Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 46

Taş Gelenekleri - II

Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm

“Taş Gelenekleri – I” başlıklı yazıda, tarih boyunca çeşitli kültürler ve inançları,


özellikle Masonluğu ele almıştık. Arada yer yer Musevîliğe, Hıristiyanlığa ve İslâm’a da
değindik. Bu yazı da ise, bu üç yaygın göksel dine biraz daha ayrıntılı olarak bakacağız.

MUSEVÎ İNANÇLARINDA TAŞ

Musevîlikte taş inançlarının önceki Semitik inançlardan kaynaklandığı görülür. Sami ırkından
gelme halkların büyü, tılsım ve uğur amaçlarıyla göğüslerinde ziynet eşyası gibi taşlar taşıdığı
biliniyor. Bir diğer deyişle, Hz. Musa’ya gelmeden önce belli ve sistematik bir taş kullanımı
geleneği, halk inançlarında zaten yer bulmuştu. O tarihlerde bu, günümüzdeki Arap ve Musevî
inançlarından daha yaygındı.

Bunlar kendilerini genel olarak asıl tapınım taşları, köşe ve temel taşları, kapı taşları, sınır
taşları, mezar taşları, fallus taşlar, zafer taşları, kutsallaşan taş anıtlar şeklinde gösteriyordu.

Bethleik gelenekte * taşların genellikle Yaratıcı Tanrı’nın gezinmiş olduğu ya da terk ettiği
mekân olarak benimsendiği görülür. Bu, “kutsal tepecik” ile aşağı yukarı aynı simgesel anlatımı
taşır. Bundan ötürü diğer ezoterik anlatımlarda olduğu gibi, insan doğasının kendini dünyaya
bağlayan tüm bağlarından kurtarmayı ve bir tür kendine özgü bir özgürleşme, Tanrı ile birleşme
amacına yönelir.
____________________________________________________

* Her kutlama ya da sözleşmede, o özel anın hatırlanması için bir sütun dikilmesi.

1
İbranî kaynaklarında Tanrı’nın Âdem’e taşları birbirine sürterek ateş yakmayı öğrettiğinden söz
edilir (Pesarhim).

Taşlarla bağlantılı bir başka konu başlığı altında da Tanrı’yı lanetlemiş olanların taşlanarak
öldürüldüğüne ilişkin eski bir gelenek belirtilir.

İbranî inançlarındaki en önemli geleneklerden biri de aslında hangi kültürden etkilenerek


oluştuğu belli olmayan “saklı taşı bulma” uygulamasıdır. Bu taş, bir şekilde ya gömülü ya da
bir yıkıntının altında normal insanın gözlerinden uzak kalmıştır. Taşın bulunması ile insan daha
önce bilmediği gerçeklerle tanışacak, gerek kendisinin gerekse evrenin sırlarını elde edecektir.

Bu kavramın yüzyıllar sonra alşimistlerin (simyacıların) beyaz taş biçimindeki simgeyle ortaya
çıktığı görülür.

Nitekim bu “yitirilmiş taş” konusu daha sonra Masonlukta da yer almıştır.

Kemer ya da kubbe taşı, bozuk taş, üstü düzeltilmiş taş, “kabul edilmemiş taş” kavramlarıyla
yansıtılan simgeler hep bu aynı taş geleneğinin birer yansımasıdır.

Bu bağlamda, öncelikle Musevî geleneklerinde yer almakla birlikte başka kültürlerde de


anlatılan bir öyküyü genelleyerek özetleyelim:

“Tapınak yapımcıları, yanı başlarına getirilmiş olan çeşitli boy ve biçimlerde taşları yontup
işleyerek duvar işliyordu. Her birinin eline ikide birde yuvarlakımsı bir sert taş geçiyor, her
biri bu taşı eline alıp şöyle bir baktıktan sonra işlenemeyecek, biçimlendirilemeyecek olduğunu
düşünerek bir yana fırlatıp atıyordu.

Tapınağın yapımı sona erdi; iş kubbenin kapatılmasına geldi. Ancak kubbeye oturtulacak
uygun bir taş bulunamadı. Herkesin daha önce beğenmeyerek bir yana atmış olduğu taş ise
kubbenin tam ortasına oturdu.”

2
Yakup ve Bethel Taşı

Hemen herkesin bildiği ünlü efsane...

Şöyle özetleyebiliriz:

“Yakup bir gece başının altına bir taş yerleştirip uyur. Rüyasında Tanrı’yı görür. Burasını
Tanrı’nın evi ve göğün kapısı, başının altına aldığı taşı da kutsal bir taş bilerek, onu
zeytinyağı ile yıkar. Buraya, bu olayın anısına bir sütun diker.”

Buraya Beyt-El denilmektedir. Betlahem ya da Beyt-Elohim dendiği de olur.*

Bethel, ilk anlatımlardaki kullanılış bakımından “Tanrı’nın evi” demektir. Tevrat’ın ilk bölümü
Tekvin’in 31. babında Laban ile Yakup anlaşırken, aralarına bir taş alıp dikmeleri anlatılır:

“Ve şimdi gel, ben ve sen ahdedelim ve seninle benim aramızda şahit olsun. Ve Yakub bir taş
alıp onu direk olarak dikti. Ve Yakub kardeşlerine taş toplayın dedi; ve taşlar alıp bir yığın
yaptılar ve orada yığının yanında yemek yediler. Ve Laban onun adını Yegar Sahaduta **
koydu; ve Yakub onun adını Galed koydu. Ve Laban dedi: Bu yığın bugün seninle benim
aramızda şahittir”.

“Şemot” adlı kitapta da şöyle denilmektedir:

“Ve onun içinde taş yuvaları, dört sıra taş koyacaksın, bir sıra kırmızı akik, sarı yakut ve
zümrüt. Birinci sıra ve ikinci sıra kızıl yakut, safir ve beyaz akik ve yeşim olacak, onlar altın
yuvalarına kakılacak ve taşlar İsrailoğullarının adlarına göre 12 olacak ve on iki sıpt için
her birinin adına mühür oyması gibi olacak.”

“Sen Aden’de Allah’ın bahçesinde idin sarı yakut, kırmızı akik ve beyaz akik, gök zümrüt,
akik, yeşim taşı, safir, kızıl yakut, zümrüt taşları ile bütün değerli taşlarla ve altınla
kaplanmış idin, teflerin ve zurnaların işçiliği sende idi. Yaratıldığı gün hazırlanmıştılar.”

Tevrat’ın “Hâkimler” başlıklı kitabında, Tanrı’ya bir sunumda bulunulurken kayanın


kutsallaştırıldığına ilişkin anlatım da bir diğer örnektir.
Keza bir yerde de şöyle denmektedir:

“Ve İsrailliler Mitspadan çıkıp Filistîleri kovaladılar ve Bey-Kar altına varıncaya kadar onları
vurdular. Ve Samuel bir taş alıp Mitspa ile Şen arasına dikti ve onun adını Even Ezer *** koyup,
Rab bize buraya kadar yardım etti dedi.” (1. Samuel, 7:11,12)
__________________________________________________________

* Bu anlatıma göre söz konusu efsanenin geçiş yeri Bethlehem olmaktadır. Ancak bazı
anlatımlarda yeri Babil olarak gösterilir.
** Aramicedeki sözlük anlamı: “tanıklık taşı”.
*** Even Ezer: Yardım taşı.

3
“1. Samuel”in 14. babının 33. cümlesinde, büyük bir taşın kutsallaştırılarak orada kurbanlar
kesilip, bir mezbah yapıldığı söyleniyor.

“Daniel” başlıklı kitabın 2. babının 31-35 cümlelerinde şunlar yazılı:

“Sen ey kral gördün, ve işte büyük bir heykel. Büyük ve çok parlak olan bu heykel senin
önünde duruyordu ve görünüşü korkunçtu. Bu heykel başı has altından, göğüs ve kolları
gümüşten, karnı ve kalçaları tunçtan, bacakları demirden, ayaklarının bir kısmı demirden
bir kısmı balçıktandı. Sen bakmakta idin, o vakte kadar ki, bir taş el sürmeden yerinden
kesildi; o taş deminden ve balçıktan olan ayaklarından heykeli vurdu ve onları parça parça
etti. O zaman demir, balçık, tunç, gümüş ve altın birlikte parçalandılar ve yaz harmanlarının
saman ufağı gibi oldular; ve onları yel kadardı ve onlar için yer bulunmadı; ve heykeli
vurmuş olan taş büyük bir dağ oldu ve bütün dünyayı doldurdu.”

Bilge olarak nitelenen Kral Süleyman, Kudüs’teki “Kutsal Kaya” yakınında ünlü (varsayımsal)
taponğı yaptırıyor ve burasını kentin âdeta merkezi haline getiriyor. Kutsal Kaya, Musevîlikten
önce de o dönemde de sonra Hıristiyanlar ve Müslümanlarca da kutsal bir yer olarak tanınmıştır
ve günümüzde bile öyle tanınmaktadır.

Talmut’un Mişna bölümünde “Even-Stiya” adlı bir taştan söz edilir. (Yoma 5.2)

Yahudi inançlarına göre bu taş, dünyanın ortasında bulunan İsrail’in, onun ortasında bulunan
Kudüs’ün ve onun ortasındaki Bet-Ha-Mikdaş yani Süleyman Tapınağı’nın ortasındadır.

Bu taş ilk peygamberden beri oradadır. Araştırmacılar bu taşın Tanrı’nın evi orada olacak diye
oraya konulduğunu belirtmektedir. Yakup’un, babasının evinden ayrıldığı zaman başını yaslayıp
üzerinde uyuduğu taş da budur. Kimilerine göre, İshak’ın kurban edilmeye çalışıldığı yer de
burasıdır. İslâm geleneğine göre ise Kudüs’teki mescidin (Kubbet-üs Sahra) ortasındaki taştır.
Hz. Muhammed'in Mirac'a çıkarken üstünde durduğu, “Hacer-i muallak” (asılı taş) denilen
taş… Altı boştur ve yalnızca bir köşesinde yer alan ince bir destekle durur. Oraya 11 basamaklı
bir merdiven ile inilir.

4
Musa ve On Emir

Musevîler “Aserat Ha Dibrof” diye adlandırılan on emrin yazılı olduğu taş levhaları çok kutsal
sayar. Musevîler için bunlar, herhangi bir taştan çok farklıdır. Bu taşların üzerindeki emirleri
Tanrı’nın doğrudan yazdığına inanılır. Bundan ötürü çok kutsal sayılması doğaldır.

Gerçi hemen herkes bu konudaki anlatımı bilir ama şöyle bir yineleyelim:

İsrailoğulları, Mısır’dan çıkış sonrasında Sina Çölü’ne gelip konaklamıştı. Tutsaklığın


yorgunluğu ve kurtuluşun mutluluğu ile Tanrı’ya dua etmekte, bir işaret beklemekteydiler.

Bundan sonrası Tevrat’ta şöyle anlatılır:

“Ve Musa Tanrının huzuruna çıktı. Ve Rab onu dağdan çağırıp dedi: Yakub evine böyle
diyeceksin, Ve İsrail oğullarına bildireceksin: Mısırlılara ne yaptım, ve sizi nasıl kartal
kanatları üzerine taşıdım, ve sizi kendime getirdim, gördünüz. Ve şimdi eğer gerçekten
sözümü dinleyecek ve ahdimi tutacaksanız, bana bütün kavimlerden has bir kavim
olacaksınız; çünkü bütün dünya benimdir; ve siz bana kâhinler melekûtu ve mukaddes millet
olacaksınız. Senin İsrail oğullarına söyleyeceğin sözler bunlardır.” (Çıkış 19: 3-6)

Musa İhtiyar Heyeti’ni toplar ve onlara Tanrı’nın kendilerine buyuracaklarını kabul edip
uygulamalarını ister. Onların olumlu yanıtını alınca, kavminin kararını Rabbe götürür.

Tanrı, İsrailoğulları’nın Musa’ya güvenini güçlendirmek için yoğun bir bulut içinde geleceğini
ve onunla konuştuklarının halk tarafından da duyulabileceğini belirtir. Musa’nın tüm kavmini
iki gün içinde düzenlemesini, İsrailoğulları’nın da giysilerini yıkayarak temiz bir şekilde
kendisine Sina Dağı’nda ineceği üçüncü gün için hazır olmalarını buyurur. İsrailoğulları’na bu
süre içinde dağa çıkmayı hatta dağın eteklerindeki toprağa dokunmayı bile kesinlikle yasaklar.

Üçüncü günün sabahında gök gürültüleri ve şimşekler arasında dağın üzerini koyu bir bulut ve
şofar sesi kaplar. Musa, halkını Sina Dağı’nın eteklerine getirir. Sina Dağı’na inen Tanrı,
Musa’yı tepeye çağırır. Dağa çıkan Musa, on emrin yazılı olduğu iki tableti alarak döner.

5
Tevrat’taki anlatıma göre, Tanrı Musa’ya on emri verdikten sonra ona bir de sandık yapmasını
buyurur. “Ahit Sandığı” olarak anılan bu sandık ile bağlantılı olmak üzere, Tevrat’ta Tanrı’nın
dileği şöyle geçer:

“Ve sana vereceğim şahadeti sandığın içine koyacaksın. Ve halis altından bir Kefaret örtüsü
yapacaksın. Onun uzunluğu 2,5 arşın ve eni 1,5 arşın olacak.”

Tanrı’nın Sina Dağı’nda İsrailoğulları’na Musa Peygamber aracılığı ile buyruklarını


bildirmekte olduğu sırada, ortalığı gök gürültüleri, şimşekler ve şofar sesleri kaplamıştır. *

Bunun üzerine korkuya kapılan İsrailoğulları, Musa’dan Tanrı’nın kendileri ile doğrudan değil
onun aracılığı ile söyleşmesini rica etmiştir. Musa halkına Tanrı’nın onları sınadığını, suç
işlememeleri için yüreklerine korku saldığını söylemiştir.

Tevrat’ta bu konuyla bağlantılı diğer anlatımları ve iki taş tablet üzerine yazılı on emri
tekrarlamanın gereği olmasa gerek. Ancak şöyle bir soru da kaçınılmazdır:

«Söz konusu iki taş levhanın ve üzerlerine yazılı on emrin varlığının doğruluğunu kabul
edersek; bunları Tanrı kendisi mi yazmış, yoksa onun emri üzerine Musa mı kazımış?...
Tanrı doğrudan kendisi yazmışsa, bunun için 40 gün gibi uzun bir süre gerekir mi?»

Bu tür bir soru, neyin ne olduğu ve nasıl olduğu ile bağlantılı teolojik bir tartışmanın konusudur.
Musevî inancında sözü edilen taş levhaların önem ve değerini etkilemez.

***

Tevrat’ın “Çıkış” başlıklı kitabının 19:9 babında, Tanrı ile Musa arasında bir diyalog geçer.

Bu görüşmede kavmin bundan böyle her konuda Musa’ya inanması için Tanrı’nın ateş, bulut,
karanlık, duman gibi olgular ve şofar sesleri arasında belireceği anlatılmaktadır.

“Tesniye” başlıklı kitabın 4:10-12 bablarında, Tanrı’nın Sina Dağı’nın eteklerinde insanların
ondan korkması için sesini duyurduğu belirtilmektedir. İnsanlar ile bir ateş topu halinde yüz
yüze konuşmakta, Musa kavmi ile onun arasında durmaktadır. Tanrı on emri kavme verdikten
sonra, insanlar korku ile kaçışır, Musa’yı Tanrı ile yalnız bırakırlar.

Tevrat’ın bu iki bölümündeki iki değişik anlatımdan sonra, akılda bir diğer varsayım
oluşmaktadır:

Tanrı Musa ile konuşmuş, tüm kavmi konuştuklarını izlemiş, Musa daha sonra konuştuklarını
kavmine anlatmıştır.

* Şofar: Genellikle koç boynuzundan yapılan bir üflemeli çalgı ya da boru.

6
Din bilginleri, bu varsayımlardan yola çıkarak on emrin şu ya da bu şekilde Musa’nın ağzından
değil, Tanrı katından ve doğrudan kavme verildiği konusunda birleşmektedir. Tanrı kavme
emirlerini söylemiş, onlar da duymuş, daha sonra Sina Dağı’na çıkan Musa Tanrı’nın parmağı
ile kazınmış emirlerden oluşan taş levhaları aşağıya indirmiştir.

Musa Sina Dağı üzerindeyken, kardeşi Harun, kavmin yakarışı üzerine, onlara tapınmaları için
bir altın buzağı yapmıştır. Tanrı, Musa’nın kavminin altın buzağıya taptığını görüp öfkeye
kapılarak taş levhaları kırıp atat ve Musa’ya yine dağa çıkmasını buyurur. 40 gün sonra Musa
Tanrı’nın yeniden kazıdığı on emir ile dağdan iner.

Tevrat anlatılarına göre, ilk taş levhalar Tanrı’nın parmağı ile kazınmış olup, eski Akat ve eski
Aramî harfleriyle yazılmıştı. İkinci kez yazılan levhalar ise, üst yanları yarım yuvarlak oyulmuş
iki parça halindeydi. Bu taşlar ilk on yüzyıl boyunca Sina Çölü’ndeki Ahit Sandığı’nda, sonra
kutsal topraklardaki Şina’da bulunan Ahit Sandığı’nda, son olarak da Kudüs’te Kral Süleyman
tarafından yaptırılan büyük tapınağın “Kutsalların Kutsalı” olarak anılmış bölümündeki
sandık içinde koruma altına alınmıştı.

Musevîler, Süleyman Tapınağı’nda bu taşların içinde bulunduğu sandığın, bir süre sonra
tapınağın Babilliler tarafından yıkılıp yakılması sırasında kendiliğinden yeraltına gömülerek
kaybolduğuna inanır.

Bir başka anlatımda, “Kutsalların Kutsalı” tapınağın yıkımı sırasında yıkıntının altında bir daha
bulunamayacak şekilde örtülü kalmıştır. Bu nedenle Musevîler, kutsallığa saygısızlık etmemek
için, o yeri çiğnemek istemez.

Kutsal sayılan yere basmamak, böylece o taşı saygıyla korumak bir gelenek haline gelmiş, çok
sonraları birçok ezoterik kurumda ve ardında Masonlukta da ç alışmaların yapıldığı kapalı
alanlarda görülen siyah beyaz kareler tarzındaki bir döşemeye dönüştürülmüştür.

Bu tür bir döşeme “mozaik” yani Musa’nın taşları ya da kaldırımları olarak adlandırılır. İbranî
ikonografisinde sadece yüksek rahiplerin üstüne basabileceği kare kaldırım anlamındadır.
Böyle bir yer aynı zamanda İbranî inançlarında “ilâhilîkle karşılaşılacak yer” olarak nitelenir.
Kimi başka yorum ve simgesel değerlendirmelerde, yaşamdaki karşıtlıklar ya da zıtlıklar ile
onların üzerine yükselebilmek anlamına çekilir.

7
Bir başka bir açılım ise karşımıza “felsefi gerçek” olarak çıkar. Kudüs’te yapılan tapınakların
art arda yıkılması üzerine, 1. yüzyıl sonlarında Roma’da bu tarz döşemenin yine kullanıldığı
görülmüştür. Böylece, varlığın siyah beyaz taşları olarak da düşünülürler.

***

Araştırmacılar, Musevî geleneklerinde taş kültürünün zenginliğine işaretle, Bethel’in kutsal bir
taş olarak belirdiği taşın Yakup tarafından kutsal taş olarak ilan edildiğini, böylece burasının
genel bir ziyaret yeri haline geldiğini, 12 İsrail kabilesinde ayrı ayrı birer taş inancı
bulunduğunu, Kral Süleyman’ın ünlü tapınağının içinde de aslında bir taş kültürü yerleşmiş
olduğunu ileri sürer.

Her ne kadar bu geleneklerin her yerinde bu “gizemli taş” inancının ipuçları varsa da diğer bazı
yerlerde taşların kutsal sayılmasına karşı çıkan görüşler de söz konusudur. Hz. Musa’ya
atfedilen beş kitabın “Tesniye” başlıklı üçüncüsünde şöyle denmektedir:

“Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz
ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız, çünkü ben
Allahınız Rabbim.”

Daha sonra da şu söz geçer:

“Ve kendin için Allahın Rabbin nefret ettiği dikili taş dikmeyeceksin.” (Tesniye 16:22)

Bir başka halk geleneğinde de Jabel nehrinin taşlarının asla yok edilemez özellikleri olduğuna
inanılmıştır. Nitekim bu taşlar Kudüs şehrinin yapımında surların temellerinde kullanılmıştır.

Kimi araştırmacılar, İbranîlerin kendi tapınma yerlerini işaretlemek için diktikleri, önceki
zamanlardan kalma taşların Musa’ya verilmiş bir talimat ile ortadan kaldırıldığını belirtir.

Musevî Rahipleri

İbranî kültüründeki taş inançlarında görülen bir başka konu da rahipler ile bağlantılıdır.

Eski Ahit anlatımlarından, rahipliğin babadan oğula aktarılan bir görev olduğu anlaşılıyor.

Rahiplerin görevleri çok dikkatli bir şekilde ayarlanmıştı. Her birinin kendine özgüydü. Ancak
şunu da gözden kaçırmamalı: Rahiplik, çok sonra ortaya çıkmış olan bir kavramdır; önceleri
onlardan genelde “kâhin” olarak söz edilirdi çünkü bu kişiler kehanetleri ile ünlüydü; öteki
âlemler ile haberleşmeleri sonucu aldıkları ilhamlar, devrin Musevî kültürünün günlük yapıp
etmelerini bile etkiliyordu. Musevîler, her işlerini onlardan aldıkları ipuçlarına göre yapıyordu.

Kimi rahipler Ahit Sandığı’nın korunması ve gereğinde taşınması, kimileri tapınağın bakımı ile
görevliydi. Bir diğer grup da kurban ve diğer ritüellerin uygulanmasından sorumluydu.

8
Rahipler asla mal mülk edinemezdi. Tüm görevleri Musevî halkının geleceğiyle ilgili konuların
danışılması ve dinsel ritüellerin yürütülmesiydi. Nitekim bu nedenle ülke coğrafî bakımdan
kavimler arasında paylaştırılırken, rahiplerin kavmi olan Leviler’e toprak verilmemişti.

Herhangi bir kadın asla bu rahip müessesinde görev almamıştı çünkü belki de bu daha önceki
kültürlerdeki inanç sistemlerinin kaçınılmaya çalışılan bir geleneğiydi. Tapınakların kutsal
rahipleri ve onlarla ilişkiye girmek, geçmiş kültürden gelen bir geleneğin devamı olarak
bilinmekteydi. Doğal olarak Musevîlikte bunun tam zıddı bir oluşum yer almıştı.

***

Eski anlatımlardan, ilk rahibin Harun olduğunu anlıyoruz.

Harun, Musa firavunun önünde mucizelerini ortaya koyarken onun konuşmacılığını yapmıştı.
Mısır’dan çıkış esnasında toplumun önünde bir lider olarak görünürken, Musa Sina Dağı’na
çıktığında toplumu bir arada tutmayı başaramadığını ve buzağı tapınımına geri dönmelerinden
ötürü sorumlu tutulduğu, Musa’nın çok kızmasına neden olduğu anlaşılıyor.

Yüksek rahipler genelde toplumun en saygı duyulan bir sınıfını temsil ederdi. Yaradanın
karşısına çıkıp onunla doğrudan konuşabilen ölümlüler olarak kabul edilirlerdi. Harun’u izleyen
yıllarda, Önce bu görevi İsrailoğullarının Levi kavmini oluşturanlar üstlenmişken, Kral Davut
döneminden sonra sonraları Zadok’un izleyicileri ve soyundan gelenlerin de (Sadukiler) rahip
olabildiği görülüyor.

Leviler ve Sadukiler arasında herhangi bir çekişme olmamış ise de öncekilerin her zaman en
çok tercih edilen rahiplerden olduğu anlaşılıyor. Kudüs’teki üçüncü ve son tapınağın 70 yılında
Romalılar tarafından yıkılması ile rahiplerin toplum içindeki görev ve öneminin eskiye oranla
azaldığı izleniyor.

***

Taşların insan yaşamındaki önemi incelenirken, Musevî inancındaki iki özellik daha dikkati
çekiyor. Kutsal kitap anlatımlarının dışında kalan ve fiziksel olarak devrin ilk rahiplerinden beri
geleneği oluşturan bu uygulamalar şöyle:

Yüksek rahiplerin “kutsal emanet” olarak kabul edilip, “urim” (ışık) ve “thummim” (gerçek)
denilen nesnelere sahip oldukları, gerektiğinde kararlarını buna göre verdikleri anlaşılıyor. İlk
dönemlere ait olduğu bilinen bu uygulamada, tanrısal karar verme yani kehanetin bir muhafaza
içinde tutulan iki çubuk veya iki taş parçasından birinin çekilmesiyle ve rahibin kararını buna
göre vermesiyle yürüdüğü görülüyor.

İkinci uygulama ise, yüksek rahiplerin giysileri ile bağlantılı olmak üzere Eski Ahit’te satır satır
belirtilen bir yöntemdir.

9
Yüksek rahiplerin giydiği, “ephod” denilen uzun kollu ve çok özel elbise kalçalara kadar uzanır,
omuzlardan iki askı ile arkaya bağlanırdı. Anlaşılan o ki, “urim” ve “thummim” denilen taşlar da
bu elbisenin bir yerinde taşınırdı. Ancak sonraki dönemlerde bunlar ortadan kalkmıştır.

Bu ilginç elbisede, yüksek rahibin göğsüne her bir kabileyi temsilen 12 adet değerli taş
yerleştirilirdi. Her bir kabile, üstüne adının yazılı olduğu bir taş ile ephodun önündeki özel yere
konurdu. *

Bu göğüs takısı iki katlıydı. Urim ve thummim de içine konurdu. Rahip elbisesinden hiç
ayrılmayan bu takı, aynı zamanda hem 12 kabilenin başından geçenleri hep hatırlamak için hem
muhakeme aksesuarı olarak bilinirdi. Çünkü onu giyen rahip, adalet çeşmesinden içmiş gibi ilâhî
adaleti yeryüzünde uygulayan kişi olarak benimsenir ve kararları tüm İsraillileri ilgilendirirdi.

Bu yöntem, Antik Mısır’daki bir gelenek ile benzeşiyor. Orada mumyalama ritüeli sırasında
bandajların arasına heykelcikler gizlenir ya da sıkıştırılırdı. Onlar da bu tür değerli ya da yarı
değerli taşlardan yapılır ve bir çeşit tılsım etkisi taşıdıklarına inanılırdı. Antik Mısır’daki
büyüsel koruma ya da yeniden güç kazandırma ritüelinin bir parçası olan bu geleneğin, Musevî
uygulamalarına kadar taşındığı anlaşılıyor.

Belki de buna «Aslında hiç de şaşırtıcı değil; pek doğal ve beklenir!» demek daha doğrudur.

Bu Musevî anlatımlarında Tanrı’nın tahtının altındaki bir taşı dünyaya fırlatıp her türlü
yapılanmanın bunun üzerinde olması konusu, “Şeytanın alnından düşen taş” ya da “Hint Tanrısı
Şiva’nın alnından düşen taş” konusu ile de bağdaşır.

Hiçbiri apayrı değil, hepsi birbirleriyle bağlantılı…

* Boyun Askısı Süsü: Bu çok süslü el işlemeli cepleri olan aksesuardaki 12 değerli taş ve her
birinin karşılığı olan 12 kabile adı Tevrat’ın “Çıkış” adlı kitabının 28. babında verilmiştir.

10
Tevrat’taki Bazı Taşların Özelliği

Musevî inançları üzerine yoğunlaşmış bu bölümün sonuna yaklaştık.

Tevrat’ta “taş” ile bağlantılı olarak yazılanları şöyle bir gözden geçirelim:

Hz. Musa oturmuş, kendine isyan eden ve bu yüzden cezalandırılan halkına başından geçenlerin
özetini anlatıp nasihat etmektedir. Rabbin onlara defalarca mucize göstermesi, seçilmişlerin de
olduğu mekânlarda onlara görünmesine karşın, kavimler hep ona isyan edip onu üzmüştür.
Rabbin öfkesinin tüm kavmi yok etmemesi, Musa’nın ona yalvarışları sayesindedir. (Tesniye 9)

Musa, ünlü taş levhaları şöyle anlatmış:

“Taş levhaları, rabbin sizinle ettiği akdin levhalarını anlamak için dağa çıktığım zaman
dağda kırk gün kırk gece kaldım, ekmek yemedim ve su içmedim. Ve Rab bana Allah’ın
parmağı ile yazılmış iki taş levhayı verdi. Ve onların üzerinde toplantı gününde dağda ateşin
içinden rabbin sizinle söylediği bütün sözlere göre yazılmıştı. Ve vakit oldu ki, kırk gün kırk
gecenin sonunda, Rab bana, iki taş levhayı akit levhalarını verdi. Ve Rab bana dedi ki; Kalk
buradan çabuk aşağı in! Çünkü Mısır’dan çıkardığın kavmin fesada düştü, onlara yoldan
çabuk saptılar; kendilerine dökme bir put yaptılar. Ve rab bana söyleyip dedi: Bu kavmi
gördüm ve işte sert enseli bir kavimdir, beni bırak onları helak edeyim ve göklerin altından
onların adını sileyim; ve seni ondan daha kuvvetli ve daha büyük bir millet edeceğim. Ve
döndüm ve dağdan indim ve dağ ateşle yanıyordu ve akdin iki levhası iki elimde idi. Ve
gördüm, ve işte Allahımız Rabbe karşı suç işlemiştiniz. Kendinize dökme bir buzağı
yapmıştınız. Rabbin size emretmiş olduğu yoldan çabuk sapmıştınız.

Ve iki levhayı tuttum ve onları iki elimden attım ve onları gözünüzün önünde parçaladım. Ve
Rabbi öfkelendirmek için onun gözünde kötü olanı yapmakla bütün işlediğiniz suçlardan
dolayı, ilk defa olduğu gibi Rabbin önünde kırk gün kırk gece kapanıp kaldım.”
(Tesniye 9:9-18)

Musa, anlatımına şöyledevam eder:

“O vakit Rab bana dedi ki; Kendin için evvelkiler gibi iki taş levha yont, ve dağa yanıma çık,
ve kendin için ağaçtan bir sandık yap. Ve parçaladığın evvelki levhalar üzerinde olan sözleri
bu levhalar üzerine yazacağım, ve onları sandığa koyacaksın.

Ve akasya ağacından bir sandık yaptım, ve iki taş levhayı evvelkiler gibi yonttum ve dağa
çıktım ve iki levha elimde idi. Ve toplantı gününde Rabbim dağda ateşin içinden size söylediği
on emri levhalar üzerine evvelki yazıya göre yazdı ve Rab onları bana verdi. Ve dönüp dağdan
indim ve levhaları yapmış olduğum kutsal sandığa koydum. Ve onların Rabbin bana
emrettiği gibi ordadır.” (Tesniye 9:10)

11
Bundan sonrasına ilişkin de şu örnekler verilebilir:

“Çünkü mülk edinmek için görmekte olduğun memleket, çıktığınız Mısır diyarı gibi değildir.
Orada tohumu eker ve sebze bostanı gibi ayağınla sulardın. Fakat mülk olarak almak için
geçmekte olduğun memleket dağlar ve dereler diyarıdır, ve göklerin yağmurundan su içer.
Allah’ın Rabbin kayırdığı bir memlekettir. Yolun başından yolun sonuna kadar Allah’ın
Rabbin gözleri daima onun üzerindedir.” (Tesniye 11:10)

“Mülklerini alacağımız milletlerin yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde, ve her yeşil
ağaç altında ilahlarına ibadet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz, ve onların
mezbahalarını yıkacaksınız. Ve dikili taşlarını parçalayacaksınız, ve onların aşerlerini ateşte
yakacaksınız ve ilahlarının oyma putlarını baltalayacaksınız, ve o yerden adlarını yok
edeceksiniz.” (Tesniye 12:2)

“Kendim için Allahın Rabbin mezbahı yanında hiç bir türlü ağaçtan kendine aşera
dikmeyeceksin. Ve kendin için Allah’ın Rabbin nefret ettiği dikili taş dikmeyeceksin.”
(Tesniye 16-21)

“Ve Rab Musa’ya dedi ki: İşte öleceğin gün yaklaşıyor, Yeşuyu çağır ve kendisine emredeyim
diye toplanma çadırında hazır olun. Ve Musa ile Yeşu gidip toplanma çadırında hazır
oldular. Ve Rab çadırda bulut direğinde göründü. Ve bulut direği çadırın kapısı üzerinde
durdu. Ve Rab Musa’ya dedi ki: İşte sen atalarınla uyuyacaksın ve bu kavim kalkacak,
aralarında bulunmak üzere gitmekte oldukları diyarın yabancı ilahları ardınca zina
edecekler ve bırakacaklar.” (Tesniye 31:14)

Musa veda konuşmasını bitirmiştir ve kendini dinleyen kavmine asla unutmamaları ve herkesin
devamlı söylemesi için yazmış olduğu ilâhîyi söylemektedir. Bu söylemde taş ya da kaya ile
ilgili anlatımlar birkaç ayrı yerde geçmektedir:

 “Büyüklüğü Allahımıza verin. Kayadır, onun işi tamdır.” (Tesniye 32:4)


 “Ve tarla mahsulünü yedi;
 Ve kayadan ona bal
 Ve çakmak taşından bal emzirdi. (Tesniye 32:13)
 “O zaman kendisini yaratan Allah’ı bıraktı,
 Ve kurtuluşun kayasını hor gördü.” (Tesniye 32:15)
 “Seni vücuda getiren kayayı hatırından çıkardın.” (Tesniye 32:18)
 “Eğer onların kayası kendini satmış olmasaydı,” (Tesniye 32:30)
 “Çünkü onların kayası bizim kaya gibi değildir, (Tesniye 32:31)

***

12
Rab Yeşu’ya talimat verir:

“Kendiniz için kavimden 12 adam, her sıptan bir adam alın ve onlara emredip deyin:
Buradan, Erdenin ortasından kahinlerin ayak pekiştirip durdukları yerden kendiniz için 12
taş kaldırın ve onları sizinle beraber götürün ve onları bu geceyi geçireceğiniz konakta yere
koyun.” (Yeşu 4:3-19)

Yeşu adamlarını çağırıp emri onlara aktarır.

“Ve İsrailoğulları sıptların sayısına göre hepiniz omuz üzerinde birer taş kaldırın. Ta ki
aranızda bu bir alamet olsun ve yarın oğullarınız. Bu taşlarla ne demek istiyorsunuz? diye
sordukları zaman onlara diyeceksiniz: Çünkü Erden suları Rabbin akit sandığı üzerinde
kesildiler. Erden suları Erdenden geçtiği zaman kesildiler, ve bu taşlar İsrailoğullarına
ebediyen anmak için olacaktır.”

Bunun üzerine İsrailoğulları Yeşu’nun emrettiği gibi yapar. Erden’in ortasından kaldırdıkları
12 taşı kendileri ile konaklayacakları yere götürür ve yere koyarlar. Yeşu da Erden’in ortasında
Ahit Sandığı’nı taşıyan kahinlerin ayaklarının durduğu yere bu 12 taşı diker.

“Ve kavim birinci ayın onuncu gününde Erdenden çıktılar ve Erihanın şark sınırında,
Gilgal’da kondular. Ve Yeşu Erdenden almış oldukları 12 taşı Gilga’da dikti ve
İsrailoğullarına şöyle dedi: Yarın oğullarınız bu taşlar nedir diye sordukları zaman
oğullarınıza anlatıp diyeceksiniz: İsrail bu Erdenden kuru yere geçti. Çünkü Allahınız Rab
biz geçinceye kadar önümüzden kurtulmuş olduğu Kızıldeniz gibi, Allahınız Rab Erdeni siz
geçinceye kadar önünüzden kuruttu.

O vakit Rab Yeşu’ya dedi ki: Kendin için taştan bıçaklar yap ve ikinci kere olarak İsrail
Oğullarını tekrar sünnet et. Ve Yeşu kendi için taştan bıçaklar yaptı. Ve Gibeat Haaralotta
İsrail Oğullarını sünnet etti.” (Yeşu 5:2-9)

Çünkü Mısırdan sünnetli olarak çıkan bütün kavim, isyankârlıkları yüzünden cezalandırılıp
ölmüştü. Çölde yeni nesilden kimseyi sünnet etmemişlerdi.

Kuşkusuz bu örnekler Tevrat’ta “taş” ya da “kaya” sözcüğünün geçtiği tüm anlatımlar değildir;
daha birçokları var.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:

Taş, özgün Musevî inançlarında da öteden beri önemli bir yer tutmuştu; halen de öyledir.

Sonra, bir bakıma Musevîlikten doğmuş olduğu söylenen, en azından Tevrat’ı “Eski Ahit”
olarak benimseyen hatta Yahudilerden bile daha çok sahiplenen Hıristiyanlıkta taş inancı ile
bağlantılı benimseyiş ve geleneklerin daha da bir gelişmeyle devam ettiği görülür.

13
HIRİSTİYAN İNANÇLARINDA TAŞ

Hıristiyanlıkta “Eski Ahit” olarak da anılan Tevrat gibi “Yeni Ahit” de denilen İncil’deki
anlatımlarda da çok kez değinilen taş, bilgelik kavramıyla da özdeşleştirilmiştir.

Su ile de birlikte bir simge olarak algılanan taş, anlatımların çeşitli yerlerinde çeşitli şekillerde
görülür ve Hıristiyan inancına özgü bir tarzda yorumlanarak değerlendirilir.

Örneğin Mısır’dan çıkış esnasında Musa’nın bir taşa elindeki asası ile vurarak suların açılmasını
sağlaması, Hıristiyanlıkta suyun aynı zamanda bilgelik ile özdeşleştirilmesinin yolunu açmıştır.

Daha önce de değinmiş olduğumuz üzere; Musa’nın ağabeyi Harun, İsraillilerin ilk yüksek
rahibidir. “Yaradılış”ın 6. gününden kalma, çok güçlü bir sihre sahip bir çubuğu, bir asası
olduğu bilinmektedir. Kurbanlar sayesinde Tanrı ile İsrailliler arasında barış sağladığına
inanılırmış. Musa dağa çıktığında, tapınılacak altın buzağıyı yapan aslında odur ama bunu işinin
gerekçesinin İsrailoğulları’nın onun gibi bir yüksek rahibi öldürüp, bu günah ile kirlenmemeleri
olduğu da Musevîler arasında yaygın bir inançtır. Öldüğünde, anısına iki sütun dikilmiştir.
Bunlardan biri “Bulutlar Sütunu”, öbürü “Ateşler Sütunu” imiş.

Nitekim İncil’de anlatıldığı üzere Hz. İsa’nın çölde yalnızlığı esnasında Şeytan, taşları ekmeğe
döndürmesi için onu kandırmaya çalışmış. Buradan çıkan sonuç şu ki, Musevîlikte Harun’un
birtakım insanüstü bilgi ve becerilerinin olduğu benimsendiği gibi, Hıristiyanlıkta da aynı ya da
benzerlerine İsa’nın becerileri arasında yer verilmiş.

Yakup’un başını dayayarak uyuduğu taş, “Bethel” olarak adlandırılıyor ve bu “Tanrı’nın evi”
anlamına geliyordu. İsa da Betlehem’de doğacak ve burasının adı Hıristiyanlıkta “Ekmek evi”
olarak nitelenecektir. Bir diğer deyişle, ilâhiyat açısından taş, peygamberliğin ve kutsal olanın,
ezoterik olmanın berisine gelerek egzoterik ortamda halk ile de paylaşılmasının bir aracıydı.

14
Tapınakta kullanılan taşlar da kutsal kökenli özelliklerinden hiçbir şey kaybetmemişti. Rutubete
dayanabilmekte olan taşlar, ateş karşısında içten içe daha da sıcak ve sert olabilmekteydi.

İlk dönem Hıristiyan ilâhiyatçıları, taşın tüm bu özelliklerini dört köşe yani geometrik olarak
küp şeklinde yontulmuş haliyle aynen inanç, inançlılık ve erdemler ile özdeşleştirmiştir.

***

Hıristiyanlığa gelininceye kadar tüm inançlardaki taş tapınımının ve kutsallığın izleri yoğun bir
şekilde bu dinde de vardır.

Eski Ahit Hıristiyanlarca da kutsal sayıldığından, Musevîler açısından kutsal kaya ve taşlar için
geçerli olan her şey Hıristiyanlar için de aynen geçerlidir. İncil’deki “Korintoslulara Birinci
Mektup”ta kaya için şöyle bir benzetme yapılmaktadır.

“Ve hepsi bulutta ve denizde Musa’ya vaftiz oldular ve hepsi aynı ruhani içecekten içtiler,
çünkü artlarınca gelen ruhani kayadan içiyorlardı ve o kaya mesih idi.”

Bir diğer örnek:

“Beyaz taş, kulağı olan işitsin, Ruh kiliselerde ne diyor, galip olana saklı mânâdan vereceğim
ve taş üzerine alandan başka kimsenin bilmediği yeni bir isim yazılmıştır.” (Vahiy 2:17)

Bu “beyaz taş” benzeri cisim, büyü gücüne sahip bir tılsım olup, öteden beri toplumlarda
kullanılmaktaydı.

Başka örneklere baktığımızda, daha önce sözünü etmiş olduğumuz şu beğenilmeyen taşı
görüyoruz:

“İşte, Sion’da seçme köşe taşı, kıymetli taş koyuyorum, Ve ona iman eden hiç
utandırılmayacaktır. İmdi kıymet size, iman edenleredir, fakat iman etmeyenlere: Yapıcıların
reddettikleri taş, köşenin başı, Ve sürçme taşı ve tökez kayası oldu.” (1. Petrus 2:6-8)

Kaya biçimindeki bir taşın Hıristiyan geleneğindeki örneklerinden biri de şöyle:

“Seni severim Rab, ey kuvvetim, Rab benim kayam, hisarım ve kurtarıcımdır, Allahım
sığındığım kayam, kalkanım, kurtuluşumun kuvveti yüksek kulem.” (Mezmurlar 18:1-2)

Dikilitaşlarla ilgili bir bahis de şöyle:

“İşte Sion’da temel olarak bir taş, denenmiş bir taş, temeli emniyetli değerli köşe taşını
koydum.” (İşaya 28:16)

15
Mezmurlar’ın anlatımlarında taş kültüründen etkileşim ile ilgili olarak görüş belirten
araştırmacıların dayadıkları diğer referanslar da şöyledir:

“Bana kuvvetli kaya, beni kurtarmak için sığınacak ev ol, çünkü kayam ve hisarım sensin”
(Mezmurlar 31:2-3)

“Helâk çukurundan, batak çamurundan beni çıkardı; Ve ayağımı kaya üzerinde durdurdu
ve adımlarını pekiştirdi.” (Mezmurlar 40:2)

Matta İncili’nde de şöyle bir deyiş geçiyor:

“Ben de sana derim ki: Sen Petrussun ve ben kilisemi bu kaya üzerinde kuracağım, ve ölüler
diyarının kapıları onu yenmeyecektir.” (Matta 16:18)

Taşın Kutsallaştırılması

Halk inançlarında hayli yaygın olan taşı kutsallaştırma, taşa tapınım, taşla tedavi, uğur,
çoğalma, şans, kutsal taş, kayayı ziyaret, çevresini dolaşmak ve insanların taşlaşması konuları
Hıristiyan inançlarında da geçerlidir.

Hz. İsa ile bağlantılı benzetmelerde, onun kilisenin köşe taşı ya da temel taşı veya cennetin
anahtarı olduğu, Hıristiyan ilâhiyatının temelini oluşturur. Eski Ahit anlatımlarından gelen
tarzda, örneğin “Siyondaki kıymetli köşe taşı” benzetmeleri hep iki ekolü birleştirmek isteyen
yorumcularca kullanılmıştır.

Dikkatli bir göz, İsa’nın, sözünü ettiklerinden asla bir kilise ve ruhban takımı ile ilgili konu
olmadığını anlar. İsa’nın deyişleri (doğruysa), yaratıcı ilkenin orada hazır bulunması, her an
insanlarla birlikte olması şeklinde değerlendirilebilir.

Önemli olan, bu sistemin içinde “Yahudilerin kralı” tabelası * ile çarmıha çivilenen İsa'nın da
İbranîlerdeki ilâhiyat ile temas ve ilâhî dünyalara açılma yolu sayılan simgesel nitelikli taşı
taşımakta oluşudur.

***

* Jesus Nazareth Rex Judaeorum (INRI)

16
İnşaat işçilerinin beğenmeyip kenara attıkları taşın en önemli köşe taşı (kimilerine göre kubbe
taşı) olduğuna ilişkin anlatım, Hıristiyan ilâhiyatı içinde de yer almıştır. Ancak bu kez İsa’nın
Yahudilerce kabul edilmeyip horlanarak çarmıha gerilmesini fakat daha sonra Tanrı’nın oğlu
ya da Kutsal Ruh hatta Tanrı’nın kendisi biçiminde tüm insanlara mesajını verdiği ve varlığını
getirdiğini dile getirdiği şeklinde yorumlanmıştır.

İsa’nın Matta İncili’nde geçen bir sözü şöyledir:

“Bu taşın üstüne kim düşerse o parçalara bölünecektir ve bu taş kimin üstüne düşerse o da
toz olup dağılacaktır.” (Matta 21:44)

Aziz Petrus’un anlatımlarında ise, İsa, “yaşayan taş” ve “değerli taş” olarak nitelenir.

***

Eski Ahit’te Zekeriya’nın rüyasında yüksek rahip ile şeytanı yanı başında görmesinin ardından,
gizemli taş hakkında şöyle bir söz ettiğini okuruz:

“Taşa sahip çıkın, Yeşu’nun önüne diktiğim ki o taşta yedi göz vardır.” (Zekerya 3:9)

Hıristiyan yorumcular bu konuyu İsa Mesih ile bağdaştırmış ve yedi rakamının yetkin bilgeliği
simgelediği üzerinde durmuşlardır.

Aziz Petrus’un İsa’ya inananları “yaşayan taşlar” olarak nitelendirdiği de görülür: “Siz canlı
taşlar olarak ruhsal bir ev kuracaksınız.”

Bir başka yerde, yaratıcı ilkenin şöyle bir seslenişini duyuyoruz:

“Neredeydin ben dünyanın temelini attığımda ki orda temeller bağlanmıştı.” Ardından da


“Kim onun üstüne köşe taşını oturtmuştur.” diye sorgulamaktadır. (Eyüp 38:5)

Eski İbranî külliyatında “Aben Shatijah” denilen temel taşına sürekli atıfta bulunulmaktadır.
Ondan dünyanın sağlam ve düzenini sağlayan bir simge olarak söz edilmektedir. Onun aslında
gerçek bir taş olmadığına fakat aradan geçen zaman içinde Şit, Enoş, Yakup, Davut, Süleyman,
Kudüs’teki ilk tapınak ve daha sonra da Zorobabel ile birlikte ikinci tapınak ile bağlantılı
efsanelerle karşılaştırılıp, özdeşleştirildiği öne sürülmektedir.

Kutsal Taşın Serüveni

Musevî din adamları, sözü edilen kutsal taşın önce İspanya’ya götürüldüğünü, oradan da
İrlanda’ya taşındığını anlatır.

Orada, Cashel Katedrali’ne yerleştirilmiş olan bu taşın üstünde 5.-11. yüzyıllarda Güney
İrlanda (Munster) krallarının taç giyme törenlerinin yapıldığı anlatılmaktadır.

17
Bazı kaynaklar “Stone of Scone” olarak adlandırılan bu taşın 12. yüzyılda İskoçyalı Prens
Fergus’un ve daha sonra gelen İskoçya krallarının taç giyme törenlerinde kullanıldığından söz
etmektedir. Olay, bu tarihlere ve mekânlara paralel bir oluşum gösteren şövalyeliğin gelişimiyle
ilişkilendirildiğinde, daha ileri bir anlam kazanmaktadır.

Sonradan Kral Edward tarafından İngiltere’ye getirilen taş,


Westminster Abbey’de taç giyme tahtının altında oturtulmuştur.
Tüm İngiliz kral ve kraliçeleri, bu taht üzerinde taç giymiştir.

Günümüze kadar gelmiş olan, özellikleri bilinen bu taş, 56 x 33 x


28 cm boyutlarındadır. Bu taşın, Yakup’un başını yaslayıp
uyumuş olduğu taş ve Kudüs tapınağındaki kutsal taş olup
olmadığı yönündeki tartışmalar halen sürmektedir. Bu taşın
kutsallığına inanmayanlar, onun İskoçya’nın batısında bulunan
kumtaşlarından olduğunu iddia etmektedir.

Britanya tarihinde yer etmiş bu taş üzerinde bazı Sakson krallarının da taç giydiği söylenmiştir.
İrlandalıların, kendilerinde olduğunu ve İrlanda’da Dublin çevresindeki Meath bölgesinde yer
alan Tara tepesinde sakladıklarını iddia ettikleri krallık taşı da iddialara göre bu taşın aslı imiş.
İrlandalıların adlandırmasıyla bu taş “Gelecek Taşı” olarak bilinirdi. Herkes bu taşa sahip
çıkıp, aslının kendisinde olduğunu ileri sürüyor.

***

Eski İbranî kaynaklarında, söz konusu temel taşı ile bağlantılı olarak çeşitli anlatımlar vardır.
Bunlar, İsa’nın öyküsünü Hıristiyan karşıtı bir tarzda ele alan “Toledoth Jeshu” ve “Yamu”
gibi yapıtlara yansımıştır.

Kimi masonik araştırmacılar, bu taş ile Masonlukta geçen “Royal Arch” (Krallık Kemeri)
efsanesindeki çift küp ile bağlantı kurmuş ve taşın üstünde yazılı olan Tanrı’nın gizli adının
“G.A.O.T.U.” * olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Metempsikosis inançlarında ** bir insanın ruhunun yeniden doğarken insan bedeninde değil,
bazen günahlarına göre bir hayvan bedeninde doğduğu, bazen de bir taşın içine hapsedilmiş
olarak dünyaya geldiği benimsenirdi. Eski İbranî kaynaklarında bu olaya ilişkin bazı anlatımlarda
şöyle sözler geçer:

“Taşlar duvarlardan dışarı haykıracaktır.” … “Bu taşta bir insanın ruhu hapistir ve kendini
dışarı çıkartmak için dua etmem için bana yalvarıyor.”

* G.A.O.T.U: Masonluktaki bu kısaltmanın İngilizcedeki açılımı “Grand Architect of the


Universe” (Evrenin Ulu Mimarı) olarak verilir.
** Antik Yunan felsefesinde, ruhun bir bedenden diğerine taşındığına dair inanç.

18
Kutsal Taştan Kutsal Kâse’ye

Kutsal Kâse biçimindeki simgelemede, bir tür ruhsal ve ezoterik birliktelik yani ilâhî ilkeyle
birlikte olmak, bir mistik deneyim niteliğinde ortaya konulmaktadır.

Genellikle bir tepenin üstündeki bir tapınakta su ile çevrelenmiş olan ve ulaşmaya çalışanın hep
engelleneceği zorluk ve sınavlar ile baş başa bir biçimde tasarımlanmıştır. Koruyucuları hem
rahip hem kraldır. Bu rahip ve krallar hem canlılar hem ölüler dünyasındadır. Kâseye ulaşmayı
başarabilen olursa, ya kralın kızı ya da hayal edemeyeceği büyük armağanlarla ödüllendirilecektir.

Kutsal Kâse öyküsü zengin bir Musevî olan Arimatealı Yusuf ile başlar. İsa’nın bedenini gerili
olduğu çarmıhtan indirip gömmek için Romalı Vali Pilatus’tan izin koparır. Bazı anlatımlarda,
çarmıhta gerili iken akan kanını bir kâsede toplamıştır; işte odur Kutsal Kâse... Bazılarında ise
İsa’nın o ünlü son yemeğinde kullandığı kaptır. Bazılarında her ikisi birden...

Arimatealı Yusuf, İsa Peygamber’in bedenini çarmıhtan indirerek gömmek için önce yıkamaya
koyulur ve anlatımlara göre akan kanın yere dökülmesini bu kâse sayesinde önler.

Bir Amenghi da Caravaggio yapıtı (1603)

Daha sonra kâseyi çalmakla suçlanıp hapse atılır. Aç ve susuz bırakılır. Hapisteyken başından
mistik bir deneyim geçer; İsa görünür ve bir ışık huzmesi içinde kâseyi onun korumasına
bırakır.

Daha sonra İsa ona kutsal gizemi açıklar ve bunu yayması talimatını verir. Yusuf, ortalıktan
kaybolmadan önce her gün kendisini ziyaret edip bir parça yiyeceği kâsenin içine atarak giden
bir güvercinin sayesinde hayatta kalmayı başarır.

***

19
Bu öykünün başka versiyonları da var. Ancak bunlar Hıristiyan ilâhiyatçıların karşı çıktığı,
sapkınca iddialar olarak nitelendirdikleri anlatımlardır.

Bunlardan biri de İsa’nın çarmıhta ruhunu teslim etmediği, Arimatealı Yusuf’un onu oradan
bitkin ama canlı olarak indirdiği, İsa’nın daha sonra yıllarca yaşadığı hatta çoluk çocuğa
karıştığı tarzındadır.

Hıristiyanlığın incelenmesi bakımından bu gibi öykü ve iddialar da ilginç sayılabilir.

Daha sonra şövalyelerin yıllarca peşinden koştuğu bu bulunamayan Kutsal Kâse, bir tür mistik
deneyim, bir gizemler yumağı ya da Tanrı’da yok olma amacı olarak da değerlendirilebilir.

İşte bu simge, kendini aynı zamanda alşimistlerin “Felsefe Taşı” olarak da ortaya koymuştur.
Bu ünlü ve belki de varsayımsal taş, “Lapis Exillis” (Düşmüş Taş) olarak da bilinirdi. İnsanın
bu taşı görmesi durumunda her türlü hastalıktan kurtulacağı ve görünüşünün asla değişmeyeceği,
ölümsüzlüğü yakalayacağı benimsenmekteydi. Böylece ölümsüzlük erkinin sağlayıcısı olduğu
düşünülen bu taşın bazen Lucifer yani Şeytan’ın alnındaki taştan iyi ile kötünün savaşı esnasında
düştüğüne, bu savaşta taraf tutmayan melekler tarafından dünyaya getirildiğine inanılırdı.

***

Kutsal taş, tanrısal sonsuzlukla simgelenmektedir ve aynı zamanda bireyin kendi içine bakmayı
öğrenip, asal bilgilerini ve yetkinliğini artıracağı bir simgenin yorumunu da içerir. Ancak tüm
bunlar gizemcilerin (mistiklerin) düşünü ve benimseyişidir. Kesinlikle ezoterik bir nitelik
taşıdıklarından, Hıristiyan ilâhiyatçılar bu tür yorumlara karşıdır.

Hıristiyan ilâhiyatında kutsal taş somut bir nesnedir ve ötekilerin onunla özdeş tutmaya çalıştığı
Kutsal Kâse diye bir şey de yoktur.

İSLÂM İNANÇLARINDA TAŞ

İslâmî gelenekte hac ziyareti sırasında uygulanan ritüelik uygulamalardan biri de Mina’ya
giderek Şeytan’ın işareti olarak bilinen bir noktayı taşlamaktır. Hacı adayları, yerde buldukları
taşları belli bir noktaya fırlatmakta, böylece hem Şeytan’ı taşlamakta hem de günahlarından
arınmaktadırlar.

Bu ritüel, Müslümanlıkta yaratılmış ve salt İslâm dinine özgü değildir. İslâm inançlarının çok
öncesinden gelir. Nasıl Kâbe’yi tavaf etme ritüelinin benzerleri başka kültürlerde de görülürse,
bu da öyledir; İslâmî potada erimiş, İslâmlaştırılmıştır.

Ölmüş büyüklerin mezarlarına taş getirilerek bırakılması, günümüzde ziyaret edilen mezarlara
çiçek bırakılması ile aşağı yukarı aynı anlama gelmekteydi.

20
Taş yığın ya da kümeleri, bir cinayet işlenmiş ya da birinin ölmüş olduğu yerin anısına da
yapılabilirdi. Bu şekilde yapılan yığınlara “menzeh” (gezinti yeri) denirdi.

Çoğu zaman dağlık arazideki mezarlıklarda bilge ya da azizlerin mezarları ufak piramitler ile
süslenirdi. Böylece bir ziyaretçi, engebeli arazideki mezarı kolaylıkla fark edebilir, hem rahatça
ziyaret eder hem geçtiği yerleri belirlemiş olurdu.

Taş tepe ya da kümelerine taş fırlatmak geleneği kimi araştırmacılar tarafından ölülerin ya da
ataların ruhlarına bir çeşit kurban vermek olarak görülürken, başka araştırmacılar bu geleneği
inananın bu taş yığının ruhu ile ruhsal birleşme amacı olarak nitelemiştir.

İslâm Öncesindeki Bazı Gelenekler

İslâm öncesindeki geleneklerde taşlar, diğer kültürlerdeki gibi büyü amaçlı olarak da kullanılırdı.
Büyü yapılacak insan, taş tepeciğinin üstüne konan bir taşla özdeşleştirilir, parçalara ayrılması,
eziyet görmesi, acı çekmesi hatta mahvolması beklenirdi.

Bu geleneklerdeki bir başka konu, değerli taşlara yüklenen okült açılımlar, halk inançlarında
İslâmiyete geçişten sonra da devam etti.

Değerli taşlar hem büyü yapmak hem yapılmış bir büyüyü önlemek amacıyla kullanılırdı.
Koral, karnelyan (Kırmızı akik taşı), sedef gibi kabuklu deniz hayvanlarının kabuğu ve amber,
bu tür uygulamalarda en yaygın olarak kullanılan nesnelerdi. Karnelyan, rubi ve koralin yeniden
kavuşmak, servet sahibi olmak için kullanılırdı. Agat adlı taş, ün ve şöhrete erişmek için
taşınırdı. Turkuaz taşı, zafer elde etmek ve uzun yaşam için takılırdı. Beyaz zümrüt ve topaz,
refah ve sağlık araçlarıydı.

Rubi (yakut)
Turkuaz Koralin

Zümrüt Karnelyan Beyaz topaz

21
Kâbe

Mekke kentindeki ve günümüzde de Tanrı’nın evi olarak bilinip, “Beytullah” diye anılan
Kâbe’nin İslâm sonrası bir oluşum olduğu sanılmasın… O daha önceden de vardı. “Beytullah”
sözcüğünün ise, küp şeklindeki biçimlendirme ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir.

Kâbe’nin yan duvarları 12 m uzunluğunda olup, yüksekliği 15 m’dir. Bir kabule göre Mekke
çevresindeki dağlardan getirilmiş taşlarla yapılmıştır. Her yıl değiştirilen bir örtüsü vardır.
İçinde tavanı tutan üç ahşap direk bulunur. Her yanı altın ve gümüş kandiller ile süslenmiştir.
İç duvarları ve döşemesi mermer ile kaplanmıştır. İçeride tavana çıkmak için bir merdiven
bulunduğu da söylenir.

Kapısı, kuzeybatı duvarında yerden 2 m yüksekliktedir. Açıldığında, önüne tahta bir merdiven
sürülür. Doğu köşesinde, yerden 1-1,5m yükseklikte “Hacer-ül Esved” adlı siyah bir taş
bulunmaktadır. Kuzeybatı duvarının üst kenarının altında dışarıya uzanan “Mizab al-rahma”
adlı bir yağmur suyu oluğu vardır. Bununla batı köşesi arasında yer alan yön, “tam kıble” yani
İslâm inancına göre kutsal yöndür.

22
Kuran-ı Kerim’de Bakara suresinin 125. ayetinde şöyle denmektedir:

“O gün Kâbe’yi (ve iz ce’alnelbeyle) insanlar için toplantı yeri, güven yeri kılmıştık. Sonra
İbrahim’le *, İsmail’le Kâbeyi dolananlar, onun içine kapananlar, rüku edenler için evimizi
temiz tutmalarını buyurmuştuk.”

“O gün İbrahim ve İsmail’le birlikte Kâbe’nin temellerini atarken şöyle diyorlardı: Ey bizim
Allahımız şu yaptığımızı iyi karşıla.”

Ali imran suresinin 96-97 ayetleri şöyle der:

“Gerçekten herkes için kutlu yol gösterici olarak kurulan ilk tapınak Mekke’dedir.”

Kâbe’nin tapınak olarak kullanılmış olduğunu gösteren apaçık belgeler vardır. İbrahim’in katı
yani makamı da oradadır. Her kim oraya giderse güvenceye kavuşmuş olduğuna inanılırmış.

Maide suresinin 97. ayetinde de şöyle denmektedir:

“Allah Beyti Haram olan Kâbeyi ce’allahulkaa betelbeytelharame kutlu ev kıldı.”

Hac suresinin ayetinde şöyle denmektedir:

“İnsanları Kâbe’ye yüz sürmeye çağır ki uzak yollardan sana gelsinler.”

Kureyş suresinin 3. ayetinde de şöyle bir söz geçer:

“Artık bu Kâbe’nin Allahına tapın.”

Bunlar, Kâbe’nin önceden var olduğuna işaret eder. Nitekim İslâm tarihçileri arasında Kâbe’nin
on kez yapıldığını belirtenler vardır.

* Musevî inançlarından bilindiği üzere, Hz. İbrahim babasının heykel ve put dükkânındaki
her türlü totemin kafasını kırar; bunlardan sadece bir tanesini kırmaz ve babası gelince de o
kırmadığı putun bütün bunları yapan olduğunu söyler. Kral Nemrut tarafından ateşe atılsa da
yanmaz.
Çok yaşlı iken Tanrı ile anlaşmasını belirlemek için sünnet olması emredilir ve o da olur.
Tanrı onu denemelerinden birinde karısı Sarah’tan olan çocuğu İshak’ı kurban etmesini
ister. Tanrı’ya uzun süre Sodon’u yok etmemesi için yalvarmıştır.
Boynunda hastalara şifa veren çok önemli bir taş taşımaktadır.
Musevî inançlarında Machpelah mağarasında gömülü olduğu inanılmıştır. Bir melek
tarafından kendisine İbranî dilinin gizemleri öğretilmiştir. Sefer Yetzirah’ın ilkelerini onun
belirlediği ve detayları onun yazdığına inanılır.

23
9. yüzyılın hadis bilgini İmam-ı Buharî’nin Hz. Ayşe’den aktardığı bir hadist, Hz. Muhammed’in
kendisine «Hz. İsmail’in duvarı Kâbe’de midir?» diye soran Hz. Ayşe’ye şu karşılığı verdiği
belirtilir:

«Harçları azdı, dar tuttular; sonra Hz. İsmail’in duvarını başka bir duvar ile çevirdiler.
Ulusumun bilgisizlikten ötürü yüreklerine şüphe düşeceğinden çekinmeseydim, Kâbe’yi
İsmail’in temelleri üzerinde yeniden yapardım.»

Zubeyr bin Abdullah, bu olaya dayanarak Kâbe’yi temelleri üzerinde yeniden yaptırmıştı. Zalim
Haccac Mekke’yi aldığında, Kâbe’yi yıktırıp Kureyşinki gibi yaptırmıştı. Harun Reşid de yıkıp,
Hz. İsmail’in temeli üzerinde yeniden yaptırmak istemiş ama bunun için İmam Malik’den fetva
almayı başaramamıştı.

Kâbe, “Mescid-i Haram” olarak da bilinmektedir. Buharî’den aktarıldığı söylenen bir başka
hadiste, Ebu Zer Hz. Muhammed’e «Ey Allah’ın elçisi, yeryüzünde ilk önce hangi mescit
kuruldu?» diye sorunca, aldığı cevap hayli ilginçtir: «O mescit, Mescid-i Haram’dır.» Bunun
üzerine Ebu Zer «Daha sonra hangisi kurulmuştur?» diye sorunca, «Mescid-i Aksa’dır.»
yanıtını almıştır. Hz. Muhammed bu hadisinde, iki yapının 40 yıl ara ile yapıldığını söylemiştir.

Mescid-i Aksa ve Kubbet - üs Sahra

İslâm dininde “kutlu ev”, “Tanrı’nın evi” olarak bilinen bu mekânda aslında yeryüzünde
süregelen tapınak yani Tanrı ile buluşma yeri, ilâhî dünyalara açılma kutsal noktası geleneğinin
bir parçasının yansıması söz konusudur. İster en önce o yapılmış olsun ister öteki, önemli olan
tarih değil, insan için onun ilâhlîğin bir buluşma yeri olmasıdır.

İslâm öncesindeki Arap geleneklerine bakılınca, burada asıl konu olan taş ile insanın ilişkisinin
ayrıntılarını tam olarak hissettirdiği görülür. Öyle ki, her adımda, her noktada taş ile bağlantılı
konular kendiliğinden ortaya çıkar.

***

24
Suudi Arabistan’da Al Taima’da bulunan, M.Ö.1000 yılı dolaylarına ilişkin bazı mezar taşlarında,
Al Uzza adlı bir idolün betimlemesi görülür. Al Uzza’nın neyi simgelediği tartışmalıdır ama
burada insan formu ile bütünleştiği görülmektedir.

İslâm öncesinde, Hıristiyanlığın Arabistan’ın kuzeyi ve Bahreyn’de yayılmış olduğunu görülür.


Bu arada Yemen ve Medine dolaylarında Musevîler yaşamaktadır. Yemen, Kraliçe Seba’nın
(Saba Melikesi’nin) ülkesi olarak bilinmekteydi.

“Al Uzza” adlı taşın anlamı, “Uzza ilâhesinin kölesi”dir. Bir de Al Suca vardır ki, atlar ve
atçılık ile ilgili bir puttur; Al Sacca ise yaratıcı güçten farklı bir tapınım gösterir. Al Bacca
devenin canlı bedeni ile ilgili bir ilâhî mesaj alınabilen bir gücü temsil eder.

Al Uzza Al Bacca

Hz. İsmail’in Mekke’de yerleştiği zaman birçok çocuğu olduğu ve bu kenti âdeta doldurup
burada önceden yaşayan Amalikalıları sürdükleri bilinmektedir. Daha sonra Hicaz bölgesi
Amalikalıların yerleşim yeri olmuştur.

Mekke’yi ziyaret edenler, ayrılırken Kutsal Ev’e saygı gereği yanlarına bir taş alır, gittikleri
yerde bunu yere koyarak çevresinde dönerlerdi. Bu gelenek, sonraları “tavaf” şeklinde ritüelik
bir biçim almıştır; Arap kayıtlarında “Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den öğrendikleri üzere”
şeklinde belirtilmiştir.

Birçok kaynakta, İslâm öncesinde Arapların tıpkı ünlü Babil Kulesi olayında olduğu gibi ayrı
ayrı putlara taptığından söz edilir. Kimilerinin Nuh’un kavminin öncesinden kalan putları
çıkartıp onlara tapmaya başladığı da ileri sürer. Tarihçiler, geriye kalan geleneklerin, Kâbe’ye
saygı, tavaf etmek, hac, umre, Arafat’ta ve Muzdelife’de vakfe kurban sunmak ve “lebbeyk” *
sözcüğünü sürekli olarak dile getirmek olduğu hususunda birleşir.

***

* Sözlük anlamı bakımından lebbeyk, “Buyurun, emrinizdeyim” demektir.

25
Dilimizde “haram” sözcüğünün anlamı ya da çağrışımına alışmış olduğumuz için Kâbe’nin bir
adının da Mescid-i Haram oluşunu yadırgayabiliriz. Bu, bizim bu sözcüğü kendi dilimizde,
Türkçe olarak düşünmemizden ileri gelir.

Bir an dikkatimizi “harem” sözcüğünün etimolojik kökenine yöneltecek olursak, HRM


kökünün sadece Arapçada değil tüm semitik dillerde çok geniş bir şekilde kullanıldığını
görürüz. Kuşkusuz bu kullanım bir şekilde sakınma, yasaklanma fiilini yansıtmaktadır; aynı
zamanda insan için kutsal olan ve insanın bazı ilişkilerin anlatımını kullanmasının yasak olduğu
anlamına gelmektedir.

İbranî kökende bu, kutsamak anlamında kullanılmaktadır. İbranîce HRM, Yehova’ya bir şeyi
temelli adamak, o şeyi sürekli kılmak anlamındadır. Arapçada ise istisna etmek, engel olmak,
yaklaşılmaz yapmak anlamlarını, aynı zamanda “harem” gibi sadece kadınlara özel bölüm,
dindeki yasak, kutlu ve çiğnenmez kurallar gibi anlamlar yüklenmektedir.

Burada dikkat çeken olgu, birbiri ardınca “h”, “r” ve “m” harfleri ya da bunların ilgili dildeki
karşılıklarının dile yansıyışını içeren adlardır. Bu durumda, Yunanca olmasına karşın HERMES
adının da bu kök ile bağlantısı olduğu düşünülebilir.

Tavaf

Cahiliye çağında Araplar tapınakları çıplak ayakla tavaf ederdi. Tavaf, asla günlük elbiselerle
yapılmazdı çünkü bu elbiseler kutsala dokunduğunda tabu olur, artık giyilmezdi.

Buharî’ye göre, Cahiliye çağında ihram esnasında “Hums”dan yani Mekke’nin doğusunda
oturanlardan elbise alınırdı.

Tevrat’ın “1. Krallar” kitabında da Davut’un günlük elbiselerini çıkarmış ve bir parça örtü
içinde Rabbin evinde sandığın önünde raks ettiğinden söz edilir. Dolayısıyla bu sırf Araplara
özgü bir gelenek değildir; tüm semitik kültürlerde görülür.

***

Tavaf Arapçadır; İbranîcedeki karşılığı “pasah”tır.

Kutsal yerlere girerken giysiden arınmak, genele yaygın bir uygulamaydı. Birçok kültürde bazı
hallerde de din görevlisinden ödünç elbise alınırdı.

Devrin Arap geleneklerinde “Vadd”, “Suva”, “Yagus”, “Ya’uk” ve “Nasr” gayet iyi bilinen
ilâhların adlarıydı. Her birini yansıtan çeşitli idoller, putlar vardı.

En eski putlardan biri de “Manat”, “Abd Manat” ya da “Zayd Manat” olarak bilinen, Mekke ile
Medine arasındaki bir put idi. Araplar onun çevresinde kurban keserdi. Bu putun korunmasını
Avs kabilesi üstlenmişti. Bunun siyah, şekilsiz bir taş olduğunu ileri sürenler vardır.

26
Gerek Arap gerek İbranî geleneklerinde, kurban kesildikten sonra akan kan ile kutsal taş
sıvazlanırdı. Böylece hayvan ya da adak, Tanrı’ya sunulmuş olurdu.

Bu geleneğin bir başka ayrıntısı uyarınca, hayvanın kanının kutsal taşların arasında açılmış olan
bir çukura, “Gab-Gab”a akıtıldığı görülür. Eti, ritüele katılanlar arasında paylaşılırdı.

Aynı gelenek, Antik Mısır’da mumyaların son yolculuklarına çıkmadan önce mezar odasında
uygulanırdı.

Tevrat’ın “Çıkış” adlı kitabının 24:6-8 babında, öküzlerin kanının bir kısmının tapınağa, kalanın
halkın üzerine serpildiği belirtilir. Burada ilâh ile halk arasında bir kutsal bağlantı sağlanmış
olmaktadır. Bu eski tapınım geleneğinin bir uzantısı olarak, kutsal taş kana bulanıyordu.

Tevrat’ın “1. Samuel” başlıklı kitabında, bu geleneğin, kesilmiş olan hayvanın kanının tapınak
taşının üzerine dökülmesi şeklinde geçtiği görülür. “Levililer” başlıklı kitapta da tapınağın ve
putun kanla sulanmasıyla evin barışa kavuşacağına inanıldığı biçiminde bir deyiş vardır.

Al Uzza

Bu dönemde Kuzey Arabistan’daki kavimlere genel olarak Ma’add denirdi.

Yemen halkı ile Ma’add arasındaki çekişme ve savaşlar, Cahiliye devrinin en önemli bölümünü
oluşturur. “Ma’add oğulları” terimi, tıpkı Antik Mısır’daki Horus’un oğulları ya da kızları gibi
bir terimdir. Bu terimler ilgili kabileleri temsil etmek için kullanılırdı.

Ma’add oğulları yani Kuzey Arabistan kavimlerinin taptığı en önemli üç put Manat, Avs ve
Hazrac idi. Cahiliye devri geleneklerinde Avs ve Hizrac’a bir arada Hazrac denirdi. Manat ise
Mekke ile Medine arasında Al-Musallal yöresinde Kudayd denilen yerde dikili durmaktaydı.
Bu putları ara sıra ziyaret ve tavaf etmek, en belirgin tapınma şekliydi.

Taif’deki putun adı Al-lat idi. Bu, dört köşe bir taştı. Arapların “lat” adlı bir taşına bir Kenan
kavmi olan Nabateanlar da tapmaktaydı. Onu Petra’daki bir bakire anne ile özdeştirmişlerdi.
3. yüzyılın Kilise babalarından Epiphanius’un anlatımlarında, bu inancın bir benzerinin Elusada
adlı yerde de görüldüğü belirtilmektedir.

27
İlk dönem İslâm tarihçilerinden İbn-i Hişam, Al-lat adlı dört köşe beyaz kaya taşın üstünde
türlü kolye ve küpeler olduğundan söz eder. Bu taşın boyutunun yaklaşık 4 metre olduğu ve
içine yerleştirildiği tapınağın da tıpkı Mekke’deki gibi bir örtü ile örtüldüğü belirtiliyor.

Kuran-ı Kerim’de “Al-Lat ve Al-uzza hakkında ne düşünürsünüz?” diye sözü geçen bu taşın
içinde bir ilâhenin barındığı düşüncesi, o dönemin kafalarına kazınmıştı. Hatta oturmuş, düşünen
bir ilâhe şeklinde betimlendiğini görülür.

Kimi araştırmacılar, Al-Uzza ve Al-Ozza’nın aslında “Al A’azz”ın dişisi olduğundan söz eder.
Adına yapılan heykelciklerin, özellikle hastaları iyileştirmekte kullanılıyor olması ilginç bir
gelenektir. Bu idolün Suriye’de Nahla’nın kuzeyinde Al-Gumayr’ın karşısında, Mekke’den
Irak’a çıkışta sağda Hüraz adlı bir vadide bulunduğu anlatılır. Venüs ile de özdeşleştirilen bu
idol, Suriyeliler tarafından da “göğün kraliçesi” olarak algılanıyordu.

Arap anlatımlarında şöyle bir söylem geçiyor:

“Yeremya’ya sor da öğren! Kadınlar Yerusalim’i göğün kraliçesine kurban sunmaları


yüzünden yıktılar. O zamandan beri İbranîler puta taparlar. Onlar bu yüzden çok
azarlandılar, esir edildiler. Fakat onlar böyle gök tanrısına tapındıklarından Allah
tarafından azarlandılar, esir edildiler. Fakat onlar böyle gök tanrısına tapındıklarından
Allah patriklere verdikleri sözleri hükümsüz kıldı ve onları Babil’e sürdü.”

Kadınların damlarda kurban sunması ve çörek pişirme âdeti gibi, İbranîler de belki bir
dönemlerinde geçmişte kalan uygulamalarında Arapların yıldız ilâhesi İsis’e tapınıyorlardı.
Belki de böyle bir gelenek onlara Mısır’daki günlerden yansımıştı.

Bir görüşe göre Cahiliye devri olarak adlandırılan bu dönemde Uzza ilâhesine tapmış olanlar,
Hıristiyan olduktan sonra onu Meryem şekline çevirti. Meryem’e çörek sunarak Uzza tapınımını
sürdürmüşlerdi. Hayli dikkat çekici bu benzeyiş karşısında eski İbranîlerin “göğün kraliçesi”
adıyla Venüs’e tapmış olabilecekleri düşünülebilir.

***

Araplar, Kureyş’in çocuklarına “Abd Al-Uzza” derdi. Al-Uzza’nın Kureyş’in en büyük putu
olduğu ve onu ziyaret edenlerin tavaf etmek, kurban kesmek, hediyeler sunmak gibi ritüelleri
anlatılır:

“Lat hakkı için, Uzza hakkı için


Onlar yüksek turnalardır,
Onların şefkatine ümit bağlanabilir.
Üçüncüleri Manat hakkı için,
Onlar Allah’ın kızlarıdır.
Onun yanında şefaatçilerdir.”

28
İbn-i Habib, Al-Uzza’nın Nahla’da bulunan bir ağaç olduğundan ve yanında bir başka kutsal
ağaç daha bulunduğundan söz etmiş. Belki bu taş idol, ağacın kutsallığını vurgulamak için
kurbanların üzerinde kesildiği bir taştı ve sonra Arabistan’a getirilmişti. İbranî anlatımlarının
birçok yerinde, bir ağacın yanına getirilen bir taşa değinilir.

Gezgin yazar James Hamilton, ilk kez 1857 yılında yayınlanan “Sınai Hedjaz and Soudan”
(Sina, Hicaz ve Sudan) adlı yapıtında, Al-Uzza’nın Taif’de bulunan kuzey yüzünün sular altında
kalarak ya da tahrip edilerek aşındığını anlatan bir öykünün gerçek olmadığına değinir.

Arap geleneklerinde yemin ederken «Uzza’nın kutlu sahibine and olsun.» demeleri, onun da
üstünde yaratıcı bir gücün bulunduğunu kabul ettikleri düşüncesini ortaya koyar. Bu konuda bir
başka ipucu da Uzza’nın yakınında bulunan ve yanında kurban kesilen Gab Gab ile bağlantılı
şu sözlerdir: «Biz ilk andı Allah’ın evine içtik, yoksa Gab Gab’daki dikili taşlara içerdik.».

Bu durum Cahiliye devrinde bile bir “tek tanrı” inancının varlığını gösterir. Amr bin Nufayl’in
mısralarında bu daha da belirginleşir.

“Lat’ı, Uzza’yı da, hepsini terk ettim,


Kuvvetli ve sabırlı olan böyle yapar,
Bundan böyle ne Uzza’ya ne onun iki kızına inanıyorum,
Ne de Gonem oğullarının iki putuna giderim,
Hubal’i de ziyaret etmem
Ki o aklımın ermediği bir çağda bize ilâhtı.”

Başka araştırmacılar; bu konuya değinirken, onlardan “yüksek turnalar” diye söz eder.

Çeviri yapılırken “turna” denmiş olan Arapça “al garanik” sözcüğü, aslında çeşitli kuşlar için
kullanılırdı. Bu bağlamda Al-Lat, Al-Uzza ve Manat adlı putların Tanrı’nın yanında şefaatçi
sayılmalarından ötürü kuşlara benzetilmesi, belki çok daha önceden gelen ve İslâm inancında da
varlığını korumuş olan kozmolojik hiyerarşide dairesel hareketler ile dönen doğaüstü göksel
nesneler ya da meleklere gönderme yapmaktaydı.

Çeşit Çeşit İlâhlar

Arap geleneklerinde tekin olmayan yerler, ağaçlar, mağaralar ve pınarların hep cin ve ilâhların
barındığı yerler olarak algılandığı görülür. Bunların birçoğu, ilerleyen zamanlarda başlı başına
tapınma objeleri olmuştur.

Tay aşiretinin taptığı, Bavlanoğulları’nın korumasını üstlendiği Al-Fasl adlı bir put vardı. Aco
Dağları arasında bir yerde, kırmızı bir burunlu bir insan şeklindeki bir puttu. Tay kabilesi daha
önce Suhayl (Zuhal = Satürn) yıldızına tapardı. Bu yıldız, felaket getiricisi olarak bilinirdi.

***

29
Taş konusunda şöyle bir sıralama görülüyor:

 Göklerden, ilâhî gücün yanından gelen bir nesne;


 Taşın içinde barındığına inanılan ilâhî güç;
 İnsanın taşın içinde kendini hayal etmesi ve taşla bütünleşmesi;
 Taşla bütünleşen insanın kendini ilâh sanması;
 İçteki ilâh.

Bu simgesel dönüşüm belki tüm Semitik kültürlerdeki inanç sisteminde kendini göstermiştir.

Cahiliye devirlerindeki gömülerde, cesedi kefene sarmadan olduğu gibi gömmek, “şerefsiz
olarak gömülmek” anlamına gelirdi. Bu olay “gayri muhassab” olarak adlandırılırdı. Bu sıfat,
“bir sütun tarafından desteklenmeden” anlamına da gelir.

Sütun ile desteklenerek ya da desteklenmeden gömülmeyi, ilerleyen dönemlerdeki Cahiliye


Arap geleneklerinde, ölünün bir çeşit dönüşüme uğrayıp, kolunun kıvrılıp başının altına yastık
ya da destek olarak konulduğu tarzında görülür.

Acaba ölen bedenin muhassabya da gayri muhassab olması, Arapların çok daha önceki
tarihlerde yer alan Antik Mısır inançlarından bir alıntısı olabilir mi?

Buna “Evet!” demek büyük iddia olur ama kolay kolay “Hayır!” da denilemez.

***

Kureyş kavminin Kâbe’nin içinde ve dışında Uzza’dan başka putları da vardı; tam 360 adet…
Bunların en büyüğü Hubal’dı. Kırmızı akikten yapma insan şeklinde bir puttu bu… Kureyş
onu bu şekilde almış ve sonra ona bir kol yapmıştı.

30
Mekke’de her ev sahibinin taştan bir putu vardı. Evlerinde onlara taparlardı. Birisi yolculuğa
çıkacağı zaman, evden çıkmadan önce ona dokunur, eve döndüğü zaman da ilk işi yine ona
dokunmak olurdu.

Araplar putları, tahta, altın ya da gümüşten, insan şekli verilerek yapılmışsa “Şanam”, taştan
yapılmışsa “Vaşan” olarak adlandırırdı. Taşa tapmayı çok basitleştirmişlerdi. Eğer herhangi bir
puta gidemeyen olursa, bulduğu bir taşı herhangi bir tapınağın önüne diker, tavaf ederdi. Bu
taşlara “Al-Avsan”, onları tavaf etmeye “Al-Davar” denirdi.

Eski İbranî geleneklerinde “Terafim” adlı bir taş heykelciğin bulunması, aynı şekilde bunlara
dokunulması, öpülmesi, dokunurken Hova’ya ve Baal’e tapınılmakta oluşu dikkat çekicidir.

İbranî anlatımlarında Terafim’in bir ev ilâhı olduğu, fal hizmeti de gördüğü belirtilmektedir.
Onun Efod gibi bir put olduğu ve Noba Tapınağı’nın kapısında bulunduğu anlatılır.

Tevrat’ın “1. Samuel” başlıklı kitabının 23:6 babında, Ahimelek’in oğlu Abiatar, Davud’u
Efod’a getirir. 30:8 babında Davud taş put aracılığıyla fal bakar. “Hakimler” adlı kitabın 17:5
ve18:4 bablarında Efod, haham cübbesi olmuştur.

Araştırmacılar, Arap geleneklerindeki fal oklarının İbranî geleneklerinden geldiğine dikkat


çekar. Bunun her zaman bir ok şeklinde olmadığını, çeşitli şekillerde İbranîlerdeki “evet” ve
“hayır” taşlarının günlük âdetlerin içine işlemiş olduğundan söz ederler.

***

Başka taş putlara örnek olarak, Al-Ukaysır, Al-Aksar, Nuhm, A’im, Su’ayr ve Al-Ansab
gösterilmektedir.

Abraha, Yemen’de Al-Asram’da Habeş hükümdarlığı sırasında yaşamış bir kraldı. “Al-Kalis”
adlı bir kilise yaptırmıştı. Amacı Arapları hac ettikleri evden çevirmek ve Hıristiyanlaştırarak
Yemen’e çekmekti. Bu kilisenin yapımı sırasında eski Belkıs Sarayı’ndaki her türlü renkli
mermer sütun ve değerli taşlar kullanılmıştı. Sonunda Habeş Krallığı ve bu kilise yıkıldı.

Belkıs Sarayı’ndan bu kilisenin yapımında kullanılan taşların tılsımlı olduğu, Araplar arasında
kabul görmüş bir inançtır. Taşlar Arabistan’ın çeşitli yerlerine taşındı. Bunların arasında
80x60x500 cm boyutlarındaki Ku’ayt adlı idol de bulunmaktaydı. Bu taşın bir kral ve karısını
betimleyen bir taş olduğundan söz edilir. Belki de mitolojik anlatım, Arabistan’ın en ucunda
Bilge Süleyman’ı etkileyen ve kendine âşık eden ünlü kraliçe Belkıs’ın sarayındaki bir taşta
ortaya çıkmaktadır: Bunun benzeştiği nokta, hep birlikte olan ama asla birbirine kavuşamayan
Antik Mısır’ın iki ünlü kahramanı: İsis ile Osiris.

Zaten bu coğrafyanın eski kültür ve inançlarında böyle bir benzeşim görülemezse, asıl ona
şaşırmak gerekir.

31
ARAP VE İSLÂM GELENEKLERİNDE TAŞ

Her şeyden önce “akik” olarak anılan taşa değinelim.

Çok sert ve beyaz bir taş olan akik, hem İslâm öncesi Arap inançlarında hem İslâmiyetin
gelişinden sonra folklorik bir önem gösterir. Hz. Muhammed’in akik yüzük taşımanın insanı
yoksulluğa düşmekten koruyacağına ilişkin bir görüş belirttiği de bilinir.

Şimdi bir de Araf konusuna bakalım.

Kuran-ı Kerim’in yedinci suresinde A’raf anlatılır. Toplam 206 ayetten oluşan bu surede A’raf,
bir sözcük olarak “kum tepesi” anlamına gelen “urf” sözcüğünün bir türevidir. Cennet ile
cehennem arasındaki bir tepeyi nitelemek amacıyla kullanılmıştır. 10. yüzyıl başlarının ünlü
İranlı tarihçisi Tabarî’nin anlatımlarında, günah ve sevapları eşit olduğundan ne cennet ne de
cehenneme gidebilenlerin durdurulup bekletildiği yer olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Kimi
araştırmacılara göre peygamber ile doğruluktan ayrılmayan Müslümanların bulundukları yüksek
yer anlamına gelir. Suredeki anlamı bakımından ise, cennetlikler ile cehennemlikler arasında
bir örtü ya da bir duvar, belki bir makamın en yüksek tepesi anlamına geldiği anlaşılmaktadır.

Kabala anlatımlarına ve Musevî folklorik inançlarına göre, insanın ruhu, ölümden sonra 7 gün
cesette kalır. Bu nedenle Musevîler, ölülerin başında 7 gün yas tutardı. Bu süre içinde iyi ve
doğru bir insanın ruhu tekrar yeryüzüne dönebilirdi. Ancak bu dönüşün şekilsiz bir şekilde
gerçekleştiğine inanılırdı. Ölümü izleyen 11 ay süresince yapılan dualar ile ruhun “Gheniom”
denilen bulunduğu düzeyden cennete yükseldiği benimsenirdi.

Buna benzer bir anlayışın yani ruh ile ilâhî göksel cennet arasında başka bir platform gibi bir
yerin bulunduğuna ilişkin inancın, olduğu gibi İslâm dinine de yansıdığı görülüyor.

Musevî inancına göre arınmış ruh, burada ilâhî oluşumun ışınlarının varlığı (Sehinah) ile büyük
bir mutluluğa ulaşır. Ruhun köklerinin ilâhî dünyada olmasından ötürü ölümden sonra yine
oraya geri döneceğine inanılır. Bir diğer deyişle, ruh açısından insanın bu dünyada geçirdiği
zaman, bir çeşit sürgünde olmak gibidir.

Kimi Musevî düşünürler, hem dindar bir yaşam şeklini hem peygamberlerin vahiylerini bu
dünyadaki yaşam sırasında ölümden sonra ruhun başından geçenler ve sefirota (gezegenlere)
yükselme ile eş görmüştür. Örneğin Musa dünyadaki yaşamında Tanrı ile beraberliğin en yüksek
düzeyine ulaşmış ve bu durumdan sonra tanrısallığın en gizemli oluşumlarını solumuştur.

Bu inançlar arasında bir de ruhun değişik bedenlere girmesi kuramı olan “metempsikosis” adlı
görüş vardır. Bu, ruhun ölümden sonra yeni bir bedene girmesi ve kaderini tamamlaması
şeklinde açıklanabilir. Hint inançları ile benzerlik gösterir.

32
Dağlar ve Tepeler

A’raf konusunun sonrası elbette Arafat… İslâm dininde hac ziyaretlerini yapan hacıların
toplandığı, Mekke’nin güneydoğusundaki bir tepe... Arife günü burada toplanılır. Burasının
Âdem ile Havva’nın ilk buluştuğu yer olduğu kabul edilir.

Bir başka inanç da Hz. İbrahim’in ilk olarak burada Cebrail ile konuştuğu konusu üzerinedir.
Tanrı’nın buyruğuna olan bağlılığını göstermek için oğlu İshak’ı kurban etmek üzere Kudüs’teki
Moriah Dağı’na gitmesinin (İbranî inançlarına göre) kronolojik bakımından daha sonraya
düştüğü kabul edilir.

Bu bağlamda Musevî ve İslâm inançları arasında yer yer farklar vardır; bunların gerek coğrafya
gerek tarih bakımından çelişkiler gösterir. Bunu doğal karşılamak gerekir.

İshak 37 yaşında iken kendi isteği ile sunak başına gelmiştir. İshak’ın başından geçenler,
sonradan Musevî inancının simgelerinden biri olmuştur. Öykünün bir başka versiyonunda ise,
onun aslında daha önce öldüğü ve yine canlandığı anlatılır.

Arafat, folklorik inançlarda “rahmet dağı” olarak anılmaktadır.

Hıristiyan inançlarında da buna benzer “zeytin dağı” dikkat çekicidir. Hz. İsa, ünlü son akşam
yemeğinden sonra “Getsemani” denilen yere çekilir. Yahuda tarafından ele verileceğini zaten
bilmektedir. Öğrencilerine, duaya gittiğini, beklemelerini söyler. Petrus’u ve Zebedi’nin iki
oğlu Yakup ile Yahya’yı yanına alarak, üzgün ve kaygılı bir şekilde onlara «Ölüme dek
üzgündür gönlüm. Burada benimle uyanık kalın.» der, «Tanrım mümkünse eğer gelmesin
bana bir kâse ama benim isteğim değil, senin istediğin olsun».

Aşağıya indiğinde, öğrencilerinin uyuduğunu görür. Onlara sitem eder ve «Uyanık durun ve
dua edin ki igvaya (baştan çıkmaya) düşmeyin. Gerçi ruh tetiktedir ama hep zayıftır.» der.

Onlardan ayrılarak duasına devam eder: «Tanrım eğer bu kâseyi ben içmeden uzaklaştırmak
olanaksız ise senin iraden olsun o gerçekleşir.»

Öğrencilere döndüğünde, onları yine uyur hâlde bulur.

33
Görüldüğü gibi, Musevîlikteki yüksek bir yere çıkıp ilâhiyat ile baş başa kalmak ya da mistik
bir tecrübe yaşamak tarzındaki gelenek Hıristiyanlıkta yinelenmiştir.

İslâm dinin bu bağlamdaki tutumu biraz farklıdır. Musevîlikte var olup Hıristiyanlıkta yitirilmiş
“melek” konusuna ağırlık verilmiştir. Meleklerin başında da bir bakıma Cebrail gelir.

Hz. Muhammed Mekke’de Hira Dağı’ndaki bir mağarada tek başına oturmuş düşünürken,
Cebrail ona «İkra!» (Oku!) diye seslenmiş, böylece Kuran-ı Kerim’in ilk âyeti gelmiştir.

Cebrail daha sonra ona «Yaratan Rabbin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı.
Oku, o kereminin sonu olmayan Rabbindir. Kelamla öğreten odur; insana bilmediğini
bildiren odur.» demiştir.

Bunlardan sonra bir şey gelmeyince, Hz. Muhammed Hira Dağı’ndaki mağaradan aşağıya
inmeye koyulur. Bu esnada Cebrail’i ufukta yerle gök arasında bir kürsü üzerinde, meleğin ilk
yaratıldığı şekli ile görür. Çok ürker çünkü melek ona insan şekli dışında gözükmüştür.

Evine gelir; örtünerek yatar. Bu sırada “Ey örtüsüne bürünen Muhammed! Kalk, halkı uyar.
Rabbini tekbîr et.” âyetleriyle başlayan Müddessir suresi iner. *

Belli ki o artık peygamberdir, Allah’ın resûlüdür. Bu nedenle bundan böyle ona “Hz.
Muhammed diyeceğiz.

İslâmiyette dağ motifinin yer aldığı bir başka konu, Hz. Nuh’un gemisinin üstünde durduğuna
inanılan Cudi Dağıdır. Tufan öyküsünü anlatan Hûd suresinin 44. ayetinde şöyle denir: “Ey
yer suyunu yut, ve ey gök tut denildi. Su kesildi iş bitti. Cûdi’ye oturdu..”

Hac

İslâm dininde hac konusuna ilişkin sözler, Kuran-ı Kerim’in yirmi ikinci suresinde yer alır.
78 âyeti olan bu surenin 19-24 arasındaki 6 âyeti, Medine’de, ötekiler Mekke’de indirilmiştir.
Hac zorunluluğunu bildiren bu sure “Hacc suresi” diye bilinir.

29. âyette şöyle denilmektedir: “Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve
Beyti Atik’i tavaf etsinler.” Bir diğer deyişle, “Tırnaklarını kesip tıraş olsunlar. ** Kurban
kessinler ve eski evimiz olan Kâbe’nin etrafında dolansınlar.”

* Kuran-ı Kerim’in meali, İslâm dininin uzmanı olan profesörlerin kaleme almış olduğu
kitaplarda, birbirlerinden yer yer birtakım farklılıklar ile verilmektedir. Hangisinin “tam
doğru” ya da “en uygun” olduğunu söylemek olanaksızdır. Bu nedenle burada değinilecek
âyet alıntıları, bazı kaynaklardaki karşılıkları ile tam uyum göstermeyebilir. Asıl önemli
olan, ilgili âyetin kapsamında yaklaşık olarak ne söylendiğidir.
** Buradaki “tıraş olmak”, koltuk altları ve apış arasındaki kılların kesilmesi anlamındadır.

34
Müslümanlara verilen bu mesajda Kâbe’den “eski evimiz” yani eskilerden gelen geleneğin ve
tapınım yerinin, bir diğer deyişle geometrik kutsal noktanın ilâhî platformda kabul gördüğü
işlev işaret edilmektedir.

26. âyette aynı buyruğun daha önce Hz. İbrahim’e verildiği şöyle anlatılır: “İbrahim’i Beyt-i
Mükerremin yerine kondurmuş ve ona şöyle demiştik: Bana hiçbir şeyi eş koşma ve tavaf
edenler, kıyâm edenler, rükû ve secde edenler için beytimi temiz tut.”

Bunun devamı olan 27. âyette de “İnsanları hacca davet et, yaya olarak veya uzak yollardan
yorgun develer üzerinde sana gelirler.” denmektedir.

Bu konudaki bir başka ilgi çekici ayrıntı, surenin ilerleyen satırlarında belirmektedir. Bu, şu
anda Haram-ı Şerif’in içinde kalan ve tavaf ya da umre ziyaretinin bir bölümü olarak gidilen
Mekke’deki Safâ ve Merve tepeleri hakkındadır.

Safâ ve Merve tepeleri, İslâmiyet öncesi inançlarda üzerinde Naile adlı birer put bulunan iki
ayrı tepe idi. Önceleri etrafında tavaf edilen bu putlar sonradan Araplar tarafından yıkılmıştır.

Bakara suresinin 158. âyetinde bu konuda şöyle denilmektedir: “Safâ ile Merve Allah’ın
nişanelerindendir. Kim Kâbe’yi hacceder ya da umre yaparsa o ikisini de tavaf etmesinde
sakınca yoktur.”

Maide suresinin 97. âyetinde ise, şöyle denir: “Allah Kâbe’yi, o saygıdeğer evi insanlar için
hayat güven durağı yaptı. O saygıdeğer ayı, kurbanı, boynu bağlı kurbanlıkları da böyle yaptı ki,
Allah’ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu anlayasınız.”

Hacca gidildiğinde, Kâbe’nin kapısıyla Hacer-ül Esved arasında bulunan Mültezem’e göğsün,
karnın, sağ yanak ve sol yanağın ve bir kez de yüzün dokunması gerekir ama kalabalık ve
sıralanma nedeniyle dokunulamıyorsa uzaktan da niyet edilebilir.

***

35
Daha önce değinmiştik: Kâbe’nin bir adı da Mescid-i Haram’dır.

Harem, sözcük bakımından Mekke ile Medine kentlerini belirtmek için kullanılır ve saygın bir
anlam taşır. Tanımı bakımından “herkese açık olmayan yer” anlamında da kullanılır.

Arapçada sesli harf olmadığını göz önünde tutarak bu sözcüğü ikiye bölersek, “hr” ve “rm”
açılımlarına varabiliriz. Bunlardan ilki, olanı da yansıtan Hira Dağı yani Hz. Muhammed’in
Tanrıdan ilk buyruğu aldığı yerdir. Aynı zamanda Cebel-i Nur (Nur dağı) anlamındadır.

İrem ise yeryüzü cennetidir. Üzüm bağları ve şaraplarıyla ünlü bu mutluluk ülkesinin, Şam
kentinin bulunduğu yerde kurulduğuna inanılmıştır. İslâm inançlarına göre bu kent Ceyrun bin Ad
tarafından kurulmuştur.

Ceyrun bin Ad’ın Şedit ve Şeddad adlarında iki oğlu varmış. Şeddad, Aden çöllerinden cenneti
örnek alan bir kent kurmuş. Halk öykülerinde cennet olarak bilinen bu yer, tasavvuf dilinde
“Tanrılık olan gönül” anlamındadır. «Tanrıya ibadetle değil muhabbetle varılır.» deyişi
uyarınca, gönül insanının tanrıyla buluştuğu yerdir. Kuran-ı Kerim’de adı “İrem Zatül’imad”
olarak geçer. Fecr suresinin 6.-8. âyeti şöyledir: “Rabbinin Âd kavmine ne yaptığını görmedin
mi? Sütunlu İrem’e? Ki ülkeler arasında onun eşi yaratılmamıştı.”

Halk inançlarına göre de İrem bir kasırgada mahvolmuş, kum altında kalmıştır. Artık İrem
olmadığına göre, tek var olan Hira’dır. Harem, ikisini bir arada tutar.

İslâm Öncesi Arap Geleneklerine Dönüş


İslâm öncesi Arap inançlarında da dinsel merkez Mekke idi.

Büyük İskender’in ardından Mısır hükümdarı olan Ptoleme’nin “Corpus” adlı kitabında bu
kentin adı “Makoraba” olarak geçer. Bu, Sabii dilinde “tapınmak” anlamına gelen Makuraba’dan
türetilmiş bir sözcüktür.

Bir diğer deyişle, Mekke başlangıçta bir tören merkeziydi. Kent, zaman içinde bu merkezin
çevresinde kurulup genişlemiştir.

Kâbe, “Hima” denilen kutsal toprakların ortasındaydı. Üstü açık olan bu yapının köşelerinden
birine gökten indiği kabul edilen Hacret-ül Esved yerleştirilmişti. Taşın tavaf edilmesi, bugün
olduğu gibi İslâm öncesi dönemlerde de Mekke’nin birkaç kilometre uzağındaki Arafat’a
yapılan yıllık hacın önemli ritüellerinden biriydi.

Kâbe’nin tanrısının Allah olduğu kabul ediliyordu. Ancak önemli üç kutsal varlık daha vardı.
Bunlar Orta Arabistan tanrıçalarıydı: Menat (kader), Lad (ilâhe) ve Uzza (kudretli)… Allah’ın
kızları olarak kabul edilen bu tanrıçalar öyle popülerdi ki, Hz. Muhammed, bildirgesinin ilk
döneminde onların Allah nezdindeki şefaat işleminden övgüyle söz etmişti.
***

36
Kâbe, binlerce yıldan beri vardı, değişiklikten değişikliğe uğramış bir tapınım merkeziydi. Kâh
genişletilmiş kâh yıkılmış, yeniden yapılmış, süslenmiş ve zaman zaman onarılmıştı. Adından
da anlaşılacağı üzere bir küp (zar) biçiminde olması gerekirdi ama günümüzde bir kare prizma
şeklindedir.

Hacret-ül Esved adlı kutsal siyah taş, Kabe’nin doğusuna monte edilmiştir. Bu nokta, tavafın
başladığı ve sona erdiği yerdir.

Çok eski zamanlarda Kâbe’nin içinde kurumuş bir kuyu bulunduğu anlaşılmaktadır. Kimileri,
burayı ziyaret edenlerin getirdikleri armağanları bu kuyuya attıklarını ileri sürer.

Kuyunun üzerinde konumlandırıldığı anlatılan ağaçtan yapılmış güvercinin İştar ve Arapların


toprak anasını temsil ettiği, ayrıca burada Hubal adlı bir put daha bulunduğu belirtilir. Hubal
adlı tanrı, Lat, Uzza ve Monat ile bir anılır. Bu konuda birçok söylenti vardır.

Zem zem kuyusunun kuzeybatısında, Kâbe’nin giriş kapısının karşısında yer alan, Taberî
tarafından Halife Ömer zamanında yerleştirildiği belirtilen bir başka taş daha vardır.”İbrahim’in
makamı diye bilinen bu taştan Kuran-ı Kerim’de de söz edilir. (Yukarıda, Mültezem’in işaret
edildiği fotoğrafta bu taş sağ alttaki korunakta görülüyor.)

***

Cahiliye devrinden aktarılan bir başka konu da, yine Mekke’ye ait İsaf ve Naila adlı karı koca
tanrı çift hakkındadır. Cezalandırılmak için taşa döndürüldüklerine inanılan bu heykellere
kesilen kurbanların kanlarının sıvazlanması eskilerden kalmış bir gelenekti.

Bu dönemin inançlarında, kurbanın üzerinde kesildiği ve kanı ile sıvandığı sunak ya da mihrap
çok önemli bir yer tutardı. “Nuçb”, “Ançab” ve “Ghari” diye adlandırılan bu sunak taşı, eski
kültürlerde gördüğümüz Omphallos ve kutsal taşlar ile aynı simgesel açılımları içermekteydi.
Araplar, yemin etmek gerektiğinde erken tanrı veya tanrıça ile çevresindeki Ançab (mihraplar)
adına ant içerdi.

Heredot, Arapların yemin ederken aldıkları taşla parmaklarını kesip, bunları elbiselerinden
kopardıkları parçalara bandıktan sonra bu bez parçası ile ayaklarının dibindeki yedi taşı da
bununla sıvazladıklarını anlatır.

Avrupalı bir İslâm tarihçisi olan J. Wellhausen’in anlatımlarından aktarma yapan Erol Sever,
“İslâmın Kaynakları” adlı kitabında Kâbe’nin altındaki Gabgab adlı kuyu ve mağaradan söz
ederken, Zemzem suyunun Hieropolis’ten geldiğine değinir. Bu “Hieropolis”in Mısır’daki
Hermepolis olup olmadığı kesinlik kazanamamıştır. 650’li yıllardan başlayarak İslâm ile çevredeki
diğer inanç sistemleri arasındaki sürtüşme ve karşılıklı suçlamalardan dolayı her biri ötekinin
simgesel açılımlarını batırmaya çalıştığından, hiçbirine tam olarak güvenmemek gerekir.

37
Kudüs ile Bağlantı

Kudüs, Musevîler ve Hıristiyanlarca olduğu kadar Müslümanlarca da kutsal sayılan bir kenttir.
Musevîler ona Jerusalem ya da Urişalim, Araplar El Kudüs demektedir.

M.Ö. 10. yüzyıl ortasında Süleyman’ın yaptırdığı ünlü tapınak * Yahudilerce Bethammiktaş
olarak adlandırılmış, Araplar ona Beyt-ül Makdis demiştir. Mescid-i Aksa da buradadır.

İsra suresinin 1. âyetinde şöyle denmektedir:

“Geceleyin kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed kulunu Mescid-i
Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan
sıfatlardan münezzehdir; o, gerçekten işitendir, görendir.”

***

Bu noktada “Kadem-i Şerif” adı verilen bir taşa rastlıyoruz. Bu, Hz. Muhammed’in Mescid-i
Aksa’da “Burak” adlı ata binerken bastığı taşta kalan ayak izidir. Bir mucize olarak kabul
edilmiş ve saklanmıştır. Toplam altı tane olan bu taşlardan biri Topkapı Sarayı’ndadır.

Kudüs’te kutsal emanetlerin saklandığı türbenin adı “Kubbet-us-sahra”dır. Burası Hz. Ömer
Camii olarak da anılır ama Hz. Ömer tarafından mı yoksa Emevî halifesi Abdul Melik Bin
Mervam tarafından mı yaptırıldığı kesinliğe kavuşamamıştır. Her üç din için de en kutsal olan
coğrafî noktada bulunmaktadır.

* Böyle bir tapınağın yapılmış olduğuna ilişkin tek kaynak Tevrat olduğu, bu konuda başka
hiçbir tarihsel veri bulunmadığı için, kimi araştırmacılar bu tapınağın gerçekten yapılmış
olup olmadığı konusunda kuşkuludur. Ancak o tarihte böyle bir tapınak yapılmamış ya da
anlatımlarda geçtiği gibi ulu ve zengin nitelikler taşıyan bir yapı değil de çok daha basit olsa
bile, simgesel açılımları bakımından değerini korur.

38
Burasının cennete diğer kutsal yerlerden 29 km kadar daha yakın olduğuna inanılmıştır
Dendiğine göre Hz. Davut Tanrı’ya burada taparmış; mahşer günü İsrafil’in borusunu bu kaya
üzerinde çalacağına, dünyanın bütün tatlı sularının bunun altında doğduğuna, ölmüşlerin
ruhlarının haftada iki kez burada toplandığına inanılırmış.

Burası, Hz. Musa’ya kıble yapmak üzere gösterilen yerdir. Hz. Muhammed’e kendisine kıble
olarak Kâbe’yi alması için vahiy gelene kadar, o da burasını kıble olarak almıştır.

***

İslâmî Açıdan Taş ve Putperestlik

Musevîlik de Hıristiyanlık da Müslümanlık da hem taşlarla ilgili gelenekleri içlerinde tutmuştur


ama nedense onu bir öcü gibi göstermek için ellerinden geleni yapmışlardır. Nitekim Müslüman
Arap düşünürler de taşa böyle bakmıştır. Hepsinin taşlara böylesine ciddî bir şekilde
saldırmasının altındaki gerekçesi, belki de bu konuda 10. yüzyıl başları İslâm düşünürlerinden
Ebu Bekr er-Razi’nin düşüncelerinin her üç dinin birden olaya bakış açısını tam bir şekilde
ortaya koyması olsa gerektir.

İlâhiyatçılar, önceki inançların çıkış nedenini yıldızların durumuna bağlamaktaydı. İnsanlar,


başlangıçta dünyadaki bazı olayların yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna
inanmıştı. Örneğin güneşin tepe noktasına uzaklık ve yakınlığına göre mevsimlerin meydana
gelmekte ve bu nedenle dünyada farklılıkların oluştuğunu görmüşlerdi.

Sonra, diğer yıldızların da durumlarına göre insanların mutluluğu veya mutsuzluğu üzerinde
etkisi olduğuna inanmışlardı. Buna inanınca da, yıldızlara saygı duymaya başlamışlardı.

Daha sonra kimi insanlar yıldızların kendiliğinden var olduğuna inanmış, diğerleri ise yüce bir
güç tarafından var edilmiş birer yaratık olduklarını benimsemişti.

Her ne kadar yıldızların “yaratık” (mahlûk) olduğuna inansalar da evrenin oluşumlarını


yönetenlerin bunlar olduğunu belirterek, yüce gücün dünya âleminin yönetimini bu yıldızlara
havale etmiş olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bir diğer deyişle, yaratıcı ilkenin âlemin çeşitli yerleri
arasında yıldızları aracı yaptığını kabul etmişlerdi.

Buna inananlardan kimilerinin “yerdekiler sınıfı”ndan olduğu için gökten olan yıldızlara
tapınmaları gerektiğini düşünürken, kimileri de yüce gücün yerdeki elementlerin birleşimleri
ve yıldızların hareketlerinin bir araya gelmesinin oluşturduğu dalgalarla yarattığını söylemişti.

Böylece, hem yıldızların kendiliğinden var olduğunu söyleyen hem onların Allah tarafından
yaratılmış olduğuna inananlar hem diğer varlıkların yıldızların hareketlerini bağlı olarak
ortaya çıktığını söyleyenler, Allah’a kulluk ehliyetinin yalnız onlarda bulunduğuna inanarak,
onları Allah ile aralarında vesile etmek amacıyla yıldızlara tapmaya başlamışlardı.

39
Kimileriyse, insanların Allah’a doğrudan tapmaya lâyık olmadığını, ancak yüce âlemdeki
yıldızların doğrudan Allah’a tapmaya ehil olduğunu ileri sürmüştü. Daha sonra bunlar, yıldızların
çoğu zaman, özellikle gündüzleri gözden kayboluşu nedeniyle onları görmedikleri zamanlarda da
tapınabilmek amacıyla onların put ve heykellerini yapmaya başlamıştı.

Her yıldız için o yıldızın olduğunu söyledikleri cevherden bir put edinmişlerdi. Örneğin güneş
heykelini altından yaparak onu güneş cevherine benzettiklerini söyledikleri yakut ve elmaslarla
süslemişlerdi. Ay putunu gümüşten yapmışlardı. Diğerleri de bunun gibiydi.

Sonra, yıldızların yerine bu taşlara tapmaya başlamışlardı. Dolayısıyla, bu putlara tapmaktaki


asıl amaç, yıldızlara tapmaktı.

Kimileri, putperestliğin çıkış nedenini yıldızlara tapmaya bağlayan bu görüşün en doğru görüş
olduğunu söyleyerek bunların Sabiiler olduğunu belirterek, Hz. İbrahim’in bunlara gönderildiği
üzerinde durur. Zekeriyyâ er-Râzî’den önce Şehvistanî putperestliği gök cisimlerine tapan
Harran Sabiilerine bağlamış ve benzer açıklamalar getirmiştir.

İranlı düşünür Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ er-Râzî, putperestlik bağlantısının gerçek
yüzünü ortaya koymaya ilişkin açıklamaların, kendinden önce 9. yüzyıl düşünürlerinden olan
Ebu Ma’şer ile Muhammed el Meneccim tarafından ortaya konduğunu belirtmiştir. Buna göre
insanlar, pek çok tanrı ve melek benimsemiş, Allah’ın en yüce ve en güzel nurun mekânı olan
“arşı alâ”da oluşan meleklerin de bu büyük nura oranla küçük nurlar olduğuna inanmış, çok
güzel olduklarını ama Tanrı’nın onlardan daha güzel sureti bulunduğunu kabul etmişlerdir.

Ancak Tanrı’nın meleklerinde kendine gözükmediği tavrına kapılmışlardır. Bu yüzden Tanrı


için kendilerince görünüşü son derece güzel, hoş melekler için de güzellikte ondan kısmen aşağı
derecede birtakım put ve heykeller yapmışlardır. Bunları derecelerine göre çeşitli değerli
taşlarla süslemiş, onların aracılığıyla Tanrı’ya yaklaşmayı öngörüp tapınmışlardır.

Râzi gibi Ebu Ma’şer tarafından ileri sürülen bu görüş doğru ise, putlara tapmanın gerekçesinin,
Tanrı’nın bir cisim olup, bir mekânda bulunduğunu kabul ederek savunan Mücessime ve
Müşebbihe inancından kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim putperestlerin büyük nurunun
mekânının “arş” olduğunu söyledikleri gibi, Müşebbihe inancında da arşa uzanan bir cisim
tasarımı vardı.

Putlara tapanlardan kimileri “hulûl” inancını taşır. Bunlar, Allah’ın bazı yüce ve değerli nesnelere,
bunun sonucunda putlara, heykellere hulûl ettiği ve onun içine girdiğine inanmıştır. Hulûl
düşüncesi onlarda büyüsel olarak ya da cinler ile şeytanların birliği sonucunda ellerindeki putlar
tarafından ilginç bir durumun ortaya çıktığını gördüklerinde olmuştur. Nitekim Râzi’ye göre
bazı aşırı şiir ekollerinde, Hz. Ali’nin Medine ile Şam arasındaki Hayber kapısını söktüğünde,
Allah’ın onun bedeninde kendini gösterdiği, böylece onun bir ilâh olduğu görüşü oluşmuştur.

***

40
Putperestlik, doğrudan taşlara ya da heykellere değil meleklere tapma şeklinde doğmuştur.
Kimileri, kendilerini Tanrı’ya tapınmaya lâyık görmediğinden, bunun için ehil olmadıklarından
hareket etmiş, ancak melekleri buna lâyık ve ehil görerek, onlara tapmışlardır. Meleklerin ise
Tanrı’ya tapmakta oluşları nedeniyle, kendilerinin de dolaylı olarak ona tapmış sayılacağı
kanısına kapılmışlardır. Melekler görülemez varlıklar olduğu için, zamanla kendilerince onların
suretlerini ve heykellerini yapmışlardır.

Kimileri, Tanrı’nın yeryüzünün her bir bölgesinin yönetimini belli bir meleğe bıraktığını ileri
sürmüştür. Buna göre meleklerin yöneticisi bir melek, dağların yöneticisi de bir başka melektir.
Bunun için bulutların, yağmurların, rızkların, savaşların yöneticileri de başka meleklerdir. Buna
inanınca, her bir melek için özel bir put ve heykel yapıp, böylece her puttan ona uygun düşen
etki ve tepkiyi beklemişlerdir.

İnsanların bir diğer bölümü ise süflî âlemde bulunanlar olup, insanların yüce âlemde
oluşlarından dolayı meleklere tapmaları gerektiğine inanmışlardır. Tanrı’nın onların tanrısı
olduğunu söylemişlerdir. Putlara tapanlar, âlemdeki her bölgeyi yönetenin gökler âleminin
ruhlarından belli biri olduğu inancını taşımış, bundan dolayı bu putlara tapmış ve daha sonra
onların heykellerini yapmışlardır. Buna göre putperestliğin kökeni “ruh inancı” olmaktadır.

***

Eski toplumlarda kimileri, kendi peygamberlerinin ve aralarında yaşamış bazı salih kimselerin
ölümlerinden sonra, onları çok sevdiklerinden ve unutamadıklarından aslında yaşamlarını
devam ettirmek için anılarına saygıyla her birinin heykelini yapmış, onların yerine bu
heykellere saygı göstermeye başlamışlardır. Bunu yaptıkça, Tanrı katında kendilerine şefaat
gösterileceğine inanmış, ancak zamanla bu özgün düşünce unutulup bunun yerine put ve
heykellerin kendilerine tapınmaya başlamışlardır. Râzi, bu olayın benzerinin salih kişilerin
mezarlarına saygı göstermek, böylece Allah’in indinde kendilerine şefaat gösterileceğine
inanmak olduğunu söyler.

Bazen büyük bir kral ya da toplumun üzerinde iz bırakan önemli bir kişi öldüğünde, insanlar
onu uğurlamak, anısını korumak için heykelini yapmış, zamanla bu heykel bir puta dönüşmüştür.

Eski zamanlardaki müneccim ve astrologlar, dünyadaki mutluluk ve mutsuzlukları yıldızlara


bağlama yolunu tutmuştur.

Buna dayanarak, örneğin bir felekte ilginç bir şekilde rastlantısal olarak ortaya çıkan büyüyü
öğrenmiş ve bu büyü yoluyla ilginç oluşum ve sonuçlar elde etmişlerdir. Bu büyüleri yapmak
için uygun zamanı kollamışlardır. Bu zamanı yakaladıklarında, bir put dikip onu kutsamış, put
ve heykellerin üzerine belirli büyüler koymuş, çeşitli zamanlarda yararlanmak üzere onlara
başvurmuşlardır. Ancak zamanla bu olgu unutularak, putların kendilerine tapınmaya
başlanmıştır.
***

41
Tarihçi İbn-i Kelbî, putperestliği Hz. İdris ve Şit dönemlerine kadar çıkarmaktadır. Ona göre
başlangıçta putlara tapma şöyle olmuştu:

Hz. Âdem öldüğünde, oğullarından Şit’in oğulları onu Hindistan’da, yeryüzüne ilk indiği yerdeki
bir mağaraya gömmüştü. Mezarına gider, ona saygı duruşunda bulunur ve rahmet dilerlerdi.

Âdem’in bir diğer oğlu olan Kabil’in oğullarından El-Kabil oğulları ise, bunun yerine etrafında
dönme ona saygı gösterme amacıyla bir put yapmıştı.

İbn-i Kelbî’ye göre şöyle bir söylenti vardı: Kuran-ı Kerim’de Hz. Nuh kavminin putları olarak
geçen Vedd, Suva, Ye’us, Ye’ük ve Mesr, dindar ve salih kişilerdi. Hepsi de aynı anda öldü.
Ölümlerine yakınları ve akrabaları çok üzüldü. Bunun üzerine Kabil’in, oğullarından biri «Size
onların şeklinde 5 put yapayım mı?» dedi, «Yalnız ruhlarını veremem.»

Ona yapmasını söylediklerinde, o da onlara 5 put yaptı. Artık herkes kardeşi, yeğeni, amcasıyla
geliyor, saygı gösteriyor, çevresinde dönüyordu.

Bu, bir kuşak boyunca sürdü. Sonraki kuşak, bunlara öncekilerden daha çok saygı gösterdi.

Onlardan sonra gelen üçüncü kuşak da «Bizden öncekiler bunlara mutlaka Allah yanında şefaat
görsünler diye saygı göstermişlerdir.» diyerek, onlara tapmaya başladı. Sonunda Allah onlara
peygamber olarak Hz. İdris’i gönderdi.

***

Tevrat’a göre Nuh’un babası Lamek, büyükbabası Metuselah’dır. Nuh, sözlük anlamı
bakımından “sakinleştirici” demektedir. Nedense zaten okuyanda bir hüzün uyandıran ve tüm
insanların yok oluşundan dolayı bir ders vermeyi amaçlayan bir yapıya sahiptir. Tüm kötülükler
ile tek başına ve insanî varlığı ile savaşması vurgulanmıştır.

Gerek İbranî gerek İslâm ilâhiyatında çok önemli yer tutan bu bilge kişiden önce şöyle bir
durumun olduğuna inanılmaktadır: Âdem, Havva ile birlikte cennetten kovulması yüzünden
insanlık çok kutsal bir şeyden mahrum kalmış, bir diğer deyişle tanrısallığını yitirmiştir. Yaşamak
zorunda olduğu yeryüzünde artık ne hayvan ve canavarlar üzerinde bir kontrolü bulunmakta ne de
bitki ve mineraller âlemleri üzerinde sözü geçmektedir. Artık bu dünyada yaşamak zorunda
bırakılmış zavallı bir yaratık hâlindedir.

Nuh doğduğunda 182 yaşında olan ve adı “hüzün” anlamına gelen babası Lamek, kendi babası
Metuselah’a gider ve oğlunun adını ne koyması gerektiğini sorar. Babası ona ne koyarsa koymasını
ama Nuh koymamasını, yoksa kötü niyetliler tarafından öldürüleceğini, isterse “sakinleştirici”
anlamına gelen Menahem koyabileceğini söyler. Kutsal kitap üzerinde karşılaştırmalar yapan
Midrash anlatımlarında, onun sünnetli doğduğundan, herkesin dilini anladığından, hayvanların
dillerinin sırlarına da vakıf olduğundan söz edilir.

42
Nuh’un Sam, Ham ve Yafet adı verilen üç çocuğu olmuştur. Tüm insanların dostu olan bu bilge
kişi ya da peygamber, yaşamını hep yararlı işler yaparak geçirmiştir. İlaçlar ve şifa konusunda
bir kitap yazmış olduğu söylenir. Musevî ilâhiyatçılar, onun Tanrı ile arasında geçen konuşmada
gerekli hassasiyeti gösterip göstermediği ya da insanların kurtulmasını sağlayıp sağlayamayacağı
hususunda uzlaşmazlığa düşmüştür. Kimileri onun aslında Tanrı’nın sözlerine inanmadığını ve
yağmur suları ayaklarının bileklerine kadar gelene dek gemiye binmediğini ileri sürer. Onun
kurtulmaya lâyık olmadığını iddia edenler bile vardır.

Nuh Tanrı’ya “Rakhum” (bağışlayıcı) diye hitap etmektedir. Aslında İbranî ilâhiyatçıların söz
ettiği bir başka konu da, Tanrı’nın Nuh ile yaptığı bir anlaşma hakkındadır. Tanrı ona insan
neslini asla bir daha böyle cezalandırmayacağı üzerine söz vermiştir. Buna bakılırsa, Tanrı’nın
bu cezalandırmadan ötürü bir şekilde üzüntü duyduğu ya da kendini bu konuda çok sorumlu
hisseden Nuh’un yakarışlarına cevap niteliğinde bir vahiyde bulunduğu anlamı çıkmaktadır.

Bu konu tümüyle Antik Mısırlıların yaratıcı tanrısının insanları cezalandırırken içinde


bulunduğu durum ile benzerlik taşımaktadır.

İbranî anlatımlarının bazı bölümleri, herkesin çok iyi bildiği bu öykünün karanlıkta kalan
kısımlarını aydınlatmaktadır.

Tahta teknenin karaya oturmasından sonra Nuh, oğlu Ham tarafından sarhoş bir şekilde
tentesinde sızmış olarak bulunmuştur. Bir anlatıma göre Şeytan bir kuzu, aslan, domuz ve
maymun getirerek onları bağların olduğu topraklara önceden gömmüş, Nuh’un sarhoş olmasını
sağlayacak ortamı önceden planlamıştır. Böylece onların kanları şaraba karışmıştır.

Nuh’u esirgemek isteyen Tanrı, ona bir gemi yapmasını söylemişti. Gemi reçineli ağaçtan
olacak, bölmeleri bulunacak, içten ve dıştan ziftle kaplanacaktı. Yanında kapısı olacaktı.

Tanrı gökkubbe altında yaşam soluğu olan her varlığı yok etmek için yeryüzüne sular salacaktı.
Nuh ise karısını, çocuklarını ve çocuklarının karılarını alıp gemiye sığınacaktı, Yanına her
hayvandan bir dişi bir erkek alacak, böylece hayvanların soyu da korunmuş olacaktı. Ayrıca
gemiye yeterince yiyecek de koyacaktı. Bu yiyecek hem Nuh ile ailesinin hem hayvanların
beslenmesini sağlayacaktı.

43
Nuh, Tanrı’nın bütün dediklerini yerine getirdi.

Teknenin yapımı 50 yıl sürdü. Yağmur, hiç durmamacasına 40 gün 40 gece yağdı.

Gemiye gelen hayvanlar arasında “shimazel” adlı garip ve yanında eşi olmayan biri vardı. Bu
sözcüğün hangi hayvanı anlattığı anlaşılamamıştır; aslan olduğu söylenir. Nuh bir keresinde
onu beslemek üzere yanına gittiğinde, aslan ayağını ısırmış, sakat kalmıştır.

Bunun üzerine Tanrı ile Nuh arasında geçen şöyle bir konuşma ya da geçer:

- Üzgün müsün?
- Evet öyleyim.
- Sanıyor musun ben savaşları kazanmaktan hoşlanıyorum. Kazandığımda
kaybederim, kaybettiğimde kazanırım.

Baal

Râzi, putperestlik üzerine verdiği bilgiler kapsamında Ortadoğu’da çok ünlü olan Baal adlı
puttan ve Arapların önde gelen diğer putlarından söz eder. Kuran-ı Kerim’de Hz. İlyas’ın kavminin
taptığı put olan Baal’den söz eden Sâffât suresinin 120-126. âyetlerinde Hz. İlyas'ın seslenişi
şöyledir:

“Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız, yaradandan en iyisi olan bir sizin de Rabb’iniz,
önceki babalarınızın da Rabbi olan Allah’ı bırakıp ta o Baal putuna mı taparsınız.”

Buna göre Arap kavmi Merad ve Hubel gibi putları tanrı edindikleri gibi, Hz. İlyas’ın kavmi de
Baal’i tanrı edinmişti. Bu putun altından olduğu, 20 zira (yaklaşık 85 cm) uzunluğunda 400 put
bulunduğu söylenir.

Baal Astarte

44
Bu puta 400 hizmetçi tayin etmiş ve bu hizmetçilerin her birini peygamber olarak kabul
etmişlerdi. Şeytan’ın bu putun içine girerek hizmetçilerin kulağına bir şeyler fısıldayarak onları
saptırdığını, onların da Şeytan’dan öğrendikleri ile insanları saptırdığı söylenirdi. Bunlar Şam
diyarındaki Ba’lebek (Baalbek) kenti sakinleriydi ve kentin adı da oradan gelmeydi.

Râzi’nin Baal hakkında verdiği bilgiler bu kadardır. Ancak Baal’den Tevrat’ta da söz edilir. Bu
yüzden Batılı kaynaklarda da bu put hakkında çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Nitekim Tevrat’ta
şöyle bir anlatım vardır:

“Ve İsrail Şittimde oturdu; ve kavim Moab kızları ile zina etmeye başladı; ve kendi ilahlarını
kurbanlarına kavmi çağırdılar, ve kavm yedi , ve onların ilahlarına eğildiler. Ve İsrail Baal-
Peora bağlandı, ve Rabbin öfkesi İsrail’e karşı alevlendi. Ve Rab Musa’ya dedi: Kavmin
bütün reislerini al, ve Rabbin kızgın öfkesi İsrail’den sönsün diye onları güneşe karşı,
Rabbin önünde as. Ve Musa İsrail’in hakimlerine dedi. Her biriniz kendi adamlarınızı Baal-
peora bağlanmış olanları öldürün.” (Sayılar 25:2-5)

***

Altay kaynaklı bilgiler, Râzi’nin verdiklerinden hayli farklıdır. Buna göre, salih ya da efendi
anlamında İbranîce’den gelen Baal, Filistin’de havalı bereket tanrısı idi. Bu savaşçı tanrının eşi,
Bereket Tanrıçası Astarte (Ashtoreth-İshtar) ve en büyük düşmanı ise Korku ve Ölüm tanrısı
Mood idi. Baal’in Mood’u yok etmesiyle, yeryüzüne yeniden bereket getirdiği kabul edilir.

Baal kültürü tüm Akdeniz çevresine yayılmıştı. Adı diğer tanrılara da konmuştur. Baal’in evinin
Antakya’nın güneyinde, Ksefun Dağı’nda olduğu söylenir.

Baal’in atalarının Mezopotamya’dan göçmüş olan Yemen halkının eski tanrıları arasında
bulunduğu ve Araplar tarafından da bilindiği, ünlü Hubel putunun Arapça aslının “Habel”
olduğu da söylenir.

Eskiden Arapların çoğunun putlara tapmakta olduğunu anlatan Râzi, onların Allah katında
kendilerine şefaatçi olunduğuna inandıklarından söz eder. Ona göre Arap müşrikleri putlardan
medet umuyordu. «Bunlar Allah katında bize şefaatçi olacaktır.» diyorlardı. Bu durumda
Râzi’ye göre putlara tapan Araplar, aslında bir tanrının varlığını kabul etmekte fakat putları
Allah’a ortak tutarak onların Allah ile aralarında vesile ve şefaatçi olduklarını söylemekteydiler.

Râzi daha da ileri gider ve aslında bu putperestlerin çok sıkıştıklarında bütün putlarını bir yana
bırakıp, Allah’a tapındıklarını da söyler. Dediğine göre; Amr bin Luhay kavminin başına geçip
halkın yönetimini ele geçirdiğinde, Suriye’deki Berke vadisine de gitmiş. Orada da putlara
tapan bir topluluk görmüş. Onlara putları sorduğunda, kendilerinin bunların yardımı istendiğinde
yardım eden, yağmur istendiğinde yağmur veren tanrı olduğunu söylemişler. Amr bu putlardan
birini vermelerini istemiş; onlar da kendisine “Budha” adlı putu vermişler. Amr onu alıp
Mekke’ye getirerek Kâbe’ye koymuş ve insanları ona tapmaya çağırmış.

45
Tarihçilere göre bu olay, 313-379 yılları arasında yaşamış, Hıristiyanlara işkence etmiş, Bizans
ile savaşmış İran Kralı Sabür Zül Ektaf zamanının başlarında olmuştur. Razi’nin anlattıklarına
göre, Arabistan’a putperestliği getiren de aynı kişidir.

Putperestliğin Arabistan’a girişinden söz eden Râzi, Araplar arasındaki belli başlı putlara da
değinir. Teker teker adlarını ve hangisinin hangi kabileye ait olup nereye konduğunu belirtir.
Bu taş putların çoğunun dişi adlarla anıldığını da belirtir. Bunun gerekçesini de putların Allah’ın
kızları olarak benimsenmesine bağlar.

Râzi’nin anlatımlarına göre, Tufan zamanında dünya baştan sona harap olmuş, ancak putlardan
geri kalanları Araplara geçmiştir. Fakat bunun için Nuh’un bunları gemiye almış olması gerekir.
Bu ise olanaksızdır. Râzi bu soruna da değinmekle birlikte bir açıklama getirememektedir.

Bu sorunu İbn-i Kelbî’nin şöyle açıklamaya çalıştığını görüyoruz:

“Tufan sırasında sular yükselip gemiyi de kapladıktan sonra, bu putları Nazr Dağı’ndan
aşağı atmıştır. Akıntı, dalgalar ve suların yükselmesi, bölgeden bölgeye artarak sonuçta bu
putları Cudda bölgesinde karaya fırlatmıştır. Sonra sular çekilmiş, bunlar da karada
kalmıştır. Rüzgâr kumları sürüklemiş ve onlar da putların üstünü örtmüştür. Daha sonra
Araplar bu putları bulmuş ve benimsemiş olmalıdır.”

***

Râzi Arapların taptıkları putların önde gelenlerini belirtirken, belli başlı iki puthaneden yani taş
kesim ocağından söz eder. Ona göre, İranlı Gaddar Kral Dahhak’ın Zan’a adlı şehirde Zühre
yıldızı adına inşa ettiği Gumendan Tapınağı, puthanelerin en ünlülerindendir. Bu tapınak,
Halife Osman tarafından yıkılmıştır. İran hükümdarı Menuşehr’in ay adına inşa etmiş olduğu
“Nevbahar-ı derh” adlı puthane ya da taş kesim ocağı da dünyaca ünlü puthanelerdendir.

Râzi’nin bu anlatımları, Arap dünyasının İslâm dini öncesi inançları üzerine hayli bilgi verir. Râzi
aslında Antim Mısır’dan yansımış taş geleneklerini kendine göre değerlendirmiştir. Fakat Mısır
inançları konusundaki bilgisinin yetersizliği nedeniyle konuyu tam olarak yerine oturtamamıştır.

Râzi’nin sözünü ettiği her put aslında bir taş oymacısı ya da oymacılarının elinden çıkmış bir
şekli içermektedir. Râzi, İslâm öncesi Arap geleneklerindeki Antik Mısır inancı etkisini, çeşitli
yerlerde Mısırlılardan kalma tapınakların varlığını göz ardı etmiştir.

Antik Mısır’ın “yukarıdakiler ile aşağıdakiler aynıdır” tarzındaki ilkesi uyarınca; bir taşa, bir
ağaca tapınmak, aslında evreni yaratan tüm kudret ya da güce, bilinmeyene tapınmaktır. Bu
taşlar, o dönemlerin taş ustaları tarafından yapılmıştır. Eski Arap inançlarında küp şeklindeki
taş yontulara çok önem verilmiştir. Ancak bu onların icadı değil, onlara Mısır’dan gelmiş olan
geleneğin bir uzantısıdır.

46

You might also like