Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 2

Pascal’ın “Bahsi”, W.K.

Clifford’un “İnanç Ahlakı”, William James’in “İnanma İradesi”, Plantinga’nın


“Teizm, Ateizm ve Rasyonalite” Makalelerinin Değerlendirilmesi

Epitemoloji Yunanca “bilgi” anlamına gelen “episteme” ve “bilim” anlamına gelen “logos”
sözcüklerinden müteşekkil bir terim olarak, felsefede; bilginin doğası, temel özellikleri, bilginin neden
meydana geldiği, bilgi iddialarının haklılandırılması, bilginin kaynağı ve sınırları gibi problemlerle
ilgilenen felsefenin altdalıdır. 1 Dini epistemoloji ise din felsefesi bağlamında dini bilginin bu
hususlarla ilişkisini inceleyen bir alandır. Bu yazıda dini inancın bilgiyle ilişkisi hususlarında görüş
serdetmiş olan Pascal, William James, Clifford ve Plantinga’nın görüşlerine değinilecektir. Bu yazarlar
din felsefesinde sırasıyla fideizm, katı akılcılık, reformist epistemoloji bağlamlarında ele alınmaktadır.

Pascal’ın bahis adı altında öne sürdüğü görüş aklın iki tercih arasında karar veremediği bir
durumda, olasılık hesabı yaparak, menfaatine en uygun düşen tarafı seçmesini salık verir. Çünkü akla
zorunlu olarak sunulan seçenekler vardır. Kişinin yapabileceği tek şey kendisine sunulana evet ya da
hayır demektir.

Pascal’ın kuramı şu açılardan eleştirilebilir;

Bir kişiyi kesinkes bilmediği veya bilemeyeceği bir hususta cebren tercihe zorlamak, onu karar
vermesi noktasında kendi içine; yani duygularına doğru itmek anlamına gelecektir. Pascal’ın kuramı
kalbe yani duygulara danışmak üzerine kuruludur. Bu açıdan duyguları belirleyen tek etkenin yine
duygular olup olmadığı noktasında duygu, düşünce ve inanç arasındaki ilişkinin mahiyeti konusu
önemlidir. Duyguların bilişsellikten tamamen koparılarak ele alınması, onların birbirlerini belirlemesi
anlamına gelir. Bu durumda duygucu kuramın kendisi de, aksiyomatik düşünce tarzına yönelttiği
döngüsellik eleştirisinden kurtulamaz. Ayrıca bir kimseyi iki eşit seçenekle kısıtlayarak bunlardan birini
seçmek zorunda bırakmak o kişiyi özgürlüğünden de mahrum bırakmak demektir. Özgürlüğün
olmadığı bir durumda, sunulan iki seçenekten birini seçmek ise irade açısından anlamsız olacaktır.

Clifford dini epistemoloji bağlamında katı akılcıdır. Bir kimse yeterli delile sahip değilse o
konuyla ilgili bir inanca da sahip olmamalıdır görüşünü savunur. Onda inanç ve bilgi birbirinden ayrı
görülmez. İnanç çepeçevre kuşatılamayan bir konu hakkında muğlak duygularla belirlenemez. İnanç
kuşatılabilen sınırların ötesine dair olan bir şey de değildir. Onda inanmak bilgiden bağımsız bir fiil
değildir. İnanmak fiilinin, bilgiyle ilişkisi bağlamında sosyal ve ahlaki tazammunları vardır. Yanlış bir
inanç başka yanlış inançlara sebebiyet vererek bütün bir hayatı etkiler. Hayatın diğer bağlamlarından
kopartılarak yalın bir surette ele alınamaz. Bilgi son raddede döngüsel olabilir fakat hayat da tüm
bağlamları içinde döngüseldir. Mesele bu döngüsellik içinde inancın sistemlice (parça-bütün ilişkisi
içinde) tesis edilmesidir. Ona göre ahlaki bir şahsiyet, fiillerinin sonuçlarını gözetmeden önce
temellerini gözetmelidir çünkü sonuçlar, sebeplerden sonra gelir. Bir fiilde sonuç salim olsa bile,
sebebin gözetilmemesi fiilin ahlakiliği açısından yanlıştır. İnanmak fiili sonuçları itibariyle salt bireysel
düzlemde ele alınamaz. Clifford temelsiz inancın yani; kişinin içsel dünyasında duygusal olarak
oluşturacağı sahicilikten yoksun özgürlük alanının, toplumsal ilişkiler ve sorumluluklar bağlamında
daima cari olması gereken, “düşünerek eyleme erdemine” zarar vereceğini belirtir. O kişinin yetersiz
delile dayalı bir inanç üzerinden devşireceği özgürlük alanını, toplumun diğer üyelerine karşı yapılmış
bir haksızlık olarak görür.

Clifford’un görüşleri karşısında eleştirel olarak şu sorular sorulabilir. İnançlarımızın tüm


sonuçlarını gözeterek inanabilir miyiz? Yeterli delile dayalı inanç nedir? Yeterli delil bulamamamız
halinde herhangi bir şeye inanmamak mümkün müdür? Mümkün değilse inanacağımız şeye inanırken
gözetmemiz gereken ölçütler nelerdir?

1
Ahmet Cevizci, Büyük Felsefe Sözlüğü ed. Ahmet Cevizci (Say Yayınları, 2021), “Epistemoloji”,1/701.
William James “İnanma İradesi” adlı makalesinde meseleyi Clifford’un bıraktığı yerden alarak,
bilgiye dayalı inanç konusunda nesnel bir ölçütün bulunamaması halinde, inanmanın iradi bir karar ile
vuku bulup bulamayacağını tartışır. Ona göre bir inancın “inanma iradesi” bağlamında
değerlendirilebilmesi canlı, mecburi ve önemli olması koşullarına bağlıdır. Burada canlılık, ilgili inancın
bireyin yaşama dünyasına doğrudan temas etmesi; yani kültürel olarak birinci dereceden bilinir
olması demektir. Mecburiyet; ilgili konu hakkındaki seçeneklerin şartlı ayrık önerme formunda (ya/ya
da şeklinde) olmasıdır. Önemli olması ise yaşanacak durumun biricik olması ve konuya dair alınacak
kararın değiştirilebilir olmamasıdır.

William James faydacı epistemolojisi gereği inancı bu üç ilke tarafından belirlenen bir hipotez
olarak görür. Bu hipotezin doğruluğu temellerine değil sonuçlarına bağlıdır. İnancın delillerini temelci
epistemolojik bakış açısıyla tesis etmek ve bunu yapana kadar inanmayı ertelemek doğru değildir.
Çünkü inanmayı erteleyen kişi, hayatı da ertelemiş olur. İnsan hayatı, bireyselliği açısından yukarıdaki
hipotezde şart koşulan üç unsuru da ihtiva eder. Dolayısıyla bilimsel bilgide aranan nesnel koşullar,
bireysel insan hayatına teşmil edilemez. İnsan ahlaki ve toplumsal ilişkilerinde risk almak zorundadır.
İnanç hayatın hiçbir alanında kendisinden kaçamayacağımız bir olgudur.

Plantinga reformist epistemoloji bağlamında, inancın ne temelci, ne de sonuççu bir epistemik


ölçüt ile doğrulanmasının gerekli olmadığını iddia eder. Çünkü bu iki bakış açısı da; birisi inancın
başlangıcında, diğeri ise sonunda olmak üzere epistemik bir doğrulanabilirlik ölçütü arar. James bu
ölçütü faydacı işlev ile izah etmektedir. Fakat bir inancın işe yarar sonuçlar sunması, doğru olmasını
her durumda gerektirmez. Reformist epistemolojiye göre konunun epistemik bir zeminde tartışılması
gereksizdir. Çünkü yaradılıştan kalbe işlenen ve epistemolojiyi önceleyen ontolojik bir zemin vardır.
Tartışmanın asıl meselesi insanın ontolojik düzlemde ne olduğudur. Bu bakış açısıyla Plantinga, inanca
epistemik bir zemin aramanın ikincil dereceden bir faaliyet olduğunu ima ederek itirazcılarına;
kendisinin sahip olduğu tanrı inancını en azından zihni bir rahatsızlığa atfetmelerini tavsiye eder. 2

Fakat Plantinga’nın ileri sürdüğü ontolojik zorunluluk fikri için de, bu görüşün ilgili tartışmayı
abese indirgemek amaçlı epistemolojik bir ön kabul olarak ortaya atılmış olduğu yönünde bir itiraz
yapılabilir. Ayrıca dünya üzerindeki inanç çeşitliliği göz önünde bulundurulduğunda, herkesin inanç
hususunda tek bir noktada buluşmaması olgusu da bu görüşü eleştiriye açık kılmaktadır.

2
Recep Alpyağıl (ed.) Gelen-eksel ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesine Dair Okumalar (İstanbul, İz Yayınları,
2017), 1/201.

You might also like