Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 248

KANT OKUMALARI

SAF AKLIN ELEŞTİRİSİ

Yrd. Doç. Dr. A. Ayhan ÇİTİL

2013-2014

İLEM İHTİSAS PROGRAMI

1
KANT OKUMALARI / SAF AKLIN ELEŞTİRİSİ / A.Ayhan ÇİTİL

1. 1. Ders:Kant felsefesine giriş

1.2.Ders:Birinci Yayıma Önsöz (AXII)

2. Ders : Birinci Yayıma Önsöz

3. Ders : İkinci Yayıma Önsöz

4. Ders: Giriş

5. Ders : Uzay (A30)

6. Ders : Transsendental Öğeler Öğretisi. II) Transsendental Mantık (A50 B74)

7. Ders : Saf Anlama Yetisi Kavramları ya da Kategoriler (A77 B102)

8. Ders : Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Dedüksiyonu (A95)

9. Ders : Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Dedüksiyonu (A 95)

10. Ders: Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Dedüksiyonu: Anlama Yetisinin Genel Olarak

Nesnelerle İlişkisi ve Onları Apriori Bilme Olanağı (A115)

-11. Ders: Transsendental Analitik - İlkelerin Analitiği (A 131 B 170)

12. Ders: Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Şematizmi

13. Ders: Saf Anlama Yetisinin Dizgesi - Tüm Analitik Yargıların En Yüksek İlkesi (A150 B190)

14. Ders: Transsendental Yargı Yetisi Öğretisi (A235 B294)

Genel Olarak Tüm Nesnelerin Fenomenler ve Noumenler Olarak Ayrımının Zemini

15. Ders: Refleksiyon Kavramlarının Amfibolisi (A261)

16. Ders: Saf Aklın İdeleri (A299)

17. Ders: Transsendental Diyaletik, Schein, Antinomi, Paralogizm (A348)

18. Ders: Transsendental Diyaletik 2.Kitap, 3.Bölüm: Transsendental İdeal (A 571)

2
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:1

Kant’ın nasıl bir etkisi var? Bazıları diyorlar ki Kant olmasaydı;

Pozitivizm-Mantıkçı Pozitivizm olmazdı, evrim teorisi olmazdı, hesap kuramı (Turing makineleri-
Gödel teoremleri) olmazdı.

Nedir bu proje? Kritiklerde yapılmaya çalışılan nedir?


Kritik: (A.Yun. Kritikos: Sınır çizmek)

Kant da neredeyse o anlamına sadık kalarak kullanıyor. Proje; insanın aklına, bilebilme yetisine aklın
kendi olanaklarını da kullanarak bir sınır çizmek. Öyle ki bu sınır içerisinde söylenebileni ve
söylenemeyeni ayırt etmek ve Batı Felsefesine belki Thales ve Parmenides’den beri gelen metafizik
anlayışına bir eleştiri getirmek ve o metafizik anlayışını felsefi söylemden elenmesini sağlamak. Batı
metafiziğinin çok büyük bir kısmının zan ve vehimden ibaret olduğunu göstermek. Son derece iddialı
bir proje.

Bu bizim geleneğimizi de son derece etkileyen bir şey. İslam felsefesi adı altında okuduğumuz pek çok
filozofun spekülatif metafizikten etkilendiğini oradan gelen kavramları kullandığını da biliyoruz.
Dolaylı da olsa İslam Felsefesinin pek çok filozofunu da bağlıyor bu düşünce. Aynı şekilde
söyledikleri zan ve vehim haline geliyor.

Bu sadece bilgi düzeyinde bir tartışma da olmamış, pratik aklın eleştirisini de yazmış. Daha 1.Kiritkte
bunun izleri başından beri var. Kant öyle bir sınır çizmeye çalışıyor ki akla, eylemlerimin kendisinden
önceki metafizikten çok daha farklı bir anlamı olmasına çalışıyor. Ben aklın pratik genişlemesine yer
açmaya çalışıyorum derken iddiası, eğer akıl sahibi insanlar olmasaydı varlığa gelmeyecek yani ortaya
çıkmasına, varlığa gelmesine bizatihi insanın vesile olduğu bir tür nesnenin bir tür varlığın olduğunu
söylüyor ki bu insana da çok büyük bir değer atfetmek demek. Kant öncesi ve eleştirdiği metafizik
anlayışının varlık anlayışıyla siz duyusal alemde yaşayan varlıklar olarak ne yaparsanız yapın aslında
varlığa ne bir şey ekleyebilir ne bir şey çıkarabilirsiniz. Batı felsefesinin sınırları içerisinde.

Kant öyle bir proje geliştiriyor ki, insan olmasaydı o nesne de varlık alanına gelmeyecekti. Dolayısıyla
insanın ahlaki eylemi doğadakinden farklı ve bugün bizim tarihsel diye adlandırdığımız varlık alanını

3
vücuda getiriyor. Yani bu açıdan bakarsak da kendisinden sonra Hegel’in Heinigton…vs nin de
tartıştığı tarih fikrinin zemini oluşturacak bir proje bu. Son derece de iddialı dolaysıyla.

Kant bu projeye nereden geliyor. Kant’ın eğitimini aldığı alan fiziksel coğrafya. Newton fiziğini
yerkabuğunun hareketlerine nasıl uyarlayabiliriz konusunda eğitim almış, bu konuda da fikirler
geliştirmiş. Yaşadığı bölgeden pek çıkmamış ama coğrafya bilgisi çok zengin. Bir coğrafyacının bu
işlerle ne işi var?

Bu açıdan bakıldığında bugün anladığımız anlamda bir bilim adamı. Newton mekaniğini kullanan,
kozmogoniler (evrenin oluşumu ve gelişimini açıklayan kuramlar) arasında hala anılan bir Kant-
Laplace kozmogonisi vardır. Laplace sonra matematikleştirmiştir. İddiası şu: Evrenin başından sonuna
kadar, oluşumundan şu ana ve geleceğe kadar geçirdiği evreler Newton mekaniği ile determinist
biçimde açıklanabilir diyen bir kozmogoni geliştirmiş Kant.

Kant bu konularla uğraşırken, depremlerin hareketlerinin yerkabuğunun hareketleriyle ilişkili olduğunu


bunun fiziğinin yapılabileceğini hatta tahmin edilebileceğini savunuyor. 1850lerde Lizbon’da tarihin
en büyük depremlerinden biri oluyor. (Bugün 9 şiddetinde olduğu tahmin ediliyor.) Binlerce insan
ölüyor ve tesadüfen deprem Katoliklerin önemli bir gününe rastlıyor. Bu bir tartışma başlatıyor. Bu
neden başımıza geldi. O dönemin ilahiyatçıları da dahil bunu Tanrı’nın cezası olarak görüyor.
Ahlaksız yaşamanın cezası olarak görüyor. Kant ise hayır diyor bu tip bir olayı böyle açıklayamazsınız,
bu bir açıklama değil. Sen buna inanıp hayatını ona göre düzenleyebilirsin. Ancak deprem neden oldu
sorusunun cevabı bu değildir. Bunun bilimsel bir açıklaması var yer kabuğu ile ilgili. Bunun böyle
olması tamamen fiziksel mekanizmalarla açıklanabilecek bir şeydir.

Bunda bir haklılık payı var ama bu bizim söylediklerimizi haksız kılmıyor ki diyorlar. Senin fizik
dediğin şey Newton’nun kurduğu, Leibniz’in geliştirdiği biçimiyle felsefi anlamda zaten tanrısal bir
töz fikrine dayanıyor. Tanrıyı bir cevher olarak düşünmeksizin fiziği temellendirmenin imkanı yok.
Tanrının iradesi ile olmuştur diyorlar. Kant bundan çok etkileniyor ve hak veriyor. İster Leibniz ister
Newton olsun ikisi de fiziği tam da o insanların kast ettiği biçimde bir metafizik ile temellendiriyorlar.
Örneğin Leibniz’in monadolojisinde monadların içindeki temsillerin yanyanalığı uzayı, ard ardalığı
zamanı verir. Fakat bu temsillerin monad içerisinde bulunmaları ve etkileşmeleri ancak Tanrısal bir töz
vasıtasıyla olanaklıdır. Bunlar Tanrısal zorunluluğun içerisinde ve Tanrının istemesiyle olanaklı
dünyaların en iyisi olarak yaratılmışlardır. O uyum, etkileşim bu sayede olanaklıdır. Newton her ne

4
kadar bilimsel bir açıklamaya yapmaya çalışsa da –özellikle uzay, zaman meselesinde- bir boşluktan
söz edilemez uzay Tanrı’nın edimsel olduğu yer olarak kavranmaktadır.

Kant, doğa bilimlerinin metafiziksel temellendirmesi böyle yapılıyorsa bunun başka türlü yapılması
lazım diyor. Doğa biliminin, fiziğin başka bir esasta yeniden kurulması lazım. Leibniz’in
monadolojisinin başka bir versiyonunu yazıyor “Fiziksel Monadoloji” ama memnun kalmıyor, istediği
sonuçları alamıyor ve ilginç bir gelişme oluyor. Leibniz’in matematik ve geometrisi üzerine çalışırken
bir paradoksun farkına varıyor. (Aslında tam bir paradoks da değil) Eşlerin Örtüşmezliği Paradoksu.
Sol elinize sağ eldiveni giyemezsiniz, sola doğru dönen bir sarmaşıkla sağa doğru dönen bir sarmaşığı
çakıştırmazsınız.

Bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu fark ediyor. Leibniz çalışıyor dedik, Leibniz bir yerde diyor
ki aritmetikte çok ilerledik bunun sebebi de “eşitlik” kavramı. Bunu daha ileriye götürmemiz ve benzer
bir şeyi geometride geliştirmemiz lazım diyor.

Geometride “eşitlik” olmaz, “örtüşebilirlik” kavramını geliştirelim diyor. İki geometrik şekil
örtüşebiliyorsa eşittir gibi olacak. Eğer iki cisim örtüşebiliyorsa, birebir içsel parçaları birbiriyle aynı
ve aynı dizilişe sahip iki şekil her zaman birbiriyle üst üste çakışır. Çünkü Leibniz’in uzay anlayışı
kendi başına temsillerin varlığına dayanıyor. Temsiller bir araya gelip, uzayı oluşturuyorlar. Ayrıca bir
uzay yok. Bu önemli olacak… Kant bunu okuyunca burada bir sıkıntı görüyor. Bu arada Leibniz’in bu
fikri bizim bugün topoloji falan diye konuştuğumuz, bütün matematik alanını da neredeyse içine alacak
şekilde geliştirilmiş topoloji alanı fikri bu tip bir düşünüşten çıkıyor. Kant’ın burada gördüğü sorun ise
farklı bir nokta.

Birebir içsel parçaları birbiriyle aynı ve aynı dizilişe sahip iki şekil neden birbiriyle örtüşmüyor?
Örtüşmeme, (eş olan şeylerin örtüşememesi) bize bir şeyler öğretiyor:

Eğer Leibniz’in söylediği gibi benim algı deneyimimdeki temsiller kendi başlarına olsaydı yani uzay
onlardan türetiliyor olsaydı. (Onlar varlar ve yerlerini kendileri olanaklı kılıyorlar ve yerlerinin bütünü
olarak uzayı oluşturuyorlar.) Eğer böyle olsaydı, Leibniz’in dediği gibi eşlerin örtüşmesi gerekirdi.
Bunun anlamı ne? Eşler örtüşmüyorsa Leibniz yanılıyor. Benim duyusal deneyimimde karşı karşıya
kaldığım temsiller kendi başlarına değiller. Mesela sayılar var 2 kümede 1,2,3 ile 4,5,6, yı
eşleyebilirim. Fakat geometrik anlamda iki sarmal üzerinde A’, B’ ile çakıştırılamıyorsa bunun bize
söylediği bir şey var. Eğer şeyler kendi başlarına olsalardı örtüşeceklerdi, onlar uzaydalar. Kendisinde

5
bir yönlülük haiz (sağ, sol gibi) Uzay, kendisinde yönlülük olan bir şey. Şeyler kendi başına değil,
uzayın içindeler. İki boyutta bir şey yok sarmaşıkları veriyor o yüzden yani 3. boyutlu geometrik
cisimlerde sorun oluyor. Temsiller uzayın içinde duruyorlar. Kant bunu söyledikten sonra Kritik
projesi başlıyor.

Sağa dönme ve sola dönme şeyin kendisinden değil, uzaydan geliyor. Uzay onlardan türetilmiyor.Uzay
temsillerden başka bir şey. Uzay, duyumlama yoluyla farkına varılan her şey temsil. Temsilin
kendisinden türetilemeyen bir şey varsa, ama ben bu şeyleri bir uzayda biliyorsam, benim bir uzayım
da var. Uzayın da farkındayım. Uzaysal alanın içinde temsiller var ama uzay, temsil edilen şeylerden
türetilemiyor. O halde uzayı nereden biliyorum. Eğer duyu deneyi ile elde edilen temsillerden
türetemiyorsam, uzayın kendisi de duyusal bir şey değilse ben nasıl uzay temsiline sahip olabilirim?

Cevap: Duyusal deneyime önceliği olacak şekilde benim bir uzay temsilim var. (A priori) Benim
şeyleri yan yana ve dışımda görmemi sağlayan ama kendisi o gördüğüm şeyler cinsinden olmayan ama
duyusal olandan türetilemediğine göre hep bende olmuş olan dolayısıyla a priori bir uzay temsilim var.

Leibniz bunu kaçırmış diyor. Leibniz’in sandığı gibi uzay temsillerin toplamı değil. (Uzay yan
yanalığın birliği diyor Leibniz) Uzay bende olan ve duyumlamayı olanaklı kılan a priori bir temsildir.
Eğer Leibniz’in dediği gibi olsaydı, uzay temsillerin toplamı olsaydı örtüşebilirdi.

Kendi başınalık ne demek bu çok önemli. Aristoteles’te yer dediğimiz şey tözün kapladığı yerdir ve
tözden bağımsız bir yer yoktur. Boş uzay yok. Yer fikri tözün kapladığı yer olduğu için şeylerin farklı
yerlerde bulunabilme olanağı da var. Tözler belirlenmiş şeyler olduğu için, belirlenmiş bir şeyin sayısı
da sonsuz olamayacağı için evrenin fiilen sonsuz olduğunu da söyleyemem diyor. Buradaki yer fikri,
Leibniz ile benziyor. Tabi bir farkla Leibniz’de tözlerden değil, bilincin eşlik ettiği temsillerden söz
ediyor. Söz konusu temsiller kendi başınlar ve toplamı uzayı oluşturabiliyor. Temsilden bağımsız yer
yok. Bu fikir yanlış doğru olsaydı örtüşürdü. Söz konusu temsiller kendi başına değil. Onlar aslında o
kabın içinde şekil alıyor. Bana uzay elbisesini giymeden o yönlülüğe tabi olmadan görünemiyorlar
demek. Aslında sorun şu: elbise nereden geliyor. Onlar benim a priori temsilim olarak uzayda bana
görünüyorlar. Temsiller ancak uzayda bana görünüyorlar. Deneyimin içinden gelmiyorsa nereden
geliyor? Sorusunun cevabı a priori.

6
Soru: Sağ, sol eldiven gibi ayna örneği de vardı: Aynaya karşımızda baktığımızda sağ, sol oluyor.
Burada kalmıyor Kant. Bunun hemen akabindeki düşünce şu: öyleyse ben şeyleri bana göründükleri
gibi biliyorum. Uzay temsili içinde bana göründükleri gibi biliyorum. (Appearance-Erscheinung)

Benim a pirori temsilimin yardımıyla bana görünüyorlar. Bu elbiseyi giyerek bana görünenlerin “kendi
başına” bir halleri olabilir. Demek ki Appearance-Erscheinung ile “kendinde şey” arasında da bir
farklılık olabileceğini söylüyor. Şeyler Ben’e ait olan uzay temsili içinde görünüyorlar –ondan önce
kendi başına bir halleri var mı belki de var- Aynı örnekten çıktık bir “görünüş” ve “kendi başına şey”
kavramına gittik. Şimdi bir şey daha söylüyor.

Leibniz’in kendi kuramı nasıl bir kuram: Deneyimde ortaya çıkan şeyler benim temsillerim, ister
duyumlama ister düşünce olsun, duyusal deneyim, söz konusu temsillerle bilincim arasındaki bir ilişki
üzerinden düşünülür. Ne demek bu? Benim duyu deneyimi dediğim deneyim benim kavramlarımın
açık ve seçik olmadığı bir duruma işaret eder. Benim bu temsillerim açık ve seçik hale geldikçe, diğer
temsillerden ayrılabildikçe kavramsallaşırlar. Duyusal alanla düşünsel arasında bir süreklilik vardır.
Açık seçiklik artıkça düşünselleşir. Kavramlarla duyular arasında bir süreklilik var. Bilgi aslında tek
tür, aradaki fark bilincin temsiline karşı olan durumundan kaynaklanıyor. Bilincin temsilini bağıntısı
üzerinden duyum, kavrama yapıyoruz. Kant diyor ki öyle değil.

Ben uzayda helezonun çakışmadığını biliyorum. Bu bilgi kavramsal olarak sadece kavramları
kullanarak açık ve seçik hale getirilebilir mi? Yani biri bana uzay temsilini kullanmadan, sağa sola
gönderme yapmadan, söz konusu parçaları, bunun sağa bunun sola dönen bir helezon olduğunu
anlatabilir mi diyor Kant ve cevap veriyor: Yapamazsınız. Hep bir yerden sonra sağa sola referans
verirsiniz. Ben bunu kavramsal olarak bilemem ve açık seçik hale getiremem diyor Kant. Bu çok
ilginç. Leibniz’in söylediği gibi uzay temsili üzerinden bilinen bilgi ile, kavramsal bilgi arasında
Leibniz’in varsaymadığı bir uçurum var. Benim iki ayrı bilgim var. Kavramsal bilgi ve anschaung.
“Görü” (intuition) ya da sezgi diye çeviriliyor. “Görü” daha iyi bir çeviri dolaysızlığa vurgu yaptığı
için. Sezgi sezmek anlamında değil, duyusal deneyim olmaksızın dolaysızca bilmek demek. Kavramın
karşıtı Kant’ta. Mesela şeylerin benim dışımda var olduğunu bilmek “görüsel bilgi”dir. Kavramsal
bilgi ile görüsel bilgi arasında ciddi bir fark var. Aynı tartışmadan hareketle Kant, Transsendental
Felsefesinde kullanacağı kavramların neredeyse hepsini bulmuş.

7
Görü ve kavrayış arasındaki farkı ortaya koymuş, kendi başına şeyi ortaya koymuş. Bunlarla baştaki
amacına dönelim: Kant’ın amacı neydi? Proje neydi? Fiziği klasik metafiziksel temellendirmeden
farklı bir şekilde temellendirecekti.

Sorulara yanıtlar: Temsilin bir şeyin temsili olması bakımından, bir şey bana görünüyor, bana temsil
olunuyor. Ama o temsil benim işleyişime tabi. Ruhun bilen ciheti anlamında (gemüt) diyor ona ve
ruhun bilmeye yönelen tarafı kendi kurallarını o görünene giydiriyor. Kendinde şey olarak
bilemiyoruz. Bilgiyi bizim kurduğumuz bir şey olarak düşünüyor. Kopernik Devrimi dediği şey bu.
*
Prolegomena’da belirttiği gibi Hume’dan çok etkilenmiş. Ancak Hume öyle bir şey de söyleyip bırakıp
gitti ki…Neden ve etki arasındaki bağın zorunluluk içermediğini, dolayısıyla aslında bütün bilimlerin
temelinde büyük aksaklık olduğunu ortaya koyuyor. Ben de diyor Kant, Kritik projesinde metafizik-
fizik bağlantısını koparmanın yanı sıra aynı zamanda Hume’un ortaya koyduğu bu nedensellik
sorununu da çözmek istiyorum diyor.

Yani bilimlerin temelinde nedensellik gibi bir sorun yoktur. Bilimlerin temelinde neden-etki bağıntısını
aramak nafile bir çaba değildir Kant’a göre.1) Metafiziği elemek 2) O metafizik olmaksızın
nedenselliği de temellendirmek.

Bir zamanlar Leibniz’in söylediği “yeter-sebep ilkesi” yani “aklın yeterli ilkesi” dediği ilkeyi Hume
kabul etmedi. Kant da metafiziğe başvurmadan nedenselliği açıklamak amaçlıyor.

Kant biraz da takıntılı bir adam. Her şey belli bir zamanda belli bir yerde ve düzen dahilinde olacak.
Uşağının kahveyi getirip bıraktığı yer bile hep aynı olduğundan masanın orası oyulmuş mesela.
Kant’ın yürüyüşün aksattığı iki olay oluyor: 1) Fransız devrimini haber aldığında. Kendisinden sonraki
Alman filozofları da bu devrimin gerekliliğini anlatmaya çalışıyorlar. 2) Rousseau’nun Emile kitabını
okuduğunda. Emile’de ne anlatılıyor? Toplumsal kurallara rağmen aslında biz özgürüz. Bu
özgürlüğümüzü de yaşayabiliriz iddiasıyla yazdığı bir kitap. Kant buna bayılıyor. Yani özgürlüğün
aslında toplumsal zorunluluklarla bir arada olabileceği fikri heyecanlandırıyor. 1.Kiritik’te bilimleri
temellendirecek, metafizik problemini çözecek ama asıl mesele bu özgürlük problemini çözecek. Ben
her ne kadar Newton mekaniğinin geçerli olduğu bir doğada ya da toplumsal zorunlulukların
bulunduğu bir ortamda yaşarsam yaşayayım özgürüm. Asıl proje bu:

8
Metafiziği eleyecek
Fiziği temellendirecek (bu metafiziği kullanmadan)
Özgürlük-zorunluk problemini çözecek.

Hepsini beraber yapmak büyük proje: Kant işte bu. Bu nedenle büyük filozof.

1.Kiritik’in sonunda Metod bölümünde yazdığı ilahiyatla ilişkili bir bölüm var aklın sınırları içinde
nasıl anlamalıyız sorusunun cevabı. Saf Aklın Sınırları İçinde Din metni de var. Kritik’in açılış cümlesi
zaten... [“İnanca yeraçmak için, bilgiyi sınırlandırdım.”(sanırım bu cümleyi kastediyor hoca]

Mantığın genel mantığın ve dilin kurallarını yanlış anlamaktan kaynaklanan kullanımını elemekten
bahsediyor Kant. Değiştirmekten bahsediyor. Aklın sınırları içinde din gibi fikirleri ortaya atıyor.
Başka bir ilahiyat anlayışı getirdiği çok açık. Özellikle 2.Kritikte diyalektik bölümünde açıkça dile
getiriyor. Benim asıl yaptığım şey, biz artık Tanrı’yı doğanın nedeni olarak düşünmek zorunda değiliz.
Öyledir ya da değildir. Ben 1.Kritik’te bunun bilinemez olduğunu gösterdim. Tanrı ideasını felsefenin
tamamen dışına mı atacağız. Ahlak deneyiminin tamamlanabilmesi için kurucu işleve sahiptir diyor.
Bunlar son derece iddialı şeyler. 1.Kritiğe giden yol aslında bu dönüşümün yolu.

Soru ve yorumlar: Kant diyalektik materyalizmin, hermeneutik ve fenemenolojinin kurucusudur.


Kolay kolay buna hayır denemez. 200 yıldır herhangi biri felsefe ile uğraşıp Kant’ın dümen suyu
dışında bir şey yapmıştır demek çok zor. Kant’ın metafiziğe, ilahiyata çizdiği sınırlar neyse orada top
koşturuyorlar, bunu değiştirmeye çalışan da pek yok. Sentetik a priori şu açıdan yanlıştı gibi eleştiriler
çok ama projenin sınırları dışına çıkan yok. Projeyi tümden reddeden yok.

Soru ve yorumlar: Eşlerin örtüşmezliği meselesinde dekonstrüksiyon, yapısöküm, Derida…


A.Ç. Bu kadar hızlı geçişler yapamıyorum ben tabi ama nasıl bu meseleler Kant’a gelip bağlanıyor
bakalım. Kant diyelim ki kendince haklı. Bu güne kadar milletin metafizik diye yaptığı şey neydi. Bu
yanılsama fikri. Aslında insanların bir şey yaptığını, kavradığını sandığı anda aslında onların bir şey
kavramadıklarının bunun bir yanılsama olduğunun bilincine varmasını sağlamak.

Kant’ın çok etkisinde olan, ilk kitabını Kant’a ithaf eden, ateist suçlamaları yapılınca Kant’ın desteğini
geri çektiği Fithte örneğin. T.C. ‘nin kuruluşunun arkasında Rousseau’dan çok Fichte vardır. Bu
konuda araştırmalar devam ediyor. Şimdi bu adam diyor ki “Transsendental Devlet”in mensubuyuz.
Herhangi bir dönemde bir halkın mevcut rejimi böyle bir devlete dönüştürmek üzere bir devrim

9
yapması meşrudur. Devrim fikri arkasında Kant var. Fransız Devrimi neden şimdi oldu da 500 yıl önce
olmadı… Fichte: biz despotik yönetimlerde bir yanılsama yaşamışız ve bu yanılsamayı aşmanın yolu
devrim. Dilin mantığını, deneyimimizi, dilin mantıkla olan ilişkisini doğru anlamamamız gerekiyor.
Sen bu fikri al ister Wittgeinstein’a ister Frankfurt Okuluna ister Derida’ya kadar… [Yanılsamanın
kökenini göstermesi bakımından Kant önemli bu yolu o açıyor.] Dile bu kadar güvenmemiz lazım
mesela. Bu projeler son derece Kantçı yaşadıklarının hakiki olmadığını aslında nasıl bir yanılsama
olduğunu gösterme projesi. Aynı projenin Adorno bir tarafından Derida başka tarafından tutmuş.
Wittggeinstein başka tarafından tutumuş. Ama kimse bu Kritik’in dışına çıkmıyor. Yani yanılsamanın
farkına varma meselesi. Ama bu aynı zamanda ayağını bastığın bütün halıların çekilmesi demek.
Aristoteles’in en büyük hatası Kant’a göre genel mantıktan hareket edip varlıkla ilgili konuşabileceğini
sanması. İşte bu Kant böyle bir adam. Felsefe kitapta durduğu gibi durmuyor, öyle etkiliyor ki sen
farkına bile varmıyorsun. Kant da böyle etkili oluyor. Nasıl bir etki yaratıp neler olduğunu görmek,
farkına varmak lazım. Bunu fark etmeden felsefe yapamazsın.

Sarmaşık güllerine geri dönelim. Uzay, benim ruhumun bir yetisinin bir formu ise ben ne Leibniz’in
yaptığı gibi ne Newton’un yaptığı gibi ne uzayı ne zamanı temellendirmek için bir Tanrısal töze ihtiyaç
duymam. Onlar sandılar ki böyle bir Tanrısal zemine ihtiyaçları var, oysa bunu söylemek zorunda
değiliz. Ben’in kuruluşuna ilişkin Descartes’i eleştiriyor. Rousseau’dan özgürlük mesesinden
etkileniyor.

1.Kritik’te kendinde şey ve görünüş ayrımını temellendirildiğini iddia ediyor. En çok eleştirildiği
noktada budur Kant’ın. (Jacoobi…) Böyle bir ayrımın yapılıyor olması, görünüş alemi bana görünüyor.
Bizim modern fizik dediğimiz aslında bizim görünüş alemi dediğimiz temsilleri bağlıyor. O yüzden
teorik fiziğin temelinde yer alıyor. Temsilleri ben kuruyorum. Ama zorunlu olarak o mekanik yasalara
tabiler. Her şey kendi başına olan ve görünen olarak düşünülebileceği için ben kendimi de kendi
irademi de görünen olarak ve kendi başına varlık olarak düşünebilirim. Bu durumda ben kendi irademi
özgür olarak tasarlamakta bir sakınca görmüyorum. Sıkıntı sadece şurada olabilir.

Nasıl olur da özgür bir iradeden kaynaklanan bir eylem zorunlulukların olduğu bir evrende bir
sorun yaratmaksızın değişikliklere yol açabilir? (2.Kritik’te çözüyor)
Özgürlük fikrinin görünüş ve kendi başınalık ile ilgili fikirden nasıl çıktığını anlamak önemli.

Nedensellik mevzuu: Görüsel ve kavramsal bilgi birbirinden farklı. Biz aslında düşündüğümüzde
görüsel ve kavramsal olan ile ilgili düşünüp yargılar verebiliyoruz. Leibniz’in söylediği gibi bir

10
süreklilik de yok görüsel ve kavramsal olan arasında bir uçurum var. Bir açıklamasının verilmesi
lazım: Nasıl oluyor da kavramsal olarak bir şeyi kavradığımda bu görüsel olan alanla ilgili
oluyor ve onları bağlıyor? Bu uçurum nasıl aşılıyor? Benim kavramlarım nasıl oluyor da görüsel
olarak temas ettiğim, o olanaklı nesneler için evrensel geçerliliğe, zorunluluğa sahip olabiliyor?

Bu problem diyor Kant, felsefe tarihinde yapılmış en önemli araştırma ile yapılabilir. O projenin adı
Transsendental Dedüksiyon. Nasıl olur da benim kavramların söz konusu nesneler için bir
geçerliliğe sahip olur? Nedensellik de bu kavramlardan biri. Nasıl oluyor da bu kavramlar bu söz
konusu nesnelerin benim tarafımdan düşünülmesine vesile oluyorlar.

Bir bakıma uzay ve yönlülük meselesiyle başlayan bu farkına varma Kritik Projesi’ne dönüşüyor.
Okuyalım. İthaf var o dönemin kralına ama kafasında da bu tip yapıları kaldırmak var bir yandan.
Descartes’ın Meditasyonlar’ın yayınlanması için Paris’e gönderdiğinde “ben en süper Tanrı ispatını da
verdim” demesi gibi. Onlar da kabul edip yayınlıyorlar ama belli bir süre sonra ne yaptıklarını anlayıp
yasaklıyorlar ama iş işten geçiyor. Benzer bir şey burada da var.

“İnsan aklı bilgisinin bir türünde özel bir yazgı ile karşı karşıyadır: öyle sorular tarafından rahatsız
edilir ki, bunları göz ardı edemez, çünkü ona kendi doğası tarafından verilirler; gene de onları
yanıtlayamaz, çünkü insan aklının tüm yeteneğini aşarlar.” (SAE - AVII)

Ben neyi kuruyorum ve neyi bilebilirim’i netleştirdikten sonra diyecek ki şunlar hakkında da hiçbir şey
bilmem mümkün değil. Metafizikçilerin verdikleri tanrı ispatları, evrenin başı sonu var mı? ruh
ölümsüz mü değil mi soruları Kritik’te çizdiğim sınırlar açısından bakıldığında hiçbir şekilde
cevaplanamayacağını ve bu muhakemelerin de yanılsama olduğunu söylüyor. Ben size işte bu sorularla
ilgili bir kitap yazıyorum. Akıl soruları sormak ve yanıtlamaya çalışmakla malul bir yeti, elinde değil.
Bir tür arıza gibi, bulamayacağı bir şeyi arıyor, bulduğunu sanıyor ve yanılıyor.

“Akıl bu güç duruma hiçbir suçu olmaksızın düşer. Öyle ilkelerden yola çıkar ki, bunların
deneyimin akışında kullanılmaları kaçınılmazdır ve aynı zamanda deneyim tarafından yeterince
doğrulanırlar. Bunlarla (kendi doğasının da bir sonucu olarak) her zaman daha yüksek, daha uzak
koşullara yükselir.

11
Ama orada görür ki, bu yolda her işi tamamlanmamış kalmak zorundadır, çünkü bu sorular hiç
bitmez, bu yüzden de öyle ilkelere başvurmayı zorunlu görür ki, bunlar tüm olanaklı deneyim-
kullanımını aşarlar ve gene de öylesine kuşkudan bağışık görünürler ki, sıradan insan aklı bile
onlarla anlaşma içindedir. Ama akıl böylelikle bulanık ve çelişki içine düşer ve tam bu nedenle
herhangi bir yerde gizlenmiş yargıların temelde yatıyor olmaları gerektiği vargısını çıkarsa da,
bunları ortaya seremez; çünkü yararlandığı ilkeler tüm deneyim sınırlarının ötesine geçtikleri için,
bundan böyle deneyimden gelecek hiçbir denek taşını tanımazlar. Bu sonu gelmez çekişmelerin
kavga alanı metafizik olarak adlandırılır. (SAE-AVIII)

“…deneyim sınırlarının ötesine geçtikleri için” ve “…deneyimden gelecek hiçbir denek taşını
tanımazlar” diyor daha sonra mantıkçı Pozitivistler’in “anlamsız” addettikleri önermelerin tanımı bu.
Kant işte bu metafiziği ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Batı felsefesi itibariyle baktığımızda başarılı
olmuş mu? Evet. Bugün batı felsefe geleneğinde –felsefe tarihi çalışması yapmak dışında- bu sınırları
reddeden hiçbir makul açıklama bulmak, çalışma bulmak mümkün değil. Son derece başarılı
gerçekten, dediğini yapmış. Bununla ilgili konuşulamaz demiş ve hakikaten de öyle olmuş. Daha sonra
bu metafiziğin tarihi ve nasıl geliştiğini anlatıyor.

“Açıktır ki bir hafifliğin değil ama bundan böyle yüzeysel bilgiyle oyalanmayan bir çağın
olgunlaşmış yargı gücünün1 etkisi ve akla tüm görevleri içinde en güç olanını, kendini bilme
görevini yeniden üstlenmesi ve bir mahkeme kurması için bir çağrıdır –…” (SAE-AXI)

Bir mahkeme kuruyoruz. Bu tip bir düşünüş biçimini, metafizik yapma biçimini bilerek yargılıyoruz.
Aydınlanma meselesi, “Aklını kullanma cesaretini göster” mottosunun arkasındaki şey bu. Ben o
sınırları bildiğim ve kullandığım ölçüde neyi bildiğimi, neyi yapmam gerektiğini ve neyi
umabileceğimi bilip diğer konular hakkında konuşmayacağım.

“….(devamı) bir mahkeme ki, ona haklı savlarında güvence verirken, buna karşın tüm temelsiz
istemlerini zora dayalı bir hükümle değil ama kendi ebedi ve ezeli {eternal} 2 ve değişmez yasalarına
göre dışlayabilecektir. Ve bu mahkeme saf aklın eleştirisinin kendisinden başka bir şey değildir.”
(SAE-AXI)

1
…Çağımız her şeyi kendine altgüdümlü alması gereken gerçek eleştirinin çağıdır. Kutsallığı yoluyla DİN ve yüceliği
yoluyla yasama (legislation) kendilerini genellikle ondan bağışık tutmayı isterler. Ama sonra yine kendilerini haklı bir
kuşkunun altına düşürür, ve usun yalnızca özgür ve açık sınamaya dayanabilene gösterdiği dürüst saygıyı kendi hakları
olarak ileri süremezler.
2
Kelimenin İngilizce ya da Almanca çevirisindeki karşılığı kullanılırken parantez {…} kullanılacaktır.

12
“Gene de bununla kitapların ve dizgelerin bir eleştirisini değil, ama genel olarak us yetisinin tüm
deneyimden bağımsız olarak3 kendileri için çabalayabildiği tüm bilgiler açısından bir eleştirisini
anlıyorum; öyleyse bu eleştiri genel olarak bir metafiziğin olanağı ya da olanaksızlığı üzerine karar
verecek ve her şey, ilkelere uygun olmak üzere, kaynağını olduğu gibi alan ve SINIR 4larını da
belirleyecektir.” (SAE-AXII)

Filozof eleştirmeyeceğim, bu çabaya giren yetinin eleştirisini yapacağım diyor. Nasıl, nerede hata
yapıldığını göstereceğim. Kritik Projesi budur.

3
Vurgu, yazara aittir.(Vurgulanan bölümler, Wood çevirisinde koyu harf, Smith çevirisinde italiktir.)
4
Büyük harf vurgusu bana aittir. (E.P.K.)

13
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:2

Soruya cevap olarak: Batı metafizikçilerinin dizgelerine yerleştirdiği anlamda bir Tanrı anlayışı
Kant’ta yok. Doğanın nedeni olarak Tanrı’nın düşünülemeyeceğini, öyledir ya da değildir bunun
bilgisine erişilemeyeceğini savunuyor. Tanrı evreni yaratmıştır, nedendir gibi bir şey söyleyemez
Kant’ın sınırları içerisinde. Batı felsefesinde, Batı mitolojisinden de devir alınan bir Tanrı anlayışı var:
Ruh ve ruhun yetileri dediğimiz şeyler de Tanrılar olarak düşünülüyor Batı medeniyetinde. Bizim
muhayyile falan dediğimiz yetiler deneyimi kurdukları ve bu anlamda varlığımızı da borçlu olduğumuz
anlamında düşünüyorlar. Kant böyle düşünmüyor, spekülatif metafizik yapanlar da düşünmüyor. Ama
bunlar deneyimde ortaya çıkmasa da deneyimin ortaya çıkmasından sorumlu olan “Tanrısal” güçler.

Söz konusu bu güçlerin etkileşimiyle kurulan bir deneyim-tecrübe var. Bu tecrübeye birliğini
bütünlüğünü veren öznel bir ilke diyebileceğimiz bir ilke var mı Kant’ta var. Apperception dediği şey.
“Ad perceptium” kökünden gelen yani algıya yönelenin algıya sahip olan olarak kendini idrâkı
anlamına gelen bir ilke.

Her şey birliğini ve bütünlüğünü ona borçlu. Deneyimde olan her şey onun birliğine tabi. Ona
“Transsendental Apperception” da diyor. Bu anlamda bütün dizgeye bütünlüğünü veren bir ilke varsa o
da o. Ama bu ilkenin kaynağı nedir, diğer yetilerle ilişkisi nedir onu açmıyor bir bakıma bunun böyle
olduğunu biz biliriz. Yani nesnel kuruluş açısından bir önemi var. Söz konusu bu öznel yetilerin nasıl
olup da var olduğu, kuruluşları, benim öznel bir görüş beyan ettiğim bir şey değil benim derdim başka
diyor ve geçiyor. Bu açıdan söz konusu bu “tamalgı-apperception” fiilinin, bene birliğini veren bu fiilin
birliği gibi bir bütünleştirici ilke de var. Yok da değil. Öyle bir birlik düşünmeksizin söz konusu
tecrübenin kurulamayacağından söz ediyor.

Kant’ın yöntemi tecrübede verilenin şerh edilmesine dayanıyor, eğer şöyle şöyle yetiler, fakülteler, ya
da apperceptionun birliği olmasaydı, şu şu şekilde olmazdı şeklinde düşünen bir yöntemi var yani
deneyimden geriye doğru giden. Orada gidebileceğimiz en son yer de apperceptionun birliği, eğer o
birlik verici olmasaydı biz hakikaten ne uzay zamanı bir birlik halinde bilebilirdik, ne temsiller ancak o
bütünlük içinde ortaya çıkıp “ben”e ait olabilirdi, kategorilere birliğini veremezdik. Başka türlü tecrübe
kurulmazdı diyor Kant.

Soru: Kant’ın yapmaya çalıştığı şey aklın işleyiş biçimini ortaya koymak. Tecrübe ve akıl Kant için
nedir? Akıl, Arapça kökeni anlamındaki gibi bağ kurmak gibi bir anlamda mı?

14
Cevap: Kant’a akıl teriminin çok spesifik bir kullanımı var. Deneyimin kuruluşunda önemli olan
belirgin subjektif yetiler vardır diyor. Bu yetilerden bir tanesi duyumlama (sensibilitate) yani kendi
başına olanın kendi başına temsillerini alabilme yetisi. Onun o kapasitesine de receptivate deniyor
alırlık, alabilme kapasitesi. Apperception yetisi var ve bir de bunlar arasındaki ilişkiyi kuran
Muhayyile (hayalgücü) var. O da transandantal bir yeti. Bunların hepsi birlikte çalışarak deneyimi
birlikte kuruyorlar. Deneyimin formları var: uzay ve zaman, apperception onlara bir birlik vererek ilk
defa saf apperception dediğimiz şeyi kuruyor. Kurmak dediğimiz de bunlar birlikte çalışmazlarsa
deneyim bizim bildiğimiz manada ortaya çıkamıyor. Benim temsillerim gibi bir şey ortaya çıkamıyor.

Ben bazen bunu lisans öğrencilerine şöyle anlatıyorum. Bir bilgisayar oyunu düşünün, onun içinde
oyuncu olduğunuzu düşünün. O oyunu kuran ve o şekilde olmasını sağlayan yazılımlar var. Onları
göremiyoruz ama onlar alttan alta öyle çalışmasa o oyun öyle işlemez. Böyle düşünüyor Kant da aşağı
yukarı bunu.

Bir de Kant’ın özellikle üzerinde durduğu, düşünme yetisi ile bir kabul ettiği, her zaman en temele
yerleştirdiği “yargı yetisi” var. Yargılarda bulunan, bir şeylere birliğini veren ve onları tutup kendine
birlik halinde temsil eden, en temelde ve dipte yer alan bir yeti olarak.

Kant müdrike dediği, bir yetiden bahsediyor. Müdrike [anlama yetisi] duyumlama yoluyla temas
ettiğim nesneleri idrak edebilmemi sağlıyor. Tam Türkçe karşılığı da müdrike. Bu kategoriler diye
bahsettiği de bu yetiye ait. Ama o kavramların kendisi de bu öznel yetilerin kendisi vasıtasıyla kurulan
şeyler. Kategoriler hep var falan değil, tecrübenin kuruluşunda birlik verici fonksiyonlar olarak ortaya
çıkıyorlar. Bir bakıma apperceptionla hayal gücü bir araya gelerek kategorilerin işler hale gelmesini
sağlıyor. Bütün bu hikayede de tecrübem, duyumlama ve kavramam açıklanıyor. Görüsel ve
kavramsal bilgi açıklanıyor.

Akıl dediği yeti Kant’ın tüm bu yetiler işlerini yaptıktan sonra, bir şeyler duyumlanır bu veriler
kavranılır hale geldikten sonra, söz konusu bu tecrübeye birlik vermek ve hakkında muhakeme
yürütmek üzere işleyen bir yeti. Daha üst bir yeti, bu akıl çıkarımlarını gerçekleştiren yeti ki Kant’ın
eleştirisini yaptığı akıl da bu akıl. Söz konusu bu akıl, deneyim üzerine ya da kavramlar üzerine
muhakeme yürüten, çıkarımlar yapan yeti. Kant’ın derdi şu: Bu anlamıyla muhakeme yapan yetinin
ulaşabileceği yer neresidir? Yapabileceği çıkarımların sınırları nereye kadar gider? Bu anlamıyla
muhakemeyi sınırlamaya çalışıyor. Bir bakıma bu yeti tecrübenin (yani benim duyumlama üzerinden
farkına vardığım dünya ve onu kavrama biçimlerim –bunların hepsi tecrübeyi oluşturuyor-) tecrübenin

15
kuruluşunda aklın (Vernunft) yetisinin hiçbir kurucu işlevi yok. Deneyimin kuruluşunda aklın hiçbir
kurucu işlevi yok. Akıl şu sandalyeyi kurmuyor. Aklın da –her yetinin olduğu gibi- saf unsurları var.
Bunlara idealar (aklın saf kavramları) diyor. Söz konusu bu idealar muhakeme etkinliğine birliğini,
bütünlüğünü veriyorlar. Tecrübeye değil. Bu muhakeme etkinliğinin yardımıyla ben kavramlarımı belli
bir biçimde düzenleyerek kavramlarıma belli bir bütünlük vererek kendi tecrübemi anlıyor ve onun
altında belli muhakemeler yapıyorum. Bu anlamıyla akıl, Platon’dan Aristoteles’ten beri gelen –buna
İslam filozofları da dahil- sözü edilen gelenek içerisinde düşünülen akıldan farklı. Ama Kant’a göre
akıl zaten böyle bir şey ve onlar bunu yanlış anladı. Bunlar aklın kritiğini yapmadıkları için, yani neyi
yapıp neyi yapamayacağının sınırını çizmediği için söz konusu bu aklı kullanılamayacağı bir takım
yerlerde kullanıp başlarına bir sürü iş açtılar.

Soru: Kant’ın apperception’u getirip bağladığı “transsendental özne”nin kendisi görüsel karşılığı
olmayan bir şey olarak üzerine bilgi iddiasında bulunabileceğimiz bir şey midir? Kant tam da
eleştirdiği metafiziği kendisi yapmış olmuyor mu bunu söylereyek.

Cevap: B.Gözkan’ın doktora tezi var bunu söyleyen. Ama Kant’ın genel anlamda kullandığı metot
zaten şöyle bir şey olmalı, olmasaydı bunu-şunu yapamazdık biçiminde bir şey olduğu için üzerine
düşünülmeli. Bir de Transsendental özne üzerine konuşamam deyip o noktada susuyor bu gerekçeyle
belki. Metine dönelim.

Anlak yani Müdrikenin kökünde bu arada “dark” var yakalayan demek. Yakalayan, kavrayan demek,
kavrama yetisi anlamında.

“Anlama Yetisinin {Verstand-Understanding} temellerine inmek ve aynı zamanda kullanımının


kural ve sınırlarını belirlemek için benim Transsendantal Analitiğin ikinci bölümünde Saf Anlama
Yetisi Kavramlarının Çıkarsaması (Dedüksiyon) başlığı altında yerine getirmiş olduğumdan daha
önemli hiçbir araştırma bilmiyorum. Bu araştırma emeğin en yoğununu isterken, karşılıksız
kalmayacağı umudunu da getirmiştir. Bu irdelemenin iki yanı vardır:

1) Saf anlama yetisinin [amprik olanla karışmamış olan] nesneleri ile ilgilidir ve onun a priori
kavramlarının nesnel geçerliliğini açıklaması (demonstrate) ve kavranabilir kılması amaçlanmıştır.
Tam anlamıyla amaçlarım için özseldir.
2) Saf Anlama Yetisinin kendisi, olanağı ve üzerine dayandığı bilişsel güçler ile ilgilidir ve böylece
onu öznel bağlamda irdelemektir.

16
Bu açımlamanın amacım açısından büyük önemi olsa da, özsel olarak amacın kendisine ait değildir.
Çünkü her zaman başlıca soru: Anlama yetisi ve akıl, tüm deneyimden bağımsız olarak, neyi, ne
denli bilebilir? sorusudur. Düşünme yetisinin kendisi nasıl olanaklıdır? Sorusu değil.

İkincisi bir bakıma verili bir etkinin nedeninin araştırması olduğu ve bu düzeye dek kendinde
önsava benzer bir yan gösterdiği için (gerçi, başka bir yerde göstereceğim, gibi gerçekte böyle
olmasa da) öyle görünmektedir ki burada kendime ortaya bir sanı sürmek için izin verebilirim ve bu
yüzden okur da özgürce bir başka bir sanı ile bunun karşısına çıkabilir. Bu nedenle okura önceden
anımsatmam gerek ki, öznel çıkarsamam onda umut ettiğim tam kanıyı yaratmayı başaramasa da,
burada beni ilgilendiren başlıca nokta olan nesnel çıkarsama tüm gücünü korumaktadır. Bu
noktada yalnızca A 92 ve A93. sayfalarda söylenenler yeterli olabilir.” AXVII

Burada çok net biçimde diyor ki ben size yetiler ve onların nasıl işlediğine ilişkin bir hikaye
anlatacağım ve işime de yarayacak. Nasıl oluyor da söz konusu bu saf kavramlar, kategoriler nesnel
geçerliliğe sahip, yetileri ve güçlerin nasıl bir işleyişi var bunu açmam gerekecek. Ama bu benim
amacım için özsel değil, başka biri de başka bir öykü anlatabilir. Bir bakıma da haklı çünkü, bunun
mitsel bir tarafı da var. Biz bu yetileri görmüyor, tanımıyoruz. Amprik bir tarafları yok. Hep
çıkarsamalar üzerinden konuşuyoruz. Böyle olması için şöyle olması gerekir gibi. Buna bugünkü
mantık terimleriyle “abdüktüf çıkarım” (geri çıkarım) da diyebiliriz. Bir şeyle karşı karşıyasın, en iyi
açıklamaya yönelik çıkarım yapıyorsun. Bunların hiçbiri geçerli değil. O anlamda bu tip eleştiriler
gelebileceğinin de farkında onun zemini nedir falan diye. Onun hakkında hiç konuşmasam daha iyi
falan da diyor. Hatta meşhur bir tartışma: A ve B baskısında bu dedüksiyonlar çok farklı. B de yetilere
çok gönderme var, imgeleme neredeyse hiç girmiyor mesela. Bazıları diyorlar ki tam da bu tip
kaygılarla –farklı yorumlar var tabi, Heidegger faklı yorumlamış mesela- nesnel olan dedüksiyona
odaklanmak için Kant B’de bu yetilerle ilgili bölüme çok fazla yer vermedi gibi. Tartışılır tabi ama bu
tartışmamanın böyle de bir tarafı var.

Benim öncelikle görüsel bilgi (intiution-anshaung) üzerinden farkına vardığım bir dünya var. Bir şeyler
benim tecrübemde ortaya çıkıyor ve ben onları görü marifetiyle biliyorum. Bir de bu duyumlama
üzerinden bildiğim –ki buna Kant amprik görü diyor- bu söz konusu görünün kavramsal olarak
düşünülmesi yanı var ki ikisinin toplamı benim olanaklı tecrübemi oluşturuyor. Görü ve kavram
yoluyla bilebildiğim benim tecrübemin sınırını çiziyor. Bu tecrübe dediğimiz şey herhangi bir şeyi
dışarıda bırakıyor mu? Bu tip bir tecrübenin ötesinde bir şey var mı? Kant diyor ki Batı düşüncesi bu
amprik görünün yanı sıra bir de entelektüel görü diye bir şeyi daha eklemiştir. Entelektüel görü nedir?

17
Benim nesneleri, amprik görü olmaksızın dolaysızca bilebildiğim tecrübe. Aynı bu Platon ve
Plotinos’ta bahsi geçen türden bir görü. Kant diyor ki böyle bir görü yoktur. Ben herhangi bir şeyi ya
duyusal olanla karışık olarak amprik olarak bilirim. Ya da bunu kavramlar üzerinden kavrarım. Bunun
ötesinde nesneler ile dolaysızca karşılaştığım herhangi bir durum yoktur. Kant’ın tecrübe anlayışı
dolaysız bir görü ya da bilmeye izin vermiyor.

Soru: Tecrübe bu durumda hem a priori hem a posteriori bir şey mi?
Cevap: Esas olarak ben tecrübemde hep a posteriori olanla karşı karşıyayım. Ama hiçbir zaman ben o a
priori unsurları kendi başına da deneyimleyemiyorum. Uzay zaman formunu ben hiçbir zaman
kendinde olduğu haliyle bilemem. Ben onları amprik deneyimi olanaklı kılan unsurlar olarak
bilebilirim. Aynı şekilde diğer unsurlar ve yetiler için de geçerli. Ne demek bu? Kant diyor ki; ben söz
konusu yetilerden, söz konusu yetilerin transsendental unsurlarından ancak tecrübeyi olanaklı kılan
olarak konuşabilirim diyor. Bunun dışında kendi başına halleri anlamında konuşamam diyor. Bir tür
teşrih yani tecrübeye bakıp bunun içinden “bu nasıl olmuş?” diye didik didik ederek bulma yöntemi.
Duyumlama ile edinilen malzeme cinsinden olamaz, bunu meydana getiren, karan, birliğini veren bir
şeyler olmalı diye düşünmüş, tecrübeyi benim tecrübe ettiğim biçimde tecrübe etmemi olanaklı kılan
unsurlar ve yetiler nedir?i çıkartmış. Çıkarsama-Dedüksiyon dediği de bu. Tecrübemde, formların
kendileri, kategorilerin kendileri, yetilerin kendileri konu olarak mevcut olmuyorlar.

Kategori sandalyenin neresinde? Kuruluşunun, Kritiğin yapısında şu var: Transsendental Estetik var
(Duyumlama yoluyla ne bilebilirim?) bir de Transsendental mantık var. Orada mantık dediği ilginç bir
kullanım aslında. Nesnenin mantığı. Bu nesnenin mantığı var Kant’ta. Bu nesnenin mantıksal unsurları
var ne demek? Ben buna baktığımda, bir nesne olarak düşündüğümde sadece duyumlama yoluyla
farkına vardığım temsillerden söz etmiyorum. Bu nesnede –gören gözler için- kategoriler var. Örneğin;
bu şekeri bütün-parça ilişkisi içerisinde görüyorsunuz, sağı var solu var, altı var üstü var gibi. Bu
parçalar nasıl parçalar? Zorunlu olarak birbirine ait olmayan parçalar. Ben bu şekeri bu yarısını ve öbür
yarısını ayrı ayrı düşünebilirim. Bu parçasını düşündüğümde öbür parçasını da düşünmek zorunda
değilim. Kant’a göre benim bunu bu şekilde düşünmemin arkasında bir kategori var. Kategori burada
bu deneyimin içinde. Kategori eğer olmasaydı, -nicelik kategorisi ona bu bütünlüğü veren bu arada-
ona bu bütünlüğü vermeseydi, ben bu şekeri parça bütün ilişkisi içerisinde kavrayamazdım. Kategori
ancak “reflektif” bir biçimde, yani ben aslında bir şeyi bildiğimde bir kavramın altına bir nesneyi
düşürerek biliyorum. Yargıların kurucu kullanımı böyle. O kavrayışımda kategori mevcut. Tikel
olandan kavrama gitmeye Kant “reflektif” yani kendi üzerine dönen, kendi üzerine düşünen düşünce
diyor. Düşünme yetisinin böyle iki yönü var:

18
1) Nesneleri belirleyen, kuran ve kurarak tecrübemde kendime temsil etmemi sağlayan bir yön var,
2) Bir de o kurulanın böyle olabilmesi için hangi kavramın altına düşmesi lazım’ı düşünen bir yönü var.

Aynı bu şekilde, bu şekerin böyle düşünülebilmesi için –saf olan deneyimden gelmeyen- nicelik
kategorisinin altına düşürülmesi gerekiyor. Düşünülmüş, kurulmuş olması gerekiyor, kategorileri ancak
ben böyle bir reflektif düşünce içerisinde bilebiliyorum.

Kant diyor ki biz önce yargıları bir sınıflandıralım. Ne tür yargılarda bulunuyoruz ve bir tablo yapıyor.
Kendince bu tablo tam. Söz konusu bu yargılarda bulunabilmemi sağlayan ve nesneyi kuran bu saf
kavramların olması gerekir diyor. Fakat aynı yerde şunu da söylüyor. Bunun tam bir listesi Saf Aklın
Eleştirisi tamamlandığında verilebilir, tamamladığımı iddia etmiyorum diyor ama ben diyor “bu
yüzyılın sonuna gelmeden bu işin sisteminin de tamamlanacağını bekliyorum” diyor. Sonra bununla
değil başka şeylerle ilgileniyor. Kendisinin de tam olduğu ile ilgili bir iddiası yok. Ama yöntem belli.
Hangi tür yargılar var? (Yargı önerme ayrımı yapıyoruz bugün) Önermeleri sıralayıp bu tür
önermelerin olması için ne tür kategoriler olmalıydı?

Önsözde biz projenin kendisinden bahsettik. Soruyu sorabilecek kapasitede ama cevabı verecek
kapasitede değil. Bu açıda malül bir yeti aslında. Cevaplayamayacağı soruların alanına da metafizik
diyor. İnançla ilgili tartışmalarda “ben Tanrı’yı bu savaş alanının dışına çıkaracağım” diyor. Biliriz,
bilemeyiz, ispatlarız ispatlayamayız tartışmalarının hiçbir anlamı yok, inanan inanır, inanmayan
inanmaz, bu savaş alanının dışına atacağım diyor.

1.Önsözün ortasından itibaren bir kesinlik ve açıklık tartışması var. Yani, benim araştırmamda elde
ettiğim sonuçlar kesin ve açık olacak. Bu açıklık seçiklik tartışması Descartes’ten beri gelen. Kant
kendi araştırmasının bu şartları nasıl sağlayacağından bahsediyor. Kesinlik konusundan bahsederken,
asıl önemli olan diyor: bu saf unsurların nesnel geçerliliği. Ne demek bu? Ben size şunu göstereceğim:
deneyimi kuran bu yetilerin öyle saf unsurları vardır ki, bu kavramaların evrensel ve nesnel
geçerlilikleri vardır diyor. Hume’un nedensellik problemi mesela. Neden-etki bağıntısı bir kategori
mesela. Herhangi bir olayın neden-etki bağıntısına göre kurulduğunu, nedensellik kategorisinin
evrensel ve zorunlu olarak geçerli olduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek bir biçimde göstereceğim.
Böylece bilimlerin temellendirilmesinde nedensellik kategorisinin yerinden kimsenin bir şüphesi
kalmayacak. Bunun öznel hangi yetiler marifetiyle yapıldığı hakkında da bir hikaye anlatacağım ama
onda o kadar iddialı değilim, istiyorsanız şunun şurası şöyle burası böyle olmalıydı diye
düşünebilirsiniz. Orada kesinlik şartını biraz yumuşatıyorum diyor.

19
Sonra bu açıklık konusundaki tartışmaya geliyor. A 18deki bazı kavramları açıklamak istiyorum.

“Duruluk (açıklık-clarity) konusuna gelince, okurun ilk olarak kavramlar yoluyla diskursif (mantıksal)
duruluk, ve sonra görüsel (intuitive) e.d. örnekler ya da başka in concreto açımlamalar yoluyla görüsel
(estetik) duruluk isteme hakkı vardır. Mantıksal açıklığı-duruluğu (clarity) sağlamak adına, estetik
açıklık-duruluk ihtiyacını karşılayamadım. Çünkü, birincisi amacımın özünü ilgilendiriyordu.”

Diskürsif sevk edici demek. Kavramların kavramlara sevk edilmesiyle kaim olan demek. Yani ben bir
şeyi 1) dolaysız olarak bilirim yani bir kavramın dolayımı olmaksızın ki bu görüsel bilgiye karşılık
gelir. 2) kavramları kavramlara sevk ederek, bağlayarak bilirim. Mantıksal diye bu nedenle çevirmişler.
Onun sıfatı diskursif yani sevk edici demek.

Bu anlamda da dolaylı olarak yani kavramların dolayımıyla bilirim. Bu anlamda diskürsif açıdan yani
kanıtlamalar yoluyla göstermek adına elimden geleni yapacağım ama hakkında konuştuğumuz şeylerin
örneklerini, yani bu kavramların altına neler düşüyor bunu vermek adına çok iddialı değilim. Anlayan
anlar diyor.

Kant’ın aptallıkla ilgili çok meşhur bir sözü var: Kime aptal derler?
Kavramlarla ilgili diskursif bir faaliyet içerisinde konuşup kavramın altına neyin düştüğünü fark
edemeyene aptal derler diyor. Bütün okurlarımın da bu anlamda aptal olmadığını varsayıyorum tek tek
örnek vermeyeceğim anlamında söylüyor, anlayan anlar anlamında.

Bu kavramın altına ne düşüyor? Anlamak hakikaten aslında bazı yerlerde çok zor. Yani ne diyor bu
adam? Anlamlı bir şey söylüyor ama ne demek istiyor bunu anlamak bazen çok zor olabiliyor. İtiraf
etmek gerekir ki insan bazen kendini aptal gibi hissediyor gerçekten de.

Birinci önsöz A 21 de diyor ki:


“Saf teorik akılın böyle bir dizgesini, Doğanın Metafiziği 5 başlığı altında kendim üretmeyi
umuyorum; bu çalışma, genişlikte bu Eleştiri’nin yarısı denli bile olmasa, içerikte onunla
karşılaştırılamayacak denli zengin olacaktır. Çünkü Eleştiri her şeyden önce onun olanağının
kaynak ve koşullarını ortaya serecek, bütünüyle bakımsız bir toprağı temizleyip düzenleyecektir.”

5
“Doğa Biliminin Metafizik İlkeleri” metnini kast ediyor.

20
Kendisi sonra ne yapmış? Bu tip bir dizgesel bir sistem kitabı yazmamış ama Doğa Biliminin
Metafiziksel Temelleri (1786’da yani–1.Kritik’in birinci ve ikinci baskı tarihleri arasında, Ahlak
Metafiziği’i ile aynı yıl) adlı çok önemli ve çok az okunan kitabında teorik fiziğin teorik zeminini
anlattığı kitabıdır. Yani bir anlamda buradaki kategorileri..vb alıp doğa biliminin nesnesi nasıl
kurulur’u anlatmaya çalışmış gerçekten de. Doğa bilimi nasıl olanaklıdır’ı anlattığı, her bir kategori
grubuna bir bölüm ayırdığı bir kitap yazmış Kant. Bunu özellikle şunun için söylüyorum. Kant hep
şöyle eleştirilir. Kant, Newton mekaniğine dayanan bir sistem kurdu, Görelilik kuramı çıktı, (hak geldi
batıl zai oldu gibi:) Kant zai oldu gibi yorumlar yapılır. Doğa Biliminin Metafiziksel Temelleri’de
bunun böyle olmadığını görüyorsunuz. Hiçbir uzayın mutlak olarak düşünülemeyeceğini bütün
referans çerçevelerinin birbirine göreli olduğunu söylüyor Kant. Mesela bu pek bilinmeyen ve gözden
kaçan bir yan. Bizim klasik fizik dediğimiz, ister Newton mekaniği olsun, ister Einstein mekaniği
olsun klasik fizik dediğimiz (kuantum fiziği olmayan) teorik fiziğin zemini hakkında yazılmış en
önemli kitaplardan biridir hala. İncelenmesi gerekir. Ama oturup doğanın metafiziği diye bir kitap
yazmakla da uğraşmamış.

İkinci önsözü Kopernik devrimi bağlamında ele alacağız.


“…Aklın alanına ait olan bilginin irdelenmesinin yolunu bulmaya çalışmak akla bir hizmet
olacaktır. Üstelik böylece, üzerine düşünülmeksizin önceden kabul edilen amaçlarda kapsanan pek
çok şeyden yararsız diye vazgeçmek zorunlu olsa bile.” (B VII)

Bilimsellik ve bilimin emin yoluna girmek öyle bir tema ki Batılı felsefeciler Kant’tan sonra felsefeyi
bilimin emin yoluna nasıl sokacağız diye epey bir uğraşmışlar. Hemen sonrasında Fichte’nin kitabının
adı mesela “Felsefeyi bir bilim olarak nasıl kurabiliriz?”

Felsefeyi bir bilim olarak kurmak, metafiziği bir bilim olarak kurmak ilk olarak Kant’ın iddiası. Hume,
ben Newton nasıl yaptıysa –yöntem olarak- felsefeyi de öyle kuracağım diyor, bilim olarak değil,
yöntem olarak izleyeceğim diyor. Bunu nasıl yapacağım? Bana dolaysız olarak bana sunulanın
ötesinde hiçbir varsayım ortaya atmayacağım. Felsefeyi bilimselleştireceğim demiş ama Kant’a göre
bu bakış açısı çözdüğünden çok problem başımıza açmış. Kast ettiği hatalı yollardan bir tanesi de bu.
Bunun Kant’a göre nasıl yapılması lazım? Felsefenin ve metafiziğin bilimin emin yoluna sokulması
projesi. Kant’tan sonra da devam etmiş. Husserll’in Kesin bir Bilim Olarak Felsefe’si var. Pozitivistler
zaten felsefeyi bilimin kesin yoluna sokmak istiyorlar.

21
Önsözün devamında Kant diyor ki, mantık pek sorumlu değil, hatta Aristoteles’ten beri pek
ilerlemediğine göre o kendi sınırlarını zaten çizmiştir diyor. Ama biz biliyoruz ki özellikle Frege’nin
sayesinde ortaya çıkan mantığın Aristoteles’i teknik açıdan da başka açılardan da aştığını düşünüyoruz.
Kant uzun yıllar mantık dersleri vermiş biri ama bunu öngörmemiş olması ile çok eleştirilir mesela.
Yani mantığın daha ileri gitmeyeceğini söylemesi bakımından.

Kant’ın diyalektik bölümünde yaptığı bir eleştiri var, Tanrı ispatları konusunda da etkisi olan. “Varlık”
bir yüklem bir predikat değildir diyor bununla ilgili bir eleştirisi var. Öyleyse “varlık” mantık
içerisinde nasıl ele alınmalıdır? “Bir şey vardır” önermesi mantık açısından nasıl ele alınmalıdır? Bu
modern mantığın çıkış noktalarından bir tanesidir.

İkincisi, felsefenin asli bir projesi metafiziğin elenmesi ise, Frege’nin “sayılar dilin içerisinde tam
olarak temsil edilebilir” projesi ruhu bakımından Kantçı bir projedir. Kant mantık tamamlanmıştır
diyor ama yaptıklarıyla modern mantığın yolunu açıyor aslında.

Bizim analitik felsefe dediğimiz gelenek bazen o bilime semantik gelenek de diyoruz. Alberto Coffa
diye bir adam var anlatıyor bunu kitabında. (Semantic Tradition from Kant to Carnap) Büyük
babalığını Frege’nin, babalığını Russell’in ve oğulluğunu Wittgeinstein’in yaptığı gelenek diyor,
aslında Kant’ın metafiziğinin elenmesi düşüncesi üzerine kuruludur. Kant’ın görü anlayışının eleştirisi
olmasaydı, bugün anladığımız anlamda semantik gelenek ya da analitik felsefe diye bir şey olmazdı.
Bu anlamda Eleştiri’ye borçlular. Özellikle sentetik a pirorinin eleştirilmesi bizim bugün mantıkçı,
anlambilimci ya da analitik gelenek dediğimiz geleneğin ortaya çıkmasını sağlıyor. En son
Wittgeinstein tutarlı bir biçimde ortaya koyuyor.

Burada ne diyor Kant? Mantık tamamlanmıştır. Matematik de fizik de bilimin emin yoluna girmişlerdir
diyor altını çizdiği nokta şu: matematik yapanlar da fizik yapanlar da şunu fark etmişlerdir diyor:
Kavramlarının aslında neyi gerektirdiğini matematiksel inşada ya da doğada görmeye çalışmışlardır.
Yani doğayı gözlemleyerek oradan gittikleri için bilim değildir, ya da matematik değildir. Ben kendi
kurduğumun karşılığını deneyde gördüğüm sürece bilimsel bir şey yapıyorum. Bu da son derece
önemli çünkü bugün bizim bilim felsefesi dediğimiz gelenek nasıl bir gelenek? Diyorlar ki bugün biz,
dil içerisinde bir takım kurallar oluştururuz, dili kurarız yani karşılıklı bağıntıları içerisinde. Ona bir
model ararız gerçeklikte. Bunu bu şekliyle ilk net bir biçimde ifade eden yine Kant.Bilimin emin
yoluna girmek, sen kendi kavramlarını kurarsın, onun izini sürersin, deneyde karşılığı var mı diye. Bu
bilim fikri de özü itibariyle Kantçı bir fikir.

22
“İkizkenar üçgenin özelliklerini belgitleyen {demostrate} ilk insanın (bu Thales ya da başka biridir)
kafasında bir ışık çakmış olmalıdır. Çünkü şekilde gördükleriyle ya da şeklin yalın kavramının
kendisini izlemek ve bir bakıma bundan özelliklerinin bilgisini kapmakla yetinmediğini, ama
kavramların kendilerine göre a priori düşünüp çıkardıklarını ve (çizim yoluyla) betimlediklerini
ortaya koyması gerektiğini, ve bir şeyi a priori bir güvenirlikle bilmek için o şeye zorunlu olarak
ortaya çıkanlardan, kavramı ile uyumlu olarak kendisinin ona vermiş olduklarından başka bir şey
yüklememesi gerektiğini bulmuştu.” (B XI-BXII)

Aynı şeyi fizik için söylüyor.


“Böylece Fizik bile …..devrimini şu düşünceye borçludur: Akıl doğadan öğrenmesi gereken ve
kendi içinden üzerlerine hiçbir şey bilemeyeceği şeyleri doğada aramak (yanlışlıkla ona
yüklememek) ve gene bunu doğaya kendinin koymuş oldukları ile uyum içinde yapmak zorundadır.
İlk kez böylece doğa bilimi yüzyıllar boyunca el yordamıyla ilerledikten sonra bilimin güvenilir
yoluna girmiştir.” (BXIV)

Sen kendi kavramlarını koyarsın doğadakiler ona ne kadar uyuyor ona bakarsın. Bu tabi beraberinde
bilim felsefesinin deneyimi kuran bağıntı ile ilgili sorunları da beraberinde getiriyor ama bilim olmak
böyle bir şey işte. Önce kavramlarını oluşturursun, o kavramları doğrulayan bir model ararsın,
doğruluyorsa kuramın doğrulanmış olur. Çok net söylüyor bunu yani Pozitvistlerin bayıla bayıla
anlattığı bilim anlayışını anlatıyor.

Sonra Kopernik’ten bahsediyor Kant diyor ki:

“Bugüne dek tüm bilgimizin kendini nesnelere uydurması gerektiği varsayılmıştır; ama onlara
ilişkin herhangi bir şeyi kavramlar yoluyla a priori saptama ve bu yolla bilgimizi genişletme
girişimleri bu varsayım altında boşa çıkmıştır. Öyleyse, bir kez de nesnelerin kendilerini bilgimize
uydurmaları gerektiği varsayımı altında metafiziğin görevinde daha iyi sonuç alıp alamayacağını
sınayabiliriz. Bu istenen şey ile –nesnelerin a priori bilgisinin olanağı ile- onlar bize verilmeden
üzerlerine bir şeyler saptama amacı ile çok daha iyi uyuşmaktadır. Burada durum öyleyse
Kopernik’in ilk düşüncesi durumunda olduğu gibidir. Gök cisimlerinin devimlerini bütün yıldızlar
kümesinin gözlemcinin çevresinde döndüğü varsayımı altında açıklamada iyi bir sonuç alınmadığını
görünce, Kopernik gözlemcinin kendisini döndürüp, buna karşı yıldızları dingin tuttuğu zaman
daha başarılı olup olamayacağını araştırmıştı. Metafizikte de, nesnelerin görüsü açısından benzer
bir yol izlenebilir.” (BXVI)

23
Benim kavramlarım deneyimde ortaya çıkana uyuyor mu, uymuyor muyu bir kenara bırakıp,
deneyimde ortaya çıkanlar benim kavramlarıma uyuyor mu diye baksak daha iyi olur diyor. Şu
nesneler topluluğu, acaba benim kurduğum ölçüde ve kurduğum gibi mi varlar? Bir de tersinden
bakalım diyor. Ancak öyle olursa a priori bilgi olanaklı olur Kant’a göre ve Kant buna a priori bilgi
diyor.

Antik düşünceden beri –bazı farklı düşünceler olsa da- biz dünyayı merkezde ve yıldızların bizim
etrafımızda döndüğünü düşünüyorduk. Bu öyle kolay reddedilebilecek bir düşünce değildir gerçekten.
Lisede falan öğretirken insanlar dünyayı merkezde sanıyorlardı ne kadar salaklarmış şeklinde anlatılır
durum öyle değil. Ben bunu hep öğrencilerime de sorarım. Bizim aslında merkezde olmayıp da güneşin
etrafında döndüğümüzü kanıtlayan bir kanıtınız var mı? Aklınıza geliyor mu? Bu kolay bir soru değil.
Dünyanın yuvarlak oluşu ile ilgili öne sürülen kanıtlar gibi değil, öyle geminin dumanı bacası meselesi
gibi değil. Zor bir soru. Biraz düşünün bunu. Bunun aksini gösterecek bir şey bulmak neredeyse
imkansız. Hakikaten bakıldığında yıldızlar etrafımızda dönüyormuş gibi görünüyor. (1.05’te
Batlamyus’un teorisi hakkında bilgi veriyor) Batlamyus astronomisi aslında bütün gök olaylarını
açıklar. Bazı noktalarda birkaç dakikalık hata var hesaplarda. Bu tip farklılıkları neden
açıklayamıyoruz diye soruyor. Küreyi nasıl seçersen seç çıkamıyorsun işin içinden. Hızını, çapını her
şeyi deniyorlar olmuyor. Sonra Kopernik bir de dünyanın güneş etrafında döndüğünü düşünüp öyle
deneylim diyor. Tüm rakamları tutturacak biçimde açıklama yapıyor. Bu açıklamaya rağmen insanlar
ikna olmuyorlar. Çok sonra, Newton’dan falan da sonra Kepler ile falan anlaşılıyor böyle olduğu.

Kant diyor ki Kopernik ne yaptı burada? Başka bir kuram geliştirip veriler buna uyuyor mu diye baktı.
Verileri açıklamak üzere bunu kurama uydurmaya çalışmadı diyor. Biz neden aynı şeyi metafizik için
yapmıyoruz? Nedir metafizik diye kast ettiği şey? Deneyimin kuruluşuna biz de aynı gözle bakalım.
Belki deneyime ortaya çıkanlar, benim deneyimimi kuran yetilerimin nasıl işlediğine bağlı olarak bana
böyle görünüyorlar. Belki de onlar bana tabi. (Ben’i ayrıca konuşacağız.)

Eğer diyor böyle bir şey olmasa, ben deneyimi kuran olarak yetilerimi düşünmezsem a priori bilgi
zaten nasıl olabilir? diyor. Evrensel ve zorunlu geçerliğe sahip, tüm deneyime uygulanabilecek olan
bilgi yani. Öteki tür bilgi bir takım genellemelerle ortaya çıkan, amprik deneyime tabi olan bir bilgi.
Bu tür bilgilerin hiçbiri evrensel olarak geçerli olamaz. Bu ancak söz konusu bu deneyin benim
etkinliğimle kurulması durumunda söylenebilecek olan bir şeydir.

24
Ben bir bakıma duyusal malzemeyi belli kalıplara dökerek biliyorum. Onlar bana tabi oluyorlar ben
onlara tabi olmuyorum. Benim kavramlarıma göre, benim saf görüme –uzay-zaman- bana
görünüyorlar. O zaman aslında ben onların nasıl zorunlu olabileceklerini önsel olarak, zorunlu olarak
biliyorum. Önsel unsurları biliyorsam, neye uğrayacaklarını biliyorum. Bunları biliyorsam da benim
bilgim ortaya çıkmış ve çıkabilecek her şeyle ilgili nesnel ve evrensel geçerliliğe sahip oluyor.
Deneyimi kuran kavramları, bütün saf unsurları biliyorsam bilgiyi nasıl kurduklarını da bilirim.
Duyumlamanın saf görüleri: uzay ve zaman, müdrikenin saf unsurları: kategoriler, muhayyilenin saf
unsurları: şemalar…gibi Tüm bu saf unsurlar tarafından kurulanı ben bu saf unsurlar üzerinden
bilebilirim. Ben herhangi bir deneyimden o deneyimin yığılmasından endüktif bir çıkarımdan dolayı
bir şeyi bilmiyorum. Onların zaten öyle olmak zorunda olduklarını biliyorum. Çünkü onlar zaten bana
tabi ve bana göre, benin saf unsurlarına göre kuruluyorlar. Dolayısıyla a priori denen bilgi, bir şeyleri
benim önsel olarak bilmem ancak Kopernik Devrimi ile mümkün oluyor. Metafizikte Kopernik
Devrimi nedir? benim kavramlarım nesnelere uyarak kurulmak durumunda değil, nesneler benim
kavramlarıma uyarak kurulmak durumunda. Kendi elimle koymuş gibi buluyorum. Çünkü kendi elimle
koymuşum.

Soru: “nesnelerle karşılaştığımda neden böyle olduğunu gösterir ama neden başka türlü
olamadığını göstermez, bunu ben zihnimde bulurum.” diyor Kant.
Cevap: Evrensel geçerlilik bu zaten. Başka türlü olamaz. O elbiseyi giyip bana öyle görünmek
zorunda.

Soru: Nesnelerden koparırsak bunların (kavramların) nereden meydana geldiğini açıklamak zorunda
kalırım.
Cevap: “Transandant” terimini açıklamanın yeri geldi. “Transsandant” terimi Latince’de tırmanmak,
aşmak gibi bir anlamı var. Neyi aşıyor? Kant’ın meşhur kategorileri vardır, terimleri kategoriler
cinsinden ifade eder. “Var” ve “Bir” kavramlarına gelince bunları hangi kategori altında alsak diye
düşünür ve tartışır. Bunlar bütün kategorilere giriyor, hiçbirine girmiyor. Herhangi bir kategori altına
düşürülemeyecek kadar genel kavramlar. Hangi kategori altında neyi düşünsem, onu var ve bir olarak
düşünüyorum. Daha sonra bu “var” ve “bir” gibi kavramlara (başkalarını da eklemişler Ortaçağ’da bazı
felsefeciler batı felsefesinde) “transsandant” kavramlar demişler. Yani kategorilerin altına düşürülerek
anlaşılamayan, aşıyor yani aşkın. Bir türlü onları bir yere oturtarak anlayamıyorsun bu tür kavramları.
Dil ile ilişkisi üzerinden bu tip kavramlar, tüm terimlere uygulanabilen tüm terimler için evrensel ve
nesnel geçerliliğe sahip –dil açısından söylüyorum- ama kendileri dildeki terimler gibi olmayan

25
terimler. Bir aşkınlıkları var ama diğer terimler her düşünüldüklerinde bir ve var olarak
düşünülüyorlar.

Kant buradan bir paralellik kuruyor büyük ihtimalle –bu bir spekülasyon bu arada- transsandent dese
olmayacak. Bu nedenle; bütün kavramlara ya da bütün deneyimde ortaya çıkanlara uygulanabilen, ama
onların cinsinden olamayan ama onlar hakkında zorunlu bir geçerliliğe sahip olan unsurlar var. Ben
bunlara “transsendental” diyorum diyor. Neden? Çünkü transsandant terimini başka bir şey için
kullanmayı seçiyor.

Ne için seçiyor? Deneyimin içinde olan amprik yolla farkına vardığım bazı kavramlar, terimler var. Bu
aşkın tarafta da iki kat var diye düşünün. Zemin ve 1.kat. 1katta transsendental unsurlar var. Şöyle
tanımlıyor Kant bunu: o deneyime zorunlu olarak uygulanabilen ve deneyimi olanaklı kılan ama
kendisi deneyimin içerisinde amprik bir kavram ya da unsur olarak deneyimlenemeyen şeyler.
Duyumlamayı ya da düşünmeyi olanaklı kılan bu anlamda da duyumlanana ya da düşünülene zorunlu
olarak uygulanabilen ama kendisi amprik olmayan unsurlar transendental unsurlardır. Bütün
transsendental unsurlar a prioridir. Nedir bu transsendental unsurlar? saf görüler olarak uzay ve zaman,
müdrikenin saf kavramları olarak kategoriler, ayrıca muhayyilenin şemaları, ayrıca muhakeme ile
ilişkisi içerisinde saf akıl kavramları ki bunlara idealar diyor. Transsendental unsurlar heyeti var –saz
heyeti gibi- bunlar böyle yan yanalar, bunlar deneyimi ve muhakemeyi olanaklı kılıyorlar ancak
kendileri deneyimin ve muhakemenin içinde ortaya çıkmıyorlar. Ben o deneyimin içinde bulundukları
durumu refektif bir biçimde bilebiliyorum.

Bir alt kattakilere de “transsandant” diyor Kant. Onlar neler? Onlar bizim haksız yere nesneymiş gibi
muhakeme ettiğimiz aslında nesnellikleri ya da görüsellikleri olmayan, yaptığımız muhakemelerden bir
takım çıkarımlar yaptığımızı zannettiğimiz aslında o çıkarımların hiçbir geçerliliği olmayan Tanrı,
ölümsüzlük, özgürlük gibi kavramlar. Spekülatif metafiziğin konusunu teşkil eden kosmos gibi, ruh
gibi, ölümsüzlük gibi kavramlar transsandant yani benim bilgimi aşıyor.

Kant diyor ki, bu transsandantal unsurların tek bir işlevi var o da deneyimi olanaklı kılmak. Deneyimin
içindekilere o nedenle zorunlu olarak uygulanabilirler. Deneyimi olanaklı kılan ve bundan başka bir işe
yaramayan bir takım kavramları alıp kendisi hiçbir zaman deneyimde temsil edilemeyecek bir nesneye
uygularsanız o kavram vasıtasıyla öyle bir nesneyi tuttuğunuzu, muhakeme ettiğinizi varsayarsanız işte
ben buna Trassandantal Schein (yanılsama) derim diyor.

26
Proje bu işte. Transandantal unsurları gösterecek. Metafizikçiler bunu kalkıp olmayacak bir yerde
kullanmışlar o zaman işte Trassandantal Schein oluşmuş. Kavradım, tuttum, muhakeme ettim
sanıyorsun aslında kavramların harcı değil bunu yapabilmek. Bu bir yanılsama.

Transandantal felsefe adını alması da bu yüzden Kant’ın felsefesinin. İster teorik aklın, ister pratik
aklın, aklın tüm faaliyetinde deneyimin tüm kuruluşunda, deneyimi kuran unsurların açığa çıkarılması,
bu unsurlar aracılığıyla bilinebilir olanın sınırının çizilmesi. Buna Transandantal Felsefe diyor Kant.

Kopernik devrimi dolayısıyla, metafiziğin transandantal metafizik olarak yeniden kuruması aslında.
Deneyimi kuran unsurların belirlenmesi demek deneyimi kuran unsurlar cinsinden de neyin
düşünülemeyeceğinin ortaya konması demek. Kritik de o.

Bu açıdan bakarsak herkes bir transandantal peşinde: Husserl transandantal fenemenoloji, Frankfurt
okulu transsandantal tarih peşinde….Kant’tan sonra. Analitik felsefe ya da semantik gelenek de biz
felsefeden bu transandantal olanı elemeden biz bu işin içinden çıkamayacağız diyor. Kant da bizi eski
metafizikten kurtardı ama başımıza yeni bir metafizik açtı. Popper o geleneğin üyesi mesela. Bu açıdan
bakarsak Kant her türlü metafiziğin ihya edilmesini de sağlıyor. Metafizik vardır ve bir bilim olarak
kurulabilir ama bu sınırlar içerisinde. Bunun dışında bir şey yapamaz.

Soru: Aristoteles’ten farklı olarak Kant ne söyledi?

Cevap: Kant’a göre Aristoteles genel mantıktan metafiziğe geçilebileceğini söyledi. Bu ne demek?
Aristoteles dili incelemekle işe başladı (Peri Hermenias’ta) kategoriler …vb. Kant’ın gözünden
Aristoteles neden metafiziğe saplandı iki dakikada anlatayım. Terimler var biliyoruz Aristoteles 10
kategoriye bölüyor, birinci tözü (asli cevher) diğerlerinden ayırıyor. Bu terimler arasında diyor bir tek
bu terim başka yüklemleri üzerine alır ama kendisi başka bir şeyin yüklemi olamaz. Diğer kategorilerle
farkı vardır. Nedir onlar adlardır. Bir adı başka bir şeyin yüklemi olarak düşünemezsin. Öyleyse burada
bir farklılık var ve bunlar varlık bakımından da asli olan şeyleri işaret ederler diyor. Adın adlandırdığı
o tözler bireylerdir ve o bireyler olmasaydı, ikincil tözler de ilinekler arazlar da yüklenecek bir şey
bulamazlardı. Aristotes: “Bireyleri ortadan kaldırmak, varlığı ortadan kaldırmaktır.” diyor
Metafizik’te. Öyleyse diyor “varlık olmak bakımından varlığın araştırılması tözün araştırılmasıdır”
diyor yine Metafizik’te. Ontos on (gerçek varlık) olan yine tözlerdir çünkü. Öyleyse araştırmamızda
şunu araştırmamız gerekiyor: Tözü töz yapan nedir? Aristoteles’in cevabı “eidos”tur.

27
Belli bir karmaşıklığa sahip organizmaya sahip organlaşmış bir şeyi bireyselleştiren şey nedir?
Psüke’dir. Ben o halde söz konusu bu psükenin varlığı ile ilgili bir araştırma yürütebilirim. Söz konusu
bu psükenin öyle bir ciheti vardır ki o cihet bedenden bağımsız olarak da var olabilir. Sonuç: “Ruh
ölümsüz bir tözdür.” Diyor Aristoteles.

Kant da diyor ki bunu söyleyemesin. Bu söylediğin yanlış değil, anlamsızdır diyor. “Ruh ölümsüzdür”
bir paralogizmdir. Akıl burada bir çıkarım yapar ama bunu yaparken nerede bir hata yapıyor.
Ölümsüzlük zamana direnmek anlamında kalıcı olmakla ilgilidir. Kalıcılık, sadece benim şu nesne söz
konusu olduğunda farkına varabildiğim bir kavramdır. Ruh benim hiçbir zaman deneyimime konu olan
ve kavrayabileceğim bir şey değildir. Öyleyse kalıcılıkla ilgili hiçbir yüklem böyle bir nesneye
atfedilemez. Bunu yapamadığımız için anlamsızdır. Ruhun ölümsüzlüğü ile ilgili konuşamazsınız
Kant’a göre. Yanlış olduğundan değil, bu konuşma olanaksızdır.

Aristoteles bu anlamda zemzemle yıkanmış sayılabilir, asıl yeni Platoncular bu konuda uçmuş. Sudur
teorisi mesela, oradaki taşma meselesi mesela. Yok psükeden taşma yoluyla nous çıktı, yok şundan bu
çıktı falan. Ben taşma lafından en fazla sütün taşmasını anlarım diyor Kant. Ne dediğinizi anlamıyorum
diyor. Çünkü benim saf ve amprik kavramlarım ancak deneyimde ortaya çıkan için bir anlam taşıyor.
Kalkıp bu kavramları taşma falan için kullanamazsın, sen orada mıydın taşarken diyor. Çok sert bir
eleştiri aslında.

Transandantal olan benim şu nesneyi bilmemi mümkün kılan anlamında. Bunu da dedüksiyon
sayesinde biliyorum. Bu çıkarım bana ilk kattaki transsandantalleri veriyor ama daha altındaki
transsandantları vermiyor (Tanrı, Ruh, Kosmos…gibi) Birileri bunlar sanki varmış gibi yapıyorlar.
Bunlar aslında yok. Biz yanılsama yaşıyoruz. Bir metafizikçi kalkıp bir Tanrı ispatı verdi, aslında o
adam tam olarak ne hakkında konuştuğunu bilmiyor. Öyle bir şeye nesnellik atfediyor ki kavradığı da
yok aslında. Dediği şey, kavradığı şey değil.

Nihai sonuç: Kant bu noktada agnostiktir. Bunlar hakkında ne vardır, ne yoktur diyebiliriz. Ama Şu
konuda çok net: Metafizikçilerin hakkında konuştukları konular hakkında vardır, ya da nesnel bir
varlığı vardır diyemeyiz. Onlar ne dediklerini bilmiyorlar. Diyelim ki bir Tanrı var, bu benim bilgimin
tamamen ötesindedir, bilemem. Bu anlamda tamamen agnostiktir. Ama bir metafizikçinin çıkıp bir
Tanrı ispatı yaptım demesi durumunda Kant buna anlamsız diyor. Muhakeme yaptığın şey var değil,
sen varmış gibi konuşuyorsun.

28
Soru: Nesnenin kendi başına ne halde olduğunu bilemiyorum kant’a göre. O halde bu anlamda da bir
agnostisizm mi var?

Cevap: Kant’a sorsak bizim için kendi başına şeyler var mı, bireyler, sandalyeler… hayır yok diyor.
Ben o diskürsif etkinliğimin içerisinde, dilimin imkanları içerisinde bir leyleri kurarım. Kurduğum
kadarıyla da bireysellik ona atfederim. Kendi başına şey var diyemem yani.

Kant öyle Descartes gibi şüpheyle başlamıyor. Bilgi zaten var. Biz zaten matematik
yapıyoruz…Kant’ın başlangıç noktası şüphe değil. Benim tecrübem, deneyimim var, benim yaptığım
bir matematik bir fizik var. Kant bu deneyim nasıl olanaklıdır diye soruyor. Bence çok zekice bir
strateji. Analitik felsefecilerden Rayle vardır (Commonsense Philosophy) diyor ki, felsefeye ya
idealistler gibi başlamak lazım (yani her şey bana mı dayalı gibi) ya da sağduyuya dayananlar gibi
başlamalı. (Ben varım, benim gibi başka insanlar da var, sandalyeler var….) bunlardan şüphe ederek
felsefe yapacaksak ben konuşmam diyor. Kant böyle bir adam. Tecrübe var mı falan diye sormuyor.
Kant bir fizikçi, matematik yapıyor. Kalemiyle yazı yazdığını düşünüyor. Gayet sağduyuya dayanan
bir anlayışı var. Bu tecrübe üzerine düşündüğünde, bu tecrübeyi olanaklı kılan malzemeyi açabilirim
ama kalkıp o transsendent olanla ilgili konuşma hakkı vermez bu bana diyor.

Burada koşulsuz olanla aklın ulaşması meselesine geliyor. Aklı sınırlayan bir şey bu. Bununla ilgili
düşünemezsin, konuşamazsın. Bu eleştirinin bir yararı var mı? Evet diyor, bu Eleştiri pratik aklın
etkinliğine yer açacak. Ben ahlakı bu eleştiri sayesinde temellendireceğim diyor.
Hatta çok meşhur bir cümlesi “inanca yer açabilmek için bilmeyi bir yana atmak zorunda kaldım”
diyor. Bunları konuşmak istiyorum.

2.Önsözün sonunda çok önemli bir dipnot var idealizm eleştirisi ile ilgili. Bununla devam edelim bir
sonraki ders…

29
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:3

Teorik-Pratik akıl bilgisi ayrımı:

Bu bilimlerde akıl bilgi nesnesiyle iki yolda ilişkili olabilir:


1) Ya bu nesneyi ve kavramını yalnızca belirlemek (Teorik Akıl bilgisi)
2) Ya da edimsel (fiili) kılmak (Pratik Akıl bilgisi)

Teorik-pratik ayrımından ne anlıyoruz? Birisi nesneyi belirlemekle, diğeri edimsel, fiili kılmakla ilgili.
Kant’ta teorik olan, söz konusu temsillerin belirlenmesi bir nesne olarak kavranmasıyla ilgili demek.
Yani ben duyusal biçimde temas ettiğim temsillerin bir nesnenin, kurduğum bir şey olarak nesnenin
kuruluşundan bahsettiğimde onların bir nesnenin belirlenmesinden bahsettiğimde teorik bilgiden
bahsediyorum.

Teoria Antik Yunancada yüksekçe bir yere çıkıp bakmak demek. Ama bu temaşa, seyir falan diye de
çeviriyorlar. Duyusal alanda nesneler bizatihi yoklar. Neler var? Duyusal temsiller var. Ben bu odada
şişe var mı desem, herkes şişenin ne olduğunu bildiğinden bu şişeye işaret edebiliyorsunuz. Bunu bir
şişe olarak kavrayabiliyorsunuz, bazı şeyleri de kavrayamıyorsunuz. Burada belki ne olduğunu
bilmediğimiz, duyusal alanda mevcut ancak kavrayıp kendisini bir nesne olarak temsil etmediğiniz
şeyler de olabilir. Yeni bir bilim dalı ile karşılaştığımızda, yeni varlık alanlarının da farkına varırız,
bunlar daha önce buradalar mıymış diye şaşırırız, onun gibi. Dolayısıyla ben teorik alanda bir şeyi
yakalarım yargı edimi içerisinde, yakaladığımın karşılığını duyusal alanda tecrübe ederim.

Bir anlamda onu, aslında orada olmayan bir şeyi, bir nesnenin karşılığı olarak temaşa ederim. Kendi
başına şeyler olsaydı –mesela Aristoteles böyle düşünüyor, tözler var diyor. Bunu böyle söylemez,
düşüncede temsilden falan söz ederdik- ama Kant bunu böyle düşünmüyor. Nesne benim düşüncede
kurup kavradığım bir şey. Onun karşılığını teoria fiili ile seyrederim, temaşa ederim diyor. Ben
kurmadığım sürece de orada nesne vardır diyemem, orada “olanaklı, mümkün nesneler” vardır. Hatta
bunun için “Gegenstand” [ing: object] terimini kullanıyor ki kök itibariyle “karşımda duran” demek.
Ben bir şeyi kavrarım nesne olarak onu karşımda duran haline getirip izlerim, temaşa ederim. Bu
etkinlik teoria etkinliği, theoretical. Kuramsal iyi bir çeviri değil. Nazari daha iyi. Çünkü nazari’de
görmek bakmak anlamına gelen “nazar” var. Görüp nazar ediyoruz, nazari kılıyoruz. Theoria için genel
anlamda “Temaşa” iyi bir karşılık ancak Kant’ta görüsel hale getirme meselesi nedeniyle “nazari” daha
iyi.

30
Pratik olan nedir? Bir nesneyi fiili kılmak ne demek? Bir doğru parçasının –sadece pergel ve cetvel
kullanarak- orta noktasını bulun dediler diyelim size. Bir noktanın geometrik yerini bulmak. Bunun bir
yolu vardır, pergeli açıp bir yay çizerseniz, bir yay da alttan çizer iki noktayı birleştirip orta noktayı
bulursunuz. Bu bir yöntem. Bunu düşünen akıl, söz konusu o nesneyi fiili kılan, söz konusu nesneyi
düşünüp fiili kılan akıl, o yöntemi düşünen akıl pratik akıl olarak adlandırılıyor. Doğru parçasının
zaten bir ortası var. Bana göre var değil, benim onu bulup fiili hale getirmem gerekiyor. Bazen de söz
konusu çoklu (manifold) öyle bir noktanın bulunmasına izin vermez. Bulunamayacağını fark etmem de
pratik akılla ilgilidir. Bir nesnenin edimsel kılınması dediği Kant’ın –yine bilmekle ilgili bir edim bu-
beni o nesneyi bilmeye ulaştıran yolu düşünüp, o yol, yöntem üzerinden nesneyi kendime temsil
etmem pratik aklın etkinliği içerisine giriyor.

Araç-amaç ilişkisinde amacı hasıl etmek için aracı düşünmek pratik aklın etkinliğidir. Fakat Kant,
Ahlak Metafiziğinin Temelleri’nde bu farklı yargı türlerini sayarken meşhur kategorik imperatif dediği
şeyi anlatırken üçlü sınıflandırmaya girer. Der ki eğer nesnenin kendisi, -bu tip matematiksel nesne
örneğinde olduğu gibi bir doğrunun orta noktası örneğinde olduğu gibi belirlenmiş- belirlenmiş bir
nesne değilse, örneğin “mutluluk” gibi bir nesne ise, “mutluluğa gide yol nedir?”i düşünen de bir akıl
vardır. Bu da pratik akıldır. Mutluluğu ne fiili kılar? Bunu düşünen akıl da pratik akıldır. Ama orada
izlediği farklı bir buyruk. Onları kendisi sınıflandırıyor. Bu ayrım, Kant’ın ahlak felsefesi açısından
çok önemli.

Kant’ın şöyle bir iddası var: aslında diyor, öyle bir nesne var ki diyor, Kant’ın değimiyle pratik akılın
etkinliği vasıtasıyla kurulan, pratik aklın etkinliği olmasaydı kurulamayacak olan öyle bir nesne var ki
diyor, bu bizi aslında insan kılan, özne kılan şey: Summum bonum (Bundan 2.Kritik’te bahsediyor) En
yüksek-yüce iyi. Mutlulukla erdemin sentetik birliği diyor buna bir nesne olarak bahsediyor bundan.
Pratik aklın etkinliği öyle bir etkinliktir ki, bu etkinlik içerisinde bu nesne kurulur. Aklın böyle pratik
bir etkinliği olmasaydı, bu nesne pratik hale getirilemezdi.

Aynı tema, nesneyi fiili kılma durumu, matematik söz konusu olduğunda, mutluluğun yollarını bulma
konusunda, ya da summum bonum’da bir nesnenin terkip edilmesi, sentezlenmesi anlamında yine
karşımıza çıkıyor ve diyor ki, bu anlamda nesneyi fiili kılan, o yolu, yöntemi düşünen akıl pratik
akıldır. Nazari akılda bir nesneyi ben bir nesneyi kurup onun duyusal karşılığını duyuda fark ediyorum,
pratik akılda ise bir nesneyi fiili hale getiriyorum. Bu ikisi arasındaki ayrım çok önemli diyor. Birinci
ve ikinci kritik arasında yaptığı ayrım da o Kant’ın. Birinci Kritik nesneyi kuran akıl neleri bilebilir
neleri bilemez, İkinci Kritik’te de acaba pratik aklın içerisinde kurulan bir nesne var mıdır ve nasıl

31
kurulur. İkisi de nesne, biri aklın teorik etkinliği ile kurulması ve belirlenmesi ile ilgili, diğeri aklın
pratik etkinliği ile kurulması ve belirlenmesi ile ilgili.

Koşulsuz olan ile ilgili bir tartışmaya giriyor. B IXX-XX

“Onunla [metafizik] hiçbir zaman olanaklı deneyimin sınırını aşamayacak olmamıza karşın, bu
bilimin özsel sorunu bu sınırı aşmaktan başka bir şey değildir.”

Bu önemli bir nokta. Metafizik bizim için neden ilginç. Deneyimle kendimizi sınırlamaksızın, ne var
ne yok’un peşine düşen etkinlik. Bu anlamda da o sınırları aşmaya çalışan etkinlik. Doğası gereği
böyle. Hakikaten metafizik yapıyorsan bu tür soruları –beni kuşatan sahne nedir ne değildir’i- sormak
zorundasın. Başka bir yolun yok. Ama daha önceden bahsettiğimiz gibi biz söz konusu deneyimde a
priori olanla ilgileniyoruz. Ne olacak diyor Kant? Bizi nereye taşıyor metafizik? Devam ediyor:

“Ama tam burada a priori akıl bilgimizin o ilk değerlendirmesinin sonuçlarının doğruluğunu
sınayabilecek bir deney yatar, çünkü bu bilgi yalnızca görüngülere ulaşırken, buna karşın kendi için
edimsel olmasına karşın, bizim için bilinemez olan kendinde şeyi öte yanda bırakır.” (BXX)

Biz diyor, tezahür eden ile kendi başına olan arasında bir ayrım yapar ve bilgimizin neye
ulaşamayacağını aslında biliriz. Kendi başına olanla ilgili bilgiye ulaşamayız. Sen kendi başına olanı
bilemezsin diyerek zaten metafizik büyük oranda kapı dışarı ediliyor. Bilginin dışındadır, uzay
zamanın dışındadır, kendi başına bireyler vardır falan diyemezsin. Yoktur da diyemezsin. Söz konusu
tezahürlerin nedenini de bilemezsin çünkü neden etki bağıntısı açısından da düşünülemiyor o bağıntı.
Onu düşüncenin konusu yapamasın, dışarı atılmıştır. Öyleyse bizim yaptığımız bu Kritik oldukça
olumsuz bir sonuca sahip. Bize neyi bilemeyeceğimizi söylüyor. Bu doğru böyle olumsuz bir tarafı var,
sınırlayıcı, rededici bir tarafı var ama olumlu bir tarafı da var diyor.

“Buna göre teorik aklı sınırlayan bir Eleştiri (Critique) o düzeye dek hiç kuşkusuz olumsuzdur. Ama
bu yolla aynı zamanda pratik aklın kullanımını sınırlayan ya da giderek onu hiçe indirme gözdağı
veren bir engeli ortadan kaldırdığı için, gerçekte olumlu ve oldukça önemli bir yararı da vardır.
Böyle olunca hemen inanırız ki saf aklın zorunlu bir pratik kullanımı vardır ve bunda kaçınılmaz
olarak duyarlığın sınırlarının ötesine geçer. Bunun için teorik akıldan hiçbir yardıma gereksinimi
yoktur ancak, teorik akıl ile de bir çekişmeye düşemeyeceği yolunda bir güvence verilmelidir.”
( BXXV)

32
Bunu anlamak çok zor kabul ediyorum. Çünkü adamın kafasında 1.Kritiği yazarken 2.Kritik de var
ahlak felsefesini nasıl kuracağı da var. İşte diyor ben kalktım, kendi başına şeylerle ilgili bilginin
mümkün olmadığını gösterdim bu da gayet olumsuz bir sonuç gibi görünüyor. Ama pratik aklın
etkinliği açısından bunun çok büyük bir yararı var. Teorik aklın etkinliğini tezahür edenle, fenomenal
olanla sınırlamış oluyoruz. Teorik akıl ne yapar? Kendi kurduğu nesneleri kavrar ve o nesneleri
fenomenal alanda görür. Seyreder, nazar eder, en fazla bunu yapar. Teorik akıl kendi başına olanlardan
geri çekildi. Kendi başına olanlara ulaşıp nazar edemiyor, temaşa edemiyor. Bu olumsuz gibi
görünüyor ancak iyi ki böyle bir şey var bu pratik aklın etkinliğine yer açacak ki benim bütün
marifetim de bu. Asıl göstermek istediğim de bu. İyi ki böyle. Bütün ahlak felsefesi ile ilgili sıkıntılar
buradan çıktı. Miller teorik aklın etkinliğini o kadar genişletti ki bir takım sıkıntılar çıktı. Önce
kendinde şey ile tezahür arasında ayrım yapmanın bize ne sağlayacağından bahsediyor. Bunu söyle
anlatıyor:

“Bundan hiç kuşkusuz aklın olanaklı tüm teorik bilgisinin yalnızca deneyim nesneleri ile sınırlı
olduğu sonucu çıkar. Ama aynı zamanda belirtmek gerekir ki bu nesneleri gerçi kendinde şeyler
olarak bilemiyor olsak da gene de en azından onları düşünebilmemiz gerektiği olgusu saklı
kalmalıdır. Yoksa bunu görünecek hiçbir şey olmaksızın görüngü gibi saçma bir şey izleyecektir.”
(BXXVII)

Ben şeyleri Erkenntnis’in (cognition), bilginin konusu yapamasam da kendinde şeylerin orada
olduğuna dair bir düşünceye sahip olabilirim. Her şeyin bir kendinde hali, bir tezahür hali olabilir diye
düşünebilirim. Bunu böyle düşünsek ne olacak?

“Eleştirimiz tarafından şeyler ve kendinde şeyler arasında bir ayrım yapılmamış olsaydı, o zaman
nedensellik ilkesi ve onun belirlenimi içindeki doğa düzeneği fail nedenler olarak alındıklarında
genel olarak tüm şeyler açısından geçerli olacaktı. Bu durumda bir ve aynı varlık söz gelimi insan
ruhu söz konusu olduğunda, onun iradesinin özgür olduğunu ve gene de aynı zamanda doğa
zorunluluğuna alt güdümlü olduğunu (e.d. özgür olmadığını) açıkça bir çelişkiye düşmeksizin
söylemek olanaklı olmayacaktı. Çünkü ruh her iki önermede de bir aynı anlamda genelde şey olarak
(kendinde şey olarak) alınmıştır. Bir Eleştiri olmaksızın başka türlü alınamazdı.” BXXVII


Bir nesneyi bilmek için onun olanağını (ister deneyim kanıtına göre edimselliğinden {actuality} olsun, isterse akıl
yoluyla a priori olsun) tanıtlayabilmem gerekir. Ama istediğimi düşünebilirim yeter ki çelişkiye düşemeyeyim. e.d. yeter
ki kavramım olanaklı bir düşünce (possible thought) olsun, üstelik tüm olanaklar toplamında buna bir nesnenin karşılık
düşüp düşmediğini saptayamasam bile. Ama böyle bir kavrama nesnel geçerlik (olgusal olanak {real possibility} çünkü
yalnızca mantıksal olanaktır.) yükleyebilmem için “daha öte” bir şey gerekir. Gene de bu “daha öte”sinin teorik bilgi
kaynaklarında aranması gerekmez, o da pratik olanda yatıyor olabilir.

33
Diyelim ki ben bir nesneyi kendinde şey olarak ve tezahür eden olarak düşünemiyorum. Böyle bir
düşünme kabiliyetim yok. Ne olur? O zaman nedensellik ilkesi ve onun belirlenimi içindeki doğa
düzeneği genel olarak tüm şeyler açısından geçerli olacaktı. Yani nedensellik ilkesi ve onun
beraberinde getirdiği determinizm bütün her şey için geçerli olacaktır. Bu durumda “bir ve aynı varlık
söz gelimi insan ruhu söz konusu olduğunda, onun iradesinin özgür olduğunu ve gene de aynı
zamanda doğa zorunluluğuna alt güdümlü olduğunu (e.d. özgür olmadığını) açıkça bir çelişkiye
düşmeksizin söylemek olanaklı olmayacaktı. Çünkü ruh her iki önermede de bir aynı anlamda
genelde şey olarak (kendinde şey olarak) alınmıştır. Bir Eleştiri olmaksızın başka türlü alınamazdı.”
BXXVII

Yani iyi ki Eleştiri var. Eleştiri ne yapar? Eleştiri aklın teorik bilgisinin fenomenlerle sınırlı olduğunu
bize gösterir, ama aynı zamanda her şeyin bir başka şekilde de yani kendi başına bir varlık olarak da
düşünülebileceğini korur. O zaman da kendi başına olandan, olanı, neden etki bağıntısının
zorunluluğuna tabi olmadığını bildiğim için herhangi bir şeyden örneğin özgür bir neden olarak
bahsedebilmem için bir olanak bulurum. Herhangi bir şey bir ciheti ile bir tezahür eden yanı ile, o
tezahürleri belirleyen neden etki bağıntısına tabidir, o zorunluluğa tabidir, ama bir başka cihetten kendi
başına olduğu haliyle bir tezahür olmadığı için söz konusu kavramların belirlenimi olarak temaşa
edilemeyeceği için, belirlenemeyeceği için özgür bir neden olarak düşünülmesinde bir sakınca yoktur.
Bu neye yarar? Bu pratik aklın etkinliğinde, ahlak tecrübesinin kuruluşuna yer açar. Başka türlü nasıl
ahlak deneyiminden bahsedebiliriz diyor Kant. Hem bugünün fiziği geçerlidir diyeceksin, bu fizikteki
nedensellik bağıntısının bir zorunluluğu vardır diyeceksin, hem de insan ahlaken sorumludur çünkü
özgürdür diyeceksin. Bu ikisini çelişkiye düşmeden zaten söyleyemezsiniz, iyi ki Eleştiri var diyor.

Sonra bunu tartışmaya devam ediyor ve çok ilginç bir noktaya geliyor tartışma.

“Ama ahlak için gereksindiğim tek şey özgürlüğün yalnızca kendi ile çelişmemesi, ve bu yüzden onu
daha öte anlamak zorunlu olmaksızın en azından düşünülebilmesine izin vermesi olduğu için ve
böylece doğa düzeneğine göre yer alan aynı eylemin (bir başka ilişki içinde alındığında) yoluna
engel çıkarmadığı için törellik öğretisi ve doğa öğretisi her biri kendi yerlerini ileri sürebilirler.”
BXXIX

Özgürlük anlaşılabiliyor olsaydı, teorik olarak yani bir özgürlük kavramı benim sandalyeyi bir masa
nesnesini anladığım gibi teorik bir belirlenim üzerinden kavranabiliyor olsaydı zaten özgürlük olmazdı.
Teorik olarak özgürlük benim anlayabileceğim, düşünceye konu edebileceğim, şunu şunu yaptım

34
özgürüm diyebileceğim bir şey değil. Bu konuşmaların bir anlamı yok Kant’a göre. Diyalektik
bölümünde antinomileri anlatırken bunlara değiniyor.

Şu nesneyi buradan aldım şuaraya koydum. Bunu özgür bir neden olarak mı yaptım, yoksa doğa
zorunluluğunun bir sonucu olarak mı yaptım? Sabaha kadar tartışabilirsiniz, ikisinin de ispatı
verilebilir, çelişik bir sonuçla sonuçlanır tartışma diyor. Çünkü benim özgür bir neden olduğum
düşüncesi teorik aklın sınırları içerisinde anlaşılabilecek ve kuşatılabilecek bir şey değildir. İyi ki de
böyledir. Teorik alanı sınırladığımız için artık, o kendi başına şeyler, ya da onların özgür bir neden
olabilmesi benim teorik aklın sınırları içerisinde nazariyesini yapabileceğim bir şey değil. Ama bu
sayede ben artık ahlak deneyimi-tecrübesi vardır diyebilirim. Ahlak tecrübesinin var olabilmesinin
sebebi benim bilgimin sınırlanmış olmasıdır.

“Ama bu ancak Eleştiri bize daha önce kendilerinde şeyler açısından kaçınılmaz bilgisizliğimizi
gösterdiği ve teorik olarak bilebileceğimiz her şeyi yalnızca görüngülerle sınırlandırdığı için
olanaklıdır. Saf Aklın eleştirel ilkelerinin olumlu yararları üzerine bu tartışma Tanrı ve ruhumuzun
yalın doğası kavramları açısından da geliştirilebilir.” BXXIX

Bazı konularda cahil olmak iyidir diyor, yani bazı şeyleri bilmemek sayesinde özgürlüğü çelişkiye
düşmeden düşünceye konu edebilmenin bir yolunu bulmuşsundur. Aynı şey diğerleri için de geçerlidir
aslında diyor. Tanrı ve ruhumuzun yalın doğası.

Bilemiyor olduğumuzu düşünebiliyoruz. Bu nasıl olabiliyor bunu tartışmak lazım. Orada çok ilginç bir
nokta var ama neyse onu sonra konuşuruz. Düşünebiliyoruz diyor, biliyoruz demiyor. Denken (think-
conceive) diyor Erkenntnis’i (cognition) hiç kullanmıyor. Bunu düşünebiliyoruz diyor, biliyoruz
demiyor. Sonra ama şunu söyleyecek burada değil başka bir yerde: özgürlüğün ben bir çıkarım
üzerinden –dolaylı olarak yani dolaysız olarak değil- olduğunun pozitif bilgisine de ulaşabilirim diyor
2.Kritik’te. Ama teorik bir bilgi olarak değil, nasıl? Özgürlük ve ahlak yasası zorunlu olarak
birbirlerini gerektirirler. Bunu ayrıntılı bir biçimde anlatıyor orada. Bu çifte gerektirme şöyle: A, B’yi
gerektirir. B de A’yı gerektirir. A (özgürlük), B (ahlak yasası). Ahlak yasası aklın bir fact’i, olgusu
olarak vardır diyor. Buradan B vardır. B ise A da vardır. Bir çıkarım üzerinden “Ben özgürüm”
diyebilirim diyor. Ama bu teorik bir bilme değil. Ama çok uzağa da atmıyor aslında. Ben özgür bir
neden olduğumu da düşünebilirim dolayısıyla.

35
Başka olumlu yararları nedir?
“Tanrı ve ruhumuzun yalın doğası kavramları açısından da geliştirilebilir. Ama kısalık uğruna bu
noktaların üzerinden atlayabiliriz.” BXXIX

“Böylece Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlüğü aklımın zorunlu pratik kullanımı amacıyla varsaymam
bile olanaksızdır, eğer teorik akıl {speculative reason} için aşkın içgörü {extravagant insight} gibi bir
boş savı yok saymayacak olursam; çünkü aklın böyle bir içgörüye ulaşabilmek için öyle ilkelerden
yararlanması gerekir ki gerçekte yalnızca olanaklı deneyimin nesnelerine eriştikleri için, eğer bir
deneyim nesnesi olamayacak olana uygulanacak olurlarsa, bunu edimsel {actually} olarak her
zaman görüngüye dönüştürecek ve böylece saf aklın tüm pratik genleşmesini olanaksız kılacaklardı.
Bu yüzden inanca yer açabilmek için bilmeyi bir yana atmak zorunda kaldım.6” (BXXX)

Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük gibi şeyleri, aklımın zorunlu pratik kullanımı amacıyla varsaymam bile
olanaksızdır. Böyle şeyler var, hipotetik olarak bile varsaymam olanaksızdır. Çünkü böyle bir varsayım
altında bile neler olur?

Ben bir nesneyi bilirim ne demek? Ben bir nesneyi biliyorum ve bunu karşımda canlandırıyorum. Bu
canlandırmayı yapan da muhayyile yetisi.Ben bunu şişe olarak kavrıyorum ve bunu bir şişe olarak
muhayyile benim için burada canlandırıyor. Burayı benim için görüselleştiriyor, benim düşüncemin
karşılığı haline geliyor. Varsayalım ki ben, özgürlük, ölümsüzlük veya Tanrı gibi bir şeyin bilgisine
sahibim, bu sahneye baktığımda onlar burayı – o bilginin karşılığıyla burası nasıl bir şekil alacaksa,
nasıl dönüştüreceklerse- bana görünür kılacaklar. Yani onun muhayyile üzerinden burada bile etkisi
olacak. Yani ben burayı her zamanki gibi değil, o nesnelerin bilgisi üzerinden bilmeye başlayacağım.

Tanrı’yı bilen olarak sahneye bakmak, herhangi bir nesneyi, şişeyi değil. Böyle bir bilgiyi bilerek
baktığında pratik aklın etkinliğinin bir anlamı kalmaz. Pratik aklın etkinliği diye bir şeyden bahsetmek
anlamsızlaşır. Neden? Pratik akıl öyle bir şey ki, (summum bonum hikayesinde anlatıldığı şekliyle)
belli bir ahlak yasasına göre eylemde bulunuyor, o eylemi kendisinin bilgisini aşacak bir biçimde
sadece o pratik eylemde bulunduğu için bir nesnenin fiili kılınmasına yol açıyor. Pratik aklın etkinliği,
eylemi ile ortaya çıkan, teorik aklın etkinliği ile ortaya çıkamayacak olanın ortaya çıkmasına neden
oluyor. Ben eğer bu tip nesneleri teorik olarak bilirsem ve onların karşılığı her neyse bu sahnede

6
Thus I Had to deny knowledge in order to make room for faith. [galube] (Wood)

36
fenomenal olarak ortaya çıkarlarsa pratik bir etkinliğe gerek kalmaz sen sadece onun sonucunu etkisini
bu sahnede seyretmeye başlıyorsun.

Kant bizim yapıp etmelerimizin, pratik aklın etkinliğinin anlamlı olmasını istiyor. Kant’ın bütün derdi
bu. İnsan demiyor Kant, akıl sahibi varlık diyor (Marslı da olabilir). Akıl sahibi varlık bir şey yapacak
ve o anlamlı olacak. Ne demek anlamlı olmak? Varlık alanında bir şeyin ortaya çıkmasında etkili
olacak. İnsan bir şeyin var kılınması ya da kılınmaması konusunda yaptığı seçimlerle önemli hale
gelecek. Bir şey teorik olanın alanına giriyorsa, (teorik alanın sınırını ne çizer çelişmezlik ilkesi çizer)
düşünülebilen her şey, olanaklı düşünülebilen her şey, varlığın sınırını bu çiziyorsa, (Parmenides’ten
beri gelen metafizikçilerin söylediği gibi kendi başlarına varlarsa) insanın şunu ya da bunu yapmasının,
varlık alanının içine bir şey eklemesi ya da çıkarmasının lafı bile edilemez.

Kant’ın derdi ne? Benim pratik aklımın, benim bir şeylerin yolunu aramamın bir takım seçimler
yapmamın bir nesnenin varlığa gelmesinde belirleyici olmasını istiyor Kant. Ben insan olarak şunu ya
da bunu seçtiğimde bir şeyim fiili olmasını sağlayacağım, ben olmasam o [olay, durum] olmayacak.
Eğer Tanrı, ölümsüzlük, özgürlük gibi şeylerin nazari bilgisi olanaklı olsaydı bu şu anlama gelirdi: o
zaten var, örneğin özgürlük var ve ben onun karşılığı olan şeyi görüyorum, seyrediyorum, varlığına
şahadet, şahitlik ediyorum, bundan öte bir şey yapamam anlamına gelirdi. O zaten var, görürsün ya da
görmezsin. Senin farkın nazari olarak onu fark etmek ya da etmemek olur o zaman –yani varsa öyle bir
şey-. Böyle bir şeyin varsayılması durumunda olacak olan budur. İnsanın yapıp etmelerinin,
seçimlerinin herhangi bir şeyin meydana gelmesinde hiçbir anlamı kalmaz. Bu pratik etkinliğin, pratik
aklın etkinliğinin hiçbir önemi kalmaz. Ben bu yüzden pratik aklın etkinliğine yer açmak için
uğraşıyorum. Tam Kant’ın ruhu bu işte. Kant bu işte.

Kendince bizim ezeli ebedi uğraştığımız “cüz-i irade” meselesine de bir çözüm öneriyor Kant burada.
Bizim irademizin, bir şeyin meydana gelmesindeki etkisi. Meydana gelen şey ne: Erdem ve
mutluluğun sentetik birliğidir. İnsan iradesini ahlak yasasına tabi kıldığı müddetçe bu âlemde içinde
akıl sahibi varlıkların mutlu olduğunu bir mekanın yaratılmasının nedeni haline gelir. (Ki bu da batı
felsefesinin iki yüzyıldır uğraştığı tarih fikri demek zaten) Bu yüzden: “inanca yer açabilmek için
bilmeyi bir yana atmak zorunda kaldım.” diyor.

İnanç konusu da çok karmaşık bir biçimde gündeme geliyor. Ben özgür olduğum için ahlak yasasına
tabiyim, bununla ilgili pozitif bir bilgim de var ama özgür eylemde bulunduğumda onun sonuçları
mekanik yasaların işlediği evrende ortaya çıkıyor. “İyilik yap denize at” gibi. Denizde yasalar var. Onu

37
bir halik bilmezse, orada akıl sahibi varlıkların mutlu olması için gereken ortam hayal olur. O zaman
diyor Kant, ben Tanrı’ya akılcı bir iman ile inanma durumundayım. İnanç o demek. İnanç, ancak böyle
bir bağlamda ortaya çıkabilir. Bir şey bilginin konusu olabiliyorsa orada inanç ile ilgili bir tartışmanın
alemi yok. İnanç ne zaman ortaya çıkar. Sen Tanrı tarafından yaptığın bu eylemin nihayete
erdirileceğini umarsın. İnanç o bağlamda ortaya çıkıyor.

Sorum: Zaman zaman buradaki inanç kavramının iman kavramı ile karşılandığını görüyoruz bazı
tezlerde. Bu da Almanca’da inanç-iman kavramları arasında bir ayrım ayrım olmamasına
dayandırılıyor çoğu kez. Bu konuda nasıl düşünmeliyiz?

2.Kitiği okursak orada daha ayrıntılı konuşuruz. Eylemlerimi ahlak yasasına tabi kıldığımda, bunun iyi
bir şeye vesile olacağının bir garantisi yok. Kant aslında bunun böyle olacağına dair bir felsefi
savunma yapıyorum bu bir ispat değildir diyor. Bunun aksinin değil, bunun olabileceği hiçbir çelişkiye
düşmeksizin düşünülebilir. Nasıl düşünülebilir? Bir ideal olarak Tanrı’nın söz konusu sonucun ortaya
çıkması konusunda bir dahli, müdahalesi olacağı konusunda ben bir düşünceye sahip olabilirim. Ben
bir iyilik yapıp denize attığımda, iyiliğin gideceği yere ulaşması için [bir şey yapacak.] Yani özgür bir
neden olarak, bir bilgisayar oyunu var, oyunu yazan nerede ne yapacağını yazmış. Belli bir an geliyor,
özgür bir neden olarak siz bunu buraya değil şuraya koyuyorsunuz. Size bunu ahlak yasası yaptırtıyor,
niyetlerinizi ahlak yasasına tabi kılmanız yaptırtıyor. Normal şartlara –bilgisayar tabiri ile- oyunun
çökmesi gerekir. Her zaman bir üst program –Tanrı üst program Kant’ta- bunun buraya konulmasının
bir sıkıntıya yol açmamasını sağlar. Bunu düşünmekle ilgili hiçbir sıkıntı yoktur, bunu ben böyle
düşünebilirim. Ben bunu yapabilen bir Tanrı’ya inanıyorum. Yani benim ahlaki deneyimimin
tamamlanmasına, (ahlaklı olmama değil, beni ahlaklı olmak için Kant’ta Tanrı’ya ihtiyacım yok)
summum bonumun sentezlenmesini, pratik aklın sentezlediği o nesnenin fiili hale gelmesini
sağlamakta kurucu rolü olan bir Tanrı’ya inanıyorum diyor Kant. Buna “rational faith” diyor Kant. Bu
“iman”dır.

Bu düşünülebilir ama bilginin konusu olmaz diyor. Bunu düşünebilirim demiş, söz konusu iddianın
kurucu bir işlevi olduğunu, özgür nedenle doğadaki o zorunluluğun birbirini dışlamaksızın
bozmaksızın bir arada bulunabileceğini düşünebilirim. Fakat bunun nasıl olduğunu, yani o program
buraya nasıl müdahale ediyor da bu programın bozulmamasını sağlıyor bunu bilemem diyor. Alman
İdealizmi denilen akım buraya takmış durumdalar: neden bilemiyoruz biz bunu. Kant’ta umut da bu
aşamada bir anlam kazanıyor. Yani burada hiçbir zaman bunu böyle yapacağını bilmiyorsunuz, bu

38
hiçbir zaman bilginizin konusu olmuyor, nasıl olduğu da bilginizin konusu olmuyor. Kant diyor ki bu
sınırı geçmeyin bu sınırı geçerseniz ahlak deneyimine sahip özneyi yok edersiniz.

Hegel’in metafiziğinde mesela insan özgürlüğü falan gibi bir şey yok. Neden yok bu nedenle yok. Ama
Alman İdealizmi bu sınırı geçmek istemiş. Buyurun geçin. Kant’a göre yanlış bir yol o. Alman
İdealizmi Kant’ın bütün bu söylediklerine hayran, bilemeyiz demesine gıcık. Neden bilemeyelim ki
falan demişler. Bunlar o dönemin şımarık Alman gençleri, Kant’tan yararlanıp Kant’ın gidilmesini hiç
istemediği bir yere dümeni kırmışlar. Bilemezsiniz diyor. Bildiğinizi iddia ettiğiniz anda pratik
etkinliğini aklın yani ahlak deneyimini anlamsızlaştırırsınız diyor.

Hegel’i okuduğumuzda bütün bunların bilgi konusu haline getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Tarihsel
olan, akılcı olan da bu demek işte. Ben nazari aklın faaliyeti içerisinde söz konusu tarihsel işleyiş nasıl
yürüyor bilebilirim. (düşünebilirim değil bilebilirim) Hegel. Kant’ta –Hegel’in gittiği yollu düşünün-
bunu yapmayın diye yazdım Kritik’i diyor.

Soru: Kant’ın teorik ve pratik akıl ayrımı ve Kritik projesi daha çok pratik aklın bir ürünü müdür?
Cevap: Kant çok spesifik anlamda kullanıyor teorik ve pratik kavramlarını. Kant’ın derdi nesnelerin
kuruluşunda akıl nasıl var ya da yok. 1.Kritik’te uğraşacağı şey, akıl dediğimiz şey nesnelerin
kuruluşunda bir etkisi olmayan bir yeti. Kant, tam tersine pratik aklın nesnenin kuruluşunda bir işlevi
olduğunu, ideaların bir işlevi olduğunu, bu pratik eylemlerimizin belirlenmesinde söz konusu ahlak
yasasının işlevi ve ahlak yasasının nesnenin sentezlenmesine etkisi..gibi sorunlarla uğraşacak. Şunu
demek istiyorsanız: Kant’ın 1. Kritik’i yazması ahlaki eylemde bulunarak, özgür bir neden olarak
yaptığı bir şey midir? Dünyanın bu haline karşı bir kitap yazayım da herkes kendine gelsin falan gibi
bir endişeyle…

Kant’a bunu sorsak şunu söyler: bu tip bir eyleme bakıp özgür bir neden olarak kendisinin yaptığı bir
eylem mi yoksa bir takım zorunlulukların neticesinde kader mi onu bu noktaya getirmiş falan
konusunda: karar veremeyiz der. Çok ilginç düşünüyor Kant, siz kalktınız dünyanın en karmaşık
probleminin ispatını yaptınız diyelim, siz bunu ben özgür bir neden olarak yaptım diyemiyorsunuz. O
tip bir etkinlikte de bulunsanız bu tip bir kitap da yazsanız bu acaba özgür bir nedenden mi
kaynaklandı yoksa doğal zorunluluklar içerisinde zaten Kant böyle bir kitabı kaçınılmaz biçimde yazdı
mı? bunu bilemezsiniz. Teorik bir soru olarak bu işin içerisinden çıkamayız. Kant’a sorsak böyle cevap
verir. Teorik bilgimizin konusu olmuyorsa, eylemlerimizin ahlaklı olup olmadığı ile ilgili nasıl bir

39
tartışma yapabiliriz ki son 200 yıldır bütün metaetik tartışmaların ana konusu budur. Kant’ın ortaya
attığı bir sorudur hala içinden çıkılabilmiş değil.

Soru: Teorik kullanım ile pratik kullanım arasında bir bağ var ben onu formüle edemiyorum. Cevap:
Kant’a sorsanız pratik aklın, teorik akla önceliği vardır. Pratik aklın etkinliği olmaksızın teorik aklın
bir etkinliği yok mesela Kant’ta. Her zaman pratik aklın etkinliği öncelikli ve üstün. Pratik akıl
içerisinde teorik akıl bir anlam kazanıyor.

Soru: Teorik akıl bilip duruyor, neden pratik akla bir de onun öncelikli olmasına ihtiyacı olsun?
Şöyle düşünüyorsanız: Pragmatistler öyle düşünüyor bu yoldan gidiyorlar. Mutluluk arayışında da her
şeyde de pratik gerçeklerden bahsediyor. Bir bakıma biz Kant’a göre bir doğa varlığı olarak burada
kalmaya çalışan, pratik amaçları olan varlıklarız. Kant bizi öyle metafiziksel varlıklar olarak
düşünmüyor zaten amaçlarından biri de bunun sınırlaması. Dolayısıyla bu pratik kaygıları içerisinde, o
arayışlara da cevap vermek üzere nesnenin nasıl kurulduğunu, nasıl işlediğini, hangi yasalara tabi
olduğunu da insan araştırıyor. Eğer ben fizik yapıyorsam, bunu sırf fiziksel nesne nasıl kuruluyor,
hangi yasalara tabi diye yapmıyorum Kant’a göre. Her zaman içine oturduğu pratik başka meseleler
var. Kant sonrasında pragmatizmin bu kadar ilerlemesinin, pozitivizmin bu kadar mevzi kazanmasının
ya da bilimi gerçekten bilim için mi yoksa teknoloji için mi yapıyoruz gibi tartışmalarının da
müsebbibi aslında Kant. Çünkü pratik olanın teorik olana önceliği var. Hatırlayalım Kant fiziksel
coğrafyacı, yer kabuğunun hareketlerini depremleri öngörebilir miyiz gibi bir nedenle yapıyor. Fiziği,
insanların bir yerde kullanmaları için yapıyor. Kozmogoniyi eğlence olsun diye yazmamış. Kendi
hayatı da öyle. Oradaki tartışmalardan buraya gelmiş.

Bu Heidegger’in verdiği örnek gibi, çekiç kırılmadan çekiçle ilgili teorik bir faaliyet yapmaya
başlamıyorsun. Tabi, Pierce gibi, Dewey gibi düşünmüyor Kant. Fiziğin öncelikli bir bilim olduğunu
düşünüyor. Ama bu kadarını söyledikten sonra yani meseleyi Kant’ın kurduğu gibi kurduktan sonra
böyle düşünmek artık çok kolay.

Koşulsuz olan meselesine geri dönmemiz gerekiyordu, atlamıştık geri dönelim. B XX Biz kendinde
şey’i bilemeyiz dedik, metafizik bununla ilgileniyordu dedik. Ne olacak?

“…bizi zorunlu olarak deneyimin ve tüm görüngülerin sınırlarının ötesine geçmeye zorlayan şey
koşulsuzun (unconditioned) kendisidir ki akıl koşullar dizisini tamamlayabilmek için bunu kendinde
şeylerde zorunlu olarak ve tam bir hakla ister.” BXX

40
Neredeyiz? Odanın içindeyiz, yer küredeyiz, Samanyolu galaksisinin içerisindeyiz. Uzay-zamandayız.
Uzay-zaman neresi? Sonsuz. Yok sonlu. Sonluysa dışı ne? Bu sorgulamaların sonucunda akıl bir yere
varmak istiyor. Burası neresi biz burada ne yapıyoruz? Bunun dibi burasıdır, bizim yapıp
etmelerimizin anlamı budur gibi cevaplar arıyor akıl. Bu cevapları ararken de en nihayetinde
(Aristoteles’in yaptığı gibi nihai olarak bireyler var onlar kendi başlarına varlar) cevapların peşine
düşüyor, o cevaplarla sükûn bulmaya çalışıyor, bulamıyor. Kant’ta zaten bulamaz diyor. Arıyor ama
cevap verecek kadar ehil değil akıl diyor.

“Eğer deneyim bilgimizin kendisini kendinde şeyler olarak nesnelere uydurduğu sayıtlısı üzerine
koşulsuzun çelişki olmaksızın düşünülemeyeceğini bulursak ve buna karşı, bize verildikleri Açıklama [E1]: Dedi ki mesela birisi:
Biz koşulsuz olanı bulacağız. Onun bilgisi
biçimiyle şeylere ilişkin tasarımlarımızın kendilerinde şeyler olarak onlara uygun düşmediklerini, de var dedi. Biz aslında o koşulsuz olanın,
kendisi başka koşullarca koşullanmamış
olanın (Bu aslında Platon felsefesinde
tersine bu nesnelerin görüngüler olarak kendilerini tasarım kipimize uydurdukları varsayılırsa o noeta, idea gibi bir şey en dibi yanidaha öte
yok- diyor ki biz koşulsuzun çelişki
zaman çelişki yiter ve buna göre koşulsuz ile onları bildiğimiz ölçüde (bize verili oldukları ölçüde) olmasızın düşünülebileceğini bulursak ki
zaten diyalektik bölümünde göreceğiz ki
şeylerde değil, ama onları bilmediğimiz ölçüde kendinde şeylerde karşılaşılacaksa o zaman açıktır koşulsuz olan ister Tanrı ister ruh olsun,
ister kosmos olsun çelişki olmaksızın
ki, başlangıçta salt bir deneme olarak varsaydığımız şey doğrulanmış olur. ”B XX-BXXI düşünemiyor. Akıl bu tür çelişkilere
sapmaksızın bunu düşünemiyor. Bunu
göstereceğim diyor. Bunu bulursak…
Ne dedi? Önce: Koşulsuz olanın çelişkiye düşülmeksizin düşünülemeyeceğini bulacağım, bir de şunu
göstereceğim ben onları ancak bana göründükleri şekliyle nasıl belirlendiğini bilebilirim. Bilgim ancak
böyle bir bilgidir, ancak bunları bilebilir. O zaman şeyler 1) kendi başlarına oldukları hale –ki biz bunu
bilemeyiz- 2) bize görünen hale (fenomen) sahiptirler. O zaman diyor, sorun falan kalmaz. Akıl
lüzumsuz yere koşulsuzun peşine düşmek zorunda kalmaz, bilebileceğini de bilir. Oturur fiziğini falan
yapar, bütün sorunlar çözülür. Bunun böyle olduğunu size göstereceğim diyor. Yanlış şeyleri arayıp
boş yere kendinizi üzmeyin gibi bir şey.

2.Önsöz’deki önemli dipnota gelelim:

“Tanıtlama türünde de olsa, sözcüğün gerçek anlamıyla biricik eklemeler ruhbilimsel idealizmin
yeni bir çürütülmesi ile dışsal görünün {outer intuition} nesnel olgusallığına ilişkin katı bir (hatta
inanıyorum ki olanaklı biricik) tanıtlamadır. (s.[B] 273)…”B XL


Saf Aklın bu deneyi kimyagerin indirgeme deneyi ya da sentetik süreç dediği şeye büyük benzerlik gösterir.
Metafizikçinin analizi saf a priori bilgiyi görüngüler (apperances) olarak şeylerin ve kendinde şeylerin bilgileri
olmak üzere oldukça değişik türde iki öğeye ayırır. Diyalektik bunları yeniden koşulsuza ilişkin zorunlu akıl ideası
ile uyum içinde birleştirir ve bu uyumun o araştırma yoluyla olmaksızın hiçbir zaman ortaya çıkamayacağını ve
böylece doğru uyum olduğunu bulur.

41
İlkinde olmayıp ikincisinde olan ne varsa, psikolojik idealizm dediğimiz şeyin, çürütülmesi ve dışsal
olanın –yani şeyler bana uzayda görünüyorlar ya- onun nesnel bir olgusallığa sahip olduğunun ispat
edilmesidir. Ben bununla ilgili bir ispat ilave ettim 2.Kritiğe, şimdi onu anlatacağım diyor.

“…İdealizmin metafiziğin özsel amaçları için ne kadar zararsız görünse de dışımızdaki şeylerin
varoluşlarının yalnızca inanç üzerine kabul edilmesi ve bundan kuşku duyabilecek birinin doyurucu
hiçbir tanıtlama ile karşılanamaması, felsefe ve evrensel insan aklı için her zaman bir skandal
olacaktır.” BXL

Radikal kuşkucular vardır ya, yani deneyimdekiler kendi başına var mı, belki de yok. Bana, benden
bağımsız dışsal bir gerçeklik olduğunu ispat edebilir misin? İdealizm tartışmaları bunlar bir skandaldır
diyor Kant.

İkinci baskıda değiştirdiğim bir şey var diyor dipnot devam ediyor:

“Tanıtlamanın anlatımında üçüncü satırdan altıncıya dek belli bir bulanıklık olduğu için bu
tümceleri şöyle değiştirmek isıerim [bkz. B 275]: "Ama bu "kalıcı" bendeki bir görü olamaz. çünkü
dışvarlığımın bende karşılaşılabilecek tüm belirlenim zeminleri temsilleridir, ve, böyle olarak,
kendileri onlardan ayrı bir "kalıcılı" ğa gereksinirler ki, bu temsillerin değişimler, ve dolayısıyla
içinde değiştikleri zamandaki dış varlığım, onunla ilişki içinde belirlenebilirler."

Bu tanıtlamaya karşı muhtemelen şu söylenebilecektir: Ben yalnızca kendimde olanın, e.d. dışsal
şeylere ilişkin tasarımımın dolaysızca bilincindeyimdir ve buna göre dışımda ona karşılık düşen bir
şeyin olup olmadığı her zaman belirsiz kalır. Ama iç deneyim yoluyla zamandaki dış varlığımın (ve
dolayısıyla ayrıca bunun ondaki belirlenebilirliğinin) bilincindeyimdir; bu ise yalnızca temsilimin
bilincinde olmamdan daha çoğu, ama gene de dış varlığımın görgül bilinci ile türdeştir, ve bu
sonuncusu ise ancak varoluşuma bağlı ama dışımda olan bir şey ile ilişki yoluyla belirlenebilir.
Zamandaki dış varlığımın bu bilinci öyleyse dışımdaki bir şey ile ilişkinin bilincine özdeş olarak
bağlıdır ve buna göre dışsal olanı iç duyu ile ayrılmamacasına bağlayan şey uydurma bir şey değil
ama deneyimdir, imgelem değil ama duyudur. Çünkü dış duyu daha şimdiden kendinde görünün
dışımdaki edimsel bir şey ile ilişkisidir, ve imgelemden ayrı olarak dış duyunun olgusallığı yalnızca
burada yer alan şeye, eş deyişle, olanağının koşulu olarak iç deneyimin kendisi ile ayrılmamacasına
bağlı olmasına dayanır. Eğer tüm yargılarıma ve anlama edimlerime eşlik eden 'Varım' tasarımında
dış varlığımın zihinsel bilincine aynı zamanda zihinsel (entelektüel görü A.Ç.) görü yoluyla dış

42
varlığımın bir belirlenimini bağlayabilseydim, o zaman onun için dışımdaki bir şey ile bir ilişkinin
bilinci zorunlu olmazdı. Ama o entellektüel bilinç, önceden geliyor olsa da, dış varlığımı yalnızca
kendisi belirleyebilecek olan iç görü duyusaldır ve zaman-koşulu ile bağlıdır.” BXL

Ne dedi bu şimdi? Zor olduğunu söylemiştim. Bu Berkeley vari bir idealizmi eleştiriyor. Temsiller var
ve onlar aslında benim imgelemimin bana canlandırdığı şeyler, kendi başına benim dışımda bir varlık
alanı yok. İmgemim bana onları böyle canlandırıyor ve gösteriyor. İdealizm bu demek. Kant diyor ki
hayır. Söz konusu bu temsilleri ben duyumlama yoluyla edinirim. Yani benim dışımdaki bir şeylerin
temsili olarak edinirim. Bunlar benim imgelemimin bana yansıttığı şeyler değillerdir. Nereden
biliyorsun diye soruyorlar? Yani Berkeley’in dediği gibiyse?

Diyor ki Kant, “ben” dediğimiz şeyin bir kalıcılığı var diyor, bu çok önemli bir şey. Değişimin içinde
değişen değil, değişimi izleyen olarak var. Deneyimin kendisinin yüklendiği şey olarak, zamansal
olmayan, zamansal olana sanki dışarıdan bakan bir tarafı var. Bunu bir anlayalım diyor. Ben bilincinin
bu kalıcılığının nereden geldiğine çok dikkat etmemiz gerekiyor diyor. Bu ben bilincinin acaba,
entelektüel bir görü ile (nedir entelektüel görü? Noeta ile düşünülürlerle dolaysız olarak temas etmemi
sağlayan bir ara yüz gibi düşünün) Ben şu nesneyi nasıl amprik görüde fark ediyorsam, aynı bunları
fark ettiğim gibi düşünülürleri, düşünce yoluyla temas ettiğim şeyi –entelektüel görü diyelim- ben öyle
kendi başına kurulan ve kalıcı olan bir şey değil, bir şeyin farkında olarak ve ondan kendini ayırarak
kurulan bir şeydir. (Bu Aristoteles’te de böyledir, Kant’ta da böyledir.) Ben bir şeyi fark ederim, o fark
ettiğim şeyden farklı olarak kendimin farkına da varırım. Bu farkında olma etkinliğim içerisinde ben
kendimi kalıcı olarak fark ederim.

Birisi diyebilir ki Kant’a arkadaş ne duyusu ben dediğimiz şeyin kaynağında dışsal bir şey yok
duyumlama yoluyla temas edilen –senin iddia ettiğin gibi- kendinde bir kalıcılığı olan, kalıcılığı olan
bir şey yok peki ne var? Dolaysız olarak bağ içerisinde olduğum bir şey olmak zorunda. Ya
entelektüel görümde öyle bir şey varsa. Yani ben noetanın ya da herhangi bir düşünülürün (kendi
başına varlıkları olan şeyler gibi düşünebiliriz bunları idealar gibi, Platon’nun intelligibles dediği
şeyler; sayının kendisi, iyinin kendisi gibi) dolayız olarak farkında olduğum için kendimin
bilincindeysem? Kendimin kalıcılığı bu şekilde kurulabiliyorsa o zaman senin (Kant’ın) kendi
kurduğum duyusal alan meselesi de yerle bir olur.

43
Başka bir yoldan tekrar anlatalım. Kant neyi göstermeye çalışıyor. Bu temsiller “Ben”im dışımdaki bir
takım şeylerin duyusal temsilleri Öyle Berkeley’in söylediği gibi imgelemin canlandırdığı gibi
halüsinasyon gibi bir şey değiller. Halüsinasyon da görebilirim o ayrı bir şey. Ama duyusal
deneyimimde ortaya çıkan, imgelemim marifetiyle eğip bükemediğim, duyusal temsillere sahibim ben
size bunu göstermeye çalışıyorum diyor Kant. Ne biliyorsun belki de Berkeley haklı? Böyle bir
imgelemin canlandırdığı bir şey bunlar, bana öyle görünüyorlar ve kendi başına bir gerçeklikleri de
yok bunların ne biliyorsun? Biri böyle bir şey sorabilir diyor Kant. O halde diyor “ben”in kalıcılığını
açıklamak zorunda, “ben” nasıl var? İki türlü var olabilir: 1) Duyusal görü üzerinden kendini ayırt eder
ve var olabilir, 2) Entelektüel görü üzerinden kendini ayırt eder ve var olabilir. Başka yolu yok diyor.
Görü dediğim benim –o kalıcı olan- nesnemle temas edip ondan ayırarak kendimi var kıldığım ara yüz.

Kant diyor ki bizim entelektüel bir görümüz yok. İçsel bir görümüz var. Nedir o? Duyusal olmayan bir
içsel görüye sahibim nedir o? Zaman. Peki zamanda neyi deneyimliyorum? Mesela anksiyete
deneyimliyorum, bunu deneyimlediğim yer içsel görüm. Ama bu zamanla bağlı, duyulmamanın formu
olan zamanla bağlı olan bir görü. Öyle noetanın kalıcılığını deneyimlediğimiz türde duyusal aslında.
Özü itibariyle duyusal olmayan bir şey yok aslında. Bu düşünülürleri dolaysız olarak bilemem, benim
öyle bir içsel görüm yok. İçsel görüm varsa, o da zaman diyor. O da kendimin ve kendimle ilgili
tezahürler varsa (anksiyete…vb) ben onların farkına zaman içerisinde varırım. Peki öyleyse,
entelektüel görü üzerinden kendi kalıcılığımı kuramıyorsam eğer, bu kalıcılık nerden gelecek?
Kendinde bir kalıcılığı olan benim dışımda bir şeylere benim ihtiyacım var. Onun kalıcılığı, onun
üzerinden sahip olduğum duyumlamalar ve o duyumlamalardan kendimi ayırmam sayesinde “ben”in
kalıcılığını kuruyor. Ben, dolaysız olarak bir şeye temas etmeden kendi kalıcılığımı kuramıyorum.
Ancak tek bir alternatif kalıyor, duyu deneyimi, dışsal görü var. Dışsal görü üzerinden ben kendi
benimin kalıcılığından bahsedebiliyorum. İdealizm neden yanlıştır? Ben’in kalıcılığını kuşatamadığı
için yanlıştır.

Ben, deneyimledim anlamda ben, ancak duyusal olanın tesisi üzerinden kurulabilen ve kalıcılığı
sağlanabilen bir şey. Kavramsal dolayımlar sonradan olan şeyler. Ben’in bütün deneyimi altında yatan
şey, bütün deneyime eşlik eden ve bir şey olarak ancak deneyime eşlik eden şey olarak kendini fark
etmesi lazım. Bu da ancak dışsal görü ile temas ettiğim o alan olabilir diyor. İmgelem olsaydı, bir
şekilde ben’in kalıcılığı var demen için önce ben’i kurman ve o ben’e ait imgelemden bahsedebilirsin.
Ama sen daha ben’i kurmadın diyor. Görüsel bir şeye ihtiyacımız var. Entelektüel görü olsaydı bu
dediğiniz doğru olabilirdi ama yok diyor.

44
Dipnot’a devam edelim:
“Gene de bu belirlenimin ve dolayısıyla iç deneyimin kendisi, bende olmayan ve buna göre yalnızca
dışımdaki bir şeyde olan ve kendimi onunla ilişki içinde görmek zorunda olduğum kalıcı birşey
üzerine bağımlıdır.

İçsel hisle, zaman formunda ortaya çıkan her şey de aslında zaman formunda vardır. Benim dışımda
eğer benim duyusal olarak farkına vardığım şeyler olmasaydı, o içsel his üzerinden farkına vardığım
hiçbir şey de olmayacaktı. O da aslında dışsal hisse bağlı. O da aslında dışsal hisse bağlı. Eğer o da
olmasa Ben diye bir şey kalmaz Kant’a göre. Ben, dışsal görüm yoluyla farkına vardığımı sentezleyen
olarak Ben’im. O olmasaydı Ben de olmazdım. Materyalizmin en uç noktasıdır bu. Boşuna
materyalizm de Kant’tan çıkmamış.

Ben nasıl kuruluyor? Ben aslında başta uzay olmak üzere uzay-zamanın formuna birliğini veren olarak
kurulur. Uzay formunda tezahür eden her şey de, o forma birliğini verenin temsili haline gelir. Uzay
nasıl bir form? Şeylere benim dışımda ve yan yana gösteren form. Ben dediğimiz şey onu bir birlik
halinde tutandan başka bir şey değil. Uzay ve zamanın birliğini temin eden olarak Transsendental Ben,
her şeyin dibinde. O nedenle her şey Ben’e ait olarak kuruluyor. (Aristoteles’te de böyle bu, mesela der
ki A: ben bir takım temsillere sahip olabilirim ama ortak duyu dediğim şey, sayı, hareket gibi şeyleri
duyulmayan şey üç işleve sahiptir: bu temsilleri bir araya getirir, terkip eder, nesneye bütünlük verir.
Ama en önemli işlevi, duyumlayanla duyumlananı biribirinden ayırt eder. Ben ilk kez orada ortaya
çıkıyor. Kant da benzer bir şey söylüyor.)

Bana söz konusu temsilleri bir arada tutan formu yakaladığımda ben, transsnedental apperception diyor
ona (algıya yönelenin kendini idrakı fiili) yöneldiği temsilleri bir biçimde kendisinin kılan. Ruhun
bunu nasıl yaptığını asla bilgiye konu edemiyoruz, gelebildiğimiz en dibi burası daha ötesi yok.
Bilincin bir birliği var ve o birlik dışsal duyuma birlik verilmesi suretiyle kuruluyor, onun dışında bir
şey söyleyemiyoruz. Eğer bana Ben’in başka türlü nasıl kurulduğunu anlatırsanız o zaman belki
idealizmi tartışırım sizinle diyor. Ama entelektüel görü falan yok diyor. Düşünülürler, noeta…onlara
dolaysız olarak temas ettiğim bir görüm yok diyor. Olsaydı Ben’in kalıcılığı orada açıklanırdı diyor.
Bu alan, Parmenides’in bahsettiği gibi kalıcı mı hayal mi, hiç mi, yanılsama mı, Berkeley’in bahsettiği
anlamda bir tezahür mü değil mi açıklanabilirdi diyor. Ama önce bana Ben’in nasıl kurulduğunu
anlatmanız gerekir diyor. Ben sadece duyusal temsiller üzerinden bir kalıcılığa sahip olabilir. Bu
bölümde Berkeley ile tartışıyor. Descartes’te entelektüel görüden bahsedilebilir belki ama Berkeley de
o da yok. İmgelem üzeriden ortaya çıktığını savunuyor.

45
Kant’ın buna bu kadar önem vermesinin amacı, Berkeley’i çürütmek değil, “Ben” böyle bir şey demek
için yapıyor. Tartışmaya girmeden dışarıda bıraktığı ise Platon. Asıl golü Platon’a atıyor.

Kant bu anlamda hhep deneyimi varsayıp onun içinden konuşan biri. Aslında bu olumsal (contingent)
bir şey. Ama Kant hiçbir zaman bu olasılık üzerinde durmuyor. Kendisiyle tutarlı. Biri duyusal tecrübe
musluğunu kapatsa ortada ne ben kalır ne de başka bir şey. Beni ben kılan şey, duyusal temsili olanaklı
kılacak şekilde duyusal temsile birlik veriyor olması. Temsillerin içine dolduğu kabı tutarak var oluyor.
Sonra, o birlik üzerinden bu temsiller bir snopsise tabi kılınır, icmal edilir diyor, sonrasında da
imgelem vasıtasıyla sentezlenir, sentezin de birliği o kabı bir arada tutanın birliğine tabi olur diyor.
Kabı bir arada tutan onun içindeki temsillere de birliğini verdiği için temsiller ve temsiller arasındaki
ilişkiler transsendental bir akrabalığa sahip olurlar diyor. Yani sen de, sen de bir temsilsin, ikiniz de
Ben’e aitsiniz. Ben üzerinden ilişkiye geçiyorsunuz. Akrabalık oluşuyor. Ama bunu tek tek temsiller
üzerinden yapmıyorum. O temsiller ve temsileri bir arada tutan, olanaklı kılan, birliğini veren olarak
apperceptionu ortaya koyuyor. Yani Ben, nasıl var oldum, Nasıl yaratıldım? diye sorarsan, Ben, söz
konusu görüsel alandan belli bir noktayı nazardan uzay-zamanı bir birlik içinde tutarak var oldum. O
andan itibaren Ben diye bir şey var. Bunun içindeki düşünme sentezleme faaliyetleri falan hep o Ben’in
kuruluşuna tabi olarak ortaya çıkıyor. Çok heyecanlı bence….
“ Dış duyunun olgusallığı böylece genelde bir deneyimin olanağı için zorunlu olarak iç duyunun
olgusallığı ile bağlıdır; eş deyişle, dışımda kendilerini duyularımla ilişkilendiren şeylerin var
olduklarının bilinci tıpkı kendimin zaman içinde belirli olarak var olduğumun bilinci denli pekindir.
Hangi verili görülere dışımdaki nesnelerin edimsel olarak karşılık düştükleri, ve öyleyse
hangilerinin dış duyuya ait oldukları ve imgelem yetisine delil ama duyuya yüklenecekleri her bir
tikel durumda genelde deneyimin (ve giderek iç deneyimin bile) imgelemden ayırd edilmesini
sağlayan kurallara göre saptanmalıdır (dış deneyim edimsel olarak vardır önermesi her zaman temel
olmak üzere). Burada bir nokta daha belirlenebilir: Dış varlıkta kalıcı bir şeyin tasarımı kalıcı
tasarım ile aynı şey değildir; çünkü birincisi tıpkı tüm tasarımlarımız gibi ve giderek özdek tasarımı
gibi oldukça geçici ve değişken olabilse de, gene de kalıcı bir şeyle ilişkilidir. Bu sonuncusu öyleyse
tüm tasarımlarımdan ayrı ve dışsal bir şey olmalıdır ki, varoluşu benim kendi dış varlığımın
belirleniminde, zorunlu olarak kapsanmalı ve onunla tek bir deneyim oluşturmalıdır -bir deneyim
ki, eğer (bölümsel olarak) aynı zamanda dışsal da olmasaydı içsel olarak yer alamazdı. Burada
Nasıl? sorusu açıklamaya pek izin vermez, tıpkı genel olarak zamanda kalıcı olan düşünmemizin
olanaksız olması gibi-"kalıcı" olan ki, "delişen" ile eş-zamanlılığı başkalaşım kavramını üretir.”
(BXLI)

46
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:4

Soru: Sarı olma durumu ile Tanrı olma arasındaki fark nedir?

Cevap: Kant diyor ki, biz duyumlama yoluyla kendi başına olanın duyusal temsillerini ediniriz. Söz
konusu temsiller uzay ve zaman formları içerisinde bize temsil olunurlar ve ben onları kavramların
dolayımı olmaksızın bilgisine sahip olurum, bu tür bilgiye de görüsel bilgi denir diyor. Hatta diğer tüm
kavramlarımızın –sarı, saat…vb- karşılıklarını da (yani ben kavradıklarımı düşüncede kavrıyor,
karşılığını dolaysız deneyimde görüyorum, görülüyorum, dolayız tecrübesine sahip oluyorum) söz
konusu kavramların olanaklı olarak görüde karşılıkları da vardır, duyusal alanda olanaklılık anlamında
vardır. Olanaklı tecrübemin sınırını görüdeki olanaklı, mümkün görüsel karşılıklar çizer. Öyle bazı
“kavramlar” (onlara kavram demiyor Kant) bunları düşünebilirim hatta bunların benim aklımın
etkinliğinde bir işlevi de olabilir, fakat bunların görüde temsil edilebilme, görüde bir karşılığını bulma
imkanımız yoktur diyor.

Tanrı bu şekilde Kant’ın görü üzerinden bilgisine sahip olamayacağımız, görüsel temsiline sahip
olamayacağımız bir kavram. Neye ait bir kavram, kendi tabiri ile saf akla ait bir kavram. İş bu şekilde
sunulduğundan daha karışık. Kant a priori ya da transandantal olarak adlandırdığı unsurları, bir şeyi
olanaklı kılan, mümkün kılan anlamında söylüyor. Mesela, uzay ve zaman transandantal unsurlardır
benim şeyleri benim dışımda ve yan yana art arda duyumlamamı olanaklı kılarlar. Kategoriler benim
bir nesneyi düşünebilmemi, kavrayabilmemi, bir nesne olarak kurabilmemi olanaklı kılarlar. Aklın
yürüttüğü çıkarımları olanaklı kılan saf akıl kavramları vardır. Diyalektik’te göreceğiz. Bu kavramlar
benim bir şeyi anlamamı, kavramamı sağlamazlar. Sadece aklın çıkarımlar yapabilmesini, öncüllerden
sonuçlara geçmesini sağlarlar. Öyle sentezler yaparlar ki, o sayede ben çıkarımlar yapabilirim. Kant
aklın temelde üç farklı çıkarım yapabildiğini düşünüyor. Bunlar klasik mantıktan gelen çıkarımlar:
kategorik, hipotetik ve disjunktif. Her bir çıkarımı olanaklı kılan üç saf akıl kavramı vardır Kant’a
göre. O saf akıl kavramları olmasa, o kavramlar kendi aralarında ilişkilendirilip, düzenlenip kendi
aralarında bir bütün olarak tutulmasa, akıl o çıkarımları yapamaz.

Bütün insanlar ölümlüdür. Sokrates bir insandır. O halde Sokrates de ölümlüdür. Sokrates ile insanı,
insan ile ölümlülüğü kategorik ilişkiler içinde düşünmezseniz bu çıkarımı yapamazsınız diyor Kant.
Kavramları kategorik bir biçimde bir arada tutan bir kavrama ihtiyaç vardır diyor. Aynı şey disjunktif
ve hipotetik çıkarımlar için de geçerli. Onları da mümkün kılan kavramlar var. Disjunktif çıkarımı
olanaklı kılan kavramlar, (“A veya B’dir. A değildir, o halde B’dir” gibi bir çıkarım.) Kavramların

47
veya eklemi ile bir arada bulunduğu bir çıkarım olmalı ki bu çıkarım olabilsin. Bütün kavramları bir
arada tutan ve bir düzen içerisinde bir arada tutan, birbirlerini dışlamaksızın bir arada tutan ve
birleştiren, sentezleyen bir kavrama ihtiyaç var. Bunu yapan bir kavram var Kant’a göre. Metafizikçiler
Tanrı’yı düşünüyoruz dediklerinde, Tanrı ispatı veriyoruz dediklerinde bu disjuktif, (ayrık, seçenekli)
çıkarımları olanaklı kılan kavram sayesinde yapılır. Bu Tanrı olduğundan falan değil. Ben, diyelim ki
Leibniz’in Wolf’un yazdığı gibi bir kitap yazıp Tanrı hakkında konuşuyorum. Sanki kalemle konuşur
gibi konuşuyorum ve çıkarımlar yapıyorum.

Kant diyor ki o felsefecinin Tanrı diye konuştuğu aslında disjunktif çıkarımları olanaklı kılan bir saf
akıl kavramı. Yani o bir tür bütünlüğü varsayarak onunla ilgili çıkarımlar yapıyor.Tanrı kavramı çünkü
bir bakıma olanaklı kavramların bir bütünü.

Batı metafiziğindeki örneğin Parmenides’teki “Bir” mesela. Olanaklı düşüncelerin birliği diyor ona.
Kant da diyor ki sizin aynı şey hakkında konuşuyormuş gibi konuştuğunuz şey aslında bu kavram, yani
olanaklı bütün kavramların toplamı. Bu bütünlüğün zorunluluğu hakkında konuşuyorlar aslında. Kant
da diyor ki, -felsefecilerin Tanrı’sı bu dinlerin Tanrısı ile ilgisi yok- bu bütünlük aslında. Çıkarım
yaparken aslında bir takım kategorileri alıp, bu kavramları o bütünlüğe atfediyorsunuz. Örneğin bu
bütünlük “kalıcı”dır falan diyorsunuz. Oysa sizin kalıcılıktan anladığınız şey, zamanda herhangi bir
nesnenin kalıcılığıdır. Çünkü kalıcılık kavramının arkasında cevher-araz kategorisine bağlı olarak
nesneleri düşünmemizi sağlayan bir kategori vardır. O kategori şu nesnenin kalıcılığından konuşmak
istediğinizde, bir nesneye ait olmasından rahatlıkla söz edebileceğiniz, meşru olarak kullanabileceğiniz
bir kavramdır. (örneğin sarı kavramı) Ama muhakemeyi olanaklı kılan, deneyim nesnesinin
kuruluşunda hiçbir işlevi olmayan, bu tür bir bütünlük hakkında fikir yürütmek istediğinizde işe
yaramayacak bir kavramdır. Kategorileri alıp, şu nesneler hakkında konuştuğunuz gibi, Tanrı hakkında
konuşamazsınız. Neden? Çünkü kavramların olanaklı bütünlüğü diye bahsettiğiniz tecrübede rolü yok.
Ne olacak? Ben sadece görüye uygulanabilecek olan bir şeyi, sarıya uygulanacak olan bir şeyi, ya da
kalemin biçimine uygulanacak olan şeyi, hiç uygulanamayacak olana uyguladığımda yanlış anlamda
metafizik yapmış oluyorum.

Dolayısıyla Tanrı diye metafizikçilerin üzerinde tartıştığı kavram teorik anlamda yanlış kullanılan bir
kavramdır. Tanrı kavramının bir bütünlük sağlar ama bu sadece muhakemeyi olanaklı kılar. Nesnenin
kuruluşu ile bir bağı yoktur Kant’a göre. Sen böyle bir bütünlük hakkında Tanrı diye konuşuyorsun, o
konuşmayı yaparken onun için kullanılamayacak kavramlarla konuşuyorsun ben buna “transsandantal

48
schein” (transsandantal yanılsama) diyorum diyor. Metafizik bir ilüzyondan ibarettir. Tanrı hakkında
konuşabileceğini sandığın bir illüzyondan ibaret.

Soru: Kant’a bilgi için vahyi dayanak alabilir miyiz?


Cevap: Hayır alamayız. Kant’ın inançlı bir aileden geldiği, sıkı bir din eğitimi aldığı, hatta inançlı
olduğu falan söylenir. Böyle bir şeye felsefenin içerisinde bir yer vermiyor, bilgi kaynağı olarak vahyi
görmüyor. Tartışmanın bir parçası olarak da görmüyor.

(Benim verdiğin ek bilgi) “Vahyin imkanını da saklı tutarak” diyor. Bu bizim yargı verebileceğimiz
bir şey değil. Dinlerin bahsettiği Tanrı…vb ile ilgili hiçbir şey söylemiyor. Ne vardır, ne yoktur diyor.
Tabi Kant açısından önemli olan en nihayetinde biz vahyi de anlamak istiyorsak yine felsefeden
hareketle anlamak ve anlamlandırmak zorundayız.

Aklımın sınırları içerisinde söz konusu bilgiyi önceleyecek ya da destekleyecek bir başka kaynaktan
söz edilemez. Giriş’in ilk cümlesi “Tüm bilginin tecrübe ile başladığı konusunda hiçbir kuşku
olamaz.” Tecrübende Tanrı ile ilgili bir bilgi ortaya çıkıyor mu? Hayır o halde böyle bir bilgiden söz
edemeyiz. Entelektüel bir görü var mı benim bir şeyleri dolaysız olarak bilebileceğim? Hayır. Sadece
duyusal bir görü var. Nokta. Hiç Kant’ın tartıştığı bir şey değil bu. İnanç konusu ayrı ama. İnanç ya da
iman konusu ayrı.

Soru: Kilise yapısını da sarsıyor bunu yaparak değil mi?


Cevap: Kant din konusunda çok iyi bir şey yaptım diyor. Neden? Ben Tanrı’yı beyhude tartışmaların
geçtiği metafiziğin savaş alanından çıkardım diyor. Beni dine yaptığım en büyük hizmet bu diyor. Biri
inanıyorsa inanabilir. Sen kim oluyorsun da Tanrı’yı ispatlıyorsun Kant’a göre.

Diyelim ki birileri vahiy yoluyla edinilmiş bir bilgi var diyor. Bu bilgi ne anlama geliyor? Biz bundan
ne anlıyoruz?a döndüğünüzde yine bu konuya, felsefeye dönmek zorundasınız. Boşuna kitabın adı
“Aklın sınırları içerisinde din” değil. Yani felsefeyi bir temizleyelim, neyin konuşulup neyin
konuşulamayacağının adını bir koyalım sonra biri “inanıyorum” dediğinde bunu nasıl
anlamlandıracağımızı, Hz. İsa’yı nereye oturtacağız…vb, hiç kimse bunu felsefe için bir bilgi kaynağı
olarak gösteremez.

49
Soru: Kant’ın bilgi dediği bilimsel bilgi mi?
Cevap: Kant’ın iddiası, metafiziği bir bilim olarak kurmak. Kant sonrası için örneğin Kant
pozitivizmin müsebbibidir falan denir. Mantıkçı pozitivistlerin söyledikleri şey, metafiziksel bir ifade
doğrudur, yanlıştır tartışmasına girmeden önce adamlar “anlamsızdır” diyor. Kant’ın söylediği de bu.
Teorik aklın sınırları içerisinde Tanrı vardır ya da yoktur demek anlamsızdır. Bir vahiy iletir ya da
iletmez gibi bir şeyi konuşman anlamsızdır. Aklın boyu buna yetmiyor, hatta iyi ki de yetmiyor Kant’a
göre. Schlick’in daha önce Wittgeinstein’den de yararlanarak ortaya koyduğu “doğrulanabilirlik”
meselesi tam da bunu söylüyor. Doğrulanabilir olmasından önce anlamsızdır. Doğru ya da yanlışlığını
tartışamayız. Wittgeinsttein’de ruh olarak Kantçı. Yani felsefeye, düşünceye dil içerisinden bir sınır
çizmek amacında. Kant’ınki de öyle akla aklın içerisinden bir sınır çizme projesi. Tractatus’ta
Wittgeinstein: söylenebilecek olan bu kadar, gösterilebilecek olan da bu kadar. Bunun dışında bir şey
söylemek istiyorsan kusura bakma ben senin ne dediğini anlamıyorum diyor.

SAE / GİRİŞ (B Yayımına göre)

“Tüm bilgimizin deneyim ile başladığı konuşunda hiç kuşku olamaz, çünkü bilgi yetisi (cognitive
faculty) eğer duyularımızı uyararak bir yandan kendiliğinden tasarımlar yaratan, öte yandan
bunları karşılaştırarak, bağlayarak ya da ayırarak duyusal izlenimlerin ham gerecini nesnelerin
deneyim denilen bir bilgisine işlemek için anlama yetisi etkinliğimizi devime geçiren nesneler
yoluyla olmasaydı başka hangi yolla uygulamamaya geçirilebilirdi. Öyleyse zamana göre bizde
hiçbir bilgi deneyimi öncelemez ve bütün bilgi deneyimle başlar.”B1

Özellikle neyin reddedilmesiyle bu noktaya geliyoruz? Akli ya da entelektüel görü dediğimiz, nesneleri
duyusal olan dışında görüleme kabiliyetimiz yok. Böyle olunca nesnelerin bana duyu deneyi dışında
verilmesinin bir yolu da yok. Hatta Ben’in kuruluşu ile ilgili bölümden ve oradaki önemli bir dipnottan
bahsetmiştik. Madem entelektüel bir görüm yok, tecrübe edinen olarak var olabilmem için benim
bilgimden ya da tecrübemden bahsedilebilsin. Hatırlayalım o dipnotta ne diyordu? Duyu deneyiminin
varlığı dışsal olanın varlığının duyulanmasını, hissedilmesini gerektirir. Onun eşlik ettiği anlamında
Ben’in kuruculuğundan ve kalıcılığından bahsedebiliriz ve onun deneyiminin kalıcılığından
bahsedebiliriz. Dipnotta söyledikleriyle kalıcılık arz ediyor. Orada da Ben’in kuruluşuna ben akli görü
vasıtasıyla başka bir kalıcı olanı ekleyebilseydim belki o zaman bu duyu deneyimine, tecrübeye falan
gerek olmayabilirdi, heyhat öyle bir görü yok diyor.

50
Neden bunu özellikle söylüyorum? Alman idealistleri tam bu noktaya takılmışlar. Yani hayır var
demişler. Kant’ın ısrarla vurguladığı şey, ben varsam benim duyuladığım şeyler var, onlar olduğu için
ben varım. Gayet materyalist bir bakış açısı bu gerçekten. Benim varlığım duyulmadığımın kalıcılığına
bağlı olarak var. Bu noktaya takılmış Alman idealistleri.

Kant’a göre, Ben nasıl var? Söz konusu duyusal, hissi temsillerin Ben’e ait olmasını sağlayacak şekilde
uzay ve zamanı bir arada tutan olarak var. Uzay ve zaman formlarını sahiplenen, onları tutan olarak
var. Apperception (tamalgı) yani algıya yönelenin kendini idrak etmesi fiili, Kant’a göre, bir idrak bir
yakalama fiili olarak uzay ve zamanı bir arada tutuyor. Uzayda ve zamanda ortaya çıkanın Ben’e ait
olmasını sağlayacak şekilde uzay ve zamanı tutarak Ben’i kuruyor. Ben, bundan başka bir şey değil.
Ben, sadece temsillerin Ben’e ait yan yana ve ard arda ortaya çıkmasını sağlayan bir fiili neticesinde
kurulan bir şey.

Dolaysıyla o temsiller ve o temsillerin formu olmasa –ki o formlar zaten sadece o temsilleri olanaklı
kılmak üzere varlar- Ben de olmayacağım.

Soru: “Nesnenin kuruluşu” ifadesiyle tam olarak ne kast ediliyor?


Cevap: Nesnenin kuruluşundan kast edilen şey şu: Kant’a göre Benim duyusal temsilleri edinmem
bende bir nesnenin ya da nesnel bütünlüğün ortaya çıkmasını açıklamaz. Yani ben duyusal temsillere
sahip olduğum anda, bu sadece ve sadece Ben’in ortaya çıkmasını ama henüz Ben’in hiçbir şeyi
deneyimlememesini gerektirir diyor. Yani ben sadece temsillere sahibim, o temsiller Ben’e ait fakat
ortada “kavradığım” hiçbir nesne yok. Ne demek bu? Ne sandalye, ne sarı, ne üst ne alt var. Nesne
olarak hiçbir şeyi kavramıyorum. (Bunu Dedüksiyon bölümünün başında üç katlı sentez (terkip)
bölümünde anlatıyor.)

Bunu anlamak Kant’ı anlamak için önemli. Varsayalım ki, (bir düşünce deneyi yapalım)
Duyulmamamız var, zihninize duyusal temsiller doluyor, neyse onlar. Düşünme kendisi spontan bir
yeti, kendiliğinden bir şeyleri yakalayıp kavrıyor. Herhangi bir kavramınız yok, ne kırmızıyı ne sağı
solu kavrıyorsunuz, ne bir biçimi kavrıyorsunuz. Hayal bile etmesi zor aslında, Kant da öyle diyor.
Çokluk kavramınız bile yok. O Zaman sizin karşı karşıya olduğunuz duyu deneyimi itibariyle
parçalanamaz, mutlak bir şeyle karşı karşıya olduğunuzu kabul etmek durumundayız. Mutlak bir birlik
var sanki ama bir bile diyemezsin kavramamışsın çünkü. Ben bu noktada başlıyorum Kant’ta, uzay ve
zamanı bir arada tutan Ben’in karşısında parçalanmaz bir şey var. Hiçbir kavram da yok. Kant’ın
1.Kritik’te anlattığı şey şu: biz buradan bu noktaya nasıl geliyoruz? Kavramların, nesnelerin olduğu,

51
benim onları kavrayıp muhakemeler yaptığım duruma nasıl geliyoruz? Bu parçalayıp bölüp nesneler
haline getirdiğim noktaya ben nasıl geliyorum?

Bu sürecin adı nesnenin kuruluşu süreci. Ben kavradığım o şeyleri nasıl hakikaten kavrıyorum, bu
mavi bu kırmızı, bu alt bu üst diyorum bütün bu kavramalar nesneler nasıl ortaya çıkıyor? Ben size
bunu anlatacağım diyor Kant. Ruh’un içinde neler oluyor ki, ruhun yetileri neler yapıyorlar ki, o
parçalanmaz bütünlüğü (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “parçalanamaz bir anın yek pare
akışında”) akışın bile farkında değilsin çünkü zamanı bile nesneleştirmiş değilsin henüz. Oradan
başlayıp, nesnelerin çokluğunun olduğu bir alana kadar bu süreç nasıl işliyor. Biz o kadar alışıkız ki
aslında deneyimde o süreci geçmeye yani baktığımızda zaten çokluk var, sağ var, sol var, sandalyeler
var….Kant diyor ki bu böyle değil. Aslında bunun kurulduğu, -üzerine düşüncemizi yöneltirsek
reflektif bir biçimde- bir süreç var. Ben size bunu anlatacağım diyor. Dedüksiyon dediği bu işte. Hangi
apriori unsur, ne yapıyor da nesnel çokluk ortaya çıkıyor da biz onu kavrıyoruz?

Soru: Duyumsamadan anlama ve kavramaya nasıl geçiyoruz? Nesne bu aşamada kuruluyor değil mi?
Duyum ve algı arasındaki fark nedir Kant’ta?
Cevap: Evet nesne bu aşamada kuruluyor. Algıdan ben herhangi bir Gegenstand’ı (görüdeki bir
karşılığı) kurmam itibariyle bahsedebilirim. Onun duyusal malzemesinden algı olarak bahsedebilirim.
Bu benim bir şeyi kavramış olmam, diğerlerinden onu ayırmış olmam anlamına gelir. Kurmak bu
demek. Bu açıklamayı yaptıktan sonra ben bu algının malzemesi şu bu diyebilirim. Bunu yapabilmem
için onu nesnem haline getirmem gerekir. Bunun öncesinde en fazla ben ham bir duyusal temsilden
bahsedebilirim ki orada herhangi bir duyusal temsil, idrak yoktur. Ben söz konusu bu kavrama
faaliyetine de önceliği olacak şekilde, söz konusu duyusal temsillerin ortaya çıkacağı bir mekanın
ortaya çıkacağı bir şekilde ki, Ben bir mekandır, içinde bir şeylerin Ben’e ait olarak ortaya çıktığı bir
mekan. Nasıl bir mekan? Bir şeyler benim dışımdalar, mekanda yan yana ve zamanda ard ardalar ve
Ben’e ait temsiller olarak Ben’e ve Ben’in birliğine ait kılınıyorlar. Tırnak içinde söylersek, bir
deneyim deneyim sahibi olarak “yaratıldığım” an o. Uzay zamana birlik verip, temsilleri Ben’e ait
kıldığımda Ben, Ben olarak var oluyorum. Ondan önce Ben yok. Ama bu Ben’in birliği o düşünsel
faaliyetin de zemininde yer alıyor. O birliğe tabi olarak nesneler ortaya çıkıyorlar. Bunu şöyle
düşünün, bu görüsel bütünlüğün farkına varmak demek. Ben parçalanamaz bir şeyle karşı karşıyayım.
Nesneler bu bütünlüğün içinde ortaya çıkıyorlar, bireyselleşiyorlar, ayrılıyorlar…vb. Dolaysıyla
kavrama etkinliğine önceliği var bu mekanın. Onun kuruluşunun, birliğinin vs. Kant, Transsendantal
Apperception dediğimiz şey tüm sentez (terkip) faaliyetlerinin zemininde yer alır. Nesne kurma
etkinliğinin de zemininde yer alır. Bu hikayeyi anlatacak bize Kant.

52
Buradaki zorluklar şunlar: Hikayeyi şöyle anlatsanız daha kolay anlaşılır: Deneyim var, deneyimde
çokluk var, nesneler var, (Kant bunu yapmıyor teknik nedenlerden dolayı) kant dese ki –öyle
yapmıyor- nesnelerin bu şekilde ortaya çıkması için bir çokluk halinde olması lazım, bir çokluk olarak
kavranmaları lazım her birinin bir birliği var…vs bunlar idrak ve muhayyile tarafından geliyor, bunları
çıkaralım, eleyelim dese giriş ve estetik daha anlaşılır olacak aslında. Dese ki bunları çıktığımızda
dese, uzayda yan yanalık, zamanda ard ardalık dışında başka bir şey kalmaz dese daha anlaşılır olacak.
Biz bu noktada sanıyoruz ki bir tecrübe var ve Kant bunun hakkında konuşuyor sanıyoruz. Aslında
henüz yok öyle bir tecrübe. Alışkın olduğumuz şekilde, kavramlar ve nesneleri birbirinden
ayırabileceğimiz bir düzen yok. Daha sıfır noktasındayız Estetiğin başında.

Benim dışımda bir şeylerin olması noktası, ben zaten o andan bu deneyimim hakkında bir soyutlama
yaparak bahsedebiliyorum, Kant da öyle yapıyor zaten. Belki o anı hayal bile edemiyorum. Kant’ın
genel yöntemi, deneyimde ortaya çıkanın teşrihi, yani eğer diyor, şu a priori şöyle şöyle şeyler
yapmasaydı deneyimimiz böyle olmazdı. Şimdi “bunların olmadığını, sistemin işlemediğini varsayalım
geriye şu kalır” gibi akıl yürütmeler yapıyor.

Varsayalım ki hiçbir kavramımız yok, neyle karşı karşıya kalırdık? Bu tam Kant’ın düşünme biçimi.
Estetiği böyle düşünüyor. Duyulmamanın transsendental unsurları. Duyulmamadan düşünce ile ilgili
olanı çıkarsak geriye bunlar kalır gibi düşünüyor. Bundan nasıl bu kadar emin? Düşünsel olan
çıkarıldığından geriye kalan konusunda. Eşerlin örtüşmezliğinden çıkarmış. Kavrama yoluyla
bilemeyeceğimiz uzay ve zaman formları var diyor.

“Deneyim hiç kuşkusuz bize neyin var olduğunu söyler, ama zorunlu olarak başka türlü değil de
öyle olması gerektiğini değil” A2

Burada Transsendental felsefenin doğasının da ne olduğunu anlıyoruz. Kant’ın söylediği şu: Ben neden
deneyimin başka türlü değil de böyle olduğunu belirleyen unsurları belirleyeceğim. Yani
Transsendental (amprik olana, duyusal olana zorunlu olarak uygulanabilenin) bu anlamda da deneyimi
tecrübeyi olanaklı kılanın peşindeyim. Tecrübeye bakarım o bana ne olduğunu söyler. Burada
sandalye, burası sağ burası sol. Ama deneyim bana bunun neden böyle olmak zorunda olduğu
söylemez diyor. Bunu açıklayan a priori zemini açmaya çalışıyoruz. Onu açınca anlayacağız ki bu
zaten böyle kurulmuş o yüzden böyle.

53
Burada “temsil” (Vorstellung, representation) meselesi üzerinde de konuşalım. Kant’ın hiç
tartışmadığı, böyle bir yerden başlamazsak nasıl felsefe yapacağız dediği bir kavram varsa o da
“temsil” kavramıdır. Duyusal temsil dediğimiz şey.

Şöyle düşünelim: nasıl görüyoruz? Işık ışınları yani fotonlar, göze gelir onlar gözü uyarır, o uyarım
beyine iletilir, beynin görme merkezini uyardığı için görürüz. Okullarda böyle öğretilir. Fakat Leibniz
gibi Kant gibi bu konularda kafa yormuş adamların özellikle altını çizdiği bir nokta var. Eğer bu,
evreni oluşturan unsurlar fiziksel unsurlardır ve bu fiziksel unsurlar, birbirlerini fiziksel olarak etkiler
varsayımı altında söyleniyorsa aslında görmeyi açıklamaz. Neden açıklamaz? Çünkü en fazla uzay
zamanın belli bir bölgesinde fiziksel bir hal değişimi meydana gelir. Fiziksel bir yapı A halinden B
haline geçer. Manyetik alan değişir, yük dağılımı değişir. Burada kimse kimseyi görmez. Aksi olsaydı,
biz kamera da görüyor, bilincinde derdik ama demiyoruz.

Bu şişeyi ele alalım, ışık ışını geliyor, benim güzel gözlerimden giriyor. Beynimin bir bölgesi burası
da. Bu görme sayesinde bu bölge A halinden B haline geçti. Leibniz’in de monadolojide meşhur bir
benzetmesi vardır. Bunu alsak büyütsek içinde de gezebiliriz hani. Burada kimse kimseyi görmüyor.
Fiziksel şeyler birbirine değer. Materyalist algı açıklamaları bir yere varır mı bu noktada? Ben bu
konuda kimsenin bir yere vardığını görmedim. Kant, Leibniz gibi adamlar, bunun farkındalar.
Herhangi bir tecrübe (erfahrung-experince), fiziksel kiplikleri esas alınarak açıklanamaz. Öylese biz
buradan hareketle görmeyi açıklayalım mesela. Görme nedir? Ben bir şeyin ayırtına varacağım, o
ayırtına vardığım şey ile kendim arasında bir ayrım yapacağım, onu kendime temsil edeceğim, fakat bu
fiziksel bir şey değil, fizik bunu açıklamaz. Fizikte kendilik, temsil falan yok. O zaman, algı nasıl
ortaya çıkıyor. Algının mekanı neresi, bu ben ve ben olmayan nerede ayrılıyor ve kuruluyor?

Bu nedenle bütün büyük batı metafizikçileri diyor ki bu bağıntıların kurulduğu ama kendisi aslında
algının içinde ortaya çıkmayana biz ruh ve ruhun yetileri diyoruz. Ruh, böyle bir açıklama ihtiyacından
ortaya çıkmış bir kavram. Deneyimi olanaklı kılan, deneyimi kuran şeye biz ruh diyoruz. Kant, ruhun
öyle bir yetisi var ki, bu fiziksel bir ley değil, benim dışımdaki –her ne ise ben onun da ne olduğunu
bilmiyorum- temsili edinmemi sağlıyor diyor. Nasıl oluyor? Ne bileyim nasıl oluyor? Buradan daha
dibe inemiyoruz. Nedensellik bağıntısı ile açıklanacak bir şey de değil buradaki. Benim ruhum nasıl bir
şeyse, kendi başına şeyin bende bir temsil ortaya çıkarması, neden—etki bağıntısı üzerinden de
anlaşılabilecek bir şey yok. Ne peki? Kant da diyor burada konuşacak bir şey yok, burası sıfır noktası.

54
Kim felsefeye başlarsa zaten bunu bu yüzden varsaymak durumunda, varsaymıyorsan anlat bakalım
nasıl görüyoruz o zaman. Temsil böyle bir şey, derinde bir şey. Öyle anlayabileceğimiz bir şey değil. O
temsiller sonra, bir araya getiriliyor, kuruluyor, nesne oluşuyor bunları anlatıyor Kant ancak bu
noktada söylenecek bir şey yok diyor. Benim ruhumun bu tür temsilleri alabilirliği (receptivitate) var.
Ruh ne peki? Batı metafiziğinde ruh ve ruhun yetileri Tanrılarla anlatılar şeyler. İnsanın
düşünebileceğini aşan bir şey.

Duyulmamanın, düşüncenin ortaya çıkışı ile ilgili ben bir hikaye anlatırım, sen bir hikaye anlatırsın
anlaşamayabiliriz ama duyusal temsilleri varsaymak durumundayız her durumda. Başka bir açıdan
bakarsak, şişe ile benim aramdaki bağıntı da temsil etme yetimin içinde ortaya çıkıyor. Ben kendim de
kendimin duyusal malzemesiyim. Şişe de, bedenim de duyusal alandaki ilişkiler içerisinde ortaya
çıkıyorlar. Ben onları nedensellik ilişkisi içerisinde düşünmeye başlıyorum. Fakat tüm bunların nasıl
ortaya çıktığı, bu ortaya çıkanlar içerisinde benim kendimi onlardan nasıl ayırdığım fiziksel olarak
açıklama kabul edecek bir şey değildir.

Temsil bu demek. Burada “tasarım” ya da “tasavvur” gibi kavramlar da kullanılıyor ben neden tercih
etmiyorum? Temsil etmek, temsilci göndermek… temsil edilen şeyin kendisi sana gelmiyor. Tasavvur
ya da tasarımda spontan bir kurma etkinliği var. Tasavvurun kökünde “savvare” yani resmetmek,
çizmek yani kurucu bir fiil var. Temsil öyle değil ben temsilde edilginim. Temsil bana geliyor ve bende
ortaya çıkıyor, ben onu kurmuyorum. Ben onu kurmuyorum, tasavvuru bir şey için kullanacaksanız, bu
temsillerden başka temsiller üreten ve nesneyi kuran yetiler için kullanabilirsiniz. O anlamda her
kavram bir tasavvurdur neden? Temsilleri benim belli bir şekilde resmetmemi sağlar. O yüzden
tasavvur ya da tasarım doğru bir çeviri değil. Temsil daha doğru çünkü edilginliği vurguluyor.

Öyleyse ben bu a priori olanın peşindeyim diyor.


“Öyleyse soru şudur: Deneyimden (tecrübeden) ve giderek tüm duyu izleniminden bağımsız bir bilgi
var mıdır? Bu tür bilgi a priori bilgidir ve kaynağını a posteriori (deneyimde bulan) emprik bilgiden
ayrılır.”BII

A priori burada bilginin bir sıfatı olarak ortaya çıkıyor. Bu bilgi nasıl ortaya çıktı? Bu duyusal
malzeme bana geldiğinde ortaya çıktı. Başka türlü bilgi ortaya çıkmıyor. Bu açıdan bakıldığında a
priori bilgi aslında sadece duyusal-hissi tecrübe itibriyle ancak olanaklı olabilecek olan bir bilgidir.
Ben ancak duyu tecrübesine sahipsem bu tecrübe itibariyle a priori bilgiden bahsedebilirim. Öyle kendi

55
başına, Platonik idea gibi bir şeyin bilgisinden bahsetmiyoruz. Ancak amprik deneyim varsa var
olabilen bir bilgiden bahsediyoruz.

Saf (rein-pure) dediği şeyi a prioriden ayırıyor Kant. Saf, duyusal olan hiçbir şeyin karışmadığı
demek. Bu anlamda saf özellikle salt düşünsel olana karşılık geliyor. Bununla ilgili olarak şu örneği
veriyor: “Her olayın bir nedeni vardır.” Kant’a göre sentetik a priori bir bilgi neden? Çünkü tüm
deneyim nesnelerine evrensel ve zorunlu olarak uygulanabiliyor. Bu anlamda a priori. İyi de ben
“değişim” kavramına ben deneyim olmasaydı sahip olabilir miydim? Olamazdım. Bu nedenle bu saf
bir bilgi değil ama a priori bir bilgi. Yani ancak a posteri olan varken onu olanaklı kılan olarak var olan
ve onu bu anlamda evrensel ve zorunlu kılan bilgi. Buna a pirori bilgi diyor Kant.

“A priori bilgiler emprik hiçbir şeye karışmamış olduklarında saf a priori adını alır. “Her değişimin
bir nedeni vardır.” Önermesi a prioridir ancak saf a priori değildir. Çünkü değişim yalnızca
deneyimden türetilebilen bir kavramdır.” BIII

A priori yargılar evrensel ve zorunlu geçerliliğe sahip olacak diyor: matematiğin tüm önermeleri ve
doğa biliminin zemininde yer alan ilkler –tüm değişimlerin birer nedeni vardır… gibi- örnekler
veriyor.

Bu tip a priori (zorunlu ve evrensel geçerliliğe sahip) bilgiler varsa bunların bir bilimi gerekir diyor.
Burada Platon’a bir eleştiri getiriyor. Bütün Kritik boyunca bence Platon’la uğraşıyor zaten.

“…matematik bize deneyimden bağımsız olarak a priori bilginin ne denli ilerleyebileceğinin en


parlak örneğini verir. Matematik nesneler ve bilgiler ile ancak bunların görüde sergilenmelerine
izin vermeleri ölçüsünde ilgilenir. Ama bu durum kolayca gözden kaçırılır, çünkü söz konusu
görünün kendisi a priori verilebilir ve bu yüzden a priori kavramlardan güçlükle ayırt edilebilir.
Aklın gücüne ilişkin böyle bir tanıtlama tarafından ayartılarak genişleme dürtüsü hiçbir sınır
tanımaz.” BVIII

Matematikte söz konusu olan bilgi aslında kavramsal bir bilgi değil, saf görüsel ya da a pirori görüsel
bir bilgidir, bu sık sık kavramsal olanla karıştırılır. Ama söz konusu görü de ancak amprik görüyü
olanaklı kılan olarak var, başka türlü var değil. Amprik tecrübe varken var olan bir şey. Amprik
tecrübeden yalıtık bir a priori görü var diyemeyiz diyor.

56
“Aklın gücüne ilişkin böyle bir tanıtlama tarafından ayartılarak genişleme dürtüsü hiçbir sınır
tanımaz.”BVIII

Matematik yapmaya başladıkları anda insanlar şöyle düşünmüşler: matematik ne kadar harika bir şey,
bilgimizin sınırlarını ne kadar genişletiyor, amprik olana da ihtiyacımız yok. (Platon)

“Hafif güvercin özgür uçuşunda direncini duyumsadığı havayı yararken bunu havasız uzayda daha
iyi başarabileceğini hayal etmiş olabilir. [düşüncesine kapılmış olabilir anlamında {could get the
idea }] Benzer olarak Platon anlama yetisine çok dar bir sınır koyduğu için, duyu dünyasını
bırakarak ideaların kanatlarında onun ötesine, saf anlama yetisinin boş uzayına geçmeyi göze
almıştı. Çabalarında hiç yol alamadığını göremedi çünkü hiçbir dirençle karşılaşmadı. Ama
yapılarını olanaklı olduğunca erken bitirmek ve ancak daha sonra temellerinin sağlam olup
olmadığını yoklamak teorik insan aklının olağan kaderidir. Aklımızın işinin en büyük bölümü,
nesnelerini şimdiden bildiğimiz kavramların ayrıştırılmasından oluşmaktadır.” A-5 B-9

Platon buna ne cevap verirdi? Bence felsefeciler böyle düşünmeli. Platon diyaloglarında Kant gibi
düşünen karakterler var ve Platon onlara cevap veriyor. Platon’u da o kadar da küçümsemeyelim.

Kant’a göre Matematik amprik deneyim olmazsa olmayacak bir şey, amprik deneyimi olanaklı kılan
uzay ve zaman saf görüleri olmasaydı, matematik diye bir şey söz konusu olamazdı.

Sonra meşhur analitik-sentetik yargıların ayrımını yapıyor. Kant dikkat ederseniz bu tip ayrımlarda hep
yargıyı (urteilskraft- (pover of) judgement) kullanıyor. Yargı nedir? Yargı düşünme yetisinin, bir
edimidir. Yani bu tip yargılar olmazsa, ne düşünme ne bilgi bir şey ortaya çıkmaz. Yargı olacak sonra
bir onu analitik, sentetik olarak ayıracağız.

Neden bunu söylüyorum. Bazen karışabiliyor. Wittgeinstein’den bahsettik mesela. Onlar da semantik
gelenek içerisinde analitik-senttetik ayrımı yapıyorlar, hatta Kant’ı eleştiriyorlar, sentetik a priori
yargılar yoktur diye, analitik a pirori önermelere bunlar indirgenebilir falan diyorlar. Onların
kafalarındaki önerme ile (dilsel olanın nesnel içeriği gibi bir şey onların kast ettiği) Kant’ın kast ettiği
aynı şey değil. Kant’ta Ruhun yetilerinin edimleri olmaksızın ne bilgi ortaya çıkabilir, ne
sınıflandırmalar yapılabilir. Bu ayrımlar önemli. Quine ve Wittgeinstein sanki Kant ile aynı şeyden
bahsediyorlarmış gibi görünüyor ama öyle değil. Birinin konuştuğu düzey ile diğerinin konuştuğu
düzey farklı. Onların temel iddiası ne? Kant’ın semantiği (anlam bilimi) yanlıştı. Ben çok öyle

57
olduğunu düşünmüyorum. Yanlış olan nokralar olabilir ama temel sorunun semantik olduğunu
düşünmüyorum.

Yargıların ayrımını nasıl yapıyor?


“İçinde bir öznenin yüklem ile ilişkisinin düşünüldüğü tüm yargılarda iki tür ilişki olanaklıdır: Ya B
yüklemi Aya bu kavramında (gizli olarak) kapsanan bir şey olarak aittir; ya da B bütünüyle A
kavramının dışında yatar, gerçi hiç kuşkusuz onunla bir bağıntı içinde duruyor olsa da. İlk
durumda yargıyı analitik, ikinci durumda sentetik olarak adlandırıyorum.” A 6 B10

Bir yargı var, ben onu kavramışım ona B yüklemini atfediyorum. Ya bu A kavramının içinde bu B’yi
düşünüyor olacağım ki o zaman bu yargı analitiktir. Ya da B kavramı A kavramı içinde düşünülmüyor
olacak ki o zaman bu yargı sentetiktir.

“Analitik yargılar (olumlu olanları) öyleyse içlerinde yüklemin özne ile bağıntısının özdeşlik yoluyla
düşünüldüğü yargılardır; ama içlerinde bu bağıntının özdeşlik olmaksızın düşünüldüğü yargıları
sentetik yargılar olarak adlandırmak gerekir. Analitik yargılar açıklayıcı, sentetik yargılar
genişleticidir. Çünkü analitik yargılar, yüklem yoluyla öznenin kavramına hiçbir şey eklemeyip,
tersine onu yalnızca analiz yoluyla onda daha şimdiden (karışık bir yolda da olsa) düşünülmüş olan
bileşen kavramlarına çözerler; buna karşı ikinciler özenin kavramına onda hiçbir yolda
düşünülmemiş ve onun herhangi bir yolda ayrıştırılmasıyla çıkarılamayacak bir yüklemi eklerler.

Örneğin “Tüm cisimler uzamlıdır” dediğimde bu analitik bir yargıdır. Çünkü uzamı cisme bağlı
olarak bulabilmem için cisim ile ilişkilendirdiğim kavramın ötesine geçmem gerekmez; tersine bu
yüklemi, onda bulabilmek için yalnızca kavramı ayrıştırmam gerekir.” A7 B11

Çünkü ben cisim kavramını düşündüğümde onu belli uzamda düşünürüm. Uzamlılığı, zaten cisim
kavramını düşünürken düşünmek zorundayımdır, dolayısıyla analitiktir. Ama “Tüm cisimler
ağırdırlar.” diyorsam, ağırlık cisim kavramı ile birlikte düşünülmediği için sentetik olur.

Bu açıdan bakılırsa analitik-sentetik ayrımı nasıl bir ayrım? Özne ve yüklem terimlerinin işaret ettiği,
kavramlar arası bir ayrım. A priori ve aposteriori ayrımı ne ile ilgili? Daha epistemolojik bir şey o.
Herhangi bir yargının a priori olması demek, onun doğrulanması için benim amprik deneyime
ihtiyacım yok demek. Mesela, “bu kalem siyah yazar” dediğimde öyle olup olmadığını deneyimde
kontrol etmem gerekir. Dolayısıyla a posteriori yargı olur.

58
A pirori bilgi, herhangi bir şekilde deneyimi olanaklı kılan unsurlar için kullanıldığında uzay ve zaman
ya da kategoriler için kullanıldığında mesela, transandantal olana işaret ediyor. Burada ise yargı
edimleri için kullanılıyor. Ruhun yetilerinin unsurları hakkında değil, yargılar hakkında kullanılıyor.
Ne ile ilgili bir farklılık açısından kullanılıyor? Doğrulanabilirlik açısından kullanılıyor.

Peki aynı ayrım, deminki ayrıma denk getirilebilir mi? Buna döneceğim hemen hemen de aynı ayrıma
denk geliyor.

Kant bu tür ayrımları yaparken kafasında Hume’un meşhur ayrımı var: matters of facts (olgu durumlar)
ve relations of ideas. (fikirler arası bağıntılar). Inquirynin sonundaki meşhur cümlesi: Eğer bir kitap
okuyorsanız ve içinde fikilerin bağıntıları ile ilgili bir şey varsa (matematik, mantık gibi) ya da olgusal
içeriklerden bahsediyorsa sorun yok. Ama bunlar dışında bir şeyden bahsediyorsa atın onu ateşe…
hatta buna Hume çatalı deniyor. Bilgi ya böyle, ya böyledir, başka türlü olamaz. Buradaki çatal idam
çatalı. Hume’un buna itiraz edenleri bu çatala oturtup idam ettiği söyleniyor.

Kant’ın kafasında da böyle bir şey var. Eğer bir yargı analitikse a piroridir. Eğer özne yüklemi
içeriyorsa doğrulamak için deneyime gitmenize gerek yok. Bu anlamda a priori. Hume’un relations of
ideas dediği şey. (matematik-mantık) Özne yüklemi içermiyorsa o zaman öyle olup olmadığını
anlamak için gidip bakacağım. O zaman a posterioridir yani matters of fact ile olgusal olanla ilgilidir.

Bu noktaya kadar kimse bir şey demiyor. A prioriye biz şurada farklı bir anlam yüklüyoruz: Kant diyor
ki, Hume’un atladığı şey buydu. Nedensellik, ne analitik ne a priori, o halde zorunlu değildir. Hume’un
meşhur eleştirisi. Kant’ta bunu değiştirmeye çalışıyor.

Sentetik a priori yargılar: matematiğin tüm önermeleri, doğa biliminin ilkeleri. Metafizik de bir
biçimde olanaklı olacaksa, onun da böyle sentetik a priori önermeleri olmalı, peki var mı? Özne
durumundaki kavram yüklem durumundaki kavramı içermeyecek ama bu, doğrulanması için herhangi
bir amprik içeriğe sahip olmayacak a priori olarak doğru olacak. Dolayısıyla zorunlu ve evrensel bir
geçerliliğe sahip olacak. Bu tip yargılar bu anlamda a pirori olana dayanacak.

Bunun anlaşılması ve açılması Kant’ın transsendental felsefesinin başında yer alıyor. Bu yargılar
vardır, bunları anlamak felsefenin görevidir. Bunların nasıl olanaklı olduklarını açmak Transsendental
felsefenin işidir. Hatta Prolegomana’da “sentetik a pirori yargıların olanaklı olduğu kanıtlanana kadar

59
bütün metafizikçilere el çektirilmiştir” diyor. Bu meseleyi “sentetik a pirori yargılar nasıl olanaklıdır”ı
açıklayamadıkları sürece yaptıkları şekliyle metafiziği yapmaya olanakları yoktur.

Sentetik yargılarda konuşulana gidip bakarız dolayısıyla sentetik yargının doğruluğuna karar
verebilmek için üçüncü bir şeye –dışarıda olana –x diyor- gidip bakmaya- ihtiyacımız vardır. B13 A 9

Sentetik ve a priori’de nedir bu üçüncü şey ki hem bunu doğru kılacak ve sentetik olmasını sağlayacak.
Yani sentetik olan bir şeyi deneyime bakmasızın yani a pirori doğru kılacak. Bunun şeyin ne
olduğunun araştırılması Transsendental felsefenin konusunu oluşturuyor.

Kant bunu önce matematik için yapıyor. Ben size matematiğin önermelerinin nasıl sentetik ve a pirori
olduğunu göstereceğim diyor. Transsendental Estetik’te bunu anlatacağım. Nasıl oluyor da matematik
evrensel ve zorunlu geçerliliği olan sentetik yargılara sahiptir.

Kant Transsendental Estetik’te duyulmamayı olanaklı kılan a priori unsurları belirliyor ve onların saf
görüler olduğunu, amprik olandan bağımsız düşünüldüğünde benim dolaysız olarak bildiğim formlar
olduğunu söylüyor. Uzay olmasaydı ben burayı bu şekilde duyumlayamazdım diyor. Uzay nedir? Bir
şeyleri benim dışımda ve yan yana duyulmamamı sağlayan duyumlama yetimin saf bir formu. Ben
bunu dolaysız olarak biliyorum. Aynı şey zaman için de geçerli. Bir şeyleri ben burada ve ard arda
olarak biliyorum. Bu bilgiyi de olanaklı kılan a priori form olarak da zaman var. Bunların metafiziksel
ve transsendental açıdan expozisyonlarını (teşhirlerini) yapacak. Matematiğin sentetik ve a pirori
yargılarını olanaklı kılan nesneler, bu anlamda saf görü olan uzay ve zamanda inşa edilen nesnelerdir
diyecek. Karşımıza saf görüde inşa diye bir şey çıkaracak. Ama ayrıntılarını anlatmayacak. Yöntem
kısmında ya da sonlara doğru tekrar dönecek ama kimse bir şey anlamayacak.

Mesela Oklid’in aksiyomları, sentetik ve a priori yargılardır. Bu yargıların doğruluğu uzayın saf
görüsüne dayalı olarak inşa ettiğimiz nesnelere dayanır diyecek. Benzer şekilde, aritmetiğin yargıları
örneğin 5+7=12 gibi bir yargı diyecek, zamanın saf görüsüne dayalı olarak inşa edilen nesnelere
dayanır diyecek. Bu “x” saf görüde (amprik olamayan) inşa edilen bir nesne olduğu için bu A ile B’yi
bir araya getiren nesne bu anlamda a priori bir nesne olduğu için, böyle bir nesnenin kurulması için
gerekli olan a priori saf bir görüye (uzay görüsüne) sahip olduğum için bu yargı sentetik ve a priori bir
yargıdır diyecek. Saf görüde inşa ne demek? Bunu anlamadan konuyu anlamanın bir yolu yok.

60
Masa, sandalye benim görümde mevcut. Görü bu haliyle amprik. Ama görüyü bu şekilde ortaya
çıkaran amprik olarak burayı böyle bilmemi sağlayan ama kendisi amprik olmayan bir zemin mevcut.
(Uzay ve zaman) Ben bu saf görüyü alırım diyor, bu saf görünün bilgisine dayanarak nesneler inşa
ederim. Nasıl inşa edildiğini birazdan göreceğiz. Matematiğin yargıları bu nesneler hakkında
doğrudurlar. Bunlar saf görüde inşa edilen nesneler olduğuna göre amprik değiller. O nesneler bir
başka açıdan bakarsak matematiksel nesneler bütün amprik olana da evrensel ve zorunlu olarak
uygulanan nesneler çünkü a pirori nesneler. Çünkü onlar saf görüde inşa edilmiş nesneler. O nesneler
saf görüyü kuruyu ya da saf görüde mevcut oluyor, o nesneler de deneyimi olanaklı kılıyor. Dolaysıyla
amprik deneyimle ilgili evrensel ve zorunlu bir geçerliliğe sahipler. Şimdi bu nasıl bir şey?

Kendi verdiği örneği açalım. 5+7=12 sentetik a prioridir ne demek? 5 ve 7nin toplamında aslında 12
yoktur diyor. 5 vardır, 7 vardır, toplam vardır ama 12 yoktur diyor. Normalde biz ne yaparız. Bir çocuk
bunu sayar ve toplamları 12 mi diye bakar. Bunu ister boncukla ister parmakla sayarsa 12yi bulur.
İlginç olan nokta şu: Çocuk bu hesabı yaparken, parmak ya da abaküsün boncuklarını sayarken yaptığı
işlem amprik bir işlemdir. Demek ki aslında diyor Kant, biz 5+7 den 12’ye geçerken bir inşa
yapıyoruz. Saf görüde inşa. Konunun parmak ya da boncukla ilgisi yok, neyle ilgisi var? Asında ben
bir şeyleri birim olarak alıyorum, o birimler üzerinde ard arda birimleri birimlere ekliyor, bir işlem inşa
ediyorum. Herhangi bir akıl sahibi bir varlığın bunu yapabilmesi için birimin ve ard ardalığın ne
olduğunu biliyor olması lazım. Aksi takdirde bu işlemi yapamaz.

Birimlerle birimlerin ard ardalığı öyle kolay kolay kurulup anlaşılabilecek şeyler değiler. Ard ardalığın
ne olduğunu idrak etmek, bilmek, kavramak aslında sizin bir biçimde bir sayı şemasına sahip olmanızı
gerektiren bir ard ardalık. Buradaki ard ardalık herhangi bir ard ardalık değil. İşlemlerin hepsinin bir
bütünlüğü var. Ben sadece bir şeyi bir şeyden önce ya da sonra yapmıyorum bu birimleri birbirine
eklerken. Benim sahip olduğum ard ardalık (önce bunu sonra onu yapmam) sayının ard ardalığı gibi bir
ard ardalık. Doğal sayıların ard ardalığı gibi bir ard ardalık. Benim bu ard ardalığı biliyor olmam lazım.
Bu çok basit bir şeymiş gibi gelebilir ama değil. Neden değil?

Bazen bilgisayarlarda geriye doğru sayan bir program olur 10, 9, 8…gibi. Bilgisayar sayı sayabilir mi?
Bir şeyleri ona atfediyoruz ama sayamaz. Bir bilgisayar diyelim ki belli bir t1 anında bir ekrana şunu
yansıttı. Belli bir t2 anında da şunu yansıttı ve biz buna bakıp sayıyor diyoruz. Bilgisayar için önemli
olan zamanın akışı içerisinde bir fiziksel halden bir başka fiziksel hale geçiyor, ne sayıları ne de ard
ardalığı biliyor. Biz sayıları bilen, ard ardalığı bilen olarak bakıp bilgisayar sayıyor diyoruz. Onun bir

61
şey saydığı yok, o zamanın ardışıklığı içinde bizim birimlere böldüğümüz fiziksel hallerden fiziksel
hallere geçiyor.

Öyleyse bizim çok basit sandığım bu işlemi yapmak için belli bir tür ard ardalığa ve birim fikrine sahip
olamam lazım. Aksi takdirde sayamazdım. Kant diyor ki, bu ard ardalık ve birim fikrine ancak ve
ancak zamanın saf görüsüne sahip olan sahip olur.

Anların ard ardalığının saf düşünsel bilgisine sahip olmadan sen birimleri ard arda ekleyerek bir işlem
yapamazsın. Demek ki benim yaptığım tüm işlemleri ben eğer zamanın saf görüsüne sahip değilsem
yapıp bilebileceğim bir şey değildir. Ancak zamanın saf görüsüne bu anlamda ard ardalığa sahip olan
tarafından yapılabilecek bir şeydir. O zaman diyor Kant zamanın saf görüsünde inşa olmaksızın sen
sayamasın. Senin bu işlemi yapabilmeni sağlayan şu x zamanın saf görüsünde inşa olunur.

Soru: Bu inşa faaliyeti evrensel bir şey mi?


Söz konusu bu ard ardalık bağıntısı aynı zamanda saf mantıksal şartları sağlayan bir bağıntıdır. Nedir
onlar: unsurları arasında asimetri olması gerekir ard arda olan şeylerin. Bir şey kendisinin ard ardası
olamaz mesela. Evrensel dediğimiz bir takım mantıksal bağıntıları sağlayan bir bağıntıdır bu ve sana
göre bana göre değişmez. Nesnel olarak böyledir. Bu işlemi yapan ancak zamanın saf görüsü sayesinde
ard ardalığın ve birimin farkında olarak bu işlemi yapabilir. Bu işlemi yaptığı için, bu x’i inşa
edebildiği için 5+7 den 12’ye geçebilir.

Biz bunu şimdi aslında bir temsil olarak Turing makinası denilen şeylere yaptırtıyoruz. Bilgisayar
dediğimiz şey de bu sayede olanaklı oluyor. Bilgisayar dediğimiz şey bu sayede olanaklı oluyor. Hesap
kuramı dediğimiz şey aslında saf görüde inşaya dayalı bir kuramdır. Bu zamanla ilgiliydi.

Benzer bir şekilde “Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir”i göstermek isterse biri öyle şeylerin saf
görüsüne sahip olması lazım ki –onu başka hiçbir şey yapamaz- nedir o saf görü? (Bu arada geometri
yaparken de zamanın saf görüsüne ihtiyaç var, önce bunu sonra onu yapıyoruz çünkü) Ama bu sefer
parçaları yan yana olan uzayın saf görüsüne sahip olmak gerekir. Aksi takdirde onun sentetik a prioriyi
olanaklı kıldığını göremez ve gösteremezsin.
Dolayısıyla saf görüde inşa olmaksızın matematiğin yargıları doğru olamazlar. Matematiğin yargıları
bu anlamda sentetiktir bize bilgi verirler fakat doğrulanabilmeleri ancak saf görüde yer alan inşalara
bağlıdır. Biz görünüşte inşaları amprik görüde yapıyor gibi görünebiliriz fakat onun zemininde bizim
zaman ve uzay saf görüsüne sahip olmamız var.

62
Soru: Zaman ve mekan saf görüsüne sahip olan bunu yapar demek metafizik bir ifade değil mi?
Metafiziğin en uç noktası. Metafizik derken bu matematiksel nesnelerin varlığı ile ilgili olması
bakımından metafiziksel bir iddiadır. Kant’ın meydan okuması şu: matematiğin söz konusu bu
yargıları sentetik a prioridir. (analitik ve aposteriori değil) 5+7, 12yi içermiyor. Ben bunu nasıl
yapabildiğimizi açıklıyorum, neden sentetik a priori olduğunu da açıklıyorum. Başka bir açıklaması
olan varsa buyursun diyor. Yapamazsınız diyor. Başka türlü bir metafiziğe olanak sağlamaz ancak
buna olanak sağlar diyor.

Yani sen uzay ve zamanın saf görüsüne sahipsen matematik yapabilirsin demek bu. Hatırlayalım sağ el
sol eli. Nasıl kavramlar yoluyla o sağ el, sol el açık seçik hale getirilemiyorsa, bu tip saf görüler
olmaksızın da matematik ve geometri ifadelerini nasıl yaptığımız açıklanamaz Kant’a göre.

Eğer diyor beğenmiyorsan bunu uzay ve zaman saf görüsünü hiç kullanmadan, yan yanalık ve ard
ardalığı kullanmadan bana matematiksel yargıların nasıl doğru olduğu ya da evrensel ve zorunlu
olduğunu anlat bakalım anlatabiliyor musun diyor.

Uzay ve zamanın saf görü olması benim matematik ve geometrinin yargılarının nasıl evrensel ve
zorunlu olduğunu açıklamamı sağlar. “Tüm olayların bir nedeni vardır” gibi ifadeler ise
Transsendemtal Estetiğin konusu değil, onun için Transsendental Dedüksiyona bakmamız gerekiyor.
Nasıl oluyor da ben nesnemi kurup onun hakkında kavramsal olarak düşünüyorum. İş oraya
çekilmeden nedensellik açıklanamaz. Ama aynı proje. Aynı iddia, nasıl burada x ile y ilişkisi var, aynı
şekilde bir şeylerin başka bir şeyler arasında neden etki bağıntısının olduğu o nesnenin nasıl olup da
kurulduğu ile ilgilidir. Nesnenin bizatihi kuruluşu söz konusu olacak. Bu kuruluşu mümkün kılan
kategoriler var diyecek.

Hume’un kendisi de 5+7=12nin a posteriori olmadığını kabul ediyor. Ama o ne diyor analitik a
piroridir diyor.Fregenin asıl göstermeye çalıştığı şey ne? Matematik ve geometri önermeleri analitik ve
a prioridir Hume’un dediği doğruydu demek bir anlamda.

Ama çok tartışmalı. Sentetik a priori meselesi kapatılmış bir mesele değil. Her ne kadar Frege’nin ve
analitik felsefe geleneği bu semantik geleneğin çabaları olsa da bu meselenin içinden çıkmadı.
İstedikleri gibi konuyu başka bir tarafa yönlendirdiler. Kimse artık Kant’ın anladığı gibi matematiği
anladığını iddia etmiyor. Kendi çerçeveleri içinde o kadar çok sorun var ki. Paradokslar, teoremler…o
kadar çözümsüz ki o alan Kant haklı olsaydı dedirtiyor.

63
Hiç kimse de bu sentetik a prioriyi beğenmemiş. Ama kimse kalkıp da Platon haklıydı dememiş. Dil
felsefesinin sınırları içerisinde tamamen dilsel olana, mantıksal olana matematik indirgenebilir mi?
diye uğraşmışlar. Onun da metafizik bir pozisyonu var. Mantıksal olanın matematiksel olanın
zemininde yer aldığına dair. O da bir proje bu da aslında. Kim haklıdır?

Soru: uzay ve zaman sadece matematik ve geometrinin mi yoksa bütün bilginin temelinde mi?

Uzay ve zaman, amprik olarak gerçektir. Ne demek bu bütün görüler için evrensel bir geçerliliğe
sahiptir. Fiziğin matematiksel bütün formülasyonları uygulamalı bir geometridir aslında –Kant’ın da
söylediği şey bu-. Uzay ve zaman, söz konusu bu fenomenlerin zemininde yer aldıkları ölçüde bütün
bu fizik formülasyonların evrensel ve zorunlu bir geçerliliğe sahip olmasının zemininde yer alıyorlar.
Kant bunu söylüyor. Uzay ve zaman, bütün temsillerin bir yakınlık ve ard ardalık içinde icmal edilmiş
olması, bir bütünlüğünün olması ve o bütünlüğün matematiksel bir doğasının olması. Söz konusu fiziği
bizim matematiksel inşalar yoluyla yapabilmemizin zemininde yer alıyor. Fakat, fiziğin ilkleri
dediğimiz; nedensellik, eylemsizlik, enerjinin korunumu gibi ilklerin zemininde yer almıyor. Onu da
anlattığı yer Doğa Biliminin Metafizik Temelleri. Orada hiç uzay zamanı karıştırmıyor. Sadece birinci
kategorinin maddeyi belirlemesi içinde anlatıyor. Kategoriler dolayımıyla anlatıyor.

İlk kategori grubu nicelik kategoridir. Ben, fizik yaparken fiziğin konusu olan maddeyi maddeyi bir
nicelik olarak düşünmeksizin, fizik yapmaya başlayamam. Maddeyi sadece uzay zamanda olarak
düşünüp fizik yapmaya başlayamam. Onu, bir kuanta (nicelik) olarak düşünmem lazım. Fizik ancak o
andan itibaren bizim anladığımız anlamda fizik olarak bir şeyi düşünmeye ve kurmaya başlıyor. O
nicelik nedir bir kategoridir. Kategorilere girmeden, kategorilerin belirlenimleri üzerinden düşünmeden
fizik yapmaya başlayamıyorsunuz. Elbette ki madde olarak, nicelik olarak düşünmeye başladığınız şey
uzay ve zamanda mevcut bir şey. Teorik fizik dediğimiz şey, kavramsal bir şey görüsel değil. Bir bilim
dalı olarak kavramsal ilkelere, kavramsal bağıntılara sahip. Madde kavramını Kant dört aşamada
belirliyor: nicelik, nitelik, bağıntı, kiplik. Diyor ki fizik biliminin teorik çerçevesi budur. Nicelik
kavramı altında düşündüğünde biz maddeyi uzay zamanda hareket eden bir nicelik olarak ele
aldığımızda onun içinde düşündüğümüz çerçeveler daima göreli olmak zorundadır diyor. Ama bu
inşaya başlayabilmem için benim önce o maddeyi bir nicelik olarak kavramam lazım diyor. Yoksa her
şeyin zemininde uzay zamanın birliği var. Her şey onun içinde olup bitiyor.

64
Soru: Geometrik cisimlerin varlığı konusunda kant ne diyor?
Geometrik cisimler, geometrik inşalar olarak ancak saf görüde var olurlar ve bu saf görü de ancak
amprik görü varken var olabilir. Amprik deneyim yoksa geometrik nesne vardır diyemeyiz. Yani
Kant’ın dizgesi öyle bir dizge ki amprik malzemeyi at çöker. Kendi başına geometrik nesne falan diye
bir şey yok. Kendi başına olanla (noeta) ile ilgili hiçbir metafiziğe izin yok. Zaten Kant’ın alternatifi,
tamamen dil felsefesi içerisinde matematiği ele almak. Platoncu gibi düşünülmemiş. Frege’nin
aritmetiğin yargıları analitik ve a piroridir ve mantıksal olana indirgenebilir iddiaları ya da Gilbert’in
geometrinin aksiyomları analitiktir, çünkü tanımsaldır gibi ifadeleri Kant’ın versiyonu ile de metafiziği
ortadan kaldırmak için ortaya atılmış iddialar. Ama başımıza o kadar çok iş açtılar ki o yüzden işin
içinden çıkmış değiller diyorum. Bu düzeyde bir metafizik daha sağlam ama Kant’ın söylediği bazı
şeyleri de yapamıyor. Kant, Newton fiziğinin geometrisi Oklid Geometrisi’nin evrensel ve zorunlu
olduğunu düşünmüş, meşhur o Oklidçi olmayan geometriler farklı biz zemine çekiyor.

Artık Transsendental Estetik’i okuyabilecek durumdasınız.

65
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:5

Saf görüde inşa aslında bizim amprik görüde yapabildiğimiz her şeyin nesnel zeminin ne olduğu ile
ilgili. Kant diyor ki, zamandaki ard ardalığın saf görüsel bilgisine sahip olmayan biri aritmetik
yapamaz. 5+7=12 olduğunu o saf görüde inşa olmaksızın bilemez diyor.

Bir de temsil (representation) konusundan bahsetmiştik. Basit bir biçimde görüyoruz diyoruz, onu
açıklamaya çalışıyoruz ama açıklamalarımızın genellikle yapılış biçimi uzay zamandaki fiziksel
nesnelerin hal değişimiyle alakalı aslında. Görme olayının aslında nasıl olduğu, herhangi bir şekilde
duyulmamanın nasıl olduğu sadece fiziksel kipliklerle açıklanamıyor dedik.

Benim bir şeyi görüyor olmam, benim bir şeyi kendime temsil edip, temsil ettiğim şeyden kendimi
ayırmamla kaim, ama bunun olabilmesi fiziksel modalitelerle kipliklerle açıklanamıyor. Bunu fark
etmek çok önemli bir şey. Bunu fark etmezsen bütün bu felsefeciler neyi tartışıyor bunu da
anlayamazsın.

Kant burada hiç şunu tartışma konusu yapmıyor. Bir takım temsilleri biz alırız diyor, yani o temsilleri
alan gemüt (zihin ya da ruhun bilen ciheti) yani ruhun bir yetisi bunu yapıyor artık bunda
tartışacağımız bir şey yok diyor. Bunun daha derin bir açıklaması yapılabilir mi Kant’a göre? Hayır
yapılamaz.

Bugün zihin felsefesinde “hard problem” denilen bazı problemler vardır. Herhangi bir deneyimin
fiziksel olarak nasıl meydana geldiğini açıklamak, zorunlu olarak o fiziksel deneyimde ortaya çıkan
kualyayı yani duyumlamayı açıklamaz. Ben bir gülü kokladım mesela o anda beynimde ne oldu biri
bana sinir sinir anlatabilir, kuark kuark anlatabilir. Ama bu benim o gülü kokladığımda hissett iğim
şeyin ne olduğunu açıklamaz. Bunun nasıl açıklamasının yapılacağının yöntemini dahi bilmiyoruz. Bu
nedenle buna “hard problem” diyorlar. Bu yüzden Kant gibi adamlar, bu açıklanamaz, biz bunu ruhun
yetilerine havale edelim ve yolumuza devam edelim demişler.

Biz orada başlayan hikayenin devamını okuyoruz. Biz temsillerin malzemesini dışarıdan alıyoruz.
Kendibaşınaşey temsilleri bize gönderiyor, o bir malzeme, biz Transsendental Öğeler Öğretisi’nde
Transsendental Estetik’te söz konusu bu maddi malzemenin neye göre biçim aldığını, hangi elbiseye
bürünerek bana göründüğünü araştıracağız. O biçim, malzemenin kedisinden gelmiyor –sağ el sol el’de
anladık ki- o benden geliyor olmalı. O unsurların araştırıldığı bölüme de Transsendemtal Estetik

66
diyoruz. (Aistesis: (Yun) Duyumlama) Duyumlamayı olanaklı kılan ve a priori olarak mevcut olan
unsurların araştırılması Transsendental Estetik bölümünü oluşturuyor.

Başkasının Ben’i diye bir problem var ben senin bu sandalyeye baktığında ne gördüğünü bilemem.
Meşhur bir örnek var Pierce’ın “renk tayfının tersine çevrilmesi” diye. Daha sonra Schlick de aynı
örneği kullanıyor. Renk tayfının sistematik olarak yer değiştirdiğini düşünün. Böyle bir şeyin olduğu
saptanabilir mi, bana görünen bu şeye ben mavi diyorum ama belki size kırmızı görünüyor. İşin
içinden çıkamıyoruz. Birbirimizin ne hissettiğini tam olarak bilemeyiz. Bu açıdan iyi mi oldu? kant
Transsendental Estetik’te ne yapmaya çalışıyor. Duyumlamada nesnel olan ne var?ı çekip çıkarmaya
çalışıyor. Yani duyumlama öznel bir şey ama bütün akıl sahibi varlıkların duyumlama ile ilgili
rasyonel olarak paylaşabileceğimiz ne var? Transsendental Estetiğin konusu bu. Nedir artık biliyoruz:
dışsal hissetmenin formu olarak uzay ve içsel hissetmenin formu olarak zaman.

“Bir bilgi nesnelerle hangi kipte ve hangi araç yoluyla ilişkili olursa olsun, onlarla dolaysızca
ilişkisini sağlayan ve tüm düşüncenin araç olarak göz önünde tuttuğu şey görüdür. Ama görü ancak Açıklama [E2]: Görü (Anschaung)
benim dolaysızca farkına vardığım şeydir.
nesneler bize veriliyor oldukları sürece yer alır; ve bu da yine, en azından biz insanlar için, ancak İyi ki de var çünkü duyumlama yoluyla fark
ettiğim ve dolaysız olarak farkına vardığım
bu şey, Ben’in kalıcılığını da sağlayan şey.
nesnenin anı [zihni] belli bir yolda etkilemesiyle olanaklıdır. Nesnelerin bizi etkileyiş kipi yoluyla Ben onun farkında olan olarak varım. Onun
farkında olmamı sağlayan formları bir arada
temsilleri alma yetisine (receptivitate: alıcılık) duyarlık denir. Öyleyse duyarlık aracılığıyla nesneler tutan olarak varım. Dolaysız olarak benim
hep karşımda.
bize verilirler ve yalnızca o bize görüleri sağlar; Kavrama yetisi (understanding) yoluyla ise Açıklama [E3]: Duyumlama sırasında
ben edilginim, Aristoteles de bunu söyler.
düşünülürler ve kavramlar ondan doğar. Ama tüm düşünce, doğrudan(direkte) ya da dolaylı Yani ben duyumlama sırasında edilginim.
Gözümü açtığımda, kendimi tecrübeye
(indirekte), belli ırasallar aracılığıyla, en sonunda sezgilerle ve dolayısıyla bizim durumumuzda açtığımda onler beni bir biçimde
etkiliyorlar. Temsiller beni bir biçimde
duyarlıkla ilişkili olmalıdır, çünkü bize başka hiçbir yolda bir nesne verilemez.” (s:51 A19 B33) etkiliyorlar. Düşünme öyle değil,
düşünmeye bu yüzden spontaiety diyor yani
kendiliğindenlik. Düşünmede ben ancak
harekete geçip bir şeyleri kavrayacağım.
Benim etkinliğime ihtiyaç duyuluyor.
Benim dolaysız olarak bildiğim şeye görü diyorum. Yani işin içinde bilme varsa görü var. Yani görü
Açıklama [E4]: Duyumlama yetisi ile
bir bilme kipi, türü. Benim dolayısz olarak bildiğim şey ancak duyusal yolla verilir diyor Kant. olnaklı görüsel karşılıklar yani mümkün
nesneler bana veriliyor. Ben onları kavrama
yetisi marifetiyle kavrıyor ve kendime
Duyusal olanla görüsel olan özdeş değil yani kavramsal düzeyleri farklı. Ancak duyusal malzemeyi nesne kılıyorum. Kendi başına nesneler var
mı? hayır yok. Benim nesnemi kurmam
içeren bir şey benim görüsel bilgimin konusu olabilir diyor. Bu çok önemli. Akli görünün iptal gerekiyor. Onları kavramam, kendime
sunmam gerekiyor. Bunun için kavrama
edilmesi Kant açısından çok önemli. Kendi başına nesne ve benim onu dolaysız olarak bilmem diye bir yetisinin bir şeyler yapması gerekiyor. O
olmadan görüde ne var? Mümkün, olanaklı
şey Kant’ta yok. Ben ancak duyumlama üzerinden bir şeyin bilgisine sahip olabilirim. Siz benim nesneler karşılıklar var. Ama nesne orada
bizatihi var mı? yok. Bu çok önemli.
Nesneler ben kurduğum ölçüde orada
görümün içinde ben de sizin görünüzün içinde yer alıyorum. Bu ancak duyumlama varken olabilecek varlar. Benim kurma etkinliğimden
bağımsız nesne yok demek. Bu da
bir şey. Duyusal malzeme olmasaydı ben dolayısz olarak nesnelerin farkına varamazdım, görü diye bir Aristoteles ile çok büyük bir farklılık.

şey söz konusu olamazdı. Görünün sadece duyusal malzeme ile birlikte verili olması duyu ya da
duyum görü ile aynı şeydir demek değil. Görü bir bilme biçimidir, bilme kipidir.

67
Açıklama 4’ün devamı: Dış dünyada kendi başına nesneler vardır diyemiyoruz Kant'ta. Varsa da nasıl
bileceksin?
Kant’ın bu eseri yazdıktan sonra 20-30 yıl hep karşılaştığı eleştiri solipsizm eleştirisi. Sen senden
başka neyi bilebilirsin o zaman gibi. Fichte de bununla uğraşıyor Jacobi falan da bunu tartışıyor. Kendi
sınırları içerisinde fizik Kant’a göre nesnel bir şey. Fiziğin nesnesi var, o nesneler benim öznel
düşüncelerimden bağımsız olarak varolmaya devam ediyorlar. Kendi başına oldukları haliyle nesneyi
bilemesem de fiziğe tabi oldukları haliyle nesneyi biliyorum ve orada o nesneler gayet zorunlu ve
nedenselliğe bağlı olarak, mekaniğin yasarlına tabi olarak orada varlar. Zihnin kendi etkinliği
içerisinde benim öznelliğimden bağımsız bir fizik alanı kurmaya uğraşıyor Kant’ın bütün derdi bu.

Fizik bilim olarak, nesnel olarak var. 3.Ktirik’te: Peki biz bütün amprik nesneleri sınıflandırıyoruz
Aristoteles’in yaptığı gibi . Bunlar kendi başlarına yok mu? Hayır kendi başlarına vardırlar diyemeyiz.
Bunlar bizim başka nedenlerle yaptığımız sınıflandırmalar diyor. Ama bu sınıflandırmaların her
seferinde doğrulanması ve her defasında anormal durumlarla karşılaşmamamızın nedeni aslında
evrensel, fiziksel yasaların her yerde geçerli olmasıdır. Ortada bizim bu sınıflandırmalarımızı anlamlı
kılan nesnel bir gerçeklik orada var. Biz sanki kendi sınıflandırmalarımızı onlara giydiriyoruz gibi
düşünün. Kant’a göre bu “gerçeklik” zaten.

Amprik olarak ortaya çıkan her şey gerçekten uzay ve zamandalar ama diyecek uzay ve zaman
transandantal açıdan da “idealdir” ne demek bu? Kendi başına oldukları haliyle nesnelere
uygulanamazlar. Kendi başına olduğu haliyle nesne anlayışından vazgeçiyorsunuz, ama ara başka bir
bölge oluşturuyorsunuz. Temsillerin tabi olduğu, yasalar tarafından belirlenen ve bir gerçekliğe sahip
ikinci bir gerçeklik alanı oluşturuyorsunuz, orada fizik bilimi yapılabiliyor. Kendi başına olduğu
haliyle nesneyi bilemem ama bendeki temsiller ruhun öyle biçimlerine tabi olarak ortaya çıkarlar ki,
onlar başka türlü olamazlar zaten, belli yasalara tabi olarak orada var olmak durumundalar. Bu
anlamda bir nesnellik bir gerçeklik var. Başka türlü yasadan bahsedemezsiniz diyor. Başka türlü bir
nesnellik olsa nasıl evrensel bir yasallıktan –a priori anlayışıyla- bahsedilebilir diyor. Bir açıdan da
haklı çünkü topu diğer tarafa atarsanız Hume bekliyor orada. Nedensellik bile zorunlu değil Hume’da...
Kant’ın metafizik anlayışını eleştirdiğimizde bugün Hume’a geri dönüyoruz. Yasa var mı yok mu bunu
tartışıyoruz. Hume haklı gibi görünüyor. Bilimsel olanı bilimsel yapan ne? Tartışma yöntem sorununa
indirgenmiş durumda metafiziksel bir tartışma yok bugün bilim felsefesinde.

68
Ama tüm düşünce, doğrudan(direkte) ya da dolaylı (indirekte), belli ırasallar aracılığıyla, en
sonunda görülerle ve dolayısıyla bizim durumumuzda duyarlıkla ilişkili olmalıdır, çünkü bize başka
hiçbir yolda bir nesne verilemez.” (s:51 A19 B33)

Bu arada yeri gelmişken Aristoteles’in Peri Psükes diye bir metni var. Orada özellikle düşünme
öğretisi bölümü önemlidir, ilginçtir. Hemen hemen oraya oturan, Aristoteles’in orada yaptığından çok
yararlanan bir şey Kant’ın burada yaptığı. Bütün felsefe tarihindeki tüm felsefecilerin yararlandığı gibi.
Bir şeylerin yerini değiştirmiş Kant. Bunun ayrıntısına şimdi giremiyoruz. Orada ortak duyu vardır.
(sensus cominis) Öyle bir yetiden bahis yoktur Kant’ta ama ortak duyunun yaptığı bazı şeyler başka
yetilere yaptırılır Kant’ta. Sensus cominis, ortak duyu denilen mesela sayı gibi, biçim gibi hareket gibi,
5 duyunun kökündeki ortak duyu gibi düşünün. Hepsinde mevcut olan bir yeti gibi. Bu aynı zamanda
duyulurlara bütünlüğünü de veren yetidir. Kant’ta böyle değil. Kant duyumlama ile düşünme yetisini
ayırıyor. Leibniz’den farklı. Duyulurların formu uzay ve zaman ama kavramsal bilgi ile duyusal bilgi
farklı. Aristoteles’te söz konusu bütünün yakalanması duyumda gerçekleşebilen bir şey, ortak duyu
marifetiyle. Kant’ta öyle değil. Kant’ta düşünme yetisi devreye girmeden bütün kurulamıyor, bu da
ancak muhayyilenin bir çabasını gerektiriyor. Muhayyilenin faaliyetine düşünme birlik verecek falan
öyle bütün kurulacak. Kant ortak duyu yetisinin görevini muhayyile ve düşünme yetisine atmış oluyor.
Ortak duyunun 3.işlevi ise duyumlanan ile duyulmayanın birlikteliği. Duyulmayan, duyumlama
esnasında kendini fark eder ve kendini bütünden ayırır. Ben kendimi fark ederim. Aristoteles’e göre bu
ortak duyuda gerçekleşiyor, Kant'ta ise Ben'in ortaya çıktığı aşama "apperception"la uzay zamana
birlik verilmesiyle ortaya çıkıyor.

“Ama tüm düşünce, doğrudan (direkte) ya da dolaylı (indirekte), belli ırasallar aracılığıyla, en
sonunda görülerle ve dolayısıyla bizim durumumuzda duyarlıkla ilişkili olmalıdır, çünkü bize başka
hiçbir yolda bir nesne verilemez.” (s:51 A19 B33)

Bir nesnenin tasarım yetisi üzerindeki etkisi, o nesne tarafından etkilenmekte olduğumuz sürece
duyum{sensation}dur. Kendini duyum yoluyla nesne ile ilişkilendiren görüye emprik görü denir. Açıklama [E5]: Kant’ta sadece emprik
görü var, entelektüel görü yok. (A.Ç)
Emprik bir görünün belirlenmemiş nesnesine ise görüngü {appearance: tezahür (A.Çitil)} denir.” Açıklama [E6]: Kant’ın notu: it is an a
pirori intuition…
(A20 B34)

Bir şey tezahür ediyor, o tezahür edeni sen düşüncene nesne edebilirsin. Ama tezahür aşamasında bir
nesnellik yok. Nesnel bir belirlenmişliği yok bu tezahür eden şeyin.

69
“Bu görüngüde (tezahürde) duyuma karşılık düşeni [görüngünün] onun maddesi olarak, görüngü
çoklusunu [manifold] belli ilişkiler içinde düzenlenebilir kılanı ise görüngünün biçimi olarak
adlandırıyorum.

Duyumların düzenlenebilme ve belli bir biçime koyulabilmelerinin biricik imkanı olan şeyin kendisi
yine bir duyum olamayacağı için bize tüm görüngünün maddesi yalnızca a posterori veriliyor olsa
da, biçimi tüm duyumlar için zihinde {mind} a priori yatıyor olmalı ve buna göre tüm duyumdan
ayrı olarak irdelenebilir olmalıdır.” (A20 B34) t Açıklama [E7]: 5’in.devamı
Kant’ın metafizik anlayışı eleştirilince de
bugünkü bilim felsefesine gelinmiş yani
Hume’un eleştirileri aynen geçerli. Hiç
kimse de nedensellik vardır ve geçerlidir
Bunlar çok Platoncu kanıtlamalar da aynı zamanda. Duyumlama öyle kendi kendisini düzenlemez. demiyor. Bilim felsefesinde iş tamamen bir
yöntem tartışmasına kaymış durumda bir
Duyulmamaya önsel bir zemine ihtiyaç vardır. Platon’da böyle örnekler vardır: benim sağ gözüm ve metafiziksel tartışmalar yok.

sol gözümün gördüğü farklı olsa da ben onu aynı nesne olarak algılıyorum, nasıl oluyor bu diye sorar
örneğin. Ben aynılığın farkında, bilincinde olmasam bunu yapmamı bu aynılık nereden geliyor,
duyulmamanın kendisinden gelmediği aşikar çünkü bana duyumlamada farklı görünüyorlar. O halde
önsal bir zemini olmalı ve ben onu biliyor olmalıyım der. Bu gayet Platoncu bir kanıtlama biçimini
Kant da kullanıyor.

Kant’ın bütün numarası da ne? A priori olan var ama Platon’un söylediği gibi kendi başına bir
nesnellik yok. Duyumsal olanı belirleyen olarak a priori var, ama kendi başına bir cevher, bir töz, bir
noeta (düşünülürler) yok Kant’ta.

“İçeride duyuma ait hiçbir şey bulunmayan tasarımları saf (transsendental anlamda) olarak
adlandırıyorum. Buna göre duyusal görülerin saf biçimi zihinde a priori bulunur ve görüngülerin
tüm çoklusu belli ilişkiler içinde bu biçim altında görülenir [deneyimlenir A.Ç.) {intuited in}. Saf
duyarlığın bu biçiminin kendisi saf görü olarak da adlandırılabilir”
(A20 B34)

“Böylece, bir cismin temsilinden kavrama yetisinin ona ilişkin düşündürdüklerini, -töz, kuvvet,
bölünebilirlik vb- ve benzer olarak onda duyuma ait olanları –içine işlemezlik, sertlik, renk vb-
yalıtacak olursam gene de benim için bu amprik görüden geriye bir şeyler kalacaktır –uzam ve şekil-
{extension and form} Bunlar saf görüye aittirler ki, bu, duyarlığın ya da duyumun edimsel bir
nesnesi olmaksızın bile, zihinde yalnızca duyarlığın bir biçimi olarak a priori yer alır.” (B35 A 21)

70
Tecrübeye bakıyor Kant ve diyor ki bu tecrübede benden gelmeyen duyusal temsiller var ve onları
çekip alsak ve bir de düşünme yetisi tarafından düşündüğüm şeyler var ben bunları birey olarak
düşünüyorum, parça bütün ilişkisi içinde düşünüyorum, bazı şeyleri töz olarak düşünüyorum, bazı
şeyleri onun ilineği olarak düşünüyorum, bunlar düşünme yetisinden geliyor diyor. Bunları da çekip
alsak hala geriye bir şey kalır. Uzam ve şekil (daha genel anlamda uzay ve zaman diyecek birazdan)
Kendisi ne düşünme yetisinden gelen ne duyulur malzemeden gelen ama orada olan ve duyulur olan
malzemeyi belirleyen formlar olarak uzay ve zaman var diyecek.

“Bunlar saf görüye aittirler ki, bu, duyarlığın ya da duyumun edimsel bir nesnesi olmaksızın bile,
zihinde yalnızca duyarlığın bir biçimi olarak a priori yer alır.” (B35 A 21)

“A priori duyarlığın tüm ilkelerinin bir bilimini Transsendental Estetik olarak adlandırıyorum” (B
36) diyor ve Transsendental Estetik bölümüne başlıyor.

Burada hem uzay hem de zamanda iki alt bölüm var:


1) Metafiziksel Expozisyon (Teşhir)
2) Transsendental Expozisyon (Teşhir)

Bir terim ya da kavramı açıp bunun içinde ne var diye açıyorsunuz. Bunun içinde a priori olarak ne var
acaba gibi düşünüyor. Amprik deneyim üzerinden sahip olduğumuz amprik uzay gibi kavramlarımız da
var. Eğer yapılan iş, a pirori olanın ortaya konulması ise buna metafiziksel teşhir diyor. “Bir şeyin
kendisinde duyumlamadan gelmeyen ne var”ın açımlaması metafiziksel teşhir ki duyulmamadan
gelmeyeni sergilemek anlamında kullanılıyor. Teşhir, “sergilemek” anlamında düşünülebilir burada.

Söz konusu kavramı alıp ondaki a pirori unsurlar nasıl oluyor da sentetik a priori matematik ya da fizik
bilgisinin nasıl zemininde yer alıyor? Nasıl bilgi için zemin teşkil ediyor bunun ortaya konulması,
bunun sergilenmesi ise Transsendental Expozisyon (Teşhir) olarak adlandırılıyor. Bu, nasıl bilimlere
temel teşkil edecek, nasıl oluyor da bir ilke olarak işlev görüyor bunun ortaya konulmasıdır.

“Dış duyu (zihnimizin bir özelliği) aracılığıyla nesneleri dışımızda ve tümüyle uzayda olarak
tasarımlarız. Uzayda şekil, büyüklük ve birbirleri ile ilişkileri belirli ya da belirlenebilirdirler. Zihnin
kendisini ya da kendi iç durumunu görülemesini {intuits itself} sağlayan iç duyu hiç kuşkusuz bir
Açıklama [E8]: Kant’ın notu: Space is
nesne olarak ruhun kendisinin {soul itself} hiçbir görüsünü vermez, ama gene de belirli bir biçim not a concept of external relations, as
Leibniz supposed, but that which grounds
vardır ki iç zihinsel durumların görüsü ancak onun altında olanaklıdır ve böylece iç belirlenimlere the possibility of external relations.
İdealizm hakkında da not var.

71
ait her şey zaman ilişkileri içinde tasarımlanır. Zaman dışsal olarak görülenemez, tıpkı uzayın
içimizdeki bir şey olarak görülenememesi gibi.” (B 37)

İçsel his dediği ben ruhum mu tezahür ediyor da onu görülüyorum? Hayır. Ben her zaman (ki onun
formu “zaman”) dışsal his yoluyla tezahür eden ve “uzay”da ortaya çıkan şeyleri ve içsel histe de ard
arda olarak zamanda duyumluyorum. Açıklama [E9]: Schopenhauer bu
konuya çok takılmış. Bizim aslında iki
kendinde şey’den bahsetmemiz gerekiyor
demiş:1) dışsal his yoluyla temas ettiğimiz
ve 2) içsel his yoluyla temas ettiğimiz.
Uzay Kavramının Metafiziksel Teşhiri: Onların da tezahürleri var ruhun halleri,
duygular gibi. Kant öyle düşünmüyor. İçsel
“1) Uzay dış deneyimden türetilen amprik bir kavram değildir. Çünkü belli duyumların dışımdaki histe ortaya çıkan en nihayetinde dışsal
histen gelen bir şey ya da onun şekil
bir şey ile (…) ilişkilendirilebilmeleri için ve benzer olarak onların birbirleri dışında ve yanı sıra ve değiştirmiş hali falan olmalı. Dışsal histe
oluşan bir şey ancak içsel histe zaman
dolayısıyla salt ayrı olarak değil ama ayrı yerlerde olarak da tasarımlayabilmek için uzay temsili formunda oluşabilir. İçsel histe
kendiliğinden bir şey ortaya çıkmaz.
daha şimdiden zemin olarak bulunuyor olmalıdır. Buna göre uzay temsili {representation of space} Açıklama [E10]: Burada aklınızda o
helezon fikri falan olsun çünkü onları
dışsal görüngünün {apperance}ilişkilerinden deneyim yoluyla ödünç alınamaz; tersine, bu dış düşünerek yazmış.
Açıklama [E11]: Burada Locke ve
deneyimin kendisi ilkin ancak temsil yoluyla olanaklıdır.” (A23 - B38) Leibniz’e de eleştiri var. Kendibaşına şeyler
ve onları tutan bir uzay kavramını
eleştiriyor.
Açıklama [E12]: Kant’ın sayfa üzerine
Bir şey ancak bana uzayda temsil olunur, bir şeyler bana temsil olunur ve ben ondan uzayı çıkarırım aldığı not: “Space is not a concept, but an
intuition)
diyemem. Öyle olsaydı zaten, sağa dönen ve sola dönen helezonları arasındaki farkı fark edemezdim
diyor, aklında bunlar var.

“2) Uzay tüm dış görülerin temelinde yatan zorunlu bir a pirori temsidir. Uzayda hiçbir nesne
yokmuş gibi kolayca düşünülebilir ancak hiçbir zaman bir uzayın olmadığı tasarlanamaz.
Görüngülerin [appearace: tezahür A.Ç.] olanağının koşulu olarak görülmelidir, onlara bağımlı bir
belirlenim olarak değil, ancak a priori bir tasarımdır {representation] ki zorunlu olarak dış
görüngülerin temelinde yatar.” (A24 B39)
Açıklama [E13]: Kavramların
kavramlara sevk edilmesi ile kaim olan
düşünce
“3) Uzay genel olarak şeylerin ilişkilerinin diskursif (kavramsal düşünme) ya da, söylendiği gibi Açıklama [E14]: Ne kadar parçalara
bölersen böl, bunlar aynı uzayın parçaları
evrensel bir kavramı değil, ama saf bir görüdür. Çünkü ilk olarak salt bir uzay tasarlayabiliriz ve olarak düşünülür.

birçok uzaydan söz edildiği zaman bundan yalnızca bir ve aynı uzayın bölümleri anlaşılır. Dahası bu Açıklama [E15]: Yani tek tek uzay
parçaları var da bileşen olarak bunlar bir
bölümler, her şeyi kapsayan tek bir uzayı ve bir bakıma onun bileşenleriymiş (ya da bileşimini araya gelip uzayı kuruyor diyemem. Uzayın
basit birliği-bütünlüğü vardır herşey onun
olanaklı kılıyorlarmış) gibi önceleyemezler; tersine, ancak onda düşünülebilirler. Uzay özsel olarak bir parçası olarak düşünülür, uzay her şeyin
zemininde yer alır.
birdir, ondaki çoklu ve dolaysısıyla uzaylar kavramı sadece sınırlamalara dayanır. Bu nedenle tek Açıklama [E16]: Uzayı bir sınırla ikiye
dörde ayırılan olarak düşünebilirsin. Onda
bir a priori görü (amprik değil) tüm uzay kavramının temelinde yatar. Böylece tüm geometrik ilkeler bir çokluk tasarlayabilirsin ama uzayın basit
bütünlüğünün parçalarına önceliği var bunu
de –örneğin, bir üçgende iki kenar bir arada üçüncüden büyüktür- hiçbir zaman çizgi ve üçgen gibi demeye çalışıyor. Zamanda da aynı şey
geçerli. Uzayın bir birliği var, bu birliğin
içinde tasarımlanan parçalar var ama
bütünlük parçalara öncelikli olarak var.

72
genel kavramlardan değil, ama ancak görüden ve dahası tanıtlamalı(aksiyomatik) kesinlikle a priori
türetilebilirler.7” (A 25)

Burada söylediği şey; 3+5=8’i kurabilmem, anlayabilmem için benim zamanın saf görüsüne ihtiyacım
vardı çünkü, birimleri ve ard ardalığı anlamak durumundaydım. Şimdi benzer bir şeyi uzay için
söylüyor diyor ki; “İki kenarın toplamı üçüncü kenardan büyüktür.”…vb istediğin kadar üçgenden söz
et, eğer uzayın görüsüne ve uzayda o yan yanalığa tabi o bütünlüğe sahip değilsen bunlara gönderme
yapmayacaksan bunları açık seçik hale getiremezsin diyor. İlla ki kendine bir üçgen temsil edeceksin,
bunu demek istiyormuşu anlayacaksın bunun için de uzay görüsüne, her şeyin yanyanalığını
düşünmeyi sağlayan uzay görüsüne ihtiyacın vardır diyor.

“4) Uzay verili sonsuz bir büyüklük olarak tasarımlanır. Şimdi her kavram değişik olanaklı
temsillerin sonsuz birçokluğunda (…) kapsanan ve öyleyse onları kendi altında kapsayan bir temsil
olarak düşünülmelidir. Ama hiçbir kavram, kavram olarak sanki kendi içinde sonsuz bir temsiller
çokluğunu kapsıyormuş gibi düşünülemez. Gene de uzay öyle düşünülür (çünkü uzayın tüm
bölümleri sonsuza dek bir aradadırlar). Öyleyse kökensel uzay temsil a priori görüdür, kavram değil.
8
” (B40)

Mantıkta kavram dediğimizde kavramların kaplamında nesneler vardır. Örneğin insan kavramının
kaplamında gelmiş gelecek bütün insanlar düşünülür. Sınır yoktur. Belirsiz, sonsuz sayıda insan olarak
düşünürüz, kavramları tümel olarak yorumlarız. Yani olabilecek tüm insanların hepsi bu kavramın
altına düşer. Ama bu belirsizlik ya da sonsuzluk ile indefinite (sınırsız- sonsuz) olma durumu farklı
diyor Kant. Kavramı tümel ve sınırsız olarak ele almamla uzayın sınırsız olarak ele alınması arasında
bir fark var. Uzayı fiilen bir sınırsız bütünlük olarak tasarlarız. Yani ben somut bireylerden oluşan
(sayılardan bahsetmiyorum) bir uzayın sonlu bir küme olduğunu söyleyemem. Bu Aristoteles’in
Metafizik’te verdiği kanıtlamalardan bir tanesidir. Atomlar belirlenmiş şeyler olsunlar bunların sayısı

7
A’da buraya şu paragraf eklendi:
Tüm geometrik ilklerin apodiktik kesinliği ve apirori çizimlerin olanağı bu a priori zorunluluk üzerine dayanır. Eğer
bu uzay tasarımı, a posteriori kazanılan bir kavram olarak genel dış deneyimden türetilebiliyor olsaydı, o zaman
matematiksel belirlemenin ilk ilkleri algılardan başka bir şey olamazdı. Böylece algının bütün olumsallığını da
taşırlar, iki nokta arasındaki tek bir doğru çizginin bulunduğu olgusu değil, ama yalnızca deneyimin bunu her zaman
böyle öğrettiği zorunlu olurdu. Deneyimden öğrenilen yalnızca tümevarım yoluyla türetilen göreli evrenselliktir.
Buna göre yalnızca şimdiye dek gözlenenlere göre üç boyuttan daha çoğunu kapsayan hiçbir uzayın bulunmadığı
söylenebilirdi.
8
4 nolu bölüm A’da şöyle:
“Uzay verili sonsuz büyüklük {infinite magnitude} olarak tasarımlanır. Evrensel bir uzay kavramı (ki ayakta olduğu
gibi arşında da ortaktır) hiçbir şeyi büyüklük açısından belirleyemez. Görünün ilerlemesinde sınırsızlık olmasaydı,
ilişkilerin hiçbir kavramı onların sonsuzluğu ilkesini veremezdi.”

73
fiilen belirlenmiş olabilir mi? Aristoteles diyor ki, düşlemediğimiz kadar sayıda olur ama sayısı fiilen
sonsuz olamaz çünkü kendisi belirlenmiş nesnedir. Yani kavramı tümel olarak düşünmek, kaplamı
sonsuz gibi düşünmektir ve olanaklı tüm bireyler kaplamında vardır demek için bunu söylüyoruz ama
belirlenmiş şeylerin sayısı fiilen sonsuz olamaz.

Bir başka değişle kavramın altına bir nesne düşüyor. Sandalye kavramı olsun. Bu kavramın altına
gelmiş geçmiş bütün sandalyeler girer. Çünkü kavramlar tümel olarak alınır. Kaplamı sonsuz sayıda
birey içerir deriz. Buradaki sonsuzluk, indefinite (belirsiz bir kaplamı var) anlamında diyor Kant. Bu
sandalyeler belirlenmiş şeyler olarak fiilen sonsuz sayıda olamazlar. Kuvve halinde sonsuzluk vardır
ama fiilen vardır diyemezsin diyor Aristoteles.

Ama uzay böyle değil, bizim uzay temsilimiz fiilen sonsuz bir temsil. Uzayı sınırı var olarak
kendimize temsil etmiyoruz. Bu da ne demekse bu arada “fiilen sonsuz” kavramından da bir şey
anlamıyoruz aslında. Bu açıdan bakarsak, kendi başına olduğu haliyle evren sonlu mu, sonsuz mu gibi
bir tartışmaya da giremiyoruz. Evrenin fiilen sonsuzmuş gibi temsil ediyorum, öyle bir saf görüye
sahibim. Bunun anlamı evren kendi başına haliyle sonsuzdur demek de değil bu arada. Açıklama [E17]: Einstein, görelilik
kuramı ve Gödel teoremleri hakkında bilgi
veriyor. Ses kaydının 57.dakikasından
başlıyor.
…Gene de uzay öyle düşünülür (çünkü uzayın tüm bölümleri sonsuza dek bir aradadırlar). Öyleyse
kökensel uzay tasarımı a priori görüdür, kavram değil. 9” (B40)

4’ü A’da farklı yazmış:

“Uzay verili sonsuz büyüklük {infinite magnitude} olarak tasarımlanır. Evrensel bir uzay kavramı
(ki ayakta olduğu gibi arşında da ortaktır) hiçbir şeyi büyüklük açısından belirleyemez. Görünün
ilerlemesinde sınırsızlık olmasaydı, ilişkilerin hiçbir kavramı onların sonsuzluğu ilkesini
veremezdi.”
Yani kavramlardan bu tür bir sonsuzluk görüsü çıkmaz diyor. Ancak sonsuz bir görü temsilinde böyle
bir şey vardır.

9
4 nolu bölüm A’da şöyle:
“Uzay verili sonsuz büyüklük {infinite magnitude} olarak tasarımlanır. Evrensel bir uzay kavramı (ki ayakta olduğu
gibi arşında da ortaktır) hiçbir şeyi büyüklük açısından belirleyemez. Görünün ilerlemesinde sınırsızlık olmasaydı,
ilişkilerin hiçbir kavramı onların sonsuzluğu ilkesini veremezdi.”

74
Uzay Kavramının Transsendental Teşhiri

Uzay, a priori bir saf görüdür, kavram olamaz.


Uzay, şeyleri bizim dışımızda ve yan yana tecrübe etmemizi sağlayan bir saf görüdür. Kendisi de bir
temsil ama af bir temsil.

Bütün filozofların arkasında tarihsel bir süreç var. Uzay ve zamanın fiilen sonsuz olarak temsil
edilebileceği fikri, Cusanus’a (Cusalı Nikolas) kadar gidiyor. O, Plotinos’çu bir ontolojiden hareketle
nasıl olur da uzay ve zaman sonsuz birer temsil olarak düşünülebilir? İle ilgili bir kanıtlama ileri
sürmüş. “De dokta ignoranta” (Öğrenilmiş Cehalet) isimli bir kitabı var.

Kant’ın dayandığı Newton ve Leibniz’in uzay anlayışı, onların arkasındaki uzay anlayışı, bunların
hepsi Cusalı Nikolas’tan gelen sonsuzluk anlayışına dayanıyor ki o da Plotinos’çu bir ontolojiye
dayanıyor. Bunu varsayıyorlar ve evreni öyle tasarlamaya devam ediyorlar. Kant’ın kendisini
kurtarmaya çalıştığı metafiziksel bir Tanrısal cevher anlayışı var. Cusalı Nikolas: “Tanrı zıtlıkların
birliğidir ve sonsuzdur.” diyor. Geçek anlamda sonsuz budur ve biz o sonsuza nazaran fiili olarak
varolanları anlayabiliriz. İşe sonsuzdan ve sonsuzun pozitif bilgisinden başlamayan her bilgi türü bir
tür cehalettir diyor.

Biz hep sonlu şeylerle işe başlıyoruz ve sonluya nispetle inkâr üzerinden yani “Böyle değildir”
üzerinden Tanrı’yı düşünüyoruz diyor. Bu şekilde Tanrı’nın anlaşılmasına imkân yok diyor. Nasıl
sonlulukta karşıtlıklar bir olur? Eğri ile doğru bir karşıtlık olarak sonlular da mevcut olabilir ama bir
Açıklama [E18]: (Bu not tarafımızdan
çember düşünün eğer onun çapı sonsuz olursa her eğri parçası bir doğru olarak telakki edilir. Çapı eklenmiştir)
Infinitum ile interminatum arasındaki fark
büyüdükçe çemberin yay parçası doğru olur. Sonsuzda eğri ile doğru arasında fark kalmaz. Bu anlamda nedir? Terminati ile sınır kavramı Boundary
ve limit kavramları bağıntısını nedir?
Tanrı, bütün karşıtların bir olduğu sonsuz bütündür. Ona göre “karşıtların birliği”dir. Kant’ın üzerinde
infinite (adj.)
konuşamayız dediği, (Plotinos’tan gelen Sudur Doktrini) uzay ve zaman (kainat) ve bütün sonlu late 14c., "eternal, limitless," also
"extremely great in number," from Old
varlıklar bu sonsuz bütünün kontraksiyonu (içe doğru çökmesi) ile oluşmuştur. French infinit "endless, boundless," and
directly from Latin infinitus "unbounded,
unlimited," from in- "not, opposite of" (see
in- (1)) + finitus "defining, definite," from
finis "end" (see finish). The noun meaning
Çok meşhur bir kanıtlaması var: “Kendisi sonsuz olanın ilk kontraksiyonu sonlu olamaz.” Bugün biz "that which is infinite" is from 1580s.

küme kuramında da aynı şeyi düşünüyoruz. Sonlu kümeleri, sonuz alt kümeleri olan olarak terminate (v.)
1610s, "to bring to an end," from Latin
tanımlıyoruz. Bir alt kümesiyle birebir eşlenebilen küme sonsuz kümedir. Sonsuz küme, sadece sonlu terminatus, past participle of terminare "to
limit, end" (see terminus). Sense of "to
alt kümelerden oluşamaz. Çok dahiane bir fikir aslında. Öyleyse evren Tanrı’nın ilk kontraksiyonu come to an end" is recorded from 1640s;
meaning "dismiss from a job" is recorded
olduğu için sonlu olarak düşünülemez. Evren, interminatum (sınırı olmayan) olmalıdır diyor. İnfinitum from 1973; that of "to assassinate" is from
1975. Related: Terminated; terminating.
sözcüğünü Tanrı’ya saklıyor) Descartes de aynı terimi kullanıyor, Descartes Cusanus’u bilen bir adam.

75
Evrenden bahsettiğinde interminatum’u kullanmış. Sonra gelen filozoflar, aradaki farkı kaldırıp
Tanrı’ya da evrene de infinitum diyebiliriz demeye başlamışlar. Newton fiziği, Leibniz Fiziği böyle bir
evren anlayışı içinde ortaya çıkıyor. Kant’ın evren anlayışı da öyle.

Kant’ın amacı böyle bir cevher fikrini ortadan kaldırmak. Benim ruhum diyor, fiili sonsuz bir uzay
temsiline sahip olabilir ki öyle. Ben her şeyi o fiili, sonsuz uzay temsili içinde kendime temsil ederim.
Söz konusu bu temsil bana tezahür edenleri benim dışımda ve yan yana gösterir ama bunun anlamı, söz
konusu bir fiili sonsuz şey var anlamına gelmez. Sadece bir gösterme biçimi olarak bu saf görü (uzay)
vardır. Yoksa kendi başına fiilen sonsuz bir şey vardır demiyorum diyor. Şeyler sonsuzdur, fiilen
sonsuz bir evren var diyemem, bilemem diyor.

Soru: Terminus kelimesinin Latince karşılığında “ulaşılamaz olanın alanına dair” olma gibi bir atıf var.
Kant’ın da “Terminus” kökünden gelen (Alm) Grenze (İng)“boundary” kavramını “metafizik akıl” ve
“kendinde şey” için yani tam olarak sınırlarını belirlememizin mümkün olmadığı alanlar için
kullandığı, “Lime” kökünden gelen (Alm) Schranke (İng) “Limit” kavramını ise matematik, doğa
bilimleri, bilimsel bilgi için kullandığı şeklinde bir yorum var.

A.Ç. : Ben sizin yerinizde olsam, Dedokta İgnoranta’da Cusanus nasıl tartışıyor bakarım. Çünkü onlar
(Cusanus gibiler) bu ayrımları çok iyi biliyorlar. Neye sonsuz denir, neye sınırsız denir biliyorlar.
Cusanus gibiler aynı zamanda ilahiyatçı ve din adamı. Neden bu farklılıklar önemli? Aman yanlışlıkla
Tanrı’ya atfedilmemesi gereken bir sıfatı Tanrı’ya atfederiz gibi bir kaygıları var. Ama sonra bu biraz
karışmış tabi ama Kant’ın bu tür ayrımları bildiğini düşünüyorum ben.

Soru: “Akıl” için “Terminus” kökenli “Grenze” kavramını kullanmasında ulaşılamaz olanın sınırı ile
akıl arasında bir ilişki kurduğunu düşünebilir miyiz? Aklın sınırlarını çizmeye çalışsak da tam olarak
çizmek mümkün değildir gibi yorum yapılabilir mi?

Diyalektik bölümüne çok daha iyi bakmak lazım. Bir başka açıdan bakarsak da aklın ne yapıp ne
yapamayacağı son derece belirli Kant’ta. Yaptığı şey belli, muhakeme yapıyor, söz konusu deneyime
kendi saf kavramlarıyla bir bütünlük veriyor. O kadar belli bir alan içinde oynayabiliyor ki. Mesela
aklın kurduğu bütünlükler üzerinden nasıl kuramlar geliştirebileceği, o amprik kuramlara da atıf
yapıyor. Bunun bir sınırı var mı? Yok.

76
Aklın neleri kurup bilebileceği üzerinden bakarsak, bence sizin için en iyi ip ucu 3.Kritiğin Önsöz ve
Girişinde Kant, bana amprik çeşitlilikle görünen bu evrenin aslında neden bu halde olduğu yani neden
organizmalar var, neden bitkiler, hayvanlar, insanlar böyle bunun aslında hepsinin kökeninde mekanik
fizik var. Mekanik fizikten aslında birisi başlayıp, söz konusu bu çoklunun –kendisi hatırlayalım ilk
kozmogoninin de yazarı- ilk oluşumdan bu güne kadar ne nasıl ortaya çıktı bunlar nasıl birleşip
varlıkları oluşturdu üzerinden varlıkların sınıflandırılması yapılabilir. Ama aslında bu ilkesel olarak
yapılabilir ve sonsuz bir görevdir. (infinite task) biz bunu yapamayız, bizim aklımız böyle bir görevi
yapabilecek yetkinlikte değil. Sonsuz olduğu için iş. Bizi makine olarak düşün, bizim hesapkuramsal
karmaşıklığımız bu işi yapacak düzeyde değil, aklın bu anlamda bir sınırı var.

O zaman akıl ne yapıyor, deniyor, acaba şöyle sınıflandırsam olur mu diyor. Gidiyor bakıyor evet öyle
bir düzenlilik var –hatta ondan da bir haz alıyor- (Kant için estetiğe giriştir bu aklın aradığı düzenliliği
bulmasından duyduğu haz) sonra bununla yetinmeyip daha genel bir sınıflandırmanın peşine düşüyor.
Bu sefer daha genel bir sınıflandırma, daha genel bir düzen bulduğunda yeni bir haz alıyor. Ama bu
sonsuz, o kadar büyük bir çeşitlilikle, mekanik yoluyla kuşatılamayacak o kadar büyük bir farklılık var
ki aklı aşıyor. Bu açıdan bakarsak aklın neyi yapabileceği ve neyi bilebileceğinin bir sınırı yok. Ama
sınır nereden geçiyor? Sınır aslında fiziğin yasaları tarafından belirlenmiş mekanik tarafından çiziliyor
ki nesnellik dediğim şey o.

Soru: Noumen’i de bu anlamda bir sınır kavram olarak mı görmek lazım?

Hayır bu anlamda bir sınır değil. Bu imkansızlık. Bizim noumenal alanı bilmekle ilgili hiçbir
imkanımız yok. Resimsel olarak gösterirsek, ben kendi başına olanın temsillerine sahibim, bunları belli
bir takım kalıplara döküyorum ve nesneler ortaya çıkıyor. Bunlar belirli yasalara tabiler. Akıl bunları
belirli biçimlerde sınırlandırıp anlamaya çalışıyor. Aklın neyi yapıp neyi yapamayacağının sınırı
fenomenal alan tarafından çiziliyor neoumenal alan tarafından değil. Bu (Noumen) bizim tamamen
bilgi alanımızın dışında.

“Noumen” ile “kendi başına şey” de özdeş kavramlar değil. Düşünülebilir olması itibariyle noumen,
ama felsefe tarihi açısından baktığımızda noumenal olan, temsillerin kaynağında olan ve sadece
düşünülebilir olanla özdeş değil. Kant’ın dizgesi açısından kendisinden bahsedebildiğimiz tek noumen
“kendinde şey”. Mesala hakkıyla noumenal olan Platon’un idealarıdır. Çünkü sadece düşünce yoluyla
temas edilebilirdirler. Benim noumene tamasım hiçbir şekilde mümkün değil, varsalar da yoksalar da.

77
Hakkında düşünebileceğim tek noumenal şey, duyusal olanın kaynağında yer aldığını düşündüğüm şey
olan “kendinde şey”. Düşünebiliyorum ama bilemiyorum.

“Noumen bir sınır kavramdır” diyor sanırım.


Neyle ilgili? Benim bilgimin sınırı ile ilgili. Bilemiyorum. Erkenntnis anlamında bilemiyorum. Kant’ta
aklın etkinliği açısından ona sınır çizen bir şey varsa o da mekanik fiziktir. Burada bir gerçeklik var,
çeşitlilik var, akıl onlara bütünlük vermeye, düzenlilik vermeye çalışıyor.

Kant’ın bütün derdi bu, aklın hiçbir biçimde noumenlerle ilgili bir derde –Platon’un düştüğü hatada
olduğu gibi- düşmememesi ve buna bağlı bir ahlak anlayışı geliştirmemesini sağlamak. Ben duyusal
olandan arınıp, noumenal alana yaklaşacağım gibi şeylerle uğraşmasın. Ne yapsın? Yapabileceği ile
uğraşsın yani olduğu şekliyle nesnelliği bilmeye ancak burada kalırsa ulaşabilir. Kendinde şey ise
temsillerin kaynağında olan olarak düşünülüyor bu anlamda bir sınır. Ama bu bağıntının ne olduğunu
bile akıl düşünemiyor. Bu düzeyde nedensellik bile yok çünkü. Nedensellik, fenomenal alanda ortaya
çıkıyor.

Kant aklın ve insanın genel anlamda ilgi alanını, tamamen noumenal olandan fenomenal alana
çevirmeye çalışıyor. Kant’ın derdi bu. Doğa bizim için bu alanı çok karıştırmış, türler var, cinsler
var…vb. Platon ve Aristoteles fenomenal olanın noumenal olandan pay aldıkları için düzenlenmiş
olduklarını sanmışlar diyor. Ve fenomenleri bilirsem noumenleri bilebilirim sanmışlar diyor. Oysa
böyle bir şey yok, fenomenal alandaki düzenlilik tamamen fiziğin evrensel yasalarına göre bir şeyler
devindiği için oluyor.

Bugün örneğin Cern’deki deneyde ne yapmaya çalışıyoruz? Fiziksel gerçekliği oluşturan unsurlar nasıl
çeşitlenmişler, evrenin ilk oluşumu anlarında. En başından en sonuna kadar bu çeşitlenme nasıl
oluşmuşun tarihinin peşindeyiz. Ama bu sonsuz bir görev, hiçbir zaman tamamlanamaz Kant’a göre.
Ama yol da bu, başka yol da yok. Bilim olarak da ancak bununla uğraşabilirsiniz. Kendisi orada olan
bir şeylere bakıp burayı anlamaya çalışmanın Kant’a göre hiçbir anlamı yok. Felsefenin çıkmaz sokağı
burası. Fenomenali anlamak için naoumenal olana onu anlamak için de Agathon’a yani Tanrı’ya
gidiyorsun Platon’da. Tanrı’yı bilmek, iyiyi bilmek falan yok. Vardır diyen, ispatlama yapan da bir
yanılsama yaşıyor. Aklın yapabileceği bu kadarken bununla yetinmeyip yanılsamaya (Schein) düşüyor.

78
Uzayın Transsendental Teşhirinde, nasıl oluyor da uzayın saf görüsü sentetik a priori bilginin
(Kant’a göre bilimin demek bu) temelinde yer alır? Özetle, bu kavramsal bir bilgi olsaydı bunu
yapamazdık, görüsel olduğu için yapabiliyoruz. Yani ben, uzaydaki o yanyanalık bağıntısını bild iğim
için geometri gibi bir şey geliştirebiliyorum. Geometri ancak böyle bir saf görü itibariyle olanaklı
olabilecek bir bilim.
“Geometrinin olanağını -sentetik a priori bilgi olarak olanağını- açıklayan sadece bizim
açıklamamızdır.” B41

Yani uzayın saf bir görü olduğuna yönelik açıklamamızdır. Uzayın saf bir görü olmasaydı, onu ben
sonsuz bir bütün olarak temsil etmeseydim, onun parçalarını bütünün parçalara önceliği olduğunu ve o
parçaların yanyanalık bağıntısına tabi olduğunu bilmeseydik geometri yapamazdık.

1) Uzay herhangi bir kendinde şeyin özelliğini temsil etmez. Yani tezahür edene uygulanan bir şey,
kendinde şeye değil.
2) Uzay, duyumladığımın elbisesi, biçimi, başka hiçbir anlamı yok.

Soru: Zaman ve mekan olmasaydı duyum olur muydu Kant’a göre?

Gene bir malzeme gelirdi –çünkü şeylerin bize gelişinin koşulu değil bu- ama bir görüye dönüşmez,
tecrübe haline gelemezdi. Benim bilebileceğim bir hale gelmedi. Çünkü ben bir şeyleri ancak yan
yanalık ve ard ardalık içerisinde biliyorum. Başka türlü bilemiyorum. Bilgi (Erkenntnis) iki türlü ya
görüsel ya kavramsal bilgi.

“Buna göre ancak bir insanın bakış açısından uzaydan, uzamlı varlıklardan vb. söz edilebiliriz. Eğer
bize dış görünün verilmesinin e.d. nesneler tarafından etkilenebilmenin biricik öznel koşulundan
uzaklaşacak olursak, uzay tasarımı tüm anlamını yitirir.” A27B43

Bir oyun tasarımcısı bir oyun tasarımlamış oyundaki oyuncular da kendilerini diğerlerinden ayırarak
kendilerini de biliyorlar gibi düşünün –nasıl biliyorlarsa artık-. Her şey kodlarla belirlenmiş ama sen
hiçbir zaman o kodlarla karşılaşmıyorsun. Senin gördüğün tezahülerin arka planında –kendi başına
olduğu haliyle- ne var hiçbir zaman bilemiyorsun. Uzay ve zamanın kodu da var, bunlar sana bir
şeyleri yan yana ve ard arda gösteriyorlar. Daha derinde programlar ama onlar da program.

79
“Tüm şeyler, dış görüngüler olarak uzayda yanyanadırlar.” dersem, bu kural evrensel olarak ve
hiçbir sınırlama olmaksızın geçerlidir.” A27B43
“Açımlamamızı (teşhirimiz) buna göre, uzayın bize dışşal bir yolda nesne olarak sunulabilecek her
şey açısından reelliğini, (e.d. nesnel gerçerliğini) ama aynı zamanda akıl yoluyla kendilerinde (e.d.
duyarlığımızın doğasına gönderme olmaksızın görüldükleri yolda şeyler açısından idealliğini
öğretmektedir. Öyleyse uzayın emprik olgusallığını (tüm olanaklı dış deneyim açısından) ileri Açıklama [E19]: Bu bölüm Kant’ın çok
meşhur mottolarından biridir. (A.Ç.)
sürüyoruz, ama aynı zamanda transsendental idealliğini (e.d. tüm deneyimin olanağının koşulunu
uzaklaştırır uzaklaştırmaz ve onu kendinde şeylerin temelinde yatan bir şey olarak gördüğümüz
zaman hiçbir şey olduğunu) ileri sürüyoruz.” A28 B44

Uzay ve zaman, amprik anlamda “gerçek”, transsendental anlamda “ideal”dir. Yani sen bunu ancak
amprik malzemeye, temsillere (kendi başına şeylere değil) zorunlu olarak uygulanan bir şey olarak
düşünebilirsin. Bu anlamda kendi başına bir gerçekliği yok ama bu elbiseyi giyip çıktığı zaman emprik
anlamda gerçek uzay, yani orada gerçekten varlar. Her şey uzayda, fizik yaparken de bunu böyle
düşünüyoruz.

Çok ince bir çizgi Kant’ın yaptığı ayar. Biraz bu sınırı aşarsan devriliyor. Ben, nesneyi kuran ama aynı
zamanda kurulan bir nesneyim. Kurulan bir şey olarak şeylerin nasıl kurulduğunun farkına varıyorum.
Ama ben (Ben olarak değil, ruhun yetileri anlamında, akıl sahibi varlık olarak) “Düşünüyorum” diyen
kendisi kurulan bir şey aslında. Bu hepimiz için aynı zemin Kant’ta. Ben kurulan bir varlık olarak
farkına varıyorum ki şeylerin –ki onları ben kuruyorum- bu kurma işleminden önce olduğu haliyle
kendi başına şey haliyle onları bilmem mümkün değil. Ama öte yandan, her bildiğim şeyi öznel de
kılmıyor, bir nesnel gerçeklik var, bu nesnel gerçeklik benim fizik yapıp yasalar türetebileceğim
bilimin, teknolojinin sonuçları itibariyle hayatımı kurabileceğim bir zemin sağlıyor.

Öznel deneyim içerisinde kendisi öznel olmayan bir zemin var. Bu çok ilginç. Uzayda şeylerin yan
yana olmaları bütün akıl sahibi varlıkları bağlayan bir nesnel zemin teşkil ediyor ve bu sayede
geometri ve o sayede de fizik yapabiliyoruz. Bu öznel bir şey değil, nesnel bir şey Kant’ın anladığı
anlamda. (ki uzay nesnesi diye bahsediyor zaten) Zaten başka türlü nesneden de nasıl bahsedilebilir ki
diyor.

Mekanik fizik yapmaya başladığımız andan itibaren uzay ve zamandan bahsetmek zorunda kalıyoruz.
Çünkü, o denklemler eninde sonunda bir şeyin değişiminin zamana göre fonksiyonunu bize vermek
zorunda. Yani bizim yaptığımız şey uzay-zamandaki bir fonksiyonun özelliklerini araştırmak ister

80
Leibniz, ister Newton fiziğinde olsun. Bunu biraz daha geriye götürürsek ilk bunu Descartes’in
düşündüğünü, fizik yasalarını ilk Descartes’in formüle ettiğini de biliyoruz. Atalet yasasını falan çok
güzel ifade etmiş. “Hareket, düzgün, doğrusal ve sonsuzdur.” gibi sözleri var. Yani uzay, zamanı
varsayıyor Descartes. Uzayın sonsuz olduğunu ve zaman boyutunda hareketin yayıldığını ifade ediyor.
Demek ki Kartezyen fiziğin başladığı andan itibaren biz bu uzay-zaman meselesiyle uğraşmaya
başlıyoruz.

Ancak uzaydan ve zamandan interminatum olarak bahsetmek Cusalı Nicolas’a kadar gidiyor. Sonsuz
varlık olarak uzam ve zamanı düşünmeye başlayan ilk kişi. Kullandığı terimler de bizim bugün
matematik ve fizik yaparken kullandığımız terimler. Maksimum, minimum kavramlarını bugünkü
anlamlarıyla ilk kez kullanan da Cusalı Nicolas. (Örneğin zıtlıkların birliği bir maksimumdur yani
sınırdır anlamında kullanıyor.) O yüzden de tartışma bu boyutlara taşınıyor.

Çünkü Aristoteles fiziği yaparken uzay-zamanı tartışmaya gerek yok. Töz varsa tözün bir ilineği olarak
yer var. Tözlerin toplamı da evreni veriyor, evren de o anlamda sonsuz falan da değil. Zaman da
geçmişe ve geleceğe kuvve halinde uzadığı düşünülen bir şey. Sonsuz ama fiilen sonsuz değil aynı
şekilde. Hareket ise, doğal yer kavramı var, her şeyin gitmek istediği bir yer var. Teleolojik bir evren
tasavvuru var. Her şey ait olduğu yere gitmek istiyor, toprak aşağıya, ateş yukarıya…vb. Bir anda biz
kalkıp evren uzamsal ve sonsuz bir şeydir dediğimiz andan itibaren, bu nasıl var demeye de başlıyoruz.
Çünkü Aristoteles’e göre herhangi bir şey boş olarak var olamaz. Atomcuları eleştirirken bunları
söylüyor. Nasıl var? Newton, “spirit” kavramını ortaya atıyor. Tanrısal bir ilke olarak uzayı ve zamanı
dolduran bir Tanrısal ilke. Tanrı uzay ve zamanda edimseldir, fiilen vardır diyor Newton.

Anadolu’da “Yeri göğü direksiz tutan Allah” değişi gibi, yeri göğü direksiz tutan bir “spirit” var
Newton’a göre. Sonra o “spirit” dönüşmüş ve “alan” kavramı haline gelmiş. Mesela Einstein’in
Görelilik Kuramını anlattığı kitabının son bölümünde der ki, “bütün bunlardan çıkardığımız sonuç
şudur; alansız uzay-zaman olamaz. Alanın olmadığı, Tanrı’nın yani “spirit”in olmadığı diye
çevirebilirsiniz. Alan burada saha anlamında değil, elektro manyetik alan kavramında kullanıldığı
anlamda kullanılıyor. Thomas Mann’ın da katkıları var noktada.

Leibniz’e gelirsek, sonsuz olsun ama temsiller bu alanı doldursun yani temsiller sonsuz olsun diyor.
Sonsuz sayıda töz olsun, bu tözlerin sonuz sayıda temsilleri olsun o temsillerin yan yanalığı uzayı, ard
ardalığı zamanı versin diyor. Tartışmalar Kant’a kadar geliyor ve Kant fiziği Tanrısal bir töz
olmaksızın inşa etmeye çalışıyor. “Eşlerin Örtüşmezliği Paradoksu”nu bulduğunda bu paradoksa bu

81
kadar sarılıyor. Çünkü ben uzayı artık ruhun bir yetisinin formu olarak, saf görü olarak düşünebilirim o
zaman da Tanrı ile uğraşmama gerek kalmaz diyor. Kendi açısından dahiyane bir çözüm. Bu da bir
bilim anlayışını, bir mantık anlayışını da beraberinde getiriyor.

Nesnel anlamda fizik yapacak ve uzay gerçek (reel) anlamda var. Herşey uzayda var. Uzay var ne
nesneler uzayda varlar ama kendi başlarına değiller tabi benim temsillerim olarak varlar. Bunu
söylemesi şu anlamda bir işine de yarayacak, ben ancak kendi temsilim üzerinde bir yasama yetkisine
sahibim diyecek. Ruh bu temsilleri istediği gibi düzenliyor diyecek. Ben ise kendimi bu düzenlemenin
içinde kurulmuş olarak buluyorum.

Gelecek hafta için zaman bölümünü okuyun…

82
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:6

Leibniz: Duyusal temsiller daha açık-seçik hale getirildikçe kavramlara dönüşür. Kavramlar, açık ve
seçik duyusal temsilleridir.

Kant: Bu mümkün değil, görü ile kavram arasında uçurum var. Bilgi ancak kavramsal olanla görüsel
olanın bir aradalığı ile mümkün. Ben bir şeyi kavrayıp onun karşılığını görüde farkına varıyorum.

Bu bölümün en önemli meselesi: görü ile kavram ilişkisi. Transsendental Dekdüksiyondaki Dedüksiyon,
öncüllerden sonuç çıkarmak (tümdengelim) değil.

T. Dedüksiyon: Nasıl oluyor da ben kavramlar aracılığıyla görüde bana verilmiş olanı
düşünebiliyorum? (Kant: “Felsefe tarihindeki en önemli çalışma budur.” A XVI)

Kavram: Temsillere birlik veren bir temsil.


Temsillere birlik vererek temsil etme fonksiyonu

Görüde bir karşılığı olmaksızın bir kavram düşünürsem o kavram boştur, terim gibi bir şeydir, bana bilgi
vermez. Bunun yanı sıra sadece görü aracılığıyla bir şeyi biliyorum da diyemem. Mesela matematik
yapmak istediğimde uzay ve zamanı birlikte düşünmek zorundayım (Saf görüde inşa) Matematik söz
konusu olduğunda yine kavramlar söz konusu olmak zorundadır. Matematik sadece görü yoluyla
mümkün değildir.

Örneğin uzayı düşündüğümde tüm kategoriler devredeler. Ben onun parçalarını karşılıklı olarak mevcut
anlamında kavrarım. Nicelik açısından parça-bütün ilişkisini kavrarım. (Kavram)

Matematiksel bilgilerde de diğer bütün bilimlerde de görü ve kavramın birlikte olmsı gerekiyor. Başka
türlü bilgi mümkün değil.

Kavramın nesnel geçerliliğinin olabilmesi için de görüde onlara ne karşılık geliyor, doğrudan ya da
dolaylı olarak gösterilebiliyor olması lazım.

83
Bir kavramın yanılsama olmadığını göstermem için, anlamlı olması ve nesnel geçerliğinin olması için
“Nasıl oluyor da görüsel bir karşılığa sahip?” sorusunu cevaplamam gerekiyor.
Mantıkçı Pozitivizmin “anlam” tanımı buradan hareketle gelişiyor. M.Schlick’in “Doğrulanabilirlik”
tanımı : “Bir terimin anlamı onun doğrulanabilme yöntemindedir.”

Doğrulanma: Analitik olarak tanımlıyorsak başka terimler cinsinden tanımlarız ta ki o terimler duyusal
bir karşılığa sahip oluncaya kadar. Bu şekilde bir karşılığı gösterilmeyen her kavram anlamsızdır. (Görü
olmaksızın kavramlar boştur.)

Kant: Görüsel karşılığı olmayan kavramlar üzerinde konuşmak Transsendetal Schein’dir diyor. Bütün
spekülatif metafizik bunu yapmıştır diyor.

Mantık: anlama yetisinin kuralarının bilimi. Kant bir de Transsendental Mantık’tan bahsediyor. (Kant
yıllarca mantık dersi vermiş –Lectures on Logic) Bu bölümde genel olarak mantığın nasıl tasnif
edildiğine dair göndermeler var.

MANTIK

1) Genel Anlama Yetisi Kullanımının Mantığı: Bugün anladığımız anlamda mantık. Kıyas, çıkarım
…vb gibi kuralların bilimi.

a) Saf Mantık: Biçimi itibariyle mantığın incelenmesi (Anlama yetisi işleyiş yasalarının araştırılması)
b) Uygulamalı Mantık: Psikolojik süreçler söz konusu olduğunda nasıl oluyor?

2) Tikel Anlama Yetisi Kullanımının Mantığı: Belirli bir bilimin mantığı (Biyolojinin, fiziğin mantığı
gibi)

Sentetik A pirorinin eleştirildiği süreçte matematiğin görüsel karşılığa ihtiyaç duymadığını göstermeye
çalıştıklarında (Örn: Huserll Matematiğin Temelleri’nde psikolojist bir yorum yapıyor. Mantığın öğeleri
psikolojinin yasaları çerçevesinde incelenebilir diyor. Niceleme Mantığının kurucusu Frege ise genel
mantık psikoloji ile karıştırılmamalıdır, nesnel ilişkilerin incelenmesidir. (Semantik, Sentaks…vb)
Frege, genel mantığı psikolojiden ayırmak gerekir diyor. Frege kendi kitabını yayınlatacak yer
bulamıyor, Husserl’in kitabı yayınlanınca da çok kızıyor. Bu saçmalığı yayınlıyorlar diye. Husserl ile
yazışıyorlar. Husserl Frege’nin haklı olduğunu anlıyor. Psikolojik süreçler içinde mantık yasaları

84
incelenemez. Bunun üzerinde bir arayışa giriyor. Brentano’yu tanıyor. Onun “yönelimsellik” kavramını
alıyor ve genel mantığı kurma çabasına giriyor ki Fenemenoloji geleneği de böyle kuruluyor. (Kıta
Avrupası Felsefesi) Açıklama [E20]: Kıta Avrupası
Felsefesi kavramı tartışmalıdır. Ancak
20.yy’ın büyük bölümünde İngilizce
konuşan dünyadaki akademik felsefeye
hakim olan “analitik felsefe”nin karşısında
Genel Mantık –daha sonra Husserl’in tersine Frege’nin de savunduğu biçimiyle- Kant’a göre psikolojik yer alan bir dizi düşünür ve felsefi
yaklaşımı ifade eder.
süreçlerle açıklanmadığında saf mantık olur. Hegel, Marx, Kierkegaard, Nietzsche,
Husserl, Heidegger, Sartre, Gadamer,
Habermas, Derida, Foucault, Lyotard,
Boudrillard…vb
Kant’ın gözünde Klasik mantık tamamlanmış, eklenecek bir şey yok. Kant’ın saptamaları modern Hegelci İdealizm, Marksizm, Frankfurt
Okulu’nun ‘Eleştirel Teorisi’,
mantığın kuruluşu açısından da çok belirleyici olmuş. Kant’ın Diyalektik bölümünde “Varlık (being) bir Varoluşçuluk, Hermeneutik, Fenemenoloji,
Yapısalcılık, Post Yapısalcılık ve
yüklem değildir.” (predikat olarak alınmaz.) iddiası, sonrasında Frege mantığında “nasıl ele Postmodernizm gibi akımları içerir.

alınmalıdır?” sorusu, “tikel niceleyici üzerinden ele alınmalıdır.”biçiminde cevaplanıyor. D.West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş,
s:15

II. TRANSSENDENTAL MANTIK

BİLGİ
GÖRÜSEL BİLGİ KAVRAMSAL BİLGİ
Saf Görüsel Saf Kavramsal
Emprik Görüsel Emprik Kavramsal

“Saf kavramsal bilgi olanaklı mıdır?”


Kant: Evet (Bütün iddia da bu)

Genel mantık biçimsel, içeriksiz ilişkileri inceler (Emprik-saf akıl bilgisi arasında bir ayrım yapmaz)

Transsendental mantık, saf anlama yetisi ve akıl bilgilerinin nesnelerini bütünüyle a priori düşünmemizi
sağlayan bilim. Transsendental mantık, saf ama içerikli olan bilgiyi inceler. Açıklama [E21]: “Kavramsal temsil”
için “tasavvur” daha uygun. Temsillere
birlik veren ve onları bir arada tutan bir
tasavvurdan söz edebiliriz.
Savvare, resmetme, bir birlik içinde sunma
“Transsendental, her türlü a priori bilgi değil ancak belli tasarımların (görülerin ya da kavramların) işlemi
“Kendiliğindenlik”i tasavvur içeriyor oysa
yalnızca apirori uygulanabilir ya da olanaklı olduklarını ve bunun nasıl olduğunu bilmemizi temsil içermiyor.

sağlayan bilgi (e.d. bilgnin a priori olarak ya da a priori kullanımı (nı ilgilendiriyor)‘transsendental’
olarak adlandırılmalıdır.” (A 56 B80)

Benim nesneleri bilmemi olanaklı kılan a pirori unsurlarla ilgili olan ve bu unsurların benim nesneyi
bilmemi nasıl olanaklı kıldığını araştıran mantık transsendental mantıktır.

85
III) GENEL MANTIĞIN ANALİTİK VE DİYALEKTİK OLARAK BÖLÜMLENMESİ

Genel mantık
a) Analitik: Düşünmenin yasaları nelerdir? (Kanon)
b) Diyalektik: Genel mantığı bilgi veren bir araç (Organon) olarak kullanmak

Transsendental Mantık
a) Analitik
b) Diyalektik

İçerikten soyutlanmış olan mantıkta bulduğun bir yasanın sana bilgi verdiğini düşündüğün zaman
diyalektik yapmış olursun.

Kant’a göre Aristoteles’in bilim anlayışı tamamen böyle bir bilim anlayışıdır. Aristoteles’in bilimden
anladığı şey, çelişmezlik ilkesinden başlıyor ve bu ilkenin bir varlık ilkesi olduğunu iddia ederim. (Bir
şey varsa bu ilkeye tabidir manasında) buradan hareketle bir şeyi “ne” kendisi kılar (özcülük), değişimin
çözümlenmesi ile fizik yaparım. Kant Aristoteles’in yaptığı gibi mantığı araç olarak kullanmanın
“diyalektik” kullanım olduğunu söylüyor. Kant bu anlamda en çok Plotinosçuluğa karşı çıkıyor. Kant
modern felsefede Descartes’te, Leibniz’de, Malebranche’de Yeni-Platonculuğun etkisi olduğunu
düşünüyor ve eleştiriyor. Bütün bu eleştirilerin ortak yanı; dilsel-mantıksal olandan varlıkla ilgili hüküm
vermeye geçemezsin.

Mantık biçimseldir, düşünmenin kurallarını verir, içeriksizdir. Çıkarımların geçerliliğine bakarsın, orada
bir sıkıntı yok. Ama bu ilkeleri alıp varlığa dair hüküm vermek için kullanıyorsan bu diyalektiktir ve
yapılmaması gerekir. Kant’ın metafizik diye eleştirdiği şey budur.

Kant’ın daha çok üzerinde durduğu nokta Transsendental mantığın diyalektik kullanımı. Kategorileri
(nesneyi düşünmemi sağlayan saf kavramları) ruh ile Tanrı ile ilgili çıkarım yapmak için kullanmak
Transsendental Diyalektik’tir.

Kategoriler nesneyi düşünmemi sağlayan, onun kavranmasını mümkün kılan saf kavramları (ki bunlar
Transsendental mantıkta tespit ediliyor) Transsendental unsurları alıp kendisinin görüde temsili olmayan
bir şeyin ispatında kullanmak (ruh, Tanrı…vb) Transendental Mantık’ın diyalektik kullanımı olur ki

86
mantığı amacından saptırmış olursun. Bu kötü anlamda, spekülatif anlamda metafiziktir, felsefeyi
bundan arındırmak zorundayız Kant’a göre. Açıklama [E22]: Kant’ın bu yönünü
20.yy felsefecileri sevmişler ve biri
metafizik yapıyorsa büyük ihtimalle dili
yanlış kullanıyordur, dilin mantığını yanlış
anlamıştır diye yorumlamışlar.
“Ancak gösterişli bir sanat olan mantık, aldatıcı bir çekiciliğe sahiptir. Çünkü içeriği bakımından Felsefede ne yapılabilir?
Bilim dili üzerine konuşulabilir, ama varlık
boş ve yoksul olsa da bilgimize anlama yetisinin biçimini veren de mantıktır. Genel mantık, sanki ile ilgili tartışmaya giremezsin. Frege’den
itibaren, Russell, Moore, Ryle,
nesnel önesürümler aldatmacasının üretilişi için bir organonmuş gibi kullanılmış böylelikle kötüye Wittgeinstein, Schlick…vb aynı potada
olmasa da aynı projede düşünülebilecek
kullanılmıştır. Genel mantık nesnel önesürümler aldatmacasının bir organonu olarak alındığında isimlerdir.
1968’de Kripke’nin yazdığı “Naming and
Diyalektik adını alır.”(A 60-61 B 85) Neccessity” (Adlandırma ve Zorunluluk)
kitabında, adlandırma öyle bir şeydir ki,
adlandırma üzerinden kavradığım şey, o
adlandırma gayet olumsal (contingent) bir
bağlamda da ortaya çıksa (bir şeyi iki farklı
Aynı şeyi Transsendental Mantık için de söylüyor. Transsendental Mantık benim için bir nesneyi adla da adlandırsa örneğin “Su, H2O’dur”
gibi ifadeler zorunludur diyor.
kavramamı ve düşünmemi olanaklı kılan saf unsurların mantığı. Bu unsurların düşünmeyi nasıl Ne demek bu, tüm olanaklı mümkün
dünyalarda doğrudur. İsim verme a
olanaklı kıldığını açıklayan mantık. Bu mantığı analitik olarak kullanıp çözümlemeyip ben nesneyi işte posteriori bir bağlamda ortaya çıkıyor. A
pirori değil bu önerme. “Kendisi a
posteriori olan ama zorunlu olan önermeler
böyle düşünebiliyorum diyebilirsin. Kant da bunu yapıyor. Ancak bu kavramların bu fonksiyonları vardır” diyor. Bu neden önemli? Şu
sonuçlar çıkıyor:
görmezden gelinip onları bir organon gibi kullanıp görüde mevcut olmayan şeylerle ilgili kullanmak da Modern mantık bu tür önermelerin varlığını
da gerektirdiği için “özcülük hala
aynı şekilde diyalektik kullanım olur. savunulabilir” diyor. (Aristoteles’in
özcülüğü)
Hikaye Kant’ın diyalektik kullanımından
pozitivizme, oradan da 1960’larda yine
Aristoteles’e dönen (metafiziğe dönen) bir
“Transsendental Analitik, anlama yetisinin emprik kullanımının yargılanması için bir kanon ifadeye kadar gidiyor.
Hikaye biraz karışık anlaşılan. Kripke’nin
olmalıdır. Ancak yalnızca saf anlama yetisi yoluyla nesneler üzerine sentetik yolla yargıda tam olarak ne dediği de tartışılıyor hala…
Açıklama [E23]: En genel anlamda
bulunmaya kalkışıldığı ve bu amaçla Transsendental Analitik bir organon gibi görüldüğünde kötüye “varlığa dair” diye anlayın. A.Ç.

kullanılmış olacaktır. Saf Anlama Yetisinin kullanımı o zaman diyalektik olur.” A 63 B 88

Transsendental Mantığın saf kavramları (kategoriler) alıp varlığın bütünü hakkında konuşmaya
başlandığında yine diyalektik yapmış oluyorsun. Kant, aklın bu hataya nasıl düştüğünü anlatacak.

EK BİLGİ:
“Hume beni dogmatik uykumdan uyandırdı”. Kant’a göre Hume’un asıl ıskaladığı şey, Algı yargıları
ile tecrübe yargılarını ayırd etmemesi. Etseydi işin içinde saf bazı kavramların yani sentetik a pirorinin
olması gerektiğini anlardı diyor. Hume’u kısaca anacak olursak:

Newton’un fizikte yaptığını Hume felsefede, Vico sosyal bilimlerde yapma iddiasında. Newton’un
iddiası ise: “I didn’t frame any hypotesis.” Ben tamamen amprik verilerden hareket ettim, oradan
mekaniğe geçtim, deneyimde ortaya çıkmayan bir şeyi varsayım olarak almadım, tamamen
tümevarımsal bir yöntem kullandım diyor.

87
Elimde olmayan hiçbir şey katmadım demesinden Hume etkileniyor ve Newton’un fizikte yaptığını
zihin yasalarında yapmaya çalışıyor. Hiçbir şey varaymayacaksam, duyusal temsillerden başlarım
diyor. Bu temsillerden idealar nasıl oluyor? Çağrışım (ilişkilendirme) yasalarıyla oluyor. Bir temsille
karşı karşıya kaldığınızda bir başka temsile atlayabilirsiniz. Bu benzerlik,zıtlık, ardışıklık…vb
üzerinden olur.

Kant’ın algı yargıları ile anladığı şu: Elime bir saat aldım. Ağırlığı elime bir basınç yapıyor. Kant’a
göre Hume’un yaptığı şey, Elimde duran saat temsili ve elimde saatin yarattığı basınçla ilgili bir temsil
var. Bu ikisinin farkındayım. Bilincimde bu iki temsili (elimdeki saat ve saatin yarattığı basıncı)
ilişkilendiriyorum. Bu algı yargısı. Bu benim kendi bilincimde kurduğum iki temsil birbirini izliyorsa
ki izliyor o zaman ilişkilendirilebilir.

Kant’ın Hume’un farkına varmadığını iddia ettiği şey şu: Bizim yargılarımız sadece böyle olsaydı
Hume haklı olurdu. Saat temsili ve saatin yarattığı basınç temsili. İyi de bunlar arasındaki ikişkiyi kim
kuruyor? Temsiller arasındaki zorunlu bağlantı temsilden çıkmaz diyor Kant. Şu şunun nedenidir
diyebilmem için ayağımı nereye basacağım? Bunu Prolegomena’da söylüyor. Deenyim (tecrübe)
yargıları nasıl oluşur? “Bu saat bir ağırlığa sahiptir” diyoruz. Burada duralım. Bu nasıl oluyor?

Ben nasıl oluyor da iki temsili bilincimdeki ard ardalıkları ile değil, nesnede ilişkilendiriyorum? Yani,
“Bu saat bu ağırlığa sahiptir”…vb Ağırlığı bu saatle ilişkilendirip nasıl böyle bir yargıda
bulunabiliyorum?

Bu basit gibi görünse de basit değil. Bu basit gibi görünen mesele Batı felsefesinin Kant’tan beri
uğraştığı “aşkınlık” (Transendence) meselesi (Husserll, Merleau-Ponty…)

Dolaysız olarak bir şeylerin farkındayken bir sorun yok. Nasıl oluyor da yargıda bulunuyorum, sorun
bu. Husserll “fenomenolojik indirgeme” yapıyorum, temsillerim bana dolaysız olarak tabi …vb der ve
devam eder: Aslında madem her şey dolaysız bir temsil olarak var, nasıl oluyor da benim deneyimimde
benim dışımda nesneler var ve o nesneler kendileri bir takım özelliklere sahipmiş gibi bana
görünüyorlar?

Duyumlama yoluyla temsillerin farkına varıyorum ama “Mavi sandalye var” yargısına varmam için bir
şey olması lazım. Nesne-object (ject:dışarı) dışarı fırlatılmış demek. Bir anda ben dolaysız duyusal
temsillerden, nesnede bir yargıya nasıl geçiyorum? “Bu sandalye mavi”

88
Kant diyor ki bundan daha açıklanmaya muhtaç hiçbir şey yoktur. Sandalyenin bendeki dolaysız
temsilinden “Burada mavi bir sandalye var” yargısına nasıl geçiyoruz? Hume bu konu hakkında hiçbir
şey söylemedi.

Şu anda Batı felsefesinin asli meselelerinden biri bu. Moore mesela ömrünü bu meseleye vermiş.
Dolaysız olarak bir şeylerin farkındayız ama nasıl oluyor da “orada bir nesne var” gibi bir aşkınlığa
geçebiliyoruz? Kant bu meseleyi fark ediyor. Benim böyle bir yargıda bulunabilmem için söz konusu
nesneyi kuruyor olmam ve kavrıyor olmam lazım. O nesnenin benim nesnem olması lazım. “Bu
sandalye mavi” gibi bir deneyim yargısında bulunabilmem için önce benim o nesneyi kavrıyor olmam
lazım. O nesnenin benim nesnem olması lazım. (Heidegger’in ‘Varlık ve Zaman’da bahsettiği “for
having”, “for being” ön kavrama, ön yakalama)

Benim mevcut düşünme, kavrama, yargıda bulunma etkinliklerime önceliği olacak şekilde şu nesneyi,
kuruyor ve kavrıyor olmam lazım. Bu nesneyi kendi nesnem haline nasıl getiriyorum? Bütün mesele
bunun açıklanması…

Bu kavrama nasıl meydana geliyor? Duyumlama ile fark ettiğim temsillerin kendi aralarında,
kendiliklerinden bir ilişkisi yok. (Platon’dan beri söylenen bir şey) Bir duyumlama bir başka
duyumlama ile zorunlu bir bağa sahip değil. Ben bir şekilde duyusal malzeme ile karşı karşıya
kaldığımda söz konusu malzemeyi düzenlemiş olmalıym. Kendimin anlayıp kavramış olduğu bir nesne
haline getirmiş olmalıyım ki o benim nesnem olsun. Ben nasıl oluyor da o belki de kaotik
diyebileceğim duyusal malzemeyi, hakkında yargılar verip üzerine konuşabileceğim oradaki nesne
haline getirebiliyorum?

İşte bu yargıları da olanaklı kılan şey, “Sandalye mavidir” yargısı cevher-araz bağıntısı ile ilgili
kategorik bir yargı. Kategorik bir yargıyı olanaklı kılacak bir şekilde benim nesnemi bir cevher (töz)
olarak ve o cevherin sahip olduğu ilinekler olarak kurmuş olmam gerekir. Yani duyumlama yoluyla
edinmiş olduğum temsilleri örneğin “sandalye mavidir”de olduğu gibi bu yargıyı töz-ilinek bağıntısına
göre düzenlemeseydik, “sandalye mavidir” diye bir hükme ulaşamazdık.

Demek ki benim ruhumun yetileri o malzemeyi alıyor (alırlık) sonra bir şeyler oluyor (ben ne olduğunu
pek fark etmiyorum) ama o nesne bana benim nesnem olacak şekilde düzenlenmiş olarak görünüyor.
Bu düzenlemeleri benim kavrayabileceğim hale getirip bana nesne olarak sunan kavramlara ben saf
kavramlar (kategoriler) diyorum diyor. Kategoriler nesnenin mantığı ile ilgilidir. Düşünce ya da yargısı

89
ile ilgili değil. Kant’a göre sandalyenin bir mantığı var. Nesnenin düzenlenip benim nesnem haline
gelmesini sağlayan spontan (kendiliğinden işleyen, benim irademle ilgisi olmayan) nesneyi kuran,
benim nesnem kılan unsurları içeren bir mantığı var. İşte bu unsurların araştırılması Transsendental
Mantık’tır. Transsendental Analitik’te bunu yapmaya çalışıyor.

TRANSSENDENTAL MANTIK
1.Altbölüm
TRANSSENDENTAL ANALİTİK

Transendantal Mantık’ın saf kavramlarını nereden bulacağım? En iyi yöntem yargılara bakmak diyor.
Yargıların sınıflandırılmasına bakıyor.

YARGILAR
Nicelik: Evrensel, Tikel, Tekil
Nitelik: Olumlu, Olumsuz, Sonsuz (Russel paradoksu: kendisinin olmayan kümeler)
Bağıntı: Kesin, Varsayımlı, Ayrık
Kiplik: Olanaklı, Zorunlu, Kesin

Bu yargılar üzerinden yargıların nasıl olanaklı olduğu, bizim nasıl olup da bu yargılarda
bulunabildiğimizi çözümleyerek saf kavramlar olan kategorilere ulaşmayı amaçlıyor. Kategoriler bu
yargıları vermemizi sağlıyor. Bu nedenle yargılardan başlayıp kategorilere geçiyor.

Prolegomena’da bunun nasıl yapıldığını çok daha basit bir biçimde anlatmış. SAE daha karışık. Önce
Prolegomena’da nasıl anlatmış ona bakalım:

Soru: “Bu bir sandalyedir”deki “aşkınlık” nedir?


Sandalyeye baktığımızda parçalarla bütün arasındaki ilişki zorunlu değil. (Fenemenolojik bir şey
yapıyor Kant) Bunu bu şekilde parça-bütün ilişkisine göre düzenleyen bir şey olmalı Kant’a göre. Bir
şey bana bunları düzenleyip gösteriyor. Bunu yapan nicelik kategorisi nesnede parçaları birbirine ait
olmayacak şekilde terkip eden, birleştiren kavram. Bazı şeyleri (renk) nesnenin bir özelliği olarak
düşünüyorum. Töz (kalıcılığı veren) ve araz (örn:renk) ilişkisi gibi. Renk ile nesne arasındaki ilişki de
düzenlenmiş olmalı. Bunları kalıcı olan nesnenin ilintisi (arazı) olarak düşünüyoruz. İlinti töz olmadan
söz konusu değil. Bir şey bunları bir dizene koymuş olmalı diyor Kant. (Cevher-Araz kategorisi bana
nesneyi kuruyor) Kant’ın asıl derdi nedensellik. Bir şeyler durduk yere olup durmuyor. Neden? Her şey

90
neden-etki bağıntısına göre terkip edildiği için bu böyle. Bunlar nasıl oluyor da böyle bir kalıba
giriyorlar. Çünkü bunlar Ben’e ait temsiller.

Şeyler uzay-zamanda (bu uzay-zamana birliğini veren apperception var) tezahür ediyorlar. Temsilere
birliğini veren bir fiil var (snopsis) Söz konusu temsiller bir ve aynı birliğe tabi oldukları için ilişkiye
geçiyorlar. Tek bir bene aitler ve o benin birliği içerisinde ilişkililer. Buna affinitate (akrabalık-
yakınlık) diyor. Aynı Ben’in birliğine bağlı temsiller olarak ilişki haline geçiyorlar. Ben’in temsillerim
oluyorlar. Ben o temsil hakkında tasarruf hakkına sahibim. O temsilleri alıp işliyorum. Temsillerin
benim temsillerim olmadan önceki halleri ile ilgili de hiçbir fikrim yok. Çünkü tamamen benden gelen
unsurları giymişler benden gelen unsurlara göre düzenlenip benim nesnem olmuşlar. Ben, örneğin
maviyi düzenlenmiş uzay-zaman içerisinde bir tözün ilintisi olarak biliyorum, başka türlü
bilemiyorum. Temsillerin ham hallerini hayal bile edemem. (Fichte’nin Ben’ini düşündüğümüzde
duyusal deneyimin kaynağında da o “ben” var. Kant’ta öyle bir şey yok, başka bir anlamda var)
*
Yargıları olanaklı kılan saf kavramların (kategoriler) nasıl olanaklı olduğu, nesnenin nasıl kurulduğu
sorusu ile bağlantılıdır. Nesneyi kuran kavramlara kategoriler diyoruz. (Anlama yetisinin saf
kavramları) Transsendental Analitik’te deneyime bakıp deneyimi olanaklı kılan unsurların
çözümlenmesi gerekiyor. Bunlar (nesneler) belirli saf kavramlara göre düzenlendikleri için böyleler.

A 70- B 95’te yargılar tablosunu veriyor. Bu tablo bir mantık şaheseri. Kant’ın yargılar hakkındaki
tespitleri öyle doğru ki, öyle şeyler söylüyor ki bugünkü paradoksların nereden çıktığını öngörmüş.
Örneğin: Olumlu-olumsuz-sonsuz (infinite) yargı ayrımı. İlk iki yargı türü üçüncüyü veriyor hep. Bu
tür bir tablo daha önce yapılmış değil. Bu kadar kapsamlı ve sistematik bir tablo yapılmış değil.

A 72 B 97’de olumlu-olumsuz yargılardan sonsuzun nasıl çıktığı anlatılıyor. (3.halin olanaksızlığı


ancak sonlu kümeler düşünüldüğünde geçersiz oluyor. (Russell paradoksu: kendisinin elemanı
olmayan kümeler paradoksunda ve sonsuzun olumlu ve olumsuzdan neden çıktığını uzun uzun
anlatıyor Ayhan hoca)

Sandalyenin mavi olması (nitelik), mavilik niteliği daha koyu, daha açık biçiminde derecelere sahip
olarak düzenliyor. Nitelik kategorisi sayesinde “sentez” kavramını A 77 B103’te anlatıyor. Açıklama [E24]: A.Ç. “sentez” yerine
“terkip” kavramını kullanmayı tercih
ediyor. Terkip: (rakip:binmek demek) bir
takım temsilleri üst üste bindirmek demek.
Sentetik, terkip edilmiş, terkibi demek.

91
“En genel anlamda alındığında Terkip (sentez) ile değişik tasarımları birbirine ekleme ve
onlardaki çokluyu tek bir bilgide kavrama edimini anlıyorum. Eğer çoklu (manifold) empirik olarak Açıklama [E25]: Manifold: içinde çok
sayıda temsil barındıran
değil ama a priori verilmişse, (tıpkı uzay ve zamandaki çoklu gibi) böyle bir sentez arıdır.

Temsillerimizin (tasarımlarımızın) tüm çözümlemesinden önce bunların kendilerinin


verilmiş olması zorunludur ve hiçbir kavram içerik açısından analiz yoluyla doğamaz. Ama bir Açıklama [E26]: Bir şeyin analizinin
yapılabilmesi için sentez halinde olması
çoklunun (ister emprik ister a priori verili olsun) sentezi ilk olarak bir bilgi ortaya çıkarır ki, gerekir. Önemli olan o sentez nasıl
meydana gelmiş onu açıklamak, analizini
yapmak kolay A.Ç.
başlangıçta ham ve karışık olabilir ve bu yüzden çözümleme (analiz)gereksinimindedir. Ama sentez
gene de aslında bilgiler için öğeleri toplayan ve bunları belli bir içeriğe birleştirendir. Öyleyse
bilginin ilk kaynağı üzerine yargıda bulunacaksak dikkat etmemiz gereken ilk nokta sentezdir.” A
77 B103

Üst üste bindirip bir şey gibi kavrıyorsun onu. Nicelik kategorisi söz konusu temsilleri belli bir
bağıntıya göre üst üste bindirip tek bir şey olarak kavramamızı sağlıyor. Aslında bu söz konusu nesneyi
benim için kuran, düzenleyen saf kavramlar, amprik olanı düzenleyen kavramlar bunlar.

Sentez (terkip) temsiller nasıl bir kurala göre üst üste bindirilmiş sentezlenmiş? İşte bunu anlamak bize
deneyimin saf kavramlarını (kategoriler) verecek. Kant’ın kategorileri Aristoteles’in kategorilerinden
farklıdır. Aristoteles’te dilin çözümlemesinden kategorilere ulaşırız. Kant’ta söz konusu nesnenin
düşünceye konu edilmesinin zemininde saf kavramlar olan kategoriler vardır.

“Saf sentez, evrensel (universal=külli) olarak tasarımlandığında, saf anlama yetisi kavramını verir.
Bu saf sentezden a priori sentetik birliğin bir zeminine dayananı anlıyorum.” B 104

Saf Sentez= Saf Anlama Yetisi Kavramlarını (kategoriler) verir.


Saf Terkibin (Sentez) birliği kategoridir aslında.

92
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:7

Kant, Aristoteles’in Organon’da yaptığı mantığa bir itirazda bulunmuyor. Hatta klasik mantık
tamamlanmıştır, bir tek şey daha katamam diyor. Ancak Aristoteles’in mantığın ilklerinden yola
çıkarak (3.halin olanaksızlığı…vb) varlık hakkında yargıya varmasını diyalektik olarak
değerlendiriyor. (Fizik’in bir kısmını ve metafiziği eleştiriyor) Ancak diyalektik kullanım ile ilgili
olarak Platon ve özellikle Yeni-Platoncuları eleştiriyor.

Mantıkçı Pozitivistleri de etkiliyor Kant’ın bu düşüncesi. M.Pozitivistlere göre mantık analitik olmalı,
(bilgi vermez) içeriksizdir, mantığı varlıkla ilgili bir hüküm vermek için kullanmamalı.

Bu mantık çalışmaları 20.yy’ın son çeyreğinde (Kripke…vb) farklı boyutlar kazanıyor. (A.Ç. çeşitli
mantık tartışmalarından örnekler veriyor) 20.yy’da yapılan bir çok çalışma Kant’ın bu uyarısını dikkate
almaksızın mantığı varlığa dair bilgi vermek için kullanıyor.

Transsendental Mantık, söz konusu nesnenin düşünceye konu edilmesinin imkânını düşünürsek, nasıl
benim kavramlarım nesne hakkında belli bir nesnel geçerliliğe sahiptir diye düşündüğümüzde genel
mantıkla değil, transsendental mantıkla uğraşmış oluruz. Bu tamamen biçimsel bir mantık değildir.
Çünkü bana nesne hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Yani nesnenin nasıl kurulduğu ile ilgili bilgi
vermeye devam ediyor.

Transsendental mantığın ortaya koyduğu transsendental ilkeleri (kanon) yine görüde karşılığı olmayana
dair kullanırsan diyalektik yapmış olursun. Her ikisinde de (genel ve transsendental mantık) haksız
yere organonlaştırma (araçsallaştırma)dır ve meşru değildir. (Transsendental Mantığın
araçsallaştırılması Transsendental Diyalektik’tir.)

Prolegomena’da dedüksiyonu farklı bir şekilde sunuyor. Algı ve tecrübe yargılarını ayırıyordu. Saatle,
saatin elimde yaptığı basıncı zihnimde ilişkilendiriyorum. Ama bu bilincimde kurduğum bir bağıntıdır.
Kant, Hume’un atladığı şeyin şu olduğunu düşünüyor: “Bu saat ağırdır” gibi yargılar da veriyoruz.
Nesnede bir araya gelen yargılar bunlar. O halde bizim bu yargılarda bulunabilmemizin imkânının
açıklanması gerekiyor. Bunun için nesnenin bana verilmiş olması lazım. Bu nasıl olacak?

93
Aslında belirli kurallara göre bana verilen çoklu (manifold) amprik deneyimde bana verilen duyusal
temsiller a pirori bir takım kurallara göre düzenlenip bana sunuluyor. Ben onları zaten nesnem olarak
kavrıyorum, onun üzerine bu yargılar olanaklı oluyor.

“Bu sandalye mavidir” yargısı nasıl mümkün oluyor?


Ben sandalyenin bir takım özelliklerini o sandalyenin ilineği olarak kavramışım (ilinek cevherden yani
kalıcı olandan bağımsız olarak var olamıyor) ama bir şeyler benim ruhumda bu nesneyi kurmuş ve
bana temsil etmiş olmalı ki ben kalkıp bu şey böyledir gibi bir yargı verebileyim.

Söz konusu nesneyi kurma işlemini yapan o kurallar (a pirori kavramlar yani kategorilerdir) listesini
nereden elde edeceğiz? Bunun için yargılara bakıyor. Yargıları sınıflandırıp daha sonra o yargıları
olanaklı kılanlar olarak kategorilere ulaşırız. A 70 B 95’te yargıları sınıflandırıyor. Bu sınıflandırma da
bir dizgeye bağlı. Yargılardan da kategorilerin tespitine geçiyor. (6.derste burada kalmıştık)

Tüm Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Bulgulanışı İçin İpucu


Saf Anlama Yetisi Kavramları ya da Kategoriler
(A77 - B102)

(Bu bölüm Kant’ın kendisinden sonraki felsefeye etkisi bakımından önemli)


Sentez: bir temsili başkasının üstüne bindirmektir ve bu işlemi yaparken de düzenliyoruz. Bu bindirme
işlemi ile nesne kuruluyor.

“Ama düşüncemizin kendiliğindenliği (spontaniety) bu çoklunun bir bilgisinin oluşturulabilmesi


için, ilkin onun belli bir yolda özümsenmesi ve bağlanmasını gerektirir. Bu eylemi sentez olarak
adlandırıyorum.” A 77 B 102

Yani ben ne zaman kavramsal olarak bir şeyi bilirim, o zaman bir şeyleri alıp birbirinin üzerine
bindirip ilişkilendirip onlardan böyle bir bütün kurarsam (kavram birlik verme fonksiyonudur) belli bir
şekilde düzenleyip, birlik verme fonksiyonuna göre bir birlik halinde tutarsam onu kavrarım.

Ben sentezleyemediğim bir şeyi, belli bir düzene göre kuramadığım bir şeyi kavrayamam. Yani insan
kavrayışı (insan duyumsal olarak bir şeyin farkında olabilir örneğin, sandalyenin maviliğinin, ama bu
kavramsal olarak bilmek anlamına gelmiyor. Ben bir şeyi bileceksem onu kuracağım, Açıklama [E27]: “Dünyayı bilmek
isteyen önce onu kurmak zorundadır hem
ilişkilendireceğim. de kendi içinde.” Kant, Fragmanlar 11.
s.19

94
Örneğin modern mantıkta bir fonksiyon biçimsel bir dizgede temsil edilebilir. Bu tip fonksiyonlar
temsil edebildiğimiz ve kavrayabildiğimiz nesnelerdir. Nasıl temsil ediyoruz? Aslında işaretleri belirli
bir kurala göre birleştirerek temsil ediyoruz. Elemanların birleştirme kurallarını bir birlik halinde
tuttuğumda o benim için bir fonksiyon oluyor ve onu kavrıyorum.

Eğer ben söz konusu işaretleri bir araya getirme bir birlik içinde tutma işini yapmazsam benim için
toplama kavramı diye bir şey olamaz. Her kavram için bu geçerli.

Örneğin elektron kavramı benim dolaysız olarak sahip olduğum bir kavram değil. Benim işaretleri,
belli diğer işaretlerle ilişkilendirip onları belli bir düzene göre bir birlik içinde tutacağım, o şartları
sağlayan ( o kurallar bütününü, işaretler bütününü sağlayan şey) benim için elektron. Entelektüel görü
yok demek de bu demek aslında. Yani dolaysızca kavradığım bir nesne yok demek. Benim için nesne
ancak böyle bir kurma etkinliği sonucu ortaya çıkan bir şeydir.

Deneyimde ortaya çıkan nesneler de aynı şekilde kurulur ve ben onlara birlik vererek kavrarım.
Nesnenin bir mantığı var.

Kategoriler söz konusu manifoldun birliğe tabi kılınmasını sağlayan işlevler aslında ve herkeste aynı.
Benim kalkıp benim dışımda benler var demem ayrı bir tartışma konusu tabi. “Hepimiz için aynı”
diyebilmemiz için Kant’ta “hepimiz” diye bir şeyin olması lazım ki ayrı bir tartışma konusu. Ben için
izler fenomensiniz yalnızca. (Kant’ta tek bir şeyin birliği var “apperceptionun birliği”)

Nesneyi kurmamı sağlayan tek bir kategori seti ve tek bir birlik var ve onlar nesneyi tek bir biçimde
sentezliyor. Amprik olanı değil.

Amprik olanı ben farklı görüp farklı adlandırabilirim bunlar önemli değil, ama şu nesneyi benim
nesnem haline getiren kategoriler aynı işliyor. Nicelik, nitelik,..kategorileri aynı şekilde işliyor ve aynı
birliğe tabi. (Dedüksiyon da bunun gösterilmesidir.)

95
KATEGORİLER TABLOSU

1. NİCELİK 2.NİTELİK 3.İLİŞKİ 4.KİPLİK


Birlik Olgusallık İlinti ve kalıcılık Olanak-Olanaksızlık
Çokluk Olumsuzlama Nedensellik ve bağımlılık Varlık-Yokluk Açıklama [E28]: Neden-Etki

Tümlük Sınırlama Ortaklık (Karşılıklılık) Zorunluluk-Olumsallık Açıklama [E29]: Receptivity


Etken ve edilgen arasındaki karşılıklılık

Kiplik kategorisi biraz farklı. Söz konusu manifoldu deneyimleyen, bilen ve sentezleyen kategori. Bir
şeyin olanaklı, var ya da zorunlu olması temsilin değil, temilin onları deneyimleyenle ilişkisi ile ilgili.
(Kiplik kategorisinin sentezlemesi biraz daha farklı. Onu ilkleri konuşurken konuşuruz)

Başka saf kavramlar olamaz mı?


“Kategorilerin, saf anlama yetisinin gerçek kök kavramları (ancestral concepts) olarak, ayrıca eşit
ölçüde saf türev kavramları (derivative concepts) da vardır. Eksiksiz bir transsendental felsefe
dizgesinde hiçbir biçimde atlanamayacak olsalar da, salt eleştirel bir araştırmada bunlara kısaca
değinmek yeterli olacaktır.” (A 81 B 107)

Başka saf kavram yok mu? Var. Ama bunlar kök kavramlar olarak yeterli eleştiri açısından. Ama
diğerleri de dizge haline getirilebilir.

“Bu saf ama türevsel anlama yetisi kavramlarını saf anlama yetisinin yüklenebilirleri (predicables)
olarak adlandırmama izin verilebilir. (yüklemler : predicaments ile karşıtlık içinde) …örneğin Açıklama [E30]: Yüklemler, kategoriler
ile karşıtlık içinde (A.Ç.)
Nedensellik kategorisi altında kuvvet, eylem (action) ve tutku (passion) yüklenebilirleri, ortaklık
kategorisi altında bulunuş ve direnç yüklenebilirleri, kiplik yüklemi altında ortaya çıkış, yitiş,
değişim…vb gibi yüklenebilirleri getirebilir.” A82 B108

Yüklemler var bir de yüklenebilirler var. Bu kavramlara Doğa Biliminin Metafziksel Temelleri’nde
geri dönüyor. Çünkü fiziği teorik olarak yapabilmemiz için böyle kavramlara ihtiyaç var. Mesela
Kant’a göre “kuvvet” kavramının a pirori bir tarafı olması lazım. Başka türlü teorik fiziği nasıl
kuracaksınız?

Neden nesneler birbirine kuvvet uygulamaya ve direnç göstermeye yatkın olsunlar? Neden bu a pirori
kavramın evrensel geçerliliği olsun? Bunlar teorik fiziğin yapılabilmesini olanaklı kılacak kavramlar.

96
11.Bölüm
Bu kategoriler tablosunun felsefenin kuramsal bölümünde olağanüstü yararlı olduğu, giderek
vazgeçilmez olduğunu göstermeye çalışıyor.

1. “Anlama yetisi kavramlarının dört sınıfını kapsayan bu tablo ilkin iki alt bölüme ayrılabilir.
Bunlardan birincisindeki kavramlar görü (saf ve emprik görü) nesneleri ile ikincidekiler ise bu
nesnelerin (ya birbirleri ya da anlama yetisi ile ilişkileri içinde) varoluşları ile ilgilidir.” (B 110)

“İlk sınıftakileri matematiksel, ikinci sınıftakileri dinamik kategoriler olarak adlandırıyorum. İlk
sınıftakilerin görüldüğü gibi, hiçbir bağlılaşıkları yoktur, bu bağlılaşıklarla yalnızca ikinci sınıfta
karşılaşılacaktır…” (B110)

Neden bu ayrım önemli? Neden kategorilerde böyle bir ayrıma gidiyor? Neden nitelik ve nicelik
kategorileri matematiksel de bağıntı ve kiplik kategorileri dinamik? Bu ayrım daha sonra “Diyalektik”
bölümünde önem kazanıyor. Çünkü bir kategori matematikselse terkip edilen unsurların homo jen
olması gerekir. Yani nicelik kategorisine göre manifoldu birleştiriyorsun ve bu birleştirdiklerin türdeş
olmak zorundadır diyor.

Nedensellik kategorisi öyle değildir diyor. (Bu önemli çünkü metafizikçilerin tartıştığı şu konuyu ele
alacak) “Bütün nedensellikler mekanik midir (determinist midir) yoksa doğada özgür nedenler de var
mıdır?”

Bu Kant’ın ahlak felsefesi açısından da çok önemlidir. Doğa tamamen mekanik bir işleyişe mi sahiptir.
Yoksa mekanik nedenlerle belirlenemeyen ( bu anlamda özgür) bir fail neden devreye girip doğaya
müdahil olabilir mi?

Bu tartışmaya girebilmek için şunun açıklanması lazım:

Neden ve etki türdeş olsa ve neden etki kategorisine göre terkip edilen iki unsur türdeş olsa zaten sen
özgür bir nedeni düşünemezdin. Çünkü her ikisi de türdeş olmak zorundaysa her ikisi de doğal olmak
zorunda, mekaniğe tabi olmak zorunda. Zaten başka türlü nedenselliğin düşünülebilmesinin imkânı
yok. Ama nedensellik dinamik bir kategoridir. Dinamiğin bir araya getirdiği iki unsurun aynı varoluşa
sahip aynı türden olması gerekli değildir.

97
Sonra Kant diyecek ki bu tartışmada her iki savın da; “Evren tamamen mekanik bir nedenselliğe göre
işlemektedir.” Savı ile “Evrende özgür nedenlere yer vardır” savının ikisi de aynı anda savunulabilir
diyecek ve bu 3.antinomi olarak adlandırılacak. Teorik akıl bu sorunu çözemez diyor Kant.

Örnek: Bu saati buradan alıp şuraya koymam hakkında iki görüş ileri sürülebilir:

1) A.Çitil’in bu tarihte bu mekanda bu saati alıp şuraya koymasını gerektiren bir nedenler zinciri
vardır. (sen bil, bilme) geçmişin, fizyolojin, bu okuma grubunun geçmişi…vb. bu nedenler ağı senin bu
saati alıp şuraya koymana neden oldu.

2) Tarihin nedensellik ağının bu noktasında A. Çitil tamamen özgür bir varlık olarak bunu alıp buraya
koydu. Kant diyor ki bunun içinden çıkmazsınız.

Bu, Pratik Aklın Eleştirisi’nde yine önem kazanacak. Orada diyecek ki, aslında ben özgür bir birey
olarak bilebilirim ancak bu teorik bir bilgi değildir. Pratik aklın etkinliği içerisinde kendimi özgür bir
neden olarak tasarlayabilirim. Özgür bir nedenin “düşünülebilirliğine” izin veriyor ancak teorik aklın
değil, pratik aklın etkinliği içerisinde özgür nedensellikten bahsetmek mümkün, diyecek.

2. “Her bir sınıfta kategorilerin her durumda eşit sayıda (e.d. üç tane olmaları) kavramları yoluyla
tüm a priori bölünmenin zorunlu olarak, ikili olması konusunda üzerine düşünülmesi gereken bir
noktadır. Her durumda üçüncü kategori ikincinin birinci ile birleşmesinden doğmaktadır.” (B-110)

Her bir kategori belli bir yargı türünü olanaklı kılıyordu o karşılıklı bulunuş (kavranılan-düşünülen
şeyler yani nesneler birbirlerini dışlayan ama bir bütüne ait olarak bir arada bulunan şeyler olarak
kuruluyorlar) Şu nesnenin parçaları birbirini dışlıyor. (Nicelik kategorisinde birbirlerini zorunlu olarak
gerektirmiyorlar demişti. Bağıntı kategorisinde her bir parçayı bir diğeri ile bağıntılandırıyor, bu
diğerini dışlıyor ama aynı bütüne ait olarak bir arada bulunuyorlar.) Karşılıklı olarak, birbirlerini
dışlayarak ama aynı bütüne ait olarak bir arada bulunuyorlar. Bu kavram, yargı tablosunda ayrık
[disjunctive] p Vq gibi önermeleri olanaklı kılmak üzere var. Bu açık olmadığı için biraz daha
açıklama getiriyor Kant.

Bu da çok önemli bir tartışma. Neden bu kategorilerin disjunctive (ayrık) yargıları olanaklı kıldığını
anlamak önemli.

98
Çünkü yine Diyalektik bölümünde diyecek ki: Disjunctive çıkarımları olanaklı kılan saf akıl kavramını
metafizikçiler Tanrı zannettiler diyecek. Düşünülebilir olanların karşılıklı olarak birbirlerini dışlayarak
( a, a’dır ve b değildir dediğimiz gibi) ama aynı bütünün içinde ve bir anda a veya b olarak
bulunabilmelerini açıklayabildiğimizde düşünülebilir her şeyin bir bütünlük halinde bir arada
bulunabileceğini düşünmeye başlıyoruz bunu bir arada düşünmemizi sağlayan saf akıl kavramlarını
metafizikçiler Tanrı olarak adlandırdılar diyor.

Batı dşüncesinde Parmenides’ten beri gelen, Leibniz’de tekrar eden, Ortaçağ boyunca söylenen
“düşünülebilirlerin toplamı”na biz zaten Tanrı diyoruz. Olanaklı düşünülebilirlerin zorunlu bütünlüğü
Batı felsefesinin Tanrısıdır. Parmenides’ten beri bu böyle.

Parmenides “dır” kopulasından bahsediyor. Düşünce ile düşünülen birbirinden ayrılmaz diyor.
Düşünce vasıtasıyla farkına varılanın bir kalıcılığı var diyor. Ben: “Bu kitap yeşildir.” Dediğimde kitap
eskise, yok olsa bile “kitap yeşildir”deki “dır” kopulası kalıcıdır diyor.

Bütün bu çelişkiye düşmeden düşünülebilenlerin bir toplamı var ve varlık bu. Parmenides sonra “Bir”e
neden geçiyor? Kendisi zamana tabi olmayan ve kalıcı olana, zamana tabi olana uygulanabilen
kavramları uygulamanın imkanı yok. “Ona (Bir’e) çok bile diyemeyiz.” Parmenides’in orijinal fikri
“çelişkiye düşmeksizin düşünebilirlerin zorunlu bütünlüğü” aslında Tanrı ama O’na bütün bile
diyemezsin ancak “Bir” diyebilirsin.

Parmenides burada durmayı tercih etmiş ama Platon da Aristoteles de Tanrı hakkında bir çok şey
söylemiş. Ancak “çelişkiye düşmeksizin düşünebilirlerin zorunlu bütünlüğü” düşüncesi aynı kalmış.
Kant, metafiziği başlatan şeylerden birinin de bu olduğunu düşünüyor. Kategoriler üzerinden bir
çıkarım yapıp Tanrı ispatı veremezsin diyor. Bütün bu tartışmalar Transsendental Mantık’taki
(karşılıklı bulunuş kavramının) kavramların varlığa dair bir şeyler söylemek için kullanılması [haddin-
sınırın aşılması]

Permenides’ten beri yapılan bu hatayı düzeltmek için Kant, “karşılıklı bulunuş” (3.Kategori’de
“ortaklık” (reciprocity) ) kavramı neden disjunctive (ayrık : p V q)) çıkarımların-yargıların zemininde
yer alır? sorusunu soruyor. Disjunctive ya da ayrık çıkarımların zemininde yer alan kavramın kendisi
sizin tarafınızdan Tanrı olarak adlandırıldı. Neden aslında bir nesne olarak ele alınamaz ve kategoriler
üzerinden kavrama çevrilemez?

99
12.Bölüm

Felsefe tarihinde “aşkınlar” olarak adlandırılan kavramlara değiniyor ki kendi felsefesine de neden
“Transsendental” adını verdiği de bu tartışma ile ilgili.

Aristoteles’ten beri gelen “transsendent” terimler tartışması var. Matefizikte’te diyor ki: bazı terimler
var ki bunlar kategori değiller ama çok genel olduklarından kategorilere de uygulanıyorlar. (“bir” ve
“var” kavramları ) Batı ve İslam dünyası bunlara kategoriler yoluyla da düşünülemeyen, kategorileri
de aşan anlamında “aşkın-transsendent” demiş. Bu terimlere eklemeler de yapılmış. Bazıları doğruluk,
bütünlük…vb şeyler eklemişler.

Aristoteles’in yaklaşımı açısından bakarsak bir şeyin bilinebilmesini olanaklı kılan terimler de bunlar.
“Bir” ve “Var” olmadan diğer terimleri kullanamıyorsun ve bu anlamda diğer terimlere aşkın ama aynı
zamanda onların düşünülmesini de mümkün kılan terimler bunlar. (İçlemleri boş, kaplamları en geniş
kavramlar bunlar)

Kant bence (A.Ç.) “Transsendent” terimini kullanırken bu anlamı da dikkate almış. “Transsendent”
terimi bu anlamda ele alındığında yani kendisi belirli kategoriler altında düşünülemeyen ama her türlü
bilmeyi, düşünmeyi olanaklı kılan anlamında kullanıyor.

Aristoteles’ten sonra, “Bir” ve “Var” terimleri biçim değiştirmiş, bilgiyi olanaklı kılan bir terim
olmaktan çıkmış metafiziksel bir tartışmanın konusu haline gelmiş. “ ‘Bir’ nasıl var?”, “Bir’den sudûr
etmek”…vb. Kant “transsendent” kavramının bu kullanımından hiç hoşnut değil.

Platinos, “Hen, transsendenttir” diyor. Akla, bilgiye, varlığa transsendent. Akıl ondan gelir ama onu
kendi olduğu haliyle bilemez. Bu haliyle kullanımını değil, ilk kullanım şekline (yani düşünmeyi
olanaklı kılan anlamında) uygun bir biçimde “transsendental” terimini kullanmış. Transsendent’i de
olumsuz anlamda kullanmış. Eskiler ‘transsendent’i, bilginin olanağı ile ilgili kullandılar. (Kant’ın
kategorileri ise nesnenin kuruluşu ile ilgili)

Bir, gerçeklik ve tümlük kavramlarını tartışmış bu bölümde Kant. Bu çok doğru bir kullanım değil,
çünkü asıl kategorileri ya da “Transandantal” olanı nesnenin kuruluşu için zorunlu olan olarak
kullanmaya devam etmeliyiz.

100
Kant, felsefe tarihi boyunca yapılmış en önemli araştırma olarak “Saf Anlama Yetisi Kavramlarının
Çıkarsaması” bölümünü görüyor.

“Anlama Yetisinin {Verstand-Understanding} temellerine inmek ve aynı zamanda kullanımının


kural ve sınırlarını belirlemek için Transsendantal Analitiğin ikinci bölümünde Saf Anlama Yetisi
Kavramlarının Çıkarsaması başlığı altında yerine getirmiş olduğumdan daha önemli hiçbir
araştırma bilmiyorum. Bu araştırma emeğin en yoğununu isterken, karşılıksız kalmayacağı
umudunu da getirmiştir. Bu irdelemenin iki yanı var:

3) Saf anlama yetisinin nesneleri ile ilgilidir ve onun a priori kavramlarının nesnel geçerliliğini
açıklaması ve kavranabilir kılması amaçlanmıştır.
4) Saf Anlama Yetisinin kendisi, olanağı ve üzerine dayandığı bilişsel güçler ile ilgilidir ve
böylece onu öznel bağlamda irdelemektir.” AXIV

Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Çıkarsaması

“Hukukçular, hak ve istemden söz ederlerken bir davada ‘hak nedir?’ (quid juris) sorusunu olguyu
ilgilendiren sorudan (quid facti) ayırd ederler ve her ikisinden de tanıtlama isterken birinciyi, hakkı
ya da hukuksal istemi bildirmesi gerekenin ispatlanmasını çıkarsama olarak adlandırırlar.” (B116)

Burada (quid juris) sorusunu “Ne hakla?” diye okumak lazım. Böyle bir hak iddiasında bulunmanın
zemininde ne var? Sorusu bu. (…konuda haklıyım çünkü…diye yapılan açıklamalara dedüksiyon denir
diyor) Kant dedüksiyonu, saf anlama yetisi kavramları ile ilgili yapacak.

“Bir çok amprik kavramı hiç kimseden herhangi bir karşı çıkış gelmeksizin kullanır ve çıkarsama
olmaksızın onlara bir anlam ya da imgesel bir imlem yüklemede kendimizi akladığımızı düşünürüz,
çünkü nesnel olgusallıklarını tanıtlamak için deneyim her zaman elinizin altındadır.” (B 116) Açıklama [E31]: Bir şeye mavi ya da
sandalye demek için sorun yok.

“Ama ayrıca söz gelimi şans, yazgı gibi haksız olarak kullanılan kavramlar da vardır ki, genel bir
hoşgörü ile yürürlükte olsalar da zaman zaman “quid juris?” (ne hakla?) sorusu ile karşılaşırlar.” Açıklama [E32]: A.Ç. Neyi kastettiğini
açıklaman gerekir diyor.
(B 117)

101
“…Ama insan bilginin oldukça karmaşık örgüsünü oluşturan bir çok kavram arasında kimileri
vardır ki, saf a priori (tüm deneyimden tümüyle bağımsız, [nedensellik gibi]) kullanımı için
belirlenmişlerdir ve bu yetkileri her zaman dedüksiyonu (çıkarsamayı) gerektirir, çünkü böyle bir
kullanımın tanıtlanması için deneyimin tanıtlamaları yeterli değildir, ama gene de bu kavramların
hiçbir deneyimden almadıkları nesnelerle nasıl ilişkide olabildikleri bilinmelidir.” (A 85)

Örneğin nedensellik hakkında amprik örnekler vermek yeterli değildir Kant’a göre. “Her şeyin bir
nedeni var” dediğimizde bak şunun nedeni bu, bunun nedeni şu’dan hareket etmek yeterli değil. İşte
burada “Ne hakla?” sorusunu sormalısın. “Ne hakla her şeyin bir nedeni olduğunu söylüyorsun?”

“Buna göre kavramların nesnelerle a pirori bağlantılı olabilme yollarının açıklanmasını


“Transsendental Dedüksiyon” olarak adlandırıyorum ve bunu bir kavramın deneyim yoluyla ve
deneyim üzerine düşünme yoluyla kazanılış yolunu gösteren ve bu yüzden aklanmasını değil ama
onu kazanmayı sağlayan olguyu ilgilendiren emprik çıkarsamadan (emprical deduction)
ayırıyorum.” (A 85)

Yani bazı saf anlama yetisi kavramlarının (kategoriler) nasıl nesnel, evrensel ve zorunlu geçerliğe
sahip olduklarının gösterilmesi Transsendental Dedüksiyon’dur.

Örneğin “Nasıl oluyor da –Hume’un söylediğinin aksine- nedensellik tüm nesneler için evrensel ve
zorunlu bir geçerliliğe sahip oluyor?” Transsendental Dedüksiyon budur.

Bunu yapmazsak Kant’a göre, amprik kavramların da nesneler ile ilişkili olduğunun hesabını
veremeyiz. Alttan alta bir Transsendental Dedüksiyon tüm kavramların kullanımı için de gereklidir.

“Buna karşı anlama yetisi kategorileri bizim için nesnelerin görüde verilmeleri için gereken
koşulları temsil etmezler. Böylece nesneler bize hiç kuşkusuz anlama yetisinin işlevleri ile zorunlu
olarak bağıntılı olmaksızın ve dolaysıyla anlama yetisinin onların a pirori koşullarını kapsaması
gerekmeksizin görülebilir… düşüncenin öznel koşulları nasıl nesnel geçerlilik taşıyacaklar…e.d.
nesnelerin tüm bilgisinin olanağının koşullarını nasıl sağlayacaklar?” (A89 B122) Transsendental
Dedüksiyon sorusu budur.

102
Nesneler bana veriliyorlarmış gibi görünüyor. Ben onları şöyle ya da böyle kavramasam da onlar orada
(görümde). Ben neye istinaden benim kavramlarım onların orada olmaları için koşul oluştursun
diyeyim ki? Neden benim duyumlama yoluyla kavradığım dünya benim kavramlarıma uysun ki?

Bu çok doğru bir soru. 20.yy’da Analitik Felsefe “referans” kavramı ile bu soruyu soruyor. İşaretler
nasıl oluyor da nesneler hakkında konuşuyor? (Wittgeinstein, Moore, Russell…)

İlk bakışta, kavramlarımız nesnelerin bize verilişinin koşulu değilmiş gibi görünüyor. Nesneler zaten
oradalar gibi. Bir şeyin “bir şey” olarak benim tarafımdan kavranılması, bir şeyin benim nesnem olarak
kavranılmasının açıklaması yok Kant’a göre.

Kant’ın “Eşlerin Örtüşmezliği” paradoksu üzerinden görüsel ve kavramsal bilgiyi ayırması oraya bir
uçurum koydu. Ben tezahür edenleri görüsel olarak bilirim ancak görüsel olarak temas ettiğimin, nasıl
olup da benim tarafımdan düşünüldüğü açıklanmaya muhtaçtır. Nasıl oluyor da biz bir şeyi
kavrıyoruz?

Aristoteles dilden varlık alanına atlıyor. (“Kategoriler” ve “Metafizik”te) Terimler arasında adlar diye
bir grup var diyor. Adlar bireyleri (somut şeyleri) tutar. Çünkü bu öz konusu adlar başka bir şeyin
yüklemi olamazlar diyor. Kendileri daima özne durumundadırlar ve yüklemleri kendilerinde taşırlar. O
halde bunların işaret ettiği şeyler kendi başına vardır ve “ontos on” bunlar olmalıdır diyor.
Kant: “Genel mantıksal çözümlemelerden varlıkla ilgili hükümlere nasıl atlıyorsun? diye sorar.
“Kendi başına somut bireyler var” düşüncesine nasıl geçtin buradan diyor. Bunun hesabını istiyor,
bütün eleştiri de bu zaten. Bu anlamda metafizik olanaklı değil. Burada birey, töz, suret …vb
düşüncelerinden yardım alamazsınız. Bireylerin varlığının hesabını böyle veremezsin diyor.

Bu sadece Kant’ın söylediği bir şey değil. Yüzyıllar var arkasında. Ocham bunu söylemiş. “Tekiller
zihindedir.” demiş. Descartes’ta da bireyin kurulması açıklanmaya muhtaç bir şeydir. (Topu Tanrı’ya
atıyor.)

Kant topu Tanrı’ya atmıyor. Felsefenin fenomenal hale gelmesi, fenomenolojinin merkeze
yerleşmesinin nedeni de bu. Sen “kendi başına şey” konusunda hüküm verme şansını kaybediyorsun.
Dile güven (yani dil bana gerçeklikle ilgili doğru bir resim verir düşüncesi) de yok oluyor. Böyle
olunca; “Kendi başına şey”-“suret”, “şeylere birliğini veren Tanrı” yok oluyor. Böyle olunca da:

103
“Fenomenal dünyada ben şeylerle karşı karşıyayım bunları nasıl kavrıyorum?” sorusu karşımda
duruyor.

O zaman diyor Kant [madem hal böyle] bu tip bir metafiziği dışarıda bıraktıran bir çerçevede “Aslında
bir nesnemizi nasıl kavrıyoruz?”u anlatacağım diyor.

Felsefede söylenebilen ve söylenemeyen ayrımını yapan Kant’tır. Tabi öncesinde yüzyıllar var, Ocham
var mesela. Ocham, Aristoteles’i sert bir biçimde eleştirip İngiliz deneyciliğini kurmuş hakikaten.
Descertes’ın Meditasyonlar’ı yazarken bahsettiği “Şüpheciler”, Ocham aslında. Sen ancak tekillere
zihinden çıkarak anlam verebilirsin.

Söylenebileni ve söylenemeyeni ayırt eden, Yanılsama (Schein) ile bunu açıklayan Kant’tır. Sen bir
şeyi açıkladığını sanıyorsun ama aslında söylediğin şey bir yanılsama. Bu çerçeveyi düşünülebilenin ve
düşünülemeyenin çerçevesini çiziyor. Wittgeinstein da dilsel-semantik açıdan çerçeveyi çiziyor.

Metafizik eleştirisini dikkate almış ki “Sudûr Teorisi” üzerinden felsefe yapalım diyen olmamış bir
daha….

Wittgeinstein’i anlamak için Kant’tan sonra Wittgeintein’a kadar ne olmuş bunu anlamak lazım.
Wittgeinstein Kant değil, neden değil? Ne olmuş da mevzu bu zemine, dile kaymış? O da ayrı bir
hikaye…

14.
Kategorilerin Transsendental Çıkarsamasına Geçiş

“Böylece tüm a priori kavramların transsendental çıkarsamasının bir ilkesi vardır ki, bütün bir
araştırma ona göre yönlendirilmelidir: Bu ilke şudur: bu kavramlar deneyimlerin olanağı için a
priori koşullar olarak kabul edilmelidir. (ister içinde onunla karşılaşacak görünün, ister
düşüncenin) Deneyim olanağının zeminini veren kavramlar tam bu nedenle zorunludurlar. Öte Açıklama [E33]: Deneyim bu saf
kavramlar olmaksızın olamaz. Biz sürekli
yandan, içinde onlarla karşılaşılan deneyimin açınımı (unfolding: katların açılması) onların tecrübenin içinden konuşuyoruz. Tecrübeyi
olanaklı kılan kavramlar bu kategorilerdir.
Bunların devrede olmadığı durumu biz
çıkarsaması (deduction) değildir. (ama örneklemesidir) çünkü bunlar orada yalnızca olumsaldırlar. hayal bile edemeyiz. Bu nedenle
zorunludurlar Kant’a göre.
İçinde bilginin tüm nesnelerinin bulunduğu olanaklı deneyim ile bu kökensel ilişki olmaksızın
herhangi bir nesne ile ilişkileri hiçbir biçimde kavranamaz.” ( A94 B126-127)

104
Locke ve Hume’dan bahsediyor.
“Bu iki adamdan ilki (Locke) esrime için kapıyı ardına kadar açtı, çünkü akıl, bu kez yetkiyi elinde
görür görmez, bundan böyle kendini belirsiz ılımlılık, öğütlerin sınırlamasına bırakamazdı. İkincisi
(Hume) ise, kendini bütünüyle kuşkuculuğa verdi, çünkü öylesine evrensel olarak akıl sıfatıyla
geçerli sayılan şeyin bilgi yetimizin bir aldatmacası olduğunu ortaya serdiğine inanıyordu. Şimdi
insan usuna bu iki kayalık (Locke-Hume) arasında bir geçiş yaptırmanın, ona belirli sınırlar
saptamanın ve gene de kurallı etkinliğinin bütün bir alanını ona açık tutmanın olanağı açısından
kavramlar üzerine bir araştırmaya girişeceğiz.” (A94 B128)

Biri uçtu, öbürü kaçtı. Biz aklı ne olmadık yerlerde kullanacağız ne de bilime olanak tanımayan bir
kuşkuculuğa düşeceğiz.

….Bunlar genel olarak nesneye ilişkin kavramlardır ki onlara bir nesnenin görüsü yargının mantıksal
işlevlerinden biri açısından belirlenmiş olarak görünür.(Nesnelerin görüsü onun hakkında belli bir tür
yargıyı verebilmemi sağlayacak bir mantıksal işleve uygun olarak düzenlenmiş bir şekilde bana
görünüyor.)

Örneğin: Niceliksel yargıda bulunmam için: tikeller var, onların oluşturduğu tümel var gibi görüyor
olmam lazım ki böyle bir yargıda bulunabileyim. Böyle bir yargıda bulunabilmemi sağlayacak şekilde
nesnenin bana görünmesini sağlayan kavramlara kategoriler derim diyor. Nasıl oluyor da ben nesneyi
kurup kendime kavranır hale getiriyorum hikayesini anlatacak Saf Anlama Yetisi Kavramlarının
Dedüksiyonu’nda.

105
A Çitil-Kant Okumaları Ders:8

2.Kesim
Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Dedüksiyonu
(A Yayımına Göre)

Dedüksiyon saf kavramların (kategorilerin) neden nesnel ve evrensel olduğunun gösterilmesidir.


(A90) “…düşüncenin öznel koşulları nasıl nesnel gerçeklik taşıyacaklar?” Kant’a göre 1.Kritik’in
en önemli bölümü bu bölümden sonraki şematizm bölümü. Heidegger kendi faaliyetinin çıkışını o
şematizm bölümünde buluyor.

“Bir kavramın ne kendisinin olanaklı deneyim kavramına ait olmasına ne de olanaklı bir
deneyimin öğelerinden oluşmasına karşın bütünüyle a priori üretilmesi ve bir nesne ile bağıntılı
olması bütünüyle çelişkili ve olanaksızdır. Çünkü o zaman hiçbir içeriği olmayacaktır ve nesnelerin
bize verilebilmelerini sağlayan görüler, genel olarak alındıklarında, olanaklı deneyim alanını ya da
bütün nesnesini oluştururlar. Deneyim ile bağıntılanmamış bir a priori kavram yalnızca bir
kavramın mantıksal biçimi olacaktı, herhangi bir şeyin düşünülebilmesini sağlayan kavramın
kendisi değil.” (A95)

Eğer bir a priori kavram, tecrübenin olanağı ile (tecrübedeki bir şeyi düşünüyor olsa zaten amprik
olur) ilişkilendirilmiyorsa boştur. (Kavramlar, böyle düşünülemezler mi? Düşünülebilirler. Mesela
nedensellik kavramını da biz böyle düşünürüz ama ancak bir kavram tecrübeyi böyle olanaklı kılıyor
dersek onun içini doldururuz. Kavramlar görüler olmadan boştur, görüler kavramlar olmadan kördür.)
Bir kavram nasıl a priori olacak ve bir deneyimi olanaklı kılacak?

“Eğer bir temsil (tasarım) başkalarına bütünüyle yabancı ve bir bakıma yalıtılmış ve onlardan
ayrılmış olsaydı, hiçbir zaman bilgi diye bir şey ortaya çıkmazdı –bilgi ki karşılaştırılan ve
bağıntılanan tasarımların bir bütünüdür.” (A 97)

Kant’a göre bir şeyleri bilmek demek, bir şeyleri ilişkilendirmek demek. İlişkilendirme üzerinden
bir idrak var. Dolaysız kavramak (entelektüel görü) yok. Eğer temsiller arasında bir ilişki yoksa oradan
bir şey çıkmaz.

106
“Bilgi karşılaştırılan ve bağıntılanan tasarımların bir bütünüdür. Duyu kendi görüsünde bir
çokluk kapsadığı için, ona bir özetleme (synopsis) yüklüyorum. Ama böyle bir özetlemeye her zaman Açıklama [E34]: Synopsis: İcmal, cem
etmek, bir araya toplamak
bir sentez karşılık düşmelidir ve alıcılık (receptivity) ancak kendiliğindenlik (spontaniety) ile
birleştiğinde bilgiyi olanaklı kılabilir.” (A97)

Aslında biz nesneyi duyumsadığımızda, o duyumsadığımız şeyler zaten ruhun yetileri tarafından
işlenmeye başlamıştır. Zaten duyumlama yetisini olanaklı kılan uzay-zaman var. Söz konusu temsiller,
uzayda yan yana ve zamanda art arda ve “ben”e ait olarak ortaya çıkıyorlar. Ben’in temsili olarak
varlar. Ortada zaten bir synopsis olmadan –ilişkilendirme, bağıntılandırma, bilme aşamasına gelmeden
önce- söz konusu duyusal temsiller, bir synopsise tabii. Yani ruh, duyumlama yetisinin formları ve
kendisini idrak eden benin bilinci yani, apperception yardımıyla o duyusal temsilleri cem edip bir bene
ait kılıyor. Bu da bir terkip yani sentez. Kant’ta üst üste böyle terkipler (sentezler) var. Duyusal
temsiller uzay ve zamana birlik veren bir fiille ben’in kuruluşunu da temin ediyor, duyusal temsiller,
ben’in temsilleri olarak birleşerek (synopsis) ortaya çıkıyor.

Bu şekilde icmal edilemiş (synopsis) olamasalar (bu nasıl bir icmal? Bir yayılma değil örneğin,
aynı bene ait oldukları için ilişkilendirilmiş şekildeler. Aynı ben’e ait olarak bir aradalar.) bilgi de
olmazdı. Bu sayede temsiller irtibatlandırılır yani, birbiriyle akrabalık (affinitate) gelişir. Bu olmasa,
onlar Ben’e ait olmasa bilgi mümkün olmazdı. Bilgiden önce synopsis şart.

“Duyu kendi sezgisinde birçokluluk kapsadığı için, ona bir özetleme [SynopsisI yüklüyorum.
Ama böyle bir [Synopsise] özetlemeye her zaman bir bireştirme karşılık düşmelidir; ve alıcılık
(receptivity) ancak kendiliğindenlik (spontaniety) ile birleştiğinde bilgiyi olanaklı kılabilir. Şimdi,
kendiliğindenlik tüm bilgide zorunlu olarak bulunan üçlü bir bireşimin zeminidir: zihnin görüdeki Açıklama [E35]: üç katlı terkip ya da
üçlü terkip diyor
ilişkileri olarak tasarımların ayrımsanması, bunların imgelemde yeniden üretilmeleri ve kavramda
tanınmalan. Bunlar üç öznel bilgi kaynağı gösterirler ki, alama yetisinin kendisini ve, buna göre,
onun emprik bir ürünü olarak tüm deneyimi olanaklı kılarlar.” (A97)

Alıcılık (receptivity) ancak kendiliğindenlik (spontaniety) olmadan bilgi olmaz.


Kendiliğindenlik devreye girdi, büyük ihtimalle kendiliğindenliğin bir fiili ile biz uzay zamana
birliğini verdik. (Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz, ancak onun içinde bir ben olarak kendimizi fark
ediyoruz. Orada da bir terkip olduğunu ve bir snopsis halinde bir şeylerin bize verildiğini biliyoruz. )

107
Kendiliğindenlik, asıl terkip işine başlıyor. Temsilleri kendisine bir anlamda ait kıldı. Ben diye
bir şey var. Şimdi ben nesnelerin nasıl kurulduğunu anlatmaya başlıyorum. Orada söz konusu olan bir
terkip faaliyeti var ve üç katlı. Bu üç katlılık zamansal bir farklılık gibi değil. İlki olmazsa ikincisi
olmaz, ikincisi olmazsa üçüncüsü olmaz diyebileceğimiz birbirine bağlı olma durumu söz konusu. Üç
katlı bir sentezin sonunda nesne ortaya çıkacak. Ruhun içinde ne oluyor onu anlatmaya çalışıyor.
Görme, duymanın…vb ortaya çıkmasını bize ağır çekimde gösterecek. Bu üç ayrı safhada gerçekleşir
diyor.

“…zihnin görüdeki ilişkileri olarak tasarımların ayrımsanması, bunların hayal gücünde


yeniden üretilmeleri ve kavramda tanınmaları. Bunlar üç öznel bilgi kaynağı gösterirler ki, alama
yetisinin kendisini ve buna göre, onun emprik bir ürünü olarak tüm deneyimi olanaklı kılarlar.”
(A97)

1) Apperehension (zihnin görüdeki ilişkileri olarak tasarımların ayrımsanması)


2) Reproduction (bu tasarımların hayal gücünde yeniden üretilmeleri)
3) Recognition (yeniden üretilen tasarımların kavramda tanınmalan)

Ortada bir duyumlamanın olması lazım, duyusal temsilleri ben alamazsam tecrübe ortaya
çıkmaz. Bunlarla ilgili terkibi (sentezi) yapan hayal gücü… ve bir de bu faaliyete birliğini veren ve
birliğin kaynağında yer alan apperception var. Açıklama [E36]: Adperceptium
dan geliyor Latincede.
“Algıya doğru” gibi bir anlamı var. Algıya
yönelenin kendisini idrakını temin eden fiil
demek. Bu fiilin birliği olmadan tecrübe
Duyumlama, Hayalgücü ve Apperception (kendinin idraki) olmasa tecrübe ortaya çıkmaz.Bu üç olamazdı. Algılamaya çalışanın, kendini bu
faaliyet içinde idrak etmesi, kendini bir
kaynağının iş birliği halinde birlikte çalışması lazım. olarak idrak ediyor bu ben. Ben’i de
kuruyor aslında apperception.

“Kategorilerin çıkarsaması öylesine büyük bir güçlükle yüklüdür ki, bizi genel olarak bil-
gimizin olanağının ilk zeminlerine inecek denli derinlere gitmeye zorlar. Bu yüzden tam bir
kuramın yaygın ayrıntılarından kaçınabilmek ve gene de aynı zamanda böylesine zorunlu bir
araştırmada hiçbir şeyi göz ardı etmemek için, izleyen dört kesim yoluyla okura bilgi vermekten çok
onu hazırlamayı daha uygun buldum. Hemen izleyen üçüncü kesimde anlama yetisinin bu
öğelerinin açımlaması her şeyden önce dizgesel olarak sunulmaktadır. Bu nedenle okur bu noktaya
dek sürmüş olan bulanıklıklardan ötürü geri çekilmemelidir, çünkü bunlar henüz üzerine hiç ayak
basılmamış bir yolun başlangıçlarında kaçınılmaz olsalar da, umuyorum ki sözü edilen kesimde tam
bir iç görü noktasına dek aydınlatılacaklardır.” (A98)

108
Bilgimiz nasıl olanaklıdır? soru bu. Üç katlı sentezin açımlanması:

1) GÖRÜDE APPERCEPTİONUN SENTEZİ:

“Kaynakları ne olursa olsun, ister dışarıdaki şeylerin etkileri yoluyla isterse iç nedenler
yoluyla ortaya çıkarılmış olsunlar, ister apriori isterse amprik bir yolda görüngüler (fenomen -
tezahür) olarak üretilmiş olsunlar, tasarımlanınız zihinsel değişkiler olarak iç duyuya aittirler.
Böylece tüm bilgilerimiz en sonunda iç duyunun biçimsel koşulunun, eş deyişle zamanın altında
dururlar ve onda toplu olarak düzenlenmeleri, bağlanmaları ve ilişki içine getirilmeleri gerekir. Bu
genel bir gözlemdir ki, izleyeceklerimizde baştan sona temelde yatıyor olarak görülmelidir.” (A 98-99)

İsterse ben dışsal bir şeyi bileyim, ister içsel ruh halleri mesela… bütün bu temsiler eninde
sonunda zamana tabidirler. Dışsal his de içsel hisse tabi. Zamanda dizilemeyen, zamana tabi olmayan
hiçbir temsil yok. Asıl bir şeyin nasıl sentezlenip bir nesne olarak ortaya çıkması asıl zamanda
gerçekleşiyor. Bu nedenle önce zamanda bu terkip faaliyeti nasıl gerçekleşiyor? Bunun incelenmesi
gerekir. Zamanla ilişkisi bağlamında bu ilişkiyi açıklayamadığın sürece terkibi ya da nesneyi hiç Açıklama [E37]: Husserll, zaman bilinci
ile çok uğraşmıştır. Aşkınlık kavramı….vb
açıklayamazsın. Zamanla ilişkisi bağlamında bu ilişkiyi
açıklayamadığın sürece terkibi yada nesneyi
hiç açıklayamazsın.
“Her görü kendi içinde bir çoklu kapsar ki, zihin ardışık izlenimler dizisinde zaman ayırt
Açıklama [E38]: Heidegger, Husserll:
etmedikçe, bir çoklu olarak tasarım1anamaz; çünkü tek bir momentte (an) kapsanıyor olduğu Batı felsefesinde varlıkla zaman arasındaki
ilişkiyi tersine çevirdi. Kant..Yani esasa
zamanı ve zamanın şartları içinde
sürece her bir tasarım hiçbir zaman mutlak birlikten başka birşey olamaz.” kurulabileni aldı. Yani Parmenides, Platon
falan gibi düşünmedi diyorlar. Zamansal
olmayan kalıcı bir varlık var (Timaos’ta
aslında zaman ezeli ve ebedi olanın sayıya
ÇOK ÖNEMLİ: Kant’ın temel iddiası budur. Kant’ın kafasında bir şeyi kavrıyor olmak demek, benim göre oluştururulmul ve ilerleyen eikonudur
gölgesidir, izidir zaman. Aslonan o canlı
kendiliğinden olan faaliyetim içinde bir şeyi tutup kavrayacağım, onun karşılığını da hayal gücüm varlıktır, onu en iyi temsil edecek olan
Eikon (iz) zamandır. Zaman onun izidir.
Asolan varlıktır, zaman ona istnaden
vasıtasıyla görüde canlandıracağım. yaratılmıştır. )
Heidegger, şematizme bu nedenle önem
veriyor. Bu Kant’ta tersine döndü. Zaman
esastır. Zamansallık olmasa, herhangi bir
Hiçbir kavramınız olmadığını düşünün. Dolaysız olarak bir nesnenin kavramına sahip değilsiniz şey, bu şey olara varlığa gelemezdi. Esas
olan zamanı aşan bir şeyin kalıcılığı değil,
(entelektüel görü yok çünkü) amprik olarak da bir kavram edinmediniz. Nasıl bir tecrübe ile (varsa zamansal olanın içinde kurulandır.
Aristotees’te zaman hareketin ölçüsü.
eğer öyle bir tecrübe) karşı karşıya kalırdınız? Böyle bir durumda sen sağ sol, alt üst, mavi…vb gibi Çünkü töz var ve tözün kendisi, hareketi
kendisine has ilklerle açıklanıyor. Zaman
ikincil.
kavramlara sahip değilsen, karşında sana dolaysız olarak farkına vardığın o alan mutlak, parçalanmaz
bir birlikmiş gibi görünür. Nasıl parçalayacağını bilemezsin ki elinde bir kavram yok. Mavi, sağı-sol
kavramı falan yok. Hiçbir kavramın yoksa, karşı karşıya olduğun şeyi bölmen ve parçalaman ve hatta
ona bir çokluk bile atfedebilmen mümkün değil. Çokluk içeriyor falan diyoruz ama kavramsal olarak
çokluğu idrak etmek başka bir şey. Bir çokluk tecrüben bile olmaz. Çok kavramın bile yok. Yoksa ne
olacak, parçalanmaz, mutlak (absolute) bir şey ile karşı karşıyasın.

109
Filozofların böyle sıfır noktaları vardır. Descartes şüphe yöntemini uygular, Ben’in bilgisine
sahipsindir, ben varım başka da bir şey yok, her şeyden de şüphe ediyorum. Ne olacak şimdi? Marifet
milletli kuyuya düşürmek değil, çıkarmak. Böyle düşünürsek, ne bilgi, ne varlık falan yok. [Sıfır
noktası] İşin dibi bu. Nesnelerin nesne olduğu, çokluğun çokluk olduğu bir noktaya taşıyacağız
buradan başlayıp. Hikaye bunun hikayesi.

“Her görü kendi içinde bir çoklu kapsar ki, zihin ardışık izlenimler dizisinde zaman ayırt
etmedikçe, bir çoklu olarak tasarım1anamaz; çünkü tek bir anda (moment) kapsanıyor olduğu
sürece her bir tasarım hiçbir zaman mutlak birlikten başka birşey olamaz.”

Neden “zihin ardışık izlenimler dizisinde zaman ayırt etmedikçe”, diyor? kan zamanın içinde
tek bir an düşünün. Anın içini düşünün. Tek bir anda baktım bve hiçbir kavramım falan da yok. Mutlak
bir şeyle karşı karşıyayım. Bir başka an daha düşünün. Bu da mutlak. (Duyulmama ile düşünme
arasındaki fark: Duyumlananlar, beni böyle duyumla diyebilirler ama beni böyle düşün demezler) Ben
şu anda orayı, burayı, şurayı düşünebiliyorum. Kendiliğindenlik (spontaniety) o demek.) O anın
içindeki malzeme ile karşı karşıyayım. İçerikten yardım alamıyorum. Anın içindeki o sözde çoklu ne
yaparsa yapsın bende kavram olmadığı için anın içinden yardım alamam. Yapabileceğin tek şey var.
Eğer zihin becerebiliyorsa, zamanın aktığını fark ederse iki anı birbirinden ayırt edebilirse, ancak
tecrübe öyle başlıyor.

İçeriği itibariyle bunu yapamayacağına göre, zamanın art ardalığını fark etmenin ve bilmenin
Kant’ın dizgesi açısından indirgenemez bir tarafı var. (Temsillerin bene ait olması aşamasında bir
apperception var ama bu henüz hiçbir kavramı, nesnesi yok. Sadece temsilleri kendinde ait kılmış bir
ben var. Oları bir çoklu olarak bile kavrayamıyor, bilgisi de yok dolayısıyla) Nasıl oluyorsa oluyor, bu
anların art arda olduğunu fark ettiğinde ilk defa bir çokluk mevhumu ortaya çıkmaya başlıyor. Anların
bir çokluğunun olduğunu fark etmeye başlıyor. Çokluk kavramı anın içinden gelmiyor. Bu açıdan
bakıldığında bundan sonra her ne olursa olsun zamanın anlarının tefrek edilmesi olmasaydı
olmayacaktı. Yani, bundan sonra kurulduğundan bahsettiğimiz herhangi bir kavram zamana tabidir.
Zamanın aktığını fark etmeseydim, herhangi bir çokluk ve ona bağlı herhangi bir başka kavrama sahip
olamazdım. Herhangi bir kavramın benim tarafımdan kurulması kavranması…vb mümkün olmazdı. Açıklama [E39]: Kavram yerine nesne
de diyebilirsiniz. Kant’ta kavram ve nesne
Ancak zamanın bilincine sahipsem mümkün olabiliyor. Bunu anlamadan hiçbir yere gidemeyiz. ikiz gibiler.

110
Aslında kavrama yetisi olmadan da şeyler uzayda yan yana ve zamanda art arda tezahür ediyorlar
zaten. Ben kavramsal olanla ilgili bir bilgiye sahip değilim. Ben’in ilk bilgisini zamanın anlarını ayırt
etmesi üzerinden başlatıyor. Spontaniety’i kendiliğindenliği kast etmiyoruz. Kavramaya zamanın
anlarını fark ettiğinde başlıyor.

Zamanın ard ardalığı var. Bu neden böyle? Anların farkına nasıl varıyor? Apperception, bu Açıklama [E40]: Leinbiz, hayatı
boyunca bu soruyla uğraşmış. Yani nasıl
sentezleme, anları birbirinden ayırt ederek bir arada tutma, en temel kendiliğindenlik fiili olarak oluyor da, zamandaki temsiller art arda
akıyor? Bütün monadoloji bunun için
yazılmış.
apperceptionun yaptığı şey. İşin dibi bu. O fiil, bu anları ayırt edip bir arada tuttuğunda tecrübe, Kant Hume’u haklı bulmuş, Leibniz’in
anlattığı ya da diğer Rasyonalistlerin
bilme…vb başlıyor. Her şey onun birliğine bağlı olarak gelişiyor. Zamanın içinde anları bir birlik anlattığı hikayeler falan inanmııyorum
diyor. Tözler var, Tanrı, onların arasındaki
içinde tutmasam tecrübe diye bir şey olamaz. uyumu sağlıyor falan bunları kabul etmiyor.

“Her görü kendi içinde bir çoklu kapsar ki, zihin ardışık izlenimler dizisinde zaman ayırt
etmedikçe, bir çoklu olarak tasarım1anamaz; çünkü tek bir anda (moment) kapsanıyor olduğu Açıklama [E41]: Çünkü zamanın akışı
içinde farklılıları kavrayacak.
sürece her bir tasarım hiçbir zaman mutlak birlikten başka birşey olamaz. Bu çokludan görünün
birliğinin doğabilmesi için (söz gelimi uzay tasarımında olduğu gibi), ilkin bu çokluluğun
içersinden geçerek daha sonra onu bir araya bağlamak gerekir. Bu edimi apperceptionun sentezi
olarak adlandırıyorum, çünkü doğrudan doğruya görüye yönelmiştir görü ki, bir çoklu sunuyor
olmasına karşın, bu öyle bir çokludur ki, bir tasarımda kapsanmış olmasına karşın, hiçbir zaman
orada bulunan bir sentez olmaksızın ortaya çıkamaz.” (A 90)

Bana dolaysız olarak duyusal bir malzeme verilmiş dahi olsa benim ondan bir çoklu olarak
bahsedebilmem, bilmeye konu etmem yine sentez olmadan olamıyor. İlk sentezde sentezlenen ne?
Zamanın kendisi. Zamanın anlarının kendisi. Bu fiile “akan zamanın ardışıklığı içinde bir şey”i
kavrıyoruz. Bu aşamada hiçbir şey yok. Kategoriler vasıyasıyla bilebileceğim çoklunun bilgisine
sahibim. Bende sadece temel ve basit bir çoklu kavramı ortaya çıktı. Bu ilk kat. Ben temsilleri bir
çoklu olarak kavradım zamanı kavrayışım üzerinden. Bu olmasaydı, diğerleri mümkün olmazdı. (1.kat)

“Apperception’un bu sentezi, ayrıca apriori uygulanıyor, e.d. amprik olmayan tasarımlar açı-
sından uygulanıyor olmalıdır. Çünkü onsuz ne uzay ne de zaman tasarımlarına apriori sahip
olabiliriz; bunlar ancak kökensel alıcılığı içindeki duyarlığın sunduğu çoklunun sentezi (terkibi)
yoluyla üretilebilirler. Böylece önümüzde apperceptionun saf bir sentezi durmaktadır.” (A99)

111
Bu fiil neyi tutacak? Ortada ayırt edip bildiği bir amprik malzeme de yok. Tutuyorsa amprik
malzemeyi olanaklı kılan, uzay ve zamana ait çokluyu tutabilir. (Saf sentez var amprik sentez yok.
anlara ait bir çoklu var. Öncelikle zamana sonra uzaya ait bir çoklu olduğu için burada terkip edilen ve
birleştirilen şey, saf bir içeriğe sahip olduğundan sentez de saf sentez oluyor.)

2) HAYAL GÜCÜNÜN SENTEZİ:

Bütün bu meseleye Kant, deneyimin içinden geriye doğru giderek bakıyor. Benim böyle bir
deneyimim var, bunun başlangıcı nasıl olmalı (Big Bang’in ilk anları gibi) diye düşünüyor. Zamandaki
ard ardalığın farkına varmasam hiçbir çoklunun farkına varamam dolayısıyla böyle bir şeyin olması
gerekir. Tartışılan bir konu bu. Kant bu kadarını söyleyebiliriz diyor. Kant’a göre deneyimden geriye
giderek hikâyeyi anlatma imkânımız var. Bunun ötesinde başka bir yol yok. B yayımında bu üç katlı
sentezden hiç bahsetmiyor. Sadece nasıl olur da kavramlar nesnel geçerliliğe sahip olur?un cevabını
vermeye çalışıyor. Başka türlü anlatayım deyip öyle yapıyor. Zamanda ard arda gelişin nasıl
çözümlemesi yapılabilir zaten bütün kavramlara önceliği olan bir tutuştan bahsediyoruz. Dolayısıyla
nasıl anlatabilirsin?

Soru: İlk katta apperception yerine apprehention’u kullanıyor. Öznel bir yeti olarak uzay zamana
birliğini veren ve temsillerin bana ait olmasını sağlayan ve söz konusu anları bir birlik halinde tutan fiil
apperception fiili. Bu sentezin adına” ilk kavrama”, “ilk kavrayış” (apprehention) da diyorlar.
Apprehention, söz konusu görüsel malzemeyi düşünme yetisinin faaliyetinin içine katmak,
kavranılabilir hale getirmek demek. Apprehention diye kendi başına bir şey yok bunu yapan üç oyuncu
var: duyumlama, muhayyile, apperception

Temsillerin temsil olarak ortaya çıkmasını sağlayan duyumlama, Uzay zamanda birlik veren,
anları bir birlik halinde tutan apperception, bu faaliyet içinde muhayyilenin dahili gerekir diyecek, Hep
üçü birlikte yapıyorlar bunu. İlk katta olan biten faaliyetin adı apprehention, (ilk kavrama fiili,
ayrımsama da diyebiliriz.) O faaliyetin failleri duyumlama, apperception ve muhayyile. Ama en başta
apperception. Onun birlik verici etkinliği olmasa olmuyor. Diğerlerinde de bu üçü hep baş rolde.
İkincisinde biraz daha imgelem başrolde, ikincisinde üçü iş başında.

112
Hayal Gücünde Yeniden Üretimin Sentezi (A100) (Reprodüksiyonun Sentezi)
“Sık sık birbirini izleyen ya da birbirlerine eşlik eden tasarımların en sonunda bir araya
toparlanmaları ve bu yolla bir bağlantı içerisine getirilmeleri ve burada nesnenin yokluğunda bile
bu tasarımlardan birinin belli bir kalıcı kurala göre anın başkasına bir geçişini üretebilmesi hiç
kuşkusuz yalnızca amprik bir yasadır.” (A 100) Açıklama [E42]: Burada Hume’un
fenomenolojisine de göndermeler var.
Hatırlarsak Hume: İmpressionlar var
(Kant’çı terminoloji ile söylersek temsiller)
duyumlama yoluyla ben onların farkına
Kant ne diyecek? Bunun olabilmesi için söz konusu faaliyetin saf bir yanının da olması gerekir. varıyorum ama onlar kendi başlarına bana
bilgi vermiyorlar. İki zihinsel kaynak var:
Hatta bu, çokluk fikrine ulaşmak için bile gereklidir. Apperception’un anları ayırd edip tutması hafıza ve imgelem. Hafıza, bir temsili asına
uygun bir şekilde yeniden üretme yetisi,
gerekir. T1 anı t2’ye döndüğünde t1 yok. T2 de sadeec t2 ile karşı karşıyayım. Benim çokluğu fark imgelem, asılan çok da sadık kalmaksızın
yeniden üretme yetisi. (Kant böyle bir
edebilmem için t1’i, t2’de hatırlamam ya da yeniden üretmem gerekiyor. T1 diye bir şey vardı ve t2, ayrım yapmıyor.) Hume, özellikle
muhayyilenin faaliyeti ile şeyler arasında
irtibatlar kurulur diyor. (Association)
t1den farklı…gibi. (Bu biraz da Recognision: farklılığı fark etmek’na giriyor.) Herhangi bir çokluğun Birbirine benzer, zamanda-mekanda yakın
olanlar ilişkilendirilir diyor. Bu
farkına varmam için, t1’i t2’de, “t1 diye bir an vardı”nın yeniden üretilmesi gerekiyor. (Hume’un bina ilişkilendirmenin yapılabilmesi için,
örneğin: contequity: zamanda-mekanda
örneğinde amprik olarak sahip olduğum bir imgeye yine amprik olarak sahip olduğum bir başka yakınlık üzerinden bir evi düşünürsem, o
binanın sağını solunu da zihim
imgeyi ekliyordum) Deneyimin başlayabilmesi için ben ilk defa bir çokluk mevhumuna sahip olmak yapar,canlandırır. Onunla caddenin diğer
tarafını da ilişkilendirmek muhayyilenin
yaptığı bir iştir. Bu amprik bir şeydir çünkü
istiyorum. Henüz amprik içerikler yok. Demek ki, muhayyilenin bir saf yanının da olması da lazım ki amprik içeriğe başka amprik içerikler
ekliyorsun. Kant ne diyecek?
zamana ait saf manifoldu da canlandırabilsin. Dolayısıyla “bir önceki an diye bir şey vardı”yı
Açıklama [E43]: Bu karşılaştırmayı
kendiliğindenlik yapıyor.
canlandırabilsin. Dolayısıyla muhayyile de her zaman çift yönlü bir yeti olmak durumunda

1) Transsendental saf bir yanı olacak


2) Bu aktarımın da olabilmesinde muhayyilenin rolü olacak.

Demek ki çokluğun, ilk farkına varılması ve ilk kavrayışın gerçekleştirilmesi için, duyumlama ile
gelen malzeme de, onun belli bir anda ve başka bir anda tutuluşlarında da ve farklı anlarda ayırt
edilmesinde ve şu an muhayyile tarafından burada yeniden üretilmesine ihtiyaç var. Üç yeti
(apperception, duyumlama, muhayyile) olamadan başlangıçtaki o ilk çokluk fikrine ulaşamıyorum.

T1 ile T2’yi ayırt edip, bir arada tutmak, T1’in yeniden üretilmesini sağlıyor. Bu da zamanda
doğan bir şey. İlk başta, terkip hikayesinin zamanla ilişkisi içinde anlaşılması lazım. Zamanda bir
önceki anın farkındalığını kaybedersem her şey benim için mutlak bir şeye dönüşüyor. Benim “böyle
bir an vardı”yı, “böyle bir çokluk vardı”yı sonra bu fikrine sahip olduktan sonra, “bunun içinde de bir
çokluk var”ı, bir şeyi kavrayacak ve düşüneceksem de ilkini yeniden üretmem gerekiyor. Hem saf hem
Amprik bir yeniden üretme. Bu tip bir anlarda tutulanları daha sonraki anlara taşıma gibi bir yetiye Açıklama [E44]: Saf olana üretme,
amprik olana yeniden üretme diyor. (Kant’a
ihyiaç var ve o muhayyiledir diyor. O olmasaydı hiçbir tecrübe ortaya çıkmazdı diyor. göre Saf terkip olmasaydı amprik terkip
olamazdı)

113
“…Ama bu yeniden üretim yasası, görüngülerin kendilerinin edimsel olarak böyle bir kuralın altında
durduklarını ve tasarımlarının çoklusunda belli kurallara uygun bir eşlik etme ya da izleme durumunun yer
aldığını varsayar; çünkü eğer böyle olmasaydı amprik (görgül) imgelem gücümüz hiçbir zaman yetilerine Açıklama [E45]: Bunu şematizmde uzun
uzun anlatacak
uygun bir şey bulamayacak ve böyle bir zihnin iç doğasında ölü ve bizim için bilinmeyen bir yeti olarak gizli
kalacaktı. Eğer zincifre kimi zaman kırmızı, kimi zaman siyah, kimi zaman hafif kimi zaman ağır olsaydı, Açıklama [E46]: Bu çok meşhur bir
pasajı Kant’ın. Hume ne diyordu? Bu
eğer bir insan kimi zaman şu, kimi zaman bu hayvan şeklinde değişebiliyor olsaydı, eğer ülke en uzun günde yeniden üretme işlerini yapan yetiler: hafıza
ve hayal gücü. Hafıza, olabildiğince aynı
kimi zaman meyvelerle, kimi zaman buz ve karla kaplı olsaydı, o zaman amprik hayal gücü yetimizin kırmızı olduğu gibi bana çağımaya (recall)
uğraşıyor. İmgelem ise, (Hume imgeleme
renk tasarımı durumunda düşüncede ağır zincifreyi bulabilmek için tek bir fırsatı bile olamazdı. Ya da eğer, özgür yeti diyor)
Özgür bir yeti olarak istediği gibi şeyleri
belli bir ad kimi zaman şu, kimi zaman bu şeye verilecek olsaydı, ya da bir ve aynı şey kimi zaman şöyle, kimi birbiri ile ilişkilendirebilir. Özgür ama
(THN’da) bir o kadar da özgür değil diyor
zaman başka türlü adlandırılacak olsaydı, ve burada görüngülerin kendiliklerinden altında durdukları belli Hume. Onu biraz temsillerin kendileri
arasındaki bağıntılara bağlar. Kant ise
bir kural bulunmasaydı, o zaman hiçbir amprik yeniden üretim sentezi yer alamazdı.” (A100-101) imgelem yetisinin kendisini bağlayan saf
zemine bağlıyor. İmgelem öyle kafasına
göre canlandırma yapan bir yeti değildir.
Hume’un “Hafıza”sına daha çok benziyor
Kant’ın “imgelem”i. Kant’ta bizim tutarlılık
Söz konusu bu canlandırma faaliyeti belli kurallar dahilinde olur, neyle neyi associate edeceğini gibi kavramlarımız var bir şeyi bir şeyle
birleştirirken o kadar da özgür değil aslında.
aslında bu kurallar dahilinde belirler ve yapar. (imgelem bunu böyle canlandırsaydı ne yapardınız Belli kurallar var sanki.

anlamında söylüyor Kant yukarıda. İmgelem mesela sen bir şeyle karşılaştın, onunla ilişkilendirdiğin
şeyi bir seferinde bir türlü başka seferinde başka türlü canlandırsa buradan düzenli bir şey çıkmazdı
hakikaten…) Denyimimize bakarsak son derece düzenli bir deneyimimiz de var.

Kant’ın asıl ilgilendiği şey şu: diyelim şurada bir amprik bir şey var burada da bir başka amprik
bir şey var. Ben bunu zamanın akışı içinde kavramaya çalışıyorum. Uzaktan bir şey geliyor. Henüz ne
olduğunu kavrayamadınız. Zihin şöyle çalışıyor. Bu anda belli bir görüntü var karşında ve onunla
dolaysız karşında. Onun resmini, onu kavramak için bir sonraki ana taşımazsa hep tek bir şeyle karşı
karşıya kalacak. Taşımaya çalışırken bunun bir resmini bir sonraki ana taşıyor imgelem yetisi. Onu
alıyor şu an gördüğü halini, bir sonraki hali ile kıyaslayacağı bir resim olarak yeniden üretiyor.

Resim-İmge: Bild, İmgelem: Einbildungskarft


Resmetme yetisi Onun resmini yeniden üretiyor. Eğer yeniden ürettiği resim şu anda karşı
karşıya olduğu resimle aynı ise, bu yeniden ürettiği resme kuralını veren şey, o resmin kuralı üzerinden
o karşısındaki şeyi kavrıyor. Kavram ne demek?

Ne demek karşıdan gelen şey bir köpek olarak KAVRAMAK?


Oradaki malzeme bir köpeğin resminin sağlaması gereken şartlar üzerinden yeniden üretilebiliyor
mu diye deniyorum. Belli kurallara göre (rastlantısal değil) oluşturulmuş bir resmi, zihnim bir sonraki
ana şu resme göre yeniden üretebilir mi diye bir resim üretti. (İmgelem yaptı bunu) Olmazsa yeni bir

114
resim deniyorum köpek değil eşek mi? Falan. Uyduğunu fark edersem, “köpek olduğunu kavrıyorum”
(recognision under a concept) yani, “bir kavram altında tanıma” Açıklama [E47]: Bunu o kadar sık
yapıyoruz ki, şu kapıdan girdiğinde bu
sandalyenin diğerini önünde olduğunu
orada bir masa olduğunu bunların daha
önce gördüğünde de aynı yerde olduğunu
Belli kurallara göre üretmeyi, hayal gücü her seferinde köpeği farklı kurala göre tasarlayacak olsa yada olmadığını tek tek kavrıyoruz. Sürekli
bunu ruhun yetileri bizim için
köpeği tanıyamazsın. Köpek eşek birbirine karışır. Yeniden üretme sırasında hayal gücü, kavramların kavrıyor…Bu ilk kavarama o kadar sık
oluyor ki bize çok sıradan geliyor. Ve bu
kendisine tayin ettiği kurallara göre yeniden üretim yapıyor. Amprik muhayyile yetim ile istediğim aşinalık aslında olup biteni saklıyor bizden.
Böyle bir şey oluyor aslında ruhumuzda.
şeyin hayalini kurarım burada kast edilen o değil. Nesneyi kurarken muhayyile kavramlara ve o
kavramların kurallarına tabi olarak üretim yapar, kendi kafasına göre üretim yapmaz diyor.

Filmin devamı ve sonu:


Sonra diyecek ki, ister köpek, ister eşek resmi yap, bu resimlerin hepsinin tabi olduğu saf kurallar
vardır. Bu saf kurallara birliğini veren şeylere kategori deriz. Bütün resimleri bağlayan kuralar.
Resmetme yetinin kurallarından bahsetmeye başladığında (saf şemalar) onların birliğine kategori
diyor.

Muhayyile ilk anda olanı kaydedip yeniden üretiyor. Zamanı üreten muhayyiledir diyebilir
miyiz? Dünü, bugünü, yarını bana muhayyile canlandırıyor. Görü üzerinden duyumlanan malzemenin
art ardalığı üzerinden bildiğimiz gibi bir zaman mevhumuna sahip değiliz biz. Yani muhayyile ve
yeniden üretme faaliyetini çıkarttığımızda kalana zaman demezsin Açıklama [E48]: Husserll mesela, “içsel
zaman bilinci” ile bunu anlatmaya çalışır.
Ruh ne kadar aktif ve ne kadar uğraşıyor.
Bize bunu vermek için. Aslında ne kadar
karmaşık. Geçmişi, geleceği ve şu anı
Katların önceliği var mı? Ben zamanın anlarını ayırt etmeseydim, zamanda yeniden düşünmek… sürekli kuruyor psühe bunları
bizim için. Bunlarda bir aksaklık olmadığı
üretemezdim. İlk kat. Ama bu üç kat birlikte çalışıyorlar. Zamansal açıdan katların bir sıra izlediğini sürece fark etmiyoruz böyle bir şeyin alta
alta olduğunu. Muhayile olmasaydı bizim
söyleyebilir miyiz? Burada bahsettiğimiz zaman yani öncelik falan da aslında bu süreç sonucunda şu an anladığımız anlamda bir Zaman
mevhumumuz olamazdı. Muhayyile
bizde oluşan bir kavram. Beni zaman kavramım olmasaydı da yeniden üretme faaliyetim olmasaydı da olmasaydı, görüde geçmişim var geleceğim
var, bunlar muhayyile olmadan olmazdı.
Muhayyile de bu işi kurallara bağlı olarak
zamanın anlarına birlik veren bir apperceptiondan, görünün ortaya çıkmasından bahsedebilirdim diyor. yapar. Bu kurallar da kategorilere dayanır.
Anlama yetisi olmaksızın da bunların hiç
Herhangi bir bilme var mı orada yok. Hayal bile edemiyoruz işte bu yüzden çünkü o kadar alışmışız ki biri olmaz. Üç katlı sentezin her katı
önemli. Apprehension, Reproduction,
bu kuruluşa…Bir çizgi çizmenin bile arkasında devasa bir makine işliyor. Şuandan yarına bir zamanı Recognition (kavram altına düşürme) bütün
bu öznel yetiler bir arada çalışıyorlar.
düşünürken de…

“Şimdi açıktır ki, düşüncede bir çizgi çizmeyi, ya da bir öğleden bir başkasına geçen zamanı
düşünmeyi, ya da giderek belli bir sayıyı tasarlamayı istediğim zaman, ilkin zorunlu olarak
düşüncemde bu çoklu tasarımları birbiri ardına ayrımsamam gerekir. Ama eğer önceki tasarımın
düşüncesini (çizginin ilk bölümlerini, önceki zaman bölümlerini ya da birbiri ardına tasarlanan
birimleri) her zaman düşünceden düşecek ve onları bir sonrakine ilerlerken yeniden-üretmeyecek

115
olursam, hiçbir zaman tam bir tasarım, o sözü edilen düşüncelerin tümü, giderek uzay ve zamanın
en arı ve en ilk temel tasarımlan bile ortaya çıkamaz1ardı.” (A102)

Benim uzay ve zaman temsillerim, uzay ve zaman diye düşündüğüm şeyler bu anlamda her üç
yetiyi de, öncelikle muhayyileyi ve onlar üzerinden diğer şeyleri düşünmek de olmazdı. Bilme diye bir
şey ortaya çıkmaz. Psühe bir şeyleri bana bilinir hale getiriyor. Tecrübe budur. Bilgi madem böyle
ortaya çıkan bir şey, yeniden üretme faaliyetlerine kuralını veren bir şeyler var, o zaman bu saf
kavramlar olmasaydı, tecrübe de ortaya çıkmazdı. Tecrübeyi olanaklı kılıyor ve tecrübeyi evrensel bir
geçerliliğe sahip hale getiriyor.

Kitap bir amprik bir kavram. Kitabı bu şey olarak, nesne olarak kavramanız lazım. Bu şey olarak
kavramak isterseniz, kategorilere tabi olarak kavramak, yeniden üretmek..vs mecburiyetindesiniz.
Kategoriler olmadan bu şey sizin için bu şey haline gelemez.

“Tamalgının sentezi öyleyse yeniden-üretimin sentezi ile ayrılmamacasına bağlıdır. Ve


birincisi genel olarak tüm (ya1nızca amprik değil ama aynı zamanda a a priori) bilgilerin olanağı
aşkınsal zeminini oluşrurduğu için, imgelem yetisinin yeniden-üretici sentezi zihnin transsendental
edimlerine aittir ve bu bakımdan bu yetiyi de transsendental imgelem yetisi olarak adlandıracağız.”
(A102)
Bütün tecrübeyi olanaklı kıldığı için muhayyile yetisi aynı zamanda taranssendental bir yetidir.
İlkeler bölümü: ilkeler bu kategorilerin uygulamasıdır.

Mesela Husserll’in bir sesi nasıl duyuyoruz der. Her an sen tek bir nota kırıntısı ile karşı karşıya
olmana rağmen zamana yayılan bir sesi algılarsın. Trenin düdüğünü mesela. Kant da bu anlamda
fenomenoloji yapmış. Geçmişteki anlardaki sesleri bir zamanda birleştirmesem bir sesi bir melodi
olarak falan duyamam. Tecrübe zamanda ortaya çıkıyor. Zaman gibi saf Görüsel kavramlar, amprik
kavramlar yoluyla açık seçik hale getirilemez. (Augustinus, Mc Taggart..vs de bunu söylüyor) Biz
zamanı kavrayamıyoruz. Zaman benim bir şeyleri kavramamı sağlayan ama kendisi kavramsal
olmayan bir şey özü itibariyle. Zaman, kavramlarımın hepsinin de zemininde aynı zamanda.

Genellikle çizgi çizerek canlandırmaya çalışıyoruz. Oysa zamanın parçaları yan yana değil ard
ardalar. Ama neyi düşünerek zamanı anlamaya çalışabiliriz ki? Zaman kadar kavramsallaştırılması zor
bir şey yok. Mc Taggart : Unrelality of time’da: Zamanı nasıl düşünürseniz düşünün, sonunda bir
çelişki ile düşünceniz nihayetlenir. (Kantçı olmayan bir yorumu zamanın)

116
A Çitil-Kant Okumaları Ders:9 Açıklama [E49]:
Saf Anlama Yetisi Kavramlarının
Çıkarsaması
Kant dedüksiyondan çıkarımı değil, “Quit juris?” Ne hakla sorusunun cevabını anlıyordu yani anlama (A 95)

yetisinin saf kavramları olarak kategoriler nasıl oluyor da amprik nesneler üzerinde nesnel ve evrensel
geçerliliğe sahip oluyorlar? Nedensellik kategorisine tabidir amprik nesneler derken bunu ne halka
söylüyoruz gibi.

Kant’a göre kavram, temsillere bir birlik verme fonksiyonu. Bir tür birleştirişmiş, sentezlenmiş
temsillere birlik verme fonksiyonu. 3.katlı sentezin 3.katından bahsederken göreceğiz bu temsillerin
düzenlenişi belli kurallara göre oluyor, o kuralların birliğine “kategori” ya da “saf kavram” diyor. Yani
Kant’ın kafasında kavram ile kural ve yasa arasında çok doğrudan bir geçiş var. Bir şeyin saf kavram
olmasıyla belli bir alanda yasama erkine sahip olan olması arasında çok doğal bir geçiş var. Bu nedenle
“Ne hakla?” diyor.Yani kavram, bir tür kural aslında. Kuralın konulması ile kavram ortaya çıkıyor ve
bunun birliğine kavram diyor.

Bu nedenle felsefe tarihindeki e önemli araştırma budur diyor. Yani bir şeyin nesnem olarak
kurulduğunu bu şekilde araştıran olmamıştır diyor.

Herhangi bir tecrübenin ortaya çıkabilmesi için, görüde benim bir duyumsal malzeme ile karşı karşıya
olmam, bir nesneyi tecrübe etmem ve kavramam ve onun karşılığını deneyimimde görmem anlamında
tecrübe kurulmuş olmuyor. Duyusal malzeme ile karşılaşmak tecrübeyi kurmaya yetmiyor. Tecrübenin
kurulması nesnenin kurulması demek, o nesnenin kavranıp deneyimde tecrübe edilmesi demek.

3 katlı senteze başlamadan önce dedi ki Kant, nesnenin kurulabilmesi için temsillerin benim
temsillerim olarak verili olması lazım ki bu da bir tür sentez gerektirir. Benim bir şeyi kavramsal
olarak biliyor olamam o şeyleri bağıntılandırmama bağlı. Dolaysız bir kavrama diye bir şey yok.
(entelektüel görü yok) Bir şeyi bilmek onu diğer unsurlarla bağıntılandırmak demek. Bu durumda
benim bir nesneyi kavramam, şu şu bağıntıları sağlayan bir şey olarak nesneyi bilmek söz konusu. Bir
şeyin benim temsilim olması ve onu benim temsilim olarak bilmem de bağıntılandırmayı gerektiriyor.

Söz konusu duyumlama ile edinilen malzemenin benim tarafımdan bilinmesi de bir tür sentezi
gerektirir. Buna Kant, synopsis diyorum diyor. Bir şeyleri bir araya getirme, bir araya toplama. Bu
synopsisi sağlayan öznel yetiler var. Bu sayede bu malzeme ben’e ait kılınır.

117
Bu synopsisten başlayarak ben’e ait temsillerin nasıl bir nesneler dünyasına dönüştüğünü anlatmaya
çalışıyor. Burası sıfır noktası.

3 katlı sentez vardır derken, 1. olmazsa 2ler, 2. olmasa 3. sü olmaz biçiminde ama burada bir öncelik
sonralıktan bahsedemiyoruz aynı anda da oluyorlar çünkü.Düşününce ancak geriye doğru giderek
böyle böyle oldu diye sıraya dizebiliyoruz. Tüm bu süreci gerçekleştiren öznel psükeye ait, ruha ait
(ruhun bilen, bilmeye yönelen yanına ait buna Gemüt diyor, bunu zihin diye de çeviriyorlar bazen)

Ruh (Almanca) Seele (Zele diye okunuyor) Bütün yetilerin sahibi bir mekan olarak ruh var. Gemüt,
ruhun bilen tarafı, nesnelerle tamas halinde olan tarafı. Seele’ye ait üç tane öznel yeti var. Bu nesne
sentezeme işini bu üçü birlikte yaparlar: Duyumlama yetisi (duyusal temsilleri alma yetisi), Muhayyile
(hayal gücü: duyusal temsilleri sentezleme yetisi), Apperception (algılayanın kendini idrak etmesini
sağlayan fiil demek) Bu filin birliği olmasa ne tecrübe olur, ne tecrübenin nesnesi olur. Bunlar üçü
birlikte çalışıyorlar. Onlar sayesinde bu 3 katlı sentez mümkün oluyor.

1) Görüde Apperceptionun Sentezi: (Apprehension) Bazen “ilk kavrayış” diyorlar. Temsillerin ilk
olarak benim nesnem haline getirlmesini sağlayan sentez.
2) Hayal gücünde yeniden üretimin sentezi
3) Kavramda tanımanın sentezi

İlk aşamada, ben nasıl nesneleri kendi nesnem olarak kuruyorum? Kant burada çok önemli bir şey
söylüyor. Bir şeylerin nesne olarak kavranması sürecinin anlaşılabilmesi içsel hissin [içsel görünün
mü?] formu olan “zaman”da nasıl şeylerin ayırd edilip bir arada tutulduğunun anlaşılmasını gerektirir.
Her şey zamanda ve zamansaldır. Dışsal his yolu ile edilnilen şeyler de zamanda tezahür ederler,
zamanda iz bırakırlar. İmpression “tab” diyor bu izlere. Dolayısıyla içsel hissin zaman formunda bir
şeyleri ayrıştıtıp bir arada tutmadan nesnelik ortaya çıkamaz.

Bunu nasıl anlatıyordu? Ben eğer duyusal bir malzeme ile karşı karşıya kalırsam fakat herhangi bir
kavrama sahip değilsem, (ki bu araştırma zaten ilk kavramların ortaya çıkışının araştırılması) eğer ben
herhangi bir kavrama sahip değilsem, duyusal temsiller bana parçalanmaz mutlak bir bütünmüş gibi
Açıklama [E50]: Aslında Aristoteles,
gelirler. Çünkü ona yönelik orada bir çoklunun olduğu, orada bir sağ solun olduğunu, orada bir önce Platon bunun altını çok çizmişlerdir.
Duyusal malzeme, duyumlama yoluyla
sonranın olduğunu, orada bir kırmızının olduğunu bilemem. Bir ben var ama bu bene ait kavranılmış, edinilen malzemei, “beni böyle düşün, beni
böyle idrak et “diyen bir malzeme değil.
yani parçalanmış bir şey yok. O zaman Kant diyor ki, ben herhangi bir çokluk mevhumuna sahip Pasif yani, benim harekete geçmem
gerekiyor, bölüp parçalamam gerekiyor, sen
şusun, sen busun diye….O zaman Kant
olmadan nasıl kırmızısı, sarısı, altı, üstü…diyeblirim. Önce bende çokluğun kavranması lazım. diyor ki…

118
O zaman, zamanın önemini daha iyi anlıyoruz. Kant: bir anlamda tecrübenin ilk orataya çıkışı. Bir ben
var ve tecrübeye sahip olan olarak kuruluyor. Söz konusu apperception filli, zamanın anlarını
birbirinden ayırt edip bir arada tutuyor. Zamanın içi itibariyle bir çokluk mevhumuna ulaşamadığı için
zamanın aktığını fark ediyor. Bu anla şu anın farklı olup, bu farklı anların ikisinin de deneyimine sahip
olduğunu fark ediyor. Zamanda çokluğu fark ederek, zamanın içindekinin çokluğunu düşünmeye
başlıyor ben. Bu dipteki dolayısıyla zamanın çokluğunu fark etme ve oradan hareketle bir çokluğun ilk
farkına varma apperehension dediğimiz bu. Çokluğun ilk defa farkına varma. 3. katlı sentezin ilk
aşaması bu.

Ben zamanı kavramdan hiçbir şeyi kavrayamam. Zamanın bir çoklu içerdiğini ve o çoklun benim
tarafımdan verilen bir birliğe sahip olduğunu kavramak. (Kant’ta bir şeyi kavramak onu diğer şeylerle
ilişkilendirip, ayırmak anlamına geliyor) Ben ilk zamanı ayrıştırıp bir arada tutarak bir şeyleri Açıklama [E51]: Kavram bu anlamda
“ilk sınır” olarak düşünülebilir mi?
kavramaya başlıyorum. Zaman akıyor, t1 ve t2 zamanlarının farklı olduğunu anlıyorum. Hissetme
(duyarlık) yoluyla edinilen temsil (representation) olmasaydı ben bu işlemi yapamazdım. Yani zamanın
anın içini dolduran o, başka türlü zaman içsel görüde de bir şey ortaya çıkmazdı. Ama bu anları bir
arada tutacak bir fiile de ihtiyaç var. Her an tek an olarak var ve geçmişteki anın bitmiş olması
anlamına geliyor, geçmişteki anı düşünürken onun varolmuş olduğunu canlandırmam lazım tekrar
şöyle bir an yaşanmıştı gibi (bunun için yeniden üretilmesi lazım ki bunu da muhayyile yetisi
(imgelem-hayal gücü) yapıyor. Yani üç öznel yeti bir arada çalışmazsa olmuyor.

Deneyimin kuruluşunda mesela Hume’a göre hem hafıza ve imgelem birlikte çalışması gerekiyor.
Kant, hiç hafızadan bahsetmiyor. (Bunun tartışılması gerekir) Hume, bizim iki yetimiz var: bir şeyi
zamanda aslına uygun olarak canlandırma hafıza, o kadar aslına uygun olmayacak biçimde başka
şeylerle ilişkilendirerek yeniden üreten muhayyile var. Kant sanki muhayyileye iki işi birden yaptırıyor.
Ayırmıyor. Belli bir an var, o anın içi itibariyle deneyime sahip olan olarak buraya bakıyorum ancak
bir kavram olmadığı için buradaki çokluğu göremiyorum. T1 ve t2 anı olsun. Ama ben eğer bu ikisini
ayrı olarak fark edip ikisini de bir arada tutabilirsem benim için artık bir çokluk mevhumuna sahip
oluyorum. Benim için artık çok diye bir şey var. Bunu bir anlamda anın içeriğinde, görmeye
başlıyorum. Yani, “Burada birçokluk var”ı fark etmeye başlıyorum. Bu apperceptionun, duyarlığın ve
muhayyilenin birlikte çalışması sayesinde oluyor. Ben böylece tecrübemde “Bir çokluk var”ın farkına
varıyorum. Henüz gene hiçbir kavramım yok. Henüz, kırmızı, sandalye gibi bir kavramım yok. Henüz
çok temel bir kavrayış düzeyindeyim. “Çokluk var”ın farkındalığı sadece…

119
2.Kat olan Hayal Gücünde Yeniden Üretimin Sentezi’nde ise ben bu çokluda bir şeyi kavramaya
çalışıyorum. Amprik olarak kavramaya çalışıyorum. Zamanın aktığını fark ettim. Buradaki bir şeyi
diğerlerinden ayırt ederek kavramaya çalışıyorum. Eğer, bu t1 gider ve ben sadece t2de karşı karşıya
olursam yine hiçbir şey kavrayamam. Sandalyenin somut bir nesne olarak kavranması, bu nesnenin Açıklama [E52]: Cevher ya da töz
kategorisi “zamanda kalıcı olan” diye
zamanda kalıcılığının farkına varmam ile ilgili bir şey. İyi de ben bunu nasıl anlayacağım? Karşımda tanımlanmıştı Kant tarafından. Yani
kategoriler zamanda kalıcılık ile
tanımlanıyor.
akan bir şey var. İçeriği her ne ise ben onu bir sonraki an yeniden üretirim. Bu yeniden üretimin nasıl
yapıldığı çok önemli. (Uzaktan yaklaşan şeyi köpek zannetme örneği) t1 anındaki görüntüyü t2’de
yeniden üretmek için imgelem bir kural bütünü uyguluyor.

Acaba, karşımda görüsel olarak farkına vardığım şey, hangi kurallara göre yeniden üretilebilir? Bir
kural setini, kümesini onu yeniden üretmek üzere deniyor. Bu kural setine göre eğer şunu ürettiğinde,
bu yeniden üretilen, bir önceki anlarda farkına vardığım şey burada üretildiğinde zihin bunu bir önceki
ile karşılaştırıyor. Acaba şey, benim kurallara göre yeniden ürettiğim şeyle aynı mı diye bakıyor. Aynı
olduğunu fark ederse, bununla aynı aynı olduğu anda onu bu yeniden üretimin kurallarının birliğine
göre kavramış oluyor. Kavam dediğimiz şey, söz konusu o kurların birliğinden başka bir şey değil. Bu
şey şu şu kurallara göre yeniden üretilebilir olan bir şeydir ve dolayısıyla bu kurallara birliğini veren
şey [kavram] üzerinden kavranabilir demek.

Sürekli zihin, muhayile, kör ama vazgeçilemez bir yetisidir ruhun diyor. Sürekli bir şey uydurmaya
çalışıyor karşısındakilerle ilgili sürekli bir deneme yapıyor. (Soyut resimle karşı karşıya olmak ve şunu
mu anlatmak istemiş acaba falan diye düşünmek gibi bu saniyeler sürer) Kant’a göre imgelem bunu
sürekli yapıyor. Yani, buraya kapıdan giriyor imgelem sağına soluna baktığında sürekli bir şeyleri
yeniden ürettiği kural setlerine uydurarak yakalamaya çalışıyor. Sürekli bunu yapıyor. Kuralar
yerleşmeye başladığında ya da amprik hafızamız gelişmeye başladıktan sonra artık bir mekana girince
her şeyi tanımak bir an falan sürüyor. Tanıdık olmayan şeylerle karşılaştığımızda muhayyilenin aslında
sürekli denemekte olduğunu fark ediyoruz diyor Kant. Hata yaptığı da oluyor bazen… köpek değil
eşekmiş.

Bu hikaye amprik deneyimin kuruluşu ile ilgili. Bu kavramlar ortaya çıkıp ben somut nesneleri idrak
ettikten sonra bu nesneleri farklı bütünlükler halinde tekrar tekrar düzenliyorum. Bu işlemi, amprik
nesneleri düzenleme işlemini müdrike yapmıyor. Farklı bütünlükler verme işini akıl yapıyor. Ancak o
zamana kadar bu şeyler amprik nesneler olarak kurulmuş oluyor. Daha sonra düzenleme, kümelere
falan geçilmesini akıl yapıyor. Bu şeyler bu şekilde ortaya çıktıktan sonra akıl devreye giriyor. Akıl
nesnenin kuruluş aşamasında faal değil. Yani kurucu değil (constitutive değil). Akıl düşünme yetisinin

120
farklı bir versiyonu. Muhakeme eden, belli önermelerden belli yargılara atlamamızı sağlayan yeti.
Diyalektikte ele alacağız.

Sandalyeyi bir nesne olarak kuran değil, ama sandalye ile ilgili bir takım çıkarımlar yapan yeti akıl.
Akıl, muhakeme üzerinden kurulmuş nesneyi farklı bir yoldan bilmenin yolunu arıyor.

A veya B’dir. A değildir, o halde B’dir gibi. Akıl bu tür çıkarımları yapıyor. Akıl nesnenin kuruluşuna
katkıda bulunmuyor. Sadece verilmiş olan nesneyi farklı bütünlüklerle ilişkilendiriyor. Aklın kurucu
olmaması neden önemli? (Bunun üzerinde durulması gerekli neyse şimdi buna girmeyelim.)

Evrensel ve zorunlu bilgiler, nesnenin kuruluşundan geliyor. (aklın düzenleyici işlevi öyle ya da böyle
çalışabilir çünkü) Nesnenin kuruluşu başka türlü olamaz. Kategoriler yani zorunlu evrensel kurallar
aracılığıyla kuruluyor çünkü. O nesneyi kuran kurallardan hareketle yapılabilecek bir bilim varsa, o
evrensel bir bilim ki o fizik. Hemen hemen diğer tüm amprik bilimler, söz konusu o fiziksel nesne
olarak kurulan nesnenin amprik olarak farklı bütünlere ait olması üzerinden bir zorunluluk
içermiyorlar. Amprikler ve dolayısıyla zorunluluk içermiyorlar (Olumsallar, continquent)

Kimya bile bir bilim değil Kant’a göre. Fiziksel nesnenin zorunlu zeminini açamadığı için. Kimyadaki
sınıflandırmalar falan amprik çünkü. Bilim Kant için fiziktir. Diğer bilimler biraz aklın
kurmacalarından ibaretteir. Akıl bu şekilde bilim yaparak, düzenliliklerin farkına varmamızı sağlar mı?
Evet ama o düzenlilikler üçüncü kritiğin konusu. Aklın bilme biçimi ile müdrikenin bilme biçimi
arasındaki fark, amprik bilimlerin gelişimi açısından sonuçları 3.Kritikte “Teleolojik Yargının
Eleştirisi”nde tartışıyor.

Müdrike, aslında hayal gücü ile apperceptionun ilişkisi itibariyle aldığı haldir. Müdrike, nesnenin
kuruluşunun kuralları ve onun birliğini içeren bir şeydir başka bir şey değil. Müdrikedeki kurallarını
esas alan tek bilim fiziktir. Diğer bilimler kimya, biyoloji vs herhangi bir sınıflandırma bilimi evrensel
ve zorunlu olmak anlamında bilim değildir Kant’a göre. (Onlara neden bilim diyoruz, gerçekliğe nasıl
yaklaşıyorlar..vs 3.Kritikte tartışıyor) Müdrike, nesnenin kuruluşunda bizzat rol oynayan ve onu
kavramamızı sağlayan, akılsa onu farklı bütünler içinde farklı şekillerde tutmamızı sağlayan ve
düzenleyici olan yeti.

121
Kant’ın sistemine baktığımızda müdrikenin kurduğu ile aklın düzenlediği arasında bir boşluk ortaya
çıkıyor aslında. Aklın tutuğu ve kavradığı nesne ile müdrikenin tutuğu ve kavradığı nesne arasında bir
düzey farklılığı var. Bütün 19. ve 20. yy bilim felsefesi tartışmalarının kaynağı da budur zaten. Ben
aklım yoluyla bir bütünlük ve onun içinde bir nesne inşa ediyorum matematikte mesela ve o nesne
üzerinden şu sandalyeyi bilmeye çalışıyorum, bilim yapıyorum. Ama o aklın kurduğu şey, nesnenin
kurulmasında etken olan şey olmadığı için aslında bu sandalyeye değmiyor. Değmediği için bilimin
temellendirilmesi sorunlu.

Bugünkü teorik fizik çalışmaları ile ilgili ne derdi acaba Kant? Bugün Kant’ın yaptığı anlamda
teorik fizik yapan yok. Şu sandalyenin kuruluşu üzerinden teorik fizik yapmış. Kant’ın bu bilim yapma
biçimi kabul edilemez demişiz bugün evrensel zorunlu falan değil. Kant’ın sandalye hakkındaki
bilginin evrensel olduğuna dair tüm iddiası çürüyor. Ben gene görüsel olarak karşı karşıya durduğum
ve deney sonuçları ile ortaya koyduğum ama kuruluşunu açıklayamadığım şu nesne ile karşı karşıya
kalıyorum ve bütün kuramların, bütün genelleştirmelerin geri çıkarımlara (abdüktif çıkarım)
dayanıyor. Yani bunun böyle olabilmeleri için şunun herhalde söyle olması lazım gibi, o zaman bilim
evrensel ve zorunlu olmaktan çıkıyor. Bu sefer, bilim evrensel ve zorunlu değilse o zaman mesele
yöntem tartışmalarına dönüyor. Yani kuramın nasıl çıktığının önemi yok, önemli olan doğrulamak.
Ama iyi doğrulayamıyoruz da…falan. Bütün bu tartışmalar, akıl ile söz konusu nesne arasındaki bağı
kaldırma üzerinden gelişiyor.

Kant nesnenin kuruluşu ve bundan hareketle bunun metafiziksel temellerinin neler olabileceğini
düşünmüş. Bu teorik zemin Einstein fiziği içinde var Kant’ta. Herhangi bir felsefi girişimde
bulunulabilir mi ki bu bize kuantum nesnelerinin metafiziğini yapma imkanı versin? Kant bugün olsa,
duruma bakıp oturup kuantum fiziğinin teorik temelleri üzerine düşünürdü. Bugün kimse bununla
ilgilenmiyor. Kuantum nesnesi nasıl bir şeydir? Einstein çok iyi Kant bilen bir adam. Görelilik fiziği
pozitivizme çok destek olmuş ve görelik fiziği ve onu izin verdiği geometri, Kant’ın sentetik a
priorisini hırpalamış. Einstein hayatının geri kalan kısmında kuantum fiziğinin tam olmadığını ve
tamamen bir matematiksel bir reçeteden ibaret olduğunu savunmuş. Nesneyi nasıl düşünüp, nasıl fizik
yaptığımızı bize açıklayamıyor. Kuantum fiziği tamamlanırsa tartışılır bu haliyle tartışılamaz bile
demiş. Bu anlamda çok Kantçı aslında.

Görelilik kuramı yanlış anlaşılıyor. Bütün referans çerçeveleri göreli de olsa, Newton’un iddia
ettiği gibi mutlak bir referans çerçevesi bulunmasa bile, bütün fiziksel olayları tasvir edecek nesnel bir
fizik yapılabilir. Einstein’ın devrim yapan görüşü, “bütün referans çerçeveleri görelidir ya da mutlak

122
bir referans çerçevesi yoktur” demesi değil, fizik yapabilmek için Newton’un söylediği gibi mutlak
referans çerçevesine ihtiyacımız yok. Bütün referans çerçeveleri göreli de olsa, fiziğin denklemleri bir
ve aynı nesnel gerçekliğin resmederler. Göreliliğin ilgin olan bu. Nesnel fizik vardır, çerçeveler göreli
olsa da…

Doğa Bilimlerinin Metafiziksel Temelleri (1786 yani 1.Kritikten sonra 1.Krıtik 1781, 2.basım
1787) kitabında Kant, herhangi bir biçimde uzay zamanın mutlak olduğunu düşünebilmemizin imkanı
yok diyor. Bizim uzay kavramımız, tamamen görelidir diyor, bize göredir diyor. Uzayın belli bir
bölgesini ifade eden bir çerçeve başka bir açıdan bakıldığında hareket etmiyor gibi görünebilir. Her
uzaysal çerçeve bir başkasına göre hareket etmiyor ya da hareket ediyor gibi görünebilir diyor. Yani
Kant’a göre de mutlak uzay zaman falan yok. Bir anlamda klasik fizik uzay ve zamanın göreli
olmasına daha uygun. Neden il başlarda kantçı olmadığı düşünülmüş, Kant’ın geometri sentetik a
prioridir dediğinde aklında Oklidçi geometri var. Oklidçi olmayan geometriler henüz bulunmamış.
Lobaçevski gibi falan…Oklidçi olmayan geometrilerin birbiriyle tutarlılıkları da ispatlanıyor. (Buna
göreli tutarlılık deniyor) Böyle olunca Kantçı olmayanlar, birbirinden farklı önermeler içeren (bir
çizgiye bir doğrudan bir paralel çizilebilir diyor, diğeri hiç çizilemez diyor bir başkası birden çok çizilir
diyor falan) bunların üçü aynı anda doğru olamaz. Ama Kant geometri sentetik a prioridir yani zorunlu
olarak doğrudur demişti. O zaman zorunluluk fikrinden vazgeçip sentetik a posteriori falan
yapacaksınız ya da başka bir açıklama getireceksiniz. Sentetik a prioride ısrar edemezsiniz. Puankre,
Russell, Frege, Hilbert falan geometrinin terimleri dilsel bir çerçevede verilmiş tanımlar içerisinde
tanımlanır. Geometrinin aksiyomları evrensel zorunlu falan değiller, sadece dil içinde tanımlanan
tanımlardan ibarettir düşüncesini savunmuşlar.

Birileri de Kant hala haklı olduğunu, Oklid geometrisi klasik fiziğin geometrisi hala. Einstein
özel göreliliği değil, genel göreliliği ortaya koyduktan sonra söz konusu uzay zamanın tasvirini Oklidçi
olmayan geometri daha başarılı bir biçimde yapıyor diyor. Oklidçi geometri yapamıyor değil, Oklidçi
olmayan (eliptik) geometri daha başarılı bir biçimde yapıyor diyor.

Einstein bunu deyince Einstein bizi Kant’tan kurtardı falan diyorlar. Ama özü itibariyle
Einstein’in düşüncesi temelde Kant’çı olmaya devam ediyor bazılarına göre. Ama bu çok tartışılan bir
şey tabi ki.

123
Bugün hiçbir fizik departmanında mutlak uzay var mı diyemezsiniz. Söylediğiniz şeyi tartışmaz
sadece “anlamsız” derler. Nesnel fizik var mı? Tabi ki var. Bu uzay zamanın göreli olması ile fiziğin
nesnel olması arasında bir fark var. Nedir bu günkü nesnellik anlayışı, söz konusu referans
çerçevelerinde değişmeden kalan bir şey varsa nesnellik vardır. Mesela belli bir çerçeveye göre bir şey
başka bir çerçeveye göre olamıyorsa görelilik vardır denilebilir. Lorenz transformasyonları, mesela,
belli bir şeyi (ışığın hızı) bir olayı, bir referans çerçevesinden başka bir referans çerçevesine transfer
ediyorsunuz. O sabit alınan bir takım bağıntıları, hızları koruyor. Yani çerçeveleri değişse de aynı
nesnellikten bahsetmeye devam ediyorsunuz. Sana oradan öyle bana buradan böyle görünse de aynı
sandalyeden bahsettiğimizi söylüyoruz. Fizik bize bunu sağlıyor. Kant’a göre de Einstein’a göre de bu
böyle. Kuantum fiziğinde durum sıkıntılı. Bugün Kopenag yorumu dediğimiz kuantum fiziğinin en
genel geçer yorumuna göre, tezahürlerin kaynağında kuantum nesneleri vardır diyemiyoruz. Orada bir
nesne vardır falan diyemiyoruz. Kant kendi başına şeyin temsillerini ediniyoruz ama kendi başına şeyi
kavrayamıyoruz diyordu. Kuantum fiziği, tezahürün kaynağı hakkında bir şeyler söyleyemiyor.
Einstein bu konuda bir şeyler söyleyemezsek fizik bilimi tamamlanamaz diyor.

3. Kat: Kavramda Tanımanın Sentezi:

“Düşündüğümüzün bir an önce düşündüğümüz ile tam olarak ayrı olduğunun bilinci
olmasaydı, temsiller dizisindeki tüm yeniden-üretim yararsız olurdu. çünkü şimdiki durumunda yeni
bir temsil olurdu ki, hiçbir yolda onun adım adım üretilmiş olmasını sağlayan fiile ait olmazdı, ve
temsil çoklusu hiçbir zaman bir bütün oluşturmaz, çünkü ona yalnızca bilincin sağlayabileceği
birlikten yoksun kalırdı. Eğer sayarken benim için şimdi duyunun önünde yüzen birimlerin ard arda Açıklama [E53]: Zincifre örneğini
hatırla
birbirlerine eklendiklerini unutacak olursam, o zaman birin bire bu ardışık eklenişi yoluyla bir
çokluğun üretilmekte olduğunu ve dolayısıyla da sayıyı bilmem olanaksız olurdu; çünkü sayı
kavramı yalnızca bu sentezin bu birliğinin bilincinden oluşur.” (A 103)

Zamanın anlarında daha önceki anlarda olanla yine karşı karşıya olduğumun bilinci kavramanın en
temel noktası. O şeyin bu şey olarak kavranması nasıl mümkün oluyor bunu anlatacak. O, bir kurala
göre yeniden üretiliyor. Yeniden üretilen, şu anda karşı karşıya olduğum şeyle uyumlu ise ben onu
yeniden üretme kuralının birliğine göre kavramda idrak etmiş oluyorum.

“Kavram sözcüğü bu noktaya kendiliğinden bir açıklama getirebilir. Çünkü bu birimsel bilinç
adım adım sezileni, çokluyu, ve bundan sonra yeniden-üretileni, tek bir tasarıma birleştirendir. Bu

124
bilinç çoğu kez yalnızca zayıf olabilir, öyle ki onu edimin kendisi ile, e.d. dolaysızca tasarımın üretilişi
ile değil, ama yalnızca etki ile bağlayabiliriz; ama bu ayrımlara bakılmaksızın, bir bilinç her zaman
bulunuyor olmalıdır, üstelik belirgin bir duruluktan yoksun olmasına karşın. Ve onsuz kavramlar ve
onlarla birlikte nesnelerin bilgisi de bütünüyle olanaksız olacaktır.” (A 103-104)

Sonra da kavranılan nesne nasıl bir şeydir bunu anlatıyor.


Kant şöyle bir şey tartışmaya devam ediyor, temsilleri alıp ilişkilendiriyoruz falan ama, “orada nesne
var” gibi düşünüyoruz.Nesneyi ben kurdum diye düşünmeyip benim dışımda olarak düşünüyorum. Söz Açıklama [E54]: Object: Throw out :
almak fırlatmak
konusu bu kavramlar, birlik verme fonksiyonu olduğu düşünülen kavramlar bunu nasıl sağlarlar? Nasıl
oluyor da ben nesneyi dışımdaymış gibi düşünüyorum?

“Ve burada 'temsillerin bir nesnesi' ile ne demek istediğimizi anlaşılır kılmalıyız. Yukarıda demiştik
ki görüngülerin (tezahürlerin) kendileri duyusal temsillerden başka bir şey değildirler, ve tam olarak
kendilerinde oldukları gibi alındıklarında, nesneler (tasarım yetisi dışındaki) olarak
görülmemelidirler. Öyleyse bilgiye karşılık düşen ve bu yüzden o denli de ondan ayrı olan bir Açıklama [E55]: Temsiller nesne değil,
onlar dolaysız olarak farkına vardığım
nesneden söz edildiğinde bundan ne anlaşılacaktır? Bu nesnenin salt genelde birşey =X olarak şeyler ama nesne değil.
Açıklama [E56]: Ben nesneyi benim
düşünülmesi gerektiği açıktır, çünkü bilgimizin dışında elimizde bu bilginin karşısına ona karşılık dışımdaymış gibi görüyorum ve bu dışına
atmak nasıl gerçekleşiyor. Nesne nasıl
düşmek üzere koyabilecek hiçbir şey yoktur. (A104) “orada” oluyor?
Açıklama [E57]: Genel bir nesnelik,
nesne olma durumu (=X) gibi bir şey var.

Ama tüm bilgi ile nesnesi arasındaki bağıntıya ilişkin düşüncemizin kendisinde bir zorunluk öğesi
taşıdığını buluruz, çünkü nesne bilgilerimizin rastgele ya da keyfi olmalarına karşı duran ve onları
apriori belli bir yolda belirleyen bir şey olarak görülür. Çünkü, bir nesne ile ilişkili olmaları gerektiği Açıklama [E58]: Ben aslında her bir
nesnede bilincimin biçimsel birliğini
için, bununla ilişki içinde zorunlu olarak birbirleri ile bağdaşmaları, e.d. bir nesnenin kavramını düşünüyor ve onu bu sayede onu bir nesne
haline getiriyorum. Nesneyi nesne haline
oluşturan birliği taşımaları gerekir. (A104) getiren aslında benim onda bilincimin
biçimsel birliğini düşünmem. Bir anlamda
Project etme, dışarı fırlatma. Bir şeyin
benim nesnem olması demek, benim
bilincimin formel birliğini ona yansıtmam
Ama açıktır ki, ilgimiz yalnızca temsillerimizin çoklusuna yönelik olduğu için, ve onlara karşılık demek.

düşen X (nesne) tüm temsillerimizden ayrı olması gereken bir şey olarak bizim açımızdan hiçbir şey Nesne ve kavram bir paranın iki yüzü gibi.
Kavram, temsillere birlik veren temsil.
olduğu için, nesnenin zorunlu kıldığı birlik temsillerin çoklusunun sentezinde bilincin biçimsel Kavram üzerinden kavradığım nesne ise,
kendi bilincimin formel birliğini kendisinde
birliğinden başka bir şey olamaz. Ancak görünün çoklusunda sentetik birliği ortaya çıkardıktan düşündüğüm şey=x

Felsefe tarihinde çok ilginç ve yeni bir şey


sonradır ki nesneyi bildiğimizi söyleyebiliriz. Ama eğer görü çoklunun yeniden-üretimini a priori bu. Aslında benim dışımda dediğim o şey,
nesne aslında benim bilincimin biçimsel
zorunlu ve içinde bunun birleştirildiği bir kavramı olanaklı kılan bir sentez işlevi yoluyla bir kurala birliğinin ta kendisi. Nesnellik benim
bilincimin biçimsel birliğinden
göre üretilmemişse, bu birlik olanaksızdır. Böylece nesne olarak bir üçgen düşünürüz ki, bunda üç kaynaklanıyor.

doğru çizginin bir kurala göre bileşiminin bilincindeyizdir ve bu kurala göre böyle bir görü her Bilincin birliği olmasa nesneden
bahsedemezsin. O yüzden object. Ben
kendimdeki bir birliği dışıma atıp dışımda
zaman sunulabilir. Bu kural birliği; çoklunun tümünü belirler ve onu apperceptionun birliğini seyrediyorum aslında.

125
olanaklı kılan koşullara sınırlar. Ve bu birliğin kavramı bir üçgenin sözü edilen yüklemleri yoluyla
düşündüğüm nesnenin=X tasarımıdır.” (A 105)

Kant’ın söylediği şey, dışarıdaki şey nasıl benim nesnem olabilir zaten? Tezahürlerin kaynağının nasıl
olduğunu bilmediğim gibi olup olmadığını bile bilmiyorum.

İster bir sandalye göreyim, ister sandalye sanrısı göreyim, ikisinde de onda gördüğüm benim bilincimin
formel birliğidir. Öznel, psikolojik bir fark olabilir ama Kant’ın bununla ilgilendiğini sanmıyorum.

Apperceptionun birliği, her şeye benim bilincime de birliğini veren şey. Benim bilincimin birliği var
ben onu yansıtarak nesnedeymiş gibi görüyorum.

Aklın saf kavramları olarak idealar var ki bunlar farklı muhakeme biçimlerini, farklı bütünlük verme
biçimlerini olanaklı kılan kavramlar. Muhakemeyi de olanaklı kılıyorlar.

Kategoriler ise, nesneyi kurabilmem için saf manifoldu farklı sentezleme biçimlerinin birliği olarak
kategoriler var. Kategorilerin birliği de apperceptionun birliğinden geliyor. Nesneyi kuran birlik,
kategorileri de kuran birliktir ve o da apperceptionun birliğidir.

Aklın nesne olarak bir şeyi düşünebilmesini ve belli bütünlükler içerisinde düşünebilmesini sağlayan
zemin ile, kategorilerin nesneyi bir bütün olarak kurmasını sağlayan zemin olarak apperceptionun
birliği arasındaki bağıntı nedir? (Siyah kuşak bir soru) İdealar ile kategoriler nasıl ilişkilenir? Kant
bunun üzerinde pek durmuyor. Aklın bütünlük verme kalıpları (idea) ile, nesneye bütünlük verme
kalıpları nasıl ilişkilenir. Diyalektik bölümünü ve 3.Kritiği okursak anlayabiliriz bunu.

Nesneleri farklı bütünlüklere ait olarak kavramam ve düzenlemem aklın yaptığı bir iş. Aklı bunları
sanki mutlak bir birliğin parçası imiş gibi kavramaya çalışıyor. Akıl “koşulsuz”olanı arıyor diyor. Bu
yoldan saptıran da bir şey.

Kant, pratik aklın etkinliğinin her zaman teorik aklın etkinliğine önceliği vardır. Pratik akıl aslında
araç-amaç ilişkisini düşünen akıl demek aslında. Genellikle aslında bu dünyada hayatta kalmaya
çalışan bir varlıksın. İyi kötü bir psüken de var. Niye böyle bir psüken var Kant’a göre bunun cevabı
yok. Hayatta kalmak için belli bir amaç için araçları düşünüyorsun. Heidegger’in meşhur bir
benzetmesi var. Çekici kullanırsın ama çekiç kırılana kadar çekiçle ilgili bir teori yapmazsın. Teorik

126
sorular, bu pratik sorulardan sonra gelir. Önce hayatta kalmalısın. Biz nesneyi, fizik yapmadan önce
belli şekillerde zaten bilmek zorunda olduğumuz, bilmesek zaten hayatta kalamayacağımız bir nesne.
Ben nesneyi tanımak zorundayım. Ben bir şeyi amaçlarım için araç olarak kullandım diye onun
teorisini de bilmek zorunda değilim. Aklın nesneyi böyle bir bütünlük içinde tutmaya mecbur hayatta
kalmak için. Bilim de hayatı kolaylaştırdığı için belki de. Darwin’in falan Kant’ın sonucu olmasını da
bununla ilişkilendirmek lazım.

3.Kritik bu nedenle çok önemli. Yargı yetisi reflektif olarak düşünür. Bir şeylerden kavramına gitmeye,
şeyleri kavramın altına düşürmeye çalışır. Ve sanki bir gayesi varmış gibi düşünür. Neden böyle
yapıyor akıl? Çünkü böyle düzenleyip, biçimlendirirse yolunu bulmak daha kolay da onun için. İnsan
belli bir düzenlilik oturtmaya çalışıyor ki zehirli olanla olmayanı ayırt edip hayatta kalabilesin.

Kavramların aslında hepsinin ait olduğu, söz konusu bu nesnenin farklı tutulma biçimlerinin hepsinin
ait olduğu mutlak bir bütün varmış gibi düşünüyor aslında. Akıl, nesneyi kuran kendisi olmamasına
rağmen, onları düzenlemiş, sonra bu düzenleme biçimlerinin hepsini mutlak bir bütün oluşturduğu ve
nesnel bir varlığı olduğunu düşünmeye başlıyor, metafizik de böyle başlıyor. Böyle bir bütün var işte o
da Tanrı diyor. Disjunktif çıkarımları olanaklı kılan, tüm kavramların bir arada bulunduğu mutlak
bütünlük, olanaklı düşünülebilirlerin hepsinin toplamı Tanrı’dır diyor metafizikçi. Buna sonra nesnellik
atfedip onu varlığını kanıtlamaya çalışıyor falan.

Oysa bu bütünlüğün aslında kendi başına şeyle ile ilgili bir muhakeme yapmaya çalışmaktan öte bir
yanı yok. Kendi başına bir nesnelliği ya da nesnenin kuruluşuna katkısı da yok. Yani böyle bir
bütünlük olmasa da, sen onu kavramasan da orada kategoriler tarafından kurulmuş bir bütünlük var.
Senin nesne ile ilgili düşündüklerin aslında ona ne bir şey ekliyor ne de ondan bir şey çıkarıyor. Aklın
bu şekilde düşünmesine metafizik diyoruz. Nesnenin bütünlük oluşturmasının falan, ne nesnenin
kuruluşu ne de nesnenin kendisi hakkında bir bilgi verdiği falan yok. Hiçbir yararı ve gerçekliği de
yok. Kant bu.

Akıl, hayatta kalmamızı sağlıyor. Ama bunu yapan akıl, mutlak olana ulaşıncaya kadar da durmuyor
aynı zamanda. Onu bulduğunu düşündüğünde de ona bir isim vermiş, (Parmenides’in Bir’i gibi) onun
hakkında bir sürü çıkarım yapmış. Bütün Batı felsefe geleneğini (Platon, Parmenides, Yeni
Platoncular…vb) de eleştiriyor Kant. Metafizik gözünü kör edip olanı biten görmeni engelliyor.

127
Aklın tabiatı bu. Nasıl nesneyi bir sandalyenin bir parçasını bir bütün olarak kavramaya çalışıyorsa her
şey hakkında da (nesne olmayan hakkında da) bir bütünlüğe ulaşmaya çalışıyor. Ta ki, daha dibi yok
diyene kadar.

1.K’in başında akıl veremeyeceği soruları sormakla malûl bir yeti diyor. Sakat yani. Yani sen “ben
neden buradayım”, “burası neresi”, gibi sorarsın mutlak bir şey buluncaya kadar rahat etmezsin. Tanrı
ispatı yaptım ve çok tatmin oldum diyen bir adam yok. [Huzursuzuz] O zaman ne yapmalı?

Sen nenenin kuruluşunu kavrayıp bunun üzerinden teorik fizik falan yapabiliyor musun? Buradan
devam et çünkü hayatta kalmanı falan sağlayacak. Gayet pragmatist bir yöne doğru evriliyor bu
düşünce biçimi.

Pratik akıl, kendisini amacına ulaştıracak yolu aracı (ki bu da nesne) düşünüyor…. Alman İdealistleri
bu meseleye sardırmışlar. 3.Kritik’te: Doğanın gayesini dolaysız olarak bilseydik konuşurduk ancak
bilmiyoruz diyor. Fihte “entelektüel görü”müz var demiş, Schelling, Hegel falan da atlamış bunlar.
Almanya o dönemde milli birliğini henüz yakalamamış, Fransız devrimi sonrası her şey karışmış,
modern devlet hangi esaslara göre kurulacak belli değil falan yani bir sürü pratik sorun var. Fichte,
Hegel falan topluma şekil vermeye çalışan devlet filozofları. Fiche kaç tane Alman Ulusuna söylevler
falan yazmış. O pratik sorunlara daha metafiziksel cevaplar vererek Kant’ın koyduğu o sınırı
geçmişler.

İyi ki de bilmiyoruz… Her şey teorik bilginin konusu olsaydı, bu sahnede ne yapman gerekeni teorik
bir nesneyi bilir gibi bilirdin ve ona göre davranırdın. Ama bu herhagi bir nesnenin kuruluşuna senin
katkının olamayacağı anlamına da gelirdi diyor. (Özgürlük olmazdı) İş buradan sonra ilahiyata giriyor.
Neden? Kant’ın asıl dertlerinden biri, (Kant’ı herhangi bir Darwinciden ya da Pragmatistten ayıran
nedir?) fiziğin mekanik zorunluluğu olmasına rağmen, benim bu tip bir metafiziksel bilgiye sahip
olamama rağmen (iyi ki öyle) benim bazı eylemlerim olmasaydı oraya çıkamayacağı nesneler var
dünyada. Summum Bonum (En Yüksek İyi) Erdemle mutluluğun sentetik birliği. Akıl sahibi insanların
neden var oluğunu sorusunu cevaplamak istiyorum diyor Kant? Neden varız? Teorik aklın sınırları
içinde bir cevap verilemez. Buna cevabı bilinemezlik üzerinden vereceğim diyor. Ben ahlaklı olmayı
seçtiğimde, ahlaklı davranışta bulunduğumda başka hiçbir varlığın neden olamayacağı bir nesnenin
ortaya çıkmasının sebebiyim. Benim varlığımın anlamı bu. Bu çok ciddi bir şey. İlahiyat açısından.
Varsak bunun için varız. Bunun dışında mekanik fiziğin zorunlulukları içinde yuvarlanıp gidiyoruz
işte.

128
Ki bu, tarih fikrinin de arka planıdır. Senin özgür bir neden olarak ahlaki eylemde bulunmanın
sonuçlarının mekanı tarihtir. İnsanın tarihselliği de buradan çıkıyor. Bu nende böyle oluyor bunun
bilimi yapılabilir mi yapılamaz diyor Kant. Tarih bir bilim değildir. Hegel ve Schelling’in peşine düşüp
“entelektüel görü” üzerinden bari bunun bilimini yapalım diyorlar. Kant bunu yapamazsınız diyor.
Bildin de ne oldu? Bilginin konusu haline getirmek, özgürlüğünün bitmesi demek, neden sonuca tabi
olman demek. Ahlaki varlığının zemini ortadan kalkıyor. Hegel’i düşün. Ahlak aşılması gereken bir
şey.Hukuk felsefesinde söyler bunu. Kantçı, Platoncu tüm ahlaklar aşılacak, bir devletin parçası olarak
zorunluluklar içinde var olacaksın.

Transsendental Apperception:

“Tüm bilgi bir kavrama gereksinir -bu kavram ne denli eksik ya da bulanık olsa da;
ama kavram her zaman biçimine göre bir kural olarak hizmet eden evrensel bir şeydir. Böylece
cisim kavramı onun yoluyla düşünülen çoklunun birliğine göre dış görüngülere ilişkin bilgimiz için
bir kural olarak hizmet eder. Ama ancak verili görüngülerde onların çoklusunun zorunlu yeniden-
üretimini, ve dolayısıyla onlara ilişkin bilincimizde sentetik birliklerini temsil etmekle görüler için
bir kural olabilir. Böylece cisim kavramı dışımızdaki bir şeyin algısında uzam tasarımını ve bununla
içine-işlenemezlik, şekil vb. tasarımlarını zorunlu kılar.

Tüm zorunluk için her zaman transsendental bir koşul temelde yatar. Bu yüzden tüm
görülerimizinçoklusunun sentezinde bilincin birliğinin, ve öyleyse genelde nesnelerin kav-
ramlarının, buna göre tüm deneyim nesnelerinin transsendental bir zemini olmalıdır ki, onsuz
görülerimiz için herhangi bir nesneyi düşünmek olanaksız olacaktır; çünkü bu nesnenin kendisi
kavramı böyle bir sentezin zorunluğunu anlatan bir şey den daha çoğu değildir.

Bu kökensel ve transsendental koşul ise transsendental apperceptiondan başka birşey değildir.


Durumumuzun belirlenimine göre özbilinç iç algıda yalnızca emprik ve her zaman değişkendir; iç
görüngülerin bu akışında sağlam ya da kalıcı hiçbir 'kendi' olamaz; ve bu özbilinç genellikle iç
duyu ya da emprik apperception olarak adlandırılır. Sayıca özdeş olarak tasarımlanması zorunlu
olan şey emprik veriler yoluyla böyle bir şey olarak düşünülemez. Böyle bir transsendental varsayımı
geçerli kılmak için tüm deneyimi önceleyen ve onun kendisini olanaklı kılan bir koşul olmalıdır”
(A106- A107)

129
Amprik deneyimimlerimizi tespih taneleri gibi düşünelim, onlara birlik veren iplik transsendental
apperception’dur diyor. Onun birliği var. Bendeki bu birliği de ben nesnenin birliği olarak düşünürüm,
bu birliği dışarıya yansıtarak düşünürüm ve nesneleri kurarım diyor.

“Ama bu apperceptionun transsendental birliği her zaman bir deneyimde bir arada durabilen tüm
olanaklı görüngülerden tüm bu tasarımların yasalara göre bir bağlantısını oluşturur. Çünkü
bilincin bu birliği, eğer zihin çoklunun bilgisinde onu sentetik olarak bir bilgiye birleştirmesini
sağlayan işlevin özdeşliğinin bilincinde olmasaydı, olanaksız olurdu. Öyleyse kendinin özdeşliğinin
kökensel ve zorunlu bilinci aynı zamanda tüm görüngülerin kavramlara göre, e.d. kurallara göre
sentezinin eşit ölçüde zorunlu birliğinin bir bilincidir-kurallar ki yalnızca onları zorunlu olarak
yeniden-üretilebilir kılmakla kalmaz, ama böylelikle ayrıca görüleri için bir nesneyi, e.d. içinde
zorunlu olarak kendi aralarında birleştikleri birşeyin kavramını da belirlerler. Çünkü zihnin
tasarımlarının çokluluğunda kendi özdeşliğini düşünebilmesi, ve dahası, bunu a priori
düşünebilmesi ancak ediminin özdeşligini göz önüne almasıyla olanaklıdır, ve bu edim yoluyladır ki
apperceptionun (ki ampriktir) tüm sentezini transsendental bir birlik altına getirir ve ancak
böylelikledir ki bağlantılarını apriori kurallara göre olanaklı kılar. Şimdi, genel olarak bir nesneye
ilişkin kavramımızı" da daha doğru olarak belirleyebiliriz. Tüm temsillerin, temsiller olarak,
nesneleri vardır ve kendileri de yine başka temsillerin nesneleri olabilirler.

Görüngüler bize dolaysızca verilebilecek biricik nesnelerdirler, ve onlarda dolaysızca nesne ile
ilişkili olan ise görü olarak adlandırılır. Ama bu görüngüler kendilerinde şeyler değildirler; tersine,
yalnızca temsilleridir ki yine kendilerinin nesneleri vardır-bir nesne ki artık bizim tarafımızdan
görülenemez ve bu yüzden amprik-olmayan olarak, e.d. transsendental nesne = X olarak
adlandırılabilir.” (A108-A109)

Yani transsedental apperceptionun eşleniği olarak, transsendental bir nesne olarak düşünülebilir.
Düşünsel olarak, bir olanak olarak düşünülebilir.

“….Tüm görüngüler, nesnelerin bize onlar yoluyla verilecek olmaları ölçüsünde, sentetik
birliklerinin apriori kuralları altında durmalıdırlar- kurallar ki, bu görüngülerin emprik görüde
ilişkilendirilmeleri ancak onlara göre olanaklıdır; eş deyişle, deneyimdeki görüngüler
apperceptionun zorunlu birliğinin koşulları altında durmalıdırlar, tıpkı salt görü söz konusu
olduğunda biçimsel uzay ve zaman koşulları altında durmak zorunda olmaları gibi. Ve tüm bilgi
ancak bu yolla olanaklıdır.” (A110)

130
Ben, söz konusu yeniden üretimi belli kurallara göre yaparım. Belli kurallara göre resim üretir
muhayyile (bild üretir). Bu yeniden üretimin kuralları evrenseldir ve saftır. Saf manifolda uygulanır.
Bu yeniden üretime birliğini veren transsendental apperceptionun birliğidir. Bu açıdan bakıldığında
herhangi bir nesnenin kurulması kategorilerin kendilerine temin ettiği kurallara göre yapılmaktadır, o
kategorilerin birliği de transsendental apperceptionun birliğidir. Dolayısıyla amprik olarak kurulan her
nesne transsendental bir koşul altında kurulur ve benim karşımda durur bir nesne olarak. Söz konusu
kategorilerin de bu nedenle evrensel bir geçerliliği vardır. İşte buna Kant “dedükdiyon” diyor. Neden
benim nesnem benim nesnem olarak var ve evrensel ve zorunlu yasalara tabi. Bunu daha ayrıntılı
olarak anlatacak bundan sonraki iki bölümde.

131
A. Çitil-Kant Okumaları Ders:10

Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Çıkarsaması


Üçüncü Kesim

Anlama Yetisinin Genel Olarak Nesnelerle İlişkisi ve


Onları Apriori Bilme Olanağı
(A115)

“Quit juris?” Ne hakla sorusunun cevabını bu bölümde veriyor. Nasıl oluyor da kategoriler nesnel
ve evrensel geçerliliğe sahip bunu anlatıyor. Bir önceki bölümde:

“Doğamn kendini öznel apperception zeminimize göre yönlendirmesi, giderek yasallığı açısından
ona bağımlı olması gerektiği hiç kuşkusuz oldukça saçma ve tuhaf görünür. Ama bu doğanın
kendinde bir görüngüler toplamından başka bir şey olmadığı ve dolayısıyla bir kendinde şey değil
ama salt bir zihinsel temsiller çokluğu olduğu düşünüldüğü zaman, onun ancak tüm bilgimizin
köktenci yetisinde, eş deyişle transsendental apperceptionda, ona tüm olanaklı deneyimin nesnesi,
e.d. doğa adının verilmesinin biricik nedeni olan o birlik içinde görülmesinde şaşıracak bir şey
yoktur.” (A 114)

Neden doğa benim bilincimin birliğine tabi olsun? Kategoriler nesneyi kuruyor, ancak akıl bunu
farklı bütünlükler içinde tutup çıkarımlar yapıyor. Hatta bu farklı biçimlerde tutuşu nesne sanıp
metafiziğe falan sarıyor. Kant bu meseleyi 3.Kritik’te tekrar açıyor. Akıl nasıl oluyor da kategoriler
tarafından kurulmuş olan nesneyi farklı bütünlükler içerisinde alıp, farklı sınıflandırmalar içinde
kendisine temsil etmeyi başarıyor. Aslında bunu anlatmıyor ayrıntılı bir biçimde. Akıl bunu nasıl
yapıyor?u anlatmıyor. Bunu 3.Kritik’te Telelolojik Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde anlatıyor. Burada:

Yargı yetimizin iki türü vardır: 1) Belirleyici: Bir şeyi kavrayıp bir kavramın altına düşürüyorum,
kavramın altında tanıyorum. 2) Reflektif: Bir nesne ile karşı karşıya geldiğinde onu, hangi kavramın
altında düşüneceğini düşünüyor. Kavramı kurup nesneyi onun altına düşürmüyor. Nesne ile karşı
karşıya iken bu nesne hangi kavramın altında düşünülebilir diye düşünüyor.

Yargı yetisi, söz konusu bu reflektif yargılarla kendisine bir kural verip bağlar. Söz konusu
nesneyi sanki bir gayesi varmışçasına sınıflandırmaya çalışır. Akıl nasıl işliyor?

Aristoteles’teki 4 nedende gayi neden en önemlisi. Varlığını o gayeye borçlu. Energea diyoruz.
Çünkü kökünde gaye var. Söz konusu duyusal malzeme, bir gayeyi yerine getirecekmiş gibi şekil

132
alıyor. Böyle nesnel oluyor. Nesne böyle bir şey Aristoteles’te. Nesneyi nesne yapan şey, onun böyle
bir işlevi kazanmış olması. Entelektia diyor. (telos) Bu şekilde biz fizik yapamıyoruz asıl mesele bu.
Aristoteles, fiziksel unsurlar da gayi neden olmaksızın düşünülemez. Nesnenin maddesinde gitmek
istedikleri bir yer var. Ateş havaya ve taş aşağıya gitmek istiyor. O gayi nende onları hareketli tutuyor,
fiziksel nesne olarak varlık kazandırıyor. Biz Aristoteles’e göre bu gayi nedenleri dikkate alarak fizik
yapıyoruz.

Newton ve Descartes’ten öğrendiği kadarıyla Kant anlamış ki, doğa mekanik yani ittirirsen bir
nesne gidiyor, ittirmezsen gitmiyor. Descartes’in öne sürüp Newton’un formülize ettiği eylemsizlik
(atalet) ilkesidir bu. Mekanik yasalara tabi bir eylem var, gaye falan da yok.Kant bir fizikçi. Doğa
mekanik yasalara göre işleyen gayi değil sadece fail nedenlerin olduğu bir şey. Doğaya baktığımızda
bir düzen de var gibi görünüyor bu nasıl oluyor. Bu düzenin nedeni doğanın mekanik yasalara göre
devinmesi zaten. Tek tip yasalara göre devinmeseydi böyle bir düzenlilik olmazdı. Kant, 3.Kritik’te
Teleolojik Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde: Sonsuz bir zekamız olsa, evrenin ilk oluştuğu andan itibaren
(Bu arada Kant ilk kozmogoninin yazarı) fiziksel unsurlar, atomlar, moleküller falan nasıl ortaya
çıkmış.Bugün Kant’ın torunları Cern’de parçacık peşindeler. Biz büyük patlamada ortaya çıkan
parçacıkları oluşturup gözlemlemeye çalışıyoruz Cern’de. Sadece mekanikten yararlanarak bu bilgiden
hareketle tüm bu düzenliliğin nasıl oluştuğunun resmini çıkarmak mümkün. Ama Kant’a göre bu
sonsuz bir görev ve tamamlanamaz. Prensip olarak yapılabilmesi mümkün. Düzenlilik aslında şeyler
gayi nedenlerden pay alıp meteksis yoluyla bireyselleştiler gibi bir düşünceyi kabul etmez Kant.

Yargı yetimiz şöyle işliyor. Şu nesneyi belli bir kuralın altına düşürerek anlamaya
çalıştığımızda o sanki bir gayeye sahipmiş gibi düşün onu diyor yargı yetisi. Kendi kendine bir kural
vererek düşünüyor. Sanki o sınıflandırılmış, belli ereklere göre imiş gibi düşün onu diyor. Erek
dediğimiz bir şey var ama bu yargı yetisinin kendisine verdiği kuraldan kaynaklanıyor.

Akıl bir sınıflandırmaya tabi kılarak anlamaya çalışır. Üstelik böyle bir düzenliliği bulur da.
Düzenliliği arıyorsun, doğa yasalarından kaynaklı olarak da buluyorsun. Bu durumdan da bir haz
alıyorsun. Burayı şöyle sınıfladırmıştık diyelim, araştırırız daha incelikli bir sınıflandırma yaparız.
Bundan da haz alırız. Aklın sınıflandırma biçiminin gayesi erek.(Telos)

Doğa yasalarının aslında gerektirdiği biçimde tam bir sınıflandırmaya ulaşabilir miyiz? Hayır
ama yaklaşabiliriz. Kant’ın bilim ideali bu. Yaklaşabilirsin ama hiçbir zaman tam bir sınıflandırmaya

133
ulaşamazsın. Gittikçe daha iyi amprik sınıflandırmalara, yasalara ulaşıyorsun. Bunu yapabilmen, varlık
alanında bireyler var, bu bireylerin nedenleri var falan gibi anlamlara gelmiyor. İşin püf noktası bu. Açıklama [E59]: Aristoteles, evrende
tözler var, yani evren bireylerden oluşuyor.
Bu tözlerin gayi nedenleri de var diyor.
Kant ise, yok öyle bir şey, tamamen
mekaniğe göre devinen madde var diyor.
Soru: Eco: Kant ornitorenk ile karşılaşsaydı ne derdi? Çünkü ornitorenk bir çok sınıfa birden Belli sınıflandırmalara karşılık veriyor mu?
Evet. Ama evrende bireyler var, gayi
giren bir hayvan. nedenler formlar var diyemiyorum.

Aristoteles’in asıl işi deniz biyolojisi. Bireyler var olduğu için o bireylerin tanımını elde etmeye
çalışıyoruz. Türler, cinsler belirlemiş. Böyle bir sınıflandırmanın olduğuna, her bir bireyin en
nihayetine doğru bir tanımının da verilebileceğine en yakın türü ve ayrıma göre tanımını vermek gibi
bir tanımlama yapılabileceğini düşünmüş. Kant bu anlamda tanımların verilebileceğini düşünmüyor.
Hiçbir zaman böyle tanımların verilemeyeceğini düşünüyor. Çünkü ortada aklın sınıflandırma arzusuna
uyan bir nesnel yapı yok. Sadece mekaniğe göre işleyen bir yapı var. Biz Ocham’dan beri
sınıflandırma biçimlerinin doğruluğu hakkında kuşkucu bir biçimde doğaya bakıyoruz. Hiçbir
sınıflandırma, tam olamaz, her sınıflandırma biraz kurmacadır. Gerçekten bireyler olsa, sen de bilim
olarak o formları bulmaya araştırmaya falan uğraşırsın. Böyle bir bilim yok artık. O halde ne
yapabilirsin? Topladığın amprik verileri hangi sınıfa uyuyor diye bakarsın. Buna abdüktif çıkarım (geri
çıkarım) deniyor. Abdüktif çıkarımların hiç biri geçerli değil Kant’a göre. Tam olarak geçerli bir
çıkarım yapmak mümkün değil. Bu böyleyken bilimden söz etmek mümkün mü? Kant sonrasında
bütün tartışma bilimsel ilerleme, gelişme diye bir şey var mı meselelerine kayıyor. Kant “olmalı”
demiş. İdeal bir sınıflandırma olmalı anlamında değil. Fiziksel bir nesne var, zorunlu yasa ve kurallar
var, bu yasalar doğaya düzenliliği dayatıyor. Bunun anlamı, sen aradıkça (hata da yaparsın geri de
gidersin ileri de) bir umut olarak daha fazla düzenlilik bulacağını umut edebilirsin. (Ne umabiliriz?)

Akıl ve müdrike ayrımı çok önemli. Nesnenin kuruluşunda aklın hiçbir müdahalesi yok.
Müdrike, nesneyi kuran muhayyilenin birliğinden başka bir şey değil yani derivatif bir şey. Keyfi bir
biçimde işlemiyor. Kant’a göre, görüngülerin tabi olduğu yasalar var. Kavrama yetisinin Genel Olarak
Nesnelerle İlişkisi ve Onları Apriori Bilme Olanağı bölümünde bunu anlatıyor.

Sentetik a priori fikri eleştirildiğinde, bu tip bir zorunlu yasaları bize veren bir transsendental
zemin vardır diyemeyiz demişler. Kant’ın “fizik vardır ve zorunlu yasalara göre yapılır” düşüncesi
eleştirilmiş. Bilim felsefesinde Kant’ın fizik anlayışının reddedenler “demarkation problem” denilen
bir sorunla uğraşıyor. Bilimle bilim olmayanı ayırt eden “işaret-koşul” nedir?

134
Aristoteles “bilimsel” diye bir şey vardır (burhan-apodeiksis) belli şartları sağlayan öncüller vardır
bunlar sonuca göre ve varlıksal bakımdan önceliklidir ve onlar hakkında bilgimiz kesindir. O
öncüllerden geçerli kıyas biçimlerine göre elde ettiğim sonuç bilimseldir diyor.

Kant, genel mantığı varlıkla ilgili bilgi vermek için kullanırsan bu metafiziktir. Çelişmezlik
ilkesini varlığa uygulayıp oradan fiziğe, metafiziğe giderim… bunu yapamazsın. Kant’a göre bilim,
fiziktir. Kategoriler vasıtasıyla deneyim kurulur. Bu kategoriler, deneyimde olanı düşünmek üzere bize
evrensel ilkeler verirler. Bu ilkelere dayalı fizik de bilimdir. Bunun dışında (kimya, biyoloji) bilim
değildir. Düzenlilik var, ararsan bulursun….Kant’ın baktığı gibi bilimi temellendirelim deniliyor mu
bugün? Hayır.

“İmgelem yetisi ile ilişki içinde apperceptionun birliği Anlama yetisi iken, bu aynı birlik,
imgelem yetisinin transsendental sentezi ile ilişkili olarak, Saf Anlama Yetisidir. Anlama Yetisi Açıklama [E60]: Kategoriler, deneyimi
kuran kuralların bütününden başka bir şey
öyleyse tüm olanaklı görüngüler açısından imgelem yetisinin zihin sentezinin zorunlu birliğini değil. Anlama yetisi böyle ortaya çıkıyor.
Benim şu nesneyi kavramam, idrak
etmemde akıl değil, öznel yetilerin
kapsayan zihin a priori bilgiler bulunur. Bunlar ise kategoriler, e.d. saf anlama yetisi bağıntıları üzerinden anlama yetisi ortaya
çıkıyor.
kavramlarıdırlar.” (A 119)

Teorik fiziğin temellerinin belirlenmesi açısından anlama yetisinin sağladığı ilkelerin dışında
bir şey yok. Teorik fiziğin temellendirilebilmesi için kategoriler yeterli. Akıl amprik fizik yapabilir.
Işıkla ilgili bir kuram geliştirmek istediniz. Temel yasaları kabul edip, deneyimde oraya çıkan şeyler ile
ilgili kuramlar da geliştirebilir hatta birbirine zıt kuramlar da geliştirebilir. Ama Kant’ın teorik fizik,
Newton’un temel fizik yasaları-ilkeleri dediği anlamda hiç tartışılacak bir şey yok. Bunlar evrensel ve
zorunlu. Bunları temele al ne istiyorsan yap. Bu fenomenal dünya o kadar çeşitli ki, çok farklı şeylerin
fiziğini yapabilirim. Bugün en paradigması oturmuş bölüm fiziktir mesela. Kuramlar farklılaşabilir mi
evet. Ama herkese öğrettikleri temel fizik açısından fark yoktur, iki fizik bölümü arasında, ama iki
psikoloji bölümü arasında vardır. Teorik fizik açısından müdrike yeterli. Teorik fizik açısından sadece
Kuantum fiziği açısından bir fark olabilir.

Kant’ın Schein (yanılsama-vehim) terimi çok önemli. Sen aslında bir şey kavradığını ve
yakaladığını düşünüyorsun ama yakalayamamışsın. Bu açıdan bakıldığında genel ve transsendental
mantığın, bilgi verirmiş gibi kullanılması diyalektik kullanıma giriyor ve insan kendini hakikaten bir
bilgi verdiğini falan düşünüyor. Aslında bu bir yanılsama. Diyalektiğin bizi getirdiği noktalardan biri
de Aristoteles fiziği ki yanlıştır bu fizik Kant’a göre. Bütün modernlere göre yanlış. Kütleleri farklı iki
cisim aynı anda bırakıldıklarında kütlesi ağır olan cisim önce düşer Aristoteles’e göre ama bu doğru

135
değil. [Galileo taşları pisa kulesinden atmaya başlayıncaya kadar bu böyle kabul edildi] Neden bu
yanlışa düşmüşüz, çünkü olmaması gereken bir biçimde mantıktan varlığa geçiş yapmışız. İnsanlık bu
tip bir diyalektikle kendini kaç yüzyıl oyaladı.

Fransız devrimi sonrasında Fichte devrim sonrası bir çok eser yazıyor ve şöyle diyor. Evrensel
yönetim biçimi budur. O zaman Fichte’ye karşı çıkanlar: madem evrensel bu yönetim neden
yüzyıllardır ortaya çıkmadı? Fichte: Yanılsama (schein) yüzyıllar bile sürebilir. Yanılsamadan
kurtulmak devrimdir. Geçmiş yüzyıllarda ve şimdi yaşamış bir insan, anayasası Kant’ın bahsettiği
ahlak yasasına bağlı devlet “transsendental devlet”tir diyor. Her akıl sahibi insan transsendental
devletin üyesidir. Üyesi isek neden böyle bir devlette yaşıyoruz o zaman. Sen yanılsama içinde
olabilirsin. Yanılsamadan kurtulmak ise devrimdir. Ebedi barış da en nihayetinde ideal olarak bir siyasi
erek var mı? Falan oldukça gevşek, Fichte çok daha sıkı bağlar var.

A basımı ile B basımı arasındaki fark nedir?

B baskıdaki dedüksiyonda bu şekilde 3 katlı sentezden bahsetmiyor. İmgelem o kadar belirleyici değil.
Neden? Heidegger ve başka filozofların yorumları var bununla ilgili. A.Çitil: (bir spekülasyon
yapacağım) B yayımında neden imgelem bu kadar geri plana itilmiş? Ruhun yetileri neden B
basımında bu kadar ikinci plana itilmiş?

1) Kant kendisi de söylüyor önsöz ve girişte. Sentetik a priori bilgiler vardır ve ben bunu size
göstereceğim. Bu hikaye başka türlü de anlatılabilir. Yani ruh nasıl işliyor bilmiyoruz. Eskiler ruhun
yetilerine tanrılar diyorlarmış. O yetkiler çatışıyor, bir şeyleri paylaşıyorlar ve tanrıların marifeti ile
meydana gelen işlemler olarak bakılmış. Bilimsel bir şey değil. Aslında bir tür geri çıkarım gibi
düşünülebilir, yani böyle böyle olsaydı şöyle olurdu, olmadığını göre öyle…gibi. Bu da çok geçerli
olmayabilir. Kant’ın böyle bir nedenle yetileri ön plana çıkarmamayı 2.basımda tercih etmesi bu
sebeple anlaşılabilir.

2) Daha derin bir sebep. Hayal gücü yetisi, Kant’ın değimiyle kör ama vazgeçilemez bir yeti demek.
Kör çünkü kendisi gören bir yeti değil ama bizim bir şeyleri oradaymış gibi canlandıran, deneyimi de
canlandıran yeti aynı zamanda. Bir nesnenin karşılığı burada mevcutmuş gibi algılamamızı sağlıyor.
Bu açıdan duyusal malzemeyi, benim anlayabileceğim şekilde düzenleyen sınıflandıran yeti. Antik
Yunan’daki mitlere gönderme yapıyor. En çok Platon’un Demiurgus’una benziyor Hayal gücü yetisi.

136
Demirgos ne yapar? Eideye bakar ve onun karşılığını burada yapar. Eikonları canlandırır. Eideleri
kavranılabilir hale getirir. Eideler nedir? Gölgeler yani imgelerdir. Çok entesan bir bağlantı bu.
Bu öyle bir yeti ki duyumlama üzerinden farkına vardığım şeyler dünyasını kavranılabilir hale
getiriyor. Burayı benim kavramlarımın karşılığı haline getiriyor. Çok güçlü bir yeti, (tanrı). Bu hangi
kapıyı da açıyor? Platon burayı iyinin (Agathon) sahnesi olarak görebileceğimizi anlatmaya çalışıyor.
Burası izinin ortaya çıktığı yer. Sadece masa sandalye değil, iyinin tecelli ettiği bir sahne olarak
düşünebilirisin. Theoria diye anlattı bu. Theoria olmadan ahlaki deneyim olmaz diyor Platon.
İmgelemni yolunu açarsanız, bu kadar belirleyici olduğunun altını çizerseniz, Platonu dışarıda
bırakmanız çok zor. Birisinin bu da düşünülebilir demesi, bu deneyimin bu tarafını kapatmış, iptal
etmiş değilsin aslında. İmgelem burayı –gören gözler için- iyinin sahnesi olarak canlandırabilir.
İmgelemin kapısını açarsan oradan sadece Platon’a değil bir çok filozofa gider. Kant’ın herhalde en az
iseteyeceği şey budur. Burayı mekanik yasalara tabi bir yer olmaktan çıkarıp, muhayyilenin hakim
olduğu, ahlakın bir sahnesine dönüşmesi aslında Kant’ın en az istediği şeydir. Kant’ın bütün mahareti
ahlak alanını doğadan çekip çıkarmak. Doğada değerler falan yok. İmgelem saadece yeniden
üretmelerle ve üretmelerle nesnel denyimin kuruluşunda işlevsel olarak düşünülecek bir yeti değil aynı
zamanda ahlak açısından da düşünülebilecek bir yeti. İmgelemi, şunu yapıyor ama bunu yapamaz diye
durdurmak öyle kolay değil bence.

İlk baskıdaki anlatışında her şeyi imgelem hallediyor, hafızanın işlevini de o görüyor. En fazla
kavramlardan onların birliği diye söz ediliyor.

Platon’a göre imgelem, kendileri sağa sola saçılmış şeyleri tek Tanrı’nın huzuruna getirme yetisidir.
İmgelemi bu kadar iteklerseniz, böyle şeyler de söylenebilir. Kant da imgelem ve ruhun yetileri ile
ilgili olarak mesele Kant’ın hiç hoşuna gitmeyecek bir yerlere gitme ihtimali nedeniyle 2.basımda yer
vermemiş olabilir. Bu benim spekülasyonum.

Theoria olmadan (Yun. Yüksekçe bir yere çıkıp etrafı seyretmek) Ben burada olup biteni, ne olup
olmadığını ne olması gerektiğini, iyinin nazarından seyredemezsem benim için iyinin ne anlamı
olabilir. Kant’ın söylediğine bakarsak, doğa mekanik yasalara göre devinen gayet anlamsız bir yapı
aslında. Ahlak Kant için benim, benim gibi amaç olarak gözetebileceğim varlıkları dikkate alarak
kendime sınır çekmemdir.. Ahlak deneyimi böyle kurulabilir. Bu ikisi dışında bir zemin var mıdır? çok
tartışmalı.

137
Kendisi orada olmayanın sanki oradaymış gibi bize göstermeye yetisidir falan diyor imgelem için. Bu
tip ifadelerden neyi kapatmaya çalıştığını da anlamak mümkün. Kant neyi dışarıda bırakmak
istediğinin, neyin dışarıda kalması gerektiğinin çok farkında olan bir adam.Ama bunu insanlığın
hayrına olacağına inandığından yapıyor.

“İmgelem bir nesneyi görüde bulunuşu olmaksızın da temsil etme yetisidir.”

Kendi başına nesne yok diyorsunuz. Ne biliyorsun? Kant aslında ne yapmaya çalışıyor? Kendi başına
nesne, kendi başına varlık olmaksızın da ben deneyimin kuruluşunu çelişkiye düşmeksizin
kuşatabilirim. (1.Kritik’in mesajı bu)

Kendi başına olan varlık (Noeta) nedir? En nihayetinde Tanrı’dır. Bütün hikaye bu.

2.Kiritik’te de bundan vazgeçmiyor. Hiçbir eserinde “kendi başına varlık” yok. İdeal olarak Tanrı’nın
kurucu olması tecrübe açısından, “böyle bir şey de çelişkiye düşmeksizin düşünülebilir” demek.

Eğer siz kendi başına olanın (bu anlamda Tanrı) doğanın nedeni olduğunu (en azından bunun ima
edilebileceğini) açık bırakırsanız, Kant’ın fizik hakkında söylediklerinin de, Sanayi devriminin de,
kurulan modern devletlerin de hiçbirisi ile ilgili söylemek istediklerinizi söyleyemezsiniz. Ben bir
insan olarak, kendi başına olan, doğanın nedenidir demeksizin de tecrübenin kuruluşundan, bilimin
hatta ahlakın olanaklılığından bahsedebilirim demek. Kant bu. Bütün mesele bu. Bunu insanlığı
özgürleştirmek üzere yapıyor.

Soru: Ahlaktan dine geçişi çok zorlama buluyorum siz ne diyorsunuz bu konu hakkında?

Kant’ın bu konuda örnek aldığı görüşlerinin metafiziksel temellerini atmaya çalıştığı adam Rousseau.
[Rousseau’nun din görüşüne bakılmalı. “Her vatandaşa görevlerini sevdirecek bir uygarlık dini
yeter.”…gibi] Kant, ahlakı temellendirdiğinde ortaya çıkan toplum fikri, yani akıl sahibi varlıkların
birbirlerini amaç olarak gözettikleri ve bu anlamda kendilerine koydukları yasa üzerinden birbirleriyle
ilişkilendikleri toplum, noumenal bir toplum. Bu dünyada, amprik dünyada yok, ilişkilerin nasıl
düzenlenmesi gerektiği ile ilgili hiçbir içerik de yok. Yani biz toplumu bu şekilde düşünebiliriz, söz
konusu bu toplumu bir arada tutacak ilişkilendirecek, gündelik ilişkileri düzenleyecek hiçbir içerik yok
o ahlak fikrinde. Bu çok ciddi bir sorun. Din ile bu açığı kapatmaya çalıştığını düşünebiliriz. Din
kabulleri, ritüelleri olan ve bir çocuk sana bir şey sorduğunda verilecek cevabın belli olduğu bir alan.

138
[Ama bir yandan o içeriği de çok boşaltmamış mı?] Kendince aslında, Rousseau’nun da savunduğu
gibi bir takım ritülellerin ortaya çıkacağını kabul ediyor. Bir başka açıdan bakarsak, modern devletin
aslında bir dini var. Laik maik. Türdeşleştirme operasyonlarında kullandığı bir takım ritüeller var.

Aynı resme Hegel de bakmış, o da şunu düşünmüş ve şöyle düşünmüş. Bu akılcı içerik –herkesin
kendisini bir parçası hissettiği bu akılcı içerik-in bilimi nasıl yapılabilir diye düşünmüş. Kant, onun
bilimi yapılamaz diyor ama böyle bir içeriğin olduğuna da bir itirazı yok aslında.

Rousseau’dan beri gelen yabancılaşmanın aşılması problemine bağlanıyor aslında. Sen kendi içindeki
falan yabancılaşmaları aşarak egemen bir heyetin eşit bir parçası haline geliyorsun. Bu heyet, içerikli
kurallara, ritüellere falan sahip. Hegel’e göre tarihsel süreç, akla uygun olan bu kuralların tecelli ettiği
süreç. Hegel bunun biliminin yapılabileceğini savunurken, Kant orada da durmayı tercih ediyor. Yani
bunun bilimi yapılamaz. (Kant işaret eder)

Hegel’in mantığını düşünün, mantık aynı mantık, rasyonalite aynı rasyonalite, farklı farklı devletler
nasıl ortaya çıkıyor? Milliyetçilik falan da buradan çıkıyor. Biz diye bir şey var (Galatasaraylı falan
olmak gibi) ve bunun içinde olmaktan mutluyuz. Bu çok sorunlu bir şekilde oluyor o da ayrı bir konu
tabiiii.

Kant, noeta olmaksızın en temelde de agathon olmaksızın tecrübenin kurulabileceğini, fizik


yapılabileceğini, ahlak deneyiminin kurulabileceğini anlatmak üzere yazmış Kritiklerini. Böyle de
düşünebiliriz, buna göre de yaşayabiliriz demek için yazmıştır……..1.Dönemin son dersi…

139
A. Çitil-Kant Okumaları Ders:11 Açıklama [E61]:
Transsendental Analitik
Birinci Dönemin Özeti: İkinci Kitap
İlkelerin Analitiği (A 131 B 170)
Kant’ın çözmeye çalıştığı üç temel sorundan bahsedildi:

1) Kant aslında fiziki çoğrafyacı. Aydınlanma çağının ortalarındayız, Leibniz ve Newton mekaniği
özellikle Newton mekaniği son derece başarılı uygulamalara sahip ve genç bir bilim adamı kuşağı var
Newton mekaniği ile yol almak isteyen. Kant da bunlardan biri. Fiziksel coğrafya alanında Newton
mekaniğinin kullanılabileceğini, olup biten her şeyin Newton fiziğini kullanarak açıklanabileceğini
savunuyor. Newton mekaniğine dayalı ilk modern kozmogoniyi yazıyor. Kant-Laplace Kozmogonisi Açıklama [E62]: Evrensel Doğa Tarihi
ve Gökler Kuramı metni mı?
denilen, Kant tarafından yazılan kozmogonin Laplace tarafından matematikselleştirilmesi. Fiziği
coğrafyaya uygulamaya ve her şeyi mekanik ile açıklamaya çalışıyor. 1750’lerin sonuna doğru
Lizbon’da (Portekiz) olan depremde binlerce insan ölüyor. (Tahminlere göre şiddeti 9 falan, 12
yerkürenin şeklini değiştirir.) Deprem o bölgede yaşayan insanların kutsal bir gününe rastlıyor ayrıca
ve insanlae bunu Tanrı’nın bir gazabı olduğuna bağlıyorlar. Bu tartışmaya Kant taraf oluyor. Kant:
Aslında bu deprem, yerkürenin hareketleri ile ilgili bir olaydır ve bu olayın içine Tanrı’yı eklemek
onun açıklanmasını sağlamıyor.

Bir grup da diyor ki Kant ve onun gibi düşünenlere sizin ağababalarınız (Leibniz ve Newton) fiziki
olayları açıklarken metafizik unsurlardan yararlandılar. Özellikle uzay ve zamanın varlığını açıklamak
için, Tanrı’nın zorunlu bir varlık (Töz-Cevher-Substance) olarak düşündüler. Leibniz mesela, önceden
kurulmuş uyumu açıklarken tözler (monad) arası ilişkileri sağlamak için Tanrı’nın devreye girdiğini,
uyum içindeki tözleri yarattığını savunuyor.

Newton’da (Principia Matematika’da) uzay ve zaman boş olarak varolamaz, Tanrı’nın bilfiil olduğu
yerdir. Tanrı kendisi bir töz olarak var olmasa uzay zamanın varlığından söz edemeyiz. Tanrının varlığı
olmadan fizik olanaksız bu durumda. Çünkü bütün denklemler uzay-zamana göre yazılıyor. Leibniz
kuvvet kavramını da dolaylı olarak Tanrıya dayandırıyor. Kant gibilerine de sizin dayandığınız fizik
aslında metafizik temellere dayanıyor diyorlar. Kant bundan çok etkileniyor. Adamlar haklı diyor. Biz
fiziği fizik olarak yapacaksak, Tanrı kavramını kullanmadan yapabilmemiz lazım diyor.

2) Hume’un -Prolegomena’da açıkça söylediği gibi- “dogmatik uykusundan uyandırması” meselesi.


Hume gösterdi ki neden ve etki arasında zorunlu bir bağ yok. Neden etki arasındaki zorunlu bağı
göstermeksizin bilim yapabilmemiz mümkün değil diyor. Bunu da çözmeyi amaçlıyor.

140
3) Kant biraz obsesif kompulsif bir kişilik, düzen hastası. Yürüyüşlerini 2 kere aksattığı söylenir.
Birincisi Fransız Devrimi olduğunda, ikincisi Roussea’nun Emile adlı esrini okurken. (Rivayet)
Rousseau’nun metafiziğinde insan özgür ama her yerde zincire vurulmuştur. Doğada mekanik yasalara
göre işliyor, toplum her şeyi sınırlıyor…vs. Nasıl olur da insan bu tip sınırlayıcı etkilerin altında özgür
bir hayat sürebilir? Rousseau bunu çözümünün eğitim olduğunu düşünüyor. Kant bundan çok
etkileniyor. Newton mekaniği her şeyi kuşatırsa nasıl olur da insan aynı zamanda özgür olabilir?

Kant bütün bunları aynı anda çözmeye çalışıyor. Bir yandan Leibniz’in monadlar arası ilişkileri Tanrı
kavramını işin içine sokmadan nasıl açıklayabiliriz? sorusunu açıklamaya çalışıyor. (Fiziksel
Monadoloji kitabını yazıyor) Sonra bir şey keşfediyor. Eşlerin Örtüşmezliği Paradoksu’nu keşfediyor.
Leibniz’i okuyor. Leibniz: Aritmetik, bu kadar geliştiyse bunun nedeni eşitlik (=) bir çok denklemin
falan yazılmasını sağlıyor. Ancak geometri Oklid’den beri aynı geometri. Geometri’yi geliştirmek için
aritmetikte kullandığımız eşitliğe (=) benzer bir operatörü geometride de geliştirmemiz lazım diyor.
Eşitliğe karşılık gelen şey ise örtüşme. Geometride iki şekil birbiri ile örtüşebiliyorsa, aritmetikteki gibi
eşittir. Bugünkü topolojinin de arkasında yatan fikirdir bu. Topoloji de izomorfizm fikri üzerine
kuruludur. İki cisim karşılıklı parçaları ve karşılıklı parçalarının sırası itibariyle eşlenebiliyorsa, üst
üste çalıştırılabilir, örtüştürülebilir diyor. (Şekil çiziyor) Evren temsillerden oluşuyor, bu temsiller de
uzay ve zamanı da kuruyorlar. Temsillerin yan yanalığı uzayı, ard ardalığı zamanı bize verir diyor.
Bunların bir aradalığı da uzay-zamanı veriyor.

Kant bunu okumuş ve aradığını bulduğunu düşünmüş. Bu uzay-zaman anlayışının yanlış olduğunu,
eşlerin çakıştırılamadığı durumlar olduğunu fark etmiş. Eşlerin örtüşmezliği budur. Üç boyutlu
helozon’nun biri sağa, diğeri sola doğru dönüyor olsun. Bunların parçaları, birebir eşlenebiliyorlar
fakat üst üste çakıştırılamıyorlar. Sağ eldiveni, sola giyememek gibi. Kant, bu farkın ortaya çıkabilmesi
Leibniz’den farklı bir varlık ve bilgi anlayışını gerektirir diye düşünmüş. Çünkü, böyle bir durumun
olabilmesi için bu iki şeyin parçalarının örtüşmesi dışında bir yönlülüklerinin olması lazım. Biri sağa
diğeri sola doğru dönüyor gibi düşünün. Yön farkı var aralarında. Bu yön farkı nereden geliyor. Yön
farkı, temsillerden değil, temsillerin bana öyle görünmesini sağlayan uzaydan geliyor diyor. Temsiller
kendi başlarına var değiller, temsiller sağı solu olan bir uzayın (bir kap gibi olan) içinde duruyorlar.

Dolayısıyla temsiller birleşerek uzayı meydana getirmiyor, temsiller uzayda ortaya çıkıyor diyor. Bu
neden önemli? Öyleyse uzay diyor, aslında temsillerden türetilen üretilmiş (derivative) bir şey değil,
temsiller bana uzayda böyle görünüyorlar. Temsillerden uzayı türetebiliyor olsam uzay a posteriori
olurdu. Oysa uzay, burada tecrübe ettiğim temsillerin ortaya çıktığı yer. O halde temsillere önsel –a

141
priori- olmalı diyor. Öyleyse şeylerin bana, yan yana ve ard arda ve benim dışımda görünmesini
sağlayan bir form olarak uzay ve zaman var. Şeyler bana uzay ve zamanda görünüyor. Uzay ve zaman
deneyimleyen olarak benim temsil etme kapasitemden geliyor. Duyumlama yetimin formu olarak uzay
ve zaman var. Uzaydaki yönlülüğü bilmem kavramsal şekilde olmuyor. Gayet görüsel bir biçimde
oluyor.

Bu mesele burada kalmıyor. Madem şeyler bana uzay ve zamanda görünüyorlar. Şeylerin bana uzay ve
zamanda göründükleri şeklini bilebilirim. O halde şunu da düşünebilirim. Şeyler uzay ve zamanda
olmadıkları haliyle “kendi başına şey” olarak da bir varlığa sahip olabilir. Şeyler bana, benim formum
olan uzay ve zaman giysisini giyerek görünüyorlar. O halde kendi başına olduğu bir hali de
düşünülebilir. Bilinebilir mi? Hayır, düşünülebilir.

“Kendinde şey” vardır derken çok özel bir anlamda vardır diyor. Çünkü Kant’a göre “varlık” da ancak
tezahürlere uygulanabilen bir kavram. “Kendinde şey” tezahürlerin varolduğu gibi var değil.

Soru: Platon’un “Hora” yer dediği şey ile nasıl bir ilişki kurulabilir.
Platon’un “Hora” yer dediği şey ile bu farklı. Platon’nun anlayışına göre (aristoteles’in görüşü de öyle)
şeyler (tözler) var olduğu için yer var. Uzay dediğimiz şey, o yerlerin toplamı olarak var. Şeylerin içine
yerleştikleri ve yerleşenlerden bağımsız bir uzay fikri yok antik felsefede. Ne Platon ne Aristoteles’de
duyulmamanın formu olarak uzay, zaman fikri yok. Kant’a kadar böyle bir fikir yok. Aristoteles’te
evren fiili olarak neden sonsuz değil. Çünkü yer dediğimiz şey, hareketin maddelerinden birisi. Tözün
kapladığı yer olarak ve tözün bulunabileceği olanaklı yerler olarak var. Tözden bağımsız bir yer
olamayacağı için, tözler belirlenmiş olduğu için ve belirlenmiş olan şeyler sonsuz olamayacağı için
uzayın da sonsuz olamayacağını düşünüyor Aristoteles. Kant, uzay ve zamanın sonsuz temsiller
olduğunu düşünüyor. }

Bir şeylerin kendi başına halinin düşünülebiliyor olması, (Denken ? fiilini kullanıyor) (bilinebiliyor –
bilgi: Erkenntnis- olması değil) kendisi için çok önemli. Neden önemli bu iki konu. Uzay ve zamanın a
priori bir form olarak bende bulunması ve benim tarafımdan bilinmesi. Uzay ve zaman ruhun yetisinin
formları ise, kendi başına bir varlıkları yok ki onları Tanrısal bir töze başvurarak temellendirmek
zorunda kalayım. Fiziğin temellendirilmesinde Leibniz ve Newton’u sıkıştıran meseleden kendini
kurtarıyor Kant böylece. Benim öznel deneyimimin formu olarak uzay ve zaman var. O halde kendi
başına şey olarak bir uzay-zaman yok ve dolayısıyla bir Tanrısal töz ile zorunlu bir varlık ile
ilişkilendirmeye de gerek yok.

142
Bu durum, özgürlük meselesi açısından da önemli bir imkan da sağlıyor. Ben kendimi, -her şeyi
düşündüğüm gibi- uzay zamanda tezahür eden ve fizik yasalarına yasalarına tabi bir varlık olarak da
düşünebilirim. Ama aynı şekilde uzay-zamanda tezahür den bir kendi başına ciheti olan olarak da
düşünebilirim. Kendi başına bir varlık olarak da özgür bir neden olarak kendimi düşünebilirim. Yani
mekanik nedenselliğe tabi olmayan olarak da kendimi düşünebilirim. (2.Kritik)

Kant’ın iddia ettiği önemli noktalardan birisi de sağ ve sol eldivenlerin çakıştırılamaması, bu yönlülük
meselesi, benim tarafımdan bilinse de “kavramsal olarak açık seçik hale getirilemez” diyor. Yani sağa,
sola, uzaya, zamana başvurmadan sadece kavramlara dayanarak bunların açıklaması verilemez diyor.
(Şekil çiziyor) Sağın ve solun bilgisi kavramsal değilse nereden geliyor. Bu nedenle bilgide kavramsal
ve görüsel bilgi ayrımına gidiyor. Dolayısız görüsel bilgim var ve kavramsal bilgim var. Leibniz’den Açıklama [E63]: Kavramsal ve görüsel
bilgi ayrımı (Concept-intuition ayrımı)
farklı olarak, Leibniz diyor ki, burası temsillerin alanı ve duyusal temsiller açık ve seçik hale Açıklama [E64]: Görüsel yani, nesneleri
dolaysız olarak bilme ancak duyusal olan
getirilince kavramsallaşırlar yani kırmızı duyumu, kırmızı kavramına bilincin onunla ilişkisi üzerinden alanda mümkün. Akli bir görü (Platon’da
olduğu gibi nesnelerin dolaysız olarak
dönüştürülür. Yani derece farkı var. Duyusal olanla kavramsal olan arasında bir süreklilik var. Kant’ın bilinmesi- entelektüel görü- Kant’ta yok.
(Emprik görü var entelektüel görü yok)
iddiası: Kavramsal ve görüsel olan arasında uçurum var. Biri, diğerini açıklayamıyor. O zamanda şu
soruyu soruyor? Nasıl oluyor da biz görüsel olarak farkında olduğumuz şeyleri anlama yetimiz
vasıtasıyla kavrayabiliyoruz? Bu açıklanmaya muhtaç diyor. Felsefe bunu yapmalı diyor.

Proje şu: Ben (Saf Aklın Eleştirisi) aklımın sınırları içinde ne konuda hüküm verip çıkarımlar
yapabilirim, bunun sınırını çizeceğim. (Kritik: (Yun) sınır çizmek, çizgi çizmek demek) Akıl neyi
bilebilir, neyi bilemez bunu ortaya koyacağım. Duyumlama yetisinin a priori formları olarak uzay ve
zamanı, nesnelerin kavranmasını olanaklı kılan saf kavramlar, a priori kavramlar olarak kategorileri
tespit edeceğim ve uzay-zaman nasıl görüyü olanaklı kılıyor, kategoriler de nasıl düşünmeyi olanaklı
kılıyor bunu açıklayacağım diyor. Bunu anlatmayı başarabilirsem, -görüler ve kavramlar yoluyla-
bilme yetimin sınırlarını göreceksiniz ve bunu görünce de Transandantal Mantığın kavramlarının
metafizikçiler tarafından nasıl kullanılıp metafizik yapıldığını göreceksiniz. Metafiziğin bir yanılsama
olduğunu anlayacaksınız. Bu proje, hem fiziği, hem nedenselliği temellendirecek, hem özgürlüğe yer
açacak, ve spekülatif metafiziği ortadan kaldıracak.

Kategorilerin Dedüksiyonunu Kant klasik mantıktaki mevcut yargılar tablosundan çıkarıyor. (Nicelik,
nitelik, bağıntı, kiplik) Bağıntı kategorilerinden biri de nedensellik kategorisi. Tecrübemde ortaya
çıkan bütün nesneler bu kategorilere tabi olarak kurulurlar. Temsiller ben’e aittir. Ruhun yetileri bu
temsilleri benim nesnem haline getirirler. Kategoriler, nesnenin benim tarafımdan bir nesne olarak
düşünülmesinde mevcutturlar, nesneyi kuran olarak mevcutturlar. Neden-etki de bunlardan biridir.

143
Benim tecrübemde ortaya çıkan herhangi bir şeyin, kategorilere göre ortaya çıkmaması mümkün
değildir. Tecrübenin bu a priori kavramlar tarafından nasıl olanaklı olduğunun gösterilmesi ki buna
Kant, transsendental dedüksiyon diyor. Aynı zamanda Hume’un sorusunun (nedensellik zorunlu
değildir ideasının) çözümünü neden zorunlu olduğunun gösterilmesini de içeriyor.

Dedüksiyonu (tümdengelim anlamında değil) Kant özel bir anlamda kullanıyor. Quit juris? (Ne hakla?)
sorusunun cevabı. (Çok iyi hukuk biliyor Kant, hukuk felsefesi konusunda uzman) Dedüksiyon
bölümünde a priori kavramların (duyumlamadaki uzay-zaman gibi, anlama yetisinin saf kavramları
olan kategoriler gibi) emprik olanla ilgili evrensel ve genel geçer zorunluluğa sahip olduğunu
göstermeye çalışıyor. Dedüksiyon “ne hakla?” sorusunu cevaplamak demek. Felsefe tarihinde bundan
daha önemli bir araştırma bilmiyorum diyor. (Büyük ihtimalle de haklı) A yayımını okuduk. Nasıl
oluyor da nesneler, bu a priori kavramlar vasıtasıyla düşünülür ve kavranılır hale getiriliyor bunu
anlatıyor.

Soru: Teorik-Pratik akıl ayrımı ve insanın amaç olması…


Teorik akıl, bir temsilin belirlenerek bilinmesi ile ilgili olandır. Herhangi bir duyusal temsilin bir
sandalye olarak kavranması ile ilgili. Temsillerin kavramın birliğine tabi tutularak, (kavram birlik
verme fonksiyonudur) bir nesne şeklinde kavranması. Pratik etkinliği ise, aklın bir şeyi nasıl fiili
kılacağını düşünmesi ile ilgili. Teorik açıdan bakıldığında benim deneyimimde, insan da dahil benim
karşımda duran nesnelerden ibarettirler. İnsanın da bu anlamda sandalyeyi düşünmek gibi bilgime
konu edilen bir şeydir. Hatta bu noktada başkasının zihni benim için de ciddi bir sorundur. Kendinde
bir varlığınız olduğu benim için bir bilgi konusu olamaz. Pratik akıl, (Ahlak Met. Temelleri’nde) pratik
olan farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu tamamen fiili kılınan nesnenin ne olduğuna bağlı olarak
değişir. Ya da onun mahiyetine bağlı olarak diyelim. Fiili kılma aklın, bir yolu yöntemi kavraması
anlamında.

Örneğin, bir matematik sorusunun çözüm yollarını düşünen Kant’a göre pratik akıl. Her zaman teorik
akla dayanıyor, ama burada yaptığı şey bu noktanın nasıl fiili kılınacağını düşünmek. (pergelle orta
noktayı bulan mesela pratik akıl) Pratik aklın bir kullanımı daha var. Mutluluk nesnesi. Akıl, ben nasıl
mutlu olurumu da düşünür. Bu doğruda orta noktayı nasıl bulurum gibi değil, nasıl mutlu olacağını
düşünmek anlamında. Pratik aklın en büyük etkinliği, sadece onun faaliyeti ile mümkün olan nesneyi
sentezlemektir ki o nesne de summum bonum (en yüksek iyi): erdemle mutluluğun sentetik birliği.
Pratik akıl asıl bu nesneyi fiili kılıyor, aklın idealarını da asıl bu nesneyi fiili kılmak için kullanıyor.

144
P.Aklın bir olgusu olarak ahlak yasası var: “Ancak evrensel bir yasa olarak onaylayabileceğin biçimde
davran.” Bu yasaya göre niyetlerini belirlersen, erdemli oluyorsun. Erdem de zorunlu olarak mutluluğu
gerektiriyor. Erdemin ortaya çıktığı bağlamı: ahlak yasası şu şekilde de formülize edilebilir. Akıl
sahibi varlıkları her zaman araç olarak değil, amaç olarak göz edecek şekilde davran. Burada asıl kast
edilen şey, teorik aklın sınırları içinde çözülemeyen bir problem ile uğraşıyor. Teorik aklın sınırları
içinde insanlar da temsillerden ibaret benim için. Siz benim, ben sizin nesnenizim.

Kant hayatı boyunca Leibniz’in önceden kurulmuş uyum problemi yani bir tözlerin (monad) bir biriyle
etkileşimi problemi ile de uğraşmış. Yani bir töz, başka bir tözle nasıl etkileşir. Aslında çok zor bir
problem. Burası temsillerin alanı, söz konusu bu temsillerin nasıl olup da bende ortaya çıktığını çözen
yok. (Bugünki zihin felsefesinin de uğraştığı şey bu aslında) Mekanik olarak bir şeyi açıklamak başka
bir şey, ama çiçeğin kokusu, renginin öznel zeminde ortaya çıkışı, bunlar neden öyle ortaya çıkyorlar
bu sorunun cevabı hala yok. Fizik bilimi bunu açıklayamıyor. (Qualya nasıl ortaya çıkıyor? Bunu
açıklayamıyor) Bir töz diğer tözü nasıl etkiliyor bunu bilmiyoruz? Bu nedenle temsiller diye başlıyor.
Öncesini bilmiyoruz. Leibniz’de de her monad kendi içinde kapalı diğer monadlar ile etkileşimi
Allah’a havale etmiş.

Aslında bize diyor ki Kant, karşımda (teorik alanda) nesne olarak kurduğum şeyi, akıl sahibi bir varlık
olarak kabul ederek, bu anlamda da ona bir değer atfederek ve onu bir amaç olarak belirleyip kendimi
sınırladığımda hem kendimi bu anlamda bir töze hem de o şekilde davrandığımı bir töze dönüştürürüm.
(Kant töz kavramını kullanmıyor) Neden? Çünkü, ben ahlak yasasına uydurmadığım sürece benim
davranışlarımı, dolayısıyla diğerler ile de olan ilişkilerimi nefsim yani heva ve hevesim belirler. Yani
mekanik nedensellik içerisinde anlamlandırılabilecek şeyler belirler. Mekanik yasalar belirler. Ben de o
nedensellik içinde belirlenmiş bir varlığa dönüşürüm. Benim özneleşebilmem ancak kendi niyetlerimi
(çünkü davranışlarımın ortaya çıkması yine mekanik nedenselliğe bağlı) karşımdakini bir amaçmış gibi
sınır getirirsem gerçekleşebilir. Bu açıdan baktığımızda konu teorik düzlemde hiç çözülemiyor, pratik
düzlemde de noumenal düzlemde benim hiçbir zaman görmediğim bilmediğim bir kendi başına
iradenin değerini gözetmem üzerinden çözülüyor.

Ahlak Metafiziğinin Temelleri’nde bahsedilen bu amaçlar krallığı bu dünyada değil, noumenal


dünyada kurulmuş bir krallık. Batı felsefesi o krallığı nasıl dünyaya getirirz diye uğraşıyor. Benim
pratik aklımda kurduğum bu şey, temsiller dünyasında yok. Herkes böyle mi davranacak peki? “Kant
buna işaret ediyor” derler. İnsanların birbirini amaç edinip mutlu bir şekilde yaşaması aslında olanaklı
anlamında.B edisyonundaki dedüksiyonu atlıyorum.

145
Transsendental Analitik

İkinci Kitap

İlkelerin Analitiği

“GENEL MANTIK yüksek bilgi yetileri ile tam olarak çakışan bir anatasar üzerine kurulmuştur. Açıklama [E65]: Genel mantık,
düşünceyi içeriğinden soyutlayan bugün
Bunlar Anlama yetisi, Yargı yetisi ve Akıl’dır. Gündelik dilde genel olarak Anlama yetisi adı altında kullandığımız anlamda mantık.
Transsendemtal Mantık, nesnenin nasıl
kurulduğunu anlatan mantık.
kapsanan bu zihinsel güçlerin işlev ve düzenleri ile tam uyum içinde, genel mantık Analitik
bölümünde kavramlar, yargılar ve çıkarımlar ile ilgilenir.” A 131 B170

Nesnenin kurulup kavrandığı yer olarak kavramlar mantığı var. Önermeler ve yargıların ortaya çıktığı
yargı yetisi var ve çıkarımları (yargılardan yargılara geçme işlemi) da akıl yapıyor.

“Bu salt biçimsel mantık ister saf isterse emprik olsun bilginin tüm içeriğini soyutladığı ve yalnızca
genel olarak düşüncenin (diskursjf bilginin) biçimi ile ilgilendiği için, akıl için kanonu [yasası] da Açıklama [E66]: Kavramları birbirine
sevk etmek demek, görüsel olandan farklı
analitik bölümünde ele alabilir. Çünkü aklın biçiminin kendi güvenilir kuralları vardır ve bunlar olarak diskürsif sevk edici demek.
Kavramları birbirine sevk ederek bilmek
demek.
onun tarafından kullanılan bilginin tikel doğası irdelemeye alınmaksızın yalnızca aklın eylemlerini
kıpılarına (anlarına-momentlerine)ayrıştırma yoluyla a priori saptanabilirler.” (A131-B170)

Biçimsel mantık ister saf ister amprik olsun, bu sınıflandırma anlaşılır bir şeydir. Bu sınıflandırmayı
transsendental mantıkta da kullanabilecek miyiz? Aynı sıraya göre gidersek, trasnssendental yargı ve Açıklama [E67]: Transsendental, amprik
olanı olanaklı kılan demek. Bu nesneyi
transsendental akıl (çıkarım gibi) gibi bir bölümle uğraşmamız gerek. Genel mantıktaki sırayı izlersek. kuran ve benim tarafımdan düşünülür kılan
şey, trannsendental mantığın kavramlarla
ilgili tarafı.
Bu olmayacak bunu açıklamaya çalışıyor.

“Transsendental mantık, belirli bir içerik üzerine, eş deyişle yalnızca saf apriori bilgilerin içeriği
üzerine sınırlı olduğu için, bu bölümlemede genel mantığa öykünemez. çünkü öyle görünmektedir ki
aklın transsendental kullanımı hiçbir biçimde nesnel olarak geçerli değildir ve buna göre gerçeklik
mantığına, e.d. Analitiğe ait olamaz; tersine, bir yanılsama mantığı olarak, Transsendental
Diyalektik adı altında Skolastik öğreti yapısının tikel bir bölümünü oluşturur.” (A131-B170)

Ben nasıl kavramlar mantığını bir benzerini Transsendental mantıkta uyguladıysam (yani
kategorilerin dedüksiyonu), genel mantıkta nasıl kavramlar mantığı varsa transsendental mantıkta da
kavramlar mantığı var nesneyi kuran mantık olarak. Yargıda da sorun yok. Fakat Analitiğin bir bölümü
olarak Transsendental Çıkarım gibi bir bölüm olamaz diyor. Neden? Çünkü aklın, bu kavramlardan

146
yola çıkarak nesnel geçerliliğe sahip bir bilgi üretmesi mümkün değildir. (Metafiziğin yanlış yola
saptığı yer de burası) Bunu Transsendetal Diyalektik bölümünde ele alacak. Akıl nasıl oluyor da
olmayacak bir şeyin, bilgi olamayan bir şeyin, yanılsamanın peşine düşüyor bunu anlatacak.
Dolayısıyla Transsendetal Analitik üç değil iki bölümden oluşuyor: Kavramlar ve Yargı kısmı
(Kavramlar kısmı anlatıldı)

(Soru: kategorilerin bilgi verme amaçlı kullanımını Aristoteles’e mi yöneltiyor?)


Aristoteles’e farklı, Platon ve Plotinos’a farklı eleştiriler yöneltiyor. Genel mantık da (örneğin klasik
mantığı alalım: üç mantık ilkesi ve iki değerli mantık –özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin
imkansızlığı ilkesi gibi ilkeler var. İki değer var (Doğru-yanlış) buradaki genel mantık ilkeleri varlık
için kullanılırsa bu diyalektik kullanımdır. Genel mantığın diyalektiğidir. Mesela, (açıkça söylemiyor
ama) Aristoteles bunu yapmıştır diyor. Sanki çelişmezlik ilkesi bizim fizik yapabilmemizin ilkesiymiş
gibi düşünmüş, değişimi çelişmezlik ilkesi yardımı ile çözemeye çalışmış bütün bilimi buna
dayandırmıştır. Yani genel mantığı, bilgi vermek amaçlı kullanması diyalektik kullanımdır diyor.

Burada sözünü ettiği şey ise, kategorileri alıp, kendisi görüde temsil edilemeyecek olana uygularsan
Transsendental anlamda diyalektik yaparsın. Görüde temsil edilemeyecek olan nesneler: Tanrı, Ruh,
Evren

Bu durum batı felsefesinin çok sık meşgul olduğu bir şey. Özellikle burada Platon, Plotinos ve onların
etkisindeki İslam Felsefesi de buna dahildir. Neden? Çünkü orada Aristoteles’inkinden de farklı olarak
Tanrı evren ilişkisi, evrenin sonsuzluğu, ruhun ölümsüzlüğünden sanki şu sandalye hakkında
konuşuyormuş gibi konuşulmuştur.}

“İlkelerin Analitiğini buna göre yalnızca yargı-yetisi için bir kanon olacak ve ona apriori kurallar
için koşullar kapsayan an1ama yetisi-kavramlarının görüngü1ere nasıl uygulanacağını
öğretecektir. Bu nedenle, tema olarak sözcüğün tam anlamıyla anlama yetisi ilkelerini almama
karşın, önümüzdeki görevi daha sağın olarak anlatan yargı-yetisi öğretisi adlandırmasını
kullanacağım.” (A132-B171)

Ben yargı yetisinin tabi olması gereken yasaları bu bölümde anlatacağım diyor. Yani “Yargı yetisi
nasıl kullanılmalıdır?” ama aklın nasıl bilgi ürettiği gibi bir durum söz konusu olmadığı için onu
diyalektik bölümünde anlatacak. Analitiği “Yargıların Analitiği”nde bitireceğim diyor.

147
Genel Olarak Transsendental Yargı Yetişi (Giriş)

Açıklama [E68]: Bu kurallar kategoriler


Eğer genelinde anlama yetisi kurallar yetisi olarak görülecek olursa, o zaman yargı-yetisi kurallar aslında. Anlama yetisindeki kategoriler
nesnenin kuruluşunun kurallarını veriyor.
altına alma, e.d. bir şeyin verili bir kural (cusus datae legis) altında durup durmadını ayırt etme Anlama yetisi çok güçlü bir yeti. Bir Tanrı
gibi doğayı kuran, kuralı verip burayı kuran
yetisidir. Genel mantık yargı-yetisi için hiçbir kural kapsamaz, ne de kapsayabilir. Çünkü bilginin yeti.
Açıklama [E69]: Örneğin “kalem
tüm içeriğini soyutladığından, onun için geriye kavram, yargı ve çıkarımlardaki bilginin yalnızca kutusu” kavramına sahipsin. Burada kalem
kutusu var mı dedim. Var dedin. Kalem
biçimini analitik olarak ayrıştırmaktan ve bu yolla tüm anlama yetisi kullanımının biçimsel kutusunu kuran yeti ile kalem kutusunun bu
kavramın altına düştüğünü fark eden yeti
kurallarını ortaya koymaktan başka bir iş kalmaz. Eğer genel olarak bu kuralların altına alma, e.d. birbirinden farklı. (İlki anlama yetisi
ikincisi yargı yetisi) 3.kritik’te yargıyı şöyle
inceliyor: yargı ya determinatiftir.
herhangi bir şeyin onlar altında durup durmadığını ayırt etme yolunu göstermeyi istiyorsa, bu ancak (belirleyicidir) şunu kalem kutusu olarak
belirleyerek kavrıyor. Bir de reflektiftir.
bir başka kural yoluyla olabilir. Ama bu da, tam olarak bir kural olduğu için, yargı-yetisinin yeni Yani kendi üzerine döner. Kavrama dönen
yargı yetisi.
bir yol göstericiliğine gereksinir. Böylece açıktır ki, gerçi anlama yetisi kurallar yoluyla öğrenmeye Bu nedir? Saat diyorsun. Bunu saat olarak
kavramamızı sağlayan, bunun hangi
ve donatılmaya yetenekli olsa da, yargı-yetisi özel bir yetenektir ki öğretilemez ama ancak kavramın altına düştüğünü bulan yeti de
yargı yetisi. Kavram ile nesne arasında
uygulanabilir.10 Buna göre kendine özgü yanı sağduyu denilen şeydir ki, eksikliğini hiçbir okul gidip gelen yeti.
Bu alıntılanan bölümde determinatif boyutu
ile ele almış.
gideremez; çünkü gerçi sınırlı bir anlama yetisine başkalarının içgörülerinden ödünç alınabilecek
bir kurallar bolluğu sunulabilir ve bir bakıma aşılanabilir olsa da, bunlardan doğru olarak Açıklama [E70]: Genel mantıkta yargı
yetisinin nasıl kullanılacağı ile ilgili hiçbir
bilgi yok. Yani genel mantığı çok iyi
yararlanma yetisi öğrenenin kendisine ait olmalıdır; ve bu bakımdan ona verilebilecek hiçbir kural, öğrenebilirsiniz ama o size bir kavramın
altına nesnenin nasıl düşünüleceğini
böyle bir doğa verisinin yokluğunda, kötüye-kullanılma karşısında güvence altında değildir.11” öğretmez.

(A133-B172) Açıklama [E71]: Diyelim ki genel


mantıkta bir kural var bunun neye nasıl
uygulanacağını bir kurala bağlamak
istiyorsun. Bunun için yargı yetisine
ihtiyacın var. O kuralı öbür kuralın altına
( Quine (Pragmatik bakış açısından Emprisizm’i eleştirir): Two Dogmas of Emprisim’de: Analitik düşürmek için yargı yetisine ihtiyacın var.
Bunu genel mantık ile yapamazsın. Yargı
felsefenin bize öğrettiği bir şey var. Bir terim var diyelim. Bu terimin anlamı ancak doğrulanabilme yetisi kuralın nasıl kullanıldığının kuralını
göstermek zorunda. Bu neden önemli
yöntemi tarafından belirlenir. (Schlick’in falan da söylediği bu) Terim ya da önerme anlamlıysa onun olabilir?
Açıklama [E72]: Dipnot: Yargı
nasıl doğrulanabildiğini anlıyorsun. Herhangi bir önermeyi alıp deneyle doğrulanabilecek parçalara yetisindeki yetersizlik aslında kavramın
altına neyin düştüğünü belirlemekteki
çözümleyebilirsiniz. Bunların hepsinin deneyimle doğrudan karşılaştırılabilir olması gerek. Analitik yetersizlik, aptallık olarak adlandırılır.
Açıklama [E73]: Bu dipnot çok öneml,i.
önermeler var bunlar mantıksal olarak doğru, sentetik önermeler var bunlar da duyusal olarak doğru. Bazen felsefe ya da başka bir şey okurken,
onun ne dediğini falan anladığımızı
Bize böyle bir dünya resmi çiziyorlar. Ancak ben bunun nasıl olup da analitik olduğunu ya da böyle düşünüyor hatta aynı dili konuşuyoruz.
Ama aslında ne demek istediğini idrak
bir şey tarafından tanımlandığını anlamıyorum. etmeyebiliyoruz. Bunu yapamıyorsanız,
hiçbir şey yapamazsınız. Felsefe kitap
okumakla ilgili bir şey değil. Kendi
tecrübeni okumakla ilgili bir şey. Kitap
okumayı öğretebilirsin, malumatta
Örneğin: “Bekar, evli olmayandır”daki bekarın içlemine kim karar veriyor? Biçimsel bir dizge öğretebilirsin ama aptallığını gideremezsin.
Felsefede bu kabul edilebilecek bir şey
olmasa da dünyada da bu maalesef böyle.
Adam konuşuyor ama ne ile ilgili
konuştuğunu idrak etmiyor aslında.
11
Yargı yetisinde yetersizlik aslında aptallık denilen şeydir ve böyle bir eksiklik için hiçbir çıkar yol yoktur. Uygun bir
an1ama yetisi düzeyinden ve buna özgü kavramlardan başka hiçbir yoksunluğu olmayan körelmiş ya da sınırlanmış bir kafa
gerçekten de eğitim yoluyla giderek bir aydın olma noktasına dek donatılabilir. Ama böyleleri genellikle yargı yetisinden
(secunda peln) yoksun oldukları için, bilimlerinin uygulamasında sık sık hiçbir zaman düzeltilemeyen o eksikliği ele veren
oldukça eğitim1i insanlar görmek sıra dışı bir şey değildir.” (B173)

148
içerisinde açıklaya kalksak, biçimsel dizge sadece kurallardan ibaret. Bu nesneyi nasıl
tanımlayacağımıza dair bir şey çıkmıyor oradan. Öyleyse analitik önerme gibi bir şey yoktur. “Analitik
önerme bir dogmadan ibarettir” diyor. Bunu diyebilmesinin nedeni ne? (Analitik felsefe geleneğini
dümdüz etmiş bu makale) Çünkü Analitik Felsefe -Kant’ın anlam anlayışından kaçarken kurulmuş bir
gelenek- Kant’ın analitik A priori anlayışını eleştirmiş (Carnap, Russell, Wittgeinstein…vb) demişler
ki Kant şurada hata yaptı: “Analitik a priori önermelerin varlığı yargıya bağlı” dedi. Yani yargılar
olmasa, mesela “cisimler, uzamlıdır.” önermesi analitik apriori yargıdır diyor. Neden “yargı”
kavramını kullanıyor. Çünkü ben cisim kavramı içinde uzamlılığı düşünürsem, cisim uzamlıdır analitik
olur yani özne yüklemde tekrar edilir. Bu yargıyı gerektirir. Neden bunu sevmiyorlar. Diyorlar ki Kant
psikolojizm yapmıştır. Yani önermelerin analitik ve a priori olmasını bir yargı verene, yani bir psüke
ve onun yetisine sahip olana bağlı kılmıştır. Oysa önermeler, nesnel içerikleri itibariyle analitik ve a
prioridir. Mesela, A, B’ ve Cyi içeriyorsa. A, B dir demek, kendi başına analitik ve a prioridir. Bu
nesnel olarak böyledir. Semantik (anlambilim) nesnel olarak kurabilmek için, Kant’ın psikolojizmini
eleştiriyorlar. Yargı olmadan da analitik ve a priori önermeler vardır diyorlar. Quine da: “bunun
analitik olduğunu destekleyecek bir yargı mercii yok. Kim diyor? Nesne. Yok ya. Yemezler diyor. Sen
yargıyı kapı dışarı edersen, ben de sana “nesnel alanda analitik a priori vardır” dedirtmem. Basit gibi
görünen, önemli bir tartışma bu”

Soru: Einstein’in rölativite kuramı….

Einstein’in rölativite kuramı, Kant’ın sentetik a pirori anlayışını eleştirmek için önemli. Analitik a
piroriyi eleştirmek için değil. Kant, “geometri sentetik a priori yargılara dayanıyor.” Demiş. Oklidçi
olmayan geometriler ortaya çıktığında, bu geometrilerin birbiriyle tutarlı olduğu da gösterilince,
“geometri nasıl sentetik a priori yani nesnel-evrensel..vb?” diye sormuşlar. Birbirinden farklı ve çelişen
önermeleri içeren geometriler var çünkü. Bir doğruya kendi dışındaki bir noktadan bir paralel
çizilebilir diyen, birden çok çizilebilir diyen, hiç çizilemez diyen geometriler var nasıl olacak sentetik a
priori? Evrensel, zorunlu doğrular nerede? Hangisi sentetik a priori? Kantçılar demişler ki tabi ki
Oklid’in dediği sentetik a pirori. Çünkü, bu fiziksel evren için geçerli. Einstein’in genel göreliliği
ortaya çıktığında, eliptik geometri daha çok işe yarıyor dediğinde, oklid geometrisi sentetik a prioridir
demenizin de bir geçerliliği yok demişler. Burada ise analitik a priori tartışması var. }

Burada Kant son derece haklı. “A, B, C’dir.” (Dolayısıyla “A, B’dir.” analitik bir önerme) Bu
önermenin bir doğruluk değeri taşıyabilmesi için B ve C’nin temsil ettiği şeylerin birbiri ile çelişik
olmaması lazım. Sadece işaretler yazdığınızda bunun farkına varamazsınız. Kavrayan, idrak eden bir

149
yeti, (“A, B ve C’dir.” Örneğin “Bekarlar evli olamayan ve erkeklerdir.” Gibi bir ifadeyi idrak ettiğinde
tanımın tutarlı ve aslında analitik olduğunu teyid eder. Yani yargı yetisini analitik a priorinin
arkasından çekemezsiniz. Kant bu konuda son derece haklı. Genel mantıkta bir kuralı nasıl
uygulayacağının kuralı yok. İşin içine yükmü-yargıyı katmadan bunu belirleyemiyorsun. Nesnel olarak
semantiği kuracağız diye tüm dil felsefesinin ve bilim felsefesinin altını oymuşlar haberleri yok
aslında.

Neden psikolojizimden kurtulmaya çalışıyor Pozitivistler? Psikolojizmin nesi kötü?

Başka bir soru soruluyor? Alman idealizminin çıkış noktasında Kant’ın yapılamaz dediği yapma
durumu var. Fichte “Ben varlığını nasıl devlete borçlu?” bunu göstermeye çalışıyor. Bunu
gösterebilmek için de, Ben’in kendi ayakları üzerinde durabildiğini, şunu temsil olarak değil, mülkiyet
olarak nasıl sahip olduğunu açıklamaya çalışıyor. Kant’ta bunu yapabilmenin imkanı yok. Kant’ta
“kendinde şey” elenmeden hukuk felsefesi ve siyaset felsefesi yapabilmenin imkanı yok. O dönemde
gelişmekte olan modern devletin oluşturulabilmesi için Kant’ın söylediği bazı şeylerin iptal edilmesi
lazım.

Kant, metafizik eleştirisi ile bizi “Tanrı’dan kurtardı.” Ama bizi “ben’in her istediğini yapabildiği, her
şeyi mülk olarak edinebildiği bunun üzerinden hukuk düzeni ve siyasal düzeni kurabildiği bir cennete
de ulaştıramadı. Bunun için Kant’ta bazı şeylerin iptal edilmesi gerekir. 2) Kant dedi ki “tarih” diye
bir alan var onun bilimini yapamazsınız dedi. (Tarihin bilimini yapmak, Kant’ın ahlak anlayışının iptal
edilmesini gerektiriyor.) Tarihsel şartlar, o dönemin siyasi ve hukuksal ihtiyaçları için Kant’ın
çerçevesi gerekli ama yeterli değil. Analitik felsefe açısından baktığımızda da ruhun yetilerinin
devrede olduğu bir anlayış (her ne kadar Tanrı’yı öldürsek de) metafiziksel olana açık bir kapı olarak
orada duruyor. İstemiyorlar bunu. Metafiziğin elenmesi sürecinin tamamlanamadığını düşünüyorlar.
Dahası,

Transsendental apperception ( uzay-zamanı bir arada tutarak beni kuruyor) Kant’ta çok kör bir nokta.
Her an biri kalkıp, beni kuran fiilin sahibinden söz edebilir. Yani bu dizgeyi kuran başka bir failden
[Tanrı mı?] söz edebilir. (Schoupenhauer söz etmiş zaten) söz edebilir.

Kant’ın bilimci projesinde son noktaya ulaştırmak için, kendisi deneyimde ortaya çıkmayan, ama
deneyimin kuruluşunun nedeni olan bir fail fikrinin ortaya çıkma ihtimalinin de kaldırılması gerekiyor.
Linguistic Turn (Dile Dönüş) falan dediğimiz (semantiği nesnel olarak kurma çabası) falan bunun

150
sonucu.
Bir anekdot anlatayım: Russell, “önerme nedir?” üzerinde çalışırken, önerme bir işaret dizisi olarak
alındığında aslında bu anlamı ve gönderimi yok. (incomplete symbol) Bunu anlam ve gönderimi
olması için bir anlam ve yargı verene ihtiyaç var diyor. Yazdığı kitabı öğrencisi Wittgeinstein’a
okutuyor. Witt, çok ağır bir biçimde eleştiriyor. Hatta, yazdığı bir mektup var. Önerme incomplete
symbol olarak kabul edilemez ve yargı meselesi başımıza yine bela olur. Bunu üzerine Tractatus’u
yazmaya kendisini yöneltecek olan yeni bir önerme kuramı üzerinde çalışmaya başlıyor. Kavram ve
nesnenin bir araya getirilmesini zorunlu kılan anlayış yanlış, bence dünyada nesneler var sadece
kavramlar yok, “nesneler bir zincirin halkaları gibi birbiri içine geçen şeylerdir” diyor. Nesneler bir
zincirin halkaları gibi birbiri içine geçerek “olgu durumu” dediğimiz şeyleri oluştururlar. Dil de bunları
temsil eder.

Bütün semantik geleneğin çıkış noktası, hükmün ve hüküm verenin iptal edilmesi. Kant 1780’lerde
uyarmış bu yol yol değil. Sadece genel mantıktan hareketle kural ve kuralların uygulanması meselesini
çözemezsiniz, hüküm veren olmazsa bu iş olmaz demiş. Olmadığı Quine’nin eleştirisinde de
anlaşılıyor. Hükmü çıkarırsan, analitik diye bir şey de yok, mantık diye bir şey de yok, hiçbir şey yok.
Ama analitik gelenek o kadar çok bir şeyden kaçıyorlar ki gözleri bir şey görmüyor. [Kaçtıkları şey,
hüküm veren varlık’ın psüheninin yetilerinin arkasında kendisi görüsel olmayan ama görünün imkanı
olan bir varlık olan “Tanrı” fikrine geçiş yapılabilmesi mi?] Kant’ın bu tip şeylerin farkında olması çok
enteresan. Kant’ın da hakkını yemeyelim. Uyarıları çok önemli.Yargı yetisi ile ilgili mevzuyu çok iyi
ifade etmiş.

Yargı varsa, yargı verici de vardır fikrine geçişi iptal etmeye çalışıyor analitik gelenek. Fail Tanrı’dır
aslında kaçtıkları bu. Batı felsefesinde fail kavramı doğrudan Tanrı’yı çağrıştırır.

Kant’ta yargı yetisi ruhun bir yetisi olarak var. Sen onu kullanıyor, sevk ediyorsun. Hatta insan olarak
sen onun sayesinde varsın. Bu yetilerin hiçbirisi sana ya da bana ait değil. Bu yetiler sayesinde tecrübe
kuruluyor. Benim “ben” zannettiğim şey, bu yetilerin işlemesinin bir sonucu olarak kuruluyor. Ayhan
Çitil’in teorik açıdan bakıldığında fasülyeden fazla bir değeri yok. Kant’ın 2.Kritik’te bizi
özneselleştirmeye, tözselleştirmeye çalışırken, bize yer açmaya çalışmasının da nedeni o. Teorik aklın
etkinliği içinde, biz diğer nesneler gibi, sandalye gibi kurulan bir şeyiz. Ben nesneleri kavrarken onun
sentezlenmesine eşlik eden olarak kurulan bir şeyim, kuran değil. Sadece teorik aklın eleştirisi olarak
alınsa insana hakaret olarak alınması lazım. Ne bireyim diyebiliyorsun, ne beni ben yapan bir şey var
falan diyebiliyorsun bunlar yanılsamalar. Sen kendini de diğer insanlar gibi bir nesne olarak bilebilirsin

151
o kadar. Ne kendini fail olaraki ne töz, ne öz, ne özgür bir varlık olarak bilebilirsin teorik açıdan.
Ahlak açısından bakıldığında, (2.Kritikte) kendisinin de pek sevmediği bir biçimde gayet metafiziksel
bir sav öne sürüyor. Bizim varlığımızın bir değeri varsa o da bu nesneyi sentezlemekle ilgili bir neden
olabilmemizle ilgilidir. Başka bir değerimiz yok bizim.

Alman idealizmi de bu fikri ortadan kaldırmak için çok uğraşmış. “Ahlak tecrübesinin sahibi olarak bir
ben” fikrini ortadan kaldırmak için uğraşmış.

Mesela Hegel, “Hukuk Felsefesinin İlkeleri”nde ahlak, geist’in deneyimi içerisinde (yani
yabancılaşmaları aşıp devlet sürecine ulaşması içinde) aşılması gereken bir momenttir. Onun bir
parçası Kant’ın ahlak anlayışıdır. Kant’ın ahlak anlayışı öznenin kendisini şere batırması ile
nihayetlenir. Senin devlet aşamasında da bir önemin yok. Sen sadece devletin bir unsuru olarak varsın,
ama bir önemin yok. Hikaye böyle devam ediyor, Pozitivizm ve Hegel ile böyle devam ediyor. Kant
bunların yolunu açmış, bir sürü konuda da uyarmış. Dikkate almamışlar. İki taraf da Kant’ı tepe tepe
kullanıp, yapmayın dediği ne varsa da yapmışlar. İlginç ve trajik bir durum.

152
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:12 Açıklama [E74]:
SAF ANLAMA YETİSİ
Soru: Reflektif yargı nedir? KAVRAMLARININ ŞEMATİZMİ

Kant, Yargı Yetisi’ni kritik öncesi yazılarında da başka bir yetiye indirgenemeyen temel bir yeti olarak
alıyor. Düşünmenin olanaklı, mümkün olmasını sağlayan ve benim kendime düşüncede bir nesneyi
temsil etmemi sağlayan yargı, başka bir yetiden türetilemez diyor.

1.Kritik’te, bahsettiği yargılar, ister anlama yetisinin nesneyi kuran yargıları olsun, ister aklın
muhakeme yetisinin yargıları olsun, aynı melekenin yargılarıdır.

Bunlardan müdrikenin (bu kitabın da ana konusunu teşkil eden yargıları) belirleyici ya da determinatif
yani bir kavram altına bir nesneyi düşüren ya da belirleyen yargılar. Kant’da kavramlar, sepetin
içindeki ayvalar gibi zihinde durmuyorlar, kavramlar bir yargı fiillerinde bir arada bulunuyorlar. (Kant
öncesi İngiliz deneycilerinin de söylediği bir şey bu: önerme esas, kavram, terim değil. Kant sonrası da
hep böyle düşünülmeye devam etmiş.) Kavram nesnenin yargı fiilindeki tutuluş ciheti gibi bir şey. Açıklama [E75]: Örneğin: Kant’ı
eleştirmesine rağmen Frege de böyle
Yargı fiili olmasa, kavram ve nesneden bahsedemiyorsun. Bu ayrımı da yapamıyorsun. düşünüyor. Kavramlar, tek başına bulunmaz
ya da soyutlama ile elde edilmez. Biz
önermelere bakıp, bu önermelerde kavram
sanki bir boşluğu olan bir şeymiş nesne
onun içindeymiş gibi biz nesneyi o
Kant’ın kavram tanımını da hatırlayalım: funcions of unity, birlik verme fonksiyonu. Temsillere birlik kavramın içinden söküp alırız diyor.
Kavram, yargı ya da önermeden sonra.
vererek onları tutuyorsun. Örneğin bardaklar var, “bu bir bardaktır.” dediğinde bir birlik verip
Bu Kant’ın da desteği ile ortaya çıkmış bir
tutuyorsun aslında. Bir şeyi bardak cihetinden tutup kendine temsil etmiş oluyorsun. Dolayısıyla o görüş: Kavramların aslında ikincil olduğu,
Bardak olma kavramı. Fregeye göre “o bir
……bardaktır” gibi düşünün. O bir yargıda,
bardak kavramının altına bir gegenstand düşmüş oluyor. Onu kavrayıp o kavram üzerinden onu bu şey ile bir araya geldiğinde “bu şey bir
bardaktır” önermesini oluşturuyor.
kendine sunmuş oluyorsun. Bu tür yargılara Kant, belirleyici (determinatif) yargı diyor. 1.Kritiğin
Önermenin önceliği var, sen bu şeyi çekip
konusu, anlama yetisinin spontan yargıları nesneyi nasıl kurar? Benim nesnem dediğim şu bardağı ben aldığında o boşluğu, başka şeyler tarafından
da doldurulabilecek olan boşluğu
onu kavramadan önce olanaklı bir Gegenstand (olanaklı bir nesne) olarak nasıl kurar? Bunu anlatıyor. dolduruyorsun. Yani kavram sonra, önerme
önce. Kavramı, önermenin içinden söküp
çıkarıyorsun.

Bu nokta Frege’nin niceleme mantığını


Belirleyici yargı demek, bir nesneyi bir yargının altına düşüren yargı demek. Ben bunu bir bardak geliştirdiği nokta aynı zamanda. (Frege
modern mantığın, niceleme mantığının
olarak kavradığımda, bunu bardak kavramının altına düşürerek yakalayıp kendime temsil ediyorum. kurucusu, analitik felsefenin kurucusu)

Bu bir belirleyici, bir kavram altına düşürücü bir yargı. O kavram üzerinden bana sunulmuş oluyor. Frege’nin niceleme tanımı: Kavramlar bu
açıdan ele alındıklarında “Örneğin x bir
bardaktır.” Bunlar aslında açık
Kant kavrama, dolaylı bir temsil. Bu şey, temsil olarak duyusal alanda var ama bir nesne değil, sen önermelerdir. (x bilinmeyeni nedeniyle)
Dolayısıyla açık bir önermeyi kapalı hale
onu bardak temsili üzerinden kendine bir nesne olarak sunuyorsun, bardak olarak tutuyorsun. getirmek için ya x yerine değer veririz, ya
da niceleme yoluna gideriz. “Tüm x’ler için
Kavramasan isim veremezsin. (Batı felsefesinin en önemli tartışmalarından biri de ismin tuttuğu şeyin ne x bir bardaktr” da doğru ya da yanlış bir
önermedir. Her şey bardak olmağına göre
olduğu) yanlıştır. “Bazı xler için x bir bardaktır.”
Doğrudur çünkü en azından bu bir bardak.
Kant’ta çok farklı düşünmüyor, Kant’ta da
nesne yargıda ortaya çıkıyor.

153
Soru: Klasik mantık’ta tasavvur ve tasdik var.
Kant’ta tasdikten bağımsız tasavvur yok. Kavram olarak tasavvur.(Tasavvurun kökünde “savvare”
resmetmek, çizmek var. Sen bir şeyi kavradığında, kendine tasavvur üzerinden resmediyorsun. Bu bir
yargı fiilini, bir tastiği gerektirir diyor Kant. Neden tasavvur kendi başına bir bireyi temsil etmesin ki?
Bunun olabilmesi için benim düşünme faaliyetimden bağımsız bireylerin olması lazım. Bütün mesele
bununla ilgili. Kant, fikizçi, Newton mekaniğine göre uzayda şeylerin bireyselliğinden
bahsedemiyoruz. Her şey, mekaniğe tabi ve mekanik fiziğin temel ilkesi atalet (teleolojik ilke değil)
Atalet ilkesi, benim kavrayacağım, kendime temsil edeceğim, düşüneceğim kendiliğinde bir bireylik
yok. Eğer bireylik olsa (Aristoteles’te bireyi birey kılan şey, -doğal bireylerden bahsediyorum- kendi
hareketinin olması, kendisi harekete geçebiliyor olması. A’daki fiziksel tüm unsurlar, telelogik
anlamda belirleniyorlar, yani hepsinin doğal bir yeri var ve hareket ilkelerini kendilerinde taşıyorlar.
Toprak aşağı, hava yukarı gitmek istiyor falan. Onları birey kılan gayi bir neden var. Mekanik bu gayi
nedeni ortadan kaldırıyor.) Newton’da temsiller alanında bireyler var, tasavvurları oluşur falan
diyemiyoruz. Bu nedenle modern mantık, terimler mantığı ile başlamaz, önermeler mantığı ile
başlar.Aristoteles mantığı terimler mantığı ile başlar.)

Ama yargı bu anlamda sadece determinatif değil, bir de reflektif yargılar var. Yani karşılaştığım
gegenstand’ı hangi yargı üzerinden kavrayıp, sınırlandıracağımı düşünen bir yargı var. Bardağın
karşılığı olarak bunu kavramak değil de, bunu neyin altına düşürerek kavrarım’ı düşünen yargı reflektif
yargı. Reflektif yargılar önemli çünkü: biz aslında tüm bilimsel faaliyetlerimizde reflektif yargılara
dayanıyoruz. Yani, bir şey ile bir fenomenle, olanaklı bir gegenstandla karşılaşıyoruz, bu olanaklı
durumu ne açıklar, bu hangi kavramın altına düşer. Pierce (niceleme mantığının diğer kurucusu) bunu,
“abdüktif çıkarım” (geri çıkarım) diye adlandırıyor. Nesneye bakıyorsun, bu nesne en iyi nasıl
açıklanır falan diyorsun. (İnference to the best explanation) hangi kavramın altına düşürerek ben bunu
anlarım. (3.Kritik’te bununla, reflektif yargılarla uğraşıyor)

Soru: Soyut bir resme baktığımızda, imgelem bunu bir şeye uydurmaya çalışıyor demiştik. Yargı ile
imgelem arasında bir ilişki var mı?

Çok önemli bir ilişki var.(3 katlı sentez) Zamandaki anları bir arada tutup onları sentezliyorduk. Zaman
içindeki çokluyu kavarmaya yöneldiğimizde de buna yöneliyorduk. Ama sonra oradaki şeyi nasıl
kavrayacağımı denerken, belli bir anda mevcut olan bir –her ne ise o’yu gegenstandı- bir sonraki anda

154
yeniden üretmek üzere bir resim deniyorduk. Yargı nerede devreye giriyor? İmgelem düzeyinde
devreye girmiyor. İmgelem bu denemelerini kendiliğinden –spontan- yapıyor. (imgelem, kör ama
vazgeçilemez bir yeti diyor Kant. Kör çünkü kavrayan bir yeti değil. O bir şeyle karşılaştığında o bunu
nasıl yeniden üretebilirim diye düşünüyor.) Dolayısıyla 3 katlı sentezin ilk aşamasında manifold
zamanın anlarının ayırd edilmesi üzerinden tutuluyor, imgelem tarafından hep yeniden üretiliyor,
3.aşamada söz konusu yeniden üretimi sağlayan bild (resim-imge) şu an deneyimde mevcut olan nesne
ile aynı ise o zaman yargı yetisi devreye girip o resim üzerinden onu yakalıp bununla şu aynı şey diyor.
Buna “bir kavram altında tanıma” diyoruz. (Uzaktan gelen şeyin köpek mi eşek mi olduğunu anlama
süreci)

İmgelem olmasa ne olur? Şematizm de bununla ilgili. İmgelem olmasaydı, kavramlar içi boş şeyler
olarak kalırdı. Benim şunu kavramam, imgelem olmasa, imgelemin yeniden üretme faaliyeti olmasa
ben nesneleri kavrayamam. İmgelemle (Einbildungskraft), yargı yetisi (Urteilskraft) (ikisi de kraft, iki
güç) ortak iş yapıyorlar nesnelerin kavranmasında. Yargı yetisi zayıf olanlardan (aptallardan)
bahsetmişti. Bu imgelem için de söz konusu mu?

Nesnenin kuruluşunda örneğin şunu dört kategoriye göre, kurup (nicelik kategorisi: parçalarının
birbirine zorunlu bir biçimde ait olmayacağı şekilde bunu kavramamı sağlayan, karşılıklı bulunuş:
parçaları karşılıklı olarak bulunan, birbirini dışlamaksızın bulunan olarak, ya da neden etki bağıntısına
göre kavramam…) bu aşamada, benim anlama yetimin spontan yargılarının bu nesneyi kurup bana
kavratan yine imgelemin faaliyeti (imgelemin transsendental faaliyeti) bu aşamada herkes eşit. (Yani
senin bu aşamada bir nesneyi nicelik kategorisine tabi olmayacak biçimde kavraman mümkün değil, ya
da neden etki bağıntısını iptal edecek şekilde kavraman mümkün değil) orada varsa bir nesnellik var. O
yüzden fizik bilimi hepimiz için fizik bilimi zaten. Bunlar, spontan. İsteyerek yapmıyorsun. Anlama
yetin burayı senin için böyle kuruyor zaten. Ama iradi yargılar söz konusu olduğunda, pek ala aptal
olabiliriz. Kavrayamama, bu neyin altına düşüyor bulamama, o açıdan herkes çeşitli açılardan aptal.
Çok akıllısı da başka birine kıyasla aptal….

Kant’ın özellikle vurgulamasının sebebi şu: Aman, aklın iradi etkinliği ile bir dili öğrenerek, bir
disipline ait terminolojiyi kullanarak anlamlı anlamlı konuştuğunu sanarak, zannetmeyin ki, bir şeyi
kavrıyorsunuz. Böyle bir şey olmayabilir. Bir sürü çıkarımlar yapıp neyle ilgili konuştuğunuzu idrak
etmeyebilirsiniz. Kant felsefeci ve bilim adamlarını bu konuda uyarmış. Ben gerçekten ne ile ilgili
konuşuyorum’u düşünmek gerek. Bu çok sık düştüğümüz bir tuzak.

155
Soru: Bunun kaynağı nedir? Refleksif yargılar mı?

Hayır determinatif yargılar. Dil düzeyinde, bir şeyleri birbiri ile ilişkilendirebilirsin ama o imgeler neyi
belirliyor?u düşünmek. Modern mantık dilini biliyor olmak örneğin, bir önermeyi neyin doğruladığını
bulabileceği anlamına gelmiyor. İspat da yapar, tercüme de yapar. Ama bunu ne doğrular dediğinde, bu
ne ifade eder dediğinde görmüyor. Böyle bir şey var gerçekten de Kant bu konuda haklı.

Soru: Kant, dildeki çok anlamlılığı sembolik mantıkla aşmayı neden önermedi?
Frege’nin falan semantiği nesnel olarak kurmak (yani içeriği sana bana göre değişmeyecek, evrensel
bir simgeleştirme içinde konuşabileceğimiz nesnel bir dil kurmak) Leibniz’in de rüyası buydu.
Kuralların nasıl uygulanacağını düşündüğümüzde, sen istediğin kadar kuralları bil yargı yetisi olmazsa
ve yargı yetisi onu nereye koyacağını takdir etmezse, bu kuralın nerede nasıl uygulanacağını yargı
yetisi bulmazsa, o kuralları neyin sağladığını yargı yetisi bulmazsa hiçbir şey olmaz, orada bir
nesnellik kuramazsınız. Yargı yetisini çekip alarak nesnellik kuramazsınız. (analitik a posteriori)
Carnap falan hep bu psikolojizm’den kurtarmak istiyorlar. Yargı deyince bir Psühe var ve onun fiilleri
var. Onun fiilleri devreye girmezse nesne ortaya çıkmıyor. Bunlar yargı olmaksızın nesneyi ele alalım
diyor. Kant da diyor ki yapamazsınız. İş oyuna döner, aynı dili konuşuyor oluruz ama o neden onun
altında anlamayız. Yargı edimleri, her zaman devrededir, yargı olmadan o dile biçimsel dil bile
diyemezsiniz aslında. İşaret, mürekkep yığını olur.

Quine’nın eleştirisinden sonra ortalık karışmış (Analitik a pirori de yok demiş Quine) ne yapacağız
demişler ve orada Kant’ı hatırlayıp Kant, yargı olmadan olmaz demişti diyenler olmuş.Bir önceki
derste son okuduğumuz paragraf:

“Bu aşkınsal yargı ögretisi iki ana bölümden oluşur: birincisi saf anlama yetisi kavramlarının
[kategorilerin] kullanımının biricik olanağını sağlayan duyusal koşulu, Saf Anlama Yetisinin
Şematizmini, ikincisi ise bu koşullar altında saf anlama yetisinin kavramlarından apriori doğan ve
tüm geri kalan bilgiler için apriori temelde yatan sentetik yargıları, e.d. saf anlama yetisinin
ilkelerini ele alacaktır.”

Soru şu burada: Saf kavrama yetisinin kavramlarının, (sana-bana göre değişmeyen kategorilerin) nasıl
olup da duyusal olandaki nesneye bağlanıyor? (ki adı üzerinde saf olan bir şey –kategoriler- hiçbir

156
duyusal özelliğe sahip değil)

Bu bölümün cevaplamaya çalıştığı soru bu.


Quit juris? Sorusunu hatırlayalım? Nasıl oluyor da –ne hakla?- anlama yetinsin bu saf kavramları
duyusal olan hakkında konuşabiliyorlar? Aradaki geçişi sağlayan şeye şematizm diyorum diyor.

1) Nasıl oluyor da saf kavramlar, duyusal alandaki şeylere dokunup, “onlar hakkında” oluyorlar?
2) Anlama yetisinin saf kavramları (kategoriler) nasıl oluyor da tüm bilgiler için ilkeler teşkil
ediyorlar?

İlkini gösterirsek ve dersek ki bu şematizm sayesinde, bu saf kavramlar, duyusal alandaki her şey
hakkında evrensel ve nesnel bir geçerliliğe sahip, bu her şey hakkında ilkelere sahip oluruz aslında.
Her şey ile ilgili bütün bilgiyle ilgili genel ilkeleri bize bu kavramlar verir. Şematizm bölümü bu
nedenle hayati. Yani anlama yetisi nasıl oluyor da burayı kuruyor, şu nesneyi benim nesnem yapıyor.
Bütün sistem burada düğümleniyor. (Heidegger Kritik’in en önemli bölümü demiş bu Şematizm için)

TRANSSENDENTAL YARGI ÖĞRETİSİ


(Ya da İlkelerin Analitiği)
Birinci Anakesim
SAF ANLAMA YETİSİ KAVRAMLARININ ŞEMATİZMİ

“Bir nesnenin bir kavram altına alındığı tüm durumlarda nesnenin temsili kavram ile türdeş olmalı,
e.d. kavram onun altına alınan nesnede temsil edileni kapsıyor olmalıdır, çünkü Bir nesne bir
kavramın altında kapsanır anlatımının imlemi budur. Böylece bir tabağın amprik kavramı bir
çemberin saf geometrik kavramı ile türdeştir, çünkü ikinci durumda düşünülen yuvarlak1ık ilk
durumda görülenebilir.” [görüsel olarak farkına varılabilir] (A 137-B176)

Yani, bardağın yuvarlaklığını görüsel olarak fark edip, geometrik olarak çember kavramının altına
düşürüp kavrıyorsun. Yani biri sana annen sana git bir yuvarlak tabak getir dedi, sen gidip yuvarlak
tabağı alırken sen bu tabağın yuvarlak kavramının altına düştüğünü kavrıyorsun.(determine ediyorsun)
Bunun için o kavramla bu tabağın yuvarlaklığının türdeş olması lazım diyor. Ama bir sorun var:

“Ama saf anlama yetisi kavramları, amprik (ve giderek genel olarak duyusal) görüler karşısında

157
bütünüyle ayrı türdedirler ve hiçbir zaman herhangi bir görüde bulunmazlar. O zaman, görülerin Açıklama [E76]: Nicelik kategorisi,
nedensellik kategorisi, dediğimiz şeyin
[dolaysız olarak bilinenlerin] saf kavramlar altına alınmaları ve dolayısıyla kategorilerin tezahürlere kendisi görüde karşımda duran şeyler değil.

uygulanmaları nasıl olanaklıdır. Eğer hiç kimse bir kategorinin, söz gelimi nedenselliğin duyular
yoluyla görülendiğini (intuition) ve görüngüde kapsandığını söylemiyorsa? Bu böylesine doğal ve
önemli soru aslında yargı yetisinin transsendetal bir öğretisini zorunlu kılan şeydir, ve ancak bu
yolladır ki saf anlama yetisi kavramlarının genelde deneyime uygulanabilmelerinin olanağı
gösterilebilir.” (A137-138 B176-177)

Hiç kimse transsendental mantıkla uğraşmadı diyor. (Transsendental: kendisi amprik deneyimi
olanaklı kılan ve amprik olana zorunlu olarak uygulanabilenle ilgili mantık) Nasıl oluyor da nasıl
(duyusal olmayan) saf kavramlar, bu nesneyi kurmamı sağlıyor? Transsendental mantığın asli sorusu
bu. Kimse bununla uğraşmadı.Ben nasıl oluyor da bu nesne hakkında düşünebiliyorum? Bunu benim Açıklama [E77]: Platon nesneler
idealardan pay alıyor dedi, Aristoteles ona
nesnem olarak kuran saf kavramlar olduğuna göre, saf kavramlar da duyusal olmadığına göre nasıl yakın bir şey söyledi. Leibniz duyusal
olanla kavramsal olan arasında süreklilik
var dedi. Ama asıl soru bizden saklandı
oluyor da saf kavramlar, duyusal olanla ilişkilenebiliyorlar? (1.Önsözde bu bölümün felsefe diyor. (Burada değil bir başka yerde diyor)
Ama asıl soru bu.
tarihindeki en önemli çalışma olduğunu söylemişti.)

“Tüm başka bilimlerde bu gereksizdir, çünkü onlarda nesnenin genel olarak düşünülmesini
sağlayan kavramlar ve yine onu in concreto (somut olarak) ya da verildiği gibi temsil edenler
böylesine belirgin bir ayrım ve türdeşsizlik içinde alınmazlar ve bu nedenle kavramların nesneye
uygulanışları konusunda özel hiçbir tartışma söz konusu değildir.

Şimdi açıktır ki bir yanda kategori ile ve öte yanda tezahür ile türdeşlik içinde durması gereken ve
birincinin ikinci üzerine uygulanmasını olanaklı kılan bir üçüncü olmalıdır. Bu aracı temsil saf Açıklama [E78]: Duyusal olanla
düşünsel olanı ilişkilendirecek bir aracı
(görgül herşeyden saf) ve gene de bir yandan zihinsel, öte yandan duyusal olmalıdır. Böyle bir lazım.

Açıklama [E79]: Aracı Sıkima, Skimata


tasarım Transsendental Şemadır.” (A138-B177) (çoğulu)
Açıklama [E80]: Çokluyu birleştiriyor,
bir birlik haline getiriyor.
Büyük ihtimalle Kant bu bölüm için çok düşündü. Herkesin elindeki tecrübe belli, gidilecek yer belli. Açıklama [E81]: Dışsal hissin formu
uzay (şeyler benim dışımda ve yan yanalar,
Adam nasıl ilişkilendirecek asıl problem çözmek, felsefe yapmak bu. Bu kitap okumakla olmuyor. bunu sağlayan form, uzayda ki her şey
uzayın kendisi de dahil, içsel histe bir tab
Gidiş yolunu sen bulacaksın. Mekanik hiçbir ilke, kural yok. Kendi deneyimini okumak zorundasın. bırakıyor –impression- ve o zamanda ard
arda duyumlanıyor. Hiçbir zaman sadece
yan yana değil, her bir anda yan yana,
Bu nedenle zor aynı zamanda. simültane yani aynı anda bir arada olmak,
salt yan yana olmaktan fazla bir şey.. bir
şeyin yan yana olduğunu söylediğimizde o
sadece uzayda yan yana değlil “aynı anda”
“Anlama yetisi-kavramı genelinde çoklunun [manifold] saf sentetik birliğini kapsar. Zaman, iç yan yana, belli bir zamanda aynı zamanda
yan yanalar.), içsel hissin formu zaman.
duyunun çoklusunun ve dolayısıyla tüm temsillerin bağlantılarının biçimsel koşulu olarak, saf Zamanın görecelilik kuramında 4.boyut
olarak falan adlandırılması da buradan
görüde bir apriori çoklu kapsar. Şimdi transsendental bir zaman belirlenimi (onun birliğini geliyor. Uzaydaki manifold her zaman
zamana tabi olarak zamanda ortaya çıkar.

158
oluşturan) kategori ile evrensel olması ve bir apriori kural üzerine dayanması ölçüsünde türdeştir. Açıklama [E82]: Ne dedi şimdi bu?
Zaman belirlenimi, ben zamanı belirli bir
Ama öte yandan, zamanın çoklunun her amprik tasarımında kapsanmış olması ölçüsünde, görüngü şekilde belirleyerek zamanın manifoldunu
belli bir determinasyon üzerinden bir arada
tutabilirim. Zamandaki çoklunun belli bir
türdeştir. Buna göre, kategorinin görüngüler üzerine uygulanışı transsendental zaman belirlenimi düzenleniş içerisinde bize sunulması. Bir
ilişkilendirilme içerisinde bize sunulması
yoluyla olanaklıdır ki bu, anlama yetisi-kavramlarının şeması olarak, görüngülerin kategorinin tıpkı bardağı kavram üzerinden belirleyerek
bilmem gibi bir şeydir. Zamanın bir
altına alınmasının aracısıdır. belirlenimi de bir kavram altına düşme
üzerinden anlaşılabilir. Zamanın
belirlenimi, zamanın çoklusunu belli bir
biçimde belirlenmiş olarak sunabilirim. O
belirlenme, kavramsal olanla türdeş bir
Zamanın belirlenimi içerisinde kendime amprik tecrübede ortaya çıkan tezahürleri sunuyorum, başka şeydir. Nasıl kavramlar bir şeyleri
belirlemek üzerinden var oluyorsa, bu da
bir şeyi değil. Zamanda olanı kendime sunuyorum. Zaman duyulmanın formu olduğundan ve her şey bir alamda bir belirlenim olduğu için,
kavramla belirlenen şey arasında bir
zamanda ortaya çıkıyor, zaman bu anlamda zamanın tüm belirlenimleriyle, tüm görüngülerle türdeş süreklilik var. Zamanın belirlenimi ile
kavram arasında geçiş sağlanabilir.
zaten. Demek ki, bu şema aslında zamanın bir belirlenimi olmalı. Hem kavramla türdeş olduğu için
hem de görüngüleri olanaklı kılıp onlarla temas ettiği için. Aslında ruhumuz öyle çalışıyor ki, zamanın
belirlenimleri üzerinden kavramlarla, o zamanda ortaya çıkan duyusalları bağlıyor.

Nasıl bir şeyden bahsediyor Kant? İmgelem, belli bir andaki bir şeyin resmini (imgesini) bir sonraki
anda yeniden üretiyor. Söz konusu bu hayal gücü, bu imgeleri benim kavrayacağım şekilde yeniden
üretirken, aslında tamamen kafasına göre takılmaz. Resmi yaparken bazı kuralları izler. O resim öyle
bir şekilde olacak ki, onu oluşturan parçalar, birimler olarak düşünüldüğünde arda arda eklenerek bir
bütün oluşturuyor olacaklar. Yani onun parçalarını nasıl parçalarsam parçalayayım, onların
oluşturdukları bütün ile ilişkileri, o parçaların birimler olarak arda arda eklenerek o bütünü oluşturacak
şekilde tasarlanır olacak. Dahiyane bir görüş bu.

Örneğin ben t1 anında bir resim yaptım, t2 anındaki hali ile karşılaştırıp kavrıyorum. Bu resmi
oluştururken tabi olduğum kurallar var. Bu parçalar, birbirine eklenerek bütünü oluşturuyor olacaklar.
Parça bütün ilişkisinin kuralları nereden geliyor? Zamanın saf bir belirleniminden geliyor. Zamanın saf
bir belirlenimi olarak bu şemanın adı, sayı şemasınıdır. Zamanın saf belirlenimi, nicelik kategorisi sayı
şeması üzerinden duyusal olana temas eder. Ben herhangi bir şeyi nasıl canlandırırsam canlandırayım,
imgem nasıl oluşursa oluşsun, o imgelerimi oluştururken imgenin parça bütün ilişkisi zamanın saf bir
belirlenimi olarak sayı şemasına tabi olmak zorunda. Başka türlü o imgeyi oluşturamıyorum.

Zamanın saf bir belirlenimi olarak sayı şemasının birliği “nicelik kategorisi”nin ta kendisidir. Bunun Açıklama [E83]: Sayı şemasının birliği,
nicelik kategorisidir.
ötesinde de bir nicelik kategorisi falan yok. Bu resimlerin kendisine göre düzenlendiği kuralın zamanın
saf bir belirlenimi olarak sayı şemasının birliği, nicelik kategorisinin ta kendisidir. Ben neyi kavrarsam
kavrayayım, nesnem haline getirirsem getireyim, onun kavranışında, (zamanın saf bir belirlenimi
olarak) sayı şemasını kullandığım için, her düşündüğüm ve her kurduğum, kavradığım nesne nicelik

159
kategorisine tabidir. Aynı şey diğer tüm kategoriler için de geçerlidir.

“Genelolarak saf anlama yetisi kavramlarının transsendental şemaları tarafından gerektirilen


koşulların uzun ve sıkıcı bir ayrıştırmasına girip oyalanmak yerine doğrudan doğruya bunları
kategorilerin düzenlerine göre ve onlarla bağıntı içinde sunmaya geçebiliriz.

Tüm büyüklüklerin (quantorum) dış duyu önündeki saf imgesi uzaydır; genel olarak duyuların tüm Açıklama [E84]: Saf bir imge olarak
uzay, dışsal bütün büyüklüklerin saf imgesi.
nesnelerininki ise zaman. Ama saf büyüklük (quanıiraıis) şeması, anlama yetisinin bir kavramı Dışımdaki nesnelerin büyüklüklerini
kendime sunarken, saf uzay imgesi ile
sunuyorum.
olarak, sayıdır- birimin birimle (türdeş) ardışık toplamını kapsayan bir temsil. Öyleyse sayı genel
Açıklama [E85]: Bir şey sadece dışsal
olarak türdeş bir görünün çokluğunun sentezinin birliğinden başka bir şey değildir, ve görünün histe sunuluyor diye bir şey yok. Duygular
gibi şeyler de (içsel his) onları da bir zaman
içinde kavrıyoruz. (Bu noktada bu önemli
ayrımsanmasında zamanın kendisini üretmem yoluyla ortaya çıkar. A142-143 B182 değil)

Söz konusu parçaların ayrıştırılması ve bir araya getirilmesinde (sentez) ben zamanın ard
ardalığını kendime temsil ederim. Sayı, aslında bu hali ile zamanın saf bir belirleniminden ibarettir.
Ben bunu, bir nicelik kavramı üzerinden ona(şuna) birlik vererek onu(şunu) kavradığımda bu sayı
dediğimiz şey ortaya çıkar. Aslında sayı kavramı dediğimiz şey, bir şema olarak zamanın saf bir
belirleniminden ibarettir. Ve benim bunun parçalarını birleştirip bir nicelik olarak yakalamamda
zamanın anlarını birleştirmemden kaynaklanır. Yani her tür büyüklük –tersinden söylersek- zamanın
anlarının arda ardalığının sayıya gör temsilinde olduğu gibi bana bu tip bir arda ardalık üzerinden
sunulabilir. Ben onun parçalarını belli bir ard ardalığa göre sayıya tabi kılabilirim. Herhangi bir nesne,
tüm büyüklükler (alan, uzunluk, yani şeylerin nicel yanları) sayıya tabi olarak bana temsil olunabilirler,
ben onları sayabilirim, ya da sürekli sayılarda olduğu gibi o süreli sayı ile de eşleştirebilirim.

Söz konusu bu “sayı” kavramı (sayı, yani nicelikleri kendime temsil etmekte kullandığım şey)
özü itibariyle nedir? Zamanın saf bir belirlenimiden başka bir şey değildir. Zamanın anlarının arda
ardalığının, homojen birimlerinin ard ardalığının birliği dediğimiz şey sayıdır.

Soru: Zamanın ard ardalığı olmasaydı sayı gibi bir şey olmazdı…
Zamanın saf görüsü olmasaydı sayı da olmazdı demişti Kant. Burada ise sayı, tam deneyimdeki işlevi
ile karşımıza çıkıyor. Benim tecrübemdeki her türlü büyüklük, zamanın saf görüsüne ve onun
birimlerinin ard arda belirlenmesinin birliğine tabi olarak kavranıyor. Her kavradığımız nesne (parça-
bütün ilişkisi itibariyle) sayıya tabi. Her şey bize sayıya tabi olarak sunuluyor ve kavranıyor. Sayı
nedir? Kendinde olduğu haliyle türdeş birimlerin ard ardalığın birliği. Birlik üzerinden kendime
sunuyorum, zamanın belirlenimi biliyorum sayıyı.

160
Diğer kategorilerin de şemaları var. Bu ifade de yanıltıcı olabilir. Kategori var da şeması var değil
aslında. Kategori dediğimiz şey, söz konusu şemanın birliği. Bu birliğin kaynağı ne? “Apperception”
(Deneyim sahibi olanın, idrak edenin birliği.) O birlik, bu şema ile bütünleştiğinde kategori ortaya
çıkıyor. Saf kavramlar olarak kategoriler ortaya çıkıyor.

(Soruya cevaben: Bugün zihin felsefesinde “epifenomenalizm” diye bir şey var. Kant’ın söylediği gibi
evrenin nedensellik bağıntısı açısından kapalı olduğunu düşünüyoruz. Yani, fizik dışı etkiyi kabul
etmem. Fiziksel evren kendi içinde kapalıdır. Söz konusu bu dizgeye özgür bir bireyin katılımı
mümkün müdür? Ben özgür bir birey olarak, fiziksel evren dizgesine müdahale edebilir miyim?
Epşfenomenalizm, fiziksel olan, zihinsel olanın nedeni olarak kabul edilebilirken, zihinsel olan,
fiziksel olanın nedeni olarak kabul edilemez diyor. Kant burada demiş ki, bu bir antinomidir, bunu
teorik aklın sınırları içinde aşamayız, dilin kökeni, düşüncenin kökeni, fiziksel olanla etkileşimi gibi
bazı problemler var ki, onların içerisinde çözemeyeceğimiz unsurlar var. Kant’a göre bilimler
ilerliyorlar. Kant’ın da dil üzerine yazdığı şeyler var. )

Soru: Heidegger’in şematizmin önemine atfını hatırlarsak. Şematizmde her şeyin zamana tabi olması
nedeniyle oluşu açıklıyor diyebilir miyiz?

Bütün kavramlarımız zamana tabidir diyor Kant. Zaman olmasa, zamanın anlarının ayrıştırılması ve bir
arada tutulması olmasa, zamanın saf belirlenimleri olarak şemalar olmasa hiçbir şey olamaz. Her hangi
bir şeye bir kavram altına düşüyor, vardır…vb diyemeyiz. Bu çok iddialı bir şey. Ne duyumlama
olanaklı, ne kavrama oluyor, ne kavram altına düşen nesne…bu açıdan bakıldığında zamanın önemi
büyük.

Söz konusu çoklunun ortaya çıkışı bile zamanda gerçekleşiyor. Ben zamanın geçtiğinin farkına
varmasam, bir çoklu içerdiğinin farkına varmasam, çoklu bile olmayacak. Bu açıdan bakıldığında
zaman merkeze yerleşiyor ve her şey zamana tabi.
Heidegger ne diyor?

Kant aslında şematizmde de fark etti ki her şey zamana tabi olduğu için, herhangi bir metafiziğe de yer
yok aslında. Kant buradan her şey zamana tabi iken, dümeni farklı bir tarafa kırabilirdi. Her türlü
metafiziği yapmaktan vazgeçebilirdi. Geleneksel metafiziği elemiş ama Kant’ın kendisinin bir

161
metafiziği var. Yeni bir metafizik olarak kurma niyeti ile girişiyor zaten bu işlere. Cassierer ile
Heidegger ile Kos adasında bir münazaraları var. Kant’ın 1.Kritiği, epistemoloji temelli mi, metafizik
temelli bir kitap mı diye tartışıyorlar? Heidegger bir metafizik temelli o lduğunu söylüyor. Cassierer
(Yeni Kantçı bir bilim felsefecisi) Hatta Heidegger bu münazaradan sonra Kant and The problem of
Metaphysics diye bir kitap da yazmış. Savunduğu şey de Kant, metafiziği eleştirse de burada yaptığı
şey de bir metafiziktir. Varlık üzerine bir konuşmadır. Nasıl bir konuşma. Sanki varlık mevcutmuş ve
oradaymış gibi. Şematizmi okusak aslında anlarız ki Kant, böyle söylemeyebilirdi. “Zamansallığın asıl
olduğunu, ve bu zamansallığın herhangi bir mevcudiyet metafiziğine imkan vermediğini de
söyleyebilirdi” diyor. (Ben öyle düşünmüyorum. Bence Kant da Heidegger de haksız. A.Ç.)

A115-116-117… Saf Anlama Yetisi Kavramlarının Çıkarsaması bölümünü hatırlarsak:

“. Genel olarak deneyimin olanağına ve nesnelerinin bilgisinin olanağına dayanak olan üç öznel
bilgi kaynağı vardır: duyu (sensibilitate), imgelem-yetisi ve apperception.”(A115) Açıklama [E86]: Bir de indirgenemez
bir yeti olarak Yargı yetisi var.
Spontaniety’nin kaynağı olarak. Burada
saymamasının nedeni zaten var, o olmadan
hiçbir şey olmuyor.
“İmgelem yetisi ile ilişki içinde tamalgının birliği Anlama Yetisi iken, bu aynı birlik, imgelem
yetisinin transsendental sentezi ile ilişkili olarak, Saf Anlama Yetisi’dir” (A119)

Anlam Yetisi, nesneyi kuran ve doğaya yasalarını veren yeti olarak türevsel, derivative bir yeti. Asli
yetilerden biri değil. Şematizmi okuyunca bunun ne demek istediğini anlıyoruz. Aslında kategori
dediğiniz şey, imgeleme yeniden üretim faaliyetine kurallarını veren şemaların birliğinden ibarettir.
Şemaların apperceptionun birliğine tabi kılınması kategoridir. Kategorileri bir araya alıp ona bir yeti
statüsü versek bile bu onu derivative yeti yapar asli yeti yapmaz. Nesneyi kuran bu üç yeti (bir anlamda
kategorileri de ortaya çıkarır ve kategorilere tabi olarak bu nesneyi de kurar.) Akıl nerede? Akıl,
nesneleri kavramlar üzerinden kavrayan ve çıkarımlar yapan yeti burada hiç yoktur. Aklın nesnenin
kuruluşunda hiçbir dahili yok, düzenlenişinde var.

Düşünme yetisini, nesneyi kuran anlama yetisi ile kurulmuş olan hakkında muhakeme yapan akıl diye
ikiye ayırıyor. Aklın da kendisine has saf kavramlar var. Akıl da bir tür yargı yetisi ama, yargılardan
yargılara geçerek çalışan bir yargı yetisi. Nesne kurma düzeyinde işlemiyor. Şematizm bölümünde
diğer bütün şemalardan bahsediyor.

162
İmge ile şema arasındaki ilişkiyi de anlatmış:
Açıklama [E87]: Bu bize şu ayeti de
hatırlatıyor: “ Sana ruhtan sorarlar. De
“Anlama Yetimizin tezahürler ve bunların salt biçimleri açısından bu şematizmi insan ruhunun ki, o Allah’ın emridir ve size onun
hakkında çok az bilgi verilmiştir.” Bir
derinliklerine gizlenmiş bir sanattır -ruh ki gerçek yatkınlıklarını doğanın bize sezdirmesini ve türlü nasıl işlediğini gerçekten bilemiyoruz.
El yordamı ile bu kadarını söyleyebiliyoruz.
gözlerimizin önüne sermesini beklemek güçtür. Böylece ancak şunu söylebiliriz: Imge (bild) üretken Açıklama [E88]: Tekil. Yani her
kategorinin bir şeması var anlamında. Bin
imgelemin amprik yetisinin (ayni amprik imgelemin, yani amprik malzeme üzerinde çalışan) bir tane köpek imgesi olabilir ama bir tane
şema var. Nicelik kategorisinin bir tane
ürünüdür, ve duyusal kavramların (uzaydaki betilerinkiler gibi) şeması saf a priori imgelem şeması var başka yok o anlamda
monogram.
yetisinin bir ürünü ve deyim yerindeyse bir monogramıdır ki, imgeler ilkin bunun yoluyla ve buna Açıklama [E89]: İşin esası bu: Şemalar
olmasa, o şemaların kuralını verdiği hiçbir
göre olanaklı olurlar. Ama bu imgeler kavram ile her zaman işaret ettikleri şema aracılığı ile imge olmaz.
Açıklama [E90]: Düşünme yetisinde
bağlanmalıdırlar ve kendilerinde onunla tam bir çakışma durumunda değildirler.” (B181 A 142) mevcut olan Kavram ile imge doğrudan
çakışmıyor. İmge kendisine göre kurulduğu
kural olan şema üzerinden kavrama
değiyor. Duyusal olan düşünsel olana
değmiyor. Saf belirlenim üzerinden
Soru: Nicelik şemasında, duyusal olan ile kavramsal olan arasındaki ilişkiyi sağlayan nedir? değiyor. Örneğin:
Ben, herhangi bir nesnenin niceliğini
düşünebilirim ve o nesneyi nicelik
Bir bilgisayar oyunu yazdığını düşün. Ekranda yanım sönen parçacıklar var. Sen onlardan adam, ev üzerinden kavrayıp düşünceme konu
ettiğimde, aslında doğrudan nesneye
falan yapacaksın. Bunun için bilgisayar kodları yazacaksın. Duyusal malzemeyi (yanıp sönen çokluyu) değmem. Aslında nesnenin –kalem, şişe-
aslında onun amprik bir içeriği vardır ve
öyle nesnelere dönüştüreceğiz ki, orada tasarladığımız her nesne belli şartları sağlayacak. Her nesne ben o nesnenin bilgisine, imgesi (bild)
üzerinden sahibimdir. Nicelik kavramı o
nesnenin niceliğine nasıl değiyor?
belli bir parça bütün ilişkisi içerisinde olacak, parçalar bir araya gelip bütünü oluşturacaklar. Bunun O imge nasıl üretilmiş olursa olsun, şema
olarak sayı şemasına tabi olduğu için
böyle olmadığı (parça-bütün ilişkisinin böyle kurulmadığı) durumlar var mı? Başka kategorilerde nicelik kavramına değer. Başka türlü,
herhangi bir imge kurulamazdı. (Çizerek
bunun böyle olmadığı durumlar var. anlatıyor. )

Kant, imgelemin duyusallıkla harekete


geçtiğini söylüyor. Duyusal malzeme
olmazsa imge olmaz. Kendisi duyusal
olmayan kavram, nasıl olur da duyusala
Örneğin, cevher-araz kategorine göre ilişkilendirilmiş temsiller söz konusu olduğunda, kalemin bir değer? Aristo falan neden çözememiş?
Zamanın statüsünü yanlış anlamış olmaları
temsili var, kalemin renginin de bir temsili var. Kalemi ve kelemin rengini ayrı ayrı olup da bir araya Kant’a göre. Kant’ın teorisini
eleştireceksen, onun teorisinde zamanın
gelmiş ve bu nesneyi oluşturmuş diye düşünmüyorum. Ama nicel olarak parça-bütün ilişkisini, durduğu yeri eleştirmen gerekiyor. Kant’ta
zaman kavramsal bir şey değil. Zaman
kavramsal bir şey olsa, ama aynı zamanda
hakikaten parçalar bir araya gelerek bunu oluşturmuş olarak düşünüyoruz. Kapağı ile kalemi duyumlamayı olanaklı kılsa o zaman belki
doğrudan bağlantı kurulup şemaya gerek
birbirinden bağımsız olarak düşünebiliyorum. Kapağı olmadan da kalemin var olabileceğini kalmaz. Kant, ne uzay ne de zamanın
kavramsal bir belirlenim olduğunu
imgeleyebiliyorum. Bu şartı sağlayacak şekilde bütün nicelikler kurulur. Başka nasıl kurulur bunu söyleyemeyiz diyor. Tüm mesele zaten
neden zaman ve uzay a priori. Kant’a göre
hayal edemiyorum zaten nicelik kategorisinin bunu bu şekilde dayatması da bu demek. En azından sen hiçbir zaman zamanı kavramsal olarak
açık seçik hale getiremezsin. Kant’ın
söylediğinden çok farklı bir biçimde Mc
(düşünsel bir deney olarak) şunu söyleyebilirdik: Parçaları zorunlu olarak birbirine ait olan bir nicelik Taggart (Unrelity of Time)’da dil felsefesi
bağlamında. Biz zamanı nasıl düşünürsek
tasarımı da –çelişkiye düşmeksizin- düşünülebilirdi ama hayal edemiyorum. Dolayısıyla bu bilgisayar düşünelim (A serisi B serisi) her zaman
çelişkilerle sonlanacaktır bu düşünme
programında bu kurallar dizisini, niceliğe göre, niteliğe göre….bunları sağlayamayan bir şey nesne faaliyeti. Zaman kavranacak bir nesne
olarak oradadır gibi bir şey denilemez.
olamıyor. Bunların birliğine de kategori diyoruz. Aslında burada da Kant’ın cevabı duruyor,
duyulmamayı olanaklı kılar, saf
belirlenimler olarak ya da ard ardalığı falan
da düşünülebilir. Bu da şemayı gerektirir.
Buna itiraz etmek için Kant’ın uzay ve
zaman hakkındaki görüşlerini çürütmek
gerekir.

163
Duyumlama yetisi yoluyla farkına vardığım malzemede bu tür bağıntılar var mı? Kant diyor ki, yok.
Yani duyusal temsil, benim için zaten bunlar aracılığıyla kurulan bir şey varsa da ben bu kuruluş
öncesindeki halini bilemem. Fiziksel olarak düşünün. Elektronik mühendisi, mesela kalbi dinleyen bir
cihaz yapacak, aslında elektronik olarak veri toplayacak bir cihaz yapıyor. Kalbin atışını (ses
dalgalarını) elektrik uyarımları halinde iletiyor. Belli bir takım karmaşık, dalga dizisi olarak depoluyor.
Sen bu verilere baktığında ne kalp var ne kalp sesi sadece veri yığını.

Beyin de böyle çalışıyor. Korkunç ve sonsuz bir veri bombardımanı karşısında aslında. Buna beyin
deme zihin de hiç fark etmez. Bu verilerin herhangi bir parçasının tek başına bize söylediği bir şey yok.
Biz bu veriyi alırız aslında kendi yarattığımız [makineyi yaparken kullandığımız] belli serilerin, belli
fonksiyonların altına düşüyor mu diye bakarız o zaman anlamlanır. Dikkat edin. Ben zaten belli
fonksiyonları bilirim. O, onun içinde var mı? Bu hangi değere, fonksiyona uyuyor bunu araştırırım.
(Tıpkı imgelemin yaptığı gibi) Bir şey uyduğunda, bu verinin anlamı şudur demeye başlarım.
Duyumlama aynen böyle.

Kant bu konuda çok haklı. Malzeme geldiğinde böyle bir düzenlilik yok. Şuraya baktığımda, sandalye
var, masa var. Nitelik, nicelik kategorisi işini yapmış, (yani e.mühendisi işini iyi yapmış) bana bunu
kurmuş. Dolayısıyla bir doktor baktığında bu verileri anlamlandırabiliyor. Hatta doktor da o veriyi
ikinci kez işler, çünkü o da tıp eğitimi almıştır, sen baksan anlamazsın. Sana göre anlamsız olan bu
çizgiler ikinci dereceden bir yorumlamaya tabi tutulur doktor tarafından.

Kant: Bu anlamsız verileri alıp düzenleyen, o düzenleme işinde çalışan programlar var. Ruh bu demek.
Doğa ya da Tanrı bizden bunu saklıyor tam nasıl işlediğini diyor. Orada onlar işlemeseydi biz bunları
burada böyle göremezdik. Nesnellik, onlar o şekilde çalıştığı için ortaya çıkıyor.

Bu yetiler biz artık böyle çalışmayacağız dese, bundan sonra niceliği böyle göstereceğiz diyebilir mi?
Aslında mümkün. Yani zorunluluk yok. Kant’ın a pirori fikrinde, illa deneyim böyle kurulacak diye bir
şey yok. Bu anlamda Kant’ın kategorileri, evrensel, yani deneyim sahibi olan herkesi bağlıyor ama,
mutlak değil. Böyle olmak zorunda değil. Böyle olmayabileceğini düşünmek bir çelişki değil. Her
çokluk sayıya tabi olarak bana görünüyor, zamanın kendisi dahil. Öyle olmayabilirdi de ama öyle.

164
Niceliği sayıya tabi algılıyorum.

Hem Platon ve hem Aristoteles’te zaman hep sayıya göre ilerleyen bir şeydir. Aristoteles’in zaman
hakkında düşündüklerini yorumlayan bazı filozoflara göre, “akıl sahibi olmayan ve sayıyı idrak
etmeyen için zaman yoktur.” Çünkü her türlü çokluk sayıya tabi olarak bize görünür. Aynı şeyi
söylüyor Kant. Sayı şeması alt programı işleyip böyle çalışmasa sen burayı böyle kurmazsın diyor.

Soru: İmgelem olmayan bir şeyi nasıl var gibi gösteriyor? Ruh bir fabrika gibi işliyor. Temsilleri
alıyor, sentezleme ile terkip edip birleştiriyor, altına üstüne yerleştiriyor birbirinin. Parçaları alıp, iki
parçayı cevher araz kategorisine göre birbirine çatıyor, birbiri üstüne bindirip sana gösteriyor, sen
bindirilmiş halini görüyorsun. İmgelem temsiller üzerinde çok etkili. Ne yaptığını bilmeden (bu yüzden
kör diyor) kurala göre öyle birbiri ile birleştiriyor. Duyusal veri olmadığında sistem de işlemiyor.
Duyusal malzemenin kendisinde ne nicelik, ne sandalyelik var.

“İmgelem bir nesneyi görüde bulunuşu olmaksızın da temsil etme yetisidir.” (B 151-152)

Nesne dediğimiz şey, yargıda kavranılan olarak bize sunuluyor. Object, düşünsel alanda mevcut olan
bir şey, duyusal alanda object yok. Ne var, duyusal olarak bana sunulmuş olan malzemeler, olanaklı
nesneler var. Ben bir şeyi anlama yetisinde kavrıyorum. O kavradığımın karşılığını, (gegenstand)
benim karşımda duran olarak, orada duran olarak tecrübe ediyorum aslında. (Bazen yanıla da
biliyorum. Ama yanılmadığımız zamandan bahsediyoruz burada.) Ben bir bardak nesnesini
kavrıyorum. Onun karşılığını şurada bir örnek olarak görüyorum. Bana bunu gösteren, canlandıran o
imge üzerinden o nesnenin karşılığını bana sunan yeti imgelem yetisi. Nesne, düşünsel bir alanda var,
onun karşılığını bana imgelem o nesnenin karşılığı oradaymış gibi bana gösteriyor.

Orada ne var aslında? Orada sonsuz bir çeşitlilikte ve belirlenebilme olanağına sahip olanaklı
gegestandlar var. Nesnenin karşılığı olarak bana imgelem onu gösteriyor ama, çok farklı şekillere ve
çok farklı nesneler olarak gösterebilirdi demek bu.

Mesela, bir arkadaşın var tuhaf davranışlar içinde. Duyusal alanda bir şeyle karşı karşıyasın ama
kavradığın bir şey yok. Eğer nesne orada olsaydı, o sana kendini dayatırdı ve kavramanı sağlardı.
İlişkinin yönünün nasıl ters işlediğini göstereceğim sana. İlişkinin yönünün nasıl düşünceden görüye
doğru olduğunu anlatacağım. Giriyorsun bir gün bir psikoloji dersine, şemadaki kurallar gibi, Bir A

165
nesnesi var ve B yüklemine sahip. A, B ile R1 ve R2 bağlantısına sahip falan diyor. Yani aslında dil
yargıları temsil eden dil düzeyinde bir nesneyi kuruyor. Sen haa diyorsun yargı yetin de var ya.
Anlıyorsun ki A manik depresyon olduğunu ve burada kastedilenin ne olduğunu kavradığında bir anda
bizim arkadaş manik depresifmiş falan diyorsun. Kavradığın bir nesnenin karşılığını orada görmeye
başlıyorsun. O nesne orada fiilen olsaydı –duyusal alanda semptomlar olarak var ama- nesne olarak
olsaydı, sana o kendini dayatırdı, kavratırdı. Sen bir şeyi idrak ettiğinde imgelem sana onu gösteriyor.
Fiilen olmayanı ama senin kavradığını sana canlandırıyor. Bu aslında tüm nesneler için geçerli.
Kavradığın object’in karşılığını görüyorsun. Bence güzel anlattım…Kant bu. Ben kurduğumu bilirim.
Bütün Kant sonrası bilim felsefesi buradan hareketle düşünüyor. Ben dilim marifeti ile kurduğumu
bilirim. Ne sosyoloji, ne biyoloji… hatta tam anlamıyla bilim olan fizik var (ruh başka türlü
kuramadığı için böyle kuruyor demiş) biz bugün fiziğin de kuramsal kurulan bir şey olduğunu
düşünüyoruz.

Soru: O zaman eşyanın hakikati var mıdır?

Yoktur. Yani bu filmin sonuna göre yoktur. Kant’a göre öyle değil. Kant’a göre eşyanın fizik biliminin
konusu olan bir hakikati var. Yani nesnellik bir alanı var. O da doğa bilimleri üzerinden bilinebildiği
üzerinden var. Sonra Kant’ın bilim anlayışına ağır darbeler indirilmiş, sentetik a prioriyi eleştirmişler
falan. Haklı, haksız…neyse. Kant, her şeyin kurulduğunu, kurulanın karşılığının deneyimde
görüldüğünü düşünüyor. Her şey kuruluyorsa bir şeyin hakikati varsa bile ben onu bilemiyorum. Eğer
Platon’un söylediği anlamda bu nesnenin kendinde bir hakikati olsaydı, kendinde varlıklar olarak
(noeta) düşünülebiliyor olsalardı, biz aslında eşyanın hakikatini keşfediyor olurduk. Arkadaşın manik
depresyon ideasından pay aldığı için öyle olurdu. Hikaye böyle değil. Kendi başına bir nesne yok. Ben
hiçbir zaman aslında kurduğumun ötesini bilemem. Belki benim kurduğumun ötesinde farklı bir şey de
olabilir onu bilemem.

Dolayısıyla bilimin önermelerinin doğrulanması üzerinden tanımlanması diye bir şey de yok. Ben
nereden bileceğim ki benim karşımda duranın gerçekten de bana göründüğü gibi olup olmadığını.
Mevcut deneyler beni haklı çıkarsa da hiçbir zaman %100 gibi bir haklılığım olamaz bu anlamda emin
olamam. Kurduğum kadarıyla ve kurduğum üzerinden bilebilirim. Bunu çok esnetirseniz Pragmatizme
kadar gider. Bir şey, doğrulandığı, bizim hayatta kalmamızı sağladığı sürece doğru ve geçerli kabul
eder gideriz. Kendinde bir hakikat falan yok. Bu yorum, Kantçı fiziğin elendikten sonraki
hali…Darwin’e Pierce’a, Dewey’e yakın olan natüralist dediğimiz adamlar. Bunlarda metafizik yok bu
anlamda. Biz burada bir insan türü olarak varız, kurmacalarımız ötesinde hiçbir şey yok. Kurduğumuz
kadarını biliyoruz, işe yarıyorsa devam ediyoruz. Şematizm A148-B187 ye kadar devam ediyor.

166
Gelecek hafta ilkeleri okuyacağız. Bu ilkeler aynı zamanda fizik biliminin de temelinde yer alacak.
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:13 Açıklama [E91]: Saf Anlama Yetisinin
Dizgesi
Tüm Analitik Yargıların En Yüksek İlkesi
(A150 B190)
Biz sadece nicelik şeması hakkında konuştuk. Diğerleri mesela: “zorunluluğun şeması bir
nesnenin diğer tüm zamanlardaki varoluşudur” (A145)diyor mesela. Hep zamanla ilgisi içerisinde,
zamanın belirlenimleri olarak şemalardan bahsediyor. “Şemalar, öyleyse kurallara göre a priori
zaman belirlenimlerinden başka bir şey değildirler. Bu kurallar kategorilerin düzenine göre, tüm
nesneler açısından zaman-dizisi, zaman-içeriği, zaman-düzeni, ve son olarak zaman toplamı ile Açıklama [E92]: Nicelik kategorisi
zaman dizisi ile ilgili, dizilmesi açısından
ilgilidirler.” (A145) zamanla ilgileniyor.
Açıklama [E93]: Nitelik kategorisi
Açıklama [E94]: Bağıntı kategorisi
“Bütün bunlardan açıktır ki anlama yetisinin şematizmi, imgelem yetisinin transsendental Açıklama [E95]: Kiplik (Modalite)

sentezi yoluyla, iç duyuda görünün tüm çoklusunun birliğinden ve böylece dolaylı olarak iç duyuya
(bir alıcılık) karşılık düşen bir işlev olarak apperceptionun birliğinden başka bir şeye varmaz. Saf
anlama yetisi kavramlarının şemaları böylece bu kavramların nesnelerle bir ilişki ve dolayısıyla bir
imlem(gönderim) kazanmalarını sağlayan biricik gerçek koşullardırlar.” (A146- B185)

Şemalar söz konusu bu kavramların duyumlama yoluyla farkına vardığımız bu olanaklı


nesnelerin (gegenstandların) hakkında yani onları kavrayan durumuna geçiyorlar, onlara temas
ediyorlar.

Kategoriler olanaklı tüm nesnelere uygulanan saf kavramlardır. Herhangi bir şeyi nesne olarak
düşündüğümüzde, söz konusu nesne bu kategoriler tarafından farklı cihetlerinden kavranıp, birlik
verilmeden nesnen olamazlar. Örneğin amprik bir nesne var sandalye gibi. Söz konusu nesne, 4
kategori tarafından kurulmuş ve kavranmış durumda benim tarafımdan. Ancak benim sandalye
dediğim şey oluyor.

Soru: Sandalye kavramı nasıl ortaya çıkıyor?


Anlama yetisi düzeyinde bir şeyin bu şey olarak kurulmasından söz edebiliriz en fazla. Şundan
bir sandalye olarak değil de bu şey olarak bahsedebiliriz bu aşamada. Biz şeyleri nasıl sınıflandırarak,
bunlar canlı, bunlar cansız ..vb gibi sınıflandırmalar yaparak kavrıyoruz ama bunu yapan anlama yetisi
değil akıl. Ortaya çıkan nesneyi farklı bütünlüklerin parçası olarak kavrayıp, o bütünlükler açısından
kavrayan akıl yetisi. Akıl bütünlük oluşturma yetisi, nesneyi kurmuyor ama kategorilere tabi olarak
kurulmuş olanları, birlik verilmiş olanları belli bütünlüklerin içinde kavrayan ve muhakemeye tutan
yeti akıl yetisi. Bu şeylerin benim tarafımdan sandalye olarak kavranmasının bir hakikati var mı diye

167
sorulmuştu. Kant’a göre yok. Sınıflandırdığımda, ve bu sınıflandırmaya göre ayırdığımda, (hatta bu
elektron, bu proton, bu karbon molekülü..vb dediğimde) tüm bu sınıflandırmalarımda bir geçicilik var.
(Ama bunu 1. Kritik’te değil, 3.Kritik’te anlatıyor) Ben ne yapıyorum aslında? Benim spontan
yargılarım var ve nesneyi de kuruyor, kategoriler de onun içinde. Aslında o kategorilere tabi olarak
ortaya çıkan alanın bir transsendental mantığı, ve mantık üzerinden kurulan bir teorik fiziği var. Orası
fiziğe tabi ve o teorik fiziğin de konusunu oluşturuyor. Bana da belli bağıntı ve kurallar içerisinde
sunuluyor. Kant 3.Kritik’te: söz konusu kurallar içerisinde, zorunlu fizik yasalarına tabi olan alanın
farklı sınıflandırmalar altında ortaya çıkması mümkün. Bunların bir sistem oluşturması ancak şanslı bir
tesadüf olabilir diyor.

Normalde arka planda bir zorunluluk, düzenlilik var ama ben insan olarak parçalayıp bölüp kendime
göre sınıflandırıyorum. Kimya açısından, amprik açıdan, biyolojik açıdan falan sınıflandırıyorum. Her
şey bana son derece karmaşık ve kaotik görünüyor aslında. Aslında diyor Kant, her seferinde de bir
düzenlilik varmış ve bir düzenliliğe uygunmuşçasına buluyoruz nesneleri. Bunun açıklanması lazım
diyor. Açıklanmaya muhtaç bu durum diyor. Bu durum, nesnel olarak eşyanın hakikati var falan gibi
bir anlama gelmez, orada fizik yasalarına göre devinen bir alan var yalnızca diyor.

Peki neden böyle bir düzenlilikle karşılaşıyoruz. Yargı yetisi şeylerle ilgili yargı verdiğinde, bir
kavram altına bir şeyi düşürmeye çalıştığında kendisine bir kural vererek bunu yapar diyor. (erek,
gaye, telos) Bu öyle bir kural ki –yargı yetisinin öznel kuralı bu- ben bir şeyi yargılamak istediğimde
“bu şey bir sandalye” falan dediğimde, hep doğada belli bir düzenlilik varmış, kavramlar belli bir
gayeye göre bir düzen oluşturuyorlarmışçasına onları kavrar ve yargılarım diyor. Ben bir düzenlilik
arayarak baktığım için, yargı yetim başka türlü yapamadığı için orada bir düzen varmışçasına
kavrıyorum diyor. O yüzden buna da sandalye diyoruz diyor.

Bunun anlamı buna sandalye, ona masa dememin bir hakikati var demek değil. Hatta bütün
sınıflandırmalarımız zaman içinde değişebilir, gelişir. Amprik bilimlerde, ben bir sınıflandırma
yaparım ama daha sonra daha genel bir sınıflandırma bulabilirim. O sınıflandırmanın olup olmadığına
bakıp orada daha genel ve daha kuşatıcı bir sınıflandırmanın parçası olduğunu da düşünebilirim. O
sınıflandırmanın olup olmadığına bakıp, orada hakikaten daha genel bir düzenliliğin olduğunu fark
edersek de bundan büyük bir haz alır insan aklı diyor. Her daha kapsamlı bilme, daha geniş bir
sınıflandırma bize haz verir. 3.Kritik’in büyük bir bölümü de güzel ve estetik tecrübesi üzerine kurulu.
Güzel meselesi ile ilgili konuyu da haz kavramı üzerinden geliştiriyor.

168
Bu açıdan bakıldığında bir düzenliliğin olması beklenir mi? Evet. Çünkü her şey fiziğe tabi.
Rastlantısallık yok doğada. Düzenlilik ararsan doğada bulma ihtimalin çok yüksek. Ama bu her şeyi
kapsayan nihai bir sınıflandırmaya ulaşabileceğim anlamına gelmiyor. Kant aslında bunu
düşünebilmenin mümkün olduğunu söylüyor. Ama bu insan aklı için sonsuz bir ödevdir diyor. Her
zaman daha iyi sınıflandırabiliriz ama hiçbir zaman nihai bir noktaya ulaşamayız diyor.

Kant’ın kafasındaki fizik, bugün büyük patlamanın provası, Cern deneyi falan yapılıyor ya, o fizikçiler
gibi bir mantığı var Kant’ın. Bir takım fizik yasaları var, o fizik yasalarına göre enerjinin hangi kararlı
maddeleri oluşturduğunun bir açıklaması var. Buluruz ya da bulamayız. Dolayısıyla, neden şu
parçacıklar ortaya çıktı da birleşip şunu oluşturdular da sonra böyle bir düzen oldu? gibi sorular aslında
açıklanabilir sorular Kant’a göre. Ama hangi düzenleme içinde ve ne zaman akasya ağacı ortaya çıktı?
Ne oldu da van kedisi oldu falan? Bütün bunların açıklanması sonsuz bir süreç hakikaten. Yapılamaz
mı? Yapılabilir ama sonsuz bir görev. Bizim kavramsallaştırmalarımız öznel. Öznenin oraya bakarken
kendisine koyduğu bir kurala göre düzenlediği, bulma arayışının bir sonucu buna sandalye şuna masa
dememiz.

Soru: Bir şeyle karşılaştığımızda ona sudur dememizi sağlayan nedir?

İmgelem belli bir resim oluşturmaya çalışıyor. Bunu yaparken sahip olduğu kavramlarla da onu
kıyaslıyor. En olmadı, dilin olanaklarını kullanarak, yargıları dilde temsil edip, kuramlar geliştirip, o
kuramı sağlayan terimler üzerinden daha karmaşık bir şekilde kavramaya çalışıyor. Ama hep, bir şeyi
belli kurallara göre kuruyoruz (bu hayal gücünün yarattığı bir imge de olabilir, bir terim de olabilir
dilde diğer terimlerle bağıntısı içinde kurulan) o bağıntıları sağlayanın karşılığı olarak bir şeyi
kavramaya çalışıyoruz. Kurmak bu demek zaten.

Örneğin sandalyeye benzer bir şey var ama sandalye değil. Onu farklarını gözedip hangi kavramın
altına düştüğünü bulmaya çalışıyor. (recognition under concept) ve sandalye değil bu tabure diye
tanımlıyor ve dilde de ona bu adı veriyor.

Soru: Akıl, anlama yetisinin imkanlarını nasıl aşıyor, aşıyor mu? Akıl, anlama yetisinin imkanlarını
aşmadan nasıl nesnel fizik kurallarına varabiliyor? Nesneyi anlama yetisi kuruyor. Düzen bu süreç
içerisinde oluşuyor. Akıl düzenlilik fikrine nasıl ulaşıyor.

169
Kant, düşünme aslında “kural verme”, belli şeyleri “kural altına düşürme” gibi bir şey. İki katlı bina
gibi düşünün. Bunun alt katında müdrike olduğunu düşünün. Müdrikenin filleri “kendiliğinden”
(spontan) yani psüke senin iradi bir müdahalen olmaksızın sürekli faal ve kendisine sunulan veriyi,
imgelemin marifetiyle ilişkilendirip, birleştirip, şemalar marifetiyle canlandırıp sürekli tutuyor. Bu
düzeyde her şey kategorilere tabi olması nedeniyle ve kategoriler bize belli ilkleri verdiği için, teorik
fiziğe tabi. (Nasıl kategorilerden fiziğe geçiliyor, Kant bunu uzun uzun anlatıyor Doğa Bil. Met. Tem.
‘de. Madde kavramı bu dört kategori tarafından nasıl belirleniyor’u anlatıyor.)

Herhangi bir şey benim tarafımdan ancak o fizik yasalarına tabi olarak düşünülüyor ve tezahür ediyor,
ortaya çıkıyor. Bu kata benim müdahalem diye bir şey yok. Müdrike herhangi bir şeyi, (ister
gegenstand yani olanaklı nesne, ister bir madde parçası olsun) onları belli kurallara göre tutuyor ve
canlandırıyor. Buraya kadar sorun yok. Her şey, nesnel olarak var, fiziğe tabi olarak var ve olanaklı bir
nesne olabilmek üzere de orada duruyor. Şimdi ben bunları bölü parçalamak ve sınıflandırmak
durumundayım. Akıl, ikinci katta çalışıyor. Akıl o kurulana müdahale etmiyor. Akıl, kurucu değil,
düzenleyicidir. Yani alıyor bu nesnellik alanını sınıflandırıyor. Neye göre sınıflandırıyorsun? Akıl neye
göre dayanıyor?

Antropolojik açıdan bakarsak, nasıl bir varlığım? Doğanın bir parçasıyım nedenselliklere tabiyim,
hayatta kalmaya çalışıyorum. Sen de diğer her şey gibi süreç içinde oluşmuşsun. Fizik yasalarına sen
de tabisin. Ruhunun öyle bir kapasitesi var ki, her şeyi sınıflandırıyor falan. Neden sınıflandırıyor
aslında bu da çok açık. Hayatta kalmak zorundasın, zehirli olanla olmayanı ayırd etmek zorundasın.
Hayatta kalmak için sen bu yetiyi, nesnel olarak ne nasıldır falan diye değil, ne seni hayatta kalmanı
sağlıyorsa ona göre sınıflandırıp yoluna devam ediyorsun. Pragmatizmin dibinde Kant var.

Bu hikâyeyi doğalcılık açısından değil, metafizik açısından anlatırsan: Schoupenhauer ne diyor?


Ortada kendi başına bir irade var, söz konunu bu irade kendini tatmin etmek için o temsil dünyasındaki
şeyleri nesneleştirir –akıl bu anlamda irade tarafından kullanılan bir yeti- böler, parçalar onlarla
kendisini tatmin eder. Freud nereden çıkmış? Psikanaliz falan da buradan çıkmış. Sınıflandırmanın
böyle yapılıyor olması –eşyanın hakikati böyle olduğu için falan değil- hayatta kalmak için. Freud’un
id-ego-superego kuramındaki gerçeklik ilkesi, id dediği şey, vahşi olan, irrasyonel olan…kendisi temsil
edilip bilinebilir olmayan, (Bunlar hakkında konuşamazsınız demiş Kant, bunlar da nasıl konuşuruz
diye üstüne atlamışlar)

170
Mesela belli bir yoksunluk içerisinde diyelim, (örneğin susuz) imgelem o yoksunluğu giderecek olarak
suyu ayırt ediyor, ben suyu alıp içerek o yoksunluğu gidermek üzere kuruluyor. Ortada ben diye bir şey
de yok öncesinde. Ben, imgelemin büyük ihtimalle aklın da yardımıyla yoksun olduğum şeye
ulaşabilmek için, kurulmuş bir şey ego. Aynı hikaye teorik olarak Kant’ın yaptığı tartışmaya
dayanıyor. Ben’in susuzluğunu gidermek için suyun H2O olduğunu falan bilmesine gerek yok. Akıl, o
anda ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor ve işine yaradığı sürece de devam ediyor. Pragmatizm bu
demek zaten. Problemle karşılaştığında teori yaparsın, problemle karşılaşmıyorsan basar gidersin.
(“Çekiç kırılınca çekiç hakkında teori yapmaya başlarsın.” Heidegger)

Kant’ın Pragmatistlerden farkı, ilk katı yani bizim bilim yapmamızı da sağlayan teorik fizik yapmamızı
da sağlayan, aradığımız düzenliliği her defasında bulmamızı sağlayan bir alt kat var Kant’ın ruh
anlayışında. Pragmatistlerde o da yok. Teorik fizik gibi öncelikli bilim falan da yok. Hayatta kalmak
için teorik fiziği de uydurmuşuz diyor. (W.James,Dewey, Pierce…) Kant daha çok eski metafiziğin
rüzgarı ile gelen bir adam, o alt katı kuran bir şey var diyor.

Soru: Müdrike nasıl nesnel fiziğin temeli oluyor?

2.Önsöz’de diyor ki bu Kopernik meselesinde: 2 yol var ya nesne benim dışımda orada ve o yüzden
nesne (ama o zaman bunun bilimin nasıl yapıyoruz, bunun a priori zemini nedir? diye sorarsanız bunun
cevabını veremezsiniz), ya da orada nesne yok. Benim kurduğum şekliyle nesne var. Benim spontan
yargılarımın birlik verme faaliyetimin içerisinde bir nesne var. Bu nesne, a priori bilinebilir ve bilimi
yapılabilir bir nesnedir. Ne zaman benim dışımda var dersen bilim yapamazsın diyor. Öteki türlü orada
nesne var dediğinde “Nasıl var?”ı anlatmak mümkün değil diyor. Aynı nokta Husserll’in de uğraştığı
nokta. Orada bir nesne var ve ben onu bilirim demek bir çelişkidir diyor. Aşkınsa bile oraya nasıl
konulduğunun açıklamasını vermek lazım diyor. Aynı Kant.

Soru: Kant, Hume’u nedensellikle ilgili eleştirmişti.

Alt katı olmasa aynı Hume. Ama alt kat çok önemli. İnsan anlayışlarında, teorik akıl açısından çok
büyük bir fark yok. Bütün tecrübesi duyumlama ile başlayan bazı sorunları hiçbir şekilde çözemeyecek
olan (ikisinde de sınırlar var) aralarındaki fark: alt kat. Hume’da bir nesnellik yok, Kant’ta var. Kant’ta
nedensellik ilkesi nedeniyle bilim sağlam. Bu çok önemli bir fark. Bugün de bilim felsefesinde, biz
aslında bilim yaparken bir geçekliğe yaklaşıyoruz. Neden yaklaşıyoruz bunun açıklaması yok. Kant

171
diyor ki teorik fizik diye bir alan var, bunu ruhun yetileri kuruyor. Düzenlilik aradıkça bulmamız, daha
derli toplu bir doğa anlayışına sahip olmamız da beklenen bir şey. Bunu mesela, Pozitivistlerde
bulamıyorsunuz. Yani adamlar için realizm (bilimsel gerçekçilik) çözülemez bir sorun. Ben
gerçekçiyim diyen neredeyse bir tercih belirtmiş oluyor.

Hume’da bırak bir gerçekliğe yaklaşmayı, yasa oluşturmanın da bir imkanı yok çünkü tümevarım da
geçersiz. Doğada bırak nedenselliği, genellemeler bile yapamazsınız. (“Bütün kuğular beyazdır” gibi)
Neden yapamazsınız? Tümevarım geçersiz. Tamam tümevarım geçersiz ama doğa düzenli ya diyecek
oluyor birileri. (regularity of nature) ama ona nereden ulaştınız? Nedensellik var. Doğada bir düzenlilik
var hep aynı nedenler aynı sonucu vermiş. Hume: Bugüne kadar öyle olması yarın da öyle olacağı
anlamına gelmez. (Yani tümevarım yapamazdık ya) Yani sen bilim yapamazsın bu durumda. Aslında
bilim falan da yok da işte varmış gibi yapıyoruz. Ben de gidip iki bira içip, bilardo oynayınca
arkadaşlarla bunları önemsemiyorum diyor. İdare ediyoruz.

Kant buna razı olacak bir adam değil. Bilim diye bir şey var. Newton haklıydı, doğa belirli yasalara
göre deviniyor ve bilim diye bir şey var. Bu çok önemli bir fark. Kant’ın bu metafiziği 19.yy’da çok
eleştirilmiş, sentetik a priori anlayışı çok ağır yara aldığı için biz aslında, (Pragmatizmin söylediği de
o) Hume’un bıraktığı yerle neredeyse aynı noktadayız doğa anlayışı açısından. Yani şu anda, birinin
çıkıp arkadaşlar bugüne kadar yasalar böyleydi bundan sonra da böyle gidecek deme şansı yok bilimsel
açıdan. Kuantum nesneleri (kendilerini hiçbir zaman bilemediğimiz, tezahürlerini bildiğimiz kuantum
nesneleri) biz bu yasalara uymuyoruz deseler ne olduğunu bile fark edemeyiz. Şu anda o noktadayız.

Eskiden klasik metafizik her şeyi Tanrı’ya havale ediyormuş, [Kant’ın metafizik eleştirisi nedeniyle
Tanrı’ya da havale edemiyoruz.] Kantçı sentetik a priori fikri de ağır darbe almış şimdi hiçbir şey
söyleyemiyoruz. Böyle olunca da birilerinin çıkıp Pragmatist olması çok normal. Quine’nın falan da
çıkıp ne analitik apirorisi falan gibi bir şey demesi çok normal. Biz burada hayatta kalmaya çalışan bir
canlı türüyüz. Ötesini bilen varsa gelsin söylesin. Bu fikriyatın bittiği yer bir açıdan.

Şematizmi bitti varsayalım. Yargı yetisi ile ilgili bölümün iki bölümü vardı: Şematizm ve İlkeler
Bölümü. Saf Anlama Yetisinin Dizgesi / Tüm Analitik Yargıların En Yüksek İlkesi (A150-B190)

“Bilgimizin içeriği ne olursa olsun, ve nesne ile nasıl bir bağıntı içinde olursa olsun, gene de genel
olarak tüm yargılarımızın evrensel ama salt olumsuz koşulu kendi kendileriyle, çelişmemeleridir;

172
eğer böyle olmasaydı, yargılar kendilerinde (nesne söz konusu bile edilmeksizin) boş ve geçersiz
olurlardı. Ama yargımızda hiçbir çelişki olmasa bile, kavramları nesnenin kendisinde olamayacak
bir yolda ya da bize böyle bir yargıyı aklayacak hiçbir apriori ya da a posteriori zeminin
verilemeyecek olduğu bir yolda bağlayabilir, ve böylece tüm iç çelişkiden özgür olmasına karşın
gene de ya yanlış ya da zeminsiz olabilir. Açıklama [E96]: Burada bahsedilen ilke
bizim bazen “principles of contradiction”
bazen de “Principles of non contradiction”
olarak adlandırdığımız ilke yani çelişmezlik
ilkesi.
Hiçbir şeye onunla çelişen bir yüklem ait olamaz önermesi çelişki önermesi olarak adlandırılır ve
tüm gerçekliğin evrensel ama salt olumsuz bir ölçütüdür.” (A 150-151-B190)

Bunun doğru formülasyonu Kant’a göre bu. “Hiçbir şeye onunla çelişen bir yüklem ait olamaz” Bir
de yanlış formülasyon, ya da sakıncalı ifade ediş biçimi var.

“Ama tüm içerikten yoksun ve salt biçimsel olan bu ünlü ilkenin öyle bir formülasyonu daha vardır
ki, dikkatsizlikten ötürü bütünüyle gereksiz olarak ona karıştırılmış bir sentez öğesi kapsar.
Formülasyon şudur: Bir şeyin aynı zamanda olması ve olmaması olanaksızdır. Burada (olanaksız
sözcüğü yoluyla anlatılan) belgitli pekinliğin (apodictic certanity) gereksiz olarak eklenmiş
'olmasının dışında (çünkü bu kesinlik önermenin kendisinden açıktır), önerme zaman koşulu
tarafından etkilenerek bir bakıma ileri sürer ki Bir şey =A, ki birşey = Bdir, aynı zamanda B-
olmayan olamaz, ama pekala ard arda ikisi de olabilir (hem B hem de B-olmayan). Örneğin genç
olan bir insan aynı zamanda yaşlı olamaz; ama pekala bir zaman genç, ve bir başka zaman genç-
olmayan, e.d. yaşlı olabilir. Şimdi, çelişki önermesi, salt mantıksal bir ilke olarak, ne olursa olsun
önesürüm1erini zaman ilişkilerine sınırlamamalıdır.” (A152-B192)

Böyle formüle edilememelidir diyor. Bir şey, aynı zamanda B ve B olmayan olamaz dememeliyiz
diyor. Neden bunda ısrar ediyor? Çelişmezlik ilkesini kim formüle etmiş? Platon. Nerede? Sofist
diyalogunda. Parmenides’i eleştirirken yapıyor sonra Aristoteles alıp kullanıyor. Parmenides demiş ki.
Bir var. Bir ne? Düşünülebilecek her şey. Çelişki düşünülemeyeceğine göre, düşüncenin kendi içinde
çokluk da düşünülemez. Çünkü ancak çelişki düşünceleri birbirinden ayırabilir (boşluk yani)
dolayısıyla her şey biridir. Platon buna karşı çıkıyor. (Bu “dır” meselesini yanlış anladın diyor) A,
B’dir gibi bir önermedeki B’dir meselesini Parmenides yanlış anladı diyor. Çünkü senin bana herhangi
bir şey hakkında B’dir, C’dir diyebilmen için aslında “A, B’dir ve B olmayan değildir” demen lazım
diyor. Her “dir” bu anlamda bir B olmayanı da içerir. Bu anlamda ben herhangi bir yüklemlemede
bulunmak istersem, B ve B olmayanı (sonsuz bir bütünü, tüm yüklemlerin toplamını) düşünmek

173
durumundayım. Bu anlamda da Being (varlık), olanaklılık olarak düşünülmek zorundadır, zorunluluk
olarak değil. “Bir şey bir şeydir.” Demek o şey, olanaklı sonsuz yüklemden birine sahip, o yüklem
olmayanlara da sahip değildir demektir aslında. Bu yüzden her “dır” (being) olanaklı olarak sonsuz
sayıda yüklemi varsayar.

Aristoteles bunu almış kullanmış, değişimi düşünebilmemizi de sağlayan ilke halini almış. Neden?
Aristoteles, Parmenides’in Herakleitos’a ne dediğini biliyor. Herakleitos’ta nesne karşıtların birliği
demek. Herhangi bir anda bir karşıt gider öbürü gelirse biz nesne değişti deriz. Aslında bu karşıtlıklar
nesnede mevcuttur. Parmenides’te diyor ki, karşıtlar bir ve aynı anda varlarsa her iki anda, değişim
oldu diyemezsiniz. Biri var biri yoksa, yokluktan yokluktan yokluk geleceği için yine değişim yoktur.
Özetle değişim yoktur. Duyunamis (kuvve) halinde yüklemlerin olduğunu düşünmek bize, değişimi
düşünebilme şansı veriyor. T1 anında y iken t2 anında y2 olunca değişim oldu diyoruz. Aslında, t1
anında da y2 olma özelliği kuvve halinde vardı demek değişimi açıklamayı olanaklı kılıyor.

Platonun bu açıklamasını Aristoteles kullanıyor sonra. Çelişmezlik ilkesi, varlığı olanaklılık olarak
düşünebilmemizi sağlıyor. (y2 kuvve olarak var, sadece t2 anında y2 fiili hale geçti demek) Bu nedenle
Y2 yoktur değil, kuvve halinde vardır diyoruz. Ancak böyle değişimi düşünmeye başlıyoruz.
Çelişmezlik ilkesi bu şekilde formüle edildiğinde değişimi açıklayabilmemizi sağlıyor. O zaman ne
oluyor çelişmezlik ilkesi, değişim hakkında konuşmamızı sağlayan ve sentetik içeriği olan bir ilke
oluyor. Tıpkı Aristoteles’in kullandığı gibi.

Aristoteles’in fiziği bu ilkeye dayanıyor. Çünkü değişimi bu ilke üzerinden düşünmeye başlıyor. Aynı
anda bu ve bu olmayan nasıl var? Meselesi. Kant burada Aristoteles’e laf atıyor. Analitik yargıların bir
ilkesini fizik yapmak için kullanmaya kalktınız diyor. Bunun yolunu kesecek ki, fizik sizin dediğiniz
gibi yapılmaz sentetik yargılarla ilgili söyleyeceklerim üzerinden böyle yapılır diyecek. Şunu da
düşünmenizi isterim. Hakikaten kuvve ve fiil kavramları hiç “zaman” kavramını işin içine katmadan
açıklanabilecek şeyler midir. Hayır.

Aslında bu derin bir mesele. Kendisinin bütün sentetik ilkeleri de zamana tabi ama unutmayın. Kant’a
şunu soralım. “Hiçbir şeye onunla çelişen bir yüklem ait olamaz” önermesi zamandan bağımsız bir
önerme midir? Zamanı hiç kullanmadan ifade edilebilir mi çelişki kavramı? Çelişkiden
bahsedebilmeniz için, kuvve ve fiil halinden bahsedeceksiniz ama onları zaman kavramından bağımsız
ele alamazsanız, çelişmezliği nasıl zaman kavramını kullanmadan açıklayacaksınız. Belki de Kant
Açıklama [E97]: Bu meseleyi bir
doğru bir şey söylemiyordur? düşünnnn

174
Üç ayrı şekilde ele alabiliriz. Anlama Yetisi kuralları oluşturuyor, Akıl muhakeme yetisi bütünlükler
altına nesneyi alabilme yetisi, Yargı Yetisi ise, kavramdan nesneye ve nesneden kavrama determinatif,
gidip gelme yetisi. Aslında üçü de düşünme yetisinin farklı yönleri. Her üçünün de farklı a priori
ilkeleri var. Müdrikede kategoriler var, saf akılda muhakemeyi olanaklı kılan üç idesi var. Yargı
yetisinde ise ereklilik dediği bir saf ilkesi var. Üçü de yargı veriyor, müdrikenin spontan, nesneyi kuran
yargıları var, akıl yargılardan yargılara geçen bir yargı veriyor, yargı yetisi ise kavram altına nesneyi
düşürme ya da nesneden yargıya gitme işlemini yapıyor. Hepsi yargı veriyor.

Neden analitik yargıların en yüksek ilkesi böyledir’i anlattı. Neden anlattığını anladık şimdi. Kant
hiçbir şeyi de boşa anlatmamış, çelişmezlik ilkesi ile ilgili söylediklerini aslında böyle fizik yapılmaz
demek için söylüyor. Çelişmezlik ilkesi yalnızca analitik yargılara uygulanabilen bir ilke, zamanla
ilişkisini kesmek lazım diyor. Zaman bu ilkenin özüne ait bir şey değil. Çelişmezlik ilkesi tüm yargıları
bağlayan bir ilke. Buradan hareketle, doğayı açıklamaya kalkmak teleolojik fizikle sonuçlanır diyor.
Aristoteles’in fiziği yanlış. Benim dediğim gibi mekanik fizik yapacaksanız çelişmezlik ilkesinin
zamanla bağını koparmanız lazım diyor. Biz eğer bu tip bir ilkeyi varlıkla ilişkisi içinde ele almazsak,
biçimsel bir mantık ilkesi olarak ele alırsak nasıl ele alacağız? (Zamanla ilişkisini kullanmadan –aynı
zamanda-yı kullanmadan) Çok derin bir soru. Açıklama [E98]: Bu meseleyi çalış

Sonra sentetik yargıların ilkesiyle ilgileniyor.

Öyleyse deneyim, emprik sentez olarak, kendi olanağı içinde tüm başka senteze olgusallık veren
biricik bilgi türü olduğu için, bu (zihinsel sentez) a priori bilgi olarak, ancak genel olarak deneyimin
sentetik birliği için zorunlu olandan daha öte hiçbir şey kapsamaması yoluyla gerçeklik taşıyabilir
(nesne ile bağdaşabilir).

Açıklama [E99]: Mümkün ya da


Tüm sentetik yargıların en yüksek ilkesi öyleyse şudur: Her nesne olanaklı bir deneyimde görünün olanaklı bir deneyimde, görünün çoklusu
sentetik birliğinin zorunlu koşulları altında
çoklusunun sentetik birliğinin zorunlu koşulları altında durur. durur. Nesne bir şeylerin sentezlenmesinin
birliği olarak vardır. Olanaklı bir tecrübe
demek, fiili olarak varolan duyusal
malzeme öyle şekil alabilir ki şu anki
deneyimlediğimden farklı da
Sentetik a priori yargılar, böylece apriori görünün biçimsel koşullarını, imgelem yetisinin sentezini deneyimlenebilir demek. Olanaklılığı esas
alıp fiili olanı olan göre mi tanımlayacağız,
ve bu sentezin transsendental bir apperceptiondaki zorunlu birliğini genelde olanaklı bir deneyimin fiili olanı mı esas alıp olanaklıyı ona göre
mi tanımlayacağız. Tartışma bununla ilgili.
bilgisi ile ilişkilendirdiğimiz zaman, ve genelde deneyimin olanağının koşulları aynı zamanda Kant bu anlamda Leibniz’den ziyade
Aristoteles’e yakın duruyor. Olanaklı
deneyimin nesnelerinin olanağının da koşullarıdırlar ve bu nedenle sentetik a priori bir yargıda tecrübe, fiili olana tabi olarak var olan bir
şey. Bunu size B200 A 161’de bunu size
sunacağım diyor.
nesnel geçerlik taşırlar dediğimiz zaman olanaklıdırlar. (A158-B197)

175
Sonra, A161 B200’de kategoriler tablosu gibi bir tablo sunuyor.
1) Nicelik Kategorisi ile ilgili: (Axioms of intuition) Görünün Aksiyomları. Görü ile ilgili geçerli
aksiyomları anlatıyor.
2) Nitelik kategorisi ile ilgili: Anticipations of Perception: (Anticipation bir şeyin olacağını önceden
görmek, öngörmek demek) Algı Beklentileri.
3) Bağıntı Kategorisi ile ilgili: (Anologies of Experience) Tecrübeye ilişkin benzetimler.
4) Kiplik kategorisi ile ilgili: (Postulates of emprical thinking in general) Genelde Amprik
Düşünmenin Postülaları ile ilgili ilkeler.

Bütün bu ilkeleri sıralayarak her bir ilkenin de ispatını veriyor Kant. Bunun nesnel ve evrensel
geçerliliği var diye ispatını veriyor. Ama öncelikle bir ayrım veriyor ki bu ayrım diyalektik bölümünde
de önemli.

“Bu adlandırmaları kanıttaki ve bu ilkelerin uygulamalarındaki ayrımları gözden kaçırmama


amacıyla bilerek seçtim. Ama hemen görülecektir ki, kanıt açısından olduğu gibi görüngülerin
büyüklük ve nitelik kategorilerine göre (bunların yalnızca biçimlerini göz önüne almak üzere)
apriori belirlemeleri açısından da, bu kategorilerin ilkeleri geri kalan iki kümeden ayrılır, çünkü Açıklama [E100]: Bir ve ikidekiler,
görü ile aksiyomlar ile algı ile ilgili
kesinliğin her iki yan açısından da tam olmasına karşın, bu iki küme salt diskursif bir kesinliğe beklentiler diğerlerinden ayrılırlar.
Açıklama [E101]: Yani kavramların
yetenekliyken birinciler ise görüsel bir kesinliğe yeteneklidirler. Buna göre birincileri matematiksel, kavranmlara bağlanması açısından bir
kesinliğe yetenekliyken
ikincileri ise devimsel ilkeler olarak adlandırıyorum. Ama belirtmek gerek ki, burada hiçbir biçimde Açıklama [E102]: Dinamik

bir durumda matematiğin ve ötekinde ise genel (fıziksel) dinamiğin ilkeleri ile ilgilenmiyoruz.
Tersine, göz önüne aldığımız şey yalnızca iç duyu ile ilişki içinde saf anlama yetisinin ilkeleridir
(burada verilen tasarımların ayrımlarına bakılmaksızın), ve bu ilkeler yoluyladır ki matematik ve
dinamik olanaklı olmaktadırlar.” (A 162 B201)

Neden ilk iki kategori grubuna bağlı ilkeler matematiksel de diğer ikisi dinamik? İlerde çok daha
önemli olacak bu ayrım. Bu ilk iki kategoride sentezlenen unsurlar aslında türdeştir (homojendir), diğer
ikisi türdeş ve homojen olmaları şart değildir diyor. Bilgi bir şeyleri birleştirip, sentezleyip sunuyor ya,
iki durumdaki (Nicelik ve nitelikte) sentetik bilgideki birleştirilenler aynı türden olmak zorunda, diğer
ikisinde (bağıntı ve kiplikte) böyle olması şart değil. Neden?

Akıl, nedensellik kategorisini (ki bu bir bağıntı kategorisidir dolayısıyla dinamik bir kategori)
kullanarak şunu düşünebiliyor. “Acaba doğadaki nedensellik mekanik midir, yoksa özgür bir
nedensellik var mıdır? diye düşünebiliyor. İşin içinden çıkamıyor, bir antinomiye düşüyor, bunu

176
gösterecek sonra. Akıl nasıl bunu yapabiliyor? Diyelim ki neden ve etki arasındaki ilişkiyi kuran ilke
dinamik yani neden ve etki türdeş olmak zorunda değil demek. Böyle olunca akıl, etkisi mekanik
dünyada ortaya çıkan ama kendisi mekanik dünyada olabilen ve olmayabilen iki nedenselliği
düşünebilir.

Örneğin: bu kalemi parmağımla ittim. Akıl, parmağım ile kalem arasında bir nedensellik bağı kurabilir,
nedenselliğe göre bunu düşünebilir. Ama aynı akıl, hiç bu dünyada tezahür etmeyen (parmağım gibi
olamayan) özgür bir iradenin istemesiyle fiziksel dünyada bir şeyin değişmesini de akıl düşünebilir.
Yani benim özgür irademi nende olarak düşünebilir. Çünkü, neden ve etki arasında kurulan bağıntı
türdeş şeyler arasında olmak zorunda değil. Akıl bunu bu şekilde düşünebildiği, bu ilkeler dinamik
ilkeler olduğu için sonra antinomiler ortaya çıkacak. Her ikisi de düşünebilecek, bu da doğrudur, bu da
doğrudur deyip ikisinin de içinde çıkamayıp bir antinomiye (çatışmaya) düşecek. İlk iki kategoride
böyle bir antinomi yok. Bu tip bir sınıflandırmanın yapılmasının amacı “metafizik nerelerde bir
çıkmaza girmiştir?”i açıklamak için bu sınıflandırmaları yapıyor. Matematikten bahsederken hep
“türdeş birimler” falan gibi ifadeler kullanıyor dikkat edin. Aynı türden bir şeyin derecelerinden
bahsediyor mesela nitelik kategorisinde. Dinamik kategorilerde ise türdeş olma zorunluluğu yok.

Dipnot önemli:

“'Tüm birleşme (conjurutio) ya bileşim (composiıio) ya da bağlantıdır (nexus). Birincisi


[bileşenleri] zorunlu olarak birbirlerine ait olmayan çoklunun sentezidir, örneğin bir dörtgenin
köşegeni ile bölünmesinden doğan iki üçgen kendileri için zorunlu olarak birbirlerine ait
değildirler. Herşeyde matematiksel olarak ele alınabilen türdeşin sentezi de böyledir (bu sentez de
yine yığın[Aggregation] ve bütünleşme [Koalinon] olarak bölünebilir ve birincisi uzamlı ve ikincisi
ise yoğunluğu olan büyüklükler için geçerlidir). İkinci birleşme (nexus) ise öğeleri zorunlu olarak
birbirlerine ait olduğu ölçüde çoklunun sentezidir. –Örneğin ilineğin, herhangi bir töze ya da
etkinin nedene ait olması gibi; buna göre türdeş olmasalar da a priori birleşmiş olarak
tasarımlanabilen öğelerin sentezidir ve bu birleşmeyi, keyfi olmadığı ve çoklunun dış varlığının
birleşmesini ilgilendirdiği için, dinamik olarak adlandırıyorum.” (A162- B 202) Açıklama [E103]: Kalemin ilinti-araz
olan kapağından ayrı düşünülebilmesi ama
cevher olabilen bir özelliğinden ayrı
düşünülememesi gibi

177
İlkeler nasıl şeyler?

1) Görünün Aksiyomları: (Axioms of intuition) “Tüm görüler uzamlı (extentional) büyüklüklerdir.”


(A162-B202)

Uzayda ya da zamanda görünsünler, uzayda yada zamanda bir yayılıma sahipler. Eğer bir şey
görüdeyse onun büyüklüğü uzamlı-extentional olacak. Bunun ispatını vermiş.

2) Algı Beklentileri (Anticipations of Perception)

“Tüm görüngülerde olgusal olanın, e.d. bir duyum nesnesi olanın yeğin büyüklüğü, e.d. bir
derecesi vardır.” (A166 B207)

Herhangi bir duyum nesnesi örneğin renk belirli koyuluk ya da açıklıklarla duyumlanır ya da sıcaklık
örneğin derece farklılıkları vardır. Duyusal olarak algıladığım her şeyin bir derecesinin olması da bir a
priori ilke. İlke apriori, uygulandığı alan amprik bir alan. A priori bir ilkenin nesnel ve evrensel bir
geçerliliği var. Herhangi bir duyusal özellik olup da bu tip bir değişkenlik gösteren bir yoğunluğa sahip
olamaması düşünülemez diyor.

3) Tecrübeye ilişkin benzetimler. (Anologies of Experience)

“Tecrübe ancak algıların zorunlu bir bağlantısının tasarımı (temsili) yoluyla olanaklıdır.”
(A176) Bir şeyin tecrübesine (duyumlama değil) (tecrübe Yun: ampria) sahipsem bu ancak
temsillerin bağlantılanması üzerinden olabilir. Bunların ne olduğunu anlatıyor.

Açıklama [E104]: Töz-ilinek kategorisi


1.Anoloji: Tözün Kalıcılık İlkesi: “Tezahürlerin tüm değişiminde töz kalıcıdır ve tözün büyüklüğü
doğada ne artar ne azalır.” (A182-B224) Değişimden bahsettiğimizde değişimde aslında hep aynı
kalandan bahsederiz. Değişim varsa değişimde aynı kalan vardır. İlerde bunları fiziğe uyguladığında
“maddenin korunumu” yasalarını falan çıkaracak boşuna yazmıyor burada bunları. Fiziği buna göre
kuracak.

Açıklama [E105]: Neden-etki kategorisi


2.Anoloji: Nedensellik Yasalarına Göre Zamansal Ardışıklık İlkesi: “Tüm değişimler neden ve etki,
bağıntısı yasalarına göre yer alırlar.” (A189 B232) Neden ve etkiye tabi olamayan bir bir şey olamaz.
Nihayet Hume’un sorununa çözüm getiriyor burada. Hume’un zannettiği gibi değil diyor. Her şey
nedenselliğe bağlı, hiçbir şey nedensiz ortaya çıkmaz. Çünkü yargı yetisinin bir anolojisi olarak,

178
tecrübenin olmasını olanaklı kılan bir ilke.
Açıklama [E106]: Karşılıklı bulunuş-
3.Anoloji: Etkileşim yada Topluluk Yasasına Göre Eşzamanlılık İlkesi: varoluş kategorisi

“Tüm tözler, uzayda aynı zamanda algılanabilir oldukları sürece, baştan sona etkileşim
içindedirler.” (A211 B256)

Tüm tözler, uzayda var oldukları şekliyle birbirleriyle bağıntı içerisindedirler. Herhangi bir şeyi
birbirinden bağımsız olarak ele alamazsın. Bunların hepsi Fizik bölümünde her birinden çıkan bir fizik
ilkesi var ve Newton mekaniğinin ilkelerine dönüşüyor.

4) Genelde Amprik Düşünmenin Postülaları ile ilgili ilkeler. (Postulates of emprical thinking in
general) (A218 B266)

1) “Deneyimin biçimsel koşulları ile (görü ve kavramlara göre) bağdaşan olanaklıdır.”

2) “Deneyimin maddi koşulları (duyum) ile bağlantılı olan fiili (edimsel)dir.”

3) “Fiili olanla bağlantısı deneyimin evrensel koşullarına göre belirlenen zorunludur. (Zorunlu
olarak var olur.)” Açıklama [E107]: Burada modern
mantıkla ilgili çok enteresan tartışmalar
içeren bir bölüm de var.

Her bir ilkenin ispatını veriyor. İdealizmin Çürütülmesi başlığını önsözde “benin kalıcılığı dışsal
duyuya bağlı” falan derken bu bölümden bahsetmiştik. Ben nasıl aslında duyu üzerinden var. Ben
varım demek için aslında dışsal his üzerinden edindiğin duyumlar var demek zorundasın. Bu işte
idealizmin reddiyesidir. Benim dışımda ve duyulmadığım bir şey var demeden ben varım diyemediğim
için, ben varım onlar yok diyemezsin. İdealizm bu nedenle hikayedir diyor.

Tüm tecrübenin ortaya çıktığı bu ilkeler var ve teorik fizik bunlar sayesinde olanaklıdır diyor. Mekanik
fizikte değişim tamamen fail nedenler üzerinden gidiyor. Parçalar fiili olarak var, fail bir neden bunları
farklı şekillerde düzenleyerek bunların farklı nesnelerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Yani, fiziksel
nesnenin kendisinin gerçekliğinde mekanik üzerinden, fail nedenlerle maddenin etkileşimi üzerinden
açıklanamayacak hiçbir şey yok. Bütün değişimler böyle açıklanabiliyor. Nitelik değişimi mesela.
Nitelikler, öznenin deneyiminde temsil olarak ortaya çıkar, arka planında da bu anlamda nicelik
açısından mekanik ilkelere tabi olan maddenin bulunduğu şeyler olarak varlar. Dolayısıyla nitelik ve
nicelik değişimleri mekanik nedensellik ile açıklanabiliyor. Dolaysıyla kendisi tamamen fiili olan bir
evren var, bu fiili olanın farklı düzenlenişleri olarak biz olanaklılıktan bahsediyoruz.

179
Varlık alanını kuvve halinde ve fiili halinde varlık alanı olarak ikiye bölmüyoruz. Çünkü bölersek,
kuvve halinde bir varlıktan bahsedebilmesi için noumenler yani noeta var demesi lazım. Kant’a göre ne
numenal bir alan var ne de onun hakkında bilgi edinebilecek bir yetim var. Aristoteles’te ve Platon’da
varlık kuvve halindeki varlık, noeta olmadan olamayacak bir şey. Yani intelligible (düşünülürler)
olmadan noeta olmaz.

Aristoteles’in madde kavramını yanlış anlaşılıyor. Bu kalemin rengi siyahtı beyaz oldu diyelim, her
ikisi de birer birey. Madde ne peki, ben t2 anında baktığımda bu kalemin maddesi nedir diye
sorduğumda t1 anındaki bireydir derim diyor. Ama o siyahtı beyaz nereden geldi? T1 anındaki bireyin,
beyazın yoksunluğundan geldi derim diyor. T1 anındaki birey, kuvve halinde (bir düşünülür olarak)
beyazlığa sahipti. Bu şekilde sahip olduğu her şey, onun zaten maddesini oluşturur. Malzeme gibi bir
madde anlayışı yok Aristoteles’te. Bir şeyin maddesi demek ona olma ve olmama olanaklılığını veren
şeylerin toplamı demek. Bu anlamda düşünülür eylerin toplamı aslında o. Noeta olmadan madde olmaz
Aristoteles’te.

Kant’ta fiilen duyusal alan var, o alanın sentezlenmesi var. Mekaniğe son derece uygun bir resim.
Noeta diye bir şey yok ki, kuvve halinde bir varlık olsun. Görü ve kavramlar açısından olanaklı olan
olanaklıdır. Yani onlar da görüsel olarak fiili bir şey olacak, onun farklı düzenlemeleri olacak. Fiili
varlık ve onun düzenlenişi itibariyle bir olanaklılık var, başka türlü bir olanaklılık yok. Kuvve halinde
bir varlıktan söz edeceksen bu anlama noetanın, B olmayanın, düşünülür olarak var olduğunu
söylemek zorundasın. Ama öyle bir şey var dersen idealar da var diyebilirisin. Bunların toplamı Bir’de,
Tanrı da var diyebilirsin. Bu nedenle Aristotels’in kuvve halindeki varlık anlayışı Kant’ta yok.
Leibniz’de de yok. Possibility var ama potentiality yok. Çok önemi bir fark bu.

Farklı düzenlenişi yapan nedir? İmgelem yani müdrike. Evren dışsal kuvvetlerin etkisiyle devinen bir
alan orada ne bir Noeta var ne başka bir şey var. Sadece medde parçacıkları ve dışsal nedenler var.
Aristoteles, kuvve halinde varlık diyor. Düşünülürleri fiili hale getiren bir şey var. Işık renkleri görünür
hale getiriyor. Faal akıldan bahsedebilmek için de noetaya ihtiyacın var. Faal akılı da faal hale getiren
noeta zaten. Hep yanıyor olmalı ki bir şeyi fiili hale getirebilsin diyor. Faal olan ne yine intelligible’lar.

Kant’ta böyle bir şeye ihtiyaç yok. Teleolojik fiziğe ihtiyaç yok, Kant’ın fiziği mekanik. Her şey dışsal

180
faktörlerle harekete geçiyor. (Atalet ilkesini hatırla)

Aristoteles’in evreni bireylerden oluşur, ussia ne demek energia halinde olan demek. Evren her zaman
fiili olarak varolan bireylerden oluşuyor. Kalem için, Aristoteles için bu bireyin maddesinin içinde yer
alır. Bir bireyin maddesi appeirondur yani sonsuz ve belirsiz bir maddedir. Bu açıdan bakıldığında
Aristoteles’in aklında sınırlı bir madde anlayışı yok zaten. Bir şey ancak diğer fiili olanlar
sınırlayabilir. Mesela, her fiziksel unsurun kendi yeri var. (ateş havaya, su aşağıya) Uç noktasına
çekerseniz, her birey diyor Aristoteles aslında dönüşüp herhangi bir şey olabilir. Etikte falan hep
konuşulan self-actualization, self-realization kavramlarına kadar gider. Sen aslında sonsuz olanaklara
sahip bir bireysin geyikleri. Onun zemini bu. Sen dönüşüp istediğin her şey olabilirsin. Bu nedenle
siyaset etiğin devamında yer almış. Siyasetin amacı olabildiğince çok insanı kendi aklı ölçüsünde,
kendi doğasını gerçekleştirmesinin imkanlarını oluşturmak siyaset. Yani kaynakların nasıl dağıtılacağı
ile ilgili kayıkçı kavgası değil.

Sanılıyor ki Aristoteles’in madde anlayışı, (staff) malzeme gibi bir şey. Değil. Asıl önemli olan soru
şu: “Ne olmuş da Aristoteles’in madde anlayışı evrilmiş?” Kant’a gelene kadar önce Cusanus’un
madde anlayışına falan bakmak lazım.

Bugünkü madde kavramının ortaya çıkmasında Ortaçağ’ın çok inançlı ilahiyatçıları etkili olmuş biliyor
musunuz? Buna Müslüman ilahiyatçılar (örneğin İbn Sina’nın çok büyük katkısı var) da dahil. Tanrının
mükemmelliğini vurgulamak için –Yeni Platoncu çerçevede- bu maddenin de bir formunun olması
lazım demişler. Çok tuhaf bir hikaye. Ali’ye atıp Veli’yi vurmuşlar. Olay materyalizm ile
nihayetlenmiş.

181
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:14 Açıklama [E108]: Transsendental Yargı
Yetisi Öğretisi
Genel Olarak Tüm Nesnelerin Fenomenler
ve Noumenler Olarak Ayrımının Zemini
(A235 B294)
“Sentetik a priori yargılar vardır” düşüncesi Kant’ın felsefesinin temelinde yer alıyor. Saf Kavrama
Yetisinin ilklerinin her biri sentetik a piori bir yargı aslında. Kant diyor ki, matematiğin tüm yargıları
da sentetik a prioridir. (Analitik a pirori de vardır ama esas matematiksel olan yargılar sentetik a
prioridir.) Klasik fizik, aslında sentetik a priori ilkelere dayanıyor. Kant’ın sisteminin eleştirisi de
sentetik a prioi yargılar var mı? Matematiğin yargıları sentetik a priori mi? Üzerinden yapılmış.
1830larda birbirinden habersiz iki matematikçi (Bolyen ve Lobaçevski) Oclidçi-olmayan geometriyi
keşfediyorlar.

Kant Oclid geometrisinin aksiyomlarının sentetik ve a priori olduğunu düşünüyor. (Oclid geometrisinin
5 aksiyomu: 1) İki noktadan bir doğru geçer. 2) bir noktaya eşit uzaklıktaki noktaların kümesi bize bir
çember verir. 3) Bütün dik açılar birbirine eşittir. 4) İki doğru bir noktada kesişir. 5. aksiyoma postüla
diyorlar ama : paralel aksiyomu: bir doğruya kendi dışındaki bir doğrudan ancak bir paralel
çizilebilir.)

5.si her zaman bir tartışma konusu olmuş. Bununla uğraşan çok matematikçi var. Acaba, 5. aksiyom
diğer aksiyomlardan türetilebilir mi? Yoksa bu aksiyom, bağımsız mı? Bu uğurda 5. aksiyomu ilk
4ünden ispatlamak için ömür tüketen çok. Uğraşıp bulamayanlardan biri bulamayıp çocuğuna vasiyet
etmiş “oğlum uğraşma bulamazsın”diye…

Birileri strateji geliştirip şunu denemişler: Acaba, bu aksiyomu değillesek nasıl olur? Bir doğruya kendi
dışındaki bir doğrudan ancak birden çok paralel çizilebilir ya da hiç çizilemez gibi. Bu değillemeden
hareketle bir çelişki türetebilir miyiz? Bu 5i beraber çelişik bir şeyler ortaya çıkarırsa, deriz ki aslında
bu 5. de diğerleriyle tutarlı bir aksiyomdur en azından dolaylı olarak bu 5. aksiyomun diğer 4.dünden
bağımsız olduğunu gösterebiliriz diye düşünmüşler. Bunlardan biri ünlü Alman matematikçi Gauss.

Bolyen ve Lobaçevski’nin yaptıkları şey şu: Uğraşıp çelişki de bulamıyorlar ve şunu iddia ediyorlar:
Söz konusu bu aksiyomun değillenmesiyle tutarlı başka geometriler inşa etmek mümkündür. Oklid
geometrisi gibi teoremleri olan tutarlı bir geometrik dizge oluşturulabilir. 1850 lerde oluyor bunlar. O
dönemde Kant çok etkili. Kantçılar diyor ki, şu ana kadar bir çelişki bulmamış olmanız dizgeyi tutarlı
kılmaz. Hala –Kant’ın dediği gibi- Oklid geometrisi sentetik a priori olabilir. Sentetik A priori olması

182
demek, görünün geometrisi bu. Bütün bu tezahür eden şeyler, bu geometriye tabi demek. Söz konusu
bu aksiyomlar evrensel ve nesnel geçerli yani zorunlu demek. Çok iddialı bir şey sentetik a priori.
Oklidçi olmayan geometrilerin kendi içinde tutarlı olması durumunda birbiriyle çelişik aksiyomları
olan iki geometri nasıl aynı anda doğru olacak? Ya biri ya diğeri doğrudur. Bu sefer birileri tutarlılık
ispatları yapmaya başlıyor. Reimann şöyle bir ispat veriyor: Göreli tutarlılık ispatı. Eğer Oklid
geometrisi tutarlıysa, Oklidçi olmayan geometriler de tutarlıdır. Oklidçi olmayan geometriler tutarlıysa
Oklidçi geometri de tutarlıdır. Yani, onlar da Oklid kadar tutarlıdır. Eğer Oklid geometrisine sentetik a
priori diyorsak, Oklidçi olmayan geometrilere de sentetik a priori demek zorundasınız hiçbir fark yok.
Kant’ı savunanlar, öyle de olabilir. Yani düşüncede öyle bir şey [Oklidçi olmayan geometriler]
düşünülebilir ama, görüde karşılığı yok. Doğru olduğu bir nesnellik alanı yok. Oklidçi geometrinin
alanı burası, sizinki neresi diyorlar. Bertrami diye matematikçi, oturup Oklidçi olmayan bir
geometrinin modelinin olduğunu gösteriyor.

Bir geometrik nesne düşünün, onun yüzeyindeki bir doğruya dışarıdan sonsuz sayıda paralel
çizilebileceği ya da hiçbir paralel çizilemeyeceği gösterilebilir demek. Kürenin yüzeyi üzerinde iki
boyutlu geometri yaptığınızı düşünün. İki boyutlu bir varlık olarak bu kürenin üzerinde yaşadığınızı
düşünün. Şu iki noktanın arasındaki doğruyu bana çiz diyorsun. Kürenin üstündeki doğrular nasıl olur?
Yay gibi görünür ama iki nokta arasındaki en kısa yol, çapı kürenin çapı olan bir uzunluktur.
Ekvatorlar dorudur mesela yani kürenin çapı olan çemberler. A noktasını B noktasına birleştiren en
kısa yol, hesaplandığında hakikaten de onları birleştiren bir ekvator çizgisi en kısa mesafeyi veriyor.
Örneğin Amerika’ya uçarken Londradan Newyork’a gitmek yerine, İzlanda Grönland üzerinden
gidiyor. Bir küre üzerinde doğru dediğimiz şey, ekvator gibi çemberlerdir.

Oklid 5. aksiyomu: “Bir doğruya kendi dışındaki bir doğrudan ancak bir paralel çizilebilir.” diyordu
buyurun çizin, çizemezsiniz. Eğer bir doğru olacaksa A’dan geçen, ekvator gibi bir şey olacağı için
öbür ekvatoru kesmek zorunda.

İki boyutlu uzayda, Oklidçi olmayan bir geometrinin bir modeli var demek işte. Hiperbolik yüzeylerde
(at eğeri gibi düşünün) Burada da herhangi bir doğruya kendi dışından sonsuz sayıda doğru çizilebilir.

Kantçılar buna şu cevabı veriyor: Tamam matematiksel modelini bulmuş olabilirsiniz ama fiziksel
uzayın geometrisi 3 boyutlu geometridir. Einstein meselesi burada devreye giriyor. Einstein genel
göreliliği geliştirdiğinde (E=M x C²yi gösterdiği özel görelilikte değil, Kütle ile enerjinin
eşdeğerliliğini gösterdiği genel görelilikte diyor ki: genel görelilikte büyük kütleler uzay zamanın

183
geometrisini büküyorlar. Güneşin yanından geçen bir ışık ışını, o bölgenin geometrisini büktüğü için
belli bir şekilde saparak dünyaya geliyor. Hatta bu teori belli bir güneş tutulmasında bu sapmayı
gözlemlediklerinde doğrulanıyor. Tam olarak genel görelilik kuramında bu sapma hesaplanabiliyor
çünkü.

Demek ki Einstein haklı demişler. Einstein genel görelilik kuramının geçerli olduğu uzay zamanın
tasviri için bu üç geometriden (Eliptik, Hiperbolik ve Dikdörtgensel) üçü de kullanılabilir ama en net
resmi eliptik geometriler verir diyor. Yani Oklid Geometrisinden başka geometriler bize fiziksel uzayın
geometrisini anlatmak ve açıklamakta başarılıdır diyor. Kantçıların da diyecek bir şeyi kalmıyor. Hem
üçü de tutarlı, hem bu daha iyi açıklıyor falan sentetik a priori meselesi darbe alıyor. O zaman da şu
mesele ortaya çıkıyor: Öyleyse geometrik aksiyomların semantik yapısı nedir. Yani üçü de doğrudur
dersek saçmalıyoruz. Üçü aynı anda nasıl evrensel ve geçerli olacak?

O sırada yapılan tartışmalar, genel görelilikten önce başlamış tartışmalar bunlar. Burada iki tartışma
var: 1) Russell ve Puankare arasında geçiyor. Russell garip bir biçimde –aritmetikte Frege’ye yakın
düşünmesine rağmen- geometrik aksiyomların önermesel bir içeriği olduğunu doğru ya da yanlış değer
alabileceğini savunuyor. Puankare –konvansiyonalizm görüşünün de kurucusu- geometrik
aksiyomların doğru veya yanlış diye bir içeriğinin olamayacağını savunuyor. 2) Frege ile Hilbert
arasında geçiyor. Frege (modern mantığın kurucusu), aritmetiğin önermelerinin analitik ama
geometrinin önermelerinin sentetik olması gerektiğini savunuyor. (bilgi verdiğini savunuyır) Hilbert
ise geometrinin terimleri (nokta, çizgi…) aslında nesnel bir gerçekliğe karşılık gelmezler aslında
bunlar örtük tanımlardan ibarettir. Önermesel bir içeriği yok, bilgi vermiyor analitik yani.

Bu tartışma Yeni Pozitizvm veya Analitik Felsefe yani dil felsefesi “Linguistic Turn” denilen dönüşün
olduğu tartışma işte. Wittgeinstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” demesinin nedeni bu
tartışma. Yani geometrik nesneler vardır ve geometrinin önermeleri bu nesneler hakkında doğrudur
diyemeyiz. (diyemeyebiliriz yani) Bunlar aslında dilin sınırları içinde tanımlanan şeyler. İşler buraya
gelince tüm kuramsal şeyler için de geçerli olduğu düşünülmeye başlanıyor. Yani aslında sentetik a
priori diye bir şey yok. Herhangi bir önermenin ya da dilsel ifadenin nesnel ve evrensel bir geçerliliğe
sahip olduğu düşünülemez, biz aslında dilin sınırları içinde bir dünya kurarız uyuyor mu diye de
bakarız. Bu bugünkü pozitivist bilim anlayışı işte. Nesneyi dilde kurarsın, yanlışlanmadığı sürece
doğru kabul eder gidersin. Bu hikayenin dibi bu tartışma işte. Einstein’in görelilik kuramının bu
tartışmaya katkısı büyük. Einstein Schilik’in bazı yazıları da destek veriyor.

184
Bu böyle midir değil midir? Kant bunu mu diyor yani? Özellikle özel görelilik açısından, yani uzay ve
zamanın mutlak olmadığı iddiası, fiziksel olayların tasvir edildiği tüm referans çerçeveleri görelidir,
rölatiftir. (Görelilik kuramı her şey görelidir demek değil. Görelilik şu demek: Bütün referans
çerçeveleri göreli bile olsa, mutlak referans hiçbir çerçevesi olmasa bile fizik nesneldir demek.
Aslında fiziğin göreli olmadığını nesnel olduğunu söylüyor. Fiziğin denklemleri, hangi referans Açıklama [E109]: Özel görelilik teorisi
Newton fiziğini yanlışlamaz, tamamlar.
çerçevesini alırsanız alın aynı gerçekliği tasvir eder demek, özel görelilik kuramı. Sorun genel röletivite teorisinde ortaya
çıkar. (Bkz. Kant Sonrası Metafizik Üzerine
Konuşmalar, Aliye Kovanlıkaya, s:31)

Newton fiziği temellendirmek için hep mutlak referans çerçevelerine ihtiyacımız var diye düşünerek
mutlak uzay ve zamana inanmış, fakat sonra elektro manyetizma kuramı çıktığında ve ışık hızının
bütün referans çerçevelerinde aynı olduğu iddia edildiği ortalık karışmış. Bütün referans
çerçevelerinde aynı olan bir ışık hızı nasıl olabilir diye düşünmüşler. Bununla klasik fizik bir araya
getirilememiş. Einstein buradan hareketle biz elektro manyetizma kuramını kabul ederiz, bütün
referans çerçevelerinin de doğru olduğunu kabul ederiz buradan hareketle de fiziğin nesnel olduğunu
hala gösterebiliriz diye düşünmüş.)

Kant’ın kendisi mutlak anlamda bir uzayın olduğunu düşünüyor mu? Kesinlikle Hayır. Doğa Biliminin
Metafiziksel Temelleri’nde öyle bölümler var ki (ben deneme de yaptım fizikçilere okuyunca
Einstein’in bir metni değil mi diyorlar) o kadar net bir şekilde uzay görelidir diyor ki. Uzay mutlak
falan değildir diyor. Bu tip şeyleri söyleyen biri için Görelik Kuramı onu yanlışladı demek kolaya
kaçmak demek.

Oklidçi olan olmayan geometri meselesi nereden çıkmış? Bence felsefe, bunun hakikaten ne olduğunu
açacak bir yoruma kavuşmuş değil. Konu aslında Kant’ın da ilgilendiği biçimde nesne ve nesnenin
kuruluşu ile ilgili aslında. Olay öyle bir seyretmiş ki tamamen dil felsefesine dönmüş. Felsefecilerin
nesne, nesnenin kuruluşu, bunun sayılarla falan ilgisi meselelerinden kafası tamamen uzaklaşmış
aslında. Biz bu konuda net değiliz aslında. Ne demek bu Oklidçi olan olmayan geometri? belli değil
aslında.

Fenomen-Noumen Ayrımı: Analitik yargıların temel bir ilkesi vardı: çelişmezlik ilkesi (hatta
konuşmuştuk bu ilke zamana gönderme yapmalı mı yapmamalı mı? siye) Bir de sentetik yargıların bir
ilkesi var: “tüm sentetik yargıların en yüksek ilkesi öyleyse şudur: her nesne olanaklı bir deneyde,
görünün çoklusunun sentetik birliğinin zorunlu koşulları altında durur.” Yani nesne dediğimiz şey görü
yoluyla farkına vardığım bir çoklunun sentetik birliğidir, Nesne olmak, nesnel olmak falan budur.
Nesne de temsillerin kategorier vasıtasıyla farklı cihetlerden kavranılmasının birliğidir. En genel

185
sentetik ilke bu Kant’a göre. En nihayetinde nesne budur. Sonra da ilkelerin ne olduğunu anlatıyordu.
(Pek konuşmamıştık) İlkelerden sonra şematizmi, sonra da üçüncü bölüme geliyor. Yani;
Transsendental Yargı Yetisi Öğretisi
(İlkelerin Analitiği / Üçüncü Ana Kesim)
Genel Olarak Tüm Nesnelerin Fenomenler ve Numenler Olarak Ayrımının Zemini

Şimdi anlama yetisinin tüm ülkesinin yalnızca içinden geçerek her bölümünü dikkatle gözden
geçirilmiş olmakla kalmayıp, ayrıca onu enine boyuna ölçmüş ve ondaki her şeyin yerini de
belirlemiş oluyoruz. Ama bu ülke bir adadır ve doğanın kendisi tarafından değişmez sınırlarla Açıklama [E110]: Kant fiziki
coğrafyacı aynı zamanda
kuşatılıdır. Gerçeklik ülkesidir (tılsımlı bir ad), ve yanılsamanın asıl yuvası olan geniş ve fırtınalı bir Açıklama [E111]: reality mi?

okyanus tarafından kuşatılmıştır ki, orada sis bulutları ve çar çabuk eriyip yiten buzdağları yeni
topraklar üzerine yalancı öykülerle keşif yo1culuğna çıkmış hayalperest denizciyi boş umutlara
düşürmekte ve onu hiçbir zaman bırakamayacağı ama hiçbir zaman da sonuna dek götüremeyeceği
serüvenlere sürüklemektedir. Ama onu bütün genişliğinde araştırabilmek ve orada umut edilecek bir
şeyler olup olmadığından emin olabilmek için bu denize açılmayı göze almadan önce, ilkin ayrılmak
üzere olduğumuz ülkenin haritasına bir göz atmak ve onun kendi içinde kapsadıkları ile yetinip
yetinemeyeceğimizi, ya da zorunlu olarak yetinmemiz gerekip gerekmediğini bir soruşturmak yararlı
olacaktır. Çünkü sonuçta üzerinde yerleşebilecegimiz hiçbir toprak olmayabilir; ikinci olarak,
giderek hangi hakla bu ülkenin iyeliğini ele geçirerek kendimizi tüm düşmanca istemlere karşı
güvenlik içinde tutabiliriz? Bu sorulara daha şimdiden analitiğin gidişi içinde yeterli bir yanıt
vermiş olsak da, sunduğu çözümlerin özetle üstünden geçmek gene de bunların tüm kiplerini tek bir
noktada birleştirerek edindiğimiz kanıyı güçlendirmede yararlı olabilir.” A236 B294

Diyecek ki burada, mümkün nesnelerin alanından bahsediyoruz ada derken. Deneyde verilebilecek
mümkün nesnelerin toplamına fenomen diyorum diyecek. Söz konusu bu amprik deneyimde
verilemeyecek olanlara noumen diyorum diyecek. Neden iki ayrı anlamda onu göreceğiz. Noumenin ne
olduğunu anlatıp, sadece şu şartla kabul edilebilir bir kavramdır, ama bir sınır kavramıdır,
fenomenlere sınır çizen bir kavramdır. Gidip kendisinde ayağımızı basacağımız bir toprak
bulabileceğimiz bir şey değildir diyecek.

Kant’ın coğrafyacı olduğunu unutmayın, kritik de ne demek çizgi, sınır çizmek demek. Kant, aklın
içinden, aklın bilebileceğinden hareketle akla sınır çizmeye çalışıyor. İnsan da bir sınır varsa onu
geçmek isteyen bir taraf var. İçimizde sınır geçme dürtüsü var. Fenomen-noumen karşıtlığını öyle bir
şekilde kurmak istiyor ki, sınır var ama bu sınırın ötesinde bilinecek bir şey yok. Bundan emin olun ki

186
kendinizi kaptırıp serüvenlere kapılmayın demeye çalışıyor. Noumeni bu nedenle anlatmak istiyor.
Noumen nedir peki? Tarihçesine bakmak istiyorum.
Noumen, sadece düşünce yoluyla temas edilebilecek olana denk geliyor. Ne demek bu? Duyumlama
yoluyla değil de akli bir görü ile temas edilebilecek ve bilinebilecek varlıklara noumen diyoruz aslında.
Kant burada nasıl bir noumen kavramı kurmuş arasında nasıl bir fark var anlamak gerekiyor.

Parmenides’i hatırlayalım: Platon’un da çok etkilendiği bir filozof. Parmenides’in meşhur bir şiiri var:
Doğa Üzerine. Orada sanki mitsel bir ifade gibi anlatılıyor ama değil. Bir takım peri gibi tipler,
Parmenides’i alıp bir tanrıçanın huzuruna götürüyorlar. Hatta kocaman bir kapıdan geçiyorlar. Hatta o
kapının anahtarları adalet tanrıçası Dike’nin elinde. Bir başka açıdan da herkese aynı mesafede ve açık
anlamında bir göndermesi de var adil yani. Tanrı diyor ki –sanki bir vahiy gibi- “ben şimdi sana hem
aliteanın hem de doksanın yolunu anlatacağım sakın öbür tarafa kaptırma kendini bak hakikat böyle bir
şey” diyor.

Bütün şiir çok karmaşık bir kanıtlama gibi. Öncülleri var ve sonuç var. Sonuç: Varlık aslında birdir ve
durağandır. Var dediğimiz şey, varlık Parmenides’in “Bir”i (Hen)dir ve Batı metafiziğinin Tanrı
fikrinin kaynağıdır. Öncüller neler? Düşünmek fiili ile düşünce bir ve aynıdır. Düşünme yada düşünce,
varlıkla (olmak) bir ve aynıdır. Varlık (On) Bir’dir (Hen). Ne hareket ne de çokluk içerir, durağandır.
O güne kadar herkes varlık hakkında konuşurken –mitsel düşüncede- şahıs olarak varlıktan
bahsedilmiş. Eğer varlık bir şahıssa onun hakkında nasıl bilgi edinebilirsin? O şahıs kendini sana
açarsa bilebilirsin. Dolayısıyla Homeros, Heseidos gibi adamlar varlığın kendilerine hitabını
duyabilecek yetkinlikte âlimler. Onlar sana varlık hakkında bilgi verir. (Heseidos’un Kozmogonisi,
Teogonisi, ya da Homer’in anlattığı gibi Tanrılar arası ilişkilerden gerçekliğin nasıl bir şey olduğunu
anlarsın)

Parmenides’in hocası Ksenophones, buna çok karşı “Nereye gitsem herkesin Tanrısı kendine benziyor
ve söyledikleri de hiçbir şekilde tartışmaya açılamıyor.” diyor. Parmenides: “Varlık nerede, varlık
sıfatını hak edecek şey nerede acaba?” diyor. İlk baktığı yer de dil. Herhangi bir önermedeki, yargıdaki
“dır” dediğimiz şeye bakmalıyız. “Kalem mavidir” deki “dır”a bakmalıyım diyor. Kant’a da çok
benziyor. Parmenides’e göre, düşünsel içerik duyumlama yoluyla farkına vardığımızdan farklı. Neden?

Gözümü açtığımda ben bu kalemin maviliğini fark ediyorum. O bana kendini gösteriyor. O aktif ben
pasifim aslında. Fakat benim bu kalemle ilgili bir hüküm vermem –Kant’ın söylediği gibi söylersek
spontan- bir şey değil. Benim düşünme fiili ile bu mavilik ile bu kalemi birleştirip yargıda bulunmamı

187
gerektiren bir şey. Bu kalemin mavi olduğu olgusu söz konusu bu düşünme ediminden başka bir yerde
ortaya çıkamaz. Bu anlamda düşünme fiili ile onun içeriğini yani düşünceyi birbirinden ayırt
edemezsiniz. Yani, buralarda gezip dolaşan duyusal malzemeler gibi, fiilen bana kendisini dayatan
düşünsel içerikler yok. Düşünce ortaya çıkıncaya kadar duyusal alanda duyusal malzeme var, düşünce
yok.

Ben duyusal bir şeyin resmini yapabilirim ama düşünsel bir şeyin resmini yapamam duyusal alanda.
Bu onun bir resmi değil, bunun bir düşünce ve yargı belirtmesi yine bir düşünce ve yargıya bağlı. Ben
bir fiil icra etmediğim sürece bu kalem bir hiç. Düşünme neden vardır? Şunu fark ediyoruz Parmenides
ile beraber: Bu saat ve bu tarihte burada elimde tuttuğum bu kalemin mavi olduğu düşüncesi, bu kalem
değişime de tabi olsa, eskise ve yitip gitse, bu düşünsel içerik eskimiyor, yıpranmıyor ve değişmiyor.

Dili de olanaklı kılan budur. Ben bir yıl sonra –hala benden bıkmamış- öğrencilere seminer verirken
“hatırlıyor musunuz geçen sene ben şu tarihte ‘bu kalem mavidir’ diye bir örnek vermiştim” dediğimde
bahsettiğim dilsel içerik bir ve aynı olacak. Kalem belki o sırada var olmayacak bile. Düşünsel içerik
değişime tabi değil. Değişen sen olabilirsin, farklı anlamlandıran da olabilir ama bu yargısal içeriğin
kendisi değişmiyor. Bu kalemin bu tarihte mavi olduğu yargısı değişmiyor.

Hatta biraz daha ileri gidelim yargımda hata da yapmış olabilirim. Bu kalem kırmızıdır dedim.
Düşüncemde yakaladığım içerik bu olsun. Parmenides için bunun bir önemi yok. Bu düşünüldüğü ve
düşünceye konu edildiği sürece var ve değişmiyor. Çok ilginç bir şey. Bu açıdan bakarsak bütün bu
düşünsel içerikler var, o halde ben düşünsem de düşünmesem de bu düşünsel içerikler var demek, bu
düşünsel içerikler ne değişiyor, ne yok oluyor, ne oluşa, ne bozuluşa tabiler, zamana tabi değiller
demek. Bir adım öteye götürürseniz. Olanaklı düşünülebilecek her şey olmuş olabilecek her şey
düşünsel içerik olması itibariyle vardır. Çok enteresan bu düşünce. Olanaklı tüm düşünülebilenlerin
toplamı Tanrı, var ve her şey o başka bir şey yok. O var gerisi hikaye.

Peki ben bu alana nasıl temas ediyorum? Düşünce yoluyla. O nasıl bir varlık Noumenal bir varlık.
Düşünme yoluyla bilinebilen, temas edilebilen bir varlık, duyumlama yoluyla değil. Platon kalkmış, bu
resmi biraz değiştirmiş, çelişmezlik ilkesini falan formüle etmiş ve bize ne demiş? Özü itibariyle ben
Parmendes’e katılıyorum. Özü itibariyle bir varlık gerçekten varsa o, noumenal anlamda vardır ancak
noesis yoluyla temas edilebilecek bir şekilde vardır. Hatta asıl bireysel varlık (Tanrı) var ve duyusal
olanlar onun izi, gölgesi..vb.

188
Kant ne demeye çalışıyor? Bilip bilebileceğimiz, olanaklı fenomenal olanla sınırlı. Olanaklı amprik
deneyimle sınırlık ki onun toplamına fenomen deniyor. Sakın ha, bu Parmenides ile Platon’un
bahsettiği gibi sadece akli görü ile bilinebilir noumenler var sanıp da bu alanı terk etmeye kalkmayın.
Platon’a karşı bizi uyarıyor.

“Gördük ki anlama yetisinin kendisinden türettiği her şey, deneyimden ödünç alınmamasına
karşın, gene de yalnızca deneyimde kullanılmak üzere anlama yetisinin elindedir. …” (B 296] Açıklama [E112]: Çünkü ketegoriler a
prioridir. Anlama yetisi nesneleri kavramak
için var. O kavramlar alıp bu nesneler
haricinde bir yere kullanamazsın. Kant’ın
iddiası bu.
“Öyleyse anlama yetisinin tüm a priori ilkelerini, giderek tüm kavramlarını amprik olandan
başka hiçbir biçimde kullanamadığı, transsandantal kullanımlarının ona bütünüyle kapalı
olduğu önermesi, eğer kesinlikle kabul edilecek olursa, önemli sonuçlara götürecektir.
Herhangi bir ilkede bir kavramın transsendental kullanımı bu kavramın genel olarak ve
kendilerinde şeylerle ilişkilendirilmesidir; amprik kullanımı ise yalnızca görüngüler, e.d.
olanaklı bir deneyimin nesneleri ile.” (A 239) Açıklama [E113]: Olanaklı bir
deneyimin nesneleri ile ilgili olarak
kullanılabilir.

“…Buna göre yalıtılmış bir kavramın duyusal [sinn-lich] kılınmasını, e.d. ona karşılık düşen Açıklama [E114]: Almanca’da hem
“duyum” hem de “anlam” demek.
nesnenin görüde sunulmasını isteriz, çünkü bu olmaksızın kavram, söylendiği gibi, anlamsız [ohne İngilizce’de de “sense” hem “duyum”,hem
“anlam” anlamında kullanılıyor. “What you
say does not make sense” de olduğu gibi
Sinn] olacak, hiçbir şey anlatmayacaktır.” A 240 B299 söylediğin bana bir “anlam” ifade etmiyor
anlamı (senseless: anlamsız)
Kant’ın buradaki kullanımı duyumla ilgili,
duyumsal olarak gelen ve onun belirlemesi
Noumeni iki farklı anlamda kullanıyor. O bölüm şu: ve olanaklı olan bir nesne ile ilişkili
kavramlar anlamlıdır. (Ki bu görüş,
Pozitivizmin de en dibindeki görüştür.)

Açıklama [E115]: Alırlığımızın-


“Bununla birlikte, bumda büyük yanlış anlamalara neden olabilecek bir ikircim daha baştan receptivitate
Açıklama [E116]: Yani fenomen
kendini göstermektedir. Anlama yetisi bir bağıntı içindeki bir nesneyi yalnızca fenomen olarak kavramını oluşturur oluşturmaz anlama
yetisinde şöyle bir tuhaf durum ortaya
adlandırdığı zaman, aynı zamanda bu bağıntının dışında bir kendinde nesne tasarımını da oluşturur çıkıyor. Bana göründüğü şekliyle bunları
biliyorum, bana görünmediği şeklini de
ve böylece kendini bu tür nesnelerin kavramlarını da yapabilir olarak görmeye başlar. Ve anlama bilirim gibi tuhaf bir durum oluyor.
Göründüğü gibi var, o halde bana
yetisi kategorilerden başka hiçbir kavram sağlayamayacağı için, bu son anlamdaki nesnenin en görünmediği gibi de var gibi…onu da
bilebilirim demekten kendini alamıyor akıl.
azından bu saf anlama yetisi kavramları yoluyla düşünülebilir olması gerektiği sanısına kapılır, ama O belirsiz kavramı ne demek anlamıyoruz
tam olarak. Belirli ve dedetminated gibi
böylece duyarlığımızın dışında genelde bir bir şey olarak bir anlama yetisi varlığının bütünüyle düşünmeye başlıyor. Plaron’da mesela –
aklında o var Kant’ın- fenomenal dünyada
belirsiz kavramını anlama yetisi yoluyla belli bir yolda bilebileceğimiz bir varlığın belirli bir kavramı karşıma çıkanın karşıtı olarak düşünüyor.
Bana böyle görünüyor, ama bir de kendi
olarak görme yanlışına düşer. (B306) başına olduğu hali var ki asıl o bilinebilir.
Bilirsem asıl onu bilmeliyim, onu bilirsem
asıl episteme o olur gibi şeyler düşünmeye
başlıyor.
“Eğer numen ile duyusal sezgimizin nesnesi olmadığı ölçüde bir şeyi anlıyorsak, ve böylece onu Açıklama [E117]: Ben noumeni,
duyusal görü yoluyla farkına varamadığım
görme-bilme yolumuzu soyutluyorsak, o zaman bu olumsuz anlamda bir numendir. Ama numen ile şey olarak düşünebilirim. Bu anlamda bir
şeyi değilleyerek farkına vardığım bir şey.
Duyumsal olarak farkına vardığım şeyin
duyusal olmayan sezginin bir nesnesini anlıyorsak, o zaman özel bir görü türünü, eş deyişle değili. (Bu birinci)

189
entelektüel görüyü varsaymış oluruz ki, bize özgü bir görü kipi değildir ve olanağını bile anlayamayız. Açıklama [E118]: Platon ve Plotinos’un
“noesis” diye bahsettiği şey bu entelektüel
Bu olumlu anlamda numen olacaktır.” görüdür. Ben, kendi başına olanı akli bir
görü (noesis) yoluyla bilebilirim diyorlar.
Kant böyle bir görümüz yok diyor.
Kant’ın dediği şey şu: Numen olarak adlandırılabilecek ve sadece düşünce yoluyla farkına
varılabilecek şeylerden söz edilebilir. Bazıları derler ki akli bir görü vasıtasıyla ben bunları bilebilirim.
İdeaları bilirim falan. Kant bu olamaz diyor. Biz bir şeyi ya amprik deneyim üzerinden biliriz ya da
kavramsal olarak (ilişkilendirerek-sentez yaparak) biliriz. Dolaysız olarak, noumenal bir şeyi bilmek
mümkün değildir diyor. Numen olarak düşünülebilecek tek bir şey vardır, o da –negatif anlamda
alırsak- duyusal olmayan anlamda nesnedir. Her şey tezahür eden ve kendi başına şey olarak
düşünülebilir. “Kendinde şey” dolaysıyla meşru tek numendir. Düşünülebilir olarak, meşruiyet sahibi
olarak tek numendir Kant’ın dizgesinde. Duyusal olmayan anlamında numen.

“Hiçbir çelişki kapsamayan ve ayrıca verili kavramların sınırlanışı olarak başka bilgilerle
bağlantılı olan, nesnel olgusallığı ise hiçbir yolda bilinemeyen bir kavramı belkili (problematik)
olarak adlandırıyorum. Bir numen kavramı, e.d. duyuların nesnesi olarak değil ama bir kendinde
şey olarak (yalnızca bir saf anlama yetisi yoluyla) düşünülecek bir şeyin kavramı hiçbir biçimde
çelişkili değildir; çünkü duyarlık için bunun olanaklı biricik görü türü olduğunu ileri süremeyiz.
Dahası, bir numen kavramı duyusal görünün kendilerinde şeylere dek uzanmasını önlemek ve
böylece duyusal bilginin nesnel geçerliğini sınırlamak için zorunludur da, çünkü eriminin dışında Açıklama [E119]: Elimin erdiğinin
anlamında
geriye kalan şeyler bu bilginin alanını anlama yetisinin düşündüğü her şeyi kaplayacak denli
genişletemediğini göstermek için numenler olarak adlandırılırlar. Ama sonunda gene de bu tür Açıklama [E120]: Numen bu anlamıyla
alındığında bir sınır kavramıdır. Akıl
numenlerin olanakları anlaşılamaz ve tezahürlerin dışındaki alan (bizim için) boştur; başka bir kendisine diyor ki, ben şeyleri bana tezahür
ettiği şekliyle yani fenomenal olarak
bilirim. Yani, kendi başlarına olduğu
deyişle, belkili olarak o alandan daha öteye uzanan bir anlağımız vardır, ama bize duyusallık haliyle bilemem benim sınırım buradan
geçiyor diyor. Bu anlamda bir numenden –
alanının dışındaki nesnelerin verilmesini ve anlama yetisinin bu alanın ötesinde önesürümlü olarak kendi başına olduğu haliyle ve bilinemez
olarak- bahsetmekte Kant’a göre hiçbir
kullanılabilmesini sağlayabilecek hiçbir görümüz giderek olanaklı bir görüye ilişkin kavramımız mahsur yok. Bu anlamda numen, meşrudur
ve bilmeye sınır çekiyor. Aklın at
bile yoktur. Bir numen kavramı öyleyse salt bir sınır-kavramdır ki, duyarlığın boş savlarını sınırlar oynatacağı alanın dışı. Negatif anlamda
düşünülebilir bir kavram ve meşru.
ve" dolayısıyla salt olumsuz bir kullanıma açıktır, gene de keyfi olarak uydurulmuş değildir, tersine Açıklama [E121]: Benim, duyusal
olanın ötesinde kalan ve benim bilgimi
duyarlığın sınırlanışı ile bağlıdır, gerçi duyarlık, alanının dışında herhangi olumlu bir şey sınırlayan hakkında herhangi bir görüm ya
da bilgi kaynağım yok.
koyamıyor olsa da.” (A255 B311)

Yani “kendinde şey” kavramı numenal bir kavramdır, fakat numen kavramı yoluyla biz herhangi bir
şeyi bilmiş olmayız. Numenin altına bir şey düşmüyor. Numen bir sınır kavram. Ne olmadığı ile
tanımlanan bir kavram, ne olduğu ile değil. Numen, duyumlama yoluyla bilinebilir olamayan olarak
tanımlanıyor. Yani, aklın sınırları içinde kalanı, aklın sınırları dışında kalandan bahsetmek için
kullanıyorsun, bu sayede bir kavram kullanıyorsun. O kavram numen kavramı, bu anlamda bir sınır

190
kavram. Numen var, akli görü ile ulaşılabilir, bilinebilir falan diyemezsin. Okyanusa açılmanın bir
anlamı yok. Orada bir şey yok. Boş. Numen, Yunanca Noumenon, sadece, salt düşünülebilir demek.
Kant’a göre düşünülebilirler ancak bir bilgi elde edilemez, bir sınır kavram olarak düşünülebilirler.

“Nesnelerin fenomenler ve numenler olarak ve dünyanın bir duyu ve bir de anlama yetisi dünyası
olarak ayrılması öyleyse olumlu bir anlamda kabul edilmeyecektir, üstelik kavramların duyusal ve
zihinsel olarak bölünmesi hiç kuşkusuz bütünüyle geçerli olsa da; çünkü zihinsel kavramlar için Açıklama [E122]: Tabi ki Duyulma
yoluyla farkına vardığım alan var ama ikisi
hiçbir nesne belirlenemez ve bu yüzden bunlar nesnel olarak geçerli sayılamazlar.” (A255 B311) de burayla ilgili. Burayı, duyumlama
yoluyla algılayıp, kavramlar yoluyla
kavrıyorum ama hepsi fenomenal alanla
“Gözlemci gökbilim, yalnızca yıldızlı göklerin gözlemini öğretiyor olduğu sürece, birinciyi sınırlı. Ben akledilebilir-duyulabilir dünya
gibi ayrımlar yapabilirim ama bunun anlamı
(mundi sensibilis), buna karşı kuramsal gökbilim (Kopernik'in evren dizgesine ya da fenomenal olan ve numenal olan anlamına
gelmiyor. Hepsi fenomenal. Birinde
Newton'un çekim yasasına göre öğretildigi gibi) ise ikinciyi (mundi intelligibilis) eş deyişle duyumlar üzerinden birinde kavramlar
üzerinden yine fenomenler dünyası
anlaşılır bir dünyayı temsil edecektir. Ama sözcükleri bu yolda çekiştirrnek yalnızca sofistik hakkında konuşuyorsun Kant’ta.
Açıklama [E123]: Astronomi
bir kaçamakur ve anlamını keyfi olarak ayarlayarak güç bir sorudan kaçınmayı amaçlar.”
Açıklama [E124]: Birisi kalkıp duyusal
dünya ya da akledilir dünya diyebilir ama
(A257 B312) kast ettiği aslında şudur: Duyumlama
yoluyla farkına vardığım alan ve kavramlar
yoluyla farkına vardığım alan. Ama ikisi de
aslında olanaklı deneyime işaret eder,
“Tüm bu açıklamalardan sonra herhangi biri kategorilerin salt transsendental kullanımlarını fenomenal dünyaya başka bir şeye değil.

yadsımada gene de duraksıyorsa, o zaman ondan bunlardan herhangi bir sentetik önesürüm
çıkarması istenebilir. Çünkü analitik bir önesürüm anlama yetisini daha öteye götürmez; ve anlama Açıklama [E125]: Madem öyle bana
sentetik bir yargı söyle kategoriler
yetisi yalnızca kavramda daha şimdiden düşünülmüş olanla ilgilendiği için, bu kavramın kendinde üzerinden kendi başına şeylerle ilgili
geçerliliği olabilecek diyor.
nesneler ile herhangi bir bağıntısının mı olduğunu, yoksa yalnızca genel olarak düşüncenin
birliğini mi imlediğini belirsiz bırakır (bir nesnenin veriliş kipi bütünüyle soyutlanmak üzere). Anlak
yalnızca kavramında neyin yattığını bilmekle ilgilenir; kavramın kendisinin neyle ilişkili
olabileceğine bütünüyle ilgisizdir.” (A258-259 B314-315)
Açıklama [E126]: Aristoteles’in
cümlesi. Her şey bir tözdür ya da ona ait bir
ilinektir. Bu sentetik bir yargı olarak
görünüyor ama, nereden bu sentezi yaptın
Yani, bana numen ile ilgili analitik yargı örnekleri verseniz de bunun bir anlamı yok çünkü bilgi bana anlatman gerek diyor.

vermez, ama bana kategorileri kullanarak sentetik bir şey söyle numen hakkında bakalım ne Açıklama [E127]: T. Aquinas’ın
cümlesi. Asıl açıklanması gereken olumsal
varlık ile zorunlu varlık arasındaki
diyeceksin? diyor Kant. Kendisi de örnek vermiş: bağıntıdır. Her şey bir neden üzerinden
varolur. Nedenler zincirinin kendisi de
aslında olumsaldır. Zorunlu varlık
Aristoteles dizgesinde yoktu diyen Aquinas.
“Öyleyse herhangi bir sentetik ve sözde transsendemtal ilke ile bir girişimde bulunulmalıdır.
Açıklama [E128]: Yani bunu nasıl
doğrulayacaksın bana? Akli görüm var
Örnegin, Varolan herşey töz olarak ya da ona bağımlı bir belirlenirn olarak varolur, ya da, Olumsal diyemiyorsun, ama bu sentetik diyorsun,
nasıl olacak bu iş? Yapamazsın diyor.
herşey bir başka şeyin, eş deyişle nedeninin etkisi olarak varolur vb. Şimdi soruyorum: Anlama Aristotelesçi metafiziği de bütün kilise
metafiziğini de mahkum ediyor kendince
yetisi bu sentetik önermeleri nereden alacaktır, eğer kavramlar olanaklı bir deneyim ile ilişkili Kant başta kurduğu mahkemede. Aklın
sınırları içinde bu tip savlar öne
olarak değil ama kendilerinde şeyler (numenler) açısından geçerli olacaklarsa? Burada bir sentetik süremezsiniz diyor. Ne evrende tözler var
diyebilirsiniz ne zorunlu cevherler var
önerme için onda hiçbir mantıksal (analitik) yakınlıkları olmayan kavramları birbirleri ile diyebilirsiniz. Neye dayanarak
diyeceksiniz?

191
bağlayabilmek için her zaman gerekli olan bu üçüncü nerededir? Önerme hiçbir zaman
tanıtlanamaz, dahası, giderek böyle bir saf öne sürümün olanağı bile hiçbir zaman aklanamaz, eğer
amprik anlama yetisi kullanımına başvurulmaz ve böylelikle saf ve duyusal-olmayan yargı
bütünüyle yadsınmazsa. Böylece saf ve yalnızca anlaşılır nesneler kavramı uygulanışının tüm Açıklama [E129]: “Duyusal olmayan”
anlamında “saf” ve “düşünülür” anlamında
ilkeleri açısından bütünüyle boştur, çünkü böyle nesnelerin verilebilmeleri için hiçbir yol “anlaşılır”

düşünemeyiz; ve onlar için açık bir yer bırakan problematik düşünce, tıpkı boş bir uzay gibi,
yalnızca amprik ilkeleri sınırlamaya hizmet eder, ama gene de bu ilkelerin alanlarının dışında
herhangi bir bilgi nenesini kendi içinde kapsamaksızın ve göstermeksizin.” (A259-260 B 315)

Soru: Sandalyenin benim duyulmamam ve kavramamdan bağımsız olarak varlığı tam olarak nedir?
Sonsuzluğu anlamıyoruz. Aristoteles: “Evren fiilen sonsuz olamaz” demiş. Uzay zaman öyle bir
kavram ki, uzay-zamanda buradayız falan diyoruz da ne diyoruz aslında bilen yok. Burası neresi?
Sonsuz demek de topu taça atmak demek. Kant diyor ki, her neredeysek “Burası bize uzayda ve
zamanda görünüyor” diyor. Kendi başına olduğu haliyle her şey uzay ve zamandadır diyemeyiz yani.
Bunun anlamı, kendi başına olduğu haliyle nerede ve nasıl bunu bilebilir miyiz? Hayır o da bilgimizin
sınırları dışında.

Fiziğe dönersek, Kuantum fiziği daha sonra gelişmiş ama kendisinin kendi başına dediği şey ile
tezahürlerin alanı arasında bir boşluk yok Kant’a göre. Kendi başına olan var ve uzay-zamanda ortaya
çıkan temsiller var. Biz bugünkü fizikten biraz biliyoruz ki, bu tezahürlerin nesneleri olan kuantum
nesneleri var. Kuantum parçacıkları, Hiks bozonu falan da onlardan biri. Bizim kuantum nesneleri
hakkında bir kuramımız var, o kuramı sağlayan bazı terimler var, (kuark, foton…) ben bunların uzay
zamanda tezahür ettiği şekliyle hallerini biliyorum. Mesela ben hiçbir zaman bir fotonu foton olarak
gözlemlemiyorum, bir fotoğraftaki izinden biliyorum. Yani kendinde olduğu haliyle bilmiyorum, uzay
zamanda bana göründüğü biçimiyle biliyorum.

O zaman şöyle bir soru geliyor akla. Madem bir kuramınız var ve bu kuram tezahürlerin nasıl ortaya
çıktığını açıklıyor, kendinde olduğu haliyle şeyleri acaba nasıl tasvir ediyor? İş orada tekrar taca
çıkıyor. Kuantum fiziğinin denklemleri, karmaşık sayıları kullanan Hilbert uzayındaki olasılık
denklemleri. Bu ne demek? Reel herhangi bir şeyi size tasvir etmiyor. Herhangi bir parçacığın herhangi
bir yerde ve şu hızda, (hatta orada bir Heisenberg belirsizlik ilkesi var birini belirlersen diğeri belirsiz
hale geliyor) gözlemlenme olasılığı şuduru söylüyor. Ne zaman, sen denklemi alıp oradaki karmaşık
sayıları reel olasılıklara bir işlemle dönüştürdüğünde. ….Gözünde ne canlanıyor hiçbir şey. Bu sadece
sana kuantum olasılıklarını veren bir reçete gibi. Klasik fizikteki denklemler bir nenenin reel

192
özelliklerini tasvir eder, Kuantum fiziğindeki denklemler tasvir etmiyor.
O yüzden şöyle bir tartışma başlıyor. Bu kendinde şeyler nasıl şeyler acaba diye? Kediyi, sandalyeyi
oluşturan unsurların kendileri nasıl şeyler acaba dendiğinde gözümüzde hiçbir şey canlanmıyor.
Einstein buna sinir olmuş. Kendi başına olduğu haliyle tasvirinin olması lazım deyip hayatı boyunca
bununla uğraşmış. Kuantum fiziğinin kurucularından biri. İki arkadaşıyla meşhur bir kanıtlama da
yazıyorlar, kuantum fiziği eksiktir diye. Eksik ne demek, kendi başına haliyle nesneleri tasvir eden
bunun gibi olmayan denklemler olmalı ve nesnenin reel halini bize tasvir etmeli ve ayrıca bu kuantum
istatistikleri vermeli diye.

1960’lı yıllarda başka bir fizikçi bu tip bir kuram geliştirilemez. Varsayım nasıl geliştirilirse
geliştirilsin Kuantum istatistiklerini bize veremez diyor. Kantçılar “Oley” oluyorlar. Neyi başarmış
oluyor böylece aslında. Şeylerin uzay zamanda tezahür etmeden önceki hallerini tasvir eden herhangi
bir kuram mümkün değil anlamına geliyor. Kuram olsa kuantum istatistiklerini açıklamıyor bir anlamı
olmuyor. Bizim Klasik Kuantum fiziği dediğimiz Kopenag yorumu diyor ki, biz kalkıp kendi başına
şeyler hakkında konuşamayız, onlar vardır bile diyemeyiz diyor. (Ne kadar Kantçı bir yorum) Bu
hikaye burada bitiyor mu? Hayır 1989 ve 1991’de yazılmış iki makale var. Bu tip kuramlar
olanaksızdır diyemeyiz. Bu alanda hala genel gerçekçi kuranlar olanaklıdır diyen makaleler. (Bu arada
bu iki makalenin yazarı da Yalçın KOÇ)

Dolayısıyla o iş çok karışık ve bitmiş bir melese değil. Ama şunu söyleyebiliriz Kant’ın söylediklerini
destekleyen bir fizik dünyada hala hakim. Fizikçiler de kendi başına şeylerin bilinemeyeceğini, vardır
bile denilemeyeceğini söylüyor.

A.Yüksel Özemre’nin de düşüncesi budur: Fizik, şu alanı [nesnenin kendi başına olan halinin
bulunduğu alanı] bize tasvir edebilmeli.

Okyanusa açılmaya gerek yok. Bu sınırların içinde kalındığı sürece bir sorun yok diyor Kant. Yalçın
Koç, bu mesele kapanmış değildir diyor.

193
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:15

Platon’un bölünmüş çizgi anolojisi: varlık ve bilgiyi sınıflandırır bu diyagramda. Aristoteles ve Açıklama [E130]: Akılla algılanır
dünya (Noeton) ve duyularla algılanan
Kant Platon’u eleştirir. Amprik bilgi ve dianoya (Muhakeme, yargılar ve yargılar üzerinden bilme) ile dünya olarak ikiye ayırıyor. Akılla
algılanan dünya idealar dünyası ve
matematiğin bulunduğu
bilebileceklerimiz sınırlı iken Platon, akli görü (Noesis) aracılığıyla bilebileceğimiz sanki bir nesnellik (Dianoya:Muhakeme yani yargılar ve
yargılar üzerinden bilme.) iki bölümden,
alanı var dedi. Kant’a göre tek meşru Noeta (numen), “kendinde şey”dir ki o da bir sınır kavramdır yani duyular dünyası ise (Orakon) , duyusal
nesneler ve onunda altındaki gölgelerin
benim bilgimin nereden geçtiğini söyler. Altına bir nesne düşmez. Platon hipotesislerden bir sıçrama ile gölgesi olan sofistlik, tragedya ve resimin
bulunduğu en alt bölüm var. (Eikon) Bu
akli görü ile farkına varabileceğimiz bir alan var diyor ki Kant böyle bir sıçrama yok diyor. alana dair bilgi sanıdan ibaret. Burada
hayaller söz konusu, fantazmata. Sağ
ataftaki varlığını sol taraftakine borçlu, yani
sola doğru gittikçe asıl olana doğru
gidiyoruz. Noeta alanını en sonunda
Parmenides’e göre düşünülebilir, akledilir olan kendinde bir çokluk içermiyor. (BİR) Aslında Agathon var Platon’un Tanrısı (İyi).
Altındaki matematiğin ve bilimsel bilginin
düşünülebilir her şeyin toplamı olduğunu ve bir çokluk içerdiğini düşünsek de Parmenides, alanı. İlk alanda hipotezler vardır ve bu
hipotezlerin dayandığı garçek varlıklar
düşünülebilen şey çelişki barındırmaz, çelişki barındırmayan şeyde, kendinde olduğu haliyle boşluk noeta alanında noesis-kendi başına şeyler
vardır ve bilinebilir der. Kant tam da bunu
eleştirir, bilinemez der. Varlıksal ve
yoktur, boşluk yoksa çokluk da yoktur diyor. Düşünülür olan (Noeton) Bir’dir diyor. Platon buna itiraz bilgibilimsel bir sıra. Her şey var ve neden
başka türlü değil çünkü her şey varlığını ve
ediyor, varlık hakkında böyle bir hüküm vereceksen, “Varlık Bir’dir” derken bu Bir’dir aslında bir zorunluluğu da Tanrı’ya borçlu. Sen ancak
onu bildiğinde bilme arayışın sona eriyor,
yüklemleme içerir ve bu yüklemleme çelişmezlik ilkesine tabidir diyor. Öyle olunca da aslında biz bu noktadan sonra “her şey neden olması
gerektiği gibi var?” bunun cevabını
kendimizi “A, B’dir” ve “A, B olmayan değildir” gibi bir yargı düzeyinde buluyoruz. B ve B olmayan’ın verebiliyorsun.

bir arada bulunduğu çok sayıda bir varlık alanı ile karşı karşıya kalıyoruz. Parmenides’in Bir’ini
çoklaştrmış Platon.

Platon Sofist diyaloğunda Parmenides’in memleketi olan Eleadan gelen bir yabancının ağzından
konuşuyor bunları. Sofist yakalamaya çalışıyorlar. Diyor ki bilim yapabilmemiz için bizim
Parmenides’in varlık anlayışında bir değişikliğe gitmemiz lazım. Hatta bu uğurda baba katili olmayı
göze almamız lazım diyor. (Baba: Parmenides)
SAE’nin yapısını hatırlayalım: 1) Unsurlar Doktrini 2) Yöntem Doktrini. Unsurlar doktrini, bilgiyi
mümkün kılan a priori unsurların araştırılması ve 2 alt bölümü var:
1) Transsendental Estetik: duyumlamanın saf formları olan uzay ve zamanın transsendental yönden
teşhir edilemesi
2) Transsendental Mantık
a) Transendental Analitik: T.Mantığın çözümlenmesi ve unsurlarının bulunması
a1) Dedüksiyon (Kategoriler yani Anlama Yetisinin Saf Kavramları neler ve bunlar nasıl oluyor da
görüye uygulanıyor’un açıklandığı Şematizm bölümü
a2) Teorik fiziğin zemininde yer alacak ilkeler kategorilerden nasıl türetiliyor soruları cevaplanıyor.)

194
b) Transsendental Diyalektik : Bu unsurların (mantık ilklerinin) varlık hakkında konuşmak için
kullanılamayacağını göstermek
Bugün “amfiboli” ve “hiçlik”(nothing) kavramı hakkında konuşacağız. Nedir amfiboli? (Refleksiyon
kavramlarının amfibolisi) Amfiboli çok özel anlamda bir “karışıklık”. Bu bölümü özellikle Leibniz’i
eleştirmek için yazmış Kant.

“Üzerine düşünme (reflexio) nesnelerin kendileriyle doğrudan doğruya onlardan kavramlar elde
etmek için ilgilenmez; ama bir zihinsel durumdur ki, ilkin kavramları saptamanın öznel koşullarını
ortaya çıkarmak için yola çıktığımıza işaret eder. Verili tasarımların değişik bilgi kaynaklarımız ile
ilişkilerinin bilincidir ve ancak bu bilinç yoluyladır ki bu kaynakların birbirleri ile ilişkileri doğru
olarak belirlenebilir…” . A 261

Yargı yetimizin iki farklı işlevi vardır: 1) Determinatif yani bir kavramın altına nesneyi düşürmek
2) Herhangi bir temsilin ya da olanaklı nesnenin (fenomenal alanda ben farklı bir şeyle karşı karşıya
geliyorum) Bu hangi kavram altına düşürülebilir diye sorulduğunda bu kez temsilden kavrama
gidiyorum. Kant bunu yapan yargıya reflektif yargı diyor. 3.Kritik’te bu konuyu ele almış.

Bizim öncelikle şöyle bir karar vermem lazım. Ben herhangi bir şeyle karşılaştığımda üzerinde
düşündüğümde onu şöyle ya da böyle kavramanın ötesinde o bana hangi meleke vasıtasıyla veriliyor? a
bir karar vermem lazım diyor. Ne demek bu? Ben bunun duyumlama yoluyla ve dolayısıyla görüsel bir
bilgisine mi sahibim yoksa kavramsal olarak bir bilgisine mi sahibim buna karar vermem lazım diyor.
İlk yapmam gereken refleksiyon, duyumlama yoluyla mı, kavramsal olarak mı edinilen bir şey
olduğunu sorgulamak.

Eşlerin örtüşmezliği ile ilgili makalesinde görü ve kavramı birbirinden ayırmış ve uzay ve zamanın
saf bir görüsü var yani ben onu dolaysızca bilirim ve bu bilgi aslında kavramsal bir bilgi değildir ve bu
üst üste çakıştırılamazlık kavramlar yoluyla açık ve seçik hale getirilemez demişti. Orada bir hatırlatma
yapmıştık: “Burada Kant bunu Leibniz’e söylüyor” demiştik. Çünkü Leibniz’in düşüncesinde
duyumlama ile kavram arasında bir boşluk yok bir süreklilik var. Duyumlama daha karşılık bir kavrama
hali, onu bilinçle ilişkisi içerisinde daha açık ve seçik hale getirmek ise gittikçe onu kavramsallaştırmak
anlamına geliyor. Çık ve seçik hale geldiğinde tam bir kavrama dönüşüyor.
Ben bir şeyin kavramına da sahibim, söz konusu o kavram üzerine de düşünebilirim. Nasıl
ilişkilendirebilirim, nasıl sınıflandırabilirim, bu da reflektif bir yargıyı gerektirir.

195
“Kavramların bir zihinsel durumda aralarında uygun olabilecek ilişkiler ise aynılık ve ayrılık,
bağdaşma ve çatışma, iç ve dış ve son olarak belirlenebilir (madde) ve belirlenim (form) ilişkileridir. Açıklama [E131]: Bunu anlatacak
Kavramın içi ve dışı ne demek? Ne
Bu ilişkilerin doğru belirlenimleri hangi bilgi yetisinde, duyarlıkta mı yoksa anlama yetisinde mi anlamda bir duyumun içi ve dışı olur?

öznel olarak birbirleri ile ilgili olduklarına dayanır. Çünkü bu yetiler arasındaki ayrım, ilişkileri
düşünmemiz gereken yolda büyük bir ayrım yaratır.” (A261-B317)

Diyor ki Kant, varsayalım ki biz kavramlar üzerine refleksiyon yapacağız. Bu kavramlar aynı mı, farklı
mı, çatışıyorlar mı, çatışmıyorlar mı…vb Ama buna önceliği olacak bir biçimde söz konusu bu
kavramların kaynağı, duyumlama mı, anlama yetisi mi? buna benim bir karar vermem gerekiyor diyor.
Görü mü, kavram mı? bu ayrımı yapmadan bu kavramlar üzerinde bir refleksiyon yaparsam işte bu bir
amfiboliye, bir kafa karışıklığına yol açar. Leibniz’in bu anlamda kafası karışmış, bu ayrımı yapmadığı
için zannetmiş ki öyle bir ayrım yok. Kavramlarla ilgili düşünülen her şey duyumlama ile edinilenler
için de geçerlidir, duyumlama ile ilgili geçerli olan her şey kavramlar için de geçerlidir zannetmiş.
Oysa böyle bir şey yoktur diyor Kant. Buradan bakın ne sonuçlar çıkaracak.

“Bu yüzden diyebiliriz ki, mantıksal derin-düşünme [mantıksal refleksiyon] salt bir karşılaştır-
madır, çünkü onda verili tasarımların ait oldukları bilgi yetisi bütünüyle soyutlanır ve bu yüzden
zihinsel yerleri söz konusu olduğu sürece tasarımlar türdeş olarak ele alınırlar. Ama transsendental Açıklama [E132]: Biz her zaman
mantıksal olarak iki kavramı birbiri ile
refleksiyon (ki nesnelerin kendileri ile ilgilidir) tasarımların birbirleri ile nesnel karşılaştırmalarının kıyaslayabiliriz bu bir karşılaştırmadır.
Kant’ın burada bahsettiği refleksiyon ise
Transsendental Refleksiyon. Neden?
olanağının zeminini kapsar ve bu yüzden birinciden bütünüyle ayrıdır, çünkü ait oldukları bilgi
yetisi bile aynı değildir.” (A262-B318) Açıklama [E133]: Yani, ben önce
mantıksal bir refleksiyon yapmadan önce
transsendental bir refleksiyon yapmalıyım.
Burada da önce söz konusu temsil ya da
tasavvurların kaynağına ilişkin bir hüküm
Burada Leibniz ile ilgili söylediklerine geçmeden önce biraz Leibniz anlatmak istiyorum. Leibniz, bir vermeliyim diyor.

Alman filozof ancak o dönemde Almanya’nın birliği kurulmamış. Bir süre Almanca yazmış ama bir
çok esrini de Fransızca yazmış. Leibniz aynı zamanda tüm Hıristiyanları birleştirmeye çalışan bir
adam. Gidip, Osmanlı’ya karşı sefer yapalım diye milleti kışkırtan bir adamdan bahsediyoruz. Ama
diğer taraftan modern fiziğin iki kurucusundan biri olarak kabul ediliyor ki diğeri Newton’dur.
Meşhur bir hikâye: Leibniz momentum kavramını geliştirip, fiziği inşa etmeye çalışıyor, formüller
yazıyor ve İngiltere’ye gidip Newton’la tartışıyor. Şöyle dedikodular var: Newton aslında bir çok şeyi
Leibniz’den öğrendi, öğrenmedi…vb. Alman-İngiliz çatışmasının entelektüel yansıması…

Leibniz Descartes ve Kartezyen fizik sonrasında bir felsefeci olarak şöyle sorunlar görmüş:

196
Descartes’i hatırlarsak iki cevher düşünülebilir: yer kaplayan varlık ve düşünülen varlık. Cisimsel olan
uzamsaldır (extention) diyor. Onu benimseyen Gassendi, Newton gibi adamlar da bu iş sadece
uzamsallıkla olmaz, atomlar da var dolayısıyla “içine girilemezlik, nufüs edilemezlik” de olmalı
diyorlar. Atom durağan bir şey. Bu sefer şu sorun olmaya başlıyor: parçalar mesela Descartes’te
çokluk, parçaların uzayda ters hareket etmesiyle ortaya çıkıyor. Her ikisinde de hareketin kaynağının
nereden geleceği – Aristoteles’te hareketin kaynağı diye bir şey yok, her şey kendinden hareketli,
teleolojik bir anlayışı var- bir sorun oluyor.

O zaman ikinci bir ilke mi olmalı bu da spirit mi olmalı diye tartışıyorlar. Newton: “Uzay ve zaman var
onlar da Tanrı’nın fiili olduğu yer olmalı” falan gibi açıklamalar yapıyor bu nedenle. Artık uzay ve
zaman sonsuz olarak düşünülüyor. Sonsuz bir boşluk Aristoteles’te Fizik’te gösterdiği gibi sonsuzluk
ve boşluk birlikte çelişik bir şey. Sonsuzluk ve boşluk nasıl olabilir? Dolayısıyla içine girilmezliğin,
mesela kuvvetin kaynağı ne, uzay-zaman nasıl var, hareketin kaynağı ne…vb bütün bunlarla uğraşmak
zorundasınız. Bunlara nasıl varlık atfediyoruz? Nasıl var? Kuvvet nasıl var ve kuvvet yani maddenin
sana direnç göstermesini sağlayan şey ne? O sırada bunların teorik bir cevabı yok. Hareketin kaynağı
ne ya da en önemlisi ister atomlar olarak al ister başka bir şey ortada bireyler, organizmalar…vb var.
Bireysel bütünler nasıl ortaya çıkıyor, atom da dahil. Bireyselleşmenin ilkesi ne?

Leibniz diyor ki Newton’a uzay-zaman bütünlüğünü sağlayan bir Tanrı olmalı diyorsun ama öyle bir
Tanrı mı olur, oradan oraya koşturan diyor. Sürekli bir şeyleri faal halde tutmak için çaba gösteren bir
Tanrı anlayışı bizim anlayışımıza uygun değil diyor. Modern fizik gelişiyor ama Tanrı nerede? Yok.
Tanrı’ya bu dizgede yer açmak lazım. Newton’a bakıyor, o bizim anlayışımıza uymuyor, diğer taraf
tamamen materyalist. Ayrıca mekanik varsa nasıl özgürlükten bahsedebiliriz? Leibniz neden büyük bir
filozof, çünkü bunları çözmek istiyor. Kant’ın bu nedenle ağababası. Kant ömrünün bir bölümünü
Leibniz ile uğraşarak geçirmiş.

Leibniz işe klasik bir metafizikçi gibi başlamış. Nasıl? Kant’ın eleştirdiği gibi başlamış. Leibniz
mantıksal ilkelerden mantıksal ilkelere geçiş yapılabileceğini düşünmüş. Leibniz metafiziğine
“Mantıksal doğruluk nedir?” sorusu ile başlamış. “s, p’dir.” Önermesine ne anlamda “doğrudur” deriz?
Analitik de olsa, sentetik de olsa p, s’ye aitse, p, s’yi yüklenebiliyorsa “doğrudur” diyoruz. Leibniz diyor
ki, “Bu açıdan bakıldığında eğer biz bir özneden bahsediyorsak, öznenin bir bireyi işaret ettiğini
düşünün –Aristoteles’i hatırlayın- özne aslında tüm yüklemlerini kendinde barındırandır. Böyle bir töze
–çok Parmenidesçi bir bakış açısı var- önce özne var sonra yüklem oldu bu, diğerine ekleniyor falan gibi
düşünsek de özneye yüklenecek tüm yüklemler zaten özneye ait olarak hali hazırda var olmalıdır diyor.

197
Madem böyle bir doğruluk anlayışımız var, “Bu sandalye mavidir”dediğimde bu yüklem bu sandalyeye
ait. Ama bağıntılar da öyle, mesela: “Bu sandalyenin, en arkadaki sandalyeye olan uzaklığı 8.2
metredir.” de onun yüklemi, “Bu sandalyenin Sirius yıldızına olan mesafesi” de onun yüklemi. Aslında
“Bu vardır ve bir ve aynı anda yüklemlerine sahiptir.” Dediğinizde bunun uzay zamandaki her şeyle
bağıntısını da düşünmek durumundasınız. Ayrıca bunun geçmişte sahip olduğu ve gelecekte sahip
olacağı benzer yüklemleri de düşünmek zorundasınız. Bu şekilde bakınca, bir şeyin özne olması demek
ve o özne teriminin işaret ettiği şeyin bir töz olması demek, tüm bu yüklemlere bir ve aynı anda sahip
olması demek. Bunun bir başka anlamı da bu yüklemlere bir şey ekleyebilir ya da çıkarabilirsiniz
demek. Söz konusu bunun işaret ettiği töz her neyse “tam” (mufassal) demek. Bu açıdan bakıldığında bir
şeyin töz olması demek, tam ve kapalı bir yapı olması demek. Bu açıdan bakıldığında her töz (bir)
monad ve kendi içinde kapalı. Töz fikri, cevher fikri Leibniz’de “monad” biçiminde şekilleniyor.

O zaman ben reel anlamda uzayda ya da zamanda, orada bir şeyler vardır ve bunlar mı tözdür
diyeceğim, (Bunu diyemem, neden? Bunu düşünün) öyleyse aslında, bir şekilde bir monad bütün
temsilleri kendi içinde barındıran kapalı bir bütündür demek “bunlar reel anlamda uzay-zamanda varlar
ve etkileşiyorlar” fikrini dışlar. Bunun anlamı: Bu iki şey monad ve bunlar uzay-zamanda varlar
diyemeyiz, buna dış bir mekan atayamayız. O zaman şöyle bir sıkıntı oluşuyor: Uzay ve zaman nedir?
Leibniz diyor ki, benim evrene belli bir noktayı nazardan bakan bir göz olarak monadımın içinde bütün
bu gördüklerim. Temsil olarak var her şey yani. Her şey, evren diyebileceğimiz her şey benim
monadımın içinde. Evren monadın içinde, monad evrenin içinde değil.

İlk dersleri hatırlayalım: Leibniz: söz konusu bu temsillerin yanyanalığı uzayı, art ardalığı zamanı verir.
Uzay ve zaman tözde, cevherde temellenmiş oluyor. Cevher uzaydadır ya da zamandadır demiş
olmuyoruz. Bu açıklama ile birey sorununu da uzay ve zamanın nasıl olduğu sorununu da çözüyor. O
zamanda şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bir tek ben mi monad olarak varım, her şey mi monad olarak
var? En küçük zerreden, en karmaşık olana her şey bir monad olarak düşünülebilir ve o da kendi noktayı
nazarından evreni kendine temsil ediyor olabilir. O zaman quarklar da mı monad? Evet. O zmaan siz
benim temsilimsiniz, ben sizi biliyorum, o da mı biliyor? Leibniz diyor ki evrendeki her şey bir ve aynı
şekilde düşünülebilir ama, onlar(o monadllar) uyuyan birisi gibi düşünülebilir. Yani temsillere sahip
olduğunun, kapalı bir monad olduğunun ve o temsillerin kendisinde olduğunun bilincinde değil.
Monadlar karmaşıklaştıkça bilinçleri gelişiyor, onların temsillerle olan ilişkileri önce duyulmamayı
sonra kavramayı, bilgiyi falan oluşturmaya başlıyor. Ne kadar enteresan bir dizge.

198
O zaman başka bir soru ortaya çıkıyor: Aktüel anlamda sonsuz bir monadlar bütünü var. Varlık böyle bir
şey, uzay-zamanda bunların içinde. Peki bu temiler bunların içine nereden geldi? Daha da önemlisi,
tecrübe öyle bir şey ki, ben benim monadımın içinde elimi sanki uzatıyorum, senin omzuna
dokunuyorum, ben de senin monadının içerisinde yer alıyorum. Bu nasıl oluyor? Biz bir de reel olarak
etkileşmiyoruz bu arada dikkat edin. Monadlarımızın içerisindeki temsiller aracılığıyla etkileşiyoruz.
Bunun olabilmesi için bu temsillerin bunların içerisinde yer alabilmesi için diğerleriyle uyumlu olması
gerekir, buna da “prestablihed harmony” (önceden kurulmuş uyum) diyor. Tanrı ? Bunların dışında
Tanrı diye bir şey mi var? Hayır yok. Tanrı, tüm monadların toplamı aslında. Tanrı, bu tip bir uyuma
sahip ve olabilecek en iyi dünyayı kuran bir zorunluluk olarak var. Monadların zorunlu toplamı, ama
öyle bir biçimde var ki o maonadların içinde uyumlu ve olabilecek en iyi evreni teşkil edebilecek
monadları fiili kılıyor. Leibniz’de Tanrı bu.

Dolayısıyla burada, Tanrı’ya da yer var, özgürlüğe de. Bu monad içinde ne yaptığım ne ettiğim bana
bağlı elimi buraya da şuraya da senin omzuna da koyabilirim. Bu anlamda bütün monadlar özgür. Ama
bunların sonsuz tarzı var elimi attığım her hal bir monad aslında. Bunların sadece en iyisini, “the best of
all worlds”, Tanrı mümkün kılıyor. Hareketin kaynağı ne? Her bir monad bir bütün, monadların içinde
bir film oynuyor gibi düşünün, filmin kareleri var da sen sanki o karelerden geçiyorsun gibi düşün, her
şeyin bana hareketli olarak sunulduğu ilke –hareket ilkesi-, tözün kendisinden geliyor. Benim, -aynı
Aristoteles’in söylediği gibi- kendimden bir hareket ilkem var, her şeyin nasıl böyle etkileştiği,
tecrübenim nasıl ortaya çıktığı, monadımın nasıl bu hale geldiği, monadtan hareketle gerçekleşiyor.
Kuvvet de, bende ortaya çıkan herhangi bir temsil aslında bir başka monadın temsili. Bunlar baba –
önceden kurulmuş uyuma göre- benim içine nüfus edemeyeceğim bir şekilde bana gösteriliyor, yani
kuvvet reel olarak var değil, filmde öyle.

Bu açıdan bakıldığında mükemmel bir sistem, her şeye bir cevabı var. Kant diyecek ki “böyle bir dizge
ayakları üzerinde duruyor olamaz, çok önemli yanlışlar yaptı Leibniz.” O yanlışların ne olduğunu
anlatmadan önce size bu ilke ile bağlantılı olarak başka bir ilke daha anlayacağım. Yeter sebep ilkesi,
ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkesi. (Özellikle Kant ikincisini ele alacak, neden eleştirmiş, neden
amfibolik buluyor? Neden olamaz böyle bir dizge diyor buna bakacağız.)

Sorulara cevaplar:
Ben aslında bir bilgisayar oyununda kendinin bilincine varmış bir karakter gibiyim, monadolojiye göre.
O oyunun hareket ilkesi oyunun kendinde mevcut, dışarıdan gelmiyor.

199
Özgürlük ? Düşünülebilecek her türlü etkinlik, farklı bir monad oluşturabiliyor, bu açıdan, monadların
içerikleri sonsuz bir çeşitliliğe sahip dolaysıyla ben aslında şu anda kendi irademle karar verdim ve bu
kalemi buraya koydum diyelim. Başka bir yere de koyabilirdim. Bu karar konusunda beni bağlayan
hiçbir şey yok. Kant bunu çok problemli bulmuş. Bu açıdan özgürlükle ilgili bir sorun yok. Ama neden
buraya koydum da şuraya koymadım, o da olanaklı bir evrendi. Çünkü buraya koyduğum anda
anlıyorum ki bu zaten olanaklı dünyaların en iyisinde zaten böyle olmak zorundaydı. Bunun anlamı şu:
Eğer, bir şey varsa, zorunluluktan dolayı vardır. Tam bir klasik metafizikçi. Ama var olmanın nedeni bir
zorunluluk değildir. Ama varsa zorunluluktan dolayı var. Kant diyecek ki (diyalektik bölümünde) akıl
böyle bir işin içinden çıkamaz. Kant’ın Leibniz ve diğer metafizikçilere eleştirisi, bu tip bir tartışmaya
teorik akıl çerçevesinde karar veremeyiz. Kant’a göre Leibniz’in çözümü boş.

1) Leibniz diyor ki “Yeter sebep ilkesi bir mantık ilkesidir” ve Kant’ın çok sinir olacağı şekilde mantık
ilkesinden varlığa geçiyor. Hiçbir şey sebepsiz olmaz (Her şeyin bir sebebi vardır) gibi bir anlamı da
var, sebeplerle sonuç arasındaki bağıntı da mantıksal bir zorunluluk bağıntısıdır diyor. Bu şu demek: Bir
şey olması için gerekli sebepler eğer o sebepler gerçekleşiyorsa o sebeplerin zorunlu olarak gerektirdiği
sonuç da gerçekleşir demek. Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağ var, sebepsiz hiçbir şey olmaz.
Leibniz bu ilkeyi şöyle kullanıyor: Hiçbir şey sebepsiz olamayacağına göre örneğin, uzay temsillerin
yanyanalığı demekse, Newton’un söylediği gibi mutlak bir uzay olamaz diyor. Neden?

Diyelim ki uzay mutlak olarak var, Leibniz diyor ki evrendeki her şey, temsiller çeşitli şekillerde
yerleştirilebilir bu uzaya, eğer uzay mutlaksa temsillerin nasıl yerleştirileceği konusunda nasıl karar
veririz. Tanrı dediğimiz şey zorunluluk olduğuna göre, (Leibniz’in sisteminde Tanrı dışarıdan bakıp
nasıl olması gerektiğine karar veren bir varlık değil, zorunluluğun ta kendisi) temsillerin şöyle ya da
böyle olması gerektiği konusunda geçerli hiçbir neden bulamayız. Dolayısıyla burada inkâr etmemiz
gereken şey, “yeter neden ilkesi değil, mutlak uzay fikridir” diyor. Çok ilginç bir kanıtlama bu.
Leibniz’in ne düşündüğünü anlamanızı istiyorum, amfiboli meselesine gelmeden önce.

2) Ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkesi: iki farklı şekilde düşünülen şey, özdeş bir şeye karşılık geliyorsa,
özdeş olan ayırt edilemez. Buna kimse itiraz etmiyor. Leibniz’in ilkesi bunun tersi. İki şeyi ayırt
edemiyorsanız –tüm içsel ve dışsal bağıntılarıyla- bu iki şeyin özdeş olduğunu kabul etmek
zorundasınız. Bir şeyin sahip olduğu tüm yüklemler, öbür şeyin sahip olduğu tüm yüklemlerle aynı, ayırt
edemiyorsunuz diyelim. Öyle ise bunun özdeş olduğunu söylemek zorundasın, ayırt edilemiyorsa
özdeştir. Bu düşünme tarzında ne sorun var? Şimdi Kant’ı dinliyoruz…

200
Aynılık, ayrılık, iç, dış, belirlenebilirlik….ayrımlarını yapmıştı Leibniz. Her birine göre Kant bir eleştiri
getirecek. Doğru bir refleksiyon yapıp üzerine düşündüğün şey, duyusal-görüsel bir şey mi, kavramsal
bir şey mi ayrımını yapmadığın için her şey bir birine karıştırdın diyecek.

“1. Aynılık ve ayrılık: Bize bir nesne birçok kez ama her zaman aynı iç belirlenimlerle (qualitas et
quantitas: nitelik ve nicelik yönünden) sunulduğunda, eğer saf anlama yetisinin nesnesi olarak
geçerliyse, her zaman aynıdır, birçok değil ama salt bir şeydir (numerica identitas: numerik olarak Açıklama [E134]: Kavranılmış bir
nesne ise
özdeş); ama eğer tezahür ise, kavramların karşılaştırılması bizi ilgilendirmez; tersine, kavramlar Açıklama [E135]: Ben bir şeyi
kavradım, nesne olarak düşünüyorum,
açısından her şey bir olsa bile, gene de bu tezahürün bir ve aynı zaman içindeki yerinin ayrılığı düşünsel mekana ait demek bu aslında.
Orada, sahip olabileceği tüm yüklemler bir
nesnenin (duyuların nesnesinin) kendisinin sayısal aynılığı için yeterli bir zemindir. Böylece iki su ve aynı ise kavramsal düzeyde, geçerli bir
ilkedir.
damlası durumunda tüm iç ayrılık (nitelik ve nicelik ayrılığı) bütünüyle soyutlanabilir ve değişik Açıklama [E136]: Görü yoluyla farkına
vardığım bir şey ise
yerlerde aynı zamanda sezilmeleri olgusu onları sayısal olarak ayrı görmek için yeterlidir. Leibniz Açıklama [E137]: Çünkü kavramda,
kavramsal belirlenimde, düşünsel olarak
tezahürleri kendilerinde şeyler olarak alıyor ve böylece onları anlaşılırlar, e.d. saf kavrama yetisinin kavranılmış bir nesnenin uzaysal bir yeri
yok. Sadece düşünsel bir nesneyi ele
nesneleri olarak görüyordu (gerçi, onlara ilişkin tasarımlarımızın karışıklığından ötürü gene de alıyorsam ve bütün yüklemleri birbiriyle
aynı ise, bunlara aynı derim. Ama söz
onlara fenomenler adını veriyor olsa da); bu durumda onun ayırdedilemezlerin özdeşligi önermesi konusu tezahür ise yani duyusal bir şey ise,
kavramsal olarak aynı da olsa ona
(principium identitatis indiscernibilium hiç kuşkusuz tartışma götürmezdi. Ama bunlar duyarlığın atfedebileceğim bütün yüklemleri aynı da
olsa, -yer bir yüklem değil bu arada- aynı
şeylerdir diyemem çünkü yerleri farklıdır
nesneleri oldukları için ve onlar açısından anlama yetisinin kullanımı arı değil ama yalnızca emprik diyor.

olduğu için, çokluk ve sayısal ayrılık daha şimdiden dış tezahürlerin koşulu olarak uzayın kendisi Açıklama [E138]: Sağa dönen, sola
dönen helezon hikâyesi bununla ilgiliydi.
Temsiller kendi başlarına alınırlarsa üst üste
tarafından verilmiş olmaktadır.” (A 263-264 / B319-320) çakıştırılamazlık olamaz diyordu Kant..

Bu noktada ilginç bir dipnot düşeceğim: Bunu 1781’de yazıyor Kant. 1970lerde Max Blief deyi bir
adam bir kanıtlama yazdı. Birileri Leibniz’in ilkesi geçerli mi acaba dediler. Makalesinin başlığı da
“identity of indissernables”ta şöyle bir düşünce deneyi yapalım diyor: Bir evren düşünün iki tane küre
var, başka hiçbir şey yok. Bunların kavramlarla ifade edilebilecek tüm yüklemleri birbirleriyle aynıdır,
diyelim ki bir başka küreye olan mesafesi de aynıdır. Bunlar birbirileri etrafında da dönüyor olsun.
Kavramsal olarak düşünebileceğiniz her şey –yerleri hariç- aynıdır. Ama ayırt edilemez olmalarına
rağmen, iki küre oldukları ortadadır diyor. Bu evrende özne falan da yok, özne olunca çünkü ilk
dikkatimi yönelttiğim, ya da ikinci yönelttiğim gibi sağımda olan, solumda olan devreye girer ki bu
evrende öyle bir özne de yok. Bu kanıtlamayı Kant 200 sene önce öne sürmüş. Senin bu ilken
kavramsal olanla uzaysal olanı karıştırdığı için, uzay da bir kavramdır zannettiği için bu ilke
önesürülemez yani “ayırt edilemezler özdeştir” diyemezsiniz. Kavramsal olan şeyler için
söyleyebilirsiniz ama duyumlama yoluyla farkına vardığınız şeyler ile ilgili söyleyemezsiniz diyor.

201
“2. Bagdaşma ve Çatışma: Eğer olgusallık yalnızca saf anlama yetisi tarafından tasarımlanıyorsa
[temsil ediliyorsa] (realitas noumenon), olgusallıklar arasında hiçbir çatışma düşünülemez, e.d.
birbirleri ile aynı öznede bileştirildiklerinde birbirlerinin sonuçlarını ortadan kaldıracakları ve 3 - 3
= O gibi temsil edilebilecekleri bir yolda ilişkili oldukları düşünülemez. Buna karşı, tezahürdeki
olgusallar] (realiras phaenomenon) hiç kuşkusuz birbirleri ile çatışma içinde olabilirler, aynı öznede
birleştirildikleri zaman biri ötekinin sonuçlarını bütünüyle ya da bölümsel olarak yok edebilir,
ömej!in bir noktayı karşıt yönde itiyor ya da çekiyor oldukları sürece aynı doğru çizgide devinen iki
kuvvet durumunda, ya da acıyı dengede tutan haz durumunda olduğu gibi.” (A265- B320-321)

Bununla ilgili bir açıklama da yazmış: Leibniz bunu kötülük-iyilik meselesi (kötülük iyiliğin
sınırlanmasından mı doğar, kötülük iyiliğin yokluğu mudur…vb) ile ilgili düşündü diyor. Görü alanında
geçerli olabilecek bir ilkeyi, ahlaksal alanda ve kavramsal alanda kullanmaya kalktı diyor. Ama bu da
yapılamaz diyor. Ahlakın çıkış noktası bu olamaz diyor.

“3. İç ve Dış: Saf anlama yetisinin bir nesnesinde yalnızca kendisinden ayrı herhangi birşey ile
hiçbir bağıntısı (dışvarlığa göre) olmayan içseldir. Buna karşı, bir uzaydaki substantia Açıklama [E139]: Benim başka bir şey
itibariyle sahip olduğum özellik, dışsal,
phaenomenonun iç belirlenimleri ilişkilerden başka birşey değildirler ve kendisi yalnızca ve yalnızca sadece kendim olmak sebebiyle sahip
olduğum bir özellik içseldir. Örneğin:
Cismin kütlesi içseldir, diğer cisimler
ilişkilerin bir toplamıdır. Uzaydaki tözü yalnızca onda etkin olan veya başkalarını ona getiren ilişkisi tarafından belirlenmez bu çünkü
ama ağırlığı dışsaldır. Dünyadaki ve aydaki
(çekim) ya da ona girmelerini engelleyen (itme ve içine-işlenemezlik) kuvvetler yoluyla biliriz; ağırlığı farklıdır…vb
Açıklama [E140]: Bir fenomenal tözün
uzayda görünen ve madde dediğimiz tözün kavramını oluşturan başka özellikleri bilmeyiz. Öte
yandan, saf anlama yetisinin nesnesi olarak her tözün iç belirlenimleri ve iç olgusallık ile ilgili
kuvvetleri olmalıdır. Ama bana iç duyumun sunduklarından başka neyi iç ilinekler olarak
düşünebilirim? Başka bir deyişle, bunlar ya kendisi bir düşünce olan, ya da ona benzeyen birşey
olmalıdırlar. Bu yüzden Leibniz, tözleri numenler olarak gördüğü için, onlardan dış ilişkiyi
imleyebilecek her şeyi ve dolayısıyla bileşimi de düşüncede uzaklaştırdıktan sonra, onların ve
giderek maddenin bileşenlerinin bile tasarım kuvvetleri ile donatılı yalın özneler olduklarını bildirdi,
kısaca onları birer Monad yaptı.” (A265-266/ B321-322)

Bu ne demek? Bu sandalye var, ama bu sandalyenin rengi var ama diğer sandalyelere mesafesi de var.
Kant bu gibi şeylerin kavramsal düzeyde düşünülebileceğini kabul ediyor, ancak bu sadece kavram
düzeyinde yaptığımız bir ayrım. Oysa bir fenomen olarak bir şey varsa, içine girilmezlik, bir şeyin başka
bir şeyin yayında olması gibi tamamen fenomenal bir şekilde varolur. Fenomenal olana sen içsel-dışsal
farkından hareketle tüm yüklemleri yükleyemezsin, monada dönüştüremezsin. Monada dönüştürme
hamlesini yapabilmen için senin fenomenal olanla düşünsel olanı karıştırman gerekir ki sen karıştırdın

202
diyor. Monad fikri, düşünsel olan, düşünülebilir olan, yani içsel ve dışsal bağıntıları olan ve o
bağıntıların toplamı olarak düşünülebilir ama fenomenal alanda bunun bir karşılığı var diyemezsin.
Çünkü orada her şey sadece dışsal bağıntılar itibariyle var. Çok zekice bir eleştiri.

Sen monad fikrine geçemezdin bu tip bir amfiboliye düşemeden diyor Kant Leibniz’e. Deha olmak
başka bir şey bunu kabul etmek lazım. Sonra, madde ve içim üzerine de yazmış. Leibniz’in bütün
sistemini iptal ediyor böylece. Şu Sağ el, sol el makalesi ne bereketliymiş değil mi? Oradan başlayıp
nerelere geldi Kant. A 290 B 347’de “Hiçbir şey” (Nothing) nedir? i de açıklamış kısaca. Dört kategori
açısından da dört farklı şekilde düşünülebilir. Bu bölüm analitiğin sonu diyalektiğin başı.

“Transsandantal Analitiği bırakmadan önce henüz belirtmemiz gereken bir iki nokta daha kalıyor
ki, kendilerinde özellikle önemli olmamalarına karşın, gene de dizgenin tamamlanışı için gerekli
görülebilirler. Genellikle transsendental bir felsefenin başlangıcı olarak alınan en yüksek kavram Açıklama [E141]: Dört kategoriye göre
dört tane nothing kavramı var diyecek.
Heidegger’i falan düşünün. Ne dediğinizi
olanaklı ve olanaksıza [mümkün ve mümkün olmayana] bölünebilir. Ama tüm bölme bölünecek bir bilmiyorsunuz aslında diyor.
kavramı öngerektirdiği için, daha yüksek bir kavramın getirilmesi zorunludur ve bu ise genel olarak Açıklama [E142]: Bölme, bölünecek bir
şeye de gereksinim olduğu için. Mesela
bir nesnenin kavramıdır (belkili olarak alınmak ve birşey mi yoksa hiçbirşey mi olduğu Aristoteles’in sınıflandırmalarını
hatırlayalım.
kararlaştırılmamış olmak üzere). Kategoriler genel olarak nesnelerle bağıntılı biricik kavramlar Açıklama [E143]: Şey-Thing ki
fenemenologlar çok uğraşıyor bu kavramla
oldukları için, ister birşey olsun isterse hiçbir şey, bir nesnenin ayırt edilmesi kategorilerin düzen ve Açıklama [E144]: Yani genel olarak
kavram, şey ve hiçbir şey olarak
yörılendirmelerine göre ilerleyecektir. düşünülecek bir şeydir. Genel olarak nesne
hiçbir şeyi de şeyi de içine alır. Yani ben
hiçbir şeyi de nesne olarak düşünebilirim,
ve dört farklı kategori açısından
1.Tüm, çok ve bir kavramlarına karşıt olarak herşeyi ortadan kaldıran kavram, e.d. hiç durur; düşünebilirim diyor.
Açıklama [E145]: Yani ben genel
böylece saptanabilir hiçbir görünün kendisine karşılık düşmediği bir kavramın nesnesi = olarak bir nesne kavramının kategoriler
tarafından nasıl kavrandığını anlattığım
hiçbirşeydir, e.d. nesnesiz bir kavram, tıpkı olanaklar arasında sayılamasalar bile gene de bu gibi, “hiçbir şey”in de kategoriler tarafından
nasıl kavrandığını anlatabilirim diyor.
nedenle olanaksız olarak görülmemeleri gereken numenler gibi, (ens rationis); ya da belli yeni temel Açıklama [E146]: Nicelik Kategorisini
anlatıyor: Tüm, çok ve bir’i nereden
kuvvetler gibi ki bunlar hiçbir çelişki olmaksızın düşünülebiliyor olsalar da, deneyimden türetmişti? Tümel, tikel ve tekil yargılar
vardı
alınabilecek hiçbir örnek olmaksızın düşünüldükleri için, olanaklar arasında sayılmamalıdırlar. Açıklama [E147]: Tüm, çok ve Bir’e
karşıt olarak “Hiç” durur. (Non)
Açıklama [E148]: Nicelik kategorisine
2. Olgusallık birşey, olumsuzlama ise hiçbirşey, eş deyişle bir nesnenin yokluğunun bir kavramıdır, göre hiçbir görünün kendisine karşılık
düşmediği bir kavramın nesnesi =
hiçbirşeydir, nesnesiz boş bir kavram,
tıpkı gölge, soğukluk gibi, (nihil privaıivum).
Açıklama [E149]: Bu, nitelik
kategorisine göre düşünülen “hiçbir şey” =
bir kavramın boş nesnesi
3. Görünün töz olmaksızın salt biçimi kendinde bir nesne değil ama bir nesnenin (tezahür olarak Açıklama [E150]:
Nesnesiz boş görü
salt biçimsel koşuludur, tıpkı saf uzay ve saf zaman gibi. Bunlar görü biçimleri olarak hiç kuşkusuz Ben hiçbir kavramı kullanmasızın görü ile
karşı karşıya gelirsem mesela uzay-zaman
birşeydirler, ama kendileri görülenen nesneler değildirler. (ens imaginarium) görüsü gibi. olduğu gibi bu, içinde bir nesne
yok sadece boş bir görü. Buna bağıntı
kategorisi üzerinden düşünülen “hiçbirşey”
derim diyor.

203
4. Kendi kendisi ile çelişen bir kavramın nesnesi hiçbirşeydir, çünkü kavram hiçbirşeydir, Açıklama [E151]: Kiplik kategorisine
göre “hiçbir şey” Kavramsız boş nesne.
olanaksız olandır, tıpkı iki kenarı olan doğru çizgili bir şekil gibi, (nihil negaıivum). (A 290-B346 /A Bugün boş küme, çelişik bir kavramın
belirlediği kümedir diyoruz.
291-B347)

Dört farklı kategori açısından ben dört farklı “hiçlik” kavrayışına sahibim diyor. Genel anlamda nesne
ya bir şeydir, ya da hiçbir şeydir. Nicelik açısından parçaları şöyledir, nitelik açısından özelliklerinin
derecesi vardır, bağıntı açısından nedenselliğe tabidir…vb. Peki, kategoriler üzerinden hiçbir şeyi nasıl
düşünebilirim, böyle dört farklı biçimde düşünebilirim diyor.

Örneğin bağıntı kategorisinde: “Görünün töz olmaksızın salt biçimi kendinde bir nesne değil ama
bir nesnenin (tezahür olarak salt biçimsel koşuludur, tıpkı saf uzay ve saf zaman gibi. Bunlar görü Açıklama [E152]: Ortada bireyler, tek
tek nesneler yok, o şekilde ben nesneye
biçimleri olarak hiç kuşkusuz birşeydirler, ama kendileri görülenen nesneler değildirler. (ens baktığımda ben nesne ile böyle karşılaşırım,
tıpkı uzay ve zaman gibi. Saf uzay ve saf
zaman bu anlamda belirlenmiş hiçbir birey
imaginarium) olmaksızın bunlar görü biçimleri olarak bir
şeydirler ama kendileri görülenen nesneler
değildirler.

Kategoriler kavram, dolayısıyla çelişik bir kavrama da aynı şekilde uygulanabilirler. Kendisinin verdiği
örnek: üç kenarlı dörtgen. Bunun kaplamında hiçbir şey yok. Ben bu “hiçbir şey”i nasıl anlayacağım
diyor. Bu çelişik bir kavramın nesnesinin olmaması durumudur bu. Yani bu, mesela nesnesiz boş
kavramdan (gölge) farklıdır. Ama gölgenin hiçliği ile çelişik bir kavramın nesnesinin olmaması olan
hiçlik aynı değildir diyor. “Hiçbir şey”in semantiğini yapıyor. Hiçbirşey’lerin hepsi bir değil, farklı
farklı hiçler. Dolayısıyla Transsendental Analitiği incelemiş oluyoruz. Yani nasıl oluyor da “Nesne
bizim tarafımızdan kuruluyor, düşünülüyor, teorik fiziğe ve saf matematiğe zemin teşkil ediyor?”u
inceledik.

Şimdi Diyalektik yani söz konusu bu mantık unsurları bize varlık hakkında bilgi verirler? Yani mantığın
varlık hakkında hüküm vermek üzere kullanılması bahsine geliyoruz. Tanrı var mı yok mu? Ruh ölümlü
mü, ölümsüz mü? gibi çok önemli ve bizi yakından ilgilendiren soruların olduğu bölüme geçiyoruz ama
Kant’ın söylediği şey: “Avucunuzu yalarsınız. Mantığın bilgi verici bir kullanımı yok.” Size
göstereceğim ki, Platon’dan Aristoteles’e, Plotinos’tan Auginas’a, Descartes’ten Leibniz’e hepsinin
yaptığı bir kuruntu, vehim ve yanılsamadan ibaret. Diyalektik Bölümün’de de bunu anlatıyor.

204
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:16

Soru: Aslında ilahiyatçılar materyalisttir gibi bir şey söylemiştiniz. Bu ne anlama geliyor?

Aristoteles’in madde anlayışından söz etmiştik. Aristoteles ne konuda ısrar ediyor? “Ussia” diyor,
“cevher” diye çeviriyoruz, “somut birey” (bu şey) demek aslında. Evren bireylerden mürekkeptir, esas
olan bireylerdir. Zamanda ne kadar geriye ya da ileriye gitsen de aynı ve söz konusu bu bireyler
değişim içerisinde kendileriyle aynı kalıyorlar. Değişim içerisinde bu bireyleri aynı kılan ne?
Metafiziğin sorusu oluyor. Metafizikte dönüp dolaşıp “eidos”tur yani “form”dur diyor. Değişimin
çözümlenmesinden hareketle bu “eidos” ve “hyle” kavramlarını ortaya atıyor. Kendi başına madde
diye bir şey, formları arzulayan kendi başına bir şey olarak bir madde anlayışı Aristoteles’te yok. Öyle
olsa bireyin kuruluşu açıklanmak zorunda kalırdı. Aristoteles’in derdi ise her şeyi birey cininden
açıklamak. Birey nasıl var? O sorunun da dibi yok. Araştırılamaz bir konu bu Aristoteles’te.

Değişim içerisinde bireyi açıklarken nasıl kullanıyor? Madde olma ve olmama olanaklılığı olarak
tanımlanıyor. Bir şeyi birey kılan bir şey var ona “eidos” (form) diyor, ama bireyin potansiyel
anlamında olma ve olmama olanaklılıkları var. Bunların toplamı onun maddesini oluşturuyor. Bu
aslında tersinden bakarsak, olacağı şey de belirlenmiş bir form olacağı için, -değiştiğinde belli
yüklemler kazanacak nicelik ve nitelik açısından- belirlenmiş yüklemelerin kendisinde potansiyelini
barındırıyor. O belirlenmişlik de aslında form ya da töz tarafından belirlendiği için madde dediğimiz
şey henüz fiili hale gelmemiş formların bütünü gibi bir şey. Yani hep form esas. Maddeyi tanımlarken
de form esas.

Tunç nasıl heykel oldu, heykel neredeydi? Yokluktan gelmedi. O halde tunçta potansiyel olarak heykel
olma vardı diyor. Bu yoksunlukların, yan, o anki fiil haline geçmemiş her şeyin toplamı o şeyin
maddesini oluşturuyor. Hatta bu açıdan her şeyin maddesi bir ve aynı mı gibi bir tartışma da
yapılabilir. Ama buna her şeyin en azından o anda sahip olduğu yer diğerinden farklı olduğu için
diğerinden farklı olduğu söylenebilir.

Bu açıdan bakıldığında Aristoteles’te boşluk diye bir şey olamaz. Çünkü boşluk ancak bir cevherin
orada mevcut olmasıyla fiili olan bir şey. Bir şeyin fiili olarak yer olması orada bir cevherin olmasıyla
mümkün. Sen bu cevheri buradan aldın ve burada bir boşluk kaldı diyelim. Herhangi bir cevher
olmaksızın bunu düşündüğümüzde, bu nasıl mümkün? Herhangi bir cevherin maddesinde

205
bulunabilecek bir şey, olanaklı bir yer olarak. Bir cevher de orada bulunabilirdi alında, şu an düşünsel
bir deney yapıyoruz. Bir cevherin fiili olmadığı yer, o cevher açısından maddi bir varlığa sahip. Ama
hiçbir cevherin olmadığı bir yer var olabilir mi? Olamaz. Çünkü o zaman kendisi maddi olan bir şeye
töz muamelesi yapmış oluruz.

Dikkat edin, “o olanaklı yer –mümkün yer-, kendi başına vardır” dediğiniz anda, aslında ancak bir
cevherin olanaklı yeri, yani onun maddi cihetinin bir parçası olarak düşünülebilecek bir yer, fiili
anlamda varmış, bu anlamda kendisi bir tözmüş gibi düşünülmeye başlar ki Aristoteles böyle bir şey
söz konusu olamaz diyor.

Bu bizim hiç düşündüğümüz gibi bir şey değil. Biz ne diyoruz, uzay sonsuz bir boşluk olarak var, yani
orada fiili bir boşluk var ve madde içinde hareket ediyor diyoruz. Hatta aslında onu da demiyoruz. Bir
fizikçiye sorsanız –ki Einstein de söyledi- alansız (field) hiçbir şey, hiçbir yer olamaz, o da aslında
başka bir şey tarafından dolduruluyor. Ama biz her türlü yerler toplamının fiilen var olduğunu, sonsuz
olduğunu falan da söylüyoruz şu anda. Dolayısıyla madde kavramı,
–arada her ne olduysa- radikal biçimde değişmiş olmalı ki, Aristoteles’in fiziğinden biz modern fiziğe
geçmiş olalım.

Ne olmuş? Kısaca söylersek, bir kere ister Aristoteles’i ister Platon’u alın varlık “on” diye
adlandırdığımız şey Antik Yunanca’da, belirlenmiş bir şey yani belirlenmemiş bir şey var olamaz. En Açıklama [E153]: O halde varlık’ın
“determinate” dolayısıyla “terminal” ve
varolan şey, en belirlenmiş şeydir. Agathon, her bakımdan en belirlenmiş şeydir. Onun var olması ya dolayısıyla “sınır” kavramı ile ilgisi
kurulabilir mi? E.P.K.
Belirlemek, sınırlamak demek mi?
da bilinmesi ile ilgili hiçbir eksiklik yoktur. Onu bilince her şeyi de bilirsin. Ama Aristoteles’te birey Anlamak da bir tür belirleme olarak sınır
çizmektir denebilir mi?
demek belirlenmiş demektir, yani yüklemleri tarafından belirlenmiş demektir. Maddi olarak olma
olama olanaklarına sahiptir, o anlamda hep değişim içerisindedir ama belirlenmiştir. Belirlenmemiş
tarafı hep bir eksiklik olarak görünür çünkü, en belirlenmiş şey (noesis noesios) Tanrısı Aritoteles’in
hiçbir maddi yan içermez, asıl varlık odur, tam anlamıyla belirlenmiştir ve hiç değişecek bir tarafı da
yoktur.

Bu varlık anlayışı beraberinde belli bir kâinat, dünya ve insan anlayışını da getiriyor. Ne olmuş
sonradan? Bir kere Roma yıkılmış, şehir devletleri yıkılmış, tarihsel olarak da düşünün. İnsanların
varlıkla güvenlikle ilişkisi bir sorun haline gelmiş. Yani biz şehir devletlerinde Aristoteles gibi yaşıyor
olsaydık, varlık anlayışımız kolay kolay değişmezdi.

206
O dönemdeki bu değişim özellikle semavi dinlerden geliyor. Özellikle Pavlus’un versiyonu ile
Hristiyanlığın yayılmasıyla. Bizde de hep ne söylenir Tanrı ve sıfatları için? “Muhafetül lil havadis”
denir. Yani sonradan olanlara (havadis) hiç benzemez, onlardan başkadır. Ne demek bu, var olan ve
bilinen herhangi bir şey tarafından sıfatlandırılamaz. O zaman öyle bir düşünme sistemi ile karşı
karşıya kalıyoruz. Sonlu varlık, bu evrende karşımıza çıkan her şey aslında, bu belirlenmişlikler
cinsinden anlaşılamayan ve açıklanamayan ve bu belirlenmişlikler tarafından tutulamayan, kendisi
sonsuz olan, belirsiz olan, “Muhafetül lil havadis” olan bir varlığa varlığını borçlu. Varlık
anlayışındaki tersine çevrilmenin farkında mısınız? “Her şey belirlenmişse iyi, belirlenmişse var”dan
“Asıl varlık bu belirşenmişler olamaz”a…

“infinite” nedir? “sonlu olmayan” dır. İlahiyatçıların söylediği gibi bu bile yetmez Tanrı’yı anlamak
için bir değilleme üzerinden bile Tanrı’yı anlayamazsın, o kadar belirsizdir. Dinlerin aslında felsefe ile
bir işi yok, vahiy varsa var, yoksa yok. Ama o dönemde öyle bir ihtiyaç ortaya çıkıyor ki, birileri
insanlara bir şeyleri anlatmak ya da devletlere bir şeyleri benimsetmek için, söz konusu bu doktrini
felsefe ile bir araya getirmeye çalışıyor. Aristoteles’in anlayışı ile bu uymuyor aslında, dolayısıyla nasıl
olacak? Yeni Platonculuk bu bağlamda ortaya çıkıyor. Eneadlar (Dokuzluklar)’da Plotinos diyor ki,
“Ben hayatım boyunca döne döne Aristoteles’in metafiziğini yazdım” ve “Her ne var ise hakikat adına
Platon’nun diyaloglarında vardır.” diyor. Ancak Aristoteles de Platon da Plotinos’u okusa “Bu bizim
dediğimiz değil” derler.

Plotinos ne yapıyor? Sudur Kuramı’nda; “Hen” esas, “Hen” nedir? “Belirsiz olan, indefinite olan,
sonsuz olan”, kendisi sonlu olan tarafından da hiçbir zaman bilinemeyecek olan, asıl varlık. Ondan ilk
sudur eden nedir? Akıl. Nous’tan ne çıkıyor Nefs çıkıyor. Nesf’ten cisim yani doğa çıkıyor. Bu
düşünüş biçimini o dönemki din adamları ve felsefecilere çok cazip geliyor. Eneadların farklı basımları
var ve okullarda da okutuluyor o dönemde. Ancak birkaç yüzyıl, Enead’ların Aristoteles’in kayıp
ilahiyat metni olduğu sanılarak okutuluyor. Çok ilginç tarihsel bir olgu. Ancak Aristoteles böyle bir şey
demez, demiyor zaten. Bir anda felsefe kendi kucağında “Dini doktrinler felsefe ile nasıl
birleştirilebilir?” gibi bir sorun buluyor ve Plotinos üzerinden bunu çözmeye çalışıyorlar. Nasıl?
“Aslında ilahiyatçılar materyalisttir” gibi bir şey söylemişim oraya bağlayacağım. Eneadlar o dönemde
çokça referans verilen, kullanılan metinler olmuşlar.

Bu yapı içerisinde baktığımızda tümelleri, eidos yani birey, birey kılan ilkelerle özdeşleştirip akla
yerleştiriyorlar. Akılda mevcut bu tümeller. Madde nerede? Aristoteles’te birey itibariyle varlık sahibi
olan madde füsis’in en altında (zurnanın son deliği) hatta ona Latinler –Yeni-Platoncu çerçevede-

207
“propo nihil” diyorlar yani, (almost nothing) “neredeyse hiç” diyorlar. Millet zannediyor ki bu
Aristoteles’in çerçevesi ile uyumlu bir şey, oysa Aristoteles’le hiç alakası yok. Aristoteles’te birey
esas, burada birey yok. Birey bu çerçevede kurulan bir şey. Akıl, o formları o maddeye, o ilkeye
giydirerek, yedirerek bireyi oluşturuyor.

Aristoteles’te bir şeyi birey yapan, onu diğer bireyden ayıran şey “eidos”tur. Seni öbür şeyden ayıran
şey de formdur. Tümeller üzerinden de tanım verebiliriz. “Ayhan da insandır.”, “İnsan düşünen
hayvandır.” …gibi ama bu tümellerin hiç biri beni ben yapar. Beni bendeki eidos ben yapar. Sendeki
de seni sen yapar. İş öyle bir hale geliyor ki –Auginas’ta falan da böyle- bende olan sende olmayan
nedir? Maddi cihetimiz diyorlar. Mesela benim kapladığım yer seninkinden farklı gibi düşün. Çünkü
akla yerleştirilen tümeller herkes için aynı, universal hakikaten herkes için aynı, evrensel. Anlıyor
musunuz kaymayı? O zaman o bireyselleştirici ilke olmaktan çıkıyor, o zamanda bireyselleştirici
ilkenin madde olması gerektiğini düşünüyoruz.

İster Sudur teorisine inan, neye inanırsan inan, her şey Tanrı’dan geldiğine göre, bir yaratılmış olan,
istiyorsa bu zurnanın son deliği olan madde olsun, onun da kendisine has bir özelliğinin olması lazım.
Tanrı hiçlik falan gibi bir şey yaratmaz, yaratıyorsa bir maksatla bir amaçla yaratır. Tanrı’nın
yüceliğini savunmak için, maddenin kendisine has bir formu olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar.
İşin kırıldığı nokta burası. Aristoteles’te böyle bir şey yok, maddenin kendine has bir formu var demek
saçmalıktan başka bir şey değil. Kendi başına var olmayan bir şeyin kendine has formu olması,
tutarsız, çelişik bir durum olur Aristoteles’te.

Ama çerçeve değişince, “madde diye bir şey var, onun bir doğası olmalı” demeye başlıyorlar. İbn-i
Sina bu konudaki adlandırmayı ilk yapan kişi, bu form “cismanilik, uzamdır, yer kaplama”dır diyor.
Bir anda bireyler ve bireyleşmeyi sağlayan “eidos” çerçevesinden, bireyi birey yapanın madde olduğu,
bir uzamsallık (extention)’a sahip olduğu çerçeveye geçiyoruz. Bu düşünülmeye başlayınca Ocham
gibi adamlar çıkıp: “o zaman doğanın Aristoteles’in söylediği gibi bir tanım kuramı üzerinden
bilinebilmesinin imkânı yoktur” demiş. Doğanın kendisinin formu, uzam, bunu sen kalkıp nitelikler
üzerinden verdiğin tanımlar üzerinden nereden bileceksin. “Boşverin o nous’u, bu tümel falan bizim
zihnimizde mevcut, asıl biz zihnimizi araştıralım, belki zihnimizde o nesneyi kuruyoruz ” demeye
başlamışlar. Fakat doğanın kendisini araştırmak istersek, bu bizim zihnimizdeki ya da nous’taki
tümeller arasındaki bağıntılar falan olamaz. Çünkü onun kendine has bir formu var, o form uzamdır.
Öyle bir formun doğru bilimi ne olmalıdır? Analitik Geometri. Descartes’in cevabı bu.

208
Bilim, ancak geometriyi geliştirerek, analitik geometri üzerinden geliştirerek doğayı tanıyabilir. Sonra,
Galileo gibi adamların “doğa matematik dilinde yazılmıştır” demelerinin altında yatan da bu. Biz bir
anda kendimizi, sonsuz, uzamsal, ancak analitik geometri üzerinden kavranabilen, maddi bir evrende
buluyoruz. İşin çıkış noktası da ilahiyat yani ilahiyatçılar bunu bu hale getirmiş. Tabi başka bir açıdan
bakarsak da bilimlerin gelişmesi de bu açıdan olmuş.

Kopuş, Platinos’un varlık anlayışını benimsediğin an başlıyor. Aristoteles terminolojisini kullansan da


(form, madde, tümel…vb) gönderimleri tamamen farklılaşıyor. Phüsis, Antik Yunan’da, varlık yani
“doğa”dır. En temel özelliği, kendi hareket ilkesini kendinde barındırandır. Kendiliğinden hareketli
olmayana phüsis denmez, doğası var, tabiatı var denmez. Ama en sonunda öyle bir hale geliyor ki, özü
uzamsallık ve atalet olan şey phüsis haline geliyor. Şu anki modern fiziğin ilkesi “atalet ilkesi”dir.

İlahiyatçıların iş kazası mı diyelim? Başka bir şeyin peşine düşerken, başka bir noktada buluyorlar.
Ortaçağ’ın nasıl olup da böyle bir doğa bilimine, fiziğe yol açtığını anlamıyorlar, çünkü tarih
okumuyorlar. Yavaş, yavaş gelen bir şey bu. Descartes bir sabah uyandı ve analitik geometri, fizik
yapalım demedi. Adam bütün bu tarihçeyi biliyor.

Örneğin Cusanus, varlık, doğa ve sonsuz anlayışını, ilk limit kavramını, maksimum, minimum
kavramını kullanan Cusanus bir din adamı. Amacı ne? Kitabının adı: Öğrenilmiş Cehalet (De dokta
İgnoranta) Biz sonlu olana bakıp, sonsuz olanı çıkarmaya çalışıyoruz, biz önce sonsuz’un düşünceye
konu edilmesini esas almalıyız diyor. Bizim sonlu olandan sonsuza gitmeye çalışmamız bir tür cehalet.
İlahiyatla ilgili bir ajandası var, fakat bunu yapabilmek için öyle bir sonsuzluk kavramı geliştirmiş ki
“zıtların birliği” diye, calcülyüs’un (türev-limit) temelidir. Bir ilahiyatçı olan Cusanus, Yeni Platoncu
biri olarak Sudur Kuramı öyle yazılmaz, böyle yazılır demiş.

Kant’ın metafizik eleştirisi katmanlıdır. Mesela, Aristoteles’i Transsendental diyalektik yapıyor diye Açıklama [E154]: 1)Platon ve
Aristoteles
eleştirmiyor. Neden eleştiriyor? Genel mantığı diyalektik olarak kullanıyor diye eleştiriyor ki o bir 2)Leibniz
3)Yeni Platoncular ve ilahiyatçılar.
katman. Çelişmezlik ilkesini alıyor, bilgi edinmek için kullanıyor. Bu yanlış diyor.

Leibniz’i ise kavramsal ve görüsel olanı, ayırt etmeyi başaramadığı için kavramsal olan bir takım
bilgileri görüsel olana haksız yere genişlettiği için eleştiriyor. O da bir metafizik eleştirisi ama çok
farklı.

209
Transsendantal Diyalektik bölümünün en çok eleştirdiği bölümü olan –kitabın en hacimli bölümü-
metafizik eleştirisinin asıl hedefi olan Yeni Platonculardır. Asıl Platinos’un semavi dinlere inanan bir
takım felsefeciler tarafından kullanılması, “Alselm, T.Aguinas gibi filozofların verdikleri Tanrı
ispatlarıdır.” kosmosla ilgili tartışmaları…vb çok kocaman bir parantez olarak görüyor Kant. Platon’u
ya da Aristoteles’i eleştirdiği gibi değil Yeni Platoncular’a eleştirileri. Asıl yanılsamayı yapanlar Yeni
Platoncular Kant’a göre ve bunun içerisinde ilahiyatçılar da var. Diyalektik bölümü bunun eleştirisidir.
Açıklama [E155]: Burada bahsettiği
olasılık şöyle: Bir zarı atıyorsun 4 gelme
olasılığı 6da 1. Sen o zarın açılış olasılığını
, atılış açısını, düştüğü zemini, hızı…vb
Bugünkü amacım giriş bölümünü okumak ve biraz da 1.kitaba girmek. Kitabın bölümleri: T.Estetik, bilirsen nasıl düşeceğini de bilirsin Kant’a
göre. Olasılık durumu bilgi eksikliğinden
T.Mantık (a) T. Analitik: Tecrübeyi mümkün kılan olanakların ortaya çıkarılması b) T.Diyalektik: Söz kaynaklanıyor çünkü hesaplayamıyoruz bu
değişkenleri. Olasılık ile ilgili Kant’ın
konusu bu mantık, bilgi edinmek, varlıkla ilgili hüküm vermek için kullanılabilir mi?) Bu muhakemeyi yazdığı şeyler var. Bugünkü olasılık
kuramını da önceleyen şeyler. Ama diyor
yapacak olan da akıl. burada kastettiğim yanılsama olasılıksal bir
bilgiye işaret etmiyor. Daha farklı bir şey
var.
Açıklama [E156]: Yani ben,
duyumlama yoluyla bir şeyi fark ettiğimde
“Yukarıda genel olarak diyalektiği bir yanılsama (Schein) mantığı olarak adlandırmıştık. Bu onun örneğin bir şeyin şurası bana beyaz
görünüyor diyelim, beyaz duyumluyorum.
bir olasılık öğretisi olduğu anlamına gelmez; çünkü olasılık gerçeklik, ama yetersiz bir zeminden Ben bu duyumumda yanılamam.
Diyebilirsiniz ki “Hocam orası size beyaz
bilinen gerçekliktir ki, bilgisi böylece eksik olsa da, bu nedenle aldatıcı değildir; dolayısıyla mantığın görünüyor ama aslında mavi” Bana beyaz
görünüyorsa, bana beyaz görünmesi
konusunda yanılamam. Halüsinasyon da
analitik bölümünden ayrılmamalıdır. Ne de tezahür ve yanılsama aynı olarak görülmelidir. Çünkü görüyor olabilirim. Benim duyumlamamın
kendisinde bir yanlışlık olamaz. Yargının
gerçeklik ya da yanılsama sezildiği ölçüde nesnede değil, ama düşünüldüğü sürece ona ilişkin kendisinde yanlışlık olabilir ama.

yargıda bulunur. Öyleyse hiç kuşkusuz doğru olarak denebilir ki, duyular yanılmazlar, ama her Açıklama [E157]: Benim derdim optik
yanılsamalar falan değil, tezahür eden bir
şey hakkındaki yargımın yanlış olması. “Bir
zaman doğru olarak yargıda bulundukları için değil, tersine hiçbir zaman yargıda bulunmadıkları şey göründü bana, ben ona sandalye dedim
o masaymış.”, “Sudaki çubuk kırık
için. Buna göre gerçeklik gibi yanlışlık ta, ve dolayısıyla yanlışa götüren yanılsamanm kendisi de, göründü, değilmiş”…vb Değil yanılsama
ile kast ettiği.
yalnızca yargıda, e.d. yalnızca nesnenin anlama yetimiz ile ilişkisinde bulunacaktır.” (A 293- B349) Açıklama [E158]: İçkin ve aşkın
(immanent ve transsendent) ayrımı
yapıyor.

“Burada işimiz amprik (örneğin optik) yanılsamayı ele almak değildir. Bu başka bakımlardan Açıklama [E159]: Diyecek ki, aklın
öyle ilkeleri var ki sanki bu ilkeler bir
deneyimmiş gibi, aslında olanaklı
doğru olan anlama yetisi kurallarının amprik kullanımında olur ve yargı yetisini imgelemin etkisiyle deneyimin ötesindeki bir şeye (aşkın olana)
uygularlar. Bu ilkeler sayesinde de bilgi
saptırır. Tersine, burada yalnızca transsendental yanılsama ile ilgileniyoruz ki, hiçbir zaman edindiklerini zannederler. Bu ideleri alıp,
kendileri deneyimde verilemeyecek olan bir
deneyime yönelik olarak kullanılmayacak olan (çünkü o durumda doğrulukları için bir denek takım nesnelere uygularlar ve o yoldan
bazı bilgiler edindiklerini zannederler,
taşımızın olması gerekecektir) ilkeleri etkilemektedir. Bu yanılsama, eleştirinin tüm uyarılarına edindikleri bilgi falan yoktur. Hani bir şeyi
tuttuğunu sanıyorsun ama tuttuğun bir şey
yok. Yanılsama bu. Kavradığın bildiğin bir
karşın, bizi bütünüyle kategorilerin amprik kullanımlarının ötesine çeker ve saf anlama yetisinin şey yok. Kategorileri bir nesneyi
tutuyormuş gibi , o nesneyi o kategoriler
genişlemesi gibi bir aldatmacayla oya1ar. Uygulamaları yalnızca ve yalnızca olanaklı deneyimin yoluyla evirip çevirirler ama aslında
tuttukları ya da bildikleri bir şey de yoktur
sınırları içinde tutulan ilkeleri içkin, ama bu sınırları geçecek olanları ise aşkın ilkeler olarak diyor. İşte buna Transsendental Yanılsama
diyorum diyor. Transsendemtal unsurların
adlandıracağız.” (A 295- B351-352) kullanılamayacakları bir alanda, aşkın
alanda kullanımlarından kaynaklanan
yanılsama. Ben bunu götereceğim ancak
düzeltemeyeceğim diyor. Çünkü akıl böyle
şeyler yapmaktan kendini alamaz. Bu
yanılsama ortadan kalkmayacak ama aynı
zamanda bu yanılsamaya kapılmamamız
için de “eleştiri” bir bekçi gibi duracak.

210
“….Akıl-biçimine yalnızca öykünmeden oluşan mantıksal yanılsama (düzmece çıkarsamalar Açıklama [E160]: Aristoteles’in
bahsettiği safsataları falan düşünün.
durumundaki yanılsama) bütünüyle mantıksal kural açısından bir dikkat eksikliğinden kaynaklanır. Geçersiz bir kanıtlamanın geçersiz bir
sonucu gibi mesela.
Buna göre, dikkatimizi önümüzdeki durum üzerinde yoğunlaştırır yoğunlaştırmaz yanılsama
bütünüyle yiter. Buna karşı transsendental yanılsama transsendental eleştiri tarafından ortaya Açıklama [E161]: Saf Aklın Eleştirisi

çıkarıldıktan ve hiçliği açıkça gösterildikten sonra bile sona ermez (örneğin, Dünyanın zamanda bir
başlangıcı olmalıdır önermesindeki yanılsama gibi). Bunun nedeni aklımızın (öznel açıdan insanın Açıklama [E162]: Bu tip önermelerin
tam bir yanılsama olduğunu gösterecek. Bu
bir bilgi yetisi olarak görüldüğünde) kullanımı için tümü de nesnel ilkeler görünüşünü taşıyan temel önermeler anlamsızdır çünkü, gönderimde
bulunduğu da yok, bir anlamı da yok.
Yüzyıllarca tartışsan bir sonuca
kural ve düzgülerin bulunuyor olmasıdır. Böylece kavramlarımızın belli bir bağıntılarının öznel varamazsın. Bu doğal ve kaçınılmaz bir
yanılsamadan kaynaklanıyor, ama bunları
zorunluğu, anlama yetisinden yana bir tutumla, kendilerinde şeylerin belirlenimlerindeki nesnel düşünmeden de yapamayacağız diyor.

zorunluluk olarak görülür…” (A 296-297 B 353)

Transsendental yanılsama nerede ortaya çıkıyor?

Duyumlamada ortaya çıkmaz, duyulmadığını zaten duyulmadığın gibi duyumluyorsun, müdrikede de


ortaya çıkmaz o zaten zorunlu, spontan bir şekilde işliyor, imgelem zaten kör ve vazgeçilmez bir
yetiydi. Bugün böyle yapayım işimi yarın şöyle yapayım peşinde de değil. Belli bir şekilde nesneyi
kuruyor sen ona birlik veriyorsun, yanlışlığın gireceği yer yok. İradi bir yargı ya da keyfi bir seçim
yok.

Peki yanılsama nerede ortaya çıkacak? Akıl. Kurulmuş olan neneler hakkında düşünürken, muhakeme
yaparken ve yargıda bulunurken akıl bu yanılsamaya düşüyor.

“Tüm bilgimiz duyulardan başlar, oradan anlağa geçerek akılda sonlanır, akıl ki, görünün gerecini
işlemek ve düşüncenin en yüksek birliği altına getirmek için bizde ondan daha yüksek bir yeti
yoktur. Şimdi bu en yüksek bilgi yetisinin bir açıklamasını vermem gerekirken kendimi belli bir
güçlük karşısında buluyorum. Aklın da, tıpkı anlağın olduğu gibi, salt biçimsel, e.d. mantıksal bir
kullanımı vardır, çünkü akıl bilginin tüm içeriğini soyutlar; ama bir de olgusal kullanımı vardır,
çünkü kendisi duyulardan ya da anlaktan ödünç almadığı belli kavram ve ilkelerin kökenlerini
kapsar. Bu birinci yeti hiç kuşkusuz uzun süredir mantıkçılar tarafından dolaysız çıkarsamalardan
(consequenıiis immediaıis)[dedüksiyon] ayrı olarak dolaylı çıkarsamalarda bulunma yetisi olarak
tanımlanmıştır; oysa ikincisi ki kendisi kavramları üretmektedir, bu tanımdan anlaşılamaz.”(A299-
300 / B355-356)

211
Diyor ki akıl da bir yeti, onunda mantıksal bir kullanımı var. Muhakeme yapan bir yeti bir kere.
Öncüllerden sonuç çıkarmamızı sağlayan yeti akıl. Saf formları falan var. Ama aklın da transandantal
unsurları var. Aynı nasıl, duyumlama yetisinin transandantal unsurları: zaman, mekan, anlama yetisinin
transandantal unsurları: kategoriler, aklın da transandantal unsurları var: idealar.

Ama burada “transandantal” deyince tecrübeyi olanaklı kılan anlamında mı “transandantal”? Hayır.
Az önce bahsettiğimiz gibi, muhakeme yeteneğini olanaklı kılan anlamında “transsandantal” Bu çok
önemli ilerdeki konular açısından. Akıl var, aklın saf kavramları var, tıpkı anlama yetisinin kategorileri
gibi, bunlar iyi ki varlar çünkü bunlar olmasa muhakeme yapamam, çıkarımlar yapamam. Ama iş
buradan sonra faklı bir yere geçiyor. Akıl, kendisinden kaynaklanan bu saf kavramları kötüye
kullanmaya (abuse) başlıyor. Bunu nasıl yapacak?

“Transsandantal mantığımızın ilk bölümünde anlama yetisini, kurallar yetisi olarak açıklamıştık; Açıklama [E163]: Kategoriler, nesnenin
kendisine göre kurulduğu kuralların birliği
burada aklı ilkeler yetisi olarak adlandırarak ondan ayırt edeceğiz. (…) aslında. Şemaların birliği

Buna göre ilkelerden bilgiyi onda evrenseldeki tikeli kavramlar yoluyla ayrımsadığım bir ey olarak
adlandıracağım. Böylece her akıl çıkarımı, bir bilginin bir ilkeden türetilmesinin bir biçimidir.
Çünkü büyük öncül her zaman bir kavram verir ki, bunun koşulu altına alınan herşey bir ilkeye
göre ondan saptanır. Şimdi her evrensel bilgi bir us-tasımında büyük öncü1 olarak hizmet edebildiği
için ve anlama yetisi bu tür apriori evrensel önermeler sunduğu için, bunlar olanaklı kullanımları
açısından ilkeler olarak da adlandırılabilirler….”(A 300, B356)

Akıl ne yapıyor? Şunu bir olanaklı nesne olarak kurdum, bu aynı zamanda kategorilere tabi. (Yargı
yetimle “bu bir kaşıktır” diye de kavrayabilirim, reflektif bir yargıyla.) Anlama yetisi tarafından
kurulan bu nesneyi, akıl bir çıkarımın, bir kıyasın sonucunda kavramaya çalışıyor. Örneğin, “Sıcak bir
şeyin karıştırılmasında kullanılan bir alettir. Elimde tuttuğum sıcak bir şeyin karıştırılmasında
kullanılmaktadır, dolayısıyla bu şey bir alettir.” Bunu bir alet olarak bir çıkarım üzerinden belirledim,
akıl böyle şeyler yapıyor. Nesneleri, (tikel olarak da verilen nesneleri, giderek genel nesneleri) farklı
kavramların ilişkilendirmesi yoluyla dolaylı olarak kavrıyor. Müdrike nesneyi böyle kuruyor, akıl ise
onu kavramlar üzerinden belirleyerek kavrıyor. En başta bir ilke veriyorsun, alet olmak nasıl bir şeyle
ilgili, sonra onu o ilke ile ilişkilendirerek, kıyas yoluyla biliyor. Her şeyi o ilkeler üzerinden bilebiliyor.

212
Hikayenin özeti şöyle: Kant diyor ki; akıl aslında bu tip ilkelerden hareketle tikeli belirlemek gibi bir
faaliyet içerisindedir. Aslında bakarsak, kaç tane akıl kavramı var bunu anlamak için farklı akıl
çıkarımı türlerine bakmamız gerekir. Kategorileri belirlerken yargılara bakmıştık. Burada da kaç tür
akıl çıkarımı var ona bakmak gerekir diyor: Bu çıkarımlar, bağıntı kategorisi altında düşünülebilir,
kavramlar arasında bağıntılar kurarak sonuç çıkarıyor akıl çünkü. Üç temel bağıntı kategorisi var:
cevher-ilinek, neden-etki, karşılıklı bulunuş bağıntısı. Kavramları bu üç biçimde ilişkilendiren üç farklı
çıkarım olabilir diyor, bu üç farklı çıkarımı olanaklı kılan, üç akıl kavramı olmalıdır: kategorik,
hipotetik ve disjunktif akıl çıkarımları, üç ayrı bağıntı kategorisine karşılık gelecek şekilde. Akıl bu
çıkarımları yapabilmek üzere, o koşullar tarafından koşullananı belirleme, bu belirleme işinde
kavramları üç farklı bütünlük halinde tutar, bu tutmayı sağlayan üç farklı kavramı vardır: (aklın
trannsendental kavramları da bir şeyleri, birleştirip, sentezliyorlar) fakat bu kez kavramları birbiriyle
birleştiriyorlar, sentezliyorlar. Onlar bu kavramları üç farklı biçimde böyle tutmasa üç farklı akıl
çıkarımı ve ilkelere göre tikellerin belirlenmesi olmaz.

Klasik mantıkta akıl çıkarımlarını öğretiyoruz mesela kategorik çıkarımlar: kıyas, tümdengelimin
temelinde kıyas vardır. (Dedüksiyon) Bütün insanlar ölümlüdür, Sokrates bir insandır, o halde Sokrates
de ölümlüdür, diyebilmem için, Sokrates’i, insan ve ölümlü kavramlarını bir bağıntı içinde kavrıyor
olmam lazım. Bu üçünün arasındaki bağıntıları bir arada tutuyor olmam lazım. Bunları bir arada tutan
bir şey lazım ki bu çıkarım olsun. Bu bir arada tutan kavramlara aklın transsendental kavramı diyor:
(hangi kavram, kategorik çıkarımları olanaklı kılan kavram) Bu saf kavramlar, muhakeme faaliyetini
mümkün kılıyorlar, ancak bunlar kötüye de kullanılıyor diyecek. Diyalektik bölümüne geçecek…

Aklın mantıksal kullanımını anlatmış. Nasıl çıkarım yapar?

“Her akıl çıkarımında ilkin anlama yetisi yoluyla bir kural düşünürüm (major. Büyük öncül). İkinci
olarak, yargı yetisi aracılıyla bir bilgiyi kuralın koşulu altına alırım (minor.Küçük öncül). Son
olarak, bilgimi kuralın yüklemi yoluyla ve dolayısıyla us yoluyla apriori belirlerim (conc1usio.
Sonuç).” A 304 B 360

Kıyas esnasında düşünme yetisinin hangi işlevleri nasıl devreye giriyor? bunu düşünmüş. (Kant’ın
yıllarca mantık dersleri verdiğini de unutmayalım)
“Buna göre akıl çıkarımları da, anlama yetisinde bilginin ilişkilerini anlatma yollarına göre, tıpkı
genel olarak yargılar gibi üç türlüdürler: kesin, varsayımlı ve ayrık. (kategorik-hipotetik ve
disjunktif)” A 304 B 360

213
Sonra aklın saf kullanımına geçiyor. Bunu size şöyle anlatayım:

Akıl, nesneyi (genel bir kavram da düşünebilirsiniz, tikel ya da tekil değil) belirli kuralların altına
düşürüyor. Orada kullandığı kavramları da başka kavramlar altına düşürebilir. Çıkarımın büyük öncülü
(genel önermesi), daha genel başka bir çıkarımın sonuç önermesi olabilir. Aldığım kavram eğer somut
bir nesne değilse ben ondan hareketle daha alt çıkarımlara gidebilirim. Yani yukarı ya da aşağıya doğru
akıl çıkarımları yapabilirim.

Bir koşullu verilmiş, söz konusu bu koşullunun koşullarının dizilişini düşünelim. Farklı şekillerde de
verebilirim ben onu, hatta belirsiz bir şekilde de yukarıya doğru genişliyorlar. Akıl şöyle bir şey
yapıyor: bu koşullar dizisini öyle bir bütünlük içerisinde tutayım ki, onun kendisi bana bir mutlak bir
bütün versin. Yani koşulların toplamı gibi düşünün, bütünlük gibi düşünün. Eğer, bir şekilde ben söz
konusu koşulluyu, anlama yetisi tarafından kurulmuş olarak değil, koşullar tarafından belirlenmiş
olarak bileceksem, aslında onu tam olarak biliyor olamam, onun belirlendiği koşulların bir bütün
oluşturduğu varsayımı altında geçerlidir.

Şurada bir nesne var ve ben onu bazı koşullar üzerinden biliyorum diyelim, bu yukarıya doğru gidiyor.
Bunu ben başka şekillerde de bilebilirim. Akıl diyor ki ben bunu ben bilmeye çalışıyorum diyor.
Normalde anlama yetisi tarafından bilinmesinde böyle bir problem yok. Zaten kategoriler tarafından
belirlenmiş somut bir şey olarak orada var. (Anlama yetisinin derdi değil yani koşulların bir bütünü var
mıydı, yok muydu falan) Çünkü akıl, koşullar üzerinden koşulluyu kavrama yetisidir. Bu böyle
bunların bütünü varsa bu bütünle ilişkisi içerisinde bilirsem ben bunu bilebilirim derdinde akıl. Bu
nedenle tam olarak bunu kuşatamasa da (yukarıya doğru git git bitmiyor gibi düşün) bunu, bir bütün
olarak varmış gibi telakki ediyor. O bütünlüğe işte mutlak (absolute) diyor akıl. Bir koşullunun
belirlenmesini sağlayacak tüm koşulların bütünü. Ve bu eğer üç farklı çıkarım biçimi varsa, üç farklı
bütünlük şeklinde de tezahür ediyor.

Bir çıkarımın içerisindeki kavramların bağıntılarının bir bütün içerisinde tutulması gerekir demiştik,
diyelim ki bunların hepsi bu anlamda kategorik çıkarımlar, bütün bu kavramlar (olanaklı tüm
kavramlar diye de düşünebilirsiniz) kategorik bağıntılar içerinde bir arada bulunuyorlarmış da bir
bütün oluşturuyorlarmış gibi düşünmeye başlıyor akıl.

Sadece çıkarımı olanaklı kılabilmek için, kavramları kategorik bağıntılar içerisinde tutmak başka bir
şey, (ki bunu yapan saf akıl kavramı var ve transsendental bir işlevi var) ki bu bağıntılar sayesinde

214
çıkarım olanaklı oluyor. Ben bunu yapabiliyorum, öyleyse aslında sanki, olanaklı tüm kavramlar
kategorik ilişkiler içerisinde aslında belli bir temel, belli bir zemin, belli bir bütünlük oluşturuyolarmış
gibi düşünmek başka bir şey. Birazdan bu üç farklı mutlak ne onu söyleyecek bize.

1.Kitap: Saf Aklın Kavramları


2.Kitap: Diyalektik İdeaların Dizgesi (3 ayrı alt bölümü var 3 ayrı çıkarım olduğu için)

1.Kitap: Saf Aklın Kavramları bölümünde genel olarak idealardan bahsediyor, burada çok enteresan bir
Platon bölümü var. Platon bu idea fikrini nereden buldu, neden böyle bir şeye ihtiyaç duydu, Platon
idea fikrine nasıl devlet fikrinden, özgürlük fikrinden gitti bunu anlatıyor.

“Burada, bu ünlü filozofun anlatımına bağlamış olduğu anlamı saptamak için yazınsal bir
araştırmaya girişmeyeceğim. Yalnızca şunu belirtebilirim ki, sıradan konuşmada olduğu gibi yazıda
da bir yazarın konusu üzerine anlatılmış düşünceleri karşılaştırarak onu kendi kendisinin
anladığından daha iyi anlamak hiç de olağandışı bir şey değildir, çünkü kavramını yeterince
belirlemediğinden zaman zaman kendi niyetlerine aykırı olarak konuşmuş ya da giderek düşünmüş
olması bile söz konusudur.” A314

Platon ile ilgili bölümün sonunda temsillerle başlayıp çok ünlü bir sınıflandırma veriyor.

“ Her tasarım türüne uygun düşecek terimler açısından hiçbir eksiğimiz yoktur ve başkalarına ait
olan terimlere sarılmamız gerekmeyecektir. Bunların aşamalı bir dizileri şöyledir. Cins genelde
tasarımdır (repraesentatio). Altında bilinçli tasarım durur (perceptio). Bir algı yalnızca özne ile
onun durumunun değişkisi olarak ilişkili olduğunda duyum (sensatio), ve nesnel bir algı ise bilgidir Açıklama [E164]: Öznede bir
değişikliğe yol açması itibariyle
(cognitio). Bu (bilgi) ya görü ya da kavramdır (intuitus vel conceptus). Birincisi dolaysız olarak
nesne ile ilişkili ve tekildir; ikincisi dolaylı olarak, birçok şeyin ortaklaşa taşıyabilecekleri bir özellik
aracılığıyla. Kavram ya bir emprik ya da bir saf kavramdır ve saf kavram, kökenini yalnızca anlama
yetisinde taşıyor olduğu sürece (duyarlığın saf imgesinde değil), 'notio' olarak adlandırılır.
Notio'lardan oluşan ve deneyimin olanağını aşan bir kavram idea ya da akıl-kavramıdır. Bu
ayrımlarla tanışık biri kırmızı renk tasarımına bir idea denildiğini duymayı dayanılmaz bulacaktır.
Buna giderek bir 'Notion' (anlama yetisi kavramı) bile denmemelidir.” A 319-320 B 376-377

215
TEMSİL PERCEPTİO -Perceptio öznede bir değişikliğe yol açarsa DUYUM-
Eğer duyum bir bilgiye yol açıyorsa COGNISION Dolaysız ve tekil olanın bilgisiyse
GÖRÜ (intuition) Eğer dolaylı ve genel bir bilgiyse KAVRAM: Emprik Kavram ve
Saf Kavram Eğer saf kavramların bütünüyle ilgili bir bilgisi söz konusuysa İDEA ortaya
çıkıyor.

Sıra Transsendental idealara geliyor. Üç kategoriye bağlı olarak üç tane kavramsal bütünlük düşünecek.

“Anlama yetisinin kategoriler aracılığıyla tasarladığı ne denli ilişki türü varsa, saf aklın da o denli
kavramı vardır. Öyleyse ilk olarak bir öznedeki kesin sentezin, ikinci olarak bir dizideki üyelerin Açıklama [E165]: Kategorik sentezin

varsayımlı sentezinin, üçüncü olarak bir dizgedeki parçaların ayrık sentezinin bir koşulsuzu Açıklama [E166]: Hipotetik sentezinin
Açıklama [E167]: Disjunktif sentezinin
araştırılacaktır.” (A 323)

Kategoriyi özneyle ilişkilendirdi. Kategorik dediğimiz şeyler nelerdir? Bir özneye bir yüklem
atfettiğimizde bu atfedişe kategorik deriz. (S P’dir formunda yazarız) Kant’ın derdi şu: Akıl bir
anlamda tüm yüklemler kendisine atfedilebilen ve tüm yüklemleri kendinde barındıran mutlak bir şeyin
olduğunu zannetmeye başlıyor.

Semantik olarak, muhakeme açısından bu saf akıl kavramının kategorik çıkarımları olanaklı kılması
meşru bir şey. Fakat bu saf kavramdan hareket edip, bu saf akıl kavramının belirlediği mutlak bir şey
olduğunu akıl düşünmeye başlıyor. İşte orada çizgiyi geçiyor akıl. Yani muhakemeyi araç olarak
kullanırken bir sorun yok ancak bundan kalkıp “bu saf akıl kavramının belirlediği bir şey var, mutlak
anlamda tüm yüklemeleri kendinde barındıran nihai özne, tüm kategorik çıkarımları olanaklı kılan
nihai bir taşıyıcı olmalı” dediği anda yanılsamaya düşüyor.

Bu kavram nedir? RUH. Metafizikçiler ruh kavramını böyle uydurdular. Çok haksız değil, Aristoteles’i
hatırlayın: Adlarla başlar, adlar kendileri yüklem olamazlar, tüm yüklemler kendilerine atfedilir,
adların işaret ettiği nesneleri nesne kılan eidos’tur. Canlı bir organizmanın eidosu ruhtur der.
Aristoteles orada hakikaten kategorik yargıları ve çıkarımları olanaklı kılan bir şeyden (semantik ile
ilgili ya da dille ilgili bir şeyden, düşüncenin muhakeme faaliyeti ile ilgili bir şeyden diye düşünün)
başlayıp, “mutlak bir şey (ruh-eidos) var”a geçmiş Aristoteles.

216
Hipotetik çıkarımlarda da: diziler var, neden etki bağıntısı ile ilişkilendirilmiş her şeyi düşünebilirs in.
(Yağmur yağarsa yerler ıslanır) Bütün bunların dizilerinin oluşturduğu bir bütün de saf aklın
kavramının belirlediği bir mutlak nesne var: (bütün bu tür çıkarımları olanaklı kılan ve bu tür dizilerin
hepsinde içerilen) EVREN

Disjunktif çıkarımlar: belirli bir sistemdeki parçaların disjuktif sentezi. Tüm kavramlar A veya B gibi
bir araya getirilmiş önermeleri ya da yargıları düşünüyoruz. Oradaki kavramlar birbirlerini
dışlamaksızın hepsi bir aradalar. Bir sistem oluşturuyorlar, düşünülebilecek her şeyin toplamı: TANRI
(Batı felsefesinin Tanrısından bahsediyoruz)

Bunlar zannettiler ki diyor Kant, aslında muhakemeyi olanaklı kılan bu saf kavramlar, koşullu olanı
belirleyen, bütün çıkarımların zemininde yer alan mutlak şeyler: Ruh, Kosmos ve Tanrı. Metafizikçiler
bu nesnelerle ilgili muhakeme yapmaya başladılar diyor.

Kant’ın bütün iddiası: “semantikten ya da mantıktan varlık alanına geçemezsiniz”

Transandantal olarak böyle bir işlevi olan bir kavramın olması başka bir şey, bu kavramın altına düşen
bir nesne var demek başka bir şey. Nesne dediğimiz de mutlak, koşulsuz olan bir şey. Öyle bir nesne ki
görüde temsil edilebilmesi mümkün değil, tüm olanaklı kavramların birliği, tüm yüklemelerin
kendisine atfedildiği nihai özne, tüm dizilerin bir araya geldiği mutlak bütün…gibi nesneler olduğunu
akıl düşünmeye başlıyor. Burada bir sınırı geçme var.

Metafizikçiler metafizik yapıyorken aslında, sandalye ile ilgili konuşur gibi ruh ile ilgili konuşuyorlar.
Aslında bir ruh kavramımız var fakat görevi farklı. İşi kategorik çıkarımları olanaklı kılmak.Altına
nesne düşen bir kavram değil. O varmış gibi, tutup yüzyıllardır evirip çevirdiler diyor. Yanılsama
nerede ortaya çıkıyor? Hepsinde akıl farklı yanlışlar yapıyor.

Ruh söz konusu olduğunda sahte çıkarımlara (parasilogizm), kosmos söz konusu olduğunda
antinomilere düşüyor yani hem kendisini hem değilini verdiği önermeler ortaya atıyor. Tanrı ile ilgili
de ideal kavramından hareketle çelişkilere düşüyor.

Neden akıl böyle çelişkilere düşüyor? Çünkü bütün bu muhakeme faaliyeti içerisinde; kategorik,
hipotetetik ve disjuktif çıkarımlar ve buna bağlı 3 kavram var. Kategoriler olmadan, muhakeme yok.
Metafizikçiler, anlama yetisinin saf kavramları olan kategorileri, aklın saf kavramlarını evirip çevirmek

217
için kullandılar. Oysa kategoriler tek bir uygulama alanına sahip. O da amprik deneyim ve deneyimin
bütün uygulamaları. Tek işlevi bu olan kategorileri alıp saf aklın idelerini evirip çevirmek için
kullanırsan yanılsamaya düşersin. Neden?

Çünkü bunlar [ideler] adı üzerinde koşulsuz ve mutlak olarak düşünüldükleri için. Ne kosmosu ne
Tanrı’yı ne Ruhu görüsel temsille temsil edebilirsin. Biz bunların ne anlama geldiğini hiçbir zaman
kavrayamıyoruz demek. Çünkü bizim kavrayışımız kategoriler ile kavrayabileceğimiz ile sınırlı. Ben
hiçbir zaman temsil edemeyeceğim dolayısıyla hiçbir zaman kavrayamayacağım şeyleri sanıyorum ki
bu kategoriler cinsinden muhakemeye tabi tutabilirim işte bu Transandantal Yanılsama (Schein)’dır.

Örneğin töz, değişim içerisinde kalıcı olan şey. Sandalyenin tözünü düşünmek konusunda (rengi
değişirse sandalyenin hala sandalye midir?) bir sıkıntı yok Kant’a göre. Bu kullanım meşrudur. Ama
sen kalkıp ruh kalıcıdır, kalıcıysa ölümsüzdür falan dedin….siz bir şeyi kavradık zannediyorsunuz, ruh
diye bir şey var ve onu kalıcılık cihetinden kavradım sanıyorsun, sen kavrasan kavrasan sandalyeyi
kavrarsın. Ruhun ölümsüzlüğünü gösterdiğini sanan metafizikçi bir yanılsama yaşamakta Kant’a göre.
Aynı şey kosmos ve Tanrı için de geçerli. Bu tip bir metafizik Kant’a göre bir hiçtir. Akıl Açıklama [E168]: Nasıl “idea”
kendinde şey olarak düşünüyor Platon ve
okyanustakiler ile adayı daha iyi anlayacağını sanıyor ama bilemezsin diyor Kant. Adayı anlamak için diğer filozoflar tarafından’ı anlatıyor
geçtiğimiz Platon ile ilgili bölümde.
fizik yap. Okyanustan bir şey getiremezsin. Bunun da bizi götüreceği hiçbir yer yok. Bu tarz
metafizikten kurtulmamız lazım diyor Kant.

Kant’ı kim nasıl eleştirirse eleştirsin bu şekliyle metafizik yapmaya devam edelim diyen yok.
Hakikaten yapılabilirliğini ortadan kaldırmış. Kosmos hakkında konuşacaksan amprik fizik üzerinden
ne konuşabiliyorsan onu konuşabilirisin, başka bir şey konuşamazsın diyor. Psikoloji yapacaksan en
fazla davranış bilimi falan gibi bir şey yaparsın, o kadar.

Akıl nesnenin kuruluşu ile ilgili hiçbir işleve sahip değildir. Akıl muhakeme faaliyeti yapar yani
kavramları düzenler, bu anlamda bütünler oluşturur. Akıl düzenleyici olarak iş görür. Akıl şeyleri farklı
biçimlerde sınıflandırabilir farklı açılardan ve bu zamanla değişebilir bunda bir sorun yok.

Muhakemeyi olanaklı kılmanın dışında olanaklı kavramların bütünü olan bir şey (Tanrı) yok. Kant 3.
Kritik’te bu nedenle sistem meselesine çok kafa yormuş. Doğa nasıl bir sistem oluşturacak böyle
olursa, hepsi birbirinden kopuk bir sürü kavram var….Parmenides’ten beri olan düşünülebilir olanların
toplamı olan Batı felsefesinin Tanrı’sı eleştiriliyor.

218
“İdea ile zorunlu bir akıl kavramını anlıyorum ki görüde ona karşılık hiçbir nesne verilemez, öyleyse
aklın saf kavramları idealardır.”

Kendinde şeyi bir sınır kavram olarak tutmakta neden bu kadar ısrarlı? Özgür bir neden olarak ahlak
felsefesinde ona ihtiyacı var da ondan. Jacobi, Fihte falan bu kendinde şey’i nasıl ortadan kaldırırız
diye uğraşmışlar. Hakikaten kendinde şey’i atınca ahlak, insan tecrübesinden dışlanmış oluyor. Alman
İdealizmini düşündüğümüzde Hegel’i örneğin, ahlak aşılması gereken bir momenttir.

Bugün gelinen nokta da budur. Ahlak diye bir şey var dediğimizde bunu temellendirecek nokta
bulamıyoruz. Ben nasıl özgür bir neden oluyorum, nasıl ahlak gibi bir şeyden bahsedebiliyorum? Ruh
vadır, Tanrı vardır falan diyemiyorsun teorik olarak o zaman ahlakı nereye dayandıracaksın?

Soru: Kant’ın transandantal özne gibi kavramlar kullanarak eleştirdiği metafiziğin benzerini yapmakla
suçlandığını biliyoruz Fichte’den beri. Kant’ın zihnine bir sandalye atıp düşünsek ne derdi sizce Kant
bu eleştirilere?

Ruhun yetilerinin nasıl olanaklı olduğunu ben bilmiyorum diyor. Ben ancak kanaatimi bildirebilirim
diyor. Ancak benim tecrübeme, bütün sentezleme faaliyetime birliğini veren bir fiil var. (Apperception:
Algıya yönelenin kendini idrak etmesi fiili, algıladığı şey ile kendisini ayırt etmesi, ben varım ve
algılıyorum) ve bu fiilin birliği olmasa hiç bu sentezleme faaliyeti olmaz. Bu fiil nereden kaynaklanır,
kim bu fiili icra eder bilmiyorum, kim bilebilir? Ama bilgi böyle bir şeyse, sentetik a priori böyle bir
şeyse, o zaman bu bilginin sınırları içerisinde sen kalkıp ruhla ilgili konuşamazsın. Bu sınırı geçmek
isteyen ve ben’in hakkında konuşmak isteyenler tabiî ki olmuş: Schoupenhauer, Schelling (Fichte: Ben
kendi kendini vaz eder deyip kenara çekilmiş.) Hegel de Fichte’ye yakın düşünüyor. Schoupenhauer,
Kant’ta iki tane sınır kavramı yani kendinde şey var diyor, bir tanesi, tezahür edenlerin kendinde
olduğu hal, ikincisi, içsel histe, ben’in kendine görünmesinin zemininde yer alan olarak kendine şey,
ona da irade diyor. (Kant’a da benzer biçimde) İrade ve temsil olarak dünya diye kitabı var. Kant buna
ne derdi?

Siz bunun hakkında nasıl konuşabiliyorsunuz derdi. Vardır, yoktur diyemezsin irade temsil dünyasını
şöyle var eder falan diyeni aynı Sudûr kuramını eleştirdiği gibi eleştirir. Sen Hen’den Nous çıkarken
orada mıydın? der. Taşma lafından ben en çok sütün taşmasını anlarım. Hen’den Nous taştı gibi bir
cümleyi anlamam diyor. Kant bu konuda haklı kim ne derse desin.

219
Şunu yapabiliriniz. Be Kant’ın da yaptığı gibi teorik olarak bir kurgudan hareket ediyorum. Böyle bir
ilke var bu ilke de tezahür edeni böyle belirliyor. Kant buna der ki sen o zaman metafizik yapmıyorsun
sanki abdüktif bir çıkarımla bulduğun bir kurgu öne sürüyorsun. Tamam ama bunu bana evrensel ve
zorunlu bir bilgi gibi dayatamasın.

Schoupenhauer ve Schelling’ten etkilenerek Freud psikanaliz kuramını geliştirmiştir. İşe de yarıyor


diyelim. Ama mesela, ama kimse o ilk dediği şey, nesneyi ya da Ben’i, Freud’un anlattığı gibi kuruyor
ve nesne olarak tespit edilebilir ve doğrulandığı için biz bunu kabul ediyoruz mu diyor? Hayır. Bu
kuramdan çıkarılan tedavi yöntemleri var bizi bu kısmı ilgilendirir diyorlar. Yani Kant meseleyi,
sonuçları açısından ve Pozitivist bir bakış açısıyla ele alırdı. Metafiziğin asıl iddiası olan “Ben size
hakikatin ne olduğunu anlatacağım” gibi bir şey demiyor. Kant’tan sonra sen de Bence Ben şöyle bir
şey de kurgunu yap ama hakikat iddiasında bulunma işe yarıyorsa kullanalım. Platon bölünmüş çizgi
analojisinde Agathon’un bilgisi öyle muhakeme ile falan olmaz, oraya karışmayın diyor. Platon böyle
dememiş gibi, Plotinos gelip ondan bu çıkar falan diyor. Aynı şey Kant sonrasında da olmuş yani Kant
çerçeveyi böyle çizmiş ama millet ne yapılamaz dediyse içine atlamış.

Soru: Transendental özne kavramına sadece işaret ediyor ancak ondan bahsetmiyor, bir sınır kavram.
Konuşsaydı bir çelişki olurdu ama durduğu için bir çelişki yok diyebiliriz o zaman. Evet o da bir tür
kendinde şey. İçsel histe bir sınır teşkil ediyor. Bunun altına bir nesne düşer falan desen sistemi iptal
edersin hakikaten ama Kant öyle bir şey yapmıyor.

220
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:17

Soru: Yanılsamada imgelemin rolü var mı?


Cevap: Bazı yanılsamalarda var, transandantal yanılsamada var. İmgelem Kant’a göre, aklın saf
kavramlarını kavradığı bir nesne olsaydı, (akıl öyle zannediyor aslında bu bir yanılsama) muhayyilenin
işi canlandırmak diye düşünün, muhayyile söz konusu böyle bir nesneyi görüde canlandırabilseydi o
zaman yanılsama olmazdı. O halde bu sorunun cevabı, muhayyile olmadığı için yanılsama var. Çünkü
muhayyilenin asıl işi duyusal temsiller alanında, temsilleri sentezleyerek, bana orada nesneleri varmış
gibi göstermek. Onları karıştırıp sentezleyip bana kavradığımın karşılığı olarak sunuyor. Şu kurallara
göre birlik içerisinde kavradığın sandalye böyle bir şey diyor. Karşımda bu sandalyeyi durduran şey,
muhayyile.

Dolayısıyla imgelemin bu işle hiçbir ilgisi yok Kant’a göre. Kavrayamıyoruz, kavrayamadığımız için
de kategoriler üzerinden muhakemeye tabi tutamıyoruz. Ama metafizikçiler kategoriler üzerinden bu
nesneleri muhakemeye tabi tutmayı denediler diyor, tuttuklarını zannettiler. Bu yanılsama şöyle: bir
şeyi tuttuğunu ve bildiğini zannediyorsun ama tuttuğun ve bildiğin bir şey yok. Ama bu kendimizi
yapmaktan alamadığımız bir şey. Kant, akıl koşulluların yanında hep koşulsuzu arar diyor ve bu
kavramlarda (ideler) bulduğunu zanneder. Sanki, koşulsuz bir şey var orada gibi ve onun üzerine
muhakeme yapmaya başlar.

Akıl belirli şartlar altında o meşru olanı tutuyor. Akıl böyle bir muhakeme faaliyeti yapmasa, biz
hayatta falan kalamayız. Biz bir şeyleri belli sınıflandırmalar içerisinde kendimize sunuyoruz. Bir
şeyleri zehirli ve zehirli olmayan cinsinden bilmek hayatta kalmanı sağlıyor. Aristoteles de bunu çok
söyler, akıl öyle bir yeti ki, duyusal alanda herhangi bir nesne mevcut değilken de o nesneyi tutup
evirip çevirebilme yetisi. Koşulları kullanarak bir şeyi tutmak demek, koşullar yokken de tutmak
demek. Sandalyeyi üzerine oturulan…vb gibi tanımladığına o artık koşullar üzerinden belirlenmiş
oluyor ve karşında sandalye yokken de akılındaki sandalye düşüncesini istediğim gibi evirip
çevirebiliyorum. Bu bizi bütün diğer canlılardan ayıran bir şey. O artık benim aklımda önermelerin,
koşulların bir parçası olarak var, farklı bir varlık kazanıyor.

O halde şeylerin kalıcı varlığı da bu koşullar üzerinden var. Duyumlama üzerinden var olan hep gelip
geçici. Koşulların belirlediği olarak nesne ya da hakiki varlık. Batı metafiziğinin Parmenides’ten beri
gelen en eski fikri, “Düşünmek ve varolmak bir ve aynı şey”, “düşünülür olanın bir parçası olmak var
olmak demek”. O zaman da akıl buradan, “bu düşünülenin kendisi nasıl bir şey acaba”ya çok kolay

221
geçiyor. Kant, diyor ki bu düşünülenleri farklı bir şekilde ilişkilendirme biçimleri var aklın, o zamanda
akıl o düşünüleni üç farklı bütünlük halinde düşünmeye başlıyor. Düşünülürler üç farklı biçimde
koşulsuz bütünlük oluşturuyorlar.

Batı metafiziğinde bu hikaye nasıl başlamış diye düşünebiliriz? Tanrı’yı bu şekilde düşünmek,
düşünülenlerin birliği. Parmenides’in hocası Ksenophanes ki bu yolu açan adamdır. Ksenophanes diyor
ki dünyayı dolaştım, herkes Tanrı diye bir şeyden bahsediyor ama herkesin Tanrısı kendine benziyor
ya da o bölgede var olan varlıklara benziyor diyor. Varlık böyle bir şey olamaz diyor. Varlık belli bir
zaman, belli bir yerde olmaz varsa her zaman ve her yerde olması lazım. Bu tartışma, kendi başına var
olan, her yerde var olan, her ne ise o var olan, uzay zamana ya da benim duyumlarıma bağlı olmadan
var olan bir şey var mı?

Batı metafiziğinin Tanrı fikri bu. Parmenides: Duyusal alanda arayıp bulamadığımızı bulmak için dile
bakalım, (-dır’a bakalım. “Bu, budur.” Dediğimizdeki o düşünsel içerikler, kalıcı, oluş ve bozuluşa tabi
olmayana “Bir” diyorum diyor.) Bu tip bir kalıcı varlık arayışına aklımızın çalışması çok uyuyor.
Parmenides bu Tanrı’ya tapın yani Logos’a (mantık) diyor. Her şeyi koşulsuz olanla ilişki içerisinde
mantığa uygun olarak ele alın ve düşünün.

Kant, batı metafiziği bu şekilde bir anlayışla varlığı ele almaya çalıştı, oysa bu aslında bizim kurgumuz
diyor. Herkesin muhakeme yeteneği olduğu için ve herkes koşulsuzlar cinsinden koşulluyu bilmek
istediği için, hepimiz bu anlamda akıl sahibi olduğumuz için, bu düşünce çok çabuk bir biçimde de
kabul görmüş. Bu nedenle de hiç kimse “Bu nasıl olanaklıdır?” diye sormadı diyor Kant. Kant’ın temel
sorusu bu: Metafizik nasıl olanaklıdır?

Ben bir takım koşullar, şartlar üzerinden şu nesneyi belirliyorum, bununla ilgili hiçbir sorun yok.
Ancak, o nesne (bütün mevzu burada) sandalye, bu tip bir bütünlük üzerinden düşünülüyor diye,
varlığını da o bütünlüğe borçlu değil. Kant bir cümle ile bu işte.

Muhakeme faaliyeti üzerinden ben, bir takım koşullar üzerinden, şartlar üzerinden koyduğum,
(çıkarımdaki öncüller, koşullar onlar) onlar cinsinden bulup belirleyebiliyorum diye, bu karşımda
duran sandalye diye belirlediğim şey, dediğim şey varlığını o koşullara ve o koşulların bütününe borçlu
değil. (Kant bunu çok açık bir biçimde İkinci Kritik’in son bölümünde tekrar söyleyecek: Bu nedenle
diyecek, biz Tanrı’yı doğanın nedeni olarak düşünemeyiz. Kafasındaki Tanrı bu anlattığım Tanrı yani,
koşulların toplamı olarak, koşulsuz olarak düşünülen, doğanın nedenidir diyemeyiz diyecek.) Bütün

222
derdi de bu hatırlayın Lizbon depremi meselesini. Doğa ya da doğanın zemininde Parmenidesçi ya da
Platoncu bir idea olmayacak. Bütün derdi bu. Bu nedenle bu açıklama sonucunda size söylüyorum ki
diyor: aslında o söz konusu bütünlük, o koşulsuz, o mutlak olan falan, bir kurgudan ibaret, nesnel bir
gerçekliği yok. Kant’a göre akıl olmasaydı da, müdrike tarafından kurulmuş ve muhayyile tarafından
canlandırılmış nesnelerim, fiziksel nesnelerim olacaktı. Onlar varlıklarını akla ve aklın oluşturduğu
koşulsuz bütüne borçlu değiller. Tanrı’nın doğanın nedeni olmaması bu demek Kant’ta.

Soru: O zaman eşyanın gerçekliğini kabul etmiş oluyoruz.

Eşya, şeyler anlamında eşya, varlıklarını (bilginin iki temel ilkesi var: biri analitik, biri sentetik.
Analitik ilkesi formel-biçimsel bir şart çelişmezlik ilkesi. Her bilgi –o bilginin konusu olan her şey-
ruhun yetilerinin sentezleme faaliyetinin birliği altında durur. Şeyler var, emprik olarak da gerçekler,
ama bütün bu unsurlar aslında, transandantal anlamında idealdirler. Yani Ben’e bağlıdırlar, ben onları
bu şekilde sunuyorum, kuruyorum ve birlik veriyorum. Çok ilginç bir dengede duruyor, Kant’ta
mesele. Fiziksel şeyler, emprik olarak varlar ama bu şekilde, benim de onları bilebilmemi sağlayacak
şekilde varlıklarını benim onları kurmama borçlular. “Ben” dediğim şey de “akıl” değil. Psühenin üç
öznel yetisi bu işi yapar diyor, biri duyumlama yoluyla temsilleri alırım, muhayyile yoluyla
birleştiririm ve apperceptionun birliğine tabi kılarım diyor. Bu üç öznel yeti nesneyi, şeyleri ortaya
çıkarmak için yeterlidir. Akıl bunun üzerine sınıflandırmalar yapar, bu sınıflandırmaları yaparken –
yanışlıkla- kullandığı saf kavramlardan hareketle metafizik ortaya çıkmıştır.

Biz bugün Kant’ın söylediği şekliyle teorik fizik yapmıyoruz. Bugün “sosyal sözleşme kuramları” her
şeyi biz inşa ediyoruz falan diye düşünüyorlar. Kant öyle demiyor. Bizim ruhumuzun bir alt katı var, o
kendiliğinden işliyor biz ona karışamıyoruz. Ben dediğimiz Ayhan Çitil yapmıyor onu. Ayhan Çitil
dahi o faaliyet içerisinde kurulan bir şey. Onun üç yeti nesneyi ve nesnelliği kuruyor. Bu faaliyetler
sonucunda kurulan nesne benim teorik fizik yapmamı sağlıyor. Bilimin, bilim yapmanın bir zemini var,
emprik bilimlerin de bir zemini var, nedensellik bir vehim falan değil. (Hiçbir şey yoktan var olmaz,
varken yok olmaz, ararsan bir nedensellik bulursun) Bu anlamda bir nesnellik vardır, şeyler vardır.

Şeylerin (eşyanın) hakikati ne anlamda yoktur? Ben olmasaydım o şeyler böyle olurlar mıydı? Hayır.
Ben olmasaydım, onların benim dışımda bir bireyselliği olur muydu? Hayır. Özleri falan olur muydu?
Hayır. Aristoteles’ten falan son derece farklı bir çerçeve. En fazla diyebilirim ki, uzay-zamanda
etkileşen ve fizik biliminin konusu olan madde vardır. Yani benim ruhumun etkinliği içerisinde
kurulan bir gerçeklik var, bu gerçekliğin Kant’a göre bir nesnelliği var, (benim eğip bükemediğim ve

223
bilimini de yapmam gereken bir nesnelliği var) fakat bu, onun benim dışımda bir nesnelliği var
noktasına itemiyor. Bu Kant’ın Kopernik Devrimi sonrasında dışladığı şey. Benim dışımda orada nesne
var falan diyemiyoruz. Kendi başına varolan demek aynı zamanda bilginin de ötesinde olan demek.
(Numen)

Soru: İnanların çoğunda Tanrı fikri olmasını nasıl açıklayacağız?


Bu da açıklar, Tanrı fikri bizde var Kant’a göre. Kant’ın “Salt Aklın Sınırları İçerisinde Din” diye bir
kitabı var, çok önemli. İlahiyatçıların fakültelerini borçlu oldukları kitap, o kadar önemli. (Sclenmacher
o metni eleştirmiş değiştirmiş)

Hem Din metninde hem 2.Kritik’te akılcı bir imanın (rational faith) bir zemini var aklımızda fakat bu,
kendi başına bir Tanrı var ve o doğanın da nedenidir, gibi şeyler söylememize izin vermiyor. Nerede
işe yarıyor? Ahlak deneyiminin kuruluşunda işe yarıyor. Doğanın değil, ahlak tecrübesinin
kuruluşunda işe yarıyor. Kant’a göre hepimizin Tanrı ideası var ama o Tanrı ideası teorik aklın sınırları
içerisinde “Bizi yaratmıştır, doğayı yaratmıştır” diyebileceğimiz bir Tanrı değil. Sadece pratik aklın
bütünlüğünü sağlıyor.

Pratik aklın faaliyeti içerisinde Tanrı fikrinin nasıl bir işlevi var? Saf aklın kavramı olarak Tanrı ideası,
teorik aklın sınırları içerisinde doğanın nedenidir diyemediğimiz Tanrı ideası, belirli bir işleve sahip.
Nedir bu işlev? Erdemle mutluluğun sentetik birliği var. Ahlaklı erdemli olup da mutlu olmamayı
düşünemem. (Sokrates’in Savunması’nı hatırlayın, siz beni öldürseniz de iyi bir insana hiç kimse zarar
veremez, benim ruhuma zarar veremezsiniz, ben O’yum diyordu. Erdemli olan bir kişiye zarar
veremezsiniz.) Batı felsefesinde mutluluk hep eksiksizlik ile ilişkilendirilir. Kant aynı fikri söylüyor,
Hıristiyanlık’ta da başka dinlerde de aynı fikir var, tekrar eden bir fikir bu. Erdemli olmakla mutluluk
arasında kopmaz bir bağ var. Barı geleneği mutluluğu başka türlü pek tanımlamıyor zaten. Emprist
gelenekte mutluluğun hazcılıkla ilişkilendirilmesi başka bir şey.

Kant diyor ki ahlak yasası benim aklımın bir olgusu (fact) Ben niyetlerimi ahlak yasasına tabi
kıldığımda özgürümdür, benimdir, varımdır, ahlak deneyimine sahibimdir, bu anlamda erdemliyimdir.
Benim maksimlerimi ahlak yasasına uydurmam ancak özgür olabilmem sayesinde olanaklıdır.
Özgürlük ideası olmadan ahlak deneyimini düşünemem. Özgür olmayan, sorumlu da olamaz. Özgürlük
ideası, ahlak yasasını, ahlak yasası özgürlük ideasını gerektirir diyor. Bu, ahlaklı olmak için Tanrı
ideasına ihtiyacım yok demek.

224
Tanrı, Tanrısal birlik, ödül-ceza, ahlaklı olmak için bunlara ihtiyacım yok. Sadece ahlakı konuşacaksak
konu burada bitiyor. Mutluluk denilen şey, eksiksizlik durumu veya kendini tam güvende hissetme
diyelim, ahlak yasının geçerli olduğu, niyetlerimi belirlediğim alanda ki o numenal alan, kendi başıma
olduğum alan, irademin belirlendiği alan…

Ama diyor Kant, mutluluğun ortaya çıktığı alan, numenal alan değil, fenomenal alan. Ne demek bu?
Benim eylemlerim ve eylemlerimin sonuçları bu dünyada, fenomenal dünyada ortaya çıkıyor. Burası
biliyoruz ki, mekanik nedenselliğin hakim olduğu bir yer. (Antinomilere buradan girebiliriz, tersten
gideriz) Yani niyetlerimin belirlendiği numenal bir alan var ama eylemlerimin ortaya çıktığı alan
fenomenal alan, her ikisinde de farklı yasalar geçerli gibi düşünün. Ahlak yasası doğanın bir yasası
değil (evrensel bir yasa olabilecek gibi eylemde bulun, maksiminin bir doğa yasası olmasını istiyor gibi
eylemde bulun…)

Kant’ın her Kritiğinde çözmeye çalıştığı bir antinomi var. 1.Kritik’te antinomiler ortaya konuluyor, 2.
ve 3. Kritik’te o antinomiler çözülmeye çalışıyor. 2.Kritik’te çözülmeye çalışılan şu: Erdemle mutluluk
arasında bir sentetik birlik var. Ahlak yasına tabi olduğumuzda da erdemli oluyoruz. Mutlu
olacağımızın bir garanti var mı? (bu pratik alanda sorulduğunda böyle) teorik alanda sorulduğunda
soru şöyle:

3 tür yanılsama vardı, çünkü 3 tür akıl kavramı vardı. Ruh, kosmos ve Tanrı ile ilgili. Kosmosla ilgili
antinomilerden bir tanesi nedensellikle ilgili. (3.antinomi): Akıl, evrende sadece mekanik nedensellik
mi var diyor? Akıl bunu teorik alanda soruyor ve hatta ispatlıyor. Ama akıl aynı zamanda –bu konu
eşlerin örtüşmezliğinden beri gelen bir fikir- her şeyin bir tezahürü ve kendi başına hali var. Ben
kendimi özgür bir neden olarak da düşünebilirim aslında. Demek ki doğada sadece mekanik
nedensellik yok. Bir de özgür nedensellik var. Akıl bunu da düşünüyor, bununla da ilgili bir ispat
verebiliyor, teorik olarak da işin içinden çıkamıyor. Antinomi bu demek.

Demek istediğim şu: Ben elimi kaldırıp şu saati aldım. Ben bunu, özgür irademden hareketle bir özgür
neden olarak mı yaptım? Yoksa mekanik bir nedensellik mi? Hayat beni bu noktaya kadar getirdi,
örnek verecektim ve önümde bu saat vardı ve onu kullanmak zorunda kaldım. İkisi de eşit ölçüde kabul
edilebilir cevaplar. Hangisinin doğru olduğuna ilişkin bir cevap da yok. Akıl bunun içinden çıkamıyor.

225
Soru: İkisini birleştiremez miyiz?
İkisini birleştirelim diyen de Fichte. Alman İdealizmi bu ikisini nasıl birleştirebiliriz diye uğraşmış.
Bugün zihin felsefesinde biz hala işin içinden çıkmış değiliz. Bütün zihin felsefesi tartışmaları, insanın
neliğine ilişkin tartışmalar bununla ilgili. Ben, doğada mekanik nedenselliklere göre ortaya çıkmış ve
diğer canlılar ile de mekanik üzerinden etkileşen bir tür müyüm? Yoksa aslında ruhu olan ve özgür bir
nedenselliğe sahip bir varlık mıyım? Bu tartışma ile ilgili.

Kant diyor ki; zaten teorik olarak bu işin içinden çıkamazsınız. Pratik aklın faaliyetinde ise aslında ben,
özgür bir neden olduğum ve bir özgür neden olarak benim tercihlerimin mekanik nedenselliğin içinde
ortaya çıktığı bir şey düşünebilirim ki ahlaki eylem bu demek. Özgür bir seçimle, kendi maksimlerimi
ahlak yasasına tabi kılıyorum. Bun yaptığımda da aslında biliyorum ki ben özgür bir neden olarak
varım. Kant bu problemle uğraşıyor aslında 2.Kritik’te. Nasıl olur da özgür bir neden mekanik alanda
sorun yaratmadan bir takım sonuçlara yol açar?

Doğanın mekanik olması şöyle bir şey: Burası bilgisayar oyunu gibi bir şey. Burada ne olup bittiği
kodlanmış. Herhangi bir şey oluyorsa bunu mekanik nedensellik içinde bir koda bağlamak
durumundasınız. Neden-sonuç ilişkisi belli bir bilgisayar programına bağlı gibi düşünün. Belli kodlar
var. Sen keyfine göre değiştiremiyorsun.

Soru: Edebiyat oyun hatası gibi bir şey o zaman?


Oyun hatası nasıl bir şey. Var say ki, en oyunun içinde bir karaktersin, oyunu dışarıdan oynayan
değilsin dikkat et. Oyunun içinde kendinin farkına varmış bir karaktersin, bu da oyunun içinde yazılmış
bir kod ama. Ben mekanik bir nedensellikle bu saati buradan alıp şuraya koyacağım bütün program
bunu gerektiriyor. Ama özgür bir nedensen bunu şuraya değil de oraya da koyabilirsin. Kant’ın asıl
çözmeye çalıştığı sorun şu: özgür neden varsa, bu program çökmeden bu seçime izin vermesi lazım. O
ana kadar programda öngörülmemiş, programdan kaynaklanmayan bir etki ortaya çıkacak programın
içerisinde. O zaman iş tanrı ideasına gidiyor.

Tanrı ideası, pratik aklın faaliyeti içerisinde ancak bu aşamada kavrayabildiğimiz, anlayabildiğimiz,
var olması gerektiğini düşündüğümüz bir ilke, bir idea. Sanki bir üst program gibi. Ne demek bu? Ben
özgür bir neden olarak bunu şuraya değil de oraya koyduğumda bu programın çökmemesini sağlıyor.
Tanrı bu Kant’a göre. (“İyilik yap denize at, balık bilmezse, Halik bilir” sözünün başka bir versiyonu
bu. Özgür neden olarak harekette bulun, balık –mekanik nedensellikten dolayı bunu anlamaz ama-
Halik onu yerli yerine oturtur demek)

226
Bu şu demek oluyor aynı zamanda, ben bu tip bir eylemde bulunduğumda bir bakıma aslında mekanik
nedensellikten yani doğanın kendi işleyişinden kaynaklanmayan bir etki yaratıyorum orada. Doğayı
kendi haline bıraksaydım hiçbir şekilde ortaya çıkmayacak bir şey yaratıyorum. Bu etkilerin toplamı
nedir? Tarih’tir. Doğal-tarihsel ayrımının zemininden bahsediyor Kant burada, diyor ki; biz insanı –
doğal olandan ayrı olarak- bir şeyleri değiştirebilemesi ve bir birikim ortaya çıkarabilmesini bunun
üzerinden düşünebiliriz.

Ben ne zaman ahlaklı davranırsam –ki biz karşılıklı olarak birbirimizi amaç olarak gözettiğimizde
bunu yapıyoruz- herkesin yasama organı olduğu bir amaçlar krallığını (herkesin kendi yasasını koyup
ona göre ahlaklı olduğu) bir amaçlar krallığının üyesi oluyoruz. Bunu bu dünyada
gerçekleştirebildiğimiz ölçüde de –Batı felsefesinin uzun zamandır tartıştığı tarihin sonu fikri de
bununla ilgili- bunu gerçekleştirdiğinde tarihin sonu geliyor, amaç onu gerçekleştirmek zaten. Ama
Kant; bu bir ideal olarak düşünülebilir, iş buraya varır mı, bu gerçekleşir mi, gerçekten tarih böyle bir
ereğe göre mi deviniyor? Bunu teorik akılla karara bağlayamayız, bunu bilemeyiz ama düşünebiliriz
diyor.

Bu ikisi birleştirilebilir mi meselesi aslında fenomenal dünyanın tarihi içerisinde çelişkiye düşmeden
özgür bir birey olarak alınabilir mi? Fichte, Schelling, Hegel hepsinin derdi bu. Acaba biz tarihi bu
şekilde düşünebilir miyiz, bilebilir miyiz, felsefesini yapabilir miyiz?

Mesele Batı felsefesinin içinden çıkmadığı bir konu (özgür bir neden olabilir mi yoksa her şey
gerekirci mi?) teorik olarak çözülemez fakat bu bizim, pratik aklın faaliyeti içerisinde bir ahlakın
imkanını düşünebilmemizin koşulunu oluşturur. Yani iyi ki de çözemeyiz, çözmüş olsak, bilginin
konusu olsa ahlak tecrübesiyle işin olmaz.

Şimdi giriş bölümüne geri döndüğümüzde daha iyi anlıyoruz ne dediğini. “İnanca yer açmak için
bilgiyi olanaksız kıldım” teorik aklın bir şekilde bir yerlere ulaşmasını kısıtlıyorum ki bu sayede pratik
aklın genleşmesinin, kendine yer açmasının imkanını yaratıyorum diyor. Bu kadar lafı da bunun için
diyor aslında.

Tanrı doğanın nedeni değildir, pratik aklın (pratik akıl özgür irade demek) faaliyetinin, doğanın
mekanik nedenselliği ile uyum içerisinde bulunmasının nedenidir. Bu önemli bir fark.

227
Fuerbach Kant’tan hareketle düşünmüş, Kant olmasaydı Fuerbach olmazdı. Aslında bizde Tanrı, din
fikri var. Bunu bu biçimde ortaya koymak çok da dinin lehine mi? önemli olan bu. Yani “böyle bir şey
var” dersen teorik olarak açıklarsan, tamamen insan tecrübesinin bir parçası haline gelmiş oluyor. Bu
bakımdan da antropolojinin bir alt dalı haline geliyor dini mevzular. Bu iyi bir şey mi? siz karar verin.
Tanrı kanıtlamaları falan yapmak çok da iyi bir şey mi emin değilim. (bu çerçevede tabi)

Şöyle bir laf var: “Ne aradığınıza dikkat edin hakikaten bulabilirsiniz de” İlahiyatçılara söylüyorum.
Madde için de söylemiştim, maddenin statüsünü ne yapacağız derken iş başka bir tarafa kaymış.
Aslında bir din tecrübesinin, Tanrı’nın varlığını, delillerinin falan olmasının aslında bağlandığı yer çok
tehlikeli olabilir. Asıl inançlarımla çok uyumlu olmayan bir yer olabilir. Delil bulacağız peşinde
giderken Batı felsefesinde başka yere gitmiş mesele.

Kant diyor ki ben bir arkitektonik yapıyorum, kazı yapıyorum. İnsan tecrübesinin dibini kazdıkça neler
gördüğümü size gösteriyorum diyor. Transsandant terimine dönelim Aristoteles’teki. Varlık, birlik gibi
terimler kategori değiller ama dili olanaklı kılıyorlar. Var, Bir gibi terimlerin sanki bir bildirimi varmış
ve bilinebilirmiş gibi düşünülmesi Kant’a göre yanlış. Bunun da nereden çıktığını anlatıyor. Ama diyor
tecrübeyi olanaklı kılan anlamında Transandantal benim işime geliyor diyor. Bu ne demek? Bu
transsandant meselelerinin de ben size nasıl çıktığını, meselenin nerede kaydığı anlattığımdan artık
rahat bir biçimde transsandantal terimini de kullanabilirim.

Radikal kötülük meselesi, (H.Arendt’in de daha sonra ele aldığı) Salt Aklın Sınırları İçerisinde Din
metninde ele aldığı bir konu. Radikal bir kötülük vardır ama bu Hristiyan teologlarının bahsettiği gibi
kökensel bir kötülük değildir diyor. Radikal kelimesi “rude” “kökten” kelimesinden geliyor bu nedenle
“kökensel kötülük” diye de çevriliyor. İnsanın yaratılışından gelen kökensel bir kötülük var dediğiniz
şeyin aslı benim yaptığım kazı çalışmasından sonra ortaya çıkıyor ki bu da insanın kökensel bir
günahla doğduğu değil.

Freud’u Marks’ı falan hatırlayın. Bu bir decontruction’a doğru gidiyor. Senin tecrübende var olduğunu
düşündüğün ve kalıcılı olduğunu düşündüğün şey aslında şu şu mekanizmalarla aslında senin
tarafından kurulan bir şey. İnsan varoluşu bu anlamda trajik. (Tragedyanın bir anlamı da kendi
yaptıklarının ayağına gelmesi demek. Yani sen bunu ayağına geldiğinde fark etmiyorsun onu bu
kılıkta, sonra anlıyorsun ki şunu şunu yapmışsın ki ayağına bu gelmiş. Nietzsche boşuna tragedya
yazmamış Kant’tan sonra. Aslında yapılan bu trajik varoluşumuzun örtüsünü kaldırmak. Aslında

228
inançlar, iman açısından son derece tehlikeli. Kantla uğraşırken çok dikkatli olmak lazım. İnananlar
için Kant’ta tehlikeler var.)

Din metninde “amaçlar krallığından” o amaçlar krallığının kralı olarak Tanrı’dan bahsediliyor fakat, bu
metinde bahsettiği kötülüğün insanların eylemlerinin sonucu ortaya çıktığı, kendi toplumsallığının
sonucunda ortaya çıktı ve inanların bunda kendi sorumluluğu olduğunda insanları ikna etmek. Bu
beraberinde -bugün Müslümanların da parçası olmakta zorlandığımız- siyasi aktivizmin ne
olduğundan bahsediyor Kant bir yandan da.

Kötülüğü insanlar toplumsallıkları içerisinde bunu ortaya nasıl çıkarırlar? Bunu ortadan kaldırmak için
insanlar nasıl iyi ilkesi etrafında toplanıp siyasi faaliyette bulunmalıdır’ı anlatıyor. Kant’ın kafasındaki
Din böyle bir şey. Aslında bütün geleneksel dinlerin yerini böyle bir şey alsın diye uğraşıyor Kant, ve
modern yaşayıştaki din aslında toplumsal yaşamdaki davranışların siyasi olarak düzenlenmesi ve
dolayısıyla ortadan kaldırılmasını sağlayan bir şey.

Kant 1781’den 1796’ya kadar (Opus postumum’da da ) yaklaşık 17-18 sene iyilik-kötülük meselesiyle
uğraşmış. Kritiklerin üzerinde yükselerek iyilik kötülük meselesiyle uğraşmış. Son yazdığı metin -
Ahlak Metafiziği- hukuki boyutunu ele alıyor meselenin. Kant nasıl bir mizaca sahip biri? Kimse
kimseye baskı yapmamalı, herkes özgür olmalı, Rousseau etkisi. Bunun metafiziksel olarak
temellendirilmesi gerektiğini düşünüyor. Geleneksel dinlerdeki “iyi” anlayışıyla ilgili şöyle bir sorun
görüyor Kant: Mutlak anlamda iyi varsa (ki bu batı felsefesinin Tanrısıdır) kötülük aslında onun
yoksunluğudur ve o da bilgisizlikten ortaya çıkar. Bu tabloya baktığımızda pratik aklın faaliyetine,
özgür bir nedene ya da insanın bir şeyi değiştirmesine gerek yok. Kant’ın en sinir olduğu şey de bu
işte.

O anlamdaki bir din anlayışını ortadan kaldırmaya uğraşıyor. Demeye çalıştığı şey, mutlak anlamda bir
cevher falan yok. Biz ne yapıyorsak kendimiz yapıyoruz, o ayağımıza geliyor ve bunun temel nedeni
de toplumsallık. (Din metninde diyor ki insan kendi halinde bir varlıktır, ne zaman insanlarla bir araya
getirilirse bir canavar ortaya çıkar, kıyaslama, emniyete alma, iktidar kurma…üzerinden insan dejenere
olur.) Fakat insanın iyiye yöneliminin aşamaları var (Hayvaniyet, beşeriyet, insaniyet) İnsaniyet yani
şahsiyet aşamasındaki var oluş ahlaki bir varoluş. İnsan burada var olabilir ve dünyayı kendine
benzetebilir. Dünya cenneti fikri olanaklıdır. Çünkü kötülüğün nedeni insanın kendisi olduğu için insan
isterse bunu kendisi ortadan kaldırabilir. Siyasi aktvizm fikri burada gündeme geliyor. İyinin mutlak
olarak görüldüğü bütün din fikirlerinin iptal edilmesi anlamına geliyor.

229
Bu düşünce ilahiyat tartışmalarında o kadar önemli bir tartışma ki, göz ardı ederek ilahiyat
yapamazsınız bugün. Farkında olmanız lazım ve sonrasındaki farklı görüşleri de bunun üzerinden
okumanız lazım. Marks’ın komünizmi bu anlamda bir dünya cennetidir. Herhangi bir siyasi aktivizmin
temeli Kant’ın Din metinindedir. Neyin yerine neyi koymaya çalıştığını iyi görelim.

Sorum: Kant’ın siyasi iktidara boyun eğmek ya da başkaldırmamayı teşvik etmekle eleştirildiğini
biliyoruz. Bu anlattıklarınızla nasıl ilişkilendirebiliriz?

Din metinin 3.kitabının girişinde 2 sayfalık bir bölüm var devrim manifestosu gibi bir şeydir. Asıl Kant
odur. İnsan irade zafiyetiyle kötü olabilir, kendisi de böyle bir hata yapmış olabilir. Mesela Kant’ın
kitabını kime atfettiği önemli bu bağlamda. Yada Fichte’ye destek veriyor önce sonra atezim
suçlamaları nedeniyle desteğini geri çekiyor. İyi ve kötü maksimlerini karıştırdığı için (impurity) insan
katışıksız bir saf irade ortaya koyamıyor insan. Kötülük, siyasi yapı içerisinde insanın bu ihtimalleri
fark edip engellemek amacıyla eylemesi ile ortadan kaldırılıp toplumsal refaha erişilebilir diyor. Kant
gayet siyasi aslında.

Sorum: Ben siyasi bir özne olarak görmüyorum Kant’ı. Bir aktivist değil.
Kant’ın kendisinin nasıl olduğu önemli değil. Kant’ın bütün felsefesi o kadar siyasi ve o kadar aktivist
ki aslında bu açıdan bakarsak. Bütün düzeni dümdüz etmiş.

Sorum: Radikal kötülük ile ilgili Arent okumalarını düşünürsek yada Eichmann davası bağlamında
düşünürsek….
Onlar Kant’ın radikal kötülükle ilgili bir şeyi ihmal ettiğini düşünüyorlar. Kant’ın öngördüğünden daha
radikal bir kötülük var diyorlar. Din metni resmen bir manifesto gibi. Bir araya gelip siyasi bir aktivist
gibi davranmazsak bu iş çözülmez. Kötülüğü ortadan kaldırmak için bu gerekli. Bence Kant’ın özü bu.
Din metni Alman idealistleri tarafından en çok okunan metinlerden biri. Hegel o metini okuduktan
sonra Hristiyanlığın ihyası falan üzerine tez yazmış. Kant’ı Alman idealisteri sonrasında biraz farklı
okumalar nedeniyle siyasi anlamda yanlış anlamalar olmuş ama sonra Kant aslında öyle demediye
gelinmiş. Şimdi bütün insan hakları savunucuları Hegel’e değil, Kant’a gönderme yapıyorlar. Hegel bir
devlet filozofu aslına bakarsanız. Kant hala etkili bana kalırsa.

Transandantal Diyalektik: Birinci kitapta ideleri, ikinci kitapta paralogizmleri anlatmaya başlıyor.
Paralogizm (sahte çıkarım), ruh üzerine yanlış çıkarımlar. Bu paralogizmlerin 4 kategoriye göre 4
çıkarımı var. (A 344: Ruh bir tözdür, niteliğine göre yalın, yani basittir, bağıntıya göre varlığı değişik

230
zamanlara göre aynıdır, modalite kategorisinde göre: uzaydaki olanaklı mümkün nesnelerle ilişki
içerisindedir.) Bunlara göre sanki bir ruh varmış, düşünen bir varlığın bir kendilindenliği varmış gibi
düşünen metafizikçiler yanılmıştır diyor.

4 paralogizmin ilki: “Tasarımı yargılarımızın mutlak öznesi olan ve buna göre başka şeyin
belirlenimi olarak kullanılamayan kendilik tözdür. Açıklama [E169]: Aristoteles’e de
Leibniz’e de çok benziyor. Aristoteles:
Ben düşünen bir varlık olarak, tüm olanaklı yargılarımın mutlak öznesiyimdir, ve benim kendime Kendisi başka bir şeyin yüklemi olmayan
fikrinden töz fikrine gider.
ilişkin bu tasarım başka herhangi bir şeyin yüklemi olarak kullanılamaz. Öyleyse ben düşünen
varlık (ruh) olarak, töz’ümdür.” (A348) Açıklama [E170]: Bu daha çok
Leibniz’in yaptğı gibi bir çıkarım.

Kant nasıl bu çıkarımın yapılamayacağını anlatıyor.


2.Paralogizm’de: Nitelik kategorisine göre düşünülebilen şeyler böyle şeyler ve sen onları tecrübede
olamayan bir şeye uygularsan, yanılsama yaşarsın diyor.
3.Paralogizmde: Zaman içinde özdeşliğin zemini olarak ruh düşünülebilir diyor. Bugün modern
psikolojide de bu tartışma Kant’ın etkisinde devam ediyor.
4.Paraogizmde: İdealizm tartışması.
İster Batı ister Doğu geleneğinin metafizik tartışmaları hep ruh üzerinden devam eder. Bu tip bir ruh
fikrini iptal etmek, bununla ilgili nesnel bilgi iddiasında bulunamazsın demek için yazılmış bunlar.

Sonra, 2.Kitapta evren “kosmos” fikrine geliyor. “Tüm görüngülerin bütünlüğü” diye bir fikir
niceliksel olarak. Ya da basit parçalardan mı, bileşik mi? gibi….kategorilere göre bölüyor.

Sonra da her bir paralogizmle ilgili 4 antinomiden bahsediyor. Antinomi, (norm:yasa) sen kendini bir
şeyin reddi üzerinden konumlandırıyorsun. O da seni senin reddin üzerinden konumlandırıyor. İki
farklı konum böyle ortaya çıkıyor. Ancak ikisi de birbirinin çelişik ve yanlış olduğunu gösteremediği
için ikisi aynı anda ve çelişik olarak var olmaya devam ediyorlar. Ama evrenle ilgili bütün tartışmalar
böyledir, Batı metafiziğinde. Savın ispatını ve karşı savın ispatını yazıyor, ikisi de geçerli. Bu nedenle
akıl bunun içinden çıkamaz diyor.

Sav:
1) Evrenin bir başlangıcı vardır ve uzay açısından da sınırlar içerisinde kapalıdır.
Karşısav:
2) Evrenin hiçbir başlangıcı ve uzayda hiçbir sınırı yoktur; tersine zaman açından olduğu gibi uzay
açısından da sonsuzdur.

231
Yıllarca metafizikçiler bu sakızı çiğnedi diyor. Fakat akıl bunun içinden çıkabilir mi?yi hiç
düşünmediler. Akıl bunun içinden çıkamaz. Kant’ın iddiası bu. Çünkü asıl sorun bu tip bir bütün
düşünülebilir mi? de yatıyor. Düşünülemez ki. Sen bu işin içinden çıkmazsın çünkü ne dediğini
bilmiyorsun. Kant’ın iddiası bu.

2.antinomi: Felsefe tarihi okuduğumda daha çok fark ediyorum Kant’ın ne dediğini. 17-18.yy’da
metafizikçiler birbiri yemişler evren basit miydi, bileşik miydi diye. Kartezyenler,
Gassendiciler…..binlerce sayfa yazmışlar. Bir sonu var mı yok. Çünkü kimsenin kendini ispatlayacağı
bir zemin yok. Tecrübede de gösteremiyorsun. Biri yalındır, diğeri bileşiktir diyor çık işin içinden.

3) Sav: Doğa yalarına göre nedensellik kendisinden evrenin görüngülerinin tümünün de


türetilebileceği biricik nedensellik değildir. Bu görüngüleri açıklamak için bir de özgürlük yoluyla
nedenselliği varsaymak zorunludur.

Karşısav: Hiçbir özgürlük yoktur, tersine evrendeki her şey yalnızca doğa yasalarına göre olur.

Bir kayıkçı kavgası çıkıyor, sonuç hala yok. Aristoteles’in diyalektik diye bahsettiği şey. Bilimsel
olarak karar veremezsin. Aristoteles Topikler’de: diyalektik mesele nedir? Felsefede sav bir tartışma
başlatır ve bu bir sorun olarak ortaya çıkar. (Aristoteles’in kendi verdiği örneklerden: Evrenin bir başı
var mıdır, yok mudur?) Kant, bütün bu diyalektik tartışmaların hiçbirinin teorik olarak bir sonu
olmadığını söylüyor.

4) Sav: Evrende öyle bir şey mevcuttur ki onun parçası ya da nedeni olarak, mutlak olarak zorunlu bir
varlıktır.

Karşısav: Ne evrende ne de evrenin dışında onun nedeni olarak mutlak olarak zorunlu hiçbir varlık
yoktur.
Kozmolojik ispatlar. Nedenler zinciri, zorunlu varlığa kadar götürülebilir mi götürülemez mi?

Diyelim ki evrenin başlangıcına ilişkin çalışmalar yapıldı ve Big Bang Theory’i destekleyen…vb Biri
kalkıp diyor ki belki bu döngüler de sonsuzdur diyor. Evren açılıp kapanıyor nereden bilebileceksin.
Çıkamıyorsun işin içinden. Belki de bunların sonsuzluğu var. Akıl bir Tanrıyı bu noktada varsaymak
zorunda değil. Kant haklı. Hiçbiri diğerine göre daha güçlü değil, çünkü akıl buna karar verecek
ehliyette değil. Akla bu şekilde güvenirsen burnun çelişkiden çıkmaz diyor Kant.

232
Soru: Bu iki savı da çelişmeden savunmayı sağlayan nedir?

Kategoriler, bu tip bir bütünlüğün hakkında muhakeme yapıp karar verecek ehliyette değiller.

Tutarlılığı sağlayan ne savunurken?


Çelişmezlik ilkesi. Ben kendi içinde tutarlı bir kanıtlama geliştirebilirim. Çünkü benim varsayımımı
başkasına göre geçerli kılacak başka bir şey yok. A doğruymuş, B yanlışmış diyebileceğimiz bir zemin
yok. Diyalektik tartışmaların doğası bu, ikisi de eşit derecede mümkün. Bu tip konularda Burhani bir
çıkarım yok.

Burası neresi ve biz burada ne arıyoruz? Bilmiyoruz. Kant’ın söylediği bu. Bizim bunu bilmek ile ilgili
bir ehliyetimiz yok. Bir felsefeci olarak “Burası neresi, biz burada ne yapıyoruz?” sorusuna cevap
verebilecek biri var mı? Evren bile cevap değil. Evren desen, o niye var? Diye soracaksın. Akıl doğası
gereği soruyor. Ben bilinçli bir varlığım, düşmüşüm buraya, nerede olduğumla ilgili hiçbir fikrim yok.
Fakat akıl soru sorma konusunda ehil, cevap verme konusunda ehil değil diyor.

Ne yapacağım o zaman: İki şey yapabilirsin: Bilim (çünkü bilimin böyle sorularla hiçbir ilgisi yok
Kant’a göre) Bu tip bir ahlak fikrine siyasi bir aktivizm için de ihtiyacın yok. Bu dünyada iyinin peşine
düşmek için de böyle bir şeye (Tanrı) ihtiyacın yok. Dolayısıyla ahlaki tecrübeyi de mümkün kılıyor.

Kant: İyi nedir? Mutlak bir iyi fikrine sahip değiliz. Bu anlamda akli görümüz yok. Teorik olarak (yani
bir temsil olarak) ben iyiyi bilemiyorum. İyiyi nerede arayacağım? İrade tarafına bakacağım o zaman.
Yani kendi başına olan tarafımızdır. Acaba iyiyi isteme, iyiyi irade etme diye bir şey var mıdır? Bu da
ancak ve ancak koşullu (hipotetik) olmazsa olur. Senin iyiyi istemen dışsal bir nesne tarafından
uyarılıyorsa buna iyi diyemeyiz. Kendinde iyi fikri bizi ahlak yasası fikrine götürüyor. Böyle bir şeyi
düşünülebiliyor muyuz? Evet. Kendi düsturlarımızı buna uydurabilir miyiz? Evet. Sorun şu: Bu nasıl
mümkün olabilir? Aklın bir olgusu olarak böyle bir şey var. Ahlak yasası bir çıkarım değil, olgu.
Meşhur lafını hatırlayın: “İki şey beni durmaksızın hayranlığa sevk ediyor: üzerimdeki yıldızlı gökyüzü
ve içimdeki ahlak yasası.” Yıldızlı gökyüzü ne kadar olguysa, ahlak yasası da o kadar olgu Kant’a
göre. Ahlak yasasını icat etmiyor, keşfediyor Kant. 2.Kritiğin büyük bir bölümü de ahlak yasası
özgürlüğü, özgürlük de ahlak yasasını nasıl gerektirir üzerinden yürüyor.

233
Dolayısıyla olgudan böyle bir genellemeye gidebiliyorsun, olgu (ahlak yasası) var olduğu için, oradan
özgürlüğe geçebiliyorsun. Ondan sonra da iş başka tarafa doğru gidiyor, eğer özgür nedensellik varsa
nasıl oluyor da özgür nedenin sonucu burada ortaya çıkıyor? Meselesi ile uğraşmaya başlıyor ki tanrı
fikri orada devreye giriyor.

Asıl mevzu ne? Ahlak yasasının olması önce, iyi ve kötünün ayırt edilmesi sonra. Mutlak iyi var diye
bir şey yok Kant’ın kafasında. Benim irademi belirleyen bir ahlak yasası var olduğu için iyi-kötü
ayrımını yapabiliyorum. Ahlaki mutlakiyetçiliğe (moral absolutism) karşı evrenselci ahlak anlayışını
savunuyor. Evrenselci ahlak şu demek: mutlak anlamda iyi-kötü yok. Ama tüm insanları bağlayan
nesnel anlamda iyi ve kötü var.

Bugün yaşadığınız dünyayı şekillendirmekte Kant hemen hemen her filozoftan daha fazla etkili.
Karşımızda bu yapıyı ömrü boyunca kurmak için uğraşmış bir deha var. Bu nedenle kolay cevaplar
yok. Kolay kolay hata yapacak, bağlantıları gevşek bırakacak biri yok karşınızda. Kaç bin sayfa yazmış
ve hepsini birbiri ile örmüş. Kolay kolay çürütemezsin.

Son 200 yıldır herkes Kantçı lafı doğru. Batı felsefesini dönüştürüyor adam. Herkes bir yerinden
değiştirmeye çalışsa da özü itibariyle verdiği mesaja dokunan yok. Bu kadar etkili.

Kant’ta vicdan ahlak yasasına duyulan saygıdır. Adında Tanrının geçmesi önemli değil, Tanrısal akıl
var mesela ama orada bahsettiği akıl, tözsel cevhersel anlamda akıl değil. Nasılsa bizim içimizde bir
ahlak yasası ve bu ahlak yasına bir yönelim var. (Predisposition var.) Kötüye de aynı şekilde var. (Ona
da propencity diyor.) İyi yada kötüyü seçmek ile ilgili özgürlük yerinden hiç oynamıyor. (Ona
transandantal spontaniety-kendiliğindenlik diyor) Transandantal kendiliğindenlik olarak özgürlük, bizi
biz yapan şey. Biz maksimlerimizi seçmek konusunda özgürüz, şartlar ne olursa olsun. İşte bizdeki
Tanrısal taraf bu zaten. (Buradaki Tanrısal çok özel anlamda: bizi bütün mevcut belirlenmişleri aşacak
şekilde özgür kılan şey özgürlük)

Amaçlar krallığında yasama yetisi herkesin olduğu için, genel anlamda anladığımız anlamda bir
cemaatten bahsetmenin imkanı yok Kantçı anlamda. Anca bizi bir araya getiren bir ahlaki koalisyon
hep var, değişken de olsa. Sen ne zaman aktivizmi seçsen ve ahlak yasasına uysan bu cemaatin bir
üyesi oluyorsun, uymadığın anda da ayrılıyorsun ve bu spontan bir biçimde oluyor.

234
Doğal akışı içerisinde insan ve iyi ne kötü. Ahlak yasasını oraya koymadan ne iyi var ne kötü. Ahlak
yasasını bir olgu olarak koyduğun anda, ona uymakla ilgili zafiyet kötülük oluyor, ona uyup
uymamaya ilişkin kafa karışıklığın kötülük oluyor, ya da ona uyduracağıma hazlarıma, duygularıma
uyarsam kötülük ortaya çıkıyor. İyi olmak da en nihayetinde maksimlerinin ahlak yasasına tabi olması
demek.

Arzu ve haz iki ayrı yeti Kant’ta. İsteme (irade: will) diye bahsettiği şey, arzunun saf hali ahlak yasası
tarafından belirlenen diye düşünün, ama benim istemem onun tarafından belirlenebildiği gibi, arzu ve
haz tarafından da belirlenebiliyor. Ne zaman akıl sahibi varlıkları amaç olarak gözeteceğime araç
olarak gözetsem bu ahlaksızlık Kant’a göre. Ama insan hep bu ikisi arasında gidip geliyor. Kant şunu
da söylüyor: tek başına zaten en fazla özgür olmak için ahlaklı olursun, bu da sürekli tehdit halindedir
hazlar ve duygular nedeniyle. Dolayısıyla bu dünyada bir fark yaratmak istiyorsan ve bir şeylerin kalıcı
olarak değişmesini istiyorsan ahlaki koalisyona ihtiyacın var. Bu anlamda Kant son derece siyasi. Tek
başına kurtuluş yok. Asıl o ahlaki koalisyonun üyesi olmak ve birlikte çalışmak gerekir diyor.

Bunlara siz bir daha bakın ve düşünün (bana diyor)

Sorum: Benim kastım şuydu: Sanki beni üstümden aldığım bir emri yapmamak gibi bir lüksüm yok
gibi Kant’ta. (1960larda yapılan Miligram deneyini de hatırlarsak)

Hayıt sakın ha, çok büyük bir yanlışlık bu. Zaten hep karıştırılan şey bu. Zannediliyor ki Kant’ın
çerçevesi böyle bir şeye izin veriyor. Öyle bir şey yok. Kant aslında böyle bir şeyin nasıl tersine
döneceğini, kötünün nasıl iyiymiş gibi benimsenebileceğini de anlatıyor orada. Böyle bir şey olabilir
diyor. Fakat bugün, insan hakları mahkemesinde Sırp kasaplarını askerleriyle birlikte yargılıyoruz.
Asker, komutan bana görev verdi ben de yaptım diyor.

Ahlaki olmayan bir emre uymamak ve gerekiyorsa bunun için hayatını riske atmak özgürlük ve
ahlaklılık Kant’a göre. Kant’a haksızlık ediyorlar bence orada, Kant böyle biri değil. Kant’ın Alman
İdealizmi içerisinde deforme edilmiş hali Nazizme yol açmıştır. Kant o anlamda kötüye kullanılmıştır.
Kant böyle bir şey söylemez. Mümkün değil. Bu Kant’ın özüne aykırı bir şey. Ne derseniz deyin kant
böyle bir şeyin zemini olmaya çanak tutacak bir şey yapmış bir adam değildir. Orada bir haksızlık var.

235
Arendt’in radikal kötülük ile ilgili eleştirilerinden biri nedir? (structure violence: yapısal şiddet)
Yoksulluk, yapısal bir şiddet uygulamaktır mesela. Senin hiç tanımadığın insanlara sırf belli bir
biçimde yaşıyor olduğun için uyguladığın şiddet yapısal şiddettir. Kant böyle bir şeyin
sıradanlaşmasını görmemiştir diyebilir Kant’a Arendt mesela. Ben bunu da zorlama buluyorum. Çünkü
Kant insanın ne kadar kötü olabileceğini, kendi menfaatini korumak için neler yapabileceğini bilen ve
defaten bunları yazmış bir adam. Adını böyle koymamış olabilir.

Ya da insanlığın bu kadar da kötülükte ileri gidebileceğini öngörememiş olabilir. Bu bir öngörü


eksikliğidir. Zorlarsak insanlığın nasıl bu hale geldiğinin açıklamasını gene Kant’ta bulabiliriz. Bence
orada fazla kolaycı bir biçimde eleştiriyorlar Kant’ı.

Sorum: Din metnini yazarken neden Frederih’in uyarısı üzerinde yazmayı bıraktı? Bu çerçevede bunu
nasıl yorumlayacağız?

Bu kişiye yönelik bir saldırı. (argumentum ad homitem) Ne bileyim ben neden yaptı? Kant’ın böyle bir
şeyi yapıp yapmaması ayrı bir şey ne dediği ayrı bir şey. Kant da insan onun da zaafları var. Kant
kendisi de böyle bir hata yapmıştı o halde Kant’ın görüşleri için şöyle diyelim. Bu hakikaten aşırı.
Kant tamamen ahlaksız biri bile olsa onun yazdıklarını ciddiye almak zorundayız.

Sorum: Ahlaksız demiyorum zaten demek istediğim: Kant’ın ahlak anlayışı uygulamada böylesi bir
çelişkiye yol açmıyor mu diye soruyorum?

Teorik olarak ahlakı tartışmaya konu edemediğimiz için, bir eylemin dışarıdan bakarak ahlak yasına
uygun mu değil mi karar veremiyorum. İki maksim arasında da kalabilirsin: arkadaşını satmayacaksın
ile doğruyu söyleyeceksin arasında da kalabilirsin. Kimse size hangisini seçmeniz gerektiği konusunda
fikir veremez, teorik bir algoritması da yoktur. Birini seçersin öbüründen dolayı da vicdanın sızlar.
Bunun öznel olması ahlaki sınırlar olmadığı anlamına gelmez, Kant bence bu konuda son derece haklı.
Biz biliyoruz da ahlaklı oluyoruz diye bir şey yok ama ahlak diye bir şey var. Teorik olarak tartışma
konusu edemesen de. Bu nedenle kimseye dışarıdan bakıp vay ahlaksız demek de mümkün değil
Kant’ta ve bu bence iyi bir şey.

Batıyı nasıl algılıyoruz? Kimse kimsenin yaşam biçimine karışmıyor. Bunun özü Kantçı ahlaktır.
Neden? Çünkü sen bu tip davranmak ahlaksızlıktır diyemiyorsun. Öznel olması dezavantaj değil. Tam
tersine bir anavtaj. Çünkü bilginin konusu dışında kalmalı, bilginin konusu haline getirirsek asıl

236
insanlara çok büyük zulüm etmeye başlıyoruz. Sanki birileri biliyor oluyor ve şunu yap bunu yapa
karışıyor.
Ben, yaptığım şey ne zaman ahlak yasasından kaynaklanıyor’u teorik olarak karara bağlayamıyorum.
Ama bu ahlak yok, evrensel ahlak sınırları yok demek değil. Öznel olması evrensel olmasına engel
olmuyor, Kant’ın çok önemli bir vurgusu bu. Kant’ta aynı şey estetik için de geçerli. Estetiğin
deneyimi de öznel. Fakat güzelin deneyimi evrensel. Aynı şey. Kalkıp bu ahlaklı bu ahlakız demenin
nesnel bir zemini yok. Herkes kendi maksimleri içerisinde, kendi kararını kendisi veriyor. O amaçlar
krallığının bir Tanrısının olması gerektiği fikri de buradan çıkıyor. Neden? Ancak bir Tanrı bunu
gerçekten bilebilir. Gerçekten ahlaki olanın ne olduğunu ancak o taktir edebilir. Böyle bir fikre de
ihtiyacımız var. Bu Tanrı vardır anlamına gelmiyor. Böyle bir perspektifin olması gerektiğini
düşünüyoruz. Bunu takdir etmek insanlara bırakılmamış, bence bu çok iyi bir şey. Bu tip
genellemelerle Kant’ı kolayca bir kenara koymayın. En azından yargınızı biraz daha erteleyin.

237
A.Çitil-Kant Okumaları Ders:18

Diyalektiğin 2.Kitabının 3.bölümü üzerine (Transsendental İdeal) yani Tanrı üzerine konuşacağız.
Bitirmek için uygun bir konu çünkü Kant felsefesinin metafizik eleştirisinin zirvesi bu.

En son Transsendental Diyalektik’i konuşuyorduk. T.Diyalektik, mantığın bilgi edinmek amacıyla


kullanılmaya çalışmasının yol açtığı açmazların ortaya konulmasıydı. T.Mantık bize herhangi bir bilgi
vermiyordu. Akıl koşuluz olanı arıyordu. Kendisinin de saf kavramları vardı ki bunlar farklı akıl
çıkarımlarını olanaklı kılıyordu. Klasik mantıktan Kant’ın tevarüs ettiği üç farklı çıkarım var ki bunlar
kavramlar arası üç farklı bağıntı kurma biçimimize dayanıyor. Bağıntı kategorisinin üç alt kategorisi ile
ilgili üç farklı tür çıkarım ve üç farklı tür çıkarımı olanaklı kılan akla ait üç farklı kavram var. İşte
bunlara idealar diyor Kant.

Bu üç farklı çıkarım: Kategorik, hipotetik ve disjunktif çıkarımlar. Kant, çıkarımların yapılabilmesi


için ben kavramları belli bağıntılar halinde bir arada tutmak durumundayım zaten diyor. Örneğin;

Kategorik çıkarımlarda, Tüm Alar Bdir, tüm Bler Cdir, o halde tüm Alar Cdir. Bunu yapabilmem için
A, B ve C’yi kategorik ilişkiler içinde bir arada bağıntılandırmalıyım ki bu çıkarımı yapabileyim. Söz
konusu o kavramlar (idea) bu kavramları ilişkilendirmek ve bir bütün halinde tutmamıza yarıyorlar ve
bir işlevleri var yani, onlar da transsendental unsurlar çünkü bir şeyi olanaklı kılıyorlar.

Fakat, bu sefer olanaklı kıldıkları şey nesneler değil, çıkarımlar. Nesneler müdrikede kurulmuştu zaten.
Bir bakıma biz bu çıkarımlar yoluyla kurulmuş olan bu olanaklı nesneleri, çıkarımlar yoluyla
belirleyerek biliriz, koşullar altında biliriz.

Aynı şey hipotetik çıkarımlar için de geçerli. Orada ben kavramları koşullu bağıntılar üzerinden bir
belli bir dizi oluşturuyormuş gibi tutarım sonra çıkarımımı yaparım: A ise B, B ise C gibi….

Aynı şey disjünktif çıkarımlar için de geçerli: (2 tür var: bağdaşır seçenekli disjünktif çıkarım (A veya
B) var ve bağdaşmaz seçenekli disjünktif (A ya da B) çıkarım var. Kant’ın üzerinde durduğu ya, ya da
ile olan çıkarım) burada da akıl belli bir bağıntı içerisinde –sentez, terkip yaparak- kavramları bir arada
tutar.

238
Fakat, akıl durduğu yerde durmuyor, tüm bu kavramsal bütünlüklerin kendi başına bir varlığı olduğunu
düşünmeye başlıyor ve ona bir nesnellik atfetmeye başlıyor. Tüm yüklemleri kategorik olarak
kendinde barındıran bir nesne düşünüyor. Ya da tüm kavramları bir dizi oluşturacak şekilde bir arada
tutan bir nesne düşünüyor. Ya da ayrık bir şekilde kavramları (ya, ya da bağıntısına tabi tutan) kendi
başına bir nesne varmış gibi düşünüyor.

İlkinde kategorik çıkarımlarda felsefecilerin “ruh” dedikleri nesneye, ikincisi hipoteteik çıkarımlarda
“evren” dediğimiz neneye karşılık geliyor, üçüncü nesne de transsendental ideal dediğimiz “tanrı”ya
karşılık geliyor.

Her biri ile ilgili de insanlar sanki onlar bir nesneymişçesine onu ele alıp onlarla ilgili farklı çıkarımlar
yapmaya başlıyorlar. Bu nesneler amprik görüde temsil edilebilen nesneler olmadıklarına göre, onları
saf kavramlar üzerinden tutuyorlar, kategoriler üzerinden muhakemeye tabi tutuyorlar. Her bir kategori
türünden farklı tür bir muhakeme, farklı tür bir çıkarım karşımıza geliyor.

Örneğin “ruh” söz konusu olduğunda bağıntı kategorisinin altındaki cevher-araz kategorilerinden
kavranılarak düşünüldüğünde akıl, ruhun kalıcılığından ölümsüzlüğünden bahsetmeye başlıyor. O
zaman aslında hiçbir zaman nesne olarak kavranılmayacak ve görüde temsil olunamayacak bir şeyi
sadece görüde temsil olunan şeyleri kategoriler üzerinden evirip çevirdiği için bir tür yanılsamaya
kapılıyor. Buna da özel olarak Kant “paralogizm” adını veriyor. Ortada bir nesne var, kavranılan bir
şeyler ya da yapılan bir çıkarım var gibi görünüyor ama yok. Nitelik kategorisi açısından ruhun yalın
olduğuna ya da olmadığına, bağıntı kategorisi…vb her biri açısından bir çıkarım varmış gibi
düşünülüyor ancak aslında paralogizmler üretiyor.

Benzer bir konuyu “kosmos” nesnesi için de ele alıyor. Ama orada aklın yaptığı şey daha farklı. Nesne
olduğu vehmedilen şey değiştikçe, aklın içine düştüğü tuzaklar farklılaşıyor. Bu durumda yine
kosmosu dört kategoriye göre düşünüyor akıl. Bu sefer de “antinomiler” ile karşılaşıyor. Yani, evrenin
başı var mı, sonu var mı? Evrendeki nedensellik mekanik bir nedensellik mi, ayrıca özgür bir
nedensellik var mı? gibi tartışmalarda bir savı ve karşı savı aynı anda ispatlayabileceğini görüyor. Bu
anlamda bir antinomi ile karşı karşıya kalıyor. Yani kendi kendisiyle çatışıyor akıl. Ruh ile ilgili
olandan farklı bir şey bu. Yine çatışıyor ama sorunun mahiyeti farklı.

239
“Saf aklın ideali” bugünkü konumuz. İlk bölümde genel olarak ideal üzerine konuşuyor. İnsan aklında
idealardan farklı olarak ideal diye de bir kavram var. İdeal bir saat, ideal bir insan düşünebiliyoruz
bunun ideadan farkı ne? Onu bir bireymiş gibi düşünüyoruz, tekil düşünüyoruz. İdeal insan
dediğimizde örneğin. Aynı örneği sanat ile ilgili de veriyor. Orhan Veli: “Bir yer var, her şeyi anlatmak
mümkün, duyuyorum, anlatamıyorum.” dediği gibi. Kant bu idealden değil, transandantal idealden
bahsedeceğim diyor.

“Her kavram onun kendisinde kapsanmayan açısından belirsizdir ve belirlenebilirlik ilkesi altında
durur; birbiri ile çelişkili olarak karşıt iki yüklemden bu ilkeye göre yalnızca biri kavrama ait
olabilir. Bu ilke çelişki (çelişmezlik) önermesi üzerine dayanır ve buna göre bilginin tüm içeriğini
soyutlayan ve mantıksal biçimin kendisinden başka hiçbir şeyi göz önüne almayan salt mantıksal bir
ilkedir.” (A 571)

Kast ettiği şey şu: Biz herhangi bir şeyi düşündüğümüzde, kavradığımızda bu, olanaklı-mümkün tüm
çelişik karşıtlar açısından o çelişik karşıtlardan bir tanesine sahipken diğerine sahip olmaz diye
düşünürüz. Örneğin bardağı düşünüyoruz bir bardak kavramımız var, “bardak alet midir?”, “alet
olmayan mıdır?”, “renkli midir?”, “renkli olmayan mıdır?” birbirinin karşıtı olan bu karşıtlardan illaki
birine sahip olacak diye düşünürüz. Şeffaf ise, şeffaf olmayan değildir çelişmezlik ilkesine göre.
Ağzının çapı ile tabanının çapı aynı olan, olmayan gibi bir çelişik karşıtlıktan olmayanı taşıyor bu
bardak örneğin. Düşünebilen mi, düşünebilen olmayan mı? olanaklı tüm kavram çiftlerini
düşünüyoruz. Bu karşıt kavram çiftlerinden birine sahip olduğunu düşünüyoruz.

Bu açıdan bakıldığında bağdaşmaz seçenekli disjünktif (ya, ya da ) çıkarımları yaparken kavramları bu


karşıt kavram çiftleri olarak düşünürüz ve onları bir bütünlük olarak da düşünürüz. Tüm kavramlar
çelişikleri ile birlikte varlar ( A ve A olayan) Bu bardak bunlardan bir kısmına sahip. Bu sayede
nesneyi düşünür ve çıkarımlar yaparız. “Ya Adır, Ya A olmayandır. A değildir, O halde A olmayandır”
…gibi. Bu çıkarımı yapabilmemiz, bu ilkeyi düşünebiliyor olmamızdan gelir.

Buraya kadar da sorun yok. Akıl her şeyi düşünüyor, her şeyi bir belirlenmişlik olarak düşünüyor ve
dijünktif çıkarımların hepsini bu çıkarıma dayanarak yapıyor. Tıpkı kategorik ve hipotetik çıkarımları
yaptığı gibi. İş nerede karışıyor? Ona geleceğiz. Bu ideal nasıl ortaya çıkıyor?

240
“Bu tüm olanaklı olanların toplamı ideasının, her bir şeyin tam belirleniminin koşulu olarak Açıklama [E171]: Akılda her şey
belirlenmiş olarak var, yüklemlerin birine
temelde yatması ölçüsünde, kendisinin onu oluşturabilecek yüklemler açısından henüz belirsiz ya da diğerine sahip olarak var. Akıl onu
belirlenmiş olarak düşünüyor.
olmasına ve onun yoluyla tüm olanaklı yüklemlerin bir toplamından daha ötesini düşünemeyecek
olmamıza karşın, gene de daha yakın bir irdelemede buluruz ki bir kök-kavram olarak bu idea türev
olarak başkaları yoluyla daha şimdiden verilmiş olan ya da başkalarıyla yan yana duramayan bir
yüklemler çokluğunu dışlar, ve kendini tam olarak apriori belirlenmiş bir kavrama arıtır, ve
böylelikle yalnızca idea tarafından tam olarak belirlenmiş ve bu yüzden saf aklın bir ideali olarak
adlandırılması gereken tekil bir nesnenin kavramıdır.” (A 573)

Her şey aslında belirlenmiş bir nesne olması sebebiyle bir idealin (tam belirlenmiş nesne idealinin) bir
örneği. Her şey zaten ona göre belirleniyor. Böyle bir nesne aslında ortada var mı? Yok. Aslında biz
şöyle demiş oluyoruz: Herhangi bir nesneyi akıl düşündüğünde tam belirleniş olarak düşünür. Böyle
bir ideale sahiptir, her şeyi o ideale göre belirlenmiş olarak düşünür. O karşıt kavram çiftlerinden birine
sahip ve belirlenmiş olarak. (hangisine sahip olduğu belli değil şu anda) Bunu şöyle de diyebilirsiniz:
Olanaklı karşıt yüklem çiftlerinden en az birine sahip olarak belirlenmiş olan nesne ideali diye bir şey
var. Her şey bu ideale göre belirlenmişlik kazanıyor. Bu bardak da benim tarafımdan öyle düşünülüyor.

Asıl soru şu: böyle bir ideal nesne var mı? Aslında yok. Bir bakıma aklın nesneleri düşünürken, tam
belirlenmiş olarak düşünürken her şeyi kendisine benzettiği bir ideal. Aklın kendisinde oluşturduğu
transsendental bir ideal olarak var. Gerçekte buna karşılık gelen bir nesne var mı? Yok. Akıl burada da
durmuyor ve söz konusu bu ideale bir varlık atfetmeye çalışıyor.
Açıklama [E172]: Bende bir tüm ideali
var.
“Her bir şeyin tam belirlenimi, bu olgusallık tümünün, sınırlanması üzerine dayanır. Çünkü Açıklama [E173]: Varsayalım ki bu tüm
karşıtları bir arada ele aldık ve hiçbir
bunun bir bölümü şeye yüklenirken kalanı ise dışlanır. Bir işlem ki ayrık-disjünktif büyük öncülün belirlenim yapmadık. A ve A olmayan bana
bir tüm veriyor. (Bu tüm indefinite yani
sınırsız, sonsuz sayıda bir tüm) Belirli
ya, ya da’sı ile ve küçük öncülde bu bölmenin bir üyesi yoluyla nesnenin belirlenimi ile bağdaşır. sayıda da yüklem olduğunu düşünün, ben
her defasında bu tümü belirli bir yerinden
Buna göre, aklın transsandantal ideali tüm olanaklı şeyleri belirlemesinin temeline koyan kullanımı ikiye bölüyorum. A olan, olmayan, B olan,
olmayan….vb. Bunun tamamı da benim
ayrık çıkarımdaki gidişine andırımlı bir yolda davranır-bir ilke ki, onu yukarıda tüm transsandantal için bir tüm. Nesne olarak belirlerken ne
oluyor. Sanki A’nın yanında bir kutucuk ve
ideaların üç çıkarım türüne koşut giden ve karşılık düşen dizgesel bölümlenişinde temel almıştım. A olmayanın yanında bir kutucuk var. Ben
bir nesne yapmak istediğimde A’ya B
olmayana tik atıyorum. Bütün bu listenin
üzerinden bir kere geçtiğimde tümden –
değillemey marifetiyle A’dır ve A olmayan
Açıktır ki akıl yalnızca şeylerin baştan sona giden zorunlu belirlenimlerini tasarımlama biçimindeki değildir- bir nesneyi belirliyorum.

bu amacı için ideale karşılık düşen bir varlığın varoluşunu değil ama yalnızca ideasını var sayar ve Açıklama [E174]: Yani akıl bunu
yaparken ve nesneyi belirlerken, varoluşa
sahiptir diye atfetmez. Olanaklı bir bütün
bunu böylece tam belirlenimin koşulsuz bir bütünlüğünden koşullu bütünlüğü, e.d. sınırlı olanın düşünüyor, her şeyi ona göre belirliyor.
Ama bu olanaklı bütün nesne olarak vardır
bütünlüğünü türetmek için yapar. İdeal öyleyse tüm şeylerin kök-imgesidir (prototipi: ilk örneği), demiyor. Akıl çıkarım yaparken bunu
söylemiyor.

241
öyle ki şeylerin tümü de, eksik eşlemler (ec/ypa) olarak, olanakları için gereci ondan alırlar ve ona
az ya da çok yaklaşırken gene de her zaman ona erişmenin sonsuz ölçüde uzağında kalırlar.” (A
577-578)

Bu tümün tamamına sahip olma olanağı hiçbir zaman yok. Ben ya A’yımdır, ya A olmayanımdır. O
tüm ise hem A, hem A olmayanı içerden bir bütündür. Buradan şu sonuç çıkar: benim tarafımdan
düşünülebilecek herhangi bir nesne bu tümü örnekleyemez. Böyle bir şey mümkün değildir.

Sonra, akıl burada da durmuyor. Akıl söz konusu bu ideal olarak düşünülen ideaya varlık atfediyor.
Yanılama da burada ortaya çıkıyor. Akıl kalkıyor söz konusu bu idealin gerçekte var olduğuna dair
ispatlar vermeye çalışıyor. Tanrı ispatları dediğimiz ispatlar bunlar. Kant bunları üç bölüme ayırmış:
Varıkbilimsel, Kozmolojik ve Fiziksel tanrı-bilimsel ispatlar. Bu üç ispat türünün de olanaksız
olduğunu göstereceğim diyor.

Ben herhangi bir anda doğa diye bir şeyi düşündüğümde, doğru bilim bilmediğim sorusundan bağımsız
olarak, bu şekilde söz konusu idealdeki çiftlerden herhangi birini seçer ve belirlenmiş olarak
düşünürüm diyor. Örneğin doğayı düşünüyorum, siz bende farklı da düşünüyor olabilirsiniz. Doğayı
siz disjünktif çıkarımların da konusu olacak şekilde muhakemeye tabi tutacağınız bir nesne olarak
düşündüğünüzde bu seçimleri yapmak zorundasınız. ( Ya A olarak (örneğin canlı), ya da A olmayan
olarak (cansız) düşüneceksiniz)

Her zaman bir nesneyi, düşündüğümüzde bu açıdan tam belirlenmiş olarak düşünürüz diyor. Başka
türlü de o bizim disjünktif çıkarımlarımızın nesnesi haline de gelemez zaten diyor. Bu, biz onu doğru
düşünürüz, yanlış düşünürüz önemli değil. Düşündüğümüzde nesne belirlenmiş olacak iddia bu.
Prototip dediği, transandantal ideal dediği şey o tümün kendisi. Kendisi belirlenmemiş olarak var ama
herhangi bir belirlemeye, bir nesne olarak belirlenmeye de açık. Onun için de kutulara tikleri
attığımızda bizim nesnemize dönüşüyor. Her şey o bütünden geliyor. Çünkü o belirlenmemiş olması
itibariyle prototip. Belirleneydi prototip yani ilk örnek olmazdı. Aristoteles Platonu eleştirirken, Platon
kendini Parmenides dialoğunda eleştirirken aynı şeyi söyler. Arketip olarak düşünürsek, bir şey o
arketipten ona benziyor olması itibariyle pay alır. Neye göre benzeyecek gibi tartışmalar çıkar.

Kant bunu söylemiyor. Aklın aslında boş içi doldurulabilir bir şeması var diyelim. Ona prototip diyor.
Orada da bütün düşünülebilenler, A ve A olmayan, B ve B olmayan şeklinde kavram çiftleri olarak var.
O yüzden liste gibi düşünün bunu. Bu, prototiptir. Olanaklı düşünülebilen her şeyin toplamı. Onu

242
belirlediğiniz anda, yani kutu çiftlerinden birine tik attığınızda o artık bir nesne olarak karşınızda.
Bardak da olabilir, doğa da olabilir. Olanaklı olduğundan bu dünyada var olmamış bir nesneyi de
düşünebilir ve disjünktif çıkarımlarıma konu edebilirim. Akıl onu nesnesi kıldığı anda bu prototipi
belirleyerek nesnesi kılıyor.

Sonra bu tüm, bu transandantal ideal, akıl vardır diye ispatlamaya çalışıyor. Aslında bu tür ispatlar
yaparken düşündüğümüz bir şey var diyor ilahiyatçılara. Böyle bir bütünü, olanaklı tüm kavramların
toplamı gibi bir şeyi düşünüyorsunuz. Parmenides de Leibniz de Anselm de düşünmüş. Ama diyor,
düşündüğünüzü gerçek mekanında tespit edemediğiniz için zannettiniz ki bir nesne olarak ispatı
verilebilir bir şey sandınız, oysa öyle bir şey değil.

Sadece disjüktif çıkarımları olanaklı kılan bir transsandental idea olarak var. Ama bir nene olarak var
diyemeyiz. Ben size nasıl yaptığınız ispatların da geçersiz olduğunu göstereceğim diyor. Hepsine
değinemeyeceğiz ama en azından –çok ünlü olduğu için- ontolojik ispatı nasıl çürüttüğüne bakalım.
Bu, Anselm ve Descartes’in de kullandığı ispat biçimidir. Hume’da da bunların bir eleştirisi var ama,
Kant’ın eleştirisi nihai olmuş, çok etkili olmuş. Bu ispatlardan şüphe etmeye başlanmış Kant’tan sonra.
Tanrının varoluşunun ontolojik ispatının olanaksızlığı:

“Tüm çağlarda insanlar mutlak olarak zorunlu bir varlıktan söz etmişler, ve bu tür bir şeyin
düşünülüp düşünülemeyeceğini ya da nasıl düşünülebileceğini anlamaya çalışmaktan çok
varoluşunu ispatlamaya çalışmışlardır. Bu kavramın sözel bir tanımını vermek hiç kuşkusuz
oldukça kolaydır ve bunun için onun yokluğu olanaksız bir şey olduğunu söylemek yeterli olacaktır; Açıklama [E175]: Nedir mutlak olan?
Yokluğu olanaksız olandır deriz. Tanımını
ama bununla bir şeyin yokluğunu mutlak olarak düşünülemez görmeyi olanaksız kılan koşullar bu şekilde vermiş oluruz diyor.

Açıklama [E176]: Bununla bir şeyin


açısından hiçbir şey söylenmiş olmaz. Ve gerçekte bilmeyi istediğimiz de tam olarak bu koşullardır, yokluğunu mutlak olarak düşünülemez
olarak görmeyi olanaksız kılan (üst üste üç
çünkü bu kavram yoluyla ne olursa olsun birşeyin düşünülüp düşünülmediğinin saptanmasını olumsuzlama)
Açıklama [E177]: Yani koşulsuz diye
bunlar sağlayacaktır. Anlama yetisinin bir şeyi zorunlu olarak görebilmek için her zaman bir şeyden bahsetmek onun varlığı ile ilgili
bir şey aslında bize söylemez. Kant’ın
gereksindiği tüm koşulları yalnızca 'koşulsuz' sözcüğü aracılığıyla kaldırmak koşulsuz olarak stratejisi şöyle gidiyor:
1) Bir şeye “vardır” dediğimizde ne demiş
zorunlu bir şey kavramıyla bir şeyi mi yoksa belki de hiçbir şeyi mi düşündüğümüzü göstermede oluyoruz.
Söz konusu bu bu “vardır” o şeye yüklem
hiçbir biçimde yeterli değildir.”(A 593) anlamında bir şey yüklüyor mu yüklemiyor
mu?
Bunu tartışıyor.
Sonra çok daha özel olarak Anselm’in
verdiği tanımı, varoluşu zorunlu kılan
herhangi bir şey var mıdır?ı, ispatı
tartışıyor.

2.Aşamada “bir şey vardır ifadesi, analitik


midir, sentetik midir?” tartışması üzerinde
duruyor.

İlk aşama üzerinde duralım:

243
Birinci aşama:
“Geometrinin her önermesinin örneğin, Bir üçgenin üç açısı vardır-mutlak olarak zorunlu olması
olgusundan esinlenerek, anlama yetimizin alanının bütünüyle dışında yatan bir nesneden sanki
onun kavramı ile denmek istenen bütünüyle anlaşılıyormuş gibi konuşmaya gidilir.” (A 594)

Tanrı ile ilgili konuşmaya giderken yola böyle çıkıyorlar yani, Üçgen diye bir kavram var, onun üç
açılılığı onda zorunlu olarak içeriliyor. Tanrı diye bir kavram var, onun varlığı onda zorunlu olarak
içeriliyor….vb. bir geçiş yapılıyor diyor. Sonra, üçgenden bahsedildiğinde, üç açılıktan bahsetmek
zorunludur diyor. Yani üçgen varken üç açılılık fikrini ortadan kaldıramazsınız. Ama üçgen kavramı
ile birlikte üç açılılık fikrini ortadan kaldırabilirsiniz. Yani biri kalkıp, üçgen yoksa üç açılılık da
yoktur diyebilir. Üçgen varsa üç açılılık vardır demek, üçgen vardır anlamına gelmez. Basit gibi
görünüyor ama Kant’ın stratejisi açısından bu çok önemli.

Üçgen varsa üç açılılık zorunlu olarak vardır. Bu nedenle, üçgen var üç açılılık yok diyemezsin. Ama
ben üçgen yoktur diyorum dediğim anda üç açılılık da yoktur diyebilirim. Üçgen varsa üç açılılık
vardır’ın zorunluluğunu söylemek, üçgen zorunlu olarak vardır gibi bir anlama gelmiyor. Burada hata
yaptılar diyor. Benzer şekilde, üçgen varsa üç açılılık vardır’dan üçgen vardır’a geçtiler. Oysa böyle bir
geçiş yapılamaz. Tanrı’nın tanımından da varoluşuna benzer biçimde geçilebileceğini düşündüler,
varlığını zorunlu olarak gerektiren bir nesne var gibi. 2.aşamada şunu eleştirecek: “varlık”, “üç açılılık”
gibi bir şey değil, bir yüklem değil diyecek.

“Tanrı herşeye-gücü-yetendir; bu zorunlu bir yargıdır. Herşeye-gücü-yeten ortadan kaldırılamaz,


eğer bir Tanı., e.d. kavramı birincisiyle özdeş sonsuz bir varlık koyutlarsak. (pozit edersek,
vazedersek) Ama eğer “Tanrı yoktur” dersek, o zaman ne her şeye-gücü-yetenin kendisi, ne de
yüklemlerinden herhangi biri verilidir; çünkü tümü de özne ile birlikte ortadan kaldırılmışlardır ve
bu düşüncede en küçük bir çelişki bile kendini göstermez.” (A 595)

Tanrı ve Tanrı ile bağlanabilecek herhangi bir zorunlu varlığı, bize “Tanrı vardır”ı zorunlu olarak
gerektirmediği için -tıpkı üçgen ve üç açılılık gibi- ben “Tanrı yoktur.” Dediğim anda bütün o
yüklemlerin de anlamı kalmıyor çünkü o yüklemlerin tamamı da ortadan kalkıyor zaten. Sonra soracak
“vardır” ile neyi kast ediyorsunuz? diyecek.

244
“Hiç kuşkusuz, bu vehme dayalı akıl yürütmeyi hiçbir dolambaca girmeksizin varoluş kavramının
kesin bir belirlenimi yoluyla bir sona erdirmeyi umabilirdim, eğer mantıksal bir yüklemi olgusal bir
yüklem (e.d. bir şeyin belirlenimi) ile karıştırmadan doğan yanılsamanın hemen hemen tüm
düzeltme girişimlerini geri çevirdiğini görmemiş olsaydım. Dilediğimiz herşey bir manııksal yüklem Açıklama [E178]: Ne farklı? Mantıksal
bir yüklemle olgusal bir yüklem farklı
olarak iş görebilir ve giderek özne bile kendi kendisine yüklem olabilir; çünkü mantık tüm içeriği diyor. Aralarında bir fark var: Dilediğimiz
he r yüklem özneye yüklenebilir. (S, P’dir
anlamında, hatta S, S’dir dersin S’nin
soyutlar. Ama belirlenim (determinasyon) bir yüklemdir ki öznenin kavramının ötesine geçer ve onu kendisi de yüklem olur.)

genişletir. Öyleyse onda daha önceden kapsanıyor olmama1ıdır. (A598) Açıklama [E179]: Analitik, sentetik
ayrımına gönderme yapıyor. Analitik
Varlık açıktır ki olgusal bir yüklem, e.d. bir şeyin kavramına eklenebilecek herhangi bir şeyin olmamalıdır, sentetik olmalı yani bilgimi
genişletiyor olmalıdır.
kavramı değildir. O yalnızca bir şeyin, ya da onun kendisindeki belli belirlenimlerin vazedilmesidir.
Mantıksal kullanımda, yalnızca bir yargının kopulasıdır. Tanrı-herşeye-gücü-yetendir önermesi her Açıklama [E180]: -dır = kopula

birinin kendi nesnesi olan iki kavramı kapsar-Tanrı ve herşeye-gücü-yeten; 'dir' sözcüğü ek bir
yüklem değildir, ama yalnızca yüklemi özne ile ilişki kipinde vazedilir.” (A 599)

İkisini ayıralım: “Bu, budur” dediğimdeki –dır ile, “vardır” dediğimdeki determinasyon farklı şeyler.
“vardır” dediğimde olgusal bir şey, sana bilgi veriyor. Bunu kabul ediyorsanız iş bitmiş oluyor. Kant
diyor ki, “vardır” bu anlamda mantıksal bir yüklem olarak görülemez, bilgi veren özel bir
determinasyon olarak görülür. Bu açıdan “herhangi bir şey vardr” önermesi analitik değildir. Ne demek
bu: sana bir kavram verildiğinde analitik olarak çözümlediğinde onun içinde vardır yüklemini
bulamazsın demek.

Örneğin: dünyanın 2.uydusu dedik, aslında 1 tane uydusu var. Ben şöyle bir kavrama sahibim. Bu
dünyanın ikinci uydusu ayın arkasında saklanıyor ve göremiyoruz, gümüşi bir renkte..vb Ayın ikinci
uydusu kavramı, ben nasıl düşünürsem düşüneyim, ayın varlığını, vardır”ı türetebileceğim bir kavram
olabilir mi? Olamaz. Bu bütün kavramlar için geçeridir diyor. Hangi kavramı çözümlerseniz
çözümleyin, onun içinde hangi kavramu düşünürseniz düşünün analitik olarak “vardır”ı
düşünmezsiniz. Gidip görmen lazım.Vardır diyebilmek için çözümlemenin ötesinde bir şey yapmak
lazım.

Anselm’in ontolojik ispatı: Tanrının tanımı varoluşunu zorunlu olarak gerektirir diyor. “Tanrı,
kendisinden daha yüce daha büyük herhangi bir varlık düşünülemeyendir” bu tanımı kabul edersek
Tanrı’nın var olduğunu da kabul etmek zorunda kalırız diyor. (Orada Yeni-Platoncu bir takım öncüller
de devreye giriyor.)

245
“Herhangi bir şey sadece kavram olarak kalsa mı daha yetkidir, daha yücedir, kendi başına varsa mı
daha yetkindir, daha yücedir?” Tabi ki varsa. O zaman, Tanrı bu tanıma uygun olarak düşünülebilir
ama var değil, tanım kendisinden daha yüce bir şey düşünülemez diyor, öyleyse bu tanım zorunlu
olarak varlığını gerektirir.” gibi bir ispat.

Kant’ın olaya bakışı, aradaki akıl yürütme ile ilgili değil. İspat nasıl giderse gitsin, “Tanrı vardır” gibi
bir sonuca ulaşıyoruz. Bunun bir ispat olabilmesi için analitik olması lazım diyor. Analitik olarak bu
sonucun buradan zorunlu olarak çıkıyor olması lazım diyor. Bunun için de “vardır”ın yüklem olarak
mevcut olması lazım, oysa olamaz çünkü “vardır” öyle bir yüklem değil. Dolayısıyla sen çözümlemeni
nasıl gerçekleştirirsen gerçekleştir “Tanrı vardır” sonucuna varamasın, çünkü bunun için analitik olarak
burada tanımda olması lazım, oysa böyle bir varsayım hiçbir zaman geçerli olamaz diyor. “Vardır”ın
herhangi bir nesnenin diğer yüklemleri gibi yüklemi olabileceğini (yani o düşünüldüğünde vardır’ın da
düşünülebildiğini kabul etsek) kabul edilebileceğini düşünebilsek böyle bir ispattan bahsedebiliriz,
oysa bu mümkün değil. Yani determinatif olmaması lazım, oysa öyle değil.

Bütün bilgilerin bir analitik ilkesi vardı (çelişmezlik ilkesi), bir sentetik ilkesi vardı. Herhangi bir şey
aslında benim sentezleme etkinliğimin birliğinin altında durur. Herhangi biri şey varsa, sentetik olarak,
o sentezlemenin birliğine tabi olarak vardır. Sentezlenen olacak (Kant’a göre duyusal malzeme) bu
benim ruhumun yetileri tarafından sentezlenecek, apperception tarafından bir birlik verilecek. Buna var
demekte bir mahsur yok Kant’a göre. Bu anlamda “vardır” kategoriler itibariyle “vardır” anlamlı,
nesneye uygulanabiliyor olması anlamında anlamlı. Kendisi hiçbir zaman görüde var olmayacak olan,
sadece düşüncede bütünlüğü belirleyen bir ideal olarak var olan bir şey olarak var.

Sen kalkıp “bardak vardır”a yüklediğin anlamda “vardır”ı yükleyemezsin diyor. Sen bu “vardır”ı o
tüme, o ideale yükleyemeyeceğine göre, analitik olarak ona ait olduğunu da söyleyemeyeceğine göre,
böyle bir ispat da çıkaramazsın diyor. Öyleyse ontolojik ispat geçerli değildir diyor. Aynı tür ispatları
kozmolojik kanıt için de söylüyor. “Vardır” bir yüklem değildir diyor Kant. Yani, A ile B arasında bir
bağıntı vardır dediğimde bir positing var. Bağıntıyı düşünebilirim, ama vardır dediğimde bir olgusallık
ifade ediyorum.

Kant’ın burada yaptığı şey, “Vardır bir belirlenimdir ve fazladan bir bilgi verir, kavramın analizinden
çıkmaz.” İddiası klasik mantığın aslında sonu anlamına da geliyor. Çünkü o zaman Aristoteles’ten beri
gelen ve düşünülebilir olanla gerçek olanın birebir olması tartışmasını hatırlayın. Bunun sonu anlamına

246
geliyor. Çünkü ben aslında düşüncenin sınırları içerisinde ve düşünceyi çözümleyerek, varlıkla ilgili
herhangi bir tartışmada herhangi bir yere varamayacağımı anlıyorum böylece. Çünkü “vardır”ı
düşüncenin sınırları içerisinde kuşatamayacağımı, “vardır”ı temsil edemeyeceğimi kabul etmiş
oluyorum. Bu klasik mantığın sonudur. Klasik mantığa dayanan tüm düşüncelerin de sonu…

Öyleyse biz “vardır”ı nasıl ele alacağız? Yani “vardır”ın semantiği nedir? “Vardır” diğer yüklemler
gibi bir yüklem olsaydı, diğer yüklemler gibi ele alabiliyor olurduk, Aristotelesçi bir dizgede, kaplamı
en geniş, içlemi en dar kavram olarak görüyorduk. Kant “varlık” kavramını oradan aldı. Frege’nin
“Tikel niceleyeci olarak “vardır” ele almamız lazım” demesiyle modern mantık başlıyor. Modern
mantık “vardır” teriminin yüklem olarak değil de niceleyici olarak ele alınmasıyla başlıyor. Şu anda
niceleme mantığı modern felsefenin temelinde yer alıyor. Tümel niceleyici değil, tikel
niceleyici…dikkat. “Bu kalem vardır” daki –dır.

Niceleyici olmanın dışında exist anlamında bir yüklem olarak da varlığı alıyoruz. Onu E yüklemi, E
harfi ile gösteriyoruz. A gibi bir nesne vardır anlamına geliyor böylece. Bu E niceleyici olarak
vardır’dan farklı. (Bu elma vardır, armut vardır gibi bir şey) Bunun mantığı, yorumlanması, semantiği
farklı. Modern mantıkta ad temsilcileri (nesnelerin yerine geçer) a, b, c …..vb, değişkenler; x,y,z,…vb,
yüklemeler; F, G, H….vb. Yüklemler neden F’den başlar? E exist demek. E’yi özel kabul ettiğimiz için
diğer tüm yüklemleri F’den başlatırız. Kimse de bunun nedenini bilmez. “Vardır”ın mantığı değişmiş,
her şey değişmiş. Tanrı ispatları da geçerli olmamaya başlamış, klasik mantık da geçerli olmamaya
başlamış.

Kant diğer Kritik’lerde de bu yolu izliyor. Aslında siz bu kavramı (güzel, yüce, iyi…vb) şöyle
tanımladınız, ama şurada sınırı geçtiniz ve yanlış yaptınız. Yöntem bu. Örneğin radikal kötülük
(kökensel kötülük) tartışmasında, Hıristiyanlara diyor ki, siz hep kökensel günahtan bahsediyorsunuz,
hakikaten kökensel bir kötülük var ama zannettiğiniz şey değil diyor. Bütün o kavramların arkeolojisini
yapıyor, örtünü kaldırıyor, nerede yanlış yapıldığını da söylüyor. Platon hakkına yazdıklarında diyor ya
felsefeciyi kendi anladığından daha iyi anlamak mümkündür diyordu. Dolayısıyla amprik deneyimden
gelmeyen kavramların da nereden geldiğini anlatıyor. Ahlak ya da sanat tecrübesiyle ilgili de bunu
yapıyor.

Kant’ın amacı, bizim tecrübemizi aşan kendi başına bir varlık alanı varsaymaksızın biz deneyimin
kuruluşundan bahsedebiliriz ve bu kavramların açıklamasını verebiliriz. Kant bu. Ahlak felsefesi
açısından da bakarsak, moral absolutism yani ahlaki mutlakçılık dediğimiz dinlerde gördüğümüz bir iyi

247
anlayışı yok, ama iyi diye bir şey var. Ahlaki evrenselcilik yani bütün akıl sahibi varlıkları bağlayan bir
“iyi” var. Ama bu “kendi başına iyi” değil mesela. Bunun neden böyle olduğunu anlatıyor. Aynı şeyi
“güzel” kavramı için de yapıyor.

Saf Apperception, tüm tecrübenin sahibi olan, yani deneyimin sahibi olan ama deneyimdeki
sentezleme faaliyetine eşlik etmek dışında kendi balına bir varlığı olmayan bir şey. Dolayısıyla
Tecrübeye bağlı. O açıdan Hume’a çok benziyor Kant. Bilim yapabilirsin, ahlaklı da olabilirsin.
Felsefe olarak ne yapabilirsin? Transandantal felsefe yapabilirisin. Yani, tecrübeyi olanaklı kılan
hakkında düşünebilirsin. Bu kadar.

Batıda Kant sonrası Kant’ın yaptığı gibi felsefe yapan da yok, Kant’ın çizdiği sınırın dışına çıkan da
yok. Hiç kimse Kant’ı kabul etmiyor, ama hala kant çok etkili. Pozitivizmi de Alman İdealizmini de
etkilemiş, Fenemenolojiyi de etkilemiş hala çok etkili. Varlık anlayışları Kant ile tamamen uyumlu.
Neye var deriz? Deneyimimiz içinde kurabildiğimize var deriz. Schlick doğrudan “Doğrulamacı
Anlam” makalesinde Kant’a gönderme yapıyor. Ancak metafiziğin her türüne karşılar Kant’ınki de
dahil. Kant, sentetik a prioriyi olanaklı kıldığı için ona da karşılar. Ruhları çok Kantçı.

Çünkü Kant metafizikçilere, söyledikleriniz doğrudur, yanlıştır demiyorum, anlamsızdır diyorum diyor
aslında. Schein demek bu demek, sen bir şey söylediğini sanıyorsun ama aslında anlamsız bir şey
söylüyorsun. Anladığını da düşünmüyorum, anlamlı bir aktarım olabileceğini de düşünmüyorum diyor.
Aynı düşünüş tarzı Pozitivizm’de de var. Yani bir şey, -Hume’un da dediği gibi- ya analitiktir, ya
sentetiktir, bunun dışında herhangi bir şey varsa yakabilirisin. Bu çok Kantçı bir şey. Bir şeyleri
söylenemez kılmak. Wittgeinstein’da da öyle. Söyleyemiyorsan susacaksın. Metafizik konuşulabilir bir
şey değildir Kant’a göre. Bu çizgi, bu ruh hep devam etmiş.

Son

248

You might also like