Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 394

•• ••

ACIGULUŞ
HÜSEYiN RAHMi GÜRPlNAR

•• ••

ACIGULUŞ
Eserlerinde toplumsal faydayı ön planda tutan Hüseyin
Rahmi Gürpınar, ACI Gülüş romanında yanlış Batılılaşma
sonucu mahvalan hayatları; derin felsefi hakikatierin
yüzeysel bir şekilde aniaşılıp hayata uygulanması
sonucu ortaya çıkan tuhaflıkları mizahi bir dille
anlatıyor. Diğer romanlarında olduğu gibi ACI Gülüş'te
de insan ve toplumun üzerindeki cilayı kazıyıp, ikisinin
de en karanlık yönlerine ışık tutmaya çalışıyor ve en
masum ahlak anlayışlarının bile nasıl insanın oyuncağı
haline gelebildiğini gösteriyor.

Yanlış Batılılaşma/Aiafrangalık ve sosyal problemler


sonucunda yaşanan acı o kadar yoğundur ki bu acıyı
anlatmaya gözyaşı kafi gelmez. Hüseyin Rahmi'ye göre
bu ancak "acı bir gülüşle" ifade edilebilir. Çünkü "acı
gülüş': acı çekmenin zirve noktasıdır. Çok önemli felsefi
ve toplumsal konuların başarılı bir şekilde ele alındığı
ACI Gülüş'te, toplumun çok farklı kesimlerinden seçilmiş
karakterler kendi şiveleriyle konuşturularak romanda
renkli ve zengin bir dil yaratılmıştır.

ISBN: 978-625-7751-42-1

111111 1111 1 11111 1111111


t5' {kaprayay nla

RPRR
YAYINCI Ll K
'# /kaprayay
@J /kaprayay
f {kaprayay
nla
nla
nla 9 786257 751421
ACI GÜLÜŞ (Tebessüm-i Elem) 1 lliiseyin Rahmi GiitJ>mar

GENEL YAYlN YÖNETMENi


Kadir Yılmaz

YAYIMA HAZlRLAYAN
Büşra Tan

EDiTÖR
Davut Yıldız

SONOKUMA
Yasemin Önder

KAPAK GÖRSELi
Pierre-Aguste Renoir,
Okııyon Çift (Edmond Renoir ve Mart:uerile Renoir Lel(rond), 1877

KAPAK TASARlM
FOLX

SAYFA DÜZENİ
OğuzYılmaz

BASlM VE CİLT
Repar Dijital Matbaası

BASKI
Ekim 2020 - ı. Basım

ISBN
978-625-7751-42-1

SERTiFiKA NO
40675

Kapra Ycı_ım('l/tk, Mimar Sinan Mah.. C(.· Bu kitahm Iiim hakiart sakluin:
Repar Tc.r.mrtm Selami !Ili /;"'fendi Cad. Tam/mı amaçli. kl.wı almttlar
Matbaa re Reklamnllk No: 5 dtşmda metin ya da gör...e/ler
Ticaret Limited Şirketi 'nin 34671 Ü.l·kiidarfi.,tanbul yuymel'inin izni olmudan hiçhir
tesdili murku.Hdu: Tel: o (212! 522 48 45 yollu çoğaltt!amaz.
Hüseyin Rahmi Gürpmar (1864 -1944)
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 19 Ağustos 1864 tarihinde, İs­
tanbul'da dünyaya geldi. Babası hünkar yaveri Mehmet Sait
Paşa'dır. Üç yaşındayken annesinin ölümü üzerine, Girit'te
bulunan babasının yanına gönderildi. Hüseyin Rahmi, i lk
olarak I887'de Tercüman-i Hakikat gazetesinde yazmaya
başladı. Ardından İkdam ve Sabah gazetelerinde çalıştı. II.
Meşrutiyet döneminde otuz yedi sayı süren Boşboğaz ve Gül­
leibi adlı bir gazete çıkardı. Daha sonraları da birçok gazetede
çalışmaya devam etti . Türkiye Büyük M i l let Meclisinde Kü­
tahya milletvekilliği de yapan Hüseyin Rahmi, ömrünün son
otuz bir yılını Heybeliada'da geçi rmiştir.
Eserlerinde Anadolu 'ya yer vermeyen Hüseyin Rahmi,
İstanbul halkının toplumsal ve kültürel yaşantılarını, aile
hayatını, batı! inançlarını mizah ve hicivle kaleme almıştır.
Ahmet Mithat Efendi 'nin temsil ettiği edebi geleneği sürdü­
ren Hüseyin Rahmi, natüralist tarza sahip, gerçekçi ve yal ın
bir dil kullanmayı benimseyen, bundan dolayı da halk tara­
fından sevilen ve benimsenen bir yazar olmuştur.H üseyin
Rahmi Gürpınar'ın ilk romanı Şik'tır. Ahmet M ithat Efendi
tarafından bu eser çok beğeni l ince, Tercüman-i Hakikat ga­
zetesinde tefrika şeklinde yayımlanmaya başlamıştır. Altmı­
şa yakın eseri olan H üseyin Rahmi Gürpınar'ın bazı eserleri
şunlardır:
ROM ANLAR:
Şık (1889), İffet ( 1896), Mutallaka ( 1898), Mürebbiye
(I899), Bir Muadele-i Sevda ( 1899), M etres ( 1900), Tesadüf
(1900), Şıpsevdi (I91I), N imetşinas (1911), Kuyruklu Yıldız
A ltında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani (1913), Cadı (1912),
Sevda Peşinde (1912), Hayattan Sayfalar (1919), Hakka Sı­
ğındık (1919), Taraman ( 1919), Son Arzu (1922), Tebessüm-i
Elem (1923), Cehennemlik (1924), E fsuncu Baba (1924),
Meyhanede Hanımlar (1924), Ben Del i miyim (1925), Tu­
tuşmuş Gönüller (1926), Billur Kalp (1926), Evlere Şenl ik,
Kaynanarn Nası l Kudurdu (1927), Mezarından Kalkan Şehit
(1928), Kokotlar M ektebi (1928), Şeytan İşi (1933), Utan­
maz Adam (I934), Eşkıya ininde ( 1935), Kesik Baş (1942),
Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür (1943), Ölüm Bir
Kurtuluş mudur (1954), Diri len iskelet (1946), Dünyanın
M ihveri Para mı Kadın mı (1949), Deli Fi lozof (1964 ), Ka­
derin Cilvesi (1964), İnsanlar Maymun muydu (1968), Can
Pazarı (1968), Ölüler Yaşıyor mu (1973), Namuslu Kokotlar
(1973)
ÖYKÜ LER:
Kadınlar Vaizi ( 1 920), Namusta Açlık Meselesi ( 1933),
Katil Bfıse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1934), Tünelden
İ lk Çıkış ( 1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım
Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)
OYUNLAR:
H azan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince (1933), Toku­
şan Kafalar ( 1973) İki Damla Yaş (1973), Gülbahar Hanım
,

TARTIŞMA:
Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye Tartışmaları
(1913), Sanat ve Edebiyat (Ölümünden sonra H. A. Öneiçin
derledi, 1972)
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ....................................................................................... 7

BİRİNCI BÖLÜM
1 - Eski ve Yeni Kafalar.. ... ........... .............. .... ... .. ..... .... ...... .......... 1 8

2- Rııskın Hazırlığı .. . .. ......... .... ... .... .. .. ........ .... .. ...... ...... ..... ......... 30
..

3- Baskına Doğru..... . . .................. . ................... .... ........................ 46

4- Evde Zampara Yok ...... ........... ........ ..... ............... .... ................. 60

5- Şair Zennfıbi ........... ........ .... ..... ... ...... ... ... .. .... .. . ... ... . .... .......... ... 76

6- Sakallı Kadın ... ... .. .. ..... ................... ....... . . ..... .. ....... .................. 88

İKİNCI BÖLÜM
1- Gece Telgrafı . ... ....... .. ... ... .... ........ .. ........ ............ ........ ........ ...... 1 18

2- Birbirlerini Nasıl Buldular?.. ... .... .... .. ... ... .. . . .............. .... .... ..... . 131

3- En Yüksek Derecede Zevk Alma Felsefesi . .


.......... .......... ... .. . 1 4 1

4- Çok Acı Bir Soruşturma .... .... ......... .. ... ... .. .... . .. ........... .. . . . ... .... . 160

5- İki Cami Arasında Beynamaz..................... .................... ......... 177

6- im daı Çığlığı ....... .. ............. .................. ... . ...... .. ........ ... .... .... ... . 192

7- Pek Garip Karşılıklı Bir İtiraf.. .................... ...... .............. ........ 208

8- Acı Veren Bir Ziyaret ...... .... .... .... ... .... .... ..... .. .. .... ...... .. ............ 223

9- Ragıbe'nin Revolveri, Şirin'in Bıçağı........... ... .......... ............. 235

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1- Kanlı Nigar Oyununun Feci Bir Tatbiki ..................... ...... ....... 256

2- Determinizm Felsefesi ve V icdan Mazereti ..... ............ ...... ..... 270


3- Kenan'ın Bir Sinir Hali .... ...... . . . ........................................ ...... 284

4- Bereleri n Teşhiri ................................................... .......... ......... 302

5- Aşık Oyunu . . .............. ............................. . . . . . . ........................... 31 O

6- Kenan Bu Vartayı da Atlattı. .................................................... 325

7- Mısır Yolu. . . ............................................................................. 334

8- Molla Kadın ............................................................................. 345

9- Vakitsiz Bir Gece Misafiri ................... . . . . . . . . . ........................... 357

10- Acı Gülüş .


............ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ................................... . . . . . . . . . 38 1
ÖN SÖZ

YANGlNDAN KURTULAN HAKiKATLER

Aksaray korkunç yangının. cv bark yakan o büyük ate­


şin haftasındaydı. Emirgan'da kiracı olarak bulunduğumuz
evin denize nazır penceresinin önünde arkadaşlardan biriyle
oturuyorduk. Boğaziçi 'nin Arnavutköy Burnu 'ndan Beykoz
Koyu'na doğru uzanan cennet gibi iki yeşil kıyısını, güneşin
hareli mavi sular üzerine saçtığı pırlantalan, işlediği altından
nakışları, tabiatın bu güzellik ihtişamı üzerinde koşan vapur­
lan, beyaz kanatlanyla uçan yelkenl i tekneleri neşe ve sefa
içinde oynayarak dolaşan bu i rili ufaklı tekneleri şaşkınlıkla
seyredip dururken önümüzdeki rıhtıma bir yük kayığı yanaştı.
Yanan evimizden kurtulabilen eşyanın geldiğini haber verdiler.
Belleri bükük hamallar, dar ve dik merdivenli yokuştan yukarı,
ağır, ölçülü, sağlam ve emin adımlarla taşımaya başladılar.
Aman ya Rabbi ! Gelen bu eşya ne haldeydi? Bunlara
eşya değil dökünlü bile denemezdi . Çamurlar içinde otları,
pamukları fırlamış minderler, döşekler, kırık dökük iskem­
leler, etajerler, eğri büğrü karyola parçaları, yalnız çerçevesi
kalmış aynalar, kapakları açılmış, dişleri dökülmüş piyano . . .
Bunları hep temiz ve sağlam olarak bırakıp çıkan bir ev
sahibi için bu ne elim bir manzaraydı. Bu döküntüleri, ha­
mallar evin alt kat sofasına ağır ağır yığıyorlardı. Aşağıya in­
dim. Eşyayı taşıtan kişinin iki el ine sarılarak, "Kitaplarım . . . "
dedim. "Hani ya kitaplarım?"

7
Üzüntülü bir özür dilerneyle şu cevabı aldım:
"Çok yazık kitaplarınızdan mevcuda nispeten hemen h iç­
bir şey çıkarılamadı. S izi tanıyanlardan bazı kimseler kitap
kurtarmak için çuvallarla gelmiş fakat evi bekleyen Kürt bun­
ları içeri bırakmamış, sonrasında pek ziyade ısrar edenlere
karşı, ' Kitabı ne yapacaksınız? Kağıt parçalarından ne olur?
Kaç para eder? Kurtaracaksanız eşya kurtarınız,' diye cahilce
cevap vermiş. Yangının sizin eve kadar ulaşacağı umulma­
dığı için biz geç kaldık. Gerçekten de sizin evler yangının
son haddini teşki l etti. Orada söndii. Riz yetiştiğimiz zaman
yanındaki yer ateş almış, ev adeta yanmıştı. Polisler, dışarı
çıkmamız için kapının önünde durmadan düdük çalıyorlardı.
Beş on dakika içinde e limize ne geçirebildikse dışarı attık.
Kitap olarak ufak bir yatak bağıyla bir soba odunluğunun içi­
ne bazı ciltler doldurabildim. İşte bundan ibaret..."
Hemen soba odunluğunu aradım. İçinde bir yığın siyah
ciltler yatıyordu. Voltaire' in küll iyatı. . . Numara sırasıyla
ciltleri saydım. Her ikisi bir arada ciltli olmak üzere doksan
iki ciltten yalnız sonuncusu, fıhrist cildi yoktu. Ötekiler ta­
mamdı. Bütün hikmetlerine karıştırdığı ince alaylar ile haya­
tıının en hüzünlü zamanlarında beni oyalayan, düşündüren,
güldüren, derin derin düşünmeye mecbur eden bu kıymetli
dostum, sanki o gün, o siyah ciltler arasında beni şöyle teselli
ediyordu:
"Aziz dostum, seninle buluşmak için alevler içinden ka­
çarak işte geldim. Yanmak üzere olan bir evin, kurtarmak için
kızgın köşe bucağında dolaşan acil bir yardım eline, hemen
'manevi ' denecek güzel bir tesadüfle binlerce ci ltierin arasın­
dan ben, sokularak kurtuldum. Senin akşama yaklaşan öm­
rünün kalanını işgal edip de artacak daha bende çok sayfalar
bulabilirsin."
Fakat hüküm devresi eskimiş bu ihtiyar dostumdan başka
ne kadar vefalı, sevgili başka fılozoflarım, hikayeci lerim ne

8
sevimli meslek arkadaşlarım, sanatımı benim yalnız başıma
erişemeyeceğim incelikleri ve güzellikleriyle bana öğreten
ne büyük üstatiarım vardı. Hep bunların kütüphanemdeki
varlıkları birer avuç kül olmuştu.
Üç büyük yerl i ve caınlı dolap, bir yük, iki büyük etaj er,
bir kütüphane ağzına kadar bunlarla doluydu. Kitap kıyme­
tini bilmeye başladığım otuz senelik bir hayat devremde, en
vazgeçilmez ihtiyaçtarımdan iktisat ederek gururlu bir ne­
şeyle cilt cilt üzerine yığdığım, bazılarının az bulunmaların­
dan dolayı vaktiyle aldığım fiyatlara nispeten bugün sekiz on
misli kıyınet kazanmış olanları vardı ki hazinesini karıştıran
bir cimri gibi gözümden sakınarak hürmetten titreyen "elle­
rimle" vakit vakit severek, taparak yine yerlerine koyardıın.
Henüz on dokuz yirmi yaşında bulunduğum esnada be­
nim bu kitap sevgimi bilen merhum Mareşal Vidinli Tevfik
Paşa bir gün beni Vefa'daki konağına çağırarak bir kütüpha­
ne dolusu Fransızca kitap hediye etmişti. Ben onları uşaklar
ile beraber kucak kucak büyük bir yük arabasına taşıyarak
evime götürmüş, sevincimden bir hafta uyuyamamıştım.
Bunları tekrar tedarik etmenin imkanı yok. Pek çok emek
sarf ederek meydana getirdiğim dört beş h ikayem, piyesle­
rim, nottarım vardı . Yatak bağına koştum, açıp karıştırdım.
Aradıklanından hiçbirini bulamadım. Birtakım lüzumsuz ki­
tap ve gazete dökünlülerinden başka bir şey yoktu. Bu kitap­
lardan çoğunun sayfa kenarlarında notlarım, düşüncelerim
vardı. Bunlar uzun seneterin okuma mahsulüydü. Mektep­
lerde tahsil ettiğim kitaplar, defterlerim, mükafatlarım, övgü­
lerim, en eski resim defterlerine varıncaya kadar hepsi vardı.
En küçük yaşımdan beri aldırılmış olan birçok fotoğrafta­
rımın bulunduğu albüm de yoktu. B u can yakıcı ateş beni,
bebeklik zamanıma kadar bağlayan en tatlı, en ruh okşayıcı
biitiin çocukluk, gençlik vesika ve yadigarlarımdan bir anda
ayırmıştı.

9
Başımı duvara dayadım. Bir çocuk gibi ağlamaya başla­
dım. M isafirim olan kişi, teselli verebilecek değerli bir şey
keşfedebitmek ümidiyle evde bir yandan dökünlüleri karış­
tırıyordu.
Nihayet bağırdı:
"Çocuk olma birader, sen ki bu hayatın h içliğini bi lme­
yenlere göstermeye uğraşırken böyle bir felaket karşısında
niçin metanetini muhafaza edemiyorsun? Bilenler de bilme­
yenler gibi aynı zaafın mağlubu olduktan sonra tecrübelerin
neye yarayacak? İşte, bu saat senin için bir imtihan günüdür.
Sen bunu cezaya çarpılmış bir mektep çocuğu gibi gözyaş­
larıyla değil, halden anlar bir filozof tebessümüyle geçiştir­
melisin. Gel bak . . . Gel, işte, al sana bir cilt daha... Belki işe
yarar bir şeydir."
Misafirim, hotozu, 1 cam kanatları kırılmış, bir mecnun
gibi arkası üstü yerde yatan küçük bir büfenin önünde duru­
yordu. Sütlüğünün, şekerliğinin kulpları, ağızları kopmuş bir
çay takımının arasına gizlenmiş koyu renkli meşin kaplı bir
cildi oradan alarak bana uzattı.
Baktım: I 899 m iladi senesine ait Almanach Hachette ' i .
"Ne yapayım bunu?" öfKesiyle cildi yere fırlattım. Arkada­
şım tekrar aldı . Yapraklarını karıştırmaya başladı. Bazı satır­
larını okuyarak:
"Bunda senin için tükenmez bir tefekkür hazinesi, bir
araştırma sermayesi görüyorum. Zaten bu cildin böyle çay
takımı arasına karışarak buraya kadar gelmesinde bir hikmet
var. Mutlak bundan bir şey çıkacak," dedi.
"Almanach Hachette' lerin hepsi, ta ilk yayımlandığı yıl­
dan beri mevcuttu. Ş i mdi böyle bir tek cildi ne yapayım?"
"Hele sen iki kahve ısmarla. Yukarıya pencerenin önüne
çıkalım da görürsün."

1 Eşyalara süs olarak yapılan ıepclik.

lO
Pencerenin önüne çıktık. Sigaraları tellendirdik. Kahve­
lerimiz de geldi. Misafirim, bir hikmet ineisi keşfedebitmek
için cildin yapraklarını asabi parmaklar ile çeviriyor ve arada
bir durarak yüksek sesle birkaç satır okuyordu.
Nihayet dedi ki:
"Her sayfanın alt ve üstünde birer atasözü ve büyükterin
söylediği hikmetli sözler var. İşte bak . . . "
Fransızcalarını okuyarak şöyle tercüme etmeye başladı:
"Hakikatin hiç aldatmayan bir söyleyiş şivesi vardır."
"Hakikat, zamanın kızıdır."
"İnsan, kalbinin, tecrübelerinin, kanaatlerinin toplamı
olan bir yaşa sahiptir."
"Batı! fikirler, insanlar arasına ayrılık düşürmek için ca­
hilliğin uydurduğu zincirlerdir."
"Hakiki felaketimizi hazırlayan, dışta olan olaylardan zi­
yade kendi iç zorlamalarımızdır."
"Küçük endişeterin acısından kendimizi sakınalım. Bu
husus, mesut kimselere mahsus bir hastalıktır."
"Namusluca bir fedakarlık, ani gelen bir elemdir."
"Birçok defa uğradığımız tal i h lütuflarını fark etmez, ge­
çeriz... "
"Nankörlükten şikayet etmeyelim. Çünkü o, tüm cihanı
zapt etmiştir. Diğerlerinde olduğu kadar kendimizde de var­
dır."
"Kötü ahlak ve alışkanlıklarımızın teşki l ettiği fenalık­
lardan her sene birini nefsimizden söküp atabilseydik çabuk
olgunlaşırdık."
"Hayatı dayanılmaz bulmamak için iki şeye alışmak la­
zımdır: Zamanın gadrine, insanların haksızlığına ..."

ll
"İyi adam, mevcut olmayandır."
M isafırim birdenbire durdu. Gözlerini karşı sahildeki H i­
div'in kulesine çevi rerek birkaç defa kırpıştırdı. Sigarasını
birbiri üzerine çekti. Aramızda duman helezonları dolaşırken
milhim ve ani bir kararını tebliğ için bana döndü:
"Sana bir şey tek li f edeceğim. Fakat kabulde hiç tereddüt
göstermemelisin."
"Nedir? Anlayayım."
"Şimdi fal bakar gibi bu almanağın bir sayfasını açaca­
ğım. Sol sayfanın sol üst tarafında nasıl bir söz çıkarsa sen
bunun anlamını bir h ikayeyle anlatacak ve bir mevzuya tat­
bik edeceksin."
"Bu tekiitin tuhaf olduğu kadar da müşkül. İki satırdan
koca bir hikaye nası l çıkar?''
"Çıkar. Hayal gücüne itimadım vardır. İşte sana yanan ki­
taplarına karşı bir teselli yolu. Hem bu arada bu işle avunur,
kederini unutursun."
"Biraz düşüneyim... "
"Yok... Yok ... Düşünmeye gerek yok. İşte açıyorum."
"Peki . . . "

Dostum, elindeki cildin rastgele bir sayfasını açtı. Tayi n


ettiğimiz şartlara uygun sayfadan ş u söz çıktı :
"Il ya dans la douleur quelque chose de Plus a.ffreux a
voir que ses larmes: C 'est son sourire "
Bu satırları ikimiz birlikte şöyle tercüme ettik:
"Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası,
gözyaşlarından ziyade kendisinin 'acı gülilşünü' görmektir."
Bu cümleyi birkaç defa tekrar ile bir müddet düşündükten
sonra cevap verdim:

12
"Öyle bir tez bulup çıkardın ki bütün kuvveti ve kapsa­
mıyla bir hikayeye uygulaması gayet müşkül. Hem bütün o
muhterem üstatlarım, muavinlerim, rehberlerim da yanımda
yok."
"Adam... Bunlar kuru laftır. Böyle bir işi başaramayacak
istidatsız bir adama seksen fılozofu yanına versen yine bir
şey yapmaz."
"Sen bu cümleden ne anladın? Söyle. Bari ilk rehberliği
senden görmüş olayım."
"Bu işte senin delilin, rehberin kendi kafandır. Kimsenin
himmetine muhtaç değilsin. Bu sanatta benim de biraz usta­
l ığım olsaydı bir iki cilt de ben yazardım. Biz okuruz. Bazen
bir eseri enine boyuna eleştiririz. Fakat elimize kalemi verip
de bizi sanat yolunun o gezinmesi zor tasvirlerinin sırları içi­
ne bırakırsanız nereden girip nereden çıkacağımızı bi leme­
yiz. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki okuyuculuk da bir sanat­
tır. Yazmadım fakat çok okudum. Sizin göstermekte bizim
görmekte alışkanlığımız var. Her ikisi de birer maharettir.
Ruhumuz hikayeterinizde tatlı, acı teessürler, hafif titreme­
ler arar. İçinde bunaldığımız bazı zorluklar, bazı karışıklıklar
vardır. Eserlerinizde onlara dair neticeler bulmak isteriz. Da­
ima hissettiğimiz birçok şeyler olur ki bunlara kendil iğimiz­
den bell i birer şekil veremeyiz. Sonra bunları pek sade birer
tasvir şeklinde gözümüzün önünde görünce pek memnun ve
hoşnut oluruz. ' İşte bunu aynen böyle ben de hissetmiştim.'
deriz. Herkes birçok şey görür. Fakat resmini çizemez. İnsan
tanıdığı bir mahallin resmini görünce tanıdığı ayrıntıyı orada
birer birer keşfetmekten lezzet alır. Eser ile eser sahibi birbi­
rine karışık gibidir. Aralarında bir nevi birlik vardır. B iz, yani
uzaktan bakanlar, sanat manzaralarındaki şekillerin kuvvetl i
ve zayıf yönlerini tarafsız bir incelemeyle seçebiliriz.
Bu 'acı gülüş'ten anladığımı da söyleyeyim. Tabiatta
'ağlama' , çocuktan büyüğe kadar ümitsizlik ve ızdırabın ilk
belirtisidir. Yaşa, bünyeye, sinire ait farktarla hemen herkes

ı3
acısını bu suretle açığa vurur. Sevinç ağlaması olduğu gibi
ümitsizlik kahkahası da vardır. Böyle ters bir surette insanın
kendini ifade etmesi ters olmayandan daha da şiddetlidir. Bir
insan, en basit içerlernesinde de ağiayabil ir. Fakat bu 'acı gü­
l üş', acı çekmenin en zirve noktasıdır. İ nsan, çok kere kendi
yaptıklarının ahmaklığı, hatalarının sonucu olarak uğradığı
felaketlerde kafasını yumruklaya yumruklaya acı acı güler.
Bu gibi ümitsizce, şiddetli üzüntülerde ağlamak hiçtir. Bu
gülüşteki ızdırabı kimse ifade edemez. Bu adi acıları ifade
aracı ve yatıştırma vasıtası olan gözyaşları kurur, gülüşe,
kahkahaya dönüşür.
İşte azizim, aklımın erdiği kadarını söyledim. Fakat sen
bu acı, can yakan gü lüşü göstermek için ne gibi olaylar ve
kişiler icat edeceksin? Bunları hangi üzüntüler içerisinde do­
laştıracaksın? Eserine nasıl bir sanat ruhu üflireceksin? İşin
bu yönüne katiyen aklım ermez.
Bu zorluklara karşı göstereceğin mücadele azmini, mü­
cadeleci kaleminle açmaya uğraşacağın taşlı, dikenli yol ları
düşündükçe seni takdir etmekle beraber hayretlere de düşü­
yorum. İki satırdan üç dört yüz sayfa çıkarmak .. . Bu, hayret
verici bir iş ... "
Dostum sustu. Ş imdi ben, dalgın, etrafında uçuşan ilham
perilerinin gizli söyleşilerine bütün ruhumu vermiş dinl iyor­
dum. Her biri bir şey söylüyordu. Bakışım, denizden süzüle­
rek karşı yakanın gökle birleşen yeşill iği içinde i lham avını
arıyordu. Nihayet kederimi unutup şevk i le çırpınarak:
"Buldum ... Buldum . . . " dedim.
"Nerede?"
"Şu karşıki yamaçta, koyun durgun aynasında, büyülen­
miş bir halde yansımalarını seyreder gibi tatlılıkla eğilmiş,
şemsiyeye benzeyen tepeleri güneşle yaldızlanmış üç büyük
fıstık ağacı var. İşte onların i l ham gölgeleri altında. .. Yirmi
dakika müsaade edersen krokiyi şimdi çizip gösteririm."

14
Dostum hayretle yüzüme baktı. Masanın kenarına otur­
dum. Fransızların "a la minüt2" dedikleri hızla otuz satır ka­
dar yazdım. Kağıdı uzattım. Okudu. Dostum beni şaşkın bir
takdir ile yukarıdan aşağıya birkaç kere süzdükten sonra:
"Bir çocuk doğarken görmüştüm. Fakat şimdiye kadar bir
hikayenin doğumunda bulunmamıştım. Kolay meydana geti­
riyorsun, tebrik ederim," dedi.
Elimi sıktı.

2 Çabucak, hemen, anında, hemen o anda, dakikas ında.

ıs
BİRİNCi BÖLÜM
1
Eski ve Yeni Kafalar

Vakit yatsıya yaklaşıyor. Langa' da kafayı çeken sarhoşlann


oradan buradan sarhoşça naraları, ahları, şarkıları işitiliyor.
Bazen tek, bazen kol kola çift, bazen üç dört [kişi], İm­
rahor Hamarn ı ' nın köşesinden yola düzülüyorlar. Ekserisi
o duvar sen in, bu duvar benim, zikzak gidiyorlar. Aksaray
Caddesi'ni bulduktan sonra birer tarafa dağı lıyorlar. Birçoğu,
caddeyi enine geçerek Valide Camii Sokağı'na yürüyor. İç­
lerinde kolanı gevşemiş semer gibi birer tarafa sarkmış, kira
beygirlerinde süvarİleri de var. Hayvanın kah yelesine kah
kuskununa3 yatıp yatıp yine düzetmeye uğraşarak ayaklarıy­
la durmaksızın üzengiteri arayarak sapacağı sokağı bindiği
hayvanın seçme dirayet ve tecrübesine bırakmış olanları ya­
hut sürücüden soranları da eksik değil . . .
Ağa Yokuşu' nun alt başındaki çeşmenin önünde, bozuk
güfte, kötü besteyle:
"Yandım A l lah bela Leylasına" gibi ateşli nağmeler sa­
l ıverildikten sonra midesindeki İspirto yangınını söndürmek
hararetiyle ağzını musluğa verenler, abdest bozmak için pan­
tolonunu çözerek yarı kapalı gözleriyle araştırıp da bir yer
beğenmeyerek nihayet sokağın ortasını sulayanlar, ezan sesi
duyunca el lerini kaldırıp ibadet huşusuyla kelime-i şahadet
getirenler, olmayan bir düşmana atıp tutanlar, boyuna sövüp
sayanlar, vakit vakit durup birbirine sarılarak muhabbetlerini
kuvvetlendirmeye uğraşanlar ve daha daha sarhoşluk fatura­
sının türlü türlüsünü sokaklarda resmigeçit yapıyorlar.
Yağlıkçı Hasan Efendi, pek mühim saydığı bir işi araştır­
mak için o akşam mahalle camisinde cemaatle namaz kılma-
3 Hayvanın kuyruğunun altından geçirilerek cycre bağlanan kayış.

ıs
yı ihmal ederek, Çiçekbostanı semtindeki evinin köşe pence­
resinde bir gözetierne yeri bulmuş bekliyordu.
Karşıki eve bozuk kadınlar taşınmış, her akşam içeriye
adam alıyorlardı. Evde erkek narnma kır sakallı, kırk beşlik,
ellilik bir adam vardı . Bu heritin elinden tespih düşmüyor,
girip çıkarken kelime-i tevhid ile daima rludakları kımıldıyor,
ekseri onu camide ön safta görüyorlardı. Hasan Efendi, bir
müddet bu gösteriş için yapılan ibadete aldandı. Fakat evdeki
genç kadınların çoğalmasını ve sıkça değişmelerini, bi lhas­
sa süs ve tuvaletlerini, açık saçıklıklarını, her gün arabayla
veya yaya sokağa taşınmalarını, hangi semtten geldiği bel li
olmayan b i r bakkal çırağın ın, içi bira vesaire şişeleriyle dolu,
omzunda getirdiği bir tahta sandıkla içecek ve yiyecek taşı­
masını efendinin o Müslümanca tavrıyla bir türlü bağdaştıra­
madı. Daha tuhafı ise sık sık gelen misafirler hep erkek, genç
ve hovarda takımındandı. M isafirlik zamanları da daima ge­
ceye rastlıyordu. Bazı akşamlar, evin arka bahçesi üzerindeki
geniş odasından ut, keman ve ezgili kadın sesleriyle karışık
ince bir ahenk işitiliyordu.
Bu tespihli herif, sureti Hak 'tan görünmeye uğraşan ma­
azallah bir münafık mıydı? Yoksa aile halkına söz geçirebil­
mekten aciz zavall ı bir ibadet düşkünü müydü? Hasan Efendi
bu iki şık arasında uzun tereddütler geçirmekteyken bir ak­
şam kapıyı çalan birkaç hovardaya misafirhanenin kapıları
aç ılmaz.
Herifler, "Silsilesini beliediğimin fah işesi, aç kapıyı ! "
naralarıyla mahalleyi çınlatmaya başlarlar. Mahalleli üşüşür.
Saldırganlar fırar ederler.
Tespihli adam uzun sakalından aşağı yakınma yaşları dö­
kerek sokağa çıkar. Ne belaya uğrad ığını bilernediğini büyük
bir ızdırapla anlatır. İki elini semaya kaldırarak saldırganları
Allah 'a, o gerçek intikam alana havale ettiğini söyler. Aile
fertlerinden olayın aslını öğrenmek için içeri girer. Kısa bir

19
müddet sonra tekrar çıkarak soruşturmasının sonucunu yine
gözyaşlarıyla şöyle anlatır:
"Bugün bizim evin kapısını çocukların tanımadıkları üç
genç kadın çalarak içeri girmişler. Zaruri bir iş için geldikle­
rini, bu civarda hiç tanıdıkları bulunmadığı için rastgele bir
kapı çaldıklarını, bu ihtiyacın herkesin başına gelmesi muh­
temel bir hal olduğunu, onun için reddedilmemeyi insanlık
narnma istirham etmişler. Bizimkiler de tabi i nazik davrana­
rak kadınlara aradıkları yeri göstermişler. Hatta su, kahve fi­
lan da ikram etmişler. Bir hayli müddet oturup görüşmüşler.
Bu yabancı kadınların bizim eve girmeterindeki maksadın,
beyan etti kleri ihtiyaç üzerine değil, peşlerine takılan bir iki
edepsiz heriti n takiplerinden kurtulmak için olduğu şimdi
anlaşılıyor, çapkınlar bizim evi o kadınların meskeni zanne­
derek bu rezalette bulundular... "

Bu açıklama mahallelinin zihinlerini tatmine pek kafi gö­


rülmemekle beraber o gece ses çıkarılmaz. Yalnız imam ve
muhtarlardan bu kiracı ların hangi mahalleden oraya taşın­
dıkları, kefi lleri olup olmadığı ve daha bazı hüviyeti tayine
yarayacak şeyler hakkında soruşturma yapılır. Bir dereceye
kadar şüpheleri yatıştıracak cevaplar alınır. Fakat iki gece
sonra evin şangır şungur tüm camları indirilir. Mahallenin
huzurunu bozan bu tespihli efendinin evden çıkarılması hak­
kında ahali gıcırtıya başlar. Lakin imamla muhtarın biri, her
türlü mesuliyeti üzerlerine alarak tespihli hakkında olumlu
tanıklıkta bulunurlar, mahalleliyi yatıştırırlar.
Yağlıkçı Hasan Efendi, bir gün çarşıdaki dükkanında
oturmakta iken tanıdığı müşterilerinden alafranga mizaçtı ve
gayet şık, apiko4 bir genç gelir. U fak tefek bir iki alışveriş ve
hoşbeşten sonra der ki:
"Sizin ev Ç içekhastanı tarafında, filan sokakta değil mi?''
"Evet."

4 Şık, düzgün kıyafetli, deri i toplu.

20
"Yakında orayı ziyarete geleceğim."
"Bize mi? Buyurun. Memnun olurum."
"Size değil canım ... Size gelip ne yapacağım? Karşınızda-
ki eve. . . Karşınızdaki . . .
"

"Onlar tanıdık mı? Yoksa akraba mı?"


"Gayriresmi akraba. . . Can c iğer. . . "
"Akrabanın da gayriresmisi olduğunu bilmiyordum."
"Sersemliğin lüzumu yok, H asan Efendi . Ben seni gözü
açık bir şey zannederdim. Meşhur Uncu Ahmet sizin evin
karşısına taşınmış. işletip duruyor. Her gece ahenk, dernek
kıyamet.. . Uyuyor musunuz yahu?''
Hasan Efendi fena halde bozularak:
"Ha, şimdi anladım. Şu tespihli pezevengi söylemek isti­
yorsun."
"İşte onu ya ... Herif tespihiyle galiba bir mahalle halkını
efsunlayıp uyutuyor."
"Uyumuyorum beyefendi, hepsinin farkındayım. Ev taş­
tanıyor, önünde naralar atılıyor. Genç kadın sergisi varmış
gibi içerisi yosmalarla dolu .. . Sandık sandık içkiler geliyor.
Ut, keman, şarkılar gırla ... Karına kesat, senin gibi zampara
beyler geceleri evi hiç boş bırakmıyorlar. Bu kadar açıklığa
rağmen mahalleli hala şüphede . . . Mahallenin bir iki nüfuzlu
kimsesi, deyyusu tutuyorlar. Fakat ilk işim o olsun. Bu ak­
şam semte gidince güvenebileceğim kimselere hakikati anla­
tayım. Gizli tertibatta bulunalım. Evi bir güzel bastırayım."
"Adam nene lazım!"
"Bu gibi rezalete karşı nene lazım olur mu?"
"Eski kafasın Hasan Efendi, eski . . . Her gece ahenk d inle,
eğlen. Pek o kadar i htiyar da değ ilsin, ustalıkla mahremleri
olabilirsen, mahalleli olduğun için korkularından seni daima

21
bedava kabul ederler, kim bilir ne kadar izzet, ikram da gö­
rürsün. Hiç böyle bir nimet kaçırıl ı r mı? Canına yandığımın,
bizim mahalleye böyle avlar düşmüyor ki istifade edelim. Bu
dünya aksinedir. Böyle talihler gelir de senin gibi kıyınet bil­
mezterin ayaklarına dolaşır."
"Haydi beyim haydi işine .. . Ben eski kafalıyım. Bu yaş­
tan sonra Cenab-ı H ak beni beğendiğin yeniliklerle şeytana
uydurmasın."
"Medeni bir memleket için bu gibi evlerin de lüzumu var­
dır."
"Lüzumu varsa Beyoğlu 'nda çok . .. Belediyelerin neza­
reti altında doktorlu, kayıtlı, i mtiyazlı böyle ticarethaneterin
kıtlığı mı var? teşrif ediniz, İstanbul ' da bu çeşit evlerin ço­
ğalması ile olacak medeniyete Allah beni eriştirmesin. Biz,
abani sarıklı5 Türkler hep ölelim, sonra siz medeniyeti iste­
diğiniz gibi tefsir ediniz. Çoluğumla çocuğumla oturduğum
evimin karşısında böyle rezaletin, namussuzluğun yapılması­
na razı olup seyredemem."
"Kuzum Hasan E fendi, orada bir eğlence yapmak üzere
önümüzdeki perşembe için sözleştik. O güne kadar dişini sık.
Dostluk namına senden böyle bir ricada bulunamaz mıyım?
Ya ben oradayken böyle bir skandal olursa bana acımaz mı­
sın?"
"Sandal vapur deği l ya, içeride babam olsa yine bastırta­
cağım."
"Que faire? İl est la betise meme . . . (Ne yapmalı, herif ka­
lın kafalının ta kendisi . . . ) "

"Tanrıma bin hamd ü senalar olsun, Fransızca an tamam."


"Eh öyle ise adiyö .. Y'

5 Osmanlılarda tüccar ve csnaı: ilmiye sınıfından ayrılmak için başlarına abani


sarı k
sarard ı.
6 Fransızca (alaylı ve züppe bir şekilde) Allah'a ısmarladık, hoşça kal.

22
"Adiyöden de çakmam. Benim bildiğim ' Al laha ısmarla­
dık'tır."
"İşte manasını söylüyorsun ya ! "
"Böyle senin gibi tatlı sululardan ışıte ışıte öğrendik.
' Mancarna' yemek, ' Moncoma' vakitler hayır olsun, 'Ola va­
lava' nereye gidiyorsun, ' Piyastril ' para, ' İpsomi' ekmek ... "
"Bu söylediklerin benim hiç anlayamadığım bir l isandan,
hele bu sonuncusu Rumca. .. "

"Canım Rumcası mumcası ne olacak? Hepsi bir herzenin7


suyu değil mi? Yağlıkçıyım, işlemel i çevreler, uçkurlar, pullu
başörtüleri, Rodos bezi kırpıntıları, daha bilmem neler almak
için Yahudi tercümanlarla beraber dükkana bazen Frenkler
gelir. Antika diye enayilere ne kadar kırpıntı varsa yutturu­
ruz. Frenk aklı bu ... Uçkuru donlarına geçirmeyip duvara
asarlarmış."
"Onların çoğu don giymez . . . "

"El hayii mine' l-imiin,8 donu ne yapacaklar? Yoksa onlara


uydurmak için sen de donu çıkardın mı?"
Cevaben beyefendi sırıtır. Yağlıkç ı 'lahavle' çeke çeke ba­
şını sallayarak:
"Haydi beyefendi seninle biraz daha görüşürsek mutlaka
dövüşürüz. Rahmetli baban Müslüman bir adamdı. Seni böy­
le donsuz görmektense ölmesi hayırlı olmuş."
"Sen benim donuma, pantolonuma ne kanşırsın, ticareti­
ne bak."
"Siz böyle üpüryan9 kızıl Frenk olalı ticarette bet bereket
kaldı mı? Anan, hemşiren ne hiilde? Onlar da mı soyundu?
Vah ... Eyvah bize ... "

7 Saçma sapan söz ya da davranış.


8 "Haya, imandandır." anlamına gelen bir hadis.
9 Çırılçıplak

23
"Anladım. C idden dövüşeceğiz. Ticaretin bu bereketsiz­
l iği, durgunluğu hangi tarafın günahının eseridir onu da ben
bilirim. Ne alıp sattığınıza dair düzenli bir defter bile tutmayı
bilmezsiniz. Babanızdan ne görmüşseniz o uçurumdan çı­
kamazsınız. Pek cahi l bir adete bağl ısınız. Dünya esasından
değişir, bütün sanat kaideleri ticaret dönüşür. Sizin o eski
kafanız yine odur. Gericiliği selamet zannedersiniz, M üslü­
manlıktan dem vurursunuz. Müşteri aldatmaktan da çekin­
mezsiniz. Frenklere kırpıntılar yutturduğunuzu şimdi kendin
söylüyordun. A lemle beraber bütün dimağlar da değişme­
l idir. lngorance, paresse, .fanatisme, superstition, voila /es
caı1ses de nos malheurs (Cehalet, tembellik, taassup10, batı)
fikirler, işte felaketlerimizin sebepleri)."
"Oğlum, karşımda Frenkçe sakız çiğneme ... Ecdadının di­
lini niye beğenmiyorsun? Böyle, nesi ini, örfünü, cinsini, milli
adetlerini beğenmemekle iş yürümez. Biz, Frenkleri birkaç
kırpıntı ile aldatıyorsak onların bize soktukları kazıklardan
haberin yok mu? B u bizimkisi aldatmak değil, bir nevi tica­
ret gazasıdır. Beyoğlu ' ndaki ticarethaneleri, o yekpare büyük
camların arkasında elektrik ışıkları içinde parlayan eşyayı
görmüyor musun? Hep onların bu fantaziyelerini, ziynetle­
rini, pahalılıklarını bizim keselerimiz ödüyor. Bak benim bu
fakirane dükkanımda ne var? M üşteriyi rahatça oturtacak bir
yerim bile yok. Onlar mı bizi aldatıyor biz mi onları? Bu ha­
kikatlere iyice dikkat et de anla. Frenk, mağazasının ortasına
'pirepikis ' 1 1 yani ' tek fiyat' diye bir levha asar."
"' Pirepikis' değil, dilini d üze lt."
"Her ne karın ağrısı ise ... Seninle pazarlığa bile tenezzül
etmez. O levhayı görünce istediği parayı verip afiyetle kazığı
yiyerek çıkarsın. Burada sekiz kuruşluk bir mal için benimle
çekişe çekişe pazarlık edersin. Dikkat et, o mağazaya başka
bir Frenk girsin, o l evhaya asla ehemmiyet vermez. Sıkı sı-

1O Bağnazl ık.
l l Prix fixe.

24
kıya pazarlık eder. Çünkü o, malın asıl fıyatını bilir. Dolma
yutmaz. Bu 'tek fıyat' hilesi senin benim gibi kolayca alda­
nan ahmaklar içindir. Sen bana yaptığın ' fınfon ' cakasıyla
orada işini yürütemezsin. Dünya değişiyorsa, değişmişse bu
h i lelere karşı gelecek malumatı, konuşma becerini niye elde
edemiyorsun? Karşıda bazı mağazalar vardır ki burada biz­
lerden on kuruşa aldıkları bir mal ı orada yüze satarlar. Evet,
itiraf ederim, onlar satmanın usulünü biliyorlar. Fakat bu üs­
tünlük karşısında ezilen yalnız yerli esnaf değildir. Resmi,
gayriresmi varlığımızın bütün şubeleri çiğneniyor. Balık
baştan kokar. Bizim mahalledeki kibarlar, çocuklarını Cizvit
mekteplerineı2 gönderiyorlar. Sebebi sorulunca bizde o mek­
tep adına yaraşır eğitim kurumlarının olmadığını söylüyor­
lar. 'Mektep' ismini verdiğimiz, memleketteki o iri l i ufaklı
binalar nedir? Ne içindir? Neden milli tahsil yolunda deği l
ve alamıyor aklım ermiyor. Frenklerin, çocuklarımızı Türk­
lük için terbiye etmeyecekleri pek aşikardır. Oralardan bir
iki 'fan fan' öğrenerek çıkıyorsunuz. M i l liyetimize en büyük
düşman siz oluyorsunuz. Ben vaktiyle 'cami dersi' gördüm.
Muhyiddin Arabi13 hazretlerinin felsefesini okudun mu? Ef­
renç,ı4 felsefeyi işte oralardan çalıp ilim kaynağı diye bugün
size satıyor. Bu buharlar, elektrikler, tayyareler, gramofonlar
filanlar kitabımızda birer işaretle hep bildiri lmiştir. Onları
bulup çıkaracak Müslüman alimi yok."
"Şimdi söze benzer birkaç şey söylediniz. itiraf ederim
içinde doğruları da var. Fakat işin sonunda işte yine sapıtı­
yorsunuz. O zamanki felsefe esasları ile bugünkünün ne ol­
duğunu siz bilemezsiniz. Bunda uzman değilsiniz. Buharlar,
elektrikler kitapta değil, tabiat hazinesinin meçhul sayfala­
rında gizlidir. Onları oradan bulup çıkarmak sizin gördüğü-

1 2 Hristiyanlığı yaymak üzere kurulan okullar. B irçok tilozof ve düşünürün eğitim


aldığı Hristiyan okulları.
1 3 Tasavvuf ve İslam düşünce tarihinde büyük etki leri bulunan su li müellif.
14 Orta Çağ'da teşekkül ederek o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagnc"in
hükmü alıında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalllara denmiştir.
Fren k. Avrupalı ve hassetcn Fransu.

25
nüz cami dersiyle, medrese tahsiliyle mümkün olamaz. Laf
istemem. Bu bahsi geçiniz. Şimdi sinirlenirim . . . "
"Aman sinirlenme, beyim ... Sen de benim inancıını ren­
cide edecek tavırlarda bulunma. Frenklik aşığı bir donsuz ile
eski kafada, şalvarlı bir Türk hiçbir zaman ortak bir düşün­
cede birleşemezler. F akat sana bir tekiifte bulunayım da ba­
rışalım."
"Nedir?"
"Bu cuma gecesi, heyhat evet, öyle mübarek bir gecede
Uncu Ahmet'in evine ınİsafirliğe gideceğini söylüyorsun."
"Niyetim öyle ... "
"Ben orayı bastıracağım."
"Barbarlık ... "
"Medeni boynuzlar takınmaktansa namuslu barbarlığı
tercih ederim."
"Fakat barbarlıkla namusun uyuşamadığı çok noktalar
vardır. N amus deyince siz bundan sırf ırz manasını anlıyor­
sunuz. lrz nedir? Mahalle defterinde kayıtlı olarak izdivaç
şeklinde bir kadın kendini bir erkeğe verirse . . .
"Sus . . . S u s. . . Al imallah elim ayağım işte par par titriyor."
"Ne diyeceğimi anlamadan . .. "
"Anlamak istemem. Bütün Avrupa fel sefesini karşımda
batınetsen evimin önünde cereyan eden bir namussuzluk ti­
caretini bana uygun gösteremezsin."
"Susturmakla bu hakikatler değişemez. Bunu açıklığa ka­
vuşturmanın tek yolu münakaşadır."
"Ne olursa olsun. Senin bildiğİn sende, benimki bende
kalsın."
"Peki ... Teklifin nedir? Barbarlığa iştirak mı?"

26
"Canım, barbarlık lafını kaldır. Medeni bir şekilde yapı­
lan ne barbarlıklar var. Şimdi siz o evde tabii daha birkaç
zampara arkadaşla birlikte bul unacaksınız."
"Olabilir."
"Söz birliği edelim. Baskın hususunda siz içeriden bize
yardım ediniz. Mahalleliye hakikati anlatır, sizi alayla kara­
kola gitmek zil letinden kurtarırım."
"Jame (asla) hiçbir vakitte böyle bir ahlaksızlığı kabul
edemem."
"Ahlaksızlık mı?"
"Hem de en kötüsü ... "
"Aman ya Rabbi, gençleriyle ihtiyarları ahlakı böyle iki
uçta gören bir mil letin fikir birliği etmesi nasıl mümkün
olur?"
Hasan Efendi kalben bu gence karşı şiddetl i bir nefret ve
kinle sarsılır. İntikama karar verir. Yapmacık, sakin bir tavır
alarak:
"İçeriden bir el olmadıktan sonra bu baskından pek başarı
umu lamaz. Başıma bir bela alıp çıkma ihtimali de var. Çünkü
Macuncu taraflarındaki böyle bir kerhanenin müdürü Rus ta­
biiyetine girmişti. Kim bilir, bu U ncu Ahmet de hangi ecnebi
h imayesinde iğrenç sanatını icra ediyor? Başımı derde sok­
mak istemem. Allah kahretsin! Elbette bir gün kendi kendine
belasını bulur. Şimdi baskın eskisi gibi kolay değil. İçeriden
zampara bulup çıkaramazsak sonra Uncu bize namus davası
açmaya kalkar. O, yine ticaretiyle meşgul olur. Hapiste biz
yatarız."
"Bravo ... Monşer H asan! Doğru düzgün düşünmek işte
böyle olur. O adam ırz satıyorsa sermayeyi senden talep et­
miyor ya? Ticaret serbesttir. Senin evin ayrı kapın ayrı. C i­
varda gayrimeşru i lişki olması, bütün komşular için büyük

27
birer vebal ise etraftaki evlerde geceleri neler oluyor, ha­
beriniz var mı? Uncu Ahmet ticaretinin ne olduğu yaftası­
nı kapısının üzerine asmış demektir. İ steyen kendini oradan
sakınsın. Irzı, namusu, istikameti aldatmaya alet edinen gizli
kötülerden korkmalıdır."
"Keramet huyuruyorsunuz beyim."
"Demek barıştık?"
"Müslümanın M üslümana dargınlığı bir tülbent kuruyun­
eaya kadardır."
"Öyleyse ver elini ... 'Adiyö'ye kızıyorsun, Allah 'a ısmar­
ladık."
"Sefa-yı hatırla. . . "

"Fakat sakın ha niyeti değiştirme. Çünkü cuma gecesi


mutlaka oradayım."
"Keyfine bak."
Bey, dandini bir yürüyüşle çekilip gider.
Yağlıkçı, takındığı yüz ifadesini derhal değiştirerek kendi
kendine gayzını etrafına püskürmeye başlar:
"Seni gidi edepsiz seni... Besınelesiz desem merhum
babasının iki defa haccı var. .. Yabancı katışması ise günahı
anasının boynuna... Herhalde cinsen bir bozukluğu var. Züp­
penin adı da Mehmet Kenan, Müslüman ismi ... Yediği her­
zeleri Mösyö Petraki yemez. Medeniyet diye, çapkın bana,
bir mahalleliye besbedava pezevenklik ettirecek. Ticaret
serbestmiş. Kazanç için her rezilliği yapmak mübah mıdır?
Ticaretin şeriata, namusa, ahlaka uygun olması endişesi or­
tadan kalktıktan sonra dinlerin, mahkemelerin, camilerin,
kiliselerin, hocaların, papazların ne lüzumu var? Köpekler
gibi birbirimizin ağzıodakini kaparak hiç çekinmeden ırza,
namusa tecavüz ederek yaşayalım. Sözlüklerden, helal, ha­
ram sözlerini silelim. Medeniyetine ağzımızın sularını akıt-

28
tığımız Avrupa, i lerleyip gelişmeye bu yoldan giderek mi
ermiş? 'Medeniyet' diye ar perdesinden sıyrılmış seni gidi
hayasız, donsuz kerata seni ... Geçen akşam kahvede söylü­
yorlardı. Beyoğlu sahnelerinden birinde Frenk orospuların­
dan bir ahlaksız, haşa sümme haşa, H azret-i Havva'yı temsil
ediyorum diye ortaya anadan doğma çırılçıplak çıkmış. El
şakırtıları, alkışlarla kendinden geçmiş... Beşeriyetİn anası
yaprak tutunduydu. H i ç rezalet alkışlanır mı? Avret yerini
örtmeyi emretmeyen hangi mezhep vardır? M ukaddes tarih­
ten bile ahlaksızlık dersi çıkarıyorlar. C ihanın yaradıl ışına,
' tabiat' diyorlar. Yaratıcı sözü yok. Görmüyor musunuz?
H ayvanat tüyler, yünler, kıllar ile örtülü. Ah . . . Ah . .. Ş imdi­
ki yeni moda kadınların fıstanları, çarşafları örtünme değil,
birer dar kılıf, vücutlara geçirilmiş bir çeşit eldiven. Etekleri
adeta birer köstek, ayağı prangalı bir bedbaht olmuş bu moda
esirleri sekerek yürüyor. Bunun adı, "kıyafet serbestliği" ...
Şu ahir zamanda her şey zıddıyla bilinir oldu. Cühelaya alim,
inkara fen deniyor. Gazetelerde manalarını anlayamadığımız
ne tabirler görüyoruz. Ş imdiye kadar hiçbir kitapta ve örf ile
adederimizde yer bulamamış korkusuzca atılganlıklara, küs­
tah! ıkiara şahsi teşebbüs deniyor, mesela komşunun ticare­
tini öldürmek için kanun, ahlak, seni mesul tutmuşsa şahsi
teşebbüs diyerek bunun içinden çıkabilirsin. Kelimenin ye­
niliği mazerete kefıldir. Sen eski kafanla bu yeni kelimenin
manasını, hayata tatbikini anlayıncaya kadar okkanın altına
gidersin. İ dare makamlarında üst tanımamaya 'adem-i mer­
keziyet ' 1 5 daha bilmem ne 'sosyalizm' , ' kokorizm' gibi dili­
min dönmediği cenabet cenabet sözler... Donsuzluk fikri mi
yükseltir? Belediye Avrupa'ya birkaç düzine çıplak heykel
ısmarlamış. Bu cascavlak çırılçıplakları şehrin en işlek nok­
talarına dikecekmiş. Ahalinin zihni ancak bunları seyrederek
açılabilirmiş diyorlar. Mehmet Kenan, alacağı n olsun, seni
büyük bir rezalet ile bastırtayım da gör."

1 5 "Merkezin yokluğu."

29
2
Baskın Hazırlığı
Yağlıkçı Hasan Efendi, Uncu Ahmet'in evini bastırmak
için her nevi mesuliyeti üzerine alarak mahallede kendine ka­
fadar bulduğu kimseleri teşvik için ikna ve cesaret nutukları
sarf ederek gerekl i düzenlemelerde bulunmuştu.
Muhtarın, hekçinin ve öyle bir eve girmeye pek istekli ve
bunu büyük bir muvaffakiyet sayarken kendilerinden başka
muvaffaklara kötü gözle bakıp orada rezalet çıkarma işinde
büyük bir kin ve gayretle hareket eden mahalle tosunlarının
kulaklarını iyice bükmüş, ufak b i r işaret veril ince hepsini ka­
pının önüne toplayabilme planını kurmuştu.
Yağlıkçı 'nın iple çektiği cuma gecesi nihayet geldi. Hasan
Efendi ağının ortasında hareketsiz, avını bekleyen bir örüm­
cek gibi köşe penceresine geçti. Evinin içindeki lambaları
söndürttü. Çoluğuna çocuğuna derin bir sessizlik tembihinde
bulundu. Kimse çıt etmiyordu.
O akşam bakkal çırağı, Ahmet'in evine yine bir sandık
dolusu alkollü içki ve mezelikler getirmişti. Bu şişeterin
muhteviyatından M ehmet Kenan Bey'in de hissesi bulun­
duğunu Yağl ıkçı düşündükçe seviniyordu. Bu zevk ve sar­
hoşluk gıdasını beyin boğazında bırakmaya ahitler, yemi nler
ediyordu.
Meyhane dönüşü naraları arasında yatsı ezanı okundu. Ci­
var evierden tek tük öksürüklü, eli değnekli, ağır yürüyüşlü
kimseler, ağır kunduralarını sürüye sürüye kelime-i şehadet
getirerek camiye gidiyorlardı.
Gündüzleri bile güneşin tamamıyla aydınlatamadığı bu
dar, kasvetl i, yosun kokan rutubetli sokağın bir köşesinde
yanan hava gazı feneri, bir sis sıkıntısı içinde vakit vakit bo-

30
ğuluyor gibi sönmeye benzer ürpermeler geçirerek yine açılı­
yor, Uncu'nun soluk, aşı boyalı evini saçaklarına doğru biraz
aydınlatıyor. Fakat ışık cumbanın altında loşta kalan kapıya
kadar varamıyordu.
Bir tıkırtı olur. Hasan Efendi, Uncu' nun kapısının açıldı­
ğını anlar. Kafese yapışır. Ahmet, elinde tespihi, sarnur yaka­
lı paltosuyla, birkaç saniye sonra sokağın aydınlığına çıkar.
Günahının yükünü çekemeyip önüne eğilmiş kafasıyla yere
bakarak mahalle ihtiyarlarının zahidane yürüyüşlerini taklit
eden bir sarsaklıkla yürür. Hasan Efendi 'nin kapısı önünde
durur. Derin derin birkaç defa tekbir alır, sonra cami yolu­
nu tutar. Yağlıkçı içinden şöyle söylenir: "H ikmet-i rabhani­
yesine kurban olduğum Allah 'ım, ne sabırlısın! Yüce adını
halkı aldatmak için telaffuz eden bu melun heritin nefesini o
anda kesmeyip de müminlerin ibadet neşesiyle dolu camisine
girmesine nasıl müsaade ediyorsun? Dışı sofuluk riyası ile
kaplı, içi küfürle kirlenmiş, aramızda kim bilir daha ne kadar
münafık var. Şerlerinden sen bizi koru . . .
"

Hasan Efendi ufak bir ayak sesini, en hafifbir gölgeyi kes­


kin gözlerinden kaçınnıyordu. Aralıklarla aşağıdan yukarıdan
sekiz on yolcu geldi geçti. Arada bir gece satıcıları; tablaları­
nın üzerinde yanan isli fenerleriyle sallana sallana, kendile­
rine has makamlarıyla uzun uzun bağıra bağıra, bazen etrafı
dinleyerek geçtiği sokağın sessizliğini ihlal ediyorlardı.
Nihayet yukarıdan, sokak başından bir insan karaltısı be­
lirdi. Etrafı koliayarak karanlıkların içine girip çıkarak, du­
varlara sürtüne sürtüne, sessiz, ihtiyatlı, çekingen adımlarla
geliyordu. Sokağın en aydınlık kısmına geldiği zaman, Yağ­
lıkçı, bütün dikkatiyle kafese yapıştı. Bunun, fesini bumu­
nun üzerine kadar indirmiş, paltosunun yakasım kaldırarak
yüzünü mümkün olabildiği mertebe kapamaya uğraşan biri
olduğunu gördü. Herif, ufak bir tereddütten sonra Uncu' nun,
cumbasının gölgesi altındaki görülmeyen kapısı önünde bir­
denbire kayboldu. Başka bir şey görülüp işitilmedi. Besbelli

31
kapı aralıktı ve arkasında adam vardı. Zampara içeri alındı.
Kapı tıkırtısızca örtüldü.
Hasan Efendi içinden:
"Hah işte kapana bir fare girdi. İnşallah bu birinci av
Mehmet Kenan Bey'dir. Misafirlerin arkası olmal ı . Yarın
cuma. Kalemler tatil. Beyler boyuna İstirahat edebilirler. Bu
akşam, evin kabul gecesi... Tek zamparalı baskının zevki
çıkmaz. Ben onları sürü ile zabıtaya götürmeliyim ki keyfim
gelsin. Geh, geh, haydi kümes, kümes, kümes ... Zülüftü ho­
rozlar, tepe! i tavuklarınızla beraber ben sizi birer birer kafese
koyayım da mahalle arasında kurmak istediğiniz medeniyet
sehpası nasıl olurmuş görünüz. Tespihli yadigar camide aca­
ba şimdi sureti H ak'tan görünüp nasıl da yalandan evrat çe­
kiyor? Kerata seni ... "

Camiden cemaat çıktı. Bazıları evlerine döndü, birtakımı


mahalle kahvelerine dağıldı. Uzaktan bekçi, sopasını kaldı­
rımların üzerinde gümleterek dolaşıyor. Fakat aldığı tembihe
uygun olarak Uncu ' nun davetlilerini ürkütmemek için soka­
ğa yanaşmıyordu.
Cemaatin dağ ı lmasından yirmi dakika kadar sonra Ah­
met, uzun sakat ve tespihiyle iki delikanlının ortasında so­
kakta belirdi. Bu iki genç misafir, sahte sofunun aheste attığı
riyakar adı miarına ayak uydurarak ağır yürüyorlar fakat kor­
kusuzca gülüşüp şakalaşıyorlardı. Tamamen hava gazının en
kuvvetli ışık çemberine girdikleri zaman sağdakinin Mehmet
Kenan olduğunu Yağlıkçı iyiden iyiye fark etti.
Kenan, başından Ş lik fesini 1 6 çıkararak alnının üstünden
kulağına doğru ince ve siyah, açık bir kuş kanadı yaygınlığı
i le yapışık duran son moda taranmış, lostralı 1 7 gibi parıldayan
saçlarını daha ziyade yatıştırmak için birkaç defa sıvadı. Fe­
sini giydi. H asan Efendi büyük bir sevinçle içinden,

ı 6 Kalıba gerek olmadan sert olarak üretilmiş fes.


17 Parlak boya ile boyanmış.

32
"Süslen beyim, süslen... Sen karılardan ziyade kendini
onlara beğendirmeye uğraş. Fakat ne yazık ki bu gece, bu
pomatalı,18 lavantal ı saçlarınla zabıta dairesinde, hiç de rahat
olmayan bir yatakta tek yatacaksın. Bana verdiğin medeniyet
' diskur'unu19 polis komiserlerine de oku bakalım, para eder
mi?" düşüncelerini mırıldanıyordu.
Uncu, namuslu bir ev sahibi tavrıyla evin kapısını çaldı.
İçeri girdiler. Bu nikahsız gerdek evinin damatları tamam
mıydı? Yoksa daha gelecekler var mıydı? Hasan Efendi bir
müddet daha beklemeyi uygun buldu. Bir saat kadar süren
bekleme zamanında, iki insan karaltısının daha kapının kesif
loşluğu içine dalarak meclise dahi l olduklarını gördü.
Kendi tabirince kümese giren horozların adedini hesap­
tadı. Evvela bir, sonra ev sahibinin koltuğu altında gelen iki
daha, üç . . . İki de en sonra, beş ... B u beş erkeğe i lavesi zaruri
olan beş de dişi, hepsi toplam on . .. İ çeride ihtiyaten fazla na­
zenin bulmak da muhtemeldi . Mahal lenin taassup heyecanı­
nı tutuşturmak için bu kadar günahkarlardan müteşekkil bir
baskın alayı yeterli değil miydi?
Yağlıkçı, seyircilerini heyecaniandırma endişesiyle "mi­
zansen"in en küçük ayrıntısını düşünen bir tiyatro direktörü
gibi bu rezalet katarı üzerine çekeceği halkın ayıplama ve kına­
masını şiddetlendirrnek için daha neler yapmak lazım gelece­
ğini düşünürken galdır guldur bir kira arabası geldi, Uncu'nun
kapısı önünde durdu. Hasan Efendi kendini kafese verdi.
Arabacı yerinden atladı. Kapıyı çaldı. Kapının açılmasın­
dan sonra arabanın kapısını açtı. Tentel i etekleriyle kaldırım­
ları süpürerek koyu çarşaf'lı iki nazenin indi.
Bunların mostral ık20 birer bebek gibi boyalı yüzlerini,
çarşafiara sığmayacak bir gürlükle çepeçevre dışarı fışkırmış
18 Bir tür saç kremi.
1 9 Bir kimsenin bir konu hakkındaki likirierini bildirmek veya öğüt vermek için
yaptığı uzun konuşma.
20 Göslcrmclik, numune! ik.

33
saçlarını pek az fark etti. Son çıkan, para uzatırken atmış ol­
duğu birkaç kadehin verdiği cesaret ve yılışıklıkla arabac ı,
nazeninin omzuna hovardaca insafsız bir çimdik attı.

Kadın: "Of, elin kırılsın terbiyesiz ! " diye azarlayarak he­


men içeri kaçtı.

Arabacı , güzel kokular içindeki bu körpe, oynak vücuda


temas eden parmaklarını gülbeşekere batırmış gibi bir hırs ve
iştah ile yalayıp emdikten sonra, fesini arkaya devirdi. Ser­
maye taşıdığı bu kerhanenin pencerelerine arzulu bir bakış
atarak:

"Biz işte böyle suyuna tirit geçiniriz. .. İmanını araba do­


lusu gaco2 1 taşı, sonra böyle parmaklarını yala . . . Paradan
başka, benim içerideki bıçkın lardan ne eksikliğim var? Mi­
rasyedi doğmadıktan sonra bu dünyaya ne diye gelmeli? Ne
karıydı o be! Çiçek demeti gibi kokuyordu. Benim Eftalya,
mezelik turşuya benzer. Kokusuna dayanmaya mide isterim .
Koynunda yatarken ahırı özlediğim çok olur. Geceliği, renç­
per tütünü gibi otuzluğadır. On beşe kırıştığımız da çoktur.
Haftalık kalana yarı yarıya iskonto da yaparlar. Mecidiyeyi22
düzdüm mü hiç hesaplamam, döşerim. Evvela aftosa,2J sonra
hamama, sonra ahıra . . . Ne uykucu mahalle bu ! Kalkınız be
yahu . . . Uncu' nun evinde çifte gelinler var."

Arabacı,

Afisi de var ya/lah,


Cakast da var yallah,
İki kaştn arasmda el�fi de var.
şarkısıyla arabasına atladı. Hayvanları kamçıladı. Arabaemın
mahalleliye bu uyuşukluk yakıştırması Yağlıkçı 'ya dokundu.
Kendi kendine: "Elin çapkım bile bize yuh çekiyor. Hakkı
yok mu? Hele dur bakal ım. Yüzdük yüzdük kuyruğuna gel-

2ı Kadın, sevgili, mcırcs.


22 Sultan Abdülmccid tarafından 1 844'1e basılmış olan yirmi kuruş değerindeki
gümüş sikke.
23 Bir erkekle nikıihsız olarak karı koca hayalı yaşayan kadııı.

34
dik. Isınarlama iki yosma daha kapana düştü. Bunlar mutlaka
Kenan Bey ' le dostu için olmalı. Kapının önündeki rezalet
böyle, acaba içerisi ne halde olacak? Ne tatlı şeyler ki araba­
cı bile çimdiklediği parmaklarını yalaya yalaya doyamadı."

Hasan Efendi bir müddet daha beklemek istiyordu. Saz,


söz başlasın, içki ile kafalar iyice dumanlansın . . . Cümbüş
tam kıvamını bulsun. Vuslatgahlarından birbirinin sıcak ku­
caklarından çıkarılacak bu günahkarlar, neye uğradıklarını
bi lemeyerek ağız eğri, göz şaşı, felaketlerini idrak edemez
bir sarhoşluk içinde karakala kadar sokak ortalarında şarkı
söyleyerek gitsinler.

Çok geçmedi. Evin bahçe üzerindeki meclis odasında


ahenk başladı. Pestten fakat pek neşeliydi. Nağmeli, nazik,
titrek, ruha işleyen, tatlı, şehvet uyandıran bir kadın sesi ga­
zele girişti. Oldukça maharetle bütün makamlara girip çıkı­
yordu. Saz ara nağmesinden başka uzun, baygın, bağır delen
ahlar, oflar, amanlar bu aşk teranesine eşlik ediyorlardı.

Gazel, kürdi hicazkarda karar kıldı.

Ehl-i aşkm neşvegahı kuşe-i meyhanedir.


Sakiya aşıkı dilşad eyleyen peymanedir.
Güft u guy-i aleme bakma sakın eftanedir.
şarkısıyla fasıl açı ldı.

Hasan Efendi güfteyi dinleyerek: "Ehl-i aşkın neşvega­


hı kuşe-i meyhane midir kerhane midir yoksa mehterhane
midir? Biraz sonra anlarsınız, isimleriniz zabıta kayıtlarına
yazıldıktan sonra gazetelerle dünyanın dört bir yanına ilan
edildiği vakit, olacak dedikodulara aldanmayınız sakın. Ben,
sizi kulunç nüshası gibi erkekli dişili jandarmaların, polisle­
rin arasında şimdi yola düzerim . Hele biraz daha neşeleniniz.
Kafaların ız dönsün."

Birkaç şarkı daha okundu. Ahenge çoğu falso, kalın, sakil


erkek sesleri de karıştı. Gitgide meclisin coşkusu hafif bir

35
gürültü şeklini aldı. Sarhoşça inlemeler, ahlar, vahlar çoğal­
dı. Oyun havaları başladı. El şakırtıları arasındaki: "Aman
kızım titreme, canı m da beraber oynuyor." "Katir bakışınla
o kadar süzme, billah bittim," şikayetleriyle: "Oh, oh kıvır.
Ha bakayım, aman elmasım . . . Biraz daha göbek fırtınası . . . "
istirhamlarının bini bir paraya işitiliyordu.

Arada bir de "Yavrum Top Salata, bir daha doldur."

"Afet, billahi döverim seni . . . "

"Vuslat, nazlanma, nazlanmaya pek gelemem . . . " sözleri


geldiğinden beri bu hitap ve paylamalardan Hasan Efendi,
meclisi şenlendiren kadınların içinde; Top Salata, Afet, Yus­
tat bulunduğunu anlıyordu.

Bir müddet sonra bu rezalet dans nağmeleri durdu. Şimdi


bir bağnazl ık titrernesiyle komşudaki göbeklerden daha ziya­
de titremeye başlayan Yağlıkçı kendi kendine: "Galiba artık
çiftler odalarına çekildiler. Habislerin zürriyet yetişti rmeleri
zamanına kadar bekleyecek deği lim ya! Tam vakittir. Halk
kahvelerden dağılmadan baskını yapmalı," dedi.

Yavaşça aşağıya indi . Sokağa çıktı. İ ki ev sonraki kom­


şusu yorgancı H üsnü Efendi'nin kapısını çaldı. Kapı hemen
açıldı. Yağlıkçı, yorgancıyı epeyce müddetten beri tıkıp dot­
durarak bu baskın işi için hazır bir hale getirmiş olduğundan
Hüsnü Efendi o akşam dükkandan Tosun ile Emin ' i , iki kal­
fasını beraber alıp gelmişti. Evin avlusunda iki komşu yüz
yüze gelince H üsnü Efendi:

"Bu ne rezalet birader. Çoluğu çocuğu, karşımızdaki bu


çiftehane kepazeliğini işitmesinler diye utancımdan arka ta­
rafta bir odaya kapadım."

"Bizimki ler de sizinkiler de bu rezaleti bu akşam duy­


muyorlar. Her gece biz kahvedeyken başlıca eğlenceleri bu
cümbüşü dinlemek o luyordu zannederim. Fakat şimdi uzun
söze vakit yok. Hemen şimdi Allah ' ı n izniyle başlayalım.
Hani ya Tosun ' la Emin nerede?"

36
"Şurada, sokak üstündeki odalarda."

Bu iki delikanlı, karşıdaki eğlence yerinin şehvetli hay­


huylarını işitmekten öyle bir his coşkunluğuna gelmişlerdi
ki Tosun hemen canan diye eline geçirdiği bir duvar yastığı­
nı kucağına doğru çekerek kollarındaki yorgancı kuvvetiyle
sımsıkı sarı lmış, baygın baygın:

"Aman biraz daha kıvır göbek fırtınası," ınınitısıyla can


çekişiyor.

Emin, ilk titremeleri geçirerek şimdi bitap arkaüstü min­


dere uzanmış, süzük gözleri tavana dikili, biraz evvel işittiği
şehvet kabartan "opera"nın ruhu okşayan parçaları nı zihnin­
de canlandırmaya uğraşıyor gibi dalmıştı.

Sokak kapısının açılıp kapandığını, sonra avluda lakırdı


edildiğini işitince yorgancı kalfası kendini toplamaya uğra­
şarak arkadaşına sordu:

"Sabah hamam parasını kimden alacağız?"

"Köpoğlu ben ne bileyim? Ekmekçini n çetelesine bir çen­


tik daha çek."

Bu esnada Hüsnü Efendi oda kapısına gelerek:

"Ev tatlar haydi bakalım," davetiyle kalfalarına vazifeleri­


ni hatıriatınca iki delikanlı açık duran düğmelerini el yorda­
mıyla aletacele ilikteyerek doğruca davrandılar.

Yağlıkçı, kumandasını üstüne aldığı bu baskının ilk emir­


lerine girişerek:

"Oğullarım yeminleri çekin bakalım."

Tosun, vücudunda hasıl olan rehavet kalıntısını bir iki ge­


rinme ile gidermeye uğraşarak :

"Peki, baba, işimiz ne? Çektik, çekeriz. Sonra ne olacak?"

Yağlıkçı, düşünmesine yardımcı olsun diye ensesini ka­


şıyarak:

37
"Yavrum Tosun, sen doğru Aksaray Caddesi'ndeki Kuşçu
Arif'in kahvesine koş . . . Mahalle delikanlıları hep orada bek­
liyorlar. Onları arkana tak, köşebaşına kadar gel, orada dur.
Emir almayınca ilerleme sakın. Gürültü lazım deği l . . . "

Tosun kuşağı arkasından çıkardığı çekecekle yemenilerini


giyerek:

"Pistonu bozuk römorkör24 gibi enayileri peşime takayım.


Köşebaşında mola, öyle mi?''

Yağlıkçı, "Oğlum Emin, sen de çeşmenin yanında dolaşan


bekçiyi bul, ' Haydi ! ' de. O ne yapacağını bilir."

İ ki yorgancı kalfası, tığ gibi kapıdan dışarı fırlarlar.

Tosun, Ahmet ' in evine doğru yumruğunu göstererek:

"Geçmişi kınalı Top Salatası seni! Bu akşam sana yağ,


limon koymadan durmadan kayarım alimallah . . . Beylere, pa­
şalara saz, naz . . . Fukaraya el peşrevi, öyle mi?''

Yağlıkçı, şimdi karşısındaki yorgancıya dönerek :

"Hüsnü Efendi kardeşim, boş duracak vakit deği l, mahal­


leyi bir dolaş. Hatırı saygın kişilerin kapılarını çal, şimdi bir
gürültü kopacak. Yangın var zannıyla sakın telaşa düşme­
sinler. Şu mahallede kaç zamandır cereyan eden bu rezalet­
ten biz erkekler mesulüz. Bu utancı üzerimizden atmak için
erkekler yavaş yavaş dışarı çıksınlar. Herkes payına düşen
namus vazifesini gücü yettiğince bu hayasızlığın tem izlen­
mesine uğraşarak yerine getirsin."

Hüsnü Efendi kendisine verilen namus vazifesini yerine


getinnek için kapı kapı dolaşmaya çıktıktan sonra Yağlıkçı
sokağa fırladı. M uhtelif kollar üzerine tertip eylediği baskın
alayının gelmesini bekleyerek yaşından beklenmeyecek bir
çeviktikle köşebaşından diğer köşebaşına mekik dokuyor,
bazen duruyor, bazen koşuyor fırtına çıkmasını bekleyen bir

24 Yedeğinde taşıt götüren, çeken taşıt, özellikle başka taşıtları yedeğine alıp gö­
türmek üzere özel olarak yapılmış deniz !aşılı.

38
kaptan gibi parıldayan gözleriyle sokakların karanlıklarını
yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu. Bir­
denbire karşısına soluk soluğa Emin çıktı. Yağlıkçı sordu:

"Ne yaptın oğlum?"

"Bekçiyi buldum. ' Haydi ! ' dedim. Odun yarmaya hazırla­


nır gibi ya Allah diye bir haykırdı. İ ki avcuna tükürerek sopa­
sına yapıştı. Ödüm koptu. Beni dövecek zannettim. Olabilir
a . . . Mahallede kerhane var, beni zampara zanneder de . . . O
sopa suratıma bir inerse sonra kim vurduya gideriz. 'Ne ya­
pıyorsun bekçi baba, aradığın ben değilim ! ' dedim, üç adım
geriye çekildim. ' Korhma evlat korhma. . . i drnan ediyorum,'
dedi. Zamparaların marizlerine kayacak mıyız? Bunu evveli
söylesenize ! Copumu beraber almadım. Fakat kasavet çek­
me. (Yumruğunu göstererek) buna yorgancı muştası derler.
Bir inersem insanın suratını köşe minderi gibi yamyassı ya­
parım. Ben bu yumruklarla ne kerevetler kökledim. Nereye
yapıştırsam yumuşatırım. Birkaç kerata tırtıklamak bana iş
bile gelmez. Vay geçmişine be! Salatalı baskın nasıl oluyor­
muş, hele bir görelim?"

"Oğlan çenen pırtı. Lafa yekun çek. Sonra bekçi ne yaptı?


Onu anlat."

"Karahola, karahola dedi. Anladım ki karakola gidecek.


Sapasını savurarak fertiğini25 verdi. Yolda kolları daha id­
manlı bir acarına çatarsa kim kimi karakola götürür, artık
orasını bilmem."

Bu esnada "rap rap rap" düzgün adım sesleriyle karışık


otuz kırk kişinin birden şarkı sesleri işitildi. Uzaktan kopan
kasırga gibi giderek ses dalgaları büyüyor, gürültü çoğalıyor­
du. Şamatası makam içerisinde seçilebilen nakarat şuydu:

Aman, yavaş susalım,


Arş Uncu 'yu basalım,
Arslan gibi sa/alım.

25 Aıı:o. Kaç, uzaklaş, sıvış; tamam, biııi anlamlarında kullanılan bir seslenme sözü.

39
Yağlıkçı hakikati anladı. H iddetten baştan ayağa bir tit­
reme kesildi. O da şamatayı önlemek için bağırmak istiyor
fakat öfkesinden sesi çıkmıyordu. Boğulacak gibi bir hale
gelmişti.

Tosun, mahalle delikanlılarından bir tabur kurarak bir ku­


mandan cesaretiyle öne düşmüş halde geliyordu. Tabur geldi,
geldi, Hasan E fendi'ye yaklaşınca Tosun bağırdı:

" İ stoper! "

"Rappp" adım sesleriyle şarkı da kesildi. Üzüntüden dili


tutulmuş, hala titreyen Yağlıkçı ' ya karşı yorgancı kalfası ne­
şeli bir sesle:

"Allah devlete mil lete zeval vermesin ... Arkadaşlar hep


talimli . . . Vaktiyle hep silah taşıdık. Onbaşımdan yediğim to­
kat aklıma gelince hala dumanı gözümde tüter. Çorba gibi
yola çıkmadansa böyle taburla gelmeyi münasip gördük.
Langa dönüşü bu . . . İ çimizde tütsülü kafalar da var. Şairler de
eksik değil... Şarkı ebelerinden biri çarçabuk bir güfte doğur­
du. Seyit düzdü. H anende beylerden biri de ezgi li bir makam
uydurdu. Söyleyerek geldik. Ne var? Kızdın mı baba? Bas­
kına da nikaha gidilir gibi efendice gidilmez a! Bıçkınız işte.
Allah böyle yaratmış. Tutuldunsa iskambilini ver çık . . . Bu
böyledir. . . Biz kaygılanmayız . . . "

Hasan Efendi nihayet söz söyleyebilecek hale gelerek:

"Allah belanı versin. Ben sana böyle mi tembih ettim?


Bir kere başını çevir de arkana bak. Sokaklar adam almıyor.
Yedi mahallenin halkını birden kaldırmışsın. 'Aman yavaş,
susalım' yaygarasıyla bütün dünyayı velveleye veriyorsunuz.
Bu ne kepazelik! "

"Kepazelik o lmasa biz neyle yaşarız, baba? Mangiz26


yok. . . Aftos yok. . . Gönül sevdalı, cepler boş. . . Ona buna sır­
tarınca bunun adı ' tecavüz' . . . Sokaklarda bağırıp da sevdam

26 Argo. Para.

40
dışan verince bu da ' kepazelik', ne yapalım? Baskın bu, boru
değil... Bizim gibi tosunlann başka ne eğlenceleri var? Yan­
gın bir, baskın iki . . . Parasız tiyatro. "

"Sus . . . B i z buraya külhanbeyi loncası açmaya gelmedik.


Diskuru kes şimdi . . . Lafıma kulak ver. Uncu ' nun evinin ar­
kasında bir bostan var. . . Çiçekçi bostanı . . . "

" İ çinde semizotundan başka çiçek yok a, adı böyle . . . "

"Her neyse . . . Arkadaşlarıola beraber o bostana atlamal ı .


Fakat şarkı söyleyerek değil, gayet sessizce . . . Adeta hırsız­
lama . . . "

"Hırsızlama mı? Bostandan ne aşıracağız?"

"Ananın örekesini !27 Ulan ben sizi böyle alayla gece ya­
rısı hırsızlığa mı gönderiyorum zannediyorsun? Yediği her­
zeye bak . . . "

"Ne bileyim ben? H ı rsızlama dedin de . . . "

"Bir ot parçası bile kopannayacaksınız, anlıyor musun?


Sonra burnunuzdan getiririm."

" İ çimizde bu kadar rakı yangını var. Ağaçlarda yemiş gö-


rürsek diş oynatmadan durabilir miyiz?"

"Hay sizin gözünüze dişinize şimdi ha ! "

"Eh, eh . . . Alt tarafını salıvenne. İ çinde dursun."

" İ nnallaha ma'assabirin, ne laf anlamaziara çattık . . . Hüs-


nü Efendi sizinle nasıl geçiniyor bilmem ki?"

"Ustanın adı şimdi efendidir ama o da bizim gibi çekir­


dekten yetişmedir. Biz birbirimizi anlarız, sen onun efendili­
ğine bakma. Gazeteyi kör dilenci gibi makamla şavul lama2x
okur. Elifi yan yatırsan tanıyamaz. Mutlaka kazık gibi di­
kine dunnalı ki gözüne girsin . . . Geçenlerde Beyoğlu ' ndaki

27 Yün, keten gibi şeylerin eğri lirken tullurulduğu, bir ucu çatal değnek.
28 işi özenmeden, çabucak yapmak.

41
bir Şişli kibarını, ' şiş kebabı ' okudu da gülrnekten bayıldık.
Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ' Mahalle'yi
' muhallebi ' diye heceledi. Ne yaparsın? Ustadır, şiş kebabı­
nın üstüne muhallebiyi de piyzlendik29 oturduk. Yorgancının
alimi, efendisi bu kadar olur."

"Tosun, bu akşam sen nerede içtin bu kadar?"

" İ çmedik. Sağanak geçiren motorcu hırkası gibi ta ilik­


lerimize kadar çektik, şişmiş süngere döndük. Akşamüstü
gelirken Langa'dan doğru bir lamelif çevirelim dedik. La­
melifin fiyongası U zunodalar' a düştü. Lafın kısası içeri dal­
dık, meyhane değil burası batakhaneye benzer. İ ç kapının
arkasında bir Enez küpü vardır. i çmek lazım değil, kapağını
aç bir kokla, oraya uzanırsın, baldıran kökü özü ... M içoya,
' Doldur, ' dedik. M iço dersem ellilik kıranta30 bir heri f. . . O
meyhanede ondan aşağı yaşta çırak kullanmaya gelmez, teh­
l ikelidir. Rakı, en ziyade sevda damarına dokunur. Göze bir
şey görünmez. ' C i vanım, bir daha doldur fakat dört kadehi
bir yap da bardağa akıt... Bu akşam baskına gidiyoruz. Laf
değil,' dedim. Getirdi, yuvarladı m. Bir daha, bir daha. . . Vay
geçmişine üflediğimin mereti be . . . Tezgah başında zelzel e ol­
maya başladı . Fırtınada demir tarayan gemi gibi sallanıyor­
dum. Emin, kolurodan çekti, ' Yetişir, gidel im ! ' dedi. ' Arka­
daş, kapıyı bul da çıkalıın ! ' dedim. Ü ç adım attım. Bu sefer
de gözlemeci merdanesi gibi rakı beni yuvarladı."

"Lafı kes . . . Şimdi aklın başında ya!"

"Ne demek? Tosun'un aklı dört beş bardakla oynar mı?


İ şte ayağırnın mostrası meydanda . . . Laflarımda sarhoşluk ni­
şanesi var mı? Bak bu kadar delikanlı kumandamı bekl iyor.
Bir işaret edersem şimdi mahallenin altını üstüne getiririm."

"Sakın ha alçak . . . Sonra seni elebaşı diye zabıtaya veririm."

"Elebaşı mı? H amamkızdı mı oynayacağız?"

29 içmek, demlenmek.
30 Saçlurı ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek.

42
"Hamam değil, benim başım kızd ı . Susar mısın? Yoksa
susturayım mı?"

"Kızına babacığım . . . Daha marta çok var. İ şte sustuk. El­


hab . Y (Başını arkaya çevirerek) Arkadaşlar dikiz gelin. D i l­
.

siz oyunu var."

Arkadaki kalabalık hep birden:

"EI-hab . . ."

"Maşallah arkadakiler de sana uygun . . . Bu akşam Uzuno­


dalar'daki küplerde zımık bırakmamışsınız."

Hasan Efendi birkaç lahavle ile başını sağa sola salladık­


tan sonra arkadaki delikanlı kalabalığına hitaben:

" İ çinizde sarhoş olmayanlar yahut razıyım, söz aniayacak


derecede çakırkeyif bulunanlar varsa ileri gelsin."

Kalabal ık arasında şu sözler dolaşmaya başlar:

"Ne diyor? Ne diyor?"

" İ çinizde çakaralmazlar varsa i leri gelsin, diyorum."

"Vay kahpe oğlu be. . . Bizi Diyarbekir çakmaklısı diye


ona kim anlatmış? Çakarız baba fakat almayız. Bize fıtil iş­
lemez."

"Biçimsizlenme ulan . . . El-hab ' ı ne bozuyorsun?"

"Laf soruyor be . . . Ona fesimin ibiği cevap verecek değil


ya? Elbette ağzım söyleyecek."

Birkaç delikanlı Hasan Efendi'ye yaklaşarak:

"Biz ayığız efendi . . . Ne emriniz varsa söyleyiniz . . . "

Arkadan kahkahalar:

"Ulan Faik'e bak. . . Şamandıra gibi salianıyor da aval,


' Ayığız,' diyor."

3 1 En çok sessiz kalabilen kişinin kazandığı bir çocuk oyunu.

43
"Ayıktır ayık . . . Efendi cin içer. Matarası cebindedir. Salak
Eyüp vapuru gibi islimi32 üç saat sonra tutar. Bir kere usku­
ru33 dönerse hem tornahit işler hem tornistan . . . Halıcıoğlu,
Balat. . . İ ki tarafa çatarak gider. Fener 'e uğramaz, Yemiş'e
abanırsa artık kalkamaz. Orada sızar."

"Moruğu gömdüğümüz zaman bu enayi vapura ben de


bindim. Eyüp i skelesi 'nde biletçi kulübesinin önüne geldik.
On altı kişi . . . Otuz paradan hesapla. Paraları uçlandık. Mas­
rafı cenaze sahibi verirmiş. Herifler otuz paralık yük taşı­
dılar mı be ! Paranın toplamı akltından hiç çıkmaz, on ikiyi
bayıldık. Mecidiye kırkı da çaba ... Moruğun acısı o zaman
içime çöktü. Hayırsız evlat demesinler diye mezar başında
bir ' fantazya' ağlama yapayı m dedim, vay babasının canına
be. . . Vakıf çeşmeleri gibi bütün suyum kurumuş, gözümden
yaş gelmedi . Fakat biletçilerio önünde terle karışık sızmaya
başladım. Sonra bizi dalaba koydular. Demir kapının arasına
sıkıştık, belimin ortasında bir şey çıt dedi. 'Ne oluyoruz?'
dedim. Arkadaşı m cevap verdi: ' Zımbaladı lar .' Vay cenaze
pulu da mı çıktı? Merak ediyordum. Acaba zımbayı nerem­
den yedim? Namusa dokunur bir şey yok ya! Sonra Defter­
dar'a, Halıcı 'ya uğrayarak yollandık. Meğerse vapurumuz
dilenciymiş . . . Eyüp'ün havasından vapurları bile böyle olu­
yor. Nereye çıkarsan otuzluk . . . Denkliği var."

Muhtelif mangalarda sohbetler olurken Hasan Efendi bin


zorlukla söz aniayabilecek bir iki kişi bularak talimata girişti :

"Arka sokaktaki kapısından bostana girmeli. Bahçıvanlar


tembihlidir, ses çıkarmayacaklar. Fakat ekili sebzeyi çiğne­
rnemeye son derece itina etmeli. Her biriniz bir tarafa sinerek
Ahmet'in evini o taraftan ablukaya almalısınız. Evin bostana
bakar birkaç alçak penceresi vardır. İ şte buralardan zampara
tirarına meydan vermeyip hemen yakalayacaksınız. Vazife­
niz bu . . . Öyle cin içmiş, peri tutmuş sarhoşları da içinizden

32 (Buharla çalışan araçlar için) Kalkmaya hazır duruma gelmek.


33 Sornun ve civatadaki yiv, vida dişi.

44
çıkarınız. H izmet büyük, vazife mühimdir. İ ki dünyada da
ecre nail olursunuz. İ şin iyi gitmesini ihlal edecek hallerden
sakınınız. Haydi bakalım . . . İ nayet Bari 'den."

Bu kumanda üzerine bir arbededir koptu. Sarhoşu ayıktan


ayırmak mümkün değildi. Bostan sakağına doğru bir kala­
balık akınaya başladı. Yangına gider naralar da işitiliyordu:
"Şan verdi cihana Kara Mehmet Paşalılar. . . "

"Sizi su gibi içer Yakup Ağalı lar. . . "

"Boruı.:u Halil musluğu aç. Her ikinizi de sular Hoşka­


demliler. . . "

"Dünyaya duman attım Horhorlular. . . Habire imanım yu­


uuuuu . . . "

övünmeleriyle çıngar alametleri misk gibi tütmeye baş­


ladı. Söz dinleyen takımı pek azdı. Bunlar bostana girdikleri
esnada, kapının önünde Kara Mehmet Paşalılarla Horhorlular
selaya tutuşurlar. Küfürterin en duyulmamışı, en alışılmamışı,
en yakası açılmadıkları arasında taşlar savrulur, gırla kafa göz
yanlır. Arada bir civar evlerin camları titrek bir şangırtı ile pat­
lar, sokaklara dökülür. Evierden kadınlar feryada başlar.

Hasan Efendi hala çeşme başındaki baskın ve cesaret


diskurunda devam eder. Polisler, jandarmalar yetişir. İ mam,
bekçi, muhtarlar hep tamam . . .

Komiser, mahalle ileri gelenleri tarafından mühürlü bir


mazbata olmadıkça baskına girişemeyeceğini söyler. Hasan
Efendi, elleri titreyerek alt tarafı yirmi otuz kadar mühür ile
karalanmış mazbatayı gösterir.

Bu dava burada sürerken H üsnü E fendi, bereket versin ki


hatırı sayılır sayılmaz birçok kişi toplayarak Uncu'nun evini
sokak tarafından kuşatmıştır.
Öbür taraftan imamıyla, muhtarıyla, zabıtasıyla toplanan
halk da yürür, kuşatmaya katılır. Polislerin bir kısmı sela to­
sunlarını ayırmaya gider.

45
3
Baskına Doğru

Olay yerine çıkan bütün sokaklar malışer gibi insanla


dolar. Girilip çıkı lmaz bir izdiham meydana gelir. Mahalle,
binlerce halkın kin ve küfür sesleriyle inim inim inierken bir
mezarlık karanlığı ve sessizliğine dalmış Uncu'nun evinden
çıt işitilmez. Perdeler inik, hiçbir tarafta ışık ve ses yok. So­
kak fenerinden yansıyan titrek ışık altında, ahalinin bu öfkeli
saldınsına karşı ev, korkusundan titriyor zannedilir.

Mahallelinin teklifi üzerine imam kapıyı çalar. Cevap ve­


rilmez. Gittikçe artan bir hızla birkaç defa daha vurur. Kapı
açılmaz. Halkayı koparacak gibi kudurmuşçasına bir şiddet
ile birbiri ardına darbeler indirir. Hiçbir mukabele yok. Bu
inatçı sessizlik halkı bütün bütün öfkelendirir.

Kiminin alnı buruşuk bir mendil ile gözüne doğru eğrice


sarı lı, kiminin kolu bir bez ile boynuna asılı, seladan dönerek
oraya bir sıraya diziimiş olan bıçkın alayı içinden birkaç ses
birden:

"Vay geçmişine maval okuduğurnun pezevengi, aç kapı­


yı... Yoksa şimdi omuzlar gireriz."

Komiser vakur ve resmi bir sesle:

"Yok . . . Yok . . . Ahaliden kimse işe karışmayacak. Sonra


şiddetten mesul o lursunuz. Hükumet vazifesini bilir."

Bıçkınlar:

"Heri f burada altı aydır insan çiftleştiriyor da. . . "

"Ne dedi? Ne dedi?"

"Mesul olursunuz dedi be ! Sesi kes . . . "

46
"Kerhaneyi Uncu işletsin, biz mesut olalım, öyle mi?
HükUmet vazifesini güzel biliyor doğrusu ... "

"Herif kim bilir kimlere parmak yalatmıştır. Başka türlü


mahalle arasında ırz ticareti olur mu?"

Tokmak darbelerine imam var kuvvet pazısıyla devam


eder. Ev değil bir mezar vesselam.

"Pıt" duyulmaz. Mahalle kodamanlarıyla zabıta memur­


ları kapının önünde kesifbir top oluşturarak bu inatçı sessiz­
liğe karşı alınabilecek tedbirleri m üzakereye girişirler. Kimi
kapıyı kırmak, kimi bostan tarafından eve birkaç jandarma
indirmek, kimi merdiven dayayı p pencerelerin birinden içeri
girmek düşüncesindeyken kalabalık içinden fırlatılan bir taş
pencerelerden birine isabetle şangır şungur cam kırıklarını
ahalinin başına yağmur gibi indirir. Polislerden birkaçı kül­
hanbeyi alayına doğru koşarak:

"Kimdir o?''

"Ne bileyim anam babam? Burada binlerle adam var. Her


birinin bir çift eli, on da parmağı var. Ara da bul..."

Polis, "Yakalarsam şimdi tutuklarım."

Beylerden biri kahkaba ile:

"Yakalarsan tutuklamak kolay... Uncu evinden çıkmasın.


Hampalarta aftoslar hıihi içeride çift yatsınlar, biz tutuklana­
lım. Kıyak iş . . . "

Bu esnada muhtelif noktalara birkaç taş daha fırlatılır.


Kimi evin kaplamalarında gümledikten sonra ahalinin başına
düşer, kimi gümbürtülerle cam kırıkları yağdırır.

Kalabalığın içinden canhıraş bir ses:

"Aman . . . Aman. . . Valiahi beynim delindi. Hangi eline


ycstehlediğimin34 çapkını attı onu. Baskının i lk kurbanı biz
mi olduk?"

34 Büyük abdesi etmek.

47
Polis kızgınlıkla:

"Gördün mü yediğin hattı?"

Külhanbeyi boynunu çarpıtarak:

"Kim yedi kardaşım? Bir Rabbimin hakkı için inan, sa­


bahtan beri gırtlağıma elierne lokma düşmedi. Otuzluk tü­
tünle pasa iştah ürkütüyorum, görmüyor musun? Mum H ala
gibi karşındayım. Ne elim oynadı ne dişim. Kabahadiyi bul
da ona laf söyle."

Polisler taşlayanları bulmak için kalabalık içine saldırın­


ca halk, bir siyah deniz gibi dalgalandı. Kopan gürültü bir
uğultu halinde akisler meydana getirerek ondan ona geçen
bir öfke gibi büyüyor, yayılıyordu.

Etraftan sesler:

"Polis efendi Sadık attı. .. Mahmut'a da bak, viraneden


daha taş topluyor."

Polisler Sadı k ' ı , Mahmut'u bulmaya uğraşırtarken çat


çat birkaç taş mermisi daha savruldu. Yine şangırtılar. . . Yine
döküntülere hedef olanlar da şikayet velvelesi ... Fakat artık
evin sokak yüzünde sağlam pencere kalmamış gibiydi. Şimdi
taşlar bu camsız pencerelerden doğrudan doğruya içeri fırla­
yarak evin duvarlarında, döşeme tahtalarında gümlüyordu.

Sokak yüzünden püskürtülen taş atanların bir kısmı arka­


ya, bostan tarafına geçti. Bu taraftan da mermi yağdırmaya
başladılar. Bahçenin semizotu, yeşil salata, taze soğan, sa­
rımsak tarlaları cirit meydanına döndü. H arçsız, kırıntı taş­
larla örülmüş duvarın bir kısmı bir anda yarım arşın kadar
alçaldı. Çünkü mermi ler hep oradan alınıyordu. Çok kuvvet­
le atılan taşlar evin darnma düşüyor, kiremitleri paramparça
ediyordu. Karanlıkta oynayan bu azgın elleri görmek, dur­
durmak mümkün değildi.

Bu şiddetli hücuma karşı öyle köhne, ahşap bir evin değil,


taştan bir kalenin bile dayanamayacağı anlaşıldı. B u müthiş

48
hakikat ev halkınca bilindiğinden U ncu Ahmet çamaçar so­
kak yüzündeki kırık pencerelerden birinin kafesini sürerek
kirli suratını ahaliye göstermek cesaretinde bulundu. Arka­
sında gecelik kürkü, başında takkesiyle ağlayarak:

"Allah 'tan korkmaz mısınız? Bu nedir?"

Sokaktan birçok haykırmalar:

"Allah lafzını ağzına alma habis . . . "

İ mam Efendi:

" İ çerideki karılar çarşaflansınlar, herifler de hazır olsun­


lar. Sen de beraber hep gelin. Karakota gideceğiz."

Ahmet Efendi:

"Hangi kanlar, herifler? İ çeride çoluk çocuğumdan başka


kimse yok."

Ahaliden biri:

"Hangi kanlar, herifler olacak? Zamparatarla fahişeler!"

Ahmet:

"Neuzübi llah o nasıl söz? Elli senelik namusumu lekeli­


yorsunuz. Hepinizden dava edeceğim."

Külhanbeyleri kahkahalarla:

"Yıllanmış Yahudi şarabı gibi, heritin ne eski namusu


varmış be! Haydi aynasızlanma. . . Nazlıları, hampalarıyla be­
raber aşağı indir. Geceliği beş liraya aftos nasıl olurmuş bir
görel im. Seyrine de para yok ya ... "

Ahmet:

" İ çeride ailem halkından başka kimseyi bulamazsanız ne


yapacaksınız?"

Bir ses:
"Senin ailenin sayısı bell i mi? İ çerideki lere amcaının
oğlu, teyzemin kızı diye birer hısımlık takarak işin içinden

49
çıkmak istiyorsan böyle kerhaneci martavalına kimsenin
kanmayacağını bil ! "

Hasan E fendi:

"Yaya, arabalı , akşamdan beri gelenleri gördük. Beyhude


ısrar etme . . . "

Ahmet:

"Onlar misafirdi, gittiler."

Hasan Efendi :

"Aç kapıyı . . . Kanunlar uygulanacak. Bu kadar halk bura-


da bekliyor."

Ahmet:

"Halkı ben davet etmedim ya, beklemesinler!"

Hasan Efendi :

"Böyle küstahça sözler ile halkı kızdırma. Sonra hal in çok


fena olur. Herkes senin aleyhinde ayaklanmış. Baksana kala­
balığı zor tutuyoruz. Çürük kap ma güvehme."

Ahmet:

"Ahaliden sorarım: Şu mahalleye geldim geleli hangisi­


nin gönlünü incittim? Kimseyle bir geçmişim var mı? Ben­
den ne istiyorlar?"

Hasan Efendi :

"Namuslu bir mahalle içinde senin gibi ırz ticaretini sanat


edinmiş bir adam yaşayamaz."

Ahmet:

"Benim böyle bir ticaretle meşgul olduğumu nasıl ispat


edebilirsin?"

Hasan Efendi:

"Sen aç kapıyı . . . i spat kolay. . . "

50
Ahmet:

"Ya edemeseniz?"

Hasan Efendi:

"Edemezsek senin için ala ya ! Bu kadar halk nazarında


temize çıkmış olursun. Senin için başka kurtuluş yolu yok.
Masumiyetini ispat etmeli , kurtulmalı."

Ahmet:

"Bir cinayet mi var? Evinde i ffet ve namusuyla oturan


bir adam, hiçbir sebep yokken kapısının önünde toplanılmış,
öfkesinin sebebini ve böyle bir işe karışmaktaki yetki dere­
cesini bilmeyerek sövüp sayan, taşlarla camları, kiremitleri
indiren cahil bir halka karşı, masumiyetİn i ispat etmeye mec­
bur mudur? Hükumet yok mu? Adalet yok mu? Bana isnat
istediğiniz kötü sıfatlarla suçlu bulunsam bile cezanın tayini
ahaliye mi düşer? Herhangi bir davada ahaliye böyle toplana­
rak İcraatta bulunma iznini veren hangi kanundur? Böyle bir
nizarn hangi memlekette vardır? Bana isnat istediğiniz iş şu
saatte sabit mi? Değil. O halde gerçekliği kesin olarak ortaya
çıkmadan evimin camları, çerçeveleri niçin indiril iyor? Türlü
küfür ve tehditle evime karşı yapılan bu tecavüzden korka­
rak aile fertlerimden, çocuklarımdan birkaçı bir derde uğrasa
veya vefat etse manen, maddeten bunun mesulü kim olacak?
Hakim huzurunda buna cevabı kim verecek."

Ahmet'in ültimatomu karşısında komiser, bıyıklarını ka­


rıştırmaya, Hasan Efendi de terlerneye başladı . Etraftan gü­
rültüler:

"Vay köpoğlu herifbe . . . Ne apukatmış ! Namusluyum diye


durmuş da bize kantİn atıyor. Ben öyle namusun üstüne . . . "

Polislerden biri:

"Sus edepsiz ... (Emrindeki bir polise hitaben) Böyle uy­


gunsuz uygunsuz söylenenler olursa yakasından yakala, jan­
darmalara teslim et."

51
Kalabalı k içinden biri:

"Uncu Ahmet otuz kırk kişiyi deliğe tıktırmadıkça teslim


olmayacağa benziyor. Zamane bu, ne dersin? Namussuzdan
namusunu satın almalı, derler. Böyle sözlerin her birinde bir
hikmet vardır."

Hasan Efendi, Ahmet' i cevapsız bırakmamak için birkaç


defa yutkunduktan sonra:

"Burada ' vazifesini İcra eden' ahali değildir. Merkez ko­


miseri, polisler, jandarmalar, imam ve muhtarlar hep mev­
cut. . . Olaya sebep olan da sensin. Mahallemiz mahalle olalı
böyle ithamla kimsenin kapısı önünde toplanmamış, b u yol­
da bir isnatla bir ferdin burnu kanamamıştır. Senin evinin
camları yalnız bu gece değil, b irkaç aydan beridir kırılıp du­
ruyor."

Ahmet:

"Bu gecekiler zabıtanın gözü önünde kırıldı. Komiserin


buraya gelmesi böyle üzücü olaylara göz yummak için de­
ğildir. Mahkemeye çağınldığı vakit elbette bunun cevabını
verecektir. Küçük kızım korkudan bayıldı, yatıyor. Nabızları
durmuş gibi ağırlaştı. Giderek hali fenalaşıyor. Bizi düşür­
düğünüz şu vahim durum bir tabip çağırmaya bile katiyen
müsait değildir."

Hasan Efendi:

"Sen kapıyı aç, biz doktor buluruz."

Ahmet:

"Atıldığı tehlikenin şiddetli mesuliyetini idrak edememiş


bir halka karşı kapıyı açıp da çoluğumu çocuğumu diri diri
öfkeli ayaklar altında çiğnetemem."

Hasan Efendi :

"Burada zabıta var korkma. . . "

52
Ahmet:

"Bu kadar müddettir evirni taş yağmurundan kurtararna­


yan zabıtaya ailemin hayatını emanet edemem."

Hasan Efendi:

"Taş atanlar birkaç çapkındı. Polislerin takibi üzerine


hepsi defolup gitti."

Ahmet:

"Onlar defedilrnerneli. Cezalarını görmek üzere hepsi


tutuklanrnalıdır. Onlar firar ettiyse olayı esas düzenleyen ve
sebep olanları isterim. Korniser Efendi, size hitap ediyorum.
Tahkik ederek bir fezleke yapınız. Mahalleden bu işe önayak
olanlar kimlerdir? Davacıyırn."

Komi ser:

"Ben vazifeınİ senden öğrenecek değilim."

Ahmet:

"Sizin vazifeniz merkezinizin idaresi altında bulunan ma­


hallelerde bu gibi vakalar olunca meydana gelecek müraca­
atları dinlernektir. Şu anda burada en büyük zabıta memuru
bulunmanız hasebiyle canırnızın, ırzırnızın, evirnizin, rnalı­
rnızın korunması size aittir. Davamı kayıt ve zapta rnecbur­
sunuz."

Kalabalıktan biri :

"Söyletrneyiniz artık şu kerhaneciyi be ! Ne duruyorsu­


nuz? Kapıyı kırıp girel im."

Bunun üzerine ahali hücurn için dalgalanır. Fakat vakanı n


kazanrnakta olduğu nezakete binaen sayıları arttırılrnış olan
polisler, jandarmalar, var kuvvetleriyle kalabalığa dayanarak
halkın saldırısını güçlükle önlerler.

Ahmet:

53
"Komiser Efendi, yine size hitap ediyorum. Bana halkın
arasından ' kerhaneci ' diye kötü bir ithamla hitap eden o kim­
seyi tutuklayınız. Davacıyım."

Ne yapacağını şaşırmış olan komiser, bir penceredeki Ah­


met' in yüzüne, bir Hasan Efendi 'ye, bir de ahaliye ne yapıl­
ması gerektiğini sorareasma şaşkın bakışlarını dolaştırdıktan
sonra polislere 'tutuklayın' işaretini verir. Polisler saldırırlar.
Fakat Uncu'ya hakaret eden kişi ne olur ne olmaz diye ora­
dan sıvışmış bulunur. Onun yerine diğer bir kişiyi yakalamak
isterler.

"Billahi ben söylemedim. Söyleyen sıvıştı."

"Benim neme lazım, birader? Ağzımı bile açmadım. Ö yle


bir sanat yapıyorsa kendine ... Her koyun kendi hacağından
asılacak, bana ne ! "

"Murdar günahı üstünde kalsın. . . B u zamanda nizarn var,


kanun var. Beyoğlu ' nda Doğruyol ' da dolaşanlara bile ' mu­
habbet tellah' deniyor. Enayi miyim ben? Mahalle araların­
dakilere ' sevda taciri ' mi denecek, ne denecek? Elbette uygun
bir lakap bulunacak. Hiç öyle kaba söz çıkar mı ağzımdan?"
gibi, bu yolda kababati üzerinden atmak için müdafaa sözleri
işitilir. Fakat bu izah ve açıklamalar kapıdan uzak bulunan
halk arasından ileri doğru gide gide asıl ve mahiyetini değiş­
tirerek yayılmaya başlar.

"Ne olmuş? Ne diyor?"

"Uncu Ahmet ahaliden namus davası ediyormuş. ' Peze­


venk' diyeni yakalayıp götürüyorlarmış."

"Namuslular namussuzlardan nasıl ayrılacak? Bu keli­


meyi Türkçemizde niçin icat etmişler. Yiğit lakabıyla anılır.
Bunu Uncu'ya söyleyemez isek lügatimizde kimin için sak­
layacağız? Bir adam ne kadar aşağılık meslekte olsa da ben
bu tabirin i fade ettiği kişiyim der mi? Hayasızlık ve namus­
suzlukları rnekruh sanadarıyla ispat edilmiş olanlar hakkında

54
kullanılacak sıfatlar bu gibileri gücendirmemek için yasaya
uygun olarak izinleri alındıktan sonra mı ağza alınacak?
Hangi tabiri nerede kullanacağımız hakkında kanunlar yap­
sınlar. Biz de ne diyeceğimizi bilelim."

Nezih, çirkin ifadelerle herkes bu konudaki fikrini ya­


nındakine açıklamaya girişir. O aralık kalabalık arasından
gecelik kürk ve entarili, sakallı, zayıf bir efendi, Uncu ' nun
bu iffet ve namus davası karşısında son derece asileşir ve
yaydan kurtulmuş ok gibi ahaliyi çiğneyerek kapının önüne,
polislerin karşısına atılır. Ve söylenınesi yasak sözü haykıra
haykıra sekiz on deta tekrar ile:

"Bu herifın iğrenç sıfatını işte söylüyorum. Beni tutukla­


yınız. Burada söylediğimi yalnız mahkemede değil, Allah ' ı n
huzuruna çıksam tekrara hazırım . Namusta namussuzluk kar­
şı karşıya gelince söz hakkı yalnız kötü tarafa verilmez. B u
herif kötü sıfatlarıyla teşhir edilecek, isteyen yüzüne tükü­
recektir. Aylardan beri mahallenin rahatını ve ahlakını ihlal
eden böyle bir edepsiz hiçbir sebeple müdafaa edilemez. Bu
iğrenç davayı dinlemekten artık bütün namus erbabının sabır
ve tahammülü tükeniyor. Ne duruyoruz, kapıyı kıralım ! "

Ahmet:

"Kıramazsınız. Mahallelinin evime girme hakkı yoktur.


Kanun bazı hallerde bir eve girme hakkı verirse bunu ancak
zabıtaya verir, halka değil. Komiser Efendi, bu adamın isim
şöhret ve sanatını kayıt altına alın ve bana kaç defa 'pezevenk'
gibi rezil tabirlerle hitap etmişse kaydediniz. Davacıyım."

O efendi:

"Zabıta buraya senin ahaliye karşı olacak suçlamaların ı


zapt ve kayıt altına almak için gelmemiştir. Kapıyı aç ! Evve­
la yüzünün aklığı sabit olsun. Davayı sonra edersin."

Ahmet: "Açmayacağım."

Efendi: "Kırarı z ! "

55
Ahmet: "Kıramazsınız. Zabıta mesut olur."

Efendi: "Senin gibi bir kerataya karşı başa zabıta mesut


olamaz."

Ahmet: "Bu adam suça teşvik edenlerin en azılısıdır. Ko­


miser E fendi, kayda işaret ediniz."

Efendi: "Daha söyleniyor musun, melun! Burada davacı,


senin namussuzluğundan yaka silken mahallelidir. Görmü­
yor musun, binlerce halk aleyhinde galeyana gelmiş, zabıta
görevlileri on beş yirmi kişiden ibaret. Namusun bu kızgın­
lığına karşı ne yapılabil ir? Kapıya hücum edilmesinin önüne
geçebilir mi?''

Ahmet:

"Biraz kanun öğren de sonra söze karış. Zabıtanın kuvveti


fertlerinin adediyle ölçülmez. Beldesinin kanuna vakıf ter­
biyeli halkı sayıca on bin de olsa yine tek bir polis neferine
itaat eder. Buna mecburdur. Her fert için medeni lik vazifesi
budur. Bunu bilmeyenlere medeni denemez. Ahatisi en ka­
labalık medeni memleketlerde zabıtaların sayısı azdır. Ter­
biyeli memleketlerde zabıta teşkilatındaki maksadın halk i le
boğuşmak olmadığını anlamalısın zavallı adam . . . "

Kalabalıktan diğer bir kimse:

"Biz bu heriften terbiye, medeniyet, kanun, namus ders­


leri mi almaya geldik? Söyletmeyiniz artık uğursuzu. Namus
dersini kim kime verecek? Mahalleli, haydi bakalım, arş ! "

B u teşvik nidası üzerine halk arasında bir öfke dalgalan­


ması oluşur. Polislerin, cansiperane engellemeleri etkisiz ka­
lır. Kapı gıcırdamaya başlar. Fakat hücum tazyikiyle birkaç
kişi ezilerek, "Allah aşkına itmeyiniz, pastırmaya döndük,"
feryatlan işitilir.

Hengamenin dehşet verici sonunun yaklaştığını gören


Ahmet, sakladığı son müdafaa silahını kullanmak için pen­
cereden yan beline kadar sarkarak:

56
"Komiser Efendi, sorumluluğunuz pek büyüktür. Ecnebi
patentasındayım. Sefaretimden memur gelmedikçe kapıyı
açmam. Şimdi kırabilirsiniz."

Uncu bu son ültimatomundan sonra gümbedek kafesi in­


direrek içeri çekilir. Neticenin vahametini idrak edemeyen
bir saflıkla önayak olmuş olan Hasan Efendi ne yapacağını
diyeceğini bilemez, süklüm püklüm bir tarafa sokulur. Korni­
ser mendiliyle alnının terlerini silerek adamlarına:

"Aman evlatlarım, gayret. . . Kapının önünden ahaliyi da­


ğıtınız. (Halka hitaben haykırarak) Çekiliniz, dağı lınız. Vaka
o bildiğiniz baskın şeklinden başka türlü bir mahiyet almak
üzeredir. Şimdi kızgınlıkla ne yaptığınızı bilmiyorsunuz. Bir
fenalık olursa sebep olanların cezaları ağır olacaktır. Hükı1-
metin icraatına karışmayınız. Biz vazifemizi biliriz.

Ahaliden birkaç ses:

"Biz çekilip gidelim de içerideki sermayelerle müşteriler


yine münasebetlerine devam mı etsinler?"

"Kerata ecnebi patentasındaysa gitsin, iğrenç sanatını


bağlı bulunduğu hükı1metin memleketinde İ cra etsin. Ceza­
sını isteriz. Ahali başka türlü buradan çekilmez. Patenteli
umumhaneciler hangi taraflarda ticaret ediyorlarsa bu da ora­
lara gitsin. İ slam mahallesinde ne işi var? Tespih ile camiye
namaz kılmaya gelip de halkı niye aldatıyor?"

Komiser, karakoldan yeteri kadar asker getirmek için po­


lislerden birinin kulağına birkaç kelime fısıldadıktan sonra
ahaliye hitaben:

"Müsterih olunuz. Evin her tarafına gözlemciler dikip


girip çıkmaya katiyen müsaade etmeyeceğim. Ahmet Efen­
di iddialarını makamında söylesin. Fezleke, vukuat jurnali,
hepsi kurallarına uygun şekilde düzenlenecektir. Fakat siz
dağılmalısınız."

Zabıtanın son bir gayreti üzerine kapı kalabalığı biraz


seyreltilir. O c ivarda bulunan vükeladan35 birinin konağına

35 (Osmanl ı döneminde) hükumet üyeleri, bakanlar, vekiller.

57
misafir gelmiş iki Frenk, bu baskın patırtısını işitince yanla­
rından hiç ayırmadıkları fotoğraf makineleri ve magnezyum­
ları ile olay yerine hemen koşuşmuşlardı.

Şark hayat ve adetlerine ait manzaralarını inceleme ve


gözlemlernekte gösterdikleri merak ve arzuya rağmen ek­
seriyetle dilimizi çok az bildikleri için şeşi beş görerek bizi
Avrupa'ya çarpık tanıtan ecnebilerden bu iki meraklı, vakayı
görebilecek bir evin cumbası altına sığınarak Fransızca şöyle
konuşuyorlardı:

"Niçin bu kadar gürültü? İ çeridekilerin cinayetleri neden


bu derece korkunç sayılıyor?"

"Namuslu bir mahallede güzelliklerinin ticaretiyle geçi­


nen kadınlara izin verilmez."

" İ stanbul'da bu gibilerin varlığına izin verecek namussuz


mahalleler de var mıdır?"

"Hayır. . . Zannetmem . . . "

"O halde bu kadınlar sanatlarını nerede icra etsinler?"

"Hiçbir yerde."

"Demek ki mutlak olarak yasak ... Bu saçma ... "

Frenkler böyle kendi medeniyetlerine göre hadiseyi mu­


hakeme etmekteyken ahal inin kini ve öfkesi büyüdü. i kide
bir kapıya hücum gösteren o öfkeli insan deryası şimdi hiçbir
kuvvetin zapt ederneyeceği bir şiddetle köpürüyordu.

Uncu Ahmet ' i n "patentalıyım" tehdidiyle zabıtaya karşı


gelmesi herkese fena tesir etti. İ çeride bir sürü kadının ya­
bancı bir devlet koruması ile fuhuş ve rezalet yapmasını kim­
se hazmedemiyordu. Ağızdan ağıza yayılan ayıplamalarla
bir anda kızışarak birbiri üzerine kabaran insan dalgaları, peş
peşe gelen saldırılarla kapıya fışkırdı. Kapı iki kanatla güm­
bür gümbür arkaya devrildi. Setini yıkmış bir su bendi gibi
bu kara insan kalabalığı açtığı yoldan içeri akıyordu.

58
Komiserin karakoldan istediği yirmi kadar asker o sırada
yetişmiş olduğu için zavallı adam son bir çare olarak halkın
önünde içeri girdi. Kalabal ıktan ayaklar altında çatırdayarak
yıkılına tehlikesi gösteren merdivenden adamlarıyla bera­
ber en önde yukarı fırladı. Birinci kat sofasını tuttu. Kapalı
bulduğu oda kapılarının önüne ikişer üçer süngülü diktİkten
sonra üst kata çıkacak merdiven başına da yeteri kadar silahlı
kuvvet dizdi. Nihayet ahaliye hitaben bağırdı:

"Ne söz anlamaz insanlarsınız. Her şeyin usulü vardır.


Baskın yapmak istiyorsunuz. Hep birden içeri dalıyorsunuz.
Şimdi burada yakalamak istediğiniz kimseler bu kalabalığa
karışırıarsa nasıl ayırt edeceksiniz? Bakalım herifler tavan
arasına mı saklandı lar? Kömürlüğe mi? Mutfağa mı? Bah­
çeye mi? Kuyuya mı? Vazifemizi zorlaştırmayınız. Allah ' ını
seven dışarı çıksın . . . Kırık kapı kanatları da geçici olarak yer­
lerine konup dışarıdan girişler önlensin. Din ve iman sevgisi
olanlar bu emre katiyen itaat ederler. Kurtarmak istediğiniz
mahalle namusu başka türlü kurtarılıp müdafaa edilemez.
İ çeride kimseyi bulamazsak sonra hepimiz şiddetle mesut
oluruz. Benden günah gitsin. Söz dinlemedİğİniz halde si­
lahlı kuvvetle sizi zorla evden çıkannaya mecbur olacağım.
Bu son çareye başvurmak zorunda kaldığım halde meydana
gelecek fenalıkların sorumluluğu tamamen size aittir."

İ htiyaten yanında bulundurduğu beş altı jandarmaya hi­


taben:

"Haydi bakalım arkadaşlar, ahatiyi dışarı püskürtünüz."

Kalabalığın söz anlayan kısmı komiserin bu hakkını tama­


mıyla teslim ile söz anlamayanlara hakikati anlatmaya uğraşa­
rak birbirini ite kaka, bağrışa çağrışa evden çıkmaya başladı­
lar. Olayın tespiti için bulunmalarına lüzum görülen mahalle
i leri gelenlerinden sekiz on kişiyle bu heyecanlı baskın işinin
en gizli aşamalarını yakından görmek için merakla gizlenmiş
iki yorgancı kalfasından başka içeride kimse kalmadı. Kırık
kapı kanatları çevri ldi. içeriye, dışanya nöhetçi dikildi.

59
4
Evde Zampara Yok
Tosun ile Emin merdiven altının karanlığına gizlenmiş,
fısıldaşıyorlardı:

"Kapana kendi ayağıınızia girdik. Şimdi zampara diye


bizi çalyaka ederlerse?"

"Ulan üzerimize yorduğun devlete bak be . . . Hiç böyle ca­


madanlı,36 baskın ökçeli, çorapsız zampara olur mu? Burası
patentalı kibar kerhanesi . . . "

"Burada ne arıyorsunuz diye polisler marizimize kayar­


larsa?"

" İ şte, o düşünülecek şey. . . Adam sen de . . . Ben döşekten


kalkmış, harareti, dumanı üstünde üç dört aftos yüzü göre­
yim de bir iki yumruk birkaç elli altı yemeye razıyım. Bir
avurdumdan girer ötekinden çıkar. Dert tutmam. Hovarda
vücuduna mariz afıyettir. Bedeni çelikleştirir. Bu baskının iç
perdesini, yatak oyununu seyretmeden bizi kapı dışarı mıcır
döküntüsü gibi ederlerse ... İ şte o acıklı olur."

"Ne yapalı m ulan?"

"Ena�ileri kandırmak için atacak bir ' güllüm'ün37 yok


mu?"

"Mangizsizlikten zati hep güllümle geçiniyoruz. Çalkan­


tıda safra döken salapurya38 gibi ata ata kafam tamtakır kaldı.
Hele dur... Akıl işportamı bir karıştırayım. Yorgancı sepeti­
dir, daima bir iki kırıntı bulunur. Ha bekle . . . İ şte yakaladım .
Sen baldınnın birini mendille bağla, batakl ıkta kurbağa bek-
36 Kol ve yaka kenarları sırmayla, ipekle işlenmiş, kısa kollu veya kolsuz, çapraz
düğme li, kadifeden yahut çuhadan yapılmış bir çeşit kısa yelek.
37 Palavra.
38 Küçük bir kayık türü.

60
leyen leylek gibi tek ayak üzerine dur. . . Yürü derlerse adım
atma. Zıpzıp taşı gibi sek. Ben de penceremin birini kapayıp
üzerini bağlayayım. Yarımşar tertip, birimiz topa!, birimiz
kör olalım."

"Tezkeresiz dilenciliğe mi çıkacağız?"

"Ne sağlam dilenciler böyle güllümle geçiniyorlar. Biz


yarım saat içeride kalmak için bu kör topal oyununu oyna­
yamaz mıyız?"

"Sonra ne olacak?"

"Patlama be . . . ' Burada ne yapıyorsunuz?' derlerse, ' Efen­


dim sakatlandık. Gözümüz görmez, ayak tutmaz. Bizi dışarı­
ya atmayı n ız, kalabalıkta çiğneniriz,' deriz."

Aşağıda Tosun ile Emin bu konuşmayı yaparken yukarı­


dakiler de bu baskın folluğunu soğutup cılk etmeksizin evde­
kileri saklandıkları gizli yerlerden birer ikişer çıkarabilmek
için olanca tedbir ve ikna cümlelerini sarfa uğraşıyorlardı .

Komiser i k i oda kapısı karıştırdı. Fakat içeriden sürme­


li buldu. Bir üçüncüsünü kurcaladı. Kapı açıldı. İ çerisi ka­
ranlıktı. Evvela polislerin ceplerindeki elektrik fenerleriyle
odayı kabaca teftişten sonra tavanı n ortasına asılı büyük bir
lamba yakıldı.

Lambanı n altına kurulmuş geniş i şret sofrasının üzeri


havyar, balık yumurtası, tuzlu balıkların, salataların, çerez­
lerin, kuru ve yaş meyvelerin çeşitleriyle bol bol donatılmış
görüldü. Boş, yarım, dolu karmakarışık şişeler, bazıları dev­
rilerek içerisindekileri saçılmış, bazıları diplerinde kalmış
yudumlarıyla hele birtakımı rakının üzerine su konarak süt
gibi bembeyaz kesilmiş ve henüz içmek kısmet olmayarak
dolu kalmış kadehler, her bir tarafa derbeder duruyor. Çatal­
lar, bıçaklar, peçeteler oraya buraya fırlatılmış. Sofranın bu
hercümerci, etrafındaki içki içenlerin zevk ve sefa meclis­
lerini en ateşli bir hey hey anında terk ederek kaçıştıklarını
gösteriyor.

61
Nağmeleriyle, iniltileriyle, insanı aynatan ahenkleriy­
le meclisin sefasını sürenleri söyleten, güldüren, oynatan,
çıldırtan ut, keman şimdi susmuş telleriyle sanki mahcup,
korkudan birer tarafa uzanmış yatıyorlar. Sedefli def, narin
parmaklardan yediği fiskelerin devasız hicranıyla bir duvara
yaslanmış dinleniyor. Alımlılıktarının hıyanetleriyle gönül­
ler yakan gözlerin işveli rutubetini silen, şehvet azgınlığıyla
nemlenen pembe dudakların, kıskanılan aşıkların buselerin­
den buruşmuş zarif kadın mendilleri, hararetli kucaklarda
sevda baskısından bunalmış, teriemiş vücutlardan fı rlatı lmış
şık kadın ceketleri , terlikler birer tarafa serpilmiş, bütün bu
eşya, suskun hfilleriyle biraz evvel şahidi oldukları neşe ve
vuslat alemi ni, o inceleyen gözlere apaçık birer hakikat satırı
gibi esrarlı hikayesini ifşa ediyorlardı.

İ htiyar, genç bütün orada hazır bulunanlar, dağıttıkları bu


içki ve sevda meclisinin, insafsızca bozdukları bu çalgı ve se­
fanın, korku ve dehşete çevirdikleri bu sonsuz neşenin man­
zarası karşısında düşüneeli ve kederli kalakaldılar. İ çlerinden
vicdanİ endişelerle sarsılanlar oldu.

Böyle bir eğlentiye gizlice davet edileydiler, icabette


tereddüt göstermeyeceklerini içlerinden itiraf edenler bile
oldu. Kendinin yapmaya istekli olup da yapmaya imkan bu­
lamadığı bir fiilin başkası tarafından, şansının da yardımıyla,
yapılması halinde insanlarca o fiili yapabilene karşı duyulan
bu kin ve düşmanlık nedir?

Evet, bu böyleydi. İ nsanların çoğu, yasaklanmış fiillerden


ciddi bir çekinme ile kaçınmaz. Yapmaya kudretleri yetme­
diği için günahtan uzak kalırlar ve sonra günahkarlara karşı
bin kınama ve ayıplamada bulunurlar. H atta o kadar ki bazı
kimseler, gizlice işledikleri günahların bir başkası tarafından
da yapıldığı ortaya çıkınca herkesle birlikte o günahkarı kı­
narken vicdanlarından sıkılmazlar.

Bu soğukkanlı düşünceler fazla uzun sürmedi. Zaten sev­


da günahı işlernekten tabiaten mahnım kalmış ihtiyarlar öf-

62
kelerini püskürtmeye başladılar. Katılamadıkları bir zevkin
mürtekiplerine karşı bu hüsranla husumet duyan gençler de
bu kötüleme coşkusuna karıştı lar.

Vazifeleri de bunu gerekti riyordu.

En evvel Hasan Efendi dedi ki:

"Artık ispata, şahide lüzum kaldı mı? Burası evden ziyade


meyhaneye benziyor. Bu ne kadar kadeh, bu ne kadar meze !
Kanlar, zamparalar sayıca bizim tahminimizden çok fazlay­
mış. Bu rezalete bakınız. Şu hal, camide ön safta namaz kılan
tespihli efendinin gösterdiği takva sağlamlığıyla yaraşık ala­
cak rezaletlerden midir?"

Komiser:

"Fakat dikkat ediyor musunuz? Ortaya saçılanlar hep ka­


dın eşyası. .. Erkeğe ait hiçbir şey yok. Ne bir fes ne bir yelek
ne bir ceket. . . Bu tuhaf. . . "

Hasan Efendi telaşla:

"Acaba ustalıkla horozları kapı dışarı uçurdular mı?"

Yorgancı Hüsnü Efendi dalgınlıkla meze tabağındaki tuz-


lu bademden iki üç tanesini ağzına atarak:

"Bu mümkün mü? Ev önden arkadan sarılmıştı. Herifler


iskete kuşu olsa yine uçamazlar."

Yorgancı, tuzlunun üstüne ağzını tatlandırmak için elini


soyulmuş armuda uzattığı sırada Hasan Efendi komşusunu
dürterek:

"Ne yapıyorsun?"

"Sarhoşun mezesini yemek helaldir."

Komiser ne yapacağını düşünmek için elini fesinin içine


sokup başını kaşıyarak:

"Şimdi odalardakileri gürültüsüzce dışarı çıkarabilmenin


bir kolayına bakalım."

63
Hep birden sofaya çıkarlar. Komiser kapalı odalardan bi-
rinin kapısına parmaklarıyla hafifçe vurarak:

"Ahmet Efendi, neredeysen meydana çık ! "

Ses yok. . .

"Saklanmayla, sükıltla yakayı kurtaramazsın. Kapı önün-


de halk bekliyor."

Yine ses yok. . .

Komiser yumruklarının şiddetini büsbütün yükselterek:

"Sokak kapısını kıran ahali oda kapısını açmakta zorluk


çekmez. Bizim vazifemizi güçleştirmek, kendi durumunun
vahametini büyütmek demektir. Her şey yine olur fakat çok
daha üzüntü verici bir surette olur. Ecnebi patentasıyla bir
memleketin kökleşmiş adetine karşı gelinemez. Burası İ slam
mahallesidir. Adetlerine uymak lazımdır. Ahatiyi kandırmak
için nasıl tespihle camiye müdavim görünmüşsen, şu saat­
te de yine o halkın iradesine boyun eğmeye mecbursun. İ şi
uzatma."

Cevap yok. . .

Koroiserio b u semeresiz mücadelesini merdiven altından


dinleyen sahte kör ile topal, işin ne hal alacağını görme mera­
kı içerisinde sabırsız ve güçsüz kalırlar. Yukarıya çıkmaktan
kendilerini alamayarak sendeleye seke sofaya gelirler. Polis­
ler bunları görünce dışarı atmak için hemen yakalarma yapı­
şıriarsa da Hasan ve Hüsnü E fendiler:

"Onlara dokunmayınız, bizim kalfalarımızdır. Bu baskın


işinde kullanmak için bu gece biz alıkoymuştuk. Baksamza
çaresizler, cansiperane hizmetleri yolunda sakatlanmışlar.
Burada kalsınlar. B u hallerinde de icap ederse yine yararlık
gösterebi lirler," diye sahip çıkarak ikisini de bıraktırdılar.

Ahmet'e karşı komiser bir çeşit ricadan tehdide doğru


sözlerini yükselterek kapıyı açtırma mücadelesine devam et-

64
mekteyken Tosun ile Emin oradan sıvışarak meclis odasında­
ki boş kalan içki sofrasının başına geçmişlerdi.

İ ki kalfa, içkinin, mezelerin çeşit ve bolluğunu görünce


evvela yutkuna yutkuna dolap beygiri gibi sofranın etrafında
dolaşmaya giriştiler. Nereden başlayacaklarını şaşırmışlardı.
Nihayet Tosun, havyarın üzerinde m ıknatıslanmış gibi sabit
kalan gözlerini oradan ayırrnayarak:

"Gördün mü ulan körlüğün, topallığın kerametin i l Man­


gizsizlikten rakıya hasret kalıp da rüyamda anzorot sofrası-
39gördüğüm zaman hep Dış Kalpakçı ' nın yağsız piyazıyla
ciğer tavasını görürdüm. Vay canına be! Böylesi düşüme bile
girrnezdi. Enayiler hep şarkı söylemişler, hiç meze yememiş­
ler ki . . . "

"Atacak mıyız?"

"Avalın sualine bak. . . Durulur mu ulan?"

"Ya usta görürse?"

"Usta bizden pisboğazdır. O mutlak buradan birkaç kırıntı


çimlenmiştir. Görmüş gibi bilirim, duramaz."

Kadehlerde kalmış yudum, rakı her ne varsa birer birer


diktiler. Niyetleri mevcut içkinin katresini israf etmemekti.
Sonra birer yaylım hücumuyla mezeleri avuçladılar. Tosun,
avurdundakileri yutmaya uğraşarak:

"Ulan deve gibi atıştırrna. Sonra şişedeki rakılan mezesiz


mi çekeceğiz?"

"Kasavet çekme be. . . Baksana sana da yeter, bana da. . .


Buradakileri bitirirsek kilere gideriz. Acaba o nerede? Keş­
fedemez miyiz?"

Emin, kadehe bardağa koymak zahmetine katianmayan


acele bir iştah ile dolu şişelerden birini kavrar, lakır lakır ya­
rıya kadar diker.

39 Rakı sofrası

65
Tosun:

"Küfelik olacaksın be ... "

"Bana ne? Küfeyi taşıyacak hımbıl düşünsün."

"Biraz idareli git. .."

"İ dareliye vakit var mı? Şimdi buradan bizi elerler. Ken­
dini Sandıkburnu' nda koltukta mı zannediyorsun? Onlar bizi
buradan süpürmeden biz sofrada ne varsa sömürelim. Haydi
bakalım. Cebinde kirli mendil, sicim yumağı, daha mideye
yaramaz ne varsa at. . . Sofradaki kuru yemişleri, soyulma­
mış yaşları hep tarayalım. Allah bu nimetleri işte bize k ısmet
etti ."

"Rakı nasıl ulan?"

"Buna rakı deme be, günahtır. Miski arnher suyu ... Boğa­
za hiç dokunmadan içeri hava gibi gidiyor. Daha işkembem
bir şey duymadı. Ne olacak, orospu rakısı. .. Çeker çekersin
doyurmaz. Hele bir kere sofaya dikiz gel. Bizi böyle sofra
başında gırla kafayı çekerken yakalamasınlar."

Tosun, oda kapısına giderek dışarısını seri bir nazarla ko­


laçan ettikten sonra:

"Burada bizden başka rakının kıymetini bilen yok. Avallar


hep meşgul. Ahmet' e yalvarıyorlar, yakarıyorlar, çıkmıyor."

"Vay gözünü sevdiğimin Ahmet'i be . . . Çıkma sakın koca


herif. . . Camide tespih çekersin, evde rakı. .. Sonra göbek fırtı­
nasına kaptanlık yaparsın. Bu akşamki bora belalı geldi. Bize
küfelik olmadan oda kapısını açarsan sonra senin geçmişine
kantariıyı ben de çekerim."

Sofrada yaş, kuru taşınabil ir ne varsa ceplerine doldurur­


lar. Tosun yerde bir mendil bulup bumuna götürerek:

"Ne kadar baygın baygın aftos kokuyor. İ çime ezginlik


geldi. Mendil böyle, acaba bunun sahibi cenabet karı nasıl
kokar?"

66
"Yadigar diye cebine at. Sevdalandıkça ara sıra koklar ke­
derini dağıtırsın. Fakat dikkat et tıngır olmasın . . . Malum ya,
burası hacı ninemin evi değil . "

Emin daha cebine girecek b i r şey araştırırken gözü dolu


bir şişeye ilişerek:

"Ben bu rakılan bırakmayacağım. Ya midemde götürece­


ğim ya ceplerimde . . . Acaba rakıyı pantolonumun ceplerine
akıtsam torba yoğurdu gibi tortusu içeride kalır mı?"

"Aynasızlanma ulan . . . Sonra senden önce pantolonun sı­


zar."

"Tosun be kardeşim . . . Biz bu odaya girdiğimiz zaman bu


tavan, bu pencereler böyle çarpık mıydı? Ben yerimde duru­
yorum, daha matiz olmadım. Fakat ortalık sinema gibi etra­
fımda dönüyor. Biz içtik, oda sarhoş oldu be ! "

O aralık odaya bir polis girer.

Polis: "Bu ne ! Bu mezeleri kim silip süpürdü böyle?"

Emin sal lanarak:

"Anam babam, efendi kardeşim. ( Elinin parmaklarını bir


araya getirip bileğinden hareket ettirerek) farelerio her biri
nah palamut gibi . . . Az kalsın bizi de yiyeceklerdi. Bu akşam
uykuya dalıp da bu evde burnu tamam bir zampara kaldıy­
sa şaşarım. Uyanık adama bile hücum ediyorlar. Bir tanesi
yüzük parmağımın boğum yerinden şah damarını ısırdı. Vay
geçmişine be ! Sonra rakı banyosu yaptım da kan öyle dindi.
Şimdi yeni usul cerrahlık böyle ... Bir tarafın yaralanırsa is­
pirtoya sokmalı, İspirto bulunmazsa rakı da olur. Ev sahibi
Uncu Ahmet çok edepsiz herif ama doğru söylemeli, neme
lazım rakısı bol..."

Polis:

"Şişelerdeki rakılan da fareler mi içti?"

Emin:

67
"Şişeleri de onlar devirmişler. Biz düzelttik."

Polis:

"Hani ya meydanda rakı döküntüsü yok."

Emin:

"Bu evdeki fareler, imaretleki ler gibi sofu tabiatlı olmaz­


lar ya! Meze yiye yiye rakıya da alışmışlar. Sahipleri nasıl
olursa hayvanlar da ona çeker. Bir enfıyekeşin,40 sözüm ona,
eşeğini tanırım. Sahibinden ziyade enfıye tiryakisidir. Şarap,
konyak içen Frenk köpeklerini görmedin mi hiç? Bir mey­
hanecinin horozu vardı, her gün müşterilerden ziyade matiz
olurdu. Bu mereti yalnız insanlar değil, ağzının tadını bilen
hayvanlar da içer."

Polis:

"Neye sallanıyorsun?"

Emin:

"Dedik ya imanım, topalız. Bu baskın muharebesinde ya­


ralı düştük."

O esnada komiser, zorlamasında muvaffak olarak Ahmet' i


dışarı çıkarabilmişti. Sofada soru cevap başladı. Polis "takdi­
mu'l-ehemm ale' l-mühim"41 kaidesine uyarak sarhoşları terk
edip bu mühim davayı dinlemeye dışarı çıktı. Emin, yarım
bir şişeyi hemen dikip tamaml ayarak:

"Vay gözü kör olası Ahmet be! Ne çabuk çıktı. Kerata yü­
reksizmiş. Boyuna inat edeydi , komiser kapı önünde sabaha
kadar duracaktı. Nafile Uncu kurnaz değilmiş. Ne duruyor­
sun Tosun, haydi çek. .. Haydi çek. .. Kuru, sulu ne kaldıysa
sömürelim. Polisler kızariarsa fareleri tutuklasınlar. Pisbo­
ğazlığın onlarda olduğunu anlattık."

"Bakalım o kantini polis yuttu mu?"


40 Keyif vermek için bumuna çürütülmüş tütün toz çeken kişi.
41 En önemliyi öne alarak.

68
"Yutmazsa gargara etsin . O da bana dert mi? Sarhoş ola­
caksak olalım. Meyhaneciyle hesap görecek değiliz ya ... Ben
Langa'da bu kadar çekseydirn meyhane şerefine mostralı k
yerde yatan bir matiz gibi şimdiyecek serilirdim. Parasız rakı
tutmuyor vesselam. . . "

"Bizi de sarhoş diye karakol a götürürlerse?"

"Ulan avalim sosti . . . i çkinin sonu sızmak değil mi? H a


evde sızmışım h a karakolda. . . Bir farkı var m ı ? İ stedikleri ka­
dar soruştursunlar. Eski yemenHerimden cevap alır, benden
alamazlar. Sabah olunca fare hikayesi mi yok? Bir Yorgancı
Emin, dört polise söz anlatarnazsa yuf onun ruhuna be ! Ben
polislerin matizler hakkında verdikleri j umali bilirim. Baş
ağrısı reçetesi gibidir: "Merkuın Emin 'in kendini bilmeyecek
derecelerde sarhoş olması sebebiyle . . . " Alt tarafı işte daha
böyle martaval. . . Böyle jumal leri çok yedik. Ezberimdedir.
Hele rakının üzerine ekşi çorba gibi şifalı gelir. Kendini bilen
bir adam kendini bilmeyen bir kimseyle uğraşır mı? Polis ra­
conu işte bu kadar olur."

"Merkum42 ne demektir?"

"Büyük lagabtır. ' Hovarda' nın Elenika'sıdır.43 Meyhane­


ci, sarhoş, hırsız, dolandırıcı hep bunlar polise yakalanınca
"merkum" olurlar. Kısacık bir laftır. Fakat manası kuvvetli­
dir. Hepsi içindedir. Bir kere Bayri ile beraber matiz olduk.
H ıyar zamanı . . . Bostana gittik, bir karıya sulandık. Bizi po­
lis yakaladı. ' Bu hanıma harf endazelemişsiniz,' dedi . ' Yok
babam,' dedim, endaze44 yanı ında değil dükkanda bıraktım.
Harfteri sorarsan otuz mudur kırk mıdır sayısını Mevlam bi­
lir. Mektepte hoca beş sene uğraştı, bunlardan bir tanesini,
en küçüğünü kafama sokamadı . ' Sonra H ayri köpoğluköpek
aptes bozacağım dedi, cızlamı salıverdi. Yalnız kaldım, beni
rampala karakola dayadılar. Onbaşı, ' Merkumu getirdiniz

42 Sözü edilen kişi.


43 Yunanca.
44 Eskiden kullanılan, altmış beş santimetre boyunda bir uzunluk ölçüsü.

69
mi?' dedi. Suratıma iki pendifrank aşk etti . Bu merkume rüt­
besinin beratını o nazik elleriyle yüzüme yazdı. Ayıldım."

"Ulan uzun martavalın sırası değil. Dışarı çıkalım."

"Git işine be! Enayi miyim ben? Burada bir damla rakı
kaldıkça bir yere gitmem. Hepsini çekip tamamlamalıyım."

"Fakat sonra dışarı değil kenefe bile çıkamazsın."

"Sarhoş öyle yere gider mi? Zom olduktan sonra her yer
o demektir."

İ çerideki konuşma böyle sarhoşluk zemininde cereyan


etmekteyken dışarıda Uncu Ahmet'in sorgusu devam edi­
yordu. Uncu hep öyle dik başlı cevaplar veriyor, hiç korku
eseri gösterıneyerek kendisi mahalleliyi tehdide uğraşıyor ve
diyor ki:

"Sokak kapımı kırdınız. Evimin mahrem köşe bucağına


kadar girdiniz. Namus muhafazası bahanesiyle ırza, namusa
tecavüz ediyorsunuz. Bir adamın evi ırz ve namusunun ko­
runduğu yerdir. H içbir vesileyle böyle kapı kırılarak oraya
girilmez. Size pencereden söyledim, işte yine söylüyorum,
aradığınız adamlar bu evde yoktur. Her tarafı açayım, gös­
tereyim. Eğer burada, bu gece, bir tek erkek bulabil irseniz
cezama razıyım. Bu hakikat meydana çıktıktan sonra buna
sebep olanlar aleyhinde en ağır, en şiddetli adalet hükmünü
talep edeceğim. Masumiyetim ortaya çıkınca bu kapı önünde
toplanmış halka birtakım garez sahiplerinin onları kandırmış
olduklarını, binaenaleyh öfkelerini onları aldatanlara çevir­
mek lazım geleceğini ve bana da bir özür borçları olduğunu
anlatacaksınız."

Herif böyle üst perdeden ve pek kuvvetle kabahat i üstün­


den atıp kendini savununca komiser ve mahalleli hep şaşırır­
lar. Hasan Efendi pek huzursuz edici tereddütler altında tit­
remeye başlar. isoadın ispatı yapılamazsa büyük bir belaya
gireceğini anlar. İ mam, muhtarlar da korku ve telaşa düşerler.

70
Bu gece orada erkek bulunmadığı hakkındaki Ahmet'in
cesurane iddiaları, apaçık bir yalan. Hasan Efendi bundan
katiyen şüphe etmez. Çünkü akşamdan adetleriyle ve hemen
hemen şekilleriyle eve girdiklerini pek açık olarak gördüğü
erkekler, sonra o işittiği heyheyler, mestane, zampara ve çap­
kınca konuşmalar, iltifatlar, bu hakikatler hep birden rüya
olamaz. Hele içeride hala duran işret sofrası inkarı imkansız
bir maddi delil değil midir? İ şin içinde bir orostopolluk45 var
ama bunu nasıl keşfetmeli? Uncu Ahmet mahalleliye karşı
kurduğu bu dalavere dolabının mükemmelliğine güvenerek
en açık gerçekler önünde bile hala riya maskesiyle küstahça
böbürlenip etrafını tehdit ediyor. Maazallah, bu hile keşif ve
ispat edilemezse, o namussuz herif davayı kazanmış gibi bir
üstünlükle namuslu tardan intikam alacak.

Bunları düşünürken Hasan Efend i 'nin beyni ateş kesili­


yordu. Bu yolda geçinenlerin elbette kendilerine mahsus tec­
rübeleri, dotapiarı vardır. Menfur sanatlarını görecekleri bir
evi mutlaka bazı şartlara uygunluğu itibarıyla seçerler. İ slam
mahallesi arasındaki gizli bir umumhane, kuşatılma zama­
nında korunması, giriş ve çıkış tedbirleri düşünülen bir kale
gibi baskın olduğu zaman, zampara gizlerneye veya kaçır­
maya uygun surette düzenlenmesi gerekir. Acaba bu evin yer
altında gizli mahzenleri, başka bir mahalleye çıkan tonoz46
yol ları mı vardır?

Hasan Efendi bu evin içini kendi evi kadar iyi tanıyordu.


Ne mahzeni vardı ne samıcı. Bir tarafı sokak, diğer üç tarafı
bahçeydi. Başka bir evle bitişikliği de yoktu. Hasan E fen­
di 'ye ümitsizlikten tutukluk gelmişti. Dili dolaşarak dedi ki:

"Tavan arasından kuyuya kadar evin her tarafını araya­


cağız."

Ahmet kendinden emin bir gülümsemeyle cevap verdi:

4 5 Argo. Kumazlık, dalavere, dolap.


46 Mimarlıkta kemerierin bir araya gelmesiyle oluşturulan, genellikle tavan örtüsü
olarak işlev gören yapı parçasıdır.

71
"Arayınız. Aramanın sonunda masum olduğumdan baş­
ka bir şey çıkmayacağı için buna memnunum. Ailem halkını
hep bir odaya topladım. Diğer odalarda fareler, kedilerden
başka bir canlı bulamayacaksınız."

Komiser: "Ai leniz hangi odadadır? Oradan başlayalım."

Ahmet: "Aile fertlerimin hepsi kadın olmak üzere işte şu


odadadır."

Uncu bir oda kapısı açarak içeriye bağırdı:

"Çarşaftanınız, içeri girecekler."

Üç dört dakika sonra içeriden nazikçe bir kadın sesiyle


cevap veri ldi:

"Örtündük, buyursun lar."

Mahalleliyi temsil eden heyet içeri girdi. Her taraftarı


çarşaftarla örtülü, bazıları duvar kenarlarında ayakta, birta­
kımı minderiere oturmuş, irili ufaklı bir sürü kadın gördüler.
Komiser göz yordamıyla bunları saydı. Adetleri on iki kadar
vardı. Bu miktarı çok gördüğünden şaşırarak sordu :

"Bu hanımlar hep aileniz efradından mıdır?"

Ahmet:

"Biri zevcem, ikisi kerimem, biri hemşirem, ikisi onun


kerimeleri, biri biraderimin karısı yengem, ikisi hizmetçi,
biri de misafir. . . "

Kadınların birkaçı sıkılarak yüzlerini duvarlara döndüler.


Mahalleli bu örtülü kadınları defeatle gözle süzdükten sonra
oradaki yükü açtırdılar; döşekleri, yastıkları, yorganları bo­
şalttılar. Bir şey bulamadılar. Dolapları karıştırdılar, insan
göremediler. Odanın bir köşesindeki geniş bir karyolanın
etekliklerini kaldırıp altına baktılar, boş. Orta kattaki diğer
iki odayı aynı dikkatle aradılar. Her odada iki kişilik birer
karyola vardı. Ü st kata çıktılar. Oradaki dört odayı aradı lar.
Burada da bütün odalar birer karyolayla süslü . . . Kaba şilteler,

72
saten, yazma, işlemeli güzel yorganlar, salkım salkım dante­
lalı, fıstanlı yastık başları, örtüler, çarşaftar, döşek yanlarında
çoğu Avrupa taklidi halılar, lavabolar, taraklar, fırçalar, kere­
vetler, tuvaJet takımları, suları, pudraları, pomatları, duvar­
larda pek dekolte, münasebetsiz resi mler. . .

Döşeklerde yatılmış hatta yuvarlanılmış, didişilmiş, te­


pişilmiş. Yorganlar, örtüler karmakarışık. .. Her taraf tekmil
eşya, apaçık bir şekilde, bütün bayağı manzarası, şehvani
imalarıyla umumhane kokuyordu. Sevda günahı Adem za­
manından beri erkek ile kadın çift olarak işlenir. Bu değişmez
bir tabiat kanunudur. Şu cümbüş evinde bütün eşya, görünüş­
leriyle, şahitliğiyle gerçeği gösteriyor. Dişiler mevcut fakat
bunların eşleri erkekler nerede?

Sandık odasına girildi. Burası bedesten gibi asılı kadın


elbiseleri, eteklikleri, bluzları, ceketleri i le doluydu. Birkaç
iri sandığın içinde insan bulunma ve saklanma imkanlarını
düşünerek H asan Efendi, bunların açılmasını istedi. Ahmet,
Yağlıkçı 'nın bu tuhaf endişesine güldü . Bir demet anahtar
getirerek sandıkları açtı ve alaylı bir şekilde:

"İ nsaf ediniz efendim, böyle meşin kaplı, bir iğne deli­
ğinden bile hava almayacak kadar muhafazalı bir sandığın
içinde insan yaşar mı? Birkaç dakikada boğulur. Fakat zararı
yok, buyurunuz arayınız."

Sandıklar ağızlarına kadar eşya doluydu. Eşyalar dışarı


atıldı. Altından yine tamtakır sandık çıktı. Yerli yersiz böy­
le her aramanın sonunda Ahmet üstün çıkıyor, arayanların
ümitsizlikleri artıyordu. Hatta kadınların o ilk sıkılganlıkları
kalmadı. Şimdi bunlardan bazıları biraz yüzlerini açarak şen,
geniş bir serbestlikle ortada dolaşıyorlar, altüst edilen eşyayı
topluyorlar, düzeltiyorlar, ara sıra kapı önlerinde durup edi­
len lakırdıları, fısıltıları işitıneye çalışıyorlardı. Fakat bunlar
hep genç, hep güzel, hep edalı, şuh, fıkır fıkır, boyalı, sürmeli
çehrelerdi. Ev bu kadar çok kanıtla dolu bulunsun, bu serma­
yeler, bu nazeninler kırıtarak, gülüşerek muzaffer bir eda ile

73
ortada gezinsinler de hiçbir delikten bir erkek çıkarılamasın,
günahkarlann kabahatleri ispat edilemesin. Kanunun verece­
ği ceza namusluların aleyhine dönsün!

Dışarıdan halk sabırsız haykırıyordu:

"Niçin geç kaldınız? Hani ya zamparalar?"

Sokaklarda, " İ çeride zengin bir zampara varmış, mahalle­


liye, evde kimseyi bulamadık, dedirtmek için rüşvet teklifiy­
le uğraşıyormuş," söylentileri dolaşmaya başlar.

Halkın böyle galeyana geldiği zamanlarda bu gibi yalan­


lan hangi kara vicdanlı fesatçılar uydurur? Bu daima böy­
le olur. Halk, kitle halindeyken hep birden zayıf, akıllı bir
çocuk kesilir. İ şittiği saçma sapan şeylerin garabetini, akla
uygun olmadığını, ölçüp biçmeye, düşünmeye katiyen lüzum
görmez. Hemen inanır.

Bu iftiranın tesiriyle kini iyice artmakta olan halk şimdi


dışanda köpürüyor, kuduruyor, eve hakaretler, ağza alınmaz
küfürler yağdınyordu.

Hasan E fendi şaşkınlığından belaları, musluk taşları altın­


daki dolaplan bile bir şey bulabil mek ümidiyle karıştırmak­
tan kendini alamıyordu.

Arama sırası tavan arasına geldi. Bir yük içinden kapak


açıldı. E lektrik feneriyle birkaç polis çıkarıldı. Yağlıkçı, za­
bıtanın arama ve muayenesindeki dikkat ve gayretine bir tür­
lü kanaat getirmeyerek kendi de genç polislerle birlikte çıktı.
Tozlara, örümceklere bulandı. Tavan arası en kuytu, en dar
saçak aralarına, diplere doğru bütün girinti ve çıkıntılarıy­
la elektriğin ışığı altında gözden geçirildi. İ nsan zannedilen
bazı direk gölgeliklerine sevinçle hücum edildi. Fakat bu kı lı
kırk yarareasma yapılan arama da boşa çıktı. Dam hacası
açıldı. Kiremidere çıkıldı. Polislerin ellerindeki fenerierin
yan mehtap gibi karanlıklar içinde dolaşan konik ışık sütun­
ları birbirini keserken karanlıkla aydınlık yer değiştiriyor ve

74
bu manzara aşağıda damı görebilecek kadar açıkta bulunan
birtakım halkı eğlendiriyor, türlü yorumlara yol açıyor, sebep
oluyordu.

Hasan Efendi artık yorulmuş ve ümitsiz yürek çarpıntısı


onu dermansız düşürmüştü. Fakat yine gayreti bırakmayarak
baca deliğinden haykırıyordu:

"Her tarafı arayınız . . . Yağmur oluklarının içine bile bakı­


nız . . . "

Alunet aşağıdan eğleniyordu:

"Kuburları,47 lağımları sakın unutmayınız."

Arama heyeti alt kata indi. Bütün odaları, mutfağı, baca


içini, kömürlüğü, zahire dalapiarına varıncaya kadar her de­
liği, kovuğu büyük bir dikkatle muayeneden geçirdiler. S ıra
bahçeye geldi. Ağaçların üzerlerini, en sıkı dal aralarını, du­
var üstünü hep aradılar. Kuyunun önüne geldiler. B ileziğin
üstünden kapağını kaldırarak bu silindir şeklindeki derin çu­
kurun yosunlu duvarından aşağı ışık salıverdiler. Dipte ayna
gibi durgun su yüzeyi, tutulan fenerin bütün ışığını izleyen­
Iere yansıttı. Birkaç iri taş attılar. Suyun yüzü alaylı bir çehre
gibi derhal buruştu. Kendi sessiz karanlığı içinde zampara
arayanların saflıklarıyla, bu boş zahmetleriyle sanki eğlendi.

47 Tuvale! deliği ve bu deliği lağıma bağlayan boru.

75
5
Şair Zennfibi

Bu esnada bahçe duvarının ötesindeki bostanda bir gü­


rültü oldu. " İ şte buldum. Buldum. Zamparalardan birini ya­
kaladım," diye bir zafer narası işitildi . Sevinçten dizlerinin
bağı çözülen Hasan Efendi hemen, "Eihamdülillah . . . Aman
sıkı tutunuz evlatlarım. Kaçmasın, geliyoruz," diyerek çabuk
çabuk ve tedbirli bir sesle cevap verdi. Zavallı Yağlıkçı ümit­
sizliğinin şiddetinden birdenbire o kadar hayale kapıl mıştı ki
evin dışı olan bostanda tutulmuş bir şahsın zamparalığının
ispat edilemeyeceğini düşünemiyordu. Çok sürmedi.

Bu zafer çığlığını birçok gürültülü, uzun kahkahalar ta­


kip etti. Hasan Efendi duvara yaklaşarak bostandaki halka
hitaben:

"Patırtı lazım deği l... Gülmeyiniz kuzum. Bu belalı işin


muvaffakiyetinin daha başındayız. Ciddi işlere alay yakış­
maz. Sıkı tutunuz, sıkı. . . Belki me lun azılıdır."

Yağlıkçın ın bu saf ihtarına karşı bostandan bir ses cevabı


verdi:

"Nasıl gülmeyelim, baba! Sarhoşun biri tarlada bostan


korkuluğunu yakalamış, zampara diye zaptiyeye teslim edi­
yordu."

Bu i lk ve galiba da son olan sevinci boşa çıkan Hasan


Efendi kederden boğulur gibi haykırd ı :

"Allah belanızı versin! B u gece zaten içinizde ayık adam


yok. Uncu bu akşamki zamparalarını bu duvarlardan bostana
azatladı. Siz oradan bir şey göremediniz. Şimdi de insan diye
korkuluklara, fasulye sırıkiarına sarılıyorsunuz. Siz buraya iş
görmeye değil, eğlenmeye gelmişsiniz. Kepazeler. . . "

76
Bostandan sesler:

"Baba kızına. . . Biz buradan kuş uçurtmadık. Eğer evde


zampara vardıysa mutlak hala içeridedir. Emin ol. İ yi arayı­
nız."

Hasan Efendi lahavle çekerek:

" İ ğne deliği bırakmadık, her tarafı aradık. Evin döşeme


tahtalarını sökecek değiliz ya . . . Bu habisler tahtakumsu olsa­
lardı yine bulunurlardı."

"Kerhaneci dalaveresine akıl ermez. Herif elbette siz akıl­


da yağlıkçı ları, yorgancıları papağan gibi kafese kor. Bu ince
sanattır. Köpoğulları göz boyarnayı da bilirler. Gözlerinizin
çapaklarını silip evi bir daha dolaşınız."

Hasan Efendi 'nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çat­
Iayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı büsbütün
çıldırttı.

Başka yapacak bir şey olmadığı için arama heyeti tekrar


eve girdi. Uncu karşıianna çıktı. Pek küstah ve galibiyet tav­
rıyla kollarını çapraz, göğsüne götürdü. Komedyasını başa­
rıyla tamamlamış bir sanatkar aktör vaziyeti alarak:

"Efendiler, zannederim artık burada yapacak bir işiniz


kalmadı. Çoluğum çocuğum akşamdan beri geçirdikleri can
dayanmaz yürek çarpıntılarından bitaptır. Artık merhamet
ediniz, biraz uyusunlar. Ben karakola geliyorum. Komiser
Efendi hazretleri şimdi de benim davamı dinlesin. Masum
bir ev halkına bu kadar işkence! i bir gece geçirtmenin cezası
büyüktür. Ayaklar altına alınan namusumu namusluluğuyla
iftihar edenlere ödeteceğim."

Hasan Efendi hiddetten bir volkan kesildi. Artık gözü


dünyayı görmüyordu. Ü mitsizlikle haykırdı:

"Vay gidi masum ev halkı. . . Vay gidi namuslu aile babası


vay. . . Yukarıdaki içki sofrası nedir? O her odadaki karyolalar,

77
lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri
ile mahalleyi dolduran cümbüş neydi? Evinin Galata'daki
umumhanelerden ne farkı var?"

Uncu:

"Hezeyan ediyorsun. Bu sözlerin hep zabıt tutanağına


geçecektir. Bir evin içindeki sofra ile karyolaların adedine
karışmak mahal lelinin hiçbir surette yapabi leceği bir iş de­
ğildir. Bunu yasak eden bir kanun maddesi var mı? Evime
istersem üç yüz tane karyola koyarım, sana ne?''

Hasan Efendi:

" İ çeride kadın panayın mı var? O, on iki karı ne olacak?"

Uncu:

"Bir evdeki nüfusun adedine sınır koyma hakkı kimseye


veri lmemiştir. Otuz kadın da bulunabilir, sen besiemiyorsun
ya! "

Hasan E fendi :

"Yukarıdaki o okkalarla rakılan kimler içiyordu?"

Uncu:

"O benim keyfıme ait bir mesele. . . Evimde yenilen içi­


len şeyler hakkında kimseye hesap vermeye mecbur değilim.
Saçmalıyorsun. Haydi efendi, çık dışarı. Sahibi razı değilken
bir evde bu kadar durulmaz. Ahlaken terbiyesizlik, kanunen
' tecavüz' sayılır. Haydi bakalım yallah ! "

Hasan E fendi, öfkesinden zangır zangır titreyerek:

"Ulan Uncu, senin yüzündeki bu sahte namus maskesi­


ni düşürmedikçe bu gece ben bu evden çıkmam. Ö ldürseler
çıkmam."

Uncu:

"Çıkarmak zabıtanın vazifesidir."

78
Hasan Efendi asabi bir feveranl a merdivenlerden yukarı
fırlayarak tesirli ve ikna edici bir sesle orta kattan evin içine
doğru şöyle haykırmaya başlar:

"Müşteri beyler, din kardeşleri ! Her neredeyseniz ses


veriniz. Gençlikte bu gibi şeyler olağandır. Affolunmaz bir
günah değildir. Velev hatalı olsanız da Uncu tıynetinde na­
mussuz bir heritin namuslutara üstün gelmesine vicdanları­
nızın razı olmaması gerekir. Hakikatİn ortaya çıkmasına bu
geeeki hizmetinizle günahınızın kefaretini vermiş olursunuz.
Meydana çıkınız. İ şte mahalleli tarafından vekaleten size söz
veriyorum. Baskın rezaletinden tamamıyla kurtularak sizi
evlerinize göndereceğiz. Eğer ceza lazımsa sizin yerinize ben
geleyim. Ben mahpus yatayım. . . Razıyım. Aman beyefendi­
ler hamiyetinize, insaniyetinize müracaat ediyorum."

Yağlıkçı susar. Yalvarır gibi olan nutkunun, bütün duvar­


larda peyda edeceği yankının tesirini yürek çarpıntısı içinde
bekler. Cevap yok. . . Kadınların alaylı kahkahalarından başka
bir şey işitilmez. Büyük bir üzüntü içinde kendi kendine:

"Bu Uncu'nun kerhanecilikten başka simyaya da mı vu­


kufu var? Gözlere görünmemek için zamparaların başlarına
efsunlu tılsımlı külalılar mı giydirdi? Bunlar aramızda dola­
şıyorlar da biz mi göremiyoruz?"

Böyle söylene söylene, eli ayağı titreye titreye aşağıya


iner. i ddiasını ispat etmedikçe bu gece diri olarak bu evden
ç ıkmayacağını ve dışarıdaki kalabalığı, her bir tahtayı ayrı
ayrı sökerek aralarını aramak için evi yıkmaya kadar teşvik
edeceğini, hiçbir şey çıkınazsa en büyük cezaya razı oldu­
ğunu büyük bir inatla bildirir. Evin altındaki komiser, imam,
muhtarlar, birkaç mahalleli, Uncu Ahmet birbirine girerler.
Şiddetli bir mücadele başlar.

Bu esnada dışarıda bir gürültü olur. Sokaklar kahkahalar­


la dolar. Bostanda korkuluğu yakalamış olan sarhoş, yaka­
larlığını saHasırt eyleyerek arka sokaktan dolaşır, "Zampara

79
yakaladım," yaygarasıyla zanlıyı uzun fes, pejmürde ceket,
yırtık pantolonuyla halkın şaşkın bakışlannın karşısına çıka­
rır. "Zamparanı n biri tutulmuş," sözü bir anda ağızdan ağıza
halk arasında yayılır.

Akşamdan beridir saatlerce yüzüne hasret oldukları bu


cüretkarı görmek için ahali birbirini çiğner. Meşru olmayan
bir hevesinden dolayı ••zampara" namını kazanan mahlukun
vücudunda doğal olmayan acayip bir halin olmadığını, bu­
nun da diğer ademoğullanndan simaca bir farkı olmayacağı
hakikatini unutan halk, görülmemiş, garip bir şey yahut müt­
hiş bir canavarın seyrine koşar gibi hücum etti. Korkuluğu
gayretli bir şekilde sırtında tutan sarhoş, dili dolaşa dolaşa
sevinçle söze başlayarak:

••Efendiler, beyler, ağalar. . . Uncu'nun evinde, devletha­


nesinde değil ama . . . Ha lafa dikkat. .. Umumhanesinde . . . Bu
ne demek anlıyorsunuz ya! Umumhane, kerhanenin resmi
adıdır. Belediyelerde böyle kayıt olunur, gazetelerde böyle
geçer. Kerhane demek ayıptır, isim değiştiri lince ayıplık kal­
maz. . . Bu da bir itikat... Olur a. . . Bana kalsa düpedüz yol­
hane demek daha münasiptir. Fennisi böyle. Ama hani ya,
Tünel'den Beyoğlu'na çıkınca Altıncı Dairenin manevra­
sında inşa edilmiş, yuvarlak ve madeni bir müessese vardır.
(Orada evvelce mevcut olan sidik şadırvanı.) Batıya bakan
kapısından girersin iz. Önünüze dairevi ufak bir koridor çıkar.
Bunun merkez kısmı ahır gibi bölmelere ayrılmıştır. D ışarı­
dan içerisi görülmez fakat merak edilince içeride herkes bir­
birini bevl esnasında görebil ir. Evet, bunlar birbirinden ay­
rıktır. İnfereka, yenferiku, infirakan.48 İnkisar (kırılmak) fiili
de bunun gibidir. Arapçayı unutmamak için laf arasında fiile
tesadüf ettikçe böyle çekerim, çekerim. Çekerim de ölmem.
Bilgili kimselerdenim. Fakat memlekette böylelerine rağbet
yok . . . Kadro hariciyim, yani kainatın maişet çerçevesinden

48 Arapça inferaka ayrıldı, bölündü fiilinin şimdiki zaman, geniş zaman ve mastar
kip leri.

80
(çarçube-i maişet) ihraç edildik. Maişet çerçevesi tamlaması
yanlış mı? Kusura bakmayınız, mestim, mest. . . Fakat softala­
rın ayaklarına giydikleri siyah mestlerden49 değil, akılsız bir
mestim ... Mest-i arifim . . . (Sırtındaki korkuluk firar etmek için
güya debeleniyormuş gibi ona hitaben) Dur ulan kıpırdama,
salıvermem. Dur! Efendilere evvela kendi bilgimi anlatayım,
anlatayım da sonra seni takdim edeceğim. Vay, sözün ucunu
kaçırdık. Evet.. . Emsile50 okudum. B ina'ya51 çıktım, sonra
tepetaktak yuvarlandım. ' Bir şair-i terzebanım, Felekzede-i
zamanım . ' Bizim eski arnzun vezinleri. Şimdiki parmak he­
sabına gelemiyorum. Ortada ne şiir kaldı ne şuur. Sonra, 'Ger
bana uymazsa eyyam, uyarım eyyama ben,' dedim, çalıştım.
Orta ve başparmaktarım vezne uymadı. Nihayet yedi parmak
bir tutarn usulünde nazımlar yaptım . Gazeteleri, kitapçıları
dolaştım. Para veren yok. İstersen mecmualardan birine be­
dava gönder. Herif sana bir para vermedikten sonra başka
şairin altına bir döşenir, alafranga ' kritik' yapar. Cahilliğini
ortaya kor. Senden fazla kepaze olur. Bunların nüshaları ha­
malların ciğer kebabı gibi beş paraya indi, alan yok. Ağırbaş­
lı risaleler, ücreti kuruştan aşağı küsuratla öderler. Matbuat
alemimizde edep ve nakitçe bitiktir. M eyhanede şişesi altmış
paraya rakı iç, sonra mısraı on paraya şiir söyle . . . Kurtarmaz.
Sermayeden ziyan çok. .. Ha efendime söyleyeyim, edebi ce­
miyetlerinden birine dahil olmak istedim . İhtiyar alınmıyor,
dediler. Saçları boyadım, bıyıkları kırptım. Nüfus tezkeremi
kazıtarak yirmi beşe indirdim. "Fecri şimali subh-i kazibi"
cemiyetine usulü dairesinde imtihanım yapılarak kabul edil­
mem için bir dilekçe verdim. İmiama baktılar, bozuk buldu­
lar. Her kelimenin telaffuz edildiği gibi ayrık harflerle yazı­
lacağını söylediler. Sembolizmden imtihana çektiler. Şöyle
soru cevap başladı:

49 Ü zerine ayakkabı giyilen, evde, camide vb. çıkarılmayan, kısa konçlu, hafif ve
yumuşak bir tür ayakkabı.
50 Ardpı;a graıııt:r üğrt:tiıııiıııle ilk okutulan, li il çekim kurallarını anlatan kitap.
5 1 Emsile'den sonra okutulan Arapça gramer kitabı.

81
' Kayış Dağı deni lince bundan ne anlarsın?'

' Kayış Dağı denince en evvel akla suyu gelir. '

Bahis sulandı . Fazla laftan çekinmek lazım. Bu, yalnız


kendisine benzetilen şey söylenip de benzetileni bulmak gibi
bir edebi bulmacadır. Kayış Dağı adamdır, edebiyatçıların en
büyüklerindendir.

Şaşırıp kaldım, acaba Çamlıca kimdir? Aydos, İcadiye,


Yuşa tepeleri hangi yüksek şair ve edebiyatçılarımızı temsil
ediyorlar. Elmadağı ' na söversem kime tecavüz etmiş olu­
rum?

Estetiğe geçtik.

' Mösyö Gogo'nun beden salgıları hakkındaki estetik bah­


sini okudun mu?'

'Tıbba çalışmadım.'

'Gözyaşı vücudun dışarıya attığı bir su değil midir? Ağla­


ma, estetik heyecanın en beliğ bir tercümanıdır. '

' Estetik olmayan beden salgılarına ne buyurulacak?'

Kızdılar. Sembolizmden, estetikten sıfır aldım. Yeni öl­


çüde yaptığım yedilik şiirleri gösterdim. Şiirlerin ölçüsünü
tamam fakat sözleri hayat buldular.

Yine soru cevap başladı :

' Yeni fiiliere dair malumatın?'

' Hiç yok.'

' Demek senedebiyat hareketi ile uyanmış değilsin? Bil­


miyorsan öğren. Fil lerden geçişsizi kaldırdık, şimdi hepsi
ge­
çişlifiildir Mesela, yaşamak eskiden geçişsizdi.'
.

' Şimdi değil mi?'

' Değil. '

' Evet, pek zorlaştı . . . Hele edebiyat çevresinde. . . '

M2
' Evvelden, bir ayrılık saati yahut bir haz ve sefa günü
yaşadım denemezdi, şimdi denir. Buna zaruret vardır. Dil
zenginlemeli. Mesela, ben bir mihnet gecesi uyudum, ben bir
dehşet sevdası öldüm demek fesahate aykırı değildir. '
' Evet. . . Biri denildikten sonra ötekiler neden denilmesin?
Malumatım genişliyor. Mersi . . . '

'Arapça, Farsça, Türkçe fiilierin Fransızca konjügezonla-


ra52 yeni uygulanmış halini görmedin mi?'

'Asla. . . Neler işitiyorum, efendim ! '

' Biz darabeyi53 birinci konjügezona geçirdik . '


'isabet buyurulmuş. Lisan alafrangalaşacaksa bütün bü­
tün olsun gitsin vesselam . . . '

' Bu usulle şimdiki zamandan darabeyi çek bakalım . '

Je darabe, tu darabe, il darabe, nu darabon, vu darabe,


il darab.
'Gözü açık bir adama benziyorsun. Çabuk kavradın. Bu
halde takdir fiili hangi çekimdendir?'
' İkinci . '

' Bravo . . . Evet, finir54 gibi çekilir. Çek bakalım. Fakat za­
mirleri Türkçe kullan. Telaffuzdaki ağırlığı yok etmek için
de küçük i 'lal zammı55 yaparak radikale te den sonra bir e/if
ilave et. '

' İ ' lal-i zammiyi hiç işitmemiştim . Peki, hatırınız için


bunu da yapalım:

Ben, takdi ; sen, takdi; o, takdi ; biz, takdison; siz, takdise;


onlar, takdis . . . '

52 Fiil çekimleri.
53 Arapça "vurdu" anlamına gelen li il.
54 Fransızca: bilmek, ölmek.
55 Arapça fıil çekimlerinde "Eii f, vav ve ye" harflerinin söylenınesi kuralı.

83
"O akşam benim için meyhanede laf sermayesi çıktı. Ama
bu saçmalardan canım da sıkı lmaya başladı. O aralık cemi­
yetin katibi geldi. Reisten sordu: ' Efendim, nazım şubesinde
yatak kel i mesine katiye aranıyor. ' Reis: ' Bulamıyorlar mı?'
dedi ve ' parlak, kaymak, kabak, bardak, mızrak' kafiyelerini
saymaya başladı. Katip cevap verdi : ' Bunları hep kullandık . '
Reis düşünürken artık dayanamadım. Yatağa bir katiye de
ben söyledim: ' Bunu da kullandınız mı?' dedim. Beni kapı
dışarı kovdular. Ben çıkarken arkarndan şöyle söyleniyorlar­
dı, işittim : ' Bu herif kırklık var. Nasıl olmuş da gebermemiş.
Edebiyat muhitlerimiz böylelerinin vücudundan temizlemeli .
Bunlar Mual lim Naci 'nin Ateşpare eseriyle yanıp tutuşmuş­
lardır. Eski kelime mahzenine benzerler. Fikir sermayele­
ri olan rakıyı, bizim gibi Beyoğlu tarafında değil, İstanbul
meyhanelerinde içerler. Bu herifter tamamıyla öldürülmedik­
çe dil, hayat edatardan kurtulamaz. Aleyhinde öldürücü bir
makale yazılsın. Medeni bir ölümle öldürülsün."

"Rabbimin fazlıyla ben hala ölmedim. Medeni ölüm­


le kendileri cavlağı çektiler. Çok sürmedi, cemiyet dağıldı.
Çünkü onlar benden daha açtı. Üyelerinden kimi rej i kolcu­
su oldu, kimi gümrük gözcüsü, kimi doktor, kimi avukat.. .
Memleket 'akademi 'siz kaldı. Ş i mdi yeni bir 'akademya' açı­
lacakmış. Üye olmak için onu bekliyorum. Jön Türkler'den
biriyle Samatya meyhanelerinde dost olmuştuk. İstibdat dev­
rinde gizli gizli görüşür, dertleşirdik. Zamanın zulümleri bize
rakı içmek için vesile olurdu. Şimdi de içmeye bahane mi
dert mi yok? Fakat arkadaşım ilerledi, ben sarhoşlukta demir
attım. Ben kimim anladınız ya! Şimdi sırtımdaki zampara­
nın sergüzeştine gelelim. Bu da rakıdan kendinden geçmiş
bir meslektaşımdır. Akşamdan yutmuş yutmuş parasız zam­
paralığa gitmiş. Uncu 'nun evinde bunun ceplerini aramış lar,
tararnı şlar, bakmışlar ki dişe dokunur mangır yok . . . Eyvallah,
tıpkı fakiriniz gibi . . . Parası olmayanın rağbeti olur mu? Za­
vallıyı, günah işlemeye meydan vermeden, bir bohça gibi du­
vardan bostana fı rlattılar. Hemen yamyassı yere yapıştı. Canı
pek bir mahluk, bir şey olmadı. Kaldırmak için gittim, baktım

84
ki üstü başı misk gibi rakı kokuyor. Ha, anladım ki canlar­
dan ... Gözlerini açtı, 'Civarda meyhane yok mu?' dedi. 'Ulan
olsa benim burada ne işi m var? Hepsi kapandı,' dedim.

'Arkadaş, rakıyı sünger gibi emmişsin bumuma kok un


geliyor. Gel seni doya doya içer gibi koklayayım. Rakı bu­
lunmadığı yerde teyemmüm caizdir, ' dedi. Uzun uzun kok­
laştık. Benim iğrenç kokum herifi bütün bütün sarhoş, adeta
deli etti. Birdenbire şuurunu kaybetti. Besbelli kendini Un­
cu'nun evinde kıyas ederek beni sermayelerden birine mi
bt:nzt:Lli nt: yaplı, gerdamından öyle bir ısınş ısırdı ki parçası
ağzında kaldı zannettim. Bu vahşetinden sonra bana ayıp bir
tekiifte bulunmaz mı? Ne yapsın, akşamdan hızını alamamış.
O zaman sabnm tükendi . 'Zaptiye! ' diye bağırdım. Zaptiye
yok. Sonra babisi arkama yüktenerek buraya kadar getirdim.
İşte size teslim, cezasını tayin ediniz. Raporunu da yazdım."

Ezberden okuyarak:

Adı geçen zampara ansızın bir gök taşı gibi Ahmet 'in
evinden bostana düştü. Aciz boynumu kuduz bir köpek misali
hırslı dişleriyle incittiği hiilde yüreği soğumayarak başıma
bela olmaya devam etti. Namusumun paramparça olmasma
sebep olacak abuk sabuk konuşmalar yapmış ve para tekli­
fine cüret edebilecek kadar ileriye gitmiştir. Sabah vaktinin
gelip ortalığın aydınlanmaya başladığı sırada evdeki muhte­
rem inceleme heyeti henüz bir erkekfare bile elde edememiş­
ti. (Bu zamparanın) adı geçen evden düştüğüne dair şahitler
vardır. As/en hıyar tarlasında bitmiş bu acurun, galeyana
gelmiş halkın zihinlerini teskin etmesi ve yakalanması müm­
kün olmayan yoldaşlarının tamamının yerine tutuklanması ve
kaçan diğerlerinin zabıta tarafindan yakalanması mümkün
olmadığı takdirde cümlesinin hak ettiği cezayı bu şahsa çekti­
rerek adaletin gereğinin yerine yetirilmesi ve kirlenen zavallı
namusumun bir an evvel tamiri konusunda gereken zarar ve
ziyanın sözü geçenden alınması konusunda emir ve ferman.
İmza Şair Zannubi

85
Ahali bu olgun meyhane edibinin coşku dolu acayip nut­
kunu, "adı geçen zampara" aleyhinde ceza isteyen tuhaf ra­
porunu kahkahalarla dinledi. Fakat kalabalık arasında daha
hayli kimse, tutuklanan berduşun saHasırt edilmiş günahsız
bir korkuluk olduğunu anlayamamıştı. "Zavallı zamparayı
dayakla öldürmüşler" şeklindeki matemli haber yayıldı. Bu
kara haber halkı çabucak rikkate getirdi. Biraz evvel bütün
kızgınlıklarıyla aleyhine gıcırdadıkları zamparalardan birinin
bu suretle nazariarından ve aşağılamalanndan kurtulmuş ol­
masına teessüf t:uiyurlar, "Yalı vah, zavallı adam birkaç saat­
lik eğlence yoluna kurban gitti ! " diyorlardı. Besbelli, bir ke­
dinin tuttuğu fareyi, oynayarak pençeleri arasında azar azar,
saatlerce dişleyip tımaklayarak doya doya intikam tadını al­
dıktan sonra öldürülmesi gibi ahali de tutukianma müj desini
bekleyerek sokaklarda uzun müddet geçirdikleri günahkarın
eğlenilmeden böyle zayi olmasına kan ağlıyorlardı.

Seyirciler arasında bulunan iki Frenk, evvela onlar da şa­


şırdılar. Fakat bunun bir korkuluk olduğunu çabucak anladı­
lar. Bu tuhaf manzara karşısında aralarında Fransızca şöyle
bir konuşma başlad ı :

"O nedir? Öldürülmüş bir adam mı?"

"Hayır. Masum bir korkuluk . . . "

"O zaman korkuluk ahaliye neden gösterildi ve bu uzun


nutuk ne olacak?"

"Dur, işin gerçeğini anlayayım."

Biraz Türkçe bileni, dökük cümlelerle etraftan olayın as­


lını sormaya başlar. Kendi bildiği yolla sorular soramadığı
gibi verilen cevapları da hakkıyla kavrayamaz. Fakat anla­
yamadıklarını zekası yardımıyla tamamlayarak araştırmasını
açıklamaya girişir:

"Şark adetlerinden tuhaf bir şey daha öğrendim.,

"Nedir?"

86
"Bir baskında zampara yakalanınazsa onun yerine kor­
kuluk konarak ceza verilmesi Türk adetlerindenmiş. Çünkü
zina eden biri mutlaka ceza görecek ve recm olunacaktır."

"Tuhaf şey. . . "

"O kadar tuhaf değil. Bu, derin bir din felsefesidir. Bi­
zim, kiliselerdeki azizierin tasvirlerine karşı olan ibadetimiz,
onların temsil ettikleri mübarek vücutların ruhaniyetleri iti­
barıyla değil midir? İ şte bu da onun tam olarak tersi . . . Bazı
uinlt:n.lt: ı;;t:ytanı, dnlt:ri, pt:rilt:ri, kötü ruhlan taı;; lamazlar mı?
Şeytan bundan müteessir olur mu olmaz mı o başka mese­
le. . . Halk, içinin kinini, öfkesini, lanetini gösterecek ortada
bir şekil görür. Bu suretle rahatlar. Bu bahis mühimdir. Sonra
görüşürüz."

"Herif nutkunda ne söyledi?"

"Yaptıklarını sayıp dökerek halk karşısında korkuluğu


temize çıkardı. Bilinemez, bu gece hangi saatte ve belli ol­
mayan bir vakitte, gizlenmiş veya tirari olan günahkarların
ruhları mutlaka bu korkuluğa hulul edeceğinden ' Ey ahali,
meyus olmayınız, buna verilecek ceza aynı diğer zina eden­
lere yapılmış gibi manen ve roadden etki eder, ' dedi . Akli ve
nakli delillerle bu uygulamayı anlattı."

"Şark bir gariplikler hazinesidir. Ne acayip itikatlar var."

Frenkler magnezyum ışığı yardımıyla korkuluğun muhte­


lif vaziyetlerde fotoğrafını çektiler. Bu şark gariplikleri vesi­
kalarını neşredecekleri gazete, risale veya kitapta resimlerin
altına yazılmak için cep defterlerine şu ibareyi kaydettiler:

"Şarkta basılan bir evde zina eden kadın ve erkeklerin


yakalanmaları mümkün olmazsa onların yerine ceza görmek
üzere tutuklanması adet olan biçare korkuluğun resmidir."

87
6
Sakallı Kadın
Halk dışarıda şair Zenmlbi' nin sırtındaki korkulukla meş­
gul ve bu sarhoşun saçma sapan sözlerine hayran olmaktay­
ken komedyaların en ekstrası Uncu'nun evinde cereyan edi­
yordu.

Evin avlusunda ahali, polisler ve Ahmet birbirine gir­


mekteydi. Uncu, "Arama bitti, çıkınız evimden," iddiasıyla
şirretlik ve edepsizlik perdelerinin en tizlerinde dolaşıyordu.
Hasan Efendi aramanın boşa çıkması karşısında hiçbir su­
retle silahını teslim etmek istemeyerek tutuklama olmadan
o gece evden çı kmayacağını söz kabul etmez en kati inat ve
ısrarıyla bildiriyor, biçare komiser, akıl ve kanun dahilinde
her iki tarafa da söz anlatmaya uğraşıyordu.

İçeride ve dışarıda bu mücadeleler, beklemeler, meraklar,


heyecanlar, temaşalar esnasında hala mecl is odasında yeme
ve içmeyle meşgul bulunan Tosun'la Emin ' i herkes unut­
muştu. Bunların keyiflerine karışan, dokunan yoktu. Emin
iyice olgunlaştı. O, şişelere saldırdıkça, bir dereceye kadar
bulundukları halin önemini anlayabilen Tosun, arkadaşını iç­
mekten alıkoymaya uğraşıyor.

Aman da ofkemiklerim
Sızlıyor iliklerim
kantosuyla Laz horası tepmeye kalktıkça susturmak için ağ­
zını tutmaya, rakstan vazgeçirmeye atılıyordu. Bunların ke­
pazelik ve mücadelelerini işiten beriki odadaki çarşaflı naze­
ninler de ara sıra kapıya kadar yaklaşarak içeriye meraklı ve
ürkek bakışlar fırlattıktan sonra kaçışıyorlardı.

İki sarhoş, kadınlardaki bu işveli merakın farkına vardı­


lar. Fakat cüretlerini kırmamak için görmezlikten geliyorlar-

88
dı. Gerçekten de az vakit sonra dışarıda fıkırtı arttı. Evvelce
yarım görü len başlar şimdi omuzlara kadar uzanıyordu. Ni­
hayet Emin yavaşça dedi ki:

"Tosun . . . "

"Ne var?"

"Türk 'ün karnı doyduktan sonra ne olur bilirsin ya ! "

"Malum . . . "

"Ben dayanamıyorum. Anasını satayım, ne olursa olsun,


kapının önündekilerden birine yapışacağım."

"Sus be it oğlu ... Başımıza bela mı getireceksin?"

"Talihe Top Salata çıkarsa ne ala . . . Çıkınazsa karı değil mi


hepsi makbul üm. Bu matizliğimde isterse en kötüsü olsun."

"Aynasızlanma diyorum."

"Sen aynasızlanıyorsun hımbıl oğlu hımbı l . . . Mezeleri pi­


yizlendik. Bulutumuzu verdik. Nefıstir bu, kabardı. Zevkin
öte tarafı kaldı. Böyle fırsat her zaman ele geçer mi? Bu evde
her şey var ulan . . . Ne duruyoruz?"

"Aşağıdakilerin seslerini duymuyor musun?"

"Bırak availan be . . . Ahmet hiç guguğa gelir mi? Ona


Uncu demişler. Çoktan zamparalarını un gibi dışarı eledi.
Avukatlığa gelince, kanunnamenin bu işe dikiz eden yanını
o, hepsinden mükemmel biliyor. Sonunda kim kimi kafese
koyacak görürsün."

"Ulan Allah belanı versin ... Kokmuş pavurya56 gibi laflan n


benim de mideınİ bozdu. Şimdi kapıdan bir tanesi baktı. Vay
anam babam... Ay parçasına benziyordu, uğursuz oğlu ..."

"Kalkalım kol kala bir sirto oynayalım. O zaman seyret­


mek için tavukların hepsi kapının önüne birikir. Hint horozu
gibi birdenbire saldıralım. Elimize hangisi geçerse. . . "

56 İ ri bir yengeç çeşidi.

89
Kapıdan gözüken afet timsali, Tosun' da da karar mecal
bırakmadı.

Ah seni doğuran ana


Olsun bana kaynana
havasıyla oyuna kalktılar. Şimdi rakı beyinlerini iyice sar­
maya başladı. Ağızlar yayıldı, gözler bayıldı . Kol, kol üstüne
atı ldı . Boş kalan elierin parmakları çalparalık57 ediyor, biri
yıkıldığı zaman ötekini de beraber deviriyordu. Söyledikle­
ri hava değil, bir sarhoşluk rüzgarı, raksları oyun değil, bir
rezalet hal itasıydı. Çağınlıkları havanın temposuna asla uy­
mayan raks, adımlarını kah birbirine kah duvara çarpıyorlar
kah sıçrıyorlar kah suya batan ördek gibi havaya dalıp dalıp
ayakta durmaya uğraşıyorlar kah göbek atışlarını parmak şı­
kırtısına uydurmaya uğraşarak derin derin kıvırıyorlardı.

Bu oda panayırım seyretmek için kapının önü tepeli ta­


vuklarla doldu. Kadınlar baskın felaketinden pervasız gülü­
şüyorlar, fıkırdaşıyorlar, kullanmadan tutmaya alışamamış
oldukları elleriyle çimdikleşiyorlardı. Emin, şimdi rakıdan
çok sevda taşkınl ığıyla bulanan, kararan gözlerini bu cilve­
Iiierin üzerinde iştahlı bir şekilde dolaştırdıktan sonra arka­
daşının kulağına, "Hücuma hazır ol, Tosun," kumandasını
verir vermez yorgancıların piri addettikleri Sümbül S inan'a
sığınarak: "Ya hazreti pir imdat ! " narasıyla ikisi birden sal­
dırdılar.

Fakat pirin ruhaniyeti ikisini birden çarptı. Biri kapının


eşiğine yıkıldı, öteki sofanın ortasına. . . İşveli tavuklar çil
yavrusu gibi dağıldı. Avsız, elleri boş kalan sarhoşlar hemen
davrandılar. Fakat tavuklar folluklarına kaçıp kapıyı kapa­
mışlardı. Arkadaşları kadar hızlı hareket edemeyen bir tane­
si, bir şişmancası koşarken ayağına çarşaf dolaşarak yıkılmış,
davranıncaya kadar oda kapısı kapanmış, ortada kalmıştı.

5 7 Köçek ve çengilerin oynarken pannaklarına !akıp şakırdaıtıkları, ağaçlan yapıl­


mış iki ya da dört parçal ı zil, şakşak.

90
Şimdi iki horoz, yüzünü çarşafıyla sımsıkı örten bu şaşır­
mış tek tavuğun etrafında böbürlenmeye başladılar. Büsbü­
tün saidırma hırsıyla dönen gözünü bu tek av üzerine diken
Emin:

"Tek olsun zararı yok . . . Kısmet kısmettir."

"Sana mı bana mı ulan !"

"Gözünü en evvel açana," diyerek acele ve alaycı bir ça­


buklukla sıçrar, nazenine sarılmak ister. Fakat kadın cinsi la­
tiften beklenmeyecek bir kuvvetle saldırıyı püskürterek orta
oyunu zennelerinin taklit seslerine benzer, ince ile kaba karı­
şık çirkin bir edayla:

"Çekil musibet. . . Ben senin anladığın sarhoş kaşığı karı­


lardan değilim."

Emin şaşırarak:

"Top Salata, sen misin?"

Kadın çarşafıyla sımsıkı yüzünü örtmeye uğraşarak:

"Şimdi topunuzun da kemiğine ha! "

Emin:

"Ne küfürbaz şey be! Ulan Salata, seni bahçıvan tarlada


tohumluk mu bıraktı?"

Kadın:

"Şimdi salata gibi seni tuzlanın kerata ... "

Tosun:

"Vay geçmişine . . . Bu nasıl karı be? Babahindi gibi guluk­


luyor."

Emin:

"İster guluklasın ister anırsın. İster tohumluk olsun ister


damızlık . . . Elimden kurtulamaz."

91
Kadın:

"Hoşt köpek, biberim çoktur, ağzının tavanını yakarım."

Emin:

"Vay ölüsü porsuk ! Karıya değil, bir omuzdaşa çattık. Sen


hiç sandık kaldırdın mı arkadaş?"

Kadın:

"Kalksın vücudun dört kollu ile ... "

Emin:

"Benim vücudum dört kollu ile kalkmaz. O havasını bilir."

Emin, bu acayip şeyin orasını burasını gıdıklamaya atılır.


Karı, saldırgan ın el ine bir iki yumruk vurarak:

"Oynama, safralıyım. İçim kabarır."

Emin, tosa hazırlanan bir koç gibi başını çarpıtıp bir iki
adım açılarak:

"Vay baharlı orospu . . . Ben senin gibi kabadayıların safra­


larını çabuk kustururum."

Karı:

"Eyval lah . . . Ben de senın gibi eli yumuşağım arıyor­


dum."

Emin:

"Yumruğumu avurduna bir yersen elimin nasırlı olduğunu


anlarsın. Karıların da tulumbacısı varmış be. . . Aksi işe bak,
o bana cızlanıyor. Karı mısın tosun musun söyle. Gel şurada
bir omuz tutuşalım kim kimi yenerse?"

Tosun:

"Ah, elmasım, ne kadar tosun olsan yine yorgancı Tosun


olamazsın. Karısın. En babayiğit erkekleri cilvelerinle yener­
sin. Karıların azınanı ol, zararı yok. Alışkınız ne yapal ım . . .

92
Kısmetimize sen çıktın. Aç şu dilher yüzünü de dikiz edelim.
Has boya mı bakkam mı? Zaten ne olursa makbulümüzdür.
Dedik ya, bir kere sevdaya karar verdik. Elimizden kurtula­
mazsın."

Kadın:

"Şimdi sizin elinizi de yüzünüzü de salçalarım hanım ev­


latları. Açınız başı bakalım meyhane pilakileri ! "

Emin:

"Gedik Paşa külhamndan şahadetnamelisine çattık. Ne


acur karı be ! imtihan mı olacağız? Ne söyletiyoruz kaltağ ı !
N e kadar azgın olsa o tek, biz çiftiz. Haydi b e. . . Karmanyo­
laya58 alal ım."

Yorgancı kalfaları sevda öpücüğü derrnekten ziyade hu­


sumet dişiyle ısırmak için bu bıçkın karının üzerine bu defa
hazret-i pirden yardım istemeden şiddetle atılırlar. Karı, çar­
şafının yüze yakın kısmını sıkı sıkıya tuttuğu elini yine ora­
dan kımıldatmaksızın tek kolu ile sarhoşlardan birinin sura­
tma bir yumruk, ötekinin karnı ortasına kuvvetli bir tekme
indirerek ikisini de yere serer. Bu galebeden sonra açık oda­
lardan birine kapanmak için koşar. Bu umulmadık darbelerin
acısıyla ayılıp kendine gelen iki delikanlı, intikam cinnetiyle
teker meker fakat yay gibi bir süratle yerden fırlayarak oda­
ya kaçmasına meydan bırakmadan var hınçlarıyla karıyı biri
omzundan, diğeri eteklerinden kavrarlar. Çarşafı, fırtınalı
havada yelken toplar gibi yukarıdan aşağı bir sıyırıverince
ortaya kırmızı yüzlü, top sakal lı, parlak gözlü bir herif çıkar.

Emin yumruğuna tükürerek:

"Vay babasının meze çanağına ... Vay sakallı orospu seni . . .


Bizi gafil avladın. Muştayı böyle indirirler," karşılığıyla heri­
fın ağzının ortasına doğru bir yapıştırır. Derhal o kara sakal,
kan akıntısıyla Acemlerin kınalı sakalları gibi kıpkızıl kesilir.

58 Uygun zaman düşürüp soymak.

93
O anda, Tosun da düşmanının vücudunun ortasına bir tekme
aşk ile:

"Biz borçlu durmak istemeyiz. İşte al sana yumruğa yum­


ruk, tekmeye tekme. . . Biz helalzadeyiz. Aldığımızı alınan an
öderiz."

"Ne kadar tatl ı şeymiş, bak pekmezi suratma aktı."

İlk intikam ve h iddet taşkınlığıyla ne yaptıklarını bilme­


yen iki yorgancı kalfası, bu garabet manzara kar:;; ı sında şimdi
akıllarını başlarına almaya, hal ve hakikati anlamaya uğraşa­
rak müteakip iki darbeyle sersemleyen sakallıyı safanın or­
tasına çekerler. Kadınlık kılıfı ndan dışarı çıkmış bu erkeğin
karşısına geçerek büyük bir şaşkınlıkla:

"Vay babasının canına, ulan bu ne be? Top Salata'yı arar­


ken deve dikenine tesadüf ettik. Bu da top ama çemeni tersi­
ne bitmiş. Arkadaş, sen bu evde sermaye misin?"

"Karagöz'ün Ters Evlenmesindeki kıyafetine benziyor­


sun. Sen kendini bilmeyen sarhoş müşterileri avutmak için
ihtiyat sermayesi misin?"

"Yoksa evinizde bu akşam karnaval mı var? Cevap verse­


ne enayi... Dilini mi ısırdın?"

Sakallı karı bu defa gür bir erkek sesiyle:

"Ben laflannızı koçan gibi ağzımza tıkardım ama ah, ne


yapayım? (Eliyle ağzını göstererek) İki ön dişim birden kı­
rıldı. Mevkiim gayet tehlikeli, ses çıkarmaya gelmez. Ben
de sizin gibi hovardayım. Hovardalıkta arnana bıçak olmaz.
Aman arkadaşlar ocağımza düştüm."

Tosun:

"Korkma . . . H içbir sıkıntı çekme. . . "

Sakall ı :

"Bu akşam bizi kurtarırsanız avcunuz mangizler dolar."

94
Emin:

"Sizi mi kurtaralım? Dadaş, kaç kişisiniz? Vay babasının


lülesine üfürdüğümün be . . . İçeride daha çarşaf'lı herifler mi
var?"

Sakall ı :

"Arife tarif lazım değil."

Tosun:

"Biz işi çaktık. Mahalleliden kurtulmak için siz zampa­


ralar, karı kıyafetine girmişsiniz. Bu kepazelik babayiğitliğe
yaraşır mı? Kamalarınızı, revolverlerinizi çekip buradan er­
kek gibi çıkmalıydınız."

Emin:

"Affedersiniz birader. . . Biz seni çarşafın altında tomba­


lakça gördük. Az kalsın silah çatacaktık. Ters bir iş olacaktı.
Senden ziyade bizim namusumuza yuf olurdu. Kerhanede
karı kılığına girmek tehlikelidir. Sarhoşu var, körü var, aptalı
var. . . Neyse, ucuz kurtuldun. Diş tamir olunur ama namus
bozulunca merhamete gelmez. Susarsak bize ne var?"

Sakallı:

"İkinize de birer tane beşi bir arada."

Tosun eliyle bir tokat işareti vererek: "Böylesi mi? B iz


öyle beşi bir arada çok yedik. Ona kamımız tok, lezzetini bi­
liriz. Bazı mirasyedi hovardalar, sarraf dükkanı bulamayınca
beşi bir aradayı insanın suratında bozarlar."

Sakal lı:

"Öylesi değil, nal gibi lira. . . Sapsarı ... Pırıl pırıl. .."

Emin:

"Yağma yok. . . Biz beş liraya boynuz takınamayız. Fakiriz


ama para için bu sanatı yapamayız."

95
Tosun:

"Beşi bir aradaları ceplerimize, karıları koyunlarımıza


koymal ı. İ şte o zaman susarız."

Sakall ı :

" B u gece sırası mı ya? M ahalleli bizi fare gibi kapana


koydu. Aşağıda bekliyor. İşte size 'parol' dönmez. . . Sonra
başka bir akşam rakısıyla mezesiyle çalgısıyla aftosuyla size
bir ziyafet çekmeye söz veriyorum. Hovarda raconu, ne ol­
duğunu bilirsiniz."

Tosun:

"Olmaz. . . Yoksa şimdi sizi polise teslim ederiz."

Sakall ı :

"Hele şu odaya, sofra başına gelini z . Birer tezgah ö n ü ya­


palım. Uyuşuruz."

Emin:

"Ne tezgahı kaldı ne önü ne arkası. . . Biz rakıların hepsini


çektik. Su gibi kuvvetsiz bir anzorot, tutmuyor. Şişeler de
ikişer parmak hanım şişesi . . . B iz Küplü'de maşrapayla kayık
düzü içmeye alışığız. Eğer bizi matiz edip de keşe boğmak
istiyorsan böyle ümide düşme. . . Boş yere yorulursun. Sen sa­
kalınla sızarsın, biz çivi gibi yine dikine dururuz. Aniadın mı,
çarşaflı moruk?"

Sakall ı :

"Bu evde rakı mı yok? Şimdi binlikle getiririm."

Tosun:

"Binlik, beş yüzlük . . . Rakı olsun da kaçlık olursa olsun.


Eyvallah çekeriz. L iralarla beraber Top Salata meydan gör­
meli . B iz öyle susarız. Çaktın mı lafı?"

Sakall ı :

96
"Canım, Top Salata'ya gelinceye kadar ne kanlar var.
Bunu o kadar neden beğendiniz?"

Tosun:

"Suratını görmedik, kulaktan aşık olduk. ismi iştahımızı


kabarttı."

Sakall ı :

"Geliniz, geliniz dayılar. . ." davetiyle kollanndan çekerek


ikisini de meclis odasına götürdü. "Ben şimdi geliyorum," ih­
tanyla beraber kendisi tekrar dışarı çıkar. Erkek, kadın, zam­
para ve sermaye, bütün ev halkının çarşaflı olarak topluca bu­
lundukları odaya girer. Orada uzun uzun tisıltılar, görüşmeler
olur. Kadınlardan biri avluya iner. Ahmet'i bir köşeye çekerek
kulağına tehlikeyi fısıldar. Herifin benzi atar. Kadın ilaveten
der ki: "Ne yaparsan yap, bu mahalleliyi dışarı savmanın bir
kolayına bak ... Savamazsan lakırdıyı uzat, yukarı çıkmalanna
meydan verme. Biz, o iki sarhoşu şimdi sızdınnz."

Kadın, Ahmet'i bu suretle ikaz ettikten sonra alt kattaki


kilere girer. Çarşafının altına bir binlik rakıyla birçok me­
zeler sıkıştırarak yukarı çıkar. Sakatlıya teslim eder. Sakal­
lı tekrar çarşafına bürünerek yükü ile meclis odasına döner.
Boş şişeler dolar, meze tabakları donanır.

Yorgancı kalfaları bu sakallı ikramcılarını tekrar çarşaflı


görünce sorarlar:

"Ne var arkadaş . . . Yine namahremliğin mi tuttu? Niye ör­


tünüyorsun? Sana kem nazarla bakanın gözü çıksın. Hovarda
lafı laftır. Dünya alıret istersen babamız ol, istersen anamız
ol... Hangisi keyfine gelirse. . . Ne kadar sarhoş olsak sana
karı muamelesi etmeyiz. Kuruntuya düşme."

Sakallı gülerek:

"Yok, sizden kendimi sakındığım için değil. Aşağıdan yu­


kan bir polis filan çıkıverirse beni kadın zannetsinler diye
çarşaflandım."

97
"Öyle ise aman sakalım iyi ört. . . Ele verirsen kepazelik
olur. Mahalleliden biri sana sataşırsa öyle bize yaptığın gibi
sertlenip bıçkınlaşma. Hele o akardası bozuk dilenci armo­
niğine benzeyen kartal sesini hiç çıkarma. Biraz kırıl, dökül,
fıkırda. . . H i hi hi yapıver. Yalnız çarşafa girmek para etmez.
Sokakta sarhoş çok. .. Bir zorlusuna rast gelirsen sakalım da
göstersen fayda vermez. Tehlikeden kurtulmak için seni su­
ratına maske koymuş zannederler. Kim vurduya gidersin.
Vücudun meşe kütüğüne benziyor ama hoşuı-59 meraklısı da
vardır. Deminden biz bile aldandık."

Sakall ı kadehleri doldurur. Birer tane misafirlere verir.


Bir de kendi alır.

Tosun: "Ver elmasım, nazik elinizden içelim. Orta oyu-


nunda mıyız kerhanede mi baskında mı? Biz de şaşırdık."

Sakallı meze takdiminde acele eder.

Emin:

"Aman nazlım, meze için yorulma. Biz birkaç rakı içer


sekiz tabak meze yeriz. Ortada ne varsa ellerimiz hepsini
dolaşır. O senin verdiğin dişimizin kovuğuna gitmez. Fakat
mezelerden biri eksik: Top Salata. . . "

Biraz muhabbetten sonra birer daha, birer daha yuvarlar­


lar. Yorgancılann m idesindeki eski maya tazelenir.

Tosun, mestane telaffuzla:

"Baksana bu . . . Buraya sakallı aftosum. Eğer sana hışırın


biri kötü gözle bakarsa be... Be ... Beni göster. Urourunda ol­
masın. Dünyayı ya ... Yakanın alimallah! Sa ... Sa ... Sakalım
da alazlarım. Kurtulursun. Bana Yorgancı Tosun demişler.
Do . . . Doğduğum zaman ba. . . Ba . . . Babam da. . . Hani o be­
nim babam, asıl babam . . . Daha kundaktayken benim ne mal
olduğumu anlamış adıma To . . . Tosun demiş . . . Aniadın mı?"

Emin el şakasına başlar. Sakallıyı gıdıklayarak:


59 Ş işman, eline dolgun.

98
"Ah aman biraz cilvelen bakalım . . . To . . . Top Salata gelin­
ceye kadar boş duramayacağım.

Sakallı bir iki gerdan kırıp raks eder gibi vücudunu titre­
terek zenne sedasıyla:

"Ay, aman hıyanet etme, sen gıdıkladıkça yok mu valiahi


içim. . . "

Tosun:

"Eeh . . . Eeh, elverir. . . Cilveyi kes. Arada bir sakatını gös­


ter. Mertliğe sö . . . Söz verdik ama . . . Sarhoşluktur bu . . . Kal­
birn aldanıyor. Sen Zuhuri 'dc baskın oynadın mı? Çarşaff. . .
Altında iyi vücut depreştiriyorsun."

Birer tane daha çekerler. Emin, meze tabaklarından birini


önüne çekerek muhteviyatını hep yalar yutar.

Tosun:

"Ra. . . Rakı var. Mezeler de bol . Aftos da gelecek fakat


çalgı yok . . . Böyle eğlentiye bir zırıltı i ster."

Emin avurdunu nefesiyle şişirip dümbelek gibi parmakla­


rıyla üzerine vurarak:

"Güm. . . Bala . . . Bala. . . Bala. . . (Tosun'a hitaben) Ulan sen


de zuma gibi zırla."

Tosun iki avcunu birleştirip ağzına götürerek gayet ge­


nizden:

"Gna ya ya ya . . . Gıya ya ya . . . "

Bu çifte nara ile zumanın birbirine uymaz iki sesinden


meydana çıkan sarhoşça edalı bir uydurma ahenktir başlar.

"Ah, yelelam," ara nağmesiyle beraber, "Karga da seni


tutarım aman," raks havasına girişilir.

Sakallı oyuna kalkar. B içare herif, bu iki muazzam belayı


sızdırmak için her hakarete, her tecavüze, yer yer vücudunu

99
çürüten o buram buram çimdik acılarına, gıdıklamalara kat­
lanarak henüz üzerinde iki kırık dişinin kanları duran sakalım
sağa sola kıra kıra, gözlerini süze süze hiç durmadan göbek
hoplatarak sahibinin sopasından titreyen ayı gibi oynar.

Emin coşkunlukla boğuk bir nara attıktan sonra:

"Göbek fırtınası olacak . . . B i lirsin ya akşamki gibi . . . "

Tosun, ağız zumasını uzun, gunneli bir nağmeyle kese-


rek:

"Bozukluğum olsa yapıştırırdım."

Dışarı ses gitmemesi için oda kapısı kapatılmıştı. Fakat


bu gürültülü yerin şamatasını aşağıdan duymamak mümkün
değildi. Polisler yukarıda iki olgun yorgancı gencin bulun­
duğunu biliyorlardı ama Uncu Ahmet'in namusunu korumak
için verdiği heyecanlı nutuk, mahalleli aleyhindeki korkunç
itharnları zihinlere o kadar hararet vermişti ki kimse bir sani­
ye oradan ayrılamıyordu.

Kendi alemlerine terk edilen sarhoşlar içtikçe azıyorlardı.


Bunların öyle üç dört şişeyle sızar boydan olmadığını gören
sakallı, arada bir göbek atmasına fasıla vererek, kadeh sayı­
sının artmasıyla başarılı olacağı ümidinin değil, işin vahame­
tinin büyüdüğünü görüyor, ne yapacağını bilemiyor, hatta bi­
çare herif içki ye refakat mecburiyelinde olduğu için onlardan
evvel kendinin sarhoş olacağını da hissediyordu.

Tosun ayağa kalkmak ister, sendeler. Düşmernek için sof­


raya tutunarak şangır şungur birkaç bardak ve kadehi devirir.
Ağırlıkları ayrı ayrı iki kefe arasında denkliğini bulamayan
bir şaşkın terazi gibi kollarını uzatır. Birkaç yalpayla ağır ağır
gözlerini kapadıktan sonra:

"Zararı yok . . . Uğurdur. Göz, kafa patlamasın da cam şişe


kırı lsın . . . Hovardalıktır bu . . . "

Sakallı :

1 00
"Umurunda olmasın, yiğidim . . . Sizin gibi tosunlara can
feda . . . "

Emin: "Anasını satayım . . . Parası nı biz vermedik ya! "

Tosun:

"U lan moruk, bizi bardak kırınıısıyla piyazlama . . . Hani


ya mangiz? Karı lafını kestik. Ceplerimize beşi bir aradalar,
koynumuza karılar girecekti?"

Sakallı:

"Hele biraz daha keyiflenelim. Hepsi olur, hepsi . . . "

Tosun :

"Biz zom olduktan sonra m ı ? Niyetİn bizi sızdırmak mı?


Verdiğin lafı tut yoksa sakalım haşlanmış hindi gibi yolarız.
O zaman tüysüz Haçik'e benzersin."
Sakallı:

"Böyle işte acel e olmaz. Aşağıda mahalleli var. Böyle za­


manda ortaya nasıl karı çıkarı lır?"

Tosun:

"Ha ha . . . Anladım bu herif bize kantİn atıyor. Aval, aklın­


ca To . . . Tosun 'u tuzlama yapacak?"

Tosun düşe kalka yürür. Minderin üzerindeki udu alır,


Emin de defi yakalar.

Tosun:

"Gel şu ha. . . Handavali ının üzerine birkaç beyit mani söy­


leyelim."

Tosun, fesini kaşlarının üzerine yıkar, diz diz üstüne atar.


Tam Tavuk Pazarı şairlerinin çalımını aldıktan sonra, udun
tellerini tırmalayarak ve bütün sarhoşluk avazıyla gönlüne
doğanları söylemeye başlar:

101
Adam aman var da
Hovardayız hovarda
Sandıkçılardan sonra
Gelir nazlı Galata
Hani be hinoğlu,
Üçü beşi bir arada?
Gelmiyor nerede kaldı?
Sevgi/im Top Salata
Ut, def beraber aranağmesi :

Düm tereleili ya/e/am


Matiz olduk vay babam.
Sonra etrafa tehdit tükürükleri saçarak boğuk bir nara:
"Brooooooooov, yakarı m."

Ondan sonra Emin:

Adam aman ekşi vişne


Atarım kantariıyı
Gelmişine geçmişine
Bir yumruk aşk edersem
Senin çürük dişine
İster it gibi bağır
İster at gibi kişne
S azla beraber aranağınesi ve nara. . . Sakallı son derece şa­
şırarak:

"Mahalleliden gelecek bela sizin yanınızda saadet gibi


kalır. Bu ağızda birkaç beyit daha okursanız bu evi bir daha
hasarlar."

Tosun büyük bir öfkeyle ayağa kalkar. Sapından tuttuğu


udun şişkin tarafını heritin beyni ortası budur diye, bir indi­
rir. Çalgının gövdesinin bütün tahtaları yere ayrı dökülür. Sa­
kallı neye uğradığını anlamadan hakaret ve darbenin hedefi

1 02
olan o kafaya Emin de defle bir hücum eder. Hemen kursak
patiayarak kasnak da bir lanet halkası gibi zavallının boynu­
na geçer.

Tosun bağırarak:

"Bela mı? Bize mi söylüyorsun? Belanın suratını tanır mı­


sın? O nasıl bir şeydir gördün mü hiç? Vay geçmişine be . . .
Bize 'bela' diyor. İ k i dişini kırdık, başka ne yaptık? Teşekkür
etsene ulan . . . Ağzın burnun daha yerinde duruyor."

Art arda gelen bu iki darbe altında sakallının başı sız­


lar, döner. Alnı yaralanır, gözleri karam. Sağa sola sallanır.
Hazmedilemez zehirli bir içki gibi tepesinden aşağı içtiği bu
başlamaların ağır ve acı tesiriyle o anda bir deliliğe tutulur,
bulunduğu yeri, baskını, arkadaşlarını, mahalleliyi, o tehlike­
li saatin nezaketini, sonunda başına gelecek belayı tamamen
unutur. Hemen yakaladığı bir sürahiyi olanca intikam hırsı
ile Tosun'un başına fırlatır.

Fakat Tosun hayli olgun olmakla beraber meyhanelerde


iskemle iskemleye, yumruk yumruğa, bıçak bıçağa geçirdi­
ği böyle birçok akabelerdeki tecrübeleriyle pek çevikleşmiş,
tetikleşmiş olduğundan hasmının niyetini anlar anlamaz iki
kolunu yan yana getirerek başına siper eder. Bu sürahi şarap­
nelinden yalnızca biraz bilekleri zedelenip kanamasıyla kurtu­
lur. İkinci bir hücuma meydan vermeksizin düşmanın üzerine
yırtıcı bir hayvan gibi saldınr. Sakallı da pazısı güçlü bir azılı
olduğundan alt alta üst üste dehşetli bir boğuşma başlar.

Vadedilen beşi bir aradaların sonunda böyle sürahi kırık­


larıyla ödenıneye çalışıldığını gören Emin, ihbar vaktinin
gelmiş olduğunu anlar. Duvardan duvara volta vurarak alt kat
merdiveninin ortasına kadar koşup bağırır:

"Aşağıda ne kadar mahalleli, muhallebi, aşure, sarığıbur­


ma, babatatlı sı varsa yukarı geliniz. Zampara yakaladık. Hem
erkek hem dişi hem sakallı hem çarşaflı ... Böyle bir mahluk. . .
Seyri on paraya . . . "

1 03
Uncu Ahmet'in safsatarlan ibaret nutku karşısında artık
aciz, yorgun, delilsiz ve tahammülsüz kalan Hasan Efen­
di 'nin kulağına bu, "Zampara yakaladık," müjdeli haberi ge­
lince adamcağız şaşaladı.

İlıbarın içine sarhoşça bir eda ile karıştırılan "sarığıbur­


ma, babatatlısı" gibi sözler müjdenin ciddiyetini ihlal ediyor­
du. Zavallı yağlıkçı, biraz evvel bostandaki korkuluk olayını
hatıriayarak şimdi de yakalandığı müjdelenenin de bu türden
bir zampara karikatürü olmasını aklına getirerek:

"Kahrolunuz. . . B iz sizi buraya bir yarar sağlarsınız diye


getirdik, siz körkütük oldunuz. Ne yaptığınızı biliyorsunuz
ne söylediğinizi . . . "

Emin:

"Vallahi değil, baba! Zamparaların en azılısını, en baba­


canını yakaladık."

Hasan Efendi :

"Zampara diye tırabzan babalarını mı yakaladınız, ne


yaptınız?"

Uncu:

"içmiş içmiş sızmış . . . Besbelli rüyasında tatlıcı dükkanı


ile zampara görmüş. . . Şimdi de uyanmış saçmalıyor."

Komiser, sarhoşun ihbar cümleleri arasındaki "muhallebi,


aşure" gibi fazla sözlerden ziyade "hem sakallı, hem çarşaf­
lı" sözlerine dikkatle aniden teyakkuza geçmişti. Polislere
başıyla hafif bir işaret verdi. Maiyetiyle birlikte merdiven­
den yukarı fırladı. Ahmet'in sözlerinin geri kalanı ağzında
kalakaldı. Mahalleli de zabıtayı takip etti. Uncu, o anda bir
felaket kurşunuyla beyninden vurulmuşa döndü. Artık işin
safsataya, şirretliğe, cüretkarlığa, küstahça sözlere katiyen
tahammülü kalmamıştı. Hakikat, tüm açıklığı, gülünçlüğO,
feciliği ve rezaletiyle şimdi anlaşılacaktı. "Ailem halkı" de­
diği on iki çarşafiının akıbetierini asla düşünmeyerek yalnız

1 04
kendi başı için bir kurtuluş çaresi arıyordu. Evdeki inceleme
heyetinin bu telaşlarından istifadeyle kaçmak istedi. Fakat
nasıl ve nereden kaçabilecekti? Sokaktan ve bostandan fır­
lamak mümkün deği ldi. Çalyaka edileceğini biliyordu. Herif
aşağıda bir kaçış yolu düşünmekteyken komiser, Uncu ' nun
orada bulunanların içinde bulunmadığına dikkat ederek, ne­
redeyse yakalayıp getirmeleri için iki polis saldırdı. Ahmet' i
çekerek orta kat sofasına çıkardılar. Mahalleli, meclis odasına
geldikleri zaman Tosun ile Sakallı'yı birbirinin canına, kanı­
na susamış bir kuduzlukla soluk soluğa boğuşurken buldular.
Saçlar ürpermiş, benizler atmış, gözler büyümüş, körük gibi
kabarıp inen göğüsterin havasını alıp boşaltmaya yetmeyen
ağızları açılmıştı. İki düşman birbirini ezmekte, koparmakta,
ısırmakta kuvveten pata gelmiş, i kisinde de üst baş lime l ime
olmuş, iler tutar yerleri kalmamış, ortadaki sofra devrilmiş,
pencerelerden birinin alt camları kırılmıştı.

Dövüşenieri birbirinden zorla ayırabildiler. İki girift harf


gibi bacaklar, kollar sanki birbirine kenetlenmişti. "Öfke, bal­
dan tatlıdır" atasözüne bundan daha açık bir örnek olamazdı.
Vücutlarındaki yaraların berelerin acısını hiç duymuyorlardı.
Her ikisini de birer tarafa çekmeye uğraşılırken hiddetin lez­
zetine kanamamış bu iki titrek vücut, aralarına giren insanla­
rı, kolları iteleyerek müspet, menfı iki mıknatıs kütlesi gibi
birbirini çekiyor, hala birbiri üzerine atılmaya uğraşıyordu.

Sakallı'nın çarşafı parçalanmıştı. Fakat bir fıstan gibi be­


linden bağlı olarak hala arkasındaydı. Sorulan sorulara tasav­
vur olunabildiği kadar galiz cevaplar veriyordu. "Siz burada
kaç zamparasınız?" denildiği zaman, dile alınmasına edebin
cevaz vermediği uzuvlarını sayarak, "İşte bu kadarız," di­
yor ve erkeklik duygularının hiçbir mahallenin keyfine göre
ayarlanamayacağını pek kaba bir dille anlatıyordu. İşretle,
hiddetle akıl ve terbiye zıvanasından tamamıyla çıkmış bir
herifı kendi bezeyanıyla baş başa bırakan mahalleli, içeride
çarşafltiarın toplu bulunduğu odanı n kapısını açtırttı.

1 05
Kalabalık çekilince, Sakall ı kendi kendine, "Sizin böyle
sokaklara, bu eve dolmaktan maksadınız rezalet seyretmek
değil mi? Seyrine bu kadar meraklı olduğunuz bir şeyi bu
gece ben size doya doya göstereyim," dedi.

Deminki hercümerçten kurtularak odanın bir köşesinde


duran binliği yakalayınca içinden hemen bir bardaklık ka­
dar bir kısmını kafasına dikti. Sonra etrafına bakmarak iri bir
nefes aldı. Vücudunu yukarıdan aşağıya bir yokladı. Ş imdi
kendini birkaç Tosun'la yeniden dalaşabilecek bir kuvvette
buldu. Fakat bu bir hülyaydı. Hakikatte zavallı sakallı, sar­
hoşluğun akıl dağıtan tesirine, hezeyanının şiddetine daha
ziyade tutulmuş bulunuyordu. Bu adam böyle içki ile akıl,
kuvvet ve cesareti n i arttırmaya uğraşırken öteki odada çar­
şaflı erkeklerin asıl kadınlardan ayırt edilmesi gibi hoş ve
heyecanlı bir sorgulama başladı. B u mühim keşifleriyle bü­
tün mahalleyi Ahmet'e karşı muhakkak bir yenilginin rezil
yükünden kurtardıklan için Tosun ile Emin, birçok takdir­
lere, aferinlere, iltifatlam nail oldular. Yüzlerini, sırtlarını
okşamadık kimse kalmadı. Her ikisi de kabadaytea gurur ve
muvaffakiyetle hindi gibi kabarıyorlardı. Kırdıklan, döktük­
leri, yedikleri ve içtikleri bütün kötü işleri affolundu. Bu pek
yakın ilgiden istifade edip eline geçen fırsatı kaçırmayan yor­
gancı kalfaları muayene heyeti odasına sokuldular.

Cinsiyet tayini için çarşaftar açıldıkça o göz alıcı çehreler


arasında Top Salata'nın çıkmasını sabırsızlıkla beklerneye
başlamışlardı. Bu isim, onların sevda iştahlarına o kadar uy­
gun gelmişti ki bunun sahibini yeşil, kıvırcık ve çiğ çiğ yenir
gibi bir mahiyette tasavvur ediyorlardı. Niyetleri de mevki
müsait olsa kadının gerdamndan doya doya sevda içtikten
sonra, son meze olarak kendini de ziftlenmekti.

Komiser, sürüden tekeleri ayırmak için çarşaftılara hita­


ben amirane bir sesle:

"Hangileriniz erkek, hangileriniz kadın?"

1 06
Bu sualine cevap alamadı. Çarşafl ılar, cinsiyetlerini ayrıl­
ması mümkün olmayan bir karışım haline getirmek için bir­
birlerine daha ziyade sokuldular. Erkek örtülüler kadınlardan
daha fazla korkuyorlardı. Bu rezalet belasından yakayı kur­
tarmak için öyle bir evdeki kadınlığın sefil hizmetine rağmen
cins değiştirme olanağı olsa ona bile razıydılar.

Kaba, iri endamlı, örtüsüne rağmen erkek şüphesi uyandı­


ran bir çarşaflıya komiser işaretle:

"Siz şöyle ortaya çıkınız."

Bu emre karşı çarşaf'lı küçüldü, büzüldü, kırıttı. Daha zi­


yade örtündü. Meraklı ve alaylı bakışlar karşısında kimliğini
açıklamak istemiyordu.

Ko miser:

"Nazlanmayınız efendim."

Yine bir davranma cesareti göstermedi. Komiser, muhata­


bını kolundan tutarak ortaya getirdi. Hemen başından çarşafı
çekiverdi. Meydana alafranga kırpılmış, sarı sakallı, enli, gür
kaşlı, hemen otuz beşlik, iri, çok heybetli bir yüz çıktı. Çar­
şafın örtüsü altındayken kadınca edalar göstermeye uğraşan
bu şahıs, şimdi serkeşane bir erkeklikle:

"Ben Arnavut beylerindenim. Yirminci medeniyet asrın­


da böyle yarı resmi bir komedya oynamayı size gösteririm."

Kom i ser:

"Kim olursanız olunuz, elbise değiştirerek komedya ak­


törlüğüne çıkan sizsiniz. Merkezde kimliğinizi araştırmaya
sıra gelince kim olduğunuzu söylersiniz. Şimdi susunuz. B izi
meşgul etmeyiniz."

Mahalleliden biri :

"Bizim baskın usulü asır hesabına gelmez. Şu herifler bu


akşam yalnız erkekliğin değil, mübarek sakalın haysiyetini
bile ihlal ettiler. Sakalımdan utanmaya başladım."

107
Komiser, çarşaf altında cinsiyeti şüpheli gözüken kabaca­
lardan birini daha muayene mevkiine çekerek:

"Çarşafınızı açın ız."

Bu ikinci, daha cesaretli bulunarak başından carını kendi


eliyle indirdi. Koyu kumral saç ve kırpık bıyıklı, yüz hatları
nazik, solgun renkli bir delikanlı başı göründü. Yakası dante­
lalı kadın elbisesi arasından uzanan bir erkek kafası, oyunu­
nu bitirerek soyunmaya gelmiş bir "zenne" manzarası göste­
riyordu. H asan Efendi, soyunanı tanıyarak hemen bağırd ı :

"Vay oğlum, Kenan ' ım, kadınlık sana n e kadar yaraş­


mış ! "

Kenan:

"İnsan, kadın kıyafetine değil, yılan gömleğine girse yine


sizin barbarlığınızdan kurtulamayacak."

Hasan Efendi:

"Ne yapalım? Açıktan açığa fuhuş yapmak, domuz sucu­


ğu yemek, daha bilmem ne hattiarda bulunmak isteyenleri
keyiflerinde serbest bırakacak kadar çok şükür henüz bu ma­
hallelerde medeniyet gelişmedi."

Kenan:

"Mahalleleriniz fuhuş ayıbından tam olarak uzak mı? Ko­


miser efendiye sor. Zabıta vakalarını araştır. Mahkemelerde­
ki ırza geçmek, ' kötü fiil' davalarını dinle. Bunlar meydana
çıkanları . . . Ç ıkmayanları ise elbette daha fazladır. Sucuğa
gelince, o senin okkasını beş altı kuruşa yediğin, çoğu ölmüş
hayvanların kokmuş etlerinden, üzerlerindeki sinekleri de
beraber kıyılarak yapılan cinsi, elbette ' sosis'ten daha mide­
ye uygun değildir."

Mahalleli içinden bir ihtiyar, hemen elinde dayanmakta


olduğu sopayı kadın kıyafetli Kenan' ın başına doğru uzata­
rak:

1 08
"Söyletme alçağı... Bunlar büsbütün yabancılaşmış git­
miş . . . İ şittikçe fena oluyorum, kanım donuyor. Şimdi elim­
den bir kaza çıkacak."

Kenan:

"Vay, efendi, senin kanın var mı ki donsun! istiyor ki be­


nim gibi yirmi yedi yaşında bir delikanlı hala kendisi gibi
mutaassıp bir ihtiyarın kafasıyla düşünsün ve sonra terakki
edelim."

İhtiyar titremeye ve bağırmaya başlayarak:

"Terakki etmeyelim . . . istemez, istemez, istemez . . . Terak­


ki ettikçe dinden imandan bütün bütün çıkıyoruz. Mümkünse
üç dört yüzyıl evvelki zamanımıza dönelim."

Hasan Efendi:

"Hacı Ömer Efendi, hiddetlenme . . . Böyle bıyığı kırpık,


saçları yana taral ı bir genç gördün mü hemen kaç ... Bunların
lakırdıları insana 'selamünkavlen' getirir. Ahir zaman, ahir
zaman . . . Anlamıyor musun?"

Komiser, ihtiyarı sakinleştirmeye uğraşarak soruşturmaya


devamla:

"Örtünmüş daha kaç erkek varsa ortaya gelsin . . . "

İki delikanlı daha çarşafları üzerlerinden atıp soyundular.


Komiser, çarşafttiara hitaben:

"İçinizde başka erkek kaldı mı?"

Kadınlardan biri :

"Hayır, kalmadı."

Komiser:

"Doğru mu söylüyorsunuz?"

Kadın:

1 09
"İ nanmıyorsanız muayene için bir ebe getiriniz." Hazır
bulunanlardan kahkahalar. . .

Komiser:

"Sağdan üçüncü, mor çarşa:flı, gözüme irice gözüküyor."

Kadın:

"Kadınlığımıza sizi ikna için neremizi açalım? Emredi­


niz . . . " Gençler tarafından kahkahalar, ihtiyarlardan protesto­
lar.

Komiser, mahalleliye hitaben:

"Ne dersiniz? Soruşturmaya son verelim mi?''

Etrafta çeşitli fikirler duyulur. İ htiyarlar soruşturmanın


son bulması gerektiğine, gençler ise daha derinleştirilmesi
gerektiğine taraftar görünüyorlar.

Nihayet mahalleliden orta yaşlı zat:

"Efendim, mademki cinsiyetlerinde şüphe var. Kati su­


retle şüphenin izale edilmesi için mevcut çarşafl ılarını birer
defa başlarını açmaları lazım gelir."

Komi ser:

"O halde mor çarşa:flı ortaya gel, başını aç."


Mor çarşa:flı, baştan çıkarıcı bir yürüyüşle ortaya gelir,
çarşafın üst kısmını başından atar. Bol, açık kumral saçlı , kı­
vır kıvır kirpikler arasından büyüleyici bakışlı, açılma zama­
nındaki iki pembe gül kadar taze yanaklar arasında minimini
burun ve ağızl ı. . . Büyük bir üstadın usta elinde yontulmuş şa­
heser bir heykel gibi endamı levent, tü ller içindeki göğsü, iki
memesinin sınırına kadar açık, gül lerden, yaseminlerden, ka­
me!yalardan müteşekkil bir çiçek demetini andırır bir kadın
görünür. Herkes hayranlık içinde susup kalır. Çiçek demeti
gibi güzel kokulu ve zarif bu kadın, sinemada görülen canlı
moda modellerine benzer gönül alıcı bir tarzda nazl ı nazlı

1 10
başını eğer, bir mil üzerinde devreder gibi dönerek, cazibeli
bakışlarını baygın baygın halk üzerinde dolaştırarak endamı­
nın sağını solunu tam bir işveyle teşhir eder.

Tosun, o zamana kadar zapt ettiği sarhoşluk narası m artık


tutamayarak:

"Ah, güzel im, bitirdin bizi . . . Senin için çarşafa değil, me­
zara bile girerim . "

Sarhoş susturulur. Kenan'la atışan ihtiyarın bağnazlık da­


marları coşarak bağırır:

"Komiser efendi, yetişir artık. Kadın örtünsün. Namah­


remdir. Kadınlığı anlaşıldı. Başka suretle cinsiyetini ispata
lüzum yok. Uğursuz hepimizi boyumuzca günaha soktu. A l­
lah, tüm ümmet-i Muhammed 'i bunların şerlerinden sakla­
sın . . . "

Açık çarşaftılar arasındaki sakallı Arnavut Beyi, yanında­


kinin kulağına:

"Bu Vuslat, ne yaman karıdır. Şu felaket zamanını bile gü­


zelliği nin reklamı için kullandı." Vuslat örtünüp bir çekilir.

Komiser: "Haydi, biriniz daha geliniz."

Ortaya çağrılan kadınlar: "Haydi sen çık, o çıksın, ben


çıkayım," sözleriyle birbirlerini dürtüştürmeye başlarlar. Ni­
hayet birisi, yanındaki arkadaşını öne doğru iterek:

"Haydi Salata, sen çık ! " teklifinde bulunur. Salata mua­


yene mevkiine yürür. Tosun ile Emin, "Ulan, Salata geliyor,"
müjdesiyle birbirinin böğürlerine yumruk kakıştırmaya baş­
larlar. Salata, ortada durur. Ayn ı edayla çarşafının üst kısmı­
nı indirir. Mermer beyazlığı parıltısıyla göz kamaştıran, tam
kıvamında dolgun, çok hoş bir gerdan üzerinde gür bir sak­
sı fesleğenini andırır top, sık, kıvır kıvır, kesik siyah saçlar,
alna, yanaklara, enseye dağılmış, vücudu beyaz, tepesi kara
Fizan pilici körpelik ve güzelliğinde bir kadın yüzü, genç,
ihtiyar bütün mahalleliyi cezbe getirir.

lll
İ htiyarlar, Tanrı ' nın yaratış güzel liğini övmek için Al lah
der, gençler göğüsleri nden taşan ahlarla adayı bir inilti yerine
çevirirler. Top Salata, güzelliğinin şaşaasına karşı çıkarılan
bu hayret seslerinden memnun kalır ve bütün güzel liğini teş­
hir için bazı kuyumcu dükkaniarında görülen mil üzerinde
dönen pırlanta camekanları gibi ağır ağır döner, gözleri ka­
maştırır.

Tosun, sine yırtan birkaç ah ile kanmaz. Her türlü azar ve


cezaya meydan okuyarak yavaş yavaş kadına doğru yaklaşır:
"Ah, cicim ! " feryadıyla yanağını okşar.

Komiser hiddetlenerek: "Ne yapıyorsun?"

· ı osun: "Meyhane miçosu gibi saçları kesik de palikarya60


olmasın diye şüphelendim. Tıraşlı mı değil mi anlamak iste­
dim de . . . "

Mahalleli i htiyar: "Ey, nasıl buldun çapkın?"

Tosun, keskin bir iç çekişiyle boynunu çarpıtarak bitik,


ezgin bir sesle:

"Kadın. . . Hiç su katılmadık halis, sütbesüt kadın . . . Kay­


mak . . . "

Emin öteden bağırarak:

"Ne ala ... Vişneli kaymaklıdır. Ulan on paralık da bana


gönder, hararet bastı be ! "

Tosun ' un b u taşkınlığından mahallenin şerefine dokuna­


cak ırz ve ahlak noksanlığını zihninde büyüten ihtiyar öfkey­
le titreyen elini komisere doğru uzatarak:

"Komiser Efendi, rezalet başladı. Biz buraya baskına


mı geldik, çapkınlara kadın beğendinneye mi? Azıcık daha
müsait olsak maazallah gözümüzün önünde pek fena hal­
ler meydana gelecek. Muayeneyi daha kısa yapınız. Azıcık
şöyle yüzlerini açıp bakmak kafi . Tıraşlı mı diye çehrelerini

60 (Küçümseme yoluyla) Yunan askeri.

1 12
okşayıp, ' Kaymaklı dondurma, ' diye külhanbeyi sedasıyla
bağırmaya ne lüzum var?"

Mahalleliden biri yanındakine :

"Elhak, Uncu'nun güzide sermayeleri varmış!"

"Ya ne zannettin birader... Buraya giren gecede sekiz on


lira masraftan aşağı kurtulamaz."

"Karına kesat..."

Tosun: "Yüzlerini açmaya gerek yoksa bırakınız beni ser­


giden karpuz seçer gibi hepsini birer birer ayırayım. Besbel­
l idir. Ondan kolay ne var?"

İhtiyar: "Yediği herzeye bak. Gerekmez ! "

Geriye kalan beş kadın kısaca soruşturmaya alınır. Kadın


oldukları hep birlikte tasdik edilir. Erkeklerin bir sandıkta
saklı duran elbiseleri çıkartılır, giyinmeleri emrolunur. Bir
meyhane harabesine dönen meclis odasında, şişe ve cam kı­
rıkları, meze dökünlüleri arasında hala atıştırıp duran malum
sakallı, bulut kesilir. Yırtık çarşafı hereli vücuduna örter. Pat­
lak def kasnağını boynuna geçirir. Adımlarıyla sofada birçok
zikzaklar çizerek eğri bir yürüyüşle soruşturma odasına doğ­
ru gelir. İnceleme heyetine kendini takdim ederek:

"Beni de muayene eder misiniz? Kadın mıyım erkek mi­


yim valiahi bilmiyorum. Sizinle beraber ne olduğumu ken­
dim de anlayayım."

Mahalle ihtiyacı:

"Sus edepsiz. . . Baksana sakalına . . . Y ılianmış tekeye ben­


ziyorsun."

Kom iser, Sakallı 'ya hitaben: "Edepsiz edepsiz söylenme.


Haydi, sırtından çarşafı çıkar, üstünü giyin. Sokağa çıkaca­
ğız."

Sakallı:

1 13
"Çarşafı çıkarmam. Muayene edildikten sonra erkek oğlu
erkek olduğuma dair mahallece mühürlü, elime bir tasdikna­
me verilmedikten sonra çıkarmam."

O kadar şiddetli zorlamalara rağmen Sakallı 'ya yırtık çar­


şafını çıkarttıramadılar. Her kim üzerine geldiyse:

"Dokunmayınız, ırzıma tecavüz ediyorlardı, diye dava


ederim. Merkeze böyle örtülü gideceğim. Kadınım ben, ır­
zımdan korkarım. Namahremim ! " feryatlarıyla ortalığı çınla­
tıyordu. Başa çıkamadılar. Haline terk olundu. Beyler giyin­
di, kadınlar örtündü. Hane sakinleri iki sıra polis jandarmalar
arasında bir katar teşkiliyle sokağa çıkarıldı. Ahali, akşam­
dan beri görmeye hasret çektikleri bu baskın koroedyasının
son perdesini büyük bir sevinçle karşıladı.

Mücrimlerin uzun müddet keşfedilememelerinden dolayı


sadırlarda büyüyen bekleme ağırlığı ve öfkesini herkes şimdi
"yuha"lar ve el çırpmalarıyla boşaltarak ferahlıyordu.

Sakallı, bu katar içinde yırtık çarşafıyla, boynuna geçiri­


len def kasnağıyla bir kamaval soytarısı gibi durmayıp oy­
nuyor, bunu gören ahali, "Çarşaflı sakallıya bakınız . . . Bu ne
rezili ik . . . Herif amma sarhoş olmuş ha . . . Bu da mı sermaye?"
gibi hakaret cümleleriyle yuhaların çoğunu buna yöneittikçe
Sakallı ellerini şıkırdatarak, "Evet, ben de sermayeyim. Müş­
teri yok mu?" maskaralıklarıyla oynayarak rast geldiğine laf
atıyor, ortalığı gülrnekten kırıp geçiriyordu.

Uncu Ahmet, katarın önünde yine kılavuzluk ederek yü­


rüyor. Etraftan yağan küfürler, hakaretler, kurşunlu bir kub­
be üzerinden dunnayıp inen yağmur damlaları gibi yüzünde
hiçbir tesir meydana getirmeden akıp gidiyordu.

Kabahatliler, hakaret dolu yüzlerce seyirci gözleri altında


başlarını kaldırıp etrafa bakamayarak süklüm püklüm yürü­
yorlardı.

Nazeninlerden çoğu, besbelli aşağılık hayatlarında bu teş­


hir rezaletini kanıksamış, alışmış, birçok tecrübeler geçirmiş

1 14
olanları düğüne gider gibi pervasız, açık saçık yüzleriyle gü­
lüşüyorlar, ahalinin kendilerine yaptıklarından ziyade bunlar
halkla eğleniyorlardı.

Şimdi, kötü söz söylemek ve lanet okumakta gözlerini bu


kepaze katar üzerine açmış bulunan bu ahlak bekçisi, cemaat
içinde, kendileriyle bir kere yatabi l mek için böyle bir rezalet
tehlikesini göze aldırınaya hazır birçok kimsenin bulunduğu­
na sanatlannın felsefesi olarak vakıftılar.

Bunlardan biri elindeki cigarasını yakmak için yanındaki


genç zaptiyeye, "Birader şu cigaranı uzat da yanalım," dedi.
Zaptiye, yanar cigarasını kardeşçe olmayan bir hayran gü­
lümsemesiyle uzattı . Derin derin göğüs geçirerek gözlerini,
döküntü saçlar arasından gönül alıcı bir güzellik peyda etmiş
bu boyalı yüze dikti. Kadın cigaradan, genç zaptiye de süzüle
süzüle nazeninin al yanaklarından yandı.

Basılmış fahişe, cigaradan iki nefes çektikten sonra bir


kahkaba salıvererek yanındaki arkadaşına, "Merak etme
kardeş ... Bu geeeki baskıncılarımız yarın gece koynumuza
girecek müşterilerimizdir. Şaşarım alemin aklına," dedi. "Şa­
şarım alemin aklına . . . " dedi ve katar yürüdü.

ı 15
İ KİNCİ BÖLÜM
1
Gece Telgrafa
Kenan Bey ' in karısı Ragıbe Hanım, Heybeli'deki evinde
asabi bir gece geçiriyordu. Beyi gelmediği akşamlar, oda­
sındaki yalnızlık, sessizlik ve yalnız kalma hissi sinirlerini
geriyor, nereye baksa üzüntü ve yorgunluk duyuyor, etrafını
kaplayan bütün eşya böyle gaybubet61 gecelerinde Kenan ' ın
bir sevda hıyanetiyle meşguliyetini sanki hatırlatır gibi ta­
hammülü mümkün olmayan üzüntü dolu bir hal alıyordu.

Evde herkes uyudu. Ragıbe Hanım odasına çekildi. Ta­


vandan sarkan gül kurusu atlas örtüler arasında elim bir man­
zara arz eden karyolaya garip bir ürkeklikle bakıyor, içine
giremiyordu.

Boş kalan döşek kısmını işgal edecek vücudun, o gece


başka bir sevda yatağında, diğer bir kadını sıkıp okşayarak
memnun etmeye çalıştığını, rahatsızlık verici bir sezgi, sanki
kendisine sessizce anlatmaya çalışıyordu. Yatak odasında ne
kadar kanepe, sandalye varsa hepsinin üzerinde birer parça
oturup düşündükten sonra balkon kapısını açtı. Hasır kol­
tuğa vücudunu bıraktı . Zihnini derin bir tefekküre vermek
için kollarını küpeşteye dayadı. İnce muslinler içindeki narin
vücudu gecenin serin rutubetini duymuyordu. Karanlıklara
boğulmuş sınırsız bir ayna gibi katranta cilalanmış yüzey­
ler üzerinde pırıl pırıl yıldızların yansımasını gösteren deniz,
sakin ve sessizdi. Bakışları, ada çarnlarının hareketsiz vakur
karaltıları üstünden atlayarak Maltepe'den Kartal'a doğru
uzun sahil boyunca koştu.

Kayışdağı, Aydos, Yakacık dağları, keşfedilmemiş bir es­


rar ve zulmet alemine ait kuruntular uyandıracak bir belir­
sizlikte görünüyordu. Bu karanl ıklar kalbini büsbütün endişe
61 Göz önünde olmama, başka yerde olma.

118
karartılarıyla doldurdu. Hayatın yarısı demek olan bu siyah
kasvet cihanını herkes uyku baygınlığıyla geçiriyordu. Fakat
kendi niçin uyuyamıyordu? Bu karanlık kubbe altında kendi­
ni davacı, vicdanını savcı, Kenan' ı suçlu sayarak bir mahke­
me kurdu. Muhakemeye başladı. B i rkaç zamandır Kenan ' a
bir durgunluk, bir şaşkınlık, bütün hareketlerinde alışılmamış
gariplikler arız olmuş, o eski ateşli kocalık muhabbeti kalma­
mıştı. Şimdiki okşama ve sarı lmalarında, yapılması mutlaka
gerekli gibi bir hal, her muamelesinde öyle bir zorakilik ve
iştahsız soğukluk vardı ki bunları samimi bir muhabbetle de­
ğil, rahatsız edici bir vazifeyi yerine getirir gibi zorla yapı­
yordu. Zihnini, aşkını, neşesini hariçte bırakarak eve geliyor
ve evden bir an önce kaçmak için türlü sebepler yaratmaya
çalışıyor, birçok kez ise akşama dönüşü meçhul bırakarak gi­
diyordu. Ve daha öyle halleri oluyordu ki görünüşte birer hiç
sayıldıkları halde bunların vahametin i , derin acılarını ancak
böyle bir vesvese ızdırabına düşen bir kadın hissedebilirdi.
Bunları serzeniş eder gibi söylemeye, kendi gibi vakur bir
kadının, kadınlık gurunı katiyen maniydi. Şikayet etmeden
böyle bir ızdırap sessizliği içinde bulunan zavallı Ragıbe'nin
kadınlığı yaralanıyor, sızlıyordu. Fakat o, aldırış etmeyen so­
ğuklukla kendini öldüren kocasına karşı, "Beni artık eskisi
gibi muhabbet ateşiyle niçin sevmiyorsun?" şeklindeki sız­
lanma ve şikayetlerini ağzına alınıyordu. Meselenin en acı
tarafı, sustukça azabmm artmasında, sevilmedikçe bu nan­
köre karşı muhabbetinin dayanılmaz bir aşırılığa varmasın­
daydı.

Kocasından ayrıldığı son sabahı düşündü. O gün Kenan,


hiç lüzumu olmadığı halde, evdeki sobalı küçük harnarnda
yıkanmış, sonra kolonyalı bir banyo yapmış, makineli j ilet
usturasıyla bir saat yüzünü perdahlamış, ipekli iç çamaşırı
giymiş, en yeni kostümünü giyerek, şık kravatını bağlayarak
gitmişti.

Ayrı lırken Ragıbe kederli bir çehreyle sormuştu: "Bey,


akşama geri dönecek misin?"

1 19
Kenan: "Şüpheli . . . Arkadaşlardan bir ikisi bu akşam kon­
ferans verecekler. E llerinden kurtulamazsam naçar İ stan­
bul'da kalmalı," cevabıyla fırlamıştı. Kenan Bey, katiyen ge­
lemeyeceği akşamlar, kararını karısına hissettirınemek için
böyle dönüşünü meçhul bırakarak giderdi. Fakat Ragıbe bu
bayağı hilenin tamamen farkındaydı.

Kocasının halindeki bu değişiklik neydi? Sadece Ra­


gıbe'den sıkılmış olmak mıydı? Yoksa aralarına başka bir ka­
dının sevdası girerek, bir duygu soğukluğuna mı kapılmıştı?
Evet, kocasını kendinden soğutan arada bir kadın mı vardı?
Bu müthiş hakikatİn meydana çıktığı yahut Kenan ' ı n bunu
itirafa mecbur olduğu gün, artık onun nikiihında kalabilecek
miydi? Böyle elim bir mecburiyet hasıl olursa bir gecelik ay­
rılığına tahammül edemediği beyinin tamamıyla yokluğuna
nasıl dayanabilecekti? Bütün bu korkunç soruları gecenin
koyu karanlıklarına, yıldızlara, denizlere, dağlara, çarnlara
sordu. Bir cevap alamadı. Şimdi gece bu heybetli sessizli­
ğiyle kendini daha ziyade korkutuyor, bu uğursuz sessizliği,
sorularının felaketini onayiayan bir alay gibi algılıyordu. Ar­
tık bütün eşya sessiz dilleriyle kendine, "Bu apaçık ortada
olan hakikati bize neden soruyorsun? Anlamıyor musun? İ şte
kocan başka bir kadını seviyor. Sen burada onun yokluğunun
hicranıyla uykusuz harap olurken o, sevdiği kadının koynun­
da bir zevk gecesi geçiriyor," diyorlardı.

Başını iki eli arasında şiddetle sıkıyor, artık düşünmemek,


ölmek istiyordu. Ölüm, insanlığın büyük kurtarıcısı, bu işin
karışık azabından kendini yalnız o kurtarabilirdi.

Zavallı kadın, böyle bir ayrılık ve şüphe gecesini n elim


saatlerini geçirirken odasının kapısı güm güm vuruldu. Ge­
cenin sabaha karşı bu sessizlik zamanında kapıya, birbiri
üzerine bu acil darbeleri indiren acaba kimdi? Derhal kötüye
yordu. Evet, bu bir fena haberdi. Acaba birdenbire validesi
mi hastalandı? İşte acil bir iş, bir zorluk olmasa böyle vakit­
siz kendini rahatsız etmeye evde kimse cesaret gösteremez-

1 20
di. Yoksa o akşamki yokluğundan dolayı fena zanlar içinde
kendini yiyip bitirdiği sevgili Kenan ' ına bir şey mi olmuştu?
Yorgun, dalgın vücudunu birdenbire toplayamadı. Yoksa bir
kabus mu geçiriyordu? Yoksa bu bir kulak yanılması mıy­
dı? Büsbütün bir kesele62 tutuldu. Korkuyor, kımıldayamı­
yor fakat dinliyordu. Kısa bir müddet sonra darbeler aynı
acelecilikle tekrar etti. O zaman aklını başına toplamak için
bir iki defa gerindi. Saatlerden beri havanın tesirlerine karşı
hissiz vücudunun, ince gecelik elbisesi içinde buz gibi so­
ğumuş olduğunu anladı. Dağınık siyah saçlarını omuzlarına
doğru itti. Sendeteyerek yürüdü. Anahtarı çevirip kapıyı açtı.
Kabarık saçları, kulaklarında altın halkaları, açık kavrulmuş
kahverengi gerdanında bir dizi mercan süsüyle karşısına Ha­
beş hizmetçi Şirin çıktı. Şirin, döşeğinden pek acele kalkarak
terliksiz yürümüştü. Beyaz, kısa gecelik gömleğinin altından
hemen diz kapaklarına kadar ince hacakları görünüyordu.
Uyku sersemliğini gidermek için bir eliyle gözlerini ovuştu­
rarak, diğeriyle hanıma pembe bir kağıt uzatıp:

"Dilaver Ağa, kapıyı güm güm vurdu. Bana (beni) şim­


di uyandırdı. İstanbul'dan telegram gelmiş. Postacı aşağıda
bekliyo . . . İmza olunacakmış . . . Aa, böyle gecenin bir vaktinde
acaba ne oldu hanımcığım? Ödü koptu, gitti."

Ragıbe Hanım fena şeyler hissetmiş gibi titreyen el leriyle


Habeş' in elinden telgrafı aldı. Arasına sokulu bir yassı ciga­
ra gibi katlanmış senedi çıkardı. Eline geçirdiği bir kurşun
kalemiyle imza ederek Şirin'e verdi. Hizmetçi aşağı koştu .

Hanım, lambaya yaklaşarak hemen adrese bir göz attı:

"Heybeliada merhum Kaşif Efendi damadı Kenan Bey 'in


ailesine . . . "

Yazı, Kenan'ın el yazısı değildi. Sonra düşündü. Telgraf


yazısı gönderenin değil, makine başındaki memurundur. Bu
dalgınlığına içini çekerek acı bir tebessüm gösterdi. Telgraf-

62 Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik.

121
namenin yapışık kapağını açmaya korkuyor, elleri titriyordu.
Bu kağıdın arasından çıkacak acil haber, hayatının en kötü
felaketini yazan satırlar mı olacaktı? Korkusu, tereddütleri,
titremeleri hep Kenan' a aitti. Duyacağı başka her türlü bela­
ya katlanabilirdi. Uğrayacağı bela Kenan'ın yüzünden olma­
sın, en büyük çekincesi, korkusu buydu.

Kenan denizde boğulmuş, şimendifer katanna, tramvaya,


otomobile çiğnenmiş, sarhoş olarak biriyle kavga etmiş, her
ne sebepleyse bir yerde silah atılırken kaza kurşunu ona isa­
bet etmiş olabilirdi. Saatlerden beri hıyanetle itharn ettiği ko­
casından acaba şimdi hiç aklına gelmeyen ani bir felaket neti­
cesi olarak mı ayn lmış bulunuyordu? Şimdi itharnianna biraz
pişman oldu. Titrek parmakları arasında altını üstünü beş altı
defa evirip çevirdiği pembe kağıdın manasını anlamak için
nihayet kapağı yırttı. Şu satırları bir hamlede okudu:

Kenan Bey, bu gece, meşhur Uncu Ahmet 'in Aksaray 'da­


ki kerhanesinde basılmış/ır. Bütün arkadaşları vefahişelerle
birlikte büyük bir rezaletle zabıta merkezine götürüldük/en
sonra yapılan sorgulamada bir müddetten beri Vuslat namın­
da bir alüfteyi dost tutmuş bulunduğunu itiraf etmiştir. Eve
dönmemiş olmasından dolayı merak buyuru/mayarak aley­
hindeki kanun hükmünün anlaşılması için yarın adı geçen tu­
tuk/unun bulunduğu mahalden arattırı/ması lüzumu dostluk
narnma tarafimza bildirilir.
İmza Yağlıkçı Hasan

Yağl ıkçı Hasan Efendi, Kenan'a karşı olan öfkesini yatış­


tırmak için telgraftaki kelime sayısının fazla para tutmasın­
dan çekinmeyerek ve bu hareketle hiçbir günahı olmayan bir
kadının masum sinesinde nası l unutulmaz ağır bir yara aça­
cağını asla hatırına getirmeyecek böyle bir haberi vermişti.

Telgrafnamedeki ibare düzgün ve manası pek açıktı. Fakat


Ragıbe Hanım, ilk okuyuşunda hemen bir şey anlayamadı. O

1 22
satırlar, bir kaynar su şiddetiyle beyninden aşağı dökülerek
sanki hislerini başlayıp iptal etmişti. Bir daha . . . Bir daha oku­
du. Şimdi kelimeler birer ateşten damga gibi başının içinde
i zler, sızılar peyda ediyor; dimağını yakıyor, eritiyordu.

Telgrafın korkunç anlamını artık anlamıştı. Daha çok ay­


dınlanmak için tekrar tekrar okuyor, adeta her satırı ezber­
lemek istiyordu. Bu Yağlıkçı Hasan Efendi büyük bir dost
muydu düşman mıydı? Hayatının belirsizliğini, şimdiye ka­
dar uğraşıp da seçemediği en karanlık felaket noktasını bu
adam iyil ikten ziyade fenalığa benzeyen bu ihbar ışığıyla ay­
dınlatıvermişti. İşte rakibi Yustat'ın ismini haber veriyordu.
Ragıbe'nin meçhul acılar içinde didindiği zamandan ziyade
hakikati öğrendikten sonraki acısı daha da artmıştı. Fakat
şimdi ne yapacağını düşünüp bir karar verebilirdi. Öyle fena
bir yerde basılıp fahişelerle toplu bir şekilde halkın yuhaları
içinde karakoliara götürülen bir adamın yüzüne nasıl baka­
bilecekti?

Yüzüstü bir kanepeye kapandı. Acılarını gözyaşlarıyla


dökmeye başladı. Senedi uşağa teslim ettikten sonra telgrafın
içeriğini öğrenmek merakıyla tekrar yukan çıkan Şirin, oda
kapısının önünde durarak hanımının bu acı acı ağlamasına me­
rak dolu gözlerle bakıyor, soru sormaya cesaret edemiyordu.

Nihayet Ragıbe Hanım, felaket ateşiyle yanan başını kal­


dırdı. Gözlerinin önüne siyah bir perde gibi inmiş gür, uzun
saçlarını sinirli iki el hareketiyle arkaya attıktan sonra hiz­
metçinin hakikaten şirin olan çehresine yardım ister gibi ba­
karak:

"Şirin . . . "

"Hanımım?"

"Ah, başımıza gelenleri biliyor musun?"

Zenci, "Tü. . . Tü . . . " diye yakasına birkaç defa tükürdükten


sonra:

1 23
"Yüreği (yüreğim) hopladı. .. Ne var ayo (ayol) çabuk
söyle."

"Evlere şenlik, bizim bey basılmış."


.. .. . . .
"A ... a ... a ... a . . . Ustune mı basmış ı ar?. Ezı ı mış mı"?"
.

"Keşke ezileydi de bugünleri görmeyeydim."

"Çıkıkçı yok mu ayo? Neresi ezildiyse yine yerine kor­


lar?''

"Yerine koymuşlar. . . Hapishaneye . . . "

"Gavga mı yapmış? Ne yapmış? Anlamadı ki . . . (Elleri­


ni dizlerine vurarak) Benim rüyam çıktı. Geçen akşam uy­
kumun içinde İstatakoz (istakoz) yedim. Bana hiç yaramaz.
Ööö . . . Bıyıkları hala ağzımda duruyor zannediyorum."

"Senin anladığın gibi basılma ezilmesi deği l."

"Üstünden otohobil (otomobil) mi geçti? Yaradan ' a sı­


ğındım otohobillerden ... Sokaklarda bum bum boru çalarak
gidiyorlar. Geçenlerde bir Arap çiğnemiş. istanbul'a gitmeye
korkuyorum."

"Senin anlayacağın, bizim bey bir kerhanede kötü karılar­


la bası lmış."

"A dostlar... El aleme kapaze (kepaze) olduk gitti. Tü, çap-


kın utanmaz ... Evde gül gibi karısı dururken kötülerin yanında
ne işi var? Hanım, şimdi kötü kan pek çok. Erkeklerden ziyade
kadınlar zamparalık yapıyorlar. Ben sokakta goruyorum (gö­
rüyorum), zaten kokana mı hanım mı belli değil ki . . . Hanım
lakırdımı affedersin, o senin kocan olacak Kenan herif de o
ne maldır ne maldır, ben bilirim. Çamlıkta kaniann arkalann­
dan keçi gibi koşar. Geçen gün Rum kızianna kağıt helvası
aldı. Hanıma söylemesin diye iki tane de bana verdi. İçimde
ne dertler var ne dertler ama söylemeye korkuyorum. Yoksa. . .
Eğer, kocan, seni sevsin diye istiyorsan sen onu hiç sevme. . . "

"Ben onu sevmezsem, o beni sever mi?''

ı 24
"A çıldırır, şöyle . . . "

"Nereden biliyorsun?"

"Benim azat olduğum eski kapım yok mu? İşte orada


afandi, hanıma bayılırdı. Hanım, kocasını hiç sevmezdi . Bir
delikanlı severdi. Mektuplarını ben getirir, kotururdum. A ne
yapayım? Ben o zaman esirdim, emir kulu . . . Kunahı onların
üstüne olsun. Bir akşam herifi bodrum kapısından içeri aldık.
Kilere girdiler, beni kapının önüne bekçi koydular. Öğrettiler
ki biri gelirse, ' Ki lere kapan kurdum, fare tutulaca (tutulacak)
buralarda kurultu etıneyiniz, de, ' dediler. Ben de öyle söyle­
dim. Sonra, ertesi akşam afandi karısına elmas bir küpe daha
getirdi. işine bak, kocalara böyle yaparsan kıymetli olursun.
Benim kilerde kapan kurduğumu afandiye söylemişler. Za­
vallı adam, onu salıiden fare kapanı zannediyor. Sabahleyin
bana sordu, ' Ş irin, beklerliğin kapana fare tutuldu mu?' dedi.
'Afandi şak diye kapan kapandı ama koştum, fare pek iriy­
di, kaçtı tutarnadı m,' dedim. Sonra adamcağız, 'O musibet
hayvanlar kilerde zahireyi berbat ediyorlar, kapanı bir daha
kur, ' dedi. 'Afandi, siz müsaade ettikten sonra biz her akşam
kurarız," dedim. Hanım yaşlıydı ama çok süslenirdi, herifleri
aldatırdı. Kaç delikanlı sevdi kaç . . . Ben postacılık etmekten
tam tarnma üç tane beşi bir arada biriktirdim. Sonra arahacı
İsmail bana alaka etti, paralarımı yedi. Ben senin yerinde ol­
sam valiahi Kanan'a böyle yaparım. Hem sen gençsin hem
senin gibi gozel Ada' da yok ... Aynaya baksana bir kere sen o
Kanan 'a layık mısın? Ayağını yıkasın da suyunu içsin . . . Ah,
daha büyük bir sırnın var ama söylemeye korkuyorum."

"Korkma söyle . . . "

"Darılma mısın?"

"Darılmam."

Şirin, gecenin sessizliğini dinler gibi bir müddet susup


başını sallar. Kulaklarındaki halkaları sağa sola oynarlıktan
sonra gizemli bir tavır alarak:

ı ıs
"Hani ya sarı saçlı, ter bıyıklı, kuçuk kulaklı apiko bey
yok mu?"

"Bilemedim."

"A. . . Ayol boyun bağının üstüne bir elmas iğne takar.


Çarnların altına oturur da her zaman kitap okur."

"Ee?"

"O senin için yanıyo ayo . . . "

"O nasıl lakırdı, Şirin?"

"Nasıl lakudı ulc.luğunu bilir miyim ben? Sana konu! vermiş."

"Ne biliyorsun?"

"Okur gibi yapar da kitabın arasından hep sana bakar."

"Bir kadına bakan erkek hemen gönül vermiş mi sayılır?"

"Daha neler oldu ama sen bilmiyorsun."

"Ne oldu?"

"Hani ya bir gun çamlarda otururken sen bana, ' Üşüdüm


eve git de omuz atkıını getir, ' demedin mi?''

"Peki . . . Sonra?"

"Sonra ben eve gedirkene bu delikanlı bana yolda yaka­


ladı. ' Dadı, sana bir ricam var, ' dedi. ' Estağfurullah beyda­
yı,' dedim . ' Sana bir mektup versem hanımafandıya götürür
müsün? ' dedi. A, hemen bağırdım. ' Bizim hanımafandının
kocası vardır. O, kimseden mektup almaz. Beni kapımdan mı
kovdurtacaksın? Allah vermesin ben öyle şeye alışık deği­
lim,' dedim, yürüdüm. Arkarndan, ' Merhamet et, ben gece­
leri hiç uyumuyorum hamının gözleri beni öldürecek ! ' dedi.
' Uyumuyorsan uyku ilacı al. ' dedim. Kaçtım."

"Sakın ha, Şirin, öyle bir halt edeyim deme. Senin eski
kapında ahlakını bozmuşlar. Ama sen hala saf bir kadınsın.
Hamaratsın, bilen, hırsızlığın yoktur."

1 26
"A. .. A. .. Hırsızlık, Allah kostermesin . . . İki elim yanıma
gelecek . . . "

"Bi liyorum. Hem de bize çok sadıksın. Kaç hizmetçi de­


ğiştirdik, senin gibisini bulamadık. Ben doğrusunu söylerim.
Fakat ben senin ilk hamının gibi delikanlılarla kilere kapa­
nan kadınlardan değilim. Böyle şeylerden bir daha bahsetme.
Bu söylediklerini annem duyarsa ne kadar i şgüzar olursan ol
seni bu evde bir gün tutmaz. Anlıyor musun? Tanımadığın
herifler sana sokakta lakırdı söylederse cevap bile vermeden
yoluna gitmelisin."

Bu esnada içeriye Ragıbe Han ı m ' ı n validesi Fehime Ha­


nım girdi. Arkasına uzun bir pazen hırka almış, başına kun­
dakladığı gecelik yemenisi bir tarafa kaymış, ağır vücudunu
rahat taşıyamadığı romatizmalı hacakları üzerinde yüzünü
buruştura buruştura, dinlene dinlene yavaşça yürüyerek gel­
di. Evvela ellerini dayayıp, sonra vücudunu ağır ağır yerleş­
tirerek bir kanepeye oturdu. Kızının kederli , solgun, perişan
çehresine endişeli, derin bir anne şefkatiyle bakarak:

"Akşamdan yediğim iki lokma yemeği rahat hazmede­


miyorum. Allah hayırlar versin, yine bu gece karışık karışık
rüyalar gördüm. Rahatça uyuyamıyorum, alaca bir uyku. Ben
döşekte didinirken sokak kapı sının çıngırağı öttü. Duydum .
Sonra evin içinde aşağı yukarı gezinmeler oldu. Merak ettim.
Döşekten kalkmaya uğraştım. Yanımı, belimi alaınıyorum
ki . . . Karyoladan inebilmek için bile bak ne kadar vakit geçti.
Ne var, ne oldu?"

Ragıbe Hanım büyük bir kederle iki elini yüzüne kapa­


yarak:

"Ah, anneciğim ! "

"Ay yüreğim oynuyor! Ne var yavrum? Söyle . . . "

Şirin telaşla:

"Hanımafandı telgram geldi, telgram ... Neler olmuş neler..."

1 27
Fehime Hanım çehresini çatarak: "Sen sus . . . Lakırdıya
karışma. . . "

Ragıbe Hanım: "Anne, öyle bir felaket ki söylemeye di­


lim varmıyor."

Fehime Hanım: "Akrabadan biri mi ölmüş? Kara haber


mi?''

Ragıbe Hanım : "Ölen yok fakat haber kara. . . "

Fehime Hanım da üzülme belirtileri olan geğirtilere baş­


layarak: "Ay içim eziliyor. Kızım uzatma çabuk söyle . . . "

"Bizim bey kerhanede bası lmış."

Fehime Hanım iki eliyle başını tutup sağa sola sallanarak:


"Ay kurşunla vurulmuşa döndüm . . . Şirin koş, odamda ayna­
nın önünde çiçek suyu var. B ardağa bir parça akıt. . . Üzerine
su da koy getir."

Şirin gider. Yaptığı çiçek suyunun ilk bardağını kendi iç­


tikten sonra ikincisini hanımına getirir. Fehime Hanım, Şi­
rin'den aldığı bardağı evvela kızına uzatarak:

"İki yudumcuk iç evladım . . . Betin benzin kireç kesilmiş . . .


Sakın kederlenme. Kahrolsun çapkın . . . Soysuz musibet...
Sana koca mı yok?"

Ragıbe, çiçek suyundan birkaç yudum içtikten sonra bar­


dağı validesine iade eder. Fehime Hanım kalanını içerek:

"Elin donsuzunu damat diye eve al. Cebinde on paraları


yok. Burnu Kaf Dağı 'nda. . . Kurumundan yanına varılmaz.
Yemek beğenmez, içmek beğenmez. Lakırdı söylenmez. Kü­
çük dağları ben yarattım gibi bir eda, bir çalım . . . Üstünü yap,
başını yap . . . Giydir, kuşat, donat, cebine para koy. . . En üs­
tüne şükran olarak bize bu marifeti yapsın, öyle mi? El gün
kepazesi çapkın . . . "

Ragıbe, yüzüstü kapanıp ağlayarak:

"Vuslat isminde bir kadını da seviyormuş."

1 28
"Ay şimdi hafakan boğacak . . . Sevsin . . . Allah mübarek et­
sin. Layığı öyle kadınlardır."
"Karakolda mı? Polis merkezinde mi? i şte öyle bir yerde
tutukluymuş. Yarın kendini aratmak gerekiyormuş."
"Aa, büyük sözüme tövbe. . . Nerede olursa olsun, arat­
mam, sordurmam. Çapkın. isterse kırk sene mahpus yatsın."
Şirin: "Gule gule yatsın. Küçük hanıma koca mı yok? As­
ker mi ister kiltip mi yoksa gemici askeri mi?''
Fehime Hanım sinirle:
"Sen sus kadın, her lakırdının içinden çıkma öyle. . . Haydi
git aşağı adana yat. ..
Şirin: "A meraklandı. Bundan sonra bana uyku tutar mı?
Odaının altında D ilaver Ağa öyle horluyor ki . . . Geçen akşam
kulaklarıma pamuk tıkadı, yine uyuyamadı."
Fehime Hanım:
"Haydi, Şirin, haydi git yat. B izim derdimiz büyük. Ana
k ız gizli konuşacağız."
Hizmetçi kadın, damat bey hakkında verilecek kararı an­
layamayacağından dolayı bir kızgınlıkla hornurdana hornur­
dana odadan çıktı.
Fehime Hanım: "Ne terbiyesiz şey. . . Eski kapılarında
bunu ne fena alıştırmışlar böyle... Hamaratlığı olmasa bir
gün tutmam."
Ragıbe Hanım bürosunun çekmecesinden ütülü bir men­
d i l çıkarıp gözlerini silerek:
"Anneciğim, ne yapacağız?"
"Yapacağımız şey iki türlü değil ki nasıl hareket edeceği­
mizi düşünelim. Bu, bir türlü . . . "
"Nedir?"

ı29
"Bundan sonra ben o maskaranın yüzüne damat diye nasıl
bakanın? Koca namıyla sen o alçağı nasıl odana alırsın? El
alem bize ne der? Rezil, yalnız senin benim değil yedi ceddi­
mizin haysiyetini bozdu. Minnet Hüda'ya bizim soyumuzda
basılmış kimse yoktur. Artık o, ailemiz mensubiyetinden çık­
mıştır. Bir daha bu kapıdan içeri giremez."

Ragıbe Hanım bir gözyaşları içinde:

"Benim karanın da bu böyle . . . Boşasın . . . İsternem artık . . . "

Hüngür hüngür yerlere kapanır. Fehime Hanım, annelik


duyguları içerisinde kederle: "Kızım niçin bu kadar dövünüp
yaş döküyorsun? Bu ettikleri içine hicran olmuyor mu? Gelir
kaynaklarımız, akarlarımız, aylık koçanlarımız hepsi onun
elinde . . . Kendisinden hesap kitap soran var mı? Bildiği gibi
atıp tutuyor, sarf ediyor. Bizim kuş kadar canımız var. Önü­
müze ne konursa onu yiyip şükrediyoruz. Bizden kestiğini,
arttırdığını götürsün fahişelere yedirsin . . . Baksana, Vuslat
namında bir de dostu varmış. Buna tahammül olunur mu?
Kenan Bey olmasın da Süleyman Bey olsun. Seni elimi öpe­
ne veririm."

"istemem. Artık koca istemem. İşte tecrübesini ettik.


Bundan kurtulayı m, başkasını istemem . . .

1 30
2
Birbirlerini Nasıl Buldular?
Mülkiye memuru emeklilerinden Kaşif Efendi, kızı Ra­
gıbe Hanım'ın tahsil ve terbiyesine, zamanımızda kızlar için
husulü mümkün olduğu mertebede itina ile tesettür yaşına
kadar onu Frenk mekteplerine göndermiş, sonra mürebbi­
yeler tutmuş, bu tek çocuğunun eğitim öğretimini büyük bir
zevk, bir hayat meşguliyeti edinmişti. Kız on yedi on sekiz
yaşına geldiğinde babası bir akşam kalp krizinden ansızın
vefat ederek ailesini matemler içinde bırakmış fakat fakir bı­
rakmamıştı. Dul maaşı ve başka gelirlerden yedi sekiz bin
kuruşluk aylık gelirle karısı ve kızının geçimlerini sağlayıp
hayata veda etmişti. Muhitimizde i mkan derecesinde tahsil
ve terbiye görmüş kızların akıbetieri ne olur? Bu mesaileri­
nin semerelerinden istifade için önlerinde fikri bir beslenme
ve gelişme zemini bulamazlar. H içbir yerde gözüküp par­
layamazlar. Kadınlara mahsus medeni cemiyetterin hemen
hepsi ölü. Tahsillerinin sonunda elde edebilecekleri netice,
gazete ve mecmualara ara sıra makale göndermek, evdeki
külliyen boşluktan ibaret olan zamanlarını hangi Frenk mu­
siki üstadının meşhur parçalarını ne kadar ustalıkla çalariarsa
çalsınlar ev halkınca baş ağrısından başka bir şey sayılmayan
piyano ile meşgul olmak, birkaç sayfa kitap okumak yahut
bir el işiyle zaman geçirmekten ibaret kalır. Konuştukları ec­
nebi dilini, ekseriya evdeki erkeklerden kıskandıklan için en
yaşlılanndan seçilmiş olan dişsiz bir mürebbiye i le sohbet
etmekten başka rahatça kullanmaya imkan bulamazlar. Dil
öğrenmeye verdikleri erneklerio karşılığı bazı mesirelerde,
orada burada tesadüf edebilecekleri Frenk kadıniarına hemen
bir "bonjur" demek gibi bir kısırlıktan öteye geçemez.

Frenk kadınlarının serbest hayatlarını görürler, zavallı


"enstruit" kadınlarımızı bir karamsarlık alır. Artık muhite,

131
her şeye lanet okurlar. Kendi ayarlarında bir kadın bulama­
dıkları için kimse ile görüşmez, tanışmaz bir şey beğenmez
olurlar.

Sonra bütün mefkureleri, hayatlarının amaçları tek bir


noktada toplanır. Her bir hissi ihtiyaçlarını temin edecek, ok­
şayacak bir koca bulmak ... O, senelerle süren kuruntularıyla,
hayalleriyle, istekleriyle zihinlerinde nadir, ender değil de
var olmayan mükemmel bir koca yaratırlar ki dünyada değil
yıldızlarda bile misli bulunmaz. Böyle mükemmel bir mahlu­
kun bir gün çıkagelerek bütün hayatın ve çevrenin talihsizlik­
lerinden kendilerini kurtaracağı gibi tatlı bir ümide kalplerini
bağlayarak beklerler.

Ragıbe de, bu hilkat, bu hülya ve bu ümitteydi. Dört


gözle bu kurtarıcısını bekliyordu. Onun nazarında, sokakta
gördüğü erkeklerin hiçbiri insan bile değildi. Boyun bağının
rengini iyi seçememiş veya çocuğunu elinden tutarak sokağa
çıkarmış yahut bakkal, kasapl a hesap görmeye gitmiş olan
erkeklere, "Vah zavallı lar, ne sefil bir hayat" diye acır, onlar­
la eğlenirdi.

Tam gelinlik çağına girdi. Güzelliği, malumatı, terbiyesi,


miras kalmış olan servetiyle şöhret bulmuş olduğu için görü­
cüler kapılarını aşındırmaya başladı.

Validesi kendini ilk defa giyinip görücüye çıkması için


zorladığı zaman ağlamaya başlayarak, Maman,je ne suis pas
une bete a vendre63 şikayetiyle memleketin bu adetine kar­
şı nefretini göstermiş, zavallı validesi bu Frenkçe sözlerden
bir şey anlayamamıştı. Sonra uzun süren mücadelelerinde,
bilmem hangi nezaret katiplerinden filan oğlu filan bey için
çarşafını örtüp ayakkabılarını giyerek kız aramak saifetiyle
bilmediği evlerin kapılarını çalan beyinsiz kadıniann beğen­
meleri için karşıianna çıkacak kadar kendini aşağılık görme­
diğini inatçı bir dil i le anlatmıştı.

63 Anne, ben sotılık hııyvıın değilim.

1 32
Bu acayip ifade karşısında validesi şaşırarak üzüntüyle
bağırrnıştı:

"Karabaş mı olacaksın ayol? Bu memlekette görücüye


çıkmaktan başka suretle kocaya varılır mı?"

Sonra Ragıbe, kendiyle evlenmek isteyecek erkeği kendi


görerek, görüşerek, tanışarak, emellerini, ahlak ve hissiyatını
tamamen anlayarak, anlatarak hatta sözü de kendi keserek,
evet, işte ancak bu şartlar dahilinde izdivaç edebileceğini an­
latmış, zavallı annesi :

"Ah, kızım, adın çıkacak! Evlerde kalacaksın. Baban seni


böyle yapasın diye mi terbiye etti? Keşke mahalle mektebin­
den düzce bir ilmihal okuyup da çıkaydın benim için daha işe
yarar bir kız olurdun . . . " üzüntüleriyle çırpınarak kederinden
bir hafta hasta yatmıştı.

Ragıbe Hanım, uzuna yakın endamlı, yakışıklı, gayet na­


zik yapılı, yürüyüşü tatlı, alımlı, ağır başlı bir kızdı. Esmerin
en açığı çalık cildinde, henüz el dokunmamış iştah uyandırıcı
meyvelere mahsus bir turfandalık, bir tazelik ve uzun kirpik­
lerle çevrili iri, şahane, kara gözlerinde, bakanlara şiir hül­
yası veren bahar bahçelerindeki sular gibi bir durgunluk, bir
derinlik vardı. Gümrah siyah saçlarını, gözlerinin şiir ahen­
gini arttıracak surette düzeltmeyi b i lir, renginin solukluğunu
tuvalet sularıyla, pudralanyla doğallıktan dışarı çıkmayan
bir itinayla tamirde büyük bir maharet gösterirdi. Son moda
giyİnıneye meraklıydı. En meşhurlarına abone olduğu moda
gazetelerindeki resimlerin her birinden bir biçim, bir fikir,
bir renk, bir zarafet toplar; bunları birleştirerek bir elbise, bir
yeldirrne, bir çarşaf icat ederdi . Giydiği şeylerin pek tabi i
zannedilen her katında, ince bir sanat eseri gizliydi.

Kızlık zamanında Kızıltoprak'ta oturuyorlardı. Kendi­


nin icadı olan böyle bir yeldinneyi giyip çok defa da koyu
renklerden seçtiği bürümcük başörtüsü, ince şemsiyesi, narİn
i skarpinleriyle dışarı çıktığı vakit bir Türk kızından ziyade

1 33
canlı bir moda mankenine benzerdi. Görücülere çıkmaktan
geri duran Ragıbe Hanım, ruhunun hayal ettiği genci şimdi
Kuşdili, Haydarpaşa çayırlarında arıyor, yanında Hristiyan
bir hizmetçi kızla her gün uzun uzun gezintiler yapıyordu.

Aman ya Rabbi ! Arasında dolaştığı halk ne halktı ! Koz­


mopolit bir kalabalık . . . Her cinsten, her diyardan, her kıya­
fette, her çeşit adam vardı. Efendi midir uşak mıdır; lekeli
şapşal redingotlarının biçimsiz etekleri sarkan, mutfak bezi
gibi uzun bir zaman kullanılmış yakalıklarının ölçüleri bo­
yunlarına uymayan, çarpık kravatlı, dizleri çıkık pnntolonlu,
iki parmak tıraşlı, kadife eski yelekieri üzerindeki taklit kalın
kösteklerinin verdiği gururla göğüslerini şişirerek, avuçla­
rını, avurtlarını doldurdukları kestane, sakız leblebisi, Şam
fıstıklarını birer sevda merrnisi gibi rast geldikleri kadınlara
fırlatan böyle birtakım kirli heriflerden Ragıbe Hanım ne ka­
dar edepsizce söz atmalar, sımaşıklıklar, yılışıklıklara uğra­
mıştı.

Temiz giyinmiş beyler de vardı. Fakat moda faturalarında


görüldüğü gibi bir giyinme üslubu, o zevk ve zariflik gayesi,
o damga bunlardan hiçbirinde yoktu. Pierre Loti 'nin bir ro­
man ında zarif bir tenkitle Beyoğlu'nun Türk şıkları hakkın­
da dediği gibi bunlar, olabildiği kadar aslına yaklaşabilen ve
istedikleri şeyi tamamen olmayan, daima taklitçi kalan, tavır
ve kıyafetçe az çok şaşılıklardan kurtulamayan hevesl ilerdi.

Genç Ragıbe için kıyafet, giyenin ruh aynası demekti.


Bütün insan vasıflarını, terbiye asaletini, fikir olgunluğunu
orada arardı. Kıyafeti al la mod olanın tahsili, ahlakı her şeyi
de düzgün olur zannederdi.

Yanında gezdirdiği, Uranya isimli güzel bir Rum kızıydı.


Küçük hamının her sırrına vakıf olan Uranya, hizmetçi likten
çok bir matmazel "de konpani" vazifesini yerine getirirdi.
Yanlarında taşıdıklan zarif işlemeli atlas torbanın içinde bir
iki kitap ve el işi bulunurdu. Ekseriya çayınn tenha bir kö­
şesine yahut Acıbadem taraflarında eteklerde, bir ağaç altına

1 34
çekilerek küçük "piliyan" iskemielerine otururlar, kah müta­
laa kah el işiyle meşgul olarak alemin kıyafetini, davranışla­
rını eleştirerek eğlenirler; bazen önlerinden renkçe, şekilce
hiçbir zevke, modaya uymayan garip biçimlerde yeldirmeler
giyinmiş hanımlar geçtikçe gülüşürlerdi.

Bir ilkbahardaydı. Kurbağalıdere 'nin bir sulu boya ile ya­


pılmış gibi saçakl ı dalları, sulara kadar eğilen sevdalı açık
yeşil bir söğüt ağacının gölgesine çekilmişlerdi. Birkaç ağaç
öteye koyu kumral, uçuk pembe renkli, ter bıyıklı, yüz hatları
düzgün, sevimli bir delikanlı geldi. Kahveeiden iki iskemle
istedi. Birinin üzerine pardösüsünü ve hasırlı fesini koydu,
diğerine oturdu. Koyu lacivert ceketinde satrançlı, açık kur­
şuni keten yeleğinde, yine o renkte ve dizleri üzerinden ge­
çen hat gayet düzgün duran çizgili pantolonunda, biçim ve
renkçe bir ahenk, bir uygunluk vardı. Yakalığın yüksekliği,
kravatının bağlanışı, iğnenin i liştirildiği yerin mevkii, koyu
hardal rengi buldok iskarpinlerin ip bağianna varıncaya ka­
dar her şey bu ahenge dahildi.

Giyinişinin genel görünüşUndeki bu incelik Ragıbe'nin


dikkatinden kaçmadı . Türk'ten çok bir Avrupalı kadına ben­
zeyen Ragıbe'ye bu delikanlı şaşkın ve merakla dik fakat
beğenir birkaç bakış fırlattı. Garip bir memnuniyetle Ra­
gıbe'nin yüreği oynadı. Genç kız hayallerinin bütün yaldızlı
saflığıyla ve bütün bakir hissiyatıyla gönlünde yaratmış ol­
duğu delikanlı acaba bu olabilir miydi? Yoksa bu muydu?

Kahveci geldi, beyden ne emir buyurduğunu sordu. "Bir


lokum," dedi. Tepsi içinde bulanıkça bir bardak su ile lokum
geldi. Kahveci çekildikten sonra beyefendi şekeri ufak bir
çatala sapiayarak dereye fırlattı. Ragıbe bu doğal temizliğine
hayran oldu. Çünkü kendisi de aynen böyle yapardı. İ l k te­
sadüf dakikasında tabiatların birbirine uygunluğu hayra ala­
metti. Bey, pardösüsünün cebinden tirşe kaplı Fransızca bir
kitap çıkardı. Okumaya koyuldu. Küçük hanım da sarı kaplı
Frenkçe romanına devam etti.

1 35
Ragıbe Hanım eve dönünce gece hep o genci düşündü. Bu
tesadüften evvelki hayalleri, esas hatları birer hakikat üzerine
kurulu olmayan müphem bir "eboş" idi. Fakat şimdi model
bulunmuş, görülmüş, hayal hakikat olmuştu. Eski hayalle­
rindeki bazı eksiklikleri şimdi bu asla bakarak tamaml ıyor,
bunda, evvelden bakir fikrinin erişmemiş olduğu birçok fazi­
letler de buluyordu. Ragıbe'nin aradığı "elegan", "komilfo"
genç, işte buydu. Bunda, bu muhitte umduğundan fazla va­
sıflar bile görüyordu.

Bu ilk mesut günü takip eden diğer günlerde tesadüfler


daha sıklaştı. Artık şık heyle küçük hanım birbirlerinin ge­
çecekleri yerleri öğrenmişlerdi. Hep oralarda dolaşıyorlar,
bakışları çoğalıyor, hafif tebessümler başlıyordu.

Beyefendi bir gün Ragıbe Hanım'a dere kenarında, ince


bir geçit başında tesadüf etti. Hemen derin bir reverans ve
"Matmazel ! " hitabıyla yolu bu güzel kadına açık bıraktı . Ra­
gıbe hafif bir reverans ve "Mösyö! " karşılığı ile selam ve­
rerek geçip gitti. İlk konuşmaları bu kadar sade ve bu kadar
alafranga olmuştu. Kaşif Efendi kızı, aldığı Frenk terbiyesi­
nin bir Türk delikanlısına karşı öyle basit bir kelime i le ba­
şarılı bir şekilde gösterdiğine çok mutlu oldu. Beyefendi de
matmazelin bu terbiye dahilindeki serbestlik ve fiitursuzlu­
ğunu bizim bazı kadıniann bir erkeğe tesadüflerinde hemen
peçelerini sımsıkı indirerek kendilerine zorunlu bir hitapta
bulunulunca tam bir dilsiz kesitmeleri yahut diğer türlü bir
münasebetsizlikte bulunmalan gibi halleriyle mukayese ede­
rek kendi kendine: "Evet... Entrüksiyon." yani yüksek terbi­
ye, demişti.

Nihayet bir gün beyefendi, hanımefendiye bir mektup tak­


climiyle i lişkinin yolunu açtı. Fakat bunda asla aşktan, ateş­
ten bahsetmedi. Bu adeta baştan aşağı pek karanlık, kederli,
dokunaklı, heyecanl ı bir felsefe mektubuydu. Etrafın koyu
cahilliğinden, Türklerin medeniyet faziletini idrak ederne­
miş olmalanndan ve münevverin hiçliğine nazaran beklenen

1 36
gelişimi öyle yakın zamanlarda olacak gibi göremediğinden
teessürle ümitsizlikler gösterdi . Pek acı şikayetler etti ve ne­
ticede bahar çimenieri üzerinde, söğüt gölgelerinde İngiliz
"mis"lerini ciddilikte ve güzellikte kıskandıracak, gerçek
bir ahlak sahibi ve daima okumakla meşgul bir Türk kızının
portresini kaleminin ve sanatkarlığının bütün ustalığıyla çiz­
meye uğraştı ve:

"Bizde henüz doğmamış olan aile ruhu sizin gibi gelişme­


nin öncüsü büyük kadınların zafer ve cesaret dolu sinelerin­
den doğacaktır. Eski adet ve miskinliklerinizi kendi elleriniz­
le yırtınız. Erkeklerden yardım ümit etmeyiniz. Birkaç asır
daha bekleseniz, onlar sizi azat edemezler. Onlar hürriyetin
denkliğini daha kendi aralarında bile tesis edemediler. Bunu
size kadar yaymaktan korkarlar. Pasianmış bu Orta Çağ kafa­
larının içinde medeniyet fikri parlak bir gelişme gösteremez.
Hürriyet, eşitlik kelimelerini memlekette kadın esirliğinin
tam olarak uygulanması için açıklama yollarını ararlar. Bu
vadide hiçbir haksızlıktan, mantık garabetlerinden çekin­
mezler. Çok zamandan beri söylenilmesi yasak olan ve hala
gerçek anlamları bilinmeyen bu iki kelimeyi inkılabımızın
başındaki dimağlar fark edince, ' Hürriyet, eşitlik anladık.
Fakat kadınlar ne olacak?' demişler. Bu iki mübarek sözden
ortaya çıkacak kurtuluş anlam ve hükmünü haremlerden içeri
sokmamak için kafeslerin üzerine birer de panjur eklerneyi
düşünmüşlerdi."

"Kadınlarımızın dimağlan boş ağırlıklardan, çocuklan­


mız kundaklardan azat edilmelidir. Avrupa'daki ' feminizm'
girişimlerini, saldırılarını görmüyor musunuz? Bugün kadın,
erkek kalabalığına karşı yumruklarını göstererek, ' Biz insan­
lığın yansıyız. Hukukta istisna olmaz! B i z de doğduğumuz
memleketin hürriyet havasını tam olarak teneffüs etme hak­
kına sahibiz. Eşitlik, ancak bu uygulama ile tam bir anlam
ifade eder. Yoksa boş bir söz olur. B i r milletin yarısı hür, ya­
rısı esir olamaz. Esir analardan hür çocuk doğamaz. Hürriyet

1 37
bölününce, tek bir tarafa ait olunca zararlı olur. Asıl hürriyet,
zorbaların hürriyeti demek değildir. Biz artık yalnız sizin
yardım elinizle yaşamak istemiyoruz. Çekiliniz, geçim kay­
nakları bizim için de açılsın. B iz de avukat, doktor, seçilmiş,
milletvekili, bakan olmak istiyoruz, ' diyorlar.

İnsanlık davası ediyorlar. Bizdeki kadınlar niçin beşeri


kabiliyetlerini göstermekten men edilsin? Erkekler ve kadın­
lar el ele verelim. Gelişme ve ilerleme semasının güneşlerine
doğru koşalım. Yaşamak, çalışmak demektir. Mesaisiz hayat,
ölümün dünyadaki şeklidir," dedi.

Bu fikirlerini sayfalarca, ince ve inandırıcı bir dille anlat­


tı. Ragıbe gibi milletin gelecekteki ümidi olan yeni terbiyede
bir olgunluk çekirdeğine tesadüfünden dolayı kendini; ilim
ve irfan harikası olduğuna şahit olduğu karşısındaki kadını
tebrik ederek mektubunu bitirdi.

Ragıbe Hanım bu takdimarneye aynı "pesimism"64 maka­


mında cevap verdi. Muhtaç olduklan toplumsal ıslahatı hiç
dikkate almayarak sırf erkeklere yaranmak için şimdiki esir­
liklerin i öven makaleler yazan Türk kadınlanndan nefretle
şikayet etti:

"Hakiki terbiye, medeni cesaretle gözükenlerdir. Aksi


takdirde ona tahsil denmez. Bu, öğrenenin yalnız vicdanının
üstünü cilalamış ince bir yaldız demek olur. Böyle hakikatle­
ri iptal edecek ve akamete uğratmaya alet edilecek ilimdense
cehalet daha iyidir," dedi.

Sonra mektuplar birbiri ardınca geldi. Bahis, mecrasını


sosyal felsefeden yavaş yavaş sevda okyanusuna doğru çevir­
di. Sohbet şekli, mektuplaşmadan konuşmaya döndü. Karşı
karşıya oturmaya, dertleşmeye, sevişmeye, nihayet tenha kır­
larda gezinmeye başladılar. Tam manasıyla Avrupa gençleri
gibi üç dört ay birbirlerine kur yaptılar. Kendi tabirlerince,
birbirlerinin ruhlannın derinliklerini "sonda", yani İskandi l

64 Kötümserli k

1 38
ettikten sonra izdivaca karar verdiler. Çaresiz, bazı nokta­
larda beldenin adetlerine şeklen de olsa uymak zorunda kal­
dılar. Kenan Bey ' in validesi, Ragıbe Hanım'a görücü geldi.
Fakat adete uymayarak kız, gündelik kıyafetiyle görücüleri
alelade bir misafir gibi merdiven başında karşılayıp salona
aldı. Sigara, kahve takdim etti. Uzun uzun görüştü. En çok,
en serbest, en teklifsizce lakırdı söyleyen Ragıbe Hanım'dı.
Oğlan anası evvela hayretlere, sonra dehşetlere düştü. Bu er­
kek gibi konuşan "kokona" ya nasıl gelinim diyebilecekti?
Fakat çare yoktu. Oğlunun bu kararının kati olduğunu bili­
yordu. Bu kızın terbiyesi ve güzelliğinin övgüsüyle kulakları
dolmuştu. Bu iş mutlaka olacaktı.

Ragıbe Hanım bu görücülüğü normal bir misafirlik ola­


rak gördüğünden validesini ve hizmetçi Şirin'i yanına alarak
oğlan evine misafirliğe gitti. Çünkü birbirleriyle evlenecek
olan bu kız ile oğlan, ellerinden geldiği kadar memleket ve
millet adetlerini çiğneyerek zıddına harekete karar vermiş­
lerdi. Etraftan şaşırmalar, hoşnutsuzluklar, itirazlar yağdıkça
memnun oluyorlardı.

Hatta oğlan evinde iki kaynanayı kederlerinden öldüre­


cek, o ana kadar görülmemiş cürette bir olay meydana geldi.
Misafırlerin bulunduğu odaya, damat adayı beyefendi bir­
denbire girivermişti. Kız anası fevkalade telaş ederek pence­
re perdesini başına çekip tesettür ile:

"Çık dışarı oğlum, ayıptır, günahtır!" itirazlarıyla haykır­


maktayken Ragıbe Hanım odanın ortasına kadar aldırış et­
meden yürüyerek müstakbel kocasıyla el ele "Bonjour" yap­
mışlardı. Kenan bu harekette bu derece telaş, öfke ve feryadı
gerektirecek terbiyesizlik göremiyordu. Çünkü Ragıbe Ha­
nım ile muhakkak izdivaç edecekti. Taze bir fidan gibi böyle
ince, güzel genç bir kız ortada dururken onun ellilik şişman
annesine kötü bir gözle bakmak akıllara gelebilir miydi k i
bu kaynana olacak kadın telaşlar içinde feryatlar kopararak
tesettür için perdelere sarıhyordu? Oğlanla kız nasıl bir akıl-

1 39
da, bir fıkirde, bir cürette iseler iki valide de geçirdikleri ha­
yatın alışkanlık bağianna sımsıkı bağlı kalmış, itikatça bir
olarak birbirleriyle çarçabuk anlaşmışlardı. Kaynanalar he­
men sofaya kaçarak bu alafrangalıkların, bu günahkariıkiann
yürek yakan acısıyla birbirine sarıtıp ağiaşmaya başladılar.
Kız anası, "Ah. . . " diyordu. "Ah, biz vaktiyle böyle mi koca­
ya vardıydık?" Her adetimizle ortadan haya da kalkıyor. Ne
günlere kaldık ! "

Öteki yana yakıla cevap veriyordu:

"Ne olduk demeyelim, ne olacağız diyelim. Acaba torun­


larımız ne şekilde evlenecek?"

Bir köşeden bu dinleyen Şirin, bu suale karşı şöyle mırıl­


dayarak gelecekte ne olacağını anlatıyordu:

"Gebe kaldıktan sonra. . . "

Bu bey le hanım, karanlık bir cihan saydıkları memleketle­


rinin cehalet sonsuzluğu içinde, ilim ve fikirleriyle parlayan
iki parlak gök cismi gibi birbirini hissederek ve cezbederek
izdivaç ettiler.

140
3
En Yüksek Derecede Zevk Alma Felsefesi
Bu evliliğin ilk ayları, ne neşeli ne sefa ve haz dolu bir
duygu ahengi ve karşılıklı sevgi ile geçti. Kenan, o ne kal­
bi cevherlerle dolu, o ne tapareasma seven, o ne hassas, o
ne derin filozof, o ne cana yakın, eşi benzeri bulunmaz bir
kocaydı. His ve ruh bakımından el ele tutunarak sevgi saade­
tinin en yüksek tepelerinde uçtular, sonra birdenbire kanat­
ları kırılarak, o hayaller cennetinden gerçeğin sert zeminine
yuvarlandılar. O bildikleri ince felsefeleri, dünyada hemen
bütün şehvet bağlannın battığı ve mahvalduğu adi nefsani
doyum kayasına çarprnaktan kendilerini kurtaramadı.

Evliliklerinin ilk aylannda kan kocaya yol göstermek için


yazılmış kitaplar getirttiler. Sırf para kazanmak maksadıyla
yazılmış bu çeşit eserlerin gülünç sözlerini bu yeni hayatla­
rında uygulamaya çalıştılar. Kendilerini felsefede, her şeyde
çok bilgili zanneden bu iki gencin, evlilik aleminin zevkleri
yanında baş edilmesi gereken ne büyük tehlikeler bulundu­
ğundan haberleri yoktu. Fransızca nesirler, nazımlar okuyor­
lar, piyanoda en seçkin parçaları çalıyorlar, kırlarda kol kala
uzun gezintiler, seyranlar yapıyorlar, fen , felsefe ve edebiyat
üzerine tartışmalar yapıyor, şiirler yazıyorlardı. Beş altı ay
bu hayat böyle kıskanılacak bir lezzetle saadetle geçti. İ lk
önce çeşit çeşit görünen bu haz dolu duygular, yavaş yavaş
monoton bir hal almaya başladı. Her gün, her gece aynı ka­
dınla bir dam altında bulunarak kitap, risale, gazete sayfaları
karıştırmaktan, bütün fikir neticelerini, uzun günler, saatlerce
dinleyip bıkkınlık getiren hemen aynı hüküm ve sözleri ka­
rısından tekrar tekrar yine işitmekten, nöbet çalgısı gibi her
gece piyanoda Weber, Schubert, Chopin' i n naleleri, Beetho­
ven ' in adagiolarıyla65 beyni ezilmekten Kenan ' a hıkkınlık

65 (Batı mus ikisinde) Yavaş ve ağır olarak, yavaşça.

141
ve adeta yılgınlık geldi. Zaten zihnen bir musiki terbiyesine
sahip değildi. Alafranga "otür"leri alkışlamak, yeni fikirlilik
modası icabından olduğu için daima bunlara ilgili görünür,
gazel, şarkı, ut filan duyduğu yerlerden yüzünü ekşiterek
kaçardı. Hakikatte her iki musikinin temel prensiplerine bile
vakıf değildi.

Karısı piyanonun kapağını açtığı zaman artık Kenan'ın


kaşlan çatılıyor, bu dayanılmaz dangırtıdan beynini biraz ol­
sun kurtarabilmek için uğraşacak başka bir meşguliyet arıyor.
Parçanı n sonunda Ragıbe Hanım bir takdir sözü işitmek için
başını çevirip de, "Dikkat ettiniz mi, bunda ne kadar doku­
naklı bir ' şarm melodik' var," sorusunu sorduğu vakit Kenan
elindeki kitabın sayfalarını karıştırarak: "Hoş . . . Hoş . . . " diye
kısa ve sade bir cevap veriyordu.

Artık bütün zevklerini tadıp sefasına iyice doyduğu ev­


lilik hayatı Kenan ' a bezginlik getirdi. Dışarı çıktığı zaman
evde, büyük sabırsızlıklar içinde dört gözle dönmesini bek­
leyen bir kadın bulunduğunu düşündükçe eve girmek istemi­
yor, sokakta gördüğü güzellik olarak karısından aşağı H avva
kızları kendine daha iştah açıcı görünüyordu. Nikahta olduğu
söylenen keramet ne kadar tersine bir kerametti . Evvela pek
tatlı bulduğu bu kutsal bağ, şimdi ağır, taşınmaz bir esaret
boyunduruğu gibi boynunu sıkıyordu. Pek mühim bir maze­
ret olmadıkça ev dışında bir gece geçiremiyor, bazen gecikse
bunun neden ileri geldiğini kuvvetli delillerle ispat etmesi
gerekiyordu. Daima, ister istemez koşa koşa eve gel. Fakat
niçin? istemeden de olsa böyle bir mecburiyette olmak, esa­
retten başka bir şekilde açıklanabilir miydi? Esir demek, bir
efendinin emirlerine boyun eğmeyi bir hayat vazifesi bilmek
değil midir? Bu da ondan başka türlü bir şey miydi?

Kenan' ın gerçekteki felsefesi ne kötümserlik ne de iyim­


serlikti .. O bencil bir felsefenin kölesiydi. Pratik, yani arneli
.

bir gençti. Göründüğü gibi değildi. Hiçbir duygusunda, için­


de ciddiyet yoktu. İcaba göre binbir kılığa giren, bütün ger-

142
çekliği kendi safsatasma uydurmaya çalışan, tam anlamıyla
bir mesleksizdi.

Evliliğin iki yüzü olduğunu bilmiyor yahut bilmek istemi­


yordu. Onun için evlilik cinsel hazlarla başlamış ve onların
son bulmasıyla da sönmüştü. Tabiatta kadınla bir çift olma­
nın cinsel bir zevkten başka, insanlık için bir aile vazifesi
ile de alakadar olduğunu aklına getirmiyordu. Evliliğin ilk
safhalarındaki lezzetler, zamanla az çok kuvvetini kaybeder.
Fakat ikinci safhadaki aile vazifesi ihmal olunamaz. Bu yön,
evleneceklerin enine boyuna düşünmeleri gereken önemli bir
noktadır. Birinci safhadaki zevk geçicidir. Fakat ikincideki
aile babalığı lezzet ve şerefi ebedidir. Evlilikteki maksat da
zaten budur. Cinsel zevkler evlenmeden de tatmin edilebilir.

Ragıbe, kocasından henüz bıkmamış, onun bu durgunluk­


larını, neşesizliklerini, duygulannın soğukluğunu gördükçe
bilakis Kenan 'ı daha ziyade sevmeye, özlemeye başlamıştı.
Karı koca şimdi bu iki birbirine zıt duygu üzerinde ilerliyor­
lar. Kadın kocasının günden güne kaybettiği muhabbetini,
kendi sevgisine yeni sevdalar ilave ederek telafiye, tazmine
uğraşıyor, bu suretle aile saadetini mümkün olduğunca istik­
rara kavuşturmaya çabalıyordu. Bu da yanlış bir yoldu. Her
akşam, kocası eve gelince hemen iştiyakla boynuna sarıla­
rak: "Nen var, niçin böyle mahzunsun?" diyordu.

Kenan'ın bu kederinin bilinmezliğini, Ragıbe kendi sev­


gisinden şüpheye düşmekten kaynaklanan bir kederin eseri
zannederek türlü türlü ateşli sözler, işveli iltifatlarla sevda­
sının gerçekliğine onu inandırmaya çabalıyordu. Fakat ka­
rısının bu vefalı halleri Kenan' ı bütün bütün sıkıyor, duygu
soğukluğunu daha da arttırıyordu.

Nihayet Ragıbe Hanım hakikati anladı. Bir kocanın soğu­


maya başlamış kalbini sonsuz bir sevgi göstererek yeniden
ısındırmanın yeterli olmadığını pek acı tecrübelerle öğren­
di. Bütün kadınlık gururu isyan etti. B undan sonra, sevda­
dan bahsetmemeye, vefasını göstermemeye, ne kadar geç ve

143
nerede kalırsa zerrece serzenişte bulunmamaya karar verdi.
Ama bu kararın icrası kendine ölümden ağır ve yürek sızia­
tıcı geliyordu. B azen odalara kapanarak ümitsizlikten min­
derleri, örtüleri ısıra ısıra ağlıyor, kararında ne kadar ısrarlı
olsa da yine elinde olmadan ara sıra ağzından bazı serzenişler
kaçınyordu.

Evlenmeden önce Ragıbe'yi büyülemek için yazdığı


mektuplarda, Türkiye'de Emancipation des femmes, yani ka­
dınlann hüniyete kavuşması düşüncesinin en cesur, en mü­
cadeleci taraftarı görünen Kenan, şimdi en insafsız, en dar
görüşlü, en adi kocalar gibi nefsani zevklerinden başka bir
şey düşünmüyordu.

İyi bir kocanın vazifesi olan en birinci görev, ailesinin or­


tak olamayacağı hususlarda uzun uzadıya zevk aramamak­
tayken Kenan bunun tam zıddına hareket ediyor ve vicdanını
rahatlatmak için kendi kendine, "Ragıbe'yi beraber alıp bir
baloya götüremem ya! O giderneyecek diye kendimi böyle
eğlencelerden mahrum mu bırakacağım?" diyor ve bu gibi
umumi eğlencelerde erkeklere eşlik eden Avrupalı kadınla­
rın kocalarına göz açtırmamaktaki uyanıklıklarını, kıskanç­
lıklarını görerek böyle cemiyetlerden kadınlanmızı alargada
tutan, kocalara tam bir serbestlik veren adetimizi şimdi adeta
onaylıyordu.

Kenan felsefe mektuplannda "Erkekler ve kadınlar el ele


verelim. Gelişme ve ilerleme semasının güneşlerine doğru
koşalım. Yaşamak, çalışmak demektir. Mesaisiz hayat, ölü­
mün dünyadaki şeklidir." sözleriyle tam bir çalışma taraftarı
göründüğü halde kendisi ( . . . ) Bakanlığında bin kuruş maaşla
memur bulunduğu ( ... ) Kalemine ayda beş gün bile devam
etmiyor, evinde karısıyla olan mesaisi ise eğlenceli vakit ge­
çirmekten başka bir şey olmayan kitap okumak, piyano çal­
mak ve arada belde adetleri aleyhinde alaylı bir eleştiriyle
gazetelere çelişkilerle dolu fakat alafranga üslupta makaleler
göndermek sınırını aşmıyordu.

1 44
Kendilerinin üslup zevkleri sorulmadan yaratılmış olduk­
lan için dağiann yaratılışlannı bile beğenmeyen, hiç aldır­
madan eskiye, var olana karşı çıkan fakat uzun, ciddi gayret
ürünü bir eser ortaya koymaktan aciz bu fahri ahlak hocalan
alemi amele, kendilerini çalışmaktan müstesna birer iş başı
mı zannediyorlar? Her Türk böyle Kenan gibi sözde gelişme
ve ilerleme isteğiyle yaşayıp kendi zevkinden başka hiçbir
ciddi faaliyet göstermezse Türklük nasıl ilerleme gösterir?

Kocasını, yaşama zevkinin tamamlayıcısı sayan zavallı


Ragıbe'yi evde yalnız, ümitsiz bırakarak dışanda neşe ve
sevinç aramaya çıkan Kenan Bey, evvela kendiyle hemhal
olacuk dostlar aradı ve birkaç tane buldu. Bunun en önemlisi
Cabir Efendi adında kadro hariçlerinden� şakacı, ar ve haya­
sı kıtça, dalkavuk, asalak bir herifti. Uncu Ahmet'in evinde
gördüğümüz çarşafıyla, boynunda tef kasnağıyla göbek ata­
rak karakala giden sakallı, işte bu Cabir idi.

Cabir, ne yabancı dil bilir ne felsefe meraklısı ne de genel


kültür sahibidir. O, hayatın hikmeti olarak üç dört şey bilir:
içki, kadın, dalkavukluk ve yaşamak. Onlann dışındaki her
şeyi kendisi gibi dünya hayatının kadrosu dışında sayar. İhti­
sası bunlardadır. Bu işlerde, malumatı tam, tecrübesi derin ve
pratiktir. Kenan gibi teorik, yüzeysel ve yaldızlı değil.

"İç bade, güzel sev var ise akıl ve şuurun," hovardalık


kaidesinin şaşmaz bir yolcusudur. B i lgiçlik taslamaz, kim­
seyi eleştirmeye kalkışmaz, hüner ve insanlık davası etmez,
kendinde olmayan bilgi ve değerlerin başkalarında bulunma­
masına şaşmaz. O, bilmeyerek Kenan'dan ziyade fılozoftur.
Öyle bin yüzlü bilgisi yoktur, mesleği birdir. Onda sabittir.
Velev zillette olsun, bu kararlılığı Kenan' ın renk renk felse­
fesine değer bir hayat bilgisi sayılabilir. O söylüyor: "Ben
kalıbı ya meyhanede ya kerhanede dinlendireceğim," diyor.
Davranışlan sonucunda düşeceği durumu korkmadan, ürk­
meden yiğitçe görüyor, o ahlak çukurundan yükselrnek için
birtakım teorilere yapışarak zamanı n felsefesini kirletmiyor,

145
şerri hayır şekline dönüştürmeye uğraşmıyor. A lemi küçük,
nefsini büyük görmüyor. Fakat kendinden bir gömlek aşağı
akılda bulduğunu insafsızca aldatıyor. Hem kendi boğuyor
hem de çıkarlan ortak budalalara boğdurtuyor. Bu nedenle
geçiniyor ve geçindiriyor.

Mesleğinin, sanatının bütün inceliklerine vakıf bulunu­


yor. İstanbul ' da, Beyoğlu'nda ne kadar cümbüş evi varsa
hepsi defterinde kayıtlıdır. Direktöründen, direktrisinden
en adi sermayesine kadar hepsini tanır, cümlesiyle dosttur.
Bu onların, onlar bunun hatırından çıkmazlar. Cabir Efendi,
kendisinin dahi olduğuna inanmış bu filozof, bu sivri akıllı
mütefennin, bu yeni usul alim taslağı, Kenan Bey'e çattığı
zaman mal bulmuş Mağribi'ye döner. Yoldukça tüyleri yeni­
den biten bir kaz, her vakit ele geçmez bir meta . . .

Kenan, bilgisinin dehşetini gösterip herifı ürkütrnek için


Fransızca en derin morallerden birkaç pasaj okur, tatlı tat­
lı tercümesini de yapar ve bilgiçlik tasiayarak ahlaksızlığın
ilimle, fenle, felsefeyle vaftiz edilmesinden sonra İcrasının
meşru olabileceğini anlatır. O ana kadar ahlaksızlığı doğru­
dan doğruya mukaddesaltan bilen ve günahını hafifletmek
için bunun adını değiştirmeyi aklına bile getirmemiş olan Ca­
bir, büyük bir takdirde yerlere kadar eğilerek beyin bu engin
bilgisine olan hayretini gösterir. Sonra Zuhuri'de söylendiği
gibi Cabir önde kösemen, Kenan arkada kınalı kuzu ... Yola
çıkarlar. Şehrin en çamurlu, en kirli hovardalık alemlerine
dalarlar.

Cabir E fendi, Kenan Bey 'i, Vuslat isminde bir kanya


çattırır. Daha doğrusu bu güzellik kayığını Kenan' ın sev­
da sığlığına oturtur. Öyle bir oturtuş ki zavallı çocuk bütün
akıl ve felsefe kudretinin heyamolalarıyla uğraştığı halde bu
aşk ağırlığını, aşk ve belayı, nazik ve hassas yüreğinden de­
fedemez. Her kadını sadakat ve sevgide karısı Ragıbe Ha­
nım'la aynı ayarda zannederek yanılır. Vuslat, Kenan' ı sevda
şamandırasma sıkı sıkıya bağlayıncaya kadar diller döker,

146
sonra kendini naza çeker. Arada bir hiç yoktan dargınlıklar
çıkarır. Beyi üzdükçe üzer. Kenan, arayı bulması için her za­
man Cabir ' in dostluğuna müracaat eder. Herif barıştırır fakat
tekrarlanan bu barış görüşler Kenan' a tuzluya oturur. Bu iyi
ahlaklı filozof, aracısı, hayırhahı Cabir ile karı arasında dö­
nen dalavereyi çakamaz. Okuduğu moral pasaj larıyla herifı
ahlaki mükemmelliğe erdi zanneder.

Vuslat, yine bir gün suratını ekşiterek sevgilisini azatlar.


Kenan, bu aşk ışığı etrafında pervane misali döner dolaşır, bir
türlü kabul göremez. Bu dargınlık epeyce uzar. Uzadıkça bi­
çare çocuğun gönül yangını bütün şiddetiyle saçakları sarar.
Kenan avunmak ister. Bir müddet ümitsiz, başıboş dolaşır.
Sonunda dayanamaz. Cabir'in kardeşçe aracıl ığına müraca­
atla:

"Dostum, medet senden . . . " der.

Cabir, yapmacık bir şaşkınlıkla: "Ne var?"

"Ne olduğunu bilmiyorum. Sabrımı tüketen, amansız teh­


likeli bir his beni bitiriyor."

"Allah Allah . . . "

"Evet, ümitsizlik saatlerinde ben, ' Aman Allah,' diye hay­


kırıyorum. Fakat büsbütün ateşler içinde kalıyorum."

"Bu kaltak bulunmaz bir Hint kumaşı değil ya! Sana öyle
karılar bulayım ki Vuslat ellerine su dökemez."

"Bu psikolojik bir meseledir. Zihnim bu karının ' imaj ı 'y­


la, hayaliyle meşgul ola ola, işieye işieye onu o kadar büyüttü
ki insanüstü, melekler üstü eşi bulunmaz güzellikle bir put
yaparak gönlüme yerleştirdi. Varlığı şüpheli fakat adı bütün
ağızlarda gezen dünya güzelini, o güzellik Anka'sını bulup
getirsen de boştur."

"Hoppala beyim, ne yapacağız şimdi?"

"Yapacağımız Vuslat ' la barışmak ... "

ı 47
"Senin gibi bilgili, filozof bir beye, böyle bir kanya karşı
sonsuza kadar bağlı kalma zayıflığını yakıştıramıyorum doğ­
rusu..."

••sonsuza kadar değil... Bu geçici bir histir."

"Fakat bir kalpte tahribat İcra ettiği en şiddetli devresinde


yalnız fena halde yakar, yıkar. Buna filozofluk para etmez.
Kadın, kullandıkça baş döndüren, kokusunu kaybeden bir çi­
çektir. Sevdasının özü emildikçe solar, yıpranır. Erkeğe tam
bir doygunluk geldiği, artık sarılmalarında eski hararet kal­
madığı zaman kadının düşkünlüğü artar. A şığının kalbini ye­
niden ateştendinneye uğraşır. Çoğunlukla uğraşııkça düşer.
Bir erkek bin kadın için yaratılmıştır. Arıları görmüyor mu­
sun? Bir çiçeğin özünü emdikten sonra ondan kalkar, ötekine
konar. Doyulan bir kadın, özü alınmış çiçeğe benzer. Artık
cezbetmez. Bunda bir haksızlık varsa bizde değil, tabiattadır.
Sevrlada bir hikmet, bir aşılama hizmeti vardır. Tabiat, erkeği
ekincilikte boş bırakmaz. Ekinden yorgun tarlalardan uzak­
laştınr, iyi tarlaları istetir. Erkeğin hercailiği işte bundadır."

..Fakat beyefendi, affedersin. Bütün bu uzun hikmetin


sizden kaçan Vuslat'la ne ilgisi olabileceğini anlayamadım.
Çünkü ben p iyasada bu kandan daha yorgun bir tarla düşü­
nemem. Sizi bu kadar şiddetle hala nasıl cezbedebi liyor?"

.. Ha işte, söz oraya gelecek."

..Aman gelsin, "meraktan kurtulayım."

..Ben bu kadını daha doya doya koklayamadım. Bu yön­


den çok kurnaz. . . Bütün fahişeliğinin ustalığı işte orada . . . Bir
kere arzuma kansam, hevesimi alsam, doygunluk devresi
geldikten sonra kahpeyi paçavra gibi fırlatacağım. O zaman
o bana yalvarsın. Hakikatte emelim sevda değil, intikamdır.
Mutlak ele geçireceğim. Mutlak bana ram olacak. Mutlak
ezeceğim. Rahatlayacağım."

..Bu karı zaten paçavradan başka bir şey değil. Fakat siz

1 48
onu fırlatamıyorsunuz. Ona lüzumundan pek fazla önem ve­
riyorsunuz."

"Baba Cabir, sana birkaç hikmet daha söyleyeyim. İyi


dinle."

"Dinliyorum."

"Bu dünyada her şey görecelidir. Mutlak kıyınet yoktur.


İyilikler, fenalıklar, güzellikler, çirkinlikler herkesin hissine,
zevkine, asabına, terbiyesine, görgüsüne, düşünüş tarzına
göre meydana çıkar. Senin paçavra dediğin şey, benim için
kokulu ve işlemeli bir kumaştan çok daha değerli olabilir.
Her şeye kendi hissine nazaran kıyınet biçme. Hayat nedir?
Bahtiyarlık nedir? Emel nedir? Bahtiyar yaşamak nedir? B il­
miyorsun."

"Ben pratik yaşadım. Böyle şeyler okumadım. Hangi ki­


tap bunlardan bahseder, onu bile bilmem . . . "

"Öyleyse iyi kulak ver. Sana felsefedeki en büyük düsturu


söyleyeyim. Bir insan bu dünyaya bir defa gelir."

"Öldükten sonra dirilmez mi?''

"Şimdi onları karıştırma. Dogmatik şeyleri sevmem. Cid­


di konuşuyoruz."

"Eğer dirilirsek, senin de benim de işimiz bitiktir hani ya."

"Ben sana dünyadan bahsediyorum, ahiretten değil. Evet,


insan bu aleme bir defa gelir. En yüksek derecede zevk aldığı
her ne ise onu yapmalıdır. Kulak verme, öbür tarafı efsane­
dir. Hayat da budur, mutluluk da budur, hepsi budur. Şimdi
benim en yüksek derecede zevk aldığım Vuslat'tır. Beni bun­
dan men için alemin dedikodusu, evdeki karımın ağlaması,
falan filan hepsi bana vız gelir. O ahlak kitaplarında yazılan
faziletler ahmaklar içindir, sana bana göre değil. Avrupa'da
şu zamanda moral meselesi öyle bir hale geldi ki ahlak ho­
calan ne yazacaklarını şaşırdılar. Bu sayfalarda yazdıklarını

1 49
birkaç yaprak ileride yine kendileri çürütmeye mecbur olu­
yorlar. B ir kimse, kendi yararı için böyle bir cürette bulu­
nursa kötü oluyor. Bütünde fazilet olan şey, onun parçasında
mahiyet değiştiriyor. Öldürme, daima öldürmedir. Daha bu­
nun gibi birçok karışık işler vardır ki temelleri kubbelerini
çekemiyor. Ahlaktan maksat insanlar arasında iyi ilişkinin,
hakkın ve adaletin tesisidir. Ahiakın zorunluluğunun anlaşıl­
dığı günden bu ana kadar nice bin ciltler doldurulmuş olma­
sına rağmen insanlar arasında iyi bir ilişkinin kurulduğunu
görebiliyor musun? M illetler milletlerle, fertler fertkrle hala
gırtlak gırtlağa. . . Her insan yaşamak için menfaatini temin
etmeye mecburdur. Ahiakla istediğini ele geçirmek çok zor
görülüyor. Ahlaksızlıkla ise daha sağlam ve kestirme geli­
yor. Bu dünyada ciddi, erdemli kimse hemen hemen bulun­
maz. Öyle görünmek isteyenler, yine bir menfaat gereği o
tavrı takınıyorlar. Mesela sen yedi yüz kuruş maaş alıyorsun.
Sonra görüyorsun ki liyakat olarak senden aşağı birisi yedi
bin alıyor. Bu başarının sebeplerini ararsan o adamın, ahiakın
bazı kısımlarını çiğneyerek kestirme yoldan bulunduğu yere
vardığını anlarsın. Bunun adı halk arasında, ' şansın yüzüne
gülmesi'dir. Ahlak kitabını açıp okursan o kimsenin maaşını
kıskanmanın çok kötü bir iş olduğunu görürsün. O başarılı
kimseye on bin cilt ahlak kitabı okutsan, ' Cabir Efendi ben­
den başarılıdır, onun için maaşımın üç binini ona bırakmam
lazım gelir,' demez. Bu acı gerçek sende ahlak bırakmaz.
İşte her şey böyle düğüm düğümdür. Bu düğümleri açmaya
uğraştığın zaman, elin de yanar beynin de . . . Ahlak bütünlük
itibanyla olgunlaşabilir. Sekiz bin ahlaksız arasında sekiz ah­
laklı yaşayamaz, okkanın altına gider. Avrupa'nın şimdiki ya­
zarları arasında açık sözlü bir Emi le Faguet vardır. Bu zat, bir
eserinde, namuslu insanlarla namussuzlan birbirinden ayır­
makta zorluk çektiğini ve sonunda kendisinin de ayıramadı­
ğını itiraf ederek der ki, 'Medeni cemiyet içinde namustutar
i le namussuzlar arasındaki basit fark şudur: Namuslular uzun
vadeli namussuzlar, namussuzlar da kısa görüşlü namuslu-

1 50
]ardır. Demek istiyorum ki namussuzlar, anlık menfaatlerinin
emrine uyarlar. Namustutar gelecekteki kazançlannın gerek­
liliklerine göre davranırlar. Bir namussuzun çaldığı bir cüz­
danla, benim işierirnde gösterdiğim doğruluk ve İstikametim
sayesinde beş senede erişmek istediğim kazanç, ikisi birbiri­
nin aynıdır. Sözlerine dindarca bir hürmet kazandırmak için
doğru söyleyen kimse, bu doğruluğunu zamanla kendine iyi
gelir getirecek surette bir sermaye gibi idare eden bir adam
demektir. Bu adam her ne kadar kendi kazancı doğrultusunda
hareket ediyorsa da o günkü menfaatine karşı mücadelede
bulunmasına binaen bu doğruluğunda bir doğallık yoktur. '
Ş imdi dünyayı aniadın mı, Baba Cabir?"

"Ne yalan söyleyeyim, anlayamadım."

"Anlayamadınsa eksiklik senin kafandadır. Emile Faguet


açık bir şekilde ve doğru söyler."

"Beyefendi, şıp diye bir cüzdan aşıran bir hırsızın ele ge­
çirdiği bir menfaatle, namuslu bir adamın beş yıl çalışarak
ele geçirdiği kazancı nasıl birbirinin aynı olabilir? Öyleyse
niçin çalışıyoruz? Hep çalalım. Dünyada namusluluk yok
mu? Her şeyin böyle üstü örtülü bir namussuzluk olduğuna
karar verdikten sonra bu Frenkler niçin ahlak kitaplan yazı­
yorlar? Emi] Fake midir Kake midir ne ise işte o adam, dün­
yada namuslu kimse yoktur hükmü ile milletine bu korkunç
sözü nasıl söyleyebiliyor?"

"O söyler. O, hakikatten başka bir şey tanımaz."

"Bu sözün hükmü bir hakikat midir? Öyleyse yankesici


cebinden para çantanı aşırdığı vakit, anlık menfaatine uydu
deyip hiç ses çıkarmayalım, biz de gidip başkasınınkini aşı­
ralım?"

"Nedir ya? Dünya dolabının iç yüzü işte böyle dönüyor.


Beş on lira aşıran yankesiciyi zabıtaya teslim edebilirsin.
Fakat insanlıktan "spekülasyon" namıyla milyonlar çalarak
piyasaları durduran sendikalarla bilmem nelerle insanların

151
büyük kısmını aç bırakan o vurgunculara, büyük hırsıziara
bir şey yapamazsın."

"Sivri akıllılığın bu derecesini doğrusu hoş göremiyorum."

"Sen hoş gör, görme ... Eski zamandan beri engizisyon­


larla66 işkencelerle bastırmak istedikleri hakikat, bugün ateş­
ler püsküren bir ejder dehşetiyle ağzını açtı. Zehirler cehen­
nemler fırlatıyor. Sustur bakalım. Avrupalı bir herif bir kitap
yazıyor, her şeyi dobra dobra söylüyor. İnsanlara namussuz
diyor, her şeyi diyor. Bütün riya perdelerini insafsız, cüretkar
kalemleriyle yırtarak hakikatleri cascavlak ortaya döküyor­
lar, vaktiyle olan işkencelerin acısını çıkarıyorlar. Daha neler
işiteceksin neler! Topla, tüfekle olan muharebelerin tesirle­
ri bu düşünce savaşlarının yanında hiç kalır. Dünya bunun
velvelesiyle altüst olacak ve baştanbaşa değişecektir. Bugün
bile düşünce hücumuna karşı koymak safl ığında bulunan
engizisyonla işi idare etmek i steyen memleketler var. Fakat
Avrupa'nın birkaç mühim noktasında bu düşünce muharebe­
si azgın yanardağlar dehşetiyle kaynamakta. Kıvılcımlarını
dünyanın her tarafına saçıyorlar. Bir hükümdar tacının, papa­
nın 'tiyar'67 dedikleri mücevherli külahının kutsiyeti önünde
secde eden insanlar artık azaldı."

"Saçtığınız bu h ikmet incileri artık yeter! Vuslat'a gele­


lim."

"Evet, oraya geleceğiz. Hep bu sözler zaten onun üzeri­


ne . . . O, beni adi bir zampara zannediyor. Bana yapmak is­
tediği kurnazlıkları hep boşa çıkaracağım. Onu kıskıvrak
bağlayacağım. Alacağım zevklerin en üst sınırı neyse onu
yapacağım."

"Zevki doruğa çıkarmayı herkes i ster. Fakat felek buna


daima yar olur mu?"

66 Orta Çağ'da, Batı ülkelerinde, Kaıolikliğin katı inançlarına karşı gelenleri sap­
kın sayarak cezalandırmak için kurulan kilise nıalıkeınesi.
67 Başlık.

1 52
"Her hayat, kendini beğenmişlikten müteşekkildir. Felek,
yarlığına layık, yetenekli olanlara yar olur, bunu bil. Ortada
oynanan insanlık komedileri için göz bağcılığı eden ahlak­
çıların yaygaralarına kapılma. Gözlerini aç. En yüksek de­
recede zevk alma felsefesinin fırsatlarını kaçırma. Vuslat' ı
senden isterim. İşte b u kadar. . . "

Ahlaksızlığın coşkun bir nehri olan Baba Cabir bile, fel­


sefenin bu kuralı karşısında biraz ürkek kaldı. Ara bulmak
için Vuslat'ı görmeye gitti. Kenan 'ın başına mükemmel bir
çorap örmek için sivri, çengelli dalavere iğnelerini örgünün
içine batırdılar. Kanyla ağız birliği yaptılar. Nihayet Cabir
Efendi, dehasını zamanın felsefesiyle bilemiş arif dostu Ke­
nan Bey'in yanına dönerek yanık bir dostluk makamında şu
mavalı okudu:

"Her nasılsa karıyı ziyade gücendirmişsin. Barışmak is­


temiyor. D idar Bey isminde genç bir hergeleyi dost tutacak
veya tutmuş. İşte böyle bir şey. . . H i ç ben orospu nağmesi­
ne kanar mıyım? Seni hizaya getirecek, maksat bu. Bu hafta
Aksaray'da, Uncu Ahmet'in evinde, yeni hampasıyla birle­
şeceklermiş. O gece sen de oraya gel. Y üzünü görünce belki
dayanamaz. Ben öyle çok Didar Beylerin yüzüne efsun oku­
muşumdur. Kaça atırım?"

Cabir ' in küçümseyerek hikaye ettiği bu nevzuhur rakibin


ismini işitince Kenan Bey'in aşk barometresindeki en yüksek
dereceli zevk ateşi birdenbire iç azabmm donma noktasına
düşerek eli ayağı buz kesilir. Dudaklarının rengi uçar, tüyle­
ri ürperir, titremeler geçirir. Kurnaz Cabir, indirdiği darbeyi
tam can evine isabet ettirdiğini anlar.

Baştan çıkaran nasihatçinin sözüne uymaktan başka Ke­


nan'ın bir çaresi olmadığından o hafta Uncu' nun evine git­
meye karar verilir ve gidilir. Vuslat'ı yeni aşığının kolları
arasında bulurlar. Kenan Bey birkaç kadeh içkiden sonra sev­
da kederiyle kudurur. O dünyayı bilen, insanlığı anlamış ince

ı sJ
filozof, "Yakanm, yıkarım, vururum, öldürürüm," perdele­
rinde coşarak kabadayılaşır. Zamparalar, nazeninler birbirine
girerler. N ihayet akıl ve insaniyette D idar Bey daha yumuşak
çıkar; Vuslat ' ı onun kolları arasından alarak Kenan'ın hasret
dolu koliarına atarlar, dava biter.

Karıyı aşığı i le bir vuslat odasına kaparlar. Sitemler, ser­


zenişler başlar. Kenan, vefasız aşığını akşamakla dövmek
arasında tokatlar, yumruklar; asabi, şiddetli, bağucu kucak­
lamalarta çok hırpalar. Kenan, sevda düşkünlüğünün elim
derecesini aşk felsefesinin teorisinde, pek iyi anlayamamış
olduğu ilişkilerinin i lk zamanlannda, erkeklik satarak Vus­
lat'a, ' Bir erkek bin kadın içindir,' hikmetli düsturunu hayli
defa tekrar etmiş olduğundan, şimdi kadın bu düsturu tersine
çevirerek, ' B ir kadın bin erkek içindir,' şeklinde söyleyerek
kendini savunur. Kenan, kendine göre meydana koyduğu bu
hakimiyet silahının böyle ufak bir değişiklikle kendi aleyhi­
ne döndüğünü görünce şaşalar.

Bin dereden su getirerek, en yüksek derecede zevk alma


kanununun ibresinin dengesini temin edebilmek için, ' Bir er­
kek bir kadın içindir,' eşitlik kuralını ortaya koyar. Vuslat, bir
kahkaba salıvererek:

"Beyefendi, bizim sanatımız felsefeyle, ilimle yürümez.


Şimdiye kadar hiçbir zamparanın ağzından fuhşa felsefe
karıştırıldığını işitmemiştim. B izim bulunduğumuz yerlere
umumhane deniyor. Ondan anlıyorum ki biz bir erkeğin, iki
erkeğin değiliz, herkes için kiralığız."

"İşte ben seni kiralık bir kadın olma zilletinden, sefaletin­


den kurtarıp kendime mal edeceğim."

"Olamaz ki . . ."

"Niçin olamaz?"

"Birkaç yönden olamaz."

"Neymiş o yönler?"

1 54
"Evvela ben bu sanata kendi arzumla döküldüm. Kızken
izdivacıma çok talip çıktı, varmadım. İkincisi, ben sanatım­
da hiçbir zi llet, sefalet görmüyorum. B i r kocanın baskıları,
emirleri altında evlere kapatılmış kadınlara kendimden fazla
acıyorum. Hiç olmazsa gençliğimin her gecesini bir türlü eğ­
lenceyle geçiriyorum."

"Gençliğin geçtikten sonra?"

"Geçmiş ola."

"Ne demek geçmiş ola?"

"Öyle ya . . . "

"Seni seven biriyle şimdiden izdivaç etsen ihtiyarlığını


kurtarmış olmaz mısın?"

"Güldürme beni."

"Neden?"

"Sizin gibi kocaların genç kaniarına gösterdikleri mu­


habbet, sadakat i şte göz önünde. . . Ben tahkİk ettim. Senin
hamının genç, güzel, bilgili, becerikli ve pek alafranga bir
kadınmış, onu bırakıp da buraya ne geliyorsun? Gençliğinde
üzerine binlerce kez hıyanet ettiğin karına ihtiyarlığında mı
hürmet göstereceksin? Ben senin karın olsam nihayet bana
da yapacağın bu değil mi? 'Tövbekar etmiş de Kenan Bey
kerhaneden bir karı almış,' diye evvela el alemin kötü göz­
leri üzerimize açılacak. Sonra öfkel i zamanlarında nereden
geldiğimi yüz defa sen de başıma kakacaksın. İhtiyarlığımda
yapacağın en büyük lütuf, önüme bir lokma ekmek koyarak
beni bir eve kapamak değil mi? istemem. Gençliğimde eğ­
lendiğim kadar eğlenirim. Özgür, serbest yaşarım. İhtiyarlı­
ğımda Darülaceze'ye giderim."

"Şimdi, yüzlerce erkeğin sevgilisi olduğun için şımararak


böyle söylüyorsun . Yıllar geçtikçe yüzünle beraber duygula­
rın da değişecek. O zaman eyvah diyeceksin."

1 55
"Beyefendi, ben senin gibi uzun hikmetler bilmem. Benim
bildiğim bir atasözü vardır: ' Bir çiçekte yaz olmaz ! ' derler. Bu
da benim için bir felsefedir. Bir erkeğe mal olup oturamam.
Bu erkeğin adı ister Kenan Bey olsun ister Şadan Bey... Hepsi
benim için aynıdır. Diğer zamparalarıının arasında sana bir
muhabbet ayrıcalığı, bir üstünlük vermeyi pek manasız bulu­
rum. Erkek değil misiniz, hepiniz de benim dost şeklinde düş­
manlarımsınız. İşte doğru, açık söylüyorum. Fırsat düştükçe
hepinizden hıncımı çıkarırım. Beni sevmek bir felakettir. İ şte
ona göre davran. B ir gecelik kiralığımla yetin."

"Vuslat kendini bana geberttireceksin."

"Zorbalıkla mı?"

"Evet. Güzellikle olmazsa zorbalıkla ... Çünkü seni sevi­


yorum."

"Ne kadar müddet için?"

"Ebediyen."

"Eve kapadığın karını da severek alınadın mı?"

"O başka."
"Neden başka? Senin has malın olduktan sonra bana da
yapacağın bu değil mi?"

"Yanılıyorsun, Vuslat. . . Ben diğer erkeklere benzemem.


Ben karımı eve kapamadım. Kızken nasıl serbestse yine öyle
her hareketinde tamamıyla hürdür."

"Başı sana nikahla bağlı olduktan sonra nasıl tamamıyla


hür olabilir? Gülünç iddialar. . . "

"Ben karımın hiçbir hareketini kontrol etmem."

"Ya senin üzerine birini severse?"

"Sevsin."

"Sana nikahlıyken bu nasıl olur?"

1 56
"Nikahı sevdaya engel mi zannediyorsun? Evli kadınların
kocaları üzerine aşıklar peydahlamalarından doğan faciaları,
gülünecek halleri hiç işitmedin mi?''

"Evet, böyle vakalar çok oluyor. Fakat bunların hiçbiri


kocalarının haberi olduğundan değil. N amuslu bir koca böyle
bir hıyanet meydana gelince derhal karısını boşar."

"Merak etme, boşayamayanları da vardır. Boşayıp da tek­


rar evlenecekse tuhaf olur."

"Neden?"

"Çünkü alacağı ikinci karı da Havva'nın kızı değil mi?


Bundan nasıl emin olabilecek? Bazı kadınlar kocalarını cid­
den, doğal bir şekilde severler. Böyle karşılıklı sevgiyle ya­
pılmış nikahlar için korku yoktur. Kadınların erkeklerde sev­
dikleri, hoşlandıkları birçok kendine has özellikleri vardır.
Bunlardan mahrum olduğu için ilk izdivacında felakete uğ­
rayan bir erkek, ikinci evlilik için uzunca düşünmelidir. Bir
kadını eve kapamakla, baskı uygulamakla, zorla aile saadeti
meydana gelemez. Kadını serbest bırakmalı, eğer kalbinde
böyle bir kötülük varsa dert çabuk meydana çıkar. Erkek de
istediği gibi hareket eder. Bir kadın, kocasının üstüne gön­
lünden başka erkekler geçiriyar da baskıdan dolayı bu isteği­
ni gerçekleştiremiyorsa bu gizli sıtma, aşikar bir hastalıktan
daha korkunçtur. Kadın asabileşir, dünyayı ne kendi görür ne
kocasına gösterir. Felaketin patlak vermesi küçük bir fırsata
bakar. Dert bir an önce anlaşılmalı, çaresi ona göre düşünül­
melidir."

"Sen her şeyi böyle olanca açıklığıyla görür, doğru mu


düşünürsün?"

"Evet. Öyle zannederim. Hakikat ne kadar korkunç olur­


sa olsun, hiçbir adete, göreneğe, batı! fı kre kapılmadan onu
bütün acı şekilleriyle göz önüne getirmeli, hiçbir şeyden ürk­
meden hükmü ona göre vermelidir."

1 57
"Şimdi sana nazik bir mesele soracağım."

"Sor."

"Sen beni seviyor musun?"

"Çıldırasıya . . . "

"Mademki her şeyi adaletl e düşünürmüşsün, senin bu al­


datmana karşılık evdeki karın da başka bir erkeği sevse ne
yaparsın?"

"Göz yumarım."

"Öyleyse beni eve götüreceğine karını buraya getir. Şimdi


seni sevdim. Çünkü bizim gibilere nefretle bakan bütün dün­
yadaki kadınların bize benzernelerini isterim. Sana varsam
beni de bu serbestlikte bırakacak mısın?"

"Vuslat, beni deli edeceksin."

"Mademki bu izdivaç meseleleri, bütün bu dünyanın işleri


böyle kanşıkmış, hepimiz birbirimize benzeyelim. Ortadan
dırıltı kalksın vesselam."

Yeni usul bu filozofça uzun konuşmadan sonra barışırlar.


Kenan Bey, Vuslat'ı ateşler içindeki hasret sinesine bastırır.
Bu zevk gecesinin n ihayet baskın felaketiyle tadı kaçar. Alay
malay karakota giderler. Orada usulü dairesinde sorgu sual­
den sonra, asıl merkeze gönderilirler. Kefalete bağlanarak
karakoldakiler, ertesi sabah serbest bırakılırlar.

Bu beladan kurtulduktan sonra hemen o gün Kenan Bey


Kadıköy'ünde ( ... ) mahallesinde münasip bir ev kiralar. Ca­
bir Efendi ' nin kontrolü altında olarak Vuslat Hanımı bu eve
yerleştirir. Nikahlı kansını kıskanmayacak derece kendini
serbest bırakan filozofça huyunun neden dolayı kapatmasını
kontrole tabi tutma lüzumunu gerekli gördüğüne dair olan bu
zıt felsefeyi besbelli Kenan Bey vicdanına karşı izaha mec­
buriyet görmez. Bu işleri bitirdikten sonra, Heybeli 'deki evi­
ne dönmek için yola çıkar.

ı ss
Kenan Bey, bin kuruş maaşlı bir memurdur. Validesinden
de ara sıra beş, on lira vurur ama bunlar hiçbir şey ifade et­
mez. Asıl hovardalık sermayesini karşılayan, Ragıbe'nin ser­
vetidir. Aile .idaresini tamamıyla eline almıştı. Sekiz dokuz
bin kuruş aylık gelirden ancak iki üç binini bakkala, kasaba,
şuraya buraya serpiştiriyor, geriye kalan parayı cebine atıyor,
zevkine bakıyordu. Vuslat'a olan sevda dalaveresi, Ragıbe
Hanım' ı nikahında bulundurmakla ancak mümkün olabilir­
di. Ondan bıksa da nefret etse de bu zaruri sebepten dolayı
onu boşayamazdı. Her ne olursa olsun durumu idare etmeye,
mümkün mertebe iyi geçinmeye, yüze gülmeye mecburdu.

O gece Aksaray'da geçirdiği baskın rezaletinin Heybe­


li'deki evinden duyulma ihtimali var mıydı? Bu yüzden ta­
mamen içi rahat, endişe duymadan ve hiçbir şeye aldırmadan
kollarını saliayarak evine doğru gidiyordu.

1 59
4
Çok Acı Bir Soruşturma

Aldıkları çok acı telgrafın üzerine, o gece ve ertesi günü,


ana kız uzun ızdırap saatleri ve tereddütler geçirdiler. Tutul­
duktan teessür ve helecanlarının şiddetli vuruşları üzerine
evvela boşanmaya karar verdiler. Fakat bu kelime telaffuz
olundukça kızının yüzünde gitgide artan ümitsizlik ve keder
alametlerini fark eden zavallı anne, boşanma üzerindeki ısra­
rını gevşetmeye mecbur oldu.

Kararsız, uzun, heyecanlı münakaşalardan sonra bir müd­


det sustular. Yorgun, kederli bakışları pencerelerinin önünde
uzanan, hareli mavi denizle karşıki sahilin çıplak, esmer sıra
dağlarına daldı. Ş imdi mütevekkil, aciz işlerin ne olacağı­
nı bekliyorlardı. N ihayet Ragıbe Hanım, ağır bir kabustan
uyanmak ister gibi silkinerek elindeki ince keten mendile
birkaç damla gözyaşı akıttıktan sonra:

"Merak etmeyiniz anneciğim, boşanacağım. Fakat öyle


basit bir şekilde değil. Bu, ya bir facia ya bir komedya boşan­
ması olacak. intikamımı alarak ayrılacağım."

"Hay, Allah göstermesin, niçin facia olsun?"

"Siz üzülmeyiniz, her işi bana bırakınız. Darbeyi tam za­


manında ve bütün dehşetiyle indirmek için metanet ve sabır
lazımdır."

"Kızım Ragıbe, senin yerinde olsam işi hiç uzatmam. B ir


ayak evvel bu beladan kurtulmanın çaresine bakanın. Benim
bildiğim Kenan ise o herif adam olmaz. Er geç bundan ayni­
maya mecbur kalacaksın."

"Metanetinizi rica ederim. Onun öyle alçak hesapları var­


dır ki şu anda beni bırakmak işine gelmez. Şimdi böyle bir

1 60
davaya, ısrara kalkarsak belki bu evden defalup gider. Fakat
bizden intikam almak için ayağıını bağlı bırakır. Aramızdaki
nikahı bize karşı bir silah gibi kullanır. Yüz yüze geldiğimiz
gün zaten boşanma teklif ederek fikrini, ağzını arayacağı m.
Fakat çok ısrar etmeyeceğim. Huyunu bilirim. Bizim bu ka­
rarımızın katiyetini aniarsa zıddına hareket eder. Şimdi o şık
kıyafetiyle kirli hapishanenin karanlık duvarları arasında ne
yapıyor acaba?"

"Ne yapacak, bizi kandırmak için yalan düşünür!"

O esnada farfaralı yürüyüş ve konuşmasıyla birdenbire


odaya Şirin girer. Hanımiarına birtakı m kirli kağıtlar, küçük
defterler uzatarak:

"Hanımafandı. .. Bakkal aşağıda . . . Kasap aşağıda. . . Zerze-


vatçı, ekmekçi, sütçü hepsi aşağıda . . . "

Fehime Hanım şaşırarak:

"A, neye? Bizim evde bugün panayır mı var?"

Şirin: "Panayır yok . . . Para istiyorlar. Hepsinin suratları


birer karış . . . Hele o zerzevatçı, ak bıyıklı domuz . . . Bayat ıs­
panakları, kayış gibi baklaları gönderir. Biz onların çoğunu
süprüntüye atarız. Şimdi gelmiş de para istiyor."

Fehime Hanım: "Damat bunların, bu ay hesaplarını gör­


memiş mi?''

Şirin: "Gormamış . . . Ne bu ay ne evvelki ay. . . Ne daha on­


dan evvelki . . . Bu herifl.er kaç zamandır ayrı ayrı gelip gidi­
yorlardı. Hanımafandı meraklanmasın diye ben söylemedim­
di. Buğun da evlere şenlik Allah 'ı m cenaze varmış gibi hepsi
bir araya toplanmışlar gelmişler.

Fehime Hanım: "Bu uğradığımız felaket nedir? Bu yaşa


erdim, minnet Rabbime, esnafın iki aylık hesabı bir araya
geldiğini bilmem. Bu ne kepaze, dolandırıcı herifmiş. Soy­
suz, bizim servetimizle karısının parasıyla fahişeler besliyor,
hovardalık ediyor. Kızım bu adamla daha duracak mısın?"

161
Şirin: "O ekmekçi Yanko yok mu? O sarı çıyan geçen
gunu bana, ' Ekmeklerim boğazınızda kalsın,' dedi. ' Hoş
köpek, çenen tutulsun,' dedim. Sonra bana Urumca sövdü . . .
Ben d e ona Arapça . . . "

Fehime Hanım: "Aman, sus Şirin . . . "

Şirin: "Nasıl susayım afandim? Rum çocukları bizim ka­


pının önünde oynuyorlar da, birbirinin anasına babasına sö­
vüyorlar. Onlardan öğrendim. Ah bire işkilos . . . Gaydoraki . . .
Meskini... Kakohoronase ... Gamoti manaso . . . "

Fehime H anım: "Sus karı, bayılacağım . . . Baksana neler


öğrenmiş. Rumcayı geçenlerde Ada'ya gelen Hintli hokka­
baz gibi Arapça kırması bir eda ile söylüyor."

Pencere önünde oturan Ragıbe Hanım'ın birdenbire beti


benzi kireç kesilir. Kansız rludakiarında titremeler uçuşur.
Vücudunu ürpenneler kaplar. Fehime Hanım şaşırarak:

"Ne oluyorsun kızım?"

Ragıbe Hanım, baygın bir sesle:

"Bey geliyor."

"Hay utanmaz . . . Ne suratla geliyor?"

"İşte . . . İ şte yokuşun altından koptu."

"Boynu kopsun inşallah ... "

Ragıbe Hanım, bir sarhoş gibi sendeleyerek bürosunun


önüne koşar. Bir çıkın para çıkarır. Validesine uzatarak:

"Bununla hesaplarını görerek esnafı aşağıdan savınız,


rica ederim anneciğim. Hiç gürültü, sitem istemez. Her şeyi
bana bırakınız."

Şirin, pencereye yaklaşarak:

"Aa. . . Dandini beyim, hoppala paşam geliyor. Hapisten


mi kaçtı acaba?"

1 62
Ragıbe Hanım: "Haydi Şirin sus . . . Evvela Di laver' i çağırıp
hesapları gördürünüz. Sonra odalarımza çekiliniz. Esnafı uşak
odasına sokunuz, bey görmesin. Haydi . . . H aydi . . . Haydi . . . "

Kızının bu üzüntülü telaşına karşı hayretinden ağzı açık


kalan Fehime Hanım, romatizma ağrıları içi nde hiç ses çı­
karmadan inieye inieye kalkar. Şiri n ile beraber odadan çı­
karlar.

Ragıbe Hanım hemen aynanın önüne koşar. Darmadağın


başına, çarçabuk bir çekidüzen vermek için birkaç tirkete
daha yerleştirir. Ensesindeki kavisli pırlantalı küçük bağa
tarağı çıkarır. Saçlarını yukarı yukarı tarayarak tekrar takar.
Solgunluğunu gidermek için pembe pudra panpanunu seri,
asabi darbelerle çehresinde gezdirir. İ pek havlu, yumuşak yüz
silgisiyle pudranın kabasını alır. Rengini doğal bir hale so­
kar. Yüzüne kan getirmek için yanaklarını birkaç defa burar.
Kendi kendini tokatlar. Omzuna bir atkı, eline bir kitap alır.
Koltuğuna oturur, ayağını ayağının üstüne atar. Tüm bunlar
birkaç dakikanın içinde olur. Okumakla meşgul, umursamaz
bir tavır alır.

Fakat gelen kocasının, bahçedeki adım seslerini saydıkça,


yüreği kökünden fırlayacak gibi çırpınır. Sokak kapısı zilinin
madeni tınlamasını duyunca helecanı bütün bütün artar. Ge­
lenin taşlıktan geçişini hesaplar, merdiven gıcırtılarını sayar.
N ihayet Kenan Bey neşeli, aldatıcı bir yüzle odaya girer.

Ragıbe Hanım, helecanını gizlemek için kitabı iki yüz


arasında bir siper gibi tutarak dalgın, okuma tavrını bozmaz.
Kenan, rolünü iyi ezberlediğine inanmış bir sanatkar vaziye­
tiyle serbest, neşeli odanın ortasında durarak:

"Ragıbeciğim . . . Bu ne dalgınlık . . . Sıkıntılı bir zorunluluk


yüzünden bir gecesini senden uzakta geçiren kocanı görme
isteğin gelmedi mi?''

Ragıbe Hanım, dargın bir edayla kitabı yüzünden çeker,


kaşlarını çatarak:

1 63
"Hangi sıkıntılı bir mecburiyetle?"

"Tuhaf soru. Velev bir gececik olsun, beni senden ayıran


mecburiyetlerin hepsi benim için sıkıntılıdır."

"Hangi mecburiyetlerin beyefendi? Senin bu adı verdiğin


eğlencelerinden başka ortada bir mecburiyel göremiyorum."

"Doğru ... Türklerce manaları anlatılamayan birçok kelime­


ler vardır. Mecburiyet, eğlence, vazife de işte bunlardandır."

"Fakat sen bu kelimeleri hakiki anlamlarıyla kullanmasını


bilen münevver Türklerdensin."

"Bir kelimenin yalnız anlamanı doğru bilmekten bir şey


çıkmaz."

"Çok kişi, adaletin anlamını bilir fakat adil olamazlar. Ce­


sareti anlarlar lakin cesur değil lerdir."

"Fakat sen bildiğİn kelimelerin manalarını kendinde uy­


gulayarak pratik bir ' ahlakçı' olabilirsin."

"Burada ferdin kendi gayreti işe yaramıyor. Bir muhitte


bu genel bir ahenktir ki her şahsın toplumsal vazifesini en iyi
şekilde yerine getirmesi sayesinde mi lli hayat gerektiği gibi
olabilsin."

"Demek herkes senin gibi hareket etse Türk'ün hayatı dü­


zelir?"

"Zannederiın."

Ragıbe alay lı bir takdirle ellerini çırparak:

"Bravooooo . . . "

"Eğleniyorsun."

"Belk i ! "

"Terbiyene yakıştıramam."

"Sen her hareketin terbiyeye yakıştığını düşünseydin ben


de bu endişeyle yorulabilirdim."

164
"Ne demek? Karanlık sözler. . . "

"Herhalde senin ahlak teorilerinden daha karanlık de­


ğ i l . . ."

"Demek ben bir ahlaksızım?"

"Tepeden tımağa kadar. . . "

"Bu büyük bir hakarettir."

"Ne yapalım ki aynı zamanda büyük bir hakikattir."

"Ragıbe ! "

"Efendim . . . "

"Ben, evlilik vazife ve terbiyesinden bu kadar ayrılan bir


kadını itaat yoluna getirmenin usulünü bilirim."

"Pek alaturka düşünüyorsunuz. Evlenmeden evvel böyle


konuşmuyordun. Ben de evlilik itaatini kocasından bu husus­
ta gördüğü örnek üzerine ayar etmesini bilen kadınlardanım.
Zorla başını itaat boyunduruğuna sokturaniardan değilim.
H ayvan muamelesi edecek bir kadın aradıysan beni seçme­
meliydin. Gösterdiğin bağlılığa karşı benden muamele bekle.
Kendini cin fikirli, beni ahmak zannetme."

"Aldığın ince terbiyeye rağmen herhalde bir Türk kadını


kalmışsın."

"Bununla iftihar ederim. Sana varacağıma keşke dünyada


felsefe kelimesini hiç işitmemiş şalvarlı bir Türk'e varaydım
herhalde daha bahtiyar olurdum."

"Ragıbe bu sözlerin pek fena neticeler verebilir."

"Bu alemde hiçbir fena şey tasavvur edemem ki senden


daha fena olabilsin."

Kenan Bey, bir şaşkınlık sessizliğiyle durdu. Karısının bu


hakareıli tavrında öyle derin bir ciddiyet, ağırlık, acılık vardı
ki herhalde bu sözlerin en ince noktalarına kadar incinmi:;; ,

1 65
yaralanmış bir kalpten feveran ettiğine şüphe edilemezdi.
Kenan'ın, bundan önce evine gelmediği geceler çok olmuş­
tu. Fakat hiçbirinde böyle bir hakarete uğramamıştı. Ragıbe
Hanım bir şeyden mi şüpheleniyordu. Hakaretinin sebebi
neydi? Bu saldırıya neden gerek duymuştu? Biraz yelkenle­
ri suya indirerek kansının ruhunun derinliklerini keşfetmek
istedi.

Dokunaklı bir mazlum vaziyeti alarak bir koltuğa çekildi.


Kederli , rencide, düşüneeli bakışlarla kah uzun uzun önüne
bakıyor kah şüpheli şüpheli Ragıbe'yi yukarıdan aşağıya sü­
züyordu.

Ragıbe Hanım, sabır ve büyük bir metanetle harekete ka­


rar vermişken nasıl olup da böyle birdenbire ateşlendiğine
kendi de şaştı. Zavallı kadının içinde öyle bir volkan kay­
myordu ki zayıf vücudunun bütün zerrelerinden fışkıran bu
aleviere engel olamıyordu. Söylemek, durmadan aşağı lamak,
kocasını iki yakasından tutup silke si lke bütün alçaklıklarını
yüzüne haykırıp vurmak, olanca kuvvetiyle hırpalamak isti­
yordu.

Bir müddet aralarında fırtına başlangıcını andırır, sinirleri


geren zoraki, korkunç bir sessizlik devam etti . Nihayet Ra­
gıbe Hanım dayanamayarak:

"Beyefendi, dün geeeki mecburi eğlencenin ne olduğunu


lütfen anlatır mısın?"

Kenan Bey, karısının sinir krizini oyalayarak geçicebil­


mek ümidiyle uzunca sözler arayarak cevap verdi :

"Eğlence mi? Bu memlekette eğlence bulutta balık ara­


maya benzer. Bu kelimenin yalnız adı var, yapıldığı yer yok­
tur. Koca bir memleket halkı can sıkıntısından esneye esneye
ölüyor. Ne sosyete var ne ilim cemiyetleri var ne tiyatro var
ne spor var. . . "

"N için? İ stanbul'da tiyatro yok mu? Her gün gazetelerde


gördüğümüz ilanlar nedir?"

1 66
"İstanbul 'da bu adı vermek cesaretinde bulundukları, bi­
rikilen bazı salaş mahalleleri var. Kulenin yangın sepetleri
gibi al astar kaplı bir kümesin içine loca niyetine girersin, üç
dört kişi birden yemliğe başını uzatan hayvanları andırır birer
aceleyle görmek için uzanırsınız. Geceliği birkaç mecidiyeye
tutulmuş orkestra, meşhur opera parçalarını rezil eder bırakır.
Sonra kantolar başlar. Şamandıra gibi yusyuvarlak, kıpkızıl
şantözler çıkar. Bunların kadın sanatçılara benzemek için
boncuklu fıstanları, pembe çorapları, atlas iskarpinleri, her
şeyleri vardır. Yalnız sesleri yoktur. Katiyen yoktur. Nezleli
sivrisinek gibi bir şeyler vızıldarlar. Hepsi de 'poliglot', yani
ht:r dildt:rı süylt:rlt:r. Mt::;;k li H irıL papağarıları gibi her dildt:rı
öterler. Kimse bunların sesine, sanatına, şarkı söylemesine
ehemmiyet vermez. Ahali büyük bir hayranlıkla bu çığıTtkan­
ların baldırlarına, butlarına, göğüslerine, gerdanlarına bakar.
Bu uzuvlar titredikçe seyircilerin kalpleri de ahlarla, onlarla
beraber titrer. Tiyatro baştanbaşa inler. Bunlar bir düzine ka­
dar vardır. Her biri mükerrer alkışlarla en aşağı sekizer defa
çıkar. Bir ufak çarpma yaparak artık hesap et. Sen o cigara du­
manından, önünde siyah bulutlar yükselen kasvetli al Joeanın
içinde sıkıntıdan esnersin, esnersin. Döşekte pek nazla gelen
hain uyku orada bastırır. Bereket versin, arkadaşın eline bir
avuç fındık ya da Şam fıstığı sıkıştırır. Sonra bunu portakal,
limonata filan da takip eder. Bir de etrafına bakarsın ki bütün
çeneler çatır çatır çal ışıyor. Sen ne kadar obur olmasan o, her
çeyrek saatte bir, kabak çekirdeğinden kayısı pestiline kadar
yaş ve kuru meyvelerin her türlüsü ile dolu, loca kapısından
içeri uzatılan işporta, ahlakını bozar. M utlaka pisboğaz olur­
sun. Herif eğlencelik diye haykırır. Eğlence yerinde olduğun
halde uyku kaçırmak için öyle bir işportadan yardım bekledi­
ğine şaşarsın. Canın isterse yanındaki muhallebiciden tavuk­
göğsü, ekmek kadayıfı getirt. Kimse ayıplamaz. Belki çokla­
rına çığır açmış olursun. Öyle yerde ağız tatlanmayınca zihin
kıvam tutmaya eremez. Nihayet ağır ağır perde kalkar, facia
başlar. Kaç haftadır her köşebaşında, her tahta perdede, her

1 67
boş duvarda, resimli, renkli çiçekler içinde iri harfli i lanlar­
da yüce adını okuduğun muhteşem tarih faciası, gösteri l mek
istenen zamanın kavukları, cüppeleri ve pabuçlarıyla önünde
açıl ır. Oyuncuların birkaç kelamdan sonra ağır başlıkları, ge­
niş elbiseleri altında düşmanına saldırmaya hazır birer H i nt
horozu gibi kabararak göğüsten kopan korkunç sesleriyle ba­
ğırdıkların ı duyunca biraz ödün kopar, bir iki yudum porta­
kal şerhetiyle kalp çarpıntını bastırırsın. Bu sefer zavallı geç­
miş zamanlarımızın münevver karikatür alayı senin önünde
resmigeçit yapar. Zulüm, kati, hıyanet, mertl ik her şey var.
Yalnız ruha tesiri yok. Esneye esneye çenen çatlar, gözlerin
sulanır, tatlı tatlı için geçer. Şam fıstığının uyarıcı tadı artık
seni uyandıramaz. Facianın namı büyük, koruması büyük ve
aziz bir menfaate verilmekte olduğundan, ağzından kaçıraca­
ğın tek eleştiri sözü ile milli onura dokunmuş olursun. Sende
biraz zevk ve sanat duygusu varsa gevezelik etmemek için
boyuna uyumal ısın.

Nihayet son perdenin son c inayet üstüne indiğini uyandı­


rarak sana müjdelerler. Oh . . . Geniş bir kurtulma nefesi alarak
gitmek için hastonunu ararken gırıl gırıl perde yine açılır. Ne
o! Altı konferans var. Bu altı konferans, bizde bu ad altında
diniettirilen sözlerin ne oldukları hakkında uzunca tecrübe
geçirmiş olanların kulaklarında altı top gürültüsü etkisi yapar.
Sahnenin ortasına halı yayılmış, sandalye ve masa konulmuş,
sürahi, bardak hepsi hazır. . . Siyah redingotlu, beyaz eldiven­
li, mütevazı, biraz süklüm püklüm hatip çıkar. O, daha ağzını
açmadan el şakırtı ları boşanır. Bir temenna,68 bir reverans . . .
Yine şakırtı . Çoğu defa 'antipatik ' , acemi, cılız bir ses, o gü­
rültü ler arasında kah sönüp kah işitilerek Türklükten, Türk
tarihinden bahsedeceğini söyler. B i rinci Türk Devleti ' n i n
kurucusu Oğuz H a n ' dan başlar. Hayli tafsilattan sonra Oğuz
bin Karahan' ı öldürür. Atlı oğlu Gün Han, Av Han, Gök Han,
Dağ Han, Deniz Han meydana çıkar. Bahis çatallaşır. Bunlar

68 Sağ eli aşağı indirip sonra dudağa, daha sonra da başa dokundurarak verilen
selam.

1 68
da Allah'ın rahmetine erinceye kadar sen de Joeada ölürsün.
Seri ve çevik ikinci konferansçı söz sahasına gelir. Bu asa­
bi, cingöz ve cırlaktır. Çeşni değiştirdiği için ahali sevinir.
İ kinci, iktisat ilminden bahseder. Ü çüncüsü, dördüncüsü es­
nemelerle karşılanır. Son ikisi de vakit kalmadığından çok
defa konuşamaz.

Konferans dinlemesi facia seyretmekten daha yorucudur.


Öyleleri vardır ki mevzuya hürmeten alkışlamaya, bazı keli­
melerin kutsal l ığı önünde ateşlenip coşarak çırpınınaya mec­
bursun. En çok tepinen, ulusunu en çok seven sayılır. Sahne­
deki nutukçu, bütün bu zoraki alkışiarı kendi üzerine alınır.
Her şeyden çok sen bitmiş olduğun halde oyun son bulur.
Çatır çutur fıstık kabuklarını çiğneyerek tiyatrodan çıkarsın.
Çayhaneterin birinde mala veri lir. Çünkü herkes artistierden
ziyade yorgundur. Sahne tesirlerini orada, ihtiyar, genç ağız­
lardan dinle. Kendini eleştiri sanatında yetenekli bilen genç­
lerden kurşun kalem, kağıt tutabiienter birer Sarsey69 kesil ir­
ler. Sonra geceyi geçirmek için arkadaşlardan birinin evine
gidersin. Orada da rahat yoktur. Birkaçı toplanırlar. Yen i üs­
lupta sivriten gençler üzerine tartışma açılır. Türkçeye en az
benzeyen dili icat etmiş olan alkışlanır."

Karısının fikrini, başlayan mücadelenin acı zemininden


ayırarak böyle ucu gelmez vadilere sevk etmek için Kenan
coşup taşarken, Ragıbe Hanım kafasında hücum planını ha­
zırlamakla meşgul olur. Nihayet der k i :

"Korkunç, mübalağacı bir kritiksin. Bu tenkitlerinden en


zayıflarını kendine uygulayabi Isen mükemmel bir insan olur­
sun. Şimdi İ stanbul 'da hiçbir eğlence yeri yok mu?"

"Yok . . . Hepsi işte bu anlattıktarım gibi ."

Ragıbe Hanım gözlerini süze süze alaylı, acı, keskin bir


gamze ve ağır bir telaffuzla:

69 Paris'te vefat etmiş meşhur bir Fransız eleştirmen.

1 69
"Mesela, Aksaray 'da Uncu Ahmet ' in umumhanesinde
Yuslat Hanı m ' la basılmak senin gibi beyler için büyük bir
eğlence değil midir?"

Kenan Bey, bu ansızın söylenen sözler karşısında, bir dal


üzerinde serbest, çok rahat, alabildiğine öterken birdenbire
bir avcı kurşununa uğrayan kuş gibi şaşalar, afallar, bir külçe
kesilir. Fakat çabuk kendini toplamaya uğraşarak :

"Anlayamadım."

"Aksaray, Uncu Ahmet, umumhane, Vuslat Hanım ve


basılmak . . . Bu kelimelerin içinde hangisi kulağına yabancı
geliyor ki anlı:ıyamıyorsun?"

"Evet. . . Anlamlı ve alışık olduğum kelimelerden meyda­


na gelmiş fakat anlaşılmaz bir bilmece."

"Benimle ahmak bir mahalle çocuğu ferasetsizliği oyunu


oynama! M emleketimizdeki bütün eğlenceleri insafsızca ten­
kit ve inkar ettiğin için işte sana, bir kocaya, aile haysiyetini,
vazifesini, namusunu, sadakatini, bütün insanlığını unuttura­
bilecek kadar tatlı bir eğlencenin var olduğunu söylüyorum."

"Böyle bir eğlence var olsa bile bundan bana ne?''

"Bu çirkin isiınierin içine onlardan daha çirkin bir tanesini


ilave etmeyi unuttum, affedersin ... Dün gece Kenan Bey, Uncu
Ahmet'in umumhanesinde Yuslat Hanım ' la basılmış. Yapma­
cık anlayışsızlığını silmek için haydi böyle söyleyeyim."

"Aman ya Rabbi . . . Bu nasıl yalan? Ne alçakça bir iftira ... "

"i ftira mı? ' İ nkar yiğidin kalesidir,' derler. Fakat emin ol ki
bu yiğitlik değil, alçaklığın en basit derecesidir. Mert bir erkek,
vazife ve haysiyet sahibi bir koca böyle bir günah işleyeceği za­
man işinin tehlikesini vicdanıyla tartar da işler ve sonra kansı
tarafından böyle acı bir sorguya çekildiği vakit apaçık şeye karşı
yalan, inkar basitliğine başvurmaz. Bundan sonra, evliliğimizin
devamı veya son bulması, bu düğümün iki tarafı da inandırncak
şekilde çözülmesine bağlıdır. Haydi bakalım, cesaret. i tiraf et."

ı 7o
"Neyi itiraf edeyim, hanım? Seni aldatmışlar, alçakça
kandırmışlar. Bir alçağın yalan sözlerine kapılıp da benim
hakikatten başka bir şey olmayan sözlerimi niçin inkar sayı­
yorsun? Yanıldığın meydana çıkınca pişman olmaz mısın?"

Ragıbe Hanım, elindeki kitabı şiddetle odanın ortasına


fırlatır. Büronun gözüne koşar. Oradan aldığı kırmızı telgraf­
nameyi Kenan'a uzatarak:

"Al, oku . . . Ben kimseyi vesikasız itharn etmem."

Kenan Bey, telgrafnameyi süzer. Yüzü elindeki kağıttan


daha kırmızı kesilir. Fakat zihninden, inkar yollarının büsbü­
tün ümitsiz kalacak bir katiyetle henüz kapanmarlığına hük­
mederek:

"Bu telgrafnameyi gösterdiğin için teşekkür ederim. Bu, it­


hamdan ziyade masumiyetimi ispata yarayacak bir belgedir."

"Nasıl?"

"Bunun altındaki imza sahibi, Yağlıkçı Hasan Efendi, be­


nim baş düşmanımdır. Benim dün gece İstanbul ' da kaldığıını
biliyor. Kulağıma çalındığına göre, dün gece sahiden de Ak­
saray taraflarında böyle bir baskın gürültüsü olmuş. Bası lan­
ların içinde Kenan isimli bir delikanlı varsa da beni onunla
karıştırarak bu suretle benden intikam almak istiyor. Bu iş
anlaması, anlaşılması o kadar zor bir şey değil ki, neden bu
kadar telaş ediyorsun? Çabuk anlaşıl ır."

"Kenan, inkar kalenden çık. Bari bu kadarcık olsun insan­


lık göster ki nefretim katlanarak artmasın."

"Tuhaf teklif... Demek seni memnun etmek için isim ben­


zeşmesinden başka bir münasebetim olmayan bir zampara­
nın günahını yükleneyim öyle mi?''

Kocasının bu sehat ve inkarda direnmesine karşı Ragıbe


Hanım ufak bir hile yoluna saparak:

"Bence her şey gerçekten de olmuştur. Nafile yorulma. Bu


dolambaçlı yollardan çık. insanca, mertçe görüşerek neticeyi

171
bir an evvel ele alalım. Ben durumu araştırması için bugün
sabahleyin D ilaver' i zabıtaya gönderdim. Gazete muhbirleri
günlük olan biteni oradan alırken o da görmüş, bir ufak suret
çıkartmış. Sen orada, ' Kaşif Efendi damadı Mehmet Kenan
Bey' diye kayıtlıymışsın."

Kenan Bey, ani bir cevap bulamaz, düşünmeye başlar.


Kocasının bu ilk hezimet alameti üzerine Ragıbe Hanım, it­
hamlarında şiddetle devam ederek:

"Sen kendini her ne kadar büyük mütefekkir, değerli bir


kafa sayarsan say, henüz belli bir adın yok. Ya pederinin ya­
hut kayınpederinin ismiyle tanınabil iyorsun. Ölmüş babanın
lekesiz, muhterem adını şehrin hangi leş gibi kokan çirkef
kanallarına sürüklediğini görüyor musun? Aman ya Rabbi . . .
Yarın başkentin bütün gazeteleri b u rezaletten bütün namus­
suzluğuyla ve açıklıkla bahsedecekler. Halkın gözünde rezil
olacağız. Bey, bu eğlence bu kadar rezalete değer miydi? O
uğursuz kannın seni saran aşkı neden çarçabuk sana böyle
insanlığını, aileni ve adının temizliğini, her şeyi, her şeyini
unutturmuş? Senin duygularını köreltmiş . . . Ya o ya ben . . . He­
men şimdi . . . Anlıyor musun?"

Kenan, bir tereddüt buhranı içinde kalarak Türkçeyi yeni


öğreniyormuş gibi ağır bir telaffuzla:

"Ragıbe sen, alelade bir kadın değilsin. İrfanın, ilmin,


terbiyen böyle bir günde ikimizin de imdadına yetişecek bir
kuvvet göstermelidir. Sen ise bütün müktesebatından sıyrıla­
rak cahil bir kadın, kalbinin haksız, düşüncesiz feveranlarına
tabi adi bir kadın, yalnız kadınlık yaradılışının boyunduru­
ğunda bir farfara, bir aceleci, bir düşüncesiz gibi hareket edi­
yorsun. Mesele büsbütün senin anladığın şekilde değildir."

"İnkar istemem, yalan istemem, kandırma istemem. Bu


karanlık yollardan dön . . . Karşımda mert bir erkeğe yaraşır
metanetle, cesaretle, ciddiyetle, doğrulukla söz söyle. Ben
adi, cahil, vicdansız bir kadın gibi hareket etmiyorum. Eğer

1 72
böyle olsaydım bir saatten beri, inkar martavaliarını dinle­
meyerek seni çoktan kovardım. Boşanmaktan nefret ederim.
Bunu kendim için büyük bir ayıp sayarım. (Ağlayarak) Fa­
kat ikiye ayırmak istediğin kalbini bir fahişeyle paylaşamam.
Bunun mümkünü olamaz, beyefendi. O, tamamıyla ya benim
olur ya onun . . . İ şte bunun için ikimizden birini seçmekte seni
serbest bıraktım . Beni seçtiğİn takdirde bu havailiklerini,
bu vefasızlıklarını, (affedersin) bu ahlaksızlıklarını, bundan
sonra göstereceğin evli lik sadakatiyle ödemeni de şart ko­
şuyorum. İ nsanlık ve kocalığın gereklilik lerinden bu derece
ayrılmış bir adam artık u sla n ı r mı ııslan maz m ı ? Rurası şüp­
heli . . . İ şte ben namus belası olarak bu tehlikeye bir daha giri­
yorum. Vereceğin karar ile duygularını iyice hesapla. Sonra­
dan döneklik istemem . . . Ne olacaksa bugün olsun bitsin. Kaç
zamandır bu felaketi kadınlığım bana hissettiriyor, aylardan
beri yüreğim sükut içinde derin derin kanıyor, sızlıyordu.
Korktuğum felaket, tahminimden pek fazla bir dehşetle bu­
gün meydana çıktı. Kimseye bir şey sezdirmemek için öldü­
rücü zelırini gizli gizli, yudum yudum içtiğim bu derdi, bu
rezaleti, bugün benim kadar bütün alem de öğrendi. Artık sen
aldatmak, ben aldanmak yorgunluğundan, zilletinden kurtu­
lalım, insanlığımıza dönelim. Aşkını, hevesini yenemiyorsan
ben aradan çıkayım. Serbest kalırsın. Vicdan mesuliyetlerin­
den hafıflersin. İ nsafına, insanlığına sığmıyorum, bunlardan
büsbütün uzaktaşınadığın ı bana ispat et.''

Karısının bütün bu isyanları, tuğyanları70 altında pek ateşli


bir muhabbet gizlendiğini, hep bu acı, hakaret dolu sitemie­
rin o yüzden yapı ldığını, hep bu ateşli gözyaşlarının o tesirle
döküldüğünü, hasılı kendinin pek şiddetle sevildiğini Kenan
Bey görüyor, biliyordu. Her ne suretle olursa olsun, karısını
kandırabileceğini, yola getireceğini aklı kesti. Hemen atıldı,
Ragıbe'nin beline sarılmak istedi. Fakat zavallı kadın reddet­
ıneye uğraşarak:

70 Taşkın lık, coşkun luk.

1 73
"Çekil... istemem . . . "

"Ragıbeciğim, hakikati sana bütün açıklığı ile anlatayım."

"istemem diyorum."

"Ama bak nasıl oldu?"

"Uncu Ahmet'in evinde Vuslat'la hasılınadın mı? Bu kafi ..."

"Bu isimde bir karı tanıyorsam kahrolayım."

"Kahrolunuz! Sen de o da. . . "

"Konfcranstan çıktık. Arkadaşlardan birinin evi diye du­


barayla71 beni o uğursuz eve attılar. Ben tamamen seyirci ola­
rak bulundum. Sonra başımıza o felaket geldi. Bu yolda her­
kes beni itharn etse sen müdafaa etmelisin. Görünüşte bütün
bu sözlerinde, kırgınlıklarında haklısın. Fakat senin tasavvur
ettiğin gibi canavar bir koca değilim. Bunu herkesten evvel
kalbin tasdik eder. istikbal, masumiyetimi ispat edecektir.
Şimdi ne söylesem beyhude olduğunu anlıyorum."

"Pişman oldun mu? Onu söyle."

"Yapmadığım bir şeyden neden pişman olayım? Senin


boşuna üzüldüğünü görerek içim kan ağlıyor."

"Kenan, o isimde bir karı tanımıyor musun?"

"Vicdanımın tanıdığı bütün kutsal şeyler üzerine yemin


ederim ki, hayır."

"Kabul ediyorum. Bir şartla barışırı m."

"Nedir? Emret."

"Bir hafta burada benimle kalacak, evden dışarı çıkma­


yacaksın. Soruşturmalar yaptıracağım. Postaya mektup da
vermeyeceksin."

Kenan 'da hoşafın yağı kesi lir fakat renk verınemeye uğ­
raşarak:
71 Argo. H i le, oyun, düzen.

1 74
"Seninle bir hafta değil, bir ay, bir sene kalmak benim için
bahtiyarlıktır. Fakat kalem ... Vazifem ... "

"Kaç aydan beridir kalem jumalinde imzan olmadığın ı da


biliyorum. Bir hafta da benim için devamsızlık ediver."

Kenan için o esnada bir hafta karısıyla eve kapanmak ra­


hatsız edici ve tehlikeliydi. Fakat başka türlü davranma im­
kanı olmadığını anladı. Çaresiz bu teklifi kabul etti.

Ragıbe Hanım, şalvarl ı cahil bir Türk 'e vannadığına na­


sıl pişman olduğunu söylediyse, Kenan da şimdi dünyadan
habersiz, bırakılan yerde otlar, cahilin cahili bir kadınla ev­
lenmediğine ondan ziyade pişmandı. Mademki kadın, izdi­
vacın ilk ateşleri geçtikten sonra unutulmaya, evde bırakıl­
maya, aldatılmaya mahkum bir zavallıdır, o halde bir erkek
için bunlardan en kolay kandırılabileceklerini seçmek karlı
olmaz mı? Kenan, evlenmeden önce bu dakikayı düşünme­
diğine şimdi kederleniyordu. Böyle zabıta ve kalem jumal le­
rine varıncaya kadar her şeyi araştınnayı bilen bir Ragıbe'yi
aldatmak, ne mühim ne ince ne yorgunluklu bir aldatma in­
celiği isterdi. Zengin fakat gayet ahmak bir kadın almak . . .
İşte evlilikte saadet buydu. Kenan yanılmıştı, çok yanılmıştı.
Şimdi kendisinden izdivaç nasihati talebinde bulunanlar olsa
bu acı tecrübesini söyleyecekti. Karısından feveran eden bu
öfke volkanının, Kenan, kendi elleriyle çarçabuk ve şimdilik
küllendirilmiş bir ateş olduğunu, bir gün bunun şiddetle yine
lavlarını püskürteceğini biliyordu. Ragıbe 'nin bu sükutu, bu
kanaati, bu kabulü belki de yapmacıktı . Çünkü karısının duy­
gularını gizlemekteki mahareti kocasının kandırma işindeki
becerikliliğinden aşağı değildi. İkisi de zekiydi. Karı koca
birbirlerinin içlerinden geçenleri hemen anlıyor fakat aldan­
mış görünmek ihtiyacından çıkamıyorlardı.

Karısını boşamak Kenan'ın hiç işine gelmiyordu. Çünkü


cepleri parasız kalacak, o zaman Vuslat ' ı da elden kaçıracak­
tı. Fakat Ragıbe, soruşturmasını ne suretle yapacaktı? Nasıl

ı 75
suretle yaparsa yapsın, Kadıköy'ün bir köşesinde başka bir
adla tuttuğu evin bir hafta zarfında keşfedilmesine pek ihti­
mal veremiyordu.

Bu evin sırrı meydana çıktığı vakit ne olacaktı?

Ragıbe ' nin pek ateşli ve hemen hemen tükenmez fakat


türlü dikkatle davranıp gizli tutmaya uğraştığı aşkını Kenan
biliyordu. Bu muhabbeti iyi bir suretle olmazsa zorla idare
etmek yoluyla bu hainliğine, bu hovardalığına bir devam ça­
resi bulacağına inanıyordu.

O anda kendisine pek acı gelen şey, bu geçireceği bir haf­


talık mahbusiyetti. Yustat'ın yeni dostu Didar Bey, bu i sim
kızgın bir burgu gibi beynini oyuyordu. Bu bir haftalık yok­
luğu esnasında Kadıköyü'ndeki evde kendi için pek zararlı
neticeler verecek datavereler dönebilirdi.

O gece ateşli bir koca rolünü maharetle oynamak için ka­


rısına sarıldı. Ragıbe, sahteliğini hissettiği bu hücumlara, bu­
selere, sıkıştırmalara kendini bıraktı. Yattılar. . .

1 76
5
iki Cami Arasmda Beynamaz

Kenan Bey, Kadıköyü' nde ev tutmadı, Uncu Ahmet'e


bilmeyerek bir şube açtı. Ev tenha bir sokakta kiralanmıştı.
Binanın bahçe içindeki vaziyeti, iki sokağa kapısı, Vuslat'ın
alışverişine pek müsait geldi. Kenan Bey ' in evde bulunacağı
zamanlarda bile karı, her delikten dışarı bir kuş uçurabilirdi.

Kenan Bey, evin altı aylık kirasını ödedikten sonra, evi


döşemesi için Cabir E fendi dostuna bir avuç para vermişti.
Cabir, yorgancı, koltukçu dükkaniarında tozlanmış, bayatla­
mış, kibar düşkünü eşyadan ev düzdü. Hep bunları sildirdi,
süpürttü, ci lalattı, kaplattı. Vuslat Hanım'a yatak odası, tuva­
Jet odası, bir salon, sofra ve mutfak takımı hepsi tertip olun­
du. Aldığı paranın yarısını cebine indirdikten sonra, hesap
defterinde Kenan Bey'i bir o kadar da borçlu çıkardı.

Kenan ' ın adına ve hesabına açılan bu �·otel Gami" der­


hal parasız müşterilerle doldu. Afet' i , Nüzhet'i, Top Sala­
ta 'sı, Kartopu 'su hep üşüştüler. Di dar Bey bir ev kedi si gibi
yanaştı. Vuslat bunu seviyor, okşuyor, başköşeye oturtuyor,
yemekierin en iyileriyle besliyordu. Kenan için yapılan gece­
liklerin, somyalı karyolanın provasını Didar Bey yaptı .

Vuslat'ın bu belalısı boylu poslu, iri kemikli, çatık kaşlı,


tatlı esmer bir hovardaydı. H ürmetli bir burnu olan bu deli­
kanlıya kanlar bayılırlardı. Umumhanelerdeki itibarı pek yük­
sekti. Kendi bir para vermez, üste alırdı. Tiryaki afyona, ayyaş
içkiye, kumarbaz oyuna nasıl düşkünse Vuslat da buna öyle
müptelaydı. Üç gece görmese ağlardı. Onun için ölürdü.

Dirlar 'ın sanatı yoktu. Kumarla, karıyla yaşardı. Gala­


ta'daki en düşük kumar mahallelerinin piriydi. Karılardan al­
dığını oralarda oyuna verirdi. Bunun, dar Beyoğlu siyah fesi,

ın
kapamacı malı ceketi, Trablus kuşağı, ökçesi basık iskarpin­
leriyle bir kahvehaneden, gazinodan içeri girdiğini görünce
Didar ' ı iyi tanıyanlar acaba yerinde duruyor mu diye para
çantalarını yoklarlardı.

Vuslat'a karşı olan aşkı tamamen onunkinin tersiydi. Bu,


onu para getiren sütlü bir inekten başka bir şey saymazdı.
Karı kazanır, Didar yerdi . Onun en büyük emeli Vuslat'a pa­
rası çok, aklı az bir dost tutturmaktı. Böyle bir av yakala­
dıkları zaman, tüyleri iyice yolunmadan salıverilmemesi için
st:vgilisine tutkunculuk dersleri verirdi. Karının gözünde, bu
dünyada Didar'dan başka erkek olmadığından, paral ı sevda­
hiarına karşı ekseri gevşek davrandıkça bu belalısının tehdit­
lerine uğrardı.

Lüzum gördükçe Didar şık giyinir, dışarıdan bir tutkun­


muş gibi öfkeli bir rakip cakasıyla meydana çıkar, Vuslat' ın
aşıklarına hız verirdi. Uncu Ahmet'in evinde de Kenan'a bu
nağmeyi yapmışlardı. Bu umumhane asalağı sanat öğüdü
olarak Vuslat ' a sıkı sıkıya şöyle demişti:

"Vakitler kesat, bu Kenan ' ı sıkı tut. Hırpala fakat kaçır­


ma . . . Şu zamanda bundan aval ı bulunmaz. Okumuşların ah­
mağına bayılırım. Akıllarına, netisierine gayet güvenirler.
Aldanırlar, aldatıyoruz zannederler. İyice posasını çıkaralım.
Sızdırılacak suyu, özü kalmayınca ben onu iki tekme ile kapı
dışarı atmanın yolunu bilirim."

Cabir'in de kırk beşlik bir dostu vardı: Benli Faika. . . On


beş senedir bir arada övür olmuşlardı. Tamamıyla kan koca
gibiydiler, yalnız n ikahları yoktu. Benli Faika, gençl iğinde
çok canlar yakmış, ocaklar söndürmüş, gönül yakan bir afetti.
Güzelliği geçmeye başladıktan sonra bir geçim vasıtası bul­
mak için dört elle Cabir'e sarılmıştı. Birbirinin kazalısı, be­
lalısıydılar. Vaktiyle çok sevişmişlerdi. Gitgide bu muhabbet
hemen kırılması imkansız bir alışkanlık, bir hayat alışkanlığı
şeklini almıştı. Karı, sahiden sadık bir zevce gibi dostunun
sağlığına, hastalığına bakar, söküğünü diker, çamaşırını yı-

1 78
kar, herifı hala gözü gibi severek genç karılardan kıskanırdı.
Yaşadıkları koltuklarda, umumhanelerde kilercilik, sofracı l ık
eder, eski usul rakkase inceliklerini bildiğinden meclisin pek
kızıştığı akşamlar ortaya çıkar, oynardı. O göbek atarken Ca­
bir haykırdı:

"Malımı mezada çıkardım. Yok mu pey süren . . . Bir para


fazla diyene bırakacağım. Canına tükürdüğümün imansız
kart karısı, on beş senedir zavallı kalbirnde demir attı kaldı.
Hala benim için çıra gibi yanar. Hele şu katmerli gerdana,
azınan Göksu destisi güzelliğindeki göğsüne bakınız . . . Be­
line sarılmaya kulacım yetişmiyor. Tohumluk su kabağına
döndü."

Benli Faika, aşığının tutkun bakışlarını genç kadınların


güzelliklerine kaptırmamak için giyimine gayet özenir, ha­
mam analarından bir fincan ölçüsünü altmış paraya aldığı o
cıvalı sulu düzgüne bulanır, tülbendi kırmızda kaynatarak
kendi yaptığı allıkla yanaklarına, dudaklarına lal rengi bir
mühür geçer, kaşlarını , kirpiklerini boyardı. Yüzünün sağ ta­
rafında, iki dudağının ucuna yakın, şimdi solmuş o meşhur
benini rastıkla karartır, büyütür, çekiciliğini arttırmak için
bunun etrafına birkaç da küçük ben ilave eder, boyayla at kı lı
gibi sertleşmiş saçlarının üzerine, şakağa doğru ya bir çiçek
yahut kırmızı kurdeleden bir fıyonk takardı .

Cabir, sevgilisini b u halde gördükçe bazen sözünü sakın­


mayarak

"Faika, bu kıyafetinle Kömürcü Sokağı 'nda bir eve ne gü­


zel bir müdire olabilirsin ! " der.

Karı hiddetle hindi gibi kabararak :

"Sus yezit, kart herif, şimdi ağzını yırtarım. Benim daha


müdirelik zamanım mı? Sokağa çıktığım vakit senin gibi kaç
tane dişsiz çomarlar arkamda uluyorlar ama üstüne hıyanet
etmek istemiyorum. Yoksa şimdiki zirzop genç kadınlar er­
keği zevkyab etmesini ne bilecekler! Piyasayı çoluk çocuk

1 79
kapladı. Bir ben, bir Cihanyandı Huriye . . . İkimizden başka
var mı? Sanatın esrarı bizde kaldı. Ötekiler hep çekildiler.
Daha bize tövbekarl ık nasip olmadı. Vaktiyle alemi yaktım,
çok ah aldım. Ahirette ben de yanacağım. Cezama razıyım.
( Eliyle yüzündeki kara beni göstererek) Bu benimin şehitleri
mezarlıkları doldurdu."

"O ben değil, eski siyah hayatından yüzünde kalmış bir


kara leke."

"Hoşt köpek . . . "

Bazen böyle cilveleşirlerdi. Karının giyimindeki bu itina­


lara karşı Cabir fırsat buldukça taze güzellerden otlar fakat
sevdalısına çaktırrnamaya uğraşırdı. Çünkü Faika aniarsa kı­
yametler koparacağını biliyordu.

Cabir, kendiyle Faika için bu yeni evde bir oda ayırdı.


Odayı döşedi . Kenan Bey 'in geceyi bu evde geçireceği ak­
şamlar, Didar ' ın saklanması için çatı arasında ona mahsus bir
yer yaptılar, bu canavara bir in hazırladılar. Oraya büzülüp
yatacaktı.

Hep hırsızlık, her dubara yolunda gidiyordu. Fakat umul­


madık bir hadise, hesaplarını şaşırttı. Biraz neşelerini bozdu.

Kenan, kendini gizlemek için bu evi Mesut Bey diye tak­


ma bir isimle k iralamıştı. Üç gün oldu, dört gün oldu, beş gün
oldu, Mesut Bey görünmedi. Delikanlının ateş almış kalbi
ansızın sert bir rüzgar i le söndürülmüş müydü? Kadıköy ü ' n­
de kasaba, bakkala, bütün esnafa Mesut Bey namında kredi­
ler açılmıştı. Beyefendi birkaç hafta daha gelmezse bu itibar
dolabı nasıl döndürülecek? Özel bir isimle açılan bu umumi
ev nası l işletilecekti? Bu, hızlıca tedbir gerektiren gayet mü­
him bir meseleydi.

Vuslat, D idar, Cabir, Benli Faika bir odaya toplanarak ko­


nuştular. Bu oyunda kendini en ziyade zararlı gören Didar
Bey, Yustat ' ı n ensesine bir yumruk aşk ederek:

1 80
"Bu karı işi idare edemedi, avı kaçırdı."

Vuslat, darbe yerini eliyle ovuşturarak ağrıyı geçirmek


için boynunu sağa sola kıvıra kıvıra:

"Ne bileyim ben? Benden başka dünya gözünde yoktu,


ölüyor, bayılıyordu."

Faika: "Kızım, bu aşk meydanının biz eski pehlivanları­


yız. Fahişenin dokuz donu olurmuş, birini kendi giyer, seki­
zini ele giydirirmiş, derler. Ben dokuzunu da ele giydirdim.
Orospunun mumu yatsıya kadar yanarmış. Bak, benim yak­
tığım muma (Cabir'i göstererek) senelerden beri hala tütü­
yor. Bu yere batası erkek cinsini idare zordur. Du güreşte pek
ince oyunlar ister. Daima çelmel i, çekinmemelisin. Benden
nasihat almaya tenezzül etmezsin ki sana bu sanattaki uzun
senelerimin tecrübelerini söyleyeyim. Bazı erkeklerin mu­
habbetleri talaş alevine benzer. Tutuşturduğun kalp çalı çırpı
mı yoksa kor dökecek mayalı bir kütük müdür bunu bir kadın
bilmeli . . . "

Vuslat: "Hiç yüz vermedim. Daima üzdüm, hakaretle mu­


amele ettim."

Faika: "Olmaz. Bir erkeğin gönlünde ne kadar ateş maya­


sı varsa hepsini birden yakıp bitirmemeli, bunu yoluyla idare
etmelidir. Bir eski meşhur alüfte vardır. Okkagülü derlerdi.
Zengin kocalı bir hanımefendiydi. Hem kendi kocasını hem
alemin erkeklerini idare ederdi. Şairlerle düşe kalka şaire
olmuştu. Divanlar düzdü. Ne haltlar yemed i ! Söylediği iki
mısraı ezberlediydim, hala aklımdan çıkmaz:

Sun ciim-i aşkı katre katre mest olup kalsın


Uyanmas ın zinhar lücce-i iğfale dalsın.
Üzmek, hakaret etmek, bu fennin ayrı bir vasfıdır. Ama
avını elden kaçırmak istemiyorsan gayet tehlikeli bir oyun­
dur. Bu oyunu, aşığına biraz da senin onu sevdiğin zannını
vererek yapmalıdır. Bazı muhabbetler kördür. Sen ona ne

181
kadar artık seni sevınİyorum desen, bu sözle daima beynini
yumruklasan o, bunu bir infıal eseri zannederek senin ken­
disini bütün bütün sevmediğine bir türlü inanamaz. Böylesi,
bir müddet hakaretle idare olunabilir. Fakat her tabiat bir de­
ğildir. Bu acı sulfatoyu72 hastanı n nabzına göre vermelidir.
Aşk ümitsizliğinin bir derecesi vardır ki her şeyi yakıp yıkıp
aşığını bir kere oraya düşürürsen, artık hiç muhabbet ümidi
kalmadığını gösterirsen o zaman elden kaçırırsın. Firarlar, i n­
tiharlar işte bu noktada kopar."

Didar Bey:

"Bu karı ne dehşetli esrar kumkumasıymış be! Bir fahişe


mektebi açsak Faika orada başöğretmenlik edebilecek . . . Bu
kadar senedir tevekkeli, zavallı Cabir'i elinde kıskıvrak tut­
mamış."

Cabir:

"Allah belasını versin! Eski oturaktır. Bunun bildiğini Ke­


nan 'ın Avrupalı hocası Mösyö Kaka bile bilmez. Kaç senedir
canıma Yasin okudu. Hala ayrılamıyorum."

Faika: "Aman ihtiyar fıno, senin derdini de benden başka


hangi karı çeker? Durunuz, daha lakırdımı bitirmedim. Evli
zamparanın idaresi daha güçtür. Onlar karılarını melek, bizi
şeytan sayarlar. Burası çirkef evi, asıl yurtları temizlik evidir.
Burada kirlenirler, orada temizlenirler. Aile hürmetini daima
bu kirli sevdalarından yüksek tutarlar. Dünyada kaç namuslu
karı vardır? Şeytan baştan çıkarma defterini açıp da bu i sta­
tistiği bize gösterse göreceğin azlığa parmağın ağzında kalır.
Onlar ev hanım ıdır, biz fahişe . . . Biz gönül taciriyiz, onlar sa­
natseverler. B i z sevdamızı para ile satarız, onlar yalnız zevk
için ücretsiz değişirler. Bizim günahımız alnımızda yazılıdır,
onlarınki temiz etekleri altında gizli süpürülerek toz toprak­
la örtülür gider. Senin şimdi en büyük düşmanın Kenan ' ı n
karısı olacak o kaltaktır. Kocasının boynuna geçirdiği nikah

72 Kinin, sıtma ilacı.

1 82
halkasıyla onun muhabbetinin ayrıcal ığına sahiptir. Ben ye­
min ederim ki bu karı bir şeyler sezinledi. Kocasının hareke­
tinden şüphelendi. Kenan 'ı buraya sal ıvermeyen odur. Eğer
bu böyle değilse beni öldürsünler. Ben böyle karıların kaçı­
nı boşaltıp ipliğe dizdim. Vuslat, düşmanını işte sana haber
veriyorum. Güreşe ona göre hazırlan. Bu karıyı yenemezsen
yazık senin gençliğine, güzelliğine, fettanlığına. . . "
Didar Bey:
"Faika haklı söylüyor. Derbent'te kocayan bu ihtiyar kur­
dun sözleri yabana atılmaz."
Faika:
"Eyval lah, şimdi ihtiyar kurt olduk. Ben vezirlerin koy­
nunda yatmış karıyım."
Vuslat:
"Ben sanatırnın elitbasını senden öğrenecek kadar toy
bir karı değilim. İnsan sevmediği erkeğe her cefayı edebilir.
Fakat sevdiğine bir şey yapamıyor. M ağlup kalıyor. Sevda
tahterevallisinin hangi ucu ağır hasarsa öbür taraf daima ha­
vada çırpınıp durur. Biz yalnız kendimizi sevdinnet i, katiyen
sevmemeliyiz. Fakat o gönül denilen uğursuz şey bizde de
var. Ben dünyanın erkeklerini perendeden atarım. (Didar ' ı
göstererek) Lakin işte b u haydutla başa çıkamıyorum. Sen
merak etme, Kenan Bey isterse altı ay gelmesin. Onun sevda
yuları benim elimdedir."
Faika:
"Kızım, fendine o kadar güvenme. Bu sevda bir helvadır ki
kıvamı geçtikten sonra mide bozar. Altı aylık bir fasıla en ateş­
l i muhabbetleri söndürür. Demiri tavında dövmek gerekir."
Vuslat:
"Kenan'ı n muhabbeti, deminden söylediğin kör sevdalar­
dandır. Eziyet ettikçe kızışır, kovdukça yine gel ir."

1 83
Cabir:

"Hep sizin imtihanınızı dinieyecek değiliz. Biraz da bize


kulak veriniz. Kenan Bey gelmezse ne olacak? Gidip araya­
yım mı?"

Vuslat: "Arama, bumunu büyütürsün ."

Cabir:

"Ya muhterem zevcesi kocasının bizimle bütün bütün ipi­


ni kesmenin bir kolayını bulduysa?"

Di dar:

"Kenan 'a karısını boşattırrnalı . En kestirme yol budur. Bu


delikanlı yeni bir mirasyediye benziyor. Aile masrafını üze­
rinden atarsa iki avcundaki parayı getirir, buraya bize döker.
Karısının bize karşı açtığı muharebe tehlikesinden de bu su­
retle kurtulmuş oluruz."

Cabir:

"Karısına olan bağlılığının derecesi nedir bilmiyoruz.


Yustat'la karısını feda etmek arasında sıkışıp kaldığı gün, bu
ikisinden hangisini tercih edecektir? Bunu katiyen kestirebi­
lir miyiz?"

Di dar:

"Karısına o kadar ateşli olsa Vuslat'a bu derece yanıp tüt­


mez."

Ca bir:

"Mesele boşamaya gelince değişir. Eğer Kenan ' ı buraya


göndermeyen karısıysa demek ki kocası üzerinde büyük bir
nüfuzu var."

Didar, Faika'ya hitaben:

"Sen ne dersin, dişi kurt?"

Faika:

1 84
"Boşatmak için çare, hile mi yok?"
Di dar:
"Nedir?"
Faika:
"Kocası burada eğlenirken karısını evinde hanım hanım­
cık uslu oturuyor mu zannedersiniz? Karılık kocalık bir adet­
tir. Nikahtan sonra her iki tarafın gözleri dışarıya dikilmek,
insanın tıynetindeki bir tabiattır. İ l k önce karının ahvalini
tahkik, sonra da hıyanetini kocasına ispat etmeli. İşte oldu
bitti. Bu memlekette erkeğin hovardalığı mazur görülür. Fa­
kat karınınki atfedilmez. Bir yüz karası sayılır. Bu leke, ekse­
riyetle boşayarak temizlenir."
Cabir:
"Ya karının böyle bir aldatması yoksa?"
Faika:
"İftirayı göğe çekmediter ya! İ mzasız bir mektupla neler
olmaz."
Vuslat:
"Siz Kenan'a karısını boşatmak mı istiyorsunuz? Tahki­
ke, ispata, mektuba, i ftiraya lüzum yok."
Di dar:
"Ne yapacaksın?"
Vuslat:
"Karısı onu evinde kaç gün mahpus tutarsa Kenan geldiği
günü o kadar müddet ben de buraya kaparım. Hanım evinde
kıskançlığından, hiddetinden ölür bayılır. Bunun neticesi bo­
şanmaya çıkar."
Faika:

ı ss
"Kenan 'ın üzerine bu kadar nüfuz gösterebileceğinden
emin misin?"

Vuslat:

"Vızır vızır. . . "

***

Kenan' ın mahpusluk haftası dolar. Nihayet evden salıve­


rilir. Delikanl ı , azat edilişin ilk saatlerinde hemen Kadıkö­
yü 'ne can atar. Fakat Vuslat'ta suratı bir karış bulur. Karı­
nın dargın yüzü kabarmış, kaşları çatılmış, gözlerinde fırtına
�im�ekleri çakıyor.

Kabahatini derhal anlayan Kenan, ilk yalvarma cümlesi­


ne nasıl ve nereden başiayacağını bilemez. Sevgi lisinin bu
müthiş çatkınlığını, bir haftalık yokluğunun bıraktığı etkiye
yorma safl ığında bulunarak kopacak fırtınanın şiddetinden
ürkmekle beraber, karının özlemekten kaynaklandığını zan­
nettiği bu dargınlığına kalben memnun oldu. Delikanlı, tesirli
bir yalvarma zemini ararken Vuslat daha evvel sitem ağzını
açarak:

"Teşrifınize şaşırdım."

"Neden elmasım?"

"Arık ebediyen beni unuttuğunuza, gelmeyeceğinize ka­


rar verdirndi de . . . "

"Zavallı Kenan ' ı n kalbini sen böyle mi tanırsın?"

"Beni böyle yeni bir semt, yabancı bir mahallede birtakım


abur cuburla bir eve kapadıktan sonra bir haftadır uğrama­
mak. . . Bu koca hafta içinde ne bir mektup ne bir kartpostal ne
bir selam ne bir haber ne bir mazeret. . . Bu unutmanın sebebi
belki de pek vahim olsa gerek. . . İnsan ahirete gitmiş olsa yine
bu uzun yokluğun sebebini bildirecek bir vasıta bulabilir. Ne­
redeydiniz acaba?"

"Ah, Vuslat, evl ilik hali . . . "

1 86
"Evet... Çıbanın başının nereden koptuğunu biliyorum
zati . . . Evlilik hal i ! Bu senin için bir mazeret olabilir. Fakat
benim için asla! İffetli zevcen hanımefendi hazretlerinin
emirleri, densizlikleri önünde sen bir hafta, bir ay, on sene,
ilanihaye boyun eğebilirsin. Senin buna ahlaki ve hukuki
mecburiyetİn vardır. Lakin ben niçin dolayısıyla öyle bir şı­
marık kadının iktidarının kölesi olayım? Kenan, görünüyor
ki iki karpuz bir koltuğa sığmayacak. Şüpheler, kıskançlık­
lar, ağlamalar, ya o ya ben ısrarlan, davalar başladı galiba?
Hanımefendi ilk taşkınl ığında işte benden üstün çıktı. Seni
bir hafta eve kapadı. Çünkü sen i n ruhunıın ve kalbinin sahibi
odur. Ben bir eğlencenim, itirafı yüz kızartacak gizli bir eğ­
lence ... B izim kadınlığımız, aşkımız, hissimiz hiç kale alın­
maz, hesaba katılmaz. Bıktığınız gün ücretimizi önümüze
koyarak mazeret beyanına lüzum görmeden çıkıp gidersiniz.
Bizim hiçbir mahkemede hatta hiçbir vicdan önünde davaya,
derdİmizi anlatmaya yetkimiz, hakkımız yoktur. Acaba geçi­
ci bir muhabbet için kiraladığıniz bizim gibi fuhuş çiçekleri
içinde sizi müebbet bir aşkla sevecek temiz kalpli kadınlar
hiç yok mudur zannedersiniz? Sizin verdiği n iz ücret bütün
günahlarımıza kefaret olabilir mi? Senin hanımefendi zev­
cen kıskanır da ben onu kıskanamaz mıyım? O, seni bana
göndermernek için kapamak hakkına sahip olur ve onun bu
emrini yerine getirmeyi bir vazife bilirsin de ben bu hakka
neden sahip olmayayım?"

Yustat'tan hiç umulmayan bu tehditkar taşkınlık karşısın­


da Kenan ne diyeceğini şaşırır. Vokiuğunun mazereti için ev­
den, evlilikten bahsettiğine pişman olur. Fakat bu sözlerin ne
gibi bir datavereye dayandığını fark etmeksizin tamamıyla
ciddiye alarak :

"Eski Yustat'ın yerine, şu saatte, karşımda büsbütün h iste


bir kadın görüyorum. Bir hafta içinde ne kadar değişmişsin.
İ nsaf et, güzelim ... Ben seni kalan hayatım boyunca kendi­
me mal etmeye uğraşırken bütün hırçınlıklarınla bu emelimi

1 87
reddeden, ' Bir çiçekle yaz gelmez,' diye insafsızca yüzüme
bağıran sen değil miydin? Senin bu hakaretlerinin önünde
benim muhabbetimde zerre kadar bir eksiklik olmadı. Ret
gördükçe, seni daha ziyade sevdim. Kalbirnde anlatılmaz bir
his, ' Sabret, sonunda Vuslat imana gelecek. Seni sonsuz bir
muhabbetle sevecek, ' diyordu. İşte keşfım doğru çıktı. Söyle,
ağzından işiteyim. Artık beni seviyorsun değil mi?"

"Seviyorum fakat bu sevgi bizim için saadet değil, felaket


olacaktır. Bununla kalbirnizin bağları kuvvetlenmeyecek, bü­
tün bütün çözülüp dağılacak."

"Anlayamadım."

"Sanatım gereği kabul ettiğim bir erkeği kıskanmak ak­


lıma gelmez. Fakat sevdiğim bir erkek için mesele değişir.
Seni istemeseydim böyle gelip de adına tutulmuş özel bir
eve kapanmazdım. Seni belki evvelce de başkalarına nispe­
ten ayrı bir muhabbetle severdim. Lakin ebediyen sevmek
hakkım olmadığı için bu hissimi gizlemeye, yenmeye, te­
pelemeye mecburdum. Bizimle birleşmeyi isteyenler, yeni
hevesli, gelici geçici kimselerdir. Bunlardan hiçbirini cidden
sevmeye gelmez. Onlar bizimle nasıl eğleniyorlarsa biz de
öyle eğlenip geçmeliyiz. Seni de onlardan biri zannettim. Bu
hususta tamamıyla yanılmışım."

"Şimdi fikrini düzelttin ya ! Seni bütün gençlik ruhumla


sevdiğime kanaat getirdin ya! Daha ne kaldı?"

"Çok şey kaldı."

"Nedir? Beni üzme, beni öldürme artık . . . "

"Geçici muhabbetlerin hemen hepsi bir ebediyet şekliyle


başlar."

"Benimki ebedidirebedidir."

"ispat et."

"Nasıl?"

ı 88
"Karına karşı benim hakkımda bir tercih göstererek. .. "
"İşte bu tercih meydanda ... Onu bırakıp sana geliyorum."
"Sonra beni bırakıp ona gidiyorsun."
"Karımı boşayamam, Vuslat. Buna mani pek çok sebep
vardır."
"Ben sana henüz böyle bir tekiifte bulanmadan önüme
setler çekmek istiyorsun. Biliyorum karın kalıcıdır, bense ge­
çici . . . Benden bıkınca ona döneceksin."
"Fikrin yanlış."
"Yanlış değil... Kör kör parmağı m gözüne ... Beyefendi,
muhabbet denilen şey üç kişi arasında paylaşılamaz. Bir
erkek bir kadını, bir kadın bir erkeği sever. Bu hesaba bir
üçüncü şahıs daha dahil olursa o zaman aşk fesada uğrar. Bir
erkek aynı aşkla iki kadını sevemez. Bunun biri aşk değil,
hevestir. Sen karını aşkla seviyorsun, beni hevesle ... O da­
imidir, ben geçiciyim. Bu gerçek aşikare meydanda dururken
benden muhabbet samimiyeti bekl iyorsun. İnsaf et. Sami­
miyet, sağlam temel ler üzerinde kurulur. Bi r erkeğin kalbi
iki kadın arasında bölünmek zorunda kalırsa bu üç gönülden
hiçbiri mesut olamaz. Bu sözlerimi iyi dinle, doğru düşün,
ona göre hareket et. . . Nafile yorulmayalım. Bu mesele böyle
kalmaz, gittikçe vahameti artar. Karın evde matem etsin, ben
burada ağlayayım. Sen ikimizin arası nda ne yapacağını şaşır
kal. Bu, çıkar bir yol değildir. N eticeye bakalım. Bu acıklı
yolun sonu nereye varacak? Bu besbelli . . . Kenan, karısıyla
kalacak, Vuslat aradan çıkarılacak. Mademki netice böyle­
dir, bu üzüntüleri niye çekelim? Şimdiden karına dön. A llah
mutluluk versin, ikiniz de mesut olunuz. Ben de samirniyetle
sevilmeye değer bir kadın olmadığımı aniayarak hayalden çı­
kıp kendi alemimde yaşayayım."
"Vuslat, sözlerin görünüşte doğru fakat hakikatte külli­
yen yanlış ... Beni karıma bağlayan sebepler içinde muhabbet
yoktur. Ben onu sevınİyorum ve artık sevemem."

1 89
"Ne olursa olsun, bu kadının senin üzerinde müthiş bir
nüfuzu var. O, görünüyor. Bu nüfuzun ağırlığı altında kendin
ezildikten sonra beni de mi ezdireceksin?"

"Hiçbir zaman . . . "

"İkimizden birini katiyen tercih lazım geldiği zaman ne


yapacaksın?"

"Seni tercih edeceğim. Bu hiç şüphe götürmez."

"Bu, laftan başka bir şey değil. Böyle olmakla beraber


haydi kabul edeyim. Fakat öyle densiz bir karının hükmüne
kendimi kurban edemem. Seni onunla yalnız bir müddet için
paylaşmak zilletine yalnız bir şartla katlanırım."

"Nedir?"

"Senin üzerine olacak nüfuzca o karıyla aynı ayarda bu­


lunmak şartı. .. "

"Çocukça bir söz . . . Üzerime olan nüfuzca sen kanınla öl­


çüşebilir misin? Ona kat kat üstünsün ... Ragıbe yalnız benim
bir sözle aradan kalkabilecek nikahıma sahiptir. Sen ise bü­
tün hayatıma, ruhuma, her şeyime sahip ve hakimsin."

"Öyleyse bir hafta da bu evde benimle kapanıp kalacaksın."

"Fakat Vuslatcığım."

"Fakatı makatı yok ... O beni nasıl koca bir hafta beklemek
azabıyla üzdüyse bu İşkenceyi kendi de çekecek. . . "

"Vuslat, insaf et, doğru düşün. Aradaki sebepterin öyle


zorlu noktaları var ki böyle zıt hareket edersek sonra dolasıy­
la ondan fazla biz üzülürüz."

"Üzülelim, ölelim, ne olursa olsun, bu hafta da burada ka­


lacaksın."

"Karım başımda bir belad ır, bunun ağırl ığını ancak iyi
idare ederek hafıfletebiliriz. O, aldanma uykusu içinde kal­
malı, bir şey bilmemelidir ki biz rahat edelim."

1 90
"Hayır. . . Yüz defa hayır. . . Aldanma uykusu içinde olma­
malı. Her şeyi tamamıyla öğrenmelidir. işine gelirse otursun,
gelmezse boşansın. Kendi üzerine kocasının bir fahişe sevdi­
ğini bilsin. Bu, dünyada ilk defa olan bir vaka değildir ya? Bu
memlekette bir erkek, karısının üzerine kaç tane daha isterse
evlenebi lir. Odalık al ır, metres tutar. Bunun için bir sınır yok­
tur. Erkeğin keyfine karışılmaz. Bütün kadınların mahkum
oldukları bu adetten Ragıbe Hanımefendi zevceniz kendini
neden istisnaya uğraşıyor? Konaklarıyla, arabalarıyla, adam­
ları, debdebeleriyle caka satıp bize iğrenerek bakan namuslu
hanımefendiler bilsinler ki kocaları tarafından bizim kendi­
lerine uzun müddet tercih olunduğumuz çok görülmüştür."

Bu tartışma uzadı. Nihayet Vuslat, sevdal ısına son ültima­


tomu şöyle verdi :

"Rızam olmadan bu evin kapısından çıkıp gidersen dön­


düğünde beni burada bulamazsın. Her münasebetimiz bite­
cektir."

Kenan, her belaya razı fakat bu ayrılığa dayanacak gibi


değildi. Çarnaçar, kadının bu müthiş mantıkları önünde ye­
nilerek itaat etti.

ı9ı
6
İ mdat Çığlığı
Heybeli 'deki evinden akşam döneceğine dair yeminler
ederek çıkan Kenan Bey, o gece gelmemiş, ertesi gece görün­
memiş, öbür gece zuhur etmemiş, kayıplara karıştığı geceler
birbiri ardında gelip geçmişti .

Ragıbe Hanım, nüfuzca kendine galip, oyununa karşı


oyun yapan müthiş bir rakibenin karşısında bulunduğunu
anladı. Bu oyunlarda devam ettikçe işin sonunda kendisinin
yeni leceğini de iyice hi ssetti. Mesele nazik, mühim ve tehli­
keliydi. Artık kendi emir ve idaresinden hemen hemen çık­
mış bir kal be istinaden, yani Kenan 'ın gönlüne güvenerek bu
mücadeleye nasıl devam edebilirdi? Bu felaketten en güvenli
yolu neydi? Kenan'ı artık sevmemek, ondan artık her türlü
kocalık ve sevda ümidini kesmek. . . Bu acı hayata acilen bir
nihayet vermek . . . Kocasından artık soğumak için onun bu hı­
yanetlerini, alçaklıklarını en kara, en iğrenç renkler, dehşet­
lerle gözünün önünde tasvir etmeye, canlandırmaya uğraştı.
Ta kızlık zamanının bakir hayalleriyle gönlünde yarattığı ve
sonra tesadüfün bir lütfu olarak bahar güneşiyle tazetenmiş
Kurbağalıdere'nin çi menieri üzerinde bulduğu bu ruh abide­
sini kalbinden kovmaya uğraştıkça gönlünü ölüm karanlıkla­
rı ve soğukluklarıyla boş, ümitsiz, tesellisiz bularak ağlıyor,
ağlıyordu.

Bu dünyadaki his sefaJetini tanı madan, gafılane bir ebedi­


yet tasavvuruyla yegane hayat saadeti olarak bilinen aydınlık
bir muhabbetten birdenbire yoksun kalmak üzüntüsüyle in­
sanın gönlü yaralanır, böyle en elemli acılarla sıziarsa buna
karşı nasıl bir deva lazımdır?

Ölümü, tatlı ve zevkli gösteren bu korkunç boşluk neyle


doldurulur? Ragıhe hıınu bilemiyor, keşfedemiyordu. Ke-

1 92
nan'a olan sevgi bağlarını koparmak için Ragıbe Hanım, kal­
binin, bütün vücudunun asabını keserek acılar içinde kıvran­
maktayken odaya Şirin girdi. B ir müddet hanımını şefkatli bir
bakışla süzdükten sonra, birdenbire ayaklarına kapanarak:

"Aha benim gozel hanımcığım. . . Ben bir kabahat işledi.


Bana öldür, bana kapı dışarı et. . . Ne yaparsan yap . . . Bir kere
kabahatini işledi . . . Oldu bitti işte . . . "

Ragıbe Hanım şaşırarak:

"Ne yaptın, Şirin? Salonu süpürürken bir vazo mu kırdın?"

"Hiçbir şey kırmadı."

"Ey, nedir? Söyle."

"Kuzum hanım, yemin ver darılmayacağına . . . "

"Dan Imam."

Şirin, tekrar hamının eteklerine kapanıp hakir ve zeli l bir


şekilde birkaç defa öptükten sonra:

"Hani ya Çamlık'taki küçük kulaklı sarışın bey yok mu?"

"Ey?"

"İşte o bana yine yakaladı. Zorlan Tüccar Mektebinin ar­


kasına, tenha çamlığa götürdü."

"Sonra?"

"Tenhalarda acaba bana ne yapaca diye ödüm koptu gitti."

"Orada sana ilanıaşk mı etti?"

"Aşkını ilan etti ama bana etmedi . . . '"Oh ya Rab, şükür, '
dedim."

"Kime etti?"

"Sana etti."

"Ben sana böyle çapkınlara uyup da lakırdı götürüp getir­


me diye bin kere tembih etmedim mi?"

1 93
"Ettin hanımcığım ama.. . Zavallıcık delikanlı öyle ağ­
lıyor, öyle ağlıyor ki . . . Ah, benim göğsümde elhamdülillah
imanım var. Dayanamam ki . . . "

"Sonra ne oldu?"

"Ne alaca . . . Nektup verdi. ' Bunu hanamafandıya kotur,


mutlaka okusun ! ' dedi."

"Mektubu aldın mı?"

"Almadan olamayacak ki . . . Aldım."

"Nasıl aldıysan açılmadan yine öyle götür, geri ver."

"Kuzum hanım, köpeğin olayım inat etme."

"Haydi götür, başka lakırdı istemem."

"Bana, ' Korkma bu muhabbetname değildir, bir arzuhal­


dir, içinde sırlar var, ' dedi. Öyle deyince aklıma Kenan geldi.
Acaba Kenan 'ın bir sırrı mı var bunun içinde?"

Şirin 'in bu son sözleri Ragıbe Hanım ' ı tereddüde düşür­


dü. Kenan ' ın ismi girdiği hiçbir şeye karşı o, kayıtsız kala­
mazdı. Şüpheyle kaşlarını çatarak:

"Ver bakayım, nasıl mektup?"

Şirin, bir zafer tebessümüyle elini koynunun en derin ye­


rine, ta zıbınının içine sokarak leylaki keten bezine benze­
yen irice, dolgun bir zarf çıkardı. Sahiden de zarfın şişkinliği
hamının şüphelerini arttırdı. H içbir coşkun aşığın bu kadar
söz bulup ilk muhabbetnameye dolduracağına ihtimal veri­
lemezdi. Bunda mutlaka bir fevkaladelik vardı. Fildişi kağıt
bıçağıyla zarfı açtı. Alev rengi kırmızı mürekkeple yazı lmış
perişan satırlarla dolu iç içe konmuş sayfalar çıktı. Yazılar,
cümleler besbelli yazanın zihni gibi pek dağınık ve derbe­
derdi. Harfler bazen pek küçük, bazen de pek büyük çizil­
miş, 'kaf' keşideleri amutlarından uzaklara atılmış, noktala­
rın çoğu yerlerinde değil, kelimelerin ikisi üçü bazı yerlerde
birbirine sıkışmış, bazen mesafelerle ayrılmış. Satırlar kah

1 94
yukarı kah aşağı çarpılmış, sanki yazarı dİmağından bir yan­
gın şiddetiyle saçılan fikirleri, bütün gücüyle kağıtlara res­
metmiş.

İlk sayfa şöyle başlıyordu :

Yüce bir iffetin huzurunda


Ölmüş bir kalbin canlanma yalvarışı
Hanımefendi,
Hayatta mağdur olmuş birinin derin, sefil, acı, keder ve
ümitsizlik karanlıklarından meçhul bir imzayla kopan bufer­
yutlun, turufiruzdun dinlenme lütfunu gürürse her emeliyle
beraber bütün vicdani inançlarını kaybetmiş, kırık, inleyen
benfiğimi bahtiyar değil, --çünkü bu boş kelimeyi artık kul­
lanmaya cesaret edemiyorum- biraz teselli etmiş olursunuz.
Ah, bilseniz bu inayelin iz, kadın yüceliğine ilave olarak iyilik
defierinize kaydedilecek en büyük sevabınız olacaktır. Allah
aşkına dinleyiniz efendim, ben bir hainliğin kurbanıyım. is­
tiyorum ki yanmış, simsiyah kömür kalmış zavallı kalbimin
acık/ı sergüzeş/ini bir halden arılayana dinfeterek onu da
kendimle beraber ağ/alayım.
Ben ebedi hicrana mahkum bir hissiyat serserisiyim. İn­
sanlardan nefretle kaçıyorum. Heybeli 'nin en tenha, en izbe
çam ormanlarında derbeder bir yabani gibi dolaşıyor, bağ­
rımı taşlar, çalı/ar, dikenler/e yırtarak oradan bütün gençlik
feyzimi, sevda cevherimi yakan lanetli bir ateşin son izleri­
ni koparıp atmaya uğraşıyorum. Heyhat, mazlumiyet kanım
gözlerimden katre katre sızdıkça kalan boşluğa yine alevler
doluyor! Göğsümün ateşinde yanardağlar gibi tükenmez, sü­
rekli fışkıran bir maya var.. . Yanıyor, kömür, kül oluyor, ce­
hennem i bir isıidatla tutuşuyor. 73 A hbapla sohbet, evde huzur,
uyku ve yatak rahatı bana işkence geliyor. Gece/erin esrar
dinleyen heybelli sessizliğine elemlerimi bırakmak için ka­
ranlık/arın kucağında sabahlara kadar geziyorum.
73 Bu mektubumda çok tezat göreceksiniz. Çünkü ben insanlığı mı kaybetıim, aca­
yip bir yaratık oldum. (Y.N.)

1 95
Ada 'nın ta tepesinde bir değirmen harabesi vardır. Bazen
ay sanki dolaşmasından yorulmuş gibi yıkık tepenin zirvesine
oturur, dinlenir görünür, o zaman bu ümit ve aşk sembolüne
kadar yükselrnek için bayır/arı tırmanıp koşarım, koşarım.
Ben yükseldikçe Fatıra 'nın74 gönlü gibi ay benden kaçar. Te­
peyi bulunca onunla aramda sema derinlikleri, sınırsız de­
niz/er, ufuklar görürüm. Ada 'nın perilerine, cinlerine yuva
olmak için terk edilmiş bu asırlık harap değirmenin siyah
kovuklarında uğursuz bir orkestra gibi gecenin uykusu içi­
ne kahkahalarmı döken baykuşlada hemahenk olarak ölmüş
gönlümün matemini hıçkırıklarla örterim. Mehtohm bu tepe­
ye serdiği hazin nurlar üzerinde siyah çarnların sayısız eğri
kollarından düşen gölge/er, rüzgarın tahrikiyle ayaklarımın
altında korkunç karayılanlar gibi kıvrım kıvrım kıvranırlar.
Aman A llah 'ım, neredeyim ? Bunlar ne korkunç şekiller?
Cehennem burası mı? Dünya olmasın da duzah75 olsun. Aşk
belasının giremeyeceği, bu işkencenin bulunmadığı rahat bir
yerin yok mu? Beni oraya gönder. Cehennemin ateş/erine, ej­
derlerine, en şiddetli azap/arına razıyım, beni sevda canava­
rının öldürücü pençe/erinden, htrslı dişlerinden kurtar. Her
cezana razıytm Rabbim, beni yalnız bu alçaktan kurtar. . .
Mehtabın durgun parlakltğmı bozarak birbirine sarı/ıp
gezinen bu korkunç ejder karanlığına kendimi sokturmamak
için yerlere atılır, topraklar, taşlar, dikenler/e kucaklaşırım.
Baykuşlar bana değirmenin tepesinden güler/er, ben ağ/arım.
Onlar merhametsiz, alaycı kahkahalarmda devam ederler.
Her nefes alışımda içtiğim aşk şarabının zehriyle çtrpma
çtrpına stzardım. Rüyamda varlığımm ujkuna yine bir sevda
cehennemi açılır. Nereye kaçsam o. . . Hep o. . . Fatıra. . . Onu
başkalarının kucağında görürüm.
Önünde seede/er ettiğim katil, gözlerini süzerek öldürücü
diliyle söyler ki:
74 Scvmedi�im sevdiğimin ismidir. (Y.N.)
75 Cehennem.

1 96
"Ben seni öldürmedim mi? Hala sağ miSin? Zavallı der­
beder, dünyada ebedi ne var ki sen onu benim gönlümde,
aşkımda var sandın? Muhabbeti müebbet diye düşünen eski
mutasavviflar aldanmışlardır. Onlara kanma . . . Dünya haya­
tı yenilenmekle daimdir. Durmak bilmeyen bu alemde, aşkta
karar kılmaya yalnız senin gibi budalalar uğraşır. Benimle
zehirlenmiş gönlüne yeni bir sevda zerk etmezsen onu göğ­
sünden kopar, köpeklere at... Sadakat bir zehirdir ki yeterli
miktarı bilinmezse hastasını öldürür. "
Fatıra, bu azarından sonra can yakıcı bir öfke ile bana
yüzünü çevirerek ağzını, yeni aşığmı iştah ile titreyen dudak­
larına yapıştmr. Rakibin sinesi üzerinde uyur.
O zaman ateşler içinde ben uyanırım. Ay büyümüş, gök­
yüzünün eteğine inmiş, hatacağı yere yaklaşmış, gölgelerin
heybelleri artmış, gece ihtiyarlamış, mehtapla karanlık bir­
birine kartşıp mahzun olmuş, bütün eşyayı ağialıcı ve yor­
gun bir keder rengi sarmış, her tar�{ bir yas yerine dönmüş,
baykuşlar bile yorulmuş, uzun aralıklarla fakat daha hazin
ve ürkek gülüyor/ar. Gecenin bu can çekişmesi sinirlerimi
gerer, gerer, göğsünde teselli huzuru aradığım tenhalık şimdi
beni ürkütür. . . Bu dünya insanlarla dolu. . . Ben niçin yalnı­
zım, tek kalmaya ve inzivaya niçin mecburum, ya Rabbim?
Türümün benden, benim onlardan duyduğum bu nefretimiz
nedir? Gönlümü böyle tek başına kalma isteğiyle niçin ya­
rattın? Göğsümdeki sevgi mayasına karşı gelebilecek mahi­
yet ve sadakalle bir kalp daha yaratarak bu duygu çoraklığı
içinde onu neden karşıma çıkarmadm?
Gece, gökten gözyaşı çiylerini etr�fima saçarken ben de
başımı çarpacak bir kütük, bir kaya arayarak yine ağlamaya
baş/arım.
Gözyaşiarım akar, akar biter. Fakat bu yaşlar teselli ver­
mez. Sonra ayağa kalkar, bir çama dayanarak, Ada 'nm etek­
lerini ısiatarak uzanan Marmara 'nın enginliğin i, gam gibi

1 97
yer yer çökmüş karasinekler arasmdan seyretmeye dalanm.
Yıldızlar tepemde, uzaktan uzağa belirsiz bir vaatte bulunan
güzel bir dilher edasıyla pan/dar. İnsanlar içindeki yalnızlı­
ğımdan ürkerek bu hayattaki garip varfığıma yıldızlar ara­
smda birkaç tanıdık ararım. İşte Büyükayı, işte Küçükayı ve
kuyruğunda Kutup Yıldızı:
"Ey Tanrı 'mn yarattığı şu parlak mekan/ar! Sizin de bu
ışık saçan sine/erinizde benim gibi gönülleri kömür olmuş ka­
ranlık sevda cehennemleri var mı! Siz de bu kız kardeşiniz
yeryüzü gibi birer işkence yeri misiniz! Allah 'ım, ateşi soğuk
bırakacak bir şiddetle sevda yangınıyla tutuşturduğun bu koca
Minatında huzurlu bir köşen yok mu! Göster, oraya kaçayım.
Bu semalar bütün cisimleriyle bir keder örtüsü, ben onun al­
tında aciz bir zavallı, hiçbir yanda kaçacak bir delik yok. Kan
dökücü vahşi bir hayvanın pençelerinden kurtulmaya uğra­
şan zayıf bir av çaresizliğiyle etrafima bakınır, emin bir yer
ararım. Maddi tarafimız bu alçak dünyaya cazibe zincirleriy­
le bağlı. . . Ölsek parçalarım ız bu kara toprağm içinde dağılıp
çürüyecek. Yine burada kalacak. Hayatın neticesi bu müebbet
kürek cezasından kurtulmuş tek bir insan yok. İnsan hayvan
hep, hep yaşam yorgun/uğunu orada dinlendirecekler.
Şimdi manen, jikren bir sığınak ararken dağın yamaçla­
rında iki parça gibi beyaz duvarlar/o çevrili, birbirine kom­
şu İslam, Hristiyan mezarlıklarını görürüm. Bütün o hayat
zorluklannın halledildiği son yer olan bu ölüm tar/aları, irili
ufaklı taşları, siyah parmak/ık/arı, gecenin şeytanlarını ür­
küten susmuş haçları, dirilere ölümü temsil için konmuş olan
bütün bu işaretler/e gönlüme korku ve teselliyle karışık olan
bir his verir. Varlığın hiçfiğe döndüğü son durağımız orası
değil mi? Kafamızın içinde kurduğumuz mutluluklarla acıla­
rın da örtüldüğü bu çukur/ar. .. İşte benim aradığım emin yer
burası. Gideyim bir kovuk bularak bir ölünün koynuna gi­
reyim. Artık hiç çıkmayayım. Bu kabristanın sakinleri oraya
cemaat omzunda, tabutlarla gelmiş. Ben ayağımla gideyim,
baykuşlar falkınımı versin.

1 98
Eğer ahirette de dünya hayatı hatıriamyorsa demek ki
acılar sonsuzdur. Cennet sözü manasız kalır. Ben Fatıra 'ya
kavuşup dünya indinde pek kısa bir zaman yaşadım, öldüm.
Bu ikinci müebbet hayalım cehennem gibidir. Ölü bir daha
ölür mü? Bu işkence dünyasının acılarını kalbimizde ahirete
götürdük/en sonra ölümden beklenilen kurtuluş faydası ne­
rede kalır? Ben birinci hayatını hatırlayan bir ölüyüm. Of,
'ebedf' kelimesi gönlüme ağırlık veriyor.
Diriler tam anlamıyla birer ikiyüzlü. . . Ölülerin kalpleri
dünyadaki gibi bireryalan ve kötülük kabı değilse orada ya­
lan ve hıyanetin imkant yok, her şey bizatihi aşikarsa gide­
yim, ölü kardeşlerim/e konuşayım diyerek hayır aşağı koşar,
duvardan atlar, mezarlığa girerim.
Ölüler sessiz ve sırlar içinde, topraktan yatak/arı, mer­
merden yorgan/arının içinde uyuyor/ar. Ölümün bu rahat­
lığına imrenirim. Ne doğunun bulutları arasında gündüzün
habercisi olan nurların sihrini ne batının ışığmı emerek ayı
kucaklayan şairfiğini görmüyorlar. Ne kuşların nağmelerini
ne baykuşun kahkahasım işitmiyor/ar. Bizi kendimizden geçi­
ren bu tabiat güzelliklerine karşı hepsi hissiz, buna gönül in­
direni yok. . . Bu derin sessizliklerinde öyle tesirli bir belagat
var ki bu dilsiz soğuk taşlar uyanık kulağırnın önünde sanki
dile gelerek:
"Gerçek şairfiği yeryüzünün .fani renklerinde, kandırıcı
velvelelerinde arama. . . O, bizdedir. Bizim derinliğimize in­
meyen şair olamaz. Basiret kulağını aç. . . Dinle. . . Yokluğun
ifadesi susmaktır. Bu dili anlayan aldanmaz. Hakiki ermiş
olur. Bütünfilozofların başka yerlerde aradıkları hakikat işte
budur. Ötesi efsanedir, " diyorlar gibi gelir.
Bu mezarlardan uçuşan bu ince .felse.feyi dinlerim. Onlar
cansız, ben canlı. . . Fakat onlar safanlam, ben manasız. Evet,
ölümden başka her şeyi manasız bulurum. O zaman yine ağ­
layarak bir mezara sarılır, yalvarmaya baş/arım:

1 99
"Beni yokluğunuza çekiniz. Ölümsüz dedikleri ruhumun
orada eridiğini göreyim. Ondan kurtulayım. "
Bu ruh, nihayetsiz bir hissetme vasıtasıysa istemem. Öle­
yim, ruhum da beraber ölsün. Hiçbir zaman ve mekanda artık
onun beni takibine imkdn kalmasın. . . Maddi, manevi dedik­
leri varlığımın mevcudiyeti de beraber yok olsun. Dünyada
ölüp ahirette yaşamak istemem. Çünkü her caniıyı doğuran
maya aşktır. Varfığımı ondan almış olmayı, ona hiçbir suretle
bağlılığımın kalmış olmasını istemem. Bu dünyanın sonun­
daki kapı başka bir aleme çıkıyorsa kırbaç darbeleri altında,
tahammülünden çok yük taşıttırılmış zavallı bir hayvan gibi
zebanilerin ellerinde isyan ederek, tepinerek ileri yürümeye­
ceğim. "Beni aldığınız o karanlık hiçfiğe tekrar atınız, " diye
sızianarak bağıracağım...
Ölüler, siz mahkumu olduğunuz hayatı geçirdiniz. Bu mu­
ammanın sonuna erdiniz. İçinizde tekrar dirilmeyi arzu etme
saflığında bulunanlar var mı? Dirilecek olduktan sonra niye
öldünüz?
Sizi dirilten, öldüren aşktır. Bir A rap filozofunun dediği
gibi: "Siz ana babanızın sevda cinayetiyle dünyaya geldiniz.
Bu aleme evlat getirmişseniz siz de aşk yüzünden bu suçu
başkası hakkında işlemiş oldunuz. Kanun yalnız katiliere
ceza tayin ediyor. Medeniyet, adalet, insaniyel kelimelerinin
hakiki manalarının belli olduğu gün çocuk yapanlar da katil
sayılacak/ardır. Çünkü doğmasaydık ölmezdik. Aşk olmasay­
dı katil, öldürecek fert bulamazdı. Bu ölüm meydanına kur­
banlar tedarik eden hep sevdadır, sevda. . .
Beni hiçliğinize niye katmıyorsunuz? Ben mi öleceğim
siz mi dirileceksiniz? Nasıl beraber olacağız? Beni size, sizi
bana karış/ıracak olan yine sevda değil mi? Bu mezarlar,
dağlar, ağaçlar, deniz/er, sema/ar, yıldızlar, sevda mahsulü,
hep sevda kurbanı, hep sevdanın zulmüne uğramış/ar. ..
Çam Liman 'ında horozlar ölmeye, kuzular melemeye, bu­
zağı/ar ağlamaya başlar/ar. Bu zavallılar hep aşk tekkesinin

200
kurbanları. .. Hep hayatın zulmündenferyat ediyorlar. Kendi­
lerini bu işkenceden kurtaracak bıçak boğazlarını koparm­
caya kadar böyle bağıracaklar.
Sabah oluyor. Yine bir azap gününün ufukları açılıyor.
Ben dünkü hayalımın işkencesinin verdiği acı dolu sıkınıısıy­
la yorgun ve bitabım. Bu yeni günün azap dakikalarını şimdi
tekrar nasıl geçireceğim? Anladık ya Rabbim! İnsanları boş
ümitler arkasından koşturmak için hayat kitabının kandırıcı
bir sayfası daha açılıym: Bütün senelerün böyle, bir huzur
beklentisi içinde geçmedi mi? Dün böyle değil miydi? Ev­
ve/si gün böyle olmadı mı? Yok, artık aldanmam, artık ümit
etmem. Ümidim beni bitirdi. Ben ümidimi öldürdüm. Aydınlık
istemem. . . Güneş istemem... Beni bu iyileşmeyen yara/arım­
la, acılarımla karanlık/arına göm. Müebbet karanlık/arına
gönder. Arzum budur. Bu da bir kara ümit değil mi? En koyu
karanlık/arın, hiç sabahı olmayan gece/erin nerede? Ben
ışıktan korkan bir sevda yarasası oldum. Çünkü aydınlıklar
bana Fatıra )n terennüm ediyor.
Nereye baksam onu görüyorum. Kovulmuş bir aşığım. . .
Sevilmeden seven bir divane, onurunu muhabbetine feda et­
miş bir alçağım. Beni bu zilletten kurtar. Sevda ahengi üzeri­
ne kurulmuş bu Minatın aptal nağmelerinin zıddına bağıran,
sinesinin telleri parçalanmış başka zavallı divane/erin yok
mu? Beni onların yanına gönder. Hep birden haykırarak sev­
da aleyhine propaganda yapalım. İşte bulutlar pembeleşiyor.
Doğu tarafında ihtişamlı, muhteşem gök gülleri açılıyor, çi­
çekler gü/üşmeye, kuşlar sarmaş dolaş olmaya başlıyor. Her
tarafta Fatıra görünüyor.
Kainatın bu feyz ve sürur sevişmelerini bana gösterme ya
Rabbi. . . Nereye kaçayım, nereye? Yeryüzünün güneşten uzak
karanlık tarafını bulmak için yine koşarım, koşarım, çam or­
man/arına dalarım. İnişlerden kayarım, düzlükleri geçerim,
yokuşları tırmanırım. Sahilin sarp kayalıklarından inerim,
önüme deniz çıkar. Yine umman, yine sevda. . . Yorgun, kesik,

201
bitkin bir kayanın üzerine düşer, uzanırım. Karanlığa dönmek
için gözlerimi yumar, sızarım. Bir saat, iki saat, öyle baygm
kalırım. Güneşin sıcak/ığıyla taşlar kızar, külhan kesilir. O
kederli uyku içinde kendimi cehennemde zanneder, sevinirim.
Ku/ağıma 'gak gak ' birtakım iğrenç sesler gelir. Gözlerimi
açar bakarım ki siyah bir karga ordusu, benim canlı ya da bir
leş olduğumu anlamak için etrafımda dolaşarak manevralar
yapıyor. Bazıları pek yakınıma konmuş, kara çirkin gagasmı
uzatmış, zeki gözlerini dikmiş beni dikkatle dinliyorlar.
Hemen davranarak: "Açgözlü hayvanlar, sakın beni ye­
meyiniz, zehirlenirsiniz, " uyarısıyla haykırırım. Leşin diril­
diğini görünce ürkerler. Fırrr... Hep birden güneş vurmuş
taşlarm üzerine oynak lekeler düşürerek kaçarlar. Karga/ar
beni yemeden uçtu/ar. Fakat ben nereye gideceğim? Mahkum
olduğum işkencenin saniyelerini dakika/ara, dakikalarmı
saatiere katarak yaşayacağım koca bir günün azabını düşü­
nürüm. Geçireceğim ızdırabın büyüklüğü, şiddeti karşısında
kendimi pek dermansız bulur, ağlamak isterim. Fakat gece
çam/ıklara, mezariıkiara serpe serpe harcadığım gözyaşları­
mn teselli hazinesini kurumuş bulurum. Ka/karım, kendi ken­
dimden firar edecek yer ararım. Fatıra 'dan kaçmak isterim.
Hep onu bulmak için dolaşırım. Onun nefesinin kokusuyla ze­
hirlenmiş havayı bulup teneffüs ederek ölmek için gezinirim.
İşte size hayalımdan bir gün... Diğerleri hep buna benzer.
Bana dşık bir validem var ki ben kırlarm gece karanlıkla­
rmda Fatıra için ağlarken o da evde uyku nedir bilmez. Be­
nim için bu sevda mecnunu oğlu için durmaz, yaş döker. Ah,
zavallı anneciğim, şimdi beni bekler. Kim bilir kaç tabak ye­
mek ayırmış, gizlice giysimin arasına dikmek için kaç muska
daha yazdırtmış, okunmuş şeker/er, sular hazırlamıştır. Beni
muskayla okunmuş sular ve şekerler/e akıllanır zannediyor,
safkadın. . .
Hanımefendi, şimdi hikayemin en acık/ı yerine geldim.
Huzurunuzda, kadına saygımı bozmadan, bir kadının ifrit-

202
liğinden nasıl bahsedeceğim? Facianın bu kısmını kısa, pek
kısa geçeceğim.
Fatıra, benim başlarda karşılıklı olarak birbirimizi sev­
diğimiz, biricik zevcemdi. Sonra onun sevda kefesi boşalıp
hafıfledikçe evlilik terazisinin bütün aşk ve ızdırap yükü bana
yüklendi. Ben onu aşığıyla suç işlerken yakaladım. Fakat
benim sevgim, onun cinayetinden daha büyük çıktı. Affettim.
Bu kabahat/e bu affın arasında uzun maceralar var. Fakat
kalemirnde bunu tamamen anlatmaya cesaret yok. Çünkü bü­
tün bütün çıIdırmaktan korkarım. Mefkurem yanar, sinirlerim
dayanamaz, gerilir kopar. İş o kadar yürek yakıcı, o kadar
dayanılmaz bir şeydir. Oluş şeklince de dünyada o kadar
yegane, o kadar duyulmamış bir şeydir. Onun cinayetindeki
hileyi, benim ajjimdaki saflığı kulaklar işitmesin. Adam, in­
sanlığından sıkı/ır.
Aifettim ama beynimdeki sevda ihtilali bütün bütün ateş
aldı. Mümkün değil aramızda evlilik huzuru kurulamadı.
Kıskançlıktan, şüpheden, nefrete varan aşkımın şiddetinden
ölüyordum. Biliyordum ki karım beni sevmiyor. O da aşığı
için ölüyor. Onları birbirinin kolları arasında bir daha yaka­
lamak istiyordum. Sabit bir hakikatin bu ikinci defa meydana
çıkmasından ne gibi birfayda olabilirdi? İşte, ne yapacağımı
bilmiyordum. Şaşırmıştım. Bu iki sevda faresine bir kapan
daha kurdum. Meğerse kapanın alasını onlar bana kurmuş­
lar. Öyle alçakça bir terfibat kurmuşlar, kendilerini bana öyle
bir şekilde yakalattılar ki Fatıra ile niktihımız kalmadı. Son­
ra, içine düştüğüm acık/ı hal malumunuz. Bu kadar tafsilat
yetişir. Ömrümün bu korkunç karanlık sayfasını kapıyorum.
Sonra, şüphesiz bir masal olan Mecnun hikayesinin ger­
çek bir örneği olarak sevda ümitsizliğiyle delilik çölüne düş­
tüm. Tam iki ay insaniyeti, insanfığımı kaybederek karanlık­
lara, baykuşlara, ölülere karıştım. Yüzüm ustura, saçiarım
makas görmedi. Kı/ık kıyafetimle tamamıyla bir yaban ada­
mı oldum. Orman, mezarlık bekçileri beni saldırmaz bir deli

203
zannederlerdi. Benim taş kovuklarmda oturduğumu görenler
gençliğime acır, ağlar/ardı.
Bir gün yırtık malifelramma76 sarı/ıp taştan inimde ya­
tarken Ada 'mn izbe yerlerini bir erkekle dolaşmaya çıkmış
yabancı bir madam, arkadaşma beni göstererek Fransızca:
"İnsanlardan kaçan zavallı bir divane, " dedi. Ve arkadaşı
cevap verdi:
" Yeni bir Diyojen. "
Bana acıdı/ar. Madam. çantasından bir mecid(ve çeyreği
çıkararak uzattı. Almadım. Aynı dilde cevap verdim:
"Para cinnetimi tedavi edemez. Ben müebbet bir aşk
mahkfimuyum. "
Kendi dillerinde konuştuğumu görünce şaşırdılar. Birçok
şey sordular.
Bu hastalıkla bir gün, Ada 'mn güney tarafındaki ıssızlık­
/ara gömülmek için yola çıkmıştım. Tenha bir mevkide, çam
altmda sizi gördüm. Yanınızda Habeş hizmetçiniz, elinizde
kitap, pi/yanmızm üzerinde beyaz köpüklü mavi dalga/ara
karşı oturuyordunuz. O kadar da/gmdmız ki kitap elinizden
sarkmış, bakışlarmız ruhunuzla beraber uzak ufuklarm be­
lirsizlikleri üzerinde üzüntülü bir şekilde gezinip duruyordu.
Kendi kendime: "İşte, " dedim, "Galiba bu da denizin heye­
canları içinde am/arım arayan eşsiz kalmış bir kumru ... "

Hanımefendi, bu dalgmlığımzda öyle hazin öyle tesirli bir


şiir vardı ki tabiatm yüceliklerine karşı iki kanadım kapa­
mış olduğum gönlümde ani bir anlama merakı uyandı. Çam
dallarının arasına giz/enerek oturdum. Ben sizi görüyordum
fakat siz beni seçemiyordunuz. İri, şahane, tahrilli77 simsiyah
durgun gözleriniz sanki denizin derinliklerini çekip emerek
76 Önden bir sıra dügme ile kapanan, iki yanı cepli, kolsuz, kol yerinden ceketin
kolları çıkan ve bu kolların yakaılaıı bı: le kadar indigi bir pelcrinlc örtülen iki par­
çalı palto.
77 (Göz için) Renkli bölümü çizgi çizgi olan.

204
çok anlamlı ve hazin bir derinlik ortaya çıkarmıştı. İçierine
daldım. Ruhunuzun bilinmezfiğini aradım. Kitabı kaldırdı­
nız, yalnız birkaç satır okudunuz. Anladım, aradığınız tesel­
Iiyi size ne bir yazarın satırları ne de Yaradan 'ın sema/arı,
deryaları, dağları, ağaçları veremiyordu. Sonra bir vesileyle
hizmetçinizi uzağa savdınız. Ah, bilirim, yaralı kalpler yal­
nız kalmak için çırpınır. Yalnızlık içinde sızianmak ister. Ne
olacağını görmek için bütün dikkatim/e gözlerimi diktim.
Uzaklarda dolaşmaktan yorulan gözlerinizi bir müddet önü­
nüze diktiniz. Yüzünüzde acı, ümitsiz, can yakıcı bir tebessüm
dolaştı. Ruhunuz amansız bir düşmanla boğuşuyordu. Hvet,
kalbinizde korkunç bir muharebe vardı. Düşmanınız kuvvet­
li, acımaz, his ordunuz zayıf, yılgın, neredeyse bozulacağını
görerek evini alevler sarmış bir felaketzede ateşe karşı na­
sıl gülerse, hayatla vedalaşan canı ağzına gelmiş biri nasıl
tebessüm ederse siz de öyle ümitsizlik içinde titriyordunuz.
Sonra güzel yüzünüzü birdenbire pek karanlık elem bulut­
ları kapladı. Başınızı ümitsizce iki elinizle tuttunuz. Gözle­
rinizden pırlantalar döküldüğünü gördüm. Ağlıyordunuz.
Çünkü kaderin devasız, sağır gerçekliği karşısında mağlup
düşmüştünüz. Ruhunuzun bütün şiddetiyle sarılmış olduğu
emelleriniz, neşeleriniz sizi terk ediyor; yalnız, ümitsiz, ya­
ralı, ağlamaklı bırakıyor; hayatın kadınlara yaşama cesareti
veren samimi teselli/erinden, mesnetlerinden, kuvvetlerinden
ayrılıyordunuz. Siz de benim gibi bu insan kalabalığı içinde
yalnız kalıyordunuz.
Hanımefendi, göklerin, deniz/erin, çamlıkların tenhalığı­
na dökmek istediğiniz bu ruh, sırlarınızı öğrenmeye uğraş­
lığırndan dolayı beni affediniz. Aynı hastalığa yakalanmış
olanlarda birbirinin derdini anlamak için garip bir merak
vardır. İnsan, bu duygu benzerliğini tahlil ederek, kendisiyle
kıyaslayarak, bir çeşit teselli buluyor. Aynı dertler/e dertle­
nen/er hissen kardeş demektir. Her derdin acısını çekenler
bilir ve birbirlerini hasta olmayanlurdan çuk anlarlar. Bu ilk
tesadüfümden sonra her gün sizi takibe başladım. Görmüyor

205
fakat en ince ruh halinizi gözetliyordum. Birfikir meşguliye­
li bulmuştum. Derdim iki kat oldu. Kendimden başka şimdi
sizi düşünüyordum. Görüşmek, dertleşrnek arzusuyla yanıp
tutuşuyordum. Fakat benim gibi bir yaban adamı karşımza
çıkınca siz haklı olarak ürkecek ve korkup kaçacaktımz.
Kendimi, huzurunuza çıkabilmek için kıyafet ve dış görü­
nüş olarak insanlığa dönmeye, tuva/etimi düze/tmeye karar
verdim. Siz bilmeyerek bana etkili bir ilaç oldunuz. Temizlen­
dim, giyindim hatta süslendim. Ben de elime bir kitap alarak
çarnlardaki kalabalığa karıştım.
Artık açıktan açığa sizi takip ediyor, siz nereye oturur­
sanız yirmi otuz metre yakınımza ben de yerleşiyor, sizi iz­
liyordum. Fakat yüzünüzdeki üzüntü ve keder izlerinin her
gün evvelki günden dahafazla çağaldığını gördükçe yüreğim
kan ağlıyordu. Elinizdeki kitapların, yanımda taşıdığım kü­
çük dürbünle adlarını okumaya uğraşıyordum. Bir gün eli­
nizde Louise de Lavaliere 'in Un Double Amour, Bir Muzaaf
Aşk 'mı okudum. Bu romanı hemen ben de alarak okudum.
Bunda ümitsizce bir aşkın, kurbanını öldürüneeye kadar olan
korkunç safhaları beni bitirdi. Sonra elinize Leon Faber 'in
Bir Mutallakanm Mektupları 'm, Michel Provens 'in Ayrılma
Sanatı 'm, Kanijbru 'nun Ölmek Daha İyidir 'ini, Rene Meze­
roy 'un Aşk Tehlikede 'sini, Maksim Fromon 'un İşkence 'sini ve
daha diğerlerini sırayla okudum. Bilmedik/erimi hemen alı­
yor, çabucak okuyarak duygunuza, ümitsizliğine daha fazla
karışıp ortak olmak istiyordum. Siz bana bilmeyerek bu su­
retle bir okuma hevesi vermek lütfunda bulundunuz. Beni bir
yandan kurtarıyor, diğer yandan kederler içinde bırakıyordu­
nuz. Çünkü zavallı ben, bu mecnun Ömer Numan, sizin için
tamamen bir bilinmezdim. Varfığımı hiç fark etmiyordunuz.
Görüp de görülmeyen serseri bir peri gibi etrafimzda dönüp
dolaştığım halde hiçbir gün bakışmızm bu garip şahsiyetime
ilişfiğini görmek mutluluğuna erişemedim. Elemleriniz sizi
o kadar içine almış ve gözlerinizi öylesine perdelemiş/i ki

206
nazarınızda kainat başka bir ka/ıba girmiş, nereye baksanız
yalnız size üzüntü vereni görüyorsunuz. Yalnız o aşkmızm hı­
yanet tirnsalini. .. Başka varlıklar gözünüze çarpmıyor.
Dış görünüşte insan şekline döndüysem de henüz kalbirn
adam olmadı. O, kırıktır. O ebediyen illet/i, hasta kalacaktır.
Aşk kelimesini ölünceye kadar gönüllü olarak ağzıma almak­
tan çok uzağım. Buna cesaret edemeyeceğim.
Ey benim dert ortağım, sırdaşım, kız kardeşim, sizinle
dertleşrnek isterim. Canavar aşkın pençe/erinden kaçalım.
Bu hunhara hırpalanacak artık bizde gönül kalmamıştır. Kız
kardeşlik, ağabeylik sınırları içinde safve samimi teselli ara­
yarak birbirimize kalplerimizi açalım. Bazı bazı yara, yara­
ya aşılanmakla iyi olur. Acılarımızda, üzüntülerimizde denk
gelen bir aynılık varsa, eş kıymetler birbirini götürür. Adi
aşk ile harap olduk, belki kardeş muhabbetiyle şifa buluruz.
Beni bilmeyerek kurtardığmız o yarı yabanilik iiiemine şimdi
bilerek atmazsınız, değil mi? Bu aşk hastası yanık yüreğimin
imdatferyatları sizin yaralı kalbinizde insajlı bir yankı bula­
mazsa insanlardan bu son yardım istememe pişman olarak
yine taşlardan, denizlerden ilaç aramaya çıkacağım.
Baki kalp çarpıntısıyla bekleyen. . .
Ömer Nurnan

207
7
Pek Garip Karşılıklı Bir itiraf
Ragıbe Hanım bu uzun mektubu bir hamlede okudu. Bu
acı dolu satırları, atılgan bir kalemin uydurması mümkün
olabilir miydi? Ateşler saçan o cümlelerin bazılarında öyle
duygu benzerlikleri gördü ki bu feveranların, bu şikayetlerin,
bu sevda ümitsizliğiyle dağlanmış sinenin sızılarını aynen
kendi kalbinde duyarak birkaç defa gözleri sulandı. Düşün­
dü. Hatırlamaya çalıştı. Evet, soylu, güzel bir çehresi, cıvıl
cıvıl gözleri olan bir sefılin, genç bir dilencinin yalvaran ba­
kışlarla biraz dolaştıktan sonra, ürkmüş bir hayvan korkak­
lığıyla çalıların arkasına kaçtığı aklına geldi. Bunu birkaç
defa görmüştü. Kendine karşı bir sevda koroedyası oynamak
için böyle serseril ik, meczupluk rolü oynayacak kadar h i le ve
zahmete girişemezdi. Delikanlının bütün şikayetleri, elemleri
samimiydi. Bir kız kardeş gibi yardım ve tesellisini, böyle
insanın yüreğini parçalayan feryattarla isteyen bir talihsize
karşı insafsız, kötümser kalmak olabilir miydi? Ondan lütuf
ederek iyileştirmesi istenen bu yara, kendi kalbindeki hıyanet
yarasıyla da birçok noktadan hemen hemen aynıydı. Bu aşk
yarasını sarmakla kendi kan ağlayan göğsünde de bir çeşit
şifa bulacaktı. Fakat mesele nazik ve muğlaktı. Çünkü ken­
di kadın, o erkekti . Hasta bakıcı bir rabibe gibi bir insanlık
hizmeti yapması lazım geliyordu. Ne yapacağını düşünmeye
başladı.

Şirin, maymunlar memleketinde doğmuş bir insan du­


ruşuyla kollarını dizlerinin üzerine kavuşturarak hanımının
karşısında çömelmiş duruyor, onun bütün yüz mimiklerine
dikkat ediyordu. M ektubu okuduğu sırada Ragıbe'nin gözle­
rinden akan birkaç damla yaşı gördü. Memnun oldu. Hanımı
ile bir aşk mektuptaşması kapısı açılırsa kaç beşi bir arada
daha biriktirebileceğini hesaplıyordu.

208
Ragıbe Hanım, birkaç gün ne yapacağına karar veremedi.
Fakat Şirin, bir bahane bulup sokağa çıkarak çamlıkta heye­
can içinde bekleyen Ömer Nurnan Bey ' i buldu. Mektubun,
hanımı ağiatacak derecede etkilediğini anlattı. Sonunun iyi
olacağını fakat biraz daha beklemenin lazım geldiğini müj­
deledi.

Bu haller olup geçerken Kenan Bey de Vuslat'ın yanın­


daki haftalık mahpusluğunu doldurup çıkmıştı. Karısının
kendisine olan muhabbetini bildiğinden kayboluşu hakkın­
da yine kıvıracağı birkaç yalanla zavallıyı susturabileceğini
umuyordu.

Karı koca yine karşı karşıya geldiler. Ragıbe Hanım, ada­


makıllı gücenmişti. Kayboluşunun sebebi artık apaçık bir ha­
kikat mahiyetindeyken o acıkit soru cevap yine başladı. Evli­
lik bağları itibarıyla birinin aldatmaya, diğerinin aldanınaya
sanki mecburiyetleri vardı. Bu, sözleri hazırlanmış fakat
seyircisiz bir sahne üzerinde iki oyuncunun birbirine karşı
aynadıkları bir çeşit acıkit komedyaydı .

Ragıbe Hanım, iğrenir gibi alayla sordu:

"Beyefendi neredeydiniz? B ir ikinci baskın daha mı


oldu?"

"İstanbul 'daydım. Valide pek rahatsız . . . Tehlikeli . . . He­


kim, operatör, kıyamet. . . Kaç gündür uğraşıyoruz."

"Hastalığı ne imiş?"

"Apandisit."

"Vah zavallı Kenan, ne kadar şaşırmışsın. Bu mektep ço­


cuğu yalaniarına kadar düşüyorsun . "

"Neden?"

"Neden olacak! Senin böyle bir hile yapacağın ihtimalini


düşünerek sıcağı sıcağına yalanını yüzüne çarpmak için iki
gün evvel Dilaver ' i İ stanbul 'a, validenin evine gönderdim.

209
Kadın evde bile yokmuş. Beşiktaş'a misafırliğe gitmiş. Dila­
ver, evi öğrenmiş, oraya kadar uzanmış, annenle görüşmüş,
seni sormuş. Kaynanam, ' Kenan'ın iki aydır yüzünü gör­
düğüm yok. Hayırsız, bizi bütün bütün unuttu. Artık nerede
olduğunu bi lmem,' cevabını vermiş. Evet... Hesabını anlıyo­
rum. Yarın buradan çıkınca doğru validene giderek bu buda­
laca yalanını meydana çıkarmamak için ona hasta olup din­
lenmenin gerekli olduğunu anlatacaksın. Kadın senin hatırın
için yalancıktan hasta olmak değil, ölmüş görünmekten bile
çekinmez. Fakat tertibata geç kalmışsın. Ben senden evvel
davrandım. Bu bayağı yalanı geç. Bundan daha adilerini uy­
durmak için de beyhude yorulma. Ne kadar acı olursa olsun
ağzından hakikati işitmek isterim. Karı kocalığımız böyle
komedyalarla devam edemez. Bugün valideni hasta eder, ya­
rın kız kardeşini ö ldürürsün. Fakat i lanihaye böyle yalan do­
lan bir hayatta sonuna kadar başarı göstermen mümkün mü?
Elbette bir gün gelecek ki sen yalandan usanacaksın, ben de
dinlemekten ... Bu yorgunluklar senin için zil let, benim için
felakettir. Karşımda, oyunuma karşı oyun yapan gizl i fakat
korkunç bir düşman olduğunu anl ıyorum. Seni bir hafta bu­
rada ben kapadım, öteki hafta o, orada hapseder. Bunun sonu
neye varacak? E lbette ikimizden birini tercih etmen lazım
gelecek. Beyhude yorulmayalım . . . Bu azabı ne sen çek ne
bana çektir. Ne de öteki üzülsün. N e olacaksa bugün olup
bitmeli. Anlıyor musun? Bugün ... Böyle kapalı bir sebeple,
itiraf edemediğİn bir hıyanet mecburiyetiyle bir hafta daha
aile evinden kaybolursan döndüğünde bu kapının kendine
sonsuza kadar kapalı olduğunu bilmelisin. Kararını hemen
şimdi ver. Eşyanı topla. Çık git. N i kahım sana helal olsun.
Benden bundan fazla fedakarl ık bekleme. Yapmam çünkü
elimde değil."
Kenan, bu ültimatoma karşı odanın içinde heyecanlı
adımlarla aşağı yukarı gezinmeye başlar. İ şin hileye, dotaba
tahammülü kalmamış olduğunu anlar. Karısının sözlerin i ta­
mamıyla haklı bulur. Fakat maksada uygun olmayan fayda-

ııo
sız bir hakkı, kendi zararına kabul budalalık değil midir? Ya­
lancılar için zararlı hakkı kabuldense faydalı haksızlığı elde
etmeye uğraşmak ilk kural değil midir? İnsanlığın, adaletin
ihtişamlı adı altına gizlenerek çok defa zayıfların, miskinie­
rin zararına halledilen meselelerin aykırılığı hep böyle değil
midir? "Kadı aniatışa göre fetva verir." "Gemisini kurtaran
kaptan sayılır," atasözleri boşuna m ı söylenmiş? Her dava­
da iki taraf bulunur. İki tarafın birden aynı derecede haklı
olması çok azdır. Hemen her vakit bir taraf arabozucudur.
Fakat kimse hak önünde silahını bırakıyor mu? Kanunun,
kuralların, malıkernelerin o dolambaçlı, sonu gelmez hukuk
yollarına girip çıkmaktan kimse geri duruyor mu? Hak ol­
mayan şeyi hak şekline sokmaya uğraşanlar olmasa dünya­
da dava kalır mı? En büyük filozoflar: "Kuvvet haktır. Hak
kuvvettir," demiyorlar mı? Bu hakikatİn tespiti için her dilde
yüzlerce söz söylenınemiş mi?

Fransızcadaki Ouforce domine, raison n 'a point de lieu78


sözü, hele La Fontaine' in, La raison du plus jort est toujour
la meilleur. 79 mısraı bu kavga aleminin en çok kullanılan şiir­
lerinden değil midir?

Evet, evvela kuvveti bulmalı, sonra haksızlığı yürütmeli.


Kenan bu teori üzerine düşünüyordu. Düşüncesinin sonu­
cunda Ragıbe'ye karşı elinde tek bir kuvvet olduğunu gördü:
Nikah kuvveti ... Öyle bir kuvvet ki bu sayede karısı kendine
i ster istemez hayatının sonuna kadar bağlı kalmaya mahkum­
du. Anlaşmazlık sebebiyle ayrı da yaşasalar Ragıbe kanuni
bir tutsaklıkta kalacak fakat Kenan kendisi isterse evlenebi­
lecek ya da istediği kadar nikahsız i lişki kurmakta serbest
olacaktı . Bu kuvveti hak olarak yürütmek için ciddi bir koca
tavrı aldı. Dedi ki:

"Ragıbe, sen bu memlekette her n izarn ve adete karşı ih­


tilalci bir kadın kafasıyla yaşamak, davanı yürütmek istiyor-

78 Kuvvetin hüküm sürdüğü yerde hakkın yeri yoktur. (Y.N .)


79 En kuvvetl inin hakkı her zaman en iiladır. (Y. N . )

211
sun. Bu mümkün olamaz. Validen, validenin annesi, onun
büyükannesi, bu beldede adeta erkekliğin kadınlığa üstün
gelmesi önünde nasıl boyun eğmeye mecbur olmuşlarsa sen
de isyan eden başını bu zamret karşısında indireceksin."

"Ben indirmem. Büyükannemin annesinin zamanı artık


geçmiştir. Yeniçerilik devrinde yaşamıyoruz."

"Devirler geçer, inkılaplar olur, nizarnlar yenileşir. Fakat


bir millet bu değişimlerden ziyade gelenekleriyle yaşar. İrsi,
kökleşmiş, yerleşmi ş adetler, görenekler her şeyden kuvvetli­
dir. Hala bizi sürükleyen bunlardır. İstanbul'un bilmem hangi
bucağında, bir Türk evinde ömür geçiren bir kız hiçbir zaman
Amerikalı bir kadın dİmağıyla taşkınlıklara kalkamaz."

"Ne demek istiyorsun? Benimle evlenmeden evvel böyle


söylemiyordun. Yazdığın serbest fıkirli mektuplar hala çek­
mecemde duruyor."

"Onlar yine çekmecende dursun. Ben o sözleri söyledi­


ğimi de inkar etmiyorum. Ben bugün yine hürriyet taraftarı
bir kocayım. Sen baskı kunnak isteyen bir kadın olmak isti­
yorsun."

"Hala bu mantık hokkabazlığıyla dava kazanma şarlatan-


lığını bırakmıyorsun."

"Şimdi iddiarnı açıklayıp i spat edeceğim."

"Beyhude yorulacaksın."

"Sen evlenmenin mahiyeti ni ve bunun altında değişmez


bir şekilde perçİnlerliğin muhabbetin ne olduğunu bilmiyor
musun Ragıbe?"

"Evet, bunu ikimizden birimiz bilmiyor ama hangimiz?


Ya Rabbim!"

"Evlenme bir adettir, aşksa bir duygudur. İlk ateşlerini


muhafaza ederek birbiriyle :işık ve maşuk gibi ömürlerinin
sonuna kadar yaşamış karı kocalar, belki masallarda vardır.

212
Tabiatta neredeyse yoktur. Fakat cinsi muhabbetin yok ol­
ması evlilik bağını bozmamalıdır. Çünkü bu ikisinin başka
başka şeyler olduklarını söyledim."

"Daha açık söyle, daha açık ... Bu sana mahsus, bu keyfın­


ce uydurduğun muğlak felsefeyi anlamıyorum."

"Sen alelade bir kadın değilsin, anlarsın ve anladın. Öteye


bile geçtin."

"Karı koca arasındaki karşılıklı muhabbetin tükenınesin­


den sonra evlilik bağı nasıl bozulmadan devam edebilir? Bu
anlaşılır muamma mıdır?"

"Bu muamma değil, apaçık bir gerçektir. Eğer evliliğin


sürmesi karşılıklı sevginin bitmesine bağlı olsaydı bu dünya­
da hiç karı koca kalmazdı. Münevver bir kadın olduğun için
seninle açıkça konuşuyorum. Sen de amiyane telkinlerden,
inançlardan çık . . . Meseleyi, göz boyayıcı, aldatıcı, boş, batı)
şeylerden ayırt ederek hayatın, hakikati n bütün acılarını orta­
ya koyarak muhakeme edip tartışal ım. Ve tabiatın zorlamala­
rı karşısında birbirimizi aldatmayalım. Yoruma ve yapmacık
sözlere kalkışmayal ım. Yani dikenleri gül yapraklarıyla ört­
meyelim. Bütün kocalar, gözleri cahillik ve aptallık körlüğü
ile perdeli olan karı larını aldatmaya mecburdurlar. Bunlara
hakikati söylemeye gelmez. Zavallılar aldanınakla avunur,
aldanır ve rahat ederler. Sen ise aldanmak i stemiyorsun. Ben
de doğruyu söylüyorum. Evlilikte muhabbetin ayrı ayrı şey­
ler olduğu gerçeğini kabul ettikten sonra diyorum ki ben bazı
havailikler edebilirim. Fakat seninle olan evliliğim evliliktir,
o hiçbir zaman bozulamaz. Seni bırakamam. Çünkü evl i lik
bakımından senden iyisini bulamayacağıma eminim. Onun
için boşanmak işini aklından çıkar. Benim için bu mümkün
değildir. Boşamak için karı almadım."

"İleri sürdüğün fıkrin bir tarafı bol geldi."

"Neresi?"

213
"Mademki evliliğin sürmesi, karşılıklı muhabbet ve sa­
dakatin ortadan kalkması ile alakah değilmiş, tabiatın zorla­
ması karışırsa bir koca karısını aldatmakta mazur sayılırmış.
Acaba aynı mazeretin kadın tarafını da kapsama hakkı yok
mudur? Kadın da havailiğe kalkarsa ne olacak?"

"Brava karıcığım . . . Zaten zekanın hayranıyım, işte me­


selenin düğümü burada. İşte ben bu noktada kadınların da
haklarını gözeterek alelade kocalardan ayrılıyorum. Benim
hürriyete tutkum da işte bu ince noktadadır."

"Nasıl?"

"Karşılık olarak sen de havai lik edebilirsin."

"Demek senin bi lmen ve razı olmanla ben de başka bir


erkek sevebilirim, öyle mi?"

"Hay hay. . ."

"Kıskanmaz mısın?"

"Senin beni kıskançlık dırıltısından azade bırakınana kar­


şılık ben de kıskanmam."

"Alçak, namussuz. . . Dünya dünya olalı hiçbir koca karı­


sına böyle alçakça bir izin vermemiştir. Seni bu derecelere
kadar alçaltan basit ernellerin ne olduğunu biliyorum."

"İşte yine kadınsın, yine kadın. . . Ne kadar tahsiliniz mü­


kemmel olsa ilminiz, aklınızın noksanlığına bir türlü üstün
gelmiyor."

"Bu sözü bir daha tekrar etme. Böyle ahlaksızlıkları ro­


manlarda okumaya bile tahammül edemem. Koca adını ta­
şıyan senin gibi bir hissizin ağzından işitmek bile vücuduma
nefretten ürpertiler getiriyor. Ben gayrimeşru münasebetler­
de zevk arayan kadınlardan değilim. Allah canımı alsın daha
iyidir. Bu alçaklığa razı oluşundan sonra artık senin yüzüne
bakamam. Aramızda tamir edilebilecek hiçbir şey kalmamış­
tır. Boşanmaktan başka çare yoktur. Kocalığından, tiksinti

ıı4
getiren hiç işitilmemiş bir zemin üzerinde tartışma yapmak­
tan namusum yaralanıyor."

"Boşayamam, Ragıbe."

"Senden nefret eden bir kadını zorla, ezerek nikahında


tutmak hangi moral icabındandır? Bunu anlatır mısın?"

"Anlatayım. Seni boşamayışım kendiminkinden ziyade


senin faydan ve bahtiyarlığına hizmet içindir."

"Oh . . . Pek acayip, pek! ikimizin arasında bahtiyarlık sö­


zünü sıkıştırabilecek bir yer kalmış mıdır? Artık buna imkan
var mı?"

"Dinle . . . Benden boşandıktan sonra varacağın koca seni


yine aldatacaktır. Hem de nasıl? Pek alçakça saydığın o be­
nim hiç işitilmedik izniınİ vermeyerek aldatacak, o zaman
senin nazarında yüce bir koca olacaktır. Ne kadar dar fıkirli
bir kadın olduğunu benim gibi görsen kendi kendine acırsın.
İ nsan tabiatını olduğu gibi görme anlayış ve cesaretine sahip
olmayan senin gibi zavallılar, hayatın ahmaklıkları, sefalet­
Ieri içinde sürünmeyi fazilet bilirler. Daima hakikatleri te­
peleyerek hakikat diye bağırırız. Onu çıplak görmeye, onun
kendinden pek acı olan gerekliliklerine açıktan açığa kimse­
de tahammül yoktur. Çünkü insanlığı idare eden ikiyüzlülük
ahengi derhal bozulur. Çünkü bütün h ıyanetlerimizi yalan ve
hileyle yorumlamaya, örtmeye, gizlerneye ve kötülüklerimizi
bu suretle şiddetlendirerek işlemeye alışığız. Her fenalığı ya­
parız fakat kitaba, adete, ahlaka uydurarak yapmayı vicdanen
bir rahatlama sayarız. Hep bu hastalığın esiri ve zarar gören­
leriyiz. ' Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar, ' atasö­
zü işte bunun üzerine söylenmiştir. Hiçbir kocanın karısına
böyle geniş bir izin vermediğini haydi kabul edelim. Fakat
evlilik hayatında hiçbir koca ile karının, birbirini aldatmamış
olduğunu iddia edebilir misin? Bilmemiş olmakla bu hıyane­
tin vahameti eksilir mi yoksa artar mı? Sorarım."

215
"Beyefendi, birbirini cidden seven karı ve kocadan hiçbiri
böyle vicdana ve namusa aykın bir izin vermezler. Bu da ben­
ce bir hakikattir. Aldatma ihtiyacı baş gösterince evlilik düzeni
bozulmuş demektir. Felaketi kısaltmak için derhal ayrılmak en
makul çaredir. Ben alemin düşündüğüne bakmam. Kendim­
de bir his, bir vicdan vardır. Ona uyarım. Ben kendim gibi
aldanmak ve aldatmaktan nefret eden bir koca isterim. Gizli
ve aşikar üzerime hıyanet edildiğini anladığım gün boşanırım.
Farz edelim ki kendim aldatmak zorunda kalsam kocamdan
ayrılır ve diğer sevdiğime vararak meşru bir şekilde hisleri­
mi tatmin ederim. Başka türlü değil. Ben bu histe, bu ahlakta
bir kadınım. Seksen dereden su getirirsen beni kandıramazsın.
Çünkü bu acıya tahammül edemem. Beni boşayacaksın."

"Demek bir sevdiğin var, benden sonra ona varacaksın?"

"Olabilir a ! "

"Ya?"

"Bunun için izinli değil miyim? Şaşıracak ne var?"

"Bu iznin bir şarta bağlıdır."

"Nasıl?"

"Birbirimizle evlilik bağlarını koparınadan dışarıda gönül


eğlendirebiliriz. Başka suretle değil..."

"Böyle kepazel iğe aklım ermez, boşayacaksın."

"Bu maksadını öğrendikten sonra hiç boşamam."

"Öyle boşarsın ki . . . Top gibi..."

"Bu boşanma fikrini aklından çıkar, Ragıbe ... Beni engi­


zisyon işkencelerine kaysanız yine boşamam."

"Görürüz."

"Demek benim yokluğumda teselli olmanın yolunu çabu­


cak keşfettin! Bari seçtiğin kimse bana her anlamda üstün bir
delikanlı mı?"

216
"Senin seçtiğinin bana karşı üstünlüğü kadar. . . "

"Deminki namusluluğun neydi? B u sözlerin ne?"

"Adam aldatmakta sen yalnız kendini mi mahir zanneder­


sin?"

"Demek beni aldatıyorsun? Yahut aldatıyordun? Franşe­


man80 söyle, Ragıbe . . . Bu satranç oyununu karşı karşıya açık
oynayalım."

"Ben senin sevdanın sırların ı bilmiyorum ki kendiminkini


söyleyeyim."

Kenan, ansızın tuhaf bir vaziyette kaldı. Karısının, ken­


dinden başka tüm erkeklere karşı aşk duygusunu kapalı zan­
nediyordu. İşte bu kesin kanaatİnden dolayı bol keseden o
garip cömertliği yapmıştı. Şimdi ise keyfiyet değişiyor,
kendisiyle Ragıbe arasına bir rakip girmesi, bu umulmadık
hadise, zihnini altüst ediyordu. Bunda hem fayda vardı hem
zarar. . . Ragıbe Hanım ' ın böyle bir münasebeti meydana çık­
tıktan sonra Kenan, kendi de pervasızca Vuslat'la sevişebil ir­
di. Fakat karısının aşığı muhabbetçe kendinden üstün çıktığı
gün iş pek rahatsız edici hatta tehlikeli bir şekil alacaktı. Ra­
gıbe'ye karşı olan kanaatinde aldanmış olması biraz erkeklik
onurunu sarstı. Vefasızlıkta bu ne seri bir karşılıktı. Kadın
kalbinin bu derece değişikliğe uğrayabileceğini bilmiyordu.
Şimdi istiyordu ki kendisi Vuslat ile sevdasına devam etsin.
Lakin Ragıbe 'yi kimse sevmesin. Bencilliği birdenbire bu
dereceye vardı. Karısını seviyor muydu? Hayır. . . Sevrneden
kıskanıyordu. Bu bir onur meselesi, kendini beğenmişlik kıs­
kançlığıydı. Kendisi ne yaparsa yapsın fakat Ragıbe demir­
baş bir sevda sermayesi gibi daima elinde kalsın . . . Zavallıya
çektirdiği ve çektireceği ızdırapları hiç aklına getirmiyordu.
Suiistimal etmek istediği nikah kuvvetinin tasavvuru derece­
sinde artık hükmü kalmayacağını da anlıyordu. Çünkü karı­
sı nikahında kalınakla beraber sevdiği erkekle uzun müddet
münasebet kurabilirdi.
80 Açıkça.

217
Beri yandan Ragıbe Hanım, Kenan 'ın bu zayıflığını h isse­
dince ağzıyla kalbinin birbirine uymadığını anladı. Onu kıs­
kandırarak yola getirebileceğine hükmederek şimdi tamamen
bu tarafa yüklenmeye, bütün anlayışını bu noktada toplama­
ya karar verdi. Onun için dedi ki:

"Mademki sevda satranemın açık oynanmasını teklif edi­


yorsun, sen söyle, ben de anlatayım. Sevdiğinin adı Vuslat,
biliyorum. Fakat nerede oturuyor? Nasıl kadındır? Münase­
betinizin derecesi nedir?"

Kenan düşündü. Hakikati saklamakla makul bir fayda gör­


medi. Karısı kısa bir araştırınayla her şeyi öğrenebilirdi ve
şüphesiz öğrenecekti. Durumu kendisi anlatırsa karşılık olarak
Ragıbe'nin kadınlık duygusunu daha fazla yaralayarak kıs­
kançlığını arttıracağından, bu suretle meydana gelecek şiddetli
etkiden faydalanacağını hesapladı. Onun için dedi ki:

"Vuslat, İstanbul'daki kadınların en güzelidir. Kadıkö­


yü'nde, ( . . . ) Sokağ ı 'nda, Mesut Bey namıyla tuttuğum özel
bir evde oturuyor. Münasebetimizin derecesi, bana dünyayı
onutturacak derecededir."

Bu korkunç itiraf karşısında Ragıbe Hanım limon gibi sa­


rardı . Karı koca bir süre acı acı, anlamlı bir şekilde birbirinin
göz bebeklerinin içine derin derin baktılar. Nihayet Kenan
sordu:

"Seninkinin adı?"

"Ömer Numan. "

"Bildim. Güzel delikanlıdır. B u adada oturuyor. Delice bir


olay geçirmiştir."

"Ta kendisi."

"Münasebetinizin derecesi?"

"Senden boşanıp ona varmayı gönlümde yegane hayat ve


saadet emel i partatacak şekilde şiddetli. .. "

218
Şimdi bir anda Kenan sarardı. Fakat karısının çok i ffetli
bir kadın olduğunu bildiğinden buna pek inanmak istemedi.
Aşırı kederinden dolayı intikam almak için böyle söylüyor
zannetti . Hakikatİn tamamıyla meydana çıkması için sordu:

"Bu sevdanın bana ufak bir vesikasını gösterebi lir mi­


sin?"

"Kolay. . . "

"Haydi. . ."

Ragıbe Hanım, zafer dolu bir tebessümle kalktı, büronun


üst çekmesini anahtarla açtı . Ömer Nurnan'dan gelen mek­
tubun ilk sayfasını alarak gözü kilitledi. Anahtarı cebine attı.
Kağıdı Kenan' a uzattı.

Koca, karısının bu aşk mektubunu seri ve heyecanlı bir


şekilde okudu. İlk okumasında bir şey anlamamış gibi bir
daha bir daha tekrar etti. Evet, bu latife değil, bütün açıklı­
ğıyla bir muhabbetname idi. Benzi daha ziyade uçtu. Ragıbe
elden gidiyordu. Belki de gitmişti. Karısını yukarıdan aşağı
i nce bir takdir nazarıyla süzdü. Onda şimdiye kadar farkına
varamamış olduğu asil güzellikler gördü.

Mektubu parça parça yırtmak, karısının üzerine yürüyüp


dövmek istedi. Fakat buna hiç hakkı yoktu. Bu izni biraz ev­
vel kendisi vermişti. Komediden yavaş yavaş drama dönen
hadisenin tek müsebbibi kendisiydi.

Birdenbire Ragıbe'nin düzetmesini i sternek uygun olma­


yacaktı. Çünkü kendisinin de Yustat'tan katiyen vazgeçme­
si gerekiyordu. Buna muktedir değildi. Ş imdi her iki kadını
elde tutmak istiyordu. Mesele güce sarmıştı. Fakat o anda her
şeyden evvel yaralanan kocalık onurunun acılarıyla üzüntü
duyuyor, kendini zelil buluyordu. Ne yapacağını bilmez bir
zihin dağınıklığıyla dedi ki:

"Bu muhabbetnameye cevap yazdın mı?"

"Tabii."

ıı9
"Demek mektuplar devam etti?"
"Çok."
"Bu mektup yarım . . . Bunun arkasını ve ötekilerini de gör­
mek isterim."
"Olmaz."
"Niçin?"
"Ayrılmak üzere olduğum kocama, başka erkekle olan
aşk münasebetlerimin bütün sırlarını ifşada büyük mahzurlar
gördüğüm için . . . "
"O ayrılmak kelimesini aklından çıkar."
"Bu kelimenin zihnimde şu dakikaya kadar bu derece şid­
detle kökleştiğini hiç bilmiyorum."
"Şu saatte kocan bulunduğum için münasebetinin tüm ay­
rıntılarını ve ne halde olduğunu bi lmek isterim. Buna şeriat­
ça, kanunca hakkım vardır."
"Şeriat, kanun sözlerinden yalnız işine gelen noktalarda
yardım bekliyorsun. Biraz da vicdanen düşün."
"Mutlaka görmek isterim."
"Katiyen göremezsin."
"Mektuplar büronun gözünde değil mi?"
"Evet."
"Ver anahtarı ... "

"Vermem."
"Çilingir getirtir, açtırırım."
"Bir şey yapamazsın."
Kenan, zorla almak için ne yaptığını bilmez bir feveranla
karısının üzerine saldınr. Fakat Ragıbe, var kuvvetiyle iterek:

220
"Burada ben kendi evimdeyim. Aşağıda uşak var, aşçı
var, kadın hizmetçiler var. Şimdi bir bağırırsam hepsi üşüşür­
ler. Seni bir çocuk gibi tutarlar. Demin karısına aşık olma izni
verecek kadar medeni bir insan görünürken şimdi Asyalı bir
koca kesilme. Rezaletin lüzumu yok. "

"Mesele, memleketimizde h i ç duyulmadık bir garabet ha­


lini aldı."

"Bu garabetin kahramanı sensin."

"Bu müşkülü halletmeliyiz."

"Kolay."

"Nasıl?"

"Sana son bir tekli fi m var. Buna uymadan bu evden gider­


sen bir daha içeri giremezsin."

"Nedir?"

"Ben senin hıyanetini affedeyim. Sen de benimkini. Bu


hareketim sana hülle81 yerine geçsin. O karıyı terk et. . . Yine
önceden olduğu gibi mutlu evl ilik hayatımıza dönelim."

Ragıbe Hanım, bu ihtiyatsız ve ani teklifiyle ruhunun bü­


tün samirniyetini kocasına göstermi ş oldu. Kenan derhal an­
ladı ki ötekinin, Ömer Nurnan 'ın bir önemi yoktur. Hala Ra­
gıbe'nin sevdalı kalbinde yaşayan bir tek kendisidir. O gönül
başka bir erkeğe kapılmamış ve kapı lmayacak. Onun için de­
minden beri zor bir muamma halinde gördüğü durumun ne­
zaketinden şimdi bir fayda yolu arayarak kuvvetle haykırdı :

"Seni terk etmeyeceğim ... Vuslat'la yaşayacağım . . . Ömer


Nurnan 'ın da sana mübarek olsun."

Fesini başına geçirerek oda kapısından fırladı. Bu ani de­


ğişim ve öfke karşısında şaşırıp son derece kederli, ümitsiz

81 Dini nikah kurall'arına göre, kocasının üç kez boşadığı bir kadının eski kocasıy­
la bir kez daha evlenebilmesi için yabancı bir erkeğe bir günlüğüne nikahlaması ve
bir gün sonra boşanması.

221
kalan zavallı Ragıbe, talihsizliğinin en acı isyanıyla o da ba­
ğırdı:

"Allah selamet versin, git. . . Fakat işte bu son gidişindir."

Sonra acı bir bitkinlikle pencerenin önüne gitti. Tül per­


denin arkasından baktı. Kenan, fesini düzelterek, bahçenin
otlu merdivenlerinden seri adımlarla kaçıyordu. Bu defa ko­
casını şık bir bey kıyafetine girmiş korkunç bir haydut olarak
gördü. Haydut, demir parmaklıklı kapıyı açtı. Yokuştan aşağı
uçar gibi bir süratle kayboldu. Vuslat' ın aşkı, bu aklını ka­
çırmış insanı mıknatıs kuvvetiyle kendine doğru çekiyordu.

Ragıbe kederinin şiddetiyle bitkin, kendini kanepe üze­


rine attı . Sıcak gözyaşlarını serperek, "intikam, Allah ' ım,
intikam ... " can sızısıyla birkaç defa inledi. Bu karı koca sah­
nesinin en ince mırıltılarına kadar bütün konuşmaları dışarı­
dan dinleyen Şirin, birdenbire odaya girdi. Hanımının matem
gözyaşiarına bakarak:

"Ne ağlıyorsun ayo! Biri gittiyse öteki çamlıkta seni bek­


liyor. Ağlayacağına bundan boşan ona var. . . "

Ragıbe Hanım, yardım bekleyen derin bakışlarıyla Ha­


beş' in yüzüne baktı, cevap vermedi .

222
8
Acı Veren Bir Ziyaret

intikam. . . intikam . . . Ragıbe şimdi dişlerini gıcırdatarak


bu kelimenin verdiği şifalı lezzetle yaşıyor, bütün hüsranını,
acılarını bununla yatıştırmaya uğraşıyordu. Kenan'dan zorla
boşanınakla intikamını almış olacaktı. Fakat bu kolay bir iş
değildi. Şeriata, kanuna uygun birçok boşanma sebebi bu­
larak bir dava açabilirdi. Ama o kestirme bir yoldan gitmek
istiyor, kocasını birdenbire şaşırtarak, ezerek amansız zor bir
duruma düşürerek bu nikah boyunduruğundan zaferle inti­
kam alarak kurtulmanın çaresini arıyordu.

İki gece geçti. Kenan gelmedi . Ragıbe Hanım, bütün acı


dolu saatleri bu çareyi düşünmekle geçirdi. N ihayet aradığını
buldu. Kararını verdi. Yazıhanesinin önüne oturarak Vuslat'a
şu mektubu yazdı.

Hanımefendi,
Kadın, kadının derdinden anlar. Pek zor bir durumdayım.
Halk, sizi sanatınız icabı kalpsiz, vicdansız sayıp yanı/ır. Fa­
kat ben öyle değilim. Kocamda beyhude aradığım insanlığı
sizde bulabi/eceğimi kuvvetle ümit ederek size müracaat edi­
yorum. Avrupa muharrirlerinden biri sizi 'çok kez namuskar
kadınların günahlarını çeken melekler ' diye anlatıyor. Bili­
rim, içinizde insanlık ve duyguca bizim derecemizde olanlar
vardır. Sizin de onlardan biri olmanızı temenni ederim.
Biz, vaktiyle mizaç olarak, ahlakça, terbiyece kendi ya­
radı/ışımızla tam olarak birbirine uygun gelecek koca seç­
mesini ve sonra evlilik hayatında o erkeği iyi idare etmesini
hakkıyla bilseydik belki sizin işiniz yalnız bekarlarla olurdu.
İlirafediyorum: Kabahat bizde de var.

223
Hanım, kocam bana tercihen sizi seviyor. Bu insanın elin­
de olmayan bir kalp meylidir, bir şey denemez. Artık itiraz
etmiyorum. Kaderime razıyım. Bugün onu, size tamamıyla
terk ediyorum.
Fakat Kenan, insafsızca ve hiç de insanca olmayan bir
inatla beni zorla nikdhında tutmak istiyor. Ben de duygu sa­
hibi bir kadınım. Günahsızım. Benden nefret eden fakat bazı
ufak hesaplar yüzünden beni boşamak istemeyen bir erke­
ğin eziyetleri altında ezilmeye razı değilim. Onun bu hak­
sızlığından dolayı sizin kalbinizin adaletine sığınıyorum. O,
sizi seviyor, belki siz de onu seversiniz. Arada yerde, ben bir
engel kalıyorum Mevkiim yok. Raht�ızlığıma tam bir tevek­
.

külle beraber insanlık icabı bazen tahammül edemeyeceğim


günler de olabilir. Çıkacak dırzitı/ardan siz de rahatsız olur­
sunuz. İki tarafın da iyiliği adına kestirme yolu seçelim. Yar­
dımınıza, insanlığımza muhtacım. Bunu benden esirgemeye­
ceğinizi yüreğimde bir duygu bana müjdeliyor. O cesaret ve
kanaat/e yazıyorum.
Kenan Bey oradayken bir gün evinize geleyim. Yüz/eşe­
/im. O benim hiçbir gün sizinle yüz yüze gelebi/eceğimi um­
madığı için ikimizi de aldatıyor. Bana sizi sevmediğini söy­
lüyor. Size de elbette benden nefret ettiğini anlatır. Aramızda
ikimizi de aldatarak yaşıyor. Mertçe olmayan muhabbet, o
ada layık değildir. Samirniyetsiz gönülden vefa umulmaz. Aşk
bahsinde çok kere aldatan aldanır. Bakalım ikimizin arasın­
da ne vaziyet alacak? Sizin de şüpheleriniz varsa bu tecrü­
beyle hakikati anlarsınız. Yüzleşme zamanına kadar tabii bu
mektubumdan kendisine hiç bahsetmezsiniz. O bizi nasıl al­
datıyorsa biz de onu habersiz avlayalım. Süratle yazacağınız
cevabınızı bekliyorum. Adresim malumunuz değilse, işte şu­
dur: Heybeliada 'da KdşifEfendi ailesi.
Bdki olan ricamın tekrarı.
Kenan Bey 'in zevcesi Ragıbe

224
Mektubu zarfladı, üzerine: "Kadıköyü'nde, ( ... ) Sokağı' n­
da, Mesut Bey ' in zevcesi Vuslat Hanımefendi'ye takdim ... "
ibaresini yazarken, kocasını kendi eliyle bir fahişeyle evlen­
dirmiş gibi garip bir duyguya kapılarak ürperdi.
Mektubu postaya gönderdi. Fakat azabı şiddetlendi. Başa­
rılı olamadığı takdirde Kenan'a karşı zilleti artmış olacaktı.
Bu teşebbüsündeki tecrübesizliğinden dolayı onun alayları­
na, daha ziyade düşmanl ığına uğrayacaktı. Kurtuluşunu veya
felaketini bir fah işenin vicdanına bırakmak gibi bir basitlikte
bulunmuştu.
O geceyi korkunç kabusların sıkıntı l ı karanlıkları içinde
i nieye inieye geçirdi. Sabah oldu. Uyuyup uyumadıgını bil­
miyordu. Ömründe hiç böyle karanl ık, eziyet ve korku dolu
bir gece geçirdiğini hatırlamıyordu.
O gün hep gözleri pencerede, kulağı kapıdaydı. Vuslat'tan
cevap bekliyordu. Alafranga saat dokuzda postacı bir telgraf
getirdi. Büyük bir heyecanla okudu.

Telgrafname
Hanımefendi,
Benim gibi bir kadına göstermiş olduğunuz büyük ilimat
ve teveccühtenfevkalade duygulandım. Bizde de bir kalp bu­
lunduğunu size ispat etmek isterim. Kenan burada mahpus­
tur. Bir şeyden haberi yok. Bugün teşrifinizi bekliyorum.
Vuslat

Ragıbe Hanım, cevabın böyle telgrafla çarçabuk gelme­


sinden anladı ki Kenan' a iyice sahip olmak Vuslat için de
istenen bir şeydir. Fakat kocasının i kinci sahibi ona sadece
"Kenan" diyor, "bey" sözünü kullanmaya bile tenezzül et­
miyor ve hapsedilebilecek kadar üzerinde hükmü olduğunu
anlatıyordu.

225
Hemen hazırlandı. O geceni n yorgunluğuyla fazlasıyla
solan rengini tuvaJet suları ve pudralarla düzeltmeye uğraştı.
Rakibesine karşı güzelliktc üstün gelemese bile aşağı kalmak
da istemiyordu. S iyahlar giyindi. D ikkatli fakat sade bir tuva­
Jet yaptı. Şirin'e dedi ki :

"Haydi hazır lan, beraber gideceğiz."

"Nereye, hanımım?"

"Muharebeye."

"Muharcbcyc mi? A ... Beraber silah alayım mı?"

"Al. Fakat ben kurnanda vermeden silahını kullanma sakın."

Hanım, hizmetçi evden çıktılar. Moda'ya uğrayacak va-


pura bindiler. Vapurun dönen çarkları denizin mavi sinesini
zedeleyerek beyaz köpükler saçarken helecanının şiddetin­
den zavallı Ragıbe'nin başı da bunlarla beraber dönüyordu.
Gözünde bütün alem maddi yapısını kaybetmiş, şekilsiz bir
hal almıştı. Etrafına bakınıyor fakat bir şey göremiyordu. O,
ömrünün en acı facia sahnesinde en büyük rolünü oynayama­
ya gidiyordu.

Moda'ya çıktılar. Bir araba buldu. ( . . . ) Sokağı'nı söyledi.


Arahacı manidar bir tebessümle sordu:

"Mesut Bey ' in evi mi?''

Ragıbe, heritin bu keşfine karşı titreyerek cevap verdi:

"Evet."

"Malum. Ben oraya çok hanım taşının."

Arabaya girerken herif küstah bir cüretle hamının koltu­


ğundan tutmak istedi. Ragıbe şiddetle dirseğini silkerek red­
detti. Arahacı besbelli bir müşteriyi de oraya taşıdığı kadın­
lardan zannetmişti.

Bindiler. Araba hareket etti. Arahacı ikide birde başını


müşterilere çevirerek tuhaf tebessümlerle bir konuşma için
bahaneler arıyor, Ragıbe Hanım sıkıntısından terliyordu.

226
Herif, nihayet, "Ah," dedi. "Ah . . . insafsızlar bizde gönül
yok zannederler. Biz meyvenin iyisini turfandacılarda sepet­
te, kadının güzelini de yalnız böyle arabada görürüz."

Ragıbe Hanım siyah peçesini indirdi. Hayattan derin bir


tiksinmeyle titriyordu. Şirin, hanımının acı üzüntüsünü anla­
dı. Hemen aralıacıya dönerek:

"Bizden başka kadın gormadın mı ayo? Nene lazım senin


zevzeklik . . . Arabam çek . . . "

Susması için Ragıbe Hanım diziyle Şirin' i dürttü. Arabacı


bir müddet sustu. Fakat delikanlının başında, Mesut Bey'in
evine giden bu genç kadının güzelliğinin kokusuyla bir sar­
hoşluk başlamıştı. Müşterisini mutlaka söyletmek istiyordu.
Sözü değiştirerek dedi ki :

"Mesut Bey hovarda çocuktur ama gözü pek kapalı . . O .

burada yokken evde olmaz datavereler dönüyor. Hanımlar


çok serbest. Geçenlerde Kayışdağı 'na götürdüm. Rakıyı ma­
tarayla su yerine içiyorlar. Vuslat Hanım Kadıköyü 'ne şan
verdi. Benimle ne şakalar eder. Karısı, beyinden bıçkın . . . "

Şirin: "Karısının da gozu kor olsun beyinin de inşallah . . . "

Susturmak için Ragıbe, Şirin ' i hızlıca bir daha dürttü.


Araba, boyalı, zarif demir parmaklıkların arkasında ağaçlık­
lı yolların, çiçeklerin ortasına oturtutmuş tabii büyüklükte
birer tablo güzelliğiyle göz alıcı servet timsali şık binaların
önlerinden geçtikten sonra yokuşlar indi, çıktı. Birkaç sokak
dolaştı, sonunda tenhaca bir semtte, bahçe ortasına kurulmuş,
soluk boyalı, yeşil panjurlu alelade bir evin önünde durdu.

Hanım, hizmetçi arabadan inerek kapının çıngırağını çek­


tiler. Arahacıdan ev halkı hakkında işittiği sözler Ragıbe Ha­
nım'ın kulaklarında bala iğrençlikle çınlıyordu. Zavallı kadın,
namuslutann girmesi caiz görülmeyen bir eve giriyordu.

Kapıya bağlı uzun tel çekilerek kapı açıldı. Lavanta çi­


çekleri, otlar bürümüş bakımsız bir bahçeden yürüdüler. Pen-

227
cerelerden birkaçının panjurları oynadı. İ ffetli bir hamının bu
namus ve güzellik ticarethanesine girdiğini yukarıdan seyre­
diyorlardı. Evin ası l kapısı açıktı. Mermer avluda misafirleri
karşılamaya, o meşhur beniyle, şakağında gülüyle, işlemeli
al kadife terlikleriyle Faika çıktı. Kısık sesiyle hemen ipsiz
sapsız yaygaralara, aşırı hareketlerle misafir ağırlamaya kal­
kışarak, peçesini açmış bulunan Ragıbe'ye karşı:

"Mübarek ayaklarınıza sıcak su mu soğuk su mu efen­


dim? Buyurunuz, burası da sizin bir eviniz. Kırk bir buçuk
kere maşallah ! Siyah mahfaza içinde parlayan bir inciye ben­
ziyor. Ne güzel bir taze . . . Ah, bu hıyanet, erkekler, dünya­
nın en güzel kadıniarına sahip olsalar bile yine cihanın öbür
tarafında başka türlülerini ararlar. İlahi Kenan, bu meleğin
üzerine gül kokladığın için gözlerin kör olsun emi? Hepimiz
bu herifterio heveslerine kurban olduk. Çekmediğimiz kal­
dı mı? Hem darılının Kenan ' ı hem severim. Zavallı çocuk
hanginizden vazgeçsin . . . Biri yakut. . . Biri pırlanta . . . İkiniz
de birieşiverirseniz fakat olur mu? Ne mümkün? Bu alemin
dedikodusu . . . "

Bir ayak üzerinde böyle birbirini tutmaz bin türlü takır­


dı söyleyen bu kadının coşkuoluğu karşısında Ragıbe Ha­
nım şaşırdı. Sanki teselliymiş gibi fırlatılan bu saçmaların
her biri zehirli birer iğne gibi beynine saplanıyordu. Otel i le
ev arasında bir bayağılık, nezaketsizlik, meymenetsizlik ve
kötülükle dolu bu evin manevi pis kokusu Ragıbe Hanım ' ın
başını döndürdü. Girişteki silgiye ince glase iskarpinlerini
sürterken duvardaki portmantoda kocasının pardösüsü ile
şemsiye ve bastonlarını gördü. Bunlar, bazı günler de Heybe­
li 'deki evlerinde böyle asılı dururdu. Demek Kenan 'ın bir evi
de burasıydı. O, buraya bütün eşyası, levazımıyla bir hayat
geçirmek için yerleşmişti. Burada da döşeği, beraber yataca­
ğı bir kadını vardı. Bu korkunç gerçeği o eve girmeden önce
de açık bir şekilde bilirken şimdi onun bu eşyalarını görmek­
ten niçin bu kadar kederleniyordu?

228
Benli Faika, kırk beşlik şişman, ağır vücuduyla gençliğin­
deki şuhane tavırlarıyla beraber iffetini göstermeye uğraşa­
rak her uzvunun oynaklık derecesini gösteren bir yürüyüşle
önlerine düştü.

Cabir, odasının kapısını aralık bırakmış bu gelen namuslu


hamının o evde sermaye olarak kalması lazım gelse ne kadar
para getireceği noktasından inceliyor ve takdir ediyordu. Bu
heritin gözünde bütün namuslu kadınlar, işletilmeyen ma­
denler gibi genel ticaret piyasasında hiç faydası görülmeyen
kısır birer fonda gibiydi.

Uzun müddet süpürge görmemiş, eskimiş ıııuşaınbalan


üzerine Avrupa işi basit bir yol keçesi uzatılın ış merdivenden
çıktılar. Evin her tarafında şimendifer, tramvay duraklarını
andırır bir genellik, bakımsızlık ve döküntülük vardı. Boşça
bir sofayı yürüdükten sonra benli Faika, misafirleri salona
aldı. Kapıyı üzerlerine kapayarak çekildi. Burası nispeten te­
mizce idi . Ortada al bir Türk halısı, tirşe zemin üzerine beyaz
hareli, pelüş kaplı bir lake talkımının kanepeleri, koltukları,
sandalyeleri güya alafranga bir tarzda oraya buraya serpiş­
tirilmişti. Orta yerde, masanın üzerindeki çiçeklerde bayat­
lamış, evdeki kadınlar gibi samimi kokularını kaybetmiş iki
buket. Atlas, kadife, keten ufak yastıkların ve sigara iskem­
leleri örtülerinin etamin üzerine kotonperle işlemeleri, kibrit­
liklerin boncuklu kılıfları, Vuslat Hanım ' ın ve arkadaşlarının
bunlara verilebilecek biraz boş zamanları bulunabilmiş oldu­
ğunu gösteriyordu.

Ragıbe Hanım, bu eşyadan birine temastan iffeti inci­


necekmiş gibi bir çekinme ve hemen bir iğrenme titrernesi
ile kanepelerden birinin ucuna il işti. Karşısına tesadüf eden
aynanın üzerinde gördüğü levha, başına dönmeler getirdi.
Bu, bir fotoğrafın agrandismanıydı. Kenan, en şık kıyafeti,
renk renk kozalarla işlenmiş çok büyük bir çelengin orta­
sında neşel i ve mutlu bir şekilde bakıyordu. Bu gülümseme
Ragıbe 'nin kalbinde tarifsiz bir elem oluşturdu. İçi yanıyor

229
fakat derisini soğuk bir ter kaplıyordu. Şiddetli, tehlikeli bir
keder ateşiyle iki sıra dişleri birbiri üzerinde birkaç defa ta­
kırdadı. Kocasının bu fotoğrafını hiç görmemişti. Heyecanı­
nı yatıştırmak için gözlerini fotoğraftan çevirdi. İçeri girecek
kimselerin kendini böyle yarı baygın bir şekilde görmelerini
istemiyordu.

Kaderin zulmüne uğramış kadın, kendi kendine tabia­


tın işkenceleri içinde azaben sevda kıskançlığına benzeyen
hiçbir iç ızdırabı ve hastalığı bulunmadığını düşünüyor ve
içinden kopardığı ahlarla: "Ömer Numan, sen bir aşk velisi­
sin. Bana sayfalar dolusu gönderdiğin mektubunun acı dolu
anlamını kalbirn şimdi daha iyi anlıyor. Zavallı çocuk, neler
çekmişsin. Fakat yardım istediğin zavallı Ragıbe, şu anda
senden ziyade teseliiye muhtaçtır," diyordu.

Şirin, duvara asılı panonun önünde durmuş, durgun yü­


zünde nilüferler açmış, etrafında gelin odası gibi salkım sal­
kım bahar çiçekleri sarkınış bir dere kenarında kalçasının yu­
varlaklığını olanca güzelliğiyle göstererek çırılçıplak yatmış
genç bir kadına karşı minimini tombul aşk perisinin oku ile
nişan almasını seyrediyordu.

Koyu yeşil çiçekli kağıt kaplı duvarlarda aşkla ilgili, ho­


vardaca açık seçik mevzularda yağlı boya taklidi, adi, baya­
ğı birkaç tablo vardı. Duvarın bir kısmı çerçeveli çerçevesiz
kadın, erkek fotoğraflarından görünmüyordu. Sapları renkli
kurdelelerle fiyonklu Japon yelpazeleri, işlemeli çevreler,
havlular, hasırdan, atlastan ceplerinde yapma çiçekler sarkan
duvarlıklar üzerlerinde göz bebeği gibi alçıdan Venüsler, Di­
analar, ufak etajerler, sanatsız, zevksiz bir bollukla her tarafı
doldurmuştu.

Ragıbe, burayı zevksiz ve şımarık bir çocuğun süslü oda­


sına, gelin odasına, sergi salonuna, hiçbir şeye benzetemiyor­
du. Burası, onun ömründe girmediği Beyoğlu' ndaki umum­
hane odalarının bir benzeriydi. O türlü tefrişi hiç görmemiş

230
olduğu için kafasında benzetecek ve kıyaslayacak bir yer bu­
lamıyordu. O yalnız anladı ki burada hüküm süren düşünce
ve zevk Kenan 'ınki değildi. Kocası burada his ve zevkçe bir
beğeni sahibi olmayan birinin hükmünde yaşıyor.

Şirin, duvardaki fotoğrafları seyrederken birdenbire ba­


ğırdı.

"Tüh Al lah belanızı versin cenabetler. . . Baksana hanım,


bir herif bir karıya sarılmış ağzından öpüyor. Utanmaz may­
munlar. . . "

Ragıbe Hanım yerinden kalktı. Ş irin ' i n nefretini çeken


fotoğrafı görmek için uzandı. İlk bakışta erkeğin Kenan ol­
duğunu tan ıdı ve kadının da Vuslat olduğunu tahmin etti .

Bu, resmi alınanların vücutlarının yarısını gösteren bir


kabine fotoğrafıydı. Kadının dolgun omuzları, göğsü geniş
yakalı bir gecelik gömleği içinde neredeyse çıplak, çözük
saçları perişan, erkek baş açık, saçlar dağınık, yalnız sağlam
pamuk ipliğiyle dokunan ten fani lasıyla dudak dudağa ver­
mişler, şehvetten gözleri süzülerek birbirinin aşk şerbetini
içiyorlardı.

Bu iki mahluk, şu yatak kıyafetiyle objektifın önünde du­


rarak en mahrem hallerini yabancı gözlere karşı bütün bay­
gınlıklarıyla nasıl gösterebilmişlerdi?

Ragıbe Hanım, midesini bulandıran bir nefretle sarsıldı,


sendeledi. Düşmernek için hemen Şirin ' i n elini tuttu. Onun
yardımıyla ağır ağır döndü, bu manzaranın zehirleyici tesir­
lerinden kaçarak kanepeye kendini salıverdi.

O esnada oda kapısı açıldı. Top Salata, elinde gümüş tak­


l idi üçgen bir kahve tepsisiyle içeri girdi. Gevşek bağlanmış
korsesinin üzerinde yalnız bir hamam bomozu vardı. S ile­
ceğİn başlığı tabii bir hotoza benzeyen henüz yarı ıslak ke­
sik saçlarının tepesinde hemen şöyle ilişmiş duruyordu. Bir
nalın kadar yüksek ökçeli eflatun atlas terliklerinin üstünde

23 ı
mütebessim, şuh bir edayla yürüdü. Evvela hanıma, sonra
Habeş' e tepsiyi uzatarak:
"Affedersi niz, sizi bekletınemek için giyinmeden geldim.
Bu i lk teşrifiniz ama yabancı değilsiniz," dedi.
Ragıbe Hanım, üzüntüsünün şiddetinden hafakan üzerine
hafakana uğruyordu. Şirin, i l k gördüğü misafirin karşısına
havluyla çıkan bu hamam soygununun laubali tavırlarını o
kadar büyük bir hayretle seyretmeye koyulmuştu ki hanımı­
nın karşısında kahve içmenin edepsizlİğİnİ unuttuktan başka
fincanı götürmek için ağzını bulamıyordu.
Top Salata, aşüfte bir kadı n rolünü maharetle oynayan bir
aktris tavrıyla dirseğini konsolun kenarına dayadı. Gerisinin
ara çizgisini bütün derinliği ile havlusunun üzerinden bel l i
edecek bir duruş ile kalçasını çarpıttıktan sonra:
"Ablam çoktan kalktı ama ağabeyim hala uyuyor. O pek
tembeldir. M i safir vardı, bu gece geç yattık."
Ragıbe Hanım, bu havlulunun abiasının Vuslat, ağabe­
yinin de Kenan olduğunu hemen anladı. Top Salata beyaz,
narin parmaklarını konsolun merrneri üzerinde piyano çalar
gibi aynatarak misafirleri oyalamak için devam etti:
"Ada' da oturuyormuşsunuz. Havasını pek methediyorlar.
M ideye iyi geliyor mu?"
Ragıbe Hanım, bütün konuşma gücünü toplamaya uğra­
şarak:
"Mide için Yakacık, Çamlıca, Beykoz, Sarıyer gibi kay­
nak suları bulunan yerler iyidir."
Top Salata: "Ya sizin Adanızın havası hangi hastalığa iyi
geliyor?"
Şirin, hanımının sıkıldığını aniayarak cevap verd i :
"Bizim Adamız, A llah vermesin dağlara taşlara, ince has­
talıklara iyi gel i r. H er gün çan çalar. Beş altı dane ölür. Pa-

232
pazlar süslü giysilerini giyer, gümüş haçları ellerine alırlar.
S iyah sandığın içinde sapsarı ölüyü, fon fon okuyarak açık
kotururlar. İşim olmadığı zaman komşu kadınlarla beraber
setin üstüne çıkıp seyrederiz. Sonra gece adamın rüyasına
girer. Mezarlık uzak değil ki . . . Bizim evin arkasındaki dağın
öbür tarafında . . . Ya dirilip de karanlıkta gelirse! Ödüm ko­
par. Bir danesini daha dün gordum . Muşmula gibi bir koca
karı. Kapetasını giydirrnişler, öyle süslemişler ki . . . Karılar
da cenaze ile beraber gider. Geçen gunu karının biri cenaze
galabalığından ayrıldı, çarnların arasında aptes bozdu. Sonra
okuyarak yine onlara karıştı gitti."

Top Salata:

"İnce hastalıktan pek korkarım. B izim Sümbül ondan


öldü. Bir delikanlıya sevdalandı. Kan kusmaya başladı. He­
kimler bu hastalıktan hiç anlamıyorlar. Evde i laçlar yaptık.
Göğsüne, arkasına akciğer bağladık. B i r hafta durdu, kurtlan­
dı. Yarasa kuşu yedirdik. Kaplumbağa kanı içirdik. Çingene
karısı kaplumbağayı sepetin içinde getirdi. Hayvancağız ka­
buğunun içine büzülmüş. Ne yapacak diye baktım. Musibet
karı, başa huzurunuzdan, hayvanı n kıçına koca çiviyi carka­
dak sokuverince çaresiz hayvan can acısıyla başını çıkardı.

Tavuk gibi boğazladı. Aman, bu hastalık lakırdısı da ne­


reden açıldı? Ölümlü dünyada gezmeli, yürümeli, gülmeli,
oynamalı. Bu evde hepimiz mide rahatsızlığı çekeriz. Pek
teklifsiz görüştüğüm askeriye doktorun biri bana her zaman
i laç verir. Maden sularından bıktım. B ayatı, kokmuş yumur­
ta gibi ne fena kokuyor. Kadıköyü ' nün havası bana yaramı­
yor. Toz, sıcak, sıkıntı. .. Sokakları beyden, efendiden ziyade,
aşçı, hizmetçi, arahacı harnal camal i le dolu . . . İnsanın şöyle
bir açıkça tuvaletle dışarı çıkmaya haddi yok. O zaman bu
yağlı herifler yılışmaya başlarlar. Yüz bulamayınca küfür
ederler. A deta insana saldırırlar. A cebi delik maymun, ben
senin kesene göre bir karı mıyım? Hiç haddini bilmez ki . . .
Ortalık pek sıkıymış. Açıkta işret eden karıları sürüyorlar­
mış, öyle mi hanım?"

233
Şirin:

"A, kadın kısmısı işret eder mi ayo?"

Top Salata: "A. . Lakırdıya bak. .. İ stanbul 'da, Beyoğlu ' n­


.

da kadınlar için açılan lokanta kısımlarına hiç gitmediniz mi?


Birası, şarabı , düzü, mastİkası hepsi var."

Şirin: "Allah vermesin. Biz öyle yerlere hiç gitmedik Bir


kere yanlışlıkla beyin rakısını içtim de bağazırnın kökü tutuş­
tu. Tövbe, şimdi koklamadan su bile içmiyorum.

Top Salata: "Ab larnın da midesi bozuk . . . Ağabeyi m bize


Çamlıca'da ev tutacak. Ahbabımız çoktur. Oraya kadar nasıl
gelirler?"

234
9
Ragıbe'nin Revolveri, Şirin'in Bıçağı

Salon kapısı açıldı. Enine boyuna, gürbüz, her tarafından


hayat, neşe, güzellik fışkıran pembe bir kadın, güzelliğinin
cazibesini arttıran edalı adımlarla içeri girdi. Bu, Vuslat'tı.
Tam açılma zamanının tazeliğinde ebruli okka gülüne benze­
yen bu Jetafet heykelinin yanında Ragıbe zayıf, sapı üzerinde
boynunu bUkmUş, narin, ince, soluk, melul bir yasemin gibi
kaldı.

Kenan ' ın metresi ipekli limonküfii bir penuara82 bürün­


müştü. İnce somaki menevişleri gösteren, dirsekiere kadar
açık kollarında altın zincirden bilezikler, parmaklarında
zümrütlü, yakuttu, pırlantalı yüzükler parlıyor, korsenin sı­
kıştırmaya uğraştığı göğsü bir taşkınlık inadıyla taşıyordu.
Koyu altın rengi parıltılı gür saçlarını başına dolamış dolamış
bitirememiş, birkaç elmaslı tarakla zorla tutturabilmişti.

Salonun içini hemen keskin bir lavanta kokusu kapladı.


Şirin, bu orospuluk artistinin ziynetine, tuvaletine, letafeti­
ne, edasına o kadar hayran kaldı ki kollarındaki, ellerindeki,
belki de Kenan 'ın hediyeleri olan bilezikleri, yüzükleri, im­
rene imrene, yutkuna yutkuna sayıyor sayıyor bitiremiyordu.
Kendi hanımının beyini büyülemek için neden böyle süslen­
mediğine kalbinden şaşıyor, acıyordu.

Ragıbe Hanım göğsünü, hançeresini tıkayan, boğan hafa­


kanların tehlikeli etkisinden kurtulmaya uğraşarak alelade bir
misafir nezaket ve resmiliğiyle rakibesine karşı ayağa kalktı.
Vuslat, durumun acılığıyla hiç de uygun olmayan neşeli, kısa
bir temenna ile karşılık verdikten sonra Kenan 'ın asıl sahibi
olan bu kadının karşısına oturdu. Bu iki rakip, bir müddet

82 Boya, fon ön lüğü.

235
hiç konuşmadan birbirlerini rahatsızlık verici bir dikkatle in­
ceden ineeye süzdüler. Ragıbe'nin ruhundaki isyanı gözle­
rinden sessiz bir güceniklikle kaynıyor, sonsuz kederleri bir
azap sayfası gibi yüz hatlarından okunuyordu. Zavallı kadın,
karşısındaki bu harcıalem fakat gül vücudun kokulu cildinde
kocasının gezdirdiği ateşten öpücüklerio izlerini arıyordu.
Vuslat, bu imtihan ve inceleme bakışlan önünde mesut, güler
yüzlü bir üstünlükle sanki "Kenan ' ı elimden almaya gelen
kadın sen misin? Zavallı . . . " dereesine hor gören bakışlada
bakıyordu. Bu acı sessizliği bitirmek için Vuslat, Top Sala­
ta'ya doğru bakarak:

"Kız deli . . . Bu ne kıyafet? Kendimi Moda'da deniz hama­


mında mı zannettin?"

Top Salata, bir kahkaha salıvererek:

"Birkaç sene sonra bu kıyafetle sokağa bile çıkılacak. Ne­


rem görünüyor?"

Bu acayip soruya karşı Şirin cevaba hazırlanırken Ragıbe


Hanım' ın öfke dolu işareti üzerine sustu. Vuslat, yapmacık
bir utanma edasıyla dudaklarını ısırarak göz ucuyla havlulu­
ya dışarı çıkması lüzumunu anlattı. Top Salata, kahve tepsi­
sini aldı. "Magic" polkasıyla yürür gibi vücudunun belinden
yukarı ve aşağı kısımlarını iki tarafa zıddına kıvırarak salon
kapısından çıktı.

Üç kadın yalnız kaldılar. Kısa bir süre sükfitla geçti. Vus­


lat, göğsünün dantelalarıyla oynayarak bu acı ziyaretin ge­
rektirdiği gizli konuşmaya başlamak için yol arıyordu. N iha­
yet dedi ki:

"Hanımefendi, mektubunuzda 'kalbimin adaleti 'ne sığın­


dığınızı yazmışsınız. Bundan çok etkilendim. Kullandığınız
bu iltifatlı dilin altında saklı bazı acılar ve düşmanlıklar ola­
bilir. Böyle de olsa haklısınız. Fakat ben de sanıldığı kadar
günahkar ve size düşman bir kadın değilim. Kocanızı ele
geçirmiş olduğum için beni suçlu bulmayınız. O bir kere

236
kocalık sadakatinden ayrı lmış, zıvanasından çıkmış. Beni
bulmasaydı yine başka bir kadını seveceğine şüphe yoktur.
Beni onunla birleştiren bir tesadüftür. Bu bedbahtlığınızın
sebebi yalnız odur, onun vefasızlığıdır. Gözünde katiyen aile
muhabbeti yok. M ide bozan şeyler pek çoktur fakat kabahat
yenende değil yiyendedir. Bizim meclisimize giren erkekle­
rin evli veya bekar olduklarını biz düşünemeyiz. Sanatımızın
icabı böyledir. B iz onlara, ' Karılarınıza acıyınız, bizimle te­
mastan kaçın ız,' diyemeyiz. Ne yazık ki gayrimeşru sevdala­
ra en düşkün olanları evli erkekler arasında görüyoruz. Me­
selenin buralarını güzelce hesaplayarak kalben beni o kadar
suçlu bulmayınız."

Ragıbe:

"Hanım, görüyorum ki güzelsiniz. Anlayışlı bir şekilde


konuşuyorsunuz. Kenan Bey'in sizi niçin bu kadar düşkün­
tükle sevdiğini şimdi anlıyorum. Ben buraya sizin ne mesle­
ğinizi ne de işlediklerinizi kınarnaya geldim. Aramızda ka­
nun bakımından bana, kalbi ile de size bağlı bir erkek var.
Biz hastalıklı bir üçgenin birer köşesini tutmuş üç kişiyiz. B u
üçlü, dünyadaki bütün romanların, faciaların esasını teşkil
eden tehlikeli bir vaziyettir. Bu şeklin tehlikeli sınırı içinde
yaşanamaz. Kocam, kocalık sadakatinden ayrılmış, zıva­
nadan çıkmışsa buna bir şey diyemem. O, kendi gönlünün
sahibidir. Ben meselenin yalnız bana bakan yönünü katiyen
halletmek ve buna bir son vermek isterim. Bunun için insani­
yetinizi, yardımınızı istirhama geldim."

"Buyurunuz, size nasıl yardım edebileeeğimi bileyim.


Elimden geleni yapmaktan geri durmayacağıma emin olu­
nuz."

"Boşanmak istiyorum."

"Bu gayet mühim bir iştir, iyi düşündünüz mü?"

"Bu niyetim katidir."

237
"Hanımefendi, beyinizin bana olan münasebeti meşru ol­
mayan bir hevesten ibarettir. Bunu kendiniz için büyük bir
felaket sayıyorsanız, kocasının bu suretle sadakatsizliğine
uğramış kadın dünyada yalnız siz değilsiniz. Bu olağan bir
maceradır. Erkeklerin gönülleri acayiptir. Hemen hemen bir­
çoğu sahibi olamadıkları kadınlarda sevda zevki ararlar. ilim
ve irfanınız var. Bunları benden iyi bil irsiniz."

"Ben bu hususun tüm yönlerini enine boyuna düşündüm.


Kararımı verdim. Değişmez."

"Peki, öyle olsun. Fakat ben sizi kocanızdan nasıl ayıra­


bilirim?"

"Onun üzerinde bu nüfuza sahip olduğunuzu görüyo­


rum."

"Yanılıyorsunuz, hanımefendi. Olacak şey değil ama hay­


di öyle farz edel im. Ben sizi kocanızdan boşatmak arzusunda
bulunmuş olsam bile buna muvaffakiyet benim için zannetti­
ğiniz kadar kolay bir iş değildir."

"Kolaydır."

"Hiç zannetmiyorum. Buna nasıl muvaffak olabilirim?


Aklım ermiyor. Tal imat veriniz, o suretle hareket edeyim."

"Şimdi Kenan Bey'i buraya getirirsiniz. Mektubumda


yazdığım gibi üçümüz yüz yüze görüşürüz. Katiyen ya sizi
tercih eder ya ben i . . . "

Vuslat, göğsünün dantelalarmı çeke çeke bir müddet dü­


şünür göründükten sonra:

"Mesele nazikleşiyor. Affedersiniz, biraz serbest söyleye­


ceğim. Siz sırf kendi hissinize, menfaatinize nazaran hareket
etmek istiyorsunuz. Bu durumda benim de bir menfaatim, bir
his alakam var. Gönül bahsi muğlaktır. Başka şeye benzemez.
Kenan Bey' i bu dünyada sizdt=n başka bir kadın da sevebi­
lir. Bu o kadar ihtimal dışı ve şaşılacak bir durum olmadığı
gibi seven de büyük bir günahkar sayılamaz. Şimdi Kenan

238
Bey ' i böyle bir kati tercih ültimatomu karşısında bulundur­
duğumuz zaman mesele herhalde birimizin yararına, öteki­
nin zararına çıkacaktır. Bu bir nevi piyangodur. Ben Kenan' ı
aramızda paylaşmakta b i r beis görmüyorum. Yahut mecburi
buna katlanıyorum. Kazanmaktan ziyade kaybetmek tehlike­
sinden korktuğum için böyle bir davaya kalkamıyorum. Siz
ona bugün benden ziyade sahip olduğunuz halde bu sahipli­
ğinizi kesinliğe vardırmak isteyerek piyangonun size rastla­
maması tehlikesini hiçe sayıyor, onu kaybetmekten korkmu­
yorsunuz. Eğer kendi nefsinizle kıyas ederseniz benim daha
vefalı ve fedakar olduğumu ister istemez tasdik edersiniz. Ne
olur? Memleketimizde iki, üç, dört kanl ı ve birkaç da oda­
lıklı, metresli erkekler görülüp işitilmemiş şeylerden midir?
O kadınların canlan yok mu? Bizde de bir kalp, bir gönül
bulunduğunu mektubunuzda yazmışsınız. Ya ben de Kenan' ı
şiddetle seviyorsam? Kendi saadetiniz için beni böyle bir ay­
rılık tehlikesine sokmakta kendinizi haklı bulsanız bile be­
nim için büyük bir haksızlık etmiş olmaz mısınız?"

"İnsaniyetinizi istediğim ve rica ettiğim nokta, işte bura­


sıdır. Tahminierinizde yanılıyorsunuz. Bunda sizin için hiçbir
tehlike yoktur. Sizi katiyen temin ederim. Ayrı lığa mahkum
olacak benim. O, sizden ayrılmamak için beni bırakacaktır.
Buna emin olunuz. Kocaını seviyorsanız bu tekiitin kabulü
sizin için saadet olacaktır."

"Bunu ne ile temin ediyorsunuz?"

"Bu açıkça ortadadır. Görünen köy kılavuz istemez."

"Yanlış . . . Bu gece Kenan 'ın çok ağzını aradım. Hatta sı-


kıştırdım. Israr ettim. Sizi boşayamıyor. Katiyen boşanmak
istemediğini siz de pekala biliyorsunuz. Hiç olmazsa bunu
izah ediniz. Niçin?"

"Beni kalın altında yaşatmak için."

"Sevilen bir adamın yaptıkları insana kahır gelmez."

"Belki ben kocaını sevmiyorum."

239
"O başka . . . O halde boşanmak için neden bu vesileye sa­
rılarak beni de ayrılmak tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor­
sunuz?"
"Boşanmak için bundan iyi sebep olur mu?"
"Ha, ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Demek ko­
canız sizi seviyor. Siz ondan hoşlanmıyorsunuz. Sizi kıskan­
dırıp kendine bağlamak için Kenan Bey beni sever görünmek
planını tutmuş. Ben ara yerde bir oyuncak, sizin muhabbe­
tinizi kızıştırmak için kocanızın elinde bir körük ... Benimle
sizin kalbinizi üfleyerek tutuşturmaya uğraşıyor."
Bu ani ihtimal önünde Vuslat ' ın pembe çehresi, ateş gülü
gibi alevlendi. Zavallı Ragıbe, kocasının kendini niçin bo­
şamadığını biliyor fakat bu hakikati sezdirmek işine gelmi­
yordu. Maksadına ulaşmak için Vuslat ' ın bu içerlernesinden
istifade edebileceğini düşünerek dedi ki: "Kocamın her i ki­
ınize birden sahip olarak yaşamak için gösterdiği bu inadında
birtakım gizli hesapları, sırları olabilir. Fakat buna bakamam.
Ben görünene bakanın. Onun gerçekten istediği siz misiniz
ben miyim bunu düşünmem. O bana sahipken sizinle bir duy­
gu bağı kurdu. Sizi bana tercih etti. Göze görünen hakikat bu­
dur. Sizi mi seviyor? Beni niçin zorla nikahı altında tutuyor?
Beni mi seviyor? N eden sizinle münasebette bulunuyor? İki­
ye, üçe, dörde bölünebilen bir kalbin hissi aşk olamaz. Bu adi
bir hevestir. Beyefendinin böyle bir sevda fantezisine ken­
dimi oyuncak edecek kadar küçülemem. Ben o kadınlardan
değilim."
"O halde demek ki küçülen benim."
"Orasını bilemem, ben yalnız kendi hesabıma söylüyorum."
"Hanımefendi, sözlerinizde pek acı imalar var. Bana de-
mek istiyorsunuz ki, 'Sen harcıalem bir kadınsın. Buluştuğun
erkeklerle böyle ince, kalbi ve namuslu duygulada münase­
bet kurman sanatın la uyuşmaz. ' inanır mısınız, hanım! Ke­
nan ' ın narnma şu eve kapandığım günden beri ondan başka

240
bir erkekle münasebette bulunmadım, bulunmak da istemem
ve bunu da bir fedakarlık şeklinde hiçbir gün Kenan ' ın başı­
na kakmadım."

"Demek onu cidden seviyorsunuz?"

"Bunu bana itiraf ettirmek istiyorsunuz. Evet, şiddetle se­


viyorum."

"Öyle ise onun bir gün bana büsbütün döneceğinden


korkmuyor musunuz?"

"Muhabbetimi şiddetlendiren de işte bu korkudur."

"Kenan Bey'e bütün bütün sahip olmak için bugünkü fır­


sat her zaman ele geçmez. Bundan istifadeye atılmazsanız
sözünüzün samirniyetine inanmamakta mazurum."

"Zevcinizi sevmediğinizi itiraf ettiniz."

"Evet."

"Onu bütün bütün bana terke hazır mısınız?"

"Evet."

"Şimdi Kenan ' ı buraya getireyim. İkimizden birini tercih


etmesi için son şiddetimize ısrar edelim."

" İşte ricam budur."

"Peki . . . Dediğiniz gibi olsun."

Ragıbe Hanım, bu son kısa cevapları gizlenemez bir ses


titrernesi ve yürek çarpıntısı ile verdiğinden sevda hilekarı
Vuslat bu zavallı kadının kocasını amansız bir muhabbetle
sevdiğini, onun için de sözünde samimi olmadığını anlamış­
tı. Onun Kenan'a bu meşru muhabbeti Vuslat'ın gönlünde
derin bir kin uyandırdı. Bu fırsattan istifade intikam almaya
karar verdi. Hışımla yerinden fırladı gitti.

Ragıbe Hanım, idam zamanını bekleyen bir mahkum he­


yccanıyla bekliyordu. Sekiz on dakika sonra salonun kapısı
açıldı. Kapının saçaklı perdeleri arasında önde Kenan, arkada

24 1
Vuslat göründüler. Kan, ona bir şey söylememişti. Oyuana­
cak faci adan katiyen haberi yoktu. Kenan gecelik entarisinin
üzerine atmış olduğu ropdöşambınnın içinde, akşam geçirdi­
ği zevk ve eğlence yorgunluğuyla o kadar mahmur ve halsiz­
di ki salonda olanlan birdenbire anlayamadı .

Vuslat, aşığına n e kadar hakim olduğunu v e ona ne ka­


dar nazı geçtiğini Ragıbe'ye göstermek için delikaniıyı sert
bir muamele i le omuzlanndan içeri kakıştınyordu. B u hır­
palanıştan pek memnun görünen Kenan, perdenin arasından
sevgilisine sarıldı. Açık gerdamndan uzun öpücükler yapıştı­
rarak o gece sabaha kadar söndürememiş olduğu sevda ateşi­
nin son yudumlannı da orada, karısının gözleri önünde emdi.
Sonra bir kolu metresinin belinde olarak içeri yürüdüler. He­
nüz yarı uykulu gözleriyle salona ilk perişan bakışını attığı
zaman orada yüzleri açık iki çarşafl.ı kadın gördü. Gözlerini
ovuşturdu, dikkatle baktı. Karısı Ragıbe ile hizmetçi leri Şi­
rin... Bunun bir hakikat olduğuna ihtimal veremedi . Kenan
hala döşeğinde uyuyor muydu? Bu bir uyku hali miydi? B u
korkulu uykudan uyanmak i ç i n silkindi. Kendini yokladı. El­
leriyle etrafındaki eşyaya dokunarak hayatının o dakikasının
uyku alemine mi gerçek aleme mi ait o lduğunu anlamaya
çalıştı. Bir iki adım daha yaklaştı. Ragıbe, siyah çarşafının
içinde bazan ayvası gibi sarı bir beniz, üzüntüden daha fazla
büyümüş, lanet okuyan, iri, durgun, siyah gözleriyle kendine
bakıyor. Bu kadın, Ragıbe 'nin kendi olmaktan ziyade onun
hayaline benziyordu. Zavallı o kadar erimiş, dünyadaki be­
denini terk etmeye hazır, varlığının yarısını kaybetmiş ince
bir ruh halini almıştı.

Kenan, etrafına ürkek bir bakış gezdirerek durumun va­


hametini ölçmek istedi. Vuslat, karşısında: "Buraya gelme
terbiyesizliğinde bulunduğu için karını azarla, aşağıla," ına­
nasma gelen kızgın gözlerle bakıyor, Ragıbe ise bakışlarıyla
en zehirl i sitem oklarını kocasının kalbine saplıyordu. Bu iki
kadından birinin kıskançlık hükmüne uymak, ötekini sonsu­
za kadar kaybetmek demekti. Kenan şimdi ne yapacak, han-

242
gisine kul olacaktı? Bu dört gözün üzerine yağdırdığı kargı­
ların zıt, acı tesirleri altında bir zaman ne yapacağını bilmez,
şaşkın bir halde kaldı.

Nihayet elinde olmayarak yılanın zehirli ağzına düşen bir


kuş gibi Vuslat'ın büyülü bakışlan önünde iradesini kaybetti.

Metresini memnun etmek için karısını suçlu bulur bir ta­


vırla aşağılayarak:

"Vay hanımefendi, bu mahrem evime ne cesaretle girdi­


niz? Beni kontrol etmek için mi?''

Ragıbe, kederinden tıkanıyordu. Cevap veremedi, mendi­


l ini gözlerine götürdü. Kenan, devam etti.

"Evinizden son defa çıkmazdan evvel ben size her haki­


kati söylemiştim. Araştırmaya, incelemeye, kontrole gerek
kalmamıştı."

Ragıbe mendilini gözünden indirmedi. Kenan, devam


etti :

"Bu yüzleşme benden çok sizin için acıdır. Ü zerinize bir


kadın sevdiğimi, sizi ve her türlü kocalık vazifesini unuttu­
racak bir şiddetle sevdiğimi biliyordunuz. Bu hakikati gözü­
nüzle görmeye kalkışmanızda her iki taraf için de bir fayda,
bir sefa olamayacağını anlamalıydın ız."

Ragıbe, bir iki hıçkırıkla cevap verdi. Kenan yine söylü­


yordu:

"Mektepten kaçan bir çocuk gibi beni kolurodan tutarak


evinize götürmek için mi buraya geldiniz? Bu pek beyhude
bir harekettir. Beni size bağlayan imarnın duası, mahallelinin
aminidir. Bu sevgilim hanıma ise kalben, hissen hiç kopma­
yacak bir şekilde bağlıyım. Nafile uğraşmayınız, ayıramaz­
sınız."

Ragıbe, mendi lini gözünden çekti. Ş imdi benzi daha fazla


sararmış, ızdırap yaşları kurumuştu. Hala koca namını taşı-

243
yan bu vicdansıza öyle derin bir iğrenme ve lanet okur gözle
baktı ki Kenan ' ı n söz söylemeye hazırlanan rludakları sanki
birdenbire taş kesildi. Kıpırdayamadı . Ragıbe Hanım, kalbin­
deki bütün eş ve insanlık samimiyetinin o sözler karşısında
ne feci bir nefretle ölmekte o lduğunu bu hançerlerden kes­
kin, ızdırapl ı bakışıyla anlattı .

Vuslat, kendinin hoşnut olmasını temin için Kenan 'ın


göze aldırdığı bu insafsız tecavüzüne karşı karısının ne cevap
vereceğini bekliyordu. Ragıbe Hanım, iğrenen bakışlarını bu
ikisinin üzerinde derin derin dolaştırdıktan sonra, evvela za­
yıf fakat giderek kuvvetleneo sesiyle dedi ki:

"Beyefendi, ben buraya sizi kocalık vazifenize dönmeniz


için davete gelmedim. Ben bugün sizin şahsiyetinizde, insan­
lığın hiç aklına gelmeyecek kadar sefil bir basitliğin örneğini
görüyorum. Siz pek şaşırmışsınız, artık ne olduğunuzu giz­
lemek ihtiyacına bi le lüzum görmüyorsunuz. i marnın duası,
mahallelinin arniniyle kulsanıp mühürlenınemiş serbest bağ­
larla yaşamakta tamamen hürsünüz. Ben sizi bu hanımdan
ayırmaya değil, kutsiyetiyle eğlendiğiniz nikah felaketinden
kurtarmaya geldim. Ben sizin için bir belayım, siz benim için
bir pisliksiniz. O kadar çıkmaz bir pislik ki boşandıktan sonra
bile bundan tamamıyla temizlenıneye imkan göremiyorum.
Koca kelimesi telaffuz olundukça karşımda daima h ilekar,
kalbinin zayıflığını hayat kanunu diye tanıyan vicdansız, he­
veslerine mağlup olmuş, çekinilmesi gerekli bir mahluk gör­
mek şaşkınlığımdan kurtulamayacağım."

Kenan, mahrem evim dediği bu salonda karısını görünce


onu çılgınca bir istekle yalvarmaya gelmiş sanarak Yustat'ın
çatkınlığı önünde birdenbire bir kafa karışıklığına düşmüş,
beyniyle ağzı arasındaki mantık bağı gevşemiş bir sarhoşa
dönmüştü. Karısının bu ağır sitemi karşısında halin nezake­
tini aniayarak biraz aklını başına topladı. Fakat şimdi Ragıbe
Hanım coşuyordu. Devam etti :

244
"Senin mahrem evin bu ev değildir. Burası, parası en çok
olana açıktır. Bu kar yerleri gönüllerin mezat yeridir. Burada
bütün insan fazi letleri ölür. Paradan başka bir mabut tanın­
maz. Burada Kenan, Mesut Bey olur. Burada en ahlaksızlar
bile asıl adlarıyla çağınlmaktan utanırlar."

Bu bakaretiere karşı Vuslat birdenbire köpürerek:

"Hanımefendi, gelme isteğİnizi hiç zorluk çıkarmadan


kabul etmiş olduğum için mi hu nezaketsizliklerde bulunu­
yorsunuz?"

Ragıbe:

"Hanım, körün, topalın yüzlerine karşı bu sakatlıklarını


söylemek nezaketsizlik sayılır. Çünkü bu sakatlıklar, gayri­
ihtiyari ve düzetitmesi mümkün olmayan birer olağan fela­
kettir. Fakat sizinki öyle değil."

Vuslat:

"Benim sakatlığım neymiş?"

Ragıbe:

"Cismani bir sakatlığınız yok. Dayanıklı bir kadınsınız.


S izin bozukluğunuz manevi ... Siz görünüşte hoş, iştah kabar­
tan fakat gerçekte çürük meyvelere benzersiniz. Size temas
edenleri de beraber çürütürsünüz."

Vuslat, Kenan'a dönerek: "Karın beni tahkir ediyor."

Ragıbe:

"Tahkir etmiyorum. Benimsemiş olduğunuz bu hali, haki­


kati söylüyorum. Bu sıfat gücünüze gidiyorsa tövbekar ola­
bilirsiniz."

Vuslat:

"Benim tövbem, istiğfarım sizden sorulmaz. Bir kocanın


ahmakça inancına sığınarak namus, i ffet imtiyazları altında
fahişelik eden ev hanımlarının adedi bizden çoktur."

245
Ragıbe:

"Nikahsız bir erkeğin karşısında açık oturan sizin gibi bir


kadının ağzından ç ıkan namus, i ffet sözlerinde etkileyici bir
taraf yoktur."

Vuslat:

"Benim sizden nem eksik? Hangi faziletterinize güvene­


rek böyle konuşabiliyorsunuz? Bana karşı kendinizi neden
erişilmez, müstesna, yüksek bir mevkide görüyorsunuz? Bu­
gün imamı, muhtarı çağırıp bir nikah kıydırtsak ben de sizin
gibi iffetl i bir ev hanımı olamaz mıyım?"

Ragıbe:

"Dostunuz olan bu namzet, (eliyle Kenan' ı gösterir) n ika­


hın kutsiyetiyle eğleniyor. Onun husumeti bana değil, iffeti­
medir. Siz afıf bir kadın olduğunuz gün onun gözünde bütün
kıymetinizi, cazibenizi kaybedersiniz. O, adi heveslerin i ok­
şamak için yine bir iffetsiz kadın arayacaktır. Daima onun
tarafından sevilmek isterseniz fahişe kalınız."

Vuslat, korsesinin arasından ipekli, kokulu ince bir men­


dil çıkarıp gözlerine götürerek : "Ben bu ağır sözleri ömrüm­
de kimseden işitmedim. Kenan Beyefendi 'nin sayesinde kim
bilir daha nelere muhatap olacağım, ne belalara uğrayaca.:.
ğım? Kocanızın bana lüzumu yok. Atınız, evinize götürünüz.
Hanımefendi buraya benden hınç çıkarmaya gelmiş. Mek­
tuptaki yalvaran dille şimdiki tuğyan birbirine uymuyor."

Ragıbe Hanım :

"Hanım, mevkiimiz birbirimizin onurunu kırmaya müsa­


it değildir. Artık kocam demeye utandığım bu adama, beni
tahkir için teşvik ve cesaretlendirİcİ bakışlarta bakıyorsunuz.
Kenan Bey her hareketini istekterinize uydurmak için bir av
köpcği gibi gözlerini sizden ayırmıyor, işaretierinizi bekli­
yor. Onun gönlünün sizden ayrılamayacağını bildiğiniz için
lüzumsuzluğunu söyleyerek cömertlikle kocarnı bana bahşe-

246
diyor, alıp evime götürmemi söylüyorsunuz. O, hissen, ruben
sizindir. İ şte yine tekrar ediyorum, ben buraya onu almaya
gelmedim. Bugün beni boşasın. Bu uğursuz evden çıkıp g ide­
yim. Allah, ikinizi birbirinize mübarek etsin! B ir daha adımı,
namımı duymazsınız, böyle rahatsızlıklara uğramazsınız."

Kenan, bu defa emir almak için ne diyecek diye Vuslat'ın


yüzüne bakmadı. Karısının bu haklı isteğiyle onun ufak he­
saplara dayanarak kurduğu bütün p lanları göçüyordu. Durum
son derece vahimleşti . Ragıbe'yi bırakmak, parasız kalmak,
onun için aynı zamanda Yustat'tan da ayrılmak demekti.
Vuslat'ın kin ve şüphesini uyandırmadan Ragıbe'yi boşama­
makta nasıl ısrar edebilecekti? Şaşırdı. B ir çeşit yalvarma ile
derin derin karısının yüzüne baktı : "Sen bu inadından vazgeç,
eninde sonunda ben sana aitim," demek istiyor gibiydi. Fakat
maksadına erişmek için Ragıbe' ni n her türlü hakaretten geri
durmayacağını öfke ve nefretle parlayan gözlerinden anla­
dı. Karısı, Vuslat'ın damarlarındaki fahişe kanını büsbütün
tutuşturmak için her türlü fena hücuma hazırlanmıştı. Beri
yandan Vuslat, Kenan 'ın karısına fırlattığı bu sığınma bakı­
şını pek acı bir açıklıkla hissetti. Şimdi sevdalısının ağzından
çıkacak sözün mahiyetini dikkatle bekliyordu. Kenan, Ra­
gıbe'yi bıraktıktan sonra bir daha onu ele geçirmenin müm­
kün olmayacağını fakat Vuslat'ın küskünlüğünün tamirinin
sonra mümkün olabileceğini düşündü. Felaketin hafifini se­
çip olanca cesaretini topladı:

"Hanım, bu boşanma sevdasını aklınızdan çıkarınız. Bu,


bence mümkün bir şey değildir. Ragıbe Hanım, acı ve alaylı
bir gülümsemeyle: "Beyefendi beni bırakamaz, Vuslat Ha­
nım'dan vazgeçemez. Bu namussuz bulmacanın düğümü bu­
gü!� çözülecektir. Ya ben ya o . . . "

Kenan: "Boşanma, bir erkeğin keyfine ait bir meseledir.


Niçin boşar niçin boşamaz bundan dolayı kimseye hesap ver­
mek mecburiyetinde değildir.

247
Ragıbe: "Vuslat Hanım, bu adam bizi itiraf ederneyeceği
kadar basit heveslerine esir ederek yaşatmak istiyor. Beni her
alçaklığına katlanmaya zorlayan nikahla kendine bağlı zaval­
lı bir kimse sayıyor, sizi de kalbi, hayatı, dini, imanı, her şeyi
para i le satın alınır hakir bir kadın olarak görüyor. Sizde de
bir vicdan bulunduğundan bahsetmiştiniz. Bunun varlığının
yahut yokluğunun ispat edilebileceği vakit gelmiştir. Kenan
Bey sizi seviyorsa benden niçin ayrılamıyor? Onun narnma
özel bir eve kapanmak fedakarlığını yapmış olduğunuz için
bu soruyu sormaya ve sağlam bir cevap talebine hakkınız
vardır."

Vuslat: "Davanızı soniandırmak için beni vekil etmeyin.


Çünkü menfaatlerimizin birbirine zıt olduğunu söylemeye
gerek yok. Sizi kocanızdan boşatmak bende bir vicdan varlı­
ğına delalet edeceği tuhaflığına da akltın ermez."

Ragıbe:

"Daha acı söyleyeceğim. Söylettiğiniz için kabahat siz­


dedir. Hanım, Kenan Bey'le siz birbirinize her surette denk­
siniz. Uncu Ahmet ' in evinde basılıp da sarhoş halde kadın
erkek şarkı söyleyerek kol kola, ahalinin yuhaları arasında
karakala giden mahluklardan vicdan narnma adalet isternek
büyük bir safl ıktır. Siz toplumsal hayatın namus hududundan
dışarı atılmışsınız. i kinizin arasını dolduran pislik içinde ben
yaşayamam."

Vuslat:

"Yaşayamazsan bana ne? İ şte kocan, i şte sen . . . Boşan. Bu


boşanmanın İcra memurluğu bana ait bir vazife midir?"

Ragıbe:

"Benim gibi masum bir kadının senin yüzünden çektiği


ızdıraplar, uğradığı felaketlerden dolayı da derin bir azap
duymaz mısın?"

Vuslat:

248
"Dünyada kocalarından hıyanet görmüş kadınlara gelin­
ceye kadar acınacak ne dertler var! N eme lazım benim. . . Be­
yini zapt edeydin."

Ragıbe:

"Onu kıskıvrak sen zapt etmişsin."

Vuslat:

"Pekalc1 etmişim."

Ragıbe:

" İ yi ya işte . . . Onu sana terk ediyorum. Bütün bütün senin


malın olsun."

Vuslat:

"Ben ona sahip olmaya senin kadar istekli değilim."

Ragıbe:

"Tabii sende erkek çok ... Beş değil on deği l... Sen kalbini
değil ırzını satıyorsun."

Vuslat:

"Neremi satarsam satayım. Senden izin alacak değilim.


Kocan senin gibi basur solucanı sıska bir karı ile yaşamaktan
bıkmış da beni seçmiş. Kababati ne diye onda buluyorsun?
Çatla, patla, işte Kenan benimle yaşayacak. Benim yumuşak
koynurnda yatacak . . . Sen de koca muhabbetinden mahrum
kalarak nikahının esiri olup kalacaksın."

Kendisine söz söyletilmeyerek bir köşede büzülüp kal­


mış, hanımına yapılan tecavüzlerden dolayı titreye titreye
öfKe saraları geçiren Şirin, kavganın kıvamı kendi müdaha­
lesine ihtiyaç gösterecek bir zemine dököldüğünü görerek :
"Namussuz kaltak, sus! Aklını başına topla. Sonra toplatırım
ha... Bu ne süs, nizarn böyle. Galiba vücudunda düzgün sür­
medik hiçbir yerini bırakmıyorsun. El gün kepazesi şıllıklar. . .
Benim hanımım senin kokmuş ağzının kaşığı değil... Şimdi
babam tutarsa ağzını yırtarım."

249
Pek nezaketle başlayan mücadelenin böyle edepsizce bir
hale geldiğini gören Kenan, Şirin ' in üzerine yürüyerek: "Kes
sesini murdar! Şimdi elini ayağını bağlatıp seni bostan kuyu­
suna attırırım."

"Bir halt edemezsin . . . Bakkaldan kasaptan çaldığın para­


ları buralarda orospulara yediriyorsun, dolandırıcı. Hanımı­
mı parası için boşamıyorsun. Ondan aşırdığın liraları burada
karıların ağzına tıkıyorsun. Boşa hanımımı . . . Vuslat kaltağı
sen de işit... Bu heritin sekiz cebinde on parası yoktur. Ha­
nım onu evden kovarsa burada hepiniz aç kalırsınız. Ragıbe
Hanımefendi sizin velinimetinizdir. Bizde yer, içer, giyinir,
kuşanır. Zamparalık parasını da çalar gider. Bu öyle bir soy­
suz kepaze oğlu kepazedir."

Ragıbe Hanım ' ın deminden beri bahsettiği melunca


muammanın düğümünü Vuslat'ın önünde Şirin, dilinin acı
darbeleriyle çözüvermişti . . . Metresi, Kenan 'ın yüzüne : "Bu
Habeş doğru mu söylüyor?" gibi lerden öfkeli bir şekilde bak­
tıktan sonra: "Terbiyeli hanımınızın şu çirkef hizmetçisine
bakınız. Bu evin duvarları inşa edildiği zamandan beri böyle
kaba sözler işitmemiştir."

Ragıbe Hanım eliyle duvardaki bir kadınla erkeğin ku­


caklaşmasını gösteren rezil levhayı işaret ederek: "Hiçbir
evin duvarında bu kadar rezike bir levha asıldığı görülme­
miştir zannederim. Sizinle konuşulacak dili Şirin biliyor.
Hayatta her şeyin hatta edepsizliğin bile gerekli olduğunu
şimdi anladım. Ne yapalım, bu pislik belasından kurtulmak
için size ait hayatın birkaç saatini yaşamak mecburiyelinde
bulunuyoruz."

Şirin bu kadar yüz bulduktan sonra birdenbire haykırdı:


"Edepsiz Kenan, boşa hanımımı ! Biz bu lağımın içinde otur­
maya gelmedik. İ şimizi bitir gidel im. Gonlum bulanıyor."

Kenan, beyninde Habeşi boğmak cinneti dolaşır bir asa­


biyetle sararmıştı. Kendini yarı kaybetmiş bir halde bağıra-

250
rak: "Al bu menhus Arap'ı. .. Buradan defolunuz çünkü şimdi
elimden bir kaza çıkacak."

Ragıbe Hanım: "Boşa, gidelim."

Kenan:

"Boşamayacağım. Bu edepsizliğinizin intikamını almak


için boşamayacağım. Boşamayacağı m . . . Boşamayacağım . . . "

Vuslat, nefretle kaşlarını çatarak: "Yok . . . Artık boşaya­


caksın."

Kenan ağlama i le konuşma arasında boğulur gibi bir ses­


le: "Boşamayacağım. .. Kim emretse boşamayacağım . . . As­
maya götürseler boşamayacağım . . . "

Ragıbe Hanım, kendinden beklenmedik sağlam bir sesle


i le yerinden kalkarak: "Kenan, ben bütün hesabıını yaparak
buraya geldim. Bugün malıalienizde bir yangın, bir ihtilal
çıkarmak derecesine varırım. Ya senin nikahının murdarlı­
ğından kurtulacağım ya ikimizden birinin cesedi şu halının
üzerine serilecektir."

Kenan gür bir kahkaba salıvererek: "Fransızcada oku­


duğun ihtilalci katil kadınlardan birinin rolünü oynar gibi
görünmekle beni korkutmaya çabalıyorsun ama ömründe
sofra bıçağından başka eline yaralayıcı bir alet almadığına
eminim. Senin gibi kuş kadar çelimsiz bir kadının ölmekten,
ö ldürmekten bahsetmesi işitilmemiş tuhafl.ıklardandır. . . Ö l . . .
Geber. . . Boşamayacağım."

Ragıbe Hanım, seri bir hareketle kolunu çarşafının arası­


na soktu. Eli, oradan parıl parıl küçük bir revolver ile çıktı.
Si lahı kocasının göğsüne çevirerek: "Boşamayacak mısın?"

Vuslat, tehlikenin bu ciddiyeti karşısında bir çığlık ko­


pardı. Şirin de hazırlıksız gelmemişti. Dişi bir jandarma gibi
koskoca ekmek bıçağını kımndan sıyırarak:

"Ben memlekette küçükken muharebeye gittim. Boşa


kopek. . . Buğun birkaç fahişe, birkaç rezil öldürürsem Allah

251
bana sevap yazar. Seni gibi zibidi imansız maymun . . . Senin
Paskalya tabancasından bile ödün kopar. Senin ne korkak
musibet olduğunu bilmez miyim ben . . . Hanımımı boşa, hav­
ruz83 . . . i şte el alem lazımlığı o karıyla otur. . .
"

Vuslat'ın çığlığı üzerine dışarıdan salonun kapısı açı ldı.


Yarı beline kadar Benlİ Faika gözükerek bağırmaya başladı:

"Koşunuz a dostlar... Bu eve sessiz sedasız giren o nazik


hamının elinde parıl parıl bir revolver. . . Arap'ın siyah pençe­
sinde kocaman kara bir bıçak . . . Bunlar bugün buraya adam
öldürmeye gelmişler ayol. . . Şimdi bir gürültü koparsa kaç
aydır mahallede iyi bellendiğimiz namusumuz bozulacak."

Cabir, Top Salata, birkaç karı daha kapının önüne üşüş­


tüler.

Vuslat:

"Boşayacaksın. Baksana karın çıldırmış. Bugün olmazsa


başka bir gün bu kadın ya seni ya beni yahut ikimizi birden
mutlaka öldürür."

Kenan :

"Boşamayacağım."

Vuslat:

"Boşamazsan öldürülmeye müstahak bir koca olduğunu


ben de tasdik edeceğim. Demek Habeş'in sözleri tamamıyla
doğru."

Kenan :

"Yalan söylüyorsun, alçak."

Şirin, bıçağını sallayarak: "Yalan mı söylüyorum? Ek­


mekçiyi, zerzevatçıyı, kasabı, bakkah çağırayım mı? Senin
kaç kuruş aylığın var, kokoz musibet? Babandan kalan geli­
rin nerede? Söylesene. . . Neyle geçiniyorsun?"

!D Lazımlık.

252
Vuslat, Ragıbe Hanım'a dönerek: "Hanım, Kenan sizi
boşamıyorsa işte ben de sonsuza kadar kendisini bırakıp bu
evden çıkıp gidiyorum. Kozunuzu pay ediniz."

Kenan 'a doğru aşağılayıcı bir şekilde bakarak : "Ebedi­


yen."

Kapıya yürüdü. Yustat'ın aşığı üzerinde öyle büyüleyici,


öyle tesirli bir kuvveti vardı ki Kenan yıldırım çarpmış gibi
birden sarsıldı, afalladı. Hemen karının eteklerine sarı larak :
"Gitmeyeceksin."

Vuslat:

"Boşa."

Kenan:

"Sonra intikamımı nasıl alayım?"

Vuslat:

"Karın senin aşkından deli olmuş, zincir ile bağlanacak


hale gelmiş. Onun bu yaptıklarında başka bir şeyle mi hareket
ediyor sanıyorsun? Onu boşamaktan ala intikam mı olur?"

Kenan :

"Boşadım."

Ragıbe Hanım, revolverinin ucunu hala kocasına doğru


çevrili tutarak: "Sen sözünü tutmaz bir h ilekarsın. Öyle söz­
den ibaret boşarnakla kanaat edemem. Usulünde bir boşama
kağıdı yaz. Mahalleden iki namuslu adam buldurarak şahit
kaydettir. Bu kağıdı elime ver gideyim."

Ragıbe Hanım'ın talebine uygun bir boşama kağıdı yazı­


larak eline teslim edildi. Hanım, hizmetçi, silahlarını kılıfla­
rına sokarak bu rezalet evinden çıkıp gittiler.

253
ÜÇÜNCÜ RÖT ,ÜM
ı
Kan h Nigar Oyununun Feci Bir Tatbiki

Ragıbe Hanım, kurduğu planı uygulamaya muvaffak oldu.


Kenan Bey için bütün dehşetiyle bir büsran ve delalet hayatı
başladı. Artık nazlanacak bir kimsesi, bu hovarda yaşamdan
yorgun, bitkin düştükçe gidip dinlenecek rahat bir yuvası kal­
mamıştı. Ragıbe 'yi revolver çekecek kadar böyle romanesk
bir cürete sevk eden şeyin sevgisinin şiddetinden ileri gelen
bir intikam sevdası olduğunu biliyordu. Evet, onun aşkını
pek hırpalamış, artık tahammül edilemez bir dereceye getir­
mişti. Ragıbe'yi böyle ansızın elden kaçırdıktan sonra ondan
evvelce şöyle böyle seçtiği meziyetleri, fazi letleri, güzellik­
leri şimdi acı bir açıklıkla görmeye, beğenmeye başladı. Fa­
kat Vuslat' a olan düşkünlüğünü, her fenalığa karşı kendini
avutmaya yeterli buluyordu. Lakin bu sevda manivelasının
dayanak noktası paraydı . Felaket felaketi takip etti.

Karısını boşadıktan iki üç hafta sonra devamsızlığı dola­


yısıyla ( . . . ) Nezaretindeki memuriyetinden affedildi. Yaptığı
hovardaca harcamalara nispeten maaşı pek cüziydi. Fakat
onu birkaç ayda bir kırdırarak gününü gün edebil irdi.

Kenan' ın, Namiye adında bir kız kardeşi vardı. Ufak te­
fek, sıska, kamburca, şaşı, gelinlik bir kızdı. Bu zavallının
baba mirasından bankada faize yatırı lmış yedi yüz lirası du­
ruyordu. Namiye'nin fiziksel sakatlığına karşı bu para, gele­
ceğinin bir garantisiydi. Bu küçük servete tamalı edip onunla
evlenecek bir talibi de çıkabi lirdi. Kenan bayağı ihtiyaçla­
rını bir müddet daha sürdürebilmek için Namiye 'nin hayat
sermayesi olan bu liralara bir karagöz indirmenin yolunu
düşündü. Validesinin bu paranın en ufak bir miktarını bile
harcamama hususundaki kesin kararını biliyordu. Akçeyi ta­
mamıyla bankadan kaldırmanın imkanı yoktu. Fakat her gün

256
bir guguk icadıyla parça parça eline geçirerek Namiye'nin
geleceğini, Vuslat' ın cümbüşüne feda etmek mümkündü.
Maksadına erişmek için validesine ilk müracaatında yüz lira­
y ı bir sene zarfında bir katına çıkaracak çok karlı bir yol bul­
duğundan bahsetti. Kadın, şüpheli bakışlarıyla oğlunu derin
derin süzdü. Validesi kesin bir cevap vermedi. Fakat Kenan,
validesinin inat düğümünü her gün bir parça gevşetebilecek
ikna edici, aldatıcı sözler bularak Namiye'nin parasını beş
altı yıl içinde yedi sekiz bin liraya çıkaracağını en büyük ye­
minlerle temin ediyordu.

Annesi Zelıra Hanım, meseleyi komşu kadınlarla bir hafta


kadar görüştükten sonra bu işten anlayan maliye odacı ların­
dan Mustafa Ağa ' nı n evine gitti. İ ki saat konuştu. Mustafa
Ağa, bilgisine müracaat edilmekten ileri gelen bir gururla sa­
kalını sıvazlayarak:

"Yüz lira sermayenin birkaç senede beş altı bin lira olması
işitilmemiş bir şey değildir. Fakat kazançtan ziyade haritada
zarar yazar. Hepsini göze aldırmal ı. Bizim Divrikli Ali ban­
ker oldu ama çoğu da battı. Oğlunuz eski borçlar üzerine mi
muamele edecek? ' Suret' mi kıracak ' hava' mı oynayacak?"

Bu sorular karşısında Zelıra Han ı m karamsarlığa kapı ldı.


Oğlunun ne koz kıracağını bilmiyordu. H ava oyununun pek
tehlikeli olduğunu çok defa işitmişti. Fakat ne olduğunu hiç
bilmiyordu. H avayla nasıl oynadığını zihni kavrayamamıştı.

Bu önemli işi imama, muhtarlara danıştı. Sadra şifa vere­


cek bir cevap alamadı. Birçok geceler uykusu kaçtı. Sonun­
da oğlunun tsrarından bitkin bir hale geldi. Bir gün validesi,
kız kardeşi, Kenan, üçü birlikte bankaya gittiler. Bankadaki
paradan yüz lira kaldırdılar. . . Kenan paraları cebine indir­
di. Kadıköyü'nde metresinin sıcak döşeğinde faize yatırdı.
Bu folluğun ateşiyle liralar bir buçuk ayda tamamıyla eri­
di. Oğul Bey, bir gün çok telaşlı bir halde validesinin yanına
geldi. İ şin umulmadık bir aksiliğe uğradığını yana yakıla an-

257
!attıktan sonra, yüz lira daha verilmezse eski yüz liranın da
yanma tehlikesinde olduğunu söyledi. Yeni para eski parayı
kurtardıktan sonra fevkalade bir kar da bırakacaktı. Bütün
fondalar birdenbire düşmüş olduğundan yakında olması mu­
hakkak yükselme sebebiyle şimdiki kayıptan daha büyük kar
sağlanacaktı. Evde kıyamet koptu. Zelıra Hanım'ı "selamun
kavlen"in rüzgarı örseledi. Kadın ayıldı, bayıldı. Birkaç saat
sonra hiçbir tarafı tutmadı.

Kurşunlar döküldü. Nefesler edildi. Namiye'nin gözleri


bütün bütün şaşılaştı. ' Fonda' ne demekti? Canlı mı cansız
mı? Yenir mi yenmez mi? Bu, nerede ve nasıl iner, çıkar­
dı? Zelıra Hanım kardan vazgeçti, şu yüz lira yine yerine
konulabilseydi . . . Bu fondalar gelinlik sakat kıza merhamet
etmezler mi acaba? Bunun için kimlere yalvarmalı? H angi
nüfuzlu kimselere müracaat etmeli? Fondaların insafsız ağız­
ları eskisini kusturmak için oraya tekrar atılacak yüz l irayı da
yutacağa benziyordu. İ lk zarardan bütün güveni kırılmış olan
validesini ikinci defa ikna işi üç gün üç gece sürdü. Bu zorlu
mücadeleden iki taraf da yorgun düştü. Sonunda "çivi çiviyi
söker" sözünün kerametindeki ümide sarılarak ilk yüz lirayı
kurtarmak için bankadan bir o kadar daha para almaya karar
verildi ve alındı. Fakat hanıma yeniden şüphe geldi. Bu defa
paraları oğlunun eline hemen teslim edemedi. Verilen söz
teminatlarını yeterli bulmuyordu. Bu ikinci mücadele daha
zorlu oldu. Sokaklarda bağrışa çağnşa eve döndüler.

Kenan, validesinin güvenini kazanıncaya kadar gece saat


alaturka ikiyi buldu. Cebine para girdikten sonra bu aşık için
sevgilisinin yanından başka bir yerde beş dakika olsun dur­
mak mümkün değildi. Sokağa fırladı, Köprü'ye indi. Kadı­
köyü 'nün son vapuru gitmişti . Ü ç günlük ayrılığın verdiği
sevda susuzluğuyla yanan Kenan, karşıya geçmek için bir
balon bulsa binecekti. Nihayet bir sandalcı yakaladı. Kadıkö­
yü'ne kendini zor attı . Sevgil isinin semtine doğru yollandı.
Saat dört buçuğa geliyordu.

258
Eve çıkan yokuşu çıkmaktayken Yustat'ın yatak odası­
nı gördü. Pencerelerden birinin panjuru açık, İstoru inikti.
I şığın kuvvetinden konsolun üzerinde çifte lamba yandığı­
nı anladı. Ü ç günlük yokluğundan dolayı sevg ilisi kim bilir
ne meraklara, helecanlara, suizanlara düşmüştü. Şimdi onu
nasıl tatmi n edecek, sevindirecekti? Endişeli, hasret dolu ba­
kışlarla Yustat'ın gölgesini arıyordu. Pencerenin önünden bir
karaltı geçti. Fakat bunda bir kadın vücudunun güzel endamı
görünmüyordu. Gölge iri, kal ın, kabaydı. Bu gölge o kadar
büyümüştü ki baş yoktu. Pencerenin alt sövesinin üstünde
kalmıştı. Yalnız gövde gördü.

Yustat'ın gölgesi lamba ile cismin arasındaki mesafenin


uzaklığından dolayı m ı perdeye resmettiği vücudun asıl şek­
l ini bu kadar büyüiterek bozmuştu? Gölgenin hareketi hızlı
olduğundan bunu iyice anlayamadı. Fakat Kenan ' ın içine
kurt düştü. Pencereyi daha iyi gözleyebilecek bir yere geç­
ti. Ayaklarının uçları üzerinde yükselerek bekledi. Bu halde
on dakika, bir çeyrek durdu. B i r şey göremedi. Bu gölgenin
Yustat'tan başkasına ait olamayacağına kalbini ve kendini
inandırmak için sebepler ararken istor üzerinde birdenbire
bir gölge daha göründü. Bu, tamamıyla Yustat'ın gölgesiydi .
Onun, ezbere resmini çizecek kadar vücut hatlarını tanırdı.

Yuslat, İstoru sürdü, ufak bir tıkırtı ile panjurun iki ka­
nadını birbiri üzerine kapadı. Şimdi bu iki gölge arasında­
ki şekil farkı su götürmez bir açıklıktaydı. Kenan' ı rahatsız
edici bir helecan aldı. Kıskançlığın sızlatıcı ilk ateşleri da­
marlarına yayılıyordu. Bu korkunç şüphe ile geceyi o evde
geçirmeye kendinde tahammül edebilecek kuvvet bulamıyor,
işin hakikatini mutlaka öğrenmek istiyordu. Fakat bunu nasıl
edecekti? Duvara dayandı, düşünmeye başladı .

Panjur kapandı, ı ş ı k kesildi. Bu farklı gölgeleri meydana


getiren iki vücut şimdi, ihtimal, beraber döşeğe giriyorlardı.
Bu erkek, bu rakip kim olabilirdi? Alelade bir zampara mı?

259
Birdenbire Kenan 'ın aklına Didar Bey geldi. Uncu Ah­
met'in evinde onu gördüğü geeeki hatıralarını yokladı. O
vücutla bu gölge arasında mukayeseler yapmaya, benzerlik­
ler bulmaya başladı . Bir şüphe kıvı lcımından tutuşan bu ateş
düşündükçe kalbini sarıyordu . Sokağın duvar kenarlarında,
bastığı yerleri fark etmeden geziniyor, arada bir eve bakıyor­
du. Ev, gecenin gittikçe artan ağırlığı içinde karanlık, siyah,
sessiz uyuyordu. Gönlünde bir cehennem tutuşturan gölgele­
ri tek bir vücut olarak yatakta nasıl yakalayacaktı? Buna bir
yol, çare bularnazsa çıldıracaktı .

Bir hırsız gibi duvarlardan, pencerelerden aşarak eve


girmeye karar verd i . Evdekileri habersizce basmak için uy­
kunun en derin saatini bekledi. Saat ilerlemiyor, sokakta
bekçilerin, polislerin şüphelerini çekmekten de korkuyordu.
Dayanılmaz heyecanlar içinde birçok sokakları dolaştı. Bir
buçuk saat kadar geçirdi.

Evin önüne geldi. Bahçe duvarı tırmanmakla, sıçramakla


üstü tutulabi lecek, çıkı labilecek kadar alçak deği ldi.

İ çeri girebileceği uygun bir yer aradı. Sokağı boylu bo­


yunca gözden geçirdi. Kimse yoktu. Komşunun üstü kısmı
demir parmakiıktı alçak duvarına çıktı. Demir çubuklara sa­
rıldı. Ayaklarını dayayacak yer buldu. Oradan kendi bahçe­
lerine geçti. Evin her tarafı kapalıydı. Alt katın demir par­
maklıklı pencerelerinden içeri girmeye imkan bulamadı. Bir
kümesin etrafında dolaşan sansar gibi sessizce evin etrafını
birkaç defa dolaştı. Nihayet birinci kat helalarının pencere­
sini gözüne kestird i . Fındık dalından yapılmış bahçe sandal­
yelerini topladı, piramit gibi birbiri üzerine yığdı. Vücudunu
tartarak üzerlerine çıktı. Pencerenin önüne çömeldi, evvela
ayaklarını uzatarak içeri atladı. Usulca kapıyı açtı. Tahtaları
gıcırdatmamak için pek ihtiyatlı, aheste, hafif adımlarla yürü­
dü; Cabir'in odasının önünden geçti, merdiveni çıktı. El yor­
damıyla duvarları bularak Vuslat'ın kapısının önüne geldi .

260
Odanın pencereleri dışarıya attanamayacak bir yüksek­
likteydi . İ çerideki zampara için kapıdan başka kaçacak yer
yoktu. Mutlaka yakalayacaktı.

Kenan ' ın ızdırabı arttı. Kulağını anahtar deliğine verdi.


Kendi yüreğinin gümbürtüsünden başka şey duyamadı. Ka­
pıya yumruğuyla birbiri ardınca birkaç defa vurdu. Bekledi . . .
Çok geçmedi, içeriden Yustat ' ın baygın baygın sesi geldi:

"Kimdir o?''

"Aç . . . "

Karı, aşığının sesini tanıyarak:

"Kenan . . . Sen misin?"

"Benim ben. Aç."

"Çıldırdın mı ayol? Bu vakit. . . "

"Onun gibi b i r şey. . . "

"Sokak kapısını çalmadan eve nasıl girdin?"

"Aç! Anlatırım."

Cevap kesildi. İ çeride pek telaştı bir konuşma ınınitısı


var gibiydi. Kenan yumruk darbeleriyle, "Aç ! " emrini tekrar
etti.

Bu defa cevap gelmedi. Şüphesi arttıkça Kenan'ın kalbin­


deki heyecan her tarafına yayılarak bütün vücudunu korkunç
bir titreme ile sarsıyordu.

Delikanlının vücudundaki titremeler, yumruğunun ucuna


toplanmış gibi sürekli bir elektrik titremesine benzer kısa, sık
vuruşlarta kapının üzerinde trampet çalıyor ve her vuruşa bir,
"Aç ! " nidası katılıyordu. Felaketzede aşık o kadar asabi leştİ
ki içeride çare aramak için yapılan ince bir konuşmayı ken­
disinin gürültüsünden işitemiyordu. Uzun dakikalar geçti, ni­
hayet Vuslat öfke ve heyecanını gizlerneye uğraşır bir sesle
yeniden cevap verdi:

261
"Ne oluyorsun? Uyku sersemliğiyle tersim döndü. Kandil
sönmüş. Oda zifıri karanlık. Kibriti bulamıyorum."

"Sen kapıyı aç, bende kibrit var."

"Kapıyı bulamıyorum ... Azıcık dur, sersemliğim geçsin.


Kendimi toplayayım."

Karı, uyku sersemliğini geçirmek mazeretiyle bir iki daki­


ka daha kazandı. Kenan faydasızlığını görerek trampeti kesti.
Şimdi kapıyı tekmelemeyi düşünüyordu. Başlamadan evvel
sordu:

"Kapıyı açmayacak mısın?"

"N için açmayayım, canım? İ lahi Kenan, kahroL Aklımı


aldın, beni divaneye çevirdin. Dur açıyorum."

Kenan, rakibinin karanlıktan istifadeyle sıvışması ihtima­


lini düşünerek mumlu küçük kibrit kutusunu çıkardı. Etrafını
görebilmek için bir tane çaktı. Oda kapısı açıldı. İ çerisi ger­
çekten de karanlıktı. Odaya girineeye kadar kibrit ufaldı, par­
maklarının uçları nı yakmaya başladı. Üflemeye mecbur oldu.
Bir şey seçemedi. Fakat içeriye adımını ilk atışında kapıyı
hemen tekrar kapayarak kilitledi. Anahtarı cebine attı. Artık
mümkün değil içeriden kimse dışarıya kaçamazdı. Bu emni­
yete erdikten sonra bir kibrit daha çaktı . Vuslat biraz telaşla:

"Kandili yak. . . Soyun. Dışarıya çıkacaksan çık . . . Ben du­


ramayacağım, yatacağım. Uyku gözlerimden akıyor. Bu gece
seni ağırlayacak halim yok."

Kenan, odanın her tarafını gözleriyle araştırarak:

"Kandili değil lambayı yakacağım. İ çimde büyük bir sı­


kıntı var. D ışarı çıkmaya ihtiyacım yok."

"Aman, ne yaparsan yap ... " kızgınlığıyla Vuslat karyola­


ya girdi, yorganı çekti. Kenan, lambayı yaktı. Odanın köşe
bucağı birden aydınlandı. Şimdi şaşkın aşık, bumundan solu­
yarak içeride bir zampara arıyordu. Şaşkın bir dikkatle göz-

262
lerini her tarafa dolaştırdı. Kimse yoktu. Aynalı dolabı açtı.
Asılı elbiseterin aralarını karıştırdı. Perdeleri birer birer kal­
dırdı silkti. Gölge sahibini bulamadı.

Odanın dış yüzünde pencerelerin arasındaki silme perva­


zına basıp panjurlara tutunarak bir adam durabilirdi. Camı
sürdü, panjurların kanatlarını açtı. Ta saçaklara kadar kapla­
maları inceden ineeye dikkatlice gözden geçirdi. Aradığını
göremedi. O dakikaya kadar uyku sersemliği rolü oynayan
Vuslat, döşeği içinde dikildi. Alaylı, alıngan bir sesle sordu:

"Ne arıyorsun, beyefendi?"

"Hiç . . . "

"Nasıl hiç? Perdelere varıncaya kadar silkeliyorsunuz.


Aradığınız şey bir tahtakurusu bile olsaydı yere düşerdi."

Kadının üzerinde ince keten gecelik gömleğinden başka


bir şey yoktu.

Pistonların arasından çıplak ense, göğüs, kollar öyle da­


yanılmaz bir güzellikle Kenan'ın dudaklarını öpmeye davet
ediyordu ki delikanlı o anda tehlikesinden kaçmak istediği
aşk şeytanının önünde lütuf dileyen şaşkın bir kul gibi gev­
şedi, süzüldü, bitti. Yustat tesirini anladı. Ö fkeden gül gül
olmuş çehresinde dolaşan alaylı bir gülümsemeyle dağınık
saçlarının arasından gözlerini büzüştürerek:

"Kenan ne arıyorsun, doğru söyle?''

Kenan Bey, metresinin küskünlüğünün olağan şiddetini


bildiğinden bu küçük soruya en doğru cevap verilmeden o
gece dargınlığının yatıştırılmayacağını anlamıştı. Onun için
boş yere kendini yormadan doğru dürüst cevap verdi:

"Bu gece sokaktan gelirken odanın penceresinde bir er­


kek gölgesi gördüm de . . . "

"Tuhaf şey. . . Demek gölgelerin erkeği, dişisi de olurmuş.


B i lmiyordum. Ey, sonra?"

263
"Sonra birdenbire üzerime bir çılgınlık geldi."

"Bu çılgınlığı bana karşı her türlü hakarette bulunmak


için bir mazeret m i sayıyorsun? Boşandığın hamının aşağı­
lamaları daha hala kulaklarımda çınlıyor. Ben tahammül et­
tikçe sen ölçüsünü arttırıyorsun? İ ki üç gecedir neredeydin,
beyefendi ! "

"Yavuz hırsız e v sahibini bastırır," sözüne uygun olarak


Vuslat açtı ağzını yumdu gözünü, o kadar taştı, döküldü ki
Kenan, zelil ve suçlu kaldı.

Nihayet yatağa girdiler. İ ki vücudun sıcaklığının birl�ş­


mesi kavga kızgınlığına üstün geldi. Her küskünlüğü unut­
tular. Vuslat uyur gibi yapıyordu. Fakat onun damarlarında
şiddetli bir vuruş, kalbinde büyük bir sıkıntı vardı. Kenan
bunu pek fark edemiyordu. Sevgi lisini haksız yere ağır bir
suçla itharn ettiği için mahcuptu. Sinirleri çok sarsılmış ol­
duğundan o da derin uyuyamıyor, uyku ile uyanıklık arası
dinlenıneye uğraşıyordu. Birdenbire kulağına hafifhafif tah­
ta testereleniyor gibi bir ses geldi . Dinledi. Bu, bir insanın
ince uyku horultusuna benziyordu. H ırıltı evden mi bahçeden
mi sokaktan mı geliyordu? Bunu anlamaya çalışırken horni­
tu büyüdü . Döşeğin içinde yarı kalktı. Vuslat'a baktı. Onun
böyle fena adeti yoktu. o kibar, hafif nefeslerle mışıl mışıl
uyuyordu. Fakat Kenan, kadının vücuduna bir el dolaştırsay­
dı bütün bedeninde bir ürperme gezindiğini fark ederdi.

Az zamanda bu boğaz sesi öyle derin, ağır ve rahatsız edi­


ci bir hale geldi ki bunun uyku horultusu olduğuna Kenan ' ın
hiç şüphesi kalmadı. Hem pek yakından, kulağı dibinden ge­
liyordu. Şaşırdı. Adeta korktu. Göze görünmeden, yatak oda­
sında, Yustat'la kendi arasında böyle kim horlayabilirdi? Dö­
şeği içinde oturdu. Şaşkınlık ve hayretle dinliyordu. Bu bir
kulak yanılması mıydı? Hakikati anlamak için Vuslat'ı dürt­
tü. Kadın uyanmamak istedi. Fakat Kenan bir sinir nöbetiy­
le tartaklamaya başladı. Vuslat, uykusunda rahatsız edilmiş
birinin öfkesiyle gözlerini açarak bağırdı: "Ne var canım?"

264
"Bu horultu nedir?"

Vuslat, o ana kadar hiçbir şey işitmemiş gibi bir yapma­


cıkla başını kaldırdı. Bir müddet dinledikten sonra, "Elinin
körü," cevabını verdi. Yine yattı.

Kenan ' ın öfkesi şimdi şaşkınlığını bastırarak:

"Elinin körü benim sorduğuma cevap olamaz. Kim horlu­


yor, nerede horluyor? Söylemelisin."

Vuslat var avazıyla:

"Tatlı uykulardan uyanıp beyefendinin sorduklarına ce­


vap vermeli. Nedir bu elinden çektiğim. A lemin gece horul­
tularından da mı beni mesul edeceksin? Cabir'in yattığı yer­
de tahtakumsu çok çıkıyormuş. Bu gece altımızdaki odaya
geçtiler, o horluyor."

Kadının böyle haykırması horlayanı n uykusunu hafıfletti.


Horultu azaldı fakat kesilmedi.

Kenan:

"Horultu varken uyuyamam. Çok sinirime dokunur. Ca­


bir'i uyandıralım, hırıltıyı kessin."

"Herif akşamdan kim bilir kaç okka rakı içti. O şimdi kü­
tük kesilmiştir. Kolay uyanır mı?"

"Kolay, zor. . . Mutlaka uyandırmalıyız."

"Beni rahat bırak Allah aşkına... Uyandırmak istiyorsan ken­


din git. Benim onu ayıltabilecek kadar kuvvetli tekmem yok."

Kenan'ın vücudunda büyük bir yorgunluk, kımıldamaya


kuvveti olmayan bir rehavet vardı. Aşağı kadar İnıneye üşe­
niyordu. Döşeğe tekrar uzandı . Fakat bir süre sonra horultu
yavaş yavaş dayanılmaz bir kreşendo84 ile o kadar büyüdü ki
akordu bozuk bir orgun rahatsız edici sesini aldı. Kenan' ı n
sinirleri fena halde bozuldu. Dayanılacak gibi b i r şey değil-

84 Bir müzik parçasında, seslerin gittikçe yüksek bir noktaya doğru çıkması.

265
di. Döşeğin içinde yine doğruldu. Gidip Cabir ' i dövmek isti­
yordu. Dikkat etti. Tuhaf şey ! H orultu aşağıdan değil, kendi
odalarından hemen karyolanın altından geliyor gibiydi. Bu
horultu akşam gördüğü gölge muammasının devamı mıydı?
Derhal döşekten fırladı. Aynanın önünden lambayı kaplı . De­
mir karyolanın etekliğini kaldırdı. Altına baktı. İ ç donu ve
ten fanilasıyla iri bir erkek sırtüstü uzanmış, Hristiyan ölüsü
gibi kollarını göğsü üzerine kavuşturmuş, odanın camlarını
tilretecek bir şiddetle hala horluyordu. Kenan öyle bir şaş­
kınlık içinde kaldı ki az kalsın elinden lambayı düşürecekti.
Sendeteyerek yürüdü. Onu yerine bıraktı . R irdenbire u ğra­
dığı acının fazlalığıyla kendini fırtına ortasında çalkanan bir
vapur karnarasında sandı. Başının üzerinde tavan dönüyor,
etrafındaki bütün eşya raks ediyordu. Tutunacak yer aradı.
Ayağının altındaki halı bulantı getirecek bir salıntı ile sanki
kabarıp kabarıp iniyordu.

Kendi evindeymiş gibi iç donuna, faoilasına kadar soyu­


nup dökünerek derin, rahat bir uyku ile karyolasının altında
horlaya horlaya uyuyan bu laubali zamparanın beyninin orta­
sına bir tekme indirmek için Kenan saldırdığı sırada Vuslat,
döşekten hemen kendini attı. Dağınık saçları, baygın gözle­
riyle bir yalvarma vaziyetini alarak kollarını açtı. Vücudunu,
uyuyanı müdafaa için siper etti. A şığına yalvardı:

"Aman Kenan, uyandırma! "

Bu küstahça yalvarma karşısında Kenan ' ın nefes alıp ver­


mesi sıklaştı. Gözleri karardı. Sevgilisini savurup önünden
atmak istedi. Fakat karı, tatlı ve yalvaran bir sesle dedi k i :

"Uyandırma Kenan . . . Senin hayatından endişe ettiğim


için söylüyorum. Bu heritin iki katli vardır."

" İ yi ya! Bir de beni öldürür üç olur."

"Yok . . . Yok. . . A llah göstermesin. Akşam çok içki içti.


Şimdi onu tekmeyle uyandımsan rakı başına vunır, bir yum­
rukta seni öldürür. Görmüyor musun, izbandut gibi ... "

266
"Demek benim olmadığım gecelerde sen böyle haydutlar­
la işret edip sonra koyunlarına giriyorsun?"

"Ben felakete mahkum bir zaval lıyım. Hakikati sana bü­


tün açıklığıyla anlatsam, biliyorum, i nanmayacaksın."

"Bu korkunç hıyanetinin böyle yalvarır gibi aldatmacalar­


la örtütmesine ihtimal yoktur. Hangi hakikati söyleyeceksin?
Şu ortada görülenden daha etkili bir hakikat olur mu? Kimi
i nandıracaksın?"

" İ nanma. . . İ nanma . . . Giyin, çık git. Beni ebediyete kadar


terk ederek git. Tek, bu gece senin hayatın kurtulsun, şu saat­
ten sonra bana başka bir şey lazım değ i l . . . Tehlike büyüktür,
bilmiyorsun."

"Bu alçaklığın bilinmeyecek neresi var?"

"Bu yatan benim eski belalım Didar'dır."

"Evet, o murdar olduğunu anladım."

"Bizim gibi kadıniann geçmiş hayatları, hallerini istikbal­


lerini karartacak her gün yeni felaketler, tehlikeler doğurur.
Senden evvel Didar ' la yaşıyordum. Beni zorla hükmü altına
almıştı. Seninle i l işki kurmaya çekinmem, korkmam hep bu
uğursuzun belası yüzündendi. Bu tehlikeyi şu saate kadar zor
idare ettim. Seni fena halde kıskanıyordu. 'Ara sıra Vuslat
beni kabul etmezse yeni dostu Kenan'a mutlak kıyacağım,'
tehdidiyle bana geçenlerde haber gönderdi. Akhm başımdan
uçup gitti . Bu zıpır herif dediğini yapar mı yapar. Bunu kati­
yen biliyorum. Bu haberden beri korku dolu endişeler içinde
bunahyordum. N ihayet bu akşam içip içip gelmiş, kapıının
önünde naralar atmaya başladı. Belayı defetmek için içeri al­
maya mecbur kaldım. Sızdırmak için içirdi m içirdim, nihayet
zıbardı. Felakete bak ki bu gece hiç olmayacak bir saatte sen
geldin. İ şte korktuğum başıma geldi. Senin üzerine böyle adi
bir herifi sevebileceğime ihtimal verilir mi? Serveti yok ki
parasına tamah edeyim. Bu apaşikar bir hakikat... Fakat işin

267
iç yüzüne insaflıca bakılınazsa görünüşte en büyük kabahatli
ben oluyorum. Sözlerime inanmadığını gözlerinde okuyo­
rum. İ nanmayacağını da biliyorum. Sanatımızın en zor tarafı
bu değil mi? En büyük hakikatler bizim ağzımızdan çıkınca
hemen doğruluğunu kaybeder. En alçak yalanlar şekl ine gi­
rer. Geçirdiğimiz lezzetli muhabbetin son saati bir cinayetle
lekelenmesin. Sağ o lduğunu bileyim. Bu teselli bütün öm­
rümce bana yeter."

"Bu söylediklerin doğruysa hakikati bana evvelce bildi­


reydin, bu belalı heritin tecavüzünden kurtulmak için bir çare
düşünmez miydik?"

"Senin bazı çılgınlıklara kalkacağını bildiğim için bi rçok


tehlike görerek sustum."

"Şimdi daha iyi m i oldu? Bu gece onu da seni de geberte-


ceğim. Hani benim revolverim?"

Dolaba koşar fakat silahı yerinde bulamaz.

"Revolverimi saklamışsın."

"Sakladım. . . Katil mi olacaksın?"

"Böyle yaşamaktansa katillik saadet sayılır. Ben bu oda­


nın kapısına geldiğim zaman bu heritin koynunda yatıyor­
dun. Sonra alçağı karyolanın altına tıktın. M idesindeki İspir­
tonun kuvveti bulunduğu yerin tehlikesine üstün geldi. Herif
sızarak horlamaya başladı. Foyanız meydana çıktı. Kısa bir
an içinde bu tehlikeye karşı bütün tedbirleri almak için ka­
fanda metanet, zihninde bir çare bularak revolveri sakladın,
değil mi? B ı rak . . . Alçağı tekmelerimle geberteceğim."

Kenan kudurmuş gibi bir şiddetle Vuslat'ı odanın bir köşe­


sine fırlattıktan sonra, karyola altında uyuyanın göğsüne, ka­
fasına durmadan tekmeler indirmeye başlar. Birkaç darbeden
sonra horultu kesilir. Herif yılan gibi süzülerek yataklığın alt
ucundan dışarı fırlar. Boşalan karyolanın altına hala tekmeler
yağdırmakta olan Kenan ' ın üzerine birdenbire atılır. Gırtlak

268
gırtlağa gelirler. Tehlikenin dehşetini gören Vuslat, kilitli oda
kapısının anahtarı üzerinden alınmış olduğunu bildiği için
hemen koşar, Kenan' ın oraya buraya atılmış elbiselerinin
ceplerini arar, anahtarı bulur, kapıyı açar. Kenan ' ın vücut
ve bünyece hafıfliği, Didar 'ın sağlam vücudu ve kuvvetiyle
mukayese olmadığından avurduna ve kafasına yediği bir iki
şiddetli yumrukla zavallı iyice sersemler. Didar Bey, çelimsiz
rakibinin iki kolunu arkasına çevirerek nasırlı demir parmak­
larının arasında kelepçelenmiş gibi sımsıkı tutar. Hiçbir söz
söylemeden kakıştırarak safaya çıkarır. Balya götürür gibi
nı�nJiv�nlerden indirir. Bu nezaketsiz uğurlama bahçenin dış
kapısına kadar devam eder. Orada Kenan' ı bir yığıntı halinde
sokağa fırlattıktan sonra kapıyı kapar. Yustat'ın bedbaht düş­
künü, Karagöz'ün "Kanlı Nigar" oyunundaki soygun zam­
paraları gibi gecelik kıyafetiyle sersem, dayak yemiş, aklını
kaybetmiş bir halde sokak ortasında kalır. Fakat bu felaket
gecesini fahişeliğinin bütün ustahğıyla idare eden Vuslat, za­
val lı aşığının sokaktaki çıplak halini düşünerek elbiselerini
toplar, büyük bir lütuf olarak bahçe duvarının önüne attım.

Medeniyetin süslenme malzemesi adına icat ettiği bütün


araçların en incelerini kullanarak, boy aynaları önünde saat­
lerce vakit geçirerek giyinmeye alışmış olan Kenan, elbisele­
rini tozların içinden alır, birer birer silkip üfleyerek vücuduna
geçirir. El yordamıyla kravatını bağlar. Fesini, çoraplarını,
iskarpinlerini, bastonunu, her şeyini bulur. Fakat ceplerini
yoklayınca, sekiz günden beri türlü gaddarca hilelerle vali­
desinden sızdırmış olduğu yüz liranın yerinde yeller estiğini
büyük bir kederle görür.

269
2
Determinizm Felsefesi ve Vicdan Mazereti

Kenan, dayağı yemiş, parasını çaldınnış, sevgilisinin


yatağını rakibine kaptınnış, zelil bir şekilde kapı dışarı atıl­
mıştı. Gönül yaralı, kafa bereli, çaresiz, dertli dertli etrafına
bakındı, bakındı. Ortalık ağanyordu. Şimdi bu talihsiz Mesut
Bey nereye gidecek, bu zilleti nasıl hazmedebilecekti? B i r
duvara dayandı. Gözlerini yumdu. Dünyayı görmemek, ken­
dini unutmak, hiçbir şey hatıriamamak istiyor; kendi kendin­
den utanıyor, iğreniyordu. Fakat o dakikaya kadar adi benliği
kendisine bu derece acı bir açlıkta hiçbir zaman görünme­
mişti. Bu şiddetli unutma arzusuna rağmen bu sapıklığının
safhaları sinema şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor, ya­
şadığı ümitsizliğinin acı tesirlerini azaltmak için eski hatıra­
larından avundurucu şeyler arıyor, bunlara sarılarak yaşama
cesaretini bulmak i stiyordu.

Hiç düşünmeden bilmediği bir semte doğru yürümeye


başladı. Fakat yürüdüğünü bilmiyordu. Beyninin faaliyet ve
emirleriyle vücudunun hareketleri arasında bir bağ kalmamış
gibiydi. Kafa i le beden ayn ayn yaşıyorlardı. Vücuduna ağ­
nh ameliyat yapılsa duymayacak kadar bedeni uyuşmuştu.

Bazen insan, acı bir dalgınlıkla derin derin düşündüğü


zaman sigaranın ateşl i tarafını ağzına götürür, hissetmez, su
diye hokkanın mürekkebini içer; çorabını eline, eldivenini
ayağına geçinneye uğraşır; kitap sanarak terliğini kütüpha­
nesine kor. İ şte böyle olmuştu. Bütün zihin faaliyetlerini bey­
ninde parlayan bir ateş, sanki hep oraya toplayarak eritmişti.
Bastığı yer neresidir bilmiyor, yerde mi havada mı gittiğini
fark etmiyor, etrafı n ı görcmiyor, seçemiyor, bir boşluk içinde
maksatsız, sonu gelmez, belirsiz bir gidişle yürüyordu. Git­
ti . . . Gitti . . . Kendini Fenerbahçe taraflarında sahilde buldu.

270
Etrafını tanımaya uğraşıyor, burası kendine hiç görmediği bir
çöl gibi geliyordu. Ayakları artık gitmiyordu. Hemen sula­
rın içinde bir kayanın üzerine kendini salıverdi. Yığılakaldı.
Yorgunluğunu, derrnansızlığını biraz anladı. Dayağı yerken
acısını pek o kadar duymamıştı. Şimdi omuzlarında, belin­
de, kalçasında ağrılar hissediyordu. Sol şakağı gözüne doğ­
ru sızlıyordu. Ceketinin yan iç cebinden ufak fırçalı, taraklı
tuvalet aynasını çıkardı. Yüzüne baktı. Gözünün içine kadar
sol şakağının mosmor çürümüş olduğunu gördiL Orada Di­
dar Bey'in nasırlı koskoca yumruğunun eseri koyu, iri leke
şeklinde yer etmişti. Çehresinin sarılığından korktu. Deniz
suyuyla yüzünü yıkadı. Mendiliyle çürüğü ovuşturdu. Vus­
lat'ın sevgisinin yadigarı bu leke çıkmıyordu. Ovuşturdukça
daha morarıyordu.

Güneş doğmuş, denizin lacivert atlas yüzeyi üzerine altın


parçalarıyla hareketli, muhteşem bir mozaik işliyordu.

Kenan, kalbindeki ümitsizlik ateşini yatıştırmak için saba­


hın serin, okşayıcı rüzgarını yudum yudum içiyor, tabiat ressa­
mının mucizeler yaratan fırçasıyla yaldızladığı dalgacıkların
panltılar içindeki kaynaşmalarında gözlerine bir meşguliyet
arıyordu. Yavaş yavaş gözleri uzaklara kaçtı. Bakışları, M ar­
mara'nın bu cennet havuzunda dolaşırken sabahın hafif tül­
leriyle henüz yarı örtülü periter diyarı sanılacak bir güzellik
içinde Adalar göründü. Bilhassa Heybeli'nin üzerinde gözle­
ri süzüldü kaldı. Çam ormanlarından meydana gelen piramit
şeklindeki bu koyu yeşilliğin tepesindeki Papaz Mektebini,
beyaz elbiseli bir dilber sevimliliğiyle gözüken Halki Palası,
iki tepenin arasına sokulmuş Ticaret M ektebini açık bir şe­
ki lde seçti . Sonra ormanlar arasına sepilmiş ev yığıntılarına
baktı. Ragıbe 'nin balkonunu arıyordu. Bunu fark edemedi.
Fakat eski karısının o saatte sabah sütünü halkonda içmek
gibi bir adeti olduğunu biliyordu. Mesafenin uzaklığının göz­
lerinden sakladığı şeyi vicdanının gözleri birdenbire üzüntü
dolu açık bir levha gibi önüne getirdi. Ragıbe, dağınık, kara

27 ı
saçları, beyaz muslin gecelik elbisesi, omzuna aldığı şal ile
hasır koltuğa oturmuş küçük masanın üstündeki süt fincanına
ince, nazik parmaklarıyla dalgın dalgın bisküvisini batırıyor.
elemli gözlerini uzaklarda dolaştırarak devasız kalp yarasının
sızılarını teskin için bir çare aramakla oyalanıyordu.

Kenan, Ragıbe 'nin kendisini sonsuz bir muhabbetle sev­


diğini, o çılgınlıklara bu aşkın ın şiddetiyle atıldığını biliyor­
du. Şimdi orada, halkonda eski karısıyla diz dize bulunsa
Kenan mutlu olabi lecek miydi? Arada o la n bu hıyanetlerin,
felaketierin affı, büsbütün unututması ihtimali var mıydı?
Herhangi saat pişmanlıkla onun koliarına atılsa kabul edile­
cek miydi? Ragıbe, kendinin o gece uğradığı bu aşağılık hali
haber alsa, bilse ne diyecekti? Acıyacak mı yoksa sevinecek
miydi? Bu düşüncelerinin cevaplarını almak için önündeki
hayali levhada, karısının sevinçlerini gözlerinde okumaya
uğraştı. Fakat Ragıbe'nin o eski, iri, siyah, durgun, iyilikse­
ver, sevdalı gözlerinde şimdi kendine karşı bir kin ateşinin
parladığın ı gördü. Ebedi bir bedbahtlığa mahrum bıraktığı bu
kadının, büyük bir aşkın küskünlüğe dönmüş coşkunluğuyla
sanki dudaktan kıpırdayarak:

"Daha beter o l ! O soruları bana ne soruyorsun? Kalbine


danış. Hala hakiki bir pişmanlıkla iyiliğe döndün mü? Hayır. . .
Dayağı yedin, hakaretlerin, basitlikterin en büyükleriyle ko­
vuldun. Fakat şu an o karının sevdasından kurtulabiidin mi?
Senin namussuz, haysiyetsiz gönlün öyle değme hakaretler,
köteklerle uslanmaz. Daha adamakıllı bir iyiliğe erecek ka­
dar terbiye olmadın, daha ne dayaklar yiyeceksin ne aşağı­
lanmalar yaşayacaksın. Sen cezanı benim ahımdan bekleme.
Cezanın sebebi kendi kötü, düşüncesiz hareketlerindir. Sana
fenalık başkasından gelmiyor, kendi kendine ediyorsun."

Kenan düşündü. Bu hakarete uğramış, sefil, alçak gönlü,


uğradığı felaketten uslanarak Vuslat'ın sevdasından kurtula­
bilmiş miydi? Şu soruyu kendi kendine sordu. Şimdi göğ­
sünde eskisinden daha şiddetli bir ateş vardı. Bu hüsran ateşi

272
Dirlar'ın kuduz gibi saidırmasına karşı parlamış şiddetli bir
intikam duygusu olmaktan çok, Vuslat'ı, kendinden üstün
olan rakibinin kolları arasına bırakmış olmasından ileri gelen
dinrnek nedir bilmeyen büyük bir kederdi.

Eski kansının bu gaipten gelen serzenişlerinden ürktü.


Geçmişini, şimdiki haliyle kıyasladı ve geleceğiyle karşılaş­
tırdı. Vahim akıbetini düşündü. Kendi kendinden korktu. Ra­
gıbe'yi unutmuştu. Fakat şimdi Yus tat'sız nasıl yaşayacaktı?

Bazı insanların kalplerinde öyle tehlikeli, vahim fakat ola­


ğanca şiddetleriyle ruhlarını sarmış, kökleşmiş büyük emel­
ler olur ki bunlardan kendilerini vazgeçirmek için verilen
nasihatlerden dolayı gücenir, kaçarlar. İ şte Kenan da bütün
cinayetlerini pek acı bir şekilde yüzüne çarpan Ragıbe'nin
hayalinden öyle korkarak kaçmak istedi .

Adalar ' ın manzarası, Heybeli ' deki halkonun alçaklığını


ayıplayan kuruotusunun önünde duramadı .

Ufak bıyık fırçasıyla üstünü, fesini süpürdü. Deniz suyuy­


la temizliğini yaptı, saçlarını taradı. Gözü ağrıyormuş gibi
mendiliyle şakağındaki çürüğü çapraz bağladı. Fenerbahçe
demir yolunun otlar bürümüş rayları üzerinde yola koyuldu.

Nereye gidiyordu? Henüz ne yapacağını kararlaştırma­


mıştı. Birbirine çok zıt duygular içindeydi. O, bir şeyden
kaçarak başka bir şeye kavuşmak istiyor gibiydi. Arkada Ra­
gıbe'nin, önde metresinin hayalleri arasında kalmıştı. İ kisi­
nin de aklına gelmesi türlü türlü acılarla beynini yakıyordu.
İ kisini de zihninden sürmeye, bunların bütün hatırlattıkları
şeyleri, her şeyi, her şeyi unutınaya çalışıyordu. Fakat bu
çaba yüzünden o hatıralar beyninde daha korkunç bir canlılık
alıyordu. Unutmak için zihnini diğer şeylerle meşgul etmeyi
düşündü. Yolunun üstünde rastladığı evlerin bahçe parmak­
lıklarını birer birer saydı. Sonra demiryolunun traverslerini
hesapladı, yürüdü, yürüdü. Kızıltoprak' ı geçti. Kabristan' a
geldi. Mezar taşlarını, serviieri saymaya başladı. Bunlar bir-

273
birine pek karışmıştı. Tam sayamıyordu. Bütün bu saydığı
şeylerle bir toplama yaptı. Traverslerin sayısı hepsinden üs­
tün geldi.

Fakat bunların miktan milyonlara da varsa beynindeki


acı veren düşünceleri götürmeye, kalbindeki büyük sıkıntı­
yı kovmaya yaramayacaktı. Unutamıyordu. Mezar taşlarını
okuyarak bir hayat felsefesi çıkarmaya çalıştı. Dünyanın
hiçliğine, bütün sefalann, cefaların çabuk kaybolur birer se­
raptan ibaret olduğuna kendini inandırmak için ölümün bu
numune tarlasındaki taşlardan, bu toprağa karışmış kimseler­
den ibret verici bir hikmet dersi çıkararak avunmaya uğraştı.
Fakat olamadı. O yatanlar ölüydü, kendisi ise canlı. Dirinin
ölüye nispetinden çıkarılan felsefeler elemini hafıfletmeye
iyi bir çare olamıyor, hiçbir şey hissetmernek için ölmek
lazım geliyordu. Kenan, ölümü sevmezdi. Onu hayat musi­
betlerinin son haddi sayar, karanlıkların karanlığı, bu yokluk
karşısında daima titrerdi. Kuvveti arttı. Mezarlıkta duramadı.
Haydarpaşa'ya doğru yürüdü. İ skelede vapur gördü. B i r bi­
let aldı, hemen atladı . Ne yapacağını bilmiyordu. O günkü
hareketleri ayaklarının önünde açı lacak tesadüfiere bağl ıy­
dı. Talih mıknatısı kendini nerelere çekecek, sürükleyecekti,
bundan hiç haberi yoktu. Bütün hayat böyle değil miydi?

Cüzi irade85 lehine söz söyleyen fılozoflara yumrukları­


nı sıkarak sövdü. Cüzi irade yoktu. Bu, kurusıkı bir laftan
ibaretti. Şimdi bütün inancıyla causalite (nedensellik) kanu­
nundan başka bir şey kabul etmiyordu. Her şeyi tabiatın elin­
de bir oyuncak görüyordu. Maddi ve manevi çile çekmekte,
nefıs terbiyesiyle birtakım faziletler kazanmakla insanların
birçok kötü alışkanlıklarını iyileştirmenin mümkün olduğunu
iddia eden savcılara, büyük terbiyecilere bağırdı. Sonra ken­
di kendine şöyle düşündü:

" Öyledir de bu dünya niçin daha katiller, mecnunlar, sini r­


l iler, hainler, azgınlar, heva ve heveslerine düşkünlerle dolu

85 I slam inancına göre insanlara verilmiş olan ve kaza ve kader sınırları çerçeve­
sinde hareket imkanı tanıyan özgür iradedir.

274
bulunuyor? Ne kadar çalışsanız bir tavuğu ördek yapamazsı­
nız. O zavallı, suya düşünce boğulur. Kimse yaradılışındaki
hususiyetinden sorumlu olamaz. Her insanın aldığı terbiye,
fıtratının, bünyesinin yatkınlığı derecesinde sonuç verir. B u
terbiyeyi d e s i z yüksek fiyatta satıyorsunuz. Fakir olanlar
bundan nasipsiz ve avare kalıyorlar. Fatalite (kader) dediği­
niz afet, insanların çoğu üzerinde bütün uğursuzluğuyla hü­
küm sürüyor. Evvela fazilet ve terbiye almaya kabiliyetli bir
yaradılışta doğmalı, sonra bu yeteneği geliştirecek bir muhite
düşmeli. Elinde bu iki tesadüflin beratıyla doğmayan çocuk­
Iann halleri ne olacak? Eğitim ve terbiyenin iyi tesirlerini
kabul ediyorsunuz da kötü örnekler ve alışkanlıklar içinde
yaşayanların kötü tesirlerini neden doğal bulmuyor, bunların
mazeretlerini kabul etmiyorsunuz? Ceza kanunlarının uygu­
lanmasında alim ile cahil için bir fark yoktur. Bilerek yapanla
bilmeyerek yapan aynı maddenin hükmü i le cezalandırılıyor­
lar. Büyük medeniyetlerin kanunlarında eşitlik, adalet vardır.
Fakat hiçbir zaman bir mi lyoner fırından ekmek çalmaz. Bu
hırsızlığın cezalandırma maddesi açiara mahsus olarak ya­
pılmış gibidir. Eşitlik teranesi üzerine kurulmuş görülen me­
deni kanunların birçok cezalarından bazı kimseler, mevki ve
maaşı sayesinde muaf tutulur. Çünkü onları o fiili yapmaya
zorlayan bir sebep yoktur. Terbiye i le bir şahıs üzerindeki et­
kinin kuvvetini hafifletmeye, değiştirmeye uğraşmak yani o
kimseyi tesire karşı daha sağlamlaştırmak bir çeşit determi­
nizm (belirlenimcilik) değil midir? Her eserin, onu meydana
getiren bir şeyden doğduğu kabul edilirse birçok kötülüklere
çare bulabilmek için şu iki şey arasındaki kuvvetleri, kanun­
ları araştırma ihtiyacına 'determinist'likten başka anlam ve­
rilebilir mi? Ne yana kıvransak bu tabiat kanununun içinden
çıkamayız, bağlıyız. Bazen ilim ve irfanımızı bu bağlan gev­
şetebilecek kudrette görme vehmine kapılarak birçok nokta­
da eylemlerimize sözümüz geçer, kendimizi serbest zannede­
riz. Felsefe fikirleri de yelekler, yakalıklar gibi modaya bağlı
olarak zaman zaman değişiyor. Şimdi determinizme karşı bir
akım var. Bu asırda akıllarının kütlesiyle övünen büyük kafa-

275
lar, kendilerini tabiatın pençesinde zincirle bağlı köleler gibi
görmekten sıkıldılar. İ rade sahibi olduklarını ispat etmeye
uğraşıyorlar. Gelecek asrın daha cevherli olmakla övünecek
kafaları, gelişmeyi eskiyi yıkmakta görerek atalarına akıl ba­
kımından üstünlüklerini göstermek için onları yalancı çıka­
racak yeni fikirler çıkaracaklar, bugünün felsefe yıkıntıları
üzerine işitilmedik fikir yapıları kuracaklar. Kendi cinslerine
cüzi irade ayrıcal ığı dağıtmaya katkışan zamanımızın cömert,
muhterem filozoflarının verdikleri bu serbestlikten bunalarak
yine her yapılmışı bir yapana bağlayarak, her kababati insan­
lardan kaldırıp tabiata yükletecekler. O zaman madamların
fistanları ile beraber fikirler de değişecektir. Ben karımı bo­
şadım. Çünkü ondan bıkmıştım. Yustat'tan ayrılamıyorum.
Çünkü onu aman vermez bir sevgi ile seviyorum. Kalbimin
azalan tarafında Ragıbe, çoğalan tarafında metresim var.
Şimdi bu azalma ile çoğalmanın yerlerini değiştirmek benim
elimde mi? Benim cüzi iradem, külli iradem nerede? Tabiatta
böyle kurtarıcı bir güç varsa şimdi yardımıma neden koşmu­
yor? Yaşamak, baştan sona kadar birtakım arzuların art arda
gelmesinden başka bir şey midir? Bu arzuları kaldır, başka
ne kalır? O zaman niçin yaşamalı? Ahlakçılar, bu arzuların
içinde herkes gibi kendileri de bocaladıkları halde aleme
bunlardan kaçınma öğütleri vermeye uğraşırlar. İnsan bütün
arzularına nasıl hakim olabilir?

Bunların içinde terk veya tehiri mümkün olabilenler oldu­


ğu gibi, mahrumiyetle insanı öldürenleri de vardır. En tatlıları
ahlaken en yasak olanlardır. Nefsi heveslerinden kurtulmak
için bazı insanlar tarikatiara giriyorlar, derviş oluyorlar, buda­
lalaşıyorlar. Budala olmadan şiddetli bir arzu terk edilir mi?

Derviş, budalalaşmakla beraber dünyadaki arzusunu, ahi­


rette beş kat fazlasıyla kazanmak için terk ediyor. Nah sana
guguk ... Bu vazgeçmenin de dereceleri var. Dayanamayacak­
larını ne derviş yapabilir ne de şeyh . . . Sevda ümitsizliğine,
üzünrusüne uğrayanlar tekkede mürit, manastırlara rabibe
oluyorlar. Bütün ömürlerini Allah ' a ibadet suretinde sevgili-

276
lerinin hayallerine tapınarak inleyip sıziarnakla geçiriyorlar.
Zaviyelere çekilmeye ne lüzum var? Bu dünya, budalalar,
meczuplarla dolu koca bir tekke, herkesin de mabudu aşk de­
ğil mi? Yalnız erenler, ermeyenler var. i steğini elde ederne­
den ölenler daha zavallı, istediklerine ererek gidenler daha az
budala sayılabilirler. B u iki türlünün hangisinden olmak kar­
l ıdır? Bunu anlamak için bir şeyhten, bir ahlakçıdan cevap
almaya ihtiyaç var mı? Ben, Vuslat ' ı dünyada ondan başka
bir şey göremeyecek şekilde bir şiddetle seviyorum. Bu sevgi
beni dünyada ikiyüzlü lükten başka bir şey olmayan genel ah­
lak sınırından çıkarıyor. Günahsız karımı boşuyorum. Anne­
mi, kız kardeşimi aldatıp dolandırıyorum. Şerefimi yerle bir
ediyorum. Çünkü başka türlü yapmak elimde değil. Aşkım
zaafıma kat kat galip. . . Bu sevdanın şiddetine dayanabilecek
bir bünyeye sahip olamayışımın sorumlusu ben miyim? Bir
adamı ateşe attıktan sonra ' N iye yandın?' diye azarlamak
yakışır bir şey midir? Sade ben mi bu yaradılıştayım? He­
men herkesin iç yüzü böyle değil midir? Hep bu acı halimiz
ikiyüzlülükle örtülmüyor mu? Bu örtüyü kaldırınca birbi­
rimizden korkup kaçarız. İ nsaniyet, ahlak, terbiye, saadet,
önümüzde böyle bir yığın kelime var. Hangi kitapta bunların
doğru bir anlatılışma tesadüf edebi lirsiniz? H erkes bunlara
kendi çıkarına uygun olarak birer anlam verir. i kiyüzlülük,
sahtekarlık, cin gibi damarlarımızı tutmuştur. Fransızca bir
ahlak kitabında şu ibareyi okumuştum: Le bonheur n 'est que
1 'interet et 1 'interet est vii e tindigne. 86 A lemi kandırmak is­
teyen şu garip sözün sahibi acaba söylediğinin doğruluğuna
kendi inanabiimiş midir? Bu nasıl felsefe? İ nsanlar, saadeti
bayağı bir şey sayarak ondan kaçsınlar, felaketi yükselme va­
sı tası bilerek birbirlerini mi boğsunlar? Saadet, kaçınılması
gereken basit bir şey ise ahiret için A llah ' ı n vadettiği cenneti
ne oluyor? İ nsanların bu sürekli çekişınesi ne içindir? H aya­
tın varacağı son nokta ne olabilir? ' Saadet nedir, ' sorusuna
karşılık, dindar, kafir fi lozoflardan alacağımız cevap felaket-

86 Saadet, menfaalten başka bir şey değildir. Menfaal ise bayağı bir şeydir. (Y.N.)

277
leri karşısında böyle titrersiniz. Herkes saadetin ne olduğu­
nu kendisi bilir. Onu başkasından sorup öğrenmeye muhtaç
olan adam, mutlu olmaya hak kazanmamış bir zavallıdır. Her
arzu, saadetin çekirdeği, onun oluşu da kendisidir. Arzuların
şeytanları da olurmuş. Olabilir. Şeytanı ben yaratmadım ya . . .
Genel ahlak esaslarından aşan İstekiere uymak ahlaksızlık­
mış. Kalbirnden doğan bir arzunun yapılmasına evvela aile
fertlerimin, sonra komşularımın, sonra mahallelinin, sonra
bütün şehrin, sonra tüm insan lığın duygularına, çıkarlarına
teker teker uygunluğunu düşünerek izinli olacaksam vay ha­
lime ... Sonra aç, çıplak kalırım. F i lozoflar, yaşama ihtiyaçla­
rını şöyle böyle yoluna koyduktan sonra hir ahlak gururu ile
aleme ahlak dersi veriyorlar. Komşum, kendi çıkarını elde
etmek için benim zarar görme ihtimalimi düşünüyor mu?
İ nsanlık her işinde başka birinin çıkarını veya zararını dü­
şünecek, böyle bir düşünceyi vazife bi lecek bir yükselmeye,
bir terbiye ahengine ulaşabildi mi? Erişehitecek mi? Yalnız
dünyaya gözleri açık veya kapalı gelenler var. Açıkgözlü­
ler, kapalı ları bütün ahlak kitapları ile daha fazla uyutınaya
çalışıyorlar. Herkesin açıkgözlülüğü aynı derecede olsa or­
taya çıkacak genel savaşı siz o zaman seyredin. Beşeriyetİn
geçirebildiği istirahat saatleri, menfaat ve saadet davasında
beceriksiz olan ahmakların sayesindedir. Ben bunlardan biri
olmak istemem. Başkasının hukukuna riayet ederek menfa­
atleri yerrnek hususunda genel bir uzlaşıya varıldığını ve bu­
nun mucizevi bir şekilde uygulanmasının mümkün olduğunu
göreyim, o zaman ben de bu ' Toplumun Menfaatleri Dengesi
Cemiyeti ' ne dahil o lurum. Ah fakat hiçbir akıllı böyle bir
menfaat dengesinin meydana gelmesi için aklının fazlasını
akılca eksik olanlara dağıtamaz. Ey hükfımetler, filozoflar,
bütün insan cemiyetleri, bütün idareler, eğitim öğretimle
akıl ve anlayışını artırmaya uğraştığınız bu insan yığınının
arasındaki ahmakların sizlere ne kadar lazım olduğunu görü­
nüz. Su katılmadık sütün çabuk bozulması gibi kafaca yük­
selmeleri zeka ölçüsünün aynı derecesini gösteren kafalarda

278
bir arada geçinemez. Dünyayı yaratan bu gerçeği bildiği için
insanlan hep birden zeki veya hep ahmak yaratmamış. Ya­
rattıktan arasına çeşit koymuş fakat ne yazık ki alımağı bol,
akıllıyı az yaratmış. Bunda da büyük bir hikmet olsa gerek.
Dünya işlerinin yürütülebilmesi için işte bunun lüzumunu
bize yaratılış kanunu gösteriyor. Dünyaya gelenler erkek ve
dişi olduğu gibi akıllı ve akılsız olacak, mutlaka aldatanlar,
aldananlar olacak. Alemin idaresi, b u çeşit faturası üzerinde
yürüyebi lir. Aldatmaya bu kadar şiddetle lüzum olmasa in­
sanlık, ta ilk zamanlarındaki hurafelerini, batıl düşüncelerini
bir miras gibi yaldız kaplı kitaplar içinde büyük bir özenle
saklayıp bu ilerleme asrında, hala mı hala bunların zihinler
üzerindeki uyutucu etkilerinden faydalar arayarak türlü türlü
çocukça bahanelerle sürüp gitmesine çabalar mı? İnsanlar,
işte sizi size tarif ettim. Şüphesiz ben de sizden biriyim. Ken­
dimi istisna tutarak türümü bayağı görmedim.

Çoğunuzun kababati odur ki fenalığı iyiliğe yaklaştır­


maya uğraşarak tevi l i le işlersiniz. B u aldatmak, aldanmak
zorluğundan dolayı vicdanınızla karşı karşıya geldiğiniz za­
manlarda bile yakayı kurtaramaz, kendi kendinizi aldatmaya
uğraşırsınız. Bu insan makinesinin içinde iyiliklere ölçü ola­
cak bir vicdan var farz ediyorsunuz. Koyduğunuz bu bekçi,
oradan kaçırılan fenalıklara niçin göz yumuyor? Daha da fe­
nası, batı I davanızı yürütmek için onu çok defa yalancı şahit­
lik zilletiyle ortaya çıkarıyorsunuz.

Vicdan, Allah vergisi midir terbiye i le mi kazanılır para


i le mi satın alınır? Bana göre vicdan, bu geçim kavgası içinde
en çok başarılı olanlarda en az bulunan bir şeydir. Tabiatın bu
akı l faturası çeşitleri arasında ben hangi sınıfa mensubum?
Basit ve aşağı bir derecedeysem, herhalde doğmadan önce
işlemiş olduğum suçların cezasını görmek için oraya atılmış
değilim. Yüksek bir mertebede bulunuyorsam bu zeka yük­
sekliğine ayrıcalık verilerek çıkmadım. Bunda benim dahlim
olmadı. Makine fena işlerse bana ne! Bu hakiki yaratıcıya
aittir. Bir insanın benl iğini ona bir de nefıs i lavesiyle iki-

279
ye ayırmışlar, bu ikisi birbiriyle daima çekişme halindedir.
Hristiyanl ığın teslisi gibi bu da birlik içinde bir ikiliktir. Bir
vücutta melekle şeytanı bir araya toplamak istemişler çün­
kü bir insan bütün bütün ya melek yahut şeytan olamaz. O
zaman yaratıcıdan hakime kadar kimseye iş kalmaz. Ö yle
olsa o vakit ya büsbütün cennetin kapılarını kapamalı ya da
cehennemin. Hafazanallah, o zaman kainata öyle bir yekne­
saklık gel i r ki can sıkıntısından hep ölürüz. Yaratılışın ezell
mantığı, cennet ile cehennemi n kapılarını karşı karşıya açık
bırakmaktır. Sefa sürmenin hikmeti bundadır. İ nsanlığın
zevkini, eğlencesini meydana getiren heyecanları, acıları,
esefleri, sinirlilikleri, ötkeleri , coşkunlukları bize verenler
iyilerden ziyade kötülerdir. Kötülerin olmadığı yerde yaşam
şöyle dursun, bir tiyatro piyesi bile yazılamaz. Bunların var
olmalarına bu kadar şiddetli bir ihtiyaç olmasa, Allah onları
yaratır mıydı? Dünyada kötülerin gerekli olduğu iddiarnı saf
bir kişi duysa kim bilir bana ne kadar kızar, beni de onlardan
biri sayar. Belki de öyleyim. Öyle de olsam bunda benim ka­
bahatim ne?

Yaratılışın iyilik zirvesinden kötülük uçurumuna doğru


çeşit düzrnek kanununa ters düşmenin bir kurbanı sayılmaz
mıyım? Bütün dinler, bütün felsefeler insanlara kendi cinsle­
rinden olanla iyi geçinme tavsiyesinden geri durmazlar. Fakat
sonra insanı nefıs namıyla ikiye bölüp kendi kendine ayrılığa
düşürerek kavga ettirirler. Nefsiyle geçinemeyen, kendi ken­
diyle hoş yaşayanıayan bir insan başka bir insanla nasıl iyi
geçinebilir? İ nsanlar, kötüler olmasa rahat yaşanır vehminde­
dirler. Onlara ne kadar ihtiyaçları olduğunu bilmezler. Bütün
insanlar hak ve kanuna kuzu gibi boyun eğseler mahkeme­
lere hakimiere lüzum kalır mı? Bu efendilerin geçimlerinin
sebebi, daima aleyhlerine hüküm verdikleri bu kötülerdir.

Kötülerden bir dereceye kadar korunmak herkesin elin­


dedir. Fakat bir insan nefsinin kötülüğünden nereye kadar
kaçabilir? Demek herkeste nefıs adı altında bir kötülük ma­
yası bulunur. Bir obur çok yediği, perbize mahkum bir hasta

280
dayanamayarak perhizi bozduğu vakit kendilerine hiç kaba­
hat bulmayarak netisierine söverler. Onu aşağılamak için de
bir hakaret sıfatı eklemişlerdir: ' Kör nefi s ' . Onun körlüğü,
sahibinin her günahı için bir mazerettir. Bu kör nefis, her
iyi adamda bulunur. Her aşırıya kaçan ve kötülük yapan bir
ahlaksızdır. Aynı insanın ikinci bir sureti olduğu için insan­
la nefsi arasında bir tahta perde var gibidir. Bütün kirlilik­
ler bu perdenin öbür tarafına atılır. Kişi, manen biraz rahat
eder. Gözlü bir adamı n nefsi nasıl kör sayılabilir, anlaşılacak
şey değil . Bir insan kötüyü niçin kendisinin dışında arama­
lı? Günahının yükünü yükletmek için kendi içinde ikinci bir
kimse yaratan adamın bu hareketi kötülükten başka bir şey
değil midir? N efsine böyle iftira eden bir insan başkasına ne­
ler yapmaz? İ nsan münzevi bir derviş gibi şu koca kainatın
içinde tek başına da kalsa, yine dalaşmak için kendi kendi­
ne ikinci bir şahıs yaratıyor. Çünkü o çekişmeden duramaz.
Çünkü o bir yaratılış sırrıdır ki Yaradan bile kendine zıt ib­
lisler, firavunlar, kafirler yaratmış. İ nsanlar arasında tam bir
kardeşlik kunnaya uğraşan ukalanın bu delice gayretleri ne
kadar abes, gülünç ve tabiata aykırıdır. Diyelim ki bu emelle­
ri, maazallah, bir gün ortaya çıksa tüm yarışmalar, rekabetler,
hi leler, kinler, küsmeler, tecavüzler, yani bütün hayat coş­
kunlukları birden son bulacağından bu dünya mi skinhaneye
döner. O zaman yine bu filozoflar buna karşı bir çare araya­
rak insanları ayrılıklara düşünnek, aralarında kin ve çekişme
çıkannak için kitaplar yazarlar. İ nsanların eğlence için icat
ettikleri tavla, iskambil, futbol vs: gibi oyunlara dikkat edi­
niz. Hep bir karşılıklı rekabet şeklindedir. Çünkü başka türlü
tadını alamazlar. İ nsafsızlığı insaf doğurur. Çünkü biri olma­
sa ötekinin varlığının kıymetini düşünmenin anlamı yoktur.
Bu tabiatlar faturası çeşitleri içinde, soğuktan titreyen kom­
şusunun haline acıyarak yorganının yarısını kesip ona vere­
cek merhametl ileri n, lütuf sahiplerinin vücutları lazım oldu­
ğu gibi o yarım yorganı çalacak insafsızlar da bulunmal ıdır.
Avrupa'nın en büyük ediplerinden biri, Victor Hugo, "Hiçbir

ısı
şey yapmayıp miskin durmaktansa fenalık etmek daha iyi­
dir," diyor. Çünkü bu, insanlık içinde hareket uyanduacak bir
faaliyettir. İ yiliğin lüzumunu takdir ettiren kötülüktür. Hare­
ket, hareketi doğurur, faaliyet meydana getirir. Birçok uyku
halindeki beyinler i ster istemez uyanır. Onun için Ragıbe'nin
bana revolver göstermesi, benim onu boşamam, Dirlar ' ın
beni dövmesi, bunlar hep şu miskince Şark hayatımızın için­
de bir o lay, bir hareket, akisler peyda edecek bir faaliyettir.
Bundan birçok dedikodular o lur. Gazetecilere, hikayecilere
sermaye çıkar, okuyaniara güzel eğlence olur. Okurken kimi
Ragıbe'ye acır kimi Yustat'tan nefret eder. Kimisi ise bana
kızar. Fakat boş oturmaktansa kızınanın da büyük bir eğlence
olduğunu bilmezler. Demek ben toplumumuz içinde bu kadar
etkili olabilecek mühim biriyim. Fakat insanlığın gelişmesi
için kötü biriyim. Sabahleyin evden besınele ile çıkarak hiç­
bir tarafa sürtünmernek korku ve çekingenliğiyle işine gidip
gelen kokmaz, bulaşmaz miskin Türklerden biri olsaydım
onlara daha faydalı mı olacaktım? Hayat, cüret ister, hırs
ister, mücadele ister. M ücadeledeyse iki taraf bulunması la­
zımdır. Bir taraf adaleti i, öteki taraf arabozan, yani biri haklı
diğeri haksız olacak. Arabozan tarafı ortadan kaldır, adalet­
li taraf rüzgar ile mi güreşecek? Bunlar hep birer hakikat...
Fakat ben şimdi şiddetli bir küskünlük, büyük bir aşk, bir
intikam arzusuyla cayır cayır yanıyorum. Ne yapacağım?"

Şu düşünceler bir felsefed ir. Bu inkar olunamaz. Fakat


Kenan, nefsi, vicdanı yan çizdikten sonra, manen kendini
kurtarmak için bütün insanlığı batırıyor, kötülüğünü aleme
yaymaya uğraşıyorrlu ki bu da bir nevi mazeret bulma de­
mektir. Kenan ' ın bu düşünceleri, doğru yönleri bulunsa da
yanlışları çok, pek korkunç bir felsefeydi. Kuduz bir "deter­
minist" kesilmişti. Her hadiseyi, her fiili bir sebep meydana
getirir ve bu sebepleri hiç kimsenin daima kendi lehine bir
şekilde tutmaya gücü yetmez. B u sebepler insanların değil,
insanlar bunların pençesi altındadır. Bunun içinden çıkılamaz
iddiasındaydı. Her fıkrin, her hareketin kaynağı, onu yapan

282
organizma mekaniğinin olgunluk derecesi, zayıflık ve bozuk­
luk derecesiyle katiyen alakalıdır. Bundan dolayı kör veya
görme problemiyle doğmuş adamlara, ' S iz niçin dünyayı
herkes gibi tam bir aydınlıkla göremiyorsunuz?' diye sitem
edi lerneyeceği gibi, fena kafanın kötü fii lierinden de sahibi
sorumlu olamaz. Her ağaç yetiştiği toprağın kalitesine, gör­
düğü güneşe, aldığı havaya, cinsine, yaşına lafın kısası hep
bu tesiriere göre meyve verir düşüncesindeydi.
Mesuliyeti kabul etmemek hususunda kendi heva ve he­
veslerine göre yaşayanlar için fena fel sefe değil ama asırlar­
dan beri bir türlü halledilmemiş olan bu determinizm mese­
lesi, Kenan ' ın şimdi fikren özetiediği kadar da açık ve sade
değildi. Her dilde, sabır, ağır davranmak, tahammül, sehat,
metanet vs. gibi birçok kelime vardır. Karşılıkları olmasa
bunlar icat edilemezdi. İnsan, yalnız menfaati, sefası, saadeti
arkasından koşan beyninin, heveslerinin emirlerine mağlup
doğal bir makine sayılsa bile, haz ve menfaatine hiç düşün­
meden uyup da bu yüzden i leride o çıkarın beş on katını kay­
bettikten sonra birçok başka sıkıntılara, yoksulluklara, fela­
ketiere uğrayacağını büsbütün düşünemez de değildir. Bugün
sürülecek sefanın yarın on kat cefası olur. Fakat ilerisini dü­
şünerek bu teklifi kabul etmeyenler de bulunur. İnsan men­
faatine düşkünse i lk önce menfaatinin ne olduğunu bilmeli,
menfaat şeklindeki zararları bulmaya çalışmalıdır. Dimağları
bu gibi ölçüp biçmeye müsait olmayan zavall ı lar, Kenan gibi
determinizmin en keskin felsefe tellerinde hikmet nameleri
söyleyemezler. Kötü ahlak herkesten çok sahibine zarar verir.
İyi ahlaklı olmaya çabalamak da menfaat gereğincedir. Ta­
biatı düzenleyen kanunlar, insanlarınkinden korkunçtur. Her
suiistimalin hastalıklı bir sonucu vardır. Tabiat, hiç acımaz.
Kendiyle zıt gitmekte inat edenleri çarpar, öldürür. Oburla­
rın, ayyaşların, şehvetine şiddetle düşkün olanların hayattan­
na, hastalıklarına, ölümlerine bakınız. Hep bunlar sebep-so­
nucun cilveleri, "determinizm"in neticesidir.

283
3
Kenan'ın Bir Sinir Hali

Köprüye yanaşırken vapurun ufak bir sarsıntısı, Kenan ' ı


alt karnaranın loş bir köşesinde dalmış olduğu bu felsefi dü­
şüncelerinden uyandırdı. Bu kısa deniz hapsinden kurtulmak
için bir oluktan akar gibi birbirine sıkışarak ağır ağır iskeleye
dökülen insan selinin içine karıştı . Köprüye çıktı. Herkes bi­
rer semte doğru koşuşuyordu. Kenan ne tarafa yollanacaktı?
Onun akı l pusulası belli bir yönü göstermiyordu. Bu "deter­
minist" filozof kendini hareket ettirecek, çekecek sebepte­
rin kuvvetine kendini bırakarak durdu. Köprünün iki başına
doğru bakındı. Galata'ya mı İ stanbul ' a mı? Hangi tarafa gi­
decekti? İ ki tarafın birini seçme iradesi içinde değil miydi?
Düşündü, omuz omuz çarpışarak iç düşüncelerini bozacak,
muzdarip beynini sarsacak kalabal ık, gürültü hanltı istemi­
yordu. i stanbul semtini tercih etti ve kendi kendine: " İ şte,
cüzi irade şeklinde bir sebep beni İ stanbul ' a doğru çekiyor.
Düşünüise her hareketin altında böyle sebepçikler gizlidir.
Her işi bir sebebin sevkiyle yaparız. Fakat bu sebepler çok
defa göze görünmediği için kendimizi davranışlarımızda
özgür sanırız. Mesela şimdi pantolonumun cebinde yirmi
mecidiye var. H arcamak için bunlardan birini çıkarmak isti­
yorum. Bu yirmiden herhangi birini seçme işinde istediğim
gibi davranamaz mıyım? Öyle gibi görünür ama yine hür
değilim. Elime ilk tesadüf edeni, yani kolay çıkabileni alı­
nın. Başka birini alırsam mutlaka bu ilk sebebi değiştirecek
ondan daha kuvvetli ikinci bir sebep zuhur etmiştir. Fakat
bu sebepleri incelemek çok kimsenin aklına gelmez. Her fıil
böyledir. Zavallı gözü bağlı insanlar, bütün davranışlarında
kendilerini irade sahibi zannederler." Bu kaza ve kader oyun­
cağı filozof, adımlarını o aralık pek seçemediği sebepterin
sevk ve idaresine b ırakarak yavaş yavaş Mahmutpaşa yoku-

284
şunu çıktı. Kulağına gelen seslerin, bütün gördüğü şeylerin,
muhtelif çehrelerin zihninde izi kalmış eski sebepleri değiş­
tirmekteki etkilerini çözmeye uğraşırken kendini Mahmutpa­
şa Camii 'nin avlusunda buldu. Sıra kahvehanelerin önünde
durdu. Ağaçların altı, sulanmış taflanların, şimşİrierin önleri­
ne, üzerlerine allı yeşilli keçe parçaları seril i tahta kanepeler
konmuş, oraya buraya iskemieler atılmış, ortada yeşil bir tür­
be gibi duran şadırvan, iri taş sütun) u cami revakının arkasın­
daki ufak murabbalı, demir parmaklıklı Şark mabet mimarisi
nispetinde açılmış pencereler dikkatini çekti. Fransız hika­
ye yazarı meşhur Pierre Loti, Türk sevgisi ile ün salmış bu
büyük adam, çok defa burada oturnıuı;; , Şark düşkünlogunun
verdiği bir araştırma ihtiyacı, zevk ve temaşa i le neler düşün­
müş, ne güzellikler keşfetmiş, ne ruhani huzurlar, kendinden
geçişler yaşamıştı? Beyoğlu'nun Pötişanlarına, Tokatlıyanla­
rına, Pera Palaslarına, Skatinglerine üstün gelecek, görülme­
ye değer, acaba burada ne vardı? Loti 'nin düşüncesinin tadı­
na vardığı şeyleri Kenan niye göremiyordu. Bunu anlamak
istedi? Şalvarlı, poturlu, cüppeli, bırkah kostümlü, efendisin­
den, beyinden, katibinden, esnafından harnal camalına kadar
karışık bu muhtelif kıyafetli halkın arasına karıştı.

Elindeki maşayı çalpara gibi şıkırdatan, kırmızı kuşaklı,


kalıpsız fesli genç kahveci çırağının hususi bir makamla:
" Buyrrrun ağalar, beyler kahve sefasına," davetine icabet­
le gölgelenmiş kanepelerden birine oturdu. Çırak, sanatına
mahsus bir eda ile boyun çarpıtıp gerdan kırarak sordu :

"Beyefendi, ne gelsin?"

"Şekerli bir kahve, nargile."

Kenan, Loti ' nin burada nargile içtiğini biliyordu. Bu İ s­


tanbul Frengi, Avrupa Frengi 'nin ilhamlarını ortaya çıkaran,
uyarıcı vasıtalarla beynini uyandırarak ya da uyutarak Fran­
sız yazarına pek sanatkarca sayfalar yazdırtan bu Şark güzel­
liği rüyasını aynı tesirler altında görmek istiyordu. O, burayı

285
Türklük hissiyle değil, bir Avrupalı gözlüğü arkasından ince­
lerneye heveslenen yabancı milletten birinin gözüyle görüp
anlayacaktı. Çünkü oradaki halkı kaba, cahil, tutucu, kirlice
buluyor, onlardan bir fert olmayı nefsine yakıştırarnıyordu.
Çırak oradaki müşterilere seri bir bakış attıktan sonra içeriye
bağırdı: "Taflan dibine iki orta, çeşrne önü sakatlıya bir okka­
lı, çınar altına bir nazlı ile bir horultu gel ! "

Kenan "horultu"yu duyunca çınar altından, karyola altını


hatıriayarak yukarıdan aşağıya bir ürperme geçirdi. Bu sar­
sıntı sert bir uyarıcı yerine geçti. Cefakar Yustat'ın hayali acı
tatlı aşk hatıralarıyla önüne dikildi. Unutmak. kaçmak istedi­
ği bu acı dolu hatıralar kayıtsız bir ağızdan çıkan bir kelimey­
le birdenbire yine bütün şiddetiyle canlanıp parlayıvermişti.
Duygularını bir acziyet, zayıflık, incelik sardı. Gözleri yaşar­
dı. Yer müsait olsaydı hüngür hüngür ağlayacaktı.

Kahve ile nargile geldi. Ondan bir yudurn, ötekinden bir


nefes çekti. Nargiteye alışık değildi. Birkaç nefeste başı dön­
meye başladı. Fakat ne olursa olsun Pierre Loti, su kabar­
cıkları arasından gelen bu horultulu dumanı yutarak Şark ' ın
esrar perdesinin asırlar gerisinden gözleri kamaştıran asalet,
tatlılık, sanat ve güzellik büyüsünü görebil iyordu. Kenan da
öyle yapacaktı. Güzel bir baş dönmesi bulmak için rnarpu­
cun durnanını içti, içti. Loti 'nin sanatçı, hassas ruhunu kendi
darnarlarında, beyninde dolaşmaya davet etti. Ondan ezber­
lerniş olduğu birçok satırların yüce anlamlarıyla uyanmaya
çalıştı. Bir Türk, sinesindeki milliyet muhabbetini ve ataları­
nın güzel eserlerin i, sanatının büyüklüğünü takdir edebilme­
si için bir yabancının fikirlerinden yardım diliyordu. Çünkü
onun bir eserinde, büyülenrnişçesine mütalaa ettiği Sultan
Mehmet Camii kubbesinin hazin ay aşığı altında parıldayan
kurşunlarıyla gökyüzüne karşı Hazret-i Fatih'in maneviya­
tıyla ihtişam ve ışıklar içinde başka bir gökyüzü gibi rekabet
edercesine yükseldiğinin sanatlı tasvirini hiçbir milli kitapta
görmemiş, yatsı namazında imanlı göğüsleri titreten tevhit

286
sedasının coşkunluk ve büyüklüğünü bir mucize gibi ania­
tışını hiçbir eserde okumamıştı. Keder ve sevda hüznüyle
yufkalaşan gönlü coşmaya başladı, h islerindeki incelik art­
tı. Artık nargile, beklediği güzellik sarhoşluğunu veriyordu.
Gözünün önündeki caminin revak sütunları şerefli mazimizin
heybetli birer donmuş şahidi gibi göründü. Kapının üzerinde­
ki ayetleri okuyarak manalarını anlamaya uğraştı. Direkierin
arkasındaki gölgeler içinde melekler uçuşuyor zannetti. Ka­
nat seslerini işitir gibi oldu.

Öğle yakındı. Şadırvanın etrafına kolları sıvalı birkaç kişi


dizildi . Abde st alıyorlard ı . Bunların i çi nde heyden, efend i ­
den temiz kıyafetli bir adam yoktu. H amalın biri kirli yün ço­
raplarını çıkardı. Parmaklığın arkasına sıkıştırdı. Musluğun
önüne çömeldi. Avcuyla bumuna üç defa su çekti. Yüzünü,
kollarını, esmer hantal ayaklarını topuklarına doğru sıvaya
sıvaya yıkadı. Bu hamal, Kenan 'ın din kardeşiydi. Hükı1me­
te vergi veren, vatanı müdafaa için evlat yetiştiren, askere
giden, sonra cemiyetin en aşağı, en yorucu işinde hayvan
gibi çalışarak refahtan ebediyen mahrum kalan, dini yaşat­
mak için camiye giden yine bunlardı. İ slamiyet' in kardeşlik
ve kanaatkarlık gibi "sosyalizm" hükümleri yalnız bunlar
arasında geçerliydi. Ziynet, israf, üstünlük nedir bilmezler­
di. Onun için bu harnal görünüşte cemiyetin en küçük, en
aşağısı fakat hakikatte en büyük, en muhterem bir uzvuydu.
Kenan bu hamalı niçin sevmiyordu? O güne kadar da sev­
meyi neden düşünmemiş, bir vazife bilmemişti? Onun bu­
gün, Yaradan' ına bir kul olarak kalbini bağlamaya, dağlara
taşiara secde eylemeye, herkese kardeşlik göstermeye taşkın
bir ihtiyacı vardı. Hemen hamalı kucaklayıp koklaya koklaya
öperek samirniyetini göstermek için Kenan yerinden fırladı.
Kirden simsiyah olmuş bir mendi lle kollarını silen bu fibidin
boynuna sarıldı. Kıllı göğsü üzerine birkaç buse kondurdu.
Ter kokusundan Kenan'ın gönlü kabardı. Başı döndü. Hay­
retten hamalın gözleri büyüdü ve hemen sordu:

287
"Vıy kurban, divane misin? Ne oldu ki bayram mı var?"

Kenan kardeşlik hisleriyle yaşlar dökerek:

"Kardeşiz, kardeş . . . "

"Karındaş mıyıh? Benim babam senin anana nereden rast­


lattı ki? Anan Kemah' a vardı mıydı? Benim senin gibi cansız
karındaşı m yohtur. Ü ç kanndaş idih, biri öldü, öbürü mem­
lehette . . . Koca babayiğit Yalıarnı bıralı ki namaza varam."

Kenan, karşısındakine sosyalizmden birkaç prensip an­


latmak istedi. Söz karıştı. Bu kardeşlik davasını dinlemeye
birkaç kişi daha toplandı. Harnal söylüyor, Kenan ağlıyordu.
Bu beyefendinin kardeşlik galeyanııu.lan pek memnun olma­
yan hamal:

"Yağlığıma silinirkene kollarını boynuma doladı. Şapur


şupur öpücühe başladı. Abuh sabuh laflara bulaştı. Ahiını yi­
tirmiş olmalı . Karındaş etrafta tırnarhana da yoh. . . Bu nere­
den uğrattı ki? İ lh bana mı saldı? Başhalarıyla de dalaştı m ı
ki? Kim bile babam . . . Polise haber verek. Bu nereden çıktıy­
sa gene oraya tıhsı nlar."

Efendiden ihtiyar bir adam Kenan'a sordu:

"Bu harnaldan ne istiyorsun, oğlum?"

Kenan acıklı bir sesle izah etti:

"Ah, efendi babacığım . . . Dün geceden beri büyük bir ke­


der içindeyim."

"Vah . . . Vah ... "

"Bilirsiniz, keder sevdadan gelirse yine sevda ile duru­


lur."

Ahaliden biri :

"Bu delikanlı sevdalanmış mı?"

Efendi:

288
"Durunuz, zaval lının derdi nedir anlayalım. Terbiyeli bir
çocuğa benziyor."

Kenan:

"Frenklerin 'Jesus ' , bizim ' Mesih' dediğimiz Hazret-i


Peygamber, insanlık ve kardeşlik sevgisini her büyük acı ve
ızdıraba karşı etkili bir i laç olarak tavsiye etmiş, ' Sizi sevme­
yenleri bile seviniz,' diye buyurmuştur. Determinizm, sevgi
için bir koz, bir sebep arar. O, bu tavsiyeye uymaz gibi görü­
nür ama sevmek lüzumu da bir koz değil midir?"

Efendi :

"Zavallı oynatmış . . . Pek d e genç . . . Acıdım."

Ahaliden biri:

"İ skambil oynarken çıldırmış galiba, koz deyip duruyor."

Kenan:

"Din kardeşleri, Allah aşkına dinleyiniz. Çı ldırmadım.


Büyük dahiler halkla görüştükleri zaman eşyayı algılamada­
ki büyük ayrılıktan dolayı her zaman deli zannedilirler. Ben
deli değilim. Size yabancı olan bu kelimeyi iskarnbil oyunu
kozu zannetmeyiniz. Dinleyiniz, meraınıını tamamlayayım.
Şuraya geldim, cami-i şeritin ruhani, ulvi manzarası, Mös­
yö Loti'nin edebi kerametinin etkisiyle bir hidayet mucize­
sine eriştim. Bir hamalı öpmek değil, ben evvelden anaını
babamı bile sevmezdim. Müslüman doğmuş olmaktan başka
dinle bir alakam yoktur. Fakat şimdi aşk kuvvetiyle kalbime
şiddetli bir muhabbetul lah doğdu. Allah ' ını seven kulları­
nı da sevmez mi? Bu harnal içimizde Allah 'ın cennetine en
çok hak kazanmış saf bir adam, bir hakikatlİ insan deği l mi?
Halk sevap için Ayasofya'daki Terler Direk'e yüz süreceği­
ne bunun mübarek ellerini öpse daha çok sevaba girmez mi?
Dinimiz israfı, süsü, ihtişamı yasaklamıyor mu? İ şte bunun
ipi ile kuşağı. .. Başka nesi var? Nazarımda bu harnal birçok
velilerden daha büyüktür. Çünkü ' evliya' dediğimiz türbeler-

289
de yatan o müsrif ölü lerden birtakımlarının muhteşem tür­
belerindeki süs eşyası, okkalarla altın, gümüş, pahalı şallar
pazara çıkarılırsa hazineler tutar. Halbuki hükumet, bu evliya
türbelerinden on para vergi almadıktan başka mumlar, yağlar
vermeye, türbedarlar, süpürgeeiter tayinine mecburdur. Bu
velilerin böyle kıymetli dünya süsleri ile dirilerin akıllarını
çelmeleri doğru mudur? Ö lülerin kemikleri etrafına yığılan
bu atıl hazineler işietiise ne kadar fakire fukaraya geçinme­
leri için sermaye olur. Umumi servet içinde atıl bırakılan on
paranın, asırlar içinde, ekonomik açıdan bir millete ne kadar
zararı dakunacağını hayal bile edemezsiniz. Şimdi size bir­
kaç türbe sayarak buralarda olan eşyanın aşağı yukarı tutar­
larını, bu rahmete kavuşmuş ölülerin toprağa düştükleri uzun
asırların günlerine çarparsak ve bir mürekkep faiz yürütsek
çıkacak hesaptaki bulacağımız büyük rakamlar hepimizi şa­
şırtır. Bu paralarla birkaç banka kurulabilir. Birçok mektep­
ler açılır, dretnotlar alınırdı. Ö lülerden de emeklilik vakitle­
ri gelmişler var. Bu hamal, gece odasında, kendi karanl ıkta
oturup verdiği vergi ile ölülere mum yakamaz. Hristiyanlığın
uhrevi masraftarı daha israftıdır. Altın ve gümüşten, değerli
taşlardan yapılma milyonlar değerinde bir Meryem Ana ' nın
önünde dişinden tımağından arttırdığı para ile mum yakan aç
bir Hristiyan 'ın halini de hazin görürüm.

Siz, ' Dünya bir cifedir,87 ona meyletmemeli. Oranın malı


orada kalır. Ahiret için çalışmalı,' demiyor musunuz? Ben va­
azlardan böyle dinledim. Dünyada yaşamak hakkı çalışmak­
ladır. Sırf ahiret için yaşayacaksak burada daha çok günaha
girmeden hemen hepimiz ölelim. Zayıflayan bir millet düş­
man eline düşer, Ali, vaftizle Nikola, camiler kilise, türbeter
ahır olur. Türbelerini altına, gümüşe boğduğumuz bu ulu ev­
l iyalar felaket zamanlarımızda aldırmayıveriyorlar. Mesela,
Peşte'de kalan Gül Baba, kafirlerle de mis gibi geçinebil iyor.
Birçoğumuzun manevi yardımını bekleyerek tapındığımız

87 Kokmuş et, ölü hayvan, leş.

290
şeyhlerimiz, pirlerimiz, mazannelerimiz88 vardır. Lazım ge­
len günlerde bunların mumlannı, kurbanlarını, mangırlarını
göndermekte kusur etmeyiz. Fakat önümüze milli gelir san­
dığı uzatıldığı zaman oraya kırk para atarken hasetten elleri­
miz titrer. Çoklarımızın bu sandığı gezdireni, "İ nayet ola,"
tavrıyla dilenci kovar gibi savdıklarını gördüm. Efendi, ora­
ya atacağın para düşmanın vatana istilasını önlemek için çe­
kilecek demirden setin bir parçasını meydana getirecektir. B u
paranın o işe yarayacağından şüpheleniyorsan kendini öldür.
Böyle bir milletin ferdi olma lekesiyle yaşamaktansa ölmek
daha iyidir. Vatandaşlarından böyle bir suizanda bulunma.
Yanılıyorsan bu bir cinayettir. Senin kalbin emin, saf, sami­
mi, fedakar olsun. Çünkü toplumun samimi oluşu, bireylerin
samimi oluşlarının toplamından ileri gelir. Evvela sen vazi­
feni ifa et, mesuliyeti senden sonrakilere bırak. Vatanın için
evvela sen samimi olmazsan bunu diğerlerinden beklemek
abes olmaz mı? Efendiler, ben çoktan hak yola gelirdİm ama
dini, ahlaki birtakım meseleler zihnim i düğüm düğüm karın­
calandırıyor. Bunlardan binde birini size söylemedim. Maa­
lesef söyleyemem.

Çünkü sonra beni mürtet diye ağzıma kurşun akıtmak


için ya şu karşıki Mahmutpaşa mahkemesinden içeri sokar
ya da deli olduğuma hükmederek tırnarhaneye gönderirsi­
niz. Halbuki bir memlekette felsefe tartışmaları olmadıkça
zihinler cehalet kabusunun afetinden kurtulamaz. Ben, bizim
cahil mahalle imamının inandığı şeylere tamamıyla inanmak
mecburiyelinde değilim. O, başını sarıkla sıkarak sarmış
sarmalamış, benim kafam açık, serbest, bilimsel hürriyetin
dört taraftan savurduğu rüzgarlar, fırtınalar içinde yetişmiştir.
Biz, şimdiye kadar böyle imarnlara uyduk. Bundan sonra da
lütfen biraz onlar bize uysunlar. Kafaının içinde birçok ilerle­
me tohumları var. Bırakınız, bunları ilim ekininden nasipsiz
kalmış çorak beyiniere serpelim. Onlar bizi uyuşturacakları-

88 Evl iyadan olduğu zannedilen, ermiş sanılan, haklarında iyi zan beslenen kim­
seler.

291
na biz onları uyandıralım. Bizi susturmayınız, dinleyiniz. Zi­
hinde hapse mahkum edilen fikirler orada durmaz, doğurur.
Hürriyet ve terakki sabahının doğmasına, teşvikten ziyade
baskı sebep olmuştur. Cisim zindanlarda mahpus kalır fakat
fikir dışarı sızacak kaçış delikleri bularak dünyaları, fezala­
rı dolaşır. Baskı, onun yayılma kuvvetini birkaç yüz katına
çıkartan bir yay hükmündedir. Buharın, makinelere olan ba­
sıncı gibi insana şaşkınlık veren hizmetlerinden nasıl fayda­
tanıyoruz? Onu bir kazana kapayıp kızdırarak, değil mi? Bir
havuzda basınç uygulanmadan açık duran sakin sudan nasıl
bir hareket etkisi beklenebilir? Birbirimizi kızdıral ım. Beyin­
lerimizde birbirine karşı olan fikir buharları ortaya saçılsın.
Hangi tarafı n mantığı zamanın istediği gelişime uygunsa o
üstün gelsin. Batı) sussun, Hak söylesin ! Layık olduğu say­
gı ve hürmet mevki ini bulsun. Ne olduğumu bilemiyorum.
Zihnimde sanki bir düşünce baharının açılmış, genişlemiş
hali var. Salkım salkım i lham gülleri, şebboyları, zambakları
açılıyor. Ben ne oldum? Ezeli iradeyi size tebliğe memur mu,
mehdi mi, veli mi, del i mi? Hep bu sözlerim derin bir i tha­
mın nurlu yansımalarıdır. Söyleyene değil, söyletene bakınız.
Sebepsiz kuş uçmaz, bir karınca kımı ldamaz. Determinizm,
determinizm, determinizm . . . Bana hidayet yetişti. Beynimde,
kalbirnde iman nuru şimşek çakıyor. Gaflet, gençlik, ihmal
yüzünden din vazifelerimi unuttum. Şimdiye kadar bu zavallı
başım Ralıman ' ı n seedesini görmedi. Bana abdest ve nama­
zın usul ve adabını öğretiniz. M üminlerle camiye gireyim.
Hakk'a ibadet ve niyaz edeyim. Tasavvuf ehlinin işaret ettik­
leri aşk kaynağını bugün bulmak i sterim."

Kenan' ın etrafı nda kalabalık çoğaldıkça çoğaldı. Ahali


böyle bir vaazı hiçbir coşkun hocanın kürsüsünden dinleme­
mişti. Bu ç ı lgın aşığı cami ile tımarbaneden hangisine götür­
mek gerektiğine karar veremediler. Şaşınp kaldılar. Sözleri­
nin içinde dikkat edi lecek toplumsal gerçekler ile saçmalıklar
karmakarışıktı. Düşüncelerinin coşan nehri rastladığı eğriyi
de doğruyu da sürüyüp götürüyordu. Bunlardan çoğunun

292
söz kalıpları aldatıcı ve oldukça parlaktı . Avrupa fen dilin­
de bu Kenan gibilerine Dem(fous yani "yarı deli" denilir ki
bunları "yarım akıllı" kavramıyla da nitelendirebiliriz. Zeka,
bazen cinnete varacak bir raddeye varır. Bu akıllı delilerin
edebiyatta iki suretle büyük hizmet ve mevkileri vardır. Böy­
lelerinin fikirlerinin kağıt üzerindeki yansımaları çoğunluk­
la kendilerine benzer9 yarım akıllılar yaratacağından böyle
düşünce düzeni akıl dairesinin dışında olanlar romanda hem
yazar hem kahraman olarak yaşarlar. Bunlardan çoğunun veli
mi deli mi olduğu pek anlaşılamamıştır. Herhalde durgun ka­
falarda değişik fikirler dalgalanamaz. Yazar, sosyal ve ahlaki
bir mazerete sığınarak kalemini sövüp saymadan kurtarabil­
mek için akıllı uslu bir edipten umulmayacak bu taşkın söz­
leri kaçıkiara söyletir. İ spanyol yazarlarından Cervantes'in
Don Kişot adındaki meşhur hikayesinde, bu isimdeki kahra­
manının bir zırdeli mi yoksa müfrit bir zeki mi olduğuna Av­
rupa fikir adamları hala bir karar verememiştir. Akli dengeyi
sağlamak için gerekli yaratılış vasıflarından bazılarının lüzu­
mundan fazla çokluğu, diğerlerinin eksikliği, bu hale sebep
oluyor. Zekaca bunlar bazen en yüksek mertebeye varırlar.
Pek geniş bir hayal güçleri, icat fikirleri, aniatma ve tasvir
gücüne sahiptirler. Az çok mahrum oldukları hisler, ayırt
etme kuvveti, fikir doğruluğu ve sebattır. Zihin faaliyet ve
ürünlerinde bir İstİkarnet takip edemezler. Yaşayışlarında ka­
yıtsız, aldırış etmez, renkten renge girer ve beceriksizdirler.
Bazıları pek yüksek bir mertebeye varan zekalarındaki şidde­
te rağmen bir ev, bir aile, bir iş idaresinden yoksun kalırlar.

Mutedil olmak için cümle umur


Lazım a 'ma/e teraza-yi şu 'ur
Nabi
Deliliklerinin meşalesiyle asırlardan beri insanlığı aydın­
latan bu dengesizlerin içinde medeniyetin varlıklarıyla iftihar

89 Şu anda bunları okuyanların dudaklarında gezinen gülümsemenin nüktesini


anl ıyorum. (Y.N)

293
ettiği en büyük, en yüksek simalar görürsünüz. Sonraki ler,
yaman ve biraz saygısız eleştirileriyle deli insanlar defterine
ta Sokratlardan başlayarak Shakespeareleri, Moliereleri, Vol­
taireleri, Rousseauları, Descartesleri, Montesquiouları kay­
detmekten çekinmeyerek bu aman vermez korkunç hükmünü
Mussetlere, Balzaclara, Tolstoylara, Flaubertlere, Zolalara,
Maupassantlara ve daha birçok benzerlerine kadar genişlet­
miştir.

Shakespeare 'in cinnetini, Othello'da, Hamlet'te, Mac­


beth te Mol iere ' inkini
' , Adamcıl'da, Cimri' de, Hastalık 1/as­
tası'nda, Goethe'ninkini Werther'de görüyorlar. Flaubert'in
Madam Bovari'sini, Zola'nın Küre'sini, Hayvanlaşan İn­
san'ını; Tolstoy'un Kroyçer Sonat'ını, Karanlıkların Kuvve­
ti'ni ve daha böyle nice eserleri vücuda getirenierin hastalıklı
ruhlarının bir aynası olarak seyrediyorlar.

Bu yarım akıllıların insanlığa yararlı ve zararlı olanları


var. Bu dengesiz kafaların hepsi irfan nuru i le parlar halde de­
ğil. Birtakımı merhamet, incel ik, insanlık, doğruluk, bağl ılık
gibi duygulardan uzak, bazıları da yalnız söz ustası olurlar.
Salonlarda, cemiyetlerde, güzel sözler sarf ederler, tuhaflık­
lar yaparlar. Fakat fıkirlerinde, ahlaklarında sağlamlık yok­
tur. Kalp ve azim sahibi deği ldirler. Eserleriyle kütüphaneler
dolduranları metanetsiz ve sebatsızlıkla itharn edebilmek için
uzunca düşünmek gereklidir.

Faydalı kısımdan olan bu zavallılar, hürriyet aşkı ve in­


sanlığı müdafaa deliliğiyle yaşarlar. Batı) bağlardan, idarece
olan zulüm ve esaretten kurtannaya çalıştıkları insanlardan
gördükleri ise sövüp sayma ve işkencedir.

Bazen delinin o kadar akıllı ve akıllının o kadar deli oldu­


ğunu gördükçe insanın çıldıracağı geliyor. Akıllı olmak için
çıldınnanın lazım geldiğine inanıyorsanız akıllıların bu hü­
kümlerine karşı siz de o sınıftan, onlardan daha "terelelli"si­
niz demekte insan mazur olmaz mı? Bu meseleye dair ci lt ci lt

294
kitap yazarak Schopenhauerleri, Nietzscheleri deliler faslının
baş sayfasına kaydeden Lombrosoları, Grassetleri ve daha
bir sürü meslektaşlarını tam akıllı mı sayacağız? Eğer cinnet,
aydınlar için bir şerefse Schopenhauer i le N ietzsche'nin bun­
daki paylarının Lombroso ile Grasset'den karşılaştınlamaya­
cak kadar büyük olduğuna şüphe edilemez. B u dahilerin en
büyük kabahatleri, teşekkürlerini bu çalışkan kişilere delidir
demekle ödeyen torunlarına eser yazıp bırakmış olmalarıdır.

Yalnız şu var ki eksik şeyde kemal olamayacağından bir


i nsan "deli" olunca yarım değil tam olmalıdır. O zaman çıl­
dıran da rahat eder, deliliğe değer biçmeye uğraşan kimseler
de ...

Edebiyatımız son zamanlarında boy gösteren bazı edip ve


şairleriınİzin bu deha ölçüsünde henüz yeterli sayıya fırla­
yamamış olmalan delilik ilerlemesinde de Avrupa'dan geri
kaldığımızı gösteriyor. Çünkü insan bunlara ne tam akıllı di­
yebiliyor ne tam deli . . .

Zeka, hastalıklı b i r haise bu hastalığa birdenbire tutulmak


bahtiyarlığına ulaşmış tebriği hak eden ahmaklar da var. De­
halarının sıhhatinden şüphesi olanlar bu hastalığa aşılanabi­
lirler. Aşı sayesinde insaniyetİn çiçekten, kuduzdan kurtuldu­
ğu gibi Osmanlı okurları da cahil kritiklerin fodulluğundan,
anlamsız, tatsız tuzsuz saçma kitap, makale ve şiirleri okuma
afetinden kurtulurlar.

Bir bakkalın birdenbire böyle hastalıklı bir hale uğrayarak


bilgi incileri saçmaya başladığını, irticalen şiirler söylediğini,
eski vezin ve kafiyeleri beğenmeyerek yenilerini icat ettiğini,
Avrupa akıl hastalıkları eserleri yazanlar kaydediyor. Behey
hayırsız hastalık.. . Bakkala, kasaba saldıracağına yazarları­
m ızdan kalemi hokkada, eli şakağında saatlerce düşünerek
eski şiir ve nesir usulünü bilememe ve yenisini de icat ede­
rneme bahanesiyle saçmalayan ne kadar boş beyinli edebiyat
fukarası var, onları yakalasana. . .

295
Kenan, bakkal ın gelip geçici deliliğine benzer bir sinir
krizi geçiriyor, kendini doğru yola ve hakikate ermiş görü­
yordu. Bu hal, vakit vakit tasdik ve inkara meşhur fikir adam­
larından bazılarında bile görülmüştür. Bu namaz arzusu üze­
rine ahali, Kenan ' ı musluğun önüne götürdü. Abdest aldırdı.
Yustat'ın aşığı aldığı talimata göre abdest alırken potinierinin
üstüne mesh etmek istedi. İ tiraz ettiler. Ayaklarını da yıka­
dı. Zavallı halk, bu acayip namaz isteklisinin o gece nereden
çıktığını, henüz gusülsüz bulunduğunu bilmiyordu.

Bu cenabet, bütün Müslüman cemaatinin namazlarını


bozmak için camiye girdi. Öğle namazı kaç rekat olduğunu
unutmuş, aklında hiç namaz suresi kalmamıştı. Birkaçını öğ­
retmeye uğraştılar. Biraz ezberletebildiler. İ hlas suresi ile iki
namaz rehberinin arasında safa geçti. Onlarla beraber yatıp
kalktı.

Bütün dünyadan nefsini arındırarak tam bir inanç i le Al­


lah'a ümit bağlandığı surette namazda insana bir çeşit man­
yetizma gelerek kulun kalp gözü açılacağını, bu kendinden
geçişle birtakım manevi sırlar ve Allah aşkının önünde açılıp
görüleceğini eleştirel gözle okuduğu bazı tasavvuf kitapla­
rında görmüştü. Gözlerini yumdu.

Önünde bütün cami karardı. Kalp gözü niçin açılmıyor­


du? Metafizikçilerin söyledikleri fizik ötesi, o sır alemi ne­
redeydi? Kenan gusülsüz abdestiyle beş on dakikada vel ilik
mertebesine erişmek istiyordu. Manyetizma müddetini bek­
ledi. Gözlerini daha çok yumdu. Bir şey göremedi. Gittik­
çe içine sıkıntı ve gözlerine daha ziyade karanlık basıyordu.
i marnın tekbirierine kulak verdi. Fısk ve fücuru kalbinden
boşaltmaya uğraştı. Bunlar o kadar çeşit çeşit, renk renkti ler
ki hokkabazın küçük bir kutudan çıkara çıkara bitiremedi­
ği türlü renklerdeki yığın yığın eşya gibi boşaltınakla bitip
tükenmiyordu. Öyle zannediyordu ki günahının bütün yük­
lerini içinden atarak Müslüman cemaat arasına, camiinin or­
tasına saçtı. Şimdi bu korkunç günahlar tekrar kalbine gir-

296
rnek için etrafında kara, zehirli yılanlar gibi kıvrım kıvrım
atılıyorlardı. Kapalı gözleri önündeki koyu ve kapkaranlık
esrar perdesi henüz aydınlanmadı. Orada yalnız bu yılanlar
oynuyorlardı. Ezeli aşk alevi ne vakit parlayacaktı? Kalbi­
nin temizliğini anlamak için kendini yokladı. Kendi şimdi
bu karanlık içinde bir şey görmüyorum zannediyordu. Fakat
beyninde bütün şeki l leri, renkleri, güzellikleri, çirkinlikleriy­
le dünya kadar hatıra vardı. Onları görüp seçiyordu. Kendi
bu alemin içinde, bu alem kendinin içinde . . . Bu nasıl acayip
bir zarfiyet ve mazrufiyetti90? Kalp, iyiliklerin ve kötülükle­
rin saklanmasına mahsus yabancı eli erişemeyeceği bir kasa
mıydı? Hayır, bu et parçasının içinde kandan başka bir şey
yoktu. Asıl duygu ve his kaynağı beyindi. Dünyada kötülük­
ler iyiliklere galip, insan bu alemin içinde ve insanın içinde
de hususi bir alem olduktan sonra bu girift zarfiyet ve mazru­
fiyetten kurtulmak nasıl mümkün olurdu. İ nsan şiddetle arzu
etse de birikmiş duygularını bir an içinde bu kaptan nasıl
boşaltabi lirdi? İ stemek ne demekti? Düşünce ile fiilin ara­
sındaki mesafe neydi? Bu işin yapılması insana hoş gelirse
kabahat kimdeydi? İ nsan beynine mi beyni insana mı hükme­
diyordu? Yaradılışın bu esrarengiz dengelerini istediği gibi
ayarlama kudreti kime verilmişti? Dünyada hayır ve şer rüz­
garları karışık esiyor, isteyeni, bazen istemeyeni de çarpıyor­
du. Zaaf, yaradılışın insan hamuruna karıştırdığı mayalardan
biri deği l miydi? Bir adam maddi ve manevi olarak kendini
meydana getiren bütün maddelerinden bazılarını kendinden
koparıp nasıl atabilirdi? İ nsan tabiat kanunları gereğince do­
ğuyor, o gerekler içinde sürüklenerek yaşıyor yine ona uy­
gun olarak istemeden de olsa i radesizce ölüyordu. Bu aleme
gelmekte, gitmekte iradesi sorulmayan insanın sonra hayatta
eline, pasaport gibi şüpheli bir izin belgesi veriliyordu. Fakat
bu pasaportun içindeki özel vasıfları yine tabiat kaydediyor­
du. Bu izin tezkeresiyle istediğin zaman elini ayağını oynatır
ve sağa sola bakabilirsin. Ve daha böyle birçok hareket irade-

90 Zarf içine konulmuş, zarflı.

297
sine sahipsin. Lakin iyi istekleri, fenalanndan ayırmayı bil.
Suya düşünce boğulacağını, ateşe girince yanacağını ve daha
bunun gibi tehlikeli, zararlı, yararlı şeyleri öğren, ona göre
davran. Bu koruyucu nasihatlere karşı dünyada isteyerek ve
istemeyerek yine boğulup yananların sayısı belli değil.

Fena arzular nereden geliyor? Bunları icat eden tabiat mı­


dır? İ nsan mıdır? Zavallı bir mahluk dünyaya geldikten sonra
ona, "Sen yaratılış kanununun filan fi lan şeylerin gereklerin­
den katiyen kaçacaksın," emrini vermek, insana, "i çki ma­
sasına otur da sarhoş olma, buzların içine çıplak gömül de
üşüme," demek gibi bir şey olmaz mı?

Dünyaya gelmek insanın iradesine bağlı değilse, inliharla


gitmek elindedir gibi görünür. İ nsanların hep bir hastalık ne­
ticesinde öldükleri görülüyor. İ ntihara kalkışmak da bir çeşit
hastalıktır. Ö lüm yine bir hastalık neticesinde meydana ge­
liyor. İ nsan, kendi kendini değil, onu yine tabiat öldürüyor,
demektir. Yoksa akl i dengesi yerinde olan bir adam hiçbir va­
kit intihar etmez. H ayattan şikayetçi olan herkes kendini öl­
dürme cesaretinde bulunsaydı, bu dünya boş kalırdı. A l man
fi lozoflarından H artmann, hayat azabından pek usanmış ve
kendi başına da intihara cesaret edememiş olduğu için şöyle
diyor: "Bir gün gelecek, bilgi ve teknik o derece ilerleye­
cek ki keşiflerin sonunda insanlar büyük bir bomba yaparak
onu arzın dibinde patiatıp bütün insanlan ve insaniyeti hava­
ya uçurarak yaşama derdinden hep birden kurtulacaklardır."
Koca filozof, ruhunun elemini böyle bir temenniyle yatıştır­
maya uğraşıyor.

Kenan, namazda dünya i şlerinden kurtulma hususun­


da verdiği karara rağmen hep bunları düşünüyordu. İ çinde
iyiden, kötüden neler boşalıp neler kaldığını anlamak için
kendini bir daha yokladı. Fakat bir şeyi zihninden çıkarma­
ya uğraşmak, onu düşünmek demektir. Düşünülen bir şeyden
insan beynini nasıl boşaltmış sayabilirdi?

298
Yerine ezeli aşkı koymak için gönlünden koparıp atmak
istediği Vuslat'ın sevdası bütün şiddetleriyle, ateşleriyle ar­
tarak orada duruyordu. Kalbini bütün kötü şeylerden boşalt­
ması mümkün olsa da oradan kovup defetmeye iradesinin
erişemediği bu tek günahı iki dünyada kendisini berbat et­
meye yeterdi . İ nsan bir akrebi düşündüğü zaman bu zehirli
mahlı1kun bedenindeki halkaları, kıskaçları iğneli kuyruğu
nasıl göz önüne gelirse, Vuslat denince Kenan'ın zihnine de
Didar Bey, horultu, karyola altı, dayak, boşanma, Ragıbe,
annesi, kız kardeşi, banka, liralar hep bu şekiller, yüzler, bü­
tün olup bitenler gözlerinin önüne öyle diziliyor, vücudunu
ateşler sarıyordu. Bu aşağılık aşktan gönlünde ezeli aşka yer
kalmamıştı.

Son rekatın seedesine vardı. Bu kurtulamadığı ateşin et­


kisiyle Kenan, "Hartmann, ey büyük anarşist, hayal ettiğin
bombanın icat edildiği günü, o mesut günü beklemekten
başka insanlık için kurtuluş çaresi yok. Bu büyük patlayıcı
maddeyi bulsam şimdi kendi elimle ateşlerdim. Kadıköyü,
Vuslat, Didar, hep cicoz. . . Ben de beraber. . . " saçmasıyla hay­
kırdı.

İ ki tarafındaki namaz rehberleri bu deliyi susturmak için


az daha namaziann bozacaklardı. Selam verildi. Duaya baş­
ladı, Kenan hala secdeden kalkmıyordu. İ ki yanından dürttü­
ler. Kenan ağlar gibi:

"Dürtmeyiniz efendiler, ben buraya isteyerek yatma­


dım."

"Kim yatırdı?"

"Bütün fiilierinize hakim, amir olan o gizli kuvvet..."

"Hangi kuvvet?"

"Ben de onu bulmak için namaza durdum ama bulama­


dım. Namaz sırasında içinizde ezeli aşka eren oldu mu?"

"Kim bilir? Müminin kalbi ancak kendine malumdur."

299
"Siz de Avrupa filozofları gibi muamma söylemeyiniz.
Böyle bir sırra eren, din kardeşlerini de aydınlatmak istemez
mi? Biliyorum, siz de benim gibi yalnız yatıp kalktınız. Kal­
binizdeki fitneyi çıkaramadınız. Her biriniz, şu camide dü­
şünülmesi uygun olmayan kim bilir neler düşünüyordunuz?
Namazda H akk' a tamamen kalbini bağlayıp dünya kirlerini
içimizden çıkarabi lerek şu kısa müddet zarfında olsun vic­
danımızı dinlendirmiş olurduk. Namazdan maksat Allah ' ı n
divanına durup abur cubur düşünmek değildir. İ nsan d i liy­
le değil kalbiyle okumalıdır. Veli liğe erenler, o mertebeye
nasıl ulaştıklarını halka niçin söylemiyorlar? Böyle mühim
keşifler şahısta gizli kalmamalı, bunları herkese öğretmeli­
dir. Amerikalı meşhut kaşif Edison, veli olaydı bir makine
icat ederek dünyanın ötesine geçen sırlarını aleme gösterirdi.
Eskici Baba veli olmuş, bundan ne çıkar! Eskici Baba, fa­
kirlik ve kanaatle geçinirken, öldükten sonra kibarlaşır. Ulu­
luk, hiddet peyda eder. Mahallelinin rüyalarına girerek türbe,
sanduka, yağ, mum ister. Kabri civarında dolaşanlardan hoş­
lanmadıklarını çarpar. Mahallede her kim sara hastalığına,
sinire, nefes darlığına, kötürümlüğe uğrarsa onun hışmından
bilinir. Ahali, belediye reisinden, polis komiserlerinden çok
bundan korkar. En fakirleri bile bu türbeye olan vergilerini
hükfımetinkinden fazla bir istek ve düzgünlükle öderler."

Cemaatin bir kısmı Kenan' ı n başına üşüşür. İ badete aykırı


bir veedie inatçı kafasını secdeden kaldırmayarak, etrafına
namaz adabına uymaz taşkın felsefi fikirler savuran bu akı l
serserisini iterek, çekerek, tartaklayarak yerinden kaldırmaya
uğraşırlar. Cemaatten biri :

"Dokunmayınız zavallıya . . . Bu bir meczup . . . Meczuplar


Allah katında her şeyden muaftırlar. Bunların Halık'a naz­
ları geçer. Söylediklerinden sorumlu değildirler. Savurduğu
saçmaların içinde derin sözler de var. O, ezeli aşka erişmiş
fakat haberi yok. Hala onu arıyor. Meczupların namazı, niya­
zı usule uymaz. Bizimkine benzemez. Böylelerine fena mu-

300
arnele etmek günaha girmek demektir. Bırakınız, söylenerek
gitsin."

Bu ihtar üzerine cemaatin Kenan 'a olan bakışı birdenbire


değişir. Etrafına dizilenlerden birkaç ı : "Aman sultanım, him­
met," yalvarışıyla elini eteğini öpmeye kalkışırlar. O kadar
hürmet gösterirler ki veli olduğuna Kenan kendi bile inanır
gibi olur. O anda kalıbı dintendiriverse cesedi bir türbe çatısı
alınarak, etrafına kandiller yakılacağından şüphesi kalmaz.

Halkı kandırmak için sokak ortasında, "Acaba ben deli


miyim, veli mi, mehdi mi, peygamber mi?'' diye bağırmanın
yeteceğini anlar. "Kurtuluş sancağı" namıyla bir sırığın ucu­
na bir bez parçası sallandırsa ahali ahirette yardım ummak
için sürü sürü ardından geleceğine inanır. Sonra, insanlığın
cidden kurtulmasına yarayacak serbest fikirleri yaşadıkları
zamanda senelerce bağırdıktan sonra vefatlarında bıraktıkla­
rı eserleriyle asırlar arasından zihinleri aydınlatmaya uğraşan
büyük filozofların, kurtarıcıların sözlerinin, feryatlarının hep
etkisiz kaldığını ve böyle kolayca kimsenin bir teşekkürünü
kazanamadıklannı düşünür.

Kenan, biraz daha orada kalsa türbe parmaklıkları gibi


parmakianna hacet ve ısıtma bezleri bağlayacaklarını anlar.

Hemen camiden fırlar. Ahalinin övgüleri arasından kendi­


sine bir fırar yolu bulabiierek savuşur.

301
4
Bereterin Teşhiri

Kenan, validesinin yanına döner. Oğlunun aylarca ortadan


kaybolmasın alışkın olan Zehra Hanım, böyle kafa göz bağlı
olarak çarçabuk bir gece sonra dönmesinden dolayı şüpheye
düşer. Kı lık kıyafet derbeder, zihin perişan, dalgın, yorgun,
kederli bir halde Kenan i lk tesadüf ettiği minderin üzerine yı­
ğılır. Delikanlının bu garip üzüntüsünü anlamak için validesi,
kız kardeşi karşısına geçerler. Faize yatırılan iki yüz liranın
da bu hezimette felakete uğradığını hissederler. İ nceden in­
ceye suale girişirler. Kenan meselenin ruhunu hep alargada
bırakarak kısa, karışık cevaplar verir. Kadınların yüreklerine
para acısı bütün şiddetiyle bir daha çöker, hafakanlar başlar.
Çiçek suları içilir. Kenan kendine hidayet eriştiğinden, ar­
tık iyice düzeldiğinden, namaza, taat ve ibadete başladığın­
dan ve şimdi camiden çıkıp eve geldiğinden bahseder. Zehra
Hanım köşebaşındaki bakkal Bodos'un, evlerinin altındaki
tenekeci M işon ' un i htidalarını duymuş olmaktan ziyade oğ­
lunun namaza başlamasına şaşar kalır. Fazla şaşkınlığından
"Amentü billahi"yi okuyarak üç defa oğlunun arkasını sıvaz­
lar. " İ ki gözüm, M ev lam, nelere kadirsin," şükranıyla ellerini
semaya kaldırır. İ ki gece önce gördüğü rahmani bir rüyanın
buna çıktığını söyler.

Kenan, camide ahaliye peyda ettirdiği velilik kanaatİnden


cesarettenerek validesine karşı kerametler savurmaya kadar
varır. Saf insanlar üzerinde bu ikna usulünün pek büyük te­
sirinin olduğunu aniayarak rüyasında Cebrail aleyhisselamı
gördüğünü, bankaya faize para yatırmanın büyük günahlar­
dan olduğunu kendine bildirdiğini hararetle anlatır. Ve daha
öyle saçmalamaya girişir ki Zehra Hanım bu uydurma veli­
likten ziyade delilik bulunmasından şüphetenerek Kurşuncu

302
Esma Molla 'yı çağırır. Molla Hanım takımlarıyla gelir. Tepsi,
kara saplı bıçak, içi su dolu yeşil kase, bir okka ekmek hepsi
hazırlanır. Kepçenin içine bir külçe kurşun konur. Mangala
ateş salınır. Kenan 'ın üzerine başından ayaklarına kadar bir
yorgan örtülür. Kurşun eriyince M ol la kadın bir eline yeşil
çanaklı tepsiyi, ötekine kepçeyi alarak yorgana gömülü Ke­
nan'ın başı üzerinde kepçenin içindeki leri "cazzadak" çana­
ğa boşaltır. Bu iş Kenan' ın başı, karnı ve ayaklan üzerinde üç
defa tekrar edilir. Karnı üstüne dökülen kurşun ziyade patlar.
Molla kadın "euzübillahi"yi üç defa okuduktan sonra:

"Gördünüz mü? Kurşun, tüfek gibi patladı. Bu çocuk kem


nazara, büyüye uğramış. İ ç çamaşırlarını, cuma günü sela ve­
rilirken ınİnareye çıkartmalı ! " der.

Kurşunun her dökülüşünde külçe sudan çıkarılır. Aldığı


şekiliere nazaran anlamlar çıkarılır. Karnı üzerinde patlayan
külçede Kenan 'ın yüreği çatiayacak kadar şişmiş görünür.
Büyük bir kaza geçirdiği anlaşılır. Bu işte fettan bir kan bu­
lunduğu keşfolunur. Zayi iki yüz lira denizaşırı bir evde, bir
ceviz çekmecede tamamıyla kilitli bulunur. Külçelerin girinti
ve çıkıntıları arasında Molla Hanım, hesapsız dedikodular
okur. i ri yarı bir heritin Kenan 'ın can düşmanı kesilmiş ol­
duğunu söyler.

Kurşunun bu ifşaatma yalnız validesi değil Kenan bile


yorgan altında hayrette kalır. Yorganı açarlar. Yeşil çanakta­
ki sudan delikanlının suratına, odanın köşe bucağına birkaç
tutarn serperler. Kara saplı bıçakla ekmek doğranır. Kenan' a
b i r parça yedirdikten sonra artanı köpeklere gönderilir.

Kurşuncu kadın, beyin kalp şişkinliğini indirmek için


kara saplı bıçakla karın tarafını okur. Dalağını keser. Elini
pantolonunun içine sokarak bastırmak için kasığı üzerinde
çocuğun korku damarını arar. Fakat yerinde bulamayarak:
"Vah zavallı yavrum . . O kadar korkmuş ki, korku damarı
.

içeri kaçmış!" diye acıyarak haykırır. Kenan, damann derin-

303
lerde aranmasına ve yakalanmasına meydan vermemek için
kadının elini itmeye mecbur olur.

Kenan ' ı koltuklarından tutarak oturturlar. Molla Kadın


çanaktan ısiattığı başparmaklarıyla delikanlının alnını ve
kaşlarını sıvayarak başına okur üfler. Nefes sonunda hafifçe
üç defa yüzüne tükürdükten sonra:

" İ yilik sağlık . . . Haydi evladım, pencerenin önüne git,


gökyüzüne bak. . . " tavsiyesinde bulunur. Kenan, pantolonunu
ilikler, pencereden semaya bakar.

Analık sevgisi narnma geçirdiği bu küçük işkence saye­


sinde, iki yüz liranın uzun sorgulamasından kurtulmuş oldu­
ğuna sevinerek yukarıya odas ına çıkar. Kapısını sürmeleye­
rek döşeğine uzanır.

Gözlerini yumar. O gün geçirdiği büyük yorgunluğa rağ­


men uyuyamaz. İ çine düştüğü çetin hayat meselesinin bütün
rahatsız edici zorlukları zihninde dal budak salıverir. Sağına
döner, soluna yuvarlanır. Kalkar, oturur, yine yatar. Sigara
üzerine sigara içer. Meseleyi başından tutturur, olmaz. Orta­
sından kavramak ister, uymaz. Bunu büyüklü küçüklü bir kıs­
sa haline koyarak kati bir netice çıkarmaya uğraşır. Saatlerce
didinip çırpındıktan sonra nihayet kendi saflığına gülmeye
başlayarak başını yumruklaya yumruklaya şöyle düşünür:

"Kadıköyü'ndeki ev kimin adına kiralanmıştır? Suranın


masrafını gören kimdir? Ben değil miyim? Beni kendi evim­
den kim kovabilir? Ya cebimden aşırılan yüz lira! Bu haydut­
luklara tahammül olunur mu? Zabıtaya müracaat etsem elbet
o alçak herifın hakkından gelirim."

Kenan şimdi meselenin küçüğünü, büyüğünü bulmuş


olur. Ve neticeyi de alçakları tehdit için Kadıköyü'ne gitmek
suretinde kararlaştırır. Hükmünün sehpasını bu üç esas üze­
rine kurduktan sonra sabahı zor eder. Erkenden evden çıkar,
soluğu Kadıköyü'nde alır. Koparacak gibi bir şiddetle kapı­
nın çıngırağını çeker. Evin taşlığında karşısına ağlayarak, to-

304
pallayarak Ben li Faika çıkar. Karı mahir bir oyuncu kadın ah­
laması, aflaması ile Kenan' ın ellerine, eteklerine sarılarak:

"Ah yavrum, ah civanım, ah iki gözüm, velinimetim . . .


Sorma dün gece başımıza gelenleri . . . "

Kenan bu acıktı komedya karşısında şüpheli gözlerini


tüm dikkatiyle açarak:

"Ne oldu?"

"Ne olacak? Dayaktan evin içinde hepimiz birer torba


kemik kesildik. Ben böyle dayağı ömrümde ne anamdan ne
babamdan ne hacarndan ne kocamdan, kimseden yemedim.
Herif u kut:a yumruklarını, tekınelerini kaldırıp kaldırıp da
indirdiği vakit hiçbirimize Allah yaratmış demiyordu. Ay ne
zebel la haydutmuş kör olası. .. Cabir Efendi pederiniz, fıçıda
kalmış mart turşusuna döndü. Döşeğinde yatıyor. Bir yanın­
dan öbür tarafına dönemiyor. Ya o sevgi l i Vuslatcığınızın ha­
lini hiç sormayınız. O nazik, o pamuk vücudu karadut peltesi
gibi mosmor kesildi. Sergi döşek o da yatıyor. Çilemiz ne
imiş bilmem ki?"

"Oh olsun, memnun oldum. Hepinize de müstahaktır."

"A yavrucuğum, böyle bir şeye oh olsun denir mi? Bir


günahımız, kabahatimiz yok ki ... A lnımızın kara yazısında
bu da varmış."

"Bu kadar kişi bir sarboşta başa çıkamadınız mı?"

"O sarhoş değil, Allah'ın bir belas ı . . . Rakı başına vurmuş,


kıpkızıl bir deli kesilmiş. Rabbim saklasın, o ne kuvvet o ne
azgın lık . . . Hepimizi tutup tutup saman çöpü gibi bir tarafa
fırlatıyor. Sussan dayanılmıyor, haykırsan mahalleli ayağa
kalkacak. Yüreklerimizin kanlarını içimize akıtarak afiyetle
dayağı yedik. Cabir'e, ' Haydi davran. Şu hayduda bir dert
anlat,' diyorum, kütük gibi sarhoş bir türlü gözlerini açarnı­
yar ki . . . Bilirsin bizimkinin oldum olalı bir i lleti vardır. Ne
hikmettir anlayamadım. i çtiği sudan ziyade abdest bozar.

305
Gece yatakta ördek dedi mi hemen yetiştirrneli. Ben kalkıp
da yardım etmezsem o sarhoşlukla sağını solunu pek seçe­
mez. Kaç defa ördek diye sürahiye işedi. Sonra da hararet
bastırmak için bilmeyerek içti. Bende çile bir iki değil ki ...
Hangisini anlatayım? Cabir, beline tekıneleri yedikçe damar­
lan açıldı. Ne üst ne baş kaldı . .. Ne döşek ne oda ne keçe. . .
Temizleye temizleye hala bitiremiyorum. Top Salata'nın ha­
lini hiç sorrna . . . Zaval l ı kızın günü geçmişti. Gebe kalmış ol­
masın diye korkuyorduk. Belinin ortasına yediği tekmelerle
kabakta kızmış kediler gibi çocuğunu düşürdü. Dereler gibi
dem geldi . Evin işi salhaneye döndü ... Sarhoş bu işte sevaba
girdi. Dünyadan bir piç eksik oldu. Düşüğü kubura91 atmak
günahmış. Bu kanlı sümüğü bahçede taflanın dibine gömdük.
Anası, 'Ah, evladım ! ' diye ağladı. İ ki gözüm Tannm, böyle
kadınlara çocuğun ne lüzumu var? Evlat hırsı olan namuslu
kadınlara versene . . . Dayaktan hepimiz biçilmiş ekin gibi yer­
lere serildik. Acıdan, korkudan, kimimiz vakitsiz doğurduk,
kimimiz kustuk, kimimiz işedik. Fakat Didar Bey -onu Az­
rail didiklesin inşallah- o kör olası izbandut, bizi dövmekle
bir türlü öfkesini alamadı. Evin içinde lamba, bardak, şişe
ne varsa yerlere savurdu. Mutfağa indi. Bir sağlam tabak bı­
rakmadı . Ortalık Ç içek Pazarı 'nda zelzeleye uğramış tabakçı
mağazasına döndü. Eğer bir sinema makinesi getirip de bi­
zim bu geeeki halimizi almış olsaydılar, bu şerit kim bilir kaç
lira ederdi? Hasılı herif evin içini Hallac-ı Mansur gibi attı."

Benli Faika, falakarlan kurtulmuş çocuk gibi ağiaya ağ­


laya etekliğini yukarı sıyırır. Tutum vücudunun namahrem
kısımların örtmeye uğraşır gibi cilveli nağmelerle kalçasını
açar. Buruşuk koca budunun pestillenen tarafını göstererek:

"Kenancığım, bak halime . . . "

"Gördüm, kapa . . . "

"Her tarafa kan oturdu. Çürükler, bereler içinde kaldım.


Şuralar bak. . . Bak . . . Bak."

91 Ayakyolu delij!i ve bu delij!i laj!ıma baj!layan boru.

306
Kenan merdivenlerden yukarı fırlar. Benli Faika da arka­
sından koşar. Yustat ' ın yatak odasına girerler. Kenan, sevgi­
lisini bir tabak mayonez gibi alnında kesilmiş limon dilim­
leriyle hitap, yatakta uzanmış bulur. Kenan intikam dolu bir
sesle:

"Oh olsun. Heritin sizi büsbütün gebertmeyip de sağ bı­


raktığına üzüldüm."

Vuslat, halsiz halsiz, "Zaten ölmedik bir tarafımız da kal­


madı. Hepimize kan kusturdu, kan . . . Allah' a şükür, yine ucuz
kurtulduk. Aklına geleydi içinde hepimizle beraber o heri f bu
evi cayır cayır yakardı . Ah Kenan ah, ben sana söyledim. Bu
musibetin rakısını başına sıçratma dedim."

"Edepsizi içeri niçin aldınız?"

"Yine sorguya başlama. Almamak mümkün değildi. Onun


adına Yedi Bela Didar derler. Almamış olsaydık işte bu hay­
dutluğu mahalle ortasında yapacaktı ."

"Bu alçak şimdi nerede acaba?"

Benli Faika, kalçasının berelerini kaşıyarak:

"Allah belasını versin, defalup gitti. Kim bilir şimdi mey­


hanede midir, kumarbanede midir, kerhanede midir? Yerin
dibine batsın."

Kenan: "Nerede olsa gidip bulacağım. Cebimden yüz lira


aşırılmış."

Benli Faika haykırarak: "Ay, ne dedin? Yüz lira mı? Val­


Iahi o aşırmıştır. Bizim hangimizden şüphe edersin? Haram
para istemem. Rabbim helalinden versin. Biz alnımızın teriyle
para kazanınz. Rençber koluyla, karı cemaliyle kazanır. Kim
ne derse desin, bizimki de belediyece kayıt altına alınmış bir
sanattır. Müşterilerimizi güldürür, eğlendirir memnun ederiz.
Gönül hoşluğuyla para alırız. Bize seve seve verirler."

Vuslat:

307
"Kenan, o para başının gözünün sadakası olsun."

Kenan:

"Yok. . . Yüz lira sadaka verecek kadar zengin değilim."

Vuslat:

"Kenan, senin alnın bağlı . . . Ben de mumya gibi sargılar


içindeyim. Faika soyunsun da zavallının hele bir defa vücu­
duna bak."

Kenan:

"Soyunmasına gerek yok, gördüm."

Vuslat:

"Ü zerimizden zorla savdığımız bir belayı tekrar bulup da


yine başımıza getireceksin

Faika:

"Sen o yüz liranın üstüne güzelce soğuk bir su iç . . . İ çinin


harareti gitsin. O heritin canını alırsın da yine o parayı elin­
den kopartamazsın."

Kalın bir hastona dayana dayana odaya Cabir girer. Ke-


nan, heritin suratma doğru elinin ayasını açarak:

"Bravo, baba Cabir. . . Tam erkekmişsin, aşk olsun."

Cabir, "lahavle" ile başını sağa sola çarpıtarak:

"Sitemin, azarın lüzumu yok beyefendi. Baba Cabir değil


ya, dün gece burada Baba Cafer de olsa dayağı yerdi. Biz
bir afet savuşturduk. Sağ kaldığımız için birbirimizi tebrik
edelim. Valiahi şiddetli bir zelzele geçirmiş viran bir hane
gibiyim. Ne çatım kaldı ne akıntım ne yağmur oluğum ne
haznem ne samıcı m ne su yol um ne lağımım . . . Temelimden
sarsıldım, tamir kabul etmez bir hale geldim. İ şte böyle des­
teklerle ayakta durabi liyorum."

308
Cabir, berelerini Kenan'a göstermek için çözmeye başlar.
Kenan bu nahoş manzaradan gözlerini korumaya uğraşarak:

"Açma . . . Açma . . . Evin içi yaralılar hastanesine dönmüş."

Gösterme sırası Vuslat'a gelir. Karı usul usul yorganı üs­


tünden iter. Vücudunu tek örten keten gömleği çeker. Me­
melerden topuklara kadar, meşhur ressamların çıplak kadın
tabloları gibi bir güzel likte, kasıkiarın iki eğik hattı arasına
sıkışmış, karın, göbek, kalçalar, uyluklar, baldırlar, bütün
çıplaklığı ve şehvani cezbesiyle meydana çıkar.

Kenan 'da tahammül gücü kalmaz. Cabir i le Faika'yı, bu


iki topalı derhal ite kaka odadan dışarıya attıktan sonra kapıyı
kapar. Sevgilisinin bütün günahlarını aifederek büyük yara­
sına merhem olmak için bir iştah cinnetiyle karyolaya atlar.

309
5
Aşık Oyunu
Benli Faika, hava civa muşambası yapar. Onlar da Ca­
bir ' le birbirinin yaralarını berelerini sararlar. Top Salata,
düşük tehlikesinden kurtulur. Yen i ceninleri vücudundan
kovmak için etkili çareler bulur. Hepsi yine zevk ve sefaya
koyulur.

Evin içinde işret, sefahat her gün ahenk, her gün demek,
bir "çal oynasın, vur patlasın"dır gider. Kenan Bey, aşk dev­
resinin zevk zirvesine erer. Fakat ara sıra işin sonunun yak­
laştığını düşünerek titrer. Parasızlık fena halde belini büker.
Düşünür taşınır. Doluya, boşa kor. Nihayet onun da bir ko­
layını bulur.

Evden banka senetlerini ve mührünü çalar. Val idesinin


şekil ve şernai linde bir kadın bulur. Onu bankaya götürür.
Orada kalan beş yüz lirayı kaldırarak diğer bir bankaya kendi
adına yatırır. Cari bir hesap açar. Lüzum gördükçe gider iste­
diği kadar para alır.

Zelıra Hanım, birkaç kurşun daha döktürür. Bunlar, ye­


şil çanakta yine tıpkı bir tüfek gibi patlar. Kenan ' ın yüreği
şişkinlikten çatlar. Fakat bu defa kurşun bankadaki paraların
kaybolması konusunda ketum kalır. Bir şey söylemez. Zelıra
Hanım kanşık rüyalar görür. Lakin doğru tabir edemez.

Kenan, gel keyftın gel aleminin devamını ancak çaldığı


beş yüz liranın bitmesine kadar süreceğini bildiğinden para­
sını hesaplı harcamaya çalışır.

Her şey yolunda gider. Yalnız ara sıra Didar Bey ' in ismi
anıldıkça ev halkının renkleri uçar, rludakları titrer.

Didar, mesleğinde derin bir psikolog, ruh halinden anla­


yan bir kimsedir. O yumuşak, insaniyetli zamane fılozoflan-

310
nın sevgi ve şefkatle işi idare hususundaki hikmetli öğütlerini
bilmez. Onun aklı zorbalığa erer. Arslan tilkiye yalvarmaz.
Yüze zayıflar, miskinler güler. Hakların eşitliği için kanunlar
icat etmişler. Kanun, her şeyin yüzeyini aydınlatan bir güneş
gibidir. Bunun giremediği delikler, kovuklar çoktur. Mesut
Bey'in evi o kovuklardan biridir. Didar Bey bu evde kedi gibi
tavan arasına sokulup oturmaktan artık bıkmıştır. Zorba, pa­
zısını göstererek Vuslat'ı da, Kenan 'ı da açıktan açığa hara­
ca kesrnek istiyordu. Bu kararını tatbike koyduğu ilk gecede
evin içinde duman attırıp kimsede iler tutar yer bırakmadığı
halde kendi burnu bile kanamadan buz gibi yüz lirayı cebine
indirerek çıkıp gitmişti. Ağzına çaldığı bir parmak balın rlu­
daklarında bıraktığı tatlı lığı yalayarak vakit geçiriyordu. Di­
dar, sanatının erbabıydı. Haraca kestiklerinin milyoner olma­
dıklarını biliyordu. İ kinci vurgun için üç ay kadar ara verdi.

Mesut Bey'in evinde bir gece döşeklere girileceği esnada


kapı önünde Bekri M ustafavari sarhoşça bir nara işitildi.

"Geçmişini ... Aç kapıyı."

Evdekileri büyük bir telaş ve heyecan aldı . Dolu olup ol­


madığını anlamak için Kenan revolverini yokladı, Top Salata
karnını . . . Benli Faika hava cıva muşarnbasını hala kalçasın­
dan çıkarmamış, Cabir ' in akıntıları durmamış, ilk dayağın
sızı ları henüz vücutlarından gitmemişti. İ kincisine tahammül
metaneti hiçbirinde yoktu. Bu ansızın gelen belaya acil bir
tedbir bulmak lazımdı . Hep bir araya toplanarak müzakereye
girişti ler. Kenan revolveri eline alıp hasmına karşı çıkmak,
meydan okumak, zabıtaya durumu ihbar için Cabir ' i merke­
ze saidırma planını öne sürdü. Vuslat' ı titremeler, baygınlık
aldı . O, bu fikri tasvip etmedi . Saygınlığını geçirmek için
yarı Kenan ' ın yarı Top Salata ' nı n kucakları na yatarak diyor­
du ki:

"Revolver, Dirlar'da da vardır. Hem o kadar nişancıdır ki


pireyi gözünden vurur. O azıl ı herif zabıtadan değil ordudan
yılmaz. Ele avuca girmez ki saksağan gibi damdan dama uça-

311
rak buradan Ü sküdar'a kadar gider. Kin bağladığı kimsenin
mutlak bir gün hakkından gelir. Zabıtanın himmetiyle bu ak­
şam onun şerrioden kurtulsak bile, bunun yarın gecesi, öbür
gecesi, daha öbür gecesi var. Artık bize rahat huzur vermez.
Dünyanın öbür ucuna kaçsak peşimizi bırakmaz. Onu tatlı­
lıkla avutmaya bakalım, başka çare yoktur."

Dışarıda naralar, birbirini takip ediyordu. Kenan 'dan baş­


ka hep ötekiler Yustat'ın fikrindeydiler. Kenan acı bir coş­
kunlukla:

"Bu olur rezalet midir? Kendi elimizle kapıyı açıp zorbayı


içeri alal ım. Son derece izzet ve ikram edelim, öyle mi? Yok,
bu duruma sinirlerim dayanamaz."

Vuslat: "Bizim kapıyı açıp açmamamızın onun için hiçbir


ehemmiyeti yoktur ki . . . O bu gece duvardan aşıp mutlaka eve
girer. Böyle cebren girerse hepimize mükemmel birer sıra
dayağı çektikten sonra yine keyfini yerine getirir."

Cabir: "Allah hayırlar versin, fena şekilde sırtım kaşınıyor."

Top Salata: "Herif geçen defa çocuğumu öldürdü, bu se­


fer de beni gebertir."

Benli Faika: "Çocuklar, dayağı hafif geçirmek için arka­


mıza pamuklular, zıbınlar, hırkalar giyelim. Yumruklara, tek­
ınelere karşı vücudumuzu kınlmaktan muhafaza için vapur­
larda olduğu gibi birer balon hazırlayal ım. Sarhoş vurduğu
yeri bilmiyor."

Vuslat: "Bu tedbirlere hiç lüzum yok. O, şimdi olgundur.


İ çeri alınca şişeyle rakıyı dayanın. Çarçabuk sızar. Bunun en
zararsız yolu budur."

Kenan 'ın vücudu da Didar'ın dayağındaki şiddeti hatır­


Iayarak sızılara uğruyordu. Mesele duyulmadık derecede in­
ceydi. Kendi idaresi altında bir eve bile bile zampara almak
sonra gözünden sakındığı metresini, bu yabancının koynuna
koymak. . . Bu, her kişinin kabul edeceği anlayışta bir iş değil-

3ı2
di. Fakat Kenan, hayat felsefesinin en zorlu anlarından birini
yaşıyordu. Avam kütlesinin zihniyetinden nazari ayrılış, ken­
dine pek tatlı gelirdi. Ama böyle uygulama sırası gelince kı v­
nın kıvrım kıvranırdı. Mesut Bey, kara kara düşünürken bir­
denbire bahçe kapısının çıngırağı öyle bir şangırdadı ki oraya
asıldığından beri hiç bu kadar şiddetle haykırmamış olan çan,
çivisi üzerinde birçok taklalar attıktan sonra zembereğinden
ayrıldı. Bir ikinci şangırtı ile taşlığa düştü. Bu korkunç gece
misafiri öfkesini yenememişti. Koparmak için şimdi sesi çık­
mayan tele asılıyordu. Benli Faika, kalçasının acısına rağ­
men gözlerini fal taşı gibi açarak kendisinden umulmaz bir
süratle pencereden oda kapısına, kapıdan pencereye birkaç
defa koştuktan sonra:

"Medet Allah ' ım medet... Heri f bu akşam tuttuğunu kopa­


rıyor. Galiba ikinci hamlede evin camlarını, üçüncüsünde de
çatışını başımıza indirecek," dedi.

Ve kimsenin düşüncesini almaya lüzum görmeden mer­


diven basamaklarını ikişer üçer inerek, yuvarlanarak kendini
taşlığa attı. Dış kapının telini çekti. İ ç kapıyı açtı. Zorbayı
karşılamak ve güler yüz göstermek için riyakar tebessüm
maskesini takındı. Bekliyordu. Bahçe kapısı pek şiddetle ka­
pandı. Sarsıntıyla duvarlardan yere bir kiremit fırladı. Bu ki­
remidin düşmesinden ev halkı uğursuzluk anlamı çıkardılar.
Kiremiıle beraber hepsinin yüreği yerinden kopup düşmüş
gibiydi. Bahçede iki karaltı belirdi. Misafir çiftti. Kol kola
biraz zikzak geliyorlardı. Benli Faika'nın yüzündeki zoraki
güler yüz tebessümü evvela acılaştı. Sonra sırıtmış bir kar­
naval maskesi gibi dondu kaldı. Kan, adale ağrılarına benzer
buruşukluklarla ağlar gibi gülüyordu.

Onlar tekini beklerken talihlerine bela çift çıkmıştı. Bu


iki gece misafiri, taşlıkta yanan asma lambanın açık kapıdan
bahçeye saçtığı ışığın içine girdikleri zaman, Benli Faika
olanca dikkatiyle bu ikinciyi tanımak için gözlerini dikti ve
çabuk tanıdı. Kendi kendine:

313
"Hay Allah ikinizi de yok etsi n ! Yedi Bela Mustafa ' yı da
almış geliyor. Bunlar, maymuncuksuz hırsızdır. Soyacakları
evin kapısını ev sahibine açtırıp da girerler. Bu Mustafa, be­
nim nelerimi çaldı nelerimi. . . Bir defa kısa sarnur kürkümü
paltosunun altına giydi de gitti."

İ zbandut gibi iki herifbiraz eğilerek kapıdan içeri girdiler.


Faika, en tatlı dilin i dökmeye başladı:

"Buyurunuz, yiğitlerim! Ay, Mustafa Bey de beraber. . . Ne


kadar memnun oldum, bilseniz . . . B izi unuttunuz artık. Ayak­
larınıza sıcak su mu? Soğuk su mu?"

Didar, gözleriyle arkadaşına işaret ederek:

"Görüyor musun, kaltak ne ince kıyım afı kesiyor. Bun­


ların ellerinden gelse su dökmek değil ayaklarımıza pranga
vurdururlar."

Benli Faika telaşla:

"Aa! H ıyanet, niçin öyle söylüyorsun? Ben yalan söyle­


mem. Benim içim ne ise dışım da odur."

"Haydi defol oradan ! O ağızları kime yapıyorsun? Bize


bu kadar hasret çekiyormuşsunuz da yarım saattir kapıyı niye
açmıyorsunuz?"

"Aa! Hak kuru i ftiradan saklasın! Kapı bir defa çalındı


civanım ... İ kincisine nöbet kaldı mı? Bak, çan yerde yatıyor.
Duyar duymaz koştum alimallah . . . "

"Naralarımı duymadınız mı?"

"Sözüm ona sokak it köpek dolu. Her nara atana kapı açı­
lır mı?"

"Sesimi tanımıyor musunuz?"

"Gece vakti derin uykuda kimin sesi olduğunu nasıl tanı­


yalım?"

"Ben size sesimi çabuk tanıtırım."

314
Didar Bey, Benli Faika'nın iki oruzundan yakaladı. Dut
ağacı gibi şiddetle silkeledi. Karının bütün sinirleri yerinden
oynadı. Dişleri takır takır birbirine vurdu. Acı acı, titrek titrek
birkaç defa bağırdıktan sonra işi latifeye boğmaya çalışarak:

"Hay ilahi D idarcığım, çok yaşa . . . Elierin var olsun. Aşık­


Iarım iyice yerlerine oturdu. Kalçarnın hava cıvası oynadı.
Çoktan beridir böyle göbek attığım yoktu. Hey gidi günler
hey. . . Artık eskisi kadar el şakasına gelemiyorum."

"Aşıkların yerinde değil miydi? Hem senin kaç aşığın var,


söyle bakayım?"

"Topuklarımda, bileklerimde, dizlerimde . . . Daha ne kadar


oynak yerlerim varsa oralarda birer tane var, değil mi? Hep­
sini toplasak bilmem kaç eder?"

Didar, Faika'yı gıdıklamaya atılarak:

"Senin oynak olmayan neren var?"

Faika'nın siniri tutar. Sık, asabi bir fıkırtıya başlayarak:

"Ay etme şekerim . . . Şimdi güle güle katılırım."

"Vücudun pek pörsümüş . . . Azıcık katılsan fena olmaz."

"Kihi hi hi hi hi hi hi . . . Aman bittim, bırak."

"Cabir'e söyleyeyim, ara sıra senin aşıklarını yerlerine


oturtsun."

Aşağıda bu komedi devam ederken yukanda bir facia baş­


lıyordu. Kenan, gıdıklanmaya gerek kalmadan son derece si­
nirlenmişti. Didar'a meydan okumak istiyordu. Vuslat, Top
Salata, Cabir, bütün kuvvetiyle işin vahametini anlatmaya uğ­
raşarak delikaniıyı bir odaya sokup tutmaya çabalıyorlardı.

Didar Bey, gıdıklaya gıdıklaya Benli Faika'yı taşlığa


serdikten sonra, arkadaşı Yedi Bela'nın kolundan çekerek
merdivene yürüdü. Vuslat, sofada misafirleri karşıladı. Di­
dar Bey, tulumba kaldırır gibi kolunu, arkadaşının omuzuna
atarak:

315
"Burası Mesut Bey namında bir heritin koltuğudur, baş
sermaye Vuslat Hanım' ı takdim ederim."

Yedi Bela eski bir aşina göz süzgünlüğüyle hanıma arsız


arsız bakarak:

"Gülü tarife ne gerek! Ne çiçektir biliriz," dedi. Ü çü de


Vuslat' ın yatak odasına girdiler.

Benli Faika, taşlıkta gıdıklanma bayılmasından ayıldı.


Bütün aşıklarını yerleri nden yine oynamış buldu . Kendi ken­
dine çeyrektenerek gerinerek, silkinerek kalktı. Kart vücudu,
çok zamandan beridir böyle güçlü kuvvetli bir erkek elinde
hırpalanmamıştı. Didar'ın iri, nasırlı parmaklan bedeninde
yine ınıncık ınıncık geziniyor gibi bir hisse kapılarak, " H i hi
hi," diye tepeden aşağıya birkaç defa titredi. Eskiden alışkın
olduğu bu idman, d imağında, gençlik zamanına ait tatlı hatı­
ralar uyandırdı. Hamiaşmış vücudundaki durgun kan dolaş­
maya başladı. Sinirlerine bir zindelik geldi. Kendi kendine
güle güle söylenerek yukarı çıktı. Kenan'ın bulunduğu odaya
girdi.

Vuslat'ın aşığı, bir eli şakağında öteki revolverde, acıklı


bir dalgınlıkla düşünüyor, etrafındakiler zavallı yı türlü şakla­
banlıklarla teselliye, avutmaya uğraşıyorlardı.

Karşıki odadan Didar Bey'in gür sesi kaba kahkahalarıyla


duyuluyordu. Herif diyordu ki:

"Ben bu koltuğa aboneyim. Abone bedelini birkaç ay ev­


vel ödedim. Artık bu eve bedava girip çıkmaya hakkım var­
dır. Sızlanırlarsa evdekilere bir abone başlaması daha ikram
edebilirim. Cabir, heriki odadan yavaşça cevap verdi:

"Haşlamaya kimsede iştah yok, keyfine bak yiğidim."

Didar Bey, Vuslat'a soruyordu: "Vücudunda kaç aşık var­


dır?"

Vuslat:

316
"A, ne bileyim ben?"

Di dar:

"Karyolaya yat, sayacağım."

Öteki odadakiler bu aşık hesabına hep birden kulak ka­


barttılar. Kenan, kendini aşk felsefesine vakıf bir sevda kur­
nazı zannettiği halde döşekteki bu aşık oyununu henüz işit­
memişti. En ziyade dikkatle kulak veren o oldu. Didar Bey
sayıyordu:

"Bir, iki . . . Üç."

Vuslat, "kloroform" verilmeden üzerinde cerrahi ameliyat


yapılan bir zavallı feryadıyla adayı çınlatıyordu:

"Aman, aman yetişir. . . Artık sayma, ölüyorum."

Benli Faika, kapının anahtar deliğine gözünü uydurarak:

"Vay edepsiz oğlu vay... Karyolayı adeta bir sevda bilar­


dosu haline koydu. Aşık oyunu oynuyor."

Kenan'ın artık dayanma gücü kalmadı . Revolverini kar­


şıki odaya doğru uzatarak yerinden fırladı. Cabir, Faika, Top
Salata her biri deli zapt eder gibi zavall ının bir tarafından ya­
kalayarak saidırmasına mani oluyorlardı. Faika diyordu k i :

"Deli misin, çocuk? Didar b i r başına geçenlerde hepimizi


kırdı geçirdi. B u gece yanında bir de Yedi Bela var. . . Val iahi
i kisi seni bir yudum su gibi içiverirler.

Ü ç, yedi, kırk . . . Bunlar mübarek, tılsımlı, yoksa uğursuz


sayılardan mıdır? Belanın böyle yedi katmerlisi, bu söz Ke­
nan ' ın beyninde büyük bir etki uyandırdı. B irkaç kere sağa
sola saldırdıktan sonra yelkenleri suya indirdi. Sessiz, acı bir
tevekkülle gitti, yerine oturdu.

Fakat karşıki odadakiler gittikçe kameti azıtıyorlardı . Di­


dar Bey, parmaklarıyla yeni usulde bir sevda masaj ı yaptık­
tan sonra şimdi karıyı olanca hıncıyla gıdıklıyor, Kenan 'ın

317
haydutlar eline düşen metresi fıkır fıkır haykırıyor, katı lıyor.
Fakat gerçekten şikayetinden mi yoksa sefasından mı bağır­
dığı pek bel l i olmuyordu.
Sevgilisinin yumuşak vücudundan kam alan o hain par­
makların hırs ve tazyikinin eseri olan bu gevrek fıkırtılar,
avazlar Kenan ' ı n kulaklarından kalbine doğru kızgın birer
mil acısıyla işliyor, zavallıyı tarifsiz bir işkenceye düşürüyor­
du. Talihsiz sevdalı elindeki dolu revolveri eviriyor, çeviriyor
fakat mutlak mağlubiyetini hissederek intikam saldırısına ce­
saret gösteremiyor. Yedi Bela sözünün korkunçluğunu tahlite
uğraşarak bela kelimesini tespih gibi yedi defa çekiyor, ba­
zen bu işkenceye dayanamayarak elinde silahla deli gibi ka­
pıya saldırmışken yine iki kolunu yanına salıvererek süklüm
püklüm bir tarafa düşüp kalıyor, gözlerini büyük bir kederle
bir noktaya dikiyor; düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu.
Karşıki odada bir müddet sonra o gıdıklamalar, fıkırda­
malar kesi ldi. Bunları kısa mırı ltılar, kesik inittiler taki p etti .
Biraz evvelki kahkaha operasının şimdi dudaklardan çıkar
gibi sinir bozucu şüpheli bir hiffete92 düşmesi Kenan'a bütün
bütün dokundu. O uzun nefesler neydi? Ne oluyordu? Sev­
gili Vuslat ' ı aşk mabedinde kurban mı edi liyordu? Bu hazin
pianissimo fastın sonunda Didar Bey sofaya çıktı. Haykırı­
yordu:
"Ev sakinleri, neredesiniz? Benim aftosum var. Fakat ar­
kadaşım Yedi Bela için bir tane daha lazım. Şimdi aynalı bir
şey bulmalı. Yoksa Bela yediden kırka çıkar, heritin eski na­
mını değiştirmiş olursunuz."
Didar ' ı n odaya girmesi ihtimalinden korkarak Cabir, Fai­
ka, Top Salata her biri Kenan'ın bir tarafına yapışır, zavallıyı
karga tulumba ederek yükün içine soktuktan sonra kapısının
önüne koca bir sandık çekerler. Mesut Bey' in oraya, revol­
veriyle hapsinden sonra üçü de Didar ' ın emirlerini dinlemek
için sofaya çıkarlar.
92 Hafiflik.

Jıs
Cabir: "Toramanım, bu gece ansızın geldiniz. Tedariksiz
bulunduk. Size takdim edebilecek kimse yok."

Benli Faika: "Evin içinde kadın olarak Yustat'tan sonra


bir ben varım, bir de Salata . . . "

Didar: "Vay hamam anası, kendini de kadından mı sayı­


yorsun? Sen salatayla, turşuyla yumrukla zor yutulursun."

Benli Faika: "A, niye? Kadın değil miyim?"

Didar: "Ben seni aşağıda yokladım. Geçmiş kavuna ben­


ziyorsun."

Benli Faika: "Haydi oradan hışırcı sen de ... Ağzının tadını


ne bilirsin? Kavunu oldurup da yerler."

Didar: "Hatırın kalmasın canım. Kadın dediğin hep ke­


mik, et, deri değil mi? Haydi bakalım bir tepsi donatınız.
M esut Bey ' in Beyoğlu'ndan getirdiği nefis mezelerden iste­
rim. Cabir ney çalsın, Top Salata ut. . . Sen de oyna, göbek at.
Ü zülme, bu akşam her şey olur."

Yüksek sesle verilen bu cümbüş tertibatı emirlerini Ke­


nan Bey yükten dinliyordu. Tepsi donandı. Cabir neyi aldı.
Top Salata udunu . . . Eğlence başladı . Bir saat sonra kafalar
kızıştı. Benli Faika, raksa çıktı. Bu mükemmel bir meclisti.
Belayı savuşturmak için yapılan zoraki eğlenceye benzemi­
yordu. Kenan ' ın kalbine türlü şüpheler geldi. Didar Bey ' i n
rakıdan sonra Yustat'tan bir gerdan mezesi istediğini işitti.
Düşmanına kullanamadığı revolverini kendi şakağına daya­
dı. Namlunun soğukluğu tüm vücuduna ürperme getirdi, ca­
nına kıyamadı.

Sabaha karşı sarhoşlar sızdılar. Kenan' ı yükte unutmuş­


lardı. Yük kapısının önündeki sandık pek ağır ve bir ucu oda­
daki kerevete dayanmıştı. Çok uğraştı, kan tere hattı. Kapıyı
açamadı. Kapana tutulmuş fare gibi d ışarı çıkmak için yük
duvarının bütün tahta aralıklarını muayene etti. Kaplamaları
sökmeye uğraştı. Kurtulacak tek bir delik bulamadı.

3 19
Karşıki odada biraz önceki alıengin yerini şimdi kalın ho­
rultular dolduruyordu. Kenan, hapsolduğu yerden kurtulabil­
se kadın erkek hep bu horlayanları uykularında birer birer
bastırarak boğmayı tasavvur ediyordu.

İ çeride Vuslat, Didar ile yatmış, Top Salata'yı Mustafa


Bey'in koynuna vermişler. Faika köşe minderinde, Cabir de
sedirin üzerine sızmıştı.

i çkinin verdiği gevşeklik ile asabı çözülen Cabir, sedirin


üstünü iki şiddetli sağanakla ısiattıktan sonra, üçüncü id­
rar yağmurunda uyanarak helaya gitmek için sofaya çıktığı
esnada yükteki eski dostu aklına gt:lt:n:k insaniyet narnma
zavallıyı dışarıya çıkarmak için hemen oraya koştu. Kenan,
o zifıri karanlık yükün içinde havasızlıktan az daha nefesi
kesilerek boğulma tehlikesi içinde kalmıştı.

Cabir, sandığı kerevete dayandığı yerden ayırarak zor zar


biraz çekebi ldi. Yük kapısı aralandı. Kenan mosmor olan bir
yüzle dışarı fırladı .

Cabir:

"Vay vel inimet hala burada mısın?"

Kenan, Cabir'i yukarıdan aşağı derin bir gayzla süzerek:

"Bu sandık kapının önündeyken başka nerede olabil irim?


Sabaha kadar ne uyku ne sigara ne de başka ihtiyacımı defe
imkan. . . Allah hepinizin belasını versin."

"Verdi zaten ... Belalar içeride uykuda ... Onları depreştir­


memek için sizi burada unutınaya mecbur kaldık."

Kenan, öfkenin, asabiyetin son sınırına gelmişti. İ çeride


sergin kadın erkek sarhoşların koyun koyuna nasıl sızmış ol­
duklarını görmek merakıyla yürüdü. Oda kapısı açıktı. Bu
insan çiftehanesine fırlatığı ilk bakışta kendi karyolasında
yatan Vuslat'la Didar ' ı gördü. Herif karıya değil, karı he­
rife öyle sıkı sıkıya sarılınıştı ki bu, gözleri yakan hainlik
manzarası karşısında Kenan kendini bütün bütün kaybetti .

320
Savunduğu determinizm felsefesin i n bu defa cidden iradesi
dışındaki uğursuz emrine kapılarak revolverini tetiğe aldı.
T itreyen eliyle karyolaya doğru birbiri arkasına iki el ateş
etti. Odada silah patlaması akabinde korkunç bir çığlık kop­
tu. Hemen yıldırım süratiyle merdivenlerden indi. Kendini
sokakta buldu. Kenan, yaydan kurtulmuş bir ok gibi gidi­
yordu. Koştu, koştu . . . Birçok sokaklara girdi çıktı. Nihayet
kesildi. Helecandan bitiyordu. Döndü arkasına baktı. Takip
olunmarlığını anladı. Ortalık ağarıyordu. Sokaklarda hemen
kimse yoktu. Durdu, ani bir c innetle ne yaptığını hatırlamaya
uğraştı. Kati l olmuştu. Fakat intikam kurşunuyla Vuslat ile
Dirlar'dan hangisini öldürmüştü? Şimdi onu tutuklamak için
polisler, jandarmalar koşacaklardı. Mahkeme, determinizm
kaderinin hükmünü, bu kuvvetli mazereti hiç dikkate alma­
dan ona karşı en korkunç kararını verecekti. Orada durma­
nın tehlikeli olduğunu gördü. Fakat nereye gidecekti? Şüp­
he uyandırmamak için tirari süratiyle deği l, yavaş adımlarla
Haydarpaşa çayırma indi. Gizlenebilecek bir yer bulmak için
ümitsizce etrafına bakındı. Ta karşıda Karacaahmet Mezarlı­
ğının koyu servi ormanlığını gördü. Geniş bir saha kaplayan
bu ağaçların kasvetli koyuluğuna ve bunların gölgelendirdiği
sayısız mezarların arasına karışarak bir zaman sonra peşin­
den geleceklerin gözlerinden kendini gizleyebil irdi. O tarafa
yolu tutturdu. Ortalık tamamıyla açıldı. Birçok insana rast
geliyor, bunların kendini dikkatle süzdüğünü zannediyor, ar­
kasından adam sesi duysa hemen kendini çalyaka edivere­
cekler gibi kuruntulara kapılıyordu.

Rahatsız edici, elim şüpheler, korkularla yarım saat kadar


gittikten sonra, bu siyah ölüm köyünün sınırından içeri girdi.
Bu gölgelerin altına biriktirdiği kemik çukurlarını çiğneye­
rek, karanlık kovuklara ürkek, çabuk bakışlar fırlatarak yürü­
dü, yürüdü. Kabristanın orta yerini buldu. Otlara gömülmüş
bir taşın üzerine oturdu. Etrafına bakındı. Hep ayakta, hep
sessiz bir taş kalabalığı arasında Kenan tek diriydi. Bu taş­
lar, üzerlerindeki satırlar ile altlarında yatan kemiklerin hal

321
tercümelerini anlamak isteyenlere kısaca söylüyorlardı. Ana
karnından beri türlü değişim süreçleri geçiren hayatın son
aldığı şekil, son insan sicili işte buydu. Ö lüm, endişesiz bir
eşitlikle kanlı pençesini uzatarak çocuk, genç, ihtiyar yakala­
dığını hep buraya devirmişti. Bu kİtabelerde ne yanık nazım­
lar ne hikmetli nesirler ne derin şikayetler ne sessiz feryat­
lar vardı. Bu arzuhaller ölüme mi yoksa hayata karşı mıydı?
Hangi tarafta etki etmek isteniyordu? Ö lüm, vücutsuz, hissiz
bir yokluk şekliydi. Bu ana kadar ona hiçbir şey duyurulma­
mış ve bundan sonra da duyurulamayacaktı. Hayat aldatıcı
bir zali mlikle dirilerin kalplerini sevday la yakıyor çocuk fab­
rikalarını işletiyor. Dünyayı insanla doldurmakta bitmez tü­
kenmez ve hikmetine erişilmez o inatçı ve insafsız gayretiyle
bir saniye bile durmuyordu. Ö lüm bir zulümse bunun sebebi
yine diriler değil miydi? Ağızlarını sevgil ilerinin dudaklarına
yapıştırarak damarlarında feveran eden ateşi yatıştırmaya uğ­
raşanlar bu çukurlara kemik hazırlamaktan başka bir şey için
çalışmadıklarını bilmiyor mu? Bu mezar taşı kİtahelerinde
ölümün sebebi olan hastalığı yazmak beyhudedir. "Bu zaval­
lının kati li filan efendi ile filan hanımdır," diye kısaca yalnız
ana ve babasının adları yazılınalı ve her kişi ta Adem i le Hav­
va'ya kadar atalarından ölüm davasına kalkmalıdır. Bazı tari­
katlar, besbelli bu bilgiden dolayı adamlarının evlenmelerini
yasaklıyor. Her fert bekar kalma kararı vermedikçe ölümden
şikayete kimsenin hakkı olamaz. Sarhoşluktan şikayet eden
rakıdan uzak dunnalıdır. Fakat insanlığın zürriyeti kesilir­
se ne din kalır ne tarikat. . . Ne de Allah düşüncesine doğru
yükselme hissi . . . Varlık mutlaka olacaksa yine determinizm,
yıkılmasına imkan olmayan bütün uğursuz hükümleriyle kar­
şımıza çıkıyor? İ lme atıldıkça cahilleşen zavall ı insan aklı
hayat ile ölümün birliğini anlamak için bu çukurların başları­
na kadar geliyorlar. Onlar taş katılığına dönüşmüş, sessiz bir
yığın kemikten başka şey göremiyorlar. Sonra bu kemikler
de çürüyi.ip toprak oluyor. Ne olduğunu anlamaya uğraştıkla­
rı ölümün izini bütün bütün kaybediyorlar.

322
Kenan'ın felsefe nakaratı hep determ inizmdi. Hayattaki
arzulara ait eylem ve keyfi işlerin tamamını bu mazeretle dü­
ğümleyip öteye geçerek vicdan mesuliyetlerinden hafıflerd i.
Vuslat'a olan o nihayetsiz sevdası, hayatın amansız "zürriyet
baskısı" kanununun neticesi değil miydi? Bu kanunun, bün­
yesinde açıp genişlettiği bütün aşk feyizlerini Havva kızları­
nın yalnız bu bir tekinde, bu insanlık tarlasında görüyor, di­
ğer kadınların hepsi kendine sevimsiz, cazibesiz geliyordu.
Vuslat' ı düşündü. Acaba onu ö ldürmüş müydü? Sevgili­
sini al kanlar içinde, gözleri yumulmuş, nefesi durmuş gör­
dü. Kenan'ın kendi teninin her zerresinde, onun gül kokulu
tenine temastan başka başka haz ve tat duyduğu o yumuşak,
pembe beden dört tahtadan çatılmış bir tabuta uzatılıp bu
mezarlardan birine indirilecek, üzerine kara toprak örtü lerek
ö lümün, varlığı hiçliğe çeviren dişlerine bırakılacak, bu ka­
ranlık çukur onu yutarak ağır ağır hazmedecekti . Tepesinde­
ki serviierin kolları rüzgarın esintisiyle gacır gacır birbirine
sürtünerek kabirierden yankılanan bir ölüm iniltisi, uhrevi
bir şikayet gibi kalbini ölüm korkusuyla dolduruyor, oradan
buradan kuşlar cıvıldıyordu. Tabiat, ölüm matemine ne ka­
dar yabancıydı . Sema, serviierin arasından mavi çiniden bir
kubbe berraklığıyla gülüyor. Göğün mavisini yansıtarak süs­
leyen uzaktaki deniz, yer yer güneşin sırmalarına bürünerek,
türlü panltılar gösteriyor. Kuşlar terennüm ediyor, çiçekler
gülümsüyor, çİmenler zümrüt gibi taptaze görünüyordu. Ta­
biat, toprak altındaki ölülerin matemini tutmuyor, bilakis
taşları deviriyor, mezar topraklarının kasvetini yeşilliklerle
örtüyor, durmadan varl ığın her zerresine yaşama sevinci üfti­
rüyor, meydanda ölü bırakmıyordu. Belki ölüm hiç yoktu.
Bu insani bir duygu yanılmasıydı. İnsanlar bu mezarları yap­
masa, yenilemese, tamir etmeseler burası yabani bir bahçe,
orman haline girecekti . Fakat Kenan bu taşlardan niye korku­
yor, neden huşulu bir korkuyla titriyordu? Hayatı ölüme ısın­
d ırmak, aralarındaki anlaşılmaz farkı kaldırmak, ikisini bir
görmek için aklı erebildiği kadar felsefe delilleri arıyordu.

323
Fakat yine birdenbire Yustat' ın ölüm döşeği, o kanlı levha
gözlerinin önüne geldi. Metresinin katılaşmış kolları arasın­
da Didar' ı görd ü : " Ö isün" dedi. " Ö lsün. Benim gönlümde o,
onun gönlünde bir başkası yaşamaktansa ölsün, yok olsun."

Kendisi de katil olmuştu. Onu da öldüreceklerdi. Ahirete


de onun peşinden gidecekti . Cismi cismini aşk mıknatısıy­
la çektiği gibi ruhu da ruhunu çekecekti . Fakat niçin gelip
de kendini tutuklamıyorlardı. "Akıbetim ne olacak?" diye
yüksek sesle etrafına sordu. Mezarlığı dinledi. Taşlar cevap
vermedi . Servi ler gıcırdıyor, kuşlar ötüşüyor, sema gülüyor,
deniz parıldıyordu.

Acaba Yuslat ölmemiş miydi? Hala Didar 'ın koynun­


da mı yatıyordu? O dakikada bu hakikati doğrulamanın bir
imkan yok muydu? O, inançsız Kenan, Mahmutpaşa Camii
avlusunda olduğu gibi yine maneviyalından yardım isternek
zorunda kalmıştı. Yustat'ın yaşayıp yaşamadığından haber­
dar olmak için mezar taşlarından, servilerden, kuşlardan fala
bakmak, bunları söyletmek istiyordu. Etrafına bakındı, ba­
kındı, mezarlığın sırtı, geniş sahasını dinledi. Kendine gerçe­
ği gösterecek bir şey görüp işitemedi. Böyle kederli bir tecelli
beklerken biraz ötede erkek dişi iki köpek ortaya çıktı. Cinsi
bir saldırıyla cilveleşiyorlardı. Onlar oynaşırken bir ikinci
erkek köpek daha geldi. Dişiye sahip olmak için iki erkek
hırlaşmaya başladılar. Hır büyüdü. Bir üçüncü erkek köpek
daha geldi. Dişi, kendi için dalaşan iki sevdalısını birbirinin
öfKeli dişleri arasında bırakarak bu üçüncü erkekle firar etti.

Kenan kendi kendine, " İ şte bir aşk rekabetinin tablosu . . .


İ nsanlar d a aynen böyle . . . Dişiterin yaradılışı, erkeklerin ah­
maklığı. .. Filden horaza kadar hayvanlarda da sevda kanunu
bu tempo üzerinde işliyor," dedi.

324
6
Kenan Bu Vartayı da Atiattı

Vakit öğleyi geçti, Kenan 'ı tutuklamaya gelmiyorlardı. Bu


kabristanda gizlenen adam, mezariann sessizliğinden sı kıldı.
B urası dirilere ebedi olarak sığınacak, oturacak bir yer ola­
mazdı. Burada ne kadar zaman saklanı labilirdi? Türlü felsefi
yonımlarla uğraştığı halde güpegündüz bile bir iç sıkıntısıyla
ezildiği korku ve hüzünle titrediği bu ölüm mahallesinde ge­
ceyi aç susuz nasıl geçirecekti? Gecenin karanlığı bu kefen­
l i ler için belki bir cümbüş ve esrar alemiydi. Schopnehauer
bile Essai sur /es apparitions isimli eserinde bunlardan bah­
setmişti. Megnetisme animal tabiri altında halledilememiş,
birçok garip meseleler vardı. Geceleri bu mezarlığın, ruhlara,
cadılara birer dans ve gezinti yeri olması muhtemeldi. Fakat
Kenan, buradan çıkarsa nereye gizlenecekti? Validesinin evi­
ne gitse, kendini takip edenlerin en evvel orayı arayacakları
aşikardı. Acaba zabıta civardaki bütün köylere "fırari katil
var" telgrafı çekmiş miydi? Sevgilisinin hayatta olup olmadı­
ğını öğrenmek için deli oluyordu. Geceyi geçirmek için civar
köylerden birine gitse, o tenha mahallelerde bir yabancının
varlığı çabuk belli olurdu. Ceplerini yokladı. Ü zerinde beş
altı lira kadar bir parası vardı. En az tehlikeli olanı bulmak
için düşündü. Düşündü. Beyoğlu' na gitmeye karar verdi.
Gündüzü ve gecenin bir kısmını kapanık bir gazinanun loş
bir köşesinde geçirdikten sonra yatmak için alelade oteller­
den birine çekilebilirdi. Beyoğlu otelleri her gece müşterisiz
kalmadığından buralarda pek o kadar göze batına tehlikesi
yoktu. Sabah olunca şehirde çıkan gazetelerden birer nüsha
getirtip, "Kadıköyü Cinayeti" başlığı altında kendi başına
geleni okuyarak öğrendiği şeylere göre, gerekli tedbirleri al­
mayı düşünecekti.

325
Türlü korkular, helecanlar içinde kabristandan çıktı . i hti­
yatlı bir şekilde Kuzguncuk 'a kadar yürüdü. Sokaklarda yü­
züne bakanları, hep olayı biliyor zannederek rengi uçuyor,
bir çocuk koşsa kendini tutuklamaya geliyorlar kuruotusuyla
titriyor, adımlarını çabuklaştırarak yolunu değiştiriyordu.

Kuzguncuk'tan bir kayığa bindi. Beşiktaş 'a, oradan bir


arabayla Beyoğl u ' na çıktı. Gölgesinden ürke ürke sokaklar­
dan geçerek en yakın ve en kuytu bir gazinoya girdi. Orada
akşamı etti. Tenha bir lokantada yemek yedikten sonra, yine
sokak görmeyen bir kahvehaneye çekildi. Büyük bir merakla
akşam gazetelerini baştan sona kadar süzdü. Bulamadı. İ ki
kişinin konuştuğunu görse Kadıköyü cinayetinden bahsedi­
yorlar zannıyla kulak kabartıyordu . Saat, alafranga on ikiyi
buldu. Sokak içindeki otellerden birine gitti. Bir oda pazarlık
ederek girdi, kapısını kilitledi. Soyundu, döşeğe uzandı. Vü­
cut ve zihince yorgundu. Fakat uyku gelmiyordu. O günkü
yük içi mahpusluğundan, ta mezarlığa tirarına kadar olan
macerasını gözünün önünde canlandırarak topadamaya ça­
lıştı . Oda kapısı önündeki karyolaya iki el revolver boşalttığı
zaman Vuslat sağda mı yatıyordu, solda mı? Ve elinin verdi­
ği istikamete göre kurşun hangi tarafa isabet etmiş olabi lir­
di? Atarken eli titremiş, namlu sağa çarpılmıştı. Solda yatan
kimdi? Bunu iyice hatırlamaya çalıştı. Bu hususta doğru bir
hüküm verebilmek için bazı noktaların iyice bil inmesi lazım
gerekiyordu. Oda, şarka bakıyordu ve karyola sol taraf du­
varına bitişikti. Döşeğe evvel girenin solda kalması doğaldı.
Kenan kendisi çok defa yatağa evvel girer, Vuslat odada bazı
ufak tefek şeyleri düzelttikten sonra yatağa girerdi. Didar
uğursuzu, eğer döşekte Kenan 'ın yerine yatmışsa onun sol­
da, Vuslat'ın sağ tarafta bulunması gerekiyordu. Bu önemli
noktayı zihninde iyice canlandırmak için gözlerini sıkı sıkıya
yumdu. Yatağın içindeki leri gözlerinin önünde bir levha gibi
canlandırmaya çabaladı. Evet, evet, Didar'ın solda, Vuslat'ın
sağda yattığını gördü. Kenan, öfke kurşunuyla Vuslat' ı öl­
dürmüştü . Belki şi mdiye kadar sevgilisi kefenlenip gömül­
müştü. Artık onu ebediyen göreıneyecekti.

326
Zihnini kasırgalı bir deniz gibi kaynayan bu korkunç dü­
şüncelerin tesiriyle o günkü yıpratıcı yorgunluğuna rağmen
kendini uyku tutmuyordu. Döşeğinde durmadan sağa sola
dönerek vaziyetini değiştiriyor fakat aradığı rabatı bir türlü
bulamıyordu. Bu rahatsız edici halde birkaç saat geçirdi. Ote­
lin geciken müşterileri merdivenlerden çıkarken ayak sesleri­
ni duydukça, polis memurları kendini tutuklamaya geliyorlar
zannederek döşeği içinde irkiliyor, yüreği çarparak etrafı din­
l iyor, gizlenecek, kaçacak bir yer arıyordu. N ihayet baygınlı­
ğa benzer bir halsizliğe düştü. Bu, o günkü vahim vakaların
rüya şeklindeki acı manzaralarıyla dolu, kısa bir kendinden
geçiş haliydi. Hemen her yarım saatte bir uyanarak çırpını­
yor, yine dalıyordu.
Böyle bulıranlar içinde geceyi sabahı etti. Bu, dünkünden
daha fazla yürek hoplatacağa benzer uğursuz bir günün saba­
h ıydı. Hayat macerasının o günkü kayıtları acaba ne olacak,
nelere uğrayacaktı? Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmi­
yor, bir karar veremiyordu.
Hafifçe parmak darbeleriyle oda kapısına vuruldu. Fena
halde yüreği yerinden oynadı. Kendini tutuklamaya mı gel­
mişlerdi? Kapıyı açıp açmamakta elim bir tereddüde düştü.
Açmamakta ne fayda vardı? Lüzum görürse zabıta kapıyı
kıramaz mıydı? Titreyerek uçuk bir benizle kapıyı açtı. Ta­
ranmış saçları, kirlice önlüğüyle otel garsonu karşısına çıktı.
Bir şeyler mırıldandı . Kenan anlayamadı. Garson, müşteri ne
var gibi soruşturan bakışlarla bir müddet bakıştılar. Garson,
ifadesini biraz daha yüksek sesle tekrara mecbur oldu:
"Sütlü kahve ya da çay ister misiniz?" Kenan, geniş bir
nefes aldı: "İsterim," dedi.
İstanbul 'da çıkan Türkçe gazetelerden birer nüsha ısmar­
ladı. Bir müddet sonra kaba bir takımla sütlü kahve geldi .
Buna bir yığın adi bisküvi, kızartılmış ekmek di limleri, te­
reyağı, bir tabak reçel de ilave olunmuştu. Garson tepsiyi
oradaki masanın üzerine koyduktan sonra koltuğu altındaki

327
bir deste gazeteyi de yanına bıraktı, çekildi. Kenan, hemen
gazetelere sarı ldı. Aradığı havadisin ilk ve ikinci yaprakları
geçerek üçüncü, dördüncü sayfalardaki yerli haberler sütun­
larına büyük bir merakla göz gezdirdi. Kadıköyü cinayetine
dair bir şey göremedi. Şehirde dün sabah cereyan eden bir
vaka bu sabahki gazetelerin haber sütunlarında yer almaz
mıydı? Acaba muhabirler hadiseyi haber alamamışlar mıydı?
Gazeteleri son i lanianna kadar tekrar tekrar gözden geçirdi.
Nihayet birinde şu birkaç satıra tesadüf etti:

"Kadıköyü'nde, ( ... ) Sokağı 'nda sabaha karşı birkaç el re­


volver sesi işitilmiş ise de zabıtanın aramasına rağmen nere­
den atı ldığını öğrenmek mümkün olamamıştır."

Gazetenin bir köşesine sıkışmış bu küçük haberin ehem­


miyeti Kenan için ne kadar büyüktü! Yazılan mahal kendi­
lerinin sokağıydı. Yakayı bilmeyen okuyanların anlayama­
yacakları manaları keşfedebilmek için bu satırları sekiz on
defa okudu. Demek hadise yalnız silah patlamasından ibaret
kalmıştı. Ö len, yaralanan yoktu. Ö len olmuş olsa, zabıtaya
haber vermemenin imkanı yoktu. Yoksa hafif bir yaralama
oldu da, bazı düşüncelerle bunu i hbardan mı çekindiler? Ne
olursa olsun, herhalde vaka, Kenan ' ın umduğu gibi tehlikeli
değildi. Vuslat'ın aşığı sütlü kahveden birkaç yudum içip bir
iki bisküvi çiğneyerek sevgilisinin sağ olduğuna sevinmenin
mi, üzülmenin mi lazım geleceğini düşünüyordu.

Kadıköyü ' nde cereyan eden olayların hakikatini anlama


merakı zihninde birdenbire öyle bir şiddetle parladı ki bunu
anlamak için her türlü tehlikeye meydan okuyarak oraya git­
meye karar verdi. Hemen giyindi, otelin hesabını gördü, so­
kağa çıktı. Beyoğlu caddesi sabah faaliyetiyle kaynıyor, ma­
ğazaların makineli kepenkleri kulak tırmalayan çatırtılarıyla
açıl ıyor, herkes işinin başına koşuyordu.

Köprüye indi. Kadıköyü vapuruna girdi. Kalbinde anlama


merakıyla karışık büyük bir korku vardı. Bu iki his, kafa­
sında çekişip duruyordu. Vakit vakit biri diğerini kuvvetten

328
düşürüyor, kah gitmek istiyor kah kaçmak . . . Fakat vapur ha­
reket etmişti. Kadıköyü iskelesine çıktı. Her tesadüf ettiği­
ni durumu biliyormuş zannederek çekiniyor, titriyor, ürkek
adımlarla yürüyordu.

A lemin yüzlerinde büyük bir yabancılık, bir kayıtsız­


lık bulunduğuna yavaş yavaş dikkat ediyordu. Kendini ne
tutuklamaya gelen vardı ne de macerayı anlama merakını
gösteren . . . Bununla beraber doğrudan doğruya eve gitmeye
cesaret edemedi. Ü ç dört saat kadar çayırda, orada burada
tereddütlü bir şekilde dolaştıktan sonra nihayet alışveriş et­
tikleri bakkalın dükkanına gitti. Cabir ' i çağırtmak için çırağı
eve gönderdi . Yirmi dakika sonra hastonuna dayana dayana
puflayarak Cabir geldi. Herif büyük bir kınarnayla yüzünü
buruştura buruştura:

"Ah velinimet ah, bazı bazı öyle şeyler yaparsınız ki, ço­
cuklar bile yapmaz."

"Ne var? Ne oldu? Kurşunlartın boşa mı gitti?"

"Hayır. . . "

Kenan büyük bir telaşla, "Ö len, yaralanan oldu mu?"

"Evet."

"Kimi öldürdüm, kimi yaraladım?"

"Karyolayı yaraladınız. Kendi kendinizi öldürdünüz."

"Şakanın sırası deği l . . . Bu nasıl söz?"

"Nasıl olacak? Kurşunun biri karyolanın baş tarafındaki


sarı yuvarlağı yaralamış, İ kincisi duvardaki kendi fotoğrafı­
nızın ta kalbinden delip geçmiş."

"Başka sakatlık?"

"Haza min fazl-ı Rabbi93 ••• Başka keder yok. Fakat..."

"Fakat?"

93 Bu, Rabbimin bir fazlıdır.

329
"İşret, Didar Beyefendi 'nin yine başına vurdu."
"Sonra ne oldu?"
"Ne olacak? Siz de tecrübe ettiniz, bil iyorsunuz. H erif
bizi yine mükemmel bir sıra dayağına çekti . Bu zorbanın
dayağına sizin ekmeğinizi katık ederek geçiniyoruz. Vücut­
larımız idmanla çelikleşti. Bu son dayaktan daha evvelkiler
kadar acı duymadık."
İkisi kol kola bakkal dükkanından çıktılar. Konuşa konuşa
yavaş yavaş yürüyorlardı.
Kenan soruyordu:
"Sebep ne? N iye dövüyor?"
"Didar Bey ' i n yaptıklarında sebep aranılabilir mi? G üya
sizi si lah çekmeye biz teşvik etmişiz. Tüm ceza kanunu bü­
tün ıstılahlarıyla heritin ezberinde . . . Deliğe kaç defa girmiş,
çıkmış. Şöyle böyle avukatları yaya bırakacak kadar adiiye
işlerini biliyor.
"Herifler hala evdeler mi?"
"Sırasıyla anlatacağım. Silah patırtısından sonra D idar
hepimizi huzuruna dizerek ufak bir divan yaptı. İnce bir
sorguya başladı. Sarhoşun öfkeli bakışlarından titreyerek
biz büyük küçük karşısında kekelemeye başladık. ' Anladım
hainler, Kenan elinde revolverle safada dolaşıyormuş da siz
bana tehlikeyi niye haber vermediniz?' dedi. Yaradan ' ına sı­
ğındı, o nazik elleriyle bizi mükemmel bir patakladı . Evde
patlayan silahın henüz ortadan dumanı silİ nınediği için ma­
halleliyi ayaklandırmak korkusuyla bağırıp çağırmaktan çe­
kinerek biz, vık bile diyemeyerek bir ot minder sessizliğiyle
vurduklarına dayanıyorduk. Dayaktan dermansız yere seri­
lenlerimizi kedi yavrusu gibi ensesinden yakalayıp havaya
kaldırarak yine veriştiriyordu. Hepimizin pesti lini çıkardık­
tan sonra biraz öfkesi yatıştı. G üya hiçbir şey olmamış gibi
tekrar Vuslat'ı koynuna alarak horul horul uykusuna devam

330
etti . Arkadaşı Yedi Bela Mustafa Bey ise durumun tehlikesini
bildiği halde döşeğinden çıkmak zahmetine bile katlanmadı.
Bir defa başını kaldırdı, ' O kestane fişeklerini kim attı?' dedi,
öbür tarafa döndü, yine sızdı. Bir tarafımız kırılmadığı için
Cenab-ı Hakk'ın vücutlarımıza vermiş olduğu dayanıkl ılı­
ğa bin şükürler ederek döşeklerimize girdik. Dayaktan son­
ra gelen uykunun tatlılığını hiç tarif edemem. Uykusuzluk
çekenlere bu reçeteyi denemelerini tavsiye ederim. Masajın
vücuda yaradığı hekimlerce söylenmiyor mu? Dirlar ' ın da­
yağı masajların en serti ve etki lisi . . . Ö lüyü uyandırır, diriyi
uyutur. Derin bir uykudayken refikarn Benlİ Faika cariyeniz,
döşeğin içinde beni birkaç defa tartaklad ı : ' Kalk, diyordu,
beyefendi çağırıyor. ' Gözlerimi açıp baktım, sabah olmuş,
sordum: ' Hangi beyefendi?', ' Canım bu evde hakim kaç be­
yefendi var? Didar Beyefendi . . . ' cevabını aldım. Bize dayağı
atııkça heritin evdeki rütbesi ve itibarı büyüyor. Turşu ke­
silmiştim. Kalkmak istiyorum. Fakat kımıldayamıyordum.
Masajın tesiri sabahısı, akşamınki kadar hoş değil. Faika'nın
yardımıyla davrandım. Emirlerini almak üzere beyefendinin
huzuruna çıktım. Beyimdeki nezaketi görme li. İ çeri girer gir­
mez, ' Ulan kerata! Dün akşam ben seni doyurdum. Bu sabah
da sen beni doyuracaksın,' dedi. Bu sözden birdenbire bir şey
anlayamadım. Kendi kendime, ' H erifın canı acaba dayak mı
istiyor? Sırtı mı kaşınıyor?' dedim. Derin bir 'estağfurullah '
ile cevap verdim. ' Aman efendim, haddime mi? Dün akşam
tarafınızdan nail olduğumuz surette bu sabah efendimizi do­
yurabilmek,' diyebildim. ' Lügat paralamal Kamım aç, ye­
mek istiyorum. Sepetini al, çarşıya çık. En netisierinden bir
sabah kahvaltısı tertip et. Tavuk suyuna terbiye!i ekşi bir çor­
ba, körpe hindi kızartması, taze balık, iki türlü hafif sebze, fı­
rın makama, en turfandalarından meyve, birinci neviden bir­
kaç paket kalıp sigarası isterim. Haydi, cızlamını ver. . . ' ded i.
Hacım, sabah kahvaltısına dikkat ediyor musun? Mükemmel
bir öğle yemeği acaba nasıl olacak? Herif akşamdan fıl gibi
yedi. O kadar şeyi uykuda nası l eritti bi lmem ki. Benim cızla

331
mı verecek halim mi var, iki taraftan destekle ancak ayakta
durabiliyorum. Çare var mı? Ferman efendimizindir dedik,
sepetle pazara çıktık. İ ki tavukla bir bindinin kanına girdik.
Taze balık, sebze, meyve hepsi alındı. Belki tadında tuzunda
maazallah, bir kusur olur, salçalar sulu yahut koyu düşer. He­
rif sonra bu dikkatsizliklerin kıvamını bizim sırtımızda geti­
rir. Faika ile sıvandık. Mutfağa girdik, tatl ısıyla tuzlusuyla,
salatasıyla beyin ağız tadına uygun bir kalıvaltı yetiştirdik.
Silme dolu birer bardak düz94 ile mahmurluk bozduktan son­
ra, önlerine ne çıkardıksa hepsini ziftlendiler. Aşçılık emek­
lerimize, yedirdiğimiz o nefıs yemekiere o kadar acımadım.
Fakat bu ziyafetten sonraki teklifteri pek zor geldi. Karın­
larını şişirdikten sonra Didar, Yuslat'a, ' H aydi bakalı m, diş
kirasını uçlan . . . ' dedi.

Yustat hık mık etti. Nerede ne var herif kendi evi gibi
hepsini biliyor. Anahtarlarını isteyerek dolapları, büroları,
çekmeceleri, sand ıkları karıştırd ı : 'G üzele fazla ziynetin ne
lüzumu var, haramdır, ' sözüyle en hafiflerinden birer tane
bırakarak Yustat' ın bi lezikleri ni, yüzüklerini, iğnelerini hep
cebine indirdi. Dolapta bulduğu otuz lirayı da çantasına yer­
leştirdi. Kendisinden hiç umutmayacak bir çelebilikle hepi­
mizin el lerinden sıkarak Yedi Bela dostu ile beraber defolup
gittiler. İ şte sana şehir dahilinde bir haydutluk ki akla gel­
dikçe insan Çakırcalı merhuma gani gani rahmet okumaktan
kendini alamaz. Ha, unuttum, kapıdan çıkarken size de selam
bıraktı : ' M esut Beyefendi'ye söyleyiniz, iyice nişan etmeyi
öğrenmeden bir daha eline silah almasın. Bu kez fotoğrafını
sakatladı, belki başka zaman kendi kendini vurur,' nasihatini
verdi."

Böyle dertleşe dertleşe eve gitti ler. Ev halkı Didar Bey ' in
hiç de fenni olmayan masaj ının verdiği yorgunlukla döşek­
lerine girmişler, ev hastaneye dönmüştü. Benli Faika, Hallaç
Hoca'nın şirinlik muskası gibi vücudunun her yerini hava

94 Sade üzüm rakısı.

332
cı va muşarnbasma sarmıştı. En nazik, en etli, en yumuşak, en
derin taraftarını açtı. Merhamet etmesi için Kenan'a gösterdi.
Bu zavallıların içinde en çok yorgun düşeni Top Salata'ydı.
Yedi Bela'nın koynunda bir gece geçirmenin nasıl dayanıl­
maz bir felaket olduğunu buna bilfiil maruz kal mamış olanla­
ra anlatmak mümkün değildi. Heri f bu hususta en idmanlıları
bile el aman çağırtmakta oldukça şöhret sahibiydi.
Kenan, dövmek için Yustat ' ın üzerine yürüdü. Karı ma­
sumane, melekçe bir zavallılıkla: "Kabahatim ne?'' dedi. Ke­
nan, yumruktarım sıkarak: "Kabahatin ne mi? Bunu sormaya
nasıl cesaret ediyorsun? Döşekte herife sımsıkı sarılmıştın,
gördüm. O manzara beni kararsız bıraktı. Ne yaptığımı bil­
mez bir cinnetle silah kullandım."
"Sevdadan değil, korkudan sarılmıştım. Sarılmışken böy­
le oldu. Sarı lmasaydım, bugün şu evde belki hiçbirimizi canlı
bulamayacaktın. Çünkü herif işretle zırdeli kesilmişti. Bu da­
valar, serzenişler epey sürdü. N ihayet her zaman olduğu gibi
bu münazarada da Yustat' ın kumral saçları, ela gözleri galip
geldi. Hep bitkin ve dermansızdılar. Barış görüşten sonra ev
halkı döşeklerine çeki ldiler. Ashab-ı Kehf gibi müddeti belli
olmayan birer uykuya daldılar.

333
7
Mısır Yolu
Kenan' ın bu aşk hayatını idare eden birkaç yüz liradan
ibaret olan para kaynağı yavaş yavaş kurumaya yüz tuttu. im­
kan derecesinde hesaplı davranıyor, aydan aya masrafını kıs­
tıkça kısıyordu. Fakat içinde bocaladığı sefahat alemi uzun
zaman iktisat endişesiyle idare edilemezdi. Yeme, içme, gi­
yinme, süslenme cihetleriyle Vuslat için tahammül olunama­
yacak mahrumiyetler başladı. Karı hemen birkaç haftada bir
çarşafla yeldirmeler değiştirerek araba ile uzun dolaşmalar
yapmaya, etrafındaki leri bol bol doyurmaya, onların minnet­
tarlık ve dalkavukluklarını sürdürmek için bol bol hediye­
ler, güzellikler vermeye alışıktı. A şığıyla gitgide aralarında
kavgalar, dırıltılar baş göstermeye başladı. Günden güne
Kenan'a olan muamele değişiyor, ona karşı yüzler ekşiyor,
sözler sertleşiyordu. Zavallı del ikanlı banka işlerinde büyük
bir zarara uğradığından, bir aya kadar fi lan yerden yüklüce
bir para geleceğinden söz açarak daha bu yolda mavallarla
ev halkının gözündeki itibarını düzeltmeye uğraşsa da müj­
delediği haftalar, aylar geliyor ve geçiyor, bütün vaatleri boşa
çıkıyordu.
Vuslat, bir süre aldanıp oyalandıktan sonra hakikati anla­
dı. Artık sözünü sakınınarnaya başladı. Diyordu ki:
"Benim mazim karanlık, sefa sürecek zamanım, işte bu
zamanımdır. Onu da seninle mahrumiyete mahkum bı raka­
mam. Herkes kesesine göre dost sevmelidir. Benim arzu­
larımı yerine getirmekten aciz isen buna güç yetirecek çok
bulunur."
Bu kısa ülti matom Kcnan' ı bulunduğu ümitsizlik denizi­
nin ta dibine itiyor, saatlerce düşündürüyor. Ümitsizlik içinde

334
bazen dövmek için sevgilisinin üzerine yürüyor bazen basit­
çe bir yalvarma ile ayaklarına kapanarak merhametini dileni­
yordu. Kenan ' ın parası azaldıkça aşkı sınır ve gem tanı maz
bir aşırılık ve şiddetle coşuyor, düştüğü aşağılık durum karşı­
sında Vuslat'ın nazlanması büyüdükçe büyüyordu. Bedbaht
Mesut Bey için her horlanmaya dayanmaktan başka çare kal­
mamıştı. Bazen tahammül ederneyerek validesinin evine sa­
vuşuyor fakat bu ayrı lığa birkaç günden ziyade dayanamıyor,
yine sevgilisinin evine dönerek karının bumunu Kafdağı ' na
çıkararak tutkuoluk sefaJetini bütün bütün arttırıyordu.

Gitgide Kenan 'ın sevda dramı öyle bir raddeye geldi ki:

Mihneti kendine zevk etmedir alemde hüner


Gam ü şad-ifelek böyle gelir böyle gider.95
şarkısının zehir gibi anlamını her gün yudum yudum içerek
insanlığını, onurunu zehirleyerek felaketini aldatıcı bir saa­
det örtüsüyle örtmeye çabalıyor, Vuslat'ın ezasını, cefasını
sefa edinmeye uğraşıyordu.

Karı, Kenan' ın bu aciz ve miskince düşkünlüğünden cü­


retlendikçe cürettenerek bütün başıboşluğunu aldı ele, girdi
yola . . . Artık açıktan açığa başka müşterilere gidiyordu.

Kenan, sıcak gözyaşlarıyla sıziandıkça Vuslat köpürerek:


"Allah Allah, müşteriye gitmeyip de hangi gelirimle geçine­
ceğim? Bundan sonra kendimden başka seni de beslernem
lazım geliyor. Bu hareketime itiraz değil teşekkür etmelisin,
nankör. Paran bittiyse çalış, boş oturma. Parası çok aklı az
birkaç adam bul da getir. Bu zamanlar ar yılı değil, kar yılı­
dır," diyordu.

Artık Didar Bey, tavan arasındaki yatağında gizlenmeye


lüzum görmüyor, aşikare Yustat'ın karyolasında yatıyor, da­
yak yememek için korkusundan Kenan, ondan saklanmaya
mecbur oluyordu.

95 "Dünyada hüner, eziyeıi zevk haline gcıirebilmekıir. Feleğin sevinci ve üzüntü­


sü böyle gelir, böyle gider."

335
Bazı günler, "Gürültü etme, bey uyuyor. Rakıyı beynine
sıçratırsan sonra başına gelecekleri düşün . . . " sözleriyle Ke­
nan'ı tehdit ediyorlardı.

Bu determinist filozof için her vaka bir sebebin tesiriyle


meydana gelir ve işin sonu kimsenin çalışma ve isteğiyle de­
ğişemezdi. Onun için Kenan, ne kendini kabahatti görüyordu
ne de Vuslat'ı. .. Hayatın her iyi ve kötü şeyini değişmez ve
mutlaka olacak bir şey olarak görüyordu.

Vuslat, bu kaza ve kader felsefesi hükümlerinin incelik­


lerine tamamen yahancıydı. O, insan kendi menfaatine göre
hareket eder ve bunu akıllı insanların koydukları ve koyacak­
ları ahlak ve felsefe kanunları değiştiremez, kanaatindeydi.
Onun, yapan, yapılan, sebep olan, sebebin kendisi gibi şeyle­
re katiyen aklı ermezdi. Hayatı pratik bilgisi ile tanır, bunun
teorisinden anlamazdı. Kenan ' ın paraca olan vaatlerinden
hiçbirinin aslının çıkmadığını görünce karı, kalbinin ateşin­
den önce para kaynağı sönen aşığın muhabbetinin ağırlığını
yakasından si lkmek için hakikati tüm açıklığıyla Didar ' a an­
lattı. Yalnız eski vefalısı için umulmadık bir bağışlama olarak
onu dayakla fazla hırpalamaksızın mümkün mertebe neza­
ketle evden defetmesini rica etti .

Bir gün, Yustat evde yokken Didar, Kenan'ın yakasına


yapıştı. Sokak kapısının önüne kadar indirdi. Bir daha oralar­
da gözükürse dayakla öldüreceği tehdidiyle belinin ortasına
bir tekme yapıştırarak kapı dışarıya azatladı. Didar Bey ' in
nezaketi bu kadar olabi lirdi.

Biçare aşık, ümitsiz ve kederl i, cepleri bomboş, gönlü ya­


ralı yine sokak ortasında kalınca deli gibi dolaşmaya başladı.
Mezari ıkiara girdi. Felaketini felsefesine, felsefesini felake­
tine tatbike uğraştı. Uzun muhakemeler yaptı.

Züğürtledikten sonra Yustat'tan gördüğü türlü hakarete


rağmen bu adi karının lehindeki iyi niyetini değiştiremiyor,
ona olan sevdasını mümkün değil yenemiyor, her kabahati

336
Didar'da buluyor yine sevgilisini masum görüyordu. Bu ko­
vuluşunu sırf Didar'dan bildi . "Vuslat ' ı n haberi olsa, beni
böyle hakaret dolu bir şekilde kovdurmazdı . Herif, karının
evde bulunmadığından istifade ederek bu işi yaptı. Vuslat eve
dönüp de işi öğrenince kim bilir ne kadar kederlenecektir."
kanaatİyle biraz teselli buluyor, her tehl i keyi göze alarak ha­
l ini anlatmak için sevgilisinin yanına dönme çareleri düşü­
nüyordu.

Saat ve kordonunu Emniyet Sandığına rehin vererek otel­


lerde sefil bir halde yirmi gün kadar yaşadı . Vuslat'ın ayrılığı
her günün geçişiyle artarak sonunda dayanılmaz bir raddeye
geldi. Bu yirmi günlük acı, derbeder hayatındaki ümitsiz mu­
hakemeleri sonunda revolverini tetiğe alarak Kadıköyü'nde­
ki eve gitmeye karar verdi ve bu cesareti gösterdi. Bir sabah
bir eli ceketinin cebindeki revolverin tetiğinde olarak, diğe­
riyle kapının çıngırağını çekti. Meçhul neticenin dehşetinden
titreyerek bekliyordu. Çıngırağı bir iki defa hızitea sarsmaya
mecbur oldu. Kapı geççe açıldı. İ çeri girdi. Karşısında silahl ı
b i r düşman göremedi. Biraz ferahlad ı . İ ç kapıda Benlİ Faika
duruyordu. Revolverini daima tetikte tutarak ilerledi. Karı,
Kenan'ı görünce hemen koynundan bir mendil çıkararak
gözlerine götürdü. H üngür hüngür ağlıyordu. Kenan telaşla
sordu:

"Ne var? Bir felaket mi oldu?"

Benli Faika, mendili gözlerinden indirmeyerek eski gün­


lerin minnettarl ığını taşımakta kusur etmediğini gösterir bir
tavır ve hüngürtüyle cevap verdi:

"Ah, velinimet, başımıza gelenleri hiç sorma."

"Ne oldu?"

"Ne sen sor ne ben söyleyeyim."

"Evde kim var?"

"Benden başka bir kul yok."

337
"Nereye gittiler."

"Cehennemin dibine."

"Vuslat' a ne oldu?"

"Ah, beyim, ah ! Tanrı aşkına o kadının ismini karşımda


anma ... İ çime fenalıklar geliyor."

"Faika, çabuk söyle . . . Vuslat nereye gitti?"

Karı, artan hıçkırıklarla ellerini kaldırarak denizleri,


uzakları, pek uzakları işaret etmekten başka cevap vermedi.
Kenan, meraktan morarak sorusunu tekrar etti:

"Çabuk söyle çabuk ... Vuslat nereye gitti?"

"Öyle kadını hangi bucak, hangi memleket kabul eder?


Bilmem işte, gitti. İ lahi son gidişi olsun, gelmezine gitsin . . .
Bizi aç, çıplak, kuru hasır üstünde bıraktı da gitti."

"Nereye gitti, canım?"

"Bu öyle acıklı bir hikaye, bir dertli macera ki anlatmak­


la bitmez tükenmez. Hangisini söyleyeyim, neresinden baş­
layayım bilmem ki? Hele gel yukarı çıkalım. Kutuda biraz
hayat kahve var, ispirtoda pişireyim. Karşı karşıya geçel im,
ben anlatayım, sen ağla. . . Ah, vel inimetim, ah! Bugün H ı­
zır gibi imdadımıza yetiştin. Seni buraya Allah gönderdi . Şu
evin haline bak. İ çinde kırık iki hasır iskemieden başka bir
şey kalmadı."

Merdivenden çıkarlar. Kenan etrafına bakınır. Sahiden de


her tarafı kiralık boş ev gibi tamtakır bulur. Benli Faika bir
köşede duran İspirto takımında kahveyi pişi rir. İ ki topa! san­
dalyeye karşı karşıya otururlar. Karı der ki:

"Aman şu paketini uzat. Kaç gündür cigarasızlıktan ba­


şım Mevlevi gibi dönüyor."

Fincanları alırlar. Cigaraları yakarlar, Faika birkaç nefes


çeker. Uzun müddet tütünden mahrum kalmış tiryaki lerde

338
görüldüğü gibi sinirleri çekilir. Yüreği ezilir, gözleri süzülür,
tatlı bir baygınlık hali geçirir. Cigaranın birini bitirir, ötekine
sarılır. Macerayı anlatmaya şöyle girişir:
"Vuslat, sanatının ustasıdır. Orospuluk güzel sanatların
bir şubesi sayılıp da o yola düşenlere diploma verilmesi la­
zım gelse mutlaka bu karı birkaç yıldız alır, birinci çıkar. Bir
ayaküstünde bin erkeği aldatır. Sen onu bu eve kapatarak ken­
dine mal oldu zannettin. Ne bönlük ne çocukluk . . . O yalnız
senin değil bütün Kadıköyü'nün nikahsız zevcesiydi. Senin
gelmeyeceğin akşamları bilir, içeri adam alır. Senin evde bu­
lunduğun bazı gecelerde bile öteki odalara zampara saklama
cesaretini gösteri rcl i _ K endini kurnaz hir hovarcla zanneden
Didar Bey'e de pabucu ters giydirird i . Ah, ah! Neler görür
neler bitirdim. Sana bir şey söyleyemezdİm ki çünkü bizim
geçinmemiz sizin Yustat ' la iyi geçinmenize bağlıydı. Her
şeyi gizlemeye, yutmaya, hazma mecburduk. Son zaman­
larda buraya, genç, güzel, gayet zengin bir M ısırlı dadandı.
Zübeyri Bey i le öyle seviştiler öyle seviştiler ki artık al sevda
ver sevda deme gitsin. Karı, bu dostunun varlığından Didar'a
zımık bile sezdirmedi . Yalnız seni bu hayduda dövdürüyor,
soyduruyor. Mısırlıyı bu beladan kurtarıyor, onun servetin­
den sade kendi istifade ediyordu."
Benlİ Faika, kahvenin son yudumlarında fincanın telvesi­
ni elinde çalkalaya çalkalaya içerek baygınlıkla devam etti:
"Ah velinimetim, anlatırken beni hafakanlar boğacak ..
Kör olasıc a kaltak, o avuç avuç Mısır, İ ngiliz liralarından bize
bir tane tattırmadı. Hep bankaya götürür, makbuzlarını sak­
lardı. Karı altın kesildi. O, seni çoktan savacaktı ama Didar 'ı
meşgul etmek i ç i n ona dövdürecek, soyduracak, affedersin,
zeki görünen bir aptal lazım. Ortada sen olmasan Mısırlının
varlığı çabuk keşfolunacak ... Bu evde her türlü pislik Mesut
Bey'in narnma dönerdi . Sen her kaza ve belaya karşı bir si­
per, bir hedeftin. O kadar parayı cebine indirirdi de, 'Öldüm
A llah desen ! ' evin içine bir onluk harcamazdı. Parasız gibi

339
görünürdü. Zübeyri Bey, Mısır'ın meşhur zenginlerinden­
miş. Bu delikaniıyı göreydİn çeyiz katırma benzetirdin. On
parmağında pırlanta, yakut, zümrüt çifter yüzük ... Kravatının
ortasında şakayık kadar iri bir elmas iğne ... Mücevherli saat
kordonu gemi zinciri kalınlığındaydı . Aylarca senin ekmeği­
ni, Didar 'ın dayağını yiyerek yaşadık. O azgını avutmak için
bizi dövdürmeyi hoş bir eğlence yerine koymuştu. Ben so­
yundum, mama dadı gibi mutfağa girdim. Kocam vekilharç­
lık etti. On para arttırınayı bil emedik. Bir boğaz tokluğuna,
pir aşkına bu kadar zamandır çalıştık. Yük merkepleri gibi
sırtımızdan da sopa eksik olmadı. En sonunda uğradığımız
fdakt:lt: dust ut:ğ il uü:;;m an bile ağ l ar.
"

Faika, bir cigara daha yaktı. Sağına soluna birkaç derin


ah, of savurduktan sonra yine başlad ı :
"Vuslat, Didar'dan d a sıkıldı. Fakat bu belayı başından
savamıyor, münasip bir fırsat bekliyordu. Nihayet bu fırsat
ortaya çıktı. N eden bi lmem, Mısırl ı lar İstanbul kartlarına ba­
yılıyorlar, hele Vuslat gibi etli canlı, pembe tenli kumrakası
olursa. . . Herif, karıya külhan gibi yandı, yandı. .. Vuslat da
onu sahiden seviyor muydu? Kim bilir! Öyle karıların gönlü
hokkabaz kutusuna benzer, içinde ne var belli olmaz ki ... Karı
bir gün giyindi, kuşandı, taktı takıştırdı, çarşaftandı. Komşu­
ya düğüne gider gibi bir el çantasıyla çıktı gitti. İşte gidiş, o
gidiş . . . Zübeyri Bey' le M ısır'a kaçmış. Delikanlı bunu orada
kendine nikah edecek. Yuslat, prenses olacakmış. Talihi gö­
rüyor musun, velinimet? En adi kerhanelerde sanata başlayıp
da prensesliğe kadar çıkmak ... O, orada prenses olmadan ev­
vel biz burada rezil, kötü narnit olduk. Seni buradan Didar' a
kovdurduktan sonra Vuslat çarşı esnafına para vermeyi kesti.
Kendinde para bulunduğunu Didar'a sezdirmek istemiyordu.
Zaten birkaç zamandır senin elin de ziyade yufkalaşmış, esna­
fa borç borç üstüne binmişti. Vuslat' ın tirarından iki gece son­
ra Didar, yutmuş yutmuş geldi. Karıyı evde bulamayınca rakı
başına vurdu. Bizi sorguya çekti. Biz bin soruşturmayla bu
tirarın Mısır'a olduğunu öğrenmiştik. Fakat Zübeyri Bey ' i n

340
varlığından bahsetmek hiç uygun olur muydu? Evvelden bana
niçin haber vermediniz diye herif bizi gebertir. Beyim, bizim
ne kabahatimiz var? Hilesiz hurdasız fahişelik olmaz. Bu
sanatın çemberi yalan dolanla döner. Bazen kadı bile yalan
dinler. Biz bir kere berzaha düştük. Geçinmek için dünyayı
aldatmak mecburiyetindeyiz. Biz bugüne kadar eğri yaşadık,
bundan sonra istesek de doğrulamayız. Aylarca seni de aldat­
tık, Didar' ı da... Zübeyri Bey de düne kadar aldandığını sonra
anlayacaktır. Çünkü prensestiği Yustat ' la kirletiyor.
Bu leke onun ağzına, bumuna bulaşacaktır. Uzatmaya­
yım velinimet. . . Didar'ın sorgusunda çok noktalar geldi, biz
hıkmıktan başka verecek cevap bulamadık. Herif bizi dayak­
la öldürecek zannettik. Fakat iş umduğumuz gibi çıkmadı.
Zorba, bu sefer mülayim davrandı . Meğerse bize yapacağı
daha büyük fenal ığı varmış. Bakkal, kasap bütün alacaklı
esnaf para diye her gün kapıyı aşındırıyorlardı. Evde para
edecek hayli eşya vardı. Onları satıp borçları kapatabileceği­
mizi düşünerek tesel l i oluyorduk. Cabir, buraya bir koltukçu
getirdi. Eşyanın kıymetini tahmin ettirdi . Pazarl ığa giriştiler.
Uyuşmak için aralarında beş on liralık bir fark kaldı. Meğer­
se kısmet bize deği lmiş. Her iki taraf da inat etti. Ne koltukçu
bir para yukarı çıktı ne Cabir indi . Ertesi günü Cabir başka
koltukçu getirmek için İstanbul ' a indi. Evde yalnızken Didar
Bey geldi, kendi has malıymış gibi evin içinde ne var ne yok
hepsini toplamaya başladı. Felaketi anladım. 'Ne yapıyor­
sun?' dedim. O, ' Sana ait bir mesele deği l ! ' cevabını verdi.
Konuyu komşuyu toplamak için bağırmak istedim. Haydut
herif, kuşağının arasındaki kamayı kımndan çekerek bana
gösterip, ' İşte bıçak, işte kuyu .. . Bunu kalbine saptar, leşi­
ni kuyuya atarım. O zaman sesin ebediyen kesilir. İstersen
şimdi bağır. . . ' dedi. Korkudan iki çenem birbirine kenetlendi.
Bağırmak değil, nefes alamayacak bir hale geldim. Bir köşe­
ye çekilerek zangır zangır titremeye başladım. Meğerse so­
kak kapısının önünde her şey hazır, her şey tetikteymiş. Yük
arabaları bekliyormuş. İçeri iki üç herif getirdi. Pazarlığı çok

34 1
uzatmayarak hemen uyuştu. Evde ne var ne yok, harnallar
hemen arabalara taşıyıverdiler."

Benli Faika, yine acı hıçkırıklara girişerek şöyle yanıp ya­


kılıyordu:

"Ah, velinimet, ah . . . Herifler Cabir ' le benim yattığımız


karyolamızı bile söktüler; döşek, şi lte, yastık, yorgan, ci­
binlik, ayak hal ısı ne varsa götürdüler. ' B ize merhameten
üzerinde yatacak bir ince şilte, bir yorgancık olsun bırakı­
nız' diye çok yalvardım. Kime söylersin? İ mam evinden aş,
ölü gözünden yaş . . . Onlarda merhamet nerede? Zorbalıkları,
haydutlukları bununla da kalmadı. Sonra benim sandığıını
açtılar. Güzelliğimin dünyaya şan verdiği zamandan beri al­
nımın teriyle ne kazandıysam onların bazı kırpıntıları duru­
yordu. İ htiyarlık günlerim için dişimden, tımağırndan arttı­
np, biriktirdiğim, Cabir 'den bile bucak bucak gizlediğim al
atlas kese içindeki sarı sarı buz gibi liracıklarımı hep aldılar.
En iyilerinden en adi lerine kadar bütün elbiselerimi, en eski
don ve gömleğime varıncaya kadar gözümün önünde mezat
ediverdiler. Avaz avaz bağırmak istiyordum. Gözümün önü­
ne hemen sivri kama ucuyla karanlık kuyu geliveriyor, yum­
ruklarımı ağzıma bastırarak kendimi tutmaya uğraşıyordum.
Heritin bu cinayeti bugün yapmasa yarın gelip işleyeceğini
pekala biliyordum. Ü mitsizliğimden bir tarafa düşüp bayıl­
mışım. Gözlerimi açtığım zaman evde ne insan gördüm ne
eşya . . . İ şte her tarafı böyle tamtak ır buldum. İ ki üç saat sonra
yanında koltukçularla Cabir geldi. Olanı biteni anlayınca o
da bir tarafa yığıldı kaldı. Az kaldı nüzul isabet ediyordu. Ne
yukarıda bir şey kaldı ne mutfakta kap kacak ... Böyle kuru
tahta üzerinde kaldık. Dirseklerimizi başımıza yastık yapıyo­
ruz. Eski hırkalarımızı üzerimize çekiyoruz. Sokaklarda ya­
tan köpekler gibi kıvrılıp yatıyoruz. Halimizi nereye şikayet
edelim? Kimden dava edelim?"

Benli Faika'yı bundan ziyade dinlemeye lüzum yoktu.


Kenan 'ın Vuslat ile olan aşk macerası işte bu neticeye ermiş-

342
ti. Fakat kökleşmiş muhabbetlerin, kalplerden ister istemez
sökülmeleri gibi bir korkunç an gelip çattığı vakit insanın
bütün varlığından, hissiyatından, ruhundan derinden derine
bir şeyler de kopar, beyninden en ince sinirlerine kadar tüm
varlığı sızlar, yanar. Bu korkunç hakikati bir türlü zihni kabul
etmek istemez. Bu hal o kadar feci ve acıdır ki sevdalı için
bir daha başlamak imkanı kalmazken o zaval l ı ümitsizliğin
haddinde çıldırmak korkusuyla hala tutunabilecek en zayıf
ümit noktaları araştırmaktan kendini alamaz. Hala bir hiçten
medet umar. Faika, Vuslat'ın yeni dostuyla M ısır'a gittiği­
ni hiç de şakaya alınamayacak bir ciddilikle söylediği halde
Kenan, yatak odasına girince, sevgilisini orada bulup kolları
arasına alabileceği gibi çılgınca bir düşünceden kendini kur­
taramayarak hemen oraya koştu. İ ki pencere ile dört duvar­
dan müteşekkil bir odadan başka bir şey göremedi. Bir köşe­
ye dayandı. Vuslat'ın buradaki şimdi mazi olmuş varlığından
dökülmüş, serpilmiş bazı şeyler aradı . Gözlerini odanın boş­
luğuna dikti. Hafıza ve hatıra denen şeyler insana uyanıkken
rüya gösterme gücünde bulunan garip kuvvetlerdi. Hayalinde
oda yavaş yavaş tanıdığı o eski eşyalarla doldu. Vuslat, kah
mütebessim kah öfkeli halleriyle ortada dolaşmaya başladı .
B u oda n e kadar tatl ı, acı duygusal maceralarına sahne ol­
muştu.

Benli Faika kapıdan, bu sevda delisinin üzüntü dalgınlığı


içindeki yüz hareketlerinin bütün üzüntülerini seyrediyordu.
Karı nihayet dayanamadı:

"Sen burada Vuslat için bak ne haller geçiriyorsun! Kim


bilir o şimdi Mısır'da yeni oynaşıyla nasıl fınk atıp gezer... "

Bu ihtar, Kenan ' ı gömüldüğü hülya aleminden uyandır­


dı. Gözleri önündeki hayali sinema kayboldu. Yine oda dört
çıplak duvar arasında tamtakır kaldı. Uykudan uyanır gibi bir
rehavetle kadının yüzüne baktı .

"Ha sahi . . . O, şimdi Mısır'da. . . " ded i .

343
Odadan kaçırdığı güzel hayali dışarıda bulmak için sofa­
ya çıktı. Pencereye koştu. M armara ' nın mavi sislerle kaplı
hakikati hayale dönüşecek kadar uzak, belirsiz ufuklarına
ümitsiz gözlerini dikti. Denizin dalgaları, hareleri arasından
Mısır yolunu arıyordu. Hayaliyle bu yolu takip etti. Ufuklar. . .
Ufuklardan sonra yine ufuklar. . . Boşluk . . . Birbiri ardınca hep
boşluk . . . Bu boşlukların gen işlikleri içinde çatlayacakmış
gibi kalbini bir hasret acısı sardı. Aşkı zalim, kendi iiciz, kai­
nat ıssızdı. Sessizlikten birdenbire galeyana geçerek hıçkıra
hıçkıra bir ağlama tutturdu. Merdivenleri dört atlayarak kaç­
maya başladı. Benli Faika şaşıra kaldı. Kendi kendine dövü­
nerek:

"Hele bak şu çapkına . . . Akşama yiyeceğiniz var mı diye


bir kere sormarlan çıldırmış gibi kaçtı gitti. Etrafımızı ala­
caklılar sardı. Yenilen, içilen şeyleri hep Cabir'le biz zift­
lenmedik ya ! Bu ağır hesapların altından nasıl kurtulacağız?
Karının ettiği hıyanetlerin hiçbiri kalbine hicran olmamış. Bu
çocuğun ne arsız gönlü var!"

344
8
Molla Kadın

Kilinat da Kenan 'ın kalbi gibi boşalmıştı. Sokakta gidiyor


fakat hiçbir şey görmüyordu. Nereye gidecekti? Öyle boş,
öyle avare ve kimsesizdi ki Vuslat'a olan sevda bağının kop­
masından sonra artık kendini alakadar edecek bu hayat ale­
miyle hiçbir münasebeti kalmamış gibi görüyordu.

Gönlünde olanca şiddetiyle yanmış sevda ateşini hiç kül­


lenmeyecek, hiç sönmeyecek bir güçte buluyor, ölümün bile
bu koru söndürebileceğini zannetmiyordu. Maziyi unutabil­
rnek için hayatın hangi derin, karanlık kuyularına ve asabı,
beyni bu can dayanmayacak kadar ızdıraplı faaliyetlerinden
men edecek dünyanın hangi bucaklarına kaçmalı? Yeryüzün­
de böyle hafızaları, hatıraları uyutacak, öldürecek istirahat
yerleri var mıydı? Böyle sersem, serseri ve tıpkı bir uyurge­
zer gibi Haydarpaşa'ya doğru yürüdü. Adımlarını bastığı nh­
tım, etrafını çeviren yalı lar, dükkiinlar, gelip geçenler hep bu
şeyler içinde hiç yaşamadığı başka, meçhul bir aleme aitmiş
gibi kendine yabancı geliyordu. Gönlünde bir ateş kütlesi ha­
linde tutuşan Vuslat'ın hayalinden başka harici alemle bütün
bağları çözülmüş, bitmiş gibiydi.

Gara kadar yürüdü. İ yi seçemediği etrafına bakınıp ken­


dini unutturacak şeyler arıyordu. Hayvani içgüdü denecek
bir dalgınlıkla şimendifer ilanlarının önüne gitti. Yirmi daki­
kaya kadar İ zmit'e hareket edecek bir tren olduğunu gördü.
Acaba başka muhit, başka hava başka kırlar başka memle­
ket gönlünde bir başkalık yaratabilir miydi? İ zmit'e bir bilet
aldı. Trene girdi. Orası, hiç tanımadığı bir yerdi. Bir bildiği
de yoktu. Fakat Vuslat'ın yaşamış olduğu yerlerden uzaklaş­
mak, bir meçhule doğru hareket, beyninin karanlıkları içinde
belirsiz bir durgun luk ve avunma ışığı uyandırıyordu.

345
Tren hareket etti. Yolun kendince malum olan güzerga­
hındaki manzaralardan eğlenemedi. Etrafa bakarak avunmak
istiyor fakat beynini kemiren dalgınlık, seyretme niyetine
daima üstün geldiğinden bir şey göremiyor, hususiyle etra­
fındaki kalabalıktan sıkılıyor, işittiği sözleri hep budalaca
buluyor, kahkahalara kızıyor, alemin de kendi gibi kederl i,
ümitsiz bir dalgınlık içinde bunalmadığına hayret ediyordu .
Koca trende kendinden başka bir dertli daha yok muydu?

Tren Pendik'i geçti. Pek alışkın olmadığı manzaralar


başladı. Fakat hep bostanlar, kırlar, ağaçlıklar, çorak yerler,
düzlükler, tepeler, köyler, köprüler, istasyonlar birbirini takip
ediyor, bunları seyretmekten evvelkilere nispetle başka bir
rahatlama görmüyor, tabiatın bütün bu değişen manzaralarını
müthiş bir aynılık halinde bularak büsbütün sıkılıyordu. Çün­
kü kalbindeki elem eksilmiyor, artıyordu. Acaba karanlık bir
mağaraya kapanmak yahut hiçbir şey görmemek için sımsıkı
gözlerini yummak kederini hafifletmeye daha mı uygundu?

İ zmit'te üç gün kaldı. Ne bir ferde selam verdi ne kimse­


den selam aldı. Rast geldiği otele giriyor, önüne ne yiyecek
getirirlerse yiyor, hangi döşeği gösterirlerse yatıyor, nereye
oturursa saatlerce orada dalıp kalıyordu.

İ zmit ile i stanbul'un farkını sorsalar bir şey söyleyeme­


yecekti . İ kisi de kırmızı kiremitli, camlı, kafesli evlerden,
birçok sokaklardan meydana gelmiş iki memleketti. Bir şey
görmedi, göremedi . Kendi hayatıyla, ümitsizliğiyle kimsenin
katiyen alakadar olmadığı bu şehirde, şu kısa ikamet müd­
detince, kalabalık içinde bu inziva, bu terk edilmişlik, kendi
gözünde alemin, alemin gözünde kendinin kaybolmuş olma­
sı, hayatta bu yarı ölüm hali, evvela beynini uyuşturdu. Sonra
alem yıkılmış, enkazı başına yığılmış kendini ezmeye başla­
dı. Duygularını yazmak istedi. Yazıda ağlamak, içimizdeki
elem zehirlerinden bir kısmını dışarı dökmeye bir vasıtadır.
Beş on satır karaladı. Vuslat'ın aşkı beynini kavurmuş, henüz
küllenmemiş yangın yerine çevirmişti. Ne tarafı eşelese alev-

346
ler fışkırıyor, beyni sızlıyordu. Bu manevi ızdıraplar içinde
ifadesine bir düzen veremedi. Bu yangınlar arasında kalemi
bir ifade yolu bulamadı. Yazdıklarını yırttı attı .

Bu hayat ne dayanılmaz kuvvetlerin bir araya toplanma­


sından yapılmış bir cehennemdi. Bu saatin acılığını hafif­
letmek için mutlu geçen günlerini hatırına getirmek istedi .
Fakat o tatlı günler bu acı saatleri hafıfletmeye hiç yardımcı
olmuyordu. "Mesut olma" sözü alaydan başka bir şey değil­
di. Bu kelimeden aldıkları yalnız sözde kalan ferah ile oya­
lananların çokluğunu düşünerek insan budalalığına güldü.
Rir tatlı ana karşılık, sonu gelmez acı saatler geçirdikten, bir
zevki bin mihnetle ödedikten sonra böyle fahiş faizle mesut
olmak isteyenlerin akıl larına şaşılmaz mı? Vuslat'a ait ha­
tıraların dolaştığı yerlerden uzakta bulunmak şimdi onun
bıkkınlığını, ızdırabını arttırıyordu. Kadıköyü ' ne dönme ar­
zusu birden zihnini sardı. Vuslat'a mekan olan eve gitmek,
birkaç gün bu sevda mezarına gömülmek, onun yaşam ıyla
dolu köşe bucağa sinmiş aşk büyüsünün havasını teneffüs
ederek ya biraz dirilmek yahut büsbütün zehirlenip ölmek
istiyordu. Gün doğmadan neler doğar! İ zmit'te geçirdiği üç
gün zarfında İ stanbul 'da umulmadık birtakım olayların geç­
miş olması muhtemel değil miydi? Belki Vuslat, yeni sevda­
l ısıyla bozuşmuştur. Belki hıyanetine pişman olarak ilk posta
ile İ stanbul ' a döneceğini Kadıköyü ' ndeki eve bir mektupla
bildirmişti.

Bu vehim zihninde giderek bir hakikat şeklini almaya


başladı. İ l k trenle Haydarpaşa'ya döndü. Kadıköyü 'ne, eve
koştu. Çıngırağı çekti, çekti, kapı açılmadı. İ çeride kimse
yok muydu? Yoksa Benlİ Faika uyuyor muydu? Evin kapla­
malarına bir iki taş attı. Kenan bu telaştayken komşulardan
bir ihtiyar Hristiyan yavaşça yanına gelerek:

"Beyefendi, beyhude çıngırağı çekme. İ çeride kimse yok.


İ ki gün evvel bu evde büyük patırtılar oldu. Sevda keyfıyet­
leri, dolandırıcı lık işleri, bilmem neler. . . Polisler Cabir Efen-

347
di 'yi tutukladılar. Zannederim ihtiyar karı da kaçtı . Burada
hiç dolaşmayınız. Sizi de arıyorlar."

Kenan, bu karının izini takipte fuhşundan, hıyanetinden,


rezaletinden başka bir şeye rastlamadığı halde yine ondan
vefa ümidinden kendini alamıyordu.

İ htiyarın dostça İhtarını evvela dalgın kulakla dinledi . . .

Sonra, yakayı e l e verme korkusu biraz şaşkınl ığına üstün


geldi. Oradan savuştu. Şimdi kendi için en emin en koru­
naklı yer neresiydi? Zabıta kendinden ne istiyordu? O evde
sevda işleri, dolandırıcılık işleri olduğunu şimdi öğrenmişti.
Hiç haberi yoktu. Ahlaki her türlü fenalığın sebebini kadere
bağlamak gibi garip bir felsefeye uymak ve bütün hareket­
lerini vicdan mesuliyetinden kurtararak eylemlerinin kendi
icadı olan nevilerini determinizm felsefesine uydurarak çok
kötülükler yapmıştı. Fakat son zamanda validesiyle kız kar­
deşinden başka kimseyi dolandırmamıştı.

Oldukça geniş bir tahrifatla hareketlerini üzerine ayarla­


dığı bu felsefenin hikmet kurallarını ne kendi haklarını ko­
ruyacak bir avukata anlatabilir ne de bir mahkeme önünde
kanunca bir mazeret olarak gösterebilirdi.

Koca İ stanbul'da kendini yapayalnız buluyor, derdini an­


latsa da aniayabilecek bir kimse bulunacağı aklına gelmiyor­
du. Önünde ne sığınacak bir kapı ne kendi lehine sesini yüksel­
tecek bir dostu vardı. Düşündü, düşündü. Anasıyla kız kardeşi
aklına geldi. Bu memlekette bu iki candan kendine daha ya­
kın kimse yoktu. Her zaman bu iki kadının huzurundan sıkılır
kaçar, aylarca semtlerine uğramaz ve hiç göreceği gelmezdi .
Yalnız şu ümitsizlik saatinde ana ve kız kardeşin samimi sev­
gisine doğru hissiyatını çevirmekte bir sıcaklık, avutucu bir hal
duydu. Gidip anasının, kız kardeşinin ağlayarak boyunlarına
sarılacak, bütün cinayetlerini itiraf'la aflarını dileyecek, ondan
sonraki hayatını onları rahat içinde yaşatmak, bahtiyar etmek
için çalışmaya vakfederek geçireceğini söyleyecekti.

348
B irdenbire böyle bir iyi niyetle İ stanbul 'daki evlerine
koştu.

Bu iki talihsiz kadının ellerinde avuçlarındaki paraları


çalıp çırpmak için yalnız ayda yılda birkaç saat uğradığı bu
semtin kaldırımları bozuk, süprüntülü, dar sokakları, kapla­
maları kararmış, kuyumsu viran evleri, sarı kirden şeffaflığını
neredeyse kaybetmiş camekanında m ukavvadan Hacivatlar
asılı, şişe kavanozlar içinde siyah sülükler uyuyan ambar
kadar küçük, tozlu aktar dükkanı , bütün bu sefi lliğin üstüne
çöken kabristan sessizliği . . . Hep bunların bir araya gelmesin­
den meydana gelen bir goç, sanki Kenan ' ı boğacak gibi gırt­
lağına yapıştı. Evvelki ziyaretlerinde Kenan, bu mahallenin
bu sefil haline, bu boğucu kuvvetine bugünkü kadar açık bir
şekilde dikkat etmemişti. Yoksa dimağını ezen ümitsizlikle
her şeyi doğal halinden daha kasvetli mi görüyordu? Kendisi
Adalar, Kadıköyü gibi şehrin en ferah, havadar yerlerinde ya­
şamıştı. Şimdiye kadar validesiyle kız kardeşinin "mahalle"
namıyla hangi hayat kapısında yaşayıp ömür geçirdiklerini
düşünmeyi aklına getirmemişti.

Eve yaklaştı. Daha içeriye girmeden validesiyle kız kar­


deşi Namiye 'nin zavallı boyunları bükük, soluk benizli, sıska
hayalleri karşısına çıktı. Kalbine öyle bir ağırlık bastı, bey­
nine öyle bir hüzün çöktü ki başı dönmeye başladı. Kalbine
doğan bir duygunun manevi bir tebliğiyle bütün sinirleri tit­
riyordu. Kapıyı çalmak için elini uzatmaya korktu. Ne vardı
Allah'ım? Acaba ne vardı? O esnada arakiye üzerine yeşil
sarıklı, sırtı haydariyeli, uzun aksakallı komşulardan bir ihti­
yar, ayağındaki ağır binek hayvanlarını sürüyerek geçiyordu.
Kenan 'ı görünce durdu. Dindar, mütevekkil bir hüzünle göz­
lerini süzerek başını sağa sola, ağır ağır salladıktan sonra:

"Mevla cümlemizi ıslah eyleye . . . " dedi.

Başka bir şey ilave etmeksizin yine ağır adımlarla yürüdü.


İ htiyarın bu serzenişli sözleri Kenan' a dokundu. Bu nur yüz-

349
lü ihtiyarın arkasından koşarak: "Efendi Baba ne var?" diye
sormak istedi. Fakat cesaret edemedi. Üzüntü içinde titrek bir
el ile kapıyı çalabildi. Çok geçmedi, kapı aralandı. İ çeriden
bir ihtiyar kadın sesi sordu:

"Kimdir o?''

"Benim . . . "

"Sen kimsin?"

"Bu evin beyi, Kenan . . . "

Kapının arkasındaki kadın o kadar perddi vt: örtUnme


meraklısı görünüyordu ki dışarıdaki erkekle göz göze gel­
mernek için aralıktan bakmaya korkuyordu. Kenan ismi du­
yulunca içeriden birçok uzun "Ah . . . Ah . . . Ah . . . " diye ahlar
salıverildikten sonra kapı tamamen açıldı. Kenan içeri girdi.
Arkasında topuklarına kadar parmak dikişli şal örneği bas­
madan dervişane bir hırka, başında kalın yeşil bir namaz
bezi, tombalak yaşlı bir kadınla karşı karşıya geldi. Kenan bu
sıkı tesettürüne rağmen ilk bakışta kadını tanıdı. Bu, Benli
Faika idi. Cabir'in metresi, umumhanelerin hayat mezesi bu
dişi kurt, bu namuslu insanların evinde ne arıyordu? Bunun
murdar vücudu, validesiyle kız kardeşinin nefes aldıkları bu
evin namuslu ve haysiyetli havasını kirletmez, zehirlemez
miydi? Ne cesaretle oraya gelmişti? Yoksa bu, o değil miydi?
Kenan bu benzetmede yanılıyor muydu? Bu şüpheden kur­
tulmak için sordu: " Faika?"

Kadın, hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

"Efendim . . . "

"Şimdi çı ldıracağım. Çehre çehreye, isim isme benzeye­


bil ir, hala tereddüt ediyorum . . . Sen bizim mahut Benli Fai­
ka . . . Hani Cabir'in . . . "

"Sus . . . Sus . . . Ötesi lazım değil. İ şte o benine köpekler


edt:si bildiğİn Faika . . . "

350
"Ya bu molla kadın kıyafeti . . . Bu tesettür, bu takva hal­
leri?"
"Oğlum kil isede haça taparlar, kerhanede güzelliğe, ca­
mide mihraba dönerler, imama uyarlar. Benim kadar gün­
görmüş bir kadın, damı altına sığındığı derbendin gidişine,
usulüne uymaz mı?"
"Buraya niçin geldin?"
"Amma da suat... Gidecek babamın evi mi var? Senden
başka kimim kaldı? Sel gitti, kum kaldı işte . . . Ben sana nazlı
Yustat'ından yadigarım. Nazar boneuğu gibi başında taşıyıp
k ıyınetimi bilmelisin. Geçmiş günler olur ki hayali cihan de­
ğer. Bu zamanları birbirimize hatırlatacak meydanda başka
kim var? Ben söylerim sen ağlarsın, sen söylersin ben ağla­
rım."
"Buraya nasıl kabul olundun."
"Beni şeyh efendi gönderdi, Tekke 'den geliyorum. Kenan
Bey' in manevi büyük sıkıntıya uğradığı manasında hazrete
malum olmuş, onun tarafından bir çift kelam getirdim. Mut­
laka Kenan' ı görmeliyim. Gelinceye kadar bekleyeceğim,
kendi her neredeyse pirin maneviyatı onu buraya gönderir.
A kşama, sabaha gelir görürsünüz, dedim . Seni gördükten
sonra burada kalınanın kolaylaşacağını bil iyordum."
"Kalbinde ciddi, hakiki bir salah arzusu var mı?"
"Sende varsa bende de olacağına i man et.. ."
Kenan durdu. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Bu kısa sükCıt
dalgınlığı esnasında zaten pek loş olan ev altının en uzak ka­
ranlık köşesinde bata çıka bir kandil yanmakta olduğunu gör­
dü. Bunu uğursuzluk saydı . Çünkü cenaze yıkanan yerlerde
üç gece kandil yakma adetini biliyordu.
Gözleri kandile dikildi. Benzi sarardı . Sanki dili tutuldu.
Bir şey soramıyordu. Ta�lığın lt:kdi koyu gölgelerle karar­
mış yosunlu duvarları üzerinde kandilin sarımtırak hazin ışı-

351
ğı aynı merkezli daireler şeklinde, odanın iç sıkıcılığından
bunalmış gibi çırpınıyor, dağı lıp dağılıp toplanıyor, etrafı nda
sanki hayaller gösteriyordu. Bu taşlıkta geniş bir mezar hali,
ruhu titreten soğuk bir ölüm korkusu vardı. Ö lüm bütün kas­
vetini, uğursuzluğunu, dehşetini saçarak buradan gelip geç­
mişti. Kenan dondu, buz kesildi. Derin derin Vuslat'ın yadi­
garının yüzüne baktı. Benlİ Faika kaşlarını örten kalın namaz
bezinin altında şimdi nemlenen gözlerini aynı derinlikte acı
manalar ifade eden bir şekilde karşısındakinin yüzüne dik­
ti . Durumun vahametinden dil ler tutulmuş, yalnız gözlerde
konuşma cesareti kalmıştı. Ne birinde sormaya ne ötekinde
cevaba cesaret vardı. Ö lümü bu eve Vuslat'ın sevda kasırgası
getirmişti. İkisi llt: öyk dilsiz karşıl ıklı titreşirken merdiven
başından bir kadın baktı. Kenan ' ı tan ıdı ve yukarıya bağırd ı :

"Namiye Hanım, ağabeyin gelmiş . . . "

Ne yapacağını bilmeyen Kenan, Faika'nın işareti üzeri­


ne merdivene doğru yürüdü. Namiye de yukarıdan gözüktü.
Kızcağız bütün bütün kamburlaşmış, solmuş, değişmiş, yal­
nız çürük haleleri ortasından bakan bir çift iri şaşı göz, bu
kızın Namiye olduğuna biraz şahitlik edebiliyordu.

Zavallı kız sürüklenir gibi bir dermansızlıkla merdiveni


birkaç basamak ind i : "Ah, ağabeyciği m ! " iniltisiyle karde­
şinin boynuna sarı ldı. Sonra düştü, bayıldı. Misafir bulunan
birkaç komşu kadın koştular, baygını odaya taşıyarak minder
üzerine uzattılar. Su, l imon yetiştirdi ler. Vücudunu ovuştu­
rarak ayıltınaya uğraşıyorlard ı. Kenan, süklüm püklüm bir
tarafa ilişti . Günahkar, dalgın etrafına göz gezdiriyordu.
Pencerelerin önünde üzeri Leh basması kaideli, küçük mavi
satrançlı dokuma örtü, bir ot minder, yan tarafında bir erkan
şiltesi, orada burada küçük minderler, birkaç hasır iskemle,
duvarda yeşil çuha kese içinde asılı En'am-ı Şerif, eve bere­
ket getirmesi için buğday başaklarından örülme bir üçgen . . .
Ev halkının nasıl sade, fakirce bir şark hayatıyla yaşadıkları­
nı gösteriyordu.

352
Komşu kadınların çoğu ihtiyar ve hepsi başörtülüydü.
Erkan şiltesi üzerinde oturan şişman ellilik bir tanesi beyaz
bakır mangalı önüne çekti, irili ufakl ı birkaç cezve birden
sürdü. Elinde yalnız ucu kalmış cigarasını kaşlarını çatarak
sıkı sıkıya iki nefes daha çektikten sonra küle gömdü. Sonra
Kenan 'a bakarak:

"Ah, eviadı m, başın sağ olsun, validen vefat etti. Ah yalan


dünya, bugün ona ise yarın bize . . . "

Öteden bir zayıfçası :

"Ah, böyle ölüm, darısı dostlar başına. . . Bülbül gibi keli­


meişehadet getirerek gitti. Teneşirde yıkanırken nur kesildi.
Hepimiz son hizmetinde bulunduk. Helali hoş olsun. (Ağla­
yarak) Dedikodu bilmezdi, kimsenin gönlünü kırmazdı. Yir­
mi sene komşuluk ettik kendisinden arpa boyu incinmedim.
Gani gani M evla rahmet eyleye ... "

Bir başkası :

"Son zemzem damlasını ağzına Ayşe Hanım akıttı. Çe­


neciğini de ben bağladım. Hoca Kamer Hanım, Yasin-i Şe­
rif okudu. Helal olsun, her hizmetini eda ettik. Can verirken
gözlerinin feri süzüldü, süzüldü, hep Kadıköyü tarafına ba­
kıyordu. Ayşe dedi ki, ' Dikkat ediyor musun? Zavallı kadın
oğluna hasret gidiyor. ' Kenan Bey, sizi çok arattık. Bir yer­
de buldurmak mümkün olmadı ki . . . Ruhunu teslim ettikten
sonra zemzemli ellerimle gözlerini ben yumdum. Vakitler
erişip gözlerimiz tavana dikilince Rabbim cümlemizin ölü­
münü asan eyleye . . . Ah aman, can vermesi kolay deği l . Za­
vallı Zehra . . . Komşucuğum bizim aramızdan eksiJip de kara
topraklara mı girdin?"

Mangal başındaki şişman kadın:

"Kardeş Ayşe, sen şekerli mi içerdin? Hep unuturum, akıl


kalmadı ki başta . . . "

Ayşe: "Şekeri i ama öyle revak gibi değil . . . Biraz da köpü­


ğünü kestir. . . "

353
Cemile Hanım ismindeki zayıf kadın başındaki çatkıyı
çözüp tekrar bağlayarak:

"Anacığının bir şeyi yoktu, ecel geldi baş ağrısı bahane . . .


Kadıncağız sapasağlam buradan kalktı, kızıyla beraber ban­
kaya gitti . Orada bilmem kaç yüz lirası varmış. Bu para bir­
den esrar olmuş . . . Anlaşılamadı. Haydi, kadının tepesinden
bir "selamen kavlen" iniverir. Ayağıyla gitti, eve araba içinde
yarı ölü bir halde getirdiler. Aman istemem. Bu kafır para
insana hem dost hem düşman . . . Şeyhlerden kaç defa d inle­
dİm. Bankaya para yatırmak günahmış. Konu komşu buraya
üşüştük. Hekimler, hocalar getirttik. Kaside-i Bürdeler, Sala­
ten Tüncinalar okuttuk. Hiçbir şey kar etmedi . Seni aratırız,
aratırız ortada yoksun . . . Hay Allah razı olsun (eliyle Benli
Faika'yı göstererek) o aralık şu Müslüman kadın, bu Molla
Hanım imdadımıza yetişti. Ermiş gibi bir hatun. Bizim bura­
da sıkıntıda olduğumuz ona ayan olmuş. Ah, ne mutlu, ka­
dıncağız sapma kadar derviş . . . Gizli odalarda zikirler ettiğini
kaç defa duydum. Ö yle ya ibadet de gizl i kabahat de . . . Şeyh
efendiden sana bir çift kelam getirmiş. Bu derin şeyler hep
susarlar, sözünü de ya tek söylerler ya çift, ah iki gözüm . . .

Ayşe Hanım:

"Molla Hanım okumaya izinliymiş. Şeyh üç defa ağzına


tükürüp kendine nefes vermiş. Ama ne keskin nefes hanım,
Şefıka'nın inatçı baş ağrısını bir okuyuşta kesti. Anan öldüyse
işte onun yerine bu kadını sana Allah gönderdi. Sakın salıver­
me, kız kardeşinle beraber otursun, ikinizi de ana gibi bağrına
bastırsın. Mübarek hatun, kadın değil evl iya . . . Böyle nerede
bulacaksın? Rabbimin cilvesi; birini aldı, birini verdi."

Benli Faika, bu cenaze evinde, şu saf kadınlara karşı bu


molla kadın rolünü ne mükemmel oynamıştı. Kenan o namus­
lu ağızlardan bir kerhane kurdunun velilik metihlerini iş ittikçe:
"O hangi tekkeden geldi, ne domuzdur bilseniz . . . " diye sinirli
bir halde hakikati haykırmak istiyordu. Pek koyu determinist

354
bir filozof olmakla beraber validesinin ölümüne böyle bir pis­
liğin bulaşmış olması nefsine pek ağır geliyordu.

Namiye ayıldı. Başına yastık dayayarak köşeye oturttular.


Benli Faika, yeşil başörtüsü, elinde tespihiyle gözleri yarı ka­
palı derviş gibi bir sessizliğe bürünmüştü. Kahveler dağıtıldı.
Bir tane de Molla hanıma götürdüler. Elindeki tespihi göste­
rerek keyif verici olan bu kara suyu içme günahına katlana­
mayacağını işaretle anlattı.

Cemile Hanım:

"Molla Hanım, elinde tespih varken kahve içmez. O kaba


soğan sofusu değil, tam Müslüman . . . Lak ırdıya de karışmaz.
Şeyhten bir çift ketarn getirdi. Bir iki çift de kendi söyledi,
işte o kadar... Mübarek hatun . . . "

Kahveler, cigaralarla beyinler uyarılırken zihinleri oyala­


yacak söz lazımdı. Ayşe Hanım başladı :

"Bu banka keyfiyeti anlaşı lamadı. Merhume Zehra Ha­


nım şekil ve kalıbında, tıpkı o kıyafette bir kadın, mühür, se­
net ve daha ne lazımsa hepsini tıpkısına benzer şekilde teda­
rik ederek bankaya gitmiş, 'Zehra H anım benim, ' demiş. Beş
yüz tane sarı lirayı oradan alm ış. O rtadan kaybolmuş . . . Ah,
dünyada beceriksiz insanlar bankaya gidip de kendi paraları­
nı bile böyle kolaylıkla kaldıramıyorlar. Bu fena insanlardan
Rabbime sığınmalı. Yapmayacakları yok hanım . . . "

Cemile Hanım: "Bu bir hırsız kumpanyası olmalı. Zehra


Hanım 'ın kıyafetine giren o kadın tek başına bu işi yapamaz.
Kim bilir arkasında ne azılı başka erkek hırsızlar vardır."

Ayşe Hanım : "Kör olup da ilahi sürüm sürüm sürünsün­


ler. Bankalarda bu kadar zenginlerin binlerle liraları yatıyor.
Başka bir şey bulamayıp da bir zavallı Namiye'nin çeyizl ik
parasını mı buldular?"

Cemile Hanım: "Nasılsa bu para kolayiarına gelm iş. Son


çalışları olsun, zehir zıkkım olsun inşallah . . . "

355
Mangal başındak i : "Korkma kardeş, bir gün belalarını
mutlak bulurlar. Rabbim iyi yapar, sen ona bırak. . . Hiçbir fe­
nalık cezasız kalmaz."

Bütün kadınların dudakları, melun hırsızların Allah'tan


cezalarını talep duasıyla mırıldandı. Sonra çehreden çehreye
soruşturan ve lanetleyen bakışlar dolaştı. Beş yüz liranın hır­
sıziarına yağdırılan bu lanetler altında Kenan bunaldı. Tespi­
hini çeken Molla hanımla göz göze geldiler. Vuslat'ın aşığı,
kendini ana katili yapan bu büyük cinayetinin canlı şahidi bu
yeşil başörtülü ihtiyar orospu ile karşı karşıya bulunmaktan
mevcudiyeti eriyormuş gibi bir azap ateşine düştü. Nefretle
başını öbür tarafa doğru çevirdi. Şiımli gözleri, kız kardeşi­
nin yarı baygın bakışlarıyla karşılaştı. Zavall ı kızın bakışında
öyle ümitsizlik derinlikleri gösteren sessiz bir serzeniş vardı
ki sanki bu bakışların karşılaşmasından kopan kıvılcım gidip
zavallının kalbine saplanmış gibi Namiye'ye tekrar baygın­
lık geldi. Kadınlar başına üşüştüler. Kız ölüm rengi alıyor ve
hemen gidiyor gibiydi. Cemile Hanım bağı rdı :

"Koş Molla Hanım, bu zavallıya bir nefes et, imdat Al­


lah 'tan, gözlerinin karaları kayboldu."

Molla Hanım, yeşil başını ve elindeki tespihini büyük bir


mürşit sofuluğuyla saliaya saliaya baygına yaklaştı . Baş ve
salavat parmaklarını kızın şakaklarına yapıştırarak fuhuş pa­
sından kalıniaşmış o kirli dudaklarıyla okuyup okuyup yarı
ölü bu masum bakirin temiz yüzüne doğru üflüyordu Bu
elemli facia arasındaki züht ve riya komedisi Kenan 'ı çti­
dırtacak bir hale getirdi. Hemen boğazına atılarak yeşil ba­
şörtüsünü ip gibi burup, karıyı bunun içinde boğmak arzusu
cinnetine zor karşı koyabiliyordu. Benlİ Faika, Kenan ' ın bu
korkunç tiksintisini anladı. Bin erkeği baştan çıkarmış o cil­
veli gözlerini bu defa ciddi bir alayla süzerek Vuslat'ın aşığı­
na baktı ve demek istedi ki:

"Şeyhten getirdiğim bir çift kelam işte budur! Sen mi


daha günahkarsın, ben mi?''

356
9
Vakitsiz Bir Gece M isaliri
Vuslat ' ın ayrıl ığını takip eden bu i kinci aile felaketi Ke­
nan'ı son derece ümitsizlikle sarstı . Hele o yeşi l başl ı Molla
Hanım'ın itharn eden bakışları önünde yıldırımdan ateş al­
mışa dönerek fesini kaptı, sokağa fırladı. Bu tirardan hayrete
düşen kadınları n:
"Kız kardeşini bu Mide bırakıp da nt:rt:yt: gidiyorsun?
Biz burada misafıriz. Bundan sonra bu anasız, parasız kıza
kim bakacak?" yol lu suallerine cevap bile vermedi. Taşl ık­
taki kandil, anasının ölümünün nas ı l olduğu, banka işi, o la­
net okumalar, Molla Hanım'ın yeşil başı, Namiye'nin o can
çekişir haldeki bakışları . .. Hep bunlar gözlerini, kulaklarını
yakıyordu. Bütün bu acı dolu şeyleri artık ne görmeye ne işit­
meye dayanacak tahammülü kalmamıştı.
Uzağa kaçacaktı, uzağa ... H içbir şey işitemeyecek kadar
uzağa.. . Bu korkunç hatıraları mesafesiyle örtecek kadar
uzak ...
J imnastik adım gidiyordu. Birkaç sokak boyladı. Korkunç
tesadüf. . . Karşısına büyük bir kalabalık, bir kadın cenazesi
çıktı. Validesini de böyle şal örtülü bir tabutla götürmüşlerdi.
Kalabalıktan sokağı sökemedi. Cemaate yol vermek için du­
vara yaslandı. Herkes lanet okuyarak kendi yüzüne bakıyor
zannediyordu. Bu cenaze zihnini öyle karıştırdı ki tabut için­
deki kadının kendi validesi olması gibi bir yanlış tahmine ka­
dar vardı. Evvelce yalnız Vuslat'ın aşkından, hatıralarından
kaÇmak isterken şimdi validesinin ölüm sebebini hatırlatan
şeylerden uzaklaşmak istiyordu. Fakat cebinde bulunan beş
on lira, validesini öldüren para bakiyesinden değil miydi?
Sönmez, zalim bir sevdanın ateşlerinden ana kucağına sığı­
narak tesell i bulabilıne üınidindeyken şimdi o kucak toprakla

357
örtülmüştü. Val idesinin mezarı neredeydi? Bunu bile sorrna­
mıştı .
Bu hırsızlık cinayetinin eserlerinden, izlerinden, onu ha­
tırlatan şeylerden nereye kaçabi lirdi? Cinayeti işleyen kendi­
siydi? Ölmeden kendi kendinden kaçabilir miydi? Fakat ka­
çıyor, nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Hiç tanımadığı
semtlerden, ömründe geçmediği sokaklardan girdi, çıktı. Üç
saat dolaştı. Yoruldu. Terledi. Düşüncesini susturmak, yor­
gunlukla canlı l ık duygularını bitirmek, eziyetli çabalardan
alıkoymak istiyordu. Birçok yokuşlar inip çıkmıştı . Nerede
olduğunu anlamak için etrafına bakındı. Kendini Balık Pa­
zarı'nda buldu.
Sahile doğru yürüdü. Bu sokakların yaydığı ağır, keskin
şarap, rakı kokusu i çmeyenleri bile mest etmeye kafıydi.
Sahil, hiçbir m idenin kabul etmeyeceği kokmuş meyvele­
rin, küfe küfe dökülmesinden su yüzeyi görünmez bir halde,
hareketli, pis kokulu geniş bir çöp deryası kesi lmişti. Kayık­
lar su mu kara mı olduğu belirsiz bir pislik üzerinde yüzü­
yorlardı.
Geniş, boş, pis bir meyhaneden içeri girdi. Kokmuş yu­
murta, pastırma, çürük kavun, karpuz kokularıyla karışık bir
rutubet bumuna doldu. İçeride olmamış, olacak, olmuş beş altı
manga müşteri vardı. Kenan gitti, tezgaha karşı kuytu bir kö­
şeye oturdu. Tezgahın mavi boyalı yüzüne asma dalları, üzüm
salkımları arasında şarap ilahı ve bütün sarhoşların piri "Ba­
küs", boylu boyunca durarak baygın bakışlarıyla halka halka
etrafına dolmuş sarhoşluk tarİkine girmiş arkadaşlarını seyre­
diyordu. Oraya resmedildikten sonra hiç yıkanmamış bu yağ­
lı, kirli harabati Baküs, şarap müptelalarınca tasavvur edilen
ulviliğinden ziyade süfliyetine bir işaret gibi duruyor, şaraptan
değil oradaki pis kokudan sarhoş olmuşa benziyordu.
Ne içeceğini sormak için yağlı saçları taralı, lacivert göm­
leğinin kol ları sıvalı miço geldi. Müşterinin pek yakınında
durdu. Kenan bu seyyar süprüntü küfesini eliyle iterek:

358
"Burnuma sokulma, azıcık ötede dur. . . " dedi.

"Ne içeceksiniz?"

" İ yi kayık düzü var mı?"

"Aylası. . . "

"Bilirim, alası da o, ednası da. . . Haydi getir. . . "

Biraz sonra miço, elinde hangi nevi maden olduğu belli


olmayan bir tepsi ile geldi.

Dipleri ikişer üçer parmak kalınlığında bardak, kadeh,


şişeyi masanın üstüne koydu. Ufak u fak tabaklarda birçok
mezeler dizdi. Küçük çinko çatalı temizlemek için arnzun­
daki murdar bt:zt: silip büsbütün kirlettikten sonra bir tabağa
dayadı. Garson çekildi.

Kenan rakıyı kokladı, mezelere baktı: Bir iki damla yağ,


sirke bulaşığı içine uzanmış bir cılız sardalye, iki tane gümüş
balığı tavası, fasulye pilakisi, yeşil zeytin . . . Bunlar hayat,
taze karışıktı. Kadehi doldurdu. Susuz çekti. Mezelerden ye­
mek için evvela tereddüt etti. Sonra kendi kendine, "Bu me­
zeler her gün burada tabak tabak yen iyor, pisl ikten kimsenin
zehirlendiği yok. Beni zehirlese daha ala . . . "

Ufak doğranmış ekmek parçalarını tabaklara batırarak


mezelerden çimlendi. Çok saatlerden beri açtı. Açlığını bi­
liyordu. Birkaç kadeh daha attı. Yorgunlukla, sarhoşluk baş­
langıcı birleşti. Başını duvara dayadı . Sızar gibi oldu. G it­
tikçe müşterisi artan meyhane muhtelif insanlardan ve üst
perdelerden sözlerle doldu. Kavgamsı kızgın konuşmalar da
vardı. Dinleyen belli değildi. Herkes söylüyor, mestane kah­
kahalar dalgalanıyor, bu gürültüye falso şarkı ınınltıları da
karışıyordu.

Bu havra içinde Kenan gözlerini açtı. Ne kadar müddet


sızdığını bilmiyordu. Fakat uyandığı zaman meyhaneyi he­
men simsiyah kararmış buldu. O aralık lambalar yakıldı.

359
i çeriye yayılan gaz aydınlığı, tavana doğru yükselen cigara
dumanı bulutlarını aydınlattı . Mekanın pisliğinden kirlenen
ışık, donuk bir renk aldı. Bu insan ahırını tanımiayabilecek
neşelikteki meyhaneyi kokutan müşteriler miydi, müşterileri
kokutan meyhane miydi? Anlaşılamıyordu.

Kenan garsonu çağırdı. Bir şişe daha ısmarladı. .. Mezeler


tazelendi. Kenan, kendi kendine: "Deminki mezeleri yedim,
henüz zehirlenme alametleri ortaya çıkmadı. Bakalım bunları
da ziftleneyim ne olacak?" dedi, bir kadeh yuvarladı. Rakı
beynini sannaya başladı. O şimdiye kadar en temiz birahane­
lerden başka yerde içki içmemişti. O gün bu pisliğe duygu­
larını gömmek, bu kokular içinde boğulmak, bir de hiçbir ta­
nıdığa rastlamamak, kendince bir bilinmezliği yaşamak için
muhitini değiştirmişti. Etrafına bakındı. Kendi kendine için­
den konuşarak: "Acaba eski şairlerimizin ' içki alemi' diye en
parlak, ruh okşayan, hoş sözler sarf etmede birbirleriyle yarış
ettikleri, ilham kaynağı bildikleri, bütün şiir feyizlerini dalıp
da diplerinden çıkardıkları, nazım ve zarafet dünyası bu alem
miydi? Bu meyhanenin havası ve suyu bana hiç hoş gelmedi
ama ne yaparsın?" dedi.

Dirseğini masaya, başını eline dayayarak daldı. i çki, duy­


gularını söndürmüyor, uyutmuyor, bilakis azabı gözlerinin
önündeki mercek ve mikroskoplarla yüz defa daha büyütüp
tahammülün üstünde bir keder uyandırıyordu.

lzdırabının sahası İ stanbul 'dan Mısır'a kadar uzanıyor­


du. Dalıyor, hasret bakışı denizin mavi ufuklarından atiaya
atiaya Mısır'ı buluyor, oranın daha parlak güneşiyle gözleri
kamaşıyor, sonra taştan bir M ısır evinin süslü gerdek oda­
sında altın saçlı, gül yüzlü Vuslat' ını genç zengin Mısırl ının
esmer kolları arasında rüyaya dalarak uyumuş olduğunu gö­
rüyor, rakibinin koyu rludakları o duru pembe göğüs üzerinde
ateşten öpüşlerle gezinirken: "Bırak uğursuz herif, o sevda
sanemi benimdir. Sen onu para kuvvetiyle zapt ettin. Vücu­
du sende fakat hala gönlü bendedir" sızlanışıyla haykırmak

360
istiyordu. i çkinin tesiriyle aklen hafıflemiş, bir hiç için gü­
len, ağlayan, neşelenen, öfkelenen bu sarhoş yığını içinde
Kenan'ın sıkıntısından yine asabı gerilmeye, can çekişir gibi
gözleri süzülmeye başladı.

Acılı bakışını oradan oraya ağır ağır dolaştınrken duvarda


bir levha gördü. Bu, kolları arasında beyaz bir güvercin tu­
tan acı lı bir kadın resimdi. Yüzünün bütün görünüşü, hele iri,
kara durgun gözleri o kadar Ragıbe'ye benziyordu ki Kenan,
kendinin o can çekişen ızdırabını, bulunduğu pis meyhanede­
ki sefaletini, boşadığı karısını duvardan seyrediyormuş gibi
birdenbire ürpererek mırıldandı :

"Oh, işte bu eksikti ! Annemin mezardan, nereye gitsem


beni gözetleyen, lanetleyen gözlerine, kız kardeşimin bey­
nimde fotoğrafı basılmış o serzenişli bakışiarına şimdi bir de
bunlar katıldı. Ben bu gözlerden nereye kaçayım? Bana ahi­
retten de bakıyorlar, bu dünyadan da . . . Bu iki �Hemden hariç
bir üçüncü kurtuluş dünyası var mı?"

Kadehini doldurdu. Duvardan kendine bakan bu bir çift


gözün canlı gibi içe işleyen dikkati karşısında içti. Şimdi
meşguliyeti bu oldu. Gözlerini levhadan ayırmıyor, ayrılıkla­
rından sonra Ragıbe'de ne gibi bir his değişikliği olduğunu,
hasret acısının zavallı kadında meydana getirdiği tahribatı
onun benzeri olan bu cansız çehrede incelemeye çalışıyordu.
Baktı, baktı : "Of' dedi bu ne garip bir tesadüf. . . O kolunda­
ki güvercin masumiyetine, mazlumiyetine işaret.. . Bu akşam
şu tesadüfte benim için ya büyük bir saadet veya uğursuzluk
var. . . Ragıbe, bana karşı gözlerinde lanet, öfke eseri yok. Yal­
nız derin derin hüzün ve melal var. B i l i rim, beni hala sever­
sin . . . Dermansız bir aşkla seversin. O son bulunduğun delice
hareket bana olan fazla sevginin eseriydi, p işmansın . . . "

Bir kadeh daha yuvarladı. Levhaya bitaba devam etti :

"Gözlerindeki acı, bendeki ümitsizliği çekiyor, parçalıyor,


emiyor. O sonsuz şefkatİn gönlümü bir ümit ve kurtuluş nuru

361
gibi kaplıyor. Beni mezardan bakan gözlerden, Mısır' dan
yağan ateşlerden kurtaracaksın, değil mi? Heybeli ' deki bal­
konunda gece her tarafın kırlarla bir renk, bir sessizlikte ol­
duğunu, bütün yaşamın, siyah bir uçurumun ıssız kucağında
susup bayılmış göründüğü saatlerde sen karanlıklara dikilen
hasretli gözlerinle hep beni arar, hayalimle konuşursun. Bek­
le geliyorum. İ şte b u gece sen hayalimi beklerken beni, sev­
gili Kenan ' ını kollarının arasında bulacaksın."

İçki, determinist filozofun hasta kafasında birdenbire ga­


rip bir tesir yaptı. Sanki evvelki aşktan, ürkmeleri, elemleri,
endişeleri hemen kaybalarak karşısındaki büyülü levhanın
tesiriyle kalbinde birden bir Ragıbe parladı. Göğsünde nur­
dan ümit, kurtuluş, saadet şelaleleri kaynaşmaya başladı. İ ç i
içine sığmaz gibi oldu. Kendinde o kadar büyük b i r rahatlık
duyuyordu.

Ragıbe ile evli l i klerinin başlangıcı olan sevişmelerin i ve


bakir ergenlik hayallerinin gerçekleştiği o tatlı anları, birbiri­
nin sevda dertleriyle uykusuz geçmiş olan geceleri, o· lezzetli
heyecanları birer birer hatırladı. Şimdi kendi içinde sığınacak
emin bir yer kalmıştı. O da Ragıbe idi. Böyle anasız, babasız,
parasız, memuriyetsiz, mesleksiz, dostsuz, sevgilisiz, yuva­
sız. . . Ragıbe' nin sevdasının şefkatine sığınınaktan başka bir
suretle yaşamak Kenan için nasıl mümkün olabilecekti?

Bir tane daha attı . Sarhoşluk bezeyanlarına devam etti:

"Ragıbe, sevgili kancığım. . . Cennetin gılmanları sana ev­


lilik vaat ederek sevgilerini anlatsalar, bilirim, istemez şid­
detle reddedersin. Gönlün bana aittir. Diğer erkeklere eberli­
yen kapalıdır. Sen beni ıslah için o galeyanlarla boşanmaya
atıldın. Beni İ srail ' i n kendilerine vaat olunmuş toprakları gibi
sen de benim düzelmemi bekleyerek yaşıyorsun. Yalnız ge­
çirdiğin istek gecelerinde Mecnun hikayesindeki Leyla' nın
ay ile konuşması gibi sen de aylardan, yıldızlardan hep beni
soruyor, rüzgarlardan ümit kokusu almaya uğraşıyor, bulut­
lardan dönmeme dair işaret bekliyorsun. Sen nasıl aşkının

362
derdiyle tesellisiz, devasız kaldıysan, işte ben de şimdi hiçbir
yerde rahat edemiyorum. Bu gece aç kucağını, bekle beni,
masallarda bulutlardan inen sevda perileri gibi uçarak bal­
konuna konacağım. Sonra, samimi yatağına, evet koynuna,
sonra kalbinin en derin en sıcak boşluğuna kadar gireceğim.
Orada ısınacağım. . . Seni ısıtacağım. Şu dakikada emelim,
hayatıının ahtı işte budur."

Kenan, bu abdini yerine getirmek için tezgahtaki Baküs ' ü


kefil ve bütün meyhanedeki sarhoşları şahit tuttuktan sonra
şimdi Balık Pazarı' ndan Heybeli 'ye kadar bir aşk perisi hı­
zıyla uçabilmek için kanatlanmanın bir yolunu düşünmeye
başladı. Çünkü saate baktı, alaturka bir buçuğu geçmişti. Ar­
tık Adalar' a vapur yoktu.

i çki herkesin beyninde türlü türlü garip tecelliler meyda­


na getirir: Cahilleri alim eder, ahmakları şair, serserileri ve­
zir, bazılarını rezil... Kenan o akşam içki kuvvetiyle Heybe­
l i 'ye uçmak için masal perisi, Zümrüdüanka veya bir tayyare
olabilir yahut ki bir sevda uçurtması gibi Sarayburnu'nun
en havadar yerinden kendini kapıp salı verme cüretine kadar
varırdı. Fakat kadehlerin sayısı henüz bu uçma mucizesini
gösterecek bir miktarı bulmadı. Sekiz on kadeh daha içerse,
belki meyhane peykesi üstünde sızarak ağır vücudu orada
uyurken hafif ruhu semalarda uçabilirdi. Şöyle bir kımıldan­
mak istedi. Uçmak değil, kendinde yürümeye hal bulamadı.
Başı, vücudu çok ağırlaşmıştı. Sol gözünü kapadı. Sağıyla
başkalan tarafından icra edilen bir panoramayı seyreder gibi
meyhaneni n derinliğine doğru baktı baktı. . . Evvela başını,
sonra ensesini kaşıdı. Düşünüyordu. N ihayet sorunu çözdü.
Telaşta miçoyu çağırdı.

Oğlan geldi, yine bumuna sokuldu. Kenan mestane bir


cdayla:

"Biraz alarga dur. Çöp arabası gibi kokuyorsun. Ş imdi


beynimdekilerden evvel bana midemdekileri çıkartırsın."

363
Miço, biraz alınganlıkla çekildi. Kenan devam etti:

"Buradaki müşterilerin içinde tanıdığın sandalcılar var mı?"

Garson biraz düşündükten sonra:

"Var. . . "

"Haydi, bana çağır."

Miço gitti. Kalabalığın içine daldı. i ri yarı bir müşterinin


kulağına doğru eğilerek bir şey söyledi. Herif başını çevir­
di. Oğlanın Kenan ' ı göstererek uzattığı parmağının ucundan
çıkan çizgiyi takip etti. Delikaniıyı gördü. Sonra ağır ağır
yerinden kalktı. Kenan ' ın yanına geldi. O sıcakta arkasın­
da çapraz önlü deve tüyü aba camadam içinde biraz kam­
bur duran iri vücudu ile Kenan'ın önünde durdu. Dirseğini
lüzumundan fazla d ışarıya çıkararak parmakları birbirinden
yelpaze gibi açık duran geniş nasırlı eliyle cakalıca bir selam
verdi. Delikanlının işareti üzerine karşısına oturdu. Kenan
sandalcıya bir kadeh rakı ısmarladıktan sonra:

"Arkadaş, sandaim var mı?"

"Var, şurada yalı önünde. . . Kız gibi yatıyor."

"Gitmek istediğim yer uzak. . . "

Sandalcı abus bir gülümsemeyle sıkıca da elindeki cigara­


yı çektikten sonra kalın bir sesle cevap verdi: "Ne kadar uzak
olursa olsun . . . İ zmit'e, Mudanya'ya giderim. Sandal kotra
gibidir. Yelken açtım mı kuş gibi uçar."

"Hah, işte, ben de kuş gibi uçmak istiyorum."

"Nereye gideceksin?"

"Heybeli 'ye."

"Peki . . . "

"Şimdi saat ikiye geliyor. Kaç saatte gidersin?"

"Havası bilir. . . "

364
"Yok, pek havaya bırakma. İ ki çifte isterim."

"Zaten çi fteyiz."

"Sabaha karşı oraya varmak planıma uymaz. Erken git­


meliyim."

"Merak etmeyiniz. Dört buçuk nihayet beşte sizi atmaz­


sam para vermeyiniz."

Pazartığı dört mecidiyeye kesiştiler. Meyhanenin hesabı


görüldü. Kenan içki kerametiyle kanat, kuyruk çıkaramadıy­
sa da şimdi sandalın beyaz kanadıyla M armara'nın köpüklü
dalgaları üzerinden sekerek sevgilisinin semtine uçacaktı.

Sandala bindiler. İ stanbul 'da uzun zaman kaldıkların­


dan artık şehirlileşmiş iki kuvvetli Laz küreklere yapıştılar.
Şiddetli bir meltem poyrazı esiyordu. Sarayburnu açıklarına
gelince yelken açtılar. Bir haftalıkla on beş günlük arasın­
da bulunan ay, sanki bin parça olarak koyu dalgalar üzerine
semadan palet palet kaynaşan, fıkırdaşan akisler yağdırıyor,
bir gök projektörü gibi sandaim güzergahında nurdan bir yol
açıyordu.

Sandal, bordasına çarpan ay kırıklarını denize iade ederek


bazılarını çiğneyip ezerek kanadı üzerine yatmış bir martı su­
retiyle köpükler üzerinden uçuyordu. Rüzgarın iniltisi, dal­
gaların fışırtısına karışarak tabiatın büyük fanusunun serptiği
nurlar altında her an birbirinin kucağına atılan gök ile yer,
uzun bir aşk sohbetine girişmişler gibiydi. Biri inliyor, öteki
coşuyordu. Kenan, M ısır yolunu ve İ stanbul surları dışında­
ki siyah serviler altında kefenini açarak taburunun arasından
bakan validesinin lanet dolu bakışını görmemek için arka­
sını batıya dönmüş, gözlerini kuzey doğu yönünde, ileride
belirsiz karaltılar şeklinde beliren Adalar ' a dikmişti. Deter­
m inizm felsefesinin uğursuzluğuyla cehenneme dönen şu an­
daki hayatı, Ragıbe ' nin bitmeyen sevdasıyla hemen bir cen­
net saadeti halini alı verecekti. Sandal ilerleyip Ada karaltıları
belirsizliğini kaybettikçe Kenan Heybel i ' deki evi, balkonu,

365
orada bekleme acısıyla gözlerini denizlere dikmiş Ragıbe 'yi
görmeye çalışıyordu.

Rüzgar, Kenan' ı n sarhoşluğunu dağıttı. Denizin serinliği


kalbideki elem ateşlerini söndürür gibi duygularına bir yu­
muşaklık veriyordu.

Bazen hava patıatacak gibi yelkeni doldurup küpeşteden


içeri sular hücum ediverecek sanılan bir şiddetle sandalı yan
üstü yatırdığı vakit Kenan, denizin karanlık derinliğine doğ­
ru endişeli bir bakışla bakıyor, ruhunu derinliklerine çeken
bu karanlık uçurumdan ürkerek hafif bir korku titrernesiyle
öbür tarafa çekiliyor, bazen bir tepecikten ötekine atıayan ha­
fif bir ceylan gibi sandal bir dalgadan öbürüne başvuran bir
uçurtma uçuşuyla sektikçe yüreği de onunla beraber hoplu­
yordu. Rüzgar, dalgalar böyle büyük bir hoplamayla kendini
Ragıbe'nin balkonuna atamazlar mıydı?

Kınalı 'yı geçtiler. Sağda kara sessiz bir seyirci gibi duran
Burgaz ile Heybeli'nin arasına sıkışmış yavru adacık, sırtını
mehtaba vermiş büyük bir kaplumbağa sessizliğiyle uyuyor­
du. Heybel i ' nin Değirmen Burnu'na yaklaştılar. İ ki tarafına
latif kavisler çizerek deveboynu gibi denize uzanan burnun
üzerinde, eski yel değirmeninden kalma taştan örülmüş bir
silindir, gecenin sessizliğini dinleyen bir nöbetçi kulübesini
andırır esrarengiz bir şekilde etrafa bakıyordu. Hangi adadan
geldiği belli olmayan birkaç cevaplı havlama etrafta akisler
yaparak denizin dalgalarıyla beraber yuvarlanıp giderek kü­
çülen bir gece çanı gibi hava dalgaları içinde uzaklara yayı­
larak söndü. Kenan, kimseye görünmemek için tenhalığın­
dan emin olduğu Tersane i skelesi'ne çıkacaktı. Sandalcılar
yelkeni topladı lar. Kürekleri aldılar. Burası, Değirmen Bur­
nu'nun poyraz dalgaianna karşı sol taraftan koruduğu cennet
gibi bir koydu. Biraz ötede çırpınan deniz burada küçük bir
kavis içine sığınarak bütün etrafın manzaralarını göğsüne çe­
ken durgun bir ayna parçası olmuştu. Başucundan batmaya
ba�lamı� olan ay, bu durgun sular üzerine arkası üstü bitkin

366
serpilmiş yatıyor; salıilin iri çamları asılları ile akisleri kar­
şı karşıya korkunç bir uyku içinde birbirlerine bakıyorlardı.
Çarnlar ile gölgeler arasına ayın serptiği hazin ışıklardan
meydana gelen, ortalıktaki gizem dolu hoş bir belirsizlikle,
gecenin eşyaya verdiği yarı memnuniyet içindeki tabiatın
bu tatlı uykusunda ne dokunaklı bir şiir, ezel sanatkarının ne
büyüleyici bir ahengi vardı. Karaların bu uykusu üzerine de­
n izlerden hafif bir ninni teranesi esiyor, biraz ötede dalgalar
beşik sallayan ana mahmurluğuyla fışkırıyordu. Tabiatın bu
şiiriyetine, adanın bu güzelliğine Kenan o zamana kadar hiç
dikkat etmemişti.

Sandal, yıkık bir duvar parçası gibi kalmış Tersane İ ske­


lesi 'ne yanaştı. Saat henüz beş olmamıştı. Söylenen vakitten
evvel gelinmiş olduğu için Kenan, sandaletiara bahşişle bera­
ber ücreti ödedi. Selamiaşarak karaya çıktı. Yokuşa yürüdü.
Etrafta ne bir canlı ne bir çıt vardı. B i raz daha yürüdükten
sonra nereden geldiği bilinmeyen bir iki havlama delikanlı­
yı karşıladı. Maneviyada uyanıklık arasındaki bu hazin şiir
aleminden Kenan, çam gölgelerini çiğneyerek yolunda de­
vam ediyordu. Gölgeli ışıklar, bu sükı1t, bu vahdet, adanın
büyük bir mezarlığı andıran hüznü, kalbine hafif bir ürperti
getirdi. Arkasına döndü, denize baktı. Kendini bırakan san­
daim büyük bir kelebek gibi sular üzerinde beyaz kanadı tit­
rediğini gördü. Yürüdü, yokuşu yarıl adı. Gide gide arınanın
koyuluğu artıp kendisi daha gölgelere kanştıkça etrafı korku
dolu bir manzara alıyordu. Bu çam altları ne kadar aşıkane
fısıltılara mahrem olmuş, buralarda kemanlar tesirli iniltilerle
gülmüş, ağlamış, mandolinlerin telleri yanık nağmelerle tit­
remiş, sevda hıçkırıklarıyla ne göğüsler iniemiş ne mesudane
buluşmalar, ne acıklı intiharlar olmuştu. Fakat şimdi kimse
yoktu. Bir Kenan bir de orman . . . Sevdazede genç gönüllere
cennet veya cehennem sahneleri olmuş bu tabiat dekoru için­
de o iniltilerin, feryatların, ruhu bayıltan buselerin akislerini
duymak için etrafı dinledi. Ses yoktu. Şimdi burası bütün o
s ır ları yırtan bir sessizl ik mezarıyd ı . B iraz daha yürüdü.

367
Çarnlar arasında Rum Ticaret Mektebinin mehtap vurmuş
beyaz duvarlarını gördü. Sola saptı. Halki Palas'ın önünden
uzanan alçak beyaz duvarın köşesine kadar çıktı. Cadde,
çamlıkla evler arasında uzanmış, mehtabın hafif ışığı altın­
da uyuyordu. Şimdi kendinden başka yolcusu olmayan bu
caddeyi tutturdu. Yolun iki tarafındaki sessiz ağaçlarda her
şeyi görüp dinlemeye gözünü ve kulağını dikmiş meraklı bir
insan ha.li vardı . G i diyordu. Birdenbire bir merkep anırtısı
galiz, şikayet dolu bir küfür gibi tabiatın bu şairane sessizli­
ğini bozdu.

Şiddet ve kabatığı gidc gidc incelerek uzadı, uzadı, uza­


dı. . . Etrafta bir sürü izler peyda ede ede söndü. Kenan, kendi
kendine:

"Nazik hayvan . . . Bu merhaba, bu hoş geldin bana mı?"


dedi. Yürürken yine şöyle düşündü: "Eşşeoğlu ... Söyleyiş
şeklin pek muğlak . . . Bu bir karşılama mıdır aşağılama mı­
dır anlaşılamıyor. Hakkımda bunu uğur mu sayayım yoksa
uğursuzluk mu? Adam sen de, düşündüğüm şeye bak. Eşek
anırmasından da fala bakılmaz ya? Benim geldiğimden onun
haberi bile yok. Zavallı hayvan. Belki o da sevgilisine böyle
yalvarıyor, bülbül gibi dem çekecek değil ya!"

Böyle mınidanarak yolunda devam etti . İ ki yandan bir­


kaç sokak başı geçtikten sonra, sağ tarafa yükselen bir yokuş
önünde durdu. Ragıbe H amının evi, tepede yeşi llikler içinde
iri bir kuş yuvası gibi gözüktü. Gözünü bu yuvaya dikerek
yokuşa saldırdı. Gittikçe sokağın meyli dikleşiyor, kaldırım l ı
b i r merdiven halini alıyordu. Tırmandı, tırmandı. Evi alarga­
dan gözetmeye uygun bir yer seçerek durdu. Mehtap arkaya
dönmüş, evin cephesini gölgeye gömmüştü. Yeşil panj urları
hep kapalı ev derin bir sessizlik içinde uyuyordu. Yalnız üst
kattaki balkon kapısının iki kanadı açıktı. Burası Ragıbe'nin
yatak odasıydı. İ çeriden gayet ince pembe bir ışık halkona ta­
şıyordu. Kenan'ın nabzı yükselerek arttı. Elini kalbinin üze­
rine götürdü: "Oh, Ragıbe odasında uyuyor," dedi.

368
Evin bahçe kapısına gitti. Kapının üstünde çıngırak ol­
duğunu, kanat itilince çıngırdayacağını bildiğinden gürültü
çıkarmamak için demir kapının çubukları arasına bastı. Yu­
karı tırmandı. Duvara çıktı. Oradaki alçak parmaklıktan atla­
dı. Sessizce bahçeye girdi. Dik bahçeyi boyuna yürüdü. Her
tarafını dikkatle dinledikten sonra bodrum katına iki kol gibi
sarılmış çifte taş merdivenin birinden çıktı. Orta kat balko­
nunu tutan kalın demir ayaklardan birine sarıldı. Beyaz gül,
mor salkım dalları arasından tutuna tutuna bir cambaz gibi
orta kat balkonunu buldu. Aynı şekilde üst kata da tırmandı.
Ragıbe'nin balkonuna atladı. Dört tarafını çiçekli yeşillikler
bürümüş halkonda karşı karşıya iki hasır koltuk ve orta yer­
de yuvarlak ufak demir masa duruyordu. Büyük bir ihtiyatla
başını açık kapının kenanndan uzattı; içeri baktı. Konsolun
üzerinde ufak pembe karpuz altında gece kandili yanıyor,
etrafa hafif bir şafak nuru saçıyordu. İ çerinin döşeme şekli
bütün bütün değişmiş, evvelki gülkurusu yatak takımı şimdi
ateş rengi bir kırmızıya çevrilmiş, odanın düzeninde eski ha­
tırayı uyandıracak hiçbir şey bırakılmamış, yatağın yeri bile
değiştirilmişti.

Kenan tüm dikkatiyle gözlerini tül cibinliğin arasından


döşeğe dikti. Gözüne çarpan dehşete inanamayarak canı çe­
kiliyormuş gibi bir helecanla gözlerini ovuşturdu. Bakışını
titreye titreye arttırmaya çalışarak bir daha, bir daha baktı.
Evet. . . Gördüğü şey rüya değil, hayal değil, hakikatti. Çok
korkunç bir hakikat. . . Karyolada iki kişi yatıyordu. Acaba
Ragıbe bu evden çıkmış da başka bir kiracı mı taşınmıştı?
Heyecanından kalbi daralıyor, beyni eziliyor gibi oluyordu.
Kederden, meraktan cesareti arttı. Ağır ağır odanın ortasın­
dan yürüdü. Karyolanın önünde durdu. Pek yakından baktı.
Yatakta birbirine karışmış dört kol, göğüs göğse gelmiş iki
vücut, sevginin maddi hazlarından şimdi manevisine geçmiş,
hala rludakiarında sevda tadının lezzetleri duran biri erkek
biri kadın iki baş mışıl mışıl uyuyorlardı . Kadına baktı, boşa­
dığı Ragıbe'yi tanıdı. Ragıbe'nin iki gözlerini haleleyen sık

369
kirpikleri uyku halinde daha uzun, gölgelikli görünüyor, si­
yah gür ve açık halde olan saçlarından bir kısmı koynundaki
genç erkeği n alnına serpilmiş, bir kısmı kendi çıplak beyaz
göğsü ve kolları üzerine dağılmıştı. Erkek, sarı saçları alabros
kesilmiş, ince bıyıklı, levent endamlı bir gençti. Ragıbe'ye
doğru iştiyakla uzanmış gibi aralık duran ağzında, hala aldığı
buselere kanamamış edebi bir yalvarma hali vardı. Kenan' ın
beyninde alevler püsküren Mısır yolu yangınına, validesinin
ahiretten bakan gözlerine şimdi bir de bu gözleri yakan man­
zara katılmıştı. Kendinin bir yaşam kucağı olarak atılmaya
geldiği kollar arasında i şte bir yabancı yatıyordu. Şimdi ne
yapacağını bir türlü kestiremedi. Kararsızlıktan, çaresizlik­
ten kanm.:alanan beynini başının üstünden kaşımaya başladı.
Dizleri titriyor, ayakta duramıyordu. Duvara dayandı . İ lk dü­
şüncesi şu oldu: "Ah, hain Ragıbe, bi ldiğim gibi bana sadık
değilmiş. Zamparasıyla yatıyor."

Durum tehlikeli ve pek nazikti. Döşeklekiler uyanırlarsa


ne olacaktı? Kenan artık sağlıklı muhakeme edemeyen, isa­
betli karar vererneyen zihniyle düşünmeye devam etti: "Ben
bu evde nikahı bir süre için kesilen şimdi yine yen ilenmek
üzere bulunan bir kocayım. Öteki ise ırz düşmanı korkak bir
zamparadır. Ben ondan niçin korkayım? O benden korksun."

Yine döşeğe yaklaştı. Bu defa zamparanın dudakların ı


karısının gerdanına yapışmış buldu. Bu yabancıyı boğmak
için hemen atılmak gibi kudurtan bir isteğe kapıldı. Yatağın
başında tereddüt ateşleriyle yandı . Zangır zangır titredi . O
titremeler içinde düşündü. H islerine hakim olarak medeni bir
erkeğe yakışır şekilde meseleyi bitirmeyi daha uygun bul­
du. Zamparanın sevda günahını af ile oradan kovacak, sonra
onun yerine Ragıbe 'nin koynuna kendi girecekti . Gece yarısı
evin içini helecana vermeksizin yataktakileri nasıl uyandıra­
cağını düşünürken orta yerde, çiçekli kadife örtülü masanın
üzerinde birkaç kitap ve bir de mektup zarfı gördü. Ansızın
bir merakla elini uzattı, zarfı aldı. Kandi lin pembe ışığına tu­
tarak üzerin i okudu. Adresi şöyle idi:

370
Heybeli 'de ( . .) Müdürü Ömer Nurnan Beyefendi 'nin
muhterem eşi Ragıbe Hanımefendi ye takdim.
Yazı pek okunakh, ibare açık ve kısaydı. Bu birkaç sözün
korkunç manası Kenan ' ın beynine cehennem alevleri acısıyla
yayıldı. Daha çok okursa kelimelerin anlamlan değişecekmiş
gibi bir aptalhkla bu kısa satırlan tekrar tekrar, belki on defa
okudu. Her okuyuşunda anlamı değişmiyor, daha ziyade kuv­
vet ve katiyet alıyordu. Demek Ragıbe'nin koynunda yatan
genç zamparası değil, nikahlı kocasıymış. Kenan' ın beyninde
tutuşan ümitsizlik, kıskançlık ve hüsran ateşi dayanılmaz, öldü­
rücü bir şiddet ve sarsıntıyla bütün bedenini istila etti. Bu son
felaket şimdiye kadar ardı arkası kesilmeyen darbelerin en kor­
kuncuydu. Hayatının bu son ümit kapısının da kapalı görünce
kalbi yanarken, cildini bir soğuk ter kapladı. Titreyerek, korka­
rak, şaşkın bir halde yine çekildi. Düşmernek için duvara yas­
landı. Sefil, geçmiş hayatını, karanlık kollarını açmış gelecek
belalan kafasında topartamaya çalışıyordu. Mazisi sanki anlam
ve şekil değiştirerek geleceğinde yaşayacak, ölmez, yok olmaz
sımaşık bir dehşet almıştı. Mazisinden kaçamıyor, geleceğine,
bu karanlık dibi görünmez kuyuya da kaldırdığı adımını atamı­
yordu. Bitkin ve korkak, gözlerini karşıya dikti. Aynah dolabın
karşısında bulunduğunu gördü. Aynanın cilalı yüzüne dikilmiş,
kandilin pembe ışığıyla beraber titreyen bir insan kendisine ba­
kıyordu. Kalıpsız bir fes, on beş gündür ustura görmemiş iki
parmak sakat, yabani ot gibi kulaklarını bürümüş darmadağınık
saçlar, kirli çarpık bir yakahk, düğümü göğsüne inmiş buruşuk
bir boyunbağı, lekeler içinde bir ceket, dizleri çıkık tozlu bir
pantolon ... İ rin rengini almış, yanakları fırlak, zayıf, iğrenç kirli
bir yüz, çukurlara gömülmüş, ölen, elem kaynağı, uğursuzluk
saçan bir çift göz... Bu sefil kimdi? Kenan' ın odaya vurmuş
gölgesi miydi? Yustat'ın kaçışından beri bu zavallı kendini
böyle dikkatle boylu boyunca hiç aynada görmemişti. Ne hale
gelmişti, ya Rabbim ne hale ... Kendi kendini tanıyamadı. Ya­
taktakiler uyanırlarsa, döşemesi kibar, temiz bu düzenli odada­
ki bu serserinin bulunuşuna ne diyeceklerdi?

371
Hırsız sanılacağına hiç şüphe yoktu. "Ben bu evin eski
damadı Kenan ' ı m," hakikatiyle bin feryat etse, yüz şahit ve
belge, kendini en çok görmüş olan en samimi gözler bile bu
çirkin, iğrenç, solgun kimsenin eski şık, güzel Kenan oldu­
ğuna duraklamadan evet diyemeyeceklerdi. Zavall ı ne kadar
bozulup değişmişti. Bu zilletini, sefaletini Ragıbe'ye göster­
mekte hele o evde kendi eski itibarlı yerini şimdi almakta
olan rakibi Ö mer Numan'a göstermekte ne haz ne mana var­
dı. Oraya bir hırsız gibi balkoniardan tırmanıp nasıl girmiş
ise yine öyle çıkıp gitmek en doğru hareket olacaktı. Fakat
evlilik zamanında sıkılarak aylarca gelmek istemediği bu
odayı şimdi terk edemiyordu. Sanki acılarını aıttırarak a<.:ının
şiddetinden orada boğulup kalma isteğiyle gözlerini her ta­
rafta dolaştınrken duvarda çerçevelenmiş bir fotoğraf gördü.
Ragıbe, Ö mer Numan, karı koca büyük bir bahçede el ele
tutuşmuş ayakta duruyorlardı.

Yüzlerinde öyle mesut bir gülümseme, gözlerinde öyle


derin bir yaşam memnuniyeti, duruşlarında öyle bir kaynaş­
ma, bir ruh ve evlilik anlaşması vardı ki sanki o mukavva
üzerindeki cansız dudaklar, evliliklerinin büyüklüğünü anlat­
mak için "bahtiyarız" neşesiyle haykırıyorlar ve bütün hal
dilleriyle Kenan' a:

"Behey determinizm budalası, gözlerini aç da bak. Me­


sut bir çift nasıl olurmuş işte gör. Karamsar filozofların insan
saadetini inkar vadisindeki safsatalarma kapılanlar işte on­
dan böyle senin gibi eksik kalırlar. Hayatta mesut olmanın,
bedbaht olmanın arnil ieri nedir? Ne gibi faziletlerle birinin
elde edilmesi, öbürünün defedilmesi mümkün olabilir? Sen
determinizmin ' nedensellik' kanunları içinde boğulacağı ke­
sin olan acemi bir yüzücü gibi kulaç atarken ' mesut olma' ve
' bedbahtlık' kelimelerinin en basit anlamlarını bile kavraya­
mamıştın. Çünkü sen saadeti senelerce fahişelerin koyunla­
rında aradın. Öyle mübarek bir şeyi o pislik içine sokmaya
çalıştığın için kelimenin kutsallığı seni çarptı. Tabiatta defı
müşkül birtakım zorlu sebepler varsa da çok defa kendini

372
mesut veya bedbaht eden yine insanın kendisidir. Huzur ve
v icdanla yaşayan bir alçak, vicdanından mustarip bir hakiki
erdem sahibi gösteremezsin. Saadet, güzel metresle, yalnız
servetle kazanı lamaz. Servet geçicidir, geldiği gibi gidebilir.
Getirdiği saadeti de beraber alıp götürür. Hakiki saadet öyle
fazi letlerle kazanılabilir ki bunların verdikleri saadet hep
sürer gider, mezarda bile sahibini bırakmaz. iŞte bunun için
insanlıkta gerçek saadete sahip olanların sayısı çok enderdir,
işte onun için çokları böyle senin gibi onun varlığını inkar
ederler. Yine de bunun hayali arkasından koşmaktan usan­
mayarak saadet zannıyla felaketiere sarılırlar. Artık uyan.
Seni vıılide katili, hırsız, namussuz böyle sefil ettikten son­
ra Mısır'a kaçan metresinin arkasından ahı vahı kes . . . Onun
şimdiki sevgilisi delikaniıyı kıskanma. Ona acı çünkü onu
da aynen senin haline sokmak için kendi hayatına ortak etti.
Senin de içinde Mesut Bey namıyla yaşadığın Kadıköyü 'nde
bir evin vardı. Orada da böyle bir fotoğraf asılıydı. O levha­
daki rezaletle bundaki temizliğe, bak, ibret al. . . "

B u aralık döşekte b i r depreşme oldu. Kenan görünmemek


için hemen ortadaki masanın örtüsünün altına sindi. Fakat
müteakiben başka bir ses duyulmadı. Kenan sekiz on dakika
bekledi. Uyuyanların nefes alışlarından yine derin bir saa­
det uykusuna daldıklarını anladı. Gizlendiği yerden tiril tiril
çıktı. Dalaletle perdelenmiş gözleriyle evvelce hakiki aile sa­
adetinin kıymetini bilemeyerek tüm mutluluğunu şimdi baş­
kasına kaptırmış olduğu bu saadet yuvasından artık kaçacak­
tı. Fakat yatakta yatan mesut çifte son kez imrenerek bakmak
için karyolaya yaklaştı . Cibinliğin üstünden baktı. Bu sefer
Ragıbe'nin başını dağınık saçlarıyla Ömer Nurnan'ın göğsü
üzerinde gördü. Omuzdan, belden dolanan kolların samimi
çemberi pek daralmıştı. Eski karı sı hemen hemen yarı çıp­
lak ve eskisine nispeten dolgunlaşmış ve şimdi başka biri­
nin kolları arasında yatan vücudu, cibinliğin tülleri arasından
haset dolu gözlerine öyle iştah verici göründü ki her türlü
tehlike ve rezaleti göze alarak hemen bu ikinci kocayı kendi-

373
sinin hakkı olan yataktan kavrayıp balkondan aşağı atmak ve
sonra kadının koynuna kendi yatma deliliğine tekrar kapılır
gibi oldu. Evet, bu nazenin vücut, Vuslat'ı kendine unuttura­
bilirdi. Vuslat'ın bedeni gül ise bununki zambaktı. Bu kucak­
laşma manzarası karşısında bir ağlama vaveylası koparmak
istedi. Fakat ümitsizlik ateşi kızgın bir külhan gibi bütün
üzüntü dolu yaşlarını kavurmuş, bitirmişti. İki damla gözya­
şı imdadına yetişmedi . Artık çıldınyordu. Karyolanın önün­
de gür bir kahkaba salıverdi. Uykudakiler bir anda cibinliği
paralayarak döşekten dışarı fırladılar. Korkulu gözlerine i lk
çarpan şey başuçlarında saçı sakalına karışmış bir yabaninin
boylu boyunca durduğunu görmek oldu. Ragıbe, korkudan
bayılına haline geldi. Bu kirli yabancı erkeğin haram bakış­
Iarına karşı vücudunu örtrnek için yorgan gibi kullandıkları
karyolanın beyaz pike örtüsüne sarıldı. Ömer Nurnan Bey,
kuvvetli pazılarıyla b u vakitsiz sefil gece ziyaretçisinin ya­
kasından tuttu, tartaklayarak:

"Oda kapısı kilitli duruyor. Buraya nereden girdin?"

"Havadan . . . "

"Havadan mı? Acayip . . . Ne diye girdin? Ne maksatla?"

Ragıbe Hanım titreyerek:

"Beyciğim hiç sorma . . . Ne maksatla girecek, görmüyor


musunuz? İ şte sefil bir hırsız . . . U şakları kaldırıp karakola
teslim ediniz."

Gittikçe şaşkınlığı artan Ömer Nurnan Bey:

"Hanımcığım, hiçbir hırsız odanın ortasında kahkaba ata­


rak ev sahiplerini uyandım mı? Hem baksanıza, ne dolabı ne
konsolu, hiçbir tarafı karıştırmamış."

"Belki hem hırsız hem mecnun ... "

Ömer Nurnan Bey bu garip ziyaretçiyi tekrar tartaklaya­


rak:

374
"Söyle . . . Ne maksatla girdin buraya? H ırsız mısın, deli
misin, nesin?"

Sefil ziyaretçi saygılı bir sesle:

"Hırsızım fakat adi hırsız değil . . . Beni o kadar tartaklama,


Ömer Nurnan Bey."

"Oo! İ smiınİ de biliyor. Bu herif bilinmezlerle dolu bir


mahluk ... Adi bir hırsız değilmiş . . . H ırsızın ali si olur mu?"

"Eşya çalmaya gelmedim."

"Ya ne çalacaktın?"

"Evlilik saadetinizi . . . "

Ragıbe Hanım telaşla:

"Aman beyim . . . İ şte, saçma söylüyor. Yüzünü gördükçe


fena oluyorum. Bu herifı odadan dışarı çıkarınız."

Ragıbe' nin korkusuna karşı bu evlilik saadeti hırsızının


üzüntüsünün şiddetinden beyanında etkileyici bir üslup or­
taya çıkarak:

"Ragıbe Hanımefendi, kadınlar tabiatın en nazik varlık­


larıdır. Onlara acıma ve incelik yaraşır. Sefilim. Fakat görü­
yorsunuz ki bir insanım. İ nsan insandan korkmaz. Yorgun,
bitkin bir felaketzedeyim. Talihim beni musibetten musibe­
te çarptıktan sonra son felaketimi tamamlamak için zalim
rüzgarlarıyla bu akşam da buraya attı. Her sefil cani olmaz.
Mala, cana kastım yoktur. Beni karakota teslim etmeyiniz.
Salıveriniz gideyim. Beynim kaynıyor, göğsüm yanıyor, du­
daklarım külhan kapısı gibi kurudu. A llah rızası için bana bir
iki yudum su veriniz."

Bu sözler ağır bir hüzünle odanın içine yayılırken Ra­


gıbe'nin kulaklarında bir intibah geldi. Bu söyleyiş, bu seda
kendine yabancı değildi. Hatta odanın duvarları bile bu sesi
o akşam ilk defa duymuyorlardı . Ragıbe birdenbire üzüntü

375
ve korku içinde ayağa kalktı. Gözlerini karşısındaki sefılin
gözlerine dikti . Bütün dikkatiyle hayretiyle baktı, baktı. Bir­
denbire kalbinden kopan yürek paralayıcı bir çığlığı boğmak
için elini ağzına götürdü. Boğuk boğuk haykırdı:

"Aman Allah ' ım, bu o mu?"

Kenan, yüzündeki sefaleti göstermernek için iki eliyle yü­


zünü kapadı. Aynı boğuklukla cevap verdi:

"Evet, Ragıbeciğim. İ şte o ... "

Ancak tiyatro sahnelerinde görülebilecek böyle elemli bir


levha karşısında şaşıran Ömer Numan, hırsız mı serseri mi
ne olduğu belli olmayan fakat karısına "Ragı beciğim" diye
samimi bir hitapta bulunan bu sefil ile karısının arasında ne
münasebet olabileceğini anlamakta zorlanarak büyük bir şaş­
kınlık içinde sordu:

"O kim?"

Ne Ragıbe ne o sefil herifbu soruya cevap veremiyorlardı .

"O kim? B u söylenemeyecek kadar korkunç bir isim midir?"

Ragıbe Hanım şimdi üzüntüden daha ziyade büyüyen iri,


durgun, şaşkın gözlerini kah kocasının kah eski kocasının
yüzlerinde gezdirdi. Vereceği cevabı bulamadı. Bu sessizlik­
ten büsbütün merakı artan Ömer Nurnan aynı soruyu tekrar­
ladı. Hanım yine ses vermedi. Karşısındaki bu serseri, hırsız,
yarı dilenci kıyafetli mahlukun kendi eski kocası Kenan ol­
duğunu iyice anlamış bulunan Ragıbe Hanım o kadar şaşır­
mış, dalmıştı ki kocasının son sorusunu işitmedi. Böyle uğur­
suz bir akıbete düşmüş bu iğrenç herifi vaktiyle pek şiddetle
sevmiş, onun için gizli gizli aylarca muhabbet ve kıskançlık
yaşları dökmüş, ayrıl ı k derdinden intihar düşüncelerine ka­
dar varmıştı. Oh, zaman ne acayip bir sel. . . Bunun kalplerde,
yüzlerde, şekillerde, vaziyetlerde, münasebetlerde her şeyde,
her şeyde meydana getirdiği hızlı değişiklikler insana şaşkın­
lık veriyor. Şifa bulunmayacak zannolunan muhabbetlerin,

376
aşkların dayanı lmaz ateşlerini ölümle söndürmeye kalkanlar
için şimdi bu hal ne büyük bir ibret örneğiydi. Ragıbe H a­
nım intihar etmiş olsaydı böyle iğrenç bir sefil için mi ölmüş
olacaktı? Aşkın büyük bir cinnet olduğunu şimdi anladı . Ke­
nan ' ı artık sevmiyordu. Şimdi bütün bütün iğrendi. Fakat za­
manın ondan bu kadar şiddetli bir intikam almış olmasına da
sevinmedi. Kadınlığı, nezaket hissi hasebiyle ona karşı kal­
binde bir merhamet duydu. Kendisi mesuttu. O da bu kadar
sefil ve bedbaht olmamalıydı. Hala sorusuna cevap bekleyen
Ömer Nurnan Bey karısının omzuna dokunarak:

"Sizi bu kadar düşündüren bu zavallı adamın kim olduğu­


nu söylemeyecek misiniz?"

Ragıbe dalgınlığından uyanmaya uğraşarak:

"Ah, beyciğim, ne sen sor ne ben söyleyeyim."

"Bu sizin için mühim bir sırsa sormam."

"Bu benim için mühim bir sır değil, büyük bir elem . . . Si­
zin için de büyük bir hayret olacaktır."

"Hayret insanı merak kadar rahatsız etmez."

Ragıbe Hanım ' ın dudakları ağır bir konuşma gayretiyle


şu üç kelimeyi mırıldandı:

"Eski kocam Kenan. . . "

Bu ifşa üzerine birbirlerine karşı vaziyederi büyük bir ga­


rabet alan bu üç kişiyi rahatsız edici bir suskunluk sardı. Eski
ve yeni kocalarıyla onların arasında kalan kadının birbirleri­
ne karşı alacakları tavırlar, söyleyecekleri sözler ne olacaktı?
En nazik mevkide Ömer Nurnan bulunuyordu. Eski kocanın
bu cesaretindeki maksadı neydi? Bu vakitsiz bu hırsız gibi
gece ziyareti bir aşk niyetiyle olsa oraya bu tuvaletle gel­
mez, yatak odasının ortasında kahkaba salıvermezdi. Ömer
Nurnan ' ın ilk aklına gelen şey Kenan ' ın aklını kaçırmış ol­
masıydı. Evlenmelerinden evvel Ragıbe'ye gönderdiği uzun
mektubun felaket geçirmiş, tecrübesi olan yazan Ömer Nu-

377
man'a zaman öyle ince bir terbiye vermişti ki yatak odasına
girmesinin sebebi hayır i le yarulamayacak olan bu eski ko­
cayı yakasından tutup dışanya atmak gibi h iddetlere, şiddet­
Iere kalkmadı. Meseleyi halletmek işini tamamen karısının
düşüncelerine bırakarak bekledi. Kocasının bu hassaslık ve
nezaketinden memnun olan Ragıbe Hanım üçünün de bulun­
dukları garip hale çabucak son vermek için önceki ızdırap­
larına ilave olarak bu gece yaptığı saygısızca rahatsızlığın
altında ezilmekte olan Kenan 'a dedi ki:

"Kenan, bu düşkünlük ve sefaletine yüreğim sızladı. Bana


ne kadar büyük kötülükler etmiş olursan ol seni bu halde gör­
mek istemezdim. Fakat anlıyorum, uğramış olduğun belalar
seni hala hakkıyla terbiye edememiş. Artık aklını başına top­
la. Zamanın hiçbir anında karar yok. O daimi değişim içinde
bizi sürükleyip götürüyor. Saadetten felakete, felaketten sa­
adete düşmek insan içindir. Ü mitsiz olma. Bütün kainatı ar­
zularına kul etme benci l liğinden artık vazgeç. Belki bundan
sonra senin için de bir saadet devri açılabilir. Hakiki mutlulu­
ğun anahtarı iyilik ve fazi lettir. Bütün fazi letleri çiğneyerek
geçici haziarına uymaktan başka bir şey düşünmeyenler, üze­
ri haz çiçekleriyle örtülü işte bu ahlak çukurlarına düşerler.
Vicdanın kabul etmeyeceği zevklere tövbe etmeyi bilenler
hakiki, ebedi neşelerden zevk alırlar. Doğru yoldan gitmeye­
rek kadere, tal ihe kabahat bulanlara zaman terbiye şamarını
indiriyor, onları hiç affetmiyor. i yiliği de fenatığı da bir yere
kaydediyor. İ craatında bazen gecikiyor fakat unutmuyor.
Az kaldı beni de bu uçurumlara kendinle beraber sürükle­
yecektin. Geçmişimi cehennem ettin. Şimdiki saadetimi de
mi bozmaya geldin? Ben çektiğim acıların mükafatını aldım.
Sen sürdüğün sefaların cezasını çekiyorsun. Şimdi hangimiz
karlıyız? Karşında duran kocam Ömer Nurnan Bey benden
önce kötü tabiatlı bir kadına düşmüş. Görmediği hıyanet,
çekmediği eziyet kalmamış. Ben de seninle büyük bir işken­
ce hayatı yaşamıştım. B iz, iki mazlum, çok şükür birbirimizi
bulduk. Adını işiti p de varlığına inanmadığımız evlilik saa-

378
detinin şimdi uç noktasında yaşıyoruz. İ lk talihsiz evlilikle­
rimizden kalan kalp yaralanmızı birbirimizin muhabbetinin
i lacıyla kapattık Saadetimizin derecesi n i feleğin haset dolu
kulaklarına duyurmaktan çekindiğim için uzun uzun anlat­
maktan korkuyorum. Nasibin hikmetine bak k i kocamın bo­
şadığı Fatıra Hanım, o da senin gibi ettiklerinin az zamanda
zilletine düşerek sokaklarda kalmış, eski kocasına bir aman
mektubu gönderdi. Pek nefretle reddetti. Benim zorumla bir
miktar para yolladık. Buraya evlilik saadetimi çalmaya mı
geldin Kenan? O çalınmaz, kazanılır. Senin burada bulunman
bu odanın mahremiyetini bozuyor. Çabuk söyle niye geldin?
Paran mı yok? Saadetimize dokunma, o pek mukaddestir.
Sonra tamamen çarpılırsın. i stediğini verelim, durma git..."

Kendi felsefesinden başka lakırdı dinlemek şamndan ol­


mayan Kenan, eski kanaatlerinin batıllığını pek acı acı is­
pat eden zamanın, şimdi Ragıbe 'nin ağzından söylettiği bu
gerçekleri başı eğik dinliyor, eriyor, yanıyordu. Bir humma
hastası gibi derileri büyük parçalar halinde kuruyup dökülen
dudaklarıyla:

" İ stediğim ilk önce bir bardak su . . . " dedi.

Ömer Nurnan komodinin üzerinde duran kesme billur sü­


rahiden doldurduğu bardağı selefine uzatarak:

"Buyurunuz."

Helecandan yetmişlik bir ihtiyar gibi titreyen elleriyle


Kenan bardağı aldı. Kor üstüne su serper gibi büyük bir su­
suzlukla ağzına götürdü. Suyu da titreyerek yana yana içti .
Bardağı masanın üstüne koyduktan sonra bitkin bir şekilde
kesik kesik başladı :

"Burada bulunmam sizden ziyade beni bitiriyor. İ ki çift


söze müsaade ediniz. Bu geeeki ziyaretimde hiçbir hıyanet ve
cinayet fikri yoktu. Setilim fakat zilletime bükümde bu kadar
ileri varmamanızı rica ederim. Sizden para pul istemeye de
gelmedim. Ragıbe Hanım, evlendiğİnizden haberim yoktu.

379
Kenan sözü kesti. B ir iki defa inledikten sonra:

"Evet, haberim yoktu, beni tekrar kocalığa kabul etme­


niz için pişmanlıklarımı gözyaşlarımla ayaklarınıza saçmaya
gelmiştim."

Kenan sarsak sarsak balkana doğru yürüyerek:

"Elveda, Ragıbe Hanım.. . Saadetinizde daim olunuz,


Ö mer Nurnan Bey."

Geldiği yerden gitmek istiyordu. Fakat Ömer Nurnan Bey


mani olarak:

"Hayır, oradan gitmek olmaz. Ü züntüden bitkin bir hal­


desiniz. Belki dermanınız kesilir, aşağı yuvarlanırsınız. Hem
bu vakitte nereye gideceksiniz? Oteller kapalı, bir tanıdığınız
yok. Karşıki odada boş bir karyola var. Geceyi burada geçiri­
niz, yarın gidersiniz."

"Bu misafirperverliğinize, yüce gönüllülüğünüze teşek­


kür ederim beyefendi, ben bu gece bir mezarda yatsam bu ev
kadar beni sıkmaz. B ırakınız gideyim."

Ömer Nurnan Bey el şamdanını yaktı. Havadan gelen bu


gece ziyaretçisini kapıdan çıkarmak için önüne düştü. Oda­
dan çıkarken Kenan, Ragıbe'nin önünde saygıyla eğiterek:

"Bu evl ilik saadetiyle uzun müddet ömür geçirmenizi sa­


mimane temenni etmekle günahiarımdan bir kısmını ödemiş
oluyorum. Elveda. . . "

Ragıbe Hanım üzüntülü ve derin bir şefkatle:

"Kendini düzelt, senin de mesut olduğunu duyayım. Za­


man hakiki bir öğretmendir. Şamarlarından ustanmış olanları
affeder."

İ kinci koca, birinciyi bahçe kapısına kadar indirdi. Dışarı


çıkardı. Birer kısa vedataşmadan sonra Kenan yürüdü. Arka­
sından kapı ebediyen kapandı.

380
lO
Acı Gülüş

Çok şiddetli rüzgarlara dayanıp da nihayet sonuncusun­


da kökü burkulan bir ağaç gibi bu son darbe Kenan' ı bitirdi.
Ağır ağır yürüyor artık koşamıyordu. F akat nereye gidecek­
ti? Tık nefes olmuş bir veremli gibi kesik kesik nefes alıyor,
etrafındaki hava sanki ciğerlerine yetmiyordu. Boğulmamak
için pek havadar bir yere gitme lüzumunu hissetti. Mükem­
mel bir yatak da olsa yatamazdı, yatsa uyuması mümkün
değildi. Fesini eline aldı. Yavaş yavaş Değirmen Burnu' na
kadar gitti . Değirmenin önünde deniz köpüklerinin taş kesil­
mesinden meydana geldiği sanılan beyaz kayaların üzerine
oturdu. Önü, sağı, solu deniz, arkası kır, tepesi yıldızlı gök . . .
Tabiat bütün yanlarından b u gamlı, dermansız vücudunu sar­
mıştı. Bu sonsuz alemin içinde kendini o kadar zayıf, aciz bir
zerre gibi hisseti ki ha yerde debelenen kanadı kırık bir sinek
ha kalbi kırık Kenan . . . Bütün kainat sessizlik içinde, birçok
eleıniere uğramış kimsenin şu son felaket sahnesindeki rolü­
nü seyrediyor gibiydi.

Ragıbe'nin şu son sözleri kulaklarında çınladı:

"Kendini düzelt, senin de mesut olduğunu duyayım. Za­


man hakiki bir öğretmendir. Şamarlarından uslanmış olanları
affeder."

Kenan, Ragıbe'yi boşadığı günü Kadıköyü'ndeki evinden


bir fahişenin intikam dolu bakışları önünde ne büyük haka­
retlerle kovmuştu. O kadın, şimdi kendini ne içten ne derin,
yürekten gelen öğütlerle uğurlayarak evden çıkarmıştı .

Bu mesut karı kocanın yatak odasındaki fotoğraflarının


dudaklarından kendine en üstün bir hitap gibi saçılan şu söz­
leri yine duyar gibi oldu: "Tabiatta sakınılması zor birtakım

381
zorlu sebepler varsa da çok defa kendini saadete veya baht­
sızlığa sürükleyen insanın yine kendisidir."

Harici bazı faktörler, sebepler yok muydu? Kenan, kendi


kendisini böyle yapmıştı.

Kamer, ufuklara gömülmek için kızılımtırak bir zeval ren­


gi içinde Burgaz ile Kınalı 'nın arasına inmiş kendi kendini
muhakeme eden bu garip suçluya sırlarını bilen bir seyirci
gibi baygın gözleriyle bakıyordu.

Sönmeye yüz tutmuş mehtabın esmerliği içinde, rüzgar


durmuş, deniz hışırtısını kesmiş, çamlar, tepeler daha siyah,
daha heybetli daha esrarlı hep susmuş dinliyorlar. Kenan' ı n
zihninde b u acı fikirler kaynaşırken tepesinde siyah yarasalar
uçuşuyorlardı . Hem hakim hem zanlı halinde kendi kendini
muhakemeye uğraşan bu akılsız kendinin heraatine mi, cina­
yetine mi hüküm verecekti? Etrafına kederli, hüsrana uğra­
mış bir şekilde bakındı, bakındı. Bu susmuş tabiattan kendi
leh veya aleyhinde fikir sorar gibi bakışlarını dolaştırıyordu.
Heybeli'nin Tersane Limanı'nı at nalı şeklinde ve yeşil örtü­
süyle bir mahkemeye benzetti.

Tam arkada Değirmen Tepesi yüksek, adaletli bir hakim


ağırlığıyla duruyor, öteki tepe, Burgaz, azalarına benziyordu .
Kendi kendine:

"Ha işte, mahkeme kuruldu. Kararı dinleyelim," dedi.

Göklerle denizler arasında bu ne azamedi ne heybelli bir


gece mahkemesiydi. Yorgun dimağında birdenbire halüsinas­
yon dedikleri duygu dalaletiyle bir işitme ve görme saçmalı­
ğı, bir çeşit ani deli lik ortaya çıktı. Mevcut olmayan şeyleri
görüp işitıneye başladı .

Reis, karanl ıklar içinden:

"Suçlunun aleyhindeki Vuslat'ın son savunmasını din­


leyeceğiz. Söyle kadın, Kenan Bey bütün düşkünlüklerine,
felaketlerine, madden ve manen bu aşağılık hale düşmesine,

382
hırsızlık dolayısıyla validesinin vefatma sebep, hep seni gös­
teriyor. Ne diyeceksin?"

Vuslat, Mısır yolundan kabanp koşan bir dalga gibi geldi.


Mahkeme huzuruna durdu. Kenan 'a doğru şirret bir iftiracıya
bakar gibi alay lı bir nefret bakışı fırlattıktan sonra zamparala­
rına dil döktüğü zamanlardaki fıkırdaklığını alarak başladı:

"Efendim, bunca yıllık alüfteyim. Kimsenin ne anasını öl­


dürdüm ne de babasını . . . Kenan Bey'le gayrimeşru bir müna­
sebetle yaşarken o, benim fahişe tıynetimi unutuyor, benden
samimi, meşru, ebedi, temiz duygular bekliyordu. O, bana
mı aşıktı? Bu hislere mi? Bana aşık olduysa ben ona karşı
her muamelemde salah kabul edecek bir kadın olmadığımı
gösteriyordum. Ne için bende bir namus mucizesi bekleyerek
kendini mahvetmiş? Ben hiç bir zaman sadece onun olma­
dım, gelecekte de olamazdım. Pak, nezih duygulara tutkunsa
bunlar fazlasıyla karısı Ragıbe Hanım 'da mevcuttu. O zavall ı
kadına büyük bir günah gibi bu iffetin cezasını çektirdi. Bana
yedirdiği paralara gelince ben bunların nereden çalındığını
bilmiyor, kendi parası zannediyordum. Kendisi için yaş dö­
ken namuslu karısının servetiyle orospu beslemenin belki de
ceza kanununda belli bir suçlama maddesi bulunmaz. Fakat
emin olunuz reis efendi hazretleri, tabiat kanunları yanında
insanınkiler, adalet, kuvvet ve dehşetçe denize nispetle bir
avuç su gibi kalır. (Kenan' ı göstererek) İ şte numunesi... Be­
şeri kanunlarla bu cani hakkında ne ceza tayin edebilirsiniz?
Çünkü validesinin doğrudan kati li değildir. Bankadaki hır­
sızlık maddesi, yapanları meçhul adi bir hırsızlık şeklinde
kapalı kalacaktır. Bu sırrı, validesi, hiç açılmayacak ağzıyla
mezara götürdü. Bu hakikati yalnız kız kardeşi Namiye bili­
yor. Fakat o zavallı kızcağız da ölür, bu cinayeti dava değil
ifşa bile etmek istemez. Öyle gizlenmiş yahut hakkıyla kanu­
na uydurulamaz cinayetler vardır ki kanunların aciz pençeleri
bunların fai lierini kavrayamazlar. Fakat tabiat kanunu öyle
değildir. Size ispat edeyim: Şimdi meselenin görünürdeki ta-

383
rafına nazaran Kenan aleyhinde ne kadar ağırlaştıncı sebep
gösterirseniz gösterin insanların kanunları ile vereceğiniz
ceza hiçtir. Bunu ne kadar ağır farz etsek onun şimdi çektiği
manevi acılar kadar kendini cezalandıramaz. Bakınız ne hale
gelmiş? İ şte yüreğini kemiren bu can dayanamaz işkence in­
san kanununun değil tabiat kanununun hükmettiği cezadır.
Hani ya adalet meraklısı insanlar, hukuk nerede? İ şte size bir
can i ... Fakat mezarda validesi susuyor, sakat kız kardeşi ağ­
zını açmıyor, Ragıbe Hanım çektiği azapları dava etmiyor.
Ey cinayet mahkemeleri, kapılarınız yalnız sorguları yapı­
lan, fezlekeleri düzenlenen, cinayet izleri belli olanlar için
mi açıktır? Kanunlarınız ile eğlenip üzerlerinden parende
atanları ve onu çok defa kendi lehlerine kul lanmak fennini
bitenleri, bu yakalanması mümkün o lmayan fakat en korkunç
olanları kim yakalayacak? Emin olunuz ki bu dünya her za­
man zalim ve mazlum ile doludur. Bu kötülere karşı kanun
aciz, boş hatta bazı defa himayeci. Savcılar susup kalıyorlar.
Zalim, işte Kenan . . . Mazlumlar, mezarda yatan Zehra, yaşa­
yan Namiye, Ragıbe . . . Bu medeniyet alemi içinde yüz binler­
ce Kenanlar, ne zalim kocalar var ki kaniarına aynı İşkenceyi
kanunun korumasıyla yapıyorlar.

"Ey yetkili hakimler, bakınız! Kenan zararlı bir hayvan


gibi taşların üzerine büzülmüş hala kabahatini itiraf etmeye­
rek determinizm kanunları içinde kendine vicdanİ mazeretler
arıyor.

Karısının servetiyle ilanihaye bir metres beslenemeye­


ceğini, bunun basit bir hırsızlık olduğunu, kız kardeşinden
çalınmış yedi yüz liranın o cümbüşlü hayatımıza sürekli
olarak yetmeyeceğini ve bunu bankadan o suretle aşırmanın
haydutları utandıracak bir alçaklık olacağını bilmiyor muy­
du? Bu apaçık hakikatler bu kötü hale düşülmeden önce de
bilinebilirdi. B ilmek istemedi. Mademki kendisi determinist
bir fılozofmuş, bu sebepleri önüne koyup bunlardan çıkacak
neticeleri bilmeliydi. Ateş yakar, amenna. . . Bu yakıcı netice-

384
yi bildiğimiz için elimizi içine sokmayız. Bir iradeye sahibiz.
Bu işte bir mesul aranırsa o ne beni m ne başkası . .. Bu, yalnız
Kenan ' ın vicdanıdır. Haysiyetini, namusunu, saadetini, karı­
sını, validesini, insanlığını, geleceğini en kaba şehvet arzula­
rına kurban etti. Sadakatsizliğimi b il iyordu; ben ona ne yar
idim ne de vefakar. Kaç defa beni D i dar ' ın koynunda eliyle
tuttu . Böyle sonu gelmez, iğrenç, belalı bir muhabbet için o
suçları niye işledi?

Bu ağır mesuliyetlerden nefsini kurtarmak için şimdi beni


ithama kalkıyor. İ rtikap96 üzerine i rtikapta, cinayet üzerine
cinayette bulunuyor. Ben mesleği, maksadı, kalbi, vicdanı
avuç içi gibi meydanda bir kadındım. Etrafımızda bizi dinle­
yen muhterem insanlar, gökler, denizler, dağlar, taşlar, ağaç­
lar. . . Bu sözlerimi namütenahi akislerinizle insanlığın kulak­
larında bir ibret çanı gibi çınlatınız.

Biz namussuz karılar fuhşu namuslu erkeklerle ortak


işliyoruz. Bu ortakl ıktan onlara hiçbir şey bulaşmıyor mu
zannedersiniz? Bu gayrimeşru münasebette erkek tarafının
günahını hafifletmek için makul bir sebep ileri sürebilir mi­
siniz? Zampara olmasaydı fahişe namı icat olabilir miydi?
B izim namusumuzu şehvetli kanlı ellerinizle yırtıp götürü­
yorsunuz. Kendinizinkini hiç dokunulmamış kıyas ediyorsu­
nuz. Biliniz efendiler, bize temas eden vücudunuzdan ziyade
namusunuzdur."

Fahişe, müdafaasının bu noktasında bir kahkaha salıvere­


rek devam etti:

B izim pislik içindeki kollarımız, sizin roaddiyetinizden


ziyade maneviyatınıza, vücudunuzdan z iyade namusunuza
sarılır. Onu sıkar, kemirir, eritir. İ ffetsiziz fakat namusumuzu
gasp edenlere karşı da düşmanız. F i i l m üşterek. .. Niçin ayıp
ve günah bir tarafa yükletiliyor? İ nsaf. . . İ nsanlığın daha böy­
le birçok gülünç i nançları vardır. Kendilerini temize çıkar-

96 Kötü bir işi, bir kötülüğü yapma.

385
mak için gerçekleri değiştirirler. Kenan, bu yanlış düşüncesi
sonunda bu hale gelmedi mi? Halbuki şu saatte fahişeterin
kirli sevdaları içinde yuvartanan Kenan kafasında olan mil­
yonlarca erkek var. Bunların arasında Kenan'dan beter olma­
ya mahkum olanlar, az değil . . . İ nsan kanunu bu işe pek karış­
mıyor. Fakat tabiat kanunu hükmünü ihmal etmiyor. Metres
kapatan bir efendi, bir bey bir paşa, bu fiilini övünerek söy­
ler. Fakat kapatma, kendi vaziyetini itiraftan çok defa sıkılı r.
Demek kapatılanda kapatandan ziyade bir ar hissi var. Lakin
biri fahişe, öbürü beyefendi . . . Birinin zilleti söylenirken öte­
kinin ulviyeti anlaşılıyor. Bu ne kadar ters bir anlayış! Ama
denecek ki bir fahişe çok erkekle yatar. Beyefendinin az karı
ile yattığını kim bize temin edecek? Erkekler sıkılmayınız,
bu iffetsizliği aramızda hakça pay edelim. Zampara denince
bundan fahişe kadar alçak bir kişi anlaşılsın.

Evli zamparaların bu hareketleri orospuluktan daha aşa­


ğıdır. Çünkü namuslu karılarını namussuz kaniara feda
ediyorlar. Sonra bizden, namuslu kadınlara mahsus samimi
hareketler bekliyorlar. Fahişeliği temiz bir şekle sokmaya
uğraşıyorlar. Günahı günah olarak işlemeli, beyhude bahane­
lerle bu günahı katlandırmamalı.

Efendiler, ben bir ateşim, yakarım. Beni maşa ile tutmalı.


Ben bir yılanım, sokanm. Beni koyunlarına alanlar kalpleri­
nin yumuşak, hassas boşluklarını sakınmalıdırlar."

Yustat' ı n karanlıklardan gelen bu suçlayan sesi Kenan 'ın


etrafında yarasatarla beraber uçuştu, uçuştu. Karanlık bir
coşkunlukla ayağa fırladı. Gecenin üstüne koyu bir uğursuz­
luk gölgesi gibi dikildi. Etrafına bakındı. Kamer, bu korkunç
sahneye şahit olmaktan, fuhşun namusa hücumundan ariana­
rak kaçmış, dünyanın öbür tarafına gizlenmiş, battığı yerde
yalnız hafif bir utanma kı zıtlığı kalmıştı. Den izler, ağzı açık
dipsiz bir kuyu gizemiyle simsiyah parlıyor; bu itharnı dinle­
yen kainat acı bir kabusun içinde daha ziyade karararak derin
derin düşünüyordu. Kenan, taşlamak için Yustat'ın hayalini

386
aradı. Gözlerinin görebildiği yerde kendi kalbi, beyni gibi
karanlıktı. Bir şey göremedi. Öfkesinin tesiriyle karanlıklara
doğru yumruklarını sıktı. Boğula boğula haykırdı:

"Sus artık orospu ... İ şte beni yaktın, kül ettin. Zehirledin,
bitirdin. Kalbim, düşüncem, hissim hep öldü. Ortada insanlı­
ğından sıyrılmış zavallı, namussuz bir vücut kaldı."

Kenan' ın bu boğulurcasına iniltisi uzaklarda denizin yu­


tucu karanlık ağzı içinde, birçok insan boğuluyor gibi uğur­
suz akisler yaptı. Boğulan kimse değil, Kenan'dı. Başı dön­
dü. Kayaların üzerine yıkıldı. Düşüşünün acısını duymadı.
Gözleri kapandı. Baygın mıydı, ayık mı? Onda, dış ve iç ol­
mak üzere garip bir ruh hılli meydana gelmişti. Gözleri dışta­
ki eşyayla temasta olduğu zaman mesela bir ağacı Yustat ' ın
şeklinde görür, geçirdiği acılı hayat sahneleri bir sinema
manzarasıyla gözleri önünde yaşar, gözlerini yumduğu vakit
aynı korkunç manzara parlak bir açıklıkla önündeki karanlı­
ğı doldururdu. Yine öyle oldu. Yumuk gözleri önüne evvela,
dudak dudağa Mısırlı aşığıyla olan Vuslat geldi. Karı dostu­
nun kolları arasında zevk ve neşe içinde gülerek sanki : "Bir
şu bizim sefamıza, bir de kendi haline bak," diyor gibiydi. O
gitti, Ragıbe'nin al atiaslı döşeği geldi. İ çinde kan koca sar­
maş dolaş, rahat, mesut mışıl mışıl uyuyorlardı. Bu da geçti,
validesinin evi gözüktü. Yeşil başörtülü Benli Faika, baygın
Namiye'ye nefes ediyordu. Kenan' ın kafatası içinde beyni
titredi, sinirleri sıziatan bu resmigeçidin azabından kurtul­
mak için ağır ağır kalktı, oturdu, gözlerini açtı.

En cehennemİ görüntü işte o zaman ortaya çıktı. Denizin


siyah yüzü üstünden beyaz kefenli bu ölü rüzgarla sallana­
rak kendine doğru koşuyordu. Denize basmıyor, uhrevi bir
uçuşla geliyordu. Geldi, geldi. Kayalara konmadı, Kenan ' ın
ta karşısında asılı durdu. Bir şey söylemedi, kızgın bir çehre
göstermedi. Oğlunun o haline memnun olmuş gibi gülüyor,
ölüm, hayattan intikam alır gibi sırıtıyordu. Birer siyah çukur
olmuş gözlerinde, çekilmiş, renksiz dudaklarının arasından

387
görünen dişlerinde, karşıdan Kenan' ı ısıran bir ölü tebes­
sümü vardı. Kenan, bu dişierin amansız yarasından kendini
korumak için ellerini uzattı, korkudan başını çevirdi. Geri
geri kaçmak istedi. Validesi kefenini yelpirdeterek yaklaştı.
Uzaktan insanın ruhuna saplanma ağrısı veren bu dişierin
"Oh ... Oh . . . Ohhh . . . " rahatlığı ile birkaç kere takırdadığını
işitti. Bu öç almak isteyen ölüden kaçmak için ne kadar geri
çekil se kefen li anası o kadar yaklaşıyordu. Bağırmak için bo­
ğazını yırtıyor fakat sesi çıkmıyordu. Nihayet ölünün intikam
neşesine Kenan da katılarak o da gülmeye başladı. Zavallı
genç, ızdıraptan ruhları burgulananların yüzlerinde nasıl ağrı
izleri görülürse öyle gülüyordu. H ayatın iğrençlikleri içinde
boğulanların yüzlerinde nasıl bir tiksinme görünürse öyle
sırıtıyordu. Kendi yaptıklarının ve ahmaklıktarının netice­
si olarak uğrayıp da tahammül edemedikleri ızdıraplardan
kurtulmak için ahirete kaçmak isteyenler, ölümle karşı kar­
şıya geldikleri zaman nasıl titreyerek gevşerlerse öyle acıyla
tebessüm ediyordu. Acı da kahkaha, sevinçte ağlama. . . İ şte
birleşen iki uç . . . Ağlama ya da elemin en can alıcı aşama­
sında salıverilen ve ağlamanın daha acı bir şekli olan kahka­
ha, Kenan'ın acınacak halini anlatmakta yetersiz kalıyordu.
Çünkü kahkaba için nefesinde kuvvet lazımdı. Bu, bir şika­
yet mecaliydi. Acı çekende ise konuşma gücü bile neredeyse
kalmamıştı. Gözleri, o korkunç intikam vaziyetinde karşısın­
da duran ölü anasını görmekten titrerken Vuslat'ın, kendi­
ni kabahatsiz göstermek için söyledikleri hala kulaklarında
çınlıyordu. Evet, suçlu kimse değil, kendisiydi. Bu olayların
içindeki insanlar arasında en ahmak en zararlı en acınacak
kendisiydi. H ayattaki bu acemiliğine, safdilliğine kafasını
yumruklayarak güldü.

Ana ile oğul karşı karşıya sırıttılar, sırıttılar. Ölünün göz


çukurları daha büyüdü. Karanl ık ağzı daha da açıldı. Gülüşü,
hayattan gıda bekleyen mezarların karanlıkları kadar bir deh­
şet aldı. Kenan, baygın baygın bağırdı :

388
"Yetişin artık anacığım . . . Beni mezarına götüreceksen aç
koynunu gidelim . . . "

Ölü gitmiyor. i ntikam dolu bir inatla iskelet göğsünü aça­


rak daha orada ne kinleri bulunduğunu göstermek için kancalı
kemik elleriyle yumrukluyordu. Arkasından ahiret sırlarının
dehşetleri saçılan çukur gözlerini oğluna yaklaştırdı, yaklaş­
tırdı . Dişleri takırdarken nihayet Kenan, donmuş bir kütle
gibi kayaların üzerine serildi. Ta tepede çarnlar arasındaki
viran değirmenin baykuşlan Kenan ' ın acı gülüşünü onaylar­
casına güldüler. Yarasalar kaçıştı lar. Tan yeri ağrıyordu.

SON

Heybeliada
27 Temmuz ı 330
(9 Ağustos ı 9 ı 4)

389
Y A Y I N C I L I K

DEFİNE & KAN DAMLASI


J\lt'hmct Rauf

D i l : Türkçe
Sayfa Sayısı: 200

BİR OTELDE YEDi KİŞİ


Kenan Hulusİ Koray

Dil: Türkçe
Sad;ı Sayısı: 20(i
Y A Y I N C I L I K

BÜTÜN YAZlLAR!
Ahmet Ha�irrı

Dil: Tii rk�T


S ayü Sayısı: 22:1

All).Urr J liK-\lET �ll'J7f(Jo(;LL

ÇAGLAYANLAR
Ahmet Hikmet Müflüoğlu

D i l : Türk<;c
Sayfiı Sayısı: 200

You might also like