Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 34

CEZA

‫الجزاء‬
İnsanların fiil ve davranışlarının dünyada veya âhiretteki
karşılığı anlamında kelâm, suçluya uygulanacak maddî ve mânevî
müeyyide anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte isim olarak “bir şeyin bedeli ve karşılığı”, masdar olarak


da “iyi veya kötü olan bir fiil ve davranışın tam ve yeterli karşılığını
vermek” anlamına gelir. İslâm literatüründe cezanın terim olarak biri
genel, diğeri özel olmak üzere başlıca iki mânada kullanıldığı görülür.
Sözlük anlamıyla da bağlantılı olan genel anlamda ceza, dünyevî veya
uhrevî mahiyette özendirici veya caydırıcı müeyyideden ibarettir. Özel
anlamda ise dünyada hukuk düzeni tarafından suçluya uygulanacak
maddî ve mânevî müeyyideyi ifade eder. Bu mânadaki cezayı Arap
dilinde ukūbet kelimesi, ceza hukukunda ise el-fıkhü’l-cinâî veya et-
teşrîu’l-cinâî terimleri karşılamaktadır.
İslâm dini iman, ibadet, muâmelât ve ahlâk alanlarındaki
prensiplerin uygulanmasını sağlamak, bunlarla ilgili emir ve yasakların
ihlâlini önlemek, ferdî ve içtimaî hayatı bütün yönleriyle ıslah etmek
amacıyla gerek dünya gerekse âhiret hayatına yönelik olarak birtakım
özendirici veya caydırıcı tedbirler almıştır. Bu tedbir ve müeyyidelerin
tamamı ceza kavramının kapsamı içindedir.
Ceza kelimesi türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de 100’ü aşkın
âyette geçmekte (bk. M. F. Abdülbâkī, Mu’cem, “czy” md.), aynı
mahiyette olmak üzere muhtelif hadislerde de kullanılmaktadır (bk.
Wensinck, Mu’cem, “czy” md.). Çeşitli âyet ve hadislerde, Allah’ın bazı
kimselere işledikleri günahların cezası olarak dünyada birtakım felâket
ve musibetler verdiği bildirilmekte (meselâ bk. el-En‘âm 6/49; el-A‘râf
7/136; Tâhâ 20/124; ez-Zümer 39/25-26; Tirmizî, “Tıb”, 35), kişinin iyi
amelleri sebebiyle de günahlarının sevaba çevrileceği haber verilmektedir
(Hûd 11/114; el-Furkān 25/70).
Cezada esas olan, işlenen fiil ile verilecek karşılık arasında mâkul
bir dengenin bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle taat veya mâsiyete
verilecek karşılığın yapılan fiile denk ve dolayısıyla âdil olması gerekir.
Naslarda mâsiyet ve suçların ancak misliyle cezalandırılacağı haber
verilerek (bk. el-Bakara 2/194; el-En‘âm 6/160; eş-Şûrâ 42/40; Buhârî,
“Îmân”, 31; Müslim, “Îmân”, 205-207) denklik (misliyet) esasının daha
ziyade azap konusunda önem taşıdığına dikkat çekilmiştir. Bununla
birlikte bazı günahlara kat kat ceza verileceği bildirilmişse de bu husus
cezada denklik esası ile çelişmemektedir. Zira konu ile ilgili âyetler
incelendiğinde, kendilerine kat kat ceza verilecek kimselerin inkâra veya
günahlara ön ayak oldukları, bu konuda liderlik yaptıkları, yahut
mevkileri itibariyle güzel davranışlarda bulunmaları gerekirken bunu
yapmayıp fiilleriyle diğer insanlara kötü örnek teşkil ettikleri görülür (bk.
el-A‘râf 7/38; Hûd 11/19-20; el-Ahzâb 33/30). Söz konusu kişilere kendi
fiilleriyle birlikte işlenmesine sebep oldukları günahlardan dolayı da ceza
verileceğinden denklik prensibi zedelenmiş olmaz (Mâtürîdî, Te’vîlât, vr.
522ª). Âyetler, “mükâfat” mânasındaki cezada denkliğin gerekli
olmadığını, güzel bir fiilin en az on misliyle mükâfatlandırılacağını, hatta
bu konuda bir üst sınırın bulunmadığını bildirmektedir (el-Bakara 2/261;
el-En‘âm 6/160). Söz konusu fazlalığın kişinin niyet ve ihlâsına bağlı
olarak artabileceği; riya, şirk ve iyilikleri başa kakma, maddî karşılık
bekleme gibi durumlar olmadığı takdirde ilâhî mükâfat ve lutfun sınırsız
olabileceği kabul edilmektedir (Mâtürîdî, a.g.e., vr. 239b-240ª, 540ª; bu
görüşü destekleyen Ammâr b. Yâsir rivayeti için bk. Müsned, IV, 321).
Cezadaki adalet ve hakkaniyet ise günahsız azap olmayacağını, azabın
mâsiyeti aşmayacağını, taatlerin de karşılıksız bırakılmayacağını ifade
eder.
İyi veya kötü fiil ve davranışlara hem dünya hem de âhiret
hayatında karşılık verilmesinin gerekliliğini naslar haber verdiği gibi
insan aklı ve vicdanı da bunu kabul eder. Çünkü Allah’ı inkâr etmek veya
O’na ortak koşmak, emirlerine karşı gelmek ve yaratıklarına zulmetmek
gibi suçların cezasız kalması, bunun yanında yaratana ve yaratılmışlara
karşı görevlerini yerine getirenlerin mükâfatlandırılmaması, aklî ve
vicdanî bakımdan haksızlık telakki edilir. Ancak kelâm ekolleri arasında
bu hususla ilgili olarak farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Ehl-i sünnet
âlimlerine göre Allah’ın kötü insanları cezalandırmaması, iyileri de
mükâfatlandırmaması nazarî olarak mümkünse de naslar bunun aksini
yapacağını haber verdiği için (va‘d ve vaîd) O’nun iyi kullarına ceza,
kötülere de mükâfat vereceği kesinleşmiş bulunmaktadır (Eş‘arî, s. 71;
Mâtürîdî, Te’vîlât, vr. 239b, 540ª). Kul azap ve mutsuzluk şeklindeki
cezayı mutlaka kendi fiiliyle hak eder. Cennet ve ebedî saadet
niteliğindeki karşılığa yani mükâfata gelince, Ehl-i sünnet âlimlerine göre
taatleri ne kadar çok olursa olsun kişinin cennete girmesi ancak Allah’ın
lutuf ve keremiyle mümkündür. Başta iman olmak üzere insanın yaptığı
iyilikler bu lutfa lâyık olmasını sağlar (bk. en-Nisâ 4/79; Buhârî, “Rikāk”,
18; Müslim, “Münâfikīn”, 7173). Şu halde mümin hem Allah’ın azabından
korkmalı (havf), hem de ilâhî lutuf ve rahmete mazhar olacağını ümit
etmelidir (recâ). Mu‘tezile âlimleri ise va‘d ve vaîd ilkelerinin aksini Allah
hakkında teorik olarak düşünmenin bile mümkün olmayacağını
savunmuş, adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymayı Allah için vâcib
görmüşlerdir. Onlara göre kişi azabı da mükâfatı da bizzat kendisi hak
eder. İman ve taat sahibi olarak âhirete intikal eden sevap ve mükâfata,
buna karşılık imansız veya büyük günah işlediği halde tövbe etmeden
ölen de ebedî azaba lâyık olur (Kādî Abdülcebbâr, s. 503-504, 611 vd.).
Sâlih amellerin mükâfatı imansızlık, riya, iyilikleri başa kakma ve
karşılık isteme ile ortadan kalktığı gibi kötü amellerin cezası da tövbe,
taat ve ibadet, büyük günahlardan kaçınma, şefaate veya ilâhî lutfa nâil
olma veya zaruret haliyle yok olabilir. İşlenen her suç için ihlâl ettiği hak
ve menfaatin cinsine göre belirlenmiş çeşitli dünyevî cezalar vardır. Suçlu
işlediği fiille ayrıca Allah’ın emrine karşı gelmiş olduğundan cezanın
uhrevî yönü de önem kazanır. Makbul bir tövbe, suçlunun Allah
katındaki durumunu iyileştirebileceği gibi suçun uhrevî cezasını da
kaldırabilir. Ancak kısas, diyet, tazminat gibi kul haklarının ihlâlinden
dolayı verilmesi gereken cezalar tövbe ile düşmez (geniş bilgi için bk. H.
Mahmûd Şemrûh, s. 137-152). İslâm âlimleri, işlenen suçlara ait cezaların
dünyada uygulanması halinde âhirete yönelik cezalarının kalkıp
kalkmayacağı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bununla
birlikte dinen suç sayılan bir fiili işleyen kişi bunun dünyevî cezasını
gördüğü, ayrıca samimiyetle Allah’a yönelerek tövbe ettiği takdirde,
tövbelerin kabul edileceğine dair naslar göz önüne alınırsa bu kişinin
âhirette bir daha cezalandırılmaması gerektiği düşünülebilir. Suçlu
samimiyetle tövbe etmediği ve araya şefaat gibi bazı faktörler de
girmediği sürece cezadan kurtulamayacağı muhakkaktır. Tövbe ettiği
halde dünyevî cezadan kaçan veya cezanın kendisine uygulanmasına
imkân bulunmayanın durumuna gelince, Ehl-i sünnet’in kabul ettiği
görüşe göre bu kimseden kul haklarının düşmesi mümkün
görünmemekle birlikte sadece Allah’a karşı işlediği suç ve günahlardan
dolayı tövbe ve iyi hal ile affa mazhar olması ümit edilebilir (âhiretteki
ceza ile ilgili geniş bilgi için bk. AZAP).

BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “czy” md.; Lisânü’l-’Arab, “czy”
md.; M. F. Abdülbâkī, Mu’cem, “czy” md.; Wensinck, Mu’cem, “czy” md.;
Müsned, IV, 321; Buhârî, “Îmân”, 31, “Rikāk”, 18; Müslim, “Îmân”, 205-
207, “Münâfikīn”, 71-73; Tirmizî, “Tıb”, 35; Eş‘arî, el-Lüma’ (nşr. Richard
J. MacCarthy), Beyrut 1952, s. 71; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 323-329;
a.mlf., Te’vîlât, Üsküdar Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 239b-240ª, 522ª,
540ª; Kadî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 503-504, 611 vd.;
a.mlf., el-Muġnî, XIV, 172-180; Cüveynî, el-İrşâd (Temîm), s. 321-329;
a.mlf., el-’Akīdetü’n-Nizâmiyye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekka), Kahire
1398/1978, s. 110; Âmidî, Gāyetü’l-merâm, s. 224-225, 229, 322-323;
Teftâzânî, Şerhu’l-Makāsıd, II, 165-167; Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, II, 446
vd.; Ahmed Fethî Behnesî, Nazariyyât fi’l-fıkhi’l-cinâ’iyyi’l-İslâmî, Kahire
1389/1969, s. 72-75; a.mlf., el-’Ukube fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire
1403/1983, s. 14-17; Hâmid Mahmûd Şemrûh, “et-Tevbe ve eseruhâ fî
sükuti’l-ukube”, Mecelletü Külliyyeti’ş-Şerî’a ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye,
II/2, Mekke 1396-97, s. 137-152; A. S. Tritton, “Djazā’”, EI² (İng.), II, 518.
Adil Bebek

FIKIH.
1. Tarihî Gelişim. İnsanların aile, kabile, aşiret gibi topluluklar
halinde yaşayıp henüz devlet ve ceza hukuku telakkisine sahip olmadığı
devirlerde bile toplumun yapısına bağlı bir cezalandırma sisteminin
bulunduğu, toplulukların kendi içtimaî disiplinlerini ve fertlerin
haklarını bu sistem içerisinde korumaya çalıştıkları bilinmektedir. Gerek
ilâhî dinlerin telkininin gerekse insanın selim fıtratının tabii sonucu
olarak adam öldürme veya yaralama, zina, hırsızlık, gasp, eşkıyalık,
yerleşik örf ve otoriteye karşı gelme gibi temel suçlar, insanlık tarihi
boyunca her toplumda ve her devirde kamu düzenini ihlâl sayılagelmiş,
farklı şekillerde de olsa cezalandırılmış veya cezalandırılması himaye
görmüştür. Ancak ilk devirlerde cismanî müeyyideler ağırlıkta iken bu
tür cezalandırmalarda giderek azalma görülmüş, iktisadî gelişmenin de
tesiriyle maddî tazminat, diyet, hapis gibi müeyyideler devreye girmiştir.
Yine suç ve cezalarda toplum yapısına bağlı olarak ilk devirlerde hâkim
olan kollektif sorumluluk giderek yerini şahsî sorumluluğa bırakmış,
önceleri ferdî, değişken ve takdirî bir mahiyet arzeden cezalandırma,
merkezî otoritenin tesisi ve hukukî düşüncenin de etkisiyle zamanla
objektif, genel, gayri şahsî ve mücerret ilkelere bağlanmıştır. İlk
dönemlerde intikam alma ve şahsî uzlaşma ön planda iken zamanla
toplum adına cezalandırma fikri ve devlet ceza hukuku telakkisi önem
kazanmış, belli gelişmeler sonucu cezalandırma hakkı ortak otoritenin
yani devletin tekeline verilmiştir. Ceza hukuku alanındaki bu tarihî
inkişaf Hammurabi kanunları, İbrânî, Roma ve Câhiliye hukuku ile İslâm
hukuku karşılaştırıldığında açıkça görülmektedir.
A) Yahudi Hukukunda. Tevrat’ta adam öldürme veya yaralama,
zina, hırsızlık, yalancı şahitlik, komşunun malına göz dikme, Tanrı’ya,
anneye babaya sövme ve itaatsizlik gibi suç ve çirkin fiiller
yasaklanmakta (Çıkış, 20 / 12-17; Tesniye, 5 / 16-21), rabbe küfredenin,
adam öldürenin, annesine babasına lânet edenin, zina edenin, cinsî
sapıkların öldürülmesi (Çıkış, 21 / 12-17, 22/19; Levililer, 20 / 10-21, 24 /
16, 23), organlara karşı işlenen cinayet ve yaralamaların misliyle
cezalandırılması (kısas), bazan da maddî tazminatla karşılanması (Çıkış,
21 / 19, 22-24; Levililer, 24 / 20) hükümleri yer almakta, mağdura meşrû
müdafaa hakkı tanınmaktadır (Çıkış, 21 / 14). Köle ve câriyeyi öldüren
veya yaralayana kısas uygulanmayacağı, fakat başka şekillerde
cezalandırılacağı, ayrıca yaralanan veya sakatlanan köle ve câriyenin hür
sayılacağı belirtilmiştir (Çıkış, 21 / 20, 26-27). Hayvanların sebep olduğu
cinayetlerde hayvan sahibinin kasıt ve ihmali varsa kendisine ceza
verilmekte (Çıkış, 21 / 29), yoksa hayvan cezalandırılmakta, meselâ
taşlanarak öldürülmektedir (Çıkış, 21 / 28). Hata ve sebebiyet yoluyla
verilen zararlarda maddî tazminat ödenmesi (Çıkış, 21 / 33-37), hırsızın
çaldığı malın birkaç katını ödemesi (Çıkış, 22 / 1-5) öngörülmektedir.
B) Roma Hukukunda. Avrupa hukukunu XVIII. yüzyıla kadar
birinci derecede etkileyen, bugün de Batı hukukunun klasik
kaynaklarından sayılan Roma hukukunda başlangıçta şahsî intikam
fikrinin ağır bastığı, birçok ağır cezaî müeyyidenin bulunduğu, mevcut
içtimaî yapı ve tabakaların bu sert cezaî müeyyidelerle korunmaya
çalışıldığı bilinmektedir. Ancak On İki Levha Kanunu, teamülden
kaynaklanan ağır cezaları hafifletmede ve maddî tazminat usulünü
yerleştirmede önemli rol oynamıştır. Roma hukuku on üç asırdan fazla
süren uzun bir dönemi kapsadığından çeşitli devirlerde olumlu veya
olumsuz farklı gelişmeler olmuştur. Birinci devir (Quirites hukuku devri)
Roma hukukunda suçlar şahsî suç-amme suçu şeklinde ikiye ayrılıyordu.
Vatana ihanet, aile reisini öldürme, büyücülük-sihirbazlık ölümle
cezalandırılır, bir şahsı yaralayan veya sakatlayana kısas uygulanır,
anlaşma halinde ise diyet ödenirdi. Suçüstü yakalanan hırsız
öldürülebilir veya köle statüsüne geçirilebilirdi; hırsızlığı sonradan ortaya
çıkarsa çaldığı malın iki katı ödetilirdi. Borcunu ödemeyen borçlunun,
asker kaçağının ve mahkûmların köleleştirilmesi yaygındı. Köleler hak
sahibi (insan) değil hak konusu sayıldığından onlara karşı işlenen suçlar
mala karşı yapılan saldırı olarak değerlendirilir, suç işleyen köleler ise
hürlere oranla çok sert cezalandırılırdı. Köleler olur olmaz sebeplerle
ölüme mahkûm edilebilir, efendileri veya suçların bilinmeyen failleri
adına cezalandırılabilirdi. Roma hukuku asırlar süren uygulama seyri,
idareci ve hukukçuların katkıları ile laik bir yapı çerçevesinde merhale
merhale yumuşatılarak geliştirilmiş ve ileriki asırlarda Avrupa ceza
hukukuna önemli ölçüde kaynaklık etmiştir.
C) İslâm Öncesi Arap Toplumunda. Bilhassa Mekke’de şehir
devletine geçişin ilk işaretleri mevcut olmakla birlikte İslâm öncesi
dönemin Kuzey Arabistan’ında genelde aile ve kabile birliğine dayalı bir
toplum tarzı hâkimdi. Merkezî bir otorite bulunmayışının tabii sonucu
olarak suçların belirlenmesi ve cezalandırılmasında geleneklerin,
kollektif sorumluluğun, şahsî intikam ve malî uzlaşma sisteminin, kabile
büyüklerinin ve hakemlerin otoritesine önemli roller veriliyordu. Güney
Arabistan’da ise (Yemen) kabile birliği, örf ve âdetler önem taşımakla
birlikte uzun geçmişi olan bir devlet geleneğinin etkisiyle bazı suç ve
cezaların takdirinde ve infazında devlet başkanının büyük yetkilere sahip
olduğu görülmektedir. Araplar’ın merkezî bir otorite altında toplanmaları
ve cezaların devlet tekeline alınması Hz. Peygamber ile gerçekleşmeye
başlamıştır.
Suç ve cezanın şekli toplumun hayat tarzıyla ve değerleriyle
yakından ilgili olup Câhiliye Arapları arasında en yaygın suçlar adam
öldürme, yol kesme ve eşkıyalık, hırsızlık, zina, kabile disiplinini ve
geleneklerini ihlâl gibi suçlardı. Cezalar da genelde öldürme, kan bedeli
ödetme, dayak, hapis, sürgün, kabile himayesinden çıkarma gibi
müeyyidelerdi. Ancak gerek insanların hür ve köle şeklinde iki ana gruba
ayrılması, şahısların ve kabilelerin farklı sosyal mevkilere sahip
bulunması, gerekse kabile birliğinin, örf ve âdetlerin ön planda olup
kollektif sorumluluğun belli ölçüde devam etmesi sebebiyle
cezalandırmada eşitsizlik, aşırılık veya düzensizlik olabiliyor, köle ve
kadınlar efendileri ve kocalarının yerine, suçsuz kimseler de kabileleri
adına cezalandırılabiliyor, bazan hayvan ve cansız eşya sorumlu
tutulabiliyordu.
Zina, bütün ilâhî dinlerde ve selim fıtratını yitirmemiş toplumlarda
olduğu gibi Câhiliye Arapları arasında da çirkin bir fiil ve ağır bir suç
sayılır, bu fiili işleyen hür kimse ölümle cezalandırılırdı. Nitekim Hz.
Peygamber, Mekke’nin fethinde yeni müslüman olan Hind bint Utbe’den
diğer hususların yanı sıra “zina da etmemek” üzere biat aldığında
Hind’in, “Hür bir kadın zina edebilir mi?” demek suretiyle hayretlerini
bildirmesi (İbn Abdülber, IV, 411) bu anlayışın sonucudur. Adam
öldürme suçu, kesin bir ayırım olmamakla birlikte çok defa kasten ve
hataen olmak üzere ikili bir ayırıma tâbi tutulur, kasten adam öldüren
öldürülürdü. Söz konusu suçta ihmal, niyet, sâik, hata ve sebep olmanın
(tesebbüb) devreye girmesi ve ayrıntılı bir suç teorisinin geliştirilmesi
İslâmî dönemde mümkün olmuştur. Bütün Sâmî kavimlerde bilinen,
Roma ve İbrânî hukukunda da mevcut olan kısas ilkesi Araplar arasında
da hâkimdi. Ancak hür kimsenin bir köleyi öldürmesi halinde kölenin
ailesi veya sahibi kısas isteyemez, hür şahsa göre yarım diyetle veya
bedelle yetinirdi. Efendinin kölesini, babanın çocuğunu, kocanın karısını
öldürmesi de kısmen müsamaha görürdü. Aile veya kabile içi
cinayetlerde ihtilâf genelde kabile ileri gelenlerinin örf ve âdete göre
yapacağı hakemlik ve müdahale ile, çok defa malî uzlaşma yoluyla
giderilirdi. Katil ile maktulün ayrı kabilelerden olması durumunda ise
kısası uygulayacak ortak ve merkezî bir otorite mevcut olmadığından
artık kabilenin sahip çıktığı veya hedef olduğu kollektif bir sorumluluk
kendini gösterir, ihtilâf şahısları aşarak kabileler arası bir problem haline
gelirdi. Güney Arabistan’da da katil kısas yoluyla öldürülmekle birlikte
cezayı uygulamada melikin aktif rol oynadığı, hatta belli durumlarda
kabile örflerini de göz önünde bulundurarak kısas yerine başka ceza
verebildiği görülmektedir. Yine Güney Arabistan’da maktulün hakkını
arama onun yakınlarının değil melikin vazifesi olarak gözükmekte,
bilhassa hataen adam öldürmelerde melikin önemli bir takdir hakkı
bulunmaktadır. Kısas uygulamasında mevcut dengesizlik diyeti ödemede
de görülür. Câhiliye Arapları arasında normalde on deve olan diyet,
öldürülen şahsın cinsiyetine, sosyal mevkiine, kabilesine göre daha az
veya daha çok olabiliyordu. Güney Arabistan’da ise diyet miktarı genelde
melikin takdirine bağlıydı. Ancak bu takdirde kabile örflerinin de önemli
rolü bulunmaktaydı.
Câhiliye Arapları hırsızlığı suç ve ayıp saymakla birlikte bununla
kabile fertlerine, dost kabilelere, mâbedlere ve ammeye ait malın
çalınmasını kastederler, diğer kabilelerden çalınan malı ise ganimet
sayarlardı. İslâm öncesi dönemde Mekke’de bazı münferit olaylarda
hırsızın elinin kesildiği bilinmekle birlikte bu uygulamanın fazla uzun bir
geçmişinin olmadığı, hatta hırsızlık için el kesme cezasını ilk koyanın
Abdülmuttalib veya Velîd b. Mugīre olduğu rivayetleri mevcuttur.
Câhiliye Arapları’nda, İbrânî ve Roma hukuklarında görüldüğü üzere suç
üstü yakalanan hırsızın sürekli veya belli bir süre için köle statüsünde
tutulması gibi bir cezaya rastlanmamaktadır; ancak hırsıza çaldığının
birkaç katı ödetilmekteydi. Çok yaygın olmamakla birlikte yol kesme ve
eşkıyalık suçlarını işleyenlerin asılarak öldürüldüğü de bilinmektedir.
Câhiliye Arapları arasında en yaygın ceza şekilleri öldürme, hapis,
dayak, kabilenin himayesinden çıkarma ve sürgündü. Araplar ölüm
cezasını genelde kılıçla infaz ederlerdi. Bazı münferit olaylarda mızrakla
öldürme, ağaca germe (salb), taşlayarak öldürme (recm), iple boğma ve
asma, işkence ile öldürme (müsle) şeklindeki infazlara da
rastlanmaktadır. İran ve Bizans’ta sık olarak görülen toplu sürgün ve göç
ettirme (tehcîr) cezasına Araplar’da da rastlanmaktadır. Bilhassa Güney
Arabistan’da isyankâr kabileler toplu göçe tâbi tutulurdu. Suç işlemekte
ısrar eden ve kabilesini devamlı olarak sıkıntıya sokan suçlu bazan
kabilenin ortak korumasından çıkarılır (tard ve hal‘) ve bu durum diğer
kabilelere duyurulurdu. Belli durumlarda katilin yakınlarının diyet
borcuna iştirak ettirilmesi (âkıle*) veya faili meçhul cinayetlerde
maktulün bulunduğu mahalle halkına diyetin ödettirilmesi (kasâme*)
usulleri, Câhiliye Arapları arasında hem kollektif sorumluluğun bir
ifadesi, hem de mağdurun diyetinin ödenmesinin teminatı olarak yaygın
bir uygulamaya sahipti. Câhiliye Arapları arasında dayak (celde) cezası
daha çok aile veya kabile büyüklerinin fertleri terbiye için kullandığı,
bazan da mâbede veya idareye olan borcunu ifa etmeyen kimseye
uygulanan bir ceza şekliydi. Suçluyu teşhir için alnının üstündeki saçını
kazıma da ceza şekillerinden biriydi.
2. İslâm Hukukunda Ceza. İslâmiyet, Hz. Âdem’le başlayan
ilâhî tebliğin son halkası ve bütün mahlûkat için rahmet dini olmasının
tabii sonucu olarak dünya ile âhiret, fert ile toplum, iman-ibadet-ahlâk ile
hukuk arasında denge ve bütünlük kurmuş, ferdin yaratanı ile
münasebetlerinin yanı sıra içtimaî münasebetleri de ana hatlarıyla ele
alıp tanzim ve ıslah etmiş, çok defa genel, gerektiğinde de özel ilke ve
hükümlerle içtimaî, iktisadî ve hukukî hayatı geliştirmeyi ve korumayı
hedef almıştır. Câhiliye devri Arap toplumu da dahil kendinden önceki
ilâhî din ve hukuk düzenlerinde cezalandırma ile ilgili mevcut aşırılık ve
dengesizlikleri kaldırmış, suçların önlenmesinde dinî ve ahlâkî zemini,
ferdî mesuliyet duygusunu ön plana çıkarmış, formel adalet yerine
hakkaniyet esasına dayalı bir uygulamayı gündeme getirmiş, niyet, kasıt
ve sâiki devreye sokmuş, belli suçlar için de mâkul, tatminkâr, önleyici ve
uslandırıcı cezaî müeyyideler koymuştur. Böylece tarihî seyir içerisinde
devam edegelen ilâhî dinler, insanî değerler ve toplumlar arasında
bütünlüğü kurmayı ve korumayı hedef almıştır. İslâm ceza hukuku,
İslâmiyet’in hem bütünlüğünün hem de bütünleyiciliğinin bir parçası ve
bu alandaki gayesini gerçekleştirmenin vasıtalarından biri
durumundadır.
İslâm dininin ana kaynağı olan Kur’an ve Sünnet İslâm ceza
hukukunun da aslî kaynağı olup bu alandaki temel prensipleri ve
amaçları belirler. İslâm hukukçuları ve hukuk ekolleri ise bu esas ve
amaçların günlük hayata uygulanma tarz ve şartlarıyla ilgili hukukî
yorum ve ayrıntıyı geliştirerek kendi devir ve toplumlarının
problemlerini bu çerçevede çözmeye çalışmışlardır. Bu sebeple İslâm
ceza hukukunun klasik yapısı Kur’an, Sünnet ve İslâm hukukçularının
ictihadları şeklinde hiyerarşik üç merhalede oluşmuştur.
Kur’an ve Sünnet’in belirlediği cezalar netice itibariyle İslâm’ın
muhafazasını esas aldığı beş temel değerin yani akıl, din, can, ırz ve
malın korunmasını, insanların genel ve özel yararını bir denge içinde
gözetmeyi hedef alır. Bu cezalar, İslâm’ın kötülüğü önleyip iyiliği hâkim
kılma ilke ve gayretinin bir parçasıdır. Ancak İslâm dini suçun
işlenmesinin en aza ineceği bir hayat ve toplum tarzı kurmaya, kötülüğün
işlenmesini ve aleniyet kazanmasını önlemeye daha çok önem verir. Bu
sebeple de getirdiği dinî ve ahlâkî sistem, işlenen suçun
cezalandırılmasından çok o suçu işlemeyi kolaylaştıran sebepleri ortadan
kaldırmayı hedef alır. Cezalar ise hukukî planda zecrî tedbirlerdir.
Cezalandırma amaç değil, İslâm’ın hedef aldığı gayelerin gerçekleşmesi
ve korunmasında son çare olarak başvurulan bir araçtır. Şer‘î cezaların
iman ve ahlâk esaslarından ve Medine İslâm toplumunun teşekkülünden
sonra vazedilmesinin sebebi de budur.
Cezalandırmanın amacı, genelde suçun aleniyetine ve yayılmasına
engel olarak içtimaî vicdanı ve yapıyı korumak, özelde ise suçu önlemek,
suçluyu te’dib ve ıslah etmektir. Bundan dolayı suçluya verilecek ceza
toplumun hukukunu ve ortak değerlerini koruyacak, suçun işlenmesine
ve tekrarına engel olacak, suçluyu uslandıracak, mâşerî vicdanı tatmin
edip mağdurun intikam hissini dindirecek miktar ve şekilde olmalıdır. Bu
çerçeve içinde verilen ceza ilâhî adalet ve rahmetin bir parçasını
oluşturur. Nitekim Kur’an’ın kısasta hayat olduğunu bildirmesi (el-
Bakara 2/179), Hz. Peygamber’in de Allah’ın koyduğu cezalardan birinin
infazının yeryüzüne kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlı
olduğunu haber vermesi (İbn Mâce, “Hudûd”, 3) bu anlamdadır.
İnsanların suçluya acımada veya onu cezalandırmada aşırılığa
kaçmaması ve mevcut şartlardan etkilenmemesi için kanun koyucu
(şâri‘), toplumun ve mağdurun hukukunu birinci derecede ilgilendiren
had ve kısas cezalarını naslarla belirlemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de zina
edenlere 100 sopa vurulması emredildikten sonra, “Allah’ın dini -
hükmünü infaz- konusunda suçluya karşı merhametli davranmayın” (en-
Nûr 24/2) denilmesi, olayı sadece suçlu açısından değerlendirmenin
yanlış olduğuna işaret eder.
Bir suçun işlenmesi sadece Allah’a karşı itaatsizlik değil aynı
zamanda topluma karşı bir saldırı ve haksızlıktır. Nitekim Kur’an, haksız
yere bir kimseyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olacağını beyan
etmekle (el-Mâide 5/32) suçun kamuoyunda ve vicdanlarda açtığı derin
yaraya işaret etmiştir. Özellikle haddi gerektiren suçların hemen ifşa
edilmemesinin istenmesi, ancak belli bir aleniyet kazandıktan sonra
cezalandırılması cihetine gidilmesi biraz da bu sebepledir. Cezalar
genelde suçlunun dünyada birtakım ferdî ve içtimaî hakları ihlâl
etmesinin karşılığıdır. Suçlunun bu fiiliyle aynı zamanda Allah’ın emrine
de karşı gelmiş olması hususu daha çok uhrevî cezanın konusuna
girmekte, bu da kul hakkı hariç ancak tövbe veya Allah’ın affı ile sâkıt
olabilmektedir. Bu bakımdan infaz edilen cezanın suçlu için mağfiret
vesilesi ve kefâret olacağını bildiren hadisleri (Buhârî, “Hudûd”, 8, 14;
Tirmizî, “Hudûd”, 12), kişinin suçunu kendiliğinden itiraf edip gerçek
anlamda tövbe etmesi şeklinde yorumlayan görüş daha isabetli
görünmektedir.
İslâm dini, şahsî hakların ağır bastığı cezalar da dahil olmak üzere
cezalandırmayı devlete ait bir hak ve görev kılmakla hem devlet ceza
hukuku fikrini tesis etmiş, hem de kısasın infazında, diyette ve hadleri
uygulamada düzensizlikleri, haksızlık ve aşırılığı, eşitsizliği ve şahsî
düşmanlıkları ortadan kaldırarak cezalandırmayı kanunî, genel ve âdil
esaslara bağlamıştır. Cezalandırma devletin hâkimiyetiyle yakından ilgili
olduğu içindir ki İslâm’ın ilk devirlerinde temel cezaların infazı devlet
başkanının, bölge valisinin veya fevkalâde yetkili mahkemelerin, tâli
derecedeki cezaların infazı ise normal mahkemelerin yetkisinde
bulunuyordu.
Cezanın caydırıcılığı ve önleyiciliği kadar ıslah edici ve eğitici
olması da önemlidir. Meselâ hapishanelerde mahkûmların, suç
çeşitlerine ve durumlarına göre ayrı bölümlere konması tedbirine ilk
devirlerden itibaren rastlanmakta olup halifeler de konuya ayrı bir önem
vermişlerdir. Kadına sürgün cezası uygulanmayacağı görüşünü
benimseyenler de onun başıboş kalıp ahlâken daha da bozulmasını
önlemeyi amaçlamışlardır.
A) Cezaların Tasnifi ve Çeşitleri. İslâm hukukunda cezaî
müeyyideler çeşitli yönlerden farklı ayırımlara tâbi tutulabilir. Hedef
aldıkları hak ve menfaatlerin mahiyetleri itibariyle cezalar hayata,
bedene, şahsiyete, mal varlığına veya ferdin temel hak ve hürriyetlerine
ilişkin olabilir. Suçun doğrudan doğruya karşılığı olan cezaya “aslî ceza”
denilir. Bu cezayı infaz imkânı olmayınca onun yerine geçen “bedel
ceza”dan veya aslî cezaya ilâve olarak verilebilen “ek ceza”dan söz edilir.
Suçun ihlâl ettiği hakkın, diğer bir ifadeyle cezanın infazında hâkim olan
hakkın mahiyetine göre cezalar Allah-toplum hakkına taalluk eden
cezalar, şahsî haklarla ilgili cezalar, her iki hakkın da bulunduğu cezalar
şeklinde üçlü bir ayırıma tâbi tutulabilir. Bununla birlikte cezaların en
çok bilinen tasnifi, şâri‘ tarafından belirlenip belirlenmediğine göre
yapılan ve suçun çeşidini de dikkate alan aşağıdaki ayırımdır:
a) Had. Allah hakkı yani toplumun hakkı olarak yerine getirilmesi
gerekli, miktar ve keyfiyeti belirli ve sınırlı cezaî müeyyidedir. Kur’an’da
bu grupta dört cezadan bahsedilir. Bunlar zina edene 100, iffetli bir
kadına zina iftirasında bulunana seksen sopa (celde) vurulması ve ayrıca
şahitliğinin kabul edilmemesi (en-Nûr 24 / 2, 4-5), hırsızın elinin
kesilmesi (el-Mâide 5 / 38), silâhlı gasp, yol kesme ve eşkıyalık gibi
anarşik suçları işleyenlerin öldürülmesi, asılması, el ve ayaklarının
çapraz kesilmesi veya sürgün edilmesi (el-Mâide 5 / 33-34) cezalarıdır.
Zina eden kimsenin bekâr olması halinde 100 sopa, evli olması
durumunda taşlanarak öldürülme (recm) cezasına çarptırılması
şeklindeki ayırım ile zina eden bekârın ayrıca belli bir müddet sürgün
edilmesi (Buhârî, “Hudûd”, 21, 30-32; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 23-25),
şarap içene, sayısı tartışmalı olmakla birlikte sopa vurulması (Buhârî,
“Hudûd”, 2-4; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 36), irtidad edenin öldürülmesi
(Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 1; Şevkânî, VII, 216 vd.) cezaları ise Hz.
Peygamber’in emir ve uygulamaları ile sabit olmuş, sonraki asırlarda da
bu şekilde uygulanmıştır. Ancak zina eden bekâra verilecek sürgün cezası
Ebû Hanîfe’ye göre sabit bir ceza (had) olmayıp devletin uygun görmesi
halinde verilebilen bir cezadır. Ayrıca hadisle sabit olan mürtedin
öldürülmesi cezasının o günkü şartların gerektirdiği siyasî - idarî bir ceza
olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Nitekim bazı hukukçular bu
cezanın had değil ta‘zîr cezası olduğunu ve bu cezayı uyguladığı
durumlarda Hz. Peygamber’in bir devlet başkanı sıfatıyla takdir hakkını
kullandığını ileri sürmektedirler (Avvâ, s. 161-164). Klasik kaynakların
bir kısmında da ölüm ile cezalandırıldığı belirtilmekle birlikte irtidadın
haddi gerektiren suçlar bölümünde sayılmadığı ve müstakil olarak ele
alındığı görülmektedir (meselâ bk. Kudûrî, III, 181-213; IV, 148-149).
İslâm hukukçularının isyan ve ihtilâl (bağy) suçunu ve buna uygulanacak
cezaî müeyyideyi de had cezası olarak adlandırmaları aynı şekilde
yorumlanabilir (ayrıca bk. HAD).
Kur’an’da ayrıca “açık kötülük” (zina) yapan kadınların, dört
şahidin de bulunması halinde, ölünceye veya Allah onlar için bir yol
gösterinceye kadar eve hapsedilmesi, fuhuş yapan erkeklere eziyet
edilmesi, tövbe edip uslanırlarsa eziyetten vazgeçilmesi emredilmekteyse
de (en-Nisâ 4 / 15-16) hukukçuların çoğunluğu, bu cezaî müeyyidelerin
zina edenler hakkında daha sonra nâzil olan celde âyetiyle (en-Nûr 24 /
2) ve sünnetin evliler için getirdiği recm cezasıyla neshedildiği
görüşündedir. Buna karşılık âyetlerin sevici kadınlar ve livâta yapan
erkekler hakkında nâzil olup hükümlerinin devam ettiği görüşü de
mevcuttur.
b) Kısas. Kasten yaralama, sakat bırakma ve öldürme olaylarında
suçlunun, işlediği fiile denk bir ceza ile cezalandırılması ilkesine kısas
denir. Kısas canda (kısâs fi’n-nefs) ve uzuvda (kısâs mâ dûne’n-nefs,
kısâs fi’l-etrâf) olmak üzere iki bölüme ayrılmakta olup her iki şekli de
Kur’an’da düzenlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm kısasın farz kılındığını ve
kısasta hayat olduğunu (el-Bakara 2 / 178-179), Tevrat’ta da kısasın
emredildiğini (el-Mâide 5 / 45), adam öldürmede maktulün velîsine
kısası isteme yetkisi verildiğini (el-İsrâ 17 / 33), maktulün velîsi
tarafından katilin affedilmesi halinde (el-Bakara 2 / 178) veya hataen
adam öldürmelerde (en-Nisâ 4 / 92) diyet ödeneceğini belirtmektedir.
Yine Kur’an, kasten adam öldürenin âhirette de uzun süre cehennem
azabı ile cezalandırılacağını (en-Nisâ 4 / 93), hataen adam öldürenin
kefâret olarak diyetten başka bir mümin köleyi âzat etmesi gerektiğini
(en-Nisâ 4 / 92) bildirmektedir. Cinayetlerde kısas aslî ceza, diyet ise
bedel ceza yani bir nevi tazminattır. Kefâret cezaî yönü de olan ek bir
yükümlülüktür. Hadiste ayrıca, vârisi olduğu kişiyi öldüren kimsenin
mirastan mahrum olacağı hükmü ek bir ceza olarak getirilmiştir (Tirmizî,
“Ferâ’iz”, 17). Kısas ve diyet şahsî hakların hâkim olduğu cezalardır.
Kur’ân-ı Kerîm, adam öldürme ve yaralamada kasıt ve hata ayırımı yapıp
kısas ve diyet istemeyi mağdur için hak, infazı da toplum için görev,
ayrıca diyeti kolaylık, affı da rahmet olarak takdim edip insan hayatını
her yönüyle koruma altına almış; hem âdil, kalıcı, tatminkâr ve düzenli
bir hukukî ilke ve uygulama getirmiş, hem de bunun dayanacağı dinî ve
ahlâkî bir zemin ve esas oluşturmuştur (ayrıca bk. DİYET; KISAS).
c) Ta‘zîr. Had ve kısas cezası dışında kalan, yani naslarla
belirlenmemiş olup takdir ve tayini kanun koyucuya bırakılmış bulunan
cezalardır. Kur’an ve Sünnet temel bazı suçlar için zaruri ve sınırlı ölçüde
cezaî müeyyide getirmiş olduğundan genelde dinî ve ahlâkî esasların
korunması, hukuk düzeninin ve içtimaî disiplinin ihlâlinin önlenmesi,
gerekiyorsa bunu sağlayacak cezaî tedbir ve müeyyidelerin geliştirilip
uygulanması, müslüman toplumların kendi devir ve şartları içinde takdir
ve tayin edecekleri bir husus olup devlete bu yönde geniş bir görev ve
yetki alanı bırakılmıştır. Haddi gerektiren suçların dışında kalan fiillerin
ne derece suç olduğu ve hangi tür müeyyide ile cezalandırılacağı İslâm’ın
genel ilke ve gayeleri doğrultusunda belirlenir ve uygulanır. İslâm
hukukçuları bu grup cezaların ölüm, celde, hapis, sürgün, kınama, tehdit,
nasihat, tazmin ve malî ceza şeklinde verilebileceğini kabul ederler.
Ancak hangi suç için hangi cezanın uygulanacağı ve bunun üst sınırının
ne olacağı, ta‘zîren ölüm cezasının cevazı gibi konularda farklı görüşler
vardır (bk. TA‘ZÎR).
B) Cezaî Müeyyide Nevileri. İslâm hukukunda suçun çeşidine
ve derecesine, suçlunun durumuna göre değişen farklı cezaî müeyyideler
vardır. Belli başlı cezaî müeyyideler olarak ölüm, uzuvda kısas, el kesme,
celde, hapis, sürgün, kefâret, malî ceza ve tazmin, mirastan mahrumiyet
gibi cezalar, ayrıca şahitliğin kabul edilmemesi, azar, tehdit, teşhir gibi
şahsiyete ve sosyal itibara yönelik ceza nevileri de sayılabilir.
a) Ölüm Cezası. Ancak belli ağırlıktaki suçlar için söz konusu
olup bunlar da temelde kasten adam öldürme, evlinin zinası ve irtidad
suçlarıdır. Nitekim Hz. Peygamber, kelime-i şehâdet getiren bir
müslümanın ancak bu üç sebeple öldürülebileceğini belirtmiştir (Buhârî,
“Diyât”, 6; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 1). Kur’an’da Allah ve Resûlü’ne karşı
savaş açıp yeryüzünde bozgunculuk yapanlara uygulanacak cezalar
arasında “öldürülmeleri ve asılmaları” da sayılmaktadır (el-Mâide 5/33).
İslâm hukukçuları bu âyette, mürtedlerden veya devlete karşı isyan
edenlerden ziyade yol kesip adam öldüren, silâhlı gaspta bulunan
eşkıyanın kastedildiği görüşündedir. Âyette zikredilen “öldürme” adam
öldürmenin, “asarak öldürme” ise adam öldürüp silâhlı gaspta
bulunmanın ağırlaştırılmış cezaî müeyyidesidir. Devlete karşı isyan
edenlerin bu âyetin kapsamında düşünülmeyip bunların hareketinin
daha çok iki müslüman grubun çatışması şeklinde telakki edilmesi ve
ilgili âyetin de (el-Hucurât 49 / 9) işaretiyle Allah’ın hükmüne boyun
eğinceye kadar onlarla savaşılması, fakat kendilerine mürted, müşrik ve
eşkıya muamelesi yapılmaması yönündeki müsamahalı kanaatte devrin
siyasî gelişmelerinin, yönetici ve isyankârların konumlarının etkisi de
vardır. İsyankârlara uygulanabilecek ölüm cezası, mücerret isyanlarının
değil adam öldürmüş olmalarının cezası görünümündedir. Bu
sayılanların dışında kalan diğer suçlara gerektiğinde siyaset, kamu yararı
gibi gerekçelerle ölüm cezasının verilip verilemeyeceği veya mürtede
verilen ölüm cezasının o devrin şartlarının gerektirdiği siyasî-idarî bir
ceza sayılıp sayılamayacağı hususu tartışmalıdır. Hz. Peygamber’in
yukarıdaki üç sebep dışında da ölüm cezasını uygulattığı, meselâ
hayvanla veya hemcinsiyle ilişki kuran cinsî sapıkların, müslümanlar
arasında fitne ve fesada yol açanların, mahremiyle evlenenlerin,
sihirbazların, suç işlemekte ısrar edip ceza ile uslanmayan hırsızın ve
şarap içenin belli bir tekerrürden sonra öldürülmesini emrettiği
rivayetleri vardır (Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 2, 20, 29, 30, 37; Şevkânî, VII,
130-133, 165-166, 199-200, 213-214). Bundan hareketle İslâm
hukukçularının çoğunluğu, belli ağırlıktaki suçlarda devlete had ve kısas
dışında ölüm cezası verme hakkı tanımakta, ayrıca fikirlerinin
propagandasını yapan bid‘atçının ve zındığın, düşman lehine casusluk
yapan müslümanın öldürülmesinin cevazını tartışmaktadırlar. Ancak
devlete bu yönde genel bir takdir yetkisi tanımaktan kaçınarak örnek suç
nevileri üzerinde ölüm cezasının cevazını ayrı ayrı tartışmaları, bu
cezanın sınırlanması, keyfîliğin ve zulmün önlenmesi yönündeki gayret
ve temayülleriyle açıklanabilir.
b) Uzuvda Kısas. Kur’an’ın birkaç uzvu örnek olarak zikredip (el-
Mâide 5/45) koyduğu ilkenin tabii gereği ve kısas cezasının bir
bölümüdür. Diğer bir bedenî ceza şekli olan el kesme hırsızlık suçunun,
el ve ayakların çapraz kesilmesi ise eşkıyalık ve anarşi suçunun cezası
olarak Kur’an’da öngörülmüştür (el-Mâide 5/38,33).
c) Celde. Haddi gerektiren suçlardan bekâr olanın zinası ile zina
iftirası ve şarap içme suçlarında sabit sayıda (100-80) uygulanan bir
cezadır. Ayrıca ta‘zîr suçlarında da hâkimin takdirine bağlı olarak celde
cezası verilebilir.
d) Hapis. Hürriyeti kısıtlayıcı cezaların başında gelen hapis, İslâm
dönemi Arap cemiyetinde pek yaygın olmamakla birlikte eski
medeniyetlerde ve yerleşik toplumlarda bilinmekte ve uygulanmaktaydı.
Bir suçun araştırılması sırasında sanığın kaçmasını önleme veya borçluyu
ifaya zorlama maksadıyla bir baskı unsuru olarak uygulanan ihtiyatî
hapse (tutuklama) Hz. Peygamber devrinde de rastlanmaktadır. Suçu
kesinleşen failin hapsedilmesine gelince, Hz. Peygamber ve Ebû Bekir
devirlerinde bu yönde bir uygulamanın olmadığı, bu dönemde Medine’de
özel bir hapishanenin bulunmadığı rivayetleri vardır. Ancak Kur’ân-ı
Kerîm, geçmiş kavimlerdeki hapis cezasından bahsetmesinin yanı sıra
(Yûsuf 12/75-76) açık kötülük (zina) yapan kadınların evde
hapsedilmesini emretmekte (en-Nisâ 4/15-16), böylece hapsin de ihtiyatî
bir tedbir veya cezaî bir müeyyide olarak kullanılabileceğine işaret
etmektedir. Halife Hz. Ömer’in Mekke’de Safvân b. Ümeyye’ye ait bir evi
satın alıp hapishane olarak kullandığı ve bunun İslâm’da ilk hapishane
olduğu bildirilir. Hz. Ali de Kûfe’de “Nâfi‘” adını verdiği bir hapishane
yaptırmış, mahkûmların bundan kaçması üzerine “Muhayyes” adını
verdiği daha muhkem bir hapishane inşa ettirmiştir. Hapis cezası İslâm
hukukçuları tarafından genelde olumlu karşılanmakta, bazı suçlar için
eğitici ve ıslah edici bir tedbir olarak görülmekte, bu konuda kanun
koyucuya veya mahkemeye geniş bir takdir hakkı tanınmaktadır.
e) Sürgün. Yol kesip eşkıyalık yapanlara uygulanacak ek bir ceza
veya bu gruptaki en hafif suçun cezası olarak Kur’an’da zikredilmekte (el-
Mâide 5/33), hadiste de zina eden bekârlar için bir yıllık sürgün
cezasından bahsedilmektedir (Buhârî, “Hudûd”, 32). Ayrıca sürgün
cezası amme menfaatini temin maksadıyla verilebilir. Nitekim Hz.
Peygamber kadınlığa özenen bir erkeği (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 61), Hz.
Ömer de çevresindeki kadınları fitneye düşüren bir genci Medine dışına
sürmüştür. Ancak ilk devirden itibaren İslâm hukukçuları sürgünden
maksadın genelde suçluyu toplumdan tecrit olduğunu, bu gayenin hapis
cezası ile de gerçekleşebileceğini ileri sürerek sürgün cezası yerine hapis
cezasının da verilebileceğini belirtmişlerdir.
f) Kefâret. Hataen adam öldürme, yemini ve orucu bozma, ihram
yasaklarına uymama, zıhâr* yemini gibi durumlarda emredilmekle
birlikte bir ceza olmaktan çok iyi niyetli fakat hatalı müslümanın eğitimi,
kölelerin hürriyete kavuşturulması, sosyal dayanışmanın gerçekleşmesi
gibi çok maksatlı, ibadet yönü ağır basan bedenî ve malî bir
mükellefiyettir.
g) Malî Ceza. Belli suçlarda suçlunun malının telef edilmesi,
devletçe malına el konulması veya suçluya belli bir miktarı ödeme
mecburiyeti getirilmesi, ayrıntıda görüş farklılıkları olmakla birlikte
çoğunluğu teşkil eden İslâm hukukçuları tarafından câiz görülmekte ve
bu konuda Hz. Peygamber’in ve Hulefâ-yi Râşidîn’in bazı uygulamaları
delil gösterilmektedir. Başta Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed olmak
üzere bazı hukukçular ise bunu çeşitli endişelerle ve meşrû sebebin
yokluğu gerekçesiyle câiz görmemişlerdir.
Yakınını öldüren bir kimsenin mirastan mahrum edilmesi daha çok
malî bir ceza iken belli suçlarda suçlunun şahitliğinin kabul edilmemesi,
hem yargılamada tedbir hem de suçlu için mânevî bir ceza
görünümündedir. Suçun çeşidine, suçlunun sosyal durumuna ve
şahsiyetine bağlı olarak bazan azar, ikaz, tehdit, teşhir de cezaî müeyyide
olabilmektedir. Hangi suçlar için hangi bedenî cezaların verileceği naslar
veya hukuk doktrini tarafından belirlenmiş veya en azından bu konuda
objektif ölçüler getirilmişken malî ve mânevî cezaların takdirinde ve
infazında kanun koyucuya, ayrıca mahkemelere geniş yetkiler tanınmış,
böylece suçun ve suçlunun durumuna göre önleyici, eğitici ve ıslah edici
cezaların seçimine imkân hazırlanmıştır.
C) Cezalandırma İlkeleri.
a) Kanunîlik. İslâm ceza hukukunda nassa veya kanuna
dayanmayan bir ceza şeklinden söz etmek mümkün değildir. Kısası,
diyeti ve hadleri gerektiren suçların şâri‘ tarafından açıkça tayin ve tesbit
edilmesi, hâkimin de bu cezaları verme zorunda oluşu cezalandırmada
keyfîliği önlemekte, kanunîliği ve hukukun üstünlüğünü sağlamaktadır.
Kur’an’da, cezalandırmanın geçmiş suçları kapsamayacağının değişik
vesilelerle ifade edilmesi (el-Bakara 2 / 275; en-Nisâ 4 / 22-23; el-Mâide
5 / 95; el-Enfâl 8 / 38), sorumluluk için tebliğ ve risâletin ölçü alınması
da (el-İsrâ 17/15) kanunîlik ilkesini tekit eder. İslâm hukukçularının
önemli bir bölümü, hadlerde ve kısasta kıyası ve genişletici yorumu kabul
etmeyip ceza naslarının tefsirinde yargının yetkisinin kısıtlı olduğunu
belirtmek, silâhlı gasp ve eşkıyalık suçuyla ilgili olarak âyette (el-Mâide
5/33) geçen dört seçimli ceza nevinden hangilerinin suçun hangi
merhalesinin karşılığı olduğunu belirlemeye çalışmak ve hangi çeşit
suçlar için siyaseten ölüm cezasının verilebileceğini tartışmakla aynı
zamanda cezalandırmada kanunîlik ilkesini de korumak istemişlerdir.
b) Şahsîlik. Bu prensip Kur’an’da, herkesin yaptığının kendisine
tesir edeceği ve hiçbir mükellefin başkasının işlediği suçun
sorumluluğunu taşımayacağı şeklinde değişik vesilelerle tekrar edilmiş
(el-En‘âm 6/164; Fâtır 35/18; en-Necm 53/38-39), hem dünya hem de
âhiret hayatında geçerli genel bir ilke olarak ortaya konmuştur. Hz.
Peygamber de babanın suçundan evlâdın, oğulun suçundan babanın ceza
görmeyeceğini (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 2; İbn Mâce, “Diyât”, 23), her
suçlunun ancak kendi aleyhine bir fiil işlemiş olacağını (İbn Mâce,
“Diyât”, 26) bildirmiştir. İslâmiyet, Arap toplumunda öteden beri devam
edegelen kollektif sorumluluğu ilke olarak reddedip cezanın şahsîliği
kaidesini hâkim kılmıştır. Ancak bu kaidenin iki istisnası olan âkıle ve
kasâme müesseseleri, belli bir amaca yönelik olarak İslâm hukukunda
devam ettirilmiştir. Her ikisinde de sadece ceza değil, tazmin yönü de
bulunan diyet ödeme yükü suç ve suçlu ile zayıf da olsa ilgisi bulunan
belli bir zümreye dağıtılarak bir yandan toplumda sosyal denetimin
yerleşmesi amaçlanmakta öte yandan da maktulün kanının heder olması
önlenmektedir.
c) Genellik. İslâm ceza hukukunda cezanın şahıslar bakımından
umumiliği, yani kanun karşısında herkesin eşitliği ilkesi hâkim olup
hiçbir zümre ve şahsa dokunulmazlık veya ayrıcalık tanınmamıştır.
İslâmiyet başlangıçtan itibaren bütün insanların eşit olduğunu,
üstünlüğün ancak takvâda bulunduğunu (el-Hucurât 49/13), takvânın da
adaleti sağlamakla gerçekleştiğini (el-Mâide 5/8) belirterek bütün
kurumlarını adalet esasına oturtmayı amaçlamıştır. Hz. Peygamber ve
ashap devri bu çizgideki uygulama örnekleriyle doludur. Nitekim Resûl-i
Ekrem, hırsızlık yapan soylu bir kadının affedilmesi yönünde ashaptan
gelen bir talebi şiddetle reddetmiş ve geçmiş milletlerin mahvolmasının
başlıca sebeplerinden birinin bu ayırım olduğunu söylemiştir (bk. Buhârî,
“Hudûd”, 11-12; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 4). Bir başka olayda da ceza
uygulamasında câriye-hür ayırımı yapmamış, bunu yadırgayan
sahâbîlere de kısasın Allah’ın hükmü olduğunu ifade etmiştir (bk.
Müslim, “Kasâme”, 5).
Cezalar kamu düzeninin tabii bir gereği olduğundan İslâm
ülkesinde yaşayan, bu ülkenin vatandaşı olan veya olmayan gayri
müslimlere de (zimmî veya müste’men) aynı şekilde uygulanır. Ancak
konu din hürriyeti noktasından ele alınınca zimmîlere şarap içme
cezasının uygulanmayacağı görüşü hâkimdir. Onlara zina cezası
tatbikinde ise farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû Hanîfe ve İmam
Muhammed’e göre müste’menlere Allah hakkının galip olduğu hadler
uygulanmayıp yerine ta‘zîr cezası verilir. Zimmî ve müste’menler de
devletin koruması altında olduğundan onlara karşı işlenen suçlar da aynı
şekilde cezalandırılır. Ancak bir zimmîyi öldüren müslümana kısasın
uygulanması tartışmalıdır. Hanefîler’e göre cezalar devletin hâkimiyetiyle
yakından ilgili olduğu için bir müslüman veya zimmî düşman ülkesinde
işlediği suçlar sebebiyle cezalandırılmaz. Cezalandırmada aslolan suçun
devletin egemenlik alanında işlenmesidir. Hukukçuların çoğunluğuna
göre düşman ülkesinde suç işleyen müslüman veya zimmî ülkeye
dönünce cezalandırılır.
d) Suç - Ceza Dengesi. İslâm ceza hukukunda suç ile karşılığında
verilecek ceza arasında mâkul bir dengenin mevcudiyeti dikkati
çekmektedir. Cezalandırma asıl amaç değil zarureten başvurulan bir
çaredir. Bu sebeple cezalar ancak zaruret ölçüsünde belirlenmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür”
(eş-Şûrâ 42/40) hükmü, tecavüzlere sadece misliyle karşılık verilmesinin
gereğine (el-Bakara 2/194) ve dolayısıyla suç-ceza dengesinin tesisine
işaret etmektedir. Suçun derecesini tayinde, mağdura verdiği zarar
yanında suçun içtimaî bünyeye ve üçüncü şahıslara olan olumsuz tesiri,
İslâmî değer hükümlerini ihlâl derecesi de göz önünde bulundurulur.
Toplum hakkının ciddi boyutlarda ihlâl edildiği had suçlarında suç ve
ceza mağdurun uğradığı zararla doğrudan orantılı değilken şahsî
hakların ön planda olduğu kısas ve diyette cezanın nevi ve miktarı suçun
nevi ve miktarıyla yakından ilgili olup bu grupta mümkün olduğu ölçüde
suç-ceza eşitliği korunur. Nitekim kısasta suçlunun mağdura verdiği
zararın misliyle cezalandırılması ilkesi hâkimdir. Adam öldürme suçuna
aslî olarak iştirak eden birden fazla kimsenin bir kişi karşılığında
öldürülmesi yönündeki ashap görüş ve uygulaması, cezalandırmada şahsî
hakkı korumanın yanı sıra kamu düzenini sağlama ve suçu önleme
gayesinin de hâkim olması ile izah edilebilir. Yakınıyla zina, işkence
ederek öldürme, tekerrür, suçların içtimaı gibi hususlar cezalandırmada
ağırlaştırıcı sebepler arasında sayılırken hata, şüphe, bilgisizlik, ilk defa
işlemiş olma, çalınan malın değersizliği gibi faktörlerin cezayı hafifletici
sebepler sayılması da İslâm hukukundaki suç-ceza dengesinin tabii
sonucu olarak değerlendirilmelidir.
e) Cezalandırmada Adalet ve Hakkaniyet. Kur’an ve
Sünnet’te belirlenen kısas ve had cezaları, işlendiği sabit olan suçlar için
verilmesi zorunlu olan, azaltma veya başka bir cezaya tahvil etme
konusunda hâkime takdir hakkının verilmediği tek seçimli cezalardır. Bu
cezaların haksız yere verilmesi telâfisi imkânsız yaralar açacağından ilgili
naslar ve bu paralelde gelişen hukuk doktrini suçların oluşmasında,
ispatında, cezayı düşüren sebepleri işletmede suçlu lehine titizlik
göstermiş, şüphe ve tereddütten sanığın faydalanacağını genel bir ilke
olarak benimsemiş, böylece cezalandırmada adaleti sağlamıştır. Hz.
Peygamber’in, “Elinizden geldiği ölçüde müslümanlardan cezaları
kaldırınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa hemen salıveriniz. Devlet
başkanının affetmede hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha
hayırlıdır” (Tirmizî, “Hudûd”, 2; Şevkânî, VII, 118) meâlindeki hadisi
sanık lehine titizlik gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Kanunu bilmemenin belli durumlarda mazeret sayılması, cezaî
hüküm taşıyan nasların geçmişe şâmil olmaması, herkesin aslen
suçsuzluğunun ilke olarak kabul edilip suç için belli ispat vasıta ve
ölçüsünün istenmesi, ceza ağırlaştıkça ispat vasıtalarının da ağırlaşması,
suçluya işkence edilmesinin yasaklanması (Buhârî, “Mezâlim”, 30;
Tirmizî, “Siyer”, 38) cezalandırmada adaleti gerçekleştirmeye, haksızlığı
ve hakkın suistimalini önlemeye yönelik ilkelerdir. Nitekim Hz.
Peygamber, “Allah her şeyde güzel ve uygun davranmayı emretmiştir...
Öldürdüğünüzde bile bu işi güzel yapınız” (Tirmizî, “Diyât”, 14)
meâlindeki hadisle kısasın ancak kılıçla infaz edileceğini (İbn Mâce,
“Diyât”, 25) beyan ederek işkence ile veya ateşte yakarak öldürmeyi
yasaklamış (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 120, 122), böylece yargılamada olduğu
gibi cezaların infazında da adaletin gözetilmesi ilkesini vazetmiştir. İslâm
devletinin kuruluş dönemine ait bazı münferit olaylarda suçluların
işkence ile öldürme tarzında cezalandırıldığına rastlanmaktaysa da (bk.
Buhârî, “Hudûd”, 15, “Diyât”, 7; Ebû Dâvûd, “Diyât”, 10, 14) bu uygulama
o günkü savaş şartları çerçevesinde saldırganları işledikleri suçların
misliyle cezalandırma ilkesine bağlı geçici ve caydırıcı bir operasyon
niteliğinde olup bu tür cezalandırma sonradan kaldırılmıştır.
Suçlunun cezaya güç yetiremeyecek derecede hasta ve zayıf oluşu
gibi özel durumlarda cezanın hafifletilmesi veya tecili söz konusudur. Hz.
Peygamber, zina eden çok zayıf ve ihtiyar bir sahâbîye 100 celde yerine
çok dallı bir ağaç parçası ile bir defa vurmayı yeterli görmüş, âdet gören
câriyenin celde cezasını özürlü halinin sona ermesine kadar tehir
ettirmiştir (Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 34; Şevkânî, VII, 126). Köle ve
câriyelere bazı cezaların yarıya indirilerek uygulanması (en-Nisâ 4/25),
vücûb ve edâ ehliyetlerindeki eksikliğin karşılığı olması itibariyle adaletin
gereği kabul edilmiştir. Şerefli ve itibarlı kimselerin kısas ve had suçları
dışında kalan küçük suçlarının belli durumlarda affedilebilmesi (Ebû
Dâvûd, “Hudûd”, 4), kıtlık zamanlarında ve benzeri zaruret halinde
yapılan hırsızlığın had ile cezalandırılmaması, cezalandırmadan beklenen
gayeye uygun davranışlar olarak değerlendirilmelidir.
D) Cezaî Sorumluluk. Bir fiilin suç sayılıp cezalandırılabilmesi
için onun nas veya kanun tarafından suç olarak belirlenmiş olması
(kanunî unsur), bilfiil işlenmiş olması (maddî unsur), failin kusurlu
olması (mânevî unsur) ve ayrıca fiilin hukuka aykırı olması gerekir. Suça
hazırlık mahiyetindeki fiiller ve suça teşebbüs ayrı bir suç teşkil etmediği
sürece cezalandırılmaz. İşledikleri suçtan, ancak hür irade ve temyiz
gücüne sahip olup kendilerine kusur isnadı kabil olan kimseler sorumlu
tutulabilir. İslâm hukukunun, insanların dışındaki canlıların ve eşyanın
sorumlu olmadığı ilkesini getirmiş olması, hukuk tarihinde kaydedilmiş
önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir. Zira hayvanların ve
eşyanın sorumlu tutulması İslâm öncesi hukuk düzenlerinde mevcut olup
bu anlayışa XIX. yüzyıla kadar Avrupa’da da rastlanmaktadır. Câhiliye
döneminde bir kimse kuyuya, madene düşerek ölmüş veya hayvan
tarafından öldürülmüşse o kuyu, maden veya hayvan ölenin diyeti
sayılabilirdi (Ebû Yûsuf, s. 22). Hz. Peygamber, “Hayvanlar, kuyu ve
maden yaralamadan (cinayetten) sorumlu tutulamaz” (Buhârî, “Diyât”,
2829; Müslim, “Hudûd”, 45) diyerek bu uygulamayı kaldırmıştır. Cezaî
sorumlulukta failin kusur derecesinin yani kasıt, ihmal veya taksirinin,
suçu işleme durum ve aletinin farklı sonuçları vardır. Kasdı tesbitte de
genelde belirgin ve objektif ölçüler alınır. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı,
sarhoşluk, ikrah gibi fiil ehliyetine tesir eden haller malî sorumluluğu pek
etkilemezse de cezaî sorumluluğa değişik derecelerde müessir olur.
E) Cezaların İçtimaı ve Tekerrürü. İslâm hukukçularının
büyük çoğunluğuna göre ceza verilmeden önce aynı suçun birden fazla
işlenmesi halinde, başkasının hakkına dokunmadığı sürece ve malî
hakların karşılanması şartıyla tek ceza ile yetinilir. Cezaları farklı neviden
olan farklı suçlar işlenmişse kural olarak her birinin cezası ayrı ayrı
verilir. Önce şahsî hakların baskın olduğu cezadan veya diğer cezaların
uygulanmasına imkân vermeyen ölüm cezasından başlanır. Farklı
suçların cezası aynı neviden ise en ağır olanın uygulanması yeterli
görülmüştür. Ancak İslâm hukukçuları genelde, şahsî haklara ilişkin
cezaların ayrıca ve öncelikle uygulanması görüşündedirler.
Cezalandırmadan sonra suçun tekrar işlenmesi durumunda aynı
ceza tekrar uygulanır. Bununla birlikte tekerrür halinde haddin sayıca
olmasa bile keyfiyet itibariyle daha şiddetli bir şekilde uygulanabileceği
veya had cezasına ilâve olarak suçluya ta‘zîr cezası da verilebileceği ileri
sürülmüştür. Hırsızlık suçunun cezadan sonra ikinci defa işlenmesi
durumunda hırsızın sol ayağının kesileceği hususunda İslâm hukukçuları
görüş birliği içinde ise de daha sonraki tekerrürlerde hangi tür cezanın
uygulanacağı tartışmalıdır. Şarap içme ve irtidad suçlarının belli sayıda
tekerrürü halinde suçlunun öldürüleceği görüşü, kamu düzenini temin
maksadıyla siyaseten katle izin olarak anlaşılmalıdır. Hadlerin tövbe ile
sâkıt olacağı kanaatinde olanlara göre hadler ancak tövbe eden suçlunun
aynı suçu ikinci defa işlemesi halinde verilir. Diğer bir ifadeyle tekerrür,
suçlunun tövbesinin dikkate alınmasına, sonuç olarak da haddin
düşmesine engeldir.
F) Cezanın Düşmesi. Suçlunun ölümü bedenî ve şahsî cezaları
düşürürse de malî cezaları düşürmez, terikesinden ödenir. Suçun ve
suçlunun cezalandırma için gerekli şartları taşıması halinde af, tövbe ve
zaman aşımının cezanın düşmesinde ne derece rol oynayacağı hususu
tartışmalıdır. Kısas ve diyet, maktulün yakınlarının affetmesiyle veya
anlaşma ile düşer. Hadlerde ise toplum hakkı esas olduğundan kural
olarak af ve sulh söz konusu değildir. Ancak İslâm hukukçuları, hırsızlık
ve zina iftirası (kazf) suçlarında mağdurun şahsî hakkını da göz önüne
aldıklarından, cezanın verilebilmesinde mağdurun davacı olması şartının
aranacağını belirterek bir bakıma suç mahkemeye intikal etmeden önce,
hatta Şâfiî ve Hanbelîler zina iftirasında cezaya hükmedildikten sonra
bile mağdura suçluyu affetme yetkisi tanımışlardır. Devlet başkanının
veya kanun koyucunun ta‘zîr cezasının aksine kısas ve had cezalarını af
yetkisi yoktur. Öte yandan bu iki cezanın çeşitli sebeplerle düşmesi veya
uygulanamaması, cezalandırmanın temelinde yatan amme hakkının da
düşmesi demek olmadığından, bu durumda kanun koyucu suçluyu daha
hafif başka bir ceza ile ta‘zîren cezalandırabilir.
Tövbe, suçlunun Allah katındaki durumunu iyileştirebileceği gibi
Allah’ın kabulüne bağlı olarak suçun uhrevî cezasını da kaldırabilir. Fakat
tövbenin dünyevî cezaya etkisi tartışmalıdır. Suçun mahkemeye
intikalinden sonra suçlunun pişman olması ve tövbe etmesi verilecek
cezayı etkilemez. Ayrıca tövbenin kul hakkının ağırlıkta olduğu kısas ve
diyeti, malî ceza ve tazminatları da düşürmeyeceği açıktır. Tövbenin
hadlere etkisine gelince, ilgili âyet (el-Mâide 5/34) hirâbe (yol kesme)
anarşi suçunda suçlunun yakalanmadan önce kendi isteğiyle teslim
olmasının Allah hakkını düşüreceğini bildirmekte olup bu konuda ve
irtidad edenin tövbe etmesi halinde cezanın düşeceğinde ittifak vardır.
Buna karşılık zina iftirasında iftiraya uğrayanın şahsî hakkı sebebiyle
suçlunun tövbesi hangi aşamada olursa olsun cezayı etkilemez. Diğer
hadlerde ise Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler, suçlunun mahkemeye
sevkedilmeden önce tövbe etmesinin haddi düşüreceği, ancak suçu ikinci
defa işlemesi halinde tövbesine bakılmaksızın haddin uygulanacağı
görüşündedirler. Hanefîler, Malikîler ve bazı Şâfiîler tövbenin kural
olarak hadleri düşürmeyeceği görüşünü benimsemişlerse de Hanefîler’in
çoğunluğu hırsızın yakalanmadan önce çaldığı malı iade edip tövbe
etmesinin haddi düşüreceğini kabul eder. İslâm hukukçularının
çoğunluğu ile Züfer gibi bazı Hanefîler, ta‘zîr dışındaki cezalarda zaman
aşımının söz konusu olmayacağı görüşündedirler. Hanefîler’in çoğunluğu
ise genelde, kul hakkının galip veya dikkate değer oranda mevcut olduğu
kısas, diyet ve kazf cezasının zaman aşımına uğramayacağını, diğer
hadlerle ta‘zîr cezasında bunun söz konusu olabileceğini söylemişlerdir.
Ancak cezayı düşürücü zaman aşımının süresi konusunda farklı görüşler
ileri sürülmektedir.
3. Literatür. İslâm ceza hukuku, İslâm hukukunun ibâdât,
muâmelât ve ukubat şeklindeki klasik üçlü ayırımından üçüncüsünün
konusunu teşkil eder. İslâm hukuku belli şartların ve haklı sebeplerin
sonucu meseleci (kazuistik) tarzda doğup geliştiği ve hukuk ekollerine
göre tedvin edildiği için klasik hukuk (fürû) kaynaklarında ceza hukuku,
suç ve ceza nevilerine göre özel hükümler şeklinde işlenerek yapılaşmış,
ceza hukuku genel hükümlerine gerekli yerlerde ve ilgili olduğu ölçüde
temas edilmiştir. Ancak hukukçulara ve hukuk ekollerine ait genel suç ve
ceza nazariyesinin, özel hükümler ve örnek olaylar üzerinde yoğunlaşan
doktriner tartışmalardan çıkarılması mümkündür. Öte yandan İslâm
toplumlarının Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonraki yönetim tarzı,
hukukî hükümlerin üretilmesi ve infazı konusundaki koordinasyon ve
otorite eksikliği, özel hukuka nisbetle kamu hukukunun daha az
gelişmesine yol açmış, bu da ceza hukukunun gelişmesini olumsuz yönde
etkilemiştir. İslâm ceza hukuku özel hükümleri, klasik kaynaklarda suç ve
ceza nevilerine göre “cinâyât”, “cirâh”, “diyât”, “hudûd”, “kısâs”, “ta‘zîr”
gibi başlıklar altında, ayrıca amme ve idare hukuku alanında yazılmış
“Kitâbü’l-Harâc”, “el-Ahkâmü’s-sultâniyye”, “es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye”,
“hisbe” ad ve türündeki eserlerde ele alınır. Ceza muhakemeleri usulüne
gelince, klasik kaynaklarda ceza muhakemeleri - hukuk muhakemeleri
şeklinde kesin bir ayırım bulunmayıp her ikisi müştereken “edebü’l-kadî”
veya “edebü’l-kazâ”, “şehâdât”, “beyyinât”, “da‘vâ”, “ikrâr” gibi başlıklar
altında, bazan da bu alanda yazılmış “Edebü’l-kādî”, “Edebü’l-kazâ”
türünde müstakil kitaplarla İbn Ferhûn’un Tebsıratü’l-hükkâm, Alâeddin
et-Trablusî’nin Mu’înü’l-hükkâm ve Lisânüddin İbnü’ş-Şıhne’nin
Lisânü’l-hükkâm’ı gibi çeşitli eserlerde ele alınır. Bununla birlikte ilk
devirlerden itibaren hukuk doktrininde ceza muhakemelerine mahsus
özel hükümler getirilmiş, ceza özel hükümleri arasında muhakeme
usulüne de yer verilmiş, konunun amme hukuku dalı olması ve ayrı bir
öneme sahip bulunması sebebiyle yetki, yargılama, ispat ve infazla ilgili
olarak farklı usuller geliştirilmiştir.
Çağımızda gerek İslâm ceza hukuku genel ve özel hükümleriyle,
gerekse ceza muhakemeleri hukukuyla ilgili olarak yapılan ciddi ve ilmî
müstakil çalışmalar, İslâm ceza hukuku doktrininde yeni bir devir niteliği
göstermektedir. Bu türün dikkate değer örnekleri arasında Muhammed
Ebû Zehre’nin el-Cerîme ve’l-’ukūbe fi’l-fıkhi’l-İslâmî ve
Felsefetü’l-’ukūbe fi’l-fıkhi’l-İslâmî; Ahmed Fethî Behnesî’nin el-Hudûd
fi’l-İslâm, el-Kısas fi’l-İslâm, Medhalü’l-fıkhi’l-cinâ’iyyi’l-İslâmî, el-
Mes’ûliyyetü’l-cinâ’iyye fi’l-fıkhi’l-İslâmî; Abdülkādir Ûdeh’in et-
Teşrî’u’l-cinâ’iyyü’l-İslâmî; Muhammed Selîm el-Avvâ’nın Fî usûli’n-
nizâmi’l-cinâ’iyyi’l-İslâmî; Abdülazîz Âmir’in et-Ta’zîr fi’ş-şerî’ati’l-
İslâmiyye; Abdülhâlik en-Nevâvî’nin et-Teşrî’u’l-cinâ’î fi’ş-şerî’ati’l-
İslâmiyye ve’l-kānûni’l-vad’î; Muhammed Fârûk en-Nebhân’ın Mebâhis
fi’t-teşrî’i’l-cinâ’iyyi’l-İslâmî; Abdüsselâm Muhammed eş-Şerîf’in el-
Mebâdi’ü’ş-şer’iyye fî ahkâmi’l-’ukūbât fi’l-fıkhi’l-İslâmî adlı eserleri
sayılabilir.
BİBLİYOGRAFYA:
Lisânü’l-’Arab, “czy”, “vdy” md.leri; Buhârî, “Hudûd”, 2-4, 8, 11-15,
21, 30-32, “Mezâlim”, 30, “Diyât”, 6-7, 28-29; Müslim, “Kasâme”, 5, 24,
“Hudûd”, 45; İbn Mâce, “Diyât”, 23, 25-26, “Hudûd”, 3; Ebû Dâvûd,
“Edâhî”, 12, “Hudûd”, 1, 2, 4, 23-25, 29, 30, 34, 36, 37, “Diyât”, 2, 10, 14,
“Edeb”, 61, “Cihâd”, 120, 122; Tirmizî, “Hudûd”, 2, 12, “Siyer”, 38,
“Ferâ’iz”, 17, “Diyât”, 14; Ebû Yûsuf, el-Harâc, Beyrut 1979, s. 22, 149-
186; İbn Sa‘d, et-Tabakāt, I, 89; İbn Kuteybe, el-Ma’ârif, Beyrut 1970, s.
240; Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, Kahire, ts., I-V; Kudûrî, el-Muhtasar (el-
Lübâb ile birlikte), Kahire 1381/1961, III, 181-213; IV, 148-149; Mâverdî,
el-Ahkâmü’s-sultâniyye, Kahire 1960, tür.yer.; Ebû Ya‘lâ, el-Ahkâmü’s-
sultâniyye, Kahire 1966, tür.yer.; İbn Abdülber, el-İstî’âb, Kahire 1939,
IV, 411; Yâkūt, Mu’cemü’l-büldân, II, 272; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-
Turuku’l-hükmiyye, Beyrut, ts. (Dârü’l-Fikr); Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VII,
118, 126, 130-133, 165-166, 199-200, 213-214, 216 vd.; Abdülkadir Ûdeh,
et-Teşrî’u’l-cinâ’iyyü’l-İslâmî, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kâtibi’l-Arabî), I-II; Ebû
Sünne, el-’Örf ve’l-’âde fî re’yi’l-fukahâ’, Kahire 1947, s. 69-80; Naci
Şensoy, “Eski Devirlerde ve İslâm’da Hırsızlık Suçu”, Muammer Raşit
Seviğ’e Armağan, İstanbul 1956, s. 161-174; J. Schacht, An Introduction
to Islamic Law, Oxford 1964, s. 175-187; a.mlf., “Katl”, “Kısās”, “Zina”,
Shorter Encyclopedia of Islam, Leiden 1974, s. 227-231, 261-263, 658-
659; Ahmed Şelebî, Mukarenetü’l-edyân I: el-Yehûdiyye, Kahire 1967, s.
273-278; Sulhi Dönmezer – Sahir Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza
Hukuku, Umûmî Kısım, İstanbul 1967, I-III; Ziya Umur, Roma Hukuku,
İstanbul 1967, s. 178-179; Zerkā, el-Fıkhü’l-İslâmî, II, 591-639;
Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Mutlu), II, 180-198; Abdülazîz Âmir, et-
Ta’zîr fi’ş-şerî’ati’l-İslâmiyye, Kahire 1969; Ahmed Fethî Behnesî,
Nazariyyât fi’l-fıkhi’l-cinâ’iyyi’l-İslâmî, Kahire 1389/1969; a.mlf.,
el-’Ukube fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire 1403/1983; a.mlf., Medhalü’l-fıkhi’l-
cinâ’iyyi’l-İslâmî, Kahire 1403/1983; a.mlf., el-Mes’ûliyyetü’l-cinâ’iyye
fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire 1389/1969; Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 569-611;
M. Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1974, I-II; Abdülhâlik en-Nevâvî, et-
Teşrî’u’l-cinâ’î fi’ş-şerî’ati’l-İslâmiyye ve’l-kanûni’l-vad’î, Beyrut 1974;
Hasenî Hâşim Ma‘rûf, el-Mes’ûliyyetü’l-cezâ’iyye fi’l-fıkhi’l-Ca’ferî [baskı
yeri ve yılı yok] (el-Matbaatü’l-Hadîse); Karaman, İslâm Hukuku, I, 121-
158; Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsânî Esasları, İstanbul 1976;
Abdülkerîm Zeydân, el-Medhal li-dirâseti’ş-şerî’ati’l-İslâmiyye, Bağdad
1976, s. 399-414; a.mlf., “el-’Ukube fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye”, Mecmû’a
Buhûs Fıkhiyye, Bağdad 1976, s. 375-424; Ali Şafak, İslâm Ceza Hukuku,
Erzurum 1978; Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul
1982, s. 155-162, 217-223; Abdülkerîm Hatîb, el-Hudûd fi’l-İslâm, Kahire
1982; Muslehuddin Mohammad, Insurance and Islamic Law, Lahore
1982, s. 23-33; Muhammed Selîm el-Avvâ, Fî Usûli’n-nizâmi’l-cinâ’iyyi’l-
İslâmî, Kahire 1983, s. 161-164; Abdülvehhâb Hallâf, es-Siyâsetü’ş-
şer’iyye, Beyrut 1984; Abdülaziz Bayındır, İslâm Muhakeme Hukuku,
İstanbul 1986, s. 54-62, 123-139; Anwar A. Qadri, Islamic Jurisprudence
in the Modern World, New Delhi 1986, s. 285-300; Hâmid Mahmûd
Şemrûh, “et-Tevbe ve eseruhâ fî sükuti’l-’ukube”, Mecelletü Külliyeti’ş-
Şerî’a ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, II/2, Mekke 1977, s. 137-152; Hamd
Ubeyd Kübeysî, “el-Hudûd fi’l-fıkhi’l-İslâmî”, Mecelletü Külliyyeti’l-
İmâmi’l-A’zam, IV, Bağdad 1978, s. 5-132; M. Safwat Safia, “Offences and
Penalties in Islamic Law”, IQ, XXVI/3 (1982), s. 149-178; Âlûsî,
“‘Ukubâtü’l-’Arab fî Câhiliyyetihâ ve hudûdü’l-me’âsî elletî yertekibühâ
ba’zuhüm” (nşr. M. Behcet el-Eserî), MMİIr., II (1404/1984), s. 2-85; A.
S. Tritton, “Djazā’”, EI² (İng.), II, 518; T. H. Weir, “Diya”, Shorter
Encyclopedia of Islam, Leiden 1974, s. 78; Th. W. Juynboll, “Kadhf”, a.e.,
s. 201; W. Heffening, “Ta’zīr”, “Murtadd”, a.e., s. 413-414, 589-590.
Ali Bardakoğlu

4. Osmanlı Ceza Hukuku.


Osmanlı Devleti’nde hukukun diğer alanlarında olduğu gibi ceza
hukuku alanında da esas itibariyle İslâm hukukunun uygulandığı
görülmektedir. Ancak İslâm hukukunda devlet başkanına ta‘zîr suç ve
cezaları konusunda geniş bir takdir yetkisinin tanınmış bulunması ve bu
yetkinin Osmanlı padişahları tarafından bütün imparatorlukta
yürürlükte olan hukuk normları koymak şeklinde kullanılması, fıkıh
kitaplarında mevcut cezaî esasların yanı sıra birtakım esasların daha
ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Kaynağını padişahın iradesinden
alan bu esaslar, diğer alanlardaki düzenlemelerle birlikte zaman içinde
belli bir yeküne ulaşınca “örfî hukuk” adıyla anılmıştır. Burada örfî
hukuk örf ve âdet hukuku anlamında olmayıp devlet tarafından konulan
hukuk anlamındadır. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed dönemi tarihçisi
Tursun Bey, örfî hukuku “nizâm-ı âlem için padişahlar tarafından akla
dayanarak yapılan düzenlemeler” şeklinde tarif etmektedir (Târîh-i
Ebü’l-Feth, s. 12). Bu sebeple Osmanlı ceza hukuku denince bununla
sadece şer‘î veya örfî ceza hukuku değil bu ikisinin bütünü anlaşılmalıdır.
Kadılar da davalarda suçun türüne ve ispat şekline göre şer‘î veya örfî
hukuk kurallarından birini uygulamak durumundaydılar. Bunlara
gönderilen çeşitli ferman, kanunnâme ve adâletnâmelerde hükmün “şer‘
ve kanuna uygun” olarak verilmesi emredilmektedir (meselâ bk. BA, MD,
nr. 3, s. 219; Tevkiî Abdurrahman Paşa, s. 499-500, 502-503, 508;
Barkan, s. 84, md. 26, s. 305, md. 10, s. 342-343, md. 8, 10). Burada
“şer‘” şer‘î hukuk, “kanun” da örfî hukuk anlamındadır.
Örfî ceza hukuku olarak ayrı bir hukuktan söz edilirken bununla
şer‘î hukuka zıt ve ona rağmen gelişen bir hukukî yapı anlaşılmamalıdır.
Gerçi örfî hukuk kuralları konurken dönemin hukukî, siyasî, askerî, malî
şartları ve merkeziyetçi devlet anlayışının etkisiyle şer‘î hukuk
prensiplerinin zorlandığı veya ihlâl edildiği olmuştur. Ancak bütün bu
münferit zorlamalara veya ihlâllere rağmen Osmanlı ceza hukukunun
İslâm hukukunu bertaraf ettiğini ve ondan bağımsız bir hukuk
oluşturduğunu düşünmek mümkün değildir. Zira bu düzenlemeler,
zaman zaman sınırları aşılsa bile İslâm hukukunun devlet başkanına
tanıdığı ta‘zîr yetkileri çerçevesinde yapılmıştır. Nitekim bazı
düzenlemeler daha sonra ta‘zîr çerçevesi aşıldığı gerekçesiyle geri
alınmıştır. Nişancılar tarafından yapıldığı anlaşılan bu düzeltmeler
genellikle, “Emr-i şer‘ muteberdir; kanunu yoktur” ifadesiyle
kaydediliyordu (Heyd, s. 148-149). Bunun, özellikle ehl-i şer‘in etkisinin
arttığı XVI. yüzyıldan sonra gerçekleştiği söylenebilir. Nitekim Haziran
1696 tarihli bir hükümde bundan böyle mahkeme kararlarının önceden
olduğu gibi şer‘ ve kanuna uygun olarak değil sadece şer‘a uygun olarak
verilmesi emredilmektedir (BA, MD, nr. 108, s. 293; Aydın, s. 64). Bütün
bunlar, genel olarak Osmanlı hukukunun ve özel olarak Osmanlı ceza
hukukunun İslâm hukukuna dayandığını ve ona göre şekillendiğini
ortaya koymaktadır. Bu sebeple yapılan yorumun isabeti ve İslâm
hukukunun bütünlüğüne uygunluğu tartışılsa bile Osmanlı ceza
hukukunun İslâm hukukunun Osmanlı dönemi şartlarına uygun bir
yorumundan ibaret olduğunu söylemek mümkündür.
Osmanlı Devleti’nde şer‘î ve örfî ceza hukukunun birlik ve bütünlük
içinde uygulanmasına özel bir önem verilmiştir. Örfî hukukun İslâm
hukukuna uymayan hükümlerinin zaman içinde değiştirilmesinin yanı
sıra her iki hukukun tek bir yargı mercii tarafından, yani İslâm
hukukunun temsilcisi durumunda bulunan kadı tarafından
uygulanmasına da özen gösterilmiştir. Diğer İslâm devletlerinde normal
mahkemelerin yanında görev yapmakta olan mezâlim, şurta vb.
mahkemelere rastlanırken Osmanlı Devleti’nde şer‘î ve örfî bütün ceza
davaları tek yetkili olan kadılar tarafından karara bağlanmıştır. Nitekim
bir kanunnâme mukaddimesinde kadıların bütün şer‘î ve örfî davalara
bakmakla, şer‘î davaları fıkıh kitaplarına, örfî davaları da kanun
mecmualarına başvurarak çözmekle yükümlü oldukları belirtilmektedir
(Barkan, s. XXV, dipnot 9). Mahkeme defterlerinde şer‘î hukuka göre
halledilmiş kısas ve had davalarına rastlandığı gibi örfî hukuka göre
karara bağlanmış davalar da bulunmaktadır (örnek için bk. Heyd, s. 32,
152; Bayındır, s. 21-26).
A) Suçlar. Kanunnâmelerde ve ceza hukuku ile ilgili hüküm ve
fermanlarda İslâm hukukunda yer alan kısas ve had suçlarıyla ilgili
ayrıntılı bir düzenlemenin yapılmadığı, bunun yapıldığı yerlerde de
suçlar karşılığında daha ziyade para cezalarının öngörüldüğü dikkati
çekmektedir. Buna bakılarak ilk anda Osmanlı hukukunda kısas ve haddi
gerektiren suçların İslâm hukukundaki düzenleniş biçimiyle yer almadığı
veya İslâm hukukuna aykırı olarak düzenlendiği sonucuna varılabilir.
Ancak bu görüntü yanıltıcıdır. Zira Osmanlı ceza kanunnâmeleri, ceza
hukukunun bütününü düzenleyen genel kanunlar değil sadece ihtiyaç
duyulan hususları düzenleyen kısmî kanunlardır. Hukuk öğrenimini
medreselerde yapan Osmanlı kadısı, kısas ve had suçlarına uygulanacak
cezalara ve usul hükümlerine dair yeterli bilgilere esasen sahiptir. Bu
sebeple kanunnâmelerde kısas ve haddi gerektiren suçların İslâm
hukukundaki cezalarına sadece işaretle yetinilmiş ve daha ziyade
düzenlenmesine ihtiyaç duyulan alanlarda ayrıntılı hükümler
getirilmiştir. Bununla birlikte kanunnâmeler dikkatle incelendiğinde
kısas ve had grubuna giren suçlara esas itibariyle İslâm hukuku
tarafından öngörülen cezaların uygulandığı, suçun unsurlarında veya
ispat şartlarında bir eksiklik olması veya başka bir sebeple bu cezaların
uygulanmaması durumunda kanunnâmelerde yer alan ta‘zîr cezalarının
tatbik edildiği görülmektedir. II. Bayezid ve Kanûnî Sultan Süleyman
dönemi ceza kanunnâmelerinde annesini, babasını veya akrabalarından
birini öldürene “emr-i şer‘ nice ise” onun uygulanması açıkça
emredilmektedir (Heyd, s. 81, md. 91; Akgündüz, II, 44, md. 35; IV, 369,
md. 35). Yozgat ve civarında belli bir süre uygulanan Bozok
Kanunnâmesi’nde yer alan bir hükümde, “Her kim kan etse, katle
müstahak ise katl oluna. Ve eğer sulh edip veya diyete müstahak ise,
diyetten gayri otuz altun cürüm alına” (Barkan, s. 126, md. 18)
denilmektedir. Aynı hüküm Alâüddevle Bey Kanunnâmesi’nde de vardır
(Barkan, s. 121, md. 18). Fâtih Sultan Mehmed, II. Bayezid ve Kanûnî
dönemi ceza kanunnâmelerinde, kasten adam öldürme ve yaralama
olaylarında kısas uygulanmadığı takdirde verilecek para cezalarından söz
edilmektedir (Barkan, s. 388-389, md. 2, 9; Heyd, s. 69, md. 50;
Akgündüz, I, 349-350, md. 13, 18; II, 41, md. 14, 16; IV, 299-300, md. 16,
22). Yine II. Bayezid dönemi ceza kanunnâmesi, adam öldüren kişinin
onun yerine öldürülmesi hükmünü getirmektedir (Akgündüz, II, 43, md.
27). Kısasın uygulanmadığı durumlarda ta‘zîr olarak para cezasının yanı
sıra mağdura veya yakınlarına kanunen sabit olan bir diyetin ödenmesi
de ayrıca gerekmektedir. Kanunnâmelerde çok defa bu husus, fıkıh
kitaplarında mevcut olduğu için açıkça belirtilmemiş, ancak zaman
zaman tasrih edildiği de olmuştur. Nitekim Alâüddevle Bey
Kanunnâmesi’nde yer alan, “Ve göz çıkaran dahi diyetin sahibine verip
on dört altun alına. Ve hata ile etse beş altun alına” hükmü buna örnektir
(Barkan, s. 122, md. 24; Bozok Kanunnâmesi’ndeki benzer bir hüküm
için bk. s. 126, md. 24, ayrıca diyetle ilgili olarak bk. md. 19, 25). Kısas
uygulanmadığı zaman ta‘zîr olarak kürek cezasına da sıkça
rastlanmaktadır (meselâ bk. BA, Ayniyat Defteri, nr. 470, s. 1-2).
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki ayniyat defterleriyle (meselâ bk. nr.
470-502) nefiy ve kısas defterlerinde (meselâ bk. nr. 6) kısas, diyet ve
ta‘zîr uygulamalarına dair birçok örnek vardır. Bütün bunlar, Osmanlı
ceza hukukunda kısas ve diyet suçlarına İslâm hukukunda öngörülen
cezaların verildiğini, bu cezaların herhangi bir sebeple verilmemesi
halinde ise ta‘zîr çerçevesinde zamana göre değişen cezaların
uygulandığını ortaya koymaktadır.
Had grubuna giren suçlarda da esas itibariyle İslâm hukukunda
öngörülen cezaların verildiği görülmektedir. Ancak bunun için had
suçlarının unsurlarının mevcut olması şarttır. Aksi halde had değil bir
ta‘zîr suçu söz konusu olmakta ve bu durumda yine çok defa para cezası
verilmektedir. II. Bayezid dönemine ait Aydın ili siyasetnâmesinde, adı
geçen sancakta İslâm hukukuna göre sabit olan hırsızlıklarda “emr-i şer‘
nice ise” onun uygulanması, bu şekilde sabit olmayan yani örf ile sabit
olan hırsızlık suçlularının ise siyasetnâme gereği cezalandırılması hususu
yer almaktadır (Akgündüz, II, 169, md. 2, 3). Muhtelif kanunnâmelerde
çeşitli hırsızlık olaylarında elin kesileceği ifade edilmekte, herhangi bir
sebeple bu ceza uygulanmazsa yerine ikame edilecek para cezaları
belirtilmektedir (meselâ bk. Barkan, s. 124, md. 2, s. 389, md. 6;
Akgündüz, I, 349; II, 42; IV, 301). Had cezası yerine ta‘zîr cezasının
uygulanma sebebi kanunnâmelerde her zaman açıkça zikredilmemekte,
bu da hırsızlığa farklı cezaların verildiği izlenimini uyandırmaktadır.
Ancak bu husus dikkatle incelendiğinde burada da suçun unsurlarında
veya ispatla ilgili esaslarda bir eksikliğin bulunması sebebiyle had
cezasının uygulanmadığı görülmektedir. Meselâ hırsızlıkta malın nisab
miktarı olması had suçununun teşekkülü için şarttır. Kanunnâmelerde
bu miktara ulaşmayan hırsızlıklar için para cezaları getirilmiştir.
Alâüddevle Bey Kanunnâmesi’nde kaz çalandan 30 akçe alınması
(Barkan, s. 122, md. 34), Fâtih Kanunnâmesi’nde kaz ve ördek çalana
ta‘zîr cezası verilmesi, ayrıca koyun ve kovan çalandan 15 akçe cürüm
alınmasına dair hükümler (Barkan, s. 389, md. 2, 3; Akgündüz, I, 349),
çalınan malın nisab miktarına ulaşmaması sebebiyledir. Kanûnî Sultan
Süleyman dönemi ceza kanunnâmesinde kovan, koyun ve kuzu
hırsızlığında çalınan mal nisab miktarına ulaşmazsa ta‘zîr, ulaşırsa had
cezasının verileceği açıkça zikredilmektedir (Heyd, s. 73, md. 65;
Akgündüz, IV, 301, md. 30; Alâüddevle Bey Kanunnâmesi’nde benzer bir
hüküm için bk. Barkan, s. 123, md. 43).
Hırsızlık suçunun unsurlarından olan, çalınan malın koruma
altında bulunması şartının gerçekleşmemiş olması da ta‘zîr cezasının
verilmesine yol açan sebeplerdendir. Nitekim Kanûnî dönemi ceza
kanunnâmesinin farklı bir nüshasında hırsızlığın gerçekleşmesi için
malın koruma altına alınmış olmasının şart olduğu, bu sebeple merada
vuku bulan bir hırsızlık olayının had grubuna dahil bir suç
oluşturmayacağı açıkça belirtilmektedir (Heyd, s. 73, md. 66, dipnot 6).
“Birkaç kez hırsızlığı zâhir olmuş” kimsenin asılması da (Akgündüz, II,
43, md. 28) Hanefîler’in tekerrür anlayışıyla yakından ilgilidir. Bunun
dışında kanunnâmelerde genel bir ifadeyle “hırsızlık” olarak geçen ve
değişik ta‘zîr cezalarıyla cezalandırılan bazı suçların aslında gasp vb.
suçları oluşturduğu, bu sebeple de farklı şekilde cezalandırıldığı
görülmektedir.
Kanunnâmelerde evliler ve bekârların zinası için suçlunun zengin
veya fakir oluşuna göre farklı para cezaları öngörülmektedir (çeşitli
durumlara göre verilen para cezaları için bk. Heyd, s. 56-64, md. 1-35;
Akgündüz, II, 40, md. 1-8). Bu para cezalarının genelde suçun İslâm
hukukuna göre sabit olmadığı durumlarda verildiğini kabul etmek
gerekir. İslâm hukukuna göre zinanın sabit olması için dört şahidin
gerekli olduğu düşünülürse birçok durumda bu ispat şartının
gerçekleşmeyeceği ve suçluya zaruri olarak örfî cezaların verileceği
anlaşılır. Kanûnî Sultan Süleyman dönemi ceza kanunnâmesinde zina ile
ilgili hüküm belirtilirken, “Eğer bir kimse zina etse, dahi üzerine sabit
olsa, zâni evli ise ve ganî olsa, bin akçeye ve dahi ziyadeye kadir olsa üç
yüz akçe cürüm alına” denmektedir (Heyd, s. 56, md. 6). Kanunnâmenin
farklı bir nüshasında “sabit olsa” kısmından sonra, “lâkin alâ vechi’ş-şer‘
recm kılmalı olmasa” ilâvesi vardır (Heyd, s. 56, dipnot 6; ayrıca bk.
Akgündüz, IV, 296, md. 1). Bu kayıttan da anlaşılacağı gibi kanunnâmede
belirtilen para cezaları şer‘î cezaların herhangi bir sebeple
uygulanmaması durumunda alınmaktaydı. Benzer şekilde “had olmaz
ise” kaydına Alâüddevle Bey Kanunnâmesi’nde (Barkan, s. 121, md. 10),
“recm olmaz ise” kaydına Bozok Kanunnamesi’nde (Barkan, s. 125, md.
10) rastlanmaktadır.
Ta‘zîr suçlarına gelince, Osmanlı ceza hukukunun en önemli
bölümlerinden birini bu suçlar teşkil eder. Kısas ve had suçları dışındaki
geniş bir alanın düzenlenmesi, ta‘zîr adı altında devlet başkanına
bırakılmıştır. Kısas ve had suçlarının unsurlarında veya ispat şartlarında
bir eksiklik olması halinde bu suçların da ta‘zîr suçuna dönüştüğü göz
önüne alınırsa bu alanın ne kadar geniş bir sahayı içine aldığı daha iyi
anlaşılır. Ta‘zîr suçları İslâm devletlerinde umumiyetle, her münferit
suçta uygulanacak cezanın ilgili mahkeme tarafından takdir edilmesi
şeklinde düzenlenmiş olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nde bu şekilde
münferit düzenleme sınırlı sayıdaki suçlar için öngörülmüştür. Nitekim
kanunnâmelerde bağ ve bahçeye giren hayvanların sahiplerinin (Barkan,
s. 49, md. 8, s. 69, md. 37), zorla kız kaçırıp nikâh eden (Barkan, s. 121,
md. 16), namaz kılmayan ve oruç tutmayan kimselerin (Heyd, s. 84, md.
101-102) kadı tarafından ta‘zîr edileceği belirtilmektedir. Ta‘zîr suçlarının
önemli bir kısmı ve bunlara verilecek cezalar ise hâkimin takdirine
bırakılmayıp kanunnâmelerle belirlenmiştir.
Had ve kısas grubuna girdiği halde unsurlarında ve ispat
şartlarındaki bir eksiklikten dolayı ta‘zîr grubu içinde ele alınan suçların
yanı sıra kalpazanlık, sahte evrak ve özellikle sahte ferman ve berat
tanzimi, kız ve kadın kaçırma, ırza geçme, kadın satma, yankesicilik,
meskene tecavüz, kundakçılık, görevi kötüye kullanma, vazifesini
gerektiği gibi yapmama, bulunmuş malı alma ta‘zîr suçlarının başında
gelmektedir.
B) Cezalar. Osmanlı ceza hukukunda kısas, el kesme, dayak,
recm, salb gibi cezalara ilâve olarak ölüm, hapis, çeşitli para cezaları,
küreğe mahkûm etme, yüzü karalama, sakalı kesme, dağlama, belli
organları kesme, sürgün gibi ta‘zîr cezalarına da rastlanmaktadır.
Özellikle para cezalarının Osmanlı hukukunda önemli bir yeri vardır.
Kanunnâmelerde örfî suçların çok önemli bir bölümü için “ehl-i örf”e
verilmek üzere para cezaları yer almaktadır. Çok defa bu para cezaları üç
kademeli olarak belirlenmekte, bazan da takdiri kadının vereceği dayak
cezasına bağlanarak her sopa için kaç akçenin verilmesi gerektiği
belirtilmektedir. Had, kısas ve siyaset* cezalarının uygulanması
durumunda ise para cezasının alınmayacağı kanunnâmelerde sık sık
tekrarlanmaktadır. Para cezaları karşılığında bu cezaların
uygulanmasından vazgeçilmemesi üzerinde de titizlikle durulmaktadır.
İdareci kesimin (ehl-i örf) kendilerine gelir sağlayan para cezalarını
uygulamaya fazla meylettiği, zaman zaman kısas ve had suçlularını para
karşılığında salıvermek gibi hukuk dışı yollara başvurduğu
anlaşılmaktadır. Kürek cezası ise donanmada normal yollarla kürekçi
bulmakta güçlük çekildiği dönemlerde sıkça başvurulan bir ceza idi.
Ta‘zîr cezaları arasında siyaset cezasının özel bir yeri vardır. Bu
ceza esas itibariyle padişah ve onun vekili olan sadrazam tarafından
takdir edilmekteydi. Ancak uygulamada diğer yüksek mevkideki
görevliler de siyaset cezası verebiliyorlardı. Siyaset cezasının takdir ve
uygulama yetkisi ehl-i örfe ait olmakla birlikte suçluluğun tesbiti kadı
tarafından yapılmaktaydı. Siyaset cezası olarak ölüm de dahil her türlü
ceza verilebiliyordu. Bunlar genellikle ağır cezalardı. Meselâ esir çalan,
köle veya câriyeyi kandırıp kaçıran, birkaç defa hırsızlığı sabit olan
kimselerin cezası asılmaktı. Ayrıca görevlerinde ihmali görülen devlet
hizmetlileri de siyaseten katille cezalandırılabilirdi. Bu cezaların
temelinde, geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı Devleti’nde özellikle
sosyal ve iktisadî çalkantıların olduğu dönemlerde asayişi temin ve
merkeziyetçi devlet anlayışını yerleştirme düşüncesinin bulunduğu
söylenebilir. Bu gaye için zaman zaman İslâm hukuku esaslarının
zorlandığı da olmuştur. Nitekim Şeyhülislâm Abdürrahim Efendi
tarafından, hırsızlık yapmak maksadıyla beytülmâl demirlerini keserken
yakalanan hırsızla ilgili olarak verilen bir fetvada, “gayre ibret için”
hırsızın padişahın emriyle siyaseten katille cezalandırılmasının mümkün
olduğu belirtilmektedir (TSMA, nr. E 10.751; ayrıca bk. Topkapı Sarayı
Müzesi Arşivi Kılavuzu, II, vesika nr. 22; Heyd, s. 197). Halbuki
beytülmâlden herhangi bir şey çalan suçlunun elinin kesilmesinin
tartışmalı olması bir yana, teşebbüs halinde kalan bir suça tamamlanmış
suç gibi ceza verilmesi mümkün değildir. Bunun mümkün görülmesi
durumunda bile hırsıza verilecek ceza ölüm cezası olmayacaktır.
Cezaların ağırlaştırılmasında, İslâm hukukunda mevcut “sa‘y bi’l-fesâd”
(bozgunculuk) kavramından da çokça faydalanılmış ve zaman zaman bu
kavram zorlanmıştır. Dolayısıyla zannedildiğinin aksine, Osmanlı örfî
ceza hukukunun İslâm hukukunun getirmiş olduğu cezaları
hafifletmediği, hatta önemli ölçüde ağırlaştırdığı söylenebilir.
C) Cezaî Yargı ve Cezaların Uygulanması. Ceza yargılaması
normal olarak kadılar tarafından yapılmaktaydı. Ancak Dîvân-ı
Hümâyun’un da bazı ceza davalarına baktığı bilinmektedir. Cezaî
yargılamada suçun şer‘î hukuka uygun olarak ispat edilmesi halinde şer‘î
ceza, örfî hukuka uygun olarak ispat edilmesi halinde ise örfî ceza
verilmekteydi. Ancak yargılama sırasında örfî suçlarda şer‘î suçlardaki
kadar titizlik gösterilmemekteydi. Şer‘î suçlarda sıkı ispat şartları
aranırken örfî suçlarda zaman zaman suçluluk alâmetleri veya geçmişte
bir suç işlemiş olmak yahut suç işlemekle mâruf bulunmak yeterli
görülmekteydi. Ayrıca şer‘î hukukta geçerli olmamasına rağmen işkence
örfî hukukta meşrû bir itiraf vasıtası olarak kanunnâmelere girecek kadar
yerleşmişti (meselâ bk. Heyd, s. 80, md. 90; Akgündüz, II, 43-44, md. 32,
39, 40; IV, 302, md. 41, 47, s. 369-370, md. 32, 39, 40). Bütün bunlar,
cezalandırmada ehl-i örfe geniş bir faaliyet ve takdir alanı bırakılmış
olduğunu göstermektedir. Ancak ehl-i şer‘in bu uygulamaya zaman
zaman karşı çıktığı da bilinmektedir. Ebüssuûd Efendi bir fetvasında,
aleyhinde hukukî bir delil olmadan sadece sanığın komşularının,
“Yaramaz adamdır” diye şahitlik yapmalarının onun suçlu kabul edilmesi
için yeterli olmadığını belirtmiştir (Heyd, s. 229).
Osmanlı ceza hukukunun uygulanması sırasında iki grup görevli ön
plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, suç ister şer‘î hukuka ister örfî
hukuka girsin, fâilin suçluluğunu tesbit edecek olan kadıdır. İkinci
görevli grubu ise cezaları uygulayan ehl-i örftür. Gerek kanunnâmelerde
gerekse çeşitli adaletnâmelerde suçlulara verilecek cezanın mutlaka “kadı
mârifetiyle” olması hususu ısrarla belirtilmektedir (Barkan, s. 5, md. 30,
s. 27, md. 21, s. 200, md. 21, s. 382, md. 41; Akgündüz, I, 482, md. 8; IV,
305, md. 65). Buna göre ehl-i örf bir suçluyu cezalandırmak için kadıdan
suçun hukuken sabit olduğunu belirten bir belge (hüccet-i şer‘iyye)
almak zorundadır. Hüccet-i şer‘iyye konusunda ehl-i örf ile ehl-i şer‘
arasında Osmanlı tarihi boyunca devamlı bir mücadelenin var olduğu
bilinmektedir. Bu mücadelenin izlerine kanunnâmelerde ve fetva
mecmualarında rastlanmaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman dönemi ceza
kanunnâmesinde, hırsızlığı örfî hukuk kurallarına göre sabit olan kimse
için kadının hüccet verip aradan çekilmesi ve ehl-i örfün
cezalandırmasına engel olmaması emredilmektedir (Heyd, s. 80, md. 88;
Akgündüz, II, 44, md. 38; IV, 370, md. 38). Öte yandan Ebüssuûd Efendi
de örfî davalara ehl-i şer‘in karışmamasını, “Eğer örfî kazâyâ ise ehl-i
şer‘in ana alâkası olamaz” diyerek tavsiye etmektedir (Heyd, s. 174). Yine
Ebüssuûd Efendi’nin şu fetvası, genel olarak ulemânın ehl-i örfe bakışını
ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir: “Ehl-i örf ile ittifak eden
âdil olmaz” (Selle, s. 34). Kanun adamlarının ehl-i örfe hüccet-i şer‘iyye
verme konusunda titiz davranarak halkı idarecilerin zulmüne karşı
korumaya gayret ettikleri, ancak her zaman bunda başarılı olamadıkları
görülmektedir. Ehl-i örf özellikle güçlü olduğu dönemlerde kadı kararını
aramadan ceza vermeye arzulu olmuştur. Ceza hukukunda önemli rolü
ehl-i örfün şer‘î cezalarla örfî cezaların uygulanmasındaki yetkisi zaman
zaman farklılık göstermektedir. Ceza şer‘î ise ehl-i örf sadece bir
uygulayıcıdan ibarettir. Ancak ceza örfî ise bu durumda ehl-i örfün takdir
yetkisi de devreye girmektedir. Kanunnâmelerde ayrıca şuçlulara
yapılacak muamele için “muhkem hakkından geline”, “muhkem siyaset
oluna” gibi muğlak ifadelerin kullanıldığı görülmektedir. Bu gibi
durumlarda suçluya yapılacak muamelenin şeklini ehl-i örf
belirlemektedir.
D) Ceza Kanunnâmeleri. Ta‘zîr suç ve cezalarının kadının
takdirine bırakılmayıp kanunnâmeler halinde düzenlenmesi Osmanlı
ceza hukukunun bir özelliğidir. Bu durum, ceza hukuku alanında
muhtemel keyfîliklerin önlenmesi ve kanunîliğin hâkim olması
bakımından önemlidir. Nitekim bir kanunnâme nüshasında, bu
kanunnâmelerin reâyâyı idarecilerin zulmünden kurtarmak için
hazırlandığı belirtilmektedir (Heyd, s. 2-3). Ayrıca idareci kesimin
kanunnâme hükümleri dışına çıkmaması sık sık hatırlatılmaktadır. XVI.
yüzyılda hazırlanan Malatya Livâsı Kanunu’nda ehl-i örfün kanun dışına
çıkmaması, çıkanların “hâkimü’l-vakt” tarafından engellenmesi
emredilmektedir (Barkan, s. 114, md. 17, ayrıca bk. s. 143, md. 5).
Kanunnâmelerin şer‘iyye sicillerine kaydedilmesi, bir sûretlerinin
isteyenlere belli bir ücret karşılığında verilmesi, yeni kanunnâmelerin
mahkemece ilân edilerek halka duyurulması kanun hâkimiyetinin
yerleşmesinde yardımcı olmuştur. Osmanlı Devleti’nde örfî suçlar için
öngörülen para cezalarının ehl-i örf tarafından kendi hesaplarına
toplandığı göz önüne alınırsa, cezaların kadının veya ehl-i örfün takdirine
bırakılması halinde bunun keyfî bir uygulamayı da beraberinde getireceği
muhakkaktır.
Kanunnâmelerde yer alan hükümlerin yürürlük süreleri
padişahların hayatlarıyla sınırlı olduğundan padişahlar değiştikçe bu
hükümlerde de değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler belli bir yeküne
ulaşınca yürürlükte olan hükümleri yeni bir kanunnâme bünyesinde
toplama zarureti ortaya çıkmış ve bir kısmı resmî, bir kısmı da gayri
resmî olmak üzere Osmanlı tarihi boyunca birçok kanunnâme ortaya
çıkmıştır. Özellikle resmî kanunnâmelerin uygulanmak üzere kadılara
gönderildiği bilinmektedir. Günümüze ulaşmış en eski ceza
kanunnâmesi, tek nüsha halinde olan Viyana nüshası esas alınarak ilk
önce Kraelitz Greifenhorst tarafından Almanca tercümesiyle birlikte
yayımlanan Fâtih Kanunnâmesi’dir. Bu kanunnâme daha sonra Ö. Lutfi
Barkan ve Ahmet Akgündüz tarafından da neşredilmiştir. Hangi tarihte
hazırlandığı kesin olarak tesbit edilemeyen kanunnâmenin ilk üç faslı
ceza hukukuna dairdir. Birinci fasıl zinaya, ikinci fasıl adam öldürme ve
müessir fiillere, üçüncü fasıl şarap içme, hırsızlık ve iftiraya ayrılmıştır
(metni için bk. Barkan, s. 387-390; Akgündüz, I, 347-350).
İkinci kanunnâme, II. Bayezid döneminde düzenlenen genel
kanunnâmedir (Kitâb-ı Kavânîn-i Örfiyye-i Osmânî). İlk defa Mehmed
Ârif Bey tarafından yayımlanan kanunnâmenin II. Bayezid’in babası
Fâtih Sultan Mehmed’e veya torunu Kanûnî Sultan Süleyman’a ait
olduğu ileri sürülmüşse de II. Bayezid’e ait olması ihtimali daha
kuvvetlidir (geniş bilgi için bk. Heyd, s. 18 vd.; Akgündüz, II, 35).
Kanunnâme H. Hacıbegiç tarafından Sırpça’ya, Beldiceanu tarafından da
Fransızca’ya tercüme edilerek neşredilmiştir. Kanunnâmenin ilk bölümü
ceza hukukuna ayrılmış olup dört fasıldan ibarettir. Birinci fasıl zina,
ikinci fasıl adam öldürme ve müessir fiiller, üçüncü fasıl şarap içme,
hırsızlık, gasp ve teaddî, dördüncü fasıl siyaset cezalarına ayrılmıştır.
Kanunnâmenin ilk üç faslında büyük ölçüde Fâtih Kanunnâmesi’nin
hükümleri tekrar edilmektedir. Bu kanunnâmenin öncekine göre en
büyük yeniliği ise dördüncü fasılda siyaset cezalarının düzenlenmiş
olmasıdır. Muhtemelen daha önce aynı padişah döneminde müstakil bir
siyasetnâme olarak hazırlanan bu hükümler, daha sonraki genel
kanunnâmeye dördüncü fasıl olarak ilâve edilmiştir (metni için bk.
Akgündüz, II, 39-111).
Yavuz Sultan Selim döneminde de ceza hukuku alanında bir
kanunnâmenin hazırlandığı bilinmektedir. İlk defa tıpkıbasımı Rusça
tercümesiyle birlikte Anna Tveritinova tarafından yayımlanan
kanunnâmenin bir başka faksimile neşrini Türkkaya Ataöv
gerçekleştirmiştir. Kanunnâme Hadiye Tuncer tarafından
sadeleştirilerek, ayrıca Hüseyin Özdeğer ve Selami Pulaha-Yaşar Yücel
tarafından da aynen yayımlanmıştır. Kanunnâmenin Ahmet
Akgündüz’ün yaptığı neşrinde bölüm başlıkları bulunmamaktadır (metni
için bk. Osmanlı Kanunnâmeleri, III, 88-116). Bu kanunnâmede bazı
cezaların öncekilere nisbetle ağırlaştırıldığı dikkati çekmektedir.
Osmanlı hukukunda en köklü düzenlemeler Kanûnî Sultan
Süleyman zamanında yapılmıştır. Bu dönemin kanun düzenlemelerinde
önde gelen iki ismi, şer‘î hukuk alanında Ebüssuûd Efendi ve örfî hukuk
alanında Celâlzâde Mustafa Çelebi’dir. Bu devrede hazırlanan ceza
kanunnâmesi Celâlzâde Mustafa Çelebi tarafından derlenmiştir.
“Kānunnâme-i Osmânî, Kānunnâme-i Pâdişâhî” ve benzeri isimlerle
anılan kanunnâmeyi ilk defa Heyd İngilizce tercümesiyle birlikte
neşretmiştir (metni için bk. Studies in Old Ottoman Criminal Law, s. 56-
131). Hammer tarafından eksik bir Almanca tercümesi yayımlanan
kanunnâme öncekilerden daha geniştir ve onlarda yer almayan suçları
düzenlemektedir. Üç fasıldan ibaret olan bu kanunnâmenin de birinci
faslı zina, ikinci faslı adam öldürme ve müessir fiiller, üçüncü faslı şarap
içme, hırsızlık, gasp, haksız fiiller, cürüm ve siyasete ayrılmıştır. II.
Bayezid dönemi ceza kanunnâmesinde ayrı bir fasıl olan siyaset cezaları
burada üçüncü fasla dercedilmiştir. Bu kanunnâmenin küçük bazı
değişikliklerle Kanûnî’den sonra da uzun süre yürürlükte kaldığı
anlaşılmaktadır (A. Akgündüz bu dönemde iki kanunnâmenin
hazırlandığını ileri sürmekte ve iki ayrı metin yayımlamaktadır, bk.
Osmanlı Kanunnâmeleri, IV, 296-305, 365-370).
Tanzimat döneminden önce hazırlanan son ceza kanunnâmesi
XVII. yüzyılın ortalarında meydana getirilmiştir. Bir mahkeme görevlisi
tarafından ilgili hükümlerin derlenmesiyle ortaya çıkan kanunnâme sekiz
bölümden ibaret olup II. Bayezid Kanunnâmesi’nde olduğu gibi ilk dört
bölüm cezaî hükümlere ayrılmıştır. XVII. yüzyıldan sonra ceza
kanunnâmeleri gittikçe daha az başvurulan kaynaklar olmaya
başlamıştır. XVIII. yüzyıldan Tanzimat dönemine kadar da bu alanda
yeni bir düzenleme yapılmamıştır.
Tanzimat döneminde her alanda olduğu gibi ceza hukuku alanında
da bir dizi düzenleme gerçekleştirilmiştir. Önceki dönemlerde var olan
ceza kanunnâmeleri geleneğinin ihyası anlamına gelen bu düzenlemeler
çerçevesinde üç ceza kanunnâmesi hazırlanmıştır. Bunlardan birincisi
1256 (1840) tarihli Ceza Kanunnâmesi’dir. Bir mukaddime, on üç fasıl ve
bir hâtimeden ibaret olan bu kanunnâme, çoğu kamu görevlileri
tarafından vazifeleri dolayısıyla işlenebilecek suçlar olmak üzere sınırlı
sayıdaki suçları düzenlemektedir. Batı hukukunun etkisi görülmeyen
Tanzimat döneminin bu ilk kanunnâmesi, gerek bütün suçları
düzenlememiş olması gerekse kanunlaştırma tekniği bakımından önemli
eksiklikler taşımaktadır. Tanzimat döneminin ikinci ceza kanunnâmesi
1267 (1851) tarihli Kānûn-ı Cedîd’dir. Bir mukaddime ile üç fasıldan
ibaret olan kanunnâme öncekine nisbetle büyük değişiklikler getirmez.
Bu kanun Said Paşa (ö. 1863) zamanında Mısır’da da kabul edilmiştir.
Her iki kanun, önceki kanunnâmelerde olduğu gibi suç ve cezaya ait
genel hükümler ihtiva etmez. 1851 tarihli kanun, Osmanlı Devleti’nde
uzun asırlar devam etmiş olan para cezalarını yasaklamıştır (her iki
kanunun metni için bk. Ahmed Lutfi, s. 121-160).
Tanzimat döneminin en önemli ceza kanunu, 1274 (1858) tarihli
Ceza Kānunnâme-i Hümâyunu’dur. Meclis-i Tanzîmat’ça içinde Ahmed
Cevdet Paşa’nın da bulunduğu bir heyete hazırlatılan kanun, 1810 tarihli
Fransız ceza kanunu ile yerli hükümlerin bir araya getirilmesinden
oluşmuştur. Bu kanun çeşitli tarihlerde ve özellikle 1911 ve 1914 yıllarında
önemli değişikliklere uğramakla birlikte Osmanlı Devleti’nin sonuna
kadar yürürlükte kalmıştır. Kanun bir mukaddime ile iki bab halinde 264
maddeden ibarettir. Bablar da fasıllara ayrılmıştır (metni için bk. Düstur,
I, 537-596). Birinci maddede, ta‘zîrin çeşitli derecelerini düzenlemek
üzere hazırlandığı belirtilen kanunnâme önceki kanunnâmelere nisbetle
çok geniş ve kapsamlıdır. Kanunnâmede, adam öldürme suçlarının İslâm
hukukunda olduğu gibi şahıs haklarına yönelik olduğu göz önüne
alınarak maktülün veresesi varsa onların talebi üzerine davanın kısas
veya diyete hükmedilmek üzere şer‘iyye mahkemesinde görülmesi,
mirasçıların affetmeleri durumunda kanun gereği cezalandırılma esası
kabul edilmiştir. Bu düzenleme şekli, bazı hukukçular tarafından
kanunda ikilik yarattığı ve bütünlüğü bozduğu gerekçesiyle tenkit
edilmişse de (bk. Taner, s. 231) bu tür değerlendirmeler Batı hukuk
anlayışının etkisi altında kalmanın bir sonucudur. İslâm hukukunda
esasen adam öldürme ve müessir fiiller şahıs haklarına yönelik suçlardır.
Bu suçlarda şahıslara ait cezalandırma ve af yetkisi, devletin
cezalandırma ve af yetkisinin önüne geçmektedir. Bu sebeple
kanunnâmede adı geçen suçlarda mirasçıların cezalandırma ve af
yetkisine öncelik tanınması ve af durumunda devletin cezalandırma
yetkisinin devreye girmesi, Tanzimat sonrasında Batı hukuku ve İslâm
hukuku ikiliğinin değil İslâm hukukunun Batı hukukundan farklı bir
düzenleme biçiminin sonucudur.
BİBLİYOGRAFYA:
BA, MD, nr. 3, s. 219; nr. 108, s. 293; BA, Ayniyat Defterleri, nr.
470, tür.yer.; BA, Nefiy ve Kısas Defterleri, nr. 6, tür.yer.; TSMA, nr. E
10.751; Düstûr, Birinci tertip, İstanbul 1289, I, 537-596; Tevkiî
Abdurrahman Paşa, “Kanunnâme”, MTM, I / 3 (1331), s. 499-500, 502-
503, 508; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nşr. Mertol Tulum), İstanbul
1977, s. 12; Barkan, Kanunlar, tür.yer.; Ahmet Akgündüz, Osmanlı
Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1990-92, I-IV, tür.yer.;
Selami Pulaha – Yaşar Yücel, I. Selim Kanunnâmesi (1512-1520) ve XVI.
Yüzyılın İkinci Yarısının Kimi Kanunları, Ankara 1988, s. 9-21; Ahmed
Lutfi, Osmanlı Adalet Düzeni: Mir‘ât-ı Adâlet Yahut Târihçe-i Adliyye-i
Devlet-i Aliyye (s.nşr. Erdinç Baylam), İstanbul 1979, s. 121-160; Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”,
Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 139-209; Tahir Taner, “Tanzimat Devrinde
Ceza Hukuku”, a.e., s. 221-232; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi Kılavuzu,
İstanbul 1940, II, vesika nr. 22; M. Ebû Zehre, el-’Ukūbe, Kahire, ts.
(Dârü’l-Fikri’l-Arabî), s. 130-131; F. Selle, Prozessrecht des 16.
Jahrhunderts im Osmanischen Reich, Wiesbaden 1962, s. 34; Ahmet
Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, Ankara 1963, tür.yer.; M.
Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16.
Asır Türk Hayatı, İstanbul 1972, tür.yer.; U. Heyd, Studies in Old
Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, tür.yer.; a.mlf., “Eski Osmanlı
Hukukunda Kanun ve Şeriat” (trc. Selahattin Eroğlu), AÜİFD, XXVI
(1983), s. 633-652; Coşkun Üçok – Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi,
Ankara 1976, s. 309, 321-322; M. Akif Aydın, İslâm - Osmanlı Aile
Hukuku, İstanbul 1985, s. 59-65; Abdülaziz Bayındır, İslâm Muhakeme
Hukuku: Osmanlı Devri Uygulaması, İstanbul 1986, s. 20-26, 123-139;
Coşkun Üçok, “Osmanlı Kanunnâmelerinde İslâm Ceza Hukukuna Aykırı
Hükümler”, AÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, III / 1 (1946), s. 125-145; III /
2-4 (1946), s. 365-383; IV / 1 (1947), s. 48-73; Enver Ziya Karal, “Yavuz
Sultan Selim’in Oğlu Şehzade Süleyman’a Manisa Sancağını İdare Etmesi
İçin Gönderdiği Siyasetnâme”, TTK Belleten, VI / 21-22 (1942), s. 37-44;
Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Ruûs ve Önemi”, TD, XVII / 22 (1967), s.
17-34; Halil İnalcık, “Adaletnâmeler”, TTK Belgeler, II / 3-4 (1967), s. 49-
142; a.mlf., “Suleiman the Lawgiver and Ottoman Law”, Ar.Ott., I (1969),
s. 105-138; a.mlf., “Adâletnâme”, DİA, I, 346-347; Gabriel Baer, “The
Transition from Traditional to Western Criminal Law in Turkey and
Egypt”, SIr., sy. 45 (1977), s. 139-158; Ehud R. Toledano, “The Legislative
Process in the Ottoman Empire in the Early Tanzimat Period a
Footnote”, IJTS, I / 2 (1980), s. 99-106; Mehmet İpşirli, “XVI. Asrın
İkinci Yarısında Kürek Cezası ile İlgili Hükümler”, TED, sy. 12 (1982), s.
203-248.
Mehmet Âkif Aydın

You might also like