Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 16

NESİR DİLİNDE SÖYLEM VE ANLAM DÜZLEMİNİN ESTETİK BOYUTU:

-EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİ ÖRNEĞİ-*


Anlatı tahkiye geleneği nesir dilinin en değerli boyutunu teşkil eden bir alandır. Bu
alanın söylem ve anlam düzleminin farklı olduğu görülür. Edebî eseri oluşturan biçimi söylem
ve içerik unsurunu anlam düzlemi belirlemektedir. Bu çerçevede nâsirler, anlatı türü mensur
eserlerde farklı bir yol izleyerek anlamı daha anlaşılır kılmak maksadıyla söylemi oluşturan
kelime ve kelime gruplarını bu işlevi sağlamak üzere sözdiziminde kullanmışlardır. Bu sebeple
de nazımda olduğu gibi nesirde de seci, mecaz, kinaye, teşbih ve istiareler en sanatlı şekle
dönüştürülüyordu. Ele alınan konu ve hitap edilen kişilerin münevverliğine ve makam özelliğine göre
kompleks yapı, daha da girift olabiliyordu.
Arapça’nın nesirde kafiyesi olan “seci” yapmağa daha müsait olan ve münşînin sanat dehasını,
kültürel birikimini daha da çok kanıtlayan Farsça ve Arapça kelimelerle ve ayrıca üslûpta tenafürü (ses
çirkinliliği) gideren Farsça tamlamalarla yeni bir nesir üslubu inşa ediliyordu. İleri seviyedeki okurun
da bu inşa eserini okumak ve anlamaktan zevk aldığı muhakkaktır. Esasen Kur’an, “mu’cizü’l-beyân”
olma özelliğiyle hem şiirin hem de inşa türünün en mükemmel modeli olduğu için, şairler kadar
münşîler de anlamı çok yüksek bir estetikle inşa ediyorlardı. Kur’an’ın anlatı türünü kapsayan
kıssalardaki söylem sözgelimi Mekkî ayetlere göre daha anlamca daha öğreticidir. Mekki ayetlerde
icazlar anlamı derinleştirmekte iken kıssalarda ıtnab-ı makbuller anlamı daha kolaylaştırmaktadır.

Biçimcilerin “estetik mesafe” dedikleri husus sadece nazımda değil, nesirde de kendisini
göstermiştir. Didaktik eserlerde estetik mesafenin olmamasının aksine, edebî nesirde estetik mesafenin
varlığı okura haz aldırmaya da imkan vermektedir. Gerek doğuda ve gerekse batıda saray geleneğinin
olduğu tüm kültürlerde “biçim” önem kazanmış, neredeyse biçim içeriğin ve maksadın önüne
geçmiştir. Krallık veya imparatorluk ile yönetilen devletlerin resmî yazışmaları, protokolü, görgü
kuralları her zaman argodan, bayağılıktan uzak biçimci, yani estetik bir anlayış içinde olmuştur.
Esasen sıradan bir insana karşı yapılan hitaplarla, konumu gereği daha üstün bir unvanı olan kişiye
karşı hitapta farklılık olmaktadır. Bu durum aynı zamanda karşıdaki kişi ve kuruma biçimsel bir değer
gösterme kabul edilmiş ve bu hususun tarihî temelleri de olmuştur. İslâmî devirlerin ilk zamanlarında
görülmeyen bu edebî üslûp, özellikle Sasanî saray geleneğinden gelen İran’ın Müslümanlığı kabulü
sonrasında Abbasî resmî yazışma üslubunda görülmeğe başlamıştır. Muhtemelen aynı zaruret Fatih’in
İstanbul’u fethi sonrasında Bizans saray geleneğinden de etkileşme suretinde olmuştur. Sinan Paşa’nın
öncülük ettiği edebî nesir anlayışı, yazışmalarda resmî üsluba dönüşmüştür. Hatta yazışma kurallarını
ve örneklerini gösteren münşeât mecmualarında üslûp ile muhatap arasındaki makam ve mevkiden
doğan ilişkiye sürekli dikkat çekilmiş ve unvanları yüksek olan kişi ve kurumlara karşı hitaplar sanatlı
yapılmış, asıl maksat ise sade bir dille yazılmıştır.

*
Prof.Dr.İlhan Genç, Düzce Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.

1
1.SÖYLEM /İFADE DÜZLEMİ:

1.1.Ritim
Nazım ve nesirde söylem düzleminde ezgiselliği ve şiirdeki müzikalliği yakalamanın en etkili
yolu, ritmik anlama dikkat etmektir. Müzikle şiirin birbirine en çok yaklaştığı nokta, ritmik anlamdır.
Ritim ve müziğin anlamın önüne geçmesi ise zaten sözlü müziği oluşturur. Pospelov ritim konusunda
şunları söylemiştir:
“Demek ki ritim, hareketin örgünlüğünün (organize’liğinin), düzenlenmişliğinin bir ifadesi
oluyor. Bu nedenle ritmik hareket daha kolaydır, daha az güç ister ve düzenlenmemiş, ritmik olmayan
harekete oranla çok daha yüksek verim sağlar. (…) Öte yandan, yaşamın içsel örgünlüğünün dışa
yansıması niteliğindeki her fenomen (görüngü) gibi hareketin ritmi de, estetik bir izlenim uyandırır.
Tek başına olsun, toplu halde olsun, yürüme, koşma, çalışma, jimnastik hareketleri gibi belli edimlerin
ritmik olması, gerek bunu yapan kişiye gerekse dıştan izleyene, özel bir hoşlanma duygusu verir. Ritim
insanların hem organik, hem de kültürel yaşamlarının doğasında vardır. Bu nedenledir ki, insanın
organizması olsun, bilinci olsun, her çeşit ritmik görüngüye dolaysızca ve yoğun tepki vermektedir.
İşte bu, sanatsal söylem için de söz konusudur. Dil de zaman içinde geçen bir harekettir ve aynı
biçimde ritmik olarak örülebilir. Böyle bir örülmüşlüğün özellikle yüksek olan düzeyi ise koşuklu
(manzum) dilde görülmektedir. (…) Nazım (koşuklu söylem), nesir’e (koşuksuz söylem, düz yazı )
oranla çok daha karmaşık örülmüştür.”1
Pospelov’a göre ritim, anlamı oluşturan önemli bir unsurdur. Ritmik yapılan her türlü eylemin
insana hoşlanma duygusu verdiğini vurgulayan araştırmacıya göre ritim ve ritmik anlam, yalnızca şiire
özgü bir şey değildir. Klasik Türk edebiyatında mensur (düzyazı) metinlerde de kafiyeler (secî)ler, iç
kafiyeler söz konusu olup bunlar da ritmik anlamı, ahengi ve şiirselliği sağlayan yardımcı teknik
unsurlar olarak anılmıştır. Bu yüzden Pospelov’un ritim ve anlam konusundaki tespitleri Klasik Türk
Edebiyatı’nın manzum ve mensur kısımlarına uygun düşmektedir.
2.1.1. Söyleyiş (Telaffuz) Ezgisi
Söylemde seslendirmenin önemli bileşeni, söyleyiş ezgisidir. Belagatteki fesahat kavramı
seslendirmeyi karşıladığından anlamlandırma kadar fesahate de önem verilir, tenafür meydana
getirecek telaffuzu zor, sesleri çirkin kelimelerden kaçınılması önerilirdi. “Ezgi” terimi genellikle
şarkı için ya da çalgısal müzik için kullanılıyor. Bir müzik parçasının müziksel “tema” sını ve
“eşlik” ini oluşturan insan ve çalgı seslerinin bütün tonları (titrem’leri) kesin belirli oluyor. “Müzikte
ton yükseklikleri arasındaki ayrımların (incelik kalınlık ayrımlarının, titrem farklarının) kesin değerler
olarak belirtilmesi zorunludur. Bunlara “aralık” (interval) deniyor (iki, üç, dört ses aralığı gibi) ve
ses akor’ları bunlar üstüne kuruluyor. Bir sesin gerekli ton’dan (titrem) azıcık sapması durumundan
bile ezgi bozuluyor, armoni yıkılıyor, “kakafoni” ve “kakışım” çıkıyor ortaya. Bir şarkıcının veya bir
1
Pospelov, Gennadiy, Edebiyat Bilimi, (Çev: Yılmaz Onay), İstanbul, 2005, s.416, 417.

2
çalgıcının kulağı bu incelikler için yetersiz olduğunda, ya da bir çalgının akordu bozuk olduğunda
gene aynı durum doğuyor. İnsanın sesli söyleyişinde de bir ezgi vardır. Söyleyişte sözcüklerin, belli
ton yüksekliklerinde olan ve uzun ya da kısa söylenen ünlü’lerin sesleri, hele bir de vurgu onlardaysa,
özellikle belirgin biçimde algılanıyor. İşte sözcüklerdeki ünlü seslerinin tonları arasındaki karşılıklı
ilişki ve bunların birbirini izleyişleri, söylemin ezgisini oluşturmaktadır. (…) Müziksel ezgiden farklı
olarak konuşma ezgisinin özgüllüğü de zaten, kendi içinde müziksel bir armoni göstermeyişinde
“kakafoni” ya da “kakışım” gibi kavramların söz konusu olmayışında yatıyor. Ancak buna karşın
her ulusal dilde gene de, konuşma ezgisinin özellikleri ve ayırt edici nitelikleri kendini belli
etmektedir. Susuşlar gibi ezgi de söylemin mantıksal anlamı ile sıkı bir bağıntı içindedir. Hatta ezgi
çoğu kez anlamı doğrudan gerçekleştirir ve belirler bile. Bir tümce, hangi sözcüklerinde sesin tizleştiği
ya da pesleştiğine göre, değişik anlamlar almaktadır. Kimi zaman aynı bir tümce içindeki aynı bir
sözcük, ezgisel olarak farklı söyleniyor. Bu ise, bütün anlamını değiştiriyor.” 2
Evliya Çelebi konuşma dilinden seçtiği kelimelerin söyleyiş ezgisiyle dilde ve kulakta kuvvetli
bir ahenk meydana getirirken anlamı da güzelleştirmektedir: “Deli Hüseyin Paşa’dan feryâdçılar
gelip cezîre-i Girit’te asker kalmadı haberin gelince âl-i Osman’ın cemî’ defterhânesin kâtipleri ile
defter emîniyle alelumûm Defterhâneyi Hüseyin Paşa’ya gönderip her kim dirliği lâzım ise birden bin,
binden yüz bine varınca Girit’e gitsin diye cemî memâlik-i Osmana sürücü kapıcıbaşılar ve mîr-i
mîrânlar tayin olunup bir ayda cezîre-i Girit’e yüz bin asker geçip ol mâh-ı şevvâlde… 3

2.1.2.Söyleyiş (Telaffuz) Temposu:


“Seslendirmenin bir başka bileşeni de söyleyiş temposudur. Tempo deyince, cümlelerin
söylenişindeki hızlılık ve yavaşlık derecesini ve ayrıca hızlanmayı ve yavaşlamayı anlıyoruz. Müzikte
olduğu gibi sanatsal edebiyatta da, bir eserin veya eserdeki bölümlerin sunuluş temposu, o eserin
düşünsel içeriğine ve imgesel cisimleşmesine bağlı olarak değişmektedir. (…) Sanatsal edebiyatta,
sözdiziminin seslendirme ile olan ilintisi de göz önüne alınırsa (ki bu, sesli okumayı gerektirir), o
zaman ayrı ayrı sözdizimi görüngülerinin anlaşılması da daha kolaylaşır.” 4
Evliya Çelebi, nesir üslubunda cümlelerin söyleyiş temposunu seciler, ses tekrarları, cinaslarla
sağlamıştır ve genellikle yavaş bir tempoda süren cümleler söyleyişteki ritmi ile tenafür oluşturmaz:
“Bu hakîr Evliyâ-yı pür-taksîr 1051/1641 tarihinden beri dokuz padişah ve yetmiş
vüzerâ-yı âlîşânlar ile müşerref olup kamusunun ahvâline vâkıf olup gördüm ki / cemî’
vüzerâ vü vükelâ ve cümle âyân u kibâr hoş-âmed kelâma (dalkavuk sözüne) ve riş-hande
(alaylı gülme) ve bezle gûye (şakacıya) ve kizb ü bühtân ve iftirâya ve gammâz u fassâl
adamlara mâillerdir.”5

2
Pospelov, age., s.390.
3
Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz: M.Nihat Özön, İnkılap Kitabevi, İstanbul, tsz., s.252.
4
Pospelov, age., s.394.
5
Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz: M.Nihat Özön, İnkılap Kitabevi, İstanbul, tsz., s.223.

3
2.1.3.Seci: Belagatte edebî nesrin ve özellikle inşa tarzının en önemli üslup özelliği olarak seci
kabul edilmiştir. Kumru, güvercin gibi kuşların aynı sesleri tekrarlayarak ötmeleri anlamına gelen
sec’ nesirde fâsıla sonlarının aynı sesle bitmesidir. Fâsıla, cümle sonuna denildiği gibi, birbirine
edatla bağlanmış fıkra (tamlama, ibare ve paragraf) sonlarına da denir. Nazımdaki kafiyenin karşılığı
olup revi harfinden sonra gelen redif sesleri de nesirde seci’e dahil edilmez. 6
Evliya Çelebi, kendisine has nesir dilinde secilerden her vesile ile yararlanmıştır.
Secilerinde sanatkar hassasiyete büyük ölçüde bağlı kalınarak özen gösterilmemiş olsa da
mutarref ve özellikle mütevazi seci tarzlarını tercih etmiştir:

1. Mutarraf seci: Vezinleri farklı sözcüklerin revî görevindeki seslerinin aynı olmasıdır.
“Su uyur hizmetkâr ve ağyâr u gaddâr düşmân uyumaz. (…) Düşman şerrinden emîn olup
Hak celle ve alâ mu’în ve zâhirîn olup dünyâda emn ü amân âhir nefesde imân müyesser edip alem-i
Resûl’allâh dibinde haşır olavuz.3547
2. Mütevazi seci: Hem revi seslerinin hem de veznin aynı olmasıdır. Çelebi nesir dilinde bu
seci türünü çok sık tercih etmiştir:
“Ba’dehu cümle vüzerâ ve vükelâ ve ulemâ ve sulehâ ve kibâr cümle huzûr-ı Padişâhîye varıp
müşâvere etdiler.”8
“Bu vâdî-i hâmûnu bî-pâyân hayme ve hargâhlar tutup nice serâperdeler ile ârâste
ve otağ-ı gûnâgûnlar ile pîrâste oluş asker meks etmiş ki hadd ü hasrîn Hudâ-yı müte’âl bilir…” 9
“Cümle padişâh kulları ve vüzerâ ve vükelâ-yı devlet sultânıma muntazırlardır. Ah der-i
devlete gelse de devlet-i âl-i Osman nizâm bulsa derler ve cemî’i ulemâ ve sulehâ ve âyân u kibâr
Sultan Murad çerâğıdır, Husrev revişindedir, ah gelse de umûr-ı muazzamayı görüp Venedik
küffârından intikâm alıp Mısır’ın deryâ yolları küffârdan emin olsa derler dedim.” 10
“İbşir Paşa dahi kat’-i menâzil ve tayy-i merâhil ederek İzmit’e gelince İstanbul âyânının
havf ü haşyet içinde olan kimselerden giden hedâyâ-yı firâvânın hesabını Hudâ-yı bîçûn bilir.” 11
“Beri tarafda adam deryâsı cenk ü cidâle ve harb ü kıtâle âmâde olup can pazarına
düşmüşler bunlar bir yere üşmüşler bir hây-hû-yi şekâ ile vâdî-i zevk u şevke yetmişler.”12
“Celâliliği ve isyânı ve tuğyânı zâhir olup sancağ-ı Rasûl ile deryâ-misâl asker varıp Kuyucu
Murâd Paşa’nın yaptığı gibi bu Murad kulun dahi fermân-ı şehriyârî ile inşallah İbşîr’i ve yarı nâ-
beşirlerin dünya sahifesinden hâkkedeyim diye azîm da’vâ-yı merdî etdi.”13

6
Yekta, Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi, Biçim-Ölçü-Kâfiye, İstanbul, 2010, s.69.
7
Evliya Çelebi, age.,s.345.
8
Evliya Çelebi, age.,s.354
9
Evliya Çelebi, age.,355.
10
Evliya Çelebi, age.,356.
11
Evliya Çelebi, age.,358.
12
Evliya Çelebi, age.,203.
13
Evliya Çelebi, age.,361.

4
“Ve âb (u) hevâsının letâfetinden cümle nisvânları sâhib-i cemâl ve latîfü’l-i’tidâl hûb-
manzar ve perî-peyker hadden efzûn ve adedden bîrûn şems-i tâbân-misâl hüsn ü cemâl ve pür-
kemâl sâhibleri kızlar var kim her cünbüş ü harekâtları ve reftâr (u) güftârları âdemi hayrân eder ve
her duhter-i nâ-şüküfte ahterîn çîm çîm ve ham-be-ham olmuş geysûlarının her târı şeb-i târdur.
Hallerinin her dânesi hâl-i Hâşimî-vâr bin kez reşk-i müşk-i Tatar değer.”14
3. Murassa Seci: Evliya Çelebi doğal olarak bu seci türünü kullanmamıştır.

2.1.4. Ses Tekrarları


Tekrir, her ne kadar kelime tekrarına dayalı bir sanat ise de onda lafız ile beraber mananın
durumu da önemlidir. İtnab ile tekrir arasında yakın bir ilişki vardır. Klasik belagat kitaplarında lafzın
ve mânânın aynen tekrarı, lafzın değil sadece tekrarı olarak önce ikiye ayrılan tekrîrin bu her iki kısmı
daha sonra da manaya katkısı olan ve olmayan şeklinde sınıflandırılmıştır. Yerinde yapılan her bir
tekrar, itnabın makbul kısmına dahil edilmiş, yerinde yapılmayan, metne olumlu bir katkısı olmayan
tekrarlar ise itnabın tatvîl kısmından, aynı zamanda da haşiv sayılmıştır.”15
Evliya Çelebi, nesir cümlelerini ses tekrarlarıyla birbirine bağlayarak itnabı tatvil olmaktan
çıkararak makbul tatvile çevirmiştir. Onun ses tekrarlarında sanatkar bir maksat gözeterek özenli
davrandığını söylemek zordur, ancak konuşma dilinin imkanları ile ses tekrarlarını gerçekleştirmiştir:
“Menzil beygirler tepesi üzre düşüp başımız yarılıp mecrûh olarak menzil-i Kale-i İznik ve
ondan dinç beygirler alıp kasaba-i Lefke’yi geçip menzil-i kasaba-i Söğüd ve andan yine beygirler
alıp renc ü âna çekerek Eskişehir’i geçip menzil-i Seyyidgazi’ye andan sonra han-ı Hüsrevpaşa’yı
geçip andan karye-i Bayındır’ı geçip mezakkat ve derd ü elem çekerek menzil-i Akşehir bunda bî-
mecâl kalıp âhır menzil-i Han’da ol gece mihmân olduk, andan Ilgın’ı geçip menzil-i kasaba-i Ladik
andan altıncı günde Konya sahrâsına vâsıl olduk.”16
“Evvelâ paşadan ve Kaptan-ı Deryâ Kara Murad Paşadan, ve Moralı Defterdardan ve Koca
Nişancıdan ve Ebu Said Müftiden ve Daüssaade Ağası ve Kara Kethüdâ ve Gümrük emini ve
Şâmîzadeden velhasıl yetmiş aded serkârda olan kimselerden harcırâh…”17

2.1.5.Cinas
Klasik belagat kitaplarında sanatların önemli bir kısmı cinas sanatları başlığı altında ele
alınmaktadır. Gösterenin ortak ve birden çok gösterileni temsil ettiği dilsel kullanımlardan doğan çok
anlamlılık, cinası meydana getiren unsurdur. Cinası oluşturan sözcükler, söz dizim içerisinde her türlü
görevde bulunabilmektedirler. Bazen sözcüğün bir başka sözcüğün eklerini içermesi, ya da sözcüksel
vurgunun bulunduğu hecenin değiştirilmesi gibi değişik uygulamalar cinası oluşturmaktadır.

14
Arzu Erekli, “Bir Seyyahın Zihninde Seyahat”, Evliya Çelebi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 2006, s.354.
15
Saraç, age., s.196, 197.
16
Evliya Çelebi, age.,354.
17
Evliya Çelebi, age.,s.354.

5
Doğan Aksan, cinas hakkında şunları söylemektedir: “Ses izlenimine dayanan bir söz sanatı olan
cinas, şiir dilinde değişik bir etkileme yolu sağlamakta, sesçe birbirine eş olan öğeleri kullanmaya
yönelirken değişik kavram alanlarından sözcükleri beklenmedik bir anda bir araya getirerek aynı
zamanda anlam açısından etkiyi güçlendirmektir. Cinasta aynı ses izlenimini veren eşsesli (Fr.
Homophone,) ya da eş yazımlı (Fr. Homographe) öğeler bir arada kullanılmakta, kimi zaman aradaki
kavşak kaldırılarak iki ayrı sözcük bir başka sözcükle eşadlılık (Fr. Homonymie) oluşturan bir duruma
getirilmektedir. (…) Görevsel sesbilim (fonoloji) çalışmalarında kavşak (ing. Juncture, Alm. Junktur)
adı verilen olay, birbirini izleyen dilsel birimler arasındaki sınırların değişmesi ve durakların
kaldırılmasıyla ortaya çıkan anlam ayrılığını gösterir.” 18
“Bu hâl üzre tarafeynden çarka cengi kızışıp germâ-germ ceng-i âzim olurdu. Bu minvâl
üzre Gürcü Nebî tetiğin bozmayup aheste aheste Bulgurlu’dan aşağı cüyûş-i Müslimîn üzre
yürüdükçe şehr-i Üsküdâr içre temâşâcılar bengî ve bakkal çakkal allak bullak olup âyâ birâderler
halimiz neye müncer olur? derlerdi.” 199 (198de girip vurup kırıp..)
“Müteaddit hücreleri ve mutfağı ve sehl bağçesi vardır ve meydânında selef pehlivanlarının
demirden yayları ve hadenkleri ve gürzleri ve gûnâgûn pesendîde kemankeş darbları ve salıkları ve
zer-deste ve matrakları ve kırkar ellişer vakıye gelen camus derilerinden yağlı kisbetleri ve nice elvân
âlât-ı pehlivanları meydan-ı mahabbetleri üzre maslubdur (asılıdır).”19

2.1.7. İştikak
İştikak sanatı, Divan şairleri ve nâsirleri için cinasla paralel bir görünüm arzeden ve aynı
kökten doğan sözcüklerin sesbirim değişikliğine dayalı kökteş sözcüklerin bir arada kullanılmasıdır,
dolayısıyla daha sanatsal, estetik etkiye katkısı daha büyük ve daha şiirsel bir sanattır:
“Ve bu şehrin cânib-i cenûbunda cebel-i Ruhbân (Uludağ) kân-ı ma’den-i âb-ı hayvân vâkı’
olmağıla ol cebel-i âlîden bin altmış aded resmiyle ma’lûm âb-ı hayât uyûn-ı câriyeler cereyân ederek
bâlâda tahrîr olunan sarây-ı âlîlere kehrîz ü kanâ ve kanâvâtlar ile hâneden hâneye cereyân edüp
uyûn-ı enhârları cârî ve revân şehrdir.”20
“Amma hakka ki ehl-i sefer olup fetva olanlara silahşorluk ve küştegirlik (güreşçilik)
elzem-i levâzımdandır.”21

2.2.ANLATIM DÜZLEMİ
2.2.1.Deyim ve Kalıp Sözler

18
Doğan, AKSAN, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara, 2005, s.231.
19
Evliya Çelebi, age.s.336.
20
Nurhan Atasoy, “Evliya Çelebi ve Matrakçı Nasuh: Osmanlı Bahçelerine Yönelik Bakış Açıları”, Evliya Çelebi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 2006, s.516’den: Evliya Çelebi, II.223b-229a.
21
Evliya Çelebi, age.,336.

6
Deyimler ve kalıp sözler, dil içerisinde anlatıma etkililik kazandıran, anlam genişliğine sahip,
az sözcükle çok anlam ifade etmeye yarayan, söylem ve anlam düzleminde ekonomikliği sağlayan
anlatım özellikleridir. Deyimler, toplumun kollektif bilinçaltında yer etmiş olay ya da durumlara karşı,
yine dili kullananların dil içerisinde verdikleri tepkilerin kalıplaşmış bir biçimidir. Evliya Çelebi,
cümle başlarında kalıp sözler kullanmıştır:
“Netîce-i merâm sahrâ-yı Konya’da İbşir Paşa ile sohbet edip “el-kelâmu yecirrü’l-kelâm
(söz sözü açar) üzre yedi günde müşâvere ve mükâlemeleri birer birer takrîr etsem bir tomâr-ı dırâz
olur. Me’âl-i kelâm bir gün İbşir Paşa eydür:356.
“Garâ’ib ü acîb”; “der-beyân-ı temâşâ-yı diğer”; “hakîr-i pür-taksîrin”; “manzûrum
olduğu sergüzeşt ü ser-encâmımdır ki tahrîr olundu ve’s-selâm.”; “bu hakîr-i pür-taksîr akl-ı
kâsırımla böyle mülâhaza etdim. İnşâ’allâh mülâhazamızda sehv ü hatâ yokdur.” (II325b)
“Tatvîl-i kelâma hâcet yokdur.”, Tatvîl-i kelâm muhtasar kıldık”,
Deyimler: Çelebi yer yer diyaloglarda deyimlere yer vermiştir.
“Kasım günü şerbeti içmişe benzer.
“El mi yaman beğ mi yaman.”
“Ba’de harâbi’l-Basra…”
“Öküz öldü, boyunduruk kırıldı.” 478 tezcan
“Yolsuz düşüp aht bozdular, yolumuza söz atıp lanet ettiler. Bunları ibret için paralarız
deyince aman diyesiye kalmadı cümlesi sekiz kişiye kılıç üşürüp sekiz yiğidi de pare pare
eyleyip…”22
Atasözü: “Zira pehlivanlar mabeyninde zor-ı bâzû erlikdir, ama hile (oyun) erlikden
erlikdir. Zira atalar lisanında “erlik on, dokuzu hile” demişler. Niceler buna zâhib olmuşlar: Beli on,
dokuzu da hiledir, demişler amma hakka ki ehl-i sefer olup fetva olanlara silahşorluk ve küştegirlik
(güreşçilik) elzem-i levâzımdandır. ”23
2.2.1.Tamlamalar
Klasik Türk edebiyatının nesir dilinde çok yoğun olarak benimsenmiş ve tercih edilmiş bir
ritim unsurunun Farsça izafet terkibi olduğunu belirtmek gerekir. Türkçe isim ve sıfat tamlamalarının
tenafüre yol açması şairleri ve münşileri Farsça tamlamalara yöneltmiş ve neredeyse tamlamalar
estetik bir maksatla kullanılır olmuştur. Evliya Çelebi, kendisine has meydana getirdiği nesir dilinde
sanatkar bir maksatla istiare, mecaz-ı mürsel yolunu tercih etmeksizin tamlamalar kullanmıştır.
Kullanılan tamlamalar ortalama okurun anlayabileceği türden klişe tamlamalar olup zincirleme
türünde olmamıştır.
Seci amacıyla
İmge için benzetme amacıyla:

22
Evliya Çelebi, age.s.216.
23
Evliya Çelebi, age.,336.

7
“Cümle dokuz bin aded bâğ u bağçedir. Garîbü’d-diyâr kimesne bu bâğ-ı Merâm’a girse
gâ’ib olur ve gûnâgûn tuyûr-ı hoş-elhânın nagamât-ı sadâ-yı nevâhânlığından âdem hayât-ı cân
bulur. Husûsan bülbül-i gûyâ-yı hezârın hezârân nagamâtı hayât-ı câvidân verir.” III-14a tez 507
Ritim amacıyla: Aşağıdaki cümlelerde tamlamalar yoluyla ritim sağlamıştır: “Ve bu şehrin
(Bursa) cânib-i cenûbunda cebel-i Ruhbân (Uludağ) kân-ı ma’den-i âb-ı hayvân vâkı’ olmağıla ol
cebel-i âlîden bin altmış aded resmiyle ma’lûm âb-ı hayât uyûn-ı câriyeler cereyân ederek bâlâda
tahrîr olunan sarây-ı âlîlere kehrîz ü kanâ ve kanâvâtlar ile hâneden hâneye cereyân edüp uyûn-ı
enhârları cârî ve revân şehrdir.”24
Arapça kurallara göre yapılan tamlamalar kalıplaşmış tamlamalardır:
Arapça ve Farsça kurallara göre tamlama az da olsa vardır: “Eğer deryâdan gelirse taht-ı
sultânu’l-bahra süvâr olup Sarayburnuna gelin.”25

2.2.2. Eş Anlamlı, Yakın Anlamlı Kelimeler:


Klasik Türk edebiyatındaki sözcük kullanımlarında eş anlam ya da yakın anlam tercihi
yapıldığı ve bu tercihin sözcük seçiminde estetik etki yaratma konusunda belirleyici olduğu
görülecektir. Türkçe, Arapça ve Farsça gibi üç zengin dil üzerinde şekillenen bu edebiyat geleneği, eş
anlamlı kelimeler konusunda sıkıntı yaşamamış, çok dilliliğin avantajından yararlanarak aynı sanatsal
içeriği, kavram alanını, imgeyi ifade etmeye yarayan farklı dildeki sözcükleri şiirsel söz dizim
içerisine yerleştirmiştir. Evliya Çelebi, eş anlamlı ve yakın anlamlı kelimeleri bir arada kullanmakla
anlatıma daha işlek bir üslup özelliği kazandırmakta ustalık göstermiştir:
“Ol menzil-i kasaba-i Gebze’ye andan ol gün ol gece Kırk Geçit’te çekdiğimiz âlâm u şedâidi
Hudâ-yı müte’âl Malta küffârına vermesin. Kış kıyametde bârân-ı rahmet bize ol gece matar-ı rahmet
olup 354
“Kapısından ta paşanın obasına varınca bî-tâb u bî-mecâl kaldım.” 355
“İbşir Paşa’nın adl ü dâdile hükm ve hükûmet edip…” 360
“Cümle Yeniçeri havf ü haşyetlerinden İstanbul’a geçtiler.Hemen Murad Paşa tahrîk ve
fesâdının tesirini görüp… (…) Bu hâl-i pür-melâli Murad Paşa Melek ahmed Paşa’ya bildirmeden
murâd ve merâmı suretâ hüsn-i tedbîrden dem urup fitne ve fesâda bâ’is olmak idi. (…) Güzel
Celâliliği ve isyânı ve tuğyânı zâhir olup…”26
“Cümlesi zırh, külâh, cebe ve cevşen, ser-penâh ve kalkanlara mustağrak olup her birinin
elinde ve belinde beşer altışar çatal telli kurşun tüfekleri çatal fitilleriyle âmâde olup gûyâ her bir

24
Nurhan Atasoy, “Evliya Çelebi ve Matrakçı Nasuh: Osmanlı Bahçelerine Yönelik Bakış Açıları”, Evliya Çelebi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 2006, s.516’den: Evliya Çelebi, II.223b-229a.
25
Evliya Çelebi, age.s.359.
26
Evliya Çelebi, age.s.360.

8
semender kuşu gibi ateş-i Nemrûd içinde kalmış küme küme ve zorba zorba, çıtaçıt çarha cengine
gider gibi giderlerdi.”27
“İşte bu vechile Kara Hasan Paşa ve sâ’ir habislerle ahd ü mîsâk ve yemîn edip kelâm-ı
kadîme el vururlar.”28
2.2.3.İcaz:
Belagatte “sözü kısaltma anlamına gelen icâz (eksilti) hem nazım hem nesirde sık
kullanılmış bir sanattır. Her zaman –eksiksiz, fazlasız- merâmın ifâdesine yetecek lafız
kullanılması suretinde olmaz; bazen da lafızların duygu, düşünce veya hayali ifâdeye
yetmeyecek ölçüde azaltıldığı görülür. Buna göre sözü kısaltmanın hem meziyet, hem kusûr
olan çeşitleri vardır.”29 Biçimci Edebiyat bilimi yazarlarından Pospelov ise söz dizimde
eksiltinin heyecansal işlevi üzerinde durur:
“Sözdiziminde ekspresivitenin dile gelmesi için epitetonun tam karşıtı olan bir araç da
eksilti’dir. (Elips. Yun: Elippes-Boşluk, gedik; Epitetos ise, katkı, eklenti, demekti.) Epiteton,
heyecansal-imgesel bir düşüncenin geliştirilmesine katkı sağlayan çoğunlukla ikinci dereceden
tümce öğeleri oluştururken, eksilti, tam tersine tümcenin bir ana öğesinin, öznenin, eylemsel
yüklemin, hatta her ikisinin birden eksiltilmesini gösteriyor. Böylece tümcenin geride kalan
öğeleri çok daha kuvvetle öne çıkarılıyor ve tümcenin tüm seslendirilişi daha güçlü bir ifadeye
ve dinamizme ulaşıyor.”30 Evliya Çelebi nesir üslubunda genel olarak icazı daha az tercih etmiş,
çok az da olsa icazlı cümlelere yer vermiştir:
“Bâdehu paşa hâbdan bîdâr olup haznedâr sakallı imam efendiye eyitti: “Yetmiş
gündür ben açım, bir nân-pâreye muhtâcım. Bana bir kifâf-ı ruh.”31
2.2.4.Sözü Uzatma (İtnab):
Anlatım düzleminde bazı anlamları, kavramları ve hayalleri vurgulamak için birbiriyle eş
anlamlı ifadelerin tekrarı, yakın anlamlı pek çok sözcüğün bir arada kullanılması, bunların oluşturduğu
ahenk ve tek seslilik okuyucu ve dinleyicinin dikkatini çeker. Birbirine yakın anlamlı bu kelimelerin
tekrarından oluşan akustik bir düzen de, şiire ritmik anlam kazandırır. Itnab adı verilen bu uzatmaların
kimisi makbul (gerekli, hoş), kimisi de tatvîl (gereksiz, faydasız) sayılmıştır.
Klasik Türk edebiyatı nesir alanında uzatmaların hem makbul sayılan estetik hem de tatvil
sayılan çok sayıda gereksiz örnekleriyle doludur. Sanatsal ya da resmî bazı metinleri oluşturmak için
el kitabı niteliği taşıyan münşeat mecmualarında hitap edilen kişiye göre elkab (lakaplar) (Titulatio)
belirlenmiştir. Manzum metinlerden ziyade mensûr metinlerde görülen bu söz katma, ne kadar çok
uzatılırsa edebî ve estetik etkisi de o kadar azalmaktadır. Evliya Çelebi itnabı en çok tercih eden nâsir
olarak aynı zamanda itnabın en güzel örneklerini sergilemiştir. Onun bilgilendirme amacıyla gözlem

27
Evliya Çelebi, age.s.363.
28
Evliya Çelebi, age.s.364.
29
Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat), İstanbul, 1989, 112.
30
Pospelov, age., s.398.
31
Evliya Çelebi, age.s.332.

9
ve birikimleriyle her konuda itnaba yönelerek tasvir ve tahkiyelerinde ayrıntıya girmesi, ancak itnaba
sevimlilik ve canlılık kazandırması makbul itnab sahibi bir nasir olmasını sağlamıştır.Aşağıdaki
örnekte onun bir bahçe tasvirinde neredeyse bütün meyve ağaçlarının türlerini, özelliklerini itnab
derecesinde anlatır, ama asla itnab-ı mümil denilen bıktırıcı söz uzatmaya meydan vermez:
“Ve yedi iklimde olan ahcâr (u) eşcârât ve mehbûtât ve nebâtât (u) giyâhât ezhâriyyâtdan
her ne kadar mevcûdât var ise bunda mevcûddur. Hatta Yenidünya ağaçlarından binden mütecâviz
göz görmemiş dıraht-ı müntehâların envâ’ından palasanta ve sindiyân ve yenidünya ve sandal ve
kırmız ve çimşir ve âbnûs ve zakkûm ve tarfı ve sariye ve hurma ve sanevber ve fısdık (ve) aselbend
ve kâkûle-i Habeş ve hıyarşember ve cümmeyz ve muz ve Şam fısdıkı ve sakız ağacı ve sığala
ağaçları ve elli gûne yedi kere incir verir incir ağaçları ve yetmiş gûne üzüm verir engûr ağaçları
var.
Hatta bir salkım üzümde yetmiş gûne dâne verir üzüm ağaçları ve bir söğüd ağacında
elma ve şeftalü verir ağaçlar ve nice kerre yüz bin tud ağaçlarının her birinde envâ’ından tud
meyvesi hâsıl olur tud ağaçları ve her salkımı kırkar ellişer vukıyye gelir engürü ve seksen gûne
âbdâr emrûd ağaçları ve kırk gûne elması ve gûnâgûn âbdâr kirazları ve vişne ve kayısı ve âbdâr-
âlûları Buharâî ve âlû-yı Mardînî ve âlû-yı berekâtlısı ve ceviz ve kestânesi ve kızılcık ve bâdemî
ve’l-hâsıl cemî’i Eskidünyâ ve Yenidünya meyveler dırahtları mevcûd olduğundan ma’âda yeni
dünyanın nice kerre yüz bin gûne şükûfeleri ve Rûm ve Arab u Acem ve Hind ü Sind ve Frengistân
ve Hoten ve Hıtâ ve Çîn ü Fağfûr ve Maçin vilâyetlerinin şükûfeleri ile bu bâğ-ı Arhonoz
müzeyyen olmuşdur.”32

3. ANLAMLANDIRMA DÜZLEMİ
Edebî eserin nazım ve nesir sahalarında yazılmış olması, ritmin ve anlatımın yani söylem
düzleminin ötesinde anlamlandırmayı da kapsamasını gerekli kılmaktadır. Yazarın lafzın yani
gösterenin gösterilen arasındaki delaletini (gönderge) tam olarak karşılaması gerekir. Çünkü
“anlamlandırma (fr. Signification) gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiyi belirtir. Bir nesneyi, bir
varlığı, bir kavramı, bir olayı hafızamızda (anlığımızda) canlandırabilecek bir göstergeye bağlayan
oluş için anlamlandırma sözcüğü kullanılır. Yine anlamlandırma, gösterenle gösterilenin birleşme
sürecini, anlam aktarma ve anlam verme eylemini, anlamın eklemlenişi ile anlamın üretiliş ve
kavranışını belirtir. Bütün olarak bir sözlüksel birim, dilsel göstergenin gösterilen kısmının “değer” ve
“anlamlandırma” olarak iki görünüş açısından değerlendirilmesine olanak verir. Bir sözcüğün değeri,
onu çevreleyen diğer sözcüklerle olan ilişkisine göre tanımlanır. (…) dil ediminden söyleme geçişte,
göstergenin tek bir nesneyi belirtmesi durumunda ilgili nesne için gönderge terimi kullanılır.
Gönderge, bir göstergenin belirttiği gerçek ya da düşünsel nesne veya varlık demektir.” 33 Edebî eserin
anlamlandırma sürecindeki yol ve yöntemler her devirde belagat ve retoriğin konusu olmuştur:
32
Nurhan Atasoy, “Evliya Çelebi ve Matrakçı Nasuh: Osmanlı Bahçelerine Yönelik Bakış Açıları”, Evliya Çelebi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 2006, s.509, 510.
33
Doğan Günay, Metin Bilgisi, İstanbul, 2007, s.54.

10
3.1.Temel Anlamlı İfade Gücünden Yararlanma
Bir kelimenin yazıldığı ya da söylendiği zaman ilk akla gelen anlam, düz anlamı oluşturur.
Düz anlam için, temel anlam, sözlük anlamı, hakiki anlam ya da gerçek anlam gibi değişik tanımlar da
kullanılmaktadır. Temel veya Düz anlam konusunda Günay şunları söyler: “Düz anlam bir sözcüğün
birinci anlamıdır, sözlükteki tanımıdır. Bir göstergenin gösterilenini oluşturan kavramın kaplamı ya da
gösterilenin durağan anlamsal görünüşüdür. Gösterenin belirttiği nesneler sınıfı, o sözcüğün düz
anlamıdır. Bir dili kullanan tüm öznelerin bir sözcükle sahip olduğu ortak değerlerin tümü o sözcüğün
düz anlamıdır.”34 Edebî eser vücuda getiren şair ve nâsirler bu tür nesirlerin üslubunu meydana
getirirken sözcüklerin bağlamlarını kullanırken düz anlamlarını tercih etmemektedirler.
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde gezip gördüğü ve gözlem yaptığı mekanları anlatırken
sürekli kelimelerin sözlük anlamlarından yararlanmıştır. Onun nesir dilinin en önemli özelliği
bilgilendirme amacıyla kelimelerin mecaz ve kinaye yolunu tercih etmediği durumlarda olmuş ve
makbul ıtnab sayılan bir üslubu Türkçe’nin gerçek anlamını kullanarak meydana getirmiştir:
“Ehil olmayan adam (pehlivan) ol âsitâneye kadem basarsa yağ üstünde tepesi üzre gelip
kendi kendine yenilir, yere gelir. Am iki meydânî şecaat sahibi yiğitler pâ-bürehne ve bî-pîrehen bu
meydanda iki üç saat bu yağ üzre elbeşti (el peşrevi) ederler. Değme hal ile birbirine galip
gelemeyip üç yüz altmış bent hile-i pehlivanîlerin (güreş oyunları) icra eder.
Elbetde bir lu’b (oyun) ile hasmının ya kese-bendhanesinden veya künde atmasından ve
râziden veya sarmadan veya kesmeden veya ters geçden veya kavak dikmeden veya taşlamadan
veya Cezayir sarmasından veya karakuşdan veya havalamadan veya kertden veya boğmadan veya
şakiden veya kapanatmadan el hasıl bu zikrolunan hiyel-i küştegirân (söylenen güreş oyunları)
biriyle amel edip hasmının bir mahallin gafil bulup andan intikam alır.” 35
3.2.Mecâzî Anlam
Bilindiği üzere Mecaz anlam alanı edebiyat sanatının en yoğun ve aynı zamanda en
karmaşık alanıdır. Sözcüklerin temel anlamlarının dışına çıkılıp okurun birikimine yönelik
olarak çağrışım yaptırılması mecazın kapsamına girmektedir. Belagat ilminin mecaza dair
değerlendirmeleri ve tasnifleri çok yoğun olmuştur. “Mecaz bir kelimenin kendi gerçek (temel)
anlamı dışında, başka bir anlam için kullanılmasıdır. Mecazda, kelime ile o kelimenin gösterdiği
anlam arasındaki ilişki hakikatin dışındadır. Bir kelimenin hakikî (gerçek/temel) anlamı değil de
mecaz anlamının kastedilmesi için bu iki anlam arasında bir ilişki bulunması lazımdır.
Kelimenin hakiki (gerçek/temel) anlamının anlaşılmasına karîne-i mânia adı verilen akla dayalı
(aklî) bir engel vardır. Bu, sözü söyleyenin –mecaz olan- sözü gerçek anlamda
kullanılmadığının delilidir. Bu delil (karîne) bazen ibarenin içinde yer alır, bazen de yer
almamakla beraber sözün öncesi ve sonrasından, yani ibarenin kendisinden anlaşılır. Bazı

34
Günay, age., s.69.
35
Evliya Çelebi, age.s.336.

11
durumlarda da lafız olarak değil hisse, akla dayanan bir olgu, yahut bizzat hattan kaynaklanan
olgu, yahut bizzat hayattan kaynaklanan, müşterek kültüre dayanan bir husus olabilir. O halde
mecaz kısaca bir sözün gerçek anlamında kullanılmamasıdır. Bu anlamın gerçek anlam
olmadığını gösteren ve sözü gerçek anlamının dışına çıkaran bir ilgi (alaka) vardır.(…) Bu
metinlerde hakikat ( gerçek anlam) öncelikli yerini mecaza bırakmıştır. Bundan dolayı zihin,
kavradığı ilk anlam gerçek anlamı olduğu halde mecazı arar, her ikisi de ihtimal dahilinde ise
daha ziyade mecaza yönelir. Aynı anda bir kelimeden hem hakikat hem mecaz manası
anlaşılmaz.”36
3.2.1.Mecâz-ı Mürsel:
Anlam düzleminde meydana gelen mecazların önemli bir kısmını mürsel mecazlar
oluşturur. Mürsel mecazlar temsil kabiliyeti güçlü sözcükler ya da sözcük öbekleridir. Belagat
ve retorik kitaplarında çokça işlenmiş olan mecaz-ı mürsellerle zengin imajlar meydana
getirmede işlevsel olduğuna dikkat çekilir. Evliya Çelebi, mecaz-ı mürsellere özellikle sanatsal
ağırlık verme yerine klişe ibarelerle yer vermiştir.
“Evvelâ hâk-i İstanbol çelebisi… 202,
“Cümle ehl-i belde bu hâle taaccüb ettiler. Melek Ahmed Paşa efendimiz dahi ahvâl-
i pür-melâle hayrân kalup “tez yumurtaları tebdî eden şâkîyi getirsinler hakkından gelelim”
demişken: ‘Sabır eylen Kâdir-i kahhâr Allah adalet edip şakînin hakkından gelir’ diye nefes
ettiler.”37
“Ba’de’l-feth (İstanbul’un fethi) Gazî Hudâvendigâr (Fatih Sultan Mehmed) cüyûş-ı
İslâm revnak bulsun için bu âsitâneyi hünerver fetâ erler için bina eylemişdir.” 38
“Ey gusse vü gamda perîşân-hâtır olan bîçâre ve aklını yitirmiş âvâre, niçin deşt-i
gamda Mecnûn gibi mahzûn olup bu hayhuy-ı Kâğıthane’den âgâh değilsin.”39

3.2.2.Teşbih:
Mecaz alanının en başta gelen sanatı olup hem nazım hem nesir türlerinde sık sık tercih edilen
bir anlamlandırma yoludur. Dilin anlam düzleminde gerçekleşen önemli olaylarından birisi de
benzetmedir. Kıyas temelinde ortaya çıkan benzetmede öncelikle niteliği nispeten düşük ya da yetersiz
bir kavram veya olgu kendisine oranla daha güçlü ve yeterli durumdaki bir kavram ya da olguyla
kıyaslanır. Bu kıyas, benzetmeyi meydana getiren en temel husustur. Benzetme amacı güdülsün veya
güdülmesin bir benzetmeyi ortaya çıkaran ilk unsur kıyastır. Klasik Türk şiirinde benzetmeli anlam

36
Saraç, age., s.109, 110.
37
Evliya Çelebi, age.s.330.
38
Evliya Çelebi, age.s.335.
39
Evliya Çelebi, age.s.339.

12
söz konusu olunca akla ilk olarak teşbih gelmektedir. Evliya Çelebi, özel bir gaye ile sanat gayesi
gözetmeksizin teşbihler kullanmıştır
“Nice zayıf ve nahif ve bîçâre çekirge bacaklı eli tımtıraş bıçaklı tiryâkîler burunların
sümüğün akıtıp maslûb-ı indellâh şeklinde keç-gerdân ve keç-dehân ve şütür-leb olup salyaları
göğsüne akmış dili bir karış dehânından çıkmış menhûslar sürü sürü bir yere haşrolup o şiddet-i
harda (sıcak şiddeti) nazik saf ferâce o beyaz Ahmed-âbâd’ın Hind bezi sadeleri giyip destârların kec
kılıp ellerinde birer yelpaze ve birer arka kaşıyacakları ile cenk seyrine gelmişler.” 40
“Zirâ bu şehir bâğ-ı İrem-misâl bir ravza-i Rıdvânlı şehrdir kim kırk yedi bin bâğ (u) bağçe ve
bûsitân (u) gülistândır deyü tahrîr olunmuşdur. Aşağı şehrin her hânesinde birer hadîka-i
İremezâtü’l-imâd misilli bağçeler mukarrer olduğundan ma’âdâ her birinde havz u şâzrevân
mukarrerdir.”41
“Zira sünnet-i Resûldür ki Hazret-i Mefhar-i mevcûdât Ebu Leheb, Ebu Cehil lâinler ile
güleşip ikisini de taşlamadan yenip çehre-i murdarları kanare yalamış kelb-i ahur (kuduz köpek)
ağzına dönmüşler idi.42
3.2.3. İstiâre:
Belagat’e göre şiirsel dil içerisinde sanatsal etki yaratmak için teşbihi oluşturan iki
unsurdan birinin kullanılmaması istiâre (eğretileme) sanatını meydana getirir. İstiârede teşbihin
unsurlarından birisi bulunmaz. Yalnızca benzetilenin bulunduğu istiâreler açık istiâre,
benzeyenin bulunduğu istiâreler ise kapalı istiâre adını alır. Retorikte metaphore adı verilen
istiârenin oluşumu sanatsal metinlerde en çok başvurulan imgeleri yaratmaktadır.Evliya Çelebi
istiare sanatını çok az kullanmıştır:
“Derhal saadetlü padişah, efendimize bir samur libaçe (giyecek urba) dahi giydirip ol gün iki
kürk oldu ama paşa koynuna koydu ama gûya bir akrep koynuna girip asla hazzemeyip mütegayyirü’l-
hatır oldu.”43
“Hususa Melek Ahmed Paşa kardeşiniz ‘ah Sultan Murad Efendimizin çerâğ-efrûhtesi ve
nazar-kerdesi kardeşim’ gelsin diye sultanımın intizarında olup sultanıma bu mektupları gönderdi
diye yetmiş aded atlas keseli mekâtibleri verip zemin bûs edip geri çekildim.” 44
“Esnâ-yı kelâmda ‘ibşir Paşa derya-misâl çamapor askeri gibi eşkıya ve zorbalarla geliyor’
denildi. ‘Âyâ rikâb-ı Hümâyûna bu kadar haşerât ile geldiktde ne evzâ ve etvâr (neler olur neler)
eder.”45
3.2.4.Teşhis:

40
Evliya Çelebi, age.s.203.
41
Nurhan Atasoy, “Evliya Çelebi ve Matrakçı Nasuh: Osmanlı Bahçelerine Yönelik Bakış Açıları”, Evliya Çelebi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 2006, s. 516 den; Evliya Çelebi Seyahatnamesi, II,223b, 229a.
42
Evliya Çelebi, age.s.336.
43
Evliya Çelebi, age., s.347.
44
Evliya Çelebi, age., s.355.
45
Evliya Çelebi, age., s.350.

13
Divan nazım ve nesrinde şairler ve nâsirler anlam düzleminde estetik etki yaratmak için, insan
dışındaki varlık ya da kavramlara insanlara ait özellikler yüklemişlerdir. Tüm dünya edebiyatlarında
hemen hemen var olan ve kişileştirme (personnification) olarak adlandırılan bu sanatın ortaya çıkışı
edebiyatın ortaya çıkışı kadar eskidir. Yazılı edebiyat öncesi sözlü gelenek döneminde şairler tabiat
varlıklarına kişisel anlamlar yüklemişler, onları insanlar gibi görüp itibârî, yani kurmaca bir âlem
yaratmışlardır: “Kişileştirici anlamdaki eğretilemelerin iki asal çeşidini birbirinden ayırabiliriz: Biri,
organik tabiatlı olmayan süreçlerin kişileştirilmeleri; ötekiyse, insanların iç yaşantı alanına ilişkin
süreçlerin ve görüngülerin kişileştirilmeleri. Bu tür söz bağlamları kullanıla kullanıla değişmeceli
kullanım etkisini yitirirler ve edebiyat dilinde ya da günlük dilde kalıplara dönüşürler. Bunlara
sözcüksel eğretilemeler diyoruz.”46
“Hemen leylek baba leylek anaya minkarıyla bir iki kötek vurup leylek baba tayerân edip
feryâd ü figân ile şehr-i sofya’nın Enderun u bîrûnunda seyeran edip laklak ile nice bin murg-ı laklak
cemedip doğru Çelebi Camiinin kubâbları (kubbeleri) üzre gelip meks edip (oturup) camiin kubâbları
ve sutûhlarında leylek murglarından kurşunlu kubbe görülmez oldu. Bu kerre cemîi murglar mezkur
âşiyâna birer birer gelip aşılama olan karga beççelere nazar edip Laklak diyerek kubbesi üzre karar
ederlerdi.
Gûyâ lisân-ı hâl ile feryâd u figân ederlerdi. (…) Ol gün cemî-i murglar ne yediler ne içdiler.
Leylek feryâdından şehr-i Sofya’da asla safâ-yı hatır olmayıp cemî-i halk işinden bîkâr olup leylek
temâşâ ederlerdi. Ahır-ı kâr nice yüz leylek zag beççelerin katledip andan leylek anasına ‘veled-i zînâ
evlad kazanmışsın” diye minkar üşürüp (gaga vurup) pâre pâre edip alâmeleinnâs cami sütûhundan
aşağı pârelerin bırakıp bir gûne laklak sadası dahi ederek laklak babaya bir laklak valide eş virüp
cümle murglar âşiyanlı âşiyânesine pervâz vurup gitdiler.”47

3.2.5.Mübalağa:
Mübalağa, sözün gerçek anlamından hareketle, söze etki vermek amacıyla sözün karşıladığı
anlamın, nesnenin, algının gösterdiği imgenin üzerinde bir düzleme çıkarılmasıdır. Abartma hakkında
Pospelov şunları söyler: “Ayrımlaşmamış (sinkretistik) sözlü yaratış, fantastik içeriğiyle,
kişileştirmeler yanında bir bileşen daha ortaya getirmiştir ki, bu bileşen, toplumun kolektif bilincindeki
kendiliğinden bir abartma’dan ileri gelmektedir. Kendi güçlerinin az gelişmiş olması nedeniyle ilk
toplumun insanları, gerek doğa güçlerini, gerekse hayvanları ve bitkileri kişileştirmekle onları çok
daha büyük olarak tasarlıyorlar, çok daha hızlı ve güçlü kabul ediyorlardı ve onlarda çoğu kez
doğaüstü yetiler görüyorlardı.”48
Evliya Çelebinin nesir diline en büyük katkısı mübalağa sanatıyla meydana getirdiği
söylemlerle olmuş, o kadar ki okur onun bu tür söylemlerini gerçek anlamlarından ayırmada zorlanır
duruma düşmüştür.
46
Pospelov, age., s.352.
47
Evliya Çelebi, age., s.330.
48
Yalçınkaya, age., s.384.

14
“Hülâsa-i kelâm tatvîl-i kelâma ne hâcet bu bâğ-ı Merâmın tarh tarz u tavrı şundan
ma’lûm-ı sa’âdet ola kim Cenâb-ı kibriyâ bu bağda olan eşcârâta eyle hüsn verüp san’atını
izhâr etmişdir kim gûyâ her dıraht-ı şâhdâr gûyâ cümle-i zî-rûh gibi kıyâm edüp henüz dest-i
kudretden çıkmış gibi ale’t-tertîb dizilüp dururlar.” VIII-323b nt 509
“Nicesi elinde oku ve yayı var amma oklarının kırk elli yıldan beri yeleklerin güve
yemiş, amma yine forta kelâmı (güçlü sözü) yerinde: Bre dur kahbe Celâlî, bre kıralım Celâlî’yi
diye kendisine takviyet verir ve kimisi bir yere cem olup eydürler: 203 al.204 mizah
“Bu şehirde (Malazgirt) şiddet-i şitâdan kapandık kaldık ve bir ay tekâüt olunmak
ferman olundu. Hikmet-i Hudâ bir dolu yağdı kim her tanesi yüzer dirhem veznolundu (tartıldı)
ve çok hayvanat telef edip bir saatdan sonra paşaya bir dolu tanesi getirdiler kâmil bir vakiye
geldi. Paşaya ol tane gelince belki elli dirhem erimişdi ve şeşhâne mühr-i Süleymânî gibi ve kaz
yumurtası gibi dolu yağdı.49
“amma kar minare kaddince…”, 547,

3.2.6.Telmih:
Nazım türü eserlerde çok sık görülen şairlerin telmih yoluyla anlamı zenginleştirdikleri her
zaman gözlemlenmiştir. Evliya Çelebi sanat gayesiyle telmihe başvurmamış, çok az da olsa klişe
telmihlere yer vermiştir:
“Bre canım bir adam Erzurum’un şiddet-i şitâsında merhûm olsa ibtidâ ol merhûmu
defnedecekleri yere on beş yirmi yük odun yığıp ateş-i Nemrûdlar yakıp rûy-ı zemîni mülâyim
oldukdan sonra güç ile Ferhadî külünçler ile kazıp bu minvâl üzre beş altı saatde bir mezar güç
kazılır, sonra meyyiti tabutuyla getirip defnederken lâhda (mezara) lutuf ile korlar ki meyyitin asla
bir uzvu hareket etmeye.”50
3.2.7. Tezat:
“Bay u gedâ pîr ü cevân hass ü âm sultânımın şeref-i kudûmiyle müşerref olmaya
muntazırdırlar.”51
3.3.Kinaye
“Kinayede asıl amaç, açıkça söylenemeyecek durumların imâ edilmesi, eleştiri sertliğinin
yumuşatılması, küçümseme, alay etme gibi niyetleri hissettirmedir. Mecazla farkı, mecazda gerçek
anlam olmaz, kinayede ise mecaz anlam temel olup gerçek anlam kastedilir… Kinaye yoluyla dilin
ifade gücünü kullanma Ta’riz, İham, Tevriye sanatlarıyla olmaktadır.” (Genç, 2008: 117)
Evliya Çelebi’nin nesir diline kazandırdığı en etkili ifade aracı kinayeli söylemlerle teşkil
ettiği mizahî anlatımlardır.

49
Evliya Çelebi, age., s.561.
50
Evliya Çelebi, age.s.228.
51
Evliya Çelebi, age.s.355.

15
“Nicesi ol izdihâmda şahrâh üzre oturup basatırma ve sucayık ve kaşkaval peyniri ve
kesatine ve leblebi ve fındık ve fıstık tenâvül ederler.
Nicesi esb-i şâh-gedâya süvâr olup: -Oğlan kılıcınla ensemden ayrılma. Vur dediğim zaman
ol an aman verme vur” diye gulâmına tembih eder. Gulâmı eydür: “Sultânım ensenizden kimi
vurayım?” der.
-“Kahbezade beni vuracak değilsin Celâlî’yi vur” der.”

3.4. Manzumelerle Anlamı Zenginleştirme


“Amma evâ’il-i hallerinde akrânlarından biri fezâ’il-i bâhire sahibi iddiasında olsalar ve
haddinden tecâvüz edip yukardan aşağı muamelesin edenleri ele alıp her ne mertebede olsa
haddin bildirip Ahfeş-i Malik’in keçisine bindirip o vaz’-ı nâ-hemvarları ile mevsûf olan adamı
rüsvâ-yı âmm “ Gerekdir kendi özün bilmezlere kendüyi bildirmek” deyü bednâm edip merkûm
mısra’ı terennüm ederdi.”52
“Netîce-i kelâm dünyâda benî3adem ile iktilât eden kimselere iyilik eylemek gerekdir.
Mısra-ı Şâhidî: “Yokdur iki âlemde iyilik gibi sermâye”
Diğer Mısra-ı Şâhidî: “Kamuya sen iyilik eyle sana öğüt işte benden”53

3.5.Diyaloglarla Anlamı Zenginleştirme:

Sonuç:
XVI. asırda başlayan tarih nesri XVII. yüzyılda Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde en
yüksek ve zengin bir üsluba ulaşan nesir çığırı, biçimden ziyade esasen içeriğe daha çok ya da zarfı
güzelliğini değil zarfın içindekini sunmayı amaçlamış ve bunu başarmıştır. Çelebi, gezgin olmasının
kazanımıyla gözlemlerini bitmez tükenmez itnaba dayanan tarzıyla anlatırken, biçimi de ihmal
etmeksizin nesrinin söylemini sağlayan ses tekrarları, söyleyiş ezgi ve tonlamaları, seciler;
anlamlandırmasını sağlayan mecaz, kinaye, teşbih ve istiarelerle eserini sanatlı şekle dönüştürmüştür.
Çelebi, hem söylem hem anlamlandırma düzeylerinde başarılı olmuştur.

52
Evliya Çelebi, age., s.45.
53
Evliya Çelebi, age., s.216, 217.

16

You might also like