Kitap 1, Bölüm 13, Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 6

Bölüm 13: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten

Tabi ki bunu asla sesli olarak dile getirmeyecekti. Nan Feng ve Fu Yao’nun ifadesinin gümüş
kelebeklerden bahsettiği anda değişmesine şaşmamalıydı. Onların da hizmet ettikleri iki General’le
birlikte gümüş kelebeklerin efendisinin elinden çok çektikleri tahmin edilebilirdi.
Bir tanrı sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, Hua Cheng ile karşılaştınız. O, o, o…. Size ne yaptı?”
Sen tonuna bakılırsa aslında sormak istediği şey ‘kolunuzu mu yoksa bacağınızı mı kopardı’ olabilirdi.
Xie Lian cevapladı. “Hiçbir şey yapmadı, sadece…”
Bunları söyledikten sonra nasılsa olanları ifade edecek söz bulamıyordu. Xie Lian kafa yormaya
başladı. Sadece ne? Gidip de, ‘Sadece arabamı soydu ve sonra elimi tuttu ve yol boyunca benimle
yürüdü.’ Diyemezdi ya?
Bir süre sessiz kaldıktan sonra tek diyebildiğini söyledi. “Sadece hayalet Xuan Ji’nin Yu Jun Dağına
kurduğu tuhaf rünü yok etti ve sonra beni içeriye götürdü.”
Tanrıların pek çoğu onun sözlerini düşünüyordu kimisi kendi kendine mırıldanırken bazıları sessiz
kalmıştı. Ancak bir süre sonra bir başkası sordu. “Herkes ne düşünüyor?”
Sadece seslerini duymak bile Xie Lian’ın tüm tanrıların durmaksızın başlarını ve ellerini iki yana
salladıklarını hayal edebilmesi için yeterliydi.
“Hiçbir fikrim yok, bu konuda tamamıyla fikrim yok!”
“Amacı neydi bilmiyorum, muhtemelen korkunç bir şeydi.”
“Her zamanki gibi Hua Cheng’in yapmak istediklerinden kimse bir anlam çıkartamıyor…”
Her ne kadar daha biraz önce Xie Lian’a, Hua Cheng’in vücut bulmuş bir şeytan olarak itibarının özeti
geçilmiş olsa da Xie Lian onu hiçbir şekilde korkutucu birisi olarak düşünemiyordu. Eğer bir şey
söylemesi gerekse, Hua Cheng’in ona yardım ettiğini düşündüğünü söylerdi. Kısacası yükseldikten ve
Cennete geri döndükten sonraki ilk şükran duası bu şekilde kabul olmuştu.
Çoktan Yu Jun Dağı olayından gelecek tüm meritlerin Xie Lian’ın sayılacağı konusunda anlaşmışlardı.
Her ne kadar o yetkili, kızı öldüğü için bir süre geçtikten sonra sözünü hatırlamış olsa da, üzgün haliyle
sözüne sadık kalmıştı. Buna rağmen çok daha az ödemişti. Ancak oradan buradan topladıktan ve biraz
serbest kaldıktan sonra sekiz milyon, sekiz yüz sekiz bin merit az çok ödenmiş sayılıyordu.
Borç gidince Xie Lian’ın bedeni hafif ve özgür hissetmeye başlamıştı, kalbi temiz ve engin bir
gökyüzüydü. Sevinçli, endişelerden tamamen uzak ve çok mutluydu. Xie Lian iyi bir tanrı olmaya karar
verdi ve diğer tanrıların en az yarısıyla arkadaş olsa çok daha iyi olurdu.
Her ne kadar çoğu zaman Cennet’in ruhani iletişim rünü sakin olsa da, meşgul zamanlarda bağırışlar
hiç durmadan günler boyunca devam edebilirdi. Ayrıca tanrılar, keyifleri yerindeyken ve ilginç bir şey
gördüklerinde de buradan paylaşırlardı. O an geldiğinde kısa bir süre de olsa sessiz gülüşmeler
duyulurdu.
Xie Lian her ne kadar konuşan sesleri tanımasa da, bir süre sessizce onları dinledi. Ancak sonsuza dek
sessiz kalamazdı. Bu yüzden de belli aralıklarla sıcak bir tonla: ‘Çok ilginç’, ‘Çok güzel bir kısa şiire denk
geldim, sizinle paylaşayım’, ‘Bel ve bacak ağrısıyla baş etmek için küçük bir taktik biliyorum, sizlerle
paylaşayım’ gibi sözler söylüyordu.
Ancak ne yazık ki, bu dikkatle seçilmiş bedene ve zihne iyi gelen şeyleri her söylediğin tüm ruhani
iletişim rünü sessizliğe bürünüyordu. Bir süre sonra Ling Wen daha fazla dayanamayarak onunla özel
bir şekilde konuştu. “Ekselansları, ee, ruhani iletişim rününde paylaştığın bilgiler son derece faydalı
ancak korkarım ki senden birkaç yüz yaş daha büyük olanlar bile böyle şeylerden bahsetmez.”
Xie Lian’ın morali bozulmaya başlamıştı. Aslında en yaşlı olan tabi ki o değildi. Ama diğer tanrılarla
sohbet ederken gençlere ayak uyduramayan yaşlı bir adam gibi mi davranıyordu?
Muhtemelen Cennetten çok uzun bir süre ayrı kalmıştı. Ayrıca hiçbir zaman dış dünyada yaşananları
önemsemediğinden de bu konularda cahil ve eksikti.
Durumu düzeltmek için elinden gelen bir şey olmadığı için de yapabileceği tek şey unutmaktı. Xie Lian
konuyu boş verdi ve sonuç alarak üzerindeki kasvette ortadan kalktı.
Ancak hala bir sorunu vardı: bunca zaman geçmesine rağmen hala ölümlü diyarından hiç kimse onun
için bir tapınak inşa etmemişti. Hayır, belki de tapınakları vardı, ancak Cennet araştırırken hiçbirine
rastlamamıştı ve bu yüzden kayıt altında değillerdi.
Yerel bir toprak tanrısının bile bir tür mabedi varken oldukça resmi bir şekilde Tanrılık mertebesine,
üstelik üç kez, yükselen Xie Lian’ın tek bir tapınağı ve ona tütsüler adayan tek bir inananı yoktu. Bu
bütünüyle tuhaf bir durumdu.
Hoş, olayı bu şekilde gören sadece diğer Tanrılardı. Xie Lian’ın kendisi ise hala işlerin yolunda olduğu
kanaatindeydi. Ancak bir gün aniden ilhamla dolmuştu ve hevese kapılmıştı. “Eğer kimse bana adakta
bulunmazsa, ben kendime adakta bulunabilirim değil mi?”
Diğer Tanrılar ona ne cevap vereceklerini bilmiyorlardı.
Tanrının kendisine adakta bulunduğu nerede duyulmuştu?!
Bir tanrı olarak bu derece acınası bir haldeyken, geriye ne kalırdı?!
Xie Lian ise çoktan o konuştuktan sonra gelen tuhaf sessizliklere alışmıştı. Ona göre kendisini
eğlendiren ve güldüren her şey ilgi çekici sayılabilirdi. Bu yüzden de kararını verdikten sonra bir kez
daha ölümlü diyarına atladı.
Bu kez yere ulaştığında Puji Köyü isimli küçük bir dağ köyündeydi.
*ÇN: Puji: Su kestanesi

He ne kadar sözde bir dağ köyü olsa da, aslında sadece topraktan küçük bir bayır vardı. Xie Lian
bölgenin yeşil tepeleri, temiz suları ve ufuk çizgisine uzanan çeltik tarlalarının zarif manzarasını izledi.
İçinden, Bu kez sahiden çok güzel bir yere geldim, diye geçiriyordu.
Xie Lian etrafına baktı ve küçük bir tepenin üzerindeki eğri, yıkılmış bir kulübe gördü. İnsanlara
sorduğunda bütün köylülerin cevabı aynıydı: “O yıkık kulübe terk edildi, sahibi yok. Arada sırada
yoldan geçmekte olanlar uyumak için kullanır sadece. Eğer istiyorsan orada yaşayabilirsin.”
Xie Lian’ın istediği de tam olarak bu değil miydi? Hemen yola koyuldu.
Yaklaştıkça kulübenin sadece uzaktan harap görünmediğini, aslında çok daha viran bir halde olduğunu
fark etti. Köşelerindeki dört kolonundan ikisi çoktan çürümüş ve ufalanıyordu. Rüzgar estiği anda tüm
kulübeden gıcırtı sesleri yükseliyor, insanın bu kez yıkılıp yıkılmayacağını sorgulamasına neden
oluyordu.
Ancak bu ‘hırpalanmışlık’ derecesi Xie Lian’ın kabul sınırları dahilindeydi. Kulübeye girip bakındıktan
sonra etrafı temizlemeye başladı.
Onu gören köylülerin hepsi çok şaşkındı. Birisi sahiden orada yaşayacak mıydı? Bu yüzden hepsi
toplanarak onun koşuşturmasını keyifle izlemeye başladı.
Beklenenin aksine köylülerin hepsi oldukça hevesliydi. Ona sadece süpürge hediye etmekle
kalmadılar, temizlikten sonraki pis halini görünce bir de ona yeni toplanmış su kestaneleri hediye
ettiler. Su kestanelerin kabukları çoktan soyulmuştu, bu yüzden de beyaz ve yumuşak, tatlı ve
suluydular.
Xie Lian kulübenin önüne çömelip su kestanelerinin tadı çıkarttı. Neşeyle ellerini birleştirdi, o anda
kalbinden buraya Puji Manastırı demek geldi.
Puji Manastırında küçük bir masa vardı. Birkaç kez sildikten sonra sunak masası olarak kullanılabilirdi.
Xie Lian koşuşturmaya devam ederken onu izlemek için toplanmış olan köylüler bu genç adamın bir
Taocu manastır kurmak istediğini fark ettiler.
Bunu daha da sıradışı ve tuhaf bulmuşlardı, bu yüzden biri ardından diğeri gelerek sormaya başladılar.
“Bu tapınağı kime adıyorsun?”
Xie Lian cevap vermeden önce hafifçe öksürdü. “Ah, bu manastır Xian Le Veliaht Prensi için.”
Herkes şaşkındı. “O kim?”
Xie Lian. “Ben… Ben de bilmiyorum. Sanırım bir Veliaht Prens.”
“Aa, ne yapıyor peki?”
“Muhtemelen barışı koruyan birisi.” Ve bir yandan da çer çöp toplayan.
Hevesle sormaya devam etti. “O zaman bu Ekselansları Veliaht Prens zenginlik ve refahta sunuyor
mu?”
Xie Lian içinden borçlu olmamanın yeterince iyi bir şey olduğunu geçirdi. Ardından sıcak bir sesle. “Ne
yazık ki bu mümkün görünmüyor.”
İnsanlar birer birer ona öneride bulunmaya başladılar. “Su Ustasına ada onun yerine, o zenginliği de
getirir! Buradaki tütsüler kesinlikle refahla yanar.”
“Ling Wen ZhenJun’a da adayabilirsin! Kim bilir, belki de köyümüzden birisi İmparatorluk
seçmelerinde en yüksek puanı alır!”
Bir kadın utangaç ve çekingen bir halde konuştu. “Şey… …onu… …düşündün mü……”
Xie Lian gülümsemesini korudu. “Onu?”
“General Ju Yang.”
*ÇN: Muazzam Erkeklik olarak söylüyor.

“…”
Eğer buraya sahiden bir Muazzam Erkeklik tapınağı açarsa, Feng Xin’in Cennetten onu çarpmak için
saniyesinde bir ok atmasından korkuyordu!
Puji Manastırını az çok temizledikten sonra, hala tütsüler ve diğer pek çok şey eksikti. Ancak Xie Lian
en önemli şeyi tamamen unutmuştu – İlahi heykel. Bambu şapkasını aldı ve kapıdan dışarı çıktı, ah
sahi, kapı da yoktu. Xie Lian bir süre düşündükten sonra bu kulübenin kesinlikle yeniden inşa
edilmesinin gerektiğine karar verdi. Bu yüzden bir tabela yazdı ve kapının önüne koydu. Üzerinde: “Bu
manastır viran haldedir. Yenileyebilmek için cömert insanların bağış yapacaklarını içtenlikle umarız.
Merit ve erdem topluyoruz.” yazıyordu.
Kulübeden ayrılıp dört kilometre kadar yürüdükten sonra bir kasabaya geldi. Kasabada ne işi vardı?
İşleri halledebilmek ve yiyecek bir şeyler bulmak istiyordu elbette. Bu yüzden, bir kez daha eski
mesleğine geri dönmüştü.
Efsanelerde ve folklorda ölümsüzlerin yemek yemesine gerek olmadığı söylenirdi. Gerçekte ise ifade
etmesi zordu. Her ne kadar gerçekten güçlü olan kişiler gerekli olan ruhani gücü güneş ışığından veya
yağmurdan ve çiyden elde edebilseler de, bir problem vardı – evet bu yapılabilirdi, ama sahiden
gerekli değilse neden yapacaklardı ki? Neden böyle bir şey yapmak isteyeceklerdi?
Ama bazı Tanrılar beş zang organının temiz ve saf olmasını ister bu yüzden de Budizm öğretilerine
çalışırlardı. Bu kişiler sahiden de ölümlülerin yağlı etlerine ve balıklarına tahammül edemezdi. Eğer bu
yiyeceklerle kirlenirlerse bir ölümlünün çiğ, pişmemiş zehirli böcekler veya çamur yemesi gibi
kusmaya başlar ve ishal olurlardı. Hal böyle olunca da yemek yerlerdi ancak sadece temiz ve saf
yerlerde yetişmiş, uzun bir yaşam sağlayacak yiyecekleri tercih ederlerdi. Bunlar da ruhani gücün
etkinliğini artıran ölümsüz meyveler ve ruhani hayvanlardı.
*ÇN: Beş Zang organı: Kalp, Karaciğer, Dalak, Akciğerler ve Böbrekler-Mesane [Yin]
Altı Fu organı: İnce Bağırsak, Safrakesesi, Mide, Kalın Bağırsak, Perikard (kalbi saran kese) ve damarları [Yang]

Ancak Xie Lian’ın böyle bir sorunu yoktu. Üzerindeki lanetli kelepçeler nedeniyle ölümlerden hiçbir
farkı yoktu bu yüzden de her şeyi yiyebilirdi. Ve yüzlerce savaşın deneyimli emektarı olduğu için de ne
yerse yesin ölmezdi. İster bir aydır duran bir buğulanmış çörek olsun, ister çoktan üzerinde yeşil
yosunlar çıkmış börekler… Bunları yedikten sonra bile rahatsız hissetmezdi. Cennet küçümsese de,
böyle bir bünyesi olduğu için hurda topladığı dönemlerde rahat edebiliyordu. Bir manastır açmak
para kaybettirirdi, hurda toplamak ise para kazanmak demekti. Bu yüzden hurda toplamak
yükselmekten sahiden daha iyiydi.
Bir ölümsüz edası olduğundan ve Çin yeşimi kadar zarif göründüğünden hurda toplarken çok büyük
bir avantaja sahipti. Koca bir çantayı doldurması hiçte uzun sürmüyordu.
Geri dönüş yolunda, üzerinde tepelemesine yığılmış çeltik samanlarının bulunduğu bir el arabasını
çeken yaşlı bir öküz gördü. Xie Lian bu arabayı daha önce Puji Köyünde gördüğünü hatırlar gibiydi, bu
yüzden aynı yöne gidiyor olmalıydılar. Onu da götürüp götürmeyeceğini sorduğunda arabanın sahibi
çenesini yukarı kaldırarak ona tırmanmasını işaret etti.
Böylece Xie Lian, koca bir çanta dolusu hurdasıyla arabaya bindi. Ancak yukarı tırmandıktan sonra
yüksek saman tepelerinin ardında birinin yatmakta olduğunu gördü.
Vücudunun üst yarısı saman yığınlarıyla gizlenmişti. Sol bacağı dizinden kıvrılmış, sağ bacağına destek
oluyordu ve dinlenmek için yastık olarakta kollarını kullanıyordu. Oldukça sakin ve halinden memnun
görünüyordu. Bu memnun görüntü ise Xie Lian’ın imrendiği bir şeydi. Bir çift siyah çizme, uzun ve
düzgün alt bacaklarına sıkı ve uygun bir şekilde sarılmış, göze oldukça hoş görünüyorlardı.
Xie Lian, Yu Jun Dağı’ndaki gecede duvağının arasından gördüklerini hatırlayınca o çizmelere birkaç
kez daha bakmaktan kendini alamadı. Botlardan sarkan kim bilir hangi hayvanın kürkünden yapılmış
gümüş zincirler olmadığına kanaat getirince, kendi kendine düşündü, Bu kişi eğlenmek için kaçmış bir
Genç Efendi’dir muhtemelen değil mi?
Araba yol boyunca tembel bir halde sallanmaya devam etti. Sırtında bambu şapkasını taşımakta olan
Xie Lian bir parşömen çıkarttı ve okumaya hazırlandı. Geçmişte dış dünyada konuşulan haberlerle hiç
ilgilenmezdi. Ancak sebep olduğu pek çok tuhaf durumun ardından biraz araştırma yapmasının daha
iyi olacağına karar vermişti.
Kağnı arabası uzunca bir süre daha sallandıktan sonra bir ormandan geçti. Xie Lian başını kaldırarak
etrafına baktı; göz alabildiğine yeşil alanlar ve alevi andıran muhteşem akçaağaçlar, bakir doğanın
içinde, dağların arasındaki boşluklardan görünerek göz alıcı bir manzara yaratıyordu. Böyle bir
manzara sarhoş ediciydi, insanın kalbine taze bir hava girmesine neden oluyordu. Xie Lian bir süre
öylece izlemekten kendini alamadı.
Gençken bir dağa kurulmuş olan Huang Ji Tapınağında çalışıyordu. Oradaki dağlar ve ovalar akçaağaç
ormanlarıyla kaplıydı, altın kadar parlak, ateş kadar yoğun görünürlerdi. Bu durum ve manzaranın Xie
Lian’a geçmişi anımsatmaması çok zordu. Bir süre uzaklara daldı, ardından başını indirerek parşömeni
okumaya başladı.
Parşömeni açtıktan sonra gözleri ilk bakışta bir dizi kelimeye takıldı:
‘Xian Le’nin üç kez yükselen Veliaht Prensi. Bir savaş tanrısı, yıkımı simgeleyen şeytan, bir hurda
tanrısı.’
“….”
Xie Lian. “Pekala, dikkatle düşünülürse bir savaş tanrısı ve bir hurda tanrısı arasında aslında çokta bir
fark yoktur. Tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar eşittir.”
Bu sırada arkasından hafif bir kahkaha işitti. “Öyle mi?”
Genç adam tembel bir sesle devam etti. “İnsanlar sürekli tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar eşittir der.
Ama eğer gerçekten öyle olsaydı, onca farklı ölümsüz ve tanrı var olmazdı.”
Ses arabadaki saman yığınının arkasından geliyordu. Xie Lian bakmak için arkasını döndü ve genç
adamın hala gevşek bir halde yatmakta olduğunu gördü. Kalkmak istermiş gibi bir hali yoktu,
muhtemelen çok fazla düşünmeden bu cümleyi söylemişti. Xie Lian da haliyle gülümseyerek
cevapladı. “Senin söylediğin de oldukça mantıklı.”
Tekrar döndü ve parşömene bakmaya devam etti:
‘Pek çok kişi yıkımı simgeleyen bir şeytan olan Xian Le’nin Veliaht Prensinin kendi el yazısı ve
portrelerinin insanları lanetleyebildiğine inanır. Eğer bu eşyalar kişinin sırtına veya hanesinin ana giriş
kapısına yapıştırılırsa, söz konusu kişiye veya aileye şanssızlık getirir.’
“……”
Bu tabiri okuyunca insan bir tanrıdan mı yoksa bir hayaletten mi bahsedildiğini anlayamıyordu.
Xie Lian başını iki yana salladı ve kendisiyle ilgili olan yorumları okumaya daha fazla güç bulamadı. İlk
olarak şu anda cennette mevcut olan tanrılar hakkındaki yazıları okumaya karar verdi. Böylece de
terbiyesizlik sayılan, kimin kim olduğu konusundaki kafa karışıklığını ortadan kaldırabilirdi. Köylülerin
Su Ustasından bahsettiği aklına geldi ve böylece parşömeni karıştırarak Su Ustası hakkındaki kısmı
aradı:
‘Su Ustası Wu Du. Su gibi zenginliği de kullanır. Dolayısıyla pek çok tüccarın dükkanında ve evinde,
zenginliklerini ve servetlerini koruyabilmek için Su Ustasının heykelleri bulunur.’
Xie Lian şaşırıp kalmıştı. “Zaten bir su tanrısı, neden aynı zamanda zenginlik ve servetin gücünü de
kullanıyor?”
Samanların arkasında yatmakta olan genç tekrar konuştu. “Malları taşırken ilk olarak su yoluyla
yollamak gerekir. Bu yüzden ne zaman yola çıkmaya karar verilse, Su Ustasının tapınağına gidilir ve
büyük bir tütsülü mum yakılır. İyi bir yolculuk dilerler ve geri döndüklerinde de adakta
bulunacaklarına söz verirler. Uzun zamandır da bu şekilde süregeldiği için Su Ustası aynı zamanda
zenginlik ve servet üzerinde de güç kazanmaya başladı.”
Genç adam özellikle onun kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için konuşuyordu. Xie Lian ona döndü.
“Öyle mi? İlginç. Muhtemelen bu Su Ustası korkunç güçlü, büyük bir tanrı.”
Genç adam dudak büktü. “Evet, Göklere Zulmeden Su.”
Ses tonu bu Tanrı’yla pek ilgilenmediğini söylüyordu, aynı zamanda da iyi bir şey söylememiş gibi
görünmesine neden oluyordu. Xie Lian sordu. “‘Göklere Zulmeden Su’ nedir?”
Genç adam sakin bir şekilde konuştu. “Bir tekne büyük bir nehirde ilerlerken, geçip geçemeyeceği
onun tek lafına bağlıdır. Eğer kişi ona adakta bulunmazsa teknesi alabora olur, oldukça zalimdir. Bu
yüzden de ‘Göklere Zulmeden Su’ lakabı takılmıştır. ‘Muazzam Erkeklik’ Generali ve ‘Yer Silen’
Generalle aşağı yukarı aynı mantık.”
Bilinen unvanları olan meşhur tanrıların, çoğu zaman ölümlü diyarda ve cennette başka lakapları da
olurdu. Xie Lian’ın Üç Diyarın Maskarası, Ünlü Tuhaf Adam, Kötü Şansın Taşıyıcısı, Sokak Köpeği ve
daha diğer pek çok lakabı olmasıyla aynı şeydi. Normalde bir tanrıdan lakabıyla bahsetmek büyük bir
saygısızlık sayılırdı. Örneğin Mu Qing’in yüzüne ‘Yer Silen General’ denirse, inanılmaz sinirlenirdi. Xie
Lian yeni öğrendiği lakabı kullanmaması gerektiğini kafasına not ettikten sonra konuştu. “Dostum, çok
gençsin ama görünüşe göre pek çok şey biliyorsun.”
Genç Adam. “Hiçte değil. Sadece aylağım. Boş vaktim oldukça bir şeylere bakarım hepsi bu.”
Ölümlü diyarda her yerde mitolojiyle ilgili oldukça fazla sayıda yazı bulunabilirdi, hepsi de tanrılar ve
hayaletlerin hikayelerinden bahsederdi. Bu hikayeler çokça nezaket ve karşıtlıklarla ilgiliyken küçük
bir kısmı da işe yaramaz şeylerden bahsederdi. Hikayelerin bazıları sahte, bazıları gerçekti. Bu yüzden
bu gencin bu kadar bilgili olması çok tuhaf sayılmazdı. Xie Lian parşömenini indirdi. “Tanrılar hakkında
pek çok şey biliyorsun. Peki hayaletler hakkında bilgili misin?”
Genç adam sordu. “Hangi hayalet?”
Xie Lian. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, Hua Cheng.”
Onun sözlerini duyunca genç adam iki kez hafifçe kıkırdadıktan sonra doğruldu. Yüzünü döndüğünde
Xie Lian’ın bakışları aniden aydınlandı.
On altı, on yedi yaşlarında olduğunu gördü. Kıyafetinin kırmızı rengi akçaağaçları bastırıyordu ve teni
kar kadar beyazdı. Ona göz ucuyla bakarken gözleri yıldızlar gibi parlıyor ve bir gülümseme taşıyordu.
Bu genç adam olağanüstü yakışıklıydı ancak ifadesi tarifsiz bir haşarılığın ipucunu veriyordu. Siyah
saçları gevşekçe toplanmış, hafifçe eğri duruyordu. Fazlasıyla gündelikti, canı ne isterse onu yapan
birisi gibiydi.
İkisi o esnada kıpkırmızı ve muhteşem renkli akçaağaç ormanından geçiyorlardı. Akçaağaç yaprakları
birer birer dökülürken dans ediyorlardı ve bir tanesi de genç adamın omzuna kondu. Genç adam
hafifçe üfleyerek yaprağı uzaklaştırdı, ardından başını kaldırarak ona baktı. Gülümsemeye pek
benzemeyen bir gülümsemeyle sordu. “Ne bilmek istersin? Sormaktan çekinme.”

Çevirmen: Nynaeve

You might also like