Professional Documents
Culture Documents
Seytan Marka Giyer Lauren Weisberger PDF Indir 8406
Seytan Marka Giyer Lauren Weisberger PDF Indir 8406
ş e At AN
MARKA
GİYER
8. Basım
ŞEYTAN
MARKA
GİYER
Küçük bir kentte büyüyen
Andrea Sachs üniversiteden
mezun olur olmaz milyonlarca
kızın hayalinde yaşattığı bir iş
bulur. Runway dergisinin ünlü
ve başarılı Genel Yayın v "
meni Miranda Priestly’in yanın
da asistanlığa başlar. Ve bir anda
kendini Prada! Armani! Versace!
dünyasında bulur. Artık çevre
sinde yaşam larının tek amacı
marka giyip kendileri ile ilgilen
mek olan genç, güzel kadınlar
ve erkekler vardır.
Ne var ki burası zorlu bir dün
yadır ve burada küçük balıklar
büyük b a lık la ra yem olur.
Andrea’nın büyük ümitlerle adım
attığı bu dünya acımasız, şımarık
ve bencil patronu sayesinde ce
henneme döner...
Ama şu an için çektiği acılar
gelecekte atacağı büyük adımla
rın başlangıcı olacaktır.
KİTAPLAR
K ita b in O rijin a l A d i
T H E D EVIL W EARS PRADA
Y ayin H aklari
LAUREN W E IS B E R G E R ©
AKÇALI TELİF HAKLARI AJANSI
A LTIN KİTAPLA R YAYINEVİ
VE T İC A R E T A Ş .®
B as ki
1. BASIM / ŞUBAT 2 0 0 4
2. BASIM / N İS A N 2 0 0 4
3. BASIM / H A Z İR A N 2 0 0 4
4. B A S IM /T E M M U Z 2 0 0 5
5. BASIM / EKİM 2 0 0 6
6. BASIM / EKİM 2 0 0 6
7. BASIM / KASIM 2 0 0 6
8. BASIM / ŞUBAT 2 0 0 7
A K D E N İZ Y A Y IN C IL IK A.Ş.
Matbaacılar Sitesi No: 83
Bağcılar - İstanbul
http://www.altinkitaplar.coni.tr
info@allinkitaplar.com.tr
m
ALTIN
KİTAPLAR
LAUREN
VVEISBERGER
ŞEYTAN
MARKA
GİYER
TÜRKÇESİ
PINAR ÖCAL
Bu kitap halen yaşam akta olan ve
Savaşla Barışın rekabetine içtenlikle inanan
üç kişiye adanmıştır:
Teşekkür
7
Lauren Weisberger
8
Şeytan Marka Giyer
9
Lauren Weisberger
Allah kahretsin! Paniğe kapıldığım anlarda asla ve kesinlikle zarif bir bi
çimde davranmayı başaramadığım için yine yedi yüz dolarlık bir ayakka
bıyı kurban etmiştim. Bu ay içinde gerçekleşen üçüncü topuk kırma hadi-
semdi bu. Araba durduğunda adeta bir ferahlık hissettim (hayatımı kurtar
maya çalışırken debriyaja basmayı ihmal etmiştim elbette). Kıymetli Ma-
nolo’lanmı çıkanp yan koltuğa fırlatmak için birkaç saniyem vardı (eğer
dört bir yandan gelen öfkeli koma sesleri ve çeşitli biçimlerde beyan edil
mekte olan küfürler sayılmazsa bunlann huzurlu saniyeler olduğu söylene
bilirdi). Terden ıslanan ellerimi kurulamak için, son dakikalarda yaşadık
larımdan ötürü acımaya başlayan popomu sımsıkı saran süet Gucci panto
lonumdan başka bir şey yoktu ortalıkta. Parmaklarım artık uyuşmuş bulu
nan kalçalarımı saran yumuşacık süet üzerinde ıslak izler bırakmıştı. Nor
mal vitesli, üstü açılan bu 84.000 dolan öğle kalabalığında şehrin türlü be
layla dolu merkezinde sürmeye çalışmak aşın derecede sigara içme arzu
su uyandınyordu içimde.
O sırada göğüs kıllan kansı tarafından örülmüş kazağından tehditkâr
bir biçimde dışan fırlamış esmer bir şoför, “Ne biçim araba kullanıyorsun
kadın?” diye haykırdı. “Ne sanıyorsun burayı, Tann’nın belası bir kurs sa
hası mı? Çekil yoldan!”
Ona münasip bir el hareketi yaptım ve dikkatimi tekrar ilgilenmem
gereken konuya çevirdim; yani, acilen damarlanma nikotin yollama işine.
Ellerim yine terden nemlenmişti ve bunun kanıtı olarak da kibritleri yere
düşürdüm. Tam ateşle sigaramın ucunu buluşturmuştum ki yeşil yandı ve
sigarayı dudaklarımın arasında asılı olarak bırakıp tekrar debriyaj, gaz, vi
tes (doğru sıralama bu muydu hakikaten), debriyajı bırak, tekerlemesine
geri dönmek zorunda kaldım. Bu arada da sigara dumanlan her nefes alı
şımda ağzımdan içeri dışan savrulup durmaktaydı. Arabayı normal bir bi
çimde sürmeye başlayıp sigaramı alacak hale gelinceye kadar üç blok da
ha geçtim ama yine de çok geç kalmıştım, tehlikeli bir biçimde uzamış
olan külüm az önce ellerimi kurulamış olduğum nemli pantolonuma düş
10
Şeytan Marka Giyer
11
Lauren Weisberger
12
Şeytan Marka Giyer
13
Lauren Weisberger
14
Şeytan Marka Giyer
hayatımı korumak için çok ama çok dikkatli kullanıyorum arabayı, eh kö
pek de bundan yararlanacaksa bu da işin ikramiyesi sayılır.
Madelaine yan koltukta kıvrılmış yatarken bir sigara daha yakıp, çıp
lak ve donmuş ayaklarımı ovuşturdum yoksa zavallı parmaklarım debriyaj
ve fren pedallarını kavrayamayacakları. Debriyaj, gaz, vites, ayağını deb
riyajdan çek, bunları, her gaza basışımda acıklı feryatlar koparan köpeğin
sesini duymamak için yüksek sesle, şarkı kıvamında tekrarlıyordum. Ağ
lamak, sızlamak ve horuldamak arasında gidip geliyordu hayvancık. Mi-
randa’nın apartmanına vardığımızda neredeyse isterik bir hal almıştı. Onu
yatıştırmaya çalıştım ama sanırım ilgimin sahte olduğunu sezmişti, üstelik
de başını okşamak veya kucağıma almak gibi şeyleri yapacak boş elim
yoktu o anda. Demek ki o dört yıl boyunca uğraştığım bütün o planlama
ve yeniden yapılandırma kitapları, oyunlar, kısa hikâyeler ve şiirler sonun
da küçük, beyaz, bir buldog topağını başka birine ait, gerçekten çok ama
çok pahalı arabaya bir zarar vermesin, diye rahatlatmaya çalışmak içinmiş.
Tatlı hayat. Tam da hep hayal ettiğim gibi gerçekten.
Sonunda başka bir kaza yaşamadan arabayı garaja sokuşturmayı ve
köpeği de Miranda’nın kapıcısının eline tutuşturmayı başarmıştım, ama
bütün o şehir içi seyahatim boyunca beni izlemiş olan arabaya bindiğimde
hâlâ ellerim titriyordu. Şoför, bana sempatiyle bakıp, noımal vitesli araba
kullanmanın güçlükleri hakkında destekleyici bir şeyler söylemeye çalıştı
ama ben pek sohbet edecek havada değildim.
‘Tekrar Elias-Clark binasına döneceğiz,” dedim derin bir iç çekişle
birlikte, o arada şoför blokun etrafından dönmüş ve Paık Caddesi’nin gü
neyine yönelmişti. Bu yolu her gün yaptığım için (hatta bazen günde iki
kez) bir nefes almak, kendimi toplamak ve Gucci süet pantolonumda kalı
cı şirin izler bırakmış olan kül ve el lekelerinden kurtulmak için sadece se
kiz dakikam olduğunu gayet iyi biliyordum. Ayakkabılanm ise umutsuz
durumdaydılar, ancak ayakkabı tamircilerinin cenneti olan Runway’de el
den geçtikten sonra acil durumlarda kullanılabilirlerdi. Bu arada yolun al
15
Lauren Weisberger
16
Şeytan Marka Giyer
17 F :2
Lauren Weisberger
İlk iş görüşmeme gitmek üzere Elias-Clark binasının kötü bir üne sa
hip asansörlerinden birine adım attığımda hiçbir şey bilmiyordum. Bu ta
şıyıcılar moda kelimesinin içerdiği her şey demekti. Benimse, şehirdeki en
iyi bağlantılara sahip dedikodu yazarlarının ve medya uzmanlarının, bu
muhteşem ve sessiz asansörlerin kusursuz görünümlü yolcularının attıkla
rı her adım için deli olduklarından hiç mi hiç haberim yoktu. Hiç bu kadar
parlak san saçlı kadınlar görmemiştim daha önce, böyle bir panltıyı yara
tabilen marka kuaförlere gitmenin insana yılda altı bin papele patladığın
dan ya da insanlann saçma şöyle bir göz atıvermekle boyayı yapan usta
nın kimliğinin bilinebileceğinden de hiç haberim yoktu. Hayatımda hiç bu
kadar güzel erkeklere de rastlamamıştım. Kusursuz bir tavırian (ama asla
çok fazla erkeksi değil çünkü, öyle davranmak çok seksi değil) vardı ve ha
18
Şeytan Marka Giyer
19
Lauren Weisberger
20
Şeytan Marka Giyer
21
Lauren Weisberger
bir biçimde ayağa kalkmıştı. Ah! Geri geldiler, diye düşünüp dehşete ka
pıldım. Parazitler vücuduma geri dönmenin yolunu bulmuşlardı ve sonsu
za kadar acı çekmeye mahkûm olmuştum. Ya daha da kötü bir şeyse? Bel
ki de son zamanlarda ortaya çıkan dang hummasının bir türüne yakalan
mıştım? Ya da malaryaya? Hatta belki de ebolaya? Geceden kalma ufak
alıntılan algılamaya başlayıncaya kadar, sessizce yatıp çok yakında tepe
me bineceğine inandığım ölümün pençelerini hayal etmeye çalıştım. Doğu
Village’deki dumanlı gecelerden biriydi. Cazda erime filan dedikleri bir
tür müzik vardı. Martini kadehinde sıcak, pembe bir içki, ah, mide bulan
tısı lütfen dur artık. Arkadaşlar bana hoş geldin demek için uğruyorlardı.
Kadeh kaldırma, bir yudum içme, tekrar kadeh kaldııma. Oh, şükürler ol
sun ki ender bulunan kanamalı bir hastalık ateşi değilmiş, sadece akşam
dan kalmalıkmış. Dizanteri yüzünden dokuz kilo kaybettikten sonra bu ka
dar içmeyi kaldıramayacağım ortadaydı. 1.78 santimetre boya 52 kilo sıkı
bir gece geçirmek için pek uygun değildi (ama anlaşılan bir moda dergi
sinde iş bulmak için gayet uygundu).
Büyük bir cesaretle, kendimi bir haftadır yatmakta olduğum ve insanı
kötürüm bırakmak üzere tasarlanmış kanepeden kaldırdım ve bütün ener
jimi hasta olmamaya odakladım. Amerika’ya yeniden uyum sağlamak (yi
yeceklere, âdetlere, muhteşem sağanak yağmurlara) oldukça yorucu bir
şeydi ama bir evde misafir olarak kalmak daha da yorucuydu. Bu arada ka
lan son baht’lanmı ve rupi’lerimi bozdurunca ancak bir buçuk hafta daha
idare edebileceğimi, ondan sonra beş parasız kalacağımı da fark etmiştim.
Annemlerden para alabilmenin tek yolu ise o kısırdöngüye, yani eve geri
dönmekti. Bu mantıklı yaklaşım, beni böyle kasvetli bir kasım gününde
yataktan kaldırabilecek tek şeydi, çünkü bir saat sonra ilk iş görüşmemi
yapacaktım. Geçen haftayı Lily’nin kanepesine park etmiş olarak geçir
miştim, kendimi hâlâ zayıf ve yorgun hissediyordum, ama sonunda Lily
her gün birkaç saatliğine de olsa evi terk etmemi haykırmıştı. Kendi ken
dime ne yapabileceğimi pek bilemeyerek bir metro kartı almış ve metro-
22
Şeytan Marka Giyer
laıla oradan oraya gezinmeye başlamıştım ben de. Rasgele gittiğim yerle
re de birer özgeçmiş bırakıyordum. Bütün büyük dergi yayıncılarının gü
venlik görevlilerine de yan içten bir kapak yazısı eşliğinde birer tane bı
rakmıştım tabi ki. Yazıda editör yardımcılığı yapmak ve dergilerde yaza
bilmek için deneyim kazanmak istediğimi belirtiyordum. Doğrusu kimse
nin bunlan gerçekten okuyup okumadığına aldırmayacak kadar zayıf ve
halsizdim; en son aklıma gelecek şey de bir görüşmeye çağnlmaktı. Ama
önceki gün Lily’nin telefonu ısrarla çalmış ve Elias-Claık insan kaynakla-
nndan birisi beni bir “Sohbet” için çağırmıştı. Hayret! Sonuçta bunun ger
çek bir iş görüşmesi olup olmadığım kestirememiştim, ama her dunımda
bir “Sohbet” yapmayı ben de yeğlerdim.
Üstüme bir ceketle pantolon geçirdim, aslında bir takım oluşturmak
üzere yaratılmamışlardı ve pek de birbirlerine uymuyorlardı ama en azından
iskeletimsi görüntümü kapatıyorlardı. Çok havai olmayan bir at kuyruğu
yaptım ve hafif aşınmış düz ayakkabılarımla kıyafetimi tamamladım. Pek
harika olmamıştı (aslına bakarsanız iğrenç olmuştu) ama bence yeteriiydi.
Beni sadece dış görünüşüme bakarak işe alacak ya da reddedecek değiller
ya, diye düşünmüş olduğumu hatırlıyorum. Pek basit düşünüyoımuşum.
Sabah on birdeki randevum için tam zamanında binaya ulaştım ve
asansöre binebilmek için sıra bekleyen uzıin bacaklı, Twiggy tipli kızların
oluşturduğu kuyruğu görünceye kadar da paniğe kapılmadım. Kızların du
dakları hiç durmadan kıpırdıyordu ve dedikoduları ancak son moda ayak
kabı topuklarının takırtıları tarafından bölünüyordu. Takırtılar diye düşün
düm. “İşte bu harika.” (Asansörler!) nefes al, nefes ver, diye kendime emir
verdim. Vazgeçmeyeceksin. Vazgeçmeyeceksin. Sen buraya sadece editör
asistanı olabilmek için konuşmaya geldin ve sonra doğruca kanepene geri
döneceksin. Vazgeçmeyeceksin. “A, evet, tabi ki Reactiori da çalışmayı
çok isterim. Elbette The Buzz da çok uygun olur. Pardon, ne? Kendim se
çebilir miyim? O zaman gece bunlarla Maison Vous arasında bir seçim
yapmaya çalışmalıyım. Çok hoş!”
23
Lauren Weisberger
Bir süre sonra pek de gurur verici olmayan “Misafir” etiketimi, yine
pek de gurur verici olmayan kıyafetimin üstüne bir benek şeklinde kondur
muş olarak (ne yazık ki misafirlerin çoğunun bunları çantalarının üzerine
yapıştırdıklarını sonradan faik ettim, hatta bazıları daha da iyisini yapıp
onları hepten yok ediyorlardı, sadece kimi çirkin geri zekâlılar onlan üzer
lerine takıyorlardı) asansörlere doğru ilerlemekteydim. Sonra... asansöre
bindim. Yükseliyor yükseliyor yükseliyor ve uzayın, zamanın dışına ve
sonsuz seksi bulmaya, daha doğrusu, insan kaynaklarına gidiyorduk.
Bu hızlı ve sessiz tırmanış esnasında rahatlamak için kendime bir an
izin verdim. Ağır, boğucu parfüm kokularına karışan deri kokulan bu
asansörleri sadece erotik amaçlı yerlere dönüştürüyordu adeta. Katlar ara
sında süzülüyor, sonra her katta durup güzel yaratıklan Chic, Mantra, The
Buzz ve Coquette' ye boşaltıyorduk. Kapılar sessizce, saygıyla açılıyor,
bembeyaz resepsiyon bölümlerini gözler önüne seriyordu. Tertemiz, sade
çizgilere sahip şık mobilyalar adeta otuımak için insanın cesaretini sına
mak üzere konmuş gibiydiler ve de hani biri kazayla bir şey dökse, dehşet
içinde çığlık atacaklarmış gibi duruyorlardı. Dergilerin isimleri kimlikleri
ni tanımlayan, bağımsız karakterde kalın siyah harflerle lobileri çevrele
yen duvarlara yazılmıştı. Kalın, opak camlarla korunuyorlardı. Bu isimler
her ortalama Amerikalının bildiği ama asla yüksek bir çatıda döner, çalka
lanır ve çevrilirken hayal etmediği isimlerdi.
Donmuş yoğurt servisi yapmak dışında herhangi bir iş yapmamışken
ben bile, yeni yeni profesyonel olmaya başlamış arkadaşlarım sayesinde,
kurumsal iş hayatının böyle görünmediğine dair yeterince hikâye duymuş
tum. Buna yakın bile değildi hatta. Burada iğrenç floresan ışıklan ve asla
kir göstermeyen halılar yoktu. Derbeder sekreterlerin işgal etmiş olması
gereken yerlerde, son derece şık takımlar giymiş, elmacık kemikleri belir
ginleştirilmiş, pınl pınl genç kızlar bulunuyordu. Ofis malzemesi, diye bir
şey yoktu ortalıkta! Ajanda, çöp kutusu, kitap gibi şeyler kesinlikle bulun
muyordu. Kin ve nefreti algılayıp, sesi de duymadan önce, mükemmelliği
ile baş döndüren en az altı beyaz kat görmüştüm.
24
Şeytan Marka Giyer
“O. Bir. Kaltak! Ona daha fazla dayanmama imkân yok. Buna kim
dayanır? Gerçekten merak ediyorum KİM DAYANIR BUNA?” diye tıs
ladı yirmi bilmem kaç yaşında ve yılan derisi bir etekle minicik bir üst giy
miş olan kız. Görünüşü gündüz vakti bir büroda olmaktan çok gecenin geç
saatlerinde Bungalow 8’de olmaya uygundu.
“Biliyorum. Biliyoruuuuuum. Geçen altı ay boyunca neye tahammül
etmek zorunda kalmıştım sanıyorsun? Su katılmamış bir kaltağa. Ve de
berbat bir zevke,” diye diğer kız cevap verdi güzelim başını empatik bir
edayla savurarak.
Neyse ki ben ineceğim kata geldim ve asansörün kapısı açıldı. İlginç,
diye düşündüm. Bu olası iş OTtamını, üst düzey bir sosyete kızının günlük
hayatındaki herhangi bir yerle karşılaştıracak olsanız, herhalde burası da
ha iyiydi. Uyancı mı? Eh, belki tam öyle değil. Nazik, tatlı, besleyici? Ha
yır, kesinlikle değil. Öyle bir yer ki gülümsemenize ve harika işler başar
manıza imkân sağlıyor? Hayır mı? Peki, hayır! Ama eğer hızlı, ince, sofis
tike, inanılmayacak kadar çağa uygun ve insanın yüreğini burkacak kadar
havalı bir yer arıyorsanız Elias-Clark sizin için Mekke demekti.
Muhteşem mücevherleri ve kusursuz makyajı ile süzülen insan kay
naklan resepsiyon görevlisi, yetersizlik duygulanmdan kaynaklanan buna
lımımı bastıracak herhangi bir şey yapmadı. Bana oturmamı ve “bazı sayı
larımıza” dilediğim gibi bakmamı söyledi. Oysa ben, sanki gerçekten be
ni bu konuda sınava tabi tutacaklarmış gibi, şirket künyesinde yer alan ya
zı işleri müdürlerinin isimlerini hatırlamaya çalışıyordum deliler gibi. Ha!
Elbette Reaction dergisinden Stephen Alexander’ı biliyordum, tabi bir de
The Buzz’dan Tanner Michel’i unutmama imkân yoktu. Bence bastıklan
tek ilginç şey de bunlardı zaten. Ben daha iyisini yapabilirdim.
Minyon bir kadın geldi ve kendisini Sharon olarak tanıttı. “Eee tat
lım, galiba dergilerden birine mutlaka kapağı atmak istiyorsun, değil mi?”
diye sorarken, bana bir dizi uzun bacaklı, manken gibi ve hepsi birbirine
25
Lauren Weisberger
benzeyen kızı, onun soğuk ve sade ofisinde atlatma izni verecekmiş gibiy
di. “Bildiğin gibi üniversiteyi bitirir bitilmez böyle bir iş bulmak pek ko
lay değil. Çok çok fazla rekabet ve çok az iş var. Bu işlerin de pek azı ele
geçirilebilir. Üstelik bunlar da fazla para vermezler, ne demek istediğimi
anlıyorsan eğer?”
Ucuz, uyumsuz kılığıma ve son derece yanlış ayakkabılarıma bakıp
meraklanmama dahi gerek olmadığını düşündüm. Bana, “Ama, şu an mü
sait olan ve çok kısa zamanda da kapılacak şaşırtıcı bir pozisyon var,” di
ye fısıldadığını faik ettiğimde, kanepeye kıvrılıp sigaralarım ve çerezle
rimle geçireceğim iki haftamı düşünmeye başlamıştım bile.
Hımmm. Onu göz teması kurmaya zorlarken bir yandan da antenle
rim açılıveımişti. Fırsat ha? Hem de çabucak kapılacak? Zihnim deli gibi
koşturuyordu. Bana yardım etmek mi istiyor? Benden hoşlandı mı yani?
Peki neden? Daha ağzımı bile açmadan benden nasıl hoşlanmış olabilirdi
ki? Ve neden tam bir araba satıcısı ağzıyla konuşmaya başlamıştı?
“Tatlım bana Runway’\n yazı işleri müdürünün kim olduğunu söyle
yebilir misin?” diye sordu, bu arada oturduğumdan beri ilk kez doğru dü
rüst bakmıştı yüzüme.
Boşluk. Tamamıyla ve kesinlikle bir boşluk, hiçbir şey hatırlayamıyor
dum. Beni gerçeklen sınadığına inanamıyordum. Hayatımda Runway’den
tek satır bile okumuş değildim, bana bunu sormaya hakkı yoktu. Kim ta
kardı ki Rumvay’yi? İçinde iki satır bile yazı olup olmadığından emin ol
madığım, aç görünüşlü manken fotoğraflarından ve abartılı reklamlardan
oluşan bir moda deıgisiydi sadece. Bir ya da iki an için kekeledim, o ara
da da daha önce ezberiemiş olduğum çeşitli faiklı editör isimleri beynimin
içinde uyumsuz çiftler halinde dans etmekteydi. Beynimin bayağı derinde
kalmış katmanlarının arasında bir yerlerde o kadının isminin de bulundu
ğundan emindim (bütün olanlardan sonra kim emin olmazdı ki). Ama ne
yazık ki harap olan beynim bu buluşu yapamadı.
26
Şeytan Marka Giyer
27
Lauren Weisberger
28
Şeytan Marka Giyer
29
Lauren Weisberger
şey çok ama çok ince olduğu idi. Ama içe çökük midesine ve dışan fırla
mış pelvis kemiklerine bile odaklanamıyordum, çünkü işyerinde göbeği
açık bir kıyafetle dolaşıyor olması gerçeği beni büyülemişti. Yumuşak ol
duğu kadar dar da olan, siyah deri bir pantolon giymişti. Üstünde de gö
ğüslerini ancak ve zorla örten, göbek deliğinin beş santim üzerinde kalan,
beyaz küçük, tüylü bir üstlük vardı. Uzun saçları mürekkep kadar siyahtı
ve omzundan aşağı kalın, parlak bir battaniye gibi salınıyordu. El ve ayak
parmaklarına fosforlu beyaz oje sürmüştü ve sanki içeriden ışık verir gibi
parlıyorlardı, açık sandaletleri 1.85 santimetre gibi görünen boyunu 1.90
santimetreye çıkarmıştı. Aynı zamanda seksi, yan çıplak ve klas görünme
yi başarmıştı, ama bana daha çok soğuğu hatırlatıyordu. Yani kelime anla
mında soğuk. Ne de olsa kasım ayındaydık.
“Selam, ben Allison, tahmin edeceğin gibi,” diye başladı, deri panto
lonunun uyluk bölgesine beyaz tüylü üstlüğünden düşmüş parçacıktan
toplayarak. “Ben editörlüğe yükseldim ve bu da Miranda için çalışmanın
harika yanlanndan biri. Evet, çalışma saatleri uzun ve iş zor ama aynı za
manda çok cazip ve milyonlarca kız bu iş için canını feda edebilir. Miran
da harika bir kadın, harika bir editör, harika bir kişidir ve kendi kızlanna
çok iyi bakar. Onunla bir yıl çalışırsan, yıllar boyu yükselir ve tepeye tır
manırsın, eğer yetenekliysen, seni zirveye yollar ve...” Söyledikleri ile pa
ralel herhangi bir heyecan ve tutku göstermeden öylece anlatmaya devam
etti. Onun tam bir aptal olduğuna dair bir izlenime kapılmasam da, gözle
rinin tıpkı beyni yıkanmış dini mezhep üyeleri gibi boş boş baktığını faik
etmiştim. Sanki uykuya dalsam, burnumu kanştırsam ya da bırakıp gitsem
farkına varmayacakmış gibi görünüyordu.
Sonunda eşyalarını toplayıp başka bir görüşme var mı, diye bakmaya
gittiğinde o soğuk resepsiyon koltuğuna adeta çöküp kalmıştım. Her şey
çok hızh gelişiyordu, kontrol dışıydı ve hâlâ heyecanlıydım. Miranda Pri-
estly’in kim olduğunu bilmiyorsam ne çıkardı ki? Benden başka herkes
30
Şeytan Marka Giyer
31
Lauren Weisberger
“Buranın moda kısmıyla ilgili olarak kesinlikle herhangi bir şey yap
mıyorum,” diye gururla belirtti. “O yüzden bu konudaki sorularını başka
birine sorarsan daha iyi edersin.”
Kendisine aslında bir tek onun işinin çok cazip göründüğünü ve mo
dayla ilgili bir geçmişim ya da merakım olmadığını söylediğimde gülümse
mesi koca bir sırıtışa dönüştü. “Eh bu durumda Andrea, sen bizim gerçek
ten aradığımız kişi olmalısın. Sanırım artık Miranda ile tanışmanın zamanı
geldi. Sana bir öğüt verebilir miyim? Doğruca gözlerinin içine bak ve ken
dini pazarla. Kendini sıkı bir biçimde pazarlamana saygı duyacaktır.”
Yine o çarpıcı kız beni sanki bir tiyatro sahnesindeymişiz gibi Miran-
da’nın odasına götürdü. Topu topu 30 saniyelik bir yürüyüştü ama bütün
gözlerin üzerimde olduğunu hissediyordum. Editörlere ait bölümün buzlu
camlarının ve asistanların kübik masa düzeneklerinin arasından arkamdan
beni gözetliyorlardı. Fotokopi makinesinin başında duran ve muhtemelen
homoseksüel olan güzellik abidesi gibi bir adam vardı. Her ne kadar o sa
dece benim dış görünümümü denetler gibi bakmış olsa da, elimde olmadan
dönüp tekrar baktım ona. Tam asistanlara ait bölümden Miranda’nm odası
nın önüne geçilen kapıya geldiğimizde Emily fırlayıp elimdeki evrak çan
tasını kaptı ve kendi masasının üzerine attı. Bu hareketin bana “Bunu taşır
san tüm kredibiliteni kaybedersin” mesajı vermek için olduğunu iki saniye
de kavradım. Ve sonra onun ofisinde buldum kendimi, parlak ışıldar altın
da kocaman camlan olan, geniş, ferah bir mekân. O gün başka herhangi bir
ayrıntıyı algılayamadım, çünkü gözlerimi onun üzerinden alamıyordum.
Miranda Priestly’in resmini de görmemiş olduğumdan onun ne kadar
ince olduğunu görünce şok oldum. Elimi sıkan eli, küçük kemikli, dişi ve
yumuşaktı. Bana selam verecekmiş gibi görünmese de göz göze gelebil
mek için başını yukan kaldırması gerekiyordu. Mükemmel bir biçimde bo
yanmış san saçlan şık bir topuzla arkada toplanmıştı, belli ki doğal bir gö
rünüm elde edilmek istenmişti, ancak aynı zamanda da son derece düzgün
32
Şeytan Marka Giyer
33 F :3
Lauren Weisberger
34
Şeytan Marka Giyer
35
Lauren Weisberger
3
“Pek de işi almışsın gibi gülünmüyor,” dedi erkek aıkadaşım Alex yu
muşak bir edayla, bir yandan da saçlanmı okşuyordu. O yorucu günün ar
dından zonklayan başımı onun kucağına koyup uzanmıştım. Görüşmeden
sonra doğruca onun evine gitmiştim, çünkü olup bitenleri ona anlatmak için
sabırsızlanırken Lily’nin kanepesinde bir gece daha uyumak istemiyordum.
Aslında sürekli orada kalmayı tercih ederdim ama Alex’i boğmak da iste
miyordum. Bir an sonra yine konuya dönerek, “Zaten o işi neden istediğini
de anlayamıyorum,” diye devam etti. “Gerçi harika bir fırsat gibi de görü
nüyor. Yani, eğer o kız, Allison, Miranda’nın asistanı olarak işe başlayıp
şimdi dergide editör olduysa, bence bu yeterli. O zaman yap tabi.”
Benim adıma sevinmiş gibi görünebilmek için gerçekten çok çaba
harcıyordu. Brown’daki ikinci yılımızdan beri çıkıyorduk ve onun sesin
36
Şeytan Marka Giyer
deki er anlamı, her bakışım, her sinyalini bilirdim. Daha birkaç hafta ön
ce Bronx PS 277’deki işine başlamıştı ama güçlükle konuşacak kadar bit
kindi. Sınıfındaki çocukların henüz dokuz yaşında olmalarına rağmen ne
kadar bitap ve ahlakça düşük olduklarını görmek onda büyük bir hayal kı
rıklığı yaratmıştı. Çocukların büyük bir rahatlıkla oral seksten söz etmele
ri, haşhaş kelimesinin en az on farklı argo karşılığım biliyor olmaları ve
çaldıkları öteberiler veya hangisinin kuzeninin daha berbat bir hapishane
de bulunduğu hakkında övünmeleri onu tiksindiriyordu. Onlardan söz
ederken, “Hapishane Uzmanlan,” diyordu Alex. “Sing Sing’in Rikers’a
göre daha avantajlı pislikleri üzerine kitap yazabilirler, ama Ingiliz dilinden
bir kelime bile okuyamazlar.” Bu durumu değiştirmeyi nasıl becerebilece
ğini bulmaya çalışıyordu.
Ellerimi tişörtünün altına sokup sırtına masaj yapmaya başladım. Za
vallıcık çok kötü görünüyordu ve ben de onu iş görüşmemin ayrıntılanyla
sıkıyor olmaktan ötürü suçluluk hissediyordum ama bunlan birisiyle ko
nuşmam gerekiyordu. “Biliyorum. Şu anda yazıyla ilgili bir işim olmaya
cak ama birkaç ay sonra bir şeyler yazabilir hale geleceğimden eminim,”
dedim. “Bir moda dergisinde çalışmanın tümüyle kendimi satmak anlamı
na geldiğini düşünmüyorsun değil mi?”
Kollarımı yana çekti ve yanıma uzandı. “Bebeğim, sen çok parlak,
müthiş bir yazarsın ve biliyorum ki nereye gitsen aynısın. Elbette bu ken
dini satmak demek değil. Bu işi yaparak faturalarım ödeyeceksin. Hem
Runway’de bir yıl asistanlık yapmanın seni başka yerlerde üç yıl daha faz
la asistanlık yapmaktan kurtaracağım söylüyorsun değil mi?”
Başımı sallayıp doğruladım. “Emily ve Allison böyle söylediler, ya
ni bu bir tür otomatik sonuç ya da bedel oluyormuş. Bir yıl boyunca Mi
randa için çalışır ve kovulmazsan bir telefonla sana istediğin işi ayarlıyor-
muş.”
“Eee o zaman bu işi nasıl kabul etmezsin ki? Hakikaten Andy, bir yıl
çalışacaksın ve sonra The New Yorker'Ai işe başlayacaksın. Bu senin daima
37
Lauren Weisberger
38
Şeytan Marka Giyer
“Her neyse. İyi şanslar. Sonra bana ne olduğunu anlat. Ama önümüz
deki birkaç saat içinde değil, tamam mı?”
‘Tamam, teşekkürler. Ve özür dilerim.”
Saatime tekrar bakarak bu saatte bir iş görüşmesi yapacak oluşuma
inanamadım. Bir çaydanlık kahve yaptım ve bir fincanlık kadar hazır olun
caya dek bekledim ve kahvemi alıp kanepeye gittim. Artık aramam gere
kiyordu. Başka şansım yoktu.
“Merhaba. Ben Andrea Sachs,” dedim uykudan yeni uyanmış oldu
ğumu çaktırmamaya çalışarak ve mümkün olduğu kadar resmi bir şekilde
konuşarak.
“Andrea! Günaydın! Umanm çok erken aramamışımdır,” diye cıvıl
dadı Sharon, sesi sanki güneş ışığıyla doluydu. “Ama eminim öyle yapma-
mışımdır tatlım, özellikle de çok yakında eıkenci bir kuş olacağın düşünü
lürse! Sana çok iyi haberlerim var. Miranda senden çok etkilenmiş ve se
ninle çalışmak için sabırsızlandığını söylüyor. Harika değil mi? Tebrikler
tatlım. Miranda Priestly’in yeni asistanı olmak nasıl bir duygu? Sanınm
sen de şu anda...”
Başım dönüyordu. Kendimi güçlükle kanepeden kaldınp biraz daha
kahve, su veya zihnimi normale döndürüp Sharon’ın sözlerini yeniden İn
gilizceye çevirebilecek herhangi bir şey almak istedim, ama ancak biraz
ötedeki minderlere kadar gidip yığıldım. Bana bu işi arzu edip etmediğimi
mi soruyordu? Yoksa bana resmi bir teklifte mi bulunuyordu? Söyledikle
rinden Miranda Priestly’in benden hoşlanmış olduğu dışında bir anlam çı
karamamıştım.
“ ...haberin etkisiyle havalara uçmuşsundur. Kim uçmaz ki değil mi?
Şimdi bakalım, pazartesi başlayabilirsin herhalde, tamam mı? Sana diğer
kızlarla da tanışman için biraz zaman verelim, ah onların hepsi de çok şe
kerdir!” Tanışmak? Ne? Pazartesi başlamak? Şeker kızlar? Serseme dön
müş olan beynim söylenenlerden bir anlam çıkarmayı reddediyordu. Sade
ce bir tek cümleyi anlamıştım ve ona cevap verdim.
39
Lauren Weisberger
40
Şeytan Marka Giyer
41
Lauren Weisberger
42
Şeytan Marka Giyer
43
Lauren Weisberger
“Bir hafta mı? dedi annem. “Hayatım bir hafta sonra işe nasıl başla
yacağını anlayamıyorum.” Bir yandan da çayını karıştırıyordu. Mutfak ma
samızda, her zamanki yerlerimizde oturuyorduk, annem her zamanki gibi
kafeinsiz çayını düşük kalorili tatlandırıcısı eşliğinde içiyordu. Son dört
yıldır evde yaşamıyor olmama rağmen, dev kupamla içtiğim mikrodalga
da hazırlanmış çay ve Reese’s marka fıstık ezmesiyle yapılmış iki tane
sandviç sanki evden hiç ayrılmamışım gibi hissetmeme yetmişti.
“Eh doğrusu başka şansım da yok ve açık söylemem gerekirse bu işi
bulduğum için şanslıyım. Telefondaki kadının ne kadar telaşlı olduğunu
duymalıydın,” dedim. Bana pek de etkilenmemiş olarak baktı. “Zaten her
neyse ne, buna üzülecek halim yok. Gerçekten ünlü bir dergide, sektörün
en güçlü kadınlarından biriyle çalışma fırsatı yakaladım. Bu öyle bir iş ki
bir milyon kız bu iş için canım vermeye razı.”
Birbirimize gülümsedik ama onun gülümsemesine biraz da hüzün ka
rışmıştı. “Senin adına çok mutluyum,” dedi. “Ne kadar güzel ve büyümüş
bir kızım var. Hayatım, tek bildiğim bunun hayatının güzel, en güzel zaman
larını başlatacak bir adım olduğu. Üniversiteden mezun olup New York’a
gidişini hatırlıyorum. O koca, çılgın kente ve tek başına. Ürkütücü, ama.bir
o kadar da heyecan verici. Her anını sevmeni istiyorum, bütün oyunları,
filmleri ve insanları ve alışverişi ve kitaptan. Bu yaşamının en güzel zama
44
Şeytan Marka Giyer
nı olacak, bundan eminim.” Sonra elini elimin üstüne koydu, bunu pek sık
yapmazdı. “Seninle çok gurur duyuyonım.”
“Teşekkür ederim anne. Peki bu gurur, bana bir daire ve mobilya al
mana, tümüyle yeni bir gardırop kurmana yetecek kadar mı?”
“Evet, doğru,” dedi ve mikrodalgada iki fincan daha çay hazırlama
ya giderken elindeki dergiyle kafama hafifçe vurdu. Hayır dememişti ama
çek defterine sarıldığı da söylenemezdi.
Akşamın geri kalanını oturup tanıdığım herkese e-posta ile ev arka
daşı arayıp aramadıklarını ya da arayan bililerini bilip bilmediklerini sora
rak geçirdim. Aylardır görmemiş olduğum insanlara mesajlar yolladım.
Hiç şansım yoktu. Yapabileceğim tek şeyin (Lily’nin kanepesine tümden
yerleşip arkadaşlığımızı da tümden bitirmek veya aynı şeyi Alex’le yaşa
mak dışında) kentte kendi düzenimi kuruncaya kadar kısa süreyle bir oda
tutmak olduğuna karar verdim. Belki sonra da mobilyalı bir oda bulur ve
bir de o konuyla uğraşmak zorunda kalmazdım.
Gece yansından biraz sonra telefon çaldı ve ben de üstüne adadım,
bunu yaparken neredeyse çocukluğumdan beri yattığım ikiz yataktan yere
yuvarlanıyordum. Çocukken kahramanım olan Chris Evert’in imzalı ve
çerçevelenmiş bir fotoğrafı, duvardan bana gülümseyerek bakıyordu, fo
toğrafın üzerinde ise, hâlâ dergilerden kesip sakladığım Kirk Cameron’un
yazılarının asılı olduğu bir pano vardı. Telefona gülümsedim ben de.
“Hey şampiyon, ben Alex,” dedi, sesinin tonundan önemli bir şey ol
duğu anlaşılıyordu. Ama bunun iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi oldu
ğunu tahmin etmeye imkân yoktu. “Az önce Claire McMillan adlı kızdan
bir e-posta aldım, bir oda arkadaşı arıyormuş. Hani Princeton’dan olan kız.
Sanırım onunla daha önce karşılaşmıştık. Andrevv’la çıkıyor, tamamen
normal biri yani. İlgini çekiyor mu?”
“Tabi, neden olmasın? Sende telefonu var mı?”
“Hayır sadece e-posta adresi var. Ama bana yollamış olduğu mesajı
sana gönderirim, sen de ona bu şekilde ulaşabilirsin. Sanırım iyi bir çözüm
olabilir.”
45
Lauren Weisberger
46
Şeytan Marka Giyer
çok tatlı kızla konuştum. Shanti, arkadaşı Kendra ile birlikte, Yukarı Do
ğu Bölgesi’ndeki evlerine bir üçüncü kişi aradıklarını anlattı. Verecekleri
oda çok küçüktü ama penceresi, dolabı ve hatta doğal tuğladan bir duvarı
bile vardı. Ayda 800 dolar istiyorlardı. Dairenin banyosu ve mutfağı olup
olmadığını sordum. Vardı (ama asansör, bulaşık makinesi veya banyo kü
veti yoktu tabi ki, ne yapayım, insan ilk kez ev tutunca biraz da lüks isti
yor doğrusu). Bingo. Shanti ve Kendra çok tatlı, sessiz iki Hintli kızdı ve
hep de öyle kaldılar, ikisi de yatırım bankacılığı alanında deliler gibi çalı
şıyorlardı ve ben ne ilk başta, ne de sonraları ikisini biıbirinden ayırt etme
yi başaramadım. Sonunda bir yuva bulmuştum.
47
Lauren Weisberger
Yeni odamda üç gece geçirdikten sonra bile, kendimi garip bir yerde
yaşamakta olan bir yabancı gibi hissediyordum. Odam minicikti. Avon’da-
ki evin bahçesinde bulunan malzeme kulübeciğinden belki birazcık büyük
tü, ama çok da değil. Aslında mobilya konunca daha büyük görünen pek
çok boş alanın aksine, benim odam yan yanya küçülmüştü. Kalan boş ala
na acıyarak baktım ve bunun gerçek bir odanın boyutlanna yakınlaştırıl
ması gerektiğine karar verip normal bir yatak odası takımı almam gerekti
ğini düşündüm, yani, büyük boy bir yatak, bir şifoniyer ve belki bir, hat
ta iki komodin. Lily ile birlikte Alex’in arabasına atlayıp, üniversiteyi ye
ni bitirmişlerin Mekke’si sayılan Ikea’ya gittik ve çok güzel, açık renk ah
şap bir takım ile mavinin çeşitli tonlannda dokunmuş yün bir kilim aldık.
Tıpkı moda gibi ev dekorasyonu da pek bildiğim bir şey değildi, o yüzden
48
Şeytan Marka Giyer
49 F :4
Lauren Weisberger
50
Şeytan Marka Giyer
51
Lauren Weisberger
52
Şeytan Marka Giyer
53
Lauren Weisberger
54
Şeytan Marka Giyer
55
Lauren Weisberger
«->
Emily dar ama buruşuk beyaz bluzu ve son zamanlarda çok moda
olan kargo pantolonu ile yorgun, aç ve çapaçul bir görünüm atz ederek re
sepsiyon bölümünde beni bekliyordu. Bir yandan bir fincan Starbucks
içerken, bir yandan da yeni aralık sayısını karıştırıyordu. Yüksek topukla
rını itinayla cam kahve sehpasına yerleştirmişti ve tamamen şeffaf pamuk
lu bluzundan siyah dantel bir sutyen görünmekteydi. Ruju, kahve fincanın
dan dolayı dudaklarının altına doğru biraz yayılmıştı ve taranmamış, dal
galı kızıl saçları, sanki son yetmiş iki saatini yatakta geçirmişçesine omuz
larına yayılmıştı.
“Hey, hoş geldin,” diye ağzının içinden mırıldandı ve güvenlik gö
revlisi dışında ilk resmi tepeden tırnağa incelenmemi gerçekleştirdi bu ara
da. “Hoş botlar,” dedi.
Kalbim çarpmaya başladı. Ciddi miydi? Yoksa dalga mı geçiyordu?
Sesinin tonundan bunu anlamama imkân yoktu. Ayak kemiklerim çoktan
ağnmaya başlamış ve zavallı ayak parmaklarım botların ucuna sıkışmıştı
ama eh, eğer gerçekten de Runway’deki birinden dış görünümümle ilgili
bir övgü almama neden oldularsa çekilen acıya değerdi doğrusu.
Emily bana bir an daha baktı ve bacaklarını kahve masasından aşağı
sallandırıp, dramatik bir biçimde içini çekti. ‘Tamam, haydi işe koyulalım.
Burada olmadığı için gerçekten de şanslı sayılırsın,” dedi. ‘Tabi ki o mü
kemmel olmadığı için değil, aksine, mükemmel olduğu için,” diye de alel
acele ekledi. Kısa süre içinde bunun klasik bir Runvvay Ortak Paranoya
Sarmalı olduğunu algılayacak ve kendim de buna uyum sağlayacaktım.
56
Şeytan Marka Giyer
57
Lauren Weisberger
58
Şeytan Marka Giyer
tarafı ise omzuna dökülen beyaz saçlarıydı. O kadar zayıftı ki, o kiloyla
1.85 santimlik boyunu anca taşıyor gibiydi ama masama doğru insanı hay
rette bırakan bir dansçı zarafetiyle süzüldü. Yanakları kızarmıştı ve parma
ğındaki yüksek kıratlı, kusursuz elmas nişan yüzüğü inanılmaz bir ışık sa
çıyordu. Parmağını burnumun ucuna sokunca yüzüğüne fazla dikkatli ba
karken yakalanmışım gibi hissettim.
“Ben yarattım onu,” dedi elinin arkasından tebessüm edip bana baka
rak. Emily’ye baktım, belki bir açıklama ya da kızın kim olduğu ile ilgili bir
bilgi alabilirim umuduyla, ama o yine telefondaydı. Kızın yüzüğü kastetti
ğini ve gerçekten de tasarımını yapmış olabileceğini düşünürken, “Göz ka
maştırıcı bir renk değil mi?” dedi. “Bir kat Marshmallow ve bir kat Ballet
Slipper. Aslında önce Ballet Slipper geliyor ama sonra son kat olarak da o
kullanılıyor. Böylece de tırnaklarım beyaza boyamış gibi görünmeden mü
kemmel bir parlaklık elde etmiş oluyorsun. Sanınm her manikürde bunu
kullanacağım!” Ve topuklarının üzerinde dönüp çıkıp gitti. Ah evet, ben de
seninle tanıştığıma memnun oldum, diye aıkasından bakarak içimden söy
lendim.
Aslında iş arkadaşlarımla tanışmaktan hoşlanmıştım, hepsi de kibar
ve tatlı görünüyorlardı ve oje fetişisti o kaçık dışında hepsi de benimle ta
nışmak ister gibiydi. Emily bana bir şey öğretme konusunda her fırsatı de
ğerlendirerek yanımda kalmayı sürdürüyordu. Hızlandırılmış bir biçimde
bana kimin gerçekten önemli olduğunu, kime metelik vermeye gerek ol
madığını, en iyi partileri verdikleri için kimlerle yakın arkadaş olmak ge
rektiğini anlatıyordu. Manikür sapığı kızdan söz ettiğimde Emily’nin yüzü
ışıldadı.
Daha öncekilerde göstermediği büyük bir heyecanla, “Ah!” dedi.
“Gerçekten de çok çarpıcı biri değil mi?”
“Ee, evet, hoş görünüyordu. Aslında pek konuşma fırsatımız oldu de
nemez, o sadece, senin de tahmin edeceğin gibi, yeni tırnak cilasını göste
riyordu bana.”
59
Lauren Weisberger
60
Şeytan Marka Giyer
61
Lauren Weisberger
62
Şeytan M arka Giyer
63
Lauren Weisberger
İlk durak: Tommy Hilfiger’ın stüdyosu, 355 Batı 57. Sokak, 6. kat.
Leanne'ı sor. Sana bize lazım olan her şeyi verecek.
64
Şeytan M arka Giyer
Herhalde kafamın epeyce karıştığı belli olmuş olacak ki, Leanne giy
sileri paketlemek için özellikle arkasını döndü ve, “Miranda’nm kızlarının
bunları seveceğini biliyorum. Onları yıllardır giydiririz ve Tommy, onla
rın kıyafetlerini bizzat seçmek ister.” Minnettar bir bakış fırlattım ve tor
bayı omzuma attım.
“İyi şanslar!” diye seslendi asansör kapısı kapanırken, yüzünde ger
çek bir gülümseme vardı. “Böyle bir işin olduğu için çok şanslısın!” Daha
o söylemeden ben cümlenin gerisini getirdim içimden, “Bir milyon kız bu
iş için canını verir.” O an için, ünlü bir tasarımcının stüdyosundan, binler
ce dolar değerinde kıyafetler elimde çıkarken, haklı olduğunu düşündüm.
İşlere dalınca, gün hızla akmıştı. Bir ara, birkaç dakikalığına çıkıp bir
sandviç alsam acaba delirirler mi, diye düşündüm ama başka şansım da
yoktu. Sabahın yedisinde yemiş olduğum çörekten başka bir şey yememiş
tim ve saat neredeyse iki olmuştu. Sonunda dayanamayıp, şoföre bir şar
küterinin önüne yanaşmasını söyledim ve bir tane de ona aldım. Ona hin-
dili ve bal hardallı sandviçini uzattığımda çenesi aşağı düştü, ben de onu
rahatsız edecek bir şey yaptığımı zannettim.
“Sizin de aç olabileceğinizi düşünmüştüm sadece,” dedim. “Bilirsi
niz, bütün gün oradan oraya araba sürmek filan, herhalde yemek yemeye
pek vakit bulamıyorsunuzdur?”
‘Teşekkür ederim bayan, çok teşekkür ederim. On iki yıldır Elias-
Clark kızlarının şoförlüğünü yapanm ve onlar böyle kibar değildir. Siz çok
hoşsunuz,” dedi ağır ama çok belirleyici olmayan bir aksam vardı ve ko
nuşurken dikiz aynasından bana bakıyordu. Ona gülümsedim ve bir an için
kötü bir şeyler olacağına dair bir hisse kapıldım. Ama sonra bu an geçti ve
ikimiz de trafikte beklerken, etrafa bakınarak hindili sandviçlerimize yu
mulduk, bir yandan da onun sevdiği CD’yi dinliyorduk, bana sanki kadı
nın biri, bilinmeyen bir dilde sürekli aynı biçimde feryat ediyormuş gibi
geliyordu dinlerken.
65 F :5
Lauren Weisberger
66
Şeytan Marka Giyer
67
Lauren Weisberger
68
Şeytan Marka Giyer
69
Lauren Weisberger
70
Şeytan M arka Giyer
“Aslında,” dedi, Miranda’mn odasında yine Hint fakiri gibi yere bağ
daş kurarken. “Şimdi birkaç saat daha şu şarap şişelerini paketlemekle uğ
raşalım, sonra da sen bugün gelen hediyeleri açarsın. Şurada duruyorlar.”
Masasının arkasındaki daha küçük bir tepeyi işaret ediyordu, tepe, çeşitli
renklerde kutulardan, çantalardan ve sepetlerden oluşmuştu.
“Öyleyse bunlar da bizim Miranda adına gönderdiğimiz hediyeler
değil mi?” diye sordum, bir yandan da kutulardan birini alıp kalın, beyaz
kâğıtla sarmaya başlamıştım.
“Evvet. Her yıl aynı şey. En üst düzey insanlar Dom Perignon şam
panya alırlar. Buna Elias’daki yöneticiler ve özel arkadaşı olmayan büyük
tasarımcılar da dahildir. Ayrıca avukatı ve muhasebecisi de. Orta düzey
olanlara Veuve gider ve bu da hemen hemen herkes demektir, yani, ikiz
lerin öğretmenleri, kuaförü, Uri falan filan. Hiçbir önemi olmayanlar ise
bir şişe Ruffıno Chianti şarabı alırlar, mesela halkla ilişkilerciler gibi ona,
şahsı için üretilmemiş hediye yollayanlar. Veterinere, bazı bebek bakıcıla
rına, sık gittiği mağazalarda onun için bekleyenlere ve Connecticut’daki
yazlık evle ilgilenenlere Chianti yollamamızı isteyecektir. Neyse, ben za
ten kasım ayı başında bunlardan toplam yirmi beş bin dolarlık ısmarlamış
ım . Sherry-Lehman gönderir bunları ve tamamının paketlenmesi neredey
se bir ay sürer. Neyse ki bu ara burada değil, yoksa bütün bu kutulan ev
lerimize götürüp orada paketlememiz gerekecekti. îyi bir çözüm çünkü
kurdeleleri de Elias sağlıyor.”
“Sanınm bunlann Sherry-Lehman’da paketlenmesi iki misli maliyet
yaratır, ha?” Hediye verme ile ilgili hiyerarşiyi kavramaya çalışırken bunu
da merak etmiştim.
“Peki biz neyle ilgileneceğiz o zaman?” diye tepki verdi. “İnan bana
burada maliyetin önemli bir konu olmadığını çok yakında anlarsın. Bu sa
dece, Miranda onlann kullandığı paket kâğıdından hoşlanmadığı için. Ge
71
Lauren Weisberger
çen yıl onlara bu beyaz kâğıttan verdim ama bizim yaptıklarımız gibi güzel
görünmüyorlardı yine de.” Bayağı gururlu görünüyordu bunu söylerken.
Hemen hemen saat altıya kadar paketleme işiyle uğraştık, o arada
Emily bana işlerin nasıl yürüdüğünü anlatıyordu, ben de bu heyecan veri
ci ve acayip dünyayı algılamaya çalışıyordum. Tam Miranda’nm kahvesi
ni nasıl sevdiğini (uzun kupada, iki adet kahverengi şekerle) söylerken,
moda asistan! arından biri olduğunu hatırladığım nefes kesici bir sarışın,
elinde bebek sepeti boyunda, hasır bir sepetle içeri girdi. Sanki, Jimmy
Choos ayakkabılarıyla üstüne basarsa, açık gri halının bataklığa dönüşece
ğinden korkuyormuş gibi Miranda’nın kapısının eşiğinde kalakaldı.
‘‘Selam Em. Etekleri getirdim. Bu kadar uzun sürdüğü için kusura
bakma, Şükran Günü öncesi olduğu için kimsecikler ortada yoktu. Neyse,
umarım bunların arasından onun seveceği bir şey bulursun.” Katlanmış
eteklerle dolu sepete baktı.
Emily, onu hakir gördüğünü gizlemeden baktı. “Masamın üstüne bı
rak. İşe yaramayacak olanları geri yollanm. Senin zevkini göz önüne alın
ca da, çoğunun işe yaramayacağını düşünüyorum.” Son bölümü sadece be
nim duyabileceğim bir ses tonuyla söylemişti.
Sarışın kız hayret verici görünüyordu. Tamam, gökyüzünün en par
lak yıldızı değildi belki ama, yine de hoş ve güzeldi. Emily’nin niye ondan
böyle açıkça nefret ettiğini merak ettim. Ama zaten yeterince uzun bir gün
olmuştu benim için, çeşitli emirleri yerine getirmek ve yapılacakları ta
mamlamak için bütün kenti Pırlamış, hatırlamaya çalıştığım yüzlerce yeni
yüz ve isimle karşılaşmıştım, o yüzden sormadım bile nedenini.
Emily koca sepeti masasının üzerine yerleştirdi ve ellerini kalçaları
na. koyup, sepetin içindekileri incelemeye başladı. Miranda’nın odasında
yerde otururken, çok çeşitli kumaşlardan yapılmış, değişik renk ve beden
ölçülerinde belki yirmi beş kadar etek görebiliyordum. Gerçekten de aslın
72
Şeytan Marka Giyer
73
Lauren Weisberger
74
Şeytan Marka Giyer
75
Lauren Weisberger
“BAK SEN! KİM VARMIŞ BURDAAAA?” diye böyle bir sesi olan
birinin konuşabileceği en iyi biçimde kükredi. “GÜZELSİN AMA SAĞ
LIKLISIN DA. VE BU KIYAFETLER HİÇ SANA GÖRE DEĞİL!”
“Adım Andrea, Miranda’nın yeni asistanıyım.”
Gözleriyle beni baştan ayağa süzdü, her milimetreyi dikkatle incele
di. Emily bu acayip manzarayı küçümseyerek izliyordu. Sessizlik dayanıl
mazdı.
“YÜKSEK KONÇLU ÇİZMELER? HEM DE DİZ ALTI BİR
ETEKLE? BENİMLE DALGA MI GEÇİYORSUN? BELKİ FARKINDA
DEĞİLSİN BEBEK KIZ, BELKİ DE KAPIDAKİ KOCA SİYAH YAZI
YI GÖRMEDİN, BURASI RUNWAY DERGİSİ, DÜNYANIN EN TAN-
RI’NIN BELASI ÜNLÜ MODA DERGİSİ. AMA ENDİŞEYE GEREK
YOK TATLIM, NIGEL SENİ BU JERSEY MALI TAPON ŞEYLER
DEN KURTARACAK ÇOK YAKINDA.”
Dev gibi ellerini kalçama koyup fırıldak gibi döndürdü beni. Delici
bakışlarını bacaklarımda hissedebiliyordum.
“ÇOK YAKINDA TATLIM! SANA SÖZ VERİYORUM, ÇÜNKÜ
HAM MADDE OLARAK İYİSİN. GÜZEL BACAKLARIN, DOLGUN
SAÇLARIN VAR VE ŞİŞMAN DEĞİLSİN. ŞİŞMAN OLMAYANLAR
LA ÇALIŞABİLİRİM. ÇOK KISA ZAMANDA TATLIM!”
Kızmayı, birkaç dakikalığına kendi küçük (ona göre) bedenimi elle
rinden kurtarıp, hiç tanımadığım birinin, üstelik de bir iş arkadaşımın, tek
lifsiz ve çekincesiz bir şekilde, açıkça dış görünüşüm ve vücudum hakkın
da bir şeyler söylemiş olmasına ciddi bir biçimde tepki vermeyi istedim
ama yapmadım. Onun, alay ederek değil, kibarca ve gülerek bakan yeşil
gözlerinden ve daha da önemlisi sınavı geçmiş olmaktan hoşlanmıştım. Bu
Nigel’di -onun da Madonna ya da Prince gibi tek adı vardı- benim bile te
levizyondan, dergilerden, sosyete sayfalarından ve de bir sürü yerden tanı
76
Şeytan Marka Giyer
dığım bir moda otoritesiydi ve bana güzel olduğumu söylemişti. Güzel ba
caklı olduğumu! Tapon lafına da aldırmadım. Bu adamdan hoşlanmıştım.
Derinlerden Emily’nin ona beni rahat bırakmasını söylediğini duy
dum ama ben gitmesini istemiyordum. Çok geç, kürk pelerinini arkasında
dalgalandırarak kapıya yönelmişti bile. Ona seslenip tanışmaktan memnun
olduğumu, dediklerine kızmadığımı ve beni yeniden yaratmak istemesinin
çok heyecan verici olduğunu söylemek istedim. Ama ben hiçbir şey diye
meden Nigel olduğu yerde topaç gibi dönüp, koca bacaklarıyla aramızda
ki mesafeyi iki adımda aldı. Önümde dikilip bütün vücudumu dev gibi kol
larıyla sararak kendisine doğru bastırdı. Başım ancak çenesine kadar gele
biliyordu ve o anda Johnson’s bebek losyonunun başka bir şeyle karıştırıl
masına imkân olmayan, belirgin kokusunu hissettim. Tam ben de ona sa
rılıp karşılık vermeyi akıl edebildiğim sırada beni geriye savurdu, o anda
iki elim de onun elleri arasında kaybolmuş durumdaydı.
“BEBEK EVİNE HOŞ GELDİN BEBEK!” diye kükredi yine.
77
Lauren Weisberger
“Ne dedi ne dedi?” diye sordu Lily, bir yandan da bir kaşık dolusu
yeşil çaylı dondurmayı yalamakla meşguldü. Saat dokuzda Sushi Sam-
ba’da buluşmuştuk ve ona ilk günümü anlatma fırsatı bulabilmiştim. An
nemle babam ilk maaşımı alana kadar, sadece acil durumlar için olan kre
di kartı borçlarımı ödeyeceklerini gönülsüzce de olsa beyan etmişlerdi. O
anda baharatlı tonbalığı sarmalıyla deniz ürünleri salatası gerçekten acil
ihtiyaç gibi görünüyordu ve annemle babama Lily ile beni bu kadar güzel
ağırladıkları için içimden teşekkür ettim.
“Bebek ‘Evine hoş geldin bebek.’ Yemin ederim. Ne müthiş değil mi?”
Lily ağzı açık bana bakakaldı, elindeki kaşık da havada kalmıştı bu
arada.
78
Şeytan Marka Giyer
79
Lauren Weisberger
80
Şeytan M arka Giyer
81 F :6
Lauren VVeisberger
82
Şeytan Marka Giyer
Kes, düzelt, sar, bantla, Emily ile birlikte neredeyse bütün sabahı
böyle geçirdik. Sadece her yirmi beş pakette bir alt kattaki kurye servisini
aramak için duruyorduk. Aralık ortalarında bizden tüm Manhattan’a dağı
tım yapmak için yeşil ışık gelinceye kadar onlar muhafaza edecekti paket
leri. İlk iki günümde kent dışına gidecek bütün şişeleri paketlemiştik, bun
lar da DHL gelip alsın diye bir dolapta beklemekteydiler. Hepsinin, tek
tek, teslim alındıktan bir gün sonraki sabah yerlerine ulaşacağını kesin ola
rak bildiğimden, neden bu kadar acele edip, bu işi kasım ayında yaptığımı
zı anlayamamıştım ama soru sormamanın daha iyi olduğunu öğrenmiştim.
Yüz elli şişeyi de FedEx ile dünyanın çeşitli yerlerine yollayacaktık. Pri-
estly şişeleri Paris’e, Cannes’a, Bordeaux’ya, Milano’ya, Roma’ya, Flo-
ransa’ya, Barcelona’ya, Geneva’ya, Bnıgges’e, Stockholm’e, Amster-
dam’a ve Londra’ya gidecekti. Londra’ya düzinelerle gidecekti hem de!
FedEx ayrıca Beijing ve Hong Kong’a, Capetown’a, Tel Aviv’e ve Du
bai’ye de uçuracaktı bu şişelerden. Los Angeles’ta, Honolulu’da, New Or-
leans’ta, Charleston’da, Houston’da, Bridgehampton’da ve Nantucket’da
da Miranda Priestly’in şerefine kadehler kaldırılacaktı. Bütün bunlar he
nüz Miranda’nın arkadaşları, doktorları, hizmetçileri, kuaförleri, dadıları,
makyözleri, psikiyatrları, yoga hocaları, özel bakıcıları, şoförleri ve özel
tezgâhtarları ile dolu New Yoık’tan daha önce yapılacaktı. Tabi ki New
York aynı zamanda moda dünyasının insanları ile de doluydu ve tasarım
cılar, mankenler, aktörler, editörler, reklamcılar, halka ilişkileıciler ve di
ğerleri de Elias-Claık kuryeleri tarafından sevgilerle dağıtılan bir üst kali
te şarap edineceklerdi.
“Sence bütün bunlar ne kadar eder?” diye sordum Emily’ye bir mil
yonuncu olduğunu sandığım beyaz paket kâğıdımı alilken.
“Yirmi beş bin dolarlık içki ısmarladım, dedim ya.”
“Hayır hayır, hepsi birden kaça mal olur? Yani bütün bunları dünya
nın her yerine yollamak filan, eminim bazı durumlarda nakliye şaraptan
daha pahalıya çıkıyoıdur, özellikle de önemsiz kişiler için, düşünsene?”
83
Lauren Weisberger
84
Şeytan M arka Giyer
85
Lauren Weisberger
86
Şeytan Marka Giyer
bunlara gerçekten ihtiyacın olduğuna emin misin, diye sorar gibi bakıyor
du. Ama paranoyamı bir kenara ittim ve kendime bu kızın sadece lokanta
nın kasiyeri olduğunu hatırlattım, bir Kilo İzleme Komitesi üyesi ya da bir
moda editörü değildi.
“Şey, bugünlerde pek çorba alan yok,” dedi sakin bir sesle, bir yan
dan da kartımdaki numaraları makineye giriyordu.
“Yaa, sanırım New England usulu deniz taraklı balık çorbasını pek
seven yok,” diye mırıldandım ben de daha çabuk olması için içimden dua
ederken.
Birden durdu ve kısılmış kahverengi gözlerini doğruca benimkilere
dikti. “Hayır, sanırım çorba şefi bu gerçekten yağlı şeyleri pişirmekte ısrar
ettiği için, bunda kaç kalori olduğunu biliyor musunuz? Bu azıcık çorba
nın ne kadar yağlı olduğu hakkında bir fikriniz var mı? Eminim ki insan
sadece buna bakarak bile yanm kilo alabilir...” Her haliyle, sen de yarım
kilo almayı kaldıracak durumda değilsin, şeklindeki düşüncesini de yansı
tıyordu aynı zamanda.
Nasıl yani? Söğüt ağacı kılıklı Rumvay kızlan habire açıkça beni ince
leyip durdukça, kendimi boyuna göre normal kilosu olan biri olduğuma ik
na etmem yeterince zorken, şimdi de kasiyer bana (tamamen bunu kastede
rek ve inanarak) şişman olduğumu mu söylüyordu? Yemek paketimi hırs
la alıp insanları itip kakarak, yemek salonunun hemen çıkışındaki tuvalete
doğru ilerledim. Tuvaletin yeri, bağırsaklanyla sorunu olanlar için idealdi.
Her ne kadar görünüşümde sabahtan beri herhangi bir değişiklik olmuş ola
cağını düşünmesem de, kendimi aynanın karşısına attım. Arkamda bozul
muş, kızgın bir yüz bana bakıyordu.
“Ne halt ediyorsun burada?” diye bağırdı Emily aynadaki yansımama.
Tam zamanında topaç gibi geri dönüp deri blazer ceketini Gucci logolu bü
yük çantasının sapına asışını gördüm, bir yandan da güneş gözlüklerini ba
şına kaldırmıştı. O zaman Emily’nin üç buçuk saat önce “yemeğe gidiyo
rum” derken gerçekten kelime anlamıyla bunu kastetmiş olduğunu anla
87
Lauren Weisberger
dım. Yemeğe dışan gitmişti. Yani, gerçekten dışarı. Yani, hiç haber verme
den beni üç koca saat boyunca yalnız başıma, olası bir telefonu bekleyerek
ve yemek yemekten, tuvalete gitmekten mahrum bırakarak gitmişti. Yani,
bunların hiçbiri çok önemli değildi, çünkü hâlâ biliyordum ki orayı bırak
makla hatalıydım ve benim yaşımdaki biri bana bağırıyordu. Tam o anda
tuvaletin kapısı açıldı ve Cocquette’\n yazı işleri müdürü içeri girdi. Emily,
benim kolumu kavramış, tuvaletten dışarı, asansörlere doğru sürüklerken o,
ikimizi de tepeden tırnağa süzdü. İkimiz yan yana duruyorduk, o hâlâ be
nim kolumu sıkı sıkı tutuyordu, ben de kendimi yatağımı ıslatmış gibi his
sediyordum. Hani filmlerde kötü adamlar rehinelerine gizlice silah dayayıp,
sanki her şey normalmiş gibi davranmaya zorlarlar ya işte halimiz onlara
benziyordu.
“Bunu bana nasıl yapabildin?’’ diye hırladı beni Runway’ın resepsi
yon bölümündeki kapıdan iterken ve ikimiz de hızla masalarımıza gittik.
“Kıdemli asistan olarak ofisteki her şeyden ben sorumluyum. Yeni oldu
ğunu biliyorum ama sana ilk günden Miranda’yı yalnız bırakmayacağımı
zı söylemiştim.”
“Ama Miranda burada değil ki.” Bunu söylerken sesim ciyaklar gibi
çıkmıştı.
“Ama sen yokken arayabilirdi ve burada bu lanet telefona cevap ve
recek kimse olmayacaktı o zaman,” diye haykırdı bizim bölümün kapısını
çarparak kapatırken. “Birinci önceliğimiz (hatta tek önceliğimiz) Miranda
Priestly’dir. Nokta. Eğer bununla başa çıkamayacaksan unutma ki bu iş
için canını vermeye hazır bir milyon tane kız var. Şimdi telesekreterini
kontrol et. Eğer aradıysa öldük demektir. Sen öldün demektir.”
ÎMac’imin içine süzülüp ölmek istedim. İlk haftamda nasıl böyle çu-
vallayabilmiştim? Miranda ofiste bile değildi ve ben daha şimdiden ona
kötülük etmiştim. Ne olmuştu yani acıkmışsam? Bekleyebilirdim. Burada
bana bağlı olarak gerçekten önemli şeyler yapmaya çalışan insanlar vardı
88
Şeytan Marka Giyer
89
Lauren VVeisberger
90
Şeytan Marka Giyer
91
Lauren Weisberger
92
Şeytan Marka Giyer
“Hey seni daha sonra arasam olur mu? Alex geldi aniden.” Onu gör
düğüme heyecanlanmış ve sürpriz yapmasına sevinmiştim ama yine de bir
yanım sadece bir duş yapıp yatağa dalmak istiyordu.
“Elbette. Selam söyle benden de. Ve onun gibi bir erkekle aşk siste
mini tamamladığın için ne kadar şanslı bir kız olduğunu sakın unutma
Andy. O harika biri. Sakın onu kaçırma.”
“Bilmez miyim. Bu çocuk bir melek.” Bunu söylerken Alex’e gülüm-
semiştim.
“Hoşça kal!”
“Selam!” Önce oturmaya niyetlenmiştim ama sonra kalkıp ona doğ
ru yürüdüm. “Bu ne büyük bir sürpriz!” Sanlmak istedim ama bir adım ge
ri kaçtı, ellerini de arkasında tutmaya devam ediyordu. “Sorun ne?”
“Kesinlikle hiçbir şey. Zor bir hafta geçirdiğini biliyorum ve seni de
tanıdığım için, şu ana kadar bir şey yememiş olduğunu tahmin ettim, bu
yüzden de yiyecek bir şeyler getirdim.” Arkasından kocaman kahverengi
bir torba çıkardı, eskiden okuldayken marketten aldıklarımıza benziyordu
ve içinden nefis kokular ve dumanlar yükselmekteydi. Aniden açlıktan öl
mek üzere olduğumu fark ettim.
“Bunu yapmış olamazsın! Benim burada çökmüş bir şekilde, yiyecek
bir şeyler almak için kendimi nasıl ayağa kaldıracağımı bilemeden oturdu
ğumu nasıl tahmin ettin? Artık vazgeçmek üzereydim zaten.”
“O zaman gel buraya ve yemek ye!” Memnun olmuş görünüyordu ve
paketi açtı, ama odamda ikimizin birden yere sığmasına imkân yoktu.
Mutfakta da oturacak yer olmadığından oturma odasında yemeyi düşün
düm ama Kendra ve Shanti televizyonun karşısına yığılıp kalmışlardı ve
önlerinde ellerini bile sürçmedikleri salataları duruyordu. Bir an için, izle
dikleri Gerçek Dünya bitsin diye beklediklerini sandım ama sonra anladım
ki ikisi de uyuya kalmışlar. Ne hoş hayatlarımız vardı hepimizin.
“Bir dakika, bir fikrim var,” dedi ve ayak parmaklarının ucuna basa
rak mutfağa gitti. Döndüğünde elinde battal boy iki çöp torbası vardı, on-
93
Lauren Weisberger
lan benim yatağımın üzerine serdi. Sonra torbanın içine dalıp iki tane dev
boyutta hamburger çıkardı, içlerinde her şey vardı, bir de çift porsiyondan
da fazla patates kızartması çıktı torbadan. Ketçap paketlerini, benim için
bir sürü tuz paketini ve hatta peçeteleri bile unutmamıştı. Ellerimi çırptım,
çok heyecanlanmıştım, yalnız bir an için gözümün önüne Miranda’nın ha
yal kınklığına uğramış yüzü gelmişti ve bana, “Sen? Sen bir hamburger yi
yorsun ha?” demekteydi.
“Daha bitirmedim. îşte bir de buna bak.” Paketin derinliklerinden bir
tomar vanilya çayı poşeti ile çevirme kapaklı bir şişe kırmızı şarap ve iki
tane kâğıt bardak çıkardı.
“Sana inanamıyorum,” dedim yumuşak bir sesle, hakikaten de ben
randevumuzu iptal etmişken onun bunca zahmete girip, bunlan almış ol
masına inanamıyordum.
Bardağıma biraz şarap koyup bana uzattı ve bardaklan tokuşturduk.
“İnan. Hayatının geri kalanının bu ilk haftasına dair havadisleri dinlemeyi
kaçıracağımı mı sanıyordun? En harika kızıma.”
‘Teşekkür ederim,” dedim o arada yavaşça şarabımdan bir yudum al
mıştım. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim.”
94
Şeytan Marka Giyer
95
Lauren Weisberger
maya başlamıştı. Üstelik de, güney aksanının o ince, zarif, oynak havasıy
la değil, insanın kulak zarını patlatacak biçimde, zenci düşmanı cahil köy
lüler gibi kelimeleri uzatarak konuşuyordu. Çok iyi bir enişte olmasına
rağmen, ablamı o berbat yere sürüklediği için Kyle’ı hâlâ affetmiş değil
dim, zaten o da konuşmaya başlayınca bu konuda bana pek yardımcı ol
muyordu.
“Ah canım, Andy, seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş buluyo
rum. Gittikçe güzelleşiyorsun. Sizi Runway’de neyle besliyorlar, ha?” de
di kelimeleri yaya yaya, uzata uzata.
Eniştemin daha fazla konuşmasını engellemek için ağzına bir tenis
topu tıkmayı istedim ama bana gülümsüyordu ve yürüyüp ona sarıldım.
Bir taşralı gibi konuşuyor ve ağzını çok fazla açarak, çok fazla sırıtıyor
olabilirdi ama çok çaba harcayan biriydi ve ablama hayrandı. Konuşurken
onu içten bir dikkatle dinlemeye karar verdim. “Orası aslında insanı dost
ça besleyen yerlerden biri sayılmaz, bilmem ne demek istediğimi anlıyor
musun? Daha çok, sanki bol su var da yiyecek hiç yokmuş hissi veren bir
yer. Ama boş ver. Kyle, sen de harika görünüyorsun. O acılar kentinde ab
lam için de yapacak bir şeyler buluyorsundur umarım?”
“Andy gel de kendin gör güzelim. Alex’i de getir, bir tatil yapmış
olursunuz. O kadar da kötü değil, göreceksin.” Önce bana gülümsedi, son
ra da ablama, o da ona gülümsüyor ve elinin üstüyle kocasının çenesini ok
şuyordu. İğrenç bir biçimde birbirlerine âşıktılar.
“Sahiden Andy, kültürel açıdan oldukça zengin bir yer ve yapacak bir
sürü şey var. İkimiz de bize daha sık gelmenizi isteriz. Birbirimizi sadece
bu evde görmemiz gerekmiyor,” dedi ablam eliyle annemlerin oturma oda
sını tarayarak. “Demek istiyorum ki, Avon’da kalabiliyorsan, Houston’da
haydi haydi kalabilirsin.”
“Hey Jay! Andy burada! Büyük New York’lu, kariyer yapan kız bu
rada, gel de bir merhaba de,” diye bağırdı o sırada annem. Mutfaktan ge
liyordu. ‘Tren istasyonuna gelince telefon edeceksin sanıyordum.”
96
Şeytan Marka Giyer
97 F: 7
Lauren VVeisberger
98
Şeytan Marka Giyer
“Elbette. Sonuçta herkes gerçekten hoş. Emily biraz, ee... şey, fazla
adanmış gibi, ama bunun dışında harika bir iş. Bilmiyorum, Lily’nin sı
navlarla ilgili anlattıklarını ve Alex’in işinde uğraşmak zorunda kaldığı
bütün o iğrençlikleri düşününce kendimi şanslı hissediyorum. Kim daha
ilk gününden şoförlü bir arabayla ortalıkta dolanıyor ki? Gerçekten. Bu
yüzden de, evet, sanıyorum harika bir yıl geçireceğim ve Miranda’nın dön
mesi için sabırsızlanıyorum. Sanırım buna hazırım.”
Jill gözlerini devirerek bana baktı, sanki kes bu palavraları Andy, der
gibiydi. Hepimiz senin moda sapıklarıyla kuşatılmış psikopat bir fahişe
için çalıştığını biliyoruz ve bize bu pembe hikâyeyi anlatmanın nedeni de
kendi başını belaya sokmuş olman. Ama böyle demedi. “Harika görünüyor
Andy, gerçekten. Müthiş bir fırsat,” dedi.
Bu masada olup biteni anlayabilecek tek kişi oydu çünkü, Üçüncü
Dünya’ya göç etmeden önce, Paris’te, küçük bir özel müzede çalışmıştı ve
Haute Couture’e merak sanmıştı. Onunki tüketici olarak değil, sanat ve es
tetik anlamında bir ilgiydi ama yine de, en azından moda dünyası ile ilgi
li bazı şeyleri de keşfetmişti. “Bizim de harika haberlerimiz var” diye de
vam etti, bu arada uzanıp Kyle’ın elini tutmuştu.
“Oh, Tanrım, şükürler olsun,” diye bağırdı annem anında, sanki son
yiımi yıldır omzunda taşıdığı tonlarca yük kaldırılmış gibi bir hali vardı.
“Artık zamanıdır.”
“Hey kutlarım ikinizi de! Annenizi gerçekten endişelendirdiğinizi
söylemem gerek. Artık yeni evli sayılmazsınız, biliyorsunuz. Biz de merak
etmeye başlamıştık...” Sofra başında oturan babam, merakla kaşlarını ha
vaya kaldırmıştı bunlan söylerken.
“Hey çocuklar, harika bir şey bu. Ben de artık teyze olmaya hazırım.
Ne zaman aramıza katılıyor ufaklık?”
İkisi de aptallaşmış gibi görünüyordu ve bir an için haberi yanlış an
lamış olduğumuzdan endişe ettim, belki de “Harika” haber yaşadıktan ba
taklıkta yapacaktan yeni, daha büyük bir evdi veya Kyle sonunda babası
99
Lauren Weisberger
nın hukuk firmasından ayrılıp ablamla birlikte, onun daima hayalini kur
duğu galeriyi açmaya karar vermişti. Belki de bir torun ya da yeğen bek
lentimiz konusunda aşın hevesli görünmüştük. Annemle babam son za
manlarda, sadece hiç durmadan, her ikisi de otuzlannda olduklan ve dört
yıldır da evli bulunduktan halde neden hâlâ üretime geçmedikleri konusu
nu tartışıyorlardı. Son altı aydır ailemizin üzerinde durduğu kriz konusu
buydu.
Ablam endişeli görünüyordu. Kyle ise kaşlannı çatmıştı. Annemle
babamdan çıt çıkmıyordu. Gerilim elle tutulur haldeydi.
Jill yerinden kalkıp Kyle’a doğru yürüdü ve kendini küt diye onun
kucağına bıraktı. Kollannı onun boynuna dolayıp, yüzünü onun yüzüne
yaklaştırdı ve kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Anneme bir göz at
tım, son on saniyedir bilincini yitirmiş gibi görünüyordu, endişeden gözle
rinin kenarlan kınşmıştı.
Sonunda, sonunda, kıkır kıkır gülmeye başladılar ve masaya doğru
dönüp ikisi birden, “Bir bebeğimiz olacak,” diye bağırdılar. Birden ortalık
aydınlandı. Çığlıklar, kucaklaşmalar. Annem öyle bir hızla yerinden fırla
dı ki, sandalyesi devrilip bir kaktüs saksısına çarptı. Babam Jill’i yakala
yıp iki yanağından ve başmın tepesinden öptü ve onun düğünlerinden be
ri ilk kez Kyle’ı da öptüğünü gördüm.
Önümdeki meyve suyu kutusuna plastik çatalımla vurup, kadeh kal
dırmamız gerektiğini söyledim. “Lütfen hepiniz kadehlerinizi ailemize ka
tılacak olan yeni Sachs bebeği için kaldırın.” Kyle’la Jill bana tuhaf bir ba
kış fırlattılar. “Tamam, teknik olarak sanırım bu bir Hanison bebeği ama
benim kalbimde Sachs bebeği olacak. Kyle ve Jill’e, geleceğin en mükem
mel çocuğunun annesiyle babasına!” Hepimiz gülen çiftin ve ablamın ka
lınlaşan belinin şerefine kola ve meyve suyu kutularımızla kahve fincanla
rımızı tokuşturduk. Sonra, masadaki her şeyi koca bir çöp torbasına tıkış
tırıp, ortalığı temizledim, o arada annem Jill’e, bebeğine çeşitli ölmüş ak
rabalarımızın isimlerini koyması için baskı yapmakla meşguldü. Kyle kah
100
Şeytan Marka Giyer
101
Lauren Weisberger
102
Şeytan M arka Giyer
103
Lauren Weisberger
104
Şeytan Marka Giyer
na etmişti, bunlar onun için önemsiz ayrıntılardı. Birisi telefona cevap ve
rip onun isteklerini karşıladığı sürece, bu kişinin kim olduğu onu pek ilgi
lendirmiyordu.
‘Telefonu açtıktan sonra konuşmaya başlamanın neden bu kadar
uzun sürdüğünü gerçekten anlamıyorum,” diye söylendi. Başka biri söyle
se bunlar mızmızlık ifade edebilirdi ama Miranda söyleyince buz gibi so
ğuk ve resmi bir hal alıyordu bu sözcükler. Tıpkı kendisi gibi. “Burada bu
nu anlayacak kadar uzun bir süredir bulunmadığın için söylüyorum, ben
aradığımda sen cevap vereceksin. Oldukça basit. Anladın mı? Ben arıyo
rum. Sen cevap veriyorsun. Bunu becerebileceğini düşünüyor musun Ahn-
dre-ah?”
O beni görmediği halde, makarnasını yere döktüğü için azarlanmış
altı yaşında bir çocuk gibi kafamı salladım. Ona “Hanımefendi” diye hitap
etmemek için kendimle mücadele ediyordum, geçen hafta böyle bir hata
yapmıştım ve neredeyse kovuluyordum. “Evet, Miranda. Özür dilerim,”
dedim yumuşak bir sesle ve alttan alarak. Ve o anda gerçekten de söyle
diklerini saniyenin onda üçü kadar geç kavradığım “Miranda Priestly’in
ofisi” demekte gerekenden bir an daha fazla vakit harcadığım için üzgün
düm. Sürekli kafama kakıldığı gibi, onun zamanı benim zamanımdan çok
daha değerliydi.
“Pekâlâ o zaman. Vakit öldürmeyi bitirdiysek başlayabilir miyiz?
Bay Tomlinson’un rezervasyonunu teyit ettin mi?” diye sordu.
“Evet, Miranda. Bay Tomlinson için Four Seasons’da saat bire rezer
vasyon yaptım.”
Başıma gelecekleri anlamıştım. On dakika önce arayıp Four Se
asons’da rezervasyon yaptırmamı, Bay Tomlinson’u ve kendi şoförü ile ço
cuk bakıcısını arayıp onlara bu konu ile ilgili bilgi vermemi istemişti ve
şimdi de her şeyi yeniden değiştirmek istiyordu.
“Peki, fikrimi değiştirdim. Four Seasons onun Irv’le yemek yemesi
için uygun bir yer değil. Le Cirque’de iki kişilik bir masa ayırt ve metrdo
105
Lauren MVeisberger
106
Şeytan M arka Giyer
ama hey, buralarda benim soru sormamam gerekir.” Bay Kör Sağır Dilsiz
Miranda’nın üçüncü kocasına kendi aramızda taktiğimiz isimdi. Her ne
kadar toplumda böyle algılanmıyorsa da, biz onun ne olduğunu yakından
bilen kişilerdik. Başka türlü nasıl olur da onun kadar hoş bir adam böyle
bir kadınla yaşamayı kabul ederdi.
Sonra BKSD’nin kendisini aramam gerekiyordu. Hemen aramazsam
restorana vaktinde yetişemeyebiliıdi. Bazı iş toplantıları için tatilini kesip
dönmüştü ve Irv Ravitz (Elias-Clark’ın Yönetim Kurulu Başkanı) ile yapa
cağı görüşme bunların en önemlisiydi. Miranda sanki yeni bir şeymiş gibi,
her tür ayrıntının mükemmel olmasını istemişti. BKSD’nin asıl adı Hunter
Tomlinson’du. Miranda ile benim işe başlamamdan önceki yaz evlenmiş
lerdi, duyduğuma göre biraz farklı bir yaklaşım olmuştu aralarında, Miran
da kovalamış, o kaçmıştı. Emily, Miranda’nın onu insafsızca kovaladığını
ve sonunda adamın onu atlatmaya çalışmaktan yıldığı için teslim olduğu
nu söylemişti. İkinci kocasını (altmışların sonunda çok ünlü olan bir or
kestranın solisti ve ikizlerin babası) hiçbir uyanda bulunmadan terk etmiş
ve boşanma kâğıtlannı avukatları kanalı ile yollamıştı. Sonra da, boşanma
işlemleri bittikten on iki gün sonra evlenivermişti. Bay Tomlinson emirle
ri uygulayıp, onun Beşinci Cadde’deki teras katina taşınmıştı. Miranda ile
bir kez karşılaşmıştım, kocası ile de hiç karşılaşmamıştım ama her biriyle
yeterince telefon görüşmesi yapmış olduğumdan, ne yazık ki, onlann bir
aile gibi olduklannı hissetmiştim.
Üçüncü çalış, dördüncü çalış, beşinci çalış... hmm, nerede bu adamın
asistanı? Karşıma bir telesekreter çıksın diye dua ediyordum, çünkü kafam
yerinde değildi ve son derece meraklı biri gibi görünen BKSD ile şirin
sohbetler edecek halim yoktu.
“Bay Tomlinson’un ofisi,” diye cevap verdi sonunda asistanı, ağır
güneyli aksanıyla. “Size bugün nasıl yardımcı olabilirim?” Sizeh bhugün
nhasıl yhardımchı olabilirimh?
107
Lauren Weisberger
108
Şeytan Marka Giyer
bir şeylere ikna etmeye çalışmakla meşguldü, fazla kaldırılmış kaşlan en
dişeden kırış kırış olmuştu. Harry Potter meselesi çözümlenmek üzere be
ni beklemekteydi ve eğer rahat bir hafta sonu geçirmek istiyorsam acilen
harekete geçmem gerekiyordu.
Lily ile birlikte bir film maratonu yapmayı planlamıştık hafta sonu.
Ben işten bitap düşmüştüm, o da derslerden bunalmıştı, bu yüzden, bütün
hafta sonu boyunca onun kanepesine konuşlanıp sadece bira ve Doritos’la
yaşamaya karar vermiştik. Ne Snackwell ne de diyet kola olmayacaktı. Ve
de siyah pantolonlar. Her zaman konuşsak da, ben kente taşındığımdan be
ri doğru dürüst bir araya gelmemiştik.
İlk kez sekizinci sınıfta, Lily kafeteryada bir masada yalnız başına
oturmuş ağlarken tanışmıştık. Büyükannesiyle kente yeni taşınmışlardı ve
bizim okulumuza kaydolmuştu. Sonra da annesiyle babasının yakın za
manda buraya gelemeyecekleri ortaya çıkmıştı. İşin doğrusu anne babası
Ölüm’ün peşine düşmeden birkaç ay önce (Lily doğduğunda her ikisi de
on dokuz yaşındaymış ve gong çalmak bebeklerden daha çok ilgilerini çe
kiyormuş) bakılması için çocuklarını New Mexico komünündeki (ya da
Lily’nin tercih ettiği şekliyle, kolektif topluluktaki) uçuk arkadaşlarına
emanet etmişler. Aradan bir yılı aşkın bir süre geçip de geri dönmedikleri
ni görünce, büyükanne torununun komünün (ya da büyük annenin yeğle
diği şekliyle, mezhebin) elinden alıp birlikte yaşamak üzere Avon’a getir
miş. Onu kafeteryada ağlarken bulduğum gün, büyükannesinin üstündeki
paçavraları atıp bir elbise giymesini istediği gündü ve Lily bundan ötürü
çok mutsuzdu. Konuşma biçimi, söylediği bazı şeyler, “bu senin Zen tara
fın” ve “hadi basınçtan kurtulalım”lar beni cezbetti ve anında arkadaş ol
duk. Lisenin sonuna kadar birbirimizden hiç ayrılmazdık, Brown’da da
dört yıl boyunca aynı odayı paylaştık. Lily hâlâ MAC rujlarını kullanma
konusunda karar verememişti ve hâlâ birazcık fazla hareketliydi ama bir
birimizi gayet iyi tamamlıyorduk. Onu özlemiştim. Onun master öğrenci-
109
Lauren Weisberger
liginin ilk yılında olması, benim de giderek bir köle haline gelmiş olmam
yüzünden son zamanlarda fazla görüşememiştik.
Hafta sonunu bekleyemedim. On dörder saatlik iş günlerim ayakla
rımda, kollarımın üst kısımlarında ve belimde izlerini gösteriyordu. On
yıldır kullanmakta olduğum lensler yerine gözlük takmaya başlamıştım,
çünkü artık gözlerim lensleri kabul etmeyecek kadar kuru ve yorgun olu
yordu. Günde bir paket sigara içiyor ve sadece Starbucks (pahalıydı elbet
te) ve eve giderken aldığım sushi’lerle (daha da pahalıydı) yaşıyordum.
Kilo kaybetmeye başlamıştım bile. Dizanteri yüzünden kaybettiğim kilo
ları tekrar almıştım ama ffcmvay'de işe başladıktan sonra yine gittiler. Bel
ki oranın havasındaki bir şeyden ya da belki de yiyecekler oraya girmeye
çekindikleri için. Şimdiden sinüslerimde bir enfeksiyon ortaya çıkmıştı,
giderek rengim soluklaşmıştı ve işe başlayalı sadece dört hafta olmuştu.
Sadece yirmi üç yaşındaydım. Ve daha Miranda ofise gelmemişti bile. La
net olsun! Bir hafta sonunu hak etmiştim.
Bu düşüncelerimin ortasına birden Harry Potter atladı ve tabi ki hiç
sevinmedim. Miranda bu sabah aramıştı. Her ne kadar benim yorumlamam
sonsuza kadar sürse de, onun isteklerini dikte ettirmesi sadece birkaç sani
ye sürmüştü. Miranda Priesüy’in dünyasında bir şeyi yanlış yapıp onu dü
zeltmek için çuvalla para ve zaman harcamanın, onun karmaşık ve ağır ak-
sanıyla iyice anlaşılamaz hale gelmiş emirlerini anlamadığını itiraf etmek
ten ve açıklamasını istemekten daha makbul sayıldığını öğrenmek zorun
da kalmıştım. Bu yüzden de, ikizler için Harry Potter kitaplarının alınma
sı ve Paris’e uçunılması ile ilgili bir şeyler gevelediğinde, içgüdüm bana
hafta sonumun mahvolmak üzere olduğunu söylemişti. Birkaç saniye son
ra o aksi aksi telefonu kapadığında panikle Emily’ye bakmıştım.
“Ne, ne dedi?” diye inledim, Miranda’ya tekrar etmesini söylemek
ten böylesine korktuğum için kendimden nefret ediyordum. “Neden bu ka
dının söylediklerinin bir kelimesini bile anlayamıyorum? Ben böyle biri
110
Şeytan Marka Giyer
Sevgili Julia,
Asistanım Andrea, sizin bütün kalbimle teşekkürlerimi yollamam ge
reken kişi olduğunuzu söyledi. Belirttiğine göre siz, yarın bu sevgili
kitaptan birkaç taneyi bana yollayabilecek tek kişiymişsiniz. Becerik
liliğinizi ve zahmetlerinizi ne kadar takdir ettiğimi bilmenizi isterim.
Benim tatlı kızlarımı çok mutlu edeceksiniz. Ve böyle fevkalade bir
genç kız olarak herhangi bir şeye, ama ne olursa olsun, ihtiyacınız
olduğunda lütfen bana bunu iletmekten çekinmeyin.
imza
Miranda Priestly
il!
Lauren Weisberger
112
Şeytan Marka Giyer
114
Şeytan Marka Giyer
115
Lauren VVeisberger
116
Şeytan M arka Giyer
kitaplarını almış değiller. Beni Ritz’den ara ve kısa zamanda burada ola
caklarını bildir. Hepsi bu kadar.” Klik.
İçimdeki öd sıvısı gırtlağıma doğru yükselmeye başlamıştı. Her za
manki gibi mesajı her tür hoşluktan yoksundu. Ne bir merhaba, ne hoşça
kal, ne teşekkür ederim. Bunu bekliyordum aslında. Ama daha önemlisi,
onu neredeyse bir buçuk gündür aramamıştım ve kötülükleri ortaya sala
cak esas neden buydu. Biliyordum, ama bu konuda yapabileceğim hiçbir
şey de yoktu. Tam bir amatör gibi planımın mükemmel işleyeceğini farz
etmiş ve Uri’nin kitapları aldığını ve uçağa teslim ettiğini bildirmek için
»ramamış oluşunu bile es geçmiştim. Hemen cep telefonumdan Uri’nin
numarasını buldum ve aradım. O da Miranda’ya ait mallardan biri olduğu
na göre yedi gün yirmi dört saat boyunca aranabilirdi elbette.
“Selam Uri, ben Andrea. Pazar günü rahatsız ettiğim için özür dile
rim ama dün kitapları Seksen Yedinci ile Amsterdam’ın oradan alıp alma
dığını merak ettim.”
“Selam Andy, sesini duymak çok hoş,” diye mırıldandı insanın içini
ısıttığını düşündüğüm kalın, Rus aksanıyla. İlk karşılaştığımız andan beri,
sevgili, yaşlı bir amcammış gibi bana Andy diye hitap ediyordu ve BKSD’nin
ııksine, onun böyle demesi hoşuma gidiyordu. “Elbette aldım kitapları, tıp-
kı söylediğin gibi. Sana yardım etmek istemeyeceğimi mi sanıyorsun?”
“Hayır hayır, tabi ki öyle değil Uri. Sadece Miranda’dan bir mesaj al
ilim ve kitapların henüz ellerine geçmediğini söylüyor da, o nedenle nasıl
bir sorun oldu, onu bulmaya çalışıyorum.”
Bir an için sessiz kaldı, sonra bana dünkü uçuşu yapan pilotun adını
vc telefonunu verdi.
“Ah sağ ol, sağ ol, sağ ol,” dedim, bir yandan numarayı deliler gibi
kaydedip pilotun yardımcı olması için dualar ederek ekledim. “Çok acele
etmem lazım, kusura bakma. Sana harika bir hafta sonu diliyorum.”
117
Lauren Weisberger
“Tabi tabi, sana da iyi hafta sonlan Andy. Sanırım pilot yardımcı
olur. İyi şanslar,” dedi neşeyle ve telefonu kapadı.
Lily gözleme yapacaktı ve kaçırmayı hiç istemiyordum ama bu işi de
ya şimdi halledecektim ya da aıtık bir işim olmayacaktı. Belki de bu ara
da kovulmuştum bile ve de kimse bana bunu söyleme zahmetine dahi kat
lanmamıştı. Runway’de bu beklenmeyecek bir şey değildi, örneğin, moda
editörünü balayındayken kovmuşlardı. Ve kendisi bunu Bali’de Women’s
Wear Daily’yi okurken öğrenmişti. Alelacele Uri’nin verdiği numarayı çe
virdim ve karşıma bir telesekreter çıkınca kalp sektesinden öleceğimi san
dım.
“Selam, Jonathan? Ben Andrea Sachs, Rumvay dergisinden. Miranda
Priestly’in asistanıyım ve sana dünkü uçuşla ilgili bir şey soımam gereki
yor. Bir düşün lütfen, belki hâlâ Paris’tesin veya dönüş yolundasın. Şey,
sadece kitaplar, yani şey, tabi ki sen de, sağ salim Paris’e ulaştınız mı di
ye merak ediyorum da. Beni cep telefonumdan arayabilir misin? 917-555-
8702. Ne olur mümkün olduğunca çabuk. Teşekkürler. Hoşça kal.”
Bir an için Ritz’in danışmasını arayıp havaalanından bir araba kitap
getirdi mi, diye sormayı düşündüm ama cep telefonumla uluslararası gö
rüşme yapamadığımı hatırlayınca vazgeçtim. Bu muhtemelen önceden
planlanmamış olan yegâne durumdu ve elbette, aynı zamanda da en önem
li meseleydi. O anda Lily, beni bekleyen bir tabak gözleme ve bir fincan
kahve olduğunu haber verdi. Mutfağa gidip tabağımı aldım. O da Bloody
Mary’sini yudumluyordu. Nasıl yani? Pazar sabahı nasıl içki içebilirdi ki?
“Bir Miranda krizi mi?” dedi sempatiyle bakarak.
Başımı salladım. “Bu kez galiba kötü çuvalladım,” dedim tabağım-
dakilere şükran duyarak. “Bu beni işten attırabilir.”
“Ah canım, hep böyle söylüyorsun. Seni kovmayacak. Daha senin ne
kadar çok çalıştığını görmedi bile. En azından kovmasa daha iyi olur, dün
yanın en iyi işine sahipsin.”
118
Şeytan Marka Giyer
119
Lauren Weisberger
120
■Şeytan Marka Giyer
oturdum, derin bir nefes aldım ve telefonu çevirdim. Çok şükür Ritz danış
mada en sevdiğim kişi olan Mösyö Renaud yerindeydi.
“Andrea canım, nasılsın? Miranda ve ikizleri böyle kısa zamanda
tekrar aramızda görmekten çok mutluyuz,” diye palavra sıktı. Emily Mi-
randa’nın Ritz’de çok sık kaldığını, o yüzden de bütün otel personelinin
onu ve kızlan ismen tanıdığını anlatmıştı.
“Evet, Mösyö Renaud, biliyorum, o da sadece orada mutlu oluyor,”
diye ben de palavra sıktım. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Miranda da
ima bir kusur buluyordu yaptıklannda. Mösyö Renaud da hem onu mutlu
edeceğim diye uğraşmaktan hem de onu ne kadar çok sevdiğine ilişkin pa
lavralar atmaktan vazgeçmiyordu. “Acaba Miranda’nın uçağına yolladığı
nız araba otele döndü mü?”
“A tabi canım. Saatler önce döndü. Daha sekiz olmamıştı hatta dön
düğünde. Ekipteki en iyi şoförü yolladım,” dedi gururla.
“Bakın bir tuhaflık var, çünkü Miranda’dan paketin eline geçmediği
ne dair bir mesaj aldım ama buradaki şoförle konuştum, havaalanına götü
rüp pilota teslim ettiğine yemin ediyor, pilot da paketi Paris’e uçurduğuna
ve sizin şoföre verdiğine yemin ediyor, e şimdi de siz şoförünüzün otele
geldiğini söylüyorsunuz. Peki nasıl oluyor da Miranda paketi alamıyor?”
“Galiba en iyisi bizzat hanımefendinin kendisine sormak,” dedi sah
te bir mutlulukla. “Neden sizi ona aktarmıyorum?”
Bu noktaya gelmemeyi, onunla konuşmak zorunda kalmadan bu işi
çözebilmeyi ne kadar da çok istemiştim. Şimdi paketi asla almadığını söy
lerse ben ne diyecektim? Ona dairesindeki masanın üzerine bakmasını mı
önermeliydim, muhtemelen saatlerdir orada duruyordu? Ya da aynı işlem
leri, jeti filan yeniden ayarlayıp iki tane daha mı alıp yollamalıydım? Ve
ya belki de gelecek sefere kitaplar okyanus aşın yolculuk ederken, onları
koruması için bir de gizli ajan ayarlamak ve başlarına hiçbir aksiliğin ge
121
Lauren Weisberger
122
Şeytan Marka Giyer
Lafımı yanda kesip, tane tane ve kendinden emin bir biçimde konuş
tu. “Ahn-dre-ah. Gerçekten beni daha dikkatli dinlemelisin. Ben böyle bir
şey söylemedim. Paketi sabah erkenden aldık. Hatta öyle erken ki bu aptal
şeyler yüzünden uykumuzdan kaldınlmış olduk.”
Duyduklanma inanamıyordum. Mesajı ben rüyamda görmüş olamaz
dım, değil mi? Alzheimer’ın başlangıç evresi için bile çok genç sayılırdım
henüz, değil mi?
“Ben, kitaptan benim istemiş olduğum gibi iki tane almadığımızı söy
ledim. Pakette sadece bir tane vardı ve eminim kızların bu yüzden ne kadar
büyük bir hayal kınklığına uğramış olduklarını tahmin edersin. Benim iste
miş olduğum gibi her birinin birer tane kitabı olmasını bekliyorlardı. Bana
emirlerimin neden yerine getirilmediğini açıklamanı bekliyorum.”
Bu olamazdı. Hayır böyle bir şey olamazdı. Asıl şimdi rüyadaydım.
Akıl ve mantığın bulunmadığı başka bir gezegendeydim. Durumun saçma
lığını algılamakta bile güçlük çekiyordum.
“Miranda iki tane istediğini hatırlıyorum ve ben de iki tane ısmarla
dım,” diye kekeledim, bir yandan da yaltaklanıyorum, diye kendimden nef
ret ediyordum yine. “Scholastic’teki kızla konuştum ve sana iki tane ge
rektiğini onun da anladığından eminim, bu yüzden de ne olduğunu...”
“Ahn-dre-ah, mazeretler hakkında ne düşündüğümü biliyorsun. Şu
anda da seninkileri duymakla hiç mi hiç ilgilenmiyorum. Tek beklediğim
bir daha asla böyle bir şeyin olmaması, anlaşıldı mı? Hepsi bu kadar.” Te
lefonu kapattı.
Belki tam beş dakika boyunca, kapatılan telefondan gelen düdük se
sini dinleyerek orada öylece kalakaldım. Kafamda bir sürü soru uçuşuyor
du. Onu öldürebilir miydim? Yakayı ele verme olasılığını düşündüm. Oto
matik olarak benden mi bilirlerdi bunu? Elbette hayır, herkesin, özellikle
de tüm Runvvay camiasının cinayet işlemek için nedeni vardı. Onun uzun
bir süre, ağır ağır, acı çekerek can çekişmesini izlemeye duygusal olarak
123
Lauren Weisberger
124
Şeytan Marka Giyer
Lily’nin yeni yıl partisi güzel ve kendi halinde bir paıti oldu. Kendi
evinde, sadece kâğıt bardaklarda şampanya sunulan, sade bir parti düzen
lemişti. Üniversiteden bir avuç insanla, onların yanlarında sürüklemeye
başardığı birkaç kişi daha vardı. Ben bu tür özel günlerde pek eğlenmem.
“Amatör Gece” lafını ilk kim söylemişti tam hatırlamıyorum ama (galiba
I lugh Hefner’di) ben de yılın diğer 364 günü dışarı çıkmayı tercih eder
dim. Bütün o zoraki içki içmeler, kutlamalar illa da eğlenileceği anlamına
gelmiyor. Bu yüzden Lily de böyle küçük, sade bir parti vererek hepimizi
ııdam başı ISO dolar ödeyip çeşitli kulüplere gitmekten veya daha da kötü
sü, zemheri soğuğunda Times Meydam’nda dikilmek gibi korkunç bir fi
kirden kurtarmıştı. Hepimiz de birer şişe normal içki getirmiştik gelirken.
I .ily bir de takma burunlar, parlak taçlar filan dağıttı herkese. Güzelce ka-
125
Lauren Weisberger
falan bulduk ve onun Harlem’e bakan damında yeni yılın gelişi şerefine
kadeh kaldırdık. Aslında hepimiz biraz sarhoştuk ama Lily herkes gittiğin
de iyice dağılmış, iki kez çıkarmıştı, o yüzden onu evde yalnız bırakmak
istemedim ve Alex’le birlikte ona bir çanta hazırlayıp, taksiye sürükledik.
Hepimiz bende kaldık, Lily oturma odasındaki kanepede uyudu, sabah da
hep birlikte dışanda enfes bir kahvaltı yaptık.
Bütün bu tatil işlerinin bitmiş olmasından memnundum. Tekrar haya
tıma dönüp işime başlamam, gerçekten başlamam gerekiyordu. Bana on
yıl geçmiş gibi gelse de aslında teknik olarak yeni başlıyor sayılırdım. Mi
randa ile her gün bir arada çalışınca işlerin daha olumlu gelişeceğini um u
yordum. Telefonda herkes soğuk kalpli bir canavar olabilirdi, özellikle de
sürekli tatildeyse ve işten bu kadar uzak kalmışsa. Ama ilk ayın tüm sıkın-
tılannın geride kalacağına inanıyordum ve neler olacağını görmek için sa
bırsızlanıyordum.
Ocağın 3’üydü, saat onu biraz geçiyordu ve ben işte olmaktan ger
çekten mutluydum. Mutlu! Emily Los Angeles’teki yeni yıl partisinde ta
nıştığı bir adamı anlatıyordu coşkuyla. Adam süper sıcak, yükselmekte
olan bir şarkıcıydı ve birkaç hafta içinde New York’a onu görmeye gele
ceğine söz vermişti. Bense koridorda yere oturmuş olan güzellik editörü
ile sohbet ediyordum. Vassar’dan mezun olmuş, gerçekten hoş bir adamdı
ve ailesi (seçmiş olduğu okula ve bir moda dergisinde güzellik editörü ola
rak çalışıyor olmasına rağmen) hâlâ onun erkeklerle yattığını bilmiyordu.
“Ah hadi gel benimle lütfen? Çok eğleneceğiz, söz veriyorum. Seni
gerçekten seksi bilileriyle tanıştıracağım, göreceksin. Bazı muhteşem nor
mal arkadaşlarım da var. Üstelik bu Marshall’ın partisi, şahane olacak,”
diyerek yerinden kalkmış, masama eğilmiş mırıldanıyordu, bense e-posta-
lanmı kontrol ediyordum. Emily kendi tarafında mutlu bir biçimde konuş
maya devam ediyor, uzun saçlı şarkıcısıyla olan randevusunun ayrıntılarını
anlatıyordu.
126
Şeytan Marka Giyer
127
Lauren Weisberger
128
Şeytan Marka Giyer
129 F:9
Lauren VVeisberger
130
Şeytan Marka Giyer
131
Lauren Weisberger
132
Şeytan Marka Giyer
(*) Bazı oğlanlar beni öper, bazıları kucaklar, sanırım bunda bir salanca yok.
(**) Çok seksiyim. Milano için çok seksiyim. Milano, New York ve Japonya için çok seksiyim.
I***) Eğer beni doğru değerlendirmezlerse çeker giderim.
133
Lauren Weisberger
134
Şeytan Marka Giyer
135
Lauren Weisberger
Daily bunların dışında kalıyordu, çünkü onu masasının tam ortasına yer
leştirilmiş olarak bulmak istiyordu.
“Geldi! Andrea, çabuk yerine geç! Yukarı çıkıyor,” diye Emily’nin
dışarıdan fısıldadığını duydum. “Uri haber verdi, şimdi kapının önüne bı
rakmış.”
WWD'yi masasının üzerine koydum, Pellegrino şişesini, keten bir pe
çetenin üzerine, masasının köşesine yerleştirdim (hangi tarafa? Hangi ta
rafa konması gerektiğini hatırlayamıyordum) ve son kez her şey yerli yerin
de mi diye bir göz atıp ok gibi fırladım odadan. Moda gardırobunu hazır
lamaya yardım eden moda bölümü asistanlarından Jeny bana kauçuk bir
bantla sarılmış bir kutu fırlattı. Çabucak açtım. İçinde neredeyse sekiz yüz
dolar değerinde, Jimmy Choo marka, yüksek topuklu bir çift ayakkabı var
dı. Ayakkabının üzerindeki deve tüyü rengi tokalar ve bağcıklar, her şey
le giyilmesi için tasarlanmış olmalıydı. Bok! Bunlan giymek zorunday
dım. Yürüyüş ayakkabılarımı ve terden ıslanmış çoraplarımı alelacele çı
karıp, masamın altına fırlattım. Yeni ayakkabıların sağ tekini nispeten ko
lay giymiştim ama kırık tırnağım yüzünden sol tekin bağcıklarını bir türlü
açamıyordum. Neyse, sonunda açabildim ve sol teki de giydim, zavallı
ayağım şimdiden su toplamaya başlamıştı bile. Bağcıktan bağlayıp, tam
oturduğum yerde doğruluyordum ki Miranda içeri girdi.
Donakalmıştım. Kelimenin tam anlamıyla hareketimin ortasında do
nakalmışım. Zihnim nasıl korkunç göründüğümü algılayacak kadar çalı
şıyordu ama ayağa kalkmama yetecek kadar çalışmıyordu. Derhal gözü
bana takıldı, çünkü muhtemelen o masada hâlâ Emily’nin oturacağını sa
nıyordu ve bana doğru geldi. Bana iyice yaklaşıp, oturduğum yerde bütün
vücudumu görebileceği kadar eğildi. Parlak mavi gözleri tepeden tırnağa,
tek tek her ayrıntıyı, düğmesiz beyaz bluzumu, kırmızı fitilli kadife mini
eteğimi ve yeni bağlanmış deve tüyü Jimmy Choo sandaletlerimi incele
meye başladı. Tenimin, saçımın, kıyafetlerimin her milimetre karesini in
136
Şeytan Marka Giyer
137
Lauren Weisberger
138
Şeytan Marka Giyer
tim, sonunda çok şükiir ellerim kürkü kavradı ve onu dikkatle çıkardım.
Aslında kürkü ona atmak ve yakalayabilecek mi diye seyretmek istiyor
dum ama son anda kendime hâkim olup sanki bir bayana paltosunu tutan
bir erkekmişim gibi tuttum. Tek bir hareketle kürkün içine kıvrıldı ve cep
telefonunu, yani yanında ofise getirdiği yegâne eşyasını aldı.
Büyük bir güvenle ofisten çıkarken, “Kitabı bu gece istiyorum Emily,”
dedi. Büyük bir ihtimalle, koridorda onu görünce çenelerini göğüslerine
yapıştıran üç kadını fark etmemişti bile.
“Tabi Miranda. Andrea ile göndereceğim.”
İşte bu kadardı. Gitmişti. Dergide yaşanan bütün o paniklere, deli gi
bi hazırlıklara, makyajlar yapılıp, kıyafetlerin değiştirilmesine neden olan
gelişi topu topu dört dakikada sonuçlanmıştı ve benim deneyimsiz gözle
rimin görebildiği kadarıyla da bütün bunlara hiç gerek yoktu.
139
Lauren Weisberger
140
Şeytan Marka Giyer
141
Lauren VVeisberger
mek için yanımıza geldiğinde, onun çok iyi İngilizce konuşmakla kalma
yıp, bir de bayağı komik şakalar yapabilmesi beni şok etmişti. Ve It kızla
rın en kalıcısı Gisele’in oldukça kısa boylu olduğunu gördüğüme de aca
yip memnun olmuştum. Tabi biraz da kilolu olduğunu veya kapak resim
lerinde mükemmel görünen yüzünün aslında sivilcelerle kaplı olduğunu
görsem daha da memnun olurdum ama boyunun kısalığı ile yetindim.
“Bu kadar uzun kalacağımı düşünmemiştim,” dedim, bir köşede asık
suratla dikilmekte olan yakışıklıyla göz göze gelmeye çalışarak. “Ama dü
şündüğüm kadar da kötü değilmiş. Üstelik yaşadığım günden sonra her şey
bana iyi geliyor.”
Miranda’nın gelişi kadar tuhaf ve hızlı olan gidişinden sonra, Emily,
şu ünlü kitabı onun evine götüreceğimi söylemişti. Kitap dedikleri şey, ne
redeyse telefon rehberi kalınlığında, Rumvay'in hazırlanmakta olan sayısı
na ait bütün son baskıların bir araya toplanmış olduğu bir dosyaydı. Hazır
lanan sayfaların filmleri çekiliyor, o filmlerden de renkli çıktılar alınıp bu
dosya oluşturuluyordu. Emily’nin söylediğine göre, Miranda dergiden gi
dene kadar doğru dürüst bir iş yapılamıyordu, çünkü bütün yaratıcı bölüm
ve editörler ona danışmanlık yapmakla meşgul oluyorlardı, bu arada da
Miranda durmadan fikir değiştiriyordu. Bu yüzden, Miranda ikizleriyle za
man geçirmek üzere dergiden ayrılır ayrılmaz gerçek iş günü başlamış olu
yordu. Büyük uğraşlardan ve sonunda Miranda’nın bütün ön sayfayı çap
razlamasına kaplayan dev gibi MP parafı ile belirttiği onayı alındıktan son
ra, yaratıcı bölüm yeni sayfa düzenlerini yapıp, son gelen fotoğrafları mon
te edebiliyor, editörler son yazılan derleyebiliyorlardı. Bütün editörler gün
boyu yapmış olduklan değişiklikleri yaratıcı bölüm asistanına gönderiyor
lardı. O da heıkes gittikten sonra saatlerce uğraşıp bütün görüntüleri, say
fa düzenlerini, yazılan, kelimesine vanncaya dek en son haliyle düzenle
yip kitaba konacak hale getiriyordu. Sonra da benim, ne zaman biterse ki
tabı alıp Miranda’nın evine götürmem gerekiyordu. Bu, üretimin hangi
aşamasında bulunduğumuza göre, akşam sekizle on bir arasında değişen
142
Şeytan Marka Giyer
herhangi bir saat olabiliyordu. Ertesi gün düzeltmeleri ile birlikte geri ge
tiriyordu ve bütün ekip işin tamamım yeni baştan ele alıyordu.
Emily, James’e partiye gideceğimi söylediğimi duyunca hemen atla
dı. “Hırım, sanırım kitap bitmeden hiçbir yere gidemeyeceğini biliyorsun,
değil mi?”
Ben öyle bakakaldım, James ise Emily’ye saldırmamak için kendini
zor tutuyormuş gibi göriinüyordu.
“Evet, bu işi yapmayı çok seviyordum ama artık o senin görevin. Ba
zen gerçekten de çok geç saatlere kalabilir ama Miranda’nın onu her gece
mutlaka görmesi gerekiyor, anlıyor musun? O evde çalışıyor. Neyse, bu
akşam seninle birlikte bekleyeceğim ve sana nasıl yapacağını gösterece
ğim, ama sonra sen kendin halledeceksin.”
“Tamam, teşekkürler. Bu gece ne zaman biteceği hakkında bir fikrin
var mı?”
“Hayır yok. Her gece değişir. Yaratıcı bölüme sorman gerek.”
O gece kitap nispeten erken sayılacak bir saatte, sekiz buçukta hazır
oldu ve son derece yorgun görünen asistandan kitabı aldıktan sonra Emily
ile ikimiz 59. Sokak’a doğru yola koyulduk. Emily’nin kolu kuru temizle
meden yeni gelmiş, askılarıyla birlikte düzgün biçimde naylonlara yerleş
tirilmiş giysilerle doluydu. Bana bunların da çoğu zaman kitaba eşlik etti
ğini söyledi. Miranda her gün gelirken kirlilerini de getiriyordu ve ne şans
lıyım ki, onlarla ilgilenmek de benim görevlerimdendi. Kuru temizlemeci-
yi arayıp, kirlileri aldırmalarını söyleyecektim. Onlar derhal Elias-ClaTk’a
birini yollayıp aldırtacaklardı, bir gün sonra da pırıl pınl geri gönderecek
lerdi. Onlan Uri’ye teslim edinceye veya kendimiz evine bırakıncaya ka
dar ofisteki dolaplarda muhafaza edecektik. İşim her dakika giderek daha
da entelektüel bir hal alıyordu.
Emily, “Hey, Rich!” diye, ilk gün görmüş olduğum pipo emen adama
çapkınca seslendi. “Bu Andrea. Kitabı her gece o götürecek, bu yüzden iyi
bir araba ayarla, tamam mı?”
143
Lauren Weisberger
144
Şeytan Marka Giyer
den. “Bunu hallederim. Bir kitap ve birkaç pantolon için bu kadar dram ya
ratmaya ne gerek var?”
Asansör görevlisi bana kibarca gülümseyip bir anahtarı çevirdikten
sonra düğmeye bastı. Hırpalanmış bir ev kadınına benziyordu, mahzun ve
üzgün, sanki artık mücadele edecek gücü kalmamış ve mutsuzluğu kabul
lenmiş gibiydi.
Katta durunca, “Ben burada sizi bekleyeceğim,” dedi. “İşiniz bir da
kikada biter.”
Koridordaki halı koyu kırmızıydı ve topuklarımdan biri bir ilmeğine
takılınca neredeyse başıma geçiyordu. Duvarlarda kaim, krem rengi bir
kumaş kaplıydı ve koridor boyunca küçük metal çivilerle süslenmişti. Du
varın karşısına da yine krem rengi, süet bir bank yerleştirilmişti. Önümde
ki Fransız tarzı kapılarda Çatı B yazıyordu, arkama dönünce Çatı A ’yı da
gördüm. Alışkanlıkla zile davranmak istedim ama Emily’nin uyanlarını
hatırlayıp, anahtan kilide soktum. Kolayca açıldı ve saçımı düzeltmeye ya
da kapının ardında ne olduğunu düşünmeye fırsat bulamadan kendimi ge
niş, havadar bir holde buldum. Burnuma nefis kuzu pirzolası kokulan ge
liyordu. O oradaydı, çatalını afiyetle ağzına götürmekle meşguldü, birbiri
nin tıpkısı, siyah saçlı iki küçük kız masanın iki tarafından birbirlerine ba-
ğınyorlardı ve uzun, zinde görünümlü, beyaz saçlı bir adam ve yüzünü
kaplayan koca bir burun, bir gazetenin içinde kaybolmuşlardı...
“Anne, söyler misin benim odama öyle girip kotumu alamaz. Beni
dinlemiyor,” dedi kızlardan biri. Miranda o arada çatalını bırakmış, limon
lu Pellegrino olduğunu bildiğim şeyi içiyordu. Masanın sol tarafındaydı.
“Carolyn, Cassidy, yeter. Bunu daha fazla dinlemek istemiyorum.
Tomas biraz daha naneli jöle getir,” dedi. Şef olduğunu tahmin ettiğim bir
adam, elinde bir gümüş kâse ve gümüş servis kaşığıyla alelacele odaya
daldı.
Birden orada neredeyse otuz saniyedir durmuş onların yemeğini izle
diğimi fark ettim. Beni henüz görmemişlerdi ama holdeki masaya doğru
145 F: 10
Lauren Weisberger
146
Şeytan Marka Giyer
147
Lauren Weisberger
sadece kendimi biraz daha gülünç duruma düşürmekten başka bir işe ya
ramayacağını bildiğim için sustum.
“Her şey yolundaydı. Hiçbir sorun yok. Yemek yiyorlardı ve ben de
her şeyi senin söylediğin yerlere bırakıp çıktım.”
“Güzel. İşte her gece yapacağın bu. Sonra arabayla eve gideceksin ve
bitmiş olacak. Neyse, Marshall’ın partisinde iyi eğlenceler. Ben de gitmek
isterdim gerçekten ama bu gece için ağda randevum var ve iptal edemem.
İki ay önceden randevu almak gerekiyor, inanabiliyor musun? Üstelik de
kış ortasında. Herhalde herkes kış tatiline gidiyor. Değil mi? Neden şu sı
ra New York’taki bütün kadınların ağda yaptırmak istediğine aklım ermi
yor doğrusu. Çok garip, ama yapacak bir şey yok.”
Sesinin tonu kafamda çınlıyordu ve anlaşılan benim ne yaptığımın ya
da nasıl cevap verdiğimin bir önemi yoktu, sonsuza kadar onun ağda soh
betini dinlemem gerekiyordu. Bana Miranda’nm yemeğini böldüm diye
bağırsa bundan iyiydi.
“Yaa, ne yapabilirsin ki? Neyse, ben artık gitsem iyi olacak, James’e
dokuzda gelirim demiştim ve on dakika geciktim bile. Yann görüşürüz.”
“Evvet, görüşürüz. Ha, bu arada, artık iyice yetiştin, sen yine yedide
gelmeye devam edeceksin ama bundan sonra ben sekizde geleceğim. Mi
randa biliyor ve kıdemli asistan daha çok çalıştığı için onun biraz daha geç
gelmesini onaylıyor.” Neredeyse gırtlağına sarılacaktım. “Sabahki işleri
aynen sana öğrettiğim gibi yaparsın. Çok gerekirse beni ara ama artık ken
di yolunu bulman gerek. Hadi hoşça kal!” Apartmanın önünde duran ikin
ci arabanın arka koltuğuna attı kendini.
“Güle güle,” dedim yüzüme dev bir sahte gülücük oturtarak. Şoför
arabadan inip kapımı açmaya davrandı ama ona kapıyı kendim açabilece
ğimi söyledim. “The Plaza’ya lütfen.”
Hava çok soğuk olduğu halde James beni dışarıdaki merdivenlerde
bekliyordu. Eve gidip üstünü değiştirmişti ve siyah süet pantolonuyla be
yaz bağcıklı bluzuyla çok şık duruyordu. Cildini de çok başarılı bir biçim
148
Şeytan Marka Giyer
149
Lauren Weisberger
150
Şeytan Marka Giyer
151
Lauren Weisberger
“Yazanın.”
“A, sahi mi? Çok güzel bir şey olmalı.” Bunu söylerken, hissettiğim
alçakgönüllülüğü yansıtmadığımı umdum, ama ne zaman New York’ta ta
nıştığım biri kendisini yazar, oyuncu, şair veya ressam olarak tanıtsa bu
duyguya kapılıyordum. Ben de üniversitedeyken gazeteye yazıyordum. Ve
içimden, kahretsin, lisedeyken de aylık bir dergide bir denemem yayınlan
mıştı. Bunlar beni de yazar yapmaya yeter mi acaba, diye homurdandım.
“Ne yazıyorsun peki?”
“Şimdiye kadar çoğunlukla kurgusal şeyler yazdım ama şu sıra ilk ta
rihi romanım üzerinde çalışıyorum.” Bir yudum daha içip, o güzelim inat
çı buklelerini geri itti tekrar.
“İlk tarihi” lafı, öncekilerin tarihi olmayan romanlar olduğunu ifade
ediyordu. İlginç. “Konusu ne?”
Bir an düşünüp konuştu. “Genç bir kadının perspektifiyle anlatılan bir
hikâye, İkinci Dünya Savaşı sırasında bu ülkede yaşamanın nasıl bir şey
olduğu üzerine. Araştırma bölümümü tamamlamaya çalışıyorum, yapılmış
röportajları filan kopya ediyorum, ama az da olsa bir şeyler de yazabildim.
Sanırım...”
O konuşmaya devam etti ama ben izleyemiyordum. Kutsal bok. The
New Yorker’da, daha yeni okumuş olduğum bir kitap tanıtım yazısı aklıma
gelmişti. Bütün kitap dünyası, sabırsızlık ve heyecanla onun yeni yazacak
larını bekliyordu ve yarattığı kadın kahramanın olağanüstü gerçekliğiyle
çalkalanıyordu. Bir partide durmuş, gayet rahat bir şekilde Christian Col-
linsworth ile sohbet etmekteydim, yani, ilk kitabı daha yirmi yaşında, he
nüz Yale’de öğrenciyken yayınlanmış harika çocukla. O kitabıyla edebiyat
dünyasında fırtınalar esmiş, eleştirmenler bunun, yirminci yüzyılın en
önemli kitaplarından biri olduğunda birleşmişlerdi. Sonra iki kitap daha
yazmıştı ve her ikisi de birinciden bile daha uzun süre en çok satanlar lis
tesinin başında kalmıştı. The New Yorker’daki yazıda, ondan Christian, di
ye söz ediliyor ve onun sadece yazdıklarıyla kitap dünyasını uzun yıllar
152
Şeytan Marka Giyer
153
Lauren Weisberger
154
Şeytan Marka Giyer
155
Lauren VVeisberger
sa hayat daha kolay olurdu, onu da kabul ediyorum) bana çok zarar ver
mişti. O perişan sabah trafiğimde, işin giyinme kısmı bana en zor, en stres
li gelen kısmıydı. O kadar erken kalkıyordum ki, insanlara kaçta kalktığı
mı söylemeye utanıyordum. Zaten bu konudan söz etmek bile neredeyse
fiziksel acı veriyordu. Sabah yedide işte olmak pek dalga geçilebilecek bir
konu değildi. Elbette geçmişte de çok erken kalkıp, yedide hayata başladı
ğım olmuştu (belki erken saatteki bir uçak için havaalanına gitmek ya da
bir sınav için çalışırken). Ama, şimdi kalktığım saatler genellikle eskiden,
hızlı bir gece geçirip yatmaya gittiğim saatler olurdu, üstelik de bir güzel
yatıp uyuyacağım için mutlu olurdum. Bu çok farklıydı. Sürekliydi, acı-
masızcaydı, insanlık dışı bir şeydi ve gece yansından önce yatmayı da as
la başaramıyordum. Hele son iki hafta, bahar sayılarından birinin son aşa-
malannda olunduğu için, saatlerce oturup kitabın bitmesini beklemek zo
runda kalmıştım, çoğu zaman da gece on bir civannda anca bitmişti. Zaten
onu bırakıp eve gelinceye kadar gece yansı oluyordu ve daha akşam ye
meği bile yememiş oluyordum.
Sonra sabah beş buçukta bonı sesli saatim çalmaya başlıyordu (duy
mazlıktan gelemeyeceğim tek ses oydu çünkü) ve tek ayağımı yorganımın
altından çıkararak, bacağımı dümdüz uzatıp saati tutturuncaya ve sesini
kesinceye kadar tekmeler savuruyordum (saatimi stratejik bir düşünceyle,
yani en azından bir hareket yapmak zorunda kalayım, diye tam yanı başı
ma koymuyordum). Böylece, bir yedi dakika daha uyumuş oluyordum ve
saat 6.04’te panik halinde yataktan fırlayıp, banyoya koşuyordum.
Genellikle 6.31 ile 6.37 arasında dolabımın önünde bunalmaya geli
yordu sıra. Lily bile, ki kendisi hiç de modaya düşkün biri değildi ve bir
master öğrencisi olarak sürekli üniforma gibi kotlar, salaş kazaklar, boyun-
suz süveterler giyerdi, beni ne zaman görse, “İşe ne giydiğini anlayamıyo
rum. Orası Rumvay, değil mi Tann aşkına? Tamam senin kıyafetlerin de
başka kızlarınki kadar hoş ama Andy, hiç de Runway’denmişsin gibi de
ğil,” diyordu.
156
Şeytan Marka Giyer
157
Lauren Weisberger
“Pardon?”
“Bak, sanırım sen de şeyy, kılık kıyafetinin buradaki diğer insanların
kine pek benzemediğinin farkındasmdır. Biliyorum, bunlar pahalı ama her
şeyin de bir kolayı var. Bendeki dolapta, ara sıra, şey, ödünç alabileceğin
şeyler var ve emin ol kimse bunu faik etmez bile.” “Ödünç” derken par
maklarıyla para anlamına gelecek bir hareket yapmıştı. “Ve kuşkusuz halk
la ilişkilercileri de arayıp, tasarımcılardan hakkın olan indirim kartlarını da
isteyebilirsin. Ben yüzde otuz indirim alıyorum, ama sen Miranda için ça
lışıyorsun, senden para bile almazlarsa hiç şaşırmam. Yani, bu, şeyy, bun
ları giymeyi sürdürmen için hiçbir neden yok aslında.”
Ona, Manolo yerine Nine West’ten giyinmenin veya Bamey’s’ın seki
zinci katındaki özel tasarım kot cennetinde asla bulunmayan ama Macy’s’in
ikinci sınıf bölümünde bol bol satılan kotlan giymenin, benim herkese
Runvvay tarafından baştan çıkarılamaz biri olduğumu gösterme mücade
lem nedeniyle olduğunu anlatmaya çalışmadım. Sadece başımı salladım
çünkü, bana kendimi her gün küçük düşürdüğümü anlatmaya çalışmanın
ona gerçekten çok zor geldiğini fark etmiştim. Ona bu görevi kimin verdi
ğini düşündüm. Emily miydi acaba? Ya da bizzat Miranda? Hangisi olur
sa olsun, fark etmezdi. Üç ay boyunca direnmiştim, bundan sonra dik ya
ka Prada’lar giymek kalan dokuz ayımı kurtarmamı sağlayacaksa, bana
göre hava hoştu artık. Hemen baştan aşağı yeni ve daha gelişkin bir gardı
rop kurmaya karar verdim.
O sabah 6.50’de sokağa çıkmayı başardığımda doğrusu ben de ken
dimi oldukça güzel hissediyordum. Hatta evime yakın kahvaltı büfesinde
ki çocuk ıslık çaldı ve yolda bir kadın beni durdurup, üç aydır bu botlar
dan bulmaya çalıştığını söyledi. Buna alışabileceğimi düşündüm. Her Al
lah’ın günü herkesin bu konuda bir şeyler ima ettiğini duymaktan daha
iyiydi en azından. Üçüncü Cadde’nin köşesine kadar yürüyüp hemen bir
taksi durdurdum, bu da yeni alışkanlıklarımdan biriydi ve kendimi sıcacık
arka koltuğa bırakırken, pek çok insan gibi metroya binmek ve sıkış tepiş
158
Şeytan Marka Giyer
159
Lauren Weisberger
160
Şeytan Marka Giyer
161 F : 11
Lauren Weisberger
bilir ki? Hem kim bilir, belki de etrafta benim söylediklerimi dinleyen baş
ka bilileri vardır? Acilen telafi gerekiyordu.
“Tabi, o aslında moda ve yayıncılık dünyasının en güçlü kişisi; New
York’ta böyle önemli bir sektörde, elinde bütün gün bir mumla tepeye tır-
manamazsm. Sanırım, işle ilgili olarak bu kadar katı olmasını anlayabili
yorum aslında. Ben de olsam böyle yapardım. Neyse, artık işe gitmem la
zım, hem de koşarak. Seni yeniden görmek hoş oldu.” Arkamı dönüp gi
derken, son haftalarda Lily, Alex ya da ailem dışında biriyle konuşurken
hep yapmaya başladığım şeyi yaptım yine farkında olmadan. Tahtaya vur
dum başıma kötü bir şey gelmesin diye.
“Hey o kadar kötü hissetmene gerek yok, ben daha burada işe başla
yalı beş gün oldu,” diye bağırdı Benji arkamdan. O arada biten sigarasını
yere atmış, ayağıyla betonda eziyordu.
162
Şeytan Marka Giyer
163
Lauren Weisberger
Zemin katta da bir gündüz çocuk bakım evi olduğuna dair söylenti
ler gelmişti kulağıma, ama çocuğu olan kimseyi tanımadığım için bunu
doğrulatamamıştım henüz. Esas cümbüş üçüncü katta yemek salonuyla
başlıyordu. Miranda, Latin Amerikalı amelelerle birlikte yemek yiyeme
yeceğini söyleyip, burada yemeyi reddediyordu, ama tabi bazen Irv Ra-
vitz’le birlikte yemek zorunda kalıyordu. Irv Ravitz, Elias’m yönetim kuru
lu başkanıydı ve arada bir çalışanlarla birlikte olma gösterisi yapmayı se
viyordu.
Yukarı çıkarken bütün o ünlü markalan geçtik. Genellikle katlan
paylaşmalan gerekmişti, resepsiyon masasının iki tarafına, birbirlerini gö
remeyecekleri biçimde, kaim cam kapı ve duvarlarla aynlmış olarak yer
leşmişlerdi. On yedinci katta inmiş olduğumu umarak, cam kapıda popo
ma bir göz attım. Mimar bir empati ve yetenek örneği göstererek, 640 Ma-
dison’un asansörlerine ayna koymama nezaketi göstermişti. Her zamanki
gibi elektronik kimlik kartımı unuttuğumdan (bina içindeki tüm hareketle
rimizi, alışverişlerimizi ve kayboluşlanmızı izleyenin bir benzeri) durmak
zorunda kaldım. Sophy dokuzdan önce gelmeyeceği için, gidip onun ma
sasının altına eğilmek, cam kapılan açan düğmeyi bulmak ve resepsiyon
alanının orta yerinden kapılara doğru ok gibi fırlayıp onlar tekrar kapan
madan aradan sızmak zorundaydım. Bazen bunu ancak üç, dört kez dene
dikten sonra başarabiliyordum ama bugün ikinci atağımda içeri dalmayı
becerdim.
Ben geldiğimde katın tamamı neredeyse karanlık oluyordu ve her sa
bah masama gitmek için aynı rotayı izliyordum. Yürürken solumda reklam
bölümü oluyordu. Buradaki kızların çoğu, Chloe tişörtler ve yüksek topuk
lu botlarla Rumvay diye bağıran kartvizitlerini dağıtmakla meşguldü. Ka
tın öteki bölümünde bulunan yazı işlerinde olup biten her şeyden kesinlik
le ve bütünüyle kopuktular. Modacılardan kıyafetleri toplayanlar, iyi .ya
zarların peşine düşüp yazması için ikna etmeye çalışanlar, aksesuvarlan
kıyafetlere uydurmaya uğraşanlar, mankenlerle röportajlar yapanlar, sayfa
164
Şeytan Marka Giyer
165
Lauren Weisberger
166
Şeytan Marka Giyer
rine ipek üzerine not almayı seviyordu? Her ne ise, bunlann kullanılıp atı
lan şeyler olduğuna inandığı kesindi ve hiçbirimiz de ona böyle olmadığı
nı nasıl söyleyeceğimizi bilemiyorduk. Elias-Claık bu fularların tanesine
birkaç yüz dolar ödeyip duruyordu ama ne gam, biz neredeyse her gün, kâ
ğıt mendil verir gibi bir yenisini çıkarıp veriyorduk Miranda’ya. Aslında
iki yıllık fular masrafı hesaplansa, Miranda işten bile kovulabilirdi.
Turuncu fular kutulanndan biraz daha çıkarıp dolabın “Dağıtıma Ha
zır Olanlar” rafını yeniden düzenleyip koydum. Orada da fazla kalamaya
caklardı. Her üç ya da dört günde bir öğle yemeğine çıkmak için hazırla
nır ve, “Ahn-dre-ah, bana bir fular ver,” diye buyururdu. “O bu fularları bi-
tiremeden ben çoktan buradan gitmiş olacağım,” diyerek kendimi rahatla
tıyordum. Kim bilir hangi zavallı ona, bütün beyaz Hermes fularların bit
miş olduğunu ve yenilerinin yapılmasının, sipariş edilmesinin, ithal edil
mesinin, postaya verilmesinin, gemiyle gönderilmesinin veya bu konuda
herhangi bir ferman verilmesinin imkânsız olduğunu söylemek zorunda
kalacaktı? Düşüncesi bile dehşete düşürüyordu insanı.
Tam dolabı kapayıp kendi bölümüme geçerken Uri aradı.
“Andrea? Merhaba, merhaba. Ben Uri. Aşağı gelebilir misin lütfen?
Elli Sekizinci Sokak’ta, Park Caddesi’ne yakın bir yerdeyim şu an, tam
New York Spor Kulübü’nün önünde. Sana verilecek şeylerim var.”
Bu telefon bana aynı zamanda Miranda’nın da yakınlarda buraya ge
leceğini haber veriyordu. Belki. Çoğu sabah Uri’yi kuru temizlemeye gide
cek kirli giysiler, okumak için eve götürdüğü Rumvay ve diğer delgiler, ona
rılacak ayakkabı ve çantalar ve kitap eşliğinde önden gönderiyordu. Böyle-
ce, benim aşağı inip arabayı karşılayarak, bu, çoğu sıradan ve dünyevi olan
işleri o gelmeden yoluna koymamı sağlamış oluyordu. Genellikle bunlar
dan yarım saat kadar sonra da kendisi gelirdi, Uri eşyaları bırakıp gider, o
sabah nerelerde saklanıyorsa onu oradan alır getirirdi.
Kendileri her yerde olabilirdi, çünkü Emily’ye göre asla uyumuyor
du. Emily’den önce gitmeye başlayıp da, telesekreteri ilk olarak ben din-
167
Lauren Weisberger
leyinceye kadar buna inanmamıştım. Miranda istisnasız her gece, saat bir
le sabah altı arasında, sekiz ya da on tane belirsiz, çift anlamlı mesaj bıra
kıyordu ikimiz için. Örneğin, “Cassidy bütün küçük kızların kullandığı o
ufak, naylon çantalardan istiyor. Onun için sevdiği renkten, orta boy bir ta
ne ısmarlayın,” ya da “Yetmişler’in oradaki antikacının adresine ve telefo
nuna ihtiyacım olacak, hani şu antika şifoniyeri gördüğüm yerin,” gibi şey
ler. Sanki biz, o sıralar on yaşında olan bütün kızların kullandığı naylon
çantanın ne olduğunu ya da onun son on beş yıl içinde gitmiş ve de kim bi
lir neyi beğenmiş olduğu, Yetmişler’in (bu arada Doğu mu, Batı mı, o da
belli değil) oralardaki binlerce antikacıdan biri olan antikacıyı biliyormu-
şuz gibi. Ama her sabah imanla ve sadakatle bu mesajlan tekrar tekrar din
liyor, aksanından ve verdiği ipuçlarından bir anlam çıkarmak için azimle
uğraşıyordum, yeter ki Miranda’dan daha fazla bilgi istemek zorunda kal
mayayım.
Bir keresinde bir hata yapıp Miranda’dan daha fazla ayrıntı istemeyi
önerecek olmuşum ama karşılığında tek elde edebildiğim şey Emily’nin
ayıplayan bakıştan olmuştu. Miranda’ya soru sormak haddini aşmak de
mekti. Boşuna debelenip sonunda yaptıklannın ne kadar hatalı olduğunu
dinlemek daha iyiydi. Miranda’nm gözüne ilişen antika şifoniyeri bulabil
mek için, bir limuzinle iki buçuk gün boyunca Yetmişler’in oralarda hırla
mam gerekmişti (hem Doğu, hem de Batı tarafında). York Caddesi’nden
(daha ziyade evler var) yola çıkıp önce Birinci, aşağı îkinci, yukan Üçün
cü ve aşağı Lex’i turlamıştım. Park’ı atlayıp (orada da daha çok evler var
dı) Madison’la devam etmiş ve benzer bir turu bir de Batı Yakası’nda yap
mıştım. Kalem elimde, gözlerim dört açık, telefon defteri kucağımda, kar
şıma çıkan her antikacıyı kaydetmeye hazır vaziyetteydim. Her bir antika
cıyı şahsi ziyaretimle şereflendiımiştim. Dört numaralı mağazada bu işi bir
sanata dönüştürmüştüm.
“Selam, antika şifoniyer satıyor musunuz?” Artık böyle sesleniyor
dum, onlar da bana içeriden cevap veriyorlardı. Akıncıda kapıdan içeri gir
168
Şeytan Marka Giyer
meye bile zahmet etmemiştim. Küstah bir satıcı, uğraşmaya değecek biri
olup olmadığıma karar vermek için beni tepeden tırnağa süzmüştü (bakış
larından kaçınmam mümkün değildi). Genellikle, dışarıda bekleyen özel
arabamı görüp evet ya da hayır şeklinde bir cevap lütfediyorlardı, bazıla
rıysa aradığım şifoniyerin ayrıntılarına kadar sormuştu.
Eğer, benim iki kelimelik tarifime uyana benzer bir şeyler sattıkları
nı itiraf ederlerse, hemen ikinci yetersiz ve tuhaf sorumu yapıştırıyordum,
“Acaba Miranda Priestly yakınlarda buraya gelmiş miydi?” O ana dek de
li olduğumu düşünmemişlerse bile, o andan itibaren güvenliği çağırmaya
hazır duruma geliyorlardı. Bazıları onun adını hiç duymamışlardı. Bu iki
bakımdan çok hoşuma gidiyordu. Hayatta hâlâ, onun herhangi bir etkisine
maruz kalmamış, normal insanlar da bulunduğuna ilk elden tanıklık etmiş
olmak ve en azından daha fazla uzatmadan o mağazayı elimine etme şan
sına sahip olmak. Ne yazık ki üzücü bir çoğunluk, onun adını duyar duy
maz kulaklarını dikiyordu. Bazıları hangi dedikodu sütununu yazdığımı
öğrenmek istiyordu. Ama ne tür hikâyeler uyduımuş olursam olayım, üç
tanesi dışında onu mağazasında gören olmamıştı. Görenlerse, “Ne yazık ki
Bayan Priestly’yi aylardır görememişlerdi ve ah, onu nasıl da özlemişler
di! Lütfen ona Franck-Charlotte-Sarabeth vs. selam ve sevgilerini iletebi
lir miydim acaba?”
Üçüncü gün öğlene kadar da antikacıyı tespit edemeyince, Emily
dergiye dönüp Miranda’dan biraz daha fazla bilgi edinmeye çalışmama ye
şil ışık yaktı. Daha araba binanın önünde durduğunda ter dökmeye başla
mıştım. Eduardo gösteri yapmadan geçmeme izin vermezse turnikenin
üzerine tırmanıp geçmeye bile karar vermiştim. Bizim kata ulaştığımda
terden gömleğim sırılsıklam olmuştu. Ofis bölümüne girdiğimde ellerim
titremeye başladı ve özene bezene hazırlamış olduğum konuşma metnim
(Merhaba Miranda, iyiyim, sorduğun için çok teşekkür ederim. Sen nasıl
sın? Dinle, söylediğin antikacıyı bulabilmek için çok uğraştım ama pek
şansım yaver gitmedi. Belki en azından Manhattan’m Doğu Yakası'nda
169
Lauren Weisberger
mı, Batı Yakası’nda mı olduğunu söyleyebilirsin? Hatta belki adını hile ha
tırlaman mümkün olabilir?) zavallı gergin beynimin çeşitli köşelerine da
ğılıp gitmişti. Bütün protokol kurallarını yıkarak, önceden bir bülten yol
lamadım: “Masalarına yaklaşmak ve yüksek varlıkları ile temas kurmak
için izin istiyorum.” Muhtemelen de, benimle konuşmadan onunla konuş
ma cesaretini göstermiş olduğum için şok geçirmişti. Miranda konuyu kı
sa kesmek için, kendine has o şirin yöntemleriyle, iç çekti, kasıldı, küçüm
sedi ve hakaret etti ama sonunda siyah, deri Herm&s günlüğünü (gayet kul
lanışsız ama şık bir biçimde beyaz Hermes fularla bağlı) açtı veeee... ma
ğazanın kartını çıkardı.
“Sana bıraktığım mesajda bu bilgiyi vermiştim Ahn-dre-ah. Herhal
de bir kalem alıp not etmek zahmet oluyor?” Her ne kadar içimden, o bah
si geçen kartla yüzünü parça parça kesmek gelse de, başımı sallayıp onay
ladım. Birden karttaki adrese gözüm takıldı, 244 Doğu 68. Sokak. Elbette.
Doğu, batı veya İkinci Cadde ya da Amsterdam hiç faik etmezdi, çünkü
son otuz altı saattir döne dolana aramakta olduğum mağaza Yetmişler’de
bile değildi.
Uri’yle buluşmak üzere aşağı koşturmadan önce, Miranda’nın en son
gece mesajlannı kaydederken bunları hatırlamıştım. Her sabah park ettiği
yeri en ince ayrıntısına kadar tarif ederdi ki, arabayı elimle koymuş gibi
bulabileyim. Buna rağmen de, ne kadar hızla inersem ineyim onun eşyala
rı içeri kadar taşımış olduğunu görürdüm her sabah, ben bir de arabaya ka
dar gitmek zorunda kalmayayım diye. Bugün de aynı şeyin olduğunu gör
mekle mutlu olmuştum, lobide turnikelerden birine dayanmış elinde ko
lunda torbalar, kıyafetler, kitaplar ve dergilerle tıpkı iyi kalpli, nazik bir
büyük baba gibi bekliyordu.
“Koşma, dur, duydun mu?” dedi kalın Rus aksanıyla. “Bütün gün koş
koş koş. Seni çok çok fazla çalıştırıyor. Bu yüzden eşyaları ben getiriyo
rum.” O arada da eşyaları almama yardım ediyordu. “îyi bir kız ol tamam
mı ve de güzel bir gün geçir.”
170
Şeytan Marka Giyer
171
Lauren Weisberger
dört dilim vıcık vıcık yağlı domuz pastırmasını, iki dilim sosis ve yumu
şak Danimarka peyniri yerdi her sabah ve bütün bunları uzun, ince kupa
daki Starbucks’la midesine yuvarlardı (iki adet kahverengi şekerle, unut
ma!). Bu arada, dergidekiler ikiye bölünmüş durumdaydı, acaba sürekli
Atkins diyeti mi uyguluyordu, yoksa ona insanüstü bir metabolizma sağla
yan müthiş genlere mi sahipti? Ne olursa olsun, sonuçta bütün bu yağlı, iğ
renç derecede sağlıksız yiyecekleri yalayıp yutmakta bir sakınca görmü
yordu, oysa biz geri kalanlar aynı lükse sahip değildik. Hiçbir şey geldik
ten on dakika sonrasına kadar sıcak kalamadığından, o gelene kadar yeni
den ısmarlamayı ve gelenleri çöpe atmayı sürdürüyordum. Elbette ilk ge
leni tutup o gelir gelmez mikrodalgada ısıtıp verebilirdim ama hem bunu
yaparken geçecek minimum beş dakika boyunca beklemeye tahammülü
yoktu, hem de önüne böyle bir şey koysam, “Ahn-dre-ah, bu bayat. Bir ke-
recik de taze kahvaltı koymayı başarsan masaya,” derdi. Ya her yirmi da
kikada bir aynı kahvaltıyı ısmarlamaya devam edecektim ya da cep telefo
nuyla beni arayıp kahvaltısını ısmarlamamı söyleyecekti (Ahn-dre-ah, bi
razdan orada olacağım. Kahvaltımı sipariş et). Tabi ki bu da en çok iki ya
da üç dakika öncesinden yapılmış bir uyan olacaktı ve ön ısmarlama mo
deli yine gerekecekti.
Telefon çaldı. O olmalıydı çünkü normal insanlar için daha çok er-
kendi.
“Miranda Priestly’in ofisi,” diye cıvıldadım güya kendimi buz gibi
olmaya zorlayarak.
“Emily on dakika sonra orada olacağım ve geldiğimde kahvaltımı ha
zır bulmak istiyorum.”
Emily’ye de bana da Emily demeyi sürdürüyordu. Herhalde bize bir
birimizden bir farkımız olmadığını ve kolaylıkla birbirimizle değiştirilebi
leceğimizi ima etmek istiyordu. Aklımın bir yerlerinde bu konuyla ilgili
hâlâ takıntılanm vardı ama doğrusu artık aldırmıyordum. Üstelik, adım fi
lan gibi şeylerle uğraşamayacak kadar yorgundum gerçekten.
172
Şeytan Marka Giyer
173
Lauren Weisberger
174
Şeytan Marka Giyer
sini alamadan cep telefonum çaldı. Ve her zamanki gibi yüreğim ağzıma
geldi. Biliyordum ki oydu, kesinlikle emindim bundan ama yine de man
tıksızca korkuyordum işte. Arayan numarayı görünce şüphelerimde haklı
olduğumu anladım ama Emily’nin sesini duyunca çok şaşırdım. Emily,
Miranda’nın hattından arıyordu.
“Burada ve çok kızgın,” diye fısıldadı. “Hemen dönsen iyi olacak.”
“Elimden geleni yapıyorum,” diye hırladım elimdeki tepsiyi, yiyecek
paketini ve telefonumu dengede tutmaya çalışarak.
İşte bu da Emily ile aramızdaki kin, nefret ve düşmanlığın ortaya dö
külüş biçimiydi. O kıdemli asistan olduğu için, bu tür kahve ve yemek ta
şıma işleri, çocuklarının ev ödevlerine yardım etmek ve kentin dört bir ya
nında dolanıp vereceği partiler için en mükemmel yiyecekleri temin etmek
gibi konular benim görev alanımdaydı. Emily, onun ödemeleriyle ilgileni
yor, seyahatleriyle ilgili düzenlemeleri yapıyor ve en büyük iş olarak da
birkaç ayda bir onun kişisel kıyafet siparişlerini veriyordu. Böylece sabah
lan gerekli şeyleri almak için her çıkışımda, Emily çalan bütün telefonlar
la başa çıkmak ve gergin bir sabah Miranda’sı ve onun talepleriyle boğuş
mak zorunda kalıyordu tek başına. Ben, onun her Allah’ın günü en az altı
kez, sıcacık ofisten dışan fırlayıp, taşıma, araştırma, yakalama, elde etme
amaçlanyla New York’ta dolaşmak zorunda olmadığı için, kolsuz tişört
lerle işe gelebilmesinden nefret ediyordum. O da, benim dışan çıkabilme
özgürlüğümden ve telefonla konuşmak için ya da sigara içmek için her za
man azıcık geç kalışımdan nefret ediyordu.
Binaya geri dönüşüm genellikle Starbucks’a gidişimden daha uzun
sürüyordu çünkü aldığım kahveleri ve yiyecekleri dağıtmam gerekiyordu.
Onlan, 57. Sokak’ta kapı diplerinde uyuyan, otobüs duraklannda ısınma
ya çalışan ve herkesin kurtulmak istediği evsizlere vermeyi tercih ediyor
dum. Polisler kalabalık saatler vitese geçmeden onlan dağıtmış oluyorlar
dı ama ben ilk kahve turumu yaparken oralarda oluyorlardı. Elias’ın spon
175
Lauren Weisberger
176
Şeytan Marka Giyer
177 F: 12
Lauren Weisberger
miş olduklannı göremezdi. Teorik olarak onun porselen tabağını her gün
gülünç mutfağımızdaki eviyede yıkamam gerekiyordu ama bununla uğra
şacak halim yoktu. Herkesin önünde onun tabağım yıkıyor olmanın yara
tacağı aşağılanma yüzünden, her kullanımdan sonra kâğıt havluyla siliyor,
kalan peynir kırıntılarını da tırnağımla kazıyordum. Çok kirlendiğinde ya
da belli bir süre kullanıldıktan sonra da, stokladıklanmızdan bir şişe Pel-
legrino alıp üstüne döküyordum. Mobilya temizleyicilerinden birini kul
lanmadığım için şükretmesi gerekiyordu bence. Gözle görülür bir ahlak
kaybına uğramıştım ve daha da üzücü olan bu düşüşün doğallıkla yaşanı
yor olmasıydı.
“Unutma, kızlarımın yüzünün gülmesini isterim,” diyordu telefonda.
Sesinin tonundan Lucia ile yani, yakında yapılacak Brezilya çekimlerinin
sorumlusu olan moda direktörü ile konuştuğu belli oluyordu ve mankenle
rin görünümlerinden söz etmekteydi. “Mutlu, dişleri görünen, temiz, sağ
lıklı kızlar. Dalgınlık, kızgınlık, kaş çatmak, koyu makyaj yapmak yok.
Parlamalarını istiyorum. Bunda da ciddiyim Lucia, başka türlüsünü asla
kabul etmem.”
Tabağı masasının kenarına koydum ve kahve ile peçeteyle birlikte
gerekli diğer şeyleri de yanına bıraktım. Bana bakmadı. Bir an durup bek
ledim elime bir tomar kâğıt tutuşturup fakslamamı, bir şeyler aramamı ya
da dosyalamamı isteyecek mi diye ama beni görmezden geldi, ben de yü
rüyüp çıktım. Sabahın sekizinde tam üç saattir ayaktaydım ve on iki saat
tir çalışıyormuşum gibi hissediyordum. Ve o sabah için ilk kez oturma fır
satı buldum. Tam belki dışarıdan bilileri sevimli bir şeyler yollamıştır di
ye Hotmail’i açaıken dışarı çıktı. Kemerli ceketi ve üstüne mükemmel otu
ran dar eteği, inceliğini iyice ortaya koymuştu ve dinamit gibiydi.
“Ahn-dıe-ah. Bu kahve buz gibi. Nedenini anlamıyorum. Artık fazla
ileri gittin! Git yeniden al.”
Derin bir nefes aldım ve yüzümdeki nefreti belli etmemeye çalıştım.
Miranda içmediği kahveyi masama bırakıp, odasındaki sehpanın üzerine
178
Şeytan Marka Giyer
179
Lauren Weisberger
180
Şeytan Marka Giyer
181
Lauren VVeisberger
“Ah, şey, pardon isminiz ne demiştiniz acaba?” Haftada iki kez, hep
aynı saatte arıyor olsam da, konuşmanın başında kendimi tanıtsam da bir
şey değişmiyordu, her seferinde sanki daha önce hiç konuşmamışız gibiydi.
“Miranda Priestly’in ofisinden. Runway'dsn. Dinle, kabalık etmek
istemiyorum ama -evet, aslında ediyorum- benim acelem var. Lütfen Se-
bastian’ı çağırır mısın?” Başka biri açmış olsa Miranda’nın her zamanki
mönüsü diyebilirdim ama bu kız güvenemeyeceğim kadar aptal olduğu
için, bizzat müdürün kendisini istemeyi öğrenmiştim.
“Şey, tamam, bir bakayım yerinde mi?” İnan bana Kim, yerinde. M i
randa Priestly, onun hayatı, dedim içimden.
“Andy canım, nasılsın?” diye soludu Sebastian telefona. “Umanm
bizim en sevgili moda editörümüz bizden öğle yemeği arzu ettiği için arı
yorsundur, öyle mi?”
Bir kez, “Hayır yemek isteyen Miranda değil, benim,” desem ne ya
pardı acaba diye merak ettim. Belki bu teklifi de yabana atmazlardı ama
kraliçenin kendilerine başka türlü baktıkları da kesindi.
“Ah evet öyle. O da tam kendisini sizin nefis yemeklerinizden yemek
havasında hissettiğini söylüyordu ve sevgilerini yolladı.” Miranda ölüm ya
da parçalanma tehdidi altında bile olsa her gün yemeğini hazırlayan yerin
de, onun gündüz müdürünün de adını çıkaramazdı ama adamcağız bu tür
şeyler duyunca çok mutlu oluyordu. Bugün iyice heyecanlanıp kıkırdamış-
tı da.
“Muhteşem! Muhteşem! Buraya geldiğinizde yemeği hazırlanmış
bulacaksınız. Sabırsızlanıyorum! Ve lütfen benim de sevgilerimi iletin el
bette.”
‘Tabi, ileteceğim. Birazdan görüşürüz.” Her zaman aynı coşkuyla
onun egosunu beslemek kolay olmuyordu ama, o benim işimi çok kolay
laştırdığı için buna değerdi. Miranda’nm yemeğe dışarı çıkmadığı günler
de masasına aynı yemeği servis ederdim ve o da kapalı kapılar ardında,
acele etmeden yerdi. Bu iş için, masamın üzerindeki dolapta çeşitli porse
182
Şeytan Marka Giyer
183
Lauren Weisberger .
184
Şeytan Marka Giyer
ürkütücü. Lily ile sürekli Lily’nin adamları... Daha çok benim evimde ka
lacaksın, söz mü?”
“Elbette. Ama onunla olmak da hoş olacak, okul yıllarındaki gibi.”
“Aslında o ucuz evi kaybetmesi çok kötü. Ama yine de bu çok hari
ka bir haber.”
“Evet, çok bunalmıştım. Shanti ve Kendra ile bir sorun yok ama bü
tün hayatımı yabancılarla geçiriyorum.” Hint yemeklerini seviyordum ama
bütün eşyalanma köri kokusu sinmesini sevmiyordum. “Bakalım Lil bu
akşam kutlama yapmak için buluşmak istiyor mu? Sen de gelebilir misin?
East Village’de bir yerlere gideriz, sana da çok uzak olmaz?”
“Tabi, elbette, harika olur. Bu gece Laıchmont’a Joey’ye bakmaya
gidiyorum ama sekiz gibi şehre dönmüş olurum. Sen nasılsa saat ondan
önce işten kurtulamazsın, o arada ben de Max’le buluşurum, sonra da he
pimiz birlikte oluruz. Lily birisiyle çıkıyor mu? Max onu kullanmak...”
“Ne?” diye güldüm. “Hadi devam et, söyle. Sen benim arkadaşımı fa
hişe mi sanıyorsun? O sadece özgür ruhlu biri, o kadar. Biriyle çıkıyor
muymuş? Pembe Gömlek adındaki adam dün gece onda kalmış. Gerçek
adını bildiğimi sanmıyorum.”
“Her neyse, zil çaldı. Kitabı bıraktıktan sonra beni ara.”
‘Tamam arayacağım, hoşça kal.”
Tam cebime koyuyordum ki tekrar çaldı telefonum. Numarayı tanı
mıyordum, o yüzden de Emily ya da Miranda değil diye düşünüp, rahatla
mıştım.
“Mir... şey, efendim?” Ev ve cep telefonlarımı otomatik olarak “Mi
randa Priestly’in ofisi” diyerek açmaya alışmıştım. Karşımdaki Lily ya da
aileden biri olmayınca bu durum çok utanç verici oluyordu. Bu konuda bir
şeyler yapmalıydım.
“Acaba Marshall’ın partisinde istemeden korkutmuş olduğum sevgi
li Andrea Sachs ile mi görüşüyorum?” diye sordu hafif boğuk ve son de
rece seksi sesli bir adam. Christian! Elimi dudaklarıyla mest ettikten son
185
Lauren Weisberger
ra bir daha su yüzüne çıkmadı diye duyduğum üzüntüden bir anda sıynlmış
gibiydim. Ama o ilk gece onu zekâm ve çekiciliğimle etkilemek için duy
muş olduğum istek, hızla yeniden kendini göstermeye başlamıştı ve oyu
nu soğukkanlı oynamak için acele karar aldım içimden.
“Evet, peki ben kiminle görüşüyorum, sorabilir miyim? O gece bir
sürü adam beni çeşitli, faiklı nedenlerle korkutmuştu.” Tamam, buraya ka
dar gayet iyi. Derin bir nefes al ve durumunu koru.
“O kadar çok rakibim olduğunu fark etmemiştim,” dedi sakin bir şe
kilde. “Ama buna şaşırmamalıyım sanırım. Nasılsın o günden beri And-
rea?”
“İyiyim, hatta harikayım aslında,” diye çabucak yalan söyledim, çün
kü Cosmo’da okuduğum bir yazıyı hatırlamıştım. Yazıda yeni bir erkekle
tanışıldığında canlı, havalı ve mutlu görünmeniz öneriliyordu, çünkü, nor
mal erkeklerin çoğu acılar içindeki kadınlardan pek hoşlanmıyordu. “İşim
gayet iyi gidiyor. Hatta işime aşığım bile diyebilirim! Son zamanlarda gi
derek ilginçleşiyor, bir sürü şey öğreniyorum, bir sürü iş hallediyorum.
Evet, harika. Senden ne haber?” Bir yandan da içimden, Kendinden çok
fazla söz etme, sohbeti yönetmeye kalkma, bırak en sevdiği konudan, yani
kendisinden rahatça söz etsin, diye tekrarlıyordum.
“Sen çok usta bir yalancısın Andrea. Belki saf bir kulak bu söyledik
lerini yutabilir ama ne derler biliyorsun değil mi? Tereciye tere satamaz
sın. Ama yine de merak etme. Bu seferlik yalanını yutmuş görüneceğim.”
Söylediklerini inkâr etmek üzere ağzımı açmıştım ama vazgeçip gülmeye
başladım. Gerçekten idrak kabiliyeti olan biriydi. “Şu an için bu kadarını
söylemiş olayım, çünkü D.C.’ye gitmek için uçağa binmek üzereyim ve
metal dedektöründen telefonla konuşarak geçişim güvenlik görevlilerini
pek mutlu etmişe benzemiyor. Cumartesi gecesi için bir planın var mı?”
İnsanların bu tür sorulan, böyle belirsiz, her tür anlama çekilebilecek
biçimde sormalanndan nefret ediyordum. Acaba kız arkadaşının işlerini
yaptıracak birine mi ihtiyacı vardı ve bu iş için beni mi uygun görmüştü?
186
Şeytan Marka Giyer
Ya da belki kendisi New York Times’la sekiz saatlik bir röportaj yaparken
köpeğini gezdirecek birine ihtiyacı vardı? O konuşmasına devam ederken,
bu soruya nasıl bağlayıcı olmayan bir cevap verebilirim diye düşünmeye
dalmıştım. Ama o, “Bu cumartesi Babbo’da yer ayırttım. Saat dokuz için.
Birkaç arkadaşımla birlikte olacağız. Çoğu dergi editörü ve ilginç insanlar.
The Buzz' ın editörlerinden biri ile The New Yorker’dan birkaç yazar da ge
lecek. İyi bir ekip yani. Gelebilir misin sen de?” Tam o anda yanımdan si
renlerini çalıp, ışıklarını yakıp söndürerek bir ambulans geçiyordu. Kilit
lenmiş trafikte umutsuzca ilerlemeye çalışıyordu. Her zamanki gibi, sürü
cüler ambulansı görmezden geldiler ve o da diğer araçlar gibi kırmızı ışık
ta takıldı.
Az önce bana çıkma mı teklif etmişti? Evet, sanırım gerçekten de
söylediklerinin anlamı buydu. Bana çıkma teklif etmişti. Christian Collins-
worth bana, cumartesi gecesi, Babbo’ya ve de en zor yer ayırtılacak saat
lerde gitmek üzere, kendisi gibi akıllı ve ilginç insanlarla birlikte buluşma
yı önermişti! The New Yorker’m yazarlarını ise daha saymamıştım bile!
Hafızamı zorlayıp, ona Babbo’nun New York’ta en çok gitmek istediğim
restoran olduğunu söylemiş miydim acaba, diye düşündüm. İtalyan mutfa
ğını çok seviyordum, Miranda’nın orayı ne kadar sevdiğini de biliyordum
ve ben de gideyim diye ölüyordum. Hatta bir haftalık maaşımı gözden çı
karıp, Alex’le ikimize yer ayırtmayı bile düşünmüştüm ama önümüzdeki
beş ay boyunca ful doluydular ve rezervasyon kabul edemiyorlardı. Son üç
yıldır da Alex’ten başkası bana böyle bir öneride bulunmamıştı.
“Şey, Christian, ne desem, çok isterdim,” diye başladım ama hemen
durdum, ne demekti yani “Çok isterdim”, “Seni aptal” dedim kendi kendi
me, evet böyle dedin ve şimdi hemen bunu değiştirecek bir şey söyle. “Ama
gelemem. Şey, cumartesi için başka program yapmıştım da.” Neyse topar
layabilmiştim. Siren sesleri yüzünden neredeyse bağırarak konuşuyordum
ama yine de ağırbaşlı bir biçimde konuştuğumu düşünüyordum. Sadece iki
gün önce yapılmış bir davete katılmam gerekmiyordu, aynca bir erkek ar
187
Lauren Weisberger
188
Şeytan Marka Giyer
ğundan emin değilim, her ne kadar onun da seninle tanışmaktan çok hoş
lanacağım düşünsem de.”
O da benimle birlikte güldü ama onunki alaylı ve tepeden bakan bir
gülüşe dönüştü. “Sadece şaka yapıyordum Andrea. Erkek arkadaşının müt
hiş biri olduğundan eminim ama onunla tanışmak için özel bir isteğim
yok.”
“Ee tabi, eminim. Yani, biliyordum senin de...”
“Dinle, koşmam lazım. Fikrini... ya da ‘Programını’ değiştirmeye ka
rar verirsen beni aramaya ne dersin? Tamam mı? Teklif geçerli. Ve de ha
rika bir gün dilerim sana.” Ben daha bir şey söyleyemeden kapatmıştı bi
le.
Ne halt olmuştu yani şimdi? Bir daha düşündüm olanları. Çarpıcı,
Akıllı Yazar bir şekilde numaramı bulup beni aramış ve beni Çarpıcı Mo
da bir restorana davet etmişti. Bu arada benim bir erkek arkadaşım oldu
ğunu bilip bilmediğini tam olarak anlayamamıştım ama bu bilgi onu pek
yıldırım şa benzemiyordu. Emin olduğum tek şey konuşurken yolda çok
fazla zaman harcamış olduğumdu, saatime hızla bir göz atmam da bunu
doğruluyordu. Çıkalı tam otuz iki dakika olmuştu ve normalde bu sürede
yemeği alıp geri dönmüş olurdum.
Telefonumu cebime koyarken, lokantaya da varmış olduğumu fark
ettim. Ağır, ahşap kapıyı itip içeri girdim. İçerisi sessiz ve loştu. Kent mer
kezinde çalışan bankacılar ve avukatlar neredeyse tüm masaları doldur
muşlar, afiyetle en sevdikleri biftekleri yemekle meşgullerdi ama çıt bile
çıkmıyordu, sanki tüylü halılar ve erkeksi renklere boyanmış duvarlar tüm
sesleri emiyordu.
“Andrea!” Sebastian’m hosteslerin bulunduğu bölümden seslendiği
ni duydum. Bana doğru, sanki elimde hayatını kurtaracak bir ilaç taşıyor-
muşum gibi geliyordu. “Hepimiz seni burada görmekten çok mutluyuz!”
Arkasında duran buruşturulmuş kumaştan, gri etek ve ceket giyen iki kız
da ciddiyetle onaylayarak kafalarını sallıyorlardı.
189
Lauren Weisberger
“A, öyle mi? Neden ki?” Sebastian’la azıcık da olsa oynamaktan vaz-
geçemiyordum, inanılmaz bir yalakaydı.
Heyecandan kalbi çarparak, sanki bir suikastçıymış gibi öne eğildi,
“Burada Smith ve Wollensky’de bütün ekibin Bayan Priestly hakkında
hissettiklerini biliyorsun değil mi? Runway olağanüstü bir dergi, o güzel
çekimler, inanılmaz tarz ve elbette o büyüleyici, edebi makaleler. Hepimiz
hayranız bunlara!”
“Edebi makaleler ha?” dedim, bu arada da gülmemek için kendimi
zor tutuyordum. Gururla başını sallayarak doğruladı ve o arada takımlı
yardımcılarından biri omzuna dokunup eline büyük bir kumaş torba uzat
tığı için arkasına döndü.
Gerçek anlamıyla mutluluk duyarak çığlığı bastı. “Ah-haa! İşte bura
da, mükemmel bir editör ve onun mükemmel asistanı için hazırlanmış mü
kemmel bir yemek,” dedi bana göz kırparak.
“Sağ ol Sebastian, her ikimiz de teşekkür ediyoruz.” Kaba pamuklu
dan yapılmış ve bütün NYÜ öğrencilerinin son derece etkileyici bulduğu
ve Strand’dan mutlaka birer tane alıp sırtına taktığı türden ama logosu ol
mayan çantayı açıp baktım ve her şeyin yerinde ve doğru olup olmadığını
kontrol ettim. Koca bir porsiyon pirzola, kabı kan içinde olduğuna göre
çok pişmemiş. Tamam. İki küçük, tatlı patates, haşlanmış, buharlan tütü
yor. Tamam. Bir küçük kap krema ve tereyağı ile yumuşatılmış patates pü
resi. Tamam. Özenle seçilmiş, sekiz adet mükemmel kuşkonmaz, uçları
aşağı gelecek şekilde yerleştirilmiş ve sulu, iyi temizlenmiş, beyaz. Ta
mam. Aynca bir metal sos kabında ağzına kadar tereyağı, bir tuz kutusu,
tahta saplı bir et bıçağı ve beyaz keten bir peçete de vardı. Peçete bugün
pilili etek gibi katlanmıştı. Ne kadar hayranlık verici. Sebastian beğendim
mi diye bakıyordu.
“Çok güzel Sebastian,” dedim ihsanda bulunurcasına. “Bugün kendi
ni aşmış görünüyorsun.”
190
Şeytan Marka Giyer
191
Lauren Weisberger
192
Şeytan Marka Giyer
193 F : 13
Lauren Weisberger
“Olabildiğince hızla koşalım,” diye devam ettim tek bir heceyi bile kaçır
madan. “El ele tutuşalım. Geceye kaçalım, sonra kollarım boynuma dola...”
O arada ilk gün ayılık eden Mickey’in dinlemeye başladığını faik
edip iyice o tarafa doğru eğilmiştim ve Eduardo şarkıyı bitildi: “Sanırım
şimdi yalnızız. Etrafta hiç kimse yok. Kalbinin çarpıntısından başka ses
yok." Kahkahalarla güldü ve elini havaya kaldırıp bana doğru uzattı. Ben
de elimi kaldırıp eline çaktım ve o arada kilidin açıldığını duydum.
Arkamdan, hâlâ sırıtmaya devam ederek, “Afiyet olsun Andy!” diye
bağırdı.
“Sana da Eduardo, sana da.”
Asansörle çıkarken hiç neşem yoktu ve bizim ofisin kapısına kadar
gidip, kovulamayacağıma karar verinceye kadar da öyleydim. Açıkça gö
rülen durum (yani, bunun öylece hazırlıksız yapılması çok koıkunç olur
du, muhtemelen bana bakıp, “Hayır, senin kovulmanı istemiyorum,” diye
cekti, peki sonra ben ne diyecektim?) bir yana, bunun hayatımın sadece bir
yılına mal olacağını da unutmamalıydım. Başka bir sürü dertten kurtulmak
için sadece bir yıl. Bir yıl, yani 12 ay, yani 52 hafta ve yani 365 gün son
ra bu pisliği arkamda bırakıp gerçekten yapmak istediğim işe kavuşacak
tım. Bu çok da fazla sayılmazdı ve üstelik, başka bir iş arayamayacak ka
dar da yorgundum. Çok yorgun.
Emily ben içeri gireıken başını kaldırıp baktı. “Birazdan gelecek.
Şimdi Bay Ravitz’in yanma çağırdılar. Cidden Andrea, neden bu kadar ge
ciktin? Biliyorsun sen gecikince benim üstüme geliyor ve ben de ne diye
ceğimi şaşırıyorum. Onun kahvesini alacak yerde sigara içtiğini, yemeğini
getirmen gerekirken erkek arkadaşınla konuştuğunu mu söyleyeyim? Bu
adil değil, hiç değil.” Tekrar bilgisayarına döndü, yüzünde teslimiyetçi bir
ifade vardı.
Haklıydı elbette. Adil değildi. Ne benim için, ne onun için, ne de her
hangi bir yan medeni insan için. Her seferinde fazladan birkaç dakika ra
hatlamak ve hava almak için durumu onun açısından daha da zorlaştırdı
194
Şeytan Marka Giyer
ğımdan dolayı kendimi kötü hissettim. Çünkü benim her fazladan saniyem
Miranda’nın onun üzerindeki amansız baskısını artırıyordu. Daha fazla
gayret etmeye söz verdim içimden.
‘Tamamen haklısın Emily, ben, ben gerçekten özür dilerim. Daha
çok gayret edeceğim bundan sonra.”
Bana samimi bir şaşkınlık ve birazcık memnunlukla baktı. “Çok se
vindim Andrea, yani, senin işini yapmıştım. Ne kadar tüketici olduğunu
biliyorum. İnan bana, karlı, yağmurlu, çamurlu günlerde, en az yedi sekiz
kez kahve almak için çıktığım olurdu. Kıpırdayacak halim kalmazdı, nasıl
olduğunu biliyomm! Bazen beni geri çağırıp bilmem neyin nerede olduğu
nu sorardı, ne bileyim, fincanının, öğle yemeğinin, çok özel, hassas dişler
için diş macununun peşine düşmem gerekirdi ve ben daha o sırada binanın
kapısından yeni çıkmış olurdum, bu arada en azından dişlerinin hassas ol
duğunu bilmek de hoş tabi. O böyle Andy. Böyle işte. Bununla kavga ede
mezsin, edersen de burada kalamazsın. O bunları kötülük olsun diye yap
mıyor, gerçekten yapmıyor. Sadece yapısı bu.”
Başımı sallayıp onayladım, anlamıştım ama yine de kabul edemiyor
dum. Başka bir yerde çalışmış değildim ama her yerde, bütün patronların
böyle davrandığına da inanmıyordum. Belki de böyle davranıyorlardı?
Yemek torbasını masama götürüp, ona servis yapmak üzere hazırlık
lara başladım. Her şeyi tek tek çıplak ellerimle, yolda sıcak tutması için
konulmuş olduğu kaplardan çıkardım ve masamın üstündeki dolaptan al
dığım porselen tabaklarından birine şık olduğunu umduğum bir biçimde
yerleştirdim. Arada sadece yağlanan ellerimi onun henüz temizleyiciye
göndeımemiş olduğum Versace pantolonuna silip, hızla işime devam ettim
ve tabağı tik ağacı ve çiniden yapılmış servis tepsisine yerleştirdim, o da
masamın altında duruyordu. Yanına tereyağı kabını, tuzu ve artık pilili ol
mayan, gümüş bir peçetelikle sanlı keten peçeteyi koydum. Yaptığım ar
tistik çalışmalan hızla gözden geçirince Pellegrino’yu atlamış olduğumu
faik ettim. Acele etsem iyi olacaktı, bir dakika içinde gelmiş olabilirdi. He
195
Lauren Weisberger
men küçük mutfaklardan birine koşup bir avuç buz aldım, geri dönerken
buzların yakıcı ve dondurucu etkisinden korunmak için elime üflüyordum.
Aslında üflemek onları yalamanın bir adım öncesiydi, bunu da yapar mıy
dım? Hayır, bunu aş, bunun üstüne çık. Onun yemeklerine, içeceklerine ya
da buzlarına tükürmeyi unut. Sen bunların üstünde bir insansın, dedim ken
dime.
Ben buzlarla döndüğümde o daha gelmemişti ve geriye bir tek buzlu
suyunu hazırlayıp, düzenlediğim tepsiyi odasına bırakmak kalmıştı. Gelip
dinozor büyüklüğündeki masasına tüneyecek ve birimizden kapısını ka
patmamızı isteyecekti. Bu benim mutluluktan havaya uçacağım bir an ola
caktı. Çünkü bu sadece kapalı kapılar ardında, yarım saat kadar BKSD ile
kaynatıp, olay çıkarmadan oturacağı anlamına gelmiyordu, aynı zamanda
biz de yemek yiyebilecektik. Önce birimiz koşturarak aşağı inip gözüne
kestirdiği ilk şeyi kapıp gelecek, sonra da diğerimiz gidebilecekti. Yemek
lerimizi masalarımızın altına veya bilgisayarlarımızın arkasına saklamaya
çalışırdık belki aniden odasından çıkar diye. Eğer üzerinde konuşulmayan
ama yüzde yüz geçerli olan tek kural nedir Rum vay'ût diye sonılsa, bunun
cevabı çalışanlardan hiçbirinin, asla ve asla Miranda Priestly’in önünde
yemek yiyemeyeceği olurdu. Asla!
Saatime göre ikiyi çeyrek geçiyordu. Mideme göre ise akşam olmuş
tu. Mideme sadece bir parça çikolatalı kurabiye gireli yedi saat olmuştu ve
o kadar acıkmıştım ki oturup onun pirzolalarını yiyebilirdim.
“Em, ölüyorum, çok acıktım. Sanırım koşarak aşağı gidip yiyecek bir
şey alacağım. Sana da bir şey getireyim mi?”
“Delirdin mi? Daha ona yemek servisi yapmadın. Her an gelebilir.”
“Ciddiyim. Gerçekten iyi hissetmiyorum kendimi. Bekleyebileceği
mi sanmıyorum.” Uykusuzluk ve kan şekerimin düşmesi yüzünden başım
dönüyordu. Kısa sürede gelmezse tepsiyi onun odasına kadar taşıyabilece
ğimden bile emin değildim.
196
Şeytan Marka Giyer
197
Lauren Weisberger
198
Şeytan Marka Giyer
199
Lauren Weisberger
yamadığım ve midesinin içine bakıp onun hali hazırda tok olduğunu göre
mediğim için beni fırçaladı.”
“Şaka yapıyorsun,” dedi. “Sana yemeğini koşarak getirmen için ba
ğırmıştı ve sonra insan nereden bilebilir ki onun o arada bir yerlerde ye
mek yediğini? Ne orospuluk?”
Başımı salladım. Emily’nin bir kez benden yana olması olağanüstü
bir değişiklikti, o güne dek yaşadığım her şeye ters düşüyordu. Ama du
run! Doğru olamayacak kadar güzeldi bu. Ve nasıl güneş batarken, birkaç
saniye önce parlamakta olduğu yerlerde pembe ve mavi gölgeler bırakarak
kaybolursa, Emily’nin yüzündeki öfke de yerini nedamete bıraktı aniden.
Rumvay Paranoya Sarmalı işbaşı yapmıştı bile.
“Az önce konuştuklarımızı hatırla Andrea.” Evet, işte geliyor, 12.00,
Öğle Haberleri. “Seni incitmek için yapmıyor. Bununla herhangi bir şey
kastetmiyor. Sadece önemsiz şeylere fazlaca takılıyor. Bununla kavga et
me. Yemekleri fırlat at ve işimize bakalım.” Söylediklerini vurgulamak is
tercesine, kararlı bir ifade takındı ve bilgisayarının karşısına oturdu. O an
da Miranda’nm bizim bölümü dinleyip, her şeyi duyup duymadığını dü
şündüğünden emindim. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, suratı asılmıştı ve kont
rolsüz davranmış olmaktan ötürü canının sıkılmış olduğu belliydi. Onun
bu kadar uzun süredir nasıl dayanmakta olduğunu merak ettim.
Bir an için eti ben yiyeyim diye düşündüm ama sadece onun biraz
önce Miranda’nm masası üzerinde durmuş olduğunu hatırlamak bile mide
min bulanmasına yetti. Tepsiyi alıp mutfağa gittim ve üzerindeki her bir
şey kesinlikle çöpe gitsin diye iyice eğdim. Bütün o ustalıkla hazırlanmış
yiyecekler, porselen tabak, metal tereyağı kabı, tuz kutusu, keten peçete,
gümüş peçete halkası, et bıçağı ve Baccarat kristali bardak. Gitti. Hepsi
gitti. Ne olacaktı ki? Yann ya da ne zaman öğle yemeği isterse, yeniden
toparlayacaktım hepsini.
«-*
200
Şeytan Marka Giyer
201
Lauren Weisberger
202
Şeytan M arka Giyer
anlayışsızdı. Parmağımla garsona işaret ederken, fena fik ir değil, diye dü
şündüm. Belki de içmek başa çıkmayı kolaylaştırıyordu. Greyfurt suyuyla
Absolut söyledim ve içkimden koca bir yudum aldım. Kendimi daha da kö
tü hissetmeme neden oldu çünkü Emily’nin getirmiş olduğu diyet kola ile
kuru üzümlerden başka bir şey yemeye zamanım olmamıştı o ana kadar.
“Eminim okulda çok zor haftalar geçiriyor,” dedim Alex’e, sanki
Lily orada yokmuş gibi. Ondan bahsettiğimizi fark etmemişti, çünkü bar
da duran bir yuppie’ye ağırlaşmış gözkapaklanyla, gel buraya bakışları
yollamakla meşguldü. Alex kolunu omzuma dolayıp, iyice yanıma sokul
du. Yine onunla yan yana olmak çok güzeldi, sanki aradan haftalar geçmiş
gibiydi bunu yapalı.
“Oyun bozanlık etmek istemiyorum ama gerçekten eve gitmek zo
rundayım,” dedi saçımı kulağımın arkasına iterken. “Onunla başa çıkabi
lecek misin?”
“Gitmek zorunda mısın sahi Alex? Şimdiden? ”
“Şimdiden mi? Andy, tam iki saattir burada oturmuş, en iyi arkada
şının kafayı çekmesini izliyorum. Seni görmek için geldim ama sen yok
tun. Ve şimdi neredeyse gece yansı ve benim düzeltmem gereken yazıla
nın var.” Sakin bir şekilde konuşmuştu ama kızgın olduğunu hissedebili
yordum.
“Biliyorum, bunun için de gerçekten üzgünüm. Biliyorsun ki gelebil-
seydim gelirdim, biliyorsun ki...”
“Hepsini biliyorum. Sana yanlış bir şey yaptın ya da başka türlü ya
pabilirdin demiyorum. Anlıyorum. Ama sen de benim nereden geldiğimi
anlamaya çalış, olur mu?”
Başımı salladım ve onu öptüm, ama kendimi çok kötü hissediyor
dum. Her şeyi ona göre planlamaya çalışmış ve ikimiz özel bir şey yapa
lım istemiştim ama o beni bırakıp gidiyordu.
“Gece birlikte olamaz mıyız?” diye sordum yine de umutla.
203
Lauren Weisberger
204
Şeytan Marka Giyer
205
Lauren Weisberger
206
Şeytan Marka Giyer
207
Lauren Weisberger
208
Şeytan Marka Giyer
“Şanslı bir kız olduğunu söylemem gerek. Bana duyduğu bütün ilgi
yi kaybetmiş durumda,” diye dramatik bir havayla konuştu. “Gözü sadece
seni görüyor. Metropolitan’daki partinin ayrıntıları üzerine seninle konuş
maya geliyormuş duyduğum kadarıyla.”
“Harika, gerçekten harika. Şu erkek kardeşiyle tanışmak için sabır
sızlanıyorum doğrusu. Geçenlerde telefonda konuştum ama bana tam bir
saftorik gibi geldi. Neyse, buraya geldiğinden emin misin, belki yukarlar-
da bir yerlerde beni özellikle de böyle belalı bir günde, taciz edilmekten
kurtaracak bir ruh olabilir mi?”
“Hayır, bugün öyle bir ruh yok bence. Kesinlikle sana geliyor. Miran-
da’nın sekiz buçukta ayak sağlığı uzmanı ile randevusu var, o yüzden onun
la birlikte geleceklerini sanmıyorum.”
Emily’nin masasındaki randevu defterine çabucak bir göz attım ve
doğru olduğunu gördüm. Gerçekten de Miranda’sız bir sabah uzanıyordu
önümde. “Şahane. BKSD ile geçirilecek bir sabahtan daha güzelini hayal
edemiyonım. Neden o kadar çok konuşuyor?”
“Buna cevap verebilmek için başka bir konuda açık konuşmam gere
kiyor, çünkü onunla evli ve genelde yok sayılıyor. Eğer hakikaten koıkunç
bir şeyler söylerse beni ara. Şimdi kapatmam gerekiyor. Caroline durup
dururken Miranda’nın Stila rujlarından birini banyodaki aynaya fırlatmış.”
“Kaya gibi hayatlarımız var değil mi? Bizler dünyanın en soğukkan
lı kızlarıyız. Neyse, habere teşekkürler. Sonra konuşuruz.”
‘Tamam, hadi hoşça kal.”
BKSD’nin gelmesini beklerken yazdığım mektuba bir göz attım.
Metropolitan Sanat Müzesi’nin yönetim kuruluna hitaben yazılmıştı. Mi
randa, mart ayında kayınbiraderi onuruna vereceği akşam yemeği için ga
lerilerden birini kullanma izni istiyordu. Aslında kayınbiraderini kesinlik
le küçük gördüğünden emindim, ama ne de olsa ailedendi. Jack Tomlinson,
BKSD’nin kendisinden küçük ve daha çılgın, daha fırtınalı olan kardeşiy
di ve çok yakınlarda, katisını ve üç çocuğunu terk edip, masözüyle evle
209 F : 14
Lauren Weisberger
neceğini duyurmuştu. Her ne kadar her ikisi de soylu Doğu Kastı hazırlık
okullarında okumuşlarsa da, Jack yirmili yaşlarının sonlarına doğru Har-
vard kimliğini bir kenara bırakıp Güney Carolina’ya göç etmiş ve çok kı
sa zamanda emlak alanında kendine bir gelecek sağlamıştı. Emily’nin an
lattıklarından anladığım kadarıyla, aynı zamanda, ot çiğneyip, tütün tükü
ren tam bir Güneyli Çocuk olmuştu ve elbette bu sınıf ve incelik kaybı Mi-
randa’yı dehşete düşürmüştü. BKSD, Miranda’dan sevgili bebek kardeşi
için bir nişan töreni tertip etmesini istemişti ve Miranda, aşktan gözü kör
olmuş bir durumda, bu isteğe itaat etmekten başka çare bulamamıştı. Tabi
ki o bir şey yaptı mı bunu en iyi biçimde yapmalıydı ve o en iyi biçim de
Metropolitan’dı.
Saygıdeğer Üyeler, vs. vs. vs. galerilerinizden birinde düzenlemeyi
aızu ettiğimiz küçük, seçkin bir suare için onaylarınızı rica ederiz vs. vs.
vs. Elbette sadece en iyi ağırlama şirketleri, çiçekçiler ve orkestra ile çalı
şılacaktır vs. vs. vs. Bir hata olmasın diye son kez gözden geçirip çabucak
onun imzasını attım ve mektubu götürmesi için bir kurye çağırdım.
Tam o anda ofis süitinin kapısı yavaşça vuruldu (sabahın bu etken sa
atlerinde kimse gelmediği için kapalı tutuyordum o kapıyı) ve kuryenin hı
zına ağzım açık kaldı, ama kapı açıldı ve sabahın sekizi için fazla hevesli
bir sırıtışla BKSD içeri daldı.
“Andrea,” diye şakıdı hanen, bana doğru yürürken öyle içtenlikle te
bessüm ediyordu ki onu sevmediğim için suçluluk duydum.
“Günaydın Bay Tomlinson. Sizi bu kadar erken saatte buraya getiren
ne?” diye sordum. “Ne yazık ki Miranda henüz gelmedi.”
Kıkır kıkır güldü, gülerken burnu farelerinki gibi titriyordu. “Evet
evet, yemekten sonra gelecek galiba ya da ben öyle sanıyorum. Andy gö
rüşmeyeli gerçekten çok zaman oldu. Şimdi anlat bakalım Bay T.’ye, her
şey yolunda mı?”
“Ah, önce şunları alayım,” diyerek elindeki üzerine marka işlenmiş,
kaba kumaş torbaya saldırdım. Tıka basa Miranda’nın kirlileriyle doluydu,
210
Şeytan Marka Giyer
bana versin, diye kocasının eline tutuşturmuştu. Bir süre öncesinden beri
ortaya çıkmış, boncuklu Fendi çantadan da kurtardım onu. Bu çanta, biz
zat Silvia Venturini Fendi tarafından özel tasarlanmış, kristal boncuklarla
elde işlenmişti ve destekleri için teşekkür amacıyla hediye edilmişti. Mo
da asistanlarından birinin dediğine göre de en az on bin dolar değerindey
di. Ama incecik deri saplarından birinin yine kopmuş olduğunu gördüm,
oysa aksesuvar bölümündekiler en az on iki kez onu Fendi’ye onanma yol
lamışlardı. Bu çanta aslında belki incecik bir ped ile bir güneş gözlüğü ta
şımak üzere tasarlanmıştı, belki bir de küçük cep telefonu. Ama Miran-
da’nın buna aldırdığı yoktu. Şu anda bile içine dev boyutlu bir Bulgari par
füm şişesi, topuğu kmk bir sandalet, herhalde tamire göndermem gereki
yordu, büyük Hermğs günlüğünü, ki neredeyse bir dizüstü bilgisayarı kadar
ağırdı, koca bir tasma, o da ya Madelaine içindi ya da yapılacak moda çe
kimlerinden birine gerekmişti ve gece ona götürdüğüm kitabı tıkıştırdığını
görebiliyordum. Böyle bir çantam olsa rehine koyup bir yıllık kiramı kar
şılayabilirdim ama Miranda onu ıvır zıvır çantası olarak kullanmayı tercih
ediyordu.
“Teşekkür ederim, Andy. Sen gerçekten çok yardımcı oluyorsun her
kese. Eh, Bay T. kesinlikle hayatın hakkında daha çok şey duymak istiyor.
Nasıl gidiyor?”
“Nasıl mı gidiyor? Nasıl mı gidiyor? B ir bakalım hele. Pek öyle mü
him bir şey yok sanırım. Zamanımın çoğunu sadist karınla yapmış olduğum
kölelik anlaşmasına rağmen hayatta kalmaya çalışmakla geçiriyorum.
Eğer gün içinde, onun aşağılayıcı isteklerim yerine getirmeye çalışmaktan
kalan birkaç dakikam olursa, o zaman da, kıdemli asistanı tarafından ka
şıkla yutturulan beyin yıkama zırvalarına muhatap oluyorum. Son derece
seyrek olarak rastlanan, bu dergi tarafından kuşatılmadığım anlarda ise,
kendi kendimi günde sekiz yüz kaloriden fazla almanın pekâlâ da mümkün
olduğuna ve otuz dört giyen birinin şişman sayılmayacağına ikna etmekle
uğraşıyorum. Sanırım bu kadarı yeterli olur.
211
Lauren Weisberger
“Şey Bay Tomlinson, pek bir şey yok işte. Çok çalışıyorum. Çalış
madığım zaman da en iyi arkadaşımla veya erkek arkadaşımla vakit geçi
riyorum. Ailemi görmeye çalışıyorum. Okumayı çok severdim, demek is
tedim, ama artık okuyamayacak kadar yorgunum. Spor yapmak da hayatı
mın önemli uğraşlarından biriydi ama artık ona da vaktim yoktu.
“Sen yirmi beş yaşındaydın değil mi?” Asla vazgeçmiyordu, şimdi
bunu niye merak etmişti ki?
“A, hayır, yirmi Uç yaşındayım. Daha mayısta mezun oldum.”
“Ah-haa! Yirmi üç ha?” Sanki bir şey söyleyecekmiş de karar veremi-
yormuş gibi görünüyordu. Kendimi tuttum. “Peki söyle bakalım Bay T.’ye,
bu kentte yirmi üç yaşında biri eğlenmek için ne yapar? Restorana mı gi
der? Kulüplere mi gider? Bu tür şeyler mi yapar?” Yine gülümsedi, acaba
gerçekten de, ilgiye göründüğü kadar muhtaç mı, diye merak ettim, ilgisi
nin ardında bir fesatlık yoktu, sadece konuşma ihtiyacı duyuyor gibiydi.
“Ne bileyim, her çeşit şey sanınm. Ben pek kulüplere gitmem, ama
barlara filan giderim. Bazen akşam yemeğine çıkarız, bazen de sinemaya
gideriz.”
“Eh bunlar oldukça eğlenceli görünüyor. Ben de senin yaşındayken
böyle şeyler yapardım. Şimdi işlerden fırsat bulamıyorum. Henüz vakit
varken tadını çıkarmaya bak, Andy.” Anlayışlı bir baba gibi göz kırptı.
“Evet, şey, elimden geleni yapıyorum,” demeyi başardım. Lütfen git
sin, lütfen gitsin, lütfen gitsin, diye dua ediyordum içimden, gün içinde hu
zurlu ve sakin geçirebileceğim üç dakikamı da o çalıyordu.
Bir şey söylemek üzere ağzını açtığında kapılar çarparak açıldı ve
Emily içeri daldı. Kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. BKSD’yi orada
dikilirken görünce ağzı açık kaldı.
“Bay Tomlinson,” diye adeta haykırdı, kulaklıklarını çıkarıp Gucci
çantasına atarken. “Her şey yolunda mı? Miranda’ya bir şey olmadı değil
mi?” Sahiden ilgilenmiş görünüyordu. Üstün bir performans, daima mü
kemmel davranan, hata yapmayan nazik asistan.
212
Şeytan M arka Giyer
“Merhaba Emily. Bir şey yok. Miranda da birazdan burada olur. Bay
T. sadece onun eşyalarını bırakmaya gelmişti. Nasılsın sen bugün?”
Emily ışıldadı. Acaba onun burada olması gerçekten hoşuna mı gidi
yor diye merak ettim. “Çok iyiyim. Sorduğunuz için de çok teşekkürler.
Siz nasılsınız? Andrea her konuda yardımcı oldu mu?”
“Ah tabi ki,” dedi bana doğru altı bininci tebessümünü yollayıp.
“Kardeşimin partisi hakkında biraz konuşmak istiyordum, ama galiba bu
nun için biraz erken, değil mi?”
Bir an için, erken derken bu sabah saatlerini kast ediyor sanıp nere
deyse, “Evet!” diye bağıracaktım ama sonra planlama açısından henüz ay
rıntılar konuşulacak aşamaya gelinmediğinden neden söz ettiğini anladım.
Emily’ye dönüp, “Kendine harika bir yardımcı asistan bulmuş durum
dasın, öyle değil mi?” dedi.
Emily sıkılı dişlerinin arasından, “Kesinlikle,” demeyi başardı. “O en
iyisi.” Sırıttı.
Ben de sırıttım.
Bay Tomlinson hepimizden fazla sırıttı ve acaba bir hastalığı filan mı
var diye düşünmeme neden oldu.
“Eh, sanırım artık Bay T.’nin gitme vakti geldi. Siz kızlarla konuşmak
her zaman çok hoş oluyor. İkinize de iyi sabahlar. Şimdilik Allahaısmar
ladık.”
“Güle güle Bay Tomlinson!” O koridorda resepsiyon yolunu yarıla
mışken Emily arkasından seslenmişti.
“Neden ona karşı o kadar kabaydın?” diye sordu incecik deri ceketi
ni çıkarırken. İçinde daha da ince, önü işlemeli, korse gibi vücuda oturan,
şifon bir bluz vardı.
“O kadar kaba mı? Elindeki eşyaları aldım ve sen gelene kadar da
onunla sohbet ettim. Bunun neresi kabalık?”
“Güle güle demedin. Yüzünde de şu bakış vardı.”
“Hangi bakış?”
213
Lauren Weisberger
214
Şeytan M arka Giyer
215
Lauren Weisberger
da’nın olmadığını gördüğünde hep yaptığı gibi masamın önünde durup ön
ceki gece Balthazar’da gelecekteki kocasıyla tanıştığını ilan etti.
“Hayatımda gördüğüm en müthiş kırmızı ceketi giymiş, barda oturu
yordu ve sana bir şey söyleyeyim mi, sıkı biriydi, orada o istiridyeleri na
sıl art arda yuvarlıyordu görmeliydin.” Çok etkilendiği gözle görülebili
yordu.
“E, telefonunu aldın mı bari?” diye sordum.
‘Telefonunu mu? Pantolonunu sormayı dene istersen. Saat on birde
birlikte benim kanepemdeydik, bak sana...”
“Çok hoş, James, çok hoş. Dayanamıyorsun değil mi? Açık konuş
mam gerekirse bu seni biraz ucuzlatıyor. AIDS çağında yaşıyoruz aynca
bildiğin gibi.”
“Tatlım, sen bile, Bayan Yükseklerde ve Dünyanın Son Meleği ola
rak, adamı görsen dizlerinin üstünde yalvarıyor olurdun iki saniye sonra.
Sana çok çaıpıcı biri diyorum, çok!”
Saat on bir sularında herkes herkesin ne giydiğini incelemiş ve kaş
göz işaretleriyle, günün dedikodu oklanna hedef olanlan birbirlerine anlat
maya başlamışlardı. Konuşmalar giyimle ilgili belli konular üzerinde yo
ğunlaşıp duvarların önüne dizili demir elbise askılıklarının önünde topla-
şıldığında öğle arası zamanı da gelmişti. Her sabah Jeffy’nin elbiselerle,
deniz kıyafetleriyle, pantolonlarla, gömleklerle, ceketlerle, ayakkabılarla
ve moda çekimlerinde kullanılacak akla gelen her tür şeylerle dolu bu as
kılıkları duvarların önüne dizmesi gerekiyordu. Bütün kata yayılacak şe
kilde, her duvarın önüne bir askılık yerleştiriyordu ve böylece de editörler,
Dolap başında kavga etmek zorunda kalmadan ihtiyaç duyduktan şeyleri
bulabiliyorlardı.
Dolap denilen aslında pek de dolap sayılmazdı. Daha çok küçük bir
oditoryuma benziyordu. Mesela duvar boyunca giden bir ayakkabı bölümü
vardı ve orada akla gelecek her model, her malzemeden, her boy, her renk
ayakkabı bulunurdu, sanki Willy Wonka’mn görsel fabrikası gibiydi. Dü
216
Şeytan M arka Giyer
217
Lauren Weisberger
218
Şeytan M arka Giyer
219
Lauren VVeisberger
220
Şeytan Marka Giyer
likle çiçek desenli kumaştan yapılmış Katayone Adelie bleyzer ceketin al
tında çok güzel duracaktı.
“Bu kıyafetler... hepsi benim için mi?” diye sordum, sesimin suçlu
değil, heyecanlı çıkmış olduğunu umuyordum.
“Tabi, bu bir şey değil. Sadece sonsuza kadar dolapta sürünen şeyler
den bazıları. Bazılarını herhalde çekimlerde kullanmışızdır ama asla fir
malara geri yollanmazlar. Her iki üç ayda bir dolabı temizlerim ve boşal
tırım ve senin, şey, ilgileneceğini düşündüm. Otuz dört beden giyiyorsun
değil mi?”
Hâlâ aptallaşmış bir haldeyken, kafamı salladım.
“Eh tamam o zaman. Diğerlerinin çoğu bir ya da iki beden ince, o
yüzden de hepsini sen alabilirsin.”
Yaa. “Harika. Bu gerçekten harika. Jeffy nasıl teşekkür edeceğimi bi
lemiyorum. Bütün bunlar çok güzel.”
“İkinci torbaya da bak,” dedi, yenle duran öteki torbayı gösterip. “Bu
kadife takımı her zaman taşıyıp durduğun o boktan kuıyeci çantasıyla kul
lanabileceğini düşünmüyorsun, değil mi?”
Daha da şişkin olan ikinci poşette de ayakkabılar, çantalar ve biıkaç
tane de palto vardı. Biri bileğe kadar, biri dize kadar iki tane Jimmy Choo
çizme, iki çift önden açık, hançer topuklu Manolo sandalet, bir çift siyah,
klasik Prada bağsız ayakkabı, bir çift Tod mokasen (Jeffy bunları ofiste as
la giymememi hatırlatmayı da ihmal etmemişti). Kıımızı süetten, sarkık
çantayı omzuma astım ve hemen ön tarafına işlenmiş CC markası gözüme
çarptı, ama Celine’in, koca, koyu kahverengi deri çantası kadar güzel de
ğildi, onu da öbür omzuma asmıştım. Marc Jacobs imzalı, ordu tipi, uzun,
düğmeli pardesü de çok şıktı.
“Şaka ediyorsun,” dedim yumuşakça, o sırada gözüme çarpan Dior
güneş gözlüklerine bakarak, belli ki özel olarak düşünmüştü. “Dalga geçi
yorsun herhalde?”
221
Lauren Weisberger
222
Şeytan Marka Giyer
223
Lauren VVeisberger
224
Şeytan Marka Giyer
dı, onlar ve diş fırçam paket yapmadığım yegâne şeylerdi zaten. Mavi Adi-
das eşofmanımı, kukuletalı Brown kazağımı ve bütün dünyayı gezerken
bana eşlik etmiş olan, kirli gri New Balance spor ayakkabılarımı giydim.
Tam kremimi sürmeyi de bitirmiştim ki zilin sesi duyuldu.
‘Tamam millet, bir saniye, açıyonım.”
İki dakika sonra kapıya elle vurulduğunu duydum ve annemleri bek
lerken karmakarışık görünen bir Alex buldum kapıda. Her zamanki gibi
muhteşem görünüyordu. Soldurulmuş kot pantolonu daracık kalçalarından
aşağı iniyordu, üstündeki uzun kollu mavi tişört de bedenini tam olması
gerektiği kadar sarmıştı. Sadece gözleri yorgun olduğunda taktığı ince, tel
çerçeveli küçük gözlüklerini takmıştı ve saçları da darmadağınıktı. Ona sa
rılmaktan kendimi alamadım. Geçen pazar, öğleden sonra oturup kahve iç
tiğimizden beri onu görmemiştim, o da pek kısa sürmüştü zaten. Aslında
bütün günü ve geceyi birlikte geçirmeye karar vermiştik ama Miranda’nın
Caroline’ı doktora götürmesi gerekmişti, bu yüzden de Cassidy’nin başını
bekleyecek biri gerekmişti ve ben de bu göreve tayin edilmiştim. Eve çok
geç vakitte, yine de onunla gerçek bir vakit geçirebilmek ümidiyle dön
müştüm ama o da yatağımın üzerine kamp kurup beni beklemekten yorul
muş ve tam ben gelmeden gitmişti. Hak vermiştim ona. Dün gece birlikte
kalalım istemişti ama, her ne kadar ailede herkes benim Alex’le yatmakta
olduğumu bilse de, hâlâ bu durumu gözler önüne serecek söz, davranış ve
imalardan kaçınmaktaydım. O yüzden de tam annemlerin geleceği sabah
onun evde olmasını istememiştim.
“Hey, yavru. Sanırım bugün biraz desteğe ihtiyacınız olacak buralar
da.” Elinde koca Bagelry torbası vardı ve içinde benim sevdiğim tuzlu çö
reklerle büyük boy kahve olduğunu biliyordum. “Annenle baban gelmedi
mi daha? Onlara da kahve aldım.”
“Bugün özel ders vereceğini sanıyordum,” dedim, o arada siyah bir
pantolon takım giymiş olarak Shanti odasının kapısında belirmişti.
225 F: 15
Lauren Weisberger
“Verecektim, ama iki küçük kızın da aileleri ile konuştum, yarın sa
bah da uygunmuş onlar için, o yüzden bugün tamamen şeninim!”
“Andy! Alex!” Babam koridorda, Alex’in arkasında durmuş, sanki
dünyanın en güzel sabahı bu sabahmışçasına ışık saçıyordu. Annem de o
kadar canlı, diri görünüyordu ki, acaba ilaç filan mı kullanıyor, diye düşün
meden duramadım. Durumu çabucak yeniden değerlendirip ayakkabılarıy
la kapıda durduğuna, elinde de alışveriş torbası olduğuna göre, Alex’in ye
ni gelmiş olduğunu tahmin edeceklerine ikna oldum. Üstelik kapı da açık
tı zaten. Ohhh!
“Andy, senin bugün meşgul olacağını söylemişti,” dedi babam, o ara
da oturma odasındaki masaya bırakmış olduğu çörek (tuzlu tabi ki) ve kah
ve paketine bakıyordu. Göz göze gelmekten açıkça kaçınıyordu. “Geliyor
musun, gidiyor musun?”
Gülümseyerek Alex’e baktım, sabahın bu saatinde kalkıp buralara
geldiğine şimdiden pişman olmadığını umuyordum.
“Ah, ben de şimdi geldim Dr. Sachs,” dedi Alex muzip bir ifadeyle.
Derslerle ilgili bir ayarlama yaptım, bugün iki ele daha ihtiyacınız olabile
ceğini düşünerek.”
“Harika. İşte bu harika, eminim çok yardımın olacak. Hadi çörekle
rinizi alın. Üzgünüm ama Alex, senin burada olacağını bilmediğimiz için
sana kahveyi eksik almışız.” Babam samimi olarak üzülmüş gibiydi ve bu
da çok dokunaklıydı. En küçük kızının bir erkek arkadaşı olması fikrine
henüz alışamadığım biliyordum ama elinden geleni de yapmaya gayret
ediyordu.
“Üzülmeyin Dr. S., ben de bir şeyler getirmiştim, o yüzden de bol bol
var galiba her şeyden.” Ve nasıl olduysa, babamla erkek arkadaşım aynı
ikili kanepeye oturup, en ufak bir yadırgama duygusu yaratmadan erken
bir sabah kahvaltısını paylaştılar.
İkisinin getirdikleri tuzlu çöreklerden de atıştırıp, Lily ile yaşamanın
ne kadar eğlenceli olabileceğini düşündüm ben de yeniden. Üniversiteden
226
Şeytan Marka Giyer
mezun olalı neredeyse bir yıl olmuştu. Günde en az bir kez konuşmaya
gayret ediyorduk ama birbirimizi görebilmemiz çok zor oluyordu. Şimdi
ise aynı eve dönüp, cehennem gibi geçen günlerimizi paylaşıp, dertleşebi-
lecektik, tıpkı eski günlerde olduğu gibi. Annemle ben, odamda kutulara
etiket yapıştırırken, babamla Alex de spor konusunda (galiba basketbol)
konuşmaya dalmışlardı. Ne yazık ki fazla kutum yoktu, sadece yatak ta
kımlarım ve yastıklarım için birkaç kutu, fotoğraf albümlerim ve şık masa
aksesuvarlan (masam olmasa da), bazı makyaj ve tuvalet malzemeleri için
bir tane ve Runway’vari kıyafetlerle dolu elbise torbalarından oluşan dev
bir yığın.
“Hadi harekete geçelim,” diye oturma odasından seslendi babam.
“Şşşşşş! Kendra’yı uyandıracaksın,” diye yüksek bir tonla fısıldadım.
“Cumartesi sabahı ve daha saat dokuz biliyorsun.”
Alex kafasını sallıyordu. “Onu da Shanti ile giderken görmedin mi
daha önce? Yani en azından ben, o olduğunu sanıyorum. Kesinlikle iki ki
şiydiler ve ikisi de takım giymişti ve ikisi de çok mutsuz görünüyordu. Ya
tak odalarına bir bak.” Ranzalannı sığdırmayı başardıktan yatak odalan-
nın kapısı kilitli değildi ve itince hemen açıldı. Yataklann ikisi de titizlik
le yapılmış, yastıklar kabartılmış ve her birinin üzerine birer tane, dekora
uygun oyuncak köpek kondunılmuştu. O an, odalarına hemen hemen hiç
girmemiş olduğumu, burada yaşadığım aylar boyunca onlarla otuz saniye
den uzun süren bir konuşmamız olmadığım ve aslında gerçekte ne yaptık-
lannı, nereye gittiklerini ve eğer varsa, birbirlerinden başka aıkadaşlan
olup olmadığını bilmediğimi fark ettim. Buradan ayrılacağım için mem
nundum.
Alex ile babam kalan yiyecekleri silip süpürmüşler ve bir oyun pla
nını tartışmaya başlamışlardı. “Haklısın, ikisi de gitmiş. Benim bugün ay
rılacağımı bildiklerini bile sanmıyorum.”
“Belki de onlara bir not bıraksan iyi olur?” diye önerdi annem. “Me
sela Scrabble tahtasının üzerine?” Babamın Scrabble tutkusu bana da bu
227
Lauren Weisberger
laşmıştı ve yine babamın bir inancına göre, her yeni eve yeni Scrabble
alınmalıydı, o yüzden de benim eski Scrabble’ım burada kalıyordu.
Evdeki son beş dakikamı da, harf taşlannı alıp Scrabble tahtasına,
“Her şey için teşekkürler ve iyi şanslar öpcükler Andy,” yazarak geçirdim,
baktım 55 puan ediyordu. Hiç fena değil.
Eşyalarımı iki arabaya doldurmak bir saat kadar sürdü, bu arada ben,
kapılan tutmak ve onlar tekrar yukan çıktıklarında arabalara göz kulak ol
mak dışında pek bir şey yapmamıştım. Yatağı taşıyacak olanlar (bu iş la
net yatağın kendisinden daha pahalıya mal oluyordu) daha geç gelecekle
ri için, babam ve Alex ayn ayn, kent merkezine doğru hareket ettiler. Lily
yeni dairemizi Village Voice’daki bir ilandan bulmuştu ve ben daha gör
memiştim bile. Günün ortasında cep telefonundan beni aramış, “Buldum!
Buldum! Mükemmel bir yer! Suyu akan bir banyosu, çok az tamir isteyen
tahta yer döşemeleri var ve tam dört dakikadır buradayım henüz bir tane
bile fare ya da hatta balık görmüş değilim,” diye haykırmıştı. “Hemen ge
lebilir misin görmek için?”
“Rüya mı görüyorsun?” diye fısıldayarak cevap vermiştim ben de, “O
burada, bu da benim herhangi bir yere gidemeyeceğim anlamına geliyor.”
“Ama şimdi gelmen lazım. Nasıl olduğunu biliyorsun. Bütün o dos
yalarımı bilmem nelerimi de taşıyorum bir yandan.”
“Lily mantıklı ol. Şu an acil kalp nakli yaptırmam gerekse işten ko
vulmayı göze almadan onu bile yaptıramam. Gelip evi görmemi nasıl bek
lersin?”
“İyi de bu ev otuz dakika daha bile kalmaz ki. Dışarda ev sırası bek
leyen en az yirmi beş kişi var ve hepsi de şu an form dolduruyorlar. Bunu
şimdi çözmem lazım.”
Bu iğrenç Manhattan emlak dünyasında, yan oturulabilir durumdaki
evler, yan normal erkeklerden bile daha az bulunuyordu ve daha çok.rağ-
bet görüyordu. Buna bir de yan uygun fiyat koşullan eklerseniz, böyle bir
yer bulmak, güney Afrika kıyılannda özel bir ada satın almanızdan bile da
228
Şeytan Marka Giyer
ha zor bir hale geliyordu. Üstelik de çoğunun, kötü, bakımsız ve tarih ön
cesinden kalma olması bu durumu hiç etkilemiyordu. Eh, fare yoksa, balık
da yoksa, o zaman bu bir kelepirdi demek ki!
“Lily, sana güveniyorum, tut orayı. Bana e-posta ile bir tarifini yol
layabilir misin?” Bir an önce telefonu kapatmaya bakıyordum, çünkü Mi
randa her an sanat bölümünden dönebilirdi. Eğer beni özel işim için tele
fonla konuşurken görürse işim biterdi.
“Eh, elimde senin maaş ödemelerinin fotokopileri var, bu arada pek
de parlak sayılmazlar, neyse, her ikimizin banka belgeleri ve kredi duru
mumuzu gösteren dökümler de tamam, senin çalıştığına dair yazı da ben
de. Yalnız garantör sorunumuz var. Bunun en az üç yıldır Amerikan vatan
daşı olan ve bizim aylık kiramızın kırk katı geliri olan biri olması lazım ve
benim büyükannem ne yazık ki yüz bin dolar kazanmıyor. Sizinkiler im
zalar mı acaba?”
“Tannm, Lil, bilmiyorum. Onlara sormamıştım ve şu anda da bura
dan arayıp soramam. Sen ara.”
“İyi. Yeteri kadar kazançları var değil mi?”
Gerçekten emin değildim, ama başka kime sorabilirdik ki zaten?
“Sen bir ara,” dedim. “Miranda meselesini de açıkla ve kendim arayama-
dığım için özür dilediğimi de söyle.”
“Arayacağım,” dedi. “Ama önce burayı tutabileceğimizden kesin emin
olayım. Seni sonra arayacağım,” dedi ve kapattı. Yirmi saniye sonra tele
fon yine çaldı ve ofisteki telefon da arayan numaralan gösterenlerden ol
duğu için, o olduğunu anladım. Emily, benim yine özel bir görüşme yap
tığımı duyunca o kendine has tarzıyla kaşlannı kaldırdı. Telefonu kaptım
ama önce Emily’ye, “Bu çok önemli,” diye tısladım. “En iyi arkadaşım te
lefon aracılığı ile bana bir ev tutmaya çalışıyor, çünkü ben burayı bir lanet
saniye...”
Üç ses aynı anda üstüme saldırdı. Emily’ninki ölçülü ve sakindi, uya-
ncı bir tondaydı. “Andrea lütfen,” diye başlamıştı ki tam o anda Lily de
229
Lauren Weisberger
230
Şeytan Marka Giyer
“Ne kadar?” diye sordum, sesim karga gibi çıkmıştı, sanki son nefe
simi veriyor gibiydim.
“Her şey dahil ayda iki bin iki yüz seksen dolar. Düşünsene adam ba
şı bin yüz yirmişer dolara balkonlu bir evimiz olacak. Üstelik tam da mer
kezde. Ne diyorsun, tutabilir miyim?”
Sessizdim. Konuşmak istiyordum aslında ama Miranda halkla ilişki
ler koordinatörünü herkesin içinde azarlamış, ofisine geri dönüyordu. Üze
rinde şeytani bir kötülük vardı ve ben bir gün için yetecek kadar ağzımın
payını almıştım az önce. Azarlanan kızın yüzü utançtan asılmış, yanakları
koyu kırmızı olmuştu ve kendi iyiliği için umarım ağlamaz, diye dua ettim
içimden.
“Andy! Artık bu kadarı da fazla. Sadece evet veya hayır de! Sen ora
dan aynlamıyorsun diye ben dersimi bırakıp geldim, ama bir evet veya ha
yır demeye de tenezzül etmiyorsun! Neyim ben...” Lily kırılma noktasına
gelmişti ve ona çok hak veriyordum, ama telefonu suratına kapamaktan
başka da yapabileceğim bir şey yoktu. Telefonda ofisin sessizliğini yırta
cak kadar bağırıyordu ve Miranda iki metreden daha yakınımdaydı. Ken
dimi çok kötü hissediyordum, içimde halkla ilişkiler koordinatörünü de
alıp tuvalete kapanmak ve orada hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu. Ya da
belki ikimiz birleşip Miranda’yı tuvaletlerden birine kapatır, sıska boynun
dan sarkan o uzun, iğrenç Herm&s fiılanyla boğabiliıdik. Acaba ben tutsam
mı daha iyiydi assam mı? Yoksa o lanet şeyi gırtlağına tıkıp, hava almaya
çalışmasını...
“Ahn-dıe-ah! Sesi çelik gibi keskindi. “Sana biıkaç dakika önce ne
dedim?” Bok! Sundae. Onu tamamen unutmuştum. “İşini yapmak yerinde
hâlâ orada oturuyor olmanın mantıklı bir nedeni var mı acaba? Bu seni şa
ka anlayışın mı yoksa? Sana bu konuda ciddi olmadığımı gösterecek her
hangi bir şey mi söyledim ya da yaptım? Hangisi? Hangisi?” Mavi gözle
ri yuvalanndan fırlamış gibiydi ve her ne kadar sesini henüz tam olarak
231
Lauren Weisberger
232
Şeytan Marka Giyer
233
Lauren Weisberger
“Dinle, başka bir gece çok iyi olur ama bu gece tam bir erkek gecesi.”
“Ah, elbette, tamam. Lily ile yeni daireyi kutlamaya gidecektim ama,
şey, biraz kavga eder gibi olduk. İşteyken neden konuşamadığımı pek an
lamıyor.”
“Eh, Andy, doğrusu ben de tam olarak anlayabildiğimi söyleyemem.
Onun sert bir hanım olduğunu biliyorum, inan bana biliyorum, ama sanki
sen o söz konusu olduğunda her şeyi biraz fazla ciddiye alır gibisin, bili
yor musun?” Sesinde suçlayıcı bir ifade olmaması için çok çaba harcadığı
belliydi.
“Belki de öyle yapmam gerektiği içindir!” diye bağırdım, beni gör
mek istemediği, benim de gelmem için yalvarmadığı ve Lily’nin tarafını
tuttuğu için çok kızmıştım. “Bu benim hayatım, biliyor musun? Benim ka
riyerim. Benim geleceğim. Ne yapmalıydım yani? Hafife mi almalıydım?”
“Andy, benim söylediklerimi çarpıtıyorsun. Bunu kastetmediğimi bi
liyorsun.”
Ama ben onu dinlemeyip bağırmaya devam ediyordum, kendimi ala
mıyordum bundan. Önce Lily ve şimdi de Alex? Hepsinin üstünde de Mi
randa. Bütün gün, her gün? Bu kadarı çok fazlaydı ve aslında ağlamak is
tiyordum ama tek yapabildiğim haykırmaktı.
“Kocaman boktan bir şaka, ha? Size göre benim işim sadece bu işte.
Aman Andy, sen moda işindesin, ne kadar zor olabilir ki?” diye taklitleri
ni yaptım. Kendimden her saniye daha çok nefret ediyordum aslında. “Eh
ne yapalım hepimiz iyilik sever, önemli adam veya master öğrencisi ola
mıyoruz, özür dilerim bunun için eğer...”
“Sakinleşince ara beni,” diye kesti sözümü. “Bunu dinlemeye devam
edecek değilim.” Ve telefonu kapattı. Kapattı! Tekrar arasın diye bekledim
ama aramadı ve sonunda beklerken, saat üç civarında uyuyakaldım, o sa
ate kadar ne Lily’den ne de Alex’ten ses çıkmamıştı.
Şimdi taşınma günüydü (tam bir hafta sonra) ve ikisinde de gözle gö
rülür bir kızgınlık kalmamıştı ama ikisi de eskisinden farklı gibiydiler. As
234
Şeytan Marka Giyer
235
Lauren Weisberger
lerin önünde ve posta bölümünde eskice birkaç bank vardı. Daire numara
mız 8C’ydi ve güneybatıya bakıyordu. Duyduklarıma bakılırsa da bu iyi
bir şeydi. John genel anahtarı ile kapıyı açtı ve gururlu bir aile babası gibi
dikildi.
“İşte,” diye teşrifatçılar gibi anons etti.
Önce ben girdim, ağır bir sülfür kokusuyla irkilmeyi ya da belki ta
vanımıza asılmış biıkaç tane yarasa görmeyi bekliyordum ama içerisi şa
şırtıcı biçimde temiz ve parlaktı. Mutfak sağ taraftaydı, ince uzundu ve
yerler kırmızı çini kaplıydı. Dikkat çekecek kadar beyaz, formika dolaplar
vardı. Tezgâhlar bir çeşit granit taklidi malzemeyle kaplanmıştı ve ocağın
üzerinde, duvara asılı bir mikrodalga fınn vardı.
Annem buzdolabını açıp, “Harika,” dedi. “Buz kalıplan bile var.” O
arada nakliyeciler bizi iterek, karyolamın şiltesiyle birlikte içeri geçtiler.
Nefes nefese kalmışlardı.
Mutfak oturma odasına açılıyordu, burası geçici bir duvarla ikiye bö
lünmüş ve ikinci bir yatak odası yaratılmıştı. Tabi ki bu durumda bütün
pencereler öbür odada kalmış oluyordu ama çok önemli değildi. Yatak oda
sı makul bir büyüklükteydi (kesinlikle benim eski odamdan daha büyüktü)
ve sürme kapıyla, bütün duvar boyunca uzanan balkona çıkılıyordu. Banyo
gerçek yatak odası ile oturma odası arasındaydı ve pembe fayanslarla kap
lanmış, kalan yerler de pembeye boyanmıştı. Hmm, aşın modem bir yer
olabilirdi yani. Asıl yatak odasına girdim ve etrafa bakındım. Oturma oda
sının yanındakinden epeyce büyüktü. Küçük bir dolap, bir tavan vantilatö
rü ve doğruca yan apartmandaki dairelerden birine bakan, küçük, kirli bir
pencere vardı burada da. Lily bu odayı istiyordu ve ben de memnuniyetle
kabul etmiştim. O ders çalıştığı için daha geniş bir odaya ihtiyaç duyuyor
du ben ise aydınlığı ve balkona açılan kapıyı tercih ediyordum.
“Sağ ol Lil,” diye fısıldadım kendi kendime, Lily’nin duyamayacağı
nı bilsem de.
Arkamdan gelmekte olan annem, “Ne dedin canım?” diye sordu.
236
Şeytan Marka Giyer
237
Lauren Weisberger
238
Şeytan Marka Giyer
“Andy o iyi. Tutuklanmış.” Bunu sakin bir sesle, bir anne babaya ço
cuklarının dördüncü sınıfı geçemeyeceğini söyler gibi söylemişti.
‘Tutuklanmış mı? Lily tutuklanmış mı?” Soğukkanlılığımı koruma
ya çalışıyordum ama son anda aslında haykırdığımı fark ettim. O sırada
babam, üstündeki yükün fazlalığı nedeniyle her an devrilecekmiş gibi du
ran, dev bir el arabasını iterek içeri giriyordu.
“Kim tutuklanmış? diye sordu arabayı bırakırken. “Bay Fisher bütün
eşyaları çıkardı yukarı bizim için.”
Ben uygun bir yalan bulabilmek için deli gibi beynimi zorlaıken
Alex, benden önce davranıp, “A, Andy’ye dün haberlerde TLC grubunda
ki kızlardan birinin uyuşturucu yüzünden tutuklandığım gördüğümü anla
tıyordum. Üstelik de en düzgün görünenleri.”
Babam ilgisizce başını sallayıp, odayı incelemeye başladı. Herhalde
bir yandan da Alex’le benim ne zamandır, kadın pop yıldızlarıyla durup
aramızda konuşacak kadar ilgilenmeye başladığımızı merak etmekteydi.
“Sanırım en iyisi yatağının başucunu uzun duvarın karşısına gelecek şekil
de yerleştirmek,” dedi. “Gidip bir bakayım kurmuşlar mı?”
Daire kapısının kapanmasıyla kendimi Alex’in önüne attım.
“Çabuk! Anlat ne olmuş, ne olmuş?”
“Andy bağırma. O kadar kötü değil. Hatta komik bile sayılabilir.”
Güldüğü zamanki gibi göz kenarlan kınştı ve çok kısa bir an için Eduar-
do’ya benzedi.
“Alex Fineman, en iyisi bana hemen neler olup bittiğini anlat, en iyi
arkadaşıma...”
‘Tam am tamam, sakin ol.” Belli ki gerçekten eğlendiriyordu durum
onu. “Dün gece biriyle çıkmış, Dili Yüzüklü Çocuk diyor, biz böyle birini
biliyor muyuz?”
Sadece baktım.
“Neyse, akşam yemeğine çıkmışlar ve yürüyerek Lily’nin evine dö-
nüyorlarmış ve Lily, Dili Yüzüklü Çocuk’u kızıştıracak bir şey yapmak is
239
Lauren Weisberger
temiş, öyle caddenin ortasında. ‘Seksi bir şey’ dedi, yani adamın anlaya
cağı türden.”
Gözümün önüne Lily’nin naneli şekerini emerek ortalıkta dolandığı
romantik bir akşam yemeğinden sonra, diline delik açtırmak için para öde
miş bir adam için gömleğini çıkarıp atışı geldi.
“Ahh, sakın...”
Alex dertli dertli başını salladı, gülmemeye çalışıyordu.
“Yani bana arkadaşımın göğüslerini açtığı için tutuklandığını mı söy
lüyorsun? Bu korkunç. Burası New York. Ben her gün memesi açık bir sü
rü kadın görüyorum, hem de işyerinde!” Yine bağırmaya başlamıştım, ken
dime engel olamıyordum.
“Altını.” Yine ayakkabılarına bakıyordu ve yüzü bayağı kızarmıştı,
utanmış mıydı yoksa gülme krizi mi geçiriyordu anlayamadım.
“Nesini?”
“Göğüslerini değil. Altını. Aşağı yansını. Yani hepsini. Önden ve ar
kadan.” Sonunda ağzı kulaklanna varana dek smtmaya başlamıştı ve onun
palavra sıktığını düşündüğüm için çok eğleniyormuş gibiydi.
“Hayır, bunun doğru olmadığını söyle,” diye inledim, arkadaşımın
kendisini ne hallere düşürdüğünü merak ediyordum. “Bir polis görmüş ve
gelip onu tutuklamış mı?”
“Hayır, aslında iki küçük kız görmüş ve annelerine göstermişler...”
“Aman Tanrım!”
“Anneleri pantolonunu çekmesini söylemiş ve Lily de, fikirleriyle ne
yapabileceğini söylemiş ona, yüksek sesle, bunun üzerine kadın gidip öte
ki caddede devriye gezen bir polis bulmuş.”
“Ah, dur. Lütfen dur, dur.”
“Sonrası daha da iyi. Kadın ve polis geri geldiklerinde Lily ve Dili
Yüzüklü Çocuk caddenin ortasında o işi yapıyorlarmış, hem de oldukça
ateşli bir biçimde Lily’nin söylediğine göre.”
240
Şeytan Marka Giyer
“Kim bu kız? Bu benim aıkadaşım olan Lily Goodwin mi? Benim se
kizinci sınıftan beri tanıdığım, tatlı, hayran olunacak arkadaşım soyunup
caddelerde seks mi yapıyor? Hem de dilinde yüzük olan adamlarla?”
“Andy sakin ol. Gerçekten o iyi. Polisin, onu tutuklamasının aslında
tek sebebi pantolonunu çekmesini söylediğinde ona parmak hareketi yap
mış olması.”
“Aman Tanrım. Daha fazlasına dayanamayacağım. Anne gibi hisset
mek böyle bir şey olmalı.”
“Ama onu bir uyarıp serbest bırakacaklar ve o da ayılmak üzere evi
ne dönecek, sanınm oldukça sarhoştu, yoksa insan niye bir polis memuru
na parmak hareketi yapsın ki? O yüzden merak etme. Hadi şu senin taşın
ma işini bitirelim, sonra istiyorsan gider onu görürüz.” Babamm oturma
odasının ortasına bıraktığı el arabasına gidip kutulan indirmeye başladı.
Daha fazla bekleyemedim, neler olup bittiğini görmem gerekiyordu.
Telefonunu dördüncü çalışta açtı, önce telesekreter çıkmıştı, sanki o arada
açıp açmamaya karar vermeye çalışmış gibiydi.
“İyi misin?” dedim sesini duyduğum anda.
“Hey Andy. Umanm taşınma işini tümüyle berbat etmemişimdir. Ba
na ihtiyacın yok değil mi? Özür dilerim bütün bu olanlar için.”
“Hayır, şu anda bunlara aldırmıyorum, seni merak ediyorum. İyi mi
sin sen?” Onun geceyi karakolda geçirmiş olabileceğini yeni akıl etmiştim,
öyle ya, cumartesi sabahındaydık ve onu yeni bırakıyorlardı. “Gece orada
mı kaldın? Hapiste?”
“E, evet, sanınm böyle denebilir. O kadar da kötü değildi, yani tele-
vizyondakiler gibi filan. Bu odada, benimki gibi aptalca bir nedenle tutuk
lanmış, zararsız bir kızla birlikte uyuduk gece. Gardiyanlar da son derece
kibardı, yani o kadar önemli bir şey değil. Bar filan yok yalnız.” Güldü
ama kura bir gülüşe benziyordu.
Bir an bunu sindirmeye çalıştım, zihnimde canlanan küçük, tatlı hip
pi Lily’nin, sidik kokan bir hücrede, öfkeli ve saldırgan bir lezbiyen tara
241 F : 16
Lauren Weisberger
242
Şeytan Marka Giyer
243
Lauren Weisberger
“Ne oldu Andy? Lily nerede? Onun da yardıma ihtiyacı olacağını dü
şünmüştüm ama biz üçe kadar kalabiliriz en çok. Yolda mı o da?”
“Hayır, o, şey, dün gece biraz hastalanmış. Sanırım birkaç gündür iyi
hissetmiyordu zaten, o yüzden de herhalde yarından önce taşınamaz. Tele
fonda onunla konuşuyordum.”
“İyi olduğuna emin misin onun? İstersen gidip bakalım? Bu kızcağız
için hep çok üzülmüşümdür, öyle anne babası olmadan, sadece yarasa gi
bi, yaşlı bir büyükanneyle.” Elini omzuma koydu sanki acımı gidermek is
tercesine. “Senin gibi bir arkadaşı olduğu için şanslı. Yoksa dünyada bir
başına kalacaktı,” dedi.
Boğazım düğümlenmiş, sesim çıkmıyordu. Ama birkaç saniye sonra
konuşabildim. “Evet öyle sanırım. Ama o iyi, gerçekten iyi. Sadece uyu
yup dinlenmesi gerekiyor. Hadi gidip sandviçleri alalım tamam mı? Kapı
cı dört blok aşağıda harika bir şarküteri olduğunu söyledi.”
244
Şeytan Marka Giyer
şabilen birine hiç rastlamamıştım. Ciddi miydi acaba? Yoksa beni oltaya
mı getirmeye çalışıyordu?
“E, şey, Runway’de çalışmak gerçekten çok eğitici bir deneyim,” de
dim kendim de kekelemiştim. “Elbette bu bir milyon kızın elde etmek için
canını vereceği bir iş.” Bunu ben mi söylemiştim gerçekten?
Bir an için derin bir sessizlik oldu ve hemen ardından sırtlanvari bir
patlama geldi. “Ah, bu gerçekten bo-bo-bo-boktan mükemmel bir cevap!”
dedi gıcırtılı bir sesle gülmeye benzer bir şeyler yaparak. “Seni Batı Villa-
ge’deki dairene kilitleyip böyle boktan şeyler söylemeyi öğreninceye ka
dar bütün o G-g-g-gucci zımbırtılarından mahrum mu bırakıyor? Muhte
şem! Bu kadında gerçekten iş var! Peki bayan Eğitici Deneyim, bu kez Mi-
randa’nm kendisine düşünebilen bir u-u-u-şak bulduğuna dair dedikodular
duymuştum ama anlaşılan her zamanki gibi dedikodular yanlışmış. Sen de
Michael Kors takımlardan ve J. Mendel’in o güzel kürk ceketlerinden hoş
lanıyorsun, değil mi? Evet tatlım, tam yerindesin. Şimdi o sıska kıçlı pat
ronunu ver bana.”
Kafam karışmıştı, tik aklıma gelen ona def olup gitmesini, beni tanı
madığını söylemek olmuştu, kekemeliğini dengelemek için böyle büyük
bir davranış bozukluğu içine girmeyi seçtiği açıktı. Sonra, telefonu iyice
ağzıma yaklaştırıp telaş içinde, beni buraya kapattılar, durumumu tahmin
dahi edemezsiniz, lütfen, ah lütfen gelin ve beni bu beyin yıkama cehen
neminden kurtarın. Haklısınız, tam tarif ettiğiniz gibi, ben farklıyım deme
yi düşündüm. Ama ikisini de yapmak istemedim çünkü her şeyden önce
karşımda kekeleyen bu kadının kim olduğu hakkında en küçük bir fikrim
bile yoktu.
Nefesimi tuttum ve onunla Miranda dışındaki konularda eşit müca
dele etmeye karar verdim. “Evet, Michael Kors’a bayılınm elbette ama ke
sinlikle takımlarından dolayı olmadığını söylemem gerek. J. Mendel’s
kürkleri de çok güzeldir tabi ki, ama Runwoy kızlan, ki seçici ve kusursuz
bir zevkleri vardır, muhtemelen Yirmi Dokuzuncu Sokak’taki Pologeor-
245
Lauren Weisberger
gis’inkileri yeğlerler. Ah ve bundan sonra, ‘Uşak’ gibi pek katı, pek acı
masız sözcükler yerine, ücretle çalışan demenizi tercih ederim. Şimdi, el
bette, sizi, bazı başka yanlış varsayımlarda bulunmadan bağlamak isterim
büyük bir zevkle ama, belki bunu yapmadan önce kiminle görüştüğümü
sorsam daha iyi olur?”
“Tuş, Miranda’nın yeni asistanı, tuş. B-b-belki seninle arkadaş olu
ruz bütün bunlardan sonra. Onun seçtiği robotlardan p-p-pek hoşlanmam,
ama zaten ondan da pek hoşlanmam. Benim adım Judith Mason ve e-e-e-
eğer bilmiyorsan sizin gezi m-m-m-makalelerinizi yazıyorum her ay. Şim
di, bana şunu söyle, hâlâ yeni sayılabileceğine göre, b-b-balayı bitti mi?”
Sessiz kalmıştım. Bununla ne demek istiyordu? Saatli bomba gibi bir
şeydi.
“Yani, şu, herkesin seni, adını öğrenecek kadar tanıdığına mutlu ola
cak kadar eskimiş, ama senin zaaflannı öğrenip, kötüye kullanamayacak
ları kadar da yeni sayılacağın, o büyüleyici zaman diliminde misin hâlâ?
Bu başına g-g-g-geldiğinde bayılacaksın, inan bana. Gerçekten de çok özel
bir yerde çalışıyorsun.”
Ve ben daha cevap veremeden, “Şimdilik bu k-k-k-kadar flört etmek
yeter, yeni arkadaşım. O-o-o-ona benim aradığımı söylemek için zahmet
etme, çünkü benimle a-a-a-asla görüşmez. Kendini bu kekelemelerden
kurtarmak için sanırım. Sadece benim adımı B-b-b-bültene koymayı unut
ma ki başka birine beni aratsın. Sağ ol, sevgiler,” dedi ve kapattı.
Aptallaşmış bir şekilde elimde telefonla kalakaldım ve gülmeye baş
ladım. Emily, Miranda’nın masraf raporlarının birinden kafasını kaldırıp
bana baktı ve arayanın kim olduğunu sordu. Judith olduğunu söyleyince
gözlerini her zaman yaptığından daha da fazla devirip, “O koca bir oros
pu. Miranda, onunla konuşmaya niye tenezzül ediyor anlamıyorum. Onun
la telefonda konuşmaz, o yüzden aradığını bile söyleme. Sadece bültene
aradığını yaz, Miranda başka birine aratır onu.” Judith’in ofisin iç işleyiş
mekanizmalarını benden daha iyi bildiği belliydi.
246
Şeytan Marka Giyer
247
Lauren Weisberger
mış olduğu notlan anlatan bir şeydi, bir kez o not bırakıldı mı o iş kesin
likle yapılmış addedilirdi. Eğer ille kendimizden söz etmemizi gerektire
cek kadar özel ve önemli bir durum olursa, bunu kendimizi üçüncü tekil
şahıs yerine koyarak yapmamız gerekiyordu.
Bizden sık sık, belli bir kişiyle tam olarak ne zaman ve hangi numa
radan konuşulabileceğini bulmamızı isterdi. Böyle durumlarda, “Not” ya
da “Hatırlatma” başlığı altındaki bilgileri tarar ve istediğini bulma şansına
ererdik. Bülteni ilk okuduğumda, sanki Prada’dan giyinenleri içeren bir
“Kim Kimdir?” kitabına bakıyorum sanmıştım ama süper büyük paralan,
süper yüksek modayı temsil eden ve genellikle süper etkin olan bu isimler,
o zaman yeterince hassas olmayan beynimde “Özel” bir iz bırakmıştı. Şim
diki Ru.nway gerçeğime göre ise, Beyaz Saray’ın sosyal sekreteri, yavru
köpeğin aşılan için konuşulması gereken veterinerden az üstte bulunmak
taydı (ve de herhalde ona veterinerden daha kolay ulaşılırdı).
8 Nisan, Salı
7.30: Paris ofisinden Simone aradı. Rio çekimleri için Bay Testi-
no ile anlaşmışlar, aynca Giselle’in ajansını da teyit etti,
ama modeller için konuşmak istiyor. Lütfen arayın.
011.33.1.55.91.30.65
8.15: Bay Tomlinson aradı. Cep telefonundan aramanızı istiyor.
Not: Andrea, Bnıce ile konuştu. Söylediğine göre evinizin giri
şinde bulunan büyük aynanın üst sol köşesindeki dekoratif
malzemenin küçük bir yerinde hasar varmış. Bordeaux’da-
ki bir antikacıda benzer bir ayna görmüş. Onu ısmarlaması
nı arzu eder misiniz?
8.30 Jonathan Cole aradı. Cumartesi Melbourne’a hareket edi
yormuş ve gitmeden önce anlaşmayı halletmenizi rica edi
yor. Lütfen arayın.
555.7700
248
Şeytan Marka Giyer
249
Lauren Weisberger
250
Şeytan Marka Giyer
maya giderken, ihtiyatla çeneme sürttüm ve bir anda soğuk ve ıslak bir te
masın şokunu yaşadım, üzerinde hâlâ erimemiş kar taneleri vardı. Ne ka
dar da münasip bir tesadüftü doğrusu.
Hafif ılınmış kahve bardağının kapağını çıkartıp, dikkatle bugününün
yağlı salam, sosis ve peynir karışımını hazırladım kirli bir tabağa. Hemen
odasına götürüp, her şeyi dikkatle masasının bir köşesine yerleştirdim.
Ham ipekten Dempsey ve Carroll notluğuna bir şeyler yazmakla meşgul
dü ve neredeyse hiç duymadığım kadar yumuşak bir sesle konuştu.
“Ahn-dre-ah, seninle şu parti hakkında konuşmam gerekiyor. Bir not
defteri al.”
Başımı salladım, hemen anında da, baş sallamanın kelime sayılmaya
cağını düşündüm. Bu nişan partisi hayatımın afeti haline gelmişti. Aslında
daha bir aydan fazla zaman vardı, ama Miranda Avrupa şovlan için gide
cekti ve iki haftadan önce dönmeyecekti, o yüzden de bu partinin planla
ma işleri son günlerde ikimizin de ana konusu haline gelmişti. Bir not def
teri ve kalem alıp odasına geri döndüm. Kendimi, söyleyeceği hiçbir şeyi
anlamamaya hazırlamıştım. Bir an için oturarak not tutmanın çok daha ra
hat olacağını düşündüm ama akıllıca davranıp oturmadım.
Sanki, bileğindeki bilezik benzeri şeyin içinden Hermes fularını çe
kip çekmemeye karar veremiyormuş ve bu düşünceler de onu çok yoruyor
muş gibi içini çekti. “Glorious Food’dan Natalie’yi bul ve ravent kompos
toyu yeğlediğimi söyle. Seni benimle konuşması gerektiğine ikna etmesi
ne izin verme, çünkü buna gerek yok. Miho ile de konuş ve verdiğim çi
çek siparişini doğru anlayıp anlamadıklarını kontrol et. Öğle yemeğinden
önce bir ara Robert Isabell’i bağla bana, masa örtülerini, isim kartlarını ve
servis tepsilerini konuşacağım. Ayrıca Met’teki kızla da konuş ve ne za
man gidip her şeyi yerinde görebileceğimi öğren ve bir de bana masa dü
zenini fakslamasını söyle ki oturma düzenini ayarlayabileyim. Hepsi bu
kadar şimdilik.”
251
Lauren Weisberger
252
Şeytan Marka Giyer
253
Lauren Weisberger
Tabi çok merak ettim ve hemen, “Her şey yolunda mı?” diye bir ce
vap gönderdim ama belli ki netten çıkmıştı ve cevap gelmedi. Tam üç bu
çukta aramak üzere kafamda not aldım, onun buralarda olup bunu engelle
mesine imkân olmadığını bilmenin yarattığı özgürlük duygusuna bayıl
mıştım. Ama ne olur, ne olmaz diye, Runway notluklarından birine A.’YI
ARA, 15.30, BUGÜN, diye yazdım ve ekranımın üstüne yapıştırdım. Ev
deki telesekreterime bir hafta önce mesaj bırakmış eski bir okul arkadaşı
mı aramak üzereyken telefon çaldı.
“Miranda Priestly’in ofisi.” O an canımın bu dünyadaki hiç kimsey
le konuşmak istemediğini fark etmiştim.
“Emily? Sen misin? Emily?” Başkasınınkiyle karışmasına imkân ol
mayan ses ahizeyi doldurdu ve sanki ofisteki havanın içine sızdı. Bölümün
öteki tarafından sesi duymuş olmasına imkân olmamasına rağmen Emily
de başını kaldırıp, bana baktı.
“Merhaba Miranda. Ben Andrea. Yardımcı olabilir miyim?”
Bu kadın bu dünyada bu telefonu nasıl edebiliyordu? Emily’nin her
kes takip edebilsin diye yazıp dağıttığı seyahat programına bir göz attım
çabucak ve uçağının tam altı dakika önce havalanmış olması gerektiğini
gördüm ve oturduğu yerdeki telefondan aramıştı bile.
“Eh, umarım öyle olur. Programıma baktım ve perşembe günü akşam
yemeğinden önceki saç ve makyaj randevusunun teyit edilmemiş olduğu
nu gördüm.”
“Evet Miranda, çünkü Mösyö Renaud, perşembe günü çalışacak plan
kişilerden tam anlamıyla teyit alamamış ancak, dediğine göre yüzde dok
san halledilecekmiş ve...”
254
Şeytan Marka Giyer
“Ahn-dre-ah cevap ver: Yüzde doksan ile yüzde yüz aynı şeyler mi- -
dir? Bu, teyit etmekle aynı şey midir?” Ama daha ben cevap veremeden,
onun başka birine, muhtemelen uçaktaki görevlilerden birine, kendisinin
elektronik cihazlann kullanımı ve kurallan ile hiç ilgilenmediğini, bu tür
şeylerle lütfen başkalarını rahatsız etmelerini, söylediğini duydum.
“Ama efendim, bu kurallara aykın ve uçuş yüksekliğine gelene kadar
kullanmamanızı istemek zorundayım. Bu tehlikeli, bu kadar basit,” diyor
du kızcağızın biri adeta yalvararak.
“Ahn-dre-ah, beni duyabiliyor musun? Dinliyor musun...”
“Hanımefendi. Israr etmek zorundayım. Şimdi lütfen, telefonu kapa
tın.”
Tebessümümün genişliğinden ağzım acımaya başlamıştı, Miranda’nın
kendisine hanımefendi şeklinde hitap edilmesinden ne kadar nefret ettiği
ni biliyordum çünkü, herkesin de bildiği gibi bu yaşlı kadınlan akla geti
ren bir hitap şekliydi.
“Ahn-dre-ah, hostes bu konuşmayı bitirmem için beni zorluyor. Hos
tes beni rahat bıraktığında tekrar arayacağım. Bu arada, saç ve makyajın te
yit edilmiş olmasını istiyorum ve çocuk bakıcılığı için başvuru yapan kız
larla da görüşmelere başla. Hepsi bu kadar.” Kapanmıştı ama o arada gö
revlinin bir kez daha ona hanımefendi diye hitap ettiğini duyabilmiştim ka
panmadan.
“Ne istedi?” diye Emily sordu, endişeden yüzü kınş kınş olmuştu.
“Bana üç kez üst üste kendi adımla hitap etmeyi başardı,” dedim şey
tani bir zevkle, onun merakını artırmaktan mutluluk duyarak. “Üç kez, bu
na inanabiliyor musun? Sanırım artık yakın arkadaş olduk sayılır, değil
ini? Kimin aklına gelirdi? Andrea Sachs ve Miranda Priestly, kanka ol
muşlar.”
“Andrea ne söyledi?”
“E, perşembe günkü saç ve makyaj randevusunun teyit edilmesini is
tiyor, çünkü yüzde doksan yeterli garantiyi vermiyor. Ha, bir de yeni dadı
255
Lauren Weisberger
için yapılacak görüşmelerden söz etti? Herhalde bunu yanlış anlamış ol
malıyım. Neyse, otuz saniye sonra zaten tekrar arayacak.”
Emily derin bir nefes aldı ve benim aptallığımı zarif ve kibar bir bi
çimde göğüsleyebilmeyi diledi. Belli ki onun için hiç kolay değildi bu.
“Hayır, yanlış anladığını hiç sanmıyorum. Cara artık Miranda’nın yanında
çalışmıyor o yüzden de tabi ki yeni bir dadıya ihtiyacı var.”
“Ne? Miranda’nın yanında çalışmıyorda ne demek? Miranda’yla ça
lışmıyorsa hangi cehennemde peki?” Cara’nın bana söylemeden bu ani ay
rılışına inanmakta güçlük çekiyordum.
“Miranda, Cara’nın başka biriyle çalışarak daha mutlu olacağını dü
şündü,” diye, Miranda’nın bile vereceğinden daha diplomatik bir cevap
verdi, Emily. Sanki Miranda hayatında hiç başkalarının mutluluğuna kafa
yormuş gibi!
“Emily lütfen. Lütfen gerçekten neler olduğunu anlatır mısın?”
“Caroline’dan öğrendim ben de, geçenlerde Cara, kızlara odalarından
çıkma izni vermemiş. Miranda, Cara’nın bu tür uygulamalar yapamayaca
ğını düşünüyor. Ben de aynı fikirdeyim. Sonuçta Cara, kızların annesi de
ğil ki.”
Sonuçta Cara, iki küçük kıza odalarında oturma cezası verdiği için iş
ten kovulmuştu yani? “Evet, bakış açını anlıyorum. Bir dadı kesinlikle bak
tığı çocukların davranışlarına karışmamalıdır,” dedim ağır başlı bir edayla.
“Cara haddini aşmış doğrusu.”
Emily bu ince alayıma bir tepki vermedi, zaten bir hinlik yaptığım
dan dakuşkulanmamıştı bile. “Kesinlikle. Üstelik Miranda, Cara’nın Fran
sızca konuşmamasından da hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Öyle ya, o za
man kızlar Amerikan aksansız nasıl konuşabileceklerdi Fransızcayı?”
Ah, bilmiyorum. Belki yılda 18000 dolar ücreti olan özel okulların
da öğrenebilirlerdi, orada Fransızca konuşulması gerekiyordu ve üç öğret
menleri de aslen Fransızdı. Ya da belki akıcı bir biçimde Fransızca konu
256
Şeytan M arka Giyer
şan, Fransa’da bizzat yaşamış bulunan ve yılda en az altı kez Fransa’ya gi
den, bu dili kusursuz biçimde okuyan, yazan ve şen şakrak bir aksanla ko
nuşan annelerinden öğrenebilirlerdi. Tabi bunlan söylemedim. “Hey hak
lısın, Fransızcan yoksa dadı da olmamalısın. Katılıyorum,” dedim.
“Evet, aynca, yeni dadı adayı kızlan bulmak senin sorumluluğun.
Burada bu işler için çalıştığımız acentenin telefon numarası var,” diyerek,
numarayı bana dahili e-posta ile yolladı hemen. “Miranda’nın ne kadar in
ce eleyip sık dokuduğunu bildikleri için (haklı olarak elbette) bize düzgün
insanlar yollarlar.”
Ona endişeyle bakıp, acaba Miranda Priestly’den önceki hayatı nasıl
dı diye merak ettim. Telefonun tekrar çalışından önce gözlerim açık olarak
kestiriyordum bir süredir. Çok şükür Emily açtı.
“Merhaba Miranda. Evet evet seni duyabiliyorum. Hayır hayır hiçbir
sorun yok. Evet, perşembe günü için kuaför ve makyözü teyit ettim. Ve
evet, Andrea da yeni dadı araştırmasına başladı. Döndüğün gün görüşebi
leceğin üç kesin adayımız var.” Başını iki yana salladı ve kalemini dudak
larına dokundurdu. “Evet, evet kesinlikle teyit edildi. Yok, hayır yüzde
doksan değil, yüzde yüz. Kesinlikle. Evet Miranda. Evet, ben kendim teyit
ettim ve eminim. Bunu sabırsızlıkla bekliyorlar. Tamam. İyi uçuşlar. Evet,
teyit edildi. Şimdi fakslayacağım. Tamam. Güle güle.” Telefonu kapattı
ğında titriyor gibiydi.
“Bu kadın neden anlamıyor? Kuaförün ve makyözün teyit edildiğini
söyledim. Sonra bir daha söyledim. Neden elli kere daha söylemem gere
kiyor? Ve biliyor musun ne dedi?”
Başımı salladım.
“Ne dedi biliyor musun? Bu işler onun başını ağnttığı için bütün se
yahat planını yeniden yazacakmışım, böylece orada saç ve makyajın teyit
edildiği görünecekmiş, sonra Ritz’e fakslayacakmışım ki gittiğinde yeni
kopyayı alabilsinmiş. Bu kadın için her şeyi yapıyorum, hayatımı ona adı
257 F: 17
Lauren Weisberger
yorum ama bana davranışına bak sonuç olarak?” Ağlayacakmış gibi görü
nüyordu. Emily’yi Miranda aleyhine döndürebileceğim ender fırsatlardan
biriydi ama Rumvay Paranoya Sarmalı’nın oracıkta beklediğini biliyordum
o yüzden de dikkatli yaklaşmam gerekiyordu. Darbeyi sempatiyle yaklaşa
rak ve aldırmazmış gibi görünerek indirmeliydim.
“Sana değildi Em, inan bana. Senin ne kadar çok çalıştığını biliyor,
sen onun için vazgeçilmez bir asistansın. Senin ne kadar işe yaradığını bil
mese çoktan kurtulurdu senden. Bunu yapmaktan korkacak değil herhalde,
anlıyorsun ne demek istediğimi?”
Emily gözyaşı dökmeyi bırakmış ve muhalefet zonuna yaklaşmıştı,
hatta benimle aynı fikirdeydi, oysa Miranda hakkında çok ileri gitmiş ol
sam o da savunmaya geçerdi. Psikoloji dersinde Stockholm Sendromu’nu
öğrenmiştim, kurbanlar kendilerine eziyet edenlerle özdeşleşiyorlardı, ama
bunun nasıl olabildiğini anlayamamıştım. Belki de benimle Emily arasın
da geçen küçük seksiyonları video kamerayla çekip profesöre yollasam,
gelecek yılın öğrencilerine bir iyilik yapmış olurdum, çünkü böylelikle
olayın nasıl olduğunu ilk elden öğrenebilirlerdi. Dikkatli ilerlemek harca
mış olduğum çabalar fazla insanüstü göründüğünden derin bir nefes aldım
ve yeryüzüne indim.
“O bir deli Emily,” dedim yumuşakça ve yavaşça, onun da bunu ka
bul etmesini umarak. “Bu seninle ilgili değil,-onunla ilgili. O boş, yüzey
sel, kötü bir kadın, sadece tonlarca muhteşem kıyafeti var ve başka pek bir
şeyi de yok.”
Emily’nin yüzü gözle görülecek kadar gerilmişti, boynundaki ve ya
naklarındaki deri yırtılacak gibiydi neredeyse ve ellerinin titremesi dur
muştu. Her an beni buldozer gibi ezebileceğim biliyordum ama kendimi
tutamıyordum.
“Hiç arkadaşı olmadığı dikkatini çekti mi Emily? Fark ettin mi bunu?
Evet dünyanın en etkileyici insanları gece gündüz onu arıyor ama çocuk-
258
Şeytan Marka Giyer
259
Lauren Weisberger
260
Şeytan Marka Giyer
261
Lauren Weisberger
Dadı pozisyonu için ilk konuştuğum kız umutsuz vaka gibi görünü
yordu.
“Aman Tanrım!” diye inlemişti ofise gelip benimle görüşebilir mi,
diye sorduğumda. “Aman Tanrım! Ciddi misiniz? Aman Tanrım!”
“Ee, bu evet mi demek, hayır mı?”
“Tanrım, evet. Evet, evet, evet! Runvvay'ye ha? Aman Tannm. Arka
daşlarım buna inanamayacaklar. Çatlayacaklar. Tam anlamıyla çatlaya
caklar. Bana sadece nereye ve ne zaman gelmem gerektiğini söyleyin.”
“Miranda’nın şu an burada olmadığını ve bu görüşmede bulunmaya
cağını anladınız değil mi?”
“Evet kesinlikle.”
“Ve aynca, işin, Miranda’mn iki kızına dadılık etmek olduğunu da
değil mi? Yani, Runway’y\e herhangi bir ilgisi yok işin?”
Bu acı gerçeğe göğüs germeye çalışırmış gibi içini çekti. “Evet tabi.
Bir dadı, anladım.”
Ama aslında anlamamıştı, çünkü karşı karşıya geldiğimizde de (uzun
boylu, özenli, iyi giyimli ve bayağı heyecanlıydı) işin hangi kısımlarını
ofiste yapması gerektiğini sormaya devam ediyordu.
Ona uyarıcı bir bakış fırlattım ama pek aldırmışa benzemiyordu.
“Hım, hiçbir kısmını,” dedim. “Hatırlarsan bunu konuşmuştuk. Ben Miran
da için ön görüşmeleri yapıyorum ve onu burada yapıyoruz. Ama hepsi bu.
Onun ikizleri burada yaşamıyor, tahmin edersin.”
“Doğru doğru,” diye hak verdi bana ama ben onu silmiştim bile.
Resepsiyon bölümünde beklemekte olan diğer üç aday da bundan çok
iyi değillerdi. Fiziksel olarak Miranda’nın beklentilerini karşılayacak du
rumdaydılar, acente bu konuda onun ne isteyeceğini gayet iyi biliyordu,
ama hiçbiri bir çocuk bakıcısında bulunması gereken özelliklere sahip de
ğildi. Bu konudaki standardımı kendi, doğacak yeğenimi göz önünde bu
lundurarak oluşturmuştum. Bir tanesi ComeU’da çocuk gelişimi üzerine
i 262
Şeytan Marka Giyer
master yapmıştı ama bunun, yapmış olduğu diğer işlerden biraz farklı ola
bileceğini incelikle anlatmaya çalıştığımda boş bakmıştı. Başka biri bir sü
re NBA’in ünlü basketçilerinden biriyle çıkmıştı ve bu da ona “ünlüleri an
ladığı” hissi vermişti ama hiç ünlü birinin çocuklarıyla uğraşıp uğraşmadı
ğını sorduğumda içgüdüsel olarak burun kıvırmış ve bana, “Ünlü insanların
çocuklarının da ötekilerden faiklı olamayacağı,” bilgisini lütfetmişti. Onu
da sildim. Üçüncü ve ümit verici olan Manhattan’da büyümüştü ve Midd-
lebury’den henüz mezun olmuştu. Paris’e gidebilmek için para biriktirmek
üzere bir yıl dadılık yapmak istiyordu. Bunun Fransızca bildiği anlamına
gelip gelmediğini sorduğumda da başını sallamıştı. Tek sorun onun bir kent
kızı olmasıydı, bu yüzden ehliyete ihtiyacı olmamıştı, dolayısıyla da ehli
yeti yoktu. Peki öğrenmek istiyor muydu? Hayır diye cevap verdi. Başka
şoförlerin yaratacağı gerilime hiç de ihtiyacı yoktu. Böylece üçüncü de si
linmişti. Günün geri kalan kısmını, Miranda’ya, cazip, atletik, ünlülerle
sorunu olmayacak, Manhattan’da yaşayan, ehliyeti olan, yüzme bilen, ileri
derece Fransızcası olan ve çalışma saatleri konusunda kesinlikle ve tama
men esnek olacak bir kızın, çocuk bakıcılığından daha iyi işlerde çalışma
şansı olduğunu anlatabilmenin uygun yollarını düşünerek geçirdim.
Herhalde aklımdan geçenleri okumuştu ki, telefon çaldı. Kafamdan
bir iki hesap yapıp, Miranda’nm tam o an de Gaulle Havaalanı’na inmiş
olması gerektiğini buldum ve Emily’nin büyük acılarla hazırlamış olduğu,
yapacağı her şeyi saniyesi saniyesine gösteren seyahat planına hızla bir
göz attım, şu anda Ritz’e giden arabada olmalıydı.
“Miranda Pri...”
“Emily!” diye üstüne basa basa söylemişti. Düzeltmenin pek sırası
değil diye düşündüm. “Emily! Şoför bana her zamanki telefonumu verme
di ve o yüzden kimsenin telefon numarası yok elimde. Bu olacak iş değil.
Böyle bir şey kabul edilemez. Telefon numaralan olmadan işimi nasıl yü
rütebilirim? Beni derhal Bay Lagerfeld’e bağla.”
263
Lauren Weisberger
264
Şeytan Marka Giyer
265
Lauren Weisberger
de ilk kez tahtaya kaldırılmış bir birinci sınıf öğrencisi gibi bir şeyler ge
velemeyi başarabildim.
“Eee, şey, Miranda, onu bulabileceğimiz bütün numaralan aradık ve
hiçbirinde bulunmuyor.”
‘Tabi ki bulunmaz!” Artık neredeyse haykırıyordu, önceki soğuk
kanlı tutumu bir çöküntüye doğru gidiyordu. Derin, abartılı bir nefes aldı
ve sakince, “Ahn-dre-ah. Bay Lagerfeld’in bu hafta Paris’te olduğundan
haberin var mı?” Yabancı dil kursunda İngilizce öğreniyormuşum gibi his
setmiştim kendimi.
“Elbette Miranda. Emily bütün...”
“Ve Bay Lagerfeld’in Paris’teyken cep telefonundan bulunabileceği
ni söylediğinden de haberin var mı? Gırtlağındaki her kası sesinin sakin ve
soğukkanlı çıkması için zorluyormuş gibiydi.
“Hayır, bizim listemizde cep telefonu numarası yok, Bay Lager
feld’in cep telefonu olduğunu da bilmiyorduk hatta. Ancak Emily şu anda
onun asistanıyla konuşuyor, eminim şimdi alıyordur o numarayı.” O arada
Emily Fransızca İngilizce karışık teşekkürler etmekteydi karşısındakine ve
bana başparmağı ile başarı işareti yapmıştı.
“Miranda şu anda numarayı aldık. Hemen şimdi bağlamamı ister mi
sin?” Güven ve gururla göğsüm kabarmıştı. Bir iş başarılmıştı! Ağır stres
koşullan altında üstün bir performans gösterilmişti. O arada terden, iki mo
da asistanı tarafından iltifat görmüş (bir de değil, tam iki tane), gerçekten
hoş yeni köylü bluzumun koltukaltlan ıslanmıştı ama ne gam. Kim aldınr-
dı şimdi buna? Başımda hezeyan fırtınaları koparan, uluslararası, çılgın de
liden de kurtulmama ramak kalmıştı, heyecandan yerimde duramıyordum.
“Ahn-dre-ah?” Soru sorar gibi söylemişti ama ben sadece bu isim ka-
nşıklığı meselesinin nedenlerini bulmaya odaklanmıştım o an. İlk öncele
ri bunu bizi biraz daha aşağılamak ve küçültmek için büyük bir mutluluk
la yaptığını düşünüyordum ama sonradan, aslında bizi başka yöntemlerle
yeterince aşağılayıp küçülttüğünü, dolayısıyla da muhtemelen, iki asista-
266
Şeytan Marka Giyer
267
Lauren Weisberger
268
Şeytan Marka Giyer
ra olmadığını, bir insanın (teorik olarak) yağmur altında mutsuz bir şekil
de binlerce kilometre ötedeki asistanından yardım istediğini düşündüm.
Bu benim hatam değildi. Benim hatam değildi. Benim hatam değildi.
“Ahn-dre-ah! Ayakkabılarım mahvoldu. Beni işitiyor musun? Lütfe
dip dinliyor musun? Bana derhal o şoförü bul!”
Duruma hiç de uymayacak iki ayrı duygunun etkisi altındaydım, bo
ğazımın düğümlendiğini hissediyordum, boynumdaki adaleler zorlanıyordu
ama ağlayacak mıyım, gülecek miyim bilemiyordum henüz. îkisi de pek iyi
olmazdı doğrusu. Sanırım Emily de benim kadar dolmuştu, oturduğu yer
den fırlayıp bana kendisindeki programı uzatmıştı hemen. Hatta şoförün
numaralarının üstünü bile taramıştı fosforlu kalemle. Üç numara vardı.
Adamın cep numarası, araç telefonu ve evi. Doğal olarak.
“Miranda şoförü arayabilmek için seni bir saniye beklemeye almak
zorundayım. Alabilir miyim?” Cevabını beklemeden bekletmeye aldım,
bunun onu daha da delirteceğini biliyordum. Yine Paris’i aradım. îyi ha
ber şoförün ilk aradığım numaradan çıkmış olmasıydı. Kötü haber ise İn
gilizce bilmiyor olması. Daha önce hiç kendime zarar verme eğilimi gös
termiş olmamama rağmen, kafamı masama vurmaktan kendimi alamadım.
Bunu üç kez yapınca Emily hattı kendi telefonundan aldı. Bağırarak ko
nuşmasının nedeni, şoförün onun bozuk Fransızcasını böylelikle daha iyi
anlayacağı umudu değildi, sadece durumun acilliğini ve önemini vurgula
maya çalışıyordu. Yeni şoförlerle çalışmak daima sorun olurdu, çünkü on
lar Miranda’nın 45 saniye ya da bir dakika bekletilmesinin sorun olmaya
cağı gibi aptalca bir düşünceye sahip olurlardı. Emily’nin ve benim ilk
yapmamız gereken şey onları bu inançtan vazgeçirmekti.
Emily şoförü iki veya üç dakika önce, Miranda’yı bırakmış olduğu
yere geri dönmeye ikna etmeyi başaralı birkaç dakika olmuştu ve ikimiz
de kafalarımızı masalarımıza koymuş, öylece duruyorduk. Artık açlık filan
hissetmiyordum böyle sinir bozucu bir süreç yaşadıktan sonra. Runway
miydi bu tokluk duygusunu veren? Yoksa sadece sinirler ve adrenalin ka-
269
Lauren Weisberger
270
Şeytan Marka Giyer
dan kendi burada sizin canınıza okumuyor. Ciddiyim bak, bunun için şük
redin. İkinizin de tamamen aklınız başınızda. Evet. Eh, size iyi günler...”
“DUR BAKALIM SENİ GİDİ HOMO!” diye bağırdı biri tam o es
nada koridordan, son derece yüksek bir sesle ve yüksek bir perdeden.
“DERHAL GERİ DÖNMENİ VE KIZLARA BU SABAHKİ ŞAMATA
ESNASINDA NE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ ANLATMANI EMREDİYO
RUM!” Nigel, James’i kulağından yakalamış, masalarımızın arasına kadar
sürüklemişti.
“Ay, hadi Nigel,” diye inledi James, korkmuş gibi yapıyordu ama Ni-
gel’in ona dokunmasından hoşlanmış olduğu açıkça belliydi. “Bu topu se
viyorsun aslında.”
“BU TOPU SEVİYOR MUYUM? SENİN BU KIRITIK, RÜKÜŞ
HALİNİ SEVİYORUM MU SANIYORSUN? JAMES BUNU ŞİMDİ
HEMEN BURADA YENİDEN DÜŞÜNMEN LAZIM. ANLAŞILDI MI?
HA? HA?”
“Dar bir futbol üniforması giymenin nesi var? Bence seksi duruyor.”
Emily ve ben içimizden James’e hak vererek kafalarımızı salladık.
Belki çok ince bir zevki yansıtmıyordu ama yine de inanılmayacak kadar
havalı görünüyordu. Üstelik de bu moda eleştirisini yapan adamın kendisi
de o anda zebra çizgili, kısa bir kot pantolon ve sırtında anahtar deliği bi
çiminde koca bir delik olan V yakalı siyah bir kazak giymekteydi. Sırtın
daki delikten adaleleri görünüyordu. Bu manzarayı da, tepede tüylü, sa
man rengi bir şapka ve göze sürülmüş rimel tamamlıyordu (rimeli çok bel
li belirsiz sürmüştü, hakkını teslim etmeliyim).
“BEBEK OĞLAN, MODA DEMEK GÖMLEĞİNDE SEVDİĞİN
SEKS BİÇİMLERİNİN REKLAMINI YAPMAK DEMEK DEĞİLDİR.
TAMAM MI? DEĞİLDİR! BİR PARÇACIK ET GÖSTERMEK İSTER
SEN O SEKSİDİR İŞTE. O SIKI, GENÇ KAVİSLERİNİ GÖSTERMEK
İSTERSEN BİRAZ, O DA SEKSİDİR. GİYİNMEK BÜTÜN DÜNYA-
271
Lauren Weisberger
272
Şeytan Marka Giyer
Miranda ofise dönüşünden iki hafta kadar sonra Emily’ye, model al
bümlerine bakmak isteyeceği tasarımcıların bir listesini vermişti. Her za
manki gibi aceleci ve kuşkucu davrandığı için de (bırakın havalanıp sınır
lan aşmayı, şovlann fotoğraftan daha basılmamıştı bile) bütün Runway
ekibi onlan getirtebilmek ve onun adına bir araya getirebilmek için sefer
ber olmuş, alarma geçmişti. Nigel de elbette el altında hazır bekliyor olma
lıydı, çünkü onunla birlikte sayfalan çevirip, kişisel tarzını oluşturmasına
yardım etmesi gerekiyordu. Çanta ve ayakkabı seçimi için bir aksesuvar
editörü ve belki her şeyin birbirine uygunluğunu (özellikle de siparişin
içinde kürk, gece kıyafeti gibi önemli parçalar olacaksa) denetlemek için
de ikinci bir moda editörü de yine el altında bulunmalıydı. Sonuçta çeşitli
moda evlerinden seçilen farklı farklı eşyalar bir araya toparlandığında da
Miranda’nın özel terzisi Rumvay’ye gelip, her şeyi onun üzerine göre ye
niden ayarlamak için birkaç gün çalışacaktı. Jeffy dolabı tamamen boşal
tacak ve Miranda ile terzisinin oradaki işleri bitmeden kimse herhangi bir
iş yapamayacaktı. Bu düzeltme işleri yapıhrken bir kez dolabın önünden
geçmiş ve Nigel’in, “MİRANDA PRIESTLY! YAYGARA ETMEYİ BİR
SANİYE BIRAK. BU ELBİSE SENİ BİR SÜRTÜK GİBİ GÖSTERİ
YOR! UCUZ BİR OROSPU GİBİ!” diye bağırdığını duymuştum. Hayatı
mı tehlikeye atarak orada durmuş ve kapıya kulağımı dayamıştım. Onun
kendine has tarzıyla Nigel’i azarlayacağını duymayı bekliyordum ama tek
duyabildiğim onaylayan bir mırıltı ve elbiseyi çıkarırken kumaşın çıkardı
ğı hışırtılar olmuştu.
Şimdi yeteri kadar uzun bir süredir orada olduğuma göre, Miran-
da’nın kıyafetlerini ısmarlama onuru benim olacaktı. Saat gibi hiç şaşma
dan yılda dört kez, sanki kendi özel kataloglarıymış gibi model albümleri
ni karıştırıp Alexander McQueen takımlar ve Balenciaga pantolonlar seçi
yordu. Sanki L. L. Bean’den tişört alır gibiydi. San yapışkan not kâğıtla-
nndan bir tane şuradaki Fendi kalem pantolonlann üzerine, başka bir tane
Chanel etek ceket takıma, bir üçüncüsü, üstüne büyük bir HAYIR yapıştı-
273 F : 18
Lauren Weisberger
274
Şeytan Marka Giyer
için tam altı kez daha aradı. Onları kayıtsızca ve herhangi bir olay çıkma
dan bağladım ve saat dokuzda bütün eşyalarımı toplayıp, yeniden telefon
çalmadan çıktım. Yorgun bir şekilde paltomu giymeye çalışırken gözüm
sabah monitörümün camına yapıştırmış olduğum nota takıldı: A.’YI ARA,
15.30, BUGÜN. Beynim sanki kafamın içinde yüzüyor gibiydi, lenslerim
kurumuş, gözümü yakan kırık çömlek parçalarına dönüşmüştü ve o anda
başım zonklamaya başladı. Keskin bir acı değil, merkezi belli olmayan,
ağır, dumanlı bir sızı başlamıştı, hani o ancak ölürseniz veya kafatasınız
patlarsa kurtulacağınızı sandığınız cinsten. Okyanus ötesi bütün o panik,
endişe ve gerginliklerin yarattığı karmaşada, koca günde bir otuz saniyemi
ayırıp Alex’i aramayı unutmuştum o bunu rica ettiği halde. Benden hemen
hemen hiçbir şey istemeyen birinin bu kadar basit bir dileğini yerine getir
memiştim.
Artık karanlık ve sessiz olan ofiste oturdum yeniden ve Miranda ile
gün boyu yapmış olduğumuz konuşmaların yarattığı stresle terleyen elle
rim yüzünden hâlâ hafif nemli olan telefonu kaldırdım. Ev telefonu tele
sekretere geçene kadar çaldı ama cep telefonu birinci çalışta açıldı.
“Selam,” dedi, numaramı gördüğü için benim aradığımı biliyordu.
“Günün nasıldı?”
“Her zamanki gibi. Alex, çok özür dilerim seni üç buçukta aramadı
ğım için. Bunu yapamazdım, çünkü burada işler çığırından çıkmıştı, o sü
rekli aradı ve...”
“Hey boş ver. Önemli değil. Dinle, şu an benim için pek uygun bir
zaman değil. Seni yarın arasam olur mu?” Zihni dağınık gibiydi, sesi san
ki dünyanın öbür ucunda, deniz kenanndaki bir köyden arıyormuş gibi
uzaktan geliyordu.
“Eee, tabi. Ama her şey yolunda mı? Kısaca ne hakkında konuşmak
istediğini söyleyemez misin? Gerçekten bir sorun var mı yok mu, diye me
rak ediyorum.”
275
Lauren VVeisberger
Bir an ses çıkarmadı, sonra, “Evet, aslında pek de o kadar merak et
miş gibi görünmüyorsun. Senden bir kez, benim için uygun olan bir saat
te beni aramanı istedim -patronunun ülkede bile olmadığı bir günde üste
lik- ve sen bunu araman gereken saatten ancak altı saat sonra başarabildin.
Pek de samimi ilgi gösteren birinden beklenecek bir davranış değil, biliyor
musun?” Bütün bunları alaycı ya da onaylamaz bir tavırla değil, sadece ba
sit bir gerçeğin altını çizmek için söylemişti.
Telefonun kordonunu neredeyse kan dolaşımımı engelleyene kadar
parmağıma dolamıştım, eklem yeri şişmiş, rengi beyaz olmuştu. O anda
ağzımda da kanın metalik duygusu veren tadını hissettim, ısırmaktan alt
dudağımın içini kanatmıştım.
“Alex, aramayı unuttuğumdan değil,” diye yalan söyledim alenen,
kendimi onun suçlama gibi olmayan suçlamasından kurtarabilmek için.
“Tek bir saniye bile serbest kalamadım ve ciddi bir şey gibi göründüğü
için de hemen kapamak zorunda kalacağımı bildiğim bir sırada aramak is
temedim. Yani, bugün öğleden sonra beni neredeyse yirmi beş kez aradı
ve her biri de kesinlikle acildi. Emily beşte çıktı ve beni telefonlarla baş
başa bıraktı ve Miranda durmak bilmedi. Sürekli aradı aradı aradı ve ne za
man seni aramak için elimi telefona atsam, öteki hattan karşıma o çıktı.
Kusturdu yani, anlıyor musun?”
Bir nefeste sıraladığım mazeretler bana bile dokunaklı gelmişti ama
kendimi durduramıyordum. Aslında o unuttuğumu ve bunu da o yüzden
yaptığımı biliyordu. Aldırmadığım ya da ilgilenmediğimden değil, işte ol
duğum süre boyunca Miranda ile ilgili olmayan tüm konular zihnimden si
liniyordu. Hâlâ anlayamadığım ve açıklayamadığım (bırakın başkasının
anlamasını beklemeyi) bir biçimde dış dünya yok olup eriyor ve her şey si
lindikten sonra geriye bir tek Runway kalıyordu. Hayatımda küçümsedi
ğim tek şeyin de o olduğu düşünülürse, bu fenomeni açıklamak iyice güç
leşiyordu.
276
Şeytan Marka Giyer
“Dinle, Jo ey ’ye dönmem lazım. Burada iki arkadaşı var ve evi başı
mıza yıkmak üzereler şu anda.”
“Joey? Bu Larchmont’ta olduğun anlamına mı geliyor? Genellikle
çarşambaları gitmezdin ona bakmaya. Her şey yolunda mı?” Koca altı sa
at boyunca onu bir kenara koymuş olduğum gerçeğinden onu uzaklaştıra
bilmek için çare arıyordum ve bu da en iyi yolmuş gibi görünüyordu. Ba
na annesinin aniden işe gitmek zorunda kaldığını veya geçen gece esas ço
cuk bakıcısı gelmediği için gidemediği toplantı yüzünden Joey’in öğret
menini görmeye gittiğini anlatacaktı. Asla şikâyet etmeyecekti tabi ki (bu
onun tarzı değildi) ama en azından neler olduğunu söyleyecekti.
“Evet evet, her şey yolunda. Annemin bu gece ani bir müşteri toplan
tısı çıkmış. Andy sahiden şu an konuşamam. Sana bazı güzel haberler ver
mek için aramıştım ama sen beni aramadın,” dedi sade bir biçimde.
Hafifçe çözülmeye başlayan telefon kordonunu işaret ve orta par
maklarına öyle bir doladım ki zonklamaya başladılar. “Özür dilerim,” de
meyi becerebildim ancak, çünkü aramamakla duyarsızlık ettiğim konusun
da onun haklı olduğunu bilmeme rağmen büyük bir savunma yapamaya
cak kadar tükenmiş durumdaydım. “Alex lütfen. Lütfen bana iyi bir şeyi
söylemeyerek beni cezalandırma. Biliyor musun ne kadar uzun bir süredir
kimseden iyi bir haber duymadım? Lütfen. Bana en azından bunu ver.”
Mantıklı yaklaşımıma bir cevap vereceğini biliyordum ve verdi.
“Bak o kadar da heyecan verici değil. Sadece gittim ve ilk mezunlar
günümüze birlikte gitmek için gerekli düzenlemeleri yaptım.”
“Yaptın mı? Sahi mi? Gidiyor muyuz?” Bu konuyu daha önce birkaç
kez, fazla önemsemez göründüğümü umarak dile getirmiştim ama Alex’in
yapısı, birlikte gitmemizi önceden garantiye alacak sözler vermeye pek
uygun değildi. Aslında henüz gerçekten erkendi bir şeyleri planlamak için
ama Providence’teki oteller genellikle aylar öncesinden dolmuş olurdu.
277
Lauren Weisberger
Bir iki hafta kadar önce kalacak bir yer bulmak gerektiğini düşünmüştüm.
Ama nasıl olmuşsa olmuş ve Alex, benim, onunla birlikte gitmeyi nasıl de
lice istediğimi anlamış ve her şeyi halletmişti.
“Evet, tamamdır. Bir araba kiraladım (aslında bir Jeep) ve Biltmore
Oteli’nde bir oda ayırttım.”
“Biltmore ha? Şaka yapıyorsun? Orada oda mı ayırttın? Bu şahane
bir şey.”
“Evet, şey, her zaman orada kalmak istediğinden bahsederdin eh ben
de denememiz gerektiğini düşündüm işte. Hatta pazar sabahı için Al For-
no’da on kişi için kahvaltı rezervasyonu bile yaptım, böylece ikimizin ar
kadaştan da gelebilir ve hep birlikte olabiliriz.”
“İnanmıyorum. Bunlann hepsini yaptın ha?”
“Elbette. Gerçekten bunalmış olduğunu düşünüyorum. Zaten bu yüz
den sana söylemek istiyordum bir an önce. Ama belli ki sen beni arayama-
yacak kadar meşgulmüşsün.”
“Alex sevinçten uçuyorum. Sana ne kadar heyecanlandığımı anlat
mama imkân yok ve hâlâ senin her şeyi şimdiden halletmiş olduğuna ina
namıyorum. Tekrar özür dilerim öncesi için ama ekime kadar da bekleye
mezdim. Şahane vakit geçireceğiz, çok teşekkür ederim.”
Birkaç dakika daha konuştuk. Kapattığımda artık o kadar kızgın gö
rünmüyordu ama benim kıpırdayacak halim kalmamıştı. Onun kalbini ka
zanmak için harcadığım çaba, sadece onu ikna edebilmek için değil, onu
önemsemezlik etmediğimi anlatacak doğru kelimeleri bulabilmek ve onu
gerçekten müteşekkir ve hevesli olduğuma inandırabilmek, geri kalan son
eneıjimi de alıp götürmüştü. Ne arabaya binişimi, ne yolda gidişimizi, ne
de bizim apartmanın girişinde John Fisher... Galliano’ya selam verişimi
hatırlıyorum. İliklerime sızan yorgunlukla eve girdiğimde Lily’nin kapısı
nın kapalı olduğunu ve altından da ışık sızmadığını görmenin bir rahatla
278
Şeytan Marka Giyer
279
Lauren Weisberger
“Onu işe al,” diye buyurmuştu Miranda, Annabelle ile tanıştıktan son
ra. Annabelle görüştüğüm kızların on ikincisiydi ve o on iki kız içinden de,
Miranda ile görüşebilir diye seçebildiğim iki taneden biriydi. Annabelle’in
ana dili Fransızcaydı (hatta İngilizcesi o kadar azdı ki, ben ancak ikizlerin
tercümesiyle anlayabilmiştim söylediklerini) Sorbonne mezunuydu ve
kahverengi, muhteşem saçlarla son bulan, uzun, güçlü bir bedene sahipti.
İşe giderken hançer topuklu ayakkabılar giymekten korkmadığı gibi, Mi-
randa’nın kaba davranışlarına da pek aldınyormuş gibi görünmüyordu. As
lında, kendisi de bir hayli soğuk ve kaba gibiydi ve asla göz teması kurmu
yordu. Her zaman biraz sıkkın, biraz ilgisiz ve oldukça özgüvenli bir hali
vardı. Miranda, onu isteyince havalara uçmuştum, çünkü hem çeşitli aday
280
Şeytan Marka Giyer
281
Lauren Weisberger
aylardır bu sitede Miranda ile yapacağı Avrupa gezisine uygun kıyafet bul
mak için uğraşıyordu.
“Kırk bin NE?”
“Elbisesi. Chanel’den gelen kırmızı elbise. Onu modaevinden alırsan
değeri kırk bin dolar. Elbette Miranda bu kadar ödemiyor ama bedavaya
da almıyor. Delice bir şey değil mi?”
“Kırk bin DOLAR ha?” diye yeniden solmuştum, birkaç saat önce tek
başına klik bin dolar eden bir eşyayı ellerimde tutmuş olduğuma inanamı-
yordum hâlâ. Kıık bin doların ne demek olduğunu kavrayabilmek için bir
kaç hesap yapmaktan kendimi alamadım. İki yıllık üniversite masraflarının
tamamı veya yeni bir evin ön ödemesi ya da dört kişilik ortalama bir Ame
rikan ailesinin yıllık geliri. En azından bir sürü Prada çanta. Ama tek bir el
bise? Bu noktada her şeyi kavradığımı sanmıştım ama elbise, özel olarak
couture çalışan kuru temizlemeciden, üzerine kaligrafik yazıyla Bayan Mi
randa Priestly yazılmış bir zarfla birlikte geri geldiğinde daha öğrenmem
gereken şeyler olduğunu anladım. Zarfta, krem rengi özel bir kâğıttan ya
pılmış bir kart vardı ve şunlar yazılıydı:
282
Şeytan Marka Giyer
tinizde onu giymekten zevk alırsınız. Arzu edildiği gibi, parti sonrası
temizliği için 24 Mayıs Pazartesi günü onu geri alacağız. Sizin için
yapabileceğimiz başka bir hizmet varsa lütfen bildirin. En iyi dilek
lerimle, Colette.
283
Lauren Weisberger
284
Şeytan Marka Giyer
285
Lauren Weisberger
286
Şeytan Marka Giyer
çırpıyordu tıpkı hayatında ilk kez sirke gitmiş küçük bir kız gibi. Her ne
kadar Lily’nin bir adamdan gerçekten hoşlandığına inanmak imkânsız gi
bi görünse de, bu apaçık mutluluğunun da başka bir izahı yok gibiydi. İna
nılması daha da imkânsız olan ise onunla henüz yatmamış olmasıydı.
(Tam iki buçuk haftadır sürekli görüşüyorlardı ve hiçbir şey olmamıştı!
Onunla gurur duymuyor muydum?) Neden onu bizim evde hiç görmediği
mi sorduğumda, gururla gülümsemiş ve, “Henüz eve davet edilmedi,” de
mişti. “Yavaş yavaş ilerleyelim istiyoruz.” Restorandan yeni çıkmış, kapı
nın önünde hâlâ onun adam hakkında anlattığı şeylere gülerken birdenbire
karşımda Christian Collinsworth’ü buldum.
“Andrea. Sevgli Andrea. Benihana hayranlarından olduğunu keşfet
menin beni çok şaşırttığını itiraf etmeliyim... Miranda ne düşünür acaba bu
hususta?” diye dalga geçti kolunu yavaşça omzuma dolarken.
“Ben, şey, ee...” Aniden bir kekeme olup çıkıveımiştim. Çeşitli düşün
celer kafamın içinde oradan oraya zıplayıp, kulaklarım arasında top gibi gi
dip gelirken, doğru kelimeleri bulup konuşmayı sürdüıemiyordum. Beniha
na’da yemek yemek. Christian bunu öğrendi. Miranda Benihana’da! Bu de
ri havacı montuyla ne kadar da çarpıcı görünüyor! Üstüme sinen Beniha
na kokusunu bile alıyor olmalı! Sakın onu yanağından öpme! Eee, şey, ya
ni öyle değil, yani...
“Biz de tam buradan sonra nereye gideceğimizi konuşuyorduk,” diye
Lily kesin bir tavırla lafa kanştı ve Christian’a elini uzattı, o arada Chris-
tian’ın yalnız olduğu kafama dank etmişti. “O kadar dalmışız ki caddenin
ortasında durduğumuzu bile fark edemedik! Hah hah! Bunu nasıl yaptık
Andy? Benim adım Lily, bu arada.” Christian da elini uzatmıştı tokalaş
mak için ve hemen sonra da, tıpkı o gece partide sık sık yapmış olduğu gi
bi, eliyle gözüne düşen bir bukleyi geri itmişti. Bir kez daha, onun bu tek,
hayran olunası bukleyi güzelim yüzünden çekişini saatlerce, günlerce bü
yütenmişçesine seyredebileceğim gibi acayip bir hisse kapılmıştım.
287
Lauren Weisberger
288
Şeytan Marka Giyer
289 F : 19
Lauren Weisberger
290
Şeytan Marka Giyer
291
Lauren Weisberger
kılanıyor gibiydi sesi. Belki başka bir yerde veya başka bir zamanda ya da
başka biriyle olsa, yaklaştığımda bana sıcak bir tebessümle baktığını ya da
bir şövalye gibi hemen ayağa fırladığını ve bana kendi yerini ikram ettiği
ni filan faik edebilirdim ama o an tek odaklandığım şey o İngiliz aksanıy-
dı. Onun bir erkek olması, iri siyah bir adam olması, Miranda’yı hatırlata
cak en küçük bir özelliği olmaması hiç önemli değildi. O aksam, benim
adımı tıpkı onun gibi söyleyişini duymamla birlikte kelimenin tam anla
mıyla kalp atışlarım hızlanmıştı yine.
“William kusura bakma lütfen, kişisel bir şey değil. Küçük bir soru
num var ve Lily ile yalnız konuşmam gerekiyor. Onu geri getireceğim.”
Bunu der demez onun koluna daha sıkı yapıştım ve çektim. Yeterdi bu pis
lik, arkadaşıma ihtiyacım vardı.
Tekrar Christian’ın beni oturtmuş olduğu kanepeye dönüp, onun da
hâlâ barda barmenin dikkatini çekmeye çalışmakla uğraştığım görünce
(barda sapık olmayan bir adam, bütün gece orada bekleyebilirdi bu haliy
le) derin bir nefes aldım.
“Christian beni öptü.”
“E ne olmuş? İyi öpemedi mi? Ah, sorun bu değil, değil mi? Kötü öp
mek kadar...”
“Lily! İyi ya da kötü, ne fark eder?”
Kaşları inanmazlıkla havaya kalktı, tam konuşmak için ağzını aça
cakken, ben devam ettim.
“Önemli olan bu değil, ama boynumu öptü. Sorun bunu nasıl yaptığı
değil, sorun bunun daha ilk anda olmuş olması. Alex ne olacak? Ben habi-
re başka adamlarla öpüşmüyorum biliyorsun.”
“Hatta hiç yapmıyorsun bunu,” diye söylendi nefesini verirken.
“Andy, saçmalıyorsun. Alex’i seviyorsun o da seni seviyor ama başka bir
adamla da kırk yılda bir canın isteyip öpüşmende de hiçbir sorun yok. Sen
yirmi üç yaşındasın, Tann aşkına. Biraz gevşet kendini.”
292
Şeytan Marka Giyer
293
Lauren VVeisberger
294
Şeytan Marka Giyer
“Elbette. Senin gözü yükseklerde olan bir yazar olduğunu söyledi ba
na, tıpkı buradaki ortak dostumuz gibi.” Gülümsedi.
Aslında Christian’ın ona benden gerçekten de söz etmiş olduğunu
duyunca şaşırmıştım, hele yazarlık konusunda o kadar az şey konuşmuş
tuk ki onunla.
“Evet, ee, yazmayı seviyorum ve umuyorum ki bir gün...”
“Eh, eğer bana yolladığı bazı diğer kişilerin yansı kadar iyiysen bile,
senin yazdıklannı okumayı da sabırsızlıkla bekleyeceğim demektir.” îç
ceplerinden birine el attı ve deri bir kartvizitlikten bir kart çıkanp bana
uzattı. “Henüz hazır olmadığını biliyorum ama yazdıklannı birine göster
me zamanın geldiğinde umarım beni hatırlarsın.”
Ağzımın kocaman açılıp kalmaması ve dizlerim bükülmeden dimdik
ayakta kalabilmek için gerçekten büyük çaba harcamak zorunda kaldım.
“Umanm beni hatırlarsın” ha? Christian Collinsworth’ü, gerçekten üstün
bir zekâya ve yeteneğe sahip birini temsil eden adam, bana onu unutma
mamı söylüyordu. Çılgınlıktı bu.
“Çok teşekkür ederim,” deyip kartı çantamın bir gözüne yerleştirdim.
Fırsatını bulur bulmaz oradan çıkarıp her milimetre karesini en ince ayrın
tısına dek inceleyeceğimi biliyordum. İkisi de bana gülümsüyorlardı ve
ancak bir dakika kadar sonra artık gitmem gerektiğini kavrayabildim. “Eh,
Bay Brooks, şey, Gabriel, seninle tanışmak da gerçekten harikaydı. Artık
eve gitmem gerekiyor ama umanm yakında yollarımız kesişir.”
“O zevk bana ait Andrea. Böyle müthiş bir iş bulduğun için de teb
rikler aynca. Üniversiteden mezun olur olmaz Runvvay’de çalışmak! Çok
etkileyici.”
“Seninle yürüyeyim dışan,” dedi Christian, yine dirseğimden hafifçe
tuttu ve Gabriel’e geri döneceğine dair bir işaret yaptı.
Önce bara uğradık ve Lily’ye eve gittiğimi söyleme fırsatı buldum ve
o da hiç de gerekmediği halde (William’la burun burunaydılar) benimle gel
295
Lauren Weisberger
296
Şeytan Marka Giyer
Günümün nasıl geçtiğini soruyor ve bütün gece evde ders planlarını hazır
lamakla meşgul olacağını söylüyordu. Ona bir sürpriz yapmayalı çok za
man olmuştu. Biraz çaba harcamanın ve yaratıcı olmanın tam sırasıydı.
Şoför beklemeye razı olunca, koşarak yukarı çıktım, hemen bir duş yap
tım, birkaç dakika saçımla uğraştım güzel görünsün, diye ve ertesi gün için
gerekecek şeyleri de bir çantaya doldurdum. Gecenin saat on birinde tra
fik sakin olduğu için Alex’in Brooklyn’deki evine varmamız on beş daki
kadan bile az sürmüştü. Kapıyı açıp karşısında beni görünce samimi ola
rak sevinmişti. Böyle geç bir vakitte, bir iş gününün üstüne onca yolu te
pip ta oralara kadar gelmeme inanamadığım ve bunun başına gelecek en
güzel şey olduğunu defalarca tekrarladı. Başımı göğsünün en sevdiğim ye
rine dayamış, kalbinin atışlarını dinler ve bir yandan da o benim saçlarım
la oynarken Conan’ı izledik ve Christian’ı hiç düşünmedim bile.
297
Lauren Weisberger
“Yazı işleri,” diye başka bir cadaloz açtı bu kez. Acaba Miranda’nın
telefonuna cevap verirken benim sesim de böyle mi çıkıyor diye merak et
tim, eğer çıkmıyorsa da çıksın diye uğraşmaya karar verdim. Bir insanın
sesinizi duymaktan bu kadar açıkça, inkâr edilemez bir biçimde acı çekip
mutsuz olması çabucak telefonu kapama arzusu veriyordu.
“Selam, çok kısa bir sonım olacak.” Telefonu suratıma kapatmasın
dan korktuğum için telaşla konuşuyordum. “Acaba dünkü sayınızda bir
Asya restoranı ile ilgili bir eleştiri yayınlandı mı?”
Sanki ondan bir dudağını bilime bağışlamasını istemişim gibi içini çek
ti ve sonra bir daha çekti. “Netten bakmış mıydınız?” Yine bir iç çekme.
“Evet evet, tabi, ama...”
“Çünkü oradaysa oradadır. Ben herhalde gazetede yayınlanan her ke
limeyi ezbere bilecek değilim, değil mi?”
Derin bir nefes aldım ve soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. “Sev
gili danışma memurunuz arşiv bölümünde çalışıyorsunuz diye beni size
bağladı. O yüzden de sanki sizin işiniz bunu bilmekmiş gibi geliyor bana.”
“Bakın, eğer sabahtan akşama kadar beni her arayana gazetenin her
sütunundaki her kelime ile ilgili bilgi versem başka bir şey yapamazdım
zaten vakit bulup. Gerçekten de netten bakmanız gerekiyor.” İki kez daha
içini çekti ve onun için endişe etmeye başladım.
“Hayır hayır lütfen bir dakika dinleyin,” diye başladım tekrar, bu kez
başka bir yol deneyecektim benimkinden çok daha iyi bir işi olan bu tem
bel kızı ikna etmek için. “Ben Miranda Priestly’in ofisinden arıyorum ve
şöyle bir şey oldu...”
“Pardon, Miranda Priestly’in ofisinden mi arıyorum dediniz?” diye
sordu, kulaklarının dikilmiş olduğunu hissedebiliyordum. “Rumvay dergi
sindeki Miranda Priestly mi?”
“Evet, zaten başka da yok. Neden? Duymuş muydunuz onu?”
298
Şeytan Marka Giyer
Anında tepeden bakan bir yazı işleri asistanından coşkulu bir moda ■
kölesine dönüşüvermişti. “Duymak mı? Tabi ki! Miranda Priestly’yi duyma
yan kimse var mıdır? O, moda dünyasımn en üstün kadını. Ne öğrenmek
istiyor demiştiniz?”
“Bir eleştiri. Dünkü gazetede. Asya restoranı. Nette göremedim ama
doğru bakıp bakamadığımdan emin değilim.” Bu biraz yalandı. Netten bak
mıştım ve geçen haftanın New York 77/nes’lannın hiçbirinde o tür bir eleşti
ri olmadığından emindim ama bunu ona söylemiyordum. Belki şizofrenik
yazı işleri kızı bir mucize yaratabilirdi.
Daha önce the Times’ı, the Post’u ve the Daily News’u aramıştım ama
bir şey bulamamıştım. Onun özel üyelik kartını kullanarak Wall Street Jo
urnal’m ücretli özel arşivine de gimıiştim ve aslında Village’deki yeni bir
Tai restoranının ilanını bulmuştum ama ortalama yemek fiyatının sadece
yedi dolar olduğunu ve kentarama.com sitesinde bu restoranın yanma sa
dece tek bir dolar işareti konmuş olduğunu görünce aradığımın o olmadı
ğını hemen anlamıştım.
‘Tamam, siz bir saniye bekleyin. Sizin için gidip bir bakacağım.” Bir
denbire Küçük Bayan Ben Gazetedeki Her Kelimeyi Hatırlayamam büyük
bir hevesle klavyesinin tuşlarını takırdatmaya başlayıp, ikimizi de heyeca
na boğmuştu.
Dün gecenin yarattığı çöküntü yüzünden başım ağrıyordu. Alex’e
sürpriz yapmak ve onunla birlikte gevşemek çok hoş olmuştu ama aylardan
beri ilk kez uykum kaçmıştı. Suçluluk duygularıyla kıvranıp durmuştum,
sürekli Christian’ın boynumu öpüşü gözümün önüne gelmişti. Sonra bir tak
siye atlayıp Alex’e gelişim ama ona hiçbir şey söylemeyişim. Bütün bunla
rı zihnimden kovmaya çalışmıştım ama ben kovdukça eskisinden de daha
yoğun biçimde geri geliyorlardı. Sonunda uykuya dalmayı başardığımda
rüyamda Alex’in Miranda tarafından çocuk bakıcısı olarak işe alındığını ve
299
Lauren Weisberger
aileyle birlikte yaşamak için onların evine taşındığını (ki aslında dadı ora
da yaşamıyordu) görmüştüm. Rüyamda, ne zaman Alex’i görmek istesem
Miranda ile aynı arabayı paylaşarak onların evine gitmem ve onu orada zi
yaret etmem gerekmişti. Beni orada da Emily diye çağırmaya devam etmiş
ve her ne kadar oraya erkek arkadaşımı görmeye geldiğimi söylesem de bit
mek bilmeyen çeşitli işler için sürekli beni dışan yollamıştı. Sonunda Alex
de Miranda’nın büyüsü altına girmişti ve benim neden onun şeytani biri ol
duğuna inandığımı anlayamıyordu, daha da kötüsü Miranda da o arada
Christian’la çıkmaya başlamıştı. Sonunda çok şükür uyandığımda, hâlâ son
görüntülerin etkisi altındaydım. Miranda, Christian ve Alex Frette sabahlık
larıyla bir masanın etrafına oturmuşlar, hep beraber Times’ı okuyup gülüşü
yorlardı ve ben de onlara kahvaltı servisi yapıyor, sonra da ortalığı toplayıp
temizliyordum. Dün geceki uykum ancak sabahın dördünde D Caddesi’nde
yapılacak bir yürüyüş kadar dinlendiriciydi ve bu restoran hikâyesi de ko
lay bir cuma günü geçirme umutlarımı tüketiyordu.
“Hmm, hayır, gerçekten de son zamanlarda Asya restoranları ile ilgi
li bir şey yayınlamamışız. Bu arada yeni açılmış önemli bir Asya restora
nı var mıydı, diye de hatırlamaya çalışıyorum sizin için yani. Yani Miran-
da’nın gitmek isteyebileceği türden bir yer, biliyorsunuz ya?” Sanki sırf
görüşmeyi uzatabilmek için konuşuyormuş gibiydi.
Aniden samimiyeti artırıp Miranda demeye başlamasını görmezden
geldim ve telefonu kapamaya çalıştım. ‘Tamam, peki, ben de öyle düşün
müştüm zaten. Yine de çok teşekkürler yardımınız için, hoşça kalın.”
“Bir dakika!” diye haykırdı ve neredeyse ahizeyi yerine bırakmak
üzere olmama rağmen, sesindeki telaş tekrar dinlemeye başlamama neden
oldu. “Evet?”
“Ah, şey, eee, sadece yani, hani sizin için yapabileceğim ya da yapa
bileceğimiz bir şey olursa lütfen aramaktan çekinmeyin diyecektim, anlar-
300
Şeytan M arka Giyer
siniz ya? Biz Miranda’yı çok severiz burada ve şey, yani elimizden gelen
yardımı yapmak isteriz ona.”
Sanki, adı belirsiz bir restoranla ilgili, kimin yazdığı ve hangi gaze
te yayınlandığı bilinmeyen bir yazıyı bulmasını değil de, Amerika Birleşik
Devletleri Birinci Hanımı’nın bizzat arayıp, bu Şizofrenik Yazı İşleri Kı-
zı’ndan, Birleşik Devletler Başkam’nm yakında bir dünya savaşı çıkacağı
na dair çok önemli ve acil yazısını yayınlamasını istemiş sanırdınız. İşin en
üzücü tarafı da buna hiç şaşırmamış olmamdı, böyle olacağını tahmin edi
yordum zaten.
‘Tamam, bunu ileteceğim kendisine. Çok teşekkürler.”
Emily hazırladığı bir başka masraf listesinden kafasını kaldırıp, “Ora
da da mı çıkmadı?” diye sordu.
“Yok. Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yok ve anlaşılıyor ki,
kentte hiç kimsenin yok. Okuduğu bütün Manhattan gazetelerinden bilile
riyle konuştum, netten baktım, arşivcilerle görüştüm, yemek üzerine yazı
yazanları ve aşçıları aradım. Hiçbir Tann’nın kulu, bırak son yirmi dört sa
at için sözü geçmiş birini, geçen hafta açılmış olup da onun gitmek isteye
bileceği türden bir Asya restoranı bilmiyor. Herhalde sonunda keçileri ka
çırdı. Bundan sonra nereye bakmalı?” Tekrar sandalyeme çöküp saçlarımı
at kuyruğu yaptım. Daha sabahın dokuzu olmamıştı ve başımın ağrısı boy
numa ve omuzlarıma kadar vurmuştu.
Emily, “Sanırım,” dedi esefle. “Tekrar ona sorup biraz daha açıkla
masını istemekten başka çaren yok.”
“Ah hayır olmaz! Beni keser.”
Emily her zamanki gibi benim dalga geçmeme aldırmadı. “Öğle vak
ti burada olacak. Senin yerinde olsam o zamana kadar ne söyleyeceğimi
düşünürdüm bir güzel, çünkü bu yazıyı bulamamış olmandan pek mutlu
olmayacaktır. Özellikle de dün geceden istemiş olduğunu düşünürsek,” de
301
Lauren Weisberger
302
Şeytan Marka Giyer
303
Lauren VVeisberger
Sevgili Miranda,
Benim adım Anita ve on yedi yaşındayım. Newark’taki Barringer
Lisesi’nde son sınıf öğrencisiyim. Herkes bana şişman olmadığımı
söylediği halde vücudumdan çok utanıyorum. Derginizdeki manken
ler gibi olmak istiyorum. Annem bütün paramı bir moda dergisine ya
tırmamın aptalca olduğunu söylese de, her ay Runway’i/ı posta ile
geleceği günü iple çekiyorum. Ama o benim bir hayalim olduğunu
anlamıyor, ama sen anlarsın dimi? Bu hayalim çok eskiden beri var
ama gerçekleşeceğini sanmıyorum. Neden diye soracaksın. Memele
rim dümdüz ve arkam senin dergindeki mankenlerinkinden daha bü
yük ve bu durum beni çok utandırıyor. Kendime hayatımı böyle geçir
mek isteyip istemediğimi soruyorum ve HAYIR diyorum! Çünkü de
ğişmek istiyorum, daha iyi görünmek ve daha iyi hissetmek istiyorum
304
Şeytan Marka Giyer
305 F : 20
Lauren Weisberger
Mektupta keskin bir koku vardı, bütün ülkede 12 yaşından küçük kız
çocuklarının kullandığı bir kolonyanın, Jean Nate’nin kokuşuydu bu. Ama
göğsümün sıkışmasına, boğazımın yanmasına neden olan şey bu değildi.
Kim bilir kaç tane Anita vardı ülkenin dört bir yanında? Hayatlarında baş
ka pek az şey olan, kendi değerlerini, özgüvenlerini, hatta bütün varlıkla
rını elbiselere ve Runway’de gördükleri şeylere göre ölçen küçük, genç
kızlar kaç taneydi? Daha kim bilir kaç tanesi, bunları her ay bir araya ge
tiren (bu baştan çıkancı fantezinin orkestrasyonunu yapan) o kadını, hay-
ranlıklannın bir saniyesine değmese bile, hiç koşulsuz seviyordu acaba?
Taptıktan kadının yalnız, mutsuz ve çoğu zaman da zalim bir kadın oldu
ğunu, onlann sevgi ve ilgilerinin bir an bile hak etmediğini kaçı bilebilir
di ki?
Kendilerini Shalom veya Stella ya da Carmen’e benzetebilmek;
mektuplannı gördüğünde sadece gözlerini devirecek veya omuz silkip ge
çecek ya da bir saniye bile duraklamadan onlan başından atacak bir kadı
na yaranabilmek, onu etkileyebilmek ve sempatisini kazanabilmek için bü
tün enerjilerini harcayan Anita ve diğer bütün kızlar için ağlamak geliyor
du içimden. Ağlamak yerine Anita’nın mektubunu çekmecemin en üst gö
züne kaldırdım, ona yardım etmek için bir yol bulmaya çalışacaktım. Mek
tup yazan öteki kızlardan daha ümitsiz görünüyordu ve onun açısından çok
önemli olan o özel gün için, etrafımda savrulan bunca şey arasından bir şey
bulmaktan beni alıkoyacak hiçbir şey yoktu.
“Hey, Em aşağı gidip gazete bayisine bir bakacağım, Women's Wear' m
son sayısı henüz gelmedi, bugün niye bu kadar gecikti anlayamadım. Sen
bir şey istiyor musun?”
“Bana da bir diyet kola getirebilir misin?”
“Tabi, iki dakika sonra gelirim,” dedim ve elbise askılıklarını ve ko
ridoru çabucak geçip servis asansörüne gittim. O arada Jessica ile Ja-
306
Şeytan Marka Giyer
307
Lauren Weisberger
308
Şeytan Marka Giyer
309
Lauren Weisberger
ye doksan santimlik bir kutunun içinde, bana adeta bir hafta gibi gelen bir
süre boyunca birlikte kapalı kalmıştık, ama benim varlığımı kabul ettiğini
gösterecek pek bir şey yapmamıştı. Fakat ben asansörden iner inmez geri
döndü.
“Ahn-dre-ah?” dedi. Sesi bütün alanı dolduran yoğun ve gergin ses
sizliği bozmuştu.
“Ahn-dre-ah?”
“Efendim Miranda.”
“Kimin ayakkabılarını giyiyorsun?” Bir elini yumuşakça kalçasına
dayamış, merakla bana bakıyordu. Asansör moda asistanlarını almadan git
mişti o anda, çünkü Miranda’nın kan dökmesini seyretmek ve duymak fır
satını kaçırmak istememişlerdi. Altı çift gözün ayaklanma dikilmiş oldu
ğunu hissedebiliyordum, sadece bir an öncesine kadar son derece rahat
olan ayaklanm, şimdi beş moda asistanı ve bir moda gurusunun yoğun ba
kıştan altında yanmaya ve kaşınmaya başlamışlardı.
Beklenmedik ortak asansör yolculuğumuzun (ilk kez olmuştu) yarat
tığı gerginlik ve endişe bütün bu insanlann ısrarlı bakışlan yüzünde bey
nim boşalmıştı. Miranda kimin ayakkabılannı giydiğimi sorunca, kendi-
minkileri giymediğimi düşündüğünü sanmıştım.
“Şey, benim?” dedim. Sözcükler ağzımdan çıkana dek, sadece saygı
sızca değil aynı zamanda da çirkin olduklannı faik etmemiştim. Şamatacı
lar sülüsü kıs kıs gülmeye başlamıştı ki Miranda’nın gazabı onlara yöneldi.
“Merak ediyorum, acaba neden moda asistanlarımın çoğunun küçük
kızlar gibi dedikodu yapmaktan başka yapacak bir işleri yokmuş gibi gö
rünüyor?” Her birini tek tek işaret ediyordu, çünkü kafasına silah da daya-
salar hiçbirinin adını hatırlaması mümkün değildi.
“Sen!” dedi bıçak gibi keskin bir sesle, muhtemelen Miranda’yı ilk
kez görmüş olan, tay gibi yeni asistan kıza. “Seni bunun için mi işe aldık
310
Şeytan Marka Giyer
yoksa takımların çekimleri için kıyafetleri getirtmen için mi?” Kızın yüzü
asıldı ve özür dilemek için ağzını açtı, ama Miranda namluyu başka yere
çevirmişti bile.
“Ve sen!” O arada yürüyüp Jocelyn’in tam önünde durmuştu, içlerin
de en uzun oydu ve bütün editörlerin en sevdiği asistandı. “Senin işini is
teyen ve modadan senin kadar anlayan bir milyon kız daha olmadığım mı
sanıyorsun?” Bir adım geri çekilip, gözlerini ağır ağır her birinin üzerinde
tepeden tırnağa dolaştırmaya başladı. Her birinin üzerinde kendilerini şiş
man, çirkin ve uygunsuz giyinmiş hissetmelerine yetecek kadar duruyordu
bakışları. Sonra da hepsine masalarına dönmelerini emretti. Başlarım kal
dırmadan şiddetle salladılar ve hızla moda bölümüne doğru giderken, bir
kaç tanesi içten özürlerini mırıldandı. Hepsi gidene kadar baş başa kaldı
ğımızı anlayamamıştım. Evet yine ikimiz yalnız kalmıştık.
“Ahn-dre-ah? Asistanımın bu şekilde, konuşmasını hoş göremem,”
diye buyurdu, koridora açılan kapıya doğru yürürken. Onu takip edip et
memem gerektiği konusunda kararsızdım ve içimden Eduardo veya Sophy
ya da asistanlardan birinin Emily’yi uyarmış olmasım diledim.
“Miranda, ben...”
“Yeter.” Kapıda durdu ve bana baktı. “Kimin ayakkabılarını giyiyor
sun?” diye sordu hoşnutsuz bir sesle yeniden.
Bir an tekrar ayakkabılarıma baktım ve batı yarıkürenin en stil sahi
bi kadımna, Ann Taylor Loft’dan alınmış bir çift ayakkabı giymekte oldu
ğumu söylemenin uygun bir yolu var mı, diye düşündüm. Yüzüne tekrar bir
göz atmam, bunu yapamayacağımı anlamama yetti.
“Onları Ispanya’dan almıştım,” dedim çabucak ve gözlerimi kaçıra
rak. “Barcelona’da, Las Ramblas’ta çok şık bir mağazadan, şu yeni İspan
yol tasarımcının modellerini satıyordu.” Bunu da nereden çıkarmıştım?
Bir elini yumruk yapıp ağzının üzerine koydu ve başını dikti. Arka
sından James’in kapıya doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm, ama Miran
311
Lauren Weisberger
312
Şeytan Marka Giyer
Öğle saati olduğu için kahve alışverişi çabuk bitti ve Alex’i aramak
için on dakikalık bir ek süre kullanmakta sakınca görmedim. O daima saat
yarımda yiyordu yemeğini ve şu an yemekte olmalıydı. Neyse ki cep tele
fonunu açtı ve öteki öğretmenlerden biriyle konuşmak zorunda kalmadım.
“Hey bebeğim, günün nasıl geçiyor?” Aşın neşeliydi ama kendi ken
dime bundan rahatsız olmamam gerektiğini anımsattım.
“Şu ana kadar korkunç, her zamanki gibi. Buraya sahiden bayılıyo
rum. Son beş saatimi yanıldığını kabul etmektense ölmeyi tercih edecek,
kuruntulu bir kadının hayalinde canlandırdığı, olmayan bir makaleyi ara
makla geçirdim. Senden ne haber?”
“Eh, ben harika bir gün geçirdim. Hani sana Shauna’dan bahsetmiş
tim, hatırlıyor musun?” Sanki görecekmiş gibi telefona başımı salladım.
Shauna, onun sınıfındaki küçük kızlardan biriydi ve henüz tek kelime bile
konuşmamıştı. Ne koıkutmak, ne rüşvet teklif etmek, ne de Alex’in onun
la teke tek uğraşması bir işe yaramamıştı. Onu okula ilk kez bir sosyal yar
dım görevlisi getirmişti ve Shauna o güne kadar bir okula adım atmamış
tı. Alex o günden beri bu kıza yardımcı olabilmek için çıldırıyordu.
“Susmayacak gibi görünüyor, biliyor musun? Şarkıyla oldu ne ol
duysa. Bugün sınıfımda gitarla folklorik şarkılar söyleyen bir şarkıcı var
dı; çocuklara bir şeyler çalıp söylüyordu ve Shauna da şarkı söylemeye
başladı. Bir kez buzlar çözülünce durmadan konuşmaya başladı. İngilizce
biliyor. Yaşına uygun kelime bilgisi de var. Yani kesinlikle ve tamamen
normal bir çocuk o!” Onun gözle görülür kıvancı beni de mutlu etmişti ve
birden onu özlediğimi hissettim. Birini sık sık ve muntazam gördüğünüz
halde önemli bir iletişim kuramadığınız zaman hissedeceğiniz türden bir
özlemdi bu. Daha dün gece onunla beraber olmuştum ama her zamanki gi
bi onunla fazla arkadaşlık edemeyecek kadar bitaptım. îkimiz de içimiz
den benim cümlemin bitmesini, benim kölelik yılımın dolmasını, her şey
eski haline dönene kadar sabretmeye çalıştığımızı biliyorduk. Ama yine
313
Lauren Weisberger
de onu özlemiştim. Yine de Christian meselesi ile ilgili en ufak bir suçlu
luk hissetmiyordum.
“Hey tebrikler! Çok iyi bir öğretmen olduğunu gösterecek bir kanıta
ihtiyacın olduğundan değil, bir tanesini kazanmış olduğun için. Havalara
uçuyor olmalısın.”
“Evet, çok heyecanlandım.” Arkadan zilin çaldığını duyabiliyordum.
“Dinle, bu akşamki çıkma teklifin hâlâ geçerli mi, sadece sen ve
ben?”
Henüz başka bir plan yapmamış olduğunu umarak, ama yapmış ol
masını da bekleyerek solmuştum bu soruyu. Sabah kendimi yataktan kazı
yıp yorgun ve bitkin bedenimi duşa sürüklerken arkamdan seslenip bir
film kiralayıp, yiyecek bir şeyler de ısmarlayarak evde baş başa oturmayı
önermişti. Bense, hiç de gerekli olmayan bir alaycılıkla, zamanını boşuna
harcamamasını, benim nasıl olsa geç saatlere kadar eve dönemeyeceğimi
ve gelir gelmez de uyuyakalacağımı, hiç olmazsa içimizden birinin cuma
gecesinin tadını çıkarmasının daha iyi olacağını söylemiştim. Şimdi ona
bunlan Miranda’ya, Runway’ye, kendime kızgın olduğum için söylediği
mi, ona ise asla kızmadığımı anlatmak istiyordum ve en çok istediğim şe
yin, on beş saat boyunca kanepeye kıvrılıp ona sarılarak yatmak olduğunu.
‘Tâbi ki,” dedi. Şaşırmış ama memnun olmuş görünüyordu. “İstersen
gidip sende beklerim, o arada da Lily’yle takılırım.”
“Kesinlikle harika olur. Fıeud’yen Çocuk ile ilgili her şeyi de öğre
nebilirsin böylece.”
“Kim?”
“Boş ver. Dinle, kapamam lazım şimdi. Kraliçeyi daha fazla kahve-
siz bırakamam. Akşam görüşürüz... sabırsızlanıyorum.”
Eduardo Yangını Biz Başlatmadık’ın (benim seçimimdi) iki nakara
tını söyledikten sonra geçmeme izin verdi ve ben kahvesinin sol eline ya
kın bir şekilde masasının üzerine bıraktığımda, Miranda el kol hareketle
314
Şeytan Marka Giyer
315
Lauren Weisberger
316
Şeytan Marka Giyer
317
Lauren VVeisberger
318
Şeytan Marka Giyer
319
Lauren Weisberger
320
Şeytan Marka Giyer
321 F : 21
Lauren Weisberger
322
Şeytan Marka Giyer
323
Lauren Weisberger
lılıkla Hilkat Garibesi Çocuk’un önünde dikildi ve pek de iyi niyeti olma
dığını belli etti.
“Züppe, endişelenecek bir şey yok. Tüyüyorum hemen,” diye mırıl
dandı Alex’e şöyle bir baktıktan ve onu görmek için boynunu bayağı bir
yukarı kaldırması gerektiğini idrak ettikten sonra. “Sadece giyinmeme izin
ver anında gideceğim.” Yerden pantolonunu aldı ve Lily’nin hâlâ açık du
ran çıplak bedeninin altından da tişörtünü çekiştirdi. O zaman Lily kıpır
dadı ve birkaç saniye sonra da gözlerini açmayı başardı.
“Ört onu!” diye emir verdi Alex aksi bir sesle. Belli ki iş başında kor
kunç adam rolünden hoşlanmaya başlamıştı. Hilkat Garibesi tek kelime
yorum yapmadan yorgam Lily’nin başına kadar çekti, şimdi sadece siyah
buklelerinden bir tutam görünüyordu.
“Neler oluyor?” dedi Lily kurbağa gibi bir sesle, gözlerini açık tut
maya çalışıyordu. Önce kapıda sinirden titremekte olan beni gördü, sonra
kötü adam pozlarında dikilen Alex’i ve en sonunda da, olaylar daha tehli
keli bir hal almadan, alelacele mavi ve kanarya sarısı Diadoras’ını ilikle
meye çalışan Hilkat Garibesi Çocuk’u. Bakıştan onun üzerinde durdu.
“Sen de kimsin?” diye sordu, öyle yüksek perdeden konuşmuştu ki,
besbelli çıplak olduğunun faikında bile değildi. Alex ve ben, o şok olmuş
bir şekilde üstünden yorgam atarken, gayrı ihtiyari arkamızı dönmüştük
ama Hilkat Garibesi zamparaca sırıttı ve çıplak göğüslerini gözlerini süze
rek baktı.
“Bebek beni hatırlamadığını mı söyledin?” diye sordu, yoğun Avust
ralya aksam her saniye daha da batıyordu bana. “Dün gece kim olduğum
dan emin görünüyordun.” Ona doğru yürüyüp yatağa oturacakmış gibi
baktı ama Alex koluna yapışmış ve ileri itmişti bile onu.
“Dışarı. Şimdi. Yoksa seni kendim atmak zorunda kalacağım,” diye
emretti, çok sert ama çok da tatlı görünüyordu ve kendiyle de hiç gurur
lanmıyordu.
324
Şeytan Marka Giyer
325
Lauren Weisberger
326
• Şeytan Marka Giyer
327
Lauren Weisberger
Şoför hemen atlayıp kapımı açmak için koştu ama ben kaldırıma çık
mıştım bile o arada. Met’e daha önce de gelmiştim bir kez, annem ve Jill
ile birlikte turistlere açık yerleri görmek için günübirlik bir turla. O gün
görmüş olduğumuz şeylerden aklımda kalan pek yoktu (sadece yeni ayak
kabılarımın ayağımı nasıl vurduğundan başka) ama sonsuza kadar gidiyor
muş gibi görünen beyaz merdivenleri ve tırmanırken asla bitmeyecekmiş
gibi geldiklerini hatırlıyordum.
328
Şeytan Marka Oiyer
329
Lauren Weisberger
330
Şeytan Marka Giyer
ğildi, kahverengi düz ayakkabıları ise korkunç demodeydi. Ama mavi göz
leri pırıl pınl ve nazikti ve içgüdüsel olarak ondan hoşlanacağımı biliyor
dum.
“Sen ilana olmalısın,” dedim, bir biçimde önceliğin bende olduğunu
ve bu işi benim üstlenmem gerektiğini hissetmiştim. “Ben Andrea’yım.
Miranda’nın asistanıyım ve yapabileceğim ne varsa sana yardım etmek
için buradayım.”
Oldukça rahatlamış görünüyordu, acaba Miranda, ona ne söyledi di
ye merak ettim. Olasılıklar sonsuzdu ama en büyük ihtimalin Dana’nın La-
dies’ Home Journal tarzı kıyafeti ile ilgili olacağını düşündüm. Böyle tat
lı bir kıza tepeden bakarak söylemiş olabileceklerini düşününce tüylerim
diken diken oldu ve umarım ağlamaya başlamaz diye içimden dua ettim.
Onun yerine bana dönüp o kocaman masum gözlerini iyice açarak eğildi
ve pek de alçak olmayan bir sesle, “Senin patronun birinci sınıf bir oros
pu,” dedi.
Bir an öylece bakakaldım ve sonra, “Tam öyle, değil mi?” dedim ve
ikimiz de gülmeye başladık. “Ne yapmamı istersin? Miranda on saniye
sonra benim burada olduğumu hisseder, o geldiğinde bir şeyler yapıyor
muş gibi görünmem lazım.”
“Gel, sana masayı göstereceğim,” dedi, Mısır eserleri bölümüne gi
den karanlık bir koridora doğru yürürken. “Dinamit gibi.”
Daha küçük bir galeriye ulaştık, aşağı yukan tenis kortu büyüklüğün
de bir yerdi ve tam ortasında dikdörtgen, yirmi dört kişilik bir masa vardı.
Robert IsabeO’in gerçekten harika bir iş çıkardığını görebiliyordum. O New
York’un parti planlamacısıydı ve ayrıntılara gösterdiği olağanüstü dikkat
ve özenle, istenilen havayı yaratacağına yüzde yüz güvenilebilecek tek ki
şiydi bu işi yapan. Son modaya uygun ama kendine özgü, lüks ama göste
rişsiz, eşsiz şeyler yaratırdı. Miranda her şeyi Robert’m yapmasında ısrar
etmişti, ama onun çalışmalarını ben ilk kez Cassidy ve Caroline’ın doğum
331
Lauren Weisberger
332
Şeytan Marka Giyer
333
Lauren Weisberger
334
Şeytan Marka Giyer
335
Lauren Weisberger
son doğum gününde Paris’te ünlü bir sosyete fotoğrafçısı tarafından çekil
mişti. Sonra New York dergisinde de yayınlanmıştı. Fotoğrafta yine, imza
sı haline gelen o kahverengi beyaz yılan derisi yağmurluk vardı üstünde ve
ben bu haliyle onu hep yılana benzetirdim.
Eh, belli ki böyle düşünen yalnız ben değildim, çünkü birisi gayet
maharetle ve özenle başka bir yerden bire bir ölçüde bir çıngıraklı yılan
kuyruğunu kesip Miranda’nın bacaklarının olması gereken yere yapıştıra
rak bu renkli fotokopiyi ortaya çıkarmıştı. Sonuçta Miranda’yı gerçek bir
yılanmış gibi gösteren çok etkileyici bir görüntü oluşmuştu. Dirseğini ban
ka dayamış, çenesini avuçlarının içine almış, yılan kuyruğunu da yanm da
ire oluşturacak biçimde kıvırıp bankın kenarından aşağı sarkıtmıştı. Olağa
nüstüydü!
“Harika değil mi?” diye sordu Dana omzumun üzerinden eğilip res
me bakarak. “Bir öğleden sonra Linda ofisime geldi. Bütün gün telefonda
Miranda ile yemeğin yapılacağı galeri üzerine konuşmuşlardı. Linda belli
bir galeri için ısrar etmekteydi, çünkü en uygun ölçüleri olan ve en güzel
olan salon oydu ama Miranda hediyelik eşya mağazalarına yakın olan di
ğer salonda diretmişti. Böylece bir süre daha aralarında tartışıldı. Ardından
günlerce süren tartışmalardan sonra Linda, Miranda’nın istediği salon için
yönetim kurulundan izin almayı başardı ve tabi ki Miranda’yı bir an önce
arayıp ona bu büyük haberi vermek için telefona sarıldı. Sonra ne oldu bil
bakalım?”
“Miranda fikrini değiştirdi mutlaka,” dedim sakin bir şekilde, ama
onun hâlâ duymakta olduğu rahatsızlığı hissedebiliyordum. “İlk başta Lin
da’nın önermiş olduğu salonu almaya karar verdi ama tabi ki önce herke
si kendi çemberlerinden atlatmak istemişti.”
“Kesinlikle öyle oldu. Bu da beni çok rahatsız etti. Bütün müzenin
hiç kimse için böylesine altüst olduğunu daha önce hiç görmemiştim, ya
ni düşünsene Birleşik Devletler Başkanı burada resmi bir yemek vermek
336
Şeytan Marka Giyer
337 I-
Lauren Weisberger
338
Şeytan Marka Giyer
ne de bir baston alarak berbat bir görünüm oluşturmuştu. Nişanlısı ise züm
rüt yeşili, tafta bir kâbus şeklindeydi. Elbisenin üst kısmı öyle bir büzül
müş, kabartılmış, alttan sıkıştırılmıştı ki, neredeyse kendi silikonlu göğüs-
leri tarafından boğulmak üzereymiş gibi görünüyordu içinde. Kulakların
dan Dixie fincanları kadar koca elmaslar sarkıyordu, sol elinin yüzük par
mağında ise daha da büyük bir tane yanıp sönmekteydi. Saçları da dişleri
gibi peroksitle beyazlaştırılmıştı ve ayakkabıları o kadar yüksek ve ince to
pukluydu ki sanki son yirmi yıldır NFL’de koşturmuş gibi yürüyordu.
“Cahn-la-rhım, bu küçük pah-tiye katıldığınız için çok sevinçliyim!
Herkes pah-tileri sever dehil mi?” diye yüksek perdeden bir sesle şakıdı ge
leceğin Bayan Tomlinson’u. Miranda ise ona sanki ölmüş gibi bakıyordu.
Onun bu coşkun neşesi hepimizi mahcup etti ve bütün bu sıkıntılı kalaba
lık Miranda’nın önderliğinde atriuma doğru ilerledi.
Gecenin geri kalan kısmı da çoğunlukla başlangıcı gibi geçti. Bütün
konukların adlarını hatırladım ve kimseyi aşağılayacak bir laf etmemeyi
başardım. Saatler ilerledikçe bütün bu beyaz smokinleri, şifonlan, kabarık
saçları, onlardan da kabank mücevherleri ve genç gibi davranan yaşı geç
kin kadınlan seyretmek artık eğlenceli gelmemeye başladı ama Miranda’yı
izlemekten hiç sıkılmadım. Gecenin gerçek hanımefendisi ve o gece orada
olan tüm kadınlann imrendiği kişi oydu. Dünyanın bütün paralannı bir ara
ya getirseler bile onun o seçkin tarzını elde edemeyeceklerini bilseler de,
bunu istiyorlardı.
Yemeğin ortalannda, her zamanki gibi ne bir teşekkür, ne de bir ve
da sözü etmeden beni gönderirken ona içtenlikle gülümsedim (Ahn-dre-
ah, sana bu gece daha fazla ihtiyacımız olmayacak. Çıkabilirsin.) Ilana’ya
baktım ama çoktan dışarı süzülmüştü bile. Aradıktan sadece on dakika
sonra arabam gelmişti -bir an metroyla gitmeyi düşünmüştüm ama Oscar’la
ve ayaklarımın sızısıyla bunu başarmanın mümkün olamayacağını çabu
339
Lauren Weisberger
cak kavramıştım- ve yorgun ama soğukkanlı bir şekilde arka koltuğa ken
dimi attım.
Asansöre gitmek için John’un önünden geçerken masasının altına
eğilip kocaman bir zarf çıkardı ve bana uzattı. “Birkaç dakika önce geldi.
Acilmiş.” Teşekkür edip zarfı aldım ve lobide oturup, cuma gecesi saat on
da kim bana ne yollamış diye merakla zarfı açtım. Bir not vardı.
Sevgili Andrea,
Bu gece seni tanımış olduğum için çok memnunum! Önümüzdeki haf
ta sushi ya da başka bir şeyler yemek üzere buluşabilir miyiz? Belki
yaşadığımız bu geceden sonra bu resmi görmek iyi gelir diye, eve gi
derken uğrayıp bırakayım dedim. Keyfini çıkar.
ilana
İçinde Miranda’nın yılan kadın resmi vardı ama Dana, onu fotokopi
de biraz daha büyütmüştü. Birkaç dakika dikkatle inceledim resmi, bir
yandan da artık Manolo’lan çıkarmış olduğum ayaklarımı ovuyordum ve
en son olarak Miranda’nın gözlerinin içine baktım. Gözdağı verir gibi ba
kıyordu ve her gün gördüğüm kaltağa benziyordu yine. Ama bu gece üz
gün de görünüyordu ve oldukça da yalnız. Bu resmi de buzdolabının üze
rine koymak, Alex ve Lily ile bakıp, dalga geçmek ne ayaklarımın acısını
azaltacaktı, ne de cuma gecemi bana geri verecekti. Onu yırttım ve yukarı
çıktım.
340
Şeytan Marka Giyer
341
Lauren Weisberger
342
Şeytan Marka Giyer
“Ne dedi?”
“Kahkahalarla güldü. İsterik bir biçimde. Sonra beni terörist ya da
uyuşturucu kaçakçısı olmakla itham etti. Bu iş için ne kadar para ödemeyi
göze almış olursam olayım, yıldırımla çarpılma şansımın, gecenin bu sa
atinde bir uçak ve pilot bulup gerekli güvenlik işlerini halletmekten yirmi
kat daha yüksek olduğunu söyledi. Ve eğer tekrar arayacak olursam beni
doğruca FBI’a havale edeceğini de ekledi. Düşünebiliyor musun?” Bu
noktaya geldiğinde artık bağırarak konuşmaya başlamıştı. “Gerçekten dü
şünebiliyor musun, FBI’a?”
“Ve sanırım Miranda’da bu durumdan pek hoşlanmadı?”
“Tabi ki, bayıldı bu fikre. Yirmi dakika boyunca tek bir uçak bile bu
lunamamış olmasına itiraz etti. Ona bunun hepsi dolu olduğu için değil, sa
dece gece yansı olduğu için mümkün olamadığını sonunda anlatabildim.”
“Peki sonra ne oldu?” Pek mutlu sona ulaştıklarını sanmıyordum.
“Saat sabahın bir buçuğunda sonunda o gece eve dönemeyeceğini ka
bul etti, bu arada evde de bir sorun vardı sanma, kızlar babalanndaydılar
zaten ve gerekirse diye, çocuk bakıcısı da pazar günü için de ayarlanmış
tı. Sabahki ilk uçuşa bilet almamı istedi.”
Bunda bir tuhaflık vardı. Uçuşu iptal edilmişse, havayolu şirketinin
zaten ona sabahki ilk uçuşa yer vermiş olması gerekirdi, hele de sahip ol
duğu öncelikli- avantajlı-ekstra özel-altın-platin-elmas-VIP uçuş statüsü
ve de birinci sınıf uçak biletinin ücreti düşünülecek olursa. Bunu söyledim
ona da.
“Tabi ki Continental sabah ilk seferinde onlara yer vermiş, saat altı
elli için. Ama Miranda başka birinin Delta’dan sabah altı otuza yer alma
yı başardığını duyunca çıldırmış. Beni arayıp beceriksiz bir geri zekâlı ol
duğumu söyledi, tekrar tekrar özel bir uçak bile ayarlamayı başaramadık
tan sonra bir asistanın ne işe yarayacağını sordu telefonda.” Burnunu çek
ti ve içtiği şeyden, herhalde kahveden bir yudum aldı.
343
Lauren Weisberger
344
Şeytan Marka Giyer
345
Lauren Weisberger
346
Şeytan Marka Giyer
ayı sadece ve sadece hem Miranda, hem Emily olmadan geçireceğim o bir
haftanın hayalini kurarak atlatabilmiştim ben.
“Em, seni öldürecek... gitmen lazım. O biliyor mu?”
Hattın öbür ucunda uğursuz bir sessizlik oldu. “Ee, şey evet, biliyor.”
“Onu aradın yani?”
“Evet. Doktoruma arattım aslında, çünkü mono yüzünden bu kadar
hasta olduğuma inanmayacaktı, o yüzden de doktor ona bunu kendisine de
başkalarına da bulaştırabileceğimi söyledi ve her neyse...” Lafım burada
kesti, sesinin tonundan daha, çok daha kötü bir şeylerin geleceği belli olu
yordu.
“Her neyse ne?”
“Her neyse, Paris’e senin gitmeni istiyor.”
“Paris’e benim gitmemi istiyor ha? Çok şeker. Gerçekte ne dedi?
Hasta olduğun için seni yakmakla tehdit etmedi değil mi?”
“Andrea, ben...” Yine feci, uzun bir öksürük nöbetiyle kesildi sesi ve
bir an için oracıkta, telefonun ucunda ölecek zannettim, “...ciddiyim. Bü
tünüyle ve kesinlikle ciddiyim. Yuıtdışında verdikleri asistanların geri ze
kâlı olduklarını ve yanında senin olmanın bile daha iyi olacağını söyledi.”
“Ah, bana böyle şeyler söyleyeceğin zaman önceden uyar bari. Böy
le dalkavukluk ötesi laflarla bir şey yapmam ben. Kesinlikle o böyle hoş
şeyler söylemiş olamaz. Yüzüm kızardı neredeyse!” Hangisine yanayım
bilmiyordum, Miranda’nın beni Paris’e istemesine mi, yoksa bunu sadece
beni o anoreksik Fransız klonlanndan biraz daha az boş beyinli buluyor ol
duğu için istemesine mi...
“Ah, kes şunu artık,” demeyi başardı iki korkunç öksürük krizi ara
sında. “Dünyanın en boktan şanslı insanısın. Ben iki yıldır (hatta iki yıldan
bile fazla bir süredir) bu seyahati bekliyordum ve şimdi gidemiyorum. Bu
radaki ironi acı verici... bunu anlıyorsun değil mi?”
347
Lauren Weisberger
348
Şeytan Marka Giyer
mek üzere çarşamba günü yola çıkıyor ve sen de ertesi salı Paris’te onun
la buluşmak üzere hareket edeceksin.”
“Miranda bunu anlıyor ha? Hadii! Bana gerçekten ne dediğini söyle.”
Mono gibi dünyevi bir şeyin işlerine engel olmasını anlayışla karşıladığı
na inanamıyordum. “Hiç olmazsa bana bu küçük zevki çok görme. Ne de
olsa önümüzdeki birkaç hafta boyunca hayatım cehennemden beter ola
cak.”
Emily içini çekti, gözlerini devirdiğini tahmin edebiliyordum. “Eh,
sevinçten havalara uçmadı tabi. Aslında onunla ben konuşmadım biliyor
sun, ama doktorumun dediğine göre mononun gerçek bir hastalık sayılıp
sayılmayacağını sormuş. Ama doktor onu inandırdıktan sonra gerçekten
anlayışlıydı.”
Yüksek sesle güldüm. “Eminim öyledir Em, eminim öyledir. Sen
hiçbir şeyi merak etme tamam mı? Sadece iyileşmeye çalış, geri kalan her
şeyi ben hallederim.”
“Sana e-posta ile bir liste yollayacağım yapılacaklarla ilgili, böylece
bir şey atlamamış olursun.”
“Bir şey atlamam. Geçtiğimiz yıl içinde dört kez gitti Avrupa’ya. Ne
ler olacağını öğrendim. Bodrum kattaki bankadan nakit para alacağım, bir
kaç bin dolan euroya çevireceğim, birkaç bin dolarlık seyahat çeki alaca
ğım ve bütün kuaför ve makyöz randevulannı üç kez teyit ettireceğim. Baş
ka? Ha, Ritz’in ona bu kez doğru telefonu verdiğinden emin olacağım ve
bütün şoförlerle defalarca konuşup onu asla bekletemeyeceklerini anlata
cağım. Seyahat planının kimlere lazım olacağını şimdiden düşünmeye baş
ladım bile, onu da yazacağım, sorun değil ve herkese dağıtacağım. Hiç kuş
kusuz ona da aynntılı bir plan vereceğim, içinde ikizlerin ders programla-
n, özel dersleri, çalışma saatleri ve oyun tarihleri ile evdeki bütün perso
nelin çalışma programı olacak. Gördün mü? Merak etmene gerek yok, her
şey kontrolüm altında.”
349
Lauren Weisberger
« ->
Emily için gerçekten üzüldüğümü belli edecek bir ifadeyle konuşma
yı başanp telefonu kapar kapamaz doğruca Lily’nin yanına gittim. Kane
peye uzanmış, bir yandan sigara bir yandan da, bir içki kadehinden, su ol
madığından emin olduğum renksiz bir sıvı içiyordu.
“Burada sigara içmediğimizi sanıyordum,” dedim kendimi yanına
atıp ayaklarımı da annemlerin verdiği ahşap sehpaya uzatırken. “Aldırdı
ğımdan değil ama bu senin kuralındı.” Lily aslında fazla sigara içmezdi sa
dece sarhoşken içerdi ve zaten paketler dolusu sigara alacak durumda da
değildi. Koca ceplerinin birinden yeni alınmış bir kutu Camel Special
Lights bana bakmaktaydı. Bacağını terlikli ayağımla hafifçe dürttüm ve
başımla sigaraları işaret ettim. Bir çakmakla birlikte uzattı.
350
Şeytan Marka Giyer
351
Lauren Weisberger
352
Şeytan Marka Giyer
353 F:23
Lauren Weisberger
muştuk. Benim kölelik yılım bitene kadar beklemek için konuşmadan an
laşmış gibiydik ama şahsen ben, sonrasında da ilişkimizin nereye gidece
ğini düşünmeye korkuyordum.
Yine de sürdürüyorduk. Ama hayatımda bana en yakın olan iki kişi,
önce Jill (geçen gece bu tatsız sonuçlardan söz etmişti beni aradığında) ve
şimdi de Lily, Alex ile benim birbirimize eskisi kadar sevgi duymadığımı
zı belirtmişti son zamanlarda ve Lily, kendine has o sezgisiyle Alex’in ani
gelişini duymaktan o kadar da mutlu olmadığımı anlamıştı. Ona Avru
pa’ya gitmek zorunda olduğumu söylemeye korkuyordum, bunun sonu
cunda çıkması kaçınılmaz olan kavgadan korkuyordum. Böyle bir kavga
yı birkaç gün ertelemeyi çok isterdim bu koşullarda. Hatta ideal olan Av
rupa dönüşüne bırakmaktı benim açımdan. Ama o kadar şanslı değildim
çünkü gelmiş kapıyı tıklatıyordu.
Kapıyı açıp, kollanmı boynuma dolarken, “Selam!” dedim biraz faz
laca hevesli bir şekilde. “Ne harika bir sürpriz!”
“Öyle habersiz geldim diye kusura bakmadın değil mi? Tam sizin kö
şede bir yerde Max’le buluşup bir içki içtik ve bir uğrayıp merhaba diye
yim dedim.”
‘T abi ki bakmadım, budala! Havalara uçtum. Gel gel, içeri gel.” Faz
la manik davrandığımın faikındaydım ama herhangi bir psikiyatr dışa vu
ran bu aşın hevesli halimin, içimde hiç heves olmamasının bedeli olarak
ortaya çıktığını söyleyebilirdi.
Bir bira alıp Lily’yi yanağından öptü ve annemlerin yetmişli yıllar
dan bu yana, bir gün gururla kızlanndan birine verilmek üzere saklamış ol
duktan portakal rengi koltuğa oturdu. “E, neler oluyor burada?” diye sor
du başıyla gümbür gümbür, yürek burkan, Hallelujah’m çalmakta olduğu
seti gösterip.
Lily omuz silkti. “Erteliyoruz. Başka ne olacak?”
354
Şeytan Marka Giyer
355
Lauren VVeisberger
n için. Önce Milano’ya gidecek sonra Paris’te buluşacağız. Her şeyi yeni
den gözden geçirmek için, bilirsin ya.”
“Ve o Amerikalı asistan da sen olmak durumundasın ve bu da senin
mezunlar toplantısını kaçıracağın anlamına geliyor,” dedi dümdüz bir sesle.
“Aslında böyle olmuyor. Bu çok büyük bir ayrıcalık olarak kabul
edildiği için kıdemli asistan gidiyor genellikle, ama Emily hasta olduğun
dan evet bu durumda gidecek kişi ben oluyorum. Önümüzdeki salı günü
yola çıkmam gerekiyor, bu yüzden de hafta sonu Providence’a gidemem.
Gerçekten çok çok üzgünüm.” Yerimden kalkıp yanma gittim ama birden
sertleşti.
“Yani bu kadar basit öyle mi? Biliyorsun bütün oda ücretlerini öde
dim fark çıkmasın sonradan diye. Bütün programlarımı bu hafta sonu se
ninle oraya gidebilmek için yeniden düzenlememi sayma. Anneme bir ba
kıcı bulmasını söyledim, çünkü sen gitmek istiyordun. Önemli değil ama,
değil mi? Sadece Runway zorunluluklarından biri daha.” Birlikte olduğu
muz tüm o yıllar boyunca bu kadar kızdığını hiç görmemiştim. Lily bile
okuduğu dergiden kafasını kaldırıp bu iş gerçek bir savaşa dönüşmeden la
net olası odadan çıktı.
Kucağına kıvrılmaya çalıştım ama bacaklarını ayırdı ve elini salladı.
“Cidden Andrea...” Beni sadece sahiden kızgın olduğunda böyle çağırırdı.
“Bütün bunlara değiyor mu gerçekten? Bir saniye için dürüst ol bana kar
şı. Sence değiyor mu?”
“Bütün bunlar dediğin ne? îşimi yapmam istendiğinde, daha sonra
onlarcası daha yapılacak olan bir mezunlar toplantısını kaçırmak mı? Öy
le bir iş ki, bana asla mümkün olamayacağını sandığım kapılan açacak ve
üstelik düşündüğümden çok daha kısa bir zamanda? Evet! Bence değiyor.”
Çenesi göğsüne kadar inmişti ve bir an için ağladığını sandım ama ba
şını tekrar kaldırdığında yüzünde sadece müthiş bir öfke görülebiliyordu.
356
Şeytan Marka Giyer
“Gidip başka birine yedi gün yirmi dört saat kölelik yapmak yerine
seninle gelmek isteyeceğimi düşünemiyor musun?” diye haykırdım,
Lily’nin de evde bir yerlerde olduğunu düşünememiştim bile o an. “Bir sa
niye için bile gitmek istemediğim ama başka seçeneğim olmadığı gelmi
yor mu aklına?”
“Seçenek mi? Seçenekten bol neyin var ki? Andy, bu iş artık sadece
bir iş değil, sen farkında olmasan da senin bütün hayatını ele geçirdi,” di
ye bağırdı o da, yüzünün kızarıklığı boynuna ve kulaklarına kadar yayıl
mıştı. Normal zamanda olsa buıiu çok tatlı, hatta seksi bulurdum ama bu
gece sadece gidip uyumak istiyordum.
“Alex dinle, biliyorum...”
“Hayır sen dinle! Bir an için beni unut, birbirimizi sen bütün zama
nını işte geçirdiğin için, acil ve önemli işlerin hiç bitmediği için asla göre
mediğimizi unut. Ailen ne olacak? Onları en son ne zaman gördün, gerçek
ten birlikte oldun? Ya ablan? Onun daha yeni ilk bebeğini doğurduğunun
ve senin daha henüz öz yeğenini görmediğinin farkındasın değil mi? Bun
lar da sana bir şey ifade etmiyor mu?” Sesini alçaltıp, bana daha yakın du
racak biçimde eğildi. Özür dileyecek zannettim ama o, “Ya Lily?” diye de
vam etti. “En yakın arkadaşının ağır bir alkoliğe dönüştüğünü de mi göre
miyorsun?” Herhalde gerçek bir şok geçirerek ona bakmış olmalıydım ki
devam etti. “Bunu fark etmediğini bile söyleyemiyorsun Andy. Bu dünya
nın en açık gerçeği.”
“Evet tabi ki içiyor. Tıpkı senin gibi, tıpkı benim gibi ve tıpkı tanıdı
ğımız herkes gibi. Lily bir öğrenci ve bu da öğrencilerin davranış biçimi
Alex. Bunda bu kadar garip olan ne?” Bunu yüksek sesle söylemek bile
çok üzücüydü ve o sadece başını salladı. Tekrar o konuşana kadar ikimiz
de sessiz kaldık birkaç dakika.
357
Lauren Weisberger
358
Şeytan M arka Giyer
359
Lauren Weisberger
360
Şeytan M arka Giyer
361
Lauren Weisberger
362
Şeytan Marka Giyer
ra. Miranda bu kadar parayı sadece bir haftalık kuaför ve makyaj işlerine
harcıyor nasıl olsa.
Miranda’nın ikinci asistanı olarak ben Runway’in en alt basamağın
daki insan türü sayılıyordum. Bununla birlikte, güç olarak bakıldığında
Emily ve ben modanın en güçlü iki insanıydık. Toplantılara kimin girece
ğine, toplantı saatlerine (sabahın erken saatleri yeğleniyordu çoğunlukla,
çünkü insanların makyajları taze ve kıyafetleri buruşmamış oluyordu) ve
kimin mesajlarının iletileceğine (eğer adınız bültende yoksa, siz de yoksu
nuz demekti) biz karar veriyorduk.
Bu yüzden de ikimizden birinin yardıma gereksinimi olduğunda bü
tün ekip elinden geleni yapmaya mecbur oluyordu. Tabi, eğer biz Miran
da Priestly için çalışmıyor olsak, aynı insanların en ufak bir vicdan azabı
duymadan şoförlü arabalarıyla üstümüzden geçeceğini bilmek biraz sinir
bozucuydu ama neyse. Şimdilik ne istesek iyi eğitilmiş köpek yavrulan gi
bi koşuşturuyorlar, bulup çıkanyorlar ve önümüze koyuyorlardı.
Bugünlerde de herkesin koşuşturduğu en temel iş benim uygun bi
çimde hazırlanıp Paris’e gönderilmemdi. Moda bölümünden üç Kuru Gü
rültücü, Miranda belki benim bir aktiviteye katılmamı ister ve ben de bel
ki giymek zorunda kalırım, diye hiçbir eksiği olmayan bir gardırop oluş
turmuştu bana. Moda Direktörü Lucia, beklenen ya da beklenmeyen her
duruma uygun her tür kıyafeti derleyip yanıma koymakla kalmayacaklan-
nı, aynı zamanda da, o kıyafetlerin azami stil ve asgari utanç getirecek bi
çimde, nerelerde ve birbirleriyle nasıl uyumlu kullanılacağını gösteren ka
ra kalemle çizilerek oluşturulmuş bir el kitabı hazırlayacaklarını söylemiş
ti. Başka bir deyişle, hiçbir şey benim seçimime ya da eşleştirmeme bıra
kılmayacaktı ve benim tek lanet olası işim hoş ve düzgün görünmek ola
caktı.
363
Lauren Weisberger
364
Şeytan Marka Giyer
Bütün diğer malzemelerin yansı kadar bir alanı türlü çeşitli pudralar
kaplamıştı. Gözkapaklannı sabitlemek, vurgulamak, belirginleştirmek ve
gizlemek için olanlar, yanak için olanlar, genel olarak kullanılacaklar bir
ressamın paletindeki boyalardan çok daha özenli ve ustaca dizilmişlerdi.
Bazılan tene bronzlaşma etkisi vermek içindi, bazılan parlaklık kazandır
mak için ve bazılanyla da tiyatro makyajı bde yapılabilirdi. Yüzümü pem
beleştirmek için sıvı mı kah mı yoksa toz pudra mı veya bütün bunlann bir
kanşımını mı kullanacağım bana kalmış bir şeydi. Fondötenler daha da
çarpıcıydı, sanki birisi benim yüzümün derisinden gerçek bir örnek almış
ve ona göre özel olarak bu malzemeleri üretmişti. İster “daha fazla parlak
lık vereni”, ister “kusur kapatanı” kullanayım, bütün bu küçük şişelerdeki
nesnelerin yarattığı ten rengi benim kendi cildiminkinden daha güzel olu
yordu doğrusu. Çantanın kendi özel küçük çantalarından birinde de çeşit
li temizleme pamuklan, süngerler, iki düzine kadar birbirinden değişik
makyaj fırçası, ıslak bezler, iki ayn çeşit makyaj temizleyicisi (nemlendi
rici ve yağsız) ve en az yirmi çeşit (YİRMİ) nemlendirici (yüz için, vücut
için, derin temizlik için, parlaklık vermek için, hafif renklendirmek için,
koku vermek için, kokuyu gidermek için, antialeıjik, antibakteriyel ve (ha
ni olur da Paris’in yaramaz ekim güneşi beni etkilerse diye) aloe veralı bu
lunuyordu.
Bu çantanın yan ceplerine de üzerlerine bütün kâğıdı kaplayacak bü
yüklükte yüz resimleri basılmış küçük kartonlar konmuştu. Her yüze Alli-
son gerçek makyaj malzemeleri kullanarak faiklı makyajlar yapmış ve
böylece bir makyaj bilgi kiti hazırlamıştı. Birinin altında “Rahat Gece Ca
zibesi” yazıyordu ama altına da büyük, kaim harflerle “RESMİ KIYA
FETLİ TOPLANTILAR İÇİN DEĞİL!!! FAZLA RAHAT!!! diye bir uya
rı yazısı eklenmişti. Bu fazla rahat yüze önce mat bir fondöten sürülmüş,
üstüne hafif dokunuşlarla bronzlaştıncı pudra gezdirilmiş, kirpik diplerine
365
Lauren Weisberger
çok seksi bir biçimde koyu hat yapılmış ve gözkapaklan da farla epeyce
ağır gölgelendirildikten sonra siyah rimelle de kirpikler boyanmıştı. Du
daklarda da aşın parlak bir ruj kullanılmıştı. Dudaklarımı büzerek nefesi
mi dışan bırakırken Allison’a benim bunlan yapmamın kesinlikle imkân
sız olduğunu söylediğimde öfkelenmişti.
“Zaten bunlan yapmak zorunda kalmayacağını umuyoruz,” dedi yor
gun düşmüş bir sesle. Benim önemsemez davranışımın altında ezilmiş ola
bileceğini düşündüm.
“Öyleyse neden bütün bu malzemeleri kullanmak için farklı öneriler
sunan neredeyse iki düzine yüz var burada?”
Susturucu bakışı Miranda’nınkilerle boy ölçüşebilirdi.
“Andrea. Ciddi ol. Bunlar sadece kriz durumlan için. Son saniyede
Miranda onunla bir yere gitmeni isterse ya da saçım ve makyajının yapa
cak insanlar olur da beceremezse diye. Ah, aklıma geldi, sana hazırladığım
saç ürünlerini de göstereyim.”
Allison dört ayn tip yuvarlak saç fırçasını saçlarımı havalı yapmak
için nasıl kullanacağımı anlamken ben de söylediklerine bir anlam verme
ye çalışıyordum. Benim bir saç ve makyaj insanım da mı olacaktı? Ben
Miranda için ekipleri ayarlarken böyle birini ayarlamamıştım. O zaman
bunu kim yapacaktı? Sormam gerekiyordu.
“Paris ofisi,” dedi Allison içini çekip. “Sen Rumvay’yi temsil ediyor
sun bildiğin gibi ve Miranda da bu konuda çok hassastır. Dünyanın en bü
yük aktivitelerine katılacaksın Miranda Priesdy’in yanında. Kendi dış gö
rünümünü kendi kendine halledebileceğini düşünmüyorsun değil mi?”
“Hayır, elbette düşünmüyorum. Bu konuda profesyonel yardım al
mam çok daha iyi olur, teşekkür ederim.”
Sonra Allison beni iki saat daha köşeye kıstırıp olur da tam on dört
adet kuaför ve makyaj randevumdan biri aksarsa, rimelimi dudaklarıma
366
Şeytan M arka Giyer
367
Lauren- Weisberger
368
Şeytan Marka Giyer
369 F : 24
Lauren \Veisberger
“Hayır.”
Ve sonra konuştu. “Ahn-dre-ah! Lucia’yı bul. Benim saatim üçü gös
teriyor. Eğer hazır değilse benim burada oturup onu beklemekten başka
yapacak işlerim var.” Aslında bu kesinlikle doğru değildi, çünkü hâlâ not
lan okumakla meşguldü ve ben onlan arayalı daha otuz beş saniye bile ol
mamıştı. Fakat tabi ki bunlan ona söylemek niyetinde değildim.
“Gerek yok Miranda, buradayım.” Nefes nefese kalmış bir Lucia’ydı
konuşan. O da iki askılığı iterek ve çekerek önümden geçiyordu, ben tam
aramak için kalkmışken. “Çok özür dilerim, YSL atölyesinden son bir ce
keti bekliyorduk.”
Kıyafet için tasarlanmış askılıktan (gömlek, dış giyim, pantolon, etek
ve elbiseler) Miranda’nın masasının önünde yanm daire oluşturacak bi
çimde dizdi ve Helen’e çıkması için işaret etti. Sonra Miranda ve Luciatek
tek her bir eşyayı ele aldılar, onu Sedona, Arizona’da yapılacak çekime
koyup koymamayı ya da nereye konması gerektiğini tanıştılar. Lucia “kent
li kovboy şıklığı” kavramında ısrar ediyor, bunun kırmızı kayadan oluş
muş dağlann önünde mükemmel bir zıtlık oluşturacağım söylüyordu ama
Miranda kötücül bir tavırla kendisinin “kentli kovboy şıklığı” yerine “sa
dece şıklığı” tercih ettiğini beyan etti. Herhalde kayınbiraderinin partisin
de “kovboy şıklığına” yeterince doymuştu. Sonra adımı söylediğini duy
dum, bu kez aksesuvar bölümündekileri çağırmamı emrediyordu onların
malzemelerini gözden geçirmek için.
Tekrar Emily’nin defterine baktım ama tam da düşündüğüm gibi ora
da aksesuvar bölümü ile ilgili bir not yoktu.
Emily’nin yazmayı unutmuş olmasına dua ederek S tef i aradım ve
Miranda’nm Sedona için hazır olduğunu söyledim.
Hiç ihtimal yoktu. Onların programında da bu gözden geçirme ertesi
gün akşamüzeri görünüyordu ve malzemelerinin en az yüzde yirmi beşi
daha halkla ilişkiler şirketlerinden gönderilmemişti.
370
Şeytan Marka Giyer
371
Lauren Weisberger
372
Şeytan Marka Giyer
373
Lauren Weisberger
374
Şeytan Marka Giyer
375
Lauren Weisberger
376
Şeytan Marka Giyer
377
Lauren Weisberger
378
Şeytan Marka Giyer
“İşte bu boktan bir haber,” diye mınldandım ama bunun onu daha da
fazla strese soktuğunu fark ettim sonra ve yüzüme gönül alıcı bir tebessüm
yapıştırıp baştan aldım. “Lütfen kusuruma bakmayın, korkunç uzun bir
uçuştu. Acaba birisi bana Miranda’yı nerede bulacağımı söyleyebilir mi?”
“Elbette matmazel. Kendi süitinde ve anladığım kadarıyla sizi büyük
bir hevesle bekliyor.” Mösyö Renaud’ya baktığımda belli belirsiz bir göz
devirme hareketi yakalar gibi oldum ve telefonda o insanı bunaltacak ka
dar saygılı olan tavırlarını yeniden değerlendirmem gerektiğini düşündüm.
Her ne kadar bunu göstermeyecek denli profesyonel olsa da, açıkça hiçbir
şey söylemese de Miranda’dan benim kadar nefret ettiğini anlamıştım. Bu
nu gösteren hiçbir kanıt yoktu elimde aslında ama, ondan nefret etmeye
cek birini düşünmek imkânsızdı.
Asansörün kapısı açıldı ve Mösyö Renaud beni içeri davet eden bir
reverans yaptı. Bana eşlik edecek komiye Fransızca bir şeyler söyledikten
sonra da bana veda etti. Komi, Miranda’nın oda kapısını vurduktan sonra
çekilip beni onunla tek başıma yüzleşmek üzere bırakıp gitti.
Acaba Miranda kapıyı kendisi mi açacak diye merak ettim ama bunu
hayal etmek dahi imkânsızdı. On bir aydır onun evine defalarca girip çık
mıştım ama bir kez olsun onu hertıangi basit bir iş yaparken, örneğin tele
fona cevap veriıken veya dolaptan bir ceket alıricen ya da bir şişe suyu
açarken görmemiştim. Sanki onun için her gün Şabattı ve bir kere daha o
gözlemci Yahudi, ben de onun hizmetkârıydım.
Güzel, üniformalı bir hizmetçi kapıyı açtı ve beni içeri buyur etti, üz
gün gözleri yaşlıydı ve sadece yere bakıyordu.
“Ahn-dre-ah!” Hayatımda gördüğüm en güzel salonun bir yerlerin
den geliyordu sesi. “Ahn-dre-ah, Chanel takımımın bu gece için ütülenme
sini istiyorum, yolda buruşturmuşlar. Concorde’un bagaj taşımayı bilme
diğini düşünüyor insan ama eşyalarım korkunç görünüyor. Ayrıca, Horace
379
Lauren Weisberger
Mann’i ara ve kızların okulda olup olmadığını kontrol et. Bunu her gün ya
pacaksın. Annabelle’e güvenemem. Her gece hem Caıoline ile hem de Cas-
sidy ile konuştuğundan mutlaka emin ol. Ödevlerini ve yapılacak sınavla
rını not al. Sabahlan yazılı rapor istiyorum, kahvaltıdan hemen önce. Ah,
bir de hemen senatör Schumer’i bul bana telefonda. Acil bu. Son olarak şu
geri zekâlı Renaud ile konuş ve ona burada kaldığım sürece uzman perso
nel istediğimi söyle ve eğer bu ona çok zor geliyorsa eminim genel müdür
bana yardımcı olacaktır. Bana yolladığı bu aptal kızın kafasından zoru
var.”
Hâlâ girişte duran üzgün kızcağıza baktım, köşeye sıkıştınlmış bir
hamster gibi korkmuş görünüyordu, tir tir titriyor ve ağlamamaya çalışı
yordu. Onun İngilizce bildiğini tahmin ederek en sıcak bakışlarımla bak
tım ama titremeye devam ediyordu. Odaya bir göz gezdirdim ve Miran-
da’nm az önce takır takır saydığı şeylerin hepsini hatırlayabilmek için de
lice zorladım kafamı.
“Halledeceğim,” diye genel bir cevap verdim sesinin geldiği yere doğ
ru bakarak. O arada küçük güzel piyanoyu ve ev büyüklüğündeki süitin çe
şidi yellerine çok zevkli bir biçimde yerleştirilmiş on yedi tane çiçek aranj
manını faik etmiştim. İçimden cümlemi bu şekilde kurduğum için kendi
mi azarlayarak şahane odaya son kez bir göz atbm. Hiç şüphesiz hayatım
da görmüş olduğum en yumuşak, en lüks yerdi burası. Brokar perdeler, ka
lın, krem rengi halılar, dev gibi yatağa serili muhteşem yatak örtüsü, ma
un raflara ve sehpalara özenle serpiştirilmiş altın rengi küçük heykelcikler.
Süit, düz ekran bir televizyon ve son model bir müzik seti dışında geçen
yüzyılın çok yetenekli zanaatkârlan tarafından geleneklere uygun biçimde
dekore edilmiş gibi duruyordu.
Hâlâ titreyen hizmetçinin önünden geçip koridora çıktım. Ödü'patla-
mış komi de yeniden ortaya çıktı beni görünce.
380
Şeytan Marka Giyer
381
Lauren VVeisberger
382
Şeytan Marka Giyer
“Evet, tabi Miranda, böyle kibarca söylediğin için çok teşekkür ede
rim. Bu benim için bir zevk olacak,” diye kendi kendime söylendim. Uçuş
tan perişan olmuş bedenimi yataktan kazıdım ve benim odamdan onunki
ne geçen halı kaplı koridorda tökezlenmeden yürümeye çalıştım. Kapıyı
vurduğumda yine bir hizmetçi açtı.
“Ahn-dre-ah! Briget’in asistanlarından biri aradı şimdi ve bugünkü
uzun kahvaltıda yapacağım konuşmanın ne kadar süreceğini sordu.” Bir
yandan da, bizim ofisten birinin, (muhtemelen Miranda’nın ofisine girebil
me ayrıcalığı olan Allison’un) fakslamış olduğu Women’s Daily Wear say
falarım karıştırıyordu ve çok güzel iki adam da onun saçı ve makyajı ile
uğraşmaktaydı. Yanındaki antika sehpada da bir tabak peynir duruyordu.
Konuşma mı? Ne konuşması? Bugünün programında, şovlar arasın
da sadece bir tür kısa bir ödül yemeği görünüyordu ve Miranda bu süreyi
her zamanki gibi on beş dakikalık bir kaçamak yaparak geçirmeyi planlı
yordu.
“Özür dilerim. Konuşma mı dedin?”
“Öyle dedim.” Elindeki gazeteyi dikkatle kapadı, sakin bir şekilde
ikiye katladı ve birden öfkeyle yere fırlattı ve o an önünde diz çökmüş olan
adamı sıyırarak düştü gazete. “Bugünkü kısa yemekte saçma sapan bir
ödül alacağım hakkında neden hiçbir lanet olası fikrim yok benim?” diye
tısladı. Yüzü daha önce hiç görmediğim bir kin ve nefretle çarpılmıştı. Öf
ke? Kesinlikle. Hoşnutsuzluk? Daima. Rahatsızlık, asabiyet, genel mut
suzluk hali? Elbette, her günün her dakikası boyunca. Ama onu hiç bu ka
dar açıkça ve bu kadar çok kızgın görmemiştim.
“Şey Miranda, çok özür dilerim ama bugünkü aktivite için Briget’in
ofisi senden katılıp katılmayacağınla ilgili cevap istemişti ve onlar asla...”
“Konuşma. Bana böyle hazır cevaplar vermeyi derhal kes! Bana sü
rekli mazeretler ileri sürüyorsun. Sen benim asistanımsın, sen Paris’teki iş
383
Lauren Weisberger
384
Şeytan Marka Giyer
385 F : 25
Lauren Weisberger
386
Şeytan Marka Giyer
“Güzel. Güzel olmuş. Yer yerinden oynatacak bir şey değil ama, ye
terli. Hadi gidelim.” Kıyafetine uygun kürklü bir Chanel çantayı alıp zin
cir sapını omzuna taktı.
“Pardon?”
“Hadi gidelim dedim. Bu küçük salak seremoni on beş dakikaya ka
dar başlayacak ve şansımız varsa yirmi dakika sonra da kurtulmuş olaca
ğız. Bu tür şeylerden gerçekten nefret ediyorum.”
Tam iki kez “Biz” ve “Hadi” sözcüklerini kullandığını inkâr etmenin
hiç yolu yoktu, kesinlikle onunla gitmemi bekliyordu. Deri pantolonuma
ve sıkıca saran ceketime bir göz attım ve onları sorun etmediğini fark et
tim (etse mutlaka haberim olurdu), öyleyse neyi sorun ediyordu ki?
“Salon” gerçekten de tam Briget’in söylediği gibi, tipik bir otel tarzı
toplantı odasıydı, birkaç düzine yemeğe uygun masa ve yerden uygun bi
çimde yükseltilmiş sunum ekranıyla bir podyum vardı. Çeşitli görevleri
olan başka kişilerle birlikte arkadaki duvarın önünde durdum ve konsey
başkanmın sunduğu klibi seyrettim. Modanın hayatımız üzerindeki etkile
rini anlatan, sevimsiz, sıkıcı, yaratıcılıktan uzak bir filmdi. Yanm saat bo
yunca başka birkaç kişi daha mikrofonu ele geçirip açgözlülükle konuştu
ve daha tek bir ödül bile verilmeden bir garson ordusu salataları servis
yapmaya, kadehlere şarap koymaya başladı. Endişeyle Miranda’ya bak
tım, gerçekten de son derece sıkılmış, rahatsız olmuş görünüyordu ve uyu
mamak için mücadele ederek, çay servisinin arkasına saklanmaya çalıştım.
Gözlerim ne kadar süre kapalı kaldı bilmiyorum ama boyun adalelerimin
kontrolünü kaybedip, başım kendiliğinden öne düşmeye başlaıken onun
sesini duydum.
“Ahn-dre-ah! Bu saçmalık için zamanım yok,” diye yüksek sesle fı
sıldadı, etraftaki masalardan bakanlar olmuştu. “Bana bir ödül alacağım
387
Lauren Weisberger
388
Şeytan Marka Giyer
ğum için kendimden nefret edecek vaktim yoktu. Bacaklarım kendi kendi
lerine ilerledi, sol sağ, sol sağ ve podyuma çıkan üç basamağı tırmandı ka
zasız belasız. Herkes benim kim olduğumu anlamaya çalışırken alkışların
kesildiğini ve salonu derin bir sessizliğin kapladığını faik etmem gerekir
di ama fark etmedim. Onun yerine nereden geldiğini bilmediğim büyük bir
güçle, gülümsemek, fazla ciddi görünüşlü başkandan plaketi almak üzere
elimi uzatmak ve onu titreyerek önüme, podyuma koymak için kendimi
zorladım. Kafamı kaldırıp bana bakan yüzlerce gözle karşılaşana kadar
(meraklı, inceleyen, şaşkın gözlerdi hepsi de) kesin olarak nefes alamayıp
oracıkta öleceğimden emindim.
Orada en çok on ya da on beş saniye kalmıştım ama sessizlik o kadar
bunaltıcıydı ki belki de ölmüşümdür, diye düşünmüştüm. Kimseden tek
kelime çıkmadı. Gümüş kakmalı tabaklar, tokuşturulan kadehler ve hatta
Miranda Priesüy’in yerinde duranın kim olduğu hakkında yanındakilerle
fısıldaşanlar olmadı. Sadece an be an beni izlediler, ta ki bana konuşmak
tan başka bir şans bırakmayıncaya kadar. Bir saat önce yazmış olduğum
konuşmanın tek kelimesini bile anımsamıyordum, o yüzden de aklıma gel
diği gibi konuştum.
“Merhaba,” diye başladım ve kendi sesimin kulaklarımda yankılandı
ğım duydum. Bu ses mikrofondan mı geliyordu, yoksa kan basıncı kulak-
lanma mı vurmuştu anlayamadım ama önemi de yoktu. Tek işitebildiğim
şey sesimin kontrolsüzce titrediğiydi. “Benim adım Andrea Sachs ve ben
Mi... şey, Runway ekibinden biriyim. Ne yazık ki Miranda, şey, Bayan Pri-
estly bir an için dışan çıkmak zorunda kaldı ama bu ödülü onun adına al
maktan mutluluk duyacağım. Tabi ki Rumvay’deki herkes adına. Teşekkür
ederim, şey...” Konseyin ya da başkanın adını hatırlayamıyordum, “...bütün
bunlara ve şey, bu büyük onura. Büyük onur duyduğumuzu söyleıken bu
nun hepimiz için geçerli olduğunu biliyorum.” Geri zekâlı! Kekeleyip titri
389
Lauren Weisberger
390
Şeytan Marka Giyer
Bir gecelik uykunun yerini tutması beklenen dört saatlik şahane uykum,
sabahın altısında Kari Lagerfeld’in kendinden geçmiş asistanlarından biri
tarafından kabaca sona erdirilmişti ve tam o anda Miranda’nın odasına ge
len bütün telefonların benim odama yönlendirilmiş olduğunu da fark et
miştim. Belli ki bütün şehir ve civar halkı Miranda’nın şovlar boyunca bu
rada kaldığını biliyordu ve içeri girdiğim andan beri hiç durmadan telefo
num çalıyordu. Telesekretere bırakılmış iki düzine mesaj da cabasıydı.
“Selam, benim. Miranda ne yapıyor? Her şey yolunda mı? Bir sorun
çıktı mı şu ana kadar? O nerede şimdi ve sen neden onunla değilsin?”
“Selam Em! İlgine teşekkürler. Sen nasıl oldun bu arada?”
391
Lauren Weisberger
392
Şeytan Marka Giyer
“Andrea! Bu hiç komik değil tamam mı? Şimdi bana orada neler ol
duğunu söyle.” Sesindeki öfkenin şiddeti arttıkça benim ruh halim bir adım
daha iyiye gidiyordu.
“Emily, sana ne anlatmam gerektiğinden pek emin değilim. Neyi
duymak istiyorsun? Şu ana kadar nasıl olduğunu mu? Bir bakalım, vakti
min çoğunu durmadan çalan telefonlar arasında uyumayı nasıl başarabile
ceğimi ve aynı zamanda da sabahın ikisiyle altısı arasındaki sürede, günün
geri kalan yirmi saati boyunca beni ayakta tutacak kadar gıdayı boğazım
dan aşağı nasıl indirebileceğimi bulmaya çalışarak harcadım. Sanki oruç
tutmak zorundaymışım gibi. Yani gün boyu yemek yiyemiyorum. Evet,
gerçekten çok üzülmelisin bunları kaçırdığın için.”
Öteki hattın ışığı yanıp sönmeye başlamıştı ve Emily’yi beklemeye
aldım. Ne zaman çalsa hemen, gayrı ihtiyari aklım Alex’e gidiyordu aca
ba arayıp her şeyin yolunda olduğunu söyler mi diye. Geldikten sonra
uluslararası cep telefonumdan iki kez aramıştım ama sanki telefon sapığıy
mışım gibi onun sesini duyar duymaz kapatmıştım. İlk kez bu kadar uzun
süredir konuşmamıştık ve neler olduğunu anlamak istiyordum, ama bir yan
dan da aramızda yaşanan çekişme ve suçlamalara ara vermenin hayatı çok
daha kolaylaştırdığı hissinden de kurtulamıyordum.
“Ahn-dre-ah, Lucia’nın ne zaman gelmiş olması gerekiyor?”
“Ah merhaba Miranda. Bir saniye onun programına bakayım. İşte
burada. Bir bakayım, burada Stockholm’deki çekimden doğruca buraya
uçacağı yazıyor. Otelde olmalı şu an.”
“Bağla bana.”
‘Tabi Miranda, bir saniye lütfen.”
Onu beklemeye alıp tekrar Emily’ye döndüm. “Hatta o var, bekle bi
raz.”
“Miranda? Lucia’mn numarasını buldum, bağlıyorum şimdi.”
393
Lauren Weisberger
394
Şeytan Marka Giyer
uykum geldi ki acaba biri portakal suyuma uyku ilacı mı karıştırdı diye dü
şündüm dalmadan önce.
Çok şükür sakince geçen günün sonuna bir de masaj eklenince ken
dimden geçmiştim. Benim için başkaları çalışıyordu ve Miranda sadece bir
kez (bir tek!) aramıştı, o da ertesi günün öğle yemeği rezervasyonunu yap
tırmam için. O kadar da kötü değil, diye düşündüm kadının güçlü elleri tu
tulmuş boyun adalelerimi ovuştururken. Hiç de fena bir ayrıcalık sayıl
mazdı doğrusu. Ama tam biraz rahatladım derken, isteksizce yanıma almış
olduğum cep telefonu ısrarla çalmaya başladı.
“Alo,” dedim canlı bir sesle, sanki çıplak olarak, üzerimde sadece bir
havluyla, yağlı ve yan uyuklar vaziyette uzanmakta değilmişim gibi.
“Ahn-dre-ah. Benim makyaj ve saç randevularımı erkene al ve Un-
garo’culara söyle bu gece yapamayacağım. Onun yerinde küçük bir kok
teyl partiye katılacağım ve senin de benimle gelmeni istiyorum. Bir saat
içinde çıkmaya hazır ol.”
“Şey tabi, ah, tabi,” diye kekeledim, gerçekten onunla bir yere gide
cek olma meselesini sindirmeye çalışıyordum. Bir anda önceki günden
(son anda haberim olmuştu onunla bir yere gideceğimden) alıntılar uçuştu
beynimde ve buz gibi olduğumu hissettim. Kadına teşekkür edip, ilk on
dakikada kesmek zorunda kalmama rağmen tüm ücreti oda hesabıma ek
lettim ve bu en son pürüzleri nasıl bir manevrayla adatacağımı bulmak
üzere yukarı koştum. Vakit geçmeye başlamıştı bile. Hızla.
Birkaç dakika içinde Miranda’nın saçıyla ve makyajıyla ilgilenen in
sanları (maalesef benimle başka biri ilgileniyordu, ben asık suradı bir ka
dının eline düşmüştüm ve beni ilk gördüğü an yüzünde beliren ümitsiz ifa
deyi hâlâ unutamıyordum, oysa Miranda ile ilgilenen homoseksüel çocuk
lar sanki Maxim’in sayfalarından fırlamış gibiydiler) bulup, randevu saati
ni değiştirdim.
395
Lauren Weisberger
Şovlar:
1. Gündüz
2. Gece
Yemekler:
1. Kahvaltılı toplantılar
2. Öğle yemekleri
A. Normal (otel ya da restoran)
B. Resmi (Ritz’deki Espadon Salonu)
3. Akşam yemekleri
A. Normal (restoran, oda servisi)
B. Orta düzey (şık restoran, normal yemekli partiler)
C. Resmi (Le Grand Vefour restoran, resmi yemekli
partiler)
Partiler:
1. Normal (şampanyalı kahvaltılar, akşamüzeri çaylan)
2. Havalı (çok önemli olmayan kişilerle kokteyl partiler,
kitap partileri, içki sohbetleri)
3. Şık giyimli (önemli kişilerle kokteyl partiler, müze ve
ya galerilerdeki etkinlikler, yaratıcı ekiple şov sonrası
partiler)
396
Şeytan Marka Giyer
Çeşitli:
1. Havaalanına gidip gelirken
2. Sportif faaliyetler (dersler, turnuvalar vs.)
3. Alışveriş gezileri
4. Çeşitli işle ilgili faaliyetler
A. Moda salonlarına giderken
B. Üst düzey mağaza ve butiklere giderken
C. Yerel yiyecek mağazalarına veya sağlık ve güzellik
yardımları için
397
Lauren Weisberger
muştu. Daha başka ne isteyebilirdi ki insan? Tam uygun bir çanta seçme
ye çalışırken saçımı ve makyajımı yapacak olan kadın geldi ve kaşlarını
çatıp, onaylamaz hareketler yaparak, ona göründüğümün hiç olmazsa ya
nsı kadar korkunç bir hale sokmaya başladı kendince beni.
“Şey, acaba belki gözkapaklanma sürdüğünüz şeyi birazcık hafifle
tebilirsiniz?” dedim çekinerek, onun emeğine saygısızlık etmiş olmak iste
miyordum. Aslında belki de kendim yapsam daha başanlı bir sonuç elde
edebilirdim ne de olsa NASA’dakilerin bile uzay roketi yapmak için elle
rinde benimki kadar malzeme ve tarif olamazdı. Ama Makyaj Gestapo’su,
hoşlansam da hoşlanmasam da tam vaktinde çıkıp geliyordu işte.
“Hayır,” diye hırladı, belli ki benim kadar hassas olmaya çalışmıyor
du. “Böyle daha iyi görünüyor.”
Kirpik diplerime de koyu, kalın bir boya sürdükten sonra geldiği gi
bi çabucak gitti, çantamı kaptım (timsah derisi, Gucci bovvling çantası) ve
hareket saatimizden on beş dakika önce lobiye indim, böylece şoförün ha
zır olup olmadığını bir kez daha kontrol edebilecektim. Tam Renaud ile,
acaba Miranda benimle konuşmak zorunda kalmamak veya daha da önem
lisi, arka koltuğu asistanıyla paylaşmamak için ikimizin ayrı arabalarla git
mesini mi tercih eder diye tartışırken o da göründü. Beni baştan aşağı ağır
ağır süzdü ve tamamıyla ifadesiz ve ilgisiz bir varlık gösterdi. Geçmiştim!
Runvvay’de çalışmaya başladığımdan bu yana ilk kez iğrenerek bakmamış
tı ya da en azından iğneli bir laf etmemişti bana. Bunu ancak New York
moda editörlerinin A takımı, Parizyen makyaj ve saç uzmanlarından olu
şan bir grupla dünyanın en zevkli ve en pahalı kıyafetlerinden oluşan seç
me bir koleksiyon başarabilmişti.
“Araba burada mı Ahn-dre-ah?” Kısa, büzgülü, kadife kokteyl elbi
sesinin içinde çok çarpıcı görünüyordu.
“Evet Bayan Priestly, buradan lütfen,” diye Mösye Renaud araya gir
di kibarca ve herhalde yine şovlar için orada bulunan Amerikalı diğer mo
398
Şeytan Marka Giyer
399
Lauren Weisberger
400
Şeytan Marka Giyer
401 F :26
Lauren VVeisberger
402
Şeytan Marka Giyer
de bulunuyordu. Evin arka tarafında taş döşeli, seçkin görünümlü bir ve
randa vardı ve bir kemancı yumuşak parçalar çalıyordu. Dışarıya bir göz
attım. Ve birden Anna Wintour’u fark ettim. Krem rengi, ipek, uçuşan el
bisesi ve boncuklu Manolo sandaletleri ile gerçekten büyüleyici görünü
yordu. Canlı bir şekilde, erkek arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim bir adam
la konuşuyordu, ama dev gibi Chanel güneş gözlükleri yüzünden gülüyor
mu ağlıyor mu yoksa kayıtsız mı, anlamama imkân yoktu. Basın Anna ile
Miranda’nın antikalıklarını ve davranışlarını karşılaştırmaya bayılırdı ama
bence benim patronum kadar dayanılmaz biri daha olamazdı.
Aıkasında duran ve bizimkilerin Miranda’yı süzdüğü gibi, endişeli
ve canından bezmiş bir şekilde onu süzen kuru gürültücü takımının Vo-
gue’un editörlerinden olduklarını tahmin ettim. Onlann yanında çığlık çığ
lığa konuşan da Donatella Versace’ydi. Ağır makyajla kalıp gibi olmuş
yüzü ve olay yaratacak kadar dar giysileriyle daha çok kendi kendisinin bir
karikatürüne benziyordu. İsviçre’ye ilk kez gittiğimde oranın EPCOT’taki
yapma kentlere benzediğini düşünmekten kendimi nasıl alamadıysam, Do-
natella’yı da canlı bir insandan çok, Saturday Night Lıve’da yer alan bir ka
raktere benzetmiştim.
Şampanyamdan bir yudum aldım (ve aslında hiç içmeyecektim diye
düşündüm!) ve Christian tekrar görünene kadar, İtalyan bir adamla (karşı
laştığım ilk çirkin İtalyandı) küçük bir sohbete daldım. Ateş basmış yüzüy
le, can sıkıcı bir biçimde kadın bedenine karşı Tanrı vergisi hassasiyetini
anlatıyordu adam.
Christian, “Bir dakika benimle gelsene,” dedi ve bir kez daha beni ki
barca kalabalığa doğru yöneltti. Üzerinde yine üniforması vardı. Mükem
mel biçimde soldurulmuş Diesel kot pantolon, beyaz bir tişört, koyu renk
spor ceket ve Gucci mokasenler, hiç aldırmadan da modayı temsil eden ka
labalığın içine karışmıştı.
403
Lauren Weisberger
404
Şeytan Marka Giyer
405
Lauren Weisberger
406
Şeytan Marka Giyer
407
Lauren Weisberger
“Ah, tabi ki,” dedim coşkuyla. “Senin yanında çalışarak, başka bir iş
te öğrenebileceğimden çok daha fazla şey öğrendim. Önemli bir derginin,
en önemli derginin nasıl hazırlandığını, üretim aşamasını, yapılan bir sürü
faiklı işi izlemek gerçekten de çok büyüleyici bir şeydi. Elbette, senin her
şeyi yönetişini, verdiğin kararlan gözlemlemek de öyle, çok inanılmaz bir
yıldı sahiden. Şükran duyuyorum Miranda!” Tabi haftalardır ağnyan iki
azı dişim için ve çalışmaktan dişçiye gitmeye vakit bulamayışım için de
şükran duyuyorum, ama neyse. Yeni, el yapımı Jimmy Choo’larım bu acı
ya değebiliıdi pekâlâ da.
Bu mümkün olabilir miydi gerçekten? Ona kaçamak bir bakış fırlat
mış ve söylediklerimi kabullenmiş göründüğünü fark etmiştim, ciddi cid
di başım sallıyordu. “Eh, biliyorsun Ahn-dre-ah, eğer kızlarım bir yıl iyi
bir performans gösterirlerse onların bir teıfiye hazır olduklarını düşünü
rüm.”
Kalbim duracaktı neredeyse. Sonunda oluyor muydu? Bana şimdiden
konuştuğunu ve The New Yorker’da bir iş ayarladığını mı söyleyecekti?
Benim orada çalışmak için öldüğümü bilmiyordu ama olsun. Belki dikkat
etmiş ve anlamıştı.
“Seninle ilgili kuşkularım var elbette. Hevesle çalışmadığını veya
senden bir şeyi yapmanı istediğimde bundan hoşlanmadığını gösteren iç
çekişlerini ya da yüz ifadelerini faik etmedim zannetme. Bunların henüz
yeterince olgunlaşmamış olmandan kaynaklandığını umuyonım, çünkü di
ğer alanlarda önemli ölçüde iyi görünüyorsun. Gerçekten yapmak istediğin
şey nedir?”
Önemli ölçüde iyi! Sanki bana tanıdığı en zeki, en incelikli, en müt
hiş, en yetenekli genç kadın olduğumu söylemiş gibi hissetmiştim. Miran
da Priestly, bana, benim önemli ölçüde iyi olduğu söylemişti az önce!
“Eh, aslında modayı sevmediğimden değil elbette seviyorum. Zaten
kim sevmez ki?” diye hızlı hızlı konuştum onun tepkilerini de dikkatle ölç
408
Şeytan Marka Giyer
meye çalışarak, ama tabi ki her zaman olduğu gibi pek tepki veriyormuş
gibi görünmüyordu. “Sadece hep bir yazar olmayı düşlediğim için, şey, bu
konuda gelişebileceğim bir alan olabileceğini umuyordum.”
Ellerini kucağında kavuşturmuş camdan dışarıyı seyrediyordu. Belli
ki bu kırk beş dakikalık sohbet onu sıkmaya başlamıştı bile, o yüzden de
elimi çabuk tutmam gerekiyordu. “Senin ne yazabileceğin hakkında en kü
çük bir fikre dahi sahip değilim ama bunu anlamak için dergiye birkaç kü
çük şey yazmana karşı da değilim. Belki bir tiyatro eleştirisi veya Olaylar
bölümü için küçük bir makale. Tabi bana karşı sorumluluklarını aksatma
dan, sadece kendine ait zamanlarda yazman kaydıyla.”
“Tabi tabi. Bu harikulade olurdu!” Konuşuyorduk, gerçekten iletişim
kuruyorduk ve henüz aramızda “Kahvaltı” ya da “Kuru temizleme” söz
cükleri geçmemişti. Her şey inanılmayacak kadar iyi gidiyor gibiydi ve o
yüzden, “Benim hayalim The New Yorker’da çalışmak,” deyiverdim.
Bu dikkatini çekebilmiş gibiydi ve tekrar dönüp bana baktı. “Niye
böyle bir şey istiyorsun? Orada cazip bir şey yok ki, sadece bol bol laf.”
Bunun cevap beklenmeyen sorulardan olup olmadığını anlayamadığım
için işi emniyete alıp, çenemi kapalı tuttum.
Zamanımın dolmasına yaklaşık yirmi saniye vardı, çünkü hem otele
yaklaşmaktaydık, hem de yine ilgisi sönüyordu. Cep telefonuna gelen me
sajları kontrol ediyordu ama yine de rasgele, rahat bir tavırla, “Hmmm, The
New Yorker. Condö Nast,” demeyi becerdi. Çılgınca, hevesle başımı sallı
yordum ama o bana bakmıyordu. “Elbette orada tanıdığım pek çok kişi
var. Bakalım bu gezinin geri kalanı nasıl geçecek, belki dönünce onlara bir
telefon ederim.”
Araba girişin önünde durdu ve yorgun görünüşlü bir Mösyö Renaud,
Miranda’nın kapısını açmak üzere eğilen bir komiyi uzaklaştırıp, kapıyı
bizzat açtı.
409
Lauren Weisberger
410
Şeytan M arka Giyer
411
Lauren Weisberger
412
Şeytan Marka Giyer
‘Tatlım, seni bölmek istemiyorum ama bir şey oldu. Bugün hani şu
Yetmiş Yedinci Sokak’taki Lenox Hill Hastanesi’nden bir telefon geldi,
sanırım, yani öyle görünüyor ki Lily bir kaza geçirmiş.”
Belki bu dilimizin en çok tekrarlanan klişelerinden biri ama, bir an
için kalbim durdu sanki. “Ne? Ne diyorsun? Nasıl bir kaza?”
O çoktan endişeli anne moduna geçmişti bile ve belli ki sesini kont
rol altında tutmaya çalışıyordu. Mutlaka babamın önerisini dinleyerek sa
kin ve kontrollü bir biçimde, mantıklı sözlerle konuşuyordu. “Bir araba ka
zası tatlım. Oldukça ciddi bir şey sanırım. Arabayı Lily kütlanıyormuş
(söylediklerine göre arabada okuldan bir de çocuk varmış) ve tek yönlü bir
yola girmiş yanlışlıkla. Şehir içinde doksan kilometre hızla bir taksiye
çarpmış önden. Konuştuğum polis memuru hayatta kalmış olmasının bir
mucize olduğunu söyledi.”
“Anlamıyorum. Ne zaman olmuş bu? Peki iyileşecek miymiş?” Bo-
ğulurcasına ağlıyordum o arada, çünkü annem soğukkanlılığını korumaya
çalıştıkça, dikkatle seçtiği kelimelerden olayın büyüklüğünü daha iyi kav
rıyordum. “Anne Lily nerede şu an ve iyileşecek mi?”
O ana kadar annemin de sessizce ağlamakta olduğunu fark etmemiş
tim. “Andy, babanı veriyorum. Doktorlarla en son o konuştu. Seni seviyo
rum canım.” Son kısmı söylerken sesi iyice kısılmıştı.
“Merhaba tatlım. Nasılsın? Sana böyle bir haber verdiğimiz için çok
üzgünüm.” Babamın sesi sıcak ve yatıştırıcıydı ve bir an her şeyin düzele
ceği hissine kapıldım. Söylediğine göre bir bacağı ve bir veya iki kaburga
kemiği kırılmıştı, ayrıca yüzünde de iyi bir estetik ameliyatla düzelebile
cek yaralar vardı. Ama iyileşecekti.
“Baba bana lütfen ne olduğunu anlatır mısın? Annemin dediğine gö
re Lily araba kütlanıyormuş ve hızla bir taksiye çarpmış? Anlamıyorum.
Bütün bunlar hiç anlamlı gelmiyor. Lily’nin arabası yok ve araba kullan
maktan nefret eder. Asla Manhattan’da dolaşmaz. Siz bütün bunları nasıl
413
Lauren Weisberger
duyup öğrendiniz? Kim aradı sizi? Ve onun nesi var?” Yine kendimi nere
deyse isterik bir hale getirmiştim ama babamın sesi bir kez daha her şeye
hâkim ve rahatlatıcıydı.
“Derin bir nefes al, sana her şeyi anlatacağım şimdi. Kaza dün olmuş,
ama biz ancak bugün öğrendik.”
“Dün mü? Nasıl olur da bana kimse bir şey söylemez? Dün ha?”
“Tatlım sana haber vermeye çalışmışlar. Doktorun dediğine göre
ajandasının başındaki bilgi formunda seni acil durumlarda aranacak kişi
olarak göstermiş, büyükannesi pek bir şey yapamayacağı için. Neyse, sa
nırım hastaneden senin evini ve cep telefonunu aradılar ama elbette sen
ikisini de kontrol etmiyordun. Yirmi dört saat içinde kimse telefon etme
diği ve gelmediği için tekrar ajandasına bakmışlar ve seninle soy adlanmı-
zın aynı olduğunu fark etmişler. Sonunda hastaneden burayı arayıp sana
nasıl ulaşabileceklerini sordular. Annenle ben nerede kaldığım hatırlaya
madığımız için Alex’i aradık otelin adını sormak üzere.”
“Aman Tanrım, bir gün önce. Bütün o süre boyunca yapayalnız mıy
mış? Hâlâ hastanede mi?” Sorulan yeterince hızlı soramıyordum ama hâ
lâ pek bir cevap alamamışım gibi hissetırteye devam ediyordum. Tek emin
olduğum şey Lily’nin beni hayatındaki birinci öncelikli kişi saydığı idi.
Her zaman acil durumlar için kontak listeleri yazılırdı ama kimse bunu
ciddiye almazdı pek. Bu durumda onun bana gerçekten ihtiyacı olmuştu
(zaten başka kimsesi de yoktu aslında) ve ben bulunamamıştım. Boğulma
duygum geçmişti ama hâlâ yaşlar yanaklarımdan yakıcı, öfkeli çizgiler ha
linde inmeye devam ediyordu ve boğazıma kocaman bir taş oturmuş gibiy
di.
“Evet hâlâ hastanede. Seninle çok açık konuşacağım Andy. Onun iyi
leşeceğinden tam anlamıyla emin değiliz.”
“Ne? Ne diyorsun? Acaba biri bana somut bir şey söyleyebilir mi ar
tık?”
414
Şeytan Marka Giyer
“Tatlım, doktoruyla tam altı kere konuştum ve onun çok iyi bakıl
makta olduğundan tamamıyla eminim. Ama Lily komada canım. Şimdi,
doktor bana...”
“Koma mı? Lily komada mı?” Artık başka bir şeyi kavrayamıyor
dum, zihnim kelimeleri algılamayı reddediyordu.
‘Tatlım soğukkanlı olmaya gayret et. Biliyorum bu seni şok etti ve
bunu telefonda söylemekten nefret ediyorum. Önce sana hiçbir şey söyle
memeyi düşündük ama dönmene daha üç dört gün var ve bilmeye hakkın
olduğuna karar verdik. Ama şunu da bil ki annen ve ben Lily’nin en iyi ba
kımı görmesi için elimizden geleni yapıyoruz. O her zaman bizim kızımız
gibi olmuştur, bunu biliyorsun, yani yalnız olmayacak.”
“Aman Tanrım, ben oraya dönmeliyim. Baba ben eve dönmeliyim!
Benden başka hiç kimsesi yok ve ben Adantik’in öbür yakasındayım. Ama
o lanet parti öbür gece ve beni buraya getirmesinin tek nedeni o, eğer ora
da olmazsam beni kesinlikle kovar. Düşünmeliyim! Düşünmem gerek!”
“Andy, burada epey geç oldu. Sanırım yapılacak en iyi şey biraz uyu
man, her şeyi iyice düşünmek için biraz zaman ver kendine. Tabi ki hemen
buraya gelmek istiyorsun biliyorum çünkü sen böyle bir insansm ama unut
ma ki Lily’nin bilinci yerinde değil şu anda. Doktoru bana önümüzdeki
kırk sekiz saatle yetmiş iki saat arasında adatma şansının çok yüksek oldu
ğunu söyledi ama tabi ki hiçbir şey kesin değil,” diye yumuşakça ekledi.
“Komadan çıkınca ne olacak? Beyin haşan veya belki de felç mi?
Tanrım buna dayanamam.”
“Henüz bilmiyorlar. Yalnız bacaklannın ve ayaklarının uyanlara ce
vap verdiğini söylediler, yani bu felç olmadığım gösteren iyi bir belirti.
Ama başında pek çok travma izi var ve komadan çıkana kadar hiçbir şey
den emin olmak mümkün değil. Beklemek zorundayız.”
Ben birdenbire telefonu kapatıncaya kadar birkaç dakika daha konuş
tuk ve sonra hemen Alex’in cep telefonunu aradım.
415
Lauren Weisberger
416
Şeytan Marka Giyer
“Ah Tanrım.”
“Eğer kendine gelirse sağlığından çok daha büyük dertleri olacak,
başı gerçekten belada. Şansına taksi şoförünün bir şeyi yok sadece birkaç
yara bere dışında ve Benjamin’in sol bacağı da ezik durumda ama o da pek
önemli değil. Sadece Lily için beklememiz gerekiyor. Sen ne zaman dönü
yorsun?”
“Ne?” Hâlâ Lily’nin her zaman nefret ettiğini düşündüğüm bir adam
la çıkıyor olmasını kavramaya çalışıyordum ve sonunda onunla birliktey
ken çok sarhoş olduğu için komaya girmişti.
“Ne zaman dönüyorsun dedim?” Ben bir an sessiz kalınca o devam et
ti. “Eve döneceksin değil mi? Herhalde dünyadaki en iyi arkadaşın hasta
nede yatarken orada kalmayı sürdürmeyi düşünmüyorsun değil mi cidden?”
“Senin önerin ne Alex? Sence bunun gelişini göremediğim için ben
mi hatalıyım? Ben Paris’te olduğum için mi o şu an hastane yatağında ya
tıyor? Onun, Benjamin’le yine çıktığını bilmiş olsaydım bütün bunlar ol
mayacak mıydı? Ne? Ne demek istiyorsun tam olarak?” Bağırıyordum, ge
cenin bütün karmakarışık duygulan birine bağırmamı gerektiriyordu.
“Hayır, bunlardan hiçbirini söylemedim. Sen söyledin. Ben sadece
mümkün olan en kısa zamanda onunla olmak için buraya geleceğini faiz
etmiştim. Seni yargılıyor değilim Andy, bunu biliyorsun. Aynca senin için
çok geç bir saat olduğunu ve önümüzdeki birkaç saat içinde yapılabilecek
hiçbir şey olmadığını da biliyorum, neden hangi uçakla geleceğine karar
verince aramıyorsun beni? Seni havaalanından alabilirim ve doğruca has
taneye geliriz.”
“Peki. Onun için orada olduğundan dolayı teşekküller. Bunu çok de
ğerli buluyorum gerçekten. Eminim Lily de öyle düşünür. Ne yapacağıma
karar verdiğimde seni arayacağım.”
‘Tam am Andy. Seni özledim. Doğru olanı yapacağını biliyorum.”
Ben daha son cümlenin anlamını kavrayamadan telefon kapanmıştı.
417 F : 27
Lauren Weisberger
Doğru şeyi yapmak? Doğru şey? Ne halt demek oluyordu bu? O söy
ledi diye hemen bir uçağa adayıp eve koşacağımı düşünmesinden nefret
ediyordum. Kendimi derste konuşurken yakalanmış bir öğrenci gibi hisset
meme neden olan, o lütfedermiş gibi, öğüt verici ses tonundan nefret edi
yordum. Benim arkadaşım olmasına rağmen şu an Lily’nin yanında onun
bulunmasından nefret ediyordum. Sanki kendi annemle babam ve benim
aramda irtibat sağlayan oymuş gibi hareket etmesinden, bir kez daha yük
sek ahlaklı beyaz atma binip ahkam kesiyor olmasından nefret ediyordum.
Onun varlığı ile kendimi rahadattığım, her şeyi birlikte çözeceğimizi dü
şündüğüm o eski günler geçmişti. Şimdi bu davranış ve düşünceler beni
itiyordu. Ne zaman olmuştu bütün bu değişiklikler?
Ona son derece açık bir gerçeği, yani buradan vaktinden önce ayrıla
cak olursam anında kovulacağım ve kölelik ederek geçirdiğim bütün bir
yılı boşa harcamış olacağım gerçeğini aktaracak gücüm ve enerjim kalma
mıştı. O çirkin düşünce zihnimde tam şekillenemeden üstünü örtmeyi ba
şardım: benim burada ya da orada olmam Lily açısından bir şey değiştir
meyecekti çünkü şu an bilinci yerinde değildi ve hastanede yattığının bile
faikına varmıyordu. Çeşitli olasılıklar zihnimde burgu gibi dönüp duruyor
du. Belki gerektiği kadar kalıp, partiye yardım eder ve sonra olanları Mi-
randa’ya açıklamaya çalışır ve işim için yalvarırdım. Ya da Lily kendine
gelir ve uyanırsa, birisi ona en kısa zamanda gelmek üzere yolda olduğu
mu söylerdi, yani birkaç gün daha kalabilirdim. Bu iki çözüm de sabahın
o saatinde, dans edip, şampanyalar içtiğim ve telefonda en iyi arkadaşımın
sarhoş araba kullanmak yüzünden komada olduğunu öğrendiğim o gece
nin ardından mantıklı gibi görünüyor olsa da, zihnimin derinliklerinde bi
liyordum ki ikisi de aslında mantıklı değildi.
< -*
418
Şeytan Marka Giyer
419
Lauren Weisberger
Asansör birinci kata geldiğinde bir gün daha, sadece tek bir berbat
gün daha kalmam ve parti işinden yüzümün akıyla çıktıktan sonra Lily’nin
yanına koşmaya karar verdim. Belki Emily işbaşı yaptıktan sonra, kısa bir
süre izin alıp Lily iyileşene dek onun başucunda otururdum. Annem babam
ve Alex kaleyi ben dönene kadar savunabilirler, böylece de tamamıyla yal
nız kalmamış olur, diye düşünüyordum. Ve bu da benim hayatimdi. Benim
kariyerim, bütün geleceğim buraya bağlıydı ve henüz bilinci yerinde olma
yan biri için bu iki günde o kadar büyük bir değişiklik yaratma ihtimali
görmüyordum. Ama benim için (ve Miranda için) bu iki gün dünyadaki
her şeyi değiştirebilirdi.
Bir biçimde limuzinin arka koltuğuna Miranda’dan önce binmeyi ba
şardım ve her ne kadar gözleri şifon eteğime takılı kaldıysa da henüz gö
rünüşümle ilgili bir yorum yapmamıştı. Yeni, uluslararası cep telefonum
çaldığında Smythson not defterimi anca Bottega Venetta çantama kaldır
mıştım. Daha önce Miranda’nın yamndayken hiç çalmamış olduğunu fark
ettim ve apar topar zili kapattım ama cevap vermemi emretti.
“Alo?” dedim gözlerim Miranda’ya dikili olarak, o ise günlük prog
ramını karıştırıp, dinlemiyormuş gibi yapıyordu.
“Andy, selam tatlım,” dedi babam. “Sadece sana çabucak son duru
mu aktarmak istedim.”
“Tamam.” Mümkün olduğu kadar az açıklama yapmak istiyordum
çünkü Miranda’nın önünde konuşmak inanılmayacak kadar garip geliyor
du.
“Doktor şimdi aradı ve Lily’nin yakında komadan çıkacağına işaret
eden belirtiler gösterdiğini söyledi. Harika değil mi? Bilmek istersin diye
düşündüm.”
“Bu harika. Gerçekten harika.”
“Buraya gelip gelmemeye karar verdin mi?”
420
Şeytan Marka Giyer
421
Lauren Weisberger
«-*
İlk Parizyen şovum oldukça bulanıktı. Çok karanlık bir ortamdı ve
müzik de böyle şık bir mekâna yakışmayacak kadar yüksekti. Ama iki saat
lik şovun en rahatsızlık verici yanı doğrudan benimle ilgiliydi. Jocelyn’in
seçtiğim kıyafetlere (esnek ve vücuda yapışan bir Malo kazak ve altına şi
422
Şeytan Marka Giyer
fon bir etek) severek yakıştırmış olduğu Chanel botlar ayaklarımı gizli kâ
ğıtları parçalayan makineden geçiriyormuşum gibi parçalıyordu adeta. Ak
şamdan kalmalığımla gerginliklerimin neden olduğu baş ağrısı, boş mi
demde tehditkâr bulantı dalgalan yaratıyordu. Oldukça gerilerde, C grubu
gazeteciler ve düzgün bir yer temin edecek kadar yüksek düzeyden olma
yan diğer kişilerle birlikte, bir gözüm Miranda’nm üzerinde ve diğeri eğer
çıkarmam gerekirse en az küçük düşeceğim yeri saptamak üzere etrafı ta
rayarak otunıyordum. Sen bana, senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun.
Sen bana, senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun. Bu cümle, beynimi
sürekli güm güm ötülerek kafamın içinde tekrar tekrar yankılanıyordu.
Miranda yaklaşık bir saat kadar benden uzak durmayı başardı ama
sonra koşturmaca başladı. Onunla aynı salonda bulunmamıza rağmen be
ni cep telefonumdan arayıp bir Pellegrino istedi. O andan itibaren de tele
fonum her on, on iki dakikada bir beynimi zonklatacak biçimde çalmaya
başladı. Bibibip! “Bay Tomlinson'u jetteki telefona çağır.” (BKSD on altı
kez aradığım halde uçağın telefonunu açmamıştı.) Bibibibip! “Paris’teki
bütün Runvvay editörlerine burada bulundukları için işlerini ihmal etme
haklan olmadığını hatırlat, her şeyi önceden bildirdiğim sürelerde hazır is
tiyorum.” (Çeşitli otellerde arayıp bulduğum bazı Runvvay editörleri açık
ça yüzüme gülüp, telefonu kapatmışlardı.) Bibibibip! “Bana gerçek bir
hindili Amerikan sandviçi bul hemen, bütün bu acayip şeylerden bıktım.”
(Ayağımı acıtan botlar ve isyan eden midemle iki kilometre yol gidip ara
mıştım, ama hiçbir yerde hindi yoktu. Bunu bildiğinden emindim, aynca
Amerika’dayken, her köşe başında satıldığı halde asla hindili sandviç iste
diğini görmemiştim.) Bibibibip! “Bulmuş olduğun en iyi üç şef hakkında
hazırlanmış dosyalan döndüğümde masamda bulmak istiyorum.” “Emily
söylenmiş, küfretmiş, inlemiş ama adaylarla ilgili bulabildiği tüm aynntı-
lan o zamana kadar fakslayacağına söz vermişti, böylece ben de gider git
423
Lauren Weisberger
424
Şeytan Marka Giyer
“Ah sahi mi?” diye taklidimi yaptı sırtlan gibi uluyarak. İnsanlar bi
zi izlemeye başlamışlardı. “Ah sahi mi? Bütün söylemen gereken bu mu?
‘Ah sahi mi’?”
“Hayır, şey, elbette değil Miranda. Öyle demek istememiştim. Yar
dımcı olmak için yapabileceğim bir şey var mı?”
“Yardımcı olmak için yapabileceğim bir şey var mı?” diye yine tak
lidimi yaptı, yalnız bu kez mızmız bir çocuk sesiyle. Eğer o, bu dünyada
ki herhangi başka biri olsaydı o an yüzüne bir tokat indirirdim. “O lanet
kafana bir an önce soksan iyi edersin Ahn-dre-ah. Sen daha ayağındakile-
rin üstünde durmayı bile beceremezken, bu geceki uçuştan önce onları ye
nilemeyi nasıl başaracaksın bilmiyorum? Ama ben kendi kızlarımın yann
gece bu partiyi kaçırmasını kabul etmiyorum, anladın mı beni?”
Anlamış mıydım onu? Hmmm. Çok güzel bir soruydu aslında. Ke
sinlikle anlamadığım bir şey varsa o da, on yaşındaki iki çocuğun, teorik
olarak bir annesi ve bir babası, bir üvey babası, bu konularla ilgilenmesi
gereken ve tam gün çalışan bir dadısı varken, pasaportlarının süresinin
geçmiş olmasından nasıl olup da beni suçlu bulduğuydu. Ama bunların bir
önemi olmadığını gayet güzel anlamıştım doğrusu. Eğer o benim suçum
olduğunu düşünüyorsa, benim suçum demekti. Ayrıca, ona o çocukların
bu gece uçağa binemeyeceğini söylersem, bunu anlamayacağını da anla
mıştım. Bulamayacağım, uyduramayacağım, ayarlayamayacağım hiçbir
şey yoktu kesinlikle ama yabancı bir ülkedeyken, üç saatten önce federal
evraklarla ilgili bir şey yapmama da imkân yoktu. Nokta. Bir yıllık süre
nin sonunda, ne kadar havlasa da, emretse de, gözümü korkutsa da halle
demeyeceğim bir şey bulmuştu gerçekten. Bu olmuş olamazdı. Sen bana,
senin yaşlarındaki halimi hatırlatıyorsun.
Tanrı cezasını versin. Onun da, Paris’in de, moda şovlarının da, “ben
şişmanım” oyunlarının da. Yetenekli bir fotoğrafçıyla, pahalı bir takım kı
yafetleri bir araya getirip bazı güzel dergilerin sayfalarında yürütüyor diye
425
Lauren Weisberger
426
Şeytan Marka Giyer
427
Lauren Weisberger
mnm hâlâ uyuyor.” Sonra, merdivenlerin dibinden daha da yüksek bir ses
yankılandı.
“Andy, hâlâ uyuyor musun?” diye benim odama doğru bağırıyordu.
Güçlükle tek gözümü açıp saate baktım. Sabah sekizi çeyrek geçiyor
du. Sevgili Tanrım, bu insanlar ne düşünüyordu acaba?
Oturur hale gelebilmek için gerekli gücü toparlamadan önce birkaç kez
bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Sonunda oturmayı başarabildiğimde,
bütün vücudum biraz daha, birazcık daha uyku, diye yalvarmaktaydı. •
“Sabah,” dedi Lily gülümseyerek ve yüzünü benim yüzüme iyice
yaklaştırarak. “Buralarda gerçekten erken kalkıyor insanlar.” Jill, Kyle ve
428
Şeytan Marka Giyer
429
Lauren VVeisberger
430
Şeytan Marka Giyer
431
Lauren Weisberger
Adam başı ayda üç yüz dolar bize yeter de artardı bile, çünkü annemle ba
bam yeme içme, çamaşır gibi tüm giderlerimizi karşılayacaktı zaten. İs
veçli çift yılbaşından sonraki hafta içinde evi boşaltacaktı, bu da Lily’nin
yeni sömestre başlaması için çok uygun bir zamandı, eh ben de bir şeyler
yapacaktım herhalde.
Beni resmen kovan kişi Emily olmuştu. Geçirdiğim sinir krizinden
sonra bunun başıma geleceğinden en küçük bir kuşkum yoktu ama Miran-
da’nın dönüp son bir fırça atacak kadar hırslandığını düşünmüştüm. Her
şey, Rumvay' in o bayıldığım zalim tarzıyla üç, dört dakika içinde olup bit
mişti.
Telefon çaldığında daha yeni kendimi bir taksiye atıp beni perişan
eden sol botumu çıkarabilmişim. Önce elbette alışkanlıkla yine kalbim
yerinden çıkacak gibi olmuştu ama az önce Miranda’ya o sen hana senin
yaşındaki halimi hatırlatıyorsununu ne yapabileceğini söylemiş olduğumu
hatırlayınca, telefondakinin o olamayacağını anlamıştım. Geçmiş dakika
larda neler olmuş olabileceğini düşündüm çabucak. Önce Miranda çenesi
ni kapatıp soğukkanlılığına geri dönmüş olmalıydı etrafındakileri düşüne
rek, sonra cep telefonunu bulup evinden Emily’yi aramıştı mutlaka ve son
olarak da Emily, Miranda’yı, “Her şeyi kendi kontrolü altına alacağına,”
ikna etmişti herhalde. Evet, telefon ekranında da uluslararası bir çağrı ol
duğu görünüyordu ve şu an bu dünyada beni kimin arıyor olabileceğinden
tamamıyla emindim.
“Selam Em, nasılsın?” dedim acıyan ayağımı ovmaya ve onun taksi
nin kirli döşemesine değdiımemeye çalışmaya devam ederek.
Benim neşeli sesimi duyunca gardı düşmüş gibiydi. “Andrea?”
“Hey, benim. Karşındayım işte. Ne oldu? Acelem var o yüzden...” Ön
ce ona doğrudan beni kovmak için mi aradığını sormayı düşünmüştüm ama
sonra ona bir nefes alma fırsatı tanımaya karar verdim. Kendimi acıklr bir
tirat dinlemeye hazırlamıştım -Onu nasıl bu hale getirebildin, bunu bana
432
Şeytan Marka Giyer
433 F : 28
Lauren VVeisberger
434
Şeytan Marka Giyer
“Aslında bunu yapmaya hakkı var Andrea,” dedi. İşte! Son bir kazık.
Hiçbir şeyin değişmediğini bilmek rahatlatıcıydı doğrusu. “Bütün bunlar
dan sonra, kendi durumunu bozan, onu seni kovmaya zorlayan sensin.
Ama hayır, onun kindar bir insan olduğunu sanmıyorum. Sen sadece de
ğiştirme faikını üstlen, gerisini ben bir yol bulup hallederim.”
“Teşekkürler Em. Çok teşekkürler. Sana da iyi şanslar. Bir gün hari
ka bir moda editörü olacağına eminim.”
“Sahi mi? Böyle mi düşünüyorsun?” diye hevesle, mutlulukla sordu.
Neden benim gibi moda dünyasından kovulmuş birinin fikrine bu kadar
önem verdiğini anlayamamıştım ama gerçekten çok, çok sevinmiş görünü
yordu.
“Kesinlikle. Hiçbir kuşkum yok bundan.”
Emily’yle konuşmamız bitip telefonu kapatmamla Christian’ın ara
ması bir oldu. Çok şaşırtıcıydı ama nasıl olmuşsa olanları duymuştu, ina
nılacak gibi değildi. Fakat bütün pis ayrıntıları duymaktan duymuş olduğu
zevk, ısrarlı davetleri ve çeşitli teklifleriyle birleşince kendimi yine hasta
hissetmeye başlamıştım. Ona olabildiğince sakin bir şekilde, o an yapmam
gereken pek çok şey olduğunu, beni aramaktan da vazgeçmesini, eğer bir
gün ben arzu edersem onu arayacağımı söyledim.
Mucizevi bir şekilde işten kovulduğumu henüz duymamış olduklan
için, Mösyö Renaud ve ekibi acilen eve dönmem gerektiğini duyunca se
ferber oldular. Yanm saatte bir otel görevlileri ordusu, New York’a giden
ilk uçakta yerimi ayırtmış, valizlerimi toplamış ve beni, Charles de Gaul-
le Havaalanı’na giden ban içkiyle dolu limuzinin arka koltuğuna yerleştir
mişlerdi. Şoför konuşkan biriydi ama benim için aynı şey söylenemezdi,
özgür dünyanın en düşük ücretli ama en neşeli asistanı olarak son dakika
larımın tadını çıkarmak istiyordum. Kendim için son bir şampanya doldur
dum flüt kadehlerden birine ve uzun, ağır, lüks bir yudum aldım. On bir
435
Lauren Weisberger
ay, kırk dört hafta, galiba 3080 saat sürmüştü Miranda Priestly’in ayna
imajında rüyalara dalmanın belki de iyi bir şey olmadığını anlamam.
Bu kez elinde bir levha taşıyan üniformalı bir şoför yerine gümrük
ten çıkar çıkmaz annemle babamı gördüm, beni gördüklerine çok sevin
mişlerdi. Kucaklaştık ve kıyafetlerimin yarattığı şoku atlatmalarından son
ra -daracık, çok soluk D&G kot, yüksek, sivri topuklu ayakkabılar ve ta
mamen şeffaf bir gömlek, hey, listeden seçmiştim, çeşitli başlığı altında
havaalanına gidip gelirken alt başlığından ve sahiden de yolda giyilmeye
uygun tek şeydi bana verdiklerinin içinde- bana çok güzel haberler verdi
ler. Lily uyanmıştı ve kendindeydi. Doğruca hastaneye gittik ve Lily’nin,
beni görür görmez görünüşümle ilgili tepki verecek kadar iyi olduğunu
gördüm.
Elbette başa çıkması gereken yasal sorunlar vardı, ne de olsa, sarhoş
bir halde hem de aksi yönde gittiği tek yönlü bir yolda kaza yapmıştı. Ama
kimse ciddi olarak zarar görmediği için yargıç inanılmaz bir hoş götü gös
termiş ve ehliyetine gerekli notların düşülmesinin yanı sıra, zorunlu alkol
terapisi karan vermişti ve bu da otuz yıllık toplum hizmetine eşdeğer gö
rünüyordu. Bu konuda pek fazla konuşmamıştık -hâlâ sonınlan olduğunu
yüksek sesle dile getirecek kadar iyi hissetmiyordu- ama onu East Villa-
ge’daki ilk grup terapisine bıraktıktan sonra, çıkışta, o kadar da, “Doku
naklı ve incitici,” bulmadığını söylemişti. Aslında, “iğrenç derecede ürkü
tücü,” şeklinde yorumluyordu ama ona kaşlanmı kaldınp, etkili bir bakış
fırlatınca -Emily usulü- orada çok hoş bazı adamlar olduğunu itiraf etmiş
ti ve dengeli biriyle bir kerecik çıkmak onu öldümıeyecekti. Annemle ba
bam onu Columbia’daki dekanıyla konuşup, sorunlarını çözmeye ikna et
mişlerdi. Önceleri bir kâbus gibi gelmişti bu fikir ama sonu iyi bitmişti.
Lily’nin sömestr ortasında sınıfta kalmadan, izin almasına razı olmasının
yanı sıra, Lily’nin okul taksidini gelecek bahara erteleme başvurusunu da
imzalamıştı.
436
Şeytan Marka Giyer
437
Lauren Weisberger
nu biliyorsun demek ki, ama bana ne olduğundan emin olmak için zama
na ihtiyacım var ve sana ve bize. Bu yeni bir şey değil Andy, yeni ortaya
Çıkmadı bu durum bende. Uzun, çok uzun bir zamandır böyleyim ama sen
farkına varamayacak kadar meşguldün.”
“Alex, bana hiç yüz yüze oturup iki saniye karşılıklı konuşma ve ne
ler olup bittiğini anlatma fırsatı tanımadın. Belki haklısındır, belki ben tü
müyle değişmişimdir. Ama değişmiş olsak bile, o kadar kötü durumda ol
duğumuzu sanmıyorum. Gerçekten de o kadar ayrı mı düştük?”
Bana Lily’den bile yakın bir arkadaş olmuştu, bundan emindim ama
aylardır benim erkek arkadaşım olmamıştı. Onun haklı olduğunu fark et
tim ve bunu ona söylemenin de zamanıydı.
Derin bir nefes aldım ve doğru olduğunu bildiğim şeyi söyledim, o
an çok harika görünmüyor olsa dahi. “Sen haklısın.”
“Haklı mıyım? Kabul ediyor musun?”
“Evet. Bencilce ve haksız davrandım sana karşı.”
“E... öyleyse şimdi?” Geri çekilmiş ama kalbi kırılmamış gibi geli
yordu sesi.
“Bilmiyorum. Şimdi ne olacak? Konuşmayacak mıyız? Birbirimizi
görmeyecek miyiz? Bunun nasıl işe yarayacağını bilmiyorum. Ama senin
hayatımın bir parçası olmanı istiyorum ve senin hayatının bir parçası ol
mamayı hayal dahi edemiyorum.”
“Ben de öyle. Ama bunu uzun süre bu şekilde götürebileceğimizden
emin değilim. Çıkmaya başlamadan önce arkadaş değildik ve şimdi de sa
dece arkadaş olmayı hayal etmek imkânsız görünüyor. Ama kim bilir?
Belki ikimizin de bir şeyleri düşünmeye yetecek kadar zamanı olursa...”
Telefonu kapadım ve eve döndüğüm ilk geceyi ağlayarak geçirdim,
sadece Alex için değil, geçtiğimiz yıl boyunca değişmiş olan her şey için.
Elias-Clark’ın kapısından hiçbir şeyden habersiz, hırpani giyimli, küçük
bir kız olarak girmiş ve sersemlemiş bir vaziyette, yıpranmış, hırpani gi
438
Şeytan Marka Giyer
yimli, yan büyümüş (sadece şimdi ne kadar hırpani giyimli olduğunu ayırt
edebilen) biri olarak çıkmıştım. Ama bu zaman zarfında yüz tane hemen
üniversite sonrası işten elde edilebilecek kadar deneyim kazanmıştım. Bel
ki de, artık öz geçmişimde kocaman, kırmızı bir K harfi olsa da, erkek ar
kadaşım her şeyin bittiğini söylüyor olsa da ve elimde kalan tek somut şey
özel tasarlanmış şahane kıyafetlerle dolu bir valiz (pardon, tamam, Louis
Vuitton valizler) olsa da, yine de değerdi.
Telefonun sesini kapattım, yatağımın yanındaki masanın gözünden
eski bir not defteri çıkardım ve yazmaya başladım.
«-*
Ben aşağı indiğimde babam çoktan kendi ofisi olan odasına kaçmış,
annem de garaja geçmek için evden çıkmak üzereydi.
“Günaydın tatlım. Uyanık olduğunuzu bilmiyordum! Acelem var.
Dokuzda bir öğrencim gelecek. Jill’in uçağı öğlen, belki yoğun trafiğe kal
mamak için erken çıkarsınız. Cep telefonum yanımda olacak herhangi bir
aksilik olursa diye. Ha, Lily ve sen akşam yemeğinde evde olacak mısınız?”
“Gerçekten bilmiyorum. Daha şimdi uyandım ve bir fincan kahve bi
le içmedim. Sence bu arada akşam yemeği için karar verebilir miyim?”
Ama benim aksi cevabımı dinlememişti, ben daha ağzımı açarken
garajın yolunu yarılamıştı bile. Lily, Jill, Kyle ve bebek mutfak masasının
etrafında sessizce oturmuş, Times'm farklı bölümlerini okumakla meşgul
düler. Masanın ortasında, pek iştah açıcı görünmeyen, ıslak görünümlü
gözlemeler, bir şişe pekmez ve buzdolabından yeni çıkmış bir tereyağı pa
keti vardı. Herkesin ilgi duyduğu tek şey babamın sabahki Dunkin Donuts
turunda aldığı kahveymiş gibi görünüyordu (her sabah annemin kendi yap
tığı şeyleri yememek için yerine getirdiği, anlaşılabilir bir gelenekti bu).
Çatalla bir tane gözleme alıp kâğıt tabaklardan birine koydum ve kesmeye
çalıştım ama dokunmamla ıslak bir hamur yığınına dönüşmesi bir oldu.
439
Lauren Weisberger
440
Şeytan Marka Giyer
441
Lauren Weisberger
442
Şeytan Marka Giyer
443
Lauren Weisberger
444
Şeytan Marka Giyer
445
Lauren Weisberger
re, kira dahil beni bir yıl geçindirebilirdi ve ben de o arada yazı yazmakla
uğraşabilirdim. Sonra da hayatıma Loretta girmiş, her şey daha da iyiye
gitmişti.
Loretta da dört parça yazı almaya karar vermişti bile. Ama daha da
heyecan verici olan, bana yeni ilişkiler sağlamak konusundaki tuhaf takın
tısı, bir serbest yazarla çalışmak isteyebilecek, başka dergilerden insanlar
la konuşmak konusunda gösterdiği hevesti. Bu yüzden bu kasvetli kış gü
nünde Starbucks’ta oturuyordum, tekrar Elias-Clark’a gidecektim. Beni,
Miranda’nın ben binaya adım atar atmaz avlamayacağı, bir ok üfleyip öl
dürmeyeceği konusunda ikna etmesi hayli uzun sürmüştü ve çok uğraşmış
tı ama yine de gergindim. Eski günlerdeki, o telefonun çalmasıyla yüreği
min ağzına gelmesi türünden bir korkum yoktu ama uzak bir ihtimal de ol
sa, onunla ya da Emily ile karşılaşma düşüncesi yine de rahatsız ediciydi.
Ya da görüşmeyi sürdürdüğüm James dışında herhangi biriyle.
Her nasılsa, bir biçimde ve bir nedenle Loretta eskiden ev arkadaşı ve
meslektaşı olan ve şimdi de The Buzz’m kent bölümünün editörlüğünü ya
pan kadını aramış ve geleceğin “o parlak” yazarını keşfettiğini söylemişti.
Bu herhalde ben oluyordum. Bana bugün için bir görüşme ayarlamıştı ve
kadına benim Miranda’nın son kovduğu asistan olduğumu da önceden
söylemişti. Ama kadın sadece gülmüş ve eğer Miranda tarafından kovulan
bütün yazarları reddedecek olsalar yazı yazacak kimse bulamayacaklarını
söylemişti.
Kahvemi bitirdim, enerjimi toplamış olarak, çeşitli yazılarımın bu
lunduğu dosyamı aldım ve (bu kez sakin olarak, çalan telefonlar ve tepsi
ler dolusu kahve olmadan) Elias-Clark binasına yöneldim. Yürüme yolun
dan lobiyi inceleyip, Runvvay takımından kimsenin olmadığına emin olun
ca ilerledim ve döner kapıya abandım. Beş aylık yokluğumda değişen bir
şey olmamıştı, gazete tezgâhının arkasında duran Ahmed’i ve Chic’m bu
hafta sonu Lotus’te vereceği partinin duyurusunu yapan dev gibi, parlak
446
Şeytan Marka Giyer
C E N N E T G İB İ B İR İŞ E G İR E C E Ğ İN İZ İ
D Ü Ş Ü N Ü R K E N , A S L I N D A
C E H E N N E M E D Ü Ş T Ü Ğ Ü N Ü Z Ü
A N L A D IĞ IN IZ A N
N E Y A P A R S I N I Z ?
9 789752 104389
MM
ALTIN
KİTAPLAR 8. Bassm