşlanmıştım. Sonra ilk kez, eğer Emily ve ben gerçekten arkadaş ol­
mayı, Miranda’nın karşısında birlik olup, birbirimizi korumayı, birbirimize

344
Şeytan Marka Giyer

yeterince güvenmeyi başarabilirsek bu yılın ne kadar farklı bir yıl olabile­


ceğini fark ettim. Belki olaylar eskisi kadar dayanılmaz gelmiyordu, ama
şimdiki gibi çok seyrek anlar dışında her konuda pek aynı fikirde de olmu­
yorduk.
“Bütün bunların en iyi tarafı mı?” Durdu, paylaştığımız bu eğlenceli
anı biraz daha uzatmak istiyordu. “Onun bundan haberi yok elbette ama,
Delta uçuşu daha etken olsa da, yere inişi onun kendi Continental uçağın­
dan tam sekiz dakika sonraydı!”
“Kes artık!” diye uludum, bu son duyduklarımla iyice kendimden
geçmiştim. “Sahiden dalga geçiyorsun benimle!”
Sonunda telefonu kapadığımızda, gerçekten iyi iki arkadaşmışız gibi
bir saattir uzun bir zamandır konuştuğumuzu anlayınca çok şaşırmıştım.
Elbette pazartesi günü yine eski düşmanca havamıza dönmüştük ama o haf­
ta sonundan sonra Emily’ye karşı biraz daha sevgi duyar olmuştum. Şu ana
kadar tabi. Şu anda üzerime, uygunsuz ya da rahatsız edici olacağı kesin
bir şey yıkmasını beklerken ondan pek hoşlanmıyordum doğrusu.
“Sahiden sesin çok korkunç geliyor. Hasta mısın?” Sesimde birazcık
sempati olsun diye aslanlar gibi uğraşmıştım ama yine de soruda saldırgan
ve suçlayıcı bir hava oluşmasını engelleyememiştim.
“Ah evet,” dedi testere sesi gibi bir sesle, bir yandan da öksürükleri­
nin arasında nefes almaya çalışıyordu.
Birisi gerçekten hasta olduğunu söylediğinde gerçekten asla inan­
mazdım: potansiyel bir hayati tehlike ve son derece resmi bir teşhis olma­
dan, Runway' de çalışmaya devam edebilecek kadar iyisiniz demekti. O
yüzden de, Emily kuru öksürüklerini tamamlayıp çok hasta olduğunu tek­
rarladığında onun pazartesi günü işte olmayacağı aklımın ucundan dahi
geçmemişti. Sonuçta, 18 Ekim’de Paris’te Miranda ile buluşacaktı ve o ta­
rihe de sadece bir hafta vardı. Üstelik ben bir sürü boğaz ağrısı, birkaç çe­
şit bronşit, korkunç bir ayak zehirlenmesi ve sigara içmekten kaynaklanan

345
Lauren Weisberger

sürekli öksürük ve soğuk algınlığı atlatmıştım ve neredeyse bir yıldır bir


tek gün bile işe gitmemezlik etmemiştim.
Boğazımın ağrıdığı günlerden birinde sürünerek bir doktora gidip an­
tibiyotik isteyebilmiştim (onda da Emily ve Miranda benim Bay Tomlin-
son için yeni arabalara baktığımı sanıyorlardı ve doktorun muayenehane­
sine dalıp, derhal beni görmesini istemek zorunda kalmıştım) ama asla
normal bir şekilde doktora gitme fırsatım olmamıştı. Gerçi pek çok kere
Marshall’a, birkaç kez masaja (Miranda’nın asistanı olmak sıfatıyla onur
konuğu olarak), sayılmayacak kadar çok kez de manikür, pedikür ve yüz
bakımına gitmiştim ama ne bir dişçiye, ne de bir jinekoloğa gitmemiştim
bir senedir.
Bir yandan kendini iyi hissetmediğini söylemek için beni niye aramış
olabilir diye beynimi zorlarken, rahat ve normal görünmesine çalıştığım
bir sesle de, “Yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordum. İkimizin de ga­
yet iyi bildiği gibi, bu kesinlikle ve tamamıyla konu dışıydı. Kendini iyi
hissetse de hissetmese de pazartesi günü işte olacaktı.
Çok kötü öksürüyordu yine, bronşlarının öttüğünü ben bile duyabili­
yordum. “Şey, evet aslında var. Tannm, bunun başıma geldiğine inanamı­
yorum!”
“Ne? Ne oldu?”
“Avrupa’ya Miranda’nm yanma gidemeyeceğim. Bende mono var­
mış.”
“Ne?”
“Beni duydun, gidemiyorum. Kan tahlili sonuçlarını alınca doktor
aradı bugün ve önümüzdeki üç hafta boyunca evden çıkmamam gerekiyor­
muş.”
Üç hafta! Dalga geçiyor olmalıydı. Şimdi hasta olmasının hiç sırası
değildi. Bana Avrupa’ya gidemeyeceğini söylüyordu, oysa şu son birkaç

346
Şeytan Marka Giyer

ayı sadece ve sadece hem Miranda, hem Emily olmadan geçireceğim o bir
haftanın hayalini kurarak atlatabilmiştim ben.
“Em, seni öldürecek... gitmen lazım. O biliyor mu?”
Hattın öbür ucunda uğursuz bir sessizlik oldu. “Ee, şey evet, biliyor.”
“Onu aradın yani?”
“Evet. Doktoruma arattım aslında, çünkü mono yüzünden bu kadar
hasta olduğuma inanmayacaktı, o yüzden de doktor ona bunu kendisine de
başkalarına da bulaştırabileceğimi söyledi ve her neyse...” Lafım burada
kesti, sesinin tonundan daha, çok daha kötü bir şeylerin geleceği belli olu­
yordu.
“Her neyse ne?”
“Her neyse, Paris’e senin gitmeni istiyor.”
“Paris’e benim gitmemi istiyor ha? Çok şeker. Gerçekte ne dedi?
Hasta olduğun için seni yakmakla tehdit etmedi değil mi?”
“Andrea, ben...” Yine feci, uzun bir öksürük nöbetiyle kesildi sesi ve
bir an için oracıkta, telefonun ucunda ölecek zannettim, “...ciddiyim. Bü­
tünüyle ve kesinlikle ciddiyim. Yuıtdışında verdikleri asistanların geri ze­
kâlı olduklarını ve yanında senin olmanın bile daha iyi olacağını söyledi.”
“Ah, bana böyle şeyler söyleyeceğin zaman önceden uyar bari. Böy­
le dalkavukluk ötesi laflarla bir şey yapmam ben. Kesinlikle o böyle hoş
şeyler söylemiş olamaz. Yüzüm kızardı neredeyse!” Hangisine yanayım
bilmiyordum, Miranda’nın beni Paris’e istemesine mi, yoksa bunu sadece
beni o anoreksik Fransız klonlanndan biraz daha az boş beyinli buluyor ol­
duğu için istemesine mi...
“Ah, kes şunu artık,” demeyi başardı iki korkunç öksürük krizi ara­
sında. “Dünyanın en boktan şanslı insanısın. Ben iki yıldır (hatta iki yıldan
bile fazla bir süredir) bu seyahati bekliyordum ve şimdi gidemiyorum. Bu­
radaki ironi acı verici... bunu anlıyorsun değil mi?”

347
Lauren Weisberger

“Elbette anlıyorum! Şu muhteşem klişe: bu seyahat senin tek yaşama


nedenindi oysa benim için ölümcül bir şey ve ben gidiyorum, sen gitmi­
yorsun. Hayat komik değil mi, ha? O kadar çok gülüyorum ki duramaya­
cağım neredeyse” diye duygusuzca cevap verdim, sesimde en küçük bir
neşe kırıntısı dahi yoktu.
“Evet, eh, bence tüketici bir şey aynı zamanda ama ne yapabilirsin
ki? Jeffy’yi arayıp sana kıyafet ayarlamaya başlamasını söyledim bile. Ka­
tılacağın her şovda, her yemekte başka bir şey giymen gerekeceği için bir
ton kıyafet götürmen lazım ve elbette Miranda’nın Hotel Costes’teki par­
tisi için de. Allison makyaj konusunda yardımcı olacak sana. Aksesuvar-
lar, çantalar, ayakkabılar ve mücevherler için de Stef’le konuş. Sadece bir
haftan var ve yarın sabah ilk iş bununla ilgilen tamam mı?”
“Hâlâ benden bunu yapmamı beklediğine inanamıyorum.”
“Eh, inansan iyi olur çünkü kesinlikle şaka yapmıyordu. Bu hafta ofi­
se de gelemeyeceğim için sen...”
“Ne? Ofise de mi gelemeyeceksin?” Ben Miranda oradayken hasta­
lık için bir gün ya da bir saat bile gitmemiş değildim ama Emily de bunu
yapmamıştı. Hatta büyük büyükbabası öldüğünde bile, Philadelphia’daki
evine gidip, cenazeye katılmayı ve bir dakika bile sektirmeden, vaktinde
işinin başına dönmeyi başarmıştı. İşler böyle yürüyordu. Ölüm (sadece en
yakın aile üyeleri), parçalanma (sadece siz) ve nükleer savaş (o da ancak
ve ancak hükümet tarafından Manhattan’ın da etkileneceği resmen kabul
edildiği takdirde) olmadıkça herkes işe gelmek zorundaydı. Priestly reji­
minin delineceği tek durum Emily’ninki olmalıydı.
“Andrea bende Mononucleosis yani öpüşme hastalığı bulundu. Çok
bulaşıcı. Durum gerçekten ciddi. Bir fincan kahve için bile evimden çık­
mamak zorundayım bırak bütün günü işte geçirmeyi. Miranda bunu anlı­
yor ve senin de çok sıkı çalışıp durumu toparlaman lazım. İkinizin de Pa­
ris’e hazır olması için yapılacak çok fazla şey var. Miranda Milano’ya git­

348
Şeytan Marka Giyer

mek üzere çarşamba günü yola çıkıyor ve sen de ertesi salı Paris’te onun­
la buluşmak üzere hareket edeceksin.”
“Miranda bunu anlıyor ha? Hadii! Bana gerçekten ne dediğini söyle.”
Mono gibi dünyevi bir şeyin işlerine engel olmasını anlayışla karşıladığı­
na inanamıyordum. “Hiç olmazsa bana bu küçük zevki çok görme. Ne de
olsa önümüzdeki birkaç hafta boyunca hayatım cehennemden beter ola­
cak.”
Emily içini çekti, gözlerini devirdiğini tahmin edebiliyordum. “Eh,
sevinçten havalara uçmadı tabi. Aslında onunla ben konuşmadım biliyor­
sun, ama doktorumun dediğine göre mononun gerçek bir hastalık sayılıp
sayılmayacağını sormuş. Ama doktor onu inandırdıktan sonra gerçekten
anlayışlıydı.”
Yüksek sesle güldüm. “Eminim öyledir Em, eminim öyledir. Sen
hiçbir şeyi merak etme tamam mı? Sadece iyileşmeye çalış, geri kalan her
şeyi ben hallederim.”
“Sana e-posta ile bir liste yollayacağım yapılacaklarla ilgili, böylece
bir şey atlamamış olursun.”
“Bir şey atlamam. Geçtiğimiz yıl içinde dört kez gitti Avrupa’ya. Ne­
ler olacağını öğrendim. Bodrum kattaki bankadan nakit para alacağım, bir­
kaç bin dolan euroya çevireceğim, birkaç bin dolarlık seyahat çeki alaca­
ğım ve bütün kuaför ve makyöz randevulannı üç kez teyit ettireceğim. Baş­
ka? Ha, Ritz’in ona bu kez doğru telefonu verdiğinden emin olacağım ve
bütün şoförlerle defalarca konuşup onu asla bekletemeyeceklerini anlata­
cağım. Seyahat planının kimlere lazım olacağını şimdiden düşünmeye baş­
ladım bile, onu da yazacağım, sorun değil ve herkese dağıtacağım. Hiç kuş­
kusuz ona da aynntılı bir plan vereceğim, içinde ikizlerin ders programla-
n, özel dersleri, çalışma saatleri ve oyun tarihleri ile evdeki bütün perso­
nelin çalışma programı olacak. Gördün mü? Merak etmene gerek yok, her
şey kontrolüm altında.”

349
Lauren Weisberger

“Kadifeleri de unutma,” diye azarladı, sanki son birkaç sözü otomatik


pilota bağlıymış gibi söylemişti. “Ve de fularları!”
‘Tabi ki unutmam. Listeme koydum bile.” Miranda eşyalarını hazır­
lamaya başlamadan önce (daha doğrusu kâhyası başlamadan önce) Emily
ya da ben bir kumaş mağazasından toplarla kadife alıp Miranda’nın evine
bırakırdık. Orada kâhya ile birlikte onları, yanma almayı planladığı her bir
eşyanın ebadına ve şekline uygun biçimde keser ve eşyalan bu yumuşak,
tüylü kumaşla sarardık. Sonra da yedek kesilmiş parçalarla birlikte düzine­
lerce Louis Vuitton çantaya yerleştirirdik, çünkü Paris’te çantalarını açar­
ken bizim sarmış olduklarımızı fırlatıp atardı. Ayrıca, valizlerden biri ya­
nsına kadar biıkaç düzine portakal rengi Hermes kutusuyla dolu olurdu,
her bir kutuda kaybedilmeyi, bir yerlerde unutulmayı, yanlış yerlere kon­
mayı veya bir biçimde ıskartaya çıkanlmayı bekleyen tek bir beyaz fular
olurdu.

« ->
Emily için gerçekten üzüldüğümü belli edecek bir ifadeyle konuşma­
yı başanp telefonu kapar kapamaz doğruca Lily’nin yanına gittim. Kane­
peye uzanmış, bir yandan sigara bir yandan da, bir içki kadehinden, su ol­
madığından emin olduğum renksiz bir sıvı içiyordu.
“Burada sigara içmediğimizi sanıyordum,” dedim kendimi yanına
atıp ayaklarımı da annemlerin verdiği ahşap sehpaya uzatırken. “Aldırdı­
ğımdan değil ama bu senin kuralındı.” Lily aslında fazla sigara içmezdi sa­
dece sarhoşken içerdi ve zaten paketler dolusu sigara alacak durumda da
değildi. Koca ceplerinin birinden yeni alınmış bir kutu Camel Special
Lights bana bakmaktaydı. Bacağını terlikli ayağımla hafifçe dürttüm ve
başımla sigaraları işaret ettim. Bir çakmakla birlikte uzattı.

350
Şeytan Marka Giyer

“Aldırmayacağını biliyordum,” dedi sigarasından derin bir nefes çe­


kip. “Sürüncemede bırakıyorum ve benim konsantre olmama yardımcı
oluyor.”
“Yapmak zorunda olduğun ne?” diye sordum kendi sigaramı yakıp
çakmağı geri atarken. Bu sömestr, geçen sömestr aldığı vasat ortalamayı
yükseltebilmek için on yedi kredi alıyordu. Bir nefes daha çekip, üstüne de
su olmayan renksiz içeceğinden koca bir yudum alışını seyrettim. Pek ha­
vasında değil gibiydi.
Derin derin, anlamlı bir şekilde içini çekti ve konuşurken de sigara­
sını dudaklarının arasında tutmaya devam etti. Her an düşme tehlikesi gös­
tererek aşağı, yukarı inip çıkıyordu. Ağzındaki sigara, dağınık, kirli saçla­
rı ye sıvaşmış göz makyajı ile, sadece bir an için, Judge Judy’delâ dava­
lılardan biri gibi göründü gözüme (davacı da olabilirdi çünkü genellikle
hepsi birbirlerine benziyorlardı, eksik dişleri, yağlı saçları, feri kaçmış
gözleri ve her şeye iki misli negatif yaklaşma eğilimleri ile). “Tamamen
rasgele, anlaşılması zor, kimsenin okumayacağı bir makale ama yine de
sadece bir şeylerim yayınlandı diyebilmek için yazmak zorundayım.”
“Korkunç. Ne zamana peki?”
“Yarın,” dedi büyük bir soğukkanlılıkla. Hiçbir telaş belirtisi göster­
miyordu.
“Yarın mı? Sahiden mi?”
Bana uyarıcı bir bakış fırlattı, onun tarafında olmam gerektiğini ha­
tırlatan bir bakış. “E vet Yarın. Editörlüğünü Freud’yen Çocuk’un yapaca­
ğını düşünecek olursan, zaten çar çur olacak. Onun Rus edebiyatı değil
psikoloji üzerine çalışıyor olması kimsenin umurunda değil gibi görünü­
yor, onlar sadece kısa metin editörleri, o da benim editörüm işte. Ona vak­
tinde teslim edebilmemin hiç yolu yok. Atlatacağım.” Bir kez daha sıvıyı
boğazından aşağı yolladı, tadım algılamamak için epeyce çaba harcıyordu,
sonra suratını buruşturdu.

351
Lauren Weisberger

“Lil, ne oldu? Birkaç ay geçti tamam ama, son duyduğumda ağırdan


alıyordun ve onu mükemmel buluyordun. Tabi bu şeyden, şu şeyi eve sü­
rüklemenden önceydi ama...”
Bir uyarıcı bakış daha, bu kez gözleri ateş de püskürmeye başlamış­
tı ilaveten. O Hilkat Garibesi Çocuk olayını onunla konuşabilmeyi en az
otuz kez denemiştim ama hiçbir zaman tam anlamıyla baş başa kalamıyor-
duk ve son zamanlarda ikimizin de açık yüreklilikle konuşmaya ayıracak
zamanı olmuyordu. Ben ne zaman açmaya çalışsam o hemen konuyu de­
ğiştiriyordu. Her şeyden çok utanç duyduğunu söyleyebilirdim, onun aşa­
ğılık biri olduğunu kabul ediyordu ama bütün olup bitenlerin aslında aşırı
derecede içmesinden kaynaklanmış olabileceğini konuşmaya yanaşmıyor­
du.
“Evet, eh, galiba o gece onu Au Bar’dan aradım ve oraya gelmesi
için yalvardım,” dedi, göz göze gelmekten kaçınıyor, elindeki uzaktan ku­
mandayla oynayarak evde sürekli çalan Jeff Buckley CD’sinde şarkı de­
ğiştiriyordu.
“Sonra? Oraya gelip seni, şey, başkasıyla birlikte mi gördü?” Eleşti­
rir gibi konuşup onu uzaklaştırmak istemiyordum. Belli ki kafasının için­
de okulla, içki içmesiyle, sınırsız gibi görünen ilişkileriyle ilgili sorunlar
vardı ve onun birine açılmasını istiyordum. Daha önce benden hiçbir şey
saklamazdı ama son zamanlarda pek anlatmaz olmuştu. Olayın üstünden
dört ay geçmiş olduğu halde hâlâ konuşmamış olmamızın ne kadar garip
olduğu o an kafama dank etmişti.
“Hayır, tam öyle değil,” dedi buruk bir sesle. “Ta Momingside He-
ights’ten oraya kadar sırf beni bulamamak için gelmiş oldu. Sonra galiba
cep telefonumdan aradı ve Kenny açıp pek de hoş olmayan bir şekilde ko­
nuştu.”
“Kenny?”

352
Şeytan Marka Giyer

“Yaz başında eve sürüklemiş olduğum o pislik, unuttun mu?” Bunu


da alaycı bir edayla söylemişti ama bu kez gülümsüyordu.
“Eh, Freud’yen Çocuk bunu pek hoş karşılamadı herhalde değil mi?”
“Pek değil. Her neyse. Kolay gelen kolay gider, değil mi?” Kalkıp
boş kadehiyle mutfağa gitti ve yan yanya dolu bir Ketel One şişesinden
bardağını doldurduğunu gördüm. Azıcık da soda ekledi ve kanepeye geri
geldi.
Tam olabildiğince yumuşak bir şekilde neden ertesi güne yazması
gereken bir yazısı varken oturup votka içtiğini soracaktım ki düafonun vı­
zıldadı aşağıdan.
“Kim geldi?” dedim John’a düğmeyi basılı tutarak.
“Bay Fineman burada sizi görmek istiyor Bayan Sachs,” diye resmi
bir cevap verdi, etrafta başkası varken böyle konuşuyordu.
“Öyle mi? Harika, yukan gönderin lütfen.”
Lily bana bakıp kaşlarını kaldırdı ve bir kez daha bu konuşmayı kes­
mek zorunda kaldığımızı fark ettim. “Çok sevindin bakıyorum,” dedi açık­
tan açığa alay edercesine. “Pek de o kadar uçmuyorsun sana sürpriz yaptı
diye, değil mi?”
“Elbette uçuyorum,” dedim savunmaya geçerek ama ikimiz de yalan
söylediğimi biliyorduk.
Son zamanlarda Alex’le işler biraz zorlama gidiyordu. Fazla zorlama
hatta. Birlikte olmanın her yönünü yaşamıştık ve güzel yaşamıştık, nere­
deyse dört yılın sonunda birbirimizin ne yapmak ya da ne duymak istedi­
ğini gayet iyi biliyorduk. Ama benim işte geçirmek zorunda olduğum sü­
re arttıkça o da okulda giderek melekleşmekle bir tür bedel öder olmuştu.
Gönüllü olarak koçluk, danışmanlık yapıyor, ek dersler veriyor ve ortaya
atılan tüm aktivite fikirlerine sarılıyordu. Sonuçta sanki otuz yıllık evliy­
mişiz gibi, bir arada geçirdiğimiz zamanlarda hiçbir heyecan bulamaz ol­

353 F:23
Lauren Weisberger

muştuk. Benim kölelik yılım bitene kadar beklemek için konuşmadan an­
laşmış gibiydik ama şahsen ben, sonrasında da ilişkimizin nereye gidece­
ğini düşünmeye korkuyordum.
Yine de sürdürüyorduk. Ama hayatımda bana en yakın olan iki kişi,
önce Jill (geçen gece bu tatsız sonuçlardan söz etmişti beni aradığında) ve
şimdi de Lily, Alex ile benim birbirimize eskisi kadar sevgi duymadığımı­
zı belirtmişti son zamanlarda ve Lily, kendine has o sezgisiyle Alex’in ani
gelişini duymaktan o kadar da mutlu olmadığımı anlamıştı. Ona Avru­
pa’ya gitmek zorunda olduğumu söylemeye korkuyordum, bunun sonu­
cunda çıkması kaçınılmaz olan kavgadan korkuyordum. Böyle bir kavga­
yı birkaç gün ertelemeyi çok isterdim bu koşullarda. Hatta ideal olan Av­
rupa dönüşüne bırakmaktı benim açımdan. Ama o kadar şanslı değildim
çünkü gelmiş kapıyı tıklatıyordu.
Kapıyı açıp, kollanmı boynuma dolarken, “Selam!” dedim biraz faz­
laca hevesli bir şekilde. “Ne harika bir sürpriz!”
“Öyle habersiz geldim diye kusura bakmadın değil mi? Tam sizin kö­
şede bir yerde Max’le buluşup bir içki içtik ve bir uğrayıp merhaba diye­
yim dedim.”
‘T abi ki bakmadım, budala! Havalara uçtum. Gel gel, içeri gel.” Faz­
la manik davrandığımın faikındaydım ama herhangi bir psikiyatr dışa vu­
ran bu aşın hevesli halimin, içimde hiç heves olmamasının bedeli olarak
ortaya çıktığını söyleyebilirdi.
Bir bira alıp Lily’yi yanağından öptü ve annemlerin yetmişli yıllar­
dan bu yana, bir gün gururla kızlanndan birine verilmek üzere saklamış ol­
duktan portakal rengi koltuğa oturdu. “E, neler oluyor burada?” diye sor­
du başıyla gümbür gümbür, yürek burkan, Hallelujah’m çalmakta olduğu
seti gösterip.
Lily omuz silkti. “Erteliyoruz. Başka ne olacak?”

354
Şeytan Marka Giyer

“Aslında benim bazı haberlerim var,” dedim hem kendimi hem de


Alex’i ikna etmek için hevesle konuşmaya çalışıyordum ki bu bile olumlu
bir gelişmeydi. Mezunlar toplantısına katılacağımız hafta sonumuz ile il­
gili düzenlemeleri büyük bir hevesle yapmıştı (üstelik onu bu konuda teş­
vik eden de bendim) o yüzden de şimdi bir buçuk hafta kala iptal etmesi­
ni söylemek çok büyük bir zalimlik olacakmış gibi görünüyordu. Bütün bir
gece boyunca, pazar sabahı büyük kahvaltımıza kimleri davet edeceğimi­
zi kararlaştırmaya çalışmıştık ve neredeyse cumartesi günkü Brown-Dart-
mouth maçına giderken kimlerle ve nasıl oturacağımızı bile biliyorduk.
İkisi de önce boş boş baktılar yüzüme, sonra Alex. “Evet? Ne oldu?”
diye sordu.
“Eh! Biraz önce bir telefon aldım, bir haftalığına Paris’e gidiyorum!”
Bunu, kısır bir çifte ikiz çocuklarının olacağını müjdeler gibi söylemiştim.
“Nereye gidiyorum dedin?” diye Lily sordu, ilgilenmekten çok şaşır­
mış ve rahatsız olmuş gibiydi.
“Niçin gidiyorsun?” diye de aynı anda Alex sormuştu, o da sanki
frengiye yakalandığımı açıklamışım gibi hoşnutsuz görünüyordu.
“Emily’de mono olduğu anlaşılmış ve şovlarda eşlik etmem için Mi­
randa benim gitmemi istemiş. Korkunç değil mi?” Yüzüme neşeli bir gü­
lücük oturtmuştum bunu söylerken. Çok yorucuydu bu durum. Benim za­
ten ödüm kopuyordu gideceğim için ama Alex’i bunun gerçekten büyük
bir fırsat olduğuna inandırmak on kat daha beterdi.
“Anlamıyorum. Ö şovlara yılda bin kez gitmiyor mu?” dedi, başımı
salladım. “E o zaman niye birdenbire senin de gitmeni istiyor ki?”
Lily konuşmadan kopmuş, eski bir The New Yorker'm sayfalarını ka-
nştınyordu. Son beş yılın bütün sayılarını saklıyordum.
“Paris’teki bahar şovları esnasında dev bir parti veriyor her yıl ve
Amerikalı asistanlarından birinin yanında olmasını istiyor parti hazırlıkla-

355
Lauren VVeisberger

n için. Önce Milano’ya gidecek sonra Paris’te buluşacağız. Her şeyi yeni­
den gözden geçirmek için, bilirsin ya.”
“Ve o Amerikalı asistan da sen olmak durumundasın ve bu da senin
mezunlar toplantısını kaçıracağın anlamına geliyor,” dedi dümdüz bir sesle.
“Aslında böyle olmuyor. Bu çok büyük bir ayrıcalık olarak kabul
edildiği için kıdemli asistan gidiyor genellikle, ama Emily hasta olduğun­
dan evet bu durumda gidecek kişi ben oluyorum. Önümüzdeki salı günü
yola çıkmam gerekiyor, bu yüzden de hafta sonu Providence’a gidemem.
Gerçekten çok çok üzgünüm.” Yerimden kalkıp yanma gittim ama birden
sertleşti.
“Yani bu kadar basit öyle mi? Biliyorsun bütün oda ücretlerini öde­
dim fark çıkmasın sonradan diye. Bütün programlarımı bu hafta sonu se­
ninle oraya gidebilmek için yeniden düzenlememi sayma. Anneme bir ba­
kıcı bulmasını söyledim, çünkü sen gitmek istiyordun. Önemli değil ama,
değil mi? Sadece Runway zorunluluklarından biri daha.” Birlikte olduğu­
muz tüm o yıllar boyunca bu kadar kızdığını hiç görmemiştim. Lily bile
okuduğu dergiden kafasını kaldırıp bu iş gerçek bir savaşa dönüşmeden la­
net olası odadan çıktı.
Kucağına kıvrılmaya çalıştım ama bacaklarını ayırdı ve elini salladı.
“Cidden Andrea...” Beni sadece sahiden kızgın olduğunda böyle çağırırdı.
“Bütün bunlara değiyor mu gerçekten? Bir saniye için dürüst ol bana kar­
şı. Sence değiyor mu?”
“Bütün bunlar dediğin ne? îşimi yapmam istendiğinde, daha sonra
onlarcası daha yapılacak olan bir mezunlar toplantısını kaçırmak mı? Öy­
le bir iş ki, bana asla mümkün olamayacağını sandığım kapılan açacak ve
üstelik düşündüğümden çok daha kısa bir zamanda? Evet! Bence değiyor.”
Çenesi göğsüne kadar inmişti ve bir an için ağladığını sandım ama ba­
şını tekrar kaldırdığında yüzünde sadece müthiş bir öfke görülebiliyordu.

356
Şeytan Marka Giyer

“Gidip başka birine yedi gün yirmi dört saat kölelik yapmak yerine
seninle gelmek isteyeceğimi düşünemiyor musun?” diye haykırdım,
Lily’nin de evde bir yerlerde olduğunu düşünememiştim bile o an. “Bir sa­
niye için bile gitmek istemediğim ama başka seçeneğim olmadığı gelmi­
yor mu aklına?”
“Seçenek mi? Seçenekten bol neyin var ki? Andy, bu iş artık sadece
bir iş değil, sen farkında olmasan da senin bütün hayatını ele geçirdi,” di­
ye bağırdı o da, yüzünün kızarıklığı boynuna ve kulaklarına kadar yayıl­
mıştı. Normal zamanda olsa buıiu çok tatlı, hatta seksi bulurdum ama bu
gece sadece gidip uyumak istiyordum.
“Alex dinle, biliyorum...”
“Hayır sen dinle! Bir an için beni unut, birbirimizi sen bütün zama­
nını işte geçirdiğin için, acil ve önemli işlerin hiç bitmediği için asla göre­
mediğimizi unut. Ailen ne olacak? Onları en son ne zaman gördün, gerçek­
ten birlikte oldun? Ya ablan? Onun daha yeni ilk bebeğini doğurduğunun
ve senin daha henüz öz yeğenini görmediğinin farkındasın değil mi? Bun­
lar da sana bir şey ifade etmiyor mu?” Sesini alçaltıp, bana daha yakın du­
racak biçimde eğildi. Özür dileyecek zannettim ama o, “Ya Lily?” diye de­
vam etti. “En yakın arkadaşının ağır bir alkoliğe dönüştüğünü de mi göre­
miyorsun?” Herhalde gerçek bir şok geçirerek ona bakmış olmalıydım ki
devam etti. “Bunu fark etmediğini bile söyleyemiyorsun Andy. Bu dünya­
nın en açık gerçeği.”
“Evet tabi ki içiyor. Tıpkı senin gibi, tıpkı benim gibi ve tıpkı tanıdı­
ğımız herkes gibi. Lily bir öğrenci ve bu da öğrencilerin davranış biçimi
Alex. Bunda bu kadar garip olan ne?” Bunu yüksek sesle söylemek bile
çok üzücüydü ve o sadece başını salladı. Tekrar o konuşana kadar ikimiz
de sessiz kaldık birkaç dakika.

357
Lauren Weisberger

“Sen sadece kabul etmek istemiyorsun Andy. Nasıl bu duruma gelin­


diğini ben de bilemiyorum ama sanki artık seni tanımıyormuşum gibi ge­
liyor. Bence bizim bir ara vermeye ihtiyacımız var.”
“Ne? Sen ne diyorsun? Ayrılmak mı istiyorsun?” diye sordum, onun
ne kadar ciddi olduğunu anlamakta çok ama çok geç kalmıştım. Alex öy­
le anlayışlı, öyle tatlı, öyle ulaşılabilirdi ki, her zaman beni dinlemek veya
uzun bir günden sonra sohbet etmek ya da başka herkes keyfine bakarken
bana moral vermek için yanımda olacağını farz etmiştim onun. Bütün bun­
ların nedeni benim nerede duracağımı bilmememdi.
“Hayır, kesinlikle. Ayrılmak değil sadece bir ara vermek. Sanırım bu
ikimiz için de olup bitenleri yeniden değerlendirebilmek açısından iyi olur.
Son zamanlarda benimle pek mutlu görünmüyorsun ve ben de seninle ha­
valara uçtuğumu söyleyemem. Belki bir süre ayrılmak ikimize de iyi ge­
lir.”
“İkimize de iyi gelir ha? Bunun bize yanlımı dokunacağını mı sanı­
yorsun?” Sözlerinin adiliği, bir süre ayn kalmanın bizi yakınlaştıracağı
inancı karşısında haykırmak geliyordu içimden. Bunu şimdi yapıyor olma­
sı çok bencilce görünüyordu bana, tam Rumvay'&dd bir yıllık süremin so­
nuna yaklaşırken, tam kariyerimin en büyük sınavını vermeme birkaç gün
varken. Duyduğum rahatsızlık yerini az önce duymuş olduklarıma ve iğne
gibi batan bir üzüntüye bırakmıştı. “Peki o zaman. Madem öyle bir ara ve­
relim dedim alayla ve anlamlı bir şekilde. “Nefes alma zamanı. Harika bir
plan gibi görünüyor.”
Şaşkınlık ve acıyla bunalmış bir şekilde, o iri kahverengi gözleriyle
uzun uzun baktı bana ve sonra, yüzümü hayalinden silmek istiyormuşçası-
na büyük bir çaba harcayarak sımsıkı yumdu. ‘Tamam Andy. Seni bu dert­
ten kurtaracağım ve gideceğim hemen. Paris’te harika vakit geçirmeni di­
lerim, gerçekten. Yakında ararım seni.” Daha olanların gerçek olduğunu

358
Şeytan M arka Giyer

kavrayamadan beni tıpkı Lily’yi ya da annemi öptüğü gibi yanağımdan


öpüp kapıya gitti.
“Alex, bunun hakkında konuşmamız gerektiğini düşünmüyor m u­
sun?” dedim, sesimin titrememesine çalışıyor ve gerçekten çekip gidecek
mi diye merak ediyordum.
Dönüp hüzünle gülümsedi. “Bu gece başka konuşma yapmayalım
Andy,” dedi. “Aslında geçen ay, geçen yıl konuşmalıydık, şu ana sıkıştır­
maya çalışmak yerine. Her şeyi düşün tamam mı? Seni birkaç hafta sonra
arayacağım, yani sen döndükten ve rahatladıktan sonra. Paris için iyi şans­
lar, eminim harikalar yaratacaksın.” Kapıyı açtı, dışan çıktı ve sessizce ar­
kasından kapadı.
Lily’nin odasına koştum hemen, bana Alex’in aşın tepki gösterdiği­
ni, Paris’e gitmem gerektiğini, çünkü bunun benim geleceğim için en doğ­
rusu olduğunu, bir içki sorunu olmadığım, Jill ilk bebeğini doğurduğunda
onun yanma gitmediğim için kötü bir kız kardeş olmadığımı söylesin diye.
Ama o çoktan sızmıştı bile, hem de öylece elbiseleriyle, yatağı bile açma­
dan ve boş içki bardağı da yanındaki masanın üstünde duruyordu. Toshiba
dizüstü bilgisayan da yerde, açık kalmıştı ve acaba tek bir kelime yazdı mı
diye merak ettim. Baktım. Bravo doğrusu! Adını, sınıf numarasını, profe­
sörün adını ve makalesinin muhtemelen geçici olarak koyduğu başlığını:
“Okurlarınıza Âşık Olmanın Psikolojik Sonuçlan.” Yüksek sesle güldüm
ama o kımıldamadı bile. Ben de bilgisayarım kaldınp masasının üzerine
koydum ve saatini yediye kurup, lambasını kapatıp çıktım odadan.
Kendi odama girer girmez cep telefonum çaldı. îlk beş saniyelik, her
zamanki kalp çarpıntım geçtikten sonra mutlaka Alex olmalı, diye düşüne­
rek aldım telefonu. Her şeyi böyle yanm bırakamayacağım biliyordum, iyi
geceler öpücüğü ve sözle tatlı rüyalar dileği almadan uyuyamayan o aynı
adam değil miydi, o katiyen öyle fırlayıp gidemezdi, hem de birkaç hafta
görüşmemeyi içi rahat bir şekilde kabullenmiş olarak, mümkün değildi bu.

359
Lauren Weisberger

“Selam bebek,” dedim nefes alıp, onu şimdiden özlemiştim bile ve


telefonda olsun konuşmaktan mutluydum. Şu an hiçbir şeyi kişiselleştir­
mek istemiyordum. Başım ağrıyor, omuzlarım sanki kulaklarıma yapışmış
gibi geriliyordu ve tek istediğim onun demin söylediklerinin büyük bir ha­
ta olduğunu ve beni yann arayacağını söylediğini duymaktı. “Aradığına
çok memnun oldum.”
“Bebek mi? Vay! Bayağı ilerleme kaydetmişiz değil mi Andy? İster­
sen dikkatli ol, beni istediğini düşünmeye başlayabilirim,” dedi Christian
sakin sakin ve telefonda bile hissedebileceğim bir sırıtışla. “Aradığıma ben
de memnun oldum doğrusu.”
“Ah sensin demek.”
“Bu duyduğum en sıcak selam sayılmaz. Mesele nedir Andy? Demin
aklından geçirdiğin bendim değil mi?”
“Tabi ki değildi. Sadece kötü bir gün geçirdim. Her zamanki gibi. Ne
oldu?”
Güldü. “Andy, Andy, Andy. Hadi yapma. Bu kadar mutsuz olman için
bir neden yok. Çok iyi şeyler yakalamak üzeresin. Acaba yarıiı geceki bir
YAZI ödül törenine ve sonraki okumaya benimle gelmek ister misin, diye
aramıştım. Bir sürü ilginç insan olacak ve seni ne zamandır görmedim. Ta­
mamen profesyonelce elbette.”
Cosmo'da yayınlanan “Bir Erkeğin Bağlanmaya Hazır Olduğunu Na­
sıl Bilebilirsiniz?” yazılarından epeyce okumuş bir kız için ortalıkta çeşitli
uyan bayraklannın olup olmadığını anlamak pek zor değildi. Ortalıkta on­
lardan vardı doğrusu ama ben görmezden gelmeyi seçtim. Çok uzun bir gün
olmuştu ve kendime -sadece birkaç dakikalığına- onun gerçekten de içten
olabileceğini düşünme izni verdim. Boş ver. Sonuçta, benim tavnmı kabul­
lenmeyi reddetse de, eleştirel olmayan bir erkekle birkaç dakikalık bir soh­
bet kendimi daha iyi hissetmeme neden oluyordu. Onun davetini kabul et­

360
Şeytan M arka Giyer

meyeceğimi biliyordum aslında ama birkaç dakikalık masum bir telefon


flörtünden kimseye bir zarar gelmezdi.
“Ah sahi mi?” diye sordum cilve yaparak. “Anlatsana nasıl bir şey.”
“Oraya benimle gelmen gerektiğini gösteren bütün nedenleri sayaca­
ğım Andy ve ilk neden en basit olanı: Ben senin için neyin iyi olduğunu
biliyorum. Nokta.”
Tannm ne kadar kibirliydi. Neden bu halini sevilesi buluyordum?
Oyun devam etti. Kendimizi kaybetmiş koşuyorduk, Paris seyahati
ve Lily’nin yaramaz küçük votka alışkanlığı, Alex’in üzgün gözleri, Chris-
tian’la yaptığım teslimiyetçi-sağlıksız-ve-duygusal-olarak-tehlikeli-ama-
her-şeye-rağmen-gerçekten-seksi-ve-komik sohbetin ardından birkaç
dakika içinde solmaya yüz tutmuştu.

361
Lauren Weisberger

Miranda’mn, benim gidişimden bir hafta önce Avrupa’da olması


planlanmıştı. Milano’daki şovlar sırasında yerel asistanlar kullanmaya ra­
zı olmuştu ve Paris’e ikimiz aynı sabah varacak, böylece de partisinin ay­
rıntılarını, iki eski arkadaş gibi oturup birlikte gözden geçirebilecektik.
Hah! Delta, Emily’nin yerine benim adımı koyuvermek gibi basit bir çö­
zümü kabul etmemişti ve ben de zaten yeterince kafam karışmış ve daha
çözülecek bir sürü derdim olduğundan dolayı yeni bir bilet almıştım. İki
bin iki yüz dolar tutuyordu bilet ücreti, çünkü moda haftasıydı ve ben son
dakikada bilet alıyordum. Kurumsal kart numarasını söylemeden önce bir
dakikalık bir tereddüt yaşamıştım ama, neyse ne, diye düşünmüştüm son­

362
Şeytan Marka Giyer

ra. Miranda bu kadar parayı sadece bir haftalık kuaför ve makyaj işlerine
harcıyor nasıl olsa.
Miranda’nın ikinci asistanı olarak ben Runway’in en alt basamağın­
daki insan türü sayılıyordum. Bununla birlikte, güç olarak bakıldığında
Emily ve ben modanın en güçlü iki insanıydık. Toplantılara kimin girece­
ğine, toplantı saatlerine (sabahın erken saatleri yeğleniyordu çoğunlukla,
çünkü insanların makyajları taze ve kıyafetleri buruşmamış oluyordu) ve
kimin mesajlarının iletileceğine (eğer adınız bültende yoksa, siz de yoksu­
nuz demekti) biz karar veriyorduk.
Bu yüzden de ikimizden birinin yardıma gereksinimi olduğunda bü­
tün ekip elinden geleni yapmaya mecbur oluyordu. Tabi, eğer biz Miran­
da Priestly için çalışmıyor olsak, aynı insanların en ufak bir vicdan azabı
duymadan şoförlü arabalarıyla üstümüzden geçeceğini bilmek biraz sinir
bozucuydu ama neyse. Şimdilik ne istesek iyi eğitilmiş köpek yavrulan gi­
bi koşuşturuyorlar, bulup çıkanyorlar ve önümüze koyuyorlardı.
Bugünlerde de herkesin koşuşturduğu en temel iş benim uygun bi­
çimde hazırlanıp Paris’e gönderilmemdi. Moda bölümünden üç Kuru Gü­
rültücü, Miranda belki benim bir aktiviteye katılmamı ister ve ben de bel­
ki giymek zorunda kalırım, diye hiçbir eksiği olmayan bir gardırop oluş­
turmuştu bana. Moda Direktörü Lucia, beklenen ya da beklenmeyen her
duruma uygun her tür kıyafeti derleyip yanıma koymakla kalmayacaklan-
nı, aynı zamanda da, o kıyafetlerin azami stil ve asgari utanç getirecek bi­
çimde, nerelerde ve birbirleriyle nasıl uyumlu kullanılacağını gösteren ka­
ra kalemle çizilerek oluşturulmuş bir el kitabı hazırlayacaklarını söylemiş­
ti. Başka bir deyişle, hiçbir şey benim seçimime ya da eşleştirmeme bıra­
kılmayacaktı ve benim tek lanet olası işim hoş ve düzgün görünmek ola­
caktı.

363
Lauren Weisberger

Örneğin Miranda’ya bir gece kulübünde, anası gibi yanında dikilerek


ve onun bir bardak Bordeaux yuvarlayışını izleyerek eşlik etmem mi gere­
kecekti? Koyu gri bir Theoıy pantolonla, siyah dik yakalı ipek bir Celine
kazak giyecektim. Özel ders almak için tenis kulübüne gidecekti de, ben
de suyunu tedarik etmek ve gerekirse ipek fularının bir yenisini sunmak
üzere yanında mı olacaktım? Tepeden tırnağa atletik bir görünüme bürü­
nebilmek için kısa bir spor pantolon, kukuletalı, fermuvarlı bir ceket (gö­
beğimi açıkta bırakan), içime 185 dolarlık bir badi ve ayağıma da süet spor
ayakkabıları giyecektim ve bütün bunlar Prada etiketini taşıyacaktı. Eğer
(sadece bir ihtimal) olur da o şovlardan birini ön sıradan izlemem gerekir­
se ne olacaktı? (Herkes izleyeceğime yemin ediyordu.) Bu durumda seçe­
nekler sonsuzdu. O ana kadar benim favorim (daha pazartesi akşam üze­
riydi henüz) Anna Sui imzalı, plili bir okul öğrencisi eteği, çok ince ve şef­
faf, farbalalı, beyaz Miu Miu bluzu, çok haşan görünüşlü bir çift dana de­
risi Christian Laboutin bot ve en üste de, müstehcen bir biçimde bedene
yapışan Katayone Adeli deri bleyzer ceketti. Kendi Express kotlanm ve
Franco Sarto mokasenlerim aylardır dolabımda bir toz tabakasının altına
gömülü duruyordu ve itiraf etmeliyim ki onlan hiç de özlememiştim.
O arada Allison’un, yani güzellik editörünün adeta kendi başına gü­
zellik sektörünü temsil ettiğini ve bu unvanı gerçekten hak ettiğini de keş­
fetmiştim. Daha ona biraz makyaj malzemesine ve bazı önerilere ihtiyacım
olduğuna dair notu iletmemin üstünden yirmi dört saat geçmeden mucize­
ler yaratmıştı. Burberry bir tuvalet çantasının (aslında uçakta yanınıza al­
manıza izin verilmeyecek kadar büyük tekerlekli bir valizdi bu) içini akla
gelebilecek her tür makyaj malzemesi ile doldurmuştu. Mat rujlar, parlak
rujlar, ekstra parlak rujlar, çıkmayan rujlar, şeffaf rujlar, altı ayrı renk ri­
mel (açık maviden kömür karasına kadar uzanıyordu renk yelpazesi), bir
kirpik kıvıncısı ve kirpiklerim birbirine yapışırsa düzelteyim diye bir kir­
pik tarağı ile birlikte dizi dizi duruyordu çantada.

364
Şeytan Marka Giyer

Bütün diğer malzemelerin yansı kadar bir alanı türlü çeşitli pudralar
kaplamıştı. Gözkapaklannı sabitlemek, vurgulamak, belirginleştirmek ve
gizlemek için olanlar, yanak için olanlar, genel olarak kullanılacaklar bir
ressamın paletindeki boyalardan çok daha özenli ve ustaca dizilmişlerdi.
Bazılan tene bronzlaşma etkisi vermek içindi, bazılan parlaklık kazandır­
mak için ve bazılanyla da tiyatro makyajı bde yapılabilirdi. Yüzümü pem­
beleştirmek için sıvı mı kah mı yoksa toz pudra mı veya bütün bunlann bir
kanşımını mı kullanacağım bana kalmış bir şeydi. Fondötenler daha da
çarpıcıydı, sanki birisi benim yüzümün derisinden gerçek bir örnek almış
ve ona göre özel olarak bu malzemeleri üretmişti. İster “daha fazla parlak­
lık vereni”, ister “kusur kapatanı” kullanayım, bütün bu küçük şişelerdeki
nesnelerin yarattığı ten rengi benim kendi cildiminkinden daha güzel olu­
yordu doğrusu. Çantanın kendi özel küçük çantalarından birinde de çeşit­
li temizleme pamuklan, süngerler, iki düzine kadar birbirinden değişik
makyaj fırçası, ıslak bezler, iki ayn çeşit makyaj temizleyicisi (nemlendi­
rici ve yağsız) ve en az yirmi çeşit (YİRMİ) nemlendirici (yüz için, vücut
için, derin temizlik için, parlaklık vermek için, hafif renklendirmek için,
koku vermek için, kokuyu gidermek için, antialeıjik, antibakteriyel ve (ha­
ni olur da Paris’in yaramaz ekim güneşi beni etkilerse diye) aloe veralı bu­
lunuyordu.
Bu çantanın yan ceplerine de üzerlerine bütün kâğıdı kaplayacak bü­
yüklükte yüz resimleri basılmış küçük kartonlar konmuştu. Her yüze Alli-
son gerçek makyaj malzemeleri kullanarak faiklı makyajlar yapmış ve
böylece bir makyaj bilgi kiti hazırlamıştı. Birinin altında “Rahat Gece Ca­
zibesi” yazıyordu ama altına da büyük, kaim harflerle “RESMİ KIYA­
FETLİ TOPLANTILAR İÇİN DEĞİL!!! FAZLA RAHAT!!! diye bir uya­
rı yazısı eklenmişti. Bu fazla rahat yüze önce mat bir fondöten sürülmüş,
üstüne hafif dokunuşlarla bronzlaştıncı pudra gezdirilmiş, kirpik diplerine

365
Lauren Weisberger

çok seksi bir biçimde koyu hat yapılmış ve gözkapaklan da farla epeyce
ağır gölgelendirildikten sonra siyah rimelle de kirpikler boyanmıştı. Du­
daklarda da aşın parlak bir ruj kullanılmıştı. Dudaklarımı büzerek nefesi­
mi dışan bırakırken Allison’a benim bunlan yapmamın kesinlikle imkân­
sız olduğunu söylediğimde öfkelenmişti.
“Zaten bunlan yapmak zorunda kalmayacağını umuyoruz,” dedi yor­
gun düşmüş bir sesle. Benim önemsemez davranışımın altında ezilmiş ola­
bileceğini düşündüm.
“Öyleyse neden bütün bu malzemeleri kullanmak için farklı öneriler
sunan neredeyse iki düzine yüz var burada?”
Susturucu bakışı Miranda’nınkilerle boy ölçüşebilirdi.
“Andrea. Ciddi ol. Bunlar sadece kriz durumlan için. Son saniyede
Miranda onunla bir yere gitmeni isterse ya da saçım ve makyajının yapa­
cak insanlar olur da beceremezse diye. Ah, aklıma geldi, sana hazırladığım
saç ürünlerini de göstereyim.”
Allison dört ayn tip yuvarlak saç fırçasını saçlarımı havalı yapmak
için nasıl kullanacağımı anlamken ben de söylediklerine bir anlam verme­
ye çalışıyordum. Benim bir saç ve makyaj insanım da mı olacaktı? Ben
Miranda için ekipleri ayarlarken böyle birini ayarlamamıştım. O zaman
bunu kim yapacaktı? Sormam gerekiyordu.
“Paris ofisi,” dedi Allison içini çekip. “Sen Rumvay’yi temsil ediyor­
sun bildiğin gibi ve Miranda da bu konuda çok hassastır. Dünyanın en bü­
yük aktivitelerine katılacaksın Miranda Priesdy’in yanında. Kendi dış gö­
rünümünü kendi kendine halledebileceğini düşünmüyorsun değil mi?”
“Hayır, elbette düşünmüyorum. Bu konuda profesyonel yardım al­
mam çok daha iyi olur, teşekkür ederim.”
Sonra Allison beni iki saat daha köşeye kıstırıp olur da tam on dört
adet kuaför ve makyaj randevumdan biri aksarsa, rimelimi dudaklarıma

366
Şeytan M arka Giyer

bulaştırıp veya saçımı yanlarını tıraş ederek, ortalığa Mohawk Kızılderili­


si gibi çıkıp patronumuzu utandırmayacağımdan emin olana dek uğraştı.
Allison’la işimiz bitince, nihayet yemek salonuna gidip zengin kalorili
çorbalardan birini kapabileceğim diye düşündüm ama o Emily’nin dahili
telefonunu (kendi eski telefonu) kaldırıp aksesuvar bölümündeki S tefi
aradı.
“Selam, benim onunla işim bitti ve şu an burada. Gelmek ister mi­
sin?”
“Dur! Miranda dönmeden yemeğe gitmem lazım!”
Allison aym Emily gibi gözlerini devirdi. Acaba rahatsızlıklarını
gösterme biçimleri konusunda aym uzmandan ders mi aldılar diye merak
ettim. “Güzel. Hayır hayır, Andrea ile konuşuyordum,” dedi telefona, bana
kaşlarım kaldırarak bakarken (sürpriz, sürpriz) tıpkı Emily’nin yaptığı gi­
bi. “Galiba acıkmış. Biliyorum. Evet. Biliyorum. Ona söyledim ama ...ye­
mek yemeye niyetli gibi görünüyor.”
Ofisten çıkıp üzerinde çedar peyniri olan büyük bir kap kremalı bro-
koli çorbası alıp dönmem sadece üç dakika sürdü ve geri döndüğümde Mi-
randa’yı masasında oturmuş, telefon ahizesini sanki sülüklerle kaplıymış
gibi yüzünden uzak bir şekilde tutarken buldum. Bu gece geç vakit Mila­
no’ya uçması gerekiyordu ama bunu görecek kadar yaşayabileceğimden
emin değildim.
“Telefon çalıyor Andrea, ama ne zaman açsam (sen açmadığın için
ben açmak zorunda kalıyorum tabi) kimse yok. Bu durumu açıklayabilir
misin?” diye sordu.
Tabi ki açıklayabilirdim ama ona değil. Çok seyrek olarak Miranda
ofiste yalnız kaldığında bazen telefon çaldığında açardı. Doğal olarak ara­
yanlar onun sesini duyunca şok geçirirler ve anında telefonu kapatırlardı.
Kimse onu aradığında aslında bizzat onunla konuşmayı düşünmezdi. Edi­

367
Lauren- Weisberger

törlerden ve asistanlardan telefonlara yine Miranda’nın baktığına dair bil­


gi veren (sanki ben bilmiyormuşum gibi) bir siini e-posta gelirdi. “Nerede­
siniz çocuklar???” Panik dolu mektupların arkası kesilmezdi. ‘Telefonunu
kendisi açıyor!!!!”
Benim de bazen başıma geliyor gibi bir şeyler mırıldandım ama za­
ten Miranda çoktan ilgisini yitirmişti. Bana değil çorbama bakıyordu gö­
zünü dikmiş. Kremalı yeşil bir sıvı hafif hafif yere akmaktaydı. Benim yi­
yecek bir şeyi tutmakla kalmayıp bir de afiyetle yemeyi planladığımı kav­
rayınca yüzüne o tiksinti dolu ifadelerinden biri yerleşti.
“Çabuk kaldır şu şeyi ortadan!” diye havladı beş metre öteden. “Sa­
dece kokusu bile beni hasta etmeye yetiyor.”
Suçlu çorbayı çöpe attım ve Miranda’nın sesi beni gerçek hayata
döndürene kadar bu son beslenme ihtimalimin arkasından ağzımın suyu
akarak bakmaya devam ettim.
“Ben hızla gözden geçirmek için hazırım,” diye tiz bir sesle haykır­
dı. Tekrar koltuğuna yerleşmiş, Runway’ye sıkıca bastığı ayaklarını daha
rahat bir pozisyona sokmuştu. “Bu biter bitmez de yüz bölümünü toplan­
tıya çağır.”
Her söylediği kelime biraz daha fazla adrenalin salgılamama neden
oluyordu. Çünkü ne istediğinden ve istediğini yapabileceğimden asla tam
olarak emin olamıyordum. Gözden geçirmeler ve haftalık toplantılar
Emily’nin sorumlulukları arasında olduğu için koşturarak onun masasına
gitmem ve randevu defterini kontrol etmem gerekiyordu. Saat üç için Se-
dona Çekimi-gözden geçirme, Lucia/Helen, diye bir not karalamıştı. He­
men Lucia’nın dahilisini aradım ve açar açmaz konuşmaya başladım.
“O hazır,” dedim sanki bir subay, bir komutanmış gibi. Lucia’nın
asistanı Helen tek kelime etmeden telefonu kapadı ve biliyordum ki ofisin
yolunu yarılamışlardı bile. Eğer yirmi, yirmi beş saniye içinde ofiste ol­

368
Şeytan Marka Giyer

mazlarsa onları avlamak üzere aşağı gönderilecektim ve kendilerine şah­


sen (sadece unutmuş olma ihtimallerine karşılık) otuz saniye önce arayıp
Miranda hazır dediysem, bunun Miranda hazır anlamına geldiğini söyle­
mem istenecekti. Genellikle bu bile kendi başına bir üzüntü ve sıkıntıydı,
aynca, o sivri burunlu hançer topukluları giymeye zorlanmanın bir zaran
da böyle anlarda iyice ortaya çıkıyordu. Ofiste koşturup, çılgınlar gibi,
muhtemelen Miranda’dan saklanmakta olan bililerini bulmaya çalışmak
hiç eğlenceli bir şey değildi ama en kötüsü aranan kişinin tuvalette olma
durumuydu. Zaten, ister kadın, ister erkek olsun, bir kişinin tam istendiği
anda istendiği yerde olmak yerine tuvalette olması bir mazeret sayılmıyor­
du ve benim onları orada da bulup (bazen kapıların altından eğilip ayakka­
bıları incelemek suretiyle) kibarca ve becerebildiğim kadarıyla aşağılama­
dan, bir an önce işlerini bitirip Miranda’nın ofisine gitmelerini söylemem
gerekiyordu. Derhal!
Konuyla ilgisi olan herkesin şansına, Helen birkaç saniye sonra tıka
basa dolu bir askılığı iterek, başka birini de ardından çekerek geldi. Miran-
da’nın Fransız tarzı kapılarının önünde, onun o belli belirsiz onay işaretle­
rinden birini alana kadar çekingen bir halde bekledi, alınca askılıkları ka­
lın tüylü halının üzerine doğru sürükledi.
“Hepsi bu mu? İki askılık mı?” diye sordu Miranda, okuduğu notlar­
dan güç bela başını kaldırıp.
Helen’in bu soruya muhatap olmaktan çok şaşırdığı açıkça belliydi,
çünkü bir kural olarak Miranda asla başka insanların asistanlarıyla konuş­
mazdı. Ancak Lucia henüz kendi askılıklarıyla ortada görünmediğinden
böyle bir ihtimal söz konusu olabilirdi.
“Şey, şey, hayır. Lucia da şimdi burada olacak. Onda da diğer iki ta­
ne var. Getirdiklerimizi şey, göstermeye başlamamı ister miydin? Helen
konuşurken bluzunu kaput bezinden eteğinin üstüne çekiştirip duruyordu
asabi bir şekilde.

369 F : 24
Lauren \Veisberger

“Hayır.”
Ve sonra konuştu. “Ahn-dre-ah! Lucia’yı bul. Benim saatim üçü gös­
teriyor. Eğer hazır değilse benim burada oturup onu beklemekten başka
yapacak işlerim var.” Aslında bu kesinlikle doğru değildi, çünkü hâlâ not­
lan okumakla meşguldü ve ben onlan arayalı daha otuz beş saniye bile ol­
mamıştı. Fakat tabi ki bunlan ona söylemek niyetinde değildim.
“Gerek yok Miranda, buradayım.” Nefes nefese kalmış bir Lucia’ydı
konuşan. O da iki askılığı iterek ve çekerek önümden geçiyordu, ben tam
aramak için kalkmışken. “Çok özür dilerim, YSL atölyesinden son bir ce­
keti bekliyorduk.”
Kıyafet için tasarlanmış askılıktan (gömlek, dış giyim, pantolon, etek
ve elbiseler) Miranda’nın masasının önünde yanm daire oluşturacak bi­
çimde dizdi ve Helen’e çıkması için işaret etti. Sonra Miranda ve Luciatek
tek her bir eşyayı ele aldılar, onu Sedona, Arizona’da yapılacak çekime
koyup koymamayı ya da nereye konması gerektiğini tanıştılar. Lucia “kent­
li kovboy şıklığı” kavramında ısrar ediyor, bunun kırmızı kayadan oluş­
muş dağlann önünde mükemmel bir zıtlık oluşturacağım söylüyordu ama
Miranda kötücül bir tavırla kendisinin “kentli kovboy şıklığı” yerine “sa­
dece şıklığı” tercih ettiğini beyan etti. Herhalde kayınbiraderinin partisin­
de “kovboy şıklığına” yeterince doymuştu. Sonra adımı söylediğini duy­
dum, bu kez aksesuvar bölümündekileri çağırmamı emrediyordu onların
malzemelerini gözden geçirmek için.
Tekrar Emily’nin defterine baktım ama tam da düşündüğüm gibi ora­
da aksesuvar bölümü ile ilgili bir not yoktu.
Emily’nin yazmayı unutmuş olmasına dua ederek S tef i aradım ve
Miranda’nm Sedona için hazır olduğunu söyledim.
Hiç ihtimal yoktu. Onların programında da bu gözden geçirme ertesi
gün akşamüzeri görünüyordu ve malzemelerinin en az yüzde yirmi beşi
daha halkla ilişkiler şirketlerinden gönderilmemişti.

370
Şeytan Marka Giyer

“imkansız. Yapamam,” dedi Stef, sesi söyledikleri kadar güvenli çık­


mıyordu.
“İyi de ben ona hangi lanet şeyi söyleyeceğim?”
“Ona gerçeği söyle, bu gözden geçirme yanna planlanmıştı ve pek
çok malzeme eksik henüz. Ciddi söylüyorum! Hâlâ bir gece çantası, bir el
çantası, üç ayrı tip püsküllü torba çanta, dört çift ayakkabı, iki kolye, üç...”
“Tamam tamam, söyleyeceğim ona. Ama telefonun başında bekle ve
tekrar ararsam hemen aç. Ben senin yerinde olsam hazırlanıldım. Bahse
girerim bunun ne zamana planlandığıyla hiç ilgilenmeyecek.”
Stef tek kelime etmeden telefonu kapadı ve ben de Miranda’nın ka­
pısına yanaşıp sabırla beni kabul etmesini beklemeye başladım. Bana doğ­
ru bakıp bekleyince konuştum. “Miranda şimdi Stef le konuştum ve göz­
den geçirme yanna planlanmış olduğu için hâlâ bazı bekledikleri malze­
meler varmış. Ama hepsini buraya...”
“Ahn-dre-ah, herhalde mankenlerin bu kıyafetlerin içinde nasıl gö­
rüneceklerini ayakkabılar, çantalar ya da takılar olmadan anlayamam değil
mi ve yann da İtalya’da olacağım. Stef’e elinde ne varsa getirmesini, ol-
mayanlann da fotoğraflannı getirmesini söyle hemen!” Tekrar Lucia’ya
döndü ve ikisi birlikte yine askılıklara bakmaya başladılar.
Bu mesajı S tef e iletmek “Elçiye zeval olmaz” sözüne yeni bir anlam
kazandırdı. Kapris yapıyordu.
“Otuz saniye içinde bu lanet şeyleri toparlayamam, beni anlıyor m u-'
sun? Bu kesinlikle imkânsız! Beş asistanımın dördü burada değil ve bura­
da olan tek asistanım da Tann’nm belası bir geri zekâlı. Andrea ne bok yi­
yeceğim?” İsterik bir haldeydi ama pek tartışacak bir durumumuz da yok­
tu.
“Peki harika o zaman,” dedim tatlı bir ifadeyle, gözucuyla Miran-
da’ya bakıyordum, çünkü her şeyi duymak gibi bir marifeti vardı. “Miran­

371
Lauren Weisberger

da’ya burada olacağını söyleyeceğim.” O gözyaşlarına boğulmadan ben


telefonu kapattım.
îki buçuk dakika sonra, Tann’nın belası geri zekâlı aksesuvar asista­
nı, ödünç aldığı bir moda asistanı ve güzellik bölümünden ödünç aldığı Ja­
mes ile birlikte Stef’i görünce pek şaşırmadım. Hepsi dehşete düşmüş gö­
rünüyorlardı ve ellerinde dev gibi sepetler vardı. Miranda’dan bir başka
onay bakışı gelene kadar benim masamın etrafına dizilip beklediler, işaret
gelince de diz çökme çalışmalarını yapmak üzere hep birlikte ileri atıldı­
lar. Miranda ofisinden çıkmayı reddettiği için (daima) bütün o aşın dolu
askılıklan ve ayakkabı yüklü el arabalannı ve aksesuvarlarla dolup taşan
koca sepetleri de odasına isterdi.
Aksesuvar bölümünden gelenler sonunda bütün mallannı düzgün sı­
ralar halinde halının üzerine dizmeyi becerdiklerinde Miranda’nın odası,
Madison Caddesi’nden çok Sharm-el-Sheik’te rastlanacak bir Bedevi pa-
zanna dönmüştü. Editörün biri elindeki 2.000 dolarlık yılan derisi kemeri
sunarken, başka biri de büyük bir Kelly çanta satmaya çalışıyordu. Üçün­
cü biri bir Fendi kokteyl elbisesi kapmış, bir başkası da ona şifonun fayda­
larını anlatıyordu. Doğrusu Stef otuz saniye önceden haber almış olması­
na ve birçok parçasının eksik olmasına rağmen neredeyse kusursuz bir şov
sunmayı başarmıştı. Eksik kalan şeylerin yerlerini daha önceki çekimler­
den kesilmiş fotoğraflarla doldurmuştu ve Miranda’ya beklediklerinin de
bunlar gibi hatta daha da iyi olduğunu açıklıyordu. Hepsi işlerinde ustay­
dı ama Miranda en büyük ustaydı. Dünyanın en mesafeli müşterisi gibi so­
ğuk bir edayla bir muhteşem dükkândan öbürüne gidiyor ve asla en küçük
bir ilgi belirtisi göstermiyordu. Sonunda, çok şükür bir karar verdiğinde
parmağıyla işaret etti ve emirlerini bildirdi (daha çok köpek yarışmasında­
ki bir jüri üyesi gibiydi, “Bob, kendisi şu köşedeki Collie’yi beğendi...”)

372
Şeytan Marka Giyer

bunun üzerine editörler dalkavukça başlarını sallayarak (“Evet, mükem­


mel bir seçim”, “Ah gerçekten harika bir seçim”) eşyalannı toparlayıp o
bir kez daha fikrini değiştirmeden önce koşturarak saygın bölümlerinin yo­
lunu tuttular.
Bütün bu cehennem azabı sadece birkaç dakika sürmüştü ama bitti­
ğinde hepimiz gerginlikten perişan düşmüştük. Daha önce erken yani saat
dört civarında çıkıp büyük seyahatinden önce kızlarıyla birkaç saat geçire­
ceğini bildirdiğinden yüz bölümünün toplantısını iptal ettim ve bütün bö­
lüm acayip rahatladı. Tam tamına saat 3.58’de çantasını toplamaya başla­
dı, yaptığı pek mühim bir iş sayılmazdı, çünkü nasıl olsa ağır ve önemli
şeyleri onun çıkış saatinde ben götürecektim evine. Temel olarak onun işi
Gücci cüzdanını ve Motorola cep telefonunu şu kötü kullandığı Fendi çan­
tasına yerleştirmekti. Geçen haftalar boyunca 10.000 dolarlık bu güzelim
çanta Cassidy’ye okul çantası olarak hizmet vermişti ve saplarından biri ve
üstündeki boncukların çoğu kopmuştu. Miranda bir gün onu masamın üs­
tüne atıp tamir ettirmemi, tamir olmuyorsa da kaldırıp atmamı buyurmuş­
tu. Kendimle gurur duyarak, ona tamir edilemiyor deyip çantaya el koyma
güdülerime karşı koymuştum ve bir dericide tam yirmi beş dolara tamir et­
tirmiştim çantayı.
Sonunda çıkıp gittiğinde içgüdüsel olarak Alex’i arayıp geçirdiğim
günden dert yanmak üzere telefonu kaldırdım. Numaraların yansını tuşla-
yana kadar da ilişkimize ara vermiş olduğumuzu hatırlamadım. Bunun üç
yıldan uzun bir süredir konuşmayacağımız Ok gün olması canımı acım.
Telefon elimde öylece oturup, bir gün önce göndermiş olduğu ve “Sevgi­
ler” diye bitirdiği e-postaya bakıp bu teklifi kabul etmekle korkunç bir ha­
ta yapıp yapmadığımı düşündüm. Tekrar tuşladım numarayı, bu kez her
şeyi yeniden konuşmamız gerektiğini söylemeye kararlıydım. Nerede hata
yaptığımızı bulmalıydık ve ben ilişkimizin ağır ağır ama sürekli kötüye

373
Lauren Weisberger

gitmesinde kendi hatalarımın oynadığı rolü kabule hazırdım. Ama telefon


daha çalmadan, Miranda’yla yaşadıkları gözden geçirme sonunda gaza
gelmiş olan Stef Paris seferimin Aksesuvar Savaşları Planı ile birlikte te­
pemde dikilmişti bile. Tartışılması gereken ayakkabılar, çantalar, kemer­
ler, takılar, çoraplar, güneş gözlükleri vardı ve telefonu yerine bırakıp,
dikkatimi onun talimatlarına vermeye çalıştım.

Mantıken, daracık deri bir pantolon, açık burunlu bantlı sandaletler


ve kısa bir bluzun üstünde bir bleyzer ceketle, ucuz tarife bölümünde yedi
saat uçak yolculuğu yapmak en berbat seyahat deneyimi olabilirdi. Ama
pek öyle değildi. Yedi saatlik uçuş, hatırlayabildiğim en rahat kısmıydı
işin. Miranda ve ben aynı anda farklı uçuşlarla (o Milano’dan ve ben New
York’tan) Paris’e uçtuğumuz için, Miranda’nm beni yedi saat boyunca
aramadığı tek özel durumu yaşamaktaydım. Erişilmezliğimin benim kaba­
hatim olmadığı tek mutlu gün.
Hâlâ anlayamadığım nedenlerle ailem onlara seyahatimden söz et­
mek için aradığımda nedense pek de o kadar sevinmiş gibi görünmemişti.
“Ah gerçekten mi?” diye o kendine has tarzıyla sormuştu annem. O
üç kelimeden çok daha fazlasını ima ederdi bu sorusuyla her zaman. “Pa­
ris’e şimdi mi gidiyorsun?”
“Neyi kastediyorsun ‘Şimdi mi’ derken?”
“Eh, sadece Avrupa’ya jet uçuşu yapmanın en iyi zamanıymış gibi
görünmüyor, hepsi o,” diye anlaşılmaz bir cevap vermişti, Musevi bir an­
nenin yaratabileceği büyüklükte bir suçluluk çığının üzerime doğru gelme­
ye başladığını hissediyordum.
“Peki o nedenmiş? Ne zaman iyi zamanı olacak?”

374
Şeytan Marka Giyer

“Kızma Andy. Sadece seni aylardır görmüyoruz, yani şikâyet ettiği­


mizden değil, baban da ben de işinin ne kadar ağır olduğunu biliyoruz,
ama yeğenini görmek istemiyor musun? Kaç aylık delikanlı oldu ve sen
onu daha hiç görmedin bile!”
“Anne! Bana kendimi suçlu hissettirme. Isaac’ı görmek için ölüyo­
rum ama biliyorsun, yapamam ben...”
“Houston’a bilet paranı babanla ben vereceğiz biliyorsun değil mi?”
“Evet! Bunu bin kere söyledin. Biliyorum ve şükran duyuyorum ama
bu para sorunu değil. İşten ayrılamıyorum ve şimdi Emily’de yokken hiç
bırakıp gidemem, hafta sonlarında bile hatta. Ülkenin öbür ucuna kadar
uçup, sonra da Miranda cumartesi sabahı arayıp kuru temizlemeciden eş­
yalarım almamı istedi diye geri dönmek zorunda kalma ihtimalim sana bir
şey ifade ediyor mu? Ediyor mu?”
“Elbette böyle olsun istemem ama Andy, düşündüm ki, yani biz dü­
şündük ki, Miranda birkaç hafta burada olmayacağı için önümüzdeki gün­
lerde gidip onları görebilirsin, sonra da babanla ben gelecektik. Ama şim­
di sen Paris’e gidiyorsun.”
Bu son cümleyi gerçek düşüncelerini ima edecek şekilde söylemişti.
“Sen şimdi Paris’e gidiyorsun” un tercümesi, “Sen şimdi ailenle ilgili zo­
runluluklardan kaçmak için Avrupa’ya uçuyorsun”du.
“Anne, izin ver de bir şeyi burada açık, çok çok açık hale getireyim.
Ben tatile gitmiyorum. Bebek yeğenimi görmek yerine Paris’e gitmek be­
nim seçimim değil. Bu kesinlikle benim kararım değil, aslında bunu sen de
biliyorsun ama kabul etmek istemiyorsun. Aslında gerçekten çok basit: Ya
üç gün sonra bir haftalığına Paris’e Miranda’nın yanına giderim ya da ko­
vulurum. Sen burada bir seçim yapma şansı görüyor musun? Eğer görü­
yorsan bunu duymaya can atıyorum.”

375
Lauren Weisberger

Bir an sessiz kaldıktan sonra, “Hayır elbette yok, tatlım. Biliyorsun


anlıyoruz. Ben sadece, yani, sadece olayların gidişinden mutlu olduğunu
umarım,” dedi.
“Ne demek istiyorsun?” dedim iğrenç bir şekilde.
“Hiçbir şey, hiçbir şey,” dedi çabucak. “Söylediğimden başka bir şe­
yi kastetmiyorum. Baban ve ben sadece senin mutlu olmanı istiyoruz ve
öyle görünüyor ki sen gerçekten mutlusun, şey, eee, kendini zorlamaktan.
Her şey yolunda mı?”
Onun gerçekten de kendini zorladığını fark ettiğim için biraz yumu­
şamıştım o arada. “Evet anne her şey yolunda. Paris’e gittiğim için mutlu
değilim, bildiğin gibi. Yirmi dört saat, yedi gün cehennemde geçecek.
Ama yakında bir yılım doluyor ve bu yaşam tarzım geride bırakabilece­
ğim.”
“Biliyorum canım, senin için çok zor bir yıl olduğunu biliyorum. Sa­
dece her şey sona erdiğinde değsin bütün bunlara, bütün istediğim bu.”
“Biliyorum, benim de.”
Güzel sözlerle kapatmıştık telefonu ama kendi ailemin benimle ilgili
hayal kırıklığı yaşadığı duygusunu içimden atamıyordum.
De Gaulle Havaalanında bagajlan teslim alma işi gerçek bir kâbus­
tu, ama gümrükten çıkınca elinde adımın yazılı olduğu bir levha ile dola­
şan, şık giyimli şoförü bulmam zor olmadı ve kendi kapısını kapattığı an
bana bir cep telefonu uzattı.
“Bayan Priestly ulaşınca aramanızı istemişti. Ben izniniz olmadan
otelin numarasını cep telefonunuzda, otomatik aramaya kaydettim. Kendi­
si Coco Çhanel süitinde kalıyor.”
“Şey, ah, tamam. Teşekkürler. Sanırım hemen arayacağım,” dedim
gerekmediği halde.

376
Şeytan Marka Giyer

Ama daha yıldız tuşuna ve bir numaraya basamadan telefon meleme­


ye ve ürkütücü kırmızı bir renkte yanıp sönmeye başladı. Eğer şoför beni
beklentiyle izliyor olmasa sessiz kalmayı ve sanki onu daha görmemişim
gibi yapmayı tercih ederdim ama onun beni yakından izleme konusunda
talimat aldığı hissine kapılmıştım. Tavrındaki bir şey telefonu görmezden
gelmemin benim için pek iyi olmayacağını anlatıyordu bana.
“Merhaba? Ben Andıea Sachs,” dedim elimden geldiğince profesyo­
nel bir havada, kendi kendime tutuştuğum bahse göre bu Miranda’dan baş­
kası olamazdı.
“Ahn-dre-ah! Saatin şu anda kaçı gösteriyor?” Bu ne tür bir tuzak so­
rusuydu? Beni geç kalmakla suçlamanın giriş konuşması mıydı?
“Şey, ee, bir bakayım. Aslında sabah beş elliyi gösteriyor ama tabi
daha Paris saatine göre ayarlamadım. Bu durumda saatimin on bir elliyi
gösteriyor olması gerekirdi,” dedim neşeli bir şekilde, bitmeyecekmiş gibi
görünen seyahatimizin ilk konuşmasını cesaret edebildiğim kadar yüksek
bir noktadan başlatmış olmayı umarak.
“Bu sonu gelmez hikâye için teşekküller Ahn-dre-ah. Ve sorabilir
miyim acaba son otuz beş dakikadır tam olarak ne yapıyordun?”
“Şey Miranda, uçak biraz geç indi ve sonra da ben...”
“Çünkü benim için senin tarafından hazırlanmış olan seyahat progra­
mına bakıyorum ve burada senin uçağının saat on otuz beşte inmiş olaca­
ğı yazıyor.”
“Evet, öyle olması gerekiyordu ama biliyorsun...”
“Benim ne bildiğimi bana söylemene gerek yok Ahn-dre-ah. Önü­
müzdeki hafta boyunca bu tür davranışlar kabul edilemez, anlıyor musun
beni?”
“Evet, elbette, özür dilerim.” Kalbim sanki dakikada bir milyon kez
atmaya başlamıştı ve aşağılanmaktan ötürü yüzümün yandığını hissedebi­

377
Lauren Weisberger

liyordum. Benimle bu şekilde konuşulmasmdan duyduğum aşağılanma


ama daha da çok, bu duruma gösterdiğim yaltaklanma tavrının utancı. Az
önce birinden uluslararası uçuşumu tam zamanında bitiremediğim ve Fran­
sız gümrüğünden kaçmayı beceremediğim için (hem de ciddi ciddi) özür
dilemiştim.
Yüzümü özellikle sert bir şekilde cama yasladım ve limuzin Paris’in
hareketli caddelerini kıvrılarak kat ederken dışarıyı seyrettim. Burada ka­
dınlar daha uzun boylu, erkekler daha kibarmış gibiydi ve herkes son de­
rece güzel giyinmişti, inceydiler ve kendilerine has şahane bir duruşları
vardı. Daha önce de bir kez Paris’e gelmiştim ama kentin başka bir tara­
fında, bir öğrenci konuk evinde kalmıştım ve şimdi gördüğüm bu şık bu­
tikleri, harika sokak kafelerini görmemiştim. Buna alışabilirdim, diye dü­
şündüm şoför arkasını dönüp arzu ettiğim takdirde birkaç şişe su bulabile­
ceğim yeri gösterirken.
Araba otelin girişinde durduğunda, giydiği takımın özel yapıldığını
tahmin ettiğim, farklı görünüşü olan bir centilmen gelip arka kapıyı açtı in­
mem için.
“Matmazel Sachs, sonunda sizinle tanışmak ne büyük mutluluk. Ben
Gerard Renaud.” Sesi yumuşak ve güvenliydi. Gümüşi saçları ve yüzün­
deki derin çizgiler telefonda canlandırdığımdan daha yaşlı olduğunu gös­
teriyordu.
“Mösyö Renaud, sonunda sizinle tanışmak da harika!” O an tek iste­
diğim güzel, yumuşak bir yatağa kıvrılıp, okyanus aşın uçmanın etkilerin­
den kurtulmaktı, ama Renaud bütün ümitlerimi yıktı anında.
“Matmazel Andrea, Madam Priestly sizi hemen odasında görmek is­
tiyor, Korkanm siz odanıza geçmeden.” Yüzünde özür dilermiş gibi bir
ifade vardı ve bir an için ona kendimden daha çok acıdım. Belli ki bu me­
sajı iletmekten hoşlanmıyordu.

378
Şeytan Marka Giyer

“İşte bu boktan bir haber,” diye mınldandım ama bunun onu daha da
fazla strese soktuğunu fark ettim sonra ve yüzüme gönül alıcı bir tebessüm
yapıştırıp baştan aldım. “Lütfen kusuruma bakmayın, korkunç uzun bir
uçuştu. Acaba birisi bana Miranda’yı nerede bulacağımı söyleyebilir mi?”
“Elbette matmazel. Kendi süitinde ve anladığım kadarıyla sizi büyük
bir hevesle bekliyor.” Mösyö Renaud’ya baktığımda belli belirsiz bir göz
devirme hareketi yakalar gibi oldum ve telefonda o insanı bunaltacak ka­
dar saygılı olan tavırlarını yeniden değerlendirmem gerektiğini düşündüm.
Her ne kadar bunu göstermeyecek denli profesyonel olsa da, açıkça hiçbir
şey söylemese de Miranda’dan benim kadar nefret ettiğini anlamıştım. Bu­
nu gösteren hiçbir kanıt yoktu elimde aslında ama, ondan nefret etmeye­
cek birini düşünmek imkânsızdı.
Asansörün kapısı açıldı ve Mösyö Renaud beni içeri davet eden bir
reverans yaptı. Bana eşlik edecek komiye Fransızca bir şeyler söyledikten
sonra da bana veda etti. Komi, Miranda’nın oda kapısını vurduktan sonra
çekilip beni onunla tek başıma yüzleşmek üzere bırakıp gitti.
Acaba Miranda kapıyı kendisi mi açacak diye merak ettim ama bunu
hayal etmek dahi imkânsızdı. On bir aydır onun evine defalarca girip çık­
mıştım ama bir kez olsun onu hertıangi basit bir iş yaparken, örneğin tele­
fona cevap veriıken veya dolaptan bir ceket alıricen ya da bir şişe suyu
açarken görmemiştim. Sanki onun için her gün Şabattı ve bir kere daha o
gözlemci Yahudi, ben de onun hizmetkârıydım.
Güzel, üniformalı bir hizmetçi kapıyı açtı ve beni içeri buyur etti, üz­
gün gözleri yaşlıydı ve sadece yere bakıyordu.
“Ahn-dre-ah!” Hayatımda gördüğüm en güzel salonun bir yerlerin­
den geliyordu sesi. “Ahn-dre-ah, Chanel takımımın bu gece için ütülenme­
sini istiyorum, yolda buruşturmuşlar. Concorde’un bagaj taşımayı bilme­
diğini düşünüyor insan ama eşyalarım korkunç görünüyor. Ayrıca, Horace

379
Lauren Weisberger

Mann’i ara ve kızların okulda olup olmadığını kontrol et. Bunu her gün ya­
pacaksın. Annabelle’e güvenemem. Her gece hem Caıoline ile hem de Cas-
sidy ile konuştuğundan mutlaka emin ol. Ödevlerini ve yapılacak sınavla­
rını not al. Sabahlan yazılı rapor istiyorum, kahvaltıdan hemen önce. Ah,
bir de hemen senatör Schumer’i bul bana telefonda. Acil bu. Son olarak şu
geri zekâlı Renaud ile konuş ve ona burada kaldığım sürece uzman perso­
nel istediğimi söyle ve eğer bu ona çok zor geliyorsa eminim genel müdür
bana yardımcı olacaktır. Bana yolladığı bu aptal kızın kafasından zoru
var.”
Hâlâ girişte duran üzgün kızcağıza baktım, köşeye sıkıştınlmış bir
hamster gibi korkmuş görünüyordu, tir tir titriyor ve ağlamamaya çalışı­
yordu. Onun İngilizce bildiğini tahmin ederek en sıcak bakışlarımla bak­
tım ama titremeye devam ediyordu. Odaya bir göz gezdirdim ve Miran-
da’nm az önce takır takır saydığı şeylerin hepsini hatırlayabilmek için de­
lice zorladım kafamı.
“Halledeceğim,” diye genel bir cevap verdim sesinin geldiği yere doğ­
ru bakarak. O arada küçük güzel piyanoyu ve ev büyüklüğündeki süitin çe­
şidi yellerine çok zevkli bir biçimde yerleştirilmiş on yedi tane çiçek aranj­
manını faik etmiştim. İçimden cümlemi bu şekilde kurduğum için kendi­
mi azarlayarak şahane odaya son kez bir göz atbm. Hiç şüphesiz hayatım­
da görmüş olduğum en yumuşak, en lüks yerdi burası. Brokar perdeler, ka­
lın, krem rengi halılar, dev gibi yatağa serili muhteşem yatak örtüsü, ma­
un raflara ve sehpalara özenle serpiştirilmiş altın rengi küçük heykelcikler.
Süit, düz ekran bir televizyon ve son model bir müzik seti dışında geçen
yüzyılın çok yetenekli zanaatkârlan tarafından geleneklere uygun biçimde
dekore edilmiş gibi duruyordu.
Hâlâ titreyen hizmetçinin önünden geçip koridora çıktım. Ödü'patla-
mış komi de yeniden ortaya çıktı beni görünce.

380
Şeytan Marka Giyer

“Odamı gösterebilir miydiniz lütfen?” diye olabildiğim kadar kibar­


ca sormuştum ama benim de ona kötü davranacağımı düşünüyordu ve yi­
ne korku içinde önüme düştü.
“İşte matmazel, umarım beğenirsiniz.”
Yaklaşık yirmi metre kadar ötede, kapısında numara olmayan bir
yerdi gösterdiği. Neredeyse Miranda’nınkinin kopyası, ama daha küçük
bir mini süitti burası. Salon bölümü daha ufaktı ve yatak da bir kral boyu
değil, kraliçe boyuydu. Geniş bir maun masanın üzeri birden fazla hattı
olan, işyeri tarzı bir telefon apereyi, pırıl pırıl bir bilgisayar, lazer yazıcı,
tarayıcı ve faks cihazı ile donatılmıştı, bunlar dışında burada da aynı tarz,
zengin ve etkileyici dekorasyon hâkimdi.
“Bayan, bu kapı sizin odanızla Bayan Priestly’in odasını bağlayan
özel koridora açılıyor,” dedi ve kapıyı açmaya davrandı.
“Hayır! Tamam, görmeme gerek yok. Orada olduğunu bilmek yeter­
li.” Pırıl pınl, ütülü üniformasının cebine özenle yerleştirilmiş isim kartına
bir göz attım. ‘Teşekkür ederim, şey, Stephan.” Çantamda ona verecek bo­
zuk para arıyordum bir yandan ama dolarlarımı euroya çevirmeyi hiç dü­
şünmemiş olduğumu ve henüz bir ATM’ye uğramaya vakit bulamadığımı
fark ettim. “Ah, özür dilerim, şey, bende sadece dolar var. Bu uygun mu?”
Yüzü kıpkırmızı oldu ve özürler dilemeye başladı. “Ah, hayır, bayan,
lütfen böyle şeyler için üzülmeyin. Bayan Priestly bu tür ayrıntıları gitme­
den halleder. Ama yine de, otelden çıkarken yanınızda buranın parasından
bulunması gerekeceği için, izin verin size şunu göstereyim.” Dev gibi ma­
sanın önüne gidip en üst çekmeceyi açtı ve üzerinde Fransız Runway'\n lo­
gosu olan bir zarf uzattı. Zarf, yaklaşık dört bin dolar değerinde euro to­
marları ile doluydu. Bir de, bütün bu seyahati ve Miranda’nın vereceği
partiyi planlama ve uygulama yüküne katlanmakta olan, yazı işleri müdü­
rü Briget Jardin tarafından yazılmış bir not vardı.

381
Lauren VVeisberger

Andrea, canım, bize katılmış olduğun için çok mutluyuz! Paris’teki


harcamaların için gerekebilecek eurolar zarfta. Mösyö Renaud ile
konuştum ve Miranda için yirmi dört saat telefonun ucunda olacak.
Aşağıda onun iş ve özel numaralarını, ayrıca otel müdürünün, fitness
uzmanının, ulaşım direktörünün ve elbette genel müdürün numarala­
rı var. Hepsi de Miranda’nın şovlar boyunca burada kalmasına alı­
şık ve bir sorun olmayacak. Elbette bana da işten, gerekirse cep tele­
fonumdan, ev telefonumdan, faksla veya çağrı cihazıyla ulaşabilirsin
gerektiğinde. Eğer cumartesi gecesi büyük partiden önce görüşemez­
sek, orada görüşmek için sabırsızlanıyorum. Sevgiler. Briget.

Runvvay başlıklı bir kâğıt katlı olarak paraların altına yerleştirilmişti


ve kâğıtta neredeyse yüz kadar telefon numarası vardı. Şık bir çiçekçiden
operatör doktorlara kadar, Paris’te ihtiyaç duyulabilecek her şey ve herkes
vardı listede. Bu isim ve telefonlar, Miranda için hazırlamış olduğum se­
yahat programının ekinde de vardı, bu bilgileri Briget her gün yeniden
kontrol edip bana fakslamıştı. Böylece, Miranda’nın bahar şovları gezisin­
de, en küçük bir beklenmedik aksaklığın (üçüncü dünya savaşının çıkma­
sı dışında) yaratabileceği stres, endişe ve gerilimi önlemeye çalışmıştık.
“Çok teşekkür ederim Stephan. Bu çok işe yaradı.” Ona vermek için
desteden bir miktar para ayırdım ama o saygılı bir biçimde görmezden gel­
di ve kendini koridora attı. Biıkaç saniye öncekine göre korkusunun çok
azalmış olduğunu görüp mutlu olmuştum.
Bir şekilde istediği kişileri bulmayı başardım ve birkaç dakikalığına
başımı yastığa koyma fırsatım olabileceğini düşündüm ama gözlerimi ka­
par kapamaz telefon çalmaya başladı.
“Ahn-dre-ah, derhal odama gel,” diye haykırdı suratıma telefonu
çarpmadan önce.

382
Şeytan Marka Giyer

“Evet, tabi Miranda, böyle kibarca söylediğin için çok teşekkür ede­
rim. Bu benim için bir zevk olacak,” diye kendi kendime söylendim. Uçuş­
tan perişan olmuş bedenimi yataktan kazıdım ve benim odamdan onunki­
ne geçen halı kaplı koridorda tökezlenmeden yürümeye çalıştım. Kapıyı
vurduğumda yine bir hizmetçi açtı.
“Ahn-dre-ah! Briget’in asistanlarından biri aradı şimdi ve bugünkü
uzun kahvaltıda yapacağım konuşmanın ne kadar süreceğini sordu.” Bir
yandan da, bizim ofisten birinin, (muhtemelen Miranda’nın ofisine girebil­
me ayrıcalığı olan Allison’un) fakslamış olduğu Women’s Daily Wear say­
falarım karıştırıyordu ve çok güzel iki adam da onun saçı ve makyajı ile
uğraşmaktaydı. Yanındaki antika sehpada da bir tabak peynir duruyordu.
Konuşma mı? Ne konuşması? Bugünün programında, şovlar arasın­
da sadece bir tür kısa bir ödül yemeği görünüyordu ve Miranda bu süreyi
her zamanki gibi on beş dakikalık bir kaçamak yaparak geçirmeyi planlı­
yordu.
“Özür dilerim. Konuşma mı dedin?”
“Öyle dedim.” Elindeki gazeteyi dikkatle kapadı, sakin bir şekilde
ikiye katladı ve birden öfkeyle yere fırlattı ve o an önünde diz çökmüş olan
adamı sıyırarak düştü gazete. “Bugünkü kısa yemekte saçma sapan bir
ödül alacağım hakkında neden hiçbir lanet olası fikrim yok benim?” diye
tısladı. Yüzü daha önce hiç görmediğim bir kin ve nefretle çarpılmıştı. Öf­
ke? Kesinlikle. Hoşnutsuzluk? Daima. Rahatsızlık, asabiyet, genel mut­
suzluk hali? Elbette, her günün her dakikası boyunca. Ama onu hiç bu ka­
dar açıkça ve bu kadar çok kızgın görmemiştim.
“Şey Miranda, çok özür dilerim ama bugünkü aktivite için Briget’in
ofisi senden katılıp katılmayacağınla ilgili cevap istemişti ve onlar asla...”
“Konuşma. Bana böyle hazır cevaplar vermeyi derhal kes! Bana sü­
rekli mazeretler ileri sürüyorsun. Sen benim asistanımsın, sen Paris’teki iş­

383
Lauren Weisberger

lerle görevlendirmiş olduğum kişisin, sen benim bu tür şeylerden daima


haberdar olmamı sağlamak zorunda olan insansın.” Artık neredeyse bağı­
rıyordu. Makyaj yapan adamlardan biri yumuşak bir biçimde, İngilizce
olarak, yalnız kalmak isteyip istemeyeceğimizi sordu ama Miranda ona al­
dırmadı bile. “Öğle oldu bile ve benim kırk beş dakika içinde buradan ay­
rılmam gerekiyor. Kısa, az ve öz, anlamlı ve okunaklı biçimde yazılmış bir
konuşma metnini odamda bulmak istiyorum. Bunu beceremezsen evine
dönebilirsin. Sürekli olarak. Hepsi bu kadar.”
Koridoru o topuklu ayakkabılarıma rağmen neredeyse uçarak geçtim
ve daha odama varmadan uluslararası cep telefonumu açtım. Ama ellerim
o kadar çok titriyordu ki Briget’in telefonunu tuşlayamıyordum neredeyse.
Sonuçta bir biçimde aramayı başardım ve asistanlarından biri çıktı karşı­
ma.
“Briget’i bulmam lazım!” diye haykırdım, onun adını söylerken se­
sim çatlıyordu. “Nerede o? Nerede o? Onunla konuşmam lazım. Hemen!”
Karşımdaki kız bir an şok olmanın verdiği sessizlikle bekledi. “And-
rea? Sen misin?”
“Evet benim ve Briget’e ihtiyacım var. Acil bir durum. Hangi cehen­
nemde o?”
“Şovda ama merak etme, her zaman cep telefonunu açık tutar. Otel­
de misin? Seni aratacağım.”
Birkaç saniye sonra masanın üzerindeki telefon çaldı ama bana san­
ki bir hafta geçmiş gibi gelmişti.
“Andrea,” dedi, o şarkı söyler gibi güzelim Fransız aksanıyla. “Ne ol­
du canım? Monique senin isterik bir halde olduğunu söyledi.”
“İsterik mi? Kahretsin doğru isterik bir haldeyim! Briget bunu bana
nasıl yapabildin? Bu boktan yemekle ilgili düzenlemeleri senin ofisin yap­
tı ve kimse bana onun bir ödül alacağını ve bir konuşma yapması gerekti­
ğini söylemek zahmetine katlanmadı?”

384
Şeytan Marka Giyer

“Andrea sakin ol. Eminim konuşarak...”


“Şimdi onu benim yazmam gerekiyor! Dinliyor musun beni? Bilme­
diğim bir dilde bir ödül için teşekkür konuşması yazmam gerekiyor ve bu­
nun için sadece lanet olası knk beş dakikam var. Yazamazsam ben bittim.
Ne yapacağım ben şimdi?”
‘Tamam, sakin ol. Birlikte halledeceğiz. Her şeyden önce, tören ora­
da, Ritz’deki salonlardan birinde.”
“Ne? Hangi salon?” Henüz oteli inceleme fırsatım olmamıştı ama bu­
rada öyle bir yer olmadığından emindim.
“Pardon biz Fransızcada salon diyoruz, siz ne diyorsunuz? Toplantı
odası. O yüzden de sadece aşağı inmesi gerekiyor. Ödülü veren Fransız
Moda Konseyi, Paris’te bir kuruluş, herkes burada olduğu için ödüllerini
daima şovlar sırasında verirler. Rumvay' de modaya verdiği yer nedeniyle
ödül alacak. Bu öyle, sizin deyiminizle, büyük bir iş değil, hemen hemen
bir formalite sadece.”
“Harika. En azından ne için olduğunu öğrendim. Peki tam olarak ne
yazmam gerekiyor? Sen bana söylesen ben de not alıp sonra Mösyö Rena-
ud’dan tercüme etmesini istesem olmaz mı? Tamam mı? Hadi söyle, ben
hazırım.” Sesime yeniden bir parça güven gelir gibi olmuştu ama hâlâ ka­
lemi tutmakta zorluk çekiyordum. Yorgunluk, stres ve açlık yüzünden göz­
lerimi masanın üzerindeki Ritz başlıklı kâğıtta not tutmakta bile zorlanı­
yordum.
“Andrea yine şanslısın.”
“Ah sahi mi? Ben pek de şanslı hissetmiyorum kendimi şu anda Bri-
get.”
“Bu tür şeyler daima İngilizce olarak yürütülür. Tercümeye gerek
yok. O zaman sen yazabilirsin değil mi?”

385 F : 25
Lauren Weisberger

“Evet evet yazabilirim,” diye mırıldandım ve telefonu kapadım. Mi­


randa’ya kahve almaktan daha ince işlerde yeteneğim olduğunu gösterebil­
me şansımı değerlendirmek için fazla vaktim yoktu.
Telefonu kapatıp dakikada atmış kelimeyi hızla yazmaya başlayınca
(lisede aldığım en yararlı derslerden biri, klavyede on parmak yazma der­
si olmuştu) Miranda’nın yapacağı konuşmanın sadece iki belki üç dakika
süreceğini fark ettim. Birkaç yudum Pellegrino içmek ve düşünceli birinin
mini barımın üstüne bırakmış olduğu çileklerden atıştırmak için yeterince
zamanım vardı, o arada keşke peynirli hamburger bıraknuş olsalardı, diye
düşündüm. Çantamın bir köşesine bir Twix yerleştirmiş olduğumu da ha­
tırlamıştım ama onu arayacak kadar vaktim yoktu. Emirleri alalı tam kuk
dakika olmuştu. Ve sınavı geçip geçmediğimi anlamanın zamanı gelmişti.
Miranda’nın kapısını bu kez de başka ama en az öncekiler kadar deh­
şet içinde bir hizmetçi açıp beni salona buyur etti. Aslında ayakta bekle­
mem gerekiyordu ama bir önceki günden beri üstümde olan deri pantolon
sanki sonsuza kadar bacaklarıma yapışmış gibi geldiği ve bantlı sandaletler
yüzünden sanki topuklarım ve tırnaklarım jiletle doğramyoımuş gibi hisset­
meye başladığım için, üstünde eşyalar olan bir kanepeye ilişmeye karar ver­
dim. Ama daha dizlerimi büküp popomu kanepeye değdirdiğim anda yatak
odasının kapısı açıldı ve içgüdüsel olarak ayağa fırladım yeniden.
“Konuşmam nerede?” diye sordu otomatik bir şekilde, arkasından
başka bir hizmetçi, elinde Miranda’nın takmayı unuttuğu küpe tekiyle ge­
liyordu. “Bir şeyler yazdın değil mi?” Klasik Chanel takımlarından birini
giymişti, yuvarlak yakası kürklüydü ve bir dizi kocaman inci takmıştı.
“Elbette Miranda,” dedim gururla. “Sanırım bu uygun olur.” O almak
için herhangi bir harekette bulunmadığından, ben ona doğru ilerledim ama
daha kâğıdı ona uzatamadan elimden kapıp aldı. Nefesimi tutmuş bekler­
ken, onun yazıyı okuyan gözlerinin hızına yetişemiyordum izlemek için.

386
Şeytan Marka Giyer

“Güzel. Güzel olmuş. Yer yerinden oynatacak bir şey değil ama, ye­
terli. Hadi gidelim.” Kıyafetine uygun kürklü bir Chanel çantayı alıp zin­
cir sapını omzuna taktı.
“Pardon?”
“Hadi gidelim dedim. Bu küçük salak seremoni on beş dakikaya ka­
dar başlayacak ve şansımız varsa yirmi dakika sonra da kurtulmuş olaca­
ğız. Bu tür şeylerden gerçekten nefret ediyorum.”
Tam iki kez “Biz” ve “Hadi” sözcüklerini kullandığını inkâr etmenin
hiç yolu yoktu, kesinlikle onunla gitmemi bekliyordu. Deri pantolonuma
ve sıkıca saran ceketime bir göz attım ve onları sorun etmediğini fark et­
tim (etse mutlaka haberim olurdu), öyleyse neyi sorun ediyordu ki?
“Salon” gerçekten de tam Briget’in söylediği gibi, tipik bir otel tarzı
toplantı odasıydı, birkaç düzine yemeğe uygun masa ve yerden uygun bi­
çimde yükseltilmiş sunum ekranıyla bir podyum vardı. Çeşitli görevleri
olan başka kişilerle birlikte arkadaki duvarın önünde durdum ve konsey
başkanmın sunduğu klibi seyrettim. Modanın hayatımız üzerindeki etkile­
rini anlatan, sevimsiz, sıkıcı, yaratıcılıktan uzak bir filmdi. Yanm saat bo­
yunca başka birkaç kişi daha mikrofonu ele geçirip açgözlülükle konuştu
ve daha tek bir ödül bile verilmeden bir garson ordusu salataları servis
yapmaya, kadehlere şarap koymaya başladı. Endişeyle Miranda’ya bak­
tım, gerçekten de son derece sıkılmış, rahatsız olmuş görünüyordu ve uyu­
mamak için mücadele ederek, çay servisinin arkasına saklanmaya çalıştım.
Gözlerim ne kadar süre kapalı kaldı bilmiyorum ama boyun adalelerimin
kontrolünü kaybedip, başım kendiliğinden öne düşmeye başlaıken onun
sesini duydum.
“Ahn-dre-ah! Bu saçmalık için zamanım yok,” diye yüksek sesle fı­
sıldadı, etraftaki masalardan bakanlar olmuştu. “Bana bir ödül alacağım

387
Lauren Weisberger

söylenmemişti ve buna hazır değilim. Ben gidiyorum.” Arkasını dönüp ka­


pıya doğru ilerlemeye başladı.
Topallayarak arkasından seğirttim ama omzundan tutmanın daha iyi
olacağını düşündüm. “Miranda? Miranda?” Beni açıkça duymazdan geli­
yordu. “Miranda? Lütfen Runway adına ödülü kimin almasını arzu ettiği­
ni söyler misin?” diye fısıldadım elimden geldiğince alçak sesle ama yine
de onun beni duyabileceği biçimde.
Birden döndü ve gözlerimin içine baktı doğruca. “Umurumda mı sa­
nıyorsun? Git de kendin al.” Ben bir şey söyleyemeden çekip gitti.
Aman Tanrım. Böyle bir şey yaşanıyor olamazdı. Kesinlikle az son­
ra kendi sade yatağımda uyanacak ve bütün bugünün (bütün bu lanet yılın)
korkunç bir rüya olduğunu görecektim. Bu kadın sahiden benim (ikinci
asistanın) oraya çıkıp Runway’in modaya verdiği yerle ilgili ödülü almamı
bekliyor olamazdı değil mi? Runway'den başka bilileri var mı diye umut­
la etrafıma bakındım. Böyle bir şansım yoktu. Bir koltuğa çöküp Emily’yi
mi yoksa Briget’i mi arayıp danışmahyım yoksa Miranda bu ödülü alma­
ya hiç aldırmadığına göre, ben de çekip gitmeli miyim, diye düşünmeye ça­
lıştım. Tam Briget’in ofisini aramış, telefonun açılmasını bekliyordum ki
(buraya yetişir de o lanet ödülü kendi alır diye umuyordum) “...en derin
şükranlarımızla, modaya daima ve fevkalade bir biçimde yaptığı katkılar­
dan ötürü Amerikan Rurmay' ye vermek istiyoruz. Ve dünyanın en ünlü
genel yayın müdürü, yaşayan moda ilahesi, Bayan Miranda Priestly’yi bu­
raya davet ediyoruz!” laflarını duydum.
Kalbimin durduğunu hissettiğim o anda salonda müthiş bir alkış fır­
tınası koptu.
Düşünecek, bütün bunlara sebebiyet verdiği için Briget’e küfredecek,
salonu terk ettiği ve giderken yazıyı da yanında götürdüğü için Miranda’yı
lanetleyecek ve hepsinden önce bu Tann’nın cezası işi kabul etmiş oldu­

388
Şeytan Marka Giyer

ğum için kendimden nefret edecek vaktim yoktu. Bacaklarım kendi kendi­
lerine ilerledi, sol sağ, sol sağ ve podyuma çıkan üç basamağı tırmandı ka­
zasız belasız. Herkes benim kim olduğumu anlamaya çalışırken alkışların
kesildiğini ve salonu derin bir sessizliğin kapladığını faik etmem gerekir­
di ama fark etmedim. Onun yerine nereden geldiğini bilmediğim büyük bir
güçle, gülümsemek, fazla ciddi görünüşlü başkandan plaketi almak üzere
elimi uzatmak ve onu titreyerek önüme, podyuma koymak için kendimi
zorladım. Kafamı kaldırıp bana bakan yüzlerce gözle karşılaşana kadar
(meraklı, inceleyen, şaşkın gözlerdi hepsi de) kesin olarak nefes alamayıp
oracıkta öleceğimden emindim.
Orada en çok on ya da on beş saniye kalmıştım ama sessizlik o kadar
bunaltıcıydı ki belki de ölmüşümdür, diye düşünmüştüm. Kimseden tek
kelime çıkmadı. Gümüş kakmalı tabaklar, tokuşturulan kadehler ve hatta
Miranda Priesüy’in yerinde duranın kim olduğu hakkında yanındakilerle
fısıldaşanlar olmadı. Sadece an be an beni izlediler, ta ki bana konuşmak­
tan başka bir şans bırakmayıncaya kadar. Bir saat önce yazmış olduğum
konuşmanın tek kelimesini bile anımsamıyordum, o yüzden de aklıma gel­
diği gibi konuştum.
“Merhaba,” diye başladım ve kendi sesimin kulaklarımda yankılandı­
ğım duydum. Bu ses mikrofondan mı geliyordu, yoksa kan basıncı kulak-
lanma mı vurmuştu anlayamadım ama önemi de yoktu. Tek işitebildiğim
şey sesimin kontrolsüzce titrediğiydi. “Benim adım Andrea Sachs ve ben
Mi... şey, Runway ekibinden biriyim. Ne yazık ki Miranda, şey, Bayan Pri-
estly bir an için dışan çıkmak zorunda kaldı ama bu ödülü onun adına al­
maktan mutluluk duyacağım. Tabi ki Rumvay’deki herkes adına. Teşekkür
ederim, şey...” Konseyin ya da başkanın adını hatırlayamıyordum, “...bütün
bunlara ve şey, bu büyük onura. Büyük onur duyduğumuzu söyleıken bu­
nun hepimiz için geçerli olduğunu biliyorum.” Geri zekâlı! Kekeleyip titri­

389
Lauren Weisberger

yordum ve o anda bile salondakilerin kıs kıs gülmeye başladıklarını algıla­


yacak kadar bilinçliydim. Başka tek kelime etmeden, elimden geldiğince
vakur bir biçimde podyumdan indim ve arka kapıya ulaşana kadar da pla­
keti orada unutmuş olduğumu faik etmedim. Lobide yorgunluk ve küçük
düşmüş olmaktan ötürü yıkılmışken, arkamdan bir görevli koşturup plake­
ti elime tutuşturdu. O gidene kadar bekleyip, temizlik yapan görevlilerden
birine verip atmasını istedim, adam omzunu silkerek aldı ve torbasına attı.
Orospu, diye düşündüm, onu yok etmeleri için ruhlara yalvartmaya­
cak kadar çok kızgın ve yorgundum. Telefonum çaldı ve onun aradığını
bildiğim halde zil sesini kapatıp, resepsiyondaki insanlardan birine bana
bir cin tonik gerinmesini söyledim. “Lütfen. Birini bulup getirtin. Lütfen.”
Kadın bana bir süre bakıp başını salladı. Bütün içkiyi iki koca yudumda iç­
tim ve ne istediğini anlamak için yukan yöneldim. Paris’teki ilk günümdü
ve saat daha 14.00’tü. Ölmek istiyordum. Ama bu seçeneklerimden biri
değildi ne yazık ki.

390
Şeytan Marka Giyer

Bir gecelik uykunun yerini tutması beklenen dört saatlik şahane uykum,
sabahın altısında Kari Lagerfeld’in kendinden geçmiş asistanlarından biri
tarafından kabaca sona erdirilmişti ve tam o anda Miranda’nın odasına ge­
len bütün telefonların benim odama yönlendirilmiş olduğunu da fark et­
miştim. Belli ki bütün şehir ve civar halkı Miranda’nın şovlar boyunca bu­
rada kaldığını biliyordu ve içeri girdiğim andan beri hiç durmadan telefo­
num çalıyordu. Telesekretere bırakılmış iki düzine mesaj da cabasıydı.
“Selam, benim. Miranda ne yapıyor? Her şey yolunda mı? Bir sorun
çıktı mı şu ana kadar? O nerede şimdi ve sen neden onunla değilsin?”
“Selam Em! İlgine teşekkürler. Sen nasıl oldun bu arada?”

391
Lauren Weisberger

“Ne? Ha ben iyiyim. Biraz halsizim ama iyileşiyorum. Neyse. O na­


sıl?”
“Evet, ben de iyiyim, sorduğun için sağ ol. Evet gerçekten uzun bir
uçuştu ve telefon çalmadan en fazla yirmi dakika uyuyabiliyorum, telefon­
lar hiç durmadan çalıyor ve kesileceğini de sanmıyorum. Ha! Bu arada,
Miranda’yı bekleyen ama belli ki bunu sağlamaya o kadar da önem verme­
yen insanların karşısında tamamen hazırlıksız olarak bir konuşma yaptım
(öncesinde de tamamen hazırlıksız olarak, bir konuşma metni yazmıştım).
Tam bir Tanrı’nın belası aptal durumuna döştüm ve neredeyse kalp krizi
geçiriyordum işin ortasında ama bunların dışında her şey harika.”
“Andrea! Ciddi ol! Gerçekten çok endişeleniyorum. Buna hazırlan­
mak için fazla zaman olmadı ve biliyorsun ki orada herhangi bir aksilik
olursa o beni suçlayacaktır.”
“Emily. Lütfen kişisel olarak alma ama seninle şimdi konuşamam.
Yapamam bunu.”
“Neden? Kötü bir şey mi oldu? Dünkü toplantısı nasıl geçti? Vaktin­
de katıldı mı? Gerekli her şeyin var mı orada? Düzgün ve uygun giyiniyor
musun? Unutma, sen orada Kurmay’yi temsil ediyorsun, her zaman işe bu
yönden bakman gerekir.”
“Emily kapatmam gerek şimdi.”
“Andrea! Ben ciddiyim. Bana neler yaptığını anlat.”
“Eh, bir bakalım. Bana kalan boş zamanlarımda altı yedi kez masaj,
iki kez yüz bakımı ve birkaç kez de manikür yaptırdım. Bütün bu işleri Mi­
randa ile birlikte yaptık. Çok eğlenceliydi. Benden pek bir şey istememek
için çaba harcıyor, Paris’in çok güzel bir şehir olduğunu ve tadım çıkarma­
mı, burada olduğum için şanslı olduğumu söylüyor. Yani kısacası birlikte
takılıp eğleniyoruz. Harika şaraplar içiyoruz. Alışveriş yapıyoruz. Bilirsin
işte, her zamanki şeyler.”

392
Şeytan Marka Giyer

“Andrea! Bu hiç komik değil tamam mı? Şimdi bana orada neler ol­
duğunu söyle.” Sesindeki öfkenin şiddeti arttıkça benim ruh halim bir adım
daha iyiye gidiyordu.
“Emily, sana ne anlatmam gerektiğinden pek emin değilim. Neyi
duymak istiyorsun? Şu ana kadar nasıl olduğunu mu? Bir bakalım, vakti­
min çoğunu durmadan çalan telefonlar arasında uyumayı nasıl başarabile­
ceğimi ve aynı zamanda da sabahın ikisiyle altısı arasındaki sürede, günün
geri kalan yirmi saati boyunca beni ayakta tutacak kadar gıdayı boğazım­
dan aşağı nasıl indirebileceğimi bulmaya çalışarak harcadım. Sanki oruç
tutmak zorundaymışım gibi. Yani gün boyu yemek yiyemiyorum. Evet,
gerçekten çok üzülmelisin bunları kaçırdığın için.”
Öteki hattın ışığı yanıp sönmeye başlamıştı ve Emily’yi beklemeye
aldım. Ne zaman çalsa hemen, gayrı ihtiyari aklım Alex’e gidiyordu aca­
ba arayıp her şeyin yolunda olduğunu söyler mi diye. Geldikten sonra
uluslararası cep telefonumdan iki kez aramıştım ama sanki telefon sapığıy­
mışım gibi onun sesini duyar duymaz kapatmıştım. İlk kez bu kadar uzun
süredir konuşmamıştık ve neler olduğunu anlamak istiyordum, ama bir yan­
dan da aramızda yaşanan çekişme ve suçlamalara ara vermenin hayatı çok
daha kolaylaştırdığı hissinden de kurtulamıyordum.
“Ahn-dre-ah, Lucia’nın ne zaman gelmiş olması gerekiyor?”
“Ah merhaba Miranda. Bir saniye onun programına bakayım. İşte
burada. Bir bakayım, burada Stockholm’deki çekimden doğruca buraya
uçacağı yazıyor. Otelde olmalı şu an.”
“Bağla bana.”
‘Tabi Miranda, bir saniye lütfen.”
Onu beklemeye alıp tekrar Emily’ye döndüm. “Hatta o var, bekle bi­
raz.”
“Miranda? Lucia’mn numarasını buldum, bağlıyorum şimdi.”

393
Lauren Weisberger

“Bekle, Ahn-dre-ah. Yirmi dakikaya kadar otelden çıkıyorum ve bü­


tün gün burada olmayacağım. Dönmeden önce biraz fulara ihtiyacım ola­
cak ve yeni bir şefe. En az on yıl ve daha çok da Fransız restoranlarında
çalışmış biri olmalı ve haftada dört gece evdeki aile yemeklerinde çalışma­
ya ve ayda iki kez de yemekli partiler için gelmeye müsait olmalı. Şimdi
Lucia’yı bağla.”
Miranda’nın Paris’ten ona New York’ta bir aşçı bulmamı istemesin­
deki tuhaflığa takılmak yerine, onun otelden, hem de yanında ben olmadan
gidiyor olmasından ve üstelik bütün gün dönmeyeceğinden başka bir şey
düşünemiyordum o an. Tekrar Emily’yi alıp ona, Miranda’nın yeni bir şef
istediğini söyledim.
“Bununla ben ilgileneceğim Andy,” diye buyurdu iki öksürük arasın­
da. “Önce ben bir ön eleme yapacağım, sonra sen elediklerimle görüşme
yaparsın. Sadece Miranda, onları görmek için buraya dönmeyi beklemeyi
mi yeğliyor yoksa birkaç tanesi için uçak ayarlamanı ve hemen orada gör­
meyi mi, onu öğren, tamam mı?”
“Ciddi olamazsın.”
‘Tabi ki ciddiyim. Cara’yı geçen yıl Marbella’dayken tutmuştu. Ön­
ceki dadı aniden işi bırakınca, elediğim son üç kişiyi oraya yollamamı is­
temişti. Sen öğren sadece tamam mı?”
‘Tamam,” diye mırıldandım. “Ve teşekkürler.”
Masajlardan söz ederken canım istemişti, kendime bir masaj rezer­
vasyonu yaptırmaya karar verdim. Geceye kadar boş seans yoktu o yüzden
ben de oda servisini arayıp kendime zengin bir kahvaltı ısmarladım. Kah­
valtım geldiğinde o tüylü bornozlardan birine sarınıp, takım olan terlikleri
de ayağıma geçirmiş ve kendimi omlet, çörekler, kekler, müsliler, patates
ve kreplerden oluşacak bayrama tam anlamıyla hazırlamıştım. Bütün yiye­
cekleri mideme indirip iki fincan da çay içtikten sonra bir gün önce pek de
uyuma fırsatı bulamamış olduğum yatağa geri döndüm ve o kadar çabuk

394
Şeytan Marka Giyer

uykum geldi ki acaba biri portakal suyuma uyku ilacı mı karıştırdı diye dü­
şündüm dalmadan önce.
Çok şükür sakince geçen günün sonuna bir de masaj eklenince ken­
dimden geçmiştim. Benim için başkaları çalışıyordu ve Miranda sadece bir
kez (bir tek!) aramıştı, o da ertesi günün öğle yemeği rezervasyonunu yap­
tırmam için. O kadar da kötü değil, diye düşündüm kadının güçlü elleri tu­
tulmuş boyun adalelerimi ovuştururken. Hiç de fena bir ayrıcalık sayıl­
mazdı doğrusu. Ama tam biraz rahatladım derken, isteksizce yanıma almış
olduğum cep telefonu ısrarla çalmaya başladı.
“Alo,” dedim canlı bir sesle, sanki çıplak olarak, üzerimde sadece bir
havluyla, yağlı ve yan uyuklar vaziyette uzanmakta değilmişim gibi.
“Ahn-dre-ah. Benim makyaj ve saç randevularımı erkene al ve Un-
garo’culara söyle bu gece yapamayacağım. Onun yerinde küçük bir kok­
teyl partiye katılacağım ve senin de benimle gelmeni istiyorum. Bir saat
içinde çıkmaya hazır ol.”
“Şey tabi, ah, tabi,” diye kekeledim, gerçekten onunla bir yere gide­
cek olma meselesini sindirmeye çalışıyordum. Bir anda önceki günden
(son anda haberim olmuştu onunla bir yere gideceğimden) alıntılar uçuştu
beynimde ve buz gibi olduğumu hissettim. Kadına teşekkür edip, ilk on
dakikada kesmek zorunda kalmama rağmen tüm ücreti oda hesabıma ek­
lettim ve bu en son pürüzleri nasıl bir manevrayla adatacağımı bulmak
üzere yukarı koştum. Vakit geçmeye başlamıştı bile. Hızla.
Birkaç dakika içinde Miranda’nın saçıyla ve makyajıyla ilgilenen in­
sanları (maalesef benimle başka biri ilgileniyordu, ben asık suradı bir ka­
dının eline düşmüştüm ve beni ilk gördüğü an yüzünde beliren ümitsiz ifa­
deyi hâlâ unutamıyordum, oysa Miranda ile ilgilenen homoseksüel çocuk­
lar sanki Maxim’in sayfalarından fırlamış gibiydiler) bulup, randevu saati­
ni değiştirdim.

395
Lauren Weisberger

“Sorun değil,” dedi Julien cırtlak sesiyle ve yoğun Fransız aksanıyla.


“Oraya, nasıl diyorsunuz, ziller çalarak, geliriz! Biz zaten belki değişik za­
manlarda bize ihtiyacı olur Madam Priestly’in, diye bütün programımızı
boşaltmıştık bu hafta için!”
Tekrar Briget’i aradım ve ondan da Ungaro’dakilerle konuşmasını ve
o işi halletmesini istedim. Gardırobun yolunu tutma zamanı gelmişti. Be­
nim için hazırlanmış olan kıyafet çizinden kitabı masanın üzerinde acil
durumlar için bekliyordu. Başlıklara ve alt başlıklara bir göz gezdirip, bir
anlam çıkarmaya çalıştım.

Şovlar:
1. Gündüz
2. Gece
Yemekler:
1. Kahvaltılı toplantılar
2. Öğle yemekleri
A. Normal (otel ya da restoran)
B. Resmi (Ritz’deki Espadon Salonu)
3. Akşam yemekleri
A. Normal (restoran, oda servisi)
B. Orta düzey (şık restoran, normal yemekli partiler)
C. Resmi (Le Grand Vefour restoran, resmi yemekli
partiler)
Partiler:
1. Normal (şampanyalı kahvaltılar, akşamüzeri çaylan)
2. Havalı (çok önemli olmayan kişilerle kokteyl partiler,
kitap partileri, içki sohbetleri)
3. Şık giyimli (önemli kişilerle kokteyl partiler, müze ve­
ya galerilerdeki etkinlikler, yaratıcı ekiple şov sonrası
partiler)

396
Şeytan Marka Giyer

Çeşitli:
1. Havaalanına gidip gelirken
2. Sportif faaliyetler (dersler, turnuvalar vs.)
3. Alışveriş gezileri
4. Çeşitli işle ilgili faaliyetler
A. Moda salonlarına giderken
B. Üst düzey mağaza ve butiklere giderken
C. Yerel yiyecek mağazalarına veya sağlık ve güzellik
yardımları için

Partiye katılacak kişilerin önemli mi önemsiz mi olduğunun tarafım­


dan bilinmediği durumlar için hiçbir öneri yoktu ama. Burada çok önemli
bir hata yapma ihtimalim olduğu açıktı. Tamam, partiler başlığı altına gi­
riyordu şimdiki durum ama sonrası o kadar net ve açık değildi. Bu parti
acaba 2 numaralı gruba mı giriyordu ve şık giyinmem yeterli olacaktı, yok­
sa 3 numaralı gruba giriyordu ve çok daha şık mı giyinmeliydim? “Belirsiz
durumlar için” diye bir başlık yoktu. Ama son derece yardımsever biri, el­
le bir son dakika notu eklemişti içindekiler sayfasının sonuna. Kuşkun var­
sa (aslında asla olmaması gerekir) kendini bir üst duruma değil, bir alt du­
ruma uydurman daha makul olur. Tamam o zaman, benim durumumda ka­
tegori: parti, alt kategori: havalı olmalıydı. Lucia’nın bu tanım için hazır­
lamış olduğu altı çizimin bulunduğu sayfalan çevirdim ve hangisinin daha
az korkunç görüneceğine karar vermeye çalıştım.
Kuş tüyleriyle kaplı, askısız bluzlardan dizüstü rugan çizmelere ka­
dar çeşitli şeyler arasında utanç verici bir gezintiden sonra, otuz üçüncü
sayfada karar kıldım. Roberto Cavalli imzalı, dökük kumaştan bir yamalı
etek, bir mini tişört ve D&C marka, siyah, şık bir motosikletçi çizmesi seç­
miştim. Seksi, şık, havalı ama abartılı olmayan ve beni bir devekuşu veya
seksenlerden kalma biri ya da bir fahişe gibi göstermeyecek bir kıyafet ol­

397
Lauren Weisberger

muştu. Daha başka ne isteyebilirdi ki insan? Tam uygun bir çanta seçme­
ye çalışırken saçımı ve makyajımı yapacak olan kadın geldi ve kaşlarını
çatıp, onaylamaz hareketler yaparak, ona göründüğümün hiç olmazsa ya­
nsı kadar korkunç bir hale sokmaya başladı kendince beni.
“Şey, acaba belki gözkapaklanma sürdüğünüz şeyi birazcık hafifle­
tebilirsiniz?” dedim çekinerek, onun emeğine saygısızlık etmiş olmak iste­
miyordum. Aslında belki de kendim yapsam daha başanlı bir sonuç elde
edebilirdim ne de olsa NASA’dakilerin bile uzay roketi yapmak için elle­
rinde benimki kadar malzeme ve tarif olamazdı. Ama Makyaj Gestapo’su,
hoşlansam da hoşlanmasam da tam vaktinde çıkıp geliyordu işte.
“Hayır,” diye hırladı, belli ki benim kadar hassas olmaya çalışmıyor­
du. “Böyle daha iyi görünüyor.”
Kirpik diplerime de koyu, kalın bir boya sürdükten sonra geldiği gi­
bi çabucak gitti, çantamı kaptım (timsah derisi, Gucci bovvling çantası) ve
hareket saatimizden on beş dakika önce lobiye indim, böylece şoförün ha­
zır olup olmadığını bir kez daha kontrol edebilecektim. Tam Renaud ile,
acaba Miranda benimle konuşmak zorunda kalmamak veya daha da önem­
lisi, arka koltuğu asistanıyla paylaşmamak için ikimizin ayrı arabalarla git­
mesini mi tercih eder diye tartışırken o da göründü. Beni baştan aşağı ağır
ağır süzdü ve tamamıyla ifadesiz ve ilgisiz bir varlık gösterdi. Geçmiştim!
Runvvay’de çalışmaya başladığımdan bu yana ilk kez iğrenerek bakmamış­
tı ya da en azından iğneli bir laf etmemişti bana. Bunu ancak New York
moda editörlerinin A takımı, Parizyen makyaj ve saç uzmanlarından olu­
şan bir grupla dünyanın en zevkli ve en pahalı kıyafetlerinden oluşan seç­
me bir koleksiyon başarabilmişti.
“Araba burada mı Ahn-dre-ah?” Kısa, büzgülü, kadife kokteyl elbi­
sesinin içinde çok çarpıcı görünüyordu.
“Evet Bayan Priestly, buradan lütfen,” diye Mösye Renaud araya gir­
di kibarca ve herhalde yine şovlar için orada bulunan Amerikalı diğer mo­

398
Şeytan Marka Giyer

da editörlerinin oluşturduğu bir grubu geçerek önümüze düştü. Biz geçer­


ken, oldukça neşeli ve rahat görünen grupta saygılı bir sessizlik oluştu. Mi­
randa, benim iki adım önümden gidiyordu, ince, çarpıcı ve çok ama çok
mutsuz görünüyordu. Benden yaklaşık on dört on beş santim daha kısa ol­
duğu halde ona yetişebilmek için adeta koşmam gerekmişti ve o bana eee...
Ne cehenneme orada dikiliyorsun bakışı fırlatıncaya kadar onun arkasında
limuzinin kapısında dikilip kalmıştım.
Çok şükür şoför gideceğimiz yeri biliyor gibiydi, çünkü son bir saati­
mi bana, hiç bilmediğim bu kokteyl partinin nerede yapıldığını soracak di­
ye paranoya krizleri içinde geçirmiştim. Bana doğru döndü ama hiçbir şey
söylemedi, onun yerine cep telefonundan BKSD ile sohbet etmeyi tercih
etti. Tekrar tekrar, onun cumartesi gecesi büyük partiden önce erken gele­
ceğini ve üstünü değiştirdikten sonra birer içki içmeye vakitleri olacağını
umut ettiğini söylüyordu. Kendi şirketinin özel jetiyle gelecekti ve Camii­
ne ile Cassidy’yi getirip getirmeyeceğini tartışıyorlardı bir yandan da. Çün­
kü pazartesi gününe kadar kalacaktı o da ve Miranda kızların okulu bir gün
bile kaçırmalarını istemiyordu. Saint Germain Bulvan’nda iki katlı bir evin
önünde durduğumuzda ben hâlâ bütün gece ne yapmam gerektiğini çöze­
bilmiş değildim. Genellikle ne Emily’ye, ne bana, ne diğerlerine başkala­
rının önünde pek kötü davranmazdı, aslında bu da onun diğer zamanlarda
yaptıklarını bilinçli olarak yaptığını gösteriyordu. O yüzden de, eğer ger­
çekten benden içkisini getirmemi veya telefonla bililerini bulmamı ya da
oradayken bazı kum temizleme işleri yaptırtmamı istemeyecekse, ben ne
yapacaktım orada?
“Ahn-dre-ah, bu partiyi Paris’te yaşarken arkadaşlık etmiş olduğum
bir çift veriyor. Oğullarıyla tanıştırmam için bir asistan getirmemi rica et­
tiler, çünkü bu tür faaliyetleri biraz sıkıcı buluyormuş kendisi. Eminim siz
ikiniz iyi anlaşacaksınız.” Şoför kapısını açana kadar bekledi, sonra hafif,
bağcıksız, kusursuz Jimmy Choo’ları ile zarif bir biçimde kaldırıma adım

399
Lauren Weisberger

attı. Daha ben kendi kapımı açamadan o üç basamak merdiveni çıkmış,


paltosunu, belli ki kendisi için beklemekte olan uşağa vermişti bile. Yumu­
şak deri koltukta bir dakika daha kalıp, büyük bir soğukkanlılıkla vermiş
olduğu bu son bilgiyi sindirmeye çalıştım. Bütün bu saçlar, makyajlar,
program değişiklikleri, kıyafet kitabının önünde panik içinde geçirilen za­
manlar, motosikletçi botları sırf gece boyunca zengin bililerinin sümüklü
oğluna bakmak için miydi? Hem de Fransız olan bir sümüklü oğlana?
Tam üç dakika boyunca kendime The New Yorker'm sadece birkaç
ay uzakta olduğunu, kölelik yılımın neredeyse bitmek üzere olduğunu ve
rüyalarımın işine kavuşabilmek için bir gece daha sıkıntıya katlanabilece-
ğimi hatırlattım. İşe yaramadı. Aniden, annemlerin kanepesinde kıvrılıp
yatmayı, annem bana mikrodalgada çay hazırlarken babamın da Scrabble
tahtasını çıkarıyor olmasını istedim. Jill ve hatta Kyle da bebek Isaac’la
birlikte ziyarete gelselerdi ve Alex’de arayıp beni sevdiğini söyleseydi.
Kimse benim eşofmanlı oluşuma ya da pedikür zamanımın epeyce geçmiş
olmasına veya koca bir çikolata yememe aldırmasaydı. Hiç kimsenin At­
lantik’in ötesinde bir yerlerde moda şovları yapıldığından haberi bile ol­
masaydı ve kazara duysalar bile hiç umurlarında olmasaydı. Ama bütün
bunlar imkânsız denecek kadar uzak görünüyordu ve benim tam şu anda
podyumlar üzerinde yaşayan ve ölen bir grup insanla mücadele etmem ge­
rekiyordu. Ayrıca bir de zırlayan, şımarık, Fransızca zırvalar anlatan bir
oğlanla.
Sonunda şık biçimde giydirilmiş ama içi adeta yan yanya boşalmış
bedenimi güçlükle limuzinden çıkarabildiğimde kapıda bekleyen bir uşak
kalmamıştı. Küçük bahçeye bakan açık bir pencereden içeride çalmakta
olan bir orkestranın nağmeleri ve güzel mum kokulan geliyordu. Derin bir
nefes alıp kapıyı çalmaya hazırlandım ve kapı aniden açıldı. Kısa hayatım
boyunca asla, ama asla bu kadar şaşırmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim:
kapıda Christian durmuş bana gülümsüyordu çünkü.

400
Şeytan Marka Giyer

“Andy, sevgilim, bunu yapabildiğine çok sevindim,” dedi ve eğilip


beni dudaklarımdan öptii, bu arada ağzımın şaşkınlıktan açık kalmış oldu­
ğunu da itiraf etmem gerek.
“Ne işin var senin burada?”
Sırıttı ve daima var olan bukleyi elinin tersiyle itti. “Benim de sana
aynı şeyi sormam gerekmiyor mu? Çünkü öyle görünüyor ki, nereye git­
sem beni takip ediyorsun, neredeyse yatmaya bile benimle geleceğini dü­
şünmeye başlayacağım.”
Daima bir hanımefendi olduğum için kızardım ve bir kahkaha attım.
“Evet öyle gibi. Aslında ben buraya konuk olarak gelmedim, ben sadece
çok iyi giyinmiş bir bebek bakıcısıyım. Miranda kendisiyle birlikte gelme­
mi istedi ve son saniyeye kadar da ev sahiplerinin veledine bakmam gerek­
tiğini söylemedi. O yüzden, kusura bakmazsan ben en iyisi gidip oğlanın
sütü ve mum boyalan yerli yerinde mi bir bakayım.”
“Ah, onun durumu gayet iyi ve kesinlikle eminim ki bu gece bebek
bakıcısından tek istediği bir başka öpücük daha.”
Ve yüzümü ellerinin arasına alıp beni bir daha öptü. İtiraz etmek, ona
burada ne haltlar döndüğünü sormak için ağzımı açtım ama o bunu istek
olarak aldı ve başparmağını ağzımın içine soktu.
“Christian!” diye alçak sesle tısladım. O an Miranda beni orada ken­
di partilerinden birinde, rasgele biriyle yakalasa anında kovar diye düşünü­
yordum. “Ne halt ediyorsun sen? Bırak geçeyim!” Kıvranıyordum gitmek
için ama o insanı korkutacak kadar tapılası bir tebessümle sırıtmayı sürdü­
rüyordu sadece.
“Andy, galiba sen pek çabuk kavrayamayacaksın ama burası benim
evim. Ev sahipleri benim annemle babam ve onlara, patronundan seni de
getirmesini istemelerini söyleyecek kadar akıllıca davrandım. Sana benim
on yaşında olduğumu o mu söyledi yoksa sen kendin mi karar verdin bu­
na?”

401 F :26
Lauren VVeisberger

“Şaka yapıyorsun. Lütfen şaka yaptığını söyle.”


“Yoo. Komik ama değil mi? Seni başka türlü yakalayamıyordum ben
de bunun işe yarayacağını düşündüm. Üvey annem ve Miranda, Miranda
Fransız Runway’d t çalışırken tanışmışlar (o fotoğrafçı ve bütün çekimle­
rini daima o yapar) ve arkadaşlık etmişler. Ben de ondan, Miranda’ya yal­
nız oğlunun çekici asistanlardan biriyle bir parça arkadaşlık etmeye itirazı
olmayacağını söylemesini istedim. Tılsım gibi işe yaradı. Hadi gel sana bir
içki alalım.” Elini hafifçe omzuma koydu ve beni salondaki meşe ağacın­
dan yapılma, büyük bara doğru yöneltti. Barda üç tane üniformalı barmen
martiniler, Scotch viskiler ve flüt kadehlerde şampanyalar sunuyorlardı.
“Bir dakika, şu işi bir netleştirelim, benim bu gece kimse için çocuk
bakıcılığı yapmam gerekmiyor öyle mi? Senin küçük kardeşin filan yok
değil mi?” Akıl alacak gibi değildi. Miranda Priestly’in bizzat kendisi ta­
rafından, bütün gece seksi ve akıllı bir yazarla sohbet etmek dışında hiçbir
sorumluluğum olmayan bir partiye getirilmiştim. Belki de beni dans ede­
rek ya da şarkı söyleyerek konuklan eğlendirmem için çağırmışlardı? Ya
da belki son anda kokteyl garsonlarından biri gelmemişti ve benim son da­
kikada bulunabilecek en uygun kişi olduğumu düşünmüşlerdi bu iş için?
Veya benim de oracıkta oturan, sıkkın ve bezgin görünen kız gibi vestiyer­
le ilgilenmemi isteyeceklerdi? Aklım bir türlü Christian’ın hikâyesini ka­
bule yanaşmıyordu.
“Aslında bu gece hiç çocuk bakıcılığı yapmayacağını söylemiyorum
çünkü senin ilgine muhtaç bir sürii planım var. Ama yine de sanırım senin
umduğundan daha iyi bir gece olacak. Beni burada bekle.” Çeneme bir
öpücük kondurup partinin kalabalığına karışarak gözden kayboldu. Parti­
ye katılanlann çoğunluğunu saygın görünüşlü eıkekler ve bir tür sanatçı
havası olan, şık, modaya uygun kadınlar oluşturuyordu. Kırklı ve ellili
yaşlarda görünüyorlardı. Sanki bankerlerle moda dünyasından insanların
bir kanşımı gibiydi, aralarında az sayıda tasarımcı, fotoğrafçı ve manken

402
Şeytan Marka Giyer

de bulunuyordu. Evin arka tarafında taş döşeli, seçkin görünümlü bir ve­
randa vardı ve bir kemancı yumuşak parçalar çalıyordu. Dışarıya bir göz
attım. Ve birden Anna Wintour’u fark ettim. Krem rengi, ipek, uçuşan el­
bisesi ve boncuklu Manolo sandaletleri ile gerçekten büyüleyici görünü­
yordu. Canlı bir şekilde, erkek arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim bir adam­
la konuşuyordu, ama dev gibi Chanel güneş gözlükleri yüzünden gülüyor
mu ağlıyor mu yoksa kayıtsız mı, anlamama imkân yoktu. Basın Anna ile
Miranda’nın antikalıklarını ve davranışlarını karşılaştırmaya bayılırdı ama
bence benim patronum kadar dayanılmaz biri daha olamazdı.
Aıkasında duran ve bizimkilerin Miranda’yı süzdüğü gibi, endişeli
ve canından bezmiş bir şekilde onu süzen kuru gürültücü takımının Vo-
gue’un editörlerinden olduklarını tahmin ettim. Onlann yanında çığlık çığ­
lığa konuşan da Donatella Versace’ydi. Ağır makyajla kalıp gibi olmuş
yüzü ve olay yaratacak kadar dar giysileriyle daha çok kendi kendisinin bir
karikatürüne benziyordu. İsviçre’ye ilk kez gittiğimde oranın EPCOT’taki
yapma kentlere benzediğini düşünmekten kendimi nasıl alamadıysam, Do-
natella’yı da canlı bir insandan çok, Saturday Night Lıve’da yer alan bir ka­
raktere benzetmiştim.
Şampanyamdan bir yudum aldım (ve aslında hiç içmeyecektim diye
düşündüm!) ve Christian tekrar görünene kadar, İtalyan bir adamla (karşı­
laştığım ilk çirkin İtalyandı) küçük bir sohbete daldım. Ateş basmış yüzüy­
le, can sıkıcı bir biçimde kadın bedenine karşı Tanrı vergisi hassasiyetini
anlatıyordu adam.
Christian, “Bir dakika benimle gelsene,” dedi ve bir kez daha beni ki­
barca kalabalığa doğru yöneltti. Üzerinde yine üniforması vardı. Mükem­
mel biçimde soldurulmuş Diesel kot pantolon, beyaz bir tişört, koyu renk
spor ceket ve Gucci mokasenler, hiç aldırmadan da modayı temsil eden ka­
labalığın içine karışmıştı.

403
Lauren Weisberger

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum, gözlerim bir yandan Miranda’yı


arıyordu ısrarla, çünkü Christian ne derse desin, o benim bir köşeye çeki­
lip seyahat programım fakslamakla veya güncelleştirmekle uğraşmamı
bekliyordu muhtemelen.
“Önce içkini tazeleyeceğiz, belki bir içki de bana alırız. Sonra da sa­
na nasıl dans edileceğini öğreteceğim.”
“Nasıl dans edileceğini bilmediğim fikrine nereden kapıldın? Ben as­
lında özel yeteneği olan bir dansçıyım.”
Elime bir başka kadeh şampanya tutuşturup beni evin konuklar için
olan salonuna sürükledi. Koyu kestane tonlarında döşenmiş muhteşem bir
yerdi ve altı kişilik bir orkestra günün moda parçalarını çalıyordu burada.
Bu salonda da yaşlan otuz beşin altında görünen biıkaç düzine insan top­
lanmıştı. Sanki bizi bekliyormuş gibi, orkestra Marvin Gaye’in “Let’s Get
It On”unu çalmaya başladı ve Christian beni kendine doğru çekti. însana
eski okul günlerini hatırlatan, eıkeksi bir kolonya kokusu vardı üstünde,
belki de Polo Sport’du. Kalçalan doğal biçimde müziğin ritmine uyuyor
ve parçayı alçak sesle kulağıma mınldanıyordu. Salonun geri kalanı silin­
miş gibiydi, dans eden başka çiftler de olduğunu, bir yerlerde birilerinin
bir şeyler için kadeh kaldırdığını hayal meyal izleyebiliyordum ama o an
aslında gözüm Christian’dan başka hiçbir şey görmüyordu. Zihnimin de­
rinliklerinden zayıf ama ısrarlı bir ses benimkine yaslanmış bu vücudun
Alex’e ait olmadığını hatırlatıyordu ama onu önemsemiyordum. Şimdi ve
bu gece sırası değildi bunun.
Oraya Miranda ile birlikte geldiğimi hatırladığımda saat sabahın bi­
rini geçiyordu. Saatlerdir onu görmemiştim ve bir an beni tamamen unu­
tup yalnız başına otele döndüğünü düşündüm. Ama sonunda kendimi güç­
lükle babasının stüdyosundaki kanepeden kaldırabildiğimde, onu büyük
bir keyifle Kari Lagerfeld ve Gwyneth Paltrow ile sohbet edeıken gördüm.
Hepsi de biıkaç saat sonra Christian Dior’un şovu için kalkmaları gerekti­

404
Şeytan Marka Giyer

ğini unutmuş gibi görünüyorlardı. O bana seslendiğinde ben de yaklaşsam


mı yaklaşmasam mı diye kararsızlık içinde duruyordum.
“Ahn-dre-ah! Buraya gel,” diye seslendi, özellikle son saatlerde gi­
derek bir şenliğe dönüşen partinin gürültülerini aşarak, neredeyse keyifli
denebilecek bir ses tonu ulaştı kulaklarıma. Birisi ışıklan iyice kısmıştı ve
partiden geri kalanlar gülümseyen barmenlerin şefkatine teık etmişlerdi
kendilerini. Şampanyanın vermiş olduğu gevşemenin etkisiyle adımı telaf­
fuz edişindeki ürkütücü vurguyu fark etmemiştim bile. O gecenin bundan
daha iyi olamayacağına inanmama rağmen, beni o ünlü arkadaşlanyla ta­
nıştırmak için çağırdığım sanmıştım.
“Efendim Miranda,” diye cıvıldadım sevgi dolu bir sesle, adeta, be-
ni-bu-harika-partiye-getirdiğin-için-teşekkür-edeıim dercesine. Benim bu­
lunduğum tarafa bile bakmadı.
“Bana bir Pellegrino getir ve sonra şoföre söyle kapının önüne gel­
sin. Gitmeye hazırım artık.” Yanındaki iki kadın ve bir adam alaylı alaylı
gülünce kıpkırmızı kesildiğimi hissettim.
“Elbette, şimdi geliyorum.” Suyu getirdim, teşekkür etmeden aldı ve
kalabalığı yararak arabayı bulmaya gittim. Christian’ın ebeveynlerini bu­
lup teşekkür etmeyi düşünmüştüm ama bunu yapmamanın daha iyi olaca­
ğına karar verdim ve doğruca kapıya yöneldim, orada kapının pervazına
dayanmış, kendinden hoşnut ve tatmin olmuş bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Ee, küçük Andy, sana iyi ev sahipliği yapabildim mi bu gece?” Bir
parça dalga geçer gibiydi ve o an pek de tapılacak biri gibi görünmedi gö­
züme.
“İdare ederdi sanırım.”
“Sadece idare eder miydi? Sanki seni bu gece yukarı çıkarsam daha
çok hoşuna gidecekmiş gibi geldi bana, ha Andy? Her şeyin sırası gelir
Andy, her şeyin sırası gelir.”

405
Lauren Weisberger

Oyun gibi hafifçe yüzüne vurdum. “Fazla ümide kapılma Christian.


Ailene benim adıma teşekkür et lütfen.” İlk kez ben önce davranıp ona
başka bir şey yapma fırsatı vermeden yanağından öptüm. “İyi geceler.”
“Bir oyunbaz!” dedi, biraz daha dalga geçer gibiydi şimdi. “Sen tam
bir küçük oyunbazsın, yüz verip sonra sırt çeviriyorsun. Bahse girerim er­
kek arkadaşın bu yönünü çok beğeniyoıdur, değil mi?” Gülümsüyordu ar­
tık ve zalim bir gülümseme değildi. Onun için bunların hepsi bir flört oyu­
nunun parçalarıydı ama Alex’e gönderme yapması beni bir dakika için cid­
di olmaya sevk etmişti. Bir dakika da, yıllardan beri, bu gecekinden daha
iyi vakit geçirmediğimi kavramama yetmişti. İçtiğim içkiler, onunla yaptı­
ğımız danslar, dans ederken omzumdaki eliyle beni göğsüne bastınşı, ken­
dimi Runway'dc çalıştığım bütün o aylar boyunca hissettiğimden çok da­
ha canlı hissetmeme neden olmuştu. Üzüntü, aşağılanma ve vücudumu ha­
rap eden yorgunluklarla dolu o aylardan. Belki Lily de bu yüzden öyle
davranıyor diye düşündüm. Erkekler, partiler, eğlence insanın genç oldu­
ğunu kavramasına ve nefes almasına neden oluyordu. Onu arayıp bunu
söylemek için sabırsızlanıyordum.
Beş dakika sonra Miranda da limuzinin arka koltuğuna, yanıma gel­
di ve bir şekilde mutlu bile görünüyor denebilirdi. Acaba sarhoş mu, diye
merak ettim ama hemen bu düşünceden vazgeçtim çünkü biıkaç yudum­
dan fazla bir şey içmiyordu, onu da sadece ortama uymak için yapıyordu.
Perrier veya Pellegrino’yu şampanyaya, kesinlikle bir milkshake veya
kahveyi cosmo’ya tercih ediyordu ve sarhoş olma şansı pek yoktu gerçek­
ten de.
Beş dakika kadar beni ertesi günün programıyla ilgili ahret sorularıy­
la sıkıştırdıktan sonra (neyse ki programın bir kopyasını çantama atmış­
tım) bana döndü ve bütün gece boyunca ilk kez yüzüme baktı.
“Emily... şey, Ahn-dre-ah, ne zamandır benimle çalışıyorsun?”

406
Şeytan Marka Giyer

Darbe beklemediğim bir yerden gelmişti ve kafam bu sorunun ardın­


da yatan asıl amacı bulacak kadar hızlı çalışamıyordu. Bana ilk kez, özne­
si ben olduğum halde, konusu, “Neden filanca şeyi yeterince hızlı faksla-
yamayan, getiremeyen ya da bulamayan lanet bir geri zekâlı olduğum,” ol­
mayan bir soru sormuştu. Daha önce yaşamımla ilgili asla bir şey sorma­
mıştı. Yaptığımız ilk iş görüşmesini de hatırlamıyorsa (ki hatırlamadığı ilk
günlerde bana tamamıyla boş bakan gözlerinden belliydi), benim nerede,
hangi üniversiteye gittiğimden, tabi gittiysem, Manhattan’ın neresinde ya­
şadığımdan, tabi herhangi bir yerinde yaşıyorsam ya da onun için koştur­
makla meşgul olmadığım birkaç saatimi ne yaparak geçirdiğimden, tabi
bir şey yapıyorsam, kesinlikle haberi yoktu. Her ne kadar bu soru içinde
bir Miranda faktörü barındırıyor olsa da, sezgilerim bana belki, ama sade­
ce belki, benim hakkımda bir sohbet amacı taşıdığım söylüyordu.
“Gelecek ay bir yıl dolacak Miranda.”
“Peki gelecekte sana yaran dokunacak biıkaç şey öğrendiğin kanısın­
da mısın?”
Beni incelemeye devam ediyordu ve hemen o anda aklıma geliveren,
yıl boyunca öğrenmiş olduğum milyonlarca şeyi sayıp dökmemek için
kendimi zor tuttum: örneğin, elimde hiçbir ipucu olmadan koca kentte bir
dükkânı ya da bir gazete yazısını nasıl bulabileceğimi, hayat tecrübeleri
benim annemle babamın toplam tecrübesinden daha fazla olan, on yaşında
iki küçük kıza nasıl yaltaklanılacağım, gerçekten istediğim bir şeyi, ger­
çekten istediğim an koparabilmek için yemek taşıyan çocuklardan, en bü­
yük yayınevlerinin yöneticilerine kadar çeşitli insanlarla, yalvararak, çığ­
lıklar atarak, ikna edip inandırarak, ağlayarak, baskı yaparak, yüzlerine gü­
lerek ya da şirinlik yaparak nasıl baş edebileceğimi ve elbette bütün bun­
ları asla “Bilemiyorum” ya da “İmkansız” sözcüklerini kullanmadan hal­
letmek zorunda olmanın baskısı altında yapabilmeyi öğrenmiştim. Eh,
eğer buna da çok öğretici bir yıl denmezse başka ne denebilirdi ki?

407
Lauren Weisberger

“Ah, tabi ki,” dedim coşkuyla. “Senin yanında çalışarak, başka bir iş­
te öğrenebileceğimden çok daha fazla şey öğrendim. Önemli bir derginin,
en önemli derginin nasıl hazırlandığını, üretim aşamasını, yapılan bir sürü
faiklı işi izlemek gerçekten de çok büyüleyici bir şeydi. Elbette, senin her
şeyi yönetişini, verdiğin kararlan gözlemlemek de öyle, çok inanılmaz bir
yıldı sahiden. Şükran duyuyorum Miranda!” Tabi haftalardır ağnyan iki
azı dişim için ve çalışmaktan dişçiye gitmeye vakit bulamayışım için de
şükran duyuyorum, ama neyse. Yeni, el yapımı Jimmy Choo’larım bu acı­
ya değebiliıdi pekâlâ da.
Bu mümkün olabilir miydi gerçekten? Ona kaçamak bir bakış fırlat­
mış ve söylediklerimi kabullenmiş göründüğünü fark etmiştim, ciddi cid­
di başım sallıyordu. “Eh, biliyorsun Ahn-dre-ah, eğer kızlarım bir yıl iyi
bir performans gösterirlerse onların bir teıfiye hazır olduklarını düşünü­
rüm.”
Kalbim duracaktı neredeyse. Sonunda oluyor muydu? Bana şimdiden
konuştuğunu ve The New Yorker’da bir iş ayarladığını mı söyleyecekti?
Benim orada çalışmak için öldüğümü bilmiyordu ama olsun. Belki dikkat
etmiş ve anlamıştı.
“Seninle ilgili kuşkularım var elbette. Hevesle çalışmadığını veya
senden bir şeyi yapmanı istediğimde bundan hoşlanmadığını gösteren iç
çekişlerini ya da yüz ifadelerini faik etmedim zannetme. Bunların henüz
yeterince olgunlaşmamış olmandan kaynaklandığını umuyonım, çünkü di­
ğer alanlarda önemli ölçüde iyi görünüyorsun. Gerçekten yapmak istediğin
şey nedir?”
Önemli ölçüde iyi! Sanki bana tanıdığı en zeki, en incelikli, en müt­
hiş, en yetenekli genç kadın olduğumu söylemiş gibi hissetmiştim. Miran­
da Priestly, bana, benim önemli ölçüde iyi olduğu söylemişti az önce!
“Eh, aslında modayı sevmediğimden değil elbette seviyorum. Zaten
kim sevmez ki?” diye hızlı hızlı konuştum onun tepkilerini de dikkatle ölç­

408
Şeytan Marka Giyer

meye çalışarak, ama tabi ki her zaman olduğu gibi pek tepki veriyormuş
gibi görünmüyordu. “Sadece hep bir yazar olmayı düşlediğim için, şey, bu
konuda gelişebileceğim bir alan olabileceğini umuyordum.”
Ellerini kucağında kavuşturmuş camdan dışarıyı seyrediyordu. Belli
ki bu kırk beş dakikalık sohbet onu sıkmaya başlamıştı bile, o yüzden de
elimi çabuk tutmam gerekiyordu. “Senin ne yazabileceğin hakkında en kü­
çük bir fikre dahi sahip değilim ama bunu anlamak için dergiye birkaç kü­
çük şey yazmana karşı da değilim. Belki bir tiyatro eleştirisi veya Olaylar
bölümü için küçük bir makale. Tabi bana karşı sorumluluklarını aksatma­
dan, sadece kendine ait zamanlarda yazman kaydıyla.”
“Tabi tabi. Bu harikulade olurdu!” Konuşuyorduk, gerçekten iletişim
kuruyorduk ve henüz aramızda “Kahvaltı” ya da “Kuru temizleme” söz­
cükleri geçmemişti. Her şey inanılmayacak kadar iyi gidiyor gibiydi ve o
yüzden, “Benim hayalim The New Yorker’da çalışmak,” deyiverdim.
Bu dikkatini çekebilmiş gibiydi ve tekrar dönüp bana baktı. “Niye
böyle bir şey istiyorsun? Orada cazip bir şey yok ki, sadece bol bol laf.”
Bunun cevap beklenmeyen sorulardan olup olmadığını anlayamadığım
için işi emniyete alıp, çenemi kapalı tuttum.
Zamanımın dolmasına yaklaşık yirmi saniye vardı, çünkü hem otele
yaklaşmaktaydık, hem de yine ilgisi sönüyordu. Cep telefonuna gelen me­
sajları kontrol ediyordu ama yine de rasgele, rahat bir tavırla, “Hmmm, The
New Yorker. Condö Nast,” demeyi becerdi. Çılgınca, hevesle başımı sallı­
yordum ama o bana bakmıyordu. “Elbette orada tanıdığım pek çok kişi
var. Bakalım bu gezinin geri kalanı nasıl geçecek, belki dönünce onlara bir
telefon ederim.”
Araba girişin önünde durdu ve yorgun görünüşlü bir Mösyö Renaud,
Miranda’nın kapısını açmak üzere eğilen bir komiyi uzaklaştırıp, kapıyı
bizzat açtı.

409
Lauren Weisberger

“Hanımefendiler! Umanm çok güzel bir gece geçirmişsinizdir,” diye


alçak sesle konuştu o arada, yorgunluğuna karşın elinden gelen çabayı
göstererek.
“Christian Dior şovuna gitmek üzere sabah dokuzda arabayı burada
hazır bulmak istiyoruz. Benim sabah sekiz buçukta lobide bir toplantım
var. Dikkat edin kimse daha önce rahatsız etmesin beni,” diye hırladı. Az
önceki insancıl tarafı buharlaşıp uçmuş gibiydi. Ben daha konuşmamızı
nasıl bitireceğimizi düşünemeden ya da en azından acaba bir parçacık da­
ha konuşur muyuz rüyasından uyanamadan o asansörlere doğru yürüdü ve
birinin içinde gözden kayboldu. Mösyö Renaud’ya anlayışlı, canından
bezmiş bir bakış atıp ben de başka bir asansöre bindim.
Yatağımın başucuna bırakılmış, gümüş bir tepsi içindeki şık çikola­
talar gecenin mükemmelliğini vurgular gibiydi. Rasgele, hiçbir beklenti­
min olmadığı bir gecede kendimi bir manken gibi hissetmiş, hayatımda
gördüğüm en seksi adamlardan biriyle vakit geçitmiş ve Miranda Priesdy
ile konuşup, ondan önemli ölçüde iyi olduğumu duymuştum. Sonunda her
şeyin yoluna girmekte olduğunu hisseder gibiydim, fedakârlıklarla geçir­
diğim bir yılın mükafatlarının ilk işaretleri gelmeye başlamıştı. Kendimi
kıyafetlerimle yatak örtülerinin üstüne atıp gözlerimi tavana diktim, Mi-
randa’ya öyle doğrudan The New Yorker’da çalışmak istediğimi söylemiş
olduğuma inanamıyordum hâlâ. Ve de bana gülmemişti. Ya da bağırma-
mıştı. Herhangi bir biçimde korkutucu bir şey yapmamıştı. Hatta alay bile
etmemiş ve Runway’de bir terfi düşünmediğim için de ters bir şey söyle­
memişti. Sanki beni dinlemiş ve anlamıştı. Anlamış ve hak vermişti. Bu
kadarını kavramak gerçekten çok güçtü.
Yavaşça soyunmaya başladım, gecenin her dakikasının tadını çıkar­
dığımdan emin olmak istiyordum. Christian’ın beni odadan odaya götürü­
şünü, dans edişimizi, inatçı buklesiyle savaşırken bana bakışlarını, gerçek­
ten istediğim tek şeyin yazmak olduğunu söylediğimde Miranda’nın belli

410
Şeytan M arka Giyer

belirsiz başını sallayışını tekrar tekrar zihnimden geçiriyordum. Gerçekten


de mükemmel bir gece olduğunu söylemem gerekiyordu, son zamanlarda
yaşadıklarımın en muhteşemiydi. Paris saatine göre neredeyse sabahın Uç
buçuğu olmuştu ve bu da New York’ta dokuz buçuk demekti, yani gece dı­
şarı çıkmadan Lily’yi yakalamak için uygun bir zaman. Tam numarayı çe­
virmek üzereyken, mesaj olduğunu gösteren ışığın yanıp söndüğünü fark
ettim ve sevinçle koşup Ritz kâğıtlarından birini aldım not tutmak için.
Gerçi bir sürü münasebetsiz insandan çeşitli münasebetsiz mesajlar da ge­
liyordu durmadan ama kimse benim bu Cinderella’vari gecemi elimden ala­
mazdı.
tik üç mesaj Mösyö Reanud ve onun asistanlanndandı, ertesi günün
çeşitli şoförlerini ve randevularını teyit ediyorlardı, her seferinde de benim
bir köle değil insan olduğumu hatırlayarak iyi geceler dilemeyi ihmal et­
memişlerdi, buna çok sevinmiştim. Üçüncü ile dördüncü mesajın arasında
kendimi Alex’ten bir mesaj gelmiş olmasım hem ister, hem de istemez bul­
dum. Sonuçta dördüncü mesajın ondan geldiğini anlayınca hem sevindim,
hem de endişelendim.
“Selam Andy, benim. Alex. Dinle, seni oralarda rahatsız ettiğim için
çok üzgünüm, eminim aşın derecede meşgulsün ama seninle konuşmaya
ihtiyacım var. O yüzden lütfen bu mesajı alır almaz beni cep telefonumdan
ara. Ne kadar geç olursa olsun hiç önemli değil, ama mutlaka ara tamam
mı? Şey, tamam, hoşça kal.”
Beni sevdiğine, özlediğine ya da hasretle beklediğine dair hiçbir şey
söylememiş olması tuhafıma gitmişti ama insanlar “Bir ara vermeye” ka­
rar verince, bütün bunlann da “Uygunsuz sözler” kategorisine girdiğini
tahmin ettim. Sil tuşuna bastım ve daha ziyade “Keyfi” olarak, onun sesin­
de bir aciliyet belirtisi olmadığına ve yarına kadar bekleyebileceğine karar
verdim. Böyle harika bir geceden sonra, sabahın üç buçuğunda “İlişkimi­
zin durumu” konulu bir konuşma yapamayacaktım.

411
Lauren Weisberger

Sonraki ve son mesaj annemdendi ve o da biraz tuhaf ve muğlaktı.


“Selam tatlım, ben annen. Burada saat sekiz civan, orada kaç oluyor
bilmiyorum. Dinle, acil bir durum yok (her şey yolunda) ama bu mesajı al­
dığın zaman beni ararsan çok iyi olur. Erken yatmayacağız o yüzden her­
hangi bir vakitte arayabilirsin ama bu gece olması kesinlikle yann olma­
sından daha iyi. ikimiz de çok iyi vakit geçirdiğini umuyoruz ve seninle
sonra konuşacağız. Seni seviyorum!”
Bu gerçekten çok garipti. Hem Alex, hem annem beni Paris’ten ara­
mışlardı ve her ikisi de saat kaç olursa olsun onlan aramamı istemişlerdi.
Annemle babamın Letterman’ın açılış konuşmasını bile geç bir vakitte di­
ye tanımladıkları düşünülecek olursa, kötü bir şeyler olmuş olmalıydı.
Ama öte yandan ikisinin de sesi korkmuş ya da paniklemiş gibi gelmiyor­
du. Belki de en iyisi Ritz’in sunduğu ürünleri kullanarak bol köpüklü bir
banyo yapmak ve yavaş yavaş herkesi aramak için gerekli enerjiyi topla­
mak olacaktı. Gecem, annemle üzücü konulardan veya Alex’le “Nerede
kalmıştık” başlıkla konulardan konuşarak harap edilemeyecek kadar güzel
geçmişti.
Küvetim, tam Paris Ritz’in Coco Chanel süitinin ek süitine layık ola­
cak biçimde sıcak ve lükstü. Birkaç dakika da tuvalet çantasındaki güzel
kokulu nemlendiricilerden birini bütün vücuduma sürmekle geçti. Sonun­
da hayatımda kullandığım en tüylü bornoza sannıp telefonun başına otur­
dum. Hiç düşünmeden önce annemi aradım, ki sanırım bu bir hataydı, mer­
haba derken bile sesi ciddi biçimde stresli geliyordu.
“Selam benim. Her şey yolunda mı? Sizi aslında yann arayacaktım,
burada bir koşturmacadır gidiyor çünkü. Ama bu gece başıma gelene ina­
namayacaksın!” Onlara Alex meselesini tam olarak anlatmak istemediğim
için Christian’la geçirdiğim romantik zamanlardan da söz edecek değildim
tabi, ama ikisinin de Miranda’nın The New Yorker’âa. çalışma isteğime
olumlu baktığını duyunca çok sevineceğini biliyordum.

412
Şeytan Marka Giyer

‘Tatlım, seni bölmek istemiyorum ama bir şey oldu. Bugün hani şu
Yetmiş Yedinci Sokak’taki Lenox Hill Hastanesi’nden bir telefon geldi,
sanırım, yani öyle görünüyor ki Lily bir kaza geçirmiş.”
Belki bu dilimizin en çok tekrarlanan klişelerinden biri ama, bir an
için kalbim durdu sanki. “Ne? Ne diyorsun? Nasıl bir kaza?”
O çoktan endişeli anne moduna geçmişti bile ve belli ki sesini kont­
rol altında tutmaya çalışıyordu. Mutlaka babamın önerisini dinleyerek sa­
kin ve kontrollü bir biçimde, mantıklı sözlerle konuşuyordu. “Bir araba ka­
zası tatlım. Oldukça ciddi bir şey sanırım. Arabayı Lily kütlanıyormuş
(söylediklerine göre arabada okuldan bir de çocuk varmış) ve tek yönlü bir
yola girmiş yanlışlıkla. Şehir içinde doksan kilometre hızla bir taksiye
çarpmış önden. Konuştuğum polis memuru hayatta kalmış olmasının bir
mucize olduğunu söyledi.”
“Anlamıyorum. Ne zaman olmuş bu? Peki iyileşecek miymiş?” Bo-
ğulurcasına ağlıyordum o arada, çünkü annem soğukkanlılığını korumaya
çalıştıkça, dikkatle seçtiği kelimelerden olayın büyüklüğünü daha iyi kav­
rıyordum. “Anne Lily nerede şu an ve iyileşecek mi?”
O ana kadar annemin de sessizce ağlamakta olduğunu fark etmemiş­
tim. “Andy, babanı veriyorum. Doktorlarla en son o konuştu. Seni seviyo­
rum canım.” Son kısmı söylerken sesi iyice kısılmıştı.
“Merhaba tatlım. Nasılsın? Sana böyle bir haber verdiğimiz için çok
üzgünüm.” Babamın sesi sıcak ve yatıştırıcıydı ve bir an her şeyin düzele­
ceği hissine kapıldım. Söylediğine göre bir bacağı ve bir veya iki kaburga
kemiği kırılmıştı, ayrıca yüzünde de iyi bir estetik ameliyatla düzelebile­
cek yaralar vardı. Ama iyileşecekti.
“Baba bana lütfen ne olduğunu anlatır mısın? Annemin dediğine gö­
re Lily araba kütlanıyormuş ve hızla bir taksiye çarpmış? Anlamıyorum.
Bütün bunlar hiç anlamlı gelmiyor. Lily’nin arabası yok ve araba kullan­
maktan nefret eder. Asla Manhattan’da dolaşmaz. Siz bütün bunları nasıl

413
Lauren Weisberger

duyup öğrendiniz? Kim aradı sizi? Ve onun nesi var?” Yine kendimi nere­
deyse isterik bir hale getirmiştim ama babamın sesi bir kez daha her şeye
hâkim ve rahatlatıcıydı.
“Derin bir nefes al, sana her şeyi anlatacağım şimdi. Kaza dün olmuş,
ama biz ancak bugün öğrendik.”
“Dün mü? Nasıl olur da bana kimse bir şey söylemez? Dün ha?”
“Tatlım sana haber vermeye çalışmışlar. Doktorun dediğine göre
ajandasının başındaki bilgi formunda seni acil durumlarda aranacak kişi
olarak göstermiş, büyükannesi pek bir şey yapamayacağı için. Neyse, sa­
nırım hastaneden senin evini ve cep telefonunu aradılar ama elbette sen
ikisini de kontrol etmiyordun. Yirmi dört saat içinde kimse telefon etme­
diği ve gelmediği için tekrar ajandasına bakmışlar ve seninle soy adlanmı-
zın aynı olduğunu fark etmişler. Sonunda hastaneden burayı arayıp sana
nasıl ulaşabileceklerini sordular. Annenle ben nerede kaldığım hatırlaya­
madığımız için Alex’i aradık otelin adını sormak üzere.”
“Aman Tanrım, bir gün önce. Bütün o süre boyunca yapayalnız mıy­
mış? Hâlâ hastanede mi?” Sorulan yeterince hızlı soramıyordum ama hâ­
lâ pek bir cevap alamamışım gibi hissetırteye devam ediyordum. Tek emin
olduğum şey Lily’nin beni hayatındaki birinci öncelikli kişi saydığı idi.
Her zaman acil durumlar için kontak listeleri yazılırdı ama kimse bunu
ciddiye almazdı pek. Bu durumda onun bana gerçekten ihtiyacı olmuştu
(zaten başka kimsesi de yoktu aslında) ve ben bulunamamıştım. Boğulma
duygum geçmişti ama hâlâ yaşlar yanaklarımdan yakıcı, öfkeli çizgiler ha­
linde inmeye devam ediyordu ve boğazıma kocaman bir taş oturmuş gibiy­
di.
“Evet hâlâ hastanede. Seninle çok açık konuşacağım Andy. Onun iyi­
leşeceğinden tam anlamıyla emin değiliz.”
“Ne? Ne diyorsun? Acaba biri bana somut bir şey söyleyebilir mi ar­
tık?”

414
Şeytan Marka Giyer

“Tatlım, doktoruyla tam altı kere konuştum ve onun çok iyi bakıl­
makta olduğundan tamamıyla eminim. Ama Lily komada canım. Şimdi,
doktor bana...”
“Koma mı? Lily komada mı?” Artık başka bir şeyi kavrayamıyor­
dum, zihnim kelimeleri algılamayı reddediyordu.
‘Tatlım soğukkanlı olmaya gayret et. Biliyorum bu seni şok etti ve
bunu telefonda söylemekten nefret ediyorum. Önce sana hiçbir şey söyle­
memeyi düşündük ama dönmene daha üç dört gün var ve bilmeye hakkın
olduğuna karar verdik. Ama şunu da bil ki annen ve ben Lily’nin en iyi ba­
kımı görmesi için elimizden geleni yapıyoruz. O her zaman bizim kızımız
gibi olmuştur, bunu biliyorsun, yani yalnız olmayacak.”
“Aman Tanrım, ben oraya dönmeliyim. Baba ben eve dönmeliyim!
Benden başka hiç kimsesi yok ve ben Adantik’in öbür yakasındayım. Ama
o lanet parti öbür gece ve beni buraya getirmesinin tek nedeni o, eğer ora­
da olmazsam beni kesinlikle kovar. Düşünmeliyim! Düşünmem gerek!”
“Andy, burada epey geç oldu. Sanırım yapılacak en iyi şey biraz uyu­
man, her şeyi iyice düşünmek için biraz zaman ver kendine. Tabi ki hemen
buraya gelmek istiyorsun biliyorum çünkü sen böyle bir insansm ama unut­
ma ki Lily’nin bilinci yerinde değil şu anda. Doktoru bana önümüzdeki
kırk sekiz saatle yetmiş iki saat arasında adatma şansının çok yüksek oldu­
ğunu söyledi ama tabi ki hiçbir şey kesin değil,” diye yumuşakça ekledi.
“Komadan çıkınca ne olacak? Beyin haşan veya belki de felç mi?
Tanrım buna dayanamam.”
“Henüz bilmiyorlar. Yalnız bacaklannın ve ayaklarının uyanlara ce­
vap verdiğini söylediler, yani bu felç olmadığım gösteren iyi bir belirti.
Ama başında pek çok travma izi var ve komadan çıkana kadar hiçbir şey­
den emin olmak mümkün değil. Beklemek zorundayız.”
Ben birdenbire telefonu kapatıncaya kadar birkaç dakika daha konuş­
tuk ve sonra hemen Alex’in cep telefonunu aradım.

415
Lauren Weisberger

“Selam benim. Onu gördün mü?” Selamsız sabahsız lafa girmiştim,


şu anda bir mini Miranda’ydım adeta.
“Andy selam, demek biliyorsun?”
“Evet, annemlerle konuştum az önce. Onu gördün mü?”
“Evet, şu an hastanedeyim. Ziyaret saati olmadığı için ve ben de ai­
lesinden olmadığım için odasına bırakmıyorlar ama belki uyanır diye bu­
rada olmak istedim.” Sesi çok çok uzaklardaymış gibi geliyordu, tamamıy­
la kendi düşüncelerine gömülmüştü.
“Ne olmuş? Annem onun araba kullandığını ve bir taksiye çarptığını
söyledi. Bunların hiçbiri bana anlamlı gelmiyor.”
“Ah bu bir kâbus,” diye içini çekti, belli ki çok kötü bir hikâyeydi çün­
kü kimse anlatmaya yanaşmıyordu. 'T am olarak bildiğimden emin değilim
ama olay olduğunda yanında bulunan adamla konuştum. Benjamin’i hatır­
lıyor musun, hani okuldayken çıktığı sonra da onu kızlarla bastığı çocuk?”
“Elbette, benimle aynı binada çalışıyor şimdi. Ara sıra rastlıyorum ona.
Onunla ne işi varmış peki? Lily ondan nefret eder, o olayı asla unutmaz.”
“Biliyorum, ben de öyle düşünüyordum ama anlaşılan son zamanlar­
da göriişüyorlarmış ve o gece de birlikteymişler. Söylediğine göre Nassau
Amfiteatn’nda gösterimde olan Phish’e biletleri varmış. Sanırım Benja-
min fazla duman çekmiş ve eve dönelken araba kullanmak istememiş, Lily
gönüllü olmuş. Kente dönene kadar bir sorun çıkmamış ama bir kırmızı
ışıkta Lily durmamış ve Madison’a, ters yola dönmüş yanlışlıkla. Kafadan
bir taksiyle çarpışmışlar şoför kısmından ve şey, işte biliyorsun.” Bu nok­
tada kesti ve anladım ki durum bana söylenenden daha kötüydü.
Yarım saattir anneme, babama, Alex’e sorular sorup duruyordum ama
esas açık olan şeyi sormuyordum: Neden Lily kırmızı ışıkta durmayıp yan­
lış yola sapmıştı? Ama sormama gerek kalmadı çünkü Alex her zamanki
gibi aklımdan geçeni biliyordu.
“Andy, kanındaki alkol oranı normalin neredeyse iki katı.” Bunları,
ona tekrar sormama gerek bırakmayacak kadar tane tane söylemişti.

416
Şeytan Marka Giyer

“Ah Tanrım.”
“Eğer kendine gelirse sağlığından çok daha büyük dertleri olacak,
başı gerçekten belada. Şansına taksi şoförünün bir şeyi yok sadece birkaç
yara bere dışında ve Benjamin’in sol bacağı da ezik durumda ama o da pek
önemli değil. Sadece Lily için beklememiz gerekiyor. Sen ne zaman dönü­
yorsun?”
“Ne?” Hâlâ Lily’nin her zaman nefret ettiğini düşündüğüm bir adam­
la çıkıyor olmasını kavramaya çalışıyordum ve sonunda onunla birliktey­
ken çok sarhoş olduğu için komaya girmişti.
“Ne zaman dönüyorsun dedim?” Ben bir an sessiz kalınca o devam et­
ti. “Eve döneceksin değil mi? Herhalde dünyadaki en iyi arkadaşın hasta­
nede yatarken orada kalmayı sürdürmeyi düşünmüyorsun değil mi cidden?”
“Senin önerin ne Alex? Sence bunun gelişini göremediğim için ben
mi hatalıyım? Ben Paris’te olduğum için mi o şu an hastane yatağında ya­
tıyor? Onun, Benjamin’le yine çıktığını bilmiş olsaydım bütün bunlar ol­
mayacak mıydı? Ne? Ne demek istiyorsun tam olarak?” Bağırıyordum, ge­
cenin bütün karmakarışık duygulan birine bağırmamı gerektiriyordu.
“Hayır, bunlardan hiçbirini söylemedim. Sen söyledin. Ben sadece
mümkün olan en kısa zamanda onunla olmak için buraya geleceğini faiz
etmiştim. Seni yargılıyor değilim Andy, bunu biliyorsun. Aynca senin için
çok geç bir saat olduğunu ve önümüzdeki birkaç saat içinde yapılabilecek
hiçbir şey olmadığını da biliyorum, neden hangi uçakla geleceğine karar
verince aramıyorsun beni? Seni havaalanından alabilirim ve doğruca has­
taneye geliriz.”
“Peki. Onun için orada olduğundan dolayı teşekküller. Bunu çok de­
ğerli buluyorum gerçekten. Eminim Lily de öyle düşünür. Ne yapacağıma
karar verdiğimde seni arayacağım.”
‘Tam am Andy. Seni özledim. Doğru olanı yapacağını biliyorum.”
Ben daha son cümlenin anlamını kavrayamadan telefon kapanmıştı.

417 F : 27
Lauren Weisberger

Doğru şeyi yapmak? Doğru şey? Ne halt demek oluyordu bu? O söy­
ledi diye hemen bir uçağa adayıp eve koşacağımı düşünmesinden nefret
ediyordum. Kendimi derste konuşurken yakalanmış bir öğrenci gibi hisset­
meme neden olan, o lütfedermiş gibi, öğüt verici ses tonundan nefret edi­
yordum. Benim arkadaşım olmasına rağmen şu an Lily’nin yanında onun
bulunmasından nefret ediyordum. Sanki kendi annemle babam ve benim
aramda irtibat sağlayan oymuş gibi hareket etmesinden, bir kez daha yük­
sek ahlaklı beyaz atma binip ahkam kesiyor olmasından nefret ediyordum.
Onun varlığı ile kendimi rahadattığım, her şeyi birlikte çözeceğimizi dü­
şündüğüm o eski günler geçmişti. Şimdi bu davranış ve düşünceler beni
itiyordu. Ne zaman olmuştu bütün bu değişiklikler?
Ona son derece açık bir gerçeği, yani buradan vaktinden önce ayrıla­
cak olursam anında kovulacağım ve kölelik ederek geçirdiğim bütün bir
yılı boşa harcamış olacağım gerçeğini aktaracak gücüm ve enerjim kalma­
mıştı. O çirkin düşünce zihnimde tam şekillenemeden üstünü örtmeyi ba­
şardım: benim burada ya da orada olmam Lily açısından bir şey değiştir­
meyecekti çünkü şu an bilinci yerinde değildi ve hastanede yattığının bile
faikına varmıyordu. Çeşitli olasılıklar zihnimde burgu gibi dönüp duruyor­
du. Belki gerektiği kadar kalıp, partiye yardım eder ve sonra olanları Mi-
randa’ya açıklamaya çalışır ve işim için yalvarırdım. Ya da Lily kendine
gelir ve uyanırsa, birisi ona en kısa zamanda gelmek üzere yolda olduğu­
mu söylerdi, yani birkaç gün daha kalabilirdim. Bu iki çözüm de sabahın
o saatinde, dans edip, şampanyalar içtiğim ve telefonda en iyi arkadaşımın
sarhoş araba kullanmak yüzünden komada olduğunu öğrendiğim o gece­
nin ardından mantıklı gibi görünüyor olsa da, zihnimin derinliklerinde bi­
liyordum ki ikisi de aslında mantıklı değildi.

< -*

418
Şeytan Marka Giyer

“Ahn-dre-ah, Horace Mann’a bir not bırak ve kızların pazartesi günü


okula gidemeyeceklerini çünkü Paris’te, benim yanımda olacaklarını söy­
le. Yapmaları gereken ödevlerin hepsini de kesin olarak öğren. Ayrıca bu
akşamki yemeğimi sekiz otuza kadar ertele ve eğer bundan memnun ol­
mazlarsa hemen iptal et. Senden dün istediğim kitaptan getirttin mi bir ta­
ne? Restoranda onlarla buluşmadan önce dört tane istiyorum ondan, ikisi
İngilizce, ikisi Fransızca. Ha bir de yaptığım değişiklikleri de içeren son
halini görmek istiyorum yarınki mönünün. Kesinlikle herhangi bir çeşit
sushi olmadığından emin ol, duyuyor musun beni?”
“Evet Miranda,” dedim elimden geldiğince hızla Smythson not def­
terime notlar alarak. Aksesuvar bölümü büyük bir incelik göstererek bunu
da çantaların, ayakkabıların, kemerlerin ve takıların arasına sokuşturmuş­
tu. O an arabada Christian Dior’un şovuna gitmekteydik (benim için ilkti)
ve iki saatten az uyumuş olmama rağmen Miranda’dan yıldırım hızıyla, ar­
ka arkaya gelen emirlere yetişmeye çalışıyordum. Sabah Mösyö Rena-
ud’un ikinci yardımcısı beni uyandırmak üzere bizzat gelip kapıma vurdu­
ğunda saat 7.45 ’ti ve benin Miranda ile birlikte şova katılmak üzere giyin­
miş olup olmadığımı kendi gözüyle görmek istemişti, Miranda tam altı da­
kika önce benim de onunla gitmeme karar vermişti. Adam içine girilme­
miş yatağın sadece üzerinde uyumuş olduğumu gösteren izleri ve bütün ge­
ce açık kalmış olan kısık lambaları kibarca görmezden gelmişti. Duş yap­
mak için, moda kitabıma danışmak için, giyinmek için ve benimle ilgile­
nen kadına sabahın bu saatine randevu vermediğimden dolayı, kendi mak­
yajımı yapmak için toplam yirmi beş dakikam vardı.
Şampanyadan kalma küçük bir baş ağrısıyla uyanmıştım ama esas acı
gece yaptığım telefon konuşmalarını hatırlayınca başlamıştı. Lily! Alex’i
veya ailemi arayıp son birkaç saat içinde bir gelişme olup olmadığını sor­
mam gerekiyordu -Tanrım, sanki bir hafta geçmişti aradan- ama bunun
için vaktim yoktu o anda.

419
Lauren Weisberger

Asansör birinci kata geldiğinde bir gün daha, sadece tek bir berbat
gün daha kalmam ve parti işinden yüzümün akıyla çıktıktan sonra Lily’nin
yanına koşmaya karar verdim. Belki Emily işbaşı yaptıktan sonra, kısa bir
süre izin alıp Lily iyileşene dek onun başucunda otururdum. Annem babam
ve Alex kaleyi ben dönene kadar savunabilirler, böylece de tamamıyla yal­
nız kalmamış olur, diye düşünüyordum. Ve bu da benim hayatimdi. Benim
kariyerim, bütün geleceğim buraya bağlıydı ve henüz bilinci yerinde olma­
yan biri için bu iki günde o kadar büyük bir değişiklik yaratma ihtimali
görmüyordum. Ama benim için (ve Miranda için) bu iki gün dünyadaki
her şeyi değiştirebilirdi.
Bir biçimde limuzinin arka koltuğuna Miranda’dan önce binmeyi ba­
şardım ve her ne kadar gözleri şifon eteğime takılı kaldıysa da henüz gö­
rünüşümle ilgili bir yorum yapmamıştı. Yeni, uluslararası cep telefonum
çaldığında Smythson not defterimi anca Bottega Venetta çantama kaldır­
mıştım. Daha önce Miranda’nın yamndayken hiç çalmamış olduğunu fark
ettim ve apar topar zili kapattım ama cevap vermemi emretti.
“Alo?” dedim gözlerim Miranda’ya dikili olarak, o ise günlük prog­
ramını karıştırıp, dinlemiyormuş gibi yapıyordu.
“Andy, selam tatlım,” dedi babam. “Sadece sana çabucak son duru­
mu aktarmak istedim.”
“Tamam.” Mümkün olduğu kadar az açıklama yapmak istiyordum
çünkü Miranda’nın önünde konuşmak inanılmayacak kadar garip geliyor­
du.
“Doktor şimdi aradı ve Lily’nin yakında komadan çıkacağına işaret
eden belirtiler gösterdiğini söyledi. Harika değil mi? Bilmek istersin diye
düşündüm.”
“Bu harika. Gerçekten harika.”
“Buraya gelip gelmemeye karar verdin mi?”

420
Şeytan Marka Giyer

“Şey, hayır, karar vermedim. Miranda’nın yarın gece partisi var ve


kesinlikle benim yardımcı olmam gerek ve... Dinle, baba, özür dilerim,
ama şu an çok iyi bir zaman değil. Ben seni sonra arayabilir miyim?”
‘Tabi, ne zaman istersen.” Renk vermemeye çalışıyordu ama sesin­
den hayal kırıklığını anlayabiliyordum.
“Harika, aradığın için teşekkür ederim. Hoşça kal.”
“Kimdi o?” diye sordu Miranda, hâlâ programını inceliyordu. Yağ­
mur başlamıştı ve sesi arabaya vuran yağmur damlalarının çıkardığı ses
yüzünden duyulur duyulmaz çıkmıştı.
“Hmm? Ah, babamdı. Amerika’dan.” Bu lanet lafı da nereden çıkar­
mıştım? Amerika’dan?
“Ve senin yarınki partide çalışmana bu kadar ters düşecek ne istiyor­
du?”
İki saniye içinde bir milyon olası yalan düşündüm ama herhangi bi­
rinin ayrıntıları üzerinde çalışmaya vakit yoktu. Özellikle de tam bütün
dikkatini bana yöneltmişken. Gerçeği söylemekten başka çarem yoktu.
“Ah, bir şey değil. Arkadaşlarımdan biri bir kaza geçirmiş. Hastane­
deymiş. Aslında komadaymış. Babam da son durumu hakkında bilgi ver­
mek ve eve dönüp dönmeyeceğimi öğrenmek için aramış.”
Bunu düşündü, ağır ağır başını sallıyordu ve sonra birdenbire şofö­
rün düşünceli bir davranış gösterip arabaya koymuş olduğu International
Herald Tribüne gazetesini aldı eline. “Anlıyorum.” Ne bir üzüntü ifadesi,
ne de bir ilgi belirtisi, sadece buz gibi soğuk, müphem bir laf ve aşın hoş­
nutsuz bir bakış.
“Ama gitmiyorum, kesinlikle eve dönmüyorum. Yannki partide bu­
lunmamın ne kadar önemli olduğunu anlıyorum ve orada olacağım. Çok
düşündüm ve bilmeni isterim ki sana ve işime bağlılığımın onurunu yaşa­
mayı planlıyorum, o yüzden de kalacağım.”

421
Lauren Weisberger

Önce Miranda hiçbir şey söylemedi. Ama sonra hafifçe gülümsedi ve


“Ahn-dre-ah, kararma çok memnun oldum. Kesinlikle doğru olanı yapı­
yorsun ve bunu fark etmiş olmanı takdir ediyorum. Ahn-dre-ah, söylemem
gerek, seninle ilgili başından beri kuşkularım oldu. Açıkçası moda hakkın­
da hiçbir şey bilmiyorsun ve bundan daha önemlisi ilgileniyormuş gibi de
görünmüyorsun. Sanma ki yapmak istemediğin şeyleri yapmanı istediğim­
de, bunu bana hissettirmek için kullandığın oldukça zengin ve çeşitli yön­
temleri fark etmedim. İşle ilgili uzmanlığın yeterli düzeyde ama tutum ve
davranışların mükemmeliyet çizgisinin altında.”
“Ah Miranda lütfen izin ver...”
“Ben konuşuyorum! Ve şunu söylemek üzereydim, bağlılığını gös­
termiş olduğun için, gitmek istediğin yere ulaşmana yardımcı olma konu­
sunda şu an çok daha istekliyim. Kendinle gurur duymalısın Ahn-dre-ah.”
Tam ben kendi kendime yaptığım konuşmaların içeriğinden, derinliğinden
ya da uzunluğundan bayılmak üzereyken (sevinçten mi acıdan mı emin
olamıyordum) o hep bir adım ileri götürüyordu işi. Her anlamda temel ka­
rakterine zıt bir davranışla benim dayandığım koltuğun arkasına elini koy­
du ve, “Sen bana, senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun,” dedi. Ben da­
ha duruma uygun bir şey düşünemeden araba Carrousel du Louvre’un
önünde durdu ve şoför kapılan açmaya koştu. Kendi çantamı ve onun çan­
tasını kapıp acaba bu benim hayatımın en gurur verici mi yoksa en aşağı­
layıcı günü mü diye merak ettim.

«-*
İlk Parizyen şovum oldukça bulanıktı. Çok karanlık bir ortamdı ve
müzik de böyle şık bir mekâna yakışmayacak kadar yüksekti. Ama iki saat­
lik şovun en rahatsızlık verici yanı doğrudan benimle ilgiliydi. Jocelyn’in
seçtiğim kıyafetlere (esnek ve vücuda yapışan bir Malo kazak ve altına şi­

422
Şeytan Marka Giyer

fon bir etek) severek yakıştırmış olduğu Chanel botlar ayaklarımı gizli kâ­
ğıtları parçalayan makineden geçiriyormuşum gibi parçalıyordu adeta. Ak­
şamdan kalmalığımla gerginliklerimin neden olduğu baş ağrısı, boş mi­
demde tehditkâr bulantı dalgalan yaratıyordu. Oldukça gerilerde, C grubu
gazeteciler ve düzgün bir yer temin edecek kadar yüksek düzeyden olma­
yan diğer kişilerle birlikte, bir gözüm Miranda’nm üzerinde ve diğeri eğer
çıkarmam gerekirse en az küçük düşeceğim yeri saptamak üzere etrafı ta­
rayarak otunıyordum. Sen bana, senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun.
Sen bana, senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun. Bu cümle, beynimi
sürekli güm güm ötülerek kafamın içinde tekrar tekrar yankılanıyordu.
Miranda yaklaşık bir saat kadar benden uzak durmayı başardı ama
sonra koşturmaca başladı. Onunla aynı salonda bulunmamıza rağmen be­
ni cep telefonumdan arayıp bir Pellegrino istedi. O andan itibaren de tele­
fonum her on, on iki dakikada bir beynimi zonklatacak biçimde çalmaya
başladı. Bibibip! “Bay Tomlinson'u jetteki telefona çağır.” (BKSD on altı
kez aradığım halde uçağın telefonunu açmamıştı.) Bibibibip! “Paris’teki
bütün Runvvay editörlerine burada bulundukları için işlerini ihmal etme
haklan olmadığını hatırlat, her şeyi önceden bildirdiğim sürelerde hazır is­
tiyorum.” (Çeşitli otellerde arayıp bulduğum bazı Runvvay editörleri açık­
ça yüzüme gülüp, telefonu kapatmışlardı.) Bibibibip! “Bana gerçek bir
hindili Amerikan sandviçi bul hemen, bütün bu acayip şeylerden bıktım.”
(Ayağımı acıtan botlar ve isyan eden midemle iki kilometre yol gidip ara­
mıştım, ama hiçbir yerde hindi yoktu. Bunu bildiğinden emindim, aynca
Amerika’dayken, her köşe başında satıldığı halde asla hindili sandviç iste­
diğini görmemiştim.) Bibibibip! “Bulmuş olduğun en iyi üç şef hakkında
hazırlanmış dosyalan döndüğümde masamda bulmak istiyorum.” “Emily
söylenmiş, küfretmiş, inlemiş ama adaylarla ilgili bulabildiği tüm aynntı-
lan o zamana kadar fakslayacağına söz vermişti, böylece ben de gider git­

423
Lauren Weisberger

mez onları dosyalayabilecektim.) Bibibip! Bibibibip! Bibibibip! Sen bana,


senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun.
Sıska sıska mankenleri izlemekten iyice bulanmaya başlayan ve has­
talanan midemi yatıştırmak üzere çabucak bir sigara içmek için dışarı kaç­
tım. Doğal olarak çakmağımı yaktığım an telefonum çaldı. “Ahn-dre-ah!
Ahn-dre-ah! Neredesin? Hangi cehennemdesin şu an?”
Daha yakamamış olduğum sigaramı atıp koşarak tekrar içeri girdim,
midem şiddetle çalkalanıyordu ve hastalanacağımı biliyordum, önemli
olan nerede ve ne zaman olacağımdı.
“Salonun en arkasındayım Miranda,” dedim kapıdan süzülerek gir­
miş ve sırtımı duvara dayamıştım. “Kapının sol tarafında, görüyor musun
beni?”
Gözleri benimkilerle karşılaşıncaya kadar başını sağa sola oynatışını
izledim. Telefonu kapatmak üzereydim ama o hâlâ fısıldıyordu, “Kıpırda­
ma, beni duyuyor musun? Kıpırdama! Herkes benim asistanımın buraya
bana yardımcı olmak üzere geldiğini düşünür, ortalıkta gezinip etrafı sey­
retmek için değil. Bu kabul edilemez Ahn-dre-ah!” Bunu diyerek salonun
arka tarafına geldi ve tam benim önüme yerleşti. Yere kadar, parlak lame
gece elbisesi giymiş bir kadın, saygılı kalabalığa bir dans gösterisi yapar­
ken müzik de, tuhaf Gregorian şarkılardan tamamıyla heavy metal’e dön­
dü. Beynimin zonklaması iyice artmıştı. Miranda da, bana ulaştıktan son­
ra da tıslamaya devam ediyordu ama sonunda cep telefonunu kapattı. Ben
de aynısını yaptım.
“Ahn-dre-ah, burada çok ciddi bir sorunumuz var. Senin çok ciddi bir
sorunun var. Şimdi Bay Tomlinson aradı. Annabelle, ona ikizlerin pasa­
portlarının süresinin geçen hafta dolduğunu hatırlatmış.” Bana bakıyordu
ama benim tek yapabildiğim kusmamak için konsantre olmaya çalışmaktı.
“Ah sahi mi?” diyebildim sadece ama belli ki doğra yanıt bu değildi.
Elleri çantasına kenetlendi ve gözleri öfkeyle parlamaya başladı.

424
Şeytan Marka Giyer

“Ah sahi mi?” diye taklidimi yaptı sırtlan gibi uluyarak. İnsanlar bi­
zi izlemeye başlamışlardı. “Ah sahi mi? Bütün söylemen gereken bu mu?
‘Ah sahi mi’?”
“Hayır, şey, elbette değil Miranda. Öyle demek istememiştim. Yar­
dımcı olmak için yapabileceğim bir şey var mı?”
“Yardımcı olmak için yapabileceğim bir şey var mı?” diye yine tak­
lidimi yaptı, yalnız bu kez mızmız bir çocuk sesiyle. Eğer o, bu dünyada­
ki herhangi başka biri olsaydı o an yüzüne bir tokat indirirdim. “O lanet
kafana bir an önce soksan iyi edersin Ahn-dre-ah. Sen daha ayağındakile-
rin üstünde durmayı bile beceremezken, bu geceki uçuştan önce onları ye­
nilemeyi nasıl başaracaksın bilmiyorum? Ama ben kendi kızlarımın yann
gece bu partiyi kaçırmasını kabul etmiyorum, anladın mı beni?”
Anlamış mıydım onu? Hmmm. Çok güzel bir soruydu aslında. Ke­
sinlikle anlamadığım bir şey varsa o da, on yaşındaki iki çocuğun, teorik
olarak bir annesi ve bir babası, bir üvey babası, bu konularla ilgilenmesi
gereken ve tam gün çalışan bir dadısı varken, pasaportlarının süresinin
geçmiş olmasından nasıl olup da beni suçlu bulduğuydu. Ama bunların bir
önemi olmadığını gayet güzel anlamıştım doğrusu. Eğer o benim suçum
olduğunu düşünüyorsa, benim suçum demekti. Ayrıca, ona o çocukların
bu gece uçağa binemeyeceğini söylersem, bunu anlamayacağını da anla­
mıştım. Bulamayacağım, uyduramayacağım, ayarlayamayacağım hiçbir
şey yoktu kesinlikle ama yabancı bir ülkedeyken, üç saatten önce federal
evraklarla ilgili bir şey yapmama da imkân yoktu. Nokta. Bir yıllık süre­
nin sonunda, ne kadar havlasa da, emretse de, gözümü korkutsa da halle­
demeyeceğim bir şey bulmuştu gerçekten. Bu olmuş olamazdı. Sen bana,
senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun.
Tanrı cezasını versin. Onun da, Paris’in de, moda şovlarının da, “ben
şişmanım” oyunlarının da. Yetenekli bir fotoğrafçıyla, pahalı bir takım kı­
yafetleri bir araya getirip bazı güzel dergilerin sayfalarında yürütüyor diye

425
Lauren Weisberger

Miranda’nın yaptığı her şeyi haklı bulanların da Tanrı cezasını versin.


Bende kendisine benzer bir yan bulduğu için de Tann cezasını versin. Hep­
sinden çok da haklı olduğu için Tanrı cezasını versin. Ne cehenneme bu­
rada dikiliyordum ki, bu sevimsiz dişi şeytan tarafından kötü muameleye
manız kalarak, küçümsenerek, aşağılanarak? Belki, sadece belki bundan
otuz yıl sonra aynı olaylar için burada onun yerinde, yanımda sadece ben­
den nefret eden asistanımla oturayım, etrafımı da benden hoşlanıyormuş
gibi yapan, çünkü buna mecbur olan insanlar sarsın diye mi?
Kendi cep telefonumu çıkardım ve bir numara tuşladım ve Miran-
da’nın giderek hırsından daha da morarmasını seyrettim.
“Ahn-dre-ah!” diye tısladı yine, ama etraftakiler yüzünden biraz da­
ha hanımefendi gibi davranıyordu. “Sen ne yaptığını sanıyorsun? Sana
kızlarımın derhal pasaporta ihtiyacı var diyorum ve sen bunun telefonla
sohbet etmek için uygun bir zaman olduğuna karar veriyorsun? Acaba se­
ni neden Paris’e getirmiş olduğum konusunda son derece yanlış inançlara
mı sahipsin?”
Annem üçüncü çalışında telefonu açtı, ama merhaba bile demedim.
“Anne bulabildiğim ilk uçakla geliyorum. JFK’ye varınca arayaca­
ğım. Eve dönüyorum.” O daha cevap veremeden kapattım ve Miranda’ya
baktım. Samimi olarak şaşırmış görünüyordu. Onu bir an için de olsa nut­
ku tutulmuş bir hale soktuğumu faik edince, baş ağrıma ve mide bulantı­
ma rağmen tebessüm edebildim. Ne yazık ki çabuk toparlandı. Hemen
anında yalvarsam, açıklasam ve bu cüretkâr ve küstah tavrımı değiştirsem
belki kovulmamak için küçük bir şansım olabilirdi ama dağılmış öz kont­
rolümün tek bir parçasını bile arayıp bulacak halim kalmamıştı.
“Ahn-dre-ah, ne yaptığının farkındasm, değil mi? Burayı şimdi bu
şekilde terk edersen beni neye zorlamış olacağını...”
“Cehenneme kadar yolun var Miranda, def ol başımdan!"

426
Şeytan Marka Giyer

Şok içinde eliyle ağzını kapatırken, nefesinin kesildiği gözle görüle­


biliyordu ve etraftaki kuru gürültücülerin gürültüyü anlamak için dönme­
ye başladıklarını da fark ettim o arada. Beş paralık bir asistan parçasının,
hem de çok alçak sayılmayacak bir sesle, yaşayan bir moda efsanesine
söylemiş olduğu şeyler yüzünden en az Miranda kadar şok olmuş biçimde
işaret etmeye, aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı.
“Ahn-dre-ah!” Pençe gibi eliyle kolumun üstünü yakaladı ama silke­
leyerek kurtardım kolumu ve yüzüme muhteşem bir tebessüm yerleştir­
dim. O arada artık fısıldaşmaya da bir son vermenin zamanı olduğunu fark
etmiştim, herkes bizim küçük sırrımıza ortak olabilirdi artık.
“Çok üzgünüm Miranda,” diye normal bir ses tonuyla konuşmaya
başladım, Paris’e indiğimden beri sesim ilk kez titremiyordu. “Ama yarın­
ki partiye kalabileceğimi sanmıyorum. Anlıyorsun değil mi? Harika olaca­
ğından eminim, lütfen tadını çıkar. Hepsi bu kadar.” O cevap veremeden
çantamı omzuma asıp, topuklarımdan tırnaklanma kadar vuran acıya aldır­
madan bir taksi bulmak üzere kapıya yöneldim. Kendimi hiç bu özel anda
olduğum kadar mutlu hissetmemiştim. Eve gidiyordum.

427
Lauren Weisberger

mnm hâlâ uyuyor.” Sonra, merdivenlerin dibinden daha da yüksek bir ses
yankılandı.
“Andy, hâlâ uyuyor musun?” diye benim odama doğru bağırıyordu.
Güçlükle tek gözümü açıp saate baktım. Sabah sekizi çeyrek geçiyor­
du. Sevgili Tanrım, bu insanlar ne düşünüyordu acaba?
Oturur hale gelebilmek için gerekli gücü toparlamadan önce birkaç kez
bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Sonunda oturmayı başarabildiğimde,
bütün vücudum biraz daha, birazcık daha uyku, diye yalvarmaktaydı. •
“Sabah,” dedi Lily gülümseyerek ve yüzünü benim yüzüme iyice
yaklaştırarak. “Buralarda gerçekten erken kalkıyor insanlar.” Jill, Kyle ve

428
Şeytan Marka Giyer

bebek de Şükran Günü nedeniyle eve gelmiş olduklarından, Lily’nin Jill’in


eski odasından benim odama taşınması gerekmişti. Benim çocukluk kar­
yolamın altına itilebilen, alçak ek yatakta yatıyordu, yatağı rahat etsin di­
ye bir şeylerle beslemiştik ve neredeyse benim ikiz yatağımla aynı yüksek­
liğe gelmişti.
“Neden şikâyet ediyorsun? Sanki bu saatte uyandığın için çıldırmış
gibi görünüyorsun ve bunu nedenini anladığımdan emin değilim.” Bir dir­
seğine dayanarak uzanmış gazete okuyor ve kahvesini içiyordu. Kahve
fincanını yatağının yanına yere koymuştu.
“Bütün gece Isaac’ın ağlamasını dinledim.”
“Ağlıyor muydu, sahiden mi?”
“Onu duymamış olmana inanamıyorum. Sabahın altı buçuğuna kadar
hiç kesilmedi. Çok tatlı bir çocuk Andy ama bütün bu sabahın körü mu­
habbetleri çok fazla.”
“Kızlar!” diye annem bağırdı yeniden. “Orada uyanık olan biri var mı
acaba? Herhangi biri? Uykuya devam etmenize aldırmıyorum, sadece lüt­
fen birisi bana bir biçimde, dondurucudan kaç tane gözleme çıkarmam ge­
rektiğini bildirsin!”
“Lütfen ona bir biçimde onu öldüreceğimi bildir Lil,” dedim ve son­
ra kapalı kapıya doğru. “Biz hâlâ uyuyoruz, söyler misin? Muhtemelen
dört saat daha uyuyacağız. Bebeği veya senin haykırışlarını ya da başka bir
şeyi duymadan!” diye bağırıp, öbür tarafa dönüp tekrar yattım. Lily gülü­
yordu.
“Sakin ol,” dedi hiç de Lily tarzı olmayan bir biçimde. “Senin evde
olmandan çok mutlular ve ben de burada olmaktan ötürü mutluyum. Üste­
lik sadece birkaç ay daha ve o arada da birbirimizi bulduk yeniden. Bu ger­
çekten o kadar kötü değil.”
“Birkaç ay daha mı? Bence buraya kadarı yeter ve ben kafama bir
kurşun sıkmaya hazırım.” Gece yatarken giydiğim tişörtümü çıkardım

429
Lauren VVeisberger

(A le\’in artık giymediği, eski tişörtlerinden biriydi) ve bir kazak giydim.


Geçen haftalar boyunca her gün, dolabımın yanındaki topun üstüne fırlat­
tığım aynı kot pantolonu giyiyordum yine. Pantolonu kalçalarımın üstün­
den çekerken dar geldiğini fark ettim. Artık sadece çorba, sigara ve kah­
veyle beslenmediğim için, vücudum da bu duruma uyum sağlamış ve Run-
way’de çalışırken vermiş olduğum dört buçuk kiloyu geri almıştım. Bu be­
ni hiç rahatsız etmemişti bile, çünkü Lily ve annemler şişman değil, sağ­
lıklı göründüğümü söylediklerinde onlara inanmıştım.
Lily de gece uyurken giydiği şortun üstüne bir eşofman çekti ve kı­
vır kıvır buklelerinin üstüne bir bandana bağladı. Saçlarını yüzünden çe­
kince kabarık, kırmızı ameliyat izleri ortaya çıkmıştı ama dikiş izleri kay­
bolmaya başlamıştı ve doktor ya çok çok az kalacağına ya da hiç iz kalma­
yacağına söz vermişti. “Gel hadi,” dedi gittiği her yerde duvara dayalı bek­
leyen koltuk değneklerini alıp. “Bugün hepsi gidiyor, belki bu gece adam
gibi bir uyku uyuyabiliriz.”
“Zaten biz aşağı inene kadar bağırmayı kesmeyecek değil mi?” diye
mırıldandım, dirseğinden tutup yürümesine yardım ediyordum bir yandan.
Sağ bileğindeki alçı bütün ailenin imzalarıyla doluydu, hatta Kyle bütün
boş yerleri Isaac’tan bezdirici küçük mesajlarla donatmıştı.
“Hiç şansımız yok.”
Kucağında bebekle ablam belirdi o arada kapıda. Bebeğin salyaları
tombul çenesine akarken, bir yandan da halinden memnun bir şekilde gülü­
cükler saçıyordu. Ablam, “Bakın burada kim var?” dedi bebek gibi konuşa­
rak, mutlu oğlancığı hoplatıyordu kucağında. “Isaac söyle Andy Teyze’ne
bu kadar surat asmasın, yakında, sahiden çok yakında gidiyoruz buradan.
Annen için bunu yapar mısın tatlım? Yapabilir misin?”
Isaac cevap olarak çok sevimli bir biçimde aksırdı ve Jill sanki o kol­
larından koca bir adam olarak inmiş ve Shakespeare’den soneler söyleme­

430
Şeytan Marka Giyer

ye başlamış gibi hayran hayran baktı. “Bunu gördün mü Andy? Duydun


mu bunu? Ah, benim küçük adamım dünyanın en harika şeyi!”
“Günaydın,” dedim yanağından öpüp. “Biliyorsun gitmenizi istemi­
yorum, tamam mı? Isaac’da, gece yansı ile sabah on arasında uyumanın
bir yolunu bulduktan sonra istediği kadar kalabilir. Ha, Kyle bile konuş­
mamaya söz verdiği sürece hayatının tamamını burada geçirebilir. Gördün
mü? Gayet uyumlu insanlanz biz burada.”
Lily seke seke aşağı inmeyi başarmış, annemle babama günaydın de­
mişti bile. İkisi de işe gitmek üzere giyinmişlerdi ve Kyle ile vedalaşıyor­
lardı.
Yatağımı topladım ve Lily’ninkini de yerine ittim. Yastığını alıp ka­
barttıktan sonra her gün yaptığım gibi dolabıma kaldırdım. Ben daha Pa­
ris’ten havalanmadan komadan çıkmıştı ve uyandığında Alex’ten sonra
gördüğü ikinci kişi ben olmuştum. İç organlarında bir hasar olup olmadı­
ğını anlamak için milyonlarca test yapmışlardı ama yüzündeki, boynunda­
ki ve göğsündeki bereler ve kırık ayak bileği dışında son derece sağlıklıy­
dı. Elbette çok kötü görünüyordu (son hız giden bir arabayla başka bir ara­
banın üzerinde dans etmiş biri gibi yani) ama ortalıkta dolaşabiliyor ve
hatta onun yaşadıklarını yaşamış biri için fazlasıyla neşeli ve iyimser gö­
rünüyordu.
Kasım ve aralık ayları için evimizi başkasına kiraya verip onlara ta­
şınmamız babamın fikriydi. Bu öneri bana cazip görünmekten hayli uzak
olsa da, sıfır maaş alıyor olma durumum bana yapacak fazla şey bırakmı­
yordu. Üstelik bir süre kentten uzak kalma fikri Lily’ye iyi gelmişti, çün­
kü böylece tanıdıklarıyla karşılaşmaktan ve çeşitli sorulara, dedikodulara
muhatap olmaktan kurtulacaktı. New York’ta bir süre kalıp kenti gezmek
isteyenlere çok iyi fırsatlar sunan bir net sitesine abone olduk ve bütün ço­
cukları New York’ta yaşayan yaşlıca îsveçli bir çift, istediğimiz parayı pe­
şin olarak verince (aylık altı yüz dolar) ikimiz de şok geçirdik şaşkınlıktan.

431
Lauren Weisberger

Adam başı ayda üç yüz dolar bize yeter de artardı bile, çünkü annemle ba­
bam yeme içme, çamaşır gibi tüm giderlerimizi karşılayacaktı zaten. İs­
veçli çift yılbaşından sonraki hafta içinde evi boşaltacaktı, bu da Lily’nin
yeni sömestre başlaması için çok uygun bir zamandı, eh ben de bir şeyler
yapacaktım herhalde.
Beni resmen kovan kişi Emily olmuştu. Geçirdiğim sinir krizinden
sonra bunun başıma geleceğinden en küçük bir kuşkum yoktu ama Miran-
da’nın dönüp son bir fırça atacak kadar hırslandığını düşünmüştüm. Her
şey, Rumvay' in o bayıldığım zalim tarzıyla üç, dört dakika içinde olup bit­
mişti.
Telefon çaldığında daha yeni kendimi bir taksiye atıp beni perişan
eden sol botumu çıkarabilmişim. Önce elbette alışkanlıkla yine kalbim
yerinden çıkacak gibi olmuştu ama az önce Miranda’ya o sen hana senin
yaşındaki halimi hatırlatıyorsununu ne yapabileceğini söylemiş olduğumu
hatırlayınca, telefondakinin o olamayacağını anlamıştım. Geçmiş dakika­
larda neler olmuş olabileceğini düşündüm çabucak. Önce Miranda çenesi­
ni kapatıp soğukkanlılığına geri dönmüş olmalıydı etrafındakileri düşüne­
rek, sonra cep telefonunu bulup evinden Emily’yi aramıştı mutlaka ve son
olarak da Emily, Miranda’yı, “Her şeyi kendi kontrolü altına alacağına,”
ikna etmişti herhalde. Evet, telefon ekranında da uluslararası bir çağrı ol­
duğu görünüyordu ve şu an bu dünyada beni kimin arıyor olabileceğinden
tamamıyla emindim.
“Selam Em, nasılsın?” dedim acıyan ayağımı ovmaya ve onun taksi­
nin kirli döşemesine değdiımemeye çalışmaya devam ederek.
Benim neşeli sesimi duyunca gardı düşmüş gibiydi. “Andrea?”
“Hey, benim. Karşındayım işte. Ne oldu? Acelem var o yüzden...” Ön­
ce ona doğrudan beni kovmak için mi aradığını sormayı düşünmüştüm ama
sonra ona bir nefes alma fırsatı tanımaya karar verdim. Kendimi acıklr bir
tirat dinlemeye hazırlamıştım -Onu nasıl bu hale getirebildin, bunu bana

432
Şeytan Marka Giyer

nasıl yapabildin, Runway’ye nasıl yapabildin, moda dünyasına nasıl yapa­


bildin, vs. vs.- ama asla böyle bir şey olmadı.
“Ah evet, tabii. Az önce Miranda ile konuştum...” Sesi azaldı, sanki
sözü benim devralıp her şeyin bir hata olduğunu ve endişe etmemesini,
çünkü şu son dört dakika içinde bunu hallettiğimi söylememi bekliyor gi­
biydi.
“Ve neler olduğunu duydun sanırım?”
“Şey, evet! Andy neler oluyor?”
“Belki de bunu benim sana sormam gerekir değil mi?”
Sessizlik.
“Dinle Em, beni kovmak için aradığına dair bir his var içimde. Bir
sorun yok bence, senin kararın olmadığını biliyorum. Ee, sana beni arayıp
kovmanı mı söyledi?” Kendimi aylardır ilk kez bu kadar hafiflemiş hisse­
diyor olmama rağmen, hâlâ nefesimi tutup, acaba lanet bir şans ya da şans­
sızlık eseri, Miranda ona küfür elmiş olmamdan dehşete düşmek yerine
saygı duymuş olabilir mi, diye beklediğimi fark etmiştim.
“Evet. Sana hemen ve kesinlikle kovulduğunu bildirmemi istedi ve o
şovdan dönmeden de Ritz’le ilişiğini kesmiş olmanı istiyor.” Bunları yu­
muşak bir sesle söylemişti ve sesinde bir tür pişmanlık var gibiydi. Belki
de saatlerce, günlerce, haftalarca yeni birini bulmak ve eğitmekle uğraşa­
cağını bilmenin yarattığı bir şeydi bu ama sanki bunun da ötesinde bir şey­
ler var gibiydi.
“Beni özleyeceksin değil mi Em? Devam et, söyle. Kimseye söyle­
mem merak etme. Böyle bir konuşma yapılmamış olacak aramızda. Git­
memi istemiyorsun değil mi?”
Mucizeler mucizesi oldu ve güldü. “Ona ne söyledin? Senin çok ka­
ba olduğunu ve bir hanımefendi gibi hareket etmediğini tekrarlayıp duru­
yordu. Bundan başka bir şey öğrenemedim.”

433 F : 28
Lauren VVeisberger

“Ah, muhtemelen ona cehenneme gitmesini söylediğim içindir.”


“Böyle bir şey yapmadın!”
“Beni kovmak için aramış bulunuyorsun, değil mi?”
“Aman Tanrım.”
“Evet, üzücü hayatımın tek ve en tatmin edici anı olduğunu söyle­
mezsem yalan söylemiş olurum. Elbette, şu anda yayıncılık dünyasının en
güçlü kadını tarafından kovulmuş bulunuyorum. Sadece neredeyse limiti
dolmuş kredi kartımı ödeyememekle kalmayacağım, gelecekte dergilerde
iş bulma ihtimalim bile az, öyle değil mi? Belki de onun düşmanlarından
biriyle çalışmayı denemeliyim? Beni işe almaktan mutluluk duyarlar, de­
ğil mi?”
“Kesinlikle. Öz geçmişini Anna Wintour’a yolla, birbirlerinden hiç­
bir zaman pek hoşlanmamışlardır.”
“Hmm, düşünülmesi gereken bir şey. Dinle Em, aramızda düşmanlık
yok, tamam mı?” Her ikimizde Miranda Priestly’den başka tek bir ortak
noktamız olmadığını biliyorduk ama ikimiz de yakında meşhur olacağımız
için, oyunu sürdürmeye karar vermiştim.
“Tabi, elbette,” diye yalan söyledi acemice, sosyal paryalık düzeyi­
nin daha üst bir tabakasına çıkmak üzere olduğumun tamamıyla faikınday­
dı. Emily’nin beni bugünden itibaren yok sayacağını itiraf etme şansı yok­
tu ama bence sorun değildi. Belki on yıl sonra o en önde ve ortada oturup
Michael Kors şovunu izlerken ben hâlâ Filene’s ten alışveriş yapıp, Beni-
hana’da akşam yemeği yiyor olacaktım ve olup bitenlere hâlâ gülüyor ola­
caktık. Ama belki de öyle olmayacaktı.
“Eh, konuşmaya devam etmek isterdim ama bir sürii şey var hallet­
mem gereken. Eve dönmek için hemen bir çare bulmam gerekiyor. Sence
dönüş biletimi kullanma şansım var mı hâlâ? Herhalde beni kovup, yaban­
cı bir ülkenin ortasında öylece bırakamaz değil mi?”

434
Şeytan Marka Giyer

“Aslında bunu yapmaya hakkı var Andrea,” dedi. İşte! Son bir kazık.
Hiçbir şeyin değişmediğini bilmek rahatlatıcıydı doğrusu. “Bütün bunlar­
dan sonra, kendi durumunu bozan, onu seni kovmaya zorlayan sensin.
Ama hayır, onun kindar bir insan olduğunu sanmıyorum. Sen sadece de­
ğiştirme faikını üstlen, gerisini ben bir yol bulup hallederim.”
“Teşekkürler Em. Çok teşekkürler. Sana da iyi şanslar. Bir gün hari­
ka bir moda editörü olacağına eminim.”
“Sahi mi? Böyle mi düşünüyorsun?” diye hevesle, mutlulukla sordu.
Neden benim gibi moda dünyasından kovulmuş birinin fikrine bu kadar
önem verdiğini anlayamamıştım ama gerçekten çok, çok sevinmiş görünü­
yordu.
“Kesinlikle. Hiçbir kuşkum yok bundan.”
Emily’yle konuşmamız bitip telefonu kapatmamla Christian’ın ara­
ması bir oldu. Çok şaşırtıcıydı ama nasıl olmuşsa olanları duymuştu, ina­
nılacak gibi değildi. Fakat bütün pis ayrıntıları duymaktan duymuş olduğu
zevk, ısrarlı davetleri ve çeşitli teklifleriyle birleşince kendimi yine hasta
hissetmeye başlamıştım. Ona olabildiğince sakin bir şekilde, o an yapmam
gereken pek çok şey olduğunu, beni aramaktan da vazgeçmesini, eğer bir
gün ben arzu edersem onu arayacağımı söyledim.
Mucizevi bir şekilde işten kovulduğumu henüz duymamış olduklan
için, Mösyö Renaud ve ekibi acilen eve dönmem gerektiğini duyunca se­
ferber oldular. Yanm saatte bir otel görevlileri ordusu, New York’a giden
ilk uçakta yerimi ayırtmış, valizlerimi toplamış ve beni, Charles de Gaul-
le Havaalanı’na giden ban içkiyle dolu limuzinin arka koltuğuna yerleştir­
mişlerdi. Şoför konuşkan biriydi ama benim için aynı şey söylenemezdi,
özgür dünyanın en düşük ücretli ama en neşeli asistanı olarak son dakika­
larımın tadını çıkarmak istiyordum. Kendim için son bir şampanya doldur­
dum flüt kadehlerden birine ve uzun, ağır, lüks bir yudum aldım. On bir

435
Lauren Weisberger

ay, kırk dört hafta, galiba 3080 saat sürmüştü Miranda Priestly’in ayna
imajında rüyalara dalmanın belki de iyi bir şey olmadığını anlamam.
Bu kez elinde bir levha taşıyan üniformalı bir şoför yerine gümrük­
ten çıkar çıkmaz annemle babamı gördüm, beni gördüklerine çok sevin­
mişlerdi. Kucaklaştık ve kıyafetlerimin yarattığı şoku atlatmalarından son­
ra -daracık, çok soluk D&G kot, yüksek, sivri topuklu ayakkabılar ve ta­
mamen şeffaf bir gömlek, hey, listeden seçmiştim, çeşitli başlığı altında
havaalanına gidip gelirken alt başlığından ve sahiden de yolda giyilmeye
uygun tek şeydi bana verdiklerinin içinde- bana çok güzel haberler verdi­
ler. Lily uyanmıştı ve kendindeydi. Doğruca hastaneye gittik ve Lily’nin,
beni görür görmez görünüşümle ilgili tepki verecek kadar iyi olduğunu
gördüm.
Elbette başa çıkması gereken yasal sorunlar vardı, ne de olsa, sarhoş
bir halde hem de aksi yönde gittiği tek yönlü bir yolda kaza yapmıştı. Ama
kimse ciddi olarak zarar görmediği için yargıç inanılmaz bir hoş götü gös­
termiş ve ehliyetine gerekli notların düşülmesinin yanı sıra, zorunlu alkol
terapisi karan vermişti ve bu da otuz yıllık toplum hizmetine eşdeğer gö­
rünüyordu. Bu konuda pek fazla konuşmamıştık -hâlâ sonınlan olduğunu
yüksek sesle dile getirecek kadar iyi hissetmiyordu- ama onu East Villa-
ge’daki ilk grup terapisine bıraktıktan sonra, çıkışta, o kadar da, “Doku­
naklı ve incitici,” bulmadığını söylemişti. Aslında, “iğrenç derecede ürkü­
tücü,” şeklinde yorumluyordu ama ona kaşlanmı kaldınp, etkili bir bakış
fırlatınca -Emily usulü- orada çok hoş bazı adamlar olduğunu itiraf etmiş­
ti ve dengeli biriyle bir kerecik çıkmak onu öldümıeyecekti. Annemle ba­
bam onu Columbia’daki dekanıyla konuşup, sorunlarını çözmeye ikna et­
mişlerdi. Önceleri bir kâbus gibi gelmişti bu fikir ama sonu iyi bitmişti.
Lily’nin sömestr ortasında sınıfta kalmadan, izin almasına razı olmasının
yanı sıra, Lily’nin okul taksidini gelecek bahara erteleme başvurusunu da
imzalamıştı.

436
Şeytan Marka Giyer

Lily’nin yaşamı ve arkadaşlığımız tekrar yoluna girmiş gibi görünü­


yordu. Ama Alex’le aynı durum söz konusu değildi pek. Hastaneye vardı­
ğımızda Lily’nin başucunda oturuyordu ve onu gördüğüm an annemlerin
diplomatça bir nezaketle kafeteryada beklemeyi tercih etmemiş olmalarını
istemiştim içimden. Üstünkörü selamlaşmıştık ve Lily’yle ilgili şeyler ko­
nuşulmuştu ama yarım saat sonra ceketini alıp, gitmek üzere ayağa kalktı­
ğında birbirimize söyleyecek tek kelime bulamamıştık. Eve gittiğimde onu
aramıştım ama açmamış, telesekretere konuşmamı tercih etmişti. Birkaç
kez daha arayıp kapattım hiç konuşmadan ve yatmadan önce son bir kez
daha denedim. Bu kez açtı ama ihtiyatlı bir sesle konuşuyordu.
“Selam!” dedim, sevimli ve uyumlu görünmeye çalışarak.
“Hey.” Belli ki sevimliliğim pek yansımamıştı.
“Dinle, onun senin de arkadaşın olduğunu biliyorum ve kim olsa
böyle davranacağını da, ama yine de Lily için yapmış olduklarına ne kadar
teşekkür etsem azdır. Bana ulaşmaya çalışarak, annemlere yardımcı ola­
rak, onun başında saatlerce oturarak, gerçekten.”
“Sorun değil. Böyle bir durumda kim olsa aynı şeyleri yapardı.
Önemli bir şey değil.” Bunu söylerken elbette, ben merkezli davranmayan,
senin gibi önceliklerini kendisine göre belirlemeyenler imasında bulunu­
yordu.
“Alex lütfen, sadece konuşamaz mıyız...”
“Hayır. Şu anda hiçbir şey hakkında konuşamayız. Bütün yıl seninle
konuşabilmek için bekledim, hatta bazen yalvardım ve sen hiç ilgilenme­
din bile. Yıl içinde bir yerlerde âşık olduğum Andy’yi yitirdim. Nasıl ve
ne zaman oldu kesinlikle bilemiyorum ama sen gerçekten o işe başlama­
dan önceki Andy değilsin artık. Benim Andy’m asla ama asla, ona gerçek­
ten ihtiyacı olan bir arkadaşı varken bilmem ne moda şovuyla ya da parti­
siyle ilgilenerek eğlenmeyi düşünmezdi. Gerçekten ihtiyacı varken! Şim­
di, eve dönmeye karar vermene memnun oldum, doğra olanın bu olduğu­

437
Lauren Weisberger

nu biliyorsun demek ki, ama bana ne olduğundan emin olmak için zama­
na ihtiyacım var ve sana ve bize. Bu yeni bir şey değil Andy, yeni ortaya
Çıkmadı bu durum bende. Uzun, çok uzun bir zamandır böyleyim ama sen
farkına varamayacak kadar meşguldün.”
“Alex, bana hiç yüz yüze oturup iki saniye karşılıklı konuşma ve ne­
ler olup bittiğini anlatma fırsatı tanımadın. Belki haklısındır, belki ben tü­
müyle değişmişimdir. Ama değişmiş olsak bile, o kadar kötü durumda ol­
duğumuzu sanmıyorum. Gerçekten de o kadar ayrı mı düştük?”
Bana Lily’den bile yakın bir arkadaş olmuştu, bundan emindim ama
aylardır benim erkek arkadaşım olmamıştı. Onun haklı olduğunu fark et­
tim ve bunu ona söylemenin de zamanıydı.
Derin bir nefes aldım ve doğru olduğunu bildiğim şeyi söyledim, o
an çok harika görünmüyor olsa dahi. “Sen haklısın.”
“Haklı mıyım? Kabul ediyor musun?”
“Evet. Bencilce ve haksız davrandım sana karşı.”
“E... öyleyse şimdi?” Geri çekilmiş ama kalbi kırılmamış gibi geli­
yordu sesi.
“Bilmiyorum. Şimdi ne olacak? Konuşmayacak mıyız? Birbirimizi
görmeyecek miyiz? Bunun nasıl işe yarayacağını bilmiyorum. Ama senin
hayatımın bir parçası olmanı istiyorum ve senin hayatının bir parçası ol­
mamayı hayal dahi edemiyorum.”
“Ben de öyle. Ama bunu uzun süre bu şekilde götürebileceğimizden
emin değilim. Çıkmaya başlamadan önce arkadaş değildik ve şimdi de sa­
dece arkadaş olmayı hayal etmek imkânsız görünüyor. Ama kim bilir?
Belki ikimizin de bir şeyleri düşünmeye yetecek kadar zamanı olursa...”
Telefonu kapadım ve eve döndüğüm ilk geceyi ağlayarak geçirdim,
sadece Alex için değil, geçtiğimiz yıl boyunca değişmiş olan her şey için.
Elias-Clark’ın kapısından hiçbir şeyden habersiz, hırpani giyimli, küçük
bir kız olarak girmiş ve sersemlemiş bir vaziyette, yıpranmış, hırpani gi­

438
Şeytan Marka Giyer

yimli, yan büyümüş (sadece şimdi ne kadar hırpani giyimli olduğunu ayırt
edebilen) biri olarak çıkmıştım. Ama bu zaman zarfında yüz tane hemen
üniversite sonrası işten elde edilebilecek kadar deneyim kazanmıştım. Bel­
ki de, artık öz geçmişimde kocaman, kırmızı bir K harfi olsa da, erkek ar­
kadaşım her şeyin bittiğini söylüyor olsa da ve elimde kalan tek somut şey
özel tasarlanmış şahane kıyafetlerle dolu bir valiz (pardon, tamam, Louis
Vuitton valizler) olsa da, yine de değerdi.
Telefonun sesini kapattım, yatağımın yanındaki masanın gözünden
eski bir not defteri çıkardım ve yazmaya başladım.

«-*
Ben aşağı indiğimde babam çoktan kendi ofisi olan odasına kaçmış,
annem de garaja geçmek için evden çıkmak üzereydi.
“Günaydın tatlım. Uyanık olduğunuzu bilmiyordum! Acelem var.
Dokuzda bir öğrencim gelecek. Jill’in uçağı öğlen, belki yoğun trafiğe kal­
mamak için erken çıkarsınız. Cep telefonum yanımda olacak herhangi bir
aksilik olursa diye. Ha, Lily ve sen akşam yemeğinde evde olacak mısınız?”
“Gerçekten bilmiyorum. Daha şimdi uyandım ve bir fincan kahve bi­
le içmedim. Sence bu arada akşam yemeği için karar verebilir miyim?”
Ama benim aksi cevabımı dinlememişti, ben daha ağzımı açarken
garajın yolunu yarılamıştı bile. Lily, Jill, Kyle ve bebek mutfak masasının
etrafında sessizce oturmuş, Times'm farklı bölümlerini okumakla meşgul­
düler. Masanın ortasında, pek iştah açıcı görünmeyen, ıslak görünümlü
gözlemeler, bir şişe pekmez ve buzdolabından yeni çıkmış bir tereyağı pa­
keti vardı. Herkesin ilgi duyduğu tek şey babamın sabahki Dunkin Donuts
turunda aldığı kahveymiş gibi görünüyordu (her sabah annemin kendi yap­
tığı şeyleri yememek için yerine getirdiği, anlaşılabilir bir gelenekti bu).
Çatalla bir tane gözleme alıp kâğıt tabaklardan birine koydum ve kesmeye
çalıştım ama dokunmamla ıslak bir hamur yığınına dönüşmesi bir oldu.

439
Lauren Weisberger

“Bu yenecek gibi değil. Babam bir şey almış mı sabah?”


“Evet, ofisinin önündeki dolaba sakladı,” dedi Kyle. “Annen görme­
sin diye. Gideceksen kutuyu buraya getir.”
Gizli ganimeti getirmeye giderken telefon çaldı.
“Alo?” dedim mümkün olan en rahatsız edici sesle. Sonunda telefon­
ları, “Miranda Priestly’in ofisi,” diye açmaktan vazgeçebilmişim.
“İyi günler. Andrea Sachs orada mı acaba?”
“Benim. Kim arıyordu sorabilir miyim?”
“Andrea, selam, ben Seventeen dergisinden Loretta Andriano.”
Kalbim sıkışmıştı. Üniversiteye girmeyi kafaya takıp ailesini ve ar­
kadaşlarını yok sayan genç bir kız hakkında 2000 kelimelik, kurgu bir öy­
kü yazmıştım. Bu aptal şeyi yazmam topu topu iki saatimi almıştı ama ko­
mik ve etkili olabilmesi için doğru duygulan veımeyi başarabildiğimi dü­
şünüyordum.
“Selam! Nasılsın?”
“İyiyim teşekkür ederim. Dinle, senin hikâyen bana geldi incelemem
için ve söylemem gerekir ki bayıldım. Bazı düzeltmelere ihtiyacı var tabi
ve dilinin de biraz basitleştirilmesi lazım, ne de olsa bizim okurlanmız ço­
ğunlukla çok genç ya da küçük ama bunu şubat sayısında yayınlamak isti­
yorum.”
“Sahi mi?” înanamıyordum. Bu hikâyeyi on iki tane gençlik dergisi­
ne yollamıştım. Sonra da oturup biraz daha olgun bir versiyonunu yazmış
ve onu da neredeyse iki düzine kadın dergisine göndermiştim ama hiçbi­
rinden tek kelimelik bir cevap bile almış değildim.
“Kesinlikle. Kelime başına bir buçuk dolar ödüyoruz ve birkaç tane
vergi formu doldurman gerekiyor. Daha önce de serbest yazar olarak hikâ­
yelerin yayınlanmıştı değil mi?”
“Aslında hayır ama Runway' de çalışmıştım.” Neden bunun işe yara­
yacağını düşünmüştüm bilemiyorum -özellikle de orada yazmış olduğum

440
Şeytan Marka Giyer

tek şeyin insanların gözünü korkutacak notlar olduğu düşünülürse- ama


Loretta benim yürüttüğüm mantığın bu boşluğunu algılamamış gibi görü­
nüyordu.
“A... gerçekten mi? Üniversiteyi bitirdikten sonra ben de Runway'de
moda asistanı olarak çalışmıştım ilk kez. Bir yılda, sonraki beş yılda öğ­
rendiğimden çok şey öğrendim orada.”
“Gerçek bir deneyim. Şanslıydım ben de.”
“Sen ne yapıyordun?”
“Miranda Priestly’in asistanıydım işin doğrusu.”
“Ah sahiden mi? Zavallı kız, bilmiyordum. Bekle bir dakika, sen Pa­
ris’te kovulan asistan mısın?”
Çok büyük bir hata yapmış olduğumu fazlasıyla geç kavramıştım.
Eve dönmemden birkaç gün sonra, olup bitenler Altıncı Sayfa'da epeyce
geniş biçimde yayınlanmıştı. Herhalde etrafımızdakilerden biri anlatmıştı
her şeyi. Adımı vermemişlerdi ama benden başkası olamayacak biçimde
de tarif etmekten geri kalmamışlardı. Başka insanların bunu okumuş ola­
cağını nasıl da unutabilmiştim? Loretta’nın artık benim hikâyemden Uç da­
kika öncesine göre daha az hoşlanacağına dair bir his vardı içimde ama ka­
çacak yerim de yoktu.
“Şey, evet. Göründüğü kadar kötü değildi aslında, gerçekten değildi.
Bu tür Altıncı Sayfa haberlerinde her şeyi biraz abartırlar. Sahiden.”
“Umanm öyle değildir. Birinin o kadına cehenneme gitmesini söy­
lemesi gerekiyordu ve eğer bu kişi sensen şapka çıkarmak gerekir. O ka­
dın orada geçirdiğim bir yıl boyunca cehennem azabı yaşatmıştı bana ve
ben ona tek kelime bile etmeyi başaramamıştım.
“Bak, bir basın yemeğine yetişmem gerekiyor, neden bir toplantı gü­
nü belirlemiyoruz şimdi? Buraya gelip o kâğıttan doldurman gerekiyor za­
ten ve ben de seninle tanrşmak istiyorum. Dergiye uyacağını düşündüğün
başka bir şey varsa onu da getir gelirken.”

441
Lauren Weisberger

“Harika. Ah, bu gerçekten harika görünüyor.” Sonraki cuma saat üç­


te buluşmak üzere anlaştık ye olanlara inanamayarak telefonu kapattım.
Kyle ve Jill bebeği Lily ile bırakıp toparlanmak ve giyinmek üzere yukarı
çıkmışlardı ve bebek az sonra avaz avaz ağlayacağını gösteren sesler çı­
karmaya başlamıştı. Onu koltuğundan alıp, omzuma yatırdım ve pijamala­
rının üstünden sırtını ovmaya başladım ve anında sustu.
“Telefondakinin kim olduğuna asla inanamazsın,” dedim şarkı söyler
gibi, bir yandan da kucağımda Isaac’la odada dans ediyordum. “Seventeen
dergisinden bir editör, hikâyemi yayınlayacaklar!”
“Kes sesini. Hayat hikâyeni mi yayınlayacaklar?”
“Hayır o benim hayat hikâyem değil, o Jennifer’ın hayat hikâyesi.
Sadece iki bin kelime, büyük bir şey değil ama bir başlangıç.”
“Eminim ne diyorsan odur. Genç kız bir şeyler elde etmek için süper
çaba harcar ve sonunda hayatındaki bütün değerli kişileri satar. Jennifer’m
hikâyesi. Hah-hah, her neyse.”
“Her neyse, ayrıntılar, ayrıntılar. Önemli olan onu şubat sayısında
yayınlayacak olmaları ve bana bunun için üç bin dolar ödeyecek olmaları.
Ne çılgınca değil mi?”
“Tebrikler Andy. Cidden, bu inanılmaz bir şey. Artık bunu önemli bir
adım olarak alırsın değil mi?”
“Evvet. Tamam The New Yorker değil ama yine de güzel bir başlan­
gıç. Eğer birkaç tane daha yazabilirsem, belki başka dergilerde de, bir yer­
lere gelebilirim. Kadınla cuma günü toplantı yapacağız ve çalıştığım baş­
ka bir şey varsa onu da götürmemi söyledi. Fransızca bilip bilmediğimi
sonnadı bile. Ve Miranda’dan nefret ediyor. Bu kadınla çalışabilirim.”
Teksas ekibini havaalanına götürdüm, Lily ile kendim için nefis, yağ­
lı bir Burger King mönü aldım, kahvaltıdaki donutlan bastırsın diye ve gü­
nün geri kalanını ve sonraki günü ve bir sonraki günü de Miranda’dan nef­
ret eden Loretta’ya göstereceğim işler üzerinde çalışarak geçirdim.

442
Şeytan Marka Giyer

“Uzun fincanda bir vanilyalı cappuccino lütfen,” dedim tanımadığım


bir garsona. 57. Sokak’taki Starbucks’taydım. Buraya son gelişimden bu
yana neredeyse beş ay geçmişti. Bir tepsi dolusu kahve ve yiyeceği denge­
de tutmaya çalışarak, Miranda beni nefes aldığım için kovmasın diye koş­
turuyordum son gelişimde. Olaya böyle bakınca, ona, “Cehenneme kadar
yolun var,” diye bağırdığım için kovulmuş olmamın, iki tane kahverengi
şeker yerine tatlandırıcı götürdüm diye kovulmuş olmaktan çok daha iyi
olduğunu fark ettim. Sonuç aynıydı ama oynanan oyun çok farklıydı.
Starbucks’ta bu kadar sık personel değiştiğini kim bilebilirdi? Tezgâ­
hın arkasında aşina gelen hiç kimse yoktu, burada geçirdiğim onca vakit
şimdi çok uzak görünüyordu. Çok iyi kesimli ama marka olmayan siyah

443
Lauren Weisberger

pantolonumu düzelttim ve dubleli paçalarına kent yollarında çamur bulaş­


mış mı diye kontrol ettim. Bir dergi dolusu modadan anlayan insanın be­
nimle aynı fikirde olmayacağını biliyordum ama ben kendimi sadece ikin­
ci iş görüşmem için çok güzel buluyordum. Sadece dergilerde kimsenin ta­
kım giymediğini artık bildiğim için değil, bir yerlerde bir biçimde, yüksek
moda ile geçirmiş olduğum bir yılın (basit olarak ozmoz yoluyla sanırım)
kafama doldurmuş oldukları nedeniyle de.
Kahvem fazla sıcaktı ama soğuk ve nemli havada iyi gelmişti doğru­
su. Bu karanlık öğleden sonra saatlerinde, şehir dev bir kar küresinin için­
de kaybolmuş gibiydi. Normalde bu tür günler beni depresyona sokardı.
Zaten yılın en depresif aylarından (şubat) birinin en depresif günlerinden
biriydi. Böyle günlerde iyimser insanlar bile kafalarını yorganın altından
çıkarmamak ister, kötümserler ise bir avuç dolusu Zoloft yutmadan adım
dahi atamazlardı. Ama Starbucks sıcak bir biçimde aydınlatılmıştı ve faz­
la kalabalık değildi, kocaman, yeşil koltuklardan birine kıvrılıp, daha ön­
ce kimin oraya kirli kafasını koymuş olduğunu düşünmemeye çalışarak
başımı araya yasladım.
Geçen üç ay boyunca Loretta benim yol göstericim, şampiyonum,
kurtarıcım olmuştu. Daha ilk tanışmamızda anlaşmıştık ve o günden beri
de bana karşı hep harika davranmıştı. Geniş ama dağınık odasına ilk adım
attığımda ve onun (nefesim kesilmişti) şişman olduğunu gördüğümde tu­
haf bir biçimde onu seveceğimi hissetmiştim. Beni oturtmuş ve bir hafta
boyunca üzerinde çalıştığım her şeyi satır satır okumuştu. Moda şovlarıy­
la ilgili bir şeyler, bir ünlünün asistanı olmanın güçlükleriyle ilgili bir şey­
ler, âşık olunan bir erkekle birlikte üç yıl geçirdikten sonra birlikte olama­
manın ne getirdiği (ya da ne götürdüğü) ile ilgili, duygusal olduğunu um­
duğum bir öykü. Aslında öykü kitabı gibi, mide bulandırıcı bir şeydi ama
o nasıl olduysa anlamıştı. Sonra da yine nasıl olduysa, Runway ile ilgili kâ­
buslarımızı anlatmaya başlamıştık karşılıklı (hâlâ görüyordum o kâbusla-

444
Şeytan Marka Giyer

n, en son gördüğümde kendi ailemin sokakta şortla dolaşıyorlar diye Paris


moda polisi tarafından vurulup öldürüldüğü ve Miranda’nın beni evlat
edindiği korkunç bir sahne vardı). Sonra aym kişi olduğumuzu ama ara­
mızda yedi yıllık bir fark olduğunu keşfedivermiştik.
Runway’den kalan bütün kıyafetlerimi o Madison Caddesi’ndeki
ikinci el lüks kıyafet satan mağazalara götürmeyi akıl ettiğim için zengin
bir kadın olmuştum ve para almadan, sırf adım geçsin diye bile yazmayı
sürdürebilirdim. Emily ya da Jocelyn arayacak ve o kıyafetleri aldırmak
için bir kurye yollayacak diye çok beklemiştim ama hiç ses çıkmamıştı.
Eh, demek ki hepsi benimdi. Hemen hemen hepsini paketledim ama bir
Diane Von Furstenburg elbiseyi paketleyip bir kenara ayırdım. Emily’nin
ofisteki çekmecelerimden çıkanları içine doldurup yollamış olduğu kutuyu
karıştırırken Anita Alvarez’den gelen mektubu bulmuştum, hani hayatın­
daki tüm değerleri Runway’ye bağlayan kızın. Ona güzel bir elbise yolla­
mak istemiş ama asla vakit bulamamıştım. Elbiseyi paketledikten sonra
içine bir çift de Manolo ayakkabı sokuşturdum ve Miranda’nın imzasıyla
(ne yazık ki bu yeteneğimi henüz kaybetmemiştim) bir not yazdım. Bu kız
da bir kez de olsa güzel bir şeylere sahip olmanın nasıl bir duygu olduğu­
nu tatsın istiyordum. Daha da önemlisi kendisine gerçekten aldıran bilile­
rinin olduğunu görsün istiyordum.
O elbise, dar ve seksi D&G kotlar ve anneme hediye ettiğim, klasik,
zincir saplı çanta, “Ah tatlım, bu çok güzel. Markası ne demiştin?” dışın­
da bütün bluzlan, deri pantolonları, motosikletçi botlarını ve bağcıklı san­
daletleri, her şeyi sattım. Tezgâhta duran kadın mağaza sahibi olan kadını
çağırdı ve birkaç saatliğine mağazayı kapatıp mallarımı değerlendirmeye
karar verdiler. Louis Vuitton valiz seti (iki büyük bavul, bir orta boy akse-
suvar çantası ve koca bir sandık) sadece altı bin dolar getirmişti bana ve
sonunda hesap yapmayı, fısıldaşmayı, kıkırdamayı bitirdiklerinde oradan
toplam 38.000 dolarlık bir çekle ayrılmıştım. Bu da benim hesaplanma gö­

445
Lauren Weisberger

re, kira dahil beni bir yıl geçindirebilirdi ve ben de o arada yazı yazmakla
uğraşabilirdim. Sonra da hayatıma Loretta girmiş, her şey daha da iyiye
gitmişti.
Loretta da dört parça yazı almaya karar vermişti bile. Ama daha da
heyecan verici olan, bana yeni ilişkiler sağlamak konusundaki tuhaf takın­
tısı, bir serbest yazarla çalışmak isteyebilecek, başka dergilerden insanlar­
la konuşmak konusunda gösterdiği hevesti. Bu yüzden bu kasvetli kış gü­
nünde Starbucks’ta oturuyordum, tekrar Elias-Clark’a gidecektim. Beni,
Miranda’nın ben binaya adım atar atmaz avlamayacağı, bir ok üfleyip öl­
dürmeyeceği konusunda ikna etmesi hayli uzun sürmüştü ve çok uğraşmış­
tı ama yine de gergindim. Eski günlerdeki, o telefonun çalmasıyla yüreği­
min ağzına gelmesi türünden bir korkum yoktu ama uzak bir ihtimal de ol­
sa, onunla ya da Emily ile karşılaşma düşüncesi yine de rahatsız ediciydi.
Ya da görüşmeyi sürdürdüğüm James dışında herhangi biriyle.
Her nasılsa, bir biçimde ve bir nedenle Loretta eskiden ev arkadaşı ve
meslektaşı olan ve şimdi de The Buzz’m kent bölümünün editörlüğünü ya­
pan kadını aramış ve geleceğin “o parlak” yazarını keşfettiğini söylemişti.
Bu herhalde ben oluyordum. Bana bugün için bir görüşme ayarlamıştı ve
kadına benim Miranda’nın son kovduğu asistan olduğumu da önceden
söylemişti. Ama kadın sadece gülmüş ve eğer Miranda tarafından kovulan
bütün yazarları reddedecek olsalar yazı yazacak kimse bulamayacaklarını
söylemişti.
Kahvemi bitirdim, enerjimi toplamış olarak, çeşitli yazılarımın bu­
lunduğu dosyamı aldım ve (bu kez sakin olarak, çalan telefonlar ve tepsi­
ler dolusu kahve olmadan) Elias-Clark binasına yöneldim. Yürüme yolun­
dan lobiyi inceleyip, Runvvay takımından kimsenin olmadığına emin olun­
ca ilerledim ve döner kapıya abandım. Beş aylık yokluğumda değişen bir
şey olmamıştı, gazete tezgâhının arkasında duran Ahmed’i ve Chic’m bu
hafta sonu Lotus’te vereceği partinin duyurusunu yapan dev gibi, parlak

446
Şeytan Marka Giyer

posteri görebiliyordum. Aslında imza vermem gerektiği halde, alışkanlık­


la turnikelere gittim doğruca ve birden aşina bir ses geldi kulağıma: “Ge­
linin dul kaldığını öğrenince ağladım nu anımsamıyorum, ama içimde bir
şeyler kırıldı ve müzik sustu. Biz şarkı söylüyorduk..." Amerikan Pastası,
aman ne tatlı, diye düşündüm. Bu hiç söylememiş olduğum veda şarkisiy­
di. Eduardo’yu görmek üzere döndüm, her zamanki gibi geniş ve tatlı bir
tebessümle sımıyordu. Ama bana değil. Başka bir turnikenin önünde du­
ran upuzun, sıska, simsiyah saçlı ve yeşil gözlü, daracık, kamçı gibi bir
pantolon ve göbeğini açıkta bırakan bir bluz giymiş olan kıza.
Kız aynı anda, içinde üç fincan Staıbucks kahve olan bir tepsiyi, ga­
zeteler ve dergilerle dolup taşmış bir torbayı, her birinden bir sürü elbise
sarkan üç askıyı ve üstüne MP harfleri işlenmiş bir spor çantasını dengede
tutarak taşımaya çalışıyordu. Tam ona bakarken cep telefonu çalmaya baş­
ladı ve o kadar paniğe kapıldı ki ağlamaya başlayacak zannettim. Ama tur­
nikeden geçmek için yaptığı ikinci atılım da sonuç vermeyince derin derin
içini çekti ve şarkı söylemeye başladı: “Hoşça kal Amerikan Pasta Güzeli,
beni arabanla Levee’ye götür, ama Levee kurumuş bizim yaşlı oğlanları
kafaya çekiyorlar, bu şarkıyı ölene dek söyleyeceğim, ölene dek...” Eduar-
do’ya tekrar baktığımda çabucak benim bulunduğum yöne doğru gülüm­
sedi ve göz kırptı. Sonra, esmer güzeli kız şarkısını bitirince, önemli biriy­
mişim gibi benim turnikeme yol verdi.
I

THE NEW YORK TIMES BEST-SELLER LAUREN VVEISBERGER

C E N N E T G İB İ B İR İŞ E G İR E C E Ğ İN İZ İ

D Ü Ş Ü N Ü R K E N , A S L I N D A

C E H E N N E M E D Ü Ş T Ü Ğ Ü N Ü Z Ü

A N L A D IĞ IN IZ A N

N E Y A P A R S I N I Z ?

“Komik, iğneleyici, şeker gibi bir roman.”


The New York Daily News
“Çok zekice yazılmış tatlı bir dedikodu romanı.”
Puhlishers Weekly
“Yazar ilk romanıyla büyük bir çıkış yapmış.”
Kirkus
“Dedikodu tarihinin bir numaralı eseri... Böylesine zevkli bir roman
okuduğunuzu sanmıyorum... İnanılmaz komik.”
Liz Smith
“Modanın esiri kadınları dile getiren... Zevkli dedikodularla bezeli...
Tatlı bir eser.”
ŞEYTAN
Chicago Sun - Times
“Bu yılın vazgeçilmez bir aksesuvarı... Weisberger New York moda
dünyasının kirli çamaşırlarını ortaya dökmüş.”
MARKA
Rocky Mountain News
O) >
DO C
GİYER
m
7) m
O z
m
ISBN 975-21 -0438-X 7}

9 789752 104389
MM
ALTIN
KİTAPLAR 8. Bassm

You might also like