Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 16

Hile – İkinci Kısım

Jinlin Kulesindeki Müzakere Görüşmeleri göz açıp kapatıncaya dek başladı.

Pek çok önemli sekt, güzel manzaralı yerlerde konuşlanmıştır, ama LanlingJin sektinin Jinlin Kulesi
şehrin en büyük bahçesine yerleşmişti. Kuleye giden ana yol, neredeyse bir kilometre genişliğindeydi.
Sadece müzakere görüşmeleri ve resmi ziyafetler gibi önemli olaylarda açılırdı. LanlingJin sekt
kurallarına göre bu yolda hızlı yürümek yasaktı. Yolun her iki tarafında duvarlar ve kabartmalar
sıralıydı, Jin hanesinin liderlerinin ve diğer önemli efsuncularının hikayelerini anlatmaktaydı. Yol
boyunca LanlingJin sektinin üyeleri arabaları çekerken rehber görevi görürdü.

İçlerinden en ünlü dörtlü şimdiki sekt liderine aitti, Jin GuangYao’ya; ‘İfşa’, ‘suikast’, ‘yemin’ ve ‘nazik
güç’. Güneş Avı Seferi sırasında Wen Sektinde gizlenerek önemli bilgiler aktarışı, Wen Sekt Lideri Wen
RuoHan'ı öldürüşü, yeminli kardeşleriyle birlikte saygıdeğer üçlüyü oluşturuşu ve baş efsuncu
pozisyonuna yükselişini temsil ediyorlardı. Ressam yüz ifadeleri çizmek konusunda özellikle
başarılıydı. İlk bakışta göze çarpmasa bile dikkatle bakılınca suikastın ardından yüzünden kanlar
damlarken bile Jin GuangYao'nun yüzünde bir gülümsemenin izi görülebiliyordu. Bakarken insanın
tüylerinin diken diken olması içten bile değildi.

Hemen ardından Jin ZiHuan'ın kabartmaları geliyordu. Normalde kendi güçlerini emsalsiz göstermek
için sekt liderleri kendi nesillerindeki efsuncuların kabartma sayısını düşük tutar ve daha kötü bir
ressama çizdirirlerdi, böylece gölgede kalmazlardı. Bu durum herkesçe onay görür ve anlayışla
karşılanırdı. Ancak Jin ZiHuan’ın da dört kabartması vardı ve inanılmaz bir şekilde Jin
GuangYao'nunkilerle eşit seviyede duruyorlardı. Resimlerdeki yakışıklı adam hem gurur hem güçle
doluydu.

Arabadan atlayan Wei WuXian kabartmaların önünde durup bir süre inceledi. Lan WangJi de durup
onu bekledi.

Yakınlarda birinin sesi duyuldu, “Gusu’dan Lan Sekti, buradan lütfen.”

Lan WangJi, “Gidelim.”

Wei WuXian cevap vermedi. İkisi yürümeye başladılar.

Jinlin kulesine çıkan merdivenler tuğlayla örülmüş ve çok genişti, insanlarla dolup taşıyordu.
LanlingJin Sekti muhtemelen geçen birkaç yıl içinde yenilemiş ve büyütmüştü. Wei WuXian’ın
önceden gördüğüne kıyasla çok daha savurgan görünüyordu her şey. Ruyi stilinde inşa edilmiş dokuz
kat merdivenin tabanı kaymaktaşından yapılmıştı. Gösterişli konağın çatısı da en az kendisi kadar göz
alıcı olan kar parçası şakayıklarından bir okyanusa bakıyordu.

Kar parçası şakayıkları LanlingJin Hanesinin motifiydi, narin bir beyaz şakayık türüydü. Çiçeğin kendisi
de adı kadar güzeldi. En dışta geniş yapraklar ve içeri doğru daha küçük kat kat taçyapraklar bir araya
gelerek yağan bir karın tüm güzelliğini çiçekte topluyordu. İçteki küçük taçyapraklar ince ve hassastı,
çiçeğin altın teller gibi görünen erkek organını yıldızlarmışçasına sarıyorlardı. Tek bir tanesinin bile
çiçek açması muhteşem bir görüntü oluştururken, insan binlercesinin aynı anda açmasının görkemini
nasıl tarif edebilirdi?

Kare salona açılan çok sayıda patika vardı. Sektler organize bir şekilde ancak sürekli olarak içeri
giriyorlardı.

“Moling’in Su Sekti, buradan lütfen.”


“Qinghe’nin Nie Sekti, buradan lütfen.”

“Yunmeng’in Jiang Sekti, buradan lütfen.”

Jiang Cheng geldiği gibi onlara ters bir bakış attı. Yanlarına gelerek kayıtsız bir tonla, “ZeWu-Jun.
HanGuang-Jun.”

Lan XiChen onu başıyla selamladı, “Jiang Sekt Lideri.”

Her ikisinin de aklı başka bir şeyle meşgul gibi görünüyordu. Bir süre nazikçe havadan sudan
konuştuktan sonra Jiang Cheng sordu, “HanGuang-Jun sizi daha önce hiç Jinlin Kulesindeki bir
müzakerede görmemiştim. Bu ani ilginizi neye borçluyuz?”

Ne Lan XiChen ne Lan WangJi cevap vermedi. Neyse ki Jiang Cheng en başından beri soruyu ciddi
olarak sormamıştı. Zaten cevabı beklemeden çoktan Wei WuXian’a dönmüştü, konuşurken sesi her
an kılıcını çekip saplamak ister gibiydi, “İkinizin seyahat ederken yanınızda birisini getirdiğini daha
önce hiç görmemiştim. Bu sefer neden farklı? Hangi dağda kurt öldü? Kim bu muhteşem efsuncu? Bizi
tanıştırır mısınız?”

O sırada gülümseyen bir ses duyuldu, “Kardeşim, neden WangJi’nin de geleceğini önceden haber
vermedin?”

Jinlin Kulesinin sahibi – LianFang-Zun, Jin GuangYao – onları karşılamak için yanlarına gelmişti.

Lan XiChen de ona gülümserken, Lan WangJi başıyla selamladı. Diğer yandan Wei WuXian baş
efsuncuyu dikkatle inceledi.

Jin GuangYao avantajlı bir yüzle doğmuştu. Açık tenli yüzündeki tek iz alnındaki lal işaretiydi.
Gözlerinin beyazıyla tezatlık oluşturan gözbebekleri neşeli ve heyecanlı görünüyordu, ama ciddiyetini
asla bozmuyordu. Yüz hatları temiz, çekici ve aynı zamanda maharetli birisine aitti. Dudaklarının
kenarında her zaman bir gülümseme gizliydi ve kaşları zekasını yüzüne yansıtıyordu. Böyle bir yüz bir
kadının aşkını kazanmak için yeterdi, ama yine de diğer erkekleri kıskandıracak bir dikkati üzerine
çekmezdi; yaşlılar onu tatlı bulurken, gençler onu arkadaşları olarak görürlerdi. Eğer birisi ondan
hoşlanmasa bile ondan nefret edemezdi, bu yüzden de yüzü ‘avantajlıydı’. Cüsse olarak küçük sayılsa
da, sakin hal ve tavırları bu açığını fazlasıyla telafi ediyordu. Siyah bir başlık takmış, üzerinde
LanlingJin Sektinin resmi forması vardı, yuvarlak yakalı cübbesinin önünde kar parçası şakayığı
işlenmişti. Belinde dokuz halkalı bir kemer vardı, ayaklarında ucu hafifçe kalkık çizmeler. Sağ eli
taşıdığı kılıcın kabzasında dururken etrafına güçlü bir dokunulmazlık hissi yayıyordu.
*Taktığı başlık biraz uzun görünmek için, Googlelarsanız bir sürü çizimi var.

Jin GuangYao’nun hemen arkasında Jin Ling vardı. Hala Jiang Cheng’le tek başına yüzleşmeye cesareti
yoktu anlaşılan. Jin GuangYao’nun arkasına saklanırken neredeyse mırıltıyla konuştu, “Dayı.”

Jiang Cheng memnuniyetsizce cevap verdi, “Demek hala dayın olduğumu hatırlıyorsun!”

Jin Ling hızla Jin GuangYao’nun cübbesinin eteğini çekti. Jin GuangYao sanki arabulucu olmak için
doğmuştu, “Yapmayın Jiang Sekt Lideri, A-Ling hatasını uzun zaman önce anladı. Geçtiğimiz birkaç
günde onu cezalandıracağınız korkusuyla yemek bile yiyemedi. Çocuk işte, hepsi haylazlık yapar. Ben
onu çok sevdiğinizi biliyorum. Üstüne çok gitmeyin.”

Jin Ling aceleyle ekledi, “Evet, evet. Dayı kanıtlayabilirim. Sahiden günlerdir yemek yiyemedim!”

Jiang Cheng, “İştahın mı yoktu? Ama karşımda gayet kanlı canlısın, hiç hasta görünmüyorsun üstelik,
bence çokta fazla öğün atlamamışsın!”
Jin Ling tekrar cevap vermeye hazırlanırken gözü Lan WangJi’ye takıldı ve en sonunda arkasında
saklanan Wei WuXian’ı gördü. O kadar şaşkındı ki düşünmeden konuştu, “Senin burada ne işin var?!”

Wei WuXian, “Bedava yemek var dediler.”

Jin Ling sinirlenmişti, “Buraya gelmeye nasıl cüret edersin?! Seni uyarmadım mı…”

Jin GuangYao, Jin Ling’in başını okşarmış gibi yaparken onu tekrar arkasına ittirdi ve gülümseyerek,
“Neden olmasın? Geldiğinize göre artık misafirimizsiniz. Kulemizde yeterince yemek olduğundan
eminim.” Ardından Lan XiChen’e döndü, “Kardeşim, otur lütfen. Ben hemen gidip WangJi içinde masa
hazırlanmasını isteyeceğim.”

Lan XiChen, “Lütfen zahmet etme.”

Jin GuangYao, “Zahmet mi? Kardeşim benim evimde bu kadar nazik olmana gerek yok. Sahiden.”

Jin GuangYao birisiyle bir kez karşılaştıktan sonra adını, unvanını, yaşını ve dış görünüşünü bir daha
unutmazdı. Aradan yıllar bile geçse karşısındakini kusursuz bir şekilde selamlar, üstelik kişisel
konularda sohbet dahi edebilirdi. Birisiyle iki kez karşılaşırsa sevdiği ve sevmediği her şeyi öğrenir,
böylece kişilere hazırlattığı masalar kusursuz olurdu. Ancak Lan WangJi geleceğini önceden
söylememişti bu yüzden de Jin GuangYao ona özel bir masa hazırlatamamıştı. Şu anda hazırlatmak
için gidiyordu.

Salona girdikten sonra misafirleri yumuşak, kırmızı bir halı karşılıyordu. Sandal ağacından yapılmış
masaların her iki yanında takılarla, yeşimlerle süslenmiş, güzel, genç kadınlar hizmet etmek için
bekliyorlardı, her birinin yüzünde içten bir gülümseme vardı. Büyük göğüsleri ve incecik belleriyle
vücutları bile neredeyse aynıydı, göze hem güzel hem resmi geliyorlardı. Wei WuXian söz konusu
güzel bir kadın olduğunda kendini bakmaktan hiçbir zaman alıkoymamıştı. Oturduktan sonra en
yakınındaki kıza gülümsedi, hizmetçi ona içkisini doldururken teşekkür etti.

Ancak bir anda kız şaşırmış gibi göründü, ona bir bakış attıktan sonra hızla gözlerini kırpıştırarak
uzaklara baktı. Wei WuXian ilk olarak bunu tuhaf buldu, ancak etrafına bir bakış attıktan sonra hemen
olanları anladı. Tahmin ettiği gibi ona tek tuhaf bir şekilde bakan kişi hizmetçi değildi. LanlingJin Sekti
üyelerinin yarısından çoğu yüzlerinde tuhaf ifadelerle onu izlemekteydi.

Bir an için Kulenin, Mo XuanYu’nun sektten birisini rahatsız edip atıldığı yer olduğunu unutmuştu.
Sanki hiç utanması yokmuş gibi böyle herkesin gözleri önünde tekrar buraya geleceği kimin aklına
gelirdi? Üstelik Lan Sektinin iki yeşimiyle birlikte ön sırada oturuyordu…

Wei WuXian hemen Lan WangJi’ye yanaştı, “HanGuang-Jun, HanGuang-Jun.”

Lan WangJi, “Efendim?”

Wei WuXian, “Lütfen yanımdan ayrılma. Buradaki bir sürü kişi Mo XuanYu’yu tanıyor. Eğer birileri
benimle eski güzel günlerden konuşmak isterse, aptal gibi davranıp saçmalamam gerekecek. Seni
utandırırsam lütfen görmezden gel.”

Lan WangJi ona bakarak ifadesiz bir sesle cevapladı, “Bilerek insanları kışkırtmadığın sürece sorun
yok.”

Bu sırada kolunda, gösterişli bir kıyafet giymiş bir kadınla Jin GuangYao odaya girdi. Kadın her ne
kadar asil görünse de yüzünde baskın bir masumiyet ifadesi vardı. Güzel yüz hatları neredeyse
çocuksuydu. Bu kadın Jin GuangYao’nun eşiydi, Jinlin Kulesinin hanımı – Qin Su.
İkisi yıllardır efsuncular arasındaki en sevgi dolu çift olarak gösteriliyordu ve birbirlerine çok saygı
duyuyorlardı. Herkes Qin Su’nun LanlingJin Sektinin yardımcı sektlerinden biri olan LaolingQin
Sektinden olduğunu bilirdi. Qin CangYe, sektin lideri, Jin GuangYao’nun yıllardır en sadık
adamlarından biriydi. Her ne kadar Jin GuangYao, Jin GuangShan’ın oğlu olsa da, annesiyle olan ilişkisi
yüzünden asla babasıyla aralarındaki ilişki iyi olmamıştı. Güneş Avı Seferi sırasından Jin GuangYao, Qin
Su’nun hayatını kurtarınca kız ona aşık olmuş ve hiç pes etmemişti. Karısı olmakta ısrar ediyordu. En
sonunda romantik hikayeleri sonuçlanmıştı. Jin GuangYao da onun beklentilerini hiç boşa
çıkartmamıştı. Her ne kadar baş efsuncu olmak kadar önemli bir pozisyonda olsa da, davranışları
babasından oldukça farklıydı. Hiç kendine metres almamış, başka kadınlarla asla ilişki kurmamıştı. Pek
çok sekt liderinin karısı ona imrenerek bakıyordu.

Wei WuXian, Jin GuangYao’nun Qin Su’yu salona getirişini izlerken söylentileri oldukça haklı buldu. Jin
GuangYao’nun yüz ifadesi öylesine dikkatliydi ki, sanki eşinin yeşim basamaklardan inerken
takılmasından korkuyordu.

İkisi kendi masalarındaki yerlerini aldıktan sonra ziyafet resmi olarak başladı. Onlardan sonra en
yüksek masada oturan kişi Jin Ling’di. Gözleri Wei WuXian’la buluşunca tekrar ters ters baktı. Wei
WuXian başkaları tarafından izlenmeye oldukça alışkındı. Tüm yemek boyunca sanki hiçbir şey
yokmuş gibi yiyip içti, salondaki konuşmaları dinledi. Herkes oldukça mutlu görünüyordu.

Ziyafet bittiğinde çoktan gece çökmüştü. Esas görüşmeler ertesi sabah başlayacaktı. Konuklar ikişerli
üçerli gruplar halinden salondan ayrılıp, onlara kalacakları yeri gösteren kişilerle birlikte odalarına
çekilmeye başlamıştı. Lan XiChen oldukça dalgın göründüğü için Jin GuangYao ne düşündüğünü
sormak istedi. Ancak tam yaklaşıp seslenmişti ki, bir başkası kendini ortaya atarak feryat etti,
“Ağabey!!!”

Jin GuangYao neredeyse darbenin etkisiyle devrilecekti. Aceleyle bir eliyle şapkasını düzeltti,
“HuaiSang sorun ne? Sakinleş ilk olarak.”

Böylesine uygunsuz davranan sekt lideri tabi ki QingheNie Sektinin Bilmiyorum Liderinden başkası
olamazdı. Ve tabi ki sarhoş Bilmiyorum Lideri normalden daha bile uygunsuz davranıyordu. Kıpkırmızı
yüzlü Nie HuaiSang bırakmayı reddediyordu, “Ağabey!! Ne yapacağım ben! Bana tekrar yardım eder
misin? Söz veriyorum bu kez son!!!”

Jin GuangYao, “Bir önceki sorunu bulduğum adamlar çözemedi mi?”

Nie HuaiSang ağlayarak, “Bir önceki halloldu, ama bu sefer başka bir sorun çıktı! Ağabey ne
yapacağım? Artık yaşamak istemiyorum!”

Birkaç kelimeyle olayı çözemeyeceğini fark eden Jin GuangYao, Qin Su’ya döndü, “A-Su, beni
bekleme. HuaiSang hadi bir kenara geçip konuşalım. Acele etmeye gerek yok…”

Kendisinden destek alan Nie HuaiSang’ı yarı sürükler bir şekilde dışarı çıkardı. Lan XiChen olayı
görünce o da sarhoş Nie HuaiSang’ın diğer koluna girerek peşlerine takıldı.

Qin Su, Lan WangJi’yi selamladı, “HanGuang-Jun, yıllardır Jinlin’deki müzakere görüşmelerine
gelmiyordunuz. Herhangi bir konuda eksiğimiz olduysa özür dilerim.”

Sesi yumuşaktı, onun gibi tatlı bir güzelliği olan kadına çok yakışıyordu. Lan WangJi selama aynı
nezaketle karşılık verdi. Ardından Qin Su’nun gözleri Wei WuXian’a takıldı. Bir an tereddüt ettikten
sonra fısıldadı, “Ben müsaadenizi isteyeyim.” Böylece yanında hizmetçisiyle birlikte ayrıldı.
Wei WuXian kafa yordu, “Neden bu kuledeki herkes bana tuhaf tuhaf bakıyor? Mo XuanYu ne
yapmış? Herkesin ortasında çırılçıplak biriyle falan mı sevişmiş? Ne olmuş yani? Bu LanlingJin
Sektindekiler henüz hiçbir şey görmedi.”

Lan WangJi saçmalıklarına cevap vermeyince, Wei WuXian konuşmayı sürdürdü, “Birine soracağım.
HanGuang-Jun, gözünü Jiang Cheng’in üzerinde tut benim için. Arkamdan gelmese harika olur. Eğer
gelirse onu biraz oyalar mısın?”

Lan WangJi, “Çok uzaklaşma.”

Wei WuXian, “Tamamdır. Uzaklaşırsam gece odamızda buluşuruz.”

Gözleri salonu tararken istediği kişiyi bulamıyordu. Bir kaşını kaldırarak, Lan WangJi’nin yanından
kalkıp aramasını sürdürdü. Küçük bir köşkün önünden geçerken taş bahçenin kenarından birisi fırladı,
“Hey!”

Wei WuXian, Ha! Buldum. Sese doğru dönerek güçsüz bir tonda, “Ne demek ‘hey’? Ne kadar kaba.
Ayrılırken çok mıçmıçtık? Tekrar karşılaşıyoruz ve yine bana kötü davranıyorsun. Üzülüyorum ama…”

Jin Ling’in tüyleri diken diken oldu, “Kapa çeneni hemen! Kim seninle mıçmıçmış?! Seni sektlerimizin
insanlarından uzak durman konusunda uyarmadım mı ben? Neden geldin?!”

Wei WuXian, “Dürüst olmak gerekirse HanGuang-Jun’un yanından ayrılmıyorum tavsiyene uyarak. Bir
ip bulup beni kendine bağlaması an meselesi. Senin sektinden birine ne zaman yanaştığımı gördün?
Dayına mı yaklaştım? Kendisini bana bulaşıp duruyor tamam mı?”

Jin Ling delirdi, “Defol buradan! Dayım senden şüpheleniyor sadece! Saçma sapan konuşmayı kes.
Bilmiyorum sanma, hala pes etmediğini ve istediğini…”

Yakından birkaç gürültülü bağırış duyuldu. LanlingJin Sektinin formasını giyen neredeyse yarım düzine
genç bahçeden çıktı. Jin Ling hemen konuşmayı kesti.

Gençler onlara yaklaştı. Grubu yöneten kişi neredeyse Jin Ling’le aynı yaştaydı ancak ondan çok daha
kalıplıydı, “Yanlış gördüm sanmıştım. Sahiden oymuş.”

Wei WuXian kendini işaret ederek, “Ben mi?”

Genç, “Senden başka kim olabilir?! Mo XuanYu hiç mi utanman yok?”

Jin Ling somurttu, “Jin Chan, sen nereden çıktın? Bu mesele seni ilgilendirmez.”

Wei WuXian, Demek bu çocuk Jin Ling’in neslinden bir efsuncu. Ve görünüşe göre bu gençler Jin
Ling’le iyi ilişkiler içerisinde değillerdi.

Jin Chan, “Beni ilgilendirmez ama seni ilgilendirir mi? Benden sana ne?”

Onlar konuşurken üç dört genç daha yaklaştı sanki sahiden Wei WuXian’ı dövmek ister gibiydiler.
Yana doğru bir adım atarak Jin Ling onlarla Wei WuXian’ın arasına girdi, “Saçmalamayın!”

Jin Chan, “Saçmalamayalım mı? Sektimizin utanmaz bir üyesine ders vermenin nesi saçmalamak?”

Jin Ling burnundan soluyordu, “Haberler bende! Sektimizden uzun zaman önce kovuldu o! Artık bizim
sektimizin bir üyesi değil.”

Jin Chan, “Ne olmuş yani?”


‘Ne olmuş yani’ derken ki kendinden emin ses tonu Wei WuXian’ı şaşkına çevirmişti. Jin Ling
cevapladı, “Ne mi olmuş? Buraya kimle geldi unuttun mu? Ona ders mi vermek istiyorsun? Neden ilk
olarak gidip HanGuang-Jun’dan izin istemiyorsun?”

‘HanGuang-Jun’un adı geçince gençlerin hepsi gerildi. Lan WangJi orada olmasa bile kimsenin
HanGuang-Jun’dan korkmadığını söylemeye cesareti yoktu. Bir süre sessizliğin ardından Jin Chan
tekrar konuşabildi, “Ha, Jin Ling, ondan sen de nefret etmez miydin? Bugün ne değişti?”

Jin Ling, “Bakıyorum da söyleyecek lafların hiç bitmiyor? Ondan nefret edip etmemem neyi
değiştirir?”

Jin Chan, “Adam hiç utanmadan LianFang-Zun’u taciz etti ve sen gelmiş onun iyiliği için
konuşuyorsun?”

Wei WuXian bir fırtınanın ortasında sıkışıp kalmış gibi hissediyordu.

Kimi taciz etmiş? LianFang-Zun’u mu? LianFang-Zun kimdi? Jin GuangYao muydu?

İnanamıyordu – Mo XuanYu’nun taciz ettiği kişi LanlingJin Sektinin Lideri LianFang-Zun, Jin
GuangYao’ydu!

O şaşkınlıktan sıyrılmaya çalışırken, Jin Chan ve Jin Ling birkaç kelime daha ettikten sonra birbirlerinin
üzerine atlayacak duruma gelmişlerdi. İkisi zaten birbirini hiç sevmemişti. Şimdiyse bir bahaneleri
vardı. Jin Ling bastırdı, “Eğer dövüşmek istiyorsan dövüşürüz. Senden korktuğumu mu sanıyorsun?”

Gençlerden biri bağırdı, “Neden olmasın? Zaten ona yardım etsin diye köpeğini çağıracak!”

Jin Ling tam ıslık çalmak üzereydi ki durdu. Dişlerini sıkarak kükredi, “Peri olmasa bile sizi dümdüz
ederim!!!”

Her ne kadar sesi güvenle dolu olsa da iki yumruk, dört kişiye denk bir rakip sayılmazdı. Kavga
başladığı anda yenileceği kesindi. Yerini kaybederek Wei WuXian’a doğru gerilemeye başladı.

Jin Ling, Wei WuXian’ın hala olduğu yerde durduğunu gördüğünde sinirden köpürdü, “Sen neden hala
buradasın?”

Wei WuXian birden onu elinden yakaladı. Jin Ling bağırmaya fırsat bulamadan bileğinde ezici bir güç
hissetti. Kendine engel olamadan yere düştü. Çok sinirlenmişti, “Canına mı susadın sen?!!”

Onu koruyan Jin Ling’i yere serdiğini gören Jin Chan ve diğerleri irkildi. Ancak Wei WuXian sakince
sordu, “Gördün mü?”

Jin Ling de irkilmişti, “Ne?”

Wei WuXian tekrar elini döndürdü, “Anladın mı?”

Uyuşturucu bir acının tüm bedenine yayıldığını hisseden Jin Ling tekrar bağırdı. Ancak yine de
gözlerinin önünde Wei WuXian’ın yaptığı hızlı, ustaca hareketi görebilmişti. Wei WuXian bir kez daha
konuştu, “Tekrar. Dikkatle izle.”

Tam o sırada gençlerden birisi üzerine doğru koşuyordu. Bir eli arkasında, Wei WuXian diğer eliyle
çocuğun bileğini yakaladı. Bir an sonra çocuk yerdeydi. Bu kez Jin Ling her şeyi tamamen görebilmişti.
Bileğinin acıyan yeri de, ruhani enerjiyi nereye vermesi gerektiğini ona söylüyordu. Hemen ayağa
fırlayarak cevap verdi, “Anladım!”
Dövüşün gidişatı anında değişti. Kısa bir süre sonra gençlerin ağlayan, oflayan sesleri tüm bahçeyi
sardı. En sonunda Jin Chan burnundan soluyarak, “Jin Ling, seni!!!”

Gençler yenilgiyle kaçarken lanetleyen sesleri de onlarla birlikte uzaklaştı. Diğer taraftan Jin Ling
karnını tuta tuta gülüyordu. En sonunda kahkahalarını kontrol edebildiğinde Wei WuXian konuştu,
“Bak nasıl da mutlu oldun. İlk defa mı kazanıyorsun?”

Jin Ling hemen karşılık verdi, “Birebir de hep kazanırım. Ama Jin Chan’ın yanında hep bir sürü
yardakçısı oluyor. Hiç utanması yok.”

Wei WuXian tam ona, kendisinin de yardımcı birkaç kişi bulabileceğini söylemek üzereydi, kavgaların
birebir yapılmasına gerek yoktu. Bazen ekibindeki insanlar her şeyin gidişatını değiştirebilirdi. Ancak
konuşamadan Jin Ling’i hep yalnız gördüğü aklına geldi, etrafından sektinden onun yaşlarında kimse
yoktu. Muhtemelen Jin Ling’in hiç arkadaşı olmadığı için kavga ederken yanına çağıracak kimsesi de
yoktu.

Jin Ling, “Hey, o hareketi nereden öğrendin?”

Wei WuXian hiç utanmadan sorumluluğu Lan WangJi’ye yükledi, “HanGuang-Jun öğretti.”

Jin Ling bir an şüphelenmeden kabullendi. Zaten Lan WangJi’nin alın şeridini Wei WuXian’ın ellerine
bağlı bir şekilde görmüştü. Mırıldandı, “Sana böyle şeyler de mi öğretiyor?”

Wei WuXian, “Tabi ki öğretiyor. Ama bu sadece küçük bir numara. Daha ilk defa kullandın, ne
yaptığını çözemediler o yüzden beklediğimiz sonucu aldık. Ancak eninde sonunda ne yaptığını
anlarlar. Bir dahaki sefere bu kadar kolayca kazanamayacaksın. Hoşuna gitti mi? Sana birkaç hareket
daha öğretmemi ister misin?”

Jin Ling ona bakarken sözler o kontrol edemeden ağzından döküldü, “Sen neden böylesin? Amcam
her zaman karşı çıkarken sen neden beni cesaretlendiriyorsun?”

Wei WuXian, “Karşı mı çıkıyor? Neye? Kavga etme, insanlarla iyi geçin falan mı diyor?”

Jin Ling, “Aşağı yukarı.”

Wei WuXian, “Sen dinleme onu. Beni dinle – yaşın büyüdükçe dövmek istediğin insanların sayısı kat
be kat artacak, ama kendini onlarla iyi geçinmek zorundan kalmış bir halde bulacaksın. Bu yüzden
hala gençken git, dövmek istediğin herkesin ağzını burnunu kır. Bu yaşlarda birkaç adamakıllı kavgaya
karışmazsan yaşamamışsın demektir.”

Jin Ling’in yüzü özlemle doluydu ancak konuşurken küçümseyici bir ton takınmıştı, “Neden
bahsediyorsun sen? Amcam benim iyiliğim için öyle diyor.”

Konuştuktan sonra geçmişte Mo XuanYu’nun Jin GuangYao’dan her zaman bir tanrıymışçasına
bahsettiğini hatırladı. Kesinlikle Jin GuangYao’nun söylediklerine hiçbir şekilde karşı çıkmazdı. Ama
şimdi geçmiş karşısına ‘onu dinleme’ diyordu. O zaman artık sahiden Jin GuangYao’ya karşı uygunsuz
şeyler hissetmiyor muydu?

Yüz ifadesinin onun aklından neler geçirdiğini tahmin eden Wei WuXian bir an tereddüt etmeden
konuştu, “Görünüşe göre senden saklamaya çalışmanın faydası yok. Haklısın. Başka birine aşığım
artık.”

Jin Ling, “…”


Wei WuXian’ın yüzü de sesi kadar hareketliydi, “Buradan ayrıldıktan sonra uzunca bir süre
düşündüm. En sonunda LianFang-Zun’un benim tipim olmadığına ve bana hiç uymadığına karar
verdim.”

Jin Ling geri çekildi.

Wei WuXian, “Geçmişte kendi hislerimi anlayamıyordum ama HanGuang-Jun’la tanıştıktan sonra her
şey apaçık görünmeye başladı.” Derin bir nefes aldı, “Onun yanından bile ayrılamıyorum şimdiden.
HanGuang-Jun’dan başka kimseyi istemiyorum… Bekle, nereye gidiyorsun? Daha bitirmedim! Jin Ling,
Jin Ling!”

Jin Ling arkasını döndü ve tam ters yöne koşmaya başladı. Wei WuXian arkasından birkaç kez
bağırdıysa da dönüp bakmadı bile. Jin Ling’in artık onun Jin GuangYao’dan hoşlanıyor olabilme
ihtimalini bile düşünmediğini bilirken kendisiyle gurur duyuyordu. Ancak arkasını döndüğünde, kar
tenli birisinin, buzdan daha beyaz cübbesiyle ayışığı altından durduğunu gördü. Yaklaşık otuz adım
ilerisindeki Lan WangJi her zamanki sakin ifadesiyle doğrudan ona bakıyordu.

Wei WuXian, “…”

Eğer henüz yeni dirildiği günlerde olsa, bunun on katı utanç verici şeyleri gözünü bile kırpmadan Lan
WangJi’nin önünde söyleyebilirdi. Ama şimdi Lan WangJi ona bakarken, iki yaşamında da daha önce
hissetmediği bir utanç duygusu, sinsice içinde yükseliyordu.

Wei WuXian hemen utancı bastırdı. Ona doğru yürüyerek olabildiğince doğal bir şekilde konuşmaya
çalıştı, “HanGuang-Jun sen de buradaymışsın! Biliyor musun Mo XuanYu Jinlin Kulesinden Jin
GuangYao’yu taciz ettiği için atılmış. O yüzden bugün herkes bana tuhaf tuhaf bakıyormuş!”

Lan WangJi hiçbir şey söylemedi. Dönerek onun yanında yürümeye başladı sadece. Wei WuXian
konuşmayı sürdürdü, “Ne sen ne ZeWu-Jun bunu bilmiyordunuz. Sen Mo XuanYu’yu bile
tanımıyordun. LanlingJin Sekti olanları fazlasıyla gizli tutuyor gibiydi. Şimdi anlaşılıyor. Sonuçta Mo
XuanYu’nun damarlarında sekt liderinin kanı dolaşıyor. Eğer Jin GuangShan sahiden onu oğlu olarak
görmeseydi onu asla buraya çağırmazdı. Sektinden birini taciz etmek kadar ufak bir mesele birkaç
azarla çözülebilecek bir durum. Sektten atılmasına sebep olacak kadar büyük bir şey değil. Ama eğer
taciz ettiğin kişi Jin GuangYao olursa işin rengi değişir. Üstelik LianFang-Zun aynı zamanda Mo
XuanYu’nun üvey kardeşi. Sahiden…”

Sahiden büyük bir skandaldı. Olayı kökünden temizlemeleri gerekmişti bu yüzden de. Tabi ki
LianFang-Zun’a bir şey yapacak halleri yoktu, bu yüzden de Mo XuanYu’yu sürmüşlerdi.

Wei WuXian, salonda karşılaştıklarında Jin GuangYao’nun nasıl hiçbir şey olmamış gibi davrandığını
hatırladı. Onunla nazikçe konuşmuştu, sanki Mo XuanYu’nun kim olduğunu bilmiyor gibiydi. Wei
WuXian onun nezaket kurallarına bağlılığını takdir etmekten kendini alamadı. Öte yandan Jin Ling’in
davranışları onun tam tersiydi. Mo XuanYu’dan nefret etmesinin tek nedeni onun dönme olması
değildi, üstüne bir de amcasını taciz etmişti.

Jin Ling aklına gelince Wei WuXian sessizce iç çekti. Lan WangJi, “Sorun ne?”

Wei WuXian, “HanGuang-Jun, Jin Ling’in her zaman gece avlarına tek başına gittiği fark ettin mi
sende? Jiang Cheng yanında deme sakın. Dayısı sayılmaz. Neredeyse on beş yaşında, ama yanında
kendi yaşıtlarından bir kişi bile yok. Biz gençken…” Lan WangJi’nin kaşlarının hafifçe kalktığını görünce
Wei WuXian hemen cümlesini değiştirdi, “Tamam. Ben. Sadece ben. Ben gençken hiç onun gibi
değildim.”
Lan WangJi ifadesiz bir sesle, “Sen değildin. Herkes senin gibi değil.”

Wei WuXian, “Ama bütün çocuklar etrafında insanların olmasını severler haksız mıyım? HanGuang-
Jun, sence Jin Ling’in kendi sektinde hiç arkadaşı yok mu, herkese karşı mesafeli mi davranıyor?
YunmengJiang Sektini bilmem ama Jin Sektinin gençlerinden hiçbiri onunla takılmak için hevesli
görünmüyordu. Daha biraz önce birkaç kişiyle kavga etti. Bari Jin GuangYao’nun onunla yaşıt çocukları
falan yok mu, onunla vakit geçirecek?”

Lan WangJi, “Jin GuangYao’nun bir oğlu vardı. Genç yaşta elinden alındı.”

Wei WuXian, “Jinlin Kulesinin genç efendisi nasıl ölebilir?”

Lan WangJi, “Gözetleme kuleleri.”

Wei WuXian, “O yüzden mi öldü?”

Gözetleme kuleleri inşa edilirken Jin GuangYao sadece karşı çıkan kişilerle yüzleşmemişti, aynı
zamanda memnuniyetsiz pek çok sekt vardı. Sekt Liderlerinden birisi tartışmayı kaybedince ölümcül
bir sinire kapılmış, Jin GuangYao ve Qin Su’nun tek oğlunu öldürmüştü. Oğulları herkesçe sevilir ve
uslu bir çocuk olarak bilinirdi. Oğlunun ölümüne karşılık olarak Jin GuangYao sorumlu olan sektte taş
üzerinde taş bırakmamıştı. Qin Su ise yas tutarak mücadele etmişti. O zamandan beri başka çocukları
olmamıştı.

Bir an sessiz kaldıktan sonra Wei WuXian konuştu, “Jin Ling değişken ruh haliyle ne zaman ağzını açsa
insanları gücendiriyor, ne zaman elini kaldırsa birisini rahatsız ediyor. Sizin sektinizdeki JingYi’nin ona
genç kız demesine şaşmamak gerek. Eğer onu korumasaydık şimdiden iki kere kesin olarak ölmüştü.
Jiang Cheng bir çocuğu nasıl eğitmesini bilecek birisi değil. Jin GuangYao ise…”

Jinlin Kulesine neden geldikleri tekrar aklına gelen Wei WuXian’ın başı ağrımaya başladı. Elleriyle
şakaklarına bastırırdı. Lan WangJi hemen yanında sessizce onu izliyordu. Her ne kadar onu
rahatlatmak için hiçbir şey söylemese de, her zaman dinliyordu, sorduğu her soruya cevap veriyordu.
Wei WuXian iç çekti, “Boş ver. Hadi içeri girelim.”

İkili LanlingJin Sektinin onlar için hazırladığı misafir odasına gitti. Oda oldukça ferahtı hatta şatafatlı
bile sayılabilirdi. Pürüzsüz beyaz porselenden yapılmış içki bardakları masanın üzerine yerleştirilmişti.
Wei WuXian hemen oturarak sete olan hayranlığını gösterdi. En sonunda durduğunda saat çok geç
olmuştu.

Çekmeceleri karıştırarak makas ve kağıt buldu. Birkaç kesik atarak bir kağıt adam kesti. Kağıt adamın
top gibi bir kafası ve kelebek kanatlarına benzeyen tuhaf uzun kolları vardı, boyu bir parmak kadardı.
Wei WuXian masadan fırça uçlu bir kalem alarak birkaç çizik attı. İşi bittikten sonra fırçayı bir kenara
atıp büyük bir yudum içki içtikten sonra neredeyse anında yatağa yığıldı. Kağıt adam ise seğirdi. Birkaç
kez titredikten sonra geniş kollar ağırlıksız bedenini sanki sahiden kanatlarmış gibi yukarıya uçurdu.
Bir süre tembelce dolandıktan sonra Lan WangJi’nin omzunun ucuna kondu.

Lan WangJi başını çevirerek omzuna baktı. Kağıt adam kendini onun yanağına attı. Yukarı tırmanarak
alın şeridine ulaştı ve çekiştirmeye başladı, sanki alın şeridi hayattaki en sevdiği şeydi. Lan WangJi bir
süre için kağıt adamın alın şeridiyle oynamasına müsaade etti. Tam elini uzatıp onu indirmeye karar
vermişti ki kağıt adam hızla aşağıya inmeye başladı. Kasti miydi bilinmez ama inerken kağıt adamın
kafası dudaklarına çarptı.

Lan WangJi bir an için öylece durdu. Ardından en sonunda, iki parmağıyla kağıt adamı yakalamayı
başardı, “Oyalanma.”
Yumuşak bir şekilde kağıt adam vücudunu ince parmağa sardı.

Lan WangJi, “Çok dikkatli ol.”

Kağıt adam kafasını salladıktan sonra kanatlarını çırptı. İncecik bedeniyle kapısının aralığından
geçerek misafir odasından çıktı.

Jinlin Kulesi sıkı bir şekilde korunurdu. Tabi ki normal bir kişi istediği gibi bu koridorlarda gezemezdi.
Neyse ki Wei WuXian karanlık sanatlar üzerine çalışırken kağıt dönüşüm tekniğini öğrenmişti.

Her ne kadar sahiden çok kullanışlı bir yöntem olsa da belli kısıtlamaları da yok değildi. Hem zaman
kısıtlaması vardı, hem de kağıt serbest bırakıldıktan sonra ilk kullanıldığı yere dönmeliydi. Üzerinde
tek bir çizik dahi olmamalıydı. Eğer yırtılır ya da herhangi bir şekilde zarar görecek olursa, içinde
barındırdığı ruhta aynı ölçüde zarar görürdü – bir yıllık bilinç kaybından tüm hayat boyu süren bir
deliliğe kadar, oldukça geniş ve renkli bir skala vardı. Bu yüzden de tekniği kullanan kişi çok ama çok
dikkatli olmalıydı.

Wei WuXian kağıt adamın bedenini ele geçirmişti. Bazen bir efsuncunun cübbesinin eteğine
saklanıyor, bazen kendini düzleştirerek kapı altlarından geçiyordu. Bazense kollarını serbest bırakarak
yukarıda süzülüyor, gece göğünde süzülen bir kelebek taklidi yapıyorken bazense yere yapışarak
kullanılmış bir kağıt parçası oluyordu. Aniden havada asılıyken aşağıdan gelen hafif bir ağlama sesi
dikkatini çekti. Aşağıya baktığında Jin GuangYao’nun odalarının önüne geldiğini fark etti, Çiçekli
Bahçe’ye.

Wei WuXian çatıya uçtuğunda oturma odasında üç kişinin olduğunu gördü. Bir eli Lan XiChen’e diğeri
Jin GuangYao’ya tutunmuş halde ağlayan sarhoş Nie HuaiSang, hala bir şeyler hakkında dert
yanmaktaydı. Oturma odasının hemen arkasında çalışma odası vardı. İçeride kimsenin olmadığını
gören Wei WuXian bakmak için yaklaştı. Tüm masa üzerine kırmızıyla notlar alınmış planlarla doluydu.
Duvarlarda dört mevsime atfen çizilmiş dört resim vardı. İlk başta Wei WuXian onları çok
önemsemedi. Ama bir kez daha bakınca çizen kişinin yeteneklerine saygı duydu. Hem kullanılan
renkler hem fırça darbeleri oldukça nazikti, ancak yine de resimler oldukça engin görünüyorlardı. Her
ne kadar her kağıtta tek bir sahne işlenmiş olsa da insanda sanki binlerce adım öteye gidiyormuş gibi
derinlik hissi uyandırıyordu. Wei WuXian böylesine bir yeteneğin Lan XiChen’e rakip olabileceğini
düşünürken resimleri biraz daha incelemekten kendini alamadı. Ondan sonra ise bu dört resmi yapan
kişinin sahiden de Lan XiChen olduğunu fark etti.

Çiçekli bahçenin üzerinde güvenli bir mesafe uçarken Wei WuXian görkemli beş çatı sırtlı sarayı
görebiliyordu. Sarayın çatısı parlayan göz alıcı taşlarla döşenmişti. Dışarıda ise otuz iki adet altından
yapılmış sütun vardı. Görüntü muhteşemdi. Jinlin Kulesindeki muhtemelen en yüksek güvenlik
seviyesine sahip yerdi burası, LanlingJin Sekt liderlerinin yatak odaları, Rayihalı Saray.
Rayihalı: Hoş kokulu anlamında eski kelime. Mis Kokulu Saray yazmaktansa güzel bir alternatif gibi geldi.

Kar parçası desenli cübbeleri içindeki efsunculara ek olarak, Wei WuXian sarayın zemini ve
tavanlarına da işlenmiş güçlü rünleri hissedebiliyordu. Şakayıklar işlenmiş bir sütunun dibine uçarak
bir süre için dinlendi. Bir süre oflayıp pufladıktan sonra kapı arasından içeri süzüldü.

Çiçekli bahçeye kıyasla, Rayihalı Saray Jinlin Kulesinin klasik bir binasıydı. Şatafatlı bir şekilde işlenmiş
bina neredeyse krallara layıktı. Sarayın içi yerlere kadar değen kat kat tülden perdelerle doluydu.
Yaratık şeklindeki tütsü kabı kenara kurulmuş, tüm odayı güzel kokulu dumanlarla dolduruyordu.
Savurganlık bir yana, havada fazla rahatına düşkün olmanın tatlı ama tembel kokusu asılıydı.

Jin GuangYao, Lan XiChen ve Nie HuaiSang ile birlikte Çiçekli Bahçedeydi, yani saray boştu, Wei
WuXian’ın etrafı incelemesi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Kağıt adam sarayın içinde uçarak
şüphe uyandıracak herhangi bir şey bulmak için dört dönüyordu. Birden Wei WuXian masada duran
akikten yapılmış kağıt ağırlığını fark etti. Altında bir zarf vardı.

Zarf çoktan açılmıştı. Üzerinde hiçbir isim yazmıyordu, arma bile yoktu. Ama kalınlığı göz önünde
bulundurulduğunda boş olmasına imkan yoktu. Kollarını çırparak masaya indi, zarfın içerisinde her ne
varsa görmek istiyordu. Ama zarfın içindekini çekmeye çalıştığında ‘elleri’ kenarına yapışmış, tüm
gücünü kullandığı halde bir sonuca ulaşamamıştı.

Bedeni kağıttandı ne de olsa, neredeyse hiç ağırlığı yoktu. Bu kadar kalın bir kağıt yığınını hareket
ettirmek için hiçbir şey yapamazdı.

Kağıt Adam WuXian akik kağıt ağırlığının etrafında birkaç tur daha attı. İtti, tekme attı, hopladı zıpladı,
yine de hiçbir sonuç elde edemedi. En sonunda elinden gelen bir şey olmadığını kabullenerek şüpheli
görünen başka bir şeyler aramak için etrafı dolaşmaya devam etti. Tam o sırada sarayın bir yan kapısı
aniden açıldı.

Hemen tepki veren Wei WuXian kendini masanın altına atarak, tamamen hareketsiz bir şekilde
beklemeye başladı.

İçeri giren kişi Qin Su’ydu. Wei WuXian en sonunda sarayın boş olmadığını, sarayın hanımının sadece
sessizce içerideki bir odada oturmakta olduğunu fark etti.

Jinlin Kulesinin hanımının Rayihalı Saraya gelmesinde hiçbir tuhaflık yoktu. Ancak şu anda
hanımefendi olabildiğince tuhaf görünüyordu. Yüzü kardan beyazdı, tüm kanı çekilmiş gibi
görünüyordu. Bedeni sanki yere yıkılmak üzereydi. Hemen biraz önce azımsanmayacak bir şok
atlatmış ve bayılmış, kendine geldiği gibi buraya gelmiş ancak biraz sonra tekrar bayılacak gibiydi.

Ne olmuş böyle? Ziyafet salonunda harika görünüyordu daha birkaç dakika önce…

Qin Su biraz önce geçtiği kapıya bir süre için yaslanarak boş boş baktı, ardından duvardan destek
alarak tekrar yürümeye başladı. Akik ağırlığın altındaki mektuba uzandı, sanki almak istiyor gibiydi
ama eli gitmiyordu. Şömine ışığı altında Wei WuXian açıkça onun dudaklarının nasıl titrediğini
görebiliyordu. Yüz ifadesi neredeyse bir sapkın gibiydi.

Birdenbire Qin Su çığlık attı, zarfı alarak yere fırlattı. Diğer eli ise cübbesinin önüne, göğsüne sertçe
vurdu. Wei WuXian’ın gözleri açıldı, ama kaçma dürtüsüne teslim olmadan bir an için tereddüt etti.
Eğer onu sadece Qin Su gördüyse problem yoktu, ama eğer çığlık atıp buraya başka insanları
getirdiyse o zaman işin rengi değişirdi. Kağıt adam en ufak bir darbe alırsa ruhuna neler olacağını
kimse tahmin edemezdi.

O sırada sarayın koridorlarında bir ses yankılandı, “A-Su ne yapıyorsun?”

Qin Su’nun başı hemen oraya döndü. Birkaç adım arkasında oldukça tanıdık bir kişi duruyordu. Her
zamanki gibi tanıdık yüzünde bir gülümseme vardı.

Qin Su anında yere atlayarak mektubu yakaladı. Wei WuXian mektubu bir kez daha görüş alanından
çıkmadan önce sadece bir an için görebildi. Jin GuangYao içeri doğru bir adım daha atmış gibiydi,
“Elindeki ne?”

Ses tonu her zamanki gibi nazikti, sanki hiçbir şeyin farkında değil gibiydi, ne Qin Su’nun yüzündeki
karmakarışık ifadenin, ne de elindeki tuhaf mektubun. Sanki havadan sudan konuşuyordu. Hala
mektubu sıkıca tutan Qin Su cevap vermedi. Jin GuangYao tekrar sordu, “İyi görünmüyorsun. Neyin
var?”
Ses tonu ilgiyle doluydu. Qin Su mektubu göstererek titrerken konuştu, “…Birisiyle karşılaştım.”

Jin GuangYao, “Kimle?”

Qin Su onu duymamış gibi devam etti, “Bana bir şeyler anlattı ve bu mektubu verdi.”

Jin GuangYao kendini gülmekten alamadı, “Kiminle karşılaştın? Yeni tanıştığın insanların sana anlattı
şeylere inanır mısın yoksa?”

Qin Su, “Yalan söylemiyordu. Söylüyor olamazdı.”

Wei WuXian da kiminle konuştuğunu merak ediyordu. Kadın mı erkek mi onu bile anlayamamıştı.

Qin Su, “Mektupta yazanlar doğru mu?”

Jin GuangYao, “A-Su, mektubu okumama izin vermezsen bunu nasıl bilebilirim?”

Qin Su mektubu ona itti, “Peki. Oku!”

Mektubu görebilmek için Jin GuangYao bir adım daha ileri attı. Qin Su hala mektubu elinde tutarken
hızlıca göz gezdirdi. Yüz ifadesi tüm bu zaman boyunca hiç değişmedi. Yüzüne bir parça bile gölge
düşmemişti. Qin Su ise neredeyse bağırıyordu, “Konuş, konuş! Hiçbiri doğru değil de! Hepsi yalan de!”

Jin GuangYao kesin bir şekilde cevapladı, “Hiçbiri doğru değil. Hepsi yalan. Hepsi saçmalık, bu
suçlamaların hepsi asılsız.”

Qin Su ağlamaya başladı, “Yalan söylüyorsun! Bu halde bile bana yalan söylüyorsun, sana
inanamıyorum!”

Jin GuangYao iç çekti, “A-Su hayır dememi sen istedin. Şimdi ben söyleyince ise inanmıyorsun. Bu
durumda ben ne yapabilirim?”

Qin Su mektubu yere attı ve yüzünü kapadı, “Ah Gökler! Tanrılar! Sen, sen sahiden… Korkunç birisin!
Sen nasıl… Nasıl yapabildin?!”

Konuşmaya devam edemedi, bir eli hala yüzünü örtüyordu. Sütunların birinden destek alırken aniden
kusmaya başladı.

Sanki tüm iç organları dışarı çıkmaya çalışıyormuş gibi öğürüyordu. Böylesine yoğun bir tepki gören
Wei WuXian’ın dili tutuldu, Muhtemelen içerideyken de kusuyordu. O mektupta ne yazabilir ki? Jin
GuangYao’nun birisini öldürüp parçalara falan mı ayırdığı? Herkes Güneş Avı Seferi sırasında Jin
GuangYao’nun sayısız sayıda kişiyi öldürdüğünü biliyor. Ayrıca babası da az sayıda kişiyi öldürmüş
sayılmaz. Belki de Mo XuanYu mevzusudur? Hayır, Jin GuangYao’nun Mo XuanYu’ya karşı hisleri
olması imkansız. Mo XuanYu’yu kuleden attıran kendisiydi sonuçtu. Yine de, ne olursa olsun inanılmaz
iğrenç bir şey olmadığı sürece Qin Su böyle kusmazdı. Qin Su’yu tanımasa bile geçmişte birkaç kez
karşılaşmışlıkları yok değildi, her ikisi de önemli hanelere mensuplardı sonuçta. Qin Su, Qin
CangYe’nin biricik kızıydı. Saf bir kişiliği vardı ama konfor içinde büyümüştü ve kusursuz bir şekilde
davranması öğretilmişti. Böylesine delirmiş ve vahşi bir şekilde asla davranmazdı. Hiç mantıklı değildi.

Onun çıkardığı sesleri dinlerken Jin GuangYao sessizce eğilip yere atılmış kağıtları aldı. Elini kaldırarak
sayfaları dokuz yapraklı nilüfer şeklindeki şamdana tutarak, yavaşça yanmalarına izin verdi.

Küllerin yere düşüşünü izlerken garip, keyifsiz bir tonla konuşmaya başladı, “A-Su uzun zamandır karı
kocayız. Birbirimize huzurlu bir ahenkle saygı duyarız. Kocan olarak her zaman gönlünü hoş tutmaya
çalışmışımdır. Böyle davranman sahiden beni çok üzüyor.”
Qin Su’nun midesinde kusacak hiçbir şey kalmamıştı. Yerde mırıldandı, “Gönlümü hoş tuttun… Evet
gönlümü hoş tuttun… Ama ben… Ben seninle hiç tanışmamış olmayı dilerdim! O zamandan beri… Sen
hiç… sen hiç… Böyle bir şeyi yapacağına neden beni öldürmedin?!”

Jin GuangYao, “A-Su, sen öğrenmeden önce her şey yolunda değil miydi? Sadece bugün öğrendikten
sonra kötü hissetmeye ve kusmaya başladın. Bunu görmezden gelebiliriz. Sana fiziksel anlamda bir
zarar veremez. Sadece zihnin buna izin verirse sana zarar verir.”

Qin Su başını iki yana salladı, yüzü kül gibiydi, “…Bana gerçeği söyle. A-Song… A-Song nasıl öldü?”

A-Song kimdi?

Jin GuangYao irkildi, “A-Song mu? Neden bana bunu soruyorsun? Uzun zamandır zaten cevabını
bilmiyor musun? A-Song öldürüldü. Onu öldüren kişiyi intikam olarak mahvettim çoktan. Neden
ondan bahsediyorsun, bu nerden çıktı şimdi?”

Qin Su, “Biliyorum. Ama şu anda bildiğim her şey yalanmış gibi geliyor.”

Jin GuangYao’nun yüzü çok yorgun görünmeye başladı, “A-Su aklından neler geçiyor senin? A-Song
benim de oğlum. Ne yaptığımı düşünüyorsun? Kendini bunca zaman saklayan birisine, bilinmeyen bir
kişiden gelen bir mektuba benden daha fazla mı inanıyorsun?”

Qin Su saçını çekerek çığlıklarla, “Senin de oğlun olduğu için korkunç birisin zaten! Ne mi yaptığını
düşünüyorum? Böyle bir şeyi bile yaptıysan, her şeyi yapabilirsin!! Ve sana hala inanmamı mı
istiyorsun?! Tanrılar!”

Jin GuangYao, “Böyle saçma şeyler söylemeyi bırak. Söyle – bugün kiminle karşılaştın? Sana mektubu
kim verdi?”

Qin Su tekrar saçına asıldı, “Ne… Ne yapacaksın ona?”

Jin GuangYao, “Bu kişi sana anlattıysa başkalarına da anlatabilir. Bir tane mektup yazdıysa ikincisini,
üçüncüsünü hatta sayısız sayıda mektubu yazabilir. Ne mi yapacağım? Böyle bir şeyin yayılmasına izin
mi vereyim? A-Su sana yalvarıyorum. Lütfen, birbirimize duyduğumuz sevgi adına bana nerede
olduğunu söyle. Sana buraya gelip mektubu okumanı kim söyledi?”

Kimdi? Wei WuXian da Qin Su’nun kim olduğunu söylemesini dört gözle bekliyordu. Birisi Baş
Efsuncunun eşine yaklaşmış, güvenini kazanmış ve Jin GuangYao’nun gizli sırrını ortaya çıkartmıştı.
Mektupta geçen şey bir cinayet kadar basit bir şey olamazdı. Qin Su’nun kusacak kadar tiksinmesine
ya da korkmasına yol açmıştı ve sadece burada ikisi varken dahi yazan şeyleri ağızlarına alamıyorlardı.
Sorgularken bile hep üstü kapalı konuşmuşlardı, asla kesin bir şekilde neden bahsettiklerini
söylememişleri. Ama eğer Qin Su dürüst olup mektubu veren kişini adını söylerse aptal durumuna
düşerdi. Eğer söylerse karşısındaki kişinin kim olduğunu önemsemeden Jin GuangYao onu da
sustururdu, ne olursa olsun.

Neyse ki Qin Su her ne kadar gençliğinden beri neredeyse aptallık boyutunda masum ve bilgisiz birisi
gibi görünse de, artık Jin GuangYao’ya güvenmiyordu. Boş bir şekilde masada oturmakta olan Jin
GuangYao’ya baktı. O, on binlerce kişinin baş efsuncusuydu. O kocasıydı. Şu anda mum ışığı altında
her zamanki gibi sakin ve açık görünüyordu. Ayağa kalktı, Qin Su’nun kalkmasına yardım etmek için
hareketlendi ancak Qin Su elini itti. Yerde kıvranırken öğürmesine engel olamıyordu.

Jin GuangYao’nun kaşları çatıldı, “Sahiden seni bu kadar mı iğrendiriyorum?”

Qin Su, “Sen… Sen delisin!”


Ona bakarken Jin GuangYao’nun gözleri yasla doluydu, “A-Su o zamanlar başka bir yol bulamamıştım.
Ömrün boyunca bunları öğrenmemeni planlamıştım. Sahiden bilmeni istemezdim. Ama sana söyleyen
kişi her kimse tüm planları mahvetti. Benim kötü birisi olduğumu düşünüyorsun. Benden
tiksiniyorsun. Eğer karım olmasan hiçbiri umurumda olmazdı. Ama şimdi başkaları sana nasıl bakar?
Seninle nasıl konuşurlar?”

Qin Su başını kollarına gömdü, “Konuşma, sus, bana hatırlatma!!! Keşke seni hiç tanımasaydım, keşke
seninle hiçbir alakam olmasaydı! Bana en başından neden yaklaştın ki?!”

Bir anlık sessizliğin ardından Jin GuangYao cevap verdi, “Ne dersem diyeyim bana inanmayacağını
biliyorum ama o zamanlar, yaptığım her şey içtendi.”

Qin Su hıçkırdı, “…Hala beni tatlı sözlerle ikna etmeye çalışıyorsun!”

Jin GuangYao, “Gerçeği söylüyorum. Geçmişim ya da annem hakkında hiçbir şey söylememeni her
zaman hatırlayacağım. Hayatımın sonuna dek seni karşıma çıkardığı için tanrılara dua edeceğim, sana
saygı duyacağım, seni el üstünde tutacağım ve seni seveceğim. Ama bilmen gerekiyor, A-Song
öldürülmeseydi bile onun ölmesi gerekiyordu. Sadece ölmesi gerekiyordu. Büyümesine izin verseydik
sen ve ben…”

Oğlundan bahsedilince Qin Su daha fazla dayanamadı. Elini kaldırarak kocasına bir tokat attı, “O
zaman bütün bunları kim yaptı?! Bu makam için yapmayacağın bir şey var mı?!”

Hiç tepki vermeden Jin GuangYao tokadı kabullendi. Beyaz yanağında kıpkırmızı bir el izi belirdi.

Jin GuangYao, “Neden bahsediyorsun? Sahiden kötü hissediyor olmalısın. Baban seyahate çıkmıştı.
Yakın zamanda senin de onun yanına gitmene izin vereceğim, babanın yanında keyfin yerine gelir. Bu
konuyu artık kapatalım. Dışarıda çok sayıda misafirimiz var. Yarın Müzakere Görüşmeleri başlayacak.”

Böyle bir durumda hala dışarıdaki misafirlerini ve yarın ki Müzakere Görüşmelerini düşünebiliyordu!

Qin Su iterek onu ayağa kaldırma çabalarına direnmeye çalıştı ama Jin GuangYao onu görmezden
geldi. Wei WuXian ne yaptığını bilmiyordu ama Qin Su birden tüm gücü çekilmiş gibi yığıldı. Böylece
Jin GuangYao yarı bayılmış karısını kat kat perdelerin arasına çekti. Kağıt Adam WuXian masanın
altından sıyrılarak onları takip etti. Jin GuangYao’nun bakırdan yapılmış bir boy aynasına elini
koyduğunu gördü. Bir an sonra parmakları aynanın içine girdi, sanki ayna bir gölmüş gibi onu içeri
kabul ediyordu. Qin Su’nun gözleri ardına dek açıktı, hala ağlıyordu. Kocası onu aynanın içine
çekerken tek yapabildiği izlemekti, bağıramıyordu, konuşamıyordu bile. Wei WuXian aynanın Jin
GuangYao hariç başka kimse için açılmayacağını biliyordu. Böyle bir durumda ya şimdi onları takip
edecekti ya da bir daha asla böyle bir fırsat eline geçmeyecekti. Zamanı kabaca hesaplayarak içeri
atladı.

Bakır aynanın ardında gizli bir oda vardı. Jin GuangYao girdikten sonra duvardaki gaz lambaları
kendiliğinden yandı. Loş ışık duvarları kaplayan çeşit çeşit rafları ve dolapları aydınlattı. Raflarda
kitaplar, parşömen tomarları, taşlar ve silahlar vardı. Birkaç tane de işkence aleti. Demir yüzükler, sivri
uçlu demirler, gümüş askılar – hepsi çok tuhaf görünüyordu. Bu aletlerin görünüşü bile insanı
korkudan titretmeye yeterdi. Wei WuXian aletlerin hepsinin Jin GuangYao tarafından şahsen
yapıldığını biliyordu.

QishanWen Sektinin lideri Wen RuoHan dakikası dakikasına uymayan, vahşi bir adamdı. Kan görmeyi
sever, bazen onu kızdıran kişilere işkence ederdi. Jin GuangYao Wen RuoHan’ı, isteklerine boyun
eğerek yakalamayı başarmıştı, onu acımasız tuhaf aletler yaparak eğlendirmişti.
Her sektin hazine odaları olurdu. Bu yüzden de Rayihalı Sarayında böyle bir odasının olması tuhaf
değildi kesinlikle.

Çalışma masası dışında odada bir de demirden bir masa vardı – koyu renkli, dokununca ele oldukça
soğuk gelen ve yetişkin bir erkeğin uzana bileceği kadar büyük bir masa. Siyah renkti ancak üzerinde
kurumuş şeylerden oluşan lekeler vardı. Wei WuXian sessizce yorum yaptı, Birisini parçalamak için
buradan daha uygun bir yer olamazdı.

Jin GuangYao nazikçe Qin Su’nun masaya uzanmasına yardım etti. Jin GuangYao onun yüzündeki
birkaç parça saç telini geriye tararken Qin Su’nun yüzü kül gibiydi, “Korkma. Böyle bir durumda
yürümemelisin. Önümüzdeki birkaç gün etrafta çok sayıda insan olacak. Neden biraz dinlenmiyorsun?
Kiminle konuştuğunu söylemeye karar verdiğin anda odana geri dönebilirsin. Adını söylemeye karar
verdiğinde başını salla. Tüm hareketlerini mühürlemedim. Hala başını sallayabiliyor olman gerek.”

Qin Su’nun gözleri hala son derece nazik ve ilgili olan kocasına döndü. Gözleri korku, acı ve çaresizlikle
doluydu.

Bu sırada Wei WuXian bazı rafların perdelerle kapatılmış olduğunu fark etti. Perdeler kötücül, kan
kırmızısı rünlerle işlenmişti. Yasaklanmış tılsımlardı, hepsi de oldukça güçlüydü.

Kağıt adam bir parça yükselerek duvara yapıştı. Diğer yandan Jin GuangYao hala yumuşak bir sesle
Qin Su’ya dil döküyordu. Birden bir şey fark etmiş gibi telaşlanarak geriye döndü.

Odada o ve Qin Su dışında üçüncü bir kişi yoktu. Jin GuangYao ayağa kalktı. Ancak dikkatli bir şekilde
tüm odayı taradıktan sonra tekrar geri döndü.

Tabi ki geriye döndüğünde Wei WuXian’ın çoktan bir kitap rafına çıktığını bilemezdi. Jin
GuangYao’nun boynunun bir parça kımıldadığını gördüğü anda anında incecik bedenini bir kitabın
içine sıkıştırarak kitap ayracı gibi davranmıştı. Gözleri el yazmasının iki sayfası arasına sıkışmıştı. Neyse
ki Jin GuangYao her ne kadar çok dikkatli bir adam olsa da, kitabın sayfasını açıp içine birinin
saklandığını kontrol edecek kadar dikkatli değildi.

Birden Wei WuXian sayfada gördüğü el yazısının tanıdık geldiğini fark etti. Bir an için dikkatle
baktıktan sonra sessizce küfretti – nasıl tanıdık gelmezdi? Bu onun yazısıydı!

Jiang FengMian onun el yazısı için her zaman ‘dikkatsiz ama dengeli’ derdi. Bu kesinlikle kendi el
yazısıydı. Wei WuXian biraz daha dikkatle inceledikten sonra anlaşılmaz ya da zarar görmüş alanlar
arasından yazılan birkaç parça şeyi okumayı başardı “…ele geçirmekten son derece farklı…”,
“…intikam…”, “zorunlu bir kontrattır.”. En sonunda içine sıkıştığı kitabın kendi taslağı olduğundan
emin oldu. Yazı, birisinin bedeni feda etmesi üzerine topladığı bilgileri içeriyordu.

O zamanlar bu şekilde pek çok taslak yazmıştı. Yazarken çoğunu bir yerlere atmıştı, özellikle de Mezar
Tepedeki uyuduğu odaya. Neredeyse hepsi kuşatma sırasında çıkan yangınlar sırasında kül olmuştu.
Geriye kalanlar, kılıcı gibi, savaş ganimeti olarak pek çok kişi tarafından toplanmıştı.

Dirildiğinden beri Mo XuanYu’nun yasaklanmış tekniği nereden öğrendiğini merak edip durmuştu.
Şimdiyse cevabı biliyordu.

İçinde olduğu zarar görmüş yazı yasaklanmış bir teknik üzerineydi, bu yüzden de Wei WuXian Jin
GuangYao’nun isteyenin okumasına izin vereceğine inanmıyordu. Mo XuanYu ve Jin GuangYao her ne
kadar o tarz bir ilişki içinde olmasalar da, demek ki bir şekilde yakınlardı.

O düşünürken Jin GuangYao’nun sesi duyuldu, “A-Su, zaman doldu. Benim hala misafirlerle
ilgilenmem gerekiyor. Daha sonra seni görmeye geleceğim.”
Wei WuXian çoktan kıvrılarak kitabın içinden çıkmıştı. Sesi duyduğu anda hemen tekrar içeri girdi. Bu
kez gördüğü şey yazısı değildi… iki büyük başlık vardı, ev ve topraklar üzerine bir tapuya mı
bakıyordu?

Wei WuXian bunu tuhaf bulmuştu. Böylesine önemli iki evrak nasıl YiLing Piri’nin yazılarının yanında
yer alabilirdi? Ama ne kadar incelerse incelesin belgeler göründükleri gibiydiler, hiçbir numara, kod
içermiyorlardı. Yaprakları sararmış ve üzerlerinde mürekkep lekeleri bile vardı. Yine de Jin
GuangYao’nun onları buraya öylesine koyduğuna inanamazdı. O yüzden de bir süre daha durarak
adresi ezberledi, Yunmeng’in Yunping Şehrinde bir yere aitti. Eğer gitmeye fırsat bulursa belki orada
bir şeyler bulabilirdi.

Bir süre için hiç ses gelmeyince, Wei WuXian tekrar duvara tırmanmaya başladı. En sonunda
yasaklanmış tılsımlı perdelerle gizlenmiş rafa ulaştı ve içeri girdi. Ancak içinde ne olduğunu
inceleyemeden, birden perde kaldırıldı.

Jin GuangYao rafa doğru gelmiş ve perdeyi kaldırmıştı.

Bir an için Wei WuXian fark edildiğini düşündü. Sonrasında şöminenin ışığının onun bulunduğu yere
yansıyamadığını gördü. Yuvarlak bir nesne tam ışıkla arasında duruyordu.

Jin GuangYao dimdik durmuş, sanki raftaki her neyse onunla göz teması kuruyormuş gibi
görünüyordu.

Bir an sonra konuştu, “Bana sen mi bakıyordun?”

Tabi ki cevap yoktu. Bir süre sessizce durduktan sonra perdenin tekrar kapanmasına izin verdi.

Wei WuXian kendini önündeki nesneye yapıştırdı. Soğuk ve sertti, miğfer gibi görünüyordu.
Sonrasında miğferin önüne doğru hareketlendi. Tahmin ettiği gibi önünde donuk bir yüz vardı. Kafayı
mühürleyen kişi hiçbir şey görmemesini, duymamasını, konuşmamasını istemişti ve bu yüzden
balmumuyla kaplanmış cildine pek çok efsun yapılmıştı. Gözleri, kulakları ve ağzı sımsıkı kapatılmıştı.

Wei WuXian sessizce selamladı, Sizi görmek ne güzel ChiFeng-Zun.

You might also like