Professional Documents
Culture Documents
Saro Dadyan Osmanlı'Nın Gayrimüslim Tarihinden Notlar Yeditepe Yayınları
Saro Dadyan Osmanlı'Nın Gayrimüslim Tarihinden Notlar Yeditepe Yayınları
Saro Dadyan Osmanlı'Nın Gayrimüslim Tarihinden Notlar Yeditepe Yayınları
GAVR�MÜSL�M 1A����ND�N
NOilA�
OSMANLl'NIN
GAYRİMÜSLİM TARİHİNDEN NOTLAR
SARODADYAN
Editör
Ersan Güngör
© Yeditepe Yayınevi
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Sertifika No: 16427
ISBN: 978-605-4052-80-6
Sayfa Düzeni
İrfan Güngörür
Kapak Tasarımı
Sercan Arslan
Baskı-Cilt
Şenyıldız Yay. Matbaacılık Ltd. Şti.
Gümüşsuyu Cad. No:3/2 -Topkapı /İstanbul
Tel: 0212 483 47 91-92 (Sertifika No: 11964)
-Q- kitap�1?.n��k��p���
YEDİTEPE YAYINEVİ
Çatalçeşme Sk. No: 27/15 34410 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0212) 528 47 53 Faks: (0212) 512 33 78
www.yeditepeyayinevi.com 1 bilgi@yeditepeyayinevi.com
OSMANll'NIN
GAYRİMÜSLİM JARİMİND�N
NOilAR
SARODADYAN
YEDİTEPE W
İstanbul 2011
-
SaroDadyan
Önsöz ...................................................................................................... 7
5
• İttihadçılar ile Ermeni Partileri Sultan Abdülhamid'e Karşı
Birlikte Hareket Etmiş Sonra Yollan Ayırmışlardı ...................... 117
• Fransızların "Demir Maskeli Adam" Dedikleri Kişi, Bizim
Tokatlı Avedik'tir ............................................................................ 127
• İmparatorluğa Nesiller Boyu Mimarlık Yapan Balyan
Ailesi'nden Bugün Artık Tek Bir Kişi Bile Kalmadı .................... 133
• Sultan Abdülhamid'e Karşı Mücadele Eden Türkler ve
Ermeniler Aynı Mezarlıklara Defnedildiler ................................. 143
• Sivaslı Ermeni Azizi Vlas Müslüman Yahut Hristiyan Olsun
Her Hastanın Yardımına Koşar .................................................... 149
• Ermeniler Anlaşmazlığa Düştüler, II. Mahmud Bir
Müslüman'ı Patrik Yetkisi ile "Ermeni Nazın" Yapb ................. 155
• Surp Pırgiç Hem Hastahane Hem de Zengin ve Aristokrat
Ermenilerin Buluşma Yeriydi ....................................................... 163
• Ermeni Mizah Dergisi 'Gavroş' Ermeni'ye de Türk'e de
Hiç Durmadan Verip Veriştiriyordu ........................................... 173
• Sivaslı Seyyar Sabcının Oğlu, 1000 Küsur Sene Sonra
Ermenilerin Bir Kısmını Katolik Yapb ........................................ 183
• Balyan'ın Okul Projesi Hayata Geçirilebilseydi Anadolu'da
Hiçbir İmar Sorunu Kalmayacakb .............................................. 191
• "Ben Doğuluyum, Haremimi Göremezsiniz" Diyen Üsküdarlı
"Bay Yüzde Beş" Kalust Gülbenkyan'ın Esrarlı Hayab ................. 197
• Bulgaristan Bizden Bir Diplomatik Davet İnadı ve Protokol
Kavgası Yüzünden Ayrılıp Bağımsız Olmuştu............................ 205
• Avrupa'nın "Gayrimüslimlere Baskı" İddialarına En Başta
Ortodoks Bir Rum Olan Karateodori Paşa Karşı Çıkmışb ........ 213
• Türklere Yasak Olan Aristokrasi Ermeniler ve Rumlar İçin
Serbest Üstelik Mecburi İdi ......................................................... 223
• Ermenilerin En Büyük Ruhani Lideri 1961'de Ankara'ya
Neden Gitti, Hala Bilinmiyor!....................................................... 231
• Binlerce Şarkıyı Unutulmaktan Kurtardı Ama Otobiyografisi
Kaybolup Gitti ............................................................................... 239
• Anadolu Şarkılarının Derleyicisi Gomidas Hep Sıkınb Çekti,
Tehcir Yüzünden Aklını Kaybetti ................................................ 247
6
Ön söz
7
Bu durum ne yazık ki bugün de devam etmektedir, üniver
sitelerin yaptığı çalışmalarda halkın birçok kesiminden kimse
nin gayrimüslimlerle komşuluk etmek istemediği görüldü. Fakat
eminim ki gayrimüslim komşu istemiyorum diyen kimseye "Hiç
bir gayrimüslim ile arkadaşlık ettiniz mi?" diye sorulsaydı cevabı
"Hayır" olacaktı. Yani esasında insanlar hiç tanımadıklan, bilme
dikleri, hatta görmedikleri insanlara nefret besliyor, bunun da al
tında geçmişte yapılan propagandalar ve ''bilgisizlik'' yatıyor.
Bununla birlikte yıllarca baskılara ve dışlamalara maruz ka
lan gayrimüslim cemaatler ise bunun verdiği eziklik ve korkuyla
kendi içlerine kapandı ve kendilerini, geçmişlerini, geleneklerini
toplumun diğer katmanlarıyla paylaşamadılar. Bu durum da ne
yazık ki bugün dahi devam etmekte ve gayrimüslimlerin tarihle
rini çalışan tarihçilerin de en çok şikayet ettiği konu olmaya devam
etmektedir. Çünkü gayrimüslim kurumlar, korkulan ve çekince
leri nedeniyle tarihçilere ve araştırmacılara dahi yardım etmeye
sıcak bakmamaktadır. Samimi olmam gerekirse ben de Habertürk
gazetesinde gayrimüslimlerin tarihi hakkında makaleler kaleme
aldığımda insanlann gösterebileceği tepkiden ürkerek, defalarca
kendime "acaba bu işe hiç kalkışmasa mıydım?" diye sordum. Fa
kat ilerleyen zamanda toplumun hemen her kesiminden onlarca
insandan aldığım tebrik mesajlan ve olumlu geri dönüşler bana
büyük bir şevk verdi ve esasında gayrimüslimlere karşı beslenil
diğine inanılan nefretin tek sebebinin ''bilgisizlik" olduğuna ve in
sanlann tanımadan düşman gördükleri kimseleri biraz tanıyınca,
onlarla olan ortak değerlerinin farkına vannca her şeyi geride bı
raktığının bilincine o zaman vardım. Bu konuda beni en çok sar
san olay ise bir sahafta, benim kim olduğumu öğrenince yanıma
gelerek teşekkür eden altmış yaşlanndaki bir hanım oldu. Beni
büyük bir samimiyetle tebrik eden bu hanım, "Sizin sayenizde
Osmanlı'da da Ermenilerin olduğunu öğrendik! Bize ilkokulda Er
menilerin, Türkiye'yi bölmek için Birinci Dünya Savaşı'nda Fran
sızlar tarafından getirildiği öğretilirdi" dedi.
8
Bu samimi teşekkür ve itiraf bana gerçek anlamda bir şevk
verdi ve omuzlarımdaki sorumluluğun bir kat daha arttığını his
settirdi, zira insanlara hiç tanımadıkları, bilmedikleri, daha da
kötüsü yanlış bildikleri bir tarihi anlabyordum. Bununla birlikte,
bir yıl boyunca neredeyse her Pazar yayınlanan yazılarımda hiç
bir zaman "kimseyi kimseye sevdirmek'', "kimseyi yüceltmek" gibi
"mozaik romantizmine" kapılmadım. Çünkü böyle bir yola sap
saydım yazılarımın hiçbir güvenilirliğinin kalmayacağının ve ters
tepeceğinin bilinceydim. Hazırladığım bütün yazılarımda gerek
yabancı gerekse gayrimüslim cemaatlerden tarihçi ve araşbrma
cıların çeşitli lisanlarındaki eserlerinden yararlandığım gibi Os
manlı arşivlerindeki belgelerden ve kaleme aldığım devrin süreli
yayınlarından da faydalanmaya özen gösterdim. Çünkü sadece
bu sayede mümkün olduğunca objektif yazabileceğimin ve esa
sında gayrimüslimlerin tarihini yazarken, genel tarihe de katkıda
bulunabileceğimin, tarihi olaylara başka bir yönden de bakılma
sını sağlayabileceğimin farkındaydım. Fakat tüm bu çalışmaları
yaparken tabii ki herkes gibi benim de yanıldığım ve gözden ka
çırdığım noktalar olmuştur, bu kusurum için de sizlerin affınıza
sığınıyorum.
Habertürk gibi Türkiye'nin en büyük gazetelerinden bir ta
nesinde ve aylık tirajı bir milyonun üzerinde olan Habertürk Ta
rih dergisinde bir yıl boyunca bana da yazma imkfuıı tanıyan, her
daim kendimi daha da geliştirmem için bana yol gösteren, tav
siyeler veren kıymetli dostum, ağabeyim Murat Bardakçı başta
olmak üzere, makalelerimi derleyerek kitap olarak yayınlamayı
üstlenip bu yazılan ölümsüzleştiren Yeditepe Yayınları'nın sahibi
Mustafa Karagüllüoğlu'.na da teşekkür ve şükranlarımı sunarım.
Saro Dadyan
Nişantaşı, Eylül 2011
saro.dadyan@gmail.com
9
Osmanh'daki İlk Ermeni İsyanı,
Bundan 190 Yll Önce
Mezhep Yüzünden Çdcmıştı
11
değiştirerek Papa'nın hakimiyetine ve dolaylı olarak da Fransa
Kralı'nın hakimiyetine girmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun en eski
müttefiki ve en yoğun ticari ilişki içerisinde olduğu Fransa'nın da
konumunu sağlamlaştırıyordu. Genel değimle misyonerler, "Papa
için gönül, Fransa Kralı için kul kazanıyorlardı".
İstanbul'daki misyonuna iki sene devam edebilen Clement
Galano, birçok aileyi mezhep değiştirmeye ikna edebildiği gibi
özellikle Ermeni aristokrasisi içerisinde büyük başarı göstererek
Düzyan, Tıngıryan ve Kılcıyan gibi darphane eminliği ve saray
sarraflığı yapan, dönemin önde gelen isimlerinin de mezheple
rini değiştirmelerini sağladı. 1644'de İstanbul Ermeni Patriğinin
değişerek Arevelkli Tavit'in patriklik tahbna oturmasıyla birlikte
Galano sınır dışı edildi; fakat onun sağladığı bu başarı üzerine
yine başta İstanbul olmakla beraber imparatorluğun çeşitli vila
yetlerine onlarca misyoner gönderildi.
Ermenilerin mezhep değiştirme süreci son derece sancılı ve
kanlı olaylarla, sürgünlerle dolu bir dönem oldu. Osmanlı idaresi
kendi hfil<imiyetindeki Ermeni Patrikliği'ne bağlı bir cemaatin Pa
palığa bağlanmasını istemiyordu ve Fransa, Katolikliğe geçen Er
menilere kendi vatandaşı gibi muamele ederek Fransızlara tanınan
imtiyazların bu kişilere de tanınması yönünde baskılar yapıyordu.
Bu nedenle hiçbir Osmanlı padişahı mezhep değiştirmeye sıcak
bakmıyor ve tahta kim geçerse geçsin, bu sorunun halledilmesi
için patrikhane ile ortak hareket ediyordu. Özellikle II. Mahmud,
sorunun çözülmesinde kararlıydı ve tahta geçtiği ilk günden itiba
ren Katolik Ermenilere karşı baskıcı bir politika izledi.
II. Mahmud, ı8ıo'da Ermeni Patriği Hovhannes Çamaşırcıyan'a
Katolikler ile uzlaşılması ve mezheplerini değiştirenlerin Ermeni
Kilisesi'ne geri dönmelerinin sağlanması emrini verdi. Fakat Ka
toliklerin, patrikhaneye dönmek için Ermeni Kilisesi'nin Katolik
doktrinlerini kabul etme şartını öne sürmeleri, uzlaşma çabala
rını ilk aşamada sonlandırdı. Padişah, bunun üzerine Katolikler
12
üzerindeki baskıyı daha da artbrdı. Katolik Ermenilerin ileri ge
lenleri sürekli olarak "padişahın hışmına uğrayarak sefil bir hale
düştüklerinden" şikayet ederek kendilerine merhamet edilmesi
için Babıfili'ye dilekçeler veriyorlardı.
Ermeni Katoliklerin
patrikhaneye dönmesin
den rahatsız olan misyo
nerler, Ermeni Kilisesi'nin
kurucusu ve Ermenilerin
en büyük azizi olan Kirkor
Lusavoriç'in temsili resim
lerinin üzerine dönemin
Papa'sı VII. Pius'un portresini
yapışhrdılar. Bu resimleri Ermeni mahallerinde dağıhp "Patrik
Katolikleri kiliseye aldı, hepinizi Katolik yapaca"/(' diye propagan
daya başladılar. Bunun üzerine esnaftan 500 kadar Ermeni top
lanarak patrikhaneye gitti ve patriği kastederek "Sen bizi Katolik
yapıp şapka mı giydireceksin?" diye bağırıp Patrik Boğos'u gör
mek istedi. Patrikhane kavasları öfkeli kalabalığı durdurmak is
teyince bazıları yerlerde sürüklendi ve isyancılar kapılan kırarak
binaya girdi. Patrik Boğos, bahçeden kaçarak bir Türk'ün evine sı
ğındı ve linç edilmekten zor kurtuldu. Öfkeli kalabalık patriği bu
lamayınca daha da sinirlenerek din adamlarının hepsini tekme
tokat patrikhaneden dışarıya ath ve bütün eşyaları parçaladı.
14
Sevinçten Ölen
İlk Gayrimüslim Bakanın rcemikleri
107 Sene Sonra Üç Parçaya Ayrlldı
15
yapabileceklerdi; ama fermandan Müslümanlar kadar gayrimüs
limler de rahatsız olmuştu. Islahat Fermanı'ndan önceki dönemde
devlet protokolündeki sıralamada öncelik Rumlara aitti. Ermeni
ler ve Yahudiler sonra gelirlerdi. Islahat Fermanı ile bütün cema
atler eşdeğer tutulunca Rumlar "Devlet bizi Yahudilerle bir tuttu,
Yahudi'yle eşit olmaktansa biz İslam'zn baskısı altında ezilmeye
razıydık." diye serzenişte bulunuyorlardı. Gayrimüslimlere imti
yazlar verilmesi için sürekli Babıfili'ye baskı yapan Fransız elçisi
de "Biz, hükümetin bu derece fedakarlıklarda bulunabileceğini
tahmin etmezdik" diyordu.
Nihayetinde, Müslim-gayrimüslim herkesin rahatsız olduğu
Islahat Fermanı'nın gerekleri ardı ardına uygulandı. Barutçubaşı
ve Darphane Emini gibi görevlerde bulunan birkaç gayrimüslime
"Bey" unvanı verildi; ama başka gayrimüslimlere unvan verilme
sinde son derece titiz davranıldı. Gay
rimüslimlerin de bakan ve müste
şar olabilecekleri 1856 Islahat
Fermanı ile birlikte kabul
edilmişti; fakat bir gayri
müslimin ilk defa bakan
olarak tayin edilmesi, fer
mandan 12 sene sonra,
1868'de gerçekleşti. Dö
nemin padişahı Sultan
Abdülaziz, Paris'te yük
sekziraat eğitimi görmüş
ve yerel postacılığın tesi
sinde büyük emekleri gö
rülen Ermeni asıllı Kirkor
Ağaton'u "Bala' unvanıyla ve
5000 kuruş maaşla Nafia Nazm
yani Bayındırlık Bakanı tayin etti.
Kirkor Ağaton
16
Bu sırada Osmanlı delegesi olarak Paris'teki tnuslararası Posta
Telgraf Kongresi'nde bulunan Kirkor Ağaton'a nanr tayin edildiği,
ıı Mart 1868 günü Mustafa Reşid Paşa'nın oğlu Paris Sefiri Ce
mil Mehmed Paşa tarafından tebliğ edildi. Kirkor Ağaton, haberi
alır almaz Sadrazam Ali Paşa'ya Osmanlı tarihinin ilk gayrimüs
lim nazın olmaktan duyduğu sevincini ve teşekkürlerini dile geti
ren bir telgraf gönderdi. Fakat bu sevincini fazla yaşayamayarak,
bir gün bile fiilen nazırlık etmeden geçirdiği kalp krizi sonucunda
Paris'te vefat etti. Dönemin resmi tarihçisi Ahmed Lütfi Efendi,
ilk gayrimüslim nazırın.ölümünden sonra ''Ağaton Efendi, pos
tayla ilgili çok mühim bir iş halletmek için Paris'e gitmişken, bu
dünyadan tamamıyla postayı kesti." diye yazacaktı.
Bakanlık koltuğuna bir gün bile oturamayan Osmanlı'nın bu
ilk gayrimüslim nazırının cenazesi İstanbul'a getirilerek mutantan
bir törenle Hasköy Ermeni Mezarlığı'na defnedildi. Ama Ağaton
Efendi'nin defnedilmesinden tam 107 sene sonra Üçüncü Haliç
Köprüsü'nün inşası nedeniyle Hasköy Ermeni Kilisesi yıkılırken
mezarlığın büyük bölümü de istimlak edildi. Ağaton Efendi'nin
mezarı ise yeni projeye göre yapılacak olan yolun üzerindeydi, ale
lacele yıkılan mezarındaki kemiklerin sadece bir kısmı kurtarıla
bildi ve büyük kısmı bu günkü yolun altında kaldı. Toplanabilen
kemiklerin bazısı aynı mezarlığın başka bir köşesine defnedildi,
diğer bir kısmi ise Masonik mezar taşı ile birlikte Kumkapı'daki
Ermeni Patrikliği'nin avlusuna taşındı. Osmanlı tarihinin ilk gay
rimüslim nannnın mezar taşı bu gün patrikhanenin avlusunda;
ama kemikleri üç ayı yerde...
17
Sadrazam Ali Paşa Hazretlerine,
Paşa Hazretleri, öncelikle yüce gönüllülük göstererek bende
nize kabinenizde yer alma şerefini tattırdığınız için size en de
rin şükranlanmı sunarım. Sizlerin güvenini boşa çıkarmayaca
ğıma ve her daim Osmanlı İmparatorluğu'nun menfaatleri için
çalışacağıma sizi temin ederim.
Ağaton
ICirlcor Ağaton
4 Temmuz 1825 günü İstanbul'da dünyaya gelen Kirkor Ağaton,
Keteon isminde, Alibeyköylü fakir bir çiftçinin oğluydu. İlköğre
nimini Hasköy'deki Nersesyan Mektebi'nde tamamladı. Bu sı
rada devrin önde gelen devlet adamlarından Sadrazam Mustafa
Reşid Paşa'nın sarrafı Mıgırdiç Amira Cezayirliyan'ın dikkatini
çekmeyi başararak tahsiline devam etmesi için Paris'e gönde
rildi. Ağaton, Grignon Koleji'nde yüksek ziraat tahsili yaptıktan
sonra Paris Sefiri Mustafa Reşid Paşa tarafından Fransa Kralı
Louis Phillipe'in huzuruna çıkarılarak "geleceğin Osmanlı'sının
en büyük ziraatçısı" olarak takdim edildi.
1841de İstanbul'a dönerek Osmanlı'nın ilk modern ziraat koleji
olan Halkalı Ziraat Mektebi'nin kuruluşunda çalıştı ve okulun
başöğretmenliğini üstlendi. 1856'da Yüksek Ticaret Meclisi'ne,
186o'da da Meclis-i Hazain'e yani Sayıştay'a üye tayin edildi.
1858'de İtalya'da, 1862'de de Londra'da düzenlenen uluslara
rası sergilerde Osmanlı İmparatorluğu'nu temsil ederek Osmanlı
ürünlerinin yer aldığı stantları hazırladı ve Londra'daki sergide
Kraliçe Victoria tarafından altın bir saatle ödüllendirildi.1863'te
İstanbul'da düzenlenen uluslararası fuarın organizasyon sorum
luluğu da kendisine verildi.1864'de Posta Müdürlüğü'ne atandı,
1865'te ise Posta Müdürlüğü'nün yanı sıra Telgraf Müdürlüğü de
kendisine verildi. Bu tarihten sonra her sene toplanan illuslararası
Posta-Telgraf Kongresi'ne Osmanlı İmparatorluğu'nu temsilen ka
tıldı.1868'de yine kongre ned�niyle Paris'te iken Nafia Nazm tayin
edildi; fakat birkaç gün içinde İstanbul'a dönemeden vefat etti.
18
En Eski Ergenekoncumuz Almanya'dan
İthal Ettiğimiz von der Goltz Paşa'dır
19
İki devlet arasındaki yakınlık sadece diplomasiyle sınırlı kal
madı, Osmanlı sarayına ve ordusuna da yansıdı. ı882'de askeri
okullarda ders vermek için ''binbaşı" rütbesi ile İstanbul'a gelen
Kamphoevener'in rütbesi sekiz ay geçmeden "Mirliva" yani "Tuğ
general" yapıldı ve Sultan Abdülhamid'in yaverliğine atanarak
kendisine Yıldız Sarayı'nda özel bir daire tesis edildi. Başmabe
yinci Tahsin Paşa'nın "madalya ve nişanlarım takarak gösteriş
yapmaktan başka işi olmayan bir süs paşası" diye nitelendir
diği Kamphoevener Paşa, sık sık Berlin'e giderek padişah ile II.
Wilhelm arasındaki hususi iletişimi sağlıyor ve iki hükümda
rın birbirlerine gönderdikleri hediyeleri taşıyordu. Kamphoeve
ner Paşa'nın dışında da Almanya'dan birçok subay, Osmanlı or
d usunun ıslahı ve askeri okullarda eğitim vermek için İstanbul'a
getirildi ve bunların da rütbeleri Kamphoevener Paşa örneğinde
olduğu gibi kısa sürede yükseltilerek ordunun idari mekanizma
sında yer aldılar.
ı883'te0smanlıor
dusunun ıslahı ve Har
biye Mektebi'nde ders
vermek için ''binbaşı"
rütbesi ile İstanbul'a
gelen Prusya asıllı von
der Goltz da bu subay
lardandı; ama İstanbul'a
gelme nedeni diğer
lerinden biraz fark
lıydı. Kendi deyimiyle
"İmparatora danış
manlık edebilecek bir
konumdayken bazı
entrikalarla dışlan
mıştı." Bununla billikte
Von der Goltz Paşa, yaveri Farukizade Sami Paşa ile birlikte
20
40 yaşındaydı, beş çocuğu vardı ve büyük maddi sıkıntılar içeri
sindeydi, İstanbul'da teklif edilen dolgun maaşlı görevi reddede
cek durumda değildi. Nihayetinde istemese de görevi kabul etti
ve askeri okullar müfettişliğine atanarak kısa sürede binbaşılık
tan tuğgeneralliğe yükseltildi.
Goltz Paşa, son derece disiplinli, sert bir askerdi ve demok
rasi, pasifizın gıbi kavramlar ona "içi kokuşmuş hayaller" gibi geli
yordu. Sosyal demokrasinin halkları yumuşatarak hamurlaştırdığını
savunuyor, mutlak monarşiye yürekten inanıyor, görev bilincini,
itaat duygusunu ve vatan için cansiperane çalışma aşkım en yük
sek değerler olarak övüyordu. Bu inançları dünyanın en köklü
imparatorluklarından olan Osmanlı İmparatorluğu'ndaki haya
bm daha da kolaylaşbrıyor ve kısa zamanda ülkeyi ve İstanbul'u
sevmesini sağlıyordu.
Diğer yabancı paşalar gibi derdini Fransızca konuşarak yahut
tercümanlar kullanarak anlatmaya çalışmadı, Türkçe öğrenmeye
başladı ve bunun dışında bulunduğu kültürü daha iyi anlayabil
mek için tarih ve coğrafya da çalışb. Kendi memleketinden gelen
diğer subayların aksine, Türkiye'den şikayetlerle değil "ikinci va
tanım" diye bahsediyordu. Büyük bir şevkle çalışan Goltz Paşa,
birbiri ardına ıslahat programları hazırladığı gibi askeri okul
larda okutulmak üzere ders kitapları da yazdı. Paşa'mn çalışkan
lığı herkesin sevgi ve takdirini kazanmasını sağladığı gibi Sultan
Abdülhamid'in de dikkatini çekmişti ve hükümete "Goltz Paşa'mn
çalışkan ve değerli bir asker olduğu, onun harcanmaması daha
önemli görevlere getirilmesi'' yönünde emirler gönderiyordu.
Bununla birlikte imparatorlukta Goltz Paşa'nın canını sı
kan tek bir şey vardı, o da Sultan Abdülhamid idi! Paşa, Sultan
Abdülhamid'in baskıcı rejimine son verilmesi gerektiğini düşünü
yor ve zaman zaman kendisi de padişahla çabşmaktan geri dur
muyordu. Sultanın huzuruna defalarca çıkmasına ve ricalarda
bulunmasına rağmen, padişahı bir türlü tatbikatlarda gerçek
21
mermi kullanılmasına ikna edememişti. Bu durum canını sı
kıyordu ve padişahı ''kendi ordularından korktuğu için askerin
güçlenmesini önlemekle" suçluyordu. Mutlak monarşiye yürek
ten inanmasına rağmen Jön Türkler'i destekliyor ve imparator
luğun kalkınması için tek çıkar yolun Sultan Abdülhamid'in taht
tan indirilmesi olduğunu düşünüyordu. Görevde olduğu günlerde
bile açıkça "Türldye'ye yapılacak yardımlann ilk hedefi, pad�a
hzn bu caniyane yönetimini ortadan kaldırmak olmalıdır; fakat
bunu bizzat Türkler'in yapması gerekir' diyordu.
Tüın bunlara rağmen, Sultan Abdülhamid'in paşaya karşı olan
güveni devam etti, birçok meselede yine Goltz Paşa'nın görüşle
rine başvurdu. Özellikle o güne kadar silah ve mühimmat ihtiyaç
larını Fransız şirketlerinden sağlayan Osmanlı'nın tüm alımlarını
zamanla Alman silah şirketlerinden yapmasında Goltz Paşa'nın
büyük etkisi oldu. Fransızlar, bu yüzden Goltz Paşa'ya karşı kin
besliyorlardı. ı889'daAlman İmparatoru il. Wıllıelm'in ziyaretin-
. den sonra Almanya'dan, 15 milyon Mark değerinde ikinci bir si
lah alımı gündeme geldi ve anlaşmada Goltz Paşa yine önemli rol
oynadı. Osmanlı İmparatorluğu, iki sene içerisinde Goltz Paşa'nın
yönlendirmesiyle Almanya' dan 22 milyon Mark değerinde silah
aldı ve bu durum Fransızların, Paşa'ya karşı olan hiddetini bir
kat daha arttırdı.
Paşa, Fransızlar tarafından adım adım izleniyor olmalıydı ki,
tam bu sırada Fransız ajanları Paşa'nınAlman Prensi Bismarck'a
yazdığı bir mektubu ele geçirdiler. Mektupta Türkiye'nin iç ve dış
güvenliği ile ilgili birbirinden önemli bilgiler veriliyordu. Fransa,
bu mektubu diğer birçok Osmanlı paşasının aksine Fransız yan
lısı olan ve Fransız ekolünden gelen ve yine Sultan Abdülhamid'e
yakın olan isimlerden birine, Hariciye Nezareti Müsteşarı Artin
Dadyan Paşa'ya teslim etti. Artin Paşa, mektubu inceledikten
sonra iki sayfalık bir rapor hazırladı ve mektubu raporuyla bir
likte Sultan Abdülhamid'e takdim etti.
22
Von der Goltz Paşa, Prens Bismarck'a gönderdiği mektu
bunda özetle Sultan Abdülhamid'i Almanya'nın yanına çekebil
mek için sun'i bir isyan çıkarmayı öneriyordu. Mektupta anlatıldı
ğına göre; bu mektup Prens Bismarck ile Goltz Paşa arasındaki ilk
yazışma değildi, Osmanlıyı yakından ilgilendiren siyasi ve askeri
meseleler hakkında daha önce de gerek birebir, gerekse de çeşitli
isimlerin aracılığıyla haberleşmişlerdi. Mektubunda silah alış ve
rişinden de bahseden Goltz Paşa, bu konuda kendilerine yardım
ettiklerini ve komisyon aldıklannı söylediği üç paşanın isminin
baş harflerini veriyor, bu paşalan Prens Bismarck'ın da yakından
tanıdığım söylüyor ve eğer prens, isyan için emir verirse bu üç is
min yine kendilerine yardım edeceğini söylüyordu.
23
Hazine-i Hassa Nazm Agop Paşa, padişahın huzuruna çıkarak Goltz
Paşa'nın aleyhlerine çalıştığından Almanya'ya geri gönderilmesi
için padişahı ikna etmeye çalıştı. Bir hafta kadar sonra ise padi
şaha, İngiltere ile Almanya'nın ittifak kurarak kendisini tahttan in
dirmek için plan yaptı.klan ve Goltz Paşa'nın da hilafet merkezini
Arabistan'a taşımayı düşündüğü yönünde bir jurnal verildi. Fakat
tüm bunlara rağınen von der Goltz Paşa'nın hayatında değişen
herhangi bir şey olmadı, uzun seneler görevine devam etti, hatta
ı893'te Almanya'ya dönmek için Sultan Abdülhamid' den izin iste
diğinde padişah ''Artık sizin iki babanız var. Birisi imparatorunuz
WzUıelm, diğeri ise benim! Görevinize devam ediniz!" dedi ve iste
nen izni vermedi. Goltz Paşa ise Sultan'ın bu iltifatına kuru miı.ahla
cevap veriyordu:"Bu durum, biyolojik açıdan çok şaşırtıcıdır. Ne
yazık ki babalarımdan hiç biri bana iyi bir miras bırakmıyor!"
Von der Goltz Paşa, nihayet ı895'te emekliye ayrıldı ve
Berlin'e dönmesine izin verildi. ı911'de ise 68 yaşında iken tek
rar İstanbul'a davet edildi ve daveti kabul ederek ı916'daki vefa
tına kadar Türk ordusundaki görevine devam etti.
24
ordularının ıslahı için Atina'ya davet edildi; ama Paşa teklifi
reddederek Berlin'de yaşamayı sürdürdü. 1911'de davet üzerine
İstanbul'a yeniden gelerek "Müşir" yani "Orgeneral" rütbesiyle
Osmanlı Genelkurmayı'nın ikinci başkanlığına atandı. 1914'te
Birinci Dünya Savaşı patlak verince bir ara Belçika Genel Va
lisi oldu, 12 Aralık 1914'te İstanbul'a döndü ve Sultan Reşad'ın
askeri danışmanlığını üstlendi. Paşa, 1915'te, uzun zamandır is
tediği gibi aktif bir göreve atanarak merkezi İstanbul'da bulu
nan ı. Ordu'nun, aynı senenin Ekim'inde ise merkezi Bağdat'ta
bulunan 6. Ordu'nun komutanlığına tayin edildi. Bu görevini
sürdürürken tifüse yakalandı ve 19 Nisan 1916 günü Bağdat'ta
vefat etti. Öncelikle Bağdat'a defnedilen Goltz Paşa'nın naaşı,
1916 Haziran'ında İstanbul'a getirilerek Tarabya'daki Alman
Sefarethanesi'nde bulunan şehitliğe nakledildi.
"Prens Hazretleri,
Ekselanslarının l/l'J Ocak tarihli gizli mektuplarında da emir bu
yıırduklan gibi öğrenmek istedikleri siyasi meseleler hakkında
bilgi vermekten şeref duyarım. Askeri durumu tüm detaylarıyla
anlattığım daha önceki mektubum, General Waldersee aracılı
ğıyla ekselanslarına iletilmiştir. Prens hazretleri, sorunların çözü
münde acele etmemiz gerekliliği şüphe götürmeyen bir gerçektir.
Zira, Rus ve Fransız elçileri, binbir oyunla Sultan Abdülhamid'in
kafasını karıştırmakta ve padişahı Almanya aleyhine kışkırtmak
tadırlar. Bunuııla birlikte, Sultan Abdülhamid, daima kararsızlık
içerisindedir, sadece zamanın, günlük siyasetin ve kişilerin et
kisi altında kalan bir karaktere sahiptir. Sizin de önceki mektu
bunuzda vurguladığınız gibi padişahın baskı yapılmadan yahut
yöıılendirilmeden herhangi bir karar alamayacağı kanaatindeyim.
25
26
Ekselanslarına gönderdiğim bu mektubum da Padişah'ın karar
almasını hızlandıracak böyle bir planı anlatmak üzere kaleme
alınmıştır. Ben, bu işin mümkün olduğuna inanıyorum. Ekse
lanslarını temin ederim ki, İstanbul'daki askeri kıtalar arasında
hoşnutsuzluğu körükleyebilecek ve bir isyan çıkarabilecek güce
sahibiz. Bununla birlikte daha önce Mouser tüfekleri işinde de
bize yardımcı olan "R Paşa'', "M. Paşa" ve "H.Paşa" da isyan
işinde bize yardımcı olacaklardır. Zatıaliniz bu adamları tanı
yorsunuz ve emir verildiği üzere karalaştırılan iki kese bunlara
ödenmiştir. Yeni ödemelerin yapılması halinde bize çok önemli
yardımlarda bulunacaklarından eminim. Bunların dışında topçu
ve piyade taburlarının komutanları da bizim dostlarımızdır ve
bizler için çalışarak çok önemli katkılar sağlayacaklardır.
27
Samatya'daki l(ilise Yüzünden
İstanbul'daki Hristiyanlar
Birbirlerine Girdiler
29
evlere yerleşebileceklerini duyurdu; fakat Anadolu halkı arasında
İstanbul'a rağbet eden pek kimse olmadı. Bunun üzerine ikinci bir
ferman yayınlayan Sultan Mehmed, zengin-fakir ayırt edilmeden
her vilayetten seçilen ailelerin zorla İstanbul'a gönderilmelerini
emretti. Başkente getirilen aileler arasında sadece Müslümanlar
değil gayrimüslimler de vardı ve bu sayede şehrin nüfusu istenen
seviyeye çıkarıldığı gibi, kısa sürede değişik semtlerde Yahudi ve
Ermeni kolonileri oluşturuldu.
30
çocuklarının tasvirleri vardı ve tam 218 aziz tasviri de yine dehli
zin duvarlarına resmedilmişti. Avluda ise imparatorların mezar
ları bulunuyordu. Aynı zamanda Kudüs'e giderek Hazreti İsa'nın
gerildiği çannıhı bulduğunu iddia eden İmparatoriçe Helena'nın
İstanbul'a kilisenin bulunduğu kapıdan girdiği ve çannıhın ilk kez
çiçeklerle tezyin edilen bu bölgede kutsandığı rivayet ediliyordu.
Binanın altında bir ayazma ile sarnıcın bulunmasından dolayı da
Türkler kiliseye "Sulu Manastır" diyorlardı.
31
Şehrin en kutsal kilisesi olan Ayasofya'nın camiye çevril
mesinden sonra, kutsallıkta ikinci olan ve avlusunda impara
tor mezarlarının bulunduğu Peribleptos Manastın'mn Rumlar
dan alınarak yüzyıllardır mezhep kavgası içerisinde oldukları ve
"dinsiz" saydıkları Ermenilere verilmesi İstanbul Rumları ara
sında öfkeye neden oldu. 1461'de Fatih Sultan Mehmed'in em
riyle Bursa Ermenileri Başpiskoposu Hovagim, beraberindeki
kalabalık bir cemaatle beraber İstanbul'a geldi. Yüzyıllardan bu
yana rivayet edildiğine göre; sultan, Hovagim ile şehzadelik yıl
larından beri görüşüyordu ve yine böyle bir ziyarette Hovagim,
genç şehzadenin ileride Konstantinapolis'i fethedeceği kehane
tinde bulunmuş, bunun üzerine şehzade de kehanetin gerçekleş
mesi halinde Hovagim'i ve halkım yeni başkente getireceğinin
güvencesini vermişti.
Fetihten sekiz sene sonra İstanbul'a gelen Hovagim, İstan
bul Ermenileri'nin ruhani lideri ilan edildi ve o güne kadar Erme
nilerin ruhani merkezi olan Galata yerine Samatya'da ikamet et
meye başladı. Hovagim, mutantan bir törenle Samatya'daki Surp
Asdvadzadzin Kilisesi'ne girdi ve Bizans döneminde metropolitle
rin ikamet ettiği köşklere yerleşti. Bizans'ın bu kutsal mekanının
parlak törenlerle Ermenilerin ruhani merkezi haline getirilmesi
Rumlar arasında öfkeyi daha da arttırdı ve Samatyalı yüzlerce
Rum, kiliseye saldırarak Hovagim'i ve Ermenileri kiliseden dışa
rıya atmaya çalıştılar. Ermeniler saldırıya karşılık verince çıkan
arbedede onlarca kişi öldü. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed,
kiliseyi Ermenilerin elinden aldı; ama ne Rumlara verdi, ne de ca
miye çevirdi, kapısına kilit vurulmasını emrederek mabet metruk
bir halde bırakıldı. O güne kadar "Sulu Manastır" olarak anılan
kilise, çok sayıda kişinin kanıyla sulandığı için, o tarihten sonra
"Kanlı Kilise" diye anılır oldu.
Bir asır boyunca kullanılmayan Kanlı Kilise, Kanuni Sul
tan Süleyman'ın iktidar yıllarında tekrar Ermenilere verildi ve
32
İstanbul Ermeni Patrikliği olarak kullanıldı; ama Rumlar ile Er
meniler arasındaki kavga bir türlü son bulmadı. Kilise ı64ı'de
Ermenilerden alınarak tekrar Rumlara verildi ve Ermeni Pat
rikliği de mecburen bugün bulunduğu yere, yani Kumkapı'ya ta
şındı. Ama bu karar iki sene sonra değişti, kilise ı643'te saray
sarraflığı yapan nüfuzlu Ermenilerin girişimleriyle tekrar Erme
nilere iade edildi; fakat patrikhane kilisesi olarak kullanılmasına
izin çıkmadı. Sulu Manastır'ın tekrar Ermenilere verilmesi Rum
lar arasında yeniden büyük bir öfke uyandırdı ve ikide bir deği
şen bu kararla ilgili çok sayıda iddia ortaya atıldı. Mesela Rum
Patriği Konstantinos bile, bu olaydan iki asır sonra kaleme aldığı
eserinde kilisenin, Sultan İbrahim'in haremindeki Şivekar isimli
aslen Ermeni olan bir kadının padişahı etkilemesi üzerine tekrar
Ermenilere verildiğini yazacaktı.
33
Saray Mimarına Borcumuzu
Galatasaray Adası'nı Vererek ödedik,
Sonra da Adaya El ICoyduk
35
ve teknik bilgisini aile geleneğinin yanı sıra Avrupa'da aldığı eği
timle de perçinleyen Sarkis Balyan, hayli kalabalık bir yapım ekibi
oluşturdu. Ayrıca ı873'te Avrupa' dan ithal edilen yapı malzeme
lerinin İstanbul'da imali için "Şirket-i Nafıa-i Osman!" isminde
bir şirket kurdu. Bu sayede diğer birçok mimara göre inşa et
tiği yapılan hem daha kısa zamanda teslim ediyor, hem de daha
ucuza çıkartabiliyordu. Bu da Sarkis Balyan'ı döneminin aranan
mimarı haline getiriyordu.
37
1951de istimlak edilip yıkılmasından sonra Kulüp Başkanı Sadık
Giz 150 bin lira karşılığında adanın tamamını satın aldı. Yeniden
tanzim ettirip restaurantı, gazinosu, kayıkhanesi ve havuzu olan
bir sosyal tesis inşa ettirdi ve mekan, bu tarihten sonra "Galata
saray Adası" diye anılır oldu. Ada, bu gün de İstanbulluların en
fazla rağbet gösterdikleri merkezlerden biri olmaya devam ediyor.
39
ve hassa mimarlığı gibi önemli görevlerde bulunan ve zenginlik
leriyle bilinen bir zümreydi. Saray ile cemaat arasında köprü va
zifesi gören Amiralar, kendi aralanndan seçtikleri on temsilciyle
bir "Amiralar Meclisi" kurmuşlar ve cemaati bu meclisin idare et
mesini kararlaştırmışlardı. Çoğunluğunu sarraflann oluşturduğu
Amiralann, en büyük gelir kaynaklan Fatih Sultan Mehmed dev
rinden beri süregelen iltizam sistemiydi. İhalelere çıkanlan bölge
lerde vergi toplama imtiyazını kazanan ayanlara ve paşalara kefil
olarak bu kişilerin servetlerini idare eden sarraf Amiralar, Tanzi
mat Fermanı'nın ardından iltizam sisteminin kaldırılmasıyla en
büyük gelir kaynaklannı kaybettiler.
Bu sebeple Mustafa Reşid Paşa'nın rica ettiği burs mesele
sini sarraf Amiralardan çok Hassa Miman Garabet Amira Bal
yan ile Barutçubaşı Hovhannes Amira Dadyan üstlendiler. Kendi
çocuklannı Avrupa kolejlerine gönderdikleri gibi onlarca öğren
ciye de burs vererek çeşitli dallarda yüksek öğrenim görmelerini
sağladılar. Amiralann öncülük ettikleri bu eğitim hareketi İstan
bul Ermenileri arasında kısa sürede büyük yankı buldu ve he
men hemen bütün varlıklı aileler çocuklannı Avrupa'ya gönder
meye başladılar. Uluslararası lisanın Fransızca olmasından dolayı
eğitim için öncelikle Paris tercih ediliyordu. Daha önce İtalya'da
kurulan Mourad-Rafaelyan Koleji, İstanbullu Ermeni gençlerin
Paris'i seçmelerinden ötürü bu şehre taşınmış ve hangi okullara
giderlerse gitsinler bütün gençlerin tek bir çatı altında toplanma
lan sağlanmıştı.
İstanbul'daki günleri sınırlı ve kapalı yaşam tarzlanyla geçen
Genç Ermeniler, Paris'te aldıklan eğitimin yanı sıra bizzat şahit
olduklan 1848 Devrimi'nden de fazlasıyla etkilendiler. Kansız bir
devrimin nasıl yapılacağını gören ve her türlü sorunun sadece eği
timle çözüleceğine yürekten inanan öğrencilerin içinde, kendi ül
keleri ve cemaatleri için bir şeyler yapma isteği doğdu. Ancak, ha
yallerinin önündeki en büyük engel, asırlardır cemaatin idaresini
40
ellerinde bulunduran ve pek çok öğrencinin eğitimini de finanse
eden Amiralar idi. Gençlere göre cemaatin kalkınması ve halkın
refaha kavuşması için yapılacak ilk iş, Amiralar Meclisi'nin dağı
tılarak yerine daha eğitimli, lisan bilen ve hukuktan anlayan ki
şilerin getirilmesi ve yeni düzeni korumak amacıyla bağlayıcı bir
metnin yani anayasanın kabulüydü.
İlerleyen yıllarda "Osmanlı Meşruti sisteminin kıırcusu" ola
rak kabul gören Midhat Paşa'nın danışmanlığını yapacak olan ve
1876'da kabul edilen Osmanlı'nın ilk anayasası Kanun-i Esasi'yi
hazırlayan isimlerin başında gelen Kirkor Odyan, o yıllara ait şu
anekdotu kaydediyordu. Kendisi de bir Amira'nın oğlu olan, Ga
rabet Amira Balyan'ın çocuğu Nigoğos Balyan, Paris'teki öğren
cilik yıllannda, babasının kulağına gitmesinden korktuğu halde
gizlice bir anaysa taslağı hazırlamaya başlamışb. Yurtdışında oku
duktan sonra halklann cahil ve çaresiz kaldığına kanaat getiren
Avrupa'daki gençler, 1849'da Paris'te, daha sonra Osmanlı'nın ilk
adliye müsteşan görevine getirilecek olan Ohannes Vahanyan baş
kanlığında Ararat Derneği'ni kurdular. Derneğin tüzüğündeki baş
lıca amaçlar arasında şairlerin ve ediplerin desteklenmeleri, kali
fiye öğretmenlerin yetiştirilmesi, Anadolu Ermenilerinin arasında
eğitimin yaygınlaşbrılması ve kitap basımının arttırılması geli
yordu. İstanbul'a döndükten sonra eğitimde ıslahat yapılması için
çalışmalanna devam eden ve kendilerini "Lusavoryal'', yani "Ay
dınlabcı" diye tanımlayan gençler, 1853'te kendilerine "Academie
Française"ı referans alarak "Usumnagan Khorhurt"u, yani "Eği
tim Komisyonu"nu kurdular. İlkönce Ermenicede reform yapıl
masını amaçlayan komisyon sayesinde başta gramer ve lügat ol
mak üzere birçok alanda kitaplar basılarak ücret alınmadan halka
dağıtıldı ve Ermenice bilmeyenlerin de bilgilendirilmesi için Er
meni harfleriyle Türkçe gazeteler yayınlandı.
Babıfili baştercümanı ve Mustafa Reşid Paşa'nın danışmanı
Agop Gırcikyan, aynı sene, Eğitim Komisyonu'ndan cemaatin iç
41
işlerini düzene sokacak bir anayasa hazırlamalarını istedi ve Ke
çecizade Fuat Paşa ve Ali Paşa gibi isimlerin doktorluğunu ya
pan Serovpe Viçen, Nigoğos Balyan, Kirkor Odyan ve Nahabed
Rusinyan'dan müteşekkil bir heyet, anayasa metni için çalışma
lara başladı. Hazırlanan metin, 30 Haziran 1855'te patrikhanede,
aralarında cemaatin önde gelen bütün isimlerinin hazır bulunduğu
300 kişilik bir komisyona sunuldu. Daha sonra dokuzu laik, 12'si
de ruhani üyelerden oluşan 21 kişilik bir anayasa komisyonu ku
rularak metnin incelenmesi kararlaştınldı. Anayasa metninin ha
zırlanmasına karşı olan Hassa Mimarı Garabet Amira Balyan ile
Barutçubaşı Hovhannes Amira Dadyan, Sadrazam Ali Paşa ile gö
rüşerek anayasa ve eğitim komisyonlarının feshedilmesinde istedi
ler. Kirkor Odyan'ın aktardığına göre, ellerinde Ali Paşa'nın emir
namesiyle patrikhaneye giren iki Amira gayet küstah bir üslupla
"SultanAbdülmecid'in emriyle her iki komisyonunda lağvedildi
ğini, bu metnin kabulünün mümkün olmadığını ve cemaatin eği
tim işleriniAmiralar'zn atayacağı üç piskoposun idare edeceğim"
söylediler ve böylece ilk anayasa girişimi başlamadan sona erdi.
42
Rum Patrikhanesi'ni rahatsız etti. Ancak Sadrazam Ali Paşa'nın
baskılan çok geçmeden sonuç verdi ve Rumlar bir nizamname ko
misyonu kurdular. 1862'de onaylanan Rum Patrikliği Nizfunatı'na
göre; cemaati yüksek rütbeli 12 din adamı, yani "Sen Sinod Mec
lisi" idare edecek ve bu meclis rutin toplantılar düzenleyecekti.
Sen Sinod Meclisi'nin haricinde ruhanilerden ve sivillerden olu
şan karma bir meclis daha kurulacak; ancak bu meclis rutin top
lantılar yapmayacak, sadece patriklik seçimi gibi olağanüstü du
rumlarda toplanarak görüşlerini bildirebilecekti. Kısacası, cemaat
idaresinde sivillerin yine hiçbir söz hakkı bulunmuyordu.
Ermeni cemaati ise Rumlann tam tersine, Islahat Fermanı'nı
büyük bir sevinçle karşıladı. Çünkü yıllardır vücuda getirmeye ça
lıştıklan anayasanın hazırlanması konusu Islahat Fermanı ile bir
likte yasal bir zemine taşındı ve emir bizzat padişahtan geldiği için
kimsenin karşı çıkamayacağı kesinleşti. Fermanın ilanından sekiz
ay sonra, 1856 Ekim'inde, Patrik Üçüncü Hagopos'un istifa etmesi
üzerine, Garabet Amira Balyan ve Hovhannes Amira Dadyan si
vil meclisten çekildiler ve cemaatin idaresini sadece esnaftan ve
Avrupa'da eğitim görmüş Genç Ermeniler' den müteşekkil bir ya
pıya bıraktılar ve bu sayede anayasa çalışmalan ivme kazandı.
22 Mart 1857'de tamamlanan ikinci metin, tekrar kalabalık
bir meclise sunuldu ve bütün maddeler tek tek tartışıldıktan sonra
nihai bir metin hazırlanarak Babıfili'ye gönderildi. Günümüzde ne
yazık ki, herhangi bir nüshası bulunmayan anayasa, heyecanla ve
biraz hayalperest bir şekilde yazılmış olacak ki, Babıfili'den şu sert
ve net cevap alındı: "Devlet içinde devlet olmaz!"
Hazırlanan ikinci metnin de çöpe atılmasının ardından yeni
bir taslak için çalışmalar başladı ve o yıl sivil meclisin başkanı se
çilen Serovpe Viçen, 15'i sivil, dokuzu ruhani 24 kişilik yeni bir
anayasa komisyonu kurdurdu. Komisyonda, yine, başı Kirkor Od
yan ve Nahabed Rusinyan çekiyordu. Yeni metin bir buçuk yıl ka
dar sonra tamamlandı ve 18 Aralık 1859'da tekrar cemaatin önde
43
gelen isimlerinin ve ruhanilerin bulunduğu kalabalık meclise su
nuldu. Ancak meclis metni hemen onaylamadı ve 1851de redde
dilen metinle karşılaştırılması ve eğer benzer maddeler varsa tas
hih edilmesi talebinde bulundu.
Meclisin talebi kabul edildi ve aralarında geleceğin Hariciye
Nllzırı Artin Dadyan Paşa'nın ve Tıbbiye'den mezun ilk gayrimüs
lim olan Istepan Paşa Aslanyan'ın da bulunduğu 13 kişilik bir in
celeme komisyonu kuruldu. Nahabed Rusinyan, 20 Mayıs 186o'ta
tamamlanan metne "Azkayin Sahmanatrutyun Hayots" yani "Er
meni Milli Anayasası" ismini verdi. 24 Mayıs 186o'ta genel mec
lise sunulan metin kabul edildi; lakin bu defa emrivaki yapılarak,
Babıali'nin ona� beklemeden yürürlüğe kondu.
Kabul edile�_ metne göre; 184fden beri cemaatin idaresini
sağlayan Yüksek Sivil Meclis ile Yüksek Ruhani Meclis lağvedile
rek 320-kişilikyeril bir parlamento kurulacaktı. Cemaatin idare
sini bu parlame:gto sağlayacak ve İstanbul Patriği ile Kudüs Pat
riği de aynı meclis tarafından seçilecekti. Meclis üyelerinin 16o'ı
İstanbul'dan, 6o'ı da taşra vilayetlerinden seçilecek ve seçimlerde
Aıniralara yahut esnafa meyledilmesi tehlikesinin önüne geçmek
için yüksek tahsil görmüş, lisan bilen ıoo entelektüele doğal üye
lik verilecekti. Metinde patriğin ve piskoposların seçimlerinin nasıl
yapılacağı ve bu kişilerde aranacak özellikler açıklanmış, patriklik
sekretaryasında ve kayıtlarda düzenlemeler yapılması, eğitimin,
yargının, kiliselerin, hastanelerin ve vakıfların idaresi için komis
yonların kurulması öngörülmüş ve vilayetlerde de ufak idare mec
lisleri oluşturulması istenmişti.
Babıfili'nin onayı alınmadan yürürlüğe giren anayasa metni,
tartışmaları da beraberinde getirdi ve İstanbul Patrikliği, 17 Şu
bat 1861'de anayasaya dayanarak Kudüs Patrikliği'ndeki seçimler
haklanda düzenlemeler yapmaya kalkışınca kızılca kıyamet koptu.
İstanbul, anayasaya göre düzenlemeler yapma hakkı olduğunu sa
vunurken, Kudüs, Babıfili ve padişah tarafından onaylanmayan
44
bir metnin hiçbir bağlayıcılığı bulunmadığını öne süriiyordu. Kar
maşaya son vermek isteyen Babıfili, son hazırlanan metnin ince
lenmesi için aralannda Serovpe Viçen, Artin Dadyan, Kirkor Ağa
ton ve Gabriel Noradunkyan gibi diplomatlann, bürokratlann ve
hukukçulann yer aldığı 13 kişilik bir komisyon kurdu. Üyeler son
metni inceleyerek, bütün maddeler hakkında tartışıp, görüşlerini
bildirecek ve nihai bir metin hazırlanacaktı.
Tam bir yıl çalışan komisyon, 16 Şubat 1862'de nihai metni
Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa'ya takdim etti. Aynı gün Ali
Paşa, Ermeni Patrikhanesi'ne bir mektup göndererek metnin
hazırlandığını, patrikhanenin de yedi kişilik bir komisyon ku
rarak son metni incelemesini ve onay vermesini istedi. Bunun
üzerine patrikhane tarafından Kirkor Odyan'ın başkanlık et
tiği yedi kişilik bir inceleme heyeti kuruldu ve çalışmalara baş
landı. En sonunda bütün maddeler üzerinde anlaşmaya vanldı;
fakat metnin üslubu ve ismi konusunda uzlaşılamadı. Babıfili,
metinde kesinlikle "milli" teriminin kullanılmasını istemiyor ve
metne "Ermeni Milli Anayasası" denmesine karşı çıkıyordu. Bu
yüzden bütün maddelerin kabul edilmesine rağmen onaylan
ması sürekli erteleniyordu.
İstanbullu Ermeniler 1 Ağustos 1862'de Babıfili ve Patrik
hane önünde gösteriler yaptılar ve metnin onaylanmasının ne
den bu kadar uzun sürdüğü konusunda kendilerine izahat ve
rilmesini istediler. Daha sonra Kirkor Odyan'ın başkanlığındaki
komisyon "milli" deyiminin metinden tamamıyla çıkanlmasına
onay vererek "Azkayin Joğov'', yani "Milli Meclis" yerine "Meclis-i
Umumi"; ''Yerespokhan'', yani "Milletvekili" yerine "Meclis-i
Umumi Azası" ve "Azkayin Dunk", yani "Milli Vergi" yerine de
"iane" terimlerinin kullanılmasına karar verildi. En sonunda met
nin ismi "Nizamname-i Millet-i Ermeniyan" şeklinde onaylandı
ve Düstur'da "Ermeni Patrikliği Nizamatı" başlığıyla yayınlandı.
Fakat Rusinyan bu konuda ısrarcı davranarak metnin Ermenice
45
Nizamname-i Millet-i Ermeniyan'ın kapağı
nüshasında "Azkayin Sahmanatrutyun Hayots", yani "Ermeni
Milli Anayasası" başlığını kullandı.
Metin 17 Mart 1863'te Babıfili, 23 Mart 1863'te de Sultan
Abdülaziz tarafından tasdik edildi ve yürürlüğe girdi. Ermeniler,
İstanbul'da büyük kutlamalar düzenlediler ve Beykoz'daki eğlen
celere giden gemiler dolusu halk Dolınabahçe Sarayı'nın önünden
geçerken "Padişahım çok yaşa!" diye bağırarak memnuniyetlerini
dile getirdiler. Sultan Abdülaziz'in onayladığı taslağın ı86o'ta uy
gulanan metinden en büyük farkı parlamentonun yapısıydı. 320
kişilik meclis 14o'a düşürülmüş ve 8o'inin İstanbul'dan, 4o'ının
taşradan, 2o'sinin ise ruhanilerden seçilmesi kararlaştırılmıştı.
Parlamento, nizamnameye dayanarak imparatorluktaki Ermeni
leri sadece üç sene yönetebildi. Cemaat içerisindeki tartışmalar
nedeniyle ı866'da nizamname feshedildi. 1869'da ise tekrar yü
rürlüğe kondu. İkinci defa olarak da 1891'de Sultan Abdülahmid
tarafından feshedildi. II. Meşrutiyet1e beraber tekrar yürürlüğe
girdi ve 1916'daki yeni nizamnameye kadar geçerliliğini korudu.
1916'da ki nizamname ile birlikte İstanbul Patrikliği de lağvedildi,
1919'da ise İstanbul Ermeni Patrikliği yeniden tesis edilerek Tür
kiye Ermenileri Cumhuriyet'e kadar Nizamname-i Millet-i Erme
niyan ile yönetildi.
47
Hahamlar
Modern Eğitim Veren Yahudi Bankeri
Dinden Çıkarmaya fCalktılar
49
kolejde Türkçe ve Ermeniceden başka İtalyanca eğitim de ver
diriyordu. Aynı şekilde çocukluğunda Fransızca eğitim alan, de
falarca Fransa'ya giderek buradaki baruthanelerde tetkiklerde
bulunan ve hususi doktorları dahi Fransız olan Barutçubaşı Hov
hannes Arnira Dadyan da Bakırköy'de kurdurduğu okulda Fran
sızca ders yaptırıyordu.
İlk başlarda II. Mahmud devrinde Ermeni cemaatine tanı
nan bu imtiyaz 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte tüm cemaat
lere verildi ve o güne kadar okul, kilise ve mezarlık gibi cemaat
kurumlarının onarılması fermana bağlıyken bu uygulama iptal
edilerek sadece yeni binaların yapımında ferman alınması ka
rarlaştırıldı. Fermandan sonra da okullarla ilgili en hummalı ça
lışma Rum cemaatinde yaşandı, İstanbul'un dört yanına bu gün
dahi birçok semtte karşımıza çıkan birbirinden görkemli binalar
inşa edildi. İstanbul Yahudi cemaati o döneme kadar okul konu
sunda biraz geride kalmıştı. Çünkü sanılanın aksine zenginlikleri
ve refah düzeyleri o kadar da yüksek değildi. İstanbullu Yahudile
rin büyük bölümü hayatlarını sokak satıcılığı ile kazanıyordu. Ce
maatle saray arasındaki en büyük köprü olan darphanenin ida
resini de 16501erde tamamıyla kaybetmişlerdi.
İstanbul Yahudileri, 1839'da Tanzimat Fermanı ilan edildi
ğinde son derece fakir, çoğunluğu Türkçe bilmeyen ve içine ka
panık bir topluluktu. Bu durum imparatorluğun en zengin Ya
hudi ailelerinden olan Karnondolarda cemaatleri için bir şeyler
yapma dürtüsü uyandırdı. Ailenin genç kuşağından Abraham
Karnondo, 1854'te Fransa'daki akrabası James de Rothschild'in
temsilcisi Albert Cohn ile birlikte Hasköy'ün Piripaşa semtinde
Türkçe ve Fransızca eğitim veren bir Musevi okulu kurdu. Bu
dillerde eğitim verilmesini bizzat Abraham Karnondo istemişti;
zira Yahudilerin içinde bulundukları kötü durumdan bu sayede
kurtarabileceklerini düşünüyordu. Türkçe öğrenen Yahudi genç
leri kendi ülkelerine yabancılaşmayarak sosyal hayatta daha aktif
50
roller üstlenebilecekler ve Fransızca sayesinde dış dünya ile ile
tişime geçebileceklerdi.
Okulun eğitim hayabnın ikinci yılında, 1856 Şubat'ında gay
rimüslimlere büyük imtiyazlar tanıyan Islahat Fermanı ilan edildi.
Fermana göre; her cemaat kendi iç işlerini düzenlemek amacıyla
bir nizamname hazırlayacak ve bu nizamname Babıfili tarafından
onaylandıktan sonra cemaat bu kurallara göre yönetilecekti. Ni
zamnamenin hazırlanmasında ve onaylanmasında en büyük pay
Abraham Kamondo'ya aitti. Gayrimüslim cemaatler arasında Ab
raham Kamondo'nun da etkisiyle ilk başta Yahudilerin nizamna
mesi onaylandı. Bu sırada İstanbul'un Cibali semtinde bir iftira
neticesinde kötü günler yaşayan Yahudilere yine aynı isim kol ka
nat germiş ve aklanmalannı sağlamışb. Abraham Kamondo'nun
cemaat içerisindeki prestiji her geçen gün artmış, adeta Yahudi
lerin sivil lideri kimliğine bürünmüştü.
Bazı önemli isimlerin de teşvikiyle Yahudi cemaatinde köklü
bir eğitim reformu yapmayı planlayan Abraham Kamondo, 1856'da
Hasköy'deki okulu büyütmeye karar verdi. Okul, 5o'si yatılı top
lam 400 öğrenci kapasiteli olacak, zorunlu ders Türkçenin yanı
sıra Fransızca, İtalyanca ve Rumca eğitim de verilecek ve öğ
rencilerden kesinlikle ücret alınmayacaktı. Büyük rağbet gören
okul, çok geçmeden İstanbul Yahudileri'nin buluşma mekanı ha
line geldi ve Kamondolar yüzünden öğrencilerini ve yegane gelir
kaynaklannı kaybeden hahamlann nefretini uyandırdı. Haham
lar, Kamondolara bu okul üzerinden saldınyorlar ve despotlukla,
başına buyruklukla ve dini eğitimi sekteye uğratmakla suçlayıp,
aforozla tehdit ediyorlardı.
Nihayetinde 1862 Kasım'ının bir Cuma gecesi Akres adlı tu
tucu bir haham Abraham Kamondo'yu uyarmak ve gerekirse afo
rozla tehdit etmek üzere Kamondolann Yeniköy'deki yalılanna
gitti. İçeri giren haham daha Abraham Kamondo ile görüşmeden
merdivenlerin başında etrafı aydınlatan heykel lambalan görünce
51
sinirlendi ve etrafa tehditler savurarak bastonuyla lambalan ve
eşyaları parçalamaya başladı. Sesleri duyarak merdivenlere ko
şan Abraham'ı görünce öfkesi bir kat daha arttı ve kendisini afo
roz edeceğini söyledi. Ancak bütün bunlar yaşanırken Abraham
Kamondo yalnız değildi. Yalıda çok önemli bir misafiri, Sadra
zam Keçecizade Fuad Paşa'yı ağırlıyordu. Bağrışmalar üzerine
salondan çıkan Fuad Paşa, hadiseyi şaşkınlıkla izlemiş ve niha
yetinde bu hahamın meczup olduğuna kanaat getirerek, tutuk
lanmasını emretti.
52
gin değillerdi; ama İsak Kamondo ailenin kaderini değiştirdi.
Ortaköylü fakir bir tellalın çocuğu olan İsak, yeteneği saye
sinde zengin bir banker olmayı başardı ve Karaköy'de "I. Ca
mondo et Cie Bankası"nı kurdu. 1832'de aniden öldü ve tüm
mal varlığını kardeşi Abraham Salomon Kamondo'ya bıraktı.
Kamondo Ailesi, Abraham Salomon'un zamanında kelimenin
tam anlamıyla bir hanedan halini aldı. Sarraflıktan modern
bankacılığa dönüşüm sürecinin öncülerinden olan Kamondo,
bunun yanı sıra Mustafa Reşid Paşa, Ali Paşa ve Keçecizade
Fuad Paşa gibi dönemin en önemli isimlerinin de bankerliğini
üstlenerek büyük nüfuz kazandı ve cemaatle hükümet arasında
bir köprü vazifesi gördü.
53
Avusturya'yı mağlup ederek Venedik'i almasından sonra da
İtalya'ya giderek Kral il. Victor Emmanuel ile görüşmüş ve
Torino'daki yetimler yurdunun yam sıra İstanbul'daki İtal
yan Hastanesi ve okuluna büyük yardımlarda bulunmuştu.
İtalya Kralı, Abralıam Salomon'a ı86fde "Kont" unvanı verdi.
Aile böylece resmen asiller sınıfına geçti ve bir de ambleme
sahip oldu.
54
Ailesi Paris'e taşındı
ı829'da İstanbul'da dünyaya ge
len Abraham Behor Kamondo,
babasının işlerle fazla uğraş
mamasından dolayı küçük
yaştan itibaren bankacı
lığı dedesi Abraham Sa
lomon Kamondo'nun ya
nında öğrenmiş ve genç
yaşında kardeşi Nissim
ile birlikte ailenin "I. Ca-
mondo et Cie" isimli ban
kasının idaresini eline a l
mıştı. Bankacılığın yanı sıra
cemaatte de son derece önemli
bir isim olan Abraham, ı854'teki
Abraham Behor Kamondo Yahudi cemaatindeki eğitimin mo-
dernleştirilmesi için Hasköy' de bir
okul kurmuş, ı856'da Yahudi Niz.anınamesi'nin hazırlanmasında
aktif rol oyııamış, saraya ve hükümete yakınlığı sayesinde ce
maat ile devlet arasında bir köprü vazifesi görmüştü. Özellikle
ı856'dan sonra cemaat içerisindeki etkinliği din adamları ta
rafından eleştirilen Abraham, ı862'de Yeniköy'deki yalısının
bir haham tarafından basılmasından sonra cemaat idaresin
den uzaklaştınlmıştı. Vefatına kadar kurduğu okulun ihtiyaç
lan ve eğitim kalitesiyle yakından ilgilendi ve İstanbul'daki İtal
yan Yahudileri'ni "Communite Israelitico-İtaliana di Istanbul"
ismi altında teşkilatlandırdı. ı864'te Osmanlı Bankası'yla reka
bete girişti ve pek çok yabancı bankerin, yanı sıra Baltazzi, Mı
sırlıyan, Zografos ve Zarifi gibi Osmanlı'nın önde gelen isim
leriyle ortak olarak "La Societe Generale de l'Empire Ottoman
Bankası"nı kurdu.
Osmanlı'nın borçlanmada bankerlerden çok Avrupa'daki finans
şirketlerini tercih etmesi üzerine ı861de 1. Camondo et Cie
55
Bankası'nın Paris'te bir şubesini açmaya karar verdi ve 1869'da
bütün aile Paris'e taşındı. Eğitim misyonunu Paris'te de sürdü
ren Abraham, İstanbul'daki okulun masraflarını karşılamaya
devam ettiği gibi, Doğu Yahudileri'ne mesleki eğitim vermek
ve dil öğreterek yenidünyaya adapte olmalarını sağlamak ama
cıyla 186o'ta yine Paris'te kurulan "Alliance Israelite Univer
selle", yani "Evrensel Musevi İttifakı"nı destekledi. Paris'te ya
şamasına rağmen İstanbul ile ilişkilerini hiçbir zaman kesmeyen
Abraham, 187o'te Hristaki Zografos ve Jorj Zarifi ile birlikte "La
Societe des Tramways de Constantinople" isimli tramvay şirke
tini, 1872'de ise "La Compagnie des Eaux de Constantinople"
isimli su şirketini kurdu ve 1889'da ani bir hastalık neticesinde
Paris'te vefat etti.
Ermeniler Türkler ile Savaşırken
lCazançh Çıkan Taraf
Bizans Oldu ve Ağtamar'ı Aldı
57
mezhep değiştirmeleri yönünde baskılara maruz kaldılar. Daha
sonra dengeli bir siyaset güderek kimi zaman İran'ın, kimi zaman
da Bizans'ın yanında yer aldılar.
Yedinci yüzyılda Araplar ile Bizans arasında şiddetli savaşlar
patlak verdi. Ermeniler, dönemin Bizans İmparatoru Heraklios'un
da Ermeni asıllı olmasına aldırmadan Müslüman Arapların ya
nında yer aldılar ve iki devlet arasındaki amansız çatışmalardan
en karlı çıkan taraf oldular. Araplar kendi iç çekişmeleri yüzünden
eski güçlerini kaybederek savaşmaktansa siyasi manevralarla böl
geyi ellerinde tutmaya karar verdiler ve bu durumdan yaralanan
Ermeni Prenslikleri de krallıklarını ilan etme karan aldılar. Er
meni Prenslikleri arasında en güçlü konumda bulunan Kars'taki
Ani Prensliği'nin Hükümdarı Aşod Pakraduni, 885'te Abbasi Ha
lifesi Mutemid'e elçiler göndererek kendisini "Kral" olarak tanı
masını istedi. Gelişmeleri "Bizans'a karşı bir hamle" olarak yo
rumlayan ve isteği kabul eden Mutemid, Aşod'a, sank, kaftan ve
altınlar göndererek bu tarihten sonra kendisini "Şah" unvanıyla
anmaya başladı. Halifenin bu atağına karşı Bizans da derhal ha
rekete geçerek Aşod'a taç gönderdi ve onu ''kral" olarak tanıdı
ğını açıkladı. Ani Prensliği'nin isteğini elde etmesi, Vaspurakan,
yani Van Prensliği'nin hanedanı Ardzrunileri de harekete geçirdi
ve Vaspurakan Prensi Gagik, 908'de hem Halife hem de Bizans
İmparatoru tarafından kral kabul edildi. Halife artık Gagik'e de
"Şah" diyor, ancak Ani Kralı Pakradunilerin daha önemli bir mev
kide bulunmasından dolayı Ani Kralı'ndan "Şahinşah", yani "Kral
lar kralı" diye bahsediyordu.
Eski İranlıların kullandığı Pehlevi dilinde "Soyluların soylusu"
anlamına gelen Vaspurakan'ın Kralı Gagik, bağımsızlığını kazan
dıktan sonra kendisine yeni bir payitaht arayışına girdi ve güvenli
bölge olarak gördüğü Van Gölü'ndeki adada karar kıldı. 915'te
başlayan çalışmalar altı yılda tamamlandı, adanın etrafı yüksek
ve geniş surlarla çevrildi, surların içine bir saray ve günümüzde
58
"Ağtamar Kilisesi" ismiyle bilinen kraliyet kilisesi "Surp Haç" inşa
edildi. Klasik Ermeni mimarisiyle yapılan Surp Haç Kilisesi, ta
rihi öneminin yanı sıra adeta bir sanat harikasıydı. Kilisenin dış
cephesine taş ustalığıyla işlenen İncil ile Zerdüştlerin kutsal ki
tabı Avesta'dan alınan hikayeler, en az kilisenin içindeki süsle
meler ve ikonalar kadar dikkat çekiciydi. Dış cephede kullanılan
renkli taşların üstü altın kaplanmış, güneş doğduğunda kilisenin
bir kandil gibi aydınlanması sağlanmış ve bu özelliğinden dolayı
halk arasında "İkinci Güneş" diye isimlendirilmişti.
Akşam saatlerinde maiyetleriyle birlikte saraylarından çıkan
Vaspurakan kralları, kilisenin etrafında dolaşırlar, dinlenirler ve
güneşin son ışıklarının altın işlemelere yansımasını görerek ra
hatlarlardı. Kraliyet kilisesi bu kadar süslü ve şatafat içerisindey
ken sarayın da ne derece zengin ve gösterişli olduğunu talımin
etmek zor değildi. Dönemin tarihçileri, bu gün temelleri bile kay
bolan sarayı şu satırlarla anlatmışlardı:
59
nyla bekleyen askerler, her an savaşmaya hazır savaşçılar, orada
burada aslanlar ve başka yabani hayvanlar var. Etrafta değerli
taşlarla süslenmiş kuş heykelleri de göze çarpıyor. Orada bulu
nanların hepsini tek tek saymak ve anlatmak gerekse, hem an
latan, hem de dinleyen bitkin düşer. Akla hayale sığmayacak
kadar güzel olan bu sarayın kapılan da çok zarif ve ince işle
meli. İki kanatlı kapılar açılınca içeriye hafif bir meltem dolu
yor, kapılann tümü sanki tek bir örnekten çıkmışçasına birbir
leriyle uyumlu."
60
general prensi bu defa omuzlarına vurarak geri çevirdi. Krallığın
en yaşlı generali olan Şapuh, aynı zamanda prensin hocasıydı.
61
ilişkiler o derece gerilmişti .ki, Atom ve zadegam İstanbul'a çağ
rılarak mezhep değiştirmeye wrlanmışlardı. 1071'de Alparslan'la
savaşmaya giden Bizans İmparatoru Romen Diyojen, Sivas'tan
geçerken Atom'u kabul etmemiş, "Türklerin işini bitirip döndü
ğümde ye711üzünde Ermeni diye bir millet bırakmayacağım"
tehdidinde bulunmuş; fakat muzaffer şekilde dönmeye fırsah ol
mamışh. Sivas 1095'te Danişmendler tarafından alındı ve Ard
zruni Hanedanı tarihe karışh. Daha sonra Van'ın da Selçukluların
eline geçmesiyle birlikte Ermeniler Ağtamar'a tekrar kavuştular
ve 1113'te adanın tamamı manashr haline getirilerek burada bir
patriklik kuruldu. İran ve Osmanlı döneminde de varlığım sür
düren patriklik, 1916'da lağvedildi.
62
Gerçek Cimri Musurus Paşa Gibi Olur,
ıcrahn Hediye Ettiği Geyiği
Mahalle l(asabına Satar
65
göre; Musurus Paşa, Sisam Prensi iken bir gün çok hastalanarak
doktor çağırmak zorunda kalmış. Doktor muayeneyi bitirdikten
sonra reçetesine bir kutu hap yazarak sadece iki tane almasının
yeterli olacağım söylemiş. İlacı alması için uşağım yollayan Mu
surus Paşa, uşak az sonra geldiğinde kutuda altı tane hap oldu
ğunu görünce dört tanesini uşağa geri verip "Git bunlarını ecza
cıya götür, faturadan düşsün" demiş.
Musurus Paşa'nın cimrilikleri bunlarla da sınırlı değildi. "İs
tibdat Dönemi" olarak anılan Sultan Abdülhamid dönemi, bi
lindiği gibi jurnalcilerin ve ajanların hakim olduğu bir devirdi.
Yurtiçinden ve yurtdışından herkes Sultan Abdülhamid'e jurnal
gönderebilir ve verdiği malumat yalan yahut gerçek olsun mut
laka bir miktar parayla ödüllendirilirdi. Sultan Abdülhamid'den
altın koparmak için Londra Sefareti'ne giden Dajak isimli bir Er
meni, İsviçre'deki Ermeni komitelerinden çok önemli bir mek
tup aldığım ve mektupla ilgili olarak sefirle görüşmek istediğini
söyledi. Bir Ermeni'nin komitelerle ilgili kendisiyle görüşmek is
tediğini duyan Musurus Paşa, bunun bir suikast girişimi olabile
ceğini düşündü, çekmecesinden tabancasını çıkartarak kurşun
ları kontrol ettikten sonra sefaret katiplerini de odaya çağırtıp
güvende olduğuna kanaat getirince Dajak'ı odaya çağırttı. Dajak,
İsviçre'deki Taşnak Komitesi'nden geldiğini öne sürdüğü ve Sul
tan Abdülhamid'e yapılması planlanan bir suikastı anlatan mek
tubu okumaya başladı. Adamın sadece bahşiş koparmaya geldi
ğini anlayan ve "Ne yapsam da para vermesem" diye düşünen
Musurus Paşa, belagatli bir Fransızcayla sorular sorarak misafi
rini bunaltmaya çalıştı. Dajak da arada "Türkçe konuşsak" diye
yakarmasına rağmen bahşiş alabilmek uğruna dili döndüğünce
sorulan cevapladı. En sonunda daha fazla dayanamadı ve Musu
rus Paşa'nın "Sen ne biçim Ermeni'sin, zrkdaşlarznz ele vermeye
utanmıyor musun?" diye çıkışması üzerine küfürler ederek se
farethaneden ayrıldı.
66
Bu sırada Sultan Abdülhamid'in meşhur mabeyincisi Arap
İzzet Paşa'nın adamlarından Kirkor Sinapyan, Londra'ya gide
rek Musurus Paşa ile görüştü. İzzet Paşa'nın saraydaki nüfuzunu
iyi bilen Musurus Paşa, Kirkor Sinapyan'dan sefarethanenin eş
yalarının yenilenmesi için üç bin lira ayrılması ve kendisine de
Paris Sefiri Salih Münir Paşa'ya verildiği gibi elmaslı bir nişan
verilmesi hususunda aracılık yapmasını istedi. Ancak "İstekle
rinden birini seç ve Sultan Abdülhamid'e dilekçeni yaz, bana
da mükfıfat olarak 500 lira ver" cevabını aldı. Sinapyan'ın
sözleri üzerine tereddüde düşen paşa, akıl danışmak için sefa
ret katiplerinden Esat Cemal Bey'i çağırdı. Katibin "nişanı ter
cih edin" tavsiyesi üzerine kafası iyice karışarak bu defa vere
ceği rüşvete değip değmeyeceğini anlamak için "Acaba nişanın
üzerinde kaç tane elmas vardır?" diye sordu. Birkaç hafta sonra
ise paşaya nişan gönderildi ve gazetelerde, "Hidemô.t-ı hasene
ve sadfıkatine mebni Londra Sefiri Devletlfı. Musurus Paşa
Hazretleri'ne Murassa Mecidi Nişanı tevcih edildi" şeklinde
haberler yayınlandı. Musurus Paşa, haberi duyan sefarethane
çalışanlarının nişanı görmek istemeleri üzerine "Yarın gösteri
rim" diyerek herkesi oyaladı ve hiç kimse paşanın ne yapmaya
çalıştığını anlayamadı. Hfilbuki paşa, nişan eline geçer geçmez
paha biçilmesi için Londra'daki kuyumculara yollamış ve elçilik
mensuplarının isteklerini bu yüzden geri çevirmişti.
Garip hikayeleri dillerde dolaşan Musurus Paşa, bir gün mer
divenlerden düşerek dizini kırdı. Doktor, paşanın durumunu ince
ledikten sonra yaşı yüzünden bacağını alçıya almayı uygun görmedi
ve paşayı ameliyat edip kırılan iki kemiği gümüş tellerle birbirine
bağladı. Bu sırada Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Londra'yı
ziyaret edeceği haberi geldi. Bacağının acısını unutan Musurus
Paşa, "Ülkesinin en büyük müttefikini karşılayamayacağının" der
dine düştü ve derhal doktorunu çağırtarak, "İmparator gelene ka
dar mutlaka iyileşmesi gerektiğini" söyledi. Durumun ciddiyetini
anlayan doktor, her gün sefarethaneye giderek paşayı bastonla
yüriitüyor ve kemiğin çabuk kaynamasını sağlıyordu. Ancak te
davi iyi sonuç vermedi ve paşanın dizindeki iki kemiği tutan gü
müş teller koptu. Durumu daha da kötüleşen paşanın sadece iki
seçeneği kalmıştı. Ya bacağı alçıya alınacak yahut ikinci bir ame
liyat yapılacaktı. Yaşı itibanyla ikinci ameliyat fazla riskliydi, al
çıya alınırsa da topal kalma ihtimali vardı. Musurus Paşa'nın eşi,
kocasının sakat kalmasından korktuğu için ikinci ameliyatın ya
pılmasını istedi; fakat yaşlı adam ikinci operasyonu atlatamadı
ve ameliyat masasında öldü. Esat Cemal Bey'in anlattığına göre;
Musurus Paşa'nın vefatından sonra sefaret personelinin ağzın
dan "Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur/Yıkıldı gitti ci
handan dayansın ehl-i kubur" mısralan döküldü.
68
Paşalar Tepişirken Altta Kalan Sarraf
Mıgırdiç Fena Halde Ezildi ve Delirdi
69
mahvolma tehlikesi vardır. Sözün kısası askerleriniz ve kulla
rınız savaş isterler padişahım" yazılı afişler asıldı. Tepkiler yü
zünden halkın galeyana gelerek Sultan Abdülmecid'e saldırma
sından endişe duyuldu ve hükümdarın korunması için bir bölük
süvari daha görevlendirildi.
Mustafa Reşid Paşa, 1854'te Kırım Savaşı'nın sürdüğü gün
lerde Damat Mehmed Ali Paşa'yı köşeye sıkıştırmak için büyük
bir fırsat yakaladı. Mustafa Reşid Paşa'nın sarrafı Mıgırdiç Amira
Cezayirliyan'ın elinde Damat Mehmed Ali Paşa'ya ait 75 bin ku
ruşluk borç senedi vardı; ancak paşa senedin altındaki resmi müh
rün kendisine ait olmadığını öne sürüyor ve parayı ödemeyece
ğini söylüyordu. Bir taraftan sahte senet hadisesinin tartışmaları
sürerken, diğer taraftan Nevrekoplu Mehmed Bey meselesi pat
lak verdi. Mehmed Ali Paşa, vergi toplama imtiyazı olan Sarraf
Nevrekoplu Mehmed Bey'e olan 17 bin keselik borcunu da öde
memişti. Sarraf, paşayı dava etmek istedi, Mustafa Reşid Paşa
durumu fırsat bilerek Nevrekoplu Mehmed Bey'in paşaya rüşvet
verdiğini ortaya çıkardı ve Damat Mehmed Ali Paşa'nın o sene
kurulan ve mahkeme görevi de yapan Meclis-i Ali-i Tanzimat'ta
yargılanmasını istedi.
İddiaların şahsına yapılmış bir hakaret olduğunu söyleye
rek yargılanmayı reddeden Mehmed Ali Paşa, Fransız elçiliğin
den yardım alabilmek için talepte bulundu; ancak Serasker Rıza
Paşa yardımın önünü kesti. Mustafa Reşid Paşa, bu defa Mehmed
Ali Paşa'nın softaları tahrik ettiği için sürgüne gönderilmesi ge
rektiğini anlatan bir dilekçe yazdı ve Şeyhülislam Arif Efendi'ye,
Serasker Rıza Paşa'ya, Meclis-i Vala Reisi Kamil Paşa'ya ve Fethi
Paşa'ya onaylatarak padişaha takdim etti. Dilekçe hükümdardan
hemen karşılık buldu ve paşanın sürgüne gönderilmesi karan çıktı.
Aynı günün akşamı Mehmed Ali Paşa'ya bir mabeyinci yollana
rak "Padişahın Çzrağan Sarayı'nda kendisiyle görüşmek istediğt'
söylendi. Haberi alınca tekrar sadrazamlığa atanacağını zanneden
70
paşa, hiç vakit kaybebneden kayığa binerek Kuruçeşme'deki sara
yından Çırağan Sarayı'na gitti. Hfilbuki hükümdar o sırada Dol
mabahçe Sarayı'ndaydı, Çırağan Sarayı'nda paşayı sürgüne gön
dermekle görevlendirilen Serasker Rıza Paşa bekliyordu. Mehmed
Ali Paşa'nın sürgün kararını öğrenerek bir sefarete sığınmasının
önüne geçmek için böyle bir tedbir alınmıştı.
71
Dilekçelerin cevapsız kalması üzerine iyiden iyiye korkuya
kapılan Mıgırdiç Amira Cezayirliyan, İngiliz Sefarethanesi'ne sı
ğınarak İngiltere'ye iltica etti. Beş yıl kadar Londra'da yaşayan
sarraf, İstanbul'da olduğu gibi burada da Eser-i Ticaret isimli ge
misiyle İngiltere ile Türkiye arasında ithalat ve ihracatla uğraştı.
İngiliz vatandaşlığına geçmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve
ı86o'ta gayrimenkullerini kurtarabilmek için İstanbul'a döndü.
Mıgırdiç Amira, hamisi Mustafa Reşid Paşa vefat edeli iki sene ol
duğu için eskisi gibi devlet nezdinde itibarlı bir ticaret yapamaya
cağını anladı ve başka yollardan para kazanmanın çarelerini dü
şündü. ı863'te Hasköy ile Ayvansaray arasında bir ahşap köprü
inşa ettirerek buradan büyük gelir elde etmeyi umdu; ancak köp
. rünün inşa edilmesiyle işsiz kalan sandalcılar ıs gün sonra köp
rüyü ateşe verdiler.
72
kız kardeşi Meri'nin Sultan Abdülhamid'den yardım istemesiyle
satıldı ve bedelinin yarısı sefalete düşmüş olan kadına verildi. Yalı
daha sonra yine Sultan Abdülhamid'in emriyle Hazine-i Hassa Ne
zareti tarafından satın alındı ve hükümdar tarafından Avustuıya
Macaristan İmparatoru Franz Joseph'e hediye edildi. Böylece o
güne kadar Büyükdere'deki bir kira evinde çalışan Avustuıya Kon
solosluğu, bu gün de faaliyetini sürdürdüğü Yeniköy'deki Ceı.a
yirliyan Yalısı'na taşındı.
75
Bunun yerine, saray hizmetindeki gayrimüslimlerin imtiyazlı ko
numlarını göstermek için feslerinin üzerinde altın tuğra taşımlarına
müsaade edildi. Mısır Valisi'nin sarrafı KevorkAmira Eramyan'a
ise diğer saray sarraflarına nazaran daha büyük bir fes nişanı ve
rildi. Gösterişe ve eğlenceye düşkünlüğüyle bilinen ve o dönemde
henüz yirmili yaşlarında olan Kevork Amira'nın oğlu Abraham,
Mustafa Reşid Paşa'nın hanımıyla görüşerek babası gibi kendi
sine de diğer sarraflarınkinden büyük bir fes nişanı verilmesi için
paşanın aracılık yapmasını istedi. Abraham'ı daha sonra yanına
çağırtan Mustafa Reşid Paşa, "Benden böyle bir şey istemen pek
akıllıca değildir; zira biz imparatorluk vatandaşları arasındaki
farkları ortadan kaldırmaya çalışırken sen benden kendini di
ğer insanlardan ayıracak olan bir alamet istiyorsun" diyerek
isteği geri çevirdi. Diğer sarraflarınkinden biraz daha büyük bir
nişan alabilmek için Mustafa Reşid Paşa'ya ricalarda bulunan Ab
raham, yine Paşa'nın açacağı eşitlik akımı sayesinde ileride im-
/
77
içinde köşklerin, kasırların, tiyatroların, havuzların ve mağarala
rın bulunduğu uçsuz bucaksız koru da "Abraham Paşa Korusu"
ismiyle bilinirdi. Boğazın diğer yakasında ise Rumeli Kavağı'ndan
Karadeniz'e kadar uzanan geniş arazi yine paşanın mülkiyetin
deydi ve kavaktaki tepeler "Abraham Tepeleri" adıyla anılırdı.
Bu uçsuz bucaksız gayrimenkullerin yanı sıra, gerek Osmanlı
Bankası'nda gerekse Avrupa bankalarında dolgun hesaplan ve
habn sayılır miktarda hisse senetleri vardı ve borsadan da ciddi
gelir elde ediyordu.
79
ve Beyoğlu'ndaki konağını yıllarca yerli-yabancı tüm İstanbul sos
yetesinin buluşma mekanı haline gelecek olan "Cerde d'Orient
Kulübü"ne çevirdi. Bu tarihten sonra hayatını bu kulübe adadı
ve bahçesine kriket sahası dahi kurdurdu. Kulüp her ne kadar
sürekli göz hapsinde tutulsa ve giren çıkan kişilerin isim listeleri
Sultan Abdülhamid'e verilse de paşanın başı bu yüzden hiç ağrı
madı, hatta 1896'da "Altın Liyakat Nişanı" ile onurlandırıldı.
II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte işler tersine döndü ve Ab
raham Paşa'nın yegane gelir kaynağı kurudu. Saraydan bir lütuf
göremeyen paşa, şaşalı yaşantısından zerre taviz vermedi; ancak
gelirler giderleri karşılamayınca Cerde d'Orient'ı ipotek ettirerek
Osmanlı Bankası'ndan masraflar dahil 58 bin liralık borç aldı. Ab
raham Paşa, parayı eğlence filemlerinde harcayıp banka taksit
lerini ödemeyince, Osmanlı Bankası Beyoğlu'ndaki konağa, pek
çok mülküne ve hisse senetlerine el koydu. Doğduğu günden iti
baren şatafat ve debdebe içinde yaşayan paşa, ömrünün son on
yılını fakirlik ve borç batağı içinde münzevi bir şekilde geçirdi ve
1918'de İstanbul'da vefat etti.
Bir zamanlar verdiği davetler aylarca konuşulan, en ufak hare
keti Beyoğlu sosyetesinde yankılar uyandıran, Abraham Paşa'nın ve
fatı, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış Osmanlı İmparatorluğu'nun
başkentinde bahis mevzuu dahi olmadı. Paşa'nın şatafatlı yaşan
tısından günümüze yalnızca İstanbul Büyükşehir Belediyesi tara
fından restore edilen ve 2006'da restaurant olarak İstanbulluların
hizmetine sunulan Beykoz Koru'sundaki av köşkü kaldı.
80
Abdülhamid, 33 Yllhk İktidarı Boyunca
Şahsi Servetini Sadece Ermenilere
Emanet Etti
81
1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte modernleştirilen Osmanlı
kurumlan içerisinde Darphane'ye de el atıldı ve Maliye Nezareti
tesis edilerek gerek devletin gerekse hanedanın tilin gelirleri tek
bir merkezde toplanıp, padişah da dfilıil tilin hanedan mensupları
maaşa bağlandı. Darphane'nin en önemli işi olan para basımı da
Maliye Nezareti'nin sorumluluğuna verilince bu sefer Darphane,
padişahın gelir ve giderlerini düzenlemekle sorumlu bir kurum
haline dönüştü ve bu nedenle zaman içerisinde "Hazine-i Hassa"
olarak anılmaya ve Darphane Nazın'na "Hazine-i Hassa Nazın"
denmeye başlandı. Sultan Abdülmecid, bu gaynresmi söylemi
185o'de resmileştirerek "Darphane Nazın" unvanını "Hazine-i
Hassa Nazın" olarak değiştirdi.
1861'de Sultan Abdülmecid'in vefatının ardından tahta çı
kan Sultan Abdülaziz döneminde ise Hazine-i Hassa son derece
inişli-çıkışlı bir döneme girmiş oldu. Öncelikle 1863'te Mabeyn-i
Hümayun'un görevleri de Hazine-i Hassa'ya bağlanarak nezaretin
adı "Mabeyn-i Hümayun Müşirliği ve Hazine-i Hassa Nezareti" ola
rak değiştirildi. 1868'de ise Mabeyn-i Hümayun ve Hazine-i Hassa
ayrılarak Hazine-i Hassa Maliye Nezareti'ne bağlandı, 1872'de de
tekrar Mabeyn-i Hümayun ile birleştirildi ve 1875'te son olarak,
memur kadrosu ciddi anlamda küçültülüp Hazine-i Hassa Neza
reti, Mabeyn-i Hümayun'a bağlı bir birim haline getirildi.
Şehzadelik yıllarından beri tutumlu kişiliğiyle tanınan, devlet
ten aldığı maaşları diğer şehzadeler gibi keyfi harcamalara değil,
yatırıma saıf eden ve bu sayede daha şehzadelikyıllarında küçük
bir servete sahip olan Sultan Abdülhamid, 1876'da tahta oturdu
ğunda yasal olarak kendisine geçen Hazine-i Hassa mülklerinde
de düzenlemeler yapmak ve gelirlerini arttırmak düşüncesin
deydi. Bu düşüncesini Osmanlı B ankası direktörü Mister Foster'a
açması üzerine Mister Foster padişaha Agop Kazazyan'ı tavsiye
etti. 1833'te İstanbul'da dünyaya gelen Agop Kazazyan fakir bir
Ermeni ailesinin tek erkek çocuğuydu ve iyi bir eğitim alamamıştı.
82
Allah vergisi zekası ve hesap işle
rine yatkınlığı sayesinde dikkat
leri çekmeyi başarmış, genç
lik yıllarında Galata Ermeni
Kilisesi'nin muhasebeciliği
ile geçinirken sonrasında
Osmanlı Bankası'nda ça
lışmaya başlamış, kendi
sini geliştirerek Fransızca
ve İtalyanca öğrenmişti.
Ufak bir memur olarak gir
diği Osmanlı Bankası'nda ça
lışkanlığı ve azmi her zaman
takdir edildi. Bundan başka,
birçok suiistimalin önüne geçmeyi
Agop Kazazyan Paşa başarması dikkatleri çekerek kısa sü-
rede terfi ettirildi. En son bankanın
Türkçe Muhaberat Kalem Müdürlüğü görevini sürdüren Agop Ka
zazyan, Mister Foster'ın önerisi üzerine ı877'de Hazine-i Hassa
Nazırlığı'na tayin edildi.
85
olursunuz?'' diye sormuş. Agop Paşa
da "Vaktimin çoğunu validemin
bakımı ile geçiriyorum, yal
nız tek eğlencem at gezin
86
eğitimine Mourad-Rafaelyan Koleji'nde devam etti ve uzmanlı
ğım iktisat üzerine yaptı. 1861'de İstanbul'a döndüğünde önce
likle Babıfili Tercüme Kalemi'nde memuriyet hayatına başladı.
1868'de Sadrazam Ali Paşa'nın Fransızca sekreterliğine, 1869'da
ise Galata Gümrük Müdürlüğü'ne atandı. Bu sırada Maliye Mek
tebi ile Mülkiye'de hukuk ve iktisat dersleri vermeye başlayarak
derslerde okutulmak üzere kitaplar hazırlayıp Mülkiye'nin namlı
hocalan arasında yer aldı.
1886'da Maliye Nezareti müsteşarlığına atandı, Mahmud Ce
laleddin Paşa'nın yolsuzluk iddiasıyla görevden alınmasının ar
dından kendisi de müsteşarlıktan azledildi. 17 Eylül 1888'de ise
Ziraat Bankası'nın genel müdürlüğüne atanarak, tarihe bu ban
kanın ilk genel müdürü olarak geçti. Agop Paşa'mn 1891'deki ve
fatının ardından rütbesi "Paşa'1ığa yükseltilerek Hazine-i Hassa
Nazırlığı'na tayin edilen Mikail Portakal Paşa da maden ve petrol
işletme imtiyazlanmn Hazine-i Hassa'ya bağlanmasını sağlayarak
gelirlerin artmasına büyük katkı sağladı. Bundan başka Dicle ve
Fırat Nehirleri üzerinde birer vapur şirketi kurulmasına önayak
olarak Hazine-i Hassa'ya bir gelir kapısı daha açtığı gibi, bölgenin
kalkınmasını da sağladı. Sultan Abdülhamid, paşanın icraatlanm
takdir ederek 1893 Ekim'inde rütbesini "vezir'1iğe çıkartıp, Mart
1894'te Altın Liyakat Nişanı ile onurlandırdı. 19 Ekim 189fdeki
vefatına kadar toplam altı yıl boyunca Hazine-i Hassa N&zırlığı'm
sürdüren Mikail Paşa'dan bugün bizlere eskiden paşanın kona
ğının bulunduğu ve hfila onun ismiyle anılan Ortaköy'deki Por
takal Yokuşu kaldı.
Sultan Abdülhamid, Mikail Paşa'mn vefatının ardından ser
vetini tekrar mektepli bir isme, Sakız Ohannes'e emanet etti. Sa
kız Adalı Artin isimli bir tüccann oğlu olan Sakız Ohannes de
Paris'te iktisat eğitimi almış, 1856'da İstanbul'a döndüğünde
Babıali Tercüme Kalemi'nde memuriyete başlamıştı. 1868'de
Şura-yı Devlet'e, yani Damştay'a aza, 1871'de Ticaret Nezareti'ne
müşavir, ı872'de ise Altıncı Daire'ye
yani Beyoğlu Belediyesi'ne reis
tayin edildi. ı877'de ise Tica
ret Nezareti'ne müfettiş tayin
edilen Sakız Ohannes, aynı
sene Mülkiye'de ders ver
meye başlayarak "Mebad-i
İlm-i Servet-i Milel" isimli
bir ders kitabı hazırladı ve
Mikail Paşa gıbi Mülkiye'nin
namlı hocaları arasında yer
aldı. Sakız Ohannes'in öğ
rencilerinden ünlü edebiyatçı
Samipaşazade Sezai de "Eğer
edebiyata meyletmeyip de ikti-
Sakız Ohannes Paşa sadz tercih etseydim, Sakız Ohan
nes Paşa kadar iyi yazamayacak
tım" diyerek hocasının mevkiini yüceltecekti.
ı879'da Sayıştay Savcılığı'na tayin edilen Sakız Ohannes,
ı8 sene kadar bu görevini sürdürdükten sonra ı891'de Mi
kail Portakal Paşa'nın yerine "Bala" unvanı ile Hazine-i Hassa
Nazırlığı'na tayin edildi ve üç ay geçmeden de rütbesi "Paşa"lığa
yükseltildi. Ohannes Paşa, nazırlığı boyunca Agop ve Mikail
Paşa'lann aksine yeni gelir kaynaklan yaratmaktan ise suiisti
mallerin önüne geçmeye çalışmaya ve fuzuli harcamaları önle
meye yöneldi ve birbiri ardına raporlar hazırlayarak çözüm öne
rileri sundu. Paşa'nın birçok raporu ciddi anlamda incelendi ve
raporlar uyarınca inceleme komisyonları oluşturuldu; ama so
mut sonuçlar elde edilemedi. Şubat ı908'de rütbesi ''Vezir"liğe
yükseltilen ve aynı senenin Temmuz'unda Meşrutiyet'in ilan
edilmesiyle Ayan azası yani Senatör olan Sakız Ohannes Paşa,
22 Ekim ı908'de hazırladığı raporların dikkate alınmamasını
88
bahane ederek tüm görevlerinden istifa etti ve 1912'deki vefa
tına kadar münzevi bir hayat sürdü.
Sakız Ohannes Paşa'nın Ekim 1908'deki istifasının ardın
dan Hazine-i Hassa Nazırlığı'na Nuri Bey tayin edildi. Alh ay ka
dar sonra 27 Nisan 1909'da Sultan Abdülhamid'in tahttan indi
rilmesi ile birlikte Hazine-i Hassa Nezareti de tarihe karışarak
eskiden olduğu gibi müdürlüğe çevrildi. Bunun yam sıra Sul
tan Abdülhamid'in tahta geçtiği 1876 yılından itibaren Hazine-i
Hassa mülklerine dahil edilen tüm araziler, evler, dükkanlar,
yani bütün taşınmazlar Maliye Nezareti'nin idaresine terk edildi.
Sultan Abdülhamid döneminde Agop ve Mikail Paşa'ların uğ
raşlarıyla içlerinde petrol kuyularının ve maden yataklarının da
bulunduğu ve "tahtın malı" haline getirilen tüm mülkler, "dev
letin malı" oldu.
90
Güçlü Bir PTT'ye Sahip Olmamızın
Ardında, Oskan Efendi'nin
Büyük Çabaları Vardır
91
23 Ocak 1913'te, Babıfili'nin, o sı
rada yarbay olan Enver Paşa'nın
liderliğindeki bir grup tarafın
dan basılmasının ve hükü-
metin istifaya zorlanması
nın ardından dönemin ünlü
komutanlanndan Mahmud
Şevket Paşa tarafından yeni
bir kabine kuruldu ve as
kerlerin idarede daha aktif
olduğu bir döneme girildi.
Mahmud Şevket Paşa'nın
24 Ocak 1913'te kurduğu ka
binede PTT Nazırlığı görevi, o
güne kadar postacılıkla hiç ilgilen
Oskan Efendimemiş, lakin çalışkanlığı ve dürüstlüğü
ile nam salmış olan Oskan Mardikyan'a
verildi. 1868'de Erzurum'da dünyaya gelen Oskan Mardikyan, Ave
dis Ağa adında bir tüccarın oğluydu. Eğitimini Erzurum Ermeni
Okulu'nda tamanılamış, Türkçe ve Ermenicenin haricinde Fran
sızca ve Arapça da öğrenmişti. Şubat 1885'te Düyfin-ı Umumiye'de
katiplikle memuriyete başladı, ülkenin çeşitli yerlerinde müdür
lükten müfettişliğe kadar pek çok önemli görevde bulunduktan
sonra 1900 Ağustos'unda Manastır Maliye Müfettişliği'ne, 12 Mart
1906'da ise Rumeli Maliye Komisyonu Müfettişliği'ne atandı. Bu
görevindeyken büyük suiistimallerin önüne geçmesi ve kendisine
rüşvet teklif edenleri mahküm ettirmesi, başta İstanbul halkı ol
mak üzere herkesin takdirini topladı.
Dürüstlüğüyle adından bahsettiren Oskan Mardikyan, 1913'te
PTT nazın olduğunda postacılık hakkında pek fazla bilgiye sa
hip değildi; ancak uzun yıllar ülkenin dört bir yanında çalışması,
memurların gevşekliklerini ve yapılan suiistimalleri iyi bilmesi
92
işini kolaylaştırıyordu. Nazırlığa atandığı hafta gazetelerde "Me
murların dört elle göreve sarılmaları, posta görevlilerinin bah
şiş isteme gibi bir lüksünün olmadığı ve suiistimalleri görülen
PTT çalzşanlarınzn halk tarafindan ücretsiz postayla nezarete
şikayetlerini bildirmelerı"' yönünde tebligatlar yayınlattı. Tebdil-i
kıyafet ederek İstanbul postahanelerini gezdi ve suiistimalini gör
düğü memurları gözünün yaşına bakmadan bir daha devlet hiz
metine alınmamak üzere azletti. Nazırın tebdil-i kıyafet ederek
yaptığı tahkikatlar dönemin basını tarafından da büyük ilgiyle
izlendi ve hikayeleri gazete sütunlarına taşındı. Bu hikayelerin
en ilgi çekenlerinden biri, Sabah gazetesinin 27 Şubat 1914 ta
rihli şu haberidir:
93
başlanması gerektiğinin farkındaydı. Postacılar, imparatorluktaki
en az maaşla çalışan memurlardı. Son derece ağır şartlar alhnda
görev yapıyorlar, yeri geldiğinde cephelere gönderiliyorlar, terfi
alamıyorlar ve bu yüzden karamsarlığa kapılarak işlerini boşluyor
lardı. Öncelikle mecliste büyük çaplı bir lobi yapan Oskan Efendi,
Y.IT çalışanlarının maaşlarının arthrılmasım sağladı, bununla bir
likte 40 para olan posta ücretini de 20 paraya indirterek yabancı
posta şirketleriyle rekabete imkan tamdı. Köylere her hafta posta
memurları gönderilerek şehre gelmekte zorlananlara kolaylık gös
terildi, daha ucuz olduğu için apartmanların en üst kahna kuru
lan postahaneler kaldırılarak girişlere taşındı ve Londra'dan yeni
posta makineleri getirtildi. Telgraf hatları bakıma alınarak iletişim
hızlandırıldı ve Sultan Abdülhamid döneminden kalma kötü bir
uygulamanın önüne geçilerek Oskan Efendi'nin deyimiyle, "pos
tahaneler hafiye merkezi olmaktan kurtarıldı".
Oskan Efendi'nin getirdiği diğer bir yenilik ve halkın en çok
ilgisini çeken konu, yeni pullardı. O güne kadar kullanılan tuğ
ralı Osmanlı pulları terk edilerek, pullara resim yarışmalarında
dereceye girenlerin çizimleri basıldı. İlk resimli Osmanlı pulu,
Edime'nin kurtuluşu hahrasına basılan ve üzerinde Selimiye
Camii'nin bulunduğu puldu. Osmanlı İmparatorluğu, ı9 14'te o
güne kadar sürekli, sömürülmesine sebep olan sırhndaki kam
burdan, yani kapitülasyonlardan kurtuldu, yabancı devletlere ve
onların ticari şirketlerine tanınan tüm imtiyazlar lağvedildi. Bu
duruma en çok Oskan Efendi sevinmişti; zira arhk rekabet ede
bileceği yabancı posta şirketleri kalmamışh. Kapitülasyonların
kaldırılmasını tebrik için Oskan Efendi de Adliye Nazın İbrahim
Bey ile birlikte Sultan Reşad'ın huzuruna çıkh ve padişaha üzer
lerinde "İmtiydzdt-ı Ecnebiyyenin Lağvı-1330" yazılı yedi parça
dan oluşan özel tabakasında bir seri pul hediye etti.
94
yapmayı planlayan Oskan Efendi, emeline 1914 Nisan'ında ulaştı
ve Beynıt'tan Konya'ya uzanan bir aylık geziye çıktı. Seyahatinde,
süregelen pek çok suiistimalin önüne geçti ve çok sayıda kişiyi gö
revlerinden aldı. Mesela, bir kasabada telgrafdireklerinin güvenli
ğinden sorumlu işçinin kör olduğunu gördü; fakat en çok memur
ların hayat şartlarından etkilendi. Oskan Efendi, cüzi maaşlarla
çalışan posta memurlarının, ailelerinin ihtiyaçlarını dahi karşıla
yamayarak bunalıma girdiğini, kendilerini içkiye ve sigaraya ve
rerek perişan olduklarını görmüş ve çok üzülmüştü. Memurları
bu konuda bilgilendirmek üzere "İşretin Mazarratı" ve "Sıtma
nın Suret-i Tevakki ve Tedavisi'' isimli iki kitap kaleme alıp, bun
ları nezarete bastırtarak memurlara dağıttırdı. Oskan Efendi, ba
kanlığını bir aile, kendisini de ailenin babası diye tanımladığı bu
kitaplarda memurlarına onların amiri değil de babalan gibi ses
leniyor, içki ile sigaranın kötülüklerini, ceplerine ve vücutlarına
nasıl zararlar vereceğini uzun uzadıya anlatarak kötü alışkanlık
larından uzak durmalarım öğütlüyordu.
Ülkenin harbe girmesine karşı olan Oskan Efendi, Osmanlı
İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'na katılmasının ardından yakın
dostu Maliye Nazın Cavid Bey ile birlikte 1914 Kasım'ında istifa
etti. Bu tarihten sonra köşesine çekilerek devletten aldığı emekli
maaşıyla geçindi, 1915 Şubat'ında tedavi için İsviçre'ye gitti ve
1918'e kadar burada yaşadı. 1918'de Bağdat'a yerleşti, ıı Kasım
1918'de kurulan Tevfik Paşa kabinesinde yeniden PTT N&zırlığı'na
tayin edildi, ismi kabine listesinde yer aldı; ancak bu teklifi geri
çevirdi. Her ne kadar Tevfik Paşa kabinesinde fiilen nazırlık et
mese de "Osmanlı'nın son gayrimüslim nazın" olarak tarihe geçti
ve Osmanlı postacılığım iyileştirmeye çalışırken, Cumhuriyet pos
tacılığının da temellerini attı.
Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'na n&zırlık eden Oskan
Mardikyan, Bağdat'ın ardından Kahire'ye yerleşti, hayatım maliye
cilik ve tercümanlık yaparak kazandı ve 7 Ekim 1941deki vefatına
95
kadar Kahire'de yaşadı. Hakkında "Ermenistan'ın İçişleri Bakanı
olacağı" gibi haberler çıkarılsa da vefahna kadar her türlü siyasi
konudan uzak durarak sessiz sedasız bir hayat sürmeyi tercih etti
ve belki de bu kararın etkisiyle hahrahnı kaleme almadı.
"Arkadaşlar!
96
Arkadaşlar!
Bizim mesleğimizin üç büyük temeli vardır ki, bunlar düzen, sü
rat ve emniyettir. Elimize geçen en basit evrakı dahi herhangi
bir ziyana uğratmadan, içindeki mahremiyeti hiç kimseye ifşa
etmeden en çabuk şekilde sahiplerine ulaşhrmak bizim birinci
vazifemizdir. Bu vazifeyi yerine getirmeniz için size öğüt ver
meye gerek duymam; zira bu görevin sorumluluğunu sizin vic
danlarınıza havale ederim. Çok adi bir kartı bile zarar vererek
yahut onun mahremiyetini ifşa ederek sahibine ulaştırmak çok
büyük bir günah olmaz mı? Böyle büyük bir günahtan vicdan
azabı duyulmaz mı? Böyle bir davranış tabii olarak ihanet ve
alçaklıktır. Vazifeniz için aldığınız maaş ve terfiler sizin için bir
mükafat değildir. Sizin için en büyük mükafat vazifenizi yerine
getirdikten sonra duyduğunuz vicdan rahatlığıdır. İnsan birkaç
saat çalışıp 'bugünde yevmiyeyi kazandık' deyip evine giderse,
bu vicdan rahatlığını duyamaz. Ancak vazifesine aşkla sarılır, ye
rine getirdiği görevin devletine, milletine, vatanına azda olsa bir
menfaat sağlayacağının bilincinde olarak şevkle çalışırsa, işte o
zaman bu rahatlığa erişebilir.
Bendeniz bu gün Allah'a şükürler olsun bir nazır mevkiinde bu
lunuyorum. Bu elbette ki, benim için büyük bir şereftir; ancak
ufak memuriyetlerden başlayarak çalışkanlığım ve dürüstlüğüm
sayesinde bu makama ulaşabilmem, bunun bana verdiği vicdan
rahatlığı benim için daha büyük bir şereftir. Bu manevi mükafata
erişmek her memurun kendi elinde olduğu gibi bu bilince ulaş
mış memurları mükafatlandırmak da yine nezaretin görevidir.
Nazırlığa ilk geldiğimde memurların maaşlarını arttırdım, hiç
kimsenin iltimasına tavsiyesine gerek kalmadan liyakat göste
renleri terfi ettirdim, vazifesine sarılanlara iki üç yılda bir zam
yaptırdım, görevine sadık memurların terfi almaları için isim
listelerini bizzat Babıfili'ye sundum. İnşallah, Babıali tarafından
tasdik edilince göreceksiniz ki, bir memur terfi alamasa dahi yine
de iki-üç yılda bir muntazaman zam alacaktır. Biliniz ki, memu
run en büyük amacı namusunu korumak olmalıdır. Namus her
97
şeyin üstündedir. Kendisini, ailesini, istikbalini düşünmekten
daha yüksek bir vazife namus ve iffetini korumaktır.
Şunu sakın unutmayınız ki, herkeslerin bize itimat göstererek
en mahrem mektuplarını dahi bize emanet etmeleri bizim için
bir şeref olmalıdır. Nitekim bize gösterilen itimada layık oldu
ğumuzu görevimizi en iyi şekilde yerine getirerek ispatlamalı
yız. Hem efendiler, biliniz ki vazifeperverlik, vatanperverliktir.
Nasıl ki, insan gerekirse canını, kanını feda ederek vatanını ko
rursa, kendisine verilen vazifeyi de kendisinden vazgeçerek ifa
edip, vatanın gelişmesi için öyle çalışmalı, vatan için bir fedai
olmalıdır."
98
Devlet, Yahlarında Gizli �(ilise Bulduğu
Ermeni Asillerini ya Kesti ya da Astı
99
Mikail Çelebi, darphanede geniş
çaplı bir revizyona giderek burada
çalışan bütün Yahudileri temiz
leyip yerlerine Ermenileri ge-
tirdi. Ermenilerin darphane
deki nüfuzları o derece aıtb.
ki, resmi kayıtlar dahi pek
az kişinin anlayabileceği
bir şekilde Türkçe, ama Er
meni harfleriyle tutulmaya
başlandı. Yüzlerce soydaşına
iş imkfuıı sağlayan ve mille
tinin devlet nezdindeki konu
munu yükselten Mikail Çelebi,
cemaatin en hatın sayılır ismi ol
Ohannes Çelebi Düzyan muş ve devletle cemaat arasındaki
yegane köprü haline gelmişti. Hikaye
edildiğine göre; Sultan III. Mustafa'nın tahta çıktığı 1757'de Ya
hudi ve Ermeni cemaatleri arasındaki çekişme neticesinde Mikail
Çelebi azledilmiş ve yerine Balti isimli bir Yahudi atanmışh. Sul
tan III. Mustafa, Balti'ye aslan başlı bir kemer tokası vererek bu
nun bir eşinin yapılmasını istemiş; ancak Balti işin içinden çıka
mamış ve azledilmişti. Kemer tokası bu sefer arhk Galata Serpos
Han'daki atölyesinde çalışmaya başlayan Mikail Çelebi'ye yollan
mış, Çelebi de kemerin birebir eşini imal ederek saraya gönder
miş ve hükümdar hangi tokanın ilk gönderdiği olduğunu anlaya
mayınca Mikail Çelebi görevine iade edilmişti.
Mikail Çelebi'nin 1783'teki vefahnın ardından yerine oğlu
Ohannes Çelebi geçti ve aile tarihindeki en büyük zenginliğe bu
şahsın zamanında kavuştu. Aynı zamanda en büyük kavgalarını da
yine Ohannes Çelebi döneminde yaşadı. Düzyanlar 17. asrın son
larında topyeklın mezhep değiştirerek Katolikliği kabul etmişler,
100
o dönemde Ermeni Katolikler de kendi içlerinde ikiye ayrılmış
lardı. "Kolejliler" diye adlandırılan Avrupalı misyonerler ayinlerin
Latince yapılması gerektiğini savunurken, "Mıkhitaristler" adıyla
bilinen, ilk başta Ortodoks bir rahip iken daha iyi eğitim alabilmek
için mezhep değiştiren, Beyoğlu'nda ve İtalya'da kendi ismiyle anı
lan kolejler kuran ve kendi cemaatini yaratan Mıkhitar'ın mürit
leri ayinlerin Ermenice yapılmasını istiyorlardı. Devamlı birbir
leriyle çekişme içerisinde olan bu iki gruptan Mıkhitaristlerin en
büyük destekçisi ve finansörü ise Düzyan Ailesi idi.
Ohannes Çelebi Düzyan, darphane sarraflığından başka bir
çok vilayetin vergi toplama imtiyazı ile ipek ve baharat ithalab
gibi büyük gelir getiren ticaretlerin de tekelini almayı başarmış
ve servetini habn sayılır miktarda çoğaltarak sadece cemaatinin
değil, imparatorluğun da önde gelen isimlerinden biri olmuştu.
Aynı günlerde diplomatik bir görevle İstanbul'a gelen İspanyol
Amirali Federico Gravina da gözlemlerini aktardığı eserinde İs
tanbul Ermenileri'nden bahsederken "Şehrin en zengin cemaati,
darphanenin idaresini ve kuyumculuğu ellerinde bulunduru
yorlar" demişti. Çelebi'nin bu şöhreti ı8ofde III. Selim'in taht
tan indirilmesiyle birlikte aleyhine döndü. Ayaklanan yeniçeriler
halkın gözünü korkutmak için her cemaatin önde gelen isimlerini
idam etmeyi kararlaşbrmışlar ve Katolik Ermenilerden Ohannes
Çelebi'yi tutuklamışlardı. Günlerce ölümü bekleyen Çelebi, mü
şaviri Kazaz Artin Amira Bezciyan'ın uğraşları sayesinde kurtul
muş ve eski mevkiine de tekrar kavuşmuştu.
Ohannes Çelebi'nin 1812'deki vefabnın ardından da Darp
hane idaresi oğullan Sarkis ve Kirkor Çelebilere verildi. Bu ata
madan iki sene sonra ise Darphane Nanrlığı'na Abdurrahman
Feyzi Efendi'nin getirilmesi, Düzyanlann sonu oldu. Abdurrah
man Efendi son derece zeki idi ve iyi eğitim almışb; ama aynı de
recede kıbirli ve ihmalkardı. İhmalleri neticesinde darphane hesap
larında açıklar olmuş, Kazaz Artin Amira, Düzyanlan uyarmasına
101
rağmen sözü dinlenmeyince görevin
den istifa etmişti. Abdurrahman
Efendi'nin en büyük düşmanı
ise dönemin önde gelen isim
lerinden II. Mahmud'a yakın
lığıyla bilinen Halet Efendi
idi. Darphane hesapların
daki açıklardan haberdar
olan Halet Efendi, defte
rini dürmek için Abdur
rahman Efendi'yi Sadaret
Kethüdalığı'na, kendi adam
larından Hayrullah Efendi'yi
de darphanenin başına tayin et
tirdi. 14 Ağustos 1819'da göreve
Darphane-i Amire Emini Kazaz başlayan Hayrullah Efendi, iki haf
Artin Amira Bezciyan talık bir tetkik neticesinde darp-
hane hesaplarında 38.000 altınlık
bir açık olduğunu ispat etti. Bunun üzerine Abdurrahman Efendi
ile birlikte Düzyan Ailesi'nden yedi kişi tutuklanarak darphaneye
hapsedildiler, hepsinin hesaplarına el konuldu ve evleri boşaltıla
rak kapılarına asker dikildi.
İşte ne olduysa da bundan sonra oldu ve Düzyanların
Kuruçeşme'deki yalılarında yapılan aramalar olayı� boyutunu
tamamıyla değiştirdi. Aramalarda yalının altında gizli bir kilise
bulundu ve burada devamlı ayinlerin yapıldığını gösteren bazı
emareler tespit edildi. Değil yeni bir kilise yapmak, mevcut ki
liselere çivi çakmak için bile padişah fermanı gerektiği bir dö
nemde, üstüne üstlük Katolik sorunun çözülmesi için uğraşılır
ken saray hizmetindeki bir ailenin böyle bir harekette bulunması
Sultan II. Mahmud'u gazaba getirdi. Düzyanlar, 17 Eylül 1819'da
Darphane'den Bostancıbaşı Hapishanesi'ne nakledilirken, aileye
102
mensup yahut aileyle akrabalığı bulunan kadın, çocuk, yaşlı kim
varsa tutuklanarak Kumkapı'daki Ermeni Patrikliği'ne kapatıldı
lar. Yargılamaların neticesinde Düzyanların tüm mallarına el ko
nularak açık arttırmayla satılmasına, ailenin önde gelenlerinin
idamına, geri kalanların da dönmemek üzere Kayseri'ye ve çeşitli
adalara sürgün edilmelerine karar verildi. 2 Ekim ı819 sabahı Sar
kis ve Kirkor Çelebilerin darphane kapısı önünde boyunları vu
ruldu, küçük kardeşleri ve amcaları ise Kuruçeşme'deki yalıları
nın pencerelerine asıldılar. İşin acı tarafı, Düzyanlardan dört kişi
idam edilip geri kalan kadın çocuk onlarca kişi sürgüne gönderi
lirken, Düzyanların rakibi olan ve Kolejliler'in tarafım tutan An
dan Davidyan isimli sarrafın, ailenin perişan edilmesinin şerefine
Kandilli'deki yalısında Fransız misyonerlerine ziyafet vermesiydi.
İdam edilen Ermenilerin cesetleri eski müşavirleri Kazaz Ar
tin Amira tarafından alınarak Kuruçeşme'deki aile mezarlığına
defnedildi, daha sonra da İstanbul'un merakla beklediği Düz
yanların mallarının satılması faslına geçildi. Elmaslarla süslen
miş hamam nalınlarından, birbirinden değerli el yazmalarına ka
dar birçok nadide parça satışa çıkarıldı, en son olarak da altında
gizli kilise bulunan Kuruçeşme'deki yalı satıldı. Açık arttırma
dan önce yalıyla birlikte gizli kilise de gezilmişti. Bu sırada Düz
yanların yerine Darphane Eminliği'ne atanan İsrel Efendi isimli
Yahudi'nin orada bulunan İncil'i eline alarak "tükürük hokkası"
diye hakaret etmesine dayanamayan saray sarraflarından Ohan
nes Amira Yerganyan, İsrel Efendi'ye bir tokat atınca tutuklana
rak hapse atılmış ve özgürlüğüne ancak din değiştirip İslamiyet'i
kabul ettikten sonra kavuşabilmişti.
Sonuç olarak Düzyan Ailesi ve aileyle akrabalıkları bulunan
Aznavuıyan ve Kılcıyan gibi İstanbul'un önde gelen Ermeni aile
leri çeşitli yerlere sürgüne gönderildiler ve bu sürgün hayatı beş
yıl kadar sürdü. ı824'te İstanbul'a geri döndüklerinde, felaketle
rine sebep olan Kuruçeşme'deki meşhur yalıları Kazaz Artin Amira
103
tarafından satın alınarak aileye iade
edildi. Kamz Amira, 1819'da Rodos
Adası'nda bulunduğu için iclam
dan kurtulan Hagop Çelebi'yi
de tekrar Darphane'ye al
dırttı ve Amira'nın vefa
tının ardından darphane
idaresi Hagop Çelebi'ye
bırakıldı. 183o'da Kato
lik Ermenilerde Osmanlı
tarafından ayrı bir cemaat
olarak kabul edilip, Kato
lik Ermeni Patrikliği kuru
lunca, Düzyanlar yine cemaat
lideri konumuna yükseldiler ve
Mihran Bey Düzyan Patrikhane'den Elınadağ'daki Suıp
Agop Hastanesi'nin kuruluşuna
kadar cemaat idaresinin pek çok yerinde başı çektiler.
Sultan Abdülmecid döneminde hız kazanan sanayileşme
çabalarına katkıda bulunan Düzyan Ailesi, İzmir'den İstanbul'a
kadar birçok yerde kağıt ve dokuma fabrikaları kurdu. Özellikle
kağıt işinde büyük yol kat ederek devlet ihtiyaçlarım karşılayıp
İstanbul'da da bir mağaza açtıkları gibi ithalata da yöneldiler. Ai
lenin son önemli siması 1819'da idam edilen Sarkis Çelebi'nin oğlu
Mihran Bey, darphanenin muadili olarak Maliye Nezareti bünye
sinde kurulan Meskfikat, yani Madeni Para Müdürlüğü'ne atandı
ve ı88o'e kadar bu görevinden başka Şura-yı Devlet, yani Danış
tay azfilığım da sürdürdü. 1880'de tüm görevlerinden istifa ede
rek 1894'deki vefatına kadar münzevi bir hayat yaşadı. Mihran
Bey de ailenin diğer fertleri gibi Kuruçeşme'deki aile mezarlığına
defnedildi. İstanbul'un en küçük, ama en gösterişli Ermeni me
zarlıklarından biri olan Kuruçeşme Mezarlığı, yıllar öncesinden
104
mezar hırsızlarının hışmına uğramış, Düzyanların bronz heykel
lerle süslü mezarları çevrelerindeki parmaklıklara kadar talan edil
mişti. Mezarlık, bu gün terk edilmiş bir arazi halinde, hangi kab
rin kime ait olduğu bile bilinmeyecek vaziyettedir. I. Dünya Savaşı
yıllarında İstanbul'u terk eden Düzyan Ailesi'nin son fertleri ise bu
gün Fransa'nın Paris ve Nice şehirlerinde yaşamaktadırlar.
105
geldi. Elindeki çantaların içinde tahminen 30-40 bin lira tu
tarında pırlanta, elmas, zümrüt gibi pek çok taşlar vardı. An
lattığına göre; bu taşlar küpe, yüzük ve iğne yapılmak üzere
Sultan Abdülmecid devrinde kendilerine verildiği halde yapı
lamayıp unutulmuştu. Kuyumcubaşı, taşlan bize teslim ederek
gitti. Taşların iadesi Düzyanlann dürüstlüğünü gösterse de ne
zaman kim tarafından ve ne miktarda Düzyanlara verildiğini
bilen ve arayıp soran kimse yoktu."
106
Cariyeden korkan padişah, Düzyanları mahvedecekti
Cevdet Paşa "Tezakir" isimli eserinde, Düzyanlar hakkında bir
saray dedikodusunu nakleder:
"Sultan Abdülmecid'in her zaman yanında taşıdığı altın kama
nın sapı kırılınca Düzoğlu Boğos'a vermiş ve "Bu kamayı çabuk
yaphrıp bana geri getir; zira benim o beşinci kadına hiç em
niyetim yoktur. O ne kafire şeydir, o! Bu kamayı onun yüzün
den taşıyorum" demişti. Bu sözlere çok şaşıran kuyumcu Boğos
da "Aman Efendimiz, o dağdan gelmiş, sizin paranızla sahn
alınmış bir cariyedir, size nasıl hainlik edebilir? Hem sizpadi
şahsınız efendimizin canına suikast etmek kimin aklına gelebi
lir?" cevabını verince Sultan Abdülmecid "Ben de seni kendime
sadık bir kul bilirdim, demek sen bile o karının adamısın" di
yerek kuyumcuyu huzurundan kovmuştu.
Padişah daha sonra, Kuyumcu Boğos'un cariyesinin yanında ol
duğu şüphesine kapılarak her ikisini de birbirine düşürmek için
hareme gidip beşinci kadına "Yahu sen ne kafire kadınsın! Dü
zoğlu bile senin ne biçim bir kadın olduğunu anlamış... Bir ka
mam vardı, onun ucunu sivriltip bana getirdi,
'.Aman efendimiz, bu beşinci kadına
güven olmaz, ihtiyaten bu kamayı
yanınızdan ayırmayınız' dedf'
diyerek ortalığı karıştırmıştı.
Düzoğlu Boğos'a kin bağla
yan cariye, kuyumcu ile bir
gün Maslak'ta karşılaştı
ğında "Kamayı iyi sivrilt
tin mi Düzoğlu? Bunu iyi
belle, bu da senin yanına
kalmaz'' deyince, Düzoğlu
Boğos neye uğradığını şa
şırmış ve gerçek, olay daha
sonra araştırıldığında anlaşıl
mıştı."
Agop Bey Düzyan
107
Barutçubaşı Öldü, İstanbul'daki lCatolik
ve Ortodoks Ermeni Cemaati
Birbirine Girdi
109
Katolik ve Ortodoks Ermeniler arasında tatlı bir çekişme yaşan
maya başlandı. Her iki cemaat de birbirlerinden daha büyük ki
liseler, okullar ve hastaneler inşa etmeye çalıştılar, bu durum da
her iki cemaat içerisinde finansör ailelerin doğmasına yol açtı. Ka
tolik Ermeniler, Düzyan ve Tıngııyan Aileleri tarafından finanse
edilirken, Ortodoks Ermenilerin en büyük destekçileri ise Kazaz
Artin Amira Bezciyan, Balyan ve Dadyan Aileleri oldu. Finansör
Ortodoks Ermeni aileleri içerisinde en fazla ön plana çıkan kişi
Yeşilköy Baruthanesi Barutçubaşısı Simon Amira Dadyan'ın oğlu
Barutçubaşı Boğos Bey Dadyan'dı. 1796'da İstanbul'da dünyaya
gelen Boğos Bey, küçük yaştan itibaren babasının yanında çalışa
rak barut imalinde uzmanlaşmış, 1826'da yeniçeriliğin kaldırılma
sının ardından yeniçerilerin elinde bulunan Bakırköy Baruthanesi
de babasının idaresine terk edilmişti. Bu tarihten sonra vekfileten
bu baruthanenin barutçubaşılığını üstlendi, babasının 1832'deki
vefatının ardından da bu görevini asaleten sürdürdü..
Boğos Bey'in amcası Hovhannes Bey Dadyan ise Yeşilköy ve
Azadlı Baruthaneleri'nin barutçubaşılığını yürütüyordu. Osmanlı
sanayileşme hareketinin lokomotiflerinden kabul edilen Hovhan
nes Bey, Avrupa'ya defalarca tetkik gezileri düzenlemiş, buralar
dan makinler getirerek, Osmanlı'ya uyarlamış, Fransızca pek çok
teknik kitabı Türkçeye çevirmiş ve demir-çelikten, tüfek imaline
kadar ona yakın fabrika kurmuştu. Amcasının bu aktifliğine karşı
Boğos Bey, her şeyden uzakta sakin bir hayat yaşamayı seçmiş
ve kendisini toplum için çalışmaya adayarak neredeyse tüm ser
vetini bu uğurda tüketmişti. Surp Pırgiç Hastanesi'nin idaresini
yıllarca elinde bulunduran Boğos Bey, vaktinin ve servetinin bü
yük kısmını burada harcadı ve hastanenin yanındaki araziyi de
satın alarak burada tüm İstanbulluların tedavi edileceği bir "ve
bahane" kurdu. Boğos Bey, Ermeni cemaatine yaptığı büyük yar
dımların dışında aynı bonkörlüğü diğer cemaatlere de gösterdi.
Heybeliada Ruhban Okulu'ndan Yeşilköy Rum Kilisesi'ne kadar
110
Rum cemaatine ait birçok kurumun da yaşatılmasını sağladığı
gibi, Latin Katoliklerin bir kilise kurmalarına ve kendilerine ait
bir mezarlık edinmelerine de önayak oldu.
111
cesedini bari bzrakzn da bu Ortodokslar defnetsin" diyerek tar
tışmayı nihayete erdirmişti.
Barutçubaşının naşını teslim alan aile, Boğos Bey'i aile me
zarlığına defnetmekten vazgeçerek biraz da Katoliklere nispet
için büyük bir törenle Kumkapı'daki Ermeni Patrikliği'nin avlu
suna defnetmeye karar verdi. Askeri bandonun ve zaptiyelerin re
fakatinde geçen mutantan cenaze alayına onlarca din adamı ka
tılmış, Ermeni cemaatinin önde gelen kimseleri olan Aıniralar,
tabutu ellerinde siyah meşalelerle takip etmişler, Sadrazam Ke
çecizade Fuad Paşa ve Hariciye Nazın Ali Paşa da törende hazır
bulunmuşlardı. Son anda patrikhaneye gömülmesi kararlaştırı
lan Boğos Dadyan, böylece Patriklik Kilisesi'nin avlusuna defne
dilen tek sivil isim olarak tarihe geçti.
112
lunan müteveffanın dedesi Dad Arakel, büyük önem ve sayıda
imtiyazlarla, İmparatorluk Baruthaneleri Genel Müdürlüğü'ne
atanmıştır. 1812'de yerine geçen oğlu Simon, 1826'da Sultan il.
Mahmud'un emri üzerine, İstanbul çevresindeki beş köyün yö
netimini de üstlenmiştir. 1832'de Simon Aınira'nın ölümü üze
rine, Sultan Mahmud, Bakırköy Baruthanesi'nin yönetimini Bo
ğos Bey'e verirken, Yeşilköy ve Azadlı Baruthanelerini de amcası
Hovhannes Bey'e vermiştir.
113
dimiz, sizden yegane dileğimiz Hristi
yan hastanelerine, belli miktarda
et ve ekmek verilmesidir' diye
karşılık vermiştir. İstek hemen
yerine getirilir, hfila da aksa
tılmadan gönderilmektedir.
Bir başka gün, Mekke'den
ve Kudüs'ten gelen hacı
larla dolu iki buharlı gemi,
Boğos Bey'in Yeşilköy'deki
görkemli konağının yakı
nında karaya oturur. Sayıları
2oo'den fazla olan bu talih
siz kişilerin hepsi Sultan Mah
mud ve Sultan Abdülmecid Han
Hazretleri'nin birçok kez onurlan-
Boğos Bey Dadyan dırdıklan Boğos Bey'in konağında
misafir edilirler. Boğos Bey, misa
firler uğurlanacaklan zaman yine cömertliğini gösterir ve hep
sine ufak birer hediye verir.
Boğos Bey'in çiftliğinde yetiştirilmiş ürünler, yılda iki kez 30-40
kadar deveye yüklenerek İstanbul sokaklarında dolaştınlır. Gıda
maddelerinin yoksullara dağıhmını, ırk ve din ayınını gözet
meksizin sadelik içinde, dokunaklı ve derin bir sevgi ile bizzat
kendisi yapardı. Boğos Bey'in cömertlikleri çok büyük ölçülere
varır. Gerek kendi din kardeşleri için, gerekse diğer topluluk
lar için, kilise, okul, çeşme ve hastane gibi kamu yararına olan
kurumlan, maliyeti cebinden ödeyerek, onarması yahut ye
niden inşa ettirmesi insanlara duyduğu sevginin bir delilidir.
Boğos Bey'in en diğer önemli bir özelliği, Ermenilerden başka
diğer gayrimüslim cemaatlerin de devletle olan ilişkilerini dü
zenlemesidir. Bu kadar değişik milliyet ve dindeki toplulukla
rın meydana getirdiği büyük bir imparatorlukta cemaatler ara
sındaki rekabeti ve çekişmeyi dizginleyebilmek son derece güç
114
bir iştir. Boğos Bey'in sabırlı ve samimi kişiliği ve babacan ta
vırları, herkesin onun düşüncelerini ve kararlarını saygıyla ka
bul etmesini sağlamıştır.
115
İttihadçllar ile Ermeni Partileri Sultan
Abdülhamid'e l<arşı Birlikte Hareket
Etmiş Sonra Yol ları Ayırmışlardı
117
Bu yüzden Osmanlı'nın ıslahat taleplerini geçiştirmesi, yurt
dışındaki Ermeniler üzerinde Osmanlı'ya karşı silahlı bir müca
dele yürütülmedikçe Osmanlı'nın ıslahat yapmayacağı zannını
uyandırdı ve bu amaçla 1887 yılında Cenevre'de Sosyal Demokrat
Hınçak Partisi, 1892 yılında ise Tiflis'te Taşnaktsutyun Partisi ku
ruldu. Sonrasında da Hınçak ikiye ayrılarak Londra'da da ''Vera
gazmyal Hınçak", yani ''Yeniden Doğan Hınçak" isminde üçüncü
bir parti teşekkül etti. Jön Türkler, Hınçak Partisi'nin kurulduğu
ilk günlerden itıbaren kendileri gibi Abdülhamid aleyhtarı olan bu
partiyle ilişkiler kurdular ve 1891-1892 yıllarında daha sonra il.
Meşrutiyet'in ilk meclis başkanı olacak olan Ahmet Rıza Bey, Hın
çak Partisi'nin ileri gelenleri ile birebir görüşerek, partiye beraber
hareket etme teklifinde bulundu. Fakat Hınçaklaıin silahlı eylem
lerde ısrarcı olması, Jön Türklerin ise o sırada bu gibi eylemlere
soğuk bakarak çözümün siyasi yollarla halledilmesini istemeleri
yüzünden iki grup arasında ortak bir nokta bulunamadı.
ıı Mayıs 1895'te Avrupalı devletlerin, Babıfili'ye nota tar
zında bir reform projesi vererek doğu illerinde özerk bir Ermeni
idaresinin kurulmasını açıkça teklif etmesi, Ahmet Rıza Bey'i te
laşa düşürerek tekrar Hınçak1a anlaşmaya varmaya yöneltti. Ah
met Rıza Bey, o sırada Paris'te bulunan Dr. Nazım'la birlikte Sa
bah Gülyan'ın başkanlığındaki Hınçak ileri geleleri ile görüşerek
beraberce hareket etmeyi önerdi. Bu sırada Ahmet Rıza Bey'in
rakibi olan Mizancı Murad da siyasi bir atakta bulunmak mak
sadıyla Hınçaklann lideri Nazarbeg ile görüşmüş ve gerek Jön
Türkler'in içersindeki bu ikilikten, gerekse de Hınçak'ın teklif
lere karşı olan kayıtsızlığından dolayı bu ikinci girişimde de uz
laşma sağlanamamıştı.
Hınçak ile bir birlikteliğin sağlanamayacağına kanaat getiren
Jön Türkler bu sefer Taşnaktsutyun'a döndüler. Tunalı Hilmi Bey,
1896-1897 yıllarında Cenevre'de partinin önde gelen isimleriyle
buluştu ve iki grup arasında ortak paydalar sağlanabildi. Özellikle
118
1 908 Meclisi'ndeki Ermeni Mebuslar
119
de 1896 yılında Kürtlerin İstanbul'da Ermenilere saldırarak can
kayıplarının yaşanması ve 1891de Jön Türk hareketinin İstanbul
şubesinin çökertilmesi, iki grubun birbirine daha da yakınlaşma
sını sağladı. Ahmed Rıza Bey, 1891de Taşnaktsutyun Partisi'nin
resmi yayın organı olan "Troşak", yani "Bayrak" gazetesini ziya
ret etti. Bu ziyaretin ardından Troşak gazetesi, 20 Ocak 1891de
Jön Türkleri "Silahlı mücadeleye" davet etti ve 24 Temmuz'da
davetini yineledikten sonra 31 Mayıs 1898'de "Abdülahamid'e
karşı bir cephe oluşturmak için tüm muhalif güçlerle görüşmeye
hazır olduklarını" bildirdi. Jön Türkler ise çağrıya "Milli ve dini
ayznm yapılmaksızın bütün vatandaşlar ortak düşmana karşı
birleşmelidir" şeklinde cevap veriyor, iki cemiyetin yakınlaşması
İstanbul'da yankı buluyor, şehir surlarına "Ermeniler ile Türk
leri istibdattan kurtulmak için birleşmeye" çağıran afişler asılı
yordu. Aralık 1899'da Sultan Abdülhamid'in kız kardeşi Seniha
Sultan'ın kocası Mahmud Paşa'nın, oğullan "Prens" Sabahaddin
ve Lütfullah Beyler ile birlikte Avrupa'ya iltica etmesi Taşnakt
sutyun ile Jön Türkler arasındaki ilişkileri farklı bir noktaya ta
şıdı. Prens Sabahaddin, liberal görüşleri sayesinde Müslüman ol
mayan halkları da etrafında toplayabiliyor ve Ahmet Rıza Bey'in
tüm karşı çıkmalarına rağmen, Taşnak Partisi'nin Abdülhamid'e
karşı girişilecek bir eylemde Avrupa'nın desteğinin alınması fik
rini destekliyordu.
MahmudPaşa,Avrupa'ya iltica ettikten sonra SultanAbdülhamid'in
bütün muhaliflerini bir araya getirecek bir kongre toplamak için
çalışmalara başladı ve 4 Şubat 1902'de Paris'te ilk Jön Türk Kong
resi toplandı. Kongreye birçok gayrimüslim partiler gibi Hınçak,
Taşnaktsutyun ve Veragazmyal Hınçak Partileri de davet edilmişti.
Hınçak hiçbir sonuca varılamayacağı düşüncesiyle bu teklifi red
dederek kongreye katılmadı. Taşnaktsutyun ve Veragazmyal ise
birleşerek kongreye katılma karan aldılar ve karma bir komisyonu
kongreye gönderdiler. Bu kongre partileri birleştirmek bir yana bir
120
süreliğine tamamen ayırmaktan başka bir işe yaramadı. Ermeni
partilerinin komisyonu da kongre sona ermeden Paris'i terk etti;
ama aynlmadan önce "Ermeni komitelerinin mevcut rejimi de
ğiştirmek üzere Osmanlı liberalleri ile her türlü iş birliğine hazır
olduklarını" yineledi. Taşnaktsutyun, bu tarihten sonra Türk Par
tileri ile olan ilişkilerine 1906'ya kadar ara vermek zorunda kaldı.
Zira Ermeni komiteleri, Osmanlı'nın ıslahat yapmaya zorlanması
için Çarlık Rusya'sına başvurduklarında kendisini "Ermenilerinin
hamisi" ilan eden Rus Çan "Sizin işleriniz beni alakadar etmez,
İngiltere menfaatlerinizi müdafaa etmeyi üzerine almıştır. İngi
liz Hükümetine başvurun" diyerek komiteleri geri çevirmiş, üste
lik gayrimüslimlere eziyet etmekle suçlanan Osmanlı'nın 500 yıl
boyunca yapmadığını yaparak Ermeni kiliselerinin mallarına el
koymuş ve Ermeniler üzerinde baskıcı bir asimilasyon politikası
izleyerek bu toplumu Ruslaştırmaya çalışmıştı.
Bu nedenle tüm Ermeni komiteleri Osmanlı'yı bir kenara
bırakarak Çarlık Rusya'sına karşı mücadeleye giriştiler. Bununla
birlikte bu süre içerisinde bir istisna olarak 1905'te Taşnaktsut
yun temsilcileri Ahmed Rıza Bey'e giderek Sultan Abdülhamid'e
karşı bir suikast planladıklarını bildirip kendilerine yardım et
melerini talep ettiler. Ahmed Rıza Bey, bu teklife şiddetle karşı
çıktı, hatta Taşnak temsilcilerini tehdit etti; fakat bilindiği gibi Sul
tan Abdülhamid, 1905 Temmuz'unda Cuma Selamlığı için Yıldız
Camii'nden aynldığında 90 kiloluk bir bomba patlatıldı. 1906'da
Jön Türkler ile Ermeni Partilerinin birleşmesi açısından önemli
bir olay yaşandı ve Avrupa'da etkin olan Jön Türk hareketi gele
ceğin Talat ve Enver Paşalan'nın önderliğinde Selanik'e taşına
rak "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" kuruldu. Eylül 19ofde ise Paris
ve Selanik'teki cemiyetler birleştirilerek "Osmanlı İttihad ve Te
rakki Cemiyeti" oluşturuldu. Rumeli'de kendisine geniş çaplı bir
taraftar kitlesi bulan İttihad ve Terakki Cemiyeti, etkinliğini arttır
mak ve Anadolu'da da yandaş bulmak için Ermeni komiteleriyle
121
anlaşmaya mecbur kaldı. Zira başta Kürtler olmak üzere birçok
Anadolu halkı cemiyete karşı soğuktu ve cemiyeti Anadolu'da des
tekleyebilecek yegane halk Ermeniler idi.
Ahmed Rıza, Bahaddin Şakir ve Dr. Nazım başkanlığındaki
bir grup 1906'da Paris'te Hınçak ileri gelenleri ile görüşürken 27
Aralık 19ofde Taşnaktsutyun Partisi de Viyana'da tüm muhalif
güçleri bir araya getirmek amacıyla dördüncü kongresini topladı.
Kongreye Prens Sabahaddin ve Ahmed Rıza Beyler sıcak baka
rak katılırken Hınçak ve Veragazmyal Hınçak Partileri katılmayı
reddettiler ve "Ermeni komitelerinin birleşmesini" önerdiler. Bu
öneriye de "Karşıdaki düşmanın çok büyük olmasından dolayı
tüm Ermeni partileri birleşseler bile bir sonuca varılamayacakları
için İttihad ve Terakki ile ittifakın gerekliliğinden" bahisle Taş
nak karşı çıktı. 29 Aralık'a kadar süren kongrede Taşnaklar ile İt
tihadçılar uzlaşarak "Osmanlı'nın bağımsızlığı ve bölünmezliği"
ilkesinin herkes tarafından kabul edilmesi şartıyla, mevcut reji
min devrilmesi, meşruti bir idarenin kurulması ve nihai amaca
ulaşılması için yöntemler aranılmasına karar verdiler. Bu tarih
ten sonra Taşnaktsutyun Partisi de mevcut programını rafa kal
dırarak İttihad ve Terakki Partisi ile eş güdümle hareket edecek,
ortak amaca ulaşılması için gerek silahlı direniş, gerekse grev ve
ordu içinde propaganda gibi yollara başvurulacaktı. Taşnaktsut
yun, 1908 Şubat'ından itibaren Anadolu'ya komiteceler gönder
meye başladı.
İttihad ve Terakki, Jön Türklerin Avrupa'da yıllarca yapama
dığını kısa sürede yaparak Temmuz 1908'de Sultan Abdülhamid'i
meclisi tekrar açmaya mecbur etti. Taşnaktsutyun Partisi ise İt
tihadçılann bu başarısından kendisine de pay çıkarıyor ve ga
zetelerinde "Hristiyan ve Müslümanların beraberliğinin tesisi
Paris'teki 1907 Kongresi sayesinde olmuştur ve bunun da baş
lıca amili Taşnaktsutyun'dur" şeklinde haberler yapıyordu. Parti
mensupları da Anadolu'da "Bu devrim bir yıl önce Paris'te yapılan
122
anlaşmanın semeresidir. Türkiye'ye anayasayı biz getirdik" şek
linde propagandalara girişiyordu. İttihad ve Terakki'nin önde gelen
isimlerinden Talat ve Enver Beyler ise devrimde Taşnaktsutyun'un
katkısı olduğunu teyit edercesine Ermeni mezarlıklarına giderek
hayatlarım kaybeden komitecilerin mezarlarına çiçekler bırakı
yor, konuşmalar yapıyorlardı.
Taşnaklar, halkın içinde her ne kadar bu derece rahat dav
ransalar da esasında endişe içerisindeydiler. Gerek kendileri, ge
rekse İttihad ve Terakki mensuplan idareden anlamayan genç
lerdi, Sultan Abdülhamid ise 30 yıldan fazla tahtta bulunan kurt
bir siyasetçiydi ve 1878'de, daha iktidannın ilk günlerinde bile
bir oldubittiye getirerek Meclis'i kapatmasını bilmişti. Taşnak
lar böyle bir şeyin tekrar yaşanmasından çekiniyor, "Abdülha
mid, bu aldatmacayı tekrarlayacak olursa komiteciler yeniden
silaha sarılacaklardır" diye uyanlarda bulunuyor ve Osmanlı
bağımsızlığı ve bölünmezliğinin tek güvencesinin "Meşruti reji
min sürdürülmesi" olduğunu vurguluyorlardı. Hınçaklar ise Taş
naklardan daha tedirgindi. Taşnak, İttihad ve Terakki sayesinde
önemli bir mevkie yükselmiş ve Ermenilerin liderliğine soyun
muştu. Buna karşı Hınçak da İttihad ve Terakki'nin rakibi olan
ve "adem-i merkeziyet''i, yani "özerk idareyi" savunan Prens Sa
bahaddin ile birleşmeye çalışmıştı. Hınçak liderlerinden Sabah
Gülyan'ın "Meşrutiyet ilan edildiği için ihtilal fikrini bir kenara
bırakıyor vefaaliyetlerimizi memleketin ilerlemesine adıyoruz"
şeklinde açıklama yapmasının ardından İttihad ve Terakki'den
Talat ve Bahaddin Şakir Beyler, Hınçak'a da birleşme teklifi gö
türmüşler; fakat parti kabul etmemişti. Sabah Gülyan'a göre bu
teklif samimi değildi, sadece bir nabız ölçme hareketiydi.
17 Kasım 1908'de çalışmalarına başlayan Birinci Meclis'e
toplam 14 Ermeni mebus girdi. Bunlardan dördü Taşnaktsut
yun Partisi'nden, biri Sosyal Demokrat Hınçak Partisi'nden, di
ğer 9'u ise İttihad Terakki ve Ahrar'dan idi. Meclisin çalışmalarına
123
başlamasından lasa süre sonra yaşanan ve tarihe "31 Mart Vak'ası"
diye geçen hareket, İttihad Terakki ile Taşnaktsutyun'un daha da
yakınlaşmasını sağladı. İsyancıların takibinden kaçan birçok İt
tihadçı, Sakızağacı'ndaki Taşnaktsutyun merkezinde saklanıyor
lardı. Hareket Ordusu Yeşilköy'e vardığında Taşnak Partisi, or
dunun kumandanı Mahmud Şevket Paşa'ya bir heyet göndererek
emrinde olduklarını bildirmiş ve Erzurum Mebusu Varteks Seren
gülyan da bir nutuk okumuştu. 550 kişilik silahlı bir birlik oluş
turan Taşnaktsutyun bu birliği Selimiye Kışlası'na yerleştirmiş,
Hınçak ise bir sağlık ekibi kurarak yaralı askerlerin tedavisi ile il
gilenmişti. Bu sırada kargaşadan yararlanan Kürtlerin, İstanbul'da
Ermeni mahallerine saldıracakları haberi alınınca Mahmud Şev
ket Paşa da hazırlanan programdan bir gün önce İstanbul'a gire
rek bazı Kürt önde gelenlerini tutuklatmıştı.
31 Mart İsyanı'nda hayatını kaybeden Müslüman ve Hristi
yanlar, İttihad Terakki Partisi ve Taşnaktsutyun'un ortak karan
ile Pangaltı'ndaki Surp Agop Ermeni Mezarlığı'na defnedilmiş
ler ve "Kardeşlik Mezarlığı" isminin verildiği bu karma mezar
lığa bir de anıt dikilmişti. Toplu defin törenine katılan Enver Bey
"Bu mezarlık, Müslüman ve Hristiyan yurt sever arkadaşların
yaşarken ve ölürken hiçbir ırk ve inanç ayırımı gütmedikleri
nin bir nişanesi olacaktır" şeklinde bir konuşma yapmıştı. Daha
sonra imparatorluğun idaresini eline alan İttihad ve Terakki Par
tisi ile bu derece yakınlık kurmak Taşnaktsutyun'un başka amaç
lara yönelmesine neden oldu. Kendisini "dünya Ermenilerinin
lideri" olarak gören parti, Ermeni Patrikhanesi'ne de açık bir şe
kilde savaş açtı ve İttihad ve Terakki Partisi de Ermenilerin tem
silcisi olarak Patrikhane'yi değil Taşnaktsutyun'u muhatap almaya
başladı. Bunun üzerine, kilisenin en yüksek ruhanisi olan Eçmi
adzin Katolikosu bir bildiri yayınlayarak partilerin kiliselerde pro
paganda yapmalarını menetti :ve kiliselerde bu tür toplantıların
yapılmasını yasakladı.
124
Taşnaktsutyun ile İttihad ve Terakki'nin bu yakınlığı fazla
uzun ömürlü olmadı. 1909 Nisan'ında Adana'da yaşanan çatışma
lar iki partinin dostluğunu baltaladı ve her iki grup da birbirine
olan güvenlerini kaybetti. Bir taraftan Adana olaylannın Ermeni
komitecileri yüzünden yaşandığı ileri sürülürken, diğer taraftan
sivil halkın Ermenilere karşı saldırmalanna olayı bastırmakla gö
revlendirilen askerlerin de katıldığı iddia ediliyordu. İttihad ve
Terakki Partisi, Adana'da yaşananlann ardından duyduğu üzün
tüyü Ermeni basınında da yayınlattıktan sonra Talat ve Bahad
din Şakir Beyler, Taşnaktsutyun ile görüşerek olaylann incelen
mesi için Agop Babikyan, Fuat ve Yusuf Kemal Beylerin Adana'ya
gönderilmesini istedi. Taşnak'ın öneriyi kabul etmesinin ardından
tahkikat heyeti Adana'ya gitti; fakat Agop Babikyan'ın raporunu
sunamadan aniden vefat etmesi bu sefer de başka dedikodulara
ve güvensizliklere neden oldu. Taşnaktsutyun Partisi daha sonra
ikiye ayrıldı. Partililerden bazılan İttihad ve Terakki ile ilişkile
rin bitirilmesini, diğerleri ise devamını istiyordu. Başlannda İs
tanbul Mebusu Kirkor Zohrab'ın bulunduğu Ermeni milletvekil
leri de Adana olaylannın fazla büyütülmemesine taraftardı. 1909
Eylül'ünde İttihad ve Terakki Partisi adına Mithat Şükrü Bey ile
Dr. Nazım, Taşnaktsutyun Partisi adına da Karekin Pastırmacı
yan ile Vahan Papazyan bir ittifak imzaladı. Bu anlaşma, tüm Er
menilerin Taşnak Partisi aleyhine dönmesine neden oldu. İttihad
ve Terakki de Ermenilerin güvenini yeniden kazanmak için 1909
Kasım'ında Ermenilere eziyet ederek mallanm gasp eden Kürt
Şeyhi Hüseyin Paşa'yı tutuklattırdı ve Rusya'ya göç eden Erme
nilerin dönmeleri halinde mallanmn iade edileceğinin temina
tım verdi. Ama ne bu tavizler, ne de imzalanan anlaşma iki par
tinin ilişkilerini düzeltmeye yetmedi ve Taşnaktsutyun, özellikle
de Balkan Harbi'nden sonra İttihadçılar ile bağlanm tamamıyla
kopararak tekrar silaha sanldı.
125
Fransızların "Demir Maskeli Adam"
Dedikleri lCişi, Bizim Tokath Avedik'tir
127
dönemin padişahı II. Mustafa üzerindeki etkisiyle tanınan Şey
hülislam Feyzullah Efendi, Erzurum kadılığı yıllarından tanıdığı
ve mezhep değiştirmelere karşı olduğunu bildiği Tokatlı Avedik'i,
mezhep kavgalarına karşı çalışması için İstanbul'a davet etti. Ağus
tos ı701'de İstanbul'a gelen Avedik Piskpos, Şeyhülislam Feyzul
lah Efendi'nin tavsiyesiyle "patrik kaymakamı" tayin edildi ve
İstanbul'un çeşitli semtlerinde Ortodoks ve Katolik münakaşası
nın yatıştırılması için vaazlar verdikten sonra Şeyhülislam'ın tav
siyesiyle Edirne'ye gitti.
7 Mart ı702'de, Edirne'de bulunduğu sırada yine Şeyhülis
lam Feyzullah Efendi'nin yardımıyla İstanbul Patriği tayin edildi.
Padişahın üzerinde büyük tesiri olan Feyzullah Efendi, adeta dev
let içinde devlet kurmuş ve birçok makama kendi adamlarını yer
leştirmeyi başarmış, hatta Osmanlı tarihinde bir ilk olarak kendi
vefatının ardından yerine oğlu Fethullah Efendi'nin şeyhülislam
tayin edilmesi için padişahtan bir ferman bile almıştı. Bu gücünü
kullanarak Ermeni patrikliğine uzun yıllardır tanıdığı ve kendi
sine yakın bir isim olan Avedik'i tayin ettirerek Kudüs Patrikli
ğine de lağvetti ve bu makamı da Tokatlı Avedik'e bağladı. Pisko
pos olarak gittiği Edirne'den İstanbul Patriği olarak dönen Tokatlı
Avedik'i Bakırköy'de büyük bir kalabalık sevgi gösterileriyle karşı
ladı. Yeni patriğin Katoliklere karşı soğukluğunu bilen Darphane-i
Amire'deki bazı Katolik Ermeniler, Avedik'i devirmek için çalış
tılarsa da bunların önüne de yine Feyzullah Efendi çıktı. Tokatlı
Avedik, patrikliği boyunca mutedil bir siyaset izledi, mezhep de
ğiştirenlere karşı baskı uygulamadı ve bu kişilerin vaazlarla, ders
lerle geri kazanılmasına çalıştı; ama bu faaliyetleri yüzünden Ka
toliklerin hamisi olduğunu söyleyen Fransa ile ve İstanbul'daki
Fransız elçisi Feriol ile sık sık çatışmak zorunda kaldı.
Bu sırada Feyzullah Efendi'nin devlet idaresine fazlasıyla ka
rışması, birçok kimseyi azletınesi, halkta içten içe tepki yarattı.
Feyzullah Efendi'nin İstanbul yerine Edirne'yi başkent yapacağı
128
söylentileri bardağı taşıran son damla oldu ve 1703'te tarihe "Edime
Vak'ası" olarak geçen isyan başladı. Feyzullah Efendi ve kendisin
den sonra şeyhülislam olması için ferman aldığı oğlu Fethullah
Efendi, isyancılar tarafından yakalanarak halkın içinde yan çıplak
vaziyette ve türlü hakaretlerle gezdirildikten sonra öldürüldüler.
Feyzullah Efendi ve yandaşlarına karşı olan bu nefrete kendisinin
de hedef olacağım fark eden Tokatlı Avedik, Anadolu'ya kaçmaya
karar vererek İstanbul' dan ayrıldı; fakat Üsküdar'da yakalanarak
Yedikule Zindam'na hapsedildi ve Fransız Elçisi Feriol'un baskı
ları üzerine AvradAdası'na sürgüne gönderildi. Tokatlı Avedik, bir
sene kadar sürgün hayah yaşadıktan sonra 29 Eylül 1704'te sad
razamlığa getirilen Kalaylıkoz Ahmed Paşa tarafından affedildi.
İlk olarak Halep'e gitti, buradan Erzincan'a geçmeyi düşünürken
İstanbul Patriği Nerses'in öldüğü ve kendisinin tekrar patrikliğe
tayin edildiği haberini alınca İstanbul'a geri döndü.
Avedik, ikinci patrikliğinde ilk seferde olduğu gibi mutedil bir
politika izlemedi. Mezhep değiştirmenin önüne geçebilmek için
birbirinden sert önlemler almaya ve yasaklar getirmeye başladı.
Padişahın nezdinde de girişimlerde bulunan patrik, Katolik Er
menilerin Latin kiliselerine gitmesinin men edilmesi yönünde bir
ferman almayı başardı. Katolik Ermeniler, bu fermandan sonra ne
ibadet için, ne de vaftiz ve cenaze gibi törenler maksadıyla artık
Latin kiliselerine gidemiyorlardı. Evlerde toplanılarak gizli ayin
ler yapılmaya başlandıysa da bunlar da çok sıkı takip ediliyor ve
en şiddetli şekilde cezalandınlıyorlardı. Üstelik Patrik Avedik'in
emriyle Ermeni kiliselerine ve mezarlıklarına da kabul edilmiyor
lardı. Katolik Ermeniler, kilise ve mezarlıklara kabul edilmeme
lerini saraya taşıyarak şikayetlerde bulunsalar da "Mezhep fark
lılıklarından dolayı Enneni patrikliğinin Katolikleri kabul etme
gibi bir mecburiyetinin olmadığı ve bu konuda patrikhaneye ve
kiliselere baskı yapılamayacağı" tarzında bir cevap aldılar. Cev
det Paşa'nın "Tarih-i Cevdef' isimli eserinde anlathğına göre;
129
bu yıllarda bir Katolik Ermeni'nin cenazesi olduğu zaman ne La
tin, ne de Ermeni Kilisesine gidebilirdi ve cenazesini gömebile
ceği bir mezarlık da bulamazdı. Cenaze evde günlerce bekletilir,
koku dayanılmaz bir hal alınca da duasız ve törensiz bir şekilde
evin bahçesine defnedilirdi.
Avedik'in baskıcı tutumu, kendisine büyük.kin besleyen Fran
sız Elçisi Feriol'un nefretini daha da arttırdı. Patrik hakkında sü
rekli olarak şikayetlerde bulunan Feriol, nihayet başanlı oldu ve
Patrik Avedik, 14 Şubat 1706'da Bohça Adası'na sürgüne gönde
rildi. Ama patriğin bu ikinci sürgünü de fazla sürmedi, Sadra
zam Çorlulu Ali Paşa, 1706 Mayıs'ında sürgün karannı bozdu ve
Avedik'in talebi üzerine Kudüs'e gitmesine müsaade edildi. Bu du
rum Feriol'ü daha da korkuttu; zira aynı olaylann tekrar yaşanma
13 0
edilerek Bastille Zindanı'na hapsedildi. Dokuz ay kadar bir hüc
rede yaşamak zorunda kalan Avedik, zindandan 1710 Eylül'ünde
Paris Başpiskoposu'nun önünde Katolik mezhebini kabul ederek
kurtuldu ve Saint Suplice Kilisesi'ne çekildi. Tokatlı Avedik'in Ka
tolik dönemi de fazla uzun ömürlü olmadı. ıı Temmuz 1711'de
vefat ederek Saint Suplice Kilisesi'ne defnedildi ve rivayet edildi
ğine göre; mezar taşı 1793 ihtilfilinde kayboldu. Tokatlı Avedik'in
başına gelen bu olaylardan dünya ilk olarak 185o'li yıllarda ha
berdar olabildi. Edouard Dulaurier isimli bir Fransız oryanta
listi, Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivleri'nde Avedik'in Bastille
Hapishanesi'nde kaleme aldığı otobiyografisine rastladı ve metni
yayınladı. Sonrasında Marius Taupin isimli bir Fransız tarihçi de
"Demir Maskeli Adam ve Ermeni Patriği Avedik" isimli bir ki
tap yazdı. Bu kitap 187o'te Garabed Ütücüyan tarafından Erme
niceye çevrilerek İstanbul'da basıldı ve 1874'te İstanbul'un önde
gelen Ermeni gazetelerinden Masis'te tefrika edildi. Avedik'in ba
şından geçen bu inanılmaz vak'alar İstanbul Ermenileri üzerinde
öyle bir etki bıraktı ki, Ermeniler hileli bir işi anlatmak için uzun
yıllar "Avedik'in oyununa döndü" deyimini kullandılar.
131
İmparatorluğa Nesiller Boyu
Mimaride Yapan Balyan Ailesi'nden
Bugün Artllc Tek Bir lCişi Bile lCalmadı
133
ettiği konağında sürdüren Bali Kalfa,
1803'teki vefatının ardından bu
radaki Eımeni mezarlığına def
nedildi. Bali Kalfa'nın Kir
kor, Bedros ve Senekerim
adında üç oğlu ile Çeçilya
isminde bir kızı vardı. Kir
kor ile Senekerim de ba
balarının mesleğini sür
dürmüşlerdi.
Bali Kalfa'mn en kü-
çük oğlu Senekerim'in bi
linen tek eseri Beyazıt'taki
Seraskerlik Kulesi'dir. Mimar
lık hayatı kısa süren Senekerim,
Hassa Mimarı hacı olmak için Kudüs'e gitti ve
Garabed Amira Balyan
1833'te burada hayatım kaybe-
derek, Surp Pırgiç Ermeni Manastırı'mn mezarlığına gömüldü.
Senekerim'in 1764'te doğan ağabeyi Kirkor ise döneminin en
önde gelen mimarlarından biriydi. Babasının ismine atfen "Bal
yan", yani "Balioğulları" soyadım kullanan ilk kişi olan Kirkor
Balyan'ın yıldızı III. Selim döneminde parlamış ve hükümdar,
yeni kurduğu Nizam-ı Cedid orduları için Kirkor Balyan'a Seli
miye, Davutpaşa, Topçular ve Tophane gibi birbirinden büyük
ve gösterişli kışlalar inşa ettirmişti. III. Selim döneminde dev
rin ve cemaatinin önde gelen isimlerinin arasına girmeyi başa
ran Kirkor Balyan, aynı yıllarda Ermeni cemaatinin idaresinde
de rol alarak, "Amira" diye bilinen Ermeni aristokrat sınıfına
katıldı ve bu tarihten sonra Kirkor Amira Balyan adıyla anıldı.
Kirkor Amira, sadece kendi cemaatinde ve Ermeni aristokra
sisi içinde faal bir isim değil, diğer cemaatlerin aristokrat sınıf
larıyla da sıkı ilişkiler kuran bir zattı. Zira adı, "Fenerli Beyler"
134
diye bilinen Rum aristokratlarından Dionysios Photeionos'un
üç ciltlik "Eski Dacia Tarihi" isimli eserinin bağışçılar listesinde
"Saray Mimarı Gregorios Balianos" diye geçiyordu.
ı8o7'de başkaldıran yeniçerilerin III. Selim'i tahttan indirip,
iV. Mustafa'yı iktidara getirmesiyle birlikte Kirkor Aınira'nın da
ikbal dönemi sekteye uğradı. Lakin mimar, iV. Mustafa'nın bir
senelik iktidarının ardından ı8o8'de II. Mahmud'un tahta çık
masıyla eski günlerine geri döndü. Ermeni cemaatinin saraydaki
yegane temsilcisi haline geldi ve bir anlamda padişaha cemaatle
ilgili danışmanlık yaptı. Düzyanların 1819'da idam edilmelerinin
ardından Darphane idaresinin Kazaz Artin Aınira Bezciyan'a ve
rilmesi de Kazaz Artin'in "ikbal sebebim" dediği Kirkor Aınira sa
yesinde oldu. il. Mahmud döneminde daha önce Kirkor Aınira'ya
tanınan vergi muafiyeti gibi imtiyazlar genişletilerek, Aınira'nın
istediği büyüklükte konak inşa etmesi, yanında çalışhracağı kişi
ler konusunda serbest bırakılması, her türlü ulaşım aracını ser
bestçe kullanması gibi bir takım imtiyazlar daha verildi. Ermeni
cemaati ile Osmanlı sarayı arasında adeta köprü görevi gören
Kirkor Balyan, zamanla Avrupalı diplomatların bile padişaha
ulaşabilmek için başvurdukları ilk isim haline geldi ve Fransız
lar, Balyan'dan bahsederken, "il etait le trait - d'union entre
le serail et les puissances", yani "elçiliklerle saray arasındaki
yegane köprü" tanımını kullandılar.
O dönemde Ermeni cemaati içerisindeki Katolik-Ortodoks
çahşmasıyla yakından ilgilenen Sultan II. Mahmud, sorunun çö
zümü için Kirkor Aınira Balyan'ı görevlendirdi. Aıniranın köş
künde birbiri ardına toplantılar düzenlendi, bir ortak payda bu
lunmaya çalışıldı; ancak toplanhlar aksi yönde tesir edip, kanlı
olaylar patlak vermesi üzerine, Balyan 182o'de Kayseri'ye sür
güne gönderildi. İki sene kadar sürgün hayah yaşayan Kirkor
Aınira, rivayete göre Kazaz Artin Aınira Bezciyan sayesinde sür
günden kurtuldu. Kazaz Aınira, Kirkor Aınira'ya mektup yazarak
135
"Kayseri'de güzel bir pashrma yaptırıp kendisine gönderme
sini" istemiş, daha sonra pashrmayı II. Mahmud'a tathrtmıştı.
Padişah ikramı beğenerek nereden getirttiğini sorunca, Kazaz
Amira, Kirkor Amira'nın gönderdiğini anlatmış ve bağışlan
ması için ricada bulunmuştu. Kirkor Amira'nın İstanbul'a dön
mesine izin veren hükümdar, "Pastırma ilefare yakalandığım
bilirdim; ama adam kurtarıldığım hiç işitmemiştim" diyerek
latifede bulunmuştu.
İstanbul'a dönüşünde babasının inşa ettiği Bağlarbaşı'ndaki
konağı yeniden ve daha büyük bir şekilde yapan Amira, konağın
çevresini birbirinden güzel bahçelerle çevirdi. Burada onlarca bül
bül besletti ve boş zamanlarında kuşların sesiyle dinlendi. Günü
müzde bu gün bu bölgenin "Bülbülderesi" ismiyle anılması, mi
marın bülbül merakından ötürüdür. Kirkor Amira, yine bir gün
bu bahçelerde dinlenirken bir korku neticesinde felç geçirerek
1831'in 15 Aralık'ında hayatını kaybetmiş ve Bağlarbaşı Ermeni
Mezarlığı'nda babasının yanına defnedilmişti. Lahdinde Erme
nice kitabeden başka bir de üzerinde "Ebniye-i Hassa-ı Şahane
Kalfası Kirkor Kalfa 1247'' yazılı Osmanlıca bir kitabe vardır ki,
bu mezarlıktaki tek Osmanlıca kitabedir ve Ermenice bir elyaz
masına göre; 18 Eylül 1833'te Surp Haç Yortusu'nun ardından
II. Mahmud'un emriyle eklenmiştir.
Hassa Mimarı Minas Kalfa'nın kızı Soğome Hanım ile
ı8oo'de evlenen Kirkor Kalfa, küçük yaştan itibaren oğlu Ga
rabed Amira ile damadı Ohannes Amira Serveıyan'ı da bizzat
yetiştirmiş ve mimarlığı öğretmişti. Kirkor Amira ölünce yerine
oğlu Garabed Amira Balyan'ın Hassa Mimarı atanması gerekir
ken, Kazaz Artin Amira Bezciyan bunu engelleyerek, damadı
Ohannes Amira Serveıyan'ın göreve getirilmesine çalışh. Zira
Garabed Amira, gençliğinde hem cemaat idaresine karşı lakayt
tavırlarıyla, hem de kıskançlığı ve vehmiyle tanınan bir gençti.
Lakin Kazaz Artin'in bu önerisini Ohannes Amira Serveıyan
kabul etmeyince her ikisi de Hassa
Mimarlığı'na atandılar ve daha
önce Kirkor Amira Balyan'a ta
nınan tüm hak ve imtiyazlar
oğlu ile damadına da verildi.
Dolmabahçe Sarayı'nı inşa
ederek Balyan Ailesi'nin
en şöhretli mensubu olan
Garabed Amira Balyan,
hayattayken gerek ailesi,
gerekse Ermeni cemaati
içerisinde pek de sevilen
bir kimse değildi. Kıskanç
ve vehimli yapısıyla tanınan
Amira, ölene kadar kendisiyle ça
lışan ve Dolmabahçe Sarayı'ndan Hassa Mimarı Nigoğos
Amira Balyan
Çırağan Sarayı'na kadar pek çok
eserde emeği olan Ohannes Amira Serveryan'ı her daim geri
plana atarak kendi çocuklarının Hassa Mimarlığı'na atanması
için Paris'te eğitim gören yeğeni Istepen Serveryan'ı da dışlayıp
yokluk içinde ölmesine sebep olmuştu. Kanuni Sultan Süleyman
devrinden beri Ermeni cemaatinin idaresini sağlayan Amiralar
Meclisi'nin 1839 Tanzimat Fermanı'nın ilanıyla birlikte dağıl
masının ardından Garabed Amira, cemaat idaresinde de des
potik bir rejim kurarak keyfi kararlar almışh. İdarede söz sa
hibi olmak isteyen esnaflarla ve bir nizamname hazırlanmasını
öneren aydınlarla her daim mücadele etmiş, bu yüzden cemaat
içerisinde de pek hayırla anılmamıştı.
Eskiden ailenin çocukları 12 yaşına kadar özel hocalardan
Türkçe, Ermenice ve Fransızca dersleri alırlar, daha sonra ba
balarının yanında mimarlığın inceliklerini öğrenirlerdi. Tanzi
mat dönemi ile birlikte bu teamül de değişti ve Garabed Amira,
13 7
Avrupa'ya öğrenci gönderme hareketinin öncülerinden biri oldu.
Pek çok gence burs sağlayan Amira, bundan başka kendi çocuk
larını da Paris'e gönderterek mimari eğitimler almasını sağladı.
Zira Balyanları devrin aranılan mimarları yapan en önemli özel
likleri gelişmeleri yakından izleyip günün modasına uygun bi
nalar inşa etmeleriydi. Bunun için de daha 18oo'lerin başından
itibaren İtalya'dan uzamanlar getirterek çalışanlarına dersler
verdirmişlerdi. Günün modasına uygun binaların inşası konu
sunda yalnız değillerdi başta Fossatiler olmak üzere rekabete
giriştikleri pek çok Avrupalı mimar vardı. Sultan Abdülmecid,
Ayasofya'nın restorasyonu işini de Balyanlara değil Fossatilere
vermişti. O günlerde hazmedilemeyen bu durum günümüzde
dahi kabul edilememektedir ki bazı Ermeni tarihçiler Sultan
Abdülmecid'in, Avrupalıların zorlamasıyla restorasyonu Fossa
tilere verdiğini söylerler.
Balyan Ailesi'nin Avrupa'da eğitim alan ilk ferdi Garabed
Amira'nın büyük oğlu Nigoğos Amira Balyan'dı. Karakter bakı
mından babasıyla taban tabana zıt olan Nigoğos Amira, yakın
larının yazdıklarına göre; hem karakter bakımından, hem de
sima ve fizik bakımından aynen dedesi Kirkor Amira Balyan'a
benziyordu. Son derece şefkatli ve naif yapısıyla bilinen Nigo
ğos Amira, küçük yaşta annesini kaybetmesinden dolayı ürkek
bir kişiliğe bürünmüş ve hastalıklarla dolu bir ömür sürmüştü.
1842'de 16 yaşındayken Paris'e giderek öğrenimini Saint Barba
Koleji'nde sürdürdü; ancak hastalığının nüksetmesi üzerine
1845'te İstanbul'a dönerek kısa mimarlık eğitimini babasının
yanında pekiştirmeye çalıştı. 1848'de henüz 22 yaşında olma
sına rağmen Sultan Abdülmecid'in emriyle Çırağan Sarayı'nda
Avrupai üslupta bir kütüphane inşa ederek, hükümdar tarafın
dan takdirle karşılanan bu eseri sayesinde Hassa Mimarlığı'na
getirildi. Dolmabahçe Sarayı'nın inşasında da çalışan Nigo
ğos Balyan, günümüzde mevcut olmayan Dolmabahçe Saray
Tiyatrosu'nu kendisi yapmış ve sarayın saltanat kapısı ile mua
yede salonu da yine kendisine ithaf edilmişti.
Cemaat idaresinde de babasının aksine rol alan Nigoğos
Amira, bir iç nizamname hazırlanmasını savunan genç Erme
nilerin liderlerinden olmuş ve henüz Paris'teki öğrencilik yıl
larından gizlice bir nizamname metni hazırlamıştı. Hayatı bo
yunca babasından çekinerek yaşayan ve her daim geri planda
kalan Nigoğos Amira Balyan, genç yaşta tifoya yakalanarak
1858'in 27 Şubat'ında 32 yaşında vefat etti ve Beşiktaş Ermeni
Mezarlığı'na defnedildi. Arkasında iki erkek, üç kız çocuğu bıra
kan Nigoğos Amira'nın büyük oğlu Leon babası gibi mimarlığı
seçerken, küçük oğlu Minas hukukçu oldu. Nigoğos Amira'nın
vefatından sekiz sene sonra babası Garabed Amira Balyan da
1866'ın 15 Kasım'ında geçirdiği kalp krizinin ardından öldü ve
Beşiktaş Mezarlığı'ndaki oğlunun yanına defnedildi.
Garabed ve Nigoğos Amiralann vefatından sonra ailede mi
marlık geleneğini sadece Garabed Amira'nın oğullan, Sarkis ve
Agop Beyler sürdürdü. Garabed Amira'nın 183fde doğan en kü
çük oğlu Agop Balyan da Paris'te Saint Barbe Koleji'nde eğitimini
tamamladıktan sonra Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde inceleme
ler yaparak, 1858'de İstanbul'a döndü. Ağabeyi Nigoğos Amira
gibi geri planda kalmayı seçen Agop Bey, ailenin diğer fertleri
gibi kalfalıktan çok inşa edilecek binaların projelendirilmesi ve
çizimleriyle ilgilendi. Döneminin en büyük mesenlerinden, yani
sanat hamilerinden biri oldu, devrin önde gelen sanatçılarını sık
sık konağında toplayarak sohbetler düzenledi, pek çok tiyatroya
maddi yardımlarda da bulundu ve yeni tiyatroların kurulmasını
teşvik etti. Modern Ermenicenin gelişmesi için de büyük çaba
harcayan Agop Bey, birçok Fransızca kitabı Ermeniceye çevir
diği yahut çevirttiği gibi İstanbul'da bir Modern Ermeni Akade
misi kurulması için çalışmalar yürüttü. 1873'te eşini doğumda
kaybetmesinin ardından büyük bir bunalıma giren, her şeyden
139
uzaklaşıp İstanbul'u terk eden ve
şehir şehir gezmeye başlayan
Agop Bey, nihayetinde 1875
Kasım'ında Paris'te hayatım
kaybetti ve Pere Lachaise
Mezarlığı'na defnedildi.
Ailenin son hassa mi
marı mensubu Sarkis Bey
Balyan'ın kaderi de kısmen
kardeşi Agop Bey'e benzer.
1831'de dünyaya gelen Sar
kis Bey, Paris'te Saint Barbe,
Ecole Centralena ve Ecole de
Beaux Art'da eğitimini tamam
ladı ve ilk iş olarak 1859'da Sul-
Hassa Mimarı Agop Bey Balyan tan Abdülmecid'in ziyareti için
Selanik'te mermer havuz inşa
etti. Mimarlıktan başka amatörce mekanik, kimya ve müzikle
de ilgilenen Sarkis Bey, icat ettiği bazı makineler sayesinde 1862
Londra Sanayi Sergi'sinden ödüller aldı. 186o'da Sarkis Bey'in,
Barutçubaşı Arakel Sisak Bey Dadyan'ın kızı Makruhi Hanım
ile evlenmesi ve İstanbul'un iki aristokrat Ermeni ailesinin ak
rabalığı İstanbul Ermenileri arasında büyük sevinç yaşanmasını
sağlamıştı. Sarkis Bey gibi amatörce müzikle ilgilenen Makruhi
Hanım, Sarkis Bey ile birlikte Mayr Araksi yani Araksi Ana ve
Kristof Kolomb isimli iki opera besteledi. Lakin Sarkis Bey ile
Makruhi Hamm'ın evlilikleri fazla uzun sürmedi ve Makruhi Ha
nım, 1863'te 21 yaşındayken vefat etti. Sarkis Bey, eşinin ölü
münün ardından kardeşi gibi her şeyden elini eteğini çekmemiş,
tam tersine işine daha sıkı sarılmış ve bir daha da hiç evlen
memişti. Kansının hatırasına Beşiktaş'ta Makruhyan isminde
bir okul inşa eden Sarkis Bey, bundan başka Dolapdere'de ve
140
Van'da da birer Ermeni Okulu yaparak vefatına kadar bu okul
lann masraflannı karşıladı.
Mimarlık hayatının en verimli dönemini Sultan Abdülaziz'in
saltanat yıllannda geçiren Sarkis Bey, bu dönemde birbirinden
önemli esere imza attığı gibi bir de 1873'te Şirket-i Nafıa-i Osman}
isminde bir şirket kurdu. Şirket aracılığıyla daha büyük inşaat
projelerini hayata geçirmeye ve Avrupa'dan getirtilen inşaat mal
zemelerini Türkiye'de üretmeye başladı ve bazı demiryolu hat
lannın inşa imtiyazını aldı. Kayseri'de, Amasra'da ve Bartın'da
çeşitli madenlerinin işletmesini ele geçiren, aynı zamanda kar
deşi Agop Bey gibi büyük bir mesen olan Sarkis Bey, 1874'te
İstanbul'a gelen ve Sultan Abdülaziz'in de huzuruna çıkan ünlü
ressam Ayvazovski'yi de Beyoğlu'ndaki konağında ağırladı.
Sultan Abdülhamid'in saltanat yıllannda da ilk başlarda Sar
kis Bey için değişen bir şey olamamış, hatta 1878'de Ser Mimar-ı
Devlet, yani İmparatorluk Baş Miman unvanıyla onurlandml
mıştı. Bu gün Galatasaray Adası ismiyle bilinen ve döneminde
Sarkis Bey Adası diye anılan Kuruçeşme'deki adacık da kendi
sine bu dönemde verildi. Adı bir yolsuzluğa kanşınca 1882'de
Fransa'ya iltica etti, İstanbul'daki tüm malvarlığına da devlet ta
rafından el konuldu. Sarkis Bey, dokuz sene kadar sürgün hayatı
yaşadıktan sonra 1891'de Hazine-i Hassa Nazın Agop Paşa'nın
aracılığıyla İstanbul'a geri döndü ve eski mülklerini geri ala
rak vefatına kadar Kuruçeşme'deki konağında münzevi bir ha
yat sürdü. Ailenin hayatta kalan son mimar mensubu Nigoğos
Amira'nın oğlu Levon Bey, amcası Sarkis Bey'in vefatının ar
dından İstanbul'u terk ederek Paris'e yerleşti ve 1925'te burada
öldü. Bir oğlu bir kızı olan Levon Bey'in çocuklan da hiç evlen
meyerek hayatlannı Roma'da sürdürdüler ve 199o'larda iki kar
deşin vefatıyla birlikte, Balyan Ailesi tarihe kanştı.
141
Sultan Abdülhamid'e lCarşı
Mücadele Eden Türkler ve Ermeniler
Aynı Mezarhklara Defnedildiler
143
olarak gösterilen Jön Türkler, Meşruti rejimin tekrar ilan edilme
sini sağladılar ve bu sayede birkaç gün öncesine kadar hain gö
rüldükleri İstanbul'a "Hürriyet Kahramanları" olarak döndüler.
Aynı şey Taşnaktsutyun ve Hınçak Komiteleri için de geçerliydi.
Daha bir kaç gün öncesine kadar hain sayılırken Taşnaktsutyun'un
1901de İttihad ve Terakki ile ittifak kurması ve Meşrutiyet'in tek
rar kabulü için çalışması, Hınçak'ın da Prens Sabahaddin ile uz
laşması onların da "Hürriyet Kahramanı" olarak kabul edilmele
rine ve idarede söz sahibi olmalarına olanak sağladı. Bu dönemde
Taşnaktsutyun Komitesi de İttihad ve Terakki'nin gölgesinde bü
yümek için büyük çaba sarf etti ve komiteyi hain ilan eden Er
meni Patriklıanesi'ne karşı mücadeleye girişerek kendisini Ermeni
milletinin yegane temsilcisi olarak görmeye başladı. Mağakya Or
manyan patriklik tahhndayken faaliyetlerinin baltalanacağının
farkında olan Taşnaktsutyun öncelikle patriğin istifası için çalış
maya başladı. 16 Temmuz'da patrik Galata'da bir toplanhda bu
lunduğu sırada 50 kişilik bir grup zorla toplanh salonuna girerek
"İstemeyiz!" diye bağırmaya başladı. Basında da patrik aleyhine
büyük bir karalama politikası başlayarak bu
haberlerden etkilenen halk galeyana gelip
patriğin Beyoğlu'ndaki konutunun etra
fında gösteriler yaptı. Bunun üzerine
göreve daha fazla devam edilemeye
ceğinin farkına varan Mağakya Or
manyan, istifa etti.
Ormanyan'ın yerine 1894
ile 1896 yılları arasında patrik
lik yapan ve açıktan açığa Er
meni komitelerini destekle
diği için SultanAbdülhamid
tarafından Kudüs'e sürülen
Matteos İzmirliyan getirildi.
144
İzmirliyan'ın patrikliği ile beraber ipleri tamamıyla eline alan Taş
naktsutyun, İstanbul'un dört bir yanında Meşrutiyet'i kutlamak
üzere büyük organizasyonlar tertip etti. 20 Temmuz'da Beyoğlu Üç
Horan Kilisesi'nde Meşrutiyet uğruna şehit düşen Ermeni ve Türk
ler için büyük bir ayin düzenlendi. Hürriyet Kahramanı Resneli Ni
yazi Bey de ayine katılarak kilisede bir nutuk verdi. 27 Temmuz'da
ise Hürriyet Şehitleri için Şişli Ermeni Mezarlığı'nda bir saygı tö
reni yapıldı. Bu törene de önde gelen birçok İttihadçı ve Ermeni
komitelerinin liderlerinden başka Mekteb-i Sultani öğrencileri de
katıldı. 30 Temmuz'da ise Beyoğlu'ndaki Balık Pazan'nın girişine
Üç Horan Kilisesi tarafından Meşrutiyet'in ilanını kutlamak için
üzerinde Ermenice, ''Yaşasın Vatan, eşitlik, kardeşlik, ordu" ve orta
kısmında "Padişahım Çok Yaşa" yazılı portatifbir kapı yerleştirildi.
Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte özellikle İstanbullu Ermenile
rin sosyal yaşanılan tamamıyla değişti. Mısır'da kurulan Ermeni
Anayasal Demokrat Partisi, İstanbul'a taşındığı ve Ermeni aydın
larından Kirkor Zohrab'ın girişimleriyle Osmanlı Meşrutiyet Ku
lübü kurulduğu gibi, iki ay içinde "Ermeni Maarifperver Kadınlar
Cemiyeti", "Anadolu Demiıyollan Ermeni Görevliler Cemiyeti",
"Ermeni Kızlar Birliği", "Ermeni Müzikseverler Kulübü" ve "Pera
Okul Sever Ermeni Kadınlar Cemiyeti" gibi onlarca kulüp ve der
nek kuruldu. Bundan başka Araks ve Dork gibi İstanbul'un ilk Er
meni futbol takınılan da faaliyetlerine yine bu dönemde başladı
lar. Kirkor Toloyan ''Yaşasın Osmanlı Kanun-i Esasisi", Hartutyun
Sinanyan ise "İttihad Terakki" ve "Prens Sabahaddin" marşlarını
bestelemişler, Yervant Toloyan ise Sultan Abdülhamid devrinin
devlet adamlarıyla alay eden "İstibdat döneminin dehşet verici
görüntüleri" isimli bir komediyi sahnelemişti.
Hepsinden önemlisi gerek İttihad ve Terakki mensuplarının,
gerekse de Ermeni partileri ile Ermeni siyaset adamlarının Erme
niler ve Türkler arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılarak iki
milletin beraberliğini tesis etmeye çalışmalarıydı. Komiteci olsun,
145
öğrenci olsun, siyasi olsun, Türk olsun yahut Ermeni olsun istib
dat döneminde hayatını kaybeden herkes "Hürriyet Şehidi" kabul
edildi. Ermeni kiliselerinde "Türk ve Ermeni Hürriyet Şehitleri"
için düzenlenen ayinlere Talat, Enver ve Niyazi Bey gibi İttihad
ve Terakki Partisi'nin önde gelen isimleri de katıldı. Liderler, Er
meni mezarlıklarına da giderek Ermeni komitecilerinin mezarla
rına çiçekler bıraktılar, dualar ettiler ve 1908'de Ermeni Mezar
lıklarında uzun süre "Hürriyet Şehitlerinin" hatırasına Hamidiye
Marşı çalındı. İttihadçılann bu jestlerine Ermeni önde gelenleri
de karşılık veriyordu. Daha sonra İstanbul Mebusu seçilen Kir
kor Zohrab Efendi, Taksim Bahçesi'nde yaptığı konuşmada Sul
tan Abdülhamid'in 30 yıllık istibdat idaresini "Osmanlı milletinin
giriştiği bir muharebe" olarak kabul ediyor ve bu muharebede her
milletin korkusuzca at�şe atılmakla beraber, ön safta yer alanla
rın Türkler ve Ermeniler olduğunu, bu yüzden en büyük şerefe
kendilerinin ulaştığını ve hürriyet yolunda şehit düşen Ermeniler
ile Türklerin mezarlarında çoktan kucaklaştıklarını söylüyordu.
Kendisini dinleyen Müslümanlara ve Hristiyanlara "Ey Osmanlı
lar!" diye seslenen Kirkor Zohrab, "Bizim dinimiz ve mezhebimiz
birdir, hangi mezhebe mensup olursak olalım hepimiz hürriyet
mezhebindeniz'' diyor, hürriyet yoluna şehit olanların mezarları
nın tüm Osmanlıların kalplerinde ve vicdanlarında olduğunu, me
zar taşlarının da mermerden değil nurdan olduğunu söylüyordu.
İki millet arasındaki bu yakınlaşma çabalan 31 Mart Olayı
ile birlikte doruk noktasına ulaştı. İsyancıların takibinden ka
çan birçok İttihadçı, Taşnaktsutyun'un Sakızağacı'ndaki merke
zinde saklanıyordu. Meşrutiyet'in ilanından itibaren, Osmanlı
İmparatorluğu'nun tek güvencesinin Meşrutiyet olduğunu ve buna
halel gelirse tekrar silaha sarılacakları tehdidini savuran Taşnakt
sutyun, Hareket Ordusu'nun Yeşilköy'e geldiği haberini alınca 550
kişilik bir kuvvet oluşturdu ve bu kuvveti Hareket Ordusu Kuman
danı Mahmud Şevket Paşa'nın emrine verdi. Ermeni fedailer daha
sonra çatışmaya girerek hüniyet uğrunda hayatlarını kaybettiler.
Rıza Tevfik Bey, daha sonra Meclis'te yaptığı konuşmada "Erme
nilerdefedai vardır, ben gördüm onları, hakikaten hürriyet için
canlarımfeda ettiler ve hastanelerde bizim şehitlerimiz için hiz
met ettiler" diyerek bu yardımları vurgulayacaktı.
31 Mart Olayı'nın ardından İttihad Terakki ve Taşnaktsutyun
ortak bir karar alarak "Hüniyet Şehidi" kabul edilen Ermeniler
ile Türkleri aynı mezarlığa defnetme karan aldı ve Müslüman
Hristiyan, tüm Hürriyet Şehitleri devrin önde gelenlerinin katılı
mıyla Pangaltı Surp Agop Ermeni Mezarlığı'na defnedildi. Enver
Bey, toplu mezarın başında yaptığı konuşmasında, "Müslüman
ların ve Hristiyanların yaşarlarken ve ölürlerken, hiçbir ırk ve
inanç ayrımı yapılmakszzzn yurtsever arkadaşlığın sembolü ola
rak yan yana yattıklarını" söyledi, daha sonra toplu mezarın üze
rine bir de "Kardeşlik Anıtı" dikildi. Ama törendeki herkesin Enver
Paşa gibi düşünmemesinden olacak ki, törene istemeye istemeye
"
katılan Mustafa Turan, yıllar sonra 31 Mart Olayları'nzn zavallı
kurbanları bir Müslüman mezarlığına dahi layık görülmemi.şler
ve Ermeni mezarlığı Surp Agop'a gömülmüşlerdi" diye yazacaktı.
Bu toplu mezardan başka, İstanbul'un diğer Ermeni mezar
lıklarında da benzer biçimde "Hürriyet Şehitleri Anıtı" dikilmesi
kararlaştırıldı. Bu anıtlar ve mezarlıklara öyle bir misyon yüklen
mişti ki, adeta iki milletin beraberliğini simgeleyecek ve her soru
nun çözümünde mezarlıklardan medet umulacaktı. Sadece Taş
naktsutyun yahut Hınçak Partilerinin önde gelenleri değil İttihad
ve Terakki Partisi'nin önemli isimleri de bu mezarlıkları ziyaret
ediyor ve yapılan törenlerde nutuklar söylüyorlardı. Enver Bey,
taraflar arasındaki ilişkilerin kopma noktasına geldiği 1909 Adana
Olaylarının ardından halka mezarlıklardan şöyle seslenecekti:
'147
dadına koşalım. İşte bu gün onlara göstereceğimiz sevimli yüz
ler, acıları belki biraz unutturur, onları yaşatır, vatan da bir anda
acıklı bir surette kaybettiği binlerce kuwetli kollardan mahrumi
yetini telafi eder. Böylece Allah'ın rızasını kazanmış, yaralı vata
nımızı hoşnut etmiş ve kardaşlık, Osmanlılık nedir herkese an
latmış oluruz. Vatan Kardaşlan! Bu cinayet size bir ibret dersi
olsun. Artık birbirimize canla başla sarılalım, el birliğiyle çalışa
lım, çalışalım da bir daha böyle acı günler görmeyelim!"
""
"'"'"'
"-
··-
"'""'
""
""' "'
' ' ''•'""' ' '
');.ri-
,,1
..,_,,ı
•,>011>,•
•"
·
-�"� ·� �� ···-----_:.....: _,..... ,
Sivash Ermeni Azizi Vlas
Müslüman Yahut Hristiyan Olsun
Her Hastanın Yardımına lCoşar
149
yani Sivas'ta 2801i yılların başında doğduğu tahmin edilen Aziz
Vlas, Sivaslı zengin bir Ermeni ailesinin oğluydu. Üçüncü yüzyılda
Sivas Ermenileri, kalabalık gruplar halinde Hristiyanlığı kabul et
meye başladığında, mesleği doktorluk olan Aziz Vlas da bu yeni
dini öğrenerek önce sempati besledi sonrasında kendisi de Hris
tiyanlığı kabul etti. Sivas'ta Hristiyan nüfusun çoğalması Romalı
idarecileri tedirgin etmeye başlayınca bölgedeki Hristiyan grup
larla askerler çatışamaya başladılar ve tek tanrı inancına dönen
ler büyük katliamlara maruz kaldılar.
Bu arbedelerin birinde Sivas Hristiyanları'nın piskoposu Ro
malı askerler tarafından öldürillence Sivaslılar başsız kaldılar ve
iyi ahlakı ve temiz kalpliliği ile herkesin gönlünü kazanan, haya
tım insanları ve hayvanları tedavi etmeye vakfeden Vlas'ın, ön
derleri olmasına karar verdiler. Bu karar kendisine bildirildiğinde
Vlas kabul etmek istemese de sonrasında ka-
bul ederek önder oldu ve Sivas, Hristiyan
lık için önemli merkezlerden biri haline
geldi, 314'te ilk konsüllerden biri bu
şehirde toplandı, 32o'de ise Doğu
Hristiyanları için önemli vakalar
dan biri sayılan "Kırk Şehit Olay''ı
da yine bu şehirde yaşandı. Sivas
Hristiyanları'nın ruhani lideri
olan Aziz Vlas, Roma İmpa
ratoru Dioclatianus'un yaptır-
dığı kıyımlardan sonra münzevi
bir hayat yaşamayı tercih ederek Er
ciyes Dağı'na çekildi. Rivayet edil
diğine göre; azizin yemeğini kuşlar
getirir ve kendisi kuşları kutsama
dan yanından ayrılmazlardı. Ro
malı valinin askerleri bir gün dağda
151
Aziz Vlas, kadına"Ben öldükten sonra da her yıl benim adıma
kiliseye bir şamdan hediye et, bu sana mutluluk getirecektir"
dedi, kadın azizin bu nasihatini hıttu ve günümüzde de özellikle
Avrupa'da bu adet hfila devam ediyor.
152
şehrin koruyucusu kabul edildi. Dubrovnik'in 1358'de "Ragusa
Cumhuriyeti" ismiyle bir şehir devleti olması üzerine, Aziz Vlas,
''koruyucu" kabul edilerek, tüm resmi mühürlere ikonası yerleş
tirildi. Sonraki dönemlerde Ermeni kralları da Aziz Vlas'a sahip
çıktılar. 12. yüzyılda kurulan Kilikya Ermeni Krallığı "Aziz Vlas
Şövalyeleri" isminde bir birlik kuruldu ve askerlerin göğüslerin
deki haçların ortasına bir Aziz Vlas tasviri yerleştirildi.
Aziz Vlas'ın şöhretinin hakim olduğu diğer bir merkez ise
Fransa idi. 1049 ile 1054 yıllan arasında papalık tahtında oturan
ve aslen Fransız olan IX. Leo, rivayete göre; çocukluğunda boğaz
ve yüz hastalıkları geçirmiş, bu hastalıklarından Aziz Vlas adına
ettiği dualar sayesinde kurtulmuştu. Leo, Avrupa'nın Aziz Vlas'ı
tanıması için en çok uğraşan isim oldu ve bunda büyükbaşarı elde
etti. Bugün dahi Fransa'da üç bin aile soyadı olarak Vlas anlamına
gelen "Blaise" ismini taşır. Fransa'da Aziz Vlas'ın adına yüzlerce ki
lise inşa edildi, birçok yerleşim birimine ismi verildi, adına hasta
neler yapıldı ve bir dönem neredeyse her doğan çocuğun adı Bla
ise oldu. 1564'te Vatikan da Vlas'ı resmen "aziz" kabul etti ve her
senenin 3 Şubat'ı "Aziz Vlas günü" olarak ilan edildi. Avrupa'nın
hemen hemen her yerinde Aziz Vlas'a ayn bir iyileştirici güç yük
lendi ve Aziz Vlas, birçok loncanın koruyucu azizi kabul edildi.
Fransa'da azizin cüzamdan, gaz sancılarına kadar birçok hastalığı
tedavi ettiğine, İsviçre'de guatn iyileştirdiğine, Brezilya'da karın
caları evden uzaklaştırdığına, Belçika'da ise insanları tefecilerin
zulmünden koruduğuna inanılır. Aziz Vlas aynca Fransa, İtalya
ve Avustuıya'da meteorologların, Almanya ve Avustuıya'da fötr
şapkacıların ve yine Fransa'da biracıların azizidir.
Aziz Vlas'ın bir başka ilginç özelliği, Müslümanlar tarafın
dan da evliya kabul edilmesidir. Sivas'ı fetheden Selçuklular da
Aziz Vlas'ın hastalara şifa verdiğine inandılar ve kimisi lahdindeki
çukurdan dolayı ona "Göz Evliyası" dedi, kimisi ise boğaz hasta
lıklarına iyi geldiği için "Boğaz Evliyası" ismini verdi. İncicyan'ın
153
1804'te Venedik'te basılan "Coğrafya" isimli eserinde anlattığına
göre; Sivas'taki Aziz Vlas Şapeli ve azizin lahdi, Berberoğlu isimli
Müslüman bir ailenin evinin bahçesinde bulunuyordu. Aile, me
zarı kaldırmak istemiş; ama Aziz Vlas'tan çekindikleri için bah
çelerini açarak Müslümanların ve Hristiyanların beraberce dua
etmelerine müsaade etmişlerdi. Aziz Vlas'ın türbedarlığını yapan
da yine Müslüman bir kadındı ve herkes bu mezara gelir, azizin
ilaçlarını hazırladığına inandıkları lahdinin ortasındaki çukura su
koyarak içerler ve şifa bulmak için dua ederlerdi.
1941deki yol düzenlemelerinde Aziz Vlas'ın şapeli de istimlak
edilerek lahdi o sırada müze olarak kullanılan Gök Medrese'ye
taşındı ve daha sonra Buruciye Medresesi'nin bahçesine nakle
dildi. Lahit, 2004'te ise ilginç bir şekilde Sivas Müzesi'nin depo
suna kaldırıldı. 2oofde Sivaslılar hemşerileri Aziz Vlas'a yeniden
sahip çıkarak lahdini ilk bulunduğu yer olan Gök Medrese'nin
karşısına naklederek çevresini düzenlediler ve Sivas'a tekrar ka
zandırdılar.
154
Ermeniler Anlaşmazhğa Düştüler,
il. Mahmud Bir Müslüman'ı
Patrik Yetkisi ile "Ermeni Nazırı" Yaptı
155
cemaatinde bölünmeler meydana getirdi. İlk başlarda fazla önem
senmeyen ve münferit vakalar olarak görünen mezhep değiştir
meler, özellikle 18. yüzyılda büyük hız kazandı ve sadece Anadolu
ve Rumeli'de değil İstanbul'da, hatta aristokrat ve zengin züm
reler arasında da Katolik inancı yaygınlaştı. Başta Fransa olmak
üzere Avustuıya'nın ve İspanya'nın dahi açıkça desteklediği Ka
tolik Ermeniler, 18. yüzyılda gerek maddi açıdan, gerekse nüfus
bakımından büyük bir güce ulaştılar. Hem saray hizmetindeki
Katoliklerden, hem de kendilerini destekleyen yabancı devlet
lerin elçilerinden yana duydukları güvenle, bağlı oldukları milli
kiliseden ayrılıp, müstakil bir cemaat olma isteklerini gündeme
getirdiler.
Bağlı bulundukları kiliselerden ayrılma istekleri ve milli kili
selerini terk ederek Cizvit papazlarının kiliselerine yönelen Kato
lik Ermenilerin bu tutumuna karşı Patrikhane de mezhep değişti
renlerin kiliselere ve mezarlıklara kabul edilmemesi ve vaftizden
cenazeye kadar hiçbir ayinlerinin yapılmaması yönünde bir karar
aldı. Fakat bu karar, mezhep değiştirenlerin milli kiliseden tama
mıyla kopararak Cizvitlere yönelmelerine yol açtı. Patrikhanenin
kararının ardından etkinliklerini daha da arttıran Cizvit Papaz
ları Türkçe vaazlar vererek, fakirlere maddi yardımlarda buluna
rak, çocuklara eğitim imkanı sağlayarak ve ücretsiz kitaplar da
ğıtarak mezhep değiştirmeyi cazip hale getirdiler. Aynca "Doğu
Hristiyanları savaşçı bir Frenk kavmi sayesinde kurtulacaktır"
şeklinde bir efsane yaratarak Fransa'yı da halkın gözünde kutsal
bir mevkie çıkarmak için çalıştılar.
Avrupalı devletlerin elçilerinden aldıkları yardımlarla Erme
nileri yanlarına çekmeye çalışan Cizvit papazlarına karşı, Ermeni
patrikhanesi de Babıfili'ye sığınıyor, Ermenilerin yabancı kilise
lere gitmelerinin yasakladığına dair fermanlar alıyor, buralara gi
denlerin isimlerini Babıfili'ye bildirerek mezheplerinden dönenle
rin ve bu işi yapan misyoner papazların sürülmelerini sağlıyordu.
156
Bu karşılıklı mücadele senelerce devam ebniş ve artık öyle bir hal
almıştı ki, ili. Selim döneminde Ermeni patriğine verilen bera
atta, patriğin görevleri arasında "Katolik Ermenilerin kilise işle
rine karışmasının önlenmesi ve Katolik tabir denen nifakçıların
izlenmesi" de açıkça zikrediliyordu. II. Mahmud'un döneminde de
sorunun çözümü için çeşitli girişimlerde bulunuldu; fakat bu giri
şimlerden bir sonuç alınamayarak onlarca insan sürgüne gönde
rildiği gibi kanlı olaylar da yaşandı. Tarihçi Ahmed Lütfi Efendi'ye
göre; 1826 ile 1827 yıllarında İstanbul'da 45 bin Müslüman, 30
bin Ermeni ve 20 bin de Rum erişkin erkek nüfus vardı ve bu is
tatistik başkentteki Ermeni nüfusun önemini ve bu cemaat içeri
sindeki karışıklığın ciddiyetini açıkça gösteriyordu.
1827 Ekim'inde Osmanlı İmparatorluğu "Navarin Hadisesi"
olarak bilinen büyük bir mağlubiyet yaşadı. Osmanlı donanması
nın neredeyse tamamı İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları tara
fından yakıldı ve bu ülkelerin elçileri de İstanbul'u terk ettiler.
Elçilerin İstanbul'dan ayrılmasını Katolik sorununun çözümü
için bir fırsat olarak gören II. Mahmud, Ermeni Patriği Boğos'tan
İstanbul'daki Katolik Ermenilerin ve misyoner papazların listele
rinin hazırlanmasını istedi. Büyük bir gizlilik içerisinde yürütülen
bu çalışmaların neticesinde bütün Katolikler bir gün içerisinde top
lanacak, memleketlerine yahut çeşitli adalara sürüleceklerdi. Av
rupa devletleriyle ilişkilerin askıya alınmasına rağmen olayın bir
mezhep kavgası olarak görülmemesi için hazırlanacak belgelerde
"Katolik" deyiminin yerine Katolik nüfusun yoğun olduğu Ankara
referans alınarak "Ankaralılar" denilmesi kararlaştırıldı.
Sonrasında, sürgün edilecek bu kişilerin ''bir gün yine döne
riz" ümidi beslememeleri için tüm gayrimenkullerine el konması
ve mallarının açık arttırma yoluyla Müslümanlara satılması ka
rarlaştırıldı. Eski mezheplerine dönmeyi kabul edenler sürgün
den muaf tutulacaklar, yalnız Ermeni kilisesine geri dönmelerin
den başka Galata ve Beyoğlu gibi Frenk mahallelerinden Samatya,
157
Kumkapı, Kasımpaşa ve Hasköy'e taşınacaklardı. Patrik Boğos her
ne kadar Katoliklerin eski mezheplerine dönmelerine ikna edile
bilmeleri için sürgünün zamana yayılmasını istediyse de Babıfili
mezhep değiştirenlerin kaçabilecekleri gerekçesiyle öneriye ya
naşmadı ve bir gün içerisinde toplanmalarında diretti.
ı828 Nisan'ında Rusya'ya savaş ilan edilmesi üzerine sür
günü çalışması hızlandırıldı, Kaptan Paşa tarafından tüm detay
lar planlandı ve toplam 1061 aile başta Anadolu'nun çeşitli şehir
leri olmak üzere çeşitli Akdeniz adalarına ve Bandırma'ya sürgün
edildiler. Sürgünün ardından Katolik Ermenilerden geriye kalan
gayrimenkullerin açık arttırmayla satışına geçildi. Ama Müslü
manların Galata ve Beyoğlu çevresindeki bazı konaklarda oturma
ları imkansız olduğu için Sardunya'dan Danimarka'ya, Prusya'dan
Sicilya'ya kadar birçok elçilik, buralardan ev alma yarışına girdi
ler. Mayıs ı828'de Fransız elçisi Babıfili'ye bir protesto notası ve
rerek Katoliklerin sürülmesinin Fransa kralını büyük teessüre uğ
rattığını ve Fransa'nın bu olayı bir iç meselesi olarak kabul ettiğini
söyledi. Notada, Osmanlı'nın bu davranışıyla tüm Avrupa'yı karşı
sına aldığı ileri sürülüyor ve yanlışı düzeltmek için Katolik Erme
nilerin affedilmesinin kafi olmayacağı, bunların ayn bir millet ola
rak kabul edilmeleri ve ayn patriklerinin olması talep ediliyordu.
Fransa'nın bu protestosunu Avustuıya elçisinin protestosu izledi.
Avustuıya başvekili Prens Metternich de II. Mahmud'a daha dip
lomatik bir üslupla kaleme aldığı bir mektup göndererek Katolik
Ermenilerin sürgün edilmesinin, Osmanlı'nın bir iç meselesi ola
rak kabul edilemeyeceğini "dostane" bir şekilde anlattıktan sonra
"Osmanlı'nın sadık bir dostu olarak" bazı tavsiyelerde bulundu.
Osmanlı, neticede geri adım atarak suçsuz olan Katolik Er
menilerin affedilip, İstanbul'a geri dönmelerine ve mülklerinin ia
desine karar verdi. Patrikhane her ne kadar bu affa yanaşmaya
rak Katoliklerin hiç değilse Beyoğlu gibi semtlerde ikametlerini ve
sarraflık gibi büyük gelir getiren mesleklerden menedilmelerini
ı58
talep ettiyse de bu talep dikkate alınmadı. Katolik Ermenilerin
affedilmesiyle yetinmeyen Fransız elçisi, Eylill 1829'da Osmanlı
Rus Savaşı'nın nihayete ermesinin ardından Katolik Ermenilerin
de ayrı bir cemaat olarak kabul edilmeleri ve ayrı bir patriklerinin
olması yönünde Babıfili'ye baskı yapmaya başladı. Elçinin talep
leri o kadar can sıkıcı bir noktaya ulaşmıştı ki, neredeyse hemen
hemen her gün Babıfili'ye gelip isteklerini tekrarlıyor ve ne gibi
çalışmalar yapıldığına dair bilgi istiyordu. Babıfili, elçinin ısrar
ları neticesinde Katolik Ermenilerin ayrı bir piskoposlarının ol
masına karar verdi; ama patrik seçmelerini kabul etmedi. Öne
rilen sisteme göre Katolik piskopos, Ermeni patrikhanesine bağlı
olacaktı. Gerekçe ise Ermeni olan her iki cemaatin birbirlerinden
ayrılamayacaklanydı. Osmanlı'daki millet sistemini çok iyi bilen
Fransız elçisi ise cemaatlerin millete göre değil
inanca göre sınıflandırıldığını hatırlata
rak Katoliklerin diğer Ermenilerden
ayrı kabul edilmesi gerektiğini
savunuyordu.
Fransız elçisiyle yapı
lan tartışmaların ardından,
Katolik Ermenilerin ayrı
bir cemaat olarak kabul
edilmesine, ayn bir pis
koposlarının olmasına,
ama bu piskoposun
patrik seviyesine ge
tirilmemesine ve ce
maatin Babıali ile olan
ilişkilerini düzenleye
cek bir Müslüman'ın
"nftzır" olarak atan
masına karar verildi.
Katolik Ermenilere nazırlık edebilecek Müslümanların isimleri
Babıfili'de tartışıldıktan sonra, Duhan Gümrükçüsü Edhem Efendi
ile Pazarcıbaşı Sanın Bey uygun görüldü ve bu iki kişiden birinin
seçimi padişaha bırakıldı. II. Mahmud da Edhem Efendi'yi Er
meni Katolik cemaatinin "nazın" tayin etti. Fransız elçisi ise bu
nunla da yetinmedi. Müslüman nazır uygulamasının geçici ol
masını, piskoposun biran önce seçilerek patrik düzeyinde geniş
yetkilerle donatılmasını, sürgüne gönderilen Katolik Ermenilerin
tamamının İstanbul'a dönmelerine izin verilerek mallarının iade
sini, Katolik Ermenilerin takibine son verilmesini ve Ermeni Ka
tolik mahallerinde yeni kiliselerin inşa edilmesini talep ediyordu.
Babıfili ise Katoliklerin ayn bir cemaat olarak kabul edilmelerin
den sonra geri kalanların artık teferruat olduğunu ve "zamanla
yapılacağını" söyleyerek elçiyi oyalıyordu.
Edhem Efendi de kargaşanın önüne geçilmesi için bir rapor
hazırlayarak Babıali'ye sundu. Raporda şöyle deniyordu:
160
önlemek için en doğru tedbir budur" diyordu. Piskopos seçimi
işi ise İstanbul dışındaki tüm Katolik papazlann başkente dön
mesi beklendiği için sürüncemede bırakılmış, Rusya da olaya mü
dahil olarak işin sürüncemede kalmasını ve mümkün olduğunca
uzatılmasını telkin etmişti. Avusturya bu olaya müdahale ederek
Venedik'teki Mıkhitaryan rahiplerinden Don Anton Nurican'ı pis
kopos olarak takdis ettirip İstanbul'a gönderdi. Bu emrivakie son
derece sinirlenen II. Mahmud, "Roma'dan gelen gavurun, Kato
lik Ermeni milletine patriklik etmesi kabul edilmez" diyerek ya
pılanlan kabul etmedi. Fransızlar da bu konuda padişahı destek
liyorlardı. Avusturya İmparatoru I. Franz, II. Mahmud'a mektup
göndererek, "Katolik inancında hükümdara ve kanunlara sada
katin ilk sırada yer aldığım, dışarıdan bir piskoposun gelmesi
nin Ermeni Katoliklerin sadakatini zedelemeyeceğini" söylüyor
ve "Yunan İsyanı sırasında Latinlerin isyana karışmadıklarını"
hatırlatıyordu. Fakat Avusturya imparatorunun bu mektubu da
II. Mahmud'un fikrini değiştiremedi. Değil Avrupa'dan gönderi
len bir kişinin, Anadolulu bir din adamının bile piskopos seçilme
sini istemeyen Babıfili, Edhem Efendi aracılığıyla cemaate başla
rına İstanbullu bir din adamını getirmeleri yönünde telkinlerde
bulundu. Cemaat bu telkinleri değerlendirdi ve Ocak 1831'de ya
pılan seçimlerle Babıfili'nin istediği gibi İstanbullu bir isim, Agop
Çukuryan piskopos seçildi. s Ocak 1831'de kaftan giyen Agop
Çukuryan'dan verilen piskoposluk beraatında "Ermeni Katolik
lerin Piskoposu" değil "Osmanlı İmparatorluğu'ndaki tüm Kato
liklerin piskoposu" diye bahsediliyordu.
Edhem Efendi'nin nam tayin edilmesinin ve Agop Çukuryan'ın
piskopos seçilmesinin ardından Şeyhülislam'dan yeni bir kilise
nin inşası için fetva istendi. Şeyhülislamdan "Müslümanlarla
meskfın bir mahalde olmamak kaydıyla uygundur" cevabı alın
dıktan sonra da Aralık 1831'de gerekli inşa izni verilerek Galata'da
İstanbul'un ilk Ermeni Katolik Kilisesi'nin inşasına başlandı ve
kilise, Ocak 1834'te "Surp Pırgiç" ismiyle ibadete açıldı. 1836
Aralık'ında ise ayn bir hastaneye müsaade edilerek Elmadağ'da
Surp Agop Hastanesi'nin inşasına başlandı. Agop Çukuryan'ın
1835'deki vefatının ardından da nazır ve piskopos şeklindeki ida
reye son verilerek Edhem Efendi azledildi ve Ankara piskoposu
Artin, patrik tayin edildi. Böylece Katolik Ermeniler de diğer ce
maatlerle aynı seviyeye yükselmiş oldu.
162
Surp Pırgiç Hem Hastahane Hem de
Zengin ve Aristokrat Ermenilerin
Buluşma Yeriydi
ı63
terbiye etmek olarak kabul ediliyordu. Türkiye Ermenileri'nin
tarihindeki en büyük hayırsever olarak kabul gören Darphane-i
Amire Emini Kazaz Artin Amira Bezciyan'ın yeğeni, Ohannes
Ağa Nuıyan'ın anlattığına göre; 29 Aralık 1831'de Kazaz Artin
Narlıkapı'daki Surp Hovhannes Kilisesi'nde ayini dinlerken, kili
senin altındaki hastanede dayak yiyen akıl hastalarının çığlıklarını
duydu. Bunu "kutsal değerlere bir hakaret" olarak kabul ederek
hastanelerin kiliselerden çıkarılmasına ve modern bir hastane
nin kuruluşuna karar verdi. s Ocak 1832'de devrin önde gelen
Ermenilerini evinde toplayan Kazaz Artin, onlara bu iki hasta
neyi kiliselerden çıkartarak modern hastane kurma fikrini an
lattı. Bu fikre hemen herkesin sıcak bakması üzerine de böyle bir
tesisin nerede kurulabileceği tartışılmaya başlandı. Hem havası
nın temiz olması hem de hastaların sağlıklı insanlardan uzak tu
tulması için şehrin dışında mahallelerin olmadığı bir yerde ku
rulması düşünülüyordu.
Hastane inşası için ilk olarak Kınalı Ada önerildi. Sonrasında
ise Kınalı Ada'ya ulaşımın bir hayli zor olacağı düşünülerek bu fi
kirden vazgeçildi. Tartışmalar neticesinde hastanenin Yedikule'de
kurulmasına karar verildi. Zira Yedikule hem surların dışında sa
dece bostanların olduğu bir mahaldi hem de hastane için öneri
len arazi saray sarraflarından Ohannes Amira Arzumanyan'a aitti.
İnşa olunacak arazi belirlendikten sonra hastane çalışmalarını ta
kip için Kazaz Artin Amira başkanlığında saray sarrafları Mikail
Amira Pişmişyan ve Harutyıın Amira Yerganyan'dan oluşan bir
komisyon kuruldu. Bu çalışmaların ardından Ermeni Patriği Is
depanos Ağavni durumdan II. Mahmud'u haberdar ederek has
tane inşasına başlanması için padişahtan ferman istedi. Bunun
üzerine Ebniye-i Hassa MüdürüAbdülhalim Efendi başkanlığında
bir mimarlar komisyonu kurularak söz konusu arazi ve hastanenin
planlan tetkik edilerek uygun görüldü. Darphane-i Amire Emini
Kazaz Artin, II. Mahmud'a yakın bir kişiydi ve devrin en prestijli
nişanı olan "Tasvir-i Hümayun"a sa
hip tek gayrimüslimdi. Bu işin
onun himayesinde ve öncü
lüğünde sürdürülmesinden
dolayı gerekli bürokratik
işlemler kolaylıkla halle
dilerek kısa sürede inşa-
ata başlandı.
Ahşap olarak yapılan
hastanenin mimarlığım
Hassa Mimarlan Garabed
Amira Balyan ve Ohannes
Amira Serveıyan üstlendiler.
Daha sonra hastanenin tam ola-
rak ne zaman inşa edildiğinin habr
Saray sarrafı
lanması için, temele o gün tedavülde Mikail Amira Pişmişyan
olan paralardan koydular. Başta Ka-
zaz Artin Amira olmak üzere devrin önde gelen tüm Ermeni ai
leleri hastane için seferber oldular. İnşaat masraflannın büyük
giderini Kazaz Artin karşılıyor, yaptığı bağışlann miktannı gizli
tutuyordu. Kazaz Artin'den başka diğer ailelerin yardımlanyla
kısa sürede 269.000 kuruş gibi büyük bir para toplandı. Hasta
nenin inşası sırasında hiçbir masraftan kaçınılmayarak her şey
en ince aynntısına kadar düşünüldü ve devasa boyutta bir bina
inşa edildi. Hastane sadece şifa dağıtacak bir kurum değil aynı
zamanda yoksullara, kimsesizlere ve düşkünlere de sahip çıka
cak bir mekan olacaktı. Yüklenen bu misyon nedeniyle isminin
de "Surp Pırgiç" yani "Aziz Kurtancı" olmasına karar verildi. Ka
zaz Artin tüm servetini ve vaktini hastane uğruna harcadı; fakat
Surp Pırgiç'in açılışını göremeden hastalanarak yatağa düştü. Du
rumu ağırlaşınca bir teselli olması için Agop Çelebi Düzyan, Surp
Pırgiç'in temsili anahtannı alarak hasta yatağındaki Kazaz Artin'e
ı65
götürdü. Bu olaydan kısa süre sonra da, 3 Ocak 1834'te Kazaz Ar
tin Amira Bezciyan vefat etti.
166
yetiştiriyordu. Surp Pırgiç'in kurul
duğu 1834'te Barutçubaşı Bo
ğos Amira Dadyan, hastane
nin yakınındaki İskender
Çelebi Bahçesi'ni de sahn
alarak burada Surp Agop
Vebahanesi'ni kurdu. Böy
lelikle vebalılar hem has
tane yakınında tedavi edi
lebiliyorlar, hem de diğer
hastalarla teması önleni
yordu. Varujan Köseyan'ın
kaleme aldığı hastane tari
hindeki tabiriyle Surp Agop'a
"Anaraglar" yani "Günahkar" ki-
şiler getiriliyordu. Zira o günlerde Doktor Serovpe Viçen
Veba "Allahın bir laneti" olarak ka-
bul görüyor ve bu hastalığa yakalananların muhakkak büyük bir
günah işlediklerine inanılıyordu.
Surp Agop örneğinde olduğu gibi, hastane genişlemeye de
vam etti. Püzant Keçyan'a göre; Ermeniler yüzyıllardır hastaneye
''Vank" yani "Manastır" demeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Zira
manashrlar sadece bir dua yeri değil aynı zamanda hastaların ve
kimsesizlerin sığındığı bir şifa merkeziydi. Bu iki kurumun birlik
teliği Surp Pırgiç'te de yaşandı ve 1850'de hastanenin bünyesinde
bir ruhban okulu kuruldu. 1854'te bu okulu, bir Ziraat Mektebi
izledi. Okulları devlet de destekliyordu. Hastane idaresi, kendi
sine bağlı okullarda Türkçe eğitim verilmesi için talepte bulundu
ğunda Maarif Nezareti, okullara maaşlarını devletin ödediği ede
biyat öğrenmeleri tayin etti.
1839'a kadar hastanenin mütevelli heyeti başkanlığını yü
rüten Mikail Amira Pişmişyan'dan. sonra başkanlığı 1842'ye
167
kadar Gazar Ağa, 1842'den 1844'e kadar da Misak Amira Mi
sakyan sürdürdü. 1844'te başkanlığı üstlenen Barutçubaşı Bo
ğos Amira Dadyan'ın döneminde Surp Pırgiç büyük bir ge
lişme gösterdi. Boğos Amira, hastaneye büyük maddi yardımlar
yaptığı gibi Sultan Abdülmecid'den de devletin her gün hasta
neye et ve ekmek yardımı yapması imtiyazını aldı. Bu yardım
I. Dünya Savaşı'nın başladığı 1914'e kadar devam etti. Boğos
Amira ayrıca, başında bulunduğu baruthane, dokumahane ve
demir-çelik fabrikası gibi kurumlara hastanedeki yetim çocuk
ları yerleştirerek iş imkanı tanıdı. Hastanenin ilk eczanesi de
1848' de yine Boğos Amira'nın döneminde kuruldu. Surp Pır
giç ilk kurulduğunda hastanenin başhekimliğine Mikail Amira
Pişmişyan'ın hususi doktoru olan bir Fransız getirilmişti. Boğos
168
Amira'nın döneminde de bu gelenek devam etti ve başhekim
liğe Amiranın şahsi doktoru Fransız asıllı Dr. Karones getirildi.
185o'de başhekimliğe ilk defa bir Ermeni doktor, Dr. Agop Hov
hannesyan geldi, 1853'te ise yine Boğos Amira Dadyan'ın şahsi
doktoru olan Fransız asıllı Dr. Bue tayin edildi. Tarihçi Arşak
Alboyacıyan'ın aktardığına göre; Boğos Amira, hastanenin gider
lerini kendi cebinden karşılamaktan usanıp "Koskoca Osmanlı
İmparatorluğu'nun sımnı çözdüm de şu hastanenin sımm bir
türlü çözemedim" diyerek 1848'de istifa etti. 186o'yılına kadar
hastane bir meclis tarafından yönetilmeye başlandı, 186o'tan
sonra ise Ermeni Nizamnamesi'ne uygun olarak idare edilmeye
devam edildi.
Yedi kule Surp Pırgiç Hastanesinin ahşap olarak inşa edilen ilk hali
Tarihi boyunca Surp Pırgiç'in en büyük sorunu maddi sıkın
tılar oldu. Her ne kadar yeni kaynaklar yaratılmaya çalışılsa da
yine de hemen hemen her dönem bütçe açıklan meydana geldi.
Devrin önde gelen Ermenilerinin yanı sıra zaman zaman Sultan
Abdülaziz, Pertevniyal Valide Sultan, Mısır Hidivi İsmail Paşa ve
Sadrazam Midhat Paşa gibi birçok önde gelen isim de hastaneye
bağışlarda bulundu. Mevcut gelirle bütçe açıklarını kapatmakta
zorlanan hastane idaresi, gelir sağlamak için farklı yollara da baş
vurdu. 1862'de Naum Tiyatrosu'nda hastane yararına bir gösteri
düzenlendi ve bu yardım temsilleri belli bir süre çeşitli tiyatro
larda devam etti. Artin Dadyan Paşa, 26 Ocak 1874'te Pera'daki
Luxemburg Otel'de hastane yararına bir balo tertip etti. Fakat söz
konusu devirde yardım balosu, İstanbul Ermenileri için yeni bir
kavram sayıldığından bu davete daha çok Avrupalılar ve diplo
matlar rağbet gösterdiler.
186o'ta kadınlar da hastane idaresinde yer almaya başladılar.
Kendilerine "Mavi Melekler" adını veren yirmi kişilik bir kadın
grubu hastanenin yatak ve kıyafet ihtiyaçlarını üstlendi. Devrin
önde gelen ve zengin ailelerine mensup olan bu kadınlar sadece
yardımlarla kalmayıp hastane idaresinde de aktif bir rol oynadı
lar. Temizlik için evlerinde çalışan hizmetçileri görevlendirdiler ve
yetimhanedeki genç kızların evlilik masraflarını karşıladılar. Za
man içerisinde harap bir hale gelen hastanenin kagir olarak yeni
den inşa edilmesi gündeme geldiğinde yönetimdeki bazı kimseler
binanın yıkılıp yerine Harbiye'de yeni bir hastane inşa edilmesi
taleplerinde bulundular. Fakat bu talepler mantıklı görülmeye
rek 1888'de Sultan Abdülhamid'in verdiği fermanla hastane kagir
olarak yeniden inşa edildi ve tarih boyunca yapılan eklemeler ve
yeni açılan birimlerle günümüze kadar geldi.
İnşasına başlandığı ilk günden beri Ermeni aristokrasi
sini tek bir çatı altında toplayan ve herkesin canla başla gerek
maddi gerekse manevi yardımlarda bulunduğu Surp Pırgiç,
170
tarihe patrikhaneden sonra İstanbul Ermenileri için en önemli
cemaat kurumu olarak geçti. Hastane için çalışmak, hastaneye
yardımlarda bulunmak cemaat içerisinde bir prestij ve yardım
severlik nişanesi oldu. Hastane, İstanbul Ermenilerinin sosyal
yaşamlarının büyük bir parçası haline geldi ve hatta deyimlere
dahi girdi. Surp Pırgiç, sadece Türkiye'de değil dünyanın birçok
yerinde, Ermeni araştırmacıların ve tarihçilerin dikkatini çekti.
Bugün de hizmet vermeye devam eden hastane hakkında deği
şik dillerde birçok kitap kaleme alındı. Arsen Yarman'ın 2001'de
Türkçe olarak yayınlanan, 865 sayfalık kitabı ve s Aralık 2004'te
açılışını Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın yaptığı hastane bün
yesindeki Bedros Şirinoğlu Müzesi, bugün de Surp Pırgiç'e ve
rilen önemi gösteriyor ve hastanenin tarihi zenginliğini bir kez
daha tasdik ediyor.
171
Ermeni Mizah Dergisi 'Gavroş'
Ermeni'ye de Türk'e de Hiç Durmadan
Verip Veriştiriyordu
173
sansür sebebini sorduğunda "Dua etmek iyi bir şeydir;fakat bir
ihtiyarın çeşme başında dua etmesi, halk arasında 'işimiz artık
duaya kaldı' intibamı uyandırabilir'' cevabını aldı.
Bu derece basit fotoğrafların yayınlanmasının dahi sansür
edildiği dönemde tabii ki devleti, yabancı devletleri, idarecileri ve
memurları alaya alacak olan mizah gazetelerinin yayınlanmasına
müsaade edilmiyordu. Sansür idaresinin kuruluşundan da önce
1877'deki sıkıyönetim sırasında mizah gazetelerinin yayınlanması
yasaklanmış ve bu yasak Meşrutiyet'in Temmuz 1908'deki iade
sine kadar devam etmişti. Meşrutiyet'in iadesi ile birlikte Ermeni
yayınlarda, özellikle de İstanbul'daki Ermeni basınında büyük bir
gelişme yaşandı. 1908 ile 1914 yıllan arasında, yurt çapında top
lam 239 adet Ermenice yeni gazete yayın hayatına başladı. Bu ya
yınların 18'i mizah gazetesiydi ve hepsi de İstanbul'da basılıyordu.
Sultan Abdülhamid'in 30 yıldan fazla devam eden saltanatı bo
yunca uygulanan sansürden dolayı mizah, Osmanlılar için yeni
bir kavram sayılırdı. Özellikle Ermenice yayın yaptığından dolayı
sadece belirli bir çevreye hitap etmek de tiraj balamından Ermeni
mizah dergilerinin işini bir kat daha zorlaştırıyordu.
İstanbul'daki Ermenice mizah dergilerinin öncülüğiinü "Gav
roş" dergisi yaptı. Kurucusu Yervant Tolayan'ın lakabı olan Gavroş
ismiyle yayın hayatına başlayan dergi, ilk baskısını Meşrutiyet'in
iadesinden üç hafta gibi kısa bir süre sonra 31 Temmuz 1908'de
yaptı. Dergi, ilk sayısında kuruluş hikayesini ve izleyeceği yayın
politikasını kendine has üslubuyla, şu şekilde anlatıyordu:
174
rekirdi... Ellerini, ayaklarını ve daha başka yerlerini öpmek ge
rekirdi. Eğilmek, selamlamak, sessizce taklalar atmak, sonra
da bir ila beş yıl arasında beklemek, bu sırada yaşlanmak ve öl
mek gerekirdi.
Bugün, Osmanlı Meşrutiyeti sayesinde Gavroş, birkaç saat içinde
bir hiciv gazetesi çıkarma iznini aldı. Nasıl? Hiciv Gazetesi mi?
Üç hafta önce, böyle bir izni almaya kalkışanı deliğe tıkarlardı!
Gavroş'un ilkesi gülünç olan her şeyle alay etmek, brmalanabilir
ne varsa brmalamak ve surabna tükürdüğünde yağmur yağıyor
diye şükredecek bynetteki herkesin surabna tükürmektir... "
179
, ... ........ ....." .
rır;ır ı uaı.rtın.
,....., ,..,....,n
•l'll> -1\' Hl,Ul>41.· tl'>o,"t ,t.;.,....ı.-. .. t"M�L ltıM.Nı) •" ti-•\.t 111''"''�-... • ırıt ,.. ,\•• ..,'" '".ıd ........
.,H .,,., -'?' �ııırıııı1ı\ıı11rlf Ctııtı'• ""''Hh ,...�.,. \,\Jıır �\.1 ••"111tlp�t.liıa,il.f'{t- utlt--� t'9li"M&.-�11ıtı'i ..,a...
...ı>r "'"'l• •I �t;f;ı.ı.tt ,,,...\,·
tır:r.ıu t'1l-.• clk.�u•J� 1-t•"I Pl•'-••�I
Ilı• " �... "· ,_..lf ' .... .,,..,.... .
..u:tı>t ,�.. ,.,.lıfı .
··� �n>�•r�"'°�" ...,.,._ �ıı,··�..'l'l··� �� ,.,•. 1-'..�' 6�r\..,
"""'! Mit' '
D r U' U \ı b U \ı
180
Yervant Tolayan
1884'te dünyaya gelen Yevant Tolayan, gazeteci ve tercüman Ho
vannes Tolayan'ın oğluydu. Öğrenimine Surp Kirkor Lusavoriç
Ermeni Okulu'nda başlayan Tolayan, daha sonra Saint Benoit
Fransız Koleji'nde devam etti. Lise çağlarından itibaren tiyatro
ile ilgilendi ve bir Ermeni tiyatro kumpanyasına katılarak Paris
ve Londra'daki turnelere çıktı.
181
Sivash Seyyar Satıcının Oğlu,
1000 lCüsur Sene Sonra
Ermenilerin Bir l(ısmını l<atolik Yaptı
ı84
uyanan Manuk, tüın misafirliği boyunca, Bedros'u da dinledik
ten sonra Roma'ya gitmeye karar verdi. Fakat seyahat onu çok
yordu ve gözlerindeki rahatsızlık nüksetti. 1694'te Sivas'a var
dığında önce Surp Nışan Manastırı'na yerleşti; ama rahatsızlığı
devam ederek tamamen göremez hale gelince manastırdan ay
rılıp, ailesinin yanına gitti. Bütün bir kışı kör bir halde geçirdik
ten sonra iyileşerek manastırdaki eski yaşantısına geri döndü ve
1696'da "papaz" olarak takdis edildi.
Roma'ya gitmek üzere kesin karar alan Manuk, kendisini
geliştirmek için çalışmalara başladı. Süıyani ve Grek teologların
eserlerini okuyarak bunları Ermeniceye çevirdi. Aynca vaazlar
vermeye yine Sivas'ta da devam etti. Bu sırada hacı olmak için
Kudüs'e giden Rahip Hovhan ile tanışarak Roma'ya gitmek üzere
yola çıktı. Halep'te Rahip Pavolieri isimli bir Cizvit rahibi ile ta
nışıp seyahat fikrini anlattı. Sonrasında da rahibin yardımlarıyla
İskenderun Limanı'ndan bir Fransız gemisine bindi. Hastalıklar
Manuk'un yine peşini bırakmadı ve yolculuğu sırasında sıtmaya
yakalanarak Kıbrıs'ta gemiden ayrılmak wrunda kaldı. O dönemde
Kudüs'e giden Ermeni hacıların bir ziyaretgahı haline gelen Surp
Magar Manastırı'na yerleşerek tedavi gördü. 1698'de ise beş pa
rasız ve hasta bir halde Sivas'a dönmeye mecbur kaldı.
Kısa müddet sonra tekrar Erzurum'a gitti. Bu seyahati dini
görevlerden dolayı mıydı? Yoksa Roma'ya gidebilmek için yeni
bir girişim miydi? Bilemiyoruz. Bir müddet Erzurum'un Hintzk
Köyü'ndeki Surp Asdvadzadzin Manastırı'nda kaldıktan sonra
1699'da "rahip" olarak takdis edildi. Sonra kilise öğretilerine
göre ismi değiştirilip "teselli veren" anlamında "Mıkhitar" adını
aldı. Aynı sene İstanbul'a geldi. Galata'daki Surp Kirkor Lusavo
riç Kilisesi'nde vaazlar vererek daha önce de olduğu gibi büyük
kalabalıkları etrafında toplamayı başardı. Bu sırada para sıkıhtısı
çektiğinden dolayı, tercümeler ve istinsahlar yaptı. Bundan başka,
misyonerlerin en yoğun ve en aktif olduğu bu semtte birçok isimle
185
tanışma ve Katolikliği ve misyonerlerin eğitim politikasını yakın
dan tetkik etme imkanına sahip oldu. Misyonerlerin eğitimlerin
den ve çok yönlülüğünden etkilenen Mıkhitar, ı7oo'de onların
yolundan giderek Galata'da Ermeni gençlerine dersler vermeye
başladı. On kadar öğrenciyle eğitime başlayan Mıklıitar'ın bu mü
tevazı dersliği, başta Hrand Derandreasyan olmak üzere birçok
Ermeni tarihçi ve araştırmacı tarafından ı886'da Galata'da ku
rulan ve bugün de eğitime devam eden Getronagan Okulu'nun
temeli olarak kabul edilir. Mıkhitar'ın tam olarak hangi tarihte
Katolik mezhebini kabul ettiği bilinmemektedir; ama ı700-1701
yıllarında mezhep değiştirmiş olmalı ki, bu yıllarda etrafındaki bir
çok öğrencisini kaybetti ve Galata' daki kiliseden ayrılarak dersle
rine Beyoğlu'nda devam etti.
Aynı yıllarda, dört adet dini kitap kaleme aldı. Bu kitapların
üçü ı7oo'de, biri de ı7oı'de yayınlandı. Hangi matbaalarda ba
sıldığı belli olmayan kitaplar, herhalde İstanbul'daki misyoner
matbaalarında basılıyorlardı. Mıkhitar'ın faaliyetleri, İstanbul Er
menilerini o derece rahatsız ediyordu ki, açıktan açığa ölüm teh
ditleri almaya başladı. Bunun üzerine Fransız elçiliğine sığına
rak, 8 Eylül ı701'de kendi ismiyle anılan "Mıkhitarsit" tarikatını
kurdu. Bu sayede tarikat lideri sıfatıyla bir anlamda diplomatik
dokunulmazlık da kazanmış oluyordu. Amacı, imparatorluktaki
diğer Katolik din adamları gibi misyonerlik değil sadece kendi
milletinin eğitilmesi ve aydınlatılmasıydı. Bu yüzden, yeri geldi
ğinde Papalık ile de çatışmak zorunda kalıyordu. Vatikan, Kato
lik Ermenilerin ibadetlerini artık sadece Latince yapmalarını is
tiyor, Mıkhitar ise bu uygulamaya Ermeniceyi ikinci plana atacak
olmasından ve anadilin unutulacağından dolayı karşı çıkıyordu.
Tüın bunlara rağmen, ateşli bir şekilde devam eden mezhep ça
tışmalarında taraf olmaktan kurtulamıyordu. Yapılan baskılara
ve tehditlere daha fazla dayanamayarak ı703'te, tüccar kıyafe
tinde İstanbul'u terk edip o sırada Venedik'in idaresindeki Mora
ı86
Yarımadası'mn Modon şehrine gitti. Yerel yöneticiler tarafından
büyük bir hürmetle karşılanan Mıkhitar'a bir manastır inşa etmesi
için arazi tahsis edildi. On yıldan fazla bir süre Modon'da kalan
Mıkhitar için bu şehir, dinlenmesi ve kendisini geliştirmesi için
büyük bir fırsat oldu. Dersler vermeye devam ettiği gibi kendisi
de Latince, İtalyanca ve Yunanca öğrendi. 1712'de ise kurduğu ta
rikat, Papa ıı. Clement tarafından resmen tanınarak Mıkhitar'a
"Abba" yani "Piskopos" unvanı verildi.
Ama Mıkhitar'ın Modon'da geçirdiği sessiz ve sakin gün
ler fazla uzun sürmedi. Osmanlı, Mora Yarımadası'm 1699'daki
Karlofça Anlaşması ile Venedik'e bırakmıştı; fakat adadaki Orto
doks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı
hakimiyetine girmek istiyorlardı. Bundan güç alan ve Karlofça'da
kaybettiği yerleri geri almak isteyen Osmanlı, Aralık 1714'te Avus
tuıya ve Venedik'e savaş ilan etti. Yanmada, 1715 Ağustos'unda
tekrar Osmanlıların eline geçince Mıkhitar ve tarikatı da adayı bo
şaltarak Venedik'e taşındı. 1715'ten vefatına kadar burada kalacak
olan Mıkhitar, daha önce Modon'da olduğu gibi Venedik'te de ta
rikatı için bir arazi tahsis edilmesi için hükümete baskı yaptı. Bu
nun üzerine hükümet, Saint Lazzaro Adası'm Mıkhitar'a ve tari
katına terk etti. Etrafı balçıkla kaplı olan ada, daha önce cüzamlı
hastaların şehirden uzaklaştırıldığı ve tedavi edildiği bir mekandı
ve bundan dolayı cüzamın iyileştirici azizi olduğuna inanılan "AZiz
Lazar"ın adı verilmişti. İşe ada etrafındaki balçık araziyi ıslah et
mekle girişen Mıkhitar ve müritleri burada bir manastır inşa
sına başladılar.
Mıkhitar'ın Katolik din adamı kimliğinin yanı sıra milli
yetçi bir kimliği de vardı. Ermenice'ye çok önem veriyor, unu
tulmaması ve yaygınlaştırılması için elinden geleni yapıyordu.
Bu yüzden çoğu zaman Papalık makamı ile çatışmaktan da geri
durmuyordu. Düşmanları ise onun bu milliyetçi kimliğini kulla
narak Papa'ya şikayetlerde bulunuyorlar ve iftira boyutuna ulaşan
raporlar hazırlıyorlardı. Aleyhindeki çalışmalardan haberdar olan
Mıkhitar, kendisine yüklenmeye çalışılan suçlan çürütmek için
Haziran 1718'de Rahip Hovhannes ve Rahip Kevork'u da yanına
alarak daha önce kendisine "Piskopos" unvanı veren Papa ıı.
Clement'i ziyaret etti. İyi bir eğitim alabilmek için, birçok zorluğu
göze alarak defalarca gitmeye çalıştığı Roma'ya artık bir tarikat li
deri olarak gidiyordu. İki ay kadar Vatikan'da kalıp Papa'nın gü
venini kazandıktan sonra, Saint Lazzaro'ya geri döndü. Hayatını
Saint Lazzaro Adası'na adayan Mıkhitar, bu kuruma ibadethane
den çok bir akademi kimliği kazandırdı. Adada, gençlere çok sıkı
bir eğitim verilmeye başlandı. Hatta ilk etapta derslerde kullanı
lacak kaynaklarda sıkıntılar yaşandığında Mıkhitar, Latince bir
çok eseri Ermeniceye tercüme ederek gençlere okutturdu. Saint
Lazzaro, hiçbir zaman sadece ibadet edilen yahut ruhanilerin ye
tiştirildiği bir kurum olmadı. Burada birçok genç değişik konu
larda eğitim aldı ve birçok kişi de Ermenice öğrenmeye yine Sa
int Lazzaro'ya gitti. Ünlü şair Lord Byron bu kişilerden biriydi.
Napolyon Bonapart da ı8ıo'da İtalya'yı işgal ettiği zaman bütün
manastırları kapattırdığı halde akademik kimliğini göz önüne ala
rak Saint Lazzaro'ya dokunmadı.
188
Mıkhitaristler, sadece Saint I.azz.aro'daki okul ile de kalmadı
lar ve sivil öğrencilerin yetiştirilmesi amacıyla 1834'te Pavada'da
Mourad, 1836'da ise Venedik'te Raphael Kolejleri'ni kurdular. Bu
iki okul 1846'da birleştirilerek Mourad-Raphael adıyla Paris'e ta
şındı. Kolejde Hazine-i Hassa Nazın Mikail Portakal Paşa'dan,
ilk Adliye Müsteşarı Vahan Efendi'ye ve ilk Türkçe romanı ka
leme alan Vartan Paşa'ya kadar Osmanlı idaresinin üst kademe
lerinde yer alan birçok isim yetişti. Paris'ten başka şehirlerde de
Mıkhirtarist okulları kuruldu. Bunlardan biri de 1825'te İstan
bul, Beyoğlu'nda açılan ve bugün eğitime Pangalh'nda devam
eden okuldur. Mıkhitaristlerin, Osmanlı idaresine yakınlığından
dolayı bu okulun öğrencileri harçlardan muaf tutuldular ve dev
let okula maddi yardımlarda bulundu.
Bu kolejlerden başka, dünyanın en büyük ve en kaliteli mat
baalarından biri de yine Saint I.azz.aro'da kuruldu. Burada sadece
Ermenice, Latince ve İtalyanca değil Türkçenin de dfilıil olduğu
toplam 36 lisanda fen, matematik, tarih, coğrafya ve din kitap
ları yayınlandı. Matbaa dünyaya şöhretini akademik kitaplar ya
yınlamasının yanı sıra baskı kalitesiyle ve hatasız kitap basımıyla
duyurdu. Bu kitaplardan yararlanan Muallim Cevdet de matba
anın, "harflerinin güzelliği, metinlerin düzeni, mevzuların iyi se
çilişi ve doğru basılış konusunda şöhretli olduğunu" söylüyordu.
Bazı yazarlar, eserlerini Saint Lazzaro'da yayınlatabilmek için çoğu
zaman masraflarını kendi ceplerinden ödemeye razı oldular. Pa
ris Sefiri Süleyman Paşa 1848'de adayı ziyaret ederek, masrafla
rını kendisi karşıladığı "Osmanlı Padişahlarının ve Vezirlerinin
Hayatlarından Seçme Hikdyeld' isimli iki ciltlik Ermeni harfli
Türkçe bir kitap yayınlatmışh. Mıkhitar da 1721de Ermenice bil
meyen Ermenilerin k�ndi dillerini daha kolay öğrenmeleri için
Ermeni harfli Türkçe bir gramer kaleme aldı. Bu eser, Ermeni
harfleriyle basılmış ilk Türkçe eserdi. Aynca 1749'da "Büyük Er
menice Lügat i yayınlandı.
"
189
27 Nisan 1749'da Saint Lazzaro Adası'nda vefat eden Mık
hitar, hayatı boyunca Katolik inancını Ermeni gelenekleriyle ör
tüştürmeye çalıştı. Bu misyonunu, "Ne inancım için ulusumdan,
ne de ulusum için inancımdan vazgeçerim" diye özetliyordu. Er
menileri dördüncü asırda Hristiyanlıkla tanıştıran Surp Kirkor,
insanları putperestlikten kurtardığı için "Lusavoriç" yani "Aydın
latıcı" unvanıyla anılır. Mıkhitar'a da milletini cehaletten kurtar
dığı ve bilinçlendirdiği için "Lusanorok" yani ''Yeniden Aydınla
tan" unvanı verildi. Başta Katolikler olmak üzere birçok Ermeni
tarihçi tarafından da tarikatın kurulduğu 1701 ile 1840 yılları ara
sındaki dönem ''Veradzınunt" yani ''Yeniden Doğuş" olarak ad
landırıldı. Başta Arakel Babakhanian olmak üzere birçok tarihçi
18. yüzyıl Ermeni tarihinin "Mıkhitar Dönemi" olarak adlandırıl
ması gerektiğini savundu.
190
Balyan'ın Okul Projesi Hayata
Geçirilebilseydi Anadolu'da Hiçbir İmar
Sorunu lCalmayacaktı
191
yanında kazandıkları alaylı eğitimin yerini Paris'teki Saint-Barbe,
Ecole Centrale ve Ecole des Beaux Art gibi Avrupa'nın önde ge
len teknik okulları aldı.
Uzun yıllar babadan oğla mesleklerini devam ettiren Balyan
Ailesi'nin son temsilcilerinden Sarkis Balyan da kardeşleri gibi
eğitimini Paris'te tamamladı. İstanbul'a döndükten sonra da ba
bası Garabed Amira Balyan'ın yanında çalışarak kendini geliş
tirdi. 1866'da babasının vefatının ardından "Hassa Mimarı" oldu.
1878'de II. Abdülhamid tarafından "Ser Mimar-ı Devlet" yani im
paratorluğun baş mimarı unvanıyla taltif edildi. Büyük bir servete
ve nüfuza sahip olan Sarkis Bey, mimarlık alanında büyük bir
isim yapmış ailesini bir anlamda kurumsallaştırarak Mart 1873'te
Şirket-1 Nafıa-1 Osman! isimli bir şirket kurdu. Bu girişimi, Sarkis
Balyan'ı devrin aranan mimarı haline getirdi. Zira hem çok büyük
bir yapım ekibi kurmuş, hem de o güne kadar ithal edilen yapı
malzemelerini kendisi imal etmeye başlamıştı. Bu sayede inşasını
üstlendiği binaları diğer mimarlara nazaran daha ucuza mal ede
biliyor ve daha kısa bir süre de tamamlayabiliyordu.
İmparatorluğun kurumsallaşmaya giden ilk mimarı olan Sar
kis Bey, 1881'de daha büyük bir adım attı. MaarifNezareti'ne tek
nik eğitimlerin verileceği bir yatılı yüksek okulun kurulması için
başvuruda bulunarak kendi hazırladığı okul yönetmeliğini sundu.
Sarkis Bey, yönetmeliği hazırlarken öğrencilik yıllarında kendi
sinin de devam ettiği Avrupa'nın önde gelen teknik okullarından
Ecole Centrale'i referans almıştı. Kuracağı okul dört ana bölüm
den oluşacak ve eğitim süresi üç yıl olacaktı. Mimarlık, madenci
lik, inşaat mühendisliği ve kimya bölümlerinin yer alacağı okulda
eğitimin ilk senesi hazırlık mahiyetinde olacak ve tüm öğrenci
ler ortak dersler alacaklardı. İkinci sene de ise alan seçerek uz
manlık eğitimine geçilecekti. Hazırlık okuluna alınacak öğrencile
rin 13-16 yaşlan arasında olmaları ve Osmanlıcayı iyi bir şekilde
yazıp, anlama yeteneğine sahip bulunmaları şarttı. Uzmanlık
192
eğitimine ise 14-18 yaşlan arasında, sağlıklı ve vücutça sağlam
öğrenciler seçilecekti.
Okulun öğrenci mevcudu, hazırlıkbölümü 100, uzmanlık bö
lümü de 100 olmak üzere toplamda iki yüz kişi olacaktı. Bu öğ
rencilerin sadece İstanbul1a kısıtlı kalmaması için her sene bütün
vilayetlerden ikişer öğrenci okula gönderilecek ve tüm masrafla
rını gönderildikleri vilayet karşılayacaktı. Okulun yıllık harcı ise
sınıflara göre 25 ila 60 Osmanlı lirası arasında değişiyordu. Ha
zırlık sınıfının açılmasına müsaade olunmadığı takdirde uzman
lık bölümüne alınacak öğrencilerin Mekteb-i Sultani'den yani bu
günkü Galatasaray Lisesi'nden seçilmelerine gayret gösterilecek,
okulda teknik öğrenimin yanı sıra ciddi bir Fransızca eğitim de
verilecekti. Okulun tüm öğrencileri tek tip bir kıyafet giyecekler,
hangi sınıf ve bölümde oldukları ise yakalarına takacakları farklı
şeritlerle anlaşılacaktı. Her öğrenci üniformasından kendisi so
rumlu olarak kirlettiği takdirde kendisi temizleyecek ve yırtılırsa
okulun terzisine tamir ettirecekti. Tüm öğrenciler her sabah er
kenden kalkacak, yataklarını düzeltecek, kıyafetlerini hazırlayıp
ayakkabılarını fırçalayacak ve vücut temizliklerini soğuk suyla ya
pacaklardı. Ziynet eşyası takınak, pahalı ve süslü ayakkabılar kul
lanmak da yasaktı.
Yatılı olacak olan bu okulda, öğretmenler ve hizmetliler de
kalacaklar ve yeri geldiğinde kontroller yapacaklardı. Sigara ve
içki içmek, kumar oynamak ve roman okumak yasaktı. Öğrenci
ler boş zamanlarını kütüphanede okuyarak yahut resim ve jim
nastik ile meşgul olarak geçireceklerdi. Disiplin suçu işleyenler
kesinlikle dayak ve hapis gibi cezalara maruz bırakılmayacaklar,
sadece hafta sonu tatilleri iptal edilerek kütüphanede ders çalı
şacaklardı. Aynca tüm öğrencilerin velilerine her ay bir değerlen
dirme raporu gönderilecek, öğrenci mezun olacağı zaman bu ra
porlar da dikkate alınacaktı. Yine her ay tüm öğrenciler, okulun
doktorları tarafından muayene edilerek raporlar hazırlanacaktı.
193
Hastalanan öğrenciler hastanelere kaldırılacak ve tüm masraf
ları okul tarafından karşılanacaktı. Ağır hasta olmayan öğrenci
lere derslerinden geri kalmamaları için hastaneye ders kitapları
ve defterleri gönderilecek, öğrenci istediği takdirde kütüphane
den kitap da getirtebilecekti.
Aileleri İstanbul'da bulunan öğrenciler, cumartesi günleri evle
rine gidebilecek ve pazartesi günü okula döneceklerdi. İstanbul'da
yakını olmayanlara ise hafta sonunda ders verilmeyecekti. Hava
nın güzel olduğu pazar günleri öğretmenleriyle birlikte gezintilere
çıkılacak, kırlara gidilecek ve musikiyle uğraşanlar varsa müzikli
eğlenceler yapılacaktı. Öğretmenler uygun mevsimlerde çocukları
denize götürerek yüzme öğreteceklerdi. Teknik derslerin yanı sıra
öğrencilere uyguluma dersleri de yaptırılacak, yine öğretmenle
rinin nezaretinde madenleri ve inşaat mahallerini ziyaret ederek
tetkiklerde bulunacak ve laboratuarlarda çalışacaklardı. Okulun
not sistemi sıfır ila 20 arasında olacak ve öğrencinin üst sınıfa
geçmesi için en az on puan alması şart koşulacaktı. On puanın
altında kalan öğrenci, aynı dersleri sonraki sene bir daha alacak,
ikinci sefer de on puan alamazsa okuldan atılacaktı. İstanbul dı
şından gelen mezunlar, memleketlerine geri dönerek orada çalı
şacaklar, İstanbullular ise bir memuriyete atanacaklardı.
Sarkis Bey, hazırladığı bu ayrıntılı okul yönetmeliğini Maarif
Nezareti'ne sundu. Maarif Meclisi yönetmeliği incelendikten sonra
güzel sanatların ve ileri teknolojinin öğretileceği böyle bir okula
ihtiyaç olduğunu düşünerek Sarkis Bey'in önerisi kabul etti. Me
tin, daha sonra Maarif Nazın KB.mil Paşa tarafından hükümetin
gündemine getirildi. Diğer bakanlar tarafından da sıcak bakılan
bu okul fikrinin, özellikle Cevdet Paşa ve Mahmud Nedim Paşa
gibi önde gelen birçok isim savunucusu oldu. Metin bir kez de hü
kümette incelenerek ders programında çeşitli değişikler yapıldı ve
okulun dört sene olmasına karar verildi. Sarkis Bey' in tayin ettiği
okul harçlarını herkesin ödeyemeyeceği de düşünülerek yıllık harç
194
bedelleri düşüıüldü. Hükiimetin ha
zırladığı nihai metin onaylanarak
MaarifNazm Kfunil Paşa tara
fından Sultan Abdülhamid'e
takdim edildi.
Eğitimli ve donanımlı
insanın azlığı Osmanlı'nın
son dönemlerindeki en bü
yük eksikliklerinden ve gi
derilmeye çalışılan sorunla
rından biriydi. Bunun için Il.
Mahmud devrinden itibaren
gerek.Avrupa'ya öğrencilergön
derilmiş, gerekse de Avrupa'dan
uzmanlar getirtilip eğitim verdiril
mişti. Sultan Abdülmecid devrinde Sarkis Balyan
de bir darülfünun yani üniversite
kurulması için girişimlerde bulunulmuş; fakat uzun ömürlü bir
kurum ve istikrarlı bir eğitim sağlanamamıştı. Birçok meslekte
hatta askerlikte bile alaylı yetişmenin yaygın olduğu bir devirde
Sarkis Balyan'ın lisan bilen donanımlı mimarlar, inşaat ve maden
mühendisleri ile kimyagerler yetiştirecek bir okul kurmaya çalış
ması büyük bir girişimdi. Fakat daha da önemlisi hazırladığı yö
netmelikle tüm Osmanlı vilayetlerinin her sene okula iki öğrenci
gönderme zorunluluğunu koyması ve öğrencinin kendi memle
ketinde çalışmak zorunda bırakılması, bütün vilayetlerin her yıl
iki mühendis kazanması anlamına geliyordu. Üç kıtaya yayılmış
bir imparatorluğun başkentinde bile uzmanlara ihtiyaç duyulan
bir devirde vilayetlere her sene iki mühendis gönderilebilmiş ol
saydı, bu gün birçok ilde imar sorunu yaşanmazdı.
Sarkis Balyan, bu güzel hareketin sonunu getiremedi. 1882'de
projenin Sultan Abdülhamid'e verilmesinden kısa bir süre sonra
195
isminin bir yolsuzluğa karıştığı ortaya çıkınca Fransa'ya iltica et
mek zorunda kaldı. Dokuz yıl kadar Paris'te yaşadı ve 1891'de
İstanbul'a döndüğünde eskisi gibi saygın ve aktifbir hayat süreme
yerek Kuruçeşme'deki evinde inzivaya çekildi. Bu okul projesi ise
bir daha hiç gündeme gelmedi. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde
bulunan yönetmelikten birkaç sene öncesine kadar haberdar bile
değildik. Sarkis Balyan'ın bu büyük projesinden haberdar olma
mızı, yakın bir zamanda tasnif edilerek araştırmacılara sunulan
196
"Ben Doğuluyum, Haremimi Göremezsiniz"
Diyen Üsküdarh "Bay Yüzde Beş"
lCalust Gülbenkyan'm Esrarh Hayatı
197
ile Diruhi Hanım'm oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluk yılları
nın Kadıköy'de geçmesinden dolayı ilköğrenimini, bu semtteki
Aramyan-Uncuyan Okulu'nda tamamladığı söylenir. Birçok kay
nakta eğitimine Kadıköy' deki Saint Joseph Koleji'nde devam et
tiği kayıtlıysa da okulun arşivlerinde yapılan araştırmalar sonu
cunda bu bilginin doğru olmadığı kanıtlanmıştır. Lise çağlarında
Marsilya'da bulunduğu ve eğitimini burada tamamladığı kesin
dir; ama hangi okuldan mezun olduğu bilinmemektedir. Gülbenk
yan, eğitimine daha sonra Londra'daki King's Collage'da devam
etti ve 7 Temmuz ı881de "Mühendislik ve Uygulamalı Bilimler"
bölümünden mezun oldu.
Öğrencilik yıllarından itıbaren petrol yatakları üzerine çalışma
lar yapan Kalust Gülbenkyan, petrolün ileride dünyanın en büyük
ş
enerji maddesi olacağını öngörerek 1890-1891'de Kafkasya'ya bir
araştırma seyahati yaptı. Bakü'deki petrol kuyularında ve petrol
olması muhtemel bölgelerde incelemelerde bulundu. Bu çalışma
ları daha sonra Revue des deux Mondes dergisinde "Bakü Pet
rol Yatakları Hakkında Bir Makale" isimli yazısıyla tüın dünyaya
duyurdu. Aynı sene "Transkajkasya ve Apşeron Yanmadasz"
isminde bir kitabı yayınlandı. Roland Barellies'in hatıralarında
bahsettiğine göre; henüz 22 yaşında olmasına rağmen büyük ba
şarılara imza atan Kalust Gülbenkyan, Sultan Abdülhamid'e ya
kın isimlerden Hazine-i Hassa N&zırı Agop Paşa'nın dikkatini
çekmeyi başardı. Padişaha "Petrol Uzmanı" olarak takdim edi
len Gülbenkyan, Agop Paşa'nın danışmanlığını yaptı ve padişaha
arz edilmek üzere Mezopotamya'daki petrol yatakları ile ilgili bir
rapor hazırladı. Agop Paşa'nın 7 Eylül 1891'deki ani vefatı, Ka
lust Gülebenkyan ile Osmanlı sarayı arasındaki ilişkilerin kop
masına neden oldu.
Bu sırada· Sirkeci'deki Gülbenkyan Han'da ihracatla uğra
şan babasının yanında çalışmaya devam eden Kalust Gülbenk
yan, Bakü petrollerinin imtiyaz sahibi Aleksandr Mantaşofun
İstanbul temsilcisi Dikran Gümüşgerdan ile görüşerek petrol
konusundaki bilgisini arttırmaya çalıştı. 1891'de Londra'da, Sa
int George's House'da kardeşleriyle birlikte ithalat ve ihracat ya
pan bir şirket açtı. 12 Haziran 1892'de de yine Londra'da, Tüccar
Hovhannes Eseyan'ın kızı Nıvart Hanım ile evlendi. Üç sene ka
dar devam eden Londra'daki şirketi babası Sarkis Gülbenkyan'ın
13 Ocak 1893'teki vefatından sonra tasfiye etmek zorunda kaldı.
1894'te iki kardeşiyle birlikte İstanbul'da "Sarkis Gulbenkian Fils"
yani "Sarkis Gülbenkayan Mahdumları" şirketini kurdu. 1895'te
İngiliz-Hollanda Petrol Şirketi "Shell"in müdürü Henri Deterning
ile temas ederek bazı girişimlerde bulundu. Bu temas, ileride bü
yük bir iş birliğine dönüştü ve bu sayede Irak'ta yeni petrol ya
taklarının bulunmasına imkan sağladı. Petrol piyasasını yakından
199
takip eden ve başta Shell olmak üzere birçok şirketi yönlendiren
Kalust Gülbenkyan'ın başarılı olduğu diğer bir alan ise antika
sektörüydü. Çok zengin bir koleksiyona sahip olan Gülbenkyan
1896'da Londra'ya giderek 189fde kardeşleriyle birlikte "C. and
G. Gulbenkian & Co. Carpet Department'' isminde bir başka şir
ket kurarak antika halı ticaretine girdi.
19oı'de İstanbul ve Londra'daki şirketlerdeki hisselerini
kardeşlerine satarak tamamıyla petrol sektörüne yöneldi. Ka
lust Gülbenkyan büyük bir öngörüyle bu karan vermiş olacak
ki, altı yıl sonra 19ofde bıraktığı her iki şirket de büyük borçlar
altında ezilerek iflas etti. Gülbenkyan ise bu dönemde daha da
güçlendi. Damadı Kevork Esayan'a göre; on sene içerisinde bü
yük bir servet ve bir eşi daha olmayan zengin bir koleksiyon vü
cuda getirdi. Kalust Gülbenkyan, iş dünyasında herkesin çekin
diği bir isimdi. Zira insanlar onun hakkında çok az şey biliyordu.
Hiç kimseyle görüşmüyor, ortalarda fazla görünmüyor, kim için
çalıştığı tam anlamıyla kestirilemiyor ve evinde son derece ka
palı bir hayat yaşıyordu. 1902'de kendisine 24 saat içinde İn
giliz vatandaşlığı verilmesi, hakkında fazla bir bilgi olmayan bu
adamı bir kat daha esrarengiz kılmıştı. Tevfik Paşa, 1909'da Os
manlı İmparatorluğu'nun Londra sefiri olunca Gülbenkyan'ı el
çiliğin mali ve ticari danışmanlığını yapması için ikna etti. Ağus
tos 19ıo'da da Paris Elçiliği'nin danışmanlığını üstlendi. İki sene
kadar bu görevlerini sürdükten sonra 1912 Eylül'ünde istifa etti,
Osmanlı idaresi de bu görevlere başka bir ismi tayin etmek ye
rine danışmanlık makamını feshetmeyi daha uygun buldu. Tem
muz 1914'te tekrar bu görevleri kabul etmesi rica edildiyse de I.
Dünya Savaşı'nı bahane ederek reddetti.
19oo'de Irak'ta yeni petrol yataklarını gün yüzüne çıkaran
Gülbenkyan, bölgede geniş araziler satın almış ve İngilizlerin de
bölgeye ilgi duymasını sağlamıştı. Kısa sürede petrol yataklarının
bulunduğu arazilerin dörtte üçü İngilizlerin eline geçti. 1912'de Irak
200
petrollerinin işlenmesi için Osmanlı'nın da yüzde 35 ortağı olduğıı
"Türk Petrol Şirketi" kuruldu. Gülbenkyan, bu şirketin de yüzde
15 ortağıydı. Türk Petrol Şirketi kısa sürede gelişerek büyük karlar
elde edince İngiliz ve Alman kuruluşları şirketin hisselerini sahn
almaya başladılar. Bunun üzerine Kalust Gülbenkyan'ın yüzde 15
olan hissesi yüzde s'e düştü. Gülbenkyan, elinde her zaman yüzde
51ik bir hisse bulundurduğıı ve yaphğı aracılıklardan da yüzde 5
komisyon aldığı için tarihe "Bay Yüzde Beş" olarak geçti.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Musul'un Osmanlı hfildmiye
tinden çıkarak yeni kurulan Irak'a dahil edilmesini yakından ta
kip etti. Gözlemci olarak Türk-Irak sınır belirleme komisyonla
rına katıldı ve bundan sonra izleyeceği stratejisini buna göre çizdi.
Amerika'nın Ortadoğıı petrollerine ilgi göstermeye başladığını gö
rünce, Amerika ile diğer devletler arasında müzakereyi sağladı ve
tarihe "Kızıl Hat Anlaşması" olarak geçen petrol sözleşmesini ha
zırladı. Tüm devletler konunun uzmanı olarak Kalust Gülbenkyan'ı
tanımak zorunda kalıyordu, kendisi de "Bunlar, benim 1914 yı
lından beri bildiğim, doğduğum ve hizmet ettiğim ülkenin szmr
landzr. Konuyu benden iyi bilen varsa konuşsun" diyerek sahip
olduğıı konumu gösteriyordu. Bu görüşmeler neticesinde, daha
sonra "Irak Petrolleri" adını alan Türk Petrol Şirketi'nin 1925'te
uluslararası bir imtiyaz kazanmasını sağladı. Bundan başka Ame
rikan ve Rus petrol sanayini bir araya getirdi ve Royal Dutch Shell
şirketinin kuruluşunda da rol aldı.
Sahip olduğıı eski eser koleksiyonunu her geçen gün biraz
daha genişleten Kalust Gülbenkyan'ın minyatür, el yazmaları,
halı, çini ve yağlı boya tablolar başta olmak üzere son derece zen
gin bir özel müzesi vardı. Topladığı 6000 parçalık sikke koleksi
yonu, dünyada tekti. Koleksiyonunu müze haline getirmeyi hayal
eden Gülbenkyan, ilk olarak Üsküdar'ı düşündüyse de Türk hükü
metinden olumlu bir cevap alamadı. Gülbenkyan'ın koleksiyonu,
1963'te, vefat ettiği şehir olan Lizbon'da müze haline getirildi.
201
Devrinin en büyük zenginlerinden olan Gülbenkyan, dünya Erme
nilerinin hamisi rolünü de üstlendi. ı930 ileı932 yıllan arasında
Kahire'deki Ermeni Hayırsever Kurumu'na başkanlık etmesinden
başka elinden geldiğince her yere yardım göndermeye çalıştı. Bir
çoğu gizli olarak yapılan bu yardımlardan bilebildiklerimiz, ı906'da
Surp Pırgiç Hastanesi'ne yaptırılan Gülbenkyan Bölümü, ı922'de
Londra'da inşa edilen Surp Sarkis Kilisesi, ı929'da Kudüs'te vü
cuda getirilen Gülbenkyan Kütüphanesi'dir. Aynca Üsküdar'daki
Surp Haç Kilisesi'nin onarımı içinde maddi yardımlarda bulundu
ve mirasından Ermenistan'daki Eçmiyadzin Manastırı için 400
bin dolar ayırdı. Yine vasiyeti uyarınca Sirkeci'deki Selamet Han
da Yedikule'deki Surp Pırgiç Hastanesi'ne bırakıldı.
Kalust Gülbenkyan'ı tarihçiler ve araştırmacılar için çekici kı
lan, onun ticari başarılarından, büyük koleksiyonundan ve hayır
severliğinden çok gizemli yaşantısı oldu. Gülbenkyan, dünyanın
en kanlı piyasasında rahatlıkla işlerini hallediyor, hiçbir resmi sı
fatı bulunmayan sade bir vatandaş olarak devletler arasında mü
zakerecilik üstleniyor ve serveti her geçen gün artıyordu. Bununla
birlikte evinde, kansı ve çocuklarıyla birlikte sade bir aile babası
hayatı yaşıyor, pek kimseyle görüşmüyor, fotoğraf çektirmiyor ve
gazetecileri kesinlikle kabul etmiyordu. Ortadoğu'daki petrol iliş
kilerini konu alan bir kitabın yazan olan Esad Bey, eserinde onun
bu bilinmezliğini şöyle özetliyordu:
202
şılmaz olur. Karanlık bir güce sahiptir ve bunu Doğu'da olduğu
kadar Batı'da da başarıyla kullanır. Paris'teki bakanlıklarda ol
duğu kadar Boğaziçi saraylarında da el üstünde tutulur..."
203
Paris'te yaşayan Gülbenkyan ailesi, Fransa'mn Almanlar tarafın
dan işgali üzerine Petain-Laval hüküınetiyle birlikte Vichy'ye yer
leşti. Aile, 1942 Nisan'ında Lizbon'a taşındı ve Nıvart Gülbenk
yan 1952'de, Kalust Gülbenkyan ise 20 Temmuz 1955'te burada
vefat etti. 196o'ta Lizbon'da kurulan, Paris'te ve Londra'da da şu
beleri olan Gülbenkyan Vakfı bu gün de dünyanın birçok yerine
yardımlarda bulunmakta, akademik çalışmaları finanse etmekte
ve öğrencilere burslar sağlamaktadır.
204
Bulgaristan Bizden Bir Diplomatik
Davet İnadı ve Protokol lCavgası
Yüzünden Ayrıhp Bağımsız Olmuştu
205
Bu dönemde "Bulgar" kelimesi insanları aşağılamak için
"Köylü" anlamında kullanılan bir söze dönüştü. Halkın üzerinde
öyle büyük bir baskı vardı ki, insanlar Bulgar olduklarını söyle
meye utanıyorlardı. Patrikhanenin bu baskıcı tutumu ve asimi
lasyon politikası, Bulgar milli bilincinin doğmasına ve gelişme
sine imkan tanıdı. Rum din adamlannın baskılanna karşı Bulgar
din adanılan ve aydınları da halkın milli bilincinin gelişmesi ve
diline dört elle sanlması için birbiri ardına kitaplar kaleme aldı
lar. Bu kitaplann ilk örneği ı762'de Paisü adındaki bir keşişin ka
leme aldığı "Bulgar Halkznzn Çarlarının ve Azizlerinin Tarihi"
isimli eseriydi. Kitabın önsözü, "Ey Bulgar, ecdadını öğren, di
lini tanı... Ben bütün Bulgarlara bizim milletimizin de şanlı bir
millet olduğunu göstermek için bu tarihi yazmak zahmetine gir
dim" diye başlıyor ve bitirirken de, "Bulgar, gaflete düşme, dilini
ve neslini öğren, onlan takdir ve tazim er' deniyordu.
Bulgarlar ve Rumlar arasındaki çekişme uzun yıllar devam
etti. Ama ne yazık ki, bu kavga sadece kitap telifi ve dil eğiti
miyle sınırlı kalmadı. Tek çıkar yolu Rum Patrikhanesi'nden ay
rılarak milli kiliselerini kurmakta gören Bulgar halkı bu emeline
ulaşabilmek uğruna silaha sanldılar. Uzun yıllar birçok isyan ve
kanlı olaylar yaşandı. ı839'da Tanzimat Fermanı'nın ilanıyla bir
likte ümide kapılan Bulgarlar, ı848'de Sadrazam Mustafa Re
şid Paşa'ya bir heyet göndererek Rum Patrikhanesi'nden ayn,
milli bir kilise kurmak için başvuruda bulundular. Her iki ta
rafı da memnun etmeye çalışan Reşid Paşa kiliseye izin verme
mekle birlikte İstanbul'un Fener semtinde bir "papaz evi" ku
rulmasına müsaade etti. Böylece Bulgar Eksarhlığı'nın temelleri
atılmış oldu. Bu izin de iki millet arasındaki husumeti bitirmeye
yetmedi. ı86o'ta Bulgar din adamları artık Rum Patrikhanesi'ni
tanımadıklannı Babıfili'ye bildirdiler. ıı Mart ı87o'te ise Sultan
Abdülaziz'in verdiği fermanla Rum Patrikhanesi'nden resmen ay
rıldılar. Balkanlar'da Bulgarlar nüfusun yoğun olduğu bölgeler
206
belirlenerek buralar Bulgar Eksarhlığı'nın sorumluluğuna bıra
kıldı. Fermanın onuncu maddesi Bulgar Eksarhlığı'nın sorum
luluk alanım çiziyordu. Ama, Osmanlı'nın eksarhlığın sınırlarım
belirlerken fark etmediği bir şey vardı, o da esasında geleceğin
Bulgaristan'ının sınırlarım çizdiğiydi.
1878'deki Berlin Antlaşması ile Bulgaristan'a özerklik ta
nındı. Bundan böyle Bulgaristan'ın ayrı bir anayasası olacak ve
bu özerk devlet bir meclis ve meclisin tayin edeceği bir prens ta
rafından idare edilecekti. Bulgaristan Meclisi'nin karan uyarınca
Bulgar tahtına ilk olarak 29 Nisan 1879'da Rus Çan'nın yeğeni
Prens Aleksandr oturdu. 7 Eylül 1886'da
Prens Aleksandr'ın tüın haklarından fe- ,r,1.'./?fi{f:;;:��;�"'',
ragat etmesi üzerine de yerine 7 Tem
muz ı881de bir Avusturya asilzadesi
olan Prens Ferdinand geçti.
Özerk Bulgaristan ile Osmanlı İm
paratorluğu arasındaki iletişimi prensi
İstanbul'da temsil eden ve "Kapı Ket
hüdası" olarak anılan bir temsilci
sağlıyordu. Sultan Abdülhamid,
Bulgaristan'ın Osmanlı'ya pa
muk ipliğiyle bağlı olduğunu
çok iyi bildiğinden Bulgar
prensine karşı son derece
lütufkar davranzyordu. Pren
sin İstanbul'daki temsilci
sine ise Avrupalı bir devletin
büyükelçisi gibi hürmet gösterili
yor ve protokolde yer veriliyordu.
Bulgaristan'ın İstanbul'daki temsil
cileri arasında en çok sivrilen isim
İvan Keşofoldu. Sultan Abdülhamid
ve devrinin önde gelen isimleriyle yakın ilişkiler kuran Keşof kısa
sürede herkesin takdirini ve sevgisini kazanmayı başardı. Öyle
ki dönemin gazeteleri kendisinden bir büyükelçi gibi "Son Ek
selans" diye bahsediyorlar, Başmabeyinci Tahsin Paşa da "Yıldız
Hatıralarz"nda, Türk-Bulgar ilişkilerinin iyileşmesinde Mösyö
Keşofun büyük katkılan bulunduğunu savunuyor ve tam bir
Türk dostu olduğunu vurgulayarak kendisinden hürmetle bah
sediyordu. Sultan Abdülhamid'e gönderdiği mektuplarda "Kö
leniz Müşir Ferdinand" diye imza atan Bulgar Prensi ise Avus
turya, İngiltere ve Rusya ile temaslarda bulunarak bağımsızlığını
ilan etmenin yollarını arıyordu. Prensin annesi de Avustuıya sa
rayında açıkça, "Oğlumun başında Bulgar Krallığı tacım görme
den Allah canımı almasın" diyordu. Prensin İstanbul'daki tem
silcisi Keşof da Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi için bir
bahane arıyordu.
Keşof, aradığı bu fırsah bir defasında yakaladı. Serez'deki
bir Bulgar şirketi Prens Ferdinand'ın doğum günü nedeniyle
ikametgahına Bulgar bayrağı asmışh. Şirketin resmi kayıtlarda
olmadığı anlaşılınca, bayrak polis tarafından indirilip bayrak di
reği söküldü. Polis, Bulgarların iddialarına göre de Prens'in ar
masını yere atarak çiğnemişti. Bunun üzerine şirketindeki Bulgar
bayrağı indirilen kişi Serez Mutasamflığı'na prensin armasına ha
karet edildiğini öne sürerek şikayette bulundu; fakat bu şikayet de
fazla önemsenmedi. Bu olayı ilişkilerin koparılması için bir fırsat
olarak gören Keşof, vakit geçirmeden Babıfili'ye bir nota vererek
prensin armasına hakaret eden polisin görevden alınmasını, bay
rak ve armanın yeniden asılmasını ve bayrağı kaldırılan Serez'deki
Bulgar'dan özür dilenmesini talep etti. Sadrazam Said Paşa olayı
fazla önemsemeyerek geçiştirmeye çalışınca, Yıldız Sarayı'na gi
den Keşof olayın halledilmemesi halinde ertesi akşam Sofya'ya
geri döneceği tehdidinde bulundu. Said Paşa'nın devam eden ka
yıtsızlığına karşı Keşofun İstanbul'u terk ederek Bulgaristan'ın
208
İngiltere ve Rusya'ya meyletmesinden çekinen Sultan Abdülha
mid, kargaşaya son vermek üzere temsilciyi Yıldız Sarayı'na davet
ettirdi. Başmabeyinci Tahsin Paşa ile görüşen Bulgaristan tem
silcisine, işyerindeki bayrağı indirilen kişinin Bulgaristan'a bağlı
bir tüccar olarak resmi başvuruda bulunup bıtlunmadığı soruldu.
Keşofun böyle bir başvurunun yapılmadığını kabul etmesi üze
rine de bu kişinin Babıfili'ye başvurup resmi işlemlerinin halle
dildikten sonra bayrak ve armanın tekrar yerine asılacağı güven
cesi verilerek mesele kapatıldı.
İlk girişimde başarısız olan Keşof için Meşrutiyet'in ilanın
dan kısa bir süre sonra, Eylill 1908'de yeni bir fırsat doğdu. Sultan
Abdillhamid'in doğum günü nedeniyle Hariciye Nazırı Tevfik Paşa
Ayaspaşa'daki konağında büyük bir ziyafet veriyordu. Bu ziyafete
İstanbul'daki tüm elçiler ve temsilciler de davet edilmişti. Yalnız
Keşofa davetiye gönderilmemişti. İlk başta ne olduğunu anlaya
mayan Keşof, tüm elçilerle görüşüp hepsine davetiye gönderildiğini
210
Eylül ı908 Cuma akşamı Keşof, İstanbul'u terk etti. Ertesi gün
Tevfik Paşa'nın konağında büyük ziyafet verilirken o Sofya'ya var
mıştı. Sadrazam Kfunil Paşa, Keşofun İstanbul'u terk etmesini
fazla önemsemiyor, "Nasıl olsa bizi bir barıştıran bulunur" di
yerek ilişkilerin kısa sürede düzeleceğini söylüyordu. Ama Kfunil
Paşa'nın düşündüğü gibi olmadı. 23 Eylül'de Viyana'ya giden
Prens Ferdinand, Avustuıya'nın başkentinde "Bulgaristan Kralı"
olarak karşılandı. Avustuıya'nın da desteğini aldıktan sonra 4
Ekim'de bağımsızlığını ilan ederek Sofya'da "Bulgaristan'ın ve
Doğu Rumeli'nin Çan" olarak taç giydi. Prens Ferdinand, Bul
garistan Çan olarak yaptığı ilk konuşmasında, "Türkiye ve Bul
garistan özgür, birbirinden ayrı ve bağımsız yaşayarak dost
luk münasebetlerini takviye edecek şartlara kavuşmuş ve kendi
memleketlerinin iç huzurunu sağlayacak duruma gelmiş bulu
nuyorlar" diyordu.
Babıfili, Bulgaristan'ın bağımsızlığını tanımadı; ama tüm dün
yanın tanıyıp kendisinin yalnız kalması üzerine daha sonra bir
miktar tazminat karşılığında tanımaya mecbur kaldı. Cumhuriyet
gazetesi muharrirlerinden Kemal Salih Bey, Bulgaristan'ın yıllar
sonra başbakanlığını yapan Keşofa, "Peki, bu hadise olmasaydı
krallık ilan edilmeyecek miydi?" diye sorduğunda Keşof gülerek,
"Şüphesiz ki günün birinde bu iş olacaktı. Fakat iki sene sonra
mı, beş sene mi, on sene sonra mı, bilemezdik. Ziyafet hadisesi,
bağımsızlığımızz daha çabuk kazanmamızz sağladı" diyecekti.
211
Avrupa'nın "Gayrimüslimlere Baskı"
İddialarına En Başta Ortodoks Bir Rum
Olan lCarateodori Paşa lCarşı Çıkmıştı
213
arasındaki eşitliğin kendiliğinden
sağlanacağı gösterilmek isteni
yordu. Ama konferansa kab-
lanlar Meşrutiyet'in ilanına
"çocuk oyuncağı" diyerek
önemsemediler.
Konferansta bu ba
şarısız girişimin ardın
dan uzlaşma sağlanama
yınca Avrupalı Devletler
31 Mart 1877'de Osmanlı
İmparatorluğu'nun aleyhine
olan l.ondra Protokolü'nü imza
ladılar. Osmanlı'nın, Balkanlar'dan
çıkarılmasını ön gören bu proto
Aleksandr Karateodori Paşa kole sert bir nota ile cevap verildi.
Notayı kaleme alarak.Avrupalı dev
letlere karşı Osmanlı'nın haklarını savunan kişi, Ortodoks bir Rum
olan Hariciye Müsteşarı Aleksandr Karateodori idi. Yazdığı metin,
öncelikle Meclis-i Mebusan'da okunmuş ve çoğunluk tarafından
takdirle karşılanmışb. Hariciye Nazın Safvet Paşa ise bu sert üs
lubun Rusları daha da öfkelendireceğinden korkuyor ve başka bir
metnin kaleme alınmasını tavsiye ediyordu. Safvet Paşa'nın kork
tuğu son gelmekte fazla gecikmedi. 23 Nisan 1877'de Rusya, Os
manlı İmparatorluğu'na savaş ilan etti. Türk tarihine "93 Harbi"
olarak geçen ve her iki tarafın da büyük can ve mal kaybettiği sa
vaşta Osmanlılar mağlup oldular. Rus ordusu Yeşilköy'e kadar
ilerleyip burada ordugah kurdu, İstanbul'u işgal etmek için Saint
Petersburg'dan emir beklemeye başladı. Fakat daha ileri gideme
yeceğinin farkında olan Çar, Osmanlı ile barış masasına oturdu.
2ı4
gibi çok büyük bir savaş tazminahnı ödemeye de mahkfun oldu.
Balkanlar'ın Osmanlı idaresinden alınıp Rusya ile yakınlaşması ve
Rus kontrolüne bırakılması ise Avrupalı devletlerin menfaatlerine
ters düşürüyordu. Bu nedenle Ayastefanos Antlaşması'nın şartla
rını yumuşatmak için Almanya'nın arabuluculuğuyla Berlin'de bir
kongre toplanması kararlaşhrıldı. 13 Haziran 1878'de toplanacak
olan kongreye Almanya, Avustuıya-Macaristan, Fransa, İngiltere,
İtalya, Rusya ve Osmanlı Devleti katılacak, tüm devletler başve
kil ve dış işleri bakanı düzeyinde temsil edilecekti. Osmanlı'nın,
kongrede Hariciye Nazırı Safvet Paşa başkanlığında temsil edil
mesi kararlaşhrıldı; ama 4 Haziran'da Safvet Paşa'nın aniden sad
razamlığa tayin edilmesi üzerine temsil heyetine Sadık Paşa'nın
başkanlık etmesi uygun görüldü. Yeni karar gerek yurtiçinde ge
rekse yurtdışındaki birçok gazetede duyuruldu. Sultan Abdülha
mid, komisyonda Hristiyan bir üyenin de bulunmasını zorunlu
görüyordu. Zira Osmanlı Devleti gayrimüslimlere baskı uygula
makla ve onların en basit sosyal haklarını bile ihlal etmekle suç
lanıyordu. Komisyonda bu iddiaları çürütecek canlı bir delile,
Osmanlı'ya bağlı gayrimüslim bir memura ihtiyaç vardı ve en uy
gun aday olarak Aleksandr Karateodori görüldü.
Aleksandr Karateodori, çok iyi bir eğitim almışh ve dokuz li
sana tam manasıyla vakıftı. Hariciyede en küçük memuriyetlerden
başlayarak müsteşarlığa kadar yükselmiş ve diplomasi sanahnı
öğrenmiş tecrübeli bir isimdi. Hepsinden önemlisi, Tarihçi Sü
leyman Kani İrtim'in değimiyle "Hiç kimse onun Osmanlılık dü
şüncesiyle vatanperverlik yolunda ciddiyet ve samimiyetinden
şüphe edemezdz". Yunanistan'ın İstanbul'daki Büyükelçisi Ran
gavisi de ''Aleksandr Karateodori milli ve dini ön yargıları kal
dırmıştır. Osmanlılar ve Hristiyanlar arasında politik hakları
açısından ayrımcılık yapmaz'' diyordu.
Sadık Paşa, Aleksandr Karateodori ile birlikte II. Abdülhamid'in
huzuruna çıkarak kongreye tayinlerinden dolayı teşekkür edip
215
vedalaştılar. Saraydan ayrılmalarından hemen sonra Mabeyin
Başkatipliğinden, Sadrazam Safvet Paşa'ya bir irade gönderildi.
İrade de Sadık Paşa'nın, İngiltere Büyükelçisi Layard'ın tavsiyesi
üzerine Berlin Kongresi'ne baş temsilci olarak atandığı hatırla
tılıyor ve böyle bir göreve atanacak kişi de üç özellik aranacağı
vurgulanıyordu. Özelliklerden birincisi padişaha sadakat, ikin
cisi vatan sevgisi ve çalışma azmi, üçüncüsü ise liyakat ve tecrübe
idi. İradede daha sonra, söz konusu özelliklerden ilkinin Sadık
Paşa' da bulunmadığı söyleniyor ve Paşa'nın görevden alınarak
bir valilikle İstanbul'dan uzaklaştırılması emrediliyordu. Aynı
iradede ayrıca heyette bir Hristiyan'ın bulunmasının gerekliliği
de hatırlatılıyordu. Sadık Paşa, görevden alındı ve yerine Alek
sandr Karateodori, "Paşa" unvanıyla Berlin Kongresi'nde Osmanlı
İmparatorluğu'nu temsil edecek komisyonun başkanlığına geti
rildi. Sultan Abdülhamid, sadakatinden emin olmadığı bir Müs
lüman paşanın yerine, sadık bir Hristiyan'ı tercih etmişti. Alek
sandr Paşa' dan başka komisyona askeri meseleleri görüşmesi için
Mehmed Ali Paşa ve Almanca bildiği için Viyana Sefiri Sadullah
Paşa' da dahil edildi.
216
gibi bırakılırdı. Kongre işte bu menfaatlerin uzlaştınlması için
toplanmıştır" dedi.
Aleksandr Paşa ise yılmadan Rumeli'nin tamamıyla Osmanlı
idaresinden çıkmaması için çalışıyor, bir Rum olmasına rağmen
Yunanistan sınırının genişletilmesi tekliflerine şiddetle karşı çıkı
yor ve Bosna'daki Avusturya işgalinin geçici olması için teminat
almaya uğraşıyor; ama sürekli olarak Prens Bismark'ın aşağıla
malarına maruz kalıyordu. Her fırsatta "Kongre, Osmanlı Devleti
için değil, Avrupa barışının muhafaza için toplanmıştır" sözünü
tekrarlayan Bismark, Aleksandr Paşa söz istediğinde vermiyor ya
hut sözünü kesiyor, paşa bir belgeyi görmek istediğinde kongrenin
çalışmalarım aksatacağım öne sürerek reddediyordu. Bismark'ın
bu tutumu, kongrenin diğer delegelerinin de Osmanlı temsilci
lerine karşı cüretkar davranmasına imkan veriyordu. Aleksandr
Paşa, bu zorlukların yam sıra İstanbul'dan da yeteri kadar yardım
alamıyordu. Said Duhani'nin aktardığına göre; zor şartlar altında
bir şeyler yapmaya çalışan Paşa, yalnız kaldığında Bedin Otel'de
ağlayarak kendisini yatıştırmaya çalışan Naum Paşa'mn tesellile
rini dinliyordu. Hatta bir dönem büyük bir karamsarlığa kapıla
rak istifa ettiyse de Sadrazam Safvet Paşa istifasını kabul etmedi
ve görevine devam etmesini istedi.
Aleksandr Paşa, tüm baskılara rağmen devletini diplomasi sa
natına hfil<lmiyetini gösteren birbirinden önemli metinleri kaleme
alarak savunuyordu. Osmanlı heyetinin temsilcilerinden Sadullah
Paşa, hatıratında Berlin Kongresi'nden bahsederken "Aleksandr
Karatodori Paşa'nzn iktidar ve ehliyeti vardı. Bizzat kaleme alıp
kongrede okuduğu muhtıralar takdirlere mazhar olurdu. Fakat
MehmedAli Paşa'nzn askerlikteki liyakatini bilmezsem de siyaset
ten bir mahareti görülmedi. Zaten kendisinden diplomatlık bek
lenmiyordu ya" diye yazacaktı. Sultan Abdülhamid, Başmabeyinci
Tahsin Paşa'mn "Yıldız Hatıralan" isimli eserinde aktardığına
göre; Aleksandr Paşa'nın diplomasideki malumatına ve tecrübesine
217
inanır ve birçok meselede ona danışırdı. Paşa, Bedin Kongresi'nde
Osmanlı gayrimüslimlerinin hakları bahane edileceği bilindiği için
özellikle seçilmiş bir isimdi ve beklenildiği gibi de oldu. Rus temsil
cileri, Doğu Hristiyanları'na zulmedildiği ve kiliselerinde serbestçe
ibadet edemedikleri gerekçesiyle anlaşmaya Hristiyan haklarını
gözetecek özel maddeler eklenmesi talebinde bulundular. Bu
nun üzerine Aleksandr Paşa söz alarak şöyle bir konuşmayı yaptı:
218
'hasta adam' dedikleri Türkiye'nin durumu üzerine görüştüler.
20 doktor, görüşmelerin sonunda başlarında büyük Hipokrat
olduğu halde, öncelikle hastanın sağ ayağını, sonra sol ayağını
ve daha sonra sağ elini ve sol elini kesmeye karar verdiler. Bu
dört ameliyat haşan ile sonuçlanınca hastaya 'Artık rahatsızlı
ğınız geçmiştir, biraz yürüyünüz de görelim' dediler. Çolak ve
kötürüm hale getirilen hasta kımıldamamakta ısrar edince filim
doktor 'Şu halde geri kalan uzuvlarzAvrupa'nm anatomi mü
zelerine dağıtıp fizyolojik denemeler yapmaktan başka çare
miz kalmadı' diye bağırdı. Avrupa, Türkiye'yi hastalığından kur
tarmak için işte bu şekilde hareket etti."
219
İlimiyye-i Osmaniye'de "Roma Hukuku" dersleri verdi ve ce
miyetin dergisi Mecmua-i Fünun'da makaleleri yayınlandı.
1866'da Deniz Ticaret Mahkemesi'ne reis tayin edildi. 1866 Gi
rit İsyanı'nda Ali Paşa'nın başkanlığındaki komisyonda yer ala
rak sonrasında adanın müşavirliğine, 1868'de Ticaret, 1871'de ise
Hariciye Müsteşarlığı'na getirildi. Aynı yıl Hariciye nazmnı tem
silen Brüksel Konferansı'na katıldı. 1874'te Roma'da orta elçilik
yapb. 1876'da İstanbul'a dönerek Osmanlı'nın ilk anayasası olan
Kanun-i Esasi'yi hazırlayan komisyonda yer aldı ve parlamento
nun 1877'deki açılışında Sultan Abdülhamid'in okuyacağı nut
kun müsveddesini hazırladı. Aynı sene Hariciye Müsteşarlığı'na
getirildi. 1878'de "Paşa" rütbesiyle Nafıa Nftzırlığı'na tayin edi
lerek Bedin Kongresi'ne gönderilecek heyete baştemsilci olarak
atandı. İstanbul'a dönüşünde Girit valiliğine tayin edildiyse de
13 gün sonra "vezir" rütbesiyle Hariciye Nazırlığı'na getirildi ve
Osmanlı tarihindeki ilk "gayrimüslim Hariciye nftzın" olarak ta
rihe geçti. 1878 ile 1884 yıllan arasında Nafia Komisyonu azası
1884'te Sisam beyi, aynı sene ikinci kez Girit valisi olduve 1886'da
Şura-ı Devlet yani Danıştay üyeliği ile birlikte kendisine Yıldız
Sarayı'nda özel bir daire talısis edildi. 1906'da Kuruçeşme'deki
yalısında vefat eden Aleksandr Karateodri Paşa, Arnavutköy ve
Yeniköy'deki kiliselerde yapılan büyük törenlerle Yeniköy Aya
Panagia Kilisesi'ndeki aile kabristanına defnedildi.
220
Karatodori Paşa'nın da istanbul'a dönmesinden sonra Mabeyn-i
Hümayun'a davet edildiği işitildi ve haberi ben de Vakit gazete
sine 'Huzur-u Hümayuna kabul şerefine nail olmuşlardır' diye
yazdım. Ertesi günü Filib Efendi ile birlikte Yıldız Sarayı'na
çağrıldık. Sultan Abdülhamid, 'Memleketin yansım vermiş
olan adamı nasıl kabul ederimf buyurmuşlar. Ben derhal 'na
sıl tekzip edelim?' dedim. Koşa koşa bir katip geldi, 'salan tek
zip etmesinler' diye tembih etti. Zavallı Karatodori, bu macerayı
işitince bizim matbaaya geldi ve 'Tekzip edelim' cümlesinin pa
dişahta böyle bir tesir yapabileceğini tahmin ettiğimden dolayı
beni tebrik etti."
221
Türklere Yasak Olan Aristokrasi
Ermeniler ve Rumlar İçin Serbest
Üstelik Mecburi İdi
223
getirterek şehrin başlıca altı semtine yerleştirmişti. Ermenilerin
İstanbul'da iskanına bu tarihten 17. yüzyılın sonlarına kadar de
vam edildi. Kanuni Sultan Süleyman, 1548'de İran Seferi'nden
dönerken Eğin'deki Ermeni asilzadelerini de beraberinde getir
terek Hasköy'e yerleştirdi ve aileler 19. yüzyılın ortalarına kadar
semtteki varlıklarını sürdürdüler. Osmanlı sarayında darphane-i
amire emini, kuyumcu, barutçubaşı ve ekmekçibaşı gibi görevlere
getirilen Eğinli Ermeni asilzadeleri, atalarını Vaspurakan yani Van
Ermeni Krallığı'nın prenslerine dayandırıyorlardı. 18401ı yıllarda
Barutçubaşı Hovhannes Amira Dadyan, bu tezin doğrulanması
için çok geniş bir araştırma başlatarak birçok şehre din adanılan
göndertti ve elyazması Ermenice kitaplar toplattı, daha sonra bu
kaynaklardan yararlanarak Fransızca bir eser kaleme aldı. "Her
milletin tarihi efsanelere dayanır, yalnız iki millet vardır ki,
bunlann doğuşu ve gelişimi efsanelerle değil tarihi hakikatlerle
açıklanır. İşte bu iki millet Yahudiler ve Ermenilerdir" diye baş
ladığı eserinde saray hizmetindeki Eğinli Ermenilerin soylarının,
Vaspurakan prenslerine dayandığını doğruluyor ve kendinsin de
Vaspurakan'ın son kralı Kral Senekerim'in yeğenlerinden Prens
Beroz'dan geldiğini iddia ediyordu. Dadyan, 1844'te Bakırköy'de
kurduğu okula da kendi adını vermedi ve okula Vaspurakan'ın
Hanedanı "Ardzruni Ailesi"nden türettiği "Ardzrunyan" ismini
vererek soylu atalarına gönderme yaptı.
Ermeni halkı da bu aristokrat zümrenin meşruiyetini tanıyor
ve onlara "İşkhan" yani "Prens" diye hitap ediyordu. Saray nez
dinde de saygın konumda olan bu zümreye mensup kişiler devlet
hizmetinde olduklarından dolayı diğer gayrimüslimler gibi cizye
ödemezlerdi. Bundan başka kürk giymek, ata binmek, sakal bı
rakmak, silah taşımak hatta emrinde silahlı adam bulundurmak
gibi imtiyazlara da sahiptiler. Ermeniler, 18. yüzyılın ikinci yan
sında bu zümreye mensup kimseleri Arapçada "Prens" anlamına
gelen "Emir" kelimesinden türettikleri "Amira" unvanıyla anmaya
224
başladılar. Gayrimüslimlerin evleri
nin kanunların getirdiği renklerde
olduğu bir dönemde, Amiralar
kendilerine tanınan özel imti
yazlar sayesinde Hasköy'deki
birbirinden görkemli ko
naklarında otururlardı. Bu
gün Hasköy'de gezerken bu
semtin bir zamanlar aris
tokrasinin hüküm sürdüğü
bir semt olduğunu hayal et
mek son derece zordur. Fa
kat Pascal Carmont'un "Les
Amiras" isimli Fransızca ese
rinde tasvir edilen Mumcular Ket
hüdası Sarkis Amira Mumciyan'ın Barutçubaşı Hovhannes
Bey Dadyan
konağı, bu semtin eski çehresini ve
evlerini en iyi şekilde gösteren bir kaynaktır. Carmont, eserinde
konu hakkında şunları yazar:
225
"Sarayın ziyafet salonunda verilen davette büyük bir büfe vardı.
Altın işlemeli örtülerle kaplı büfedeki kaplar, gümüştendi. Bu zi
yafetlere salondaki dansçılardan başka kadın katılmaz, yemek
leri ise şalvar giymiş genç çocuklar servis ederdi. Amira, yanında
oğlu olduğu halde tüm misafirlerini kapıda karşılar ve hususi
ifadelerle evine buyur ederdi. Davette kullanılan tabaklar özel
olarak imal edilen İznik ve Kütahya porselenleri, çatallarla bı
çaklar ise Fransa'dan getirtilerek Şam'da İslami motiflerle süs
lenen XVI. Lui tarzı takımlardı. Birçok koyunun kesildiği ziya
fette birbirinde leziz şaraplar bohem kristal kadehlerle servis
ediliyordu. Yemeğin sonunda gelen Türk kahvesinin sunulması
ise başlı başına bir törendi. Dantellerle örtülü gümüş tabakla
nn içerisinde getirilen kahvelere özel bir şişeden çiçek tadı ve
ren leziz likörler damlatılıyordu."
226
büyük mezarlığa götürülüyorlardı. Yeni kilise inşasının yasak ol
masından dolayı Hasköy Ermenilerinin kendilerine ait bir iba
dethaneleri yoktu ve bu yüzden kayıklarla Balat'taki Surp Hıreş
dagabed Kilisesi'ne gitmek zorunda kalıyorlardı.
Hacı Harutyun isimli bir saray sarrafı, 1721de ahşap bir şa
pelin inşası için, III. Ahmed'den ferman almayı başardı. ''Yenima
halle" olarak geçen semtte "Surp Stepannos" ismiyle inşa edilen
şapel, İstanbul Patriği Hovhannes Golod tarafından takdis edi
lerek ibadete açıldı ve tarih içerisinde birçok kez onarım gördü.
Kasım 1829'da ise Darphane-i Amire Emini Kazaz Artin Amira
Bezciyan, II. Mahmud'dan, ahşap şapelin yerine kagir ve daha
büyük bir kilisesinin inşası için izin aldı. Yeni kilisenin inşasını
hassa mimarları Garabed Amira Balyan ve Harutyun Amira Ser
veıyan üstlendiler ve dokuz ay gibi kısa bir sürede şehrin en bü
yük Ermeni kiliselerinden bir tanesini inşa ettiler. Bu kilisenin
inşasıyla ilgili olarak, günümüze kadar ulaşan bir rivayet vardır.
Hikaye edildiğine göre; kilisenin çan kulesi, köydeki camiinin mi
naresinden daha yüksek inşa edildiği için kadı kararıyla yıktırıl
mış, semtteki Amiralar da Kazaz Artin Amira Bezciyan' a giderek
kulenin yeniden inşa edilmesi için II. Mahmud'dan ricacı olma
sını istemişler. Kazaz Artin bir gün Hasköy'den arabayla geçen
padişaha, fırsatını yakalayarak kiliseyi göstermiş ve kulenin yeni
den inşası için ferman istemiş. Sultan Mahmud da "Yapın, hem
de yıkılanın iki katı büyüklüğünde bir kule yapın ve masrafları
darphaneden karşılayın" demiş.
Hasköy'de büyük bir Ermeni nüfusun olmamasına rağmen
geniş bir arazi üzerine inşa edilen bu görkemli kilise, İstanbul Er
menilerinin ve aristokrasisinin önemli mekanlarından biri haline
geldi. O semtte oturmayan Amira aileleri dahi kiliseye sık sık hedi
yeler sundular. İbadethanenin hemen yanında, birçok Amiranın ve
oğullarının ilk eğitimini aldığı Nersesyan Mektebi vardı. Bu oku
lun mezunlarından Mıgırdiç Amira Cezayirliyan, 1836'da binayı
227
genişletti, Sultan Abdülaziz de ı87o'te Nersesyan Mektebi'ni biz
zat ziyaret edip öğrencilere dağıtılmak üzere 50 altın bağışladı.
228
lini sürdüren, Sarkis ismiyle vaftiz edilmiş olan, Eğinli Asil
Markos'un oğluyum. Henüz 68 yaşımda yaşlılığımın baharın
dayken burada, hepimizin kurtarıcısı olan Mesih İsa'nın tekrar
yeryüzünü şereflendirerek beni de sonsuz yaşama kavuşturma
sını beklemeye koyuldum. Artık sizlerden yegane dileğim, bana
şefaat etmesi için tanrıya yalvarmanızdır.
1818 yılında Tanrı'ya kavuşan Sarkis 22 Şubat-İstanbul
229
Ermenilerin En Büyük Ruhani Lideri
1961'de Ankara'ya Neden Gitti,
Hala Bilinmiyor!
231
Vazken'in 1961 senesindeki ziyareti, Eçmiadzin'in hem İstanbul
Patrikliği ile hem de Türk hükümeti ile ilişkilerini kuvvetlendir
mesini sağladı. İstanbul Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan, 22
Haziran 1961'de Beyoğlu Üç Horan Kilisesi'ndeki bir ayin sırasında
vefat etti. Patrik Haçaduryan aynı zamanda Ermeni Kilisesi'nin en
yaşlı mensubu olduğundan Eçmiadzin Gatoğigosu Birinci Vazken,
cenaze törenini bizzat yönetmek için Türk hükümetinden ricada
bulundu. Ankara'mn, Gatoğigos'un talebini olumlu karşılaması
üzerine cenaze merasimi on gün kadar ertelendi ve Haçaduryan'ın
naaşı Üç Horan Kilisesi'nde halkın ziyaretine açıldı.
232
Birinci Vazken'in ziyareti, İstanbul Ermeni cemaatini heye
canlandırdığı gibi Türk basınında da geniş yankı buldu. 1961 yılı
Türkiye'nin zorlu dönemlerindendi. 27 Mayıs 196o'ta ordu yö
netime el koymuş, idareyi Devlet ve Hükümet Başkanı sıfahyla
Cemal Gürsel eline almışh ve Türkiye'yi, Milli Birlik Komitesi ile
Kurucu Meclis beraberce idare ediyordu. Eski Başbakan Adnan
Menderes ve beraberindekiler Yassı Ada'da akıbetlerini bekliyor
lardı. Yeni bir anayasa hazırlanmışh ve halk oylamasına gidil
meden önce propagandalar yapılıyordu. Aralık 1959'da kurulan
Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti'ni de 1960 Ağustos'undan itibaren
Başpiskopos Makarios idare ediyordu. Türk basını, bu ortam içeri
sinde Birinci Vazken'in ziyaretine farklı misyonlar yüklemeye baş
ladı. Gazetelerde "Katolikler için Roma'daki Papa ve Ortodokslar
için de İstanbul'daki Patrik neyse, Ermeniler için de Birinci Vaz
ken odur, diğer dini liderler kadar önemlidir ve büyük bir güce
sahiptir" diye yazılıyordu. Bütün gazeteler 281 yıldır Eçmiadzin
Gatoğigosları'nın İstanbul'a böyle bir ziyaret yapmadıklarından
dem vuruyor ve Birinci Vazken'in yeni Ermeni patriğini seçmek
için geldiğini, Rum Patriği Athenagoras ile görüşerek kiliseler bir
liğini kuracağını ve bundan böyle dünyadaki tüm Hristiyanların
tek bir lider tarafından idare edileceğini söylüyorlardı.
233
Türkçe cevap verebiliyordu. "Türkçeyi nerede öğrendiniz?" diye
soran gazetecilere, ''Annem ve babam evde hep Türkçe konuşur
lardı. O yüzden ben de biraz bilirim. Daha önce de dört yaşla
nmdayken İstanbul'a gelmiştim" dedi. Birinci Yazken yahut asıl
adıyla Levon Garabed Balcıyan, Abraham adındaki Tekirdağlı bir
kunduracı ile Siranuş isimli Edirneli bir öğretmenin oğluydu. Ai
lesi Romanya'ya göç etmiş, kendisi de ı9ıo'da Romanya'da dün
yaya gelmiş ve ı943'te ruhani olmuştu.
Bir müddet şeref salonunda dinlendikten sonra yine asker ne
zaretinde kendisine tahsis edilen otomobile geçen Gatoğigos'un
bu sefer arabasının etrafını çevirenler tezahürata başladılar. Bi
rinci Yazken'in Türkçe konuşması herkesin sempatisini kazan
masını sağladı. Gazetelerde Gatoğigos'dan sitayişle bahsediliyor
ve üslubundan, kıyafetinden, haçının üzerindeki taşların değe
rine kadar en ince ayrıntılarıyla tasvir ediliyordu.
Ertesi gün Kumkapı'daki Ermeni Patriklik binasında cemaat
temsilcilerini kabul eden Birinci Yazken, 6 Temmuz Perşembe sa
bahı saat ıı'de Taksim Abidesi'ne giderek çelenk koydu ve saygı
duruşunda bulundu. Daha sonra, patrik temsilcisi Şınork Kalust
yan ve Kurucu Meclis Üyelerinden Hermine Kalustyan ile birlikte
valiliğe giderek İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Tümgeneral
Refik Tulga ile tanışıp sohbet etti. Dışarı çıktığında kendisine Tür
kiye hakkındaki görüşlerini soran gazetecilere "İstanbul'u, dünya
daki tüm Ermeni Kiliseleri'nin reisi olarak ziyaret etmekteyim.
Ermeni kiliselerinin ve halkının, hür ve rahat olarak yaşadığı
bu memlekete en iyi temennilerimi sunar, Türk Devleti'ne mu
vaffakiyetler dilerim" diye cevap verdi.
Karekin Haçaduıyan'ın cenaze töreni, 7 Temmuz Cuma
günü Kumkapı'daki patriklik kilisesinde, sabah saat yedide du
alarla başladı. Cenazenin geçeceği Kumkapı Caddesi, matemde
olunduğunu göstermek için siyah bezlerle örtüldü. Motorlu po
lis ekipleri Kumkapı'ya giren bütün yolları kapattılar. Davetliler,
234
saat onda kiliseye alınmaya başlandı. Cenaze töreninde Hükümet
Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel'i temsil eden heyetten başka,
İstanbul Valisi ve Belediye Başkam Tümgeneral Refik Tulga, si
yasi partilerin temsilcileri, Merkez Kumandam Faruk Güventürk,
Rum Patriği Athenagoras, İstanbul Müftüsü İbrahim Bedrettin
Elmalı, Hahambaşı David Asseo, Rus, Amerikan ve Fransız baş
konsolosları ile çeşitli kiliselerin temsilcileri kabldı. Cemal Gür
sel ile İsmet İnönü, cenazeye çelenk gönderdiler. Üç-dört bin kişi
ııin katıldığı törene davetiyesi olmayanların dışındakiler alınmadı.
Kumkapı ve civarındaki sokaklar, ağlayan insanlarla doldu. Ka
rekin Haçaduryan, Üsküdar'daki Tıbrevank Lisesi'nin bahçesine
defnedilmesini vasiyet etmişti; fakat sıkıyönetimin bu isteği uy
gun görmemesi üzerine Şişli Ermeni Mezarlığı'ndaki patrikler bö
lümüne defnedildi.
236
Başbakanlıktan sonra Rus Büyükelçisi'nin şerefine verdiği
öğle yemeğine katılan Birinci Vazken, Ankara'yı da gezdikten
sonra o akşam Bulvar Palas Oteli'nde Ankaralı Ermenileri ka
bul etti ve aynı akşam İstanbul'a geri döndü. Gazeteler .Birinci
Vazken'in bu ani ziyaretine de başka anlamlar yüklediler. Bazı ga
zeteler Gatoğigos'un Şınork Kalustyan'ın seçilmesi için ricacı ol
duğunu, bazıları ise Kalustyan'ın seçildiğini ve Birinci Vazken'in
Cemal Gürsel'in onayım rica ettiğini yazdılar. Hatta Akşam ga
zetesi, ı8 Temmuz ı961 tarihli nüshasına bu söylentileri "Şznork
Kalustyan Patrik oldu!" şeklinde taşıdı. Birinci Vazken, Akşam'ın
haberine göre; Cemal Gürsel'den Kalustyan'ın seçilmesinin onay
lanması için ricacı olmuş, Gürsel de ricayı kabul etmişti. Anieri
kan vatandaşı olan Şınork Kalustyan'ın Türk vatandaşlığına ka
bulüne kadar patriklik makamı vekaleten idare edilecekti.
237
- Yeni patriği cemaat seçecek ve seçilen kişi hükümetin onayıyla
görevine başlayacak. Ben asa vermeye gelmeyeceğim.
239
İmparatorluğun son yıllarına kadar şairlerin, edebiyatçıların
ve musikişinasların bir haminin maddi yardımları olmadan ya
şamaları ve sanatlarını icra etmeleri neredeyse imkansızdı ve bu
alanda en şanslı isimlerden biri de Hampartzum idi. Döneminin
önde gelen zenginlerinden biri olan Darphane-i Amire Emini ve
Kuyumcular Kethüdası Hovhannes Çelebi Düzyan, zenginliğinin
yanı sıra büyük bir entelektüeldi ve müzikle de profesyonel bo
yutta ilgileniyordu. Hampartzum ile tanışan Hovhannes Çelebi,
onun gelecek vaadettiğinin farkına vardı ve Kuruçeşme'deki kendi
yalısına aldı. Düzyan Ailesi'nin neredeyse hemen her ferdi mü
zikle alakalıydı ve bu ilgileri sadece Ermeni müziğiyle sınırlı de
ğildi. Aile, Türk ve batı müziğini de çok iyi biliyor ve yakından ta
kip ediyordu. Düzyanların konağında sık sık fasıllar ve sohbetler
düzenlenirdi. Hampartzum bu sayede devrin önemli müzisyen
leriyle ve bestekarlarıyla tanışma fırsatı bulmuş ve onların ara
sında kendisine bir yer edinerek zamanla "Baba Hampartzum"
diye anılmaya başlanmıştı. Fakat Türk ve batı müziği hakkında
fazla bir bilgiye sahip değildi. Ailenin gençlerine Ermeni müziği
üzerine dersler verirken kendisi de Andon Çelebi Düzyan'dan
Türk, Hagop Çelebi Düzyan'dan da batı müziğini öğreniyordu.
Düzyanlar sadece sanatçıları himaye eden mesen bir aile değil,
aynı zamanda Ermeni Katolik cemaatinin ve özellikle de Mıkhita
rist Tarikatı'nın en büyük finansörüydü. Hampartzum, Hovhan
nes Çelebi'nin tavsiyesiyle, Mıkhitaristlere bağlı olan Galata'daki
Lusavoriçyan Mektebi'nde de müzik dersleri vermeye başladı.
Ortodoks Ermenilerden Hassa Mimarı Kirkor Amira Balyan
ile yakın ilişkiler kuran Hampartzum, daha sonra Kirkor Amira'nın
da katipliğini üstlendi. Bu sırada Fener Rum Patrikhanesi'nin
mugannilerinden Tatavlalı Onofrios ile tanıştı ve ondan da ders
ler alıp Rum kilisesinde kullanılan musiki sistemi öğrendi. Er
meni ve Rum kiliselerinin müzik sisteminden başka tasavvuf
müziği de ilgisini çekiyor, bu müziği öğrenebilmek için Yenikapı
240
ve Beşiktaş Mevlevihaneleri'ne devem ediyordu. Bu sırada sa
ray tarafından da büyük bir itibara sahip olan Hamamizade İs
mail Dede Efendi ile tanışma fırsatı buldu. Dede Efendi tarafın
dan takdir ve teşvik edilerek ondan da dersler almaya başladı.
Kayseri yakınlarındaki Surp Garabed Manastırı'nda Ermenilerin
"manır usmunk" yani "ufak öğretim" ismini verdikleri ağır ila
hilerin eski notalarının kullanıldığını duyunca bu nota sistemini
öğrenmek üzere Kayseri'ye gitti. Burada kilise mugannilerinden
Kayserili Kirkor Kabasakalyan'dan dersler aldı. Daha sonra tet
kik gezisine devam ederek Ermeni nüfusun yoğun olduğu doğu
vilayetlerine uzandı ve İran'a geçerek burada kullanılan makam
ları da öğrenip İstanbul'a döndü.
Hampartzuın Llmonciyan'a kadar Osmanlı'da, Batı'da olduğu
gibi bir nota sistemi yoktu. Daha önce Ali Ufki, Dimitri Kante
mir ve Nayi Osman Dede gibi isimler nota sistemi geliştirmeye
çalışmışlar; fakat hazırladıkları notalar uygulamadaki zorluklar
nedeniyle kabul görmemişti. Bir nota sistemi olmayınca beste
ler ancak meşk yoluyla üstatlardan öğrenilebiliyor; fakat bu sis
tem de birçok eserin zamanla unutulmasına ve yok olup gitme
sine yol açıyordu. Bu durumu, kendisi de bir bestekar olan III.
Selim bizzat yaşamıştı. Padişah, sarayın fasıl heyetinden Isfahan
makamındaki eski bir besteyi çalmalarını istediğinde eseri hiç
kimsenin bilmediğini görmüş, daha sonra parçayı bilen kişiler
arandığında da besteyi Neyzen Said Efendi'den başka kimsenin
hatırlamadığı anlaşılmıştı.
Batı'daki gibi bir nota sisteminin gerekliğinin farkına varan
III. Selim'in, Mevlevi Şeyhi Abdülbaki Nasır Dede'yi bu yönde ça
lışması için teşvik ettiği söylenir. Aynı söylenti, Düzyanların ara
cılığıyla I. Abdülhamid ve III. Selim'in huzuruna çıkarak arma
ğanlarla ödüllendirilen Hampartzum için de geçerlidir. Birçok
kaynakta III. Selim'in Limonciyan'ı huzuruna kabul ederek onu
bir nota sistemi icat etmeye teşvik ettiği, Hampartzum'un bunun
241
üzerine Andon ve Hagop Düzyan'dan da yardım alarak yeni bir
sistem geliştirdiği kayıtlıdır.
243
otobiyografi çeşitli kitaplara kaynaklık etmesine rağmen daha
sonra kayboldu. Baba Hampartzum, 29 Haziran 1839'daki vefa
tının ardından Beyoğlu'nda bu gün mevcut olmayan Surp Agop
Ermeni Mezarlığı'na defnedildi.
245
Osmanlı'da nota öğrenilmemesi bir üşengeçlikten çok gelenek
lerle ilgili idi. Notanın müzisyenlerin hafızasını zayıflatacağına
ve müziğin sadece meşkle öğrenilebileceğine inanılıyordu. Bu
yüzden birçok müzisyen nota sistemine karşıydı. Hampartzum
Limonciyan, icat ettiği sistemi denemek için dönemin önde ge
len üstatlarından Tamburi İzak'a giderek yeni bestelediği bayati
peşrevini kendisine öğretmesini istedi. İzak ise peşrevin zor ve
uzun olduğunu ve kolayca öğrenilemeyeceğini bahane ederek
Hampartzum'u geçiştirdi. Bunun üzerine Baba Hampartzum bir
Aınira'dan yani Ermeni asilinden yardım talep etti. Tamburi İzak'ı
evine davet eden Amira, ondan yeni bestelediği bayati peşrevini
icra etmesini istedi. İzak çaldığı sırada, Hampartzumyan odada
besteyi notaya almaktaydı. Amira, peşrev bitince İzak'a dönerek
eseri başkasına öğretip öğretmediğini sordu. İzak'ın öğretmedim
cevabı üzerine "Fakat şu an, bu evde bu eseri bilen bir kişi daha
var" diyerek Hampartzum'u çağırdı. Baba Hampartzum'un eseri
yanlışsız okuması üzerine küplere binen İzak "Sanatımı çaldın
Hampartzum!" diye haykırarak evi terk etti.
Anadolu Şarkllarının Derleyicisi Gomidas
Hep Sıkıntı Çekti, Tehcir Yüzünden
Aldını ((aybetti
247
buradaki Kevorkyan Ruhban Okulu'na, yerleştirilmek üzere ya
nında bir de çocuk götürecekti. Ruhban okuluna gitmek isteyen
onlarca çocuk vardı; fakat Kütahyalı Ermeniler, Soğomon'un ha
linden bahsederek çocuğun ziyan olmaması için yeni bir başlangıç
yapması gerektiğini anlabp tavsiye mektuplan gönderince Tert
sakyan, yanına Soğomon'u aldı.
Katedrale varılınca 12 yaşındaki Soğomon, Gatoğigos y Ka
lust ani Başpatrik Dördüncü Kevork'un huzuruna çıkarıldı. Dör
düncü Kevork, kendisine Ermenice hitap edince, kendi deyimiyle
"aptallaşb" çünkü o da diğer Kütahya Ermenileri gibi Ermenice
bilmiyordu. İlk başta sinirlenen Dördüncü Kevork, "Madem Er
menice bilmiyorsun, burada ne işin var?" diye sorunca sadece
"Öğrenmek için geldim" diyebildi. Bunun üzerine Gatoğigos,
"Ermenice konuşamıyorsun bari Ermenice
bir şarkı söyle" deyince ı2 yaşındaki çocu
ğun söylediği Ermenice ilahiyi herkes
gibi Dördüncü Kevork da yaşlı göz
Gomidas
lerle dinledi ve çocuğun Kevorkyan
Ruhban Okulu'na alınıp Ermenice
öğrenmesi için her türlü yardı
mın yapılmasını istedi. Sıkı
bir eğitimin verildiği Ke
vorkyan Ruhban Okulu,
Soğomon'un yeniden ha
yata dönmesini sağladı.
Burada Ermenice'nin yanı
sıra müziğe de ağırlık
vererek bir sene içeri
sinde Hampartzum
notasınılayıkıyla öğ
rendi. Birçokkim
seye soğuk gelen
manastır ve ruhban okulu onun için bir ev gibi olmuştu ve artık
imza atarken ismini "Soğomonyan" olarak değil okulunun ismiyle
"Kevorkyan" diye yazıyordu. Okuldaki yıllarında bir paskalya ta
tilini Eçmiadzin yakınlarındaki Keorpalu köyünde bir arkadaşı
nın evinde geçirdi. Bu sırada köylülerin paskalya için söyledikleri
doğaçlama şarkılardan çok etkilenerek onları notaya almaya baş
ladı ve kendisi de farkında olmadan hayatını şekillendirecek ve
ona büyük bir ün kazandıracak olan bir uğraşa girdi.
1893'te Kevorkyan Ruhban Okulu'nun Avrupa'da eğitim gör
müş namlı müzik hocalarından Kristapor Gara-Murza kovulunca
Gatoğigosun emriyle yerine Gomidas tayin edildi. Gara-Murza
tüm öğrenciler tarafından sevilen bir hocaydı ve kovulması öğ
renciler arasında huzursuzluğa neden olmuştu. Yerine Soğomon
tayin edilince ilk başta arkadaşları ona karşı cephe aldılar. Fakat
Soğomon'un tek amacı müzik değildi, o aynı zamanda bir ruhani
olmak istiyordu. Bunun üzerine daha önce İstanbul Patrikliği de
yapmış olan Gatoğigos Mıgırdiç Khırimyan, kilise kanunlarına
göre Soğomon'un adını değiştirip ona, yedinci yüzyılda yaşamış
müzisyen Gatoğigos Gomidas Ağayetsi'nin adını vererek "Gomi
das" ismiyle ruhaniler arasına kabul etti.
Şubat 1895'te ''Vartabed" yani "Rahip" unvanı alan Gomidas,
yıllarca köy köy gezerek köylülerin, çalışırken, düğünlerde, bay
ramlarda ve acı çektiklerinde söyledikleri şarkıları notaya aldı.
Bunu yaparken çoğu kez saklanmak zorunda kalıyordu; zira köy
lüler bu şarkıları eğlenmek için söylemiyorlardı. Onlar için şarkı
ların bestecileri, müzikal değeri ve yarınlara aktarılması önemli
değildi, işlerinin bir parçası gibiydi. Gomidas, bir gün bir köy
lüyü çağırıp daha önce söylediği şarkıyı tekrar etmesini istedi
ğinde köylü şaşkınlıkla sağına soluna bakıp "Ama nasıl olur, bu
rada ne çift var ne de öküz, ben nasıl şarkı söylerim" cevabını
vermişti. Gomidas'ın ne yapmaya çalıştığını anlamayan köylüler
ona "Notacı Rahip" adını verdiler. Artık ruhban okulunun.yıllık
249
tatillerinde öğrencilerine kağıtlar dağıhyor ve köylerine gittikle
rinde duyduklan bütün şarkılan bu kağıtlara kaydehnelerini is
tiyordu. Bu yolla da Ermenice, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve
İbranice binlerce şarkıyı toplayıp derleyebilmişti.
250
Berlin şubesinin kurucu üyeleri arasında o da yer aldı. Şubenin
açılış konferansında Ermeni Kilise müziğinin Hristiyanlık'la doğ
madığına, pagan yani çok tanrılı dönemde de bu müziklerin var
olduğuna dair bir tebliğ sundu. Tebliği herkesi çok heyecanlan
dırdı; zira Ermeni müziği Avrupa için yeni bir kavramdı, kimse
nin bilmediği müzik ansiklopedilerinde bile yer verilmeyen bir
müziği Gomidas, milattan önceki döneme kadar götürüyordu.
Avrupa'nın önde gelen müzik dergilerinde kendisinden övgüyle
bahsedilen makaleler yayınlandı ve bir dizi konferans daha ver
mesi talep edildi.
Eylül ı899'da eğitimini tamamlayarak Eçmiadzin'e geri
döndü. Eskiden olduğu gibi müzik dersleri vermeye devam etti
ve çok sesli bir koro kurdu. 1901'den sonra, her sene uluslararası
konferanslara katılmaya ve akademik makaleler yazmaya devam
etti. 1903'te "ıooı Şarkı" isimli 50 parçalık bir halk şarkıları der
lemesi yayınladı, bu eseri çok tutulunca seri haline getirmeye ka
rar vererek 1905'te de ikinci bir elli parça daha çıkardı. Gomidas,
1906 Mart'ında Berlin'e geri döndü, oradan Paris'e geçip bir koro
kurdu ve derlediği Anadolu halk şarkılarından oluşan açık bir kon
ser verdi. Bu konser herkes tarafından hayranlıkla karşılandı ve
sadece Ermeni basını değil, Fransız basını da konsere geniş yer
vererek şarkılar ile Gomidas'tan övgü ile bahsetti. 1907 Mayıs'ında
Cenevre'de bir koro kurdu ve yardım konserleri verdi. Bundan
başka Almanya, Fransa, İsviçre ve İtalya'daki müzik çevrelerinde
de konferanslar düzenledi, aynı sene 12 şarkılık bir başka derleme
yayınladı. Daha sonra İtalya'daki Saint Lazar Adası'na çekilerek
''khaz" adı verilen eski Ermeni notası üzerine çalıştı.
251
Tüm bunların yanı sıra aleyhindeki iftira ve karalama kampan
yası da devam ediyordu. Her şeyden soğuyarak Sevan Gölü civa
rındaki bir manastırda inzivaya çekilmek istedi; ama bu isteği de
kabul edilmedi. Gomidas, kararını nihayet verdi, Eçmiadzin'den
ayrılacaktı. Önünde iki teklif vardı; ya Tiflis'e gidip Nersesyan
Koleji'nde müzik öğretmenliği yapacak ya da İstanbul'a gidip
Galata'daki Surp Kirkor Lusavoriç Korosu'nu çalıştıracaktı. Ter
cihini, İstanbul'dan yana yaptı ve 1910 Eylül'ünde Pangaltı'nda
bir ev kiraladı ve yanına Muşlu, yaşlı bir aşçı aldı. Hemen çalış
malara başlayan Gomidas, Galata'daki koronun erkeklerinin yanı
sıra Beyoğlu'ndaki Eseyan Kız Lisesi'nden kız öğrenciler seçerek
150 kişilik karma bir koro kurdu. Üç ay kadar çalıştırdığı bu koro
ile 4 Aralık 19ıo'da Beyoğlu'ndaki Petit-Champ Tiyatrosu'nda bir
konser verdi ve bu sayede İstanbul'daki yerli ve yabancı basında
adını duyurmayı başardı.
İlerleyen günlerde, İstanbul'da düzenlenen elçilik davetleri
252
başlamasıyla Gomiclas'ın öğrencileri de askere alındı ve koro ça
lışmaları son buldu. Bunun üzeıjne özel dersler vermeye başladı.
1913'te tekrar Eçmiadzin'e giderek el yazmaları kütüphanesinde
çalışb. Fakat burada hfila birçok kişinin kendine karşı olduğunu
görüp "ne zaman gideceksin?" gibisinden sorulara maruz kalınca
13 Ağustos'ta İstanbul'a geri döndü.
253
yola çıktılar. İzmit'te durduklarında Gomidas, asker nezaretinde
de olsa Armaş Manastırı'na gönderilmesini rica etti; fakat isteği
kabul edilmeyerek yola devam edildi.
Ankara'ya varan grup, buradan at arabalarıyla şarkılarla
Çankırı'ya doğru yola çıktılar. Seyahat üç gün sürecek ve Çankın'ya
vardıklarında sorgulanmak üzere hapsedileceklerdi. Tutuklular,
yolculuk sırasında konakladıkları bir akşam, yemeklere koyacak
tuz bulamayınca kaya tuzu kullanmışlar ve çok susamışlardı. Bir
tutuklu kova ile içme suyu getirdi, herkes sırayla suyu içtikten
sonra Gomidas kovayı alarak büyük bir iştahla suyu içmeye baş
ladı; ama o sırada ne olduysa oldu, bir asker hışımla Gomidas'ın
elindeki kovayı alıp suyu yüzüne fırlattı. Birkaç saniye süren bu
vak'a, Gomidas için sonun başlangıcı oldu. Neye uğradığını şaşır
mış vaziyette birkaç dakika donup kaldı; ama daha sonra tuhaf
laşmaya başladı. Kendi kendine konuşuyor, geceleri uyuyamaya
rak sinir krizleri geçiriyor, yoldaki ağaçların arkasında kendisini
öldürmek için gizlenmiş askerlerin olduğunu söyleyerek saklan
maya çalışıyor ve her gördüğü yaralının yanına koşup "Size bunu
jandannalar mz yaptı?'' diye soruyordu. Çankırı'ya vardıklarında
tutuklulara yine iyi davranıldı hatta Pazar günleri dışarı çıkma
larına ve kiliseye giderek ibadet etmelerine izin verildi. Bu sı
rada Halide Edip ve Şehzade Abdülmecid Efendi gibi Gomidas'ın
İstanbul'daki dostları da müzisyenin serbest bırakılarak geri gön
derilmesi için çalışıyorlardı.
Dahiliye Nazın Talat Paşa, 7 Mayıs ı915 günü, Çankırı
Kaymakamı'na bir telgraf göndererek aralarında Gomidas'ın da
bulunduğu sekiz kişinin serbest bırakılıp İstanbul gönderilmele
rini emretti; ama bu emir tutuklulardan iki gün saklandı. 9 Ka
sıın Pazar günü kilisede ibadet ederlerken sekiz kişi gruptan alındı
ve iki gün sonra yola çıkarıldılar. Ankara'ya vardıkları gecenin er
tesi günü Paskalya bayramıydı, bu yüzden o gece Ankara'da ka
larak bayramı şehirde kutladılar ve 14 Mayıs Cuma gecesi, üç
2 54
hafta önce tutuklu olarak getirildikleri Haydarpaşa Garı'na var
dılar. Gomidas, İstanbul'a geri dönmüştü; ama onun için hiçbir
şey artık eskisi gibi olmadı. Çalışamıyor, uyuyamıyor, sinir kriz
leri geçiyor ve geceler boyunca ağlıyordu. Sokağa çıktığında takip
edildiği korkusuna kapılarak sürekli yolunu değiştirip ara sokak
lara sapıyor, arkadaşlarıyla görüşmüyor, kendisini ziyarete gelen
leri de kovuyordu.
1915 yazında kısmi bir iyileşme yaşadı, hatta eskisi gibi pi
yano çalıp şarkı bile söyledi. Fakat kış geldiğinde daha da kötü
oldu. Kendi kendisine konuşup, bahçedeki kuyu ile kavga ediyor,
vahşi hayvanların saldırısına uğradığına inanıyordu. Arkadaşları
hayabnın bu şekilde devam edemeyeceğini anlayarak sanatçıyı
hastaneye yatırmaya karar verdiler; fakat böyle bir şeyi kabul et
meyeceğini bildikleri için polisten yardım istediler. Bir komiser,
bir sabah beraberinde iki polisle birlikte Gomidas'ın evine giderek
bir nazırın müzikle ilgili birkaç soru sormak istediğini ve nazırın
konağına kadar ona eşlik edeceklerini söylediler. Gomidas "aş
çzmda bizimle gelebilir mi?" diye sordu. Daha sonra hep bera
ber arabaya bindiler, araba Şişli yönüne dönünce Gomidas kan
dırıldığını anlayarak sadece "Beni aldattınız, o nôzznn konağına
buradan gidilmez!" diyebildi.
Şişli'deki ''le Paix" akıl hastanesine yabrılan Gomidas, burada
Doktor Mazhar Osman ve Doktor Kanos gibi devrin önde gelen
psikiyatrları tarafından tedavi edildi. Arkadaşları, tedavi masrafla
rını karşılayabilmek için geride kalan ne kadar eşyası varsa satblar
ve tüm çalışmaları ile notaları dağıtıldı. Gomidas ise kandırılarak
hastaneye kapablmasından ve bütün eşyalarının sablmasından
dolayı dostlarına düşman oldu ve hiçbir iyileşme gösteremedi.
Arkadaşları ve doktorları tedaviye İstanbul'da devam edilemeye
ceğini görerek, sanatçıyı 1919'un başlarında Paris'e gönderdiler.
Fransa'da da dostları ve sevenleri tarafından karşılanan Gomidas,
onların maddi yardımlarıyla Avrupa'nın en iyi kliniklerinden biri
255
olan "Maison Speciale de Sante de Ville-Evrard"a yatırıldı. 1922
Temmuz'unda bu işe ayrılan bütün para tükenince de "Hôpital
Ville Juit" isimli bir devlet hastanesine nakledildi. Bu hastane
den bir daha çıkamayacak olan Gomidas, 20 Ekim 1935'te damar
yetmezliğinden vefat etti. Cenaze töreni 27 Ekim günü Paris'teki
Surp Hovhannes Mıgırdiç Kilisesi'nde ileride İstanbul Patriği ola
cak olan Karekin Haçaduıyan tarafından idare edildi ve mumya
lanmış naaşı 1936 Mayıs'ında Ermenistan'a gönderilerek konser
vatuar binasına bakan anıt mezarına defnedildi.
257
Artinian Vartan, Osmanlı Devleti'nde Ermeni Anayasası'mn Do
ğuşu (1839-1863), Çev. Zülal Kılıç, Yay. Haz. Rober Koptaş,
İstanbul-2004, Aras Yay.
Aşıkpaşazade, Tarih, Yay. Haz. Nihal Atsız, İstanbul-1970.
Avagyan, Arsen, Minassian F. Gaidz, Ermeniler ve İttihat Terakki,
İstanbul-2005, Aras Yay.
Azadyan, T., Dadyan Kertasdanı Yev İr Aganavor Temkerı,
İstanbul-1952.
Bardaltjian, Kevork, 'The rise ofthe Armenian Patriarchate of Cons
tantinople" -Christians and Jews in the Ottoman Empire, ed. B.
Braude, B.Lewis, Newyork-1982, volume: I, s. 89-100.
Barsouınian, Hagop, "The Dual Role ofthe Armenian Amira Class
with in the Ottoman Government and the Armenian Millet (1750-
1850 )"-Christians and Jews in the Ottoman Empire, ed. B. Bra
ude, B.Lewis, Newyork-1982, volume: I, s. 171-183.
Braude, Benjamin, "Foundation Myhts ofthe Millet System"- Chris
tians and Jews in the Ottoman Empire, ed. B. Braude, B.Lewis,
Newyork-1982, volume: I, s. 69-88.
Batur, Afife, "Balyan, Agop"-Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul-
1999, YKY, c. I, s. 288.
-- "Balyan, Garabet Amira"-OsmanlılarAnsiklopedisi, İstanbul-1999,
YKY, c. I, s. 289-290.
-- "Balyan, Kirkor Amira"-Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul-1999,
YKY, c. I, s. 290-29ı.
-- "Balyan, Nigoğos Amira"-OsmanlılarAnsiklopedisi, İstanbul-1999,
YKY, c. I, s. 291-292.
--"Balyan, Sarkis"-Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul-1999, YKY,
c. I, s. 292.
-- "19. Yüzyıl Osmanlı Mimarlığı'nda Etkin Bir İsim: Balyanlar"
Batılılaşan İstanbul'un Ermeni Mimarları, İstanbul-2010, s.
34-58, Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yay.
Bebiroğlu, Murat, Osmanlı Devleti'nde Gayrimüslim Nizamname
leri, İstanbul-2008, Akademi Matbaası.
Berkes, Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Yay. Haz. Ahmet Kuyaş,
İstanbul-2007, YKY.
Beydilli, Kemal, "1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşında DoğuAnadolu'dan
Rusya'ya Göçürülen Ermeniler" - Tü.rk Tarih Belgeleri Dergisi,
c. XIII, sayı: tiden ayn basım makale, 1988-Ankara, TIK
-- "Recognition of the Armenian Catholic Community and the Church
in the Reign of Mahmud II. (1830)"-Sources of Oriental Lan
guages & Literatures 27, Harvard University-1995.
Boğosyan, H. Yeprem, Dadyan Kertasdanz, Beyrut-1970, C. I, II.
-- Kuyumcuyan yev Tzngıryan Kertasdannen, Viyana-195ı.
Bozkurt, Gülnihal, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişme-
lerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlannzn Hu
kuki Durumu (1839-1914), Ankara-1996, TIK
Carmont, Pascal, Les Amiras, Paris-1999
Çark, Y. G., Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler (1453-1953),
İstanbul-1953.
Çuhacıyan, Arman, Uluslararası Üne Sahip Sivaslı Aziz Vlas,
İstanbul-2003, Aras Yay.
Dadian, le Prince Mek., La societe Armenienne Contemporaine;
LesArmeniens de l'Empire Ottoman, Paris-1867.
Davison, Roderic H., Osmanlı İmparatorluğu'nda Reform (1856-
1876), Çev. Osman Akınhay, İstanbul-2005, Agora Kitaplığı.
Der Andreasyan, Hrand, Osmanlı-İran-Rus İlişkilerine Ait İki
Kaynak, İstanbul-1974, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül
tesi Yay.
Duhani Said N., Beyoğlu'nunAdı Pera İken, çev. Nihal Önol, İstanbul-
1990, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kütüphanesi Yay.
Eldem, Edhem, İftihar ve İmtiyaz Osmanlı N�an ve Madalya
lan Tarihi, İstanbul-2004, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araş
tırma Merkezi Yay.
-- In search of the Gulbenkians-Gülbenkyanlann İzinde, tarih yok,
Sabancı Üniversitesi-Sakıp Sabancı Müzesi Yay.
Engin, Vahdettin, Rumeli Demiryollan, İstanbul-1993, Eren Yay.
Enfants de langue et Drogmans-Dil Oğlanlan ve Tercümanlar, yay.
haz. Frederic Hıtzel, İstanbul-1995, YKY
Ercan, Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Kuruluştan
Tanzimat'a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukuki Durumlan,
Ankara-2001, Turhan Yay.
259
-- Kudüs Enneni Patrikhanesi, Ankara-1988, TIK.
Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi, çev. ve notlarla
yay. haz .. Hrand Der Andreasyan, İstanbul-1952, İstanbul Üni
versitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Ersoy, Ahmet, "Başka Bir Dariilfünun ve Kalfalığın Sonu yahut Sar
kis Bey'in Rüyası"-Batılılaşan İstanbul'un Enneni Mimarları,
İstanbul-2010, Hrant Dink Vakfı Yay., s. 58-79.
Federico Gravina, İstanbul'unAnlatımı, Yay. Haz. D. Jose Ma Sanc
hez Molledo, Çev. Yıldız Ersoy Canpolat, İstanbul-2008, YKY.
Frazee, Charles A, Katolikler ve Sultanlar Kilise ve Osmanlı İm
paratorluğu 1453-1923, Çev. Cemile Erdek, İstanbul-2009,
Küre Yay.
Georgeon, François, Sultan Abdülhamid, çev. Ali Berktay, İstanbul-
2006, Homer Kitabevi.
Grousset Rene, Başlangıçtan 1071'e Ennenilerin Tarihi, Çev. Sosi
Dolanoğlu, İstanbul-2005, Aras Yay.
Hariciye Nezareti Salnameleri, 1301 (1885), 1306 (1889), 1318
(1900), 1320 (1902), yay. haz. Ahmet Nezih Galitekin, İstanbul-
2003, İşaret Yay.
İnal, İbnülemin Mahmud Kemal, Son Sadrıazamlar, 14 cüz, İstanbul-
1964/1965, Milli Eğitim Basımevi.
İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal
Tarihi, c. I, (1300-1600) Çev. Halil Berktay, İstanbul-2000,
Eren Yay.
Karaca, Zafer, İstanbul'da Tanzimat Öncesi Rum Ortodoks Kilise
leri, İstanbul-2008, YKY.
Kara! Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, Ankara, TIK, C. I, II,
III.
-- "Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nda Batının Etkisi"-Tanzimat De
ğişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, S. 65-82, Ankara-
2006, Phoenix Yay.
-- Selim III'ün Hatt-ı Hümayunları, Ankara-1999, TIK.
Kayar-Malhasyan, Silvart, "Dadyan, Boğos"-Osmanlılar Ansiklo
pedisi, İstanbul-1999, YKY, c. I, s. 364.
-- "Dadyan, Harutyun"-Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul-1999,
YKY, c. I, s. 364-365.
260
-- "Dadyan, Hovhannes"-Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul-1999,
YKY, c. 1, s. 365.
-- "Odyan, Kirkor"-Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul-1999, YKY,
c. II, s. 382.
Kenanoğlu, M. Macit, Osmanlı Millet Sistemi-Mit ve Gerçek,
İstanbul-2007, Klasik Yay.
Kerovpyan, Aram, Yılmaz, Altuğ, Klasik Osmanlı Müziği ve Er
meniler, İstanbul-2010, Surp Pırgiç Hastanesi Kültür Yay.
Kınaylı, Hüsnü, "Düzoğullan"-İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul-
1968, c. IX, s. 4835.
Lolmıagözyan, Diran, Gomidas Bu Toprağın Sesi, İstanbul-
2010.
Lüdke, Tilman, "Baron Colmar von der Goltz Türkiye'de-Otuz üç
sene süren bir aşk hikayesi"-Boğaziçi'ndekiAlmanya, İstanbul-
2010, s. 154-169.
Mansel, Philip, Konstantiniyye, Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453-
1924, Çev. Şerif Erol, İstanbul-2008, Everest Yay.
Mehıned Süreyya, Sicill-i Osmani, İstanbul-1996, Tarih Vakfı Yurt
Yay. c. II, III, VI.
Menevişyan, P. Kapriel, Azkapanutyun Aznıvagan Zarmin Düz
yants, Viyana-1890
Mırmıryan, H. K, Masnagan Badmutyun Hay Medzadunneru
(1400-1900), İstanbul-1909.
Mordbnann, Andreas David, İstanbul ve Yeni Osmanlılar, çev.
Gertraude Songu-Habermann, İstanbul-1999, Pera Yay.
Ormanian, Malachia, The Church ofArmenia, Çev. ve Yay. Haz.
G. Marcar Gregory, London-1955.
Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yıizyılz, İstanbul-2009,
Timaş.
-- "Osmanlı İmparatorluğu'nda 'Millet' Nizamı -Prof Dr. Hamide
"
261
Paker, Esat Cemal, Siyasi Tarihimizde Kırk Yıllık Hariciye Hatı
raları, İstanbul-2001, Remzi Kitabevi.
Paınukciyan, Kevork, "Artin Ağa (Kazaz)"-İstanbulAnsiklopedisi,
İstanbul-1959, C. II, S. 107ı.
-- "Balyan Ailesi ve Menşei"-İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul-1960,
C. N, S. 2095.
-- "Cezayirliyan Ailesi"-İstanbul Ansiklopedisi, C. VII, Fasikül: 91,
s. 3537.
-- "Cezayirliyan (Mıgırdiç Amira)"-İstanbul Ansiklopedisi, C. VII,
Fasikül: 91, S. 3537.
- "Dadyan veya (DadArakelAmira)"-İstanbulAnsiklopedisi, İstanbul-
1966, C. VIII, S. 4188.
--"Dadyan (Arakel-Sisak Bey)"-İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul-
1966, C. VIII, S. 4190.
--"Dadyan (Boğos Bey veya Amira)"-İstanbul Ansiklopedisi, İstan
bul 1966, C. VIII, S. 4192
--"Dadyan (Ohannes Bey)"-İstanbulAnsilopedisi, İstanbul-1966, C.
VIII, S. 4194.
-- "Dadyan (Simon Amira)"-İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul-1966,
C. VIII, S. 4196.
-- Ermeni Kaynaklarından Tarihe Katkılar, Yay. Haz. Osman Kö
ker, c. I (2002), il (2002), III (2003), N (2004).
P. G. İncicyan,XVIJI.Asırda İstanbul, çev. Hrand Der Andreasyan,
İstanbul-1976, İstanbul Fetih Cemiyeti İstanbul Enstitüsü Yay.
Philliou, Christine, "Osmanlı Yönetimi'ndeki Fenerli Nüfuzun Çö
zümlenmesi", Çev. Nilüfer İlkaya, Toplumsal Tarih Dergisi,
Sayı: 193, S. 54-69.
Sarkis SarrafHovhannesyan, Payitahtİstanbul'un Tarihçesi, Çev.
Elmon Hançer, İstanbul-2006, Tarih Vakfı Yurt Yayınlan.
Seyfeli, Canan, İstanbul Ermeni Patrikliği, Ankara-2005, Aziz An
daç Yay.
Soulahian Kuyumjian, Rita, Deliliğin Arkeolojisi Gomidas,
İstanbul-2010, Birzamanlar Yay.
Söylemezoğlu, Galip Kemali, Hariciye Hizmetinde 30 Sene,
İstanbul-1950.
262
Sözen, Zeynep, Fenerli Beyler 110 Yılın Öyküsü, İstanbul-2000,
Aybay Yay.
Sturdza, Mihail Dimitri, Dictionnaire historique et genealogique
des grandesfamilles de Grece, d'Albanie et de Constantinople,
Paris-1983.
Şanizade Mehıned Ataullah Efendi, Tarih, c. 1, il, yay. haz. Ziya
Yılmazer, İstanbul-2008, Çamlıca Yay.
Şeni, Nora, "Kamondo, Abraham Behar"-Osmanlılar Ansiklopedisi,
İstanbul-1999, YKY, c. 11, s. 3.
-- Oryantalizm ve Hayırseverliğin İttifakı, Çev. Elif Ertan, İstanbul-
1999, YKY.
Şenyurt, Oya, "Osmanlı İmparatorluğu'nun Son Dönemlerinde
Hassa Başmimarlan"-TUBAV Bilim Dergisi, C. il, Sayı: 4, Yıl:
2009, s. 489-503.
Şişman, Adnan, Galatasaray Mekteb-i Sultanisi'nin Kuruluşu ve İlk
Eğitim yılları 1868-1871, İstanbul-1989, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay.
-- Tanzimat Dönemi'nde Fransa'ya Gönderilen Osmanlı Öğrenci
leri (1839-1876), Ankara-2004, TIK.
Tahsin Paşa, Sultan Abdülhamid, İstanbul-1999, Boğaziçi Yay.
Tcholakian, Hovhannes J., L'eglise Armenienne Catholique en
Turquie, İstanbul-1998.
Ter Minassian, Anahide, Ermeni Kültürü ve Modernleşme, Çev.
Sosi Dolanoğlu, İstanbul-2006, Aras Yay.
Terzi, Arzu, Bağdat-Musul'daAbdüUıamid'in Mirası Petrol ve Arazi,
İstanbul-2009, Timaş Yay.
-- Hazine-i Hassa Nezareti, Ankara-2000, TIK.
-- "Osmanlı Maliyesinde Söz Sahibi Üç Ermeni Nazır: Agop, Mikail
ve Ohannes Paşalar" Uluslararası Tıirk-Ermeni İlişkileri Sem
-