Alper Gormus-Vur Ama Dinle

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 19

AK Parti-Cemaat ittifakı: Vur, fakat dinle / Alper Görmüş / 8-24.8.

2016

Hidayet Şefkatli Tuksal, Gülen Cemaati kadrolarının devlet bürokrasisinde hızla


yükselişlerine dair yazısında (Serbestiyet, 6 Ağustos), çok sorulan bir soru ile hiç
sorulmayan bir soruyu birlikte mütalaa ediyordu:

“Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne


vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey
söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (...) ‘Bir yandan
bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam
pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz,
elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını
engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek
gizleme gereği duymadık.’”

‘Helal olsun, nasıl da ustalıkla sızıyorlar’

Tuksal, Türkiye’nin seküler-modern sosyolojisinin bu kibirli ve dışlayıcı


tutumunun, Cemaat kadrolarının devlet içindeki örgütlenmelerinde nasıl elverişli
bir zemin yarattığını da, büyük bir içtenlikle şöyle anlatıyordu:

“(...) Polise ve askere sızmalar olduğunu da bir şekilde duyuyor, öğreniyorduk,


ancak kimse bunu yadırgamıyordu. Hattâ gerekli, iyi bir şey diye düşünülüyordu.
Çünkü Türkiye’nin Jakoben - batıcı - laik elitleri, aslında küçük bir azınlık
olmalarına rağmen, silâhlı kuvvetleri de arkalarına alarak, bu ülkenin
‘ilerici/batıcı’ şablonuna uymayan köylü, kasabalı, muhafazakâr, dindar
insanlarına sistem içinde yer açmıyor, engelliyor, sistem dışına itiyorlardı. Bu
yüzden dinî gruplar, bir yandan çok basit bir şekilde evlerden, yurtlardan
başlayarak zaman içinde çok çeşitli unsurların dahil olduğu alternatif bir kamu
yaratırken, bir yandan da normal yollarla dahil olamadıkları sisteme ‘sızarak’
dahil olmaya çalışıyorlardı. Ve üstüne basarak söyleyeyim, bu sızma o şartlarda
herkes tarafından -gasp edilen hakları elde etmek adına- meşru bir yöntem olarak
görülüyordu. Gülen cemaatinin geniş halk kesimlerince takdir edilmesinde, hizmet
adı verdikleri işlevler kadar, bu kapalı kapılara nüfuz etme başarısı da rol
oynuyordu.”

Madalyonun öbür yüzü: Siyasi sıkışmışlık ve çaresizlik

Şimdi Türkiye’nin seküler-modern muhalefeti, Cemaat kadrolarının devlete


sızmasında gafletinden ötürü siyasi iktidarı, ‘Cemaat hoşgörüsü’nden ötürü de
dindar kitleleri suçluyor. İyi de, bu noktaya gelinmesinde, Hidayet Şefkatli
Tuksal’ın dediği gibi suçlayanların hiç mi suçu yok? Dindar kesimleri, normal
koşullarda ahlakî açıdan mahkûm edecekleri bir fiil (‘sızma’) karşısında ‘takdir’
hissiyle dolduran toplumsal-siyasi atmosferin müsebbiplerinin rolünü hesaba
katmadan, bu noktaya nasıl geldiğimizin mufassal ve hakkaniyetli bir dökümünü
yapabilir miyiz?

Devletin kapılarının, onun sahibi olduğunu öne sürenler tarafından tutulması


muhafazakâr kesimlerde ‘Helal olsun şu Cemaat’e, nasıl da ustalıkla sızıyor
devlete’ ruh haline yol açarken, somut iktidar kademelerinde de derin bir çaresizlik
duygusu hüküm sürüyordu. Çünkü AK Parti, 2002’de iktidarı almadan önce Millî
Görüş geleneğinden gelen bir hareket olarak, Cemaat’in tersine açık ve şeffaf bir
siyaset izlemiş, devlete sızma ve orada gizlenme gibi bir stratejiden uzak durmuştu.
İktidara geldikten sonra, kendi anlayışına yakın kadrolarla çalışabilmeyi ummuştu.
Ne var ki mevcut bürokrasiyi değiştirmek bir yana, o bürokrasi silahlı ve silahsız
kanatlarıyla daha ilk günden AK Parti’yi geldiği gibi gönderme hedefine
kilitlenmişti. ‘Yüzde 36 ile geldiler, Parlamento’nun üçte ikisini kontrol ediyorlar’
eleştirileri, kısa bir süre sonra ‘yüzde 99 da alsalar ülkeyi yönetemezler’ noktasına
varacaktı.

Seküler-modern ‘sivil’ toplum da bürokrasiyle aynı çizgide hizalanmıştı ve oradan


gelen ‘elini taşın altına koyma’ çağrılarına hiç sektirmeden icabet etmekle
meşguldü.

AK Parti’nin 2002’de içine düştüğü deniz, işte böyle bir denizdi.

Hatırlamanın faydaları

O denizde olup bitenleri şimdi hatırlamanın sayısız faydası var... Böyle bir hafıza
tazelemesi her şeyden önce, yaşadığımız melanetin panzehirini, darbe yapmanın
imkânsız olduğu bir Türkiye’de değil, darbe yapma hakkının sadece Kemalist
askerlerin uhdesinde bulunduğu ‘eski’ Türkiye’de görenlerin yakın geçmişlerini
ortaya serecek. Onları yakın geçmişleriyle birlikte mütalaa etmek, bize, şimdiki
‘demokrat’ pozisyonları hakkında daha gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı
verecek.

Öte yandan bu hafıza tazelemesi, devleti felç eden Cemaat faaliyetine karşı yer yer
devlet içindeki eski Türkiye unsurlarıyla ittifaka yönelen AK Parti için de çok
önemli... Reel siyaset bazı alanlarda böyle bir ittifakı zorunlu kılabilir. Mesela ben,
AK Parti’nin ordu içindeki tasfiyeleri böyle bir çaresizlikle sınırlı tuttuğuna
inanıyorum. Keza, darbenin bütünüyle Cemaat kadrolarının işi olduğu algısına
halel getirmemek için, darbe girişimine katılan Cemaat dışı askerlerin varlığının
özellikle öne çıkarılmadığını düşünüyorum.

Bu türden stratejiler ve taktikler siyasetin mantığı içinde kabul edilebilir,


anlaşılabilir; neticede siyaset salt ilkeyle yürüyen steril bir alan değil... Fakat belirli
bir dönemde birlikte yürünen güçlerin gerçek doğaları ve eğilimleri hesaba
katılmaz, tam tersine hesapsız bir iyimserlik içine girilirse, o ittifak bir süre sonra
infilak eder.
AK Parti’nin, devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Kemalist ablukaya
karşı Cemaat’le kurduğu ittifak 7 Şubat 2012’de (Hakan Fidan’ın tutuklama
girişimi) lav püskürtmeye başladı, 15 Temmuz 2016’da da infilak etti.

AK Parti şimdi de devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Cemaat’e karşı
Kemalist asker ve bürokratlarla bir ittifak kurmuş durumda. Şayet bir önceki
ittifaktan gerekli dersler çıkarılmamışsa, bu ittifak da günü gelince infilak edecek.
Meğerki AK Parti yakın geçmişte içinde yüzdüğü denizi unutmasın ve ‘yeni’
Türkiye’nin ‘eski’nin güçleriyle ittifak ederek kurulabileceğine inanmasın.

Şimdi 2002’den başlayarak o denizin içinde ilerlemeye, unuttuğumuz ayrıntıları


hatırlamaya başlayalım...
10 Ağustos çarşamba: 3 Kasım 2002 gecesi: ‘Meşru değilsin!’
AK Parti iktidarının hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurduğunu anlamak
için, 2002’den itibaren karşılaştığı düşmanca atmosferin kronolojik bir dökümünü
yapmaya başlamıştık...

3 Kasım 2002 seçimlerinden birkaç gün önceydi (tam olarak 31 Ekim 2002)...
Dünyaya gözlerini açalı henüz birkaç ay olmuş Vatan gazetesi, dört gün sonraki
seçimlerin “tatsız” bir biçimde sonuçlanması durumunda beş yıl sonra ortaya
çıkacak bir “tehlike”ye işaret ediyordu...

“DİKKAT! Yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçecek” başlıklı haberde, şayet


seçimleri Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kazanırsa, 2007'de yapılacak olan
cumhurbaşkanlığı seçiminde, bu partinin parlamentodaki gücünü kullanarak kendi
istediği birini Çankaya'ya çıkartabileceği hatırlatılıyordu.

Haber, “Çankaya'nın önemi arttı” manşetinin hemen altında, onunla bağlantılı


olarak düzenlenmişti. “DİKKAT” sözcüğü “tehlike”yi daha iyi vurgulayabilmek
amacıyla kırmızı zemine oturtulmuş, altı da özenle çizilmişti...

Şimdi diyebilirsiniz ki, bunun neresi haber; yeni cumhurbaşkanını tabii ki yeni
meclis seçecek... Bugünden bakıldığında tuhaf görünebilir ama, 2002 seçimleri
yaklaşıp da AK Parti’nin birinci parti olması ihtimali belirdiğinde, onun neyi ne
kadar yapacağı, sınırlarının ne olduğu hususunun altını çizen bu türden “uyarı-
haber”ler, dönemin merkez medyasının standart haberleri arasında yer alıyordu.

Bakın bu ilginç “uyarı-haber”in devamında neler vardı: “Cumhurbaşkanı Sezer'in


görev süresi 16 Mayıs 2007'de bitiyor. Anayasa'ya göre Sezer'in ikinci kez seçilme
şansı yok. Kasım'da oluşacak yeni meclis, bir erken seçime gidilmezse, 2007
Kasım'ına kadar görev yapacak... Bu durumda Mayıs 2007'de göreve gelecek
Cumhurbaşkanı'nı da bu meclis seçecek. Cumhurbaşkanında milletvekili olma şartı
aranmadığı için, yasakları kalkarsa Tayyip Erdoğan'ın da cumhurbaşkanı seçilme
şansı var.”
Daha seçimi bile kazanmamış bir partinin, beş yıl sonrasına dair muhayyel ve
meşru bir adımını “tehlike” alarmıyla karşılamak hiç şüphesiz çok ilginç bir
gazetecilikti... Tabii bir yandan da “öngörülü” bir haber-yorum olduğu
söylenebilirdi. Çünkü böylece Türkiye'de 2007'de gerçekten kıyametin kopacağını
ve bazı "irade"lerin hareketlerini 2007'ye endeksli olarak düzenleyeceklerini beş yıl
öncesinden “öngörmüş” oluyordu.

2002-2007 arasında gerçekten de kıyamet koptu.

Bazı “irade”lerin genel stratejisi belliydi: 2007'ye kadar bu iktidarın “takiye”leri


ortaya çıkarılmalı, “gerçek yüzü” teşhir edilmeliydi... O kadar ki, 2007 seçimleri
geldiğinde -eğer o tarihe kadar iktidarda kalabilmişse- AK Parti, bir AK Parti'liyi
“Atatürk'ün makamına” çıkarmaya cesaret edemesin...

Programı bile belli olmayan iktidara darbe girişimi

3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen sonrasından itibaren AK Parti etrafında


örülmeye çalışılan ablukanın, darbe planlarını da içerdiği yıllar sonra ortaya
çıktığında, pek fazla rağbet gören bir argüman vardı: “Programı bile belli olmayan
partiye karşı darbe mi yapılırmış?”

Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri şey


şuydu: AK Parti, yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden, yani
programından dolayı değil, kimliğinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve
programını beklemeye hiç gerek yoktu!

Bunu, en açık ve en dürüst bir biçimde ilk ifade edecek olan siyasetçi Doğu
Perinçek olacaktı, hem de 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarının belli olmasından
sadece birkaç saat sonra...

3 Kasım 2002 gecesi, Ulusal Kanal

3 Kasım 2002 seçiminin gecesinde herkes gibi ben de öncelikle seçime katılan altı
büyük partinin (Demokratik Sol Parti, Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi,
Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi) oy
oranlarını merak ediyordum. Fakat kişisel olarak ben bir de Doğu Perinçek’in İşçi
Partisi’nin durumuyla ilgiliydim. Çünkü bu partinin televizyonu Ulusal Kanal,
seçime birkaç hafta kaladan başlayarak Genel Başkan Doğu Perinçek'in ağzından
“İşçi Partisi'nin barajı geçtiğini, Millî Güvenlik Kurulu'nun yaptırdığı anketle de
bunun kesin bir şekilde doğrulandığını” duyurmuştu izleyicilerine... Merakım
bundandı...

Seçim gecesi İşçi Partisi’nin her zamanki gibi yüzde sıfır virgüllü bir oy aldığı
anlaşıldığında, ben de kalemi kâğıdı alıp Ulusal Kanal’ın karşısına geçtim; Doğu
Perinçek’in bu sonucu nasıl tevil edeceğini not edecek, sonra da bu notlardan
faydalanarak bir yazı yazacaktım. Bunları söylüyorum, çünkü aşağıda
okuyacaklarınız, işte alınmış o notlara ve sıcağı sıcağına kaleme alınmış o yazıya
dayanıyor; zihnimde kalanlara değil.

“Meşru değilsin, 3-5 aylık ömrün var”

Umulanla bulunan arasındaki kahredici fark, seçim gecesinde kanalda garip bir
isteksizliğe yol açmıştı. Hatta saat 22.00 civarında alakasız klipler, eğitim
programları falan görülmeye başladı ekranda. Bundan bir süre sonra da İşçi Partisi
Genel Başkanı Doğu Perinçek çıktı sahneye. Format, Perinçek'in kendisine soru
soran iki kişiyi cevaplandırması esasına dayandırılmıştı.

Sorular, “Biz size güvendik, İşçi Partisi geliyor neşriyatı yaptık, şimdi ne olacak,
nasıl ayıklayacağız bu pirincin taşını” mealindeydi ve ilki de şöyleydi: “Siz
seçimlerden önce AK Parti'nin de CHP'nin de iktidar olamayacağını söylemiştiniz,
şimdi ortaya çıkan manzaraya ne diyorsunuz?”

Perinçek, “Olamayacaklar, hep birlikte göreceğiz” dedikten sonra, üç-beş aylık bir
iktidarın mümkün olduğunu, ama “Millî Kuvvetler”in kesinlikle onları devireceğini
söyleyerek başladı cevabına. Perinçek, “Seçim sonuçlarına saygı duyma, halkın
iradesi” gibi itirazların geçersiz olduğunu söyleyerek devam etti sözlerine:
“Milletler de gaflete düşer, yüzde 35 gaflete düşmüştür, zaten o yüzde 35 birkaç ay
sonra İşçi Partisi'ne gelecek ve elimiz kırılsaydı da onlara oy vermeseydik,
diyecek...”

Bu sözleri, o geceden “üç-beş” ay sonra nelerin olduğunu yıllar sonra


öğrendiklerimizle birleştirerek hatırlamalıyız: 3 Kasım 2002'den “üç-beş ay”
sonrası, tam olarak Birinci Ordu'daki Balyoz semineri günlerine (3-5 Mart 2003)
denk geliyor!

Doğu Perinçek’in “Milli Kuvvetler”den neyi kast ettiği artık anlaşılabiliyordu.

Perinçek, “Kurulacak yeni hükümetin önünde tek bir yolun, sadece 'ihanet yolu'nun
kaldığını, bu nedenle millet iradesine saygı göstermeyeceklerini” tekrarladı ve “İşçi
Partisi olarak Atatürk'ten aldığımız ilhamla yarından itibaren bunları yıkmak üzere
çalışmaya başlıyoruz” diyerek bağladı sözlerini...

Devlette ve toplumda seçimleri meşru görmeyen, ortaya çıkan “millet iradesi”ni


saygıya layık bulmayan milyonlarca insan vardı o günlerde.

Askeri vesayetin bütün ağırlığıyla ülkenin üzerine çöktüğü o dönemde, askerlerin


artık sivillerin de “ellerini taşın altına sokma” çağrıları boşuna değildi. Bu çağrı,
“bu defa birlikte hal’edelim” anlamına geliyordu ve zaten devamı da öyle geldi.
15 Ağustos pazartesi: Daha ikinci ayda mini 28 Şubat: ‘8 Ocak 2003 süreci’
AK Parti iktidarı hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurdu ya da buna
mecbur kaldı? AK Parti, 2002’den itibaren düşmanca bir atmosferle karşılanmak
yerine meşru bir iktidar olarak kabul edilseydi Cemaat’le bu kadar yakın bir ilişki
içine girer miydi? Bu soruların cevabını aramaya yönelik yazı dizimiz,
hatırlayacaksınız, ilhamını Hidayet Tuksal’ın şu cümlelerinden almıştı:
“Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne
vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey
söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (...) ‘Bir yandan
bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam
pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz,
elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını
engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek
gizleme gereği duymadık.’” (‘Evet, Biz hata yaptık!’, Serbestiyet, 6 Ağustos).

Bugünlerde, “Evet, biz hata yaptık!” demek yerine bol bol iktidarın Cemaat
günahlarını sayıp döken çevreler, AK Parti’nin iktidarı aldığı 3 Kasım 2002’den
sonra nasıl bir performans sergilemişlerdi?

Bu hafıza tazelemesi kapsamında geçtiğimiz hafta, birincisi 3 Kasım 2002


seçimlerinden dört gün öncesine, ikincisi seçim gecesine rastlayan iki “performans”
üzerinden, AK Parti’nin daha seçilmeden ve seçildiği gece bir “parti” olarak değil,
bir “tehlike” olarak kodlandığını görmüştük.

Yazı dizimizin bu bölümünde ise AK Parti hükümetinin henüz ikinci ayında ortaya
çıkan bir asker-medya prodüksiyonundan söz edeceğiz... Şimdi tamamen unuttuk
ama, az buz bir prodüksiyon değildi. Gelin birlikte hatırlayalım ve karar verelim:
Daha “programı bile netleşmemiş” bir iktidara karşı askerlerin ve medyanın birlikte
kotardığı böyle bir “performans” karşısında, Cemaat’in bürokrasideki ve
medyadaki gücünü arkasına almaya çalışan bir iktidar tablosu çok mu anlaşılmaz?

İkinci ayda, 28 Şubat’a nazireyle: “8 Ocak süreci”

3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ilk AK Parti hükümeti, Recep Tayyip Erdoğan
siyasi yasaklı olduğu için Abdullah Gül tarafından kuruldu (18 Kasım 2002).

İlk arıza Aralık 2002’deki Yüksek Askeri Şûra'da ortaya çıktı. Başbakan Gül ve
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Şûra kararıyla ordudan atılan askerlerin
mahkemeye başvurma haklarının olması gerektiği gerekçesiyle ihraçlara şerh
koydular.

(Tam burada, “İşte bak, o şerhler olmasaydı TSK’daki Fetullahçılar ihraç


edilebilecekti” demeye hazırlanan okurlar, bu parantez size: O ihraç talepleri
“karısı tesettürlü”, “düzenli namaz kılar” vb. gerekçelerle bağlantılıydı; kendilerini
gizlemek için her yola başvuranlarla, icabında namazı dahi “göz ucuyla” kılanlarla
bağlantılı değildi.)
Yüksek Askeri Şûralar tarihindeki bu “ilk”, yalnız askerler arasında değil, “askerin
sivil hükümetlerin denetiminde olması” prensibini ordu düşmanlığı sayan “siviller”
arasında da bir şok etkisi yaratmıştı.

Emekli orgenerallerden Necati Özgen’e göre, “Bu iş Türk Silahlı Kuvvetleri'nin


birliğini bozmaya yönelikti.” (Star, 1 Ocak 2003).

Görevdeki orgeneraller de Özgen gibi düşünüyorlardı. 8 Ocak'ta (2003)


Genelkurmay Başkanlığı'nda önde gelen gazetecilere bir resepsiyon verdiler ve
“YAŞ şerhleri“ ile “türban” üzerinden “irtica uyarısı”nda bulundular.

Medyayı tatlı bir heyecan sarmıştı, merkez medya gazeteleri sevinçlerini


gizleyemiyorlardı. Manşetler şöyleydi:
Milliyet, “muhtıra gibi”; Akşam, “Özkök'ten müthiş mesajlar: YAŞ'taki şerh
irticaya cesaret vermiştir”; Cumhuriyet, “İrticayı cesaretlendirdiler”; Hürriyet,
“Askerden bomba gibi mesajlar”; Sabah, “Askerden ağır uyarı”; Habertürk,
“Genelkurmay Başkanı zehir zemberek”; Posta, “Asker ağır konuştu”; Radikal,
“Askerden ilk eleştiriler”; Vatan, “İrticaya cesaret verdiler...”

“Herkes YAŞ mı kuru mu gördü..."

Köşelerde, askeri vesayetin bütün çıplaklığıyla kendini gösterdiği bu gelişmeyle


ilgili olarak askerleri eleştiren, hükümetin “şerh” kararının hiç değilse hakkı
olduğunu söyleyen birilerine rastlamak mümkün değildi.

Ertuğrul Özkök, ordudan atılanlara yargı yolunun açık olmaması gerektiğini


savunduğu yazısında, “Müslümanlar ulülemre yani devlete itaatle yükümlüdürler”
diye yazdı (Hürriyet, 10 Ocak 2003). Yani Özkök'e göre askerin kestiği parmak
acımazdı...

Bazı yazarlara göre bu yeni bir 28 Şubat'tı, zaten oradan kalkarak, olan bitene, “28
Şubat süreci”nden mülhem, gönüllerindekini sergileyen bir ad da verdiler: “8 Ocak
süreci...”

Köşelerdeki sevinci yansıtan birkaç örneği de hatırlayalım:


Hikmet Çetinkaya (Cumhuriyet): "Orgeneral Özkök haklıydı! (...) Türkiye'nin
bunca ekonomik sorunu varken AKP'nin iktidar olmasıyla birlikte gündeme
'sıkmabaş' giriyor, laik demokratik Cumhuriyetin temeline dinamit koymak
isteyenler 'demokrasi kahramanı' olarak ortaya çıkıyorlardı..."
Mustafa Balbay (Cumhuriyet): "'Kırmızı çizgiler' tanımı, diplomatik bir
kavramdan öte kurumların, devletlerin kesinlikle kabul edemeyeceği durumlar
olarak dilimize yerleşti. Özkök konuşmasında bunların altını çizdi..."
Tufan Türenç (Hürriyet): “Hiç kuşku yok ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, yürekten
bağlı olduğu Cumhuriyet'in temel değerlerini, siyasi iktidarın paylaştığından kuşku
duyuyor. Kabul etmek gerekir ki, bu kuşkuyu gidermek siyasi iktidarın görevi
olmalıdır...”
Ertuğrul Özkök (Hürriyet): "Orgeneral Özkök, deyim yerindeyse, kadife eldiven
içinde demir bir yumruk çıkardı..."
Güngör Mengi (Vatan): "Bu uyarıcı eleştiriden hükümet tehlikeli sulara kendisini
çeken çevreleri bastırmak amacıyla yararlanmaya baksın. Laikliğe kazık atmakla
yitirilecek zamanı yok Türkiye'nin..."
Erdal Şafak (Sabah): "Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün basın
kokteylinde sözcüklerin üstüne basa basa okuduğu, daha sonra da tüm gazetecilere
dağıtılan 8 sayfalık metnin, 28 Şubat'taki MGK toplantısının ardından yayınlanan
bildiriden anlam ve ağırlık olarak pek farkı yok..."
Yavuz Donat (Sabah): "'Olay'a nasıl bakılırsa bakılsın... Ortada bir 'gerçek' var:
'Karizmanın çok erken çizildiği' iyi olmadı. (...) 'Teşbihte hata olmaz' bu olay da
umarız yönetime bir ders olur..."
Şakir Süter (Akşam): "Ordu, 'meydanı boş sanmayın, biz buradayız' demek
ihtiyacını hissetmiş. Bizim için hiç sürpriz olmadı; bu açıklamalara şaşıranlara
'günaydın' diyoruz!.."
Nuray Başaran (Akşam): "Siyasi iktidar ile devlet iktidarı farklılığının uyarısı
yapılmıştır."
Hakan Aygün (Habertürk): "Laik Kuvvetler'in resepsiyon tatbikatı..."
Altemur Kılıç (Habertürk): "Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök (...) bundan
böyle herhalde '8 Ocak olayı' diye anılacak zarif, ince bir balans ayarı yaptı..."
Atilla Yeşilada (Habertürk): (...) Herkes YAŞ mı kuru mu gördü..."
Fikret Bila (Milliyet): "Org. Özkök'ün kırmızı çizgileri, Cumhuriyet'in temel
nitelikleriydi. Bu niteliklere dokunulamayacağını, bunu amaçlayan davranışların
hoş görülemeyeceğini vurguladı..."
Güneri Cıvaoğlu (Milliyet): "Org. Özkök, 'TSK'nın inançlara saygılı olduğunu,
ama bir simge olarak türban dayatmasını kabul etmediğini' de söyleyerek Atatürkçü
ve laik çizgilerle oluşan bir çerçeve çizmiştir..."

Medya “anlıyor” ve...

Seçimle iktidara gelmiş bir partiye, daha ikinci ayında “gazetecilere resepsiyon”
üzerinden “ayar” veren bir ordu... Bunda hiçbir sorun görmeyen, hatta “daha, daha”
diye el artıran bir medya ve onların bunalttığı iktidarın bir an önce çekip gitmesi
için heyecanlanan, “gitsinler de kim gönderirse göndersin” diyen milyonlar...

Madalyonun bu yüzünden hiç söz etmeyip, öbür yüzünü (“Cemaatle ittifak kuran
iktidar partisi”) hakikatin tamamı gibi sunmayı, siyasi yarar ölçüleriyle anlaşılabilir
bir şey sayabiliriz belki. Fakat böyle bir yaklaşım ne hakkaniyetli olur, ne de
bundan sonrası için bize yol gösterebilir.

Medya, “8 Ocak 2003 resepsiyonu”nu, bundan sonra ne yapması gerektiği


hususunda kendisine verilmiş bir brifing gibi algıladı ve hiç vakit geçirmeden
harekete geçti... Ocak-Nisan arasındaki üç ayda gazeteler ve televizyonlar,
Jandarma kaynaklı “irtica geliyor” haberleriyle doldu taştı.

23 Nisan 2003’te Ankara’da Meclis’te yaşananlar ve İstanbul’da, Birinci Ordu’da


Mart 2003’te yaşanıp da yıllar sonra açığa çıkacak faaliyetler, bu haberlerin bir
“altlık” olduğunu gösteriyordu.

17 Ağustos Çarşamba: Ocak-Şubat-Mart 2003’teki “irtica fırtınası” ve onu


izleyen gelişmeler.
Bu dizinin bundan önceki bölümünde, AK Parti iktidarının henüz ikinci ayında
(Ocak, 2003) askerlerle iktidar arasında ortaya çıkan büyük gerilimi gözden
geçirmiştik. Bu gerilime bağlanan umutlar o kadar büyüktü ki, askerlerin hükümete
uyarılarını iletmek amacıyla 8 Ocak 2003’te gazetecilere verdikleri resepsiyondan
sonra, medya olan bitene “28 Şubat süreci”ne nazireyle “8 Ocak süreci” adını
uygun görmüştü.

Bu meseleyi ele aldığımız yazının son paragrafını buraya alarak, nerede kaldığımızı
hatırlayalım:

“Medya, ‘8 Ocak 2003 resepsiyonu’nu, bundan sonra ne yapması gerektiği


hususunda kendisine verilmiş bir brifing gibi algıladı ve hiç vakit geçirmeden
harekete geçti... Ocak-Nisan arasındaki üç ayda gazeteler ve televizyonlar,
Jandarma kaynaklı ‘irtica geliyor’ haberleriyle doldu taştı.

23 Nisan 2003’te Ankara’da Meclis’te yaşanacaklar ve İstanbul’da, Birinci


Ordu’da Mart 2003’te yaşanıp da yıllar sonra açığa çıkacak faaliyetler, bu
haberlerin bir ‘altlık’ olduğunu gösteriyordu.”

Peşpeşe “sahte şeyh” haberleri

“8 Ocak süreci”nin daha ilk haftasında medya, üç adet “sahte şeyh” haberiyle
ülkeyi sarstı.

Jandarma istihbaratı, belli ki “irticaya cesaret veren” hükümeti medya üzerinden


dövmek için elinden geleni yapıyordu.

İlk “bomba" 16 Ocak günü patladı... Jandarma (ve medya), Tuzla'nın Akfırat
Beldesi'nde, en küçüğü 15, en büyüğü 22 yaşında 15 kadına "bir gecelik imam
nikâhı kıydığını itiraf eden” ve beldeyi kendi koyduğu “İslami kurallarla” yöneten
bir “sahte şeyh”in malikânesine baskın düzenledi...

Gazeteler, bu "bulunmaz malzeme"yi hakkıyla değerlendirdiler. İşte birkaç örnek:

Akşam: “Hareminin en küçüğü 15, en büyüğü ise 22 yaşındaydı...", "Sahte şeyhin


rüyası... 15 eşiyle şeriat devleti kuracaktı.”
Habertürk: "Aşk reçetesi de ortaya çıktı. İşte sahte şeyhe güç veren formül: 'Sabah
iki kaşık bal, bir bardak suda kaynatılıp içilecek. Bir saat sonra..."

Sabah: "Tarikatçı Yılmaz Arabistan'a kaçacaktı... Gücü kaplan penisindenmiş...


Yaşar Yılmaz'ın kaplan penislerini yiyerek cinsel gücünü artırdığı öne sürüldü..."
Vatan: "Çocuk yaparak şeriat devleti kuracakmış..."

Habertürk, öbür gazetelerin tersine bu haberi “küçük” görmüştü... Çünkü onun


elinde kimselerde olmayan, özel mi özel bir başka “sahte şeyh” haberi vardı. O gün
gazetenin manşeti bu “özel haber”e tahsis edilmişti:

"70'lik şeyhe seks telefonları / Üveyz tarikatı şeyhi'nin kadın müritleriyle telefonda
seks konuşması yaptığı anlaşıldı... Şeyh Hamit Yanıkçı, buluşmak isteyen
kadınlara, 'Bugün Ayşe geliyor, yarın öbürü, sen cuma gel, halvet olalım' demiş...”

19 Ocak'ta da gazeteci Reha Muhtar, bir “sahte şeyh” dosyası beklediklerini,


geldiğinde yayımlayacaklarını duyurdu.

Böylece medya, Jandarma'nın gollük paslarını mükemmel bir biçimde


değerlendirmiş, taze iktidara şenlikli bir “hoşgeldin” partisi düzenlemişti.

Tabii, bugünden bakıldığında, gazetecilerin Jandarma kaynaklı “irtica” dosyalarına


boğulması anlaşılmaz değil... Çünkü o zamanlar Şener Eruygur Jandarma Genel
Komutanı'ydı; iki ay kadar sonra da İstanbul'da, Birinci Ordu karargâhında meşhur
“plan semineri” düzenlenecekti.

Hükümet: “İrticayı takip şart!”

Bugünden bakıldığında, “sahte şeyh” haberleri ancak tebessümle izlenebilir... Fakat


o günlerin “irtica geldi, geliyor” atmosferinde, meselenin hafife alınacak bir yanı
bulunmuyordu. Hükümet bunalmıştı ve kamuoyuna irtica ile nasıl mücadele ettiğini
anlatma derdine düşmüştü. O kadar ki, Hükümet, ‘irtica ile mücadele’ konusunda
AK Partili milletvekilleriyle bile tartışmak zorunda kalmıştı. Hatırlayalım...

Nisan ayında, Meclis İnsan Hakları Komisyonu, 28 Şubat'tan sonra “irticayı


izlemek” üzere kurulan Başbakanlık Takip Kurulu'nun (BTK) çalışmalarını mercek
altına alma kararı aldı.

Ne var ki daha ilk toplantıda ortalık karıştı. AK Parti milletvekili Cavit Torun,
“irticai faaliyetleri önleme konusunda MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve
Jandarma'nın görev yaptığını” belirterek, “Başbakanlık Takip Kurulu'nun bu
konuda çalışma yapmasına gerek yok” dedi.
Star gazetesinin “İrtica takibi AKP'li vekili rahatsız etti” başlığıyla verdiği habere
göre (18 Nisan 2003), bu tepki üzerine söz alan BTK Başkanı Fikret Üçcan,
“Rejimin korunması için BTK gerekli” yanıtını verdi.

Haber, Cumhuriyet'te de “Yeni hedef Takip Kurulu” başlığıyla yer aldı.

BTK ile ilgili olarak komisyonda yürütülen tartışmalar, AK Parti'nin “irtica”


eleştirileri karşısında nasıl paralize olduğunu çok net bir biçimde gösteriyordu. AK
Parti milletvekilleri haklı olarak BTK'nın “yasal bile olmadığını” savunurlarken,
toplantıya katılan Başbakanlık Müsteşarı BTK'nın “yasal” olduğunu kanıtlamaya
çalışıyordu.

23 Nisan resepsiyonu ve askerlerin vetosu

“İrtica”nın bir numaralı sembolü “türban”, 23 Nisan'da bu kez TBMM Başkanı


Bülent Arınç'ın hazırladığı davetiye nedeniyle gündeme geldi. Arınç, her yıl
geleneksel olarak TBMM başkanlarının düzenlediği resepsiyon için hazırlattığı
davetiyeyi sadece kendi adına değil, eşi adına da düzenlemişti. Yani Arınç,
davetlileri eşi Münevver Arınç'la birlikte karşılayacağını duyurmuştu; tıpkı önceki
yıllarda olduğu gibi...

Resepsiyona saatler kala, 22 Nisan 2003 öğle saatlerinde gazetelere ulaşan bir
haber yeni bir “devlet krizi”nin de habercisi oldu: Muhalefet Partisi başkanı ve
komutanlar, davete icabet etmeyeceklerini duyurmuşlardı. Medya hemen duruma el
ve ad koydu: "Resepsiyon krizi..."

Basın zaten davetiyenin çıkarıldığı bir hafta öncesinden beri ortalığı germekle
meşguldü, bu da işin tuzu biberi oldu; ülke bir anda kıyamet yerine döndü. Sonunda
Bülent Arınç geri adım attı, yeni bir davetiye bastırıldı, eşinin adı davetiyeden
çıkartıldı. (Arınç sonraki günlerde eşi için çok üzüldüğünü, hatta gözyaşlarını
tutamadığını ifade edecektir.)

Yani aslında “kriz” negatif bir hamleyle de olsa aşılmıştı ama, gazeteler "Bayrama
türban gölgesi" (Radikal) düşüren Arınç'ı bir türlü affedemiyorlardı. Milliyet'in
"Münevver Hanım Operasyonu" manşeti, Arınç'ın bu kararı başka bir iradenin
“operasyonuyla” ve zorlamayla aldığını imâ ediyordu. Hürriyet, varılan kutlu
sonucu “23 Nisan duruşu" sürmanşetiyle, Star da "Müthiş tavır" manşetiyle
selamlıyordu.

Cumhuriyet’e göre ise “operasyon” bir devlet operasyonuydu: "Devletten AKP'ye


uyarı..."

Medya, Münevver Arınç'ın “türbanıyla” törenlere katılamamasında oynadığı rolden


dolayı mutlu olsa da, mutluluğunun tadını biraz daha çıkarmak istiyordu. Bu fırsatı
da, Bülent Arınç'ın davetlileri eşiyle karşılamaktan vazgeçtiğini açıklamasından
sonra yakaladı.

TBMM Başkanı, muhtemelen göz yaşlarını bastırdıktan birkaç saat sonra 23 Nisan
etkinliklerinin tanıtımı için TBMM'de basın toplantısı düzenledi. Arınç, burada
karşılaştığı "Davetiyelerde bu kez yalnızca sizin isminiz var, eşinizin yok. Bunun
nedeni nedir?” sorusu üzerine meşhur “şeyini şey ettiğimin şeyi” ifadelerini
kullandı.

Hürriyet olayı şöyle nakletti:

"Soruya sinirlenen Arınç, şu yanıtı verdi: 'Nedeni nedir? Bunun karşılığı, şeyini şey
ettiğimin şeyidir. Bunu bana tekrar niye soruyorsunuz, güzel kardeşim. Yani ne
öğrenmek istiyorsunuz? Bilinmedik ne kaldı, canım kardeşim? Keşke başka bir şey
sorsaydınız. Bu davetiyenin niçin böyle yazıldığını herhalde siz de çok iyi
biliyorsunuz, ben de çok iyi biliyorum. Bundan büyük üzüntü duyuyorsanız, gelin o
üzüntüyü birlikte paylaşalım.'"

Bülent Arınç, medyanın olan bitenden “büyük üzüntü” duymadığını, tam tersine
“büyük keyif” aldığını elbette biliyordu. Aslında bu cümlelerle, tecâhül-i
ârifaneden gelerek medyanın olay karşısındaki gerçek duygusunu bildiğini gayet
güzel anlatmış oluyordu.

22 Ağustos Pazartesi: O esnada (Ocak-Nisan 2003) TSK’da olan bitenler...


Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarının ilk beş ayında bu partinin
etrafında örülen “meşru değilsin” baskısının, 23 Nisan 2003’te zirveye ulaştığını
anlatmıştık. Hatırlayacaksınız, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı
Bülent Arınç, geleneksel 23 Nisan resepsiyonu için bastırılan davetiyelerde davet
sahibi olarak kendisini ve eşini gösterince kıyamet kopmuş, genelkurmay başkanı
ve kuvvet komutanları ile ana muhalefet partisi konumundaki Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal, “türbanlı” bir davet sahibinin elini
sıkmayacaklarını ve törene katılmayacaklarını duyurmuşlardı. Sonunda,
resepsiyona bir gün kala Arınç, sadece kendisinin imzaladığı yeni davetiyeler
bastırmak ve eşinin törende bulunmayacağını ilan etmek zorunda kalmıştı.

“Seçimle iktidarı gaspeden” AK Parti’ye verilen bu dersten sonra, askerlerin her


zaman olduğu gibi bu defa da gereğini yapıp iktidarı geldiği yere göndereceği
hususundaki inanç yeni bir ivme kazandı.

Resepsiyon boykotu ve benzeri görünür tepkilerin paralelinde, yıllar sonra ortaya


çıkacak başka süreçler de işliyordu: Darbe hazırlıkları ve darbe planları... Bunlar o
gün için toplumun bilgisinin dışındaydı ama, iktidardaki siyasetçiler, TSK içinde
kendilerini her an diken üstünde hissettirecek birtakım gelişmeler olduğunu
biliyorlardı.
Kendi aralarında “bir şeyler” yapan paşalar

Ağustos 2003’te Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini devraldıktan iki gün sonra
günlüğüne, “Anlaşılan bundan sonra Bahriye işlerine daha az zaman ayırıp siyasi
gelişmeleri takip etmek zorundayız” diye yazacak olan Orgeneral Özden Örnek, 27
Şubat 2003’te, henüz Donanma komutanıyken de şu notu düşmüştü:

“27 Şubat günü sabahleyin Genkur. denetlemesi için bölgeye gelen Tümg. Can
Teller beni ziyarete geldi. Oldukça ilginç bir görüşme yaptık. Önceleri konuşmada
çekingendi ama kendisini cesaretlendirdim ve konuşmaya başladı. Genelkurmay
Başkanı'nın şahsına karşı bir tepki olduğunu, dinci kesimlere kendisine yaraşır bir
şekilde tepki vermediği gibi adeta onlarla işbirliği yaptığını ve Çetin Doğan Paşa
ile Hurşit Tolon Paşa'nın bu konulardan çok rahatsız oldularını ve kendi
aralarında bir şeyler yaptıklarını, benim de onlarla görüşmemi ima etti. Bir
tümgeneralin böyle konuşması beni şaşırttı.”

Bu sözler, 2007’de Nokta dergisinin yayımladığı Darbe Günlükleri’nde yer almıştı.


Biliyorsunuz, o tarihten üç yıl sonra, 2010’da ortaya çıkacak yeni belgelerde, 27
Şubat 2003’te Özden Örnek’i ziyaret eden Tümgeneral Can Teller’in o ziyareti
hangi amaçla yaptığını öğrenecektik: O ziyaretten birkaç gün sonra, İstanbul’da
Birinci Ordu’da meşhur “plan semineri” gerçekleştirilecek ve AK Parti’nin
iktidardan nasıl uzaklaştırılacağı tartışılacaktı.

“Kulak çekme günü...”

Bu arada iktidarı kamuoyu önünde yıpratmaya dönük asker-medya prodüksiyonu


her gün yeni katkılarla zenginleşiyordu... 23 Nisan resepsiyonundan sonraki ilk
fırsat 30 Nisan’daki Yüksek Askeri Şûra idi.

Basında, generallerin 30 Nisan'daki MGK toplantısına “irtica raporu” ile


gelecekleri yönünde yoğun bir beklenti oluşmuştu. Beklentiyi habere dönüştüren
gazete Hürriyet (26 Nisan 2003) oldu:

“Askerden irtica raporu / Milli Görüş genelgesi ve resepsiyon boykotuyla


tansiyonun yükseldiği Ankara'da gözler 30 Nisan'daki MGK'ya çevrildi. Askerler,
Kurul'a kapsamlı bir irtica raporu sunmaya hazırlanıyor.”

Dönemin Sözcü'sü Gözcü, "30 Nisan Çarşamba kulak çekme günü" başlığıyla eli en
fazla artıran gazete olmuştu.

“Genç subaylar tedirgin”

Generallerin, 30 Nisan Şûrası’nda “irtica raporu” üzerinden “kulak çekecekleri”


beklentisi vardı ama, medyanın daha şahin kesimi yüksek rütbelilerin iktidara had
bildirme performansından hiç memnun değildi. Cumhuriyet gazetesi, işte tam o
şûra öncesinde, generalleri ordunun ana gövdesinin hissiyatını yansıtmaya çağıran
ünlü manşetiyle çıkageldi: “Genç subaylar tedirgin!”

Habere göre, bu sözler, görevi Abdullah Gül’den henüz devralan Başbakan Tayyip
Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün başbaşa buluşmasında, Özkök
tarafından sarf edilmişti. Haber, ânında Hilmi Özkök tarafından yalanlandı. Fakat
manşet işlevini görmüş, ordunun yakın bir gelecekte mevcut “irticai iktidar”ı
alaşağı etmek üzere harekete geçeceği beklentisi, toplumun böyle bir gelişmeyi
memnuniyetle karşılayacak kesiminin moralini yükseltmişti.

Haberin hangi duyguyla kaleme alındığını anlamak için, altındaki imzanın


sahibinin (Mustafa Balbay) 3 Kasım 2002 seçimlerinden sadece iki gün sonra kendi
günlüğüne düştüğü şu notu okumak yeterli olacak:

“Aynı gün saat 19:00 sıralarında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman
aramama yanıt verdi. (...) Dikkatle izlediklerini, başlangıçta hemen tepki vermenin
uygun olmayacağını söyledi, en azından bir mesaj deyince, o olabilir dedi. 10
Kasım var önümüzde, o olabilir dedi...”

“Hemen tepki vermek doğru olmaz” diyen generali gazeteci zorluyor: “En azından
bir mesaj...”

2003’ün yaz aylarını heyecana boğan “Genç subaylar tedirgin” haberinin ne kadar
objektif, ne kadar manipülatif olduğuna siz karar verin.

Garnizon komutanından hükümete posta!

1 Mayıs'ta (2003) Hürriyet'in verdiği bir haber, “irticaya karşı mücadele”de sadece
MGK'nın, sadece generallerin değil, garnizonların, tümen komutanlarının da
inisiyatif kullanabildiklerini gösterdi:

“Askerden irtica afişi / Adapazarı'nda konuşlu, 15'inci Kolordu Komutanlığı'na


bağlı 1'inci Piyade Tugay Komutanlığı, özel afişler bastırarak irticaya savaş açtı.
Milli Güvenlik Dersi'nde öğrencilere görsel olarak da bilgi verilmesi için okullara
gönderilen afişlerde, cumhuriyet ve şeriat rejimleri fotoğraflarla karşılaştırıldı.

“(...)

“Afişteki ‘kıyafet’ bölümünde, geçen yılki güzellik yarışmasında birinci olan ve


daha sonra ‘Dünya Güzeli’ de seçilen Azra Akın'ın ikinci ve üçüncü güzellerle
çekilen gülümseyen fotoğrafları, şeriatla yönetilen ülkelerde görülen burkalı ve
sarıklı insanların fotoğrafıyla karşılaştırıldı.”

Öyle günlerdi ki, bir tugay komutanı bile açık siyasi mesajlar vererek iktidarı
hırpalıyor, fakat ne üstlerinden ne de siyasi iktidardan herhangi bir tepki
geliyordu... İlaveten, ülkenin en büyük ve en etkili gazetesi, bunu dünyanın en
normal durumuymuş gibi haberleştirebiliyordu.

Kantarın topuzunun kaçtığı bir an: “Şeriat tatili!”

Şeriatın “gelmekte olduğu”na dair uyarılarda kantarın topuzunun kaçırıldığı da


oluyordu. Bu türden “paranoya”ların “AKP'nin ekmeğine yağ sürdüğünü” öne
süren laik köşe yazarları böyle anlarda ne yapacaklarını bilemiyorlar; “malzeme
malzemedir” düsturuyla mı hareket edeceklerine, yoksa “yok artık, saçmalamayın”
diye uyarılarda mı bulunacaklarına bir türlü karar veremiyorlardı.

Bu türden gelişmelerin en ilginçlerinden biri “şeriat tatili” idi...

Mesele şuydu: 2003 Mayıs'ının ilk haftasında Meclis'in gündemine gelen İş


Kanunu tasarısında haftalık tatille ilgili maddede gün ismi belirtilmemişti. Bunun
üzerine CHP'liler, AK Parti'nin haftalık tatili cuma gününe çekmek için ince bir
“dolap çevirmekte” olduğunu söyleyerek “laiklik uyarısı”nda bulundular.
CHP'lilerin iddialarına göre, AK Parti kanunda pazar gününü resmî tatil günü
olarak özellikle belirtmeyerek (oysa bunu düzenleyen aynı bir kanun vardı),
tabanına tüyo vermişti... Böylece “şeriatçı firmalar” cuma gününü tatil ilan ederek
firmalarını o gün kapatacaklar, pazar günlerini ise işgünü olarak kabul edeceklerdi.

Başta Cumhuriyet olmak üzere bazı gazeteler okurlarından “tehlikenin farkında


olmalarını” isteyen yayınlar yaptılar, “şeriat tatiline” karşı internette de “lütfen bu
mail'i mümkün olduğu kadar çok kişiyle paylaşınız” uyarılı zincirler oluşturuldu.
Fakat laik kesimin daha rasyonel düşünebilen ve dolayısıyla her “malzeme”ye
atlamamayı öğrenmiş bölümü bu iyice zıvanadan çıkmış tehlike uyarısının
“AKP'ye yarayacağı” yönünde yayınlar yaptılar da, mesele kısa bir süre içinde
sönümlendi.

24 Ağustos 2016: 2003 yazının endişesi: Cumhuriyet’in 80. yılını bu iktidarla mı


kutlayacağız?
İktidara geldiği andan itibaren AK Parti’nin etrafını kuşatan düşmanca atmosferin
kronolojik dökümüne hasredilmiş bu dizinin altıncı bölümündeyiz, fakat
görüyorsunuz, henüz 2003’ü bile bitiremedik. Bu dökümü, şu soruların cevabını
aramaya girişenlere yardımcı olsun diye yapıyoruz: AK Parti iktidarı hangi
koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurdu ya da buna mecbur kaldı? AK Parti,
2002’den itibaren düşmanca bir atmosferle karşılanmak yerine meşru bir iktidar
olarak kabul edilseydi Cemaat’le bu kadar yakın bir ilişki içine girer miydi?

Yukarıda da dediğim gibi, altı bölümde hâlâ 2003’te olan bitenleri bitiremedik.
Yani, sonraki yılları da hulâsa etmeye kalksak, bu dizi hiç bitmeyecek. O nedenle,
amacın hâsıl olduğunu da düşünerek, diziyi burada bitirmeye karar verdim.
Okurlar, sonraki yılların da 2003 gibi geçtiğini bilsinler ve yukarıdaki sorulara, bu
bilgiyle cevap versinler...

Dizinin bu son bölümünde 2003’ü bitirecek, böylece 2004’teki Sarıkız ve Ayışığı


darbe planlarının hangi zemin üzerinde yükseldiğini anlatmaya çalışacağım.

İlk cumhuriyet bayramı: Alerji yükseliyor

Hükümetin henüz altı ayı bile dolmamıştı, fakat Cumhuriyet gazetesi yazarı,
anayasa profesörü Mümtaz Soysal'a göre, memleket bitmek üzereydi. Soysal, 19
Mayıs'ta kaleme aldığı “Sekseninci Yıl” başlıklı yazıda, beş ay sonra (29 Ekim
2003) cumhuriyetin 80. yılının kutlanacağını hatırlatıyor, dehşet içinde “bunlarla
mı kutlayacağız” sorusunu soruyor, asla kabul edilemeyecek bu durumun önüne
geçebilmek için sadece beş ayın kaldığı uyarısında bulunuyor ve nihayet birilerini
açıkça göreve çağırıyordu:

“(...) Parlak bir çıkışla kurulan bu Cumhuriyet acaba artık yıkılış ve çöküş
dönemine mi girmiştir? Herhalde böyle bir izlenimi asıl güçlendiren etken, bu
Ekimde sekseninci yaşına basacak bir Cumhuriyette kuruluş yıldönümü
kutlamalarını düzenlemenin cumhuriyetçiliği konusunda derin kuşkular uyandırmış
bir iktidar takımına düşecek olmasıdır. (...) Sekseninci yıla girişe şunun şurasında
beş ay kaldı. Gelecek 29 Ekim'in çelişki dolu olacak ve sinsi bir cenaze namazına
benzeyebilecek olan o görüntüsü yaşanmak istenmiyorsa, ne yapılacaksa o zamana
kadar mutlaka yapılmalıdır.”

Mümtaz Soysal'ın hitap ettiği gizli özne hakkında fikir sahibi olabilmemiz için, bu
satırların yazıldığı Mayıs 2003'ten bir yıl kadar sonrasına uzanmalıyız...

Soysal, 2004’ün ilk aylarında -yani, 2007'de Darbe Günlükleri'ye öğreneceğimiz


gibi Türkiye’de 'Sarıkız' darbe girişiminin fırtına gibi estiği günlerde- Kıbrıs
Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın danışmanı olarak New York’taki “Kıbrıs
Toplumlararası Görüşmeler”e katılıyordu. Soysal'ın, onunla aynı otelde kalan
iki Radikal yazarına (İsmet Berkan, Murat Yetkin) “Bekleyin, ordu bu gece muhtıra
veriyor” dediğini biliyoruz; ikisi de defalarca yazdı bunu.

Soysal, o günlerde “zinde kuvvetler”e açık çağrıda bulunan tek yazar değildi.
Ondan birkaç gün sonra, emekli general, dönemin etkili kalemi ve televizyon
programcısı, Akşamgazetesi köşe yazarı Kemal Yavuz da dahil olacaktı o koroya:

"İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi, TSK'nin, sadece dıştan gelen tehdit ve
saldırılara karşı değil, aynı zamanda ve kimi zaman bundan da önemli olabilecek
iç tehdit ve saldırılara karşı da Türkiye Cumhuriyeti'ni, Cumhuriyetin vazgeçilmez
ilkelerini, özellikle Atatürk ilke ve inkılaplarını koruma ve kollama görevi ile
görevli olduğunu açık ve net olarak belirtmiştir. (...) Hükümet, kendi ideolojisi
doğrultusunda, bildiklerini yürütmektedir. Toplumdan ve TSK'den bir tepki ile
karşılaştığında, geçici olarak duraklamakta ya da bir adım ileri atmakta veya atar
görünmektedir. (...) TC Devleti düzeni içinde, TSK'nin yerini ve önemini küçültücü
manevralar çevirmeye çalışmaktadır. Görülen o ki, halkımız onlara 'Bölük Dur!'
deyinceye kadar da bu sakat yolda ilerlemeye devam edecekler."

AYM Başkanı hukukçu: “Ordu’nun müdahalesini desteklerim”

“İrticai iktidar”a karşı ordunun “uyarı” görevini yerine getirmesine dair seslerin en
pervasızlarından biri, Anayasa Mahkemesi başkanlığı da yapmış bir hukukçudan,
Yekta Güngör Özden'den gelecekti.

Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi'nin (CDP) başkanlığını da yürüten Özden'e göre


ordu, “devlet içindeki irtica” olan AK Parti'yi uyarmak zorundaydı (Akşam, 16
Haziran 2003):

“(...) AKP Hükümeti'ni sert bir dille eleştiren Özden, gelinen noktada TSK'nın
müdahale hakkının doğduğunu ileri sürdü. Özden, 'ordunun hukuk kuralları içinde
yapacağı bir müdahaleyi destekleyeceğini' bildirdi. Kendisinin de yazarı olduğu
Türk Solu Gazetesi'nde yayınlanan 'Ordu Göreve' başlıklı yazıyı değerlendiren
Özden, makaledeki görüşleri yadırgamadığını söyledi.”

Hangi HSYK’dan kaçarken Cemaat HSYK’sına tutuldular?

Bugünden bakıldığında, 2010’daki referandumla Hakimler ve Savcılar Yüksek


Kurulu’nun (HSYK) yapısının değiştirilmesinin nasıl feci sonuçlar ürettiğini
görebiliyoruz... Fakat o düzenlemenin hangi HSYK’dan kurtulmak için yapıldığını
hesaba katmadan bütünlüklü bir değerlendirme yapamayız. 2003’ün ortalarından
bir örnekle, o HSYK’nın nasıl bir HSYK olduğuna bakalım...

2003 yılının mayısında, HSYK’nın 1738 kişilik hâkim-savcı kararnamesini


yayımlayacağı günlerde kuruldan gelen sesler çok ilginçti.

Cumhuriyet gazetesi, 30 Mayıs 2003 tarihinde HSYK Başkanvekili Fehmi


Ulusoy'un sözlerini haberleştirdi. Ulusoy'un demecine hâkim olan üslup, o yıllarda
kaleme alınan Darbe Günlükleri'nde dile getirilen “Biz yıpranıyoruz, biraz da yargı
taşın altına elini koysun” çağrısına yargının olumlu bir cevap verdiğinin somut bir
örneğini teşkil ediyordu.

Cumhuriyet'in “İrticai kadrolaşmaya geçit yok” ve “irticaya geçit yok” başlıklarıyla


sunduğu haber, spotlarda şöyle özetlenmişti:

“Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Ulusoy 'Cumhuriyetin


bekçisiyiz' dedi...”

“Bizim dediğimiz olur...”


'''Bakan da müsteşar da kurulda azınlıkta. Etkileri hemen hemen değil, hiç olmaz.
Oylamaya katılacaklar, ancak ikisinin oyu yetmez. İkisi muhalif olabilir. İkiye karşı
beş oyla bizim dediğimiz olur' diyen Fehmi Ulusoy, 'Vicdanen müsterih olunsun.
İsimleri tek tek, inceden inceye irdeliyoruz' dedi.”

CHP içinden ‘Silahlı ve silahsız kuvvetler elele’ çağrısı

30 Ağustos’a doğru, AK Parti’yi bir şekilde “gönderme” heyecanı iyice


yükselmişti.

29 Ağustos'ta CHP içinden, tıpkı 28 Şubat'ta olduğu gibi “silahsız kuvvetler”in de


“silahlı kuvvetler”in yanında mücadeleye katılması gerektiği yönünde bir çağrı
geldi... Çağrının sahibi, 2002 seçimlerinde büyük bir gürültüyle CHP'ye katılan ve
milletvekili seçilen Yaşar Nuri Öztürk'tü... Öztürk, Star gazetesindeki köşesinden
şöyle yazmıştı:

"Bu ülkenin en seçkin ve yürekli evlatlarından biri olan eski genelkurmay


başkanımız Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, birkaç yıl önce sanki bugünler için
konuşmuştu. Demişti ki: 'Sivil güçler ayağa kalkmalı ve bize destek vermeli... Masa
tek bacakla ayakta durmaz...'

"Sivil toplum örgütleri dağ başının dumanla kaplandığını, Çetin Doğan Paşa'nın
muhteşem tespitiyle 'Havanın kurşun kadar ağır' olduğunu artık fark etmeli. Ve
yürüyelim diyerek yola çıkmalıdır."

Yazı, "Kuvay-ı Milliye ruhu"yla bir araya gelen solcu-ülkücü-Atatürkçü'lerin


"büyük gösterisi"nden sadece bir gün önce kaleme alınmıştı...

Gösteri pek da parlak geçmemişti, katılım umulandan az olmuştu... Fakat “silahsız


kuvvetler”e yönelik çağrılar o günden sonra daha da artacak, “memleketin
satıldığına”, “irticanın gelmekte olduğuna” inananların ya da inanmış görünmekten
yarar umanların sayısı her geçen yıl daha da büyüyecektir.

2007'deki cumhuriyet mitingleri, 2003'te başlatılan çağrıların ne kadar etkili


olduğunu gösterecekti...

14 Ocak 2004: Askerler Başbakan’a 35. Maddeyi hatırlatıyor

Türkiye, AK Parti iktidarını devirmek için harekete geçen silahlı ve silahsız güçler
ittifakının seyrini en iyi, 30 Ağustos’ta Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral
Özden Örnek’in günlüklerinden öğrendi.

Bu diziyi, günlüklerin Ocak 2004 bölümünde yer alan, askerlerin, Başbakan


Erdoğan’a İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesini hatırlattığı notlarla bitirelim...
14 Ocak 2004’te Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan toplantıya Genelkurmay
Başkanı, Genelkurmay İkinci Başkanı, dört kuvvet komutanı, Başbakan ve Milli
Savunma Bakanı olmak üzere sekiz kişi katılmıştı. Espriyle karışık “TRT bildirisi”
hazırlığını gerektirecek kadar ciddi bir toplantı olarak tasarlanan 14 Ocak
toplantısının notlarını ilk okuduğumda, o günlerde Başbakan'ın yakınındaki
siyasetçilere söylediği ve benim de bir gazeteci olarak kulağıma gelen “durum,
bildiğiniz gibi değil; bilseniz ürkerdiniz” şeklindeki sözler gelmişti aklıma...
Toplantıda, askerlerin “değiştim diyorsun ama bunu bize ispat etmelisin” havasında
Başbakan'ı sigaya çekme çabasında oldukları açıkça belli oluyordu (“23 Ağustos
2001’de ifade ettiğiniz değişimin ne derece gerçeği yansıttığını değerlendirmek
istiyoruz”). Ayrıca kendisine TSK İç Hizmet Kanunu'nun meşhur 35. maddesi dahi
hatırlatılıyordu (“Bildiğiniz gibi TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi, ‘Silahlı
Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye
Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır’ hükmünü amirdir”).

İşte 2003 ve 2004 Türkiye’si böyle bir Türkiye’ydi. Sonrası da aynen öyle devam
etti ve AK Parti, o koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifakını kurdu ve geliştirdi.

Bu diziyi, ilk yazının giriş cümleleriyle bitiriyorum:

“Bir siyasi iktidarın, sonunda darbeye kalkışacak bir cemaatle yıllar boyunca ittifak
yapmasını, ‘aldatıldık’ diyerek izah etmesinde sayısız sorunun olduğu muhakkak.
Fakat madalyonun öbür yüzü de var. İktidarın hangi denizde o yılana sarıldığına
bakmazsak, tablo eksik kalır.”

Ben, bu diziyle tabloyu tamamlamaya çalıştım. Karar sizin...

You might also like