Düşünce Orucu

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 28

Düşünce Orucu!

Düşünceler... İsimler... Sisler...


Yazan: Felâsife
24 / 12 / 2016

Aşağı yukarı 40 yıl önceydi, 9-10 yaşlarında varım yoğum, babam bir gün kardeşlerim ve
bana bir soru sordu.

Her şeye lazım olan nedir? diye.

Bizde tabi aklımıza geleni söylemeye başladık, tanrı, hava, oksijen, ruh, su, atom, madde
vs. ne söylediysek babam ısrarla "onada lazım" diyordu başka bir şey demiyordu,
düşünüyoruz düşünüyoruz bir şey söylüyoruz, babam gene "onada lazım" demeyi eksik
etmiyordu. Babamın aldığı keyif hala gözümün önünden gitmez, biz bilemeyip off baba ya!
diye sinirlendikçe, o zevkten dört köşe oluyordu.
Bir kaç saat sonra babam insafa geldi, tabi bizim kelimelerde tükenmişti artık,

İSİM dedi, her şeye lazım olan İSİMDİR dedi.


O zaman bi düşündük aa! babam haklı, isim olmadan hiç bir şeyi bilemeyiz deyip, babamıza
hak verdik.

Aradan zaman geçti zemin geçti, büyüdük ettik, din işlerine bulandık, kitaplara daldık,
tasavvufa merak sardık derken, tabi bu ayeti de çoktan öğrenmiş olduk.
Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti. 2/31

İsim olayı mistik tarafta da hayli önemliymiş, halife olarak yaratılan birinin bile en belirgin
özelliği, melekleri bile bu özelliği ile şaşırtıyor ki isim olmadan olmuyormuş.
Sonra şöyle bir söze de denk geldim.
"Bir zamanlar Allahın kendi vardı ismi yoktu, şimdi ise Allahın ismi var kendi yok!"
Söz eksik fazla olabilir, tam hatırımda değil, ama anlam olarak bu anlamdaydı.

Bir insan böyle bir sözü nasıl söyleyebilir veya bilebilirdi, bir zamanlar Allahın isminin
olmaması filan, çok çok uçuk bir sözdü, kafadan uydurulmuşta olabilirdi, tabi ilk anda pek
çok düşünce geliyor insana.

Acaba bu İSİMLER bir şeyleri açmak/anlamdırmak için mi? yoksa o şeyleri bir sır gizem
altında saklamak/örtmek için mi? ya da hakikaten öyle olması gerektiği için mi?
Öyle veya böyle İSİMLER önemli, isimsizlik acaba nasıl bir şeydi, veya böyle bir şeye nasıl
ulaşılabilirdi? nedir, nasıldır, diye kafada deli sorular dönüp duruyordu.

Tabi bütün bunlar bir süreçte ilerliyor, durmak dinlenmek yoktu, habire oku araştır, düşün
dur, kovalamaca hiç bitmiyordu. Daha bir soruyu çözmeden, bir sürü soru sıraya giriyor,
çözüm bekleyen sorular kuyruğu cevapları çoktan geçiyordu.
Hayatım boyunca hep maddiyat sıkıntımda olmuştur, işleri ters giden biride olunca, kitap
almakta hiç kolay olmazdı, genede son paramı kitaba verirdim.

Eşten dosttan da çok kitap aldım okudum, hele dul bir komşumuz vardı, 70 lerin başında
beyi vefat etmiş, kadında hiç evlenmemişti, kocasına ait bir kütüphane kitabını da hatıra
niyetine saklarmış, bir gördüm pir gördüm adeta, hemen hepside tasavvuf ve felsefe
kitaplarıydı, okuyabilir miyim diye izin istediğimde, "memnun da oluruz beyimin anısını
yaşatırız" dedi, orada ilgimi çeken ne varsa okumuştum.
Öyle ki kitapların en yenisi 70 den daha yeni değildi, 40,50,60 lı yıllara ait kitaplar ki
aramakla bulunmazlardı.

Sonra esas sorunumun, bitmez tükenmez arayış kaynağımın DÜŞÜNCELERİM olduğunu


fark ettim, beni rahatsız eden bizatihi düşüncemin kendisiydi.
Geylâniye ait olan bir söz görmüştüm. "Öyle bir oruç tut ki o oruçta sen olmayasın!" bu ne
demekti, nasıl olacaktı hiç bir açıklamada yoktu.
İşin garibi o güne kadar Geylâni ile ilgili hiç bir kitapta okumadım, ondan sonrada
okumadım ama o sözünü epey düşünmüşümdür.
Ben Arabiciydim fakat o da şöyle böyle tarifi yerine, ilkeler ve kavramlar üzerinden
söylemler ediyordu ki zaten tıkanık olan yolumu o da iyice tıkıyordu.

Düşünüyorum öyleyse varım!


Benimde sorunum düşüncelerdi üstüne gitmeye karar verdim, düşünceyi ya durduracaktım,
ya da oruç gibi bir yöntem uygulayacaktım. Fakat yöntemin ne olacağını bilmiyordum. Vakti
zamanında zikir, tefekkür, yoga gibi şeylerde denedim ama onlarında bana göre olmadığını,
boş işler olduğunu anlamam çok sürmedi.

Kararımı verdim!
Düşünce orucu tutacaktım, o güne kadar buna dair bir şey görmedim, sonrada görmedim
ama bir şekilde iflah olmaz ruhumu ya terbiye edecektim, ya da diye başka bir alternatifim
yoktu, ötesini bilmiyorum.
Hiç bir şey düşünmemeye başladım, daha doğrusu çabaladım, düşünceler aklıma geldikçe
kafamdan atıyor, boş bakmaya odaklıyordum kendimi, duygular hisler zamanla azaldığı gibi,
birilerine karşı olan sevgiler nefretler de azalmaya başladı, bir nevi robot gibi oldum,
düşünce yoksa sevgi ve nefrette yoktu, bir davam bir amacım, idealler filan hepsi zaten
anlamsızlaştı.

Hiç bir şey düşünmemek zordu ama imkansızda değildi, en azından o yola adamıştım
kendimi, kararımı vermiştim bir kere. Dışarıda ki insanlar bu durumu fark etmedikleri gibi,
eşimde durumdan bi haberdi, normalde aramız zaten pek iyi değildi, bu halle birlikte bana
demediğini bırakmıyor ama genede ben ona kızamıyordum bile, çünkü dediğim gibi düşünce
azaldıkça hislerde azaldı, etki/tepki yoktu bende, BEN diyebileceğim bir ben görülmüyordu
içimde.
Nefes alıp veren canlı bir et parçasından daha fazlası değildim, adeta yürüyen bir cenaze
gibiydim.

Bu olay bir ay kadar sürdü, bir ayın sonlarına doğru içimde, adeta bir volkan misali, bir öfke
dalgası çıkmaya can atar gibi bir şey olmaya başladı, aslında şaşırdım da bir yandan zaten
düşünmemeye odaklamışken kendimi, bu dalganın ne olduğu hakkında fikirde
üretemiyordum, düşünmeyince fikirde oluşmuyor... tabi ben böyle oldukça onu bastırmaya
çalışsam da, bir kaç gün sonra o dalga iyice sıklaştı ve en sonunda o volkan adeta patladı.

O gece sabaha kadar, Tanrıya ve inandığım ne varsa, korku, ümit, beklenti ne var ne yoksa
dışarı çıktı, ve çıkış o çıkış, sabaha kadar demediğim şey kalmadı.

Sonra içimde kalan o son sözleri de kusunca, ne söylenecek bir sözüm kaldı, nede yapılacak
bir şeyim kaldı, yorgun ve bitkin bir biçimde uykuya dalarken, şu sözlerimi çok iyi
hatırlıyorum.

ARTIK HER ŞEY BİTTİ !...

O ana kadar çocukluktan beridir büyüttüğüm, beslediğim ve öğrendiğim ne kadar bilgi,


birikim ve değer varsa hepsini silmiş atmıştım ve de hayallerim... En önemlisi de onlardı ki
artık hiç bir hayalimin de önemi kalmamıştı, neticede onlar herkes gibi benim içinde çok
önemliydi, inandığım değerler, inancımı besleyen duygular, beklentilerim, ümitlerim, bir
gecede onları çöpe atmak tuhaftı ama ok yaydan da çıkmıştı bir kere, belki kimseler
duymadı, belki kimseler görmedi içimde kopan o fırtınaları ama ben çok iyi görüyor ve
biliyordum.

Yılların bilgi birikimi, bir aylık bir çılgınca bir düşünce orucu macerasıyla, darma duman
olmuştu.

Ne BEN diyeceğim bir ben'im, ne de BEN'İM diyeceğim bir hayalimin anlamı kalmamıştı...

Düşünce orucunun etkisiyle, içimde benimde tanımadığım bir şey çıktı ki o ben değildim,
eğer derinlerde ki bensem o, hiç tanımıyormuşum, adeta benim ne ümidim ne hayalim
varsa, bir ejderha gibi onları da yerle bir etti o!
O ben olmasada, ben senim demesede, değil mi ki benden konuştu, ihale de bana kalmış
oldu...
Kim bilir belkide yıllardır içimde baskıladığım o kötü yanım da düşüncelerimle besleniyor
olmalıydı ki, düşüncem sekteye uğrayınca o da ortaya çıktı.
Artık ne olursa o olacaktı, bilmiyordum, yarın hakkında hiç bir bilgim, beklentim, düşüncem
de kalmamıştı, zaten mantıklı düşünemiyordum da otokontrolden fersah fersah uzaktım.

Yarınları olmayan adam misali, uykuya dalarken kendiyle olan kavgasında, kendine yenik
düşen, mağlup bir komutanın tüm çöküklüğüyle, ilk kez yarınlar kaygısı olmadan yatmak,
sonsuzluğun karanlıklarına son hızla düşerken, düşme hissinin kaybolması, zaman
kavramını yitirilmesi gibiydi...

Yenilmiştim !...
Kaybolmuştum !...

Yarınlar yoktu artık!


Yarınlar nasıl olabilirdi ki?

Düşünce orucu zaten İSİMLER ve onların altında yatan anlamları, ateşte yanan bal
mumu heykellerinin bozulması gibi bozmuşken, yarınlar kavramıda çoktan
bozulmuştu, neticede o da bir İSİM değil miydi?

İSİMLER sadece SOMUT kavramlar için gerekli olan bir şey değildi ki? aynı zamanda
SOYUT kavramlar içinde elzemdi.
İsim olmayınca ister somut, isterse soyut olsun, ne anlamı var ki?

Eğer HİÇLİK diye bir şeyden söz ediliyorsa, ve orada da İSİMLER bulunuyorsa, bu
hiçlik olmasa gerektir.
Hiçlik < İsimsizliktir.

Babam çocukken adeta uyarmış beni, oğlum isimlerle oynama, başın belaya girer, İSİM her şeye
lazım, o olmadan hiç bir şey olmaz, SEN de olmazsın demiş; demişte ben anlayamamışım.
Babamı dinlemediğim gibi, insanların en temel yapı taşını yerinden oynatınca, oluşan kara delik
ben dahil her şeyimi sırayla yutmuş, en sonrada kalan benide yutmuş.

Bir şey bitince, başka bir şey başlar derler, peki ya her şeyini, her değerini, isimleriyle birlikte
kaybeden ne olur?

Kimse bilmez!
Böyle bir kumarı kimse oynamaz.
Çünkü kimse böyle bir soru sormaz, cevap aramaz.
Sorusuz cevap cevapsız soru, helede her ikisi isimsiz olursa, soruda olmaz, cevapta olmaz.
Böyle bir şey HİÇ yaşanmadı addedilir, yaşanmamışlığın lafı ise beyhudedir.

Velhasıl hiç yaşanmamışlığın koynunda, ruhunu kaybeden bir kumarbaz, nasıl


uyursa öyle uyumuşum.

Bir kaç saat sonra uyandım!


Ama nasıl bir uyanış tarifi yok, içimde acayip bir coşku ve yaşama sevinci ki böyle bir şeyi değil
yaşamak, lafını bile duymamıştım, aslında ne olduğunuda anlamadım ama anlamayada
çalışmadım ve bir yaprağın kendini suya bırakması gibi, bende o sevinç akıntısına kendimi
bıraktım. Zaten başka şansımda yoktu ki zira düşünme denen hadise bu sefer hakikaten yoktu,
biriyle konuşurken filan sözcükler kendiliğinden geliyor, ben bir şey tasarlamıyordum.
İçim içime sığmıyor, karşıma kim gelirse gelsin, insan ayırmıyor, iltifatlar güzel güzler bir birini
kovalıyor, ve bunları yaparkende asla bilerek isteyerek değil, öyle içimden geldiği gibi
yapıyordum.
İlk sabah uyanınca, o coşku ile ilk önce balkona çıkmıştım, otlar arasında kocaman bir fare
geziyordu, o, o an, o kadar güzel geldi ki gözüme, koynuma alıp öpüp koklamak, adeta dünyanın
en güzel şeyiydi.
Her şey inadına güzeldi!
Böyle bir güzellik yoktu!
Zaten güzel olmayan bir şey yoktu!
Bana n'oldu, n'oluyor, gece her şey bitmişti, şimdi ki bu hâl ne? hiç bir fikrim yoktu...

Sonra içeri girdim eşimde uyanmıştı, ona söylediğim sözlerin iltifatlarında bir tarifi yoktu,
eminim Romeo, Juliet için söylememiştir öyle candan sözleri, tabi eşim şaşırıyor n'oldu sana filan
diyor ama bende açıklama yok ki, bende bilmiyorum ki ne olduğunu, ne söyleyeyim.
Sanırım eşim yakında ayrılacağız diye, benim yağ yaktığımı filan düşünmüş olmalıydı, zira bir kaç
yıldır böyle bir gündemiz de vardı, sonunada gelmiştik iyice, lakin hiçte öyle laf olsun diye değildi
sözlerim...
Yeni doğmuş bir bebekten bir farkım yoktu, yargılarım, kaygılarım, etiketlerim, kurallarım, hepsi
sıfırlanmıştı adeta.

Sonra dışarı çıktım, sanki başka bi dünyaya adım atmış gibiydim, her gün gördüğüm sokağımız
bile değişmiş gibiydi, lakin bir o kadar da her şey aynı eskisi gibiydi, değişen yoktu. Tek değişen
vardı o da ben, onuda benden başkası fark edemezdi, lakin genede dünyaya ilk kez gelmenin
heyecanını tatmaktı yaşadıklarım, dünyayı keşf etmek gibiydi her şey.

H.Bayrama doğru yollara koyuldum...


Orada da durum aynıydı, ben delice akan bir çağlayan gibiydim.

Anlayana aşk olsun !...


----- o -----

HACI BAYRAM AKADEMİSİ


Kim demiş Ankara da deniz yok diye.
Denizden kasıt balık mıdır, su mudur acaba ne?
Yoksa denizden kasıt orada bulunan huzur mudur?
Ankara'da da deniz var, haritalarda olmasa bile!

Denize gidenler, hem huzura hemde yanmaya gitmez mi?


Gündüzünü yanarak, gecelerini de huzurla geçirmez mi?
İşte Hacı Bayramda, bu anlamda tatil beldesi gibidir.
Huzur atmosferi, çay ocaklarıysa o denizin sahilidir.

Bu ilk şiirsel çalışmamdı, bunun devamıda vardı ama unuttum, H.Bayram benim için adeta bir
akademi gibiydi, delisinden akıllısına, otantik havasından mistik çekiciliğe güzel yerdi, ruhum
huzur bulurdu orada, 2007 ye kadarda devam ettim, şimdilerde artık adeta uzay çağına
hazırlansada, temiz bir görünüme kavuşsada, o eski otantik havası kaybolmuş, tabi o eski
adamlarıda kalmamış artık.
Daha net söylersem o eski mistik büyüsü kalmamış H.Bayram'ın, başka bir şey olmuş.

H.Bayram olayıma gelince, din işlerine dikey olarak girdikten bir sene dolmadan başladı.
89 'un kışı askerden gelmişim, günlerimde lay lay lom geçiyor, o yaz aklıma balkona koca tv yi
çıkartıp izlemek geldi, nereden geldiyse artık, tv yi kurdum ama bir türlü anteni ayarlayamadım,
eski tip antenlerdendi, çekmedi tv.
Neyse bir ara Vizontele misali TRT zar zor karlı marlı Kuran okunuyormuş onu gösterdi, bende tv
ye doğru eğilip baktım, bilmiyorum kaç dk. geçti, 1-2 dk. lık bir şeydi, doğruldum ve ben namaza
başlıyorum dedim.

Anlık bir şeydi ama hakikaten de öyle oldu, sonradan çok düşündüm bu meseleyi içinden de çok
çıkamadım, sanki bir düğmeye basılmış gibi, beynimde ki bir program START etti ve beni aldı
sürükledi.

Öyle dine başlayacağım filan aklımda hayalimde yokken, böyle bir şey düşünmemişken, durduk
yere şak diye başlamak garipti. Zaten benim hiç bir işim de kendi tasarladığım diye bir şey
olmazdı ki nerede aklıma gelmeyen, hayalimden geçmeyen varsa o oluyordu. Yoksa biri dedi diye
bir şeyi de asla yapmayan bir yapım vardı ki babam dahi olsa kafama yatmasa o dediğini
yapmazdım, inadım da yani...

Neyse namaz niyaz işleri de tamda böyle oldu, tam gaz yola devam ederken, daha bir sene
olmadan önce hocam dediğim, sonrada abi kardeş gibi olduğumuz insanla tesadüf eseri tanıştım.
H.Bayram müdavimlik olayımda böylelikle başladı, zira bu emekli hocamız neredeyse her gün
H.Bayrama da gidermiş, bende gitmeye başladım.

Bu hocamız öyle bilindik hocalardan da değildi, Türkiye dolaşılsa bir eşi daha olmayan, aykırı mı
aykırı biriydi. Namazsız hoca, fötrlü hoca, zındık hoca, gibi bir düzine lakabı olan, hafızlıktan,
Arapçaya, hadislerden lugât bilgisine sahipti, bilgileri de oldukça sağlamdı.
Çoğunca hoş sohbet ama iş ciddiye bindiğinde de oldukça sertti, ayrıca tasavvufi yönden de dolu
biriydi.
Ben o zamanlar fark etmediğim, şimdilerde fark ettiğim bir yönü de tam Şamanik biriymiş, zira
giyim kuşam yönünden gören bu nasıl hoca derdi, her koluna bir saat, bazen ikişer takar, 2-3-4
yeleği üst üstte giyer, bir bakmışınız koluna kadın çantası takar, çatalını kaşığını hatta dişlerini
cebinde taşır, hijyen diye bir şey bilmez.
İtfaiye (her gelen) meydanında ki hurdalıkları dolaşır, nerede kırık dökük saatten gözlüğe,
kıyafetten ayakkabıya şeyleri alırdı, giyerdi, itfaiye meydanı ikinci adresimizdi adeta.

Özetle bu hocamızdan çok şey öğrendim, sonradan yolum ayrıldı, fikir ayrılığına düştüm, 2005
gibi de vefat etti ama bende ki yeri her zaman ayrıdır. İyi adamdı hoca.
Genelde niye namaz kılmadığını, oruç tutmadığını sorarlardı, "bitti" derdi, ya olur mu öyle şey
hocam filan diyenede "Anlasan sormazdın, anlatsamda anlamazsın" diye kestirip atardı.
Bazende bunu detay detay anlatırdı, lakin bu mesele bilindik duyulmuş bir şey olmadığı için, karşı
taraf illaki arızaya geçerdi. Nasıl arızaya geçemesin ki herkesin ölene kadar diye bildiği bir
ibadeti, o yâkin gelene kadar derdi, ve devamına da "Bir adam 40 yaşına kadar namaz kılıyorsa,
bitirememişse, kaç o adamdan!" diye eklerdi.

İnsan denen varlığın, eğer bir şeyi bilmiyorsa, yaşamamışsa, bunu duysada inanmayacağını,
inanamayacağını ben ta o zamanlardan çokca deneyimledim.
İnanmayabilir elbet en doğal hakkıdır, ama illada OLMAZ diye diretmesi, olmadı hakaretler
etmesi, kendini otorite görmesi ilginçti.

O yüzden hocanın "Anlasan Sormazdın, Anlatsamda Anlamazsın" sözü benim için her zaman
çok manidârdır.

Neyse, gelelim benim içimden delice akan o sevgi çağlayanına, bu hislerle H.Bayram gitmişim, 10
yıldır zaten çok yüzleri tanıyorum, merhabam var çoğuyla, fakat benim içimde kopan bu sevgi
fırtınalarını kimse fark etmedi, aslında bir aydır cenaze gibi hallerimi de kimse fark etmemişti,
neticede içine kapanık biriydim, bunu dışıma oldum olası yansıtmazdım, zaten özel bir gayrette
sarf etmedim insanlar beni fark etsin diye. O yüzden hiçte önemsedim, ben buydum, bu hiç
değişmedi.

Bu hâl 3-4 gün sonra bitti, yemek yememek, kafada hiç bir düşünce olmadan, çocuklar gibi şen
olmak güzeldi ama bitti!

Akabinde içimde ki o eski ben geri geldi, bu iş niye böyle oldu filan düşünmeler, gene eski kaldığı
yerden devam etmeye başladı, tabi önceki kadar kaotik düşünceler değildi bunlar, daha sakin,
çoğunca da gülümseten düşüncelerdi.
Fakat bu olayı çözülmüş dosyalar rafına kaldırmadan, faili meçhul bir anımın olması beni ömrüm
boyunca da rahatsız edecekti, bunu da biliyordum.

Aslında bu olaya başlamadan bunun bir "Düşünce orucu" olacağının kararını vermiş, sınırlarını
kafamda çizmiştim, zira düşüncelerim beni kemiriyordu, dayanma gücümün limitlerindeydim,
hatta bir ara intiharı bile düşünmüştüm, zira çılgınlar gibi kronik bir bel rahatsızlığım, bitmez
tükenmez düşünceler, başarısız bir evlik, fiyaskolar ile dolu iş yaşantısı derken, kafamda her şeyi
tasarladım, o gece olmasa da yarına kesin yapacaktım, bu düşüncelerle uyuya kalmışım, sabah
olupta eşim yüzümü gözümü öpüpte...
Seni rüyamda gördüm, intihar etmişsin, çok korktum, n'olur sakın ölme diye söyleyince... Benim
plan suya düştü, direncim kırıldı...

Ez-cümle düşünceyi yok etmek mümkün değilse de oruç iyi bir yöntem olabilirliği kafama iyice
yattı.
Normalde ki oruç, zahiri bedenin, temizlenmesi, dinlenmesi içinde yapılıyordu, bunun için onun
gıdası olan yemek ve içmek yasaklanıyordu, birde cinsellik, bunlar yasaktı.
Peki batını beden, iç dünyam, ruhum için ne yapılmalıydı, onun besini neydi? neyden
besleniyordu?
Öyleya onunda beslendiği bir şey olmalıydı.
Batını bedenimi besleyen yegâne besinin DÜŞÜNCELERİM olduğuna karar verdiğimde, bunun

nasıl olacağını kestirmek güç olmadı, olacak olan belliydi.


Düşünceleri durdurmak ya da durdurmaya çalışmak, ötesi yoktu, hedef belliydi, DÜŞÜNCELER!
Peki ne kadar süre olacaktı bu? süresi neydi?
İşte buna hiç bir zaman karar veremedim.
1 gün, 1 hafta, 1 ay, 1 yıl, 1 ömür!
Ne kadar olacağını bilmiyordum, hiç bir fikrim de yoktu.

Tek fikrim vardı o da düşünmekten nefret ettiğimdi,


DÜŞÜNMEKTEN NEFRET EDİYORDUM !!

Bir insan niye bu kadar düşünürdü ki? ne gereği vardı!


Nasıl olsa istediğimiz bir dünyaya gelemiyorduk, istediğimiz hiç bir şeyi seçemiyorduk, her şeyin
ama her şeyin hazır olduğu bir dünyaya geliyorduk, onun içinde yaşamak, bir zorlama, mecbur
bırakılmadır.

Düşünmeyi gerektirecek bir durum yok, esas mesele o!

Madem istediğim bir yere gelemiyorum, neyi düşünüyorum ki ben! sistem hazır, kurallarıda belli,
düşüncenin bana bir faydası yok.

Ya atayım gitsin çöpe, ya taklit edip yaşa git!


Düşünüleni düşünen düşünür olmak, en kestirme yol!

Bitkilerde olduğu gibi statikte olsa üremek, gelişmek vs. olabiliyorsa, İnsana düşünce ne lazım!
Yaşayabilir, karnını doyurabilir, üreyebilir, kandırabilir vs. hayvanlarda olduğu gibi içgüdülerle
harekette edebilir pekâlâ!
Çokları da elân böyle yaşayabilir, hatta mutluda olabilir, lakin 7/24 full çalışan BASKILAR ALTINDA
Kİ bir düşünce ile mutlu olmak imkansız, helede hastalık ve işsizlik ile uyku uyumak tam bir
işkence olursa.

İnsanlar tatlı tatlı uyurken, gizem dolu hülyalara dalarken, sabahlara kadar düşünmek, varlık ile
yokluk arasında sıkışıp kalmak gibi, ne varım diye mutlu olabiliyor insan, ne yokum diye
sorunlarından kurtulabiliyor.
Heyhât!
Dönüp dolaşıp kendime sardırıyorum !...

Niye yaşıyorum ben, kendime bir faydam yok, kendimi geçtim dünyaya da bir faydam yok,
kimseye bir faydam yok. Aldığım nefes bile zarar!

Ölmek istiyorum, ölemiyorum, iş doğmaya gelince soran yok!

Neyleyim böyle yaşamı!

HİÇ BİRİMİZ MASUM DEĞİLİZ!

Amaç iyi insan olmaksa, çevreye zarar vermemekse, doğumdan ölüme doğaya verdiğimiz
zararın ise haddi hesabı yok, tonlarca yiyecek içecek, tonlarca sarfiyat, sırf BEN hayatta kalayım
diye ve bunu mümkün mertebe en UZUN süre hayatta tutmaya çalışmak.
Yaşamak için öldürmek, öldürmek içinse çoğunca sebebin bile olmadığı sistem! Ne sistem ama!
Madem sistem bu ruhsatı vermiş, öldür öldürebildiğin kadar!

Bir tarafta kendinden olan insanı kutsayan, diğer tüm canlıları fuzuli gören dini sistemler, diğer
taraftada insan ömrünü uzatmaya kendini adamış, doğanın ayarlarını bozmaya odaklı, karşı
bilimsel sistemler.

Adeta dünyanın canına okumak için oluşturulmuş, KUTSAL İTTİFAK!


Doğa bu kutsal ittifak karşısında ne yapsın, dili yok söylemeye diyeceğim ama doğanın da dili var,
kitabı var, bas bas bağırıyor ama insanların kafası başka yerlerde olduğu için, duymuyorlar,
görmüyorlar, haliyle de bilmiyorlar.

Neticede keyifler gıcır, bir yanda uzun yaşamak, diğer yanda kutsanmak, vicdanda yastık
olmuşken, kimin umurunda doğa!

Bitki deyip geç, hayvan deyip geç, haşerat deyip geç, su deyip geç, geç babam geç!

Her şey insan için!


Doğaya bir şey yok!

Bir insanın yaşamını bu kadar uzatmakta ki amaç nedir?


İnsana hizmet için, doğanın ayarlarını bozmak, çok iyi bir şey midir?
İnsan yaşamını uzatmakla, doğanın ayarlarıyla oynamakla, doğaya hizmet nasıl olacaktır!

Gerek dinler, gerek bilimler, gerek ideolojiler insanı tanımamışlar.

İnsan demek zararlı demek!


Eserleri ortada!

Doğumundan ölümüne tonlarca canlıyı yiyen, keyf için milyarlarcasını yok eden ve bundan da
zerre pişmanlık duymayan, sözde düşünen ama bilimç altında bunu geliştiremeyen, kendine ve
kendinden olana endeksli, kalabalıklar topluğunun da yaşayanın adıdır insan.
Bu insanın hayatını uzatırsanız, doğaya iyilik yapmış olmazsınız.
Eğer bu insanı kutsarsanız gene, doğaya iyilik yapmış olmazsınız.

Doğa, güçlü olanın ayakta kaldığı bir sistemdir!

Zayıf olanın, hasta olanın bu sistemden elenmesi gerekir, DOĞA bunu yapar, ta ki en güçlü genler
geleceğe aktarılsın.
Hasılı doğada sadece ve sadece güçlü olanın yaşamaya hakkı vardır, zayıf olanın, hasta olanın
yaşaması doğanın kanununa aykırıdır.

Neymiş efendim, hastalıklar çoğalmış!


Ne münasebet! hasta insanlar çoğaldığı için, hastalıklar çok görünüyor.
Eskiler bu kadar hastalık yok derken, haklıydılar. Zira eskiden HASTA İNSANLAR bu kadar yoktu.
Erkenden göçüp gidiyorlardı. Kalanlarda en güçlü olanlardı. Şimdi hastaların ömrünü uzatta uzat,
bu nereye kadar sürecek.

Tibet gibi yerlerde, doğan bebeği buz gibi nehre daldırırlar, eğer o bebek güçlüyse yaşama devam
eder, değilse yaşama hakkı başlamadan biter.
Zira Tibette yaşamın kendi kutsal olduğu kadar, bir o kadar hassas ve çetindir, o ancak güçlü
olanlara sunulmuştur.
Doğada zaten bu şekildedir, çoğu canlı en GÜÇLÜ yavru/yavrularıyla yola devam eder.

Bütün canlılar bunu bilir!


Bütün canlılar DOĞAYI bilir!

Tek bilmeyen İnsandır!

Doğanın kaynakları KISITLI, yiyecek KIYMETLİ, temin etmesi ZOR.

Bu yüzden doğada güçlü olan yaşam hakkını elde eder, olay sadece güçlü genlerin ileriye
aktarılmasında da değil.
Beslenme ve kaynak kullanımlarıyla da ilgili.

Peki ya insan!
Söylemeye gerek var mı?
Laboratuvarlarıyla hayvanlar, Kimyasallarıyla topraklar, kanalizasyonlarıyla sular, bacalarıyla
havalar.
İnsanlar tarafından talan ediliyor, talan edilen sadece ormanlar değil.
Mikropsuz, bakterisiz, hastalıksız bir dünya HAYÂL ediyorlar, bunu gerçekleştirmek içinde her şeyi
MUBÂH görüyorlar.

ve kimsede kendini suçlu görmüyor, çünkü suçlu ötekiler! biz masumuz!

Ya tedavi!
Ölecek hastayı ayağa kaldırıyor, doğmayacak olanı doğurtuyor, onun kalbini buna, bunun ciğerini
ötekine, e! sonuç.
Aklınca insan doğaya ayar çekmeye çalışıyor!

İnsan ömrünü uzattık! (salon alkış sesleriyle inler)


İyide bu doğadan alıp, insana vermek oldu, oldu mu şimdi?

Ölümcül hastalıkları yok etmek, organ nakli yapmak, tıbbın başarısı.


Oysa bunlar doğanın sigortası, emniyet subabı, buna müdahale ettikçe, doğa n'olacak?

Bunu düşünen yok, insan, insan, insan, sonra yine insan.


Nüfus 7,5 milyar!
Full kapasite kaynaklar, katlayan nüfuslar, tükenmeyen ihtiraslar, yok olan doğa!
Ya Tanrı zar atacak, ya da zaafiyet teorisi icat olacak.
Tanrı zar atmayacak, zaafiyet teorisi icat olmayacak.
Ânka küllerde yanacak, akibetin soran bulunmayacak.
Yazın yonca bitecek, her şey çok daha güzel olacak!?
Bekliyoruz bakalım...

İnsan da olsun, insan değerli, insan güzel, insan akıllı ama bu doğaya ayar çekmek mantığıyla
olmasın.
Doğal olsun, doğalı olsun.
Nasıl olması gerekiyorsa öyle olsun, ama şimdi veya geçmişte olduğu gibi asla olmasın.
Gelecek farklı olsun!

Bilimin hatası, insan yaşamına müdahalesi oldu.


Yoksa doğayı incelemesi, taklit etmesi, gözlemlemesi güzel şeylerdi lakin, bunu tersine kullandı,
yaşama bu müdahalesi çok yanlıştı, bunu yapmayacaktı.

GÜÇLÜ OLAN AYAKTA KALIR !


Bu prensib ortadayken, zayıf olanın yaşamını uzatmak veya hakkı olmadığı halde dünyaya
getirmek (sezeryan, tüp bebekler vs.) fırsat yaratmak, ekstradan doğaya salınan kimyasallar,
ilaçlar da demek. Olay sadece yiyecek içecek meselesi de değil, kaynaklar meselesi de, tüm bu
ilaçlarda kanalizasyon yoluyla sulara karışmakta ve hiç bir filtre sistemi de uygulanmamakta.
Sularda ki yaşamda bundan ciddi şekilde etkilenmektedir.

İnsan yaşamını uzatmak için yapılan deneyler, genetiği değiştirilen gıdalar da, yanlışlar zincirinin
sağlam halkalarından başka bir şey değil. Çevre kirliliği olayları zaten tam bir fiyaskodur insanlık
için.

Dinlerin hatasıysa zaten belli, kendilerine tabi olanları kutsadıkları için, Tanrının onlara
yeryüzünde diledikleri gibi hoyratça yaşama hakkı verdiğini sanmalarından ötesi değildir.

Dünya ne ki!
Dünya bir hiç!

Esas yurt öte tarafta ve burası bir geçiş yeri, o yüzden kaynakları hor kullanmakta bir beis yok!
İyi işte ne güzel! madem burası bir geçiş yeri sizde misafirsiniz, misafir gibi olmak varken, bu
hoyratlık niye? içilen sudan solunan havaya, topraktan bitkilere yaşam her yerde... Yaşam sadece
insana değil ki? İnsan önemli ötekiler önemsiz olsun.

Ez-cümle insanlar diniyle de, bilimiyle de, öğretileriyle de sınıfta kalmıştır.


Bu tek başına ne dinlerin, ne bilimlerin ne de öğretilerin suçu.
Hepimizin suçu, insanlığın suçu, Hiç birimiz masum değiliz !...

Eğer insanlar doğayla UYUMLU yaşamı bilselerdi, zaten UZUN yaşamayı da istemezlerdi.
Mesele, uzun yaşayıp ilkesiz olmak mı, yoksa kısa yaşayıp, onurlu ölmek mi?

Her şeyi düşünen insan, doğayı da çözdüğünü sandı, lakin bu kararı yanlıştı.
İnsan doğayı çözemedi, ardındakini göremedi, gördüğü şeyin körü oldu.

Ha insan kendini kutsamış, ha kendini özgür ilan etmiş, ikisi de aynı şeydir.
İkisi de sorumluluğu üzerinden atmak demektir.

İnsan temelde SORUMLU bir varlıktır, sorumlulukları vardır, bu BİLİNCİ vardır en azından,
sorumlu olmak ona YAKIŞIR, lakin işi aymazlığa getirip, kutsandım ben, özgürüm ben deyip
geçince, bu da ihtiraslarla birleşince, dünyada bas bas bağırır da onu ne görür, ne duyar, ne bilir,
olanda tam anlamıyla budur.

Kızılderililerin dediği gibi;


Beyazlar toprağı deşiyorlar, ağaçları söküyorlar, her şeyi öldürüyorlar.
Ağaç diyor ki, "Yapma. Acıyor. Canımı yakma" Ama onlar, onu baltalayıp kesiyorlar.
Toprağın ruhu, onlardan nefret ediyor...

Kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz, ama beyazlar her şeye zarar veriyorlar...
Kaya diyor ki, "Yapma. Canımı yakıyorsun" Ama beyazlar hiç umursamıyor...
Beyaz adamın ona dokunduğu her yer acıyor.

Doğa üzülüyor olabilir mi?


Doğa ağlıyor olabilir mi?

Taştan kayadan mı ibaret, yoksa hisleri duyguları da var mı?

Doğa yaşıyor olabilir mi?


Doğa ölüyor olabilir mi?

İnsanlar birde huzursuzluk, mutsuzluk, stres gibi şeyler ürettiler ve mutluluğu aradı durdular.
Daha çok ararlar, doğaya rağmen mutluluk, imkansızdır.

Peki bu streslerin sebebi doğanın bizatihi kendisi olabilir mi?


Yani doğanın stresi size yansıyor olabilir mi?
Doğa sizin gözlerinizden ağlıyor olabilir mi?
Veya sizin ruhunuzdan üzülüyor olabilir mi?
Siz ağladığınızda, ağlayan doğa!
Siz sevindiğinizde, sevinen doğa!
Mümkün mü?
İnsan mutluluğu bulsa, bu onu gerçekten memnun edecek mi?
Buna inanıyor musunuz?

İşte bu mümkün değil, olamaz!


İnsan böyle anca kendini kandırır.

Mutluluğu bulsa bile, kısa sürede sıkılacak, gene mutluluk arayışlarına girecektir.
Her zaman dahası, dahanın dahası ve dahasının da dahasına meftudur insan.

Buna ya şimdi dur diyebilir ya da asla !

Mutluluk KİŞİSEL değildir, ÇEVRESEL dir.


Çevren mutlu ise sen MUTLUSUNDUR.

Öteki türlü git bir kaya başında, bin yıl YALNIZ yaşa!
Kimseye ihtiyacın olmasın, olabilir... Ama asla MUTLU olamazsın.
Sadece yalnız yaşamaya ALIŞIRSIN! yalnızlık ise KAÇIŞTIR!
Bak doğaya!
Her şeyini paylaşıyor!
Onun mutluluk anlayışı böyle.

Neticede insan, ister kabullensin istersede kabullenmesin, bu doğanın bir parçasıdır, bu

parçalardan yansıyan da DOĞANIN halleridir.


Doğanın lisanı hallerledir, sözlerle değil.

Güçlü Olan Ayakta Kalır!


Doğa bu, Doğamız bu, Doğalı bu.

Öldükten sonra hesaba çekilirsem söyleyeceğim belli,


Tonlarca canlıyı yedim, milyonlarcasını da öldürdüm.
Verilecek cezaya itirazım olmaz, neticede masum değilim!
Lakin mükafata itirazım olur, böyle sistem olur mu diye?

Ben ne kadar masum değilsem, sizde o kadar masum değilsiniz!


Ben kötü olduğumu kabullenirim, o PİŞMANLIĞI zaten duyuyorum.
Siz kötü olduğunuzu kabullenebilir misiniz?

PİŞMAN olabilir misiniz?


PİŞMANLIĞI bilir misiniz?

Bir hesap yoksa, ben genede PİŞMANIM, yaşarken PİŞMANIM çünkü.


Bu durum beni mutlu etmiyor ve hiç bir zamanda ETMEYECEK!

Kendimi nasıl kandırabilirim ki?

----- o -----
(Düşünce olayından devam...)
Bir yanlışlık olmalıydı bu işte.
Bir robot gibi belli şeyleri yap ama ötesini karıştırma!
Eyvallah tamam karıştırmam, kimseyide zorlamam, sistem böyle kurulmuş, sisteme zarar
vermem ama bu da böyle gitmez. En azından benim için gitmez!

Düşünmek zorunda mıyım?


Değilim. (!)

İntihar olayını da beceremeyince, düşünmek zaten iyice işkence olmaya başlamıştı.


Bir işi yapmamak için sevmemek yeterliyken, nefret çoktan yeterliydi.
Zerde de İNAT olunca, hayatın bu kadar dayatması FAZLA geldi.

Hasılı düşünce orucu bana hiç zor gelmedi.


Aksine düşüncelerden kurtulmak için sevimli bile geldi!

KERVAN YOLDA DÜZÜLÜR!


Nasıl yapacağımın kararını verdiğim ama sonunu hiç düşünemediğim, Düşünce orucu
maceramda, bir şekilde ya kervan yolda düzülecekti, ya da kervan kaybolup gidecekti...
Bu satırları yazdığıma göre kervan kaybolmadı, lakin yol kaybolmuştu!

Yol ne?
Yol yoktu!
Nereden gidecektim?

Adeta arazide yoğun bir sis altında kalıpta, görüşün de sıfıra düşmesi gibi, sadece sisler ve
sizin kaldığınız, yön duygusunun kaybolup bir yana gidemediğiniz, sisler ülkesinde ki ilahi
bir yalnızlık hissi gibiydi yaşadıklarım.
Din, dinsizlik, felsefe, tasavvuf, öteki, beriki, hangisi?

Ortada bir yol görünmüyordu ki şundan gideyim bundan gideyim diyeceğim, bir iz, bir işaret, bir
yön, sadece BELİRSİZLİK ve SİSLER vardı, ötesi yoktu.

Belirsizlik bir yol olabilir miydi?


Bilemiyordum ki!

Tasavvuftan bildiğim bir kurala TECELLİ SONRADAN ANLAŞILIR buna tutunabildim sadece, bu
kurala görede acele etmemek gerekiyordu, acele etsem ne olacaktı ki önceden de bir cevap
bulamayan ben, sonra mı cevap bulacaktım, nasipte varsa zamanla anlarım, değilse zaten bir
problemde olmazdı...
Olayın sıcaklığı akli düşünceyi engeller, hissi cevaplarda nefsin hoşuna giden cevaplar olurdu.

Kim bilir belki hiç anlamayacaktım, belkide yıllar sonra anlayacaktım.


Ya sonra !...

Sonra diye bir şey yoktu artık, bundan sonrasında anca BELİRSİZLİK kuralları geçerli olacaktı.
Bunca zamandır dünyanın kuralları zaten belirlenmişti, belliydi, idealler, ideolojiler, fikirler, dinler
her şeyi zaten BELİRLEMİŞLERDİ, İnsanlar illa bunlardan birine girecek, neyse ona tabi olup
yönlerini bulacaklardı. Zira ister istemez bunların HAZIR olduğu bir dünyaya gelenin, başka bir
seçim hakkı da olmayacaktı.

Her şeyin bir nedeni vardı, ya TANRI ya da BİLİM!


Her şey bir nedene çoktan bağlamıştı.
Sadece neden olsa iyi, her şey ama her şeye bir cevabı vardı bu iki sistemin. Zamana ve duruma
göre kendilerini de güncelleyebiliyorlardı, her ikisinde de UPDATE sistemi müthiş çalışıyordu ve
tabi her ikisi de kendine İMAN istiyordu, iman ŞARTTI.
Tanrı da Bilim de aslında konuşmuyorlardı, onları konuşturan gene insanlardı, hükümleri de onlar
veriyordu.

Onlara Tanrı adamları veya Bilim insanları dendi, onlar elit bir kesimdi!

Bu iki sisteme göre NEDENSİZLİĞİ oluşturacak bir ortam bile mevcut değildi... yoktu...
olamazdı !...
NEDENSİZLİK diye bir şey olmadığı gibi düşünülmesi bile abesti, "Her şey zıttıyla kaimdir" bir
dünyada, NEDEN 'in istisnası mümkün müydü? kaide bozulmuyor muydu?
Ya öyle değilse !...

Her şeyin %50 %50 (fifti fifti) şansa sahip olduğu yerde, sadece NEDEN kabul görmüş ve
konuşuluyorsa, bu onun %100 olduğu anlamına gelmez, bu onun %50 lik kapasitesinin %100
kullanıldığı anlamına gelir ki, her şeyin bir nedeni olması anca %50 ye tekabül eder, diğer %50
ise NEDENSİZLİK ilkesine tekabül eder. Tabi insanlarca %1 bile kullanılmayan bir NEDENSİZLİK
ilkesi varken, bunun varlığının kabulü de zordur.
Kabulü zor olduğu içinde insanlar NEDENSİZLİĞİ konuşmamışlar, bunun üzerinde fikir
yürütmemişlerdir.
Konuşulmayan şeyde her unutulanın başına gelenle aynı akibete uğramıştır...
Yani UNUTULMUŞTUR.
Konuşulmayan şey unutulur gider!

Hasılı yeni bir kural getirmeye, icat etmeye gerek yoktu, BELİRSİZLİK zaten tüm zamanlarda
olan/olabilecek bir şeydi, yani hep vardı... Tek istisnası bunun insanlar tarafından pek
bilinmemeside, kabul görmemesindeydi. İnsanlar kalabalıklar psikolojisi ile hareket etmeyi
severler, bu yüzden de araştırma, soruşturma, okuma gibi şeyleri çok idareli kullanırlar, asla ileri
gitmezler, ilerisini düşünmezler.

Çünkü ilerisi belirsizliktir!

Her şeyin bir nedeni var... Ok.


Onlar belirsizlikleri bile böylece belirlemiş olurlar ki belirsizlik kalmaya, ve onun üstünde bir daha
düşünmeye bile gerek olmaya.
Nedensizlikte olabilir mi acaba... Yok öyle bir şey! nedensizliğin olamayacağı ispat oldu !...

Kimilerine göre laboratuvarlarda oldu.


Kimilerine göre kutsal kitaplarda oldu.

Oldu mu oldu, pekte güzel oldu!

Amma velakin, bu tıpkı siyahı kabul eden adamın, beyaza yok demesi gibi bir şeydi. Ne kadar
yok desede o genede vardır.

BELİRSİZLİK 'te soru olmaz, cevap bulunmaz, neyse o dur, ötesi olmaz, öteki bulunmaz.

Çaresizlik kendi içinde çarelerini üretir dendiği gibi, belirsizlikte kendi içinde çarelerini üretir, bu
da zamanla olacak, öğrenilecek bir şeydir.

Cevap aramaya da gerek yoktu, aslında cevapsızlıkta kendi içinde büyük bir cevaptı, neden
aramayada gerek yoktu, sonuçta nedensizlikte bir neden çeşitiydi, tek fark onun varlığını
kabullenmekteydi. Cevapsızlık, Nedensizlik kabullenildiğinde insan istese de her şeye bir neden
bulmaz, cevap aramaya da çalışmazdı.
Nedeni olanla yetinir, nedeni olmayanın peşinden sürüklenmezdi.

Ben niye yaratıldım?


Bunun bir nedeni olmasına bile gerek olmayabilir, bir amacıda olmayabilir? illa herkes gibi neden
yaratıldığımızın peşinden koşmak, kendi asli hakikatimizden alabildiğince uzaklaşmak anlamına
da gelebilir, ki çoğunca da olan budur.
Neticede hiç birimiz bir ROBOT değiliz, aynı etiket, aynı program/kader, aynı, dil, ırk, cinsiyet vs.
ler ile gelmiş, büyümüş değiliz, öylede yaşamıyoruz zaten.
Dışımızda ki bunca değişkenler varken, iç alemimizde neden tek bir değişken olsun ki, birde
hepimiz aynı amaç için geldiğimizi iddia edelim!

Bu iddiaları birileri yapıyor hem bilim adına hemde Tanrı adına yapıyor, lakin Tanrıda dileseydim
hepiniz tek bir millet veya inanan yapardım diyor ama yapmamış.
Dünya da zaten böyle.
Öyleyse insanlara ne oluyor ki TEK tip insan modeli hayaliyle yanıp tutuşuyorlar.

Özetle her şeyin bir nedeni olmayacağı gibi, her insan da aynı amaçla yaratılmış olmasa gerektir.
Nihayetinde hepimiz farklı farklıyız.

Hiç bir şey yapma!


Bir kitabın arka kapağında okuduğum küçük bir paragrafın içinde geçiyordu "Hiç bir şey yapma!"
sözcüğü, sonradan bu sözde benim için önemli sözlerden biri olmuştu, zira düşünce orucu
dediğim şeyde, bu sözde etkili oldu, o kadar hiç bir şey yapma ki düşünme bile!
Tabi "Hiç bir şey yapma!" sözcüğünü, ben herkesin yaptığını yapma! veya herkesin yaptığından
daha farklı bir şey yap! olarak ele aldım daha çok.
Zira "Hiç bir şey yapma!" teknik olarak zaten imkansızda bir şeydi, bitkisel hayatta bile insan bir
şeyler yapıyor, nefes alması, beslenmesi bile bir şey yapmaktır. Ve tabiki düşünebilmesi... Hasılı
"Hiç bir şey yapma!" sözünü ben, "Hiç bir şey düşünme!" olarak evirdim ve böylede uygulamaya
çalıştım.

Bütün insanların en ortak noktası "düşünmektir" düşünmeyen insan yoktur, gerçi insanlar bazen
birilerini düşüncesizlikle suçlasa bile, o daha çok kendi gibi düşünmediği için, kinayen bir
söylemdir, yoksa bu suçla suçlanan bile neticede düşünüyordur.
Bazende düşünce suçu dediğimiz şeyler olur ki, insanlar enteresan şekilde, birbirlerini kâh
düşündükleri için, kâh düşünmedikleri için suçlayabilirler.

BELİRSİZLİĞİN BELİRLENMESİ - SİSLER ÜLKESİ


Belirsizlik meselesinde sonradan çok ilginç bir şey de oldu, daha önceden yadırgadığım,
kusurlu görüp itiraz ettiğim çok şey, sonradan adeta ilacım oldu.
Yani madem her şeyin hazır olduğu bir yere geliyoruz, düşünceye ne gerek var diye isyan
ederken, bu soru aynı zamanda cevabıda barındırıyormuş.
Meğersem cevap sorunun içindeymiş !...
Evrekâ!
Amman sabahlar olmasın!
Aradığım, meğersem sahip olduğummuş !...

Her şey hazır!


Yani dünyaya getirilecek yeni bir şey yok, her şey yerli yerinde, tam da olması gerektiği gibi,
eksiklik yok her şeyden var, burada bir sorun yok, burada ki sorun meseleye daha derin veya
farklı açılardan artık bakmaya gerek olmaMAsıymış.
Olduğu gibi basit bakmak yeterliymiş.

Her şeyin hazır olduğu bir ispat ise, ben bunu çoktan ispatlamıştım, lakin bunu böyle olduğu gibi
kabullenmek, işte onu hesaplamamışım.
Tabi dönüp dolaşıp olay tekrara bindikçe, kendini habire tekrar ettikçe bu insanı bunaltıyor. Bu
bunalımda insanı karanlıklara doğru çekiyor haliyle.

Yoksa ben dünya şu kadar kusurlu, bu kadar kusurlu, insanlar yanlış yolda, o grup, bu grup,
hatalı filan diye bir düşünceye de çok sahip değildim, neticede herkes kendince doğru bildiği
yolda ilerliyordu, bazen yol değiştirse de fark etmiyordu, genede kaldığı yerden gidiyordu ve bu
da onları mutlu ediyordu, bu halde kime yanlış yolda deyip, onu düzeltmeye çalışırdım ki,
kimseye yapmadım bunu, en yakınlarımda dahil.

Madem her şey hazırsa, buna göre mi hareket etmeliy mişim?


Evet! tek seçeneğim bu olduğu ortaya çıktı.
Yani durumu kabullenmek...
Anahtar kelime kabullenmekmiş !...

Kabullenmediğim için hayat sürekli sürekli bunu karşıma çıkartıyormuş.


Bununla mücadele ettikçe, onu besleyen güçlendiren de gene ben mişim.

Yani hayat bunu kabullen diye inat ediyormuş!

En temelde ben de zaten gerçeği ama sadece gerçeği arayan biriydim, beni hayaller mutlu
edemezdi, edemedi zaten.
Sırf cevap olsun diye alacağım cevaplarda beni ikna edemezdi, adeta hayatta bunu bildiği için,
sürekli aynı manzarayı önüme getiriyormuş.
Ya da içimde ki o ikna olmayan taraf, bunu kendine çekiyormuş, artık bunun bir önemi de yok
aslında.

Bilmediğim bir şeyi de sonradan bilemeyeceğime göre, gerçek nedir?

Gerçek ya çok iyi bildiğim, ya da hiç bilmediğim bir şey olmalıydı ki bulacağım cevap beni ikna
etsin.
Olayda zaten bu yönden de enteresanya, hem çok iyi bildiğim, hemde hiç bilmediğim toplamın
sonucuymuş, yani 3. bir şeymiş!
Bunu nereden bilebilirdim ki?

Tamam, her şey hazır bir dünyaya geliyorum, eyvallah, eksiği yok, ama dünyanın bir sürü
kavgası döğüşü, yanlışı doğrusu, bir sürü ters işleri de var, bunlar bir yandan sırıttıkça, üzerime
üzerime geldikçe ve bunlara karşı bir şeyde elden gelmedikçe, düşünce benim ne işime
yarayacak ki, düşün düşün kendime zarardan başka bir şey değil.
Helede doğru yanlış, güzel çirkin gibi ölçülerde varken.
Amerikayı habire keşfet dur, bunun bir esprisi kalmıyor ki tekrar tekrar edince bayıyor insanı.

Asla bir eylem adamı da olmadım, yapım bu değil ama hoca kendince eylem adamıydı, sağa sola
mektup filan yazardı, fakat o bile ne kadar yazdıysa tek bir ses çıkmadı hiç bir yerden, eylem işi
de fos işlerdenmiş.
Öte yandan kendime dairde hiç bir hakimiyetim yok, eş, iş, sağlık konularında da düşüncemin
bana hiç bir faydası olmadı, adeta ne hesap ettiysem tersi çıktı, o zaman bende doğal olarak,
düşüncenin bana bir faydası yok çıkarımını çıkardım.
Bunun yanlış neresinde ki?
Ama gelin görün ki her şeyi yanlış hesap eden ben, maalesef onuda yanlış hesaplamışım!
Vay canına yandığımın dünyası vay !...

Bir adamın her yaptığı hesap, yanlış olur mu?


En doğru yaptığı bile, temelde yanlışsa, bu adamın halini varın siz düşünün.

Bir dağın zirvesine pek çok yoldan çıkılırmış, lakin benim gibiler en zor, belkide en imkansız yolu
seçerlermiş ki böyleleri de zirveye, en yanlış yoldan ulaşırlarmış.

Yani benim doğruya ulaşmam, artık yapacak başka yanlışım kalmadığı için olmuş!?
Vay ki ne vay !...

Bu çok ilginçti işte, cevabı bulupta bunu fark etmeyip, bunu soru zannederek, bu olmayan soruya
cevap aramak, devenin iğne dediğinden geçmesi kadar imkansızmış.
O yüzden ekstradan hiç bir şey bulmadım, ne görünmeyen alemleri gördüm, ne hayatın sırlarına
erdim, ne Tanrıyla, meleklerle ne bitkilerle, hayvanlarla konuştum, ne de başka bir şey.
Hiç ama hiç ekstradan bir şey bulmadım, görmedim. Zaten ne görebilirdim ki yanlışlarımdan
başka... Sadece coşkulu bir sevinç ve yemek yememe hali ki o da bitti deyipte üzerimden yükün
atılması ile oluşan bir haldi. Sonradan bir de 40 günlük bir hadisem var ki hakeza o da bir bitti
'nin sonucuydu. O hikayede sonra gelecek.

Birinin "Allahı ararken kendimi buldum" dediği gibi ben de anca kendimi buldum, bulup
bulabileceğim anca kendimmiş meğersem.
Çünkü kaybettiğim kendimmiş.
Başka değişle de "Kendimi kaybettim, kaybettiğimi buldum"
Daha vahimi yıllar önce "gerçeklik algımı" yitirip, başka hayallerin peşine düşmekmiş meselem.
Tabi sahip olduğum şeyin kıymetinin, kaybedince anlamak, bununda ne olduğunu unutup,
düşünce kramplarıymış arayışlarım.

Buna sebepte yanlış hesap yapmakmış, başka bir şey değilmiş.

Şaşırmamak elde değil, zaten en çokta şaşırmak olayı beni etkiledi. Şuan bunları yazarken bile
şaşırmanın etkisi var ama eskiden tek farkı o zamanlar dile bile getiremediğim şeyleri, şimdilerde
çok daha rahat ifade edebiliyorum.

Ne mutluluk ne de üzülmek, ikisi de değil, sadece şaşırmak!

İnsanın bu şoku üstünden atması yıllar alıyor aslında, ha deyince anlaşılacak, hazmedilecek bir
şey de değil.
Bu kadar yanlışı yaparak feraha çıkmak, daha doğrusu artık yapılacak yanlış kalmadığı için,
doğrunun ortaya çıkması... şaka gibi.

İnsan sevinse mi, üzülse mi, ne etse, bilemiyor.


Anca şaşırıp kalıyor-ki bende öyle yaptım zaten...

Her şeyin hazır olması BELİRSİZLİK --> bunu kabullenmekse BELİRLİLİĞİ ortaya çıkartmak
demekmiş.
(Benim BELİRSİZLİK dediğim şey, zaten BELİRLİLİK miş, yani gerçeğin en YALIN haliymiş,
anlamadığım buymuş)
Belirsizlik kabullendiğinde, kucaklandığında, ardında soru da kalmıyormuş. En azından benim için
kalmadı.
Hasılı böyle bir dünya olur mu? sorusunun cevabı, Evet, olur! cevabıymış. Dünya zaten BU, iyisi
kötüsü, doğrusu yanlışı ile BU... Başka bir şekilde olması HAYAL olur(muş).
Cevap soruda göz kırpıyormuş yani.

Soruyu üreten hayatın bizatihi kendisiyse, cevabı da üretmesi gerekiyormuş ki öylede olmuş
netekim.

Dünya zaten böyle idi... olan bu idi... gerçek bu idi... dünya neyse o idi... onun dışında ki her şey,
her düşünce hayal(miş). Kişide bir hayalin peşinde giderse, şimdiden, bu anından uzaklaşırmış,
haliyle kendini kaybetmekte, hayaller içinde ki özlemlerin sonucuymuş.
Gerçek bir bütünmüş, parçaların birleşmesiyle oluşan bir bütünmüş, bu parçaların etkisine
girmekte, aslında gerçeğin bir yönü olsa da kendisi değilmiş,
Gerçeğin kendisinde iyide kötüde, güzelde çirkinde hepsi varmış, iyiliğin içinde kötülükler,
kötülüğün için de iyilikler.
Karanlığın içinde ışıklar, ışığın içinde karanlıklar gerçeğin cilveleriymiş, bir nevi gerçek, kendi
gerçekliğinin içine adeta saklanmış.
Hayatın içinde gerçek olmayan bir şey olmayınca, bunu kabullenince, o sorum bir daha kafamı
kurcalamadı.

İman ve İnkar;
İki zıt kuvvet, peki bunlardan biri dünyaya tamamen hakim olsaydı, dünya ne olurdu?
Evvela bu bir hayal tabi, böyle bir dünya yok! dünya bugünlere bu zıt kuvvetlerle geldi, yani bu
dünyaca denenmiş, tecrübe edilmiş bir şey ve en önemlisi de bu durum elan geçerli... Dünyanın
gerçeği BU, gerçek olan BU... bu cepte olsun.

Şimdi dünyayı tek bir kuvvete verelim, diğerini yok edelim, iman veya inkar bunu siz seçin...
hangisi olursa olsun fark etmez.

Her şeyin gittikçe STATİKLEŞTİĞİNİ görebiliyor musunuz?

Çocuğunuz hiç sözünüzden çıkmıyor, tam bir robot gibi, ne derseniz onu yapıyor... peki
babacığım.
Artık öyle bir noktaya geliyorsunuz ki hiç bir şey demenize de gerek kalmıyor, adeta onu
odasında unutmaya başlıyorsunuz.
Eşiniz size hiç karşı gelmiyor, adeta yürüyen bir bitki gibi, hiç kendi fikri, inancı yok, siz neyseniz
o da o.
O da her şeyi annesinden, babasından, okuldan vs.lerden öğreniyor, yanlış hiç bir şey
öğrenmiyor.
Hiç sizden habersiz bişi almıyor, size sormadan telefonda bile konuşmuyor, etrafınızda pervane
oluyor.
Sokağa çıkıyorsunuz hiç kimseye kızamıyorsunuz bile, her şey öyle durağan ki boş boş
sokaklarda dolaşıyorsunuz.

Sokağın başında berduşlar, ışıklarda arabalara hücum eden dinlenci çocuklar, çöp karıştıran
evsizler, olumsuzlukların hiç biri yok.
Güvenlik, emniyet gibi şeyler zaten yok, fakirlik korkusu yok, tasa edecek bir şey yok, herkes
aynı şeyleri öğrenince, kimsenin kimseden farkı yok.

Ve hiç bir şey yazmakta istemiyorsunuz, ne yazacaksınız ki içinizde hayaller de yok, bizatihi o
hayalin içindesiniz artık.

Geriye heyecanlanacak, korkacak, sevinecek, üzülecek, öfkelenecek vs. bir şey kalmadı... ohh
bea hayat bu diyebilir misiniz?

Diyemezsiniz !...
Çünkü statikleşme öyle bir yok edici etkiye sahiptir ki zıttı yok edilen, bir şeyin kalan parçasını da
statikleşme yok eder.

Bu aslında bir yan etki gibidir, hayali yaşayınca da büyü bozulur, oysa ne hayaller kurmuştunuz
ama o sıradanlaşmıştır artık.
Bir çocuğunuz olduğunu unutursunuz.
Bir eşiniz olduğunu da unutursunuz.
Başka insanların varlığını unutursunuz.
Hisleri, duyguları, en önemlisi YAŞAMAYI unutursunuz.
Kendinizi unutursunuz.
Her şey o kadar sıradanlaşacak ki gerçeklik algısını da yitirilir.
Her türlü inanç, ideal, ideoloji, fikir hatta kalan düşünceleri de statikleşme yok eder.

Sonuç; Ne yazayım ki bir son değil ki, akıl işi değil ki, artık ne yazılsa boş olur.

Hasılı Statikleşme kendi kendini yer bitirir, helede hiç bir insan bu güce dayanamaz, zira ortada
insanı insan yapan tüm değerleri siler o...
İnsanı ayakta tutan DİNAMİK yapıdır, dünyada bu anlamda zaten, en MÜKEMMEL ANLAMDA
DİNAMİK BİR YAPIDIR.
Bu günlere gelmesi bile bu DİNAMİKLİĞİNİN sonucudur.

Farkında mısınız? dünya bugünlere gelmiş! ciddi ciddi gelmiş!


Şimdi beğenmediğimiz o yanlışları ve doğrularıyla beraber gelmiş.
İçinde insanlarıyla, bilgileriyle, öğretileriyle her şeyiyle gelmiş.

Onun bugünlere gelmesi insanın başarısı mı? yoksa dünyanın DİNAMİK yapısı mı?

Biz ne yapıyoruz, Dünya bu günlere yanlış gelmiş diyerek, içinde ki yanlışları ayıklamaya, yeni bir
dünya tesis etmeye çalışıyoruz.

İnsanlığın bu güne kadar yargıladığı, uğruna bu kadar savaştığı bu yapı, aynı zamanda TEK
koruyucusudur da, ZITSIZ dünya düşünülemez !...
Mesele Zıtlar ile savaşmakta mı? yoksa onu kabullenmekte veya onunla iyi geçinmekte,
geçinmeyi öğrenmekte mi?

Statikleşme sadece dünyanın sorunu değil ki, cennetin, nirvananın, veya mutluluklar ülkesi başka
nereler varsa oraların da sorunudur. Hatta cehennemin bile sorunudur, zira tekli bir yapı ne olursa
olsun, statikliğin gücü karşısında yok olup gider. Zira statikleşme İSİMLERİ ve altında yatan
ANLAMLARI da yok eder, öyleki isminin anlamı kalmayan şey, Alzheimer hastaları gibi o kişi için
boş olur.

Statikleşme insanın sorunudur, aklın sorunudur, bu cendereye düşmemesi lazımdır.


Bunun en iyi ilacını dünya veriyor zaten, çevremize şöyle bakınca bile görürüz, o muazzam
dinamikliği.

DİNAMİKLİK candır...

Artık sisler ülkesine veda zamanı gelmişti, içsel yolculuğumda ki sezgilerim beni bu sisler
ülkesine kadar getirmişti, aynı sezgilerim ayrılık rüzgarlarını estiğini hissettikçe, burada ki
ikametin de artık sona geldiğini haber veriyordu, sisler dağılmaya, belirsizlikler belirlenmeye
başladıkça, sisler ülkesi de sanki hiç varolmamış yokluğuna doğru, geldiği gibi sessizce
sürüklenmeye başlamıştı, o her türlü duygu, hisler, haller hatta Tanrıdan bile izole yalnızlık yok
oluyordu.

İnsan sisler ülkesinin o tarifsiz yalnızlığını özler mi, her düşünce seyyahının yolu, bu sisler
diyarına uğrar mı bilinmez ama buranın isimlerden, inançlardan, ideallerden izole yapısı, full
mesai çalışan düşünceler için, bir tatil beldesi gibi olduğu da kesindir.
Tatilde iş olmaz, sisler diyarında kimse olmaz!
Elveda sisler ülkesi, elveda izole yalnızlığım !...

----- o -----

Düşünce eski keşmekeşliğine geri dönmeliydi, hayat beklemiyordu, 1dk bile denmiyordu,
sorulması gereken sorular, verilmesi gereken cevaplar biran önce halledilmeliydi.
Peki düşünceye ne gerek vardı sorusunun cevabı?
İllaki gerek varmış, yanlış düşünsem de gerek varmış, yoksa düşünmeden de bulunacak bir
cevap değilmiş bu.

Her şeyin cevap olduğu bir ortamda soru üretmek nasıl zorsa, ürettilen o soruların altında
kalmakta hiç kolay değilmiş.
Yıllar sonra bu satırları yazıpta, ne anladım ben bu işten dediğimde, anca hatamı/yanlışımı
anladım diyebilirim.
Tabi hatamın hata olduğunu anlamak bile hiç kolay değildi, düşünce orucu gibi oldukça zor bir
şeyi, göze almaya kadar varan hatalar zinciri, enteresan bir şekilde beni gene başladığım noktaya
getirdi. Ben gene aynı yerimdeydim. Değişen bir şey olmadı.
İnsanın hatalarından ders çıkartması ayrı şey, artık yapacak hata
kalmayıpta doğruya ulaşması ayrı şey.
Konfüçyüs aklı kullanmanın 3 yolu var demiş;

1- Çok iyi düşünmektir ki bu en âsil olanıdır.


2- Deneyimlemektir ki bu en acı olanıdır.
3- Taklit etmektir ki bu en kolay olanıdır.

4. seçenek olsa onu alayım diyeceğim ama 2. seçenekte bana uyar, deneyerek öğrenmek
hakikaten acı, helede yapılacak başka yanlış kalmadığı için doğruya ulaşmak, bayağı bir acı,
zaten bu "düşünce orucu" dediğim şeyi birileride yapsın diye ASLA ama ASLA yazmıyorum, aksine
çaresizlik denen şeyin insana neler yaptırabileceğinden, baskılar altında ki düşüncenin, kendi
içinde nasıl kaybolacağından bahsetmek için yazdım.
Zaten bu yazılanlar herkese uymaz da (yazının en sonunda da bahsedeceğim bundan) emin olun,
zira bizler ROBOT değiliz, her ne kadar şartlar TEK TİP insan yetiştirmek için can atıyor olsada,
genede ROBOT değiliz, birinin yaptığını diğerleride aynen yapsın, asla böyle bir şey yok.
O zaman hayatın DİNAMİKLİĞİNİN ne anlamı kaldı!
Herkes bir birinden ayrı vede farklı, ona göre de yolu ayrı, izi ayrı, o yüzden bahsettiğim şeyler
kimseyi bağlayıcı değildir.

Dediğim gibi bir dağın zirvesine pek çok yoldan gidelebilir... Tek bir yol yok, herkesin yolu
kendine tek!

Tabi bunca hengameden sonra genede kendime kızamıyorum, o fasılları çoktan üzerimden
atmıştım, sadece olayın şokunu üzerimden atmak için, belkide sesli düşüncelerimdi bunlar.
Kolay değildi, iş, eş baskıları, yetmezmiş gibi aile, çevre baskıları, o da yetemezmiş gibi içselinize
düşen o ateşin yakan acısı, hepsi bir araya gelip, sonrada kendime sardırmalar... buna düşünce
ne yapsın... en doğru şekilde nasıl hareket etsin !...
Edemedi zaten, neticede BASKILAR ALTINDA Kİ bir düşüncenin, çok sağlıklı düşünmesi
beklenemez zaten, o yüzden kendime kızmıyorum, kızamıyorum, olması gereken ne ise o olmuş,
yapmam gereken ne ise onu yapmışım, bu şartlarda bundan başkası yapılamazmış zaten.

Şartlar müsait olupta bir meyve olgunlaşıp nasıl ki dalından düşüyorsa, bende ki şartlarda beni o
yönde kıvama getirip, düşünce orucuna sevk etmiş, olay bu.
Mesele şartların oluşmasıyla direk alakalı yani, Arabinin, "Hükmü altındayız hâllerin" dediği gibi o
hâle girmek işin şeklini değiştiriyor.

Başladığımda da aynı yerimdeydim, bittiğinde de aynı yerimdeyim, dön dolaş aynı yere gel!

Bir adım ileri gidememe!

YARINLAR SORUNSALI - RÜYALAR

Yarınlarımı bilmek istemem, bildiğimde yarının bir sürprizi olmaz, bir anlamı kalmaz, bile bile
lades gibi bir şey olur ki, dinamik dediğimiz hayatın da bir anlamı kalmaz.

Bu dünyaya gelirken, ben yarınım ne olacak biliyor muydum? peki giderken niye yarınımı merak
edeyim ki?
Bu dünyaya gelirken, nasıl ki bir garantim, güvencem yoktu, hayattan giderken niye güvence
isteyim ki?

Benim için boş işlerdi bunlar.

Bir bilinmeyenden gelmişsem, bir bilinmeyene de gideceksem, onu niye bilmek isteyim ki, onun
bilinmez olması daha güzel ve doğru değil mi?
Benim için bu daha güzel ve doğru, zira bilinmeyeni bilince hayatın sürprizlerinin de bir anlamı
kalmaz.
Ayrıca bizde bu bilmek ihtirası varken asla daha azıyla da yetinemeyiz, dahası, dahası ve dahada
dahası derken, taa en dahasına kadar sürer bu, çünkü insan meraklı olduğu kadar, acaba
şüpheleri de olan bir yapıdadır. Acaba ve şüphe kontrol edilmezse, o baştan durdurulmazsa,
acaba sonra ne olacak, öyle mi olacak, böyle mi olacak, n'olacak, nasıl olacak vs. bu sorular hiç
bitmez, bitemez...
Çünkü bu noktada kişi acaba ve şüphelerinin kontrolü altına girer, kişi garanti peşinde koşar
durur. Bugününü ise ıskalar.
Yani geleceğin peşinde koşarken, bugün unutulur!

Oysa kişi bu acaba ve şüpheden kurtulmak istiyorsa, geleceğe güvenmelidir, nasıl ki bu dünyaya
gelirken geleceğini bilmiyordu, bunu problem etmiyordu, giderkende problem etmemelidir, yoksa
yarınları bilme isteği, güvensizlikle birlikte bir kurt gibi kemirir durur.

Ve en önemlisi yarınlara dair ne tür bir cevap bulursanız bulun, bu asla sizi tatmin de
etmeyecektir.
Çünkü gelecek hakikaten bir bilinmezdir...

Sabahımızı bile bilemiyoruz.


Ölümden sonrası var mı, yok mu? bu bile bilinmezdir.

Onun ne getireceği, nasıl olacağı, nelere gebe olduğu bilinmez.

Bilinmez olan bilinmez kalmalıdır!

Zaten kalırda!

Mesele o.

Ölümden sonra hayat var / yok! tartışmaları, Tanrı var / yok tartışmaları ; bilinmezliğin karşısında
bir anlam ifade etmez!

Bilinmezlik geleceğe dair her şeyi yutan-buna varlık ve yoklukta dahildir-bir güçtür, insanlarda bu
gücü çok bilmez ama bilmediklerini ört-bas etmek için cevaplar üretirler, cevap ürettikleri içinde
biliyoruz iddiası ederler, işte o iddialarla da VAR veya YOK tartışmalarını fitillerler.
Kısaca temelde VAR diyende bilmez, YOK diyende bilmez.

Adı üstünde, BİLİNMEZ.


Eğer bunu 1 kişi bile bilseydi bu bilinmez olmaz, büyüsü bozulur, başka bir şey olurdu.

Rüya gördüğünüzde değişik alemlere, farklı ortamlara gideriz, dünyamızdan alışkın


olduğunuzdan bam-başka yerler, fakat ne ilginçtir ki orayada uyum sağlarız, bir yaşam yaşarız.
Orasıda aslında bir bilinmezdir ve uyuduğunuz zamanda şimdiden daha ilerisi bir yerdir,
gelecektir yani.
Peki uykuya yatarken eyvah ben nereye gideceğim, nasıl bir evde oturacağım, kimlerle
tanışacağım gibi tuhaf ortam korkularına kapılır mıyız?
Veya bu bilinmeze girerken buna dair bir garanti arar mıyız?

Rüyalarımızda bizim en büyük bilinmezlerimizdendir. Bazen çok korkar, bazen çok sevinir, üzülür,
güler, huzur bulur vs. dünyada ki duygularıda aynen yaşarız, peki niye garanti istemeyiz, oysa o
da bir bilinmez değil midir?
Uykuya yattığımızda sabaha uyanacağız diye bir garantide yok, genede rüyalarda garanti
aramayız.
Biliriz ki sabah uyanacağız! ama uyanamayabilirizde, garanti yok!

İşte bunun gibi bir rahatlıkla yarınlar kavramınıda düşünebiliriz.


Yarınlar bize ne getirirse kabul ederiz, zaten ediyoruzda, hayır ben düne dönmeyi istiyorum
beğenmedim bunu diyebilir miyiz? eğer mücadeleli bir şeyse zaten mücadelesini de ederiz.

Tıpkı rüya da olduğu gibi, tıpkı geçmişte olduğu gibi, tıpkı şimdi de olduğu gibi.

Hasılı yarının ne getireceğini bilmemek-ki zaten bilinemez-en güzelidir.


Zaten bilmenin en güzeli yaşayarak bilmektir. Hayatın bize sunduğu kadarını bilmektir. Aslolan
budur.

Bu meyanda Tanrıda bir bilinmeyenmiş ama bilinmeyi murat etmiş densede, bu da anca onun
bilinemeyeceğini bilmek anlamındadır, yani Tanrıda bir bilinmeyen olarak kalacak demektir bu.
İnsan olarak dört bir yanımız bu kadar BİLİNMEZLERLE çevriliyken, bilinmezlerin peşine düşmek
insanı aşar.
O yüzden bilinmeyenlerin peşinden koşmak, bugünü ıskalamak demek olduğu gibi, sonsuz bir
merak ve şüpheninde esiri olmak anlamına gelir ki hiç hoş olmaz.

Güzelim rüyalar.
İnsanlık rüyaların kıymetini bilmedi, onlarda da pek çok cevaplar adeta görüntülü olarakta verilir

ama yok! rüyalara itibar eden yok!


İnsanlık sahip olduğu en BİLDİĞİ şeyin kıymetini bilmeyipte, bilmediklerinin ardına düşerse,

onları arzularsa, rüyalar ne etsin.

Rüyalar, rüyalarını yalın bir biçimde göstermeye devam ederler, iyi kötü ayırmazlar, herkese eşit
davranırlar, bazıları bunu hiç önemsemezde, bazıları da orada ki olaylara odaklanırlar, halbuki
burada rüyanın kendisi bir mesaj verir.

Farklı bir ortamda yaşadığınızın farkında mısınız?


Rüyalarda ölümü deneyimlersiniz.
Rüyalarda uçmayı deneyimlersiniz.
Hiç bulunmadığınız ortamları deneyimlersiniz.
Tarihin ünlüleriyle tanışmayı deneyimlersiniz.
vs.
Rüyalarınızın sınırı yok, en güzelide burada ki bilincinizden uzaklarda yaşam nasıl olur onu
deneyimlersiniz.

Buradaki bilincimiz mi?


Merak etmeyin burada ki bilinciniz, her yere adapte olur, olmasa rüyalara adapte olmazdı.
Hatta bazı rüyalardan uyandığınıza üzülürsünüz bile, sebebi, oraya mükemmel adapte olmanız
olabilir mi?
Geleceği garanti altına almak, bugününüze ipotek koymak demektir.
Bilinmeyeni bilmeye çalışmak, bildiğinizi de kaybetmek demektir.
Şimdide, yani şuan da bir olay olupta, akabinde korkabilirsiniz, üzülebilirsiniz, hatta şoka da
girebilirsiniz, bunda yanlış bir şey yok, normaldir, anlık tepkilerdir bunlar, nihayetinde insansınız
ve bu duygularınız da vardır, bunlarında bir şekilde kullanılması, ortaya çıkması gerekebilir, bu
durum asla sizi ZAYIF göstermez, lakin geleceğe ait korkuları, endişeleri bugüne taşıdığınızda, bu
sizi çok zayıf gösterir, çünkü çaresi yoktur bu tip endişenin, büyüdükçe büyürler.
Olmayan bir gelecekte, ne olacağı belli olmayan bir sorunu bügüne taşımak, size zarar verir.

Çözümüyse, ya sorunu hiç çağırmayın, ya da geleceğe güvenin!

Hasılı kendinize güvenin, yarınlarınıza güvenin!

Bilincinize güvenin, rüyalarınıza güvenin!

Yarınlar bilinmez, bilinmeze güvenin!

Güvenmeye güvenin!

Güvenin!

Bilinç!

Güven!

Yarın!

Rüya!

.
Hayat sonsuzluğa akan nehir misali, üstünde ki kuru bir yaprağı sağa sola savurmakla
meşguldü, düşünce orucu hadisesinden bir kaç ay sonrasıydı;

Eşimle ipler iyice kopma durumuna geldi ve sonunda da ipler koptu, eşim ben bir gün
dışarıdayken, kızım ve eşyalarla birlikte evi boşaltıp gitti. Anlaşarak ayrıldık aslında, ben her türlü
sorumluluğu alıyorum, istediğini de alabilirsin dedim, o da bir kaç eşya harici her şeyini toplamış
gitmiş. Eve gelipte boş halini görünce, insan bi tuhaf oluyor tabi bir sürü yaşanmışlık ve anıları

düşününce, manzara hiç hoş değildi.

Artık bir devir bitti dedim içimden, böyle dedikten dakikalar sonra üzerimden adeta bir tonluk bir
yük kalkıverdi.
Birden çok hafiflediğimi hissettim, öyle ki kuşlar gibiydim, ne bel ağrısı, ne sıkıntı, hiç bir negatif
düşünce kalmadı birden bire.
Bütün bunlar eşim gitti diye olmuştu, bu işe çok mu sevinmiştim, açıkcası çok anlamadım ama
bilinç altımda sevinmişim demek ki dedim.

Balık erkeği ile İkizler kadını asla olmayacak bir evlilik türüymüş, ben nereden bileyim bunu,
evlenince öğrendim, zaten bir türlü anlaşamazdıkta.
Sanki ruhum prangalardan kurtulmuş gibiydi, beni habire suçlayacak, her yaptığımın kabahat
olarak görecek o birisi artık yoktu.

Nasıl bir rahatlamaysa yemek yeme olayımda kalkmıştı üzerimden, artık yemekte yemiyordum,
su, çay gibi sıvı şeyler bana yetiyordu. Bir kaç kere kendimi zorladım, ağzıma küçük ekmek veya
peynir gibi şeyler alayım dedim, mümkün değil çiğneyemiyordum bile, çene kaslarım sanki yok
gibiydi, zaten karnımda acıkmıyordu, acıkma diye bir his yoktu, hâl böyleyken ne enerji kaybı
nede yorgunluk çekmiyordum, günde 30-40km yürüdüğüm zamanlar oluyordu, zerre
yorulmuyordum. Bu hâl 40 gün devam etti.

O aralar kitapta okumuyordum ama yarım kalan Deepak Chopra'nın Yaşlanmaz Beden, Sonsuz
Zihin adlı kitabı vardı elimin altında, kitabı şöyle bir 10 sayfa okuyunca resmen kitaptan enerji
alıyordum, zaten enerji sorunum yoktu, iyice full şarj oluyordum adeta. İlk başlarda her şey
güzeldi, lakin bir haftadan sonra, çok tuhaf bir problem çıkmaya başladı, çevre ile uyum sorunları
baş gösterdi, bir nevi yan etkiydi bu.

Zira insanlar 3 öğün yemek yiyorlardı, o ara ev boşalınca kız kardeşte kalmaya başladım, babada
orada, yemek, kahvaltı getiriyorlar ben yemiyorum, iştahım yok filan diyorum ama bir süre gene
aynı şeyler tekrar ediyor, neredeyse kavga döğüşle yedirecek duruma geldik.
Babam, bu oğlan dışarda yiyor, galiba bira da içiyor! filan diye bacıma söylenmiş.
Hele birinde, galiba hanımını özlüyor, ondan yemeden kesildi, gidip aralarını düzelteyim bile
demiş.
Aman baba ne yapıyon, sakına! asla !...
Şurada bir keyfimiz var, bozma onu, keyfini çıkartayım... diye geçirdim içimden.
Onunda benimde bayağı zamana ihtiyacımız var, mesele bildiğin gibi değil!
Dışarıda da durum aynı, insanlar habire bir şeyler yiyor, tutuyor banada veriyor, teşekkürler
yemiyeceğim diyorum filan ama nerede! yemek fasılları hiç bitmiyor ki! birde insanlar hakikaten
paylaşmayı da seviyorlar, sanuçta olayım tam bir saçma döngüye girdi, bir ara iyice, küçük bir
çanta alıp terki diyara niyetlendim, paramda yoktu ama insan yemek yemeyince parayada ihtiyaç
duymuyor, onu yaşayarak öğrendim. Helede hiç tanımadığım yabancı insanlarla çok daha iyiydim,
en azından tanıdıklarım gibi sık boğaz etmiyorlardı.

Bu arada ben bu hâle girdikten 1 hafta sonra, büyük 99 depremi oldu, memleket bir yandan kan
ağlıyor, bir yandan da yaralarını sarmaya çalışıyor, ben kuşlar gibi hürlüğüm tam bunada denk
geldi, yaşadıklarıma sevinemiyordum bile. Lakin genede içimde ki o coşkunun esiriydim, bu hâl
böyle böyle 40 gün devam etti, artık sonlarına doğru baktım iş iyice sarpa sardı ya evi terk edip
tamamen yeni bir hayat çizecektim, ya da uyum sağlayacaktım.
İkinci seçeneği seçtim, zira evi terk etsemde bir süre o diğer insanlarla da problemler
başlayacaktı, bunu hissedebiliyordum, en sonunda ya bir dağ başında ya da bir mağarada yalnız
bir hayat bekliyordu beni, bunu gerçekten hissedebiliyordum.

Kesinlikle huzursuz veya mutsuz da olmayacaktım, insanları da aramayacaktım, kendimle


problemim yoktu ama genede diğerini tercih ettim. İnsanların bu haliyle bu iş uzun süre
gitmeyecekti, zira yabancıda olsa insanlar için, aşırı sevginin baskısı bir yere kadardı, ee! yeter
be! demeleri çok kolaydı.
Zira insanların küçük dünyası o kadar dardı ki orada aşırı sevgi diye bir şey olmuyordu, buna
tahammül edemezlerdi, edemediler de netekim.

Sonradan Hindistan da birinin 60 yıldır hiç yemek yemediğini okumuştum, hatta o adamı bilim
insanları incelemişler filan ama bu abimiz ne gariptir ki bir mağarada yaşıyormuş, neden
mağarada yaşadığını tahmin edebiliyorum.
(Bu yazıyı yazarken 73 yıldır yemek yemeyen adam diye nette haberleri var. Avrupalı Jasmuheen
diye bir kadın var yemek yemeyen, sanırım dahası da vardır.)

Bu olay adeta havayla, oksijenle beslenmek gibi, nefes aldıkça havadan besleniyorsunuz, adeta
şarj oluyorsunuz, üsteki bayan güneş ve ışıkla beslenme demiş, Hintli abimiz kendi öğretilerinde
olan pranadan enerji almak demiş, illa şudur demek istemem, demekte gerekmiyor zaten, böyle
bir şeyin varlığı değişik isimler altında geçiyor olması bile yeterlidir. İnsan bir şekilde yemeden de
durabiliyormuş, tabi bu olayında kendine göre yan etkileride varmış, onuda öğrenmiş olduk.

Hiç su içmeden durmak bu biraz zor gibi ama gerekte yok, nihyetinde bu dünyada yaşıyorsak,
insanlığa dair bir şeylerinde kalması gerek, yoksa bu insanlıkla hiç bir bağın kalmaması demek
olur ki artık bu insan insan değil başka bir şey olur, o bu dünyaya ait bir şey değildir.

İbni Arabinin de 9 ay yemek yememe olayı olmuş, o da aynen bakmış olmuyor, çevreyle uyum
problemleri ayyuka çıkmış, yavaş yavaş o da yemeye başlamış.
Bende aynen ufak ufak zoraki yemeye başladım, 1 haftaya kalmadan eski formuma geldim yine,
normalde ekmek yemeden sofraya oturmam, resmen cıngar çıkartırım, oldum olası yemeyi
sevmişimdir, kahvaltı yapmadan hiç bir iş yapmamak gibi huylarımda vardır, bu durum elân da
devam etmektedir.

Sonuçta her güzel şey gibi bu 40 günde geçti gitti, bitti...

Ama psikolojik bakımdan çok daha iyiydim, bunun artçı etkileri giderek azalsada bu etkiler 1 yıl
sürdü ve en sonunda ben tamamen gene eski ben olmuştum, eşimlede geri birleşmiştim, zira o
gittiği yerde yapamamış, kendi ailesi ile geçinenemiş, kızım zaten babamı istiyorum diye hiç
durmamış, en sonunda geri dönmek zorunda kaldı, daha detaya girmeye gerek yok, bazen
birliktelikler için ayrılıklarda gerekiyormuş onu anladım. Bu ayrılık her iki tarafında iyiliğine oldu
da diyebilirim, hasılı araya reklamlar girsede film devam ediyordu.

AYRILIK RÜZGARLARI
40 günlük hadisemin hemen ardından bu durumu fötrlü hocamıza biraz bahsettim, böyle bir şey
olamaz diye, sert bir biçimde kestirip attı, ondan sonrada bir daha o mevzudan ona
bahsetmedim, fakat içimde de bir şeyler kırıldı gitti. Anladım ki artık hoca ile yollarımız ayrılacak,
bir şekilde ikimizde kendi yalnız yollarımızda devam edecektik, netekim de öyle de oldu, ben
yavaş yavaş hoca ile muhabbetimi kesmeye başladım, H.Bayrama gitsem bile hoca ile
oturmamaya, ayda bir oturmaya, onuda geçmişin hatırına hâl hatır sormaktan fazla öte
gitmemeye özen gösterdim.

Tabi bu durum kem gözlerden kaçmadı, hocaya ayrı sormalar, bana ayrı sormalar, n'oldu aranızda
ne geçti, niye ayrı oturuyorsunuz gibi üzerine vazife olmayanların merakı hiç bitmedi.
Ona soranlara, yuları gevşedi, yuvadan uçtu gibi sembolik şeyler söylemiş ki o da sanırım
yollarımızın ayrıldığını, artık eskisi gibi olmayacağını anlamıştı. Bu meseleden bir kaç yıl sonrada
vefat etmişti hoca.
Belkide bu olay da hocayı üzmüştür, akabinde de mide sorunu tavan yapmıştır orasını bilemem
ama ben bildim bileli o sorunu hep vardı ve bir kaç kerede acillik olmuştu, zaten bir nevi pamuk
ipliğinde gibiydi.
"Ömür makara ipliği kadardır, ne kadarsa o kadardır" diyen bir adam için, ölüm hiç bir
zaman zor gelmez, keşkeleri acabaları da olmaz. Yaşaması gerekeni yaşamış, söylemesi gerekeni
söylemiştir.

Mürşidim Merkeptir!
Hocanın böyle tuhaf hikayeleri vardı "Mürşidim Merkeptir" derdi ve çeşitli sohbetlerde defalarca
dinlemişimdir bu ilginç hikayeyi.
Hoca çocukken 8-9 yaşlarında, merkepleriyle tarlaya çalışmaya gidiyor, merkebi çayıra salmış, o
da biraz çalışınca bir ağacın altında dinlenmeye koyulmuş, biraz sonra Merkep acı acı feryat
edince, yanına gitmiş, meğerse Merkep nasıl ettiyse semerini kaydırıp, üstünü altına getirmiş,
tabi buda hayvancağıza acı vermiş olacak ki o meşhur sesiyle ortalığı inletmiş.
Hoca da çocuk aklıyla semeri düzeltirken "niye böyle yaptın!" diye sertçe söylemiş.
O zaman Merkep başını geriye döndürüp, hocaya bakınca, bakışı görünce hoca da korkmuş biraz.
Ben ne yapabilirim, kusura bakma bakışı gibi bir bakış hissetmiş hoca.

Tabi o küçük çocuk köyde okumuş etmiş, Arapça filan hepsini full tahsil etmiş, hocası çok iyiymiş
bu arada, Cumhuriyetle birlikte medreseler filan kapatılıp, hoca avı başlayınca, ünlü bir
medresenin baş müderrisiymiş hocası, kaça kaça onların köyüne kadar gelmiş, o yüzden hoca
ücrâ bir köyde okumasına rağmen, İstanbul medresesinden mezunum derdi bazen.

Neyse, hoca evleniyor, çoluk çocuk, Ankaraya geliyor, burada görev alıyor filan derken, mide
sorunu yüzünden 20 yıldan erkenden emekli olmak zorunda kalıyor. 12 Eylül zamanı Kenan Evren
baştayken, memleket halinden gidişattan filan memnun değilken, ne yapmalıyım diye evde
düşünüp dururken. Mektup filan mı yazsam acaba diye hatırına geliyor.
"Acep bir mektup yazsam mı Evren'e?"
diye hatırına bir cümle geliyor, tam o esnada da çocukken köyde semerini deviren o
Merkep,
salonun ortasında belirmiş ve,
"Yaz semerini devirene!" diye söylemiş.

Tabi hoca şaşırmış filan ama sonradan da mektubu yazmış, gerçi ondan da bir şey çıkmamış.

Ama bu olay, sonradan hoca için müthiş bir ifadeye dönüşmüş.

Çoğunca "Benim Mürşidim Merkeptir!" derdi.

Meğer Merkep olan Kenan Evrenmiş, semerini deviren oymuş, diyerek olayı farklı farklı da ele
alırdı.
Millet gülmekten yerlere yıkılırdı, ki hoca bunuda anlatırken ustalıkla anlatırdı da bir yandan.

İki olay arasında tam 40 yıl zaman olduğunu da hesaplamış, 40 yıl önceki basit görülen bir olay,
40 yıl sonra hocanın neredeyse tüm felsefesini de değiştirmiştir.
Dünya dolaşılsa Mürşidim Merkeptir diyen kaç kişi çıkar bilinmez, bilinen hoca nevi şahsına
münhasır biriydi, öyle yaşadı, ben de o haliyle tanıdım.
----- o -----
Çift cinsiyet (KADIN - ERKEK) >> Çocuk!
Sokrates, "Evlenin! işler yolunda giderse mutlu olursunuz, yok eğer gitmezse de filozof
olursunuz" demiş.
-
Bir gün eşi Sokrates'e verip veriştirmiş, ağzına geleni söylemiş. Bakmış kocası hiç bir tepki
göstermiyor; bir kova suyu alıp başından aşağı boşaltmış.
Sokrat, gayet sakin:
"Bu kadar gök gürültüsünden sonra bir sağanak zaten bekliyordum"
-
Hasılı bu abimiz de hanımı ile geçinemeyenler kulübündenmiş, hatta baldıran zehiri içerken ya da
öncesinde "en çok hanımın sesini duymayacağıma seviniyorum" da diyesiymiş.

Evlilik iki zıttı bir araya getiren, bir kurumdan ziyade, bir anlaşma, beraberlik, bunun yazılı bir şey
olmasıda olayı çok değiştirmiyor, adam nikahlı karısını öldürebiliyor da, dövebiliyorda, resmiyet
bu hakkı mı veriyor bilinmez... Resmiyet işin bürokrasi tarafı, bürokrasi olmayan taraflarıda var
elbet, iki kişinin anlaşması veya gönül nikahı denen hadise ki bunu hocalar ret etselerde,
şarkılarımıza bile girmiştir bu meseleler.

Neyse şimdi olayı biraz tasavvufi mantıkla anlatalım.

Zahirde,
Kadın - güzellik ve doğumun.
Erkek - gücün ve soyun.
Batında,
Kadın - aynı zamanda erkektir.
Erkek - aynı zamanda kadındır.

Batın denilen mana yönünde roller adeta değişir gibi olasada, aslında bu değişimden ziyade, bu
diğer özelliği de varlamak anlamına gelmektedir.
Yani zahirde ki gibi kadın sadece kadın değildir, aynı şekil erkekte sadece erkek değildir.
Ya nedir; Her ikiside bir birlerinin özelliklerini taşırlar.

O yüzden bunlar ikili yapıdadırlar, ikişerli yapıdadırlar, çift cinsiyet denilen şeydir.
Kadın, hem kadın hemde erkektir.
Erkek, hem erkek hemde kadındır.

Şimdi, bu manzaraya göre, batında erkek, hamile kalabilir, doğum yapabilir, çünkü bu potansiyeli
vardır.
Kadında aynen gücün ve kuvvetin sembolü olabilir veya doğurtturabilir, zira onda da bu
potansiyel vardır.
Tasavvufta bu çok açık seçik geçmez ama manevi doğum, doğuş gibi kısa ifadelerle vardır.

Ne var alemde, mevcuttur Adem'de.


Anlayana yeterli gelesi bir sözdür.
Olay çoğunca budur zaten, ne varsa alemde Sufi bundan çok ayıramaz kendini.
Vahdet-i vücut dedikleri bir yönden de budur, yani Kesret-i vücuttur o, yani ayrılıkların olmadığı
yegâne yer!

Ayrılıkları isimler yapıyor, kalkınca isimler ayrılıklar yok!


Orada baktığın, gördüğün, çocuklar gibi şen olmayan yok!
Madem BEN yok, o nasıl oluyor ki? kurcalama işte oluyor!
Bebekler de BEN var mı, yok! öyleyse yok diye şey de yok!

Dünyayı flu, puslu, kötülük dolu gösteren BEN olabilir mi?


Çocukluktan beridir ki sorunların kaynağı BEN olabilir mi?
Peki dünya böyle kirlenir de onu kirleten BEN olabilir mi?
Çevresel felaketlerin, ihtirasların kaynağı BEN olabilir mi?

Tam donanımlı bir BEN, neyi beğenir ki bu dünyayı beğensin!


Öyleyse bak bebeklere, aynı dünyadalar ama nasıl da şenler!

Dünyanın öğretileri ayrılık üzeredir, kadın kadındır, erkek erkektir, bitti...


Helede işin içine ATAERKİL, ANAERKİL ler girdiyse, seyreyle cümbüşü.
Bir kadın erkeksileştiğin de, bir erkek kadınsılaştığın da toplum bunu hazmedemez, oysa bu
potansiyel bir şeydir ve herkeste bu potansiyel vardır.

Tabi potansiyel olması bunun zahirde yapılmasını da onaylamaz, katı kurallarla da yasaklanır.
Zaten onaylansın da demiyorum, zira insanlar bu halleriyle neyin cılkını çıkartmazlar ki bunun
çıkartmasınlar, o yüzden bu meselenin yasaklı kalması ÇOK yerindedirde.
Mesele batın da zaten, zahir de değil.
Batında ki bir şeyi buraya çağırıp burada yapmaya çalışmak, zahir/batın dengesini de bozmak
olur. Düzenin bozulması FARKINDALIK denen şeyi de yok eder, insan kıyas edemeyince farklılığı
da bilemez.
O yüzden batın batın da, zahir zahir de kalmalıdır.
Zahirde kadının hamileliği ona mahsus addedilir ve erkekle arası ayrılır, erkeğinde güçlü olması
erkeğe addedilir ve kadınla arası ayrılır.
Batında bu ayırım çok bir işe yaramaz, zira batında erkekte hamile kalabilir ve çocuk doğurabilir,
çünkü o potansiyeli vardır
.
Kadında çok güçlü olabilir.
Mistik tarafta dişilik enerjisinin çok güçlü olduğundan bahsedilir mesela, o güç bundan dolayıdır,
yani erkek enerjiyi de barındırır dişi güç.
Sonuçta erkek güç dişi güç ayrı ayrı güç değil, aslında aynı gücün diğer yarısıdır. Her ikisi de
eşitşekilde güçlüdür.
Tabi tüm bunlar sembolik bir anlam ile anlamlıdırlar, bazen batında dişilik nefs olur, bazen ay olur,
suretin şekline göre durum değişir yani, durumun değişmesi ASLINI bozmaz, altta yatan mana
hep aynıdır.
Batında olaylar evvela manaya göredir, sonra isme göredir.
Zahirde olaylar evvela isme göredir, sonra manaya göredir.
O yüzden kadın ve erkek cisimleri, her şey gibi, hem isim hemde mana taşırlar.
İsimsiz mana, manasız isim de olmaz.

Tabi tüm bunlar taşa kazınmışçasına da sabit değildir, zira isim ve mananın iç içe geçtiği durumlar
da pek çoktur.
Gündüz içinde karanlıklar barındırır, gölgeler.
Gecede içinde ışıklar barındırır, ay ve yıldızlar.
Özetle tasavvufi açıdan herkeste erkeklik ve dişilik vardır, bunun görünen (zahir) yönü farklı,
görünmeyen (batın) yönü farklıdır.
Görünen yönü baskın olduğu için, erkeği erkek, kadını kadın görürüz, yani aktif olanı görürüz,
oysa pasif tarafta o görülmeyen yönde vardır.

İşte tasavvuf bir anlamda bu pasif yöne de odaklıdır, onu ortaya çıkartmak, en azından varlığını
haber vermek için, kişiyi bir nevi manevi doğuma itekler, tasavvufta yeniden doğuş, yeniden
doğum, yaşarken olan bir doğumdur, ölüp habire geri gelmek şeklinde değildir.
Zahiren doğuş bu bellidir, bunu zaten herkes yaşıyor.
Lakin batında doğum işte bu herkeste olmaz, bu dediğim gibi bu yolun yolcuları Sufilerin adeta
bir kaderidir, bütün hayatları adeta bunun için, bunun hazırlığı için, sanki kumpaslarla
doldurulmuştur. Olay döner dolaşır en sonda buna gelir dayanır.

"İmdi, Ruh ile Nefs nikah eyledikçe, ikisinden bir cisim tevellüd eder" Arabi

İki zit gücün, erkek ve dişinin bir araya gelmesinde ki amaç çocuktur.

Ruh ile Nefs, yani iki ayrı güç, yani dişi ve erkek enerjiler aslında bir birleriyle çok anlaşamazlar,
hep bir LİDERLİK rekabeti vardır. O yüzden bir araya gelseler, birleşseler bile, bu çok uzun
sürmez.
Bunun için çocuk gereklidir, çocuk bu birlikteliği bağlayan, çatışmayı durduran, yegane sevimli
şeydir.

Burada ki çocukta gene Sufinin kendidir.

Bu durum zahirden belli olmaz ama batın dediğimiz içsel de cereyan eder.

Bu yüzden tasavvuf kitaplarda yazılanlarla öğrenilmez, anca kapı tarif edilir, sempatisi kazanılır
lakin içerisi nedir, nasıldır söylenmez, bilen olmaz ki kime sorabilirsin ki? keşf/ispat denilen
ölçüyle birlikte yaşanarak öğrenilir o yüzden tasavvufun okulu da olmaz, öğreteni de olmaz, o
hayatın içinde, gözlerden ırakta kendi halinde, kişilerin içselinde yer bulur, yoluna böyle devam
eder.
Aradığını asla bulamazsın, arama!
Kaçsan da kurtulamazsın, sakına!
Ancak sürprizi bulursun, unutma!
Sufi doğulur, sonra olunmaz, anla!

----- o -----

Şehrin Tam Tam Tam! 'ları.


H.Bayramda bir arkadaşla tanışmıştım, aynı emsaldik, bilgileri benden daha çoktu, zira çok fazla
şey okumuş, semavi dinlerden uzak doğu dinlerine, felsefelerden mitolojik şeylere bilgisi benden kat
be kat fazlaydı, hatta bir kaç şeyhlere de tabi olmuş, sonra bırakmış filan derken çeşitli tecrübeler
de edinmiş güzel bir arkadaştı, lakin benim hesap kafası da karışıktı.
Açıkcası ben onun kadar çeşitli ne okudum, ne de kapı kapı gezip birilerini elini öptüm, ben sadece
fötrlü hocayı tanıdım, onunla da öyle şeyh/mürit ilişkimiz hiç olmadı, adamın yanında zaten kimse
yoktu ki, şeyh deyince etrafında adeta insan çemberleri olur.

Tabi ben bu kafa karışıklığını atlatmıştım, o arkadaşta devam ediyordu, bilmiyorum sonra ne yaptı,
15 yıl olmuştur bir daha hiç görmedim.
Ben üsteki yemek yememe hadiselerinden sonra, kafam rahatlayınca, şiirsel bir şeyler yazmaya da
başladım, insanın kafası rahatlayınca bir şeyler üretmesi de kolay oluyor, şiir olayının güzelliği pek
çok şeyi düşünebiliyorsunuz, bazen düşündüğünüz o şeyle kontak bile koruyorsunuz, adeta onun
gözünden bakabiliyorsunuz, böyle olunca bir şeyleri kaleme almak kolaylaşıyor.
Bazı şairler bunu yapar, bir kelebeğin, çiçeğin, ağacın dilinden şiirler kaleme alırlar, bu o şairin
anlattığı şey olmasıyla, onun gözüyle bakabilmesiyle oluşan bir durumdur, o yüzden şair kafası

hayata çok farklı bakabilir.


Tabi bununda uykusuzluk, sıkıntılar gibi bedelleri yok değildir!

El ayak çekilende,
Karanlık her yana çökende,
Gölgeler sessizce hüküm sürende,
Şaire uyku haram, kalem dile gelende.

Böyle bir zamanda şehrin aslında göründüğü gibi olmadığını, altında yatan başka bir anlamı olduğunu
düşünmelere başladım.
Görünen bunca eşya, bina, yollar aslında modern bir şehri gösterse, insanların bilinç altında hâlâ
ilkel çağlarda yaşadığını, olayın bir yanılsama aldatmacadan ibaret olduğu, giyim kuşamların bir
örtü, binaların betondan orman, insanlığın gelişmediği, gelişenin İLKELLİK olduğu düşünceleri
beynimde dönüp durmaya başladı.
Şu an ki modern halin, adeta ilkelliğin başka bir versiyonu, boyut değiştirmiş halinden başka bir şey
olmadığı kafamda netleşmişti adeta.

1 hafta sonra bu arkadaşımla oturmuşum sohbet ediyorduk.


Ya arkadaş bu gece hiç uyuyamadım dedi.
Hayırdır n'oldu dedim.

Gece 24 gibi uykum geldi, yatağa yattım tam kafamı yastığa koydum ki birden Tam Tam Tam! sesleri
gelmeye başladı, kalktım filan ama sesin nereden geldiğini anlamadım, camdan dinliyorum ses
dışarıdan değil, binaya bakıyorum binadan değil, beynimden geliyor desem öylede değil, ritmik bir
şekilde, Tam Tam Tam! sesleri hiç kesilmedi, saatlerce sürdü, kafayı yiyecektim uykuda uyuyamadım,
ne zaman sonra sabah ezanları okundu, ses kesildi, ondan sonra anca uyuyabildim dedi.

Tabi ben biraz tebessüm ettim, zira üstte anlattığım şeyin adeta bir ispatı gibiydi bu Tam Tam
Tam! sesleri, aslında tam da ispatıydı, zira tasavvufta bu mesele keşf-ispat diye geçer, bu bir
ölçüdür, ispatı olmadan keşf, keşf değildir. Keşf derken de bunun pek çok çeşiti olur/oluyormuş sınır
koyulamaz elbet ama mantık aynıdır, insanın bilmediği bir şeyin açılımı veya şahit olduğu bir olayın
doğruluğunun dıştan doğrulanmasıdır, başka bir değişlede içte yaşana(keşf)nın, dışta
da onaylanması(ispat)dır.
Bu yüzden bu keşf/ispat olayı tasavvufta önemlidir, ispatı olmayan keşf bir işe yaramaz, yanıltıcı
olur, terk edilmesi gerekir, ilerleme asla kaydedilmez, kişi yerinde sayar, lakin sözde tasavvufçuların
bu meseleden haberleri olmadıkları için, her yaşadıkları keşfi delil sayarlar. Böyle bir şey yoktur
halbuki, bu hatadır, yanılmadır, yanıltmacadır.

Neyse arkadaşa biraz bahsettim, şehrin göründüğü gibi olmadığını, altında yatan anlamın farklı
olduğunu, insanlarında kendilerini geliştirmekten ziyade, gelişenin ilkellik olduğundan bahsettim
ama pek anlamadı bende zaten fazla uzatmamıştım.

Tabi ben bunu anlatırken şunun da bilincindeyim, o ilkellik benden de ayrı değil, hiç değildi... Öyle
olsaydı o ilkelliği göremezdim bile, Ben içselim de yansıyan bir şeye şahit oldum sadece, onu
kendimden ayırırsam, bunun bana faydası olmak yerine zararı olur. Bu işler böyleydi, suçu uzağa
atmak, meseleyi çözmüyordu.

Çözüm, kabullenmektir.
İlkelim, kabul.
İÇİMİZDE Kİ ÇOCUK!
Tasavvufta ki TECELLİ SONRADAN ANLAŞILIR ölçüsü hakikaten ilginçtir, adamların bir bildiği
varmış ki bu ölçüyü koymuşlar, hocanın 40 yıl önce çocukken yaşadığı bir mesele, 40 yıl sonra
hayatını, bakış açısını her şeyini değiştirmiş, hakeza benim de 40 yıl önce oynadığımız bir İSİM
oyunu, düşünce orucu diye anlattığım bir mesele ile resmen çakıştı.
O yüzden çocukken yaşadığımız bir takım şeyler 40 yıl sonra bile karşımıza çıkabilir, çok daha
evvelde çıkabilir, ama o anda hemen arefesinde filan mesele anlaşılmaz, anlaşılması için zamana
ihtiyaç vardır... O zamanlar hiç bir anlamı olmayan şeyler, sonradan hayatımıza pek çok anlam da
katabilir.

İlla olacak diyede bir şey yok elbette, bu mesele birazda düşünce seyyahlığı ile ilgili.
Neticede dinamik bir hayatta yaşıyoruz ve neyin ne zaman başımıza geleceğini, geleceğin bize ne
gibi sürprizler hazırladığını da bilmiyoruz, bildiğimiz şimdimiz ve geçmişimiz. Onuda ne kadar
bildiğimiz de tartışılır tabi.

Ben şimdiden geriye baktığımda geçmişimi yargılamam, onu çöpe atmam, keşke yapmasaydım
diyeceğim bir şey de yok, neticede o geçmişte ki iyiler ve kötülerle ben bu günlere gelmişim,
temelimde onlar olmasaydı, bu günlerde olmayabilirdimde.
Hasılı geçmişle barışık olmak, iyi bir şey, onunla küs veya kavgalı olmak, problemleri çözememiş
olmak, geçmişin hatalı olmasından değil, geçmişin kucaklanmayı bekliyor oluşundandır.

Kimin geçmişi sorunsuz ki?


Geçmiş kucaklanmayı bekler!

Orada bir çocuk yaraları sarılmayı ve okşanmayı bekliyor olabilir, onu dışlarsak o çocuk hep orada
bekliyor olacaktır, onun tedavi edilmesi için, geçmişe sahip çıkıp, onun kucaklanması gerekiyor.

Geçmişi kabullendiğinizde geçmiş yakanızdan da düşer.

Hiç bir çocuk kan, kin, nefret gibi şeylerden anlamaz, intikam duyguları onun yaralarını sarmaz,
aksine onu daha suçlu bir duruma düşürür, öyle mutlu olmazlar... çocuklar tek şeyden anlarlar!

Sevgi ve şefkatten.
Böyle mutlu olurlar.

Bazen yaramazlıkta yapabilirler.


Affedilmek en hak ettikleri şeydir.

Bu onlara en güzel sözlerden, en ulvi manalardan bile iyi gelir, çocuk sevgi, şefkat, affedilmek ister!

Sevgi ve şefkatle o çocuğa yaklaşıp, onun bir suçu olmadığını, yaşananların hayatın bir cilvesi olduğu
telkin edilirse ve tabi ki sevgi ile bağıra basılıp, şefkatle de başı okşanırsa, affedilirse, o çocuk bunu
anlar, o çocuk kurtulur... Siz kurtulursunuz... O çocuk aslında sizsiniz!

Sizin pişmanlıklarınız, acabalarınız, keşkelerinizin vücut bulmuş masum yüzüdür o!

O pişmanlıklarınızın çocuğudur!

Pişmanlıklarınızdan başka birilerini sorunlu tutmak, o çocuğu edebiyet zindanlarında yaşamaya,


mahkum etmekten başka bir şey değildir.
O çocuğu sizden başkasıda asla serbest bırakaz, mutlu edemez !...

Hasılı,
Geçmişte olacak olan oldu,
Gelecekte olacak olan olacak,
Şimdiyse anca olacak olan olur.

İşte bu "Olan" meselesi bir Sufinin içsel yolculuğunun yegâne öğretisidir, olanı yargılamak, temelde
sufinin kendini de yargılamasıdır. Ve bir Sufi de bunu bir gün ya fark eder ya fark edecektir.
Fark etmemesi gibi bir şey söz konusu olamaz, zira Sufilik içsel bir yolculuktur ve yollar o çocuk ile
de kesişecek veya o çocuğun sureti olan pişmanlıklar ile de illa yüzleşilecektir.

Yüzleşme kaçınılmazdır, aksi düşünülemez.


----- o -----

Artık yazı sona geldi, yazacak kelimelerde tükendi, nihayetinde bir düşünce seyyâhının içsel
yolculuğunda ki kâh hezeyanlarına kâhta mutluluklarına değinmeye çalıştım, söylediklerim kimseyi
bağlayıcıda değildir elbet, öyle bir iddiam da olmaz, neticede bu benim hikayemdi, benim
yaşadıklarımdı.

Zaten tasavvufta "TECELLİDE TEKRAR OLMAZ!" ölçüsü de vardır, yani kimse kimsenin yaşadığını
bire-bir yaşamaz, her yaşanan diğerinden farklıdır. Her yaşam bir birinden farklıdır çünkü. Bu
yüzden Sufi anlayışı kimseyi zorlayamaz, kendi yoluna çağıramaz, başka yollara girip düzeltmeye
çalışamaz.

Zira her yolun yolcusu farklı, her yolcunun tecellisi de ona ÖZELDİR.
Bunu bilmeyene zaten Sufi de denmez. Bir Sufinin tek değiştireceği şey anca kendidir, çevresi
değildir!
Bu yüzden Sufilikte toplumsal/kitlesel/grupsal hareketler de yoktur.

Sufilik gönül işidir, akıl işi değildir!

"Düşünce orucu" dediğim şey benim için dönüm noktasıydı, o zamanlar ben bunu bir dönüm noktası
olsun diye de yapmamıştım, çaresizliğim beni o noktaya kadar getirmişti ama ilginç bir şekilde de
hayat devam etti ve bunları yazacak kadar, bilgiye, birikime ve deneyime dönüştü, nihayetinde ilk
okul mezunu bir kafanın, insan psikolojisinden, mistik zor konulara ne bilgisi olabilirdi ki ama
oluyormuş, neticede insanın kendini bilmesi güzel bir şey.

Sonuç,
Bugün, beni ben yapan bilgilerim değil, geçmişimin üzerine inşa olan tecrübelerimdir.
Bu tecrübelerimin çoğunu da yanlışlarım oluşturuyor ki anca onları anladım hayatımda.
Bilgilerim değişebilir elbet ama tecrübelerim her zaman yanımda olacaktır.

Bâki kalan bu kubbede, hoş sadânın temennileriyle,

Kusurlar nefs'ten, lütuflar gönülden.


Hatalar kalemden, nezaket keremden.
Düşünceler, isimler, sisler ardından selam.

Sevgiler sevgiden, saygılar saygıdan.

---------- o----------

BİTTİ
24 / 12 / 2016
Felâsife
,

You might also like