Professional Documents
Culture Documents
Alper Gormus-Vur Ama Dinle
Alper Gormus-Vur Ama Dinle
Alper Gormus-Vur Ama Dinle
2016
Hatırlamanın faydaları
O denizde olup bitenleri şimdi hatırlamanın sayısız faydası var... Böyle bir hafıza
tazelemesi her şeyden önce, yaşadığımız melanetin panzehirini, darbe yapmanın
imkânsız olduğu bir Türkiye’de değil, darbe yapma hakkının sadece Kemalist
askerlerin uhdesinde bulunduğu ‘eski’ Türkiye’de görenlerin yakın geçmişlerini
ortaya serecek. Onları yakın geçmişleriyle birlikte mütalaa etmek, bize, şimdiki
‘demokrat’ pozisyonları hakkında daha gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı
verecek.
Öte yandan bu hafıza tazelemesi, devleti felç eden Cemaat faaliyetine karşı yer yer
devlet içindeki eski Türkiye unsurlarıyla ittifaka yönelen AK Parti için de çok
önemli... Reel siyaset bazı alanlarda böyle bir ittifakı zorunlu kılabilir. Mesela ben,
AK Parti’nin ordu içindeki tasfiyeleri böyle bir çaresizlikle sınırlı tuttuğuna
inanıyorum. Keza, darbenin bütünüyle Cemaat kadrolarının işi olduğu algısına
halel getirmemek için, darbe girişimine katılan Cemaat dışı askerlerin varlığının
özellikle öne çıkarılmadığını düşünüyorum.
AK Parti şimdi de devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Cemaat’e karşı
Kemalist asker ve bürokratlarla bir ittifak kurmuş durumda. Şayet bir önceki
ittifaktan gerekli dersler çıkarılmamışsa, bu ittifak da günü gelince infilak edecek.
Meğerki AK Parti yakın geçmişte içinde yüzdüğü denizi unutmasın ve ‘yeni’
Türkiye’nin ‘eski’nin güçleriyle ittifak ederek kurulabileceğine inanmasın.
3 Kasım 2002 seçimlerinden birkaç gün önceydi (tam olarak 31 Ekim 2002)...
Dünyaya gözlerini açalı henüz birkaç ay olmuş Vatan gazetesi, dört gün sonraki
seçimlerin “tatsız” bir biçimde sonuçlanması durumunda beş yıl sonra ortaya
çıkacak bir “tehlike”ye işaret ediyordu...
Şimdi diyebilirsiniz ki, bunun neresi haber; yeni cumhurbaşkanını tabii ki yeni
meclis seçecek... Bugünden bakıldığında tuhaf görünebilir ama, 2002 seçimleri
yaklaşıp da AK Parti’nin birinci parti olması ihtimali belirdiğinde, onun neyi ne
kadar yapacağı, sınırlarının ne olduğu hususunun altını çizen bu türden “uyarı-
haber”ler, dönemin merkez medyasının standart haberleri arasında yer alıyordu.
Bunu, en açık ve en dürüst bir biçimde ilk ifade edecek olan siyasetçi Doğu
Perinçek olacaktı, hem de 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarının belli olmasından
sadece birkaç saat sonra...
3 Kasım 2002 seçiminin gecesinde herkes gibi ben de öncelikle seçime katılan altı
büyük partinin (Demokratik Sol Parti, Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi,
Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi) oy
oranlarını merak ediyordum. Fakat kişisel olarak ben bir de Doğu Perinçek’in İşçi
Partisi’nin durumuyla ilgiliydim. Çünkü bu partinin televizyonu Ulusal Kanal,
seçime birkaç hafta kaladan başlayarak Genel Başkan Doğu Perinçek'in ağzından
“İşçi Partisi'nin barajı geçtiğini, Millî Güvenlik Kurulu'nun yaptırdığı anketle de
bunun kesin bir şekilde doğrulandığını” duyurmuştu izleyicilerine... Merakım
bundandı...
Seçim gecesi İşçi Partisi’nin her zamanki gibi yüzde sıfır virgüllü bir oy aldığı
anlaşıldığında, ben de kalemi kâğıdı alıp Ulusal Kanal’ın karşısına geçtim; Doğu
Perinçek’in bu sonucu nasıl tevil edeceğini not edecek, sonra da bu notlardan
faydalanarak bir yazı yazacaktım. Bunları söylüyorum, çünkü aşağıda
okuyacaklarınız, işte alınmış o notlara ve sıcağı sıcağına kaleme alınmış o yazıya
dayanıyor; zihnimde kalanlara değil.
Umulanla bulunan arasındaki kahredici fark, seçim gecesinde kanalda garip bir
isteksizliğe yol açmıştı. Hatta saat 22.00 civarında alakasız klipler, eğitim
programları falan görülmeye başladı ekranda. Bundan bir süre sonra da İşçi Partisi
Genel Başkanı Doğu Perinçek çıktı sahneye. Format, Perinçek'in kendisine soru
soran iki kişiyi cevaplandırması esasına dayandırılmıştı.
Sorular, “Biz size güvendik, İşçi Partisi geliyor neşriyatı yaptık, şimdi ne olacak,
nasıl ayıklayacağız bu pirincin taşını” mealindeydi ve ilki de şöyleydi: “Siz
seçimlerden önce AK Parti'nin de CHP'nin de iktidar olamayacağını söylemiştiniz,
şimdi ortaya çıkan manzaraya ne diyorsunuz?”
Perinçek, “Olamayacaklar, hep birlikte göreceğiz” dedikten sonra, üç-beş aylık bir
iktidarın mümkün olduğunu, ama “Millî Kuvvetler”in kesinlikle onları devireceğini
söyleyerek başladı cevabına. Perinçek, “Seçim sonuçlarına saygı duyma, halkın
iradesi” gibi itirazların geçersiz olduğunu söyleyerek devam etti sözlerine:
“Milletler de gaflete düşer, yüzde 35 gaflete düşmüştür, zaten o yüzde 35 birkaç ay
sonra İşçi Partisi'ne gelecek ve elimiz kırılsaydı da onlara oy vermeseydik,
diyecek...”
Perinçek, “Kurulacak yeni hükümetin önünde tek bir yolun, sadece 'ihanet yolu'nun
kaldığını, bu nedenle millet iradesine saygı göstermeyeceklerini” tekrarladı ve “İşçi
Partisi olarak Atatürk'ten aldığımız ilhamla yarından itibaren bunları yıkmak üzere
çalışmaya başlıyoruz” diyerek bağladı sözlerini...
Bugünlerde, “Evet, biz hata yaptık!” demek yerine bol bol iktidarın Cemaat
günahlarını sayıp döken çevreler, AK Parti’nin iktidarı aldığı 3 Kasım 2002’den
sonra nasıl bir performans sergilemişlerdi?
Yazı dizimizin bu bölümünde ise AK Parti hükümetinin henüz ikinci ayında ortaya
çıkan bir asker-medya prodüksiyonundan söz edeceğiz... Şimdi tamamen unuttuk
ama, az buz bir prodüksiyon değildi. Gelin birlikte hatırlayalım ve karar verelim:
Daha “programı bile netleşmemiş” bir iktidara karşı askerlerin ve medyanın birlikte
kotardığı böyle bir “performans” karşısında, Cemaat’in bürokrasideki ve
medyadaki gücünü arkasına almaya çalışan bir iktidar tablosu çok mu anlaşılmaz?
3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ilk AK Parti hükümeti, Recep Tayyip Erdoğan
siyasi yasaklı olduğu için Abdullah Gül tarafından kuruldu (18 Kasım 2002).
İlk arıza Aralık 2002’deki Yüksek Askeri Şûra'da ortaya çıktı. Başbakan Gül ve
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Şûra kararıyla ordudan atılan askerlerin
mahkemeye başvurma haklarının olması gerektiği gerekçesiyle ihraçlara şerh
koydular.
Bazı yazarlara göre bu yeni bir 28 Şubat'tı, zaten oradan kalkarak, olan bitene, “28
Şubat süreci”nden mülhem, gönüllerindekini sergileyen bir ad da verdiler: “8 Ocak
süreci...”
Seçimle iktidara gelmiş bir partiye, daha ikinci ayında “gazetecilere resepsiyon”
üzerinden “ayar” veren bir ordu... Bunda hiçbir sorun görmeyen, hatta “daha, daha”
diye el artıran bir medya ve onların bunalttığı iktidarın bir an önce çekip gitmesi
için heyecanlanan, “gitsinler de kim gönderirse göndersin” diyen milyonlar...
Madalyonun bu yüzünden hiç söz etmeyip, öbür yüzünü (“Cemaatle ittifak kuran
iktidar partisi”) hakikatin tamamı gibi sunmayı, siyasi yarar ölçüleriyle anlaşılabilir
bir şey sayabiliriz belki. Fakat böyle bir yaklaşım ne hakkaniyetli olur, ne de
bundan sonrası için bize yol gösterebilir.
Bu meseleyi ele aldığımız yazının son paragrafını buraya alarak, nerede kaldığımızı
hatırlayalım:
“8 Ocak süreci”nin daha ilk haftasında medya, üç adet “sahte şeyh” haberiyle
ülkeyi sarstı.
İlk “bomba" 16 Ocak günü patladı... Jandarma (ve medya), Tuzla'nın Akfırat
Beldesi'nde, en küçüğü 15, en büyüğü 22 yaşında 15 kadına "bir gecelik imam
nikâhı kıydığını itiraf eden” ve beldeyi kendi koyduğu “İslami kurallarla” yöneten
bir “sahte şeyh”in malikânesine baskın düzenledi...
"70'lik şeyhe seks telefonları / Üveyz tarikatı şeyhi'nin kadın müritleriyle telefonda
seks konuşması yaptığı anlaşıldı... Şeyh Hamit Yanıkçı, buluşmak isteyen
kadınlara, 'Bugün Ayşe geliyor, yarın öbürü, sen cuma gel, halvet olalım' demiş...”
Ne var ki daha ilk toplantıda ortalık karıştı. AK Parti milletvekili Cavit Torun,
“irticai faaliyetleri önleme konusunda MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve
Jandarma'nın görev yaptığını” belirterek, “Başbakanlık Takip Kurulu'nun bu
konuda çalışma yapmasına gerek yok” dedi.
Star gazetesinin “İrtica takibi AKP'li vekili rahatsız etti” başlığıyla verdiği habere
göre (18 Nisan 2003), bu tepki üzerine söz alan BTK Başkanı Fikret Üçcan,
“Rejimin korunması için BTK gerekli” yanıtını verdi.
Resepsiyona saatler kala, 22 Nisan 2003 öğle saatlerinde gazetelere ulaşan bir
haber yeni bir “devlet krizi”nin de habercisi oldu: Muhalefet Partisi başkanı ve
komutanlar, davete icabet etmeyeceklerini duyurmuşlardı. Medya hemen duruma el
ve ad koydu: "Resepsiyon krizi..."
Basın zaten davetiyenin çıkarıldığı bir hafta öncesinden beri ortalığı germekle
meşguldü, bu da işin tuzu biberi oldu; ülke bir anda kıyamet yerine döndü. Sonunda
Bülent Arınç geri adım attı, yeni bir davetiye bastırıldı, eşinin adı davetiyeden
çıkartıldı. (Arınç sonraki günlerde eşi için çok üzüldüğünü, hatta gözyaşlarını
tutamadığını ifade edecektir.)
Yani aslında “kriz” negatif bir hamleyle de olsa aşılmıştı ama, gazeteler "Bayrama
türban gölgesi" (Radikal) düşüren Arınç'ı bir türlü affedemiyorlardı. Milliyet'in
"Münevver Hanım Operasyonu" manşeti, Arınç'ın bu kararı başka bir iradenin
“operasyonuyla” ve zorlamayla aldığını imâ ediyordu. Hürriyet, varılan kutlu
sonucu “23 Nisan duruşu" sürmanşetiyle, Star da "Müthiş tavır" manşetiyle
selamlıyordu.
TBMM Başkanı, muhtemelen göz yaşlarını bastırdıktan birkaç saat sonra 23 Nisan
etkinliklerinin tanıtımı için TBMM'de basın toplantısı düzenledi. Arınç, burada
karşılaştığı "Davetiyelerde bu kez yalnızca sizin isminiz var, eşinizin yok. Bunun
nedeni nedir?” sorusu üzerine meşhur “şeyini şey ettiğimin şeyi” ifadelerini
kullandı.
"Soruya sinirlenen Arınç, şu yanıtı verdi: 'Nedeni nedir? Bunun karşılığı, şeyini şey
ettiğimin şeyidir. Bunu bana tekrar niye soruyorsunuz, güzel kardeşim. Yani ne
öğrenmek istiyorsunuz? Bilinmedik ne kaldı, canım kardeşim? Keşke başka bir şey
sorsaydınız. Bu davetiyenin niçin böyle yazıldığını herhalde siz de çok iyi
biliyorsunuz, ben de çok iyi biliyorum. Bundan büyük üzüntü duyuyorsanız, gelin o
üzüntüyü birlikte paylaşalım.'"
Bülent Arınç, medyanın olan bitenden “büyük üzüntü” duymadığını, tam tersine
“büyük keyif” aldığını elbette biliyordu. Aslında bu cümlelerle, tecâhül-i
ârifaneden gelerek medyanın olay karşısındaki gerçek duygusunu bildiğini gayet
güzel anlatmış oluyordu.
Ağustos 2003’te Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini devraldıktan iki gün sonra
günlüğüne, “Anlaşılan bundan sonra Bahriye işlerine daha az zaman ayırıp siyasi
gelişmeleri takip etmek zorundayız” diye yazacak olan Orgeneral Özden Örnek, 27
Şubat 2003’te, henüz Donanma komutanıyken de şu notu düşmüştü:
“27 Şubat günü sabahleyin Genkur. denetlemesi için bölgeye gelen Tümg. Can
Teller beni ziyarete geldi. Oldukça ilginç bir görüşme yaptık. Önceleri konuşmada
çekingendi ama kendisini cesaretlendirdim ve konuşmaya başladı. Genelkurmay
Başkanı'nın şahsına karşı bir tepki olduğunu, dinci kesimlere kendisine yaraşır bir
şekilde tepki vermediği gibi adeta onlarla işbirliği yaptığını ve Çetin Doğan Paşa
ile Hurşit Tolon Paşa'nın bu konulardan çok rahatsız oldularını ve kendi
aralarında bir şeyler yaptıklarını, benim de onlarla görüşmemi ima etti. Bir
tümgeneralin böyle konuşması beni şaşırttı.”
Dönemin Sözcü'sü Gözcü, "30 Nisan Çarşamba kulak çekme günü" başlığıyla eli en
fazla artıran gazete olmuştu.
Habere göre, bu sözler, görevi Abdullah Gül’den henüz devralan Başbakan Tayyip
Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün başbaşa buluşmasında, Özkök
tarafından sarf edilmişti. Haber, ânında Hilmi Özkök tarafından yalanlandı. Fakat
manşet işlevini görmüş, ordunun yakın bir gelecekte mevcut “irticai iktidar”ı
alaşağı etmek üzere harekete geçeceği beklentisi, toplumun böyle bir gelişmeyi
memnuniyetle karşılayacak kesiminin moralini yükseltmişti.
“Aynı gün saat 19:00 sıralarında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman
aramama yanıt verdi. (...) Dikkatle izlediklerini, başlangıçta hemen tepki vermenin
uygun olmayacağını söyledi, en azından bir mesaj deyince, o olabilir dedi. 10
Kasım var önümüzde, o olabilir dedi...”
“Hemen tepki vermek doğru olmaz” diyen generali gazeteci zorluyor: “En azından
bir mesaj...”
2003’ün yaz aylarını heyecana boğan “Genç subaylar tedirgin” haberinin ne kadar
objektif, ne kadar manipülatif olduğuna siz karar verin.
1 Mayıs'ta (2003) Hürriyet'in verdiği bir haber, “irticaya karşı mücadele”de sadece
MGK'nın, sadece generallerin değil, garnizonların, tümen komutanlarının da
inisiyatif kullanabildiklerini gösterdi:
“(...)
Öyle günlerdi ki, bir tugay komutanı bile açık siyasi mesajlar vererek iktidarı
hırpalıyor, fakat ne üstlerinden ne de siyasi iktidardan herhangi bir tepki
geliyordu... İlaveten, ülkenin en büyük ve en etkili gazetesi, bunu dünyanın en
normal durumuymuş gibi haberleştirebiliyordu.
Yukarıda da dediğim gibi, altı bölümde hâlâ 2003’te olan bitenleri bitiremedik.
Yani, sonraki yılları da hulâsa etmeye kalksak, bu dizi hiç bitmeyecek. O nedenle,
amacın hâsıl olduğunu da düşünerek, diziyi burada bitirmeye karar verdim.
Okurlar, sonraki yılların da 2003 gibi geçtiğini bilsinler ve yukarıdaki sorulara, bu
bilgiyle cevap versinler...
Hükümetin henüz altı ayı bile dolmamıştı, fakat Cumhuriyet gazetesi yazarı,
anayasa profesörü Mümtaz Soysal'a göre, memleket bitmek üzereydi. Soysal, 19
Mayıs'ta kaleme aldığı “Sekseninci Yıl” başlıklı yazıda, beş ay sonra (29 Ekim
2003) cumhuriyetin 80. yılının kutlanacağını hatırlatıyor, dehşet içinde “bunlarla
mı kutlayacağız” sorusunu soruyor, asla kabul edilemeyecek bu durumun önüne
geçebilmek için sadece beş ayın kaldığı uyarısında bulunuyor ve nihayet birilerini
açıkça göreve çağırıyordu:
“(...) Parlak bir çıkışla kurulan bu Cumhuriyet acaba artık yıkılış ve çöküş
dönemine mi girmiştir? Herhalde böyle bir izlenimi asıl güçlendiren etken, bu
Ekimde sekseninci yaşına basacak bir Cumhuriyette kuruluş yıldönümü
kutlamalarını düzenlemenin cumhuriyetçiliği konusunda derin kuşkular uyandırmış
bir iktidar takımına düşecek olmasıdır. (...) Sekseninci yıla girişe şunun şurasında
beş ay kaldı. Gelecek 29 Ekim'in çelişki dolu olacak ve sinsi bir cenaze namazına
benzeyebilecek olan o görüntüsü yaşanmak istenmiyorsa, ne yapılacaksa o zamana
kadar mutlaka yapılmalıdır.”
Mümtaz Soysal'ın hitap ettiği gizli özne hakkında fikir sahibi olabilmemiz için, bu
satırların yazıldığı Mayıs 2003'ten bir yıl kadar sonrasına uzanmalıyız...
Soysal, o günlerde “zinde kuvvetler”e açık çağrıda bulunan tek yazar değildi.
Ondan birkaç gün sonra, emekli general, dönemin etkili kalemi ve televizyon
programcısı, Akşamgazetesi köşe yazarı Kemal Yavuz da dahil olacaktı o koroya:
"İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi, TSK'nin, sadece dıştan gelen tehdit ve
saldırılara karşı değil, aynı zamanda ve kimi zaman bundan da önemli olabilecek
iç tehdit ve saldırılara karşı da Türkiye Cumhuriyeti'ni, Cumhuriyetin vazgeçilmez
ilkelerini, özellikle Atatürk ilke ve inkılaplarını koruma ve kollama görevi ile
görevli olduğunu açık ve net olarak belirtmiştir. (...) Hükümet, kendi ideolojisi
doğrultusunda, bildiklerini yürütmektedir. Toplumdan ve TSK'den bir tepki ile
karşılaştığında, geçici olarak duraklamakta ya da bir adım ileri atmakta veya atar
görünmektedir. (...) TC Devleti düzeni içinde, TSK'nin yerini ve önemini küçültücü
manevralar çevirmeye çalışmaktadır. Görülen o ki, halkımız onlara 'Bölük Dur!'
deyinceye kadar da bu sakat yolda ilerlemeye devam edecekler."
“İrticai iktidar”a karşı ordunun “uyarı” görevini yerine getirmesine dair seslerin en
pervasızlarından biri, Anayasa Mahkemesi başkanlığı da yapmış bir hukukçudan,
Yekta Güngör Özden'den gelecekti.
“(...) AKP Hükümeti'ni sert bir dille eleştiren Özden, gelinen noktada TSK'nın
müdahale hakkının doğduğunu ileri sürdü. Özden, 'ordunun hukuk kuralları içinde
yapacağı bir müdahaleyi destekleyeceğini' bildirdi. Kendisinin de yazarı olduğu
Türk Solu Gazetesi'nde yayınlanan 'Ordu Göreve' başlıklı yazıyı değerlendiren
Özden, makaledeki görüşleri yadırgamadığını söyledi.”
"Sivil toplum örgütleri dağ başının dumanla kaplandığını, Çetin Doğan Paşa'nın
muhteşem tespitiyle 'Havanın kurşun kadar ağır' olduğunu artık fark etmeli. Ve
yürüyelim diyerek yola çıkmalıdır."
Türkiye, AK Parti iktidarını devirmek için harekete geçen silahlı ve silahsız güçler
ittifakının seyrini en iyi, 30 Ağustos’ta Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral
Özden Örnek’in günlüklerinden öğrendi.
İşte 2003 ve 2004 Türkiye’si böyle bir Türkiye’ydi. Sonrası da aynen öyle devam
etti ve AK Parti, o koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifakını kurdu ve geliştirdi.
“Bir siyasi iktidarın, sonunda darbeye kalkışacak bir cemaatle yıllar boyunca ittifak
yapmasını, ‘aldatıldık’ diyerek izah etmesinde sayısız sorunun olduğu muhakkak.
Fakat madalyonun öbür yüzü de var. İktidarın hangi denizde o yılana sarıldığına
bakmazsak, tablo eksik kalır.”