Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 4

Bölüm 14: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten

Yüzünde eğlendiğini belli eden bir ifade vardı, yine de duruşu anlaşılmazdı, her şeyi bilen biri gibiydi.
Bir gencin sesine sahip olsa da tonu yaşındaki diğer erkeklere göre daha kalındı, kulağa son derece
hoş geliyordu. Xie Lian kağnı arabasında dik oturdu, ciddi bir şekilde konsantre olmuştu. Konuşmadan
önce bir süre düşündü. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, görülmeye değer bir sahne olsa gerek. Dostum,
bu ifade nereden geliyor biliyor musun?”
Saygı göstermek için Xie Lian ‘dostum’ kelimesinin önüne ‘genç’ eklememenin daha iyi olacağına
karar vermişti. O genç sıradan bir şekilde oturuyor, kolu bükmüş olduğu dizine dayanıyordu. Kol
yenlerini düzelttikten sonra ilgisiz bir şekilde konuştu. “O kadar etkileyici bir hikayesi yok. Öyle
çağrılmasının nedeni sadece Hua Cheng başka bir hayaletin yuvasının kökünü tamamen kuruttuğunda
dağın her tarafına kan yapmaya başlaması. Ayrılırken yolun kenarında kan yağmurundan ezilmiş olan
zavallı bir çiçek görmüş ve şemsiyesini açıp bir süre onun ıslanmasını önlemiş.”
Xie Lian sahneyi hayal ettiğinde kan yağmuru ve rüzgarın ortasında durmakta olan bir zarafet ve derin
bir hassasiyet hissetmişti sadece. Aklına tekrar kırmızılara bürünmüş hayaletin otuz üç tanrının
tapınaklarını ateşe verdiği efsanesi geldi ve konuşmadan önce güldü. “Hua Cheng gittiği her yerde sık
sık kavga çıkartır mı?”
Genç cevapladı. “Sık sık denemez, sanırım ruh haline bağlı.”
Xie Lian sordu. “Ölmeden önce nasıl biriydi?”
Genç adam cevapladı. “İyi biri olmadığı kesin.”
Xie Lian devam etti. “Nasıl görünüyor?”
Bu soruyu sorduğu anda genç gözlerini kaldırıp ona dikkatle baktı. Başını önce bir yana, sonra diğerine
yatırdıktan sonra kalkıp Xie Lian’a doğru yürüdü ve onun yanına oturdu. Genç sorusunu başka bir
soruyla yanıtlamıştı. “Sence? Sence nasıl görünmeli?”
Xie Lian ona bu kadar yakından bakarken gencin ona gitgide daha da yaklaştığını seziyordu. Ayrıca
hafif bir saldırıya uğramış gibi hissettirecek kadar yakışıklıydı, kınından çıkmış keskin bir kılıç gibiydi. O
kadar sersemletici görünüyordu ki insan ona doğrudan bakamazdı, gözlerine bakmaya cesaret
edemezdi.
Bakışları daha yeni buluşmuştu ama Xie Lian daha fazla dayanamayacaktı. Kafasını hafifçe diğer tarafa
çevirdi. “Bu kadar tanınmış bir İblis Lord’u olduğuna göre çok fazla şekil değiştiriyor olduğu farz
edilebilir. Birçok görünüşü olmalı.”
Kafasını nasıl çevirdiğini görünce genç bir kaşını kaldırdı. “Bu doğru. Ama bazen yine de gerçek
görünüşünü kullanıyor. Kendi orijinal halinden bahsediyorum.”
Xie Lian çok emin değildi fakat ikisi arasındaki mesafenin tekrar arttığını hissetmişti. Bu sayede bir
kere daha başını ona çevirdi. “O zaman orijinal halinin kesinlikle senin gibi bir genç olacağını
düşünüyorum.”
Bunu duyunca gencin dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. “Neden?”
Xie Lian. “‘Neden’ değil, sen nasıl her istediğini söyleyebiliyorsan ben de her istediğimi düşünebilirim.
Her şey istediğimiz gibi olabilir.”
Genç hafifçe kıkırdadı. “Belki… Ancak bir gözü kör.”
Sağ gözünün altına dokundu. “Bu taraf.”
Duyulmadık bir şey değildi. Öncesinde Xie Lian’ın kulağına bile çalınmıştı. Efsanelerin bazı
versiyonlarında Hua Cheng sağ gözünün üzerine kaybettiği gözü saklamak için siyah bir göz bandı
takıyordu. Xie Lian sordu. “Peki gözüne ne olduğunu biliyor musun?”
Genç cevapladı. “Nhn, bu sorunun cevabını öğrenmek isteyen pek çok kişi var.”
Diğer kişiler Hua Cheng’in gözünü nasıl kaybettiğini sorduğunda aslında sadece onun zayıf yönünün
ne olduğunu öğrenmek isterlerdi. Ancak Xie Lian’ın sormasının tek nedeni merak etmesiydi. Ancak Xie
Lian sözlerini ekleyemeden genç konuştu. “Kendisi oydu.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Neden?”
Genç yanıtladı. “Çıldırdı.”
…Delirdikten sonra kendi gözünü bile oyabiliyordu. Xie Lian’ın bu Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuruna,
kırmızılara bürünmüş Hayalet Kral’a karşı olan merakı gittikçe artmaya devam ediyordu. Gerçek
cevabın çıldırmak kadar kolay bir şey olmadığını tahmin ediyordu fakat genç adam o şekilde söylediği
için muhtemelen daha detaylı bir açıklama alamayacaktı. Xie Lian sormaya devam etti. “O zaman Hua
Cheng’in zayıf bir noktası var mı?”
Xie Lian gençten bir cevap beklemiyordu ancak yine de sormuştu. Eğer Hua Cheng’in zayıf noktası o
kadar kolay öğrenilebilecek bir şey olsaydı, o zaman konuştukları kişi Hua Cheng olmazdı. Ancak
gencin tereddüt etmeden cevaplayacağını kim bilirdi ki. “Külleri.”
Eğer kişi, bir hayaletin küllerine sahipse o zaman hayalete hükmedebilirlerdi. Eğer hayalet verdiği
emirleri dinlemezse o zaman küllerini yok ederler ve bu da hayaletin ortadan kalması ve ruhunun
tuzla buz olup dağılması anlamına gelirdi. Bu herkesin bildiği bir şeydi. Lakin konu Hua Cheng olunca
bu bilinen gerçeğin de pek bir önemi kalmıyordu. Xie Lian güldü. “Korkarım ki kimse küllerine
ulaşamaz. Bu da hiç zayıf noktası olmaması anlamına geliyor.”
Ve yine de genç cevapladı. “Tam olarak değil. Hayaletlerin küllerini verme inisiyatifini kullanacağı bir
durum var.”
Xie Lian sordu. “O otuz üç tanrıya meydan okuduğu zaman kendi küllerini ortaya koyduğu gibi mi?”
Genç dalga geçerek söyledi. “İmkansız.”
Tamamını söylememiş olsa da Xie Lian sözlerinin arkasındaki anlamı duyabilmişti. Muhtemelen ‘Hua
Cheng nasıl kaybedebilir ki?’ manasını taşıyorlardı. Genç ekledi. “Hayalet diyarında bir gelenek var. Bir
hayalet eşini seçtiğinde, küllerini o kişiye emanet eder.”
Bu, hayatını başka birinin ellerine bırakmakla aynı şeydi. Böyle bir bağlılık hikayesi nasıl olurda birinin
hayal gücünü ele geçirecek kadar etkileyici olmazdı? Xie Lian kendini konuya kaptırmıştı. “Yani
hayalet diyarında böyle duygusal gelenekler var.”
Genç devam etti. “Var. Ama uygulamaya cesaret eden hayaletlerin sayısı oldukça az.”
Xie Lian da durumun öyle olduğunu düşünmüştü. Eğer bu dünyada dolap çeviren ve insanları tatlı
dille kötü yolla sürükleyen iblisler varsa o zaman iblisleri kandırabilen insanlar da olurdu. Çok fazla
istismar ve ihanet vardı. “Eğer gerçekten aşık olunduğu zaman veriliyorsa ve sonucunda kırılmış
kemikler ve saçılmış küllerle karşılaşılırsa, küllerini veren kişinin kalbinin ne derece kırılacağını tahmin
etmek hiçte zor değil.”
Genç adam konuşmadan önce gülmüştü. “Korkacak ne var ki? Ben olsam küllerimi verdikten sonra o
kişinin kemik mi kırmak istediği, külleri dağıtmak mı istediği veya eğlence için etrafa mı fırlatmak
istediğini umursamazdım.”
Xie Lian aniden o kadar çok sohbet etmiş olmalarına rağmen hala gencin ismini öğrenmemiş
olduğunu hatırlayarak gülümsedi. “Dostum, sana nasıl hitap etmeliyim?”
Genç bir elini kaldırıp gözlerini kırmızı şarap rengindeki batan güneşin kızıllığından korumak için
kaşlarının üzerine yerleştirdi. Gözlerini kıstığında güneş ışığını pek sevmiyormuş gibi görünmüştü.
“Bana mı? Ailemde üçüncü sıradayım. Herkes beni San Lang diye çağırıyor.”
*ÇN: San (üç), San Lang doğrudan üçüncü çocuk olarak çevrilebiliyormuş ancak Lang çok eskiden kadınların kocalarına hitap şekliymiş aynı
zamanda.

Gerçek ismini söylememişti, Xie Lian da daha fazlasını sormadı. “Aile adım Xie ve verilmiş adım tek
karakter olan Lian. Bu yöne doğru gittiğine göre sen de mi Puji Kasabasına gidiyorsun?”
San Lang bir yığın samanın üzerine sırtını dayadı. İki elini de yastık olarak başının altına kıvırdı ve
konuşmaya başlamadan önce bacak bacak üstüne attı. “Bilmiyorum. Öylesine bu yönü seçtim.”
Sözlerinin altında başka bir hikaye yatıyor gibiydi, Xie Lian sordu. “Sorun nedir?”
San Lang uzunca bir iç çekti, ardından gelişigüzel bir şekilde konuştu. “Evde kavga vardı, dışarı atıldım.
Bir süre yürüdüm ama gidecek bir yerim yoktu. Bugün açlıktan neredeyse ana caddenin sonunda
bayılacak hale gelince tesadüfen yatabileceğim bir yer buldum.”
Gencin kıyafetleri oldukça gündelik gözüküyordu ama kullanılan materyalin kalitesi oldukça iyiydi.
Ayrıca Xie Lian, düzeyli konuşma şeklini ve onu bunu okuyacak kadar boş vakti olmasını, her şeyi
bilmesini göz önünde bulundurunca onun çok zengin bir ailenin dışarıda gezmeye çıkan bir genç
efendisi olduğundan şüphelenmişti. Şımartılmış bir genç efendi olarak dışarıda tek başına çok uzun
süre gezince de kaçınılmaz olarak karşısına birçok zorluk çıkmış olmalıydı. Bu Xie Lian’ın oldukça içten
bir şekilde bağlantı kurabileceği bir durumdu. Aç olduğunu duyunca çantasının içinin altını üstüne
getirmeye başladı fakat sadece tek bir buğulanmış çörek bulabilmişti. Çöreğinin hala yumuşak
olduğunu fark edince içten bir şekilde gence sordu. “Yemek ister misin?”
Genç başını salladı, Xie Lian da ona buğulanmış çöreği verdi. San Lang ona bakarak sordu. “Senin için
başka yok mu?”
Xie Lian cevapladı. “Sorun değil, o kadar aç değilim.”
San Lang buğulanmış çöreği ona geri ittirdi. “Benim için de sorun değil.”
Bunu görünce Xie Lian buğulanmış çöreği alıp iki yarıma ayırdı. Ardından gence bir yarısını verdi. “O
zaman yarısını sen al ve yarısını ben.”
Genç ancak o zaman buğulanmış çöreği alıp yan yana otururlarken kemirmeye başlamıştı. Xie Lian
onun, yanında nasıl oturduğunu ve çöreği ısırırken ne kadar uslu göründüğünü fark edince, bir yerde
ona ayıp edip etmediğini merak etmekten kendini alamadı.
Kağnı arabası engebeli dağ yolunda güneş yavaş yavaş batıdan batarken bir inip bir çıkarak ilerliyor ve
onları yavaşça sürüklüyordu. İkisi arabada oturup hiç durmadan sohbet ettiler. Daha çok konuştukça
Xie Lian gencin daha da özel olduğunu hissetmeye başlıyordu. Gencin yaşına rağmen her kelimesi ve
hareketinin kendine has bir havası vardı. Her zaman rahattı, sanki cennetin ve dünyanın enginliğinde
bilmediği veya onu şaşırtabilecek hiçbir şey yoktu. Bu hali Xie Lian’ın, onun iyi eğitimli ve genç
olmasına rağmen çok olgun olduğunu düşünmesini sağlamıştı. Buna rağmen arada gençlere özgü
hevesi de görülebiliyordu. Xie Lian, Pu Qi Manastırı’nın onun olduğunu söylediğinde genç. “Puji
Manastırı mı? Kulağa orada çok fazla su kestanesi varmış gibi geliyor. Hoşuma gitti. Bu Manastır kime
adanmış?”
Bu baş ağrısı tetikleyici sorunun bir kez daha sorulmasıyla Xie Lian hafifçe öksürdü. “Xian Le’nin
Veliaht Prensine. Muhtemelen onu bilmiyorsun.”
Uyuşuk bir gülümseme gencin yüzünde belirdi fakat cevaplayamadan önce kağnı arabası aniden
sarsılmıştı.
İkisi bir aşağı bir yukarı gidip geldi. Xie Lian gencin düşebileceğinden endişelendiği için hemen uzanıp
onu tuttu. Ancak San Lang’a dokunduğu anda, gencin sıcak bir şeyle yanmış gibi davranarak zorla elini
çekeceğini kim bilebilirdi ki?
Yüz ifadesi çok az değişmiş olmasına rağmen Xie Lian yine de fark etmişti. Kendi kendine belki de
gencin ondan nefret ettiğini düşündü. Ancak arabada oldukları zaman boyunca kesinlikle keyifli bir
şekilde sohbet etmişlerdi. Ama o sırada bu konu üzerinde daha fazla düşünecek vakti yoktu. Ayağa
kalkarak sordu. “Ne oldu?”
Kağnı arabasını süren yaşlı adam cevapladı. “Ne olduğunu bende bilmiyorum! Yaşlı Huang, neden
durdun? Hadi, hareket et!”
Bu sırada güneş çoktan batmıştı ve alacakaranlık yaklaşıyordu. Kağnı arabası ise hala dağın kasvetli ve
karanlık ormanlarındaydı. Yaşlı öküz inatla hakaret etmeyi reddederek ve huysuz davranarak olduğu
yerde duruyordu. Yaşlı adamın tüm ısrarları boşa çıktı, öküz kendi kafasını yere gömmek istiyormuş
gibi davranıyordu. Bıkmadan möölemeye devam ederken kuyruğu kuvvetlice etrafta bir kırbaç gibi
sallanıyordu. Xie Lian bir tuhaflık olduğunu hissetmişti ve tam arabadan atlayacaktı ki aniden o yaşlı
adam bir şeyi işaret ederek bağırmaya başladı.
Xie Lian döndü ve dağ yolunun önünde, batı ve doğuda sönük bir şekilde yanan küme halinde birçok
yeşil alev gördü. Beyaz giyinmiş bir grup insan onlara doğru yavaşça yürürken kafalarını tutuyorlardı.
Xie Lian hemen bağırdı. “Koru!”
RuoYe bileğinden ayrıldıktan sonra kağnı arabasının etrafını bir kerede sardı, havanın ortasında üçünü
ve hayvanı koruyan bir daire yaratmıştı. Xie Lian başını döndürüp sordu. “Bugün günlerden ne?”
Yaşlı adam cevap veremeden arkasındaki genç araya girdi. “Hayalet Festivali.”
Yedinci ayın ortasında Hayalet Kapısı açılırdı. Ayrılırken tarihe bakmamıştı ancak o gün tam olarak da
Hayalet Festivaline denk gelmişti!
Xie Lian sesini alçaltıp konuştu. “Bu konudan sanki önemsiz bir şeymiş gibi bahsedilmez. Bugün
yolumuza kötülük çıktı. Eğer yanlış yoldan gidersek bir daha geri dönemeyiz.”

Çevirmen: Kae
Not: İlginç gerçek; Xie Lian’ın doğum günüyle Hayalet Festivali aynı gün. (Ama kitapta bahsetmiyor,
belki yazar sonradan böyle karar vermiştir…)

You might also like