Professional Documents
Culture Documents
Poetryy of Physics
Poetryy of Physics
Alienation: yabancılaşma
İntersperse: serpmek, serpiştirmek
Pithy: özlü, kısa ve özlü
. Physics is not just the study of the natural phenomena listed
above but it is also a process; a process, which has two
distinguishable aspects. The first of these is simply the
acquisition of knowledge of our physical environment. The
second, and perhaps more interesting, is the creation of a
worldview, which provides a framework for understanding the
significance of this information. These two activities are by no
means independent of each other. One requires a worldview to
acquire new knowledge and vice versa one needs knowledge
with which to create a worldview. But how does this process
begin? Which comes first, the knowledge or the worldview?
İnsanlar, bazı aletlerin bazı görevleri yerine getirmede faydalı
olduğunu keşfettiler. Sonradan bu aletler üzerinde değişme,
oynama yaparak daha da özel işlerde kullanmaya başladılar.
Teknolojinin başlangıcı böyle kabul edilir. Ancak bu faaliyetin
temelinde bilim vardır Doğayı gözlemlemek ve deney yaparak
belli bir yasaya ulaşmak.
Primitive science, rooted totally in practical application also
differs from modern science and even ancient Greek science
in that it is less abstract. Astronomy was perhaps our first
abstract scientific accomplishment, even though it was
motivated by the needs of farmers who had to determine the
best time to plant and harvest their crops.
The examples of early scientific activity so far discussed have
centered about the fact gathering aspect of physics. Evidence
of interest in the other aspect of physics, namely the creation
of a worldview, is documented by the mythology of primitive
people. All of the peoples of the world have a section of their
mythology devoted to the creation of the universe. This is a
manifestation of the universal drive of all cultures to
understand the nature of the world they inhabit.
16.sayfanın sonunda kaldım.
Science cannot prove that a hypothesis is correct. It can only
verify that the hypothesis explains all observed facts and has
passed all experimental tests of its validity. Only mathematics
can prove that a proposition is true but that proof has to be
based on some axioms that are assumed to be obviously or
self-evidently true.
Popper proposed that for a proposition to be considered a
hypothesis of science it had to be falsifiable.
This is the difference between science and mathematics.
Science studies the real world and mathematics makes up its
own world. Scientists, however, make use of mathematics to
study and describe the real world.
Accrue: artmak, çoğalmak
Predicament: çıkmaz durum, tatsız kötü durum
The two aspects of physics involving the acquisition of
information and the creation of a world picture have one
feature in common — they both provide us with a degree of
comfort and security. The first aspect contributes to our
material security. Knowledge of the physical environment and
how it responds to our actions is essential to planning one’s
affairs. It is from this fact acquiring aspect of physics that
technology arises. It is from the second or synthesizing aspect
of physics, however, that we derive the psychological
comforts that accrue from the possession of a worldview.
Mısırlılar’ın geometri ile alakalı ölçümlerini ele alan Thales, geometide tümdengelimsel yöntemi
kullanan ilk kişi olmuştur. Yani belirli aksiyomları kabul edip bunlardan akıl yürütme işlemine
tümdengelimsel yöntem denir.
Anaksagoras, gök cisimlerinin kaya olduğunu söylüyordu. Gök cisimleri tanrı olarak kabul edildiği için
sürgün edildi. Neredeyse idam edilecekti.
Anaksimandros, insan bebeğinin kendine bakmaktan aciz olduğu için insanların balık karnında
büyüdüğünü söylüyordu. Yani insanların balıktan geldiğini söylemekteydi. Ancak buradaki akıl
yürütme ve gözlemi, evrim teorisinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan akıl yürütme ve gözlemle
aynı olmadığı için her ne kadar evrim teorisine benzese bile ilk evrim teorisi diyemeyiz.
35.sayfa
Kopernik her gök cisminin kendi parçasını çektiğine inanıyordu. Ay, ay parçasını, Güneş güneş
parçasını, dünya da dünya parçasını çekerdi.
William Gilbert 1600 yılındaki kitabında kütleçekime sebep olanın Dünya’nın içindeki manyetik yapı
olduğuna inanıyordu. Ayrıca diğer gök cisimlerinin de manyetizmaya sahip olarak birbirlerini çektiğine
inanıyordu.
Momentum cismin kütle çarpı hızının bir ürünüdür. Momentumun bu nedenle ivme gibi hem yönü
hem de büyüklüğü vardır.
Momentumun büyüklüğü, bir cismin ne kadar durağanlık ya da hareket taşıdığının bir ölçümüdür.
Mermi gibi çok hafif bir cisim tehlikelidir çünkü büyük miktarda momentum taşır.
Momentum bir cismin diğeri üzerine çarpışma yoluyla uygulayacağı kuvvetin miktarıdır.
Momentumun korunumu iki cisim arasındaki kuvvetin eşit ve ters yönlü olmasının bir sonucudur.
Bir taşın dünyaya uyguladığı kuvvetle Dünya’nın taşa uyguladığı kuvvet aynıdır. Ancak dünyanın
kütlesi çok büyük olduğu için ivmelendiği gözlenemeyecek kadar küçüktür. Bu yüzden taşın düşüşünü
görürüz.
!.kanun: Bir cisim, üzerine bir kuvvet etki etmedikçe durağan halde olmaya ya da sabit bir hızla
hareketine sürdürmeye devam eder.
2.kanun: Hareketteki değişim, üzerine uygulanan hareket ettirici kuvvetle orantılıdır. Ve kuvvetin
uygulandığı düz hat boyunca gerçekleşir.
3.kanun: Her etki için aynı güçte ve ters yönde bir tepki vardır.
Bir katının katı gözükmesinin sebebi her molekül arasındaki bağlayıcı kuvvettir. Bu kuvvet, her
molekül ya da atom içindeki yüklerin düzensiz dağılımından kaynaklanır. Bir atomun pozitif yüklü
çekirdeği diğer atomun elektronlarını çeker ya da tam tersi. Fakat pozitif yüklü çekirdekler ve negatif
yüklü elektronlar arasında itim kuvvetleri de vardır. Ortalama, bu yükler nedeniyle kuvvetler birbirini
götürür fakat küçük bir kalıntı kalır. Bu da maddenin katılığından sorumlu kısımdır.
Bütün elektrik kuvvetlerinin birbirini götürdüğü bir denge noktası vardır ancak moleküller bu denge
mesafesinden daha büyük bir mesafeyle ayrılırsa aralarındaki kuvvet çekicidir. Moleküller birbirine
daha yakınsa kuvvet iticidir. İşte bu itici kuvvet, katıları daha fazla sıkıştıramamızdan sorumludur.
Moleküller arasındaki çekici kuvvet bir katıyı “koparmaya” çalıştığımız zaman hissedilir. Ancak bu
kuvvet her zaman çok güçlü değildir. Bir kağıdı kolay yırtabiliriz.
Bir katının sıcaklığı moleküllerin hareket hızını temsil eder. Bir katının ısısı ise bu hareket sonucu iç
enerjinin toplam miktarına tekabül eder.
Sıvı molekülleri arasındaki elektrik kuvvetleri kendilerini birçok şekilde gösterir. Kısa menzilli itici
kuvvetler sıvının sıkıştırılamamsından sorumludur. Moleküllerin çekici kuvveti ise moleküllerin bir
arada bulunmasının nedenidir. Bu özellik, suyun kendisini damlacıklar olarak oluşturma eğiliminde
gözlemlenir. Bir damlanın yüzeyinde ya da bir sıvı yüzeyinde yüzey gerginliği vardır. Bu da moleküler
kuvvetlerin çekici kısmından kaynaklanır. Bazı böcekler bu sayede su üstünde yüzerler. Yüzey
gerginliğini kıramazlar.
Sıvılarda birbiriyle ilişkili iki kuvvet vardır: Su basıncı ve yüzdürmesi. Herhangi bir noktadaki su basıcı,
o nokta ve yüzey arasındaki suyun ağırlığıyla alakalıdır. O noktanın altındaki su kütlesi önemsizdir.
Basınç her yönde eşit olarak etki eder. Suya batan o cismin yukarısındaki ve aşağısındaki su basınçları
arasındaki fark, suda yüzmeyi mümkün kılar.
Her kenarı bir metre olan küp formunda bir cisim düşünelim. Küp suya batınca kübün üst tarafı su
yüzeyinden bir metre yukarıda ve alt tarafı da yüzeyden iki metre yukarıdadır. Şimdi kübe etki eden
dikey yönlü üç ayrı kuvvet vardır. Bu kuvvetlerin ikisi üst ve alt taraflı su basıncıdır. Üst yüzeydeki
basınç aşağı iter ve yukarı doğru iten basınçtan daha azdır. Bu iki kuvvetin farkı, kübün taşırdığı suyun
ağırlığına eşittir. Kübe etki eden üçüncü kuvvet Dünyanın kütleçekimidir ve kübün ağırlığına eşittir.
Eğer kübün ağırlığı, taşırılan suyunkinden daha büyükse batacaktır. Eğer daha az ise yüzecektir. Bu
nedenle yoğunluğu daha az olanlar yüzer fazla olanlar batar.
101.sayfada kaldım:
Entropi: Bir sistemin düzensizliğinin ölçüsüdür. Fiziksel süreçlerin düzensizliğe eğilimli olmasının
nedeni, birçok bileşenin olmasıdır. Örneğin bir rüzgarın, bir yığın kağıdı saçması kolaydır ama saçılan
kağıtları tekrar yığın haline getirmesi çok zordur.
Bir odadaki oksijenin sadece bir tarafta toplanma olasılığı çok ama çok düşüktür.
Elektrik ve Manyetizma:
Atom ve moleküllerin içindekilerin yanısıra atom ve moleküller arasındaki kuvvetler de
elektromanyetiktir. Moleküler bağların hepsi elektromanyetiktir. Maddenin katılığından sorumlu
olanlar elektromanyetiktir. Kimyasal tepkimelerin ürettiği kuvvetler de elektromanyetiktir çünkü
bütün kümyasal tepkimeler dış elektronların elektrik özellikleriyle alakalıdır. Işığın üretimi de
elektromanyetik bir etkileşimdir.
Elektrik kuvvetinin gücü, iki yüklü cisim arasındaki mesafeyle ters, iki yükün ürünleriyle doğru
orantılıdır.
Elektron ve protonun elektrik kuvvetlerinin büyüklüğü birbirine eşittir ki madde kararlıdır. Eğer çok
küçük bir farklılık olsaydı madde tamemen kararsız olur ve dağılırdı.
Bazı maddeler elektriksel olarak yüklü olur. Örneğin fazladan elektronları olabilir. Diğerinin ise proton
sayısı daha fazladır. Böylelikle ikisi arasında bir elektron akımı olur. Bazı maddeler elektrik akımının
geçişine izin vermez. Çünkü bütün elektronları kimyasal bağlarla bağlıdır.
Metaller gibi bazı maddelerde elektronlar o kadar da sıkı sıkıya bğalı değildir. İletkenler olarak
adlandırılan bu maddeler elektrik akımına izin verirler. Bir elektrik akımı aktığı zaman elektronlar
kablonun bir ucundan diğerine akmazlar. Daha ziyade bir gaz içindeki moleküller gibi davranırlar.
İletkende akan bir akım yoksa serbest elektronlar birbirleriyle ve atomlarla rasgele çarpışarak ileri geri
hareket ederler. Akım varken belrli bir yönde elektronların genel sürüklenişi vardır. Sonuç olarak
akım, bir uçtan diğerine akarken elektronlar bu yolculuğu gerçekleştirmezler.
110.sayfa
Bir elektrik akımı ayrıca manyetik pusula üzerine bir kuvvet uygular. Demir bir çubuk etrafına bakır
kablo bağlayarak ve kablonun içinden akım geçirerek yapay bir mıknatıs yapabiliriz. İşte elektrik akımı
bir mıknatıs gibi davranır iki elektrik akımı arasındaki kuvvet manyetiktir. Manyetik kuvvette tıpkı
elektrik kuvveti gibi iki akım arasındaki mesafenin karesiyle ters orantılıdır. Bir kablo içindeki akımın
net sıfır yükü olduğundan, manyetik kuvvet yalnızca parçacıkların yüküyle alakalı değildir. Yüklü
parçacıklar hareket ettiği zaman manyetik kuvvet ortaya çıkar. Bu da elektrik kuvvetinden birçok
bakımdan farklıdır.
Bütün atomlar, çekirdeğin etrafında dönen elektronları nedeniyle eşit elektrik akımına sahiptir. Bu
yüzden de manyetik kuvvet uygularlar. Birçok maddedeki atomların yönü tamamen rastgele
olduğundan her atomun manyetizma etkisi birbirini götürür. Belli metallerde, örneğin mıknatıs
taşlarında atomlar öyle yönelime sahiptir ki tek tek atomların uyguladığı manyetik kuvvetler, daha
güçlü manyetik kuvvet yaratmak için birbirine eklenir.
Bu yüzden bir mıknatıs düşürülünce ya da ısıtılınca mıknatıslık özelliğini kaybeder. Çünkü bu
durumlarda atomların yönelimi bozulur. Bu dizilim sayesinde güney kutup kuzey kutbu çeker çünkü
atomların içsel akımı bu pozisyonda paralel ve çekicidir. Mıknatıslardan birisi döndürüldüğü zaman iç
akımlar paralel değildir ve ters kutuplar birbirini iter.
The concept of action at a distance is very difficult to comprehend. Try conceiving of how you
personally could move some object without coming into physical contact with it. This is the work of a
magician. Yet every proton, every electron, is a magician since they exert forces on each other
through a vacuum with absolutely nothing between them. How can one account for this? Michael
Faraday invented the concept of the electric and magnetic field in an attempt to understand this
mystery. According to his idea, each charged particle created an electric field about it. If the particle
is in motion, then, in addition to the electric field, it also creates a magnetic field
Mesafeden etki konspetini kavramak çok zordur. Arada fiziksel bir temas olmadan bu nasıl olur? Bir
büyücünün işi olmalı bu. Ancak her proton ve elektron bir büyücüdür çünkü aralarında hiçbir şey
olmadan birbirlerine etki eder. Michael Faraday bu gizemi anlamak amacıyla elektrik ve manyetik
alanlar kavramını icat etti. Buna göre her yüklü parçacık, etrafında bir elektrik akımı yaratıyordu.
Aslında elektrik ve manyetik alanlar bir soyutlamadır. Elektrik ve manyetik kuvvetlerin bir görsel
tanımıdır.
Elektriksel indüksiyon ilk olarak Faraday tarafından keşfedildi. Bir elektrik akımı, bir mıknatısın itildiği
bir döngü tel içinde anlık olarak var olur. Akım, mıknatıs hareket halindeyken gerçekleşir. Yani elektrik
akımının olması için sadece mıknatısın varlığı değil hareket etmesi de gerekir.
Faraday, ayrıca mıknatısa göre tel döngüsünü hareket ettirerek de bir akımın tetikleneceğini keşfetti.
Bir diğer ifadeyle mıknatısın ve döngünün göreli hareketi bir akım meydana getirir. Mıknatıs
sokulurken akım saat yönünde, çıkarılırken saat yönünün tersinde akar. Mıknatısın ters kutupları
döngüye sokulunca ise akım ayrıca yön değiştirir.
Maxwell ise denklemlerinden yola çıkarak elektromanyetizmaya karşı daha önemli bir bakış elde etti.
Bir çözümü keşfetmişti: Yükün yokluğunda elektrik ve manyetik alanların bir dalga gibi davrandığını
keşfetti. Bunu ise, elektromanyetik dalga dediği ışık fenomeniyle bağdaştırdı. Sonuç olarak ışığın
yayılım, emilim ve ilerlemesini açıklayabildi.
Sonuç olarak değişen manyetik alanı bir elektrik akımını tetikler. Elektrik akımı ise indüklenen elektrik
alanı tarafından gerçekleştiği için indüksiyon fenomeni alanlar açısından tamamen ifade edilebilir.
Değişen bir manyetik alan bir elektrik alanı indükler o da elektrik akımının akmasına neden olur.
Elektromanyetik dalga kavramını, onun elektrik ve manyetik indüklemelerle ilişkisi fark edildiği zaman
anlaması kolay. Uzayda salınım halindeki bir elektrik alanını düşünün. Sonra, manyetik indükleme
ile(değişen bir elektrik alanı manyetik alan ürettiği için) salınan elektrik alanı, çevresinde kendisine dik
bir manyetik alan yaratır. Bu salınan manyetik alan ise, elektrik indüksiyonunun bir sonucu olarak
salınan bir elektrik alanı yaratır. Salınan Elektrik alanı ise salınan manyetik alanı yaratır. O da salınan
bir elektrik alanı yaratır. Bu şekilde elektromanyetik bir dalga ışık hızında boşlukta yol alır.
Bir ışığın(örneğin beyaz ışığın) su ya da cam gibi ortamdan geçerken bükülme miktarı, ışının
frekansına dayalıdır. Frekans ne kadar büyükse o kadar çok bükülür.
Hava molekülleri tarafından emilen beyaz güneş ışığı, tekrar yeryüzüne yansıtılır. Herhangi bir
frekansta yansıtılan ışık miktarı, frekansın dördüncü kuvvetiyle orantılıdır. Daha fazla mavi ışık
yayıldığı için gökyüzü de mavi gözükür.
117.sayfanın sonu
Transverse ve longitudinal dalgalar olmak üzere iki dalga çeşidi vardır. Her iki durumda dalga, fiziksel
ortamın salınım hareketinin bir sonucu olarak iletilir. Okyanus dalgaları durumunda su, dalganın
yayılımına enine bir yönde yukarı ve aşağı salınım yapar. Ses dalgasında ise hava molekülleri, dalga
hareketi boyunca(uzunlamasına) ileri geri salınım yapar.
(Okyanusta su molekülleri yukarı aşağı hareket eder. Dalga ise ileriye doğru hareket eder. Ses
dalgasında ise hava molekülleri, keman gerildikçe yoğunlaşır. Keman yayı salındıkça seyrekleşerek
yatay bir yön izler. Ses dalgası da bu şekilde yatay bir yön izler.
Elektromanyetik dalgalarda ise durum farklıdır. Çünkü dalga hareketinin ilerlemesi için bir ortam yok.
Fiziksel bir ortamın salınımı yerine elektromanyetik dalgalar, elektrik ve manyetik alanların salınımıyla
yol alır. Bu alanların salınımı, dalga yayılım yönünün eninedir. Bu nedenle ışık transverse(enine) bir
dalgadır.
124.sayfa başı
Çünkü süredurum ilkesine göre bir cisim, üzerine kuvvet etki etmedikçe hareketine devam ediyordu.
Eter bu yüzden sadece elektrik yükü aracılığıyla maddeye etki edebilirdi. Eter, ışığın hareket edebildiği
ve elektrik-manyetik kuvvetlerin iletildiği bir ortam olmalıydı.
1887’de Michelson- Morley interferometresi tasarladılar. İki çift ayna kullanılan tasarımda, tek bir
kaynaktan gelen ışık iki kısma bölündü ve tekrar geri geldi. Birisi Dünya’nın hareket yönüne dik olacak
şekilde ileri geri yaptı. Diğer ışık ise Dünya’nın hızına paralel git gel yaptı. Bu iki durumda ışığın hızının
farklı olacağı düşünüleceği için, paralel olarak giden ışığın hızının daha fazla olacağı için tekrar geri
gelmesi daha kısa sürecekti. Bu iki ışık arasındaki zaman gecikmesnden dolayı iki ışık geri döndüğünde
birbiriyle yıkıcı girişim oluşturacaktı.
1900 yılında Planck, ışığın ayrık kuanta paketçikleri şeklinde yayılım gösterdiğini(fotonlar) keşfettikten
sonra Einstein 1905’te bu görüşü doğruladı ve foton formunda olan ışığın bazen bir parçacık gibi
davrandığını gösterdi. Buradan, ışığın boşlukta yayılması için eter gibi bir ortama ihtiyacın olmadığı
anlaşılmış oldu. Işık parçacık formunda yayılabiliyordu.
Einsten’in özel görelilik teorisi, Michelson Morley deneyinin sonuçlarını doğru yorumluyordu.
Boşlukta ışık hep aynı hızla yayılıyordu ve gözlemciden ve hareket kaynağından bağımsızdı.
Özel görelilik
Einstein evreninde uzay, mutlak değildir. Uzay, fiziksel cisimler arasındaki ilişkiden ibarettir. Eğer
evrende hiçbir cisim olmasaydı Einstein’in evreninde uzay olmazdı. Newton’da olurdu. Uzay
Newton’da a priori bir varlığa sahiptir.
Örneğin iki elimi birbirinden uzaklaştırıp açtığım zaman arada bir boşluk bulunacaktır. Ellerimi
birleştirdiğim zaman ne olur? Newtoncu bakış açısına göre uzay hala orada olur. Orada doldurulmayı
bekler. Einstein bakış açısından ise artık orada uzaydan bahsedemeyiz. Örneğin oturduğum zaman
kucağım var deriz. Ayağa kalkınca kucak nereye gider? Diz üstü, otururken bacaklarım arasındaki
ilişkidir. Uzay da Einstein’a göre cisimler arasındaki ilişkidir. Bu ilişki yok olunca uzay da olmaz.
Einstein evreninde zaman da olaylar arasındaki ilişkidir. Eğer evrende olaylar olmasaydı zaman da
olmazdı. Fizyolojik olarak da böyle hissederiz. Hiçbir aksiyon olmadığı vakit, zaman algımız neredeyse
hiç yoktur. Eğer yapılacak çok işimiz varsa zamanı da hissederiz.
Bir cisim, ışık hızına yaklaştıkça boyu kısalır. Işık hızına ulaşınca ise tamamen gözden kaybolur. Ancak
kütleli bir cisim ışık hızına ulaşamaz.
Lorentz-Fitzgerald dönüşümleri, özel görelilikte farklı yorumlanır. Bu dönüşümün kaşifleri, ilk defa
konsepti ortaya attıklarında farklı bir durumu kast ediyordu. Cisimlerin hızlandıkça küçülmelerini,
cismin hareketinden kaynaklanan eter rüzgarının basıncına bağlıyorlardı. Küçülme, cismin ether
uzayına karşı mutlak hareketi tarafından kaynaklanıyordu. Eğer gözlemci hareket edip cisim sabit
kalsaydı gözlemci br küçülme görmezdi.
Görelilik teorisine göre küçülme, cismin ya da gözlemcinin hareketine bağlıydı. Yani gözlemcinin
cisme göre hareketi ya da cismin gözlemciye göre hareketine bağlıydı. Aslında, cisim fiziksel olarak
küçülmüyordu. Cisimle hareket eden birisi cismin küçüldüğünü görmezdi. Durağan gözlemciye göre
cisim küçülür gözükürdü çünkü onun uzay algısı, hareket eden gözlemciden farklıydı. Aynı fiziksel
fenomeni farklı bir şekilde algılıyorlardı sadece.
Hareket eden referans çerçevesinde zamanın yavaşlaması sadece teorik değil aynı zamanda deneysel
bir gerçek. Sabit bir gözlemciye göre hareket eden gözlemcinin tabi olduğu zaman yavaşlıyor gözükse
de hareket eden gözlemci için zaman normal akmaya devam eder. Çünkü ikisi de hareket ettiği için
referans sistemleri aynıdır.
Öte yandan hareket eden bir gözlemciye göre ise durağan gözlemcinin zamanı yavaş akıyor gözükür.
Çünkü hareket görelidir. Hareket edene göre durağan gözlemci hareket halindedir. Her iki referans
çerçevesindekiler, kendisine göre diğerinin hareket ettiğini algıladığı için karşısındakinin zamanının
yavaş aktığını düşününr.
Genel Görelilik:
Özel Görelilik Teorisindeki tartışmalar her zaman ivmelenmeyen hareketle sınırlıydı. İvmelenen
hareketle karşılaşıldığı zaman, bu artık özel göreliliğin ötesindeydi. Genel görelilik, özel göreliliğin
sonuçlarını genelliyor ve uzay zaman üzerinde ivmelenen hareketin etkisini ele alıyor. Ayrıca
kütleçekim alanının ve ivmeli hareketin eşitliğini gösteriyor.
Einstein’i takiben, dünya üzerindeki bir asansörde duran ile sürekli olarak yukarı doğru ivmelenen
asansörde duran kişinin aynı kuvveti hissedeceği ortaya çıktı. Buna binaen Einstein, bu iki referans
çerçevesindeki bütün fizik kurallarının aynı olduğu sonucuna vardı. Hipotezini ise eşitlik prensibi
açısından ifade etti: İvmelenen bir referans çerçevesindeki fenomen, kütleçekim alanındakilerle
özdeştir.
Kütleçekimsel zaman genleşmesi iki ayrı deneyde doğrulandı. İki deney de atom saatleriyle alakalıdır.
Bir atom, bir saat gibidir. Elektron, sabit bir periyotla atomun etrafında döner. Bir atomun yaydığı
frekans, elektronun yörünge periyoduyla orantılıdır.
Dünya’nın kütçekeim alanında, aralarında 20 metre bulunan iki atomik saatin tayf çizgilerini kıyasladı.
Dünyaya yakın duran atom saatinin, daha fazla kütleçekime maruz kaldığından, 20 metre yukarıdaki
saate göre daha yavaş aktığını buldu.
Einstein’a göre, madde etrafındaki uzayı büker. Bükülü uzay ise içinde bulunan maddenin hareketini
etkiler. Örneğin Güneş, etrafındaki uzayı bükerek gezegenleri hareket ettirir. Maddenin kütleçekimsel
etkileşimini belirlemek böylelikle bir geometri konusu olur.
Uzay zaman devamlılığı, özel görelilikte dört boyutlu olsa da geometrisi hala temelde öklidyendir.
Uzay bükülü değildir. İki nokta arasındaki en kısa mesafe düz bir çizgidir. Bir ışık ışınının yolu da öyle.
Genel Görelilik Teorisinde ise uzay zaman geometrisi öklidyen değildir. Uzay bükülüdür. Uzayın
bükülmesi teorik olarak eşitlik prensibini kullanarak gösterildi. Sonradan 1919 güneş tutulmasında ilk
defa deneysel olarak kanıtlandı.
155.sayfa
Einstein Genel Görelilik Teorisini yayımladıktan sonra, kütleçekim ve elektromanyetik alanının temel
yapısını bulma problemini kovaladı. Amacı onları birleştirmekti. Özel görelilikte ise elektrik ve
manyetik alanları birleştiren temel yapıyı bulabildi. Genel Görelilik Teorisinde kütleçekimin, uzay
zaman devamlılığının bir özelliği olarak görülebileceğini gösterdi. Elektromanyetik alanının da böyle
görülebileceğini gösterdi. Böylelikle kütleçekim ile elektromanyetik alanı birleştirebileceğini düşündü.
Ancak bu sorunu hiç çözemedi.
Kuhn Bilimsel Paradigması:
Max Planck, the man who kicked off the quantum revolution expressed this idea best: A new
scientific truth does not triumph by convincing its opponents and making them see the light, but
rather because its opponents eventually die, and a new generation grows up that is familiar with it.
Kuhn claims that the progress made by science arises from the fact that the range of phenomena
explained is continually increasing, not because the Einsteinian point of view is superior to the
Newtonian point of view. There are no absolute truths for Kuhn.
166.sayfa
İmmutability: değişmezlik
Atomun Yapısı
The phenomenon of electricity was not connected to the existence of electrons and protons or to
any charged particle, for that matter. Rather, it was believed that electrical phenomena could be
explained in terms of two different kinds of electric fluids, one positive and the other negative. The
term current itself, used to describe a flow of electrically charged particles, retains the original
connotation of the fluid nature of electricity. The electric fluid used to describe charge was
considered to be massless and was not associated with matter or atoms. It was an independent
constituent of natüre.
Just as the notion of caloric fluid disappeared once it was realized that heat was due to the motion of
the atom, so, too, the notion of electric fluids disappeared once it was realized that electric
phenomena were due to the underlying electrical structure of atoms.
This work was corroborated and further developed by J.J. Thomson in 1897, who showed that the
stream of particles could also be deflected by an electric field. By comparing the deflections due to
the electric and magnetic fields, Thomson was able to determine the ratio of charge to mass for the
charged particles. His results with the positive ions were in agreement with the results of other
determinations of the charge to mass ratio of heavy ions obtained with electrolysis studies. His
results with the negatively charged particles were extremely surprising. He found that the ratio of
charge to mass of these negatively charged particles was thousands of times larger than the same
ratio of the positive ions observed in electrolysis. If one assumed that the magnitude of these newly
discovered particle’s charge was the same as that of the hydrogen ion, then, its mass would be only
1/2000 the mass of the hydrogen atom. Thomson associated this particle with the electron, named in
1891 by George Stone, whose existence was postulated as the ultimate particle of electricity.
Thomson’s result established the electrical composition of the atom.
From the absolute weights of the atoms, we can determine the number of hydrogen, carbon or
oxygen atoms in one gram of hydrogen, 12 grams of carbon or 16 grams of oxygen, respectively. This
number, which is called Avogadro’s number, is equal to 6 × 1023. Making use of our knowledge of
the density of graphite, which is pure carbon, we can determine the volume occupied by a carbon
atom and, hence, its radius, which turns out to be approximately 10-8 cm. Actually, Avogadro’s
number was not originally determined by Millikan’s experiment of 1909 but by Einstein’s analysis of
Brownian motion in 1905. Brownian motion, first observed in 1827 by the botanist Robert Brown, is
the observed erratic, jerky motion of microscopic pollen grains suspended in water. The smaller the
pollen grain, the more violent is the motion of the grain. Einstein pointed out in 1905 that this jerky
motion is due to the fact that the pollen grain is being constantly bombarded by water molecules.
From his detailed calculations of the pollen grain’s motion, Einstein was able to determine the
absolute weight of various atoms and, hence also Avogadro’s number. His analysis of Brownian
motion actually provided the first direct detection of the atom.
Enerjinin Kuantalaşması
This prediction was not fulfilled, however, and the intensity, instead of steadily increasing with
frequency, reached a maximum value and then decreased to zero. This result was a total mystery to
the physicists of the day. No one was able to explain why the intensity did not continue to increase
with frequency.
The implication of Planck’s result is that the energy of light is not continuous but is packaged in
discreet bundles of energy called quanta or photons.
Also, there is a cutoff of frequencies in Planck’s model so that the infinite number of high frequencies
can no longer contribute to the black body radiation. If the total amount of energy available for
thermal radiation is Eo, then, the frequency fo, such that Eo = hfo is the highest possible frequency
that can contribute. There just would not be enough energy available to create a photon with
frequency greater than fo.
. Light rays are composed of literally millions and millions of tiny bundles of energy or photons, each
of which carry a minuscule amount of energy. The amount of energy carried by the most energetic
photon conceivable, for example, a photon emitted by a radioactive nucleus whose frequency
corresponds to the gamma ray range, is equal to the amount of kinetic energy a drop of water would
acquire falling under the influence of the earth’s gravity the distance of 10-6 cm, the height of 100
atoms
The discontinuity of the energy of light or electromagnetic waves was inconceivable, however.
Energy, first of all, was always considered a continuous quantity, even for discreet particles. But what
made Planck’s proposal even more mysterious was that it was associated with light, which ever since
the diffraction experiments of Young, was considered to be a wave and, hence, continuous. Planck
realized that his quantum hypothesis was in contradiction with the classical physics of his day.
Referring to his work, he remarked to his son in Berlin in 1900, “Today, I have made a discovery as
important as that of Newton.”
The full implication of Planck’s idea was not understood for five years until Einstein exploited the
quantum hypothesis in order to explain a new experimental result know as the photoelectric effect.
The effect consists of the observation that, when light of a sufficiently high frequency falls upon a
metallic surface, electrons (referred to as photoelectrons) are ejected from the metal.
There are three aspects of this photoelectric effect, however, which cannot be understood in terms
of classical physics. The first is the threshold effect of frequency. Unless the frequency of the light is
above the threshold frequency, no photoelectrons are ejected from the metal, no matter how high
the intensity of the light.
The third peculiar aspect of the photoelectric effect was pointed out by Leonard in 1902. He
observed that, when the intensity of light was increased by moving the source closer to the metal,
for example, the energy of the electrons ejected from the metal did not increase but rather more
electrons appeared. If one increases the frequency of the light projected on the metal, however,
then the energy of the ejected electrons will increase
Einstein expanded Planck’s quantum hypothesis by assuming that, not only the light induced by
thermal radiation is quantized, but, that all electromagnetic radiation comes in bundles of energy or
photons.
The quantum hypothesis also explains why increasing the intensity does not increase the energy of
an individual photoelectron. The energy of an ejected electron depends only on the frequency of the
single photon, which knocks it out of the metal. Increasing the intensity of the light does not change
the frequency of the photons, it only increases the number of them. This is why increasing the
intensity increases the number of photoelectrons without increasing the energy of individual
photoelectrons
183.sayfa