Professional Documents
Culture Documents
Hüseyin Rahmi Gürpınar Acı Gülüş Kapra Yayınları
Hüseyin Rahmi Gürpınar Acı Gülüş Kapra Yayınları
ACIGULUŞ
HÜSEYiN RAHMi GÜRPlNAR
•• ••
ACIGULUŞ
Eserlerinde toplumsal faydayı ön planda tutan Hüseyin
Rahmi Gürpınar, ACI Gülüş romanında yanlış Batılılaşma
sonucu mahvalan hayatları; derin felsefi hakikatierin
yüzeysel bir şekilde aniaşılıp hayata uygulanması
sonucu ortaya çıkan tuhaflıkları mizahi bir dille
anlatıyor. Diğer romanlarında olduğu gibi ACI Gülüş'te
de insan ve toplumun üzerindeki cilayı kazıyıp, ikisinin
de en karanlık yönlerine ışık tutmaya çalışıyor ve en
masum ahlak anlayışlarının bile nasıl insanın oyuncağı
haline gelebildiğini gösteriyor.
ISBN: 978-625-7751-42-1
RPRR
YAYINCI Ll K
'# /kaprayay
@J /kaprayay
f {kaprayay
nla
nla
nla 9 786257 751421
ACI GÜLÜŞ (Tebessüm-i Elem) 1 lliiseyin Rahmi GiitJ>mar
YAYIMA HAZlRLAYAN
Büşra Tan
EDiTÖR
Davut Yıldız
SONOKUMA
Yasemin Önder
KAPAK GÖRSELi
Pierre-Aguste Renoir,
Okııyon Çift (Edmond Renoir ve Mart:uerile Renoir Lel(rond), 1877
KAPAK TASARlM
FOLX
SAYFA DÜZENİ
OğuzYılmaz
BASlM VE CİLT
Repar Dijital Matbaası
BASKI
Ekim 2020 - ı. Basım
ISBN
978-625-7751-42-1
SERTiFiKA NO
40675
Kapra Ycı_ım('l/tk, Mimar Sinan Mah.. C(.· Bu kitahm Iiim hakiart sakluin:
Repar Tc.r.mrtm Selami !Ili /;"'fendi Cad. Tam/mı amaçli. kl.wı almttlar
Matbaa re Reklamnllk No: 5 dtşmda metin ya da gör...e/ler
Ticaret Limited Şirketi 'nin 34671 Ü.l·kiidarfi.,tanbul yuymel'inin izni olmudan hiçhir
tesdili murku.Hdu: Tel: o (212! 522 48 45 yollu çoğaltt!amaz.
Hüseyin Rahmi Gürpmar (1864 -1944)
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 19 Ağustos 1864 tarihinde, İs
tanbul'da dünyaya geldi. Babası hünkar yaveri Mehmet Sait
Paşa'dır. Üç yaşındayken annesinin ölümü üzerine, Girit'te
bulunan babasının yanına gönderildi. Hüseyin Rahmi, i lk
olarak I887'de Tercüman-i Hakikat gazetesinde yazmaya
başladı. Ardından İkdam ve Sabah gazetelerinde çalıştı. II.
Meşrutiyet döneminde otuz yedi sayı süren Boşboğaz ve Gül
leibi adlı bir gazete çıkardı. Daha sonraları da birçok gazetede
çalışmaya devam etti . Türkiye Büyük M i l let Meclisinde Kü
tahya milletvekilliği de yapan Hüseyin Rahmi, ömrünün son
otuz bir yılını Heybeliada'da geçi rmiştir.
Eserlerinde Anadolu 'ya yer vermeyen Hüseyin Rahmi,
İstanbul halkının toplumsal ve kültürel yaşantılarını, aile
hayatını, batı! inançlarını mizah ve hicivle kaleme almıştır.
Ahmet Mithat Efendi 'nin temsil ettiği edebi geleneği sürdü
ren Hüseyin Rahmi, natüralist tarza sahip, gerçekçi ve yal ın
bir dil kullanmayı benimseyen, bundan dolayı da halk tara
fından sevilen ve benimsenen bir yazar olmuştur.H üseyin
Rahmi Gürpınar'ın ilk romanı Şik'tır. Ahmet M ithat Efendi
tarafından bu eser çok beğeni l ince, Tercüman-i Hakikat ga
zetesinde tefrika şeklinde yayımlanmaya başlamıştır. Altmı
şa yakın eseri olan H üseyin Rahmi Gürpınar'ın bazı eserleri
şunlardır:
ROM ANLAR:
Şık (1889), İffet ( 1896), Mutallaka ( 1898), Mürebbiye
(I899), Bir Muadele-i Sevda ( 1899), M etres ( 1900), Tesadüf
(1900), Şıpsevdi (I91I), N imetşinas (1911), Kuyruklu Yıldız
A ltında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani (1913), Cadı (1912),
Sevda Peşinde (1912), Hayattan Sayfalar (1919), Hakka Sı
ğındık (1919), Taraman ( 1919), Son Arzu (1922), Tebessüm-i
Elem (1923), Cehennemlik (1924), E fsuncu Baba (1924),
Meyhanede Hanımlar (1924), Ben Del i miyim (1925), Tu
tuşmuş Gönüller (1926), Billur Kalp (1926), Evlere Şenl ik,
Kaynanarn Nası l Kudurdu (1927), Mezarından Kalkan Şehit
(1928), Kokotlar M ektebi (1928), Şeytan İşi (1933), Utan
maz Adam (I934), Eşkıya ininde ( 1935), Kesik Baş (1942),
Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür (1943), Ölüm Bir
Kurtuluş mudur (1954), Diri len iskelet (1946), Dünyanın
M ihveri Para mı Kadın mı (1949), Deli Fi lozof (1964 ), Ka
derin Cilvesi (1964), İnsanlar Maymun muydu (1968), Can
Pazarı (1968), Ölüler Yaşıyor mu (1973), Namuslu Kokotlar
(1973)
ÖYKÜ LER:
Kadınlar Vaizi ( 1 920), Namusta Açlık Meselesi ( 1933),
Katil Bfıse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1934), Tünelden
İ lk Çıkış ( 1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım
Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)
OYUNLAR:
H azan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince (1933), Toku
şan Kafalar ( 1973) İki Damla Yaş (1973), Gülbahar Hanım
,
TARTIŞMA:
Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye Tartışmaları
(1913), Sanat ve Edebiyat (Ölümünden sonra H. A. Öneiçin
derledi, 1972)
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ....................................................................................... 7
BİRİNCI BÖLÜM
1 - Eski ve Yeni Kafalar.. ... ........... .............. .... ... .. ..... .... ...... .......... 1 8
2- Rııskın Hazırlığı .. . .. ......... .... ... .... .. .. ........ .... .. ...... ...... ..... ......... 30
..
4- Evde Zampara Yok ...... ........... ........ ..... ............... .... ................. 60
5- Şair Zennfıbi ........... ........ .... ..... ... ...... ... ... .. .... .. . ... ... . .... .......... ... 76
6- Sakallı Kadın ... ... .. .. ..... ................... ....... . . ..... .. ....... .................. 88
İKİNCI BÖLÜM
1- Gece Telgrafı . ... ....... .. ... ... .... ........ .. ........ ............ ........ ........ ...... 1 18
2- Birbirlerini Nasıl Buldular?.. ... .... .... .. ... ... .. . . .............. .... .... ..... . 131
4- Çok Acı Bir Soruşturma .... .... ......... .. ... ... .. .... . .. ........... .. . . . ... .... . 160
6- im daı Çığlığı ....... .. ............. .................. ... . ...... .. ........ ... .... .... ... . 192
7- Pek Garip Karşılıklı Bir İtiraf.. .................... ...... .............. ........ 208
8- Acı Veren Bir Ziyaret ...... .... .... .... ... .... .... ..... .. .. .... ...... .. ............ 223
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1- Kanlı Nigar Oyununun Feci Bir Tatbiki ..................... ...... ....... 256
7
Üzüntülü bir özür dilerneyle şu cevabı aldım:
"Çok yazık kitaplarınızdan mevcuda nispeten hemen h iç
bir şey çıkarılamadı. S izi tanıyanlardan bazı kimseler kitap
kurtarmak için çuvallarla gelmiş fakat evi bekleyen Kürt bun
ları içeri bırakmamış, sonrasında pek ziyade ısrar edenlere
karşı, ' Kitabı ne yapacaksınız? Kağıt parçalarından ne olur?
Kaç para eder? Kurtaracaksanız eşya kurtarınız,' diye cahilce
cevap vermiş. Yangının sizin eve kadar ulaşacağı umulma
dığı için biz geç kaldık. Gerçekten de sizin evler yangının
son haddini teşki l etti. Orada söndii. Riz yetiştiğimiz zaman
yanındaki yer ateş almış, ev adeta yanmıştı. Polisler, dışarı
çıkmamız için kapının önünde durmadan düdük çalıyorlardı.
Beş on dakika içinde e limize ne geçirebildikse dışarı attık.
Kitap olarak ufak bir yatak bağıyla bir soba odunluğunun içi
ne bazı ciltler doldurabildim. İşte bundan ibaret..."
Hemen soba odunluğunu aradım. İçinde bir yığın siyah
ciltler yatıyordu. Voltaire' in küll iyatı. . . Numara sırasıyla
ciltleri saydım. Her ikisi bir arada ciltli olmak üzere doksan
iki ciltten yalnız sonuncusu, fıhrist cildi yoktu. Ötekiler ta
mamdı. Bütün hikmetlerine karıştırdığı ince alaylar ile haya
tıının en hüzünlü zamanlarında beni oyalayan, düşündüren,
güldüren, derin derin düşünmeye mecbur eden bu kıymetli
dostum, sanki o gün, o siyah ciltler arasında beni şöyle teselli
ediyordu:
"Aziz dostum, seninle buluşmak için alevler içinden ka
çarak işte geldim. Yanmak üzere olan bir evin, kurtarmak için
kızgın köşe bucağında dolaşan acil bir yardım eline, hemen
'manevi ' denecek güzel bir tesadüfle binlerce ci ltierin arasın
dan ben, sokularak kurtuldum. Senin akşama yaklaşan öm
rünün kalanını işgal edip de artacak daha bende çok sayfalar
bulabilirsin."
Fakat hüküm devresi eskimiş bu ihtiyar dostumdan başka
ne kadar vefalı, sevgili başka fılozoflarım, hikayeci lerim ne
8
sevimli meslek arkadaşlarım, sanatımı benim yalnız başıma
erişemeyeceğim incelikleri ve güzellikleriyle bana öğreten
ne büyük üstatiarım vardı. Hep bunların kütüphanemdeki
varlıkları birer avuç kül olmuştu.
Üç büyük yerl i ve caınlı dolap, bir yük, iki büyük etaj er,
bir kütüphane ağzına kadar bunlarla doluydu. Kitap kıyme
tini bilmeye başladığım otuz senelik bir hayat devremde, en
vazgeçilmez ihtiyaçtarımdan iktisat ederek gururlu bir ne
şeyle cilt cilt üzerine yığdığım, bazılarının az bulunmaların
dan dolayı vaktiyle aldığım fiyatlara nispeten bugün sekiz on
misli kıyınet kazanmış olanları vardı ki hazinesini karıştıran
bir cimri gibi gözümden sakınarak hürmetten titreyen "elle
rimle" vakit vakit severek, taparak yine yerlerine koyardıın.
Henüz on dokuz yirmi yaşında bulunduğum esnada be
nim bu kitap sevgimi bilen merhum Mareşal Vidinli Tevfik
Paşa bir gün beni Vefa'daki konağına çağırarak bir kütüpha
ne dolusu Fransızca kitap hediye etmişti. Ben onları uşaklar
ile beraber kucak kucak büyük bir yük arabasına taşıyarak
evime götürmüş, sevincimden bir hafta uyuyamamıştım.
Bunları tekrar tedarik etmenin imkanı yok. Pek çok emek
sarf ederek meydana getirdiğim dört beş h ikayem, piyesle
rim, nottarım vardı . Yatak bağına koştum, açıp karıştırdım.
Aradıklanından hiçbirini bulamadım. Birtakım lüzumsuz ki
tap ve gazete dökünlülerinden başka bir şey yoktu. Bu kitap
lardan çoğunun sayfa kenarlarında notlarım, düşüncelerim
vardı. Bunlar uzun seneterin okuma mahsulüydü. Mektep
lerde tahsil ettiğim kitaplar, defterlerim, mükafatlarım, övgü
lerim, en eski resim defterlerine varıncaya kadar hepsi vardı.
En küçük yaşımdan beri aldırılmış olan birçok fotoğrafta
rımın bulunduğu albüm de yoktu. B u can yakıcı ateş beni,
bebeklik zamanıma kadar bağlayan en tatlı, en ruh okşayıcı
biitiin çocukluk, gençlik vesika ve yadigarlarımdan bir anda
ayırmıştı.
9
Başımı duvara dayadım. Bir çocuk gibi ağlamaya başla
dım. M isafirim olan kişi, teselli verebilecek değerli bir şey
keşfedebitmek ümidiyle evde bir yandan dökünlüleri karış
tırıyordu.
Nihayet bağırdı:
"Çocuk olma birader, sen ki bu hayatın h içliğini bi lme
yenlere göstermeye uğraşırken böyle bir felaket karşısında
niçin metanetini muhafaza edemiyorsun? Bilenler de bilme
yenler gibi aynı zaafın mağlubu olduktan sonra tecrübelerin
neye yarayacak? İşte, bu saat senin için bir imtihan günüdür.
Sen bunu cezaya çarpılmış bir mektep çocuğu gibi gözyaş
larıyla değil, halden anlar bir filozof tebessümüyle geçiştir
melisin. Gel bak . . . Gel, işte, al sana bir cilt daha... Belki işe
yarar bir şeydir."
Misafirim, hotozu, 1 cam kanatları kırılmış, bir mecnun
gibi arkası üstü yerde yatan küçük bir büfenin önünde duru
yordu. Sütlüğünün, şekerliğinin kulpları, ağızları kopmuş bir
çay takımının arasına gizlenmiş koyu renkli meşin kaplı bir
cildi oradan alarak bana uzattı.
Baktım: I 899 m iladi senesine ait Almanach Hachette ' i .
"Ne yapayım bunu?" öfKesiyle cildi yere fırlattım. Arkada
şım tekrar aldı . Yapraklarını karıştırmaya başladı. Bazı satır
larını okuyarak:
"Bunda senin için tükenmez bir tefekkür hazinesi, bir
araştırma sermayesi görüyorum. Zaten bu cildin böyle çay
takımı arasına karışarak buraya kadar gelmesinde bir hikmet
var. Mutlak bundan bir şey çıkacak," dedi.
"Almanach Hachette' lerin hepsi, ta ilk yayımlandığı yıl
dan beri mevcuttu. Ş i mdi böyle bir tek cildi ne yapayım?"
"Hele sen iki kahve ısmarla. Yukarıya pencerenin önüne
çıkalım da görürsün."
lO
Pencerenin önüne çıktık. Sigaraları tellendirdik. Kahve
lerimiz de geldi. Misafirim, bir hikmet ineisi keşfedebitmek
için cildin yapraklarını asabi parmaklar ile çeviriyor ve arada
bir durarak yüksek sesle birkaç satır okuyordu.
Nihayet dedi ki:
"Her sayfanın alt ve üstünde birer atasözü ve büyükterin
söylediği hikmetli sözler var. İşte bak . . . "
Fransızcalarını okuyarak şöyle tercüme etmeye başladı:
"Hakikatin hiç aldatmayan bir söyleyiş şivesi vardır."
"Hakikat, zamanın kızıdır."
"İnsan, kalbinin, tecrübelerinin, kanaatlerinin toplamı
olan bir yaşa sahiptir."
"Batı! fikirler, insanlar arasına ayrılık düşürmek için ca
hilliğin uydurduğu zincirlerdir."
"Hakiki felaketimizi hazırlayan, dışta olan olaylardan zi
yade kendi iç zorlamalarımızdır."
"Küçük endişeterin acısından kendimizi sakınalım. Bu
husus, mesut kimselere mahsus bir hastalıktır."
"Namusluca bir fedakarlık, ani gelen bir elemdir."
"Birçok defa uğradığımız tal i h lütuflarını fark etmez, ge
çeriz... "
"Nankörlükten şikayet etmeyelim. Çünkü o, tüm cihanı
zapt etmiştir. Diğerlerinde olduğu kadar kendimizde de var
dır."
"Kötü ahlak ve alışkanlıklarımızın teşki l ettiği fenalık
lardan her sene birini nefsimizden söküp atabilseydik çabuk
olgunlaşırdık."
"Hayatı dayanılmaz bulmamak için iki şeye alışmak la
zımdır: Zamanın gadrine, insanların haksızlığına ..."
ll
"İyi adam, mevcut olmayandır."
M isafırim birdenbire durdu. Gözlerini karşı sahildeki H i
div'in kulesine çevi rerek birkaç defa kırpıştırdı. Sigarasını
birbiri üzerine çekti. Aramızda duman helezonları dolaşırken
milhim ve ani bir kararını tebliğ için bana döndü:
"Sana bir şey tek li f edeceğim. Fakat kabulde hiç tereddüt
göstermemelisin."
"Nedir? Anlayayım."
"Şimdi fal bakar gibi bu almanağın bir sayfasını açaca
ğım. Sol sayfanın sol üst tarafında nasıl bir söz çıkarsa sen
bunun anlamını bir h ikayeyle anlatacak ve bir mevzuya tat
bik edeceksin."
"Bu tekiitin tuhaf olduğu kadar da müşkül. İki satırdan
koca bir hikaye nası l çıkar?''
"Çıkar. Hayal gücüne itimadım vardır. İşte sana yanan ki
taplarına karşı bir teselli yolu. Hem bu arada bu işle avunur,
kederini unutursun."
"Biraz düşüneyim... "
"Yok... Yok ... Düşünmeye gerek yok. İşte açıyorum."
"Peki . . . "
12
"Öyle bir tez bulup çıkardın ki bütün kuvveti ve kapsa
mıyla bir hikayeye uygulaması gayet müşkül. Hem bütün o
muhterem üstatlarım, muavinlerim, rehberlerim da yanımda
yok."
"Adam... Bunlar kuru laftır. Böyle bir işi başaramayacak
istidatsız bir adama seksen fılozofu yanına versen yine bir
şey yapmaz."
"Sen bu cümleden ne anladın? Söyle. Bari ilk rehberliği
senden görmüş olayım."
"Bu işte senin delilin, rehberin kendi kafandır. Kimsenin
himmetine muhtaç değilsin. Bu sanatta benim de biraz usta
l ığım olsaydı bir iki cilt de ben yazardım. Biz okuruz. Bazen
bir eseri enine boyuna eleştiririz. Fakat elimize kalemi verip
de bizi sanat yolunun o gezinmesi zor tasvirlerinin sırları içi
ne bırakırsanız nereden girip nereden çıkacağımızı bi leme
yiz. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki okuyuculuk da bir sanat
tır. Yazmadım fakat çok okudum. Sizin göstermekte bizim
görmekte alışkanlığımız var. Her ikisi de birer maharettir.
Ruhumuz hikayeterinizde tatlı, acı teessürler, hafif titreme
ler arar. İçinde bunaldığımız bazı zorluklar, bazı karışıklıklar
vardır. Eserlerinizde onlara dair neticeler bulmak isteriz. Da
ima hissettiğimiz birçok şeyler olur ki bunlara kendil iğimiz
den bell i birer şekil veremeyiz. Sonra bunları pek sade birer
tasvir şeklinde gözümüzün önünde görünce pek memnun ve
hoşnut oluruz. ' İşte bunu aynen böyle ben de hissetmiştim.'
deriz. Herkes birçok şey görür. Fakat resmini çizemez. İnsan
tanıdığı bir mahallin resmini görünce tanıdığı ayrıntıyı orada
birer birer keşfetmekten lezzet alır. Eser ile eser sahibi birbi
rine karışık gibidir. Aralarında bir nevi birlik vardır. B iz, yani
uzaktan bakanlar, sanat manzaralarındaki şekillerin kuvvetl i
ve zayıf yönlerini tarafsız bir incelemeyle seçebiliriz.
Bu 'acı gülüş'ten anladığımı da söyleyeyim. Tabiatta
'ağlama' , çocuktan büyüğe kadar ümitsizlik ve ızdırabın ilk
belirtisidir. Yaşa, bünyeye, sinire ait farktarla hemen herkes
ı3
acısını bu suretle açığa vurur. Sevinç ağlaması olduğu gibi
ümitsizlik kahkahası da vardır. Böyle ters bir surette insanın
kendini ifade etmesi ters olmayandan daha da şiddetlidir. Bir
insan, en basit içerlernesinde de ağiayabil ir. Fakat bu 'acı gü
l üş', acı çekmenin en zirve noktasıdır. İ nsan, çok kere kendi
yaptıklarının ahmaklığı, hatalarının sonucu olarak uğradığı
felaketlerde kafasını yumruklaya yumruklaya acı acı güler.
Bu gibi ümitsizce, şiddetli üzüntülerde ağlamak hiçtir. Bu
gülüşteki ızdırabı kimse ifade edemez. Bu adi acıları ifade
aracı ve yatıştırma vasıtası olan gözyaşları kurur, gülüşe,
kahkahaya dönüşür.
İşte azizim, aklımın erdiği kadarını söyledim. Fakat sen
bu acı, can yakan gü lüşü göstermek için ne gibi olaylar ve
kişiler icat edeceksin? Bunları hangi üzüntüler içerisinde do
laştıracaksın? Eserine nasıl bir sanat ruhu üflireceksin? İşin
bu yönüne katiyen aklım ermez.
Bu zorluklara karşı göstereceğin mücadele azmini, mü
cadeleci kaleminle açmaya uğraşacağın taşlı, dikenli yol ları
düşündükçe seni takdir etmekle beraber hayretlere de düşü
yorum. İki satırdan üç dört yüz sayfa çıkarmak .. . Bu, hayret
verici bir iş ... "
Dostum sustu. Ş imdi ben, dalgın, etrafında uçuşan ilham
perilerinin gizli söyleşilerine bütün ruhumu vermiş dinl iyor
dum. Her biri bir şey söylüyordu. Bakışım, denizden süzüle
rek karşı yakanın gökle birleşen yeşill iği içinde i lham avını
arıyordu. Nihayet kederimi unutup şevk i le çırpınarak:
"Buldum ... Buldum . . . " dedim.
"Nerede?"
"Şu karşıki yamaçta, koyun durgun aynasında, büyülen
miş bir halde yansımalarını seyreder gibi tatlılıkla eğilmiş,
şemsiyeye benzeyen tepeleri güneşle yaldızlanmış üç büyük
fıstık ağacı var. İşte onların i l ham gölgeleri altında. .. Yirmi
dakika müsaade edersen krokiyi şimdi çizip gösteririm."
14
Dostum hayretle yüzüme baktı. Masanın kenarına otur
dum. Fransızların "a la minüt2" dedikleri hızla otuz satır ka
dar yazdım. Kağıdı uzattım. Okudu. Dostum beni şaşkın bir
takdir ile yukarıdan aşağıya birkaç kere süzdükten sonra:
"Bir çocuk doğarken görmüştüm. Fakat şimdiye kadar bir
hikayenin doğumunda bulunmamıştım. Kolay meydana geti
riyorsun, tebrik ederim," dedi.
Elimi sıktı.
ıs
BİRİNCi BÖLÜM
1
Eski ve Yeni Kafalar
ıs
yı ihmal ederek, Çiçekbostanı semtindeki evinin köşe pence
resinde bir gözetierne yeri bulmuş bekliyordu.
Karşıki eve bozuk kadınlar taşınmış, her akşam içeriye
adam alıyorlardı. Evde erkek narnma kır sakallı, kırk beşlik,
ellilik bir adam vardı . Bu heritin elinden tespih düşmüyor,
girip çıkarken kelime-i tevhid ile daima rludakları kımıldıyor,
ekseri onu camide ön safta görüyorlardı. Hasan Efendi, bir
müddet bu gösteriş için yapılan ibadete aldandı. Fakat evdeki
genç kadınların çoğalmasını ve sıkça değişmelerini, bi lhas
sa süs ve tuvaletlerini, açık saçıklıklarını, her gün arabayla
veya yaya sokağa taşınmalarını, hangi semtten geldiği bel li
olmayan b i r bakkal çırağın ın, içi bira vesaire şişeleriyle dolu,
omzunda getirdiği bir tahta sandıkla içecek ve yiyecek taşı
masını efendinin o Müslümanca tavrıyla bir türlü bağdaştıra
madı. Daha tuhafı ise sık sık gelen misafirler hep erkek, genç
ve hovarda takımındandı. M isafirlik zamanları da daima ge
ceye rastlıyordu. Bazı akşamlar, evin arka bahçesi üzerindeki
geniş odasından ut, keman ve ezgili kadın sesleriyle karışık
ince bir ahenk işitiliyordu.
Bu tespihli herif, sureti Hak 'tan görünmeye uğraşan ma
azallah bir münafık mıydı? Yoksa aile halkına söz geçirebil
mekten aciz zavall ı bir ibadet düşkünü müydü? Hasan Efendi
bu iki şık arasında uzun tereddütler geçirmekteyken bir ak
şam kapıyı çalan birkaç hovardaya misafirhanenin kapıları
aç ılmaz.
Herifler, "Silsilesini beliediğimin fah işesi, aç kapıyı ! "
naralarıyla mahalleyi çınlatmaya başlarlar. Mahalleli üşüşür.
Saldırganlar fırar ederler.
Tespihli adam uzun sakalından aşağı yakınma yaşları dö
kerek sokağa çıkar. Ne belaya uğrad ığını bilernediğini büyük
bir ızdırapla anlatır. İki elini semaya kaldırarak saldırganları
Allah 'a, o gerçek intikam alana havale ettiğini söyler. Aile
fertlerinden olayın aslını öğrenmek için içeri girer. Kısa bir
19
müddet sonra tekrar çıkarak soruşturmasının sonucunu yine
gözyaşlarıyla şöyle anlatır:
"Bugün bizim evin kapısını çocukların tanımadıkları üç
genç kadın çalarak içeri girmişler. Zaruri bir iş için geldikle
rini, bu civarda hiç tanıdıkları bulunmadığı için rastgele bir
kapı çaldıklarını, bu ihtiyacın herkesin başına gelmesi muh
temel bir hal olduğunu, onun için reddedilmemeyi insanlık
narnma istirham etmişler. Bizimkiler de tabi i nazik davrana
rak kadınlara aradıkları yeri göstermişler. Hatta su, kahve fi
lan da ikram etmişler. Bir hayli müddet oturup görüşmüşler.
Bu yabancı kadınların bizim eve girmeterindeki maksadın,
beyan etti kleri ihtiyaç üzerine değil, peşlerine takılan bir iki
edepsiz heriti n takiplerinden kurtulmak için olduğu şimdi
anlaşılıyor, çapkınlar bizim evi o kadınların meskeni zanne
derek bu rezalette bulundular... "
20
"Yakında orayı ziyarete geleceğim."
"Bize mi? Buyurun. Memnun olurum."
"Size değil canım ... Size gelip ne yapacağım? Karşınızda-
ki eve. . . Karşınızdaki . . .
"
21
bedava kabul ederler, kim bilir ne kadar izzet, ikram da gö
rürsün. Hiç böyle bir nimet kaçırıl ı r mı? Canına yandığımın,
bizim mahalleye böyle avlar düşmüyor ki istifade edelim. Bu
dünya aksinedir. Böyle talihler gelir de senin gibi kıyınet bil
mezterin ayaklarına dolaşır."
"Haydi beyim haydi işine .. . Ben eski kafalıyım. Bu yaş
tan sonra Cenab-ı H ak beni beğendiğin yeniliklerle şeytana
uydurmasın."
"Medeni bir memleket için bu gibi evlerin de lüzumu var
dır."
"Lüzumu varsa Beyoğlu 'nda çok . .. Belediyelerin neza
reti altında doktorlu, kayıtlı, i mtiyazlı böyle ticarethaneterin
kıtlığı mı var? teşrif ediniz, İstanbul ' da bu çeşit evlerin ço
ğalması ile olacak medeniyete Allah beni eriştirmesin. Biz,
abani sarıklı5 Türkler hep ölelim, sonra siz medeniyeti iste
diğiniz gibi tefsir ediniz. Çoluğumla çocuğumla oturduğum
evimin karşısında böyle rezaletin, namussuzluğun yapılması
na razı olup seyredemem."
"Kuzum Hasan E fendi, orada bir eğlence yapmak üzere
önümüzdeki perşembe için sözleştik. O güne kadar dişini sık.
Dostluk namına senden böyle bir ricada bulunamaz mıyım?
Ya ben oradayken böyle bir skandal olursa bana acımaz mı
sın?"
"Sandal vapur deği l ya, içeride babam olsa yine bastırta
cağım."
"Que faire? İl est la betise meme . . . (Ne yapmalı, herif ka
lın kafalının ta kendisi . . . ) "
22
"Adiyöden de çakmam. Benim bildiğim ' Al laha ısmarla
dık'tır."
"İşte manasını söylüyorsun ya ! "
"Böyle senin gibi tatlı sululardan ışıte ışıte öğrendik.
' Mancarna' yemek, ' Moncoma' vakitler hayır olsun, 'Ola va
lava' nereye gidiyorsun, ' Piyastril ' para, ' İpsomi' ekmek ... "
"Bu söylediklerin benim hiç anlayamadığım bir l isandan,
hele bu sonuncusu Rumca. .. "
23
"Anladım. C idden dövüşeceğiz. Ticaretin bu bereketsiz
l iği, durgunluğu hangi tarafın günahının eseridir onu da ben
bilirim. Ne alıp sattığınıza dair düzenli bir defter bile tutmayı
bilmezsiniz. Babanızdan ne görmüşseniz o uçurumdan çı
kamazsınız. Pek cahi l bir adete bağl ısınız. Dünya esasından
değişir, bütün sanat kaideleri ticaret dönüşür. Sizin o eski
kafanız yine odur. Gericiliği selamet zannedersiniz, M üslü
manlıktan dem vurursunuz. Müşteri aldatmaktan da çekin
mezsiniz. Frenklere kırpıntılar yutturduğunuzu şimdi kendin
söylüyordun. A lemle beraber bütün dimağlar da değişme
l idir. lngorance, paresse, .fanatisme, superstition, voila /es
caı1ses de nos malheurs (Cehalet, tembellik, taassup10, batı)
fikirler, işte felaketlerimizin sebepleri)."
"Oğlum, karşımda Frenkçe sakız çiğneme ... Ecdadının di
lini niye beğenmiyorsun? Böyle, nesi ini, örfünü, cinsini, milli
adetlerini beğenmemekle iş yürümez. Biz, Frenkleri birkaç
kırpıntı ile aldatıyorsak onların bize soktukları kazıklardan
haberin yok mu? B u bizimkisi aldatmak değil, bir nevi tica
ret gazasıdır. Beyoğlu ' ndaki ticarethaneleri, o yekpare büyük
camların arkasında elektrik ışıkları içinde parlayan eşyayı
görmüyor musun? Hep onların bu fantaziyelerini, ziynetle
rini, pahalılıklarını bizim keselerimiz ödüyor. Bak benim bu
fakirane dükkanımda ne var? M üşteriyi rahatça oturtacak bir
yerim bile yok. Onlar mı bizi aldatıyor biz mi onları? Bu ha
kikatlere iyice dikkat et de anla. Frenk, mağazasının ortasına
'pirepikis ' 1 1 yani ' tek fiyat' diye bir levha asar."
"' Pirepikis' değil, dilini d üze lt."
"Her ne karın ağrısı ise ... Seninle pazarlığa bile tenezzül
etmez. O levhayı görünce istediği parayı verip afiyetle kazığı
yiyerek çıkarsın. Burada sekiz kuruşluk bir mal için benimle
çekişe çekişe pazarlık edersin. Dikkat et, o mağazaya başka
bir Frenk girsin, o l evhaya asla ehemmiyet vermez. Sıkı sı-
1O Bağnazl ık.
l l Prix fixe.
24
kıya pazarlık eder. Çünkü o, malın asıl fıyatını bilir. Dolma
yutmaz. Bu 'tek fıyat' hilesi senin benim gibi kolayca alda
nan ahmaklar içindir. Sen bana yaptığın ' fınfon ' cakasıyla
orada işini yürütemezsin. Dünya değişiyorsa, değişmişse bu
h i lelere karşı gelecek malumatı, konuşma becerini niye elde
edemiyorsun? Karşıda bazı mağazalar vardır ki burada biz
lerden on kuruşa aldıkları bir mal ı orada yüze satarlar. Evet,
itiraf ederim, onlar satmanın usulünü biliyorlar. Fakat bu üs
tünlük karşısında ezilen yalnız yerli esnaf değildir. Resmi,
gayriresmi varlığımızın bütün şubeleri çiğneniyor. Balık
baştan kokar. Bizim mahalledeki kibarlar, çocuklarını Cizvit
mekteplerineı2 gönderiyorlar. Sebebi sorulunca bizde o mek
tep adına yaraşır eğitim kurumlarının olmadığını söylüyor
lar. 'Mektep' ismini verdiğimiz, memleketteki o iri l i ufaklı
binalar nedir? Ne içindir? Neden milli tahsil yolunda deği l
ve alamıyor aklım ermiyor. Frenklerin, çocuklarımızı Türk
lük için terbiye etmeyecekleri pek aşikardır. Oralardan bir
iki 'fan fan' öğrenerek çıkıyorsunuz. M i l liyetimize en büyük
düşman siz oluyorsunuz. Ben vaktiyle 'cami dersi' gördüm.
Muhyiddin Arabi13 hazretlerinin felsefesini okudun mu? Ef
renç,ı4 felsefeyi işte oralardan çalıp ilim kaynağı diye bugün
size satıyor. Bu buharlar, elektrikler, tayyareler, gramofonlar
filanlar kitabımızda birer işaretle hep bildiri lmiştir. Onları
bulup çıkaracak Müslüman alimi yok."
"Şimdi söze benzer birkaç şey söylediniz. itiraf ederim
içinde doğruları da var. Fakat işin sonunda işte yine sapıtı
yorsunuz. O zamanki felsefe esasları ile bugünkünün ne ol
duğunu siz bilemezsiniz. Bunda uzman değilsiniz. Buharlar,
elektrikler kitapta değil, tabiat hazinesinin meçhul sayfala
rında gizlidir. Onları oradan bulup çıkarmak sizin gördüğü-
25
nüz cami dersiyle, medrese tahsiliyle mümkün olamaz. Laf
istemem. Bu bahsi geçiniz. Şimdi sinirlenirim . . . "
"Aman sinirlenme, beyim ... Sen de benim inancıını ren
cide edecek tavırlarda bulunma. Frenklik aşığı bir donsuz ile
eski kafada, şalvarlı bir Türk hiçbir zaman ortak bir düşün
cede birleşemezler. F akat sana bir tekiifte bulunayım da ba
rışalım."
"Nedir?"
"Bu cuma gecesi, heyhat evet, öyle mübarek bir gecede
Uncu Ahmet'in evine ınİsafirliğe gideceğini söylüyorsun."
"Niyetim öyle ... "
"Ben orayı bastıracağım."
"Barbarlık ... "
"Medeni boynuzlar takınmaktansa namuslu barbarlığı
tercih ederim."
"Fakat barbarlıkla namusun uyuşamadığı çok noktalar
vardır. N amus deyince siz bundan sırf ırz manasını anlıyor
sunuz. lrz nedir? Mahalle defterinde kayıtlı olarak izdivaç
şeklinde bir kadın kendini bir erkeğe verirse . . .
"Sus . . . S u s. . . Al imallah elim ayağım işte par par titriyor."
"Ne diyeceğimi anlamadan . .. "
"Anlamak istemem. Bütün Avrupa fel sefesini karşımda
batınetsen evimin önünde cereyan eden bir namussuzluk ti
caretini bana uygun gösteremezsin."
"Susturmakla bu hakikatler değişemez. Bunu açıklığa ka
vuşturmanın tek yolu münakaşadır."
"Ne olursa olsun. Senin bildiğİn sende, benimki bende
kalsın."
"Peki ... Teklifin nedir? Barbarlığa iştirak mı?"
26
"Canım, barbarlık lafını kaldır. Medeni bir şekilde yapı
lan ne barbarlıklar var. Şimdi siz o evde tabii daha birkaç
zampara arkadaşla birlikte bul unacaksınız."
"Olabilir."
"Söz birliği edelim. Baskın hususunda siz içeriden bize
yardım ediniz. Mahalleliye hakikati anlatır, sizi alayla kara
kola gitmek zil letinden kurtarırım."
"Jame (asla) hiçbir vakitte böyle bir ahlaksızlığı kabul
edemem."
"Ahlaksızlık mı?"
"Hem de en kötüsü ... "
"Aman ya Rabbi, gençleriyle ihtiyarları ahlakı böyle iki
uçta gören bir mil letin fikir birliği etmesi nasıl mümkün
olur?"
Hasan Efendi kalben bu gence karşı şiddetl i bir nefret ve
kinle sarsılır. İntikama karar verir. Yapmacık, sakin bir tavır
alarak:
"İçeriden bir el olmadıktan sonra bu baskından pek başarı
umu lamaz. Başıma bir bela alıp çıkma ihtimali de var. Çünkü
Macuncu taraflarındaki böyle bir kerhanenin müdürü Rus ta
biiyetine girmişti. Kim bilir, bu U ncu Ahmet de hangi ecnebi
h imayesinde iğrenç sanatını icra ediyor? Başımı derde sok
mak istemem. Allah kahretsin! Elbette bir gün kendi kendine
belasını bulur. Şimdi baskın eskisi gibi kolay değil. İçeriden
zampara bulup çıkaramazsak sonra Uncu bize namus davası
açmaya kalkar. O, yine ticaretiyle meşgul olur. Hapiste biz
yatarız."
"Bravo ... Monşer H asan! Doğru düzgün düşünmek işte
böyle olur. O adam ırz satıyorsa sermayeyi senden talep et
miyor ya? Ticaret serbesttir. Senin evin ayrı kapın ayrı. C i
varda gayrimeşru i lişki olması, bütün komşular için büyük
27
birer vebal ise etraftaki evlerde geceleri neler oluyor, ha
beriniz var mı? Uncu Ahmet ticaretinin ne olduğu yaftası
nı kapısının üzerine asmış demektir. İ steyen kendini oradan
sakınsın. Irzı, namusu, istikameti aldatmaya alet edinen gizli
kötülerden korkmalıdır."
"Keramet huyuruyorsunuz beyim."
"Demek barıştık?"
"Müslümanın M üslümana dargınlığı bir tülbent kuruyun
eaya kadardır."
"Öyleyse ver elini ... 'Adiyö'ye kızıyorsun, Allah 'a ısmar
ladık."
"Sefa-yı hatırla. . . "
28
tığımız Avrupa, i lerleyip gelişmeye bu yoldan giderek mi
ermiş? 'Medeniyet' diye ar perdesinden sıyrılmış seni gidi
hayasız, donsuz kerata seni ... Geçen akşam kahvede söylü
yorlardı. Beyoğlu sahnelerinden birinde Frenk orospuların
dan bir ahlaksız, haşa sümme haşa, H azret-i Havva'yı temsil
ediyorum diye ortaya anadan doğma çırılçıplak çıkmış. El
şakırtıları, alkışlarla kendinden geçmiş... Beşeriyetİn anası
yaprak tutunduydu. H i ç rezalet alkışlanır mı? Avret yerini
örtmeyi emretmeyen hangi mezhep vardır? M ukaddes tarih
ten bile ahlaksızlık dersi çıkarıyorlar. C ihanın yaradıl ışına,
' tabiat' diyorlar. Yaratıcı sözü yok. Görmüyor musunuz?
H ayvanat tüyler, yünler, kıllar ile örtülü. Ah . . . Ah . .. Ş imdi
ki yeni moda kadınların fıstanları, çarşafları örtünme değil,
birer dar kılıf, vücutlara geçirilmiş bir çeşit eldiven. Etekleri
adeta birer köstek, ayağı prangalı bir bedbaht olmuş bu moda
esirleri sekerek yürüyor. Bunun adı, "kıyafet serbestliği" ...
Şu ahir zamanda her şey zıddıyla bilinir oldu. Cühelaya alim,
inkara fen deniyor. Gazetelerde manalarını anlayamadığımız
ne tabirler görüyoruz. Ş imdiye kadar hiçbir kitapta ve örf ile
adederimizde yer bulamamış korkusuzca atılganlıklara, küs
tah! ıkiara şahsi teşebbüs deniyor, mesela komşunun ticare
tini öldürmek için kanun, ahlak, seni mesul tutmuşsa şahsi
teşebbüs diyerek bunun içinden çıkabilirsin. Kelimenin ye
niliği mazerete kefıldir. Sen eski kafanla bu yeni kelimenin
manasını, hayata tatbikini anlayıncaya kadar okkanın altına
gidersin. İ dare makamlarında üst tanımamaya 'adem-i mer
keziyet ' 1 5 daha bilmem ne 'sosyalizm' , ' kokorizm' gibi dili
min dönmediği cenabet cenabet sözler... Donsuzluk fikri mi
yükseltir? Belediye Avrupa'ya birkaç düzine çıplak heykel
ısmarlamış. Bu cascavlak çırılçıplakları şehrin en işlek nok
talarına dikecekmiş. Ahalinin zihni ancak bunları seyrederek
açılabilirmiş diyorlar. Mehmet Kenan, alacağı n olsun, seni
büyük bir rezalet ile bastırtayım da gör."
1 5 "Merkezin yokluğu."
29
2
Baskın Hazırlığı
Yağlıkçı Hasan Efendi, Uncu Ahmet'in evini bastırmak
için her nevi mesuliyeti üzerine alarak mahallede kendine ka
fadar bulduğu kimseleri teşvik için ikna ve cesaret nutukları
sarf ederek gerekl i düzenlemelerde bulunmuştu.
Muhtarın, hekçinin ve öyle bir eve girmeye pek istekli ve
bunu büyük bir muvaffakiyet sayarken kendilerinden başka
muvaffaklara kötü gözle bakıp orada rezalet çıkarma işinde
büyük bir kin ve gayretle hareket eden mahalle tosunlarının
kulaklarını iyice bükmüş, ufak b i r işaret veril ince hepsini ka
pının önüne toplayabilme planını kurmuştu.
Yağlıkçı 'nın iple çektiği cuma gecesi nihayet geldi. Hasan
Efendi ağının ortasında hareketsiz, avını bekleyen bir örüm
cek gibi köşe penceresine geçti. Evinin içindeki lambaları
söndürttü. Çoluğuna çocuğuna derin bir sessizlik tembihinde
bulundu. Kimse çıt etmiyordu.
O akşam bakkal çırağı, Ahmet'in evine yine bir sandık
dolusu alkollü içki ve mezelikler getirmişti. Bu şişeterin
muhteviyatından M ehmet Kenan Bey'in de hissesi bulun
duğunu Yağl ıkçı düşündükçe seviniyordu. Bu zevk ve sar
hoşluk gıdasını beyin boğazında bırakmaya ahitler, yemi nler
ediyordu.
Meyhane dönüşü naraları arasında yatsı ezanı okundu. Ci
var evierden tek tük öksürüklü, eli değnekli, ağır yürüyüşlü
kimseler, ağır kunduralarını sürüye sürüye kelime-i şehadet
getirerek camiye gidiyorlardı.
Gündüzleri bile güneşin tamamıyla aydınlatamadığı bu
dar, kasvetl i, yosun kokan rutubetli sokağın bir köşesinde
yanan hava gazı feneri, bir sis sıkıntısı içinde vakit vakit bo-
30
ğuluyor gibi sönmeye benzer ürpermeler geçirerek yine açılı
yor, Uncu'nun soluk, aşı boyalı evini saçaklarına doğru biraz
aydınlatıyor. Fakat ışık cumbanın altında loşta kalan kapıya
kadar varamıyordu.
Bir tıkırtı olur. Hasan Efendi, Uncu' nun kapısının açıldı
ğını anlar. Kafese yapışır. Ahmet, elinde tespihi, sarnur yaka
lı paltosuyla, birkaç saniye sonra sokağın aydınlığına çıkar.
Günahının yükünü çekemeyip önüne eğilmiş kafasıyla yere
bakarak mahalle ihtiyarlarının zahidane yürüyüşlerini taklit
eden bir sarsaklıkla yürür. Hasan Efendi 'nin kapısı önünde
durur. Derin derin birkaç defa tekbir alır, sonra cami yolu
nu tutar. Yağlıkçı içinden şöyle söylenir: "H ikmet-i rabhani
yesine kurban olduğum Allah 'ım, ne sabırlısın! Yüce adını
halkı aldatmak için telaffuz eden bu melun heritin nefesini o
anda kesmeyip de müminlerin ibadet neşesiyle dolu camisine
girmesine nasıl müsaade ediyorsun? Dışı sofuluk riyası ile
kaplı, içi küfürle kirlenmiş, aramızda kim bilir daha ne kadar
münafık var. Şerlerinden sen bizi koru . . .
"
31
kapı aralıktı ve arkasında adam vardı. Zampara içeri alındı.
Kapı tıkırtısızca örtüldü.
Hasan Efendi içinden:
"Hah işte kapana bir fare girdi. İnşallah bu birinci av
Mehmet Kenan Bey'dir. Misafirlerin arkası olmal ı . Yarın
cuma. Kalemler tatil. Beyler boyuna İstirahat edebilirler. Bu
akşam, evin kabul gecesi... Tek zamparalı baskının zevki
çıkmaz. Ben onları sürü ile zabıtaya götürmeliyim ki keyfim
gelsin. Geh, geh, haydi kümes, kümes, kümes ... Zülüftü ho
rozlar, tepe! i tavuklarınızla beraber ben sizi birer birer kafese
koyayım da mahalle arasında kurmak istediğiniz medeniyet
sehpası nasıl olurmuş görünüz. Tespihli yadigar camide aca
ba şimdi sureti H ak'tan görünüp nasıl da yalandan evrat çe
kiyor? Kerata seni ... "
32
"Süslen beyim, süslen... Sen karılardan ziyade kendini
onlara beğendirmeye uğraş. Fakat ne yazık ki bu gece, bu
pomatalı,18 lavantal ı saçlarınla zabıta dairesinde, hiç de rahat
olmayan bir yatakta tek yatacaksın. Bana verdiğin medeniyet
' diskur'unu19 polis komiserlerine de oku bakalım, para eder
mi?" düşüncelerini mırıldanıyordu.
Uncu, namuslu bir ev sahibi tavrıyla evin kapısını çaldı.
İçeri girdiler. Bu nikahsız gerdek evinin damatları tamam
mıydı? Yoksa daha gelecekler var mıydı? Hasan Efendi bir
müddet daha beklemeyi uygun buldu. Bir saat kadar süren
bekleme zamanında, iki insan karaltısının daha kapının kesif
loşluğu içine dalarak meclise dahi l olduklarını gördü.
Kendi tabirince kümese giren horozların adedini hesap
tadı. Evvela bir, sonra ev sahibinin koltuğu altında gelen iki
daha, üç . . . İki de en sonra, beş ... B u beş erkeğe i lavesi zaruri
olan beş de dişi, hepsi toplam on . .. İ çeride ihtiyaten fazla na
zenin bulmak da muhtemeldi . Mahal lenin taassup heyecanı
nı tutuşturmak için bu kadar günahkarlardan müteşekkil bir
baskın alayı yeterli değil miydi?
Yağlıkçı, seyircilerini heyecaniandırma endişesiyle "mi
zansen"in en küçük ayrıntısını düşünen bir tiyatro direktörü
gibi bu rezalet katarı üzerine çekeceği halkın ayıplama ve kına
masını şiddetlendirrnek için daha neler yapmak lazım gelece
ğini düşünürken galdır guldur bir kira arabası geldi, Uncu'nun
kapısı önünde durdu. Hasan Efendi kendini kafese verdi.
Arabacı yerinden atladı. Kapıyı çaldı. Kapının açılmasın
dan sonra arabanın kapısını açtı. Tentel i etekleriyle kaldırım
ları süpürerek koyu çarşaf'lı iki nazenin indi.
Bunların mostral ık20 birer bebek gibi boyalı yüzlerini,
çarşafiara sığmayacak bir gürlükle çepeçevre dışarı fışkırmış
18 Bir tür saç kremi.
1 9 Bir kimsenin bir konu hakkındaki likirierini bildirmek veya öğüt vermek için
yaptığı uzun konuşma.
20 Göslcrmclik, numune! ik.
33
saçlarını pek az fark etti. Son çıkan, para uzatırken atmış ol
duğu birkaç kadehin verdiği cesaret ve yılışıklıkla arabac ı,
nazeninin omzuna hovardaca insafsız bir çimdik attı.
Arabacı,
34
dik. Isınarlama iki yosma daha kapana düştü. Bunlar mutlaka
Kenan Bey ' le dostu için olmalı. Kapının önündeki rezalet
böyle, acaba içerisi ne halde olacak? Ne tatlı şeyler ki araba
cı bile çimdiklediği parmaklarını yalaya yalaya doyamadı."
35
gürültü şeklini aldı. Sarhoşça inlemeler, ahlar, vahlar çoğal
dı. Oyun havaları başladı. El şakırtıları arasındaki: "Aman
kızım titreme, canı m da beraber oynuyor." "Katir bakışınla
o kadar süzme, billah bittim," şikayetleriyle: "Oh, oh kıvır.
Ha bakayım, aman elmasım . . . Biraz daha göbek fırtınası . . . "
istirhamlarının bini bir paraya işitiliyordu.
36
"Şurada, sokak üstündeki odalarda."
37
"Yavrum Tosun, sen doğru Aksaray Caddesi'ndeki Kuşçu
Arif'in kahvesine koş . . . Mahalle delikanlıları hep orada bek
liyorlar. Onları arkana tak, köşebaşına kadar gel, orada dur.
Emir almayınca ilerleme sakın. Gürültü lazım deği l . . . "
24 Yedeğinde taşıt götüren, çeken taşıt, özellikle başka taşıtları yedeğine alıp gö
türmek üzere özel olarak yapılmış deniz !aşılı.
38
kaptan gibi parıldayan gözleriyle sokakların karanlıklarını
yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu. Bir
denbire karşısına soluk soluğa Emin çıktı. Yağlıkçı sordu:
25 Aıı:o. Kaç, uzaklaş, sıvış; tamam, biııi anlamlarında kullanılan bir seslenme sözü.
39
Yağlıkçı hakikati anladı. H iddetten baştan ayağa bir tit
reme kesildi. O da şamatayı önlemek için bağırmak istiyor
fakat öfkesinden sesi çıkmıyordu. Boğulacak gibi bir hale
gelmişti.
26 Argo. Para.
40
dışan verince bu da ' kepazelik', ne yapalım? Baskın bu, boru
değil... Bizim gibi tosunlann başka ne eğlenceleri var? Yan
gın bir, baskın iki . . . Parasız tiyatro. "
"Ananın örekesini !27 Ulan ben sizi böyle alayla gece ya
rısı hırsızlığa mı gönderiyorum zannediyorsun? Yediği her
zeye bak . . . "
27 Yün, keten gibi şeylerin eğri lirken tullurulduğu, bir ucu çatal değnek.
28 işi özenmeden, çabucak yapmak.
41
bir Şişli kibarını, ' şiş kebabı ' okudu da gülrnekten bayıldık.
Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ' Mahalle'yi
' muhallebi ' diye heceledi. Ne yaparsın? Ustadır, şiş kebabı
nın üstüne muhallebiyi de piyzlendik29 oturduk. Yorgancının
alimi, efendisi bu kadar olur."
29 içmek, demlenmek.
30 Saçlurı ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek.
42
"Hamam değil, benim başım kızd ı . Susar mısın? Yoksa
susturayım mı?"
"EI-hab . . ."
Arkadan kahkahalar:
43
"Ayıktır ayık . . . Efendi cin içer. Matarası cebindedir. Salak
Eyüp vapuru gibi islimi32 üç saat sonra tutar. Bir kere usku
ru33 dönerse hem tornahit işler hem tornistan . . . Halıcıoğlu,
Balat. . . İ ki tarafa çatarak gider. Fener 'e uğramaz, Yemiş'e
abanırsa artık kalkamaz. Orada sızar."
44
çıkarınız. H izmet büyük, vazife mühimdir. İ ki dünyada da
ecre nail olursunuz. İ şin iyi gitmesini ihlal edecek hallerden
sakınınız. Haydi bakalım . . . İ nayet Bari 'den."
45
3
Baskına Doğru
Bıçkınlar:
46
"Kerhaneyi Uncu işletsin, biz mesut olalım, öyle mi?
HükUmet vazifesini güzel biliyor doğrusu ... "
"Kimdir o?''
47
Polis kızgınlıkla:
Etraftan sesler:
48
hakikat ev halkınca bilindiğinden U ncu Ahmet çamaçar so
kak yüzündeki kırık pencerelerden birinin kafesini sürerek
kirli suratını ahaliye göstermek cesaretinde bulundu. Arka
sında gecelik kürkü, başında takkesiyle ağlayarak:
İ mam Efendi:
Ahmet Efendi:
Ahaliden biri:
Ahmet:
Külhanbeyleri kahkahalarla:
Ahmet:
Bir ses:
"Senin ailenin sayısı bell i mi? İ çerideki lere amcaının
oğlu, teyzemin kızı diye birer hısımlık takarak işin içinden
49
çıkmak istiyorsan böyle kerhaneci martavalına kimsenin
kanmayacağını bil ! "
Hasan E fendi:
Ahmet:
Hasan Efendi :
Ahmet:
Hasan Efendi :
Ahmet:
Hasan Efendi :
Ahmet:
Hasan Efendi:
50
Ahmet:
"Ya edemeseniz?"
Hasan Efendi:
Ahmet:
Polislerden biri:
51
Kalabalı k içinden biri:
Ahmet:
Hasan Efendi:
Ahmet:
Hasan Efendi :
52
Ahmet:
Hasan Efendi:
Ahmet:
Komi ser:
Ahmet:
Kalabalıktan biri :
Ahmet:
53
"Komiser Efendi, yine size hitap ediyorum. Bana halkın
arasından ' kerhaneci ' diye kötü bir ithamla hitap eden o kim
seyi tutuklayınız. Davacıyım."
54
kullanılacak sıfatlar bu gibileri gücendirmemek için yasaya
uygun olarak izinleri alındıktan sonra mı ağza alınacak?
Hangi tabiri nerede kullanacağımız hakkında kanunlar yap
sınlar. Biz de ne diyeceğimizi bilelim."
Ahmet:
O efendi:
Ahmet: "Açmayacağım."
55
Ahmet: "Kıramazsınız. Zabıta mesut olur."
Ahmet:
56
"Komiser Efendi, sorumluluğunuz pek büyüktür. Ecnebi
patentasındayım. Sefaretimden memur gelmedikçe kapıyı
açmam. Şimdi kırabilirsiniz."
57
misafir gelmiş iki Frenk, bu baskın patırtısını işitince yanla
rından hiç ayırmadıkları fotoğraf makineleri ve magnezyum
ları ile olay yerine hemen koşuşmuşlardı.
"Hiçbir yerde."
58
Komiserin karakoldan istediği yirmi kadar asker o sırada
yetişmiş olduğu için zavallı adam son bir çare olarak halkın
önünde içeri girdi. Kalabal ıktan ayaklar altında çatırdayarak
yıkılına tehlikesi gösteren merdivenden adamlarıyla bera
ber en önde yukarı fırladı. Birinci kat sofasını tuttu. Kapalı
bulduğu oda kapılarının önüne ikişer üçer süngülü diktİkten
sonra üst kata çıkacak merdiven başına da yeteri kadar silahlı
kuvvet dizdi. Nihayet ahaliye hitaben bağırdı:
59
4
Evde Zampara Yok
Tosun ile Emin merdiven altının karanlığına gizlenmiş,
fısıldaşıyorlardı:
60
leyen leylek gibi tek ayak üzerine dur. . . Yürü derlerse adım
atma. Zıpzıp taşı gibi sek. Ben de penceremin birini kapayıp
üzerini bağlayayım. Yarımşar tertip, birimiz topa!, birimiz
kör olalım."
"Sonra ne olacak?"
61
Nağmeleriyle, iniltileriyle, insanı aynatan ahenkleriy
le meclisin sefasını sürenleri söyleten, güldüren, oynatan,
çıldırtan ut, keman şimdi susmuş telleriyle sanki mahcup,
korkudan birer tarafa uzanmış yatıyorlar. Sedefli def, narin
parmaklardan yediği fiskelerin devasız hicranıyla bir duvara
yaslanmış dinleniyor. Alımlılıktarının hıyanetleriyle gönül
ler yakan gözlerin işveli rutubetini silen, şehvet azgınlığıyla
nemlenen pembe dudakların, kıskanılan aşıkların buselerin
den buruşmuş zarif kadın mendilleri, hararetli kucaklarda
sevda baskısından bunalmış, teriemiş vücutlardan fı rlatı lmış
şık kadın ceketleri , terlikler birer tarafa serpilmiş, bütün bu
eşya, suskun hfilleriyle biraz evvel şahidi oldukları neşe ve
vuslat alemi ni, o inceleyen gözlere apaçık birer hakikat satırı
gibi esrarlı hikayesini ifşa ediyorlardı.
62
kelerini püskürtmeye başladılar. Katılamadıkları bir zevkin
mürtekiplerine karşı bu hüsranla husumet duyan gençler de
bu kötüleme coşkusuna karıştı lar.
Komiser:
"Ne yapıyorsun?"
63
Hep birden sofaya çıkarlar. Komiser kapalı odalardan bi-
rinin kapısına parmaklarıyla hafifçe vurarak:
Ses yok. . .
Cevap yok. . .
64
mekteyken Tosun ile Emin oradan sıvışarak meclis odasında
ki boş kalan içki sofrasının başına geçmişlerdi.
"Atacak mıyız?"
39 Rakı sofrası
65
Tosun:
"İ dareliye vakit var mı? Şimdi buradan bizi elerler. Ken
dini Sandıkburnu' nda koltukta mı zannediyorsun? Onlar bizi
buradan süpürmeden biz sofrada ne varsa sömürelim. Haydi
bakalım. Cebinde kirli mendil, sicim yumağı, daha mideye
yaramaz ne varsa at. . . Sofradaki kuru yemişleri, soyulma
mış yaşları hep tarayalım. Allah bu nimetleri işte bize k ısmet
etti ."
"Buna rakı deme be, günahtır. Miski arnher suyu ... Boğa
za hiç dokunmadan içeri hava gibi gidiyor. Daha işkembem
bir şey duymadı. Ne olacak, orospu rakısı. .. Çeker çekersin
doyurmaz. Hele bir kere sofaya dikiz gel. Bizi böyle sofra
başında gırla kafayı çekerken yakalamasınlar."
66
"Yadigar diye cebine at. Sevdalandıkça ara sıra koklar ke
derini dağıtırsın. Fakat dikkat et tıngır olmasın . . . Malum ya,
burası hacı ninemin evi değil . "
Polis:
Emin:
67
"Şişeleri de onlar devirmişler. Biz düzelttik."
Polis:
Emin:
Polis:
"Neye sallanıyorsun?"
Emin:
"Vay gözü kör olası Ahmet be! Ne çabuk çıktı. Kerata yü
reksizmiş. Boyuna inat edeydi , komiser kapı önünde sabaha
kadar duracaktı. Nafile Uncu kurnaz değilmiş. Ne duruyor
sun Tosun, haydi çek. .. Haydi çek. .. Kuru, sulu ne kaldıysa
sömürelim. Polisler kızariarsa fareleri tutuklasınlar. Pisbo
ğazlığın onlarda olduğunu anlattık."
68
"Yutmazsa gargara etsin . O da bana dert mi? Sarhoş ola
caksak olalım. Meyhaneciyle hesap görecek değiliz ya ... Ben
Langa'da bu kadar çekseydirn meyhane şerefine mostralı k
yerde yatan bir matiz gibi şimdiyecek serilirdim. Parasız rakı
tutmuyor vesselam. . . "
"Merkum42 ne demektir?"
69
mi?' dedi. Suratıma iki pendifrank aşk etti . Bu merkume rüt
besinin beratını o nazik elleriyle yüzüme yazdı. Ayıldım."
"Git işine be! Enayi miyim ben? Burada bir damla rakı
kaldıkça bir yere gitmem. Hepsini çekip tamamlamalıyım."
"Sarhoş öyle yere gider mi? Zom olduktan sonra her yer
o demektir."
70
Bu gece orada erkek bulunmadığı hakkındaki Ahmet'in
cesurane iddiaları, apaçık bir yalan. Hasan Efendi bundan
katiyen şüphe etmez. Çünkü akşamdan adetleriyle ve hemen
hemen şekilleriyle eve girdiklerini pek açık olarak gördüğü
erkekler, sonra o işittiği heyheyler, mestane, zampara ve çap
kınca konuşmalar, iltifatlar, bu hakikatler hep birden rüya
olamaz. Hele içeride hala duran işret sofrası inkarı imkansız
bir maddi delil değil midir? İ şin içinde bir orostopolluk45 var
ama bunu nasıl keşfetmeli? Uncu Ahmet mahalleliye karşı
kurduğu bu dalavere dolabının mükemmelliğine güvenerek
en açık gerçekler önünde bile hala riya maskesiyle küstahça
böbürlenip etrafını tehdit ediyor. Maazallah, bu hile keşif ve
ispat edilemezse, o namussuz herif davayı kazanmış gibi bir
üstünlükle namuslu tardan intikam alacak.
71
"Arayınız. Aramanın sonunda masum olduğumdan baş
ka bir şey çıkmayacağı için buna memnunum. Ailem halkını
hep bir odaya topladım. Diğer odalarda fareler, kedilerden
başka bir canlı bulamayacaksınız."
Ahmet:
72
saten, yazma, işlemeli güzel yorganlar, salkım salkım dante
lalı, fıstanlı yastık başları, örtüler, çarşaftar, döşek yanlarında
çoğu Avrupa taklidi halılar, lavabolar, taraklar, fırçalar, kere
vetler, tuvaJet takımları, suları, pudraları, pomatları, duvar
larda pek dekolte, münasebetsiz resi mler. . .
"İ nsaf ediniz efendim, böyle meşin kaplı, bir iğne deli
ğinden bile hava almayacak kadar muhafazalı bir sandığın
içinde insan yaşar mı? Birkaç dakikada boğulur. Fakat zararı
yok, buyurunuz arayınız."
73
ortada gezinsinler de hiçbir delikten bir erkek çıkarılamasın,
günahkarlann kabahatleri ispat edilemesin. Kanunun verece
ği ceza namusluların aleyhine dönsün!
74
bu manzara aşağıda damı görebilecek kadar açıkta bulunan
birtakım halkı eğlendiriyor, türlü yorumlara yol açıyor, sebep
oluyordu.
75
5
Şair Zennfibi
76
Bostandan sesler:
Hasan Efendi 'nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çat
Iayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı büsbütün
çıldırttı.
77
lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri
ile mahalleyi dolduran cümbüş neydi? Evinin Galata'daki
umumhanelerden ne farkı var?"
Uncu:
Hasan Efendi:
Uncu:
Hasan E fendi :
Uncu:
Uncu:
78
Hasan Efendi asabi bir feveranl a merdivenlerden yukarı
fırlayarak tesirli ve ikna edici bir sesle orta kattan evin içine
doğru şöyle haykırmaya başlar:
79
yakaladım," yaygarasıyla zanlıyı uzun fes, pejmürde ceket,
yırtık pantolonuyla halkın şaşkın bakışlannın karşısına çıka
rır. "Zamparanı n biri tutulmuş," sözü bir anda ağızdan ağıza
halk arasında yayılır.
48 Arapça inferaka ayrıldı, bölündü fiilinin şimdiki zaman, geniş zaman ve mastar
kip leri.
80
(çarçube-i maişet) ihraç edildik. Maişet çerçevesi tamlaması
yanlış mı? Kusura bakmayınız, mestim, mest. . . Fakat softala
rın ayaklarına giydikleri siyah mestlerden49 değil, akılsız bir
mestim ... Mest-i arifim . . . (Sırtındaki korkuluk firar etmek için
güya debeleniyormuş gibi ona hitaben) Dur ulan kıpırdama,
salıvermem. Dur! Efendilere evvela kendi bilgimi anlatayım,
anlatayım da sonra seni takdim edeceğim. Vay, sözün ucunu
kaçırdık. Evet.. . Emsile50 okudum. B ina'ya51 çıktım, sonra
tepetaktak yuvarlandım. ' Bir şair-i terzebanım, Felekzede-i
zamanım . ' Bizim eski arnzun vezinleri. Şimdiki parmak he
sabına gelemiyorum. Ortada ne şiir kaldı ne şuur. Sonra, 'Ger
bana uymazsa eyyam, uyarım eyyama ben,' dedim, çalıştım.
Orta ve başparmaktarım vezne uymadı. Nihayet yedi parmak
bir tutarn usulünde nazımlar yaptım . Gazeteleri, kitapçıları
dolaştım. Para veren yok. İstersen mecmualardan birine be
dava gönder. Herif sana bir para vermedikten sonra başka
şairin altına bir döşenir, alafranga ' kritik' yapar. Cahilliğini
ortaya kor. Senden fazla kepaze olur. Bunların nüshaları ha
malların ciğer kebabı gibi beş paraya indi, alan yok. Ağırbaş
lı risaleler, ücreti kuruştan aşağı küsuratla öderler. Matbuat
alemimizde edep ve nakitçe bitiktir. M eyhanede şişesi altmış
paraya rakı iç, sonra mısraı on paraya şiir söyle . . . Kurtarmaz.
Sermayeden ziyan çok. .. Ha efendime söyleyeyim, edebi ce
miyetlerinden birine dahil olmak istedim . İhtiyar alınmıyor,
dediler. Saçları boyadım, bıyıkları kırptım. Nüfus tezkeremi
kazıtarak yirmi beşe indirdim. "Fecri şimali subh-i kazibi"
cemiyetine usulü dairesinde imtihanım yapılarak kabul edil
mem için bir dilekçe verdim. İmiama baktılar, bozuk buldu
lar. Her kelimenin telaffuz edildiği gibi ayrık harflerle yazı
lacağını söylediler. Sembolizmden imtihana çektiler. Şöyle
soru cevap başladı:
49 Ü zerine ayakkabı giyilen, evde, camide vb. çıkarılmayan, kısa konçlu, hafif ve
yumuşak bir tür ayakkabı.
50 Ardpı;a graıııt:r üğrt:tiıııiıııle ilk okutulan, li il çekim kurallarını anlatan kitap.
5 1 Emsile'den sonra okutulan Arapça gramer kitabı.
81
' Kayış Dağı deni lince bundan ne anlarsın?'
Estetiğe geçtik.
'Tıbba çalışmadım.'
M2
' Evvelden, bir ayrılık saati yahut bir haz ve sefa günü
yaşadım denemezdi, şimdi denir. Buna zaruret vardır. Dil
zenginlemeli. Mesela, ben bir mihnet gecesi uyudum, ben bir
dehşet sevdası öldüm demek fesahate aykırı değildir. '
' Evet. . . Biri denildikten sonra ötekiler neden denilmesin?
Malumatım genişliyor. Mersi . . . '
' Bravo . . . Evet, finir54 gibi çekilir. Çek bakalım. Fakat za
mirleri Türkçe kullan. Telaffuzdaki ağırlığı yok etmek için
de küçük i 'lal zammı55 yaparak radikale te den sonra bir e/if
ilave et. '
52 Fiil çekimleri.
53 Arapça "vurdu" anlamına gelen li il.
54 Fransızca: bilmek, ölmek.
55 Arapça fıil çekimlerinde "Eii f, vav ve ye" harflerinin söylenınesi kuralı.
83
"O akşam benim için meyhanede laf sermayesi çıktı. Ama
bu saçmalardan canım da sıkı lmaya başladı. O aralık cemi
yetin katibi geldi. Reisten sordu: ' Efendim, nazım şubesinde
yatak kel i mesine katiye aranıyor. ' Reis: ' Bulamıyorlar mı?'
dedi ve ' parlak, kaymak, kabak, bardak, mızrak' kafiyelerini
saymaya başladı. Katip cevap verdi : ' Bunları hep kullandık . '
Reis düşünürken artık dayanamadım. Yatağa bir katiye de
ben söyledim: ' Bunu da kullandınız mı?' dedim. Beni kapı
dışarı kovdular. Ben çıkarken arkarndan şöyle söyleniyorlar
dı, işittim : ' Bu herif kırklık var. Nasıl olmuş da gebermemiş.
Edebiyat muhitlerimiz böylelerinin vücudundan temizlemeli .
Bunlar Mual lim Naci 'nin Ateşpare eseriyle yanıp tutuşmuş
lardır. Eski kelime mahzenine benzerler. Fikir sermayele
ri olan rakıyı, bizim gibi Beyoğlu tarafında değil, İstanbul
meyhanelerinde içerler. Bu herifter tamamıyla öldürülmedik
çe dil, hayat edatardan kurtulamaz. Aleyhinde öldürücü bir
makale yazılsın. Medeni bir ölümle öldürülsün."
84
ki üstü başı misk gibi rakı kokuyor. Ha, anladım ki canlar
dan ... Gözlerini açtı, 'Civarda meyhane yok mu?' dedi. 'Ulan
olsa benim burada ne işi m var? Hepsi kapandı,' dedim.
Ezberden okuyarak:
Adı geçen zampara ansızın bir gök taşı gibi Ahmet 'in
evinden bostana düştü. Aciz boynumu kuduz bir köpek misali
hırslı dişleriyle incittiği hiilde yüreği soğumayarak başıma
bela olmaya devam etti. Namusumun paramparça olmasma
sebep olacak abuk sabuk konuşmalar yapmış ve para tekli
fine cüret edebilecek kadar ileriye gitmiştir. Sabah vaktinin
gelip ortalığın aydınlanmaya başladığı sırada evdeki muhte
rem inceleme heyeti henüz bir erkekfare bile elde edememiş
ti. (Bu zamparanın) adı geçen evden düştüğüne dair şahitler
vardır. As/en hıyar tarlasında bitmiş bu acurun, galeyana
gelmiş halkın zihinlerini teskin etmesi ve yakalanması müm
kün olmayan yoldaşlarının tamamının yerine tutuklanması ve
kaçan diğerlerinin zabıta tarafindan yakalanması mümkün
olmadığı takdirde cümlesinin hak ettiği cezayı bu şahsa çekti
rerek adaletin gereğinin yerine yetirilmesi ve kirlenen zavallı
namusumun bir an evvel tamiri konusunda gereken zarar ve
ziyanın sözü geçenden alınması konusunda emir ve ferman.
İmza Şair Zannubi
85
Ahali bu olgun meyhane edibinin coşku dolu acayip nut
kunu, "adı geçen zampara" aleyhinde ceza isteyen tuhaf ra
porunu kahkahalarla dinledi. Fakat kalabalık arasında daha
hayli kimse, tutuklanan berduşun saHasırt edilmiş günahsız
bir korkuluk olduğunu anlayamamıştı. "Zavallı zamparayı
dayakla öldürmüşler" şeklindeki matemli haber yayıldı. Bu
kara haber halkı çabucak rikkate getirdi. Biraz evvel bütün
kızgınlıklarıyla aleyhine gıcırdadıkları zamparalardan birinin
bu suretle nazariarından ve aşağılamalanndan kurtulmuş ol
masına teessüf t:uiyurlar, "Yalı vah, zavallı adam birkaç saat
lik eğlence yoluna kurban gitti ! " diyorlardı. Besbelli, bir ke
dinin tuttuğu fareyi, oynayarak pençeleri arasında azar azar,
saatlerce dişleyip tımaklayarak doya doya intikam tadını al
dıktan sonra öldürülmesi gibi ahali de tutukianma müj desini
bekleyerek sokaklarda uzun müddet geçirdikleri günahkarın
eğlenilmeden böyle zayi olmasına kan ağlıyorlardı.
"Nedir?"
86
"Bir baskında zampara yakalanınazsa onun yerine kor
kuluk konarak ceza verilmesi Türk adetlerindenmiş. Çünkü
zina eden biri mutlaka ceza görecek ve recm olunacaktır."
"O kadar tuhaf değil. Bu, derin bir din felsefesidir. Bi
zim, kiliselerdeki azizierin tasvirlerine karşı olan ibadetimiz,
onların temsil ettikleri mübarek vücutların ruhaniyetleri iti
barıyla değil midir? İ şte bu da onun tam olarak tersi . . . Bazı
uinlt:n.lt: ı;;t:ytanı, dnlt:ri, pt:rilt:ri, kötü ruhlan taı;; lamazlar mı?
Şeytan bundan müteessir olur mu olmaz mı o başka mese
le. . . Halk, içinin kinini, öfkesini, lanetini gösterecek ortada
bir şekil görür. Bu suretle rahatlar. Bu bahis mühimdir. Sonra
görüşürüz."
87
6
Sakallı Kadın
Halk dışarıda şair Zenmlbi' nin sırtındaki korkulukla meş
gul ve bu sarhoşun saçma sapan sözlerine hayran olmaktay
ken komedyaların en ekstrası Uncu'nun evinde cereyan edi
yordu.
Aman da ofkemiklerim
Sızlıyor iliklerim
kantosuyla Laz horası tepmeye kalktıkça susturmak için ağ
zını tutmaya, rakstan vazgeçirmeye atılıyordu. Bunların ke
pazelik ve mücadelelerini işiten beriki odadaki çarşaflı naze
ninler de ara sıra kapıya kadar yaklaşarak içeriye meraklı ve
ürkek bakışlar fırlattıktan sonra kaçışıyorlardı.
88
dı. Gerçekten de az vakit sonra dışarıda fıkırtı arttı. Evvelce
yarım görü len başlar şimdi omuzlara kadar uzanıyordu. Ni
hayet Emin yavaşça dedi ki:
"Tosun . . . "
"Ne var?"
"Malum . . . "
"Aynasızlanma diyorum."
89
Kapıdan gözüken afet timsali, Tosun' da da karar mecal
bırakmadı.
90
Şimdi iki horoz, yüzünü çarşafıyla sımsıkı örten bu şaşır
mış tek tavuğun etrafında böbürlenmeye başladılar. Büsbü
tün saidırma hırsıyla dönen gözünü bu tek av üzerine diken
Emin:
Emin şaşırarak:
Emin:
Kadın:
Tosun:
Emin:
91
Kadın:
Emin:
Kadın:
Emin:
Emin, tosa hazırlanan bir koç gibi başını çarpıtıp bir iki
adım açılarak:
Karı:
Emin:
Tosun:
92
Kısmetimize sen çıktın. Aç şu dilher yüzünü de dikiz edelim.
Has boya mı bakkam mı? Zaten ne olursa makbulümüzdür.
Dedik ya, bir kere sevdaya karar verdik. Elimizden kurtula
mazsın."
Kadın:
Emin:
93
O anda, Tosun da düşmanının vücudunun ortasına bir tekme
aşk ile:
Tosun:
Sakall ı :
94
Emin:
Sakall ı :
Tosun:
Emin:
Sakallı:
Sakal lı:
"Öylesi değil, nal gibi lira. . . Sapsarı ... Pırıl pırıl. .."
Emin:
95
Tosun:
Sakall ı :
Tosun:
Sakall ı :
Emin:
Sakall ı :
Tosun:
Sakall ı :
96
"Canım, Top Salata'ya gelinceye kadar ne kanlar var.
Bunu o kadar neden beğendiniz?"
Tosun:
Sakall ı :
Sakallı gülerek:
97
"Öyle ise aman sakalım iyi ört. . . Ele verirsen kepazelik
olur. Mahalleliden biri sana sataşırsa öyle bize yaptığın gibi
sertlenip bıçkınlaşma. Hele o akardası bozuk dilenci armo
niğine benzeyen kartal sesini hiç çıkarma. Biraz kırıl, dökül,
fıkırda. . . H i hi hi yapıver. Yalnız çarşafa girmek para etmez.
Sokakta sarhoş çok. .. Bir zorlusuna rast gelirsen sakalım da
göstersen fayda vermez. Tehlikeden kurtulmak için seni su
ratına maske koymuş zannederler. Kim vurduya gidersin.
Vücudun meşe kütüğüne benziyor ama hoşuı-59 meraklısı da
vardır. Deminden biz bile aldandık."
Emin:
98
"Ah aman biraz cilvelen bakalım . . . To . . . Top Salata gelin
ceye kadar boş duramayacağım.
Sakallı bir iki gerdan kırıp raks eder gibi vücudunu titre
terek zenne sedasıyla:
Tosun:
Tosun:
99
çürüten o buram buram çimdik acılarına, gıdıklamalara kat
lanarak henüz üzerinde iki kırık dişinin kanları duran sakalım
sağa sola kıra kıra, gözlerini süze süze hiç durmadan göbek
hoplatarak sahibinin sopasından titreyen ayı gibi oynar.
Sakallı :
1 00
"Umurunda olmasın, yiğidim . . . Sizin gibi tosunlara can
feda . . . "
Tosun:
Sakallı:
Tosun :
Tosun:
Tosun:
101
Adam aman var da
Hovardayız hovarda
Sandıkçılardan sonra
Gelir nazlı Galata
Hani be hinoğlu,
Üçü beşi bir arada?
Gelmiyor nerede kaldı?
Sevgi/im Top Salata
Ut, def beraber aranağmesi :
1 02
olan o kafaya Emin de defle bir hücum eder. Hemen kursak
patiayarak kasnak da bir lanet halkası gibi zavallının boynu
na geçer.
Tosun bağırarak:
1 03
Uncu Ahmet'in safsatarlan ibaret nutku karşısında artık
aciz, yorgun, delilsiz ve tahammülsüz kalan Hasan Efen
di 'nin kulağına bu, "Zampara yakaladık," müjdeli haberi ge
lince adamcağız şaşaladı.
Emin:
Hasan Efendi :
Uncu:
1 04
kendi başı için bir kurtuluş çaresi arıyordu. Evdeki inceleme
heyetinin bu telaşlarından istifadeyle kaçmak istedi. Fakat
nasıl ve nereden kaçabilecekti? Sokaktan ve bostandan fır
lamak mümkün deği ldi. Çalyaka edileceğini biliyordu. Herif
aşağıda bir kaçış yolu düşünmekteyken komiser, Uncu ' nun
orada bulunanların içinde bulunmadığına dikkat ederek, ne
redeyse yakalayıp getirmeleri için iki polis saldırdı. Ahmet' i
çekerek orta kat sofasına çıkardılar. Mahalleli, meclis odasına
geldikleri zaman Tosun ile Sakallı'yı birbirinin canına, kanı
na susamış bir kuduzlukla soluk soluğa boğuşurken buldular.
Saçlar ürpermiş, benizler atmış, gözler büyümüş, körük gibi
kabarıp inen göğüsterin havasını alıp boşaltmaya yetmeyen
ağızları açılmıştı. İki düşman birbirini ezmekte, koparmakta,
ısırmakta kuvveten pata gelmiş, i kisinde de üst baş lime l ime
olmuş, iler tutar yerleri kalmamış, ortadaki sofra devrilmiş,
pencerelerden birinin alt camları kırılmıştı.
1 05
Kalabalık çekilince, Sakall ı kendi kendine, "Sizin böyle
sokaklara, bu eve dolmaktan maksadınız rezalet seyretmek
değil mi? Seyrine bu kadar meraklı olduğunuz bir şeyi bu
gece ben size doya doya göstereyim," dedi.
1 06
Bu sualine cevap alamadı. Çarşafl ılar, cinsiyetlerini ayrıl
ması mümkün olmayan bir karışım haline getirmek için bir
birlerine daha ziyade sokuldular. Erkek örtülüler kadınlardan
daha fazla korkuyorlardı. Bu rezalet belasından yakayı kur
tarmak için öyle bir evdeki kadınlığın sefil hizmetine rağmen
cins değiştirme olanağı olsa ona bile razıydılar.
Ko miser:
"Nazlanmayınız efendim."
Kom i ser:
Mahalleliden biri :
107
Komiser, çarşaf altında cinsiyeti şüpheli gözüken kabaca
lardan birini daha muayene mevkiine çekerek:
Kenan:
Hasan Efendi:
Kenan:
1 08
"Söyletme alçağı... Bunlar büsbütün yabancılaşmış git
miş . . . İ şittikçe fena oluyorum, kanım donuyor. Şimdi elim
den bir kaza çıkacak."
Kenan:
Hasan Efendi:
Kadınlardan biri :
"Hayır, kalmadı."
Komiser:
"Doğru mu söylüyorsunuz?"
Kadın:
1 09
"İ nanmıyorsanız muayene için bir ebe getiriniz." Hazır
bulunanlardan kahkahalar. . .
Komiser:
Kadın:
Komi ser:
1 10
başını eğer, bir mil üzerinde devreder gibi dönerek, cazibeli
bakışlarını baygın baygın halk üzerinde dolaştırarak endamı
nın sağını solunu tam bir işveyle teşhir eder.
"Ah, güzel im, bitirdin bizi . . . Senin için çarşafa değil, me
zara bile girerim . "
lll
İ htiyarlar, Tanrı ' nın yaratış güzel liğini övmek için Al lah
der, gençler göğüsleri nden taşan ahlarla adayı bir inilti yerine
çevirirler. Top Salata, güzelliğinin şaşaasına karşı çıkarılan
bu hayret seslerinden memnun kalır ve bütün güzel liğini teş
hir için bazı kuyumcu dükkaniarında görülen mil üzerinde
dönen pırlanta camekanları gibi ağır ağır döner, gözleri ka
maştırır.
1 12
okşayıp, ' Kaymaklı dondurma, ' diye külhanbeyi sedasıyla
bağırmaya ne lüzum var?"
"Karına kesat..."
Mahalle ihtiyacı:
Sakallı:
1 13
"Çarşafı çıkarmam. Muayene edildikten sonra erkek oğlu
erkek olduğuma dair mahallece mühürlü, elime bir tasdikna
me verilmedikten sonra çıkarmam."
1 14
olanları düğüne gider gibi pervasız, açık saçık yüzleriyle gü
lüşüyorlar, ahalinin kendilerine yaptıklarından ziyade bunlar
halkla eğleniyorlardı.
ı 15
İ KİNCİ BÖLÜM
1
Gece Telgrafa
Kenan Bey ' in karısı Ragıbe Hanım, Heybeli'deki evinde
asabi bir gece geçiriyordu. Beyi gelmediği akşamlar, oda
sındaki yalnızlık, sessizlik ve yalnız kalma hissi sinirlerini
geriyor, nereye baksa üzüntü ve yorgunluk duyuyor, etrafını
kaplayan bütün eşya böyle gaybubet61 gecelerinde Kenan ' ın
bir sevda hıyanetiyle meşguliyetini sanki hatırlatır gibi ta
hammülü mümkün olmayan üzüntü dolu bir hal alıyordu.
118
karartılarıyla doldurdu. Hayatın yarısı demek olan bu siyah
kasvet cihanını herkes uyku baygınlığıyla geçiriyordu. Fakat
kendi niçin uyuyamıyordu? Bu karanlık kubbe altında kendi
ni davacı, vicdanını savcı, Kenan' ı suçlu sayarak bir mahke
me kurdu. Muhakemeye başladı. B i rkaç zamandır Kenan ' a
bir durgunluk, bir şaşkınlık, bütün hareketlerinde alışılmamış
gariplikler arız olmuş, o eski ateşli kocalık muhabbeti kalma
mıştı. Şimdiki okşama ve sarı lmalarında, yapılması mutlaka
gerekli gibi bir hal, her muamelesinde öyle bir zorakilik ve
iştahsız soğukluk vardı ki bunları samimi bir muhabbetle de
ğil, rahatsız edici bir vazifeyi yerine getirir gibi zorla yapı
yordu. Zihnini, aşkını, neşesini hariçte bırakarak eve geliyor
ve evden bir an önce kaçmak için türlü sebepler yaratmaya
çalışıyor, birçok kez ise akşama dönüşü meçhul bırakarak gi
diyordu. Ve daha öyle halleri oluyordu ki görünüşte birer hiç
sayıldıkları halde bunların vahametin i , derin acılarını ancak
böyle bir vesvese ızdırabına düşen bir kadın hissedebilirdi.
Bunları serzeniş eder gibi söylemeye, kendi gibi vakur bir
kadının, kadınlık gurunı katiyen maniydi. Şikayet etmeden
böyle bir ızdırap sessizliği içinde bulunan zavallı Ragıbe'nin
kadınlığı yaralanıyor, sızlıyordu. Fakat o, aldırış etmeyen so
ğuklukla kendini öldüren kocasına karşı, "Beni artık eskisi
gibi muhabbet ateşiyle niçin sevmiyorsun?" şeklindeki sız
lanma ve şikayetlerini ağzına alınıyordu. Meselenin en acı
tarafı, sustukça azabmm artmasında, sevilmedikçe bu nan
köre karşı muhabbetinin dayanılmaz bir aşırılığa varmasın
daydı.
1 19
Kenan: "Şüpheli . . . Arkadaşlardan bir ikisi bu akşam kon
ferans verecekler. E llerinden kurtulamazsam naçar İ stan
bul'da kalmalı," cevabıyla fırlamıştı. Kenan Bey, katiyen ge
lemeyeceği akşamlar, kararını karısına hissettirınemek için
böyle dönüşünü meçhul bırakarak giderdi. Fakat Ragıbe bu
bayağı hilenin tamamen farkındaydı.
1 20
di. Yoksa o akşamki yokluğundan dolayı fena zanlar içinde
kendini yiyip bitirdiği sevgili Kenan ' ına bir şey mi olmuştu?
Yorgun, dalgın vücudunu birdenbire toplayamadı. Yoksa bir
kabus mu geçiriyordu? Yoksa bu bir kulak yanılması mıy
dı? Büsbütün bir kesele62 tutuldu. Korkuyor, kımıldayamı
yor fakat dinliyordu. Kısa bir müddet sonra darbeler aynı
acelecilikle tekrar etti. O zaman aklını başına toplamak için
bir iki defa gerindi. Saatlerden beri havanın tesirlerine karşı
hissiz vücudunun, ince gecelik elbisesi içinde buz gibi so
ğumuş olduğunu anladı. Dağınık siyah saçlarını omuzlarına
doğru itti. Sendeteyerek yürüdü. Anahtarı çevirip kapıyı açtı.
Kabarık saçları, kulaklarında altın halkaları, açık kavrulmuş
kahverengi gerdanında bir dizi mercan süsüyle karşısına Ha
beş hizmetçi Şirin çıktı. Şirin, döşeğinden pek acele kalkarak
terliksiz yürümüştü. Beyaz, kısa gecelik gömleğinin altından
hemen diz kapaklarına kadar ince hacakları görünüyordu.
Uyku sersemliğini gidermek için bir eliyle gözlerini ovuştu
rarak, diğeriyle hanıma pembe bir kağıt uzatıp:
121
namenin yapışık kapağını açmaya korkuyor, elleri titriyordu.
Bu kağıdın arasından çıkacak acil haber, hayatının en kötü
felaketini yazan satırlar mı olacaktı? Korkusu, tereddütleri,
titremeleri hep Kenan' a aitti. Duyacağı başka her türlü bela
ya katlanabilirdi. Uğrayacağı bela Kenan'ın yüzünden olma
sın, en büyük çekincesi, korkusu buydu.
1 22
satırlar, bir kaynar su şiddetiyle beyninden aşağı dökülerek
sanki hislerini başlayıp iptal etmişti. Bir daha . . . Bir daha oku
du. Şimdi kelimeler birer ateşten damga gibi başının içinde
i zler, sızılar peyda ediyor; dimağını yakıyor, eritiyordu.
"Şirin . . . "
"Hanımım?"
1 23
"Yüreği (yüreğim) hopladı. .. Ne var ayo (ayol) çabuk
söyle."
ı 24
"A çıldırır, şöyle . . . "
"Nereden biliyorsun?"
"Darılma mısın?"
"Darılmam."
ı ıs
"Hani ya sarı saçlı, ter bıyıklı, kuçuk kulaklı apiko bey
yok mu?"
"Bilemedim."
"Ee?"
"Ne biliyorsun?"
"Ne oldu?"
"Peki . . . Sonra?"
"Sakın ha, Şirin, öyle bir halt edeyim deme. Senin eski
kapında ahlakını bozmuşlar. Ama sen hala saf bir kadınsın.
Hamaratsın, bilen, hırsızlığın yoktur."
1 26
"A. .. A. .. Hırsızlık, Allah kostermesin . . . İki elim yanıma
gelecek . . . "
Şirin telaşla:
1 27
Fehime Hanım çehresini çatarak: "Sen sus . . . Lakırdıya
karışma. . . "
1 28
"Ay şimdi hafakan boğacak . . . Sevsin . . . Allah mübarek et
sin. Layığı öyle kadınlardır."
"Karakolda mı? Polis merkezinde mi? i şte öyle bir yerde
tutukluymuş. Yarın kendini aratmak gerekiyormuş."
"Aa, büyük sözüme tövbe. . . Nerede olursa olsun, arat
mam, sordurmam. Çapkın. isterse kırk sene mahpus yatsın."
Şirin: "Gule gule yatsın. Küçük hanıma koca mı yok? As
ker mi ister kiltip mi yoksa gemici askeri mi?''
Fehime Hanım sinirle:
"Sen sus kadın, her lakırdının içinden çıkma öyle. . . Haydi
git aşağı adana yat. ..
Şirin: "A meraklandı. Bundan sonra bana uyku tutar mı?
Odaının altında D ilaver Ağa öyle horluyor ki . . . Geçen akşam
kulaklarıma pamuk tıkadı, yine uyuyamadı."
Fehime Hanım:
"Haydi, Şirin, haydi git yat. B izim derdimiz büyük. Ana
k ız gizli konuşacağız."
Hizmetçi kadın, damat bey hakkında verilecek kararı an
layamayacağından dolayı bir kızgınlıkla hornurdana hornur
dana odadan çıktı.
Fehime Hanım: "Ne terbiyesiz şey. . . Eski kapılarında
bunu ne fena alıştırmışlar böyle... Hamaratlığı olmasa bir
gün tutmam."
Ragıbe Hanım bürosunun çekmecesinden ütülü bir men
d i l çıkarıp gözlerini silerek:
"Anneciğim, ne yapacağız?"
"Yapacağımız şey iki türlü değil ki nasıl hareket edeceği
mizi düşünelim. Bu, bir türlü . . . "
"Nedir?"
ı29
"Bundan sonra ben o maskaranın yüzüne damat diye nasıl
bakanın? Koca namıyla sen o alçağı nasıl odana alırsın? El
alem bize ne der? Rezil, yalnız senin benim değil yedi ceddi
mizin haysiyetini bozdu. Minnet Hüda'ya bizim soyumuzda
basılmış kimse yoktur. Artık o, ailemiz mensubiyetinden çık
mıştır. Bir daha bu kapıdan içeri giremez."
1 30
2
Birbirlerini Nasıl Buldular?
Mülkiye memuru emeklilerinden Kaşif Efendi, kızı Ra
gıbe Hanım'ın tahsil ve terbiyesine, zamanımızda kızlar için
husulü mümkün olduğu mertebede itina ile tesettür yaşına
kadar onu Frenk mekteplerine göndermiş, sonra mürebbi
yeler tutmuş, bu tek çocuğunun eğitim öğretimini büyük bir
zevk, bir hayat meşguliyeti edinmişti. Kız on yedi on sekiz
yaşına geldiğinde babası bir akşam kalp krizinden ansızın
vefat ederek ailesini matemler içinde bırakmış fakat fakir bı
rakmamıştı. Dul maaşı ve başka gelirlerden yedi sekiz bin
kuruşluk aylık gelirle karısı ve kızının geçimlerini sağlayıp
hayata veda etmişti. Muhitimizde i mkan derecesinde tahsil
ve terbiye görmüş kızların akıbetieri ne olur? Bu mesaileri
nin semerelerinden istifade için önlerinde fikri bir beslenme
ve gelişme zemini bulamazlar. H içbir yerde gözüküp par
layamazlar. Kadınlara mahsus medeni cemiyetterin hemen
hepsi ölü. Tahsillerinin sonunda elde edebilecekleri netice,
gazete ve mecmualara ara sıra makale göndermek, evdeki
külliyen boşluktan ibaret olan zamanlarını hangi Frenk mu
siki üstadının meşhur parçalarını ne kadar ustalıkla çalariarsa
çalsınlar ev halkınca baş ağrısından başka bir şey sayılmayan
piyano ile meşgul olmak, birkaç sayfa kitap okumak yahut
bir el işiyle zaman geçirmekten ibaret kalır. Konuştukları ec
nebi dilini, ekseriya evdeki erkeklerden kıskandıklan için en
yaşlılanndan seçilmiş olan dişsiz bir mürebbiye i le sohbet
etmekten başka rahatça kullanmaya imkan bulamazlar. Dil
öğrenmeye verdikleri erneklerio karşılığı bazı mesirelerde,
orada burada tesadüf edebilecekleri Frenk kadıniarına hemen
bir "bonjur" demek gibi bir kısırlıktan öteye geçemez.
131
her şeye lanet okurlar. Kendi ayarlarında bir kadın bulama
dıkları için kimse ile görüşmez, tanışmaz bir şey beğenmez
olurlar.
1 32
Bu acayip ifade karşısında validesi şaşırarak üzüntüyle
bağırrnıştı:
1 33
canlı bir moda mankenine benzerdi. Görücülere çıkmaktan
geri duran Ragıbe Hanım, ruhunun hayal ettiği genci şimdi
Kuşdili, Haydarpaşa çayırlarında arıyor, yanında Hristiyan
bir hizmetçi kızla her gün uzun uzun gezintiler yapıyordu.
1 34
çekilerek küçük "piliyan" iskemielerine otururlar, kah müta
laa kah el işiyle meşgul olarak alemin kıyafetini, davranışla
rını eleştirerek eğlenirler; bazen önlerinden renkçe, şekilce
hiçbir zevke, modaya uymayan garip biçimlerde yeldirmeler
giyinmiş hanımlar geçtikçe gülüşürlerdi.
1 35
Ragıbe Hanım eve dönünce gece hep o genci düşündü. Bu
tesadüften evvelki hayalleri, esas hatları birer hakikat üzerine
kurulu olmayan müphem bir "eboş" idi. Fakat şimdi model
bulunmuş, görülmüş, hayal hakikat olmuştu. Eski hayalle
rindeki bazı eksiklikleri şimdi bu asla bakarak tamaml ıyor,
bunda, evvelden bakir fikrinin erişmemiş olduğu birçok fazi
letler de buluyordu. Ragıbe'nin aradığı "elegan", "komilfo"
genç, işte buydu. Bunda, bu muhitte umduğundan fazla va
sıflar bile görüyordu.
1 36
gelişimi öyle yakın zamanlarda olacak gibi göremediğinden
teessürle ümitsizlikler gösterdi . Pek acı şikayetler etti ve ne
ticede bahar çimenieri üzerinde, söğüt gölgelerinde İngiliz
"mis"lerini ciddilikte ve güzellikte kıskandıracak, gerçek
bir ahlak sahibi ve daima okumakla meşgul bir Türk kızının
portresini kaleminin ve sanatkarlığının bütün ustalığıyla çiz
meye uğraştı ve:
1 37
bölününce, tek bir tarafa ait olunca zararlı olur. Asıl hürriyet,
zorbaların hürriyeti demek değildir. Biz artık yalnız sizin
yardım elinizle yaşamak istemiyoruz. Çekiliniz, geçim kay
nakları bizim için de açılsın. B iz de avukat, doktor, seçilmiş,
milletvekili, bakan olmak istiyoruz, ' diyorlar.
64 Kötümserli k
1 38
ettikten sonra izdivaca karar verdiler. Çaresiz, bazı nokta
larda beldenin adetlerine şeklen de olsa uymak zorunda kal
dılar. Kenan Bey ' in validesi, Ragıbe Hanım'a görücü geldi.
Fakat adete uymayarak kız, gündelik kıyafetiyle görücüleri
alelade bir misafir gibi merdiven başında karşılayıp salona
aldı. Sigara, kahve takdim etti. Uzun uzun görüştü. En çok,
en serbest, en teklifsizce lakırdı söyleyen Ragıbe Hanım'dı.
Oğlan anası evvela hayretlere, sonra dehşetlere düştü. Bu er
kek gibi konuşan "kokona" ya nasıl gelinim diyebilecekti?
Fakat çare yoktu. Oğlunun bu kararının kati olduğunu bili
yordu. Bu kızın terbiyesi ve güzelliğinin övgüsüyle kulakları
dolmuştu. Bu iş mutlaka olacaktı.
1 39
da, bir fıkirde, bir cürette iseler iki valide de geçirdikleri ha
yatın alışkanlık bağianna sımsıkı bağlı kalmış, itikatça bir
olarak birbirleriyle çarçabuk anlaşmışlardı. Kaynanalar he
men sofaya kaçarak bu alafrangalıkların, bu günahkariıkiann
yürek yakan acısıyla birbirine sarıtıp ağiaşmaya başladılar.
Kız anası, "Ah. . . " diyordu. "Ah, biz vaktiyle böyle mi koca
ya vardıydık?" Her adetimizle ortadan haya da kalkıyor. Ne
günlere kaldık ! "
140
3
En Yüksek Derecede Zevk Alma Felsefesi
Bu evliliğin ilk ayları, ne neşeli ne sefa ve haz dolu bir
duygu ahengi ve karşılıklı sevgi ile geçti. Kenan, o ne kal
bi cevherlerle dolu, o ne tapareasma seven, o ne hassas, o
ne derin filozof, o ne cana yakın, eşi benzeri bulunmaz bir
kocaydı. His ve ruh bakımından el ele tutunarak sevgi saade
tinin en yüksek tepelerinde uçtular, sonra birdenbire kanat
ları kırılarak, o hayaller cennetinden gerçeğin sert zeminine
yuvarlandılar. O bildikleri ince felsefeleri, dünyada hemen
bütün şehvet bağlannın battığı ve mahvalduğu adi nefsani
doyum kayasına çarprnaktan kendilerini kurtaramadı.
141
ve adeta yılgınlık geldi. Zaten zihnen bir musiki terbiyesine
sahip değildi. Alafranga "otür"leri alkışlamak, yeni fikirlilik
modası icabından olduğu için daima bunlara ilgili görünür,
gazel, şarkı, ut filan duyduğu yerlerden yüzünü ekşiterek
kaçardı. Hakikatte her iki musikinin temel prensiplerine bile
vakıf değildi.
142
çekliği kendi safsatasma uydurmaya çalışan, tam anlamıyla
bir mesleksizdi.
143
nerede kalırsa zerrece serzenişte bulunmamaya karar verdi.
Ama bu kararın icrası kendine ölümden ağır ve yürek sızia
tıcı geliyordu. B azen odalara kapanarak ümitsizlikten min
derleri, örtüleri ısıra ısıra ağlıyor, kararında ne kadar ısrarlı
olsa da yine elinde olmadan ara sıra ağzından bazı serzenişler
kaçınyordu.
1 44
Kendilerinin üslup zevkleri sorulmadan yaratılmış olduk
lan için dağiann yaratılışlannı bile beğenmeyen, hiç aldır
madan eskiye, var olana karşı çıkan fakat uzun, ciddi gayret
ürünü bir eser ortaya koymaktan aciz bu fahri ahlak hocalan
alemi amele, kendilerini çalışmaktan müstesna birer iş başı
mı zannediyorlar? Her Türk böyle Kenan gibi sözde gelişme
ve ilerleme isteğiyle yaşayıp kendi zevkinden başka hiçbir
ciddi faaliyet göstermezse Türklük nasıl ilerleme gösterir?
145
şerri hayır şekline dönüştürmeye uğraşmıyor. A lemi küçük,
nefsini büyük görmüyor. Fakat kendinden bir gömlek aşağı
akılda bulduğunu insafsızca aldatıyor. Hem kendi boğuyor
hem de çıkarlan ortak budalalara boğdurtuyor. Bu nedenle
geçiniyor ve geçindiriyor.
146
sonra kendini naza çeker. Arada bir hiç yoktan dargınlıklar
çıkarır. Beyi üzdükçe üzer. Kenan, arayı bulması için her za
man Cabir ' in dostluğuna müracaat eder. Herif barıştırır fakat
tekrarlanan bu barış görüşler Kenan' a tuzluya oturur. Bu iyi
ahlaklı filozof, aracısı, hayırhahı Cabir ile karı arasında dö
nen dalavereyi çakamaz. Okuduğu moral pasaj larıyla herifı
ahlaki mükemmelliğe erdi zanneder.
"Bu kaltak bulunmaz bir Hint kumaşı değil ya! Sana öyle
karılar bulayım ki Vuslat ellerine su dökemez."
ı 47
"Senin gibi bilgili, filozof bir beye, böyle bir kanya karşı
sonsuza kadar bağlı kalma zayıflığını yakıştıramıyorum doğ
rusu..."
..Bu karı zaten paçavradan başka bir şey değil. Fakat siz
1 48
onu fırlatamıyorsunuz. Ona lüzumundan pek fazla önem ve
riyorsunuz."
"Dinliyorum."
1 49
birkaç yaprak ileride yine kendileri çürütmeye mecbur olu
yorlar. B ir kimse, kendi yararı için böyle bir cürette bulu
nursa kötü oluyor. Bütünde fazilet olan şey, onun parçasında
mahiyet değiştiriyor. Öldürme, daima öldürmedir. Daha bu
nun gibi birçok karışık işler vardır ki temelleri kubbelerini
çekemiyor. Ahlaktan maksat insanlar arasında iyi ilişkinin,
hakkın ve adaletin tesisidir. Ahiakın zorunluluğunun anlaşıl
dığı günden bu ana kadar nice bin ciltler doldurulmuş olma
sına rağmen insanlar arasında iyi bir ilişkinin kurulduğunu
görebiliyor musun? M illetler milletlerle, fertler fertkrle hala
gırtlak gırtlağa. . . Her insan yaşamak için menfaatini temin
etmeye mecburdur. Ahiakla istediğini ele geçirmek çok zor
görülüyor. Ahlaksızlıkla ise daha sağlam ve kestirme geli
yor. Bu dünyada ciddi, erdemli kimse hemen hemen bulun
maz. Öyle görünmek isteyenler, yine bir menfaat gereği o
tavrı takınıyorlar. Mesela sen yedi yüz kuruş maaş alıyorsun.
Sonra görüyorsun ki liyakat olarak senden aşağı birisi yedi
bin alıyor. Bu başarının sebeplerini ararsan o adamın, ahiakın
bazı kısımlarını çiğneyerek kestirme yoldan bulunduğu yere
vardığını anlarsın. Bunun adı halk arasında, ' şansın yüzüne
gülmesi'dir. Ahlak kitabını açıp okursan o kimsenin maaşını
kıskanmanın çok kötü bir iş olduğunu görürsün. O başarılı
kimseye on bin cilt ahlak kitabı okutsan, ' Cabir Efendi ben
den başarılıdır, onun için maaşımın üç binini ona bırakmam
lazım gelir,' demez. Bu acı gerçek sende ahlak bırakmaz.
İşte her şey böyle düğüm düğümdür. Bu düğümleri açmaya
uğraştığın zaman, elin de yanar beynin de . . . Ahlak bütünlük
itibanyla olgunlaşabilir. Sekiz bin ahlaksız arasında sekiz ah
laklı yaşayamaz, okkanın altına gider. Avrupa'nın şimdiki ya
zarları arasında açık sözlü bir Emi le Faguet vardır. Bu zat, bir
eserinde, namuslu insanlarla namussuzlan birbirinden ayır
makta zorluk çektiğini ve sonunda kendisinin de ayıramadı
ğını itiraf ederek der ki, 'Medeni cemiyet içinde namustutar
i le namussuzlar arasındaki basit fark şudur: Namuslular uzun
vadeli namussuzlar, namussuzlar da kısa görüşlü namuslu-
1 50
]ardır. Demek istiyorum ki namussuzlar, anlık menfaatlerinin
emrine uyarlar. Namustutar gelecekteki kazançlannın gerek
liliklerine göre davranırlar. Bir namussuzun çaldığı bir cüz
danla, benim işierirnde gösterdiğim doğruluk ve İstikametim
sayesinde beş senede erişmek istediğim kazanç, ikisi birbiri
nin aynıdır. Sözlerine dindarca bir hürmet kazandırmak için
doğru söyleyen kimse, bu doğruluğunu zamanla kendine iyi
gelir getirecek surette bir sermaye gibi idare eden bir adam
demektir. Bu adam her ne kadar kendi kazancı doğrultusunda
hareket ediyorsa da o günkü menfaatine karşı mücadelede
bulunmasına binaen bu doğruluğunda bir doğallık yoktur. '
Ş imdi dünyayı aniadın mı, Baba Cabir?"
"Beyefendi, şıp diye bir cüzdan aşıran bir hırsızın ele ge
çirdiği bir menfaatle, namuslu bir adamın beş yıl çalışarak
ele geçirdiği kazancı nasıl birbirinin aynı olabilir? Öyleyse
niçin çalışıyoruz? Hep çalalım. Dünyada namusluluk yok
mu? Her şeyin böyle üstü örtülü bir namussuzluk olduğuna
karar verdikten sonra bu Frenkler niçin ahlak kitaplan yazı
yorlar? Emi] Fake midir Kake midir ne ise işte o adam, dün
yada namuslu kimse yoktur hükmü ile milletine bu korkunç
sözü nasıl söyleyebiliyor?"
151
büyük kısmını aç bırakan o vurgunculara, büyük hırsıziara
bir şey yapamazsın."
66 Orta Çağ'da, Batı ülkelerinde, Kaıolikliğin katı inançlarına karşı gelenleri sap
kın sayarak cezalandırmak için kurulan kilise nıalıkeınesi.
67 Başlık.
1 52
"Her hayat, kendini beğenmişlikten müteşekkildir. Felek,
yarlığına layık, yetenekli olanlara yar olur, bunu bil. Ortada
oynanan insanlık komedileri için göz bağcılığı eden ahlak
çıların yaygaralarına kapılma. Gözlerini aç. En yüksek de
recede zevk alma felsefesinin fırsatlarını kaçırma. Vuslat' ı
senden isterim. İşte b u kadar. . . "
ı sJ
filozof, "Yakanm, yıkarım, vururum, öldürürüm," perdele
rinde coşarak kabadayılaşır. Zamparalar, nazeninler birbirine
girerler. N ihayet akıl ve insaniyette D idar Bey daha yumuşak
çıkar; Vuslat ' ı onun kolları arasından alarak Kenan'ın hasret
dolu koliarına atarlar, dava biter.
"Olamaz ki . . ."
"Niçin olamaz?"
"Neymiş o yönler?"
1 54
"Evvela ben bu sanata kendi arzumla döküldüm. Kızken
izdivacıma çok talip çıktı, varmadım. İkincisi, ben sanatım
da hiçbir zi llet, sefalet görmüyorum. B i r kocanın baskıları,
emirleri altında evlere kapatılmış kadınlara kendimden fazla
acıyorum. Hiç olmazsa gençliğimin her gecesini bir türlü eğ
lenceyle geçiriyorum."
"Geçmiş ola."
"Öyle ya . . . "
"Güldürme beni."
"Neden?"
1 55
"Beyefendi, ben senin gibi uzun hikmetler bilmem. Benim
bildiğim bir atasözü vardır: ' Bir çiçekte yaz olmaz ! ' derler. Bu
da benim için bir felsefedir. Bir erkeğe mal olup oturamam.
Bu erkeğin adı ister Kenan Bey olsun ister Şadan Bey... Hepsi
benim için aynıdır. Diğer zamparalarıının arasında sana bir
muhabbet ayrıcalığı, bir üstünlük vermeyi pek manasız bulu
rum. Erkek değil misiniz, hepiniz de benim dost şeklinde düş
manlarımsınız. İşte doğru, açık söylüyorum. Fırsat düştükçe
hepinizden hıncımı çıkarırım. Beni sevmek bir felakettir. İ şte
ona göre davran. B ir gecelik kiralığımla yetin."
"Zorbalıkla mı?"
"Ebediyen."
"O başka."
"Neden başka? Senin has malın olduktan sonra bana da
yapacağın bu değil mi?"
"Sevsin."
1 56
"Nikahı sevdaya engel mi zannediyorsun? Evli kadınların
kocaları üzerine aşıklar peydahlamalarından doğan faciaları,
gülünecek halleri hiç işitmedin mi?''
"Neden?"
1 57
"Şimdi sana nazik bir mesele soracağım."
"Sor."
"Çıldırasıya . . . "
"Göz yumarım."
ı ss
Kenan Bey, bin kuruş maaşlı bir memurdur. Validesinden
de ara sıra beş, on lira vurur ama bunlar hiçbir şey ifade et
mez. Asıl hovardalık sermayesini karşılayan, Ragıbe'nin ser
vetidir. Aile .idaresini tamamıyla eline almıştı. Sekiz dokuz
bin kuruş aylık gelirden ancak iki üç binini bakkala, kasaba,
şuraya buraya serpiştiriyor, geriye kalan parayı cebine atıyor,
zevkine bakıyordu. Vuslat'a olan sevda dalaveresi, Ragıbe
Hanım' ı nikahında bulundurmakla ancak mümkün olabilir
di. Ondan bıksa da nefret etse de bu zaruri sebepten dolayı
onu boşayamazdı. Her ne olursa olsun durumu idare etmeye,
mümkün mertebe iyi geçinmeye, yüze gülmeye mecburdu.
1 59
4
Çok Acı Bir Soruşturma
1 60
davaya, ısrara kalkarsak belki bu evden defalup gider. Fakat
bizden intikam almak için ayağıını bağlı bırakır. Aramızdaki
nikahı bize karşı bir silah gibi kullanır. Yüz yüze geldiğimiz
gün zaten boşanma teklif ederek fikrini, ağzını arayacağı m.
Fakat çok ısrar etmeyeceğim. Huyunu bilirim. Bizim bu ka
rarımızın katiyetini aniarsa zıddına hareket eder. Şimdi o şık
kıyafetiyle kirli hapishanenin karanlık duvarları arasında ne
yapıyor acaba?"
161
Şirin: "O ekmekçi Yanko yok mu? O sarı çıyan geçen
gunu bana, ' Ekmeklerim boğazınızda kalsın,' dedi. ' Hoş
köpek, çenen tutulsun,' dedim. Sonra bana Urumca sövdü . . .
Ben d e ona Arapça . . . "
"Bey geliyor."
1 62
Ragıbe Hanım: "Haydi Şirin sus . . . Evvela Di laver' i çağırıp
hesapları gördürünüz. Sonra odalarımza çekiliniz. Esnafı uşak
odasına sokunuz, bey görmesin. Haydi . . . H aydi . . . Haydi . . . "
1 63
"Hangi sıkıntılı bir mecburiyetle?"
"Zannederiın."
"Bravooooo . . . "
"Eğleniyorsun."
"Belk i ! "
"Terbiyene yakıştıramam."
164
"Ne demek? Karanlık sözler. . . "
"Ragıbe ! "
"Efendim . . . "
1 65
yaralanmış bir kalpten feveran ettiğine şüphe edilemezdi.
Kenan'ın, bundan önce evine gelmediği geceler çok olmuş
tu. Fakat hiçbirinde böyle bir hakarete uğramamıştı. Ragıbe
Hanım bir şeyden mi şüpheleniyordu. Hakaretinin sebebi
neydi? Bu saldırıya neden gerek duymuştu? Biraz yelkenle
ri suya indirerek kansının ruhunun derinliklerini keşfetmek
istedi.
1 66
"İstanbul 'da bu adı vermek cesaretinde bulundukları, bi
rikilen bazı salaş mahalleleri var. Kulenin yangın sepetleri
gibi al astar kaplı bir kümesin içine loca niyetine girersin, üç
dört kişi birden yemliğe başını uzatan hayvanları andırır birer
aceleyle görmek için uzanırsınız. Geceliği birkaç mecidiyeye
tutulmuş orkestra, meşhur opera parçalarını rezil eder bırakır.
Sonra kantolar başlar. Şamandıra gibi yusyuvarlak, kıpkızıl
şantözler çıkar. Bunların kadın sanatçılara benzemek için
boncuklu fıstanları, pembe çorapları, atlas iskarpinleri, her
şeyleri vardır. Yalnız sesleri yoktur. Katiyen yoktur. Nezleli
sivrisinek gibi bir şeyler vızıldarlar. Hepsi de 'poliglot', yani
ht:r dildt:rı süylt:rlt:r. Mt::;;k li H irıL papağarıları gibi her dildt:rı
öterler. Kimse bunların sesine, sanatına, şarkı söylemesine
ehemmiyet vermez. Ahali büyük bir hayranlıkla bu çığıTtkan
ların baldırlarına, butlarına, göğüslerine, gerdanlarına bakar.
Bu uzuvlar titredikçe seyircilerin kalpleri de ahlarla, onlarla
beraber titrer. Tiyatro baştanbaşa inler. Bunlar bir düzine ka
dar vardır. Her biri mükerrer alkışlarla en aşağı sekizer defa
çıkar. Bir ufak çarpma yaparak artık hesap et. Sen o cigara du
manından, önünde siyah bulutlar yükselen kasvetli al Joeanın
içinde sıkıntıdan esnersin, esnersin. Döşekte pek nazla gelen
hain uyku orada bastırır. Bereket versin, arkadaşın eline bir
avuç fındık ya da Şam fıstığı sıkıştırır. Sonra bunu portakal,
limonata filan da takip eder. Bir de etrafına bakarsın ki bütün
çeneler çatır çatır çal ışıyor. Sen ne kadar obur olmasan o, her
çeyrek saatte bir, kabak çekirdeğinden kayısı pestiline kadar
yaş ve kuru meyvelerin her türlüsü ile dolu, loca kapısından
içeri uzatılan işporta, ahlakını bozar. M utlaka pisboğaz olur
sun. Herif eğlencelik diye haykırır. Eğlence yerinde olduğun
halde uyku kaçırmak için öyle bir işportadan yardım bekledi
ğine şaşarsın. Canın isterse yanındaki muhallebiciden tavuk
göğsü, ekmek kadayıfı getirt. Kimse ayıplamaz. Belki çokla
rına çığır açmış olursun. Öyle yerde ağız tatlanmayınca zihin
kıvam tutmaya eremez. Nihayet ağır ağır perde kalkar, facia
başlar. Kaç haftadır her köşebaşında, her tahta perdede, her
1 67
boş duvarda, resimli, renkli çiçekler içinde iri harfli i lanlar
da yüce adını okuduğun muhteşem tarih faciası, gösteri l mek
istenen zamanın kavukları, cüppeleri ve pabuçlarıyla önünde
açıl ır. Oyuncuların birkaç kelamdan sonra ağır başlıkları, ge
niş elbiseleri altında düşmanına saldırmaya hazır birer H i nt
horozu gibi kabararak göğüsten kopan korkunç sesleriyle ba
ğırdıkların ı duyunca biraz ödün kopar, bir iki yudum porta
kal şerhetiyle kalp çarpıntını bastırırsın. Bu sefer zavallı geç
miş zamanlarımızın münevver karikatür alayı senin önünde
resmigeçit yapar. Zulüm, kati, hıyanet, mertl ik her şey var.
Yalnız ruha tesiri yok. Esneye esneye çenen çatlar, gözlerin
sulanır, tatlı tatlı için geçer. Şam fıstığının uyarıcı tadı artık
seni uyandıramaz. Facianın namı büyük, koruması büyük ve
aziz bir menfaate verilmekte olduğundan, ağzından kaçıraca
ğın tek eleştiri sözü ile milli onura dokunmuş olursun. Sende
biraz zevk ve sanat duygusu varsa gevezelik etmemek için
boyuna uyumal ısın.
68 Sağ eli aşağı indirip sonra dudağa, daha sonra da başa dokundurarak verilen
selam.
1 68
da Allah'ın rahmetine erinceye kadar sen de Joeada ölürsün.
Seri ve çevik ikinci konferansçı söz sahasına gelir. Bu asa
bi, cingöz ve cırlaktır. Çeşni değiştirdiği için ahali sevinir.
İ kinci, iktisat ilminden bahseder. Ü çüncüsü, dördüncüsü es
nemelerle karşılanır. Son ikisi de vakit kalmadığından çok
defa konuşamaz.
1 69
"Mesela, Aksaray 'da Uncu Ahmet ' in umumhanesinde
Yuslat Hanı m ' la basılmak senin gibi beyler için büyük bir
eğlence değil midir?"
"Anlayamadım."
"i ftira mı? ' İ nkar yiğidin kalesidir,' derler. Fakat emin ol ki
bu yiğitlik değil, alçaklığın en basit derecesidir. Mert bir erkek,
vazife ve haysiyet sahibi bir koca böyle bir günah işleyeceği za
man işinin tehlikesini vicdanıyla tartar da işler ve sonra kansı
tarafından böyle acı bir sorguya çekildiği vakit apaçık şeye karşı
yalan, inkar basitliğine başvurmaz. Bundan sonra, evliliğimizin
devamı veya son bulması, bu düğümün iki tarafı da inandırncak
şekilde çözülmesine bağlıdır. Haydi bakalım, cesaret. i tiraf et."
ı 7o
"Neyi itiraf edeyim, hanım? Seni aldatmışlar, alçakça
kandırmışlar. Bir alçağın yalan sözlerine kapılıp da benim
hakikatten başka bir şey olmayan sözlerimi niçin inkar sayı
yorsun? Yanıldığın meydana çıkınca pişman olmaz mısın?"
"Nasıl?"
171
bir an evvel ele alalım. Ben durumu araştırması için bugün
sabahleyin D ilaver' i zabıtaya gönderdim. Gazete muhbirleri
günlük olan biteni oradan alırken o da görmüş, bir ufak suret
çıkartmış. Sen orada, ' Kaşif Efendi damadı Mehmet Kenan
Bey' diye kayıtlıymışsın."
1 72
böyle olsaydım bir saatten beri, inkar martavaliarını dinle
meyerek seni çoktan kovardım. Boşanmaktan nefret ederim.
Bunu kendim için büyük bir ayıp sayarım. (Ağlayarak) Fa
kat ikiye ayırmak istediğin kalbini bir fahişeyle paylaşamam.
Bunun mümkünü olamaz, beyefendi. O, tamamıyla ya benim
olur ya onun . . . İ şte bunun için ikimizden birini seçmekte seni
serbest bıraktım . Beni seçtiğİn takdirde bu havailiklerini,
bu vefasızlıklarını, (affedersin) bu ahlaksızlıklarını, bundan
sonra göstereceğin evli lik sadakatiyle ödemeni de şart ko
şuyorum. İ nsanlık ve kocalığın gereklilik lerinden bu derece
ayrılmış bir adam artık u sla n ı r mı ııslan maz m ı ? Rurası şüp
heli . . . İ şte ben namus belası olarak bu tehlikeye bir daha giri
yorum. Vereceğin karar ile duygularını iyice hesapla. Sonra
dan döneklik istemem . . . Ne olacaksa bugün olsun bitsin. Kaç
zamandır bu felaketi kadınlığım bana hissettiriyor, aylardan
beri yüreğim sükut içinde derin derin kanıyor, sızlıyordu.
Korktuğum felaket, tahminimden pek fazla bir dehşetle bu
gün meydana çıktı. Kimseye bir şey sezdirmemek için öldü
rücü zelırini gizli gizli, yudum yudum içtiğim bu derdi, bu
rezaleti, bugün benim kadar bütün alem de öğrendi. Artık sen
aldatmak, ben aldanmak yorgunluğundan, zilletinden kurtu
lalım, insanlığımıza dönelim. Aşkını, hevesini yenemiyorsan
ben aradan çıkayım. Serbest kalırsın. Vicdan mesuliyetlerin
den hafıflersin. İ nsafına, insanlığına sığmıyorum, bunlardan
büsbütün uzaktaşınadığın ı bana ispat et.''
1 73
"Çekil... istemem . . . "
"istemem diyorum."
"Nedir? Emret."
Kenan 'da hoşafın yağı kesi lir fakat renk verınemeye uğ
raşarak:
71 Argo. H i le, oyun, düzen.
1 74
"Seninle bir hafta değil, bir ay, bir sene kalmak benim için
bahtiyarlıktır. Fakat kalem ... Vazifem ... "
ı 75
suretle yaparsa yapsın, Kadıköy'ün bir köşesinde başka bir
adla tuttuğu evin bir hafta zarfında keşfedilmesine pek ihti
mal veremiyordu.
1 76
5
iki Cami Arasmda Beynamaz
ın
kapamacı malı ceketi, Trablus kuşağı, ökçesi basık iskarpin
leriyle bir kahvehaneden, gazinodan içeri girdiğini görünce
Didar ' ı iyi tanıyanlar acaba yerinde duruyor mu diye para
çantalarını yoklarlardı.
1 78
kar, herifı hala gözü gibi severek genç karılardan kıskanırdı.
Yaşadıkları koltuklarda, umumhanelerde kilercilik, sofracı l ık
eder, eski usul rakkase inceliklerini bildiğinden meclisin pek
kızıştığı akşamlar ortaya çıkar, oynardı. O göbek atarken Ca
bir haykırdı:
1 79
kapladı. Bir ben, bir Cihanyandı Huriye . . . İkimizden başka
var mı? Sanatın esrarı bizde kaldı. Ötekiler hep çekildiler.
Daha bize tövbekarl ık nasip olmadı. Vaktiyle alemi yaktım,
çok ah aldım. Ahirette ben de yanacağım. Cezama razıyım.
( Eliyle yüzündeki kara beni göstererek) Bu benimin şehitleri
mezarlıkları doldurdu."
1 80
"Bu karı işi idare edemedi, avı kaçırdı."
181
kadar artık seni sevınİyorum desen, bu sözle daima beynini
yumruklasan o, bunu bir infıal eseri zannederek senin ken
disini bütün bütün sevmediğine bir türlü inanamaz. Böylesi,
bir müddet hakaretle idare olunabilir. Fakat her tabiat bir de
ğildir. Bu acı sulfatoyu72 hastanı n nabzına göre vermelidir.
Aşk ümitsizliğinin bir derecesi vardır ki her şeyi yakıp yıkıp
aşığını bir kere oraya düşürürsen, artık hiç muhabbet ümidi
kalmadığını gösterirsen o zaman elden kaçırırsın. Firarlar, i n
tiharlar işte bu noktada kopar."
Didar Bey:
Cabir:
1 82
halkasıyla onun muhabbetinin ayrıcal ığına sahiptir. Ben ye
min ederim ki bu karı bir şeyler sezinledi. Kocasının hareke
tinden şüphelendi. Kenan 'ı buraya sal ıvermeyen odur. Eğer
bu böyle değilse beni öldürsünler. Ben böyle karıların kaçı
nı boşaltıp ipliğe dizdim. Vuslat, düşmanını işte sana haber
veriyorum. Güreşe ona göre hazırlan. Bu karıyı yenemezsen
yazık senin gençliğine, güzelliğine, fettanlığına. . . "
Didar Bey:
"Faika haklı söylüyor. Derbent'te kocayan bu ihtiyar kur
dun sözleri yabana atılmaz."
Faika:
"Eyval lah, şimdi ihtiyar kurt olduk. Ben vezirlerin koy
nunda yatmış karıyım."
Vuslat:
"Ben sanatırnın elitbasını senden öğrenecek kadar toy
bir karı değilim. İnsan sevmediği erkeğe her cefayı edebilir.
Fakat sevdiğine bir şey yapamıyor. M ağlup kalıyor. Sevda
tahterevallisinin hangi ucu ağır hasarsa öbür taraf daima ha
vada çırpınıp durur. Biz yalnız kendimizi sevdinnet i, katiyen
sevmemeliyiz. Fakat o gönül denilen uğursuz şey bizde de
var. Ben dünyanın erkeklerini perendeden atarım. (Didar ' ı
göstererek) Lakin işte b u haydutla başa çıkamıyorum. Sen
merak etme, Kenan Bey isterse altı ay gelmesin. Onun sevda
yuları benim elimdedir."
Faika:
"Kızım, fendine o kadar güvenme. Bu sevda bir helvadır ki
kıvamı geçtikten sonra mide bozar. Altı aylık bir fasıla en ateş
l i muhabbetleri söndürür. Demiri tavında dövmek gerekir."
Vuslat:
"Kenan'ı n muhabbeti, deminden söylediğin kör sevdalar
dandır. Eziyet ettikçe kızışır, kovdukça yine gel ir."
1 83
Cabir:
Cabir:
Di dar:
Cabir:
Di dar:
Ca bir:
Faika:
1 84
"Boşatmak için çare, hile mi yok?"
Di dar:
"Nedir?"
Faika:
"Kocası burada eğlenirken karısını evinde hanım hanım
cık uslu oturuyor mu zannedersiniz? Karılık kocalık bir adet
tir. Nikahtan sonra her iki tarafın gözleri dışarıya dikilmek,
insanın tıynetindeki bir tabiattır. İ l k önce karının ahvalini
tahkik, sonra da hıyanetini kocasına ispat etmeli. İşte oldu
bitti. Bu memlekette erkeğin hovardalığı mazur görülür. Fa
kat karınınki atfedilmez. Bir yüz karası sayılır. Bu leke, ekse
riyetle boşayarak temizlenir."
Cabir:
"Ya karının böyle bir aldatması yoksa?"
Faika:
"İftirayı göğe çekmediter ya! İ mzasız bir mektupla neler
olmaz."
Vuslat:
"Siz Kenan'a karısını boşatmak mı istiyorsunuz? Tahki
ke, ispata, mektuba, i ftiraya lüzum yok."
Di dar:
"Ne yapacaksın?"
Vuslat:
"Karısı onu evinde kaç gün mahpus tutarsa Kenan geldiği
günü o kadar müddet ben de buraya kaparım. Hanım evinde
kıskançlığından, hiddetinden ölür bayılır. Bunun neticesi bo
şanmaya çıkar."
Faika:
ı ss
"Kenan 'ın üzerine bu kadar nüfuz gösterebileceğinden
emin misin?"
Vuslat:
***
"Teşrifınize şaşırdım."
"Neden elmasım?"
1 86
"Evet... Çıbanın başının nereden koptuğunu biliyorum
zati . . . Evlilik hal i ! Bu senin için bir mazeret olabilir. Fakat
benim için asla! İffetli zevcen hanımefendi hazretlerinin
emirleri, densizlikleri önünde sen bir hafta, bir ay, on sene,
ilanihaye boyun eğebilirsin. Senin buna ahlaki ve hukuki
mecburiyetİn vardır. Lakin ben niçin dolayısıyla öyle bir şı
marık kadının iktidarının kölesi olayım? Kenan, görünüyor
ki iki karpuz bir koltuğa sığmayacak. Şüpheler, kıskançlık
lar, ağlamalar, ya o ya ben ısrarlan, davalar başladı galiba?
Hanımefendi ilk taşkınl ığında işte benden üstün çıktı. Seni
bir hafta eve kapadı. Çünkü sen i n ruhunıın ve kalbinin sahibi
odur. Ben bir eğlencenim, itirafı yüz kızartacak gizli bir eğ
lence ... B izim kadınlığımız, aşkımız, hissimiz hiç kale alın
maz, hesaba katılmaz. Bıktığınız gün ücretimizi önümüze
koyarak mazeret beyanına lüzum görmeden çıkıp gidersiniz.
Bizim hiçbir mahkemede hatta hiçbir vicdan önünde davaya,
derdİmizi anlatmaya yetkimiz, hakkımız yoktur. Acaba geçi
ci bir muhabbet için kiraladığıniz bizim gibi fuhuş çiçekleri
içinde sizi müebbet bir aşkla sevecek temiz kalpli kadınlar
hiç yok mudur zannedersiniz? Sizin verdiği n iz ücret bütün
günahlarımıza kefaret olabilir mi? Senin hanımefendi zev
cen kıskanır da ben onu kıskanamaz mıyım? O, seni bana
göndermernek için kapamak hakkına sahip olur ve onun bu
emrini yerine getirmeyi bir vazife bilirsin de ben bu hakka
neden sahip olmayayım?"
1 87
reddeden, ' Bir çiçekle yaz gelmez,' diye insafsızca yüzüme
bağıran sen değil miydin? Senin bu hakaretlerinin önünde
benim muhabbetimde zerre kadar bir eksiklik olmadı. Ret
gördükçe, seni daha ziyade sevdim. Kalbirnde anlatılmaz bir
his, ' Sabret, sonunda Vuslat imana gelecek. Seni sonsuz bir
muhabbetle sevecek, ' diyordu. İşte keşfım doğru çıktı. Söyle,
ağzından işiteyim. Artık beni seviyorsun değil mi?"
"Anlayamadım."
"Benimki ebedidirebedidir."
"ispat et."
"Nasıl?"
ı 88
"Karına karşı benim hakkımda bir tercih göstererek. .. "
"İşte bu tercih meydanda ... Onu bırakıp sana geliyorum."
"Sonra beni bırakıp ona gidiyorsun."
"Karımı boşayamam, Vuslat. Buna mani pek çok sebep
vardır."
"Ben sana henüz böyle bir tekiifte bulanmadan önüme
setler çekmek istiyorsun. Biliyorum karın kalıcıdır, bense ge
çici . . . Benden bıkınca ona döneceksin."
"Fikrin yanlış."
"Yanlış değil... Kör kör parmağı m gözüne ... Beyefendi,
muhabbet denilen şey üç kişi arasında paylaşılamaz. Bir
erkek bir kadını, bir kadın bir erkeği sever. Bu hesaba bir
üçüncü şahıs daha dahil olursa o zaman aşk fesada uğrar. Bir
erkek aynı aşkla iki kadını sevemez. Bunun biri aşk değil,
hevestir. Sen karını aşkla seviyorsun, beni hevesle ... O da
imidir, ben geçiciyim. Bu gerçek aşikare meydanda dururken
benden muhabbet samimiyeti bekl iyorsun. İnsaf et. Sami
miyet, sağlam temel ler üzerinde kurulur. Bi r erkeğin kalbi
iki kadın arasında bölünmek zorunda kalırsa bu üç gönülden
hiçbiri mesut olamaz. Bu sözlerimi iyi dinle, doğru düşün,
ona göre hareket et. . . Nafile yorulmayalım. Bu mesele böyle
kalmaz, gittikçe vahameti artar. Karın evde matem etsin, ben
burada ağlayayım. Sen ikimizin arası nda ne yapacağını şaşır
kal. Bu, çıkar bir yol değildir. N eticeye bakalım. Bu acıklı
yolun sonu nereye varacak? Bu besbelli . . . Kenan, karısıyla
kalacak, Vuslat aradan çıkarılacak. Mademki netice böyle
dir, bu üzüntüleri niye çekelim? Şimdiden karına dön. A llah
mutluluk versin, ikiniz de mesut olunuz. Ben de samirniyetle
sevilmeye değer bir kadın olmadığımı aniayarak hayalden çı
kıp kendi alemimde yaşayayım."
"Vuslat, sözlerin görünüşte doğru fakat hakikatte külli
yen yanlış ... Beni karıma bağlayan sebepler içinde muhabbet
yoktur. Ben onu sevınİyorum ve artık sevemem."
1 89
"Ne olursa olsun, bu kadının senin üzerinde müthiş bir
nüfuzu var. O, görünüyor. Bu nüfuzun ağırlığı altında kendin
ezildikten sonra beni de mi ezdireceksin?"
"Nedir?"
"Fakat Vuslatcığım."
"Fakatı makatı yok ... O beni nasıl koca bir hafta beklemek
azabıyla üzdüyse bu İşkenceyi kendi de çekecek. . . "
"Karım başımda bir belad ır, bunun ağırl ığını ancak iyi
idare ederek hafıfletebiliriz. O, aldanma uykusu içinde kal
malı, bir şey bilmemelidir ki biz rahat edelim."
1 90
"Hayır. . . Yüz defa hayır. . . Aldanma uykusu içinde olma
malı. Her şeyi tamamıyla öğrenmelidir. işine gelirse otursun,
gelmezse boşansın. Kendi üzerine kocasının bir fahişe sevdi
ğini bilsin. Bu, dünyada ilk defa olan bir vaka değildir ya? Bu
memlekette bir erkek, karısının üzerine kaç tane daha isterse
evlenebi lir. Odalık al ır, metres tutar. Bunun için bir sınır yok
tur. Erkeğin keyfine karışılmaz. Bütün kadınların mahkum
oldukları bu adetten Ragıbe Hanımefendi zevceniz kendini
neden istisnaya uğraşıyor? Konaklarıyla, arabalarıyla, adam
ları, debdebeleriyle caka satıp bize iğrenerek bakan namuslu
hanımefendiler bilsinler ki kocaları tarafından bizim kendi
lerine uzun müddet tercih olunduğumuz çok görülmüştür."
ı9ı
6
İ mdat Çığlığı
Heybeli 'deki evinden akşam döneceğine dair yeminler
ederek çıkan Kenan Bey, o gece gelmemiş, ertesi gece görün
memiş, öbür gece zuhur etmemiş, kayıplara karıştığı geceler
birbiri ardında gelip geçmişti .
1 92
nan'a olan sevgi bağlarını koparmak için Ragıbe Hanım, kal
binin, bütün vücudunun asabını keserek acılar içinde kıvran
maktayken odaya Şirin girdi. B ir müddet hanımını şefkatli bir
bakışla süzdükten sonra, birdenbire ayaklarına kapanarak:
"Dan Imam."
"Ey?"
"Sonra?"
"Aşkını ilan etti ama bana etmedi . . . '"Oh ya Rab, şükür, '
dedim."
"Kime etti?"
"Sana etti."
1 93
"Ettin hanımcığım ama.. . Zavallıcık delikanlı öyle ağ
lıyor, öyle ağlıyor ki . . . Ah, benim göğsümde elhamdülillah
imanım var. Dayanamam ki . . . "
"Sonra ne oldu?"
1 94
yukarı kah aşağı çarpılmış, sanki yazarı dİmağından bir yan
gın şiddetiyle saçılan fikirleri, bütün gücüyle kağıtlara res
metmiş.
1 95
Ada 'nın ta tepesinde bir değirmen harabesi vardır. Bazen
ay sanki dolaşmasından yorulmuş gibi yıkık tepenin zirvesine
oturur, dinlenir görünür, o zaman bu ümit ve aşk sembolüne
kadar yükselrnek için bayır/arı tırmanıp koşarım, koşarım.
Ben yükseldikçe Fatıra 'nın74 gönlü gibi ay benden kaçar. Te
peyi bulunca onunla aramda sema derinlikleri, sınırsız de
niz/er, ufuklar görürüm. Ada 'nın perilerine, cinlerine yuva
olmak için terk edilmiş bu asırlık harap değirmenin siyah
kovuklarında uğursuz bir orkestra gibi gecenin uykusu içi
ne kahkahalarmı döken baykuşlada hemahenk olarak ölmüş
gönlümün matemini hıçkırıklarla örterim. Mehtohm bu tepe
ye serdiği hazin nurlar üzerinde siyah çarnların sayısız eğri
kollarından düşen gölge/er, rüzgarın tahrikiyle ayaklarımın
altında korkunç karayılanlar gibi kıvrım kıvrım kıvranırlar.
Aman A llah 'ım, neredeyim ? Bunlar ne korkunç şekiller?
Cehennem burası mı? Dünya olmasın da duzah75 olsun. Aşk
belasının giremeyeceği, bu işkencenin bulunmadığı rahat bir
yerin yok mu? Beni oraya gönder. Cehennemin ateş/erine, ej
derlerine, en şiddetli azap/arına razıyım, beni sevda canava
rının öldürücü pençe/erinden, htrslı dişlerinden kurtar. Her
cezana razıytm Rabbim, beni yalnız bu alçaktan kurtar. . .
Mehtabın durgun parlakltğmı bozarak birbirine sarı/ıp
gezinen bu korkunç ejder karanlığına kendimi sokturmamak
için yerlere atılır, topraklar, taşlar, dikenler/e kucaklaşırım.
Baykuşlar bana değirmenin tepesinden güler/er, ben ağ/arım.
Onlar merhametsiz, alaycı kahkahalarmda devam ederler.
Her nefes alışımda içtiğim aşk şarabının zehriyle çtrpma
çtrpına stzardım. Rüyamda varlığımm ujkuna yine bir sevda
cehennemi açılır. Nereye kaçsam o. . . Hep o. . . Fatıra. . . Onu
başkalarının kucağında görürüm.
Önünde seede/er ettiğim katil, gözlerini süzerek öldürücü
diliyle söyler ki:
74 Scvmedi�im sevdiğimin ismidir. (Y.N.)
75 Cehennem.
1 96
"Ben seni öldürmedim mi? Hala sağ miSin? Zavallı der
beder, dünyada ebedi ne var ki sen onu benim gönlümde,
aşkımda var sandın? Muhabbeti müebbet diye düşünen eski
mutasavviflar aldanmışlardır. Onlara kanma . . . Dünya haya
tı yenilenmekle daimdir. Durmak bilmeyen bu alemde, aşkta
karar kılmaya yalnız senin gibi budalalar uğraşır. Benimle
zehirlenmiş gönlüne yeni bir sevda zerk etmezsen onu göğ
sünden kopar, köpeklere at... Sadakat bir zehirdir ki yeterli
miktarı bilinmezse hastasını öldürür. "
Fatıra, bu azarından sonra can yakıcı bir öfke ile bana
yüzünü çevirerek ağzını, yeni aşığmı iştah ile titreyen dudak
larına yapıştmr. Rakibin sinesi üzerinde uyur.
O zaman ateşler içinde ben uyanırım. Ay büyümüş, gök
yüzünün eteğine inmiş, hatacağı yere yaklaşmış, gölgelerin
heybelleri artmış, gece ihtiyarlamış, mehtapla karanlık bir
birine kartşıp mahzun olmuş, bütün eşyayı ağialıcı ve yor
gun bir keder rengi sarmış, her tar�{ bir yas yerine dönmüş,
baykuşlar bile yorulmuş, uzun aralıklarla fakat daha hazin
ve ürkek gülüyor/ar. Gecenin bu can çekişmesi sinirlerimi
gerer, gerer, göğsünde teselli huzuru aradığım tenhalık şimdi
beni ürkütür. . . Bu dünya insanlarla dolu. . . Ben niçin yalnı
zım, tek kalmaya ve inzivaya niçin mecburum, ya Rabbim?
Türümün benden, benim onlardan duyduğum bu nefretimiz
nedir? Gönlümü böyle tek başına kalma isteğiyle niçin ya
rattın? Göğsümdeki sevgi mayasına karşı gelebilecek mahi
yet ve sadakalle bir kalp daha yaratarak bu duygu çoraklığı
içinde onu neden karşıma çıkarmadm?
Gece, gökten gözyaşı çiylerini etr�fima saçarken ben de
başımı çarpacak bir kütük, bir kaya arayarak yine ağlamaya
baş/arım.
Gözyaşiarım akar, akar biter. Fakat bu yaşlar teselli ver
mez. Sonra ayağa kalkar, bir çama dayanarak, Ada 'nm etek
lerini ısiatarak uzanan Marmara 'nın enginliğin i, gam gibi
1 97
yer yer çökmüş karasinekler arasmdan seyretmeye dalanm.
Yıldızlar tepemde, uzaktan uzağa belirsiz bir vaatte bulunan
güzel bir dilher edasıyla pan/dar. İnsanlar içindeki yalnızlı
ğımdan ürkerek bu hayattaki garip varfığıma yıldızlar ara
smda birkaç tanıdık ararım. İşte Büyükayı, işte Küçükayı ve
kuyruğunda Kutup Yıldızı:
"Ey Tanrı 'mn yarattığı şu parlak mekan/ar! Sizin de bu
ışık saçan sine/erinizde benim gibi gönülleri kömür olmuş ka
ranlık sevda cehennemleri var mı! Siz de bu kız kardeşiniz
yeryüzü gibi birer işkence yeri misiniz! Allah 'ım, ateşi soğuk
bırakacak bir şiddetle sevda yangınıyla tutuşturduğun bu koca
Minatında huzurlu bir köşen yok mu! Göster, oraya kaçayım.
Bu semalar bütün cisimleriyle bir keder örtüsü, ben onun al
tında aciz bir zavallı, hiçbir yanda kaçacak bir delik yok. Kan
dökücü vahşi bir hayvanın pençelerinden kurtulmaya uğra
şan zayıf bir av çaresizliğiyle etrafima bakınır, emin bir yer
ararım. Maddi tarafimız bu alçak dünyaya cazibe zincirleriy
le bağlı. . . Ölsek parçalarım ız bu kara toprağm içinde dağılıp
çürüyecek. Yine burada kalacak. Hayatın neticesi bu müebbet
kürek cezasından kurtulmuş tek bir insan yok. İnsan hayvan
hep, hep yaşam yorgun/uğunu orada dinlendirecekler.
Şimdi manen, jikren bir sığınak ararken dağın yamaçla
rında iki parça gibi beyaz duvarlar/o çevrili, birbirine kom
şu İslam, Hristiyan mezarlıklarını görürüm. Bütün o hayat
zorluklannın halledildiği son yer olan bu ölüm tar/aları, irili
ufaklı taşları, siyah parmak/ık/arı, gecenin şeytanlarını ür
küten susmuş haçları, dirilere ölümü temsil için konmuş olan
bütün bu işaretler/e gönlüme korku ve teselliyle karışık olan
bir his verir. Varlığın hiçfiğe döndüğü son durağımız orası
değil mi? Kafamızın içinde kurduğumuz mutluluklarla acıla
rın da örtüldüğü bu çukur/ar. .. İşte benim aradığım emin yer
burası. Gideyim bir kovuk bularak bir ölünün koynuna gi
reyim. Artık hiç çıkmayayım. Bu kabristanın sakinleri oraya
cemaat omzunda, tabutlarla gelmiş. Ben ayağımla gideyim,
baykuşlar falkınımı versin.
1 98
Eğer ahirette de dünya hayatı hatıriamyorsa demek ki
acılar sonsuzdur. Cennet sözü manasız kalır. Ben Fatıra 'ya
kavuşup dünya indinde pek kısa bir zaman yaşadım, öldüm.
Bu ikinci müebbet hayalım cehennem gibidir. Ölü bir daha
ölür mü? Bu işkence dünyasının acılarını kalbimizde ahirete
götürdük/en sonra ölümden beklenilen kurtuluş faydası ne
rede kalır? Ben birinci hayatını hatırlayan bir ölüyüm. Of,
'ebedf' kelimesi gönlüme ağırlık veriyor.
Diriler tam anlamıyla birer ikiyüzlü. . . Ölülerin kalpleri
dünyadaki gibi bireryalan ve kötülük kabı değilse orada ya
lan ve hıyanetin imkant yok, her şey bizatihi aşikarsa gide
yim, ölü kardeşlerim/e konuşayım diyerek hayır aşağı koşar,
duvardan atlar, mezarlığa girerim.
Ölüler sessiz ve sırlar içinde, topraktan yatak/arı, mer
merden yorgan/arının içinde uyuyor/ar. Ölümün bu rahat
lığına imrenirim. Ne doğunun bulutları arasında gündüzün
habercisi olan nurların sihrini ne batının ışığmı emerek ayı
kucaklayan şairfiğini görmüyorlar. Ne kuşların nağmelerini
ne baykuşun kahkahasım işitmiyor/ar. Bizi kendimizden geçi
ren bu tabiat güzelliklerine karşı hepsi hissiz, buna gönül in
direni yok. . . Bu derin sessizliklerinde öyle tesirli bir belagat
var ki bu dilsiz soğuk taşlar uyanık kulağırnın önünde sanki
dile gelerek:
"Gerçek şairfiği yeryüzünün .fani renklerinde, kandırıcı
velvelelerinde arama. . . O, bizdedir. Bizim derinliğimize in
meyen şair olamaz. Basiret kulağını aç. . . Dinle. . . Yokluğun
ifadesi susmaktır. Bu dili anlayan aldanmaz. Hakiki ermiş
olur. Bütünfilozofların başka yerlerde aradıkları hakikat işte
budur. Ötesi efsanedir, " diyorlar gibi gelir.
Bu mezarlardan uçuşan bu ince .felse.feyi dinlerim. Onlar
cansız, ben canlı. . . Fakat onlar safanlam, ben manasız. Evet,
ölümden başka her şeyi manasız bulurum. O zaman yine ağ
layarak bir mezara sarılır, yalvarmaya baş/arım:
1 99
"Beni yokluğunuza çekiniz. Ölümsüz dedikleri ruhumun
orada eridiğini göreyim. Ondan kurtulayım. "
Bu ruh, nihayetsiz bir hissetme vasıtasıysa istemem. Öle
yim, ruhum da beraber ölsün. Hiçbir zaman ve mekanda artık
onun beni takibine imkdn kalmasın. . . Maddi, manevi dedik
leri varlığımın mevcudiyeti de beraber yok olsun. Dünyada
ölüp ahirette yaşamak istemem. Çünkü her caniıyı doğuran
maya aşktır. Varfığımı ondan almış olmayı, ona hiçbir suretle
bağlılığımın kalmış olmasını istemem. Bu dünyanın sonun
daki kapı başka bir aleme çıkıyorsa kırbaç darbeleri altında,
tahammülünden çok yük taşıttırılmış zavallı bir hayvan gibi
zebanilerin ellerinde isyan ederek, tepinerek ileri yürümeye
ceğim. "Beni aldığınız o karanlık hiçfiğe tekrar atınız, " diye
sızianarak bağıracağım...
Ölüler, siz mahkumu olduğunuz hayatı geçirdiniz. Bu mu
ammanın sonuna erdiniz. İçinizde tekrar dirilmeyi arzu etme
saflığında bulunanlar var mı? Dirilecek olduktan sonra niye
öldünüz?
Sizi dirilten, öldüren aşktır. Bir A rap filozofunun dediği
gibi: "Siz ana babanızın sevda cinayetiyle dünyaya geldiniz.
Bu aleme evlat getirmişseniz siz de aşk yüzünden bu suçu
başkası hakkında işlemiş oldunuz. Kanun yalnız katiliere
ceza tayin ediyor. Medeniyet, adalet, insaniyel kelimelerinin
hakiki manalarının belli olduğu gün çocuk yapanlar da katil
sayılacak/ardır. Çünkü doğmasaydık ölmezdik. Aşk olmasay
dı katil, öldürecek fert bulamazdı. Bu ölüm meydanına kur
banlar tedarik eden hep sevdadır, sevda. . .
Beni hiçliğinize niye katmıyorsunuz? Ben mi öleceğim
siz mi dirileceksiniz? Nasıl beraber olacağız? Beni size, sizi
bana karış/ıracak olan yine sevda değil mi? Bu mezarlar,
dağlar, ağaçlar, deniz/er, sema/ar, yıldızlar, sevda mahsulü,
hep sevda kurbanı, hep sevdanın zulmüne uğramış/ar. ..
Çam Liman 'ında horozlar ölmeye, kuzular melemeye, bu
zağı/ar ağlamaya başlar/ar. Bu zavallılar hep aşk tekkesinin
200
kurbanları. .. Hep hayatın zulmündenferyat ediyorlar. Kendi
lerini bu işkenceden kurtaracak bıçak boğazlarını koparm
caya kadar böyle bağıracaklar.
Sabah oluyor. Yine bir azap gününün ufukları açılıyor.
Ben dünkü hayalımın işkencesinin verdiği acı dolu sıkınıısıy
la yorgun ve bitabım. Bu yeni günün azap dakikalarını şimdi
tekrar nasıl geçireceğim? Anladık ya Rabbim! İnsanları boş
ümitler arkasından koşturmak için hayat kitabının kandırıcı
bir sayfası daha açılıym: Bütün senelerün böyle, bir huzur
beklentisi içinde geçmedi mi? Dün böyle değil miydi? Ev
ve/si gün böyle olmadı mı? Yok, artık aldanmam, artık ümit
etmem. Ümidim beni bitirdi. Ben ümidimi öldürdüm. Aydınlık
istemem. . . Güneş istemem... Beni bu iyileşmeyen yara/arım
la, acılarımla karanlık/arına göm. Müebbet karanlık/arına
gönder. Arzum budur. Bu da bir kara ümit değil mi? En koyu
karanlık/arın, hiç sabahı olmayan gece/erin nerede? Ben
ışıktan korkan bir sevda yarasası oldum. Çünkü aydınlıklar
bana Fatıra )n terennüm ediyor.
Nereye baksam onu görüyorum. Kovulmuş bir aşığım. . .
Sevilmeden seven bir divane, onurunu muhabbetine feda et
miş bir alçağım. Beni bu zilletten kurtar. Sevda ahengi üzeri
ne kurulmuş bu Minatın aptal nağmelerinin zıddına bağıran,
sinesinin telleri parçalanmış başka zavallı divane/erin yok
mu? Beni onların yanına gönder. Hep birden haykırarak sev
da aleyhine propaganda yapalım. İşte bulutlar pembeleşiyor.
Doğu tarafında ihtişamlı, muhteşem gök gülleri açılıyor, çi
çekler gü/üşmeye, kuşlar sarmaş dolaş olmaya başlıyor. Her
tarafta Fatıra görünüyor.
Kainatın bu feyz ve sürur sevişmelerini bana gösterme ya
Rabbi. . . Nereye kaçayım, nereye? Yeryüzünün güneşten uzak
karanlık tarafını bulmak için yine koşarım, koşarım, çam or
man/arına dalarım. İnişlerden kayarım, düzlükleri geçerim,
yokuşları tırmanırım. Sahilin sarp kayalıklarından inerim,
önüme deniz çıkar. Yine umman, yine sevda. . . Yorgun, kesik,
201
bitkin bir kayanın üzerine düşer, uzanırım. Karanlığa dönmek
için gözlerimi yumar, sızarım. Bir saat, iki saat, öyle baygm
kalırım. Güneşin sıcak/ığıyla taşlar kızar, külhan kesilir. O
kederli uyku içinde kendimi cehennemde zanneder, sevinirim.
Ku/ağıma 'gak gak ' birtakım iğrenç sesler gelir. Gözlerimi
açar bakarım ki siyah bir karga ordusu, benim canlı ya da bir
leş olduğumu anlamak için etrafımda dolaşarak manevralar
yapıyor. Bazıları pek yakınıma konmuş, kara çirkin gagasmı
uzatmış, zeki gözlerini dikmiş beni dikkatle dinliyorlar.
Hemen davranarak: "Açgözlü hayvanlar, sakın beni ye
meyiniz, zehirlenirsiniz, " uyarısıyla haykırırım. Leşin diril
diğini görünce ürkerler. Fırrr... Hep birden güneş vurmuş
taşlarm üzerine oynak lekeler düşürerek kaçarlar. Karga/ar
beni yemeden uçtu/ar. Fakat ben nereye gideceğim? Mahkum
olduğum işkencenin saniyelerini dakika/ara, dakikalarmı
saatiere katarak yaşayacağım koca bir günün azabını düşü
nürüm. Geçireceğim ızdırabın büyüklüğü, şiddeti karşısında
kendimi pek dermansız bulur, ağlamak isterim. Fakat gece
çam/ıklara, mezariıkiara serpe serpe harcadığım gözyaşları
mn teselli hazinesini kurumuş bulurum. Ka/karım, kendi ken
dimden firar edecek yer ararım. Fatıra 'dan kaçmak isterim.
Hep onu bulmak için dolaşırım. Onun nefesinin kokusuyla ze
hirlenmiş havayı bulup teneffüs ederek ölmek için gezinirim.
İşte size hayalımdan bir gün... Diğerleri hep buna benzer.
Bana dşık bir validem var ki ben kırlarm gece karanlıkla
rmda Fatıra için ağlarken o da evde uyku nedir bilmez. Be
nim için bu sevda mecnunu oğlu için durmaz, yaş döker. Ah,
zavallı anneciğim, şimdi beni bekler. Kim bilir kaç tabak ye
mek ayırmış, gizlice giysimin arasına dikmek için kaç muska
daha yazdırtmış, okunmuş şeker/er, sular hazırlamıştır. Beni
muskayla okunmuş sular ve şekerler/e akıllanır zannediyor,
safkadın. . .
Hanımefendi, şimdi hikayemin en acık/ı yerine geldim.
Huzurunuzda, kadına saygımı bozmadan, bir kadının ifrit-
202
liğinden nasıl bahsedeceğim? Facianın bu kısmını kısa, pek
kısa geçeceğim.
Fatıra, benim başlarda karşılıklı olarak birbirimizi sev
diğimiz, biricik zevcemdi. Sonra onun sevda kefesi boşalıp
hafıfledikçe evlilik terazisinin bütün aşk ve ızdırap yükü bana
yüklendi. Ben onu aşığıyla suç işlerken yakaladım. Fakat
benim sevgim, onun cinayetinden daha büyük çıktı. Affettim.
Bu kabahat/e bu affın arasında uzun maceralar var. Fakat
kalemirnde bunu tamamen anlatmaya cesaret yok. Çünkü bü
tün bütün çıIdırmaktan korkarım. Mefkurem yanar, sinirlerim
dayanamaz, gerilir kopar. İş o kadar yürek yakıcı, o kadar
dayanılmaz bir şeydir. Oluş şeklince de dünyada o kadar
yegane, o kadar duyulmamış bir şeydir. Onun cinayetindeki
hileyi, benim ajjimdaki saflığı kulaklar işitmesin. Adam, in
sanlığından sıkı/ır.
Aifettim ama beynimdeki sevda ihtilali bütün bütün ateş
aldı. Mümkün değil aramızda evlilik huzuru kurulamadı.
Kıskançlıktan, şüpheden, nefrete varan aşkımın şiddetinden
ölüyordum. Biliyordum ki karım beni sevmiyor. O da aşığı
için ölüyor. Onları birbirinin kolları arasında bir daha yaka
lamak istiyordum. Sabit bir hakikatin bu ikinci defa meydana
çıkmasından ne gibi birfayda olabilirdi? İşte, ne yapacağımı
bilmiyordum. Şaşırmıştım. Bu iki sevda faresine bir kapan
daha kurdum. Meğerse kapanın alasını onlar bana kurmuş
lar. Öyle alçakça bir terfibat kurmuşlar, kendilerini bana öyle
bir şekilde yakalattılar ki Fatıra ile niktihımız kalmadı. Son
ra, içine düştüğüm acık/ı hal malumunuz. Bu kadar tafsilat
yetişir. Ömrümün bu korkunç karanlık sayfasını kapıyorum.
Sonra, şüphesiz bir masal olan Mecnun hikayesinin ger
çek bir örneği olarak sevda ümitsizliğiyle delilik çölüne düş
tüm. Tam iki ay insaniyeti, insanfığımı kaybederek karanlık
lara, baykuşlara, ölülere karıştım. Yüzüm ustura, saçiarım
makas görmedi. Kı/ık kıyafetimle tamamıyla bir yaban ada
mı oldum. Orman, mezarlık bekçileri beni saldırmaz bir deli
203
zannederlerdi. Benim taş kovuklarmda oturduğumu görenler
gençliğime acır, ağlar/ardı.
Bir gün yırtık malifelramma76 sarı/ıp taştan inimde ya
tarken Ada 'mn izbe yerlerini bir erkekle dolaşmaya çıkmış
yabancı bir madam, arkadaşma beni göstererek Fransızca:
"İnsanlardan kaçan zavallı bir divane, " dedi. Ve arkadaşı
cevap verdi:
" Yeni bir Diyojen. "
Bana acıdı/ar. Madam. çantasından bir mecid(ve çeyreği
çıkararak uzattı. Almadım. Aynı dilde cevap verdim:
"Para cinnetimi tedavi edemez. Ben müebbet bir aşk
mahkfimuyum. "
Kendi dillerinde konuştuğumu görünce şaşırdılar. Birçok
şey sordular.
Bu hastalıkla bir gün, Ada 'mn güney tarafındaki ıssızlık
/ara gömülmek için yola çıkmıştım. Tenha bir mevkide, çam
altmda sizi gördüm. Yanınızda Habeş hizmetçiniz, elinizde
kitap, pi/yanmızm üzerinde beyaz köpüklü mavi dalga/ara
karşı oturuyordunuz. O kadar da/gmdmız ki kitap elinizden
sarkmış, bakışlarmız ruhunuzla beraber uzak ufuklarm be
lirsizlikleri üzerinde üzüntülü bir şekilde gezinip duruyordu.
Kendi kendime: "İşte, " dedim, "Galiba bu da denizin heye
canları içinde am/arım arayan eşsiz kalmış bir kumru ... "
204
çok anlamlı ve hazin bir derinlik ortaya çıkarmıştı. İçierine
daldım. Ruhunuzun bilinmezfiğini aradım. Kitabı kaldırdı
nız, yalnız birkaç satır okudunuz. Anladım, aradığınız tesel
Iiyi size ne bir yazarın satırları ne de Yaradan 'ın sema/arı,
deryaları, dağları, ağaçları veremiyordu. Sonra bir vesileyle
hizmetçinizi uzağa savdınız. Ah, bilirim, yaralı kalpler yal
nız kalmak için çırpınır. Yalnızlık içinde sızianmak ister. Ne
olacağını görmek için bütün dikkatim/e gözlerimi diktim.
Uzaklarda dolaşmaktan yorulan gözlerinizi bir müddet önü
nüze diktiniz. Yüzünüzde acı, ümitsiz, can yakıcı bir tebessüm
dolaştı. Ruhunuz amansız bir düşmanla boğuşuyordu. Hvet,
kalbinizde korkunç bir muharebe vardı. Düşmanınız kuvvet
li, acımaz, his ordunuz zayıf, yılgın, neredeyse bozulacağını
görerek evini alevler sarmış bir felaketzede ateşe karşı na
sıl gülerse, hayatla vedalaşan canı ağzına gelmiş biri nasıl
tebessüm ederse siz de öyle ümitsizlik içinde titriyordunuz.
Sonra güzel yüzünüzü birdenbire pek karanlık elem bulut
ları kapladı. Başınızı ümitsizce iki elinizle tuttunuz. Gözle
rinizden pırlantalar döküldüğünü gördüm. Ağlıyordunuz.
Çünkü kaderin devasız, sağır gerçekliği karşısında mağlup
düşmüştünüz. Ruhunuzun bütün şiddetiyle sarılmış olduğu
emelleriniz, neşeleriniz sizi terk ediyor; yalnız, ümitsiz, ya
ralı, ağlamaklı bırakıyor; hayatın kadınlara yaşama cesareti
veren samimi teselli/erinden, mesnetlerinden, kuvvetlerinden
ayrılıyordunuz. Siz de benim gibi bu insan kalabalığı içinde
yalnız kalıyordunuz.
Hanımefendi, göklerin, deniz/erin, çamlıkların tenhalığı
na dökmek istediğiniz bu ruh, sırlarınızı öğrenmeye uğraş
lığırndan dolayı beni affediniz. Aynı hastalığa yakalanmış
olanlarda birbirinin derdini anlamak için garip bir merak
vardır. İnsan, bu duygu benzerliğini tahlil ederek, kendisiyle
kıyaslayarak, bir çeşit teselli buluyor. Aynı dertler/e dertle
nen/er hissen kardeş demektir. Her derdin acısını çekenler
bilir ve birbirlerini hasta olmayanlurdan çuk anlarlar. Bu ilk
tesadüfümden sonra her gün sizi takibe başladım. Görmüyor
205
fakat en ince ruh halinizi gözetliyordum. Birfikir meşguliye
li bulmuştum. Derdim iki kat oldu. Kendimden başka şimdi
sizi düşünüyordum. Görüşmek, dertleşrnek arzusuyla yanıp
tutuşuyordum. Fakat benim gibi bir yaban adamı karşımza
çıkınca siz haklı olarak ürkecek ve korkup kaçacaktımz.
Kendimi, huzurunuza çıkabilmek için kıyafet ve dış görü
nüş olarak insanlığa dönmeye, tuva/etimi düze/tmeye karar
verdim. Siz bilmeyerek bana etkili bir ilaç oldunuz. Temizlen
dim, giyindim hatta süslendim. Ben de elime bir kitap alarak
çarnlardaki kalabalığa karıştım.
Artık açıktan açığa sizi takip ediyor, siz nereye oturur
sanız yirmi otuz metre yakınımza ben de yerleşiyor, sizi iz
liyordum. Fakat yüzünüzdeki üzüntü ve keder izlerinin her
gün evvelki günden dahafazla çağaldığını gördükçe yüreğim
kan ağlıyordu. Elinizdeki kitapların, yanımda taşıdığım kü
çük dürbünle adlarını okumaya uğraşıyordum. Bir gün eli
nizde Louise de Lavaliere 'in Un Double Amour, Bir Muzaaf
Aşk 'mı okudum. Bu romanı hemen ben de alarak okudum.
Bunda ümitsizce bir aşkın, kurbanını öldürüneeye kadar olan
korkunç safhaları beni bitirdi. Sonra elinize Leon Faber 'in
Bir Mutallakanm Mektupları 'm, Michel Provens 'in Ayrılma
Sanatı 'm, Kanijbru 'nun Ölmek Daha İyidir 'ini, Rene Meze
roy 'un Aşk Tehlikede 'sini, Maksim Fromon 'un İşkence 'sini ve
daha diğerlerini sırayla okudum. Bilmedik/erimi hemen alı
yor, çabucak okuyarak duygunuza, ümitsizliğine daha fazla
karışıp ortak olmak istiyordum. Siz bana bilmeyerek bu su
retle bir okuma hevesi vermek lütfunda bulundunuz. Beni bir
yandan kurtarıyor, diğer yandan kederler içinde bırakıyordu
nuz. Çünkü zavallı ben, bu mecnun Ömer Numan, sizin için
tamamen bir bilinmezdim. Varfığımı hiç fark etmiyordunuz.
Görüp de görülmeyen serseri bir peri gibi etrafimzda dönüp
dolaştığım halde hiçbir gün bakışmızm bu garip şahsiyetime
ilişfiğini görmek mutluluğuna erişemedim. Elemleriniz sizi
o kadar içine almış ve gözlerinizi öylesine perdelemiş/i ki
206
nazarınızda kainat başka bir ka/ıba girmiş, nereye baksanız
yalnız size üzüntü vereni görüyorsunuz. Yalnız o aşkmızm hı
yanet tirnsalini. .. Başka varlıklar gözünüze çarpmıyor.
Dış görünüşte insan şekline döndüysem de henüz kalbirn
adam olmadı. O, kırıktır. O ebediyen illet/i, hasta kalacaktır.
Aşk kelimesini ölünceye kadar gönüllü olarak ağzıma almak
tan çok uzağım. Buna cesaret edemeyeceğim.
Ey benim dert ortağım, sırdaşım, kız kardeşim, sizinle
dertleşrnek isterim. Canavar aşkın pençe/erinden kaçalım.
Bu hunhara hırpalanacak artık bizde gönül kalmamıştır. Kız
kardeşlik, ağabeylik sınırları içinde safve samimi teselli ara
yarak birbirimize kalplerimizi açalım. Bazı bazı yara, yara
ya aşılanmakla iyi olur. Acılarımızda, üzüntülerimizde denk
gelen bir aynılık varsa, eş kıymetler birbirini götürür. Adi
aşk ile harap olduk, belki kardeş muhabbetiyle şifa buluruz.
Beni bilmeyerek kurtardığmız o yarı yabanilik iiiemine şimdi
bilerek atmazsınız, değil mi? Bu aşk hastası yanık yüreğimin
imdatferyatları sizin yaralı kalbinizde insajlı bir yankı bula
mazsa insanlardan bu son yardım istememe pişman olarak
yine taşlardan, denizlerden ilaç aramaya çıkacağım.
Baki kalp çarpıntısıyla bekleyen. . .
Ömer Nurnan
207
7
Pek Garip Karşılıklı Bir itiraf
Ragıbe Hanım bu uzun mektubu bir hamlede okudu. Bu
acı dolu satırları, atılgan bir kalemin uydurması mümkün
olabilir miydi? Ateşler saçan o cümlelerin bazılarında öyle
duygu benzerlikleri gördü ki bu feveranların, bu şikayetlerin,
bu sevda ümitsizliğiyle dağlanmış sinenin sızılarını aynen
kendi kalbinde duyarak birkaç defa gözleri sulandı. Düşün
dü. Hatırlamaya çalıştı. Evet, soylu, güzel bir çehresi, cıvıl
cıvıl gözleri olan bir sefılin, genç bir dilencinin yalvaran ba
kışlarla biraz dolaştıktan sonra, ürkmüş bir hayvan korkak
lığıyla çalıların arkasına kaçtığı aklına geldi. Bunu birkaç
defa görmüştü. Kendine karşı bir sevda koroedyası oynamak
için böyle serseril ik, meczupluk rolü oynayacak kadar h i le ve
zahmete girişemezdi. Delikanlının bütün şikayetleri, elemleri
samimiydi. Bir kız kardeş gibi yardım ve tesellisini, böyle
insanın yüreğini parçalayan feryattarla isteyen bir talihsize
karşı insafsız, kötümser kalmak olabilir miydi? Ondan lütuf
ederek iyileştirmesi istenen bu yara, kendi kalbindeki hıyanet
yarasıyla da birçok noktadan hemen hemen aynıydı. Bu aşk
yarasını sarmakla kendi kan ağlayan göğsünde de bir çeşit
şifa bulacaktı. Fakat mesele nazik ve muğlaktı. Çünkü ken
di kadın, o erkekti . Hasta bakıcı bir rabibe gibi bir insanlık
hizmeti yapması lazım geliyordu. Ne yapacağını düşünmeye
başladı.
208
Ragıbe Hanım, birkaç gün ne yapacağına karar veremedi.
Fakat Şirin, bir bahane bulup sokağa çıkarak çamlıkta heye
can içinde bekleyen Ömer Nurnan Bey ' i buldu. Mektubun,
hanımı ağiatacak derecede etkilediğini anlattı. Sonunun iyi
olacağını fakat biraz daha beklemenin lazım geldiğini müj
deledi.
"Hastalığı ne imiş?"
"Apandisit."
"Neden?"
209
Kadın evde bile yokmuş. Beşiktaş'a misafırliğe gitmiş. Dila
ver, evi öğrenmiş, oraya kadar uzanmış, annenle görüşmüş,
seni sormuş. Kaynanam, ' Kenan'ın iki aydır yüzünü gör
düğüm yok. Hayırsız, bizi bütün bütün unuttu. Artık nerede
olduğunu bi lmem,' cevabını vermiş. Evet... Hesabını anlıyo
rum. Yarın buradan çıkınca doğru validene giderek bu buda
laca yalanını meydana çıkarmamak için ona hasta olup din
lenmenin gerekli olduğunu anlatacaksın. Kadın senin hatırın
için yalancıktan hasta olmak değil, ölmüş görünmekten bile
çekinmez. Fakat tertibata geç kalmışsın. Ben senden evvel
davrandım. Bu bayağı yalanı geç. Bundan daha adilerini uy
durmak için de beyhude yorulma. Ne kadar acı olursa olsun
ağzından hakikati işitmek isterim. Karı kocalığımız böyle
komedyalarla devam edemez. Bugün valideni hasta eder, ya
rın kız kardeşini ö ldürürsün. Fakat i lanihaye böyle yalan do
lan bir hayatta sonuna kadar başarı göstermen mümkün mü?
Elbette bir gün gelecek ki sen yalandan usanacaksın, ben de
dinlemekten ... Bu yorgunluklar senin için zil let, benim için
felakettir. Karşımda, oyunuma karşı oyun yapan gizl i fakat
korkunç bir düşman olduğunu anl ıyorum. Seni bir hafta bu
rada ben kapadım, öteki hafta o, orada hapseder. Bunun sonu
neye varacak? E lbette ikimizden birini tercih etmen lazım
gelecek. Beyhude yorulmayalım . . . Bu azabı ne sen çek ne
bana çektir. Ne de öteki üzülsün. N e olacaksa bugün olup
bitmeli. Anlıyor musun? Bugün ... Böyle kapalı bir sebeple,
itiraf edemediğİn bir hıyanet mecburiyetiyle bir hafta daha
aile evinden kaybolursan döndüğünde bu kapının kendine
sonsuza kadar kapalı olduğunu bilmelisin. Kararını hemen
şimdi ver. Eşyanı topla. Çık git. N i kahım sana helal olsun.
Benden bundan fazla fedakarl ık bekleme. Yapmam çünkü
elimde değil."
Kenan, bu ültimatoma karşı odanın içinde heyecanlı
adımlarla aşağı yukarı gezinmeye başlar. İ şin hileye, dotaba
tahammülü kalmamış olduğunu anlar. Karısının sözlerin i ta
mamıyla haklı bulur. Fakat maksada uygun olmayan fayda-
ııo
sız bir hakkı, kendi zararına kabul budalalık değil midir? Ya
lancılar için zararlı hakkı kabuldense faydalı haksızlığı elde
etmeye uğraşmak ilk kural değil midir? İnsanlığın, adaletin
ihtişamlı adı altına gizlenerek çok defa zayıfların, miskinie
rin zararına halledilen meselelerin aykırılığı hep böyle değil
midir? "Kadı aniatışa göre fetva verir." "Gemisini kurtaran
kaptan sayılır," atasözleri boşuna m ı söylenmiş? Her dava
da iki taraf bulunur. İki tarafın birden aynı derecede haklı
olması çok azdır. Hemen her vakit bir taraf arabozucudur.
Fakat kimse hak önünde silahını bırakıyor mu? Kanunun,
kuralların, malıkernelerin o dolambaçlı, sonu gelmez hukuk
yollarına girip çıkmaktan kimse geri duruyor mu? Hak ol
mayan şeyi hak şekline sokmaya uğraşanlar olmasa dünya
da dava kalır mı? En büyük filozoflar: "Kuvvet haktır. Hak
kuvvettir," demiyorlar mı? Bu hakikatİn tespiti için her dilde
yüzlerce söz söylenınemiş mi?
211
sun. Bu mümkün olamaz. Validen, validenin annesi, onun
büyükannesi, bu beldede adeta erkekliğin kadınlığa üstün
gelmesi önünde nasıl boyun eğmeye mecbur olmuşlarsa sen
de isyan eden başını bu zamret karşısında indireceksin."
"Beyhude yorulacaksın."
212
Tabiatta neredeyse yoktur. Fakat cinsi muhabbetin yok ol
ması evlilik bağını bozmamalıdır. Çünkü bu ikisinin başka
başka şeyler olduklarını söyledim."
"Neresi?"
213
"Mademki evliliğin sürmesi, karşılıklı muhabbet ve sa
dakatin ortadan kalkması ile alakah değilmiş, tabiatın zorla
ması karışırsa bir koca karısını aldatmakta mazur sayılırmış.
Acaba aynı mazeretin kadın tarafını da kapsama hakkı yok
mudur? Kadın da havailiğe kalkarsa ne olacak?"
"Nasıl?"
"Kıskanmaz mısın?"
ıı4
getiren hiç işitilmemiş bir zemin üzerinde tartışma yapmak
tan namusum yaralanıyor."
"Boşayamam, Ragıbe."
215
"Beyefendi, birbirini cidden seven karı ve kocadan hiçbiri
böyle vicdana ve namusa aykın bir izin vermezler. Bu da ben
ce bir hakikattir. Aldatma ihtiyacı baş gösterince evlilik düzeni
bozulmuş demektir. Felaketi kısaltmak için derhal ayrılmak en
makul çaredir. Ben alemin düşündüğüne bakmam. Kendim
de bir his, bir vicdan vardır. Ona uyarım. Ben kendim gibi
aldanmak ve aldatmaktan nefret eden bir koca isterim. Gizli
ve aşikar üzerime hıyanet edildiğini anladığım gün boşanırım.
Farz edelim ki kendim aldatmak zorunda kalsam kocamdan
ayrılır ve diğer sevdiğime vararak meşru bir şekilde hisleri
mi tatmin ederim. Başka türlü değil. Ben bu histe, bu ahlakta
bir kadınım. Seksen dereden su getirirsen beni kandıramazsın.
Çünkü bu acıya tahammül edemem. Beni boşayacaksın."
"Olabilir a ! "
"Ya?"
"Nasıl?"
"Görürüz."
216
"Senin seçtiğinin bana karşı üstünlüğü kadar. . . "
217
Beri yandan Ragıbe Hanım, Kenan 'ın bu zayıflığını h isse
dince ağzıyla kalbinin birbirine uymadığını anladı. Onu kıs
kandırarak yola getirebileceğine hükmederek şimdi tamamen
bu tarafa yüklenmeye, bütün anlayışını bu noktada toplama
ya karar verdi. Onun için dedi ki:
"Seninkinin adı?"
"Ta kendisi."
"Münasebetinizin derecesi?"
218
Şimdi bir anda Kenan sarardı. Fakat karısının çok i ffetli
bir kadın olduğunu bildiğinden buna pek inanmak istemedi.
Aşırı kederinden dolayı intikam almak için böyle söylüyor
zannetti . Hakikatİn tamamıyla meydana çıkması için sordu:
"Kolay. . . "
"Haydi. . ."
"Tabii."
ıı9
"Demek mektuplar devam etti?"
"Çok."
"Bu mektup yarım . . . Bunun arkasını ve ötekilerini de gör
mek isterim."
"Olmaz."
"Niçin?"
"Ayrılmak üzere olduğum kocama, başka erkekle olan
aşk münasebetlerimin bütün sırlarını ifşada büyük mahzurlar
gördüğüm için . . . "
"O ayrılmak kelimesini aklından çıkar."
"Bu kelimenin zihnimde şu dakikaya kadar bu derece şid
detle kökleştiğini hiç bilmiyorum."
"Şu saatte kocan bulunduğum için münasebetinin tüm ay
rıntılarını ve ne halde olduğunu bi lmek isterim. Buna şeriat
ça, kanunca hakkım vardır."
"Şeriat, kanun sözlerinden yalnız işine gelen noktalarda
yardım bekliyorsun. Biraz da vicdanen düşün."
"Mutlaka görmek isterim."
"Katiyen göremezsin."
"Mektuplar büronun gözünde değil mi?"
"Evet."
"Ver anahtarı ... "
"Vermem."
"Çilingir getirtir, açtırırım."
"Bir şey yapamazsın."
Kenan, zorla almak için ne yaptığını bilmez bir feveranla
karısının üzerine saldınr. Fakat Ragıbe, var kuvvetiyle iterek:
220
"Burada ben kendi evimdeyim. Aşağıda uşak var, aşçı
var, kadın hizmetçiler var. Şimdi bir bağırırsam hepsi üşüşür
ler. Seni bir çocuk gibi tutarlar. Demin karısına aşık olma izni
verecek kadar medeni bir insan görünürken şimdi Asyalı bir
koca kesilme. Rezaletin lüzumu yok. "
"Kolay."
"Nasıl?"
"Nedir?"
81 Dini nikah kurall'arına göre, kocasının üç kez boşadığı bir kadının eski kocasıy
la bir kez daha evlenebilmesi için yabancı bir erkeğe bir günlüğüne nikahlaması ve
bir gün sonra boşanması.
221
kalan zavallı Ragıbe, talihsizliğinin en acı isyanıyla o da ba
ğırdı:
222
8
Acı Veren Bir Ziyaret
Hanımefendi,
Kadın, kadının derdinden anlar. Pek zor bir durumdayım.
Halk, sizi sanatınız icabı kalpsiz, vicdansız sayıp yanı/ır. Fa
kat ben öyle değilim. Kocamda beyhude aradığım insanlığı
sizde bulabi/eceğimi kuvvetle ümit ederek size müracaat edi
yorum. Avrupa muharrirlerinden biri sizi 'çok kez namuskar
kadınların günahlarını çeken melekler ' diye anlatıyor. Bili
rim, içinizde insanlık ve duyguca bizim derecemizde olanlar
vardır. Sizin de onlardan biri olmanızı temenni ederim.
Biz, vaktiyle mizaç olarak, ahlakça, terbiyece kendi ya
radı/ışımızla tam olarak birbirine uygun gelecek koca seç
mesini ve sonra evlilik hayatında o erkeği iyi idare etmesini
hakkıyla bilseydik belki sizin işiniz yalnız bekarlarla olurdu.
İlirafediyorum: Kabahat bizde de var.
223
Hanım, kocam bana tercihen sizi seviyor. Bu insanın elin
de olmayan bir kalp meylidir, bir şey denemez. Artık itiraz
etmiyorum. Kaderime razıyım. Bugün onu, size tamamıyla
terk ediyorum.
Fakat Kenan, insafsızca ve hiç de insanca olmayan bir
inatla beni zorla nikdhında tutmak istiyor. Ben de duygu sa
hibi bir kadınım. Günahsızım. Benden nefret eden fakat bazı
ufak hesaplar yüzünden beni boşamak istemeyen bir erke
ğin eziyetleri altında ezilmeye razı değilim. Onun bu hak
sızlığından dolayı sizin kalbinizin adaletine sığınıyorum. O,
sizi seviyor, belki siz de onu seversiniz. Arada yerde, ben bir
engel kalıyorum Mevkiim yok. Raht�ızlığıma tam bir tevek
.
224
Mektubu zarfladı, üzerine: "Kadıköyü'nde, ( ... ) Sokağı' n
da, Mesut Bey ' in zevcesi Vuslat Hanımefendi'ye takdim ... "
ibaresini yazarken, kocasını kendi eliyle bir fahişeyle evlen
dirmiş gibi garip bir duyguya kapılarak ürperdi.
Mektubu postaya gönderdi. Fakat azabı şiddetlendi. Başa
rılı olamadığı takdirde Kenan'a karşı zilleti artmış olacaktı.
Bu teşebbüsündeki tecrübesizliğinden dolayı onun alayları
na, daha ziyade düşmanl ığına uğrayacaktı. Kurtuluşunu veya
felaketini bir fah işenin vicdanına bırakmak gibi bir basitlikte
bulunmuştu.
O geceyi korkunç kabusların sıkıntı l ı karanlıkları içinde
i nieye inieye geçirdi. Sabah oldu. Uyuyup uyumadıgını bil
miyordu. Ömründe hiç böyle karanl ık, eziyet ve korku dolu
bir gece geçirdiğini hatırlamıyordu.
O gün hep gözleri pencerede, kulağı kapıdaydı. Vuslat'tan
cevap bekliyordu. Alafranga saat dokuzda postacı bir telgraf
getirdi. Büyük bir heyecanla okudu.
Telgrafname
Hanımefendi,
Benim gibi bir kadına göstermiş olduğunuz büyük ilimat
ve teveccühtenfevkalade duygulandım. Bizde de bir kalp bu
lunduğunu size ispat etmek isterim. Kenan burada mahpus
tur. Bir şeyden haberi yok. Bugün teşrifinizi bekliyorum.
Vuslat
225
Hemen hazırlandı. O geceni n yorgunluğuyla fazlasıyla
solan rengini tuvaJet suları ve pudralarla düzeltmeye uğraştı.
Rakibesine karşı güzelliktc üstün gelemese bile aşağı kalmak
da istemiyordu. S iyahlar giyindi. D ikkatli fakat sade bir tuva
Jet yaptı. Şirin'e dedi ki :
"Nereye, hanımım?"
"Muharebeye."
"Evet."
226
Herif, nihayet, "Ah," dedi. "Ah . . . insafsızlar bizde gönül
yok zannederler. Biz meyvenin iyisini turfandacılarda sepet
te, kadının güzelini de yalnız böyle arabada görürüz."
227
cerelerden birkaçının panjurları oynadı. İ ffetli bir hamının bu
namus ve güzellik ticarethanesine girdiğini yukarıdan seyre
diyorlardı. Evin ası l kapısı açıktı. Mermer avluda misafirleri
karşılamaya, o meşhur beniyle, şakağında gülüyle, işlemeli
al kadife terlikleriyle Faika çıktı. Kısık sesiyle hemen ipsiz
sapsız yaygaralara, aşırı hareketlerle misafir ağırlamaya kal
kışarak, peçesini açmış bulunan Ragıbe'ye karşı:
228
Benli Faika, kırk beşlik şişman, ağır vücuduyla gençliğin
deki şuhane tavırlarıyla beraber iffetini göstermeye uğraşa
rak her uzvunun oynaklık derecesini gösteren bir yürüyüşle
önlerine düştü.
229
fakat derisini soğuk bir ter kaplıyordu. Şiddetli, tehlikeli bir
keder ateşiyle iki sıra dişleri birbiri üzerinde birkaç defa ta
kırdadı. Kocasının bu fotoğrafını hiç görmemişti. Heyecanı
nı yatıştırmak için gözlerini fotoğraftan çevirdi. İçeri girecek
kimselerin kendini böyle yarı baygın bir şekilde görmelerini
istemiyordu.
230
olduğu için kafasında benzetecek ve kıyaslayacak bir yer bu
lamıyordu. O yalnız anladı ki burada hüküm süren düşünce
ve zevk Kenan 'ınki değildi. Kocası burada his ve zevkçe bir
beğeni sahibi olmayan birinin hükmünde yaşıyor.
23 ı
mütebessim, şuh bir edayla yürüdü. Evvela hanıma, sonra
Habeş' e tepsiyi uzatarak:
"Affedersi niz, sizi bekletınemek için giyinmeden geldim.
Bu i lk teşrifiniz ama yabancı değilsiniz," dedi.
Ragıbe Hanım, üzüntüsünün şiddetinden hafakan üzerine
hafakana uğruyordu. Şirin, i l k gördüğü misafirin karşısına
havluyla çıkan bu hamam soygununun laubali tavırlarını o
kadar büyük bir hayretle seyretmeye koyulmuştu ki hanımı
nın karşısında kahve içmenin edepsizlİğİnİ unuttuktan başka
fincanı götürmek için ağzını bulamıyordu.
Top Salata, aşüfte bir kadı n rolünü maharetle oynayan bir
aktris tavrıyla dirseğini konsolun kenarına dayadı. Gerisinin
ara çizgisini bütün derinliği ile havlusunun üzerinden bel l i
edecek bir duruş ile kalçasını çarpıttıktan sonra:
"Ablam çoktan kalktı ama ağabeyim hala uyuyor. O pek
tembeldir. M i safir vardı, bu gece geç yattık."
Ragıbe Hanım, bu havlulunun abiasının Vuslat, ağabe
yinin de Kenan olduğunu hemen anladı. Top Salata beyaz,
narin parmaklarını konsolun merrneri üzerinde piyano çalar
gibi aynatarak misafirleri oyalamak için devam etti:
"Ada' da oturuyormuşsunuz. Havasını pek methediyorlar.
M ideye iyi geliyor mu?"
Ragıbe Hanım, bütün konuşma gücünü toplamaya uğra
şarak:
"Mide için Yakacık, Çamlıca, Beykoz, Sarıyer gibi kay
nak suları bulunan yerler iyidir."
Top Salata: "Ya sizin Adanızın havası hangi hastalığa iyi
geliyor?"
Şirin, hanımının sıkıldığını aniayarak cevap verd i :
"Bizim Adamız, A llah vermesin dağlara taşlara, ince has
talıklara iyi gel i r. H er gün çan çalar. Beş altı dane ölür. Pa-
232
pazlar süslü giysilerini giyer, gümüş haçları ellerine alırlar.
S iyah sandığın içinde sapsarı ölüyü, fon fon okuyarak açık
kotururlar. İşim olmadığı zaman komşu kadınlarla beraber
setin üstüne çıkıp seyrederiz. Sonra gece adamın rüyasına
girer. Mezarlık uzak değil ki . . . Bizim evin arkasındaki dağın
öbür tarafında . . . Ya dirilip de karanlıkta gelirse! Ödüm ko
par. Bir danesini daha dün gordum . Muşmula gibi bir koca
karı. Kapetasını giydirrnişler, öyle süslemişler ki . . . Karılar
da cenaze ile beraber gider. Geçen gunu karının biri cenaze
galabalığından ayrıldı, çarnların arasında aptes bozdu. Sonra
okuyarak yine onlara karıştı gitti."
Top Salata:
233
Şirin:
234
9
Ragıbe'nin Revolveri, Şirin'in Bıçağı
235
hiç konuşmadan birbirlerini rahatsızlık verici bir dikkatle in
ceden ineeye süzdüler. Ragıbe'nin ruhundaki isyanı gözle
rinden sessiz bir güceniklikle kaynıyor, sonsuz kederleri bir
azap sayfası gibi yüz hatlarından okunuyordu. Zavallı kadın,
karşısındaki bu harcıalem fakat gül vücudun kokulu cildinde
kocasının gezdirdiği ateşten öpücüklerio izlerini arıyordu.
Vuslat, bu imtihan ve inceleme bakışlan önünde mesut, güler
yüzlü bir üstünlükle sanki "Kenan ' ı elimden almaya gelen
kadın sen misin? Zavallı . . . " dereesine hor gören bakışlada
bakıyordu. Bu acı sessizliği bitirmek için Vuslat, Top Sala
ta'ya doğru bakarak:
236
kocalık sadakatinden ayrı lmış, zıvanasından çıkmış. Beni
bulmasaydı yine başka bir kadını seveceğine şüphe yoktur.
Beni onunla birleştiren bir tesadüftür. Bu bedbahtlığınızın
sebebi yalnız odur, onun vefasızlığıdır. Gözünde katiyen aile
muhabbeti yok. M ide bozan şeyler pek çoktur fakat kabahat
yenende değil yiyendedir. Bizim meclisimize giren erkekle
rin evli veya bekar olduklarını biz düşünemeyiz. Sanatımızın
icabı böyledir. B iz onlara, ' Karılarınıza acıyınız, bizimle te
mastan kaçın ız,' diyemeyiz. Ne yazık ki gayrimeşru sevdala
ra en düşkün olanları evli erkekler arasında görüyoruz. Me
selenin buralarını güzelce hesaplayarak kalben beni o kadar
suçlu bulmayınız."
Ragıbe:
"Boşanmak istiyorum."
237
"Hanımefendi, beyinizin bana olan münasebeti meşru ol
mayan bir hevesten ibarettir. Bunu kendiniz için büyük bir
felaket sayıyorsanız, kocasının bu suretle sadakatsizliğine
uğramış kadın dünyada yalnız siz değilsiniz. Bu olağan bir
maceradır. Erkeklerin gönülleri acayiptir. Hemen hemen bir
çoğu sahibi olamadıkları kadınlarda sevda zevki ararlar. ilim
ve irfanınız var. Bunları benden iyi bil irsiniz."
"Kolaydır."
238
Bey ' i böyle bir kati tercih ültimatomu karşısında bulundur
duğumuz zaman mesele herhalde birimizin yararına, öteki
nin zararına çıkacaktır. Bu bir nevi piyangodur. Ben Kenan' ı
aramızda paylaşmakta b i r beis görmüyorum. Yahut mecburi
buna katlanıyorum. Kazanmaktan ziyade kaybetmek tehlike
sinden korktuğum için böyle bir davaya kalkamıyorum. Siz
ona bugün benden ziyade sahip olduğunuz halde bu sahipli
ğinizi kesinliğe vardırmak isteyerek piyangonun size rastla
maması tehlikesini hiçe sayıyor, onu kaybetmekten korkmu
yorsunuz. Eğer kendi nefsinizle kıyas ederseniz benim daha
vefalı ve fedakar olduğumu ister istemez tasdik edersiniz. Ne
olur? Memleketimizde iki, üç, dört kanl ı ve birkaç da oda
lıklı, metresli erkekler görülüp işitilmemiş şeylerden midir?
O kadınların canlan yok mu? Bizde de bir kalp, bir gönül
bulunduğunu mektubunuzda yazmışsınız. Ya ben de Kenan' ı
şiddetle seviyorsam? Kendi saadetiniz için beni böyle bir ay
rılık tehlikesine sokmakta kendinizi haklı bulsanız bile be
nim için büyük bir haksızlık etmiş olmaz mısınız?"
239
"O başka . . . O halde boşanmak için neden bu vesileye sa
rılarak beni de ayrılmak tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor
sunuz?"
"Boşanmak için bundan iyi sebep olur mu?"
"Ha, ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Demek ko
canız sizi seviyor. Siz ondan hoşlanmıyorsunuz. Sizi kıskan
dırıp kendine bağlamak için Kenan Bey beni sever görünmek
planını tutmuş. Ben ara yerde bir oyuncak, sizin muhabbe
tinizi kızıştırmak için kocanızın elinde bir körük ... Benimle
sizin kalbinizi üfleyerek tutuşturmaya uğraşıyor."
Bu ani ihtimal önünde Vuslat ' ın pembe çehresi, ateş gülü
gibi alevlendi. Zavallı Ragıbe, kocasının kendini niçin bo
şamadığını biliyor fakat bu hakikati sezdirmek işine gelmi
yordu. Maksadına ulaşmak için Vuslat ' ın bu içerlernesinden
istifade edebileceğini düşünerek dedi ki: "Kocamın her i ki
ınize birden sahip olarak yaşamak için gösterdiği bu inadında
birtakım gizli hesapları, sırları olabilir. Fakat buna bakamam.
Ben görünene bakanın. Onun gerçekten istediği siz misiniz
ben miyim bunu düşünmem. O bana sahipken sizinle bir duy
gu bağı kurdu. Sizi bana tercih etti. Göze görünen hakikat bu
dur. Sizi mi seviyor? Beni niçin zorla nikahı altında tutuyor?
Beni mi seviyor? N eden sizinle münasebette bulunuyor? İki
ye, üçe, dörde bölünebilen bir kalbin hissi aşk olamaz. Bu adi
bir hevestir. Beyefendinin böyle bir sevda fantezisine ken
dimi oyuncak edecek kadar küçülemem. Ben o kadınlardan
değilim."
"O halde demek ki küçülen benim."
"Orasını bilemem, ben yalnız kendi hesabıma söylüyorum."
"Hanımefendi, sözlerinizde pek acı imalar var. Bana de-
mek istiyorsunuz ki, 'Sen harcıalem bir kadınsın. Buluştuğun
erkeklerle böyle ince, kalbi ve namuslu duygulada münase
bet kurman sanatın la uyuşmaz. ' inanır mısınız, hanım! Ke
nan ' ın narnma şu eve kapandığım günden beri ondan başka
240
bir erkekle münasebette bulunmadım, bulunmak da istemem
ve bunu da bir fedakarlık şeklinde hiçbir gün Kenan ' ın başı
na kakmadım."
"Evet."
"Evet."
24 1
Vuslat göründüler. Kan, ona bir şey söylememişti. Oyuana
cak faci adan katiyen haberi yoktu. Kenan gecelik entarisinin
üzerine atmış olduğu ropdöşambınnın içinde, akşam geçirdi
ği zevk ve eğlence yorgunluğuyla o kadar mahmur ve halsiz
di ki salonda olanlan birdenbire anlayamadı .
242
gisine kul olacaktı? Bu dört gözün üzerine yağdırdığı kargı
ların zıt, acı tesirleri altında bir zaman ne yapacağını bilmez,
şaşkın bir halde kaldı.
243
yan bu vicdansıza öyle derin bir iğrenme ve lanet okur gözle
baktı ki Kenan ' ı n söz söylemeye hazırlanan rludakları sanki
birdenbire taş kesildi. Kıpırdayamadı . Ragıbe Hanım, kalbin
deki bütün eş ve insanlık samimiyetinin o sözler karşısında
ne feci bir nefretle ölmekte o lduğunu bu hançerlerden kes
kin, ızdırapl ı bakışıyla anlattı .
244
"Senin mahrem evin bu ev değildir. Burası, parası en çok
olana açıktır. Bu kar yerleri gönüllerin mezat yeridir. Burada
bütün insan fazi letleri ölür. Paradan başka bir mabut tanın
maz. Burada Kenan, Mesut Bey olur. Burada en ahlaksızlar
bile asıl adlarıyla çağınlmaktan utanırlar."
Ragıbe:
Vuslat:
Ragıbe:
Ragıbe:
Vuslat:
245
Ragıbe:
Vuslat:
Ragıbe:
Ragıbe Hanım :
246
diyor, alıp evime götürmemi söylüyorsunuz. O, hissen, ruben
sizindir. İ şte yine tekrar ediyorum, ben buraya onu almaya
gelmedim. Bugün beni boşasın. Bu uğursuz evden çıkıp g ide
yim. Allah, ikinizi birbirinize mübarek etsin! B ir daha adımı,
namımı duymazsınız, böyle rahatsızlıklara uğramazsınız."
247
Ragıbe: "Vuslat Hanım, bu adam bizi itiraf ederneyeceği
kadar basit heveslerine esir ederek yaşatmak istiyor. Beni her
alçaklığına katlanmaya zorlayan nikahla kendine bağlı zaval
lı bir kimse sayıyor, sizi de kalbi, hayatı, dini, imanı, her şeyi
para i le satın alınır hakir bir kadın olarak görüyor. Sizde de
bir vicdan bulunduğundan bahsetmiştiniz. Bunun varlığının
yahut yokluğunun ispat edilebileceği vakit gelmiştir. Kenan
Bey sizi seviyorsa benden niçin ayrılamıyor? Onun narnma
özel bir eve kapanmak fedakarlığını yapmış olduğunuz için
bu soruyu sormaya ve sağlam bir cevap talebine hakkınız
vardır."
Ragıbe:
Vuslat:
Ragıbe:
Vuslat:
248
"Dünyada kocalarından hıyanet görmüş kadınlara gelin
ceye kadar acınacak ne dertler var! N eme lazım benim. . . Be
yini zapt edeydin."
Ragıbe:
Vuslat:
"Pekalc1 etmişim."
Ragıbe:
Vuslat:
Ragıbe:
"Tabii sende erkek çok ... Beş değil on deği l... Sen kalbini
değil ırzını satıyorsun."
Vuslat:
249
Pek nezaketle başlayan mücadelenin böyle edepsizce bir
hale geldiğini gören Kenan, Şirin ' in üzerine yürüyerek: "Kes
sesini murdar! Şimdi elini ayağını bağlatıp seni bostan kuyu
suna attırırım."
250
rak: "Al bu menhus Arap'ı. .. Buradan defolunuz çünkü şimdi
elimden bir kaza çıkacak."
Kenan:
251
bana sevap yazar. Seni gibi zibidi imansız maymun . . . Senin
Paskalya tabancasından bile ödün kopar. Senin ne korkak
musibet olduğunu bilmez miyim ben . . . Hanımımı boşa, hav
ruz83 . . . i şte el alem lazımlığı o karıyla otur. . .
"
Vuslat:
Kenan :
"Boşamayacağım."
Vuslat:
Kenan :
!D Lazımlık.
252
Vuslat, Ragıbe Hanım'a dönerek: "Hanım, Kenan sizi
boşamıyorsa işte ben de sonsuza kadar kendisini bırakıp bu
evden çıkıp gidiyorum. Kozunuzu pay ediniz."
Vuslat:
"Boşa."
Kenan:
Vuslat:
Kenan :
"Boşadım."
253
ÜÇÜNCÜ RÖT ,ÜM
ı
Kan h Nigar Oyununun Feci Bir Tatbiki
Kenan' ın, Namiye adında bir kız kardeşi vardı. Ufak te
fek, sıska, kamburca, şaşı, gelinlik bir kızdı. Bu zavallının
baba mirasından bankada faize yatırı lmış yedi yüz lirası du
ruyordu. Namiye'nin fiziksel sakatlığına karşı bu para, gele
ceğinin bir garantisiydi. Bu küçük servete tamalı edip onunla
evlenecek bir talibi de çıkabi lirdi. Kenan bayağı ihtiyaçla
rını bir müddet daha sürdürebilmek için Namiye 'nin hayat
sermayesi olan bu liralara bir karagöz indirmenin yolunu
düşündü. Validesinin bu paranın en ufak bir miktarını bile
harcamama hususundaki kesin kararını biliyordu. Akçeyi ta
mamıyla bankadan kaldırmanın imkanı yoktu. Fakat her gün
256
bir guguk icadıyla parça parça eline geçirerek Namiye'nin
geleceğini, Vuslat' ın cümbüşüne feda etmek mümkündü.
Maksadına erişmek için validesine ilk müracaatında yüz lira
y ı bir sene zarfında bir katına çıkaracak çok karlı bir yol bul
duğundan bahsetti. Kadın, şüpheli bakışlarıyla oğlunu derin
derin süzdü. Validesi kesin bir cevap vermedi. Fakat Kenan,
validesinin inat düğümünü her gün bir parça gevşetebilecek
ikna edici, aldatıcı sözler bularak Namiye'nin parasını beş
altı yıl içinde yedi sekiz bin liraya çıkaracağını en büyük ye
minlerle temin ediyordu.
"Yüz lira sermayenin birkaç senede beş altı bin lira olması
işitilmemiş bir şey değildir. Fakat kazançtan ziyade haritada
zarar yazar. Hepsini göze aldırmal ı. Bizim Divrikli Ali ban
ker oldu ama çoğu da battı. Oğlunuz eski borçlar üzerine mi
muamele edecek? ' Suret' mi kıracak ' hava' mı oynayacak?"
257
!attıktan sonra, yüz lira daha verilmezse eski yüz liranın da
yanma tehlikesinde olduğunu söyledi. Yeni para eski parayı
kurtardıktan sonra fevkalade bir kar da bırakacaktı. Bütün
fondalar birdenbire düşmüş olduğundan yakında olması mu
hakkak yükselme sebebiyle şimdiki kayıptan daha büyük kar
sağlanacaktı. Evde kıyamet koptu. Zelıra Hanım'ı "selamun
kavlen"in rüzgarı örseledi. Kadın ayıldı, bayıldı. Birkaç saat
sonra hiçbir tarafı tutmadı.
258
Eve çıkan yokuşu çıkmaktayken Yustat'ın yatak odası
nı gördü. Pencerelerden birinin panjuru açık, İstoru inikti.
I şığın kuvvetinden konsolun üzerinde çifte lamba yandığı
nı anladı. Ü ç günlük yokluğundan dolayı sevg ilisi kim bilir
ne meraklara, helecanlara, suizanlara düşmüştü. Şimdi onu
nasıl tatmi n edecek, sevindirecekti? Endişeli, hasret dolu ba
kışlarla Yustat'ın gölgesini arıyordu. Pencerenin önünden bir
karaltı geçti. Fakat bunda bir kadın vücudunun güzel endamı
görünmüyordu. Gölge iri, kal ın, kabaydı. Bu gölge o kadar
büyümüştü ki baş yoktu. Pencerenin alt sövesinin üstünde
kalmıştı. Yalnız gövde gördü.
Yuslat, İstoru sürdü, ufak bir tıkırtı ile panjurun iki ka
nadını birbiri üzerine kapadı. Şimdi bu iki gölge arasında
ki şekil farkı su götürmez bir açıklıktaydı. Kenan' ı rahatsız
edici bir helecan aldı. Kıskançlığın sızlatıcı ilk ateşleri da
marlarına yayılıyordu. Bu korkunç şüphe ile geceyi o evde
geçirmeye kendinde tahammül edebilecek kuvvet bulamıyor,
işin hakikatini mutlaka öğrenmek istiyordu. Fakat bunu nasıl
edecekti? Duvara dayandı, düşünmeye başladı .
259
Birdenbire Kenan 'ın aklına Didar Bey geldi. Uncu Ah
met'in evinde onu gördüğü geeeki hatıralarını yokladı. O
vücutla bu gölge arasında mukayeseler yapmaya, benzerlik
ler bulmaya başladı . Bir şüphe kıvı lcımından tutuşan bu ateş
düşündükçe kalbini sarıyordu . Sokağın duvar kenarlarında,
bastığı yerleri fark etmeden geziniyor, arada bir eve bakıyor
du. Ev, gecenin gittikçe artan ağırlığı içinde karanlık, siyah,
sessiz uyuyordu. Gönlünde bir cehennem tutuşturan gölgele
ri tek bir vücut olarak yatakta nasıl yakalayacaktı? Buna bir
yol, çare bularnazsa çıldıracaktı .
260
Odanın pencereleri dışarıya attanamayacak bir yüksek
likteydi . İ çerideki zampara için kapıdan başka kaçacak yer
yoktu. Mutlaka yakalayacaktı.
"Kimdir o?''
"Aç . . . "
"Aç! Anlatırım."
261
"Ne oluyorsun? Uyku sersemliğiyle tersim döndü. Kandil
sönmüş. Oda zifıri karanlık. Kibriti bulamıyorum."
262
lerini her tarafa dolaştırdı. Kimse yoktu. Aynalı dolabı açtı.
Asılı elbiseterin aralarını karıştırdı. Perdeleri birer birer kal
dırdı silkti. Gölge sahibini bulamadı.
"Hiç . . . "
263
"Sonra birdenbire üzerime bir çılgınlık geldi."
264
"Bu horultu nedir?"
Kenan:
"Herif akşamdan kim bilir kaç okka rakı içti. O şimdi kü
tük kesilmiştir. Kolay uyanır mı?"
84 Bir müzik parçasında, seslerin gittikçe yüksek bir noktaya doğru çıkması.
265
di. Döşeğin içinde yine doğruldu. Gidip Cabir ' i dövmek isti
yordu. Dikkat etti. Tuhaf şey ! H orultu aşağıdan değil, kendi
odalarından hemen karyolanın altından geliyor gibiydi. Bu
horultu akşam gördüğü gölge muammasının devamı mıydı?
Derhal döşekten fırladı. Aynanın önünden lambayı kaplı . De
mir karyolanın etekliğini kaldırdı. Altına baktı. İ ç donu ve
ten fanilasıyla iri bir erkek sırtüstü uzanmış, Hristiyan ölüsü
gibi kollarını göğsü üzerine kavuşturmuş, odanın camlarını
tilretecek bir şiddetle hala horluyordu. Kenan öyle bir şaş
kınlık içinde kaldı ki az kalsın elinden lambayı düşürecekti.
Sendeteyerek yürüdü. Onu yerine bıraktı . R irdenbire u ğra
dığı acının fazlalığıyla kendini fırtına ortasında çalkanan bir
vapur karnarasında sandı. Başının üzerinde tavan dönüyor,
etrafındaki bütün eşya raks ediyordu. Tutunacak yer aradı.
Ayağının altındaki halı bulantı getirecek bir salıntı ile sanki
kabarıp kabarıp iniyordu.
266
"Demek benim olmadığım gecelerde sen böyle haydutlar
la işret edip sonra koyunlarına giriyorsun?"
267
iç yüzüne insaflıca bakılınazsa görünüşte en büyük kabahatli
ben oluyorum. Sözlerime inanmadığını gözlerinde okuyo
rum. İ nanmayacağını da biliyorum. Sanatımızın en zor tarafı
bu değil mi? En büyük hakikatler bizim ağzımızdan çıkınca
hemen doğruluğunu kaybeder. En alçak yalanlar şekl ine gi
rer. Geçirdiğimiz lezzetli muhabbetin son saati bir cinayetle
lekelenmesin. Sağ o lduğunu bileyim. Bu teselli bütün öm
rümce bana yeter."
"Revolverimi saklamışsın."
268
gırtlağa gelirler. Tehlikenin dehşetini gören Vuslat, kilitli oda
kapısının anahtarı üzerinden alınmış olduğunu bildiği için
hemen koşar, Kenan' ın oraya buraya atılmış elbiselerinin
ceplerini arar, anahtarı bulur, kapıyı açar. Kenan ' ın vücut
ve bünyece hafıfliği, Didar 'ın sağlam vücudu ve kuvvetiyle
mukayese olmadığından avurduna ve kafasına yediği bir iki
şiddetli yumrukla zavallı iyice sersemler. Didar Bey, çelimsiz
rakibinin iki kolunu arkasına çevirerek nasırlı demir parmak
larının arasında kelepçelenmiş gibi sımsıkı tutar. Hiçbir söz
söylemeden kakıştırarak safaya çıkarır. Balya götürür gibi
nı�nJiv�nlerden indirir. Bu nezaketsiz uğurlama bahçenin dış
kapısına kadar devam eder. Orada Kenan' ı bir yığıntı halinde
sokağa fırlattıktan sonra kapıyı kapar. Yustat'ın bedbaht düş
künü, Karagöz'ün "Kanlı Nigar" oyunundaki soygun zam
paraları gibi gecelik kıyafetiyle sersem, dayak yemiş, aklını
kaybetmiş bir halde sokak ortasında kalır. Fakat bu felaket
gecesini fahişeliğinin bütün ustahğıyla idare eden Vuslat, za
val lı aşığının sokaktaki çıplak halini düşünerek elbiselerini
toplar, büyük bir lütuf olarak bahçe duvarının önüne attım.
269
2
Determinizm Felsefesi ve Vicdan Mazereti
270
Etrafını tanımaya uğraşıyor, burası kendine hiç görmediği bir
çöl gibi geliyordu. Ayakları artık gitmiyordu. Hemen sula
rın içinde bir kayanın üzerine kendini salıverdi. Yığılakaldı.
Yorgunluğunu, derrnansızlığını biraz anladı. Dayağı yerken
acısını pek o kadar duymamıştı. Şimdi omuzlarında, belin
de, kalçasında ağrılar hissediyordu. Sol şakağı gözüne doğ
ru sızlıyordu. Ceketinin yan iç cebinden ufak fırçalı, taraklı
tuvalet aynasını çıkardı. Yüzüne baktı. Gözünün içine kadar
sol şakağının mosmor çürümüş olduğunu gördiL Orada Di
dar Bey'in nasırlı koskoca yumruğunun eseri koyu, iri leke
şeklinde yer etmişti. Çehresinin sarılığından korktu. Deniz
suyuyla yüzünü yıkadı. Mendiliyle çürüğü ovuşturdu. Vus
lat'ın sevgisinin yadigarı bu leke çıkmıyordu. Ovuşturdukça
daha morarıyordu.
27 ı
saçları, beyaz muslin gecelik elbisesi, omzuna aldığı şal ile
hasır koltuğa oturmuş küçük masanın üstündeki süt fincanına
ince, nazik parmaklarıyla dalgın dalgın bisküvisini batırıyor.
elemli gözlerini uzaklarda dolaştırarak devasız kalp yarasının
sızılarını teskin için bir çare aramakla oyalanıyordu.
272
Dirlar'ın kuduz gibi saidırmasına karşı parlamış şiddetli bir
intikam duygusu olmaktan çok, Vuslat'ı, kendinden üstün
olan rakibinin kolları arasına bırakmış olmasından ileri gelen
dinrnek nedir bilmeyen büyük bir kederdi.
273
birine pek karışmıştı. Tam sayamıyordu. Bütün bu saydığı
şeylerle bir toplama yaptı. Traverslerin sayısı hepsinden üs
tün geldi.
85 I slam inancına göre insanlara verilmiş olan ve kaza ve kader sınırları çerçeve
sinde hareket imkanı tanıyan özgür iradedir.
274
bulunuyor? Ne kadar çalışsanız bir tavuğu ördek yapamazsı
nız. O zavallı, suya düşünce boğulur. Kimse yaradılışındaki
hususiyetinden sorumlu olamaz. Her insanın aldığı terbiye,
fıtratının, bünyesinin yatkınlığı derecesinde sonuç verir. B u
terbiyeyi d e s i z yüksek fiyatta satıyorsunuz. Fakir olanlar
bundan nasipsiz ve avare kalıyorlar. Fatalite (kader) dediği
niz afet, insanların çoğu üzerinde bütün uğursuzluğuyla hü
küm sürüyor. Evvela fazilet ve terbiye almaya kabiliyetli bir
yaradılışta doğmalı, sonra bu yeteneği geliştirecek bir muhite
düşmeli. Elinde bu iki tesadüflin beratıyla doğmayan çocuk
Iann halleri ne olacak? Eğitim ve terbiyenin iyi tesirlerini
kabul ediyorsunuz da kötü örnekler ve alışkanlıklar içinde
yaşayanların kötü tesirlerini neden doğal bulmuyor, bunların
mazeretlerini kabul etmiyorsunuz? Ceza kanunlarının uygu
lanmasında alim ile cahil için bir fark yoktur. Bilerek yapanla
bilmeyerek yapan aynı maddenin hükmü i le cezalandırılıyor
lar. Büyük medeniyetlerin kanunlarında eşitlik, adalet vardır.
Fakat hiçbir zaman bir mi lyoner fırından ekmek çalmaz. Bu
hırsızlığın cezalandırma maddesi açiara mahsus olarak ya
pılmış gibidir. Eşitlik teranesi üzerine kurulmuş görülen me
deni kanunların birçok cezalarından bazı kimseler, mevki ve
maaşı sayesinde muaf tutulur. Çünkü onları o fiili yapmaya
zorlayan bir sebep yoktur. Terbiye i le bir şahıs üzerindeki et
kinin kuvvetini hafifletmeye, değiştirmeye uğraşmak yani o
kimseyi tesire karşı daha sağlamlaştırmak bir çeşit determi
nizm (belirlenimcilik) değil midir? Her eserin, onu meydana
getiren bir şeyden doğduğu kabul edilirse birçok kötülüklere
çare bulabilmek için şu iki şey arasındaki kuvvetleri, kanun
ları araştırma ihtiyacına 'determinist'likten başka anlam ve
rilebilir mi? Ne yana kıvransak bu tabiat kanununun içinden
çıkamayız, bağlıyız. Bazen ilim ve irfanımızı bu bağlan gev
şetebilecek kudrette görme vehmine kapılarak birçok nokta
da eylemlerimize sözümüz geçer, kendimizi serbest zannede
riz. Felsefe fikirleri de yelekler, yakalıklar gibi modaya bağlı
olarak zaman zaman değişiyor. Şimdi determinizme karşı bir
akım var. Bu asırda akıllarının kütlesiyle övünen büyük kafa-
275
lar, kendilerini tabiatın pençesinde zincirle bağlı köleler gibi
görmekten sıkıldılar. İ rade sahibi olduklarını ispat etmeye
uğraşıyorlar. Gelecek asrın daha cevherli olmakla övünecek
kafaları, gelişmeyi eskiyi yıkmakta görerek atalarına akıl ba
kımından üstünlüklerini göstermek için onları yalancı çıka
racak yeni fikirler çıkaracaklar, bugünün felsefe yıkıntıları
üzerine işitilmedik fikir yapıları kuracaklar. Kendi cinslerine
cüzi irade ayrıcal ığı dağıtmaya katkışan zamanımızın cömert,
muhterem filozoflarının verdikleri bu serbestlikten bunalarak
yine her yapılmışı bir yapana bağlayarak, her kababati insan
lardan kaldırıp tabiata yükletecekler. O zaman madamların
fistanları ile beraber fikirler de değişecektir. Ben karımı bo
şadım. Çünkü ondan bıkmıştım. Yustat'tan ayrılamıyorum.
Çünkü onu aman vermez bir sevgi ile seviyorum. Kalbimin
azalan tarafında Ragıbe, çoğalan tarafında metresim var.
Şimdi bu azalma ile çoğalmanın yerlerini değiştirmek benim
elimde mi? Benim cüzi iradem, külli iradem nerede? Tabiatta
böyle kurtarıcı bir güç varsa şimdi yardımıma neden koşmu
yor? Yaşamak, baştan sona kadar birtakım arzuların art arda
gelmesinden başka bir şey midir? Bu arzuları kaldır, başka
ne kalır? O zaman niçin yaşamalı? Ahlakçılar, bu arzuların
içinde herkes gibi kendileri de bocaladıkları halde aleme
bunlardan kaçınma öğütleri vermeye uğraşırlar. İnsan bütün
arzularına nasıl hakim olabilir?
276
lerinin hayallerine tapınarak inleyip sıziarnakla geçiriyorlar.
Zaviyelere çekilmeye ne lüzum var? Bu dünya, budalalar,
meczuplarla dolu koca bir tekke, herkesin de mabudu aşk de
ğil mi? Yalnız erenler, ermeyenler var. i steğini elde ederne
den ölenler daha zavallı, istediklerine ererek gidenler daha az
budala sayılabilirler. B u iki türlünün hangisinden olmak kar
l ıdır? Bunu anlamak için bir şeyhten, bir ahlakçıdan cevap
almaya ihtiyaç var mı? Ben, Vuslat ' ı dünyada ondan başka
bir şey göremeyecek şekilde bir şiddetle seviyorum. Bu sevgi
beni dünyada ikiyüzlü lükten başka bir şey olmayan genel ah
lak sınırından çıkarıyor. Günahsız karımı boşuyorum. Anne
mi, kız kardeşimi aldatıp dolandırıyorum. Şerefimi yerle bir
ediyorum. Çünkü başka türlü yapmak elimde değil. Aşkım
zaafıma kat kat galip. . . Bu sevdanın şiddetine dayanabilecek
bir bünyeye sahip olamayışımın sorumlusu ben miyim? Bir
adamı ateşe attıktan sonra ' N iye yandın?' diye azarlamak
yakışır bir şey midir? Sade ben mi bu yaradılıştayım? He
men herkesin iç yüzü böyle değil midir? Hep bu acı halimiz
ikiyüzlülükle örtülmüyor mu? Bu örtüyü kaldırınca birbi
rimizden korkup kaçarız. İ nsaniyet, ahlak, terbiye, saadet,
önümüzde böyle bir yığın kelime var. Hangi kitapta bunların
doğru bir anlatılışma tesadüf edebi lirsiniz? H erkes bunlara
kendi çıkarına uygun olarak birer anlam verir. i kiyüzlülük,
sahtekarlık, cin gibi damarlarımızı tutmuştur. Fransızca bir
ahlak kitabında şu ibareyi okumuştum: Le bonheur n 'est que
1 'interet et 1 'interet est vii e tindigne. 86 A lemi kandırmak is
teyen şu garip sözün sahibi acaba söylediğinin doğruluğuna
kendi inanabiimiş midir? Bu nasıl felsefe? İ nsanlar, saadeti
bayağı bir şey sayarak ondan kaçsınlar, felaketi yükselme va
sı tası bilerek birbirlerini mi boğsunlar? Saadet, kaçınılması
gereken basit bir şey ise ahiret için A llah ' ı n vadettiği cenneti
ne oluyor? İ nsanların bu sürekli çekişınesi ne içindir? H aya
tın varacağı son nokta ne olabilir? ' Saadet nedir, ' sorusuna
karşılık, dindar, kafir fi lozoflardan alacağımız cevap felaket-
86 Saadet, menfaalten başka bir şey değildir. Menfaal ise bayağı bir şeydir. (Y.N.)
277
leri karşısında böyle titrersiniz. Herkes saadetin ne olduğu
nu kendisi bilir. Onu başkasından sorup öğrenmeye muhtaç
olan adam, mutlu olmaya hak kazanmamış bir zavallıdır. Her
arzu, saadetin çekirdeği, onun oluşu da kendisidir. Arzuların
şeytanları da olurmuş. Olabilir. Şeytanı ben yaratmadım ya . . .
Genel ahlak esaslarından aşan İstekiere uymak ahlaksızlık
mış. Kalbirnden doğan bir arzunun yapılmasına evvela aile
fertlerimin, sonra komşularımın, sonra mahallelinin, sonra
bütün şehrin, sonra tüm insan lığın duygularına, çıkarlarına
teker teker uygunluğunu düşünerek izinli olacaksam vay ha
lime ... Sonra aç, çıplak kalırım. F i lozoflar, yaşama ihtiyaçla
rını şöyle böyle yoluna koyduktan sonra hir ahlak gururu ile
aleme ahlak dersi veriyorlar. Komşum, kendi çıkarını elde
etmek için benim zarar görme ihtimalimi düşünüyor mu?
İ nsanlık her işinde başka birinin çıkarını veya zararını dü
şünecek, böyle bir düşünceyi vazife bi lecek bir yükselmeye,
bir terbiye ahengine ulaşabildi mi? Erişehitecek mi? Yalnız
dünyaya gözleri açık veya kapalı gelenler var. Açıkgözlü
ler, kapalı ları bütün ahlak kitapları ile daha fazla uyutınaya
çalışıyorlar. Herkesin açıkgözlülüğü aynı derecede olsa or
taya çıkacak genel savaşı siz o zaman seyredin. Beşeriyetİn
geçirebildiği istirahat saatleri, menfaat ve saadet davasında
beceriksiz olan ahmakların sayesindedir. Ben bunlardan biri
olmak istemem. Başkasının hukukuna riayet ederek menfa
atleri yerrnek hususunda genel bir uzlaşıya varıldığını ve bu
nun mucizevi bir şekilde uygulanmasının mümkün olduğunu
göreyim, o zaman ben de bu ' Toplumun Menfaatleri Dengesi
Cemiyeti ' ne dahil o lurum. Ah fakat hiçbir akıllı böyle bir
menfaat dengesinin meydana gelmesi için aklının fazlasını
akılca eksik olanlara dağıtamaz. Ey hükfımetler, filozoflar,
bütün insan cemiyetleri, bütün idareler, eğitim öğretimle
akıl ve anlayışını artırmaya uğraştığınız bu insan yığınının
arasındaki ahmakların sizlere ne kadar lazım olduğunu görü
nüz. Su katılmadık sütün çabuk bozulması gibi kafaca yük
selmeleri zeka ölçüsünün aynı derecesini gösteren kafalarda
278
bir arada geçinemez. Dünyayı yaratan bu gerçeği bildiği için
insanlan hep birden zeki veya hep ahmak yaratmamış. Ya
rattıktan arasına çeşit koymuş fakat ne yazık ki alımağı bol,
akıllıyı az yaratmış. Bunda da büyük bir hikmet olsa gerek.
Dünya işlerinin yürütülebilmesi için işte bunun lüzumunu
bize yaratılış kanunu gösteriyor. Dünyaya gelenler erkek ve
dişi olduğu gibi akıllı ve akılsız olacak, mutlaka aldatanlar,
aldananlar olacak. Alemin idaresi, b u çeşit faturası üzerinde
yürüyebi lir. Aldatmaya bu kadar şiddetle lüzum olmasa in
sanlık, ta ilk zamanlarındaki hurafelerini, batıl düşüncelerini
bir miras gibi yaldız kaplı kitaplar içinde büyük bir özenle
saklayıp bu ilerleme asrında, hala mı hala bunların zihinler
üzerindeki uyutucu etkilerinden faydalar arayarak türlü türlü
çocukça bahanelerle sürüp gitmesine çabalar mı? İnsanlar,
işte sizi size tarif ettim. Şüphesiz ben de sizden biriyim. Ken
dimi istisna tutarak türümü bayağı görmedim.
279
ye ayırmışlar, bu ikisi birbiriyle daima çekişme halindedir.
Hristiyanl ığın teslisi gibi bu da birlik içinde bir ikiliktir. Bir
vücutta melekle şeytanı bir araya toplamak istemişler çün
kü bir insan bütün bütün ya melek yahut şeytan olamaz. O
zaman yaratıcıdan hakime kadar kimseye iş kalmaz. Ö yle
olsa o vakit ya büsbütün cennetin kapılarını kapamalı ya da
cehennemin. Hafazanallah, o zaman kainata öyle bir yekne
saklık gel i r ki can sıkıntısından hep ölürüz. Yaratılışın ezell
mantığı, cennet ile cehennemi n kapılarını karşı karşıya açık
bırakmaktır. Sefa sürmenin hikmeti bundadır. İ nsanlığın
zevkini, eğlencesini meydana getiren heyecanları, acıları,
esefleri, sinirlilikleri, ötkeleri , coşkunlukları bize verenler
iyilerden ziyade kötülerdir. Kötülerin olmadığı yerde yaşam
şöyle dursun, bir tiyatro piyesi bile yazılamaz. Bunların var
olmalarına bu kadar şiddetli bir ihtiyaç olmasa, Allah onları
yaratır mıydı? Dünyada kötülerin gerekli olduğu iddiarnı saf
bir kişi duysa kim bilir bana ne kadar kızar, beni de onlardan
biri sayar. Belki de öyleyim. Öyle de olsam bunda benim ka
bahatim ne?
280
dayanamayarak perhizi bozduğu vakit kendilerine hiç kaba
hat bulmayarak netisierine söverler. Onu aşağılamak için de
bir hakaret sıfatı eklemişlerdir: ' Kör nefi s ' . Onun körlüğü,
sahibinin her günahı için bir mazerettir. Bu kör nefis, her
iyi adamda bulunur. Her aşırıya kaçan ve kötülük yapan bir
ahlaksızdır. Aynı insanın ikinci bir sureti olduğu için insan
la nefsi arasında bir tahta perde var gibidir. Bütün kirlilik
ler bu perdenin öbür tarafına atılır. Kişi, manen biraz rahat
eder. Gözlü bir adamı n nefsi nasıl kör sayılabilir, anlaşılacak
şey değil . Bir insan kötüyü niçin kendisinin dışında arama
lı? Günahının yükünü yükletmek için kendi içinde ikinci bir
kimse yaratan adamın bu hareketi kötülükten başka bir şey
değil midir? N efsine böyle iftira eden bir insan başkasına ne
ler yapmaz? İ nsan münzevi bir derviş gibi şu koca kainatın
içinde tek başına da kalsa, yine dalaşmak için kendi kendi
ne ikinci bir şahıs yaratıyor. Çünkü o çekişmeden duramaz.
Çünkü o bir yaratılış sırrıdır ki Yaradan bile kendine zıt ib
lisler, firavunlar, kafirler yaratmış. İ nsanlar arasında tam bir
kardeşlik kunnaya uğraşan ukalanın bu delice gayretleri ne
kadar abes, gülünç ve tabiata aykırıdır. Diyelim ki bu emelle
ri, maazallah, bir gün ortaya çıksa tüm yarışmalar, rekabetler,
hi leler, kinler, küsmeler, tecavüzler, yani bütün hayat coş
kunlukları birden son bulacağından bu dünya mi skinhaneye
döner. O zaman yine bu filozoflar buna karşı bir çare araya
rak insanları ayrılıklara düşünnek, aralarında kin ve çekişme
çıkannak için kitaplar yazarlar. İ nsanların eğlence için icat
ettikleri tavla, iskambil, futbol vs: gibi oyunlara dikkat edi
niz. Hep bir karşılıklı rekabet şeklindedir. Çünkü başka türlü
tadını alamazlar. İ nsafsızlığı insaf doğurur. Çünkü biri olma
sa ötekinin varlığının kıymetini düşünmenin anlamı yoktur.
Bu tabiatlar faturası çeşitleri içinde, soğuktan titreyen kom
şusunun haline acıyarak yorganının yarısını kesip ona vere
cek merhametl ileri n, lütuf sahiplerinin vücutları lazım oldu
ğu gibi o yarım yorganı çalacak insafsızlar da bulunmal ıdır.
Avrupa'nın en büyük ediplerinden biri, Victor Hugo, "Hiçbir
ısı
şey yapmayıp miskin durmaktansa fenalık etmek daha iyi
dir," diyor. Çünkü bu, insanlık içinde hareket uyanduacak bir
faaliyettir. İ yiliğin lüzumunu takdir ettiren kötülüktür. Hare
ket, hareketi doğurur, faaliyet meydana getirir. Birçok uyku
halindeki beyinler i ster istemez uyanır. Onun için Ragıbe'nin
bana revolver göstermesi, benim onu boşamam, Dirlar ' ın
beni dövmesi, bunlar hep şu miskince Şark hayatımızın için
de bir o lay, bir hareket, akisler peyda edecek bir faaliyettir.
Bundan birçok dedikodular o lur. Gazetecilere, hikayecilere
sermaye çıkar, okuyaniara güzel eğlence olur. Okurken kimi
Ragıbe'ye acır kimi Yustat'tan nefret eder. Kimisi ise bana
kızar. Fakat boş oturmaktansa kızınanın da büyük bir eğlence
olduğunu bilmezler. Demek ben toplumumuz içinde bu kadar
etkili olabilecek mühim biriyim. Fakat insanlığın gelişmesi
için kötü biriyim. Sabahleyin evden besınele ile çıkarak hiç
bir tarafa sürtünmernek korku ve çekingenliğiyle işine gidip
gelen kokmaz, bulaşmaz miskin Türklerden biri olsaydım
onlara daha faydalı mı olacaktım? Hayat, cüret ister, hırs
ister, mücadele ister. M ücadeledeyse iki taraf bulunması la
zımdır. Bir taraf adaleti i, öteki taraf arabozan, yani biri haklı
diğeri haksız olacak. Arabozan tarafı ortadan kaldır, adalet
li taraf rüzgar ile mi güreşecek? Bunlar hep birer hakikat...
Fakat ben şimdi şiddetli bir küskünlük, büyük bir aşk, bir
intikam arzusuyla cayır cayır yanıyorum. Ne yapacağım?"
282
organizma mekaniğinin olgunluk derecesi, zayıflık ve bozuk
luk derecesiyle katiyen alakalıdır. Bundan dolayı kör veya
görme problemiyle doğmuş adamlara, ' S iz niçin dünyayı
herkes gibi tam bir aydınlıkla göremiyorsunuz?' diye sitem
edi lerneyeceği gibi, fena kafanın kötü fii lierinden de sahibi
sorumlu olamaz. Her ağaç yetiştiği toprağın kalitesine, gör
düğü güneşe, aldığı havaya, cinsine, yaşına lafın kısası hep
bu tesiriere göre meyve verir düşüncesindeydi.
Mesuliyeti kabul etmemek hususunda kendi heva ve he
veslerine göre yaşayanlar için fena fel sefe değil ama asırlar
dan beri bir türlü halledilmemiş olan bu determinizm mese
lesi, Kenan ' ın şimdi fikren özetiediği kadar da açık ve sade
değildi. Her dilde, sabır, ağır davranmak, tahammül, sehat,
metanet vs. gibi birçok kelime vardır. Karşılıkları olmasa
bunlar icat edilemezdi. İnsan, yalnız menfaati, sefası, saadeti
arkasından koşan beyninin, heveslerinin emirlerine mağlup
doğal bir makine sayılsa bile, haz ve menfaatine hiç düşün
meden uyup da bu yüzden i leride o çıkarın beş on katını kay
bettikten sonra birçok başka sıkıntılara, yoksulluklara, fela
ketiere uğrayacağını büsbütün düşünemez de değildir. Bugün
sürülecek sefanın yarın on kat cefası olur. Fakat ilerisini dü
şünerek bu teklifi kabul etmeyenler de bulunur. İnsan men
faatine düşkünse i lk önce menfaatinin ne olduğunu bilmeli,
menfaat şeklindeki zararları bulmaya çalışmalıdır. Dimağları
bu gibi ölçüp biçmeye müsait olmayan zavall ı lar, Kenan gibi
determinizmin en keskin felsefe tellerinde hikmet nameleri
söyleyemezler. Kötü ahlak herkesten çok sahibine zarar verir.
İyi ahlaklı olmaya çabalamak da menfaat gereğincedir. Ta
biatı düzenleyen kanunlar, insanlarınkinden korkunçtur. Her
suiistimalin hastalıklı bir sonucu vardır. Tabiat, hiç acımaz.
Kendiyle zıt gitmekte inat edenleri çarpar, öldürür. Oburla
rın, ayyaşların, şehvetine şiddetle düşkün olanların hayattan
na, hastalıklarına, ölümlerine bakınız. Hep bunlar sebep-so
nucun cilveleri, "determinizm"in neticesidir.
283
3
Kenan'ın Bir Sinir Hali
284
şunu çıktı. Kulağına gelen seslerin, bütün gördüğü şeylerin,
muhtelif çehrelerin zihninde izi kalmış eski sebepleri değiş
tirmekteki etkilerini çözmeye uğraşırken kendini Mahmutpa
şa Camii 'nin avlusunda buldu. Sıra kahvehanelerin önünde
durdu. Ağaçların altı, sulanmış taflanların, şimşİrierin önleri
ne, üzerlerine allı yeşilli keçe parçaları seril i tahta kanepeler
konmuş, oraya buraya iskemieler atılmış, ortada yeşil bir tür
be gibi duran şadırvan, iri taş sütun) u cami revakının arkasın
daki ufak murabbalı, demir parmaklıklı Şark mabet mimarisi
nispetinde açılmış pencereler dikkatini çekti. Fransız hika
ye yazarı meşhur Pierre Loti, Türk sevgisi ile ün salmış bu
büyük adam, çok defa burada oturnıuı;; , Şark düşkünlogunun
verdiği bir araştırma ihtiyacı, zevk ve temaşa i le neler düşün
müş, ne güzellikler keşfetmiş, ne ruhani huzurlar, kendinden
geçişler yaşamıştı? Beyoğlu'nun Pötişanlarına, Tokatlıyanla
rına, Pera Palaslarına, Skatinglerine üstün gelecek, görülme
ye değer, acaba burada ne vardı? Loti 'nin düşüncesinin tadı
na vardığı şeyleri Kenan niye göremiyordu. Bunu anlamak
istedi? Şalvarlı, poturlu, cüppeli, bırkah kostümlü, efendisin
den, beyinden, katibinden, esnafından harnal camalına kadar
karışık bu muhtelif kıyafetli halkın arasına karıştı.
"Beyefendi, ne gelsin?"
285
Türklük hissiyle değil, bir Avrupalı gözlüğü arkasından ince
lerneye heveslenen yabancı milletten birinin gözüyle görüp
anlayacaktı. Çünkü oradaki halkı kaba, cahil, tutucu, kirlice
buluyor, onlardan bir fert olmayı nefsine yakıştırarnıyordu.
Çırak oradaki müşterilere seri bir bakış attıktan sonra içeriye
bağırdı: "Taflan dibine iki orta, çeşrne önü sakatlıya bir okka
lı, çınar altına bir nazlı ile bir horultu gel ! "
286
sedasının coşkunluk ve büyüklüğünü bir mucize gibi ania
tışını hiçbir eserde okumamıştı. Keder ve sevda hüznüyle
yufkalaşan gönlü coşmaya başladı, h islerindeki incelik art
tı. Artık nargile, beklediği güzellik sarhoşluğunu veriyordu.
Gözünün önündeki caminin revak sütunları şerefli mazimizin
heybetli birer donmuş şahidi gibi göründü. Kapının üzerinde
ki ayetleri okuyarak manalarını anlamaya uğraştı. Direkierin
arkasındaki gölgeler içinde melekler uçuşuyor zannetti. Ka
nat seslerini işitir gibi oldu.
287
"Vıy kurban, divane misin? Ne oldu ki bayram mı var?"
Ahaliden biri :
Efendi:
288
"Durunuz, zaval lının derdi nedir anlayalım. Terbiyeli bir
çocuğa benziyor."
Kenan:
Efendi :
Ahaliden biri:
Kenan:
289
de yatan o müsrif ölü lerden birtakımlarının muhteşem tür
belerindeki süs eşyası, okkalarla altın, gümüş, pahalı şallar
pazara çıkarılırsa hazineler tutar. Halbuki hükumet, bu evliya
türbelerinden on para vergi almadıktan başka mumlar, yağlar
vermeye, türbedarlar, süpürgeeiter tayinine mecburdur. Bu
velilerin böyle kıymetli dünya süsleri ile dirilerin akıllarını
çelmeleri doğru mudur? Ö lülerin kemikleri etrafına yığılan
bu atıl hazineler işietiise ne kadar fakire fukaraya geçinme
leri için sermaye olur. Umumi servet içinde atıl bırakılan on
paranın, asırlar içinde, ekonomik açıdan bir millete ne kadar
zararı dakunacağını hayal bile edemezsiniz. Şimdi size bir
kaç türbe sayarak buralarda olan eşyanın aşağı yukarı tutar
larını, bu rahmete kavuşmuş ölülerin toprağa düştükleri uzun
asırların günlerine çarparsak ve bir mürekkep faiz yürütsek
çıkacak hesaptaki bulacağımız büyük rakamlar hepimizi şa
şırtır. Bu paralarla birkaç banka kurulabilir. Birçok mektep
ler açılır, dretnotlar alınırdı. Ö lülerden de emeklilik vakitle
ri gelmişler var. Bu hamal, gece odasında, kendi karanl ıkta
oturup verdiği vergi ile ölülere mum yakamaz. Hristiyanlığın
uhrevi masraftarı daha israftıdır. Altın ve gümüşten, değerli
taşlardan yapılma milyonlar değerinde bir Meryem Ana ' nın
önünde dişinden tımağından arttırdığı para ile mum yakan aç
bir Hristiyan 'ın halini de hazin görürüm.
290
şeyhlerimiz, pirlerimiz, mazannelerimiz88 vardır. Lazım ge
len günlerde bunların mumlannı, kurbanlarını, mangırlarını
göndermekte kusur etmeyiz. Fakat önümüze milli gelir san
dığı uzatıldığı zaman oraya kırk para atarken hasetten elleri
miz titrer. Çoklarımızın bu sandığı gezdireni, "İ nayet ola,"
tavrıyla dilenci kovar gibi savdıklarını gördüm. Efendi, ora
ya atacağın para düşmanın vatana istilasını önlemek için çe
kilecek demirden setin bir parçasını meydana getirecektir. B u
paranın o işe yarayacağından şüpheleniyorsan kendini öldür.
Böyle bir milletin ferdi olma lekesiyle yaşamaktansa ölmek
daha iyidir. Vatandaşlarından böyle bir suizanda bulunma.
Yanılıyorsan bu bir cinayettir. Senin kalbin emin, saf, sami
mi, fedakar olsun. Çünkü toplumun samimi oluşu, bireylerin
samimi oluşlarının toplamından ileri gelir. Evvela sen vazi
feni ifa et, mesuliyeti senden sonrakilere bırak. Vatanın için
evvela sen samimi olmazsan bunu diğerlerinden beklemek
abes olmaz mı? Efendiler, ben çoktan hak yola gelirdİm ama
dini, ahlaki birtakım meseleler zihnim i düğüm düğüm karın
calandırıyor. Bunlardan binde birini size söylemedim. Maa
lesef söyleyemem.
88 Evl iyadan olduğu zannedilen, ermiş sanılan, haklarında iyi zan beslenen kim
seler.
291
na biz onları uyandıralım. Bizi susturmayınız, dinleyiniz. Zi
hinde hapse mahkum edilen fikirler orada durmaz, doğurur.
Hürriyet ve terakki sabahının doğmasına, teşvikten ziyade
baskı sebep olmuştur. Cisim zindanlarda mahpus kalır fakat
fikir dışarı sızacak kaçış delikleri bularak dünyaları, fezala
rı dolaşır. Baskı, onun yayılma kuvvetini birkaç yüz katına
çıkartan bir yay hükmündedir. Buharın, makinelere olan ba
sıncı gibi insana şaşkınlık veren hizmetlerinden nasıl fayda
tanıyoruz? Onu bir kazana kapayıp kızdırarak, değil mi? Bir
havuzda basınç uygulanmadan açık duran sakin sudan nasıl
bir hareket etkisi beklenebilir? Birbirimizi kızdıral ım. Beyin
lerimizde birbirine karşı olan fikir buharları ortaya saçılsın.
Hangi tarafı n mantığı zamanın istediği gelişime uygunsa o
üstün gelsin. Batı) sussun, Hak söylesin ! Layık olduğu say
gı ve hürmet mevki ini bulsun. Ne olduğumu bilemiyorum.
Zihnimde sanki bir düşünce baharının açılmış, genişlemiş
hali var. Salkım salkım i lham gülleri, şebboyları, zambakları
açılıyor. Ben ne oldum? Ezeli iradeyi size tebliğe memur mu,
mehdi mi, veli mi, del i mi? Hep bu sözlerim derin bir i tha
mın nurlu yansımalarıdır. Söyleyene değil, söyletene bakınız.
Sebepsiz kuş uçmaz, bir karınca kımı ldamaz. Determinizm,
determinizm, determinizm . . . Bana hidayet yetişti. Beynimde,
kalbirnde iman nuru şimşek çakıyor. Gaflet, gençlik, ihmal
yüzünden din vazifelerimi unuttum. Şimdiye kadar bu zavallı
başım Ralıman ' ı n seedesini görmedi. Bana abdest ve nama
zın usul ve adabını öğretiniz. M üminlerle camiye gireyim.
Hakk'a ibadet ve niyaz edeyim. Tasavvuf ehlinin işaret ettik
leri aşk kaynağını bugün bulmak i sterim."
292
söz kalıpları aldatıcı ve oldukça parlaktı . Avrupa fen dilin
de bu Kenan gibilerine Dem(fous yani "yarı deli" denilir ki
bunları "yarım akıllı" kavramıyla da nitelendirebiliriz. Zeka,
bazen cinnete varacak bir raddeye varır. Bu akıllı delilerin
edebiyatta iki suretle büyük hizmet ve mevkileri vardır. Böy
lelerinin fikirlerinin kağıt üzerindeki yansımaları çoğunluk
la kendilerine benzer9 yarım akıllılar yaratacağından böyle
düşünce düzeni akıl dairesinin dışında olanlar romanda hem
yazar hem kahraman olarak yaşarlar. Bunlardan çoğunun veli
mi deli mi olduğu pek anlaşılamamıştır. Herhalde durgun ka
falarda değişik fikirler dalgalanamaz. Yazar, sosyal ve ahlaki
bir mazerete sığınarak kalemini sövüp saymadan kurtarabil
mek için akıllı uslu bir edipten umulmayacak bu taşkın söz
leri kaçıkiara söyletir. İ spanyol yazarlarından Cervantes'in
Don Kişot adındaki meşhur hikayesinde, bu isimdeki kahra
manının bir zırdeli mi yoksa müfrit bir zeki mi olduğuna Av
rupa fikir adamları hala bir karar verememiştir. Akli dengeyi
sağlamak için gerekli yaratılış vasıflarından bazılarının lüzu
mundan fazla çokluğu, diğerlerinin eksikliği, bu hale sebep
oluyor. Zekaca bunlar bazen en yüksek mertebeye varırlar.
Pek geniş bir hayal güçleri, icat fikirleri, aniatma ve tasvir
gücüne sahiptirler. Az çok mahrum oldukları hisler, ayırt
etme kuvveti, fikir doğruluğu ve sebattır. Zihin faaliyet ve
ürünlerinde bir İstİkarnet takip edemezler. Yaşayışlarında ka
yıtsız, aldırış etmez, renkten renge girer ve beceriksizdirler.
Bazıları pek yüksek bir mertebeye varan zekalarındaki şidde
te rağmen bir ev, bir aile, bir iş idaresinden yoksun kalırlar.
293
ettiği en büyük, en yüksek simalar görürsünüz. Sonraki ler,
yaman ve biraz saygısız eleştirileriyle deli insanlar defterine
ta Sokratlardan başlayarak Shakespeareleri, Moliereleri, Vol
taireleri, Rousseauları, Descartesleri, Montesquiouları kay
detmekten çekinmeyerek bu aman vermez korkunç hükmünü
Mussetlere, Balzaclara, Tolstoylara, Flaubertlere, Zolalara,
Maupassantlara ve daha birçok benzerlerine kadar genişlet
miştir.
294
kitap yazarak Schopenhauerleri, Nietzscheleri deliler faslının
baş sayfasına kaydeden Lombrosoları, Grassetleri ve daha
bir sürü meslektaşlarını tam akıllı mı sayacağız? Eğer cinnet,
aydınlar için bir şerefse Schopenhauer i le N ietzsche'nin bun
daki paylarının Lombroso ile Grasset'den karşılaştınlamaya
cak kadar büyük olduğuna şüphe edilemez. B u dahilerin en
büyük kabahatleri, teşekkürlerini bu çalışkan kişilere delidir
demekle ödeyen torunlarına eser yazıp bırakmış olmalarıdır.
295
Kenan, bakkal ın gelip geçici deliliğine benzer bir sinir
krizi geçiriyor, kendini doğru yola ve hakikate ermiş görü
yordu. Bu hal, vakit vakit tasdik ve inkara meşhur fikir adam
larından bazılarında bile görülmüştür. Bu namaz arzusu üze
rine ahali, Kenan ' ı musluğun önüne götürdü. Abdest aldırdı.
Yustat'ın aşığı aldığı talimata göre abdest alırken potinierinin
üstüne mesh etmek istedi. İ tiraz ettiler. Ayaklarını da yıka
dı. Zavallı halk, bu acayip namaz isteklisinin o gece nereden
çıktığını, henüz gusülsüz bulunduğunu bilmiyordu.
296
rnek için etrafında kara, zehirli yılanlar gibi kıvrım kıvrım
atılıyorlardı. Kapalı gözleri önündeki koyu ve kapkaranlık
esrar perdesi henüz aydınlanmadı. Orada yalnız bu yılanlar
oynuyorlardı. Ezeli aşk alevi ne vakit parlayacaktı? Kalbi
nin temizliğini anlamak için kendini yokladı. Kendi şimdi
bu karanlık içinde bir şey görmüyorum zannediyordu. Fakat
beyninde bütün şeki l leri, renkleri, güzellikleri, çirkinlikleriy
le dünya kadar hatıra vardı. Onları görüp seçiyordu. Kendi
bu alemin içinde, bu alem kendinin içinde . . . Bu nasıl acayip
bir zarfiyet ve mazrufiyetti90? Kalp, iyiliklerin ve kötülükle
rin saklanmasına mahsus yabancı eli erişemeyeceği bir kasa
mıydı? Hayır, bu et parçasının içinde kandan başka bir şey
yoktu. Asıl duygu ve his kaynağı beyindi. Dünyada kötülük
ler iyiliklere galip, insan bu alemin içinde ve insanın içinde
de hususi bir alem olduktan sonra bu girift zarfiyet ve mazru
fiyetten kurtulmak nasıl mümkün olurdu. İ nsan şiddetle arzu
etse de birikmiş duygularını bir an içinde bu kaptan nasıl
boşaltabi lirdi? İ stemek ne demekti? Düşünce ile fiilin ara
sındaki mesafe neydi? Bu işin yapılması insana hoş gelirse
kabahat kimdeydi? İ nsan beynine mi beyni insana mı hükme
diyordu? Yaradılışın bu esrarengiz dengelerini istediği gibi
ayarlama kudreti kime verilmişti? Dünyada hayır ve şer rüz
garları karışık esiyor, isteyeni, bazen istemeyeni de çarpıyor
du. Zaaf, yaradılışın insan hamuruna karıştırdığı mayalardan
biri deği l miydi? Bir adam maddi ve manevi olarak kendini
meydana getiren bütün maddelerinden bazılarını kendinden
koparıp nasıl atabilirdi? İ nsan tabiat kanunları gereğince do
ğuyor, o gerekler içinde sürüklenerek yaşıyor yine ona uy
gun olarak istemeden de olsa i radesizce ölüyordu. Bu aleme
gelmekte, gitmekte iradesi sorulmayan insanın sonra hayatta
eline, pasaport gibi şüpheli bir izin belgesi veriliyordu. Fakat
bu pasaportun içindeki özel vasıfları yine tabiat kaydediyor
du. Bu izin tezkeresiyle istediğin zaman elini ayağını oynatır
ve sağa sola bakabilirsin. Ve daha böyle birçok hareket irade-
297
sine sahipsin. Lakin iyi istekleri, fenalanndan ayırmayı bil.
Suya düşünce boğulacağını, ateşe girince yanacağını ve daha
bunun gibi tehlikeli, zararlı, yararlı şeyleri öğren, ona göre
davran. Bu koruyucu nasihatlere karşı dünyada isteyerek ve
istemeyerek yine boğulup yananların sayısı belli değil.
298
Yerine ezeli aşkı koymak için gönlünden koparıp atmak
istediği Vuslat'ın sevdası bütün şiddetleriyle, ateşleriyle ar
tarak orada duruyordu. Kalbini bütün kötü şeylerden boşalt
ması mümkün olsa da oradan kovup defetmeye iradesinin
erişemediği bu tek günahı iki dünyada kendisini berbat et
meye yeterdi . İ nsan bir akrebi düşündüğü zaman bu zehirli
mahlı1kun bedenindeki halkaları, kıskaçları iğneli kuyruğu
nasıl göz önüne gelirse, Vuslat denince Kenan'ın zihnine de
Didar Bey, horultu, karyola altı, dayak, boşanma, Ragıbe,
annesi, kız kardeşi, banka, liralar hep bu şekiller, yüzler, bü
tün olup bitenler gözlerinin önüne öyle diziliyor, vücudunu
ateşler sarıyordu. Bu aşağılık aşktan gönlünde ezeli aşka yer
kalmamıştı.
"Kim yatırdı?"
"Hangi kuvvet?"
299
"Siz de Avrupa filozofları gibi muamma söylemeyiniz.
Böyle bir sırra eren, din kardeşlerini de aydınlatmak istemez
mi? Biliyorum, siz de benim gibi yalnız yatıp kalktınız. Kal
binizdeki fitneyi çıkaramadınız. Her biriniz, şu camide dü
şünülmesi uygun olmayan kim bilir neler düşünüyordunuz?
Namazda H akk' a tamamen kalbini bağlayıp dünya kirlerini
içimizden çıkarabi lerek şu kısa müddet zarfında olsun vic
danımızı dinlendirmiş olurduk. Namazdan maksat Allah ' ı n
divanına durup abur cubur düşünmek değildir. İ nsan d i liy
le değil kalbiyle okumalıdır. Veli liğe erenler, o mertebeye
nasıl ulaştıklarını halka niçin söylemiyorlar? Böyle mühim
keşifler şahısta gizli kalmamalı, bunları herkese öğretmeli
dir. Amerikalı meşhut kaşif Edison, veli olaydı bir makine
icat ederek dünyanın ötesine geçen sırlarını aleme gösterirdi.
Eskici Baba veli olmuş, bundan ne çıkar! Eskici Baba, fa
kirlik ve kanaatle geçinirken, öldükten sonra kibarlaşır. Ulu
luk, hiddet peyda eder. Mahallelinin rüyalarına girerek türbe,
sanduka, yağ, mum ister. Kabri civarında dolaşanlardan hoş
lanmadıklarını çarpar. Mahallede her kim sara hastalığına,
sinire, nefes darlığına, kötürümlüğe uğrarsa onun hışmından
bilinir. Ahali, belediye reisinden, polis komiserlerinden çok
bundan korkar. En fakirleri bile bu türbeye olan vergilerini
hükfımetinkinden fazla bir istek ve düzgünlükle öderler."
300
arnele etmek günaha girmek demektir. Bırakınız, söylenerek
gitsin."
301
4
Bereterin Teşhiri
302
Esma Molla 'yı çağırır. Molla Hanım takımlarıyla gelir. Tepsi,
kara saplı bıçak, içi su dolu yeşil kase, bir okka ekmek hepsi
hazırlanır. Kepçenin içine bir külçe kurşun konur. Mangala
ateş salınır. Kenan 'ın üzerine başından ayaklarına kadar bir
yorgan örtülür. Kurşun eriyince M ol la kadın bir eline yeşil
çanaklı tepsiyi, ötekine kepçeyi alarak yorgana gömülü Ke
nan'ın başı üzerinde kepçenin içindeki leri "cazzadak" çana
ğa boşaltır. Bu iş Kenan' ın başı, karnı ve ayaklan üzerinde üç
defa tekrar edilir. Karnı üstüne dökülen kurşun ziyade patlar.
Molla kadın "euzübillahi"yi üç defa okuduktan sonra:
303
lerde aranmasına ve yakalanmasına meydan vermemek için
kadının elini itmeye mecbur olur.
304
pallayarak Ben li Faika çıkar. Karı mahir bir oyuncu kadın ah
laması, aflaması ile Kenan' ın ellerine, eteklerine sarılarak:
"Ne oldu?"
305
Gece yatakta ördek dedi mi hemen yetiştirrneli. Ben kalkıp
da yardım etmezsem o sarhoşlukla sağını solunu pek seçe
mez. Kaç defa ördek diye sürahiye işedi. Sonra da hararet
bastırmak için bilmeyerek içti. Bende çile bir iki değil ki ...
Hangisini anlatayım? Cabir, beline tekıneleri yedikçe damar
lan açıldı. Ne üst ne baş kaldı . .. Ne döşek ne oda ne keçe. . .
Temizleye temizleye hala bitiremiyorum. Top Salata'nın ha
lini hiç sorrna . . . Zaval l ı kızın günü geçmişti. Gebe kalmış ol
masın diye korkuyorduk. Belinin ortasına yediği tekmelerle
kabakta kızmış kediler gibi çocuğunu düşürdü. Dereler gibi
dem geldi . Evin işi salhaneye döndü ... Sarhoş bu işte sevaba
girdi. Dünyadan bir piç eksik oldu. Düşüğü kubura91 atmak
günahmış. Bu kanlı sümüğü bahçede taflanın dibine gömdük.
Anası, 'Ah, evladım ! ' diye ağladı. İ ki gözüm Tannm, böyle
kadınlara çocuğun ne lüzumu var? Evlat hırsı olan namuslu
kadınlara versene . . . Dayaktan hepimiz biçilmiş ekin gibi yer
lere serildik. Acıdan, korkudan, kimimiz vakitsiz doğurduk,
kimimiz kustuk, kimimiz işedik. Fakat Didar Bey -onu Az
rail didiklesin inşallah- o kör olası izbandut, bizi dövmekle
bir türlü öfkesini alamadı. Evin içinde lamba, bardak, şişe
ne varsa yerlere savurdu. Mutfağa indi. Bir sağlam tabak bı
rakmadı . Ortalık Ç içek Pazarı 'nda zelzeleye uğramış tabakçı
mağazasına döndü. Eğer bir sinema makinesi getirip de bi
zim bu geeeki halimizi almış olsaydılar, bu şerit kim bilir kaç
lira ederdi? Hasılı herif evin içini Hallac-ı Mansur gibi attı."
306
Kenan merdivenlerden yukarı fırlar. Benli Faika da arka
sından koşar. Yustat ' ın yatak odasına girerler. Kenan, sevgi
lisini bir tabak mayonez gibi alnında kesilmiş limon dilim
leriyle hitap, yatakta uzanmış bulur. Kenan intikam dolu bir
sesle:
Vuslat:
307
"Kenan, o para başının gözünün sadakası olsun."
Kenan:
Vuslat:
Kenan:
Vuslat:
Faika:
308
Cabir, berelerini Kenan'a göstermek için çözmeye başlar.
Kenan bu nahoş manzaradan gözlerini korumaya uğraşarak:
309
5
Aşık Oyunu
Benli Faika, hava civa muşambası yapar. Onlar da Ca
bir ' le birbirinin yaralarını berelerini sararlar. Top Salata,
düşük tehlikesinden kurtulur. Yen i ceninleri vücudundan
kovmak için etkili çareler bulur. Hepsi yine zevk ve sefaya
koyulur.
Evin içinde işret, sefahat her gün ahenk, her gün demek,
bir "çal oynasın, vur patlasın"dır gider. Kenan Bey, aşk dev
resinin zevk zirvesine erer. Fakat ara sıra işin sonunun yak
laştığını düşünerek titrer. Parasızlık fena halde belini büker.
Düşünür taşınır. Doluya, boşa kor. Nihayet onun da bir ko
layını bulur.
Her şey yolunda gider. Yalnız ara sıra Didar Bey ' in ismi
anıldıkça ev halkının renkleri uçar, rludakları titrer.
310
nın sevgi ve şefkatle işi idare hususundaki hikmetli öğütlerini
bilmez. Onun aklı zorbalığa erer. Arslan tilkiye yalvarmaz.
Yüze zayıflar, miskinler güler. Hakların eşitliği için kanunlar
icat etmişler. Kanun, her şeyin yüzeyini aydınlatan bir güneş
gibidir. Bunun giremediği delikler, kovuklar çoktur. Mesut
Bey'in evi o kovuklardan biridir. Didar Bey bu evde kedi gibi
tavan arasına sokulup oturmaktan artık bıkmıştır. Zorba, pa
zısını göstererek Vuslat'ı da, Kenan 'ı da açıktan açığa hara
ca kesrnek istiyordu. Bu kararını tatbike koyduğu ilk gecede
evin içinde duman attırıp kimsede iler tutar yer bırakmadığı
halde kendi burnu bile kanamadan buz gibi yüz lirayı cebine
indirerek çıkıp gitmişti. Ağzına çaldığı bir parmak balın rlu
daklarında bıraktığı tatlı lığı yalayarak vakit geçiriyordu. Di
dar, sanatının erbabıydı. Haraca kestiklerinin milyoner olma
dıklarını biliyordu. İ kinci vurgun için üç ay kadar ara verdi.
311
rak buradan Ü sküdar'a kadar gider. Kin bağladığı kimsenin
mutlak bir gün hakkından gelir. Zabıtanın himmetiyle bu ak
şam onun şerrioden kurtulsak bile, bunun yarın gecesi, öbür
gecesi, daha öbür gecesi var. Artık bize rahat huzur vermez.
Dünyanın öbür ucuna kaçsak peşimizi bırakmaz. Onu tatlı
lıkla avutmaya bakalım, başka çare yoktur."
3ı2
di. Fakat Kenan, hayat felsefesinin en zorlu anlarından birini
yaşıyordu. Avam kütlesinin zihniyetinden nazari ayrılış, ken
dine pek tatlı gelirdi. Ama böyle uygulama sırası gelince kı v
nın kıvrım kıvranırdı. Mesut Bey, kara kara düşünürken bir
denbire bahçe kapısının çıngırağı öyle bir şangırdadı ki oraya
asıldığından beri hiç bu kadar şiddetle haykırmamış olan çan,
çivisi üzerinde birçok taklalar attıktan sonra zembereğinden
ayrıldı. Bir ikinci şangırtı ile taşlığa düştü. Bu korkunç gece
misafiri öfkesini yenememişti. Koparmak için şimdi sesi çık
mayan tele asılıyordu. Benli Faika, kalçasının acısına rağ
men gözlerini fal taşı gibi açarak kendisinden umulmaz bir
süratle pencereden oda kapısına, kapıdan pencereye birkaç
defa koştuktan sonra:
313
"Hay Allah ikinizi de yok etsi n ! Yedi Bela Mustafa ' yı da
almış geliyor. Bunlar, maymuncuksuz hırsızdır. Soyacakları
evin kapısını ev sahibine açtırıp da girerler. Bu Mustafa, be
nim nelerimi çaldı nelerimi. . . Bir defa kısa sarnur kürkümü
paltosunun altına giydi de gitti."
"Sözüm ona sokak it köpek dolu. Her nara atana kapı açı
lır mı?"
314
Didar Bey, Benli Faika'nın iki oruzundan yakaladı. Dut
ağacı gibi şiddetle silkeledi. Karının bütün sinirleri yerinden
oynadı. Dişleri takır takır birbirine vurdu. Acı acı, titrek titrek
birkaç defa bağırdıktan sonra işi latifeye boğmaya çalışarak:
315
"Burası Mesut Bey namında bir heritin koltuğudur, baş
sermaye Vuslat Hanım' ı takdim ederim."
Vuslat:
316
"A, ne bileyim ben?"
Di dar:
317
haydutlar eline düşen metresi fıkır fıkır haykırıyor, katı lıyor.
Fakat gerçekten şikayetinden mi yoksa sefasından mı bağır
dığı pek bel l i olmuyordu.
Sevgilisinin yumuşak vücudundan kam alan o hain par
makların hırs ve tazyikinin eseri olan bu gevrek fıkırtılar,
avazlar Kenan ' ı n kulaklarından kalbine doğru kızgın birer
mil acısıyla işliyor, zavallıyı tarifsiz bir işkenceye düşürüyor
du. Talihsiz sevdalı elindeki dolu revolveri eviriyor, çeviriyor
fakat mutlak mağlubiyetini hissederek intikam saldırısına ce
saret gösteremiyor. Yedi Bela sözünün korkunçluğunu tahlite
uğraşarak bela kelimesini tespih gibi yedi defa çekiyor, ba
zen bu işkenceye dayanamayarak elinde silahla deli gibi ka
pıya saldırmışken yine iki kolunu yanına salıvererek süklüm
püklüm bir tarafa düşüp kalıyor, gözlerini büyük bir kederle
bir noktaya dikiyor; düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu.
Karşıki odada bir müddet sonra o gıdıklamalar, fıkırda
malar kesi ldi. Bunları kısa mırı ltılar, kesik inittiler taki p etti .
Biraz evvelki kahkaha operasının şimdi dudaklardan çıkar
gibi sinir bozucu şüpheli bir hiffete92 düşmesi Kenan'a bütün
bütün dokundu. O uzun nefesler neydi? Ne oluyordu? Sev
gili Vuslat ' ı aşk mabedinde kurban mı edi liyordu? Bu hazin
pianissimo fastın sonunda Didar Bey sofaya çıktı. Haykırı
yordu:
"Ev sakinleri, neredesiniz? Benim aftosum var. Fakat ar
kadaşım Yedi Bela için bir tane daha lazım. Şimdi aynalı bir
şey bulmalı. Yoksa Bela yediden kırka çıkar, heritin eski na
mını değiştirmiş olursunuz."
Didar ' ı n odaya girmesi ihtimalinden korkarak Cabir, Fai
ka, Top Salata her biri Kenan'ın bir tarafına yapışır, zavallıyı
karga tulumba ederek yükün içine soktuktan sonra kapısının
önüne koca bir sandık çekerler. Mesut Bey' in oraya, revol
veriyle hapsinden sonra üçü de Didar ' ın emirlerini dinlemek
için sofaya çıkarlar.
92 Hafiflik.
Jıs
Cabir: "Toramanım, bu gece ansızın geldiniz. Tedariksiz
bulunduk. Size takdim edebilecek kimse yok."
3 19
Karşıki odada biraz önceki alıengin yerini şimdi kalın ho
rultular dolduruyordu. Kenan, hapsolduğu yerden kurtulabil
se kadın erkek hep bu horlayanları uykularında birer birer
bastırarak boğmayı tasavvur ediyordu.
Cabir:
320
Savunduğu determinizm felsefesin i n bu defa cidden iradesi
dışındaki uğursuz emrine kapılarak revolverini tetiğe aldı.
T itreyen eliyle karyolaya doğru birbiri arkasına iki el ateş
etti. Odada silah patlaması akabinde korkunç bir çığlık kop
tu. Hemen yıldırım süratiyle merdivenlerden indi. Kendini
sokakta buldu. Kenan, yaydan kurtulmuş bir ok gibi gidi
yordu. Koştu, koştu . . . Birçok sokaklara girdi çıktı. Nihayet
kesildi. Helecandan bitiyordu. Döndü arkasına baktı. Takip
olunmarlığını anladı. Ortalık ağarıyordu. Sokaklarda hemen
kimse yoktu. Durdu, ani bir c innetle ne yaptığını hatırlamaya
uğraştı. Kati l olmuştu. Fakat intikam kurşunuyla Vuslat ile
Dirlar'dan hangisini öldürmüştü? Şimdi onu tutuklamak için
polisler, jandarmalar koşacaklardı. Mahkeme, determinizm
kaderinin hükmünü, bu kuvvetli mazereti hiç dikkate alma
dan ona karşı en korkunç kararını verecekti. Orada durma
nın tehlikeli olduğunu gördü. Fakat nereye gidecekti? Şüp
he uyandırmamak için tirari süratiyle deği l, yavaş adımlarla
Haydarpaşa çayırma indi. Gizlenebilecek bir yer bulmak için
ümitsizce etrafına bakındı. Ta karşıda Karacaahmet Mezarlı
ğının koyu servi ormanlığını gördü. Geniş bir saha kaplayan
bu ağaçların kasvetli koyuluğuna ve bunların gölgelendirdiği
sayısız mezarların arasına karışarak bir zaman sonra peşin
den geleceklerin gözlerinden kendini gizleyebil irdi. O tarafa
yolu tutturdu. Ortalık tamamıyla açıldı. Birçok insana rast
geliyor, bunların kendini dikkatle süzdüğünü zannediyor, ar
kasından adam sesi duysa hemen kendini çalyaka edivere
cekler gibi kuruntulara kapılıyordu.
321
tercümelerini anlamak isteyenlere kısaca söylüyorlardı. Ana
karnından beri türlü değişim süreçleri geçiren hayatın son
aldığı şekil, son insan sicili işte buydu. Ö lüm, endişesiz bir
eşitlikle kanlı pençesini uzatarak çocuk, genç, ihtiyar yakala
dığını hep buraya devirmişti. Bu kİtabelerde ne yanık nazım
lar ne hikmetli nesirler ne derin şikayetler ne sessiz feryat
lar vardı. Bu arzuhaller ölüme mi yoksa hayata karşı mıydı?
Hangi tarafta etki etmek isteniyordu? Ö lüm, vücutsuz, hissiz
bir yokluk şekliydi. Bu ana kadar ona hiçbir şey duyurulma
mış ve bundan sonra da duyurulamayacaktı. Hayat aldatıcı
bir zali mlikle dirilerin kalplerini sevday la yakıyor çocuk fab
rikalarını işletiyor. Dünyayı insanla doldurmakta bitmez tü
kenmez ve hikmetine erişilmez o inatçı ve insafsız gayretiyle
bir saniye bile durmuyordu. Ö lüm bir zulümse bunun sebebi
yine diriler değil miydi? Ağızlarını sevgil ilerinin dudaklarına
yapıştırarak damarlarında feveran eden ateşi yatıştırmaya uğ
raşanlar bu çukurlara kemik hazırlamaktan başka bir şey için
çalışmadıklarını bilmiyor mu? Bu mezar taşı kİtahelerinde
ölümün sebebi olan hastalığı yazmak beyhudedir. "Bu zaval
lının kati li filan efendi ile filan hanımdır," diye kısaca yalnız
ana ve babasının adları yazılınalı ve her kişi ta Adem i le Hav
va'ya kadar atalarından ölüm davasına kalkmalıdır. Bazı tari
katlar, besbelli bu bilgiden dolayı adamlarının evlenmelerini
yasaklıyor. Her fert bekar kalma kararı vermedikçe ölümden
şikayete kimsenin hakkı olamaz. Sarhoşluktan şikayet eden
rakıdan uzak dunnalıdır. Fakat insanlığın zürriyeti kesilir
se ne din kalır ne tarikat. . . Ne de Allah düşüncesine doğru
yükselme hissi . . . Varlık mutlaka olacaksa yine determinizm,
yıkılmasına imkan olmayan bütün uğursuz hükümleriyle kar
şımıza çıkıyor? İ lme atıldıkça cahilleşen zavall ı insan aklı
hayat ile ölümün birliğini anlamak için bu çukurların başları
na kadar geliyorlar. Onlar taş katılığına dönüşmüş, sessiz bir
yığın kemikten başka şey göremiyorlar. Sonra bu kemikler
de çürüyi.ip toprak oluyor. Ne olduğunu anlamaya uğraştıkla
rı ölümün izini bütün bütün kaybediyorlar.
322
Kenan'ın felsefe nakaratı hep determ inizmdi. Hayattaki
arzulara ait eylem ve keyfi işlerin tamamını bu mazeretle dü
ğümleyip öteye geçerek vicdan mesuliyetlerinden hafıflerd i.
Vuslat'a olan o nihayetsiz sevdası, hayatın amansız "zürriyet
baskısı" kanununun neticesi değil miydi? Bu kanunun, bün
yesinde açıp genişlettiği bütün aşk feyizlerini Havva kızları
nın yalnız bu bir tekinde, bu insanlık tarlasında görüyor, di
ğer kadınların hepsi kendine sevimsiz, cazibesiz geliyordu.
Vuslat' ı düşündü. Acaba onu ö ldürmüş müydü? Sevgili
sini al kanlar içinde, gözleri yumulmuş, nefesi durmuş gör
dü. Kenan'ın kendi teninin her zerresinde, onun gül kokulu
tenine temastan başka başka haz ve tat duyduğu o yumuşak,
pembe beden dört tahtadan çatılmış bir tabuta uzatılıp bu
mezarlardan birine indirilecek, üzerine kara toprak örtü lerek
ö lümün, varlığı hiçliğe çeviren dişlerine bırakılacak, bu ka
ranlık çukur onu yutarak ağır ağır hazmedecekti . Tepesinde
ki serviierin kolları rüzgarın esintisiyle gacır gacır birbirine
sürtünerek kabirierden yankılanan bir ölüm iniltisi, uhrevi
bir şikayet gibi kalbini ölüm korkusuyla dolduruyor, oradan
buradan kuşlar cıvıldıyordu. Tabiat, ölüm matemine ne ka
dar yabancıydı . Sema, serviierin arasından mavi çiniden bir
kubbe berraklığıyla gülüyor. Göğün mavisini yansıtarak süs
leyen uzaktaki deniz, yer yer güneşin sırmalarına bürünerek,
türlü panltılar gösteriyor. Kuşlar terennüm ediyor, çiçekler
gülümsüyor, çİmenler zümrüt gibi taptaze görünüyordu. Ta
biat, toprak altındaki ölülerin matemini tutmuyor, bilakis
taşları deviriyor, mezar topraklarının kasvetini yeşilliklerle
örtüyor, durmadan varl ığın her zerresine yaşama sevinci üfti
rüyor, meydanda ölü bırakmıyordu. Belki ölüm hiç yoktu.
Bu insani bir duygu yanılmasıydı. İnsanlar bu mezarları yap
masa, yenilemese, tamir etmeseler burası yabani bir bahçe,
orman haline girecekti . Fakat Kenan bu taşlardan niye korku
yor, neden huşulu bir korkuyla titriyordu? Hayatı ölüme ısın
d ırmak, aralarındaki anlaşılmaz farkı kaldırmak, ikisini bir
görmek için aklı erebildiği kadar felsefe delilleri arıyordu.
323
Fakat yine birdenbire Yustat' ın ölüm döşeği, o kanlı levha
gözlerinin önüne geldi. Metresinin katılaşmış kolları arasın
da Didar' ı görd ü : " Ö isün" dedi. " Ö lsün. Benim gönlümde o,
onun gönlünde bir başkası yaşamaktansa ölsün, yok olsun."
324
6
Kenan Bu Vartayı da Atiattı
325
Türlü korkular, helecanlar içinde kabristandan çıktı . i hti
yatlı bir şekilde Kuzguncuk 'a kadar yürüdü. Sokaklarda yü
züne bakanları, hep olayı biliyor zannederek rengi uçuyor,
bir çocuk koşsa kendini tutuklamaya geliyorlar kuruotusuyla
titriyor, adımlarını çabuklaştırarak yolunu değiştiriyordu.
326
Zihnini kasırgalı bir deniz gibi kaynayan bu korkunç dü
şüncelerin tesiriyle o günkü yıpratıcı yorgunluğuna rağmen
kendini uyku tutmuyordu. Döşeğinde durmadan sağa sola
dönerek vaziyetini değiştiriyor fakat aradığı rabatı bir türlü
bulamıyordu. Bu rahatsız edici halde birkaç saat geçirdi. Ote
lin geciken müşterileri merdivenlerden çıkarken ayak sesleri
ni duydukça, polis memurları kendini tutuklamaya geliyorlar
zannederek döşeği içinde irkiliyor, yüreği çarparak etrafı din
l iyor, gizlenecek, kaçacak bir yer arıyordu. N ihayet baygınlı
ğa benzer bir halsizliğe düştü. Bu, o günkü vahim vakaların
rüya şeklindeki acı manzaralarıyla dolu, kısa bir kendinden
geçiş haliydi. Hemen her yarım saatte bir uyanarak çırpını
yor, yine dalıyordu.
Böyle bulıranlar içinde geceyi sabahı etti. Bu, dünkünden
daha fazla yürek hoplatacağa benzer uğursuz bir günün saba
h ıydı. Hayat macerasının o günkü kayıtları acaba ne olacak,
nelere uğrayacaktı? Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmi
yor, bir karar veremiyordu.
Hafifçe parmak darbeleriyle oda kapısına vuruldu. Fena
halde yüreği yerinden oynadı. Kendini tutuklamaya mı gel
mişlerdi? Kapıyı açıp açmamakta elim bir tereddüde düştü.
Açmamakta ne fayda vardı? Lüzum görürse zabıta kapıyı
kıramaz mıydı? Titreyerek uçuk bir benizle kapıyı açtı. Ta
ranmış saçları, kirlice önlüğüyle otel garsonu karşısına çıktı.
Bir şeyler mırıldandı . Kenan anlayamadı. Garson, müşteri ne
var gibi soruşturan bakışlarla bir müddet bakıştılar. Garson,
ifadesini biraz daha yüksek sesle tekrara mecbur oldu:
"Sütlü kahve ya da çay ister misiniz?" Kenan, geniş bir
nefes aldı: "İsterim," dedi.
İstanbul 'da çıkan Türkçe gazetelerden birer nüsha ısmar
ladı. Bir müddet sonra kaba bir takımla sütlü kahve geldi .
Buna bir yığın adi bisküvi, kızartılmış ekmek di limleri, te
reyağı, bir tabak reçel de ilave olunmuştu. Garson tepsiyi
oradaki masanın üzerine koyduktan sonra koltuğu altındaki
327
bir deste gazeteyi de yanına bıraktı, çekildi. Kenan, hemen
gazetelere sarı ldı. Aradığı havadisin ilk ve ikinci yaprakları
geçerek üçüncü, dördüncü sayfalardaki yerli haberler sütun
larına büyük bir merakla göz gezdirdi. Kadıköyü cinayetine
dair bir şey göremedi. Şehirde dün sabah cereyan eden bir
vaka bu sabahki gazetelerin haber sütunlarında yer almaz
mıydı? Acaba muhabirler hadiseyi haber alamamışlar mıydı?
Gazeteleri son i lanianna kadar tekrar tekrar gözden geçirdi.
Nihayet birinde şu birkaç satıra tesadüf etti:
328
düşürüyor, kah gitmek istiyor kah kaçmak . . . Fakat vapur ha
reket etmişti. Kadıköyü iskelesine çıktı. Her tesadüf ettiği
ni durumu biliyormuş zannederek çekiniyor, titriyor, ürkek
adımlarla yürüyordu.
"Ah velinimet ah, bazı bazı öyle şeyler yaparsınız ki, ço
cuklar bile yapmaz."
"Hayır. . . "
"Evet."
"Başka sakatlık?"
"Fakat?"
329
"İşret, Didar Beyefendi 'nin yine başına vurdu."
"Sonra ne oldu?"
"Ne olacak? Siz de tecrübe ettiniz, bil iyorsunuz. H erif
bizi yine mükemmel bir sıra dayağına çekti . Bu zorbanın
dayağına sizin ekmeğinizi katık ederek geçiniyoruz. Vücut
larımız idmanla çelikleşti. Bu son dayaktan daha evvelkiler
kadar acı duymadık."
İkisi kol kola bakkal dükkanından çıktılar. Konuşa konuşa
yavaş yavaş yürüyorlardı.
Kenan soruyordu:
"Sebep ne? N iye dövüyor?"
"Didar Bey ' i n yaptıklarında sebep aranılabilir mi? G üya
sizi si lah çekmeye biz teşvik etmişiz. Tüm ceza kanunu bü
tün ıstılahlarıyla heritin ezberinde . . . Deliğe kaç defa girmiş,
çıkmış. Şöyle böyle avukatları yaya bırakacak kadar adiiye
işlerini biliyor.
"Herifler hala evdeler mi?"
"Sırasıyla anlatacağım. Silah patırtısından sonra D idar
hepimizi huzuruna dizerek ufak bir divan yaptı. İnce bir
sorguya başladı. Sarhoşun öfkeli bakışlarından titreyerek
biz büyük küçük karşısında kekelemeye başladık. ' Anladım
hainler, Kenan elinde revolverle safada dolaşıyormuş da siz
bana tehlikeyi niye haber vermediniz?' dedi. Yaradan ' ına sı
ğındı, o nazik elleriyle bizi mükemmel bir patakladı . Evde
patlayan silahın henüz ortadan dumanı silİ nınediği için ma
halleliyi ayaklandırmak korkusuyla bağırıp çağırmaktan çe
kinerek biz, vık bile diyemeyerek bir ot minder sessizliğiyle
vurduklarına dayanıyorduk. Dayaktan dermansız yere seri
lenlerimizi kedi yavrusu gibi ensesinden yakalayıp havaya
kaldırarak yine veriştiriyordu. Hepimizin pesti lini çıkardık
tan sonra biraz öfkesi yatıştı. G üya hiçbir şey olmamış gibi
tekrar Vuslat'ı koynuna alarak horul horul uykusuna devam
330
etti . Arkadaşı Yedi Bela Mustafa Bey ise durumun tehlikesini
bildiği halde döşeğinden çıkmak zahmetine bile katlanmadı.
Bir defa başını kaldırdı, ' O kestane fişeklerini kim attı?' dedi,
öbür tarafa döndü, yine sızdı. Bir tarafımız kırılmadığı için
Cenab-ı Hakk'ın vücutlarımıza vermiş olduğu dayanıkl ılı
ğa bin şükürler ederek döşeklerimize girdik. Dayaktan son
ra gelen uykunun tatlılığını hiç tarif edemem. Uykusuzluk
çekenlere bu reçeteyi denemelerini tavsiye ederim. Masajın
vücuda yaradığı hekimlerce söylenmiyor mu? Dirlar ' ın da
yağı masajların en serti ve etki lisi . . . Ö lüyü uyandırır, diriyi
uyutur. Derin bir uykudayken refikarn Benlİ Faika cariyeniz,
döşeğin içinde beni birkaç defa tartaklad ı : ' Kalk, diyordu,
beyefendi çağırıyor. ' Gözlerimi açıp baktım, sabah olmuş,
sordum: ' Hangi beyefendi?', ' Canım bu evde hakim kaç be
yefendi var? Didar Beyefendi . . . ' cevabını aldım. Bize dayağı
atııkça heritin evdeki rütbesi ve itibarı büyüyor. Turşu ke
silmiştim. Kalkmak istiyorum. Fakat kımıldayamıyordum.
Masajın tesiri sabahısı, akşamınki kadar hoş değil. Faika'nın
yardımıyla davrandım. Emirlerini almak üzere beyefendinin
huzuruna çıktım. Beyimdeki nezaketi görme li. İ çeri girer gir
mez, ' Ulan kerata! Dün akşam ben seni doyurdum. Bu sabah
da sen beni doyuracaksın,' dedi. Bu sözden birdenbire bir şey
anlayamadım. Kendi kendime, ' H erifın canı acaba dayak mı
istiyor? Sırtı mı kaşınıyor?' dedim. Derin bir 'estağfurullah '
ile cevap verdim. ' Aman efendim, haddime mi? Dün akşam
tarafınızdan nail olduğumuz surette bu sabah efendimizi do
yurabilmek,' diyebildim. ' Lügat paralamal Kamım aç, ye
mek istiyorum. Sepetini al, çarşıya çık. En netisierinden bir
sabah kahvaltısı tertip et. Tavuk suyuna terbiye!i ekşi bir çor
ba, körpe hindi kızartması, taze balık, iki türlü hafif sebze, fı
rın makama, en turfandalarından meyve, birinci neviden bir
kaç paket kalıp sigarası isterim. Haydi, cızlamını ver. . . ' ded i.
Hacım, sabah kahvaltısına dikkat ediyor musun? Mükemmel
bir öğle yemeği acaba nasıl olacak? Herif akşamdan fıl gibi
yedi. O kadar şeyi uykuda nası l eritti bi lmem ki. Benim cızla
331
mı verecek halim mi var, iki taraftan destekle ancak ayakta
durabiliyorum. Çare var mı? Ferman efendimizindir dedik,
sepetle pazara çıktık. İ ki tavukla bir bindinin kanına girdik.
Taze balık, sebze, meyve hepsi alındı. Belki tadında tuzunda
maazallah, bir kusur olur, salçalar sulu yahut koyu düşer. He
rif sonra bu dikkatsizliklerin kıvamını bizim sırtımızda geti
rir. Faika ile sıvandık. Mutfağa girdik, tatl ısıyla tuzlusuyla,
salatasıyla beyin ağız tadına uygun bir kalıvaltı yetiştirdik.
Silme dolu birer bardak düz94 ile mahmurluk bozduktan son
ra, önlerine ne çıkardıksa hepsini ziftlendiler. Aşçılık emek
lerimize, yedirdiğimiz o nefıs yemekiere o kadar acımadım.
Fakat bu ziyafetten sonraki teklifteri pek zor geldi. Karın
larını şişirdikten sonra Didar, Yuslat'a, ' H aydi bakalı m, diş
kirasını uçlan . . . ' dedi.
Yustat hık mık etti. Nerede ne var herif kendi evi gibi
hepsini biliyor. Anahtarlarını isteyerek dolapları, büroları,
çekmeceleri, sand ıkları karıştırd ı : 'G üzele fazla ziynetin ne
lüzumu var, haramdır, ' sözüyle en hafiflerinden birer tane
bırakarak Yustat' ın bi lezikleri ni, yüzüklerini, iğnelerini hep
cebine indirdi. Dolapta bulduğu otuz lirayı da çantasına yer
leştirdi. Kendisinden hiç umutmayacak bir çelebilikle hepi
mizin el lerinden sıkarak Yedi Bela dostu ile beraber defolup
gittiler. İ şte sana şehir dahilinde bir haydutluk ki akla gel
dikçe insan Çakırcalı merhuma gani gani rahmet okumaktan
kendini alamaz. Ha, unuttum, kapıdan çıkarken size de selam
bıraktı : ' M esut Beyefendi'ye söyleyiniz, iyice nişan etmeyi
öğrenmeden bir daha eline silah almasın. Bu kez fotoğrafını
sakatladı, belki başka zaman kendi kendini vurur,' nasihatini
verdi."
Böyle dertleşe dertleşe eve gitti ler. Ev halkı Didar Bey ' in
hiç de fenni olmayan masaj ının verdiği yorgunlukla döşek
lerine girmişler, ev hastaneye dönmüştü. Benli Faika, Hallaç
Hoca'nın şirinlik muskası gibi vücudunun her yerini hava
332
cı va muşarnbasma sarmıştı. En nazik, en etli, en yumuşak, en
derin taraftarını açtı. Merhamet etmesi için Kenan'a gösterdi.
Bu zavallıların içinde en çok yorgun düşeni Top Salata'ydı.
Yedi Bela'nın koynunda bir gece geçirmenin nasıl dayanıl
maz bir felaket olduğunu buna bilfiil maruz kal mamış olanla
ra anlatmak mümkün değildi. Heri f bu hususta en idmanlıları
bile el aman çağırtmakta oldukça şöhret sahibiydi.
Kenan, dövmek için Yustat ' ın üzerine yürüdü. Karı ma
sumane, melekçe bir zavallılıkla: "Kabahatim ne?'' dedi. Ke
nan, yumruktarım sıkarak: "Kabahatin ne mi? Bunu sormaya
nasıl cesaret ediyorsun? Döşekte herife sımsıkı sarılmıştın,
gördüm. O manzara beni kararsız bıraktı. Ne yaptığımı bil
mez bir cinnetle silah kullandım."
"Sevdadan değil, korkudan sarılmıştım. Sarılmışken böy
le oldu. Sarı lmasaydım, bugün şu evde belki hiçbirimizi canlı
bulamayacaktın. Çünkü herif işretle zırdeli kesilmişti. Bu da
valar, serzenişler epey sürdü. N ihayet her zaman olduğu gibi
bu münazarada da Yustat' ın kumral saçları, ela gözleri galip
geldi. Hep bitkin ve dermansızdılar. Barış görüşten sonra ev
halkı döşeklerine çeki ldiler. Ashab-ı Kehf gibi müddeti belli
olmayan birer uykuya daldılar.
333
7
Mısır Yolu
Kenan' ın bu aşk hayatını idare eden birkaç yüz liradan
ibaret olan para kaynağı yavaş yavaş kurumaya yüz tuttu. im
kan derecesinde hesaplı davranıyor, aydan aya masrafını kıs
tıkça kısıyordu. Fakat içinde bocaladığı sefahat alemi uzun
zaman iktisat endişesiyle idare edilemezdi. Yeme, içme, gi
yinme, süslenme cihetleriyle Vuslat için tahammül olunama
yacak mahrumiyetler başladı. Karı hemen birkaç haftada bir
çarşafla yeldirmeler değiştirerek araba ile uzun dolaşmalar
yapmaya, etrafındaki leri bol bol doyurmaya, onların minnet
tarlık ve dalkavukluklarını sürdürmek için bol bol hediye
ler, güzellikler vermeye alışıktı. A şığıyla gitgide aralarında
kavgalar, dırıltılar baş göstermeye başladı. Günden güne
Kenan'a olan muamele değişiyor, ona karşı yüzler ekşiyor,
sözler sertleşiyordu. Zavallı del ikanlı banka işlerinde büyük
bir zarara uğradığından, bir aya kadar fi lan yerden yüklüce
bir para geleceğinden söz açarak daha bu yolda mavallarla
ev halkının gözündeki itibarını düzeltmeye uğraşsa da müj
delediği haftalar, aylar geliyor ve geçiyor, bütün vaatleri boşa
çıkıyordu.
Vuslat, bir süre aldanıp oyalandıktan sonra hakikati anla
dı. Artık sözünü sakınınarnaya başladı. Diyordu ki:
"Benim mazim karanlık, sefa sürecek zamanım, işte bu
zamanımdır. Onu da seninle mahrumiyete mahkum bı raka
mam. Herkes kesesine göre dost sevmelidir. Benim arzu
larımı yerine getirmekten aciz isen buna güç yetirecek çok
bulunur."
Bu kısa ülti matom Kcnan' ı bulunduğu ümitsizlik denizi
nin ta dibine itiyor, saatlerce düşündürüyor. Ümitsizlik içinde
334
bazen dövmek için sevgilisinin üzerine yürüyor bazen basit
çe bir yalvarma ile ayaklarına kapanarak merhametini dileni
yordu. Kenan ' ın parası azaldıkça aşkı sınır ve gem tanı maz
bir aşırılık ve şiddetle coşuyor, düştüğü aşağılık durum karşı
sında Vuslat'ın nazlanması büyüdükçe büyüyordu. Bedbaht
Mesut Bey için her horlanmaya dayanmaktan başka çare kal
mamıştı. Bazen tahammül ederneyerek validesinin evine sa
vuşuyor fakat bu ayrı lığa birkaç günden ziyade dayanamıyor,
yine sevgilisinin evine dönerek karının bumunu Kafdağı ' na
çıkararak tutkuoluk sefaJetini bütün bütün arttırıyordu.
Gitgide Kenan 'ın sevda dramı öyle bir raddeye geldi ki:
335
Bazı günler, "Gürültü etme, bey uyuyor. Rakıyı beynine
sıçratırsan sonra başına gelecekleri düşün . . . " sözleriyle Ke
nan'ı tehdit ediyorlardı.
336
Didar'da buluyor yine sevgilisini masum görüyordu. Bu ko
vuluşunu sırf Didar'dan bildi . "Vuslat ' ı n haberi olsa, beni
böyle hakaret dolu bir şekilde kovdurmazdı . Herif, karının
evde bulunmadığından istifade ederek bu işi yaptı. Vuslat eve
dönüp de işi öğrenince kim bilir ne kadar kederlenecektir."
kanaatİyle biraz teselli buluyor, her tehl i keyi göze alarak ha
l ini anlatmak için sevgilisinin yanına dönme çareleri düşü
nüyordu.
"Ne oldu?"
337
"Nereye gittiler."
"Cehennemin dibine."
"Vuslat' a ne oldu?"
338
görüldüğü gibi sinirleri çekilir. Yüreği ezilir, gözleri süzülür,
tatlı bir baygınlık hali geçirir. Cigaranın birini bitirir, ötekine
sarılır. Macerayı anlatmaya şöyle girişir:
"Vuslat, sanatının ustasıdır. Orospuluk güzel sanatların
bir şubesi sayılıp da o yola düşenlere diploma verilmesi la
zım gelse mutlaka bu karı birkaç yıldız alır, birinci çıkar. Bir
ayaküstünde bin erkeği aldatır. Sen onu bu eve kapatarak ken
dine mal oldu zannettin. Ne bönlük ne çocukluk . . . O yalnız
senin değil bütün Kadıköyü'nün nikahsız zevcesiydi. Senin
gelmeyeceğin akşamları bilir, içeri adam alır. Senin evde bu
lunduğun bazı gecelerde bile öteki odalara zampara saklama
cesaretini gösteri rcl i _ K endini kurnaz hir hovarcla zanneden
Didar Bey'e de pabucu ters giydirird i . Ah, ah! Neler görür
neler bitirdim. Sana bir şey söyleyemezdİm ki çünkü bizim
geçinmemiz sizin Yustat ' la iyi geçinmenize bağlıydı. Her
şeyi gizlemeye, yutmaya, hazma mecburduk. Son zaman
larda buraya, genç, güzel, gayet zengin bir M ısırlı dadandı.
Zübeyri Bey i le öyle seviştiler öyle seviştiler ki artık al sevda
ver sevda deme gitsin. Karı, bu dostunun varlığından Didar'a
zımık bile sezdirmedi . Yalnız seni bu hayduda dövdürüyor,
soyduruyor. Mısırlıyı bu beladan kurtarıyor, onun servetin
den sade kendi istifade ediyordu."
Benlİ Faika, kahvenin son yudumlarında fincanın telvesi
ni elinde çalkalaya çalkalaya içerek baygınlıkla devam etti:
"Ah velinimetim, anlatırken beni hafakanlar boğacak ..
Kör olasıc a kaltak, o avuç avuç Mısır, İ ngiliz liralarından bize
bir tane tattırmadı. Hep bankaya götürür, makbuzlarını sak
lardı. Karı altın kesildi. O, seni çoktan savacaktı ama Didar 'ı
meşgul etmek i ç i n ona dövdürecek, soyduracak, affedersin,
zeki görünen bir aptal lazım. Ortada sen olmasan Mısırlının
varlığı çabuk keşfolunacak ... Bu evde her türlü pislik Mesut
Bey'in narnma dönerdi . Sen her kaza ve belaya karşı bir si
per, bir hedeftin. O kadar parayı cebine indirirdi de, 'Öldüm
A llah desen ! ' evin içine bir onluk harcamazdı. Parasız gibi
339
görünürdü. Zübeyri Bey, Mısır'ın meşhur zenginlerinden
miş. Bu delikaniıyı göreydİn çeyiz katırma benzetirdin. On
parmağında pırlanta, yakut, zümrüt çifter yüzük ... Kravatının
ortasında şakayık kadar iri bir elmas iğne ... Mücevherli saat
kordonu gemi zinciri kalınlığındaydı . Aylarca senin ekmeği
ni, Didar 'ın dayağını yiyerek yaşadık. O azgını avutmak için
bizi dövdürmeyi hoş bir eğlence yerine koymuştu. Ben so
yundum, mama dadı gibi mutfağa girdim. Kocam vekilharç
lık etti. On para arttırınayı bil emedik. Bir boğaz tokluğuna,
pir aşkına bu kadar zamandır çalıştık. Yük merkepleri gibi
sırtımızdan da sopa eksik olmadı. En sonunda uğradığımız
fdakt:lt: dust ut:ğ il uü:;;m an bile ağ l ar.
"
340
varlığından bahsetmek hiç uygun olur muydu? Evvelden bana
niçin haber vermediniz diye herif bizi gebertir. Beyim, bizim
ne kabahatimiz var? Hilesiz hurdasız fahişelik olmaz. Bu
sanatın çemberi yalan dolanla döner. Bazen kadı bile yalan
dinler. Biz bir kere berzaha düştük. Geçinmek için dünyayı
aldatmak mecburiyetindeyiz. Biz bugüne kadar eğri yaşadık,
bundan sonra istesek de doğrulamayız. Aylarca seni de aldat
tık, Didar' ı da... Zübeyri Bey de düne kadar aldandığını sonra
anlayacaktır. Çünkü prensestiği Yustat ' la kirletiyor.
Bu leke onun ağzına, bumuna bulaşacaktır. Uzatmaya
yım velinimet. . . Didar'ın sorgusunda çok noktalar geldi, biz
hıkmıktan başka verecek cevap bulamadık. Herif bizi dayak
la öldürecek zannettik. Fakat iş umduğumuz gibi çıkmadı.
Zorba, bu sefer mülayim davrandı . Meğerse bize yapacağı
daha büyük fenal ığı varmış. Bakkal, kasap bütün alacaklı
esnaf para diye her gün kapıyı aşındırıyorlardı. Evde para
edecek hayli eşya vardı. Onları satıp borçları kapatabileceği
mizi düşünerek tesel l i oluyorduk. Cabir, buraya bir koltukçu
getirdi. Eşyanın kıymetini tahmin ettirdi . Pazarl ığa giriştiler.
Uyuşmak için aralarında beş on liralık bir fark kaldı. Meğer
se kısmet bize deği lmiş. Her iki taraf da inat etti. Ne koltukçu
bir para yukarı çıktı ne Cabir indi . Ertesi günü Cabir başka
koltukçu getirmek için İstanbul ' a indi. Evde yalnızken Didar
Bey geldi, kendi has malıymış gibi evin içinde ne var ne yok
hepsini toplamaya başladı. Felaketi anladım. 'Ne yapıyor
sun?' dedim. O, ' Sana ait bir mesele deği l ! ' cevabını verdi.
Konuyu komşuyu toplamak için bağırmak istedim. Haydut
herif, kuşağının arasındaki kamayı kımndan çekerek bana
gösterip, ' İşte bıçak, işte kuyu .. . Bunu kalbine saptar, leşi
ni kuyuya atarım. O zaman sesin ebediyen kesilir. İstersen
şimdi bağır. . . ' dedi. Korkudan iki çenem birbirine kenetlendi.
Bağırmak değil, nefes alamayacak bir hale geldim. Bir köşe
ye çekilerek zangır zangır titremeye başladım. Meğerse so
kak kapısının önünde her şey hazır, her şey tetikteymiş. Yük
arabaları bekliyormuş. İçeri iki üç herif getirdi. Pazarlığı çok
34 1
uzatmayarak hemen uyuştu. Evde ne var ne yok, harnallar
hemen arabalara taşıyıverdiler."
342
ti. Fakat kökleşmiş muhabbetlerin, kalplerden ister istemez
sökülmeleri gibi bir korkunç an gelip çattığı vakit insanın
bütün varlığından, hissiyatından, ruhundan derinden derine
bir şeyler de kopar, beyninden en ince sinirlerine kadar tüm
varlığı sızlar, yanar. Bu korkunç hakikati bir türlü zihni kabul
etmek istemez. Bu hal o kadar feci ve acıdır ki sevdalı için
bir daha başlamak imkanı kalmazken o zaval l ı ümitsizliğin
haddinde çıldırmak korkusuyla hala tutunabilecek en zayıf
ümit noktaları araştırmaktan kendini alamaz. Hala bir hiçten
medet umar. Faika, Vuslat'ın yeni dostuyla M ısır'a gittiği
ni hiç de şakaya alınamayacak bir ciddilikle söylediği halde
Kenan, yatak odasına girince, sevgilisini orada bulup kolları
arasına alabileceği gibi çılgınca bir düşünceden kendini kur
taramayarak hemen oraya koştu. İ ki pencere ile dört duvar
dan müteşekkil bir odadan başka bir şey göremedi. Bir köşe
ye dayandı. Vuslat'ın buradaki şimdi mazi olmuş varlığından
dökülmüş, serpilmiş bazı şeyler aradı . Gözlerini odanın boş
luğuna dikti. Hafıza ve hatıra denen şeyler insana uyanıkken
rüya gösterme gücünde bulunan garip kuvvetlerdi. Hayalinde
oda yavaş yavaş tanıdığı o eski eşyalarla doldu. Vuslat, kah
mütebessim kah öfkeli halleriyle ortada dolaşmaya başladı .
B u oda n e kadar tatl ı, acı duygusal maceralarına sahne ol
muştu.
343
Odadan kaçırdığı güzel hayali dışarıda bulmak için sofa
ya çıktı. Pencereye koştu. M armara ' nın mavi sislerle kaplı
hakikati hayale dönüşecek kadar uzak, belirsiz ufuklarına
ümitsiz gözlerini dikti. Denizin dalgaları, hareleri arasından
Mısır yolunu arıyordu. Hayaliyle bu yolu takip etti. Ufuklar. . .
Ufuklardan sonra yine ufuklar. . . Boşluk . . . Birbiri ardınca hep
boşluk . . . Bu boşlukların gen işlikleri içinde çatlayacakmış
gibi kalbini bir hasret acısı sardı. Aşkı zalim, kendi iiciz, kai
nat ıssızdı. Sessizlikten birdenbire galeyana geçerek hıçkıra
hıçkıra bir ağlama tutturdu. Merdivenleri dört atlayarak kaç
maya başladı. Benli Faika şaşıra kaldı. Kendi kendine dövü
nerek:
344
8
Molla Kadın
345
Tren hareket etti. Yolun kendince malum olan güzerga
hındaki manzaralardan eğlenemedi. Etrafa bakarak avunmak
istiyor fakat beynini kemiren dalgınlık, seyretme niyetine
daima üstün geldiğinden bir şey göremiyor, hususiyle etra
fındaki kalabalıktan sıkılıyor, işittiği sözleri hep budalaca
buluyor, kahkahalara kızıyor, alemin de kendi gibi kederl i,
ümitsiz bir dalgınlık içinde bunalmadığına hayret ediyordu .
Koca trende kendinden başka bir dertli daha yok muydu?
346
ler fışkırıyor, beyni sızlıyordu. Bu manevi ızdıraplar içinde
ifadesine bir düzen veremedi. Bu yangınlar arasında kalemi
bir ifade yolu bulamadı. Yazdıklarını yırttı attı .
347
di 'yi tutukladılar. Zannederim ihtiyar karı da kaçtı . Burada
hiç dolaşmayınız. Sizi de arıyorlar."
348
B irdenbire böyle bir iyi niyetle İ stanbul 'daki evlerine
koştu.
349
lü ihtiyarın arkasından koşarak: "Efendi Baba ne var?" diye
sormak istedi. Fakat cesaret edemedi. Üzüntü içinde titrek bir
el ile kapıyı çalabildi. Çok geçmedi, kapı aralandı. İ çeriden
bir ihtiyar kadın sesi sordu:
"Kimdir o?''
"Benim . . . "
"Sen kimsin?"
"Efendim . . . "
350
"Ya bu molla kadın kıyafeti . . . Bu tesettür, bu takva hal
leri?"
"Oğlum kil isede haça taparlar, kerhanede güzelliğe, ca
mide mihraba dönerler, imama uyarlar. Benim kadar gün
görmüş bir kadın, damı altına sığındığı derbendin gidişine,
usulüne uymaz mı?"
"Buraya niçin geldin?"
"Amma da suat... Gidecek babamın evi mi var? Senden
başka kimim kaldı? Sel gitti, kum kaldı işte . . . Ben sana nazlı
Yustat'ından yadigarım. Nazar boneuğu gibi başında taşıyıp
k ıyınetimi bilmelisin. Geçmiş günler olur ki hayali cihan de
ğer. Bu zamanları birbirimize hatırlatacak meydanda başka
kim var? Ben söylerim sen ağlarsın, sen söylersin ben ağla
rım."
"Buraya nasıl kabul olundun."
"Beni şeyh efendi gönderdi, Tekke 'den geliyorum. Kenan
Bey' in manevi büyük sıkıntıya uğradığı manasında hazrete
malum olmuş, onun tarafından bir çift kelam getirdim. Mut
laka Kenan' ı görmeliyim. Gelinceye kadar bekleyeceğim,
kendi her neredeyse pirin maneviyatı onu buraya gönderir.
A kşama, sabaha gelir görürsünüz, dedim . Seni gördükten
sonra burada kalınanın kolaylaşacağını bil iyordum."
"Kalbinde ciddi, hakiki bir salah arzusu var mı?"
"Sende varsa bende de olacağına i man et.. ."
Kenan durdu. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Bu kısa sükCıt
dalgınlığı esnasında zaten pek loş olan ev altının en uzak ka
ranlık köşesinde bata çıka bir kandil yanmakta olduğunu gör
dü. Bunu uğursuzluk saydı . Çünkü cenaze yıkanan yerlerde
üç gece kandil yakma adetini biliyordu.
Gözleri kandile dikildi. Benzi sarardı . Sanki dili tutuldu.
Bir şey soramıyordu. Ta�lığın lt:kdi koyu gölgelerle karar
mış yosunlu duvarları üzerinde kandilin sarımtırak hazin ışı-
351
ğı aynı merkezli daireler şeklinde, odanın iç sıkıcılığından
bunalmış gibi çırpınıyor, dağı lıp dağılıp toplanıyor, etrafı nda
sanki hayaller gösteriyordu. Bu taşlıkta geniş bir mezar hali,
ruhu titreten soğuk bir ölüm korkusu vardı. Ö lüm bütün kas
vetini, uğursuzluğunu, dehşetini saçarak buradan gelip geç
mişti. Kenan dondu, buz kesildi. Derin derin Vuslat'ın yadi
garının yüzüne baktı. Benlİ Faika kaşlarını örten kalın namaz
bezinin altında şimdi nemlenen gözlerini aynı derinlikte acı
manalar ifade eden bir şekilde karşısındakinin yüzüne dik
ti . Durumun vahametinden dil ler tutulmuş, yalnız gözlerde
konuşma cesareti kalmıştı. Ne birinde sormaya ne ötekinde
cevaba cesaret vardı. Ö lümü bu eve Vuslat'ın sevda kasırgası
getirmişti. İkisi llt: öyk dilsiz karşıl ıklı titreşirken merdiven
başından bir kadın baktı. Kenan ' ı tan ıdı ve yukarıya bağırd ı :
352
Komşu kadınların çoğu ihtiyar ve hepsi başörtülüydü.
Erkan şiltesi üzerinde oturan şişman ellilik bir tanesi beyaz
bakır mangalı önüne çekti, irili ufakl ı birkaç cezve birden
sürdü. Elinde yalnız ucu kalmış cigarasını kaşlarını çatarak
sıkı sıkıya iki nefes daha çektikten sonra küle gömdü. Sonra
Kenan 'a bakarak:
Bir başkası :
353
Cemile Hanım ismindeki zayıf kadın başındaki çatkıyı
çözüp tekrar bağlayarak:
Ayşe Hanım:
354
bir filozof olmakla beraber validesinin ölümüne böyle bir pis
liğin bulaşmış olması nefsine pek ağır geliyordu.
Cemile Hanım:
355
Mangal başındak i : "Korkma kardeş, bir gün belalarını
mutlak bulurlar. Rabbim iyi yapar, sen ona bırak. . . Hiçbir fe
nalık cezasız kalmaz."
356
9
Vakitsiz Bir Gece M isaliri
Vuslat ' ın ayrıl ığını takip eden bu i kinci aile felaketi Ke
nan'ı son derece ümitsizlikle sarstı . Hele o yeşi l başl ı Molla
Hanım'ın itharn eden bakışları önünde yıldırımdan ateş al
mışa dönerek fesini kaptı, sokağa fırladı. Bu tirardan hayrete
düşen kadınları n:
"Kız kardeşini bu Mide bırakıp da nt:rt:yt: gidiyorsun?
Biz burada misafıriz. Bundan sonra bu anasız, parasız kıza
kim bakacak?" yol lu suallerine cevap bile vermedi. Taşl ık
taki kandil, anasının ölümünün nas ı l olduğu, banka işi, o la
net okumalar, Molla Hanım'ın yeşil başı, Namiye'nin o can
çekişir haldeki bakışları . .. Hep bunlar gözlerini, kulaklarını
yakıyordu. Bütün bu acı dolu şeyleri artık ne görmeye ne işit
meye dayanacak tahammülü kalmamıştı.
Uzağa kaçacaktı, uzağa ... H içbir şey işitemeyecek kadar
uzağa.. . Bu korkunç hatıraları mesafesiyle örtecek kadar
uzak ...
J imnastik adım gidiyordu. Birkaç sokak boyladı. Korkunç
tesadüf. . . Karşısına büyük bir kalabalık, bir kadın cenazesi
çıktı. Validesini de böyle şal örtülü bir tabutla götürmüşlerdi.
Kalabalıktan sokağı sökemedi. Cemaate yol vermek için du
vara yaslandı. Herkes lanet okuyarak kendi yüzüne bakıyor
zannediyordu. Bu cenaze zihnini öyle karıştırdı ki tabut için
deki kadının kendi validesi olması gibi bir yanlış tahmine ka
dar vardı. Evvelce yalnız Vuslat'ın aşkından, hatıralarından
kaÇmak isterken şimdi validesinin ölüm sebebini hatırlatan
şeylerden uzaklaşmak istiyordu. Fakat cebinde bulunan beş
on lira, validesini öldüren para bakiyesinden değil miydi?
Sönmez, zalim bir sevdanın ateşlerinden ana kucağına sığı
narak tesell i bulabilıne üınidindeyken şimdi o kucak toprakla
357
örtülmüştü. Val idesinin mezarı neredeydi? Bunu bile sorrna
mıştı .
Bu hırsızlık cinayetinin eserlerinden, izlerinden, onu ha
tırlatan şeylerden nereye kaçabi lirdi? Cinayeti işleyen kendi
siydi? Ölmeden kendi kendinden kaçabilir miydi? Fakat ka
çıyor, nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Hiç tanımadığı
semtlerden, ömründe geçmediği sokaklardan girdi, çıktı. Üç
saat dolaştı. Yoruldu. Terledi. Düşüncesini susturmak, yor
gunlukla canlı l ık duygularını bitirmek, eziyetli çabalardan
alıkoymak istiyordu. Birçok yokuşlar inip çıkmıştı . Nerede
olduğunu anlamak için etrafına bakındı. Kendini Balık Pa
zarı'nda buldu.
Sahile doğru yürüdü. Bu sokakların yaydığı ağır, keskin
şarap, rakı kokusu i çmeyenleri bile mest etmeye kafıydi.
Sahil, hiçbir m idenin kabul etmeyeceği kokmuş meyvele
rin, küfe küfe dökülmesinden su yüzeyi görünmez bir halde,
hareketli, pis kokulu geniş bir çöp deryası kesi lmişti. Kayık
lar su mu kara mı olduğu belirsiz bir pislik üzerinde yüzü
yorlardı.
Geniş, boş, pis bir meyhaneden içeri girdi. Kokmuş yu
murta, pastırma, çürük kavun, karpuz kokularıyla karışık bir
rutubet bumuna doldu. İçeride olmamış, olacak, olmuş beş altı
manga müşteri vardı. Kenan gitti, tezgaha karşı kuytu bir kö
şeye oturdu. Tezgahın mavi boyalı yüzüne asma dalları, üzüm
salkımları arasında şarap ilahı ve bütün sarhoşların piri "Ba
küs", boylu boyunca durarak baygın bakışlarıyla halka halka
etrafına dolmuş sarhoşluk tarİkine girmiş arkadaşlarını seyre
diyordu. Oraya resmedildikten sonra hiç yıkanmamış bu yağ
lı, kirli harabati Baküs, şarap müptelalarınca tasavvur edilen
ulviliğinden ziyade süfliyetine bir işaret gibi duruyor, şaraptan
değil oradaki pis kokudan sarhoş olmuşa benziyordu.
Ne içeceğini sormak için yağlı saçları taralı, lacivert göm
leğinin kol ları sıvalı miço geldi. Müşterinin pek yakınında
durdu. Kenan bu seyyar süprüntü küfesini eliyle iterek:
358
"Burnuma sokulma, azıcık ötede dur. . . " dedi.
"Ne içeceksiniz?"
"Aylası. . . "
359
i çeriye yayılan gaz aydınlığı, tavana doğru yükselen cigara
dumanı bulutlarını aydınlattı . Mekanın pisliğinden kirlenen
ışık, donuk bir renk aldı. Bu insan ahırını tanımiayabilecek
neşelikteki meyhaneyi kokutan müşteriler miydi, müşterileri
kokutan meyhane miydi? Anlaşılamıyordu.
360
istiyordu. i çkinin tesiriyle aklen hafıflemiş, bir hiç için gü
len, ağlayan, neşelenen, öfkelenen bu sarhoş yığını içinde
Kenan'ın sıkıntısından yine asabı gerilmeye, can çekişir gibi
gözleri süzülmeye başladı.
361
gibi kaplıyor. Beni mezardan bakan gözlerden, Mısır' dan
yağan ateşlerden kurtaracaksın, değil mi? Heybeli ' deki bal
konunda gece her tarafın kırlarla bir renk, bir sessizlikte ol
duğunu, bütün yaşamın, siyah bir uçurumun ıssız kucağında
susup bayılmış göründüğü saatlerde sen karanlıklara dikilen
hasretli gözlerinle hep beni arar, hayalimle konuşursun. Bek
le geliyorum. İ şte b u gece sen hayalimi beklerken beni, sev
gili Kenan ' ını kollarının arasında bulacaksın."
362
derdiyle tesellisiz, devasız kaldıysan, işte ben de şimdi hiçbir
yerde rahat edemiyorum. Bu gece aç kucağını, bekle beni,
masallarda bulutlardan inen sevda perileri gibi uçarak bal
konuna konacağım. Sonra, samimi yatağına, evet koynuna,
sonra kalbinin en derin en sıcak boşluğuna kadar gireceğim.
Orada ısınacağım. . . Seni ısıtacağım. Şu dakikada emelim,
hayatıının ahtı işte budur."
363
Miço, biraz alınganlıkla çekildi. Kenan devam etti:
"Var. . . "
"Nereye gideceksin?"
"Heybeli 'ye."
"Peki . . . "
364
"Yok, pek havaya bırakma. İ ki çifte isterim."
"Zaten çi fteyiz."
365
orada bekleme acısıyla gözlerini denizlere dikmiş Ragıbe 'yi
görmeye çalışıyordu.
Kınalı 'yı geçtiler. Sağda kara sessiz bir seyirci gibi duran
Burgaz ile Heybeli'nin arasına sıkışmış yavru adacık, sırtını
mehtaba vermiş büyük bir kaplumbağa sessizliğiyle uyuyor
du. Heybel i ' nin Değirmen Burnu'na yaklaştılar. İ ki tarafına
latif kavisler çizerek deveboynu gibi denize uzanan burnun
üzerinde, eski yel değirmeninden kalma taştan örülmüş bir
silindir, gecenin sessizliğini dinleyen bir nöbetçi kulübesini
andırır esrarengiz bir şekilde etrafa bakıyordu. Hangi adadan
geldiği belli olmayan birkaç cevaplı havlama etrafta akisler
yaparak denizin dalgalarıyla beraber yuvarlanıp giderek kü
çülen bir gece çanı gibi hava dalgaları içinde uzaklara yayı
larak söndü. Kenan, kimseye görünmemek için tenhalığın
dan emin olduğu Tersane i skelesi'ne çıkacaktı. Sandalcılar
yelkeni topladı lar. Kürekleri aldılar. Burası, Değirmen Bur
nu'nun poyraz dalgaianna karşı sol taraftan koruduğu cennet
gibi bir koydu. Biraz ötede çırpınan deniz burada küçük bir
kavis içine sığınarak bütün etrafın manzaralarını göğsüne çe
ken durgun bir ayna parçası olmuştu. Başucundan batmaya
ba�lamı� olan ay, bu durgun sular üzerine arkası üstü bitkin
366
serpilmiş yatıyor; salıilin iri çamları asılları ile akisleri kar
şı karşıya korkunç bir uyku içinde birbirlerine bakıyorlardı.
Çarnlar ile gölgeler arasına ayın serptiği hazin ışıklardan
meydana gelen, ortalıktaki gizem dolu hoş bir belirsizlikle,
gecenin eşyaya verdiği yarı memnuniyet içindeki tabiatın
bu tatlı uykusunda ne dokunaklı bir şiir, ezel sanatkarının ne
büyüleyici bir ahengi vardı. Karaların bu uykusu üzerine de
n izlerden hafif bir ninni teranesi esiyor, biraz ötede dalgalar
beşik sallayan ana mahmurluğuyla fışkırıyordu. Tabiatın bu
şiiriyetine, adanın bu güzelliğine Kenan o zamana kadar hiç
dikkat etmemişti.
367
Çarnlar arasında Rum Ticaret Mektebinin mehtap vurmuş
beyaz duvarlarını gördü. Sola saptı. Halki Palas'ın önünden
uzanan alçak beyaz duvarın köşesine kadar çıktı. Cadde,
çamlıkla evler arasında uzanmış, mehtabın hafif ışığı altın
da uyuyordu. Şimdi kendinden başka yolcusu olmayan bu
caddeyi tutturdu. Yolun iki tarafındaki sessiz ağaçlarda her
şeyi görüp dinlemeye gözünü ve kulağını dikmiş meraklı bir
insan ha.li vardı . G i diyordu. Birdenbire bir merkep anırtısı
galiz, şikayet dolu bir küfür gibi tabiatın bu şairane sessizli
ğini bozdu.
368
Evin bahçe kapısına gitti. Kapının üstünde çıngırak ol
duğunu, kanat itilince çıngırdayacağını bildiğinden gürültü
çıkarmamak için demir kapının çubukları arasına bastı. Yu
karı tırmandı. Duvara çıktı. Oradaki alçak parmaklıktan atla
dı. Sessizce bahçeye girdi. Dik bahçeyi boyuna yürüdü. Her
tarafını dikkatle dinledikten sonra bodrum katına iki kol gibi
sarılmış çifte taş merdivenin birinden çıktı. Orta kat balko
nunu tutan kalın demir ayaklardan birine sarıldı. Beyaz gül,
mor salkım dalları arasından tutuna tutuna bir cambaz gibi
orta kat balkonunu buldu. Aynı şekilde üst kata da tırmandı.
Ragıbe'nin balkonuna atladı. Dört tarafını çiçekli yeşillikler
bürümüş halkonda karşı karşıya iki hasır koltuk ve orta yer
de yuvarlak ufak demir masa duruyordu. Büyük bir ihtiyatla
başını açık kapının kenanndan uzattı; içeri baktı. Konsolun
üzerinde ufak pembe karpuz altında gece kandili yanıyor,
etrafa hafif bir şafak nuru saçıyordu. İ çerinin döşeme şekli
bütün bütün değişmiş, evvelki gülkurusu yatak takımı şimdi
ateş rengi bir kırmızıya çevrilmiş, odanın düzeninde eski ha
tırayı uyandıracak hiçbir şey bırakılmamış, yatağın yeri bile
değiştirilmişti.
369
kirpikleri uyku halinde daha uzun, gölgelikli görünüyor, si
yah gür ve açık halde olan saçlarından bir kısmı koynundaki
genç erkeği n alnına serpilmiş, bir kısmı kendi çıplak beyaz
göğsü ve kolları üzerine dağılmıştı. Erkek, sarı saçları alabros
kesilmiş, ince bıyıklı, levent endamlı bir gençti. Ragıbe'ye
doğru iştiyakla uzanmış gibi aralık duran ağzında, hala aldığı
buselere kanamamış edebi bir yalvarma hali vardı. Kenan' ın
beyninde alevler püsküren Mısır yolu yangınına, validesinin
ahiretten bakan gözlerine şimdi bir de bu gözleri yakan man
zara katılmıştı. Kendinin bir yaşam kucağı olarak atılmaya
geldiği kollar arasında i şte bir yabancı yatıyordu. Şimdi ne
yapacağını bir türlü kestiremedi. Kararsızlıktan, çaresizlik
ten kanm.:alanan beynini başının üstünden kaşımaya başladı.
Dizleri titriyor, ayakta duramıyordu. Duvara dayandı . İ lk dü
şüncesi şu oldu: "Ah, hain Ragıbe, bi ldiğim gibi bana sadık
değilmiş. Zamparasıyla yatıyor."
370
Heybeli 'de ( . .) Müdürü Ömer Nurnan Beyefendi 'nin
muhterem eşi Ragıbe Hanımefendi ye takdim.
Yazı pek okunakh, ibare açık ve kısaydı. Bu birkaç sözün
korkunç manası Kenan ' ın beynine cehennem alevleri acısıyla
yayıldı. Daha çok okursa kelimelerin anlamlan değişecekmiş
gibi bir aptalhkla bu kısa satırlan tekrar tekrar, belki on defa
okudu. Her okuyuşunda anlamı değişmiyor, daha ziyade kuv
vet ve katiyet alıyordu. Demek Ragıbe'nin koynunda yatan
genç zamparası değil, nikahlı kocasıymış. Kenan' ın beyninde
tutuşan ümitsizlik, kıskançlık ve hüsran ateşi dayanılmaz, öldü
rücü bir şiddet ve sarsıntıyla bütün bedenini istila etti. Bu son
felaket şimdiye kadar ardı arkası kesilmeyen darbelerin en kor
kuncuydu. Hayatının bu son ümit kapısının da kapalı görünce
kalbi yanarken, cildini bir soğuk ter kapladı. Titreyerek, korka
rak, şaşkın bir halde yine çekildi. Düşmernek için duvara yas
landı. Sefil, geçmiş hayatını, karanlık kollarını açmış gelecek
belalan kafasında topartamaya çalışıyordu. Mazisi sanki anlam
ve şekil değiştirerek geleceğinde yaşayacak, ölmez, yok olmaz
sımaşık bir dehşet almıştı. Mazisinden kaçamıyor, geleceğine,
bu karanlık dibi görünmez kuyuya da kaldırdığı adımını atamı
yordu. Bitkin ve korkak, gözlerini karşıya dikti. Aynah dolabın
karşısında bulunduğunu gördü. Aynanın cilalı yüzüne dikilmiş,
kandilin pembe ışığıyla beraber titreyen bir insan kendisine ba
kıyordu. Kalıpsız bir fes, on beş gündür ustura görmemiş iki
parmak sakat, yabani ot gibi kulaklarını bürümüş darmadağınık
saçlar, kirli çarpık bir yakahk, düğümü göğsüne inmiş buruşuk
bir boyunbağı, lekeler içinde bir ceket, dizleri çıkık tozlu bir
pantolon ... İ rin rengini almış, yanakları fırlak, zayıf, iğrenç kirli
bir yüz, çukurlara gömülmüş, ölen, elem kaynağı, uğursuzluk
saçan bir çift göz... Bu sefil kimdi? Kenan' ın odaya vurmuş
gölgesi miydi? Yustat'ın kaçışından beri bu zavallı kendini
böyle dikkatle boylu boyunca hiç aynada görmemişti. Ne hale
gelmişti, ya Rabbim ne hale ... Kendi kendini tanıyamadı. Ya
taktakiler uyanırlarsa, döşemesi kibar, temiz bu düzenli odada
ki bu serserinin bulunuşuna ne diyeceklerdi?
371
Hırsız sanılacağına hiç şüphe yoktu. "Ben bu evin eski
damadı Kenan ' ı m," hakikatiyle bin feryat etse, yüz şahit ve
belge, kendini en çok görmüş olan en samimi gözler bile bu
çirkin, iğrenç, solgun kimsenin eski şık, güzel Kenan oldu
ğuna duraklamadan evet diyemeyeceklerdi. Zavall ı ne kadar
bozulup değişmişti. Bu zilletini, sefaletini Ragıbe'ye göster
mekte hele o evde kendi eski itibarlı yerini şimdi almakta
olan rakibi Ö mer Numan'a göstermekte ne haz ne mana var
dı. Oraya bir hırsız gibi balkoniardan tırmanıp nasıl girmiş
ise yine öyle çıkıp gitmek en doğru hareket olacaktı. Fakat
evlilik zamanında sıkılarak aylarca gelmek istemediği bu
odayı şimdi terk edemiyordu. Sanki acılarını aıttırarak a<.:ının
şiddetinden orada boğulup kalma isteğiyle gözlerini her ta
rafta dolaştınrken duvarda çerçevelenmiş bir fotoğraf gördü.
Ragıbe, Ö mer Numan, karı koca büyük bir bahçede el ele
tutuşmuş ayakta duruyorlardı.
372
mesut veya bedbaht eden yine insanın kendisidir. Huzur ve
v icdanla yaşayan bir alçak, vicdanından mustarip bir hakiki
erdem sahibi gösteremezsin. Saadet, güzel metresle, yalnız
servetle kazanı lamaz. Servet geçicidir, geldiği gibi gidebilir.
Getirdiği saadeti de beraber alıp götürür. Hakiki saadet öyle
fazi letlerle kazanılabilir ki bunların verdikleri saadet hep
sürer gider, mezarda bile sahibini bırakmaz. iŞte bunun için
insanlıkta gerçek saadete sahip olanların sayısı çok enderdir,
işte onun için çokları böyle senin gibi onun varlığını inkar
ederler. Yine de bunun hayali arkasından koşmaktan usan
mayarak saadet zannıyla felaketiere sarılırlar. Artık uyan.
Seni vıılide katili, hırsız, namussuz böyle sefil ettikten son
ra Mısır'a kaçan metresinin arkasından ahı vahı kes . . . Onun
şimdiki sevgilisi delikaniıyı kıskanma. Ona acı çünkü onu
da aynen senin haline sokmak için kendi hayatına ortak etti.
Senin de içinde Mesut Bey namıyla yaşadığın Kadıköyü 'nde
bir evin vardı. Orada da böyle bir fotoğraf asılıydı. O levha
daki rezaletle bundaki temizliğe, bak, ibret al. . . "
373
sinin hakkı olan yataktan kavrayıp balkondan aşağı atmak ve
sonra kadının koynuna kendi yatma deliliğine tekrar kapılır
gibi oldu. Evet, bu nazenin vücut, Vuslat'ı kendine unuttura
bilirdi. Vuslat'ın bedeni gül ise bununki zambaktı. Bu kucak
laşma manzarası karşısında bir ağlama vaveylası koparmak
istedi. Fakat ümitsizlik ateşi kızgın bir külhan gibi bütün
üzüntü dolu yaşlarını kavurmuş, bitirmişti. İki damla gözya
şı imdadına yetişmedi . Artık çıldınyordu. Karyolanın önün
de gür bir kahkaba salıverdi. Uykudakiler bir anda cibinliği
paralayarak döşekten dışarı fırladılar. Korkulu gözlerine i lk
çarpan şey başuçlarında saçı sakalına karışmış bir yabaninin
boylu boyunca durduğunu görmek oldu. Ragıbe, korkudan
bayılına haline geldi. Bu kirli yabancı erkeğin haram bakış
Iarına karşı vücudunu örtrnek için yorgan gibi kullandıkları
karyolanın beyaz pike örtüsüne sarıldı. Ömer Nurnan Bey,
kuvvetli pazılarıyla b u vakitsiz sefil gece ziyaretçisinin ya
kasından tuttu, tartaklayarak:
"Havadan . . . "
374
"Söyle . . . Ne maksatla girdin buraya? H ırsız mısın, deli
misin, nesin?"
"Ya ne çalacaktın?"
375
ve korku içinde ayağa kalktı. Gözlerini karşısındaki sefılin
gözlerine dikti . Bütün dikkatiyle hayretiyle baktı, baktı. Bir
denbire kalbinden kopan yürek paralayıcı bir çığlığı boğmak
için elini ağzına götürdü. Boğuk boğuk haykırdı:
"O kim?"
376
aşkların dayanı lmaz ateşlerini ölümle söndürmeye kalkanlar
için şimdi bu hal ne büyük bir ibret örneğiydi. Ragıbe H a
nım intihar etmiş olsaydı böyle iğrenç bir sefil için mi ölmüş
olacaktı? Aşkın büyük bir cinnet olduğunu şimdi anladı . Ke
nan ' ı artık sevmiyordu. Şimdi bütün bütün iğrendi. Fakat za
manın ondan bu kadar şiddetli bir intikam almış olmasına da
sevinmedi. Kadınlığı, nezaket hissi hasebiyle ona karşı kal
binde bir merhamet duydu. Kendisi mesuttu. O da bu kadar
sefil ve bedbaht olmamalıydı. Hala sorusuna cevap bekleyen
Ömer Nurnan Bey karısının omzuna dokunarak:
"Bu benim için mühim bir sır değil, büyük bir elem . . . Si
zin için de büyük bir hayret olacaktır."
377
man'a zaman öyle ince bir terbiye vermişti ki yatak odasına
girmesinin sebebi hayır i le yarulamayacak olan bu eski ko
cayı yakasından tutup dışanya atmak gibi h iddetlere, şiddet
Iere kalkmadı. Meseleyi halletmek işini tamamen karısının
düşüncelerine bırakarak bekledi. Kocasının bu hassaslık ve
nezaketinden memnun olan Ragıbe Hanım üçünün de bulun
dukları garip hale çabucak son vermek için önceki ızdırap
larına ilave olarak bu gece yaptığı saygısızca rahatsızlığın
altında ezilmekte olan Kenan 'a dedi ki:
378
detinin şimdi uç noktasında yaşıyoruz. İ lk talihsiz evlilikle
rimizden kalan kalp yaralanmızı birbirimizin muhabbetinin
i lacıyla kapattık Saadetimizin derecesi n i feleğin haset dolu
kulaklarına duyurmaktan çekindiğim için uzun uzun anlat
maktan korkuyorum. Nasibin hikmetine bak k i kocamın bo
şadığı Fatıra Hanım, o da senin gibi ettiklerinin az zamanda
zilletine düşerek sokaklarda kalmış, eski kocasına bir aman
mektubu gönderdi. Pek nefretle reddetti. Benim zorumla bir
miktar para yolladık. Buraya evlilik saadetimi çalmaya mı
geldin Kenan? O çalınmaz, kazanılır. Senin burada bulunman
bu odanın mahremiyetini bozuyor. Çabuk söyle niye geldin?
Paran mı yok? Saadetimize dokunma, o pek mukaddestir.
Sonra tamamen çarpılırsın. i stediğini verelim, durma git..."
"Buyurunuz."
379
Kenan sözü kesti. B ir iki defa inledikten sonra:
380
lO
Acı Gülüş
381
zorlu sebepler varsa da çok defa kendini saadete veya baht
sızlığa sürükleyen insanın yine kendisidir."
382
hırsızlık dolayısıyla validesinin vefatma sebep, hep seni gös
teriyor. Ne diyeceksin?"
383
rafına nazaran Kenan aleyhinde ne kadar ağırlaştıncı sebep
gösterirseniz gösterin insanların kanunları ile vereceğiniz
ceza hiçtir. Bunu ne kadar ağır farz etsek onun şimdi çektiği
manevi acılar kadar kendini cezalandıramaz. Bakınız ne hale
gelmiş? İ şte yüreğini kemiren bu can dayanamaz işkence in
san kanununun değil tabiat kanununun hükmettiği cezadır.
Hani ya adalet meraklısı insanlar, hukuk nerede? İ şte size bir
can i ... Fakat mezarda validesi susuyor, sakat kız kardeşi ağ
zını açmıyor, Ragıbe Hanım çektiği azapları dava etmiyor.
Ey cinayet mahkemeleri, kapılarınız yalnız sorguları yapı
lan, fezlekeleri düzenlenen, cinayet izleri belli olanlar için
mi açıktır? Kanunlarınız ile eğlenip üzerlerinden parende
atanları ve onu çok defa kendi lehlerine kul lanmak fennini
bitenleri, bu yakalanması mümkün o lmayan fakat en korkunç
olanları kim yakalayacak? Emin olunuz ki bu dünya her za
man zalim ve mazlum ile doludur. Bu kötülere karşı kanun
aciz, boş hatta bazı defa himayeci. Savcılar susup kalıyorlar.
Zalim, işte Kenan . . . Mazlumlar, mezarda yatan Zehra, yaşa
yan Namiye, Ragıbe . . . Bu medeniyet alemi içinde yüz binler
ce Kenanlar, ne zalim kocalar var ki kaniarına aynı İşkenceyi
kanunun korumasıyla yapıyorlar.
384
yi bildiğimiz için elimizi içine sokmayız. Bir iradeye sahibiz.
Bu işte bir mesul aranırsa o ne beni m ne başkası . .. Bu, yalnız
Kenan ' ın vicdanıdır. Haysiyetini, namusunu, saadetini, karı
sını, validesini, insanlığını, geleceğini en kaba şehvet arzula
rına kurban etti. Sadakatsizliğimi b il iyordu; ben ona ne yar
idim ne de vefakar. Kaç defa beni D i dar ' ın koynunda eliyle
tuttu . Böyle sonu gelmez, iğrenç, belalı bir muhabbet için o
suçları niye işledi?
385
mak için gerçekleri değiştirirler. Kenan, bu yanlış düşüncesi
sonunda bu hale gelmedi mi? Halbuki şu saatte fahişeterin
kirli sevdaları içinde yuvartanan Kenan kafasında olan mil
yonlarca erkek var. Bunların arasında Kenan'dan beter olma
ya mahkum olanlar, az değil . . . İ nsan kanunu bu işe pek karış
mıyor. Fakat tabiat kanunu hükmünü ihmal etmiyor. Metres
kapatan bir efendi, bir bey bir paşa, bu fiilini övünerek söy
ler. Fakat kapatma, kendi vaziyetini itiraftan çok defa sıkılı r.
Demek kapatılanda kapatandan ziyade bir ar hissi var. Lakin
biri fahişe, öbürü beyefendi . . . Birinin zilleti söylenirken öte
kinin ulviyeti anlaşılıyor. Bu ne kadar ters bir anlayış! Ama
denecek ki bir fahişe çok erkekle yatar. Beyefendinin az karı
ile yattığını kim bize temin edecek? Erkekler sıkılmayınız,
bu iffetsizliği aramızda hakça pay edelim. Zampara denince
bundan fahişe kadar alçak bir kişi anlaşılsın.
386
aradı. Gözlerinin görebildiği yerde kendi kalbi, beyni gibi
karanlıktı. Bir şey göremedi. Öfkesinin tesiriyle karanlıklara
doğru yumruklarını sıktı. Boğula boğula haykırdı:
"Sus artık orospu ... İ şte beni yaktın, kül ettin. Zehirledin,
bitirdin. Kalbim, düşüncem, hissim hep öldü. Ortada insanlı
ğından sıyrılmış zavallı, namussuz bir vücut kaldı."
387
görünen dişlerinde, karşıdan Kenan' ı ısıran bir ölü tebes
sümü vardı. Kenan, bu dişierin amansız yarasından kendini
korumak için ellerini uzattı, korkudan başını çevirdi. Geri
geri kaçmak istedi. Validesi kefenini yelpirdeterek yaklaştı.
Uzaktan insanın ruhuna saplanma ağrısı veren bu dişierin
"Oh ... Oh . . . Ohhh . . . " rahatlığı ile birkaç kere takırdadığını
işitti. Bu öç almak isteyen ölüden kaçmak için ne kadar geri
çekil se kefen li anası o kadar yaklaşıyordu. Bağırmak için bo
ğazını yırtıyor fakat sesi çıkmıyordu. Nihayet ölünün intikam
neşesine Kenan da katılarak o da gülmeye başladı. Zavallı
genç, ızdıraptan ruhları burgulananların yüzlerinde nasıl ağrı
izleri görülürse öyle gülüyordu. H ayatın iğrençlikleri içinde
boğulanların yüzlerinde nasıl bir tiksinme görünürse öyle
sırıtıyordu. Kendi yaptıklarının ve ahmaklıktarının netice
si olarak uğrayıp da tahammül edemedikleri ızdıraplardan
kurtulmak için ahirete kaçmak isteyenler, ölümle karşı kar
şıya geldikleri zaman nasıl titreyerek gevşerlerse öyle acıyla
tebessüm ediyordu. Acı da kahkaha, sevinçte ağlama. . . İ şte
birleşen iki uç . . . Ağlama ya da elemin en can alıcı aşama
sında salıverilen ve ağlamanın daha acı bir şekli olan kahka
ha, Kenan'ın acınacak halini anlatmakta yetersiz kalıyordu.
Çünkü kahkaba için nefesinde kuvvet lazımdı. Bu, bir şika
yet mecaliydi. Acı çekende ise konuşma gücü bile neredeyse
kalmamıştı. Gözleri, o korkunç intikam vaziyetinde karşısın
da duran ölü anasını görmekten titrerken Vuslat'ın, kendi
ni kabahatsiz göstermek için söyledikleri hala kulaklarında
çınlıyordu. Evet, suçlu kimse değil, kendisiydi. Bu olayların
içindeki insanlar arasında en ahmak en zararlı en acınacak
kendisiydi. H ayattaki bu acemiliğine, safdilliğine kafasını
yumruklayarak güldü.
388
"Yetişin artık anacığım . . . Beni mezarına götüreceksen aç
koynunu gidelim . . . "
SON
Heybeliada
27 Temmuz ı 330
(9 Ağustos ı 9 ı 4)
389
Y A Y I N C I L I K
D i l : Türkçe
Sayfa Sayısı: 200
Dil: Türkçe
Sad;ı Sayısı: 20(i
Y A Y I N C I L I K
BÜTÜN YAZlLAR!
Ahmet Ha�irrı
ÇAGLAYANLAR
Ahmet Hikmet Müflüoğlu
D i l : Türk<;c
Sayfiı Sayısı: 200