Hüseyin Rahmi Gürpınar Kaderin Cilvesi Kapra Yayınları

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 242

KADERIN
• •

CIL VE SI
HÜSEYiN RAHMi GÜRPlNAR

KADERIN . .

CILVE SI
Aç kalmamak için yapacaklarınızın sınırı nedir?
Kaderinize razı mı olacaksınız? Yoksa kendi kaderin izi
mi tayin edeceksiniz?

Baba Salah, Şemi Efendi'yle tanıştıktan sonra adeta


hayatı değişir. Şemi Efendi Baba Salah'ın evini kira lar.
üç aylık kirayı da peşin verir. Artık açlıktan
kurtulduğunu sanan Baba Salah'ın ve ailesinin
başına gelmedik kalmaz. Eve gelen gidenin haddi
hesabı yoktur. Baba Salah ise işin içinden tek başına
çıkmaya çalışır.

Yer yer komikliklerin de olduğu Koderin Cilvesi'nde


Hüseyin Rahmi Gürpınar, "namus" ve "açlık"
kavramlarını kendine has üslubuyla ele alır. Kendimizi
de bu ikilik arasında düşünmeye sevk eder.

ISBN: 978-625-7361-67-5

1111 11111111 1 1 1 1111 1111


tP /kaprayayinlari

RPRR
YAYINCILIK
� /kaprayayinlari
@ /kaprayayinlari
f /kaprayayinlari 9 786257 361675
KADERIN CILYESI 1 Hüseyin Rahmi Gürpınar

GENEL YAY l N YÖNETMENI


K adlrYılmaz

YAYIMA HAZlRLAYAN
Hüseyin Işıklar

EDITÖR
Musa Ebrar Çetindil

R EDAKSİYON
Abdurrahman Mıhçıoj!lu

SON OKUMA
HavvaAkdaj!

KAPAK TASARlM
FOLX

SAYFA DÜZENİ
Oj!uzYılmaz

BASlM VE CİLT
Repu Dijital Matbaası

BASKI
Nisan 2021 - 1. Basım

ISBN
978-625-7361-67-5

SERTiFiKA NO
40675

Kapra Yaymcıllk. Mimar Sinan Mah.. ü 811 kitabın tüm hakları saklıdır.
Repar Ta.ııartm Selami Ali Efendi Cad., Tamilm amaç-lt. kl.m olmtt/ar
Matbaa ı•e Reklamcılık No:5 dışmda metin ya da görseller
Ttcaret Limited Sirketi 'nin J4671 Üsküdarlfstanbıtl yayınevinin i:ni olmadan hiçbir
te.fcilli marka.rıdır. Tel: O (212) 522 41145 yolla çoğalll lamaz.
Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864- 1944)
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 19 Ağustos I 864 tarihinde, İ s­
tanbul 'da dünyaya geldi. Babası hünkar yaveri Mehmet Sait
Paşa'dır. Ü ç yaşındayken annesinin ölümü üzerine, Girit'te
bulunan babasının yanına gönderildi. Hüseyin Rahmi, ilk
olarak 1887' de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya
başladı. Ardından ikdam ve Sabah gazetelerinde çalıştı. II.
Meşrutiyet döneminde otuz yedi sayı süren Boşboğaz ve Gül­
/abi adlı bir gazete çıkardı. Daha sonraları da birçok gazetede
çalışmaya devam etti. Türkiye Büyük Millet Meclisinde Kü­
tahya milletvekilliği de yapan Hüseyin Rahmi, ömrünün son
otuz bir yılını Heybeliada'da geçinniştir.
Eserlerinde Anadolu'ya yer vermeyen Hüseyin Rahmi,
İ stanbul halkının toplumsal ve kültürel yaşantılarını, aile ha­
yatını, batı) inançlarını mizalı ve hicivle kaleme almıştır. Ah­
met Mithat Efendi 'nin temsil ettiği edebi geleneği sürdüren
Hüseyin Rahmi'nin, natüralist tarza sahip, gerçekçi ve yalın
bir dil kullanmayı benimseyen, bundan dolayı da halk tara­
fından sevilen ve benimsenen bir yazar olmuştur.
Hüseyin Rahmi Gürpınar' ın ilk romanı Şık'tır. Ahmet
Mithat Efendi tarafından bu eser çok beğenilince, Tercü­
man-ı Hakikat gazetesinde tefrika şeklinde yayımlanmaya
başlamıştır. Altmışa yakın eseri olan Hüseyin Rahmi Gürpı­
nar'ın bazı eserleri şunlardır:
ROMANLAR:
Şık (1889), İ ffet (I 896), Mutallaka (1898), Mürebbiye
(1899), Bir Muadele-i Sevda (I 899), Metres (1900), Tesa­
düf ( 1 900), Şıpsevdi (I 91I), Nimetşinas ( 1911), Kuyruklu
Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), G ulyabani (1913), Cadı
(I 9 I 2), Sev da Peşinde (19I 2), Hayattan Sayfalar (I 9 I 9),
Hakka Sığındık (I 9 I 9), Toraman (I 9I 9), Son Arzu (I 922),
Tebessüm-i E lem (1923), Cehennemlik (1924), Efsuncu
Baba (1924), Meyhanede Hanımlar (1924), Ben Deli miyim?
(1925), Tutuşmuş Gönüller (I 926), Billur Kalp (1926), Ev­
lere Şenlik, Kaynanarn Nasıl Kudurdu? (1927), Mezarından
Kalkan Şehit (1928), Kokotlar Mektebi (1928), Şeytan İ şi
(1933), Utanmaz Adam (1934), Eşkıya i ninde (1935), Kesik
Baş (1942), Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür (I 943),
Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1954), Dirilen i skelet (1946),
Dünyanın M ihveri Para mı Kadın mı? (I 949), Deli Filozof
(1964), Kaderin Cilvesi (1964), İ nsanlar Maymun muydu?
(1968), Can Pazarı (1968), Ölüler Yaşıyor mu? (1973), Na­
muslu Kokotlar (1973)
ÖYKÜLER:
Kadınlar Vaizi (1920), Namusta Açlık Meselesi (1933),
Katil Bfıse (1933), İ ki Hödüğün Seyahati (1934), Tünelden
İ lk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım
Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)
OYUNLAR:
Hazan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince (1933), Toku­
şan Kafalar (1973), İ ki Damla Yaş (1973), Gülbahar Hanım
TARTIŞMA:
Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye Tartışmaları
(1913), Sanat ve Edebiyat (Ölümünden sonra H. A. Öneiçin
derledi, I 972)
ı

Bilir misiniz, hiçbir hayırsızın cilvesi, kaderinki kadar ga­


rip ve insafsız olamaz. Çünkü ona karşı şikayetinizi yüksel­
tecek hiçbir makam, hiçbir mahkeme yoktur. Kılinatın içinde
hesaba çekilerneyen yalnız odur. Bu gaddarın yüzünden her
ne felakete uğrasanız:
"Eh, ne denir, kaderim böyle imiş" tevekkülüyle teselli
yorganını başınıza çekip onun en ağır cilvelerinin malıku­
rniyeti altında, ölünceye kadar ezilmekten başka bir çareye
başvurabilir misiniz?
Ah efendim, nasıl söyleyeyim; bana deselerdi ki, ocak
süpürücüsü olacaksın, gündelikle lağım ayıklayacaksın, so­
kaklarda ayı oynatacaksın; hiç şaşmaz ve kızmazdım. Hep
bunlar da birer sanattır. Başa gelince, "Ne çare, nasibimmiş,
eyvallah !" der, geçerdim. Fakat ah, bugün olduğum uğursuz
şeyi olmak hiç mi hiç, zerre kadar aklımdan geçmezdi.
Ne olduğumu belki şimdi merak edersiniz. Yüzüm kızar­
madan bunu size birdenbire söyleyemem.
Çünkü;
"Tüh, kepaze herif1 Nefretiyle elinizden bu satırları atı­
vermenizden korkarım. Bu serüvenimi beni ayıplamamak
için diş in izi s ıkarak okumanızı çok rica ederim."
Ben hayli refah ve gün görmüş, namuslu asil bir ailenin
ellilik babasıyım. Sonradan düştük. Nasıl düşüş? Altıncı

5
Daire'nin1 önünden, don bir havada kızağa oturup da doğru
kalafat yerine, oradan denize, sonra Zindan Kapısı 'na, daha
sonra yerin dibine, yeryüzünün merkezine kadar korku verici
bir düşüş ...
Adeta köpek sefaJetine düştük. Çocuklarımızdan, torun­
larımızdan ikisini otomobil çiğnedi, birini tramvay... B iri,
affedersiniz, uyuzdan öldü. Muharebeye giden oğullarımız
dönmedi. Evimizin içine karahumma, lekeli, kızıl, kaç renk
hastalık varsa girdi. Tırpan attı. Büyük, küçük on sekiz kişi­
den şimdi yedi nüfus kaldık.
Zaruret, kangalları arasına almış bir yılan gibi bizi sar­
dıkça sıktı. Sıktıkça sardı... Sattık yedik Kırdırdık yedik . .
... .

Mutfak takımı, kap kacak, altımızdaki döşek, üstümüzdeki


yorgana kadar...
Kala kala elimizde yedi sekiz odalı bir ev kaldı. Hem semt
hem de sapaca bir yerde ... Bütün bütün kiraya verdik. Ki­
rasını alamadık. Batakçıları çıkıncaya kadar çekmediğimiz
kalmadı. Oda oda kiraya verdik, ev harap oldu. Yine kolay
para alamadık. Aldığımızın da bereketini görmedik. Bin bela
ile kiracıların hepsini def ettik. Evi sildik, süpürdük. Fakat
her türlüsünden ağzımızın tadını almış olduğumuz için şimdi
bu binadan ne yolda faydalanacağımızı bilmiyoruz.
Uzaktan uzağa tanıdığım bir Şemi Efendi vardır. Şişko,
karnının üzerinde sebilhane zinciri, altın kordon taşır. Yakası
sarnur palto, bıyıklar tıraş lı, başta kal pak . . . Yanağına bir fıske
vursanız kan fışkıracak sanırsınız. Öyle besili bir vücut. Dili
hafifçe Arap'a çalar lakin milliyeti nedir? Ne cins kumaştır
bilmem.
Herkesin, vadesi gelmiş bazan yaprağı ömürsüzlüğü ile
sarardığı bu kıtlıkta böyle kanlı canlı insanlara tesadüf ettik­
çe doğrusu geçimierindeki esrarı merak ediyorum.

1 Osmanlı'da kurulan ilk belediye teşkilatı olup Beyoğlu ve Galata bölgesinden


sorumlu idi (h.n. ).

6
Bu heritin biraz kumarbaz olduğunu biliyorum ama bu
oyuna dalanların nihayeti sefaJet ve zillettir. Çünkü kumarda
·

sürekli kazanılamaz.
Şemi Efendi daima otomobillerde gezerken nasılsa ona
bir gün tramvayda rast geldim. Her yere girip çıkan bu ya­
man heriften bir akıl öğrenmek ümidiyle bizim çok odaları
boş duran evden, biraz da zaruretimden bahsettim.
Benim bu acıktı ifademin karşısında kısa bir düşünceyle
çattığı kaşlarını acayip bir bakışla beni süze süze tekrar ayır­
dıktan sonra:
"Peki peki, ala... İyi bir tesadüf.. . Ben de böyle bir şey
arıyordum."
Derhal cebinden bir hatıra defteri çıkararak:
"Hanenizin semti, numarası, odalarının adedi?"
Söyledim. Hepsini dudaklarını bayan geniş ve rahat bir
tebessümle kaydettikten sonra:
"Güzel tesadüf işte bu kadar olur! İ stanbul'u etek etek
arasaydım, bu derece arzuma muvafık bir ev bulamazdım."
Bu pek ani ve pek hararetli kabulleniş karşısında azıcık
şaşırarak dedim ki:
"Fakat efendim, biz içinden çıkıp da evi bütün bütün ki­
raya veremeyiz."
O şimdi tebessümü bir yelpaze gibi açıp kapayarak:
"Aman efendim, size çıkınız diyen var mı? Bana evden
ziyade siz lazımsınız... Namuslu adamlar. . . Ben parayı ha­
nenize verecek değilim. Sizin güzel ahlakımza vereceğim.
Namus ve haysiyetinize vereceğim."
Ben, kalabalık bir ağızdan dökülen bu dalavereci sözleri
karşısında namusumu satıyormuşuro gibi bir hale uğrayarak
tuhaflaştım. Bu tür işlerde zekası keskinleşmiş olan Şemi
Efendi bir çocuk avutur gibi pat pat arkarnı okşayarak:

7
"Evimden önce namusumu kiralamak isteyen bu adam
acaba ne fırıldak çevirecek diye şimdi belki merak edip du­
rursunuz. Ben yalan sevmem. Kapalı işten de hoşlanmam.
Açık pazarlık yapacağız."
"Teşekkür ederim Şemi Bey ! Bendeniz de kapalı işten
hazzetmem. Açık ve geniş görüşelim."
"Benim kim olduğumu biliyorsunuz?"
O, hangi taşı kaldırsanız altından çıkan, sekiz on türlü
şahsiyet taşıyan bir zattı. Ama asıl mesleğinin ne olduğunu
doğrusu bilmiyordum; fakat bu cehaletimi itiraf etmek de is­
temeyerek:
"A ... Evet efendim, hiç bilmez miyim?" Zat-ı iiliniz falan,
diye birkaç söz kekelemeye uğraşırken, yine kendisi imdadı­
ma yetişerek:
"Bendeniz, eski Danıştay'ın devlet adamlarından ... "
"Evet efendim, malum ... "
"Feshedilmiş Dışişleri yardımcılarından . . . "

Böyle boyuna o sayıyor, -yalanı varsa, günahı yine onun


üzerinde kalsın-, ben de pehpehlerle tasdik ediyorum. Her
devrin şaşalı makamlarından bir düzine kadar memuriyet sı­
raladı. Bunların hiçbiri beyefendinin çok bulanık hüviyetini
beyan etmemekle beraber, ben de kendisini tanımış oldum.
Velveleli kelimelerle zatını tescil ve tespit ettikten sonra
kısa bir bitabm mukaddimesine girişerek:
"Biz Türkler, samimiyetiyle başladı."
Bu zat, uzun müddet Arabistan'da kalarak dili ve rengi bo­
zulan bir Türk olabilirdi. Lakin zihnim, doğrusunu isterseniz
onun safkan bir Türk olduğu ihtimalini kabul edemiyordu.
Çünkü Türklerin içinde en ziyade Türklük gayreti güdenlerin
diğer ırkiara mensup yabancı kimseler oldukları, çoktandır
taaccübümle beraber hiddetimi eelbeden bir durumdu.

8
Şemi Bey söylüyordu:
"Bizde atasözü olmuş bir söz vardır: 'Ticaret ayıp değil­
dir' derler. Bu bir hazırcevaplıktır. Bunun atasözü şeklinde
tekranna neden lüzum görülmüş? Ha, şunun için ki, demek
Türklerde ticaretin ayıp sayıldığı bir devir de varmış. Belki
şimdi de bu kafada giden zavall ılar mevcuttur. Lakin şimdi
ticaretin değil, ticaretsizliğin pek ayıp bir şey olduğunu za­
man bize ispat etti."
Bu mukaddimenin neticesi ne çıkacak? Adeta ufak bir he­
yecanla dinliyorum.
O devam ediyor:
"Şimdi sizin kendinize büyük gelen bir eviniz var."
"Evet!"
"Bunu muhtelif surette kiraya verdiniz fakat istifade ede­
medi niz."
"Evet, efendim."
"Ben bu binayı dolgun bir bedelle sizden kiralayarak mo­
dern bir hane şekline koyacağım."
Bu "modernhane" tabiri önünde ben sevinçle geniş bir
yoldan koşup koşup da nihayet kafasını bir çıkınazın duvarı­
na çarpan çocuk gibi zıngadak durdum.
Zeki herif alaylı tebessümüyle kalın, esmer dudaklarını
yayarak:
"Anladım. Anladım, modern tabirinden ürktünüz. Lakin
kabahat bu masum kelimede değil, sizin zavallı zihniyetiniz­
de. Azizim biraz kafanızı yontunuz, aç kalmazsınız."
"Bcycfendi, afcdcrsiniz! Kelime pek kapsamlı ... Bir ha­
nenin modern şekle dönüşmesi ne demektir? Bunu birdenbi­
re zihnim almadı."

9
"Anlattık ya! S izi bir meçhulün karanlıkianna sürükleye-
cek değilim. Açık pazarlık yapacağız demedik mi?"
"Evet efendim, A l lah razı olsun!"
"Hanenizi evvelce aylık kaça kiraya veriyordunuz?"
"Elli liraya. . . "
"Pekala ben size yüz vereceğim. Arzu buyururlarsa he­
men şimdi üç aylık da peşin ... "

Aman Yarabbi, evde o kadar aç ve sefiliz ki, mercimek


çorbası yemekten bağırsaklarımız yosun tuttu. Bu üç yüz l ira,
yoksullukla kararmış gözlerimin önünde üç yüz bin liralık
tükenmez bir servet gibi parladı.
Ben kağıt paraları minderin üzerine serptiğim vakit, ka­
rım, çocuklarım, ah ne kadar sevinecekler, belki bu paraların
bizim olduğuna birdenbire inanamayacaklar, belki beni do­
landırıcılıkla ve daha fena şeylerle itharn edecekler.
Ben "evet" veya "hayır" diyemeyerek büyük bir şaşkın­
l ıkla herifin yüzüne bakarken o hemen yan cebinden bir ban­
ka karnesi çıkardı. Derhal Kredi Liyona'ya2 üç yüz l iralık
bir çek doldurdu. Lütufkar, güler bir çehreyle bana uzattı . Ah
Rabbim, nasıl kabul edeyim? Daha müşkülü, nasıl reddede­
yim? Elim titreyerek bir ileri bir geri gidiyor.
Nihayet alayım, dedim. Alayım. Şu mübarek üç yüz lira­
nın hiç olmazsa rüzgarı avucumdan geçsin. Eğer modemha­
nenin yorumu hoşuma gitmezse zor bir şey değil ya, bu kağıt
parçasını yine reddedebilirim.
Çeki aldım. Ş imdi parmaklarım kapandı, ağzım açıldı.
Alık alık Şemi Bey ' i dinliyorum. Bu modem zat pek manasız
bulduğu tereddütlerime gülerek:
"Tuhaf şey azizim. Böyle zamanda en namuslular bile pa­
rayı görünct: çalıyorlar. Size verilen bir şeyi kabulde tereddüt
2 Cn!dit Lyonnais: I 875'te İstanbul 'da şu bes açan Fransız bankası.

lO
ediyorsunuz. Gözlerime, kulaklarıma inanamıyorum. Böyle
bir eski zaman adamı yenilerin içinde yaşayamaz. Azizim,
kısmet ve geçim denen ejderle güreşmeyi bilmelisiniz. Açlık,
sefalet... Yelakin bu şeyler, miskinlere yapışan bir hastalıktır."
"Rica ederim, Şemi Bey! Şu modemhanenin tarifini ça­
buk lütfediniz."
"Merak etmeyiniz! Titrerneyiniz dostum, durunuz şimdi
söyleyeceğim."
"Lütfedersiniz."
Sıcaklığı avucumdan ta kalbimi saran çekin iadesi benim
için ruhumu teslim mertebesinde zor bir iş olduğu için can
kulağıyla dinliyorum.
Kalbi geniş, ağzı hararetli, lisanı cesur bu modem adam,
zihninde dolaştırdığı cümleyi nihayet yumurtlamak için etra­
fını biraz kolaçan ederek kulağıma doğru eğildi:
"Evde kumar oynatacağım."
Şimdi bu söz beynimde çınladı. Kumar... Kumar.. . Ku­
mar... Mübarek, şirin, pek namuslu bir kelime değil, lakin
benim zannettiğim öbüründen daha az kötü. Fuhuş nerede?
Kumar nerede? Biri dışkı, öbürü tezek . . .
Ben kelimenin b u meydana çıkışından pek memnun gö­
rülmemekle beraber çeki cebime indirdim. Biraz asık suratta
düşünüyorum. O da şimdi azıcık gücenik:
"Hala samirniyetime kanaat getirmediniz mi?''
"Samimiyetinizden şüphem yok, lakin bir evin içinde ku­
mar... Bu bana belalı bir şey gibi görünüyor. . . "
"Kumar eğlenceterin sultanıdır."
"Ah beyim ah, kumar bazen de eğlenceterin en kepazesi
olur. Çıngar çıkar, cinayet olur."

ll
"Kumar deyince aklınıza Galata'nın barbuthaneleri gel­
mesin! Bizimkiler kibar takımı... Bir elde dörtyüz lira, beş­
yüz lira verirler de yüzlerini bile buruşturmazlar. Ben eski
devrin ricalinde bu kadar makama nail olmuş bir zat.. . "
"Malum, sayınakla yorulmayınız!"
"Bu pazarlık kesildi, bitti. Artık ben yarın gelip evi geze­
rim. Gereğine göre mobilya göndereceğim. Bir salon takımı,
bir piyano ... "
"Bir piyano?"
"Evet. .."
"Sizinkiler çalgıyla mı kumar oynarlar?"
"Arada sırada ufak danslar olur."
Ben hem herifte konuşuyorum hem de zihnimden paranın
harcama şekli hakkında birkaç haneli bir defter düzenliyo­
rum. Ne olursa olsun, bu üç aylık kira bedelini hak edeceğim.
Ü ç yüz lirayı artık iade etmek niyetinde olmadığım için bu
kumarların, ufak dansların içinde kadın da var mı, yok mu?
Bu yönleri eşelerneyi pek münasip bulmuyorum. O da bir şey
söylemiyor.

12
2

Bankadan çekin karşılığını aldım. Koynurnda paralar,


kalbirnde vesvese koşa koşa eve döndüm. Suçlu çocuk gibi
süklüm püklüm bir köşeye çekildim, düşünüyorum. Odaya
karım girdi. Halimdeki garabete pek dikkat etmeyerek:
"Yine bu akşam ekmeğimiz yetişmeyecek." diye başladı.
Bu yorgunluğunun beyhudeliğini bile bile, eve acilen la­
zım olan şeylerin adet üzere, uzun bir fıhristini yaptı. Hiçbir
cevap alamayınca birdenbire bendeki durgunluğun farkına
vararak:
"Ne o efendi, hiç sesin çıkmıyor?"
"Gözlerini kırpmadan korkunç bir durgunlukla yüzüme
bakma öyle! Emekli Ali Bey yoksulluktan işte böyle çıldırdı.
Her şeyimiz elimizden gitti. Rabbimin birliğine emanet, kala
kala bir evimiz bir aklımız kaldı. Ah Efendi, aklını başına
topla! Sen de bozarsan, çoluk çocuk b iz ne yaparız? Halimize
köpekler güler vallah i ! Açlığa, çıplaklığa, soğuğa, sıcağa, her
türlüsüne alıştık. Göz bebeklerini oynat, kımılda, gül, söyle!
Öyle kara sevdaya düşmüş gibi durma karşımda! Yüreğim
eski yürek değil. Dayanamıyorum. Sende bir hal var. Ne ol­
dun? Anlat!"
Hiç ağzımı açmadan cebimden kağıt para paketini çıkar­
dım. Minderin üzerine saçıverdim. Gözleri paralara dikilen
karım şimdi benden ziyade kendisi ç ıldırma eğilimine gire­
rek baygın baygın:
"Ah Salah, kocacığım, bu ne?''

IJ
"İ şte görüyorsun ya? Para. . . "
Eşim Şefika, gittikçe gözlerini büyüten bir hayret ve her
kelimesi diğerinden yüksek bir telaffuzla uzaktan birer birer
paraların kıymetlerini söylemeye başladı:
"Elli lira . . . Elli daha yüz. . . Dört tane yirmi beşerlik, iki
yüz ... Onluklar, beşlikler. Üç yüz, dört yüz ..."

Birdenbire kalbini şişiren garip bir his ve gözlerini bürü­


yen şaşkın bir hırsla paraları hakiki miktarından fazla tahmin
eden karım, ani bir düşünce ve şüphesinin derinliğini unuta­
mayacağım bir bakışla doğrudan yüzüme bakarak:
"Ah, her şey aklıma gelebilirdi. Fakat bunu kat'iyen tah­
min etmezdi m."
"Kat'iyen tahmin etmediğİn nedir?"
"Söyle Saliih, bu paraları nereden çaldın? Aç durmaya ra­
zıydım, keşke bu günleri görmeyeydim! "
Kanının aleyhimdeki bu pek düşkün şüphesi birdenbire
gücüme gitti. Hakikati söyleyecek yerde onun zıttma basmak
ıçın:
"Bu devirde herkes işinin uyarına bakıyor. Ben de bir
yolunu buldum, çaldım. Böyle çalınmış bir parayı rızkına
karıştırmak istemiyor isen sen bizden ayrı dur, çoluk çocuk,
yoksulluk bizim hepimizin canına tak dedi. Biz biraz yiyip
içeceğiz." Sözün burasında şakkadak kapı açıldı, kaynanarn
destursuz içeri girdi.
Kaynanalar dırdırcı, geçimsiz, huysuz, hırçın olurlar. Bu
bizimkisi, kayınvalideler faturası içinde büsbütün müstesna
bir tipte yaratılmıştır. Yaşı yetmişe yaklaşıyor, evin içine kı­
ran girdi. Nüfusça yarıdan ziyade telefverdik. Ben bu kadının
maşallah bir kere nezle olduğunu bile görmedim. Hane hal­
kı kıtlıktan kınlsa o karnını doyurmanın yolunu bulur. Çalar
yer, kilerin kiJidini törpüler, erzak dolabını deler. Aramızda

14
bir fare hayatı yaşar. En adi katkısız yağları tereyağı, kaymak
gibi yer. Bulabilirse zeytinyağına ekmek banar banar tıkınır.
Eve zahire girdiği vakitlerde onun çalıp sakladığı yerler var­
dır. Muharebenin en amansız kıtlık ve felaket zamanlarında
bile kaynanarn Halise Hanım aç kalmadı. Asma yaprağı la­
pası, ısırgan çorbası gibi yemekler icat etti. Oburlukta deha
sahibidir. Midesinden başka din, mabud tanımaz.
Kaynanarn odaya adımını atar atmaz minder üzerine sa­
çılmış paraları görerek büyük bir huşuyla paraların önünde
durdu.
i çini derin derin çeke çeke:

"Eşhedu en Hi iHihe illailah ve eşhedu enne Muharnmeden


abduhfı ve resfıluh."
Ben:
"Ne oluyorsun hanımanne?"
Kaynanam:
"Kelime-i şehadet getiriyorum ... "
Ben:
"Ecelin mi yaklaştı?"
Kaynanam:
"A . . . Dur bakalım, daha vakit çok ! Torunlarıının çocukla­
rını göreceğim."
Ben:
"Can çekişir gibi niye gürüldüyorsun öyle?"
Kaynanam:
"Paraları gördüm, içim coştu. Sarraf camekanlarını süs­
leyen bu mübarek kağıtları bizim eve gönderen Cenab-ı
Hakk' ın büyüklüğüne, Peygamberinin yüceliğine ve şefaa­
tine şehadet getiriyorum. Rabbimden ümit kesilmez. Vermez

ıs
vermez de işte böyle bir gün gayp hazinesinden birkaç yüz
lira ihsan eder."
Ben:
"Bu paraları nereden bulduğumu sormuyorsun. Bak, kızın
çalmışsın diye benimle kavga ediyor."
Kaynanam:
"Damatçığım, sen onun kusuruna bakma! Kızım yoksul­
luk içinde çoluk çocuğuyla didine didine alık gibi bir şey
oldu. Erkek eve para getirsin de nereden getirirse gctirsin!
Çalsın, çırpsın, ne yaparsa yapsın . O tamamıyla kendisine
. .

ait... Kadının düşüneceği bir şey değil. . . Hususiyle bu zaman­


da ... Böyle zamanda . . . "
Ben:
"Ah, sevgili kaynanacığım! Bergson'u,3 Durkhaym' ı4
okumadan anandan filozof doğmuşsun. Bütün hayatı, top­
lum bilimlerini mide meselesi üzerinde derleyip topluyor­
sun. Gün görmüş kadınsın. Öyle pratik bir felsefen vardır ki,
darülftinı1n5 öğrencileri senin yanında çok yaya kalır. Dini,
ulı1hiyeti midenle ararsın. Bütün mukaddesatı midenle yücel­
tirsin. Sence en mühim ibadet evvela karın doyurmaktır. Ne
kadar acil olursa olsun bütün öteki işler sonra gelir."
Kaynanam:
"Öyle değil mi ya evlatçığım? Rezzak-ı alem6 evvela kar­
nıını doyursun, sonra benden namaz, niyaz istesin. Rabbimin
rızk hazinesi dururken ben kime avuç açayım? Vakıftar kalk­
tı. Eski imaretler kalmadı. Allah ' ın beyaz nur ayını kızıla bo­
yayan H ilal-i Ahmer'e7 mi gideyim? Şimdiki yardım evleri
3 Henri Bergson: 1941 'de ölen, Fransız Yahudi si felsefe profesörü.
4 David Emi le Durkheim: 1917'de ölen, fikirleriyle Ziya Gökalp'ı etkileyen Fran­
sız Yahudisi meşhur sosyolog.
5 Üniversite.
6 [)ütün alemleri rızıklaııdıraıı Allah Tt:iilii.
7 Eski Türkçe'de Kızılay manasma gelen ve Kızılay kurulduğunda kullanılan ilk
ismi.

16
insanın elinde yirmi dört saate kadar açlıktan öleceğine dair
bir hekim raporu görmedikçe kimseye bir lokma ekmek ver­
miyorlar."
Bütün evdeki aç mahlukat bilmem nasıl bir kerametle
para kokusunu alarak birbiri ardınca odaya doldular. Büyük
kız kardeşim Saime Hanım, oğlum Rıdvan, kızım Şükran,
evlatlığımız Mihrihan hepsi paraların karşısında el pençe di­
van durarak hazin bir dizi meydana getirdiler. Her birinin bir
söyleyeceği var. Paraların merhem vurulacak müzmin, ağrılı
birer yarası vardı.
Hazinemi gösterdiğime hata ettiğimi anladım. Ben niçin
bu ihtiyatsızlıkta bulundum? Hayli vakitten beridir zaruretle
kavrulan küçük, büyük ailem efradını sevindirmek için sanki
onların gözlerine ellilik paraların cazip manzaralarıyla bir bir
ziyafet çekmek istemiştim.
Oğlum kalpak, komple, iskarpin istiyor. Kızım ipek bluz,
bütün ayıplarını örtrnek üzere bir manto, en uzun yollara ta­
kunya ile gitmek zaruretinden kurtarmak için hizmetçi kıza
bir çift sağlam ayakkabının lüzumundan bahsolunuyor.
Kız kardeşim hep bu talepleri çatık kaşa, sessizce dinle­
dikten sonra:
"Şaşarım bu çocukların akıllarına . . . Hep süs fantaziye,
üste giyecek elbise düşünüyorlar. İ ç çamaşırları lime lime
dilenciden beter. . . "
Kaynanam:
"İ ç olmuş, dış olmuş; çamaşırın, elbisenin ehemmiyeti
yok. Nasıl olsa olur. Zahire düz evladım. Katıksız yağ te­
nekesini, zeytinyağ damacanasını doldur. Kilerde şekerin,
kahvenin, pirincin, sabunun kokusu bile kalmadı. Artık pas
tuttuk, kirli kukiaya döndük. Ü stümüzü başımızı yıkayalım,
yıkanalım. Biraz yiyelim, içelim! Can boğazdan gelir. Aç du­
rup da şık görünmeye hiç aklım ermez."

17
Ben:
"Para, gözünüze birdenbire çok göründü ama bununla do­
kuz kubbeli hamam yapılmaz."
Kaynanam:
"Ne olursa olsun oğlum, böyle fırsat her zaman ele geç­
mez. Şöyle bol cevizli bir Çerkez tavuğu yapalım! Ü zerine
yumurtası saçaklanmış bir yassı kadayıL Bu ölümlü dünya­
da bugün varsak yarın yokuz. Öl ürsem gözlerim açık gitme­
sin. Ortalıkta para yok diyorlar. Ben, bakkalların, manavla­
rın, tatlıcıların, pastacıların, muhallebicilerin dükkaniarının
yiyecek içecekle bu kadar dolu olduğu zamanı hiç bilmiyo­
rum. Para yoksa bunları kim alıp yiyor Allah aşkına?"
Ben:
"Kiminiz şıklık, kiminiz oburluk derdinde; bu parayı ne­
reden bulduğumu soran yok. Karım pek fena bir suizanla he­
men hırsızlığıma hükmediyordu."
Karım:
"Nereden buldun, söyle bakalım?"
Ben:
"Evi kiraya verdim."
Kız kardeşim:
"Kime?"
Ben:
"Hasebini nesebini tahkik edecek değilim ya? İ şte öyle
bir adama... "
Karım:
"Bütün bütün mü?"
Ben:

18
"Hayır. . . Alt kattan bize iki oda bırakıyorlar."
Karım:
"Kaça?"
Ben:
"Ayda yüz liraya . . . "
Kaynanam:
"Ev de kıza benzer; durur durur da bazen böyle dolgun
parayla bir iştahlısı çıkıverir."
Kız kardeşim:

"Kardeşim, genç oğlumuz, kızımız var. Münasebetsiz


kimseler olmasın?"
Ben:
"Münasebetli, münasebetsiz, bahtımıza ne çıkarsa. . . Ü ç
aylık kira bedeli verdiler, doksan gün evimizde oturacaklar.
İ şimize gelirse alL. Gelmezse çıkarırız vesselam."

Şimdi kadınlara kumardan, danstan bahsedip de onların za­


ten dürüst olmayan zihinlerini büsbütün bulandırarak ucu gel­
mez dırıltılara meydan açmadansa susmayı muvafık gördüm.

19
3

Ü ç bin türlü ihtiyaç, elimizdeki üç yüz lirayı gagalıyor.

Evdekilere kat ' i bir ketumluk emrettiğim halde sır sak­


lamak mümkün olmadı. Haneyi kiralayarak bir miktar para
aldığımız etrafta işitildi. Alacaklılar bastırdı. Karımın, oğ­
lumun, kızıının birer parça gönüllerini hoş edeyim, bol bi­
berli bir Çerkez tavuğuyla kaynanamın soğumuş kabını kız­
dırayım derken paranın yarısı elimizden uçtu. Eve gelecek
kiracıların, meslek, maksat, mahiyetleri her ne olursa olsun
veballerini çekmeye, başımızda değirmen çevirseler artık ey­
vallah demeye mecburduk.
Fakat kiracılar nerede? Bir hafta oldu henüz gelen giden
yok. Her yerde görünen, hiçbir mahalde yeri yurdu belli ol­
mayan, ne idüğü meşhul lakin zatı meşhur Şemi Beyefendi
niçin görünmüyor? Böyle zamanda, şişkin karnının üzerinde
taşımak ihtiyatsızlığında bulunduğu bisiklet zinciri kalın­
lığındaki altın kordonun hırsıyla bir tuzağa mı düşürüldü?
Bizdeki üç yüz liraya bir varis zuhur etmesin, dert orada. . .
Yoksa her gün olup biten hadiselerine hesapsız facialar
yazılan böyle bir zamanda Şemi Bey gibi bir kumarbazın zi­
yanına matem tutacak kadar kalbirnde rikkat yok. Bu katı yü­
rekliliğimden dolayı da kimse bana beddua etmez sanırım.
Bununla beraber, herhangi bir gün ben evde yokken kiracı
narnma gelen olursa içeri alınız, diye bizimkilere sıkı sıkıya
tembih ettim.
Bir akşam haneyi telaş içinde buldum. Küçüğü, büyüğü
"Sen dur, ben anlatayım !" acelesiyle karşımda kaynaşıyorlar.

20
Bu karmakarışık laf konseri içinde kaynanamın sesi piston
gibi ötekilere galebe ederek:
"Ah damatçığım kısa günde neler oldu, neler oldu! Yedi­
ler, içtiler, seviştiler, gittiler!"
Ben:
"Kimler?"
Kaynanam:
"Anlatacağım, ama bunlar rahat veriyorlar mı? Hepsini
sustur da beni dinle! "
Ben:
"Susunuz bakalım! Söz büyüğün, su küçüğün. . . Hanımni­
nemi dinleyelim!"
Kaynanarn bu iltifatım karşısında memnuniyetle yılışarak
ağzını yaya yaya başladı:
"Evlatçığım, biz aşağıdaki odada oturuyorduk. Sokaktan
bir otomobil homurtusu geldi. Biraz sonra bizim kapının zili
çınladı. Pencereden baktım, erkek dişi bir çift genç ... Deli­
kanlının elinde büyükçe bir çanta var. Kadının göğsü o kadar
açık ki, iki memesinin arasındaki elifı görünüyor."
Sordum:
"Kimdir o?"
"Şemi Beyefendi'nin kiraladığı hane burası değil mi?"
"Evet, civanım ! "
"Kapıyı açınız! Hem evi göreceğiz hem de biraz dinlene­
ceğiz. Yarın öbür gün taşınıyoruz."
"Biz de sizi bekliyorduk, buyurunuz! Başımızın üstünde
yeriniz var."
Kapıyı açtık. Genç kadın o kadar fıkırdak ki, alimallah
mızıkasız oynuyor. A lt beli üstüne, sanki yapışık değilmiş

21
gibi yukarısı sağa bmgıldarken aşağısı sola çalkanıyor. Erke­
ğe böyle şeyi baliandırması iyi değildir ama damadım, şim­
diki karıların vücutları mengeneye benziyor. Öyle de püften
giyinmiş ki, bedenin içinde aşık kemiğinin oynadığı seçili­
yor. Aa! B ırak kuzum, erkeklere kabahat bulmam. Karının
her tarafı bir tabak elmasiye8 gibi titriyor.
A, içtir bu, elbette çeker! Karı merdivenlerden çıkmıyor,
sekiyor. Biz arkalarından baka kaldık. Rıdvan karının oynak­
lığına, Şükran da tuvaletine9 yutkundular durdular.
Ben:
"Hanımnine, fazla tafsilata yekfın çek! Böyle bahse ço­
cuklarımın isimlerini de karıştırma!"
Kaynanam:
"Benim karıştırdığım yok kuzum, onlar kendileri karışı­
yorlar. Fazla sözü ben de sevmem. Şimdi kahve pişirerek
yanlarına çıkıp da ' Efendim, sefa geldiniz, uğurlar kademler
getirdini z ! ' diyelim mi, demeyelim mi? Zaman değişti. Bi­
zim bildiğimiz o eski yollar, erkanlar kalmadı. Fakat evla­
dım, bunlar kiracılarımız olmakla beraber bugün her halde
misafirlerimiz sayılırlar."
Kiracılar üst katı şöyle bir gezdikten sonra bahçe üstünde­
ki yeşil odaya çekildiler. Ne terbiyeli insanlar diyoruz. Yuka­
rıda çıt yok. Uzak yoldan gelmiş olmalılar. Belki yorgunluk
çıkarıyorlar. Biz vazifemizi yapalım da onlar ne derlerse de­
sinler. Güzel bir kahve pişirdim. Mihriban'a yeni önlüğünü
giydirdim, tepsiyi eline verdim. İ ki bardak suyla beraber yu­
karı gönderdim. Çok geçmeden kız elinde tepsi ile ters yüzü­
ne aşağıya geldi .
"Kız, kahveyi vermeden niye geldin?"
"içeriye girmeye korktum."

8 Meyve suyundan yapılan, jölemsi bir çeşit pe!te.


9 Hanımların balo, düğün vb. gece toplantılarında giydikleri uzun ve ağır elbise.

22
"Ay, niçin?"
"Kapıyı usulcacık karıştırdım, içerden kilitli . . . "
"Eee?"
"Sonra kulağıını içeri verdim."
"Ne duydun?"
" "
"Kız söylesene?"
"Kiracılar galiba hastaianmış lar."
"Nerden anladın?"
"Hanım da, bey de ince ince inliyorlar."
Kaynanarn kocakanlığının bütün kötülüğüyle yüzünü bu­
ruşturarak devam etti:
"Damat, bu ince iniltİ benim de mideınİ bozdu. Kolera,
zatürreli veba, otomobil gibi birden çarpan İ spanyol gribi . . .
A, her türlüsü aklıma geldi. Yanlarına çıkayım, zavallıların
hatıriarını sorayım, dedim. O ara kapının zili acı acı çalındı.
Kimdir acaba, bu da bir zorlusu. Pencereyi açtım, baktım.
Kalpaklı, boylu boslu, biraz kart simalı birisi."
"Ne istiyorsunuz?"
"Hanım, bir parça aşağı gel!"
"Aşağıya niye geleyim? Ne diyeceksen buradan söyle!"
"Lafım mahremdir. Komşulara duyurmak istemiyorum.
Bana göre bir şey yok, yine sizin menfaatiniz için ... "
Al damadım bir mide bulantısı daha . . . Aşağı indim. Kapı­
yı araladım. Herif:
"Hanım!"
Ben:
"Efendim!"

23
"Burada gizli bir ev açılmış, burası mı?"
"Nasıl ev?"
"Modemhane . . . "
"Ne demek o?''
"Canım randevu mahalli ... "
"Öyle şeyden haberim yok."
"İ nkar etme! "
"Ağzını topla! Valiahi şimdi komisere gider, seni şikayet
ederim. Biz bu mahallenin kırk yıllık muteberiyiz... "
"Benim öyle laflara kamım tok. Biliyorum. Ü lfet ile N us-
ret ikisi de burada ... "
"Ü lfet ile Nusret? Bu isimleri hiç tanımıyoruz."
"Tanımıyorsunuz ama ikisi de içerde ... Follukta ... "
"Hezeyan ediyorsunuz efendi ! "
"Kocakan, hezeyanı sen ediyorsun. Ben şimdi o tepeli ta­
vukla güdük horozu dışarı çıkartır, sansar atılışıyla boğarım.
Bana Felek Ali derler. Valiahi sizi götünüzden tutuştururum.
(Afedersiniz, duyduğum gibi söylüyorum). Gazlı paçavra
parlayışıyla cayır cayır yakarım. Ya onları şimdi buraya in­
dirmeli yahut beni yukarıya yanlarına çıkarmalı ... "
Korkumdan hemen kapıyı kapadım, elim ayağım pır pır
titriyor. Şefikam bir tarafta baygınlıklar geçiriyor. Saime
Hanım'ın sinirine dokundu, bir hıçkırığa tutuldu, boğuluyor
sandık. Çoluk çocukta bet beniz uçtu, Ü lfet i le Nusret yukarı­
da... Felek Ali sokak kapısının önünde... Şimdi ne yapacağız?
Baktım kimseden medet yok, iş bana kaldı. Heyecandan ke­
siliyorum. Merdiven çıkacak halim yok. Ne ise inieye sıkiaya
üst katı buldum. Hastalıktan hala inliyorlar mı, diye dinleme­
den telaşla, güm güm ınİsafirlerin kapılarına vurdum.

24
İçeriden erkek sesi:

"Pek yorgunuz. Biraz uyuyoruz. B izi rahatsız etmeyi­


niz!"
"Beyefendi, afedersiniz sizi rahatsız eden biz değiliz."
"Tuhaf şey... Ya kimdir?"
"Felek Ali Bey sokak kapısının önünde bağırıp çağırıyor.
Kundak koyup evi tutuştururum, diye yemin billah edip du­
ruyor."
Bu Felek Ali Bey niimı, yangın topu gibi içeridekileri bir­
denbire telaşa verdi. Artık hiçbir şey düşünmeyerek kapıyı
açtılar. Bu nasıl yorgunluk uykusudur? Sere serpe öyle so­
yunup dükünmüşler ki, içeri bakmaya utandım. Nusret Bey
alelacele sırtına geçirdiği frenk gömleğinin pek örtmedİğİ
çıplaklığıyla yanıma gelerek:
"Felek Ali, vay kerata, aşağıda ha?''
"Evet. .."
"Ne diyor?"
"Ü lfet ile Nusret aşağıya gelsinler diyor."
"Siz bizim burada olduğumuzu ona söylediniz mi?''
"Hayır, ben bir şey demedim."
"Vallahi ben revolverimi10 bu sabah o heritin kafasında
patlatmak için doldurdum."
İ çeriden buram buram rakı kokusu gelmeye başladı. Ne­
reden buldular? Besbelli çantanın içinde getirmiş olmalılar.
Bir belalı Felek Ali ile bir sarhoş Nusret' in arasında kaldığı­
mızı anlayarak:
"Afedersiniz! Tabaneanızı başka yerde patlatınız. Burası
muharebe meydanı değil. Benim çoluğum çocuğum korkar,

ı O Altıpatlar ya da revolver. tek dolumla birden fazla ateş edebilen bir tabancad ır.

25
siz kiracı namıyla bu eve girdiniz. Güpegündüz ne çabuk
uykuya yattınız! Siz iki genç malıluk birbirinizin nesisiniz?
Söyleyiniz bana!"
"Biz yeni evlenmiş karı kocayız."
"Aşağıda ağzını bozan Felek Ali Bey, neniz oluyor?"
"Karımın eski kocası."
"O boşadı sen aldın, değil mi yavrum?"
"Evet, Allah ' ın emriyle."
"Allah böyle karışık şeyler emretmez. Eski koca, yeni
koca, siz karınız yüzünden çekişecekseniz kavganızı başka
yerde yapınız! Mahalle arasında gürültü çıkarıp da başımıza
belalar getirmeyiniz! Namuslu, uslu, akıllı adamlar tabanca
ile kan paylaşmazlar. Bu mahkemede çözülecek bir dava ...
Biz iki kocalı kadına ev vermedik. Haşa . "
..

26
4

Ü lfet Hanım, harnarnda silecek bekler gibi çıplak bir hal­


de, çapraz iki eliyle göğsü üzerinde memelerini tuta tuta,
uzanmış olduğu sedirden kalkarak:
"Sen ağzı kalabalık bir kadına benziyorsun. Ben kocaka­
rılarla konuşmasını sevmem. Sen git de evde bir genci varsa
onu gönder!"
"Kızım, ben seninle uzun boylu konuşmaya gelmedim.
Fesat bütün senin başının altından çıkıyor. İ ki kocandan
hangini tercih ediyorsan, evimiz taşlanmadan, mahalleli ka­
pımıza üşüşmeden ötekine meram anlat! Birinci kocandan
tamamıyla ayrılmadan galiba ikincisiyle soyunup dökünüp
yatıyorsun. Buna adeta üstü açık rezalet derler. Dediler ya!
Dedilerdi ya! Dünya tersine döndü ... Bundan sonra bir ka­
dının iki üç kocası olacak dedilerdi de ben inanmadıydım.
Meğerse sahiymiş a dostlar!"
"Sen karışma, bu kocakarılara göre bir lakırdı değil... B ir
kadın üç kocaya varacaksa gençler varacak. Sana ne? İ şte ben
tecrübesini yapıyorum. Arabaya koşulan çifte beygir gibi iki
erkek kullanıyorum. Bugün dövüşürler, yarın kavga ederler,
öbür gün elbette alışırlar. Evvelden de bir erkekle oturmayan
karılar çoktu. Fakat bu iş gizli olurdu. Ş imdi aşikar oldu. Mo­
demlikte kadınla erkek hukukça birbirine eşit. İ kisi de içiyor,
ikisi de barda dans ediyor, ikisi de silah kullanıyor."
"Ceniib-ı Hak erkeği erkek, kadını kadın yaratmış. Bu ne
azgınlık kızım, bu ne azgınlık? Bir parça daha gayret etseniz
çocuklarınızı da erkeklere doğurtacaksınız."

27
Yukarıda biz böyle tartışırken aşağıda Felek Ali Bey, ka­
pının zilini koparacak gibi bir şiddetle çekiyor. Çoluk ço­
cuğumuz titreşiyor. Artık kendimi tutamadım, daha taşına­
madığı kira evinde soyunup da sözüm ona koca ile yatan bu
kahağa dedim ki:
"Mademki erkeğin her yaptığını kadın da yapabilirmiş.
Bak, herif kapımızın önünde, rezaleti ayyuka çıkarıyor. Re­
vol veri eline al da çık karşısına bakalım!"
"O da bir iş mi? Çı karım. Ben Felek Ali Bey gibi kaç ço­
marı karşımda sustaya durdurmuş kadınım. Beni boşadı, çar­
çabuk pişman oldu. Yanmaya başladı. Yansın kerata, yansın
deyyus ! Bu benim yere batası erkek güruhundan, ta kadın
ninemin kadın ninesinden kalma çıkarılacak hınçlarım var."
"Kızım, o kadar sert söyleme, karşındaki delikanlı da er­
kek! Belki gücenir."
"Gücenmez, gücenmez... Ben koynuna girdiğim erkeğin
derhal darasım alırım. Tahkire, cefaya tahammül derecesini
anlarım. Kadın erkeğe, erkek de kadına tabiatı itibarıyla düş­
kündür, bağlıdır. Çünkü biri tohum, biri tarla... İ kisi birleş­
mezse dünya sekenesiz 1 1 kalır. Cemib-ı Hak böyle buyurmuş.
Kavga dövüş, bu insan ziraatine iki cins beraber çalışacak lar­
dır. Buna mahkfımdurlar."
"A, sürtük çok biliyor. Hangi fen mektebinden çıkmış bil­
mem! Kadınla erkeğin böyle kavga dövüşüne, çift sürmele­
rine hangi ziraat bakanı karışır? Ondan da haberim yok. Ah
damadı m ! "
Genç karı böyle avukat gibi söylene söylene giyindi.
Nusret'ten revolverini istedi. Çocuk hiç itiraz etmeden verdi.
Çantalarını aldılar, merdivenlerden aşağıya koşadarken ben
arkalarından bağırıyorum:
"Sakın ha, o uğursuz tabaneayı evin içinde patlatmayınız.
Bir kaza olur diye onlara, korkmayınız avazıyla da bizim
I I Sekene: Bir yerde oturanlar, ikameı edenler.

28
çocuklara bağırıyorum. Girdikleri kira evinin i lk saatinde
dünyaya adam yetiştirmek için çift sürdüklerini iddia eden
bu sarhoş karıyla delikanlının Felek A l i Bey'in karşısında ne
yapacaklarını görmek için biz pencerelere üşüştük. Ah, neler
işittik damat neler! Çoluğun çocuğun yanında utandık. Yerle­
re geçtik. Ben binde birini anlatamam ama sen yine dinle! "
Felek Ali Bey, kapının önünde elinde revolverle boylu bo­
yunca eski eşi Ü lfet Hanım'ı görünce:
"Vay nazeninim! Gelip de sizi bulamayacak mıyım san­
dınız?"
Ü lfet:

"Bilirim, av köpekleri kadar koku alırsın. İ şediğim yerle­


ri birkaç kilometre uzaktan keşfedersin. Herif, ne istiyorsun
benden?"
"Karım değil misin?"
"Değilim."
"Ben seni boşamadım ki!"
"Ben seni çoktan boşadım."
"Şer'an, kanunen nikah bağını yalnız erkek çözebilir."
"Belki eskiden öyle imiştir ama şimdi değil. Öyle bağ
çözmek, boşamak, boşamamak yok artık. Gönül kimi sever­
se güzel odur."
"Sen tabaneayı aşağı indir! Hak benimken niçin vuruşa­
yım? Kim kimi boşayabilirmiş, sonra öğrenirsin."
"Nereye müracaat edeceksin? Eski Şeyhülislam kapısın­
da şimdi çocuklar top oynuyor. Artık zorbalık devri saltanatı
geçti. Akıl, mantık, modemlik devri geldi. Düzmecenin, hi­
lenin, fırıldak riyanın gemisi yürümez. Bu vakitte birbirine
sadakatle bağlı bana iki karı koca bul, alnını karışlayayım
senin ... Tabiat iki cinsi de kararsızlığa çekiyor. Hakikat böy-

29
leyken ömür örnüre beraber yaşamak için birbirine kenetle­
nen erkekle dişiyi bana göster, ahmakların derhal idamlarına
hükmedeyim. Ş imdiki kocam Nusret'tir. İ mamı, muhtarı ka­
rıştırmadan kalbirnizin tasdikiyle, medeni nikahla evlendik.
Aramızda hiç öyle halattan, zincirden bağ yoktur. Birbirimiz­
den doyup bıktığımız gün kimse k imseye baş belası olmadan
vedalaşıp ayrılacağız. İ şte bu kadar.
Kapının önünde böyle birbiriyle imtihana giriştiler. Fakat
aralarında ne kan oldu ne kavga... Nihayet heriflerden biri
karının sağ koluna girdi, öteki soluna... Defoldular, gittiler.
Erkek hazınettikten sonra kadın her türlüsünü yapar ev la­
dım! Bu nasıl karı kocalıktır? Birbirini buluyorlar, çarçabuk
bir kalp nikahı kıyıyorlar. Ev yok, yurt yok, yabancı yuvaya
yumurttayan kuşlar gibi rast geldikleri yerde soyunup yatı­
yorlar. Bundan sonra doğacak çocuklardan hayr umanlara
şaşarım.
Sonra damatcığım yukarıya, odaya çıktık. Oturdukları
yeri meyhaneye çevirmişler. Çarçabuk rakı kokusu her tarafa
sinmiş. Karides, şam fıstığı kabukları, çiroz kılçıkları oraya
buraya saçılmış. Bu haspalar aile yurdunda büyümüş kim­
selere benzemiyorlar. Kiracılarımızın ilk kaymağı böyle or­
taya çıktı. Bakalım bunların arkasından kaç kocalı nazenin­
lerle müşerref olacağız? Yediğim Çerkez tavuğunun biberi
boğazımı yakıp duruyor. Ah, başımız büyük bir belaya girdi.
Evcek hepimizi derleyip, toplayıp pazara götürseler üç yüz
lira etmeyiz. Parayı iade edemedikten sonra derdi çekmeye,
başlarımızı açıp felaketi beklerneye mecburuz."

30
5

Kocakarılığın bütün mübalağasıyla ve gençler üzerindeki


hınçlarının feveranlarına kapıla kapıla, kaynanamın anlattığı
bu taze vak'a, siyah bir ejderha zehiriyle beyniınİ sardı. Şemi
Bey'in kumarbaz olduğunu biliyordum. fakat onun bu kadar
adi bir muhabbet tellallığı derekesine düşmüş bulunduğuna
ihtimal vermemiştim. Herifbirdenbire elime sunduğu üç yüz
lira ile beni efsunladı, bitirdi. Açlıkta başı dönen insan bu
yolda namus kazalarma maruz kalıyor. Evimde ilk zina vukfı
buldu. Ben bunun ücretini aldım. Masum ailemi böyle bir
temaşa karşısında bulundurdum. İ lk günah Şemi 'ye ait, ikin­
cisi de bana değil mi? Evvelde bir mazeretim vardı. Hakikati
bilmiyordum. Fakat şimdi biliyorum. B ilerek susmak kabul
etmek değil midir?
Parasını iade et, herifi kov! Mümkün değil ! Tahammül
ey le, bu hiç mümkün değil. Ben bu iki muhalin arasında gali­
ba birkaç güne kadar akıl hastenesinin yolunu tutturacağım.
Herif hiç düşünmeden üç yüz lirayı elime sayıverdi. Çün­
kü benim budalalığımdan istifade ile kendisi çok kazanacak.
Evimin odalarını bir çifte hane gibi her gün birkaç saatliğine
kiraya verirse kendisi çok alacak. O benim namus patron­
luğum altında bu sanatı pahalı yapacak. Ben Allah'a, halka,
vicdanıma karşı ucuz lekelenmiş olacağım. Aman Rabbim,
bu cehennem çıkınazından bir an evvel beni sen kurtar. Çün­
kü kendimde buna kudret yok. Debelendikçe daha ziyade gö­
müleceğim. Belki nefızibillah12 bir an gelecek ki, büsbütün

1 2 Allah bizi korusun manasında bir hayret ifadesi.

31
mücadele kuvvetinden kalarak kendimi akıntıya bırakacağım
Ailemi, bu lağımdan çıkan kokuşmuş şeylerle beslerneye
mecbur olacağım ve nihayet alışacağım. Zamanın, "geçim
için her yol mübahtır" düsturu ile hareket eden hastalıklılar
güruhuna karışacağım.
Küçük büyük ev halkı alt katta bir odaya toplandık. Fikir
alışverişinde bulunuyoruz. Bazımız gülünecek, bazımız ağla­
nacak, her birimiz bir türlü fikir beyan ediyoruz, bir akıl dü­
şünüyoruz. Fakat sözlerimizin hiçbirinde felaha çıkar bir iz
ucu göremiyoruz. Mesele üç yüz liranın iadesi noktasına da­
yanınca hepimizin yüreklerimize bir çarpıntı, dilierimize bir
kekemelik geliyor. Karım sinir bulıranları içinde bağırıyor:
"Efendi, buna düzcesi "kerhanecilik" derler. Bu rezalet de
tay, masum çocuklarımızın önünde oluyor."
Kaynanarn cevap veriyor:
"Evden çıkınız deyince paraları geri vermeli. Vermezsek
buna da dolandırıcı lık derler."
Biz bu davada iken, kapının zili siniri tutmuş bir canlı gibi
uzun uzun çırpındı. Hepimiz bu titrerneyi derhal kalplerimiz­
de duyduk. Yine kimdir o? Yukanki odada soyunup yatmak
için ikinci kafile kiracılar mı geliyor? Meçhul bir korkunun
uğursuzluğuyla sarsılıyorduk.
Şehadet parmağımı dudaklarıma götürerek hepsine sükfıt
işareti verdikten sonra pencerenin kenanndan kapıya baktım.
Bir tehlikeden ürkmüş gibi ufak bir sayhayla hemen geri çe­
kildim. Sessiz bir sual ile derin derin yüzüme bakanlara umu­
mi bir cevap olmak üzere:
"0 ... geldi ... dedim . . . "

Karım:
"O kim?"
"Şemi Efendi . . . "

32
Şimdi ne yapalım? Herifı kovalım mı? Kapıyı açıp içeriye
mi alalım? Ayıbını yüzüne vurarak def etmeye kalksak bu
kepazeyi utandıramayacağımızdan eminim. Onda sıkılıp da
üç yüz lirayı bırakarak kaçacak surat yok. i çeriye kabul etsek
onun sanatına iştirakimizin mukaddimesine girmiş olacağız.
Evimizin kira bedeli şeklinde cebimize giren lanetli para, çö­
zülmez bir uğursuzlukla bizi ona bağlamıştı.
İ nsan bazen en büyük nefret ve tiksintisine rağmen kaza
türünden ne büyük fenalıklara uğruyor! Bundan sonra, mu­
habbet ticaretiyle geçinen kimselere nefretle bakmayacağım.
"Vah zavallı adamlar! Siz bu kötü mesleğe hangi nasıl bed­
baht sebeplerle düştünüz?" teessüfleriyle o talih kurbaniarına
acıyacağım . . .
Herif dışarıda zili çalıyor, biz içeride bir türlü hiçbir şeye
karar veremiyoruz. Aklımı kaçırmamak için nihayet bazı te­
selli yolları aramaya mecbur oldum. Belki bizimkisi de fazla
bir bağnazlık, pek çiğ bir kuruntu . . . B ir kuruotunun üzüntü­
sü ... Herhangi bir haneye niyetleri bozuk kiracılar taşınabilir.
Bunda mal sahibinin namusunu cidden zedeleyecek, tamiri
imkansız olan ne fenalık vardır? Pek namuslu insanlar tanı­
yorum ki, Beyoğlu 'nda geneleveilere kiralanmış apartmaola­
rının geliriyle geçiniyorlar. Hükümet bile bu ticaretten vergi
alıyor.
Şemi'yi kapının önünden kovmakla iş bitmiş olmayacak­
tı . Her durumda herifte görüşüp anlaşmamız icap ediyordu.
İ çimden böyle bir teselli yolu buldum. Lakin sinirierime
büsbütün hakim olamıyordum. Asık bir suratla kapıyı açtım.
Herif şişman karnının üzerinde altın kordonunu saliayarak
güleryüzle içeri girdi. Selamlaştık.
O, bendeki somurtkanlığa dikkat etmeyerek:
"Affedersiniz birader, diğer işlerim zuhur etti gelemedim."
"Fakat sizden evvel geldiler... "

33
Şemi gözlerini gözlerime çengelleyerek büyük bir şaşkın­
lıkla sordu:
"Kim? Kimler?"
"Bir delikanlı ile bir genç kadın."
"Adları? Sanları?"
"Kendi sözlerine bakılırsa biri Nusret Bey, öbürü de "Ü l­
fet Hanım" imiş."
"Vay kepazeler, vay edepsizler!"
"Sizin namımza müracaat ettiler. Kapıyı açınız. Evi göre­
ceğiz. Yarın öbür gün taşınıyoruz, dediler. Tabii, biz de açtık.
Bu çifti içeri aldık. Yukarı çıktılar."
"Yukarıda ne yaptılar?"
"Öyle genç erkekle genç kadın bir odaya kapanınca ne
yaparlar?"
"Besbedava ... Öyle mi?''
"Niyetlerini evvelce anlayamamış olduğum için ücret ta­
lebi aklıma gelmemişti."
Heritin "Öyle bir işi besbedava görmelerine nasıl mü­
saade ettin?" şeklindeki hayretine karşı benzim pek ziyade
atmış, suratım çok fena karışmış olmalı ki, Şemi riyakar ilti­
fatıyla beni avutmak için arkarnı sıvayarak:
"Adam sen de Baba Salah, ne kadar da kuruntulusun. Öyle
edepsizler için kendini üzüyorsun. Yazık değil mi sana?''
"Ama sende de besbedava teessüfüyle bu işin ücretsiz
vukfıuna öyle bir kederleniş var k i ! "
"Çok tuhaf insansın, adam sen de! Böyle çocuklukları bı­
rak ! Ciddi konuşalım."
"Bu bahiste çocukluk yok. Gayet ciddi konuşuyorum."
"Peki; fakat durunuz, size meselenin esasını anlatayım! "

34
"Ben daha söyleyeceğiınİ bitirmedim k i ! "
"Daha n e var?"
"Ne olacak? İ şin sonu, evvelinden berbat..."
"Anlat Baba Salah, anlat!"
"Nusret Bey ile Ü lfet Hanım üst kata çıkıp odaya kapa­
nırlar. Sokak kapısının zili yine öter. Bu sefer kim gelse be­
ğenirsiniz?"
"Hayır, valiahi bilemem !"
"Felek Ali Bey ... "
"Vay pislik! Bunlar nasıl koku aldılar böyle?"
"Bunların nasıl koku aldıklarını ve size olan yakınlık de­
recelerini bilemem. Yalnız burunlarının pek hassas olduğu
anlaşılıyor. Felek' in ettiği küstahlıklar yukarıda çift yatanla­
rın edepsizliklerini de geçti."
"Ne yaptı mel'un?"
"Felek Ali, kaynanama 'Buralarda gizli bir randevu evi
açılmış; orası burası mıdır?' diye sormuş."
"Bak, bak eşekliğe, bak! Dinleyiniz, bunların ne mal ol­
duklarını sana anlatayım! Bu Felek denilen herif bir panayır
keratası... O Ü lfet narnındaki karı bolşevik orospusu . . . Nus­
ret, bu iki barbarın arasında onlardan daha aşağılık bir malı­
luk . . ."
"Affedersin panayır keratası ne demektir, bilmiyorum. Bu
sıfatı şimdiye kadar hiç işitmedim. Bu bolşevik orospusunun
diğer fahişelerden farkı nedir? Ona da vakıf değilim."
"Çok saf adamsın, alemin ahvaline bu kayıtsızlıkla nasıl
yaşıyorsun?"
"A lemin alıvalinin bu tür malumatma dair alim olmak is­
temem."

35
"Her şeyin ilmi eelılinden evladır. Aile sahibisin. Çoluk
çocuğun var."
"Yetişkin bir oğlumla bir kızım var."
"Allah bağışlasın! O halde ırz, namus aleyhindeki teşki-
latı bilmelisin."
"Ne diyorsun? Böyle bir teşkilat mı var?"
"Evet, sana bir n ebze anlatayım."
"Sen de bu muhterem olmayan cemiyetin azasından mı­
sın?"
"Haşa, bugün değilim."
"Haşa bugün değilim ne demek?"
"Haşa bugün değilim, belki yarın olabilirim demektir."
"Olup olmamak senin elinde değil mi?''
"Heyhat, hayır! İ nsan bir şeyi ya isteyerek olur, ya zor­
la olur, ya da talibin sevkiyle farkına varmayarak atışa atışa
olur."
Kalbirnde öyle bir merak kaynamaya başladı ki, sualimin
garipliğini düşünmeyerek sordum:
"Benim için ne dersin? Bu cemiyete aza kaydolunmamı
muhtemel görüyor musun?"
"Hay hay! İ htiyaç hissedince ... "
"Ağzını topla!"
"Ekmeğin okkası 1 3 bir liraya çıkınca ne yapacaksın?"
"Bu balıiste seninle laubali olmak istemem. Saçmatıyor-
sun."
"Ne yönden saçmaladığımı lütfen izah eder misin?"
"Bu pek kolay."
13 1 2 83 gramlık eski bir ağırlık ölçüsü birimi.

36
"Nasıl? Lütfet!"
"Ekmeğin bir liraya fırlarlığını farz ve bütün namusların
pazara çıkarılacağını haydi büsbütün üzülerek kabul edelim.
Lakin derhal piyasaya düşen, kaldırırnlara dökülen bu kadar
ırz ve namusu satın alacak milyonlar nerede? Buna sermaye
mi yetişir?"
"Ha, işte ben de sana bu yönü anlatayım! Haydi bir yere
oturalım!"
Herif muhabbet simsarlığından felsefe ders i vererek beni
kendine muavin yapacak galiba. . . Nasıl oldu da beni de bu
mesleğe kabiliyedi gördü, bilmem.

37
6

Ü st kata çıktık. Şemi Bey her tarafı dolaştı. Odaların dü­


zeni hoşuna gitti. Her odanın kullanma şekline dair zihnin­
den birtakım hesaplar yaparak "A la, ala!" takdirleriyle mem­
nuniyet beyan ediyordu. Yalnız mobilya yüzünden somurttu.
Ev büsbütün çıplak değildi. Lakin mevcut eşya kırık dökük,
yıpranmış şeylerdi.
Biraz evvel Nusret Bey ile Ü lfet Hanım 'a zifaf odası olan
yeşil odaya geldik. Pencere kenarına iki iskemle çektik. M ih­
rihan bize kahve getirdi. Şemi Bey, evlatlığımızı dikkatle sü­
zerek:
"Bir iki sene sonra çok güzel bir kız olacak. Şimdi de gü-
zel lakin kıyafet, tuvaJet düşkünü. Kaç yaşında var?"
"On beşini bitiriyor."
"Meleklik devrinden kadınlık çağına giriyor."
On beş, on altı yaşında bir kız dumanı üstünde bir cennet
meyvesidir. Erbabı için hiçbir şey, hiçbir şey bu kadar leziz
olamaz.
Kuyumcu nasıl elmastan, çingene kasnaklık ağaçtan,
çoban koyundan anlarsa, bu herif de kadın uzmanı idi. Bu
kadın değerlendiricisi kızımı görse derhal ona da bir kıyınet
biçecekti. Mesleğini bu kadar aleniyete vuran bir muhabbet
tüccarıyla ben görüşecek, onu evime, ailemle aynı dam altına
nasıl kabul edecektim?
Durup durup da gelen kusma gibi vicdanım isyan ediyor­
du. Hayır, bu olamazdı! Mümkün değildi. Fakat herife üç yüz

38
lira borçlu idim. Onun parasını kabul etmiş, ahlak lağımının
en pis kokulu sızıntılarından bu kirli nakiti biz yemiş içmiş­
tİk. Bu felaketten kurtulmamıza bir çare buluncaya kadar ben
bu deyyusun ağız kokusunu dinlemeye mecburdum.
Birer cigara yaktık. Kahve fincanlarını aldık. Hafif du­
manların arasından bağazın yeşilimsi kıvrıntılarını seyreder­
ken hatip kendisine has, mütebessim bir belagatla söze baş­
ladı:
"Azizim, tabiatta lodos, poyraz, gündoğusu gibi türlü tür­
lü rüzgarlar eser ve bu havaların insanlar, hayvanlar, ağaçlar,
bitkiler üzerinde faydalı, zararlı yine türlü türlü tesirleri var­
dır. Beşeri cemiyetler de muhitin işte böyle iyi, fena birtakım
cereyanlarına tabidirler. Ortada herhangi bir hali doğuran
sebepler mevcutken bunların izalesi orta çaresini bulamayıp
da yalnız yaptıkları fena tesirleri menetmeye uğraşmak bey­
hude bir yorgunluktur. İ nsan aç kalınca çalar. Bir genç se­
vince yüreğinin meyillerine kapılarak her şeyi göze alır. Bir
makam hırslısı, önünde bir içtimal merdiven görünce hemen
tırmanır. Bunlar pek tabii hadiselerdir. Fenalıkların kapılarını
apaçık bırakıp da sonra kabahati büsbütün buraya dalanlara
bulmak doğru değildir."
Fuhşun çokluğundan şikayet olunuyor. Evet, bugün fuhuş
çoktur ve daha çoğalacaktır. Erkek evI enecek para, kadın va­
racak koca bulamayınca, zannediyor musunuz ki tabiat bu
mazeret önünde iki cinsin üzerindeki sevda baskısını azalta­
caktır. Hayır, ev yine daima erkekleri baba, kadınları ana ol­
maya zorlayacaktır. Onlar yine sevişcceklerdir. Fakat cinayet
işler gibi zürriyyete hizmet etmek için değil, yalnız yürekle­
rinin kanlarının ateşlerini söndürmek için . . .
Alınan her türlü tedbire rağmen b u yasak aşktan kazara
dünyaya bir ürün gelirse, ya bağulacak ya da atılacaktır. Ci­
nayetin cezası her şeyden habersiz zavall ı masuma çektirile­
cektir.

39
Her sene dünyaya ters kapıdan doğup da yine derhal gel­
dikleri yere iade edilen piçlerin adetleri hakkında istatistikler
tutulsa, bunların çokluğuna acıyarak hayret edersiniz. Gün­
den güne artan zorluklardan dolayı meşru evlilikler azalıyor,
gayrimeşru münasebetler çoğalıyor. Bütün insan toplulukla­
rı bir uçurumun önündedir. İ nsanlar hayvanlar gibi evlenip
çoğalabilir mi? Erkek, bir boğa gibi dişiyi aşılasın, savuşup
gitsin! Sonra aile mefhumu, yuva, evlat muhabbeti ne olur?
Bu işin sonu nereye varacak, söyleyiniz bakayım? Ne çare
düşünüyorsunuz?"
"Benim geçim derdinden başka bir şey düşünmeye vak­
tim yok. Bu mühim meseleleri düşünmek, aile kanunları
tanzimiyle meşgul olanların vazifeleridir. Millet Meclisi kür­
süsünden bekarlara vergi koyma tekli fini bağırmayı, bu pek
tafsilatlı meselenin halledilmesi için kati zannedenler düşün­
sünler. Ben yüklü bir manda arabasına koşulmayı bir aile
yükü altına girmekten çok daha zararsız bulurum. B ildiğim
budur. H içbir vergi bir ev beslemekten ağır olamaz."
"Efendi, düşünmeye mecbursun!"
"Rica ederim. Neden?"
"Oğlum, kızım var diyorsun."
"Bu memlekette oğlu, kızı olan yalnız ben değilim ya!"
"Sosyal meseleler toplumu meydana getiren her fertle
alakaladır. Memleket idaresinden hepimizin sorumluluk payı
vardır. Bu kadar aç insanı yalnız hükümet doyuramaz. He­
pimiz faydalı teşebbüslere atılmalıyız. Bağnazlığı, göreneği,
asırlarca bizi miskinleştiren adetleri, hatta lüzumsuz utanma­
ları, sıkılmaları üzerimizden atmalıyız. Çünkü sahte namus
ve utanmayla birçok teşebbüslerden çekinenler, sonra sonra
utanmazların hizmetkarları olurlar."
"Aman Şemi B ey, benim köhne kafama yerleşmiş anane­
leri, doğduğum günden beri dini bir hürmetle beraber yaşa-

40
dığım ve tapındığım sevgili fikirlerimi bozmaya uğraşmal
Yalnız beni hasta edersin, başka hiçbir şeye muvaffak ola­
mazsın."
"Senin kafanda örümcek tutarak yıllanmış, kaskatı kalmış,
ne kadar bayat, dolayısıyla hayatın gelişmesine zarar verecek
fikirler varsa, tehlikeli asırlık bir hacanın kurumlarını ayıklar
gibi bunları temizlerneye uğraşacağım. Sana medeniyetin en
son silahlarıyla hücum edeceğim."
"Benim Hakk'a özüm doğrudur. Bir şey yapamazsın."
"Dinle! Şimdi Türk'ten gayrı bir milletten geçimini ah­
laksızlıkla temin eden bir tip alalım! Fakat bu ahlaksızlık se­
nin gibi kurum tutmuş kafaların telakkilerine göredir. Mesela
birçok deliğe girip çıkan bir komisyoncu, bir simsar, şöyle
böyle cüretler, becerikliklerle havadan para kazanarak mis
gibi geçiniyor. Günde seksen kişi ona aldanıyor. Fakat ak­
şam evine döndüğü vakit, elektrik lambaları altına serili kar
gibi beyaz keten örtünün üzerinde, çoluk çocuğuyla beraber
gıdalı, leziz yemeklerle can besliyor. Açlık, sefaJet bu hane­
nin kapısından içeri giremiyor. Fakat sen ne yapıyorsun? Hiç
kimseyi aldatmıyorsun."
"Eihamdülilliih . . . "
"Lakin efendi, açsın."
"Açım ama vicdanım rahat, gönlüm rahat, üzerimde kim­
senin vebali yok."
"Ben seni aç bırakmayacağım, Efendi ! Kafanın örüm­
ceklerini temizleyip seni çağdaş bir adam yapacağım. Aç ka­
lanlar daima aldananlardır. Yaşamak için mutlaka aldatmak
lazımdır. Sanayide, ticarette, bütün alışverişlerde, siyasette,
aşkta, muhabbette, edebiyatta, felsefede, hatta ahlakiyatta
bile böyledir. Aldatmak bir ata biner gibi iiiemin üstüne çık­
mak, aldanmak altta kalarak dünya sefaJetini taşıyıp ezilmek­
tir. Aldanmanın ahirete bir faydası olduğunu zannetmek de

41
büyük hatadır. Sana bunu böyle söyleyenler seni aldatıyorlar
demektir."
"Yalancılık, hilekarlık, namusa aykırı değil midir?"
"Namus . . . Evet, bu çok lastikli bir kelimedir. Her mem­
lekete göre anlamı değişir. Burada namussuzluk sayılan bir
hareket başka diyarda kahramanlık, erdemlilik sayılır. Her
adet ve kanunun bir vakti, bir ömrü vardır. Her şey zaman ve
mekanla değişen bir ölçüye tabidir. Fakat Salah Efendi, niçin
benzin sararıyor? N için vücudunu titreme alıyor?"
"Sararıyorum. Titriyorum. Çünkü sen beni çok fena şey­
lere alıştırmak istiyorsun. Bu felaketi açıkça hissediyorum."
"Ben sana insanlıktan başka bir şey yapmıyorum. Tam
aksine seni felaketten kurtarmaya uğraşıyorum. Telaş etme,
sıradan fikirlerio üstüne çık, beni dinle!"
"Beni geçim darlığı içinde pek sefil görüp de her şeyi ka­
bul eder sanma! "
"Ben zorla hiçbir fikri kabul ettirmek niyetinde değilim.
Yalnız namus hakkında yeni teoriler ileri süreceğim. Bazı
kimselerin müstesna güzellikleri ile meşhur eşlerini, birçok
işlerde başarılı olmak için nüfuz) u adamlara götürüp sunduk­
larını yahut da karılarının öyle yüksek şahıstarla olan ilişki­
lerini bilmezlikten geldiklerini hiç işitmedin mi? Bu yolda
dedikodular kulağına değmedi mi?"
"Değdi . Karısının güzelliği sayesinde çok mühim işler
görmüş kimseler tanırım."
"Demek sözümü onaylıyor ve hakkımı teslim ediyorsun?"
"Evet.. . Yalnız bu noktada. . . Bu çeşit kocalara, bizden
daha medeni olduklarını iddia eden gayrimüslimler arasında
daha çok rastlanır."
"Karılarını peşkeş çeken bu herifterio sosyete içinde nef­
ret edilecek bir derekeye düştüklerine şahit oldun mu?"

42
"Hayır! Tam aksine itibarları artar. Muvaffak olmak için
namuslarını merdiven yapan bu tür ailelerin arkalarından
herkes dilini uzatır. Pek ağız yoran sözler sarf olunur. Filan­
canın karısı tilanca bey veya paşa ile şöyle böyledir, denir.
Fakat nasıl oluyor bilmem, yüksek sosyetelerde bu tür ahlak­
sızlıkları mazur gören bir hoşgörürlük var. Belki bu da mede­
niyet icabı bir şeydir. Her meclise girip çıkan bu kocanın her­
kes samimi bir şekilde elini sıkar. Çünkü ahlaken düşen bu
adam servet ve nüfuzca yükselmiş bulunur. Küçüklere karşı
bir ihtiyaç kapısı açar. Rüşvetli, rüşvetsiz birçok iyilikler ya­
par. Bunların arasında iyi ahlak ve insaniyede şöhret bulmuş
olanları bile vardır."
"Salah Efendi, pek çiğ bir adam olmadığını işte görüyo­
rum. Fakat cesaretin yok, cüretin yok. Zekan pek basit görüş­
lerle namus düğümü içinde sıkışıp felce uğramış. Sefalet, za­
ruret, gözü açık insanlar için felaket değil, bir uyanış dersidir.
Ş imdi sen merdivenin en alt basamağından da daha aşağı bir
mevkidesin. Bir kere başını kaldır, yukarıya bak! Birbirinin
kafalarına tekıneleri indirerek üst kadernelere tırmananların
dövüşlerini seyret! Bak, hedefe varmak için hiçbir engel ta­
nıyorlar mı? Servet ağacının göğüne çıktıktan sonra cigara­
nı yak, ayaklarının altına serilen manzaraya bir göz gczdir!
Bak! O ne ibret verici bir manzaradır! Gözünde tahlil kuvveti
varsa, dünyanın halini o zaman anlarsın."
"Şemi Bey, bu başarı merdivenine tırmanmak davasıyla
ömrümde onun altından üstüne doğru hiç bakamadım. Ben
derviş tabiatlı bir Türküm. Bir lokma, bir hırka. . . Diğer şeyler
laf u güzaftır. 14 Yaşım kemal i bulduktan ve dünya uruurundan
çekildikten sonra böyle şeyler düşünmek ve dinlemek benim
için çok saçmadır. Sen yeni ahiakın mektebine başlatmak
için yine yeni kararlı bir öğrenci bulsan !"
"Baba Salah, senin için her şey geçmiş, biliyorum; fakat
ailene acıyorum."
I 4 Lilf u güzaf: Boş söz, manasız laf.

43
"Bugüne kadar beni yaşatan Allah elbette onların da rı­
zıklannı verir."
"Verir ama bak, ne kadar zar zor verdiğini görüyorsun."
"Peki, ailemin refahı için bundan sonra ben ne yapabili­
rim? Bu derde karşı ne deva düşünüyorsun, söyle bakalım
Şemi Bey ! "
"Halı, bravo, işte bu sualini beğendim. Çevrenin iyi ve
kötü tesirlerine tabi ne kadar aciz yaratıklar olduğumuzu
sana anlattım."
"Tekrarına lüzum yok."
"Büyük bir ahlak fırtınası içindeyiz."
"Bunu da inkar etmiyorum."
"Boğulanlann, kazaya uğrayanlann, haddi hesabı yok."
"Eihamdülillah ... Bugüne kadar şöyle böyle yaşadık, öl-
medik."
"Bundan sonra iş başka. . . "
"Ne yapalım, söyle?''
"Müthiş bir sosyal hastalık içindeyiz."
"Evet."
"Yaygın, bulaşıcı ve öldürücü hastalıklara karşı ne deva
kullandıklarını biliyor musun?"
"Hayır!"
"Aşı ... "
"Aşı?"
"Evet aşı tatbik olunuyor."
Tımaklarımla kanatırcasına bir şiddetle başımı kaşıyarak
vebaya, koleraya, hummaya vesaireye uygulanan bu kelime-

44
yi birçok defa tekrarladım. Aşı. .. Aşı... Aşı. .. Fakat vücuda
bağışıklık veren bu çarenin ahlaka nasıl uygulandığını doğ­
rusu çok merak ettim."
Sosyal akımların fena etkilerinden korumak için herif
acaba masum aileme nasıl bir 'virüs' aşılayacaktı?"
Mademki bahse bir kere girmiştik, fikrini tamamıyla an­
lamak için herifı sonuna kadar dinlemek lazımdı. Acaba bu
aşı ihtiyarlara da iyi geliyor muydu? İ kinci bir gençlik devri
yaşamak için maymunun kanıyla, menisiyle aşılanmaya uğ­
raşan zavallı bunaklar gibi, herif benim damarlarıma da yeni
ahiakın zehirini akıtarak her türlü gelenekı;iliğe rağım:rı bu
yaştan sonra beni de ırz ve namusça laubali bir zirzop yapa­
bilecek miydi?
Yüzümü buruşturarak dedim ki:
"Çiçek aşısını, ağaç aşısını, hastalık aşısını biliyorum ama
ahlak aşısını hiç duymamıştım. Bunu da sizden işittim. Fe­
nalığa aşılanmak kolaydır. i yiliğe aşılanmak, bu pek zor bir
mesele ... "
Eğer fen bunun da çaresini bulduysa, kaşifi insaniyetİn
en büyük adamı sayılmaya değer. B izde boş kalan sarayları
hemen birer laboratuvara dönüştürmeli, serum üretimine baş­
lamalı... Hep aşılanmalıyız, hep ... Önce resmi daireler, sonra
mahalleler... En yaşlılarımızdan, ta kundaktaki yavrularımıza
kadar...
"Benim aşım 'prezervatif' yani koruyan bir şekildedir.
Daha genel bir tabirle, gelecek fenalığa karşı hazırlanmak
yani bünyeyi, ahlakı korkulan hastalıkla biraz dostluk kura­
rak hastalığı o tarzla önlemektir."
"Anlamıyorum."
"Şimdi anlarsın. Bir oğlumla bir kızım var diyorsun."
"Evet."

45
"Allah bağışlasın duasıyla babalığını tebrik ederek susa­
cak değilim. Benden öyle beylik laflar bekleme!"
"Rica ederim ! Sen de benim değerime dokunacak, aile
namusunu zedeleyecek surette sözlere kalkışma! Tahammül
edemem."
"Hayır, korkma! Ben hakikat söyleyeceğim. Bugün bu sı­
kıntılı zamanda ve çocuklarımız için türlü korkunç pusu ku­
ran bir muhit içinde toy iki gencin uçurumlar arasında takip
edecekleri patikayı sana göstermek isterim. Böyle bir vakitte
parasız bir babanın oğlu, kızı hangi istikbale doğru adım ata­
caktır? Sen onları çıkacakları fırtınalı hayata direnebilecek
surette modem techizatla donattın mı?"
"Benim gibi bir babanın imkanları dahilinde alelade mek­
tep ve terbiye gördüler. İ şte bu kadar... "
"Kızına ne yapacaksın?"
"Garip sual. . . Ne yapacağım? Kısmeti çıkınca kocaya ve­
receğim."
"Zaman o zaman değil..."
"Zaman ne olursa olsun, her namus lu babanın endişesi bu
değil midir?"
"Bugün kızlara koca yok."
"Bugün yoksa yarını beklerim."
"Gelip çatacak olan yarın, bugünü aratacaktır, Baba
Salah! Daima açlığa, karanlığa, bilinmez bir mahşere doğru
gidiyoruz. Bugün şu saatte ne yapabilirsen yaparsın. Meçhul
yarından hiç hayr bekleme!"
Kızım Şükran güzeldir. Ben onu hep annesinin, halasının
yanında yüzü peçe) i olarak sokağa çıkarırım. Bu kadın sarrafı
evimize adımı atar atmaz yavrumun şirinliğini nasıl keşfetti?
Bu adam kızım için ne niyet besliyor? Heritin ağzındaki bak-

46
layı çıkartmak lazımdı. Fakat namusumuzun üzerine püskü­
receği çirkefın kokusuna nasıl tahammül edecektim? Büyük
bir zorlamayla yüreğim çarpa çarpa sordum:
"Mademki evimize taşınıyorsun sen de kızıının ikinci ba­
bası sayılırsın, onun için nasıl bir hayırlı gelecek düşünüyor­
sun? Söyle!"
"Çok parlak bir meslek tasavvur ediyorum. Lakin senin
tutuculuğundan korkuyorum."
"Nedir? Anlamak isterim."
"Şükran' ı bir sinema yıldızı yapalım."
"Kızımın bu mesleğe kabiliyeti var mı bakalım? "
"Var... var... "
"Ne biliyorsun? Yüzünü görmediğİn bir kız hakkında bu
i lgi aklına nereden esiyor?"
"Ben onun yüzünü sokakta bir parça gördüm. Ve artistliğe
büyük kabiliyetini de işittim ... "
"Yanılıyorsun Şemi Bey .. O gördüğün kız benimki olma-
.

malı ... "


"Nene lazım senin. O taraf bana ait.. . Sen razı ol, eğer
kızın birinci kadrodan bir yıldız olursa, namı dünyanın beş
kıt'asına yayılır. Milyoner olursunuz."
"Ben böyle şeye razı olamam. Bu teklifi de bir daha bana
tekrarlama. . . "
"Öyle ise beni dinle. Sana son nasihatlerimi vereceğim.
Evvela şunu kat ' iyyen bil ki, kızın için koca yoktur. Bir er­
keğe beş altı kadın düşüyor. Erkekler kadınlardan oranla çok
az olmakla beraber, mevcutların arasında evlenebilecek deli­
kanlılar da enderdir."
Kızlar turfanda meyvelere benzerler. Yüzlerinde ilk ba­
yatlık buruşuklukları belirir belirmez artık onlara müşteri

47
çıkmaz. Bu birkaç sene süren kısa bir çağdır. Kocaya verile­
ceklerden ziyade evlenme vakitleri geçmiş kızlar için evvela
sıkıntılar, dertler, tehlikeler daha büyüktür. Nasıl arnele gü­
ruhu kısım kısım cemiyetler, sendikalar teşkil ederek büyük
sermayedartarla mücadeleye girişiyorlarsa bugün kocasız ka­
lan kadınlar ve karısız kalan erkekler de bu ilişki buhranına
karşı buldukları ilk çareyi uygulamaya başlamışlardır.
"Nedir bu çare?"
"Söyledim ya . . . Bolşevik usulü serbest evlilik."
"Nasıl oluyor bu?"
"Birbirinden hoşlanan erkek kadın çayır kuşu gibi rast
geldikleri yuvada birleşiyorlar."
"N ikahsız?"
"Hoca, papaz, haham bütün dünyevi işlerden ellerini çek-
tikten sonra artık evlenme işlerine neden karıştırılsınlar?"
"Hiç imamsız, duasız nikah olur mu?"
"Dünya ile ahiret işleri birbirinden ayrılınadı mı?"
"Öyle bir şey işittim."
"Evlenme ahiret işi midir?"
"Evliliğin ahiretle de alakası vardır zannederim."
"Sen de zannediyorsun, kat'i hüküm veremiyorsun ... "
"Böyle şeyler telakkiye, düşünüşe göredir. Eski fıkirlerle
yeniler mücadelede . . . "
"Her gün mağlup olan hangisidir?"
"Torunlar dedelerini bekliyorlar. Bu serbest evlilik hak­
kında biraz izah isterim."
"Zaten sen sormasan bile ben zorla dinleteceğim. Fakat
beni "objektif' bir kafa ile dinlemelisin ... "

48
"Böyle yeni ve başka dilden kelimelere hiç aklım ermez."
"Azizim Salah Efendi, kısa söyleyeceğim. Meseleyi sana
açık bir misal ile anlatacağım ... "
"Dini i yorum."
"Şimdi evlenmek çağında bir del ikanlı i le bir kız tasavvur
et. .. "
"Peki ... "
"İ kisi biribirini seviyor."
"A la... "
"İ zdivaç etmek istiyorlar... "

"Pek meşru bir arzu ... "


"Fakat arada dağlar kadar engeller var... Evvela kızın aile­
si oğlanı, delikanlının velileri de kızı istemiyorlar."
"Niçin acaba?"
"Çünkü kız veyahut oğlan evlendirecek ailelerin birtakım
bencil arzuları vardır. Oğlan tarafı damadı ilerietecek pek
zengin, nüfuzlu bir kayınpeder ile, terbiyesi, ahlakı kendi fi­
kirlerine uygun müstesna güzellikle bir gelin isterler."
"Kız tarafı da keza kendi menfaatleriyle ölçülü birçok
emeller ile doludur. İ ki tarafın arzuları birbirine pek ender
uyar. Evlenecek gençlerin birbirini beğenmeleri evlenmek
için yeterli değildir. İ şte bu yüzden kız kaçırmalar, aileden
kovulmalar, intiharlar ve daha türlü maceralar oluyor... İ ki ta­
raf şartlarının uymasını farz ettikten sonra düğün, ağırlıklar,
yüz görümlükleri, yüz görümlükleri iki ailenin izzet-i nefsini
tatmin etmek için asırlık ve beyhude adetlere uymak yüzün­
den bazen iflas felaketine kadar varan harcamalar... "
"Bunlar doğru ... "

"Ben zaten eğri lakırdı söylemem . . . "

49
"Doğru ama, ruhumuza işlemiş geleneklerimizi de iki
günde söküp atamayız . . . "
"Delikanlı evlenecek fakat parası yok."
"Bugünkü gençler hep kokoz."
"Kızın vakti geçmek üzere fakat bin türlü ağır şartlarla
kısmeti bağlı ... Ne olacak şimdi?"
"Bilmem?"
"Maryaj nature1..."15
"Türkçesi?"
"Tabii evlilik ... "
"Nasıl şey o?''
"Bahçedeki tavuklar, damdaki kediler, dağdaki ayı lar,
kurtlar gibi . . . "
"Hayvanlığa dönmek, için mi medeniyete koşuyoruz? Bu
türlü evlilik insanlığa yaraşır mı?"
"Şimdi herkes yaraşığa değil kolaylığa bakıyor. Düğün
demek yapmak ortadan kalkınca sessizce evlenmek usulü
kuracaktır. Hatta o kadar sinsice ve karşılıksız ki, bir hayli
müddet ananın babanın bile bir şeyden haberi olmayacaktır.
Okumuyor musun? Gazeteler ırza geçme, çocuk düşürme,
yenidoğan bebeği kuyuya atmış, umumi helaya bırakmış tü­
ründen havadislerle dolu ... Irza geçmeler hep evlilik vaadi ile
gerçekleşir."
"Zavallı kızcağızları öyle kandırıyorlar."
"Kızların hepsini de o kadar zavallı sanma. Onlar da meşru
evliliklerden ümitsizliğe düşerek tabii evlenıneye atılıyorlar."
"Bunda da haklısın. Namuslu bir delikanlı karılık için se­
çeceği kızı berbat ederek almaz."

15 Fransızca, normal evl i l i k manasına gelen mariage naturel terkibi.

50
"Ben bütün sözlerimde haklıyım . . . Bugün teslim etmedik­
lerini yarın edeceksin."
"Bazı pek nahoş fikirlerio var. Onları hiçbir zaman teslim
etmem, edemem . . . "
"Hakikat her zaman hoş kisveler altında belinnez ... "
"Sen hazzet veya etme. Bir kısım gençler evliliğe karşı
'grev'e hazırlıyorlar. . . Böyle bir cemiyet oluşuyor. Evlenıne­
nin ne kadar güçlükleri, adetleri, masrafları, merasimi varsa
kökünden söküp atacaklar."
"Bu nasıl olur?"
"Nasıl olacağını yakında işitir, görürsün. Koca bulama­
yınca senin kızın da oraya koşacaktır. Evlenemeyince oğlun
da oraya can atacaktır. Bu yeni usul evliliğin eskisine karşı o
kadar üstünlükleri kolaylıkları, zevkleri, sefaları var ki, haki­
kati aniayıp dinledikten sonra: 'Ah keşke genç bulunaydım
da, bu naturel evlilikten ben de yararlanaydım,' diyeceksin . . .
Çünkü bu usulde kadın erkeğe, erkek kadına yük değil, bela
değil. İ kisi de birbirine karşı hiçbir ağır vazife, sorumluluk
almıyorlar."
"Bu sözleri hiç aklım almıyor. Bir erkek zamparalığa git­
se bir ücret verir. Fahişe de karşılığında müşterisini memnun
etmeye uğraşır. En adi bir genelevde bile alışveriş bu şekilde
oluşurken, ne şekilde olursa olsun, karı koca olarak yaşaya­
cakların birbirine karşı hiçbir vazife üstlenmemeleri nasıl
mümkün olur?"
"Lenin ve Troçki 'nin siyasetlerinden sonra bir Rus dahi si
pek tabii bir evlilik kanunu keşfetti. İ stanbul 'da da gizlice
tüzüğü yayınlanacak. Elime bir nüshası geçerse sana okutu­
rum. Bolşevikliğin evliliğe bulaşmasını anlıyor musun? Ar­
tık bütün eski adetler birer mumya gibi mezara indirilecek,
yenileri revaç bulacak. Evleome gibi pek mühim bir muame­
le bu yenilikten ayrı tutulabilir mi?"

51
"Affedersin! Nusret Bey ile Ü lfet Hanım da bu cemiyete
dahil midirler?"
"Evet."
"Bu yeni usul evlilikte zorlama, şiddet yokmuş da, niçin
eski kocası Felek Ali Bey evi yakarım, keserim, yıkarım zor­
balıklarıyla sokak kapısının önünde haykırmış?"
"Bu kuru sıkı laflara bakma! Genç kadınla erkek aşağı in­
dikleri vakit Felek Ali hiçbir gürültü çıkarmış mı? Ü çü de kol
kala gülüşerek yürüyüp gitmişler. Elbette aralarında uzlaşa­
caklardır."
"Bir kadını iki erkek paylaşmak suretiyle ... "
"Evet, azizim ! Söylemedim mi? Hayvanlar da böyle de­
ğil mi? İ nsana da konuşan hayvan demiyorlar mı? İ nsanın
medeni ve hayvanİ iki tür hayatı vardır. Hayvanİ hayat, ye­
mek, içmek, uyumak, çiftleşrnek gibi bütün hayvanlarla or­
tak alandır. Evlilik namını vererek bu sonuncuyu şeriat ve
kanunla sınıriandırmaya yani 'monogami' şeklinde bir erkeği
bir kadınla yaşatmaya uğraşmışlar. Fakat bugüne kadar yer
ve göğe ait hiçbir kanun karı kocanın başkalarıyla duygu ba­
ğına engel olamamıştır. Şairler, romancılar, tiyatrocular, her
fikir ve sanat erbabı en heyecanlı ilhamlarını bu tatlı sadakat­
sizlikten alırlar."
"Çok biliyorsun, Şemi Bey! Fakat ben otuz senelik evli­
liğimden beri aynı kadınla yaşadım, çocuklarımın kendi me­
nimden geldiğine, ben babamın oğlu olduğum kadar eminim.
Her karı kocayı birbirine karşı hainlikte suçlamakta haksız­
sm."
"Senin gibi müstesnaları büsbütün inkar etmiyorum. Böy­
le saf bir güruh da vardır."
"Karı koca sadakatini bir tür budalalık mı sayıyorsun?"
"Senin gençliğinde Türklerde bala yoktu. Dans yoktu."

52
"Biz karı koca karşılıklı sadakatimizi belki de böyle şey­
lerin yokluğuna borçluyuz."
"Şüphesiz azizim, şüphesiz... Sen ilkbahar buketi kokan
güzel bir kadının incecik ipek bluzlarından taşan hararetini
vücudunda ve nefesinin nefesine karıştığını hiç hissettin mi?
Dans ederken yabancı güzel bir gencin göğsü üzerinde salla­
nan bir kadın, kocasını ve körpe bir güzelliği kucaklamış bir
erkek de karısını mutlak unutur."

53
7

Aman Yarabbi, ne kuvvetli çene, ne küstahça mantık, ne


kaynar kaynar Bolşevik felsefesi ! Yerden göğe kadar ben
haklıyım. Bütün namuslu insanların, korumaya çalıştığıın
fikir bayrağının altında toplanacaklarına şüphem yok. La­
kin herife lakırdı yetişmiyor ki ! Benim kızımı sinema yıldızı
yapacakmış. Oğluma da besbelli öyle bir iş bulacak. Beni,
karımı, kaynanamı , kız kardeşimi birer vazifede kullanacak,
hepimiz ailece Bolşevik kerhanesinin birer aktif hizmetkarı
olacağız. Bütün ev halkını uğursuz sanatının virüsüne aşı­
layacak, kadın erkek, büyük küçük hepimizin ar damarları
patlayacak, onun gibi olacağız.
Durup da melunun bu uzun saçmalıklarını niçin dinle­
dim? Edepsizi neden tersleyip susturmadım? Ah, kanımda,
beynimde kendi kendime bile itiraf etmek istemediğim şey­
ler köpürüyor. Ben dalkavukluğu bu sevda tellallığına değil,
alınmış üç yüz liraya ediyorum. İ şte herif beni bu kuvvetle
hipnotize ediyor. Onda böyle destelerle para, bizde de bu aç­
lık varken ... İ şte ötesini söyleyemiyorum. Allah ' ım, sen bu
işin neticesini hayreyle!
Fakat bugün de herifte epeyce yüz göz olduk. O bana fuh­
şun bir psikolojisini yaptı. Nikahı tiksindirici, rahatsız edici
bir adet gibi ortadan kaldırdı, attı. Zamanın serbest evliliğe
doğru yürüdüğünü ve bundan sonra hiçbir kanunun bunu
men edemeyeceğini anlattı. Hayvanların yaşayışları doğal,
bizimki yapay imiş. Er ya da geç bu yapay kanunlara tabii
olanlar galebe ederek bizi tıpkı hayvaniara benzetecekmiş.

54
Buna da çok uzun vakit kalmamış. İ şte, bu maksada hizmet
eden bir topluluk oluşmuş. Zamanın gözleri açık kabiliyet­
t i gençleri, nikahın zorluklarından silkiniyorlarmış. Bundan
sonra bütün erkekler zampara, kadınlar -haşa, sümme başa­
fahişe hayatı yaşayacaklarmış.
Bu herif için ne ticaret ne ticaret... İ nsanlık içinse ne reza­
let... İ nsaniyete, ırza, namusa karşı savrulan bu küfürleri ben
küçük isyantarla dinledim. İ nsanların gitgide hayvantaşacak­
larına ikna olan bu herif bende de pezevenkliğe oldukça bü­
yük bir kabiliyet sezdi zannederim.
Ben niçin o melunun ağzını tokatlamadım? Niçin onu tek­
melerle sokak kapısından dışarı atmadım? Ah, kaç defa itiraf
edeyim? Sebebi malum ... Ü ç yüz lira . . . Belki de bu üç yüzü
takip edecek dört yüzler... Beş yüzler var, oh, oh; şimdi de
kendi ağzımı yumruklamalıyım !
Her şey bir tarafa... Bu işte iğrenç namussuzluklardan
başka büyük tehlikeler de var. Bu herif serbest evlilik cemi­
yetinden rahatlıkla, aşk ve şevkle bahsediyor. Bu fesat kanu­
nunun bütün esrarına vakıf.
Kendisinin de onlardan olduğuna hiç şüphe yok. Hatta
belki de o topluluğun reisidir. i çtimalarını bizim evde yapa­
caklarsa, bu rezalet ocağı ortaya çıktığı gün hükümete karşı
ben sorumlu olacağım. Düşündükçe ensemden kuyruk saku­
muma kadar soğuk titremeler geçiriyorum.
***

Şemi Bey eve taşındı. Küçük büyük ailece hepimizin ba­


sireti, dilleri bağlandı. Yalnız için için kendi kendimizi yedik
durduk. Herife bir şey söyleyemedik. Felakete engel olama­
dık.
Yalnız, hiçbir şeyde çenesine perbiz edemeyen kaynanarn
taşınma esnasında Şemi'yi bir kenara çekerek, hanece hiçbir
rezalete tahammül edemeyeceğimizi, Nusret, Ü lfet gibi mi-

55
safirler geldiği ve o çeşit maceralar yüz gösterdiği anda bu
eşyaların tekrar sokağa atılacağını söylemiş. Herif bu kork­
tuğumuz şeyin bir daha kat' iyyen tekrar etmeyeceği hakkın­
da teminat vermiş. Evin havası hoş geldiği durumda kirayı
artıracağını söylemiş ve kaymanamın eline bir de nefis pasta
tutuşturmuş. Bu lütfuyla kocakarının gönlünü kazanmış.
Muhterem kadın bana durumu anlatırken:
"Damatçığım, ben ömrümde bu kadar lezzetli şey yeme­
dim. Isırınca pastanın ince kabuğu dağıldı. Ağzıma bir kül­
çe kaymak yayıldı. Balı dudaklarımın uçlarından aşağı aktı.
Daha bizim tatmadığımız neler var, neler! Hep bunları vitrin­
Ierde görür de tezzetlerinin nasıl olacaklarını ağzım sulana
sulana düşünür dururdum."
Heritin ağzından kaynanamın getirdiği bu garantiye ina­
nayım mı? Şemi, tiksindirici sanatını yapmak için evimize
taşındı. Bir kere olan oldu. Artık inanıp inanmamak ne para
eder? Söz devri geçti. Şimdi sıra fiiliyata geldi. Gerçek, tec­
rübe ile sabit olacak. Ü ç ay sürecek çilemizi dolduracağız.
Şemi, kaynanamın ağzını kaymaklı pasta ile dotdurarak işi
tatlıya bağlamış.
Taşınan eşya otel döşemelerine benziyor. Karyolalar, la­
vabolar, masalar, iskemleler... Bir de dört hamalın gürültü­
sü ile kocaman bir piyano geldi. Herifterio tabanları altında
merdivenler çatırdayarak yukarı çıkardılar. Bu nikahsızlar te­
pemizde düğün, dernek, raks, ahenk yapacaklar. Beynimizde
çevrilecek bu değirmenlere biz hep tahammül edeceğiz.
Biz, bozuk insanlara evimizi kiraya verdik, namusumuzu
değil... Onu kat'iyyen zarardan korumak için mümkün mer­
tebe onlarla bir arada bulunmaktan kaçınıyoruz. Fakat bir ev
içinde bu mümkün mü?
Pek de haksız yere günahlarına girmeyelim. Geldikleri
yirmi gün kadar oldu. Henüz şikayeti, üzüntüyü gerektiren
değil rezalet, ufak bir gürültü bile duyulmadı. Piyanonun per-

56
deleri üzerinde hiçbir parmak gezinmedi. Dans olmadı. Ge­
len giden var ama işyeri sessiz işliyor. Leh l i 1 6 bazı genelevci
kadınların gürültülü müşterilere "Burada patırtı yok! Burası
namuslu kerhane . . . " dedikleri gibi, evimizde namussuzluk
sahte bir namus düşkünlüğü altında cerayan ediyor.
Ben bunu iki sebebe yoruyorum. B irincisi müdürün ida­
redeki zekice davranışına, ikincisi de korkuya. . . Kendi ara­
larında kanunları, tüzükleri, düzenleri olan bu serbest evlilik
cemiyeti elbette yakasım hükümete kaptınnaktan korkar. Fo­
yayı meydana vermemek için gayet tedbirle harekete mec­
burdur.
Kadından, erkekten çeşit çeşit ve bazen pek şık gençler
geliyor. Üstümüzde ara sıra gezintiler, ınınltılar duyuyoruz.
Fakat bir şey anlayamıyoruz.
Hangi odada kurul düzenliyorlar? Ne konuşuyorlar? Bu
gelenler hangi ailelerin oğulları, kızlarıdır? İ çlerinde evli
olanları ve karısı, kocası üzerine ihanet edenleri var mı? Bu
tıpkı kapısı, penceresi kapalı bir yerde yangın başlangıcına
benziyor. Elbette bir gün alev birdenbire saçağı saracak. Ses­
siz devam eden rezaletin tesiri daha yaman olur.
Orta yaşlı, kıvırcık saçlı, bir gözü boncuktan yekçeşm bir
Rum hizmetçileri var... Eleni . . . Bir kerhane emeklisi ... Aşağı
yukarı koşan hamarat bir karı ... Bir de delikanlı, Ermeni hiz-
metkar Vortik ... Bu mekanın değinnenini ikisi çeviriyorlar.
Karı kart, oğlan genç olmasına rağmen aralarında sıcak bir
uyuşma var. Vortik dedikçe Eleni'nin tek gözü süzülür, içi
titrer. Kaynanarn mutfakta ikisini birkaç defa fena vaziyet­
lerde görmüş. Tavan süpürgesini kapıp üzerlerine yürümek
istemiş. Düşünmüş, taşınmış, nihayet hiddetini "liihavle"ler­
le geçiştinniş. Kerhane hizmetçilerinden ırz, namus, ar, hicap
isterneyi kendi mantığına uygun bulmamış. Kaynanamın bu
tahammülüne diğer mühim bir sebep de var. . . Eleni bazen ona
ı6 Lehistan, günümüz Polonya'sının da bir kısmını içine alan bölgenin adı olup,
bölge halkı "Leh" olarak isimlendirilmiştir (h.n.).

57
başvurarak "Büyük Hanım, vereceksin bana geniş bir tence­
re, içerde koyazayım et, türlü sebzeyle beraber. Nasıl diyor­
lar buna? Diyafora . "17 türünden sözlerle kaynanamdan öte
. .

beri kap kacak ister. Tencereyi iade ettiği vakit boş vermez.
Pişen yemekten içinde bir miktar şey bırakır. Bizim kocakarı
da evdekilere hiçbir şey sezdirrneden mutfağın bir köşesine
çekilir; bir iki dilim ekmekle yemeği haklar. İ şte bundan do­
layı kaynanarn Eleni 'ye karşı yumuşak vaziyettedir.
Bununla beraber tahammülü birkaç defa son haddine da­
yanarak Eleni 'yi bir köşeye çekip demiş ki:
"Kızım, bir rezalettir yapıyorsunuz, bir tarafa kapanıp da
bari bunu gizli yapsanız! Bu bizde pek ayıptır."
"Nerde kapanazayım? Bu bizde hiç ayıp değil."
"Ben kendim için söylemiyorum. Çoktan öyle şeyleri ben
aklıma getirdiğim bile yok. Bu evde iki tane genç torunuro
var. Onların gözlerine ilişmesinden korkuyorum."
"Ne var korkazak? Yarın, öbürüsü gün sizin küçük bey
evlenezek. Aldığı karıya bu iş yapazak. Küçükhanım kocada
gidezek, o da böyle olazak. Bizim evde çok gençler geliyor­
lar. Hiç utanmıyorlar."
Heritin hayvanlaşmak felsefesinin lüzumunu, hikmetini
şimdi anlıyorum. B i liyorum, bizim evin üst katından haya
perdeleri kalktı. Rezalet sükfınetle fakat pek koyu gidiyor. Bu
namussuzluk saçaklardan boşanan yağmur gibi alt kata ine­
cek. Keşif ve tahminime kalırsa bulaşma başladı bile . . . Hem
de aitemizin en yaşlı başlı muhterem bir uzvundan, kayna­
nam Halise Hanım'dan ...
Kör Eleni'ye edep dersi verirken, "Ben kendim için söy­
lemiyorum. Çoktan öyle şeyleri aklıma bile getirdiğim yok ! "
itirafıyla yüreğinin bir köşesinde gizli kadınlığının en söylen-

17 Rumca, "türlü" manasma gelmekte ve Türk mutfağındaki "türlü"ye karşılık


olarak kullanılmaktadır (h.n.).

5R
mez bir elemini kızıl hastalık gibi dışarıya vuruyor. Çoktan
öyle şeyi aklına getirdiği yokmuş. Niçin? Besbelli bir oynaş
bulamadığı için ... Herhangi bir erkek bu muhterem kadını
gıdıklayıverse, yalnız dizlerinin değil, her tarafının bağları
çözülüverecek.
İ çimizden en evvel bu kadının azacağına hiç ihtimal ver­
mezdim. Ahlak bozukluğu en hızlı ve amansız bir hastalık­
mış. Bu hastalık hepimizin damarlarında uykuda ... Hafif bir
rüzgarla ateş alıyor.
Kaynanarn derdini saklamadıktan sonra ben niçin itiraf
etmeyeyim? Merdivenlerden çıkarken gümüş renginde ipek
çarapiarın şetfaftığı içinde ne süzme baldırlar seyrediyorum.
Oh muhterem kaynanacağım pek doğru söylüyor. Ben de
çoktandır böyle şeyleri hiç aklıma getirmezken. . . Şimdi ken­
dimde bir uyanma hissediyorum.
Kırkından, ellisinden, altmışından, yetmişinden sonra
azanların veyahut insan ömrünün bu en yüksek kademelerine
kadar hala cinsi münasebet ateşleri sönmeyenlerin psikoloj i­
lerini araştırma, gençlerin azgıntıklarını araştırmaktan daha
çok ibret vericidir. Kış mevsiminin ortasında yazı andıran
havaları bile iyi saymazlar.
Evimize giren bu fuhuş gribi hepimizi sıralayacak. Bizim
için tehlike bir iki değil, hesapsız ...
Kaynanam, Vortik ve Eleni ile başlayan dostluğunu pek
çabuk ilerletti. Çünkü ne pişse mutfağın bir yanaşma kedi­
si gibi ona tattırıyorlar. Kocakarının en samimi muhabbeti­
ni kazanmak için bu yeterli ... Onlarla gece gündüz konuşup
dertleştikten sonra yanımıza gelerek:
"Ah damatçığım, Eleni'nin bir gözü neden kör olmuş bili­
yor musunuz? Bu kadın vaktiyle çok güzelmiş, resim gibi bir
kızmış, hala da belli. Hakka ağız, çekme burun. Kıvır kıvır
saçlar, kirpikler... Duru beyaz ten. . . G ül pembesi yanakl ar. . .
Şimdi biraz solmuş, buruşmuş ama hala m ı hala karıda ken-

59
dini yirmi yaşında bir delikanlıya sevdirecek fıkırdaklık var.
Güzel eskisi, besbellidir."
Bu bir bahçıvan kızıymış. Civarıo delikanlıları hep bir­
den bunun için yanarlarmış. Mart kızgını kediler gibi etrafını
sarmışlar. Hani gazeteler her gün yazarla, -kızlar başından
ırak-, nihayet bekaretini bozmuşlar. Böyle bir kızın encamı
ne olur? Sonunda geneleve düşmüş.
Sünbül Eleni diye şöhret salmış. Artık ona yanan yanana
imiş. Eline çok para geçmiş ama tutmamış ki ! Sonra efendim
pek belalı bir sevdalıya çatmış. Herif kızı o kadar severmiş,
o kadar severmiş ki, bütün dünyadan, kendi gözünden bile
kıskanmaya başlamış. Hiç sokağa çıkarmayarak odada kapalı
tutmak istermiş. B ir genelev sermayesi için bu mümkün mü?
Nihayet zavallı herif, "ah ona da kabahat bulmuyorum. Gö­
nüldür bu, aşktır bu, dizgine gelmez", bir gün içmiş, içmiş,
cinnet haline geldikten sonra Eleni'ye hücum etmiş. Parmağı
ile gözünü çıkarmış. "İ şte böyle kör ol da seni kimse beğen­
mesin! " diye haykırmış. Dava, çekişme herifi tutmuşlar, hap­
setmişler ama neme lazım! Hiç çıkan göz yerine gelir mi?
Sevgi de olursa böyle olsun ...
Sonra Vortiğin biyografisi . . . En acı Ermeni olayiarına va-
ran maceratarla dolu, uzun ve karışık . . .
Hizmetçi ler böyle macera sahibi . . . Ya öteki gelen giden-
ler? Sırasıyla hepsini öğreneceğiz. Artık evcek meşguliyeti­
miz bu ...

60
8

Evimizde ara sıra ilk günlerin sessizliğini bozan ufak


tefek olaylar oluyor, fakat tahammül olunamayacak şeyler
değiL Fazla da olsa çekmeye mecburuz. Ü ç ayın bitmesini
bekliyoruz. Hele şükür bir buçuğunu atlattık. Fakat bizde pa­
ralar suyunu çekti. Ü ç yüz liradan yarımı bile kalmadı. Şemi
Bey, bize peşin üç yüz papel daha teklif ederse ne yapacağız?
Açlık devri yine baş gösterdi. Birbirimizi yemeye başladık.
Yeni bir para teklifi daha vuku bulursa kaynanarn hemen
kabul edivermek taraftarı . . . Çünkü şimdi hepimiz açız. Yal­
nız o tok, mutfaktan hiç ayrılmıyor. H izmetçi lerle olan dost­
luğu her gün daha çok ilerliyor. Ettiğimiz İstişarelerde daima
şöyle oy veriyor:
"A kuzum, kuzum, bunlardan iyi kiracı dünyada bulun­
maz. Şemi Bey'e namussuz diyorlar ama adamcağız alaca­
ğına vereceğine gayetle sağlam. Namuslu olup da borcunu
vermedikten sonra öylesini ne yapayım? Onlar geleli ceple­
rimiz biraz para, kursaklarımız sıcak yemek gördü. Kaç tane
-sözümona- namuslu kiracı paralarımızı alıp gitti! Şemi, na­
mussuz olup da ne yapıyor? Satılığa çıkarmak için bizden
ırzımızı istemedi ya! Delikanlılar, taze kadınlar yukarıda
sessizce görüşüyorlar. Şimdi dünyanın hali böyle, burada
toplanamasalar başka yerde birleşecekler, paraları yabancılar
alacak. Namuslu komşumuz Hacı Osman'ın evinde her gün
kopan gürültülü kepazelik yedi mahalleden duyuluyor. Bu
cömert kiracıları kaçırırsak sonra halimize köpekler güler."

61
Bakkal vermez, kasap vermez, ekmekçi vermez. Yardan,
yarandan hiçbir candan elli kuruş ödünç kopannanın ihtimali
yok. Aklınızı başınıza alınız da iyice düşününüz! Sonra bü­
yük anamız Halise Hanım dediydi dersiniz.
Kiracılarımızın mesleklerini, otunnalarına göz yumma
felsefesiyle kaynanarn böyle coşup taşıyor. Bazı noktalarda
kocakarı büsbütün de haksız değil. Çoluk çocuk bu çetin me­
selenin önünde boyunları eğik, gözler süzük düşünüp duru­
yoruz.
***

Geçen b u bir buçuk ay zarfında piyanonun kapağı ancak


dört beş defa açıldı. Tepemizde kadın erkek çiftierin dört
ayaklarıyla dans edildi. Coştular.
"Erkek sağ ayağıyla ileriye ... Kadın sol ayağıyla geriye . . . "
komutlarını duyuyor ve oyunun garipliğine şaşıyorduk. Çün­
kü birbirine sarılmış oyuncuların biri ileri hareket ederken
öbürü nasıl geriye gidebilir? Bu tuhaflığı görmeyi çok merak
ediyorduk. Yoksa biz mi yanlış anlıyorduk?
Aralıklı gecelerle kumar oynandı. Oyun kızıştığı esna­
da "Dö par alas, kare dö dam, floş ruvayel" gibi tabirler ve
daha seçemediğimiz kulaklarımıza büsbütün yabancı sözler,
uğultular aşağıya kadar süzülüyordu. Biz bu eğlentileri pek
masumane buluyorduk. Çünkü bu kadarı herhangi bir ailede
oynanabilirdi.
Benim asıl merak ettiğim şey başkaydı. Bu dans, kumar,
fuhuş perdelerinin gerisinde pek mahrem diğer türlü bir şey
oynanıyordu. Zabıtadan1R pek gizli ve kanunen çok yasak bir
oyun ... Bu suçun işlenmesi için Şemi Bey bizim evi çok mü­
sait buldu. İ şte bu sebeple lüzum h issettikçe para cüzdanının
ağzını bize açıveriyor, mesleğinin koruyucu felsefesiyle türlü
tatlı diller dökerek, vaatler saçarak bizi avutmaya, aviarnaya
uğraşıyordu.

1 8 Polis.

62
Bizim ev bir kerhane oldu. Bu şüphesiz, fakat bu namı
taşıyan sıradan kerhanelere benzemiyordu. Alışverişte baş­
kalık vardı. Gelen müşteriler de adi genelev zamparaları de­
ğildi. Ortada bir tür tarikat sırrı döndüğünü seziyor gibiydim,
öyle rastgele kapının zilini çıngırdatan açıktan müşteri kabul
olunmuyordu. Gelenler evvelce bir dost tarafından "prezan­
te"19 olunmuş belki de kefilleri alınmış kimselerdi. Lakin her
halde bir buhar kazanı üzerinde oturuyor gibiydik. Bu kapalı
kaynayan buhar, bir gün mutlak bir taraftan patlayacak, bir
felaket baş gösterecekti.
Çağdaşlık iddia eden bu acayip kiracımızın evimize ayak
atışının ikinci ayına doğru i lerlemekte ve o zamana kadar
gayr-i tabii bir hale tesadüf etmemişken, bir gece ailece tatlı
uykularımızdan uyandık. Bizi saran büyük dehşetin titreme­
leri içinde kaldık. Çünkü üst kattan boğuk boğuk, acı, insanın
sinirlerine biner gibi işleyen bir kadın feryadı geliyordu. Ne
oluyordu? Bir cinayet mi?
Bir anda zihinlerimize birçok ihtimal hücum etti. Parasına
yahut üzerindeki elmaslarına tamah edilerek oraya düşürül­
müş zavallı bir kadını mı boğuyorlar yoksa zorla ırzına mı
geçiyorlardı? Veyahut da nazik bir vücuda çok acı, önemli bir
ameliyat mı yapılıyordu? Daha fenası, sevda yüzünden bir
vurulan mı oldu? Kan mı döküldü? Gelen feryatların büyük
bir can acısı ile ta yürekten koptuğu anlaşılıyordu.
Istırap çeken yalnız bağıran kişi değildi. Yukarısı karıştı.
Odadan odaya koşuşuyorlar. Sofada telaştı adımların patpat­
ları biribirine dolanıyor. Merdiven başında alçak perdelerden
fakat heyecanlı ınınltılar oluyor.
Yangın topu gibi biz feryatların adetlerini sayarak, ge­
zintilerden anlam çıkarmaya ve mırıltılardan esrarı anlama­
ya uğraşarak, fakat ne yazık ki, hiçbir şey keşfedemeksizin
gözlerimiz uğursuz bir korku ile süzüle süzüle birbirimize
19 Kelimenin orijinali. Fransı7ca. tanıştırmak. ta kd i m etmek ınanalarma gelen
"presenter"dir (h. n.).

63
bakışmakta iken merdivenden aşağı yuvarlanır gibi biri indi.
Ben hemen odadan fırladım. Sokak kapısının önünü tutarak
koşanın yolunu kestim. Vortik ile göğüs göğüse geldik.
Telaşta bumundan soluyan genç Ermeni 'nin gözleri bir
acayip bakıyordu. Merakım büsbütün arttı. Sordum:
"Ne var?"
"Hiçbir şey."
"Nasıl hiçbir şey? Yukarıdan acı acı sesler geliyor. B irbi­
rinize giriyorsunuz."
"Ben de bir bağırtı duymuşum ama nedir bilmiyorum."
"Nereye gidiyorsun?"
"Bana izin yoktur ki, nereye gittiğiınİ diyeyim."
"Söyleyeceksi n ! "
"Efendi, çekil yolumdan ! B i r dakika geç kalmarnın dibin­
den fena bir iş çıkar."
"Söyleyeceksin diyorum !"
Bu son suale cevap olarak Ermeni delikaniısı beni iki
omuzurudan tutarak o kadar şiddetli bir şekilde sarstı ki, ani
bir baş dönmesine uğrayarak sersemledim. Yıkılırken duvara
tutundum.
Bu sendeleyişimden istifade ederek uşak kapıdan dışarı
ok gibi fırladı gitti. Merakıma şimdi bir de öfke eklendi. Ne
demek? Yukarıdan müthiş bir cinayet şüphesini veren acı,
boğuk sesler duyulsun da hizmetkar, suallerime cevap ver­
meye izinli olmadığı küstahlığıyla beni iterek savuşsun !
Beynim hala dönüyordu. Öyle adi bir yaratıktan uğradı­
ğım bakareti hazmedemiyordum.
Arkasından saldırmak istedim. Lakin onun genç hacak­
larına benim ihtiyar adımlarımla yetişrnek mümkün değildi.
Kendi kendime bu aczimi itiraf da beni ayrıca üzdü.

64
Aklımı başıma toplamaya uğraştım. Ne olursa olsun hid­
dete, heyecana mağlup olacak dakika değildi. Kızgınlıkla
Vortik'in arkasından koşarak o mühim zamanda evden uzak­
laşmak budalalıktı. Ü st katta cinayet kokan bir olay oluyordu.
Ş imdi bütün dikkatirole zihnimi onu anlamaya hasretmekten
başka bir şeyle meşgul olamazdım.
Feryatlar kah etten et koparılır gibi, ruhtan kaynayan bir
acılıkla fışkırıyor, kah ezgin bir initti i le ineele ineele sönerek
muzdaribin artık son nefesini verdiği zannına yol açıyordu.
Yukarıda cinayetle ilgili bir sır dönüyor. Artık buna hiç
şüphe yok. Ermeni bu sırrın ifşasına izinli olmadığını söyle­
mekle hakikati anlatmış olmaktan ziyade onun ehemmiyetini
hissettirdi. Yukarıda, macera sahiplerinden başka kimseye
açılamayan bir şey oluyordu.
Hizmetkarın dönüşünü beklemek için evin girişinden bir
yere ayrılmıyordum. Ben girişi heyecanlı adımlarla aşağı yu­
karı arşıolarken merdivenden birinin indiğini gördüm. Yanı­
na koştum. Eleni mutfağa gidiyordu.
Hemen yakasına yapışarak meraktan boğazımda sesimi
düğümleyen gıcıklar içinde:
"Eleni ne var?"
"Bir sey yok."
"Bir şey yok olur mu? Bağıran kim?
"Anlıyorsun, bu ses bir kadın sesi?"
"Evet, bir kadın sesi fakat niçin bağırıyor?"
"Göğsü içerde sancı var."
Eleni diğer suallerimin önünden kaçarak mutfağa girdi.
Bir şeyler ısı tıyor, bir şeyler kaynatıyordu.
Bu sancı sözünün gelişigüzel bir yalan olduğu besbelliy-
di. Bu sıradan bir sancı olsa Vortik ' i n bunu saklamasında ne

65
anlam vardı? Kör Eleni, kerhane işlerinde kaşarlanmış bir
kan olduğundan bu cinayet sırrını derhal bir sancı dubarasıy­
la örtüp geçti. Genç Ermeni böyle ani bir yalanı beceremedi.
Ne yapayım? Hakikati nasıl anlatayım? Vortik'in dönüşü­
nü bekliyordum. Bakayım ne halde ve yalnız mı dönecek?
Bütün tabanlarının kuvvetiyle koşmuş olmasına rağmen bir
türlü gelmiyor.
Eleni, elinde buharı tüten bir sıcak kase ile mutfaktan
çıktı. Merdivene saldırdı. Benim gittikçe heyecanı artan me­
raktan gözlerim karardı. Saniyeden saniyeye kendimi kaybe­
derek dünyayı görmez bir hale geliyordum. Ne olursa olsun
dedim, karının arkasından merdivene atıldım. Saklanan şeyi
mutlaka görmeye azmettim.
Rum hizmetçi yolumu kesmeye uğraşarak büyük bir yay­
garaya başladı. Fakat mücadelede üstün gelerek merdivenin
üst başına fırladım. Heyecandan adeta gençleşmiş atikleş­
miştim. Hiçbir engel dinlemeden cinayet odasına kadar gi­
decektim. Çünkü yaralı hala ölmemişti. i nihisini şimdi daha
yakından duyuyordum.
Kopan gürültüye odalardan birkaç kişi koştu. En önde,
pijamasının altında koca göbeğini çalkalayarak Şemi ge­
liyordu. Ötekilere çekilmelerini işaret ettikten sonar yalnız
kendisi önüme koştu. Onun da hiddetle karışık bir şaşkınlıkla
kaşları çatılmış, rengi atmış ve hafifçe rludakları titriyordu.
i ri vücuduyla karşıma gerilerek:

"Nereye?"
"Cinayet işlenen odaya kadar gideceğim."
Esmer suratında zoraki bir gülümseme göstermeye uğ­
raşarak:
"Oh, cinayet? Nereden buldun bu korkunç kelimeyi?"
"Ben kelime bulmadım. Olanı açıklıyonım. Önümden çe­
kil, inleyerek can verenin yanına gireceğim."

66
"Giremezsin ! "
"Girerim !"
"Kiracının izni olmadan hane sahibi eve giremez. Bura-
dan öteye bir adım atmana müsaade yoktur."
"Böyle müstesna anlarda girer."
"Bu müstesnalık nereden geliyor?"
"Çünkü içeride bir kadın ruh teslim ediyor."
"Edebilir, sana ne?"
"Ne demek? Hepimiz bir çatı altında oturuyoruz."
Burada gerçekleşen bir cinayetten ben de sorumluyum.
Zabıta yarın benden hesap soracaktır. B ir şey bilmiyorum
demekle yakarnı kurtaramam. Çünkü buna kimse inanmaz.
Acı feryatları duydun da niçin anlamaya koşmadın? Niçin
karakola haber vermedin, demezler mi?
"Emin ol dostum, cinayet yoktur."
"Ya bu hal nedir?"
"Tekrar ediyorum, cinayet değil... Tam tersine büyük bir
iyilikte, insanlıkta bulunuyorum. B üyük bir hayır işliyo­
rum."
"Mademki hayırlı bir iştir, benden niçin saklıyorsun?"
"Cinayet olmamakla beraber bu iş bir ailenin saadeti, fe­
laketiyle alakah mühim bir sırdır. Kendime ait olmadığı için
ifşa etmeye izinli değilim."
"Bu ağızlarla beni bu gece başınızdan savamazsın. Ne ol­
duğunu mutlaka anlayacağım. Şemi Bey, mutlaka ... "

"Mutlak."
"Evet."
"Anlatmazsam ne yapacaksın?"

67
"Merkez komiserine müracaatla bizim evde gizli bir ci­
nayetin vuku bulmakta olduğunu haber vereceğim. Benden
sakladığınız şeyi bülbül gibi zabıta memuruna söylemeye
sizi mecbur edeceğim."
"Böyle şey yapmazsın. Sen namuslu, vicdanlı bir adamsın."
"Namus lu, vicdanlı olduğum için bunu yapacağım."
Şemi Bey, acayip yüz buruşturrnalanyla bir müddet dalgın
dalgın durduktan sonra:
"Baba Salah, namuslu, vicdanlıyım diyorsun."
"Evet, diyorum. Bundan şüphe mi ediyorsun?"
"Bu şatafatlı sözleri lüzumlu lüzumsuz yerlerde ağız do­
lusu bir gururla savurmak kolaydır. Fakat ispat etmek lazım
gelince?"
"i spat lazım gelince ederim."
Şemi deminkinden daha derin, daha uzun bir düşünceden
sonra:
"Peki bu hususta seni tecrübe etmek isterim, razı mısın?"
"Bence tecrübeye lüzum yoktur. Fakat mademki böyle
arzu ediyorsun, razıyım. Hazırım."
"Bu sırrı öğrenince senin de üzerine insanlık narnma bir
vazife düşecek. Bu mühim vazifeyi üstlenmek şartıyla sana
işi açabilirim."
"Yapabileceğim bir şey mi?"
"Pekala yaparsın."
Bazen kaderi, insanı bir uçurum gibi çeker. Adamın basi­
reti bağlanır. Dili tutulur. İ tirazına kendinde kuvvet bulamaz.
Büyük bir teslimiyetle bu cazibeye atılır.
İ kimiz de bir müddet sustuk. İ çimde derece derece bü­
yüyen merak, teneffüsümü zorluk verecek kadar göğsümü
şişiriyordu.

68
Nihayet Şemi, beni ilk defa görüyormuş gibi derin bir dik-
katle gözlerini yüzüme dikerek:
"Teklifımi kabul ediyor musun?"
"Namusa muvafakatİ şartıyla ediyorum."
"Buyönden emin ol diyorum. Biraz bekle ! Şimdi gelirim,
dedi."
Odalardan birine yürüdü. İ nilti hala aralıklı sağanaktarla
devam ediyordu. Şemi birkaç dakika sonra yine yanıma ge­
lerek:
"Huyurun şu odaya ... Birer kahve, cigara içelim! Seni asıl
sır sahibiyle görüştüreyim."
Sır sahibi, ooo, iş gittikçe tuhaflaşıyor. Bu garip sırrın Şe­
mi'den başka bir de asıl sahibi mi var?

69
9

Beş altı dakika sonra Şemi uzun boylu, zayıfbir delikanlı


ile beraber odaya geldi. Evvela onu bana işaretle:
"Salim İ zzet Bey ... "

Sonra da beni ona göstererek:


"Hane sahibimiz Salah Efendi, şeklindeki takdimiyle
güya ikimizi birbirimize tanıttı. Lakin bu çifte isim bana hiç­
bir hüviyet söylemedi. Zatı bence tamamıyla meçhul herhan­
gi bir Salim İ zzet ile karşı karşıya idi m."
Kıldir olabildiğim bir dikkatle Salim İzzet'i süzüyordum.
i ri fakat sönük, melankolik iki göz ... Bozuk derisinin inceliği
çene kemiğinin girinti çıkıntılarını canlandırıyor.
Gençliğine rağmen şakaklarında çukurlar görünüyor. Bu­
run uçlan geniş ve ziyade kabarık. Bu soluk sima üzerinde
kaşlarının iki geniş kıvrıntısı hazin bir heybet alıyor. Dudak­
larının üstünde bir çimdik bıyık, dişler muntazam ... Sinirli,
kuruntulu, azgın şehvetinin zebunu bir delikanlı, onu ben
böyle keşfettim.
Şemi ile hacıdan hocadan adamlar görüşmez ya! Bu gece­
ki kadın feryatlarının şehvani bir macera dolayısıyla koptu­
ğuna da hiç şüphem kalmadı.
Sırrı örten perde, sahibinin eliyle şimdi karşımda kaldırı­
lacaktı. Salim İ zzet Bey yorgun, kararsız, endişeli bir bakışla
dalgın durmakta iken Şemi, böyle vak'aların piri, üstadı ol­
duğunu gösterir bir cerbeze ile:

70
"Sana açacağımız sırrın ifşasıyla üzerine düşecek insani va-
zifeyi tamamlayacağına söz verdin, değil mi Salah Efendi?"
"Evet, verdim. Lafımı geri almam."
"Biz de mühim bir aile sımnı namusuna emanet ediyoruz."
"Korkmayınız, söyleyiniz."
"Karşıki odada bağıran hanım, Beyefendi 'nin validesidir."
"Ne oluyor? Üzerinde ıstıraptı bir ameliyat mı yapılıyor?"
"Doğuruyor."
Zihnim birden alt üst oldu. Salim İ zzet Bey, en azından
otuzunda var, onun annesi de en aşağı ellisine yakın bir kadın
olacak. Bu yaşta doğuraniara ender olarak tesadüf edilebilir
diyelim. Fakat bu yaşlı hanım niçin evinde rahat rahat doğur­
mayıp da bu pek tabii hadiseyi burada feryatlarını boğarak
esrar içinde görnıneye uğraşıyor? Yaşın ın geçkinliğine rağ­
men acaba babasız mı doğuruyor? Böyle de olsa ihtiyar bir
kadının bu pek elim sırrı oğluna açmaya mecbur kalması ve
delikanlının bu müthiş faciaya sır tutmak suretiyle yardım
etmek zorunda bulunması. .. Ana oğul için de hazını mümkün
olmayan ne korkunç bir felaket!
Aile dramının birinci perdesi açılıyordu.
Aktörlerden ikisi karşımda, en mühim aktris de içeride
inliyordu. Bu hakiki mevzunun daha başlangıcında idim.
Bakalım daha neler duyacak, neler işitecektim. Bu esrardan
haberdar olmakla neden ben de bu vak' anın zanlıları arasına
karışmış oluyordum? Seyircilikten yavaş yavaş kendimin de
sahneye çıkacağıını düşünerek hafif bir heyecan duyuyor­
dum. Pek namussuzca bir maceraya benzeyen bu işte benim
namusurodan yardım istenmesine de şaşıyordum.
Bir aralık üçümüz de acayip bir duraksama geçirdik. Açı­
lacak sırrın derinliğini ölçer gibi muhataplarıının ikisi de göz
göze geldiler. Fenalıgı bana ağır ağır açmak, hazmettire haz-

71
mettire yutturmak için sakin bakışlarla konuşuyor gibiydiler.
Nihayet Şemi, samimi bir bakış ve tatlı bir sada ile:
"Azizim Salah, hakiki dramlar sahnelerde oynananlar de­
ğil, aileler arasında örtülü kalanlardır. Mademki şartımızı ka­
bul ediyorsun sana her şeyi açıkça anlatacağız. A lemdir bu,
her türlü vak' alar olur. Gafıl olan hiçbir şeye şaşmaz. Şimdi
bizi iyi dinle!"
Titrek sesle cevap verdim:
"Dinliyorum . . . "
"Karşımdaki bu Salim İ zzet Rey memleketimizde milyo­
ner olarak tanınmış meşhur İ zzet Dinari Efendi'nin oğludur.
Bu doğacak çocuğun Dinari Efendi ' den saklanması lazım
geliyor."
"Acaba, şey... Efendi, eşinin gebe olduğunu bilmiyor
muydu?"
"Hayır bilmiyordu."
"O halde çocuk salimen dünyaya gelirse ne yapacaksınız?
Masumu yok mu edeceksiniz?"
"Nefızubillah ! 20 Böyle bir cinayeti işlemeyeceğiz. Çocuk
yaşayacak, fakat aile namını taşımayacak."
"Niçin çocuğu perlerinden gizliyorsunuz? Niçin zavallı
milyoneri babalık şerefinden mahrum ediyorsunuz?"
"Suallerinde şimdilik bu kadar ileri varma! Yavaş yavaş,
sonra her şeyi anlarsın."
"Ben ne sebeple, ne suretle bu işe karıştırılıyorum?"
"Daha maksadı anlayamadın mı?"
"Hayır!"
"Yenidoğan bebeği sana teslim edeceğiz."

20 Allah saklasın, manasında bir hayret cümlesi.

72
Ben oturduğum yerden hayretimden eski mektep çocukla­
rı gibi öne geriye sallanarak:
"Ne münasebet? Bu nasıl olur?"
"Pekala olur. Milyonerzade züğürt bir çocuk değildir. Ge­
lir gelmez kucağınızı kendi ağırlığınca para ile dolduracak."
"Evimizde gebe yok. Konu komşu bu çocuk nenizdir?
Nereden çıktı, demezler mi?''
"Adam sen de, düşündüğün şeye bak! Ona bin türlü kulp
takılabilir. Sana çocuk değil on bin liralık bir gelir veriyoruz.
O da namusundan, vicdanından, dolayısıyla çocuğa iyi ba­
kacağından emin olduğumuz için ... B ir devlete konuyorsun.
Böyle şeye nazlanılır mı? Böyle bir saadet kuşunu yuvasına
kim kabul etmez?"
İ çimden:

"Zavallı saadet kuşu, ana baba şefkati görmeden aile oca­


ğından bir kedi yavrusu gibi dışarıya atı lıyor."
Diyordum.
Bu, birdenbire ne kabul ne de reddedilebilir bir teklifti.
Çok düşünmek ve ailemle İstişare etmek lazımdı. Fakat yazık
ki, ben bu çapraşık işin ne olduğunu bilmeden kabule söz
vermiştim. Bu, benim sade aklımla anlaşılır, halledilebilir bir
dava değildi.
Bana belediyenin kayıtlarında olmayan isimsiz bir çocuk
verecekler. Kucağımı para ile dolduracaklar. Kimseye boş
yere para vermezler. Sonradan kim bilir başıma ne belalar
çıkacak.
Bunda pek o kadar büyük bir namussuzluk görmüyorum.
Fakat evveli ve ahiri karanlık duran bu meselenin şeklini pek
karışık buluyorum. İ zzet Dinari Efendi 'nin çocuğu kendi­
sinden niçin saklanıyor? Acaba ortada muğlak bir miras me­
selesi mi var? Varisler meydana yeni bir zürriyet çıkarmak

73
istemiyorlar mı? Haydi onlar böyle bir entrika çevirmek me­
lanetinde bulunsunlar, gebe kadın doğacak çocuğun isimsiz
olarak aileden kovulmasına nasıl razı oluyor? Bir cinayet iş­
ler gibi sesini kısarak, şöhreti temiz olmayan yabancı evlerde
doğuruyor?
Ben sağlam, pak bir işe girmiyorum. Allah sonunu hay­
reyleye! Bu muğlak sır gittikçe zihnimde dal budak salmaya
başladı. Sonra, tanınmış zengin İ zzet Dinari Efendi 'yi düşün­
düm. Bu zat seksenlik var. Efendi 'nin hala zürriyete hizme­
ti bence şüpheli. Fakat o yaşta ihtiyarların çocukları olması
büsbütün gerçekleşmeyen bir hadise değil. Emsali çok var.
Ben meselenin bir aydınlığa çıkar tarafını aradıkça bütün
bütün meçhulün karanlıkianna dalıp bunalıyorum.
Bana bir düzine kahve, üstüne çay, çay üstüne kahve cigara
ikram olunuyor. Şemi ile Salim İ zzet ağn çeken hamının ha­
linden haber almak için ara ara dışarı çıkıp odaya geliyorlar.
Bana kucak dolusu para getirecek zavallı bebeğin dün­
yaya çıkmasını bekliyoruz. Şimdi kadının kurtulmasıyla ben
de hemen hemen ötekiler kadar alakadarım. Kısmetli çocuk,
paradan başka bizim eve acaba daha neler getirecek? Kayna­
nam bu işe çok memnun olur. Çünkü her gün yavrunun kay­
nayacak sütünden bir bardak olsun çalar, içer. Fakat kanınla
kız kardeşim ne diyecekler?
Bir aralık İ zzet Salim Bey'le odada ikimiz kaldık. Milyo­
nerin bu genç varisi surat çatık, gözler dalgın, mütemadiyen
ağzına getirip götürdüğü iki parmağının arasındaki cigarayı
tüttürerek odayı dumana boğuyordu.
Aramızdaki yabancılık boşluğunu doldurmak için istek­
siz bir iki şey konuşmaya uğraştık ancak lakırdı yine söndü.
Karşı karşıya bir konuşma ateşi uyandıramadık. Ne ben onun
meşrebini biliyordum ne de o benim zevkimi, ahlakımı. .. Ne
konuşacaktık? Fazla olarak hal ve mevki de hiçbir tatlı ko­
nuşmaya uygun müsait değildi.

74
Bu işin ucunda bize para vardı. Fakat bu meçhul bir feta­
ketle karışık uğursuz bir kazanç gibi görünüyordu. Parayı be­
dava almayacak, kim bilir ne dertlere, eleıniere uğrayacaktık.
Başıma büyük bir lütuf şeklinde açacağı bu maceradan
dolayı Şemi'ye kızıyordum. Fakat kapana tutulmuş gibiy­
dim. Heritin arkasından biraz söylenmek için dedim ki: "Bu
Şemi Bey ne tuhaf adam ! Tutturduğu ayıplanacak mesleğiyle
söz arasında bazı bazı iftihara kadar varıyor... "
Yanlış bir şey söylemişim gibi Salim İ zzet beni dik, kız­
gın bir nazarla süzdükten sonra:
"Şt:rııi Bey; tuhaf değil pek ciddi, iyi bir adamdır. Mcsle­
ğiyle iftihara da hakkı vardır."
Birdenbire yüreğimde bir tiksinme kaynadı. Ne demek?
Her diyarda nefret edilen böyle sanatlar artık aramızda mak­
bul, muteber bir meslek mi görülecekti?
Kendimi tutamayarak:
"Beyefendi, afedersiniz! Ya sizin fikrinizi benim kalın
kafam almıyor veyahut benim söylediğimi siz anlamıyorsu­
nuz," dedim.
"Merak etmeyiniz, anlıyorum, anlıyorum. Eski kafaların
idrakine sığmayacak bazı yeni fikirler vardır. Söz işte burada
çatallaşıyor. Siz azıcık ileriye gitmeden ben az geriye gitme­
den mümkün değil birbirimizi anlayamayız."
"Ben zannediyorum ki, Şemi Bey ' le müşerref olalı eski
mevkiimde değilim. Çok ilerledim."
"Size belki öyle geliyor ama affedersiniz hala yerinizde
sayıyorsunuz."
"O halde lütfen siz biraz geriteyerek şu yeni hakikati bana
anlatınız!"
"Şemi Bey, eski zihinlerin kavrayamayacağı büyük bir
adamdır."

75
"Bizde büyük adam deyince çoğunluk yerini beğenmiş
bal kabağı gibi enine boyuna serpilmiş dev cüsseli kimseler
anlaşılır."
"Vücut büyüklüğünü kasdetmiyorum."
"Aramızda başka türlü büyük adam pek göremiyorum. Bu
tabiri Şemi gibiler hakkında kullanmak küflirdür. Bu iddiarn
kesindir. Hiçbir zaman sözümden dönmem. Dünyada hiçbir
mantık ve kuvvet de döndüremez."
"Şemi Bey ' i siz yanlış anlamışsınız. Fikrinizi düzeltece­
ğim."
"Teşekkür ederim."
"Bu zat bu akşam beni büyük bir felaketten kurtarıyor."
"Büyük bir ücretle."
"Peki ama ben milyon versem onun bana ettiği iyiliği bir
başkasına yaptırtamam. Çünkü esrar içinde esrar var. Böyle
zamanda kime açı labilirsin? Namussuz, dolandırıcı adamları
böyle mühim bir aile sırrından haberdar ettin mi sonra seni
yiyim yeri yaparlar. Sırrı ifşa edecekleri tehdidiyle yoldukça
yolarlar. İ şte Şemi böyle işlerin ehlidir. Parayı bir kere alır
sonra bütün namusuyla, vicdanıyla hareket eder."
Aman Allah' ı m, neler duyuyorum ! Bilmem nasıl bir me­
lanet ve entrika ile bütün aile hukukundan mahrum bırakılan
bir masumun aleyhindeki caniyane desiselerin namusluca
idare olunduğunu işitiyorum.
Hayretten, nefretten gözlerim büyüdü. Ağzım açıldı. Bu
küstah felsefenin cüretli feylesofuna bakakaldım. Salim İ zzet
Bey sinirlerimin ıstırabını, dİmağırnın isyanını anladı. Elin­
deki cigaranın külünü ağır bir düşünce ile tabağa silkerek
bana baktı.
Hazin bir gülümseme ilt::

76
"Başka başka zamanların adamlarıyız. Aramızdaki fark­
lara, ayrılıklara ne şaşmalıyız ne kızmalıyız. Anlaşmalıyız.
Şaşırmış ve meyus bir halde kaldığı yerde mazi susmalı, is­
tikbali dinlemeli."
"Sustum. Dinliyorum. Fakat bir şeyi anlamıyorum. Zih­
nime bir müthiş yumruk gibi çarpan pek yeni fikirlerden ra­
hatsız ve daha doğrusu adeta hasta oluyorum. Eski zaman,
yeni zaman ala ama ara yerdeki uçurum başımı döndürüyor.
Farzedelim ki siz otuz yaşındasınız, ben de altmışındayım.
Bu otuz senel ik farkın iki nesil arasını bu kadar açmasını ak­
lım almıyor. Görüyorum ki, Türk'ün her şeyi bir değişim ha­
l inde ... Biz bizden ayrılıyoruz. Başka türlü bir şey oluyoruz.
Türk, kendini bir daha bulamamak üzere kaybediyor. İ yi mi
oluyor? Fena mı? Bu, sonradan aniaşı lacak. Japon, Japon ka­
larak terakki ediyor. Biz niçin kendi hüviyetimizden çıkmayı
medeniyet biliyoruz? Türk, Türklüğünü zayi ederse mağlup
olur. Çünkü hasını Avrupa'nın topuna, tüfeğine, tayyaresi­
ne, donanmasına karşı koyan bizim mütekabil techizatımız
değil, Türklüğümüzdür. Avrupa, bizim yine onlardan satın
alacağımız harp aletlerimizden korkmaz. Türk'ün kanındaki
cesaretten, kahramanlıktan yı lar... "
"Efendi, siz yavaş yavaş bahsi siyasete döküyorsunuz. Bu
müşkil meselelere cevap verecek kadar mahir bir diplomat
olmadığımı itirafa mecburum. Ben yalnız eski zihniyetle ye­
nisinden ve Şemi Bey'in insaniyetinden, hususi vaziyetlerde,
gizli meselelerdeki maharetinden bahsetmek istiyordum."
"Affedersiniz, gizli mesele tabirlerinden bir şey anlaya­
madım."
"Efendi, birtakım belediye ile alakah ve medeni mesele­
ler, işler vardır ki, bunlar hayatımızda büyük bir yer tutarlar.
Ö nemli bir rol oynarlar. Fakat hepimizin mağlup ve karşı­
sında aciz olduğumuz bu işlerden bahsetmek gayetle ayıp­
tır. Bunları idare eden adamlar alem nazarında ayıplanır ve
lanetlenir."

77
Mesela kerhanecilik pek tiksindirici bir sanattır. Bundan
yavaş sesle ve tİksinerek bahsederiz, Efendi, zaruri ihtiyaçlar
sırasında fırınlardan sonra genelevleT gelir. İ nsanlık manen
iğrenir gibi göründüğü bu yerlere maddeten o kadar düşkün­
dür, kalben o kadar bağlıdır.
Bir kerhane müdürünün görevi insanlık için bir hastane,
bir tırnarhane idaresinden pek ayrılmaz. İ nsanlar hasta, deli
oldukları gibi şehvet hırsı ile de maluldürler. Hastalık, cin­
net nispeten sınırlıdır. Fakat bu öteki hastalığın hücumundan
kurtulan hemen hiçbir fert yok gibidir. İ nsanlık baştan başa
bunun tasallııtu altındadır. Kerhane müşterisine bir ücret kar­
şılığında oda, yatak ve kadın verilir. Mümkün olduğu kadar
memnun etmeye uğraşılır.
Onun insanlığa bu büyük hizmeti niçin nefret edilen ve
ayıplanan bir iş sayılıyor. Her medeni memleket, nüfusu­
nun miktarı nispetinde böyle haneterin açılmasına müsaade
ediyor. Çünkü bu bir ihtiyaçtır. Bu sanata hiç tenezzül eden
olmasa hükümetler böyle evleri idare edecek kimseler bul­
maya ve belki de yetiştirmeye mecburdurlar. Umumhaneler
kaldırılırsa cinayetler, aile faciaları artar. Kanlarının ateşle­
rini söndüremeyen azgınlar oraya buraya saldırırlar. Bahçe­
lerde, viranelerde, sokaklarda apaçık rezaletiere şahit oluruz.
Hakikat bu merkezde iken geçenlerde vilayetterin birinden
bir patron istenildi. Ortalıkta bir hiddet, bir nefret, bir tiksinti
tufanıdır patladı. Kıyamet koptu.
Kendirnce bu riyadan, cehaletten ve basit görüşlerden
doğan düşüncesiz patırtıdan başka bir şey değildir. Bugün
genelevlerde çağdaş, sağlıklı, fenni, medeni, terbiyevi ida­
reye muktedir patronlar bulunsa fena mı olur? Mesela öyle
bir patron ki, hanesine silahlı müşteri kabul etmiyor. İ çkiye
izin vermiyor. i çeriye hasta müşteri almıyor. Sermayelerini
bütün rahatsızlıktan uzak tertemiz bulunduruyor. Hanede her
bir şey onun mesuliyeti altında gerçekleşiyor. Böyle bir talep
ve temenniye karşı kızıyor, isyan ediyoruz. Niçin? Çünkü bu

78
haklı şeyi rezalet sayacak kadar fıkren düşkünüz. Bunu ayıp
sayıyoruz. O halde doğru olanı hangisidir? Bırakalım müş­
teri silahı ile gelsin, sekiz on kadehten sonra çeksin vursun.
Dışarıdan hastalık getirsin. içerden onulmaz dertler alsın gö­
türsün.
Bu sanat için hastabakıcılar gibi müdürler yetiştirmek
ayıp değil elzemdir ve Anadolu buna her şeyden ziyade muh­
taçtır.
Neler duyuyorum. Bu birkaç saatin içinde, yaşadığım se­
neler kadar bir ömür daha geçirdim. Çünkü yaşıının bu se­
nesine kadar kerhaneciliğin bu derece hayırlı ve insanlığa
faydalı bir sanat olduğunu bilmiyordum. İ şitmemiştim. Bey,
o kadar samimi ve tatlı söylüyor ki, hükümet bu tür patmn­
luk için bir müsabaka açılsa, bir kabul dilekçesi ile insanın
hemen müracaat edeceği geliyor.
Şimdi ikimiz de sustuk. Derin bir dikkatle bakışıyorduk.
O, bana fazla açılmış olmaktan biraz pişmanlık duyuyor gi­
biydi. Ben, bu kadar methedilen sanattan kendime bir şey bu­
laştırmaktan titriyordum.
Nihayet Salim İzzet Bey:
"Şemi Bey'den sonra da size teşekkür borçluyum. Çünkü
tabii bir ücret mukabilinde, fakat doğacak çocuğu bir baba
gibi büyütmeye söz veriyorsunuz, teşekkürleriyle bu hizmet­
te beni Şe mi 'ye yardımcı yaparak suratıma bir avuç çamur
sıvadı."

79
10

Bu teşekküre karşı teşekkür mü edeyim, isyan mı?


Bunu düşünürken karşıki odadan acı bir feryattır koptu.
Sonra ev birkaç dakika derin bir sessizliğe büründü ve ardın­
dan Şemi oda kapısında görünerek:
"Beyefendi müjde, hanımefendi kurtuldu. Bir oğlumuz
oldu."
Bu müjde kime veriliyordu? Oğlumuz? Artık o hepimi­
zin bir parça oğluydu. Çok babalı fakat gerçekte hiçbir peder
narnma nispeti olmayan bu terslenen, istenmeyen çocuğun
dünyaya gelmesine sevinecek veya yerinecek biri varsa o da
bendim. O bir saadet yahut felaketse benim zavallı başıma
geliyordu. Hanımefendi kurtuldu. Galiba derde artık ben tu­
tuluyordum.
O aralık sokakta bir otomobilin ejderha nefeslerinden
sonra evin içinde küçük bir gürültü daha oldu. Önde silindir
şapkalı koca bir herif, arkasında elinde iri bir çanta ile Vortik
odadan içeri girdiler.
Bu herifbir Ermeni ebe imiş. Aman ne meşe yarması kor­
kunç bir ebe! Çocuk doğmak değil, -haşa huzurdan- insanın
çişi gelse bunun suratını görünce geri kaçar.
Telaştan dili dolaşarak Vortik:
"Efendim, 'mösyö lö doktoru ' devletli hanelerinde bula­
madım. Genç hizmetçi Miryam' ı buldum. ' Efendin nerede­
dir?' diye sorunca, o 'Nerede olur? Yine çocuk dağurtmaya

80
gitti. Sanırsın ki, bu aylarda bütün İ stanbul kuluçkadadır.
Doğuran doğurana... ' diye cevap verdi. Sekiz yere telefon
ettik. Vay babasının canına... Doktorumuzdan cevap alma
imkanı yok. Bundan çıkmış, öteye gitmiş. Ondan çıkmış,
daha öteye varmış. Nihayet efendim sekiz telefon borusuna
ü:flediysek, seksen kapının çıngırağını çektiysek, zahmetimiz
boşuna gitmedi. Doktor Bartamyan' ı kökünden yakaladık.
Ebelik kazançlı zanaattir. Bu dünyada her işin bir tatili vardır.
İ şte yalnız bu iş durmaz, hep işler."

Doktor:
"Haydi oğlum, sus ol artık; git işine! B iz buraya laf etme-
ye gelmedik. Hemen vazifemize başlamalıyız."
Şemi Bey:
"Doktor size zahmet verdik. Çok teşekkürler ederiz."
Doktor:
"Durunuz bakalım efendim, daha teşekkürün yeri yoktur."
Şemi Bey:
"Efendim teşrifınizden biraz evvel bir oğlumuz oldu."
Bu müjde karşısında ağzı bir müddet açık kaldıktan sonra
Bartamyan bir haykırış salıverdi:
"Ne deorsun efendim? O iş oldu bitti?"
Şemi:
"Evet kurtuldu."
Doktor:
"Eh, işte valiahi buna memnun oldum ama fevkalade
memnunluk duydum."
Şemi:
"Eksik almayınız."

81
Doktor:
"Bebeğimiz anamızın cinsindendir? Babamızınkindendir?"
Şemi:
"Oğlan . . . "
Doktor:
"Vay kerata! Ben gelorum deyi duyduysa, artık içerde
oturmadı, korkusundan hemen dünyaya çıktı."
Şem i :
"Evet, evet! Sizden ve hele çantanızdaki demir aletlerden
korktu da dışarı fırladı."
Doktor:
"Demek ayaklarım uğurlu geldi?"
Şemi:
"Evet, ayağınız uğurlu geldi. Zavallı kadın uzun müddet
ve birçok şiddetli ağrılar çekti. Pek zor kurtuldu."
Doktor:
"Mademki burayacak geldim. Valideyi ve çocuğu bir kere
görmeliyim. Yeni doğuran lohusa büsbütün kurtulmuş değil­
dir. Verecek tıbbi, gizli 'konsey' lerim vardır."
Şemi, Bartamyan' la beraber odadan çıktı. Doktorun
ehemmiyetlice bir vizite hak etmek için gösterdiği bu aşırı
gayrete biz Salim İ zzet Bey ile gülüştük.
Salim İ zzet Bey :
"Yaban adamı gibi iri yarı bir herif. B u nasıl ebe olur?"
Ben:
"Ayı pençesi gibi elleri var."
"Fakat gayet methederler. Bununla beraber ben şöhretinin
bir kısmını da şarlatanlığına atfcdiyorum."

82
"Ben de öyle görüyorum. Doğuracak kadın ölürse Allah
öldürmüş olur. Kalırsa, doktor kurtarmış sayılır."
Biz böyle konuşurken Şemi ile doktor döndüler. Doktor
reçete yazmak için kağıt kalem hazırlarken çenebazlıktan da
geri durmayarak:
"Evet efendim, çok sıkıntı çekmişler. Zavallı kadın ziya­
de yorgun düşmüş. İ lk öncem 'Prezantasyon, pelviyen dö an
avon' olmuş. Yani çocuk hacaktan ve arka önde olduğu halde
gelmiş." Sonra uğraşırken ebe hanım bu pozisyonu kaçırmış.
"Prezantasyon dö le pol goş" yani yavru sol koldan gelmiş.
Çok türlü işler olmuş. Ne isem ben burda olaydım hanımı o ka­
dar bağırtmazdım. Çok şükür, çok şükür, gebe kurtuldu ya biz
ona bakalım! Çünküm ebe hanımlar bazen öyle işler ederler ki,
ne diyeyim, artık ötesini hiç demesem daha iyi olur."
Salim İ zzet örtülü bir alay tarzında:
"Doktor sizi çok methediyorlar. Mesleğinizde birinci
imişsiniz."
"Eksik olmasınlar. Bugünecek binlerce karı doğurt­
muşum. (Şehadet parmağıyla orta parmağını birbirine yapış­
tırıp göstererek) bu ikisini haddim olmayarak delikten içeri
koyuncak kapalı yerde ne var ne yok "hıp" deyi ağnarım."
Lohusamız pek gençtir. Zannederim, yirmisinde yok. İ lki­
dir de gayetle nevrotik yani asabi bir kadındır da . . .
Doktorun çenesiyle beraber reçetenin üzerinde kalem tu­
tan eli de oynuyordu. Fakat benim zihnim fena halde karıştı.
Salim İzzet Bey'in validesi henüz yirmi yaşında olmasın?
Acaba yanlış mı anladım? Hayır. Koca doktor kalın lisanıy­
la kelimeleri öyle birbirinden ayırarak telaffuz ediyordu ki,
böyle kuvvetli, kaba bir hece karşısında hiçbir kulağın yanlış
anlamasına ihtimal yoktu.
Çocuğu aileye kanştırılmayacak lohusa hamının yaşının
yirmiden aşağı olduğunu öğrenmekle, bir yeni muammanın

83
daha içine girmiş oldum. Efendi seksenlik, hanım on sekiz­
lik. İ şte bu iki malumdan keşfedilecek bir meçhul var:
Çocuk kimin?
Hanım kasaplık buzağı doğuran inek gibi yavrusunu bı­
rakıp gidecek. Bu çocuğun İzzet Dinari Efendi 'nin sülbüyle
hiçbir münasebeti yok. Bu kat'iyyen onun varisi değil .
Doktor reçetesini bitirdi. Hakkında birçok sıhhi tavsiye­
lerde bulunarak ilaçların kullanış şeklini anlatırken ben hep
bu gizli doğurma bilmecesinin karanlık yönlerini keşfe uğ­
raşıyordum:
Çocuk kimin?
İ zzet Dinari Efendi çok ihtiyar, fakat kendinde dölleme
kudreti kalmamış olduğunu bilemeyecek kadar bunamış ol­
malı ki, fuzuli baba yapmaya muvaffak olamayacakları için
bu gizli dolap dönüyor.
Çocuk yabancıdan, buna şüphem kalmadı. Bu gizli
doğurmadan ihtiyar Dinari 'ye hiçbir şey sezdirmeyecekler.
Fakat üvey anasının bu vicdan yakıcı ihanetine Salim İ zzet
nasıl tahammül ediyor? Oh, hayır, tahammül değil, bu namus
lekesinin kapatılması için bütün ruhu ile ona yardım ediyor.
Aklıma öyle şeyler geliyor ki ... İ nsanlığımdan sıkılıyorum,
derin bir melanet kuyusunun önündeyim. İ çine bakmak is­
temiyorum.
***

Lohusa döşeğinde iki gün yattıktan sonra genç kadını ka­


palı bir otomobil ile götürdüler. Ağzında bir emzikle k undağı
bize teslim ettiler. Kucağımızın para ile dolacağı hususunda­
ki vaatleri tepemizde oynanan pokerin blöfleri gibi boşa çık­
tı. Şimdilik her ay bu miktar verileceği teminatıyla elimize
elli lira tutuşturdular.
Kaynanarn paranın bu kadarına da çok sevindi.

84
"Bir damla çocuk. Günde kaç okka süt içebilir? Ben he­
sap ettim; yevmiye bir buçuk liradan fazla düşüyor. Yarım
lirasını masuma sarfetsek ötesi bize kalır. Böyle zamanda bu
kadar bir gelir alabilmek için kaç bin liralık bir akara2 1 malik
olmalı. Siz yavruyu bana veriniz, emziğine, bezine her şeysi­
ne ben gül gibi bakanın. Kaç tane çocuk büyüttüm. Buna mı
bakamayacağım? Evlat yetiştirmesi Allah 'a ibadet ve kullara
büyük bir iyiliktir. Kimin tohumu olursa olsun. Neme lazım
benim. Rabbim can verip bu meleği dünyaya göndermiş ya!
Ötesi bizim nemize gerek?"

Kaynanarn yalan söylemiyordu. Evdeki kadınların içinde


çocuğa en iyi bakacak o idi. Bu işteki günah ve tamah olsa
olsa insafsız gelir memurları gibi masumun sütünü yarı yarı­
ya paylaşmak olabilirdi.
Çocuk bize Abdullah'ın oğlu Hikmet künyesi i le teslim
olundu. İ ş biraz hokkabazlık acelesine getirildi. Tayin edi­
len elli lira aylık sözden ibaretti. Bu ücreti vermedikleri gün
biz ne diye ve kimden ne dava edecektik? İ nsan evde bü­
yümüş bir kedi yavrusunu bile götürüp sokağa atamaz. Biz
bir kere çocuğa kendi oğlumuz gibi ısındıktan sonra ondan
ayrılmayacak, ücreti verilse de verilmese de bakmaya mec­
bur olacaktık. Bizim bu saftığımızı, yumuşak yürekliliğimizi
keşfettiler sanırım.
Bir milyonerin sülbüne kaydedi lmesi lazım gelen bir ço­
cuğa kendi kıt kanaat nafakamızdan bir hisse ayırmak, bil­
mem bu gülünecek veya ağianacak bir şey miydi?
Ailece bir odaya toplandık. Kaynanarn kucağındaki kun­
dağı "kış, kış, kış"larla sallıyarak ortaya çıktı. Hep birer defa
yaklaşarak yavrunun kıpış kıpış gözlerine, buruş buruş, mini
mini dudacıklarla meme arayan masum yüzüne baktık. Kay­
nanam gözlerini kundaktan ayırmayarak:
"Valiahi kendim doğurmuş gibi bu masumcağıza ısındım."
21 Gelir getiren mülk.

H5
Ben:
"Hanımnine sen artık doğurabilir misin?"
"Canım söz bir kere ağzımdan öyle çıktı. Farzediniz ki,
kızım doğurmuş olsun. Yavrucağızı anasından nasıl ayırdılar
bilseniz! Aklıma geldikçe yüreğim kan ağlıyor."
Ben:
"Nasıl ayırdılar?"
Kaynanam:
"Kundağı alt kata götürüp bize teslim ettikten hemen bir
çeyrek saat sonra tekrar yukarı istediler. Ben de artık yüzümü
kızdırarak hizmetçinin arkasına düştüm, Lohusanın odasına
çıktım. B ilmem nasıl oldu? Bir şey demediler. Lohusa öyle
genç, öyle güzel ki, şaşıra kaldım. Resim, Resim ... Lokman
Hekim bunu görse kimseye tavsiye etmeden hemen kendisi
'hap' diye yutar. Allah övünmüş de yaratmış, ne kaş, ne göz,
tarif edemem. Lohusalık rahatsızlığıyla biraz rengi solmuş.
Hani ya, çiçeklikte gül nasıl solar, valiahi öyle... Bu solgun­
luk da yüzüne başka bir güzellik vermiş. Hem de pek ter­
biyeli taze ... A, ne kadar olsa kibar karısı. .. Birdenbire beni
görünce hemen yadırgayıp da 'A, sen kimsin? Odama niye
girdin?' gibi muamelelere kalkışmadı. Hem çok zerafetli ...
Hiç sormarlan benim kim olduğumu anladı."
Mahzun mahzun:
"Hanım! dedi, bu çocuğa siz bakacaksınız, değil mi?''
Ben de sesimi tatlılaştırarak cevap verdim:
"Evet, küçükhanım efendimiz."
0:

"Sizin namusunuzu, insanlığınızı, terbiyenizi pek methe­


diyorlar."
"O kendi insanlığınız, terbiyeniz efendim."

86
"Hanım ayıplamayınız; dünyadır bu, insanın başına her
türlüsü geliyor."
Kundağı kucağına aldı. Masumun yüzünden yana yana bir­
kaç defa öptü. Gözlerinden bela yağmuru gibi yaşlar iniyordu.
Tesadüfen çocuk da ağlamaya başladı. İ kisinin de yaşı birbiri­
ne karıştı. Bilmem ki ne oluyordu? Bu ana oğul artık birbirle­
rini hiç göremeyecekler miydi? Allah'ım niçin? Tıkanırcasına
ateşli ve acılı son bir öpüşle kundağı bana uzatarak:
"Ah hanım, yavrucuğumun yüzünü bana hiç göstermeme­
Iiydiler. Bir kere gördüm, kanım kaynadı. Şimdi mini mini
ağzıyla nefes alan bu melek daha dün benim vücudumdan
koptu. Canımdan ayrıldı. Kanındaki harareti benim yüreği­
min ateşinden aldı. Onu götür artık! Zaafım bir kere daha
üstün gelirse, burada kalırım. Bir yere gidemem."
Bazı kimselerin gönüllerinin hoş olması, namuslarının
kurtulması için bu iş böyle oluyor. İ nsanların kanunlarındaki
adaleti anlayınız artık. Benim, babasının ve diğerlerinin hata
ve günahlarının cezasını bu masum çekecek. Onu evvela Al­
lah'a, sonra size emanet ediyorum. Zavallıcığı gelip görmek
benim için bir haram, onun için bir leke olmadığı gün yine
gelip Hikmet'imi böyle öpeceğim. Fakat hanım, öyle bir gün
düşünebiliyor musunuz? İ nsanların gaddar nizarnları buna
hiç müsaade ederler mi? Haydi hanım, haydi meleği uçur!
Kundağı hemen bağnma bastırarak kaçırdım. Arkarndan
hüngür hüngür anası, kucağımda bıngır bıngır yavrusu ağlı­
yor. Ben de artık, gözyaşlarıını tutamadım. Sel revan içinde
buraya geldim.
Yedi gün lohusalığını tamamlamadan taze kadını otomo­
bil ile aşırdılar. Şimdi, bu çocuk ağladıkça ben o kadar fena
oluyorum ki, anası da ötede yaşlar döküyor sanıyorum. Bu
nasıl sır? Nasıl esrar, anlayamadım.
Kaynanarn yine gözleri nemtenerek sustu. Biz dinleyenler
hep beraber üzüldük. Hele oğlumla kızım, temiz, nezih, saf

!!7
yüreklerinin feveranıyla mendillerini çıkardılar. Mihrihan da
hıçkırıyordu.
Benim de içime bir ezginlik gelmedi dersem yalan söy­
lemiş olurum. Çocuklarımın yürekleri yufkadır. Evde acıklı
hikayeler okunduğu zaman bile ağlarlar. Fakat günahkarlı­
ğına hiç şüphe etmediğim bir kadının esrar içinde doğurup
bebeğinden ayrıl ışına çocuklarımın temiz, namuslu kalple­
rinin galeyana gelmesinde bir mana göremedim. Lohusanın
kötümser bir şekilde şikayetçi oluşunun felsefesine evvela
ben de aldandım. Fakat akabinde düşündüm. Eşi varken bir
diğerinden hamile kalıp da sonra kanundan, kaderinden şika­
yet etmek... Bolşevik felsefesi besbelli işte bu olacak.
Galiba kanunla serbest evlenmenin çarpışması karşısında
bulunuyoruz.
O üzüntüyle hepimiz Hikmet' i birer kere bağrımıza bas­
tırdık. Bu küçük H i kmet'te büyük bir hikmet okuyorduk. Bir
kadınla erkeğin günahlarından bir meyve doğacak, bu mini
mini yaratık çok dar bir zamanımızda bize ayda elli lira gelir
getirecek. B iz işlenmiş bir günahın adağıyla çöpleneceğiz.
Şemi Bey bu işe aracı olacak. B iz ona yardımcı olacağız. Git­
gide bizim bu gibi işlerdeki tutuculuğumuz kın lacak. Her şey
birbirine bağlı, halkalarla birbirine zincirli. İ şte hep bunlar
masumun ismi gibi birer hikmet. Fakat biz ailece geçim kıza­
ğı üzerinde hangi yokuştan aşağı kayıyoruz.

88
ll

Lohusa evden gitti. Çocuk bizim koynumuza girdi. Olay


tamamİyle örtüldü, unutuldu. Şemi 'nin yönettiği yer bilindik
şeklini aldı.
Hikmet ' in babası kim? İ htiyar Dinari'den karısının doğu­
mu neden saklanıyor? Genç annenin üvey oğlu babasına kar­
şı atfedilen bu suçun gizli kalmasına niçin uğraşıyor?
Savcılığı ilgilendiren bu sorulara cevap vermeye doğrusu
kendimi hiç mecbur hissetmiyorum. Ne olmuşsa olmuş, bu
cinayetten sapasağlam bir çocuk doğmuş. Bundan öncesi ve
sonrası bizim için karanlık. Biz yavruya kendi oğlumuz gibi
bakacağız. Vazifemiz bundan ibaret. . . Artık ötesini onu doğu­
ran ana ile onunla sevişen baba düşünsün.
***

Şemi bizim evde ü ç aylık İkarnetini doldurdu. B u sebep­


le biz üç yüz lirayı hak ettik. Ondan sonra hanemiz bu fena
alışverişin ticaret merkezi olmaktan kurtuldu mu? Ne gezer!
Asıl revaç bunun akabinde başladı. Biz evimizdeki yağlı
müşteriye güvenerek etrafa hayli borç etmiştik. Şemi haki­
katİn tamamen farkında, esmer yüzündeki o ince, köpekleşen
gülüşüyle elime üçyüz lira daha sundu. Çoluğumun, çocuğu­
mun yaşayışlarındaki tahammülsüz mahrumiyeti düşünerek
reddedemedim. Gittikçe zayıflayan namusumuzla üç ay daha
namussuzluğa karşı göğüs göğüse mücadele edecektik.
Şemi, ilk üçyüz lirayı aldığım zamandaki sertliğime oran­
la şimdi pek munisleşmiş olduğumu görerek hen i daha ziyade

89
yola getirmek için tatlı tatlı sırtımı sıvadı. Azrail okşuyonnuş
gibi titredim. Çünkü bu iltifatın arkasında bal gibi bir ifade
ile haysiyet kırıcı bir teklif çıkacağını biliyordum. H akikaten
de tahmini m hemen zuhur etti :
Şemi konuşmasına şöyle başladı:
"Baba Salah, görüyorum sıkıntı içindesiniz. Evde yedi
nüfussunuz. Hayat gittikçe pahalılaşıyor. Para düşüyor. İ hti­
yaç artıyor. Ü ç ayda bir üç yüz lira alıyorsunuz. O da eliniz­
de üç günde eriyor. Sonra ne yiyorsunuz? Nasıl geçiniyor­
sunuz? Anlamıyorum. Galiba ot gibi yalnız havayla, suyla
gıuanlanıyorsunuz. Yetersiz beslenme ile kanınız bozuluyor.
Aklınız zayıflıyor. Azim, irade kalmıyor. Hiçbir işe yaramaz
oluyorsunuz. Sefa! et bir kere insanı alta alırsa geçmiş ola. Bu
ihtiyaç ejderiyle şimdi gençler bile güreşemiyorlar. Sen ise
ihtiyarsın. Gücenme Baba Salah! Zihniyetini zamana uydur­
maktan henüz çok uzaksın. Zaruretten şikayet ediyorsun. B ir
iş de tutmuyorsun. Akşamiara kadar boş oturuyorsun."
"Bu yaştan sonra ben ne yapabilirim?"
"Her yaşa göre iş vardır, azizim! Bu memlekette sana
benzeyen birçok adam güya gökten kudret helvası düşecek­
miş gibi ağızlarını havaya açıp bekliyorlar."
"Tembel adam değilim Şemi Bey, muvafık bir iş bulsam
yapacağım."
"Pekala, ben sana iş bulayım, yap!"
"Tabii yaşımı, haysiyetimi gözeterek... "
"Korkma, bundan sonra sana yüz okkalık yük taşıtacak
değilim. Haysiyete gelince, bu da tefsire göredir. Bu zaman­
da tam ayar haysiyetle yaşayan adamlar azaldı. Bunların, ar­
zın bilmem kaçıncı devrinde yaşayan fıl mamutu gibi gide
gide nesilleri büsbütün yok olacak."
"İ şte ben fıl mamutlardan biri olmak isterim. "

90
"Merak etme, azizim! Zaten öylesin. Fakat ben senin fıl-
den daha zarif bir yaratık olmanı arzu ederim."
"Çabuk söyle, bana ne iş gördüreceksin?"
"Biraz bana yardım edemez misin?"
"Sana yardım?"
"Evet."
"Nasıl?"
"Bazen işim çoğalıyor, bir başıma yetişemiyorum."
"Demek beni kendine yardımcı yapmak şerefine layık gö­
rüyorsun?"
"Şehirlisin, zeki adamsın, ben senin değerini anlıyorum."
"İ ltifatına teşekkür ederim. Fakat böyle nazik işlere gele­
mem. Yapamam."
"Zekisin fakat çok vahşisin, Baba Saliih ! "
"Bırak vahşi kalayım! Böyle işlerde ben ehlileşemem.
Takdirin, talıminin yanlış. Mümkün değil, ben sana yardımcı
olamam."
"Olursun ... Olursun ... "
"Israr gösterme! Bu tahammülümü de suistimal etme!
Bana vahşi diyorsun. Sözün doğru ... Bu vahşiliğimden kork!
Bu teklifine karşı sana pek ağır bir muamelede bulunmam la­
zım gelirken bak hazmediyorum. Bir şey yapmıyorum. Fakat
pek ileri varma, sonra karışınam ha! "
"Yok yok, bir şey yapmazsın. Sen zaten yüzde elli yontul­
dun. Haberin yok."
"Demek eski kabalığım kalmadı?"
"Sen söylüyorsun."
"Aldanıyorsun, ben yine o eski Saliih'ım."

91
"Evvelden bu bahislerde olanca şiddetinle parlıyordun.
Şimdi o eski hızın geçti."
"Kes bu sözü, rica ederim ! Ve bir daha da tekrarlama! "
"Şimdilik susuyorum. Fakat bilmem, bakalım ileride nasıl
olur. . . "
"Bu teklifi edersen pek fena olur."
"İ yilik de fenalık da görelidir. Mesela sana fena olan şey
bana iyi gelir. Çünkü her şey hepimiz için eşit olarak iyi veya
fena olaydı, siyasette, sosyal meselelerde o mücadelelere lü­
zum kalır mıydı? Herkes iyiliği kendine çekip fenatığı öbürü­
ne ittiği için böyle oluyor. Şimdi bunları geçelim! Bu akşam
senden bir ricam var."
"i nşallah münasebetsiz bir şey değildir?"
"Asla... Bu gece yukanda misafirlerim çok. Boş odam yok."
Yüreğim oynayarak sordum:
"Alt katta bizim odalarda bir şube mi açmak istersin?"
"Canım sen de işi öyle büyütme! Dinle! Misafirlerimin
bir kısmı saat on birde gidecekler."
"Cehennemin dibine kadar."
"Öyle nezaketsizlik istemez."
"Affedersin, bazı bazı vahşetime mağlup oluyorum."
"Saat dokuzda yaşlı bir adamı eve kabule söz vermiştim."
"Yaşlı bir adamın bu vakit senin evinde ne işi var?"
"Bazı kimsenin vücutları ihtiyarlar ama gönülleri koca-
maz."
"Allah ıslah eyleye !"
"Yukarısı boşalıncaya kadar bu adamı aşağıda senin odan­
da oyalar mısın?"

92
"Bir kadınla beraber mi gelecek?"
"Hayır, hayır, yalnız başına bir adam . . . Bir kahve, cigara
ikram edersin, biraz konuşursun. İ şte bu kadar. Bu hizmetine
mukabil sana helalinden beş lira var."
Ben ne cevap vereceğiınİ düşünürken kapının arkasından
kaynanam:
"Buyursun, buyursun! Ben kahvesini pişiririm, diye hay­
kırmaz mı?"
Meğerse kadın bizi dışardan dinlermiş. Şemi yukarıya
çıktı. Ben kayınvalideme çıkışmaya ba:;ılauım.
"İki erkek konuşurken oda kapısından dinlemek olur mu?
Bir de sonra lafa karışarak dinlediğini belli etmek, bu ne ke­
pazelik!"
"Benim yüreğimde kötülük yok. Ben gizli dinlemedim.
Benim orada olduğumu anladınız diye söze karıştım."
"Hay karışmaz olaydın ! Ben böyle şeyleri sevmem. Yaş­
landıkça akıllanacağına çocuklaşıyorsun."
"Çocuklaşan ben değilim, sensin! Bu evde ben karışma­
sam hiçbir iş dönmez. Nasıl karışmayayım? Herif sana bir
kahve, cigara ücreti olarak beş lira veriyor da sen öyle bir ınİ­
safiri kabulde kem küm edip duruyorsun. Böyle cömertçe bir
teklifi reddedeceksin diye ödüm koptu. Ne yapayım, kapıdan
bağırmaya mecbur oldum."

93
12

Kaynanamla biraz atıştık. Fakat onunla akıl mantık ile


değil, çene yarışıyla konuşmal ı. Laf muharebesinde öyle aç­
mazları vardır ki, iki lakırdıda insanı çarçabuk mat eder. İ şte
bu akşam da hem çenesi ile hem de fi ilen bana galibiyet sağ­
ladı. Ben bu acayip ınİsafiri kabul kararını vermeden, o kapı
arkasından sözü kesti bitirdi. Beni boğuntuya getirdi.
Bu mi safiri kabul etmekle Şemi 'nin sanatına iştirak etmiş
oluyor muyum?
Bu ihtiyar zampara yağlı müşteriye benziyor. Gençleri
memnun etmesi kolaydır. Fakat kanlarını şehvetin bin tür­
lü mucizesiyle hararetlendirrnek icap eden geçkinleri idare
müşkildir. Bunların içinde öyle güçbeğenir vardır ki, keyif­
lerini yerine getirebilenlere cüzdaniarının bütün gözlerini
boşaltırlar. Şemi, birtakım vaatlerle bunlardan birini avla­
mışa benziyor. Bu bunak gündüz gelmeden sıkılıyor olmalı
ki, geceyi seçiyor. Besbelli ailesinden çekiniyor. Döl, döş,
torun sahibi olduğunda şüphe yok.
Yukarıda çiftehanelerden22 biri boşalıncaya kadar ben
aşağıda onu oyalayacağım. Gelir gelmez onu yukarıya çı­
karmakta belki benim anlayamayacağım bir mahzur vardır.
Bundan bana ne bulaşır? Evimde, tepemde böyle bir ticaret­
hane kurulmasına müsaade ettikten sonra, gelen gidenlerden
biriyle oturmuşum da dört buçuk laf etmişim; bundan ne çı­
kar? Alacağım beş lira bu zampara eskisinin vereceği para-

22 Kuş üretmek için özel şekilde yapılmış kafesli yer, manasma gelmekteyse de,
yazar, gayr-ı meşru ilişkilerin yaşandığı odalar için bu tabiri kul lanmaktadır (h. n.).

94
dan ayrılmış bir parça olacak. Burada biraz irkiliyorum ama
adam sen de, elimize geçen bir kirli kayme bin türlü pis yer­
lerden, iğrenç ticaretlerden dolaşıp gelmiyor mu? Şemi'den
aldığım diğer paraları bu ırz taeiri temiz, helal bir alışverişten
kazanınıyar ya!
Bu muhterem olmayan misafiri kabul için odanın birini
derledik, topladık. Kaynanarn duyduğu beş l ira avaotanın hiç
olmazsa birini almayı hak etmek için o ağır vücuduyla ortada
pervane gibi dönüyor.
Kulaklanmız kapıda. . . Nihayet çıngırak hafif, mahçup bir
çırpınışla ses verdi. Çekingen bir zampara çalışı... Aşağıya
ben indim. Yavaşçacık kanadı açtım. Hava yağmursuz olma­
sına rağmen yağmurluk başlığını ta bumunun ucuna kadar
indirmiş biriyle karşılaştım. Deliğe kaçan ürkrnüş bir fare
atılışıyla hemen içeri daldı.
O telaşlı girişiyle bir komedi aktörüne benziyordu. Ben
ağır, suratsız kabulürole bir dram sanatkarını andırıyordum.
Ziyaretçiyi iyice görmek için elimdeki lambayı suratma tut­
tum. O hala başlığı tepesinden tereddütle indirirek:
"Ben sizi tanıyamadım."
"Ben de size ... "
"Buraya ilk defa gelmiş olaydım yanlış kapı çaldığıma
hükmederdim."
"Demek ilk teşrifiniz değil?"
"Ben ayda bi kaç defa Şemi'yi ziyaret etmeden durabilir
miyim?"
"Buyunınuz!"
"Kendisi nerede?"
"Biraz meşguldür; şu odaya giriniz, bir kahve, cigara için­
eeye kadar o da gelir."

95
"Demek bugün bekleme odası yapacağız?"
Cevap vennedim. Gözleri, kaşları, çehresinin beyazlı­
ğı eskiden güzel bir adam olduğunu söylüyor. Fakat şimdi
kırçıl suratı hayat süttaç buruşukluğunu almış. Saçkırana mı
tutulmuş, ne olmuş, suratında rastıkiıyı andıran kaşlarından
başka tüy tüs narnma bir şey yok. Doğduğu dünyanın üzerin­
de altmıştan ziyade senelik devir yapmışa benziyor. Lakin bir
genç gibi giyinmiş. Kocamış olduğu hale nispeten hareketleri
çevik. Dakika başında yer değiştiren sinirli bir adam. Kafes­
teki kuş gibi içi içine sığınıyor.
Havadan sudan birkaç söz arasında birbirimizi tetkike uğ­
raşırken kaynanarn kapının aralığından kahve tepsisini uzattı.
Getirdim fıncanı misafıre ikram ettim.
Fakat o, almayarak:
"Efendim, rica ederim. Şuraya cigara iskemiesinin üzeri­
ne bırakınız."
"Kahve içmez misiniz efendim?"
"İ çerim. Büsbütün içmem değil ama bilir misiniz, bu ka­
dar su insanın uykusuyla beraber şehvetini de keser. Halbuki
bu evde gücü takviye edici şeyler yemelidir. MalUm-i ali­
niz ... 23 Hey hey hey... "
Fincanı iskemlenin üzerine bırakarak ben suratı astım.
Aman Yarabbi, ilk ağızda bu kadar münasebetsizlenen bu
ihtiyar züppe ile ben ne yapacağım? Beş lirayı götürüp Şe­
mi 'nin suratma fırlatarak bu altmışlık zirzopu da bir tek me
ile odadan dışarı defetmeyi göze almaya kadar varıyorum.
O simasma hiç uymayan çılgınca bir neşe ile yaşadığı ha­
yat koroedyasındaki tabii rolünde devam ederek:
"Efendi, bir şey nazar-ı dikkatimi celbetti."
"Nedir o?"
23 "Siz de çok iyi bilirsiniz ki" anlamında kullanılan nezaket sözü.

96
"Bir hanım kendini göstermeksizin kapı aralığından kah-
veyi verdi. Gitti."
"Peki bunda dikkati eelbeden ne var?"
"Oooo! Çok şey."
"Ben hiçbir şey göremiyorum."
"Bu evde hanımlar erkeklerden kaçarlar mı? Kendi kendi­
me bu suali sordum. Ve sonra şu cevabı verdim. Belki henüz
tuvaJetini tamamlayamamıştır... Ah bilmezler ki, ben tuva­
Jetsiz kadını daha çok severim. Ben meyveyi bile yıkamadan
dumanı üstünde iken yemek isterim. Oh kadının kiri, kadının
teri, kadının kokusu kadar bumum bu dünyada hiçbir nefis
lavanta tanımamıştır."
Ben de içimden kadının hoş olmayan şeylerinden birka­
çını saydım. Fakat dışarı vurmadım. Kelimeleri birer sulu,
çürük meyve gibi ağzımda evire çevire çiğneyerek yuttum.
Lakin münasebetsizlik gittikçe tahammülün üstüne çıkıyor­
du. Yirmi beşlik dandini bir genç gibi beni kıpışık bakışlarla
tuhaf tuhaf süzerek:
"Şemi ile beraber çalışırsınız. Ortaksınız değil mi?"
"Hayır. Ben hane sahibiyim. O, kiracıdır."
"Canım ev sahibi, kiracı, işte beraber uyuşmuşsunuz."
Meslektaşsınız. Geçinip gidiyorsunuz. Pekala, pekala...
Böyle şeylerde benim zerre kadar katılığım yoktur. Ayıpla­
rnam vallahi . . . Bu da bir mühim ticarettir. Nazik sanattır. Uz­
manlık ister. İ dare ister, kumazhk... Adeta diplomatlık ister.
Öfke, kaynayan bir kazan su gibi kanımı fıkırdatmaya
başladı. Bu, katmer katmer yıllanmış uyuz tekenin hemen
ümüğüne atılarak bütün kuvvetimle sıkıvermek arzusu bey­
niınİ sardı. İ çimden boyuna hasbiya!Hihlara, Hihavlelere baş­
ladım. Lakin bu haya sımaşığına karşı namuslu bir adam ol­
duğumu ispata uğraşmak neye yarayacaktı? Ben ne desem, o
inanınayıp gülecek değil miydi?

97
Bu esnada bitişik odadan Abdullah Hikmet'in ağlaması
işitildi. O, acayip bir başkaldırış ve kaş oynatışla sordu:
"Vay, burada küçük çocuk da var."
"Bu o kadar şaşılacak bir şey midir?
"Aileniz de burada mıdır?"
"Evet."
"Demek burası hem yurt, hem ticarethane ... Pekala peka­
la ... Hiçbir şey ayıp değil birader. Yetişkin çocuklarınız varsa
onlar da iş içinde büyürler. Baba mesleğine vaktiyle alışmış
olurlar. Sizi tanıdığıma pek müteşekkirim. İnşallah bundan
sonra birbirimizden çok memnun oluruz. Hiçbir şeyde muk­
tedir olmayan şimdiki farfara, sığ bakışlı gençlerden size ne
hayr gelir? Sizin gibi sanat ebiinin kadrini ancak biz biliriz.
Evet, biz eski zamparalar... "
Bu muşmula hovardanın kansız suratını kırbaç gibi şak­
layan bir iki şamarla kızartmak için beş parmağımı yardam­
layıp duruyordum. O, benim böyle içten içe kaynayışımdan
habersiz, gittikçe tebessümünü, sesini tatlılaştırarak:
"Birader, sohbetinizden çok hoşlandım. Diğer meslektaş­
larınız gibi yüzünüzden düzenbazlık, riyakarlık, dalkavukluk
akmıyor. Sizi ciddi görüyorum. Ya samimi bir adamsınız, ve­
yahut pek kumazsınız. (Saatine bakarak) galiba ben burada
nöbet bekliyorum. Bu kadar uzun intizar, "rötar" yapan tren
duraklarında olur. Evvelden Şemi 'nin evinde böyle haller
vuku bulmazdı. Her idare gibi burası da mı bozuldu? Kuzum,
rica ederim, Natık Bey geldi diye kendisine haber veriniz!
Baksamza yerimde duramıyorum. Bu aceleye beni sevkeden
birkaç sebep var."
Adı da zatına uygun ... "Natık", gevezenin Arapçası. . .
Gırtlak gırtlağa gelmeden odamdan def olup gideydi.
Hemen dışarı fırladı m. Şemi 'yi merdiven başına çağırta­
rak:

98
"Bu Natık Bey ' i odadan al ! Şimdi belaya gireceğim."
"Ne var canım?"
"Ben böyle özü kuru, mizacı sulu insan görmedim. Ta­
hammülümün son tetiğindeyim."
"Çok tuhafsın Baba Salah, çok. . . Natık, zengin budalanın
biridir. Bir parça yüzüne gülüver. Ü ç kadch içtikten sonra pa­
rayı avuçla verir."
"Ben bunun ayıklığına dayanamıyorum. Acaba içerse kaç
derece alkolde divane olur?"
"Yukarıda Aziz Edip var. Natık' ı burada görürse iş fena
halde falsolaşır. Sen ona bu ismi ver. O hemen sesini keser.
Edip şimdi gidecek."
"Eğer çabuk gitmezse aşağıda da bir felaket zuhuru muh­
temeldir. Bak sana anlatayım."
"Birader, N atık idare olunamaz bir adam değildir. Bir dü­
zine karı lafı et! Kaç çeşit kuvvet macunu reçetesi biliyorsan
baliandıra baliandıra anlat şimdi . . . Şimdi onu yukarı alaca­
ğım."
Şemi merdiven başından savuştu.

99
13

Yediği halta bakınız! Karı lafıyla karıştırarak kuvvet ma­


cunu reçetesi tarif edeceğim. Bunlar benim uzman lı ğı m dahi­
linde şeyler mi? Bu tellal herif evimize ayak basınazdan ev­
vel karım, kaynanam, kızım, kız kardeşimden başka kadınla
konuştuğum bile yoktu. Havva kıziarına dair ben ne bilirim
ki Natık Bey'e de ballandırayım? Kadın erkeğin dişisidir.
Çoğunlukla iyi geçinemeyip tepişirler. Bütün bildiklerim işte
bu kadar. Kuvvet macununun da yalnız adını işitirim. Öm­
rümde ağzıma koyduğum şey değil... Tatlı mıdır? Baharatlı
mıdır? B ilmem vallahi ... Kadınla yakınlığa yapmacık liyakat
kazanmak için uyuşuk damarları depreştirme fenninc aşina­
lığım yoktur. İ laçsız evlendim. İ laçsız baba oldum. İ laçsız
yaşadım. Ahir ömrümde geçim temini için bu yoldaki malu­
mat, ustalık ve tecrübelerimi satacağımı hiç aklıma getirme­
miştim. Eğer bu yaştan sonra ancak bu sermaye ile geçinebi­
leceksem yazık bana! Yuf olsun ervahıma!
Natık'ın yanına döndüm. Islıkla çaldığı hafif bir havanın
temposuna ayak uydurarak odanın ortasında dans ediyordu.
Beni görünce oyununu hiç bozmadı. B irkaç devir yaptı. Sar­
hoş muydu? Esrarlı mı? Morfinli mi? Kokainli mi? Yoksa
ezelden böyle yaratılmış, Allah 'ın bir saldırmaz kaçkım mı?
Bu altmışlık zampara her surette aklı zıvanasından oynamış
bir mahluktu.
"Tımarhaneci neredesin? Bunu niçin görmüyorsun? Gö­
zün çıksın!" diye haykıracaktım.

1 00
O şimdi birden durdu. Boyun çarpık, gözler süzük, iki eli­
ni göğsüne bastırarak derin bir yorgunlukla bir şeyler anlat­
maya uğraşıyordu. Şunları seçebildim:
"Papyon oynuyorum. Epeyce beceriyorum ama çabuk
kesiliyorum. Geçen gün Dansing'de bütün bir halk beni al­
kışladılar. Doktor kat' iyyen menediyor. Tıkanırsın diyor. He­
kimlere bakarsan her şeyden vazgeçmeli. Ben şimdi dansa
müsaade edilmeyecek bir devrede miyim? Keşfet bakalım
efendi, kaç yaşında varım?"
Heritin suratma şöyle merhamet dolu bir alayla baktım.
Ö mrümde hiç böyle tabii bir komedyaya rast gelmemiştim.
Muhatabım benden geçkindi. Artık kendimi tutamayarak:
"Bilmem on dokuzunda var mısınız?"
O şimdi daha ziyade süzülerek:
"Alay etme!"
"Alay etmiyorum. İ lk bakışta size bir yaş tayini müşkül
görünüyor."
"Neden?"
"Tüy yok, tüs yok. Birdenbire sizi tüyü bitmemiş bir
gençten ayırmak hakikaten zor bir iş."
"Otuzu geç ! Fakat kırka varmadan dur."
"Demek Hisar'ı tutmadan Boyacıköyü' ne yanaşan şirket
vapuru gibi kırka uğramadan elli, altmış, yetmişe doğru gi­
deyim?"
"Yok canım, daha neler, oralara çıkma! Bilir misiniz?
Kırktan sonra yaş itirafı ne kadar zorlaşıyor. Ben kırktan öte­
ye gösterınem sanırım. Yüzörndeki bazı yorgunluk alametle­
ri, bu kesiklikler kötü alışkanlıklardan ileri geliyor. Bu dün­
yada yapmadığım çapkınlık kalmadı. Benimkinin yerinde bir
manda vücudu olsaydı erir, iğne ipliğe dönerdi."

101
"Siz de pek fıstık gibi semiz kalmamışsınız beyefendi ! "
"Eskiden beri unutkandım. Fakat hele birkaç zamandır
hafızamda hiç kuvvet kalmadı. Şimi marş24 ölçüdür. Lakin
her adım kaç zaman sayılacak? Hatırınızda mı?"
"Beyefendi, dansla hiç meşgul olmadım. Ne marşını bi­
lirim ne adımını, ne zamanını. Bu söylediğiniz şeyler benim
yaşıının havası değil."
"Sizin gibi hayat fıkirli, geçmiş kafalı bir adamla ne ko­
nuşabilirim! Yaşımız, görgümüz, zevkimiz, zihniyetimiz ta­
ban tabana zıt."
"Yaşlarımızdaki fark her halde benim sizden küçük ol­
mamdan ibarettir."
"Ne diyorsunuz? Babam yerinde adamsınız. Sizin gibile­
re "bonom"25 derler. Haydi, haydi şu Şemi'ye bir daha bakı­
nız! Daha vakit gelmedi mi? Beş on dakika daha geçerse beni
burada kimse zaptedemez. Çünkü kuvvet ilacı aldım. Böyle
düzenlemelere çok meraklıyım. Bunların çeşitleri ile yüz elli
sayfalık bir defter doldurdum. Birkaç türlü de siz biliyorsanız
söyleyiniz de yazayım. En zorlusunu en sonra haber aldım."
"Gencim diyorsunuz, kuvvet il acı kullanıyorsunuz."
"Demedik mi? Kötü alışkanlık."
"Fakat hala sağlığınıza dikkat etmeye niyetiniz yok."
"Huyum böyle."
"Size kuvvet macunundan daha mühim bir şey haber ve­
receğim."
"Nedir? Çabuk söyle, ben meraklıyım."
"Aziz Edip Bey burada."
Bu isimle damarlarına arayıcı fişeği salıvermişim gibi ih­
tiyar heri f kıvılcımlanarak odayı dört dönerken:
24 20. Yüzyılın en hareketli danslarınuan birisi. ingilizcesi, shimmy.
25 Bonhomme, Fransızca ihtiyar kimse, biri, birisi manalarındadır.

1 02
"Aman aman, benim burada olduğumu duymasın!"
" İ şte duyurmamak için sizi buraya aldık."
"Bilir misiniz, bu uğursuz herif kimdir?"
"Bu isim kulaklanından içeri ilk defa girdi."
"Aziz Edip, eşimin casusudur."
"Refıka Hanımefendi casus mu kullanır?"
"Benim hareketlerimi araştırmak, gözetlernek için."
"Acayip şey."
"Pek kıskançtır. Benim için yanar, ölür, bayılır."
"Genç midir?"
"Benden üç dört yaş küçük."
"Ne zamandan beri eviisiniz ?"
"Yirmibeş yaşımdan beri..."
Natık Bey, kırk seneden beri demeye sıkılıyor. Yirmi beş­
le yılların uzunluğunu örtmeye uğraşıyor. Akla sığmaz ga­
riplikler... Yarım asra yakın bir evlilikten sonra kuvvet ma­
cunuyla birbirine sadakatsizlik eden bu çiftin hovardalıkları,
kıskançlıkları gerçekten hakikaten sözü edilen yüz elli yap­
raklık reçete defterinin kenarına not düşülecek ve ibretlerle
okunacak maceralardan ...
Beyin karı koca hayatındaki tuhaftıklarını biraz deşmek
için sordum:
"Demek birbirinizi hala bu kadar seversiniz?"
O şimdi beni görmek için kızgın bir şaşkınlıkla başını du­
vara çevirerek:
"Aman . . . Aman sus! Seneler seneler var ki, birbirimizle
kardeşiz. Daha doğrusu ana oğul gibiyiz."

1 03
Ben büyük bir hayretle:
"Ana oğul?"
O ısrarla tekrar etti:
"Evet, ana oğul... Bilmem ki, nasıl anlatayım? Ben genç
kaldım. O, anam yerinde bir kadın oldu."
Kelimeleri alayla boyayarak:
"Maşallahınız var. Mademki aranızda karı lık, kocalık his­
si kalmamıştır. . . "
Nôtık Bey, sözümü bitirmeye vakit bırakmadan atıldı:
"Bende kalmadı. Fakat karımda gençliğine nispeten on
katı fazlasıyla mevcut. İşte felaket buradan çıkıyor. Çünkü
bende ihtiyar eşime karşı hiçbir şeyler yok. Lakin yabancı
genç, güzel Havva kızları için vapur kazanı gibi fıkır fıkır
kaynıyorum."
"Bir kase dolusu macun yedikten sonra mı?"
"İ şte orasını karıştırmayınız! Bakınız tuhaflığı dinleyiniz!
Karım macunların türlüsü hakkında haber alır. Düzenini ken­
di eliyle yapar. Tecrübe için bana yedirir. Ben damarlarımda
ortaya çıkan uyanınayı eşime aniatmamaya uğraşarak iksi­
rin tesirini kesinlikle inkar ederim. Bir kere evden savuşabi­
lirsem böyle bir yere düşerim. Fakat şimdi bizim hanım da
kumazlaştı. i nanmıyor. Gizlice peşime takılıyor. Beni sokak
sokak takip ediyor. Bir iki defa böyle demek evlerinde beni
yakaladı. Kıyamet koptu."
"Beyefendi, sizi haksız görüyorum. Eşinizin eliyle yapıp
yedirdiği kuvvet düzeniyle gençlik uyanıklığı oluşturduktan
sonra bu uyanmanın tesirini gidip başka yerlerde denemek;
bu da vicdanlı bir hareket sayılmaz."
"Bırak canım böyle sözleri ! Çocuk musun? Cinsel duygu­
tarla vicdanİ harekete imkan var mıdır? İ nsan evliya olsa ih­
tiyar karısının hatırı için genç Havvalardan elini çekemez."

1 04
"Atfedersiniz. Genç Havvaların gözleri sizin hiç de tur­
fanda olmayan suratınızdan çok para cüzdanımza dikilmiş
olsa gerek."
"Ben kendimi başkasının gözüyle kendimi görecek deği­
l im. Kendi gözümle güzel bir simadan kam alacağım.26 Bu
yolda muhakemeleri27 bırak! Her fırsattan hemen istifadeye
bak! Keyfinin, zevkinin icabına git! Başka şey düşünme!
Şimdi benim beynime bir vozvoz sineği kaçtı. Vızıldayıp du­
ruyor."
"Ne demek o?"
"Aziz Edip isminden korktum."
"Niçin?"
"Çünkü bu uğursuz mahluk zevcemin öncüsü gibidir. O
nerede görünürse karım da arkasından çok gecikmez, zuhur
eder."
Tüyü dökülmüş bu ihtiyar teke, yaşının karlı mevsimiyle
hiç münasebeti olmayan böyle şeftali baharı sözler konuşur­
ken zihnime bin türlü karışık şüpheler geldi.
Karısının Aziz Edip' le olan hususiyetinden o kadar büyük
bir saftıkla bahsediyor ki ... Acaba eşi hanımefendi de kendi­
ne casus olarak seçmiş göründüğü bu adamla mercimeği fı­
rına vermiş olmasın . . . Hanım da bu bozuk fiilinden kocasına
bir şey sezdirrnemek için onu pek ziyade kıskanır görünmek
yolunu tutabilir.
Ahlaksızlık o kadar iç içe, girift bir halde ki, insan ne
düşüneceğini şaşırıyor. Çürümüşlerin arasına düşen bir mey­
ve gibi kendi de yavaş yavaş bozuluyor.
Daldan dala sıçrayan cırlak bir kuş hafiffiğiyle sözden
söze atiayan bu tabii komik, şimdi lafa şu taraftan daldı:
26 Kam almak: Umduğuna ve istediğine erişmek.
27 Muhiikeme: Bir ıııeselede tarafları dinleyerek ileri sürülen forklı iddia ve görüş­
leri değerlendirip karara varma, hüküm verme, yargılama.

1 05
"Bilir misiniz? Her zamanın bir devası vardır. Kah kına
kına bazen saparta; kah antipirin kah aspirin ... İ laçlar da moda
gazeteleri içeriği gibi yıldan yıla rengini, çeşidini değiştirir.
Şimdi ne senelerinde olduğumuzu biliyor musunuz?"
"Hayır."
"Tentürdiyot... Bugün bin bir derde deva olarak işte bu
kullanılıyor... Tentürdiyot... Dişin mi ağnyor? Tentürdiyot...
Romatİzman mı var? Tentürdiyot.. . Nezleli misin? Göğsüne,
arkana tentürdiyot... Bir tarafında ufak tefek yaran, beren,
çatiağın patiağın mı var? Tentürdiyot. .. Bu ilacın kullanılışı
o kadar muda oldu ve ucuztadı ki, hayattan herhangi bir bez­
ginlikle intihar döşeğine uzananlar bile bununla dolu küçük
bir şişeyi misket şarabı gibi boğazlarından aşağıya döküyor­
lar. Çoğunluk ahireti boylamadan ucuz kurtuluyorlar. İ şte
şimdi dünya için, ahiret için, her derdi n, her elemin iksiri bu.
Tentürdiyot... Fakat babacığım, bir gün olup da bu iksirin aşk
ve sevda için büyük bir uyarıcı makamında kullanılacağı hiç
akla gelir miydi?"
"Aman, çok merak ettim. Aşk azgınları bu kırmızı ilacı
nerelerine sürüyorlar?"
"Bu hariçten değil dahiten kullanılıyor."
"Acayip ... Ben, tiryaki gibi göbeğe veya sair taratlara sü­
rülüyor sandımdı da... "
"Bir bardak suya on damla akıt, iç!"
"Eee, sonra?"
"Sonra yaşın kaç ve mizacın ne olursa olsun, kişneyip çif­
te atarak kırmızı biber yedirilmiş küheylan gibi rastgeldiğin
kısrağın arkasından saldırırsın. İ şte şimdi damarlarımda bu
iksirin alevleri dolaşıyor."
"Türlü türlü tesirlerinden başka, demek tentürdiyotun bu
marifeti de var!"

1 06
"Ne söylüyorsun? Müthiş, dehhaş, edheş. "2K
Natık Bey, cebinden bir küçük şişe ile bir damlalık çıka­
rarak sözüne devam etti:
"İ nanmıyorsan tecrübe et! Getir bir bardak su, bu hayat
iksirinden on damla akıtayım, iç, Nasreddin Hoca'nın gaz­
yağı gibi o zaman arkarndan koşarak bana yetişebilirsen ... "
"i stemem. Seninle yarışa çıkmak hevesinde değilim."
"Getir suyu getir! Sen içmezsen ben içerim. Ateş üzerine
ateş . . . O vakit bu, hokkabazın ' Ben yanarım ateşbaz oyunu'
gibi bir şey olur."
"Aman beyefendi, zannederim ki kati derecede kızgınsın.
Yanan külhana ateş atmaya ne lüzum var?"

28 '"Dehhaş" çok dehşetli, ""edheş" en dehşetli manalarına gelen mübalağa i fade­


leridir.

1 07
14

Natık Bey, o n damlasının en ihtiyarları bile on defa ku­


durtacağını iddia ettiği iksirden bir bardak daha yuvarladı.
Ben bu kocamış küheylanın şimdi karşımda tutturacağı kiş­
nemeleri beklerken sokak kapısının zili asabi bir pannağın
altında uzun uzun, öfkeli öfkeli titredi.
Natık Bey ' le göz göze geldik. Ne olduğunu birbirimizden
soruyor gibiydik. Çünkü ikimiz de afalladık. Zilin bu hiddetli
yaygarası her halde hayırlı bir şey söylemiyordu.
O şimdi oynadığı gençlik rolünü unutarak korkak bir ih­
tiyar titremesiyle:
"O ne?''
"Bilmiyorum. Bu menfi cevap karşısında muhatabım so­
murttu. Yine bir müddet bekledik Kapı şımarık bir çocuğun
eline oyuncak olmuş gibi ardı arası kesilmez bir uzayışla zır­
lıyordu."
Tentürdiyot sarhoşu sabredemeyerek sordu:
"Bu vakitte evinize kimler gelir gider, bilmiyor musunuz?"
"Böyle zili koparacak kadar terbiyesizlik edenler nadir
gelir."
"Gidip anlasanıza!"
"Neme lazım ! Gelen bana değil ki, kapıya koşayım. Be­
lalı bir kimseye benziyor. Şemi kendisi insin, kozunu pay­
laşsın."

1 08
O aralık bizim oda kapısı açıldı. Şemi göründü. Esmer
dudaklarının kanı biraz uçmuştu. Telaşını belli etmemeye uğ­
raşarak:
"Rica ederim Sahih Efendi, kapıya in. Bak, sor. Anla bu
terbiyesiz kimdir?"
"Kendin niye inmiyorsun?"
"Senin inmen daha münasip olur."
"Neden?"
"Sebebini izah şimdi uzun sürecek. Sonra anlatırım."
Bu saralı parmakların altında yerinden sökülüreesine ba­
ğıran zilin nasıl olup da hala bozulmadığına hayret ediyor­
dum. Bu zorba misafir Şemi'nin ise de kapı benimdi. Ne olur
ne olmaz düşüncesiyle elime kalın bir haston alarak aşağıya
indim. Kapıyı açtım. Fakat bütün öfkesini zilden almaya uğ­
raşan ziyaretçi hala zmitıyı kesmiyordu. Sinirierime hakim
olmak mümkün değildi. En sert sesimle sordum:
"Kimdir o?''
Daha sert bir cevap:
"Evcek hepiniz geberdiniz mi? Ne kapı açarsınız ne ses
verirsiniz? Girişten dışarı vuran lambanın aydınlığıyla kapı
önündeki gürültücüyü iyice gördüm. Bu, başına şal örtmüş,
buruşuk, dolgun simalı, yuvarlak ihtiyar bir kadındı. Arka­
sında zebellah gibi iri yarı bir herif duruyordu."
Dışarıdan bana bakan bu dört gözde hiç de iyi bir mana
okumayarak sordum:
"Ne istiyorsunuz?"
"Bu evde baş pezevenk sen misin? Onu istiyorum."
Şimdi ölür müsün, öldürür müsün? Öfke kalbirnden bey-
nime doğru bir alev gibi kabardı. Son derece hiddetlendim.
Fakat zihnim bu acı sualin cevabını aramakla meşguldü. İ lk

1 09
anda sual pek ıstırap vericiydi. Lakin hakikatte büsbütün de
haksız değildi. Kadın, evin baş pezevengini arıyordu. Ha­
nemde bu iğrenç namı taşıyan kaç kişi vardı? Şemi 'nin ben
ikincisi miydim? İ çimden kaynayan bir isyan nefretiyle ce­
vap verdim:
"Hayır. Bu evde ne birinci pezevenk vardır ne de ikinci ... "
"A ... Yanlış mı geldim?"
"Mutlaka."
"Sokak bu sokak. . . Evin numarası, işte otuz sekiz, bu nu­
mara?"
"Bu nam altında, bu evi kimden salık aldınız?"
"Yine bu evden."
"Anlayamadım?"
"Şimdi bana bu evden telefon edildi."
"Garip şey."
"Hiç garip değil."
"Aziz Edip Bey burada değil mi?''
"Bilmiyorum."
Merdivenin üst başından Aziz Edip Bey, kendisini şöyle
ilan etti:
"Buradayım hanımefendimiz, buradayım. Buyurunuz!"
"Kocam nerede?"
"Aşağıki odaların birinde saklı."
Yalanım derhal meydana çıktı. Ona mı kızayım? Kendi
evi gibi hanımı içeriye davet eden Aziz Edip'e mi tutulayım?
Natık Bey ' in eşi yarı içeride yarı dışarıda bağırmaya baş­
ladı:

1 10
"Bu namussuz evin birinci müdürünü görmek isterim.
Nerede o herif? Karşıma çıkan bu ihtiyar o mu?"
Aziz Edip:
"Hayır. Bu ihtiyar adam ikinci müdürdür."
Ben kast olunuyordum. Artık kendimi tutamadım. Ü st
perdeden ben de ağzımı açtım:
"Bu namussuz evde senin gibi namuslu hanımın ne işi
var? Müdürü ne yapacaksın?"
"Gelsin, karşıma gelsin"
"Kendini sermaye kayıt ettireceksen vaktin geçmiş, ha­
nım!"
Hamının göğsüne bir revolver sıkmış olsaydım kadınlık
izzet-i nefsini bu kadar zedelemiş olmazdım. O şimdi birden
parladı. Vücudundan et koparıyorlar gibi boğuk boğuk hay­
kırarak:
"En rezil mahluk, bu gece evinizin çatısını başınıza in­
direceğim. Polisiyle, jandarmasıyla bütün İ stanbul'u ayağa
kaldıracağım. Sizi merkezden merkeze karakoldan karakota
sürüklendireceğim."
Alevin saçağı sarmaya doğru gittiğini gören müdür derhal
meydana çıkarak bana:
"Ne yapıyorsun? Böyle hiddeti üst tetiğe çıkmış bir kadı­
nı bütün bütün körüklemek olur mu? Onu yatıştıracak sözler
icat edeceğine aksine fıtilliyorsun."
"Ben bu sanatın erbabı değilim. Kendin git, meramını anlat!"
Bilmem nasıl oldu? O aralık kaynanarn meydana çıktı.
Şemi onu kendi maksadına uydurmak için mutlaka para ile
doyurmuş olacak. İ kisi de köpek gibi yaltaklanmalarla yangı­
nı söndürmek için ateşli kadının karşısına çıktılar. Kaynanarn
nabza göre şerbet veren, en riyakar sadası ile:

lll
"Hanımefendimiz, iki gözüro kadınım, beyhude üzülme­
yiniz! Ne arzu ediyorsanız emir buyurunuz, derhal icraya ha­
zırız."
Hanım, tiksinti ile çattığı kaşları altında kaynanarnı sü-
zerek:
"Kadın, sen de bu evin dişi tellallarından mısın?"
"Ev sahibiyim, efendim! Emrinizi dinlemeye geldim."
"Kocamı istiyorum. Onunla görülecek son hesahım var."
"Peki kızım ! Peki yavruın, peki gUzelim!"
Kadın ruhunun bütün zaaflarına vakıfkaynanaının tasğir29
edatlarıyla kocakarıyı küçülte küçülte yavruluğa kadar indir­
mesi, onun öfkesini yarıdan aşağı düşürdü.
Şemi, kaynanamın bu maharetine karşı hayretlere düşerek
ona yardakçılığa uğraşırken, ben odaya, N atık Bey'in yanına
girdim. Delik arayan bir fare gibi köşeden köşeye dolaşıyor­
du. İ htiyarlığının dermansızlığını soluyan ağzı ile:
"Ah babacığım, ah! İ ksiri beyhude içtim. Kanımı nafile
ateşledim. Karım bugün hiçbir zevkime meydan vermeye­
cek."
Tuhaf tecelli... Yaşlarımızda büyük bir fark yokken ben
Natık Bey'in babası, kaynanarn karısının anası oluyordu.
Merhametle şöyle zavallının suratma bakarak:
"Beyefendi, on damlalık tentürdiyodun zayi olması pek o
kadar üzülmeye değmez. Sizin için şu saatte başka bir tehlike
var."
"Nedir?"
"Eşiniz hanımefendiyi vücutça etli canlı, sizden çok der­
manlı görüyorum. Eğer iş dayak muhabbetine çıkarsa, sizi
iyice pataklayacağa benziyor."
29 Küçülme, küçültme.

1 12
"Maazallah, iş oralara kadar varırsa siz seyrimize bakacak
değilsiniz ya! Elbette kızgının elini ayağını tutarsınız."
Böyle bir ihtimali imkansız sayınamasına bakarak, beyin,
hamının dayağına alışkanlığını keşfeder gibi olarak sordum:
"Demek bu hususta tecrübe sahibisiniz?"
"Kırk senelik karı kocayız. Niçin saklayayım? Kah döv­
düm kah dövüldüm."
Dayak korkusuyla Natık Bey nasılsa bu defa ağzından bu
kırk seneyi kaçırdı. Sonra bu yılgınlıkla sindi. Şimdi ikimiz de
kapının aralığından dışanyı dinliyorduk. Karısı bağırıyordu:
"Valide, sen iyi bir kadına benziyorsun. Son nefesinde Al-
lah sana tövbekarlık nasip etsin!"
Kaynanam:
"Teveccühüne teşekkürler ederim, yavrucuğum ... "
Bakınız, bakınız! Kaynanarn kendisine tövbekarlık te-
menni edilecek kadar günahkar bir kadın görünmekten çe­
kinmiyor ve söylenen duaya teşekkür ediyor. Ötekinin de
yaşça küçültüldükçe öfkesi iniyor.
Herhangi bir kocakarıdan çıkacak bir işiniz varsa, onu ta­
zelendiriniz, muvaffak olursunuz. İ şte şu vak'a esnasında bu
hakikati öğrendim.
Hanemize rüzgar gibi giren kadın ziyatetçinin kaynana­
ma karşı yüreği yumuşadı. Fakat kocası aleyhindeki galeyanı
yatışmadı.
Hala şöyle ateş püskürüyordu:
"Nerede o herif, karşıma gelsin ! Doya doya yüzüne tükü­
reyim. i stemem. Artık ihtimali yok, geçinemeyeceğim. Aya­
ğırnın bağını çözsün !"
Natık Bey, yüreğinin titremesini hissettirerek kulağıma
diyordu ki:

113
"Lafa bakınız, lafa! Ayağının bağını çözmeliymişim. Gece
gündüz sinema, tiyatro, balo, gazino, lokanta, meyhane, ba­
sılı en hovarda bir adamın girip çıkabileceği yerlere taşınır.
İ stediği herifterle görüşür. Böyle şirret, böyle yapışkan, böyle
süpürge bir kadının, ayağında bir bağ olduğu vehmine kapıl­
ması kadar büyük bir münasebetsizlik olur mu? Ben onun
maksadını çoktandır anlıyorum. Benden boşanıp Aziz Edi b' e
varacak. Oğlu yerinde bir delikanlı . . . Birkaç kırıntısı var, ona
yedirecek. Nikaha, duaya ne hacet? Çoktandır onlar birbirle­
rine vardılar. Hepsini biliyorum. Karımın beni dışarıda ser­
best bırakması için her şeyi hazmediyorum. Bunak karı hangi
erkekle caı ı ı nt: islt:rse yapsın ! Bundan sonra doğuramaz, do­
kuyamaz. Ben delikanlılada oynaşmaya çıkan kocakarılara
kızmam. Fakat böyle muşmulaları para hatırı için sinelerine
çeken genç jigololara lanet ederim. Midesizler!"
"Natık Bey, tuhaf felsefeniz var. Para için kocakarıları
kucaklayan delikanlılara kızıyorsunuz da aynı sebeple kendi­
lerini altmışlık, yetmişlik pinponlara veren körpecik kızlara
hiddetlenmiyorsunuz."
"Erkekle kadının ihtiyarlığı birbiriyle kıyas edilemez.
Çünkü Cenab-ı Hak Adem'i topraktan yarattı. Havva'yı onun
uyluğundan çıkardı. Kadın yaratılış mayasında erkekten bir
gömlek dışarı, bundan dolayı zayıftır, nispeten çabuk pörsür.
Hele doğurdukça vücudunun cevherini boşaltır. Bir kabuk
kalır."
Hanım aşağıdan kocasının kadınlar aleyhindeki bu tuhaf
telakkİsini işitiyormuş gibi şöyle bağırıyordu:
"Evlere şenlik, koca değil koçan . . . Onun sabahleyin baş­
ta pamuklu takke, buruşuk surat, çapaklı gözle döşekten bir
kalkışı vardır. Aman efendim, öööö! Gören kırk yıllık yola
kaçar. Bütün kadınlığım, bütün güzelliğim, bütün gençli­
ğim bu gudubetle heba oldu. Bundan sonra olsun a dostlar,
biraz gün göreyim. Her şeye üstelik de bunadı. Yetmişinde
yedi yaşında çocuğa döndü. Halini hiç bilmez, kendini ab-ı

1 14
hayat içmiş, ebedi gençlikle müjdelenmiş bir taze delikanlı
zanneder. Çıkasıca çipi! gözleri daima on yedisindeki körpe
kızlardadır. Tüylerinin akları belli olmasın diye suratma kıl
düşüren temizlik pomatı kullanır. Herkesin başka yerine sür­
düklerini bu yüzüne sıvar. Koca değil, el gün maskarası.. ."
Sonra kuvvetleornek için -ayıptır söylemesi- yemediği
boş söz kalmaz. Karyolasının başındaki gecelik dolabın­
da kase kase macunlar. . . Balat'ta bir ihtiyar Yahudi eczacı,
Tahtakale'de bir efsuncu Arap, Ortaköy'de bir Ermeni karısı
kocama macun yetiştirmekle meşguldürler. Böyle macunlu
koca, dostlar başından uzak olsun! i stemem.
Sonra gece baş yastığının altında bahnamelerin30 türlü­
sü, zambak, Elfiye Hanım, daha başkaları, daha kepazeleri ...
Baktıkça insanın haya damarlarını çatiatacak kadar açık re­
simler... Herifmacunlan yer, bunları okur. Kudurur. Döşeğin­
de duramaz. Genç hizmetçi kıziann kapılarında dolaşır. Kaç
defa, kaç defa onu Şahendelerin, Kayta' ların kirli döşeklerin­
den çıkardım.
Oh, kuzum, kuvvet macunu ile, i laçla erkeklik mi olur?
Kendi kendini aldatıyor. Fakat beni aldatabilir mi? Yazık pa­
ralara ... Bu macunları yedikçe kuvvetten düşüyor. Birkaç hey
hey. İşte bu kadar... Alt tarafı yok ...
Natık Bey, hiçbirini yalanlama cesaretini göstermeksizin
bütün bu itharnları ağzı açık bir tevekkülle benimle beraber
kapı arkasından dinliyordu.
Aman Yarabbi. Bu geçkin karı kocadan hangisi daha ah­
laksız? Yanında genç zamparasıyla böyle evlere kadar koca­
sını takip eden kadın mı? Cebindeki tentürdiyot şişesinden
aradığı noktayı karısından uzaklarda sarf etmeye çalışan ilaç­
la uyarılmış koca mı?

30 Bahname: Cinsi ilişki lerden bahseden, bazen meseleyi tıbbi taraftarı ile ele alan,
fakat çok defa açık saçık yazı ve resimlerle şehvet uyandırucak tarzda yazılmış
kitap.

115
Kaynanarn ile Şemi, çenelerinin bütün maharet ve kuvve­
tini boşaltarak birbirine kurşun atan bu karı kocayı barıştır­
maya muvaffak oldular.
Aziz Edip, asık bir suratla peşlerine takıldı. Üçü birlikte
gittiler. Bu illernde ne tuhaf aileler, yaşlarının mevsimlerini
unutan ne acayip insanlar var!
Karı, koca, aşık. .. Bütün sanatkarlar için işte demirbaş bir
mevzu ... Fakat o ihtiyarlıkta bu ne sefalet! Zavallı N atık Bey,
yuttuğu on damlanın zevkini çıkaramadan gitti.

1 16
15

Ben yüzde kaç Şemi'ye benzedim? İ şte pek kolay tayin


olunamayan bir nispet... Bize çirkin görünen şeylere rastla­
dıkça yüzümüzü ekşiterek "rezalet" deriz. İ şte fiilen insan­
ların urasından eksik olmayan bir kelime ... Bazen en hafif­
lerinden en ağırlarına kadar bütün hareketlerimizi kuşatan
bir söz... Bu vadide insanlar iki kısımdır: Reziller ile onları
yerenler. İ şte şimdi pek nazik sınırın iki tarafındayız. Rezil­
leri ayıplayanların arasında, ömründe bu rezaleti gizlice hiç
yapmamışiara rastlanabilir mi? İ şte ben buna hiç ihtimal ve­
remıyorum.
Rezalet ortaya çıkınca, o çirkin rengi yağlanıyor. Gizli
kaldıkça çirkinliğini kaybediyor. Bu konuda tuhafıma giden
şey, kalplerinde türlü rezaletler yatan kimselerin bu kabahat­
lerini açığa vuranları ağız dolusu ayıplayarak riyakar bir su­
rette lanetlemeleridir. "Kabahat de gizli, ibadet de... " atasözü
bilmem bu hususta bir mazeret olarak kabul edilebilir mi?
Her şeyde inceden ineeye hakikat aranırsa, insanların bu­
gün kulaç attıkları bulanık çevrelerin içinde temizi kirliden
ayırmak sanıldığı kadar kolay bir iş olmayacak.
Rezalet, bunu zevk için, kar ve kazanmak için işleyen­
ler var. Bir de tutulduğu şeyin rezalet olduğunu bilmeyerek
yapanlar var. Reziiieri ayıplamak için rezaleti ne suretle ne
niyetle işlediklerini bakarak derece gözetmezsek, haksızlık
etmiş oluruz.
İ şte birisi ben ... Beni insafsızca ayıplayacaklara karşı sa­
yıp dökeceğim kuvvetli mazeretlerim var. Bugüne kadar na-

1 17
musuna toz kondurmayan, dürüstlüğün sakadanınasma im­
kan tanımayan yuvamızda çenemize kadar yükselen rezalet
çirkefı içinde yüzüyoruz. Bütün bütün boğulacağımız bir saat
gelecek mi? Bilmiyoruz. Fakat çabalıyoruz. Son gayretimizle
debeleniyoruz. Balçıktan kurtulamıyoruz. Bütün saldırışları­
mızın beyhudeliği karşısında yorgun düşüyoruz. Ü zerimize
açılan felaketin siyah ağzına sonunda lokma olacak mıyız?
Şemi, evimizi, semtimizi, sokağımızın sessizliğini, zaten
seyrek olan konu komşumuzun ilişiksizliğini ticaretinin ida­
resine pek uygun buldu. Ne zaman çıkması için zorlamaya
kalkışsak, para ile avuçlarımızı dotdurarak bizi susturmaya
muvaffak oluyor.
Artık böyle bir zorlamaya da sıkılıyorum. Çünkü güya he­
riften fazla para koparmak için hile yapıyormuşuz gibi olu­
yor.
Bazen namusa pek bağlı yaşamak isteyen insanlar vardır
ki, kazara onu zedeledikleri anda günahlarını vücutları ile
beraber ölümün siyah çukuruna görnıneye atılırlar. Bir cana,
özellikle kendi canına kıymak da diğer bir cinayet sayılmaz
mı? Ölüm böyle bir günaha kefaret olur mu? Bereket versin
ki, bu tür kahramanlar binde birdir. Vicdanının kirini kanı ile
temizlemek bahadırlığı yaygınlaşmış olaydı, dünyayı bugün
çok tenha bulurduk.
Bir menfaati küçük görerek vicdanının emriyle kendini
öldürmek, bu bir saflık mıdır? Yaratılış mıdır? Karakter mi­
dir? Kendimi yokluyorum. Yalan yere niçin övüneyim, ben­
liğimin derinliklerinde böyle bir şey bulamıyorum. Kendimi
öldürsem, aileınİ büsbütün muhtaç, perişan, sefil etmiş olaca­
ğım. Bunda bir iyilik değil, büyük bir fenalık görüyorum. Bu
zehirli kaynaktan hepimiz yiyip içiyoruz. Hep birden ailece
intihar etmemiz gerekir. Fakat niçin? Biz fenatığı gidip ara­
madık. O geldi bizi buldu. Paraları tİksinerek aldık. Nefretle
harcıyoruz. Lakin hiç öğürdüğümüz yok. Midemiz, kanımız

118
bunu kabul ediyor. Bu gerçeği inkar ile doğruluk taslamakta
ahlaki hiçbir yükseklik göremiyorum. Bugün de bu ihtiyacı­
mızı görelim, şu borcumuzu verelim. Filanca yaramızı ka­
patalım, diye diye ejderin elinden yakamızı sıyıramıyoruz,
silkinemiyoruz. Tarif olunmaz bir zaaf içindeyiz. Herif bizi
aşıladı. Bu namus laubaliliğinin ilk ücretini alıp yedikten
sonra, ikincisinde düşünmekte, üçüncüsünde iğrenmekte,
dördüncüsünde azap duymakta mana var mı?
Bu ahlaksızlık fıdesi içinde çoluk çocuğumun bünyeleri­
nin nasıl değiştiğinin açıklamasına yanaşamıyorum.
Tecrübelerime göre, pek çok fenalıkların köklerinin zaaf
gübresi içinde beslendiğini de biliyorum. Her zaafın büyük
bir ceza ve azap ile sonuçlandığını biliyorum.
Bakalım bizim sondaki cezamız ne olacak? Ekmeksiz
yaşadığımız günlerdeki sefaletimizi arayacak mıyız? Yoksa
tekrar fakirliğe düşünce çıraklık ettiğimiz bu meslekten daimi
yardım isternek felaketinden kendimizi alamayacak mıyız?
Her kafa için en büyük mektep çevredir. Çocuklarıma
veremediğim modem eğitimi onlar şimdi tabiattan alıyorlar.
Kendilerini büsbütün sanatsız da bırakmıyorum. Tesadüfen
kendine keyfine tabi olmayacak kadar azim ve irade sahibi
bulunanları insandan sayıyorum. Bütün ötekilerin, anaforun
ortasında dönen çerçöpten farkları yok. İ şte ben de onlardan
biriyim. İ nsanların en büyük kısmı benim takımımdan. İ şte
felaket buradan geliyor.

1 19
16

Niçin ağaçların kökleri gübreden hoşlanıyor? Neden bir­


takım kokmuş maddeler ağaçların özlerine karışıp liflerine
geçerek leziz meyvelere dönüşüyorlar?
Bu alem, fenayı iyi yapan, iyiyi tekrar çürüten geniş bir
laboratuvar. . . Biz hepimiz kokuşmuş cesetler olmaya mah­
kum zavallılar değil miyiz? İ şte ben sağ iken çürüyorum.
Kangren, beynimden, kalbirnden başlıyor. Dün çürüdüğümü
duyarak mustarip oluyordum. Bugün hissiyalımda yavaşla­
ma var. Az duyuyorum.
Şemi, beni çektiği sanatının sahasında geniş adımlarla
sıçratıyor. Bakınız nasıl oldu: Bu rezil adam bir sabah odama
indi. Çehresi gayet güleryüzlü ve yan cebi kaymelerle şiş­
kindi; şeytan insan şekline girse mutlak bu heritin kandırma
tarzını taklit eder.
Sırtımı, çeneınİ bir çocuk okşar gibi pehpehledikten sonra:
"Baba Sal ah, şüphesiz sen dindar bir müslümansın."
"Elhamdülillah."
"Hayır ve şer, kaza ve kader Allah'tan gelir."
Muhatabımın bir yılan efsunkarlığı saçan badem gözleri-
ne bakarak:
"Bazen de şeytandan gelir."
O, benim bu cevabıma hiç aldırmayarak devam etti :
"Senden büyük bir ricam var. Beni çok üzmeden bunu ka­
bul etmeni o ricadan evvel rica ederim."

1 20
"Huyumu biliyorsun. Kabule şayan bir şey değilse yok
yere hiç rica etme!"
"Huyunu biliyorum. Birden kabarırsın. Sonra yavaş ya­
vaş yola yatarsın. Fakat bu çocuklara yaraşır bir harekettir.
Akıllı olan bir sözü başlangıcında kavrar, ona göre cevap ve­
rir. Lakırdılarımızı tasarruf etmeyi bilerek beyhudeliklerden
kaçmalıyız."
"Beyhudel ik, kabule şayan olmayan sözü çıkarana aittir."
"Fazla lakırdıyı bırak, beni dinle! "
"Din! i yorum."
"Ben mü him hir işten dolayı birkaç zaman İ stanbul'u terk
etmek mecburiyetindeyim. Yola çıkacağım."
"Allah selamet versin ! "
"Güzel temennine teşekkürler ederim. Fakat düşünmeden
söylüyorsun. Ben İstanbul 'u nasıl terk edebilirim? Bir kere
tefekkür et."
"Bunu tefekkür bana değil sana ait."
"Bu evi kime bırakayım?"
"Bilmem."
"Bu kurulmuş dolabı benim yokluğumda kim döndürecek?"
"Ona hiç aklı m ermez."
"Pekala erer. Lakin işte bak inada başladın. Israrını, isya­
nını kırmak için açık konuşacağım. Benim buradaki yoklu­
ğumu hiç belli etmeyecek İ stanbul'da bir adam varsa, o da
sensin, Baba Salah!"
"Asla müstahak olmadığım bu fazla teveccühüne teşek­
kür etmeyeceğim."
"Et, etme... Ben hakikati söylüyorum. Benim evim senin an­
ladığın manada bir ticarethane değildir. Kaç defa söyleyeyim?"

121
"Hiç beyhude yere çeneni yonnal Senin kim olduğunu, ne
tür ticaretle geçindiğini ben bilmezsem kim bilecek?"
"Bilmiyorsun işte! Tuttuğum bu iş şimdiye kadar hiç
kimsenin teşebbüs etmediği hayrlı bir alışveriştir. Mesela
ben yokken burada gizlice doğurmak için bedbaht bir kadın
müracaat etse, kat'iyyen cevabı red mi vereceksin? İ şte ge­
çenlerde gözlerinin önünde böyle bir vak'a cerayan etti. Ma­
cerayı damımızın altında örterek kadının namusu ile beraber
çocuğun hayatını da kurtardık. Fena mı ettik? Bu yavrucağı
ailenin şefkat kucağına kabul etmekle namusundan ne kay­
bettin?"
Herif hileci çenesinin kuvvetiyle bin dereden su getirerek
beni kandırdı.
Onun yokluğu esnasında eve erkek, dişi çiftler almaya­
cağım. Şemi'nin tabirince bu vadide yalnız insaniyetti işler
göreceğim. Mühim, karlı müracaatlar olursa, kendisinin dö­
nüşüne kadar savsaklayarak durumu kurtarmaya bakacağım.
Bu söz ve karar üzerine herif bir sabah bavulunu şişirerek
çıktı, gitti.
Nereye? Avrupa'ya mı? Asya'ya mı? Buna dair bir şey
demedi. Çabuk döneceğini söyledi. Fakat bu çabuğun içine
kaç gün, kaç hafta, kaç ay sıkışabileceğini tahmin de müş­
küldü.
Şemi ticarethanesini benim emrime bırakıp defolduktan
sonra zuhur eden ilk insaniyetti iş:
Bu seyahatin ikinci günü, kırk beşlik, ellilik, zayıf, ufak
tefek yıpranmış çehreli, düşkün kıyafetli bir kadın geldi.
Bir odaya aldılar. Yanına çıktım. Ü st başının pejmürde­
liğine rağmen temizce ve lakırdısı düzgündü. Fakat halinde
bazı ürkeklikler, tereddütler, fazla alçak gönüllülük vardı.
Her lakırdıyı kendine acındıracak ezilmeler, büzülmeler,
ufak güğüs geçirmelerle söylüyordu. Sordum:
"Ne istiyorsunuz, hanım?"

1 22
"Ş emi Efendi 'yi görmeye geldim."
"Kendisi İ stanbul' da yoktur."
"Vekili varmış. Galiba o da siz olacaksınız."
Bu galibayı ne reddedebildim ne de tasdik . . . "Sükfıt ikrar­
dan gelir" kaidesine tabi olarak sustum. Aranılan vekilin ben
olduğumu kadın anladı. Çukura kaçmış gözlerini yüzüme dik­
ti. Birkaç defa derin derin içini çekti. Söylesin mi? Söylemesin
mi? Tereddüt hududunu bir türlü atlayamıyordu. Nihayet acı
bir ilaç alacakların cesaretine benzer bir çehre ekşiliğiyle:
"Efendi, geçinmek için hiçbir şeyin ayıp olmadığı bir za­
manda yaşıyormuş uz. Lakin ben utanıyorum, dedi. Gözlerini
gözlerimden ayırmadı. Benden cüret alacak bir söz bekliyor­
du. Acaba ne söyleyecekti? Yaşı, hali, şekli geçinmek için
vücudunu kiraya vermeye müsait değildi. Böyle şey hiç akla
gelmezdi. O halde?"
Açılacak sözlerin pek acıktı olduklarını keşfetmek kera­
mete muhtaç değildi. Boşanmak için kadına cüret vereyim
mi, vermeyeyim mi?
Zaten namus faciaları içinde yüzüyorduk. Bu sıska ka­
dının uzun uzadıya derdini dinlemekte ne mana vardı? Ra­
hatsızlığına benden deva ummakta aldanıyordu. Ben ona ne
çare bulabilirdim? Bunun için faciayı kısa kesmeyi muvafık
görerek dedim ki:
"Hanım, her zaman ve her yerde utanmayacak şeyler
vardır. Ahlak, edep ve terbiye bunların sınırlarını tayin eder.
Utandığınızdan dolayı sizi tebrik ederim ve her zaman utanı­
nız, zarar etmezsiniz."
"Ya insan aç kalınca?"
"Aç kalınca utanmadan çalışacak geçim yolları çoktur.
Allah utandırmasın, hanım! Allah utandırmasın ! Utanmaz
olmak felaketierin en büyüğüdür."

1 23
Kadın bu nasihatlerimin karşısında şaşalayarak:
"Affedersiniz, efendi ! Yanlış mı geldim? Siz o, aradığım
adam değil misiniz?"
"Hanım ben belki o aradığınız adamım, lakin."
"Şemi Efendi 'nin vekili ... "
"Evet, o yere batasıca herif buradaki işlerini bilmem ne
kadar bir zaman için başıma bırakarak defoldu."
"Gelene gidene bu yolda nasihatler vermeniz için mi işle­
rini size bıraktı?"
"Hanım henüz utanma huyundan vazgeçmemiş olduğu­
nuzu şimdi itiraf ettiniz. Ben de kötü bir talih ile bu çuku­
ra düştüm. Fakat hala utanmamaya alışamadım. Geçim bizi
çirkefın bulantı getiren derinliklerine çekiyor. Lakin ar ve
utanma hislerinden de bütün bütün kurtulamıyoruz. Bu ise şu
zamanda övgüye değer büyük bir fazilet sayılır."
Kadıncağız bir iki uzun "ah" çektikten sonra:
"Efendi, fazilete para veren yok. Biz böyle karşı karşıya
utanırsak ne ben size derdiınİ söyleyebilirim ne de siz bana
dermanınızı. Meşhur kelamdır, derdini saklayan derman bu­
lamazmış."
"Hanım, bu eski atasözleri şimdiki zamanın hükümlerine
uymuyor. Dert herkesin ağzından tufan oluğu gibi akıyor. Fa­
kat aranı lan devadan eser yok."
"Sizden çare aramaya karar vererek buraya gelinceye ka­
dar neler çektiğiınİ tarif edemem. Son ıstırapla bir kere size
geldim. Artık buradan boş nasihatlerle gidemem. Bu benim
için müthiş bir düşkünlük, sizin için de korkunç bir ardır. La­
kin ne yapalım ki, pislik içinde çöplenmeye mecbur kaldık.
Size anlatacağım. Mutlaka anlatacağım. Siz de bana Şemi
Efendi 'nin vekili sıfatıyla ve sanatı icabı yol göstereceksiniz.
Başka çare kalmadı, efendi!"

1 24
Bütün sefaletimizi, bütün hakikatleri gözünüzün önüne
sereceğim. Siz de benden mesleğinizin kolaylıklarını ve yar­
dımlarınızı esirgemeyeceksiniz. Böyle utanmaz bir işte iki
utangaç karşı karşıya geldik. Böyle bir maslahat için de olsa,
bunu bir fal hayrı sayıyorum.
Kadınla bir müddet yüz yüze düşündük. Onun bana aça­
cağı dert pek kolay söylenir bir şeye benzemiyordu. Bu meç­
hul ziyaretçi benden ne türlü bir yardım istiyordu? Yine neler
duyacak, nasıl vicdan azaplarına uğrayacaktım? Benden hayr
bekliyordu. Bu kadar şer ve fesat ve namussuzluklar içinde
"hayr" kelimesine yer bulunabilir miydi?
Nihayet muhatabım kadın merhametimi celbetmek için
ağlar gibi başladı:
"Efendi, siz de bir tür zamane doktoru sayılırsınız. Çünkü
Şemi Efendi'nin insanlığını söyleye söyleye bitiremiyorlar.
Siz de onun vekilisiniz. Belki zamanınız kıymetlidir. Belki
dakikalarınızın ücreti büyüktür. Fakat ne olursa olsun, bu­
gün bir saatinizi bizim için feda etmenizi istirhama geldim.
Çünkü derdİmizin sözle anlatılması mümkün değildir. Gör­
meyince olmaz."
"Hanım, ne göreceğim? Niçin göreceğim? Görüp de ne
yapacağım? Benim elimde bir iktidar var sanıyorsanız alda­
nıyorsunuz. Eğer bu parayla alakah bir iş ise sıkıntı yüzün­
den Şemi gibi bir adamın işlerine bakmak derekelerine kadar
düştüm. Görünürdeki düşkün halime bakarak beni namussuz
bir adam sanma!"
"Efendi, Allah sizden razı olsun! Sözlerinizin doğruluğu
besbelli ... Biz de namussuz bir aile değiliz. Fakat uçurumun
kenarındayız. Haliniz halimize pek benziyor. Tiyatrolara
gidip facia seyrediyorlar, demek ki bu temaşalardan alına­
cak bir ibret dersi var. Böyle vak'aların uydurmalarında bile
insan bir şeyler hissediyor. Fırsat düştükçe hakikatleri niçin
gidip görmemeli?"

1 25
Kadının bu sözleri bana sihir gibi tesir etti. Ben kendi
yağımla kendim kavruluyor ve fakat iradem dışı düşkünlü­
ğümün ıstırapları ile kıvranıp duruyordum. Benden beterleri
de olurmuş. Gideyim, göreyim de kendi halime şükredeyim,
dedim.
Kadınla yola çıktık. Semtimiz Fındıklı ... Yokuşlardan
iniyoruz. G idiyoruz, gidiyoruz. Hiç sağına soluna bakmıyor.
Göz ucu ile bile araba, tramvay araştırmıyor, görünür bir ke­
siklik, acınacak bir gayretle biraz titrek bacaklarının üzerinde
yürümeye çabalıyor. Nihayet sordum :
"Hanım, nereye kadar gideceğiz böyle? Mahalleniz ne­
resi?"
Yol arkadaşım sualime cevap vermeyi dinleornek için bir
vesile tutarak elleriyle dayanacak bir duvar araya araya sü­
züldü. Yüreğinin bütün baygınlığı ile:
"Sülüklü . . . "
"Ne, ne?''
O, artan bir baygınlıkla yine tekrar etti:
"Sülüklü . . . "
"Hanım, buradan oraya kadar birçok tepeler tırmanaca­
ğız. Bayırlar ineceğiz. Uçakla gitsek yarım saat sürer. Yayan
mı gideceğiz?"
"Ah, ben bu usulleri bilirim. Sizi yürütmez, bu sözü de
söyletmezdim ama ne yapayım ki, çaresizim. Anlarsınız ya,
efendi..."
Anladım. Zavall ının herhangi bir nakliye vasılasına israf
edecek cebinde parası yok. Bu dermansız kadın oradan bura­
ya kadar bugün yayan mı geldi? Merak ettim. Sordum. B irbi­
rine bağlanan ahiardan sonra şu cevabı verdi:
"Efendi, benim semtimden buraya kadar gelişim ... Ah,
size tafsilatıyla anlatsam, uzun bir hikaye, meraklı bir seya-

1 26
hatname olur. Sabah karanlığında kalktım. Yanıma bir çıkın
kuru ekmekle zeytin aldım. Ekmek ve her şey böyle ateş pa­
hasına çıkalı şimdi kimsenin evinde yemek ikram olunmuyor.
Olunsa da insan yemeye sıkılıyor. Cami avlularında, çeşme
kenarlarında, harnal küfeliklerinde dinlene dinlene tam öğle
üstü Süleymaniye'ye geldim. Bir ahbabın evine girdim, otur­
dum. İ kindi üstü oradan çıktım. O yokuşları indim. Evvela
kalabalıklardan, otomobiller, tramvaylar arasından bin kaza
atiatarak yürüdüm. Köprüleri geçtim. Hele çok şükür Çeş­
me Meydanı'nı buldum. Orada akrabadan bir kadın vardır.
Zehra. Akşam üstü oraya kendimi dar attım. Geceyi orada
geçirdim. İ şte ertesi günü yani bugün de size geldim. İ nşal­
lah şimdi de sağ salim eve dönmek mümkün olur. Rabbim
büyüktür."
"Hanım, dinlenerek, konaklayarak, geceteyerek bir buçuk
günde geldiğin yolu bugün bir hamlede nasıl yürüyeceksin?
Galiba artık yanında kuru ekmek zeytinin de kalmadı. Bu
yorgunluktan başka bir de açlık . . . "
"Açlığa idmanlıyım. Lakin küreğİrnin altında bir sancnn
vardır. O tutarsa, sokak ortasında bayılır kalırım."
Ah, felaket! Kendi kendime düşündüm. Böyle huyunu su­
yunu bilmediğim yabancı bir kadınla sokağa çıkmak. . . Ben
kendi ayağımla başımı hangi belalara sokmaya gidiyordum?
İ lk durakta tesadüf ettiğimiz tramvaya bindik. Kadının bileti­
ni aldım. Bana yana yana teşekkür etti. Hele sancısı tutmadan
araba değiştirerek Taşkasab'ı bulduk.
Şimdi yaya caddeden sağa saptık. Rehberim önde, aşağı­
ya doğru iniyoruz. Bunlar büyük bir yangının hücumundan
kurtulmuş birkaç sokak ... Ötesi Fatih sırtiarına doğru enine,
boyuna gözlerin alabildiği kadar kavrulmuş, hak ile yeksan
olmuş,31 sakinleri dağılmış bir harabe, şehir ortasında bir
çöl... Ayakta kalmış bazı mescit minare leri, hacalar buralarda

3 1 Hak ile ycksan olmak: Yerler bir olmak.

127
da vaktiyle ezanlar okunduğunu, ocaklar tüttüğünü, bir ha­
yat sürüldüğünü söylüyor. Fakat o kadar halk, meskenlerinin
harabelerini yarasalara, baykuşlara, sansariara ve bazı gece
maceralarına terk ederek nereye çekilmişler?
Bazı büyük, medeni şehirlerde yangın, zelzele gibi fe­
laketler oluyor; lakin afet sahalarına derhal evvelkilerden
mükemmel binalar kuruluyor, insanlar doluyor. Medeniyet
ortasında haraplığın hayata karşı bu kadar uzun galebesi gö­
rülmüyor.
Ölüm en ziyade zayıftara, miskinlere, setiliere musaHat
olur. Kendisini ilmin, fennin, irfanın, sanayinin son tcçhiza­
tıyla karşılayanların arasına sefaJet giremez. Yalın kılıç so­
kulmaya uğraşsa da yerleşemez. Fakirliği ve sefaleti hemen
kovmak için süratli vasıtalara malik olmadığımızı, işte bu
viraneler gösteriyor. Sefaletle ciddi bir azimle mücadeleye
giren aramızda bir halk sınıfı göremiyoruz. Biz onu kaçı­
ramıyoruz, o bizi yıldırıyor. Zaruretle güreşenler ancak bir
günlük boğaz ihtiyacı için onunla pençeleşiyorlar ve ekeseri­
yetle mağlup düşüyorlar.
Medeni bir şehir halkı için ayıp sayılan şu acz ve miskin­
lik manzarasını bir an evvel ortadan kaldırmayı hiç düşünen
yok mu? Memleketin bu ölü kısmı, bu iskelet cenaze, diriler
arasında daha kaç sene böyle upuzun yatacak? Sefil sokak­
lardan inerken aramızda söz olsun diye kadına zihnimden
geçen bu şeylerden biraz bahsetmek istedim. O, hayret dolu
gözlerini yüzüme dikerek:
"Efendi, ne söylüyorsunuz? Harpten sonra siz Anadolu'ya
gitmediniz mi hiç? Yahut bir gidip gelen oraların halini size
aniatmadı mı? Oradaki boşluğun, oradaki haraplığın yanında
burası sevinç meydanı gibi kalır. Burasını Allah yaktı. Orası­
nı gavur ateşledi. Artık farkı düşününüz."
Bu semtlerde kimsenin dikkat etmeye lüzum görmediği
bir felaket daha var. Yangın İ stanbul evlerinin kolerasıdır.

1 28
Birkaç saatin içinde mahalleleri süpürür götürür. Fakat üze­
rimize yıkılacak gibi duran şu kararmış tahta evlere bakınız!
Hepsi mantar kesilmiş. Bunların kaç senelik ömürleri var?
Kimsenin bir çivi çaktıracak hali yok. Beş on yıl sonra bun­
ların hepsi gürül gürül tepemize inecek. İ stanbul 'un yangın
girmemiş fakat sahiplerinin tamire kudretleri olmayan böyle
çürümüş mahallerini de yok farzediniz. Ortada ne kalır? Bir
Divanyolu, bir Cağaloğlu, bir Beyoğlu . . .
Bugün Boğaziçi de böyle sönüp gidiyor. Birkaç hafta ev­
vel vapurla geçtim. İç ler acısı ... Bugün sahili harap olmuş bir
yalı sahibi binayı beş defa satsa yine önünün rıhtımını tamir
ettiremez. Bu daima çöken şehrin, bu daima sönen müslü­
man mahallelerinin sonu ne olacak? Kaç sene sonra ve nasıl
bir mucize ile bu enkaz üzerine yeni bir şehir kurulacak? Bir
türlü akltın almıyor.
Şimdi muhal gibi görünen bu şeyler belki ileride müm­
kün olur. Bu yangınların üzerinde gülisıanlar açar. Lakin
zannediyorum ki, efendi, ne siz ne de ben göremeyeceğiz.
Evvela yaşlarımız müsait değil... Sonra ben kendi hakkım­
da söylüyorum. Benim gibi çerçöpleri zamane seli süpürüp
götürüyor. Kopacak boraların nihayetinde olduğumuzu bize
kim temin edebilir?
"Hanım, siz gün görmüş bir kadına benziyorsunuz."
"Çok günler, güneşler gördüm efendi ! Sizden çok rica
ederim. Hangi aileye mensup olduğumu sormayınız. İ stan­
bul ' da pek şöhret bulmuş bir hanedana mensubum. Rüzgar
bizi kenarlara ata ata böyle Sülüklülere düşürdü. Bugün en
zelil insanların yüzlerini kızartacak bir istirhamla sizi evimi­
ze götürüyorum. Her ne teklif karşısında bulunursanız beni
ayıplamayınız! Halinizden şikayet etmeyiniz! Ne oldum de­
meyiniz! Ne olacağım deyiniz!"
Eğri büğrü dar sokaklardan yürüyorduk. Sefalet buraları­
nı helak edici bir tırtıl gibi o kadar sarmış, o kadar susturmuş,

129
bitinnişti ki, kendimizi şehirde değil, terk edilmiş bir köyde
sanıyorduk.
B ir köşeyi döndük. Taş yığınına benzeyen harçsız du­
varların arasında kulübemsİ bir ev gördük. Kapısının önüne
dörder beşer yaşında, donsuz iki kız çocuğu otunnuş, sidik
yarışı ediyorlardı. Bacaklarının arasından sızan idrar toprağı
ısiatarak kıvrımlı bir akışla ileri doğru uzanıyor, burunlarının
olukları aşağı yukarı hareket eden koyu sıvı ile dolu kirli kız­
lar, çipi! gözleriyle bu marifetlerini seyrederek gülüyorlar.
Karşıki duvar dibinde elinde değnekle duran bir oğlan bu
müsabakanın adil bir hakemi tavrıyla:
"Emine'nin sidiği daha zorlu ... Ayşe'ninkini geçti."
Yanımdaki kadın yüzünü ve sesini ekşiterek:
"Utanmaz terbiyesizlerı Sokağa böyle şey yapılır mı?
Şimdi gider annenize söylerim!"
Küçük kızın biri, sidiğini kesmeye bedel süınüğünü çe­
kerek:
"Söyle teyze! Annem bize bir şey yapmaz ki! Helayı kir­
letmeyiniz de çişinizi sokağa ediniz, diye bize o tenbih edi­
yor."
Kadın söylediğine pişman oldu. Çünkü çocukların verdiği
cevapta, annelerinin daha kabahatli olduğu anlaşıldı. Oğlan
da önünü çözerek yarışa dahil olmak üzere iken biz yürü­
rlük.
Bu, gönüllere keder dolduran sokaktan yinni otuz adım
daha gittikten sonra, seneterin yağınurları yalaya yalaya as­
lındaki aşı boyasını silmiş, kaplamalarını karartmış viran bir
evin önünde durduk. Temel direklerinin arası eski usulde
taş dolması, basık pencereli bir asma kat, üstte şahnişli3 2 ge-

32 Şahniş: Odaların sokak ve bahçeye bakan cephelerinde dışarıya doğru çıkan, üç


tarafı pencere li küçük bir cumba şeklindeki çıkma.

1 30
niş oda... Eşiği çürümüş, kanadının biri toprağa gömülmüş,
koca halkalı battal kapının üzerinde demir parmaklık yerine
iri çubuklardan yapılmış bakiava kafesli dört köşe bir pen­
cere ... Bahçe duvarından uzanarak dört köşeli pencereye tu­
tunduktan sonra şahnişlere doğru atılan zümrüt gibi coşkun
bir asma, bu harabenin kasveti üzerine iri yapraklarının taze
yeşilliği ile neşe saçıyordu.
Medeniyet perisi şehrin sokaklarına lütuflarını dağıtırken
buralara hiç uğramamış. Medenileşmiş semtlerimizle bu ma­
halleler arasında zihin, Avrupa ile Çin arasındaki kadar bir
mesafe vehmine düşerek şaşırıyor. Ne elektrik ne de en basit
surette bir kapı zili ... Kadın kocaman bir sirnit büyüklüğün­
deki halkaya uzandı, takırdattı. Çok sürmedi. Kanat yukarı­
dan bir iple çekilerek açı ldı.

131
17

Düzlüğü bozulmuş, yosunlu bir maltalıktan yürüdük. Her


adımımızın altında incinerek bağıran enli küpeşteli, uzun bir
merdivenden çıktık. Zemini yalpa halinde bir vapur gibi çar­
pılmış bir sofadan geçtik. İ ki yan kerevetli, adi hasır sandal­
yeli temizce hir odaya girdik. Silinmiş, süpürülmüş bir oda...
Lakin her şey yıpranmış. Kıyınetsiz birer partallıkta, her şey
kullanılışiarının son devrelerinde ... Sabun, iğne, ütü, bu eş­
yadan hiçbirinin yıpranmışlığını örtememiş.
Müreffeh bir evden içeri girildiği vakit ınİdelerin toklu­
ğunu çehreler söyler. Gözlerin karası, dudakların neşesi bel­
li eder. Yağların en adileri, petrollerin en pisleri kullanılan,
ucuz olmak için daima miktarı çok, ağır yemekler pişirilen ve
sabuna, sıcak suya çok kıyılamayan evlere inatçı bir sefaJet
kokusu siniyor.
Refaha alışkın bir adam böyle bir dam altına girer ginnez,
derhal orayı yadırgayarak zaruret kokusundan azap duyar.
Ben öyle değildim. Benim senelerce bu kokuyla bağım
vardır. En kirli döşeklere bir köpek gibi kıvrılarak yattım.
En fena şekilde pişirilmiş hayat yemekleri yedim. Midemin
büsbütün boş kalmış zamanlarında ekşimiş sofra artıkiarına
hasret çektiğim günler oldu. Ben girdiğim bu evde o akşam
bol ekmek doğranarak atıştırılan hazını ağır çorbanın çeşi­
dini bumumla tayin edebilir hassasiyetteydim. Tecrübelerim
bana, şu odanın içinde teneffüs ettiğim sefaletle dolu havanın
her yudumunda pek elemli hakikatlar hissettiriyor. Yine o
hale düştüğümü zannederek titriyorum.

1 32
Ben Şemi 'nin sayesinde evim i bu k okudan temizledim.
Sefaletin uğursuz çapaklarını çaluğurnun çocuğumun surat­
larından sildim. Fakat sefaleti namus kayıtsızlığı i le değiş­
tirdim. Şimdi diğer türlü bir azap içindeyim. Bu zava11ılar
da bana başvurdular. Her şeylerini satıp yemişe benziyorlar.
Çok kıymetli acaba ne ma11arı kaldı ki, beni te11allığa çağı­
rıyorlar? Böyle büyük bir günah sevap şeklinde işlenir mi?
Kapının aralığından gizli bakan birkaç gözün bakışı altın­
da bulunduğumu fark ettim.
Kadın bana bitik bir yüzle:
"Efendi, gideyim size bir yorgunluk kahvesi pişireyim,"
dedi.
Halbuki kahve pişirilecek bir evde misafirden böyle bir
izin istemeye hiç gerek yoktur. Bu sual, kahvenin pek büyük
külfetler ve masraftarla pişirilebileceğini veyahut hiç pişiri­
lemeyeceğini anlatır. Bu garip nabız yoklamasına maruz ka­
lan misafir, vereceği kat ' i red cevabı ile ev sahibini bu ikram
külfetinden kurtarmış olur. Bunun için kahveyi kat'iyyen
reddettim.
Kadın dışarı çıktı. Sekiz on dakika sonra kendinden bir­
kaç yaş küçük olması muhtemel yeldirmeli, başörtülü diğer
bir hanımla dönüp geldi. İ kimizi birbirimize göstererek:
"Aradığımız Şemi Efendi'nin vekili Salah Efendi ve kız
kardeşim Ratibe Hanım, suretinde bizi tanıştırdı. Bu güdük
iki isimle biz de birbirimizi tanımış olduk. Bana müracaatin
sebebi bu kadın mıydı? Ben onun yüzünde satılığa çıkarıla­
cak bir mal çeşnisi göremedim. İçinde kavrulduğu geçimin
ve feci geçen senelerin yüzünde derin izleri okunan pek ha­
zin bir kadın . . . Bu hüzünde bilmem nasıl bir asal et var? Istı­
rabın heykeli yapılmak lazım gelse, bundan uygun bir model
tasavvur edemem."
Üç kişi biraz birbirimize bakıştık. Aramızda derin bir ya­
bancılık vardı. Bir facianın giriş kapısında gibiydik. Açılacak

1 33
elim bir sırrın perdesini hangi ucundan kaldıracaklarını ka­
dınlar bilmiyorlar ve buna cesaret gösteremediklerini anlatır
tereddütlerle ezil iyorlardı.
Kabusa tutulmuş gibi dillerimizde bir ağırlık vardı.
Besbelli bir söz olsun diye benimle beraber gelen kadın
birdenbire:
"Bendenizin ismi Rasime'dir," dedi.
Bu ne takdir ve ne de tebrik edilecek bir şeydi. Sükutla
mukabele ettim.
Aşağıki odadan pek kart, pürüzlü bir sesin ciğerlerini ka­
zıya kazıya, gırtlağının inatçı balgamlarını temizlerneye uğ­
raştığı işitildi.
Rasime Hanım, facianın girizgahında olduğumuzu anlatır
bir hüzünle:
"Pederimiz," dedi.
Ratibe Hanım sadece içini çekti. İ htiyarın öksürüğü sözün
açılmasına vesile oldu.
Rasime Hanım:
"Zavallı pederimiz, ikinci çocukluk devrine girdi. Ne ka­
dar sert, ne kadar hırçın oldu, bilseniz! Her şeye kızıyor. Hiç
söz anlamıyor. Heva ve heveslerine tabi çılgın torunları ile bu
ihtiyarın arasında kaldık. İ ki tarafa da meram anlatamıyoruz.
Ne olursa bize oluyor."
Rasime Hanım, bir medet uman bakışlarını kız kardeşi­
nin yüzüne fırlatarak sustu. Fakat işte artık esrar kuyusunun
kapağı açılıyordu. Felaketin başı heva ve heveslerine tabi to­
runların başlarından kapacağını anlar gibi oldum.
Bu başlangıçtan sonra kız kardeşi hazin bir sükuta bürün­
mesine rağmen, Rasime Hanım cesaretlendi. İ lk tafsilatı at­
layarak birdenbire:

1 34
"Bir kızımız var, kocaya veremiyoruz. Onun evde kalma­
sı başımıza müthiş bir felaket örüyor."
"Niçin veremiyorsunuz? Affedersiniz, beğenilmeyecek
bir simada mı?"
"Oh . . . Hayır! Tam tersine ... Övünmek için söylemiyorum.
Güzellikçe bir mislini daha yalnız İ stanbul 'da değil, bütün
cihanda bile bulmak zordur."
"O halde kocaya verilernemekteki mazhuru, kusuru ne­
dir?"
Ct:vap olarak Rasime I lanım alt rludağını ısırdı. Kız kar­
deşi Ratibe Hanım göz pınarlarından sızan damlaları elinin
tersiyle sildi. Söylemek için kadınların gerekli olan dayanık­
lığı bulmalarını bir müddet bekledim. Arada yine baş göste­
ren sessizliği, ihtiyarın aşağıki odadan gelen son nefeslere
benzeyen hırı ltılı feci öksürüğü doldurdu.
Rasime Hanım, lakırdıyı tamamlamak mecburiyetinin
kamçısı altında nihayet:
"Veremiyoruz. Veremiyoruz, çünkü bakir değil ."
"Başından bir nikah mı geçti?"
Kadın bu defa gözlerini yere indirerek yavaşça:
"Hayır," diye mırıldandı.
Şimdi aile sırrının düğümü üzerinde idik. Kadınları söy­
letmek için:
"Tarif ettiğiniz derecede güzel bir kızı bak ir olmadığı hal­
de de alacaklar bulunur. Bunda zannettiğiniz kadar büyük bir
felaket göremiyorum."
Ratibe Hanım gözlerini sile sile söze karışarak:
"Anlatılacak sakıncalar var efendi, kız benim kızım. Yü­
reğimin cayır cayır nasıl yandığını tarif edemem. Allah ' ın
kahrına uğrasın, alaabamızdan çapkın bir oğlan var. Fehmi . . .

1 35
Evvela kızımı işte o haylaz berbat etti. Seviştiler. Bizim mani
olmamıza hiç ehemmiyet vermeyerek birlikte kaçtılar."
Efendi o yaşta çocuklar sevgiyi ne bilirler? Nerelerde, na­
sıl maceralar içinde yaşadılar? Ne siz sorunuz ne ben anlata­
yım. Nihayet kızım Semiha, Fehmi'den usandı. Ondan daha
bir çapkınına, hayrsızına kaçtı. Ferruh ...
İ ki delikanlı arasında tehlikeli bir rekabet ateş aldı. Kızı­
mızın kısa mazisinde o kadar kirli, berbat bir tercümesi var
ki, bunları duyan hiçhir erkek onu karılığa kabule cesaret
edemez. Etse de birkaç aydan fazla geçinmek mümkün ol­
maz.
İ şte biz size bütün sırlarımızı açıkça söylüyoruz. Benzet­
ınemi affedersiniz, denize düştük yılana sarılıyoruz.
Gözyaşları artan Ratibe Hanım, hazin hıçkırıklar arasında
kız kardeşine dönerek:
"Tıkanacağım, artık ötesini sen anlat!"
Artık anlatacak ne kaldı? Denize düşmüşler yılana sarılı­
yorlarmış. Besbelli yılan ben ... Lakin benden ne istiyorlar?
Bu raddeye kadar baştan çıkmış bir kızı ben nasıl yola geti­
rebilirim?
Vekilliğini yaptığım Şemi, kızları ahlaklandırmakla değil,
kötü yola düşürmekle şöhret bulmuş ... İ şte hiç aklımın alma­
dığı bir şey... Bakalım alt tarafı ne çıkacak?
Kız kardeşinin teklifi üzerine Rasime Hanım, yaşlı gözle­
rini bana çevirdi:
"İ şte efendi, zannederim ki felaketimizi anladınız, hali­
mize acıdınız. Öyle ya, siz de insan, belki bir koca, bir pe­
dersiniz. Ah, yüreği temiz bir kimse, kızının, oğlunun fena
yola sapmasıyla insanlıktan çıkar mı? Semiha'nın hikayesi
bütün İ stanbul'a bir parmak bal oldu da, halden anlayanlar
yine bize kötü gözle bakmıyorlar."

1 36
"Teveccühünüze çok teşekkür ederim, maslahatı kavradım.
Bu zor meseleyi anladım fakat hangi düstur ile halletmek la­
zım geldiğine aklım ermiyor. Malumu az, meçhulü çok."
"Bize Şemi Efendi 'yi salık verenler, o her şekle çare bu­
lur, demişlerdi."
"Doğru ama kendisi burada yok. Nerede bulunduğunu bir
Allah bir de şeytan bilir."
Ratibe Hanım ıslak mendilini yüzünden çekerek lakırdıya
karıştı:
"Bu işlerde kıdeminiz, tecrübeniz, l iyakatiniz olmasaydı
sizi kendi yerine vekil bırakmazdı. Efendi, ayaklarınızı öpe­
yim, bizi şu dertten kurtarınız. Aza, çoğa bakmayınız. Eski
vaktimiz olsaydı minnet altında kalmazdık. Düşmez kalkmaz
bir Allah, elimizde avucumuzda bir şey yok; onun için karşı­
nızda süklüm püklüm yalvarıp duruyoruz. Siz de hizmetini­
zin ecrini başkasından görürsünüz."
"Sözün kısası, Semiha Hanım kızımız Fehmi ' ye kaçmış.
Sonra ondan bıkmış, Ferruh'un kucağına atılmış; iki genci
birbirine düşürmüş. Şimdi siz bu gelgeç huylu çocuğun başı­
nı bir yere bağlamak istiyorsunuz. İ şte, meselenin düğümü
burada ! Kafır herif, on beş adet samyalı yatak bırakacağına o
şeytani zekasından bir parçacık bıraksaydı."
"Demincek kıdeminizden, tecrübelerinizden falan bahset­
miştim ya ... "
"Kıdemim, tecrübem yok; bununla beraber her halde liya­
katim varmış, bunu ben de yeni yeni takdir ediyorum."
"Estağfırullah . . . Ehliyetiniz yüzünüzden belli."
Rasime Hanım'ın bu nezaketi üzerine birkaç kere yut­
kundum. İ lın-i simanın)) bu faslını bilmiyordum. Kavisli kaş
bönlüğe, kemerli burun sebata, ince dudak dedikoduculuğa

33 i lm-i Sima: Yüzden karakter okuma ilmi.

1 37
delalet ettiği gibi, tabiatta pezevenk olmak üzere yarattığı
bedbahtlar da yüzlerinde bir hususiyet taşıyorlarmış ha? Al­
nımda mı, burnumda mı, çenemde mi, mutlak bir yerimde
bir işaret var. Olmasaydı, açlıktan ölümü göze alarak namu­
sumu muhafaza ettiğim günlerde Şemi yüzümü görür gör­
mez "Hah! İ şte sen tam aradığım adamsın !" takdirini savu­
rur muydu? Sonra Natık Bey ' in karısı, o kadar hürmet ve
ciddiyetle sorduğum "Kimi istiyorsun hanımefendi?" suatine
karşı yüzüme şöyle bir an baktıktan sonra "Pezevenk başını
istiyorum, sen değil misin?" teşhisini fırlatır mıydı?
Tevekkeli, sokakta hiç tanımadığım adamlar, sanki yüzü­
me bir soytan maskesi takmıştın gibi dikkatli dikkatli bakıp
boşuna dudak bükmUyorlar! Evet, evet, sirnarnda yeni ihtisa­
sımı gösterecek bir alarnet var, vesselam...
"Ne düşündünüz? Bari bir çare bulabildiniz mi?''
Eksenleri üzerinde ters dönerek kendi yüzüme bakmak
isteyen gözlerimi benden medet uman zavallılara kaldırdım.
Açlıktan avurtları çökmüş, derileri buruşmuş, saçları dö­
külmüştü. Her halleri ırz ve namus ülkesinin sınır boylarına
gelmiş olduklarını gösteriyordu Şüphesiz bana Semiha'nın
gençliğin i teklif edeceklerdi Lakin ahiakın eli ağızlarını tutu­
yor, iğrenç şeyler kusmalarına mani oluyordu.
Dedim ki:
"Çare bulabilmek için arzunuzu öğrenmeye ihtiyacım var.
Mademki açık konuşuyoruz, o halde hiç sıkılmadan söyleyi­
niz! Kızı evden uzaklaştırmak istiyorsunuz, değil mi?''
"Hasretine dayanamadığımız vakit gidip görmek şartıyla,
evet..."
"Öyle bir yere gitmesini istiyorsunuz ki, hem sokak kadı­
nı olmaktan kurtulsun, hem ayakları bir nikah urganı ile bağ­
lanmasın, hem hayatını kazansın, hem de size az çok yardımı
dokunsun; öyle değil mi?"

1 38
"Hay Allah razı olsun efendi, ne iyi keşfettiniz, tam bir
kalp doktoru gibi ... "
Şimdi bana da acayip bir gurur gelmişti. Sanki birine
doğup büyüdüğüm evin yolunu tarif eder gibi onlara yürek­
lerinin içerisini söylüyordum. Birkaç ayda bu ilerleme az bir
şey değildi. Koltuklarımı kabartarak:
"Kalp doktoru kalbin damarlarından, kanından, sinirin­
den, faaliyetinden anlar. Ben ruhlarınızın hastalıklannı mey­
dana çıkarıyorum. Buna 'psikoloj i dö mizer'34 derler. Şemi
babisi burada olsaydı daha münasip bir isim bulurdu ya...
Bununla beraber benim sözüm de pek münasebetsiz değildir.
Ha, n e diyordum?"
Kız kardeşinden daha zeki görünen Ratibe Hanım, diye­
ceklerimi hatırlattı:
"Semiha'nın öyle bir yere gitmesini arzu ediyoruz ki ... "
"Evet, evet, ben öyle birkaç yer biliyorum ama kefil ola­
mam."
"Hay Allah tuttuğunuzu kolay getirsin; can kulağıyla sizi
dinliyoruz."
"Mesela Taksim'de Feridiye Mahallesi . . . "

Karştındaki kadınlar bu adresin geniş manasma yaban­


cıydılar. İzah isteyen nazarlarla birbirlerine baktılar. Belki de
zengin bir ticarethane zannetmişlerdi. Dua ve teşekkür için
ağızlarını açtıkları anda arkarndan ince bir ses:
"Beyefendi, sandal bedestenini tavsiye lütfunda bulun­
saydı, zannederim daha münasip olurdu. Ne o anne? Beni
terk edilmiş mallar gibi müzayedeye mi çıkardınız?"

34 P.1ychologie de miser, Fransızca, bahis psikolojisi manasına gelmekte olup, mu­


harririn kendince ürettiği bir terkiptir(h.n.).

1 39
18

Harabelere doğan bir ay güzelliği ile Semiha bu viran de­


korun ortasına girince:
Benim tavrım: "Sübhane men tehayyere fi sun ' ihi'l-ukul"
[Vücuda getirdikleriyle akılları hayretle düşüren Cenab-ı
Hakk' ı tesbih ederim].
Anne ile teyzenin halleri: "Kırk bir buçuk kere maşallah!
Bu hazineyi biz nasıl muhafaza edebiliriz?"
Semiha'nın hali: "Öpünüz."
Pekala, mersi, şap! Ama ahlak bir surata şamar vurur gibi
yahut arsız bir çocuk karpuz kabuğu sıyırır gibi keskin sulu,
salyalı sesler çıkararak öptüğüm şey eli miydi, yoksa bile­
ği miydi bilmiyorum. Doğrusu Fehmi'ye, Ferruh'a, anasına,
teyzesine hak vermemek mümkün değil.
İ nce kakülü, masum gözleri, tıraştı ensesiyle başı bir mek­
tepli çocuğun dertsiz başına benziyor. Fakat insanın gözü yu­
varlak omuzlarından şişkin göğsüne, taşkın kalçalarına doğru
kayınca yüreğine bir gıcıklanma geliyor. Birbirine zıt renkli
dört çeşit kumaştan bir elbise giymiş. O kadar dekolte bir
elbise ki, vücudunu örtrnekten ziyade güzel yerlerine daha
hırsiandırıcı bir cazibe veriyor. Hasılı Semiha'yı ilk bakışta,
arzu edilecek bir varlık buldum.
İ nce bir zincirle boynuna taktığı küçük, çapkın, bahtiyar
madalyonun yerinde keşke ben bulunsaydım.
"Sokağa mı çıkıyorsun yavrum? Hazırlanmışsın."

1 40
"Süleymaniye'de bir ziyaret yapacağım anne, aşağıdaki
işlerimi bitirdim. Her şey hazırdır."
"Efendi ile senin geleceğini konuşuyorduk."
Semiha bana dönerek:
"Son sözlerinizi tesadüfen işittim, teşekkür ederim efen­
dim, çok lütufkarsınız."
Görgü kuralları, alaylı da olsa bir teşekküre teşekkürle
karşılık vermeyi emreder. Tatsız kavuna şeker tozu eker gibi
karşılığa bir tutarn alay ekivermeye izin vardır. Bakınız ben
Şemi'den neler öğrenmişim! Halbuki memurluk hayatım,
kalemdeki35 hokka ile evimdeki canlı hokka arasında gidip
gelmekle geçti, başımda yorgunluktan başka hiçbir iz bırak­
madı. O bile yaşamakmış; kadro dışı olunca insanlık dışına
çıkmış gibi oldum: Doymak için yoruldum, yoruldukça daha
fazla acıktım.
Bizce hayat, dimdik bir yokuşa tırmanmaktı. Çoluk ço­
cuk ellerimiz, dizlerimiz parçalanarak her adımda yuvarlan­
ma tehlikesi atiatarak yıllarca baş yukarı süründükten son­
ra günün birinde ailemle beraber kendimi yalçın bir dağın
zirvesinde buldum. Geriye dönmek mümkün değildi. İ leriye
doğru adım atacak yer kalmamıştı. Aşağıya baktım; başım
döndü, gözlerim karardı. Aman Yarabbi, o ne dibi görünmez
bir uçurumdu! Nereden geldiğini bilmediğim bir ses kulağı­
ma: "Hayatta hareketsiz kalmak yoktur, yürü. Durma, yürü!"
diye haykırıyordu.
Evet, ey tabiat! Sen yerden göğe kadar haklısın. Yaşa­
manın hareket demek olduğunu, bir kimsenin gebermedikçe
durma devresine giremeyeceğini ben de biliyorum. Yürü­
mek, yürümek, ömrümün nihayetine kadar durup dinlenme­
den yürümek istiyorum. Lakin nereye?
"Yürü, Baba Salah; sürünerek, sendeleyerek, düşüp kal­
karak daima yürü!"
35 Resmi dairelerde yazı işlerinin yürütüldüğü yer.

ı41
Baş üstüne; yürüyeyim. İ şte sağ ayağıını attım. Boşlukta
sallanıyor. Ne olur, yol versen ki! O zaman meçhul bir el
beni itti; aman demeye vakit kalmadı. Teker meker uçuruma
yuvarlandım, derken eteğim sivri bir kayanın ucuna takıldı.
Durdum. Şimdi bulut gibi zemin ile semanın ortasındaydım.
Gözlerimi dağın tepesine doğru kaldırarak yalvardım:
"Efendiler, bir dakika evvel ben de orada sizin aranızday­
dım. Şimdi hayata çürük bir bez parçasıyla bağlı duruyorum.
En küçük bir sarsıntı son bağımı kırabilir. İçinizde bu sükfıt
mahkum olana elini uzatacıık bir dost yok mu?"
Ve sessizlik ...
Ah, ey yüzbinlerce yıldan beri toprağın üstüne kaynaşan
beşer! Sen yalancısın! Sen bizzat yalansın. Bir kere daha
sana dönersem nasıl yaşayacağımı şimdi pek iyi biliyorum.
Ama ne yazık !
Birdenbire karanlık yırtıldı. Şemi 'nin iblis gibi ateşten ya­
ratılmış çehresi göründü:
"Vay zavallı Baba SaHih, şeref, izzet, ırz, namus, istika­
met gibi ahlak serapiarı arkasında koşa koşa sonunda bu var­
taya düştün ha! Dur seni kurtarayım, dedi. Belime dehşetli
bir çifte attı.""Eyvah, mahvoldum" feryadıyla uçurumun de­
rinliğine uçtum. O ne? Başka bir alem zannettiğim bu çukur,
çöplüklerinde eşindiğim dünyanın ta kendisiymiş. Evet, işte
dostlar, işte sevgililer, işte düşmanlar, işte bütün tanıdığım si­
malar.. O tırmanışlar, o yuvarlanışlar, o yalvarışlar hep rüya
.

mıydı? Yine evimde ailemin arasındayım. Her şey bıraktığım


gibi yerli yerinde duruyor. Yalnız gözlerimde bir şişkinlik,
kulaklarımda bir ağırlık, başımın içinde bir bozukluk var.
Çok uzun uykulardan uyanmış da hala mahmurluktan kur­
tulamamış gibiyim. Kırk sene kullanmadığım bir kudret, bir
meleke, bir gönül gözü bana insanların iç yüzlerini gösteri­
yor; ne iğrenç, ne kokuşmuş, ne kasvetli bir manzara!"

1 42
Bu felsefeınİ Şemi dinlese, dünkü saf, ahmak talebesini
İ stanbul çiftehanelerine yüksek rütbeli bir nazır tayin eder.
Bununla birlikte daha birtakım manevi noksanlarım var ki,
insanın yaratılışında bu her vaziyete alışmak hastalığı mev­
cut oldukça onları da yavaş yavaş tamamlayacağım. Eh, kırk
yıllık Kani'nin birdenbire Yani olması pek kolay değildir.
Bu düşünceler zihnimden gerçi şimşek hızıyla geçti ama
bir dakika da yerine göre uzun bir zaman sayılır.
Semiha'nın iltifatı üzerine iskemierne daha rahat oturup
düşüneeye daldım sanmayınız. llerkes gibi benim de gencl­
likle fikrim başka, fiilim başkadır. Nadiren düşündüğümü
belli ederim ve zahiri hemen daima iç yüzümü örtülmesine
yarayan süslü bir paravan gibi keyfime göre açar, kaparım.
Düşününüz; bana değil, kendi kendinize itiraf ediniz; siz
de benim gibi değil misiniz? Hasılı, küçükhamının huzurun­
da tekrar eğildim. Belki yine elini uzatır da öperim diyordum.
Başımdan tencere gibi çukur, yuvarlak bir şey düştü. Haşarı
çocuk, değneği yemiş bir çember hızıyla döşeme tahtalarının
üstünde tekerlendi; kapıya doğru gitti; eşikle çarpışarak dur­
du, sallandı, kamburu yukarı, yere kapandı .
Hay Allah cezasını versin! Meğer ben deminden beri ha­
nımların karşısında şapkamla oturmak terbiyesizliğinde bu­
lunmamış mıyım? Yaratılıştan olduğu için bir türlü yakarnı
bırakmayan mahcubiyetten kıpkırmızı kesildim; Semiha'ya
ikinci bir reverans yaparak:
"Bin kere pardon, dedim, daha acemiyim. O bana alıştı
ama ben ona hala alışamadım. Resmen kız olan genç kadın
fıkır fıkır gülüyordu. Belli ki, salon adabmm acemilikle alaya
müsaade etmeyen inceliklerini o da hazmetmemişti."
Eksik olmasın, Ratibe Hanım zavallı şapkamın tozunu
silerek duvarda bir çiviye taktı. Artık ciddiyete dönmek za­
manı gelmişti:

143
"Geleceğinizden konuşuyorduk, Semiha Hanım, diye
söze başladım. Hadise sizin için aile ocağından ayrılmak bi­
raz zor olacak; ne çare ki annenizin dediği gibi, başa gelen
çekilir; bizim de şu birkaç ay içinde başımıza gelmeyen fela­
ket kalmadı, çekip çekip oturuyoruz."
"Annem bir zamandan beri istikbalimle meşgul olmaya
başladı efendim. Bir kızın istikbali, onun evvela kadın, sonra
anne, daha sonra kaynana olması demektir. Ben bunların hiç­
birini istemiyorum !"
"Bununla beraber bir genç kız, manastıra kapanroadıkça
ebediyyen bakire kalamaz. "
"Tabii."
"Efendim?"
"Sizi tasdik ediyorum. Ebediyen bakire kalmak herhangi
bir genç kız için talihsizliklerin en acıklısıdır."
Rasime Hanım dargın bir çehreyle:
"A! Bu ne serbestlik yavrum? Karşısında kırk yıllık efen­
dinin bile dili dolaşıyor alimallah."
"Rica ederim anne, biz pek iyi anlaşıyoruz."
Kadın, "kırk yıllık efendi" demekle, "kırk yıllı kerhiineci"
demek istiyordu. Ne yalan söyleyeyim; bu methi yergilerin
en ağın olarak buluyordum. "Yanlış hanım, yanlış! Ben daha
üç aylık efendiyim," diyemem ya! Bari Semiha ile anlaşma­
ya devam edelim:
"Evet Semiha Hanım, talihsizliğin en acıklısıdır. Pek doğ­
ru ama hem kız kalmamak, hem de kadın olmamak için yal­
nız bir çare vardır. O çare de ... "
"Sıkılmayınız, devam ediniz!"
Sözü kesmemin sebebi, hamdolsun, sıkılmak değildi. Ku­
lağıma sofa cihetinden korkak bir ayak sesi gelmişti. Biraz
sonra oda kapısının dışarısından biri:

144
"Ratibe Hala, Ratibe Hala! diye seslendi."
Ratibe Hanım yerinden kımıldamaksızın:
"Ne var Gülistan?" cevabını vermekle beraber Gülistan ' ı
bana takdim etmeyi unutınadı :
"Zengin bir komşumuz var, şuracıkta oturuyorlar; onların
ev latlığı. .. "
Çocuk yanık bir şive ile:
"Hanım selam etti, bizim terkos saati bozuktur, mösyö ge­
çerken uğrasın da bakıversin dedi?"
Bunu söylerken küçük kız şapkamın ipek kurdelasma ba­
kıyordu.
Semiha sert bir bakışla Gülistan ' ı azarladı. Kadınlar ne
diyeceklerini şaşırdılar. Onları bu müşkül vaziyetten kurtar­
mak için dedim ki:
"Sizin evde de bir fincan kahve içmek isterdim. Maale­
sef ben terkos müfettişi değilim; Semiha Hanım'ın yeni dans
muallimiyim!"
Açık, duru Türkçeınİ işiterek alıklaşan ahretlik koşa koşa
merdivenleri indi. Sonra sokak kapısı kapandı.
Ratibe Hanım gizli bir endişe ile gözlerime bakarak:
"Affedersiniz ama dans muallimiyim demekle iyi etme­
diniz. Şimdi Gülistan, hanımına, hanımı komşusuna, o da
kendi komşularına bunu ilan edecek. On dakika içinde bütün
Sülüklü, Semiha'ya dans hocası geldiğini duyacak. Zaten de­
dikodunun önünü alamıyoruz. Bizi yeni baştan tefe koyup
çalacaklarından korkuyorum."
Ben gülerek onu sakinleştirmeye çalıştım:
"Adam sen de Hanım, şimdi başka bir komşunuzun evlat­
lığı gelir de beni küçükhanım için davet ederse ona da dans
muallimi değil, kırmızı horozun alacak lısıyım derim. Şimdi
büylt: baltalara sap olmak ayıp değil, marifet sayılır."

145
Rasime Hanım atıldı :
"Sakın öyle bir şey yapmayı n ! Zaten evlerimiz tam takır.
Sonra bakkal defterini kapan başımıza üşüşür!"
"Ne ise, o bahsi bırakalım da gelelim esas meselemize?"
Semiha, dayanılmaz bir işveyle:
"Gelelim efendim!"
"Ne diyordum? Ha, evet, bir çare vardır, o da... "
"Söylesenize beyefendi, demin tavsiye huyurduğunuz ad­
rese müracaat, öyle değil mi?''
"Sizi temin ederim ki Semiha Hanım, eğer benim yerimde
bizzat Şemi bulunsaydı, yine huzurunuzda tam bir hürmet!e eği­
lirdi. Sanki içinde temas ile patlayacak bir bomba varmış gibi
iki saattir meselenin kapağını açmaya cesaret edemiyorum."
"Niçin? Siz meşhur Şemi Efendi'nin vekili, yardımcısı,
eli ayağı değil misiniz?"
"Ah, değilim hanım kızım, değilim! Fakat kime anlata­
yım? Melun heritin alnıma vurduğu damga zindan dövmesi
gibi ta derinlere işlemiş. Ne suyla ne sabunla çıkıyor. Bana
öyle geliyor ki, cennette kevser şarabıyla yıkasam yine orada
simsiyah bir leke olup kalacak. Hurilere, meleklere, bütün
ömürlerince sevap kazanmış cennet sakinlerine kim olduğu­
mu ilan edecek."
"Çok tuhafsınız, beyefendi l Eğer mesleğinizi inkar ede­
cek derecede utanıyorsanız, bu eve niçin geldiniz? Ne sıfatla
benim geleceğime bumunuzu soktunuz? Ne yetkiyle anne­
me, Feride'ye genelevlerin adresini veriyorsunuz?"
Mavi gözleri büyümüş, kumral başı yükselmiş, gerdanı­
nın tatlı çizgileri daha çok keskinleşmişti. Göğsü kabararak
sustu. Odayı ağır bir sessizlik kapladı. Aşağıdan yukarı has­
tanın hırıltısı geliyordu.

1 46
"Gönül kılavuzluğunda uzmanım yahut değilim, Semiha
Hanım, şimdi onu bırakınız, yalnız acemi olduğumu lütfen
kabul ediniz!"
"Sizi dinliyorum."
"Hayatınızı bir düzene koymak için ne gibi bir hizmette
bulunabilirim?"
Ratibe Hanım bir üzüntülü anne dolgunluğuyla:
"Daha nazik ol kızım, bak Efendi ' yi İ stanbul'un ta öbür
ucundan getirdik. Bir acı kahve olsun ikram edemedik. Madem­
ki fakiriz, alçak gönüllü olmayı da bilmeliyiz. Mademki günahı­
mız var, alemin karşısında alt perdeden konuşmayı da öğrenme­
liyiz. Artık takatim kalmadı. Nerede ise düşüp bayılacağım."
"Sizin gözünüzde ben fahişeyim anne, onun için zengin bir
genelevin müdürüne müracaat ettiniz. Öyle değil mi? Her has­
taya, hastalığın türüne göre doktor çağnlır. Siz de namus has­
tası kızınıza, uzmanlığına hayran olduğum bu efendiyi getir­
diniz. Şimdi biz, hasta ile hekim, konuşuyor, dertleşiyoruz."
İ ki kadın birden:

"Sus, Allah aşkına, sus! Sen bir çapkının hıyanetine kurban


oldun. Sen mazlumsun, masumsun. Neden fahişe olacaksın?"
"Sizin sözlüğünüzde bu hareketimin ismine fuhş derler.
Aklınızca erkekle kadının ilişkisinin yasal olması için bir ka­
vuğun saHanmasına lüzum vardır. Ben Fehmi ile seviştim,
beraber yaşadım. Sonra ondan bıktım. Ferruh'a gittim. Biz
işte iki tarafın rızasıyla meydana gelen bu birleşmelere, bu
ayrılmalara namusun asıl gereğidir diyoruz. Duaya, amine,
şerbete lüzum görmüyoruz. Hele ağırlık, yüz görümlülüğü,
nikahtan önce verilecek paraya hiç tenezzül etmiyoruz. Asla
etmeyeceğiz, anladınız mı?"
Annesi bağula bağula ağlayarak dışarı çıktı. Teyzesi ku­
rumuş gözlerini hayret ve dehşetten faltaşı gibi açarak dondu
kaldı.

ı47
"Bana kalırsa hanım kızım, size en son moda ilişki teori­
lerini layıkıyla hazmetmiş yeni bir eş bulmalı ... "
"Fakat öyle bir eşi ben kendimde arar, bulurum."
"Şüphe yok, şüphe yok ... Yalnız benim gibi çekirdekten
yetişme bir efendinin yardımı da düşünmeden reddedilemez
zannındayım. i htimal ki, büromuzda zengin bir sicil dosyası
vardır. İ stanbul 'un her türlü yaşlı, zengin, fakir sakini belki o
dosyada yer almıştır."
"O halde aracı lığınızı kabul edebilirim. Şimdi şartlarımı
söyleyeyim. B irincisi, bulacağınız adam gayet ihtiyar bir
çapkın olmalı ! Evli yahut bekar olması mühim değildir. Hat­
ta ben evli olmasını daha tercih ederim."
"Acayip !"
"İ kincisi, çok ama çok zengin olmalı ! Kursağı patlamış
bir şişirme düdük ancak bu şartla ağza alınabilir. Ü çüncüsü
oğlu, kızı olmamalı ! Bu arzum miras yemek ernelinden doğ­
muş değildir. Anlıyor musunuz? Eğer evli ise eşinin gayet
iffetli, yumuşak tabiatlı, pırlanta gibi tertemiz bir hanım ol­
ması lazımdır."
Ben, şeriata münasip bir surette evlenmiş bazı genç ka­
dınlar gibi tek nikahla hem kocama hem ortağıma, hem de
üvey oğluma varmak istemiyorum. Anlıyorsunuz, değil mi
efendim?
"Şemi Efendi 'nin yanında birkaç aydan beri canla başla
çalışınama rağmen zihnim durdu. Semiha Hanım, maksa­
dınızı tam kavrayamadım. Bununla beraber söz veriyorum;
size öyle bir talihli adam bulmaya gayret edeceğim."
"Muvaffak olduğunuz takdirde dördüncü bir şartım var ki;
o da bulduğunuz ihtiyarın size iki kat ücret vermesinden ibaret­
tir. Zira ben kendi hisseme düşeni şimdilik ödemeye muktedir
değilim. Siz onların söylediklerine bakmayınız. Daha Fehmi
ile Ferruh'tan başka erkek yüzü görmedim. Vücudumu satarak
geçinmeye hiçbir zaman tenezzül etmeyeceğim."

1 48
Bu sırada hastanın odasından bir gürültü aksetti. Rasime
Hanım aşağıya koştu. Vakit hayli geçmişti. Şapkamı aldım ve
sokağa çıkmadan başıma koymamak lüzumunu kendi kendi­
me şiddetle ihtar ederek koltuğuma sıkıştırdım. Semiha'nın
elini öptüm. Yan yana harap merdivenleri indik. Hastanın
oda kapısı ardına kadar açıktı.
Erkan minderine36 saçlı sakallı bir iskelet oturmuştu. İ k i
kadının arasında çırpınıyor, ağzından köpük saçarak anlaşıl­
maz şeyler homurdanıyor; etrafına rastgele tekmeler, çifteler
savuruyordu.
Kapının önünde beni görünce silkinerek yerinden fırladı.
Titrek bacaklannın üstünde iki adım ilerledi. Gözlerini açıp
yumruklannı sıkarak avazı çıktığı kadar haykırmaya başladı:
"Hey Sinyor Tıkalamaka cenaplan, bana bak! Asıl hasta
benim. Başıma yetmiş yılın karlan yağdı. Bacam kurum tut­
tu. Suyum selim kurudu. Hiçbir deliğim iyi işlemez. Gözlerim
seçmez. Kulaklanın ağır alır. Göğüs darlığı, kabızlı k, sidik zoru
hepsi bende... Bizim hanım adetini söktürmek için ilaç mı isti­
yor? Geçmiş ola, buna Lokrnan bile çare bulamaz. İnsanın için­
de ağzından dibine kadar bir kanal varmış. Hayret mi hayret..."
Sonra olduğu yere boş bir çuval gibi yıkıldı. Ellerini yü­
züne kapadı, hüngür hüngür, aksıra öksüre, sarsıla sarsıla ağ­
lamaya başladı. Zavallı ne kadar ıstırap çekiyor, ne kadar acı
veriyordu! Semiha'nın bulutlu gözlerine bakarak bu ailenin
işini mukaddes bir vazife gibi yapmaya içimden ahdettim.
Sokak kapısından çıktım. Oraya birtakım çocuklar, kadınlar
toplanmıştı. Hepsinin yüzleri yanık, gözleri çürük, üstleri
başları perişandı.
Hiçbiri Semiha'nın evinde gördüğüm tipiere benzemiyor­
du. O talihsiz aile kim bilir nereden, ne kadar yükseklerden
yuvadanarak bu çukura düşmüştü? Tekrar hudutsuz yangın
yerlerinden geçerek tramvay durağına geldiğim vakit güneş
aheste aheste İ stanbul ufkuna iniyordu.
36 Büyüklerin oturduğu. tek kişilik rahat minder.

1 49
19

Şemi gitti gideli kulaklarımız dinç oldu. Gönlümüz ra­


hatladı. Diyebil irim ki, gözümüze nur geldi. Bunlar hep iyi
alametler ama para da suyunu çekti. Krediyi oldukça düzelt­
tiğim esnaf yine suratı asmaya başladı. Birkaç gün sonra eski
hale düşeceğimiz muhakkak . . . Yalnız şu fark ile ki, o zaman
bu dergahta yedi candık. Yelinimetin yadigar bıraktığı piç ve
Eleni ile beraber şimdi tamam dokuz kişiyiz.
Eski halimle bugünkü vaziyetim arasında manevi bir fark
daha var. Ben ahlakça hayli sarsıldım. Köhne bir duvar gibi
temelden yıkılmak için son fırtınayı bekliyorum. Kaynanarn
balışişe pek alıştı. Gece gündüz seccadesinin üstünden kapı­
nın çalınmasını gözlüyor. Kız kardeşim ile Şefika'nın mü­
nasebetlerine dehşetli bir samirniyet geldi. Gelin, görürnce
evvelden kedi ile köpek gibiydiler. Görüyorum ki, kuzu ile
koyuna döndüler.
Rıdvan' ı hiç sormayınız! Sorarsanız da cevap verınem
ya! Çoktan beri yüzünü gördüğüm yok. Haber aldığıma göre
basketbol sevdasına tutulmuş, bilmem hangi kulübe yazılmış.
Sepete top düşürme yarışı ediyormuş. Arada bir eve damla­
yıp annesinden dünyalık istiyor ve ne koparırsa alıp gidiyor.
Geçenlerde bir gece göktaşı gibi ateş saçarak eve düştü. Para
diye dayandı. Dizginlerini kısmanın tam zamanı idi :
"Rıdvan, dedim, gidişini beğenmiyorum."
"Hayır, sen asıl gelişimi beğenmiyorsun baba!"
"Şöyle yanıma otur, sana söyleyeceklerim var."

1 50
"Beş on gün sonra otursam olmaz mı? Bilsen ne sıkı bir
egzersiz devresindeyim!"
"Beş on günde yeni kabahatler yapar, yeni nasihatlere
muhtaç olursun."
"Baba?"
"Buyur!"
"Sen dilenci ile nasihatçinin hikayesini bilir misin?"
"Rıdvan, emin ol ki, para yerine nasihat vermeye kalkma­
rnın sebebi parasızlığımdır. Olsa esirger miyim hiç?" Kiraları
işlemeden aldık yedik , aylık defterini sarrafa yatırdık. Boğa­
zımıza kadar da borca battık.
"Şimdi baba, ileride senden miras yediğim vakit ödemek
üzere bana ödünç verecek beş papelin yok mu?"
"Vallah, billah yok."
"O halde işte ben de gidiyorum; bir daha evine ayak ba­
sarsam senden beter olayım!"
Bu bakareti topuz gibi başıma vurdu. Odadan fırladı.
Anası, ninesi, halası yaygaraya başladı. Oğlan haklı, ben
haksız, oğlan mazlum, ben zalimdim. Etrafını almışlar, öpe
okşaya yalvarıyorlardı. Nihayet kocakarı, "Dişimden tıma­
ğırndan beş on para artırmıştım, gidip bakayım da hayırsız
baban aşırmadıysa getireyim yavrum," dedi. Beş on dakika
ses seda kesildi. Sonra asi çocuğu bin türlü şaklabanlıktarla
uğurtadı lar. Gidiş hala o gidiş . . .
Hadise gözümü açmış olacak k i , e v halkına birer birer
dikkat ediyorum. Hepsinde çileyi kırmak isteyen sinsi bir
derviş sabırsızlığı var. Hazınedemediğim iftirası için kayna­
nama çatmak istedim. Dedim ki:
"Rıdvan' ın karşısında beni hırsızlıkla itharn ederken Al­
lah'tan korkınadın mı valide?"

151
Gümüş gözlü acuze pannağı ile yukarı katları göstererek
şu hezeyanı yumurtladı :
"Pöf, böyle bir dolabı döndüren adama hırsızlık vız gelir."
"Dolabı döndüren ben değildim. Onun da ne suyu kaldı
ne seli ... İ şte rüzgarsız bir değirmen gibi örümceklenip du­
ruyor."
Manalı manalı göz süzerek:
"Ne malum?"
Bu iğne en son haysiyet damarımı kanattı. İ çime bir şüphe
düştü. "Sakın benim dışarıda bulunduğum saatlerde eve gün­
düz misafirleri gelip gitmesin?" diye düşünmeye başladım.
Karımın ağzı kilit gibiydi. Kocakarı beceriksizliğimle eğ­
lenmekten başka bir şey yapmıyordu. Randevu meselelerine
dair bilgisine başvurarak kız kardeşimle yüz göz olmak da
benim işime gelmiyordu. Ne yapmalı?
Nihayet Şükran ' ı bir kenara çektim. Saçını, çenesini ok­
şadım. Bütün kumazlığımı toplayarak sorguya giriştim:
"Bu evde sabahtan akşama kadar yapayalnız kim bilir na­
sıl sıkılıyorsun, Şükran! "
"Ben mi babacığım? Tam aksine, ev işlerinden sıkılmaya
vakit bulamıyorum."
"Peki Eleni pişiriyor, ortalığı Mihrihan topluyor. Annen,
halan, hanımninen didinip duruyor. Böyle işçilerle dolu bir
evde sana iş düşer mi?"
"Gündüzleri aramızda değilsiniz, babacığım! Eleni yuka­
rı katların temizliğiyle meşgul, hanımninem çocuk dadısı. . .
Annemle halarn çalışacak değil ya, ortada Mihrihan ' la ben
kalıyorum ... "

"Eleni neden yukarı katları her gün temizlerneye lüzum


görüyor? Haftalardan beri boş duran odaların on günde bir

1 52
tozu alınsa olur gider. Şükran kıvırcık kirpiklerini kaldırdı.
Kaynanarn gibi manalı manalı gözlerime baktı. Mutlak bu
içli kız da bir şey biliyordu."
Taktiği değiştirdim. Cephede müdafaaya geçerek kanat­
lardan taarruza karar verdim.
"Sana yakında piyano alacağım. Tıpkı sattığımız gibi ha­
lis Fransız malı olacak. Tabii bir de hoca tutacağım. İ yi ki
hatırıma geldi, Şükran! Hani sen bir dans mektebine gitmek
istiyordun. Şimdi vazgeçtİn mi?"
"Münasip görmediğiniz için bir daha ağzıma almam, ba­
bacığım!"
"O devir geçti, yavrum! Bak, yıldırım süratiyle mede­
nileşiyoruz. Hele biraz daha sabret, piyanoda muvaffakiyet
göster! Hüda bilir Şükran, seni dans mektebine göndermek
değil hatta evde mükemmel bir dans kulübü açarım ha, ala­
turka mı, yoksa alafranga mı öğrenmek arzu ediyorsun?"
"Aiafranga babacığım, fakat siz nasıl isterseniz. . . "
"Şey, Şükran! Eleni 'nin daima yukarıda meşgul olduğunu
söylemiştin. O haylaz size hiç yardım etmiyor mu? Yani de­
mek istiyorum ki, aşağıya İnınemesi tembelliğinden mi yok­
sa yukarı katiara her gün misafirleri mi geliyor?"
Yavrucuğumun benzi uçtu, neşesi kaçtı. Dargın bir sükfı­
netle:
"Misafırsiz kaldığımız yok ki, dedi. Annemin, halamın
birçok ahbabı var!"
"Ben onu sormuyorum. Yukarıya tanımadığın beyler, ha­
nımlar geldiği gözüne ilişiyor mu diyorum?"
Mücevher gibi temiz kalan yavrucuğum, iffetinin en nazik
yerinden yaralandı. İ skemieye çöktü, yüzünü kolları arasına
aldı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

1 53
Yaptığırna pişman oldum. Fakat baba kalbinin çektiği
ceza eksikın iş. Onu da küçükhanımının i mdadına koşan M ih­
rihan tamamladı.
"Aferin size beyefendi ! Ondan ne istediniz? Nasıl kıydınız
da zavallının hasta sinirlerine dokundunuz? Deminden beri ne
olacak diye mutfaktan sizi dinliyorurn. Maksadınızı anladım.
Kumazlıkla ağzından lakırdı kapmak için neden başka bir
kimse seçmediniz beyefendi? Sanki biz yok muyduk?"
Çaresiz birkaç gün beklemek lazım geldi. Şaşılacak bir
sabır ve sükun ile pusuya girdim. Tavşan uykusuna yattım.
Sonra her şeyi anladım. İ stanbul halkını kafile kafile Ada­
lar'a, Boğaziçi ' ne, Florya'ya döken güneşli cumalardan bi­
riydi. Kadınların birtakımı gezrneye gitmişlerdi, birtakımı
da misafirlerle rneşguldü. Yavaş yavaş ikinci kata çıktım.
Odaları hırsız gibi sessiz sedasız dolaştırn. Görünürde hiç­
bir revkaladelik yoktu. Ü çüncü kata çıkarken yukarıdan bir
mırıltı gelir gibi oldu. Dinledirn. B izim Rum hizmetçi şarkı
söylüyordu. Sesin geldiği istikarnete yürüdüm. Bahçe üstüne
geniş balkonu uzanan büyük odanın önünde durdum.
Her şey burada bir eğlence düzenlendiğini gösteriyordu.
Yerde hala toplanrnarnış kadehler, çatallar, meze kırıntıları
vardı ve bir ud da kanepenin üzerinde yüzükoyun yatıyordu.
Kapıdan içeri girince bumumun içi sert bir İspirto kokusu
ile yandı. Kendimi tutamadım, acı acı aksırdım. Karyolayı
düzeltmekle meşgul Eleni hafif bir haykırışla döndü. Karşı­
sında müdür yardımcısını gördü. Göğsü kolları açık, hacak­
ları baldırları çıplaktı. Bu eski süpürgenin epeyce dolgun bir
vücudu vardı. Avcı görmüş deve kuşu ahmaklığıyla başını
yorganların arasına soktu ve çok fazla ürkmüş gibi hantal
ayaklarıyla tepinip kuyruk sallayarak:
"Ah, kaymen i, bana korkuttunuz. Sandım ki, Vortik odada
gelmiş. Sirndi büyükhanum duyazak, Epsi epsi basımıza da
üsüst:zek."

1 54
"Sus Eleni, gürültünün lüzumu yok ! Ben de büyükhanı­
ının duymasını arzu etmiyorum ama sebebi senin anladığın
türden değil. Haydi doğrul bakayım ! "
Sakat gözünü saklamak için yan dönüp:
"Bir matmazel yanında ropdöşambr ile gelmek kornil fö37
erkeğe yarasır mı?"
"Matmazel mi? Yanlış söylüyorsun, müptezel."
Benimle sabahleyin cilveleşmek isteyen bu Vortik ' in artı­
ğını istediğim gibi söyletmek için yatağının ucuna oturdum:
"Beni dinle Eleni, dedim. Şemi Bey giderken kendisi ile
sözleşmiş, fabrikayı kapatmaya karar vermiştik. Halbuki si­
zin gizli gizli misafir kabul ettiğinizi anlıyorum. Söyle baka­
yım, dün buraya kimler geldi?"
"Şeref sözü, Salah Bey! Hiç kimse gelmemistir."
"Öyle ise bu yatılmış yatak, bu kullanılmış sofra nedir?"
"Yatağı ava alsın için bozdum ama kadehler, siseler çok
kirliydi. Nato bunun için ortaya dökülmüssler."
"Ya bu karmakarışık rakı, meze, pudra, esans, kusmuk
kokusuna ne buyuruyorsun?"
"Bu kokular çok vakitten bu moblenin içerisinde isslemiss
böyle. Burası bir randevu evi günlük kokazak değil ya?"
"Avukatlığın lüzumu yok, Eleni ! Bugüne bugün ben
Şemi 'nin vekiliyim. Uyuşursak seni başkalarından ziyade
memnun ederim. Zaten gelip giden olmaz. Koca ev ne i le
döner? Değil mi ya? Olanı biteni anlat da ben de ona göre
tezgah tutayım. Sen güzel bir kızsın, güzelierin huyu da gü­
zel olur."
Hem söylüyor, hem de bu sermaye eskisinin yüzünü çene­
sini okşuyordum. Elim dudaklarında, yanaklarında gezindik-
37 Comme ilfaut, Fransızca, düzgün, terbiye! i ınanasındadır.

1 55
çe kedi gibi keyifli gerinmelerle o da dizlerine sokuluyordu.
Birdenbire avucumun içine sıcak bir puse kondurdu. Fısıltı
gibi bir sesle:
"Kale, büyükhanımdan korkuyorum."
"Ben varken hiç kimseden korkma, Eleni ! Her hususta
Vortik'in yerini tutar seni kainata karşı müdafaa ederim."
Göğsünden haç çıkararak:
"Gece kimse gelmez. Ama gündüzleri çok müşteri var."
"Güpegündüz gelen giden oluyor da kimse görüp şüphe-
lenmiyor mu?"
"Ön kapıyı açmıyoruz. Arka kapıdan alıyoruz."
Şimdi mesele anlaşıldı. Meğer hınzır karı fabrikayı arka
kapıdan çalıştırıp duruyormuş. İ ti an, çomağı hazırla derler,
tam bu anda onun erkek sesi:
"A, a, a ... Bir yaşıma daha girdim. Şallak mallak karyo­
lanın içinde ne yapıyorsunuz, kepazeler!" narasıyla odaya
daldı. Eleni, saçlarını yolarak bir köşeye sindi. Şirret şirret
bağırıp çağırmaya başladı:
"Ah, kaymeni; ah, panayamu ! Büyükhanım duyazak bir
skandal çıkarazak dememistim ben?"
Kaynanarn eli belinde, gözlük bumunda, odanın ortasına
kadar geldi:
"Tüh, midesiz kerata! Aşağıda fidan gibi karın dururken
bir tek gözlü mundar i le yattın; öyle mi?"
Derin bir soğukkanlılık içindeydim. İ kiyüzlü acuzeye hiç
ehemmiyet vermeyerek Eleni'ye döndüm:
"Şimdi aşağıya in, Mihriban' a söyle! Bu kadının sandığı­
nı tutup buraya getirin!"
Zaten kaçmaya bahane arayan şirret Rum odadan fırladı.
Kaynanarn sersemlemişti.

ı 56
"Sandığımı mı? Allah, Allah; sen çı ldırdın mı herif? Şe­
fikamın üstüne bu kerhiine süpürgesi, bu sarhoş kusmuğuyla
hıyanet etmeye utanmadın mı diyorum?"
Ben de ona doğru yürüdüm, ta bumunun dibinde dur­
dum:
"Bizi çirkefe atan Şemi bile senin yanında zemzemle yı­
kanmış namus ehli kalır. Fesatçılığı bırak da bana haber ver
bakayım, bahçe kapısından içeri soktuğun yağlı müşteriler,
gündüzlük kaç kağıt veriyorlar? Ev sahibi ve müdür vekili
olduğum için bunu bilmek benim hakkımdır."
"Dilin tutulsun da son nefeste kelime-i şehadet getirmek­
ten mahrum kal inşallah, e mi herif? Bahçe kapısından kimi
koymuşum? Gündüzün parayı kimden almışım?"
"Sandığı getirsinler de görürüz! "
Kocakarı yuvarlana yuvarlana aşağıya koştu. Telaşsız,
heyecansız ben de onu takip ettim. İ ki hizmetçi yeşil boyalı
sandığı alt katın safasma çıkarmışlardı. Kaynanarn vücudunu
hazinesinin üstüne attı. O, avazı çıktığı kadar:
"Yetişin! Hırsız var, katil var, yangın var, diye bağırarak
tepinirken, biz de hacaklarından çekerek sandığı kurtarmaya
çalışıyorduk. Bereket versin ki, acuzenin bayılına hastalığı
vardı. Mahalleliyi başımıza üşürmeden dişleri kilitlendi, kas­
katı kesildi. Koynundan anahtarı aldık. Definenin tılsımını
bozarak çamaşırların altından neler çıktı, biliyor musunuz?"
Şefika'nın eski yüzgörümlüğünden koparılmış iki tane
inci, merhum Amca Bey tarafından Rıdvan'ın mevlidi müna­
sebetiyle hediye edilen nazar takımı, kehribar zannedilerek
kim bilir kimin hastonundan sökülmüş sarı cam parçası. ..
Onluk, yirmi lik, sekiz on ziynet altını, bir gazeteye itinay­
la sarılmış yetmiş yedi liralık nakit para. . . Yün haline gelmiş
iğreti saçlar, içlerindeki sıvıları kurumuş düzgün hokkalar,
açılmamış bir şişe şampanya ...

1 57
Kendi nefsinden bile kıskandığı bu eşyayı ben, masanın
üzerine serpinceye kadar aklı cinnet semasında dönüp dolaş­
tıktan sonra tekrar başına gelen kaynanam, sürüklene sürük­
lene sofaya çıktı. Koltuğunun altına kızgın yumurta koymuş­
lar gibi acı acı bağırmaya başladı.
"Hepsini alsarn da hakkım var, dedim. Fakat tamam işime
yarayacağın bir günde seni kaybetmek istemem. Müsterih ol!
Ben yalnız ticarethanemin gizli hasılatını alıyorum."
Böyle diyerek parayı cebime indirdim. Öbür burdaları
sandığa yerleştirmeye başladım. Kaynanam:
"Kara günler için sakladımdı, diyordu. Yine size yedire­
cektim!"
"Aç, çıplak geçirdiğimiz günler senin çıkası gözlerine
bembeyaz mı gözüküyordu?"

1 58
20

Kaynanarn ile üstü kapalı ateşkes yaptık. Tarta tarta, kol­


Iaya koliaya öyle lafonik konuşmalarımız var ki ! Büyük bir
kitabın üçer, beşer kelimelik fihristine benziyor.
İ dareyi doğrudan doğruya kendi elime almaının sebebini
ilk günlerde tamahkarlığıma yormuştu. Bana sezdirmekten
korka korka işlettiği bu koca kerhane, esrar perdesi yırtıl­
dıktan sonra daha karlı bir faaliyet devresine girecek sanı­
yordu. İ şi gücü bana hoş görünerek kazançtan aldığı hisseyi
arttırmaktı. Günler geçip de tahminleri boşa çıkınca, planı
değiştirmeye başladı. Görüyorum ki, beni ya kandırarak ya­
hut aldatarak o pis sanata devam etmek emelinde ... Bununla
birlikte aklını başına toplayan Baba Salalı 'ta ne kanacak yüz
var ne aldanacak göz. . .
Kapı dibindeki odadan hiç çıkmamak için sandığı, yatağı­
nı ve Dinarizade'nin piçini oraya taşıdı. Namaz kılarken bile
pencereyi görmek için on üç asırlık kıbleyi değiştirdi !
Beni başından savmak endişesiyle kendini zorluyor, bey­
nini kemiriyor; ev halkıyla aleyhime ittifaklar, anlaşmalar
yapıyor. Fakat ne yapsa boşuna. . .
Kendiliğinden faaliyetine ara veren misafirhanede yalnız
kalmak için sarfettiği emeklerden hiçbir netice elde edeme­
yeceğini o da anladı. Sessizce oynadığımız masanın üstüne
son kozunu attı. Beni görünüşte kendi halime bıraktı. Yine
daima birbirimizin kontrolü altındayız. Müşteri gelir de eve
koymam diye cadının içi içine sığınıyor. Maskesini kopar­
dığım gün fena korkmuş. Öyle şefkatli bir ana tavrı takındı

1 59
ki, bizzat ipliğini pazara çıkarmış olmasam ben bile inana­
cağım.
Bir gün yine birbirimizi göz hapsine almış oturuyorduk;
bilmem nasıl oldu da, Şefıka'nın pekiyi yemek pişirdiğinden
söz açıldı. Kaynanarn dedi ki:
"Hey oğul hey... Kızken yumurta bile pişiremezdi . Yavru-
cak şimdi iyi kötü hepsini beceriyor."
Karım biraz kızgın:
"Keşke öğretseydiniz anne, dedi. Hiç sıkıntı çekmezdim."
"Bu vakitterin geleceğini nereden bilirdik kızım? Aşçı,
işçi o zaman sanki para ile miydi? Rahmetli baban esnaf kah­
vesine bir haber gönderir, aşçının ikisi üçü birden getirdi."
Sonra bana dönerek sordu:
"Yine her esnafın kahvesi var mı?"
Ben saf saf:
"Zannederim . . . "

"Bizim Şemi Bey gibilerin de ötede heride kendilerine


mahsus kahveleri olur mu dersin?"
"Ne demek istiyorsun?"
"Darılma ayol, konuşuyoruz. Mesela dükkan açması,
ayna yafta asması, gazetelere i lan vermesi mümkün olmayan
esnafkim bilir ne kadar güçlük çeker? Pencereye oturup bek­
lese yolcuların hiçbiri kapısını çalmaz. Sokağa çıkıp sabaha
kadar dolaşsa 'necisin diye' soran olmaz. Halbuki sokak za­
vallının müşterileriyle hınca hınç doludur, sanki o balık, ahali
deniz. . . "
Gözlerimle "Yeter! Artık kes !" dedim. Onun gözlerinde
de "Maksadımı aniadın ya!" demek isteyen bir ifade oku­
dum. Başka bir gün de misafirleri gelmişti. Cemaat dağıldık­
tan sonra laf olsun diye sordum:

1 60
"Eee, ne haber var; bakalım, hanımlar ne anlatıyorlar?"
Kaynanam, sinirine dokunulmuş bir kocakarı şirretliğiyle
dizlerini döverek:
"Sus oğul, sus! Başımıza taş yağmarlığına şaşalım, bir
yiyelim de bin şükür edelim. Irzım, namusum sana emanet,
Yarabbi !"
"Amin, amin ... "
Öksürmeler, geğirmeler, nefretler, lanetler içinde anlattı.
Eski dostlardan bir zat meğer güya evini geneleve çevirmiş,
kasanın başına geçmiş, tıkır tıkır para kazanıyormuş. Bu iş
gizli yapılırsa agır cezası varını:;; fakat apaçık olursa bir şey
söylenmiyormuş. Yalnız eline bir tezkere veriliyor, kapısına
bir fener aslııyormuş, işte o kadar...
Kaynanamın maksadı beni yola getirmekti. Onun için
kazanç tarafını, salyalan aka aka mübalağa ederek göklere
çıkarıyordu. Damadını kerhaneciliğe teşvik eden bu kadın,
kızını, torununu hiç düşünmeden o müesseseye sermaye kay­
dettirecek kadar düşkün bir tıynette idi.
İ çime bir hüzün çöktü. Yıllardan beri unuttuğum bir şeyi
yaptım. Bir iki kadeh rakı içtim. Çünkü rakı yalnız ciğerleri
çürütüyor; namusa dokunmuyordu. Oh, dünya varmış. Hele
bir tek daha... Gel keyfım gel !
"Kızım Eleni !"
"Horisti pasşam ! "
"Bir daha çağırdığım vakit Türkçesini söyle! Valialı bil­
lah, tekrar namus lu olmaya karar verdiğim bu gece edebi terk
edenlerin köpek gibi başını ezerim. Anladınız mı?"
Bu hallerimi unutmuş görünen zevcem hayret ve korkuyla:
"Yavaş söyleyin, sokaktan geçenler de bir şey var zanne­
der," dedi.
Kaynanam:

161
"Bırak Allah aşkına Şefıka, kaç zamandır sıkıntıdan boğul­
du. Zavallı biraz neşelensin, diye beni müdafaa ediyordu."
Ben bu arada bir tek daha yuvarladım. Şen, mesut bir
bakışla etrafıını gözden geçirdim. Vay canına! Şükran, ada­
makıllı serpmiş, büyümüş, adeta bıldırcın gibi bir genç kız
olmuş. Şefıka zannettiğim kadar kansız, çelimsiz değil . Kız
kardeşim bayağı şişmanlamış.
Kaynanamın buruşuk yüzünde aşikar bir samirniyet var.
Eleni 'nin bile profıli fena değil... Etrafıma bu güzelliği veren
tılsım, içtiğim sıvıdan mı geldi? Yoksa onlar çoktan beri de­
ğişmiş de ben m i farkında olmamışım?
"Eleni."
"Effendiiiiiim!"
"Yukarıdaki udu şimdi buraya getir!"
Etrafımda şaşkınlıklar, hayretler, sorular... Merdivenden
paldır küldür yuvarlanmalar. . . Oda kapısının önünde bir iki
tın tın ... Sonunda delik deşik göğsü, boynuzlu başı ve şişkin­
liğine rağmen bomboş midesiyle ud odaya girdi. Namuslu
aile reisinin sözü işte böyle dinlenir!
"Eleni, içimizde bunun dilinden kim anlar? Doğru söyler­
sen iki buçuk papel var!"
Kemeraltı kaçkını şaşkın şaşkın herkesin yüzüne baktık­
tan sonra:
"Küçükhanım, diye Şükran' ı gösterdi, kaçtı. .. "
Beş altı sene evvel modaya uymuş, Şükran'a biraz çalgı
öğretmiştik. Ama sonra ne ud ne nota kalmıştı. Bununla be­
raber, müthiş bir buhran içinde bulunduğum için:
"Şükran, dedim. Şöyle mızrabı telierin üzerinde gezdir
başka bir şey istemem."
"Hepsini unuttum, babacığım! Akort bile yapamayacağım."

1 62
Kızım bir müddet biraz nazlandı, sıkıldı. Sonra mandalla­
rı çekip çevirerek tımağın ucu ile teliere hafif darbeler vurdu.
Birdenbire sazlı sözlü bir ahenk tufanı boşandı.
M eğer eski maya çok kuvvetli imiş; Şemi'nin udu da işe
yaramış. Şükran gizli köşelerde notasız, muallimsiz meşk
ede ede bu hale gelmiş. Hayli müşkül ama bu teminata inan­
maktan başka çare yok.
Zaten alemde mümkün olmayan ne kaldı? Özellikle Şük­
ran benim kızım. Güneş gibi parlak misallerle ispat ettiğim
kabiliyete elbet mirasçı olacak.
"Aferin Şükran ! Nur ol yavrum ! Ne tatlı mızrabın ne ya­
nık sesin var!"
Şükran başını sazına eğmiş, kendi ruhuna dalmış, sakin
sakin ağlıyordu. Belli ki, bizden çok uzaklarda, tasavvuru
beni titreten ufuklarda uçuyordu.
Mihrihan da sevimli bir kedi yumuşaklığıyla onun ya­
nına sokulmuş, beni, hanımlarını unutmuş, işitil ir işitilmez
bir sesle ahenge katılmıştı. Kız kardeşim ile Şefika'nın va­
ziyetleri görülecek şeydi. Birbirine dayanmış başları, birbi­
rine kenetlenmiş elleri bende izahı güç bir teessür uyandırdı.
Kaynanam, baykuşa benzeyen başıyla sahneye hakimdi. Ba­
kışlarımız karşılaşınca "Ahmak! İ şte ailen ... " demek istedi .
Evet, ailem ... Hayatın yokuşunda olduğu gibi inişinde de
beni adım adım takip eden ailem ... Fakat neden neşem kaçtı?
Niçin bu his ve bu teessür levhası? Kuşları, daha sıcak ülke­
lere uçup gitmeye hazırlanmış bir yuva görmüşüm gibi hü­
zünlendim. Eğer düşünmeye vakit bulsaydım, evelallah her
şeyi keşfederdim.
Lakin felaketin beynime hücum eden uyuşturucu dumanı
beni kör, sağır, sersem ediyordu. Bu ıstırapları duymamak
için sarhoş eden bir uyku ilacı içmiş gibiydim.
Bu tabii sarhoşluk vücudumu belki birçok dertlerden,
beyniınİ felçlerden kurtarıyordu.

1 63
21

Düşünme gücümü tamamen kaybedinceye kadar içtim.


Sabahleyin gözlerimi açınca kendimi yine dönmernek is­
tediğim hayatın rezalet acıları içinde buldum. Akşamdan iç­
kiyle dindirmeye uğraştığım kalp yarası yine tazeden tazeye
sıziarnaya başladı. Ben öyle kirlenmiş bir dam altındaydım ki,
ne kadar çırpınsam bu çirkef çukurundan kaçamazdım. Çünkü
orası benim evim, yurdumdu. Çoluğum, çocuğum bu batak­
lığın öldürücü havasını yudum yudum alarak zehirleniyordu.
Onların ahlak ve namus katili ben oluyordum. Babaları ...
Kaynanarn kerhaneciliğin karını tattı. Yolunu tuttu. Oğ­
lumda, kızımda bu temasın çürüme alemetleri buram buram
tütmeye başladı. Zehirlenmenin derecesini soruşturmaya, an­
lamaya cesaret edemiyordum. Çünkü bu rusvalığın kaynağı
bendi m.
Birkaç zaman sonra ailece halimiz ne olacaktı? Bu rezalet
çamurundan nasıl silkinip çıkacaktık? Hayır! Artık bizim için
ıslah ihtimali yoktu. Bozulan ahlak, kirli çamaşır gibi dezen­
fekte edilemez. Veba isabet etmiş bir hane gibi, biz oturanlar
ile beraber evi tutuşturup kül etmedikçe kurtulamazdık.
Beyniınİ bin parça edecek şimşeği bekleyerek zihnim bu
kara bulutların arasında yuvarlanırken kapı çalındı. Bilmem
nerelerinden zoru olanlardan başka bizim eve kim gelir?
Bu seferki misafir, giyinişi yaşına münasip, tavırları kibar
ve hatta üzerinden ar ve namus vakarı akan terbiyeli ellilik
bir zat... Fakat böylesinin bizim rezalethanemizde ne işi var?

1 64
Ziyaretçiyi birinci kattaki küçük salona aldık. Pek eski
dostmuşuz gibi elimi sıcak avucu içine çekti. Gözlerimin de­
rinliklerine baka baka samirniyetle birkaç defa sıktı.
Ben kendi kendime bu ateşli başlangıçtan nasıl soğuk bir
sonuç çıkacağını düşünüyordum. Nihayet kahve yudumları
ile cigara dumanları arasından tatlı tebessümler göstererek
biraz sıkılgan bir eda ile başladı:
"Bendenizi eğlenti maksadıyla bu haneye gelen hafif
müşterilerden biri sanınamanızı rica ederim."
Bizim evde malum kötü maksattan başka bir fikirle ge­
l indiğini de işte şimdi yeni duyuyorum. Bakalım bu da bana
hangi nadide kumaştan söz açacak?
Muhatabım, garip olduğu kadar karışık da bulduğum ifa­
desinde devam ederek:
"Bendeniz her şeyi biliyorum."
"Affedersiniz. Bu 'her' kelimesiyle genelleştirdiğiniz
şeylerden bendeniz hiçbirini bilmiyorum. Bildikleriniz neye
dair, ne gibi şeylerdir?"
"Bu hane, ailenize, hayatınıza dair. . . "
"Bu adi şeyleri öğrenmek zahmetiyle beyhude yorulmuş
olduğunuza hem şaşar hem acının."
"Niçin efendim, niçin?"
"Çünkü tarihe geçecek değerli vak' alar yoktur."
"Tam aksine efendim, tam aksine . . . "
"Beni hayretimden çatlatacaksınız."
"Hayatı, zamanın etkileyici bir ibret levhası olmaya değer
bir zatsınız."
"Feleğin feci, kirlenmiş semtlerine uğradım. Lakin zama­
nenin teşekkür edilecek bir ibret levhası olabileceğimi hiç
tahmin etmiyorum."

1 65
"SaHih Efendi, pek elim bir maceranın kahramanı s ın ız."
"Ah beyefendi, bana ait kelimeleri sabunla, asitfenik ile
yıkayarak söylüyorsunuz. Bana sizden başka hiç kimse kahra­
man unvanını layık görmüyor. Beni, kaç zamandır içinde yu­
varlandığım kirli, iğrenç, ırz vak'alarının icap ettirdiği sıfatla
çağırıyorlar. Mademki iğrenç hayatıma ait her şeyi öğrenmiş­
siniz, bana d üzeesi Şemi 'nin vekili dediklerini de bilmeniz
lazım gelir. Temiz bir adama zata benziyorsunuz. Karşınızda,
kelimenin çirkin aslını dillendirmekten çekiniyorum."
"Aman estağfırullah! Estağfırullah!"
"Beyefendi, bendeniz huzurunda estağfirullah çekilecek
bir adam değilim. Temasından kaçılacak bir zamane ahlak­
sızıyım."
"Haşa ... Haşa... "
"Öyle ise hayatı hikayeınİ yanlış öğrenmişsiniz."
"Hayır! Hayır, araştırmalarım doğrudur."
"İ yi bir kimse olduğumu ağzınızdan işiterek hem şaşayım
hem sevineyim. Lütfen söyleyiniz, ben ne hüviyette bir ada­
mım?"
"Şemi Efendi 'nin ev sahibisiniz."
"Bu sözünüz rezilliğimi ispata kafi değil midir?"
"Hiçbir vakitte... Siz onu, koyudan koyuya sanatının ne
olduğunu bilmeden evinize kabul ettiniz. Sonra istemeyerek
namus, vicdan, ıstırapları içinde istemeye istemeye bazı işlere
kanştırıldınız. Şu anda pek mustarip olduğunuzu biliyorum."
"Araştırmalarınız yanlış değil . Lakırdılarınızın içinde H ı­
zır ağzından çıkar gibi hatirane3R sözler var."
"Üzerime keramet yormayınız. Hızır'la hiçbir yakınlığım
yoktur."
"Ziyaret maksadınızı anlıyabilir miyim?"
38 Gaybdan gelen bir sesin söylediği gibi.

1 66
"Pek masumca ve hatta namusluca diyebilirim ... "
"Ha, demek maksadınız hemence namusluca denilebile­
cek bir çeşnide değil."
"Zat-ı alinizden bir iş istirham etmeye geldim."
"Şemi Efendi'nin ticarethanesinde dönen işler türünden
bir şey?"
"Pek de öyle demeyiniz! Her iş anlayışa bağlıdır. Daima
hüsn-ü zan üzere bulunmalıdır. Temiz vicdaniann kan budur."
"Pek hoşuma gidiyorsunuz, beyefendi !"
"Teveccühünüze teşekkürler ederim."
"Fena kelimeleri öyle yaldızlı nitelernelerin süsleriyle ör­
tüyorsunuz ki, sizi buraya Allah'ın emri, Peygamber'in kav­
liyle bir kız istemeye gelmiş toy bir kimse sanıyorum."
"Hemen onun gibi bir şey... Nasıl keşfettiniz? Keskin
zeka keramete takla attım."
"Beyefendimiz, araştırınanız bir dereceye kadar doğru ...
Lakin burası nikahla alınacak temiz kızların ikametlerine
özel bir hane değildir."
"Biliyorum. Biliyorum. Zaten nikah sözünü kim etti ki?"
"Ha şöyle açık konuşalım! Meseleyi yağiayıp baliayarak
zihnime öyle tatlıca bir sokuldunuz ki ! Nezaketinize hayran
oldum."
"O kendi asalet ve terbiyeniz ... "
"Bu hanenin misafir defterinde sizin gibi medeni tabiatlı,
zarif yaratı lışlı, ince bir zatın bulunması doğrusu övülmeye
değer... Devam buyurunuz efendim !"
"Biraz baş ağrıtınama müsaade buyurur musunuz?"
"Ne demek efendim? Sözlerinizin güzelliği baş ağrıtmak
değil, kafaının eski ağrılarını da kaç zamandır beni öldüren

1 67
namus kaygılarını da, vicdan ıstıraplarını da zihnimden silip
süpürüyor. Her şey anlayışa göredir. Her hususta hüsn-ü zan­
dan ayrılmamalı . Ah ne güzel felsefe bu! Gerektiği gibi amel
olununca bu �Hemde hiçbir fenalık kalmıyor."
"Yine de öyledir Efendi Hazretleri! "
"Günahı sevap diye vaftiz ederek işiernekte Allah nezdinde
hiçbir makbuliyet olamayacağını bilmekle beraber yine söz­
lerinizden tuhaf bir teselli duyuyorum. Kulaklarım sizde ... "
"Bendeniz ellisini geçkin bir adamım."
"Öyle görünüyor."
"Otuz seneyi aşkın bir zamandan beri evliyim. Birçok ev­
lat ve torun sahibiyim."
"Tebrik ederim. Yaşını başını almış, hissiyatı durulmuş,
aklı başında bir zatla konuştuğumdan dolayı bir yönüyle ken­
di kendimi tebrik ederim."
"Tahmininizde aceleci davranıyorsunuz."
"Bu durgun manzaralı kahbın içinde siz de ateşli bir yü­
rek mi taşıyorsunuz?"
"İ şte bu keşfıniz doğru . . . "
"Başıma bu kadar felaket geldi de hala saflık ve ahmak­
lıktan kurtulamadım. Siz de benden gül yanaklı, kiraz dudak­
lı bir kızcağız mı istiyorsunuz?"
"Evet, lakin isteyişten isteyişe fark var."
"Maksat aynı şey olduktan sonra isteyişin başkalığından
ne çıkar?''
"Çok şey, Efendi Hazretleri, çok şey... "
"Sübhanallah . . . Eğer her hususa karşı hüsn-ü zan tavsiye
buyurmamış olsaydınız, şimdi aklıma birçok fena şeyler ge­
lebilirdi. Bana merak veriyorsunuz, rica ederim kısaca asıl
meseleye gelelim ! Birçok evlat ve torun sahibisiniz. Sonra?"

1 68
"Bu kalabalık ailenin içinde bendeniz dağ başında ömür
geçiren elini eteğini çekmiş bir keşiş gibi yaşıyorum."
"İ şte bir sübhanallah daha... Kalabalık içindeki bu yalnız­
lığınızın sebebi nedir? Aile efradınız sizi afaroz mu ettiler?"
"Onun gibi bir şey. . . Çünkü herbiri kendi işi yle, eşiyle
meşgul... Beni düşünen yok."
"Refikanız Hanımefendi hayatta değil mi?''
"Evet, lakin üzerinden otuz yılın k ışları geçen bir evli l ik
arkadaşına karşı gönülde ne sıcaklık kalabilir?"
"Demek siz fıkır fıkır bir yatak arkadaşı arıyorsunuz?"
"Ne güzel söylediniz!"
"Bu zor bir şey değil."
"Biliyorum, elinizin altında böylesi biri var."
"Haşa, elimin altında böyle nazeninler yoktur."
"Ya niçin bunun zor bir şey olmadığını söylediniz?"
"Zor olmadığını yine de tekrar ederim."
"Nasıl?"
"Genç bir kızla evlenebilirsiniz?"
"Karımı boşayamam, üstüne evlenemem. Aileme, kırıl­
maz ağır zincirlerle bağlıyım."
"O halde ne yapacaksınız?"
"Ne yapacağımı siz bilirsiniz. Sizden yardım istemeye
geldim. Aman Efendi ! "
"Acaip şey... Ama pek acayip ... Hiçbir halini bilmeyerek
yüzünü şimdi görmüş olduğum bir zatın kaderi hakkında ben
nasıl karar verebilirim?"
" İ steseniz beni şu anda bahtiyar edebilirsiniz."
"Ne suretle Allah aşkına?"

1 69
"Elinizin altındakini bana lütfetmekle ... "
"Teessüf ederim beyefendi ! A leme iyi niyet tavsiye edi­
yorsunuz lakin kendiniz fena niyetten ayrılmıyorsunuz. Ya­
şamıma ait bilginizden bahsettiniz. Benim nasılsa istemeye­
rek kalırolarak bir çamura bulaştığıını biliyorsunuz." Feleğin
bu gadrine uğramakla beraber emin olunuz ki, ben bu sanatın
asla ehli değilim. Elimin altında şuna buna takdim olunacak
sermayeler yoktur."
"Haşa, sermaye demek istemedim."
"O halde ne isim kullanalım?"
"Elinizin altında sermaye sözüne layık olmayan fakat uy­
gun bir adla niteleyemeyeceğim bir şey var."
"Yoktur, beyefendi!"
"Vardır efendi ! "
"Şimdi çatlayacağım. i spat ediniz!"
"O kolay... "
"Heyecanla dinliyorum."
"Siz Siraceddin Efendi ailesini tanımıyor musunuz?"
"Siraceddin Efendi mi?''
"Evet. .. "
"Bu zat hangi semtte oturur?"
"Sülüklü'de ... "

"Ha!"
"Bu zat Semiha Hanım' ın büyükpederidir."
"Sülüklü, Siraceddin Efendi ... Semiha . . . "
"Şimdi inkara imkan kalmadı sanırım."
"Böyle şeylerden bir kazanç yolu düşünmekle meşgul ol­
madığım için bu aileyi tamamıyla unutmuş gibiydim."

1 70
"Şimdi aklınıza geldi ya?"
"Evet."
"Nasıl bir teklifle bu ailenin nezdine çağrılmış olduğunu­
zu bilmiyorum."
"Olabilir."
"Kadınların kızları için aradıkları sadık, samimi, nikahsız
koca işte benden izim. Aracı olmanızı istirham için geldim."
"Meşru olmayan bir aracılık ... "
"Evet, fakat bunun da meşru aracılıklar kadar ecri var."
"Galiba dünya ekseni üzerinde ters dönmeye başladı. İç-
leri dışiarına çevrilerek bütün telakkİler zıtlarına yaklaştı."
"Dinle, efendi!"
"Zaten başka işim yok. Yeni mantığa alışmak için az söy­
leyip çok dinlemek gerektiğini biliyorum."
"Siz bu aracılığınızla bir aileyi sefaJetten kurtaracaksınız.
Bir kızı da düşeceği fuhuştan . . . "
"Sizin kollarınızın arası fuhuştan başka bir mana ifade eder
mi? Ha kubura düşmek ha lağıma ... İ kisi de bir değil mi?"
"Bu müstehcen benzetmeyi reddederim. Kalbim, serve­
tim hep Semiha'nındır. Ben ona hem kocayım hem de gayet
hayırlı bir baba ... "
"N ikahsız fakat. .. "
"İ şte yalnız ona imkan yok."
"Ne yazık ki!"
"Size böyle bir iş sipariş etmediler mi?''
"Bu gerçeği inkara gücüm yok. Evet."
"O halde benden daha durmuş, oturmuş bir müşteri ne­
rede bulacaksınız? Servet, asalet, terbiye, haysiyet, insanlık
hepsi nefsimde mevcut."

171
"İ nsanlığın bu türlüsü pek makbul değildir ama hadi ka­
bul edelim."
"Semiha 'ya istediği yerde bir hane, daimi konak tutacağım.
Aşçı, hizmetçi, piyano, otomobil... Hepsi, hepsi emrine arnade
olacak. Onunla tıpkı hakiki nikahlım gibi yaşayacağım."
"Görünüyor. Siz böyle bir hayata teşnesiniz. Lakin baka­
lım o yaşta epey maceralar geçiren o kız sizinle bir nikahlı
gibi yaşayacak mı?"
"Adam sen de ... Onun gül vücudu benim koynurnda olsun
da aklının, fikrinin başka yerlerde dolaşmasına ben müsama­
ha ederim."
"Velev gayrimeşru olsun, öyle bir kızla hayatını birleştir­
mekte bu kadar geniş yürekli bulunmanızdan, başınıza pek
ağır belalar gelebilir."
"İ şi hayra yorunuz ki, hayr gelsin."
"Her i kimiz de böyle işleri hayra yoracak kadar toy bir
yaşta değiliz."
"Ne var? Semiha'nın hesabına bildiğiniz uygunsuzluklar
mı var?"
"Benim bildiğim, bu kızın, birbirine kanlı bıçaklı olmak
derecesinde rakip iki aşıkı var."
"Bir de ben, üç . . . "
"Siz bu iki hovarda ile aşk terazisinde tartılabilir misiniz?"
"Tartılır ve para kuvvetiyle onlardan ağır gelirim."
"Kızın aşıkları bir iki bağrı yanıktan ibaret olmamalı!"
"Ben hepsini hoş görürüm azizim, hoş görürüm. Böyle
üzüntüler muhabbete çeşni veren tuz biber hükmündedir."
"Bazen de iş zehir zemberek olur."
"Cefa çekilmeden sefa sürülemez."

1 72
22

Semiha ile gayr-i meşru bir evlilik için hisleri çok fazla
kabarmış olan aile sahibi bu yaşlı adama işin bütün ters taraf­
larını anlattım. Söz kar etmedi. Kanı tutuşmuş bir genç gibi,
gönlünün arzusu önünde bütün hakikatleri çiğneyen hu kar­
toloz azgına ondan ötesini anlatmaya uğraşmak hiç de benim
vazifem değildi.
Bu işe aracı olduğum için birkaç yüz l ira alacağıını an­
ladım. Çünkü son turfanda sevdalı, beni bu aracılığa teşvik
için cüzdanının arasından deste deste papelleri sıyırttırıp du­
ruyordu.
Şemi ile olan uğursuz münasebetimden beri fuhşun irademe
galip gelen cereyanı ile çirkef oluğundan aktım. Lakin kendi
isteğirole hiçbir iğrenç aracılıkta bulunmadım. Yapılan teklifi
kabul edersem bu ilk aracılığım olacaktı. Elliden sonra azan
bu herife Semiha'yı metres tutturmak bana pezevenkliklerin
en hafif ve naziği gibi geliyordu. Hiç de muhterem olmayan
kiracımızın yokluğundan beri bizde paralar suyunu çekti. Evde
gizli bazı dalavereler döndüğünü hissediyorum ama kaynanarn
bu anaforlardan bana artık zırnık sezdinniyordu.
Ah geçim derdi... Bu dünyada herkes bir türlü geçiniyor,
cebe para akıtacak bazı hoş kolpalar geldiği zaman ince eleyip
sık dokuyan kimseler pek kalmadı. Her kazancı haram-helal
terazisine vursak, idare dolaplannın çoğu zıngadak durur.
İ htiyar çapkına elimden geldiği kadar nasihat verdim.
Kızı ben ayartmadım. Herifi ben azdırmadım. Her iki taraf
da birbirini çeken mıknatıs gibi ötekini arıyordu. Ben yal-

1 73
nız ortaya girip ikisini birbirine işaret edeceğim. İ ğne demire
yapışacak. Sundaki mesuliyet neden hep benim olsun? Bu
muamelenin teşvikçisi her şeyden evvel tabiattır. İ ki nesne­
nin arasına bu dayanılmaz cazibeyi koyan kimdir? Bu muha­
keme defterimden bir yaprak daha çevirirsem boyum kadar
günaha gireceğiınİ biliyorum. Tabiatta böyle şeylerin esasını
inceden ineeye araştırmak iyi değildir. Altından çapanoğlu
çıkınca yaratanla yaratılanın arası bozulur.
Hem ne demek efendim? Böyle pazarlıklarda aracılık
eden, niçin ası l günahkarlardan ziyade ayıplansın? Böyle
gülünç anlayışların artık yüzünü tersini aniayacak bir asırda
yaşamıyor muyuz?
Benim yerimde bulunup da bu namus çukurunun üzerin­
den bir sıçrayışta öbür tarafa atiayacak gelenek canbazının
varlığı artık tasavvur bile edilemez.
Etrafımdan savulunuz! Melekler, şeytanlar var da ... Ben
bu işi yapacağım... Yaptım gitti.
Hemen Sütüklü 'ye koştum. Bu geçkin, fakat zengin ho­
vardanın arzusunu Semiha'nın ailesine müjdeledim. SefaJet
bulutlarıyla kararmış ve kasvethaneye kıyamet güneşi doğ­
muş gibi evin içi hazin bir neşe ile doldu. Tebessümlerle göz­
yaşları birbirine karıştı. Kederle sevinç dalgaları birbiri üze­
rinden aşar gibi matemle sevincin çarpışmasını hıçkırıklarla
kahkahalar arasında bir müddet seyrettim.
Semiha'ya işi müjdelediler fakat kız, açığa çıkan bu kıs­
meti gönlünün şartlarına uygun bulmayarak ağladı, bağırdı,
tepindi, çırpındı.
Ben cebimden bin lira kaporayı çıkardım. Minder üzerine
dağıtıverdim. Bu manzara üzerinde gözler süzülmeye ağızlar
yutkunmaya başladı. Paraların cazibesi beyinleri uyuşturdu.
Namus kaygısı üzerine sırmalı bir örtü çekti. İ ş olup bitti.
Ah, ben de öyle olmamış mıydım? Banknotların büyüsüy­
le her şeyi unutmamış mıydım?

1 74
Ü ç gün aç durmuş bir köpeğin önüne bir dilim ekmeği at,
sonra emret... Ah, ah, darılmayınız. İ nsan da öyle . . . İnsan da
öyle...
Böyle feci anlarda son zamanına kadar hayret verici diren­
meler göstermiş tek tük kahramanların varlıklarını büsbütün
inkar edemem. Fakat bu yaratılış müstesnalarının vücutları
bütün insanlığın yüzünü ağartınaya kifayet ederneyecek ka­
dar enderdir. Ben nefsimi beşerin yüzü suyu hürmetine böy­
le kahramanların listesine geçiremem. Bu cetvele girmeye
kendilerinde liyakat görenlerden pek çogunun da aldanmıı;;
olduklarını iddiadan çekinmem.
Bu alışverişten hisseme düşen ikiyüz lirayı da ticaretha­
nemizin gelir defterine kayıt düşmeksizin cebime attım.
Bu parayı kusurlu bir kaynaktan aldım. Alnıının teriyle
kazanmadım. Bu günahımı bin defa itiraf ediyorum. Lakin
alın teriyle kazanılan parayı yalnız kızgın güneşin altında
şose yollar için taş kıran amelede gördüğümü söylememe
izin vermenizi rica ederim.
***

Şemi bir gün çıkageldi. Herif seyahatindeki teşebbüsten


memnun görünmüyordu. Namuslu bir ticarethanenin işlerini
idareye beni vekil bırakmış gibi hesap sormaya, kar payı is­
temeye kalkıştı.
Ben de iş içinde pişmeye başlamış bir adam kumazlığı ile
ağzımı açtım:
"Sen giderken ticaret tezgahını kapadın. Birkaç kınntıyı
bana emanet ederek buradan def oldun. Şimdi ne istiyorsun?"
"Ben tezgahı kapayıp gittim ama, sen onu el altından iş­
letmişsin. Hepsinden haberim var. Ben ceplerim dolu olarak
gittim. Girişimierirnde başarılı olamayarak boş cüzdanla
döndüm. Ticaretinin yarı karına ortağım. Dolabı ben kurdum.
Nam benim, şöhret benim, sanat benim. Sen adi bir çıraksın.
Ustanı mı aldatacaksın?"

1 75
"O uğursuz sanatında gözü olanın gözleri çıksın! "
"Görünüşte sanata buğzediyorsun. Fakat o sayede aldığın
paralan gizlice cebe indiriyorsun. Namuslu adam maskesiyle
insanlar içinde gezmeye uğraşıyorsun. Herkesi kandırabilir­
sin ama, arkadaş, beni aldatamazsın. Namusun alfabesi hakkı
tanımaktan başlar. Melun saydığın ticaretten gelen hakkımı
ver! Sonra namuslulukta boy ölçüşelim. Gizli namussuzluk
aşikar namussuzluktan bin kat berbattır. Tıpta olduğu gibi
gizli hastalık bünyeyi bitirir. Birdenbire herkesin içinin dışı­
na dönmesi mümkün olsaydı, işte o zaman namussuzlar na­
mııslulardan ürkerek kaçarlardı."
İ htiyar zamparadan aldığım ikiyüz lira koynurnda beni
yakmaya başladı. Herif bunu haber almış mıydı? Yoksa bu
ağır sözleri boş kafadan mı savuruyordu?
Konuşmanın bu kısmına kadar beni besbelli kapı ara­
lığından dinlemiş olan kaynanam, intikam alır bir surat ve
zor zapt olunur bir iç dolgunluğu ile birdenbire odaya girdi.
Alaylı dudağını bir tarafa kaydırarak:
"Ahlak kitabı yazan feylesoflardan benden sorsalardı en
tehlikeli namussuzların namuslu görünmeye uğraşanların
arasında bulunacağını söylerdim."
Artık kendimi tutamayarak bütün hiddetimle haykırdım:
"Sus, cadı! Ahlak kitabı yazanların senden fikir almaya
muhtaç kalacağı kadar bu dünya alçalmadı."
Kocakarı kısık, öksürüklü kahkahasıyla fıkırdayarak:
"Aiçaldı damatçığım, alçaldı. Namuslarıyla övünenler
hep böyle senin gibi iseler vay bu dünyanın haline ... Sandı­
ğı açtın. Ticaretine lanet ettiğin yetmiş tane liracığımı cebi­
ne indirdin. Sandığıını karıştıracağına sen vicdanını yokla!
Kendi koynunu araştır! Eline neler dokunduğunu bize açıkça
söyleyebilirsin. Cep değil onlar hep namus torbası."

1 76
Ben:
"Haydi, defol! Seni buraya kim çağırdı?"
Kaynanam:
"Kimse çağırmadı. Allah ıçın doğruyu söylemeye ben
kendiliğimden geldim. Şemi Efendi burada yokken seksen
dairede işi olan bir müjdeci gibi kapı kapı dolaşıyordun. Artık
ustalaştın. Bilgi sahibi oldun. Boş yere bacaklarını yaracak
saflığın kalmadı. Bu adamın hakkını versene, ustana guguk
mu yapacaksın? Namussuzluktan aldığı paraları vermemeyi
namus sayan ikiyüzlü adam . . . Ya hep fenayız, ya hep iyiyiz.
Aramızda çeşit yok. Fenalar kendilerine iyi dedirtıneye mu­
vaffak oldukça bu dünya düzelmez. Ben kaynanayım, sen da­
mat, bu efendi kiracımız ... Hep birbirimize layık kimseleriz.
Ben iyiyim, siz kötüsünüz demenin manası var mı? Biz çoluk
çocuk evcek açlıktan inierken kiracı namıyla bu zat imdadı­
mıza yetişti. Allah razı olsun. Hepimiz sayesinde yedik, içtik.
Ceplerimize de beş on lira indirdik. Bunu inkar namusluluk
mudur? Ne çeşit olursa olsun, sanat sanattır. Sanatların en
kötüsü yine boş oturmadan iyidir. Havadan gıda bekleyen
gözleri açılmamış yavru kuşlar gibi her gün köşe minderinde
pinekleyip duruyordun. Bu zat geleli zihninin pası açıldı. İ ş
öğrendin. Oraya buraya koşmaya başladın."
Şemi:
"Ne büyük sözler, ne doğru sözler! Bu ne mantık, ne ka­
biliyettir. Benim böyle bir kaynanarn olaydı -eliyle duvara
vurarak- valiahi bu evi Atina Bankası gibi işletirdim."
Bu iki murdarın ağız kokularından artık boğulmaya baş­
ladım. Bu acı sözlerin bazı doğruları yüreğimi cızlatıyordu.
Onlar, ikisi açlıktan ölmemek için her şeyi mübah görüyorlar.
Kendilerini bu iğrenç sanatın ehli olarak ilan ediyorlar. Ben
de irademle veya iradem dışında bu melun sanattan çöplen­
diğim halde kendimi görünüşte fenalıklardan temizlerneye
uğraşıyordum.

1 77
23

Mahallenin namusu ihlal edildiği şikayetiyle komşular


sızıidamaya başladılar. İş zabıtaya aksetti. Beni merkeze ça­
ğırdılar. Komiser, öyle muteber bir mahallede böyle fırıldak
döndürülemeyeceğini, bu işe hevesli isem bunun da ayrıca
mahalli bulunduğunu, ruhsatmime, vesika alarak her şeyi ya­
pabilect:ğimi, aksi surette göreceğimiz cezanın şiddetli ola­
cağını münasip bir dille anlattı.
Ben Ş emi 'ye evden çıkması için gücümün yetebildiği
kadar en sert ültümatonu verdim. Herif komiserin ihtarına,
benim tehdidime ince ince sırıtarak:
"Bana gelecek terbiyeli misafirlere kimse karışamaz. Bu
evden canım istediği zaman da çıkarıın. Böyle isnatlarda ileri
varanlardan namus davası etmek hakkıındır."
Bu cevabı alıp da susmamak zordu. Fakat edepsizle başa
çıkabilmek için ondan daha edepsiz olmak lazım. Biraz daha
hırlaşsam herif aleme karşı bizi sanatında ortak gösterecek ve
bazı ispatlarıyla da hak kazanacak.
Zar zor bir müddet daha kiracımızın namuslu misafirleri­
ni lakin eskiye nispetle büyük ihtiyatlada kabule devam ettik.
Bu ve tafsilatı uzun sürecek, gittikçe çoğalan diğer engelleri e
Şemi'nin karında kesat başladı.
Artık günden güne borçlu düşüyordu. Her gün kapımızın
zili para vereceklerin nazik elleriyle değil, alacaklıların kaba
gürültüleriyle çırpınıyordu. Para diye birbirimizi yiyorduk.
Zilde çekingen, yumuşak bir çınlayış duyduğumuz vakit bir

1 78
yağlı müşterinin teşrifı ümidiyle hep yürekler oynuyor, ku­
laklar bütün dikkatleriyle dinliyordu.
Bu kesattan artık evcek kavrulmaya başladık. Kira kira
üstüne bindi. Bizim Hikmet Abdullah' ın taksidi de birkaç ay­
dır ödenmez oldu.
Bir akşam yatsı sularında kaynanam, Şemi, ben, alt katta­
ki salona toplandık. Hır gür dalaşırken sokak kapısı tedbirli
parmakların temasıyla nazik nazik ses verdi.
Kaynanarn iki avucu ile kalbini sıkarak:
"Hay elini seveyim ! Nasıl da bell idir yağlı bir keklik!"
Ağır vücudu, sızılı bacaklarıyla hepimizden evvel kapıya
o koştu. Girişte:
"Buyurunuz! Buyurunuz beyefendimiz! "
Kim gelse beğenirsiniz? Şadi Bey, Semiha'nın nikahsız
kocası... Zavallının armut biçimli siması solup sözülmüş,
gözleri esmer çukurlara batmış, bir iki ayın içinde senelerdir
hastalık çeken bir ihtiyara dönmüş.
Derin, kasvet hatlarıyla buruşan alnında, ağır ve melul ba­
kışlarında, gizli bir humma ile titreyen porsuk dudaktannda
dert anlatmak için muhatap arayan bir talihsizin hali vardı.
Bu nikahsız evlenme aşığının çok oturmarlığını anlamak
için hiç de bakıcı olmaya lüzum yoktu. Semiha, herifı dört
günde bitirmiş. Fakat kanı hangi damarından emmiş? Beye­
fendinin bize kızdan şikayete geldiği besbelli. Lakin ne olur­
sa olsun, ben kız babası değilim. Övgü i le rica ile bu kahpeyi
ona çakmadım. Bana ne söylemeye hakkı olabilir?
Benim biraz hiddetten, biraz meraktan benzim atmış ol­
malı ki, Şemi kuşkulanarak hemen söze girişti:
"Beyefendimiz affedersiniz, çehrenizi kaçık görüyorum,
bir hastalık mı geçirdiniz?"

1 79
Şadi Bey bu suale cevap vermeyerek gözlerini hazin ha­
zin benim suratımda dolaştırdıktan sonra:
"İ ki ay kadar oluyor. Bendeniz buraya yine gelmiştim.
Zat-ı aliniz yoktunuz. Vekiliniz efendiyle görüştüm. Onun
aracılığıyla epeyce bir felakete uğradım."
Şemi dişlerini sıkarak bir yırtıcı hayvan homurtusu ile
bana baktı. Şimdi ölür müsün? Ö ldürür müsün?
Ustam gazaplı bakışıyla:
"Sanattan haberi olmayanlar sanatkar kesilince iş böyle
olur."
Kerhanecilik, ona intisapla, inceliklerini bilmekle, iftihar
olunacak bir sanat hükmünü alıyordu. Ağzımı açarsam pek
fena açacağım için sustum.
Şemi bu işte gizlice dönmüş bir para kokusu alarak hemen
bumundan sol ur bir öfkeyle sordu:
"Bu kötü hizmeti ortağıma ne verdiniz?"
Şadi Bey mahzun mahzun süzülerek:
"İ ki yüz lira ... "
Şemi işittiğini aynı süzüklükle bir papağan gibi tekrar
etti:
"İ ki yüz lira . . . "

Bu paraları ne yaptığımı keşfetmek ister gibi dik dik yü-


züme bakarak:
"Bir felaket satın almak için çok para... "
Şadi Bey:
"Bu miktarı çok görmüyorum. Keşke talihim uygun gel­
seydi de daha vereydim."
Şemi hala kızgın gözlerini üzerimden kaldırmayarak

1 80
"Bu adam sizi dolandırdı. Bu paraları benim cüzdanım­
dan çaldı."
Kaynanarn oda kapısının dışından inim inim inleyerek:
"Benim yetmiş liraını rüşvet olarak alan hiç iki yüz liraya
dayanabilir mi?"
Üçümüz de sükfıt ederek kocakarının yana yana savurdu­
ğu bu yakınmayı dinledik.
Aman Yarabbi, hepsi beni itharn ediyordu. Şadi Bey ' in
başına felaket getirmişim. Şemi 'nin cüzdanına girecek bir
parayı aşırmışım. Cadının yetmiş lirasına rüşvet olarak almı­
şım. Ah görüyor musunuz? Bu üç zavallı masumun arasında
kabahutli yalnız benim. Paraları kusturmak için beni nasıl iğ­
neleyeceğini bilmeyen Şemi:
"Mademki bu adam acemi bir tabip gibi ücretinizi alarak
derdinizi arttırmış, şimdi de çaresini bulsun."
Ben artık kendimi tutamayarak:
"Beyefendi, vaktiyle ben size lazım gelen nasihatleri ver­
ınedim miydi?"
Şadi:
"Verdinizdi ama ben ateşi nasihatlerinizden çok evvel al­
mıştım."
Ben:
"Duvarı çatlamış bir köhne fınn gibi . . . "
Şadi Bey:
"Alay etmeye hakkınız yoktur. Talibirnin kalın bana ye­
tişir."
Ben:
"Tedbirde kusur gösterip de talihe bühtan etmek sözü si­
zin gibiler için söylenmiştir. Başınızı nasıl karanlık bir fela­
ket kapısından içeri soktuğunuzu ben biliyordum."

1�1
"Biliyor idiyseniz önümde fener tutmamalıydınız."
"O günkü ricalarınızla bugünkü şikayetterinizi yan yana
getirince insan hakkınızda ne hüküm vereceğini şaşırıyor.
Aracılığıını rica ederken ne ince bir feylesoftunuz! Şimdi ne
kaba bir müfteri oldunuz! Davanızın esası nedir? Benden ne
istiyorsunuz?"
"Talihimden başka benim kimseden davam yok."
"Beyefendi, siz pek şaşkın bir haldesiniz. Sözleriniz bir­
birini tutmuyor."
Şt:rni omuzlarını kaldırıp bindi gibi kabararak:
"Beyefendiye iki yüz liraya hazırladığın belaların esasını
evvelce bildiğini itiraftan sonra şimdi niçin her şeyin cahi­
li görünüyorsunuz? Şartatan avukat, sahte tabip, maharetsiz
gözbağcı, beceriksiz yalancı ! Mademki parasına tamalı ede­
rek bu zatı derde sokmuşsun, şimdi de devasını bul ! "
Ben:
"Sen Allah vergisi kabiliyetinle günde yüz kişinin başını
derde sokuyorsun. Ben senden öğrendiğim sanatta henüz bu
beyefendiye bela getirmişim."
"Bana her zaman satıp durduğun doğruluk, namus, vic­
dan çalımları ile alnının kiriyle kazandığın şu iki yüz lirayı
ce bine indirmekteki alçaklığın . . . Bu iki türlü hareketin hiç
birbirini tutuyor mu?"
"Bu türlü kazançların alın kiri, yüz karası olduğunu işte
itiraf ediyorsun, maskara herif! Ben bu parayı masum bir
kızı baştan çıkararak, toy bir zamparayı kandırarak almadım.
Zaten iki taraf da beni tanımazdan çok evvel baştan kıçtan
çıkmışlardı. Ben onları akıntıda birbirinin suyuna siya39 gi­
derlerken gördüm. Birinin attığı çıma ipini, kendi ricaları
üzerine ötekine uzatıverdim. İ şte bu kadar. . . "

39 Siya etmek: Kürekleri tersine çekerek ıekneyi, kayığı vb. geriye doğru yüzdünnek.

1 82
"Ettiğin hareketin bir ırz aracılığını olduğunu, siya ile
çıma ile beyhude örtmeye uğraşma . . . "

"lrz aracılığı, bu, işieye işieye namus ve vicdanını ke­


mirerek seni insanlıktan çıkaran bir cüzzam, bir sanat değil
mi? Kendinde olan aynı ahlaksızlıklarla beni nasıl ayıplıyor­
sun?"
Bu sorum karşısında Şemi köpeği, keskin bir tebessümle:
"Sendeki aynı ahlaksızlığın kendinde de varlığını bu ga­
rip sözünle onaylıyorsun. Oh, Yarabbi şükür! Şimdiye kadar
inkar eden bir pezevenk idin, artık dilin dolaştı, bu hakikati
kabul ettin. Bu aracılığın kiri alnında, sorumluluğu vicdanın­
da, ücreti koynunda... Namus batakl ığı tabir ettiğin bu mur­
darlığa bumuna kadar gömüldükten sonra gayri ne debeleni­
yorsun? Ölmüşsün artık, bırak leşini akıntıya! Dünyada da
ahirette de aynı yere akalım."
Evet, ofl Kendi kendime ne acı itirafl Ne korkunç bir ha­
kikatin kaçınılmaz çemberi içindeyim! Evet, iki yüz lirayı
geç im kıtlığının kaza ve belalarma karşı ufak bir tılsım olmak
üzere muska gibi bir kese içinde vücudumun en sıcak tarafı­
na asmıştım. Kaşarlanmış bir heritin önünde heraat kazan­
mak için benim namustan, vicdandan dem vurmam çok bo­
şunaydı. Ben muhatabımda lanetiediğim suçlardan bazılarını
işlemiştim. Artık onu değil, kendi kendimi bile işin aksine
ikna etme ihtimali geçmişti. Fakat aman Allah, işte efendim
bağırıyorum. Vicdanıının iskandili40 müşkül karanlık derin­
liklerinde, namusum boğulmamak için hala çırpınıyordu.
Birdenbire kalbirn çatladı. Oradan kaynar bir göl taştı.
Bunun tufanı gözlerimden boşandı. Kimseyi ikna mümkün
olmasa da, kendi kediınİ bile inandırmasam da bir cehennem
taşı gibi cildiınİ yakan paraları çıkarıp Şemi'nin suratma fır­
latarak:

40 iskandil: Denizin derinliğini ölçme, bu işe için kullanılan alet.

I H3
"Namusluydum hala da namusluyum! Şeytani bir sürçme
ile onun kanunları üzerinde sendeledimse de namusa hür­
metim, sevgim bakidir. Ben şimdi sevgilisini katietmiş bir
zavallı aşık konumundayım. Ondan birkaç zaman için ayrı­
lışım, aşkımı bütün bütün tutuşturdu. Şimdi bütün ömrüınce
onun mecnunu olacağım. Al şu paraları ! Bu iki yüz lira ile
namusumun son kınntılarını senden satın alıyorum."
Bu feryattarla adayı çınlattım. Bu haykırmada, kabahatli
bir çocuğun suçunu bastırmak için bastığı yaygaralara benzer
bir mantıksızlık var gibiydi. Fakat başka türlü hareket ede­
mezdim. Bu gayri tabiilik belki cehennemİ içinde yandığım
günahırnın ağırlığından gelen bir tür delilikti. istiyordum ki,
beynim bütün yansın, kül olsun. Orada günahlarıma ait hiçbir
hatıra kalmasın. Ben ben olduğumu bilmeyeyim. Olmuşları
hep unutayım. Mazisiz bir adam olayım. Namuslu bir kimse
olduğuma ben de inanayım, buna alem de iman etsin.
Artık benim için başka türlü hayat, başka türlü teselli
mümkün değildi. i nsanın kendi nefsini aldatabilmesi, alemi
aldatmaktan çok zormuş. Bu acı hakikati anladım. Lakin düş­
kün bir insan olduğuma tamamıyla kanaat getirerek yaşamak,
önüme açılacak dipsiz uçuruma yuvarlanmamı kolaylaştıra­
caktı. Adımıının önüne çıkan bu müthiş tehlikenin etrafına
kendimi kendime namuslu göstererek bir korkuluk çekmek
istiyordum.
Yüreğimden kanlar sızdıran bu endişe henüz büsbütün
mahvolmamış bulunduğumu kendime ispat ediyor gibiydi.
Fakat melun kaynanarn kapı arkasından bana işittirecek bir
mınltıyla şöyle kalbiınİ hançerledi:
"Allah Allah, ne tuhaf şey! Damadım, aracılıktan hem
bizden iyi para kazanmanın yolunu biliyor, hem de namuslu
kalmak iddiası ile üzülüyor."
Yine beynimin üzerine bir tencere kaynar su döküldü.
Size birisi kötü derse gücünüze gidiyor. Kendi kendinize de

I R4
"fena adam" diyemiyorsunuz. İ nsan kendi aleyhinde doğru
bir hüküm verecek adil bir hakim olabilse, kendini nasıl bi­
liyorsa aleme de öylece anlatmak cesaretini gösterse, genel
hayatındaki eğrilikler yarı yarıya düzelir. Fakat iş büsbütün
aksine gidiyor. İ nsan yaratılıştan övülmeye meyilli olduğu
gibi herkesin kendini övmesinden de hoşlanır. Çünkü bu öv­
güler, kendimizde varlıklarından şüphe ettiğimiz fenalıkları
sırmalı örtüsüyle örter.
Şadi Bey, biraz mahçup ve hazin bir arabulucu edasıyla
birdenbire söze atılarak:
"Bu paraları gönlümün rızasıyla ben Salah Efendi 'ye ver­
dim. Uğramış olduğum fal.:iamn elemiyle şaşkına döndüm.
Affedersiniz, ileri geri lakırdılar söyledim. Ben buraya ara­
nızda kavga çıkartmaya değil, derdime deva aramaya geldim.
Ü stadı burada bulduğuma çok memnunum. Çırağa alnının
teri karşılığında vermiş olduğum ücrete üzülmüş değilim ve
bunu geri almak asla aklımdan geçmez. O para kendisinde
kalsın. Şemi Efendi ! İ çine düştüğüm zorluğun giderilmesi
hususunda vuku bulacak himmetinizin, zahmetinizin, müka­
fatını fazlasıyla vereceğim."
Bu teminat üzerine üstad pezevengin gözlerinde yanan
hiddet söndü. İğrenç çehresine tatlı bir tebessüm yayıldı.
Şadi Bey, bu yağlı müşteri, Şemi'ye yapacağı yardımın mü­
kafatını ziyadesiyle veriyor, bana da alnıının teri karşılığını
ödüyor. Ne nazik tabiri er! Doğrusu çok çelebi adam . . .
Yere savurmuş olduğum yirmi beşlik, ellilik banknotlar
boyunları bükük, çarpık çurpuk ortada yatıyorlar. Ü stadın
gözleri bu kağıtların kıymetlerini tayin eden rakamların üzer­
lerinde dolaşıyor. Benim nazarım da, irademe galip gelen bil­
mem nasıl bir inatla daima o tarafa kayıyordu.
Üçümüz de ahlakına güveler üşüşmüş adamlardık. En
bozuğumuz şüphesiz Şemi idi. İ kincisi Şadi Bey, üçüncüsü
ben ... Çünkü o baştan çıkarıcılar olmasaydı ben bu aldatma­
ya uğramazdım.

1!! 5
Beyefendi ' nin iki yüz liraya satın aldığı ve bütün servetini
bu uğurda fedaya hazır göründüğü felaket ne imiş? Bakalım
meydana dölsün ! Irz kliniğinin baş tabibi buna ne çare bula­
cak, anlayalım.
Somurttum. Öyle duruyorum. Üstad, köpek tebessümü
üzerinde iki cehennem kandili gibi parlayan hırslı gözlerini
tepesinden topuğuna kadar bir düzine müşterinin suratında
dolaştırarak, ustasına emanet edilecek hastalık tafsilatına ku­
lak veren bir hekim dikkatiyle bekliyor.
Nihayet Şadi Bey pesten nağmeye girişen hazin bir ke­
man gibi derdinin h icranlarını inlemeye başladı:
"Efendim, derdim gariptir. Sizlerden başkasına anlatı­
lamaz. Hacivat Çelebi'nin dediği gibi "Ehl-i hal olan anlar
bundan efendim; bencileyin bilmek muhal..."

1 86
24

Ahlak belsoğukluğuna uğrayan bu zat biz uzmanların hu­


zurunda şöyle devam etti:
"Nikahlı kadın her gün yenen bala benzer, hele bu bal se­
nelerin geçmesi ile petekleşirse . . . Nikahsız münasebetlerin
tadını size tasvir etmeye ihtiyaç yok. Çünkü meşru ev lerı­
rnede nikahınızı imam kıyar, gayrimeşruda şeytan ... İ nsan­
ları sakındırmak için her tatlı şeye şeytan sokarlar. Fakat bu
tedbir aksi tesir hasıl eder. Körpe kızların kıymetini ihtiyarlar
bilirler. Çünkü ihtiyarlıkta en yüksek ve samimi ibadet genç­
liğe tapınmaktır. Ben de bu putun önünde secdeye vararak aş­
kımı bir mum gibi yakmak istedim. Hayat fani, dünya bir ha­
yal... Sürdüğün ömürden ebediyete götüreceğin saatler ancak
zevk dakikalarıdır. Aşkın ceylanını nerede görürsen hemen
silahını doğrult, avla! Zihninde değil, ruhunda görünecek bu
lezzet, işte bu haz ebediyyen seninle beraberdir."
Bir ihtiyarın nikahsız bir genç kız sevmek günahını işle­
mesine mazeret göstermek için tutturulan bir bencilce felse­
feyi uzunca buluyordum. Fakat çitlenbik yiyen çocuklar gibi
işin özünü yutmak için çekirdeklerini de beraber hazınetıne­
ye mecburduk.
Şemi, o melun üstad, kürsüde papucu büyük birini din­
leyen saf ruhi u bir insan gibi, yüzünde derin bir iman hazzı
dalgalandırarak kulak veriyordu. Yaşına nispetle bu pek coş­
kun sevdalının hastalığının vücudunun nerelerinde olduğunu
anlamak için göğsünü, arkasını dinlemeye, idrarını, kanını
tabiile lüzum yoktu. O, müşterisinin koynundaki cüzdanın
şişkinliğini sezdi. Parmak basacak zaaf damarlarını, hassas

I K7
noktalarını ve hastalığın teneşire sürerek hekimlere gelir ge­
tiren türden olduğunu teşhis etti.
Semiha'nın aşkı yüreğinde cılk olmuşa benzeyen bu dert­
liyi dinliyorduk. Eski Aşık Kerem masallarını andırmak için
elinde sazı eksikti. Menkıbe aşağı yukarı onlar kadar yanık,
netice feciydi.
Sesini kalbinin titreyişlerine uydurarak hazin bir ahenkle
şöyle anlatıyordu:
"Semiha'ya Şişli'de birinci sınıftan bir apartman tuttum.
Bir genç kadın için lüzumundan fazla konforlar hazırladım.
Bir dediğini iki yapmıyordum. Emir sizin emriniz diyerek koş­
turuyordum. Fakat nazeninimi memnun etmek mümkün olmu­
yordu. Bütün okşayışlarımdan çekinir, hayır, doğrusunu söyle­
yelim, tİksinir bir hal vardı. Ne vakit biraz okşamak istesem,
'Bırak, galiba soğuk almışım, bu gece kırgınlığım var' ceva­
bıyla üzerine su sıçramış kedi gibi silkinerek, titreyerek sıvışır.
Gözlerini gözlerimden, nefesini nefesimden kaçırır. Odada da­
ima bana en uzak olan yere oturur. Dramatik bir biçimde saç­
larını arkaya dökerek gerine gerine bir inleyişi, süzüle süzüle
bir yoklayışı vardır. Kaçırdığı hayalini arar gibi gözleriyle oda­
nın tavanını, her bir köşesini kolaçan ettikten sonra küskün bir
mektep çocuğu inadıyla iki kolu üzerine kapanarak saatlerce o
vaziyette kalır. Anlarım, etrafında onun görmemek istediği bir
şey var. Bu da benim surattından başka ne olabilir?"
Bir gün onu memnun etmek için dedim ki :
"Semihacığım, ben seninle nikahsız olarak evlendim. Fa­
kat birbirimizin karşılıklı samimiyetimizi anladıktan sonra
şer'iatın öngördüğü surette evlenıneye de hazırım. Ne bile­
yim, ben bu hırçınlıkların nikahsızlıktan doğması ihtimalini
düşünmüştüm."
O, benim bu saflığıma evvela kahkahalar kopardı. Sonra
tavandan suratma akrep düşmüş gibi bir ürperişle bir iki adım
geriye sıçradı. İ ki avucuyla yüzünü örterek haykırdı:

1 88
"Nikiihla sana mı bağlanacağım?"
"Evet, bana güzelim ! "
"Rabbim esirgesin."
"Niçin?"
"Dünyada koca kıtlığına kıran mı girdi ki sana varayım?"
"Bende bu derece ürkmeyi gerektirecek ne görüyorsun?"
"Bu kadar gençler dururken büyükbabama niçin varayım?"
"Evlt:Hnıt:de erkeğin yaşı sorulmaz."
"Eski zamanda belki öyle imiştir. Fakat şimdi inanışlar
esasından değişti. Paralarma güvenerek körpecik bakirelerin
ihtiyar nefesleriyle körpeliklerini solduran pinponlara artık
kız verilmeyecek. Kadın B irliği bu seneki kongresinde bu
hususu şiddetle savunacak."
"Kadın Birliği 'nin ilk işi yaşlı kocalarla genç kızların ara­
larını bozmak mı olacak?"
"Evet, evet! Memleketimizde kökleşmiş bu sultanların
despotluğunu kaldıracağız."
"Sultanların despotluğu mu?"
"Öyle ya. . . Beyefendi, insaf ediniz! Genç erkekler niçin
kocakarı eş almıyorlar? Siz vaktiyle delikanlı iken niçin bü­
yükananız makamındaki bir muhterem hanım ile evlenme­
diniz?"
"Evlenmedim, çünkü erkek doksan yaşına kadar erkektir.
Kadın kırk beşinden sonra hiçbir cinse mensubiyeti kalma­
yan bir nötr yaratık olur."
"Ben şimdi kırk beş yaşından çok uzağım. Kocamın ben­
den ancak beş sene kadar büyük olmasına dayanabil irim. An­
cak beş sene, anlıyor musunuz beyefendi? İ htiyar erkekler
genç karı alabilmek için ne felsefe icat ederlerse etsinler, o,

1 89
benim asla uruurumda değildir. . . Ben size servetiniz karşılı­
ğında vücudumu verdim. Lakin gönlümü, ruhumu veremem.
Çünkü onlar para ile satın alınamaz. Siz ihtiyarken genç karı
istiyorsunuz da benim gençken genç koca arzu etmemde hak­
kım olamaz mı? Ara sıra okşayışlarınıza katlanıyorum. Bun­
dan fazlasını istemeyiniz, beyhude yorulursunuz."
"Ah, Hanım, ne soğuk sözler bunlar! Yüreğimin üzerine
buzlu sular döküyorsunuz."
"Yüreğiniz benden soğuyup da rahat etmeniz için böyle
söylüyorum."
"Bırak gönlüm sana yansın ! Ebediyyen yansın. Kalbim­
deki bu güneşle ancak hayattan bir şeyler anlayabiliyorum.
Gönlümün bu alevi sönünce her şey gözlerimin önünde kara­
racak. Varlığıının manası kalmayacak."
"Şairliğin aldatıcı cazibesine kapılmak gençler için teh­
likelidir. Fakat ihtiyarlar için büsbütün tehlikelidir. Çünkü
şairlik katı hakikatleri yumuşatan, zehir kaynaklarını tatlı
şerbet yapan bir tür sihirdir. Bununla büyülenenler şeşi beş
görerek her adımda sendelerler. Şiirin allı pullu zarif gergeti
üzerinde işlenerek rengini, şeklini değiştiren hakikati aksi bir
manada alarak aldanırlar. Bu maddi dünyanın müşküllerin­
den silkinerek hep hayal arkasından koşarlar. Beyefendi, ben
şimdi sizin aşkımza aynı hararetle cevap vererek 'size yanı­
yorum' diye dizlerinizin üzerine yatsam ... "

"Ah, ne büyük saadet, elmasım!"


"Fakat acele etmeyiniz, bu sözüm kulaklarımza cennet
nağmesi gibi gelen yalancı, asılsız, havai bir şiirdir. Bunun
sert hakikati işte şudur: Ben sizi sevmiyorum. Sevemem.
Sevmeyeceğim."
Hakikaten çok sert ... Şadi Bey, isminin aksine bir üzün­
tüyle sustu. Yüzü buruştu. Gözleri kızardı. Hüngür hüngiir
ağlamak için besbelli bizden utanıyordu.

1 90
Affedersiniz, vay köpoğlu köpek Semiha... Kayışla boğu­
lan hayvanlar gibi heritin kanını içine akıtıyor. Vay kuyruk­
sallayan kuşu! Sütüklü'deki viran kafesinde bu şiir ve haki­
kat kanlosunu nereden öğrenmiş?
Hikayenin birinci kısmı çok dokunaklı ... Bakalım daha ne
acıklı sayfalar çevireceğiz?
Şadi Bey uzun bir yokuş çıkmış gibi ince, soğuk bir ter ile
sarararak kesik nefeslerle yine başladı:
"Fesuphanallah, bu hakaretler benim ona olan aşkımı sön­
düreceği yerde tam aksine büsbütün körüklüyor. Onu her gün
dünkünden daha ziyade seviyorum. Hırçınlıklarını paralar,
hediyelerle avutmaya uğraşıyorum. Fakat takdim ettiğim iki
üç bin liralık bir mücevhere şöyle bir yan gözle bakıyor: "Bı­
rakıver oraya! " kayıtsızlığından başka çehresinden hiçbir şey
sezilmiyor."
Bana kahretmek için mi memnuniyetini saklıyor? Yok­
sa hakikaten sevinmiyor mu? Anlayamıyorum. Söz ile olan
kahırlarına tahamüle alıştım. Fakat işin tiiliyat yönü var ki,
Hazreti Eyyüp aleyhisselam gelse sabredemez.
Semiha'nın sevdalısı uzun "ahlar" savurmak için burada
lakırdıya yine mola verdi. O eylem tarafı ne olabilir acaba?
Bey ' in macerası gittikçe meraklı safhalara girerek tatlılaşı­
yor.
O inleyerek, süzülerek dinlenirken, sözün özünü gereksi­
zinden ayırırken, söyleneceğini söylenmeyeceğini seçerken,
biz bu aşk meddalıının hararetli ahlar çıkan yanık ağzına
bakarak bekliyorduk. Bu, nazik romanın tiiliyat devresi Şe­
mi 'nin bile yüreğini gıcıkladı. Ü stad, bu sevda kurbanının
çektiği işkenceye acımaktan ziyade artİst sevgilinin mahare­
tine hayran oluyordu. Fuhuş sahnesinin bu eşsiz sanatkarıyla
tanışmak arzusu heritin gönlüne güneş gibi doğdu. Her ikisi
de başka türlü inliyorlardı. Ben de aralarında insanların bu
garip hallerine hayretle yutkunup duruyordum.

191
Şadi Bey, cenaze arkasından içinin elemlerini döken bir
acıklı matemiyle yine başladı :
"Ah, ah! Öyle ıstıraplı saatler geçirdim ki, dil i l e tarifi
güç . . . Bazen ansızın apartınana gelirim. Hanım evde yok.
Nereye gitti acaba? Hangi ahbaba? Hangi eğlenceye? Hiz­
metçilere sorarım, boyunlarını büküp dudak kıvırarak, gü­
lünç üzgün birer tavır ile bir şeyden haberleri olmadığını
anlatırlar. Benim keşfetmeye uğraşıp da anlayamadığım bir
husustan onların nasıl malumatları olacak? Onlar benden sı­
kılırlar, ben onlardan utanırım."
Hanım bu keyfi dolaşmaları için benden izin almaya hiç
liizıım görmez. Kaf Dağı 'na kadar arkasından kuşacagım
ama nerede olduğunu bilmem k i ! Şoförü sorguya çekerim:
"Hanım arabadan nerede indi?"
Delikanlı tıraşlı dudaktannda titreyen tebessümü dağıt-
maya uğraşarak:
"Sine dö Pera pasajının önünde," der.
"Ne tarafa gitti?"
"Pasaja kıvrılınca, ne tarafa gidildiği belli olmaz. Arabayı
bırakamam ki ! "
"Ne zaman döndü?"
"Ü ç saat sonra."
Bu sorulanından şifa umarken yerine derin bir cehennem
azabı duyarım.
Sevgilinize ayrılmış bir hanenin boşluğu ne elem vericidir
bilir misiniz? Dünya insanın gözüne zindan olur. Semiha'yı
kollarıının arasında sıkmak ihtiyacıyla divaneye dönerim.
Kendisi evde yoksa terlikleri, iskarpinleri, kirli çamaşırları,
çorapları da yok değil ya? Onun kokusu sinmiş eşyadan bu­
labildiklerimi toplarım. Oda kapısını içeriden kilitlerim. Mu-

1 92
kaddesata edilen hürmetle önlerinde dize gelerek onları öper,
kok lar, ağlarım . . . Bu i badetle de ateşi m sönmez, artar. Onun
küçük, pamuk, pamuk ayaklarını sarıp sarmalayan zarif is­
karpinlerinin aşkımı nasıl coşturduğunu, içimdeki ateşi nasıl
artırdığını, of, anlatamam ki !
Vah vah zavallı Şadi Bey... Bu Semiha baygınına tutul­
mazdan önce nasıl terbiyeli, hoş sohbet, akıllı, ağırbaşlı bir
adamdı! Şimdi aşk sahnesinin "jön prömiye"sine41 dönmüş.
Büyük söylemeyeyim; lakin bu ne aşk Yarabbim! Mevsimsiz
aşıklık kalpten ve ağızdan saçılan ateşiere rağmen ne kadar
soğuk oluyor! Ocak ayı güneşinde yetişmeye uğraşan kabak
gibi ... Tatsız, tuzsuz bir sevda... İ nsan bir gencin gönül facia­
sını dinlerken anlatanın akıttığı sıcak yaşiara ortak olmaktan
belki kendini alamaz, fakat bu ihtiyara acırken güleceğim
geliyor. Komedyalar, kendilerini zorla böyle gülünç hallere
sokanlardan ibret aldırmak için icat olmuştur.
Bin Moliyeı-42 yetişse, insanlığın tuhaflığını yazmakla
bitiremezler. Tabiat böyle komik tipler yetiştirmektc bu da­
hilerin zihinlerinden daha velüd,43 zengin, daha alaycı, daha
insafsız... Fakat dünya her gün, ibret alanlardan ziyade bu
komedyalara mevzu olabilecek insanlarla doluyor. Biz böy­
lelerine ağlayarak gülelim.
Şu elemli hayatta bu kasvetli kahkaha da bir kardır. Behey
ihtiyar, katılaşmış kalbinle sev! Fakat karşılıklı sevgi, vefa
bekleme! Sonra böyle komedya kahramanı olursun.
Meyus Şadi Bey, gözlerini yumarak mustarip kafasını
avuçları içinde bir müddet sıktıktan sonra beyninin ağrılı
dolgunluğunu yine dökmeye başladı :
"Semiha'nın haneden bu kayboluşları güya senelerce onu
görmemişim gibi yüreğimde dayanılmaz bir hasret uyandıra­
rak beni çıldırtır. Ne taraftan gelecek diye pencereden kapı-
41 Jeıme premiere, Fransızca, başrol oyuncusu manasındadır.
42 Moliere, meşhur Fransız tiyatro yazarı.
43 Çok verimli, çok semereli, doğurgan.

193
ya, kapıdan halkona koşarım. Bu bir komedya mıdır? Facia
mı? Melodram mı? Bilmem ... Benim bu telaşımı gören, ka­
palı odada kirli çamaşıriara tapındığıını sezen hizmetçiler kıs
kıs gülerler. O derin yeis içinde nemli gözlerimle kendime
kendim de gülerim. Ben kimden vefa bekliyorum? Ne zor­
lu, neticesiz bir akıntıya kürek çekiyorum? Benim aşkımla
bir sakar çocuk gibi oynayan bu genç kadınla maceramız ne
olacak? Bu öldürücü gönül fırtınaları içinde çalkana çalkana
bir gün dibe batacağım. Bu elem verici hakikati keşif için
kehanet istemez."
Ah, ne yapayım ki, kendimi alamıyorum. Bir kere alev
saçağı sardı. Çıralı, katranlı meşale gibi yanıyorum.
Şemi, bu yanık hikayenin karşısında o kadar cezbelendi
ki, elinde şakşağı eksik bir pişekar gibi:
"Hay bre medet, hay bire medet, aman şu yangından ka­
sanın anahtarını kurtaralım ! "
B u ateş yığınının kül olup savrulduğu heritin umurunda
mı? Onun aklı hep kasanın anahtarında...
Tutuşmuş aşı k devam etti :
"Nihayet kapımızın önünde duran bir otomobil homur­
tusu duyulur. Hah, işte o geliyor! Ü züntümü, heyecanımı
belli etmemek için türlü tedbirler, vaziyetler alırım. Elimde
bir kitap, kayıtsız hatta biraz bir tavırla şezlonga uzanırım.
Fakat yüreğim gümbür gümgür atar. Alnımdan soğuk soğuk
ecel terleri sızar. Sinirlerim kızgın saçiara temas etmiş gibi
azaptan kıvrım kıvrım kıvrılırken oynadığım bu kayıtsızlık
rolü ne dayanı lmaz bir eğlencedir, bilir misiniz? Sın tarak can
vermeyi andırır haller geçiririm."
Beş dakika beklerim, on dakika, bir çeyrek geçer. Hala
gelen giden yok. N ihayet tahammülüm kalmaz. Ne yaptığımı
bilmez bir feveranla yerimden fırlar, oda kapısını açar, hiz­
metçilerden sorarım:

ı 94
"Hanım gelmedi mi?''
"Hayır."
"Ya o kapıda duran otomobilden kim çıktı?"
"Kapıda otomobil durmadı, beyefendi ! "
"Yanlış m ı duymuşum?"
"Öyle olmalı."
Heyecanımı gizlemek kurnazlığıyla heyecandan öle öle
yaptığım o kayıtsızlık rolünü kimin için oynadım? Maharetimi
takdir eden, etrafımda şakırdayan hiçbir el yok. Bu beyhude
yorgunluktan sonra üzüntüm daha derinleşir. Fakat hah hah ...
İ şte durunuz; bu sefer !arnı cimi yok! Sokak kapısının önünde
duran bir oto, son nefeslerini alıp vererek hareketini kesti.
Bu defa şüphesiz o, Semiha . . . Kapı önünde lakırdılar bile
oluyor. Yine şezlonga koşarım. Elimde kitap, yüzümde sahte
tebessüm, gözlerim hiç seçemediğim satırlarda. . . Yürek çar­
pıntısı eskisinden beter. . . Yine bu öldürücü vaziyette bekle
bekle, haber yok; nazlı canandan, haber yok.
Yine bir çeyrek, yirmi dakika geçer. Yine rolümü bozarak
hizmetçileri sorguya koşarım:
"Bu defa muhakkak kapı önünde bir otomobil durdu."
"Evet durdu."
"Kim çıktı içinden?"
"İ kinci kattaki doktora müşteri geldi."
Doktora müşteri mi geldi? Hay Allah kahretsin! Doktora
benden iyi müşteri mi olur? Bittim. Nefesimi derin biı kuyu­
dan çeker gibi alıyorum. Tıkanacağım. Bazen nazik anlarda
bizi aldatan öyle hain tesadüfler olur k i !
Yok . . . Hayır, yok ... Zalim aşkıının b u boş sahnesinde ro­
lümü tekrara mecalim kalmadı. Kalbirn patladı. Beynim kay­
nadı. Sinirlerim koptu. Bir yığın et, kemiğim, insan değil .

1 95
Kabus içinde kıvranan bir hastayım. Her şey müphem, !oş ...
Etrafıını ihata eden her daim orada bulunan şeyleri tanıyamı­
yor gibiyim. Neredeyim? Neredeyim? İ çinde doğup yaşadı­
ğım dünyaya benzemez bir yerdeyim. Bir hicran aleminde­
yim. Her ses iniltiye, her şekil mezara benziyor. O, yanımda
yok. Ben de kendimde değilim. Sarasının sonunu bekleyen
bir hasta gibi yerlere düşer kalkarım. Sonra onun oturduğu
koltuğun önüne diz çökerim. Güzel vücudunun temas ettiği
yerlere ahlar vahlarla kapanırım. Bu matem ne kadar sürer
bilmem. Bu sefer ne bir otomobil gürültüsü ne bir çıtırtı duy­
madan, sessizce oda kapısı açılır. Bir de ne bakayım, o?
Semiha, bir hayalet gibi hafif adımlarla içeri girer. Ondan
saklamak istediğim müthiş teessürümü, büyük ıstırabımı gö­
rür. Suç üstü yakalanmış gibi olurum.
Aman Yarabbi, tahkir edercesine süzülen gözleri beni ef­
sunlar. Aşağı yukarı hareket eden ince kaşları iki sivri hançer
gibi yüreğime saplanır. Nazik, pembe dudaklarında titreye­
rek acı sözlere bir hazırlanış vardır.
Azarlama, sitem şöyle dursun, nerede olduğunu sormaya
bile korkarım. Onda kırhaçlı bir hayvan eğitmeni tavrı görü­
lür. Bende ise susta durmak için işaret bekleyen itaatkar bir
köpek hali ...
O bana bitaba tenezzül etmez. Ben ağız açmaya korkarım.
Onda patlamaya vesile arayarak kaynayan bir kızgınlık ...
Bende her kazaya rıza gösteren boynu bükük bir tevekkül
vardır. Çünkü evvelce birkaç tecrübem oldu. Kavga ettim,
ayrıldım. Fakat neticede dayanamayarak sulh talep ettim.
Galiple mağlup arasında daima gerçekleştiği gibi her barış
ve görüşteki yeni antlaşmada ağırlaşan şartlarla ezildim.
Şimdi odada karşı karşıyayız. Ben her bakışımla ona şu
manayı ifade ederim:
"Ben senin pek zavallı bir sevdalınım. Azat kabul etmez
bir esirinim. Vur, kır fakat öldürme! Dargın mıyız? Zaten ba-

1 96
rışık olduğumuz zamanı hiç bilmiyorum. Lakırdı yok. Dilsiz
bir işkence oyunu ... Henüz sessiz fakat sismograftarla dehşet
i lan eder. Bir boşluğun etrafında gibiyim. Feveran ha başla­
dı, ha başlayacak. Ne olursa olsun benim rolüm tahammül,
hazım, itaat..."
Bu korkulu sessizliğin ağırlığı da beni bitirir. Bana dar­
gınlığı acaba pek inatçı bir şekilde mi? Esmayı üstüme sıç­
ratmadan44 bunu anlamak isterim. Lakırdı için çenem oynar.
Heyecandan sanki boğazıma bir yumruk tıkanır. Dersini
beliemiş bir mektep çocuğu şaşkınlığıyla bir iki kemkünıkr
eder, susarım. Bu işkence pandamİması beni hasta düşürür.
Nihayet bütün cesaretimi toplayarak:
"Bugün eğlendiniz inşallah?"
"Sizden uzakta evet... Fakat yüzünüzü görünce . . . Aman
Allah'ım!"
"Benden bu şiddetli nefretinizin sebebini anlayamıyorum.
Bu kadar fedakarlıklarıma karşılık ... "
"Susunuz, bencil adam ! Fedakarlık . . . Oh, oh ne güzel
tabir! Ben bir kapatmayım. Siz bir ihtiyar çapkınsınız. Ben
geçim icabıyla bu zillete düştüm. Siz gönlünüzün meyille­
rine tabi oluyorsunuz. Fedakarlık pohpohunu bu vaziyetİn
neresine sığdıracaksınız? Bu dengesiz münasebete ikimiz de
birer sebeple düştük. Artık aramızda yerinmeye, övünmeye
yer yoktur. Bu hale ne vakte kadar dişimi sıkacağımı bilemi­
yorum. Ama zannederim ki, yakındır."
"Müphem söylemeyiniz. Yakın olan nedir?"
"Hiç müphem değil ama beni daha açık, daha acı söylet­
mek için böyle diyorsanız... Ne olacak? Birbirimizin elini sı­
kıp muhtelif istikametlere yürümek... İ şte yakın olan budur."
"Bugün eğlenip eğlenmediğinizi sormak büyük bir kaba­
hat midir?"
44 Esmayı üstüne sıçratmak: Durduk yerde saldırıları üzerine çekmek.

197
"Bu masum sualden bu kadar kötü manaları nasıl çıkarı­
yorsunuz?"
"Basbayağı. .. Ben hiçbir şey uydurmuyorum. Tabiatı, ta­
biatınızı tefsir ediyorum. Bana nasıl eğlendiğimi sorarken
gözlerinizde pırıl pınl yanan diğer soruları okuyorum. Ne­
relere gittim? Kimlerle görüştüm? Gizli salonlarda gençlerle
dans ettim mi? Hangi delikanlıların kucaklarına serpilip yat­
tım. Ağzıma yudum yudum içki akıttılar mı? Kimlere sakilik
ettim? Mezeyi ne tarafıından verdim? Eterlendim mi? Koka­
inlendim mi? Hasılı zamane eğlencelerinin hangi tabakala­
rında uçtum?"
Bunları soracak değil misiniz? Merak etmeyiniz! Cemib-ı
Hak, şimdiki kadınların vücutlarını birkaç eğlencede aşınıp
eriyecek kadar mukavemetsiz yaratmamış. Ben ne kadar
boyrat kolların aralarına girip çıksam yine vücudumda sizin
okşayışlarınıza katlanacak bir şey kalır. Size vücudumun ver­
gisini ödedikten sonra bırakınız, ben de keyfimi yerine geti­
reyim. Tabiat böyle istiyor. Ben aldanmaktan, aldatmaktan
hoşlanmam. İ şte açık pazarlık, kuzum! İ şinize gelirse . . .
B u cevaplar ben yaşta bir aşığın başını döndürecek kadar
sert... i nsafsız . . . Fakat mademki Semiha'yı terk ederneyecek
bir şiddetle seviyorum, onu bu tempoda daha ziyade söylet­
meye ne lüzum var?
Söylenenlerin hepsini hemen yalayıp yutarak türlü dal­
kavukluklarla lakırdının mecrasını değiştirmeye uğraşırım.
Fakat o bir kere coştu mu, öfkesinin sevkiyle rüzgarın önüne
düşmüş bir kotra45 gibi köpükler içinde bir müddet pupasına
gider. İ htiyarlar verem olmaz derler ama bu kız beni verem
edecek.
O esnada kaynanarn elinde bir tepsi şerhetle içeri girdi.
Misafirden başladı. Bardakları hepimize dağıttıktan sonra,
çatlak sesini billurlaştırmaya uğraşarak:

45 Genellikle tek direkli. ince gövdeli hafif spor yelkenlisi.

1 98
" i çiniz, afiyetler olsun! Yürekleriniz yanmıştır. Kapının
arkasından dinlerken beni bile hararet bastı. O ne macera­
dır! Alimallah hafakanlara tutuldum. Beyefendi, affedersi­
niz, Semiha dediğiniz yelloza çok yüz vermişsiniz de böyle
olmuş. Huzurunuzdan dışarı, kusuveriniz kaltağın başına. . .
Efendime kadın m ı yok? Şimdi cins piyasasında erkek kıtlı­
ğı var. Erkeksiziikten dişiler birbirlerini seviyorlar. Bir mu­
harebe daha olursa kadını kadına nikah edecekler. Bu illet
şimdiki moda değil, bizde eskidir. Daha ben mektepte iken
kızlar sevişirlerdi. Kıvırcık saçlı, erkek gibi gür kaşlı bir Ga­
nime vardı. Bana bir gün: Haydi beraber helaya kapanalım
da sevişelim, dedi. Ben bu zifaf odasına girmeyi tabii bütün
nefretirole reddettim. Dişi, erkek içindir. Rabbim böyle yazı
yazmasın. Başka türlüsünü bilmem. Maymunlarda, kedilerde
oğlancılık varmış ama hiçbir hayvanın seviciliğini duyma­
dım. Bu insanın dişisine mahsus bir hastalık. Erkeklere bu
büyük sadakatimi e beraber kocamdan çok hakaret gördüm."
"A kuzum, eski erkekler kanlarını her yüke tahammüllü
bir kısrak gibi hor kullanırlardı. Şimdiki sivileelerde ay aman
yanlış söyledim, 'sivilizeler' diyecektim. Evet sivilize kadın­
lar fırsat düşürebildikçe zamane beylerinden öç alıyorlar. Bü­
yük analarının ahiarını çıkarıyorlar."
Kaynanarn erdemini anlatırken hırsızlığını söyleyen mert
çingene gibi olumsuz bir tavırla mektepteki marifetlerini de
ağzından kaçırıyordu.
Bu övünmeye, o üzüntü ve ümitsizlik arasında Şadi Bey
bile sırıttı.
Bardakları topladıktan sonra, kocakarı meraklı bir din­
leyici dikkatiyle bir tarafa oturdu. Hepimiz yüzüne baktık.
Cadı anlayarak:
"Ne bakıyorsunuz öyle? Şimdi kadın erkek eşit değil mi?
Burada bana da bir dinleyici sandalyesi vermez misiniz? İ cap
ederse ben de fikriınİ söylerim."

1 99
Ben dayanamadım. Fakat kadını kudurtarak deşmemek
için sözlerin şiddetini yarı yarıya yutup dedim ki:
"Henüz medeniyet kadınlardan mahkeme teşkil edilecek
kadar ilerlemedi."
Kaynanam:
"A Sözün yanlış damatçığım! İ ngiltere'de mi bilmem
...

nerede, kadın hakimler tayin olunduğunu gazeteler yazdılar.


Bugün olmasa bile bu iş mutlak yarın olacaktır. Çünkü hak­
çasını isterseniz kadın davalarına kadın hakimler bakmalıdır­
lar. Eğer davanın bir tarafı kadın öbür tarafı erkekse o zaman
mahkeme heyeti de kadın erkek karışık toplanmalıdır."
Şimdi bakınız, Semiha hakkında benim fikriınİ sorarsanız
kendi cinsimdendir diye hiç ondan tarafa çıkmam. Hükmü­
mü tamamıyla kahpenin aleyhinde veririm.
Kaynanama söze son vermesi için işaret ettim.

200
25

Şerhetten ırmaklar aksa Şadi Bey' in hararetini söndü­


remezdi. O yine büsran içinde melül bakışlarla kesik kesik
başladı:
"Ben onun hakaret dolu sert sözlerini daima yumuşak bir
halde karşılayarak uygun bir konuşma zemini bulmaya uğ­
raşırım. Artık o tahkirden bıkar fakat ben zillete düşmekten
usanmam."
"Sen hemen eyle tekellüm, razıyım düşname ben"46 diyen
şairle onun feryadına ortak olarak karşısında yaltaklanmakta
iken oda kapısı açılır. Hizmetçi elinde bir zarfla içeri girerek:
"Postacı şimdi getirdi."
"Mektup kimden? Ona mı? Bana mı? Altımda çivi varmış
gibi ben birkaç defa yerimden kalkar, otururum. Fakat o hiç
istifıni bozmaz. Hizmetçi zarfı ona uzatır. Ben meraktan çat­
larım, fakat mektubu bana veriniz diyemem."
O üzerini okuduktan sonra zarfı telaşsızca açar, yazılanlar
hakkında yüzünde hiçbir üzgünlük belirtisi sezdirmeksizin
satırları ağır ağır süzer.
Mektubun anasından, dedesinden, halasından, teyzesin­
den gelmediğine kat' iyyen eminim. Bu çoğu defa sevgilileri­
nin gelen bir davetnamedir. Hazırlık için hizmetçilere emir­
ler verir. Bazen kurşun kalemi ile çarçabuk bir cevap yazar
gönderir. Benim huzurnın onun hiçbir hareketine asla engel

46 Sen sadece konuş, ben sövüp saymana razıyı m, manasında.

201
değildir. Diğer amanlarıının arasında ben her masrafını var
kuvvetiyle yüklenen bostan korkuluğu bir aşığım.
Kımıldayamam. Söyleyemem. Bu dayanıklı, bu sessiz
görünüşüm bile onu sıkar. Karşısından beni defetmek için:
"Sizin hiç işiniz yok mudur, beyefendi?"
Hiç nazikçe olmayan bu ihtardan sonra orada daha fazla
kalmak tehlikelidir. Çünkü aşağılamalannı son nurnaraya ka­
dar en kabalarıyla doğruca kovulursunuz ...
"Ha, ihtarınıza teşekkür ederim. Köprü üzerinde bir ema­
netçi ile görüşeceğim. Hiç kalmaya gelmez, türünden bir laf­
la hemen oradan sıvışırım. Ama yüreğim yanar, başım döner.
Bir daha bu terbiyesiz mahlukun yanına dönmernek için zih­
nimden bin proje hazırlarım. Fakat ne mümkün? Bir iki saat
şurada burada dolaşırım. Apartınana dönmek için dakikaları
iple çekerim. Bir yerde dinlenmek mümkün olmaz. Benim
kaderim bu: Onun azarlarını, tahkirlerini işitmek ... Belki da­
yağını yiyinceye kadar bu zillette devam edeceğim. Dövül­
dükten sonra ihtimal ki ona düşkünlüğüm daha da artacak."
Kaynanarn bir dişi şeyh gibi yerinde cezbelenerek:
"Büyü ... Büyü ... Valiahi beyefendiye büyü yapıyorlar. İ ç
çamaşırlarını bana göndersinler, büyüyü bozdurtayım. Gö­
rürsünüz. O nankör kıza bu düşkünlüğü kalır mı?"
Kocakarıya sus işareti vererek susturduk. Bir geçmişi ka­
ralı kişi ile Şadi Bey:
"Büyükhanım, bu bir büyü ama hiçbir üfıirükçünün bü­
yüsü değil, tabiatın büyüsü. . . Bozulmaz. Semiha'nın aşıkı,
Kerem'in ağzından çıkan lafa benzer."
Birkaç yanık ah taşırdıktan sonra devam etti:
"İ çim içime sığmaz. Sancısına deva arayan bir hasta gibi
üzüntülü, ümitsiz ve hüzünlü dolaşırım. Biliyorum ki, apart­
manda yok. Lakin onun teneffüsünden kalma havayı yutmak

202
için yine oraya dönerim. Bana azap kapısı olan müşterek ha­
nemizde onun kokusunu almakta garip bir teselli duyarım.
Sevgitim artık benim için vehmedilen bir vücut, hiç olmazsa
onun rüzgarlarıyla geçinmeyi bir kar sayarım. Yine can da­
yanmaz bir intizaı-47 ateşi içinde onun dönüşünü beklerim."
O şimdi kim bilir kimlerin kucağında? Malımla, canımla
doğrusu metresime yüksek bir kokot hayatı yaşatıyorum. Onu
şimdi gizli bir dansingde çıplak omuzlarının bütün güzelliği
ile görürüm. Büfenin tenha bir köşesinde sevgilisinin ağzına
bir kadeh köpüklü şampanya akıltıktan sonra mezesine yana­
ğından şeftali verdiğini seyrederim. Cinlerin gözümün önüne
gelinlikleri bu müthiş sinema şeridinin azabıyla eririm.
Olup bitenler sanki benim tahammülümle oynuyor. Niha­
yet sabrımı patlatmak ister gibi bir inatla, her gün cilvelerini
arttırıyordu. Bir gün -tabirimi affediniz- dünyanın bütün ko­
medyalarına kıç altıracak bir tuhaflığa uğradım. B ir gün, hiç
aklımdan çıkmaz, bir pazar günü, onu evde bulacağıını pek
ümit etmediğim bir saatte apartınana gittim. Hizmetçiler, ha­
nımın odasında olduğunu söylediler. Oh, ne ala, yanına çıkar,
azarlarına, tahkirlerine biraz çanak tutarım dedim. Yürürken
hizmetçi kadın arkarndan seslendi:
"Beyefendi, beyefendi, yanında misafirleri var."
"Misafırleri mi?"
"Evet."
"Erkek mi? Kadın mı?"
"Ceylanlar gibi iki delikanlı ... "
Of, ceylanlar gibi ... H izmetçi kadına bu benzetmeyi kul­
landıran sebep nedir? Bundan ben bir kinaye sezer gibi ol­
dum. Bu iki genç alıunun yanında ben çatal çutal boynuzlu
ihtiyar bir geyik gibi kalıyordum.

47 Bekleme, bekleyiş.

203
Naklediyoruz; "boynuzlu" tabiri üzerine üçümüz de adeta
bu hale aşinaymışçasına, teselli eder bir tarzda tebessümle
birbirimize bakıştık. Şadi Bey de boynuzlarını itiraf ettikten
sonra bizim için alnımızın üzerindeki ağırlıklardan artık sı­
kılmaya gerek var mıydı? Kimden utanacaktık? Güzel kadın­
lardan hediye bu boynuzların gölgesini başlarında h isseden
erkeklerin hepsi Şadi Bey kadar insaflı olabilselerdi, o çirkin
tabir aramızda kederli olurdu.
Kaynanarn benim sükut emreden kaşlarımın çatıklığına
hiç ehemmiyet vermeyerek yine söze atıldı:
"Den bu boynuzlu tabirinden hiçbir şey anlamam. Bu
benzetiş neden kinayedir acaba?"
Deccalın boynuzları varmış. Neden tabiatın bu hakaretine
uğramış? Karısı üzerine hıyanet mi etmiş? Dişisinin günahın­
dan dolayı mı geyik boynuzlanmış? Aman Yarabbi, hayvana
bu ne iftira! Ö küz, boynuzluyum diye hiç kederlenmez; çün­
kü o bütün ineklerio kocasıdır. Doğrusu ya, öküze de boynuz
yaraşır. İ şte bazı erkekler de böyledir.
Kaynanamın bu kirli felsefesi, Şadi Bey'in gamlı suratı­
nı tuhaf bir tebessümle buruşturdu. Kocakarı bu ahlaksızca
ilhamlarının coşkunluklarıyla, boynuzun her erkek için o ka­
dar kederlenecek bir şey olmadığını anlatarak besbelli keder­
li misafiri teseliiye uğraşıyor; bu çatal çutalların kadına düş­
künlüğün alınlarda nema bulan bir süsü, belki de bir mükafatı
olduğunu bildiriyordu.
Bu türlü teselli misafıre boynuzdan daha ağır gelmiş ol­
malı ki, kocakarının ağzını kapatmak için söze kendi atıla­
rak:
"Oda kapısına kulak verdim. İ çeride öfkeli sesler duydum.
Hiç nazikçe olmayan bu konuşmadan yüreğime bir ürküntü
geldi. Nedir bu çekişme? İ ki erkek aralarında bir kadını mı
paylaşamıyorlar?"

204
B ir yumrukta kapıyı açarak selamsız sabahsız içeriye gi­
rivereyim mi? Yoksa izin isteyerek tık tık ile, medeniyelin
icaplarına mı uyayım?
Bulantılı bir mülahazadan sonra nihayet medeniliği bar­
barlığa tercih ettim. Titrek parmağımın üç vuruşuyla girmek
için izin istedim.
içerde seslerin öfkesi bir ınınltıya döndü. Şöyle bir fısıhı­
nın mühim heyecanlarını seçer gibi oldum:
"Kim?"
"0 . . . "

"Ha ... Boynuzlu . . . "


Bu ınınltılar arasında:
"Giriniz, cevabını aldım."
Kapıyı ittim. İ lk adımımda Semiha'yı yakışıklı iki deli­
kanlının ortasında gördüm. Bu gençler kim? Bu merakım çok
sürmedi. Metresim üçümüzü birbirimize takdim etti:
"Yeni arnamın Şadi Bey, eski amanlarım4H Fehmi, Ferruh
Beyler... "
Benden öncekiler en meşhur komedya artistierini güldü­
recek birer tevazu reveransıyla49 boyun keserek derin derin
eğildiler. Ben de hipnotize olmuş gibi onların cezbelerine
tutularak aynı karşılıkta bulundum. Aşkı i le bu üç erkeği ak­
rabalaştıran kadın da tatlı tebessümü ve güzel vücudunun bü­
tün kısımlarıyla bize öncü oldu.
Görünüşte bu başlangıç hoş fakat maceranın ötesi çok
nahoş görünüyordu. Bu kancık için o iki köpek hırlaşırken
onlara bir de ben karıştı m, ihtiyar çomar. . .
Bu gençlere benden öncekiler diyorum. Yanlış tabir. . .
Çünkü üçümüz de bu sevdanın aynı kızağı üzerinde hala tur-
48 Aman, bu bağlamda. sığındığı kimse, sığınak manalarma gelse gerektir (h.n.).
49 Teşekkür ve saygı amaçlı eği lerek selam lama.

205
na katarı gibi gittiğimiz meydanda . . . Bu işte yeni, eski yok.
Bu adeta bu zamana ait genel bir muhabbet... Ü çümüz de
aynı sandaim küreklerine yapışmışız. Terleyip duruyoruz. İ ç­
lerinde yalnız ben samimi aşkımla, paramla boş yere akıntıya
kürek çekiyorum. Şirketimizin bizi uzaktan seyreden gizli
diğer üyeleri de olsa gerek. Rezalet... Rezalet...
Benim gibi mevsimsiz böyle bir aşk felaketine uğrayan
bir adam hemen silkinip bu helak edici balçıktan kurtulmak
metanetini gösteremezse, mahvolmaya mahkumdur. İ şte ben
bu gerçeği biliyor fakat kendimi kurtaramıyorum. Ak saçla­
mrıla iki genç rakibin arasındaki gülünç, feci mevkimi artık
düşününüz!
Bu üç malıluk benim üzerlerine gelişimden hiç sıkılır gö­
rünmediler. Belki de zuhuruma intizarda idiler.
Semiha ortada, iki sevdalısından da kucağını sakınmaz bir
şuhlukla bana hitaben:
"Beybaba tam vaktinde geldiniz."
Ben, Beybaba. . . Onların karşısında bana bu hi tapta bulu­
nuyor. Tam vaktinde gelmişim. Ne var acaba? Ben, Beybaba
tabirinin darbesi altında sendeleyerek beni ancak bu yakınlı­
ğa layık gören aşüfte kızıının yüzüne şaşkın, ağlamaklı bak­
makta iken, o devam etti :
"Bakınız bu çocuklara! İkisi de beni amansız birer ateşle se-
viyorlar. Birinde gözler san, ela; ötekinde üzüm gibi siyah ... Ben
hangisine daha ziyade layığım, söyleyiniz! Allah aşkına... "

Bana yöneltilen bu tuhaf sualin önünde acı bir düşünme­


ye tutuldum. B iri ela gözlü imiş, öteki siyah. Bu iki güzel
delikanlının arasında benim mevkim, ayırt edici sıfatım ne
oluyor? Aksakallı... Talihimin beni düşürdüğü utanç verici
garipliğe bakınız! Küçükhamının sevda terazisinde bu ela,
siyah delikanlı, çeşit düzen güzellikleriyle denk duruma ge­
liyorlar. Ortada benden başka daraya çıkarılacak kalmıyor.

206
Seçimine havale olunan bu insafsızca mesele önünde don­
dum kaldım. Hanım, bu iki aşığından hangisine daha ziyade
layıkmış? Oyumu hangisine vereyim?
Fikrim zihnim kösteklendi. Düşünüyorum. O anda aklıma
Karagöz'ün karısı geldi. Buna benzer bir meselede onun da
fikri sorulur. İ ki karı bir oğlanı paylaşamıyorlar. Karagöz'ün
karısı içi titreye titreye delikanlının yüzüne bakıp derin bir ah
çektikten sonra şu cevabı verir:
"Ne sana layık ne ötekine . . . Ah canım, keman kaşlar, ter
bıyıklar, hokka ağız, kiraz dudak, hıı del ik an l ı ancak bana
layık . . . "
Bu hayal felsefesi tamamıyla benim halime uygun. La­
kin oyumu kendime verirsem üçünün de alaylı hiddetlerini
üzerime çekmiş olacağım. Bana başka bir pay çıkmayacak.
Oh ... Yine fakat... Apartman benim, metres benim, görünüşte
bu yere sahip benim. Her masrafını çektiğim malımı kendi
oyumla bu iki cebi delikten birine nasıl terk edeyim? Mese­
lenin olumlu, olumsuz iki yönü de uygunsuz.
Zihnimin düğümünü bir türlü çözemeyerek dalgın, şaşkın
duruyordum.
Benim bu çatık, put gibi sükCıtum önünde Semiha sinirle­
nerek ufak tepinişlerle suatini tekrar etti:
"Söylesenize Beybaba, hangisine daha ziyade layıkım?"
Başım döndü. Gözlerim karardı. Ağzımdan çıkanı kulak­
larım işitmeyerek:
"Ev benim . . . Her masraf benim boynumda. Sözleşme ile
sen benim metresimsin, iki tarafın uzlaşmasıyla akdolunan
bu sözleşme yine ikimizin isteğiyle fesholunmadıkça sen
benden başka kimsenin olamazsın."
Etrafımda üç ağızdan, birden kaynayan bir kahkaba fıski­
yesi arasında kaldım.

207
Semiha:
"Beybaba, anlamadınız. Anlayamadınız. Bugüne kadar
bana sahip olduğunuz şekilde, ben daima sizinim."
Ben:
"O şekli tarif et bakalım, kızım!"
Semiha:
"A, bilmiyor musunuz?"
Ben:
"Hayır."
Semiha:
"Gönlümü, sevdamı bu delikanlılar idare edecekler... Ha­
nemin masrafını, keyfimin israflarını da siz ... İ şte görüyorsu­
nuz ki, bana onlar kadar siz de lazımsınız."
Fehmi :
"Biz de bu lüzumu tasdik ederiz."
Ferruh:
"Hay hay, tasdik ederim. Hem de beybabayı sevgiiimden
hiç de kıskanmayarak."
Fehmi:
"Kıskananın A llah belasını versin ! O, velinimetimdir. Hiç
akla öyle şey gelir mi? Sonra adamın gözleri kör olur."
Ne diyeyim, insaflı çocuklar. Kadirbilirliklerine doğrusu
hiç söz yok. Şahsırnın onlara olan şiddetli gerekliliğini onay­
lamayacak kadar ben de avanak bir adam değildim. Lakin
aralarında bana verdikleri yerin sevince değer, övgüye layık
bir makam olmadığını açıklamaya ihtiyaç duymuyourrn.
Aralarında beni hiç yadırgamadılar. Çünkü az vakit sonra
ben yalnız Semiha'nın harcamalar müdürü değil, aşıkları be-

201!
yefendilerin de her masraflarını cebinden ödeyen fahri vekil­
harçları50 olacaktım. Bana yürekten Beybaba deyişlerinde o
kadar derin bir kumazlık, dalavere seziyordum.
Bu genç aşıkların yürekleri ateşle şişkin olduğu kadar
para cüzdanlannı boş görüyordum. İ kisinin gözlerinden de
birbirine karşı sönmez bir kıskançlık kininin şimşekleri çakı­
yordu. Benim Semiha ile olan ilişkim hiç de gönül mertliğine
sığmaz bir havsala genişliğiyle onaylandıktan sonra Fehmi,
Ferruh'a dönerek:
"Beybaba, muhterem pederimizdir. Burası da onun evidir.
Onun sayesinde Semiha'yı böyle ipekler, elmaslar içinde ev­
velkinden daha parlak, daha cazip görüyoruz. Lakin Ferruh
denilen bu kara sülüğün aramızda ne mevkisi vardır? Kovsan
gitmez, hakaretten anlamaz. Ar, hicap, izzet-i nefsi bilmez.
Öyle bir tufeyli51 ki !"

Ferruh, pantalonunun arka cebini karıştırarak yerinden


fırladı. Gözler dönük, dudaklar titrek:
"Uğursuz, kendi kötülüklerini niçin benim namuslu şah­
sımda göstermeye uğraşıyorsun? Ben Semiha'nın gönlünde
yeri olmayan bir tufeyliysem, beni buradan ancak o kovabi­
lir."
"Semiha seni en ağır hakaretlerle kovdu. Fakat aldıran,
utanan, sıkılan kim?"
"Semiha'nın ağzı yok mu? O söylesin, kovsun. Bir daha
gelmernek üzere şimdi çıkar giderim. Haydi bekliyorum."
Semiha, aynı dramı çok defa oynamış bir artİst fevera­
nıyla:
"Ya ikiniz birden beni seversiniz yahut ikiniz birden gi­
dersiniz. Yalnız birinizi alıkoymam. Bunu çok tecrübe ettim,

50 Eskiden saray ve konaklarda, hastane, yatılı okul vb. kurumlarda alı�veri�e ve


harcamalara bakınakla görevli kimse.
51 Dnlkavuk, çnnuk ynlnyıcı, başkasının sırtından geçinen.

209
türlü ıstırap ve heyecaniara uğradım. Şimdi hepsini burada
sayıp dökmeye gerek var mı? Bir daha gelmem cakasıyla sa­
vuşan dayanamıyor. Birkaç zaman sonra yine geliyor. Fakat
bu defa gizlice devama başlıyor. Ben kocasından saklı eve
zampara alan bir kadın heyecanları içinde kalıyorum. Ya beni
aranızda paylaşmaya kattanırsınız yahut ikiniz birden bura­
dan def olursunuz, anladınız mı?"
Fehmi, iğrendiğini gösterir bir yüz buruşukluğu ile Fer­
ruh 'u işaret ederek:
"Benim bu namussuzla bir kadının gönlünde beraberce
yaşamak alçaklığına artık tahammül üm kalmadı."
Ferruh aynı tiksintiyle kaşlarını çatıp baş titreterek:
"Söyle, hangimiz daha namussuz?"
"Kasa soymaktan sekiz aya mahkum hırsız olan sen değil
misin?"
"Kız kardeşini bakkal Sadık' la basıp da heritin eve ettiği
zahire yardımından dolayı bu rezaletin devamına göz yuman
birader sen değil misin?"
Hiçbirinde bu isoatları ret cesareti görülmedi. Bu iki tür
namussuzluğu zihinlerinde tartar gibi ikisi de bir müddet sus­
tular.
Sonra Ferruh birdenbire bana dönerek yumuşak bir ba­
kışla:
"Beybaba, sizi tarafsız, vicdanlı bir biikim tanırım. Söyle­
yiniz, hangimiz daha namussuz?"
O saatte, orada görüştük. Beni nereden tanıyordu? Han­
gisi daha namussuz? Bunu kestirrnek için hakem tayin olu­
nuşumda doğrusu hiçbir şeref görmüyorum. İ kisi de aynı ku­
maştı. Bunların hangisine namuslu diyeyim? Kelimeye yazık
degil mi? Hem birini yükseltip ötekini alçaltınakla belayı
üzerime davet etmiş olacaktım. Semiha'nın ya ikisini birden

210
sevmekte ya ikisini birden kovmaktaki hakkını şimdi teslim
ettim.
Ah neden bilmem, bu cüretkar sual karşısında mahcubiyet
bana düştü. Ben sıkılarak önüme bakarken, Fehmi hiddetle
elini havaya kaldırdı. Parmaklarının arasında bir revolver
parladığını gördük. Ağzı köpürerek:
"Beybabaya niçin soruyorsun? B u sualin cevabı ancak
kurşun la verilir."
Femıh da derhal aynı türden bir silah çekerek:

"Öyle ise biz susalım. Silahlarımız konuşsunlar. . . "


Sağıma soluma baktım, iki namlunun arasındayım. Canın
canandan aziz olduğunu o anda aniayarak ayaklarımın bir
tomistan hareketiyle kendimi kapıdan dışarı attım.

211
26

Bu Şadi Bey koruedyasının kaçıncı perdesindeyiz, bilmi­


yorum. Delikanlıların bu hareketleri yapmacık mıdır? Ciddi
midir?
Şemi 'yc göre, beybabayı daha fazla boğuntuya getirmek
için yapmacıktır.
Artık neme lazım, ben bu oyunun başında aldığım ikiyüz
lirayı yere saçtım. Şemi topladı . Bu mesele ile şimdi o meş­
gul oluyor. Semiha'yı o iki engelden kurtarıp Şadi Bey ' in
kolları arasına teslim etmek . . . Bu gülün etrafını saran diken­
ler birden, ikiden ibaret olsa, ne ala. . . Fakat kızda o gençlik
güzelliği, beybabada o buruşuk surat, o taşkın sevda, arada
mühim bir servet oldukça bu komedya daha çok renge girer.
Şemi, hanede birkaç parça döküntü eşya bırakarak orta­
dan kayboldu. Canı cehenneme, lakin heritin bu kayboluşu­
nu diğer felaketler takip etti. Oğlum Rıdvan'la kızım Şükran
ikisi bir günde sırra kadem bastılar. O melunun kayboluşu
ile yavrularıının tirariarı arasında bir ilişki var mı? İ şte bu
şüphenin ateşten topuzu altında beynim eziliyor.
Ana baba yuvasından uçan bu kuşlar evimizin ahlaksız­
lığından mı kaçtılar? Yoksa daha koyu bir fuhuş bataklığına
dalmak için mi gittiler?
İ kinci ihtimal daha kuvvetli çünkü ellerinden tutarak kay­
boldukları bu yolun başına çocuklarımı ben çıkardım. Onlara
dedim ki:

212
"Bu dünyada iki yol vardır. Hayır ve şer. Biri cennete
öteki cehenneme gider. Bu eski, saf adamların inandıkları
tariftir. Şimdiki insanlar cenneti, cehennemİ ahiretten dünya­
ya naklettiler. Akşamları ceplerimize kaç kuruş giriyor? İ şte
dünya, ahiret, cennet, cehennem hepsi bunun içindedir. Ava­
nak buldun mu kandır! Elinin altına düşerse çal ! Çıkarın olan
kimselere karşı gayet nazik, şefkatli ol! Fayda gelmeyecek­
lere vur tekmeyi ! Gençlik, güzellik, ırz, hep bunlar maharetle
işletilecek sermayelerdir."
Haydi yavrularım, Şemi Efendi üstadımızdan aldığımız
dersleri mektep alıştırmaları gibi genişletiniz! İ şleyiniz! Süs­
lcyiniz! Geçininiz!
İ şte son gücümle onlara ben bu yolu ahlakı gösterdim.
Benim yerimde bulunup da bu uğursuz çarkın cerahatli dişle­
rine eteğini kaptırmayacak kaç kişi tasavvur olunabilir? Ben
tabiatımı asla kokuşmaz, bozulmaz sanmıştım. Aldanmışım.
Her ahlaksızlığa göz yumduktan, her zillete alın açtıktan son­
ra talihten, zamandan şikayete, kime, ne demeye hakkımız
olabilir?
Şemi yok. Benden başka kendisini arayanlar çok. Fakat
herif hiçbir tarafta bulunmuyor. Beni tekrar hüsran ve zam­
ret içinde bırakarak ne cehenneme savuştu? İ rademle veya
iradem dışı onun karışık işlerine katılmaktan ne kazandım?
Netice yine eski sefalete çıktı.
Öğrendiğimiz sanatı ustasız, kendi kendimize başarabi­
lecek miyiz? Hayır Allah'ım, hayır... Cehennemine kütük
olacak günahkarlar lazımsa bunları benden daha melun kul­
larından seç . . .
Talihimizin pek yürek yakıcı bir alayına uğradık. Asıl ev­
latlarımızı kaybettik. Fakat şimdi kucağımızda yabancı bir
zürriyetten gelme bir bebek var. Abdullah Hikmet. Genç bir
kadının bağıra bağıra vücudundan def ederek damımızın altı­
na bırakıp gittiği bir piç. Hepimize "cee" diye gülüyor. Ken-

2ı3
dini zorla sevdirrneye uğraşıyor. Lakin her günkü masrafları
da kendiyle beraber büyüyor.
Bu piç, bize önceden elli papel gelir getirirdi. Şimdi ima­
rete52 bırakılan kedi yavrusu gibi evde bizim kırpıntılarımızla
geçınıyor.
Bir zamandır tuttuğumuz sanattan bet bereket beklenir
mi? Gittikçe üzerimize ağır bir sefaJet ile boğucu bir uğur­
suzluk çöküyor.
Bir gün küçük Hikmet odanın bir köşesinde açlıktan hıç­
kıra hıçkıra ağlarken kaynananı di bögründe, burnu havada
bir isyan vaziyetiyle dedi ki:
"Damat, şöyle yapma ayıptır, böyle yapma günahtır di­
yorlar. İ nsanı dünyada refaha, ahirette cennete götürecek sa­
nat kaldı mı? Bu alemin hem altını hem üstünü düşünerek
hiçbir iş yapılmaz. Eğer işimizi ahirete uyduracaksak çabuk
ölelim. Çünkü insan evliya bile olsa bu zamanda yaşadıkça
sevaptan ziyade günaha giriyor. Yahut sana doğrusunu söyle­
yeyim, ahirette cayır cayır yanınayı göze aldırarak bu dünya­
nın adamakıllı zevkini çıkarmalı."
"Ah cehennemlik kadın! Şeytan yine bu sabah kulağına
nasıl bir hutbe okudu?"
"Şeytan benim kulağıma hiçbir şey okumadı. Bak, şurada
yatan masum açlıktan kıvrana kıvrana ağlıyor. Şimdi bunu
haykırta haykırta öldürmek mi, yoksa bir günah işleyerek
kurtarmak mı daha hayırlı sayılır? Her şeyde bir hikmet var­
mış. Benim bu h ikmetleri arayacak kadar ne ilmim var ne
sabrım... Bu, şimdi masum bir çocuk, çünkü eli, gücü bir
şeye yetmiyor. Güçlenip kuvvetlendiği vakit o da bir melun
olacak. Ağlamayacak, ağlatacak. İ şte hikmeti mikmeti hepsi
bu... "

52 imareı: Medrese ıalebelerine, cami görevlilerine, fakiriere ve gelip giden yolcu


ve misafırlere yemek verrnek üzere kurulmuş aş evi.

214
"Mukaddimeyi bitir, ne demek istiyorsun?"
"Sana pezevenk dediler diye birkaç kendini bilmezin bu
sözlerine bakıp da dünyaya küsmek olur mu?"
"Ben dünyaya küsmedim. Dünya bana küstü. Bana diye­
ceklerini dediler. Bundan sonra ne kadar hacılığa hocalığa
vursam kimse sözünü geri almaz."
"Adam sen de . . . Benim kamım tok olsun da arkamdan,
önümden ne derlerse desinler. i şini bilene dünya hiçbir za­
manda küsmez."
"Yine senin kocakarı kafanda bir kazan kaynıyor. Dökül
bakalım derdin nedir, anlayalım!"
"Dert yalnız benim değil. Aramızda ortak."
"Nedir?"
"Bu çocuk ... "
"Ben bu çocuğa ne yapabilirim? Ben aç kalırsam tabii o
da kalacak. İ ki yaşına geliyor. Bundan sonra bir zembile ko­
yup da cami kapısına asarnam ya !"
"Ah, lakırdıya bakınız. Bize gelir getirecek böyle bir me­
lek hiç cami kapısına asılır mı?"
"Evvelden piçti. Şimdi melek mi oldu? Bunun önünden
arkasından iki deliği var. Malum dışkılarından başka artık bu
bize ne gelir getirebilir?"
"Yavrucak dünyaya zina çocuğu olarak geldi. Ama bugü­
ne bugün İ zzet Dinari Efendi 'nin torunu değil mi?"
"Öyle ama bu aramızda bir sır."
"Çocuğun nafakasını kestiler. Biz bu sırrı sonuna kadar
korumaya mecbur muyuz?"
"Hoş söylüyorsun kaynanarn ama bu bir zor davadır."
"A ... Hiç zor değil. Ayıp da değil . Bunun içinde ne peze-

215
venklik var ne de deyyusluk. Bu gayet sevaplı bir iş. Bu ka­
dar zengin bir dedesi varken bu asilzade yavrusunu açlıktan
öldürrnek reva mıdır?"
Kocakan pek de haksız söylemiyordu. Derin bir düşün-
ceyle kaşlartın çatıldı. Bir müddet sustuktan sonra sordum:
"Peki ne yapalım?"
"Hah, şöyle yola gel ! Şimdi beraber düşünelim."
"Şu kadar müddetten beridir torununun bizde bulunduğu­
na ve sonra da nafakası kesilmiş olduğuna dair bir mektup
yazıp Dinari Efendiye gönderelim ... "
Kaynanarn bir türlü zayıftamak bilmeyen şişman karnını
titretip kollarıyla çırpınarak:
"Olmaz! Öyle şey olmaz! Şemi gibi işinin celladı bir he­
rifle bu kadar zaman beraber bulundun da hala zihnin açı l­
madı. Şimdi böyle bir mektup gönderirsen iftiracı diye bizi
evcek mahkeme huzuruna çıkarırlar."
"Ee, ne yapalım?"
"Çocuğu kucağımıza alırız. Dinari İ zzet Efendi 'nin kona­
ğına dayanırız. Mühim ve gizli bir meseleden dolayı Efendi
Hazretlerini görrnek istediğimizi söyleriz."
"Bu müracaat ha yazılı olmuş ha sözlü ... Netice, efendiye
bir torun takdim etmek değil mi? Bunun ikisi bir yola çıkmı­
yor mu?"
"Hayır. Yazı ile başka, ağızia başka."
"Bu başkalık nerede? Anlat bakayım!"
"Yazı ile olursa Dinari Efendi 'nin eline bir senet vermiş
oluruz. Lakırdı ile olursa sıkıştığımız zaman sözlerimizin
birtakımını inkar edebiliriz."
"Evet, avukatlığa kabiliyetİn fazla . . . "

216
"Dahası var. Dur, dinle! Ben Efendi ' nin huzurunda coşa­
rım. İ çim yana yana gözyaşlarımla anlatırım. Hem torununun
yüzünü görünce kanı kaynar. Dinari Efendi ilk müracaatta
torununu tanıyamasa bile mutlak konaktan bizi para vererek
savar."
"Ah kaynana, ah ... Ben seni niçin Avrupa'ya, Amerika'ya
sinema artİstliğine göndermedim."
"Şimdi latifeyi bırak! Her kaç kuruş olursa olsun, Dinari
İ zzet halimize acıyıp da bir kere bize para verdi mi, bu bir
itiraf demektir. Sonra dalına bineriz. Bu işin içinde yalancılı­
ğımız, dolandırıcılığımız var ını?"
"Peki, bizim nasıl yüzümüz nasıl tutup da zavallı Dinari
Efendi'ye, 'Senin genç karın, üvey oğlu Salim İ zzet'ten yük­
Iediği çocuğu geldi bizim evde doğurdu,' diyebileceğiz?"
"Allah Allah, o aşüfte kadınla çapkın oğlanın bu işi gör­
meye yüzleri tutuyor da bu hakikati söylemeye biz mi utana­
cağız?"
Beni yine, fakat bu sefer biraz korkunç bir düşünce aldı.
Bu nazik işi yüzüroüze gözümüze bulaştırırsak muhabbet tel­
lallığından sonra şantajcılığa başladığımız anlaşılarak ağır bir
mahkumiyetle nasibimizin son darbesini yemiş alacaktık.

217
27

Sevda mecnunları işledikleri günahın cezasını her şeyden


habersiz olarak dünyaya gelen masumlara çektiriyorlar. Çün­
kü yavruların dilleri yok, ispatları yok. Bu yoldaki sırlarını
denizlere, kuyulara, çukurlara diri diri göınerı �.:anilerin çoğu
cezasız kalıyor. İ nsanlığın bu yolda verdiği kayıpların topla­
mı, muharebelerde ölenlerden fazladır. Çünkü harpler uzun,
kısa aralıklarla vakit vakit olur. Bu cinayet her gün türlü çe­
şitte artsız, arasız işleniyor.
Evet, kaynanamın dediği doğru ... Abdullah Hikmet'in
öyle zengin soyu sopu varken masumu niçin fakirhanemizde
açlıktan öldürelim? Eğer dedikleri gibi Cenab-ı Hak doğru­
ların yardımcısı ise elbette bize yardım eder. İ ş ispata kalınca
Vortik var, Eleni var, kaynanarn var. Ermeni doktor var, ebe
kadın var. Hep bunlar o günahkar ana ile babayı yakından
gözleriyle gördüler. Kanunen büsbütün ispatsız, silahsız de­
ğiliz.
Bir sabah kaynanarn Abdullah Hikmet'e en cici bonesini,
önlüğünü, patikierini giydirdi. Çocuğu yüklendik sokağa çık­
tık. Hem gidiyoruz hem de Halise Hanımannemin hiç grev
bilmeyen çenesi şöyle işliyordu:
"Damat, bak şu yavrunun yüzüne, su uçları düşük kaş­
larına, badem gibi çekik gözlerine, sivri bumuna dikkat et!
Simaca azıcık tilkiyi, sansarı andırır bir çocuk. Bilmem, Al­
lah ' ın hikmeti, ben öyle görüyorum. Elbette bunun büyük
küçük babalarına, analarına benzer yerleri de vardır. Dinari
Efendi için hak hukuk tanır, pek Müslüman bir adam diyor-

218
lar. Torununu görür görmez, silsilesinin alametlerini onun
küçük suratında seçerek, işte yine söylüyorum hemen kanı
kaynayacaktır. Görürsün, görürsün, bize yapacak çok iş kal­
mayacaktır."
Sonra kaynanarn suratları tilkiye, sansara benzeyenlerin
ahlakları hakkında birtakım tandımame53 hükümleri çıkara­
rak sözü ucu bucağı gelmez vadilere sevk ede ede coşarken,
ben bunları yarım kulakla dinleyerek yürüyordum.
Dinari Efendi, Süleymaniye'deki konağında imiş. Salık
aldığımız üzere sokağı, kapının numarasını arayıp bulduk.
İ ki koca kanatlı, iri halkalı bir eski zaman kapısı...

Konak nasılsa bu ana kadar enkazcıların yıkımından kur­


tulmuş, otuz beş belki de kırk odalı bir eski bir berhane ... 54
Çok defa kaplama, saçak, çerçeve tamirleri görmüş ve şeklen
yeniliklere uğramış ise de yine manzarasında sarığı yeni çı­
karmış ve kostüm üzerine !ata giymiş bir eski zaman efendisi
hali var.
Halkayı oynattık, içeriye duyurmak mümkün değil. Şim­
diki velveleli medeniyetin türlü şamatasıyla sağırlaşan kulak­
lara böyle eski zaman tıkırtılarını işittirmek mümkün mü?
Kaynanarn kanadın kenarını işaret ederek:
" İ şte bak, zil düğmesi de var." dedi.
Hakikaten orada fılin koca suratındaki mını mını göze
benzeyen bir şey gördüm. Parmağımı bastım, içeride hafif
bir zırıltı dolaşır gibi oldu. Çok sürmedi, kanat büyük bir yel­
paze açılışıyla geriye gitti.
Karşımıza kır sakal lı bir uşak çıktı. Kırçıl fakat hala gür
kalan kaş, kirpikleri ve tepeden tımağa kıyafetiyle bu adam
bir konak hizmetkarı olmaktan ziyade eski devirlerin odacı-

53 Tandır etrafında oturulurken anlatılan masallar kabilinden, aslı raslı olmayan


saçma sapan sözler ve böyle sözlerin yazı lı olduğu farzedilen kitap.
54 Büyük bina.

219
!arına benziyordu. B izi görünce durdu. Yüzünde, kendisince
hiç alışık olmadığı suratlarımızı yadırgamaktan doğan bir
yüz ekşitmesi dolaşarak sordu:
"Kimi istiyorsunuz?"
"Dinari İ zzet Efendi Hazretlerini görmek istiyoruz."
Uşak ihtiramla tekrar etti:
"Efendi Hazretlerini?"
"Evet."
"Buyurunuz," dedi.
Girdik. Uşağın tavırlarında her kim olursa olsun gelenle­
rin yüzlerine kapı kapanmaz olduğunu anlatır geçmiş zaman­
lara ait bir konukseverlik terbiyesi akıyordu.
Biz şimdi bu eski zamanlar işi battal kapıdan içeriye her
adımımızı attıkça kendimizi bir asır evvelki vakitlere dön­
müş bir rüyanın başında sanıyorduk.
Mermer döşeli, geniş, loş bir ev altı. .. Hasırlı, keçeli köşe­
leri enli, parmaklıkları kocaman büyük bir çifte merdiven . . .
Ağa önümüze düştü. Arkasından yürüyorduk. Sofaların, oda­
ların genişliği, bakiava çıtalı tavanlar, buraya yakın bulunan
Şeyhülislam Kapısı 'nın bir şubesi halini veriyordu.
Konağın loşluğu içinden yüzüne çarpan serin hava Ab­
dullah Hikmet'e bir ürküntü getirmiş olmalı ki, kaynanamın
kucağında boğuk boğuk bir ağlama tutturdu.
Kocakarı, çocuğun kulağına eğilerek:
"Sus, burası büyükbabanın konağı... Niye yadırgıyor­
sun?"
Hikmet, bu büyük müjdeye rağmen gözlerini etrafında
dolaştıra dolaştıra şikayetinde devam ederken kaynanarn bil­
mem hangi cebinden çıkardığı bir çikolata parçasını ağzına
soktu. Ses kesildi.

220
Bu koskoca viran evin genişliğine bakınca, tenhalığı, ses­
sizliği kendisine eski masallardaki cinli konaklan andırır es­
rarlı bir manzara veriyordu.
Ağa, bizi sokak üzerinde bir odaya soktu. Etrafımıza ba­
kınıyoruz. Döşeme, dayama hep bize bir asır evvelki bir mu­
hitte bulunduğumuz zannını veriyor.
İ htiyar hizmetkıir:

"Kimsiniz? Efendi Hazrederine ne diyeyim?"


Ben:
"Kim olduğumuzu biz kendilerine söyleyeceğiz. Mühim
maruzatımız var. Lütfen leşriflerini istirham ederiz."
Ağa, daha ziyade izah talebinde ısrar etmeyerek çekildi.
Bir parça daha çikolata koparmak için mızmızlanan çocuğu
pencere önüne götürdük. Haliç'e, Galata'ya doğru panorama
gibi geniş manzaranın önünde dedim ki:
"Bu köhne Bizans' ı her ne kadar modemleştirmeye uğ­
raşsalar yine onun halinde eski devirlerin tarihini söyleyen
bir kocakarılık var. Bak, bak! Şu Galata'nın dar, dolambaç,
inişli çıkışlı, esrar dolu sayılan sokaklarına bak! Hala oralar­
da Cenevizliler dolaşıyor zannetmiyor musun?"
Kaynanarn ileriyi daha iyi görmek için ağzını yayıp göz­
lerini buruşturarak:
"Kocakarı benzetmen pek hoşuma gitmedi. Tarih de bil­
mem ama etrafıma baktıkça civar sokaklarda yeniçeriler ka­
zan kaldırıyorlarmiş gibi içime bir ürküntü geliyor."
"Boğdukları vezirlerin boyunlarına ip takıp sokaklarda
sürüyen adamlar... "
Kaynanarn sıcaktan soğuğa çıkmış gibi ani bir titreme ge­
çirerek:
"Cellatların işkence aletleri bilmem hangi müzede duru­
yonnuş."

22 1
"Bilmiyorum."
Abdullah Hikmet, ağzında gevelediği çikolata bitince
yine bir ağlama tutturacağını anlatır asık bir suratla söyledik­
lerimizi güya anl ıyormuş gibi bizi dinliyordu.
Kaynanarn odanın duvarlarına göz gezdirerek:
"Her tarafta ayetler, Lıi ilahe iliallah levhaları ... Böyle bir
tekkede nasıl olmuş da Dinari Efendi 'nin oğlu, genç üvey
anasıyla bu günahı işlemişler?"
"93 Rus Muharebesi 'nde ben çocuktum. Kar, bora, tipi ile
ortalığın sarsıldığı kış mevsiminde Rumeli'den birbiri üze­
rine yığılı eşya gibi vagonlarla muhacirler taşınıyordu. Bu
tifolu, ishalli, aç sefılleri, kokar üstleri başları, bulaşık eşya­
larıyla camilere tıktılar. Her gün tabutlara ikişer, üçer yerleş­
tirilerek mezariıkiara taşınan bu felaketzedeleri hükümet ma­
betlerde çiftleşmekten men edemedi. Ara yerlerde bölmeler
de olmadığından çiftler hiç birbirlerinden sıkılmıyorlardı. O
zamanki vaizlerin heyecanlı anlatışiarına göre bu manzarala­
rın karşısında kubbeler ah çekerek inim inim inledi. Mihrap­
lar hicabından terledi. Minherler dehşetten titredi."
"Aman Yarabbi, çarpılmıyorlar da. . . "
"Çehar-yar-i güzin ' in55 altında bu işler oldu."
"Kıyamet kopsa kızgınlada başa çıkılmaz."
Biz pencere önünde böyle görüşürken oda kapısının hafif
bir gıcırtısına başlarımızı çevirdik. Başında ince dikişli beyaz
iç takkesi, sırtında üzeri şal kuşakla bağlı kısa hırka, daha
üstünde kolları giyilmemiş fındık renginde deriyle kapl ı ka­
kum56 boy kürkü, ayaklarında geniş aba terlikler, aksakallı,
55 "Hazret-i Peygamber'in (s.a.v) dört güzide yari" manasında, İslam'ın ilk dört
ha lifesi kastedi lmektedir. Her camide bu dört halifenin isimlerinin yazılı bulundu­
ğu )evhaların kubbede asılı durmasına atıfla da, bu cürümlerin bahse konu levhalar
altında işlendiği anlatılmaktadır (h.n.).
56 Avrupa ve Asya 'nın kuzey bölgelerinde yaşayan, sansar ve gelinciğe benzer,
uzunluğu otuz, kuyruğu on santim, kendi beyaz tüylü, kuyruğu siyah, kürkü çok
makbul etçil m em eli hayvan.

222
şişman, kısa boylu bir ihtiyar içeriye girdi . Şüphesiz konak
sahibi ... Fakat biz Dinari İ zzet Efendi 'nin ne şahsını ne ko­
nağını hiçbir suretle, bize tarif edilen görünüşte bulmadık.
Bize geniş sedirin üzerinde yer gösterdi. Kendisi de ön
kenan saçaklı örtülü, koltuk yastıklı minderin köşesine kar­
şımıza oturdu.
Abdullah Hikmet, beyaz takke ve sakalıyla, kakum kürkü
ile bir sinema peygamberine benzeyen bu zatın ansızın zu­
hurunda korkarak onu yaşlı gözleriyle süze süze bir ağlama
tutturdu. Kaynanarn çocuğu teskin edecek bir çikolata par­
çası bulabilmek için bütün ceplerini beyhude yere karıştırıp
duruyordu.
Dinari Efendi işi anladı. Hemen yerinden kalktı. Çiçek­
liğin önüne gitti. Bir billur kılsenin kapağını açarak içinden
bir kurabiye çıkardı. Çocuğa uzattı. İ htiyarın korkulacak bir
adam olmadığını anlayan Hikmet, küçük bir muayeneden
sonra kurabiyeyi ağzına götürdü. Torun, büyükbabasının ilk
ikramını tadıyordu.
Efendi tekrar yerine oturtuktan sonra gözlerinde izah is­
teyen bakışlar seçilmekle beraber, kırk yıldır bizi tanıyormuş
gibi halhatır sordu.
Eski adam... Tavrında, sözünde, bakışında son medeni­
yetİn terbiye namını verdiği sahteliklerden, riyakarlıklardan
eser yok. Bizim söylememizi bekleyerek, kim olduğumuzu
hala bizden sormuyor.
Onun bu kalenderliği, bu iyi kabulü önünde vaziyetimiz
gittikçe güçleşiyor. Ne diyeceğiz? Nasıl söyleyeceğiz? Bu
çok yaşlı adamın nurani çehresine karşı bu pis meseleyi kirli
bir hasır gibi ortaya nasıl sereceğiz?
Ev sahibi bir müddet yalnız gözleriyle izah isteyerek ağız
açmadı. Biz de söylemeye cesaret gösteremiyorduk. Birbiri­
mize bakışıp yutkunmakta iken, uşak, eski zaman işlerinden

223
bir porselen tepsi içinde kahve getirdi. Mineli, zarif fıncanlar,
altın zarflar57 iki sıra asker gibi karşı karşıya dizilmişti. Fin­
canları zarfların içine oturtarak kahvelerimizi aldık.
Kaynanarn boş kalan tek eliyle yan cebini karıştırarak bu­
ruşuk bir cigara çıkardı.
İ zzet Efendi 'nin gelenekierimize mahfaza olan antika ka­
fasında, bir kadının cigara içmesine şahit olmaktan kaynaklı
hiçbir isyan, nefret eseri belirmedi. Aksine, kendi iri gümüş
Labakasından düzgün bir cigara çıkardı. Uşakla kaynanama
göndererek konuksever bir sesle:
"Buyurunuz büyükhanım, kokulu İ skeçe tütünüdür,"
dedi.
Sonra bir cigara da bana ikram etti. Biz eski usfıl üze­
re pişmiş kakuleli nefıs kahveleri, ince sigara dumanları ile
karıştırarak yudum yudum içmekte iken kuralıiyesini henüz
bitirmiş olan Abdullah Hikmet ' in gözleri çiçeklikteki billur
kaseye dönmüştü.
Biz buraya kahve, cigara içmeye gelmedik. Biz bu i kram­
lara layık misafirler değildik. Kamçı, sopa ile karşılanacak
insaniardı k.
İ kram, iltifat hepsi bitti. Kaldıracağımız esrar yaprağı bu
muhterem aile için ne kadar müthiş olursa olsun, münasip bir
girişle ziyaretimizin sebebini izaha girişrnek lazımdı.
Benim uzun sükfıtumu gören kaynanarn bu vazifeyi yap­
maya hazırlandığını anlatır bir tavır ve kısa öksürüklerle
boğazını ayıklamaya başladı. Ben tehlikeyi hissettim. Onun,
Efendiyi rencide edecek çarnlar devirmesine meydan verme­
den lakırdıyı hemen ağzından kaptım. Cümleleri, koku gi­
derici sabunlarla temizleyerek, lavantalayarak söylemek icap
ediyordu. Sesimi, herkesin iyiliğini isteyen bir samimiyetle
tatlılaştırmaya uğraşarak ezile büzüle dedim ki:

57 İçine kahve fıncanı veya bardak oturlulan madeni kap.

224
"Efendi Hazretleri, zat-ı alinizi rahatsız etmekten çekine­
rek adeta titrer bir haldeyim."
O şimdi gözlerinde ilk hayretin ışıkları parlayarak:
"Beni rahatsız etmek ... Estağfirullah . . . N için rahatsız ola­
yım?"
B iraz düşünüp yutkunduktan sonra:
"Eğer para bakımından yardım istemeye geldinizse gü­
cüm ölçüsünde yardıma hazırım, sıkılmayınız, söyleyiniz!"
Bu insanlık, bu cömertlik önünde sıkıntıdan bana ter bas­
tı. Kucağımızda çocukla bu gelişimizi geçim darlığına bağ­
lamakta efendi pek haksız değildi. Kendisine ara sıra bu tür
müracaatların yapılmış olması muhtemeldi. Şimdi dilencilik
yalnız sokaklarda olmuyor. Bir sanat sırasına girerek bunun
da bin bir çeşidi çıktı.
Ellerimi ovuşturarak:
"Hayır efendimiz, hayır! Lütfunuza teşekkürler ederiz.
Zat-ı alinizden bir para yardımı istemeye gelmedik."
Ben şimdi sözün müthiş devamını zihnimden hazırlamak
için durdum. O da beni daha dikkatli dinlemeye başladı.
Tutmayan yüzümü kızıştırmaya uğraşarak:
"Efendi Hazretleri, size mühim bir sırr vereceğim. Müsa­
ade buyurunuz."
"Bana mühim bir sır?''
"Evet, zat-ı alinize . . . "
"Ne gibi sır efendim?"
"Büyük bir aile sırrı."
"Hangi aile ile alakalı?"
"Aile-i aliniz. . . "
Bu söz karşısında Efendi 'nin iltifatlı siması karışarak:

225
"H ah, işte bu tuhaf1 "
"Tuhaf değil feci, Efendi Hazretleri ! Böyle bir sırrın ifşa­
sı mecburiyetinde kaldığımdan dolayı ne kadar üzüntülü ve
mutsuzum, bilseniz! "
"Meselenin şakaya ve hiçbir türlü uydurmaya tahammülü
yoktur. Meram latife ise sizi ciddiyete davet ederim."
"Efendimiz gibi muhterem bir zatla ilk tanıştığımda lati­
feye kalkışacak kadar terbiye düşkünü, hafifmeşrep bir kim­
se değilim."
"Bu sözleriniz latifeden başka neye yorulabilir?"
"Efendim, lütfediniz! Bu sırrın bu ana değin zat-ı alinizce
meçhul kalan tafsilatını sırasıyla birer birer arzedeceğim."
"Ailemin tafsile muhtaç, esrarengiz hiçbir köşesi yoktur.
Avuç içi gibi her şeyimiz açık ve temizdir."
"Bundan bendenizin de hiç şüphesi yok. Lakin efendim,
istirham ederim, merhamet buyurunuz! Bu sırrın zat-ı ali­
nizden daha uzun müddet saklı kalması maazallah akla fikre
gelmedik vahim neticeler doğurabilir. Çünkü durum her türlü
tasavvurun üstünde mühimdir."
İ zzet Efendi bir cigara seçmeye uğraşır gibi uzun uzun
tabakasını karıştırarak:
"Aman Yarabbi, neler işitiyorum?"
"Bunları size işittirmeye vasıta oluşumdan dolayı pek
üzüntülüyüm. Lakin ne çare ki, tabiat bizi söylemeye zorlu­
yor. Çok gerekli bir açıklama ihtiyacı altında ezilip mahvo­
luyoruz."
Kaynanarn kucağında mızmızlanan çocuğu hoplatarak:
"Ah Efendi Hazretleri, bugüne kadar sükı1t ettik. Fakat
bu süküt bize çok pahalıya oturdu. Artık bıçak kemiğe da­
yandı."

226
Kocakarının çene zenbereği boşanmak üzere iken keskin
bir işaretle onu susturmaya uğraştım.
İ htiyar zat şimdi yarı alaylı bir tevekkül ile:

"Peki dinliyorum. Benim haberim olmaksızın başkaları­


nın mahremiyetine düşen aitemizin bu mühim sırrı neymiş?
Söyleyiniz!"
"Efendim, sütalenize mensup bir çocuk var."
Dinari İ zzet Efendi bu sözümü kelimeler üzerinde dura
dura bir şiir okur gibi ağır ağır aynen tekrar etti :
"Sülalemize mensup bir çocuk var?"
"Evet efendim! Fakat bunun varlığından henüz haberdar
değilsiniz."
"Haşa. . . Sütalemize mensup olup da bize meçhul kalabi­
lecek hiçbir çocuğun varlığını tasavvur mümkün değildir."
"Ayaklarınızı öperek istirham ederim. Afbuyurunuz efen­
dim ! İ şte burada yanılıyorsunuz. Bu illernde neler oluyor ne­
ler, efendimiz! "
"Bu illernde her şey olabilir. Belki felek tersine döner.
Belki kıyamet alameti olarak güneş dünyanın bir mızrak
boyu yakınından doğar. Belki deccal çıkar. Belki Hallac-ı
Mansur dağları pamuk gibi atarak her tarafı dümdüz yapar.
Fakat İzzet Dinari sülalesinde, onun meçhulü kalan bir çocu­
ğun varlığı tasavvur olunamaz. Buna asla ve kat' iyyen imkan
yoktur."
"Zat-ı illinizi yalanlamak haddim değildir. Lakin ne yapa­
lım ki, böyle bir çocuk mevcuttur."
"Hiçbir vakitte, hiçbir zaman ve mekanda ... Asla, asla,
asla!"
Kaynanarn dizleri üzerindeki Abdullah Hikmet'i saliaya­
rak acayip bir mahmur bakışla:

227
"i nat buyunnayınız Efendi Hazretleri, zaten mesele ne si­
zin ne de bizim oyumuzia hallolunacak değildir. İ spatlarımız
var."
Ben yine öfkeli bir bakışla kocakarının çene dizginlerini
çektim. Ah, onun dili bir kere dörtnala hızlanırsa iş pek çap­
raşık bir hal alacaktı.
Muhterem ihtiyar, postu üzerinde cezbelenen bir şeyh
gibi minderin köşesinde birkaç defa kalkıp oturarak:
"Ay aydın, gün beyaz ... Şeceremiz malum ve mazbuttur.
Haşimüddinari b. Avnüssamedani b. Safeviyyünnebi, daha
ilerisi Sultan Şah ' a çıkar. Bilinmeyen bir çocuk bu şecerenin
neresine sığar, söyleyiniz efendim?"
"Hakkınız var. Fakat efendim şecereye sığıp sığmayacağı
hesap edilmeden bu çocuk dünyaya getirilmiş ve kadro dışı
bırakılmıştır. Bu, o biçare çocuk hakkında büyük bir zulüm
ve şecereniz için bir eksikliktir. Bu masumu şecerenize kayıt
ile hem açığı kapatmış hem de bu zulmü, bu haksızlığı tamir
etmiş olursunuz."
"Hala ne maval okuyorsunuz? Şeceremiz, Şecere-i Tfıba
gibi mübarek ve kutsidir."
"Efendi Hazretleri, işte ihlal edilen bu kutsiyeti tamir için
haddim olmayarak zat-ı alinizi aydıntatmaya uğraşıyorum."
"Haşa, sümme haşa. . . Kutsiyet tamir olunmaz. O, ebediy­
yen fesattan korunmuştur."
"Bu defa bu korunmuşluk bozuldu. A ile-i alinizden buna
cüret edenler oldu. İ timat buyurunuz, sizi temin ederim."
"Peki, sözünüzü hiçbir vakitte hakikat olarak değil, bir [a­
raziye gibi sayarak dinleyebilirim. Anlaşılıyor ki, bazı kötü­
lüğü düşünen kişiler sülalemizi kirJetrnek için dil uzatmışlar.
Dedikodular olmuş. Söyleyiniz! İ şiteceklerimin derhal ha­
kikati reddetmeye dayanak teşkil edeceğine şüphem yoktur.

228
Bu çocuk, soyumuza şeceremizin hangi dalından karışıyor?
Erkek tarafından mı, kadın tarafından mı?"
"Ah Efendi Hazretleri, mesele ziyadesiyle pis . . . "
"Söyleyiniz, hangi taraftan?"
"İ ki taraftan da... "

"İ ki taraftan? Vay hainler, bu nasıl olur? Bu ne büyük bir


iftiradır!"
"Efendimiz, bu hıyanet asla bize bağlanmaz. Bu çocuğun
dünyaya gelmesinde bizim asla kusuromuz ve katkımız yok­
tur. Pek sıkışmışlar. Kendilerinin mecburiyetten dolayı bize
müracaatları üzerine biz bu sırrı öğrenmiş olduk."
"Size müracaat edenler kimler?"
"Çocuğu peydahiayan erkekle kadın."
"Şeceremizi kirJetrnek maksadı ile neslimize mensubiyet
iddiasıyla çocuk peydahiayan bu uğursuzlar kimlerdir?"
"Hiç yabancı değiller. Pek yakın akrabanız."
"Yakın akraba mı? Kardeşim, oğlum değil ya bu melun­
lar?"
"Veliyyullahtan mısınız Efendi Hazretleri? Tastamam
üzerine vurdunuz. Biri oğlunuz."
Dinari Efendi evvela kızarıp sonra morararak:
"Ya öteki fahişe?"
"Eşiniz."
İ zzet Efendi bir kahkaha tufanı içinde sarsıla sarsıla iki
avucuyla yüzünü kapadı. Çıldırdı mı? Çıldırıyor muydu?
Başka cevap vermedi.
"Efendi Hazretleri, tahammül . . . Metanet... Hayatımızın
böyle müthiş anlarında kendi kendimizi idare lazımdır. Nasi-

229
birnizin bir cellat gibi başımıza indirdiği bu darbeler karşısın­
da irkilmemeli ve gülüşmeliyiz. Eğer bu sırrın muhafazasına
imkan olaydı bu, bütün zehirlerden acı ve helak edici sözleri
muhterem huzurunuzda tekrara cesaret edemezdim."
Artık bende söylemeye cüret, ihtiyarda dinlemeye kudret
kalmamıştı. İ kimiz de elim ve boğucu bir sükı1netle sustuk.
Kaynanarn bu feci sahnedeki rol nöbetinin artık kendine
geldiğine hükmederek çocuğu kapınca Efendinin dizleri önü­
ne çekerek kaldırım üzerinde ilahi okuyan dilenci kadınlar
gibi iki tarafına sallana sallana en yanık sesiyle:
"Damadımın, çocuk çocuk dediği işte bu yavrucaktır. To­
rununuz . . . İ ki sene evvel Receb-i Şerif'in yirmi altıncı gecesi
bizim evin damı altında doğdu. Dilime pek çapraşık geliyor
ama hakikati söylemeden olmayacak ki! Babası, oğlunuz Sa­
lim İ zzet Bey, anası da evlere şenlik zevceniz hanımdır."
Dünyada ara sıra böyle şeyler oluyor. Ne çare, taham­
mül etmeli... Zamane kadınları azdı . Havva anamızı cen­
nette bile zaptedememişler. Artık dünyadakileri idare etmek
mümkün mü? Bu çocuk doğmayaydı günahkarların yüz ka­
raları meydana çıkmazdı. Lakin onların ayıplarını yüzlerine
vurmak için hikmetine kurban olduğum Tanrım bu veled-i
zinayı dünyaya gönderdi. Ne de olsa bu masumun bir suçu
yok ... Dünyaya döl gerek, diye bağrışıyorlar. Ama yine bütün
gençler yalnız kendi zevkleri için sevişiyorlar. Böyle nizam­
sız çocuk doğurmak cinayet, öldürmek cinayet... Peki ama
kızgınlık zamanlarında işte bunu düşünemiyorlar. Sonra ne
yapacaklarını şaşırı yorlar.
Benim böyle deli dolu söylenmemden, sizin "ah" ederek
derin derin düşünmenizden hiçbir şey çıkmaz. Bir kere olan
olmuş. Bakınız dişimizden tırnağımızdan artırarak çocuğu
fıstık gibi besledik. Şimdi buraya bırakıp gideceğiz. Başka
çaremiz yok. Şanımza ne düşerse siz onu yapınız. Meşhur
muhabbet telialı bir Şemi vardır. Belki yere batasıca namını

230
işitmişsinizdir. Onun vasıtasıyla bu gayrimeşru çocuk bizde
doğdu. Onun vasıtasıyla elli lira nafaka bağlandı. Şimdi hayli
zaman var ki, bu parayı aldığımız yok ... Yine işi bir aylığa,
fakat bu defa sağlam bir aylığa bağlarsanız, uyuşarak çocu­
ğu alıp gideriz. Bu yavrunun bizde nasıl doğduğu hususunda
ispat isterseniz, dolu ... Hizmetçiler, kadın erkek ebeler... Ma­
hallenin yarısı bu dava için şahit.
Torununuza dikkatli bakınız! Ceylan gibi çekik çekik
gözler... Mini mini ağız burun ... Kandır, kaynar. Elbette bu
sima şecerenizdeki dedelerinizden birine benzer. Soydur, çe­
ker. Buna piçtir demek valiahi hem ayıp hem günahtır. Bak­
sanıza, yavrucağın şahlara, sultaniara çıkan ne büyük silse­
lesi varmış. Bilmiyordum. Tevekkeli değil, büyük adamlara
benzer huyları vardır. Meğerse soylu bir aileden gelmesin­
demiş.
Çişini pek erken söyledi. Kıçının iki yanağı arasında sim­
siyah iri bir beni vardır. Asaletini biraz ondan anlamıştım.
Merhum kocam söylerdi. Şahısname'de okumuş. Büyük sü­
lalelere mensup olarak doğan çocukların oralarında böyle
alametler olunnuş. Efendi Hazrctleri, görseniz, sütalenizin
bu markasını belki tanırsınız.
Dinari İ zzet Efendi o uzun kahkahasından sonra ellerini
yüzünden çektiği vakit çehresinde beliren sakinliğe şaştım.
Biraz evvel bize cinnet getirdiği zannını veren o gümbürtü­
lü kahkaha neydi? Sonra birdenbire kendisine bu durgunluk
nereden geldi? Acaba zavallı adam üzüntüsünün şiddetinden
artık felaketinin derinliğini düşünemeyecek bir sersemliğe,
bir beyin uyuşukluğuna mı uğradı?
Yalnız şehadet parmağını dik olarak rludakiarına götüre­
rek karşısındaki coşkuna bir sus işareti verdi. Kaynanarn dört
nala giderken birdenbire dizginleri çekilen bir hayvan gibi
geriye, ileriye sendeledi. Susamadı, lakin lakırdıları ınınltı
derecesine düştü.

23 1
Dinari Efendi hala hayretimizi eelbeden soğukkanl ılıkla:
"Büyükhanım, yazık çenenizi pek beyhude yere yoruyor­
sunuz."
Dil açıklığının tesirli olmadığına şaşan kaynanarn bir iki yut­
kunma ile çenesinin zenbereğini tekrar kurmaya uğraşarak:
"Niçin efendim? Niçin efendimiz? Sözümüzde haklı, da­
vamızda sadıkız, bu ana kadar sizden saklı kalmış bir aile
sırrını bildirmeye geldik. İ şte torununuz . . . Asaletiyle, alame­
tiyle karşıııızua duruyor."
İ zzet Efendi sus işaretini tekrarlayarak:

"Rica ederim büyükhanım, biraz da beni dinleyiniz! Siz


çocuğun kıçındaki alamete ne mana verirseniz veriniz, böy­
le şeyler onun benim torunum olduğu hakkında ispat yerine
geçemez."
Kaynanarn adeta bir isyan haliyle:
"Başka ispatlarımız da var. Birbirinden kuvvetli, yüz
tane ... Hangisini isterseniz . . . "
"Rica ederim, biraz da bana kulak veriniz! Sizin bu garip
iddialarımza karşı benim de bir söz hakkım vardır."
"Vardır efendim, ama beyhudedir."
"Müsaade ediniz! Sizinkilere karşı benim de ispatlanm var.
Bunlar öyle yüzlerce değil, iki tanecik. .. Fakat sizin iddialan­
nızın hepsini kökünden çürütecek birer mahiyettedirler."
Kaynanarn yine coşkunluğa atılırken bu defa ben İ zzet
Efendi ' den önce "sus'.' ihtarıyla bağırdım.
Muhterem ev sahibi telaşsızca devam etti:
"Birincisi, eşim bundan iki sene evvel doğuramaz. Buna
imkanı yoktur... "
Kaynanarn çalkana, çalkana:

232
"Niçin kuzum? Kadın değil mi bu?"
İ zzet Efendi aynı tahammülle cevap verdi:

"Doğuramaz. Çünkü bugün kendisi altmış beş yaşındadır.


Kırk beş senelik karı kocayız."
Kaynanarn delilin kuvveti karşısında hala baskın kalmaya
uğraşarak:
"Ya küçük eşiniz?"
"Başka eşim yoktur. Elhamdülillah kırk beş yıldır bir ni­
kahla yaşıyorum ve bir nikahla öleceğim."
Kaynanarn aşağı yukarı kaşlarını oynata oynata yutkuna­
rak şaşaladı.
Muhterem ihtiyar devam etti:
"Oğlum Salim bugün kırk iki yaşındadır. Evli ve çoluk
çocuk sahibidir. Buradan hariçte bir gece geçirdiği şimdiye
kadar görülmüş şey değildir. Küçük oğlum bundan sekiz
sene evvel vefat etti. Bir kızım var, üç yıldır eşiyle beraber
taşrada bulunuyor."
" İ şte ailemin kısacık terceme-i hali bu . . . "
"Söylediklerimin kat' iyetle sıhhatlerini dışarıdan istedi­
ğiniz yerden araştırıp soruşturabilirsiniz. Hal ve şanımız bu
civarda herkesçe malumdur."
"Şimdiye kadar eşliliğe şeref verecek yüksek ahlakıyla,
iyi halleriyle beni memnun ve bahtiyar etmiş, her bakımdan
hürrnete layık bir kadını böyle yersiz, alçakça bir şüphenin
defı için karşınıza çağıramam. Bundan haya ederim. Fakat
oğlumu görünüz. Bu çocuğun babasına benzer bir tarafı var­
sa sıkılmayınız, söyleyiniz!"
Uşak çağırmak için Efendi 'nin çıngırağı, zili yoktu. Oda
kapısına kadar yürüdü. Şak şak el çırptı. İ htiyar hizmetçi bir
dilsiz sessizliğiyle göründü.

233
"Salim'e söyle, biraz buraya gelsin," emrini verdi.
İ ki dakika sonra Salim İzzet karşımıza çıktı. Abdullah
Hikmet' in dünyaya geldiği gece gördüğümüz hoppala, dandi­
ni, sakalsız bıyıksız, pudralı, Fizan horozu gibi başının tepesi
saçtan hotozlu, narin delikanlı ile bu şimdi gördüğümüzün
arasında bir benzerlik, bir münasebet tasavvuru imkansızdı.
Bu, kırmızı yüzlü, saf bakışlı, kısa boylu, yuvarlak, bol
elbisesinin içinde göbek salıvermiş, tam bir ulema oğlu, il­
miye terzilerinden giyinen bir kimseydi. Dünyada hayatını
iyiliklere adamaya uğraşarak yalnız cennete gitmek kaygı­
sıyla yaşayan bu hafız simalı, inancı bütün görünmeye ça­
lışan adama, "Sen bu çocuğun habasısın," demek kadar bü­
yük iftira olamazdı .
i nme inmiş gibi kaynanamın dili tutuldu. Bir şeyler uy­
durup haykırmak için kocakanlığının bütün cerbezesini, şey­
tanlığını, melunluğunu hareketlendirmeye uğraşıyor, Lakin
bu apaçık hakikat önünde hiçbir şirretlik yapamıyordu.
Dinari İ zzet Efendi 'nin açık, kat'i sözlerinden saçılan
apaçık hakikatiere karşı akan sular durur. Bu saygı ve hürme­
te layık ifadenin bir kelimesini yalanlamaya kalkışmak küfür
sayılır.
Nihayet kaynanarn hakikati teslime mecburiyede sancı­
lanmış gibi inleyerek:
"Efendi Hazretleri, oğlunuz Salim Bey'in bu çocuğun pe­
deri olmasını can u gönülden arzu ederdim. Lakin ne çare
ki, hakikat itiraz edilmez surette başka türlü çıktı. A dostlar,
bana söyleyiniz, ben bu yavrunun babasını şimdi nerelerde
arayayım?"
Dinari Efendi vakarlı, ağır sesiyle:
"Başka yerlerde hanım, başka yerlerde . . . "
Bu cevap susturucu ve sondu. Pek hararetli başlayan me­
selenin aramızda birdenbire ateşi söndü. Dinari'nin bize,

234
bizim ona artık bir söyleyeceğimiz kalmamıştı. Lakin kay­
nanam kendini tutamadı. Üzüntüsü ani bir fırtına gibi patla­
yarak deminden ona şehzade payesi verdiği çocuğu kucağın­
dan bir bohça gibi karşıya fırlattı ve boşandı:
"Uğursuz, soysuz piç, sana anan baban acımadıktan sonra
biz mi acıyacağız? Seni peydahiayan bu iki günahkarı koca
İ stanbul'un içinde bulmak için kaç kapı çalacağız? Herkesin
tokmasını sayarak yediği bir zamanda yaşıyoruz. Biz nafa­
kamızdan eksiltip sana mı tıkıştıracağız? Ben öz evlatlarımı
kaybettikten sonra bağrımın boş kalan köşesine senin gibi bir
zina çocuğunu mu bastıracağım? Köpekler bile büyütünceye
kadar yavrularını emzirirler."
Soysuzların soysuzu musibet... Söyle bakayım, sansar su­
ratlı yumurcak, soyunda kaç türlü hayvan var? Büyüyünce
hangi canavariara çekeceksin? Aç gözlü, yırtıcı, vahşi yam­
yam yavrusu... Öfkeli zamanında kaç defa elimi ısırdı. Tatlıcı
dükkaniarının önünden geçemez oldum. Tıkana tıkana ağlar.
Küçük elleriyle kafaını yumruklar. Çocuk midesi değil, neu­
zubilliih bunun yediğini büyük insanlar hazmedemezler. Las­
tik torba gibi içine ne atsanız yutar, artık yeter demez.
Kaynanarn diliyle ne kadar isyan ederse etsin, küçük Ab­
dullah'ı, Dinari Efendi 'nin konağında bırakamazdık. Sokağa
atamazdık. Bize şimdi kurşun gibi ağır gelen bu mini mini
vücudu yüklendik, eve döndük.
Belli yerleri bazı kayıtlar, tarihler, mülahazalarla doldu­
rolan ve hep birbirine benzeyen koçanlar, makbuzlar vardır.
Hayat da böyle değil mi? Ömürlerini tamamlamış insanların
yaşamlarını araştırınız. Filan tarihte doğdu, filan vakitte öldü.
Hayat bu iki zaman arasına sıkışan vak'alardan ibaret...
Aynı bostanda, hep aynı maksatla ekilip biçilen lahanalar
gibi Muhammed Efendi'nin ömrü Ahmed Efendi'ninkine ne
kadar benzer. Büyüdü, bir meslek, bir iş tuttu. Evlendi. Çoluk
çocuk sahibi oldu. Torunlarını gördü. Nihayet gözlerini yumdu.

235
Ömür koçanının doldurulacak haneleri bunlar değil mi?

Etrafımdaki çoğunluktan meydana gelen hayat numune­


lerinde ben imrenecek bir başkalık görmüyorum. Evvelden
refah için çalışılırmış. Şimdi bir lokma ekmek için terleyerek
uğraşıyoruz.
Refah, delalet ettiği mana unutulmuş bir kelime . . . Ge­
çinmek kıyamet kargaşalığına döndü. Mahşer gününde her­
kes kendi nefsi için bağıracakmış. Şimdi de öyle değil mi?
Geç im meydanı, eski Havyar Ham 'nda birbirinin suratma
yumruk saHayarak haykınşan borsa çığırtkanlarının velvele
yerine benzedi. Kemiği kapan kaçıyor. Kapamayan patakla­
nıyor. Çiğneniyor. Eski ulemanın "rızkullah" dedikleri şey
artık bize böyle m i taksim olunacak?
***

Şemi'nin kaybolmasından sonra evi namuslu kiracılara


verdik. Zavallıların namusları var fakat paraları yok. B u iki
şey bir araya sığamamaya başladı. Kira, kira üzerine biniyor.
Biz, hane sahipleri açız. Lakin kiracılarımız da tok değil.
Geçinmek için evimi tekrar Sürpik Durlu'nun şubesi ha­
line mi koyayım?
Kaynanamın gözlerinde şeytan feneri gibi yanan sönen
ifadeler var. Yüzüne bakmaya korkuyorum.
Kızımız, oğlumuz neredeler? Onların yuvadan fırarlarını,
işte o dalaletimizin cezası olarak görüyorum. Allah'ın, uğra­
dığımız bu gazabını kaynanama anlattım. Dertli dertli içini
çeke çeke ağlayarak cevap verdi:
Cenab-ı Hakk' ın işine karışılmaz ama işlediğimiz sevap­
ların mükafatlarını vermekte acele etmeyip de bu ceza husu­
sunda neden bu kadar çabuk bir sertlik gösterdiğini anlayamı­
yorum. Eğer her günahı böyle çarçabuk bir ceza karşılasaydı
dünyada bir tek günahkar kalmazdı. Hatta isyanda ben biraz
daha ileri varacağım. Allah'ın mükafatına müstehak bulduk­
larını en ziyade günahkarlar arasında görüyorum.

236
Allah'a, her şeye karşı bu isyan, cahil kadınlarımızın, ma­
sum çocuklarımızın ruhlarına kadar nereden girdi?
Nefsinin ihtiyacı insana diğer kederleri çabuk unutturu­
yor. Yine kendi yağımızia kavrulmaya başladık. Gide gide
yağımız, suyumuz da kalmadı. Artık kıkırdıyorduk.
Şemi'nin zamanında şenlikle, bollukla, -tabirimi affeder­
siniz- hatta bereketle işleyen kapımızın zili artık nadiren çın­
gırdıyordu.
B ir gün acı acı öttü. Eski iştahla onu açmaya koşan yoktu.
Kendim gittim. Kanadı aralayınca kadın erkek iki yabancı
sima ile karşı karşıya geldim.
Solmuş fulya demeti rengi atmış sarışın, pembe, fakat
buruşukça, yanak kemikleri çıkık bir Rus veya Leh karısı. . .
Türkçesi kıt olduğunu anlatır bir şive ile:
"Babam Selahlı Efendim buğda otuğuğ?"
Suali çetrefıl ama anlaşılmayacak gibi de değil... Baba
Salalı Efendi burada mı oturur, demek istiyor. Beni soruyor.
B ilmem neden bu tuhaf şi veli suatden bir uğursuzluk hisse­
derek kalbimin cızladığını duydum ve "Burası," dedim.
Kadın:
"Kigiyoguz içeğde vağ söyleyecek çok lakığdı."
İ kisini de içeri aldım. Yorguna benziyorlar. Kahve, cigara,
adetirniz ne ise ikramda bulunduk.
Rus delikaniısı hiç Türkçe bilmiyor. Bizimle konuşabil­
mek için bu Lehli kadını yanına tercüman almış. Meğerse
bunlar insanlık narnma bize büyük bir kara haber vermeye
gelmişler. "Şahtım pahtım"ların eski sermayelerine benze­
yen bu kadının uğursuz ağzından işittiğim ilk haber şu oldu:
"Senin kız, evladlağ ikisi de öldü."
Kadının çetrefıl lisanından diniediğim bahtsız çocukları­
mın feci sergüzeştlerinin özeti işte şu:

237
İ stanbul ' da iken bizim Rıdvan'a geçkin bir Rus kontesi
gönül vermiş. Servetiyle onu bahtiyar edeceğini söyleyerek
oğlumu İ stanbul 'dan kaçırmaya muvaffak olmuş. Gerçi karı­
nın sonradan tekrar elde ettiği birkaç kırıntısı da varmış. Rus­
ya'da birkaç ay iyi ömür sürmüşler. Lakin, kontesin malına
göz diken hasımları zuhur etmiş. Genç amanıyla karının her
şeyini yiyip bitinnesine meydan bırakmamak için besbelli
bir çare düşünmüşler.
Bir gün Rıdvan oturdukları otele dönüşünde kontesi öldü­
rülmüş halde bulmuş. Korkusundan hemen kaçarken sokak­
ta zabıta tarafından yakalanmış. Cinayet, her emareyi Rıd­
van'ın üzerinde göstermek üzere düzenlenmiş olduğundan
oğlum canİ hükmünü giymiş, idam edilmiş.
Güya oğlum o anda öldürülmüş gibi bu kanlı haberin acı­
sıyla evin içinde bir vaveyla koptu. Anası, büyükanası , halası
matem yaşlarıyla dövünerek haykırışıyorlardı. Ben de baba­
lık ateşiyle bu facia konserine karıştım.
Bu feryatlarımızın gidenin gelmesine bir faydası olur mu?
Şimdi bu facia menkıbesinin ikinci kısmını dinlemeye hazır­
lanıyorduk.
Kızımız, zavall ı Şükran nasıl ölmüş? Hayır, nasıl öldü­
rülmüş? Bunu işitecektik. Bu da uzun değil. Fecaati büyük
olduğu kadar hikayesi kısa:
Kızım evvela bir delikanlı ile sevişmiş, sonra ona bir di­
ğerini tercih etmiş. Birinci terk edilen aşık pusu kurarak ve­
fasız sevgil isiyle rakibinden intikam almış.
Yine ahlar vahlarla evin tavanları sarsılmaya başladı.
Kaynanamın matem avazları kısık olduğu halde bütün öteki
sesleri şöyle örtüyordu:
"Ah yavrucaklarım, yuvadan ayrılan iki kuş gibi derhal
avlanmışlar. ' Ö iümler memleketi 'ne ecellerini kucaklamaya
gitmişler. Rıdvancığıma, onun için bütün malını canını feda

238
edecek İstanbul'da metres mi yoktu? Huri yüzlü Şükran'a
aşık mı bulunmazdı?"
Artık kendimi tutamayarak ruhumun o matemi arasında
haykırdım:
"Behey cehennem kütüğü! Ölümlerinden sonra bile to­
runlarına meşru birer ilişki temenni etmeyerek hala dilin,
kalbin metresle, aşıkla uğraşıyor. Çocuklarımız bizim kö­
tülüklerimize kurban gittiler. Kararmış vicdanın bu faciada
hala manevi bir ceza görmüyor mu? İ lahi adaleti seçemiyor
mu?"
Kaynanam, gözyaşları arasından acıkit şeytani, iğrenç bir
sırıtışla:
"Hayır damadım, hayır! Göremiyorum. Seçemiyorum.
Eğer geçen hareketlerimiz birer kötülük, birer melunluksa
onları biz işledik. Cenab-ı Hak bizim cezamızı çocuklara
niye çektiriyor? Bu nasıl adalet?"
Geçenlerde komşumuz Şeyh Veysi ' nin torunu kuyuya
düştü, boğuldu. Haşa derlesinin pezevenkliği için mi çocuk
bu cezaya uğradı? Bu türlü fiilierde bulunanlar hemen ölüm­
le cezalandırılıyorlar mı? Sen de bilirsin, Şevkiye Hanım,
küçük kızının bekaretini iki bin liraya sattı. Sonra, bu bozuk
kızı telledi, pulladı, kocaya verdi. Vardığı adamla mis gibi
geçiniyorlar. Çoluk çocuk sahibi oldular. Şimdi öyle bekaret
mekaret soran yok. O eski zaman adetleri takımı ile ortadan
kalktı. İ şte senin hesabınca, Allah'ın gazabına gelecek bir
aile ... Fakat bir şeycik olmadılar. Hepsi memnun ve bahtiyar
yaşıyorlar.
***

Bir kış günü kaynanarn gribe tutuldu. Grip, zatürreye dö­


nüştü. Canını dökmeden hastayı bir haftada götürdü. Daha
evden çıkmadan, tabutun içindeki kaynanarn için "Bu kadını
nasıl bilirsiniz?" sualine "Mümine, ahide zahide. . . " nidala-

239
rıyla cevaplar alınırken bağırmamak için ağzıma mendilimi
tıkadım. Şeyhülislam Kapısı kalktı. Fakat ahiret yolunda bile
yalancı şahitlik daha kalkmadı. Kimi aldatıyorlar? Melekleri
mi? Allah ' ı mı?
Öbür alemin sorgusunda da bizi bu dünyanın insanların­
dan soracak kadar gaflet varsa vay halimize ...
Kaynanarnı mezara indirdik. Ü zerine kürek kürek kara
toprak atılırken düşündüm:
"Aman A llah' ım, bu siyah unsur ne kadar leşleri yutup
hazmediyor! Şu hesapsız taşların altında ebedi bir sükı1t, ebe­
di bir eşitlik hüküm sürüyor. Suçlu, suçsuz hepsi tabiatın aynı
kanununa tabi . . .
"

Şimdi sevap işleyenle günahkarı nasıl ayıracağız? Ve ne


yapmak için ayıracağız? Aman Yarabbi, samirniyetimden ka­
baran bir sual dudaklarımı yakıyor lakin sorsam da yine vic­
danıının yankısından gayri kimden cevap alacağım?
Bu hayat ilahi bir latifeden başka bir şey değil. Fazla se­
vinçlere, şikayetlere, gururlara, yerİnınelere değer yeri yok.
2 Kanı�ın-i Evvel ı 34 1 .
2 Aralık 1 925,
Heybeliada.

SON

240

You might also like