Professional Documents
Culture Documents
Akışkan Modernite - Zygmunt Bauman - 3, 2018 - Can Yayınları - 9789750733710 - Anna's Archive
Akışkan Modernite - Zygmunt Bauman - 3, 2018 - Can Yayınları - 9789750733710 - Anna's Archive
Akışkan Modernite - Zygmunt Bauman - 3, 2018 - Can Yayınları - 9789750733710 - Anna's Archive
K<: .ir -J
incelem e
ZYGMUNT BAUMAN
AKIŞKAN
MODERNİTE
Liquid Modernity, Zygmunt Bauman
© 2000, Zygmunt Bauman
© 2017, Can Sanat Yayınları A.Ş.
Bu eserin Türkçe yayın hakları Polity Press Ltd., Cambridge ve Anatolialit Telif
ve Tercümanlık Hizmetleri Ltd. Şti. aracılığıyla alınmıştır.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı
izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. basım: 2017
3. basım: Kasım 2018, İstanbul
Bu kitabın 3. baskısı 1 000 adet yapılmıştır.
iç baskı ve d it: T ürkm enler Matbaacılık Reklam San. ve Tic. Ltd. Şti.
Maltepe Mah. Gümüşsüyü Cad. N o: 16-18
. Topkapı, İstanbul
Sertifika N o: 12584
ISBN 978-975-07-3371-0
İNCELEME
vcon
Z y g m u n t B aum an’ın C an Yayınları’ndaki d iğ er kitabı:
11
el yordam ıyla yolum uzu bulm aya çalışıyoruz. Karbondioksit kir
lenm esini azaltm ak için köm ür santrallerini kapatıp yerlerine nük
leer santral kurm aya çalışıyor, böylece Çem obil ve Fukuşima’nın
lanetli ruhlarım başımıza kendim iz m usallat ediyoruz... İktidarın
(yani b ir şeyler yapm a becerisinin) politikadan (yani neyin yapıl
m ası gerektiğine karar verip öncelikleri belirlem e becerisinden)
koptuğunu bilm esek de hissediyoruz (ve çoğum uz bunu kabullen
m ek istem iyor), böylece, “ne yapm alı” konusundaki kafa karışıklı
ğımıza ek olarak, şimdi de “bunu kim yapacak” konusunda karan
lıktayız. Sorunlarım ızın, sorunlarım ızın kaynaklarının ve sonuçla
rının küresel boyutlarını göz önüne aldığımızda, anne babalarım ız
dan ve onların anne babalarından bize m iras kalan ve sınırlan, ulus
devletin sınırlan olan amaca yönelik kolektif eylem aktörlüğünün
tek başına yeterli olmadığı açıktır...
Biz, eskiden ne kadarsak şim di de o kadar m odem iz fakat bu
m odem "bizlerin" sayısı son yıllarda bir hayli artm ış durum da. Şu
âna kadar dünyanın her yerindeki, ya da hem en hem en h er yerin
deki hepim izin, ya da neredeyse hepim izin m odernleştiğini söyle
yebiliriz. Bunun anlam ı şu: O n beş-yirm i yıl öncesinin aksine bu
gün, gezegen üzerindeki bir-iki istisna dışında hem en hem en her
toprak parçası, adına bugünlerde “m odernleşm e” denen durdurula
maz, takıntılı ve saplantılı değişime ve insanları sürekli olarak istih
dam fazlası hale getirm ek ve bunun kaçınılm az olarak yol açtığı
toplum sal gerilim ler dahil, onunla birlikte gelen her şeye tabidir.
M odem yaşam biçim leri birbirlerinden pek az yönden farklı
dır - fakat hepsinin de ortak özelliği kırılganlıkları, geçicilikleri,
risklere açık ve sürekli değişime eğilimli olmalarıdır. “M odem ol
mak” demek, m odem ize etm ek d ö n ek tir - takıntılı, saplantılı bir
şekilde m odem ize etm ek; kim lik bütünlüğünü korum ak bir yana,
sadece “olmak” [to be] değil, tam am olm aktan kaçarak, hep tanım
sız kalarak, sonsuza dek “oluş” [becoming] içinde bulunm ak. Bir ya
pının son kullanm a tarihi geçip artık işe yaramaz ilan edildiğinde
yerine yeni bir yapının konması, bir sonraki gerekliliğe kadar işe
yarayacak geçici bir çözüm den başka bir şey değildir. H er zaman bir
şeyin “post-”u olmak, m odem itenin ayrılmaz bir parçasıdır. Zaman
geçtikçe m odem ite de, efsanevi Proteus gibi şekil değiştirir... Bir
süre önce adına (yanlış bir şekilde) postm odem izm denilen ve be
nim daha yerinde bir ifadeyle “akışkan m odem ite” demeyi tercih
ettiğim olgu, değişmeyen tek şeyin değişim, kesin olan tek şeyin ise
belirsizlik olduğunun gittikçe kesinleşen kanıtıdır. Yüz yıl önce
“m odem olmak” demek, m üm kün olan “en üst m ükem m ellik aşa
12
masına” ulaşmaya çalışmak dem ekti - şim di ise sonu gelmeyen bir
gelişme süreci, ulaşılabilecek b ir nihai amacın ve böyle b ir isteğin
olmaması demek.
Katılık/akışkanlık çiftinin tam anlam ıyla b ir ikili olduğunu
hiçbir zaman düşünm edim ; bana göre bu iki durum , birbirine
(François Lyotard’ın, önce postm odem olm adan kim senin m odem
olamayacağım söylerken m uhtem elen aklında olan türden) diya
lektik b ir bağ ile bağlanmış, ayrılm az bir çifttir. N itekim nesnelerin
ve durum ların akışkanlaşınalanna neden olan, onlan akışkan halde
tu tan ve yönlendiren şey, katılık beklentisi ve arayışıydı; akışkanlık
katılığın zıddı değil, katılık arayışının bir sonucuydu ve bazen akış
kanlığın velayetini almaya niyetli kimse çıkmasa da, ikisi de aynı
anne babanın çocuğuydu. Buna karşılık soğutm a, yum uşatm a ve
kalıba dökm e çabalarını harekete geçiren şey de sızan, damlayan,
akan sıvının şekilsizliğiydi. M odem itenin “katı” ile “akışkan” dö
nem leri arasında b ir ayrım yapabilm em izi (yani, onlan ardışık bir
sıraya sokabilm em izi) m üm kün kılacak bir şey varsa, o da bu çaba
nın ardındaki açık ya da örtük hedeflerdeki değişimdir.
Katiların erim esine yol açan esas neden katılığa karşı duyulan
kırgınlık değil, m evcut ve edinilmiş katılann katılık dereceleriyle
ilgili hayal kırıklığıdır: Basitçe ifade edecek olursak bize m iras kalan
katilar, düzen takıntılı ve saplantılı bir şekilde düzen kurucu mo
dem güçler tarafından yeterince katı (değişime karşı direnm ede ye
terli ve kararlı) bulunm am ıştı. N e var ki, bunun ardından (dünya
nın bizim yaşadığımız kısırımda, bugüne dek) katilar, akışkan mag
m anın “durum unu yeni bir değişime dek koruyan”, gelip geçici yo-
ğuşm alan -n ih ai sonuçtan çok geçici çözüm ler- olarak görülüp
öyle kabul edilm eye başlandı. H er şeyde ve her durum da aranması
gereken ideal durum olarak katılığın yerini akışkanlık aldı. Bütün
katilar (şu an için arzu edilir olanlar dahil) sadece ve sadece istenil
diği zaman kolayca eritilebilir kaldıkları sürece hoşgörüyle karşılan-
maktalar. Dayanıldı bir yapının inşa edilmesi, sağlamlaştırılması ve
katı hale getirilm esi işine girişmeden çok önce, onu eriterek akışkan
hale getirecek uygun bir teknolojinin hazır edilm esi gerekir, inşa
edilecek yapının sökülebilmesi için gerekli sağlam bir güvence,
daha inşa süreci başlam adan önce verilmelidir. D aha inşa edilirken
çözülmeye başlayan “biyolojik olarak çözünebilir” [biyobozunur,
biodegradable] günüm üzün ideal yapdandır ve hepsi olmasa da pek
çok yapıdan bu standarda ulaşmak için çaba göstermesi beklenir.
Uzun lafın kısası, “katı" aşamasındaki m odem itenin kalbinde
geleceği kontrol etm ek ve kesinleştirm ek yatıyorsa, “akışkan” dö
13
nem de hedef, geleceğin ipotek altında olm adığının garantilenmesi-
ne ve geleceğin getirm esi üm it edilen ve önünde sonunda getirece
ği kesin olan ama ne olduklarım hâlâ göremediğimiz m eçhul ve
bilinem ez fırsatlardan öncelikli bir şekilde yararlanm a tehdidini
savuşturm aya kaymıştır. N ietzsche’nin sözcüsü Zerdüşt bu insanlık
durum unun geleceğini o günden gölmüşçesine; geçmişteki haşan
ve günahların kalın ve ağır kalıntılarının yükünü om uzlarında taşı
yan îrade’nin acı ve öfkeden “dişlerini gıcırdatmasına", inim inim
inlem esine ve ağırlıkları altında iki büklüm ezilm esine neden ola
cak şeye, yani "bugünün aylaklıkla heba edilm esine” bakıp dövüne
rek gözyaşı dökm üştü... Sökülüp parçalanamayacak kadar katılaş
mış, sabrım ızı zorlayarak ayakta kalm akta direnen, elim izi kolum u
zu bağlayan şeylere karşı duyduğum uz korkuyu, çok güzel b ir ânı
dondurup sonsuza kadar yaşatm ak isteyerek büyük bir hata işleyen
Faustus’un peşine takılıp cehennem e kadar gitm e korkusunu alan
Jean-Patıl Sartre, bu duygunun izini geriye doğru, süm üksü ve ya
pışkan m addelere dokunm aya karşı duyduğum uz o eski, ilkel ve
içgüdüsel nefretle karışık içerlem e duygusuna kadar takip etti; ama
yine de bu korku, sadece belirtileri açısından, akışkan m odem çağın
eşiğindeki insanlık tarihinin itici gücü olarak görülüyordu. Aslında
bu korku, m odem itenin gelişinin yakın olduğunun b ir işaretiydi.
Ve biz, [bu korkunun] ortaya çıkışma, tarihsel akış içinde gerçek
anlam da bir paradigm atik dönüm noktası gözüyle bakabiliriz...
D aha önce defalarca belirttiğim gibi, m odem iteyi bir bütün
olarak kendinden önce gelen dönem lerden ayıran şey, elbette ki
onun takıntılı ve saplantılı bir şekilde m odem ize etm e çabasıdır -
ve m odem ize etm ekten kasıt akışkanlaştırma, eritm e ve ergitm e
dir. Fakat - fakat! Başlangıçta, m odem aldı en çok meşgul eden
konu ergitm e teknolojisinden çok (etrafım ızdaki görünürde katı
yapıların çoğu, kendi dayanıksızlıklarından eritilerek kalıplanmış
gibidir) ergimiş m etalin döküleceği kalıpların tasarım ı ve m etali o
şekilde tutacak teknolojilerdi. M odem akıl m ükem m eliyet peşin
deydi -hedeflediği m ükem m eliyet hah ise son tahlilde bütün ezi
yetin ve zorlu çabaların sonu anlamındaydı, zira o noktadan sonra
ki değişimler kötü sonuçlardan başka bir şey getirm eyecekti. Daha
önceleri değişime, bizi bir denge ve sükûnet dönem ine -dolayısıyla
rahatlığa ve m utlu bir aylaklığa- götürm esini um duğum uz hazırla
yıcı ve geçici bir tedbir gözüyle bakılıyordu. Kişilerin gözünde de
ğişim eski, paslanmış, kısm en çürüm üş, döküntü, delik deşik ve
norm alde güvensiz, hepten kalitesiz yapılardan, çerçevelerden ve
düzenlerden kurtulup yerlerine ihtiyaca göre üretilm iş ve mükem
14
m el olduğu için nihai -suya, rüzgâra ve aslında tarihe dayanıklı-
yapılann konması süreciyle sınırlı b ir ihtiyaçtı... Değişim, deyim
yerindeyse ufuktaki m uhteşem tabloya -b ir düzen hayaline, ya da
(Talcott Parsons'ın m odem uğraşlar üzerine yaptığı m uhteşem
sentezi hatırlayacak olursak) akla gelebilecek her tü rlü çalkantıdan
zaferle çıkabilen, inatla ve sebatla önceki dengeli durum una döne
bilen “kendi kendini dengeleyebilen b ir sistem e”; “olasılıkların”
(bazı durum ların olasılıklarını maksimize, diğer bazılannınkini de
m inim ize ederek) baştan sona ve geri dönüşü olm ayan b ir şekilde
“saptırılm asından” doğan b ir düzene - doğru yapılan bir hareketti.
Tesadüfler, beklenm edik olaylar, farklı kültürlerin b ir aradalığı, çift
anlamlılık, anlam belirsizliği, akışkanlık ve düzen kurucuların di
ğer kâbusları ve baş belaları ile aynı şekilde değişime de geçici bir
rahatstzhk gözüyle bakılıyordu (günüm üzde bunun tam tersidir:
Richard Sennett’in işaret ettiği gibi, kendi ayaklan üzerinde m ü
kem m el bir şekilde durabilen düzenler, hâlâ ayakta kalabilecekle
rini ispat için yerle bir edilm iş durum dadır).
O n dokuzuncu yüzyılın en saygın ve sözü dinlenir iktisatçıla
rının çoğu ekonom ik büyüm enin “insanlann bütün ihtiyaçtan kar
şılanana kadar” süreceğini ve bunun ardından kendini her yıl yeni
den, aynı m iktarda ve içerikle üretecek "durağan bir ekonom inin”
geleceğini düşünüyordu. Farklılıklarla birlikte yaşam sorununa da,
aynı şekilde, geçici bir rahatsızlık gözüyle bakılıyordu: Farklılıkla
rın çatışması ve bir arada yaşayamayacağı açık zıt kutuplar arasın
daki savaşlar nedeniyle sık sık şirazesinden kayan ve baş döndüre
cek kadar farklı renklerle dolu dünya, sonunda (kökten b ir şekilde)
“bütün savaşlara son verecek bir savaşın” veya (evrim sel b ir şekil
de) uyum ve asimilasyonun yardım ıyla, her tü rlü çatışm adan ve
düşm anlıklardan arınm ış, huzurlu, tek tip, tekdüze, sınıfsız b ir
dünya olacaktı. Almanya’nın R en bölgesinden gelen iki ateşli genç,
Kari M arx ile Fıiedrich Engels, kapitalizm in yüksek fınnlan bizi b u
dengeli, sorunlarından arınm ış dünyaya taşım ak için gerekli eritm e
işini yaparken hayranlıkla izliyorlardı. Baudelaire, uçup giden b ir
ânın içinden sonsuzluğa bakan en sevdiği m odem ressam Constan-
tin Guys’e övgüler düzüyordu. Kısacası o zam anki m odem izm ,
sonunda a priori olarak sabit, önceden çizilmiş b ir bitiş çizgisi olan
b ir yol, en nihayetinde kendini gereksiz kılacak b ir hareketti.
Yine de, saplantılı ve takıntılı b ir m odernleşm e süreci olm a
dan m odem itenin en az esmeyen rüzgâr ya da akmayan b ir nehir
kadar oksim oron bir kavram olduğunun çok geç farkına varıldı ya
da kabullenildi... M odem yaşam biçim i yeterince katı olmayan
15
"düşük kalite” katılan eritm e işinden yine aynı katılan am a bu se
fer kendi başlarına ayakta kalamayacak kadar, yani fazlasıyla katı
olduklan için eritm e işine dönm üştür. [M odem ite] m uhtem elen
en başından beri bu işi yapıyordu (bunun böyle olduğunu artık
biliyoruz) - fakat James Mül, Baudelaire ve h atta Komünist Mani
festo’mm yazarlarının zam anında bunu im a edecek b ir şey söyle
seydiniz, m odem itenin sözcüleri size şiddetle karşı çıkardı. Yir
m inci yüzyılın başlarında Eduard Bem stein, "H edef hiçbir şeydir,
hareket her şey!” dem e cesaretini gösterdiğinde sosyal demokrasi
nin Ek&birler Korosu'nun protesto çığlıklarıyla karşılaşmış, sosyalist
teşkilatın Areopagus’u 1 onu derhal aforoz etm iştir. A ralarında on
yıldan fazla fark olan Baudelaire ile M arinetd arasında -o rtak m e
selelerine rağm en- tem el b ir aksiyolojik fark vardır. Bu, farkı yara
tan farkın ta kendisidir...
M odem iteyi başlatan şey, dayanıklı yapıların yıkılıp yok ola
cağım gösteren işaretler ve dağılan [katı] yapıların ve onlardan ka
lan boşluğa hücum eden kısa öm ürlü, geçici şeylerin dehşet verici
görüntüleri olm uştu. Fakat aradan iki yüz yıl bile geçmemişken,
kalıcılık ve geçicilik değerleri arasındaki üstünlük/aşağılık ilişkisi
tam tersine döndü. Şu anda değerli olan şey -çözülm esi kolay bağ
ların, geri alınabilecek taahhütlerin ve öm rü, oyun süresinden daha
uzun olmayan, h atta bazen daha kısa süren oyun kurallarının yanı
sıra- h er şeyi tersine çevirebilmek b ir kenara atabilm e ve bırakılıp
gidebilm e kolaylığıdır. Ve hepim iz, durdurulam az b ir yeni heye
canlar avının içine fırlatılm ış durum dayız.
“Akışkan m odem itenin gelişi”, M artin Jay’in haklı olarak ısrar
la belirttiği gibi, her yerde aynı zam anda o lm am ıştır. Tıpkı tarihte
ki diğer dönüşüm ler gibi “akışkan hale” geçiş de gezegenin farklı
yerlerinde, farİdi zam anlarda gerçekleşmiş ve farklı hızlarda ilerle
m iştir. Bir diğer can alıcı nokta da, değişim in h er seferinde farklı
bir düzen içinde gerçekleşm esidir - çünkü dönüşüm ü çoktan ta
mamlamış aktörlerin varlığı, onların iş akışlarının kopyalanıp her
seferinde aynen tekrarlanm ası olasılığını seçenekler arasından çı
karm aktadır (bana göre ise, sahneye geç çıkanlar, genelde, m odel
belirleyenlerin izlediği yolu kırpıp kırpıp iyice güdükleştirir ve bu
yüzden kimi zam an felaketlere ve kanlı olaylara neden okular).
16
Çin halihazırda, devasa ölçülerde nüfus hareketlerine, çalkantılara
ve kargaşaya -bu n u n sonucunda ise uç noktalarda toplum sal ku
tuplaşm alara- yol açtığı bilinen “ilkel sermaye birildm i” işiyle ve
bunun yol açtığı sorunlarla uğraşıyor. İlkel birikim , içinde -ister
üretici ister tüketici türden olsun- hiçbir özgürlük çeşidini barın
dırm ayan b ir durum dur. G idişat, doğrudan ve dolayh kurbanlarını
önünde sonunda şoke edecek ve her an patlam aya hazır, ancak
gelecek vaat eden nevzuhur girişimciler ve tacirler tarafından, güç
lü ve acımasız, zorba devlet diktatörlüklerin yardım ıyla bastınlabi-
len toplum sal gerilim lere yol açacaktır. Şili’de Pinochet, Güney
Kore’de Syngman Rhee, Singapur’da Lee Kuan Yew, Tayvan’da
Çan Kay Şek ve Ç in’in m evcut yöneticileri, m akam larına verdikle
ri isim ler dışında tam anlamıyla diktatördüler (A ristoteles’in teri
miyle, tirandılar) - bazıları hâlâ öyledir; fakat pazarların olağanüs
tü genişlem esine ve güçlerinin hızla yükselm esine önayak olmuş
lardır, olm aktadırlar. U zun süren diktatörlükleri olmasa bütün bu
ülkeler bugün “m ucize ekonom ilere” örnek olarak gösterilem ezdi.
Buna ek olarak, birer ekonom ik m ucize örneklerine dönüşm eleri
nin ve şim dilerde “akışkan m odem ”, tüketici yaşam biçim i peşinde
canla başla koşm alarm ın rastlantı olmadığı da söylenebilir. Ayrıca
şunu eklem em e izin verin: Savaş sonrası Japonya ve Almanya’sın
daki “ekonom ik m ucizeler”, önem li ölçüde, yabancı işgal güçleri
nin ülkedeki varlıklarına ve onların, bir yandan zorlayıa/baskıcı
işlevleri devlet güçlerinin elinden alıp kendi tekellerine geçirirken
diğer yandan işgalleri altındaki ülkelerdeki dem okratik kuram ların
kontrolünden başarıyla sıynlabilm elerine bağlanabilir.
Kısacası, Aydınlanma’nın hayalini kurduğu ve Manc’ın vaat
ettiği özgürlük “ideal üreticiye” göre biçilm iş b ir giysiyse, pazar
destekli özgürlük “ideal tüketicinin” ölçüleri göz önünde tutularak
tasarlanm ıştır; hiçbiri diğerinden daha hakiki, daha gerçekçi ya da
elverişli değildir - sadece farklıdırlar, özgürlüğün farklı unsurları
üzerine odaklanm ışlardır (Burada, negatif ve po zitif özgürlük, yani
“b ir şeyden özgüllük” ile “b ir şeye özgüllük” ayrım ını getiren Isaiah
Berlin’i anm ak gerek). H er iki görüş de özgürlüğü “kolaylaştırıcı”
[enabling], öznenin kapasitesini artıran bir durum dur (fakat neyi
kolaylaştırdığı ve hangi kapasiteyi artıncı olduğu, ayrı b ir sorudur).
Bu soruları ciddi b ir şekilde görgül [empirical] bir incelem e altına
aldığınızda kaçınılm az olarak fark edeceksiniz ki ister üretici yöne
lim li ister tüketici yönelim li, her iki özgürlük düşüncesi de, pratik
te uygulanm alarım zorlaştıracak güçlü çatışm aları işaret etm ekte
dir ve söz konusu bu çatışm alar, özgürlük düşüncelerinin dolayh
17
olarak gösterdiği program ların kesinlikle dışında değildir. Tersine,
bu “engelleyici” unsurlar, şaşırtıcıdır ki, “kolaylaştırm a” programını
uygulayabilm ek için olmazsa olmaz kabul edilen koşulların ta ken
disidir; biri olm adan diğeri olsun dem ek nafile bir hayal ve başarı
sızlığa m ahkûm bir çaba olacaktır.
Ne var ki bu, m etafizik değil sosyopolitik bir meseledir. İdeal,
engellem eden kolaylaştıran, m ükem m el özgürlük fikri m etafizikte
bir oksimoronken, sosyal hayatta ulaşılamaz bir am açtır; başka ne
denden olmasa bile -özünde ve kaçınılm az şekilde sosyal bir ilişki
olan- özgürlüğe doğru yapılan ham lenin aslında bölücü/ayıncı bir
eylem olm asından ve her som ut uygulam anın karşısına, ona karşı
bir ham lenin çıkacağından dolayı öyledir. Pek çok ideal ve değer
gibi özgürlük de süresiz olarak in statü nascendi, yani hep başlangıç
durum undadır; hiçbir zam an ulaşılam az, fakat (daha doğrusu tam
da bu nedenle) sürekli olarak ulaşılmaya çalışılır, uğruna m ücadele
edilir ve bunun sonucunda, adına tarih dediğim iz sonu gelmeye
cek denem e yanılm a sürecindeki m uazzam itici güç haline gelir.
İçinde bulunduğum uz kötü durum un "akışkanlığının” başlıca
nedeni, kısaca “liberalleşm e” [deregulation] denen, iktidarın (yani
yapabilm e erkinin) politikadan (yani nelerin yapılm ası gerektiğine
karar verm e yetisi) ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin orta
da olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka b ir deyişle hedef için
gerekli eldeki araçların yetersiz olduğu durum dur. Bir diğer neden
ise, karşılıklı bağım lılıklar ağıyla sıkı sıkıya örülü b ir gezegen üze
rindeki eylem in “çokm erkezliliğidir”. Kabaca söyleyecek olursak,
“akışkanlık” koşullan altında h er şey yapılabilir fakat yapılacak hiç
b ir şeyin kesinliği olm az. C ehalet (gelecekte neler olacağım bilm e
nin imkânsızlığı anlam ındaki cehalet) ve acziyet (olacakların önü
ne geçmenin imkânsızlığı anlam ındaki acziyet) duygulan ile uçucu
ve her yere nüfiız etm iş, yeri belirlenem eyen, atacak dem iri olm a
yan ve deli gibi tutunacak yer arayan korku b ir araya gelerek, hiç
b ir şeyin kesin olm adığı belirsizliği doğururlar. Akışkan m odem
koşullan altında yaşamak, m ayın tarlasında yürüm eye benzetilebi
lir: Herkes her an herhangi b ir yerde bir patlam a olabileceğini bilir,
fakat kimse patlam anın kesin olarak ne zaman ve nerede olacağını
söyleyemez. Küreselleşmiş b ir gezegende bu durum evrenseldir -
kimse bundan ve doğacak sonuçlardan m uaf değildir. Dünyanın
küçük bir noktasında gerçekleşen bir patlam anın şoku gezegenin
her yanma dalga dalga yayılır. Bu durum dan kurtulm anın b ir yolu
nu bulm ak için çok fazla şey yapılm ası gerekir fakat iktidar ile po
litikayı yeniden b ir araya getirip kaynaştırm anın, “yeniden katılaş-
18
turnayı” [resolidification] düşünen biri için sine qua mm1 b ir koşul
olduğu açıktır.
Akışkan Modemite'nin ilk basım ından bu yana ön plana çıkan
bir başka konu da “köklerinden" edilm iş insanların -göçm enlerin,
sığınmacıların, sürgünlerin: hareket halinde olan ve kalıcı b ir ika
m etgâhları bulunm ayan insanların- sayısının her geçen gün katla
narak ve önüne geçilmez şekilde artm asıdır. H alen Avrupa İlerici
Çalışm alar Vakfı başkanlığı görevinde bulunan M assimo D ’Alema,
10 Mayıs 2011 tarihli Le Monde’da yayım lanan dem ecinde - "Av
rupa’nın en azılı iki kundakçısı olan Berlusconi ile Sarkozy’ye inat
- şöyle diyordu: "Avrupa'nın göçm enlere ihtiyacı var.” Bu önerm eyi
destekleyen hesaplar daha basit olam azdı: Avrupa’nın (2013 itiba
rıyla) nüfusu 333 milyon, fakat şu anki (ve hızla düşm ekte olan)
doğum oranına bakıldığında b u nüfusun önüm üzdeki kırk yıl için
de 242 milyona düşeceği öngörülüyor. Aradaki farkı kapatm ak için
fazladan en az 30 m ilyon kişiye ihtiyaç var - aksi takdirde Avrupa
ekonom isi, o pek sevdiğimiz yaşam standardım ızla birlikte çöke
cektir. D 'A lem a'ya göre, "G öçm enler ekonom ik anlam da birer teh
d it değil, değerli varlıklardır. Aynı şekilde, dışarıdan gelenlerin do
ğal olarak tetikleyeceği kültürel metissage2 da öyledir; farklı kültü
rel esinlenm elerin b ir araya gelip kaynaşması -sadece Avrupa m e
deniyeti için değil, herhangi bir m edeniyet için - b ir zenginlik
kaynağı ve yaratıcılığı besleyen m otordur. Bununla birlikte kültü
rel zenginleşme ile kültürel kim lik kaybı arasında çok ince b ir çizgi
vardır; Avrupa’nın yerlileri [autochthons] ile dışarıdan gelip yerle
şenlerin [aüochthons] bir arada yaşamalarının kültürel mirasları
erozyona uğratm asını engellem ek için birlikteliğin Avrupa’nın
"toplum sal sözleşm esinin” altında yatan ilkelere saygı tem eli üzeri
ne kurulu olması gerekir... Karşılıklı olarak!
“Yeni Avrupalılar”a toplum sal ve yurttaşlık hakları tanınırken
böylesine gönülsüz ve cim ri davranılır, süreç böylesine yavaş işleti
lirken saygının kalıcı olması nasıl beklenebilir ki? Göçm enlerin
örneğin İtalya'nın GSM H’sine katkıları %11’dir, fakat seçim lerde
oy haklan yoktur. Dahası, ülkenin refahına aktif olarak katkıda bu
lunan, fakat yasal hiçbir belgesi olmayan veya sahte belgelerle ça
lışanların sayısı kesin olarak bilinm em ektedir. "Avrupa Birliği nasıl
oluyor da,” diye retorik bir soru soruyor D ’Alema, “nüfusun önem
19
li bir kısm ının politik, ekonom ik ve toplum sal haklardan m ahrum
bırakıldığı böyle bir durum a izin veriyor ve dem okratik ilkelerim i
zi zedelem em iş oluyor?" Ve yine prensipte, yurttaşlık görevleri ve
haklan birbirinden ayrılmaz şekilde aynı paketin içindeyse, yeni
gelenlerin, Avrupa’nın "toplum sal sözleşmesinin” tem elini oluştu
ran bu ilkelere saygı duym alan, onları benim sem eleri, desteklem e
leri ve savunm alan nasıl beklenebilir ki? Politikacılarımız, bir yan
dan göçm enleri, asıl yurttaşların standartlarına uyum sağlamak
için yeterince çaba gösterm em ekle suçlayarak oylarım garanti altı
na alırken, diğer yandan o standartlan dışandan gelenlerin ulaşa
mayacağı kadar uzağa itelem ek için ellerinden geleni yapm akta ve
daha fazlası için sözler vermekteler. Bunu yaparken, yabana işga
linden koruduklarını iddia ettikleri standartlan erozyona uğratıyor
veya itibarsızlaştınyorlar...
Asıl soru, Avrupa’nın geleceğini başka her şeyden daha kesin
olarak belirleyecek o büyük açmaz, esas tartışılm ası gereken iki
konudan neticede (fakat çok da gecikmeden) hangisinin öne çıka
cağıdır: Hızla yaşlanm akta olan Avrupa'da göçm enlerin oynadığı
ve şu âna kadar pek az politikacının gündem e getirm eye cesaret
ettiği cankurtaran rolü m ü, yoksa yapay olarak beslenip büyütülen
ve her seçimde propaganda m alzem esine dönüştürülen yabana
düşmanlığı mı?
2011 M art’ında, yerel seçim lerde sosyal dem okratlarla kur
dukları koalisyon ile Hıristiyan dem okratlan büyük b ir hezim ete
uğratan ve Federal Almanya Cum huriyeti tarihinde ilk defa b ir eya
le t başkam olarak kendilerinden birini, W infried Kretschm ann’ı seç
tiren Alman Yeşiller Partisi, özellikle Daniel Cohn-Bendit, b u zafe
rin ardından, Alman Şansölyeliği’ni yeşillendirm enin (hem de 2013
gibi erken bir tarihe kadar) m üm kün olup olmadığım sormaya baş
ladılar. Fakat onların adına bu tarihi kim yazacak? Cohn-Bendit’in
bu konuda pek şüphesi yok gibi: birkaç ay önce oyların %88’ini
alarak seçilen, çoğunluğun saygı duyduğu ve beğendiği dinamik,
zeki, aldı başında eşbaşkanlan Cem özdem ir. O n sekiz yaşına kadar
Türk pasaportu taşıyan ve genç yaşına karşın Alman ve Avrupa po
litik hayatıyla yalandan ilgilenen özdem ir, Alman vatandaşlığına
geçmeyi tercih eder çünkü b ir Türk vatandaşı olarak ne zaman İn
giltere’ye gitm ek ya da kapı komşusu Fransa’yı ziyaret etm ek istese
sınır kapılarında ağır tacizlere uğramaktadır. İnsan m erak ediyor:
Avrupa’nın geleceğim kim daha iyi tem sil ediyor? Avrupa’nın yaşa
yan en azılı iki kundakçısı m ı, yoksa Daniel Cohn-Bendit mi?
N e var ki bu, hepim izin gün geçtikçe daha çok farkına vardı
ğımız üzere, akışkan m odem yaşam biçim im izin başına m usallat
20
olan endişeler listesinin alt sıralanndadır. M artin Heidegger’in bize
hatırlattığı gibi hepim iz, bütün insanlık, ölm ek üzere yaşıyoruz -
ve ne kadar uğraşırsak uğraşalım, b u bilgiyi aklım ızdan silemiyo
ruz. Şim di de sayılan gittikçe artan çağdaşlarım ız, bizim de üyesi
olduğum uz insan türünün to p tan yok oluşa doğru gittiğini ve gi
derken de, H erm an M elville’in Kaptan A hab’ı gibi, hepsi olmasa
da doğadaki pek çok diğer tü rü de beraberinde sürüklediğini söy
lüyor; fakat b ü tü n çabalarına rağm en durum un ciddiyetini kavra
m am ızı henüz sağlayabilmiş değiller.
Uluslararası Enerji Ajansı’m n son bildirisi -yani, dünya petrol
üretim inin 2006 yılında zirve noktasına ulaştığı ve p etrol piyasası
na giren Çin, H indistan veya Brezilya gibi ülkelerdeki enerji açlığı
çeken m ilyarlarca tüketiciyle birlikte düşüşe geçeceği- ister siyasi
seçkinler, ister iş çevreleri, isterse karar a h a çevreler arasında, bıra
kın paniğe yol açmayı, geniş çaplı b ir ilgi çekmeyi hile başaram adı
ve neredeyse kim senin dikkatini çekm eden unutulup gitti.
“Toplum sal eşitsizlikler, m odem projenin m ucitlerinin yüzü
nü utançtan kızartırdı.’’ M ichel Rocard, D om inique Bourg ve Flo
ran Augagneur, 3 Nisan 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan “H u-
m an species, endangered” [İnsan Türü Tehlike A ltında] başlıklı
ortak m akalelerini bu cüm leyle bitirm işlerdi. Aydınlanma döne
minde, Francis Bacon, D escartes ve hatta Hegel’in yaşadığı dönem
de dünya üzerinde yaşam standardı en fakir bölgedekinin iki katin
dan fazla olan hiçbir yer yoktu. G ünüm üzde ise en zengin ülke
sayılan Katar’da kişi başına düşen m illi gelir, en fakir Zim bab-
ve’ninkinin tam 428 katı. Ve şurası unutulm am alıdır ki bütün bun
lar ortalam aların kıyasıdır.
Ekonomik büyüm e sancılan çeken bir dünyada yoksulluğun
inatla sürmesi, düşünen insanların durup süregiden gelişmenin yol
açtığı dolaylı kayıplar üzerine kafa yorm alan için yeterli bir neden
dir. Bir başka endişe kaynağı da yoksullar ve yeterli imkânı olma
yanlar ile varlıktılar arasında gittikçe derinleşen ve sadece en güçlü,
en gözü kara dağcıların tırm anm ayı göze alabileceği uçurumdur.
Yukarıda bahsettiğim makalenin yazarlarının uyardığı gibi, hayatta
kalm ak ve m akul bir hayat sürm ek için gerekli ve gün geçtikçe daha
zor bulunan, ulaşılması güç donamm zenginler ile yoksullar arasın
daki kıran kırana bir savaşın malzemesi haline geldiğinden, gittikçe
derinleşen b u eşitsizliğin en büyük kurbanı demokrasi olacaktır.
Ve en az diğerleri kadar ciddi b ir endişe nedeni daha vardır.
Refah artışı dem ek tüketim artışı dem ektir; zenginleşme, her şey
den önce, yaşam kalitesini artırdığı sürece arzu edilen b ir değerdir.
21
Fakat dünyanın her yerine yayılmış Ekonom ik Büyüme Kilisesi
cem aatinin gündelik dilinde “hayat koşullarım iyileştirm ek”, ya da
daha tatm inkâr yapm ak dem ek “daha fâzla tüketm ek" anlam ına
gelir. Bu köktenci cem aatin im an etm iş üyelerine göre kefarete,
kurtuluşa, kutsala, dünyevi inayete, doğrudan ve sonsuz m utluluğa
giden bütün yollar alışveriş m ekânlarından geçer. M utluluk peşin
de koşanlar gelip boşaltsın diye bekleyen dükkân rafları m alla dol
dukça, b u rafları dolu tutacak kaynakların -ham m addelerin ve
enerjinin- taşıyıcısı ve tek sağlayıcısı olan dünya boşalm aktadır; bu
gerçek, Am erikan basınında “sürdürülebilirlik” konularına ayrılan
yerin %53’ünde doğrudan inkâr edilm iş, kalanında ise ya görm ez
den gelinmiş ya da sessizce geçiştirilm iştir.
Kulakları sağır eden bir sessizlik içinde geçip giden b ir uyan
da, Tim Jackson’ın iki yıl önce yayımlanan Prosperity unthout Growth
[Büyüme Olm adan Refah] adlı kitabında yaptığı, yaşadığımız yüz
yıl bitm eden “çocuklarım ızın ve torunlanm ızm düşm anca b ir ik
lim, tükenm iş kaynaklar, yok olmuş yaşam alanlan, sayılan iyice
azalmış türler, kitlesel göçler ve neredeyse kaçınılm az olarak savaş
larla yüz yüze kalacağı” uyansıdir. İtici gücü borç olan ve koda
m anlar tarafından canla başla kışkırtılan, desteklenen ve beslenen
tüketim , “ekolojik olarak sürdürülem ez, toplum sal olarak sorunlu
ve ekonom ik olarak dengesizdir”. Jackson’ın başka ürpertici görüş
leri de var: Dünyanın en zengin beşte birlik nüfusu toplam küresel
gelirin %74’ünü alırken, en yoksul beşte birlik kesim in %2 ile ye
tinm ek durum unda olduğu b ir toplum sal düzende, ekonom ik bü
yüm e politikalarının yol açtığı yıkımı, yoksulluğu tam am en bitir
m e gibi soylu bir am acı öne sürerek haldi çıkarm a taktiği düpedüz
ikiyüzlülük ve insan zekâsına hakarettir - ve b u da neredeyse bü
tü n popüler (ve etkili) haber/bilgi kanalları tarafından görm ezden
gelinmiş, ya da en iyi ihtim alle, sözlerini kim senin dinlem em esine
alışmış ya da bununla yaşamayı öğrenmiş seslere zam an veya sayfa
ayırmalarıyla bilinen kanallara havale edilm iştir.
Jerem y Leggett (23 O cak 2010 tarihli Guardiaridz) Jack-
son’ın işaret ettiği yolu izleyerek, uzun öm ürlü olması isteniyorsa
refahın “bolluk ve bereketin geleneksel tuzaklarının (ve, izninizle,
bunlara ek olarak m adde ve enerji kullanım m ın/kötüye kullanım ı-
m n/istism anm n) dışında”; ilişkilerin, ailelerin, kom şulukların, ce
m aatlerin, hayatin anlam lı yanlarının ve değerleri gelecekten üstün
tu tan işlevsel bir toplum daki uğraşların gizemli, m uğlak bölgesi
içinde aranması gerektiğini öne sürer. Jackson’ın kendisi de tartış
masına ekonom ik gelişmeyi sorgulamanın, “ya gelişme ya ölüm ”
22
ideolojisinin havarileri ve m üptelalarının belirlediği üç kategori
den birine ya da hepsine dahil olm aktan hem korkan hem de bunu
bekleyen ve göze alan “çılgınların, idealistlerin ve devrim cilerin” işi
olduğunu kabul ederek başlar.
Elinor O strom ’un Goveming the Commons [M üşterekleri Yö
netm ek] (1990) başlıkb kitabı, Jackson’ınkinden yirm i yıl kadar
daha eski olm asına karşın, şöyle şeyler okuyabiliyoruz: İnsanların
doğal olarak kısa vadeli çıkarlara göre davrandıkları ve, “H er koyun
kendi bacağından asılır” ilkesini izledikleri görüşü (ki pek çok kişi
tarafından ateşli b ir şekilde savunulm aktadır) elim izdeki gerçek
lerle örtüşm em ektedir. O strom , küçük ölçekli m ahalli işletm eler
üzerine yaptığı çalışm adan oldukça farkb b ir sonuç çıkarmış: “Bir
cem aat içindeki insanlar” “sadece çıkar amaçb” olm ayan kararlar
alabilm ektedir. Geçtiğim iz m art ayında Fran K ortenle yaptığı bir
söyleşide cem aat içindeki açık ve içten iletişim in, m ahcubiyet ve
onurlandırm anın, m üştereklere [ortak m allara], açık arazilere ve
neredeyse sıfir enerji gerektiren ve atık üretm eyen diğer yöntem
lere gösterilen saygının, insanların hayatın zorluklarına karşı ol
dukça makul, neredeyse içgüdüsel bir şekilde verdikleri karşılık
olduğundan bahseder - ve bunların hiçbirinin ekonom iye önem li
katkıları yoktur; hepsi de gezegenin ve üzerinde yaşamların sürdü
rülebilirliği içindir.
Şu soruyu sorm anın tam zamanı: Geçm işteki “eski ve ilkel”
zam anlardan geriye kalmış az sayıdaki etnografik kayıttan bilinen
ve pek azım ızın haberdar olduğu o m üşterek yaşam biçim lerine
geri dönüş m üm kün değil m idir? Veya alternatif bir tarih görüşü
m ü (ve dolayısıyla alternatif bir “ilerlem e” anlayışı m ı) doğmak üze
redir? M utluluğu mağaza raflarında arama dönem i geri dönüşün
söz konusu olmadığı, süreldi olarak tek yönde ilerleyen b ir atılım
dan çok, bir kereye mahsus, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak ge
çici b ir sapm a mıydı, sapm a m ıdır ve ileride de öyle m i olacaktır?
D edikleri gibi, jü ri hâlâ toplantıda... Fakat artık b ir karar veril
m esi gerekiyor. Jüri toplantıda ne kadar uzun kalırsa, kum anyalar
tükendiği için zorla geri çağrılma ihtim alleri de o kadar artıyor...
H aziran 2011
23
Ö nsöz
H afiflik ve A kışkanlık Ö zerine
25
bağ” ise, katı m addelerin “kararlılığını” -yani, “atom larını ayrılmaya
zorlayan kuvvetlere karşı gösterdiği direnci”- açıklayan bir terim dir.
“Akışkanlık” kavramım, m odem çağın bugünkü durum unu
betim lem ek için kullandığım ız başlıca eğretilem elerden biri olarak
açım lam a çabam ıza Encydopcedia Britantıica’nın katkısı bu kadar.
Akışkanların bütün bu özelliklerinin bize söylediği şey, özetle
ve basit b ir dille, şu: Sıvıların katilar gibi belli b ir şekli yoktur. Deyim
yerindeyse, ne mekânsal ne de zamansal olarak sabit bir konum lan
vardır. Katilar belirgin mekânsal boyutlara sahiptir fakat zamanın
(akışına karşı koyarak veya geçişini önem sizleştirerek) etkisini nöt
ralize ederler; dolayısıyla katilar için zaman boyutunun önem i yok
tur. Oysa akışkanlar, belli bir şekli uzun zaman koruyamazlar; her an
şekil değiştirmeye hazırdırlar. Dolayısıyla, akışkanlarda önem li olan,
boşlukta kapladıkları yerden çok, zamanın akışıdır. Evet, boşlukta
bir yer kaplarlar fakat bu durum geçicidir, “her an” değişebilir. Kati
lar, b ir anlamda, zaman boyutunu ortadan kaldırır; oysa sıvılar için
asıl önem li olan şey, zamandır. K atılan tanım larken zaman boyutu
nu yok sayabiliriz; akışkanlan tanım larken ise, zaman boyutunu
konu dışında tutm ak yapılacak en ciddi hatalardan biri olur. Akış
kanlan tanım lam ak fotoğraf çekmek gibidir ve çerçevenin alt kena
rında hep bir tarih ve zaman bilgisi olması gerekir.
Akışkanlar çok kolay yer değiştirir. “Akarlar”, “dam larlar”, "dö
külürler", "taşarlar”, “fışkırırlar”, “sızarlar”, “boşalırlar”, “püsküriir-
ler”, “süzülürler”; katiların aksine, akışkanların hareketini durdur
m ak kolay değildir - bazı engellerin etrafından dolaşırlar, bazılarım
içlerinde eritirler ve bazılarının da, aşındırarak ya da sızarak, içle
rinden geçerler. Katilarla tem asa geçen sıvılar hiçbir değişime uğ
ramazken, sıvılarla tem as eden katilar, sonunda katı olarak kalsalar
bile -a z ya da çok ıslanarak- b ir değişime uğrarlar. Akışkanların bu
olağanüstü hareketliliği, onları “hafiflik” kavramıyla eşanlamlı hale
getirm iştir, ö z g ü l ağırlığı katilardan daha fazla olan pek çok sıvı
vardır var olm asına, fakat biz yine de sıvıları, katı olan h er şeyden
daha hafif olarak algılama eğilimindeyizdir. “Hafif” ya da “ağırlık
sız” dendiğinde aklım ıza hareketlilik ve değişkenlik g elir Dene
yim lerim izden iyi biliriz ki eşyamız ne kadar azsa, yani ne kadar
“hafifsek” o kadar hızlı yolculuk ederiz.
M odem çağın günüm üzdeki, pek çok açıdan yeni evresini ta
nımlamaya ve anlam aya çalışırken uygun b ir eğretilem e olarak
“akışkanlık” kavramım kullanm am ızın nedenleri bunlardır.
Böyle b ir önerm enin, “m odem ite söylemim” çok iyi bilen ve
m odem tarih term inolojisine aşina birisinin kaşlarının düşünceyle
çatılm asına yol açabileceğinin farkındayım . M odem ite, daha en
26
başından beri bir akışkanlaşma [liquefaction] süreci değil miydi?
“K atılan eritm e”, m odem itenin başlıca uğraşı ve en önem li başan-
sı değil miydi? Diğer bir deyişle m odem ite, daha ilk dile getirildiği
andan itibaren “akışkan” olmamış m ıdır?
Haklılıktan zaman içinde ortaya çıkan bu ve benzeri itirazlar,
m eşhur “katiların erimesi [buharlaşması]” terim ini hatırladığımızda
daha haklı görünecektir. Terim, Komünist Manifesto'aun yazarlan
tarafından yüz elli yıl kadar önce ortaya atılm ıştı ve dönem in özgü
veni yüksek, coşkun m odem ruhunun, kendi zevkine göre fazlasıyla
ruhsuz bulduğu ve -kemikleşm iş bir hayat tarzına saplanıp kaldığı
için - değişime ve değişim yönünde her türlü m üdahaleye inatla di
renen bir toplum a layık gördüğü muameleyi özetleyen bir yakıştır
maydı. Bu “ruhu” gerçekten de “m odem ” yapan şey, gerçeğin/gerçek
liğin, tarihin “ölü ellerinden” kurtarılıp özgürlüğüne kavuşturulması
gerektiğini - ve bunun ancak katı olan (yani, zamana direnen ve
zamanın geçişini yok sayan veya zaman içinde değişmeyen) her şe
yin eritilip, “berhava” edilerek yapılabileceğini söylemesiydi. Bir son
raki adım olarak “kutsal olanın dünyevileştirilmesi” yani, kendimizi
geçmişten kurtarmam ız, geçmişin ve en önemlisi -geçm işin günü
m üzdeki kalıntısı ve tortusu olan- "geleneğin” egemenliğine bir son
vermemiz gerekmekteydi; bunun için, katılarm “akışkanlaşmaya”
karşı durabilm esini m üm kün kılan ve inançlar ile bağlılıklardan
örülm üş koruyucu zırhı kırm ak gerekiyordu.
N e var ki bütün bunların, katılan toptan yok etm eyi ve kurdu
ğum uz "cesur yeni dünyayı” katilardan azade bir yer yapmayı değil,
dünyayı yeni ve daha gelişmiş katilara uygun hale getirm eyi amaçla
dığım akıldan çıkarmamak gerek. D e Tocqueville’in Eski Rejim ve
Devrim adlı eserim okuyan biri, “kalıt” katiların eskimiş ve yavan ol-
m alan, elle tutulacak taraflarının kalmamış ve tam am en güvenilmez
hale gelmiş olm alan gerekçeleriyle ne denli aşağı görüldüğünü, la
netlendiğini ve “sıvılaştınimak" üzere bir kenara alındığını görerek
şaşırabilir. M odem zamanlar, m odem ite öncesi katılan ileri derecede
bozunum a uğramış katilar olarak görüyordu. Bu katılan bir an önce
eritm e isteğinin ardındaki en güçlü itkilerden biri de, katılıktan kak
çı olacak, yani zaman içinde değişmeyeceğinden em in olabileceği
niz, dünyayı daha kestirilebilir, dolayısıyla daha katlanılır bir yer
haline getirecek katilar keşfetm ek veya sıfırdan üretm ek isteğiydi.
Eritilecek ilk katilar ve dünyevileştirilecek ilk kutsallar, insanın
elini kolunu bağlayan, hareketi kısıtlayan ve girişimlerin önünü tıka
yan geleneksel sadakatler, alışılageldik haklar ve görevlerdi. Yeni (ve
gerçek anlamda katı!) b ir düzen kurm ak için öncelikle, eski düzenin
kurucuların sırtına yüklediği o ağır yükten kurtulm ak gerekiyordu.
27
“Katılan eritm ek” terim i, her şeyden önce, eldeki m ali değerlerin
rasyonel bir şekilde hesaplanmasını zorlaştıran “alakasız” zorunlu
luklardan kurtulm ak, ya da M ax W eber’in belirttiği gibi, ticari ve
ekonomik girişimleri, kendilerine ayak bağı olan ev-aile ilişkilerin
den ve etik sorum luluklardan kurtanp özgürleştirmek, ya da Tho-
mas Carlyle’ın söyleyebileceği gibi, insanlar arası pek çok ilişkinin
altında yatan parasal/ekonomik "rabıtalan” terk etm ek anlamına ge
liyordu. Aynı nedenden ötürü, katdarı bu şekilde “eritm ek” bütün
bir toplum sal ilişkiler ağım dağıtıyor, onu çıplak, savunmasız ve dış
etkilere açık hale getiriyor, ilhamım iş ilişkilerinden alan davranış
kurallarına ve iş ilişkileri tarafından belirlenm iş akılcılık kıstaslarına
karşı koyamayacak kadar zayıflatıyordu - oysa bu ilişkiler ağından
beklenen, bütün bunlara etkin bir şekilde karşı koymaktı.
Bu önem li ve kaçınılmaz kopuş, meydanı (W eber’in deyişiyle)
araçsal rasyonalitenin, ya da (Kari M ara’ın dile getirdiği gibi) ekono
m inin belirleyici rolünün istilasına ve egemenliğine açık hale getir
miş, toplum sal hayatın “tem eli", hayatın diğer bütün alanlarına “üst
yapı” statüsü vermişti. Burada üstyapı, tek işlevi toplum sal düzenin
sorunsuz ve kesintisiz işleyişim sağlamak olan “tem el" yapının insan
eliyle üretilm iş bir ürünüydü. Katiların eritilm esi, ekonomiyi, ona
ayak bağı olan karmakarışık siyasi, etik ve kültürel bağlarından yavaş
yavaş kurtarmaya başlam ıştı. Eriyen katiların dibe çöken kalıntıla
rından ise esas itibarıyla ekonomik terim lerle tanım lanan yeni bir
düzen ortaya çıktı. Bu yeni düzen, yerini aldığı önceki düzenlerden
daha katı olacaktı çünkü -onların aksine- ekonomi dışı tehditlere
karşı dirençliydi. Yeni düzeni yönlendirebilecek veya eksiklerini gi
derebilecek siyasi veya ahlaki mekanizmaların çoğu ya bozulm uş ya
da görevini yerine getiremeyecek denli zarar görm üştü. Bunun ne
deni, ekonomik düzenin, geleceğini bir kez güvence altına aldıktan
soma toplum sal hayatın tam am ım sömürgeleştirecek, yeniden eği
tecek ve kendi yoluna çevirecek olması değildi; o düzen insan haya
tının tüm ü üzerinde egemenliğini kurm uş durum daydı zira insan
hayatında gerçekleşme ihtim ali olan ne varsa hepsi de, bu düzenin
insafsızca ve durmaksızın yeniden üretilm esi bakım ından bağmtısız
ve işe yaramaz hale getirilmişti.
İlk defa 1987’de, Praxis International tarafından yayımlanan
“The U topia of the Zero O ption”1 adlı yazısında Claus Ofife, moder-
1. Zero Option, Avrupa’daki tüm Sovyet Rusya ve Amerikan o rta menzilli nükleer
füzelerinin geri çekilmesi önerisi için kullanılan terimdir. İlk deh ABD tarafından
1981’de sunulan bu önerinin kapsamı, daha sonra, dünyadaki tüm nükleer silahlan
içine alacak şekilde genişledi. (Ç.N.)
28
nite sürecinin bu aşamasını çok güzel tarif ed e r “Karmaşık” toplum
lar o kadar katı hale gelmişlerdir ki düzenleri, yani, içlerinde gerçek
leşen süreçlerin düzenleniş şekli üzerine düzgüsel [normative] bir
analiz ya da yenileyid bir m üdahale girişimi bile; bu toplundan özde
yetersiz hale getiren kılgısal kısırlık yüzünden daha ilk adımda başa
rısız olmaktadır. Bu düzenin “alt sistem leri [subsysteni\" ister tek tek
ister birlikte, ne kadar serbest ve değişken olursa olsun, birbirleri ile
kurduklan ilişki “her tü r seçme özgürlüğüne kapalıdır, sonu yıkımla
bitm eye m ahkûm dur ve katıdır”. Şeylerin/nesnelerin genel düzeni
seçeneklere açık değildir; b u seçeneklerin neler olabileceği hiç de
n et olmadığı gibi, uygulanması m üm kün görünen bir seçeneğin, onu
düşünüp ortaya çıkarma kapasitesine sahip olmayan bir toplum sal
hayat içinde nasd uygulamaya döküleceği daha da belirsizdir. Amaca
yönelik eylemin her bir eyleyicisi, aracı ve eylem taktikleri ile düze
nin geneli arasında büyük b ir uçurum -arada b ir köprü olmaksızın
giderek açılan bir boşluk- bulunm aktadır.
Çoğu distopik senaryonun aksine, b u durum a ne diktatöıyal
kurallar, boyun eğdirme, baskı veya köleleştirm e yoluyla ne de özel
alanm “sistem ” tarafından "sömürgeleştirilmesi" yoluyla ulaşılmış
tır. Tam tersi: G ünüm üzdeki durum un nedeni, bireyin seçme ve
eyleme geçme özgürlüğünü sınırlandırdığından haklı ya da haksız
olarak kuşkulanılan kısıtlam aların, engellerin, ayak bağlam ım radi
kal bir biçim de eritilm iş olmasıdır. Düzenin katılığı, insan eyleyicile
rin sahip olduğu özgjirlüğün bir ürünü ve kahntısıdır. Bu katılık,
“ayağın frenden çekilm esinin” genel sonucudur; yani, (O ffe’nin ilk
defa 1987’de yayımlanan “Binding, Shackles, Brakes” [Bağlaycı,
Prangalar, Frenler] başlıklı yazısında işaret ettiği gibi) fınans, gayri
m enkul ve em ek pazarlarının üzerindeki kısıtlam aların kaldırılm a
sının, kuralsızlaşmanın, liberalleşm enin, “esnekleşmenin” vergi yü
künün azaltılm asının, artan akışkanlığın, vb. veya (Richard Sen-
n ett'in Ten ve Taş kitabından alıntılayacak olursak) “hız, kaçış,
edilgenlik" tekniklerinin -diğer bir deyişle sistem ile bağımsız eyle
yicilerin birbirinden radikal olarak ayrı kalmasını, karşı karşıya gel
m ek yerine birbirlerini pas geçmelerini sağlayan tekniklerin- sonu
cudur. Dünyayı değiştiren devrim lerin zamanı gerçekten geçmişse
ve bunun bir nedeni, sistem in bütün kontrol m ekanizm alarının bir
arada bulunduğu ve devrim ciler tarafından basılıp ele geçirilebile
cek bir m erkez kontrol odasının olmamasıysa, diğer nedeni de ça
tışa çatışa binaya ulaşanların (binayı onlardan önce başkaları ele
geçirmemişse) durum u tersine çevirmesinin, onları daha en başın
da isyana sürükleyen sefalete nasıl son vereceklerini hayal etm e
29
nin, imkânsız olmasa da, son derece zor olmasıdır. Potansiyel dev
rim cilerin, yani bir birey olarak içinde yaşadıkları zorlukları değiş
tirm e arzularını toplum sal düzeni değiştirm e projesi olarak dile
getiren insanlann sayısının son derece az olmasına bakıp da şaşır
m am ak gerek.
Eski ve bozuk düzenin yerine yeni ve daha iyi bir düzen kur
ma hedefi -e n azından, siyasal alanda- şu an için gündem dışı. Bu
nedenle, m odem itenin değişmeyen özelliği olan “katiların erimesi”
yeni bir anlam kazanmış ve hepsinden de önemlisi, yeni bir hedefe
yöneltilm iş - ve bu yön değişiminin en önemli etkilerinden biri de,
düzen ve sistem sorunlarım siyasetin gündeminde tutabilecek güç
lerin etkisini yitirm esi olmuştur. Eritm e potasına atılm a sırası gelen
ve halihazırda -yani, içinde bulunduğum uz akışkan m odem ite za
m anında- eritilm e aşamasında olan katilar, bireysel seçimleri kolek
tif projeler ve eylem ler bütünü içinde birbirine bağlayan bağlardır.
Bu proje ve eylem ler ise, bir yanda bireylerin kendi başlanna yürüt
tükleri yaşam politikaları ile diğer yanda insanlann birlikte yaşama
pratiklerinde geçerli politik eylemler arasındaki iletişim ve eşgü
düm örüntüleridir.
3 Şubat 1999’da Jonathan R utherford’a verdiği b ir röportajda
Ulrich Beck (ki kendisi, bu röportajı verm eden birkaç yıl önce,
“kendine dönen m odem ite” ya da sözde “m odem itenin m oderni
zasyonu” çağı olarak adlandırdığı aşamayı tanım lam ak için “ikinci
m odem ite” terim ini ortaya atm ış olan kişidir) çoktan ölm üş ama
varlığım hâlâ sürdüren “zom bi kategoriler" ve “zom bi kuram lar
dan” bahseder. Bu yeni olgunun tipik örnekleri olarak da aileyi,
toplum sal sınıflan ve kom şuluk ilişkilerini gösterir. Örneğin aile:
30
ler. Bu kurumlar, olası eylem -seçim leri alanının sınırlanın belirle*
yen kurum lardı ve bunların arasında ön sırada, bize miras yoluyla
kalan ve doğuştan sahip olduğum uz statü nedeniyle adım ıza tahsis
edilen “gayri kabil-i tem yiz” m ülkiyet bulunm aktaydı. Yapısal dü
zen ve gruplanm a biçim leri, karşılıklı bağlılık ve etkileşim örüntü-
leri yeniden kalıba dökülm ek ve yeniden biçim lenm ek üzere erit
m e potasına atıldılar; m odem itenin her şeyi aşındıran, sınırlan yı
kan ve onların ötesine geçen tarihsel sürecinin “kalıplan kırm a”
dönem iydi bu. Bununla birlikte, değişimden habersiz olmalarım
m azur görebileceğim iz bireyler kendilerini, ne kadar "yeni ve geliş
m iş” olurlarsa olsunlar hâlâ eskisi kadar katı ve başma buyruk pek
çok örüntü ve kalıp karşısında buluverdiler.
G erçekten de hiçbir kalıp, yerine yenisi konm adan kırılm adı;
eski kafeslerinden kurtulan insanlar, yeni düzenin ku lla n ım a hazır
hücrelerinden birini seçme durum unda bırakıldılar. Bu hücreler,
adına sınıf dediğimiz, m evcut ve olası tü m yaşam durum larım bir
den içine alan ve gerçeğe uygun yaşam projelerinin ve yaşam stra
tejilerinin kapsamını (en az çoktan eriyip gitmiş feodal sınıflar [es-
tates] kadar uzlaşım dan uzak bir şekilde) belirleyen sınırlardı, ö z
gür bireyleri bekleyen görev, yeni elde ettikleri özgürlükleriyle
kendilerine uygun yeni hücreyi bulm ak ve orası için iyi ve gerekli
görülen kurallar ile davranış biçim lerini sadık bir şekilde uygulaya
rak uyum sağlamaktı.
İnsanların gönüllü olarak uyabilecekleri, güvenilir b ir rehber
olarak görebilecekleri ve kendilerini teslim edebilecekleri bu tü r
yasaların, örüntülerin ve kuralların sayısı, günüm üzde, gittikçe ar
tan hızda azalmaktadır. Bu dem ek değildir ki günüm üzde yaşayan
lar tam am en kendi hayal ettikleri ve karar verdikleri gibi yaşıyorlar
ve kendi yaşam biçim lerini sıfırdan, kendi özgür iradeleriyle bi-
çim lendirebiliyorlar, ya da kurm ak istedikleri yapının m alzem e ve
planlan için artık toplum a ihtiyaçlan yok. Bunun anlam ı, yerleri
önceden belirlenm iş “referans gruplan” çağından çıkıp “evrensel
kıyas” çağma giriyor olmamızdır. Bu çağda, bireysel öz-inşa çabala
rının kaderi tipik ve onulm az şekilde belirsizdir, önceden çizilm e-
m iştir ve bu tü r çabalar doğal nihai sonlarına ulaşm adan, yani bi
rey, doğal yaşam süresinin sonuna gelm eden -ölm eden- önce çok
sayıda ve m uazzam değişim lere uğrar.
Şu günlerde örüntüler ve yapılaşm alar "kendiliğinden açıkla
yıcı” olm adıklan gibi “belirli” de değillerdir; sayılamayacak kadar
çokturlar ve her biri kendilerini kısıtlayan dayatm acı, zorlayıcı
güçlerden büyük oranda kurtuluncaya dek sürekli birbirleriyle çar-
31
pişir ve birbirlerinin buyruklarına karşı gelirler. Ayrıca, doğal yapı
lan değişmiş ve b u doğrultuda, bireysel görevler envanterindeki
m addeler olarak yeniden sınıflandırılmışlardır. Yaşam politikasını
yönlendirm ek ve bu politikanın geleceğini çizm ekten çok onu ta
kip edecekler, süreç içindeki değişim ler ve yenilikler tarafından da
sürekli olarak yeniden biçim lendirileceklerdir. A kışkanlaştm a/sı-
vdaştıncı güçler “sistem "den “toplum ”a, “politika”dan “(gündelik)
yaşam politikalan’na yönelmiş - ya da toplum sal bir aradabğm
“m akro” düzeyinden çıkarak “m ikro” düzeyine inm iştir.
Bunun b ir sonucu olarak bizim yaşadığımız, m odem itenin bi
reyselleşmiş, özelleştirilm iş b ir versiyonudur; örüntü oluşturm a
yükü ve başarısızlığın sorum luluğu büyük ölçüde bireyin om uzla-
nndadır. Eritilm e sırası ise bağım lılık ve etkileşim örüntülerine gel
m iştir. Bunlar, eski kuşakların yaşadığı ve hayal bile edemeyeceği
kadar katılıklarım yitirm iş, dış etkilere açık hale gelm işlerdir; fakat
diğer bütün akışkanlar gibi m evcut şekillerini uzun süre koruya
mazlar. Şekillerini değiştirm ek, m evcut şekillerini korum aktan
daha kolaydır. Katilar bir kere kalıba döküldüler m i b ir daha şekil
değiştirm ezler. Akışkanların şeklini korum ak için yoğun dikkat
gösterilm eli, sürekli uyanık olm ak ve kesintisiz çaba harcanm alıdır
- buna rağmen başarı garantisi diye b ir şey söz konusu debidir.
“Akışkan m odem itenin” gelişiyle birlikte “insanlık durum un
da” gerçekleşen m uazzam değişimi yadsım ak -y a da en azından
azımsamak b ile- düşüncesizlik olur. Dizgesel yapının uzaklığı ve
ulaşılmazlığı, gündelik yaşam politikalarının halihazırdaki düzen
siz, akışkan yapısıyla birleştiğinde, bu insanlık durum unu radikal
bir şekilde değiştirir ve bizi, bu dizgesel yapının anlatdannın arka
planım oluşturan eski kavramları yeniden değerlendirm eye yönel
tir. G ünüm üzde bu tü r kavram lar da, tıpkı zom biler gibi, hem ölü
hem de canlıdırlar. Sorulması gereken soru, ister yeni bir biçim le
ister eski biçim lerinde, yeniden canlanm alarının m üm kün olup ol
madığı; değilse, cenaze törenlerini usulüne uygun bir şekilde ger
çekleştirm ek için ne yapm am ız gerektiğidir.
Bu kitap işte bu soruya cevap aramaktadır. Araştırm a ve tartış
m a malzemesi olarak, insanlık durum u üzerine üretilm iş görenek-
sel anlatılan çevreleyen tem el kavramlardan beşi seçilmiştir: kurtu
luş, bireysellik, zam an/m ekân, iş ve cem aat [community]. Çocukla
rı, tepem izden aşağı boşaltdan kirli bulaşık sularından kurtarm ak
ümidiyle, bu kavranılan tanım layan simgeler ve pratikteki karşılık
tan (giriş niteliğinde ve eksik de olsa) ayn ayn incelenecektir.
32
M odem ite kavramının pek çok farklı anlam ı vardır ve nasıl
ortaya çıktığı, nasıl bir gelişim gösterdiği pek çok farklı belirti ve
işarete bakılarak takip edilebilir. N e var ki, m odem hayatın ve
onun m odem arka planının özelliklerinden biri, "fark yaratan fark”
olarak öne çıkar; diğer bütün karakteristik öğeler bu can alıcı özel
likten sonra gelmektedir. Bu özellik, m ekân ile zaman arasındaki
değişen ilişkidir.
M odem ite, kendinden önceki uzun yüzyıllar boyunca yaşam
pratiğinin iç içe geçmiş, birbiriyle süreğen, dengeli ve sağlam bir
şekilde örtüşen, dolayısıyla birbirinden güçlükle ayırt edilebilen un
surları olan zaman ile m ekânın, yaşam pratiğinden ve birbirlerinden
ayrıldığı, böylece farklı ve bağımsız birer strateji ve eylem kategori
si olarak kuram sallaştırılabilir hale geldiğinde başlar. M odem itede
zamanın tarihi vardır. Bu tarih, zamanın durm aksızın artan "taşıma
kapasitesi” nedeniyle - zaman birim lerinin “geçmesine”, “aşmasına",
“örtm esine” -y a da “fethetmesinef—izin verdiği mekân parçalarının
genişlemesi nedeniyle tarihtir. Mekân içindeki hareketin hızı (son
derece katı olan, dolayısıyla ne genişleyen ne de daralan mekânın
aksine) insan yaratıcılığının, hayal gücünün ve becerisinin bir ürü
nü olduğunda zamanın da b ir tarihi olur.
Zam an-mekân arasındaki ilişki bağlanım da kullandığım ızda
hız kavramı (daha doğru b ir ifadeyle ivm e), değişkenlik düşüncesi
ni de içinde barındırır. Bu ilişki gerçekten değişken olmasa, insan
yaratıcılığı ve azm inin bir ürünü değil de insan dışı ve insan öncesi
bir gerçekliğin özelliği olsa ve m odem ite öncesi bedenlerin hare
ket kabiliyetini -insan veya at bacağı gibi- doğal hareket araçları
nın hareket kabiliyetiyle sınırlayan dar bir hareket alanının çok
ötesine geçmiyor olsa hız kavramının pek b ir anlam ı olm azdı. Bi
rim zamanda alman yol m iktarı teknolojiye ve insan yapım ı ulaşım
araçlarına bağlı olmaya başladığından bu yana, var olan ve şimdiye
kadar aşılamamış bütün hız sınırları, prensipte, aşdabilir sınırlar
haline geldi. A rtık gökyüzünden (ya da son zam anlarda ortaya çık
tığı üzere, ışık hızından) başka sınır kalm am ıştı ve b u sınıra ulaş
m ak için gösterilen çabanın adı, m odem iteydi; sürekliydi, önüne
geçilemezdi ve gittikçe artan bir hızda ilerlem ekteydi.
Yeni kazandığı esneklik ve şuurlarının genişliği sayesinde mo
dem zamanlar, her şeyden önce, m ekânın fethi için kullanılan b ir
silah haline geldi. Zaman ile m ekân arasındaki m odem m ücadele
de mekân, siperine çekilip yalnızca bir savunma savaşı yürütm ek
ten başka bir şey elinden gelmeyen ağır, hantal, katı ve soğuk taraf
tı - zam anın değişime açık gelişm elerine ayak bağı olm aktan başka
bir işe yaramıyordu. Zaman, bu savaşın aktif ve dinam ik tarafıydı;
33
sürekli hücum da olan, sürekli yayılan, yeni yerler fetheden ve sö
m ürge altına alan güçtü. H areket becerisi sağlayan araçlara daha
hızlı ulaşım ve hız m odem zam anlarda gittikçe yükselerek, başlıca
iktidar ve egem enlik aracı haline geldi.
M ichel Foucault, m odem iktidarı çok güzel tanım layan eğreti
lem elerden biri olarak Jerem y Bentham ’ın Panoptikon tasarım ım
gösterm işti. Panoptikon’da, sıkı b ir şekilde korunan kalın ve güçlü
duvarlarla çevrili hücrelerde tutulan m ahkûm ların neredeyse hiç
hareket özgürlükleri yoktu; yataklarından, hücrelerinden veya ça
lışma tezgâhlarının başından bir yere aynlam ıyorlardı. Yerlerinden
kıpırdayamıyorlardı, çünkü sürekli bir gözetim altındaydılar; kendi
lerine gösterilen yerden başka bir yere gidemiyorlar, fazladan bir
adım bile atam ıyorlardı çünkü (istedikleri zaman istedikleri yerde
durup) onları gözleyen gardiyanların ne zaman nerede olduklarım
göremiyorlar, o anda gözlenip gözlenmediklerini bilem iyorlardı.
Gardiyanların hareket serbestisi ve kolaylığı egemenliklerinin ga
rantisiydi; m ahkûm ların yerlerini terk edem em eleri ise “bağımlılık
larının” çok sayıdaki kısıtlam aları içinde en sağlamı, kırılması ya da
gevşetilmesi en zor olanıydı. Zamana hükm etm ek yöneticilerin ik
tidar sırrıydı - olduklan yerden ayrılmalarına izin vermeyerek ve
bütün hareketlerini, uymak zorunda bırakıldıkları b ir zaman düze
nine bağlayarak m ahkûm ları mekân içinde hareketsiz hale getir
m ek de iktidarlarım uygulamaya dökm ek için başvurduktan başlıca
stratejiydi. İktidar piram idi hız, ulaşım araçlarına erişim ve bunun
getirdiği hareket özgürlüğü üzerine kuruluydu.
Panoptikon fikrinin başka olumsuzlukları da vardır. Çok paha
lıdır: Mekânı kontrol altına almak ve içindekileri onlara aynlan yer
lerde sürekli gözetim altında tutm ak için yerine getirilmesi gereken
sayısız idari görev oldukça masraflı ve ağırdır. Yeni binalar yapmak
ve bakımlarını aksatmamak, profesyonel gardiyanlar işe almak ve
maaşlarını ödemek, mahkûm ların tem el ihtiyaçlarım karşılamak ve
iş görme kapasitelerini yüksek tutm ak gerekiyordu. Son olarak iş
idaresi demek, sonuç idarenin çıkarma olsa bile, m ekânın genel du
rum unun sorum luluğunu da almak —ve mekâna bağımlı kalm ak-
demektir. Fiilen m ekânda olmayı ve işlerle -e n azından sürekli bir
mücadele ve çekişme biçim inde- bizzat ilgilenmeyi gerektirir.
Bu kadar çok kişinin “tarihin sonundan”, “postm odem izm den”,
“ikinci m odem iteden" ve “üst-m odem iteden” [surmodemity] bah
setmesi, ya da bu kadar açık olmasa da, insanların bir arada yaşama
düzenlerinde ve günüm üz yaşam politikalarına yön veren toplum sal
koşullarda radikal bir değişim olacağım dile getirm elerinin nedeni,
hareket hızını artırm ak için uzun zamandır sürdürülen çabaların
34
“doğal sınırına” ulaşmış olmasıdır, iktidar, elektronik sinyallerin hı
zında hareket edebilm ektedir - dolayısıyla iktidarı oluşturan unsur
ların hareketi için gereken zaman, bir göz kırpm a süresinden daha
kısa hale gelmiştir. İktidar, tam am en pratik nedenlerle, mekândan
bağımsız -bölge dışı- olm uştur; artık m ekânın “direnci” hareketi ken
dine bağımlı kılmadığı gibi yavaşlatmamaktadır da (cep telefonları
nın ortaya çıkışı, mekân bağımlılığına indirilen sembolik "son darbe”
gibidir: Bir kom utun verilip sonucunun takip edilebilmesi için bir
telefon prizine bile gerek yoktur. Komutu verenin nerede olduğu
artık önem li değildir - "yakın” ve “uzak”, hatta el değmemiş doğa ile
insan eli ile düzenlenmiş, "medeni” mekân arasındaki fark ortadan
kalkmıştır). Bu durum , iktidar sahiplerinin eline benzersiz bir fırsat
vermiştir: Panoptik iktidar aracının hantal ve rahatsız edici yönlerin
den kurtulm ak mümkündür. M odem ite tarihinin günüm üzdeki du
rum uyla ilgili başka ne söylenirse söylensin, hepsinden de önce; post-
panoptik'tir. Panoptikon’da önem li olan, yönetenlerin her daim “biz
zat” kontrol kulesinde veya yakınlarında olmalarıydı. Post-panoptik
iktidar ilişkilerinde önem li olan ise, ilişkide daha az hareket seıbesti-
si olan tarafın kaderinin belirlendiği kum anda tablosunun başındaki
insanların istedikleri zaman yerlerini terk ederek kimsenin ulaşama
yacağı kadar uzağa gidebilme özgürlüklerinin olmasıdır.
Panoptikon’un sonu denetleyenlerle denetlenenler, sermaye
ile işgücü, liderlerle m üritler, savaşan ordular arasındaki birebir mü
cadele döneminin de sonunu işaret etm ektedir. Başlıca iktidar kur
ma tekniği kaçma, kaytarm a, orada olmama, sakınm adır artık; dü
zen tesis etm ek ve korum ak oldukça külfetli olduğu için iktidar,
her türlü bölgesel sınırlandırm ayı, bu sınırlandırm anın sorum lulu
ğunu üstlenm eyi ve sonuçlarına katlanm ayı fiilen reddetm ektedir.
Körfez ve Yugoslav savaşları sırasında saldırgan taraflarca kul
lanılan stratejiler bu yeni iktidar tekniğinin nasıl uygulanabileceği
ni çok güzel gösterm iştir. Savaş sırasında kara güçlerini devreye
sokmamak için gösterilen çaba çok dikkat çekiciydi; resm î açıkla
m alar ne söylerse söylesin, bu çabanın tek nedeni m eşhur “ceset
torbası sendrom u”1 değildi. Karada bir çatışm aya girm ek yalnızca
iç politikadaki olası olum suz etkileri nedeniyle değil, (belki de
daha çok) tam am en işe yaram az olması ve savaşa giriş nedenleri
düşünüldüğünde tam tersi bir sonuca yol açabileceğinden, isten
35
m iyordu. Kaldı ki bir bölgeyi tüm idari ve siyasi sorum luluklarıyla
birlikte ele geçirmek, bu sorum lulukların sonuçlarına katlanm ak
savaşa giriş nedenleri ve hedefleri arasında yer almadığı gibi, her ne
olursa olsun kaçınılması gereken bir şeydi ve "sivil kayıplar” gibi
sayaşın, duyulduğunda insanın içini kaldıran (ama bu sefer dost
kuvvetleri etkileyen) bir başka sonucu olarak görülüyordu.
Savaş sırasında piyade birliklerinin karada çarpışarak ilerlem e
ve düşm anı sahip olduğu, kontrol altında tu ttu ğ u ve yönetim ini
yürüttüğü topraklardan sürüp çıkarma stratejisi yerini radara yaka
lanmayan, kim senin beklem ediği bir anda aniden ortaya çıkıp bir
anda gözden kaybolan "hayalet” avcı uçaklarından fırlatılan “akıllı”
güdüm lü füzelere bırakm ıştır. H ücum yapan taraflar “m uharebe
m eydanında ayakta kalan ta ra f’ olm ak istem iyorlar artık. Bu “vur
kaç” savaş taktiği, akışkan m odem ite çağının yeni savaş türünün
habercisiydi. Bu yeni savaşta amaç daha fazla toprak fethetm ek
değil, “nevzuhur” küresel güçlerin "akışım” kesen duvarları yıkmak;
düşm anın kafasmdan bağım sızlık veya özerklik fikirlerini kovarak,
o güne kadar dışa kapalı kalmış, el değmemiş alanları diğer sivil
güç sahiplerinin “operasyonlarına” açmaktır. D enebilir ki günü
m üzde savaş, gitgide daha çok (Clausew itz’in ünlü sözünü uyarla
yacak olursak) “küresel serbest ticarete başka yollarla destek olma”
çabasına dönüşm ekte.
Jim M acLaughlin’in daha geçenlerde hatniattığı gibi, göçebe
yaşam biçim i ve göçebe halklar yeni yükselm ekte olan m odem
devletin bölgesel egem enlik ve sınır bütünlüğü takıntılaıına ciddi
biçim de ters düşm ektedir; m odem çağın gelişiyle birlikte, durağan
bir yaşam biçim ine dönüşm üş “yerleşik” düzen, pek çok şeyin yanı
sıra, bu konargöçer hayat tarzına karşı sürekli ve sistem li b ir şekil
de saldırmaya başlam ıştır (Sociology 1/99). O n dördüncü yüzyılda
İbn-i Haldun, “göçebeliğin insanları iyiliğe yerleşik düzenden daha
çok yaklaştırdığını çünkü göçebelerin, yerleşik düzene geçmiş in
sanların kalplerini saran kötü alışkanlıklardan daha uzak oldukları
nı" söyleyerek konargöçer yaşama övgüler düzm ekteydi - ne var ki
İbn-i H aldun’un yaşadığı dönem in hem en ardından Avmpa gene
linde başlayan hum m alı b ir uluslaşm a süreci sonunda birbiri ardı
na kurulan ulus devletler, yeni kanun düzeninin tem elini atar ve
vatandaşların hak ve görevlerini tanım larken “toprağı” “kandan”
daha önem li bir yere koydular. Kanun koyucuların toprak bütün
lüğüyle ilgili endişelerini ciddiye almayan ve onların büyük bir
şevkle çizdiği sınırlan açık bir şekilde yok sayan göçebeler, gelişme
ve uygarlık adına girişilen kutsal savaşta baş düşm anlar listesine
36
alındılar. M odem “kronopolitika”1 henüz yerleşik düzene geçme
m işleri, yalnızca sıkı bir reform a ve aydınlanmaya ihtiyacı olan az
gelişmiş ve ilkel insanlar olarak görm ekle kalmamış, onları “kültü
rel geri kalm ışlıkları” nedeniyle sıkıntılar çeken, zamanın gerisine
düşm üş, evrim sürecinin henüz başlarında olan ve “evrensel geli
şim m odeline” ayak uydurm ak için harekete geçmekte hoş görüle
m ez derecede yavaş veya hastalık derecesinde ağırkank kalan halk
lar olarak sınıflandırm ıştır.
G öçebe alışkanlıklar, m odem çağın katı dönem inde de isten
m eyenler listesindeki yerlerini korudular. Yurttaşlık yerleşik dü
zenle birlikte anılır oldu; “sabit bir adresin” olmaması ve “vatansız
lık” [statelessness] kanunlar tarafından korunan ve kanunlara uyan
topluluklardan dışlanm a nedeniydi ve bu durum daki insanlar, ce
zai bir yaptırım la karşılaşmasalar da, sıklıkla kanuni ayrımcılığa
uğruyorlardı. Bu durum günüm üzde, (kitlesel bütünleşm e ve di
siplin teknikleri olarak çoktan terk edilmiş) eski panoptik kontrol
tekniklerine m aruz kalan evsizler ve yersiz yurtsuz “ayaktakımı”
için hâlâ geçerli olsa da, yerleşik düzenin konargöçerliğe göre ko
şulsuz üstünlüğü ve yerleşik olanın hareketli olan üzerindeki ege
menliği dönem i büyük b ir hızla sona yaklaşmaktadır. Konargöçer-
liğin toprak bağım lılığından ve yerleşik düzenden intikam alışma
tanıklık etm ekteyiz. M odem itenin akışkan dönem inde ise yerleşik
çoğunluk, toprağa bağlı olmayan, m odem anlam da “konargöçer”
seçkinler grubu tarafından yönetilm ektedir. Yoldaki trafiği konar-
göçerler için açık tutm ak ve eskiden kalmış kontrol noktalarından
sorunsuz geçişi sağlamak, politikanın ve ilk olarak Clausew itz’in
de dile getirdiği gibi, “politikanın başka araçlarla yapılan uzantısı”
olan savaşların ü st amacı haline gelmiştir.
Çağdaş küresel seçkinler, eskinin toprak sahibi ama toprağın
dan başka bir yerde yaşayan m ülk sahipleri [absentee-landlords] ör
neği m odel alınarak oluşturulm uştur. Bu seçkinler bürokratik ve
m ali idare veya bölgenin refahı gibi işlerle hiç uğraşmadan veya
bununla bağlantılı olarak halkı aydınlatm a, yaşam biçim lerini mo
dem ize etm e, m oral, kültür ve m edeniyet seviyelerini yükseltm e
I. Gana asıllı Brftanyalı yazar, kuramcı ve yönetm en Kodvvo Eshun tarafından o rta
ya atılan kronopolitika, kabaca, ülkelerin coğrafi konumlan ile siyaset arasındaki
ilişkiyi inceleyen bilim dalı Jeopolitikadan farklı bir şekilde, ülkelerin şimdiki siyasi
durumları ile tarihsel süreç içinde geçirdikleri değişimler arasındaki ilişkiyi inceler.
Bu kavramda zaman lineer değil, döngüsel ve değişkendir, geçmişi de içine alır.
(Ç.N.)
37
gibi görevler üstlenm eden yönetim işlerini yürütebilm ektedir. Yö
netenlerin yönetilenlerle fiilen bir arada olması, aynı coğrafi bölge
de yaşaması gerekmiyor artık (tam tersi, gereksiz derecede masraf
lı ve etkisiz olarak görüldüğü için bundan özellikle kaçınılm akta)
- “daha büyük” “daha iyi” dem ek olmadığı gibi, terim in içi anlam
olarak boşalm ış durum da. Gelişm e ve “ilerlem e" sem bolleri artık
daha küçük, daha hafif ve daha kolay taşınabilen şeyler. Güven
verici derecede katı oluşları -yani ağırlıklan ve zam ana karşı gös
terdikleri m uazzam direnç—nedeniyle çekici gelen şeyleri yarım
dan ayıramamak yerine az eşyayla yolculuk, günüm üzde iktidarın
tem el unsuru haline gelmiştir.
Eğer istediğiniz zam an istediğiniz yere kısa sürede veya göz
açıp kapayıncaya kadar ulaşm ak ya da orayı terk edip gitm ek
mümkünse, belli bir yere tu tu n u p kalm ak o kadar da önem li değil
dir. Diğer yandan b ir yere gereğinden fazla bağlanmak, zaten var
olan bağlan karşılıklı olarak bağlayıcı taahhütlerle ağırlaştırm ak
olum lu anlam da zararlı sonuçlara yol açabilir ve başka yerde yeni
fırsatlar çıkar. Rockefeller sahip olduğu fabrikalann, dem iryollan-
nın ve petrol kulelerinin büyük ve hantal olm asını ve onlara uzun
bir süre (zam anı insan ya da insan ailesinin yaşam süresiyle ölçecek
olursak, sonsuza dek) sahip olmayı istem iş olabilir. Ö te yandan Bili
Gates, daha düne kadar büyük gurur duyduğu servetini dağıtırken
hiç pişm anlık duymaz; bugün esas kâr getiren şey, ürünün dayanık
lılığı ve güvenilirliği değil, baş döndüren dolaşım hızı, geri dönü
şüm, eskime, çöpe atm a ve yenilem e döngüsünün kısalığıdır. Bin
yıllık gelenek ilginç bir şekilde tersine dönm üş ve günüm üzde
günü büyük kârla kapatanlar dayanıldı olandan uzak durup geçici
olana kucak açanlar olurken, ellerindeki dayanıksız, değersiz ve
kısa öm ürlü m allan -h e r şeye rağm en- um utsuzca uzun öm ürlü
kılmaya ve onlan uzun süre kullanm aya çabalayanlar yığının en
altında kalmışlardır. Bu iki taraf bugünlerde ikinci el eşya satışla
rında ya da kullanılm ış araba m ezatlannda sıklıkla karşılaşmakta
dır - ama biri satıcı diğeri alıcı olarak.
38
darın serbestçe akabilmesi için dünyanın te l örgülerden, bariyer
lerden, sıkı korunan sınırlardan ve denetim noktalarından arındırıl
mış olması gerekmektedir. Sık dokulu, yoğun herhangi bir toplum
sal ilişkiler ağı, özellikle köklerini belli bir bölgeye sağlam b ir şekil
de salmış, bir ağ, yoldan kaldırılm ası gereken bir engeldir. Küresel
güçler bütün dikkat ve eneıjilerini bu tü r ağlan dağıtmaya odakla
mış dunundalar; böylelikle güçlerinin başlıca kaynağı ve yenilm ez
liklerinin garantisi olan kesintisiz ve gittikçe artan akışkanlıklarım
sürekli kılmayı amaçlıyorlar. Ve b u güçlerin işlerini rahatça yapa
bilm elerini sağlayan şey, öncelikle, insanlar arası bağlam ı zayıflığı,
kınlganlığı, geçiciliği, h er an değişebilirliği ve halihazırda dağılmak
ta oluşudur.
Birbiriyle iç içe geçmiş akım lar/eğilim ler aynı hızda gelişimle
rini sürdürseydi, kadınlar ve erkekler, şu m eşhur elektronik köste
bek m odeline uygun olarak yeniden şekillendirilirdi. Özerine bir
elektrik fişi m onte edilm iş ve bağlanacak b ir priz bulm a um uduyla
oradan oraya dolanan hayvancıklara benzetebileceğim iz elektronik
köstebek, sibernetiğin em eklem e dönem ine ait gurur verici b ir bu
luştu ve ortaya çıkar çıkm az geleceğin habercisi olarak göklere çı
karılm ıştı. Fakat cep telefonlarının m üjdelediği yeni çağda prizle
rin sayısı gittikçe azalır ve kaliteleri hiç olm adığı kadar düşerken,
gereksiz ve dem ode de sayılacaklar. Şu an için, elektrik sağlayıcı
pek çok şirket enerjiyi kendi ağlarından alm anın üstünlüklerini öve
öve bitirem iyor ve “priz manyaklarım” kendi taraflarına çekmek
için birbiriyle yarışıyor. Fakat uzun vadede (şu “ânmdahklar” [inr-
tantaneity] çağında “uzun vade" ne demekse artık) prizlerin yerini
m arketlerde veya havaalanlanndaki her dükkânda, yol kenarındaki
her benzin istasyonunda rahatlıkla bulunabilecek kullan at piller
alacak gibi.
ö y le görünüyor ki bu durum , Orvvell ve H uxley’in kurgula
dığı kâbuslardaki korkuların yerini almaya aday, akışkan m odem i-
teye cuk oturan bir distopya.
Haziran 1999
39
1
Kurtuluş
I. H erbert Marcuse. “Liberation from the affluent society", Critiocd Thto/y and So-
clety: A Reocfer’dan alıntı, ed. Stephen Erle Bronner ve Douglas Mac Kay Kellner
London, Routledge, 1989, s. 277.
41
tem elin” olmamasıydı. Basitçe anlatacak olursak, çok az sa
yıda kişi özgürleşm ek istiyordu; hem özgürleşm ek isteyen
hem de bu isteği gerçekleştirmek için harekete geçm eyi
göze alabileceklerin sayısı çok daha azdı ve “özgürleştikleri”
zaman neyin değişeceğini bilen neredeyse kim se yoktu.
özgürleşm e, kelim e anlamıyla, bir hareketi durduran ya
da akışım bozan herhangi bir engelden kurtulmak, hareketi
sürdürmekte veya serbestçe davranmakta özgür olduğunun
farkına varmak demektir. Özgürlüğün farkına varmak (ya da
insanın kendisini özgür hissetm esi) ise, niyet edilen veya ya
pılm ası mümkün görülen her türlü eylem i/hareketi hiçbir
kısıtlama, engel veya karşı çıkış olmadan gerçekleştirmek
veya düşünmek demektir. Arthur Schopenhauer’in de işaret
ettiği üzere “gerçeklik”, bilerek ve isteyerek kurulan “iradi”
bir şeydir; dünyayı -kısıtlayan, sınırlayan ve kontrol edile
m ez- bir “gerçeklik” olarak algılama sürecinde durmaksızın
karşıma çıkan şey, isteklerim karşısında dünyanın inatçı bir
şekilde kayıtsız kalması, kendini bana teslim etm em ek için
direnmesidir. Kısıtlamalardan kurtulmak ve istediğim iz gibi
özgürce davranmak isteklerim iz, hayal gücüm üz ve hareke
te geçm e özgürlüğümüz arasında bir denge noktası bulmak
demektir: Kişi, hayalleri gerçek isteklerinden daha büyük
olmadığı sürece kendini özgür hisseder; bu ikisinin ulaşabi
leceği en uç sınır ise eylem e dökme becerim iz ve kapasite-
mizdir. Dolayısıyla denge ancak iki şekilde sağlanabilir ve
sürdürülebilir: Ya isteklerim izi ve/veya hayallerim izi sınır
landırır ya da eylem e dökm e kapasitem izin sınırlarım geniş
letiriz. D engeye bir kez ulaşıldığında ve bu denge bozulm a
dan korunduğu sürece “özgürleşm e” dediğim iz şey güdüleyi-
d , harekete geçirid gücünü yitirir ve içi boş bir slogan haline
gelir.
Bu durum “öznel” özgürlüğü “nesnel” özgürlükten -böy-
lece de öznel “özgürleşm e gereksinimini” nesnel olanından-
ayırabilmemizi sağlar. G elişm e -daha iyiye ulaşm a- isteğinin
(örneğin, Sigmund Freud’a göre, insanın içinde var olan haz
ve m utluluk dürtüsü üzerinde büyük baskı oluşturan “ger
42
çeklik ilkesi” tarafından) daha en başında kırılmış veya orta
ya çıkmasına izin verilm em iş olma ihtim ali söz konusudur;
ister yaşantıya dökülmüş ister düşünce aşamasından öte geç
m em iş olsun, istekler eylem e dökme, özellikle akılcı bir ey
lem e dökme kapasitem izin sınırlan içinde tutulm uş, böyle-
ce bir başan şansı sağlanmıştır. Diğer yandan, isteklerin doğ
rudan doğruya m anipülasyonu -b ir tür "beyin yıkama”- yo
luyla kişinin “nesnel” eylem e dökm e becerisini, bırakın yaşa
yarak öğrenmeyi, sınaması bile engellenm iş ve böylece istek
ve arzuların, “nesnel” özgürlük seviyesinin altında kalması
sağlanmış olabilir.
“Ö znel” ile “nesnel” özgürlük ayrımı, o can sıkıcı “olguya
karşı öz [phenomenon vs essence]” türünden -değişken, fakat
genelde hatırı sayılır bir felsefi önem e sahip ve potansiyel
olarak büyük politik sonuçlara gebe- sorunları tekrar günde
m e getirmişti; tam anlamıyla gerçek bir Pandora’nın Kutusu
durumu söz konusuydu. Sorunlardan biri, bize özgürlük gibi
gelen şeyin aslında hiç de öyle olmayabileceğiydi; yani “nes
nel” olarak aslında doyurucu olmasa da insanlar ellerinde-
kiyle yetinebilirler, köle gibi yaşamalarına rağmen kendileri
ni özgür hissedebilirler ve bundan kurtulmak gibi bir istek
duymayabilirler, dolayısıyla gerçek anlamda özgür olma fır
satını kaçırabilir veya feda edebilirlerdi. Bu olasılığın doğal
sonucu şu önerme olmuştur: İnsanlar ne kadar büyük bir
sıkıntı içinde olduklarını göremez hale gelmişlerdir ve “nes
nel” özgürlüğe ne kadar ihtiyaçları olduğunu, bu özgürlük
için cesaretle m ücadele etm eleri gerektiğini onlara göster
m em iz gerekmektedir. Bunun için insanların ikna edilm eleri
veya buna zorlanmaları fakat her durumda bir şekilde yön
lendirilm eleri gerekmektedir. Düşünürlerin yüreğini kem i
ren bundan daha karamsar bir önsezi vardı: İnsanlar özgür
lükten hiç hoşlanmayabilir, gerçek anlamda özgürlüğün ge
tirebileceği güçlükler karşısında, kurtuluş beklentisini hiç
hoş karşılamayabilirlerdi.
43
özgürlük: Nimet mi lanet mi?
Odysseia’da geçen m eşhur bir macera üzerine yazdığı
bir yorumda ("Odysseus und die Schweine: das Unbehagen
an der Kültür” [Odysseus ile Dom uz: Uygarlığın Huzursuz
luğu], Lion Feuchtvvanger, Kirke’nin laneti nedeniyle domu
za dönüşen gem icilerin bu yeni durumlarından hoşnut kal
dıklarını ve Odysseus’un büyüyü bozup onlan eski hallerine
döndürmek için yaptığı her şeye delicesine karşı çıktıklarım
söyler. Odysseus adamlarına, onlan bu lanetten kurtaracak
büyülü otlar bulduğunu ve çok yakında tekrar insan olabile
ceklerini söylediğinde domuza dönüşmüş gem iciler öyle bir
kaçar ki, gayretkeş kurtancılan arkalarından bakakalır. So
nunda Odysseus domuzlardan birini yakalamayı başarır; bü
yülü otu üzerine sürer sürmez dom uzun sert kıllan dökülür
ve altından çıka çıka Elpenoros adlı bir gem ici çıkar. Feucht-
wanger’ın ısrarla altım çizdiği üzere Elpenoros, “ne güreşte
üstün başarılar göstermiş ne de kıvrak zekâsıyla bilinen, tıp
kı diğerleri gibi sıradan” bir gemicidir. “Kurtarılmış” Elpeno
ros eski haline dönm ekten hiç de mem nun değildir; “kurta
rıcısına” öfkeyle saldırır.
44
nim et mi? “Özgürleşmeyi” politik reform gündeminin, “öz
gürlüğü” ise değerler listesinin en başına koyan m odem çağın
büyük bir kısmı boyunca düşünen insanların aklını bu soru
lar kurcalayacaktı - zira özgürlüğün çok yavaş ulaşılan bir
hedef, özgürlüğe asıl ihtiyacı olanların ise bu hedefe ulaş
makta son derece gönülsüz oldukları apaçık ortaya çıkmıştı.
Cevaplar iki gruptu, ilki, “sıradan insanların” özgürlüğe ne
kadar hazır olduğunu sorguluyordu. Amerikalı yazar Herbert
Sebastian Agar’ın ifade ettiği gibi, “Bizi özgür kılan hakikat,
genellikle, duymak istem ediğim iz hakikattir.” (A Time for
Greatness, [Yücelik Zamanı] 1942) İkinci grup cevaplar ise
insanların, vaat edilen özgürlüklerin kendilerine yarar getire
ceğinden şüphe duymakta haldi olduklarına işaret ediyordu.
Birinci grup cevaplar, sürekli olmasa da, yanlış yönlendi
rildiği, aldatıldığı ve kandırıldığı için özgürleşm e şansım ka
çıran “insanlara” karşı acıma, gerçek anlamda özyönetim in
ve kendini özgürce ifade edebilm e özgürlüğünün beraberin
de gelen risk ve sorumluluklardan kaçan “kitlelere” karşı ise
öfke ve küçüm seme duygulan uyandınyordu. Marcuse’nin
yalanması her iki tarafı da kapsamasının yam sıra suçu, dün
ya yeni bir zenginlik çağının eşiğindeyken, özgür olmayanla
rın özgür olmama durumlarım kanıksamış olmalarında da
anyordu. Benzer yakınmaların sık görüldüğü yerlerden bir
diğeri, ezilen kesim in ve “kitle kültürünün” “buıjuvalaşma-
sıydı”. Buıjuvalaşmadan kasıt, yüce değerler olarak “var ol-
m a'nın yerini “sahip olma”mn, “eylem ”in yerini “var olma”nın
almasıydı; kitle kültürü ise, tam da M atthew Am old’un söy
leyebileceği gibi, “iyilik ve aydınlık ile bu ikisinin galebe çal
masını arzulayan bir anlayışın kök salmış olması gereken
yerde eğlence ve “hoşça vakit geçirme” hırsının tohumlarım
eken “kültür endüstrisinin” neden olduğu kolektif bir beyin
hasarına gönderme yapıyordu.
ikinci grup cevaplar, aşın liberaller tarafından göklere
çıkarılan özgürlüğün, iddia ettikleri gibi m utluluğun garan
tisi olmadığım akla getiriyordu. Tam tersine, mutluluktan çok
acı ve sefalet nedeniydi. Bu görüşe göre, Henry Sidgvvick’in
45
ilkesini yeniden dile getiren David Convvay1veya m utluluğu
tek başına sürdürülen bir arayış olarak tanımlayan Charles
Murray’in2 yaptığı gibi, genel [toplum sal] mutluluğa, insan
larda “kendi ihtiyaçlarını karşılamak için bireyin kendi kay
naklarıyla baş başa bırakılacağı” beklentisinin canlı tutarak
erişilebileceğini savunan (Conway) veya “yapılan bir işi do
yurucu kılan şey, omuzlanmza binen onca ağır sorumluluğa
rağmen onu sizin yapmış olmanızdır ve bunun sonucunda
ortaya çıkan pek çok iyi şeyde sizin katkınız bulunmasıdır”
(Murray) diyen aşın liberaller yanılıyordun "Öz kaynaklarıy
la baş başa bırakılmak” çekilecek ağır zihinsel acılara ve ka
rarsızlık sancılarına işaret ederken “kişinin omuzlarma binen
sorumluluk”, inşam felç eden risk alma korkusunun ve her
türlü telafi yolu kapalı, peşin başarısızlığın habercisidir. Ger
çek “özgürlük” böyle bir şey olamaz; "gerçekte var olan” öz
gürlük, yani bize sunulan özgürlük bu demekse, o halde öz
gürlük ne bir m utluluk garantisi olabilir ne de uğruna müca
dele etm eye değer bir hedef.
İkinci grup cevaplar kaynağım, “başıboş insana” karşı
duyulan derin H obbes’çu korkudan alır. İnandırıcılıklarını,
kısıtlayıcı toplum sal bağlarından kurtulan (ya da daha önce
hiç böyle bir bağ kurmamış) insanın özgür bir bireyden çok,
bir “İblise” dönüşeceği varsayımına dayandırmaktadırlar.
Ürettikleri korku ise bir başka varsayıma, etkili kısıtlamalar
olmaksızın hayatın “çirkin, kötülük dolu ve kısa” yani m utlu
olmaktan her şekilde uzak bir hayat olacağı varsayımından
kaynaklanmaktadır. Emile Durkheim , genel sosyal felsefesi
ni tam da bu H obbes’çu içgörüden yola çıkarak geliştirmiş
tir. Durkheim ’a göre insanın, köleliklerin en korkuncu ve en
korkulası türü olan köleliğinden, yani dışarıdaki bir güce
46
hizm et eden değil de insanın içinde, toplum öncesi veya
toplum dışı doğasının bir parçası olarak var olan kölelikten
kurtulup gerçekten özgür olabilm esi için gereken şey, ortala
ma veya en yaygın olanın belirlediği ve katı “cezai m üeyyi
delerle” desteklenen “norm”dur. Bu felsefede özgürleştirici
güç ve insanoğlunun düşünüp düşünebileceği tek özgürlük
üm idi, toplum sal zorlamadır.
47
kendilerini çok seyrek olarak hiçbir yön işaretinin, hiçbir ta
belanın olmadığı yerlerde bulurlar - ki kararlatın, bütün so
rumluluğu bireye ait olm ak üzere tek başına alınması gere
ken ve ileride ne olduğunun görülem ediği/bilinem ediği bu
tür durumlarda atılacak her adım, önceden hesaplanamaz
risklere gebedir. Hayatlarım sürdürme çabası içinde olan in
sanların başına gelebilecek en kötü şey normların olmaması,
ya da anomiâir1. Normlar engelleyici oldukları kadar müm
kün kılladırlar; anomi, en saf ve basit haliyle engelleyici bir
duruma işaret eder. N orm atif kurallar ordusu hayat dediği
m iz savaş alanım bir kere terk etti m i geriye sadece şüphe ve
korku kalır. Erich Fromm’un unutulm az sözleriyle^ “birey
kendi yoluna gidip şansım denemek" zorunda kaldığında, “ya
batarım ya çıkarım” dediğinde -yani “kesinlik peşinde sap
lantılı bir yolculuğa” çıkıldığında, “şüpheyi ve şüphenin far
k ın d a o lu şu ” ortadan kaldıracak “çözüm ” arayışı başladığın
d a - “k esinlik” vaat eden, ya da kesin gibi görünen her şey
sorgusuz benimsenir.2
“Rutin onur k ın a olabilir fakat aynı zamanda koruyucu
da olabilir,” der Richard Sennett ve hem en ardından okuyu
cularına, Adam Sm ith ile D eniş D iderot arasındaki eski tar
tışm ayı hatırlatır. Sm ith iş hayatındaki rutinin onur kırıcı ve
boğucu etkileri konusunda bizi uyarırken, “Diderot, iş rutin
lerinin hiç de küçük düşürücü olmadığına inanıyordu...
D iderot’nun günümüzdeki en büyük vârislerinden biri olan
Anthony Giddens, hem sosyal pratiklerde hem de insanın
kendini anlamasında alışkanlıkların çok önem li olduğunu
söyleyerek D iderot’nun bu görüşünü canlı tutmaya çalış
mıştır.” Sennett’in kendi önerm esi çok nettir: “Sürdürebilir
rutinlerin ve alışkanlıkların olmadığı, anlık dürtüler ve kısa
1. Sözcük anlamı kanun/sabit bir düzen yokluğu olan kavram, sosyolojide, birey ile
toplum arasında düzeni sağlayan bağların zayıflaması ya da tam am en kopması, do
layısıyla toplumsal kimliğin çözülmesine ve toplumsal iç düzeni sağlayan değerlerin
reddine yol açması olarak kullanılmaktadır. (Ç.N.)
2. Erich Fromm, Feor o f Freedom, London. Roudedge, 1960, s. 51, 67. [Özgürü*
Kofkıısu, çev. Seima Koçak. D oruk Yay., İstanbul, 2011.]
48
süren eylem lerle geçen bir hayat hayal etm ek, gerçekten de
akıldan yoksun bir hayat hayal etmektir.”1
Hayat şim dilik o derece akıldan yoksun bir aşamaya gel
m edi fakat hatırı sayılır zararlar görmüş durumda ve kesinli
ğin, yeni türetilm iş rutinler de dahil, bütün m üstakbel araç
ları insanlığın, yakından bakılmadığı sürece orijinal gibi gö
rünen yaratıcı gücünün koltuk değneğinden başka bir şey
olamayacaklar. Bu yeni rutinler alışkanlık haline gelecek ka
dar uzun öm ürlü olamayacakmış, bağım lılık haline gelir gibi
oldukları anda bir kenara atılacakmış gibi görünmekte. Ru
tinlerle dolu, etraflı düşünm eye fırsatın olm adığı tekdüze
bir dünyanın tasfiye edildiği “ilk günahtan" sonra gelen bü
tün kesinlikler, “im al edilm iş”, "uydurulmuş”, insan ürünü
kararlarda içkin olan bütün zayıflıkları barındıran kesinlikler
olacaktır. Gerçekten de, G illes D eleuze ile F6İix Guattari’nin
de ısrarla altım çizdiği gibi:
49
dönem in sonunu” ilan etm enin zamanı geldi. D önem ; “top
lumsal normlar tarafından yönlendirilm eyen sosyal eylem ”
ile “tüm toplumsal aktörlerin kendi kültürel ve psikolojik
özgünlüklerini savunmaları” karışımından oluşan ilkenin
toplum sal kurumlarda veya evrensel ilkelerde değil, bireyle
rin kendi içlerinde bulunabileceği bir dönem artık.1
Böylesi radikal bir görüşü üstü kapalı bir şekilde destek
leyen önermeye göre, hayal edilebilecek ve ulaşdabilecek her
türlü özgürlüğe ulaşılmış, birkaç ufak tefek kırıntıyı tem izle
m ekten ve birkaç boşluğu doldurmaktan başka yapacak bir
şey kalmamış durumda - ki bu işin pek de uzun sürmeyeceği
açık. İster kadın olsun ister erkek, herkes istediğini yapmak
ta artık tamamıyla serbest ve özgürleşm e gündemindeki bü
tün maddeler gerçekleştirilmiş durumda. Marcuse’nin yakın
maları ve yitik bir toplum a duyulan cemaatçi özlem , birbiri
ne zıt değerlerin ifadesi olabilir ancak ikisi de eşit derecede
anakronistiktir. N e kökünden söküleni yeniden dikmek ne
de insanların uyandıklarında karşdannda "yerine getirilm e
miş bir özgürleşm e görevi” bulmaları olasıdır. M arcuse’nin
ikilem i geçm işte kalmıştır çünkü “birey” hayal edebileceği
ve ulaşmayı umduğu her türlü akdcı özgürlüğe çoktan ka
vuşmuş durumdadır; sosyal kurumlar tanım getirm e ve kim
lik kurma gibi işleri bireyin inisiyatifine bırakmaya dünden
razıdır ve karşı çıkılacak evrensel ilke bulmak oldukça zor
dur. Cemaatçilerin, “yerinden sökülmüşleri yerine yerleştir
m e [re-embedding the disembedded]”hayaline gelirsek, yerine
geri göndermek için m otel odalarından, uyku tulumlarından
ve psikanaliz divanlarından başka bir şey bulamayacağımız
ve şu andan itibaren - “hayal edilm iş” olmaktan çok varsayıl
m ış- “cemaatlerin”, kimlikleri belirleyen ve tanımlayan güç
lerinin değil de, halen oynanmakta olan bireysellik oyunu
nun geçici ve yapay birer ürünü olabileceği gerçeğini hiçbir
şey değiştirem ez.
1. Alain Touraine, “Can w e live together, equal and different?”, European Journal of
Social Theory, Kasım 1998, s. 177.
50
Rastlantılar ve eleştirinin değişen kaderi
Yaşadığımız toplum a ne oldu da kendini sorgulamayı
bıraktı, diye sormuştu Cornelius Castoriadis. Bu toplum , ar
tık kendinden başka bir seçenek olduğunu kabul etm eyen ve
bu nedenle, ister açık açık ister üstü örtük bir şekilde dile
getirsin, kendine ait gördüklerinin neden öyle olmaları ge
rektiğini araştırma, ortaya koyma ve gerekçelendirme işin
den kendini m uaf gören bir toplumdur.
Bu demek değildir ki toplum um uz eleştirel düşünceyi
bastırmıştır (veya büyük bir ayaklanmaya karşı, bastırma eği
limindedir). Üyelerini, eleştirilerini dile getirmesinler diye
korkutmak bir yana, onları susturmaya da çalışmamıştır. As
lında tam tersi söz konusudur: “Özgür bireyler” toplum u
-toplum um uz- gerçeklik eleştirisini, yani “olandan” duyulan
hoşnutsuzluğu ve her bireyin “hayat-işinin” hem kaçınılmaz
hem de zorunlu bir parçası olan bu hoşnutsuzluğu açıkça
dile getirmeyi yaratan toplumdur. Anthony Giddens’ın defa
larca hatırlattığı üzere, günümüzde artık hepim iz gündelik
yaşam politikalarının bir parçası haline geldik; attığım ız her
adımı düşünerek büyük bir dikkatle atan, yaptıklarımızın so
nuçlarından ender olarak mem nun olan ve bu sonuçlan sü
rekli olarak düzeltm eye çalışan, "kendisiyle m eşgul” varlıklar
olduk. N e var ki bu zihinsel m eşguliyet, her nasılsa, eylem le
rim izle bu eylem lerin sonuçlarım birbirine bağlayan ve ey
lem lerim iz sonucunda neler olacağım belirleyen karmaşık
mekanizmaları da içine alacak kadar geniş kapsandı olma
makta, durum böyleyken bu mekanizmaları faal tutan koşul
lar hiç anlaşılamamaktadır. Büyük ihtim alle bizler eleştirile
rimizde, atalarımızın gündelik yaşamlarında olabildiğinden
çok daha cesur ve tavizsiziz fakat bizim yaptığım ız eleştiri,
deyim yerindeyse, “dişsiz” yani “hayat-politik” tercihlerimizi
belirlem ek için oluşturulmuş gündemi etkileyem eyecek ka
dar zayıftır. Leo Strauss’un uzun zaman önce dikkat çektiği
üzere, toplum um uzun üyelerine sunduğu benzersiz özgür
lükler, benzersiz ölçüde bir aczi de beraberinde getirmiştir.
51
Zaman zaman çağdaş toplum un (kimi yerde geç m o
dem veya postm odem toplum , Ulrich Beck’in “ikinci m o-
dem ite” toplum u veya benim tercih ettiğim şekliyle “akış
kan m odem ite toplum u” adıyla anılan oluşumun) eleştiriye
karşı hoşgörüsüz olduğu yönünde bir görüş duyarız. Bu gö
rüş şu anki değişim in asıl doğasını ıskalıyor gibidir çünkü
“hoşgörü” kavramının sözcük anlamının tarihsel süreç içinde
değişm ediğini varsaymaktadır. N e var ki asıl konu, çağdaş
toplum un “eleştiriye karşı hoşgörü” kavramına tamamen ye
ni bir anlam yüklemiş ve bir yandan eleştiriye kucak açarken
bir yandan da bu hoşgörünün sorumluluğundan ve olum suz
sonuçlarından kaçmanın, böylece “açık kapı politikasından”
en ufak bir yara almadan sıyrılmanın bir yolunu bulm uş ol
masıdır.
M odem toplum lann karakteristik özelliklerinden olan
“eleştiriye karşı hoşgörü” bugünkü haliyle; kampinglere ben
zetilebilir. Kampingler, bir karavanı olan ve konaklama ücre
tini karşılayacak parası olan herkese açıktır. Yolcular gelir,
yolcular gider; yeterince büyük bir park alanı, yeterli sayıda
elektrik prizi ve su olduğu, komşu karavanalar gürültü yap
madığı, portatif televizyonlarının veya dinledikleri müziğin
sesini hava karardıktan sonra fazla açmadıktan m üddetçe
kimse o kamp yerinin nasıl işletildiğiyle ilgilenm ez. Sürücü
ler arabalarına bağladıktan ve orada kalacaklan “kısa” süre
içinde ihtiyaçtan olacak her türlü araç gereçle donatılmış ev
lerini yanlarında getirirler. Her bir sürücünün kendi yolculuk
planı ve zaman çizelgesi vardır. Bütün sürücüler kamping
yöneticilerinden, kendilerini rahat bırakmalarından ve orta
lıkta fazla dolaşmamalarından fazla bir şey istem ezler ama
bu onlar için çok önemlidir. Bunun karşılığında idarecilerin
yetkilerine karşı çıkmayacaklarım ve konaklama vs. ücretleri
ni zamanında ödeyeceklerini taahhüt ederler. Madem para
ödüyorlar, istekleri de olacaktır. Kendilerine vaat edilen hiz
m etler konusunda oldukça kati ve tavizsiz olabilirlerken, ken
dilerine kanşılmamasını, rahatsız edilm em eyi isterler ve aksi
durumlarda öfkelenirler. Bazı durumlarda daha iyi hizm et
52
almak için seslerini yükseltebilir, taleplerini yeterince gürül
tülü, kararlı ve açık bir şekilde dile getirirlerse istediklerini
elde edebilirler de. Karavan sahipleri paralarının karşılığım
alamadıklarım veya vaatlerin tutulmadığım düşünürlerse şi
kâyet edebilir ve paralarının iadesini talep edebilirler - fakat
hiçbirinin aklına kampingin işletm e felsefesini sorgulamak ve
bir çözüm yolu bulmaya çalışmak gelm ediği gibi kimse yöne
tim i üstlenm ek istem ez. En fazla, bir daha oraya gitm emeye
ve orayı kimseye tavsiye etm em eye karar verirler. Zamanı
gelip oradan aynldıklannda kamp yeri onlar gelm eden önce
ki haline geri döner; giden gitmiştir, yeni gelecek kampçılar
beklenmektedir. Kimi zaman aynı şikâyetler farklı kampçı
lardan gelir; bu durumda sunulan hizmetler, ileride başka
şikâyetler gelmesin diye yeniden düzenlenebilir.
Akışkan m odem ite çağında toplum un eleştiriye karşı
hoşgörüsü yukarıdaki kamping örneğine uygun bir çizgi iz
ler. Yine düzen takıntılı ve bu nedenle tem elini özgürleşm e
te/os’undan1 alan ve hedefine bu telos’u koyan bir diğer mo
dem ite anlayışının deneyim lerinden doğan klasik eleştirel
kuramın Adorno ile Horldıeim er tarafından biçim lendirildi-
ği bir zamanda eleştiriye karşı hoşgörü çok farklı bir m odel
di ve bu m odel, kurumsallaşmış normları ve yerleşik kural
ları olan, yapdması gereken işlerin paylaşıldığı ve kurallara
uyulup uyulmadığının sıkı gözetim altında tutulduğu -v e
oldukça makul pratik nedenlerden dolayı, eleştiri düşüncesi
nin (idea) adeta içine işled iği- paylaşımlı ev m odeliydi. İçin
de yaşadığımız toplum eleştiriye, kamping alanında karavan
sahiplerine gösterilen hoşgörüye benzer bir şekilde hoşgörü
gösterirken, eleştiri okulunun kurucularının öngördükleri ve
kuramlarının hedefine koydukları anlamda eleştiriye karşı
kesinlikle hoşgörülü değildir. Başka, ama bağlantılı bir deyiş
le, “üretici tarzı eleştiri” gitm iş, yerine “tüketici tarzı eleştiri”
gelmiştir.
1. Eski Yunanca kökenli, “doğal son, nihai amaç” gibi anlamlan olan sözcük. Aris
toteles felsefesinde, “ereksel neden”. (Ç.N.)
53
Yaygın uygulamanın aksine, bu kaçınılmaz değişim yal
nızca kamunun değişen ruh haliyle, sosyal reforma duyulan
“iştahın” azalmasıyla, toplum un ortak iyiliğine ve iyi bir top
lum im gelerine duyulan ilginin zayıflamasıyla, politik adan-
m ışlığın azalan popülaritesiyle veya hedonist ve “önce ben
ci” duyguların yükselişiyle açıklanamaz (kaldı ki bütün bun
lar, içinde yaşadığımız zaman dilim inin karakteristik olgula
rıdır). Değişim in kökleri çok daha derinlerdedir; kamusal
alanın geçirdiği muazzam değişim de ve daha genel anlamda
m odem toplum un işleyiş ve varlığını sürdürme biçim inde
yatar.
Klasik eleştirel kuramın hem hedefi olan hem de bilişsel
çerçevesini oluşturan [eski] m odem iteyi, bugünkü kuşakla
rın içinde yaşadığı m odem iteyle karşılaştıran araştırmacılar,
arada şaşırtıcı bir fark olduğunu belirtmektedir. Buna göre
eskinin m odem itesi “ağır”, “katı”, “yoğun” ve “sistem sel” iken
günümüzdeki m odem ite “hafif”, “akışkan” (ya da “sıvı” veya
"sıvılaşmış”), “yayınık” (ya da “kılcal”) ve ağ gibi yayılm ış ola
rak tanımlanabilmektedir.
Eleştirel kuram dönem inin bu ağır/katı/yoğun/sistem -
sel m odem itesi totaliter bir rejim doğurmaya m üsait bir
m odem iteydi. Zorla kabul ettirilm iş, her şeyi içine alan ho
m ojen yapısıyla totaliter bir toplum m odeli, tam olarak etki
siz hale getirilem em iş saatli bir bomba veya bedenden bir
türlü çıkarıp atılamamış kötü ruh gibi tehditkâr bir şekilde
ufukta asılı durmaktaydı. O m odem ite düzensizliğin, çeşit
liliğin, ânındalığın, çokanlamlıhğm ve bireysel farklılıkların
ezelî düşmanıydı ve bütün bu anomalilere karşı kutsal bir
yıldırma savaşı başlatmıştı; bu savaşın beklenen ilk kurbanı
ise bireysel özgürlük ve özyönetim di. Bu m odem itenin ikon
larının başında, çalışanların bedensel faaliyetlerini basit, tek
düze ve büyük ölçüde önceden belirlenm iş, itaatkâr bir şe
kilde takip edilm esi ve düşünmeden yapılması gereken ha
reketlere indirgeyen, bireysel inisiyatifi ve kendiliğindenliği
yasak bölge ilan etm iş Fordist fabrika modeli vardı. Bunun
ardından bürokrasi geliyordu. Bürokrasi, Max W eber’in ideal
54
m odeline en azından içkin eğilim i bakımından benzeyen ve
[bireysel] kimliklerin ve toplum sal bağların girişte şapkalar,
şemsiyeler ve paltolarla birlikte vestiyere bırakıldığı, böylece
insanların hareketlerinin sistem içinde kaldıkları süre boyun
ca kanun ve nizamnameler tarafından yönlendirilebildiği bir
bürokrasiydi. Bir diğer ikonik özellik, gözetlem e kuleleri ve
“gardiyanlarının" bir anlık dikkatsizliğinden yararlanarak ne
fes almalarına bile izin verilm eyen mahkûmlarıyla Panopti-
kon’du. Dikkati asla dağılmayan, her daim uyanık, inançlı ve
itaatkârları ödüllendirm ede ve başkaldıranlan cezalandırma
da kararlı ve hızlı Büyük Birader, bir diğer ikonik yapıydı.
Listede son olarak, insanların nereye kadar itaatkâr olabile
ceklerinin laboratuvar koşullarında incelendiği ve test edil
diği, yeterince itaatkâr olmadıkları düşünülen veya öyle ol
madıkları anlaşılanların açlık ve yorgunluktan ölüm e terk
edildiği veya gaz odalarına ve fırınlara gönderildiği (ve daha
sonra, Gulaglarla birlikte, m odem dünyanın İblislerinin yer
aldığı anti-Parthenon’a dahil edilecek olan) Konzlaget'ler1
vardı.
Yine geçm işe bakacak olursak, eleştirel kuramın, totali-
terleşm eye m eyilli bir toplum u etkisiz hale getirm eyi, terci
hen tamamen devreden çıkarmayı hedeflediğini söyleyebili
riz. Özerkliği, seçm e ve ifade özgürlüğünü, başkalarından
farklı olm a ve farklı kalma hakkım savunmak eleştirel kura
m ın başlıca amacıydı. Ayrı düşen âşıkların tekrar kavuştuğu
ve evlilik yem ini ettikleri sahnede film in sonunun geldiğini
anladığımız H ollyw ood melodramlarına benzer bir şekilde,
erken eleştirel kuram dönem inde bireysel özgürlüğün, m e
kanikleşmiş rutinin dem ir pençesinden kurtulduğuna veya
bireyin totaliterleştiren, hom ojenize eden ve tek tipleştiren
doymak bilm ez bir iştahtan mustarip bir toplum un çelik
parmaklıklı hapishanesinden kaçmayı başardığına, özgürlü
ğün son kertesini ve çekilen sefaletin sonunu işaret eden
55
sahneye -bir tür “görev tamamlandı” noktasına- gelindiğine
şahit olduk. Eleştirinin görevi işte bu amaca hizm et etmekti;
bundan daha fazlasını hedeflem esi, ulaşılan bu başarının
ötesine bakması gereksizdi - kaldı ki bunun için zamanı da
yoktu.
George O rwell’in 1984’ü, yazıldığı günlerde, en “ağır”
dönem ini yaşayan m odem itenin başına musallat olan korku
ve derin endişelerin neredeyse hepsini bir arada veren en
kapsamlı -v e genel kabul gören- eserdi. Gerçekten 1984’e
gelindiğinde hem en Orvvell’in öngörüleri hatırlandı ve bek
lendiği gibi tekrar tartışılmaya, (belki de son bir kere daha)
ağır eleştirilerden nasibini almaya başladı. Yine beklendiği
gibi pek çok yazar, Orvvell’in olacağım söylediği şeylerin ne
kadarının gerçekleştiğini, ne kadarının hayal ürünü çıktığım
gösterm ek için kalemlerini sivriltm eye başladı. Bununla bir
likte, insanlığın kültürel tarihine ait anıtsal eserlerin ve kilo
m etre taşlarının ölüm süz olduğunun, yıldönüm leri veya
“dünden bugüne” sergiler öncesinde ve süresince sürdürülen
(ve sergi biter bitm ez veya medyanın ilgisini çekecek bir
sonraki sergi zamanı gelene dek unutuluverecek) tantanalı
tanıtım faaliyetleri vesilesiyle dönüp dönüp tekrar hatırlan-
ması/hatırlatılması gerektiği günümüzde, sahneye konan “Or-
w ell etkinliği” zaman zaman Tutankamon, İnka hâzineleri,
Vermeer, Picasso veya M onet’ye reva görülenden farklı bir
m uamele görmedi.
Ö yle bile olsa, 1984 kutlamalarının kısa sürmesi, uyan
dırdığı ilginin çabuk azalması ve O rw ell’in bu başyapıtının
medyanın ateşlediği şenlik ateşinin sönm esinin ardından
tekrar karardığa göm ülm e hızı karşısında insan düşünmeden
edemiyor. Kaldı ki bu kitap uzun yıllar boyunca (on-on beş
yıl öncesine kadar) toplum sal korkulan, endişeleri ve kabus
lan bir arada veren en kapsamlı kaynak olarak görülmüşken,
zaten kısa süren parlama dönem inde bu kadar az ilgi görme
sinin nedeni nedir acaba? Tek mantıklı açıklama, kitabı
1984’te tartışanların, Orvvell’in distopyasında yer alan kendi
kaygı ve sıkıntılarım veya kapı komşularının kâbuslarını ta-
56
nıyamayacak kadar kendilerine yabancılaşmış olmaları ne
deniyle heyecanlarım yitirm eleri ve tartışılması veya üzerine
düşünülmesi için önlerine konan konulara m esafeli yaklaş
m ış olmalarıdır. Oldukça kısa bir süreliğine yeniden günde
m e gelen kitap kendine ancak Yaşlı Plinius’un Historia natu-
ralis’i [D oğa Tarihi] ile Nostradamus’un kehanetleri arasın
da bir yer bulabilmiştir.
Tarihsel dönemleri, o dönemlerdeki insanların iç dünya
larına ne tür iblislerin musallat olduğuna bakarak tanımla
mak hiç de kötü bir fikir değildir. OrvveU’in distopyası, uzun
yıllar boyunca, Aydınlanma projesinin Adom o ve Horkheimer
tarafından açığa çıkarılan kötücül potansiyeli, Bentham /
Foucault’nun Panoptikon’u veya sık sık kabaran totaliterleş-
m e dalgalan ile birlikte, “m odem ite” düşüncesiyle bir tutul
du. Bu nedenle, eski korkular kamusal sahneden inip yerine,
her an kapıyı çalabilecek olan Gleichschaltung ve özgürlüğü
kaybetme korkusuna pek benzem eyen yeni korkular çıktı
ğında ve gündem i bu yeni korkular işgal etm eye başladığın
da çok az sayıda gözlem cinin zaman kaybetm eden çıkıp,
"modemitenin sonunu” [hatta daha ileri giderek tarihin, öz
gürlüğü, en azından serbest piyasa ve tüketici tercihleri tara
fından örneklenen türdeki özgürlüğü, her türlü olası tehdide
karşı dirençli hale getirerek kendi telos’una çoktan ulaştığım
ileri sürerek tarihin de sonunun geldiğini) ilan etm iş olmala
rı şaşırtıcı değildir. Am a yine de (burada övgüler Mark
Twain’e) m odem itenin öldüğü haberleri, hatta son nefesim
verm ekte olduğu söylentisi bile, fazlasıyla abartılıdır: Herke
sin m odem itenin öldüğünü söylem esi, m odem itenin ger
çekten öldüğü anlamına gelm ez. Eleştirel kuramın kurucu
ları [ya da, aynı şekilde, Orvvell’in kurduğu distopya) tara
fından teşhis edilip yargılanan türde bir toplum , öyle görü-1
57
nüyor ki, değişken ve çok yönlü m odem toplum un alabile
ceği çok sayıda biçim den yalnızca bir tanesiydi. Böyle bir
toplum biçim inin zayıflaması, m odem itenin sonunun geldi
ğini gösterm ediği gibi, insanlığın çektiği sefaletin sona erece
ği anlamına da gelm ez. Dahası, eleştiri entelektüel bir hedef
ve m isyon olarak işlevini hâlâ korumaktadır ve m odem ite
nin girdiği kriz, eleştiriyi hiçbir şekilde işlevsiz kılmaz.
Yirmi birinci yüzyıla giren toplum , yirminci yüzyıla giren
toplumdan daha az m odem değildir; en fazla, farklı bir şekil
de modemdir, denebilir. Bugünkü toplum u yüz küsur yıl ön
ceki kadar m odem yapan şey, m odem iteyi, insanların tarih
boyunca icat ettiği diğer bütün toplu yaşam biçimlerinden
ayıran şeydir: saplantılı ve zorlayıcı, sürekli, durdurulamaz,
hiçbir zaman sonu gelm eyecek bir modernizasyon süreci; yani,
yaratıcı yıkıma (veya yıkıcı yaratıcılığa, yani “yeni ve daha ge
lişmiş” bir tasarım için “yer açmaya”, hepsi de şimdiye dek
yapılanların aynısını -üretkenliği veya rekabeti artırmak adı
na- gelecekte de yapabilmek için “sökmeye”, “kesip biçm eye”,
“devreden çıkarmaya”, “birleştirmeye”veya “küçültmeye”) du
yulan karşı konulmaz, dayanılmaz ve giderilem ez susuzluk.
Lessing’in uzun zaman önce işaret ettiği gibi, m odem
çağın eşiğindeki bizler kendim izi yaratılış, vahiy ve ebedî la
net gibi inançlardan kurtarmış durumdayız. Yolumuzu bu tür
inançlardan tem izlediğim izde kendimizi, “kendim izle baş ba
şa”b ulduk - yani, o andan itibaren, doğuştan sahip olduğumuz
veya sonradan edindiğim iz yeteneklerim izin, cesaretimizin,
irademizin ve kararlılığımızın eksik bıraktığı noktalar dışında
hem genelde hem de bireysel anlamda gelişmenin, iyiye git
m enin bir sının kalmamıştı. İnsan yapımı olup da insanın yı
kamayacağı hiçbir şey yoktu. M odem olmak demek, şu anda
olduğu gibi o günlerde de, durmadan ilerlemek, hareketsiz
kalamamak ile eşanlamlı hale gelm işti. Hareket halindeyiz ve
sürekli hareket etm ek zorundayız. Bunun tek nedeni, Max
Weber’in ifade ettiği gibi “hazzı ertelem e” değil, hazza ulaş
manın imkânsızlığıdır. Tatmin ânı, çabalarımızın sonunda ipi
göğüsleyeceğimiz ve bir nefes alıp kendimizi kutlayabileceği
58
m iz varış noktası, hep bizim önümüzde, en hızlım ızdan daha
hızlı gitmektedir. Tatmin hep gelecektedir ve haşan, ona ulaş
tığım ız anda bütün cazibesini ve doyurucu gücünü yitiıiverir
- tabii hevesim iz eğer daha önce kınlmadıysa. M odem olmak
dem ek hep kendinin önünde olma, sürekli bir "kendini aşma”
halidir (N ietzsche’nin sözleriyle, kişi Übermensch [üst-insan]
olmadan, ya da olmaya çabalamadan Mensch [insan] olamaz);
bunun yanı sıra, yalnızca tamamlanmamış bir proje olarak
tamamlanabilen bir kimliğe sahip olmak demektir. Bu bakım
dan, dedelerimizin içinde bulunduğu zorlu durum ile bizim
kisi arasmda pek fark yoktur.
Bununla birlikte, içinde bulunduğum uz durumu -b i
zim m odem ite biçim im izi- yeni ve farklı kılan iki özellik
vardır.
Birincisi, erken m odem ite dönem indeki yanılsam anın
hızla gerilem esi ve yıkılmaya yüz tutmasıdır. Bu yanılsama,
ilerlem ekte olduğumuz yolun bir sonu, tarihsel değişim süre
cinin ulaşılabilir bir telos'n olduğu; yann, bir sonraki yıl veya
gelecek bin yılda ulaşılacak bir bütünlük/m ükem m ellik hali
ne, öngörülmüş bütün veya kısmi özellikleriyle -yan i arz ve
talep arasında sabit bir dengenin tutturulduğu ve bütün ihti
yaçların giderildiği- iyi, adil ve çatışmadan arınmış bir toplu
ma ulaşılabileceği; her şeyin yerli yerinde olduğu, hiçbir şe
yin yersiz ve hiçbir noktanın belirsiz olmadığı mükemmel bir
düzen kurulabileceği; insan ilişkilerinin, bilinm esi gereken
her şey bilineceği için tamamen şeffaflaşacağı; doğaya tama
m en hükm edilebileceği -ö y le ki insanın giriştiği her işte bü
tün beklenmedik durumların, anlaşmazlıkların ve öngörüle-
m eyen sonuçların ortadan kaldırılabileceği- inancıydı.
İkinci çığır açıcı fark, “modernleştirici” görev ve sorum
lulukların üzerlerindeki kontrolün kaldırılması ve özelleşti
rilmeleridir. Daha önce, insan türüne bahşedilmiş kolektif bir
yetenek olarak görülen akılla yerine getirilm esi gerektiği dü
şünülen bir iş, artık bileşenlerine ayrılarak (bireyselleştirile
rek) bireyin inisiyatifine ve bireysel olarak işletilen kaynakla
ra bırakılmıştır. Yasama erki yoluyla toplum un bir bütün ola
59
rak gelişmesi (ya da statükonun daha ileri düzeyde moderni
zasyonu] düşüncesinden tam olarak vazgeçilmemiş olsa da,
bireysel çabalar daha çok vurgulanır (ve sorumluluk yükü
daha çok bireyin omuzlarına yüklenir) hale gelm iştir. Bu
önem li değişim kendini, etik/politik söylem in "adil toplum ”
bağlamından alınıp “insan haklan” bağlamına konulmasında,
yani bu söylemin, bireyin diğerlerinden farklı yaşama ve
m utlu olacaklan, kendilerine uygun hayat tarzım istedikleri
gibi seçm e hakkı üzerinde yoğunlaşmasında göstermiştir.
Kalkınma ve gelişm e um utlan, devlet hâzinesindeki
yüklü para yerine, gözünü vergi m ükelleflerinin cebindeki
iki kuruşa dikmiştir. İlk haliyle m odem iteyi kafası kocaman
ve ağır, gövdesi c ı l ı z bir varlığa benzetecek olursak, şu anki
hali tam tersidir, yani baş kısmı oldukça hafiflemiştir; zira
artık “özgürleştirme” işini, modernizasyon sürecini kesintiye
uğratmadan yürütme yükünü büyük ölçüde sırtlanmış orta
ve alt tabakalara dağıtma görevi dışındaki tüm “kurtarıcı”
görevlerinden sıynlm ış durumdadır. Yeni iş dünyasının gu-
rusu Peter Drucker’in ünlü deyişiyle; “Toplum tarafından
kurtarılma diye bir şey söz konusu değildir artık.” Margaret
Thatcher daha da açık bir şekilde, “Toplum diye bir şey yok
tur,” dem işti. Geriye, ya da yukarıya bakma; kendi becerile
rinin, iradenin ve gücünün -hayatının ilerlem esi, daha iyiye
gitm esi için gereken bütün araçların- asıl olm ası gereken
yere, yani kendi içine bak.
Artık “sizi izleyen Büyük Birader” de yok; sayılan gittik
çe artan dizi dizi Büyük Biraderleri ve Büyük Kız Kardeşleri
izlem ek, belki işinize yarayacak bir şey, öykünebileceğiniz
bir örnek veya onlar gibi sizin de bireysel olarak çözm eniz
gereken ve ancak bireysel olarak çözülebilecek sorunlarınız
la başa çıkmanızda size yol gösterecek bir öneri bulma um u
duyla onlan yalandan ve dikkatle takip etm ek sizin görevi
niz artık. N e yapmanız gerektiğini size söyleyen ve böylece
sizi kendi eylem lerinizin sorumluluğundan kurtaran büyük
liderler de yok; bireyler dünyasında sadece başka bireyler,
kendi hayat gailenizde neyin nasıl yapılacağım kestirebilmek
için kendinize örnek alabileceğiniz, güven yatırım ınızı o de
60
ğil de bu örneğe yapmanızdan doğan sonuçların tüm sorum
luluğunu üzerlerine yıkabileceğiniz bireyler var.
61
insanlığın, cemaat üyeleri arasındaki sık dokulu karşılıklı ba
ğımlılık, denetim ve dayatmalar ilişkisinden “kurtuluş” za
m anlarında- ifade ettiğinden çok farklıdır.
Ulrich Beck’in “Jenseits von Klasseund Stand?” [Statü
ve Sınıfın Ö tesinde mi?] başlıklı makalesi ve bundan birkaç
yıl sonra yazdığı Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru1
kitabı (Elisabeth Beck-Gem sheim ’in “Ein Stück eigenes Le-
ben: Frauen im Individualisierung Prozess” [Kendi Hayatın
dan Bir Kesit: Bireyselleşm e Sürecinde Kadınlar] başlıklı
çalışmasıyla birlikte) “bireyselleşm e süreciyle” ilgili düşün
celerim izde yeni bir sayfa açmıştır. Bu eserler bireyselleşm e
sürecini, şu âna kadar farklı aşamalardan geçm iş fakat -b ir
telos'u ya da önceden belirlenm iş bir hedefi olmayan, keskin
dönüşleri, karmaşık bir mantığı ve oynak bir ufku olan- he
nüz tamamlanmamış bir süreç olarak ele almaktadır. Nasıl ki
Elias, Sigmund Freud’un “uygarlaşmış birey” kuramım, uy
garlığı (m odem ) tarih içinde olm uş bitm iş bir olgu gibi ele
alarak tarihselleştirdiyse, Beck de Elias’ın bireyin doğuşuyla
ilgili düşüncelerini, söz konusu doğum olgusunu sürekli ve
devingen, saplantılı ve zorlayıcı modernleşme sürecinin ken
dini devamlı tekrar eden bir durumu olarak yeniden ele al
mış ve o şekilde tarihseUeştirmiştir. Beck, aynca, bireyselleş
m e sürecini zamana bağlı, gelip geçici unsurlarından (her
şeyden önce doğrusal ilerlem e/gelişm e yanılsamasından, ya
ni otonom inin ve kendini ifade etm e özgürlüğünün özgür
leşm e eksenleri içinde gittikçe yükselen bir grafik olarak gös
terildiği bir gelişim düşüncesinden) bağımsız olarak tanım
lamıştır, zira bu unsurlar genel resmi daha anlaşılır kılmak
tan çok işi iyice içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Bu şe
kilde Beck, tarihte bireyselleşm eye doğru giden pek çok ha
reketi ve bu hareketlerin doğurduğu sonuçlan tartışmaya açık
hale getirerek sürecin bugünkü durumunun daha iyi anlaşıl
masını sağlamıştır.
I . Frankfurt am Main: Suhrkamp.l 986. İngilizceye çeviren: Mark Ritter. Ulrich Beck,
Risk Society: Tmvards a New Modemity, London, Sage, 1992. [Çev. Bülent Doğan,
İthaki Yay., İstanbul 2014.]
62
Kısacası "bireyselleşme”, insanın “kim liğini” “doğuştan
sahip olunan” bir şeyden, bir “göreve" dönüştürme sürecidir
ve bu görevi yerine getirm e ve sonuçlarıyla (ve yan etkileriy
le) başa çıkma sorumluluğunu aktörlerin omzuna yükler.
Diğer bir deyişle bireyselleşm e de jure1 bir otonom inin var
lığını gerektirir (bu otonom inin aynı zamanda de facto2 da
olup olmaması önem li değildir).
İnsanlar bir kimlikle doğmuyorlar artık. Jean-Paul Sartre’
m ünlü deyişiyle: Bir burjuva olarak doğmak yetm ez - haya
tınızı bir burjuva olarak yaşamanız gerekir. (Aynı şeyin mo-
dem ite öncesi dönem in prensleri, şövalyeleri, serileri veya
kasaba ahalisi için geçerli olmayabileceğine dikkat edelim;
benzer şekilde, m odem zamanların “aileden” zenginleri veya
“aileden” yoksullan için de bu kadar net konuşamayız.) Kişi
nin kim olduğunun belli bir süreç/çaba sonunda belirlenm e
si, sadece ve sadece m odem yaşama özgü bir durumdur
(“m odem bireyselleşm e sürecinin” değil, çünkü bu terim ba
riz bir şekilde “laf kalabalığıdır”; bireyselleşm e ve m odem ite,
tek ve aynı toplumsal duruma karşılık gelm ektedir). Moder-
nite, toplum içindeki konumun dış etkilerle belirlendiği dü
şüncesini alıp yerine insanın kendi kaderini kendinin belirle
diği bir özyönetim düşüncesini koyar. Bu durum, m odem ça
ğın tamamı boyunca olan -toplum un bütün dönemleri ve
kesim lerindeki- “bireyselleşm e” için geçerlidir. Yine de, taraf
ları eşit derecede etkileyen bu zor durum içinde önem li de
ğişimler, aynı tarih sahnesini paylaşan aktörler arasındaki
farklı kategoriler olduğu kadar birbirini takip eden kuşaklan
da birbirinden ayıran farklılıklar bulunmaktadır.
Erken modernite, "şeyleri” tekrar yerine. yerleştirmek
amacıyla yerinden sökmüştü. Yerinden söküm toplumdaki
herkesi ilgilendiren bir durumken yerine yerleştirme bireyin
önüne konmuş bir görevdi. Mülkün, özellikle miras yoluyla
63
edinilen mülkün katı sınırlan bir kere kırıldıktan sonra, m o
dem çağın insanlarının önüne konan “kendi kimliğini kurma
[self-identification]" görevi, "el âlemden geri kalmama" yarışı
na, yani yükselen sınıf tem elli toplum sal ilişki tür ve m odel
lerine etkin bir şekilde katılma, örüntüyü yansılayıp ona
uyma, grubun dışında kalmak yerine genele ayak uydurma,
normdan sapmama çabasına dönüşmüştür. Miras alınan m ül
kiyetin yerini, “imal edilm iş” bir üyelik gerektiren “sınıflar”
almıştır. M ülkiyet, toplum sal statüye göre kişiye teslim edi
len bir şeyken bir sınıfa üyelik hak edilm esi, kazanılması ge
reken bir şeydir; mülkiyetin aksine, sınıflar “üye olmayı/kay-
dolmayı” gerektirir ve bu üyelik sürekli olarak yenilenm eli,
başkaları tarafından onaylanmak ve günbegün sınanmalıdır.
Geriye dönüp baktığımızda, sınıf ayrımının (ya da aynı
şekilde, cinsiyet ayrımının) bireyin kendini var edebilm esi
için gerekli kaynaklara ulaşımındaki eşitsizliğin bir yan ürü
nü olduğunu söyleyebiliriz. Sınıflan birbirinden ayıran şey,
var olan kimliklerin çeşitliliği ve bu kimliklerin içinden se
çim yapma ve o kim liği benim sem e olanaklanydı. Olanakla
rı kısıtlı, dolayısıyla daha az seçeneği olan kişiler, “bireysel
dezavantajlarını” “sayı avantajıyla” -yani, “saflan sıklaştıra
rak” ve kalabalıkla birlikte hareket ederek- telafi etm ek du
rumundaydılar. Claus Offe’nin işaret ettiği gibi, nasd ki çalı
şanlarının, yaşam hedeflerine ulaşmak için bireysel çaba
göstermeleri işverenlere doğal ve gerekli geliyorsa, toplu, sı
nıf merkezli eylem de toplumun alt basamaklarında olanlara
o kadar doğal ve gerekli geliyordu.
Deyim yerindeyse, yoksunlukların ardı arkası kesilmi
yordu; bu yoksunluklar biriktikçe, “ortak çıkarlar” şeklinde
birbirine kaynaşıp katılaştı ve yalnızca kolektif bir çözümün
çare olabileceği bir sorun olarak görülmeye başladı. Bireysel-
leşmenin “birey” ucunda bulunan fakat bariz derecede kısıt
lı öz kaynaklanndan başka bir şeyleri olmadığından dolayı
kendilerini birey olarak ortaya koyamayanlar için “kolekti
vizm” ilk başvurulan stratejiydi, ö te yandan, daha iyi du
rumda olanların sınıf merkezli eylemleri kısmi ve bir anlam
64
da dolayımhydı• daha çok, kaynakların eşitsiz paylaşımına
karşı çıkılırken veya bununla m ücadele edilirken görülüyor
du. Durum ne olursa olsun, m ülkiyet düzeninin bozularak
dağılması sonucu yerlerinden olan “klasik” m odem ite birey
leri, otonom aktörler olarak yeni elde ettikleri güç ve yetki
lerini, sistem e “yeniden eklem lenm enin” bir yolunu bulmak
için seferber ettiler.
Onları kabul edip içine yerleştirecek “yatak” bulmak hiç
de zor değildi. Her ne kadar m ülkiyet gibi miras alman veya
doğrudan “içine doğulan” bir şey olmayıp bireysel çabayla
edinilen ve “hak edilen”bir konum olsa da, sınıl; üyelerini en
az m odem ite öncesinin “kalıtsal” mülkü kadar sınırlandır
maya, kısıtlamaya m üsaitti. Sınıf ve toplum sal cinsiyet, bire
yin tercih yelpazesini ağır şekilde sınırlandırıyordu; bu kısıt
lamalardan kaçmak, m odem ite öncesinde “kutsal varoluş
hiyerarşisine”12karşı çıkmaktan daha kolay değildi. Neresin
den bakarsanız bakın sınıf ve toplum sal cinsiyet “hayatın
gerçekleriydi” ve bireyin kendini var edebilm ek için yapması
gereken şey, diğerlerinin yaptığım yapmak ve kendine ayrı
lan yere “uymaktı”.
Geçmişin “bireyselleşmesini” bireyselleşmenin bugünkü
Risikogesettschafi1 içinde, yani “kendine dönüşlü [reflexive\
m odem ite” veya “ikinci m odem ite” zamanında (Ulrich
Beck’in farklı olarak “çağdaş dönem ”dediği zaman dilim inde)
aldığı biçim den ayıran şey, tam olarak budur. Yerinden sökül
müşleri yeniden yerleştirmek için m üsait bir yatak olmadığı
gibi, olanlar da oldukça kırılgandır ve “yerine yerleştirme” işi
tamamlanmadan önce çoğunlukla kaybolup giderler. Bunla
rın yerine daha çok, herkesi sürekli olarak hareket halinde
tutan ama karşılığında hiçbir “başan” veya huzur vaat etm e-
65
yen, bir şeye ulaşma, nihayet endişelenm eyi bırakabileceği
niz, silahlarınızı çıkanp dinlenebileceğiniz bir hedefe “ulaş
ma" tatm ini sunmayan, çeşitli boyut, tarz, sayı ve konumdaki
sandalyelerle oynanan “köşe kapmaca oyunları” vardır. (Artık
kalıcı olarak] yerinden edilm iş bireylerin tuttuğu yolun so
nunda bir “yerine yeniden yerleştirilme” um udu yoktur.
Yanlış anlaşılmasın: Bireyselleşme, eskiden olduğu gibi
şim di de bir tercih değil, yazgıdır - tek fark, m odem itenin
eskiden katı ve ağır, şim di ise akışkan ve hafif olmasıdır. Bi
reysel tercih özgürlükleri ülkesinde bireyselleşm eden uzak
kalma ve bireyselleşm e oyununa katılmama seçeneği diye
bir şey yoktur. Bireysel öz-yeterlilik, yani bireyin başkaları
nın yardımına veya varlığına gerek duymaksızın kendini var
edebilm esi, bir başka yanılsama olabilir: İster erkek olsun
ister kadın, kişilerin sorunları ve hayal kırıklıkları için so
rumlu tutacak kimsenin olmaması, kendilerini hayal kırık
lıklarından korumak için kendi imkânlarını kullanabilecek
leri veya kendilerini sıkıntılı bir durumdan yine kendilerinin
-gerçeküstü ve m ucizevi bir şekilde- kurtarabileceği anla
mına gelm ez; bu, eskiden de böyleydi şim di de b ö y le D u
rum böyleyken, biri hastalandığında, sağlığına dikkat etm e
diği ve tem izlik koşullarına uymadığı varsayılır; iş bulamı
yorsa, iş görüşmesi becerilerini yeterince öğrenem em iş ya da
iş bulmak için yeterince çaba göstermiyordur veya düpedüz
tembeldir; kariyeri konusunda ne yapacağından em in değil
se ve gelecekten endişe duyuyorsa, kolay arkadaş edinem i
yor ve insanları etkileyemiyordur, kendini ifade edebilm e ve
başkalarım etkilem e becerilerini zamanında öğrenip kavra
yamamıştır. Her halükârda, şu günlerde insanlara söylenen
budur ve herkes de bunun gerçekten de böyle olduğuna
inanmaya ve bu doğal bir şeym iş gibi davranmaya başlamış
tır. Beck’in yerinde ve çarpıcı bir şekilde belirttiği gibi, “kişi
nin yaşama biçim i, dizgesel [systemic] çelişkilere getirdiği bi
yografik bir çözüm oluf} Riskler ve çelişkiler, toplum sal ola-1
66
rak üretilm eye devam eder: Bireyselleşen şey, onlarla başa
çıkma görevi ve gerekliliğidir.
Uzun sözün kısası: Kaçınılmaz bir yazgı olarak bireysel
lik ile insanın kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etm e
kapasitesi olarak bireysellik arasındaki fark gittikçe açılmak
tadır. (Burada, “atama yoluyla bireyselleşm e” kavramım,
Beck’in kendine yeten ve kendi kararlarım kendi alabilen
bireyleri, bireyleşm e süreci tam am lan m ış gibi davranmak
tan başka bir seçeneği olmayan insandan ayırt etm ek için
tercih ettiği terim olan “bireyleşm e [individuation]” olarak
ayırmak iyi olacaktır.) En önem lisi, bu farkı kapatmak, ken
dini var etm e kapasitesinin bir parçası değildir.
ister kadın ister erkek, bireyselleşm iş kişinin kendini bi
rey olarak ortaya koyma kapasitesi, kural olarak, gerçek an
lamda bir kendim var etm e sürecinin gereklerini tam olarak
karşılayamaz. Leo Strauss’un işaret ettiği gibi, kayıtsız şartsız
özgürleşmenin diğer yüzü, tercihin önem sizleştiği yüzdür, iki
taraf biıbirini koşullar: Zaten önem siz olan bir şeyi, zahm ete
girip yasaklamanın ne gereği vardır ki? “Kinik" bir bakışla öz
gürlüğün, bir şeyleri değiştirm eyeceği ya da zararsız olduğu
durumlarda gelen bir şey olduğu söylenebilir. Bireyselleşme
kazanında kaynatılan o lezzetli özgürlük çorbasının içine
mide bulandıran bir çaresizlik sineği düşmüş durumda; bir
tür iktidarsızlık olarak görebileceğimiz bu çaresizlik, özgür
lükle birlikte geleceği beklenen güç ve yetki nedeniyle çok
daha iç bulandırıcı ve rahatsız edici hissedilmektedir.
Geçmişte olduğu gibi, omuz omuza verip uygun adım
yürümek bir çözüm olabilir mi? Tek başımıza bir şey yapa-
masak da, bireysel güçlerimizi bir araya getirip kolektif bir
eylem gücü oluşturabilirsek, belki tek başımıza yapmayı ha
yal bile edemeyeceğimiz şeyleri yapabiliriz. Belki... Ufak bir
pürüz dışında: Bireysel sıkıntıların, ortak çıkarlar etrafında
bir araya gelip yoğunlaşarak ortak bir eyleme dönüşmesi pek
öyle kolay gerçekleşecek gibi değildir zira zoraki bireylerin
bugünkü ortak dertlerinin çoğu, bir araya geldiğinde anlamlı
bir bütün oluşturacak gibi değildir. “O rtak bir dava” etrafında
67
“toplanmaya” uygun değildirler. Yan yana gelebilirler fakat
kaynaşıp bir bütün oluşturamazlar. Bireysel sıkıntılarımız,
daha en başından, başkalarının sıkıntılarına bağlanıp kenetle
necek “ara yüzden” yoksun olarak doğmaktadır, denebilir.
Sıkıntılar birbirine benzeyebilir (ve popülerlikleri gittik
çe artan sohbet programlan bir yandan bu sıkıntdann ben
zerliklerini vurgulamak için olmadık yollar denerken, diğer
yandan, en önem li benzerliğin, her bireyin kendi sıkıntısıyla
kendisinin baş etm esi olduğu mesajının altını çizer) fakat
"parçalarının toplamından daha büyük bir bütün” oluştur
mazlar; bir araya geldiklerinde ne yeni bir nitelik kazanırlar
ne de bir aradayken daha kolay baş edilir hale gelirler. Sizin-
kine benzer dertleri olanlarla bir araya gelm enin tek avanta
jı, herkesin kendi sıkıntılarıyla tekbaşm a m ücadele ettikleri
ni görmek, böylece yalnız m ücadelenize aynen devam et
mek için güç ve irade tazelem enizdir. Ayrıca, başkalarının
yaşadıklarına bakıp, işten çıkarılırsanız nasıl hayatta kalaca
ğınıza, ergen olduklarım düşünen çocuklarla ve yetişkin ol
mayı reddeden ergenlerle nasıl başa çıkacağınıza, yağlarınızı
ve vücudunuzdaki diğer “zararlı maddeleri” "sisteminizden”
nasıl atacağınıza, eskisi gibi zevk vermeyen bir alışkanlıktan
veya sizi artık tatm in etm eyen hayat arkadaşınızdan nasıl
kurtulacağınıza dair kendinize dersler de çıkarabilirsiniz. Fa
kat başkalarının varlığı sayesinde ilk öğreneceğiniz şey şu
dur: Birlikte olm anın getirdiği tek yarar, kendi çaresiz yalnız
lığınız içinde nasıl hayatta kalabileceğinizle ilgili fikir edin
m eniz ve herkesin hayatının risklerle dolu olduğunu ve bu
risklerle herkesin tek başına m ücadele ettiğini görmenizdir.
Burada bir pürüz daha karşımıza çıkar: D eT ocqueville’in
uzun zaman önce uyardığı gibi, özgürlük insanları duyarstz-
laştırabUir. Birey, yurttaşın en büyük düşmanıdır, der D e Toc-
queville. “Yurttaş" kendi refahım yaşadığı şehrin veya ülke
nin refahında arayan kişidir - oysa birey “ortak çıkarlar”, “iyi
toplum ” ya da sadece “toplum ” karşısında kayıtsız, tem kinli,
hatta şüphecidir. Birey kendi çıkarlarım karşılamayacaksa,
“ortak çıkarların" ne anlamı olur ki? Birlikte bir şeyler yap
68
mak, işgücü paylaşımı ve bunların getireceği diğer faydalar
aslında bireyin yalnızca kendi çıkarma uygun davranma öz
gürlüğünü kısıtlayan şeylerdir ve bu tür bireysel arayışlara
engel olur. “Birlikten doğan kuvvetten” beklenen yalnızca iki
yarar vardır: Birincisi, “insan haklarını” gözetm ek, yani her
kesin kendi hayatım istediği gibi yaşamasını sağlamak; İkin
cisi -bireyin bedensel ve m ali bütünlüğünü korumak için
suçluları veya potansiyel suçluları hapse tıkarak, sokakları
hırsızlardan, sapıklardan, dilencilerden ve her türlü tekinsiz,
kötü niyetli yabancıdan arındırarak—insanların kendi hayat
larım huzur ve güven içinde yaşamasını kolaylaştırmak.
O bildik, eşsiz ince zekâsıyla W oody A ilen, “Yetişkin Yaz
Kampları” parodisinde (ki hepsi de Amerikalıların katılmak
için sıraya gireceği türden projelerdir), günümüzdeki “zoraki
bireylerin” garabetini çok net bir şekilde gözler önüne serer.
A llen’m kendi uydurduğu bu kamplardan birinde ekonom i
kuramı öğretilm ektedir ve derslerden biri “Enflasyon ve Bu
nalım - Hangisi İçin N e G iym eli”dir. Diğerleri de şöyledir:
Etik, koşulsuz düstur [categorical imperative] ve bunu kendi
çıkarınıza döndürmenin altı yolu”; Astronom i, “Güneşin özü
gazdır ve her an patlayıp bütün güneş sistem ini yok edebilir;
öğrencilere, normal bir vatandaş böyle bir durumda ne ya
parsa onu yapmaları önerdir”.
özetlem em iz gerekirse, bireyselleşm enin öteki yüzü,
vatandaşlık kavramının yavaş yavaş eriyip yok olmaya yüz
tutmasıdır. İsprit dergisinin editörlerinden Joel Roman La
Dâmocratie des indnridus [Bireylerin Demokrasisi] (1998)
kitabında, “Sivil teyakkuz kavramı [vigilance], sadece kişisel
m ülkiyetin gözetildiği bir şey hale gelm iş, ortak yarar deni
len şey ise kolektif duygulan ve komşudan duyulan korkuyu
pekiştiren egoizm ler karteli olmuştur,” der ve okurunu,
(şim dilerde yokluğuyla dikkat çeken) “birlikte karar verme
kapasitesini ve gücünü” tazelem eye çağınr.
Eğer birey vatandaşın en büyük düşmanıysa ve eğer bi
reyselleşme, vatandaşhğa ve vatandaşlık tem elli politikalara
ayak bağı oluyorsa, bunun nedeni bireylerin birey olarak en
69
dişe ve kaygılarının kamusal alanın her yerini kaplamış olma
sı, başka hiçbir şeye yer bırakmaması ve başka hiçbir şeyin
tartışılmasına izin vermemesidir. “Kamu”, “özelin [private]”
sömürgesi olmuştur; “kamu yaran”, kamuya mal olm uş isim
lerin mahrem hayatlarına duyulan meraka indirgenmiş, ka
musal yaşam sanatı özel hayatların herkesin gözleri önünde
yaşanmasına ve mahrem duyguların (ki ne kadar mahremse
o kadar iyidir) kamu önünde dile getirilm esine dönmüştür.
Bu tür indirgemelere direnen “ortak m eseleler” ise tamamen
anlaşılmaz ve kavranamaz hale gelirler.
Bireyselleşmiş aktörlerin, cum huriyetçi yurttaşlık yapısı
içinde “yeniden yerleşm e” ihtim alleri oldukça zayıftır. Onla
ra kamu sahnesine çıkma cesareti veren şey, uğrunda müca
dele edilecek ortak “davalar”bulma ve ortak çıkar kavramına
veya genel anlamda yaşam ilkelerine yeni bir anlam yükle
m e arayışından çok, bireyler arası bir iletişim ağı kurmaya
duyulan onmaz ihtiyaçtır. Richard Sennett’in ısrarla altım
çizdiği gibi, mahremiyetin paylaşımı “cemaat inşası” için ter
cih edilen, belki de elim izdeki tek yöntem olm a yolundadır.
Bu inşa yöntem iyle ortaya çıksa çıksa ancak kararsız bir şe
kilde bir hedeften diğerine yönelen ve nafile bir güven ara
yışıyla oradan oraya sürüklenen dağınık ve başıboş duygular
kadar kırılgan ve kısa öm ürlü “cemaatlerden” -ortak korku
lar, ortak kaygılar veya ortak nefretler üzerine kurulan ama
her halükârda, bir askılık gibi, bir sürü yalnız bireyin kendi
bireysel korkularım üzerine astığı geçici bir araya gelişler
d en - başka bir şey çıkamaz. U lıich Beck’in (“Endüstri Top-
lumunun Ö lüm lülüğü Üzerine”1 başlıklı makalesinde) dile
getirdiği gibi:
70
bir ego yükselir. Kendi özünü ve sevgi dolu bir sosyallik
ararken, benliğin ormanında yolunu kolay kaybeder... Kendi
benliğinin sisleri içinde yolunu bulmaya çalışan kişi, bu so
yutlanmanın, egonun çarptırıldığı bu "hüçre hapsinin" as
lında kitlesel bir ceza olduğunu fark edecek durumda değil
dir artık.
71
başka bir şeye yükleyem ez ve hep daha çok çabalamaktan
başka bir çare arayamazsınız.
İnsanın her günü kendini suçlayarak ve kendini aşağda-
yarak geçirm esi kolay değildir. Bütün dikkatini neyi nasıl
yaptığına veren, bu yüzden toplum sal alanda olan biteni ka
çıran kişiler (ki bireysel varoluşun bütün çelişkilerinin toplu
bir şekilde üretildiği yer, bu toplum sal alandır), sefalet ne
denlerini anlaşılır, çözüm e yönelik çabalara uygun ve onlara
olum lu cevap verebilir hale getirmek için içinde bulunduk
ları durumu, doğal olarak, daha az karmaşık hale getirm eye
yönelirler. “Biyografik çözüm leri” ağır ve zahm etli buldukla
rından değil: “D izgesel çelişkilerin biyografik çözüm leri”
yoktur ve bu nedenle, ellerindeki işe yarar çözüm lerin azlığı,
hayalî çözüm lerle telafi edilmelidir. Yine de -ister hayalî is
ter gerçek olsu n- anlamlı ve uygulanabilir olmaları için bü
tün “çözümlerin" görevler ve sorumluluklarla aynı doğrultu
da ve onlarla eşdeğer olması gerekir. Bu nedenle, korku için
deki bireylerin bireysel korkularım, kısa süreliğine de olsa,
hep birlikte asabilecekleri bireysel askılara ihtiyaç vardır.
İçinde yaşadığımız zaman dilim i -ister kendi özel hayatları
nı m ahveden politikacılar olsun, ister karanlık sokaklardan
ve belalı m ahallelerden dışan açılan suçlular, isterse “içim iz
deki yabancılar"- bütün günah keçileri için hayırlı bir za
mandır. Çağımız, kaygı verici derecede aktörsüz kalmış ka
musal alanı hayalî görüntülerle doldurmak ve insanlardaki
bastınlm ış korku ve öfkeyi biraz olsun boşaltacak kadar ür
kütücü bir “ahlaki panik” yaratmak için kom plo hikâyeleri
peşinde koşan “araştırmacı” gazeteciler çağı olduğu kadar,
açılması zor kilitler, hırsız alarmları, dikenli tel örgüler ve
“özel güvenlik” şirketleri çağıdır.
Bir kere daha tekrar edeyim: De jure bireylerin durumla
rı ile defacto bireyler olma -yani, kendi yazgıları üzerinde söz
sahibi olma ve gerçekten istedikleri tercihi yapabilm e- ihti
malleri arasında derin ve gittikçe açılmakta olan bir uçurum
vardır. Çağdaş bireylerin hayatlarını zehreden en ölüm cül
gazlar bu derin uçurumdan yükselir. N e var ki bu uçurum,
72
sadece bireysel çabalarla, bireyin tek başına idare etm ek du
rumunda olduğu gündelik yaşam politikalarında m evcut araç
ve kaynaklarla kapanamaz. Bu uçurumu kapatmak ancak Po
litika ile mümkündür. Söz konusu uçurumun, kamusal ala
nın, özellikle de “agoranın” “tenhalaşması” yüzünden ortaya
çıktığı ve derinleştiği varsayılabilir. Agoradan kasıt, gündelik
yaşam politikalarının büyük P ile yazılan Politika ile buluştu
ğu o kam usal/özel toplanma alanıyken, büyük P ile yazdan
Politika’dan kasıt, özel/bireysel sorunların kamusal “m esele
lere” çevrildiği ve özel dertlere kamusal çözüm yollarının
arandığı, belirlendiği ve karara bağlandığı alandır.
Deyim yerindeyse devran değişmiş, eleştirel kuramın gö
revi tam tersine dönmüştür. Bu görev, eskiden, kadir-i m ut
lak, soyut bir devlet düzeninin baskıcı kuralları altında ve o
düzenin sayısız bürokratik kollan veya onlann daha küçük
ölçekli taklitleri arasında inim inim inleyen “kamusal alanın”
karşısında bireysel özerkliği savunmaktı. Şimdi ise bu görev,
kaybolan kamusal alanı savunmak, daha doğrusu, nüfusunu
hızla yitirm ekte olan kamusal alanı yeniden donatmak ve bi
reyleri yeniden bu alana çekmektir. Nüfus yitim inin nedeni
her iki tarafın da alanı terk etm esi, yani hem “[konunun tara
fı olarak] ilgili yurttaşların” alandan el etek çekmesi hem de
gerçek anlamda iktidarın, “dış uzay” olarak adlandırmaktan
başka seçeneğim izin olmadığı bir alana kaçmasıdır.
“Kamusalın” “kişiseli” sömürgeleştirm eye çalıştığı dü
şüncesi artık doğru değildir. Tam tersi: asıl “kişisel alan” kişi-
sel/bireysel sorunların, endişelerin ve arayışların kendine öz
gü diliyle ifade edilem eyen her şeyi alan dışına itip oradan
uzaklaştırarak kamusal alanı kendi sömürgesi haline getir
miştir. Kendisine sürekli olarak kendi yazgısının efendisi ol
duğu söylenen bireyin, öz benlik [self\ tarafından yutulmaya
ve öz benliğin imkânlarıyla idare edilm eye direnen her şey
de konuyla bağfantı {topical relevans; terim Alfred Schütz’e
aittir) bulmak için pek bir nedeni kalmaz; fakat böyle bir
nedene sahip olmak kadar, davranışlarını bunun üzerine kur
mak, yurttaşın alametifarikasıdır.
73
Birey için kamusal alan, üzerine kişisel korkuların, kişi
selliklerinden bir şey kaybetmeksizin veya yansıtım sürecin
de araya yeni kolektif özellikler kanşmaksızın yansıtıldığı
dev bir perdedir: Kamusal alan, kişisel sırların ve mahrem
duyguların herkesin önünde dile getirildiği alandır. Bireyler,
kamusal alanda çıktıkları günlük turlarından de jure birey
selliklerini daha bir pekiştirmiş ve tek başlarına sürdürdük
leri gündelik hayatlarının aslında “kendilerine benzeyen di
ğer bireylerin” hayatlarıyla aynı olduğunu ve -y in e onlar gi
b i- bu süreçte kendi paylarına düşen zorluklar, tökezlem eler
ve (tercihen geçici) yenilgilerden mustarip olduklarım göre
rek içleri rahatlamış olarak dönerler.
İktidar ise sokaklardan ve pazaryerlerinden, toplantı sa
lonlarından ve parlamentolardan, yerel ve ulusal hüküm et
lerden uzağa ve yurttaşların kontrol alanının ötesine, elekt
ronik ağların “mekânlar ve kanunlar üstü” bölgesine doğru
ilerlemektedir. İktidar sahiplerinin şu sıralar en sevdiği stra
tejik ilkeler kaçış, kaçınma ve ilişkilerin kopması; ideal du
rum ise görünmezliktir. İktidar sahiplerinin ham lelerini ve
bu ham lelerin önceden tahmin edilem eyen sonuçlarım ön
ceden tahm in etm eye çalışmak, pratikte, Havanın Değişm e
sini Ö nlem e D em eği’nin faaliyetleri kadar etkili olacaktır.
V e böylece, kamusal “m eseleler” kamusal alanı hızla bo
şaltmaktadır. Kamusal alan, eskiden yüklendiği o “kişisel so
runların ve kamusal m eselelerin tartışıldığı buluşm a/diyalog
yeri” görevini artık yerine getiremiyor. İnsanı bireyselleşm e
ye zorlayan baskının m uhatabı olan bireylerin sırtından
yurttaşlığın koruyucu zırhı parça parça ama düzenli bir şe
kilde, zorla alınmakta ve yurttaşlık becerilerine ve çıkarları
na d konmaktadır. Bu koşullar altında, de jure bireyin de
facto bireye (yani, gerçek anlamda özerklik için gereken vaz
geçilm ez kaynaklan kendi yöneten bireye) evrilm e ihtim ali
şim diye kadar olduğundan çok daha uzakta gibidir.
De jure bireyin de facto birey olm ası için önce yurttaş
olması gerekir. Özerk toplum olmadan özerk birey olm az ve
toplum un özerk olabilm esi için planh -v e sürekli olarak
74
planlanan- belki de kendi üyelerinin bir araya gelerek birlik
te başarabileceği bir öz-inşa süreci gerekir.
“Toplum”, bireysel özerklik ile daima belirsiz bir ilişki
içindedir: Aynı anda hem onun düşmanı hem de sine qua
non koşuludur. Fakat tehditlerin boyutu ve ilişkinin belirsiz
kalma olasılığı m odem tarihin akışı içinde radikal bir değişi
m e uğramıştır. Toplumu yakından takip etm e nedenleri or
tadan kalkmamış olabilir fakat şu anda toplum , esas olarak,
bireylerin -de jure statülerini, gerçek anlamda özerklik ve
kendini ortaya koyma gücü ve kapasitesine dönüştürm eye
nafile, yıldırıcı bir şekilde çabalarken- çok ihtiyaç duyduğu
fakat sahip olmadığı bir unsurdur.
En geniş ifadesiyle, eleştirel kuranım -v e genelde top
lumsal eleştirinin- günümüzdeki açmazı budur. Kuranım
bütün işlevi, biçim sel bireyselleşm enin, politikadan uzakla
şan iktidarla bir olup darmadağın ettiklerini -b ir kere daha-
toparlamaktan ibaret hale gelmiştir. Diğer bir deyişle, [eleş
tirel kuranım tek işlevi] artık neredeyse tamamen boşalmış
alanı -yani bireysel ile ortak, özel ile kamusal m ülkiyetin
buluşup bir araya geldiği, üzerlerinde tartışıldığı ve anlaşma
ya varıldığı alanı- yeniden tasarlayıp "nüfusunu artırmaktır”.
Eleştirel kuramın eski hedefi -yani, insanların kurtuluşu-
bugün bir şey ifade ediyorsa, o da, de jure birey gerçekliği ile
de facto birey ihtim ali arasında açılan derin uçurumun iki
yakasım yeniden bir araya getirmektir. Ve unutulm uş yurt
taşlık becerilerini yeniden öğrenen ve kaybolmuş yurttaşlık
araçlarına yeniden sahip çıkan bireyler, bu uçurum u kapata
bilecek yegâne yapı ustalarıdır.
75
kitabı, bu çarpıcı ama son kertede boş sözle biter: Yüzlerce
sayfa sonunda hiçbir şey açıklığa kavuşmamış, hiçbir gizem
çözülm em iş, iç rahatlatıcı hiçbir şey söylenmemiştir. İnsan
olmanın vâkıf olunamaz sun, yolculuğun sonunda da su kal
mayı sürdürür. Bizi insan yapan, düşünebilmemizdir; fakat
insan olduğum uz için düşünebiliriz. Düşünm ek açıklanamaz;
fakat bir açıklamaya da ihtiyaç duymaz. Düşünmek, açıkla
maya ihtiyaç duymaz; açıklanmaya çalışılsa da açıklanamaz.
A dom o bize bu tatsız durumun ne düşüncenin zayıflı
ğına işaret ettiğini ne de düşünen insan için bir utanç kayna
ğı olduğunu söyleyecektir. O lsa olsa, bunların tam tersidir.
Tatsız zorunluluk, A dom o’nun kalemi altında, bir ayrıcalığa
dönüşüverir. Bir düşünceyi açıklamak için, hayat gailesi için
de günü kurtarmaya çabalayan insanların anlayabileceği, alı
şıldık terimler ne kadar yetersiz kalıyorsa, o düşünce insanlık
standartlarına o kadar yaklaşır; doğruluğu, som ut kazanç ve
fayda veya üzerine fiyat etiketi iliştirilm iş ticaret m alı terim
leriyle ne kadar az gösterilebiliyorsa, inşam insan yapıcı de
ğeri o kadar yüksek olur. Düşüncenin gerçek değerini düşü
ren şey, ona bir pazar değeri biçm eye çalışmak ve bir an ev
vel tüketilm esinde ısrar etmektir. A dom o şöyle der:
I. T heodor A dom o, Mlnima Moralh: Refîections fiom Damaged Life, çev. E.F.N.
Jephcott London, Verso, 1974, s. 25-4. [Mirama Mordta, çev. A hm et Dogukan,
O rhan Koçak, Metis Yayıncılık, İstanbul 2005.]
76
“N aif davranan bir öznenin kendi koşullanmasını net
olarak göremediğini”1ve koşullanmanın fark edilem ezliğinin,
naiflik durumunun bir tür garantisi olduğunu hatırladığımız
da, farkındalığın özgürlüğün başlangıcı olduğu açıkça görüle
cektir. Nasıl ki düşüncenin, kendini sürekli kılmak için ken
dinden başka bir şeye ihtiyacı yoksa, naiflik de kendi kendini
üretir; farkındalık nedeniyle bozulm adığı sürece başlangıç
taki durumunu aynen sünlürür.
“Bozulmadığı sürece”; gerçekten de farkındalık, hayatla
rında herhangi bir farkındalık olmadan yaşamaya alışmış in
sanlar için oldukça rahatsız edicidir. Naifliğin m asumiyeti en
zorlu, en korkutucu bir durumu bile şuadan, dolayısıyla gü
venli bir şeye çevirebilir ve durumun aslında ne kadar kırıl
gan olduğunun farkına varılması, duyulan güvenin yıkılacağı
na, şüphenin ve güvensizliğin hâkim olacağına işarettir ki bu
durumu güle oynaya karşılayacak pek kim se de yoktur, ö y le
görünüyor ki Adom o için, farkmdahğa karşı duyulan bu ge
nel hoşnutsuzluk, bazı sıkıntılara yol açsa da, aslında iyi bir
şeydir. N aif olanın özgürlükten yoksun oluşu, düşünen kişi
nin özgürlüğüdür. Dokunulm az yalnızlığı çok daha kolaylaş
tırır. “Kimsenin almak istem ediği benzersiz bir şey satmaya
çalışan biri, kendi isteğiyle olmasa da, m übadele yasasından
azade olmayı tem sil ediyordur.”2 Bu düşünceden diğerine,
yani mübadele yasasından azade olma arketip durumu ola
rak m ültecilik düşüncesine geçiş için yalnızca bir tek adım
yeterlidir. M ülteci olanın sunduğu ürünler, kimsenin almayı
aklının ucundan bile geçirmediği ürünlerdir. Amerika’ya göç
ettiğinde Adom o, “G öç yolundaki entelektüellerin hepsi, is
tisnasız, ağır şekilde sakattır,” diye yazmıştı. “Entelektüel,
kendisi için anlaşılmaz olarak kalması gereken bir ortamda
yaşar.” Yerel pazarda değeri olan herhangi bir şey üretem ez
(üretm em esi sağlanmıştır) ve bu hiç de şaşılacak bir şey de
ğildir. Bu nedenle, “Avrupa’da ezoterik davranış, sadece kendi
77
çıkarım gözetm enin bir bahanesi olarak kullanılıyorsa eğer,
kıt kanaat geçinm e düşüncesi [austerity] [...] m ültecilik söz
konusu olduğunda, en akla yakın cankurtaran sandalıdır.”1
N aif olan için ev neyse, düşünen için m ültecilik odur; düşü
nen kişinin yalıtılmışhğı, yani onun her zamanki yaşam biçi
m i, ancak sürgündeyken varoluşsal bir işlev kazanır.
D eussen’in Upanişadlan ele aldığı yazışım yorumlayan
A dom o ile Horkheimer’m yorum lan sert olur: Hakikat, gü
zellik ve adalet arasında bir bütünleşm e arayanların kuram
sal ve edim sel sistem leri “biraz gevşek ve dağınıktırlar; onla-
n başardı sistem lerden ayıran şey, anarşi unsurunun eksikli
ğidir. 'İdeaya' ve bireye, kolektif organizasyon ve yönetim
den daha çok önem verirler. Ö fke uyandırmalan bu yüzden
dir”2. İdealann başardı olm alan, mağara insanlarının düş
gücüne ulaşabilm eleri için Upanişadlann dağınık düşüncele
rinin yerine zarifVedik ritüelinin geçm esi, kibirli ve tez can
lı Kiniklerin yerini açık kafalı ve akıllı uslu Stoacdann alma
sı ve pratiklikten gayet uzak V aftizd A ziz Yahya'nın gidip
yerine becerikli A ziz Paulus’un gelm esi gerekir. N e var ki asd
önem li soru, bu idealann kurtarıcı [emancipatory] gücünün,
maddi başarısından daha uzun ömürlü olup olamayacağıdır.
A dom o’nun bu soruya verdiği cevabın her yerinden derin
bir m elankoli sızmaktadır:
78
tejik ikilem en çarpıcı ifadesini bulur: Her kim düşünür ve
başkalarım dikkate alır, kendini Skylla, yani açık ama kısır
düşünce ile Kharybdis, yani etkili ama saf olmaktan uzak
hâkim iyet talebi arasında kararsız, kendini bir oraya bir bura
ya savrulurken bulur. Tertium norı datur} N e pratik talebi ne
de pratiğin reddi sorunu çözebilir. îlki, kaçınılmaz olarak,
kendisi bir tahakküme dönüşm eye müsaittir, çünkü özgürlü
ğü kısıtlayacak yeni zorunluluklar çıkacağı ve faydacı prag-
matiklerinin, özgürlük umutlarını zayıflatarak, dolayısıyla bu
umutların perspektifini bozarak etik ilkelerin önüne geçeceği
korkusunu beraberinde getirir. İkincisi belki el değm em iş saf
lığa duyulan narsisistik arzuyu tatm in edebilir fakat düşünce
yi önce etkisiz, en nihayetinde de içi tamamen boşalmış ola
rak bırakırdı: Ludwig W ittgenstein’ın buruk bir şekilde be
lirttiği gibi felsefe, sonuç itibarıyla hiçbir şeyi değiştirmez;
insanlık durumunun insanlık dışılığına duyulan tiksintiden
doğan düşünce, bu durumu daha insani hale getirmek için ya
çok az şey yapar ya hiçbir şey yapmaz. Vita contemplativa m ı
yoksa vita activa12 mı ikilem i, tem elde, ikisi de aynı derecede
tatsız iki seçenek arasında yapmamız gereken bir seçimdir.
Düşüncenin içinde saklanan değerler bozucu dış etkilere kar
şı ne kadar iyi korunmuşsa, bu değerlerin hitap ettiği insanla
rın günlük hayatlarında o kadar az önem li bir yere sahip
olurlar. [Bu değerler] o hayatlar üzerinde ne kadar etkili
olursa, ıslah edilm iş hayat ile ıslah sürecini başlatmış değerler
arasındao kadar az benzerlik olacaktır.
Adorno’nun endişesi çok eskilere, ta Platon’un “mağara
ya dönüşün” hikm eti ve olabilirliği problem ine kadar gider.
O problemin kökeni, Platon’un filozoflara yaptığı çağrıdır:
Filozoflar sıradanhğm karanlık mağarasından çıkmalı, mağa
79
ranın dışındaki aydınlık, açık ve akıcı düşünceler dünyasında
geçirdikleri süre boyunca mağarada yaşayanlarla -düşünce
nin saf kalması adına- her türlü alışverişi reddetmelidir.
Problem şuydu: Filozoflar, yolculuk ganimetlerini [yani, dış
dünyanın gerçeklerini] mağaranın içindekilerle paylaşmak
mıdır? Paylaşmayı seçerlerse, onlara kulak verilip inanılır
mı? Kendi zamanının m eşhur deyişine uygun olarak Platon,
m uhtem elen iletişim in gerçekleşem eyeceğini ve bunun, “el
çiye zeval” ile sonuçlanacağım düşünüyordu.
A dom o’nun bu problem üzerine getirdiği yorum, kut
sal emirlere karşı gelenleri kazığa bağlayıp yakmanın veya
daha onurlu bir hayat m üjdeleyen habercilere baldıran içir
m enin artık dem ode olduğu Aydınlanma sonrası dünyada
şekillenmiştir. Bu yeni dünyada, Bürger1 olarak yeniden vü
cut bulm uş mağara sakinleri gerçeğe ve üstün değerlere Pla-
ton’un orijinal mağara sakinlerinden daha fazla değer vermi
yorlardı; onlardan beklenen, günlük rutinlerinin huzurlu
sükûnetini bozacak herhangi bir bilgiye en az Platon’un ma
ğara sakinlerininki kadar sert ve kararlı bir şekilde karşı çık
maktı. Bununla birlikte; yeni deyişte söylendiği gibi, iletişi
m in çöküşü farklı bir şekilde öngörülmüştü. Bilginin iktidarla
yakın ilişkisi -k i böyle bir şey Platon'un zamanında fantezi
den başka bir şey değildi- şim di bir alışkanlığa, felsefenin
adeta doğruluğu tartışmasız kabul edilen bir varsayımına ve
politikada her gün bahsi geçen sıradan bir iddiaya dönüşmüş
durumda. Hakikat, insanın ölüm üne neden olabilecek bir
şeyken, öldürmek için iyi bir neden haline geldi. (Aslında
hep her ikisiydi; geçen süre içinde büyük ölçüde değişen şey,
karışımdaki oranlarıydı.) Dolayısıyla, Adom o'nun zamanın
da, “m üjdeli haberlerin reddedilm iş havarilerinin” her fırsat
ta şiddete başvurmaları doğaldı ve beklenen bir şeydi; rakip
lerinin direncini kırmak ve girm emekte direndikleri yola
sokmak için onları zorlamak veya gerekirse rüşvete boğmak
80
için hâkim iyet kurmaya çalışırlardı. Meşhur ikilemdir: Bir
mesajı konuya tamamen yabancı birine, içeriğinden kaybet
m eden aktarmak için doğru sözcükleri nasıl seçm ek, gerçeği,
çarpıtmadan veya sulandırmadan, kolay anlaşılır bir biçim de
nasıl ifade etm ek gerekir? Şimdi bunların üzerine^ kurtuluşa
ve özgürleşm eye dair istekler içeren iletiler söz konusu ol
duğunda özellikle keskin ve endişe verici yeni bir zorlu soru
daha eklenmişti: İktidarın ve hükümranlığın (ki mesajı dik
başlılara ve kayıtsız kalanlara iletm ek için gerekli bir araç
olarak görülmekteydi) yozlaştırıcı etkisinden kurtulmak ya
da bu etkiyi en aza indirmek için ne yapmak? Bu iki endişe,
Leo Strauss ile Alexandre Kojeve arasındaki sert ama bir so
nuca ulaşmamış tartışmada olduğu gibi, birbirinin içine geç
miş, bazen de birbirinin içinde eriyerek tek bir sorun halini
almıştır.
“Felsefe”, “tarihin içinde yer aldığı fakat hiçbir şekilde
etkilem ediği sonsuz ve değişm ez bir düzen” arayışıdır, der,
Strauss, ısrarla altını çizerek. Sonsuz ve değişm ez olan, aynı
zamanda evrenseldir de; bununla birlikte bu "sonsuz ve de
ğişm ez düzenin” evrensel kabulü -kanaatler arasında bir or
ta yol bularak değil d e - yalnızca “gerçek bilgi ve bilgelik” sa
yesinde mümkün olabilir.
81
iki tür bilgi arasındaki uyum suzluk bir kural, yaptırım ve
“hikm et sahiplerinin” politik katılım sorunu, açıkça söyle
m ek gerekirse, (politikanın esas odak noktası olarak görülen)
felsefe ile devlet arasındaki ilişki sorunuydu. Problemin özü
ise, siyasi katılım ve siyasi pratikten radikal bir şekilde kop
ma ile bunların vaat ettiği potansiyel kazanç içerdikleri risk
ve zayıf noktalan arasında yapılacak seçim di.
Felsefecilerin sorularının özünü oluşturan ebedî düzenin
tarihsel süreçten hiçbir şekilde etkilenm ediğini kabul ede
cek olursak, tarihe yön verenlerle kurulacak karşılıklı ilişki
felsefenin “davasına” nasıl hizm et edecektir?” Strauss’a göre
bu büyük ölçüde retorik bir soruydu, zira bu soruya verile
bilecek tek ve en mantıklı cevap, “Böyle bir şey söz konusu
değildir/’ olacaktı. Felsefenin hakikati gerçekten de tarihsel
süreçten etkilenmiyor olabilir; fakat bu, tarihsel süreçten
uzak kalabileceği anlamına gelm ez, diye karşılık verm işti
buna KojĞve: O hakikatin amacı, tarihsel sürece girip onu
yeniden biçim lendirmektir - dolayısıyla iktidar sahipleriyle,
yani [tarihsel sürece girişte] geçiş noktasını kontrol eden,
giriş çıkışı engelleyen veya izin veren doğal gözetçilerle bir
alışveriş ilişkisine girmek, felsefecilerin yaptığı işin asli ve en
önemli parçası olmaktadır. Tarih, felsefenin icrasıdır; felsefe
nin hakikati en büyük sınavını kabul görüp benimsendiğin
de, yani felsefecilerin, polity’nin som ut varlığına dönüşen söz
leriyle onaylandığında verir. Kabul görme, felsefenin onay
lanması ve nihai telos’udur, felsefecinin eylem lerinin nesnesi
sadece kendisi, düşünceleri, felsefi düşüncenin “iç işleri” de
ğil, dünyanın kendisidir, felsefe ile dünya arasındaki nihai
uyumdur; ya da dünyayı, felsefecilerin koruyup kolladığı ha
kikatin suretinde yeniden kurmaktır. Bu nedenle, “politikay
la ilgili olmamak” bir cevap değildir; içinde yalnızca “dışarı
daki dünyaya” değil, felsefeye de ihanet anlamı taşır.
Dünyaya “politik köprü” sorunundan kaçış yoktur. Ve
bu köprü üzerinde devletin hizmetkârlarından başka kimse
olmayacağından, felsefeden gerçek dünyaya geçişi daha so
runsuz hale getirm ek için onlardan nasıl yararlanılacağı so
rusu hep sorulacaktır ve bir cevap aranmalıdır. Ayrıca, felse
82
fenin hakikati ile dünyanın gerçekliği arasındaki boşluk ka
panmadığı sürece devletin despodaşacağı acı gerçeğinden de
kaçış yoktur. Kojeve, bu tür bir yönetim şeklinin [Tiranlığın]
ahlaki olarak yüksüz terim lerle açıklanabileceği konusunda
ısraradır:
83
Kil olan kişi felsefeci değil, hakikatin üzerinde ilerleyeceği
yolu açmaktan çok, insanları iktidar sahiplerinin buyrukları
na boyun eğm eye yöneltm ekle ilgilenen “bir tür retorik söy
lev ustasıdır”. Felsefeciler, retorik ustalarına önerilerde bu
lunmaktan daha fazlasını yapamazlar ve bunda başardı olma
şansları da pek yoktur. Felsefe ile toplum un uzlaşıp birleşme
olasılığı yok denecek kadar azdır.1
Strauss de Kojeve, evrensel değerler de tarihsel süreç
içinde biçim lenm iş toplum sal hayat gerçekliğini birbirine
bağlayan şeyin politika olduğunda hemfikirdiler; ağır m o-
dem itenin içinden yazmaları nedeniyle her ikisi de devletin
eylem leri de politikanın birim iyle örtüştüğünü verdi bir ger
çek olarak görüyordu. Ve böylece felsefecder kendderini,
daha fazla düşünüp taşınılmadan, “ya böyle kabul e t ya bırak
git” seçeneğiyle karşı karşıya buldular: Ya bütün risklerine
rağmen bu bağı [politikayı] kullanacaklar ya da (düşüncenin
bozulmadan kalması için) ondan uzak durup iktidar ve ikti
dar sahipleri de aralarındaki m esafeyi koruyacaklardı. Diğer
bir deyişle seçim , kısır kalmaya mahkûm hakikat de hakika
te ihanet etm eye mahkûm “erk \potency\”arasında yapılacak
bir seçim di.
Ağır m odem ite, her şeyden önce, gerçekliğin mimari
veya bahçecilik m odel alınarak biçim lendirildiği bir dönem
di; akü ve mantığın kararlarına uygun bir gerçeklik, katı ka
lite kontrolleri altında ve katı üretim kurallarına uygun bir
şekdde “inşa” eddecek ve en önem lisi, inşa işi başlamadan
önce tasarlanmış olacaktı. Dönem , çizim masaları ve ozalit
ler dönem iydi ama önem li olan, toplumsal bölgenin harita
sını çıkarmaktan çok o bölgeyi, yalnızca haritaların ulaşabi
leceği veya göze alabdeceği bir berraklık ve gerçeğe uygun
luk seviyesine yükseltm ekti. Dönem , aklı gerçekliğin bir ya
sası haline getirmeyi, eldeki kâğıtları rasyonel davranışı baş
latacak ve akla uymayan her türlü davranışın düşüncesini
bde pahalıya mal edecek şekdde yeniden dağıtmayı hedefle
84
yen bir dönem di. Yasa koyucuları ve kolluk kuvvetlerini göz
ardı etm ek, yasa koyucu akıl nezdinde söz konusu bile ola
mazdı. ister destekleyici ister m uhalif olsun, devletle ilişki
içinde bulunmak, dönem in belirleyici açmazıydı: Durum,
gerçek anlamda bir ölüm kalım m eselesiydi.
85
sındaki ilişki kadar yakın değildir. Artık geçerli olmayan şey,
kurtuluş kavramına eskiden yüklenmiş olan anlamdır - kurtu
luşa yüklenen görev değil. Şu anda risk altında olan, başka bir
şeydir. Eleştirel kuram tarafından işgal edilm eyi bekleyen yeni
bir kamusal kurtuluş gündemi söz konusudur. Kendi eleştiri
politikasının oluşmasını bekleyen bu yeni kamusal gündem,
m odem insanlık durumunun “akışkanlaştırılmış” bir versiyo
nuyla birlikte -v e özellikle bu durumdan doğan “bireyselleş
m iş” hayat hedeflerinin dümen suyunda- yükselmektedir.
Bu yeni gündem, daha önce tartıştığımız de jure ile de
facto bireysellik, ya da kanuni yollarla dayatılan “negatif öz
gürlük” ile bulunması zor veya en azından her yerde karşımı
za çıkmayan -v e gerçek anlamda kendini gerçekleştirme po
tansiyeli olarak tanım layabileceğim iz- “pozitif özgürlük” ara
sındaki derin fark nedeniyle oluşmuştur. Bu yeni durum. Eski
A hit’e göre Israiloğullanm isyana yönelten ve sonunda Mısır’
dan göç etm elerine yol açan durumdan pek farklı değildir. “Fi
ravun o gün angaryacılara ve halkın başındaki görevlilere buy
ruk verdi: “Kerpiç yapmak için artık halka saman vermeyecek
siniz. Gitsinler, kendi samanlarını kendileri toplasınlar, ö n
ceki gibi aynı sayıda kerpiç yapmalarım isteyin, kerpiç sayısını
azaltmayın.”Angaryacılar firavuna saman olmadan kerpiç ya
pılamayacağım söyleyip, firavunun imkânsızı istediğini belirt
tiklerinde, firavun başarısızlığın hesabım onlara kesti: ‘Tem
belsiniz, tem belsiniz.” Günümüzde, tem belleri angaryacılara
kırbaçlatacak bir firavun yok. (Hatta kırbaçlamanın yerini
“kendini cezalandırma” almış durumda - kendi işini kendin
yap!) Fakat günümüzün otoriteleri yine de saman arzmı kes
miştir ve kerpiç yapanlara işin, sırf onların tembellikleri yü
zünden doğru dürüst yapılamadığı söylenmektedir.
Günüm üzde insanların görevi, modern zamanların baş
langıcından bu yana değişm eden gelen bir görevi yerine ge
tirmektir: Bireysel hayatın kendini inşasını gerçekleştirmek
ve kendi inşalarım gerçekleştiren diğer bireylerle ilişkiler ağı
kurmak ve bu ağın sürekliliğini sağlamak. Görev, eleştirel
kuramcılar tarafından hiç sorgulanmadı. Bu kuramcıların sor-
86
guladıklan şey, bireylerin, kendilerine verilen işi yerine getir
sinler diye özgür bırakılmalarındaki sam im iyet ve asıl niyet
ti. Eleştirel kuram, bireyin kendini ortaya koyması için ge
rekli “doğru” koşullan sağlaması gerekenleri ikiyüzlülük ve
yetersizlikle suçluyordu: Seçm e özgürlüğü üzerinde gere
ğinden fazla kısıtlama söz konusuydu ve m odem toplum un
yapılanma ve işlem e biçim inde yaygın olarak görülen (ve
her türlü özgürlüğü tamamen ortadan kaldırma ve seçm e
özgürlüğünün yerine dayatılmış, ya da gizlice pekiştirilmiş
tekdüze hom ojenliği getirm e tehditleri savuran) bir totali-
terleşm e eğilim i vardı.
ö zg ü r bireyin payına düşenler öyle çelişkilerle [atıtino-
mies] doludur ki, bunların içinden çıkmak bir yana, neyin ne
olduğunu anlamak bile zor iştir. Örneğin, kim lik olarak ka
bul edilm elerini sağlayacak kadar katı ama aynı zamanda
ileride, sürekli olarak değişen oynak koşullarda gelişecek ha
reketlerin özgürlüklerini engellem eyecek kadar da esnek ol
ması beklenen “kazanılmış [setf-made]” kimlikleri düşüne
lim . Ya da, şim diye kadar hiç olm adığı kadar ağır fakat yeter
siz kurumlaşmış ve bu yüzden artan yük karşısında daha az
dirençli beklentilerle ağırlaşmış insanlar arası ilişki ortaklığı
nı. Veya yeniden duyulmaya başlanmış fakat bir yanda yük
selen kayıtsızlık ile diğer yandaki sarp zorunluluk kayaları
arasında tehlikeli biçim de savrulup duran sorumluluk duy
gusunun içler acısı halini. Ya da aktörlerinin hevesi ve bağlı
lığından başka güvenecek bir şeyi olmadığı halde hedefine
ulaşana kadar kendisini bir arada tutacak kadar sağlam bir
“birleştirici güce” ihtiyaç duyan bütün ortak eylem lerin ne
kadar kırılgan olduğunu. Ya da tamamen bireysel ve öznel
olarak yaşanan fakat kamusal gündem e yazılacak ve kamu
politikasının bir parçası olacak kadar ortak deneyim leri ge
nellem enin güçlüğünü. Bütün bu örnekler ilk anda akla ge
lenlerden sadece birkaçı olsa da, disiplinleri ile kamusal po
litika gündem i arasında yeniden bir bağ kurmak isteyen gü
nümüz eleştirel kuramcılanmn karşı karşıya olduğu zorluk
hakkında yeterli bilgiyi verirler.
87
Eleştirel kuramcıların Aydınlanma’nın, m odem itenin
politik pratiklerinde beden bulan “aydınlanmış despot” ver
siyonunda sonuca -yani, rasyonel olarak yapılanmış ve rasyo
nel olarak işleyen toplum a- daha çok önem verildiğini dü
şünm eleri boşuna değildir. Şüphe duydukları şey bireysel
arzu, istek ve amaçların, bireysel vis formandi ile libido for-
mandi’tân 1 yani herhangi bir işlev, kullanım veya amaca uy
gunluk gözetm eksizin yeni anlam örüntüleri yaratma eğili
m inin, böyle bir toplum a giden yolda son derece kolaylaştırı
cı işlevleri olduğu kadar büyük bir engel de teşkil ettikleriydi.
Eleştirel kuramcılar, bu politik pratiğin -y a da onun öngörül
müş yönelim lerinin- karşısına, bu bakış açısına karşı gelen bir
toplum tasavvurunu koydular; bu toplum tahayyülü tam da
bu arzu, istek ve amaçların ve bunların gerçekleştirilmesinin
önem li olduğu ve onurlandınldığı, bu nedenle toplum tara
fından kuşatılmış bireylerin farklı isteklerine rağmen -veya
onları hiçe sayarak- em poze edilen bütün m ükem m eliyetçi
kurguların önünü kesen bir toplum tahayyülüydü. Eleştirel
okula mensup düşünürlerin çoğu için kabul edilebilecek tek
“totalite” seçim lerini özgür iradeleriyle yapan, yaratıcı birey
lerin eylem lerinden doğacak bir totaliteydi.
Bütün eleştirel kuramlaştırmaların anarşist bir tarafı
vardı: Her türlü iktidar şüpheli durumundaydı, düşman hep
iktidardan yanaydı ve özgürlüğün önündeki bütün kısıtlama
ve engellerin (“kitle kültürü” tartışmasında olduğu gibi ken
di özgürlükleri için kahramanca çarpışması beklenen kuv
vetlerdeki cesaret eksikliğinin bile) sebebi hep aynı düşman
dı. Tehlikelerin ve can yakıcı darbelerin, her daim “özel”,
“öznel” ve “bireysel” alanı istila etm e peşindeki “kamusal
alan" tarafından gelm esi bekleniyordu. Bunun tam tersinin
olabileceği, yani kamusal alanın gittikçe daralması ve tersine
bir istila tehlikesinin, yani kamusal alanın özel alan tarafın
dan ele geçirilm esi tehlikesinin doğabileceği pek kimsenin
88
aklına gelmiyordu. Oysa bu önem senm eyen ve çok az tartı
şılan olasılık, bugün, kurtuluşun önündeki başlıca engel ha
line gelm iş durumda (ki bugünkü haliyle kurtuluş ancak de
jure bireysel özerkliği de facto özerkliğe dönüştürme görevi
olarak tanımlanabilir).
Kamusal iktidarın varlığı, bireysel özgürlüğün tamam-
lanmamışlığına işaret ederken, küçülm esi veya tamamen or
tadan kalkması, yasal olarak kazanılan özgürlüğün pratik ik
tidarsızlığının habercisidir. M odem kurtuluş tarihi karşısına
çıkan ilk tehlikeyi atlatmış, İkincisiyle karşı karşıya kalmak
üzeredir. Isaiah Berlin’in sözleriyle, negatif özgürlük için bir
kere m ücadele edilip kazanıldıktan sonra, bunu p ozitif öz
gürlüğe -yani seçim lerim izin ve seçim yapma gündeminin
sınırlarım belirlem e özgürlüğüne- dönüştürm ek için gerekli
olan araçlar işe yaramaz hale gelm iş, kınlıp dökülmüştür.
Kamusal iktidar, dehşet verici ve küçük düşürücü baskıcı
potansiyelinin yanı sıra, güç/iktidar sağlayıcı kapasitesinin
de büyük kısmını yitirmiştir. Kurtuluş için m ücadele henüz
sona ermemiştir. Fakat az da olsa bir ilerlem e kaydedebilme
si için, şimdiye dek yok etm ek ve yolundan kaldırmak için
uğraştığı şeyi canlandırması gerekmektedir. Gerçek anlamda
özgürleşmek için "kamusal alana” ve “kamusal iktidara” bu
gün daha çok ihtiyaç vardır. Paradoks gibi görünse de, birey
sel özgürlüğü baltalamak değil güçlendirmek için, özel ala
nın işgalci gücüne karşı direnmesi gereken taraf, kamusal
alandır artık.
Eleştirel düşüncenin görevi, her zaman olduğu gibi,
kurtuluşa giden yolda üst üste yığılmış engelleri gün ışığına
çıkarmaktır. Bugünkü görevleri göz önüne aldığımızda, aci
len ele almması gereken başlıca engeller, bireysel sorunları
kamusal m eseleler olarak ifade etm ede, yaygın bireysel sı-
kıntılan bir araya toplayıp yoğunlaştırarak bireylerinin top
lamından daha büyük olan kamunun ilgi alanına sokmada,
“gündelik yaşam politikalarının” özelleştirilm iş ütopyalarım,
bir kere daha “iyi toplum ” ve “adil toplum ” tahayyüllerinin
suretine bürünecek şekilde yeniden kolektif hale getirmede
89
gittikçe artan zorluklarla ilgili engellerdir. Kamusal politika
işlevlerini yitirip devreye gündelik yaşam politikaları girdi
ğinde, de pire bireylerin de facto bireyler olmak için çabalar
ken karşı karşıya kaldığı sorunların can sıkıcı bir şekilde bir
araya gelem ez ve birikmez [non-cumulative] oldukları, dola
yısıyla, kişisel endişelerin dile getirilerek kamunun ilgisine
sunulduğu bölge dışında kamusal alanın tamamım maddi
özünden mahrum bıraktıkları ortaya çıkar. Aynı şekilde, bi
reyselleşm e süreci yalnızca tek yönlü bir yol gibi görünmek
le kalmaz, yolda karşısına çıkan ve bir zamanlar hedeflediği
amaçlara ulaşmak için kullanabileceği bütün olası araçları
işe yaramaz hale de getirir.
Bu tür bir görev, eleştirel kuranım karşısına yeni bir m u
hatap da çıkarır. Aydınlanmış despot, dünyanın oturma ve
misafir odalarından çekildikten sonra Büyük Biraderin ruhu
da tavan aralarmdan ve bodrum katlarından elini eteğini
çekmiştir. Bu yeni, inanılmaz bir biçim de küçülm üş, kendi
akışkan m odem dünya versiyonlarında her ikisi de, bireysel
yaşam politikaları içinde kendilerine sığınacak bir yer bul
muşlardır; -özerk bir toplum dışında başka hiçbir yerde ger
çekleşm eyecek türden- bireysel özerklik tehditlerinin ve ola
sılıklarının aranıp tespit edilm esi gereken yer, işte orasıdır.
Alternatif bir ortak yaşam arayışı, yaşam politikaları alterna
tiflerinin incelenm esiyle başlamalıdır.
90
2
Bireysellik
"Gördüğün gibi burada, olduğun yerde kalmak için
koşabildiğin kadar koşarsın. Başka bir yere ulaşmak istiyorsan,
bunun iki katı hızlı koşman gerekir!”
Lewis Carroll, Aynantn içinden
Çok değil, elli yıldan biraz fazla bir süre önce, Aldous
H uxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ile George Orvvell’in 1984’ü
arasında, çok geç olmadan önlem lerim izi almazsak gelecek
te bizi ne gibi kötü olaylann beklediği, hangi korkunç şeyle
rin olacağı, nelerden korkmamız gerektiği gibi popüler endi
şelerin doğruluğu ile ilgili tartışma patlak verdi.
Tartışma, tartışmasız hem daha önce görülmemiş cins
ten hem de oldukça ciddi bir tartışmaydı zira bu iki ileri
görüşlü distopik yazar tarafından son derece canlı bir biçim
de tasvir edilen iki dünya birbirinden tebeşirle beyazpeynir
kadar farklıydı. OrvveU’inki sefalet ve yoksulluk, kıtlık ve
yokluk dünyasıydı; H uxley’inki ise refah ve zenginlik, bol
luk ve bereket. Tahmin edileceği gibi Orvvell’in dünyasmda
yaşayan insanlar m utsuzdu ve korku içindeydi; H todey’in
insanları ise kaygısızdılar, hayatı bir oyun gibi yaşıyorlardı.
En az bunlar kadar çarpıcı başka farklılıklar da vardı; iki
dünya, hem en hem en her ayrıntısıyla birbirinin tam karşı
tıydı.
91
Ama yine de bu iki faildi dünya tasavvurunun ortak bir
yanı vardı. (Yoksa bu iki distopya, tartışmak bir yana, birbiriy-
le iki çift laf edem ezdi b ile ) Bunları birleştiren şey, bireysel
özgürlüğün neredeyse tamamen yok edilm ekle kalmayıp yal
nızca verilen komutlara uymak ve gündelik rutinlerin dışına
çıkmamak üzere eğitilm iş insanlar tarafından adeta lanetlendi
ği, bütün iplerin küçük bir seçkinler grubunun elinde bulun
duğu ve geri kalan herkesin kuklalar gibi yaşadığı, dünyanın
yönetenler ve yönetilenler, düzen yaratanlar ve düzeni takip
edenler olarak ikiye ayrıldığı, birinci gruptakilerin -yani dü
zen yaratıcılarının- tasarılarına sıkı sıkı sarıldığı, ikinci grupta
kilerin de bu tasarıları görmek ve içeriklerine vâkıf olmak gibi
ne bir niyetlerinin ne de öyle bir kapasitelerinin olduğu sıkı
bir şekilde kontrol edilen dünya öngörüleriydi.
G eleceğin daha az özgürlük, daha fazla kontrol, gözaltı
ve baskı yüklü olması, bu tartışmaya dahil değildi. Orvvell ile
Huxley, dünyanın gidişatı konusunda hemfikirdiler; sadece,
işleri oluruna bıraktığımız, cehaletim izden, duygusuzluğu
muzdan ve miskinliğimizden kurtulmak için bir şey yapma
dığım ız sürece, bizi o geleceğe götürecek yollan farklı tasav
vur etm işlerdi.
Horace W alpole, 1769 yılında Sir Horace Mann’a gön
derdiği mektubunda, “Dünya, düşünenler için bir kom edi,
hissedenler içinse bir trajedidir,” diye yazm ıştı. Fakat “ko
mik” ve “trajik” sözcüklerinin anlamı zaman içinde değişir ve
Orvvell ile Huxley, trajik bir geleceğin ilk taslaklannı çizm ek
üzere kalemlerine uzandığı günlerde trajedi olarak karşıları
na çıkan şey, dünyanın, kitleleri uzaktan yöneten ve gittikçe
güçlenen yöneticiler ile güçleri gittikçe azalan, kontrol altın
daki kitleler arasmda bir yarılmaya doğru kararlı ve kontrol
edilem ez bir şekilde gidişiydi. İki yazarın da iç dünyasına
musallat olan kâbusvari gelecek, kimsenin kendi hayatı üze
rinde söz sahibi olamadığı bir gelecekti. Nasıl ki başka bir
zamana ait düşünürler olan Aristoteles ve Platon, kölelerin
olmadığı -iy i ya da k ötü - bir toplum tasavvur edememişler
se, H uxley ile Orvvell de, başkalarının canlandıracağı senar
92
yolar yazan, rolleri dağıtan, kimin ne söyleyeceğine karar ve
ren, bu senaryoları sahneleyen ve senaryo dışına çıkıp kendi
m etinlerim doğaçlamaya kalkışan oyuncuları ya kovan ya da
zindanlara kapatan yöneticilerin, planlayıcılann ve gözcüle
rin olmadığı, m utlu ya da m utsuz, bir toplum düşünem e
mişlerdir. Kontrol kulelerinin ve kontrol masalarının olma
dığı bir dünya tasavvur edememişlerdir. Yaşadıkları zamanın
tüm korkulan, tıpkı um utlan ve rüyalan gibi, Merkez Ko
muta Karargâhının etrafında dönüp duruyordu.
I. Nigel Thrift, “The rise of soft capitalism,” Cukural Values, 1/1, Nisan 1997, s. 29
- 57. Thrift burada, Kenneth Jovvitt’in New World Dısorder, Berkeley, University of
Califömia Press, 1992; ve Mlchael Serrers’in Genes/s, Ann A rbor, University of
Michigan Press, 1995; kitaplarında türetilen ve tanımı yapılan kavramları yaratıcı bir
biçimde geliştirmektedir.
93
hale etm eli, olayların rasgele gerçekleşm em esi için gidişatı
m aniple etm eli, adeta “zar tutm alıdır”.
Yeşucu söylem in düzenli dünyası, son derece sıkı kont
rol altında bir dünyadır. Bu dünyadaki her şey, ne olduğu
(şim dilik bazıları ama genelde çoğu tarafından) açıkça anla
şılamasa da, bir amaca hizm et eder. Belli bir amacı ya da
yaran olmayan bir şeyin bu dünyada yeri yoktur. Dahası, bir
şeyin gerçekten işe yarar olarak m eşruiyet kazanması için o
şeyin, bütünün düzenli yapısının “idame ve bekasına” hiz
m et etm esi gerekmektedir. M eşruiyet gerektirmeyen tek şey,
yalnızca ve yalnızca düzenin kendisidir; deyim yerindeyse
düzenin m eşruiyeti “kendinden menkuldür”. Ö yle olduğu
için öyledir, siz istem iyorsunuz diye başka türlü olamaz:
Onunla ilgili olarak bilm em iz gereken, ya da bilebileceğim iz
tek şey budur. D üzen, belki de Tann, tek gösterim lik İlahî
Yaratılış oyununda düzeni orada istediği için oradadır; ya da
insan (ama Tann-insan) varlıklar, sürekli akan tasarlama, inşa
etm e ve idame ettirm e süreci içinde düzeni oraya yerleştir
m eyi ve orada tutm ayı uygun görmüş olabilirler. Günüm üz
modern dünyasında, yani uzatmalı bir izne çıkan Tann’nm
yokluğunda, düzen tasarlama ve idam e ettirm e görevi insan
lara düşmüştür.
Kari Manc’ın farkına vardığı gibi, egem en sınıfların fi
kirleri egem en fikirler olm a eğilim indedir (bu önermenin,
dille ve dilin ürünleriyle ilgili yeni bilgilerim iz ışığında, pleo-
nastik} bir önerm e olduğunu söyleyebiliriz). Yaklaşık iki yüz
yıl boyunca dünyaya kapitalist şirketlerin patronları hük
m etti -yani, neyin uygulanabilir, neyin uygulanamaz olduğu
nu onlar söyledi; makul olanı akıldışı olandan, anlamlı olanı
anlamsız olandan onlar ayırdı; insanların hayat çizgilerinin
çerçevesini belirleyecek alternatiflere onlar karar verdi. D o
layısıyla, egem en söylem e işlenen ve o söylem e bir gerçeklik
kazandıran dünya, onların, kendi tasavvurlarının suretinde1
1. Ha?İv; açıklaması kendi içinde otan cümle; gereksiz kekine kulbntrm, taf katabak-
|ı(Ç .N .)
94
yarattıkları ve yeniden şekillendirdikleri dünyayla birlikte
tasavvur ettikleri dünyaydı.
Yakın zamanlara kadar bu söylem , Yeşucu söylemdi;
şim dilerde ise, gittikçe artan bir hızla Yaratıhşçı söylem ol
maya başladı. Fakat iş dünyası ile akademi dünyasının, yani
dünya yaratanlarla dünya yorumlayanların günümüzde aynı
söylem içinde buluşm uş olması, Thrift’in ima ettiğinin aksi
ne, yeni bir şey değildir; yeni olm adığı gibi, nevzuhur
(Thrift’in deyim iyle, “yumuşak") ve bilgi oburu kapitalizme
özgü bir şey de değildir. Son birkaç yüzyıldır akademi dün
yasının, kapitalistlerin tasarlayıp uygulamaya koydukları
dünyadan başka kavramsal ağlarına düşürecekleri, üzerine
kafa yoracakları, tanım layıp yorumlayacakları başka dünya
ları olmadı. Bu dönem boyunca iş ve akademi dünyası -a s
lında birbirleriyle konuşarak anlaşamadıkları için - araların
daki m esafeyi korur görünseler de, sürekli olarak bir araday
dı. Bir araya geldikleri toplantı odasını ise, şim di de olduğu
gibi, büyük ortak seçip döşem işti.
Yeşucu söylem i sürdüren ve onu inanılır kılan dünya,
Fordist dünyaydı. (Fordizm, ilk olarak A ntonio Gramsci ile
Henri de Man tarafından kullanılmış bir terim olsa da, For
dist pratiklerin üzerinde parlayan güneş batmaya yüz tuttu
ğunda yeniden keşfedilm iş, yeniden popüler bir terim haline
gelmiştir.) Alain Lipietz’in geriye dönük olarak yaptığı tanı
ma göre Fordizm, en parlak günlerinde, hem bir endüstri
hem sermaye birikimi ve hem de bir regülasyon m odeli ol
duğu kadar,
95
tirilmekte olan toplumsal bilgiye dayanıyordu. Bu ilkeleri ilk
olarak yirminci yüzyılın başında ortaya attıklarında Taylor
ve Taylorcu mühendislerin bariz amacı, işçiler üzerindeki
idari kontrolü pekiştirmekti.1
1. Alain Upietz, “The n e n transform ation”, in The Milano Papefsr Essays ki Sodetal
Ahemathes, ed. Michele Cangiani, Montreal, Black Rose Bookl, 1996, s. 116-17.
96
m e gibi bu açıdan bakıldığında, daha çok aile içi bir çekişme
ye benziyordu. Kaldı ki komünizm, Fordist m odeli sadece o
zamanki parazitlerinden tem izlem eyi (ve kusurlarım gider
m eyi) - yani, pazar ekonomisinin yarattığı ve rastlantıları ve
öngörülmedik olayları tamamen ortadan kaldırma sürecini
zora sokan ve rasyonel planlamanın genele yayılmasını kısıt
layan o habis kaosu bir düzene sokmayı hedefliyordu. Le-
tıin’in sözleriyle, komünistler, “Sovyet iktidarı ve Sovyet yö
netim örgütlenmesini kapitalizmdeki en son gelişmelerle har
manlamayı"1başarabilselerdi, sosyalizmin hayali gerçek olabi
lirdi. “Sovyet yönetim örgütlenmesinden” kasıt, Lenin’e göre,
“kapitalizmdeki en son gelişmelerin” (yani, “işgücü örgütlen
mesinin bilim selleşm esi”) fabrika duvarlarım aşarak her yere
yayılması, toplum sal hayatın her noktasına nüfuz etm esiydi.
Fordizm, “ağır”, “hantal” ve “katı” aşamasındaki toplu
mun kendi durumuna uyanmasını sağladı. İsteseler de iste
m eseler de sermaye, yönetim ve işgücü, ortak tarihlerinin o
aşamasında, uzunca bir süre -onlara ayak bağı olan devasa
fabrika binaları, ağır makineler ve muazzam bir işgücüyle,
belki de sonsuza d ek - bir arada yaşamaya yazgılıydılar. Etki
li ve verim li bir şekilde işlem ek bir yana, ayakta kalabilmek
için bile bir yandan sınırlar çizip kendi bölgelerini ayırır, si
perler ve dikenli tellerle çevirerek koruma altına alırken, di
ğer yandan kalelerini, uzun süren, belki de beklenm edik bir
anda bastıran kuşatmalara direnebilmek için ihtiyaçları olan
her şeyi alabilecek kadar büyük yapmaları gerekiyordu. Ağır
kapitalizm in takıntısı büyüklük ve boyuttu; bu nedenle sı
nırlar ve bu sınırların sızdırmazlığı ve aşılamazlığı da çok
önem liydi. Henry Ford’un dehası, endüstriyel kalesini koru
yup savunacak her unsuru aynı mekânda tutm anın -onları
ayartıp, firar etm eye veya taraf değiştirm eye özendirecek
her türlü etkiyi uzak tutm anın- yolunu bulm uş olmasıydı.
Sorbonne Üniversitesi’nden ekonom ist D aniel Cohen’in di
le getirdiği gibi:
97
Henry Ford, bir gün, işçilerinin ücretlerini iki katına çı
karmaya karar verdi. Resmî olarak açıklanan meşhur, “İşçi
lerimin, otomobillerimden alabilecek kadar iyi ücret alma
larını istiyorum," sözü, elbette, bir şakaydı. İşçilerin satın
aldığı otomobiller, toplam satışın çok küçük bir kısmıydı,
fakat maliyetin en büyük bölümü, işçi ücretleriydi. Ücret
artırımının gerçek nedeni, Ford’un başa çıkmak zorunda
olduğu korkutucu boyutlara ulaşmış işgücü kaybıydı. İşçileri
zincirlerine daha sıkı sarılsınlar diye o güne kadar görülme
miş bir zam yapmıştı...1
1. Dantel C ohen, fUchesse du mondt, pauvrâtes des notions Paris, Flammarion, 1997,
s. 82-3. [Dünyanın Zenginliği, Uluslann Fakirliği, çev. Dilek Hattatoğlu, İletişim Yay.,
İstanbul, 2009.]
98
lara göre yerinde durmayan, dünyanın kendisidir. Bir za
manlar aynı anda hem yasa koyucu hem yargıç hem de tem
yiz mahkemesi olan dünya, elindeki kartlan göğsüne yakın
tutan, diğer oyunculara tuzaklar kuran ve hile yapmak için
fırsat kollayan bir poker oyuncusuna gittikçe daha çok ben
zerken, Yeşucu söylem de kulağa boş ve anlamsız gelir.
“Ağır kapitalizm ” gem isinin yolculan, kaptan köşküne
çıkma ayncahğı ve yetkisi olan seçkin m ürettebatın gemiyi
de idare edip hedefine ulaştırabileceğine (her zaman haklı
olmasalar da) inanıyorlardı. Yolcular böylece bütün dikkat
lerini, gem inin her yanında asılı ve kalın harflerle yazdı yö
nerge ve kuralları öğrenmeye ve onları uygulamaya verebili
yorlardı. Şikâyet etseler (hatta bazen isyan çıkarsalar) de bu,
gem iyi limana yeterince hızlı ulaştırmayan ya da yolcuların
rahatıyla hiç ilgilenm eyen kaptana karşı oluyordu. Diğer
yandan, “hafif kapitalizm" uçağının yolculan, pilot kabinin
de kimsenin olmadığım ve üzerinde “otom atik pilot” yazan
esrarengiz kara kutudan uçağın nereye uçtuğu, nereye ine
ceği, hangi havaalanına inileceğine kim in karar verdiği ve
yere sağ salim inm ek için yolculann yapabileceği herhangi
bir şey olup olmadığıyla ilgili bir şeyler öğrenmenin imkânsız
olduğunu dehşetle fark ediyorlar.
99
ken bulacak, yani gelecek, deyim yerindeyse, araç-takıntılı
bir gelecek olacaktı (“çelik kabuk” terim ini ilk ortaya atan
kişinin “ağırlığın", kapitalizmin zamana bağlı bir özelliği ol
duğunu ve kapitalist düzenin başka kiplerinin de olabilece
ğini, hem de çok yakın zaman içinde onların da ortaya çıka
cağım hiç düşünmemiş olduğu kesin). Bunun ötesindeki
bütün rasyonalizasyon çabası (ki kendi içinde, önceden be
lirlenm iş bir hedeftir) içinde araçların geliştirilm esini, ayar
lanmasını ve mükemm el hale getirilm esini barındıracaktı.
İnsanın rasyonel düşünme kapasitesinin duygusal ve aynı
derecede irrasyonel diğer yönelim lerle m alul olduğunu bi
len biri, uçlar arası çekişm enin bir gün gelip biteceği um u
duna şüpheyle yaklaşır; fakat bu çekişme, gelecekte, aman
verm ez rasyonalizasyon tarafından harekete geçirilen ana
akımdan dışarı atılacak - ve hayat denen can aha (ve sonu
cu belirleyici) işin sınırlarında uğraşan peygamberlere ve va
izlere bırakılacaktır.
Weber değer rasyonalitesi adım verdiği amaç odaklı bir
diğer eylem türünden de bahseder; bununla kastettiği şey,
değerlerin, kendi dışında bir başan beklentisi olmaksızın,
“sırf kendi yararına” benimsenmesidir. Ayrıca, kafasındaki
değerlerin etik, estetik veya dinî değerler -yani, m odem ka
pitalizm in, kendi teşvik ettiği düşünülüp taşınılm ış, rasyonel
eylem biçim ine ters, tamam en gereksiz değerler olarak kü
çük gördüğü ve görm ezden geldiği değerler- olduğunu özel
likle belirtir.1 Eylem türlerini ayırırken araya değer rasyona-
litesini de eklem ek W eber’in akima sonradan m ı geldi, bile
m eyiz; hedefler sorununun artık tamam en çözüldüğü görü
şüne karşı çıkan, aksine bazı kişilerin, gerçekleştirm e şansları
çok düşük ve sonunda ödeyecekleri bedel çok büyük olsa da
ideallerine sıkı sıkı sarılması -dolayısıyla, onlan hedeflerine
götürdüğü sürece her türlü aracı mubah görm esi- duru
1. Mac Weber, The Theory of Sodal and Economk Organaation, çev. A. R. H«rxf«r-
son ve Talcott Parsons, New York, Hodge, 1947, s. 112-114. [Toplumsal ve Ekono
mik örgütlenme Kuramı, Çev. Özer Ozankaya, Cem Yay., İstanbul, 2011.]
100
munda tekrar ortaya çıkabileceğine işaret eden Bolşevik
Devrim i’nden etkilenm iş olabilir.
Değer rasyonalitesi kavramı W eber’in tarih şemasında
ne kadar işe yaramış olursa olsun, içinde bulunduğum uz ta
rihsel dönüm noktasını kavramak için hiçbir işe yaramaz.
Günüm üz hafif kapitalizmi, araçsal rasyonel düzen idealin
den uzaklaşmış olmasına rağmen, W eber’in kastettiği anla
mıyla “değer-rasyonel” değildir. H afif kapitalizm, Weber tar
zı değer rasyonalitesinden fersah fersah uzaktır; eğer tarihin
herhangi bir dönem inde değerler “mutlak bir şekilde” be-
nimsendiyse veya benim senecekse, o zaman kesinlikle bu
gün değildir. Ağırdan hafif kapitalizme geçişte ashnda olan
şey, peşine düşülm eye değer hedeflerle ilgili tartışmasız, ni
hai kararlar almak üzere kurulmuş tam yetkili m ahkemele
rinin (veya Yüce Divan'ın) değerlerini “mutlaklaştırma” yet
kisini elinde tutan görünmez “politbürolann" (yani Yeşucu
söylem in kalbi ve vazgeçilem ez kurumlannın) dağılmasıdır.
Her şeyin üstünde tam yetkili bir m ercinin olmadığı
(veya üstünlük için birbiriyle yanşan fakat kazanmak için
“önem li olan katılmak” dışında fazla bir iddiası olmayan çok
sayıda kurumun olduğu) bir durumda, hedefler sorunu bir
kez daha ortaya çıkmıştır ve sonu gelm ez üzüntülere ve ka
rarsızlığa neden olmaya, özgüveni yerle bir edip sinir bozu
cu şekilde istikrarlı bir belirsizlik duygusuna, dolayısıyla uç
suz bucaksız bir anksiyete durumu yaratmaya adaydır. Ger-
hard Schulze’nin sözleriyle bu, “araçlann bilinm ediği gele
neksel belirsizliğin yerine, hedeflerin bilinm ediği” yeni bir
belirsizlik durumudur.1 Bilgilerimizin eksik olduğu böyle bir
durumda konu artık araçlan elim izdeki hedeflere göre de
ğerlendirmeye çalışmak konusu değildir. A sıl konu, bildiği
m iz veya sadece tahm in edebildiğim iz riskler karşısında,
“elim izin altındaki” (yani, peşine düşm enin makul olacağı)
101
pek çok değişken, akıl çelid hedeflerden hangisinin öncelik
li olduğunu değerlendirme ve karar verme konusudur.
Yeni koşullar altında, insan hayatının ve insanların ha
yatının büyük bir kısmı büyük ihtim alle, uzun uzadıya dü
şünm em ize gerek bırakmadan bizi sonuca götürecek araçla
rı bulmaktan çok hedef seçim lerim iz yüzünden acı çekerek
geçecek. H afif kapitalizm, kendinden öncekilerin aksine,
önünde sonunda değer takıntılı [value-obsessed] olacaktır. “İş
arayanlar” sayfasındaki meşhur olduğu kadar doğruluğu şüp
heli “arabam var, seyahate engel bir durumum yok" ilanı, gü
nüm üz bilim sel ve teknolojik kurum ve laboratuvarlannm
yöneticilerine atfedilen kuşkulu durumun yanı sıra, hayatın
yeni sorunsallarının bir özeti olabilir: “Çözüm ü bulduk.
Şimdi sıra sorun bulmada.” “N e yapabilirim?” sorusu, “Yap
mak zorunda olduğumu ya da yapmam bekleneni nasıl en
iyi şekilde yaparım?” sorusunu bir kenara atmış, tüm eylem i
sultası altına almıştır.
Dünyanın düzenli bir yer olmasını sağlayan ve doğru ile
yanlış arasındaki artık görünmeyen sının koruyan Tam Yetki
li Merciler varken dünya, sonsuz olasılıklar dünyası, peşine
düşülmesi gereken ya da çoktan kaçırılmış sayısız firsatla ağ
zına kadar dolu bir kap olur. N e kadar uzun, dolu dolu yaşan
mış ve verim li bir hayat olursa olsun, bir insan hayatında,
bırakın hepsini denem eyi, ne olduklarım üstünkörü bile gö
rem eyeceğim iz kadar çok -h em de acı verecek kadar çok-
olasılıklar vardır. Tam Yetkili Merciler teker teker ortadan
kalkarken bıraktıklan boşluğu, sonsuz sayıda olasılık doldur
muştur.
Bugünlerde yeni distopyalar yazılm ayışı şaşırtıcı değil
dir: Seçim lerini özgürce yapan bireylerin post-Fordist, “akış
kan m odem ” dünyası, haddini aşan herkesi cezalandıracak,
tehditkâr bir Büyük Biraderden korkmuyor artık. Diğer
yandan, böyle bir dünyada, iş nelerin yapmaya veya sahip
olmaya değer olduğuna, küçük kardeşinizi hayattaki zorba
lardan korumak için kimlerden m edet um ulabileceğine ka
rar vermeye geldiğinde güvenebileceğiniz ve inanabileceği
102
niz, munis ve şefkatli bir Ağabey’e de fazla bir yer yok; bu
nedenle, iyi bir toplum u anlatan ütopyalar da yazılm ıyor
artık. D eyim yerindeyse şim di her şey bireye indirgenmiş
durumda. N eleri yapabilip neleri yapamayacağına karar ver
mek, bu kapasitesini en üst dereceye kadar geliştirm ek ve
bunu en iyi şekilde uygulayabileceği hedefleri -yani, ulaşıla
bilecek en üst doyum noktasını- seçm ek bireye düşüyor ar
tık. “Beklenmedik olanı, bir eğlenceye dönüşsün diye ehli
leştirm ek” bireye kalıyor.1
Her biri bir diğerinden daha çekici ve daha ağız sulandı
rıcı, her biri bir öncekinin boşluğunu dolduran ve "bir sonra
kine el atmak için zem in hazırlayan”2 fırsatlarla dolu bir dün
yada yaşamak, nefes kesici bir deneyimdir. Böyle bir dünyada
pek az şey önceden belirlidir ve çok daha azı kesin ve değiş
tirilemezdir. Yenilgilerin pek azı kesin yenilgidir ve olsa bile,
t alihsizliklerin çoğu tersine çevrilebilir; fakat hiçbir zafer de
nihai değildir. Olasılıkların sonsuz kalabilmesi için hiçbirinin
değişm ez gerçekliğe dönüşüp katılaşmasına izin vermemek
gerekir. Sıvı ve akışkan olarak kalmaları, diğer fırsatları ulaşı
lamaz hele getirmesinler, gelecek maceraları daha tomurcuk
vermeden soldurmasınlar diye üzerlerinde bir “son kullan
ma” tarihlerinin olması daha hayırlı olacaktır. Kimlik sorunla
rı üzerine yazdıkları ufuk açıcı eserde3 Zbyszko M elosik ile
Tomasz Szkudlarek’in altını çizdiği gibi, görünürde sonsuz
sayıda (en azından teker teker deneyebileceğim izden çok
daha fazla) seçenek içinde yaşamak sayesinde “sıradanlaşma
özgürlüğünü” tadarız. Bu lezzet, sonrasında ağızda acı bir tat
da bırakır, zira [bir süreç belirten] sıradanlaşma kısmı hiçbir
şeyin kesin olarak sona ermediğini ve önüm üzde yaşayacak
daha çok şey olduğunu ima ederken, “biri olma” durumu (ki
103
“-laşm a sürecinin” amacı bu durumu güvence altına almaktır)
hakemin maçı bitiren düdüğüne işaret etmektedir: “Amaçla
ra bir kez ulaşıldıktan sonra artık Özgür değilsindir; sıradan
biri olduğunda sen kendin olmazsın.” Bitmemişlik, tamam-
lanmamışlık ve belirsizlik durumu riskler ve kaygılarla dolu
dur; fakat bu durumun tersi de, özgürlüğün, açık kalmak için
ihtiyaç duyduğu şeyi kapattığı için, katışıksız bir zevk vaat
etmemektedir.
Oyunun devam ettiğinin, ileride olacak ve yaşanacak
çok şeyin olmasının ve hayatın bize sunacağı daha çok m uci
zeyle dolu olduğunun farkında olmak kapalılıktan çok uzak
tır, son derece tatm in edicidir ve haz vericidir. Şu âna kadar
denenip benimsenm iş her şeyin sonsuza kadar bozulmadan
kalacağına şüpheyle bakmak, çorbadaki meşhur sinek gibidir.
Kayıplar kazançları dengeler. Hayat, hep bu ikisi arasında gi
dip gelecektir; hiçbir denizci çıkıp, tamamen risksiz olmasa
da, güvenli bir rota buldum diye övünemeyecektir.
Olasılıklarla dolu bir dünya, en açgözlü müşterinin bile
hepsini teker teker tadamayacağı kadar çok çeşitte yiyecekle
donatılm ış açık büfeye benzer. Yemek sırasında bekleyenler
tüketicidir ve tüketicilerin çözm esi gereken sorunların en
ağın ve can sıkıcı olanı, önceliklerini belirlem ek, yani henüz
değerlendirmediği bazı seçeneklerden vazgeçm ek ve öylece,
dokunulmamış olarak bırakmaktır. Tüketicinin sefaleti, seçe
neklerin azlığından değil, gereğinden fazla oluşundandır. “Se
çeneklerim i en iyi şekilde kullandım mı?” sorusu, tüketici
nin kafasındaki en rahatsız edici, gece uykusuz bırakan soru
dur. Ekonomistlerin, tüketici ürünleri satan tüccarlar konu
su etrafında yazdıkları yazılardan oluşan ortak bir çalışmada
Marina Bianchi’nin belirttiği gibi:
104
Kuramsal açıdan, hata yapma veya hatalı bulunma ihti
mali olmayan taraf şirketler değil tüketicilerdir.1
Fakat hiç hata yapma ihtim aliniz yoksa, doğru olanı yap
tığınızdan da em in olamazsınız. Yanlış adım atma diye bir şey
yoksa, hangi adımın daha iyi olduğunu söyleyecek, dolayısıy
la pek çok alternatif arasında hangi adım ın doğru olduğunu
-n e o adımı atmadan önce ne de sonra- gösterecek bir şey de
yoktur. Seçim lerde hata yapmanın söz konusu olmaması
hem bir nim et hem de bir lanettir, zira bunun için ödem eniz
gereken bedel, sonu gelm ez bir kararsızlık ve hiçbir zaman
doyurulamayacak bir tutkudur. Bu durum satıcılar için iyi
haberdir, piyasada kalıcı olabileceklerine işaret eder fakat ab
alar için kararsızlık, acılar içinde kıvranmak demektir.
1. Marina Blanchi, The Active Consumec Novthy and Surprlseln Consumer Choict,
London, Routledge, 1998, s. 6.
105
bir ifadedir. O toritelerin sayısı çok olduğunda birbirlerini sı
fırlama eğilimindedirler ve iş başındaki en etkin otorite, bun
lardan hangisinin otorite olacağına karar verendir. Müstak
bel otorite, seçim i yapanın sayesinde fiilen otorite olur. O to
riteler idare işlevini yitirmiştir artık; seçim i yapana yaltakla
nırlar; kışkırtırlar ve baştan çıkarırlar.
“Lider”, “iyi” ya da “doğru” bir toplum kurmayı amaç
edinm iş ve kötü veya uygun olmayan alternatiflerini tüm
gücüyle uzak tutm aya çalışm ış bir dünyanın yan ürünü ve
çok önem li parçasıydı. “Akışkan modem" dünya bunların
ikisini de yapmaz. Margaret Thatdıer’ın m eşhur ama talih
siz, ‘Toplum diye bir şey yoktur,” sözü hem kapitalizmin de
ğişen doğasım yansıtan fazlasıyla dürüst bir görüş hem bir
niyet beyanı hem de kendini gerçekleştiren bir kehanettir:
Ardından gelen dalga, düzgüsel ve koruyucu ağların dağıl
masına neden olmuştur ki bu da, sözcüğün gerçek bir karşı
lık bulmasına, neredeyse ete kem iğe bürünmesine bir hayli
katkıda bulunmuştur. “Toplumsuzluk” ütopyasızlık ve dis-
topyasızlık demektir: H afif kapitalizm in gurusu Peter Druc-
ker’in belirttiği gibi, T op lum aracılığıyla kurtuluş” da yok
tur; yani, (söylediklerinden çok dile getirm eden bıraktıkla
rından yola çıkarak) yaşadığımız felaketlerin sorumluluğunu
toplum un sırtına da yükleyendeyiz: Başımıza gelen iyi şeyle
rin olduğu kadar kötü şeylerin -özgü r aktörler olarak, kendi
özgür iradenizle seçtiğiniz eylem lerin sonucunda olanların—
sebebi siz ve yalnızca sizsinizdir.
H iç şüphesiz, “bilgi sahibi” olduklarını iddia eden yete
rince fazla sayıda kişi vardır ve bunların arasında, onların
bilgi sahibi olduğuna iman edecek pek çok müridi olanlar da
vardır. Bilgi sahibi böyle insanlar -hatta hikm etlerinden şüp
he edilm em iş olanlar b ile - önder değildirler; en fazla, rehber
olurlar. Aralarındaki en önem li fark, önderler peşlerinden
gidilen insanlarken, rehberin işe alınması gerekir ve gerekti
ğinde görevine son verilebilir. Önderler disiplin bekler ve
talep ederler; rehberler ise en fazla ciddiye alınıp sözlerinin
dinlenm esine bel bağlayabilirler. Ama sözlerini dinletm ek
106
için önce m üstakbel dinleyicilerinin dikkatini çekm eleri ge
rekir. Önderler ile rehberler arasındaki bir diğer önem li fark
da, ilkinin bireyin iyiliği ile toplum un iyiliği ya da (tam da
W right C. M ills’in söyleyebileceği gibi) kişisel endişeler ile
kamusal m eseleler arasında bir arabulucu, iki dilli bir çevir
m en işlevi görmesidir. Rehberler ise, bunun aksine, kapalı
kişisel alanların dışına çıkmaya çekinirler. Hastalıkların kişi
sel olması gibi tedavi de kişiseldir; endişeler özel alana aittir,
endişelerle başa çıkma araçları da. Rehberlerin sunduğu reh
berlik hizm etleri büyük P ile yazılan Politika’ya değil, günde
lik yaşam politikalarına referans verir; danışanların kendileri
için kendi başlarına neler yapabileceğiyle ilgilenir - güçlerini
birleştirdiklerinde birbirleri için hep birlikte neler yapabile
cekleriyle değil.
Kendi türünde (kişisel gelişim) en çok satanlardan biri
olan kitabında (1987’deki yayımlanışmdan bu yana beş m il
yondan fazla satmıştır) M elody Beattie, okurlarına yan uyan
yan tavsiye niteliğinde şu sözleri söyler: “Kendinizi delirtme
nin en garantili yolu başkalarının işine karışmak, aklınızı başı
nızda tutmak ve m utlu olmanın yolu ise kendi işinize bak
maktır.” Kitap umulmadık başarısını, içeriğini çok güzel özet
leyen adına borçluydu: Codependent No More [Başkalanna
Bağımlı Yaşamayı Biralan]. Başkalarının çarpık sorunlarım
çözm eye çalışmak sizi bağımlı biri yapar ve bağımlı biri ol
mak, kendinizi kaderin ellerine -daha doğrusu kontrol edem e
yeceğiniz şeylerin ve yönetem eyeceğiniz insanların insafina-
teslim etm ek demektir; dolayısıyla siz gönül rahatlığıyla kendi
işinize, sadece kendi işinize bakın. Başkalarının dertleriyle il
gilenmek size fazla bir şey kazandırmaz ve dikkatinizi, sizden
başka kimsenin yapamayacağı işten uzaklaştırır. Böyle bir me
saj, Samuel Butler’m “Haz, hak veya görev duygusundan daha
güvenli bir yol göstericidir,” önermesini ister istem ez kendile
rine düstur edinmiş ve bundan az da olsa vicdani bir rahatsız
lık duyan yalnız kurtların içini rahatlatacak bir mesajdır.
“Biz”, önderlerin en çok kullandığı kişi zamiridir. Reh
berler ise bu zamiri çok az kullanırlar: Onlar için “biz”,
107
“ben”in çoğuludur ve çoğul olma durumu, Emile Durldıeim ’
m "grup” kavramının aksine, parçalarının [bireylerinin] top
lamından daha fazla değildir. Danışma oturumunun sonun
da danışan kişiler, oturum başlamadan önce oldukları kadar
yalnızdırlar. Olsa olsa yalnızlıkları daha da pekişmiştir: So
nunda yine kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kala
cakları konusunda içlerine doğan şüphe doğrulanmış, nere
deyse kesinlik kazanmıştır. Danışmanın önerisi hangi konu
da olursa olsun, sonuç olarak danışana söylenen şey, danışa
lım her şeyi tek başına ve doğru düzgün yapması gerektiği,
kendi hataları veya özensizliği nedeniyle doğabilecek olum
suzlukların tek sorumlusunun yine kendisi olacağım, bunun
suçunu başkalarında arayamayacağıdır.
En iyi rehber, kendilerine danışacak olanların aslında bir
“örnek olay” beklentisi içinde olduklarım bilen rehberdir. So
runlar bireysel olarak başa çıkılabilecek ya da bireysel olarak
çözülebilecek sorunlar olduğu sürece, danışan kişilerin ihti
yaç duyduğu (ya da ihtiyaçtan olduğuna inandıktan] şey,
benzer bir sorun yaşayan başkalarının aynı durumda ne yap
tıklarım gösteren bir örnek görmektir. Kendi dışlarında bir
örnek görme ihtiyacının çok önem li bir nedeni daha vardır:
G ittikçe artan sayıda insan, nedenini tam olarak söyleyem e
dikleri şekilde kendilerini m utsuz hissetmektedir. “M utsuz
olma” duygusu büyük bir sıklıkla dağınık ve oynaktır; sınırla
rı belirsiz, kökleri fazlasıyla karışıktır; “somutlanmaya”-yani,
eşit derecede belirsiz “m utluluk özlem ini” belirli bir hedef
olarak yeniden şekillendirm ek için belli bir kalıba dökülüp
adının konm asına- ihtiyacı vardır. [Danışan] başkalarının
yaşam deneyim lerine bakarak -başkalarının çektikleri sıkın
tıları gözucuyla da olsa görerek- kendi m utsuzluğuna neyin
neden olduğunu keşfetm eyi, sorunlarının adım koymayı ve
böylece direnmek ya da onlarla baş edebilm ek için neler
yapması gerektiğini öğrenmeyi um ut eder. Jane Fonda's Wor-
koutBook [Jane Fonda’mn Çalışma Kitabı] (1981) kitabının
ve kitapta milyonlarca Amerikalı kadının hizm etine sunulan
fiziksel egzersiz tekniklerinin olağanüstü popülaritesini yo
rumlayan Hilary Radner’in işaret ettiği üzere:
108
Eğitmen kendini bir otorite figüründen çok [...] örnek
bir model olarak sunar.
[...] bu egzersizleri uygulayan biri kendi bedeninin mül
kiyetine, aslında kendisine ait olmayan ama önüne konmuş
örnek beden(ler)e ait bir imgeyle özdeşlik kurarak ulaşır.
1. Hilary Radnar, “Producing the body: Jane Fonda and the new publicfeminine”,
Constructing the New Consumer Soaety içinde, ed. Sulkunen vd. s.l 16,117,122.
2. (Fr.) Ben a»kı. (Ç.N.)
109
yüm ve seviliyorum; bir arzu ve hayranlık nesnesiyim. N e
den? Nedeni ne olursa olsun, ben öyle olmasını istediğim için
öyle. Bedenime bakın: incecik, esnek, ölçülü - ve her daim
genç. Elbette benimki gibi bir bedene sahip olmak -benim
gibi olm ak- isterdiniz. Bedenim benim eserimdir; siz de be
nim gibi çalışırsanız, benimki gibi bir bedene sahip olabilirsi
niz. “Jane Fonda gibi olmak” hayalini kurduğunuz bir şeyse,
unutmayın ki beni, hayalini kurduğunuz Jane Fonda yapan
kişi yine benden, Jane Fonda’dan başkası değil.
Zengin ve ünlü olmanın elbette ki katkısı büyüktür;
mesajı daha ağır ve etkili kılar. Jane Fonda, kendini bir otori
te değil de bir örnek olarak sunmak için her ne kadar kendi
çizgisinin dışına çıkmış olsa da, ününü ve servetini görmez
den gelm ek saflık olur çünkü öyledir, sunduğu örnek otori
teyi doğal olarak içinde barındırırken, diğer insanların ör
nekleri yoğun em ek harcayarak ulaşılan örneklerdir. Jane
Fonda’mnki bir bakıma sıra dışı bir durumdur: "Sahne ışıkla
rı altında” doğmuş ve bedeniyle örnek oluşturmadan çok
önce yaptığı ve geniş çapta ilgi gören çeşitli işleriyle dikkat
leri üzerinde tutmuştur. Bununla birlikte, genelde, örneği
m odel alma isteği ile örnek alınan kişinin otoritesi arasındaki
nedensel bağın hangi yönde gelişeceğini kestirm ek zordur.
D aniel J. Boorstin’in (1961 tarihli The Image [Hayal] eserin
de) espriyle karışık bir şekilde dile getirdiği gibi çok satan bir
kitap, çok sattığı için çok satan bir kitapken, şöhretli bir kişi
popüler olduğu için popüler bir kişidir. O torite, m ürit ordu
ları yaratır fakat net bir şekilde belirlenm emiş ve kronolojik
olarak eksikli hedefler dünyasında otoriteyi oluşturan -ya da
otoritenin ta kendisi olan - şey, m ürit sayısıdır.
Durum ne olursa olsun, öm ek-otorite çiftinde en önem
li ve en çok rağbet gören taraf örnek tarafıdır. Sözleri daha
ağızlarından çıkmadan dikkat çekecek kadar otorite sahibi
meşhurların sayısı, televizyonlardaki sayısız sohbet prog
ramlarının hepsinde boy gösterem eyecek kadar azdır (pek
seyrek olarak Oprah veya Trisha’nınkiler gibi en popüler
olanlarına konuk olurlar) fakat bu durum, yol gösterilm eye
110
m uhtaç kadın erkek milyonlarca insanın oturup her gün bu
sohbet programlarını izlem elerine engel değildir. Kendi ya
şam deneyim lerini paylaşan kişinin otoritesi, izleyicileri ek
ran başına toplamada ve reytingleri birkaç basamak yükselt
m ede artı bir puandır. Fakat anlatıcının herhangi bir otorite
sinin olmaması, meşhur biri olmaması, sıradan biri olması,
örneği m odel almayı kolaylaştırıcı ve dolayısıyla kendi başı
na değer artına bir potansiyel olabilmektedir. Ekranda çok
kısa bir süreliğine (öykülerini anlatmaya ve en ilginç kısım-
lannı atladıklan veya gereksiz ayrıntılar üzerinde gereğin
den fazla durdukları için gelen sitem lerin yanı sıra alkışlar
dan da kendi paylanna düşeni almaya yetecek kadar) görü
nen “ünsüz”, sizin benim gibi “sıradan” insanlar, en az kendi
lerini izleyenler kadar çaresiz ve bahtsızdırlar; benzer darbe
ler altında ezilm ekte, tıpkı onlar gibi sorunlarından başlan
dik bir şekilde kurtulmanın yollarım ve daha m utlu bir hayat
seçeneği aramaktadırlar. Onların yaptığım, hatta daha iyisini
ben de yapabilirim. Zaferlerinden olduğu kadar yenilgilerin
den de yararlı bir şeyler öğrenebilirim.
Sohbet programlarına olan bağım lılığı, insanoğlunun if
lah olmaz dedikodu ve "ilkel merak duygusunu” kendim tat
m in için kullanma hırsının bir uzantısı olarak aşağılamak ya
da alaya almak yanlış ve yanıltıcı olduğu kadar küçük düşü
rücüdür de. Ağzına kadar araçla dolu fakat hedeflerin ürkü
tücü derecede belirsiz olduğu bir dünyada sohbet program
larından çıkarılan dersler çok tem el bir soruyu cevaplamak
tadır ve yadsınamaz bir faydaa değeri bulunmaktadır, haya
tım ı en iyi şekilde nasıl yaşayacağımı benden daha iyi kimse
bilem ez ve bunun için gerek duyabileceğim bütün kaynak
lan kendi becerilerim de, cesaretim de ve kararlılığımda ara
yıp bulabileceğim i bildiğim den, benzer zorluklarla karşıla
şan diğer insanların bunlarla nasıl başa çıktıklarını görmek
son derece önemlidir. Benim ıskaladığım m ucizevi bir çö
züm yolu bulm uş, benim dikkatimi çekm eyen veya üzerin
de yeterince düşünmediğim için göremediğim bir sırra eriş
miş olabilirler.
111
[Sohbet programlarının] tek yaran bu değildir. Daha
önce bahsi geçtiği gibi, sıkıntı veya mutsuzluk hali tanımlanıp
adı konmazsa, sorunun çözüm ü için de bir um ut olmaz; du
rum böyleyken, sorunun adım koymak bile kendi başına sı
kıntılı bir iştir. Bununla birlikte, acı çekmek kişisel ve mah
rem bir şeyken, kişisel dilden bahsetmek tutarsızlıktır. En
gizli, en kişisel ve en mahrem duygular dahil, adı konacak şey
her ne olursa olsun, seçilen isimlerin kamusal bir geçerliliği
varsa ve ortak iletişim aracı olarak kullanılan ve birbirleriyle
iletişim kuran bütün bireylerin anlayabileceği bir dile aitse
ancak, konacak ismin bir anlamı ve işlevi olabilir. Sohbet
programlan, “henüz doğmamış fakat doğmak üzere olan” bir
dilde verilen halka açık derslerdir. “Sorunun adını koymak” o
âna kadar sözcüklerle dile getirilmemiş ve [bu programlar ol
masa] dile getirilmeden kalacak şeyleri, kamusal açıdan meş
ru yollarla ifade etm ek için kullanılabilecek sözcükler sunar.
Bu, kendi içinde çok önem li bir kazançtır - fakat daha
farklı kazançlar da vardır. Sohbet programlarında, normalde
herkesin önünde konuşulamayacak kadar mahrem dene
yim lerle ilgili sözcük ve deyişler açık açık dile getirilir - üs
telik genel kabul görür, eğlendirir ve alkışlanır. Aynı şekilde;
sohbet programlan kişisel konuların kamusal alanda konu
şulmasını meşru hale getirir. Konuşulamaz olanı konuşulabi
lir, utanılası olanı itibarlı kılar ve çirkin bir sırn gurur duyu
lan bir şeye dönüştürür. Bu programlar büyük ölçüde şeytan
çıkarma -h em de oldukça etkili şeytan çıkarma- ayinleridir.
Sohbet programlan sayesinde, daha önce değersiz ve küçük
düşürücü gördüğüm, bu nedenle kimselere söyleyem ediğim
ve acısını sessizce çektiğim şeyler konusunda artık rahatça
konuşabiliyorum. İçim e attıklanm artık birer sır olmadığın
dan, kazancım, iç dökmenin verdiği arınma duygusundan
daha fazlasıdır: Artık ne [söylediklerim den] utanç duymam
ne de hoşnutsuz bakışlardan, saygısızlıkla suçlanmaktan ve
toplum dışına itilm ekten çekinmem gerekiyor. En nihaye
tinde bütün bunlar, insanların milyonlarca izleyici önünde
yüzleri kızarmadan konuştukları türden şeylerdi. Kişisel so-
112
runlan -v e onların sorunlarına çok benzeyen benimkiler—
başkalarının önünde konuşulmaya uygun sorunlardır. Ger
çekten herkese ait sorunlar haline geldiklerinden değil; tartış
maya kişisel sorunlar sıfatıyla dahil olurlar ve siz onlan ne
kadar tartışırsanız tartışın, değişmezler. Aksine, kişisel olma
durumları her seferinde bir kez daha teyit edilir ve kamuya
açılma sürecinden kişisellikleri daha da pekişm iş olarak çı
karlar. Kaldı ki her konuşmacı, bu tür şeyleri kişinin tek ba
şına göğüslem esi, onlarla tek başma m ücadele etm esi ve
başa çıkması gerektiğini kabul etmiştir.
Jürgen Habermas’ın da aralarında olduğu pek çok önem
li düşünür, “mahrem alanın” “kamusal alan” tarafından ele
geçirilip söm ürgeleştirilm esi tehlikesine dikkat çeker. Onla
rın yaptığı gibi, Orvvell veya H uxley tarzı distopyalara ilham
kaynağı olm uş bir dönem in hâlâ taze anılarını göz önünde
tutacak olursak, bu tür korkuların dile getirilm esi anlaşılabi
lir. N e var ki olanları kötüye yormanın asıl nedeni, gözüm ü
zün önünde gerçekleşen sürece sanki yanlış gözlüklerle ba
kıyor oluşumuzdur. Gerçekte, uyanların tam tersi bir eğilim
-yani, kamusal alanın, önceleri kişisel ve kamusal alanda dile
getirilem ez olarak kategorize edilen m eseleler tarafından ele
geçirilm esi- söz konusu gibidir.
Halihazırda olan şey, özel ve kamusal alanlar arasındaki
hareketli sınırın bir kez daha güncellenm esi değildir. Söz ko
nusu olan, kamusal alanın, kişisel dramalann sahnelendiği,
sergilendiği ve toplu olarak izlendiği bir sahne olarak yeni
den tanımlanmasıdır. “Kamu yararının” medyanın önayak
olmasıyla ortaya çıkan ama toplum un hem en hem en her
kesim i tarafından genel kabul gören bugünkü tanım ı, bu tür
dramalan herkesin gözü önünde yaşama görevi ve kamunun
da bu performansları izlem e hakkıdır. Bu tür gelişm eleri şa
şırtıcı olmaktan çıkaran, hatta doğal hale getiren toplum sal
koşullar, bir önceki tartışmanın ışığı altında daha açık görü
nüyor olsa gerek; fakat bu gelişm enin sonuçlan henüz tam
olarak ortaya çıkarılamamıştır. G enel olarak varsayıldığın-
dan veya kabul edildiğinden çok daha geniş kapsandı veya
uzun vadeli olabilirler.
113
Tartışmasız en zihin açıcı sonuç, “bizim bildiğim iz şek
liyle politikanın” -am a büyük P ile yazılan Politika’mn, yani
kişisel sorunları kamusal sorunlara (ya da tersine) çevirmek
le görevlendirilmiş faaliyetin- iflasıdır. Böyle bir çeviri çaba
sı bugünlerde durma noktasına gelmiştir. Kişisel sorunlar,
kamu önünde dile getirildiklerinde kamuya mal olmazlar;
kamunun gözü önünde bile olsalar kişisel olarak kalmayı
sürdürürler ve kamu sahnesine taşınmakla başardıkları şey,
“kişisel olmayan” diğer bütün sorunları kamunun gündem i
nin dışına itelemektir. Şu anda “kamusal m eseleler” dendi
ğinde, sıklıkla, kamuya mal olmuş kişilerin kişisel sorunları
akla gelmektedir. Dem okratik politikaların eskim eyen -ka
muya mal olm uş kişilerin kamuya karşı görevlerini yerine
getiriş biçim leri halkın/seçm enlerin refahı ve esenliğine na
sıl katkıda bulunur veya zarar verir?- sorusu artık gündem
den düşmüş, bu soruyla birlikte iyi bir toplum da kamu yara
rı, kamusal adalet veya bireysel esenlik için ortak sorumlu
luk da kaybolanlar dünyasındaki yerini almıştır.
Bir dizi skandalla (yani, kamuya m al olm uş kişilerin
özel hayatlarındaki ahlaki açıdan sorgulanabilir deneyim le
rin ifşa edilm esi) sarsdan Tony Blair, (The Guardian’m 11
Ocak 1999 tarihli sayısında) “politikanın gazetelerin dedi
kodu sütununa dönüşmüş” olmasından yakınır ve herkesi bu
durumun alternatifiyle yüzleşm eye çağırır: “Haber günde
m im izi ya skandallar, dedikodu ve gereksiz bilgiler belirleye
cek ya da gerçekten önem li olan şeyler.”1 Seçm enlerinin gö
rüşüne göre nelerin gerçekten önem li olduğunu ve gerçekte
neler hissettiklerini günbegün izleyebilm ek umuduyla sü
rekli olarak “odak gruplarına” danışan ve seçm en kitlesinin
1. Tony Blair’in bu şaşkınlığına en yakın ve eşit derecede İsabetli tespit, Dr. Spen-
c er Fitz-Gibbon'ın The Guardian'a yazdığı mektupla gelir “Robin C ook’un ancak
evlilik dışı ilişkileri açığa çıktığında kötü adam oluvermesi ilgi çekici. Ç ok değil, daha
geçenlerde, işgal altındaki Doğu Tim or’da 200.000 İnsanın katlinden sorumlu bir
diktatör tarafından yönetilen Endonezya’ya askeri teçhizat satışına adı karışmışa.
İngiliz medyası ve kamuoyu seks skandali kadar soylarımı da lanetleseydi, dünya
daha güvenli bir yer olurdu.”
114
içinde bulunduğu koşullarla ilgili gerçekten önem arz eden
konulan ele alış şeklinin, hayıflanarak bahsettiği “politika
nın, gazetelerin dedikodu sütununa dönüşmesinde” önem li
payının olduğu bir politikacıdan böyle sözler duymak, inşam
ister istem ez şaşırtıyor.
Söz konusu yaşam koşullan insanlan bir lider değil, ör
nek aramaya yönlendirmektedir, insanlar, sahne ışıklan al
tındaki kişilerden, (şim di kendi dört duvarlan içinde yaşa
nan ve oraya hapsedilm iş) “gerçekten önem li şeyleri” nasıl
yaptıklarım gösterm elerini beklerler. N e de olsa her gün on
lara, hayatlarında yolunda gitm eyen her şeyin nedeninin
kendi hataları olduğu, bunun tek sorumlusunun kendileri
olduğu ve ancak kendi imkânları ve çabalarıyla düzeltebile
cekleri söylenmektedir. Dolayısıyla insanların, “bilgi sahibi”
olma iddiasındaki kişilerin en önem li faydasının, kişisel
imkânların nasıl kullanılacağım ve çabanın nasıl harcanaca
ğım başkalarına gösterm ek olduğu zannına kapılmasında şa
şılacak bir şey yoktur. “Bilgi sahibi kişiler” her fırsatta onlara,
herkesin kendi başına yapabileceği bir şeyi başka birinin ya
pamayacağını söylemektedir. Bu nedenle, politikacıların (ya
da diğer ünlülerin) özel hayatlarında yaptıklarının pek çok
kişinin ilgi odağında olmasına pek şaşmamak gerek. Duygu
lan incinm iş “kamuoyu” bir yana, “ekâbirden” de hiç kimse
çıkıp Bili C linton’ı, “federal bir m esele” olarak refahı bitir
m ek ve böylece bireyleri, kurbanlannı bireyler arasından
seçm ek gibi sevim siz bir alışkanlığı olan kaderin cilvelerin
den kolektif olarak koruma görevi ve taahhüdünü geçersiz
kılmakla suçlamamıştır.
Televizyon ekranlanndan ve gazete m anşetlerinden in
m eyen meşhurların boy gösterdiği tantanalı geçit törenlerin
de devlet adamları ve kadınlannın pek esamisi okunmamak-
tadır. Boorstin’e göre meşhur biri sırf “tanındığı” için m eş
hurdur fakat bu “tamnmışhğm” nedeni pek önem li değildir.
Sahne ışıklan altında olmak, dikkatleri üzerinde toplamak,
kendi içinde bağımsız bir varoluş kipidir ve film yıldızlan-
nın, golcü futbolcuların ve kabinedeki bakanlann bu varoluş
115
içinde eşit paylan vardır. H epsi için aynı şekilde geçerli olan
önkoşullardan biri, kişisel m eselelerini herkes tarafından tü
ketilm ek üzere kamu önünde dile getirm eleri ve özel hayat
larım kamuya açmaları, bunu kendileri yerine başkalarının
yaptığı durumlarda da şikâyet etmemeleridir. Bu tür özel
hayatlar kamuya mal olduldan anda, beklendiği şekilde il
giyle karşılanmayabilir, hatta düpedüz can sıkıcı veya sevim
siz olarak nitelenebilirler: Kişisel sırların hepsi, başkalan ta
rafından yararlı bulunabilecek hayat dersleri içermeyebilir.
N e kadar çok sayıda ve derin olurlarsa olsunlar hayal kırık
lıkları (ya da beklentilerin boşa çıkması), kişisel sırların orta
ya dökülm esi alışkanlığını pek değiştirmediği gibi, itiraflara
duyulan iştahı da azaltmaz: N e de olsa -tekrar söylem em e
izin verin- bireylerin bireysel sorunlarım bireysel olarak ta
nımlama ve bu sorunlarla bireysel beceri ve kaynaklarını se
ferber ederek başa çıkma yollan, geriye kalan tek “kamusal
m eseledir”ve “kamu yarannın”tek hedefidir. Ve durum böy
le olduğu sürece, aydınlanma ve rehberlik arayışı sürecinde
kendi yargılatma ve kişisel çabalarına bel bağlamak üzere
eğitilm iş izleyiciler ve dinleyiciler, “kendilerine benzeyen”
başkalarının özel hayatlarına, bireysel acıların ancak “baş
başa vererek”, “saflan sıklaştırarak” ve “birlikte hareket ede
rek” hafifleyeceğine veya iyileştirilebileceğine inandıkların
da ileri görüşlü kişilerin ve etkili konuşan hatiplerin hissele
rine, nutuklarına ve vaazlarına baktıklan aynı şevk ve um ut
la bakmayı sürdürürler.
116
örnekler ve hazar tarifler, yaşanıp sınanmadıkları sürece
çekici kalmayı sürdürürler. Fakat neredeyse tamamı, getir
m eyi vaat ettikleri m utlu sona ulaşmadan, sizi yan yolda bı
rakır. İçlerinden biri olur da beklendiği gibi çıkarsa, bu sefer
de tüketicilerin dünyasındaki olasılıkların sayılı, baştan çıka
n a hedeflerin ise sınırsız olması nedeniyle, tatm in duygusu
kısa ömürlü olur. İyi hayat reçeteleri ile iyi hayat araçlarının
bir de “son kullanma tarihleri” bulunur; fakat çoğu, “yeni ve
daha gelişm iş” seçeneklerin rekabetine dayanamaz ve o ta
rihten çok önce bütün albenilerini yitirir ve işe yaramaz hale
gelir. Tüketim yarışında bitiş çizgisi her zaman yanşm aala-
nn en hızlısından daha hızlı koşar, fakat piste çıkmak zorun
da kalmış koşucularm pek çoğunun kaslan ve ciğerleri hızlı
koşamayacakları kadar zayıftır. Londra Maratonu gibi yarış
larda izleyiciler kazanan atleti takdir eder ve ona gıpta ile
bakarlar, fakat asıl önem li olan yarıştan kopmamak, bir şekil
de bitiş çizgisine ulaşmaktır. Londra Maratonu'nun en azın
dan bir bitiş çizgisi vardır, fakat diğer yanşın -«orunlardan
arınmış bir hayat vaat eden kaypak, bizden sürekli uzaklaşan
hedefe ulaşma çabasının- sonu yoktur: Yanşa başlarım ama
sonunu getirem eyebilirim.
Ve yanş böyle devam eder, yanş dışı kalmamak, koşma
ya devam etm ek hoş bir tatm in duygusu verir - bitiş çizgisi
ni geçm eyi başaracak az sayıda koşucuyu bekleyen bir ödül
de yoktur. Hiçbir ödül, diğer ödüllerin cazibesini unuttura
cak kadar tatminkâr değildir ve henüz (ama henüz) bir ka
zananı olmadığı için bize çok çekici gelen sayısız başka ödül
bulunmaktadır. Tutku, kendi amacı -rakipsiz ve tartışmasız
tek am aç- olur. Uk turda bırakılacak ve bir sonrakine varma
dan unutulacak diğer bütün amaçların rolü, yarışmacıyı koş
turmaktır - tıpkı yarışlarda “tavşan” olarak anılan atletler ya
da uzay araçlarındaki yardım a roketler gibi. Çok bilinen
adıyla “tavşan” atletler, genelde, yarışı organize edenlerce pa
rayla tutulan, birkaç tur boyunca var güçleriyle koşarak hız
lı bir tem po tutturan ve sonra yarıştan çekilerek arkasındaki
atletlerin iyi bir derece yapmasını hedefleyen atletlerdir.
Yardımcı roketler ise, uzaya çıkacak aracı gereken hıza ulaş
117
tırdıktan sonra gövdeden ayrılıp uzay boşluğuna bırakılan
roketlerdir. H edeflerin rahatça ulaşılamayacak kadar uzak
ve eldeki araçların bu hedeflere ulaşmada yetersiz kaldığı bir
dünyada en çok dikkat edilm esi gereken şey araçların bü
yüklükleri ve yeterlilikleridir. Yarışta kalmak, araçların en
önemlisidir, hatta diğer araçlara olan güveni ve talebi canlı
tutm a aracı olarak bir üst-araçtır [meta-means].
Tüketim toplumundaki her bireyin fiilen dahil olduğu
bu yarış arketipi, tipik bir satın alma faaliyetidir (bağımlılığa
dönüşen ve bu nedenle artık bir tutku olarak algdanmayan
seçim yapma tutkusu dışında, tüketim toplumundaki her şey
tem elde bir seçim dir). Satın almaya devam ettiğim iz sürece
yarışta kalırız ve alışveriş mekânlarımız yalnızca mağazalar,
süpermarketler veya alışveriş merkezleri, ya da George Rit-
zer’in deyim iyle ‘Tüketim Tapmakları” değildir. Satın alma
dem ek önümüzdeki seçenekleri gözden geçirmek, sergilenen
mallan incelemek, dokunmak, fiyatlarını birbirleriyle ve ce
bimizdeki parayla ya da kredi kartımızın kalan lim itiyle kı
yaslamak, seçtiklerim izi alışveriş arabasına atmak, kalanlanm
raftaki yerlerine geri koymak demekse, mekânların içinde
olduğu kadar dışında da alışveriş yapıyoruzdur; sokakta ve
evde, işte çalışırken ve dinlenirken, uyanıkken ve rüya görür
ken alışveriş yapanz. Yaptığımız her iş, ona verdiğim iz isim
ne olursa olsun bir sarin alma eylemidir. ‘Yaşam politikamı
zın” yazıldığı kodun kaynağı, alışveriş pragmatikleridir.
Sarin alma yalnızca yiyecek içecek, ayakkabı, araba ya
da m obilyayla sınırlı dejpldir. Bize m utluluğum uzun kişisel
yetkinliğim ize bağlı olduğunu ama (M ichael Parenti’nin
söylediği gibi1) birey olarak yetkinliğim izin ise sınırlı oldu
1. Bkz. M ichael Parenti, Inventing ReaHty: The Pohtks of the Mass Media, N ew Y ork,
S t M ardn’s Press, 1986, s. 65. Parenti’nin sözleriyle, muazzam boyutlara ulaşan ve
h e r y erd e karşım ıza pkan reklam ların satm aya çalıştıkları şeyden bağımsız olarak,
alanda yatan o rta k m esaj şu d u r “İyi v e gerektiği gibi yaşam ak için tüketicilerin,
şirkedeşm iş üreticiler tarafından güdütm eye ihtiyacı vardır.” A slına bakılırsa şirket-
leşm iş ü reticiler d e, birey olarak y etersiz kaldığımız m esajını beyinlerim ize kazımak
için danışm anlar ordusuna, kişisel ö n eri uzm anlarına v e “kendinizi geliştirin” tü rü
kitapların yazarlarına bel bağlarlar.
118
ğunu öğreten çifte ders ışığında bakarsak, yeni ve daha iyi
örnekler ve hazır hayat reçeteleri peşinde dur durak bilm e
den koşm am ız da bir tür satın almadır. Yetkin olm am ız ge
reken sayısız alan vardır ve hepsi de “satın alma” içinde ol
mayı gerektirir. G eçim im izi sağlamak için gerekli becerileri
ve müstakbel işverenlerim izi o becerilere sahip olduğum uza
ikna edecek araçları satın alırız. Alışveriş listem izde kendi
m ize bir imaj yaratmak için gerekli giysiler ve başkalarım,
göründüğümüz gibi olduğum uza inandırma yöntemi; yeni
arkadaşlar edinm enin yolu ve artık istem ediğim iz eski arka
daşlardan kurtulmalım çaresi; dikkat çekm e ama fazla dik
katli gözlerden de uzak kalma yolu; aşktan maksimum tat
m in elde etm e ama sevdiğim iz insana ya da hayat arkadaşı
m ıza “bağlanmaktan" kaçınma yöntem i; sevdiğim iz insanın
aşkım kazanma ve aşkın ömrü dolduğunda ve artık eskisi
gibi tat verm ediğinde ilişkiyi en az zararla bitirm enin yolu;
zor günler için para biriktirmenin çıkarlarımıza en uygun
çaresi ve daha kazanmadan para harcamanın en uygun yolu;
yapılması gereken işleri daha hızlı yapabilm em izi sağlayacak
kaynaklar ve bu sayede boşalacak zamanı değerlendirmek
için yapılacak şeyler; en iştah kabartıcı yiyecekler ve bizi,
onları yediğim iz için aldığımız kilolardan kurtaracak en etki
li diyet; en güçlü m üzik setleri ve en güçlü ağnkesiciler de
bulunmaktadır. Bu alışveriş listesinin sonu gelm ez. Fakat lis
te ne kadar uzun olursa olsun, alışverişten vazgeçm ek mad
deler arasında yoktur: Hedeflerin görünürde sonsuz olduğu
dünyamızda en çok ihtiyaç duyulan maharet, işinin ehli ve
yorulmak bilm ez bir m üşterinin sahip olduğu maharettir.
N e var ki günümüz tüketim düzeni ihtiyaçların -daha
yüce, daha müstakil (bazılarına göre, yanlış bir betim lem e
olsa da, “yapay", “zoraki”, “ikincil” olarak tanımlanan) özdeş
leşm e veya özgüven ihtiyaçlarının b ile- karşılanmasıyla ilgi
lenmiyor artık. Tüketici faaliyetinin itici gücünün [spiritus
movens] somut, ölçülebilir, net olarak ortaya konmuş ihti
yaçlar değil, çok daha değişken, uçucu, ele avuca sığmaz ve
kaprisli, “ihtiyaçlar” kadar belli bir göndergesi olmayan, baş
119
ka bir gerekçe veya “nedene” ihtiyaç duymaksızın kendi ken
dini üretebilen ve kendi kendinin itici gücü olabilen arzu
olduğu bir süredir dile getirilmektedir.
Peş peşe gelen ve her zaman kısa ömürlü olan somutlaş
malara rağmen arzunun değişm eyen tek nesnesi yine kendi
sidir ve bu nedenle, kullanıp attığı diğer (fiziksel ya da ruh
sal) nesneler yığını ne kadar yüksek olursa olsun, hiçbir za
man tatm in olmamaya yazgılıdır.
Ama yine de, daha az esnek ve yavaş hareket eden ihti
yaçlar karşısındaki bariz üstünlüklerine rağmen arzu, tüketi
cinin satın almaya hazır olma durumu üzerine, tüketim
ürünleri sağlayıcılarının makul ya da düpedüz katlanılabilir
bulduğundan daha fazla sınırlamalar getirecektir. Her şey
den önce arzuyu uyandırmak, istenen tava getirm ek ve doğ
ru istikam ete yönlendirm ek için zaman, çaba ve hatuı sayılır
miktarda mali güç gerekir. Arzu tarafından yönlendirilen
tüketicilerin, her seferinde yeniden ve daha yüksek m aliyet
lerde “yaratılması” gereklidir. Gerçekten de, tüketicilerin ya
ratılması, tüketim mallarının toplam m aliyetinin önem li bir
kısmım oluşturur - ve rekabet bu kısmı küçülteceğine daha
da büyütür.
Fakat (üreticilerin ve tüketim mallarım alıp satanların
avantajına) bugünkü biçim iyle tüketim düzeni, Harvie Fer-
guson’un işaret ettiği gibi, “arzunun regülasyonu (uyarılma
sı) üzerine değil, üm it dolu fantezilerin serbest bırakılması
üzerine kuruludur”. Ferguson’a göre arzu kavramı:
1. H arvie Ferguson, The Lure o f Dreams: Slgmund Freud and the Constructkm ofMo-
demity, London, R outledge, 1996, s. 205.
120
Tüketim düzeninin tarihi, serbest fantezi uçuşunun
önünde birbiri ardına yükselen ve “haz ilkesini”, "gerçeklik
ilkesi” tarafından belirlenen ölçülere gelene kadar kesip bi
çen “katı” engellerin birer birer aşılması hikâyesidir. On do
kuzuncu yüzyıl ekonom istleri tarafından -esnek olmayan,
sınırlan net olarak belirlenm iş ve sonlu- “katılığın” ete ke
m iğe bürünmüş hali olarak görülen “ihtiyaç” bir kenara atıl
dı ve yerine bir süreliğine arzu kondu; çünkü arzu, dile ge
tirilm eyi bekleyen bir “iç ben”in son derece oynak ve değiş
ken özgünlük hayalleri ile yarı gayrimeşru bir ilişki içindedir
ve bu nedenle çok daha “akışkandır” ve genişleyebilir. Tüke
tici bağım lılığını bugünkü durumuna getirmiş ve piyasanın
hızını belirlem e işlevini artık yerine getirem ez hale gelm iş,
dolayısıyla fayda ömrünü çoktan tamamlamış olduğu için,
bir kenara atılma sırası arzudadır. Tüketici talebi ile arz ara
sındaki dengeyi korumak için daha güçlü ve her şeyden ön
ce daha çok yönlü bir uyarana ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı
karşılamaya en güçlü aday ise “dilektir”: “Gerçeklik ilkesi”
gibi koca bir engelden geriye kalan m olozu kaldırıp yolu
tem izleyerek, haz ilkesini özgürlüğüne kavuşturur: Doğa
sında zaten uçuculuk olan madde, nihayet kabından dışan
çıkmıştır. Ferguson’un sözlerini bir kez daha anımsayacak
olursak:
121
Tüketicinin bedeni
Parçalanmış H ayattı tartıştığım gibi, postm odem top
lum , üyelerini birer üretici olarak değil, tüketici olarak anga
je eder. Bu aynm, çığır açıcı bir ayrımdır.
Üretim etrafında organize olm uş hayat, norm atif kural
larla düzenlenir. Kişinin hayatını sürdürebilmesi ve üretici
rolünün gereklerini yerine getirebilm esi için ihtiyaç duyulan
şeylerin bir alt sının bulunduğu gibi, hayalini kurabileceği,
arzu edebileceği ve tutkularının toplum tarafından mahrem
olarak kabul göreceğine güvenerek -yani, ayıplanma, kınan
ma, azarlanma ve müdahale korkusu duym adan- elde et
m ek için peşine düşebileceği şeylerin de bir üst sının vardır.
Bu sınırın üstüne çıkan her şey lükstür ve lüks olana arzu
duymak günahtır. Dolayısıyla esas olan uyumdur, alt ve üst
sınırlar arasında güvenli ve dengeli bir düzen tutturm ak -
genele ayak uydurmaktır.
ö t e yandan, tüketim üzerine kurulan hayat, varlığım
normlar olmaksızın sürdürmek durumundadır: Ona yön ve
ren şey artık norm atif kurallar değil, baştan çıkarma, sayısı
ve şiddeti sürekli artan arzular ve hedefi belirsiz isteklerdir.
Başarılı bir hayat sürmek için bakıp örnek alacağınız belli bir
“el âlem” grubu yoktur; tüketicilerden oluşan bir toplum da
sınırlar belirsiz, hatta sonsuzdur. Amaç bugün lüks sayılan
bir şeyi yarın bir ihtiyaca dönüştürmek ve “bugün” ile “yarın”
arasındaki m esafeyi en aza indirmek -istem enin içinden
beklem eyi çıkarmak- olduğundan, lüks kavramı pek bir şey
ifade etm ez. Bazı arzulan ihtiyaçlara dönüştürecek ve kalan
arzulan “gereksiz ihtiyaçlar” olarak gayrimeşru gösterecek
belli bir norm olmadığından, “uyum ” standardını belirleye
cek bir ölçüt de yoktur. Dolayısıyla esas sorun, kifayet soru
nudur - yani önem li olan “her daim hazır olma”, karşımıza
çıkan firsadan değerlendirebilme, dikkatimizi çeken yeni,
daha önce duyulmamış ve beklenm edik şeylere uygun yeni
arzular geliştirme, yerleşik ihtiyaçlann yeni duygulan gerek
siz kılmasına ya da onlan benim seyip deneyim lem e kapasi
tem izi sınırlandırmasına izin vermem e konusudur.
122
Üretenler toplum u, üyelerinin önüne standart olarak
sağlıklı yaşamı koyuyorsa, tüketim toplum u fitness [beden
sel olarak formda olma] idealini koyar. Bu iki terim -sağlık
ve fitness- sıklıkla birbirine karıştırılır ve eşanlamlı olarak
kullanılır; ne de olsa her ikisi de bedene özen göstermekle,
kişinin bedensel olarak ulaşmayı arzu ettiği bir durumla ve
beden sahibinin bu arzuya ulaşmak için izlem esi gereken
yolla ilgilidir. Bu iki terim i eşanlamlı olarak ele almak doğru
değildir - iyi bilindiği üzere bütün fitness rejimleri “sağlığa
iyi gelm ez” ve sağlığa iyi gelen her şey de fit olm anızı garan
tilem ez. Sağlık ve fitness iki farklı söylem e aittirler ve çok
farklı endişelere hitap ederler.
Üreticiler toplumunun diğer bütün norm atif kavramları
gibi sağlık da “norm” ile “norm dışı” olan arasındaki sının be
lirler ve gözetir. “Sağlık” insan bedeninin ve ruhunun asli ve
arzu edilen -(e n azından ilke olarak) aşağı yukarı tam olarak
tanımlanabilen ve bir kez tanımlandı m ı kesin olarak ölçüle
b ilen - halidir. Toplum tarafından belirlenm iş ve atanmış bir
rolün gereklerini yerine getirmem izi sağlayan bedensel ve
ruhsal duruma gönderme yapar. “Sağlıklı olmak” pek çok du
rumda, “istihdam edilebilir” -yani, fabrikada gerektiği gibi
çalışabilir, iş gereği çalışanın fiziksel ve ruhsal gücü üzerinde
düzenli bir baskı oluşturabilecek “yükleri taşıyabilir"- anla
mında kullanılır.
Fitness ise, aksine, hiçbir şekilde “katı” bir kavram değil
dir; doğası gereği, belli bir duruma indirgenem ez ve sınırlan
herhangi bir kesinlikle belirlenem ez. Sıklıkla, “Bugün kendi
ni nasıl hissediyorsun?” sorusunun cevabıymış gibi algılan
masına rağmen, esas smavını gelecek zaman ifadesiyle verir:
“fit olmak" demek, henüz denenm emiş ve öngörülmesi im
kânsız duygulan yaşamaya hazır, esnek, “em ici” ve uyum ye
teneği yüksek bir bedene sahip olmak demektir. Sağlık eğer
“ne fazla ne az” türden bir durumsa, fitness her daim terazi
nin “fazla” tarafindadır: Herhangi bir bedensel standarda
karşılık gelm ez; işaret ettiği şey, bedenin (tercihen sınırsız)
genişlem e kapasitesidir. Fitness dem ek alışılmamışı, rutin dı
123
şım, olağanüstü olanı -v e her şeyden önce yeni ve şaşırtıcı
olanı- benim sem eye hazır olmak demektir. Hatta sağlık
“norma bağlı kalmak” ise, fitness bütün normları yıkarak ha
lihazırda erişilm iş bütün standartlan geride bırakmaktır bile
denebilir.
Kişiler arası bir norm belirlem ek de olacak gibi değildir
çünkü fit olma durumunun bireysel dereceleri arasında nes
nel bir kıyaslama yapmak olası değildir. Fitness, sağlıklı yaşa
m ın aksine, öznel bir deneyimdir (burada deneyim den kasıt
“hissedilen”, “bilfiil yaşanan” deneyimdir - yani dışandan
gözlem lenebilen, söze dökülebilen ve başkalarına iletilebi
len bir durum ya da olay değildir). Bütün öznel durumlar
gibi fit olma durumu da, kişiler arası kıyasa uygun olmaması
bir yana, kişiler arası iletişim için bile dile getirilm esi son
derece zor bir deneyimdir. Tatmin ve haz soyut kavramlarla
anlaşılamaz duygulardır: Anlaşılmaları için “öznel olarak de-
neyim lenm eleri” -yaşanm aları- gerekir. Kendi duygularını
zın, yanmızdakilerinkiyle aym derecede derin, heyecan veri
ci veya “zevkli” olup olmadığım anlamanızın bir yolu yoktur.
Fitness, ulaşıp elde etm eden önce ne olduğunu tam olarak
anlayamayacağınız bir idealdir; bununla birlikte, kişinin
elinde tam olarak hedefe ulaşıp ulaşmadığım söyleyecek bir
araç olmadığı gibi, tersinden şüphelenm esini gerektirecek
her türlü neden bulunmaktadır. Fitness ideali etrafında orga
nize olan hayat, pek çok çatışmadan galibiyetle çıkacağınızı
söyler, fakat nihai zaferle ilgili hiçbir vaatte bulunm az.
Sağlıklı yaşamdan farklı olarak fitness idealinin doğal bir
sonu yoktur. Sonu gelm eyecek bir sürecin yalnızca içinde
bulunulan aşaması için bazı hedefler konulabilir - fakat ön
ceden belirlenm iş bir hedefi tutturm anın vereceği tatm in
duygusu geçicidir. Hayat boyu süren fitness arayışında durup
dinlenecek bir an bile yoktur ve aradaki tek tük başarı kutla
maları, bir sonraki zorlu etap başlamadan önce verilen kısa
bir moladır. Fitness ideali peşinde koşanlann kesin olarak
em in oldukları tek şey, yeterince fit olmadıkları, çalışmaya
devam etm eleri gerektiğidir. Fitness arayışı sürekli bir kendi
124
ni kontrol altında tutm a, kendinden hoşnut olmama, kendi
ni çoğu şeyden mahrum bırakma ve bu şekilde sürekli bir
kaygı içinde olma sürecidir.
Sınırlan (ateş veya tansiyon gibi ölçülebilir) standartlar
la çizilm iş ve en büyük silahı “norm” ile “norm dışı” arasında
ki net ayrım olan sağlığın, prensipte, giderilm esi olanaksız
böyle bir kaygıdan azade olması gerekir. Yine, prensipte, sağ
lıklı olmak ve sağlıklı kalmak için hangi koşullar altında biri
nin “sağlığının yerinde” olduğunu veya tedavinin hangi aşa
masında hastanın sağlığım yeniden kazandığını anlamak
için, artık daha fazla bir şey yapmanın gereksiz olduğunu
söyleyebilm ek için ne yapılması gerektiği de açık olmalıdır.
Evet, prensipte.
Aslına bakılırsa, “akışkan” m odem ite kalkanı altındaki
bütün normların durumu, sağlıklı yaşam normu da dahil,
sonsuz ve belirsiz olasılıklar toplum unda ciddi biçim de sar
sılm ış ve kırılgan bir hale gelmiştir. D ün normal, dolayısıyla
tatm in edici olarak kabul edilen bir şey bugün endişe verici,
hatta hastalıklı kabul edilebilir ve tedavi edilm eye çalışılabi
lir. Ö ncelikle, bedenin daha önce görülmem iş yeni durum
ları tıbbi girişim için m eşru nedenler haline gelir - ve m ev
cut tıbbi terapiler de oldukları yerde kalmaz. İkinci olarak,
bir zamanlar sınırları kesin olarak belirlenm iş “hastalık” kav
ramı iyice bulanık ve puslu bir hal alır. İstisnai, başı ve sonu
belli, bir kereye mahsus bir durum olarak görülmek yerine,
sağlığın sürekli bir eşlikçisi, onun “öbür yüzü” ve sürekli bir
tehdit unsuru olarak görülmektedir artık: Ona karşı sürekli
tetikte olmak, onunla haftanın her günü, günün her saati
m ücadele etm ek ve onu uzakta tutm ak gerekir. Sağlıklı ya
şam için mücadele, hastalığa karşı sonu gelm eyen bir savaşa
dönüşür. Ve son olarak, “sağlıklı yaşam rejiminin” anlamı da
değişir. “Sağlıklı yaşam diyeti” kavramları, birbirinin ardına
ya da birlikte önerilen diyetlerin sürelerinden daha hızlı de
ğişmektedir. Sağlığa iyi geldiği veya zararsız olduğu düşünü
len gıdalar, daha faydası tam görülem eden önce uzun vade
de zararlı olarak ilan edilm ekte. Belli bir riske karşı geliştiri
125
len terapilerin ve önleyici uygulamaların başka yönlerden
patojenik olduğu ortaya çıkıyor; iatrojenik hastalıkların -y a
ni bir hastalık için uygulanan tedavinin yol açtığı ikincil so
runların- tedavisi için çok daha büyük ölçülerde tıbbi m ü
dahale gerekiyor. H em en hem en her tedavi yöntem i kendi
risklerini de beraberinde getiriyor ve bu risklerin yol açtığı
yeni sorunlar için daha çok sayıda tedavi yöntem i ortaya
çıkıyor.
ö z e tle, sağlıklı yaşam hedefi, doğasının aksine, garip bir
şekilde fitness idealine benzem eye başlar ve sonu gelm ez,
belli bir doyum noktası olmayan, gidiş yolu bakımından be
lirsiz ve fazladan kaygı kaynağı bir süreç haline gelir.
Sağlıklı yaşam ideali fitness idealine gittikçe daha çok
benzerken, fitness ideali, sağlıklı yaşam idealinin bir zaman
lar özgüven kaynağını oluşturan şeyi, yani sağlıklı yaşam
standardının ve bunun doğal sonucu olan tedavi edici etki
nin ölçülebilirliğini, genellikle başarısız bir şekilde, taklit et
m eye çalışır. Bu çaba, örneğin m evcut pek çok"fitness diyeti”
arasında pek revaçta olan kilo kontrolü [çılgınlığım] açıklar:
Verilen kilolar ve incelen beller, fitness’m -a teş veya tansiyon
gib i- gerçek anlamda ölçülebilir ve belli bir kesinliğe kadar
tanımlanabilir sözde kazanımlanndandır. Benzerlik, elbette
ki bir yanılsamadır: Bunu görmek için, sıfırın altındaki kısmı
sonsuza kadar uzayip giden bir term om etre ve düştükçe da
ha iyiye giden bir beden ısısı düşünm eniz yeterli.
Egemen fitness m odeline yapılan son düzenlem elerin
etkisiyle, (öz bakım da dahil) sağlıklı yaşamı sınırlayan kısıt
lamalar ortadan kalkmış ve, Ivan Illich’in de daha geçenlerde
işaret ettiği gibi, “sağlık arayışının kendisi birincil patojenik
etm en olm uştur”. Teşhis yöntem leri bireyi artık hedefi ola
rak görmüyor: Sayılan gittikçe artan örneklerden anlaşılaca
ğı üzere gerçek hedefi, teşhis konan bireyin içinde bulundu
ğu halin ardından neyin gelebileceğini tahm in etm ek, olası
lıkları çoğaltmaktır.
Sağlık, her geçen gün artan bir şekilde, risk optim izas-
yonu ile bir tutulm akta. Her durumda bu, tüketim toplu-
126
m unun bedensel açıdan fit olmak üzere eğitilm iş sakinleri
nin doktorlarından beklediği -v e bulamadıklarında onlara
öfke ve düşmanlık duydukları-şeydir. Buna örnek teşkil ede
cek bir olayda Tübingen’de bir doktor, anne adayı bir hasta
sına, çocuğunun sakat doğma olasılığının “çok düşük” oldu
ğunu söylediği -yani, istatistikleri verm ediği- için suçlu bu
lunmuştur.'
1. Bkz. ta n lUich, “L’O bsession d e h san te parfake”, Le M onde djphnM ttyue, M art
1999, s. 28.
127
ne 5 milyar, vitam inlere 2,7 milyar ve egzersiz aletlerine 738
m ilyon dolar harcamış.1
Kısaca, “dükkân dükkân dolaşıp fiyat araştırması yap
mak" için yeterince fazla sebep vardır. Satın alma saplantısı
nı tek bir nedene bağlayan bütün indirgem eci açıklamalar,
asıl önem li noktayı gözden kaçırabilmektedir. Saplantılı alış
veriş davranışım genel olarak postm odem değer devriminin
bir dışavurumu olarak açıklayan çalışmalar, alışveriş bağım
lılığını, uykudaki materyalist ve hedonist dürtülerin hareke
te geçişi veya “ticari komplonun" hayatın nihai amacının haz
olduğunu söyleyen ve kişiyi bu amaç peşinde koşturan ya
pay (ve kurnazca kıugulanm ış) bir ürünü olarak yorumlama
eğilim i, en iyi ihtim alle, gerçeğin yalnızca bir yüzünü yansı
tırlar. Gerçeğin diğer ve bu tür açıklamaları bütünleyen yü
zü, bağımlılığa dönüşen satın alma saplantısının süreğen, si
nir bozucu belirsizliğe ve sancıh, boğucu güvensizlik duygu
suna karşı girişilen um utsuz bir m ücadele olduğudur.
T.H. Marshall’m başka bir vesileyle işaret ettiği gibi, ka
labalık bir grup aynı anda aynı yöne doğru koşuyorsa iki
soru sorulması gerekir: 1 . Neyin ardından koşuyorlar? 2. N e
yin önünden kaçıyorlar? Tüketiciler -dokunm ası, görmesi
veya koklaması- haz veren nesnelerin, süpermarket rafların
da veya mağaza vitrinlerinde sergilenen renkli ve parıltılı
nesnelerin vaat ettiği zevklerin veya işinin ehli bir danış
manla geçirilecek bir seansın sonucunda yaşanacağı söyle
nen daha derin ve çok daha rahatlatıcı duygular peşinde ko
şuyor olabilirler. Fakat aynı zamanda, adına güvensizlik de
nen acıdan bir kaçış yolu da arıyor olabilirler. Bir kez olsun
hata yapma, ihmal veya işini iyi yapamama korkusu olma
dan nefes almak istiyorlardır. Bir kez olsun kendilerinden
em in olmak, kendilerine güvenm ek ve güvenilir olmak isti-
yorlardır; alışveriş sırasında buldukları nesnelerin kendileri-I.
I . B arry G lassner, “Fitness and th e postm odem ş e lfte n atom ,Journal afHeaUı and
Soaol Behaviour, 30.1989.
128
ne çekici gelen üstünlüğü ise, bu nesnelerin kesinlik vaadini
de beraberinde getiriyor olmalarından (ya da bir süreliğine
öyleym iş gibi görünmelerinden) kaynaklanıyordur.
Saplantıya/bağunldığa dönüşmüş alışveriş, aynı zaman
da, gecelerim ize m usallat olan dehşet verici kararsızlık ve
güvensizlik cinlerinden arınmak için her gün yaptığım ız
gündüz ayinleridir de. Gerçekten de gündelik bir ayindir alış
veriş: Cinlerin her gün yeniden çıkarılması gerekir, zira sü
permarket raflarında, üzerinde son kullanma tarihi bulunma
yan bir ürün neredeyse yoktur ve dükkânlardan satın alına
bilen “kesinlik” çeşitleri, kişiyi alışverişe sürükleyen başlan
gıçtaki güvensizlik duygusunu tam olarak gideremez, ö n em
li olan -v e gösterinin devam etm esini sağlayan- şey, d n çı-
karma/annma ayinlerinin olağandışı özelliğidir: Cinleri/kötü
ruhları başarıyla kovdukları için değil (ki bunu çok ender
olarak başarırlar), bir ayin olarak var olmayı ve uygulanmayı
sürdürdükleri için etkili ve tatm in vericidirler. Cin çıkarma
sanatı canlı kaldığı sürece kötü ruhlar ölüm süzlük iddiala
rında ısrar edem ezler. Ve bireyselleşm iş tüketiciler dünya
sında yapılması gereken her şey, “kendi işini kendin yap” şek
linde olur. Kendi cinini kendin çıkar ayininin gereklerini,
alışverişten başka n e daha iyi yerine getirir ki?
129
Bu, hepim izin kendi içim ize bakarak öğrendiğim iz bir
şeydir: Geriye dönük olarak incelediğim izde, kendi yaşam-
öykülerim izin, içinde yaşadığımız dünyayla ilgili bize öğret
tiği şey budur. Fakat etrafımıza baktığımızda başka bir şey
görürüz: Tanıdıklarımız, özellikle de uzaktan tanıdıklarımız
-uzaktan gördüklerim iz- söz konusu olduğunda, varoluşları,
gerçekte sahip olamayacakları fakat uzaktan bakan için bariz
bir bütünlük ve uyum içindeym iş gibi görünür. Elbette ki bu
bir görsel yanılgıdır. Aradaki mesafe (yani, sahip olduğumuz
bilginin yetersizliği) ayrıntıları bulanıklaştırır ve Geştalt sı
nırlarına giren her şeyi silerek görünmez kılar. Yanılsama ol
sun olmasm, başkalarının hayatı gözüm üze birer sanat eseri
gibi görünür. Ve bir kere o gözle baktığımızda kendim iz de
aynısını yapmaya çabalarız: “Herkes kendi hayatım birer sa
nat eserine dönüştürm eye çalışır.”1
Hayatın kırılgan m alzem esinden dökm eye çalıştığım ız
o sanat eserine “kimlik” diyoruz. N e zaman kim likten söz
etsek, aklımızın bir köşesinde, silik de olsa hep bir uyum,
mantık ve bütünlük im gesi bulunur; bunlar, hayat akışımız
da eksikliklerini fena halde hissettiğim iz şeylerdir. Kimlik
arayışı, bu akışı durdurmak ya da yavaşlatmak, akışkan olanı
katılaştırmak, şekilsiz olana bir şekil verm e çabasıdır. Biçi
m in ince örtüsü altında kaynayan dehşet verici akışkanlığı
inkâr etm ek, ya da en azından gözden uzak tutm ak için ça
balarız; iç yüzüne vâkıf olamadığımız ya da kavrayamadığı
m ız görüntülerden gözüm üzü kaçırmaya çalışırız. Fakat akı
şı durdurmak bir yana, yavaşlatmayı bile başaramayan kim
likler, bir volkandan yükselen lavın üzerinde arada bir beli
ren ama tam soğuyup katılaşacakken tekrar eriyip dağılan
kabuk öbeklerine benzerler daha çok. Dolayısıyla yeniden
ve yeniden denem ek gerekir - ve her denem e, ancak katı ve
elle dokunulabilir olan, dolayısıyla kalıcılık vaat eden şeylere
tutunarak gerçekleşebilir; bunların birbirlerine uyması ya da
1. Bkz. Albert Camus, The Rebel, çev. Anthony Bower, London, Penguin, 1971, s.
226-7. [Başkaldırım İnsan, çev. Tahsin Yücel, Can Yay., İstanbul, 2009.]
130
aynı bütüne ait olm ası gerekmediği gibi, bir araya geldikle
rinde hep öyle kalacaklarına dair bir işaret olm ası da gerek
m ez. D eleuze ve G uattan nin sözleriyle, “Arzu, doğaları ge
reği parçalı ve parçalanmış olan eksik nesneler ile kesintisiz
akışı durmaksızın bir araya getirir.”1
Kimlikler yalnızca dışarıdan bakıldığında, o da bir anlı
ğına, sabit ve katı görünürler. Kişinin içsel biyografik yaşan
tısı çerçevesinde düşünüldüğünde kimliğin sahip olabileceği
her tür katılık kırılgan ve dış etkilere açıktır; alttaki akışkan
lı ğmı ortaya çıkaran karşıt güçler ve süreç içinde almak üze
re olduğu her tür [katı] biçim i parçalarına ayırarak darma
dağın eden ters akıntılar nedeniyle belli bir biçim i koruya
mazlar.
Deneyim lenm iş, yaşanmış kimliği bir arada tutabilecek
yegâne harç fantezi, belki de hayaldir. Yine de, biyografik
yaşantının değişim e dirençli varlığını düşündüğümüzde, bir
arada tutm a gücü daha fazla herhangi bir harç -kolay çözü
lebilir ve silinebilir fanteziden daha fazla yapıştırma gücü
olan bir araç- hayallerin yokluğu kadar dehşet verici bir ola
sılık olurdu. Efrat T seelon’un belirttiği gibi moda, bu neden
le, tam da aradığımız şeydir: Fantezilerimizin ne üstünde ne
de altında, tam kararındadır. “Fiilen bir şey yapmak ve so
nuçlarına katlanmak zorunda kalmadan sınırlan keşfetm e
m izi sağlayacak yollar" sunar. “Peri masallarında,” diye hatır
latır Tseelon, "prensesin gerçek kim liğini açığa çıkarmada
anahtar faktör, herkesin rüyalarım süsleyen bir giysi giymek
tir; periler kraliçesi Külkedisi’ni ne zaman prensesler gibi
giydirip baloya göndereceğini çok iyi bilir.”2
Bütün kimliklerin, ya da çoğunun, içkin oynaklığını ve
hareketliliğini göz önüne alırsak, kendi kim lik fantezilerim i
zi gerçekleştirm em izi sağlayacak soylu yol, kimlikler süper
marketinde raf raf dolaşıp fiyat karşılaştırması yapma kabili
131
yetim iz, tüketicinin kendi gerçek veya sonradan benim sedi
ği kimliğini seçm e ve bu kimliğe dilediği kadar uzun süre
sahip çıkma özgürlüğünün derecesidir. Bu kabiliyete sahip
olan biri, istediği zaman kendine bir kimlik edinm e veya
vazgeçm e özgürlüğüne sahiptir. Ya da bize öyle geliyordur.
Tüketim toplumunda, tüketici bağımlılığında -yani, alış
verişe olan evrensel bağım lılıkta- pay sahibi olmak her türlü
bireysel özgürlüğün, her şeyden önce farklı olma, “bir kimliğe
sahip olma” durumunun olmazsa olmaz koşuludur. Rahatsız
edici olduğu kadar samimi görünen (fakat bir yandan da oy
nanan oyunu ve kurallarını bilen sofistike tüketiciye göz kır
pan) bir TV reklamında kalabalık bir grup kadın görürüz.
Hepsinin de saçları değişik renk ve modeldedir ve görüntü
nün altındaki bantta şöyle yazar: "Hepsi benzersiz; hepsi bir
birinden farklı; hepsi de X ’i tercih ediyor” (burada X , reklamı
yapılan saç kreminin markası). Kişisel farklılıkları yaratan
araç, seri olarak üretilmiş bir araçtır. Kimlik - “biricik ve “kişi
sel” kim lik- herkesin ancak ve ancak satın aldığı ve alışveriş
yoluyla edinebildiği bir m alzeme üzerine işlenebilir. Bağım
sızlık, teslim olarak kazanılır. Elizabeth filminde, İngiltere kra
liçesi "kişiliğini değiştirmeye” “b a h asın ın kızı”olmaya ve saray
ahalisini emirlerine saygı göstermeleri için zorlamaya karar
verir ve bunu saç stilini değiştirerek, yüzünü kaim bir tabaka
boyayla boyayarak ve başım mücevherlerle donatarak yapar.
Tüketicilerin tercihlerinde rol oynayan özgürlüğün, bil
hassa tüketicinin öz kimliğim, seri olarak üretilmiş ticari
ürünlerle kurma özgüllüğünün gerçek m i yoksa varsayımsal
bir özgürlük m ü olduğu sorusu, can sakta derecede tartışmak
bir konudur. Bu tür bir özgürlük, pazar arzh gereçler ve mal
zem eler olmaksızın var olamaz. Ö yle bile olsa, m utlu abala
rın fantezi ve yeni şeyler denem e sınırlan ne kadar geniştir?
Bağımklıklan yalnızca satın almayla sınırlı değildir. Kitle
iletişim araçlarının, ister kolektif ister bireysel, popüler imge
ler üzerindeki muazzam gücünü hatırlayalım örneğin. Her
yerde karşımıza çıkan ekranlardaki güçlü, “gerçeğinden daha
gerçek” imgeler, “yaşanmış” gerçekliği daha katlanılır hale ge
132
tirm e dürtüsünün olduğu kadar, neyin gerçek neyin gerçek
dışı olduğunun da standardını belirler. Arzu ettiğim iz hayat,
“televizyon ekranlarında gördüğümüz” hayattır. Ekrandaki
hayat, bizzat yaşadığımız hayatı küçük, önem siz ve sıkıcı
gösterir: Gerçek değilmiş gibi görünen, yaşadığımız hayattır
ve kendi sırası geldiğinde ekranlara yakışan imgelere döküle
rek yeniden biçim lendirilm ediği sürece de öyle kalacaktır.
[Kişinin kendi hayatım gerçek kılabilmesi için önce onu her
an silinm eye hazır, eski kayıtların üzerine kolaylıkla yenileri
nin kaydedilebileceği bir m alzem e üzerine -videokaset-
“kaydetmesi” gereklidir.) Christopher Lasch’m söylediği gibi:
“M odem hayat elektronik imgeler tarafından öyle bir şekilde
aktarılıyor ki başkalarıyla ilişkilerimizde, karşımızdakinin ey
lem leri -v e bizim kendi eylem lerim iz- kaydediliyor ve uzak
ta, görünmeyen izleyicilere naklen yayınlanıyor veya daha
sonra ayrıntılı olarak incelenm ek üzere depolanıyormuş gibi
düşünmekten ve buna göre hareket etm ekten kendim izi ala
mıyoruz.”1
Daha geç tarihli bir kitabında2 Lasch, okurlarına, “kim
lik kavramının bir zamanlar hem kişiler heıiı de nesneler
için kullanıldığım; bunların, m odem toplum içindeki katılık
larını, kesinliklerini ve sürekliliklerini yitirdiklerini” hatırla
tır. Lasch, üstü kapak olarak, “katı olan her şeyin eridiği” ev
rende başı nesnelerin çektiğine işaret eder; ve nesneler, kim
liklerin içine hapsolduğu sem bolik kapanlar ve kimlik edin
m e aracı olduklarından, çok geçm eden nesneleri kişiler takip
etmiştir. Emma Rothschild’in otom obil endüstrisi üzerine
yaptığı ünlü çalışmasına atfen şöyle der Lasch:
133
Fond’un üretim alanına getirdiği yeniliklere gerekli karşılığın
verilmesidir. Her ikisi de girişimciliği ve bağımsız düşünceyi
yolundan çevirmeye ve kişinin, bireysel zevkler konularında
bile kendi kararlarından şüphe duymasını sağlamaya yönel
miştir Kişinin, kimsenin yönlendirmesi olmadan edindiği
tercihler güncel beğeninin gerisinde kalabildiği için, onların
da düzenli olarak güncellenmesi gereklidir.
134
nın yerini, disiplin sağlayıcı işlevi aynen koruyan seyirlik
gösteriler aldı. İnsanlar, bugünlerde, zorlama ve baskıyla de
ğil ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlara riayet ettirili
yor gibi (buradaki riayetin, son derece esnek standartlara
karşı, değişen durumlara olağanüstü bir şekilde adapte ola
bilen, yumuşak bir boyun eğm e olduğunu eklem em e izin
verin). Ve bu boyun eğme, dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç
nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten çok, özgür irade
nin bir tezahürüymüş gibi görünüyor.
Bu gerçeklerin tekrar tekrar dile getirilmesi gerekiyor,
zira "romantik benlik kavramının” ölüsü, dışarıdan görülen ya
pay kabuğun altında, derinlerde gizli bir özün bulunduğu
umuduyla, Paul Atkinson ile David Silverman’ın yerinde bir
benzetm eyle (öznenin kişisel, mahrem özünü ortaya çıkar
mak için, yaygın olarak, yüz yüze görüşmelere dayanan) “bi
rebir görüşme toplum u” dediği toplum ve (kişisel özün öznel
gerçekliğine, içsel gerçekliğin dışavurum anlarının yakalanma
sını üm it ederek, kişisel anlatılan önce teşvik ederek sonra bu
anlatılan parçalarına aymp inceleyerek ulaşmaya çalışan)
güncel toplumsal araştırmaların büyük bir kısmının ortak ça
basıyla yapay olarak yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. A t
kinson ve Silverman bu çabaya şu sözlerle karşı çıkıyor:
135
şey değildir. Fakat özgün olduğu iddia edilen benliğin aslın
da özgün olmayışı, sam im iyet gösterileri ile tamamen örtbas
edilir - ki ayrıntılı bireysel görüşmeler ve kamusal iç döküş
ayinleri, bu gösterilere önem li örneklerdir. Görünüşe göre
gösterilerin amacı kişinin içinde, dışarıya çıkmak için kıvra
nan “iç benliklerin” baskısını hafifletmektir; fakat aslında
“duygusal eğitim in”tüketim toplum u versiyonunun araçları
dır: Duyguların bulunduğu durumların ve bunların ifadele
rini oluşturan ipleri (ki “tepeden tırnağa kişisel kimlikler” bu
iplerle dokunmaktadır), üzerlerine “toplum tarafından onay
lanmıştır” damgasmı vurarak sergilerler.
Harvie Ferguson’un, o eşsiz tarzıyla belirttiği gibi:
136
Kültürel analistlerin mikroskobu altında incelendiğinde
günümüzdeki durum böyle görünmektedir. Kamusal olarak
üretilmiş yapaylık [inauthenticity] doğru olabilir; gerçekliğini
destekleyen argümanların sayıca çokluğu da bunu göster
mektedir. Fakat “samimiyet gösterilerinin” etkisini belirleyen
faktör, bu resmin doğru olup olmaması değildir. Ö nem li olan
sonradan uydurulmuş, yeniden ve yeniden kimlik inşa etm e
ihtiyacının nasıl bir his olduğu ve “içeriden” nasıl algılandığı,
nasıl “deneyimlendiğidir”. Analistin gözünde ister özgün ol
sun ister özgün olduğu varsayılsın gevşek, “ilişkisel” kimlik
durumu, “dükkân dükkân dolaşıp fiyat araştırması yapma”
fırsatı, kişinin kendi “gerçek kimliğini” seçm esi veya ondan
vazgeçebilm esi, her daim “hareket halinde” olma günümüz
tüketim toplumunda özgürlüğün bir göstergesi olmuştur.
Tüketici tercihi artık başlı başına bir değerdir; seçm e eylem i,
neyin seçildiğinden daha önemlidir ve her bir eylem , sunulan
seçeneklere bağlı olarak övgüler almakta veya sansürlenmek-
te, sonuçtan memnun kalınmakta veya pişman olunmaktadır.
Bununla birlikte, seçenek yelpazesi son derece geniş ve
olası yeni deneyim lerin sayısı neredeyse sonsuz olsa da (ya
da bu yüzden) seçim , hem bir lü tu f hem de bir lanettir. Se
çim yapan kişinin hayatı risklerle doludur: Kararsızlık, aslın
da oldukça lezzetli olan özgür seçim çorbasında yüzen m ide
bulandırıcı bir sinek olarak kalmaya mahkûmdur. Ek olarak
(ki önem li bir ek olarak), alışveriş bağımlısı birinin m utlulu
ğu ile sefaleti arasındaki denge, vitrindeki seçeneklerin bol
luğundan daha farklı unsurlara bağlıdır. Seçeneklerin hepsi
de gerçekçi seçenekler değildir; gerçekçi seçeneklerin boyu
tu, seçim e sunulan parça sayısının değil, seçim i yapan kişiye
tahsis edilm iş kaynakların hacminin bir fonksiyonudur.
Bol miktarda kaynak olduğunda kişi, doğru ya da yanlış,
“şeylerin” "üzerinde" ya da “ilerisinde” olma, hızlı hareket
eden hedeflerden geri kalmama üm idini her daim canlı tu
tabilir; dolayısıyla kişi, risk ve güvensizlik durumlarım önem
sem eyebilir ve seçenek bolluğunun, belirsizlik içinde yaşa
malım rahatsızlığını, debelenm enin nerede ve ne zaman son
137
bulacağından ya da bir sonun olup olmadığından hiçbir za
man em in olamamanın huzursuzluğunu kat kat telafi ede
ceğini düşünebilir. A sıl zevkli olan, koşunun kendisidir; ne
kadar yorucu olursa olsun koşu yolu, bitiş çizgisinden daha
eğlencelidir. Bu, “G öle giden yol gölden daha güzeldir,” deyi
şinin tam karşılığıdır. H edefe varış, yani seçecek bir , şeyin
kalmadığı yer, çok daha sıkıcı ve yarınki seçeneklerin bugün
küleri geçersiz kılmasından daha korkutucudur. A sıl arzu
edilen şey arzunun tatm ininden çok, kendisidir.
Zaman geçtikçe koşu arzusunun, kas gücüyle beraber
azalacağı -kaynakların hacm i azaldıkça risk ve macera aşkı
nın da köreleceği ve geriye seçilecek bir şey kalmayacağı- dü
şünülebilir. Böyle bir beklenti boşa çıkmaya mahkûmdur,
çünkü çok fazla sayıda ve çeşitte koşucu vardır, fakat pist
herkese yetecek kadar büyüktür. Jeremy Seabrook’un işaret
ettiği gibi:
1. Jerem y Seabrook, TTıe Raceför Riches: The Human Costs o f Weoft/ı, Basingstoke,
Marshall Rckering, 1988, s. 168-9.
138
[Birlikteyken ayaktaydık] Bölündük,
alışverişteyiz
Bir paradoks gibi görünse de, alışveriş bağımlıları toplu
nunum değerler basamağının en tepesine yükselttiği -v e her
şeyden önce, tüketici tercihinin bolluğu ve hayatım ızla ilgili
aldığım ız herhangi bir karan satın alma tercihiym iş gibi ele
alma şeklinde çevirebileceğim iz- tür bir özgürlük, kenarda
durup gönülsüz bir şekilde olanlan izleyenlerin üzerinde
hedefindeki kişilerden çok daha fazla yıkıcı etki yaratır. Bol
miktardaki kaynaklara erişim sıkıntısı çekm eyen seçkinlerin,
bu seçm e sanatı ustalarının yaşam biçim i, elektronik işlem
[Processing] süreci içinde büyük bir değişim içine girmiştir.
Elektronik Sinoptikon kanalları ve gittikçe küçülen kaynak
latın filtresinden geçen ve bir karikatüre veya korkunç bir
mutanta dönüşen bu yaşam biçim i, toplum sal hiyerarşinin
alt basamaklarına doğru inmektedir.
Hayatın bütününü bitm ek bilm eyen bir alışveriş çılgın
lığı gibi ele alma özgürlüğü, dünyayı, tüketim mallarıyla tıka
basa dolu bir depo olarak tasarlamak demektir. Baştan çıka
rıcı tekliflerin bolluğu karşısında herhangi bir tüketim m alı
nın haz potansiyeli hızla tükenm eye yazgılıdır. İşini bilen,
kaynaklarım iyi değerlendiren tüketicilerin şansına, bu özel
likleri onları metalaşmamn bu tür tatsız sonuçlarına karşı
korumaktadır. [Bu tüketiciler] arzu ettikleri şeyleri elde
edebildikleri kadar kolayca istem edikleri eşyalarım elden çı
karabilmektedir. H ızlı yaşlanmaya olduğu kadar arzuların
doğasında bulunan kolay eskim e ve verdikleri tatm inin geçi
ciliğine karşı da sigortalıdırlar.
Kaynaklan iyi değerlendirmek demek, seçeneklerin ara
sında istenileni seçm e özgürlüğü dem ek olduğu kadar -belki
de ondan daha önem lisi- yanlış seçim lerin sonuçlarından
m uaf olmak, böylece seçim lerden oluşan hayatın en tatsız
yanlarından uzak durmak demektir. Örneğin, "plastik seks”,
“yekvücut aşk” ve “saf ilişkiler” -yani, insan birlikteliğinin
m etalaştınlm asının veya ticarileştirilm esinin görünüm leri-
139
Anthony Giddens tarafından, kurtuluşun araçlan ve onun
ardından gelecek yeni m utluluğun -bireysel özerkliğin ve
seçm e özgürlüğünün yeni, eşi benzeri görülmedik ölçüsü
n ün - garantisi olarak tanımlanmaktadır. Zengin ve güçlü seç
kinler için bu durumun gerçekten doğru, ama tek doğru,
olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Onların durumunda
bile, yalnızca ilişkilerin daha güçlü ve kaynaklarım daha iyi
kullanabilen üyelerine odaklanan biri, Giddens’ın savım gö
nülden destekleyebilir. Bu üyeler arasında, zorunlu olarak,
arzularının peşinde özgürce koşabilm eleri için ihtiyaçları
olan kaynaklardan yoksun zayıflar da vardır (ilişkilerin is
tem siz ama uzun vadeli sonuçlan olan ve sona eren evlilik
lere kendi özgürlüklerinin ilam gözüyle bakma durumunda
olmayan çocukları saymak bile gereksizdir). Kimlik değiştir
m e kişiye özel bir durum olabilir fakat her zaman için bazı
bağlatın koparılması ve belli bazı zorunlulukların inkârım
içermektedir; özgürce seçm e hakkı tanınması bir yana, deği
şim in muhatabı olanların fikri sorulmaz b ile
Bununla beraber, "saf ilişkilerin” bu tür “ikincil etkileri”
göz önüne alınsa bile, zengin ve iktidar sahibi kesim söz ko
nusu olduğunda artık gelenek halini almış boşanma anlaş
malarının ve çocuklar için konan finansal hükümlerin, “ikin
ci bir emre kadar” türden ilişkilerde çok yaygın olan güven
sizlik duygusunu hafifletm eye yönelik olduğu ve güvensizli
ğin tamamen giderilem ediği durumlarda ise bunun, “zararın
azaltılması” ve kişiyi “geçm işte” işlediği günahlar ya da yap
tığı hatalar için sonsuza dek pişmanlıktan kurtarmanın kar
şılığında ödenen makul bir bedel olacağı savunulabilir. Fakat
neredeyse hiç şüphe yoktur ki (kırılgan evlilik sözleşm eleri
ve birliğin "karşılıklı tatm in” dışındaki her türlü işlevinden
“arındırılmış olması" dahil) bu yeni tarz ilişki biçim i daha
çok sefalet, üzüntü ve aaya neden olmakta ve gittikçe artan
sayıda dağılmış, sevgisiz ve üm itsiz hayatlar üretmektedir.
özetlem ek gerekirse, “dükkân dükkân dolaşıp fiyat
araştırması yapma” türü bir hayatın karakteristik özelliği
olan kim lik esnekliği ve taşm abilirliği, kurtuluş vasıtaları ola
140
rak, özgürlüklerin yeniden paylaşımı enstrümanları kadar iş
levsel değildir. Dolayısıyla kimliğin bu özellikleri hem bir
nim et hem de lanettir - hem çok çekici ve arzu uyandırıcı
hem de itici ve korku vericidir, birbirine taban tabana zıt
duygular uyandırırlar. Tutarsız ve yan nevrotik tepkilere ne
den olabilen çelişik değerlerdir. Sorbonne'dan düşünür Yves
M ichaud’nun ifadesiyle, “Fırsatların aşın çoğalmasıyla yıkım,
dağılma ve parçalanma tehditleri de artmıştır.”1 Kendine bir
kimlik kurma görevinin yıkıcı yan etkileri de bulunmaktadır.
Çatışmaların odak noktası haline gelir ve birbiriyle uyuşma
sı imkânsız dürtüleri tetikler. Herkes tarafından paylaşılan
bu görev, her bir birey tarafından, kesin çizgilerle ayrılmış
koşullar altında gerçekleştirilm ek zorunda olduğundan, in
sanlık durumlarım böler ve birlik ve dayanışma üretm eye
yönelik bir insanlık durumundan çok, acım asız bir rekabeti
körükler.
141
3
Zaman/Mekân
142
tek ve kesin emir olduğu zorunlu neşe ve eğlence şehri
Thölöm e’ine1 benzetilerek çizilmiştir. “Kale” kısmı ise tama
m en kendine özgüdür. H azeldon’m Cape Town yakınlarında
500 dönümlük boş bir arazi üzerine sıfırdan inşa edeceği H e-
ritage Park, çevresindeki yüksek gerilim verilmiş tel örgüle
riyle, erişim yollarındaki elektronik gözetim sistemleriyle, yol
boyu uzanan bariyerleriyle ve ağır silahlarla donatılmış gü
venlik görevlileriyle diğer yerleşim yerlerinden ayrılmaktadır.
Paranız çıkışır da kendinize Heritage Park’tan bir ev ala
bilirseniz hayatınızın geri kalanını, m uhitinizin nizamiye
kapılarının hem en ötesinde başlayan çalkantılı, düşmanca ve
korku dolu vahşi dünyanın tehdit ve tehlikelerinden uzak
geçirebilirsiniz. Bu seçkin hayatın tam anlamıyla tatm in edi
ci bir hayat olması için gereken her şey sağlanacaktır: Heri
tage Park’ın kendi dükkânları, kiliseleri, tiyatroları, restoran
ları, tiyatroları, panayırları, ormanları, koca bir parkı, so-
monbalığı dolu gölleri, oyun parkları, koşu parkurları, spor
sahaları ve tenis kordan -v e bu seçkin hayatın ileride ihtiyaç
duyabileceği her tür yeniliği gerçekleştirm eye yetecek boş
alanları- olacaktır. Heritage Park’ın halihazırda yaşadığımız
yerler karşısındaki üstünlükleri söz konusu olduğunda Ha-
zeldon, içinden geçenleri şöyle ifade ediyor:
1. Rabelaıs’nin Gargantua adlı eserinde tasvir ettiği ütopik bir manastırdır. Manas
tırda kadınlar ve erkekler bir arada yaşayabildiği gibi evlenebilirler, zengin olabilir
ler ve manastıra istedikleri gibi gidip gelebilirler. Kapısında, “istediğini yap” anla
mında bir kitabe vardır. (Ç.N.)
2. Bkz. Chris McGreal, “Fortress tovvn eo rise on C ape o f low hopes”, The Guar
dian, 22 O cak 1999.
143
A sıl önem li nokta bu: Heritage Park’ta bir ev fiyatına
güvenli bir cemaate giriş biletinizi de alacaksınız. “Cemaat”,
eskinin “iyi toplum ” ütopyalarından günüm üze kalan son
yadigârdır; şim dikinden daha iyi birlikte yaşam kurallarına
daha iyi uyan daha iyi komşularla paylaştığım ız daha iyi bir
yaşam hayalinden geriye kalanları tem sil eder. Çünkü büyük
uyum ütopyası, gerçekçi bakacak olursak, komşuluğa kadar
daralmış durumda. “Cemaatin" iyi bir satış noktası olmasına
şaşmamak gerek. N e de George H azeldon’ın dağıttığı bro
şürlerdeki cemaatin, vazgeçilem ez bir şey olmasına rağmen
başka şehirlerdeki restoranlarda ve koşu parkurlarında eksik
kalan bir şey olarak vurgulanmasına.
Bununla birlikte, bu cemaatçi birliğin ifade ettiği anlama
dikkat ediniz. H azeldon’m Londra’da geçen çocukluk yılla
rından hatırladığı ve Güney Afrika'nın bakir topraklarında
yeniden kurmak istediği cemaat, her şeyden önce, sıkı bir şe
kilde gözetim altında tutulan, başkalarının hoşuna gitm eye
bilecek işler yaptıkları için sevilmeyenlerin derhal cezalandı
rıldığı ve hizaya getirildiği -diğer yandan aylakların, boşta
gezenlerin ve "buraya ait olmayan” davetsiz misafirlerin ya
hiç içeri sokulmadığı ya da derhal derdest edilip gerisingeri
gönderildiği- bir cemaattir. Ö zlem le anılan geçmiş ile onun
güncellenm iş kopyası arasındaki tek fark, H azeldon’m ço
cukluk anılarındaki cemaatin kendi gözleri, dilleri ve elleriyle
kendiliğinden, pek üzerinde düşünmeden başardıklarının,
Heritage Park’ta, gizli güvenlik kameraları ve giriş kapıların
da kim lik kontrolü yapacak ve sokaklarda tebdil-i kıyafet (ya
da gerekirse üniformayla) devriye gezecek onlarca silahlı gü
venlik görevlisiyle yapılmaya çalışılacak olmasıdır.
Avustralya Victoria A dli Akıl Sağlığı Enstitüsü'nden bir
grup psikiyatrist geçenlerde yayımladıkları bir raporla ka
m uoyunu, “gittikçe artan sayıda kişinin takipçi sapıklar tara
fından takip ve taciz edildiklerinden şikâyet etm eye başladı
ğı ve başkalarının güven duygularım ve parasını sonuna ka
dar kullandıkları” konusunda uyarmışlardır - ki raporun ya
144
zarlarına göre bu para “gerçek kurbanlar için harcarım abdır"1.
İncelem e altına alınan bu “sahte kurbanların”bazılarının “akıl
sağlıklarının ağır derecede bozuk olduğu”, “herkesin kendi
lerine karşı kom plo kurduğu ve takip edildikleri” sanrısı için
de oldukları teşhis edilmiştir.
Psikiyatristlerin vardıkları bu sonucu, kom plo kurbanı
olduğum uz inancının hiç de yeni bir şey olmadığı şeklinde
okuyabiliriz; dünyanın dört bir yatımdaki pek çok “ayrıcalık
lı” kişinin çok eskiden beri bu şekilde acı çektiği bilinen bir
gerçektir. Kendi mutsuzluklarım, gurur k ın a başansızlıklan-
m ve hayal kırıklıklarım suçu başkalarının kötü niyetli hare
ketlerine ve düşmanca komplolarına atarak ak ıla bahaneler
bulmaya hevesli insanlar bakmamdan hiçbir zaman ve hiçbir
yerde sıkıntı çekilmemiştir. Gerçekten yeni olan şey, günü
m üzde şeytanı, iblisi, um acılan, gulyabanileri, kem gözleri,
kötü cinleri, cadıları ve yataklarımızın altındaki bütün kötü
ruhlan tem silen günahlarımızı yüklenen tacizciler (ve onlar
la birlikte diğer bütün işsiz güçsüz takım ı ve ne idüğü belir
sizler, yani bulundukları yere ait olmayan, gelip geçici kişi
ler). “Sahte kurbanlar” “kamusal güveni sonuna kadar kulla-
nabiliyorlarsa”, bunun nedeni “tacizci” sözcüğünün, çağdaş
larımızın başma m usallat olan çevresel korkulan tanımlayan
genel ve popüler bir tanım haline gelmesindendir; böylece
her yeri tacizcilerin sarmış olm ası inanılır hale gelm iş, bir
tacizci tarafından takip edilm e korkusu pek çok kişinin or
tak korkusu olmuştur. Ve eğer bir tacizci tarafından takip
edildikleri yanhş fikrine saplanan insanlar “kamu parasım
sonuna kadar kullanabiliyorsa”, bunun bir nedeni, her yıl
gittikçe artan miktarda kamu parasının bu iş için, yani taciz
cilerin, işsiz güçsüzlerin ve o m odem korkunun güncellen
miş diğer formlarının -yani, toplum un aşağı kesimlerinde
yer alan ve yalnızca “doğru” kişilerin girebildiği yerlere izan-
sızca giren ya da dalan, yersiz yurtsuz mehile vulgus’u n - izi
1. Bkz. Sarah Boseley, “VVaming of felce stalking daima”. The Guardian, 1 Şubat
1999, (Michel Patht, Paul E. Mullen ve Rosemary Purceil imzalı rapordan alıntıyla).
145
nin sürülüp toplum dan uzaklaştırılması için ayrılmış olm ası
ise diğer nedeni, tacizcilerin bastığı sokakların teiniz tutul
masının, tıpkı bir zamanlar kötü ruhların bastığı evlerin
arındırılması gibi, korunmaya m uhtaç insanları onları ürkü
ten, tedirgin eden, sindiren korku ve tehlikelerden korumak
için en uygun yol olarak görülmesidir.
Sharon Zukin, Mike Davis’in City of Quartz’mâm [Ku
vars Şehri] (1990) alıntıyla, Los Angeles sokaklarının, orada
yaşayan sakinlerin güvenlik endişeleri ve onların seçilm iş ya
da atanmış koruyucularının sayesinde aldığı yeni görünümü
şöyle tasvir ediyor: “Helikopterler kenar mahallelerin üzerin
de vızır vızır dolaşırken polis, çete üyeleri olarak gördüğü
gençleri yoldan çevirip sorguluyor, ev sahipleri evlerini para
larının yettiği ya da kullanmaya cesaret edebilecekleri silah
larla donatıyor.” "1960’lar ve 1970’ler,” diyor Zukin, “kentli
korkusunun kurumlaşması sürecinde bir dönüm noktasıdır.”
146
$i - caddelerin, sokakların, parkların, hatta işyerlerinin da
ha güvenli ama daha az özgür yerler haline getirilmesidir...1
147
dır, o kısa an içinde ve oracıkta, gecikm eden ve ertelem eden
tüketilm esi gerekir. Tüm hayatı kendi kamından çıkarttığı
iplerle çevresine ördüğü ağın içinde geçen bir örüm cek gibi,
birbiriyle karşılaşan yabancıların ilişkisini ayakta tutan ye
gâne şey dış görünüşleri, sözleri ve beden hareketlerinin ince
ve gevşek dokulu ipleriyle ördükleri ağdır. Karşılaşma ânında
denem e yanılmaya, hatalardan ders çıkarmaya ve bir kere
daha denem eye yer yoktur.
Bunun yanı sıra, şehir hayatı oldukça özel ve karmaşık
beceriler gerektirir. Sennett, bu tamamen yeni tür becerileri
"görgü” üst başlığı altında toplar:
1. Ag«„ t. 264.
148
m eye”, özel/kişisel duygularını dile getirip kişisel düşüncele
rini, hayallerini ve endişelerini gözler önüne serm eye zor
lanmadan, yönlendirilm eden ya da ikna edilm eden -kamu
sal kişiliklerini \public personae] birbirleriyle paylaşabileceği
şekilde düzenlenm esi demektir. Fakat aynı zamanda, kendi
ni sakinlerine, her biri kendi kişisel hedefine sahip bağımsız
bireylerden oluşan bir topluluğa indirgenem eyecek bir “or
tak yaşam alanı” ve bireylerin ayrı ayrı kendi çabalarıyla ye
rine getirem eyecekleri ortak bir görev olarak sunan bir şehir
anlamına da gelir. Bu durumda şehir tamamen kendine özgü
bir söz dağarcığı ve mantığı olan bir yaşam biçim idir ve bu
yaşam biçim i, bütün bireysel endişe ve özlem lerin toplam
listesinden çok daha uzun ve zengindir (ve öyle olacaktır) -
öyle ki yüzlerim ize geçirdiğim iz “kamusal maskeler”, sorum
luluktan kaçma, “gerçek özüm üzü” gizlem e, başkalarıyla iliş
kiye girme ve yalnız kalma isteğim izi gösterm e aracı değil,
bir tür gönüllü katılım ve m üdahil olm a sembolüdür.
Çağdaş şehirlerde “kamusal alan” adı altında anılan çok
sayıda bölge bulunur. Türleri ve boyudan çok farklılık gös
terse de bu bölgelerin hepsi iki ana kategoriden birine girer.
Bu kategoriler ideal medeni mekân m odelinden birbirine zıt
ama birbirini bütünleyen iki yönde aynlır.
Paris’te, Seine Nehri’nin sağ yakasında François M itte-
rand tarafından (makamın görkem ve asaletinin, o görevi
üstlenen kişinin şahsi zayıflıkları ve başarısızlıklarından dik
katli bir şekilde ayrıldığı başkanlığının ölüm süz bir anıtı ola
rak) yaptırılan La D efense adında büyük bir meydan vardır.
Bu meydan, iki kamu kategorisinden ilkinin bütün özellikle
rini gösterir ve fakat tam anlamıyla “medeni" bir kentsel
mekân değildir. Meydanı gören bir ziyaretçinin dikkatini çe
ken ilk ve en önem li şey, mekânm hiç de konuksever olma
yışıdır: Görülen her şey insanda hayranlık uyandırır fakat
orada daha fazla zaman geçirme isteği uyandırmaz. M uaz
zam genişlikte ve bom boş meydanı çevreleyen m uhteşem
tasarımlı binalar, içine girilm ek için değil de yalnızca bakıl
mak için yapılm ış gibidirler: Baştan aşağı aynalı camlarla
149
kaplı binaların pencereleri veya meydana açılan kapılan
yokmuş gibi görünür; ilginç bir şekilde bütün binalar m ey
dana arkalannı dönmüş gibidir. Buyurgan ve ulaşılmazdırlar
- ulaşılmaz olduklan için buyurgandırlar; bu iki özellik bir
birini tamamlar ve birbirinin anlamım pekiştirir. Meydanda
ki tek tip ve tekdüze boşluk halini hiçbir şey bozm az. N e
oturup dinlenebileceğiniz bir bank ne de gölgesine sığınıp
serinleyebileceğiniz bir ağaç vardır. (Aslında ortadaki m uaz
zam boşluğun uzak bir köşesinde geom etrik şekilde tasar
lanmış bir grup bank vardır; zem inden yaklaşık yarım m etre
yüksekte bir platform üzerine yerleştirilen banklar, oturup
dinlenm e eylem ini işi gücü olan diğerleri için seyirlik bir ola
ya çevirir.) Bu diğerleri -uzaktan balonca katınca sürülerine
benzeyen yayalar- metro tarifesiyle eşzam anlı olarak sık sık
ve düzenli aralıklarla yer altından çıkar, meydanı çevreleyen
(kuşatan) parlak canavarlar ile m etro çıkışları arasında uza
nan beton düzlüğe yayılır ve hızla gözden kaybolurlar. Ve
sonra meydan tekrar derin bir sessizliğe gömülür - ta ki bir
sonraki trene kadar.
Kamusal ama m edeni olmayan ikinci mekân kategorisi,
tüketicilere hizm et etm ek ya da, daha doğrusu, şehir sakin
lerini birer tüketiciye dönüştürmek üzere inşa edilen
mekânlardır. Liisa U usitalo’nun sözleriyle, “Tüketiciler sık
lıkla, gerçek anlamda bir sosyal ilişkiye girmeksizin konser
veya sergi salonları, turistik yerler, spor kom pleksleri, alışve
riş merkezleri ve kafeler gibi ortak tüketim mekânlarını
paylaşırlar.”1 Bu tür mekânlar karşılıklı etkileşim i değil, [bi
reysel] eylem i teşvik ederler. Benzer bir eylem içindeki diğer
aktörlerle aynı fiziksel mekânı paylaşmak eylem e özel bir
önem kazandırır, üzerine adeta “çoğunluk tarafından onay
lanmıştır” etiketi yapıştırmış olur ve böylece eylem in anlamı
ve gerekliliği sorgulanmaz. N e var ki, aktörler arasındaki
herhangi bir etkileşim herkesi bireysel olarak giriştikleri ey
150
lem den alıkoyacak ve birer risk faktörüne dönüşecektir. Ki
şinin zihnini ve bedenini yaptığı işten uzaklaştıracağı gibi,
alışverişten alınan zevke de bir katkıda bulunmayacaktır.
H edef tüketim dir ve tüketim ise tam anlamıyla, onmaz
bir şekilde bireysel bir uğraş, yalnızca öznel olarak deneyim -
lenm esi -yaşayarak görülm esi- gereken duygulanımlar dizi
sidir. George Ritzer’m “tüketim tapmaklarım” dolduran ka
labalıklar belli bir amaç için toplanm ış “cem aatten” çok, te
sadüfen bir araya gelm iş bireylerdir; birlikten çok, güruhtur
lar. N e kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, bir arada alışveriş
yapıyor oluşlarında “kolektif” hiçbir yan yoktur. Althusser’in
unutulm az sözlerini anacak olursak, bu tür yerlere giren bi
rinin bireyselliği “sorgulanır”, her türlü bağlarım ve bağlılık
larını askıya alması veya kesm esi ya da daha sonra gözden
geçirmek üzere bir kenara alması istenir.
Kalabalık bir mekânda kaçınılmaz olan karşılaşmalar,
kişi ile hedefi arasına girer. Kısa ve yüzeysel olmaları gerekir:
Tarafların istediğinden daha uzun ve daha derin olmamalı
dırlar. Mekân, bu kuralı ihlal etm e ihtim ali olanlara -tü k eti
cilerin veya alışveriş yapanların m uhteşem yalnızlığını boza
bilecek her tür işgüzara, davetsiz misafire ve benzerlerine-
karşı iyi korunur. İyi korunan, gerektiği gibi gözlem altında
tutulup kollanan bir tüketim tapmağı dilencilerden, aylak
lardan, tacizcilerden ve başıbozuklardan arındırılmış -y a da
en azından öyle olduğu varsayılan- bir düzen adasıdır. İnsan
lar bu tapmaklara konuşup sosyalleşm ek için doluşmazlar.
Birlikte olmaktan hoşlandıkları (ya da katlanılır buldukları)
arkadaşlarım, evlerini sırtlarında taşıyan salyangozlar gibi,
yanlarında götürürler.
151
bir yerde olmak” gibidir.1 Tüketim mekânlarında çıkılan bir
gezi, Bahtin’in, yine “bir yerden başka bir yere taşınma”
deneyim i gerektiren karnavallarından farklıdır: Alışveriş, m e
kân içinde çıkılan bir yolculuktur; zaman içindeki yolculuk
ikinci sırada gelir.
Karnaval, aynı şehrin dönüşüm e uğramış haliydi, daha
doğrusu şehrin, gündelik rutinine geri dönm eden önce dö
nüşüm geçirdiği bir ara zamandı. Karnaval, sınırlan kesin bir
şekilde belirlenm iş ve düzenli aralıklarla tekrar eden bir za
man dilim i içinde günlük gerçekliğin, aslında hep dokunabi
leceğim iz kadar yakın fakat normal koşullarda gözlerden
saklanmış ve dokunulması yasaklanmış "öbür yüzünü” orta
ya çıkanyordu. Keşfetmenin zihinde bıraktığı tat ve yeni
şeyler görme beklentisi bu "öbür yüzün” tamamen bastırıl
masına izin vermedi.
Tüketim tapınağına doğru çıkılan yolculuk tamamen
farklı bir hikâyedir. Böyle bir yolculuk, bilinen dünyanın gö
züm üzün önünde başka bir şeye dönüşm esini izlem ekten
çok, tamam en farkh bir dünyaya ayak basmak gibidir. (“Kö
şedeki marketten” kesin çizgilerle ayrılan) tüketim tapınağı
(şehir sınırlarının dışında bir otoyol kenanna, sem bolik ola
rak, dikilm ediyse şayet), şehir içinde; fakat onun bir parçası
değildir; bildiğim iz dünyanın geçici olarak şekil değiştirmiş
hali değil, "tamamen farkh” bir dünyadır. Bu dünyayı <1>aşka”
kılan şey, gündelik hayatta geçerli olan kuralların -karnaval
örneğinde olduğu gib i- reddedilm esi, askıya alınması ya da
tersine çevrilm esi değil, günübirlik hayatin engel olduğu ya
da boşuna bir çabayla ulaşmaya çalıştığı -v e çok az kişinin,
günlük hayatlarım sürdürdükleri yellerde deneyim lem eyi
um duğu- bir varlık biçim inin gözler önüne serilmesidir.
Ritzer’m “tapmak” m ecazı çok yerinde bir mecazdır;
alışveriş/tüketim mekânları gerçekten de birer hac yeridir -
152
her yıl düzenlenen karnavallardaki çılgın şeytan ayinlerine
benzer törenler için olmadıkları açıktır. Karnaval, gerçekli
ğin göründüğü kadar zor olmadığım ve şehrin dönüşebilece
ğ in gösteriyordu; tüketim tapmakları ise gündelik hayat
gerçeğiyle ilgili, taş gibi katı ve nüfuz edilem ez oluşu dışında
hiçbir şey gösterm ez. Tüketim tapmağı, M ichel Foucault’nun
"gemisi” gibi, “suyun üzerinde yüzen bir mekân”dır, “yer ol-
mayan”dır, kendi kendine var olur, kendi içine kapalıdır ve
aynı zamanda denizin sonsuzluğuna terk edilmiştir'’1; bu
“kendini sonsuzluğun kucağına bırakmak”, limandan uzakla
şıp bu uzaklığı koruyarak gerçekleşebilir.
Bu kendi içine kapalı “yer olmayan” yer, insanların her
doldurdukları veya geçip gittikleri yerlerin aksine, anhbmş
bir mekândır. Bunun nedeni, diğer yerleri sürekli bir kirlilik
ve kargaşa tehdidi altında bıraktığı gibi tem izlik ve şeffaflığı
oraları kullanan insanların ulaşamayacağı bir yere iteleyen
çeşitlilik ve farklılıktan arıtılmış olm ası değildir; aksine, alış
veriş/tüketim yerleri bu kadar popüler olmalarını, sayılama
yacak kadar çok ve renkli duyusal deneyim alternatifi sun
malarına borçludur. Fakat içerideki çeşitlilik, dışandakinin
aksine, terbiye edilm iş, hijyenik hale getirilm iş, tehlikeli içe
rikten arındırılmış -v e böylece tehdit unsuru olmaktan çık
m ış- bir çeşitliliktir. Korkmadan tadı çıkarılabilir: Macera
dan risk çıkarıldığında geriye saf ve katışıksız eğlence kalır.
Alışveriş/tüketim yerleri dışarıdaki hiçbir “gerçek gerçekli
ğin” sağlayamayacağı bir şey sunar: özgürlük ile güvenlik
arasında m ükemm ele yakın bir denge.
Dahası, alıcılar/tüketiciler dışarıda büyük ama nafile bir
hevesle aradıklarını tapınaklarının içinde bulabilirler: Huzur
verici bir aidiyet duygusu - bir cemaatin parçası olmanın iç
rahatlatıcı huzuru. Sennett’in işaret ettiği gibi, çeşitliliğin
yokluğu, yani “hepim iz birbirimize benzeriz” duygusu, “he
pim iz aynı fikirdeysek, görüş alışverişi yapmak da gereksiz
153
dir” varsayımı, “cemaat” düşüncesinin en tem eldeki anlamı
ve günlük hayattaki artan çoğulculuk ve çoksesliliğe paralel
olarak artan çekim gücünün nihai sonucudur. Diyebiliriz ki
“cemaat” sosyal bir arada oluşa, "gerçek hayatta” neredeyse
hiç rastlanmayan bir tür birlikteliğe giden kestirme bir yol
dur. Bu sosyal birlik, “hepim iz aynıyız” türünden bir katıksız
benzerliğe, bu nedenle sorunsuz, hiçbir çaba ve tedbir ge
rektirmeyen, gerçek anlamda önceden düzenlenm iş bir bir
likteliğe dayanan bir birliktir. Sennett’in sözleriyle:
Sorun şudur ki “ortak bir kim lik duygusu [...] sahte bir
deneyimdir”. Ö yleyse, tüketim tapınaklarını tasarlayanlar,
denetleyenler ve işletenler gerçek anlamda usta kalpazanlar
veya dolandırıcılardır. Onların elinde izlenim -b ir şeyin üze
rim izde bıraktığı etk i- dünyanın en önem li şeyi haline gelir:
Daha fazla soru sormak gereksizdir ve olur da sorulursa, ce
vapsız kalır.
İmge, tapmağın içinde gerçeklik olur. Alışveriş merkez
lerinin koridorlarını dolduran kalabalıklar, farkların (daha
doğrusu, ötekinin otelciliğiyle yüzleşilm esini, modus vivendi2
kavramı üzerinde uzlaşılm asını ve bu kavrama açıklık getiril
mesini gerektiren bir ayrımın) olmadığı hayali ideal “cemaat”
kavramına en çok yaklaşılan durumdur. Bu nedenle bu ce
1. Richard Sen net*, The Uses of Disorder. Personel kknUty and Chy Life, London,
Faber&Faber, 1996, s. 34-6.
2. (U t.) Yaşama tarzı. (Y.N.)
154
maat herhangi bir pazarlık, anlaşma, duygudaşlık kurma,
anlama ve uzlaşı çabası talep etm ez. Duvarların içinde kalan
herkes, oradaki herkesin aynı amaçla oraya geldiğini, aynı
güdüler tarafından harekete geçirilip yönlendirildiklerini ve
onları oraya aynı şeyin çektiğini (ve böylece o nesnelerin
gerçekten de çekici olduğunu kabul ederek) güvenle varsa
yabilir. “İçeride olmak” benzer amaç ve araçlarla, benim se
nen benzer değerler ve izlenilen benzer davranış mantığı
tarafından bir araya getirilm iş gerçek bir inananlar cemaati
için yeterlidir. N eticede, “tüketim mekânlarında” atılan bir
tur, alışveriş deneyim inin kendisi gibi, şim di sonsuza kadar
“başka bir yerde” kalmış ve yokluğu derinden hissedilen ce
maate doğru çıkılan bir yolculuktur. Sürdüğü o birkaç daki
ka ya da birkaç saat boyunca kişi, “kendisi gibilerle”, din kar
deşleriyle, birlikte saf tuttuklarıyla, yani ötekililderi -e n azın
dan orada ve o an için - güvenli bir şekilde göz ardı edilebi
lecek ya da yok sayılabilecek ötekilerle dirsek tem asına gire
rek aynı mekâm paylaşabilir. Am aç ve niyet ne olursa olsun
o yer, ancak dinî mekânların ve hayalî (ya da varsayılan) ce
maatin olabileceği kadar saf ve tem iz bir yerdir.
Zam anım ızın en büyük kültürel antropologlarından
Claude Levi-Strauss, Hüzünlü Dönenceler adlı eserinde, öte
kilerin ötekilikleıi ile baş etm ek durumunda kalındığı her
seferinde yalnızca iki stratejiye başvurulduğuna işaret eder.
Biri antropoemik, diğeri ise antropofajik stratejidir.
Birinci strateji “kusmayı”, başa çıkılamaz denli yabana
ve dışarlıklı olarak görülen ötekileri tükürüp atmayı içerir;
fiziksel temas, diyalog, toplum sal ilişki ve her türlü mal alış
verişi [commercium], gıda paylaşımı [commensality] veya kar
şılıklı kız alıp verm e [connibium] engellenmiştir. Bu “emik”
stratejinin aşırı uç varyantları, her zaman olduğu gibi şim di
de, hapsetme, sınır dışı etm e ve öldürmedir. Bu stratejinin
günün gereklerine uydurulmuş, daha rafine (m odem ize) bi
çim leri ise fiziksel izolasyon, şehir gettoları, kimlerin girip
çıkabileceğinin, kimlerin yararlanabileceğinin kontrol edil
diği mekânlardır.
155
ikinci strateji, yabana unsurların sözde “yabancılıktan
kurtarılmasıdır” [disalienation]; yabana bedenleri ve ruhları
sindirim yoluyla “ev sahibi” bedenle yekvücut olsunlar, dola
yısıyla artık birbirlerinden ayırt edilem esinler diye “yutmak”,
“m ideye indirmektir”. Bu stratejinin, yamyamlıktan zorunlu
asimilasyona -kültürel haçlı seferleri, yerel gelenek ve göre
neklere, kültlere, takvimlere, diyalektlere ve diğer “önyargı
lara” ve “batıl inançlara” açılan yıpratma savaşlarına kadar-
ilkiyle aynı derecede çeşitli biçim leri bulunmaktadır. Birinci
strateji ötekilerin sürülmesi veya yok edilm esini hedeflerken
ikinci strateji, onların ötekiliğini gidermeyi ya da yok etm eyi
amaçlamaktadır.
Levi-Strauss’un stratejilerinin ikili karşıtlığı ile çağdaş
“kamusal ama m edeni olmayan" mekânların iki kategorisi
arasındaki rezonans, şaşırtıcı olmasa da, muhteşemdir. Pa
ris’teki La D efense (ve orayla birlikte, Steven Flusty’ye göre
m evcut kentsel yenilikler arasında ayrıcalıklı bir yere sahip
pek çok “yasaklayıa mekân”1“emik” stratejinin som ut mima
ri örneğiyken, “tüketim mekânları”“fajik” örneklerdir. Her iki
tür de -kendilerine özgü bir şekilde- aym zorlu işin üstesin
den gelmeye, şehir hayatının asli unsuru olan “yabancıların
karşılaşması” problemine bir çözüm bulmaya çalışır. Bu
problem le başa çıkmak ise, alışkanlık haline gelmiş görgü ku
ralları yoksa veya zayıf kalmış ve yeteri derecede oturmamış
sa şayet, "iktidar destekli" önlemler gerektiren bir problem
dir. “Kamusal ama m edeni olmayan” kent mekânlarından bu
ikisi, görgü becerilerinin bariz bir şekilde eksik olduğu türev
lerdir; her ikisi de bu eksikliğin potansiyel olarak zarar verici
sonuçlarıyla, eksikliği hissedilen becerileri geri kazandırmak
için çalışmak yerine; varlıklarım şehirde yaşama pratiği içinde
konuyla ilgisiz, hatta hepten gereksiz gösterm e yoluna gide
rek başa çıkmaya çalışır.
1. Bkz. Steven Flusty, “Building paranoia”, Architecture o f Feor içinde, ed. Nan Bin,
N ew York, Princeton Architectural Press, 1997, s. 48-9. Ayrıca bkz. Zygmunt
Bauman, Clobalization: The Human Consequences, Cambridge: Pollty Press, 1998, s.
20-1. [KüreseKefme (Toplumsal Sonuçlan), çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstan
bul, 2014.]
156
Buraya kadar bahsettiklerim ize ek olarak, üçüncü ve
gittikçe yaygınlaşan bir karşılıktan, Marc Auge’nin terim ini
kullanan Georges Benko’nun “yer olmayanlar” (ya da Gar-
reau’ya ithafen, “tunvhereviUe”) dediği kavramdan da söz et
m ek gerek.1 “Yer olm ayanlardı birinci kategorideki, görü
nürde kamusal fakat son derece gayri m edeni alanlarla ortak
bazı özellikleri vardır: Mekânın kolonileştirilm esini ya da
ıslahım tamamen imkânsız hale getirerek, “yerleşiklik” dü
şüncesinin oluşmasına izin vermezler. Bununla birlikte, ola
bildiğince çabuk geçilip gidilm ek ve geride bırakılmaktan
başka şansı olmayan La D efense’m, ya da esas işlevi girişe
izin verm em ek olan ve geçilm ek için çevresinden dolaşılma
sı gereken “yasaklayıcı mekânların” aksine, “yer olmayanlar”
yabancıların uzun, hatta kim i zaman oldukça uzun süren
kaçın ılm az varlıklarını kabullenir, yabancıların varlığım “ta
m amen fiziksel" düzeyde tutarak toplum sal çeşitliliği çok az
fark edilir, tercihen hiç görünm ez hale getirmek, “yolcuları
nın” kendilerine özgü öznelliklerini törpülem ek, hizaya sok
mak veya hepten geçersiz kılmak için her şeyi yapar. Yer ol
mayanların geçici sakinleri elbette pek çok yönden farklılık
lar gösterir ve her birinin kendine özgü alışkanlıkları ve bek
lentileri vardır; önem li olan, bütün bu farklılıkların, orada
geçirilen zaman süresince önem siz ya da ilgisiz hale getiril
mesidir. Diğer farklılıkları ne olursa olsun, orada belli davra
nış kalıplarına uymak durumundadırlar; gündelik hayatla
rında hangi dili kullanıyor olurlarsa olsunlar, tek tip davranış
düzenine geçm eyi tetikleyen işaretler herkes tarafından an
laşılır olmalıdır. “Yer olmayanlarda” yapılması gerekenler ve
yapılanlar ne olursa olsun, oradaki herkes evdeymiş gibi his
setmeli, fakat gerçekten evdeym iş gibi davranmamalıdır. Yer
157
olmayan yer “kimlik, İlişkiler ve tarih ifade eden sem bollerin
olmadığı yerlerdir; örneğin havaalanları, otoyollar, tek tip
otel odaları, toplu taşıma araçları vb. [...] Yer olmayan yerler
dünya tarihinin hiçbir dönem inde bu kadar geniş bir alana
yayılmamışlardır”.
Yer olmayan yerler, kamusal davranışı birkaç basit ve
öğrenmesi kolay tem el kurala indirgedikleri için, öyle çok
karmaşık ve zor öğrenilir bir dizi görgü kuralı ve davranış
kalıplan gerektirmez. Bu sadeleştirm e nedeniyle, birer görgü
okullan da değildirler. Ve bugünlerde oldukça geniş bir alana
yayıldıklarından, kamusal mekânın gittikçe daha genişleyen
kısımlarım işgal ettiklerinden ve oraları kendilerine benzet
tiklerinden dolayı, görgü sanatının inceliklerini öğrenebile
ceğim iz fırsatlar çok daha azalmıştır.
Farklılıklar atılabilir, uzaklaştırılabilir, uzak tutulabilir
ve her olası durum için uzmanlaşmış ayrı bir yer vardır. Fa
kat farklılıklar görünmez de kılınabilir veya daha doğrusu,
gözlerden uzak tutulabilir. Bunu başarabilen yerler, “boş
alanlardır”. Bu terim i ilk ortaya atan Jerzy Kociatkiewicz ile
Monika Kostera’nın sözleriyle boş alanlar:
158
Anlama karşı dirençli böyle yerlerde farklılıklar arası bir orta
yol bulma sorunu gibi bir sorun asla baş göstermez: Uzlaşa
bileceğiniz kimse yoktur çünkü. Boş alanların farklılıklarla
başa çıkma yolu, yabancıları uzaklaştırmak ya da asim ile et
m ek üzere tasarlanmış başka hiçbir mekânın ulaşamayacağı
denli radikaldir.
K odatkiewicz ile Kostera’nın listesindeki boş alanlar,
kolonileştirilm em iş ya da tasarımcılar veya yöneticiler tara
fından kolonileştirilm ek üzere işaretlenm em iş yerlerdir. Bu
tür yerlerin üzerinde yürütülen yapılaştırma işi bittikten
sonra elde kalan alanlardır; hayaletim si varlıklarım yapının
zarafeti ile her türlü düzgün sınıflandırmaya şiddetle karşı
koyan dünyanın [belli bir amaca göre tasarlanmış dünyalar
da dahil, herhangi bir dünyanın) keşm ekeşi arasında kalan
ve hiçbir yere ait olmayan bölgeye borçludur. Fakat boş
alanlar ailesi, birbirinin kopyası mimari yapılarla, kentsel dö
nüşüm merkezlerinin kenarında kalan ihmal edilm iş bölge
lerin artıklarıyla sınırlı değildir. Pek çok boş alan, aslında,
kaçınılmaz artıklar değil, başka bir sürecin, çok sayıda farklı
kullanıcı tarafından paylaşılan bir mekânın haritalama işinin
olmazsa olmaz malzemesidirler.
Konferans için gittiğim şehirlerden birinde (kalabalık,
gittikçe büyüyen ve hareketli bir G üney Avrupa şehriydi),
havaalanında, genç bir akademisyen tarafından karşılandım;
kendisi varlıklı ve oldukça iyi eğitim li bir ailenin kızıydı.
O tele gidişim izin biraz zahm etli olacağım ve uzun süreceği-
ni söyleyerek özür diledi; şehir m erkezinden geçen ve he
m en her zaman yoğun trafiğin olduğu yollardan başka alter
natif yokmuş. Gerçekten de yolculuk iki saate yakın süıdü.
Rehberim, dönüş günü de beni havaalanına bırakmayı tek lif
etti. O şehir trafiğinde araba kullanmanın ne kadar yorucu
ve zahm etli bir iş olduğunu artık bildiğim den, bu düşünceli
ve nazik önerisi için teşekkür ederek, taksi tutacağım ı söyle
dim . ö y le de yaptım . Bu sefer yolculuk on dakikadan az
sürdü. Şoför şehir içinden gitm em iş, kaba görünümlü ve iş
siz güçsüz oldukları hem en anlaşılan insanlar ve paçavralar
159
giymiş kir pas içinde çocuklarla dolu, derme çatma, renksiz,
ücra varoşlardan geçen dolambaçlı yollardan götürmüştü
beni. Rehberim, şehrin yoğun trafiğinden kurtuluş olmadığı
nı söylerken samimiydi aslmda. Doğup büyüdüğü bu şehrin
kendi kafasındaki haritasına bakarak, inanarak söylem işti bu
nu. Taksi şoförünün beni geçirdiği “kenar mahallelerin” çir
kin sokakları o haritada yoktu. Rehberimin zihnindeki hari
tada, o sokakların olması gereken yerde, sadece ve sadece,
boş bir alan vardı.
Tıpkı diğer şehirler gibi o şehirde de pek çok kişi yaşıyor
ve her birinin zihninde şehrin bir haritası var. Her haritada
da boş alanlar; ne var ki, bir haritadaki boş alanlar diğerlerin
den farklı yerlerde. Farklı kategorilerdeki şehir sakinlerinin
hareketlerine yön veren haritalar birbirleriyle tam olarak ör-
tüşm ez, fakat bir haritanın “anlamlı” olabilm esi için şehrin
manasız görülen ve dolayısıyla -anlam kurma kurallarına
göre- gelecek vaat etm eyen bazı bölgelerinin haritada göste
rilm em esi gerekir. Bu, şehrin geri kalanına daha büyük bir
anlam kazandırır.
Bir yerin boşluğu, ona bakanın gözlerinde ve şehri ge
zenlerin ayaklarında ya da araba tekerlerindedir. Girmediği
m iz ya da kendim izi kaybolmuş ve korunmasız, şaşırmış,
ürkmüş ve insanların görüntüsü yüzünden biraz da korkmuş
hissettiğim iz yerdir boş alan
160
labiliriz. Yani, yabancılarla karşılaşmaktan kaçınamıyorsak,
en azından ayrıntılardan kaçınabiliriz. Viktoryen dönemde
çocuklara yapıldığı gibi, yabancılar ortalıkta dolaşabilir ama
bizim onları duymamız, duymak zorundaysak da sözlerine
kulak vermem iz gerekmez. Ö nem li olan yabancıların söyle
diklerini yapılabilecekler, yapılması gerekenler ve yapılması
arzu edilenlerle ilgisiz hale getirm ek ya da o sözlerden etki
lenmemektir.
Bütün bu önlem ler elbette ki yetersiz, daha iyi bir çö
züm bulunamadığı için bel bağlanmış, ehvenişer önlemler
dir. “Kamusal ama m edeni olmayan yerler” kişiyi yabancılar
la etkileşim e girmekten korur, risk dolu alışverişten, aklım
karıştıracak iletişim den, sinir bozucu pazarlıktan ve rahatsız
edici tavizlerden uzak durabilmesini sağlarlar. Fakat yaban
cıların karşılaşmasını engelleyem ez; tersine, karşılaşmanın
kaçınılmaz olduğunu varsayarlar - bu varsayım üzerine ta
sarlanmış ve uygulanmışlardır. Deyim yerindeyse; tedaviyi
gereksiz kılacak önleyici bir çare gibi değil, çoktan yakalanıl
mış bir hastalığın tedavisi gibidirler. Ve bildiğim iz gibi hiçbir
tedavinin hastalığı tamamen iyileştirm e garantisi yoktur. O l
sa olsa, çok az sayıda garantili tedavi yöntem inden söz edile
bilir. Dolayısıyla ideal çözüm , organizmayı hastalığa karşı
bağışık hale getirerek tedaviyi gereksiz kılmaktır. Bundan
dolayıdır ki etrafımızdaki yabancılardan kurtulmak, onların
varlığını etkisizleştirm ek için son derece karmaşık önlem ler
almaktan çok daha çekici ve güvenli gelir.
Bu, kulağa daha iyi bir çözümm üş gibi gelebilir, fakat
kesinlikle en güvenlisi değildir. Bağışıklık sistem iyle oyna
mak riskli bir iştir ve kendisi bizzat patojenik olabilir. Dahası,
organizmaları belli tehditlere dirençli hale getirmek, onu
diğer tehditler karşısında savunmasız bırakabilir. Neredeyse
hiçbir girişim, tüyler ürpertici yan etkilerden azade değildir:
Bazı girişimlerin iatrojenik sorunlara -yani bizzat tıbbi giri
şim nedeniyle ortaya çıkan ve tedavisi amaçlanan hastalık
tan daha az ciddi olmayan hastalıklara- neden olduğu bilin
mektedir.
161
Richard Sennett’in belirttiği gibi:
162
man içinde tekrar ede ede doğruluk kazanmakta, sonunda
kanıta ihtiyaç duymayan bir veri haline gelmektedir.
Bu ikilem bir kısır döngüye dönüşür. Ortak çıkarları ve
ortak yazgıyı müzakere sanatının günlük yaşantılarımızdan
uzaklaşmaya başlaması, çok az uygulanır olması, unutulmaya
yüz tutm ası veya hiçbir zaman yeterince vâkıf olunamamış
olmasıyla (ve “herkesin iyiliği” düşüncesiyle) birlikte, ortak
çıkarlar üzerine uzlaşımdan ziyade ortak bir kimlik içinde
güvence arayan tehditkâr, hedefi belirsiz ve akıldan uzak
şüphe, en etkili ve kârlı olmasa da, m evcut en makul seçenek
olarak ortaya çıkıyor; ne var ki, kimlik ve kirlenme karşısında
kimliğin tem iz kalma m ücadelesi, ortak çıkarlar fikrini ve
bundan da önem lisi, müzakere edilmiş ortak çıkarları çok da
ha fazla inanılmaz ve gerçekten uzak gösterdiği gibi, ortak
çıkarları gerçekleştirme arzusu ve becerisini de olduğundan
daha az olası gibi göstermektedir. Bunun sonucu ortaya çıkan
açmazı özetleyen Sharon Zukin’in dediği gibi, “Kimse başka
sıyla nasıl konuşulacağım bilmiyor.”
Zukin'e göre, “Kader birliği idealinin tüketilm esi, kültü
re olan talebi güçlendirdi”; fakat “Amerikalıların gündelik
dilinde kültür, her şeyden önce, ‘etnisite’ dem ektir” - bura
daki etnisite, “toplum da kendine ait bir yer edinm enin meş
ru yolu” anlamındadır.1 H iç şüphem iz olmasın İd toplum da
kendine bir yer edinm ek dem ek, bölgesel ayrılık, savunma
ihtiyacı olan ve sırf ayrı olduğu için savunulmaya değer -k i
bu yüzden yalnızca aynı kim liğe sahip olanların girebildiği,
onların dışında kimsenin geçem ediği sınırlarla çevrilidirler-
“savunulabilir mekâna” sahip olma hakkı demektir. H om o
jen m uhitler kurmayı hedefleyen bölgesel ayrımcılığın ama
cı için “etnisite”, başka herhangi bir hayalî “kim likten” daha
uygundur.
Diğer kurgulanmış kimlik türlerinin aksine, etnisite fikri
semantik içerik açısından oldukça zengindir. Varsayımsal ola
163
rak hiçbir insan çabasının bozamayacağı, bütün pazarlıkların
ve sonunda varılacak haklar ve sorumluluklar anlaşmalarının
ikinci sırada kaldığı mükemmel bir evlilik gibidir. Diğer bir
deyişle; etnik oluşumları belirlediği varsayılan hom ojenlik he-
teronom bir homojenliktir; insan elinden çıkma olmadığı gibi,
kesinlikle şu andaki kuşağın bir ürünü de değildir. Dolayısıy
la, başka herhangi bir kurmaca kimlikten daha fazla şey ifade
eden etnisitenin, “kimsenin başkalarıyla nasıl konuşulacağım
bilm ediği” korkutucu, çoksesli mekândan kaçıp, “herkesin bir
birine benzediği” ve bu nedenle konuşulacak çok az şeyin ve
konuşmaıun kolay olduğu “güvenli bir özel bölgeye” çekilm e
söz konusu olduğunda akla gelen ilk seçenek olması şaşırtıcı
değildir. Yine aynı şekilde, kurgulanmış diğer cemaatlerin, bir
yandan "toplum içindeki özel yerlerinden” övgüyle bahseder
ken, diğer yandan etnisiteden koparabildiği kadar koparmaya
ve kendilerine köken, gelenekler, ortak bir geçmiş ve ortak
bir gelecek sağlayan -am a ilk ve en önem lisi, özgün ya da öz
gün olduğunu varsaydıkları biricildilderini neden olarak gös
tererek “kendi başına bir değer” olduklarım iddia edebilecek
leri- farklı ve biricik kültürlerini büyük bir hevesle icat etm e
ye çalışmaları da şaşırtıcı değildir.
Günümüzün yeniden popüler olan cem aatçiliğini, he
nüz tamamen yok edilem em iş içgüdülerin ya da eğilim lerin
hıçkırık gibi yeniden yükselişi olarak açıklayarak geçiştirmek
doğru olmayacağı gibi -zira m odem izm in biraz daha ilerle
yişiyle bu eğilim ler zaten etkisiz hale gelecektir- aklın anlık
bir çöküşü olarak görmezden gelmek de eşit derecede yanlış
olacaktır. Her toplum sal düzen kendi akılcılığım üretir, akıl
cı hayat stratejisi düşüncesine ve doğal yaşam alanı kamusal
mekân olan her türlü insani eylem olarak görebileceğim iz
politikaya kendi anlamım yükler - cemaatçiliğin halihazırda
ki yüzünün (avatarının), “kamusal mekânın” özgün krizine
karşı akıla bir tepki olduğu varsayımım destekleyecek pek
çok şey söylenebilir.
Politikanın alanı kamusal itiraflara, kamusal gösterilere
dönüşen kişisel yakınlaşmalara ve şahsi erdem ve zaafların
164
kamunun gözü önünde incelenm esine ve sansürüne kadar
daralmışken; politikanın ne olduğu ve ne olm ası gerektiği dü
şüncesinin yerini kişilerin kamunun gözündeki inandırıcılık
ları m eselesi almışken; iyi ve adil bir toplum ideali politik
söylem den elini eteğini çekmişken - (Sennett’in ta yirmi yıl
önce işaret ettiği gibi)1 insanların tüketm eleri için onlara
yaptıklarından çok niyetlerini sunan politik bir şahsiyetin
edilgen izleyicilerine dönüşmüş olmaları hiç de şaşırtıcı de
ğildir. Burada önem li olan izleyicilerin, kamuoyunun ilgi ala
nı içindeki diğer şahsiyetlerden iyi bir seyirlik gösteri dışında
pek bir şey beklem em esi gibi, politikacılardan da başkaca bir
beklentilerinin olmamasıdır. Ve böylece politika gösterisi,
tıpkı kamusal alanda sahnelenen diğer gösteriler gibi, kimli
ğin çıkarlardan önce geldiği düşüncesini insanların kafasına
acımasızca ve durmaksızın çivi gibi çakan bir mesaja ya da
gerçekten önem li olan şeyin çıkarlar değil kimlikler olduğu
nu, ne yaptığınızdan çok kim olduğunuz sorusunun daha
önem li olduğunu öğreten bir derse dönüşür. En üsttekinden
en alttakine, kamusal alandaki ilişkilerin ve kamusal hayatın
kendisinin özü haline gelen şey, gerçek benliğin açığa çıkarıl
masıdır; çıkarların yönlendirdiği gemiler bir kez battığında,
kazazedelerin can havliyle tutunacakları dal, öz kimliktir. Ve
sonra, Sennett’in işaret ettiği gibi, "cemaati ayakta tutmak
kendi içinde bir amaç haline gelir; gerçekten cemaate ait ol
mayanların tasfiyesi ise cemaatin işidir”. O noktadan sonra
“müzakerenin reddi ve dışandakilerin aralıksız tasfiyesi için
mantıklı bir açıklama getirme” ihtiyacı da kalmaz.
"ötekini”, farklı olanı, yabancıyı ve dışarlıklıyı uzakta
tutm a çabası ve iletişim , uzlaşım ve karşılıklı bağlılık ihtiya
cının önüne geçm e kararlılığı, toplum sal bağların yeni kırıl
ganlığında ya da akışkanlığında kök salmış varoluşçu belir
sizlik karşısında verilm iş tek -anlaşılabilir olmasa d a- bekle
nen tepkidir. Bu kararlılık, kirlenme ve arınmaya karşı günü
165
m üzde duyduğumuz saplantılı ilgiye, “yabancı unsurların”
istilasını kişisel güvenliğe yönelik bir tehdit, güvenliği de
[toplum sal] tem izlik hali olarak görme e ğ ilim im iz e çok uy
gundur. Ağzımızdan veya burnumuzdan vücudum uza giren
yabana maddelere karşı gösterdiğim iz hassas dikkat ile ya
kın çevrem ize sızan yabancılara karşı gösterdiğim iz tem kinli
yaklaşım, aynı bilişsel çerçeve içinde yan yana durur. Her
ikisi de onları “sistem im izden atma” isteği uyandırır.
Bu tür istekler etnik ayrımcılık, özellikle “yabancıların”
istilasına karşı savunma politikalarında birbirine yaklaşır ve
bir araya gelir. Georges Benko’nun dediği gibi:
166
birleşik bir cephe, korku içinde yaşayan ve kafaları karışmış
bireyleri, “ulusal cemaati” uzaktan da olsa andıran bir olu
şum içinde bir araya getirm eyi vaat eden en makul seçenek
tir; bu ise, günümüzdeki hüküm etlerin yapabileceği ve yap
makta olduğu az sayıda işlerden biridir.
George H azeldon’m Heritage Park projesi, sokakta yü
rüyen herkesin en nihayetinde birbirleriyle serbestçe konu
şabildiği bir yer olacaktı. Serbestçe konuşabileceklerdi çün
kü -için d e hiçbir karşı düşüncenin geçm ediği fakat kim senin
kim seyi onaylamak zorunda da olmadığı gündelik ve sıradan
cüm leler teatisi dışında- konuşacakları çok az şey olacaktı.
Heritage Park cem aatinin herkesin hayalini kurduğu bu saf
hale ancak ve ancak çözülm e ve bağların koparılması ile ula
şılabilir.
167
m ek için gerekli şey olduğunu söylerlerdi. N e var ki, herhan
gi bir zorlama olmaksızın kimse bu tanım oyununu oynama
ya kalkışmazdı. Neden oynasınlardı ki? Gündelik hayatın
içindeki pek çok şeyin, onları tarif etm em iz istenene kadar
farkına varmayız; dahası, birisi bize sormadan önce onlan ta
nımlama ihtiyacı da duymayız. Günümüzde “mekân" ve “za
man” olarak adlandırılan şeylerin eskiden algılanış şekli yeter
li olduğu kadar, sınırlan “biyolojik donanım [wetware]”-in
sanlar, öküzler veya atlar- tarafından belirlendiği müddetçe,
gereğinden fazla ayrıntılı da değildi. Bir kişinin bacaklan di
ğer bir kişinin bacaklarından farklı olabilir, fakat birinin ba
caklan yerine başka birinin bacaklarım koymak kas gücü ka
pasitesinden başka bir değişikliğe yol açmayacaktır - ki bu da
çok büyük bir fark değildir.
Antik dönem Yunanistan’ındaki O lim piyat oyunlarında
kimse yanşma ya da O lim piyat dereceleri ya da bunlann
kaydım tutm a gibi bir şeyi düşünmüyordu - dolayısıyla rekor
kırmak diye bir durum da yoktu. Bunlann düşünülm esi ve
bireyler arasındaki farklara önem verilm esi -v e böylece za
manın tarihöncesinin, yani kapasitesi insanın biyolojik dona
nımıyla sınırlı egzersizlerle geçen o upuzun dönem in sona
erip zamanın tarihinin başlaması için - insan ya da hayvan
kaslarının gücünden farklı bir şeyin bulunup kullanıma so
kulması gerekti. Zamanın tarihi m odem ite ile başladı. Ger
çekten de m odem ite, her şeyden önce, belki de başka her
şeyin ötesinde^ zamanın tarihiydi: M odem ite, zamanın bir
tarihe sahip olduğu zamanki halidir.
Bir zamanlar aynı ve tek bir kavram olan zaman ve
mekânın neden ayrıştığım ve insanın hem düşüncesi hem ey
lem inde birbirine uzak düştüğünü öğrenmek için tarih kitap
larım karıştırdığımızda karşımıza, sıklıkla, aklın kahraman
şövalyelerinin -yani, cesur filozofların ve gözü kara bilim in-
sanlannın- yaptıkları keşiflerin moral verici öyküleri çıkar.
Gökcisimlerinin uzaklıklarını ve hızlarını ölçen astronomları,
“fiziksel cisimlerin” ivm esi ile kat ettikleri mesafe arasındaki
ilişkileri hesaplayan N ew ton’ı ve bütün bunları akla gelebile
cek en soyut ve nesnel ölçüm birimlerine, yani sayılara döke
168
rek açıklamak için nasıl uğraştıklarım; ya da onların başarıla
rından etkilenerek zaman ile mekânı birbirinden bağımsız ve
insan deneyiminin ötesinde iki farklı bilişsel kategori olarak
ayıran Kant’ı öğreniriz. Fakat filozoflar haldi olarak sub specie
aetemitatis -sonsuzluğun açısından- düşündüklerini iddia et
seler de, [bu düşünce] sonsuzluğun ya da sınırsızlığın, her
zaman için insanın edim sınırlan içinde kalan sonlu bir par
çasıdır. Bu parça, felsefi ve bilim sel düşüncenin ve zamanlar
üstü gerçeklerin örüldüğü ampirik m alzem enin “epLstemolo-
jik zem inini” oluşturur; aslına bakılırsa, tarihin derinliklerin
de unutulup gitm iş kafası karışıklan, fantezi peşinde koşanla-
n , şairleri ve sair hayalperestleri gerçek anlamda büyük düşü
nürlerden ayıran şey, bu sınırlılık durumudur. Mekânın ve
zamanın efendilerinin durduk yerde dönüp filozofların göz
lerinin içine bakmaya başlamalan için insan ediminin kapsa
m ı ve taşıma kapasitesine bir şeyler olm uş olmak.
Bu "bir şey”, insanların ya da hayvanların kas gücüyle
ulaşılandan daha hızlı gidebilen taşıt araçlarının yapılmasıy
dı; insanların ve hayvanların aksine, gittikçe daha hızlı gide
cek şekilde yapılabilen bu taşıt araçları, çok daha uzun mesa
felerin çok daha kısa sürede aşılabilmesini sağladı. İnsan ya
da hayvan tem elli olmayan bu tür taşıt araçları ortaya çıktı
ğında, bir yerden bir yere gitm ek için gereken zaman, artık
m esafenin ve esnek olmayan biyolojik donanımın bir vasfı
olmaktan çıkarak, seyahat tekniğinin bir özelliği oldu. Za
man, ne umarsızca katı ve değişmeyen biyolojik donanımın
ne de insanın müdahalelerine karşı son derece dirençli rüz
gârın veya suyun kaprisli ve tutarsız güçlerinin değil, insanla
rın icat ve imal edebildiği, kendine uygun hale getirebildiği,
kullanabildiği ve kontrol edebildiği "donanınım [ hardware]”
sorunu haline gelmiştir; aynı şekilde zaman, büyük toprak
kitlelerinin veya denizlerin sabit, durağan boyutlarından da
bağımsız bir faktördür. Zaman mekândan farklıydı, çünkü
mekânın aksine, değiştirilebilir ve maniple edilebilirdi; o da
ayrılığın ve karmaşanın bir faktörü, zaman-mekân evliliğinin
dinamik ortağı haline geldi.
169
Benjamin Franklin vaktin nakit olduğunu söyledi; insanı
zaten "alet yapan hayvan” olarak tanımladığı için bu yargıya
varabilmişti. Ondan sonraki iki yüz yıl boyunca edinilen de
neyim i özetleyen John Fitzgerald Kennedy, 1961'de, yurt
taşlarına şu tavsiyede bulunuyordu: "Zamanı bir araç olarak
kullanmalıyız, [üzerinde tem bellik edecek bir] yatak olarak
değil.” Zaman, mekânın direncini kırmak için verilm ekte
olan m ücadelede -m esafeleri kısaltan, insanın başarma arzu
su önündeki engellerin anlamlan içinden “uzaklığı” çıkaran-
bir araç (yoksa silah mı?] olarak kullanılmaya başlandığı an
dan itibaren, nakde dönüştü. Bu silahı kuşanan biri, hedefine
mekânın fethini koyabilir ve bütün içtenliğiyle bu görevi
yerine getirm e işine girişebilir.
Krallar kâhyalarından daha rahat, baronlar da şelflerin
den daha iyi koşullar altında yolculuk yapabiliyordu belki,
fakat ilke olarak, kimse kimseden çok daha hızlı gidemiyor
du. Fiziksel donanım insanları birbirinden farklı kılarken bi
yolojik donanım insanları birbirine yaklaştırıyordu. Bu fark
lar (insanlann kas gücündeki farklılıklar nedeniyle ortaya
çıkanların aksine], kendi “m üessiriyederinin (etkililik)” bir
koşulu olmadan ve daha fazla farklılıkların nedeni olmadan
önce, bütün bu farklılıklar da hiç olmadıkları kadar derin ve
tartışmaya daha kapalı hale gelm eden önce, insan eylem inin
birer ürünüydüler. Buhar makinelerinin ve içten yanmalı
motorların gelişiyle birlikte biyolojik donanıma dayanan
eşitliğin de sonu geldi. Artık bazı insanlar gitm ek istedikleri
yerlere başkalarından çok önce ulaşabiliyordu; aynı zaman
da yakalanma, yavaşlatılma veya durdurulma riskinden
uzak, peşindekilerden kaçabiliyordu da. Kim daha hızh se
yahat edebiliyorsa, daha fazla toprak üzerinde hak iddia
edebiliyor -v e böylece daha fazla toprağı kontrol edebiliyor,
haritasını çıkarabiliyor ve gözetim altına alabiliyor- rakiple
rim güvenli bir uzaklıkta, davetsiz misafirleri ise sınırlarının
dışında tutabiliyordu.
M odem dönem in başlangıcım değişen insan pratikleri
nin çeşitli yönleriyle açıklamak mümkün gibi görünse de
zamanı mekândan ayırmak, onu insanın yaratıcı gücünün ve
170
teknik kapasitesinin boyunduruğundan kurtarmak ve böyle-
ce zaman ile mekân arasında bir zıt ikilik kurarak bunu,
m ekânı/uzayı fethetm e aracı olarak kullanmak da en az ilki
kadar geçerli bir çıkış noktası olabilir. M odem ite, ivm e ve
toprak fethi yıldızlarının altında doğmuştur ve bu yıldızlar
m odem itenin karakteri, işleyişi ve kadri ile ilgili bütün bilgi
leri içeren bir takım yıldız oluştururlar. Bu bilgileri okumak
için hayal gücü zengin bir astrologdan çok, işinin ehli bir
sosyologa ihtiyaç vardır.
Zaman ile mekân arasındaki İlişki artık önceden belir
lenm iş ve durgun değil, sürece bağlı, değişken ve dinamikti.
“Mekânın fethi”, daha hızlı makineler anlamında kullanılır
oldu. H ızlı yer değiştirme, daha geniş mekân dem ekti ve ha
reketin hızlandırılması mekânın genişletilm esinin yegâne
aracı haline geldi. Bu durumda, oyunun adı mekânsal geniş
lem eydi ve masada ortaya sürülen de mekândı; mekân değer,
zaman ise araçtı. Değeri maksimize etm ek için araçları kes
kinleştirmek gerekiyordu: Max Weber’in ileri sürdüğü gibi,
m odem m edeniyetin geçerli ilkesi olan “araçsal rasyonalite”,
büyük oranda, bir yandan verim siz”, atıl, boş ve dolayısıyla
boşa harcanan zamanı ortadan kaldırırken, diğer yandan da
görevleri daha hızlı yerine getirmenin yollarım bulmaya
odaklanmıştı; ya da, aynı şeyi eylem in araçları yerine etkileri
açısından ifade edecek olursak, mekânı daha çok sayıda nes
neyle doldurmaya ve belli bir süre içinde doldurulabilecek
mekânın sınırlarım genişletm eye odaklanmıştı. Mekânın m o-
dem izm tarafından fethinin eşiğindeyken Descartes, ileriye
bakarak, fiziksel anlamda var olan -uzayda yer kaplayan- her
şeyi res eztensa 'şeklinde tanımlayarak, varoluşu mekânsallıkla
[spatiality] özdeşleştirm işti. (Rob Shields’ın esprili bir biçim
de söylediği gibi, Descartes’ın meşhur, ‘‘Düşünüyorum öyleyse
varım, ” önermesi, anlamım bozmadan, "Yer kaplıyorum, öy-1
17 1
leyse varım,” şeklinde yeniden söylenebilir.)1 Bu fethin yakıtı
azalıp durma noktasına hızla yaklaştığı günlerde M ichel de
Certeau -geçm işe bakarak- iktidarın toprak ve sınırlarla iliş
kili olduğunu söylem işti. (D e Certeau’nun bu görüşünü Tim
Cressıvell’in yakınlarda özetlediği gibi, “güçlülerin silahlan
[...] sınıflandırma, nitelendirm e ve bölmedir. Güçlülerin gü
vencesi, haritalann kesinliğidir”12. Burada adı amlan silahlann
hepsinin, mekânda gerçekleştirilen işlem ler olması dikkat çe
kicidir). G üçlü ile zayıf arasındaki farkın, harita imgesiyle
şeklini bulan -yani sınırlan sıkı sıkıya korunan ve kontrol al
tında tutulan- bölge ile müdahaleye açık, sınırlan yeniden
çizilebilen bölge arasındaki fark olduğu söylenebilir. En azın
dan, m odem tarihte olan ve uzun süredir olmayı sürdüren
şey de budur.
1. Bkz. Rob Shiekb, “Spatial stress and resistance: sodal meanings o f spatializati-
on”, Spoee and Sodal Theoty içinde, ed. Benko ve Strohmayer, s. 194.
2. Michel d e C erteau, The Pratike OfBtetyda/Ufe, Berfceley. University o f Califor-
nia Press, 1984; Tim CrossweH, "tmagining th e nomad: mobdity and (he postm o-
d e m primkive”, Spoee and Sodal Theoty içinde; s. 362-3.
172
geydi ve m odem arzuların içinde en zorlayıcı [compulsive]
olanı bölge kazammıyken sınırların korunması en yaygın, en
dayanıklı ve kontrolden çıkmış bir şekilde büyüyen m odem
bağımlılıklar listesinin üst sıralarındaydı.
Ağır m odem ite, bölgesel fetihler dönem iydi. Zenginlik
ve iktidar -dem ir madeni yatakları ve kömür damarları gibi
büyük yer kaplayan, hantal ve kıpırtısız- toprakla sıla sıkıya
ilişkiliydi. İmparatorluklar dünyanın en ücra köşelerine ka
dar yayıldılar: Önlerindeki tek engel, en az kendileri kadar ya
da kendilerinden daha güçlü diğer imparatorluklardı. Birbi-
riyle yanşan imparatorlukların ulaşamadıklan yerlerde kalan
bölgeler sahipsiz sayılıyordu; kimseye ait değildiler ve dola
yısıyla boş olandılar - ve boş alan hareketi çeken, tem bellik
yapanlan dışlayan bir bölgeydi. (“D oğa boşluklan sevm ez”
diyen zamanın popüler bilim i, çağın ruhunu m ükemm el bir
şekilde yansıtıyordu.) Bundan daha kötü ve katlanılmaz ola
nı, dünya üzerindeki “boş noktaların” varlığıydı: Adı henüz
duyulmamış ve keşfedilm em iş adalar ve takımadalar, keşfe
dilm eyi ve kolonileştirilm eyi bekleyen muazzam kara parça
ları, kıtalann ayak basılmamış ve sahiplenilm em iş iç kısımla
rı, bir an önce ışık gelsin diye yalvaran sayısız “karanlığın
yürekleri”. G özü kara kâşifler, W alter Benjamin’in “denizci
hikâyelerinin” m odem versiyonlarının, çocukluk hayalleri
nin ve yetişkin nostaljilerinin kahramanlarıydılar. Yola çıkış
larında coşkuyla uğurlanır, dönüşlerinde resmî törenlerle
karşılanırlardı; ister ormanda ister çalıların arasında isterse
donmuş toprak üstünde, henüz keşfedilm em iş bir dağ, göl
ya da ova peşinde yolculuktan yolculuğa koşarlardı. James
H ilton’m Shangri La’sı gibi m odem cennetler uzakta bir yer
lerde, hâlâ "keşfedilmemiş”, gizli ve ulaşılamaz, geçilm em iş
ve geçilem eyecek dağ başlarında veya ölüm cül çöllerde, he
nüz izi sürülmemiş bir keçiyolunun sonundaydı. Macera ve
m utluluk, zenginlik ve güç coğrafi kavramlar, ya da -olduk
ları yerde sabit, devredilem eyen- “gayrimenkullerdi”. H epsi
de aşılamayan duvarlara, geçilem eyen kontrol noktalarına,
uyku nedir bilm ez sınır nöbetçilerine ve konumların gizlili
173
ğine ihtiyaç duyuyordu. (Amerikalıların 1942’de Tokyo’ya
yaptıkları ölüm cül saldırının m erkezi ve İkinci Dünya Sava-
şı’nın en iyi korunan sırlarından biri olan hava üssünün kod
adı, “Shangri La” idi.)
Büyüklüğe ve donanımın kalitesine bağlı olan zenginlik
ve güç ağır, idaresi zahm etli ve hantal olmaya yazgılıdır. Her
ikisi de “cisim leşm iştir”, beton ve çelikle sıkı sıkıya yere sa-
bitlenm iştir ve hacm i ve ağırlığıyla ölçülürler. İşgal ettikleri
yerin genişlem esiyle büyürler ve korunmaları için işgal et
tikleri alanın korunması gerekir: Mekân hem yuvalan hem
kaleleri hem de hapishaneleridir. D aniel Bell, bu tür yuva/
kale/hapishaneler içinde en güçlü, en çok gıpta edilen ve öy
künülen örnek olarak General M otors’un M ichigan’daki
“W illow Run” fabrikasını gösterir.1 Fabrika binasınm kapla
dığı alan yaklaşık bin metrekareydi. Bir otom obil üretm ek
için gerekli bütün m alzem e tek ve devasa bir binanın içinde,
muazzam büyüklükte bir çatının altındaydı. İktidann man
tığı ile kontrolün mantığı “içerisi” ile “dışarısı” arasında yapı
lan katı ayrımda ve bu ikisi arasındaki sınırın titizlikle ko
runmasında yatar. Her iki mantık da iç içe geçm iş, tek bir
tem el prensip etrafında organize olan büyüklük m antığı şek
linde cisimleşmiştir: Yani bir şey ne kadar büyükse o kadar
verimlidir. M odem itenin ağır versiyonunda ilerlem e demek,
boyut olarak büyüm e ve mekânsal genişlem e dem ekti.
Mekânın bir bütün, derli toplu ve hom ojen mantığa
tabi olarak kalmasını sağlayan şey, zamanın rutinleştirilm e-
siydi. (Bu tür zamanı “metrik” olarak adlandırırken Bell, ru-
tinleştirm enin en önem li aracına başvuruyordu.)
Mekânın fethinde zamanın, esnek ve şekillenebilir ol
ması, her şeyden önce, her birimin gittikçe artan “mekân-yu-
tucu” kapasitesi yoluyla büzüşebilm esi gerekiyordu: Seksen
günde devriâlem cazip bir hayaldi, fakat bu yolculuğu sek
sen günde yapmak kesinlikle çok daha çekiciydi, ö n c e Manş
1. Bkz. Daniel Bell, The End ofIdeology, Cambridge, Mass., Harvard University Press,
/ 988, s. 230-5. [İdeolojinin Sonu, çev. Volkan Hacıoğlu, Sentez Yay., Bursa, 2013.]
174
D enizi’ni, ardından Atlantik Okyanusu’nu uçarak geçm ek
ilerlem enin ölçüsünü gösteren dönüm noktalarıydı. Bunun
la birlikte, iş fethedilen mekânın tahkim edilm esine, ehlileş
tirilm esine ve evcilleştirilm esine geldiğinde katı, biröm ek ve
esnek olmayan -tekdüze ve değiştirilem ez şekilde sıralan
maya uygun, hepsi aynı kalınlıkta dilim lere ayrılabilecek ka
dar katı- bir zamana ihtiyaç vardı. Mekân, ancak kontrol
edilebildiğinde gerçek anlamda fethedilebildi - buradaki
kontrol, ilk ve en önce, “zamanın ehlileştirilm esi”, iç dina
miklerinin etkisizleştirilm esi, kısaca zamanın tek tipleşm esi
ve koordinasyonu anlamına geliyordu. N il N ehri’nin kayna
ğına rakip kâşiflerden önce ulaşmak harika ve heyecan verici
bir başarıydı, fakat gideceği yere tarifede belirlenen zaman
dan önce ulaşan bir tren veya montaj hattına diğer parçalar
dan önce varan otom obil parçalan ağır m odem itenin en bü
yük kâbuslanndandı.
Rutinleştirilen zaman, mülkü “m ütecavizlerden” koru
mak adına üst kenarlan dikenli teller ya da cam kırıklan ile
taçlanmış ve kapılan sıkı kontrol altında tutulan yüksek du
varlarla güçlerini birleştirdi; bu duvarlar, aynca, içeridekile
rin de canlan istediği zaman dışan çıkmalarım önlüyordu.
Ağır m odem ite zamanlanmn en beğenilen ve en çok örnek
alman tasarlanmış rasyonalitesi olan “Fordist fabrika", bir
yüz yüze karşılaşma mekânı olduğu kadar, sermaye ile em ek
arasında kıyılan “ölüm bizi ayınncaya dek” türü bir evlilik
yem iniydi de. Bu evlilik, daha çok, mantık ya da ihtiyaç gi
derme evliliğiydi; hiçbir şekilde bir aşk evliliği değildi - fakat
“sonsuza kadar” evli kalmaya kavi edilm işti ve çoğu zaman
da öyle olm uştu. Bu evlilik, özü itibanyla -h er iki taraf için
d e - tekeşliydi. Boşanma söz konusu değildi. Evli taraflar, iyi
günde kötü günde, birbirinden ayrılmayacaktı; biri olmadan
diğerinin hayatta kalması mümkün değildi.
Rutinleştirilm iş zaman çalışanı olduğu yere adeta çivi
lerken, fabrika binalarının muazzam hacimleri, makinelerin
ağırlığı ve en önem lisi, olduğu yere zincirlenm iş emek, ser
m ayeyi bir arada tutan harçtı. N e sermaye ne de em ek yerin
175
den. kıpırdayamıyordu; zaten böyle bir niyetleri de yoktu.
A cısız bir şekilde boşanma seçeneğinin söz konusu olmadığı
bütün evlilikler gibi, sermaye ile em ek evliliğinden de kavga
dövüş eksik olmuyordu; arada bir şiddetli çatışmalar baş
gösteriyor ama diğer zamanlarda düşük yoğunluklu olsa da
daha acımasız ve aralıksız siper savaşları yaşanıyordu. Fakat
plebler hiçbir zaman şehri tek etm eyi düşünmediler; yöneti
ci soylular sınıfının ise böyle bir özgürlüğü kalmamıştı artık.
N e sermayeyi ne de em eği yerlerinde tutmak için, M enenius
Agrippa’nınki gibi bir söyleve gerek vardı. Çatışmanın yo
ğunluğu ve sürekliliği, kader birliğinin canlı bir örneğiydi.
Fabrika rutininin dondurulmuş zamam, fabrika duvarlarının
katılığıyla birleşince sermayeyi, en az kontrolü altındaki
em ek kadar yerinden kıpırdayamaz hale getirm işti. N e var ki
bütün bunlar, yazdım kapitalizmi ve “h a fif’ m odem iteyle
birlikte değişti. Sorbonne’dan D aniel C ohen durumu kısaca
şöyle özetliyor: “Kariyerine M icrosoft'ta başlayan birinin,
yolun onu nereye götüreceği konusunda hiçbir fikri yoktur.
Ford’da ya da Renault’da işe başlayan biri ise başladığı yer
den fazla deri gidem eyeceğini bilir.”1
Cohen'in verdiği iki örnekte de “kariyer” teriminin doğ
ru bir terim olduğundan em in değilim. “Kariyer” deyince,
Amerika üniversitelerindeki hangi aşamalardan geçüeceği,
başvuru ve kabul koşullan aşağı yukan açık ve net olarak be
lirtilmiş “kalıcı m em uriyet kadrolarına” benzeyen, önceden
belirlenm iş bir gidişat alda gelir. “Kariyer çizgileri” mekân ve
zamanın eşgüdümlü baskısıyla şekillenir. M icrosoft çalışanla
rına ya da şirketi yalandan izleyip onu taklit edenlere olanlar,
uzun ömürlü yapdan, özellikle de toplam yaşam süresi ba
şından belli olan yapdan olum suz etkilemektedir. M icrosoft
gibi yapılarda yöneticilerin en büyük derdi “gidişata daha iyi
uyum sağlayabilen daha gevşek yapılı örgütsel formlardır” ve
bu tür yapılarda iş organizasyonu, “çok parçalı, karmaşık ve
1. Daniel Cohen, Rkhesse du monde, pauyritts des nations, Paris, Flammarion, 1997,
s. 84.
176
hızlı hareket eden, dolayısıyla ‘muğlak’, ‘bulanık’ veya ‘plas
tik’ olarak algılanan bir dünyanın ortasında mükemmel bir
uyum adası oluşturmak için”1girişilen sürekli ve sonu gelm ez
çabalar olarak görülmektedir. Bu koşullar altında, “kariyer”
fikri belirsizleşm ekte ve tamamen anlamsız kalmaktadır.
N e var ki bu, sadece gereksiz term inolojik bir ayrıntıdır.
Terimler ister doğru ister yanlış kullanılmış olsun, asıl önem
li nokta, Cohen’in yaptığı mukayesenin zamanın modern
tarihinde gerçekleşen çok önem li değişim i çok iyi kavramış
ve bu değişim in insanlığın varoluş koşullan üzerinde göster
m eye başladığı etkilerin ipuçlannı veriyor oluşudur. Söz ko
nusu değişim, aslında, zamanın yok edilm esi maskesi altında
mekânın yeni bir biçim de bağlam dışına itilmesidir. Işık hı
zında gerçekleşen iletişim evreninde -yani, yazılım çağmda-
mekân, kelim enin tam anlamıyla “ânında” kat edilebilm ek
tedir; “uzak” ile “burada” arasındaki fark, yok hükmündedir.
Eylemler artık mekânla sınırlı değildir ve mekânın önem i
neredeyse hiç kalmamıştır. Askerî uzmanların kullandığı an
lamıyla "stratejik değerini” yitirmiştir.
Georg Sim m el’in ifade ettiği gibi, bütün değerler, “öteki
değerlerden feragat edilerek” kazanılacaksa “değerlidir”; “bir
şeyi değerli olarak görmemizi” sağlayan, “o şeylere ulaşmak
için izlenen dolambaçlı yoldur”. Simmel, “değer fetişizm i”
hikâyesini bu sözcükleri kullanmadan şöyle anlatır: “Bir şeyin
değeri, m aliyeti kadardır”; fakat bu durum karşımıza tam ter
si bir şekilde çıkar: “Bir şeyin m aliyeti, değerleri kadardır.”
1. Nigel Thrift, “T he rise of soft capitalism”, Cuiturof Volues, Nisan 1997, s. 39-40.
Thrift’in makaleleri tam anlamıyla aydınlatıcı ve çığır açıcıdır, fakat bu yazısının
başlığında ve metin boyunca kullandığı “yumuşak kapitalizm” kavramı sanki yanlış
bir isimlendirme -v e yanıltıcı bir n itelem e- gibidir. Hafif modem itenin yazılım (sofi-
ware) kapitalizminin “yumuşak” hiçbir yönü yoktur. Thrift, yeni bir yüze kavuşan
kapitalizmin özünü en iyi yansıtan metaforlardan ikisinin “dans” ve “sörf* olduğunu
belirtir. Metaforlar duruma çok uygundur, zira ikisinde de ağırlıksızlık, hafiflik ve
hareket kolaylığı çağrışımları vardır. Fakat gündelik dans ve sörf hiçbir şekilde “yu
muşak” değildir. Dansçılar ve sörfçülerin, özellikle kalabalık dans pistlerinde dans
eden ve yükselen suların kabarttığı dalgaların üzerinde sörf yapanların, tam tersine,
“sert/katı” olmaları gerekir. Yazılım kapitalizmi de sertlik ve katılık bakımından,
atası olan donanım kapitalizminden hiç de aşağı değildir. Ve sıvı, hiçbir şekilde yu
muşak değildir. Su baskınlarını, selleri veya yıkılan barajları bir düşünün.
177
A sıl müzakere edilm esi gerekenler, nesnelerin birer kullanım
eşyasına dönüştükleri süreç içindeki engellerdir, değerleri de
ğerli kılan şey, “onlar için verilen m ücadelenin yoğunluğun
dur”.1 Eğer en uzak noktalara gitmek için bile zaman kaybet
m ek ve feda etm ek gerekmiyorsa mekân, Sim m el’in kastetti
ği anlamda, bütün değerini yitirir. M esafeler bir kez elektro
nik sinyallerin hızında aşılmaya (ve böylece mekânın birbi
rinden fiziksel olarak uzak parçalan birbirlerini etkilem eye)
başladıktan sonra, bütün zaman referanslan, Jack Derrida’nın
kullandığı şekliyle, “sous rature”2 hale gelmiştir. “Ânındalık”
her ne kadar çok hızlı harekete ve çok kısa zamana karşılık
geliyor gibiyse de, aslında, zamanın denklemin bir faktörü
olmadığına ve aynı şekilde, değer hesabmda kullanılamayaca
ğına işaret eder. Zaman, “hedefe giden dolambaçlı yol” değil
dir artık, dolayısıyla mekâna herhangi bir değer kazandırmaz.
Yazdım zamanının “neredeyse ânındalık” özelliği, mekânın
daha fazla değer kaybetmesine yol açar.
Max W eber'in term inolojisiyle araçsal rasyonalite de
denen donanım, ya da ağır m odem ite çağında zaman, değe
rin geri dönüşlerinden, yani mekândan, maksimum verim
alabilmek için dikkatli harcanması ve idare edilm esi gereken
bir araçtı; yazıhm , yani hafif m odem ite çağında ise zamanın
bir değer-erişim aracı olarak etkililiği sonsuza yakındır ve
paradoksal olarak, potansiyel hedefler alanındaki bütün bi-
178
riinlerin değerini birbirine eşitler. Soru işareti araçların üze
rinden sonuçların üzerine kaymıştır. Zaman-mekân ilişkisi
ne uygularsak, bunun anlamı şudur: Mekânın bütün parça
larına aynı zaman dilim i içinde [yani, ânında] ulaşılabildiği
için mekânın hiçbir parçası ayrıcalıklı değildir ve hiçbirinin
“özel değeri” yoktur. Mekânın bütün parçalarına istenilen
anda ulaşılabiliyorsa, nereye ne zaman ulaşıldığının bir öne
m i ve herhangi bir parçaya ulaşım ı güvenlik altına almanın
da anlamı yoktur. Bir yeri istediğiniz zaman ziyaret edebile
ceğinizi biliyorsanız, orayı daha sık ziyaret etm e isteği ya da
ömür boyu geçerli bir giriş biletine para harcama gereği
duym azsınız. Dahası, kolaylıkla ulaşabileceğiniz ve çıkarları
nız veya “topikal bağıntı” değiştiğinde kolayca terk edebile
ceğiniz bir toprak parçasını işlem ek ve bakımım yapmak,
sürekli gözetip kollamak gibi zahm etli ve son derece riskli
bir iş için masrafa girmeye de daha az gerek duyarsınız.
179
Burada tanımlanan şey, elbette ki, zamanın tarihi için
deki liminal [sınırda] bir durum - yani, şu anki haliyle, tari
hin nihai yönelimidir. Bir yerden diğerine ulaşmak için gere
ken zaman her ne kadar sıfıra yakın olsa da, henüz sıfıra
ulaşamadık. Üretilm iş en hızlı işlem cilerle donatılm ış en
ileri teknoloji ürünü bilgisayarların bile gerçek anlamda
“ânındalığa” ulaşmak için kat etm esi gereken uzun bir yol
vardır. N e mantıksal olarak bunun arkasından gelen “mekânın
bağıntısızlığı [irrelevance of space]” gerçekten ve tam anla
mıyla gerçekleşmiş, ne de ağırlıksızlığa -yani, insan eylem li
liğinin [agency] sonsuz değişkenliği ve esnekliğine- ulaşıl
mıştır. Fakat burada tanım ı yapılan durum, hafif m odem ite-
nin gelişim ufkudur. Daha da önem lisi, ana operatörlerinin,
asla tam olarak gerçekleşem eyecek olmasına rağmen (yoksa
bu nedenle mi?) asla peşini bırakmadıkları -toplum sal bede
nin her organı, dokusu ve hücresine yeni bir norm görüntü
sü altında nüfuz ed en - idealidir. Milan Kundera, m odem
yaşam trajedisinin m erkezine "var olm anın dayanılmaz ha
fifliğini” yerleştirdi. Ağaçta yaşayan baron ve bedensiz şöval
ye gibi tam anlamıyla özgür (yakalanamaz, kapana kıstınla-
maz, ele avuca sığmaz ve ele geçirilem ez oluşları nedeniyle
tamamen özgür) karakterlerin yaratıcısı Italo Calvino hafif
lik ve hızı (birlikte!) edebiyatın kurtarıcı işlevinin eksiksiz
ve mükemm el örnekleri olarak sundu.
O tuz yıldan fazla bir süre önce M ichel Crozier Bureauc-
ratic Phennomenon [Bürokratik O lgu] adlı klasik eserinde,
(m evcut bütün çeşitleriyle) tahakkümü, belirsizlik kaynak
larına yakınlık ile özdeşleştirm işti. Kurduğu bu ilişki hâlâ
geçerlidir: Kendi eylem lerini başka bir şeye bağlı olmadan,
normlardan azade ve dolayısıyla önceden kestirilem ez bir
şekilde gerçekleştirirken karşısındakilerin eylem lerini nor
m atif olarak (yani bu eylem leri rutine indirgeyerek ve böy-
lece m onoton, sürekli tekrar eden ve önceden kestirilebilir
hale getirerek) düzenlem eyi başaranlar, kuralları da koyar.
Elleri bağlı olmayanlar, elleri bağlı olanları yönetir; ilkinin
özgürlüğü, İkincinin tutsaklığının başlıca nedenidir - İkinci
nin tutsaklığı da, ilkinin özgürlüğünün nihai amacıdır.
180
Ağırdan hafif m odem iteye geçişte bu konuda değişen
bir şey olmamış, yalnızca çerçevenin içi yeni içerikle dol
muştur. Daha doğru bir ifadeyle, “belirsizlik kaynağına ya
kınlık” arayışı tek bir şey -ânındalık- üzerine yoğunlaşmıştır.
Daha hızlı hareket eden ya da eylem e geçenler, hareketin
geçiciliğine [momentariness] en çok yaklaşanlar, şimdi, baş
kalarını yönetenlerdir. Ve yönetilenler ise yeterince hızlı ha
reket edemeyenler, daha doğrusu, bulundukları yerden ken
di iradeleriyle aynlamayan kişilerdir. Tahakküm kişinin ka
çıp gitme, bağlarım koparıp özgürleşme, “başka bir yerde
olma” becerisinde ve bütün bunların hangi hızda yapılacağı
nı belirlem e -aynı anda da yönetilen kesim de kalan insanla
rın ellerinden, kendi hareketlerini durdurma veya sınırlama
ya da yavaşlatma becerilerini alm a- hakkına sahip olmasın
da yatar. Çağdaş tahakküm m ücadelesi, sırasıyla, hareketi
hızlandırma ve yavaşlatma silahlarıyla donanmış güçler ara
sında gerçekleşmektedir.
Toplumsal paylaşımın [tarihsel olarak değişen bütün
farklı biçim leriyle birlikte] ebedî ve yıkılm az tem elinin gü
nüm üzdeki versiyonları arasında en can a lıa olanı, âmndalığa,
yani önceden tahm in edilem ezliğe, dolayısıyla özgürlüğe,
türevsel erişimdir. Ağır şekilde toprağa bağlı serilerin dünya
sında ağaca çıkıp inmem ek, baronlar için m ükemm el bir öz
gürlük reçetesiydi. Hikâyedeki serilerin haleflerini yerlerin
de tutan şey, günümüz baronlarının, ağaca çıkıp inm em ekle
eşdeğer eylem leridir ve baronların hâlâ ağaçlara tırmanabil
m esini sağlayan ise, bu haleflerin pekişm iş hareketsizliği,
toprağa bağlılığıdır. Serilerin bu acınası durumu ne kadar
derin ve moral bozucu olursa olsun, ortalıkta buna karşı çı
kacak kim se görünmemektedir; seriler isyan etm iş olsalardı
bile, isyanlarının hızla yer değiştiren hedefini yakalayamaz
lardı. Ağır m odem ite, sermaye ile em eği kaçması imkânsız
demir bir kafeste tutuyordu.
H afif m odem ite bunlardan birini kafesten çıkardı. “Ka
tı” m odem ite karşılıklı müdahillik çağıydı. “Akıcı” m odem ite
bağlamı kopuşunun, belirsizliğin, kolaya kaçışların ve um ut
181
suz arayışların dönemidir. “Akışkan” m odem itede yönetenler
en uçucu olanlar, istedikleri anda istedikleri gibi hareket
edebilenlerdir.
1944’te yayımlanan Büyük Dönüşüm adlı eserinde Kari
Polanyi, em eği bir “m eta” gibi görmenin kurgulanmış bir şey
olduğunu söylem iş ve bu kurguya dayanan toplum sal düzen
lem enin sonuçlarım gözler önüne sermiştir. Polanyi’ye göre
em ek, taşıyıcılarından ayrı olarak alınıp satılamadığı için, bir
m eta olamaz. Polanyi’nin yazısında bahsettiği em ek, aslında
içerilmiş, yani bizzat işçileri hareket ettirm eden bir yerden
diğerine taşınamayan em ekti. İşgücü kiralamak ve kullan
mak isteyen bir kişi, bunu, işçinin bütün bedeni olmadan
yapamaz ve kiralanmış bedenlerin ataleti, işverenlerin öz
gürlüğünün sınırlanm belirlerdi. Emeği denetim altında tut
mak ve onu plana göre kanalize etm ek için öncelikle işgücü
nü denetim altında tutmak, iş sürecini kontrol etm ek için ise
işçileri kontrol etm ek gerekiyordu. Bu gereklilik sermaye ile
em eği yan yana getirmiş ve onların, iyi günde kötü günde,
birlikte yaşamalarım sağlamıştı. Sonuç daha fazla çatışma,
fakat aynı zamanda yüksek derecede karşılıklı uyum olm uş
tu: Sert tartışmalar, acı verici çekişm eler ve sonucunda az da
olsa sevgi kaybı olmuyor değildi, fakat aym zamanda bazı
kurallar üzerinde uzlaşılabiliyor, kısmen de olsa doyurucu ya
da dayanılabilir bir ortak yaşam sürdürülebiliyordu. Top
lumsal çözülm eyi bir seçenek olmaktan çıkaran bu duru
mun beklenmedik fakat kaçınılmaz sonuçlan devrimler ve
refah devleti oldu.
Şu günlerde yeni bir “büyük dönüşüm” dönem inden ge
çiyoruz ve bunun en önem li özelliklerinden biri, Polanyi için
son derece doğal olan durumun tam tersi bir olgu, yani, in
san emeğinin, çağdaş sermayenin başlıca besin kaynağı, ya
da “otlağı” haline gelmiş kısmının “bedensizleşm iş” olması
dır. Panoptikon’u andıran ağır, hantal gözlem ve gözetlem e
donanımlarına artık ihtiyaç yoktur. Emek, Panoptikon’un
dışına çıkarılmıştır, fakat en önem lisi sermaye, omuzlarında
ki ağır yükten ve aşın işletim masraflanndan, onu olduğu
18 2
yere zincirleyen ve sermaye çoğalsın diye sömürülen aktör
lerle doğrudan ilişki içinde olm a zorunluluğundan kurtul
muştur.
Yazılım çağının som ut varlığından sıyrılmış em eği, ser
mayenin ayak bağı değildi artık: Bu sayede sermaye lamekân
[bölgesel kısıtlamalardan bağımsız, exterritoriat\, hareketli
ve kararsız olabilmektedir. Bedensizleşm iş em ek, sermaye
nin ağırlıksızlığını güçlendirir, onu daha hafifletir. Karşılıklı
bağım lılıkları, tek taraflı olarak bozulmuştur; emek, daha
önce olduğu gibi, tek başına olduğunda eksik ve verimsizken
ve gerçekleşm ek için hâlâ sermayenin varlığına ihtiyaç du
yarken, bunun tersi artık söz konusu değildir. Sermaye, kısa
ama kârlı maceralara güvenerek um ut içinde, hem bu m ace
raların hem de onları paylaşacak ortakların hep var olacağı
bilgisinin rahatlığıyla yol alır. Sermaye az yükle ve hızlı bir
şekilde yolculuk edebilir ve onun bu hafifliği ve yüksek ha
reket kabiliyeti, diğer her şey için önde gelen belirsizlik kay
nağı haline gelmiştir. Tahakkümün günümüzdeki tem eli ve
toplum sal bölünm enin en önem li etm eni budur.
Hantallık ve büyüklük ticari değere sahip varlıklar ol
maktan çıkıp, ağır birer külfete dönüşmektedir. Devasa iş
merkezlerini elden çıkarıp sıcak hava balonlarının sepetle
rinde iş yapmayı tercih eden kapitalistler için batmadan su
üstünde kalabilme özelliği en kârlı ve değerli mal varlığıdır;
bu su üstünde kalma özelliği, gereksiz bütün yükü atarak ve
gözden çıkarılabilir elemanları yerde bırakarak sağlama alı
nabilir. Atılm ası gereken fazla yüklerin en hantallarından
biri, geniş bir çalışanlar grubunu yönetm ek ve gözetim altın
da tutm ak için harcanan muazzam çabadır - ki bu iş, ekle
nen her görev ve sorumluluk katmanıyla birlikte sürekli ola
rak büyüm ekte ve ağırlaşmaktadır. Nasıl ki “yönetim bilim i”
ağır kapitalizm dönem inde “insan gücünü” oldukları yerde
tutm aya ve katı bir zaman çizelgesine göre çalışmaya odak
lanmışsa ve bunun için işçileri zorlamış ya da rüşvet yoluyla
ikna etm eye çalışmışsa, hafif kapitalizm dönem inin yönetim
sanatı da “insan gücünü” m obilize etm eyi hedefler, hatta
183
buna zorlar. Uzun süreli birliktelikler, yerim kısa karşılaşma
lara bırakmaktadır. Kimse bir bardak lim onata için bir bahçe
dolusu lim on ağacı dikmez.
Bazı işletm eleri artık yeterince kârlı olmadıktan, bazıla-
nnı da kaderleriyle baş başa bırakmanın, onlan finansal ve
idari olarak gözetim altında tutmaktan çok daha ucuz oldu
ğu için küçültmek, kademeli olarak piyasadan çekmek, kapat
mak ya da satmak, kozm etik cerrahideki yağ aldırma operas
yonunun iş idaresindeki karşılığıdır ve bu nevzuhur sanatın
başlıca uygulamaktadır.
Bazı gözlem ciler aceleci davranarak, “daha büyük” ola
nın artık “daha verim li” olarak görülmediği sonucuna varmış
lardır. N e var ki, böyle bir yargıyı bu şekilde genellem ek
doğru değildir. Küçülme saplantısı, şirketlerin birleşmesi çıl
gınlığının ayrılmaz bir parçasıdır. “Mal varlıklarının sonuna
kadar tasfiyesi”, birleşm e planlarının başanya ulaşması için
yaşamsal önkoşul olarak kabul görürken sahadaki en iyi
oyuncular, küçülm e operasyonlan için daha fazla hareket
alanı açılabilsin diye birleşm e süreçlerinde arabuluculuk ya
pan ya da şirketleri birleşm eye zorlayan oyunculardır. Birleş
m e ve küçülm e birbirlerine z ıt kavramlar değildir; aksine,
birbirlerini hazırlar, destekler ve pekiştirirler. Paradoks gibi
görünse de, M ichel Crozier’in ilkesinin yeni ve daha ayrıntı
lı yorumu göz önünde alındığında durum daha iyi anlaşılır.
Birleşme ve küçülm e stratejilerine aynı anda başvurulması,
sermayenin iktidarına hem hareket hem de hızlı hareket ala
nı sağlar, bir yandan em eğin elinden pazarlık gücünü çekip
alır ve elini kolunu eskisinden daha sıkı bağlayarak hareket
edem ez hale getirirken diğer yandan sermayeye bütün kapı
lan açar.
Birleşme, tahakkümünün başlıca araçlarım kaçma-kur-
tulm a taktiklerine başvurarak, sağlam bağlar yerine kısa sü
reli anlaşmalar ve geçici ilişkiler kurarak ve “ortadan kaybol
ma numarası” seçeneğini sürekli açık tutarak üreten kıvrak,
kaypak ve H oudini’vari sermayenin daha uzak noktalara ula
şabilm esini mümkün kılar. Sermaye daha geniş bir manevra
184
alanı -için e girip gizleneceği daha çok sığınak, daha geniş bir
olası permütasyonlar matrisi, daha çok sayı ve çeşitlilikte
avatar ve bunların sayesinde, istihdam ettiği em eği kontrol
altında tutm a ve birbiri ardına gelen küçülm e hareketlerinin
yıkıcı sonuçlarının kirini ellerinden ucuz yoldan tem izlem e
becerisi- kazanır; tahakkümün -zaten ağır bir darbe almış
ve ardından gelecek darbelerin korkusuyla yaşayanların üze
rinde kurulan tahakküm ün- çağdaş yüzüdür bu. Amerikan
İşletm e D em eğin in (American M anagement A sşodation -
AM A) kendi destekleriyle yürütülen bir çalışmadan öğren
diği üzere, “Bazı cebri küçülm eler/işten çıkarmalar sonucun
da işçilerin moral ve motivasyonları düşmüştür. Bu dönem i
bir şekilde atlatan işçiler, işten çıkarılanlara bakıp rekabetten
zaferle çıktıklarına sevinm ek yerine, sıranın kendilerine gel
m esini beklem eye başlamışlardır.”1
Hayatta kalmak için m ücadele etm ek yalnızca em ekçi
lerin —ya da genelde değişen zaman mekân ilişkisinin veren
değil, alan tarafında olanların- kaderi değildir. Bu mücadele,
deli gibi zayıflamaya uğraşan ve sürekli diyette olan tipik
hafif m odem ite şirketinin tepeden tırnağa her noktasına nü
fuz etmiştir. Şirket yöneticileri, hayatta kalabilmek için, işçi
çalıştıran uç birimleri küçültm ek zorundadır; üst düzey yö
neticiler de, borsadaki saygınlıklarını korumak, hissedarların
oyunu almak ve maruz kaldıkları ağır eleştiri salvosu sona
erdiğinde yüklü tazminatlarını alıp köşelerine çekilm eye hak
kazanabilmek için yönetim birim lerini küçültm ek zorunda
dır. Bir kere düğm eye basıldıktan sonra “zayıflama" trendi
kendi m om entini bulur. Gidiş, kendi kendini iten ve kendi
kendini hızlandıran bir süreç haline gelir ve (Max W eber’in,
işini sürdürebilmek için Calvin’in nedam et önerisine artık
ihtiyaç duymayan m ükem m eliyetçi işadamları örneği gibi)
1. Eileen Applebaumand Rosemary Batt, The New American Workpkıce içinde, Ithaca,
Com ell University Press, 1993. Buradaki alıntı; Riehard Sennett, The Corrosion of
Characten The Persona Consequences ofWork in the New Capitalism eserinden yapıl
mıştır; N ew York, W .W . Norton& Co., 1998, s. SO.
185
başlangıçtaki amaç -verim i artırmak- gittikçe daha gereksiz
olur; rekabet oyununu kaybetme, geçilm e, geride kalma ve
ya piyasadan tüm den silinm e korkusu, birleşm e/küçülm e
oyununu sürdürmek için kendi başına yeterlidir. Oyunun
amacı ve sonunda elde edilecek ödül, oyunun kendisi olur;
ya da, daha doğrusu, eğer elde edilecek tek ödül oyunda kal
mak ise, oyunun bir amacı olmasına gerek yoktur.
Anlık hayat
Richard Sennett, dünya liderlerinin her yıl Davos’ta
gerçekleştirdiği toplantilara birkaç yıl boyunca düzenli bir
şekilde gözlem ci olarak katildi. Bu yolculuklarda harcadığı
para ve zamanın hiç de boşa gitm ediği hem en görüldü; Sen
nett, oynanan dünya çapındaki oyunun günümüzdeki en
önem li oyuncularının enerji kaynaklan ve karakter özellikle
riyle ilgili son derece ilginç ve çarpıcı düşüncelerle geri dön
m üştü. Yazdıklarından1 anlaşıldığı kadanyla Sennett, özel
likle Bili G ates’in kişiliğinden, performansından ve kamu
önünde açıkça dile getirdiği hayat görüşünden çok etkilen
m işti. Sennett’e göre Gates, “nesneleri sahiplenm e takıntı
sından kurtulmuş” gibiydi. Rockefeller petrol kuyularına,
binalara, makinelere veya demiryollarına uzun süre sahip
olmak isterken G ates’in ürünleri piyasaya bir hışım la gir
m ekte ve hızla ortadan kaybolmaktadır. Gates, değişik za
manlarda, “tek bir işle uğraşarak bir felçli gibi yaşamak yeri
ne, bir olasılıklar ağı içine konumlanmayı” tercih ettiğini
ifade etm işti. Sennett’in en çok ilgisini çektiği anlaşılan şey,
G ates’in “o güne kadar ürettiklerini, eğer o anda öyle gereki
yorsa” çekinip sıkılmadan, hatta büyük bir istekle “bir kenara
atabileceğiydi”. Onun gözünde Gates, “toplum sal ve ekono
m ik taşların yerinden oynadığı bir ortamda yükselen” bir
oyuncuydu. Kendi yarattıkları da dahil olmak üzere hiçbir
şeye bağlanmamaya (ve özellikle duygusal bir bağ kurma
186
maya) veya kendini hiçbir şeye uzun süreliğine adamamaya
özen gösteriyordu. Yanlış bir yöne sapmaktan da korkmu
yordu, zira hangi yolu tutarsa tutsun, aynı yönde uzun za
man kalmıyordu ve geri dönm e veya başka bir yöne sapma
seçeneği hep vardı. G ates’in geride bıraktığı hayatında, git
tikçe genişleyen olası fırsatlar listesi dışında biriken ya da
çoğalan bir şey yoktu, diyebiliriz; lokom otif birkaç metre
ilerledikten sonra raylar derhal sökülüyor, ayak izleri süpü
rülüyor, her şey bir araya geldiği hızda çöpü boyluyor - ve
hem en ardından unutuluyordu.
Anthony Flew, W oody A llen’ın canlandırdığı karakter
lerden birinin sözlerini şöyle aktarıyor: “Eserlerimle ölüm
süz olmak istemiyorum , ölm eyerek ölüm süz olm ak istiyo
rum.”1 Fakat ölümsüzlük, ölüm lü olduğu kabul edilen haya
ta iliştirilmiş anlamın bir türevidir; “ölm em e” seçeneği, ölüm
süzlüğün farklı bir biçim ini tercih etm ekten (“ölümsüzlüğe,
üretilen eserler yoluyla ulaşmaya” bir alternatiften) çok,
carpe diem düşüncesi karşısında sonsuz hayat düşüncesini
ciddiye almama bildirgesidir. Zamanda süreklilik fikrini cid
diye almama, ölüm süzlüğü bir düşünce olmaktan çıkararak
bir deneyim e dönüştürür ve onu, hem en tüketilecek bir nes
ne haline getirir: Yaşanan ânı “ölüm süz bir deneyim ” yapan
şey, o ânı nasd yaşadığımzdır. “Sonsuzluk”, bu dönüşüm sü
recinden, ancak ErUbnis’in2 derinliğinin ya da yoğunluğu
nun bir ölçüsü olarak sağ çıkabilir. Zamanda bitim siz sürek
liliğin rüyalarda bıraktığı boşluğu, olası duyuların sonsuzlu
ğu doldurur. Ânmdalık (mekânın direncini sıfırlayarak ve
nesnelerin m addeselliğini akışkan hale getirerek) zamandaki
her âna, sonsuzluğu içine alabilecek bir hacim kazandırır;
sonsuz hacim dem ek, ne kadar kısa ve “geçici” olursa olsun,
herhangi bir âna sonsuz sayıda şey sığdınlabilir demektir.
187
Artık sadece alışkanlıktan kullanıyor olsak da, “uzun va
dede" sözü anlamını yitirmiş, içi boş bir kabuk olmuştur;
zaman gibi, sonsuzluk da anlıksa, orada ve o anda tüketilm e
si ve hem en ardından bir kenara atılm ası gerekiyorsa, “daha
fazla zaman” ânın zaten sunduklarından daha fazlasını suna
maz. “U zun vadeli" düşünmenin pek bir yaran yoktur. “Katı”
m odem ite, ulaşılması gereken hedef ve eylem ilkesi olarak
zamanda sonsuz sürekliliği koymuşken “akışkan m odem ite-
nin” bu süreklilikle ilgili herhangi bir işlevi yoktur. “Uzun
vadenin” yerini “kısa vade" almış ve ânındalığı en yüksek ide
al haline getirmiştir. Akışkan m odem ite, zamanı bir yandan
sonsuz hacim li bir kap seviyesine koyarken, diğer yandan
onun sürekliliğini -değerini ve geçerliliğini- yok eder.
Yirmi yıl önce M ichael Thompson, dayanıklı/geçici ay
rımının karmaşık tarihi üzerine öncü bir araştırma yayımla
dı.1“Kalıcı” nesneler uzun, hem de çok uzun bir süre boyun
ca bozulmadan kalmak üzere üretilirler; kendi haline bıra
kılsa soyut ve uçucu olmayı sürdürecek sonsuzluk kavramını
somutlaştırmaya, ona bir beden kazandırmaya olabildiğince
çok yaklaşırlar; sonsuzluk imgesine, esasında, “dayanıldı tü
ketim m alı” kavramının sahip olduğu varsayılan ya da öngö
rülen antikitesinden hareketle ulaşılmıştır. Ölüm süzlüğü -ya
ni, “doğal olarak” arzu edilen ve benim senm esi için kişinin
ikna edilm esi ya da kanıt gösterilm esi gerekmeyen o en bü
yük değeri- çağrıştırmaları nedeniyle dayanıldı nesnelere
özel bir değer verilir, el üstünde tutulurlar ve gıptayla bakı
lırlar. “Dayanıklı” nesnenin karşıtı, kullanılmaları, yani tüke
tilm eleri ve tüketim süreci içinde tükenm eleri beklenen “ge
lip geçici" nesnelerdir. “Zirveye yakın olanlar kendi sahip
oldukları nesnelerin dayanıklı, başkalarının nesnelerinin ise
dayanıksız, gelip geçici olmasını isterler,” diyor Thompson.
“[...] kaybetme lüksleri yoktur.”Thompson’a göre “sahip olu
nan nesnelerin dayanıldı nesneler olması” arzusu, "zirveye
188
yakın olanların” sürekli olarak arzu ettikleri bir şeydir; bu
kişileri “zirveye yakınlaştıran” şey, belki de nesneleri daya
nıklı kılmalarını, onları bir araya toplamalarını, çalınmama
larım ve talan edilm em elerini sağlayabilmelerini, hepsinden
de önem lisi, bunları tekellerine alabilm elerini sağlayan bu
yetenekleridir.
Bu tür düşünceler, katı m odem itenin gerçekliği içinde
kulağa doğru (ya da en azından inandırıcı) geliyordu. N e var
ki, bana göre, akışkan m odem itenin gelişi, inandırıcılıklarını
ciddi ölçüde zayıflatmıştır. Zirvedekileri zirvede kılan ve on
lara sahip oldukları ayrıcalıkları sağlayan şey, dayanıklı nes
nelerin dayanma sürelerini kısaltan, “uzun vade” düşüncesini
akıllardan uzaklaştıran, insanları dayanıklı olandan çok geçi
ci olan üzerine odaklanmaya yönelten, yeni ve aynı derece
de gelip geçici, bir an evvel kullanılıp atılm ası gereken nes
nelere yer açmak için eldeki dayanıksız m allan çöpe gönde
ren Bili G ates’vari kapasitedir. Bir şeyi gereğinden uzun süre,
yani "kullan-at” tarihinden sonra ve onlann yerine geçecek
“yeni ve daha gelişm iş” nesneler ve “yükseltm e” seçenekleri
piyasaya sürüldükten çok sonra bile elde tutm ak ise, aksine,
yoksunluk belirtisidir. Sonsuz sayıda olasılıklar küm esi sınır
sız zamanın elinden o baştan çıkancı gücünü bir kez aldı mı,
dayanıklılık bütün çekiciliğini yitirir ve değerli bir varlıktan,
istenm eyen bir yüke dönüşür. Konuyu daha iyi özetleyecek
örnek, belki de, “dayanıklı” olan ile “gelip geçici” olan arasın
daki, bir zamanlar bir türlü paylaşılamayan ve üzerinde yo
ğun inşa faaliyetlerinin sürdüğü sınır çizgisinde artık tek bir
sınır m uhafızının ve inşaat taburunun kalmamış olmasıdır.
Ölüm süzlük düşüncesinin değer kaybetmesi, kültürel
bir çalkantıya, insanlığın kültürel tarihindeki belki de en
önem li dönüm noktasına işaret eder. Ağırdan hafif kapitaliz
me, katidan akışkan m odem iteye geçiş, önceleri insanlık ta
rihindeki, en azından N eolitik Devrim ’den bu yana açık
farkla en önem li dönüm noktalan olarak görülen kapitaliz
m in ve m odem izm in gelişiyle yaşanan çok daha radikal ve
ufuk a çıa kopuşun bir göstergesi olabilir. Gerçekten de kül
189
türel eserler, insanlık tarihi boyunca, fani insan hayatının ve
gelip geçici eylem lerinin içinden sert ve “dayanıldı” tohum
çekirdeklerini seçip ayıklamaya, şapkadan tavşan çıkarır gibi
gelip geçiciliğin içinden süreklilik, süreksizliğin içinden de
vam lılık çıkarmaya ve dolayısıyla, ölüm lü bireyleri ölüm süz
insan türünün hizm etine sunarak, insanın ölüm lülüğü tara
fından konan sınırlan aşmaya dayanır. Bu tür eserlere talep
gittikçe azalmaktadır. Hatırlayacak ya da karşılaştırma yapa
cak bir önceli olmadığından, bu düşen talebin sonuçlan he
nüz ortada değildir ve nasıl olacaklarım tahmin etm esi de
zordur.
Zamanın yeni sahip olduğu ânındalık, insanlann bir ara
da yaşama biçim ini - en belirgin olarak da kişilerin kolektif
sorunlanyla ilgilenm e (ya da, duruma göre, ilgilenm em e)
veya daha ziyade, bazı belli sorunlan kolektifleştirm e (ya da,
duruma göre, bundan geri durma) biçim lerini radikal bir şe
kilde değiştirir.
Siyasi bilim ler alanında şaşırtıcı ilerlem eler kaydetmek
te olan “kamu tercihi kuramı” bu kopuşu (insanlık durumu
nun ebedî gerçekliği konusundaki görece yeni gelişmeleri ge
nellem ede her ne kadar aceleci davranmış, “hepsi de geçm i
şe ait kuru akademik bilgi” diyerek bunları görmezden gel
miş, önem sem em iş veya geçersiz saymışsa da) büyük bir
isabetle doğru kavramıştır. Bu yeni kuramsal akınım önde
gelen tem silcilerinden biri olan GordonTullock’a göre, “Yeni
yaklaşım işe, oy verenlerin müşterilere, politikacıların da işa
damlarına çok benzediğini varsayarak başlar.”“Kamu tercihi”
yaklaşımına şüpheyle yaklaşan L eif Lewin, “kamu tercihi”
kuramcılarını, “politik inşam” burnunun ucundan ötesini gö
remeyen mağara adamları gibi gösterdiklerini söyleyerek
acımasızca eleştirm işti. Lewin’e göre bu, tamam en yanlıştır.
Bu yaklaşım, trogloditler [mağara insanları] döneminde, ya
ni insanlar henüz “yarın” kavramım keşfetmem iş ve uzun va
deli hesaplar yapamıyorken doğru olabilirdi, fakat şimdi, için
de bulunduğum uz m odem zamanlarda, “yarın tekrar görü
şeceğim izi” herkes, ya da en azından -ister seçm en olsun is
190
ter politikacı- çoğum uz biliyorken ve bu nedenle inanılırlık
bir politikacının en değerli varlığıyken1 (ve güven tahsisi seç
m enin kullanmaktan hiç çekinmediği silahıyken) geçerli ola
maz. Lewin, “kamu tercihi” kuramı eleştirisini desteklem ek
için, çok az sayıda oy verenin kendi ekonom ik çıkarlarını
düşündüğünü, öte yandan çoğunluğun, ülkeleri için en iyi
olanı düşünerek oy verdiklerini ortaya koyan çalışmaları re
ferans gösterir. Bu, der Lewin, beklenen bir şeydir; fakat ben
bu sonucun, görüşme yapılan seçm enlerin ne söylem eleri
gerektiğini ya da öyle bir durumda ne söylenm esi gerektiğini
bildiklerinden ve ona göre konuştuklarından dolayı alındığı
nı düşünüyorum. Eğer konuya, yaptıklarımız ile yaptıkları
m ızı nasıl anlattığımız arasındaki göz korkutucu uçurumu
gözeterek yaklaşırsak, "kamu tercihi” kuramcılarının savları
nı (bu savların evrensel ve zaman ötesi geçerliğe sahip olan
ları dışında) gözü kapalı reddetm eyiz. Bu durumda kuram
ları, ölçülüp biçilm eden "ampirik” olarak kabul edilen veri
lerden kendim kurtararak doğru bakışı yakalamış olabilir.
Bir zamanlar mağara adamlarının “yarını keşfetm iş” ol
dukları doğrudur. Fakat tarih, öğrenme olduğu kadar bir
unutma sürecidir ve hafiza, seçici olmasıyla bilinir. M uhte
m elen “yatın tekrar karşılaşacağız”. Belki de karşılaşmayaca
ğız, ya da daha doğrusu yann karşılaşacak olan “biz”, biraz
önce karşılaşan “biz” olmayacak. Bu durumda, inanılırlık ve
güven tahsisi nim et midir, yoksa sırtımızdan atmamız gere
ken birer külfet mi?
Levvin, Jean-Jacques Rousseau’nun geyik avcıları m ese
lini hatırlatıyor. İnsanların “yarım keşfetmesinden” önceki za
manlarda bir ava, oturup ağaçların arasından bir geyiğin çık
masını sabırla beklem ekten vazgeçip, payına düşecek etin
dayanışma içinde yapılacak bir avda kendi payına düşecek
1. Leif Lewin, “Man. society, and th e failure of politics”, Critkol Review, Kıj-Bahar
1998, s. 10. Burada eleştirisi yapılan alıntı, G ordon Tullock’un, VVilliam C MKchell
ve Randy T. Simmons'ın, Beyond PoStics: Marketi, V/etfare, and the Fakire ofBurea-
ucracy adlı eserine yazdığı önsözdendir. (Boulder, Col.. W e$tview Press, 1994, s.
xiii.)
191
etten çok daha az olacağım bile bile, önünden geçen bir tav
şanın peşine düşebilirdi. Günüm üzde ise çok az sayıda ava
ekibi, geyiğin ağaçların arasından başını uzatana kadar ne
kadar beklem ek gerekiyorsa o kadar beklem eyi göze alıyor,
dolayısıyla güven tercihini çoğunluğun yararından yana kul
lananlar fena halde hayal kırıklığına uğrayabiliyor. Geyikleri
pusuya düşürüp avlamak için avcıların saflarım sıklaştırması,
birlikte ve dayanışma içinde çalışması gerekirken, bir tavşan
vurmak, derisini yüzüp pişirmek için bir kişi yeterlidir ve
çok az em ek gerektirir. Bunlar da birer keşiftir; en az “yannın
keşfinin” bir zamanlar olduğu kadar yeni sonuçlara gebe ke
şiflerdir.
Ânındahk çağında “akılcı tercih”, tatmin peşinde koşmak
ama sonuçlarına katlanmaktan kaçmak, özellikle de bu so
nuçların getirebileceği sorumluluklardan kaçmak demektir.
Bugün yaşanan tatm inin “dayanıldı” izleri, yarınki tatm inleri
ipotek altına almaktadır. Zamanda süreklilik, bir nim et ol
maktan çıkıp bir külfete dönüşür; aynı şey iri hacim li, kat» ve
ağır- yani hareketi engelleyen veya kısıtlayan -h er şey için
söylenebilir. Devasa endüstriyel kom pleksler ve kocaman,
hantal binaların zamanı geçti: Bir zamanlar sahiplenilin güç
ve iktidarlarının göstergesi olm uş bu yerler şim di hız müca
delesinin bir sonraki raundunda gelecek yenilgiye, diğer bir
deyişle iktidar yitim ine işaret etm ekte înce bedenler, fitness,
hafif giysiler ve spor ayakkabılar, (sürekli iletişim içinde kal
ma ihtiyacı duyan göçebeler için icat edilm iş) cep telefonla
rı, taşınabilir ve kullanıp atılabilir eşyalar, ânındahk çağının
önde gelen kültürel simgeleridir. Ağırlık ile büyüklük ve bu
ikisine de fazlasıyla sahip olmakla suçlanan (hem sözcük an
lamıyla hem de m ecazi) şişmanlık, dayanıklılık ile aynı ka
deri paylaşır. Dikkat edilm esi, m ücadele edilm esi ve en iyisi
uzak durulması gereken tehlikelerdir.
Sonsuzluk fikrine karşı duyarsız, dayanıklılıktan sakınan
bir kültür olabileceğim düşünmek zordur. Benzer şekilde,
insan edim lerinin sonuçlarına karşı duyarsız ve bu sonuçla
rın başkaları üzerinde yaratabileceği etkilerinin sorumlulu-
192
ğundan kaçan bir ahlak anlayışının olabileceğini düşünmek
de zordur. Ânındalık düşüncesinin ortaya çıkışı, insan kültü
rü ve etiğini daha önce ayak basılmamış, hayat gailesiyle ba
şa çıkma alışkanlıklarımızın pek çoğunun kullanım değerini
ve anlamını yitirdiği bilinm eyen topraklara sürüklemiştir.
Guy Debord’un ünlü sözleriyle, “İnsan, içinde yaşadığı za
mana babasmdan daha çok benzer.”“Dünü unutmak isteyen
ve sanki yanna da artık inanmıyormuş gibi görünen yaşadığı
m ız zaman insanları, bu yönleriyle anne ve babalarından ay
rılmaktadır.”1 Fakat geçm işin anısı ve geleceğe duyulan gü
ven, şu güne kadar, gelip geçicilik ile kalıcılık, insanın ölüm
lülüğü ile elde ettiği başarıların ölüm süzlüğü arasındaki kül
türel ve ahlaki köprünün iki önem li dayanağı olagelmiştir.
1. Guy Debord, Gömmene on the Sodety ofthe Spectode, çev. Malcobn İmrie, Lon-
don, Verso, 1990), s. 16,13. [Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent,
Ayrına Yay., İstanbul, 1996.]
193
4
Emek
194
geldiğini sorma ihtiyacı hissetm edikleri açık, “ileriye doğru”
ve “geriye doğru” arasındaki farkı biliyorlardı, çünkü farkı
yaratan hareketi bizzat kendileri tecrübe etmişlerdi. “İleri!”
emrinin yanında, yine altın sarısı ve m or yaldızla yazdı, bir
başka ilke daha vardın "Lahor onuna vitıcit.”1 “İleri” hedef,
em ek de onları bu hedefe götürecek araçtı ve binayı yaptı
ran şehrin ileri gelenleri, hu hedefe giden yolda ne kadar
gerekiyorsa o kadar kalmaya kararlıydılar.
Henry Ford, 25 Mayıs 1916’da Chicago Tribüne gazete
sinin muhabirine şunları söylem işti:
19 5
kumuldaki diğer bütün ürünler gibi, düşünülecek, planlana
cak, tasarlanacak ve süreç sonunda bir netice elde edilene
kadar takip ve kontrol edilecek bir ürün gözüyle bakılıyor
du. G elecek, işin yarattığı bir şeydi ve iş bütün üretim in kay
nağıydı. 1967’ye gelindiğinde bile hâlâ şöyle diyordu Daniel
Bell:
t. Year 2000 Komisyonu Başkanı olarak The Year 2000 kitabına yazdığı önsözden,
ed. Hermann Halın ve A nthony J. VViener. Buradaki alıntı, I. F. Clarke’ın The Pat-
tem ofExpectation, 1644-2001 kitabındandır, London, Jonathan Cape, 1979, s. 314.
X Pierre Bourdieu, Contrefeıuc Propos potırservirala resistance contre Umasion n6o-
liberale, Paris, Liber, 1998, s. 97.
196
Tarih boyunca ilerleme ve güven kavramları
Konunun özü şu: “İlerlem e” tarihe değil, şimdinin özgü
venine ait bir özelliktir. İlerlem enin en derin, belki de tek
anlamı, birbiriyle yakından ilintili iki inanca dayanır: “Zaman
bizden yanadır” ve “olanları olduran biziz". Bu iki inanç bir
likte yaşar ve birlikte ölür - ve olanları mümkün kılan güç, o
gücü elinde tutan insanların gündelik hayatta yaptıklarından
destek aldığı sürece de yaşamayı sürdürürler. Alain Pey-
refitte’nin ifade ettiği gibi, “bir çölü Kenan ülkesine dönüş
türebilecek yegâne güç kaynağı, cemaat üyelerinin birbirle
rine ve ileride birlikte paylaşacakları bir geleceğe duydukları
güvendir.”1 İlerleme düşüncesinin “özüyle” ilgili söylem ek
veya duymak isteyebileceğim iz diğer her şey, bu itim at ve
özgüven duygusunu anlaşılabilir, fakat yanıltıcı ve nafile bir
şekilde “ontolojikleştirm e” çabasıdır.
Tarih, gerçekten de daha iyi bir yaşama ve daha çok
mutluluğa doğru bir yürüyüş müdür? Bunun doğru olup ol
madığından nasıl em in olabiliriz? Tarihin böyle olduğunu
söyleyen biz, geçm işte yaşamadık; geçm işte yaşayanlar ise
bugün yaşamıyorlar, ö y ley se bu kıyaslamayı kim yapacak?
İster (Benjamin/Klee’nin Tarih M eleği’nde olduğu gibi2)
geçmişin dehşetinden kaçıp kurtulmak için, isterse (tarihin
dramatik olmaktan çok iyimser W hig3 yorumunun inanma
m ızı arzuladığı şekilde) “durumumuzun daha iyi olacağı”
um uduyla geleceğe sığmıyor olalım , elim izdeki yegâne “de
lil” hafızam ızın bize oynadığı oyun ve kendi hayal gücüm üz
197
dür ve bu ikisini birbirine bağlayan ya da birbirinden ayıran
şey kendi özgüvenim iz ya da özgüven eksikliğimizdir. Bir
şeyleri değiştirecek kadar güçleri olan ve buna güvenen in
sanlar için "ilerleme” bir aksiyomdur, kanıt gerektirmez.
Kontrolün ellerinde olmadığına inanan insanların akıllarına
ilerlem e düşüncesi gelm ez, duyduklarında ise gülerler. Bu
iki kutup arasmda, bırakın görüş birliğine varmayı, sine İra et
studio1 tartışmak bile zordur. Henry Ford olsa, egzersiz için
söylediklerini büyük ihtim alle ilerlem e için de söylerdi: “Eg
zersiz zırvalıktır. Sağlıklıysanız, ihtiyacınız yoktur; hastaysa
nız, yapm azsınız.”
Fakat eğer özgüven -şim diyi elinde tutm anın verdiği
güven duygusu- ilerlem eye duyulan güvenin dayandığı ye
gâne tem else, zamanımızda güvenin oynak ve a lız olmasın
da şaşılacak bir şey yoktur. Bunun böyle olması gerektiğinin
nedenleri görmek de o kadar zor değildir.
Birinci neden, “dünyayı ileri götürecek” bir eyleyenin
dikkat çekici yokluğudur. Akışkan m odem ite çağının en can
alıcı fakat cevaplanması en zor sorusu, (dünyayı daha iyi ya
da daha m utlu bir yer yapmak için) “N e yapmak?” değil,
“Bunu kim yapacak?” sorusudur. Kenneth Jovvitt,12 kısa bir
süre öncesine kadar dünya ve dünyanın geleceği ile ilgili
um ut dolu düşüncelerim izi şekillendiren ve dünyayı “merkezî
olarak organize edilm iş, katı bir şekilde sınırlanmış ve aşıla
m az sınırlara hastalıklı derecede önem veren” bir yer olarak
tutan “Yeşucu söylem in” çöküşünü duyurmuştu. Böyle bir
dünyada eyleyiciler hakkında nadiren şüphe duyulur: Her
şeyden önce, "Yeşucu söylem ” dünyası, güçlü bir eyleyen ile
onun eylem lerinin etkileri/kahntılannm birleşiminden başka
bir şey değildir. Bu imgenin sağlam bir epistem olojik tem eli
vardı ve bu tem el Fordist fabrika ya da düzen kurucu ve yö
netici (fiilen olmasa da en azmdan hedef ve kararlılık açısın
198
dan) özerk devletler gibi sağlam, sarsılmaz ve yenilm ez var
lıkların da tem eliydi.
Günümüzde bu güven tem eli çatlaklan, yarıklan ve kro
nik bölünerek çoğalma özelliğiyle dikkat çekmektedir. Te
m elin en katı ve en az sorgulanabilir unsurlan özerklikleri,
inanılırlıklan ve güvenilirlikleriyle birlikte yoğunluklarım da
hızla yitirmektedir. Şu anda en belirgin olarak hissedilen,
modern devletin gittikçe yorgun düşmesidir çünkü bugüne
kadar ne tür şeylerin yapılm ası gerektiğine ve bunlan kimin
yapacağına karar veren politikanın insanları çalışmaya teşvik
etm e gücü -iktidarı- elinden çekilip alınmış durumdadır.
Politik hayatın tüm eyleyenleri, “akışkan m odem ite” döne
m inin başmda neredeyseler hâlâ oradadırlar, fakat iktidar
artık onların ulaşamayacağı bir yere doğru akmıştır. Durumu
m uz, yolculuğun tam ortasındayken pilot kabininde kimse
nin olmadığını anlayan uçak yolcularının durumuna benzer.
Guy Debord’un dediği gibi, “Kontrol merkezi bir kült mer
kezidir artık; bundan böyle ne herkesin tanıyıp bildiği bir
lideri, ne de belirli bir ideolojisi olacaktır.”1
İkinci neden ise, eyleyenin -herhangi bir eyleyenin,
elinde güç olsa b ile - dünyanın çehresini değiştirmek için ne
yapması gerektiğinin gittikçe daha muğlak hale gelmesidir.
Son iki yüzyıldır çeşitli fırçalardan, çeşitli renklerde dökülen
m utlu dünya tablolarının hepsi de ya ulaşılamaz, ham bir
hayali ya da (gerçekten var olsa bile) içinde yaşanılamaz bir
dünyayı resmetmişlerdir. H er türlü toplum sal tasarım, m ut
luluk kadar sefalet de getirmiştir. Birbirine karşıt uçtaki iki
ana akım -yani iflas etm iş Marksizm ile şu an için suyun
üstünde kalmayı başaran liberalizm - için eşit derecede ge-
çerlidir bu durum. (Liberal devletin en ateşli savunucuların
dan Peter Drucker’in 1989’da işaret ettiği gibi, laissez faire
de “toplum tarafından kurtarılmayı” vaat etmiştir: Bireysel
kazanca giden yoldaki bütün engelleri kaldırmak, en nihaye
1. Guy D ebord, Ccmments on the Soöety of (he Spectode, çev. M akokn Imrie, Lon-
don. Verso, 1990, s 9.
199
tinde, mükemm el -ya da en azından mümkün olan en iyi—
toplum u doğuracaktır”; bu nedenle esip savurması artık
daha fazla ciddiye alınamaz.) Bir zamanlar ciddi bir rekabet
içinde olan taraflara gelirsek, François Lyotard tarafından or
taya atılan, “Bizi evrensel kurtuluşa götürecek genel [...] sü
reçte Auschvvitz’i ne tür bir düşünce reddedebilir” sorusu
hâlâ daha yanıtlanamamıştır ve yanıtsız kalacaktır. Yeşucu
söylem in parlak günleri geride kaldı: Ismarlama bir dünyayı
tasvir eden bütün tablolar bütün tadım yitirdi; henüz yapıl
mamış olanlar ise a priori birer şüpheli. Şu anda bize yol
gösterecek bir hedef olmaksızın, ne iyi bir toplum arayarak
ne de içinde yaşadığımız toplum da bizi neyin kaygısız ve
koşmaya istekli yaptığının farkında olarak yol alıyoruz. Peter
Drucker’in, “Artık toplum tarafından kurtarılma yok [...]
Lyndon Baines Jonson’m sadece yirmi yıl önce yaptığı gibi
‘Büyük Toplum’u yere göğe sığdıramayan herkesin yüzüne
karşı gülünecek”1 vargısı, zamanın ruh halini kusursuz bir
şekilde yansıtmaktadır.
İlerleme ile -yani, şu anda olduğundan daha doyurucu
ve dolayısıyla daha ileti olacak şekilde yeniden “düzenlene
bilecek” bir hayatla- sürdürülen m odem romans hâlâ sür
m ekte ve uzun bir süre boyunca de sürecek gibi görünüyor.
M odem ite, “üretilm iş” hayattan başka bir hayat tanımaz:
m odem insan için hayat verili bir şey değil, henüz tamam
lanmamış ve durmaksızın daha fazla gayret ve özen talep
eden bir görevdir. Bilakis, “akışkan m odem ite” veya “hafif
kapitalizm” aşamasındaki insanlık durumu, bu hayat kipini
çok dahabelirginleştirm iştir: İlerleme, önünde sonunda m ü
kem m ellik aşamasına (yani, gereken her şeyin yapıldığı ve
daha fazla değişikliğe ihtiyaç kalmadığı bir duruma) ulaşa
cak geçici bir önlem , bir ara durum değil, sürekli ve belki de
sonsuz bir m ücadele ve gereklilik, “hayatta ve iyi durumda
kalmanın” esas anlamıdır.
Bununla birlikte, ilerlem e düşüncesinin günümüzdeki
200
görünümü bize çok yabana geliyorsa ve hâlâ bizim le olup
olmadığım merak ediyorsak, bunun nedeni, m odem hayatın
diğer pek çok parametresi gibi ilerlem enin de “bireyselleşti
rilmiş”, daha doğru bir ifadeyle üzerindeki denetim kaldırıl
mış ve özelleştirilmiş olmasıdır. D enetim den muaftır, çünkü
m evcut gerçeklikleri “bir üst seviyeye çıkarma [upgrade]"
önerileri hem sayı olarak fazladır hem de çok çeşitlidir çün
kü belli bir yeniliğin gerçekten gelişm e anlamına gelip gel
m eyeceği sorusu, yeniliğin öncesi ve sonrasındaki tartışma
lara bağlıdır ve karar verildikten sonra bile tartışmalı bir
konu olmaya devam eder. Ve özelleştirilm iştir, çünkü geliş
m e, artık kolektif değil bireysel bir girişim sorunudur: Şikâyet
ettikleri m evcut durumu geride bırakmak ve kendilerini da
ha doyurucu koşulların olduğu bir seviyeye yükseltm ek için,
bireysel olarak, kendi akıllarına, kaynaklarına ve becerilerine
başvurmaları beklenenler, topluluk içinde yaşayan bireyler
dir. Günüm üz Risk Toplumu üzerine yaptığı ufuk açıcı çalış
masında Ulrich Beck’in de belirttiği gibi,
1. Ulrich Beck, Risk Sodtty. Towank a N«w Modemity, çev. Mark FUtter, London,
Sage, 1992, s. 88.
201
kendi şim disine tutunmasıdır. Ve pek çok çağdaş insana göre
bireysel olarak gerçekleştirdikleri tutunma pek sağlam olma
dığı gibi, çoğu durumda tutunma diye bir şey de söz konusu
değildir. Esnekliğin evrensel bir durum olduğu bir dünyada,
bireysel hayatın her alanına -yani, aşk ya da ortak çıkarlar
ortaklığından geçim kaynaklarına, kültürel kimlikten profes
yonel parametrelere, sağlık ve fitness örüntüferinden öz be-
nin kamusal alanda tem sil biçimlerine, peşinden koşulmayı
hak eden değerlerden, bunların peşinden koşma yollarına
kadar- sızan keskin ve çözüm süz Unsicherheit1 koşulları al
tında yaşıyoruz. Sığınabileceğimiz güvenli limanlar çok az ve
güven, çoğunlukla, kendini fırtınalardan koruyacak bir sığı
nak arayışı içinde başıboş ve boşuna yüzüp durmakta. En
dikkatli ve özenle yapılmış planların bile yolundan çıkma ve
korkulandan çok daha kötü sonuçlara yol açma gibi kötü bir
eğilim leri olduğunu, “işleri düzeltm ek” için harcadığımız en
içten çabaların genelde daha fazla kaosa, şekilsizliğe ve kar-
maşaya yol açtığım, rastlantı ve sürprizleri yolumuzdan kal
dırmak için gösterdiğim iz çabanın tamamen bir şans oyunu
olduğunu hepim iz tecrübe etmişizdir.
Bu yeni tarihî deneyim den işaret alan bilim dünyası, her
zamanki gibi hiç zaman kaybetmeden harekete geçti ve
yükselm ekte olan ruh halini, peş peşe yayımlanan bilim sel
kaos ve felaket kuramlarında yansıttı. Bir zamanlar, “Tann’nm
zar atmadığı”, evrenin özünde determinist olduğu ve insanın
üzerine düşenin, artık yönüm üzü karanlıkta el yordamıyla
bulmaya çalışmayalım ve insan hatasız ve hep hedefe doğru
ilerlesin diye evrenin bütün kanunlarının tam bir listesini
çıkarmak olduğu inancıyla hareket eden çağdaş bilim artık
bu yoldan dönmüş ve dünyanın genelde belirlenem ez özü
nü, norm alitenin, düzenin ve dengenin yerine istisnaları ve
rastlantının oynadığı muazzam rolü kabul etmiştir. Bilim in-
sanlan da, kendilerinden bekleneceği gibi, bilim sel süzgeç
202
ten geçirilm iş yeni bilgileri insan ilişkileri ve eylem leri dün
yasına geri getirdiler. Örneğin, David Ruelle’in, esinini bi
lim den alan çağdaş felsefeyi ele aldığı ve “determ inist düze
nin tesadüflere dayanan bir düzensizlik yarattığım” söylediği
çalışmasında şöyle şeyler de okuyoruz:
I. Bkz. David Ruelle, Hasard et chaos, Paris, O dilejacob, 1991, s. 90,113. [fostfcm-
tı *e Kaos, çev. Deniz Yurtören, Say Yayınlan, İstanbul, 2014.]
203
veren o düzen kurucu, tarihî eylem e yaptığı varsayılan katkı
bulunuyordu.
Bu şekilde anlaşılan “iş/em ek”, bir bütün olarak insanlı
ğın, tarihteki yolunu çizerken tesadüfler yerine kendi kaderi
ve doğa tarafından yönlendirilm esi gerektiren bir eylem di.
Ve bu şekilde tanımlanan “iş/em ek”, insanlığın her bireyinin
bizzat katılmak zorunda olduğu kolektif bir çabaydı. Bunun
dışındaki her şey, yani işi insanlığın “doğal bir durumu”, işsiz
kalmayı da anormal bir durum olarak sınıflamak; m evcut
yoksulluğun ve sefaletin, yoksunluğun ve ahlaki düşkünlü
ğün sorumlusu olarak bu doğal durumdan uzaklaşmayı gös
termek; insanları, emeklerinin insanlığa bir katkıda bulunup
bulunmadığına göre değerlendirmek; insan eylem leri içinde
em eğe önem li bir yer ayırmak ve bunun da ahlaki olarak
insanın kendini geliştirm esine ve toplum un genel ahlak
standartlarında yükselm eye yol açması, bu kolektif çabanın
bir sonucundan başka bir şey değildi.
Unsicherheit kalıcı hale geldiğinde, “dünyada olmak” pek
de öyle kanunlara uygun, mantıklı, tutarlı ve küm ülatif ey
lem ler zinciriym iş gibi gelm ez; daha çok, “dışarıdaki dünya
nın” oyunculardan biri olduğu ve bütün oyuncuların yaptığı
gibi kartlarım masadaki diğer oyuncuların bakışlarından sak
ladığı bir oyun gibidir. Diğer bütün oyunlarda olduğu gibi
gelecek planlan, birkaç ham leden öte gidem eyen, kısa ömür
lü, geçici ve değişken planlardır.
İnsan çabasının ufkunda nihai m ükem m ellikten eser
yokken ve herhangi bir çabanın tartışmasız şekilde etkili ola
bileceğine olan inanç kaybolmuşken özenli, tutarlı, amaç gü
dümlü bir çabayla kat kat inşa edilecek “mutlak” bir düzen
düşüncesi anlamsızdır. Bugün üzerinde ne kadar az kontrolü
m üz olursa, tasarım sürecindeki geleceğin o kadar az kısmım
yakalayabiliriz. Adına “gelecek” dediğim iz zaman dilim i kısa
lır ve kesintisiz bir bütün olarak yaşam süresi, her biri “ayn
ayrı" d e alman zaman dilim lerine aynlır. Süreklilik, ilerlem e
nin işareti değil artık. İlerlemenin bir zamanlar kümülatif ve
uzun erişim li doğası, yerini, birbiri ardına gelen zaman dilim
204
lerine yönelik taleplere bırakmakta: Her bir zaman diliminin
fazileti, bir zaman dilim i bitip diğeri başlamadan önce ortaya
çıkarılmalı ve tamamen tüketilmelidir. Esneklik ilkesi tara
fından yönetilen bir hayatta, yaşam stratejileri ve planlan
kısa vadeli olmak durumundadır.
Jacques A ttali’ye göre günümüzde gelecekle ilgili dü
şüncelerim ize ve geleceğin bize ait bölüm lerine egem en olan
şey, bir labirent imgesidir; bu imge, m edeniyetim izin şu gün
kü halinin yansımasına bakıp derin düşüncelere daldığı boy
aynası olmuştur. İnsanlık durumunun bir alegorisi olarak la
birent imgesi, konargöçer atalarımızın yerleşik düzene geçen
atalarımıza aktardığı bir mesajdı. Yerleşik düzene geçenlerin,
sonunda dayanamayıp labirenti andıran yazgıya karşı çıkacak
cesareti bulmaları için aradan bin yıl geçm esi gerekecekti.
“Bütün Avrupa dillerinde labirent sözcüğü," der A ttali, “yapay
çapraşıklık, işe yaramaz karanlık, fazlasıyla karmaşık sistem ,
içinden geçilem eyecek kadar sık orman kavramlarıyla, açık-
lık/anlaşılırlık’ ise mantıkla eşanlamlı hale geldi.”
Yerleşik düzene geçenler labirentin duvarlarım şeffaf
laştırmak, şeytani dönem eçleri doğrultmak ve işaretleri yerli
yerine koymak ve koridorları iyi aydınlatmak için hem en işe
giriştiler. Aynca rehber kitaplar ve gelecekte labirente gire
cekler için hangi dönem eçten dönüleceğini, hangilerinden
dönülm eyeceğim gösteren açık ve anlaşılır yönergeler hazır
ladılar. Bütün bunların sonunda bir de baktılar ki labirent
olduğu yerde, sapasağlam duruyor; üstüne üstlük labirent,
birbirine karışmış ayak izleri, yönergeler kakofonisi ve geri
de bırakılmış geçitlere anbean eklenen daha karmaşık geçit
ler ve yeni çıkmazlar nedeniyle daha akıl karıştırıcı ve
tehditkâr bir hal almıştır. Yerleşik düzene geçenler tarihteki
yolculuklarının başında devraldıkları mesajı geç de olsa ha
tırlayarak ve “gelecekleri için gerekli bilgileri” mesajın çok
tan unutulm uş içeriğinden çekip çıkarmak için üm itsizce
çabalayarak, “zoraki göçebe" olurlar. Artık, “yolların ve geçit
lerin yerleşim düzeninin hiçbir kanun ve kurala uymayabile
ceği, gölgeler içinde kalmış yer anlamında kullanılan labi
205
rent, bir kere daha insanlık durumunu gösteren büyük resim
olur. Labirentin içinde rastlantı ve şaşkınlık hâkimdir; bu da,
Saf A kıl’m yenilgisine işaret eder”1.
Bu aman verm ez labirentim si dünyada insanın em ek
harcayarak yaptığı işler, tıpkı insan hayatının geri kalanı gibi,
kendi içinde kapalı bölüm lere ayrılır. Ve insanın giriştiği di
ğer bütün eylem lerde olduğu gibi, eyleyenin çizdiği yoldan
sapmamak zor, belki de imkânsız bir hedeftir. îş, düzen ku
ran ve geleceği kontrol eden evrenden uzaklaşmış, bir ku
mar oyununun karasularına sürüklenmiştir; iş edimleri, ken
dine bir ya da iki ham le ilerisinden öte geçem eyen kısa va
deli hedefler koyan bir kumarbaza benzer, ö n em li olan her
hareketin o andaki sonuçlandır; sonuçlar, ânında tüketilm e
ye uygun olmalıdır. Dünya, görmeden paçalarımızı sıvamayı
düşünm eyeceğim iz uzak derelerle dolu ve yakın zamanda
Önümüze bir dere çıkma olasılığı da yok gibi. Her engelle
ayn ayn başa çıkmak gerekiyor; hayat -h er birinin kendi başı
ve sonu olan ve bu nedenle ayn ayn değerlendirilmesi gere
k en - bir dizi bağımsız bölüm lerden ibarettir. Hayatın yollan
yürüdükçe düzelm ediği gibi, bir dönem eçten başanyla dön
mek, ileride de hep doğru köşelerden döneceğim iz anlamına
gelm ez.
Ve em eğin karakteri böylece değişm iş olur. Bu durum,
sıklıkla, bir brikolaj sanatçısının, m evcut olanı hedefleyen,
ilham ım m evcut olandan alan ve sınınnı ona göre belirleyen,
şekil vermekten çok şekil alan, hedefini önceden belirleyip
plan program yapmak yerine şansa güvenen bir göz boyayı
cının tek seferlik gösterisidir. Enerjisini yenilem ek için bağ
lanabileceği bir elektrik prizi arayan meşhur siber-köstebek
ile aralarında tekinsiz, garip bir benzerlik vardır.
İnsanlığın evrensel olarak paylaştığı kutsal görevden ve
ondan hiç de aşağı kalmayan hayat boyu hizm et işinden ke
silip çıkarılmış işin değişen özünü tarif etm ek için, “önem siz
1. Jacques Attali, Chemins de sagesse: Traiti du labyrinthes Paris, Fayard, 1996, s. 19,
60,23.
206
işlerle uğraşmak [tinkering]”tanım ı çok uygundur. Eskatalo-
jik dizginlerinden ve m etafizik köklerinden kurtulan iş, katı
m odem ite ve ağır kapitalizm çağmda başat olan değerler
galaksisi içinde atandığı m erkezî konumunu yitirm iş olur. İş,
etrafına öz-tam mlann, bireysel kimliklerin ve yaşam proje
lerinin sarılacağı güvenli eksen işlevini artık yerine getirem e
diği gibi, toplum un etik tem eli, ya da bireysel hayatın etik
ekseni olarak kabul görmemekte.
Onun yerine, iş -diğer hayat etkinliklerinin yanı sıra-
ağırlıklı olarak estetik bir özellik kazandı. Bırakın gelecek ku
şakların mutluluğuna yapacağı katkıyı, iş/em ek, artık çalışa
nın insan kardeşlerine ya da ulusun ve ülkenin kudretine ge
tireceği gerçek veya varsayılan katkılarına göre bile değerlen
dirilmemekte, ondan kendi başına ve kendi içinde tatm in
edici olması beklenmektedir. Çok az sayıda insan - o da çok
nadiren- yaptıktan işin önem ini ve kamusal yararlarım öne
sürerek ayncalık, prestij veya bir onur payesi talebinde bulu
nur. İşten icracısını “soylulaştırması”, onu “daha iyi bir insan
haline getirmesi" neredeyse hiç beklenm edi^ gibi, böyle bir
nedenle takdir görmesi ve yüceltilm esi de çok ender rastla
nan bir durumdur. Bunun yerine eğlenceli olması, heyecan
peşinde koşan ve deneyim biriktiren tüketicinin arzulan ve
estetik gereksinimlerini -üreticilerin ve yaratıcılann etik, Pro-
m etheus’vari misyonlan kadar olmasa da ona yakın bir dere
ced e- tatmin etm esi oranında ölçülür ve değerlendirilir.
207
ve siyasi iktidarın bir aracı haline getirdiler. Sözcüğün İngi
lizcedeki kullanım ı, “işgücü üçlem esi” kavramını -yani, be
densel ve zihinsel em eğe atfedilen değer, bir araya gelerek
sınıfı oluşturanların öz-inşası ve bu öz-inşa üzerine kurulan
politikalar arasındaki yakın ilişkiyi- diğer bir deyişle, beden
sel em eği, toplum un refahı ve servetinin birincil kaynağı
olarak görmek ile işgücü hareketinin kimlik m ücadelesi ara
sındaki bağı açık ve net bir şekilde gözler önüne serer ve bu
açıdan oldukça dikkat çekicidir. Bu ikisi birlikte var olur; biri
olmadan diğeri de olmaz.
Çoğu ekonom i tarihçisi, (ulusal) servet ile (kişisel) gelir
düzeyleri söz konusu olduğunda, güçlerinin zirvesinde olan
m edeniyetler arasında belirgin bir fark olmadığı, örneğin bi
rinci yüzyıldaki Roma, on birinci yüzyıldaki Çin ve on ye
dinci yüzyıldaki Hindistan ile Sanayi D evrim i’nin eşiğindeki
Avrupa arasında büyük benzerlikler bulunduğu konusunda
hemfikirdir (örnek olarak, Paul Bairoch’un özet niteliğinde
ki eserine bakınız1). Bazı tahm inlere göre on sekizinci yüzyıl
Avrupa’sında kişi başına düşen gelir, aynı dönem de Hindis
tan, Afrika ya da Çin’deki gelirin %30’undan daha fazla de
ğildi. Oramn akıl almaz bir ölçüde bozulm ası için yüz küsur
yıl yetti. 1870’e gelindiğinde sanayileşmiş Avrupa'da kişi
başına düşen gelir, dünyanın en yoksul ülkelerindekinden on
bir kat fazla hale gelm işti. Bir sonraki yüzyıl içinde bu oran
beşe katlanarak, 1995’te elli katma çıktı. Sorbonne’dan eko
nom ist D aniel C ohen’in belirttiği gibi, “Uluslar arasındaki
eşitsizliğin yeni bir olgu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim;
sorun, son iki yüzyılın eseridir.”2 Aynı şey, servetin kaynağı
olarak işgücünü gören düşünce ve bu düşünceden doğan ve
bu düşünceyle yönlendirilen politikalar için de geçerlidir.
Yeni küresel eşitsizlik ve bunu izleyen yeni yüksek öz
208
güven ve üstünlük duygusu eşi benzeri görülmedik şekilde
büyüktü: D ununu kavramak ve sindirebilm ek için yeni kav
ramlara ve yeni bilişsel çerçevelere gerek vardı. Bunlar, mo
dem tarihi sürecinde Avrupa’ya Sanayi Devrim i’nin kapısı
na kadar eşlik eden fizyokratik ve merkantilist düşüncelerin
yerini alan yeni politik ekonomi bilim i tarafından sağlandı.
Bu yeni kavramlann, Iskoçya gibi büyük endüstriyel de
ğişimin hem içinde hem dışında kalan, hem sürece dahil
hem de süreçten uzak, kısa bir süre sonra yeni yükselen sa
nayi düzeninin tam merkezinde olacak bir ülkeye hem fizik
sel hem psikolojik olarak komşu, ama onun ekonom ik ve
kültürel etkisinden bir süreliğine ve göreceli olarak uzak kal
mayı başarabilmiş bir yerde düşünülüp üretilm iş olması te
sadüf değildir. “M erkezde” tüm gücüyle etkili olan eğilimler,
hem en her zaman, geçici olarak “kenar bölge” sayılan ve kü
çük görülen yerlerde ânında fark edilen ve en açık şekilde
dile getirilen eğilimlerdir. M edeniyetin varoşlarında yaşa
mak demek, bazı şeyleri açıkça görebilecek kadar yakın ol
makla birlikte onlara nesnel bir gözle bakabilecek kadar m e
safeli olmak, dolayısıyla algılananları yoğuşturarak kavram
lara dökebilmek demektir. Dolayısıyla şu kutsal sözlerin İs-
koçya’dan yükselm iş olm ası hiç de tesadüf değildir: Zengin
lik em ek harcayarak elde edilir; işgücü, zenginliğin başlıca,
belki de yegâne kaynağıdır.
Kari Polanyi’nin yıllar sonra Kari Manc’ın öngörüsünü
yeniden gündeme getirirken söyleyeceği gibi, yeni sanayi dü
zenine hayat veren “büyük değişimin” başlangıç noktası
emekçilerin, kendi geçim kaynaklarından kopmasıdır. Bu
tarihî olay, çok daha geniş kapsamlı bir kopuşun parçasıydı:
Üretim ve mübadele, daha genel, tam anlamıyla kapsayıcı,
görünmez bir yaşam biçim inin en önem li parçası olmaktan
çıktı ve böylece işgücünün sadece bir m eta olarak görüldüğü
ve buna uygun olarak ele alındığı koşullar yaratılmış oldu.1
1. Bkz. Kari Pohnyi, The Gnat Transfömjation, Boston, Beacocı Press, 1957, özellik
le 56. ve 57. sayfalar He 6. bölüm.
209
İşgücü kapasitesine ve onu elinde tutanlara hareket etm e, ha
rekete geçirilme ve böylece farklı (“daha iyi”- daha faydalı ve
daha kârlı) kullanımlara sokulma, yeniden düzenlenm e ve
başka (“daha iyi”- daha faydalı ve daha kârlı) düzenlerin par
çası haline getirilme serbestisi kazandıran şeyin bu yeni ko
puş hali olduğu söylenebilir. Üretken faaliyetlerin hayatın
diğer alanlarındaki uğraşlardan kopması, “bedensel ve zihin
sel eforun” kendine özgü bir olgu -diğer her şey gibi bir “nes
ne” olarak ele alınabilecek—yani, diğerleriyle birlikte “ele alı
nacak”, hareket ettirilecek veya bir araya getirilecek ya da ayn
bir yere konacak bir “şey” olarak katılaşmasına neden oldu.
Bu kopuş gerçekleşmeseydi, işgücü düşüncesinin “doğal
olarak” ait olduğu “bütünden” zihinsel olarak ayrılması ve yo
ğunlaşarak kendi içinde bütünlüğü olan bir nesneye dönüş
m esi için pek şansı olmayacaktı. Sanayi öncesi zenginlik an
layışında “toprak” -o n u işleyip semeresini alanlarla birlikte-
bu türden bir bütündü. Yeni sanayi düzeni ve farklı bir top
lumun -sanayi toplum unun- gelişini haber veren kavramsal
ağın doğum yeri Britanya’ydı ve Britanya, toprağa bağlı sını
fını ve bu sınıfla birlikte toprak, alın teri ve zenginlik arasın
daki “doğal" bağı yok etm iş olmasıyla Avrupah komşuların
dan ayrılıyordu. Toprağı ekip biçenlerin öncelikle işsiz güç
süz, başıboş ve “sahipsiz” bırakılmaları gerekiyordu ki “kulla
nıma hazır işgücü” olabilsinler ve bu yeni güç merkezi kendi
yeni potansiyel “zenginlik kaynağım” bulabilsin.
İşgücünün bu yeni başıboşluğu ve köksüzlüğü, daha de
rin düşünmeye m eyilli çağdaş tanıkların gözünde işgücünün
kurtuluşu anlamına geliyordu. Fakat işgücünün “doğal zin
cirlerinden” kurtulmuş olması, onun uzun süre serbest, ba
ğım sız veya "sahipsiz” dolaşmasını sağlamaya yetm ediği gibi,
kendi kararlarım kendi alabilen, kendi yolunu çizebilen ve
bu yolda kendi başına ilerleyen, otonom bir sistem olmasını
da mümkün kılamadı. Artık dağılmış, ya da kurtuluşundan
önce işgücünün de bir parçası olduğu, kendi kendine yetebi
len ama şim di işlem ez olm uş “geleneksel yaşam biçim inin”
yerini başka bir düzen alacaktı; ne var ki bu sefer düzen,
210
önceden tasarlanmış, “hazır kurulu” bir düzendi, [öncekiler
gibi] tarihin ve yazgının amaçsız çırpınışlarının bir kalıntısı
değil, ak ıla düşünce ve eylem in bir ürünüydü. İşgücünün
zenginliğin kaynağı olduğu bir kere keşfedildikten sonra, bu
kaynağı o güne kadar görülmüş en verim li şekilde gün yüzü
ne çıkarma, arıtma ve elde edilen üründen sonuna kadar ya
rarlanma işi insan aklına düştü.
M odem çağın yeni ve coşkun ruhuyla dolup taşan birta
kım yorumcular (ki aralarındaki en ünlü isim Kari Marx’tır)
eski düzenin yıkılışım esas olarak kasıtlı bir dinam itlem enin,
“katılan eritm eye ve kutsal olanı dünyevileştirm eye” kararlı
sermaye tarafından yerleştirilen bom banın patlaması sonu
cu olarak görüyorlardı. D e Tocqueville gibi daha kuşkucu ve
çok daha az coşkulu diğerleri bu yok oluşu bir patlama değil,
şiddetli bir içe çöküş durumu olarak gördüler; dönüp geriye
baktıklarında, felaketin tohum lannın ancient regime'in yüre
ğinin tam orta yerinde olduğunu gördüler ve yeni efendile
rin fazla heyecanlı ve kasıntılı tavırlarına bir cesedin son tit
reyişleri, ya da eski düzenin, hazin sonunu savuşturmak ya
da en azından geciktirmek için um utsuz bir çırpınışla dene
diği m ucize çözüm yollarının aynısına, daha bir heves ve
kararlılıkla sarılışı gözüyle baktılar. Bununla birlikte, yeni
rejimin geleceği ve efendilerinin niyetleriyle ilgili çok az gö
rüş ayrılığı vardı: Artık köhnem iş eski rejimin yerine daha
dayanıklı ve uygulaması daha kolay bir rejim gelecekti. Eri
yip buharlaşan katiların bıraktığı boşluk yeni katilar tarafın
dan doldurulacaktı. Limandan uzaklara sürüklenen başıboş
gemiler rıhtıma yeniden ve öncekinden daha sağlam demir-
lenecekti. Kısaca özetlem ek gerekirse, "yerinden edilm işle
rin”, önünde sonunda, “yeniden yerleştirilm esi” gerekecekti.
Eski yerel/kom ünal bağlarım koparmak, alışkanlıklara
ve geleneksel kanunlara savaş açmak, les pouvoirs interme-
diaires’i1ezip suyunu çıkarmak - bütün bunların nihai sonu
I. (Fr.) Aracı güçler. Birey ile devlet arasında yer alan ve kendi İçlerindeki bireyle
rin o rtak çıkarlarına uygun hedeflere ulaşmayı amaçlayan -siyasi partiler, sendika
lar, ticaret odaları, vb. gibi- bağımsız ve özerk kuruluşlardır. (Ç.N.)
211
cu, “yeni başlangıcın” baş döndüren, delice coşkusuydu. Ka-
tdan eritmenin verdiği his, demir filizini eritip çelik sütunlar
dökm eye benziyordu. Eriyerek akışkanlaşmış gerçeklikler
yeni kanallara akıtılarak yeni kalıplara dökülmeye, kazılıp
çıkarıldıkları nehir yataklarında kendi akışlarına bırakılsalar
asla alamayacakları bir şekle girmeye hazır gibiydiler. N e ka
dar iddialı olursa olsun hiçbir amaç insanın düşünme, keşfet
me, icat etm e, planlama ve eylem e dökm e becerisinin önüne
geçem ez. M utlu toplum -yani, m utlu bireylerden oluşan
toplu m - henüz ilerideki köşeden başım uzatıp yüzünü bize
gösterm em iş olsa da bir gün mutlaka gelecektir; düşünen
adamlar çizim masalarında bu gelişi öngörmüşler ve onların
çizdikleri taslaklar, eylem adamlarının ofislerinde ve komuta
karargâhlarında vücut bulmuştur. Düşünce adamları ile ey
lem adamlarının birlikte em ek harcadıkları hedefj yeni bir
düzenin inşasıydı. H enüz yeni keşfedilm iş özgürlük, gelece
ğin sistem li rutinini kurmak için kullanılacaktı. H içbir şey
kendi başına bırakılmayacak, tesadüflerin ve beklenm edik
olayların insafına terk edilm eyecekti; daha yararlı ve verim li
olacak şekilde gelişm e ihtim ali varsa kesinlikle hiçbir şey,
kendi m evcut haliyle bırakılmayacaktı.
M evcut durumuyla gevşek bir dokusu olan, boşlukta
sallanan uçlan yeniden toparlanıp sıklaştırılacak, geçm işteki
kazalarından etrafa savrulmuş parçalan ve sağ kurtulmayı
başarmış ve ıssız bir adada karaya vurmuş ya da hâlâ su üs
tünde sürüklenmekte olan kazazedeleri toplanıp kendi yer
lerine geri yerleştirilecek olan bu yeni düzen m uazzam bo
yutlarda, katı ve sağlam olacak, bir kayaya oyulacak ya da
çeliğe dökülecekti: Amaç, düzenin sonsuza dek ayakta kal
masıydı. Büyük, güzeldi; büyük, rasyoneldi; “büyük” iktidar,
hırs ve cesaret dem ekti. Yeni sanayi düzeninin inşaat sahası,
içi devasa m akinelerle ve bu makineleri kullanan kalabalık
işçi gruplanyla tıka basa doldurulmuş kocaman fabrikalar ya
da üzerine belli aralıklarla, ebedî hayata ve iman edenlerin
ebedî zaferine adanmış antik tapmaklara öykünen istasyon
binaları serpiştirilmiş demir yollan, köprüler ve kanallarla
212
sıkı sıkıya örülü şebekeler gibi, bu iktidar ve hırs adına dikil
miş anıtlarla doluydu; bu anıtların gerçekten sağlam olup
olmaması önem li değildi, öyle görünmeleri yetiyordu.
“Tarih zırvadır”, “G eleneği istem iyoruz”, “Şu anda yaşa
mak istiyoruz ve biraz olsun önem senecek bir tarih varsa, o
da bizim bugün yaptığım ız tarihtir,” diyen aynı Henry Ford,
çalışanlarının arabalarını alabilmesini arzu ettiğini söyleye
rek, işçilerinin ücretlerini iki katma çıkardı. Elbette ki bu
pek samimi bir açıklama değildi: Çalışanların aldığı otom o
bil sayısı, Ford'un toplam satış cirosunun çok az bir kısmım
oluşturuyordu, fakat iki katma çıkan ücretler üretim mali
yetleri üzerine oldukça ciddi bir yük getirm işti. Bu cüretkâr
ham lenin gerçek amacı, Ford’un, tedirgin edici derecede ha
reketli işgücünü dizginlem e, kendine bağlama isteğiydi. Ça
lışanlarım Ford fabrikalarına kesin ve güvenli bir şekilde
bağlamak, onların başlangıç ve idame eğitim leri için yaptığı
masraftan çıkarmak ve bu parayı yine çalışanlarının çalışma
hayatlarım uzatmak için harcamak istiyordu. Bunun için,
ekibini hareket edem ez hale getirmek, güçleri tam am en tü
kenene kadar olm alan istenen yerde tutm ak gerekiyordu.
Onları, fabrikasındaki işe bağımlı kılmak ve em eklerini fab
rikanın sahibi olan kendisine sattırmak zorundaydı, çünkü
kendi serveti ve iktidarı için onlan çalıştırması ve emeklerini
kullanması gerekiyordu.
Ford, başkalarının da akimda geçirdiği fakat ancak fısıl
dayabildikleri düşünceleri yüksek sesle söyleyen biriydi.
Daha doğrusu, kendisiyle aynı sıkıntıları çekenlerin düşün
düklerini düşünüyor, fakat bu düşünceleri çok sayıda keli
m eyle ifade etm eyi beceremiyordu. Katı m odem iteye veya
ağır kapitalizme özgü evrensel niyet ve pratikler m odeline
Ford’un adım vermek uygun bir karardı. Henry Ford’un yeni,
rasyonel düzen m odeli, zamanının evrensel yönelim i için bir
standart haline geldi. Bu m odel, aynı zamanda, dönem in di
ğer girişimcilerinin tamamı olmasa da, büyük bir kısmının,
başardı olsun olmasın, ulaşmak için çabaladığı bir idealdi.
Hedef, sermaye ile işgücünü -ideal bir evlilik gib i- insan kay-
213
nakli hiçbir gücün bozmasına izin verilmeyen ya da kimsenin
bozmaya cesaret edem eyeceği şekilde bir araya getirmekti.
Gerçekten de katı m odem ite, aynı zamanda ağır kapita
lizm -serm aye ile işgücü arasında gerçekleşen ve karşılıklı
bağımlılıkla pekiştirilmiş birlikteliğin- çağıydı. İşçiler, geçim
lerini sağlamak için istihdam edilm eye ihtiyaç duyuyordu;
sermayenin ise kendini yeniden üretm ek ve gelişm ek için
insan gücüne ihtiyacı vardı. Bu ikisinin buluşma yerinin ad
resi belliydi; ne biri ne de öteki başka bir yere gidebilirdi -
fabrika binasının m asif duvarları iki tarafı da ortak bir alan
içinde hapsetm işti. Sermaye ile işgücü, tabiri caizse, iyi gün
de kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm onları ayınncaya
dek birleşmişlerdi. Fabrika, ortak yaşam alanlarıydı - aynı
anda hem bir muharebe meydanı hem de umutlarının ve
hayallerinin yeşerdiği yerdi.
Sermaye ile işgücünü buluşturan ve birbirlerine bağla
yan şey, alışveriş ilişkisiydi; ilişkinin devam edebilm esi için
her iki taraf da bu ilişkinin gerektirdiği durumda olmalıydı:
Sermaye sahipleri işgücü satın almayı sürdürebilm eli, işgücü
sahipleri ise uyanık, güçlü ve potansiyel akalan kaçırmaya
cak kadar cazip olmak, bunun için harcadıktan çabanın tüm
masrafım alıcıya ödetm em elilerdi. Tarafların gereken formu
tutturm alan, her iki tarafın da çıkarmaydı. Sermaye ile işgü
cünün "yeniden metalaştınlmasının", adına devlet denen en
üst siyasi aktörün ve genelde pohtikanm başkca işlevi ve en
çok önem verdiği konu olması, hiç de şaşırtıa değildir. D ev
let, işgücü satın alabilm esi ve güncel ücretini ödeyebilm esi
için sermayeyi sağlıklı tutm ak zorundaydı, işsizler tam anla
m ıyla “yedek işgücü ordusuydu” ve olur da aktif göreve geri
çağnlm alan gerekir diye, bu orduyu her an hazır tutm ak ge
rekiyordu. Refah devleti, yani kendini yalnızca refaha ada
mış bir devlet, bu nedenle gerçek anlamda her türlü politik
sınıflamanın ötesindedir ve onsuz ne sermaye ne de işgücü,
büyüm ek bir yana, hayatta ve sağlıklı kalabilir.
Kimileri refah devletine geçici bir önlem gözüyle bakı
yordu; onlara göre, talihsizliklere karşı güvence altına alınan-
214
lann durumları, kendi potansiyellerini tam anlamıyla ger
çekleştirecek ve kendilerinde risk alabilecek cesareti bulacak
kadar rahatladığı -diğer bir deyişle, insanlar kendi ayaklan
üzerinde durabildikleri- andan itibaren refah devleti kendi
ni geri çekecekti. Duruma şüpheyle yaklaşanlara göre ise
refah devleti, işletim giderleri ortaklaşa karşılanan ve ortak
laşa yönlendirilen devasa bir tem izlik aracı, kapitalist serma
ye ne geri dönüştürme niyeti olduğu ne de bunun için kay
nak ayırdığı toplum sal atıklar üretm eye devam ettiği sürece
(yani, önüm üzdeki uzunca bir süre) yürütülecek bir tem iz
lik ve iyileştirm e operasyonuydu. Bununla birlikte, refah
devletinin, aykırılıklarla başa çıkmak, normdan uzaklaşılma-
smı engellem ek ve her türlü tedbire rağmen yine de gerçek
leşen norm kınlm alannın etkilerini yumuşatmak için icat
edilm iş bir düzenek olduğu konusunda görüş birliği vardı.
Kendisi neredeyse hiçbir zaman sorgulanmayan norm, ser
mayenin işgücüyle girdiği yüz yüze, karşılıklı ilişki ve bütün
ciddi, endişe verici sorunları bu ilişki çerçevesinde çözm ekti.
Ford fabrikalarında genç bir çırak olarak işe başlayan bi
risi, çalışma hayatının sonuna kadar aym yerde kalacağından
em in olabilirdi. Ağır kapitalizmin zaman anlayışı uzun vade
liydi. İşçiler için zaman ufku, bir tek işyeri bünyesinde hayat
boyu sürecek bir iş hayatı beklentisi olarak çizilm ekteydi ve
bu işyerlerinin ömrü ne kadar kısa olursa olsun, işçilerin öm
ründen kesinlikle çok daha uzundu. Sermayedarlar içinse,
herhangi bir aile üyesinin yaşam süresinden daha uzun sür
m esi beklenen "aile serveti” demek, miras alman, inşa edilen
veya ileride aile yadigârları araşma katılması planlanan fabri
ka binaları dem ekti.
ö zetle, “uzun vade” anlayışı, deneyimden doğan ve bu
deneyim tarafından inandırıcı ve sürekli bir şekilde destekle
nen beklentiyle eşanlamlıdır, işgücü sarin alan ve işgücü satan
kişilerin yazgıları uzun bir süre -pratikte, ebediyen- ayrılma
yacak şekilde birbirinin içine geçmiştir ve dolayısıyla hem
katlanılabilir bir ortaklaşa yaşam sürdürmek hem de iyi kom
şuluk ilişkileri, kuralların aym m ülk üzerinde yerleşik ev sa-
215
lıipleri arasında uzlaşım yoluyla belirlenm esi “herkesin çıkarı
nadır”. Bu deneyimin sağlam bir şekilde yerine oturması on
larca yıl, hatta belki de yüz yıldan fazla bir süre aldı. Uzun ve
zahm etli “katılaşma” süreci sonunda gün ışığına çıktı. Richard
Sennett’in yeni tarihli çalışmasında işaret ettiği gün, kapita
list dönem in başlangıcından beri var olan çalkantının yerini,
en a z ın d a n en gelişmiş ekonomilerde, “görece dengeli” bir
dönem başlatmak üzere bir araya gelen “güçlü sendikaların,
refah devleti garantörlerinin ve geniş çaplı şirketlerin” a lm a sı
ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasına gerçekleşmiştir.1
Söz konusu “görece dengenin” altında sürekli bir çatışma
yatmaktadır. Aslına bakılırsa bu çatışmayı mümkün ve zama
nında Lewis Coser tarafından isabetli bir şekilde tespit edildi
ği gibi paradoksal olarak “işlevsel” kılan, bu denge halidir Ça
tışmanın tarafları iyi ya da kötü, her türlü durumda birbirle
rine karşılıklı olarak bağımlıdırlar. Çatışma, yani karşılıklı güç
gösterisi ve bunun ardından gelen pazarlık, çatışan tarafların
birlikteliğini güçlendiriyordu, çünkü tarafların hiçbiri diğeri
olmadan tek başına ayakta kalamazdı ve her iki taraf da, ha
yatta kalabilmek için üzerinde uzlaşabilecekleri çözümler
bulmak zorunda olduklarını biliyordu. Bu birlikteliğin uzun
ömürlü olacağı inancı var olduğu sürece, kimi zaman çatış
malara ve restleşmelere, diğer zamanlarda ise karşılıklı taviz
lerin verildiği görüşmelere sahne olan yoğun tartışmaların
merkezini bir arada yaşama kuralları oluşturuyordu. Sendika
lar bireysel işçilerin önem ini kolektif pazarlık unsuruna dö
nüştürdüler ve etkisini yitirmekte olan kuralları işçi haklan
olarak yeniden biçimlendirmek ve bunlan, işverenlerin hare
ket özgürlüklerini kısıtlayacak şekilde yeniden tanımlamak
için, kimi başanlı kimi başarısız mücadelelere giriştiler. Karşı
lıklı bağımlılık devam ettiği sürece ve bundan ötürü, erken
dönem kapitalist fabrikalara kapatılmış zanaatkârlar tarafin-
216
dan ateşli bir şekilde karşı çıkılan (ve E.P. Thompson’ın ayrın
tılı bir şekilde belgelediği bir direnişe yol açan) kişileri hesaba
katmayan [impersorıal] zaman çizelgeleri ve bunların, daha
sonra kötü şöhretli Frederich Taylor tarafından ortaya atılan
“yeni ve daha gelişmiş” zaman ölçüm versiyonları, yani,
Sennett’in sözleriyle, “dev sanayi organizasyonlarının büyü
m esi adına idareciler taralından uygulanan bu baskı ve ta
hakküm edimleri”, işçilerin kendi isteklerinde diretebildikleri
bir arena haline gelm işti. Sennett’in sonuç olarak belirttiği
gibi, “Rutin küçük düşürücü olabilir, fakat aynı zamanda ko
ruyucudur da; rutin işgücünü yozlaştırabilir, fakat diğer yan
dan bir hayat da kurabilir.”1
Bu durum şimdi değişmiştir ve çok yönlü bu değişim in
en önem li m alzem esi, “uzun vade” anlayışının yerini alan
yeni “kısa vade” anlayışıdır. Ancak ölüm ün ayırabileceği evli
liklerin m odası geçm iş ve örneklerine çok az rastlanır ol
muştur. Taraflar artık uzun süre bir arada kalmayı tercih et
medikleri gibi, böyle bir şey de beklemiyorlar birbirlerinden.
Son yapılan tahm inlere göre ortalama bir eğitim düzeyine
sahip genç bir Amerikalı için, çalışma hayatı boyunca en az
on bir kere iş değiştirmek normal ve beklenen bir durumdur
- ve bu değişimin hızının ve gerçekleşm e sıklığının, şu anki
kuşağın çalışma hayatı sona erm eden önce artmaya devam
edeceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. Günüm üzün sloganı
“esneklik” olmuştur ve işgücü pazarına uyarlandığında bu
slogan, “bildiğim iz tanım ıyla” iş kavramının artık geçerliliği
ni yitirdiğine işaret etm ekte, onun yerine kısa vadeli veya
periyodik olarak yenilenen sözleşm elerle, ya da ortada bir
sözleşm e olmadan verilen işlerin geçerli olduğu, iş güvence
sinin olmadığı ve elemanların “ikinci bir bildirim e kadar”
koşuluyla işe alındığı dönem in başladığını bildirmektedir. îş
hayatı, ağzına kadar belirsizliklerle doludur.
217
Evlilikten birlikte yaşamaya
Bu durumun özellikle yeni hiçbir yanı yok, denebilir el
bette; iş hayatı ezelden beri belirsizliklerle doludur. N e var
ki günümüzdeki belirsizlik, çarpıcı şekilde yeni bir tür belir
sizliktir. İnsanların geçim kaynaklarım ve geleceğe yönelik
yatırımlarını m ahvetm esinden korkulan felaketler güç birli
ği yaparak, bir araya gelip üzerinde uzlaşılan önlem ler alarak
baş edilebilecek ya da en azından m ücadele edilebilecek ve
zararı en aza indirgenebilecek tülden felaketler değildir. Şim
dinin en korkunç felaketleri rasgele patlak vermekte, kur
banlarım anlaşılması zor bir mantık izleyerek ya da hiçbir
mantık olm aksızın seçm ekte, tamamen rasgele darbeler in
dirmektedir ve sonunda kimin tele f olup kimin hayatta ka
lacağını önceden tahm in etm enin hiçbir yolu yoktur. Günü
m üzdeki belirsizlik şiddetli bir bireyselleşme hareketidir. Bir
leştirm ekten çok böler ve ertesi gün kimin hangi bölüm de
uyanacağı bilinemediğinden, “ortak çıkarlar” fikri gittikçe da
ha çok belirsizleşir ve bütün pragmatik değerini yitirir.
Çağdaş korkular, kaygılar ve acılar tek başına yaşanır. "Or
tak bir dava” oluşturacak şekilde bir araya gelmezler, açık ya da
örtük, hitap ettikleri belli bir hedefleri yoktur. Bu durum, da
yanışma dayanaklarım geçmişte sahip oldukları akıla taktik
statüsünden mahrum eder ve işçi sınıfı içinde savunmaya yö
nelik ve militan organizasyonlarının kurulmasına yol açmış
stratejiden oldukça farklı bir yaşam stratejisi sunar. Pierre Bo-
urdieu, iş hayatındaki m evcut değişimlerden olumsuz etkilen
miş ya da bunun korkusuyla yaşayan kişilerle konuşurken hep,
“iş koşullarının düzensizleşmesi ve geçici istihdamın yaygınlaş
ması sonucunda tercih edilen yeni sömürü biçimleri karşısında
geleneksel sendikal hareketlerin yetersiz kaldığından şikâyet
edildiğinden” bahseder. Bouıdieu’nün vardığı sonuç, son za
manlardaki farklılaşmanın, “geçmişteki dayanışmanın tem elle
rini yıktığı" ve bunun sonucu olarak “hoşnutsuzlukla birlikte,
militan ve siyasi katılım ruhunda bir çöküntü” yaşandığıdır.1
218
işgücü istihdamı bir kez kısa vadeli ve istikrarsız hale gel
dikten sonra karşılıklı vefa ve bağlılığın yeşerm e ve kök salma
şansı kalmaz, çünkü oyunun sonu gelm eden çok önce terfi ve
işten çıkarmayla ilgili neredeyse bütün kuralların bir kenara
atılması veya değiştirilm esiyle birlikte işgücünün elinden is
tikrar beklentileri sökülüp alınmış, dolayısıyla bölük pörçük
hale gelmiştir. Uzun soluklu karşılıklı bağımlılık günlerinin
aksine, zaten kısa ömürlü olmaya yazgılı ortak girişimler ve
ilgili düzenlem elerle ciddi bir şekilde ilgilenm ek için artık
pek bir sebep kalmamıştır, işyeri, birlikte yaşam kurallarının
zaman içinde benimsenip sabırla uygulandığı ortak bir yaşam
alanından çok, birkaç günlüğüne ziyaret edilen ve vaat edilen
hizm etler yerine getirilmediği veya yerine getirilse de yeter
siz bulunduğu anda terk edilebilen bir kamp yeri gibidir.
Mark Granovetter, yaşadığımız zamanın “zayıf bağlar” zama
nı olduğuna işaret ederken, Sennett, “geçici ilişki biçimlerinin
insanlar için uzun vadeli bağlantılardan daha yararlı” olduğu
nu ileri sürmektedir.1
Bugünkü “akışkanlaşmış”, “akan”, dağınık ve düzensiz
m odem ite versiyonu ayrılığa ve iletişim in nihai olarak kopu
şuna işaret etmeyebilir, fakat sermaye ile işgücü arasındaki
bağların gevşem esi ve tamamen kopması ile karakterize olan
hafif serbestçe dolaşan kapitalizmin habercisi olduğu kesin
dir. Bu can ah a kopuşu, birlikte yaşamın geçiciliği ve ihtiyaç
ya da arzu kalmadığında ilişkinin ânında ve herhangi bir ne
denden ötürü kopabileceği varsayımı da dahil olmak üzere
bütün stratejik sonuçlan ve davranış biçim leriyle birlikte ev
lilikten “birlikte yaşamaya” geçişe benzetenler olabilir. Birlik
te yaşam karşılıklı anlaşmaya ve iki taraflı bağlılığa dayanı
yorsa da kopuş tek taraflıdır. Taraflardan biri, gizliden gizliye
arzu ettiği fakat hiçbir zaman ciddi olarak dile getirmediği
bir otonom i elde etm iş demektir. Sermaye, uzak geçmişin
“topraklanndan uzakta yaşayan derebeylerinin” hiçbir zaman
219
tam olarak ulaşamadığı bir şeyi başarmış, geçm işte kimsenin
hayal bile edemediği yeni hareket serbestisi sayesinde kendi
ni işgücüne bağlı olmaktan kurtarmıştır. Sermayenin, kânn
ve kâr paylarının çoğalıp büyümesi ve hissedarların tatm ini
için sermaye sahipleri ile işgücünün aynı mekânda fiziksel bir
bağlantı içinde olma zorunluluğu kalmamış gibidir.
Bağım sızlık süreci, elbette ki tamamlanmış değildir ve
sermaye, henüz arzu ettiği ve var gücüyle olmaya çalıştığı
kadar serbest değildir. Çoğu hesaplarda bölgesel -y er e l- un
surların da dikkate alınması gerekmektedir ve yerel yöne
tim lerin “iş bozucu potansiyelleri”, sermayenin hareket öz
gürlüğü karşısına kısıtlayıcı engeller çıkarabilmektedir. Buna
rağmen sermaye, eşi benzeri görülmedik ölçüde mekân ba
ğımlılığından kurtulmuş, hafiflem iş, bağlarından ve kökle
rinden sıyrılmış; yeni kazandığı mekân içinde hareket yete
neğinin düzeyi, pek çok durumda, mekâna bağlı politik ey
leyicileri kendi isteklerine boyun eğm eye zorlayabilm esini
mümkün kılmıştır. Yerel bağların koparılıp başka bir yere
taşınma tehdidi (açıkça ifade edilm eyen ve ancak tahmin
edileni bile) sorumluluk sahibi herhangi bir hüküm etin hem
kendi hem de seçm enlerinin iyiliği için ciddi bir şekilde ele
alması gereken bir tehdittir ve hüküm et politikaları, serma
yenin yatırımlarını çekme tehdidini bertaraf etm ek için se
ferber edilmelidir.
Günümüzde politika, sermayenin yer değiştirme hızıyla
yerel güçlerin “yavaşlatıcı” etkileri arasında şimdiye dek gö
rülmemiş sertlikte çekişm elere sahne olmaktadır ve sıklıkla
kazanamayacakları bir savaşa tutuşm uş gibi hisseden taraf,
yerel kurumlann olduğu taraftır. Kendini halkının refahına
adamış bir hüküm etin sermayeyi, yatırım yapması için zorla
maktan çok teşvik ve ikna yoluna başvurmaktan ve yatırım
lar bir kez başladı mı, sermayeyi gecelik kiralanan otel odala
rında ağırlamak yerine gökdelen ofis binaları inşa etm ekten
başka seçeneği yoktur. Ve bu, (serbest ticaret döneminin yay
gın politik jargonunu kullanacak olursak) “hür teşebbüs için
daha iyi koşullar yaratarak” gerçekleştirilebilir ya da gerçek
220
leştirm eye çalışılabilir. “Hür teşebbüs için daha iyi koşullar
yaratmak” iki anlama gelir. Birincisi, politika oyununu “hür
teşebbüsün”kurallarına göre yeniden düzenlem ek - yani, hü
küm etin elinde bulunan bütün kural koyucu gücü, “girişim
leri kısıtlayıcı”kanun ve düzenlem eleri kaldırmak, lağvetmek
ve bozmak için harcaması demektir. Böylece hükümetin,
elindeki düzenleyici gücü sermayenin özgürlüklerini kısıtla
mak için kullanmayacağı yönünde verdiği söz sahici ve ikna
edici olacaktır. İkincisi, hüküm et tarafından siyasi olarak yö
netilen bölgenin, küresel olarak düşünüp küresel olarak hare
ket eden sermayenin kullanımı, beklentileri ve m uhtem el
bütün girişimleri için uygun olmadığı ya da komşu hükümet
ler tarafından yönetilen bölgelere oranla daha az elverişli ol
duğu izlenim i yaratacak her türlü hareketten kaçınmak de
mektir. Pratikte bütün bunlar düşük vergi oranlan, az sayıda
ya da hiç olmayan kurallar ve hepsinden önem lisi “esnek bir
işgücü pazan” anlamına gelir. Daha genel bir ifadeyle, “hür
teşebbüs için daha iyi koşullar yaratmak”, sermayenin alacağı
karar ne olursa olsun hiçbir şekilde organize olup direnmeye
niyeti ve m ecali olmayan, uysal bir halk yaratmak demektir.
Çelişkili gibi görünebilir, fakat hükümetler, sermayeyi oldu
ğu yerde tutm ak istiyorlarsa önce sermayeyi -önceden haber
vererek ya da kim seye bir şey söylemeden—istediği zaman
gitm ekte serbest olduğuna kesin olarak ikna etmelidir.
D ev makinelerin ve m uazzam fabrika binalarının yükü
nü üzerinden atan sermaye elinde yalnızca kabin bagajı ile
-sad ece bir evrak çantası, dizüstü bilgisayar ve cep telefonu—
daha hafif ve hızlı seyahat etmektedir. Hareketliliğin, uçu
culuğun ve süreksizliğin kazandığı bu özellik bütün yüz yü
ze ilişkileri, özellikle de düzenli ve dengeli olanları, gereksiz
ve aynı zamanda m antıksız kılm ıştın Yüz yüze, yani eşzaman
lı ve eş mekânlı ilişkiler, hareketi kısıtlayabilir ve üretkenliği
artırabilecek seçenekleri a priori keserek, ulaşılmak istenen
rekabet gücünü azaltabilir. Dünyanın dört bir yanındaki bor
salar ve şirket yönetim kurulları, “küçülm e”, “hacim azalt
ma”, “fason üretim ” gibi fiziksel ilişkileri azaltma ya da tama
221
m en devreden çıkarma yolunda atılan “doğru adımlan” ânın
da ödüllendirirken yeni personel alımı, istihdam büyüm esi
ve şirketlerin masraflı uzun vadeli projelerle bataklığa sap
lanması gibi durumlan da aym hızla cezalandırmaktadır. Or
tadan kaybolma numaralan, kaçış ve kaçınma stratejileri ile
gerektiği durumlarda her şeyi bırakıp kaçmaya hazır olma
gibi H oudini’vari “kaçış sanatı” becerileri günümüzün yöne
tim sel zekâ ve başan göstergeleridir. M ichel Crozier’ın uzun
zaman önce işaret ettiği gibi, manevra kabiliyetini kısıtlayan
kaba bağlardan, ağır yükümlülüklerden ve bağımlılıklardan
azade olmak en sevilen ve etkili tahakküm silahlanydı; fakat
bugün bu silahların tedariki ve onlan kullanabilecek kişile
rin sayısı ve becerileri, öyle görünüyor ki, m odem tarihin
herhangi bir dönem inde olduğundan çok daha dengesiz da
ğılm ış durumda. Hareketin hızı, toplum sal katmanlaşma ve
tahakküm hiyerarşisi açısından önem li, belki de en önem li
etken haline gelm iş durumda.
Başlıca kâr kaynaklan -özellik le büyük kâr getirenler ve
dolayısıyla yannın sermaye kaynaklan- maddi nesnelerden
çok, fikirlerdir ve bu durum gittikçe daha çok genele yayıl
maktadır. Fikirler yalnızca bir kere üretilir ve bu fikirden üre
tilen prototipi çoğaltmak için istihdam edilen insan sayısına
göre değil de akcı/m üşteri/tüketid olarak ürünü almaya cez-
bedilen kişilerin sayısına bağlı olarak kazanç getirmeyi sürdü
rür. Sermayenin günümüzde daha çok tüketicilerle net bir
şekilde yüz yüze ilişkide olması şaşırtıcı değildir. “Karşılıklı
bağımlılıktan” rahatlıkla bahsedilebilecek tek alan burasıdır.
Sermayenin, rekabet gücü, verimlilik ve kârlılık için tüketici
lere ihtiyacı vardır - ve izleyeceği yolu belirleyen şey, tüketi
cilerin varlığı veya yokluğu, ya da tüketicilerin üretim, yani,
m evcut fikirler için talep üretme ve sonra bu talebi büyütm e
fırsatlarıdır. Sermayenin, yolculuk ve yer değiştirme planlan
yaparken dikkate aldığı şeylerin arasında işgücünün fiziksel
varlığı ilk sırada değildir. Dolayısıyla, yerel işgücünün serma
ye (daha genel bir ifadeyle, istihdam koşullan ve iş olanakla-
n ) üzerindeki “kısıtlayıcı etkisi” önem li ölçüde zayıflamıştır.
222
Robert Reich1, herhangi bir şekilde ekonom ik bir faali
yet içinde bulunan insanların kabaca dört kategoriye ayrıla
bileceğini söyler. “Simge cambazları”, yani fikirler üreten ve
onları arzu edilebilir ve pazarlanabilir kılmanın yollarım
yoktan var edenler, birinci kategoriyi oluştururlar. İşgücü
nün yeniden üretim iyle ilgilenenler (eğitim ciler veya refah
devletinin çeşidi görevlileri) ise İkinciyi. Üçüncü kategori,
hizm et alanlarla yüz yüze iletişim içinde olm ayı gerektiren
(John O ’NeilTın “et ticareti” olarak tanım ladığı) “kişisel hiz-
m etler” alanında istihdam edilenleri kapsar. Ürünleri satan
lar ve ürünler için arzu üretenler bu kategorinin büyük bir
kısmım oluştururlar.
Dördüncü ve sonuncu kategoride, son yüz elli yıldır iş
gücü hareketinin "toplumsal alt katmanım” oluşturan insan
lar yer alır. Reich’m term inolojisinde “rutin işgücü” olarak
geçen bu insanlar montaj hattına veya (daha m odem işyer
lerinde) bilgisayar ağlarına ve süpermarket kasaları gibi oto-
m atize elektronik cihazlara bağlı durumdadırlar. Ekonomik
sistem in şu günlerdeki en kolay gözden çıkarılabilir, atılabi
lir veya değiştirilebilir parçalarıdırlar. Bu tür kişiler İşe alınır
larken ne özel becerileri ne de m üşterilerle sosyal iletişim
kurma kapasiteleri sorulur, çünkü bunlara ihtiyaçları olma
yacaktır - bu yüzden ikameleri en kolay olanlar bu tür çalı
şanlardır; işverenlerin ne pahasına olursa olsun ellerinden
kaçırmamak için uğraşmalarım gerektirecek bir özellikleri
yoktur; ellerinde kalan pazarlık gücü ise oldukça zayıftır.
Vazgeçilm ez olmadıklarının farkındadırlar, bu nedenle işle
rine bağlanmayı ya da iş arkadaşlarıyla uzun soluklu ilişkile
re girmeyi gereksiz görürler. Herhangi bir hayal kırıklığı ya
şamamak için işyerine bağlanmaktan veya kendi özel hayat
larıyla ilgili hedefleri işyerine bağlamaktan kaçınırlar. Bu,
işgücü pazarının “esnekliğine” karşı gösterilen doğal bir tep
kidir. Bireysel deneyimler ölçeğinde esneklikten kasıt, uzun
1. Robert Reich, The Work of Natlons, New York, Vintage Books, 1991.
223
vadeli güvencenin, o anda yapılan işle ilgili akla gelen son
şey olmasıdır.
Nevv York’ta daha önceden gittiği bir hrırn on beş-yirmi
yıl sonra yeniden ziyaret ettiğinde Sennett, art arda gelen
işten çıkarmalar nedeniyle çalışanların moral ve motivas
yonlarının son derece düşük olduğunu fark eder: “Atılmadan
kalmayı başaran çalışanlar, rekabetten zaferle çıkmış olmala
rının gururunu yaşamak yerine, sıranın kendilerine gelm esi
ni bekliyorlardı.” Fakat ona göre, çalışanların işlerine ve iş
yerlerine ilgilerindeki düşüşün ve hem işlerine hem de işyer
lerine düşünsel ve duygusal yatırım yapmaktan kaçınmaları
nın bir nedeni daha vardı:
224
dan, yani, labirentin kanunlarını iyi bilm elerinden gelir.” “Ya
ratmayı, oyun oynamayı ve sürekli hareket halinde olmayı”
severler. “G elecek kaygısı gütmeyen, egoist ve hedonist bir
dünyada, her an değişebilen değerler toplumunda” yaşarlar.
“Yeniliklere müjdeli bir haber, riskli durumlara bir değer,
dengesizliğe zorunluluk, m elezliğe zenginlik gözüyle bakar
lar.”1 Farklı derecelerde olsa da hepsi, “labirentte hayat” sana
tı uzmanıdırlar - yani, çevreye yabancı olmayı en baştan ka
bul etmişlerdir, zaman ve mekânın dışında, baş dönm esi ve
bulantıyla yaşamaya, çıkılan yolculuk süresince ne yön ne de
zaman duygusu olmaksızın ilerlem eye hazırdırlar.
Birkaç ay önce bir havaalanında aktarma beklerken eşim
le birlikte bir kafede oturuyorduk. Yirmili yaşlarının sonun
da ya da otuzlarının başında iki genç adam, ellerinde cep
telefonları, yan masamıza oturdular. Orada geçirdiğim iz bir
buçuk saat süresince bu ikisi -telefonlarının öbür ucundaki
görünmez sohbet arkadaşlarıyla- sürekli olarak konuşmala
rına rağmen kendi aralarında tek bir kelim e bile etmediler.
Bu birbirlerini tanımadıklarından değildi. O nlan böyle dav
ranmaya iten şey, tam tersi, birbirlerini tanımaları ve aynı
masada oturuyor olmalarıydı. Bu iki genç adam, bir yarış ne
kadar olabilirse o kadar hırslı, çılgın ve amansız bir yanşa
tutuşmuşlardı. Biri konuşmasını bitirdiğinde diğeri hâlâ ko
nuşuyorsa, konuşması biten taraf derhal başka bir numara
bulup çeviriyor, yeni bir sohbete başlıyordu; rehberlerindeki
numara sayısının, “bağlantıda olma” derecelerinin, bu numa
ralan birer uç birim e dönüştüren ağların yoğunluğunun ve
istedikleri zaman bağlanabilecekleri diğer uç birimlerinin
sayısının toplum sal konum, iktidar ve prestij açısından onlar
için çok, hatta yaşamsal derecede önem li olduğu açıktı. Her
ikisi de o bir buçuk saati, havaalanındaki kafe ile ilişkisi için
de dış uzay diyebileceğim iz bir alanda geçirdi. Uçuşlan anons
edildiğinde ikisi de aynı anda ve aym hareketlerle evrak çan-
225
talannı kilitledi ve telefonları hâlâ kulaklarında, kalkıp gitti.
İki m etre ötelerinde oturmuş her hareketlerini büyük bir
dikkatle inceleyen beni ve eşim i fark ettiklerini sanmam.
Kendi deneyim leri ve yaşam alanlarına (Lebenswelt) göre
(Claude Levi-Strauss’un şiddetle kınadığı ortodoks antropo
logların izinden gidecek olursak), fiziksel olarak yakınımızda
olsalar da ruhen ve sınırsız bir şekilde bizden uzaktılar.
Kendi deyim iyle “yumuşak kapitalizm ” üzerine yazdığı
m uhteşem denem esinde1 N igel Thrift, yeni küresel ve m e
kânlar üstü seçkinlere özgü sözcük dağarcığında ve bilişsel
çerçevede önem li bir değişim olduğuna dikkat çeker. Eylem
lerinin özünü tanımlamak için “dans” veya “sörf” eğretilem e
lerini kullanıyorlar; konuşmalarında artık “m ühendislik” ye
rine kültürlerden, ağlardan, takımlardan, koalisyonlardan ve
kontrol, liderlik, iş idaresi yerine nüfuzlardan bahsediyorlar.
Gerekirse ya da istenildiği zaman toplanabilen, dağıtılabilen
ve yeniden toplanabilen, daha gevşek yapık organizasyonlar
la daha çok ilgilidirler: Etraflarındaki dünyayı çoklu, karma
şık ve hızk hareket eden ve dolayısıyla “çokanlamk”, “karma
şık”, “bulanık” ve “plastik”, “belirsiz, paradoksal ve hatta kao-
tik” olarak gören yaklaşımlarına en çok uyan, böyle akıcı bir
yapılanmadır. Günüm üzün iş organizasyonunda, bünyesine
bilerek yerleştirilm iş bir düzensizlik unsuru bulunmaktadır:
Katdığı ne kadar az, akışkankğı ne kadar yüksek olursa o
kadar iyidir. Dünyadaki her şey gibi bilgi de büyük hızla es
kir ve “yerleşik bilgiyi reddetm e”, daha önceki örnekleri izle
m e ve deneyim lerden ders alma, şu anda üretkenliğin ve
e tk ililiğ in olmazsa olm azı olarak görülmektedir.
Havaalamndaki kafede yan masamızda otururken izle
diğim cep telefonlu iki genç adam, dünyevi olan her şeyin
belirsizliğinden ve dengesizliğinden beslenerek büyüyen si-
ber uzay sakinleri arasında sayıca az yeni seçkinler grubunun
(gerçekten ya da olmaya çalışan) üyeleriydi belki de, fakat
1. Nigel Thrift “The rise of soft capitallsm”, Cuhural Vdues, Nisan 1997, s. 52.
226
egem enin tarzı zaman içinde egem en tarz olur. Bunu kimi
zaman daha çekici bir seçenek sunarak ama her halükârda,
tarzın taklidinin aynı anda hem arzu edilir hem zorunlu ol
duğu, bir öz-tatm in ve hayatta kalım sorununa dönüştüğü
bir hayat düzeni dayatarak yapar. Çok az kişi havaalanı kafe-
lerinde vakit geçirir, çok daha az sayıda kişi kendini o tür
yerlerin doğal bir parçası, ya da en azından mekândan ve
orayı dolduran gürültücü, kaba saba kalabalıklardan sızan
sıkıcılık nedeniyle kendini baskılanmış ya da engellenm iş
hissetm eyecek kadar mekân dışı olarak görür. Fakat bunların
çoğu, hatta tamamına yakım, daha mağaralarından çıkma
m ış göçebelerdir. Hâlâ kaçıp evlerine sığınmak istiyor olabi
lirler fakat aradıkları sükûneti orada bulacakları şüphelidir
ve ne kadar çok uğraşırlarsa uğraşsınlar kendilerini hiçbir
zaman tam olarak evlerinde hissedemeyeceklerdir; sığmak
ların duvarları sünger gibidir, sayısız kabloyla baştan sonra
delik deşik edilm iştir ve çeşitli yayın araçlarının her zaman
ve her yerde m evcut elektronik dalgalan bu duvarlardan
içeri kolayca nüfuz edebilir.
Bu insanlar, onlardan önceki pek çoklan gibi, tahakküm
altında olan ve “uzaktan kontrol edilen” insanlardır; tek fark,
yeni tahakküm ve kontrol altında tutulm a yollandır. Liderli
ğin yerini gösteri almış, gözetlem enin yerine cezbetm e geç
miştir. Yayın araçlarını kontrol altında tutan, yaşanan dünya
yı yönetir, şeklini ve içeriğini belirler. Kimsenin kim seyi bir
gösteriyi izlem esi için zorlamasına gerek yoktur; H ele biri
onlara bilet verm em eye ya da sahaya almamaya kalkışsın!
Artık neredeyse tamamı elektronik ortama aktarılmış enfor
masyona erişim en ateşli biçim de savunulan insan hakkı ha
line gelm iştir ve nüfusun geneli için, yükselen refah göster
gesi, pek çok şeyin yam sıra, hane halkı başına düşen televiz
yon sayısı olmuştur. Ve enformasyonun başka hiçbir şey
üzerine olmadığı kadar çok bilgi sağladığı konu, enformas
yonun alıcılarının yaşadığı dünyanın akışkanlığı ve bu dün
yanın sakinlerinin esneklik m eziyetidir. Bu elektronik enfor
masyonun “haber” adım verdiğim iz kısmı, “dışarıdaki dünya
227
nın” gerçek tem sili olarak yanlış algılanan kısmıdır ve “gerçe
ğe tutulan bir ayna” olm a iddiasındadır (genelde de bu işi
başarıyla yaptığı ileri sürülür). Bourdieu’ye göre bu tür en
formasyon m evcutlar arasında en hızlı tükenen enformas
yon türüdür; gerçekten de bir haberin ortalama ömrü, pem
be dizilerle, talk-shoıv'larla veya stand-up kom edilerin yaşam
süreleriyle karşılaştırıldığında komik denecek kadar kısadır.
Fakat “gerçek dünya” ile ilgili enformasyon olarak haberlerin
kısa ömrü, kendi içinde bir enformasyondur: Haber yayınla
rı değişim in baş döndürücü hızının, her şeyin hızla eskim e
sinin ve sürekli olarak yeni başlangıçlar yaşanmasının her
gün yeniden ve yeniden kutsanışıdır.'
1. P terre Bourdieu, Sur h t&ivision, Paris, Liber, 1996, s. 85. [Televizyon Üzerine,
Çev. Turhan İlgaz, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1997.]
228
kalındığında olabileceğinden daha farklı bir süreç haline ge
tirm e girişimidir. Procrastination/erteleme bir şeyi daha son
raya bırakarak, şu anda olmasını geciktirerek, belli bir mesa
fede tutarak ve adliyetini öteleyerek o şeyin andaki varlığının
olasılıklarım m aniple etmektir.
Kültürel bir pratik olarak procrastination/erteleme, m o-
dem itenin ilk günleriyle birlikte kendine bir yer edindi. Er
telem enin bu yeni anlamı ve etik değeri, zamana yüklenen
yeni anlamdan, bir tarihi olan zamandan, tarihin kendisi olan
zamandan doğdu. Bu anlam, hepsi de şim diki zaman içinde
var olan, farklı nitelik ve değişken değerlerdeki “an”lann bi
rinden diğerine geçiş olarak algılanan, şu anda yaşanmakta
olan şim diden farklı (ve bir kural olarak daha arzu edilesi)
bir başka şim diye doğru yolculuk olarak ele alman zaman
kavramından türemiştir.
özetlem ek gerekirse, procrastination/ertelem e, m odem
anlamım, her adımda hedefe biraz daha yaklaşılan kutsal bir
hac yolculuğu gibi yaşanan zamandan almıştır. Böyle bir za
man anlayışında/algısmda her "şimdi”, kendinden sonra ge
len bir şeyle değerlendirilir. Şu anda yaşanan şimdi, değeri
ne olursa olsun, daha yüksek bir değerin geleceğini haber
veren bir işarettir. Şu ânın amacı -görevi- kişiyi o daha yük
sek değere yaklaştırmaktır. Şimdiki zaman kendi içinde an
lamsız ve değersizdir. Bu nedenle kusurludur, noksandır ve
tamamlanmamıştır. Şimdinin anlamı ileridedir; halihazırda
var olan, noch-nicht-geworden, yani henüz var olmayan tara
fından değerlendirilir ve anlamlandırılır.
Bu nedenle, hayatı kutsal bir hac yolculuğu gibi yaşamak
doğası gereği aporetik'tir. M evcut olan her şeyi, henüz ger-
çekleşm emiş/ulaşılamamış bir şeye hizm et etm eye, bunu da
mesafeleri kapatarak, fiziksel olarak yakınında ve dolayımsız
olmaya yönelterek yapmaya zorlar. Fakat aradaki mesafe bir
kere kapandıktan, hedefe ulaşıldıktan sonra, m evcut olan,
kendini önem li ve anlamlı kılan her şeyden feragat eder. Hac
yolcusunun hayatında tercih edilen ve ayrıcalıklı bir yeri olan
araçsal rasyonalite, bir yandan çabalatın hedefini sürekli ola
229
rak görünür bir yerde tutarken diğer yandan hedefe hiçbir
zaman ulaşmayarak, bir yandan her adımda sona biraz daha
yaklaşırken diğer yandan aradaki m esafeyi hiçbir zaman ka
patmayarak oldukça ilginç ve anlaşılmaz bir performans ser
giler. Hac yolcusunun hayatı, tamamlanmaya, “nail olmaya”
doğru bir yolculuktur, fakat bu “tamamlanma” anlam yiti
m iyle eşdeğerdir. H edefe ulaşmak, yolculuğu tamamlamak
için yapılan yolculuk, yolcunun hayatına anlam kazandırır,
fakat bu anlam kendi varlığım kendi elleriyle yok etm eye
yazgılıdır; hedefe ulaşıldığı anda anlam yiter gider.
Procrastination/ertelem e, bu çelişkili durumu yansıtır.
Hac yolcusu, gerçekten önem li olan şeylere vâkıf olabilm ek
için daha iyi hazırlanmak üzere erteler. Fakat onlara vâkıf
olmak yolculuğun -v e yegâne anlamım böyle bir yolculuk
tan alan hayatın- sonuna gelinm iş olduğunu gösterir. Bu ne
denle ertelem enin, önceden belirlenm iş bütün zaman sınır
landırmalarım kırmak ve sınırsız bir şekilde genişlem ek yö
nünde yapısına içkin bir eğilim vardır - ad calendas graecas.1
Procrastination/ertelem e en nihayetinde kendi nesnesine
dönüşür. Ertelem e eylem i içinde ertelenen en önem li şey,
ertelem enin kendisi oluverir.
M odem toplum un tem elini oluşturan ve m odem an
lamda “dünyada oluş” durumunu hem mümkün hem de ka
çınılm az kılan tutumsal/davranışsal ilke, hazzın geciktirilmesi
(yani, bir gereksinimin veya arzunun, haz veren bir deneyim
arımın, keyif duygusunun ertelenm esi) ilkesidir. Procrastina-
tion/ertelem e m odem dünya sahnesine bu görünümde gir
m iştir (ya da daha doğrusu, sahneyi m odem kılan, ertelem e
nin girişidir). Max W eber’in de açıkladığı gibi, bir yanda
sermayenin birikimi, diğer yanda iş ahlakının yayılması ve
yerini pekiştirmesi gibi şaşırtıcı ve ufuk açıcı m odem yeni
likleri doğuran şey acelecilik ve sabırsızlıktan çok, bu ağır
dan almaydı. Çabaya itici gücünü ve m om entum unu veren
1. (L at) Yani, hiçbir zam an. T ürkçed* “çıkm az ayın son çarşam bası" ya da “şubatın
otuzu” gibi karşılıkları olan b ir deyim dir. (Ç .N .)
230
şey, gelişm e arzusuydu; fakat bu çabayı önceden tahmin edi
lem eyen ve adına büyüme, gelişme, hızlanma ve dolayısıyla
m odem toplum denen sonuca yönelten şey de "daha değil”,
“şim di olm az” şerhidir.
“H azzın geciktirilmesi” formunu alan procrastination/er-
telem e, bütün iç çelişkilerini olduğu gibi korudu. Libido ile
thanatos*, her türlü ertelem e eylem inde birbiriyle kıyasıya
çekişiyordu ve her bir ertelem e libido’nun, ölüm cül rakibi
karşısında kazandığı yeni bir zaferdi. Arzu, hazzın tatm ini
umudunu kullanarak inşam harekete geçiriyordu, fakat bu
harekete geçirici etki, arzulanan haz tatm in edilm ediği, yal
nızca bir um ut olarak kaldığı sürece etkisini koruyordu. Ar
zunun bütün m otive edici güçleri, arzunun doyurulmaması-
na kilitlenm işti. En nihayetinde arzu, hayatta kalabilmek
için yalnızca hayatta kalmayı arzu eder hale geldi.
“Hazzın geciktirilm esi” formunu alan procrastination/
ertelem e, tarlayı sürüp ekm eyi hasattan ve yem ekten, yatın
ım kârdan, tasarrufu harcamadan, özveriyi kişisel zevklerden
ve çalışmayı tüketm eden daha önem li görüyordu. Bununla
birlikte ikinci plana attığı şeylerin değerini hiçbir zaman
yadsımadığı gibi, üstünlüklerini ve önem lerini de küçük gös
term eye çalışmamıştı. Bunlar, kişinin zevklerden kendi iste
ğiyle vazgeçişinin ödülleri, gönüllü “üşengeçliğin” sem eresiy-
di. Kişi kendini ne kadar güçlü bir şekilde dizginleyebiliyor-
sa, sonunda elde edeceği haz fırsatı o kadar büyüktü. Tasar
ruf ediniz, çünkü ne kadar çok tasarruf ederseniz daha sonra
o kadar çok harcayabilirsiniz. Çalışınız, çünkü ne kadar çok
çalışırsanız o kadar çok tüketirsiniz. Çelişkili gibi görünse de
hazzm ânında tatm ininin reddi, yani hedefleri ikinci plana
atmak, hedefleri daha değerli, daha yüce kılmaktaydı. Bekle
m ek, ödülün akıl çelici/baştan çıkarıcı güçlerini daha da ar-1
1. Psikolojide, insanın doğuştan sahip olduğu iki tem el dürtüye karşılık gelen kav
ram lar. IMdo ya da yaşam dürtüsü yem e, içm e, cinsellik gibi bedensel varlığı canlı
tutm aya yönelik h e r tü rlü etkinliğe karşılık gelirken thanatos ya da ölüm dürtüsü
kavga, öldürm e, mazoşizm gibi yok edici davranışlara karşılık gelm ektedir. (Ç .N .)
231
tarıyordu. Tatminin geciktirilm esi -üretenin içindeki tüketi
ciyi uyanık ve tetikte tutarak- tüketicinin içindeki üreticiyi
nefes almadan çalışır halde tutuyordu.
Bu belirsizliği sayesinde procrastination/erteleme iki fark
lı eğilim in besin kaynağı oldu. Bunlardan biri bizi, araçlarla
amaçların yer değiştirmesine önayak olan ve “iş için iş”in bir
erdem olduğunu, hazzın ertelenmesinin kendi içinde bir de
ğer -hizm etinde olduğu diğer değerlerden daha üstün bir de
ğer- olduğunu savunan iş ahlakı kavramına götürdü ve iş ah
lakı, ertelem eyi süresiz hale gelmeye zorladı. Diğer eğilim ise,
işi/em eği tamamen ikincil, araçsal bir “toprağı çerçöple ört
m e” eylemine, yani bütün değerini başka bir şeye zem in ha
zırlamasından alan bir eylem seviyesine indiren, sakınma ve
feragate gerekli fakat zahm etli ve insanın haklı olarak zoruna
giden, tercihen olabildiğince aza indirgenmiş fedakârlıklar
gözüyle bakan tüketim estetiğine giden yolu açtı.
İki ağzı da keskin bir kılıca benzeyen procrastination/
ertelem e, m odem toplum a hem “katı” hem de “akışkan” ha
linde, yani hem üretici hem de tüketici aşamasında hizm et
edebilir; burada, her iki aşamada da gerilimlere, tutum sal ve
aksiyolojik çatışmalara neden olması önemsizdir. Günüm üz
tüketim toplum una geçiş, bu nedenle, değerlerin değişm e
sinden çok, vurgunun kaymış olduğunu gösterir. Bunun yanı
sıra, procrastination/1rtelem e ilkesini kırılma noktasına ka
dar zorlamıştır. Bu ilke, etik ilkelerin koruyucu kalkanım yi
tirmiş olmasından dolayı, iyice savunmasız durumdadır. Haz-
zın geciktirilm esi ahlaki bir erdem göstergesi değildir artık.
Tam anlamıyla zahm etli bir iş, toplum sal düzenlem elerdeki
kusurları, kişisel yetersizlikleri ya da her ikisini birden işaret
eden sorunlu bir yüktür. G üçlü bir teşvik nedeni değil, tatsız
(fakat tedavisi mümkün) bir gidişatın acı bir şekilde kabul-
lenilmesidir.
Eğer iş ahlakı, ertelem e eylem ini süresiz olarak genişle
m eye zorladıysa, tüketim estetiği ertelem enin tamamen or
tadan kaldırılmasını zorunlu kılar. George Steiner’ın da de
diği gibi, yaşadığımız kültür bir “casino kültürüdür” ve bu
232
casinoda, her an gelebilecek “bahisler kapanmıştır - Rien ne
va plusl”çağrısı, pmcrastination/eitelem e eylem inin masaya
koyacağı bahsin üst lim itini belirler; eğer bir eylem ödüllen
dirilecekse, bunun için beklenm ez, ödül âtımda sunulur. Ca-
sino kültüründe istem e eylem inin içinden beklem e çıkarılır,
fakat isteğin tatm ini de kısa olmalıdır; tüketim estetiği tara
fından yönetilen bir dünyadaki ödüllerin en gıpta edileni
olan arzuyu tazeleyip canlandırmak yerine boğmasın diye,
sadece topun bir sonraki döndürülüşüne kadar sürmeli, bek
lem e kadar kısa ömürlü olmalıdır.
Ve böylece procrastination/ertelem enin başı sonuyla
birleşmiş, arzu ile arzunun tatm ini arasındaki m esafe eriyip,
bir coşku ânına dönüşmüş olur. JohnTusa’nın (19 Temmuz
1997 tarihli The Guardian’da) belirttiği gibi, böyle “ânında,
sürekli, oyalayıcı, eğlenceli, sürekli artan sayıda, sürekli yeni
si gelen vesilelerde ve sürekli gelişen biçim lerdeki” anların
sayısı çoktur. Nesnelerin ve eylem lerin, “ânında, kesintisiz ve
fazla düşünülmeden uygulanan öz-tatm inden” daha önem li
başka bir niteliği yoktur. Tatminin anlık olm ası yönündeki
talebin, procrastination/ertelem e ilkesine uymadığı açıktır.
Fakat anlık tatm in, aynı zamanda kısa öm ürlü olmadan sü
rekli olamaz. Casino kültüründe, procrastination/erteleme il
kesi, iki cephede birden saldın altındadır. Baskı altında olan,
yalnızca hazza ulaşma anının geciktirilm esi değildir, haz yol
culuğuna çıkış ânının geciktirilm esi de bu baskıdan nasibini
alır.
N e var ki bu, madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Ü reti
ciler toplumunda, ahlaki “geciktirilm iş doyum” ilkesi, em ek
sürecinin devam lılığının garantisiydi. Tüketiciler toplum un
da ise, aynı ilke arzunun devam lılığı için gerekli olabilm ek
tedir. Arzu, fiziksel em eğe oranla çok daha kısa ömürlü, kı
rılgan ve solup gitm eye m üsait ve kurumlaşmış rutinlerle
pekiştirilm em iş genel anlamda em ekten farklı olduğundan,
tatm in belirsiz bir zamana -ad calendas graecas- ertelendi
ğinde arzu da varlığını sürdürememektedir. Hayatta ve taze
kalabilmesi için arzunun tekrar tekrar ve sık aralıklarla tat
233
m in edilm esi gerekir -fakat tatm in, arzunun sonu demektir.
Tüketim estetiği tarafından yönetilen bir toplum un, bu ne
denle, çok özel bir tatm in türüne- Derrida’nın pharmakon
dediği türden aynı anda hem iyileştiren bir ilaç hem de öl
dürücü bir zehir olabilen, daha doğrusu hiçbir zaman tam
ölüm cül dozda değil, azar azar uygulanması gereken ilaca
benzeyen bir tatm in türüne ihtiyaç vardır; asla tam olarak
tatm in etm eyen tatmine, asla sonuna kadar içilm em esi, hep
yarım bırakılması gereken bir ilaca...
Procrastination/ertelem e tüketim kültürüne, kendi var
lığını yok sayarak katkıda bulunur. Yaratıcı çabanın kaynağı
artık arzunun tatm ininin geciktirilm esi arzusu değil, bu ge
ciktirmeyi kısaltma, ya da tamamen ortadan kaldırma arzu
suyla birlikte, tatm in süresinin, tatm ine ulaşıldığı andan iti
baren olabildiğince kısa tutulm ası arzusudur; bütün bu ar
zular doğal değil, yapay olarak uyandırılmış arzulardır. Pro
crastination/ertelemeye savaş açmış kültür, m odem tarih
için çok yeni bir kavramdır. Burada araya m esafe koymaya,
düşünmeye, sürekliliğe, geleneğe -yani, H ridegger’e göre
bildiğim iz Varoluş'un kipi olan Wiederholung (üst üste tek
rar etm e) kavramına—yer yoktur.
234
Pierre Bourdieu’nün sunduğu yazının başlığı şuydu: “Le
precarite est aujoıırd’hui partouf [Güvencesizlik günümüzde
her yerde]1 Bu başlık her şeyi anlatıyor: Güvencesizlik, den
gesizlik ve kırılganlık günümüz yaşam koşullannm en yaygın
(ve aynı zamanda en can yakan) özellikleridir. Bu kavrama
Fransız kuramcılar precarite, Almanlar Unsicherheit ve Risiko-
gesselschaft, İtalyanlar incertezza, İngilizler insecurity derler -
fakat bütün bu kuramcıların aklının bir köşesinde, insanların
dünyanın dört bir yanında çeşitli biçim lerde ve farklı isimler
altında deneyünledikleri, fakat gezegenin hayli gelişmiş ve
refah içinde yaşayan kısırımda özellikle sinir bozucu ve can
sıkıcı olarak algılanan olum suz durumla ilgili aynı şey vardır.
Bütün bu kavramların anlamaya ve anlatmaya çalıştığı olgu,
(işyerindeki konum, haklar ve geçim kaynaklarıyla ilgili) gü
vencesizliğin, (bunların sürekliliği ve gelecekteki durumlarıyla
ilgili) belirsizliğin ve (kişinin bedeni, öz benliği ve bunlann
uzantıları olan m ülkiyet, çevre ve toplulukla ilgili) güvensizii-
ğin bir arada deneyim lenm esi olgusudur.
G üvencesizlik, bütün diğerlerinin başlangıç koşulunu
işaret eder. Bu koşul geçim kaynağı, özellikle de iş ve istihda
ma dayanarak hak iddia edilen en yaygın türden geçim kay
nağıdır. Bu geçim kaynağı zaten fazlasıyla kırılgan hale gel
miş olmasına rağmen hâlâ yıldan yıla daha fazla kırılgan ve
daha az güvenilir olmaktadır. Uzmanların birbiriyle çelişen
yorumlarım dinleyen ama daha çok etrafa bakıp en yakınla
rının başlarına gelenler üzerine kafa yoran pek çok kişi, hak
lı olarak, refah toplum lanndaki işsizliğin “yapısal” bir sorun
olduğunu, yani açılan her iş pozisyonuna karşılık bazı iş ola
naklarının tamamen ortadan kalktığım ve herkese yetecek
kadar iş olmadığım düşünebilir. Aynca teknolojik ilerlem e
-aslında işyerinde verim yükseltm e çabasının kendisi- daha
çok değil, tam tersi, daha az iş olanağı demektir.
235
Halihazırda işini kaybetmiş olanların hayatlarının, işleri
ni kaybetmiş olmaları nedeniyle nasıl kırılgan ve belirsiz hale
geldiğini anlamak için üstün bir hayal gücüne sahip olmak
gerekmez, ö n em li olan, diğer herkesin de -e n azından psiko
lojik ve şim dilik dolaylı olarak- etkilenm iş olmalarıdır, işsiz
liğin yapısal bir durum olduğu bir dünyada kimse tam olarak
güvende değildir. G üvenli şirketlerdeki güvenceli işler, dede
lerim izin anılarında kaldı artık. N e de bir işe kabul edilm em i
zi, kabul edildikten sonra o işte kalıcı olm am ızı garantileye
cek beceri ve deneyim kaldı geriye. Duruma gerçekçi bakan
hiç kimse; bir sonraki “küçülm e”, “yeniden yapılanma” ya da
“verim yükseltm e” dalgasından, pazarın sürekli ve düzensiz
şekilde değişen taleplerinden ve “rekabet gücünü artırma”,
“üretkenlik” ve "verimlilik” gibi hedeflerin tuhaf ama aynı za
manda karşı konulamaz, başa çıkması neredeyse imkânsız
baskısından m uaf olacağım düşünmez. Günümüzün savsözü,
“esneklik”tir. Esneklik güvence garantisi olmayan, sıkı bağlar
ya da ileride yükselme üm idi sunmayan, zaman sınırlı ya da
esnek sözleşm elerden, önceden haber vermeksizin ve tazm i
natsız işten çıkarmalardan başka bir şey vaat etm eyen işler
demektir. Dolayısıyla, zaten işten çıkarılmış olanlardan tu
tun, başkalarını işten çıkaranlara kadar herkes vazgeçilm ez
olmadığının, her an kapı önüne konulabilecek kadar değersiz
olduğunun farkındadır. En prestijli pozisyonların bile geçici
ve “bir sonraki bildirim e kadar” olduğunun anlaşılması an
meselesidir.
Uzun vadeli güvencelerin olmadığı bir ortamda “ânında
tatm in” makul ve hatta cazip bir seçenektir. Hayatın önü
m üze koyduğu seçenekler ne olursa olsun, hic et nunc -b ir
an ön ce- olsun. Yann ne olacağım kim bilebilir ki? Tatminin
geciktirilm esi eski cazibesini yitirmiştir. Bugün harcanan
em ek ve çabanın, yann bir getirisinin olup olmayacağı hayli
belirsizdir. Dahası, bugün bize cazip gelen ödüllerin ileride
elde edildiklerinde hâlâ arzu edilir olup olmayacakları da
kesin olmaktan çok uzaktır. H epim iz, elim izdeki değerli var
lıkların bir süre sonra ağır birer yüke ve göz kamaştırıcı
236
ödüllerin birer utanç yaftasına dönüşmelerinin an m eselesi
olduğunu acı deneyimler sonucu öğreniriz. Moda, baş dön
dürücü bir hızda değişir, bütün arzu nesneleri, daha tam ola
rak tadı çıkarılmamışken geçersiz, itici ve hatta zevksiz olu
verirler. Bugün "şık” görünen yaşam biçim leri yarın alay ko
nusu haline gelecektir. Bir kez daha Bourdieu’den alıntı ya
parsak: "Zamanımızın kadınlarım ve erkeklerini tanımlayan
kinizm den şikâyetçi olanlar, bu durumu teşvik ve talep eden
toplum sal ve ekonomik koşullarla ilişkilendirm eyi ihmal et
memelidir.” Roma yanıyorsa ve yangım söndürmek için ya
pılacak hiçbir şey yoksa oturup keman çalmak, başka her
hangi bir şeye oranla ne daha aptalca ne de daha m ünasebet
siz olacaktır.
İstikrarsız ekonomik ve toplumsal koşullar herkesi, dün
yayı, bu arada başka insanlar kullan-at nesnelerle dolu bir kap
gibi algılayacak şekilde eğitir (daha doğrusu o şekilde algıla
mak zorunda bırakır). Buna ek olarak, dünyada çok sayıda
“kara kutu” da bulunmaktadır; bu kutular sımsıkı mühürlen
miş, kullanıcılar tarafından açılmaması gereken, olur da bir
arıza ya da kaza sonucu açılırsa, bırakın tamir etm eyi, hiçbir
şekilde dokunulmaması gereken kutulardır. Günümüz oto
m obil tamircileri arıza yapan ya da hasar görmüş motorları
tamir etm ek için değil, kullanım süresi dolm uş veya arızalı
parçalan söküp yerlerine, depodaki raflardan aldıklan yeni ve
sımsıkı kapalı parçalar takmak üzere eğitilmektedir. “Yedek
parçaların” (ki bu terim her şeyi açıklamaktadır) içinde ne
olduğu ve nasıl çalıştıklan konusunda ya çok az şey bilirler ya
da en ufak fikirleri yoktur; onlara göre bu tür bilgi ya da be
ceriler kendi sorumluluk veya uzmanlık alanları dışındadır.
Tamirhanede durum nasılsa, dışandaki hayatta da öyledir:
Her "parça” "yedektir” ve yenisiyle değiştirilebilir, hatta öyle
olması daha iyidir. Arızalı parçayı atıp yerine yenisini takmak
birkaç dakikadan fazla zaman almıyorsa, tamir için ne diye
uzun zaman ve em ek harcansın ki?
G eleceğin en iyi ihtim alle yarı karanlık ve puslu ama
neredeyse kesin olarak riskler ve tehlikelerle dolu olduğu bir
237
dünyada uzun vadeli hedefler belirlem ek, genelin refahı için
kişisel çıkarlardan vazgeçmek ve ilerideki m utlu günler uğ
runa şimdiyi feda etm ek, cazip bir önerme olmadığı gibi,
akılcı da değildir. Karşımıza çıktığı anda ve yerde değerlen
dirmediğim iz bir fırsat, kaçmış bir fırsattır; fırsatı değerlen
dirmemek, dolayısıyla, affedilm ez bir hatadır ve savunmak
bir yana, kolay kolay mazur gösterilem ez. Bugün verilen
sözler yarın karışımıza çıkacak fırsatların değerlendirilmesi
ne engel olacağından, bu sözler ne kadar hafif ve yüzeysel
olursa, verecekleri zarar o kadar az olacaktır. “Şimdi”, zama
nım ızın yaşam stratejisinin, bu stratejinin uygulandığı ve işa
ret ettiği her şeyin anahtar sözcüğüdür. G üvencesiz ve son
rası belirsiz bir dünyada akıllı gezginler, az eşyayla seyahat
eden m utlu yolcular gibi davranmak için çaba gösterirler;
hem , hareketlerini kısıtlayan eşyalarından kurtulmak zorun
da kaldıklarında fazla gözyaşı da dökmezler. Çok azı çok
seyrek olarak durup, insanlar arasındaki ilişkinin m otor par
çalan gibi olmadığım -hazır üretilmediklerini, dış etkilerden
yahtıldıklannda hızla çürüyüp bozulduklarım ve işe yara
m az hale geldiklerinde yeni bir parçayla değiştirilem eyecek
lerin i- düşünür.
Emek pazannı çekip çevirenler tarafından yürütülen
kasıtlı “istikrarsızlaştırma” politikası, ister sonradan benim
senm iş isterse en baştan kabullenilmiş olsun, yaşam politika-
lan tarafından yardım ve destek görür. Her ikisi de aynı so
nucu verir: gittikçe zayıflayan insan ilişkileri, dağılan cema
atler, bozulan ortaklıklar, “ö lü m bizi aymncaya kadar” tü
ründen bağlılık sözleri, “tatm in sağlandığı sürece” gibi hem
tanım hem amaç hem de pratik etkiler bakımından geçici
taahhütlere dönüşür - ve ortaklardan biri, birlikteliği her ne
pahasına olursa olsun kurtarmaya çalışmaktansa ortaklığı
bozm anın daha kârlı olacağım hissettiğinde tek taraflı olarak
bozulm a ihtim aline son derece açık hale gelir.
Diğer bir deyişle bağlayıcı ilişkiler ve ortaklıklar, üretil
mek değil tüketilmek üzere varlarmış gibi görülmeye ve öyle
ele alınmaya müsaittirler; diğer bütün tüketim nesneleriyle
238
aynı değerlendirme ölçütlerine tabidirler. Tüketici pazarında,
görünürde dayanıklı ürünler daima bir “denem e süresi” ile
birlikte sunulurlar; alıcı yüzde yüz memnun olmazsa parası
nın iade edileceği sözü verilir. Ortaklıklardaki tarafları da
aynı şekilde "kavramsallaştıracak” olursak, “ilişkiyi yürütmek”
-yani iyi günde kötü günde, “varlıkta ve yoklukta”, hastalıkta
ve sağlıkta, her zaman ve her yerde birbirlerini koruyup kol
lamak, taraflardan birinin gerekirse kendi menfaatlerinden
feragat etm esi, ortaklığın bekası için tavizler vermek ve
fedakârlıklarda bulunm ak- her iki tarafın birden üzerine dü
şen bir görev değildir artık. M esele, tatm ini, tüketilm eye ha
zır bir üründen elde etm e m eselesi olmuştur; alman haz vaat
edilen ya da beklenen hedefin altında kalırsa, ya da yeni bir
ürünün heyecanıyla birlikte modası da geçiyorsa tüketici, tü
ketici haklarına ve Ürün Açıklamalarına İlişkin Kanun’a da
yanarak “boşanma” davası açabilir. Dükkân dükkân dolaşıp
“yeni ve daha gelişmiş” bir ürün aramaktansa değer kaybet
miş ya da eski bir ürüne takılıp kalmanın bir anlamı yoktur.
Bunun bir sonucu olarak, ortaklıkların geçici olduğu
varsayımı kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşür. D i
ğer bütün tüketim nesneleri gibi insanlar arasındaki bağlayı
cı ilişkiler de uzun çabalar ve arada bir yapılan fedakârlıklarla
yürütülecek bir şey değil, tersine, satın alınma ânmda, he
m en ve oracıkta tatm in sağlaması beklenen -v e tatm in sağ
ladığı sürece elde tutulan ya da kullanılmaya devam edilen,
beklenen tatm ini sağlamaması durumunda hem en iade edi
le n - bir şeyse eğer, “boşa em ek harcamanın”, ortaklığı kur
tarmak için gittikçe daha çok ter dökmenin bir anlamı yok
tur. En ufak bir pürüz, ortaklığın sonu anlamına gelebilir;
önem siz görüş ayrılıkları sert çatışmalara döner, küçük sür
tüşm eler ciddi, tamiri mümkün olmayan uyuşmazlıkların
işareti olarak algılanır. Amerikalı sosyolog W.I. Thomas, bu
değişim i görseydi büyük ihtim alle şöyle derdi: Eğer insanlar,
ilişkilerine, ilişkinin geçici olduğunu ve ilk pürüzde dağılaca
ğını düşünerek girerlerse, ilişkiler, bu yaklaşımın sonucu ola
rak, kısa ömürlü olur.
239
Toplumsal varoluştaki istikrarsızlık etrafımızdaki dün
yanın ânında tüketilm ek üzere üretilm iş ürünlerin bir topla
m ı gibi algılanmasına yol açar. Fakat dünyayı, içinde yaşa
yanlarla birlikte, tüketim nesneleriyle dolu bir havuz gibi
algılamak, uzun soluldu insan ilişkileri kurma çabalarım ola
ğanüstü şekilde zorlaştırır. Kendini güvende hissetm eyen
insanlar aşın hassas ve alıngan olurlar; aynı zamanda, arzula
rına ulaşmalarına engel olarak gördükleri her şeye karşı ta
hammülsüzdürler ve bu arzuların pek çoğu en nihayetinde
boşa çıkmaya yazgılı olduğundan, tahammül gösterilm eye
cek kişi ve şey her zaman bol miktarda mevcuttur. H azzın
ânında tatm ini, insanın ruhunu kemiren güvensizlik duygu
sunu bastırmanın tek yoluysa eğer, bırakın aradığımız doyu
m u sağlayamayan ya da sağlamada yetersiz kalanları, hazzın
doyurulmasıyla doğrudan ya da dolaylı bir ilgisi bulunma
yan kişi veya şeylere karşı tahammül gösterm ek için gerçek
ten de geçerli bir neden yoktur.
Bununla birlikte, istikrarsız bir dünyanın “tüketiciye
uyarlanması” [mnsumerization] ile insanlar arasındaki bağla
yıcı ilişkilerin çözülm esi arasında bir bağlantı daha vardır.
Tüketim, üretimin aksine, tek başına, başkalarıyla birliktey
ken bile onulmaz ve m utlak bir şekilde yalnız gerçekleştiri
len bir eylemdir. Üretken (ve muhakkak uzun vadeli) çaba
lar, daha fazla ham kas gücü anlamına gelse de, dayanışma
gerektirir. Ağır bir kütüğü bir yerden başka bir yere taşımak
sekiz kişinin bir saatini alıyorsa, bu, tek kişinin aym işi sekiz
saatte yapabileceği anlamına gelm ez. Bir kişinin tek başına
sahip olamayacağı farklı uzm anlık becerileri ve işbölüm ü
gerektiren çok daha karmaşık görevlerde dayanışmaya du
yulan ihtiyaç daha belirgindir; dayanışma olmadan, herhangi
bir şey üretm ek neredeyse imkânsız olurdu. Dağınık ve bir
birinden tamamen farklı çabalan üretken bir faaliyete dö
nüştüren şey, dayanışmadır. Tüketim durumunda ise daya
nışma tamamen gereksiz bir şeydir. N e tüketiyorsanız tüke
tin, kalabalık bir salonda bile olsanız, tek başınıza tüketirsi
niz. Aykın dehasını Phantom of Liberty [özgürlük Hayaleti]
240
adlı film inde bir kez daha gözler önüne seren Luis Bunuel,
toplu hayatın ve sosyalliğin alametifarikası sayılan yem ek
yem e eylem ini (yaygın iddianın aksine) en yalnız ve gizli
yürütülen, diğerlerinin sorgulayıcı bakışlarından azim le sak
lanan bir eylem olarak göstermiştir.
241
büyük bir kısmım tek bir şirkette geçirm eyi düşünmüyor.
A kılcı insanların çoğu çalışmakta oldukları şirketlerin vaat
ettiği em eklilik ikramiyelerine bel bağlamak yerine bütün
birikim lerini negatif riskleriyle nam salmış, borsada at koş
turan yatırım fonlarına ve sigorta şirketlerine em anet etm eyi
yeğlemektedir. N igel Thrift’in daha yeni özetlediği gibi, “kü
çülm e”, “elem an azaltma” ve “yeniden yapılanma” sürecin
deki kuruluşlara güven duymak çok zordur.
Pierre Bourdieu1 güvensizlik ile azalan siyasi katılım ve
kolektif eylem isteği arasındaki bağı şöyle ortaya koyar: G e
lecekle ilgili düşünceler üretebilm ek, bütün “dönüştürücü”
düşüncenin ve şimdiki durumu bir kere daha gözden geçirip
yeniden yapılandırma çabalarının sine qua non koşuludur -
fakat geleceğe aktarımlar yapmak, şimdiki zamanlarım kont
rol edem eyen insanlardan beklenen bir şey değildir. Reich’m
dördüncü kategorisi, böyle bir kontrolden apaçık bir şekilde
yoksundur. Oldukları yere bağh bulunduklarından, bir yer
den başka bir yere gitm elerine İzin verilm ediğinden veya
hareket etm eye kalkıştıklarında daha ilk kontrol noktasında
tutuklandıklarından dolayı, serbestçe dolaşabilen sermaye
den a priori daha aşağı bir konumdadırlar. Sermaye, gün geç
tikçe daha fazla küreselleşmektedir; oysa dördüncü katego-
ridekiler yerel kalmayı sürdürürler. Bu nedenle m eçhul “ya-
tınm cılann” ve "hisse sahiplerinin” kaprislerine -h atta çok
daha kafa karıştırıcı “pazar güçlerine”, “ticaret kurallarına” ve
“rekabetin gereklerine”- karşı savunmasızdırlar ve onların
etkilerine açıktırlar. Bugün kazandıkları, yarın, hiçbir uyan
olmaksızın ellerinden alınabilir. Kaldı ki -a k ıla oldukların
dan ya da olmaya çalıştıklarından- buna karşı koymayı dü
şünmezler. Ö fke ve kırgınlıklarım siyasi bir sorun olarak dile
getirip, siyasi iktidar sahiplerinden sorunlarının çözüm ünü
talep etm e ihtim alleri pek yoktur. Jacques A ttali’nin birkaç
yıl önce öngördüğü gibi, “Yann iktidar elindeki gücü kulla
242
narak belli yönlerdeki harekete izin verme ya da engellem e
yoluna gidecektir. D evlet, iktidarım, ağı kontrol etm enin dı
şında sınamayacaktır. Ve ağı kontrol altına almanın imkân
sızlığı siyasi kurumlan zayıflatacak ve bu durumun geri dö
nüşü olmayacaktır.”1
Ağır kapitalizmden hafif kapitalizm e ve katı m odem i-
teden akışkan ya da sıvılaşmış m odem iteye geçiş süreci,
em ek hareketinin tarihinin yazıldığı çerçeveyi oluşturur. Bu
süreç, aynı zamanda, bu tarihin en çok eleştirilen dönüm
noktalarının anlaşılmasına katkıda bulunur. Emek hareketi
nin dünyanın “gelişm iş” kısmında girdiği darboğazı, kamu
nun -ister kitle iletişim araçlarının insanın tüm eneıjisini
tüketen etkisinden, isterse reklamcıların tuzakları, tüketim
toplum unun baştan çık an a çekim i ya da gösteri ve eğlence
toplum unun uyuşturucu ya da dikkat dağıtıa etkilerinden
kaynaklanıyor olsu n- ruh halindeki değişim ine bağlayarak
konuyu geçiştirmek ne akla uygun ne de açıklayıcı olur.
Suçu, beceriksiz ya da ikiyüzlü "emek politikacılarının” üze
rine atmak da işe yaramayacaktır. Bu tür açıklamalardaki
olgulann hepsi de hayal ürünü değildir; ama öte yandan, ha
yat, yani insanlann (çok ender olarak kendi seçim leri olan]
işleri güçleriyle uğraştıkları toplumsal ortam, kitlesel üretim
yapan fabrikalan dolduran işçilerin, em ekleri karşılığında
daha adil ve insani koşullar talebiyle birleşm elerinden ve
em ek hareketinin kuramcı ve uygulayıcılarının, bu işçilerin
dayanışmasında, henüz başlangıç aşamasında ve muğlak da
olsa (fakat doğal ve uzun vadede çok güçlenecek] “iyi bir
toplum ” özlem inin yattığım sezm elerinden bu yana radikal
bir şekilde değişm em iş olsaydı bu açıklamalar da işe yara
mazdı.
243
5
Cemaat
244
akıllarının el verdiği en iyi birlikte yaşam kurallarım yazmak
için kafalarım zorlamaya başlamadan ö n ce- zaten (ortak)
bir tarihleri ve (ortak olarak uydukları) gelenekleri olduğu
konusunda hemfikirdiler. Çağdaş cem aatçilerim iz de aşağı
yukarı aynı şeyi, sadece farklı terim lerle söylemektedirler:
Kendim kendi iradesiyle ortaya koyan ve kendi öz-inşasım
gerçekleştiren birey “yerinden edilm iş” ve “kısıtlamalarından
kurtulmuş”birey değil, dili kullanan ve eğitim li/sosyalleşm iş
insandır. Eleştirmenlerin akıllarından geçenler her zaman
açık ve net değildin Kendi kendine yeten birey tasavvuru
gerçekdışı mıdır, yoksa zararlı mı? Liberaller, yanlış düşün
celeri övm eleri ya da yanlış politikalar uygulama, yayma
veya bu tür politikaları tem ize çıkarmaları nedeniyle sansü
re m i uğramak?
ö y le görünüyor ki liberallerle cemaatçiler arasındaki sü-
regiden çekişme, “insan doğasıyla” değil, politikayla ilgilidir.
Soru, bireyi, genel geçer görüşlerden ve bireysel sorumlulu
ğun zorluklarından kolektif olarak koruma garantisinin müm
kün olup olmadığı değil, bunun iyi bir şey olup olmadığı so
rusudur. Raymond Williams, “cemaatin” en dikkate değer ya
nının, daimi varlığı olduğuna uzun zaman önce dikkat çek
mişti. Cemaate duyulan ihtiyaç konusunda fırtınalar kop
makta; bunun en büyük nedeni, “cemaat” tanımlarının tem sil
iddiasında bulunduğu hakikatlerin apaçık gerçekler olup ol
madıkları ve eğer bu tür hakikatler mevcutsa, varlık süreleri
nin, gereken saygıyla karşılanmalarına yetip yetm eyeceği ko
nularının gün geçtikçe daha muğlaklaşmasıdır. Eğer topluluk
ların üyelerini ortak bir tarih, gelenek, dil veya öğreti etrafın
da bir araya getirdiği bağlar yıldan yıla daha çok yıpranıyor
olmasa, cemaatler öyle kolay kolay kahramanca savunulamaz
ve liberaller tarafından reddedilen düzenini geri getirmesi
için çaba gösterilemezdi. M odemitenin [bu] akışkan aşama
sında, yalnızca fermuarlı, takılıp çıkanlabilen bağlantı takım
ları tem in edilmektedir ve bunların satış noktalan, sabah takı
lıp akşam çıkanlabildikleri, ya da akşam takılıp sabah çıkan-
labildikleri tesislerdir. Cemaatler türlü renk ve büyüklükte
245
olabilmektedir, fakat Weber’in “hafif pelerinden”"demir kafe
se” uzanan ekseni üzerinde gösterilmeleri gerekirse, dikkat
çekici şekilde hepsi de birinci kutba daha yakın dururlar.
Varlıklarım sürdürebilmek için savunulmaya gerek duy
duğu, bu varoluşu güvence altına almak için kendi üyelerin
den m edet umduğu ve bunun için bireysel olarak sorumlu
luk yüklendiği için bütün cemaatler birer tasavvurdur, ger
çek olmadıkları gibi, bireysel tercihten önce değil sonra ge
len birer projedirler. “Cemaatçi tablolarda” gördüğümüz ce
maat, görünmez olmasına ve sessiz kalabilmesine yetecek
kadar açık ve net olabilirdi; fakat o zaman da cemaatçiler,
sergilemek bir yana, resmini bile yapmayacaklardır.
Cemaatçiliğin iç çelişkisi budur. “Bir topluluğun üyesi
olmak güzel bir şey,” demek, aslında bir yere ait olmamanın,
ya da bu aidiyetin, bireysel kasların kasılıp bireysel beyinle
rin zorlanmadığı sürece, pek uzun ömürlü olmayacağının
dolaylı yoldan itirafıdır. Cemaatçi tasavvuru hayata geçir
m ek için kişinin, olabilirliği kabul görmemiş aynı (“kendim
özgürleştiren”?) bireysel tercihlere sarılması gerekir. Sezar’m
hakkını Sezar’a verm eden, bir yerde yadsıdığı bireysel seç
m e özgürlüğünü başka bir yerde [gerektiğinde] savunmadan
tam anlamıyla cem aatçi olunamaz.
M antıkçıların gözünde bu çelişki, cem aatçi politika ta
savvurunu betim leyici toplum sal gerçeklik kuramı kisvesine
sokma çabasının değerini sıfırlayabilir. N e var ki sosyologlara
göre, açıklama gerektiren veya anlaşılması gereken önem li
bir toplum sal gerçekliği kuran unsur, cem aatçi fikirlerin sü-
regiden (ve belki de gittikçe artan) popülaritesidir (öte yan
dan, bu kılık değiştirm e sürecinin kendisinin tanınmaz hale
gelm iş ve cem aatçilerin başarısını engellem em iş olm ası sos
yoloji camiasında pek de öyle büyük bir şaşkınlıkla karşılan
mayacaktır - durum, şaşılacak kadar olağandışı değildir).
Sosyolojik açıdan bakacak olursak cemaatçilik, m odem
hayatın gittikçe hızlanan akışkanlaşma sürecine, her şeyden
önce de hayatın, [bu sürecin] doğurduğu sonuçlar arasında en
rahatsız edici ve sinir bozucu olan bir yönüne -bireysel özgür
lük ile güvenlik arasında gittikçe derinleşen uçurum a- karşı
246
beklenen bir tepkidir. (Kendi iradenizle yüklendiğiniz ya da
omuzlarınıza yüklenen) bireysel sorumluluklar, savaş sonrası
kuşakların şimdiye kadar görmediği ölçüde artar ve ağırlaşır
ken, güvence/güvenlik için gerekli unsurların miktarı gün
geçtikçe hızla azalmaktadır. Eski güvenceler tarafından icra
edilen ortadan kaybolma numarasının en dikkat çekici yanı,
insanlar arasındaki bağlayıcı ilişkilerin yeni sahip olduğu kırıl
ganlıktır. Bağların kırılganlığı ve geçiciliği, bireylerin, kişisel
hedeflerinin peşinde koşma hakkı için ödem esi gereken kaçı
nılmaz bir bedel olabilir ve fakat onları bu çabalarından alıko
yan -v e cesaretlerini kıran- bir engel de o la m a z . Bu durum,
aym zamanda bir paradoks - akışkan m odem ite altında, insan
hayatının en derinlerine kadar kök salmış bir paradokstur. Pa
radoksal durumların paradoksal cevaplara zem in hazırladığı
ve bu tür cevaplar doğurduğu çok sayıda örnek vardır. Akış-
kan-modem “bireyselleşmenin" paradoksal doğasının ışığında,
cemaatçilerin bu paradoksa verdikleri çelişkili tepki şaşırtıcı
olmamalı; birincisi diğerini yeterince net bir şekilde açıklar
ken İkincisi, birincinin beklendik bir sonucudur.
“Doğru yolu bulm uş” \bom-again\ cemaatçiliğin tepki
gösterdiği sorun, iki kutuptan oluşan sine qua non insani de
ğerler dünyasında sarkacın, güvenlik kutbundan hızla -v e
m uhtem elen fazlasıyla uzağa- savrulmakta olmasıdır (ki bu
sorun şim diye kadarki en sahici ve vurucu sorundur). Bu
nedenle cemaatçi öğreti, kendisine eşlik eden geniş bir izle
yici kitlesine güven duyarak, milyonlar adına konuşur: Pierre
Bourdieu’nün ısrarla belirttiği gibi, günümüzde güvencesizlik
her yerdedir - insan varoluşunun en ücra köşelerine dek nü
fuz etmiştir. Philippe Cohen, zamanım ızın iktidar sahibi
seçkinlerinin “la montee des insecurites”12konusundaki vur
dumduymazlığı ve ikiyüzlülüğü karşısında öfkeli bir mani
festo niteliğinde olan Proteger ou disparaître1 [Korumak ya
247
da Yok Olmak] adlı kitabında bugün, yann ve daha uzak
gelecekle ilgili duyulan yaygın endişenin kaynağı olarak iş
sizliği (açıkta olan her on işten dokuzu ya kısa süreli ya da
geçicidir), yaşlılık dönem i beklentilerinin belirsiz olmasını
ve şehir hayatının tehlikelerini sayar: Bu üçünü birleştiren
şey güvencesizliktir ve cemaatçiliğin esas cazibe nedeni bir
güvence; sürekli, beklenm edik ve akıl karıştıran değişim lerle
çalkalanan denizde yollarım kaybetmiş denizcilere rüya gibi
bir liman vaat etmesidir.
Eric Hobsbawm’ın biraz da sertçe ifade ettiği gibi, “‘Ce
maat’ sözcüğü tarihin hiçbir döneminde, sosyolojik anlamda
cemaat kavramının gerçek hayatta bir karşılığının pek bu
lunmadığı yıllardaki kadar özensiz ve içi boş bir şekilde
kullanılm amıştı.”12“İster kadın olsun ister erkek her birey,
her şeyin hareket halinde olduğu, hiçbir şeyin kesin olmadı
ğı bir dünyada ait olabileceği bir grup arar.”2 Jock Young,
Hobsbaıvm’ın bu tespitini kısaca şöyle özetlen "Cemaat çö
kerken kimlik icat edilir ”3 D iyebiliriz ki cem aatçi öğretinin
“cem aati”, toplum sal kuramdan bildiğim iz kurulu ve sağlam
tem elli (Ferdinand Tönnies tarafından “tarihin kanunu” teri
m iyle süslenen) Gemeinschaft değil, peşinden büyük bir
şevkle koşulan fakat bir türlü yakalanamayan "kimlik” kavra
mının kod adlarından biridir. Ayrıca, Orlando Patterson’m
işaret ettiği gibi (Hobsbawm ’ın alıntısıyla), insanlardan, bir-
birleriyle rekabet içinde olan kim lik referans gruplan arasın
da tercih yapmaları istenm esine karşın, yapılacak seçim in
altında, seçim yapan kişinin “ait olduğu” grubu seçm ekten
başka bir seçeneği olm adığı inancı yatmaktadır.
Cem aatçi öğretinin cem aat dediği şey, büyük ölçekte
bir evdir (kişinin kendine inşa ettiği ya da edindiği değil, için
1. Eric H obsbm nn. The Age of Exlremes, L andon, Michael jo sep h , 1994, s. 42fL
[Kısa 20. Yüzyd 1914-1991 A şjnhktar Çağı. çev. Yavuz Alagan, Sorm az Yay., İstan
bul, 2002.]
2. Eric Hobsbanwm, "T he cu k o f identity poütics”, N ew Lefc Review, 217 1998,
*.40.
3. Jock Young, The Enjusnıe Soâety. L andon, Sage, 1999,*. 164.
248
de doğduğu, köklerini, “varlık sebebini” oradan başka bir yer
de arayamayacağı aile evidir). Bu ev, şu günlerde pek çok kişi
için bizzat içinde yaşadıklarından çok, güzel bir peri masa
lında olabilecek türden bir evdir. (Bütün bağlantılı birim le
riyle birlikte büyük aile evi, rutine binmiş alışkanlıklar ve
alışılagelmiş beklentiler ağıyla bir kere sıkıca sarıp sarmalan
dı mı, onu şiddetli dalgalardan koruyan dalgakıranların hep
si yıkılm ış olur ve şu günlerde, hayatın geri kalan kısmını
acımasızca döven dalgalara karşı tamamen savunmasız kal
mıştır.) Deneyim bölgesinin dışına çıkmak işe yarayabilir:
Evin verdiği tatlı rehavetin sınırlarım zorlayamazsınız ve bu
rahatlığın insana çekici gelen tarafları, hayalî oldukları süre
ce, zorunlu aidiyet ve reddedilem ez sorumlulukların daha
az çekici yönleri tarafından lekelenm em iş olarak kalabilir -
im gelem paletinde daha koyu renklere yer yoktur.
Büyük ölçekli bir ev olmak da işe yarar. Sıradan, beton
ve tuğladan yapılmış bir evde kapanıp kalmış olanlar, sık sık
ve anlaşılmaz bir şekilde, güvenli bir sığmakta değil de bir
hapishanedeymiş gibi hissederek şaşırırlar; dışarıdan bizi ça
ğıran sokağın özgürlüğü, en az hayalî evin rüyaları süsleyen
güvenliği kadar ulaşılmazdır. Bununla birlikte^ chez sot’nın
(kendinizi evinizdeym iş gibi rahat hissettiğiniz yer) baştan
çık ana güvenliği yeterince büyük bir ekrana yansıtılsa, işin
tadını kaçıracak “dışarısı” için hiç yer kalmaz. İdeal cemaat
compleat mappa mundi, anlamlı ve doyurucu bir hayat sür
m ek isteyen biri için gerekli her şeyi sağlayan, eksiksiz bir
dünyadır. Evsizlerin en acı verici sorunu üzerine odaklanan
cemaatçiliğin, tüm den ve tamamen istikrarlı bir dünyaya
(geri dönüş kisvesi altında) geçiş için önerdiği çare, var olan
ve var olacak bütün sorunlara radikal bir çözüm olarak gös
terilmiştir; diğer endişeler bunun yatımda küçük ve önem siz
görünür.
Bu komünal dünya, diğer her şey konu dışı, daha doğru
bir ifadeyle düşmanca -tuzaklar ve komplolarla dolu, kaosu
en etkili silahlan olarak kullanan düşmanların cirit attığı
vahşi bir b ölge- olduğu ölçüde bütündür. Cemaat dünyası
249
nın iç uyum unu böylesine parlak ve dikkat çekici yapan şey,
turnikelerin hem en ötesinde başlayan puslu, karmakarışık
ormanın karanlığıdır. Ortak bir kimliğin sıcaklığı içinde bir
birlerine sarılan insanların, bir arada yaşayabilecekleri bir
sığmak aramaya yönelten korkularım attıkları yer orası, o el
değm em iş alandır. Jock Young’ın sözleriyle, “Başkalarım şey-
tanlaştırma arzusu, içeride olanların ontolojik kararsızlığına
dayanır.”1 Doğuştan gelen bu kardeşin kardeşi öldürme eği
lim i olmasaydı “kapsayıcı cemaat” terim i çelişkili bir ifade,
cemaat kardeşliği ise eksik, belki de mantıksız, fakat kesin
likle gerçekleşm esi imkânsız olurdu.
250
leyici bir şekilde ifade etm iş yegâne oluşumdur. Birlik ve öz
varlık inşası için geçerli bir zem in olarak etnisite (ve etnik
türdeşlik) düşüncesine bu şekilde tarihsel bir tem el kazan
mış olur. Çağdaş cemaatçilik doğal olarak kendine bu gele
nekten pay biçm ek ister; devlet egem enliğinin günümüzdeki
sallantılı hali ve elinden düşürmek üzere olduğu bayrağı dev
ralacak birine duyulan belirgin ihtiyaç düşünüldüğünde, bu
istek tamamen de yersiz sayılmaz. Fakat ulus devletin yapa
bilecekleri ile cemaatçi arzular arasmda benzerlikler kurma
nın da bir sının olduğu ortadadır. Ulus devlet başansmı, her
şeyden önce, güçlü cemaatleri baskı yoluyla sindirmesine
borçludur; cemaatlerin kendi geleneklerini yok etm ek paha
sına tek bir ortak dil ve ortak bir tarih kurmaya çalışarak
“cemaat sistem iyle”, yerel âdetler ya da “diyalektlerle” kıyası
ya savaşmıştır; devlet kaynaklı ve devlet destekli Kültür
kâmpfe [kültür savaşı] ne kadar kararlıysa, ulus devletin "do
ğal bir cemaat” kurma başansı da o kadar yüksek olur. Daha
sı, ulus devletler işe (şimdilerde “devlet olm a sırasım bekle
yen cemaatlerin” aksine) ellerinde gerekli donanım olmaksı
zın girişmedi ve sadece endoktrinasyonun gücüne bel bağla
madı. Aksine -sırasım bekleyen cemaatlerde olmayan ve ya
kın bir gelecekte de olacak gibi görünm eyen- ortak ve resmî
bir dilin, ortak bir eğitim müfredatının ve birleşik bir adalet
sistem inin yasal olarak zorunlu kılınması için uğraştılar.
Cem aatçiliğin yeni yükselişinden çok önce; m odem an
lamda ulus inşası denen olgunun dikenli ve çirkin sert kabu
ğunun içinde değerli bir inci tanesinin yattığı söyleniyordu.
Isaiah Berlin, m odem "anavatanın”, acımasız ve m uhtem elen
tüyler ürpertici yönünün yanı sıra, insani ve ahlaki açıdan
övgüye değer yanlarının da olduğunu ileri sürmüştü. Vatan
severlik ile m illiyetçilik arasında oldukça iyi bilinen bir ayrım
vardır. Vatanseverlik, bu ikilinin “görünen/dikkat çeken” tara
fıyken, m illiyetçiliğin tatsız gerçekleri genelde arka planda
kalır: Ampirik bir veriden çok varsayımsal bir önerme olan
vatanseverlik, m illiyetçiliğin (biraz ehlileşse, m edenileşse ve
251
ahlaki olarak biraz daha üst seviyelerde olsa) ulaşabileceği,
fakat şu durumda olmadığı bir şeydir. Vatanseverlik, bilinen
m illiyetçiliğin en sevim siz ve utanç verici taraflarının inkârı
yoluyla tanımlanır. Leszek Kolakowski’ye’ göre, m illiyetçiler
kabile tarzı varlık biçim ini saldırganlığa ve başkalarından nef
rete başvurarak kurmak ister, kendi ulusunun başına gelen
her türlü kötü şeyin “dış güçlerin” bir komplosu olduğuna
inanır ve kendi ülkesini beğenm eyen ya da yeterince övm e
yen bütün diğer uluslara karşı kin beslerken, vatanseverler,
duymak ya da bilm ek istem ediği olumsuzlukları kendi ulu
sunun yüzüne karşı söylem ekten çekinmemelerinin yanı sıra,
“kültürel çeşitliliğe, özellikle etnik ve dinî azınlıklara karşı
gösterdikleri iyicil hoşgörü” ile ön plana çıkarlar. Bu aynm
ahlaki ve entelektüel açıdan takdir edilebilir olsa da, burada
karşı çıkılan noktanın, bu iki seçeneğin soylu bir düşünce ve
çirkin bir gerçek olarak aynı derecede benim senebilm esi ol
madığı gerçeği, bu ayrımın değerini azaltmaktadır. Kendisi
nin seçm ediği cem aat kardeşlerinin vatansever kişiler olması
nı arzu eden pek çok kişi, büyük ihtimalle; vatansever duruşa
burada atfedilen ve ikiyüzlülüğün, ulusa ihanetin ya da daha
kötülerinin ispatı olarak gördükleri özellikleri yerin dibine
batıracaklardı. Bu özellikler -farklılıklara hoşgörü, azınlıklara
karşı konukseverlik ve ne kadar acı olursa olsun her daim
doğruyu söylem e cesareti- "vatanseverliğin” bir “problem”
olarak algılanmadığı ülkelerde çok yaygındır; cum huriyet dü
zeni içinde vatandaşlığın yeterince güvence altında olduğu
ülkelerde vatanseverlik birincil hedef olmadığı gibi, ona bir
sorun gözüyle de bakılmaz.
Liberalisin unthout Illusion ([îlüzyonsuz Liberalizm] Uni-
versity o f Chicago Press, 1996) başlıklı derlemenin editörü
Bemard Yack, For Love of Country: An Essay on Patriotism
and Nationalism ([Vatan Sevgisi Adına: Vatanseverlik ve
M illiyetçilik Üzerine Bir D enem e] Oxford University Press,1
252
1995] kitabının yazan Maurizio Viroli ile giriştiği kalem kav
gasında şu aforizmayı kurmak için Hobbes’un sözlerinden
yararlandığında aslında team üllere aykırı bir şey yapmamıştı:
"Milliyetçilik, tasvip edilm eyen vatanseverlik; vatanseverlik
ise tasvip edilen m illiyetçiliktir.”1 Gerçekten de, m illiyetçilik
ile vatanseverliği birbirinden ayırmak için, bizim onlarla ilgi
li olum lu ya da olumsuz duygusal tepkilerim izden, ya da bu
tepkileri doğuran utanç duygulanmızdan veya vicdan azabı
mızdan başka geriye çok az şey kaldığı sonucuna varmak nor
maldir ve bunun için geçerli nedenlerimiz vardır. Fark, onlara
verdiğimiz isimlerdedir ve retoriktir; ayırt ettiğim iz şey, söz
konusu olgunun içeriği değil, özünde birbirinin benzeri olan
duygulanımlar [sentiments] veya tutkulardan bahsetme bi-
çimlerimizdir. Fakat asıl önem li olan ve insanların bir arada
yaşam deneyimlerinin niteliğini etkileyen şey, duygulanımla
rın ve tutkuların özü ve doğurdukları siyasi sonuçlardır, onla
rı ifade etm ek için kullandığımız sözcükler değil. Eski vatan
sever kahramanlık hikâyelerini inceleyen Yack, yüce vatanse
ver duyguların “ortak tutkular seviyesine yükseldiği” h a - du
rumda “vatanseverlerin ılındı olmaktan çok şiddetli bir tutku
sergiledikleri” ve vatanseverlerin yüzyıllar boyunca “pek çok
unutulmaz ve yararlı değerlere sahip olabildiği, fakat nezaket
ve başkalanımı aasına karşı anlayışın bunların arasında ilk
akla gelenlerden olmadığı” sonucuna ulaşır.
Bununla birlikte, ne retorikteki farkın ö n e m in i ne de bu
retoriğin can yakıcı pragmatik yankılarını reddedebiliriz. Bu
retoriklerden biri “olmak” söylem ine tıpatıp uyarken, diğeri
“oluş” söylem ine uymaktadır. “Vatanseverlik” insanın “ta-
mamlanmamışlığma”, eğilip bükülebilirliğine (daha doğru
su, “ıslah edilebilirliğine”) inanan m odem öğretiye hürm et
eder; bu nedenle, “saflan sıklaştırma” çağrısının açık ve hâlâ
geçerli bir davet olduğunu, taraflardan biriyle saf tutm anın
bir tercih sorunu olduğunu ve gereken tek şeyin, kişinin 1
253
doğru tercihler yapması ve tercihine sonuna kadar sadık kal
ması olduğunu (verilen sözün pratikte tutulup tutulm adığı
na bakmaksızın) çekinm eden ilan edebilir. Diğer yandan
“m illiyetçilik”, daha çok, "manevi kurtuluş” fikrinin Kalvinist
bir yorumu ya da A ziz Augustinus’un özgür irade düşüncesi
gibidir: İnsanın yaptığı seçim lere pek güven duymaz - ya
“bizdensindir” ya değilsindir; her iki durumda da, bunu de
ğiştirmek için yapabileceğin pek bir şey, belki de hiçbir şey
yoktur. M illiyetçi anlatıda “aidiyet" seçilm iş bir yol veya bir
yaşam projesi değil, zorunluluktur. M illiyetçiliğin zamanı
m ızda dem ode kalmış ve pek uygulanmayan ırkçı versiyo
nunda olduğu gibi ya biyolojik bir miras sorunu ya da, m illi
yetçiliğin şu anda gündem de olan “kiiltüralist” alternatifin
deki gibi, bir kültürel miras sorunu olabilir - fakat her du
rumda nihai karar, şu ya da bu kişi harekete geçm eden çok
önce verilmiştir; bireye bırakılan tek seçim , zaten verilmiş
kararı kabul edip benim sem esi ya da üzerine düşen göreve
ihanet etm eyi göze alarak karşı çıkmasıdır.
Vatanseverlik ile m illiyetçilik arasındaki bu aynm saf re
toriğin sınırlarını aşıp politik pratiklerin alanına girme potan
siyeline sahiptir. Claude Levi-Strauss’un term inolojisini te
m el alacak olursak, birinci yol daha çok "antropofajik” strate
jileri (yani, yabancıları “yutup sindirmeyi”, böylece onları
yutan bedenin bir parçası yapmayı, kendilerine özgü her şeyi
yok edip diğer hücrelerle özdeş hale getirmeyi) akla getirir
ken, ikinci yol, “bizden olmayanları” ya gettoların görünür ya
da kültürel yasaklar ve sınırlamaların görünmez (fakat aynı
somutlukta hissedilebilen) duvarları araşma hapsederek veya
onları, şimdilerde etnik tem izlik olarak bilinen uygulamayla,
derdest edip ülkeden atarak, ya da göç etm eye zorlayarak
"kusma” ve “tükürme” anlamına gelen “antropoemik” strateji
yi çağrıştırmaktadır. Bununla birlikte, düşüncenin mantığı
nın eylem in mantığı üzerinde çok az ve ender olarak bağla
yıcı bir etkisi olduğunu, retorik ile pratikler arasında teke
tek bir ilişki olmadığını ve bu iki stratejiden her birinin iki
retorikten birinin örtüsü altında olabileceğini de akıldan çı
karılmamalıdır.
254
Birlik - benzerlikler birliği mi aykırılıklar
birliği mi?
Vatansever/m illiyetçi öğretinin “biz” dediği, bizim gibi,
“onlar" dediği ise bizden farklı olanlardır. “Biz”in içine dahil
olanlar her bakımdan özdeş değildirler; ortak özelliklerim i
zin yanı sıra, aramızda farklar da vardır, fakat benzerlikler bu
f a r k lılık la rı önemsizleştirir, etkisiz ve yüksüz hale getirir.
H epim izi birbirimize benzer kılan özellikler, bizi birbirimiz
den ayıran her şeyden çok daha anlamlı ve önemlidir; o ka
dar ki belirli bir durumda tavrım ızı belirlem em iz gerektiğin
de benzerliklerim iz farklılıklarımızın önüne geçer. “Onlar”
dediklerimiz de bizden her noktada farklı değildirler; fakat
bütün diğerlerinden daha önem li bir noktada farklılaşırlar
ve bu tek nokta o kadar önem lidir ki, b izi birbirim ize benzer
kılan ortak noktalar ne olursa olsun, birlikte bir tavır almak,
ötekilerle dayanışmak imkânsız hale gelir. Bu, tipik bir ya/ya
da durumudur; “bizi” “onlardan” ayıran sınırlar çok net bir
şekilde çizilm iştir ve hem en fark edilirler, çünkü “aidiyet”
belgesinde sadece bir tek yönerge vardır ve başvuran herke
sin cevaplaması gereken bir tek soru vardır, o da bir evet/
hayır sorusudur.
Hangi farkın “kritik” olduğu - yani, hangi farklılığın, her
hangi bir benzerlikten daha önem li olan ve bütün ortak nok
talan küçük ve önem siz kılan türden (husum et nedeni ola
bilecek aykınlıklan, birlik olasılığının tartışılabileceği bir
toplantı başlamadan çok önce çözüm e kavuşturan) bir fark
olduğu - sorusunun önem siz, çoğunlukla bir tartışmanın asıl
konusu değil, sonradan akla gelen bir soru olduğunu hatırla
yalım. Fredrik Barth’m belirttiği gibi, sınırlar, aynşma veya
kopuş gerçekleştikten sonra çizilm ezler; kural olarak önce
sınırlar çizilir, sonra kopuş/aynşm a yaşanır. Ö nce bir çatış
ma, “biz” ile “onları” birbirinden ayırma uğraşı vardır; sonra,
“onların” uzun zamandır gizlice gözlenip takip edilen özel
likleri, herhangi bir uzlaşma umudunun söz konusu olmadı
ğı yabancılık durumunun kaynağı ve ispatı olarak öne sürü
255
lür. D oğal halleriyle çok yönlü, çok katmanlı olan insanları
düşünürsek, derinlem esine araştırma bir kez başladıktan
sonra bu tür karakteristik özelliklerle karşılaşmak pek de ih
tim al dışı değildir.
M illiyetçilik, yalnızca içerdekilerin içeride olmaya ve
sonsuza kadar orada kalmaya hakkı vardır diyerek kapıyı ki
litler, varsa bütün tokmaklan söker ve zilleri iptal eder. Va
tanseverlik ise, en azından görünüşte, daha hoşgörülü, ılımlı
ve yardımseverdir - giriş ücreti isteyenlere parayı hem en
uzatır. Ama yine de nihai sonuç, neredeyse her zaman, dik
kat çekici şekilde tanıdıktır. N e vatansever ne de m illiyetçi
öğretinin kabullenmediği olasılık şudur: Kişiler, onlan farklı
kılan özelliklerinden vazgeçm eden bir araya gelebilir ve bu
farklılıklara değer verip, onlan besleyebilir; sosyal birliktelik
leri, bir yandan onlan onlar yapan -yani, onlan diğerlerin
den farklı kılan- her şeye daha fazla güç ve zenginlik kazan
dırırken, diğer yandan bu farklı yaşam biçim lerinden, ideal
lerden ve bilgilerden doğrudan yararlanabilir.
Bernard Crick, Aristoteles’in, Platon’un her şeyi birleş
tiren tek doğru, tek bir doğruluk standardı olduğu rüyasına
savunu olarak dile getirdiği “iyi polis [şehir]” fikrini Politi
ka’smdan şu alıntıyla dile getirir:
256
olarak birbirinden farklı” çıkarlar arasında uzlaşım anlamına
geldiğini ve “birbiriyle çatışan çıkarlar arasında uzlaşım a git
m enin, normalde, onları süresiz olarak baskı altında tutm ak
tan ve yasaklamaktan daha iyi” olduğunu varsayar.1Diğer bir
deyişle, m odem ve m edeni toplum un çoğulculuğu sevm e
yebileceğiniz, nefret edebileceğiniz ve hatta (ne yazık ki)
isteseniz de yok olmayan “acı bir gerçek” değil, iyi ve hayırlı
bir şeydir, çünkü [bu çoğulculuk] verebileceği olası rahatsız
lık ve sıkıntıdan kat kat fazla yarar getirir, insanın ufkunu
genişletir ve herhangi bir alternatifinin sağlayabileceğinden
çok daha cazip yaşam seçenekleri sunar. Vatansever veya
m illiyetçi inancın savunduklarının aksine, sosyal birliğin en
üm it vaat eden şekli, polis’in pek çok farklı, ama kendi kade
ri üzerinde her daim söz sahibi üyelerinin farklı değerleri,
tercihleri ve kendi seçtikleri yaşam biçim leri arasında çatış
ma, tartışma, uzlaşma ve karşılıklı taviz yoluyla, her gün ye
niden ve yeniden kurulan türden bir birliktir diyebiliriz.
Özünde bu, öz-kim lik inşası çabası içinde bir araya gel
miş eyleyicilerin oluşturduğu ve yeni yükselmekte olan, or
taklaşa yaşamın a priori bir durumu değil sonucu olarak boy
gösteren, aykırılıkları yadsıyarak değil, onların üzerinde tartı
şarak ve uzlaşarak ulaşılan cumhuriyetçi bir birlik modelidir.
Benim burada belirtmek istediğim şey, bunun, akışkan
m odem ite koşullarının uygun, uygulanabilir ve gerçekçi kıl
dığı tek birlik çeşidi (tek sosyal birlik formülü) olduğudur.
Bütün inançlar, değerler ve biçem ler bir kere “özelleştirildik
ten”-yani, aslında yeniden yerine yerleştirme [re-embedding\
için önerilmiş kalıcı (bütün borçlan ve kredileri ödenm iş) bir
evden çok bir m otel odasını akla getiren mekânlar aracılığıy
la bağlantımdan çıkanldıktan ve “yerinden edildikten” [disem-
bedded]- sonra kimlikler tamamen kırılgan, geçici ve zaman
lı hale gelir ve onlan bir arada tutmak, aşınmaya karşı koru
mak için çaba gösteren eyleyicilerin azim ve kararlılığından
257
başka savunma aracı kalmaz. Kimliklerin uçucu değişkenliği,
deyim yerindeyse, akışkan m odem ite sakinlerinin önüne di
kilmiş, yüzlerine meydan okur bir şekilde bakmaktadır. Man
tıklı olarak bunun ardından gelen seçenek de aym şekilde
rahatsız edicidir: Farklılıklarımızla birlikte yaşama sanatım
öğrenmek mi, yoksa her ne pahasına olursa olsun öyle bir
ortam yaratmak ki bir daha bir şey öğrenmek zorunda kal
mamak mı? Alain Touraine’in yakınlarda belirttiği gibi, top
lumun şu anki durumu, inşam toplumsal bir varlık olarak
tanımlayan ve toplumsal konumunun, onun davranış ve ey
lem lerini belirlediğini öne süren görüşün sonunun geldiğini
göstermektedir. “Kültürel ve psikolojik özgüllüklerinin” top
lumsal eyleyiciler tarafından savunulması, ancak ve ancak,
kişileri bir araya getiren ilkenin bundan böyle toplumsal ku-
rumlarda ya da evrensel nitelikteki ilkelerde değil, bireyde
bulunabileceği bilinciyle gerçekleştirilebilir.1
Popüler sanatların, ister olması gerektiği gibi kurmaca
adı altında isterse “gerçek öyküler” kılığında, güç birliği yap
mış unsurları, kuramcıların hakkında kuram ürettikleri, fel
sefecilerin de üzerinde felsefe yaptıkları durumla ilgili ha
berleri her gün durmaksızın zihnim ize işlemektedirler. Eü-
zabeth I film ini izleyenlerin film den anladığı üzere, Ingiltere
kraliçesi olm ak için bile kişinin kendi benliği için m ücadele
etm esi ve kendi kim liğini kendinin kurması gerekmektedir;
VIII. Henry’nin kızı olmak, kurnazlık ve kararlılıkla destek
lenen m uazzam bir bireysel inisiyatif işidir. H er an isyana
hazır ve dik başlı saray erkânım diz çöktürüp boyun eğdir
m ek, daha da önem lisi kendisine itaat etm elerini sağlamak
için müstakbel Gloriana’nın2 yüzünü ağır bir makyajın ardı
258
na gizlem esi, saç şeklini, aksesuvarlannı ve tüm giyim tarzını
baştan aşağı değiştirm esi gerekecektir. Ö z benlik m ücadele
sinden başka m ücadelesi, kurgulanmış bir kim likten başka
kimliği yoktur.
Bütün m esele, söz konusu eyleyicinin direnme gücüdür.
Savunma silahlan her yerde ve kolayca bulunan silahlar de
ğildir ve daha zayıf, kötü silahlanmış bireylerin, kendi birey
sel yetersizliklerini telafi için sayıca üstünlüğün gücüne sı-
ğınmalan makuldür. “De jure birey” olm a durumu ile “de
facto birey” statüsüne ulaşma olasılığı arasında bir açılıp bir
kapanan evrensel fark düşünüldüğünde, aynı akışkan m o
dem çevre, sayıca ve nitelik olarak farklı hayatta kalma stra
tejilerine yönelebilir - ve yönelecektir. Richard Sennett’in
ısrarla belirttiği gibi, “günümüzün yeni zaman rejiminde,
‘biz’ kelim esinin bu kullanımı savunmacı bir davranış haline
gelm iştir... Şüphesiz, bu ‘biz’, kafa karışıklığına ve savrulma
ya karşı bir savunmadır.” Fakat -b u , son derece can alıcı bir
fakattır- cem aat arzusu “savunmacı bir biçimde^ genelde
göçmenlerin veya diğer yabancıların dışlanması talebiyle ifa
de edilir”; çünkü:
259
tepkidir ve bu tepkiler, eyleyicilerin elindeki araçlar ve im
kânlarla doğru orantılı olarak farklılık gösterir. IBM program
cıları gibi siber hücreleri içinde rahat fakat sosyal hayatın
“sanallaştırılması” zor, fiziksel kısmında yazgı karşısında ol
dukça savunmasız bir hayat süren şanslı azınlığın, tehlikeleri
uzak tutacak ileri teknoloji ürünü sanal hendekler ve asma
köprüler kurmaya yetecek imkânları vardır. Fransa’nın önde
gelen emlak değerlendirme şirketlerinden birinin yöneticisi
olan Guy Nafilyah’a göre, “Fransızlar huzursuz, kendilerine
benzeyenler dışındaki bütün komşularından korkuyorlar.”
Ulusal Kiralık Konut Sahipleri D em eği Başkanı Jacques Pa-
tigny da bu görüşe katılıyor ve gelecekte, “yerleşim alanları
nın çevresinin duvarlarla çevrileceğini ve giriş çıkışın manye
tik kartlar ve güvenlik görevlileriyle kontrol altına alınacağı
nı” öngörüyor. Gelecek, “iletişim ekseni etrafında takımadalar
gibi kümelenmiş yaşam alanlarının” geleceğidir. Bir süre önce
ABD'de, halihazırda dünyanın hızla küreselleşen bütün mü
reffeh bölgelerinde olduğu gibi Toulouse kentinin etrafında
da çevresi dikenli teller veya duvarlarla çevrili, karmaşık da
hili iletişim sistemleri, her köşe başındaki gözetlem e kamera
ları ve ağır silahlı, günün yirmi dört saati faal güvenlik görev
lileriyle korunan tam anlamıyla bölgesel olarak dokunulmaz
yaşam alanları yükselmektedir.1 Sıkı bir şekilde korunan yer
leşim alanları ile yoksulların doluştuğu etnik gettolar arasın
da çarpıcı benzerlikler vardır. N e var ki tek ve önem li bir
noktada birbirlerinden ayrılırlar: Korunakk sitelerde yaşa
mak, kişinin özgür iradesiyle yaptığı bir seçim dir ve ayncalık
sayılır. Aynca, buraları koruyan güvenlik elemanları kanuni
yollarla işe alınırlar ve silah taşımaları tamamen yasaldır.
Richard Sennett, bu akıma şöyle bir psikososyal açıkla
ma getiriyor:
1. Bkz. jean-Paul Be$s«t ve P iscale KrĞmer, “Le N ouvel A ttrak p o u r les r6sidences
‘sâcuri$£es”T e Monde, 15 Mayıs 1999, s. 10.
260
Cemaat imgesi, "biz” içinde farklılık olarak algılanabile
cek her şeyden tamamen arındırılmıştır. Cemaat dayanış
ması mitosu, aslında bir arınma ayinidir... Cemaatlerdeki bu
mitik paylaşımın en belirgin özelliği şudur. İnsanlar kendile
rini birbirlerine ait hisseder ve hep birlikte paylaşırlar çün
kü aynıdırlar. Benzer olma arzusunun bir ifadesi olan "biz”
duygusu, kişilerin birbirlerinin ruhlarının derinliklerine bak
ma gerekliliğinden kaçınma yoludur.1
261
m aatinde” bu tür sorular, um anz, hiç sorulmayacak ve böy-
lece, saflaştırma yoluyla ulaşılan güvenlik durumunun güve
nilirliği hiç sorgulanmayacaktır.
Lanetli üçlem e adım verdiğim belirsizlik, güvencesizlik
ve güvensizlik üçgeninden daha önce başka bir yerde (İh Se-
arch ofPolitics [Siyaset Arayışı]) Polity Press, 1999 bahset
m iştim . Bunların her biri, kaynağının belirsizliği nedeniyle
sürekli ve a a verici bir huzursuzluğa yol açar; kaynağı ne
olursa olsun, biriken basınç, çaresiz bir şekilde bir çıkış yolu
arar, fakat belirsizliğe ve güvencesizliğin kaynağına giden yol
tıkalı ya da ulaşılamaz olduğundan basınç başka yerlere ya
yılır ve doğal olarak, iştah açıcı derecede zayıf ve kırılgan
bedensel, yerel ve çevresel güvensizlik kanallarına hücum
eder. Bunun bir sonucu olarak “güvensizlik sorunu”, uzak tu
tamadığı ya da üzerinden atamadığı endişeler ve özlem lerle
aşırı yüklenir. Bu lanetli ittifak, sonuç olarak, daha fazla gü
venlik ihtiyacı doğurur ve pratikte ne yaparsanız yapın bu
ihtiyacı karşılayamazsınız, çünkü yapılacak her şey, huzur
suzluğun asıl üreticisi olan m ünbit belirsizlik ve güvencesiz
lik kaynaklarım olduğu gibi, el değm em iş ve bozulm am ış
olarak bırakır.
Bedelli güvenlik
Cemaatçi kültün hidayete ermiş havarilerinin yazılarım
inceleyen Phil Cohen şu sonuca vanr: [Bu havarilerin] çağ
daşlarının yaşadıkları sorunlara çare olarak önerdikleri ve
yücelttikleri cemaatler, potansiyel özgürleşm e alanlarından
çok birer yetim haneye, hapishaneye veya tım arhaneye ben
zemektedir. Cohen haklıdır; fakat özgürleşm e ihtim ali hiç
bir zaman cemaatçilerin derdi olmamıştır. M üstakbel cema
atlerin çare olm ası üm it edilen dertler, gereğinden fazla öz
gürlüğün fazla kısımlarından artakalanlardı, özgürlük ile
güvenlik arasında ideal dengeyi bulma arayışı sürecinde ce-
maatçilik, net ve katı bir şekilde güvenlik tarafım tutuyordu.
[Cemaatçilere göre] el üstünde tutulan bu iki değer birbiri
262
ne terstir ve birbiriyle çatışır; birini istiyorsanız, diğerinden
küçük, çoğu durumda oldukça büyük bir parçayı feda etm e
niz gerekir. Cem aatçilerin kabul etm eyecekleri olasılık, öz
gürlüklerin artması ve yerleşm esinin insanın toplam güven
liğine katkıda bulunabileceği, özgürlük ve güvenliğin birlik
te gelişebileceği, hatta her birinin, gelişim ancak birlikte
olursa gelişebileceğidir.
Altım tekrar çizm em e izin verin: Cemaat tasavvuru teh
likeli girdaplarla dolu, düşman bir denizin ortasındaki yaşana
bilir, sakin ve huzurlu bir ada tasavvurudur. O kadar çekici ve
baştan çıkanadır ki hayranlan ona daha yakından bakma ih
tiyacı duymazlar, çünkü hem başan şansı düşük hem de ger
çekçi olmayan bir seçenek olarak görülen vahşi dalgalarla bo
ğuşma ve düşman bir denizi dize getirme olasılığı gündem
den çoktan çıkarılmıştır. M evcut tek sığmak olması, bu tasav
vura fazladan değer katar ve diğer hayat değerlerinin alınıp
satıldığı borsa gittikçe daha çok kaprisli ve değişken olduğu
m üddetçe bu değerlenme süreci devam eder.
Güvenli (daha doğrusu, riskleri diğerleri kadar ortada
olmayan) bir yatırım olarak, cemaat korunağının değerinin,
yatırımcının -geçm iştekinin aksine artık, aldığı biçim lerin
kendilerinden görünürde çok daha uzun (hatta ölçülemeyecek
denli uzun) bir ömre sahip yaşam alanının bir unsuru haline
gelm iş- bedeni dışında ciddi bir rakibi yoktur. Beden, daha
önce olduğu gibi şimdi de ölüm lü, dolayısıyla geçicidir, fakat
akışkan m odem itenin vitrinlere ve dükkân raflarına koyup
kaldırdığı bütün referans çerçeveleri, yönelim noktalan, sı
nıflamalar ve değerlendirmelerin değişkenliği ve geçiciliği ile
karşılaştırıldığında, sonu ölüm le biten bu kısa sürecin sonu
yokmuş gibi görünür. Aile, iş arkadaşlan, sosyal sınıf ve kom
şular, ne kadar kaka olduklarım görem eyeceğim iz ve güveni
lir referans çerçeveleri içinde değerlendiremeyeceğimiz ka
dar akışkandırlar. “Yann tekrar görüşeceğimiz” umudu, yani
bir zamanlar ilerisini düşünmemiz, uzun vadeli planlar yap
m amız ve geçici, dikkatle çizilm iş ölüm lü hayatlarımızın gi
diş yoluna birbiri ardına basamaklar döşem em iz için gereken
263
bütün sebepleri sağlayan inanç, güvenilirliğinin büyük kısmı
nı yitirmiş durumda; yarın karşımıza kendi bedenim izin, ol
dukça farklı veya radikal olarak değişmiş bir aile, sınıf, kom
şuluk ve iş arkadaşlığı ilişkileri ağma dahil olm uş haliyle çık
ması olasılığı şu günlerde daha güvenilir, dolayısıyla gönül
rahatlığıyla tercih edilebilir bir olasılık halini almıştır.
fîm ile Durkheim, bugün katı m odem itenin gelecek ku
şaklara gönderdiği bir m ektup gibi okunabilen denem esinde,
sadece “uzun soluklu eylem lerin istencim izi hak ettiğini, sa
dece zamanla azalmayan zevklerin arzumuza layık olduğu
nu” ileri sürer. Katı m odem itenin, sakinlerinin kafasına vura
vura başarıyla bellettiği ders buydu, fakat çağdaş kulaklara
bu -D urkheim ’ın bu dersten çıkardığı pratik hisse m uhte
m elen daha mantıklı olmasma rağm en- tuhaf ve anlamsız
gelir. Kendisine tamamen retorik gelen, “Aslında içleri boş ve
kışa ömürlü olan kişisel zevklerim izin değeri nedir?” sorusu
üzerine Durkheim, okurlarının merakım gidermek için vakit
kaybetmeden, neyse ki kendim izi bu tür zevklerin peşinden
koşmaya kaptırm adığım ızı - “çiinkü toplum lann bireylerden
sonsuz derecede daha uzun Ömürlü” olduklarını, “sadece
kısa ömürlü olmayan hazlan tatmamıza izin verdiklerini”-
belirtir. Durkheim ’a göre toplum , kendi faniliğinin dehşeti
ne kapılan kişinin kanatlan altına sığındığı bedendir (ki bu
görüş, zamanında oldukça m uteberdi).1
Beden ve bedenin hazlan, Durkheim ’ın kalıcı toplum
sal kurumlan göklere çıkardığı günlerden bu yana daha kısa
öm ürlü olm adı. Sorun, onlardan başka her şeyin —ve en çok
da o toplum sal kurum lann- “beden ve bedenin hazlanndan”
daha kısa öm ürlü hale gelm iş olmasıdır. Ömür göreceli bir
kavramdır ve etrafımızdaki en uzun öm ürlü (aslında, ömrü
yıldan yıla uzayan tek) şey fani bedenlerimizdir. Beden, de
vam lılık ve sürekliliğin son um udu ve son sığınağıdır; “uzun
vadeliden” kasıt her ne olursa olsun, bedensel faniliğin çizdi
264
ği sınırların ötesine zor geçer. [Beden] güvenliğin, siperleri
düşmanın aralıksız bombardımanına açık son savunma hattı,
ya da sürekli hareket halindeki kumulların ortasında kalmış
son vahadır. Beden ile bedeni kuşatan dünya arasındaki sınır,
zamanımızdaki en iyi korunan ve sıkı denetim altında tutu
lan sınırlardandır. Bedendeki delikler (giriş noktaları) ve be
den yüzeyi (temas yerleri), ölüm lülüğüm üz karşısında ka
pıldığım ız dehşet ve endişenin başlıca odak noktalandır. “Yü
kü, başka odak noktalarıyla paylaşmazlar (belki, 'cemaat’ dı
şında)”.
Bedenin kazandığı bu yeni öncelik, yansımasını, ideal
bir şekilde korunan beden m odeline göre şekillendirilen ce
maat imgesinde bulur. [Bu im ge] içte hom ojen ve birbiriyle
uyum lu, bedenin bir parçası olmaya direnen her türlü ya
bancı unsurdan arınmış ve bütün giriş noktaları sıkı dene
tim , kontrol ve koruma altındayken, dıştan ağır silahlarla
donatılmış ve kalın bir kabuk içinde hapsolmuş bir varlık
imgesidir. Hayalî cemaatin sınırlan, tıpkı bedenin dış sınırla
rı gibi, güven ve şefkat diyarım dışarıdaki olası tehlikelerle
dolu, herkesin her şeyden ve birbirinden şüphe ettiği ve sü
rekli teyakkuz durumundaki vahşi dünyadan ayırmak için
çizilir. H em beden hem de hayalî cem aat içte kadife kadar
yumuşakken dışta pürüzlü ve dikenlidir.
Beden ve cem aat kesinlik, güvence ve güvenlik için her
gün, neredeyse nefes almadan verilen savaşm günbegün ten-
halaşan m uharebe meydanında ayakta kalan son iki karakol
dur. Bir zamanlar hendekler ve kale duvarları arasında pay
laşılan savunma görevlerini şim di bu ikisi yüklenm ek duru
mundadır. Omuzlarına taşıyamayacakları kadar ağır yükler
binm iştir ve güvence arayışı içinde kendilerine sığınanların
korkularım gidermek yerine^ daha da derinleştirecek gibi
dirler.
Bedenin ve cem aatin yeni yalnızlığı, akışkan m odem ite
başlığı altında gerçekleşen bir dizi çığır açıcı değişim in sonu
cudur. Bu değişim lerden biri özellikle önemlidir: Bütüne ait
bütün büyük parçalatın oynadığı tem el güvence ve güvenlik
265
tedarikçisi rolünün devlet tarafından reddi, kadem eli olarak
Veya tamamının birden tasfiye edilm esi ve bunun ardından,
[devletin] kendine tabi olanların güvence/güvenlik istekleri
ni karşılamayı bırakması.
266
bir arada tutacak kurumsal iskele projesi, uygulanabilir bir
“kendi işini kendin yap” projesidir, ö k sü z kalmış bireyleri
bir yandan ele geçm em ekte kararlı güvenlik peşinde koşar
ken bir yandan da ulusun kanatlan altına sığınmaya yönel
ten şey em niyet ve güvence beklentilerinin gerçekleşmesi
değil, hayalidir.
D evletin em niyet ve koruma hizm etlerini kurtarma
umudu da pek yok gibidir. D evlet politikalarının özgürlüğü
ise bölgesel dokunulmazlık [exterritoriality], hızlı hareket ve
kaçıp kurtulma becerisi gibi m uhteşem silahlarla donatılmış
yeni küresel güçler tarafından sürekli erozyona uğratılmakta
dır; yeni küresel talimatlara karşı gelmenin cezası hızlı ve acı
masızdır. Gerçekten de oyunu yeni küresel kurallarıyla oyna
mamak, cezası en ağır ve kendi bölgesel egemenliği nedeniy
le olduğu yere çakılıp kalmış devlet güçlerinin her ne pahası
na olursa olsun işlem ekten kaçınması gereken bir suçtur.
Ceza büyük çoğunlukla ekonomiktir. Korumacı politi
kalar uygulayan ya da nüfusunun “ekonom ik olarak ihtiyaç
dışı” kesimlerinin kamusal ihtiyaçlarım karşılamada fazla cö
m ert olan, ülkelerini “küresel finans pazarlarının” ve “küresel
serbest ticaretin” insafına bırakmamak için direnen dik başlı
hüküm etlere kredi verilm ez veya borçlan azaltılmaz; yerel
para birimleri küresel pazarda cüzzamh m uam elesi görür,
borsada aleyhine spekülasyonlar yapılır ve değerinin düşü
rülmesi için hüküm etler zorlanır; yerel hisselerin değeri kü
resel borsalarda tep e üstü çakılır; ülke, ekonom ik yaptırım
larla kuşatılıp izole edilir ve hem geçm iş hem gelecek ticaret
ortaklan tarafından küresel parya m uam elesi görür; küresel
yatırımcılar m uhtem el zarardan kaçmak için ekonom ik ve
mülki tüm varlıklarım alıp, arkada bıraktıklan yıkıntıyı te
m izlem e ve iyice dara düşmüş kurbanlan kurtarma işini ye
rel yetkililere bırakarak ülkeyi terk ederler.
Fakat bazı durumlarda ceza yalnızca “ekonom ik önlem
lerle” sınırlı kalmaz. İleride direnme potansiyeli olanlara ör
nek olsun diye, boyun eğm eyen (ama uzun süre dayanacak
kadar güçlü direnmeyen) hüküm etlere ağır bir ders verilir.
267
Eğer küresel güçlerin gövde gösterisi, hükümetlerin aklım
başına toplamaya ve yeni “dünya düzenine” ayak uydurmaya
ikna edemiyorsa, askerî güç devreye girer: Kalıp savaşmak
tansa kaçıp kurtulma becerisi, hızın yavaşlığa, mekânsızhğın
yerelliğe üstünlüğü, bunların hepsi, bu sefer, vur kaç taktik
leri üzerine uzmanlaşmış ve “kurtarılmaya değer” hayatlarla
değersiz hayatları birbirinden net bir şekilde ayırt edebilen
silahlı güçlerin yardımıyla, kesin bir dille bir kere daha ifade
edilir.
Yugoslavya’ya karşı yürütülen savaşın etik bir eylem
olarak doğru ve kurallara uygun olup olmadığı tartışmaya
açıktır. N e var ki “küresel ekonom ik düzenin siyasetten fark
lı bir araçla tesisi” açısından bakıldığında bu savaş oldukça
mantıklıydı. Saldıran tarafın tercih ettiği strateji, yeni küre
sel hiyerarşinin ve bu hiyerarşinin bekasım sağlayan yeni
oyun kurallarının m uhteşem bir gösterisiydi ve bu açıdan
başarılı oldu. Ortada binlerce gerçek “zayiat” ve harabeye
dönmüş, yaşam kaynağını ve yeniden ayağa kalkma yetene
ğini tamamen yitirmiş bir ülke olmasa, handiyse sut generis
bir “sem bolik savaş” olarak bakılabilir; zira savaşın kendisi,
stratejisi ve taktikleri, yeni yükselm ekte olan iktidar ilişkile
rinin (bilinçli ya da bilinçaltı) bir sem bolüydü. Burada araç
gerçekten de mesajın kendisiydi.
Bir sosyoloji öğretm eni olarak yıllardır öğrencilerime;
standart "uygarlık tarihi”versiyonunun en önem li özelliğinin
yerleşik düzenin ağır ama önlenem ez yükselişi ve bunun so
nucu olarak, yerleşik düzene geçenlerin göçebeler karşısında
galebe çalması olduğunu söylerim; yenik düşen göçebelerin,
özlerinde, gerileyen ve uygarlık karşıtı bir güç oldukları tar
tışm asız kabul edilen bir şeydi. G eçtiğim iz yıllarda bu zafe
rin anlamını yeniden sorgulayan Jim MacLaughlin, m odem
uygarlığın yörüngesindeki yerleşik halkların “göçebelere”
reva gördüğü m uam elenin kısa bir tarihçesini çıkarır.1 G öçe
268
belik, der, “barbar” ve “az gelişmiş toplumlara özgü” bir şey
olarak görülmüş ve öyle muamele görmüştür. G öçebeler il
kel olarak tanımlanmış ve, Hugo Grotius’tan itibaren, “ilkel”
ile “doğal” (yani el değmemiş, ham, kültür öncesi, uygarlık
dışı) arasında bir paralellik kurulmuştur; “Yasaların ortaya
çıkışı, kültürel ilerlem e ve uygarlığın zenginleşm esi ile in-
san-toprak ilişkisinin zaman ve mekân içinde evrilip geliş
m esi arasında sıkı bir bağ vardır." Kısacası ilerlem e demek,
göçebeliği bırakıp yerleşik hayata geçm ek dem ekti. Ve elbet
te ki bütün bunlar, tahakkümün doğrudan ve yalan temas
kurmayı gerektirdiği ve toprakların fethedilm esi, ilhakı ve
sömürgeleştirilm esi anlamına geldiği ağır m odem ite zama
nında gerçekleşti. Yayılmacılık (bir zamanlar imparatorluk
başkentlerinde oldukça popüler olan bir tarih görüşü, diffu-
sionism) akımının kurucusu ve en önem li kuramcısı Fried-
rich Ratzel, ahlaki olarak daha üstün olduklarına inandığı
güçlülerin daha fazla hakka sahip olması gerektiğini düşü
nüyordu (çünkü pasif taklitçiler her yerdeyken, uygarlık açı
sından yaratıcı dahilerin sayısı çok azdı) ve zamanının ruhu
nu çok iyi yakalamıştı. Söm ürgecilik yüzyılının eşiğinde yaz
dığı bir yazıda şöyle diyordu:
269
hızlı hareket edebilenler, oyunun galibi olur. H ız tahakküm
demekse, "toprağa el koymak, yerleşm ek ve kullanıma aç
mak”büyük bir engeldir - kazançtan çok, ağır bir sorumluluk
tur. Başkalarının mülkünü kendi fiilî egem enliği altına almak
dem ek, sermaye-yoğun, külfetli ve pek de karlı olmayan sa
yısız idari ve siyasi angarya, sorumluluk, taahhüt -v e hepsin
den önce, kendi hareket özgürlüğünü kısıtlam ak- demektir.
Vur kaç taktiğine ilk başvuran ve savaşı kazanan tarafın
sonunda kendini felç ettiğini düşünecek olursak, bu tür sa
vaşların devam edip etm eyeceğini kestirmek gü ç Küresel
seçkinlerin gücü, yerel/toprağa bağlı sorumluluklar almak
tan sıyrılma becerilerinden gelir ve küreselleşm e demek,
tam da bu tür yerel sorumluluklardan kaçmak, gerekli her
türlü idari ve hukuki görev ve sorumluluğu yerel otoritele
rin [ama yalnızca onların) üzerine yıkmak demektir.
Gerçekten de muzafferlerin şüpheye kapılmaya başla
dıklarım gösteren pek çok işaret m evcut. "Küresel polis gü
cü” stratejisinin bir kez daha masaya yatırılıp yeniden göz
den geçirilm esi gerekecek. Küresel seçkinlerin, birer sem t
karakoluna dönüşmüş ulus devletlerin üzerine yıkmak iste
diği görevlerin başında, komşular arasındaki kanlı çatışmala
ra çözüm bulmak var. Çözüm önerileri arasında kulağımıza
en çok çalınanı, yine “nüfus yoğunluğunun azaltılm ası” ve
“adem im erkeziyetçilik”, ülkelerin küresel hiyerarşideki yer
lerinin aşağı çekilm esi ve çözüm ün “asıl ait olduğu yere”
yani yerel savaş ağalarının ve (küresel şirketlerin ve küresel
leşm eyi desteklem ek isteyen hüküm etlerin alicenaplığı ya
da “ekonom ik çıkarları çok iyi çözümlemeleri" sayesinde)
savaş ağalarının kontrolündeki silahlara bırakılması önerisi
dir. Örneğin, Amerikan Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar
M erkezi kıdem li üyesi ve Pentagon’un değişken ruh halini
yıllarca yakından ve başarıyla takip eden Edward N. Lutt-
wak, (Guardian tarafından "en etkili basılı dergi” olarak ta
nımlanan) Foreign Affairs’in Temmuz-Ağustos 1999 sayısın
da “savaşa bir şans verin” çağrısında bulunm uştu. Luttvvak’a
270
göre savaşlar hepten kötü değildir, çünkü sonunda banş var
dır. Barış ise sadece “bütün savaşan taraflar bütün güçlerini
tükettiğinde veya taraflardan biri kesin olarak kazandığında”
gelir. En kötü şey, daha herkes ayaktayken ya da bir tarafın
zaferi kesinleşmem işken savaşı yarıda kesmektir (ki NATO
da yapmıştır bunu). Böyle durumlarda çatışmalar çözülm e
miş, sadece geçici olarak dondurulmuş olur ve çatışan taraf
lar bu ateşkes süresini yeniden silahlanmak, yeniden m evzi-
lenm ek ve taktiklerini gözden geçirmek için kullanırlar. D o
layısıyla, hem kendiniz hem de onların iyiliği için, “başkala
rının savaşına karışmayın”.
Luttwak’ın çağrısı kimilerince heves ve şükranla karşıla
nabilir. Her şeyden önce, “küreselleşm enin başka araçlarla
tesisi” söz konusu olduğunda, araya girmekten geri durmak
ve yıpratma savaşının kendiliğinden “doğal sonuna” ulaşma
sını beklem ek, savaşa doğrudan m üdahil olduğunuzda elde
edeceğiniz faydanın aynısını, ama müdahil olmanın ağır be
deli ve bizzat katlanılması gereken kötü sonuçlan olmaksı
zın getirecektir. Luttwak, insani yardım bahanesi altında sa
vaş başlatmanın yol açtığı vicdani rahatsızlığı yatıştırmak
amacıyla, askerî müdahalelerin olum lu bir sonuç almak için
pek uygun bir araç olmadığım söyler: “Büyük çaplı ve taraf
sız bir müdahale bile, niyetlendiği insani hedefi tutturmakta
başarısız olabilir. NATO hiçbir şey yapmamış olsaydı Koso-
valılann durumu şim di daha m ı iyi olurdu, diye sorulabilir.”
NATO güçleri günlük talim leriyle ilgilenip yerli halkı kendi
haline bırakmış olsaydı, m uhtem elen daha iyi olurdu.
Galip tarafın verilen karardan pişman olup, (resm î ola
rak bir başan sayılan) askerî m üdahaleyi sorgulamalarına yol
açan şey, tam da vur kaç taktiğinin savuşturması gereken so
nuçlardan, yani kurtarılan topraklan sevk ve idare zorunlu
luğundan kaçamamak olmuştur. Banş gücü askerlerinin Ko-
sova'ya girip yerleşm eleri çarpışan tarafların birbirlerini vu
rup öldürmelerini önlem iş olabilir, fakat taraftan birbirinden
uzakta, atış m enzili dışında tutm a görevi NATO güçlerim
yerdeki tatsız gerçeklerle cebelleşm eye zorlamış, gerçek ha
271
yatla yüzleşm elerini sağlamıştı. Konuya son derece hâkim ve
sağduyulu bir analist ve olasılıklar sanatı olarak görülen po
litikanın eski kurtlarından Henry Kissinger, bombalarla mah
volm uş topraklatın yeniden ıslahım üstlenm enin, başka bir
büyük hata olacağı uyarısında bulunm uştu.1Kissinger’ın işa
ret ettiği üzere bu plan “oradaki m üdahilliğim izi daha da
derinleştirecek ve bizi, herkesin birbirinden nefret ettiği ve
üstelik çok az stratejik çıkarımızın olduğu bir bölgenin jan
darması yapacak, ucu açık bir maceraya sürükleme riskini
taşımaktadır.” Ve “müdahil olmak”, “küreselleşm eyi başka
araçlarla tesis etm eyi” amaçlayan savaşların özenle kaçındığı
şeyin ta kendisidir! Sivil idare, diye ekler Kissinger, kaçınıl
maz olarak çatışmaya yol açacak ve bu oldukça pahalı ve
ahlaki olduğu şüpheli sorunu zor kullanarak çözm ek de yö
neticilerin üzerine düşecektir.
İşgalci güçlerin, üzerine bomba yağdırdığı insanlardan
daha iyi durumda olmayabileceklerini gösteren işaretler
m evcut. Bombardımanın kurtarmayı amaçladığı m ültecile
rin içinde düştüğü durumun tam tersine, geri dönenlerin du
rumu haber başlıklarında çok az yer bulmakta, fakat medya
yı takip edenlere ulaşmayı başaran haberler son derece kaygı
verici. Chris Bird, Priştine’den verdiği bir haberde şöyle di
yor: "NATO güçlerinin durumu kontrol altına almalarının
üzerinden sadece bir ay geçmişken, Kosova’daki Sırplara ve
Roman azınlığa yönelik şiddet dalgası ve intikam saldırılan,
bölgenin zaten hassas dengesini tehdit ediyor; Sırplara karşı
etnik tem izlik gelebilir.”2 Karadaki NATO güçleri, gittikçe
artan ve daha önce rahatlıkla tek bir kötü adama mal ettikle
ri ve sesten hızlı bombardıman uçaklanna m onte edilm iş TV
kameralanndan izlendiğinde kolayca çözülebilecekm iş gibi
görünen etnik nefretin aslında ne kadar çeşitli olduğu gerçeği
karşısında şaşkın ve ne yapacağım bilm ez bir durumda.
1. Bkz. Jean Clair, “De Guernlca i Beigrade", Le Monde, 21 Mayıs 1999, s. 16.
2. Newsweek, 21,1999.
272
Pek çok diğer gözlem ci gibi Jean Clair de Balkan Sava
şanın en yakın sonucunun, bütün bölgedeki dengelerin kök
lü ve kalıcı şekilde bozulm ası ve Makedonya, Arnavutluk,
Hırvatistan veya Bulgaristan tarzı genç ve kırılgan, ya da ha
len doğmayı bekleyen demokrasilerin yükselem eden çöküşü
olacağım düşünüyor.1 (D aniel Vem et, önem li Balkan siyasi
ve sosyal bilim cilerin bu konudaki görüşlerini topladığı "Bal
kanlar Sonu G elm eyecek Bir Acıyla Karşı Karşıya" başlıklı
yazısıyla aynı soruna parmak basar.2) Clair, aynca, ulus dev
letlerin köklerinden koparılmasının yol açtığı siyasi boşlu
ğun nasıl doldurulacağım da sorar. Araya m uhtem elen, ken
dilerini engelleyecek veya bölgeye bağımlı kılacak pürüzler
den kurtulacaklarına sevinen küresel pazar güçleri girecektir
fakat onlar da siyasi otoritenin yolduğunu veya kaybettiği
güçleri telafi etm ek istem eyecekler, isteseler de becerem e
yeceklerdir. Bölgeye tamamen hâkim, güçlü ve özgüvenli bir
ulus devletin yeniden inşası, onların işine gelmeyecektir.
M evcut soruna çözüm olarak önerilen çözüm ler arasın
da en popüler olam, “yeni bir Marshall Planadır. Son kaza
nılmış savaşı inatla sürdürmekle suçlananlar yalnızca gene
raller değildir. Fakat bu iş için ayırdığınız bütçe ne kadar
büyük olursa olsun, karşınıza çıkan her sorunu parayla çöze
m ezsiniz. Balkanlar sorunu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yurttaşlarıyla birlikte yeniden ayağa kalkmaya çalışan ulus
devletlerin sorunundan çarpıcı şekilde farklıdır. Kosova Sa
vaşı’nın ardından Balkanlar’da olan, yalnızca her şeyi tama
men sıfırdan başlayarak yeniden kurma işi değildir (zira Yu
goslavya diye bir şey kalmamıştı); savaştan daha da güçlen
m iş olarak çıkmış, hâlâ içten içe kaynayan, irinleşm iş etnisi-
teler arası şovenizm sorunuyla da uğraşmak gerekiyor. Bal-
kanlar’ı küresel pazarlar ağma dahil etm ek, tahammülsüzlük
273
ve nefreti yatıştırmada çok işe yaramaz çünkü böyle bir ha
reket, etnik gruplar arasındaki gerginliğin ana kaynağı olan
güvensizlik durumunu daha da pekiştirecektir. Örneğin Sırp
ların direnme güçlerinin zayıflamasının, onlara diş bileyen
komşularım yeni bir etnik tem izlik hareketine girişmeleri
yolunda cesaretlendirebileceği gibi gerçek bir tehlike söz
konusudur.
NATO politikacılarının, (Hannah Arendt’in ferasetle
adlandırdığı üzere) Balkanlar’daki "karışık halklar kuşağına”
özgü hassas ve karmaşık sorunları nasıl beceriksizce idare
ettiklerini düşünecek olursak, bedeli çok ağır yeni hatalar
silsilesinin geleceğini bekleyebiliriz. Başka bir m ülteci ve sı
ğınmacı dalgasının kendi seçm enlerinin refahım tehdit et
m eyeceğini garantileyen Avrupalı liderlerin, daha önce çok
kereler yaptıkları gibi Somali, Sudan, Ruanda, D oğu Timor
ve Afganistan’daki sorunlara ilgilerini yitireceklerini iddia
edenler pek de haksız sayılmaz. Bu durumda, cesetlerle dolu
bir yoldan dönüp dolaşıp tekrar başladığımız noktaya dön
müş oluruz. Uluslararası Azınlık Çalışmaları Enstitüsü baş
kanı Antonina Jelyazkova bu durumu güzel bir şekilde şöyle
dile getiriyor (V em et’den alıntıyla): “Azınlıklar sorununu
bombalarla çözem ezsiniz. Patlayan her bombayla, her iki ta
rafın da iblisleri zincirinden boşanır.”1M illiyetçi argümanları
destekleyen NATO, bölgede zaten rayından çıkmış m illiyet
çiliği daha fazla körüklemiş ve yeni soykırım girişimlerine
zem in hazırlamıştır. Bunun en ürkütücü sonuçlarından biri,
bölgedeki dillerin, kültürlerin ve dinlerin bir arada, huzur
içinde yaşama şanslarının hiç olmadığı kadar azalması ol
muştur. N iyet ne olursa olsun, gerçekten ahlaki bir eylem
den bekleyebileceğim iz her şeyin tersi sonuçlar alınmakta.
H enüz karar için erken olsa da nihai sonuç pek de iç
açıcı değildir. Etnik şiddet sorunlarını yeni “küresel polisiye
tedbirlerle” çözm eye çalışmak şu âna kadar, en iyimser te
1. Vem et, “Les Balkans faca au risque d’une tourm ente sans fin”.
274
rimle sonuçsuz kalmış, daha doğru bir ifadeyle geri tepm iş
tir. Acım asız küreselleşme, şu âna kadar çok dengesiz sonuç
lara yol açtı: Önce, yeniden dirilen etnik çatışmalar geldi,
fakat buna iyi gelecek ilaç henüz denem e (daha doğrusu
denem e yanılma) aşamasındaydı. ö y le görünüyor ki küre
selleşm enin en başardı olduğu konu, cemaatlerin birlikte,
barış içinde yaşamasmı sağlamak değil, cemaatler arası düş
manlığı daha da derinleştirmek.
Boşluğu doldurmak
Çokuluslular (yani, dünyanın dört bir yanma dağılmış
yerel bağlantdan ve çıkarları olan küresel şirketler) için “ide
al dünya”, “devletlerin olmadığı, ya da en azından küçük
devletlerin olduğu bir dünyadır,” diyordu Eric Hobsbawm.
“Petrolü yoksa eğer, bir devlet ne kadar küçük olursa o kadar
zayıf olur, dolayısıyla hüküm etlerini satın almak o kadar
ucuza mal olur.”
1. Eric Hobsbawm, “The rtation and globalization’'. ConsteUations, M art 1998, s. 4-5.
275
nakların) muhasebesini tutmadaki açık ve net beceriksizlik
leri, o hükümetlerin sadece kaçınılmaz olana boyun eğecek
lerinin değil, “küresel güçlerle” heves ve gayretle işbirliği
içine gireceklerinin de göstergesidir.
Anthony Giddens, dünyayı saran “modernizasyonu” ta
nımlamak için, önüne gelen her şeyi yıkıp yok eden, zapt
edilem ez dev juggemaut1 metaforunu kullanmıştı. Aynı m e
tafor günümüzdeki ekonom ik küreselleşm e için de kullanı
labilir: Ulusal hükümetlerin çoğu, küresel devleri makas de
ğiştirip önce kendi topraklarına gelsinler diye ikna etm ek,
kandırmak veya cezbetm ek için birbirleriyle yarıştığından
için aktörlerle, onların pasif nesnelerini ayırt etm ek gittikçe
zorlaşıyor. Bu hüküm etler arasmda yanşa girem eyecek kadar
yavaş, kafası ağır işleyen, uzağı göremeyen ya da yalnızca
fazlasıyla gururlu olanlar, sıra “tercihlerini bir şey satın alma
yarak gösteren” seçm enlerini ikna etm eye gelince kendileri
ni övecek bir şey bulamayacaklan için başlan fena elerde gi
recek ya da durumdan hoşnutsuz “dünya kamuoyu” tarafın
dan kınanıp dışlandıktan sonra, akıllan başlarına gelsin ve
düzene uysunlar diye bombardımana tutulacaktır.
Ulus devletlerin egem enlik ilkesi en nihayetinde itibar
sızlaştırılır ve uluslararası kanunnamelerden çıkarılırsa ve
eğer devletlerin direnme gücü kırılır ve bunun sonucunda
küresel güçlerin hesaplamalarına dahil edilm eleri gerekmez
se, “uluslar dünyasının” yerini uluslar üstü bir düzenin (küre
sel ekonom ik güçleri kontrol altında tutm ayı hedefleyen kü
resel bir siyasi dengeler sistem inin) alması olası senaryolar
dan sadece bir tanesidir. Bunun ardından, Pierre Bourdieu’nün
“güvencesizlik politikası” olarak adlandırdığı durumun dün
yaya yayılması, neredeyse aynı derecede olasıdır. D evlet ege
m enliğine vurulan darbe öldürücü sonuçlar verir, devlet
276
(hem Max W eber’in hem de Norbert Elias’ın devletin en
belirgin özelliği ve aynı zamanda modern akılcılığın ya da
uygar düzenin olmazsa olmaz paydası olarak gördüğü) cay
dırıcılık tekelini yitirirse; soykırımla sonuçlanma potansiyeli
olam da dahil, her türlü şiddet ortadan kalkmayabilir; şiddet,
sadece devlet seviyesinden “cemaat” (yeni kabile) seviyesine
inerek devlet tekelinden çıkmış olur.
(D eleuze/G uattari’nin m etaforunu kullanacak olursak)
kurumsal bir “arboretik” yapılar çerçevesinin olm adığı bir
durumda sosyallik, arsız kökler gibi etrafa yayılarak ve farklı
kalıcılık sürelerine sahip ve fakat istisnasız her örnekte den
gesiz, tartışmaya son derece açık ve —taraftarlarının ateşli,
çılgınca eylem leri dışında- sağlam bir tem elden yoksun olu
şumlar ortaya çıkararak "patlamaya hazır” dışavurumlarına
geri dönebilir. Çok yaygın olan dengesiz tem eller durumu
nun telafi edilm esi gerekir. Sadece “patlamaya hazır” bir ce
maatin sürekli varlığının tem ize çıkarabileceği ve gerçek an
lamda cezadan m uaf tutabileceği aktif bir suç ortaklığı bu
boşluğu doldurmak için en uygun adaydır. Patlamaya hazır
cemaatler doğmak için şiddete ihtiyaç duyar, hayatım sür
dürmek için şiddete ihtiyaç duyar. Cemaatin her bir üyesini,
savaş bittiğinde insanlık suçu olarak ilan edilip ağır şekilde
cezalandırılacağı neredeyse kesin olan suçlara ortak etm ek
için düşmanlara ve o düşmanların toplu bir şekilde cezalan
dırılmasına, işkenceden geçirilm esine ve sakat bırakılmasına
ihtiyaç duyarlar.
Yayımladığı sıra dışı araştırmalarında (Des Choses cachees
depuis lafoundation du morıde [Dünyanın Kuruluşundan Bu
Yana G izli Kalan Şeyler]; Le Bouc emissaire [G üçsüz İnsan];
La Vİolence et le sacre [Zor ve D insel]) Rene Girard cemaa
tin doğuşu ve varlık m ücadelesi sürecinde şiddetin rolü üze
rine oldukça kapsamlı bir kuram geliştirmiştir. Dışarıdan
bakıldığında barış ve huzur içinde bir arada yaşıyormuş gibi
görünen insanlara yakından bakınca, üstteki durgun yüzeyi
nin altında sürekli kaynayan bir şiddet potansiyeli olduğunu
görürüz; yapılması gereken şey, şiddetin yasak olduğu ko-
277
m ünal huzur adasını dış dünyadan yalıtmak için, söz konusu
potansiyeli cemaat sınırlarının ötesine yönlendirmektir. Bu
yapılm adığı takdirde cemaatin bütünlüğünü bozabilecek
olan şiddet, böylece cemaatin savunma silahına dönüşmüş
olur. Şiddetin bu dönüşmüş hali, vazgeçilem eyecek kadar
gereklidir; bir kurban ayini gibi, oldukça kapalı ve gizem li
fakat son derece katı kurallara göre bir günah keçisi seçilm e
li ve şiddet her seferinde yeniden ve yeniden sahnelenm eli-
dir. “Kurbanların etkililiğini belirleyen ortak bir payda var
dır.” Bu ortak payda:
278
mayan toplum dışı ya da marjinal bireylerdir. Bu bireyler
yabancı ya da düşman olarak görüldükleri sosyal konumla
rı, köleden hallice durumları, ya da sadece yaşlan yüzün
den topluma tam olarak entegre olamayan kurban adayla
rıdır.
1. RenĞ G irard, La Viohnce et fe sacri, Paris G rasset, 1972. Buradaki alına Patrick
Gregory’nin İngilizce çevirisindendir, Valence and the Sacred, Baltimore, Johns
Hopkins University Press, 1979 s. 8 ,1 2 ,1 3 .
279
insancıl ritüeli, gerçek kurbanlar yerine vekil kurbanların öl
dürülmesini koyma aşamasına gelem em iş müstakbel cema
atlere- bir m odel oluşturur. Cemaat hayatını “bağımsızlık
günü” m ucizesinin tekrar tekrar yaşandığı bir sürece dönüş
türen kurban ayininin şekli ne denli yüceltilm iş olursa olsun,
beklenti içindeki bütün cemaatler tarafından çıkarılan prag-
matik ders, incelikten ve törensel zarafetten yoksun edimler
doğurur.
îki: Varlığım sağlama almak ve saflarım sıkı tutmak için
“ilk cinayete” başvuran cem aat fikri, Girard’ın kendi deyi
miyle, tutarsızdır; ilk cinayet işlenm eden önce, sıklaştınlacak
saf ve güvence altına alınacak bir cemaat hayatı yoktu. (G i-
rard, kitabının 10. bölüm ünde kurban ayininde rastlanan
çok saydaki kopuş sem bolünü açıklarken buna da değinir:
“Cemaatin doğuşu, her şeyden önce, bir ayrılış eylemidir.”)
îç şiddeti (cemaatin, içeridekilerin huzurunu koruma adına
dışarıda kalanları öldürm esiyle) cemaat sınırlan dışına ted
birli bir şekilde sürükleme görüşü, nedensel açıklamaya bir
işlev kazandırmak için başvurulan bir diğer akıl çelici fakat
pek oluru görünmeyen bir çaredir. Dayanışma talebi ve saf
ların sıklaştırılması ihtiyacı yaratarak cem aate hayat veren
şey, ilk cinayetin ta kendisidir. Cemaat dayanışmasını gerek
li kılan ve her yıl, kurban ayinleriyle tekrar tekrar onaylanan
şey, ilk kurbanların meşruiyetidir.
Üç: Girard’m, “Kurban, intikam riski olmayan bir şiddet
eylem idir” (s. 13) görüşü eksiktir ve bunu bütünlem ek adı
na, kurban eylem ini etkili kılmak için risk yokluğunun özen
le gizlenm esi veya daha iyisi, kesin bir dille reddedilm esi
gerekliliğini hesaba katmak gerekir. Düşmanın, ilk cinayet
ten tam olarak ölm em iş olarak çıkması, her an mezarından
fırlamaya hazır bir zom bi gibi olması gerekir. Gerçekten ölü,
ya da yeniden dirilm e ihtim ali olmayan bir düşman yeterin
ce korkutucu olm az, dolayısıyla birlik ihtiyacım haldi çıkara
maz - ve etraftaki herkese, düşmanın kesin olarak öldüğü
dedikodularının bizatihi düşman propagandası olduğunu,
bunun da düşmanın hayatta ve hâlâ tehlikeli olduğunu ka-
280
mtladığmı hatırlatmak amacıyla sık sık kurban ayinleri dü
zenlenir.
Bosna Soykırımı üzerine yaptığı bir dizi hayranlık uyan
dırıcı çalışmasında Arne Johan Vetlesen, güvenilir (uzun
ömürlü ve em niyetli olduğunu üm it ettiğim iz) kurumsal te
m ellerin olmadığı durumlarda duruma müdahil olmayan,
ılım lı, tarafsız kalan bir seyircinin cemaatin en korkunç ve
nefret uyandıran düşmanı haline geldiğini belirtir. “Soykırım
yapanın gözünde, soykırıma seyirci kalanlar süregiden soykı
rımı [...] engellem e ihtim ali olan kişilerdir.”1 Benim de şunu
eklem em e izin verin: Seyirci kalanlann “seyirci” olarak var
lıkları, bu ihtim ali değerlendirip değerlendirmeyeceği, pat
lamaya hazır bir cemaatin raison d'Stre’ini2 bulduğu yegâne
önermeye -yani, “ya biz ya onlar" durumuna, “bizim ” sağ
kalmamız için “onların” topyekûn imhasının kaçınılmaz,
“onları” öldürmenin ise “bizim ” hayatım ızı sürdürmemizin
conditio sine qua non olduğu önerm esine- tehdittir. Buna ay
rıca, cemaat üyeliği herhangi bir şekilde önceden “bahşedil
m iş” ya da kurumsal olarak garantilenen bir durum olmadı
ğından, üyeliğe kabulün tek yolunun ve devam ı için yegâne
m eşru yöntem in “(dökülen) kanla vaftiz'’ olduğunu da ekle
m ek gerek. D evlet eliyle yapılan soykırımın (ve en önem lisi,
N azi Soykm m ı’nın) aksine, patlamaya hazır cemaatlerin do
ğum töreni olan türdeki soykırımlar uzmanlara em anet edi
lem ez veya uzm an birim lerin ya da birliklerin eline bırakıla
m az. N e kadar “düşmanın” öldürüldüğü pek önem li değildir;
öldürenlerin ne kadar çok olduğu daha önemlidir.
ö n em li olan başka bir konu da cinayetin açıkça, gündüz
gözüyle ve herkesin gözü önünde işlenm esi, failleri yalan
dan tanıyan görgü tanıklarının olmasıdır - bu sayede faille
rin kaçıp cezadan kurtulması ihtim ali ortadan kalkar ve bu
ilk suçtan doğan cemaat, faillerin sığınabileceği tek seçenek
281
olur. A m e Johan Vetlesen’in Bosna çalışmalarında tespit et
tiği gibi, etnik tem izlik:
282
cemaatleri özellikle korkutucu, düzen bozucu ve eli kanlı kı
lan, onlara hatırı sayılır bir soykırım potansiyeli bahşeden
özelliklerden biri, “bölgesel bağlantılarıdır”. Bu potansiyelin
izleri bizi akışkan m odem ite çağının bir başka paradoksuna
götürür. Bölgesellik, katı m odem itenin mekânsal saplantda-
nyla yalandan bağlantılıdır; onlardan beslenir ve karşılık ola
rak onların korunmasına ve eski hallerine dönmelerine katkı
da bulunur. Patlamaya hazır cemaatler ise, aksine, sıvılaşmış
m odem ite içinde kendi evinde gibidirler. Patlamaya hazır
sosyallik ile alansal emellerin karışımı bu nedenle çok sayıda
korkunç, kısır ve “uygunsuz” mutasyonla sonuçlanmaya
mahkûmdur. Mekânın fethi ve savunmasında (ki kural ola
rak, katı m odem ite dönemindeki çatışmalarda herkesin ele
geçirmeye çalıştığı şey, buydu) dönüşümlü olarak birbirinin
yerini alan “fajik” ve “emik” stratejiler, m odem itenin hafif/
akışkan/yazılımsal çeşidinin hâkim olduğu bir dünyada çarpı
cı şekilde yersiz (daha da önemlisi, “zamansız”) görünür; böy
le bir dünyada bu, kuralları uygulamak yerine normları kırar.
Kuşatılmış yerleşik düzen insanları yeni “göçebe” iktidar
oyununun kurallarını ve masaya koyduğu vaatleri reddeder
ler; bu, yükselm ekte olan küresel göçebe seçkinlerin anlaşıl
ması fazlasıyla güç (ve aynı zamanda son derece itici ve na
hoş) bulduğu ve tamamen geri kalmışlığın ve gericiliğin bir
göstergesi olarak gördüğü bir tavırdır. İş yüzleşmeye^ özellik
le de askerî anlamda yüzleşm eye gelince akışkan m odem
dünyanın göçebe seçkinleri yerleşik düzen insanlarının böl
gesel stratejilerini, kendi “uygar”askerî stratejileriyle karşılaş
tırıldığında “barbarca” olarak görürler. G ündem i belirleyen
ve bölgesel saplantıların hangi ölçüte göre sınıflandırılıp yar
gılanacağını dikte edenler, artık göçebe elitlerdir. Durum ter
sine dönmüştür: Yerleşik düzene geçen m uzaffer insanlar bir
zamanlar, göçebeleri barbar/vahşi tarihöncesine gömmek için
test edilip onaylanmış “krono-politika” silahına başvuruyor
du. Şimdi aynı silah, m ücadelenin yeni galibi göçebe seçkin
ler tarafından bölgesel egem enlik günlerinden artakalanlarla
m ücadelede ve o günleri hâlâ canla başla savunanlara karşı
kullanılıyor.
283
Bölgesel pratikleri gözden düşürmeyi hedefleyen göçe
b e elitler, halk desteğine güvenirler. Adına “etnik tem izlik”
denilen kitlesel sürgün/imha hareketlerinin uyandırdığı
öfke, bu hareketler ile gündelik durumlarda ve küçük ölçek
te de olsa hem en yanı başımızda -uygarlaştırıcı bir haçlı se
ferinin sürdüğü kentlerin her köşesinde- cereyan eden olay
ların büyütülm üş versiyonları arasındaki açıklaması zor ben
zerlik nedeniyle ikiye katlanır. “Etnik tem izlikçilerle” müca
dele ederek, bizi istenm eyen “yabancıları” gettolaştırmaya,
m ülteci ve sığınmacı yasalarım zorlaştıranlan alkışlamaya,
sokaklarımızın pis yabancılardan tem izlenm esini talep et
m eye ve güvenlik kameraları ve silahlı muhafızlarla çevrili
sığmaklar için gereken bedel neyse ödem eye yönelten "iç
kötülüklerim izden” arınırız. Yugoslavya savaşmda tarafların
şansları dikkat çekici şekilde birbirine yalandı; fark, bir taraf
hedeflerini açıkça ilan ederken, diğer tarafın bunu, becerik
sizce de olsa, gayretle gizlem esiydi. Sırplar, kendi bölgelerin
de yaşayan problem li Arnavut azınlığı topraklarından atmak
isterken, NATO ülkeleri, deyim yerindeyse, "aynıyla m isille
m ede bulundular”: NATO askerî müdahalesini başlatan ne
den, öncelikli olarak, diğer Avrupa ülkelerinin Arnavutları
Sırbistan topraklarında tutm a ve böylece hiç de hoş olmaya
cak bir göç dalgası tehdidini başlamadan önlem e isteğiydi.
Vestiyer cemaatler
N e var İd, özellikle akışkan m odem varoluşu içindeki
patlamaya hazır cemaat ile bölgesellik arasındaki bağlantı,
hiçbir şekilde gerekli ve evrensel değildir. Patlamaya hazır
cemaatlerin çoğu, dağılımları her ne kadar bölgesel olarak
izlenebilse de, akışkan m odem zamanların koşullarına son
derece uygundur: H er şeyden önce, tıpkı yoktan var ettikle
ri ve patlama ile yok oluş arasındaki o kısa sürede her türlü
riski göze alarak canlı tuttukları kimlikler gibi, bölge dışıdır
lar. Patlamaya hazır doğaları, akışkan m odem çağın kimlikle
riyle uyum içindedir. Söz konusu cemaatler, bu tür kimlikle
284
re benzer şekilde dengesiz, geçici ve “tek yönlü” ya da “tek
amaçlı” olma eğilimindedir. Onca öfkeye, gürültü patırtıya
rağmen, kısa ömürlüdürler. Güçlerini hayatta kalma sürele
rinden değil, paradoksal şekilde, istikrarsızlıklarından ve be
lirsiz geleceklerinden, kınlgan varoluşlarının bağıra çağıra
talep ettiği teyakkuz ve duygusal yatırımdan alır.
"Vestiyer cemaat” adı, bu tür cemaatlerin bazı karakte
ristik özelliklerini çok güzel yansıtır. Bir gösteriye gidenler,
duruma uygun giyinirler; bu, herkesin günlük hayatlarında
uymak durumunda olduğu kurallardan farklı, kılık kıyafetle
ilgili bir kural, o mekânda bulunmayı “özel bir vesile” yapa
rak duruma ayrıcalık kazandıran, ziyaretçiler arasındaki
farkları, dışarıdaki hayatlarından farklı olarak, orada bulun
dukları sürece kaldırarak herkesi tek tip hale getiren bir
edimdir. Oradakileri bir araya getiren, o akşam sahnede ser
gilenecek gösteridir - gün boyunca kimin ne yaptığı, neyle
ilgilendiği önem li değildir. Salona girm eden önce herkes,
dışarıda giydiği palto veya anorağım çıkanp vestiyere bırakır
(dolu olan askı ve askılıkları sayarak salonun ne kadar dolu
olduğunu görmek ve gösterinin o akşamki akıbetini kestir
m ek mümkündür). Program boyunca herkesin gözü, dolayı
sıyla dikkati sahne üzerindedir. Sanki daha önceden yazılm ış
ve yönetiliyorm uş gibi herkes aynı anda neşelenip üzülür,
kahkaha atıp sessizliğe gömülür, alkışlar, onay ya da şaşkınlık
ünlem leri çıkarır. Fakat perde son defa kapandıktan sonra
herkes vestiyere gidip eşyalarım alır; sokak giysileri bir kere
üste giyildi m i herkes kendi gündelik, sıradan hayatına geri
döner ve birkaç dakika sonra sokaktaki çok renkli insanların
araşma geri dönmüş olur.
Vestiyer cemaatlerin, normalde birbirinden çok farklı bi
reylerin içinde saklı beklentilere hitap eden ve başka beklen
tilerini -bir araya getirmek yerine ayıran beklentileri- bir ke
nara koyarak, beklem eye alarak ya da tamamen ortadan kal
dırarak onları belli bir süreliğine bir arada tutacak seyirlik bir
olaya ihtiyacı vardır. Gösteriler, bir vestiyer cemaatin kısa
ömürlü varoluşunun vesilesidirler ve bireysel endişeleri bir
285
araya getirip eriterek “grup çıkarına” dönüştürmezler; söz ko
nusu endişelerin sayısı artar, fakat nitelikleri değişmez ve gös
terinin uyandırabileceği paylaşma yanılsaması, sahnedeki
performansın yarattığı heyecandan daha uzun ömürlü olmaz.
Ağır/katı/donanımsal m odem çağdaki “ortak davanın”
yerini gösteriler almıştır - bu durumun, yeni tarz kimliklerin
doğası açısından büyük önem i vardır ve kimlik sürecine za
man zaman eşlik eden duygusal gerilimleri ve travma yara
tan saldırgan tutumları anlamamıza büyük katkıda bulunur.
Tartıştığımız cemaatlere uygun bir başka isim ise, “kar
naval” cemaatleridir. Bu tür cemaatler, her şeyden önce gün
delik kaygılarımıza, kendi can sıkıcı problemlerinden kendi
imkânlarıyla kurtulmaya ikna edilen veya zorlanan de jure
bireylerin bezdirici koşullarına geçici bir rahatlama sağlarlar.
Patlamaya hazır cemaatler gündelik yalnızlığım ızın m ono
ton gidişatım kıran etkinliklerdir, bütün karnaval etkinlikleri
gibi [insanların içinde] birikmiş gerilim i boşaltırlar ve karna
val süresince eğlenip coşanların, eğlence biter bitm ez geri
dönm ek durumunda oldukları gündelik yaşama daha iyi
katlanmalarım sağlarlar. Ve Ludwig W ittgenstein’m derin
m elankolik felsefî düşüncelerindeki gibi “her şeyi daha önce
olduğu gibi” (yani, yaralı kurbanları ve “sivil kayıp” olmaktan
kurtulanların ruhlarında açılan ahlaki yaralan hesaba kat
mazsak) bırakıp giderler.
İster “vestiyer” ister “karnaval” türü olsun patlamaya ha
zır cemaatler, akışkan m odem ite manzarasının en az de jure
bireylerin özde yalnız varoluşlan ve onlann de facto birey se
viyesine çıkmak için gösterdikleri gayretkeş ama nafile çaba
kadar vazgeçilm ez bir parçasıdır. Seyirlik gösteriler, vestiyer
deki askılar ve askılıklar ile kalabalıklan kendine çeken kar
naval panayırlan o kadar çok ve çeşitlidir ki herkesin meşre
bine uygun bir şey bulunur. H uxley’vari cesur yeni dünya
Orvvell’yen 1984’ten “beş dakikalık (kamulaştırılmış) nefret”
taktiğini ödünç alarak onu, kurnazca ve akıllıca bir hareketle,
“beş dakikalık (kamulaştırılmış) hayranlık” ile tamamlamıştır.
Gazetelerin birinci sayfalan ve televizyon haberlerinin ilk
286
dakikaları aynı bayrak altında toplanıp (sanal) om uz (sanal)
om uza yürüme çağrısı yapıyorlar. Bize önerdikleri şey ise,
aynı anda hem (kim i zaman ahlaki ama çoğunlukla ahlak dışı
ya da ahlakla tamamen ilgisiz olmayan türden bir) panik
hem coşku duygusuyla bir itilip bir çekilen sanal cemaatlerin
etrafında kenetleneceği sanal bir “ortak amaç”.
Vestiyer/kamaval cemaatlerin bir etkisi de, öykündükle
ri ve (yanıltıcı bir şekilde) çoğaltma veya sıfırdan yeniden
üretm e sözü verdiği “hakiki” (yani, kapsandı ve kalıcı) cema
atlerin yoğuşarak sıvıya dönmesini engellem ek olmuştur.
Sosyallik dürtüsünün el değmemiş enerjisini yoğunlaştırmak
yerine dağıtırlar ve durumu, örneklerine az rastlanan uyumlu
ve ahenkli kolektif taahhütlerle telafi etm eye çalışırlar; böy-
lece, yalnızlığın sürdürülmesine katkıda bulunm uş olurlar.
De jure bireyin yazgısı ile de facto bireyin alın yazısı ara
sındaki kapanmamış ve kapanması da mümkün olmayacak
gibi görünen boşluğun neden olduğu acdara çare olmaktan
çok uzak bulunan [vestiyer cem aatler], akışkan m odem ite
koşullarına özgü toplum sal çalkantıların işareti ve bazen de
nedenidirler.
287
288
Sonsöz Niyetine
Yazmaya, Sosyolojiyle İlgili Yazmaya Dair
289
nen “gizli kalmışlar” değildir; bunlar, daha ziyade, şairin yık
mak için yola çıktığı duvarın parçalandır. Aşikâr olam, zaten
herkesin bildiğini tekrar eden şair, düzmece bir şairdir, der
Kundera.
Fakat eğer varsa, şairlerin zanaatı ile sosyologların işi ara
sında ne gibi bir ilişki vardır? Biz sosyologlar çok nadiren şiir
yazanz. (Yazanlar da profesyonel uğraşlarımızdan uzaklaşıp
“izne çıktıklannda” yazarlar.) “Düzm ece şairlerin” kaderini
paylaşmak ve “düzm ece sosyologlar” olmak istemiyorsak,
gerçek şairlere olabildiğince yaklaşmamız gerekir; bu neden
le, göz önünde ve aşikâr olamn duvanm, inananlarının sayısı
doğruluğunun kanıtı olarak görülen ideolojik iklim in duvar
larını delm ek bizim de görevimiz olmalıdır. Bu tür duvarları
alaşağı etm ek şairlerin olduğu kadar, aynı nedenden dolayı,
sosyologların da işidir: Potansiyellerin etrafim duvarla çevir
mek, insanın gerçek potansiyelini gizlerken, onun aslında gö
ründüğü gibi olmadığının ortaya çıkmasını da engeller.
Şairin aradığı dizeler, m uhtem elen hep “oradaydı”. N e
var ki insanın tarihin ortaya çıkardığı potansiyeli için aynı
şeyi söyleyem eyiz. İnsan -tarihin hem yaratıcısı hem nesne
si, hem kahramanı hem kurbanı olan insan- gerçekten de
sonsuza kadar hep aynı miktarda ve ortaya çıkmak için doğ
ru zamanı bekleyen potansiyelleri m i taşır yanında? Ya da
daha çok, insanlık tarihi söz konusu olduğunda keşif ile ya
ratma arasında fark yok hükmünde ve anlamsız mıdır? Ta
rih, insamn sonu gelm eyen yaratım süreci ise; aynı nedenden
dolayı (ve ayrıca), insanın kendini keşif süreci de değil m i
dir? Hep daha yeni potansiyellerin açığa çıkanlması/yaratd-
ması, çoktan keşfedilm iş ve gerçekleştirilmiş potansiyeller
listesini genişletm e eğilim i, insanın eskiden beri “her daim
m evcut” olan yegâne potansiyeli midir? Yeni potansiyelin
tarih tarafından yoktan var edildiği m i yoksa “sadece” açığa
çıkarıldığı m ı sorusu, hiç şüphesiz, duruma bilim sel açıdan
yaklaşan pek çok kişi için “can suyu” gibiydi; bizzat tarih için
bir cevap gerekmez ve tarih, herhangi bir cevap olmadan da
gayet güzel idare edebilir.
290
Niklas Luhmann’ın sosyolog meslektaşlarına bıraktığı en
çığır açıcı ve değerli miras, insanlık durumunun özünü kav
ramak ve kapsamak anlamında kullandığı autopoiesis -yani
(Yunancada, eylem in kaynağı değil de nesnesi olarak acı çek
m ek anlamındaki naaxsirj sözcüğünün zıt anlamlısı olan ve
yapmak, yaratmak, şekil vermek, etkili olmak anlamına ge
len îcoıeitj sözcüğünden türeyen) kendi kendini yaratm a-
kavramı olmuştur. Bu terim in seçilm esi bile, kendi içinde,
tarih ile şiir arasındaki (seçilm iş hısım lık bağından ziyade
kalıtımsal akrabalığa daha yakın) bağlantının yoksa yaratıl
ması, varsa ortaya çıkarılmasıdır. Şiir ile tarih, birbirine para
lel (ama Bolyai ile Lobacçevski geom etrisinin Euclides-dışı
evreninde var olan paralel) akan iki deredir. Bu dereler insan
potansiyelinin autopoiesis dereleridir; bu derelerde yoktan
yaratma, keşfin alabileceği yegâne biçim , kendi kendini keşif
ise en tem el yaratma eylemidir.
İnsanın içinden sosyolojinin, bu ikisine paralel akan
üçüncü bir dere olduğunu söylem ek geliyor. Ya da en azın
dan, anlamaya ve anlatmaya çalıştığı insanlık durumunun
sınırlan içinde kalacaksa, paralel akmak durumundadır; baş
langıcından beri olmaya çalıştığı şey de buydu - fakat görü
nürde aşılamaz gibi görünen ve henüz yıkılmamış duvarlan,
insan potansiyelinin nihai sınırlan olarak görme yanılgısına
düştüğünden ve garnizon kom utanlan ile onlann komutası
altındaki birlikleri, yasak bölge olarak ayırdıklan yerlerin et
rafına çektikleri sınırlann hiçbir surette ihlal edilm eyeceği
konusunda ikna etm ek için uğraştığından, bunu denem e gi
rişimleri her seferinde sekteye uğramaktadır.
291
şair ve ressam ulus olma ruhunun yeni açan narin tomurcuk
larım besleyip büyütmedeki, uzun zaman önce ölmüş m illi
gelenekleri hayata döndürme ya da yeni baştan yaratmadaki
ve bir ulus olduğunun henüz tam olarak farkına varmamış
ulusuna kahraman atalarının hikâyelerini, türkülerini, tasvir
lerini ve isim lerini -ortaklaşa paylaşılacak, sevilecek ve bağra
basılacak, bu sayede sadece aynı fiziksel ortamda bir arada
yaşama durumunu alıp, ortak aidiyet durumuna yükseltecek,
geçmiş kuşaklan yâd ederek ve miraslarına sahip çıkmaya teş
vik ederek yaşayanların gözünü aidiyet duygusunun güzellik
lerine ve huzuruna açacak bir şey- sunmadaki kendi misyon
larım keşfediyorlardı. Böyle bir ortamda de M usset’nin lafim
esirgemeyen yargısında, bir başkaldırının ve harekete geçme
çağrısının bütün işaretleri vardı: Yazar yoldaşlarım sıkı koru
nan sınırların ve tepelem e silah dolu siperlerin politikacıla
rından, peygamberlerinden ve vaizlerinden oluşan kuruluşla
işbirliği içine girmemeye çağırıyordu. D e M usset’nin, m illi
yetçi politikacıların ve saray ideologlanm n kurmaya kararlı
olduğu türden kardeşliklerin, kendi kardeşlerinin başını yem e
potansiyellerinin farkında olup olmadığım ya da sözlerinin,
bir entelektüelin dar ufuklara, ilerlem enin durduğu dönem
lere ve dar dünya görüşlerine karşı duyduğu tiksinti ve rahat
sızlığın bir ifadesi olup olmadığım bilmiyorum. N e olursa
olsun, yazdıklarını şim di, geçmişin bilincinde olarak, etnik
temizliklerin, soykırımların ve toplu mezarların kan lekele
riyle kirlenmiş büyüteçten bakarak bir kere daha okuduğu
muzda M usset’nin sözlerinin güncelliğinden, meydan oku
yan tavrından ve önem inden olduğu kadar orijinal m uhalif
ruhundan da hiçbir şey kaybetmediğini görürüz. O zaman
olduğu gibi bugün de yazarlık misyonunun tam kalbini he
defliyor ve her yazarın raison d’etre’i için can alıcı olan soru
yu sorarak vicdanlarım sorguluyor.
D e M usset’den yüz elli yıl kadar sonra, yaşayan İspanyol
yazarlarının m uhtem elen en iyisi Juan Goytisolo, konuyu bü
kere daha ele alır. Son söyleşilerinden birinde (“Les batailles
de Juan G oytisolo”, Le Monde, 12 Şubat 1999), Katolik din
292
darlık adına ve engizisyonun etkisi altında son derece kısıt
layıcı bir ulusal kimlik anlayışını kabul etm esinin ardından,
on altıncı yüzyılın sonlarına doğru, îspanya’nm “kültürel ba
kımdan bir çöle” dönüştüğünü söyler. G oytisolo’nun İspan
yolca yazdığım, ama uzun yıllar Fransa ve ABD’de yaşadık
tan sonra sonunda Fas’a yerleştiğini hatırlatmama izin verin.
Ve başka hiçbir İspanyol yazarın Arapçaya çevrilen onunki
kadar eseri olmadığım da belirteyim . N eden mi? G oytisolo
bu konuda çok net. Şöyle açıklıyor: “Yakınlık da m esafe de
ayrıcalıklı bir durum yaratır. İkisi de gereklidir.” Farklı ne
denlerle de olsa her iki hal, [G oytisolo’nun] anadili olan İs
panyolca ile sonradan edindiği Arapça, Fransızca ve İngiliz
ceyle -yani, seçilm iş ikame yurtlan olm uş ülkelerin dilleriy
le - ilişkisinde varlıklarım net bir şekilde hissettirir.
Yaşamının büyük bir kısmım İspanya’dan uzakta geçiren
G oytisolo için İspanyolca her zaman elinin altında olan ve
düşünmeden kullanabileceği günlük, olağan ve sıradan ileti
şim dili olmaktan çıkmıştı. Çocukluğunun diliyle yakınlığı
bozulmadan sürüyordu, fakat şimdi araya m esafe girmişti. İs
panyol dili “sürgündeki anavatanı", içeriden hissettiği ve ya
şadığı, fakat -aynı zamanda uzakta kaldığı için - sürprizler ve
heyecan verici keşiflerle dolu bir ülkeydi. H em açık tuzaklar
la hem de dilin günlük kullanımında görünmez durumda
bulunan el değmemiş olasılıklarla dolu, daha önce var olduğu
bile bilinm eyen bir esneklik sergileyen, yaratıcı girişimi kabul
ve davet eden bu yakın/uzak ülke, soğukkanlı, m esafeli sine
İra et studio irdelem eye son derece müsaittir. G oytisolo’nun
bir dile düşünmeden, neredeyse bir refleks olarak d a lm a n ın
-k i sürgünde olma hali, böyle bir dalışı imkânsız kılar- tehli
kelerle dolu olduğunun bilincine varmasını sağlayan şey, ya
kınlık ile uzaklığın bu birleşim i olmuştur: “Kişi sadece şu an
da yaşarsa, anla birlikte geçip gitmeyi göze almış demektir.”
G oytisolo’nun durmaksızın geçip giden şimdinin ötesine ge
çebilm esi ve îspanyolcasını başka bir durumda yapamayacağı
kadar zenginleştirebilmesi, anadiline bu “dışarıdan”, mesafeli
bakışı sayesinde mümkün olmuştur. Güncel İspanyolcada ar
293
tık kullanılmayan, eski terimleri şiirlerine ve düzyazılarına
yeniden sokmuş ve bu şekilde onların üzerinde biriken tozu
üflem iş, zamanın küfünü tem izlem iş ve sözcüklere yeni, da*
ha varlığından kimsenin haberdar olmadığı (ya da çoktan
unutulm uş) bir canlılık kazandırmıştır.
Jacques Derrida, Catherine Malabou ile birlikte yazdığı
Conlre-aUee [Yanyol] kitabında okurlarım gidiş içinde düşün
m eye -veya daha doğrusu “gidiş halini düşünm eye”- çağırır.
Yapmamızı istediği şey o benzersiz ayrılma, kişinin evim de
diği yerden uzaklara gitm e, “bilinm eyenin” içinde saklı (geri
dönm em e riski dahil) bütün riskleri, zevkleri ve tehlikeleri
göze alarak uzaklaşma eylem ini düşünmemizdir.
Derrida, “uzakta olma” durumuna takıntılı bir ilgi du
yar. Bu takıntının 1942’de, Kuzey Afrika V ichy yönetim inin,
Yahudi öğrencilerin okullardan uzaklaştırılması karan üzeri
ne on iki yaşındaki Jacques’m okulundan atılmasıyla birlikte
doğduğunu düşünebiliriz. Derrida’mn “bitm eyen sürgünü”
böyle başlamıştı. O günden bu yana Derrida, Fransa ile ABD
arasında ikiye bölünm üş bir yaşam sürmektedir. ABD'de
Fransız’dır. Fransa’da ise bir pied noir'âu1; ne kaçlar uğraşırsa
uğraşsın, çocukluğundan kalan Cezayir aksam bu Sorbonne
profesörünün zarif Fransızcasının altından sık sık kendini
gösterir. (Bazılarına göre Derrida bu nedenle sözün karşısın
da yazıyı yüceltm ektedir ve etiyolojik üstünlük m itini, bu
aksiyolojik savı desteklem ek üzere kurmuştur.) Derrida, kül
türel açıdan “devletsiz” kalacaktı. Bu, kültürel bir anayurdu
olmadığı anlamına gelmiyordu. Tam tersine; “kültürel olarak
devletsiz” olmak, birden fazla anayurda sahip olmak, kültür
ler kavşağının tam üstünde kendine bir yuva kurmak de
mektir. Derrida bir meteque, yani kültürel bir m elezdi ve hep
öyle kaldı. “Kavşaktaki evinin” m alzem esi dildi.
Kültürler kavşağı üzerine ev inşa etm ek dili, başka bir
yerde nadiren geçebildiği testlere tabi tutm ak, başka du
1. (Fr.) Kara ayak. Özettikle 1962’den önce Cezayir'de doğmuş malez ya da safkan
Fransızlar için küçük düşürücü bir tanım. (Ç.N.)
294
rumlarda dikkat çekm eyen niteliklerini net bir şekilde gör
mek, hangi dilin verdiği sözü tutabildiğini, asla tutamayaca
ğı hangi vaatlerde bulunduğunu anlamak için en iyi durum
dur. Anlamın (bkz. L'Ûcriture et la difference [Yazı ve Ayrım])
içkin çoğulluğu ve belirsizliği, kökenlerin yaygın katışkısı
(saf olmama hali, bkz. Gramatoloji) ve iletişim in sürekli bir
şekilde başansız olması (bkz. La Carte Postale) ile ilgili en
heyecan verici ve zihin açıcı haberler-Christian Delacampag-
ne’nin, Le Monde’un 12 Mart 1999 tarihli nüshasında belirt
tiği gib i- kavşaktaki bu evden gelir.
G oytisolo ile D enida, de M usset’nin söylediğinden çok
farklı şeyler söylüyordu: R om ana ile felsefecinin görüş birli
ğine vardığı nokta, büyük sanat eserlerinin anayurdu olmadı
ğı düşüncesinin yanlışlığı - sanatın, tıpkı sanatçı gibi, çok sa
yıda anayurdu olabileceği ve olduğudur. Durum evsizlikten
çok, birden fazla evde ve her birinin aynı zamanda hem için
de hem dışında olmak, yakıldığı dışarıdan bakan birinin eleş
tirel bakışıyla, müdahil olmayı olayların dışında kalmakla
harmanlamak durumudur ve sabit, yerleşik bir hayat sürdü
renler bu numarayı kolay öğrenemez. Sürgünde olan -teknik
açıdan sürgünde olaıi, yani bir yerde bulunan, ama oraya ait
olmayan kişi durum u- bu numarayı hem en ve çok rahat öğ
renir. Bu durumdan kaynaklanan (aslında durumun kendisi
olan) sınırlamalardan kurtulmuş olma hali anadilin, kuşaklar
arasında kesintisiz süregiden bir iletişim akışı ve çözülm üş
hallerinden her daim daha zengin olan ve her seferinde yeni
den açılmayı bekleyen mesajlar hâzinesi olduğunu gösterir.
George Steiner, gelmiş geçmiş en büyük çağdaş yazarlar
olarak Samuel Beckett, Jorge Luis Borges ve Vladimir Naba-
kov’un adım sayar. Ortak noktalan ve onlan büyük yapan
özellikleri, der, hepsinin de bir tek değil, birkaç dil evreninde,
sanki evlerindeymişçesine aynı rahatlıkta hareket edebilm ele
ridir. (Burada bir hatırlatma iyi olacaktır. “D il evreni”, pleonas-
tik bir terimdir: İçinde yaşadığımız evren, dilseldir -yani, söz
cüklerden yapılm ıştır- ve öyle olmak durumundadır. Sözcük
ler, görünmeyenin karanlık denizindeki görünür adacıklan
aydınlatır ve önem siz olanın şekilsiz yığını içine dağılmış ba
295
ğıntı noktalannı görünür kılar. Dünyayı isimlendirilebilir di
limlere bölen ve bunların arasındaki akrabalıkları veya düş
manca ilişkileri, yakınlıklan ve uzaklıklan, birbirlerine yakın
laşmalarım veya karşılıklı yabancılaşmalarım ortaya çıkaran
şey, sözcüklerdir - ve sahada tek başlarına oldukları sürece,
insan elinden çıkmış bu türden her şeyi gerçeklik, var olan
yegâne gerçeklik mertebesine yükseltirler.) Herhangi bir ev
renin muazzam ve yıkılmaz görünen yapısının ardındaki in
san yaratıcılığım gözucuyla da olsa görmek ve -bütün kanun
ları ve gereklilikleriyle birlikte- doğa düşüncesine vâkıf olmak
isteyen insanın ne kadar yoğun bir kültürel çaba harcaması
gerektiğim keşfetmek İçin kişinin birden fazla evrende yaşa
ması, bulunmuş olması, birden fazla evreni yakından tanıma
sı gerekir; bütün bunlar, en nihayetinde^ bu kültürel çabaya
bilerek ve isteyerek, risklerin ve engellerin yanı sıra olanakların
sınırsızlığının da farkında olarak katılabilmemizi sağlayacak
seviyede cesaret ve kararlılığa ulaşmak için gereklidir.
Yaratmak (ve keşfetm ek) bir kurak yıkmak demektir;
kurala uymak sıradandır, bir özelliği yoktur - bir yaratı edim i
değildir. Sürgünde olan için kurallara uymama, bir özgür ira
de m eselesi değil, kaçınılmaz bir durumdur. Sürgündekiler,
gittikleri ülkedeki m evcut kanun ve kuralları yeterince bil
medikleri gibi, kendilerine gerçek ve [tecrübeyle] onaylı gel
m ediği için onlara gerekli ciddiyetle de yaklaşamazlar. Kendi
ülkelerinde, sürgün edilm elerine neden olan eylem leri, kural
lara uymayacak sonraki günahkârların aleyhlerinde delil ola
rak kullanılabilecek bir ilk günah olarak kaydedilmiştir. İster
yapılan isterse yapılmayan bir şey nedeniyle olsun, kurallara
uymamak, sürgünün alametifarikasıdır. Sürgüne gidilen ül
kelerin yerlileri sürgünleri bu nedenle kolay kolay bağıma
basmaz. Fakat ilginç bir çelişkidir ki sürgünler, gittikleri bü
tün ülkelere, oranın yerlilerinin çok ihtiyaç duyduğu ama ih
tiyaç duyduklarının farkında olmadıkları, yabana birinden
almayı hiç beklemedikleri hediyeler götürürler.
Şu noktayı açıklamama izin verin. Burada tartıştığımız
“sürgün” illa ki fiziksel, bedensel yer değiştirme durumu de
296
m ek değil. Kişinin kendi ülkesini terk edip bir başkasına yer
leşm esi anlamını içerebilir, fakat böyle olmayabilir de. Chris-
tine Brook-Rose’un (Exsul [Sürgün] başlıkh makalesinde)
ifade ettiği gibi, her türlü sürgünün, özellikle yazarın sürgü
nünün, en belirgin özelliği, entegrasyona (yeni kültürle bü
tünleşm eye) karşı gösterilen dirençtir - mekânsal olarak inat
la sürüden ayn durmak, ne gelinen ülkedeki ne de varılan
ülkedeki mekânlara benzeyen tamamen farklı, kendine özgü
mekânlar kurmaktır. Sürgünde olan, belli herhangi bir fizik
sel mekânla ilişkisi ya da bir dizi fiziksel mekân arasındaki
karşıtlığa göre değil, mekâna karşı takındığı özerk tutum a
göre tanımlanır. “En nihayetinde,” diye sorar Brook-Rose:
297
sağlayabilir. “Kökleşme, bir yere kök salma” durumu, yalnızca
dinamik bir durum olabilir -e n tem el, başlangıç eylem ini,
yani “yolda olma”, “kendini uzaklaştırma” eylem ini sürekli
olarak tekrar ederek- her gün yeniden belirlenip yeniden ku
rulması gerekir. H epim izi -günüm üz dünyasında yaşayanlan-
göçebelerle karşılaştıran Jacques A ttali (Chemins de sagesse,
[Bilgelik Yolu] 1996), az eşyayla yolculuk eden ve yolda kar
şılaştıkları yabancılara karşı nazik, dostça ve konukseverlikle
davranan göçebelerin, aynca, konakladıkları yerleri çevrele
yen duvarlar veya savunma hendekleri olmadığım unutma
maları, sürekli olarak tetikte olmaları gerektiğini belirtir. Gö
çebeler dünyasında göçebelerin, her şeyden önce, sürekli bir
“yönelim sizlik” [disorientation] içinde olmaya, nereye gittiği
ve ne kadar süreceğini bilmedikleri yollarda yolculuk yapma
ya, bir sonraki dönüşten ya da kavşaktan öteye pek bakma
maya alışmak durumundadırlar; bütün dikkatlerini, karanlık
basmadan aşmak zorunda oldukları o kısa yol parçasına ver
meleri gerekir.
Yaşamlarım "geçirgen bir gerçeklik" içinde geçirm eye
yazgılı “kırılgan bireyler” ince buz üzerinde kayıyor gibi his
sederler; Ralph Waldo Emerson’ın Prudettce [Sağduyu] adlı
denem esinde belirttiği gibi, “ince buz üzerinde kayarken tek
güvencem iz, hızım ızdır”. Kırılgan olsun olmasın bireyler gü
venliğe ihtiyaç duyarlar, güvenlik ararlar ve bu nedenle, yap
tıkları her şeyde hızlı hareket etm eye çabalarlar. H ızlı koşu
cular arasında koşarken yavaşlamak, geride kalmak dem ek
tir; ince buz üzerinde koşuyorsanız, yavaşlamak boğulm a
riskini göre almak demektir. Dolayısıyla hız, sağkalım için
gerekli değerler arasında üst sıralara tırmanır.
Bununla birlikte hız inşam düşünmeye, daha doğrusu
ileriye yönelik, uzun vadeli düşünmeye yönelten bir şey de
ğildir. Düşünm ek için durup nefeslenmek, “acele etm em ek”,
ulaşılan noktayı ve oraya ulaşmanın getirdiklerini (ya da du
ruma göre götürdüklerini) dikkatle inceleyerek, o âna kadar
atılmış adımlan yeniden değerlendirmek gerekir. Düşünmek,
dikkati o anda yapılan işten, yani koşma ve belli bir hızı tut
298
turma hedefinden uzaklaştırır. Ve düşünme olmazsa, geçir
gen dünyadaki kırılgan bireyin yazgJt olduğu ince buz üze
rinde kayma eylem i, ulaşılması gereken hedef zannedilebilir.
Kişinin kaderini \fate] yazgısı [destiny] sanması, Max
Scheler’in O rdo amoris'inde [Aşk Sırası] ısrarla belirttiği gibi,
ciddi bir hatadır: “Kişinin yazgısı kaderi değildir [...] Yazgı ile
kaderin aynı şey olduğunu söyleyen önerme^ fatalizm yakış
tırmasını hak ediyordur.” Fatalizm bir akıl sürçmesidir, çünkü
tem elde kaderin “doğal ve kavranabilir bir kökeni” vardır. Da
hası, kader bir hür irade, özellikle de bireysel bir hür irade
sorunu olmasa da, “bir tek kişinin ya da bir topluluğun yaşa
mından doğar ve büyüf. Kader ile yazgı arasındaki farkı ve
m esafeyi görmek, fatalizm tuzağına düşmemek için kişinin
ihtiyacı olan kaynaklar, ince buz üzerinde koşarken kolayca
ulaşılabilecek kaynaklar değildir; düşünmek için bir molaya,
ilerisini görebilmesine yetecek kadar uzun bir m esafeye ihti
yacı vardır. Scheler, “Yazgımızın imgesi, ondan uzaklaştığımız
her seferinde bıraktığımız izlerde görünür hale gelir," diye
hatırlatır. Ö te yandan fatalizm, kendi kendini doğrulayan bir
tavırdır: "Uzaklaşmayı”, düşünmenin o sine qua mm koşulu
nu işe yaramaz ve uğraşmaya değm ez gösterir.
Yazgı ile kaderi birbirinden ayırmak, yazgıyı kaderden
kurtarmak, kadere karşı çıkabilsin diye yazgıyı özgürleştir
m ek - bunun için araya m esafe koymak, ağır ağır ilerlemek:
Sosyolojinin işi budur. Ve üstlendikleri işi -kaderlerim - yap
tıklarının bilincinde, isteyerek ve içtenlikle yazgıları olarak
yeniden biçim lendirm ek istiyorlarsa, sosyologların yapabile
ceği de budur.
299
Bu olasılığın sonunda bir soru işareti olmasının nedeni,
tartışma kapısının kasten kapanmış ve bilgiye dayalı bir karar
verilmesinin yasaklanmış olması değildir. Düşüncenin özgür
ce ifade edilm esi ve ortak sorunlar üzerinde tartışmak üzere
bir araya gelip toplanmak, tarihin hiçbir dönem inde şimdiki
kadar tam ve koşulsuz olmamıştır, ö n em li olan nokta, Beck’
in bir an önce gerçekleştirmek zorunda olduğum uzu düşün
düğü türden bir demokrasi için resmî bir ifade ve karar alma
özgürlüğünden fazlası gerektiğidir. Aynca ne konuda konuş
mamız gerektiğini ve almamız gereken kararların neyle ilgili
olacağını da bilm em iz gerekiyor. Ve bütün bunlar konuşma
ve karar verme yetkisinin, gerçek ile fantezi arasındaki farkın
ne olduğunu belirlem e ve mümkün olan ile olmayanı birbi
rinden ayırma ayrıcalığına sahip olan uzmanlara teslim edil
diği bizim ki gibi bir toplum içinde yapılmak durumunda.
(Uzmanlar, neredeyse tanım lan gereği, “m eseleleri doğru an
layan”, onlan olduklan gibi kabul eden ve onlarla birlikte ya
şamak için en az riskli yolun ne olduğunu görebilen kişilerdir,
diyebiliriz.)
Beck, bunun neden kolay bir şey olmadığım ve bir şey
yapılmazsa da olacakmış gibi görünmediğini Risk Toplumu:
Başka Bir Modernliğe Doğru kitabında açıklıyor ve şöyle di
yor: “Açlık için yiyecek neyse, risk bilinci için riskleri ortadan
kaldırmak, ya da onlan sürekli yorumlayarak yok etmeye çalış
mak da odur. “Ağırlıklı olarak maddi isteklerle kuşatılmış bir
toplumda sefaleti “yok etm ek” ile “onu sürekli yorumlayarak
yok etm eye çalışmak” arasında böyle bir seçenek söz konusu
değildir. Arzudan çok risk ile kuşatılmış bizim toplum um uz-
da ise risk hep vardır - ve günlük bazda alın ır. Açlık, açlığı
reddederek giderilemez; öznel ıstırap ve bu ıstırabın nesnel
kaynağı açlıkta birbirinin içine geçmiştir ve aralarındaki bağ
apaçık ortadadır ve yadsınamaz. Fakat riskler, maddi istekle
rin tersine, öznel olarak deneyimlenemezler - o aşamaya gel
m eden önce önemlerini yitirebilirler ya da direkt olarak red
dedilebilirler ve o aşamaya gelmelerinin gerçekten engellen
m e ihtimali, risklerin boyutuyla birlikte büyür.
300
Bir sonraki nokta, sosyolojiye şimdiye kadarkinden daha
çok ihtiyacımız olduğudur. Sosyologların uzman olduğu, nes
nel acılar ile öznel deneyimler arasında uzun zaman önce yi
tip gitmiş bağlantıyı tekrar görünür kılan sosyoloji işi bir yan
dan hiç olmadığı kadar önem li ve vazgeçilm ez hale gelmişken
diğer yandan [sosyologların] profesyonel yardımları olmaksı
zın icra edilem ez olmuştur, zira başka bir uzmanlık alanının
sözcüleri ve uygulayıcıları tarafından icra edilm esi artık tama
m en imkânsızdır. Bütün uzmanlar pratik sorunlarla uğraştığı
ve bütün uzmanlık bilgisi bu sorunların çözüm üne odaklan
dığı m üddetçe sosyoloji, uzmanlık bilgisinin bir dalıdır ve bu
uzmanlık bilgisinin çözüm bulmaya çalıştığı pratik sorun ise
insan anlayışını hedefleyen aydınlanmadır. Sosyoloji belki de
(Pierre Bourdieu’nün Dünyanın Sefaletinde işaret ettiği gibi),
D ilthey’ın açıklama ile anlama arasında yaptığı meşhur ayrı
mın aşıldığı ve geçersiz kılındığı yegâne uzmanlık alanıdır.
301
Özerk bir toplum, gerçek anlamda demokratik bir top
lum, kendisine verili gelen her şeyi sorgulayan ve aynı şekil
de yen i a n la m la r yaratım ını ö zg ü r bırakan bir toplumdur. Bu
tür bir toplumda bütün bireyler, kendi yaşamları için iste
dikleri anlamlan yaratmada özgürdürler.
302
çekici bir seçenek ve gerçekçi bir beklentidir. A lexis de
Tocqueville’in [Ameraka'da Demokrasi’nin ikinci cildinde)
işaret ettiği gibi bencillik, tarihin her dönem inde insanlığın
başına m usallat olmuş bu lanet, “bütün erdemlerin tohum
larını kurutmuşsa”, yeni ortaya çıkmış ve m odernliğin tipik
belası olan bireyselliğin kuruttuğu tek şey “kamusal değerle
rin kaynağıdır”; söz konusu bireyler, kendi işlerine yarayacak
küçük gruplar oluştururken toplum un geri kalanını kaderi
ne terk etm ekle m eşgul olan bireylerdir. Durumun çekiciliği
Tocqueville’in düşüncelerini kaleme aldığı günlerden bu
yana hatırı sayılır derecede artmıştır.
Birbiriyle yanşan çok sayıda norm, değer ve yaşam bi
çim leri arasında, doğru tarafta olduğunuzun herhangi bir
sağlam garantisi olmaksızın yaşamak tehlikelerle doludur ve
yüksek bir psikolojik bedel ödem eniz gerekebilir. İkinci se
çeneğin, yani sorumluluk doğuran seçim in gereklerinden
kaçma seçeneğinin gittikçe güçleniyor olması, hiç de şaşırtıcı
değildir. Julia Kristeva’nın (Nations urithout Nationalism’de
[M illiyetçiliksiz M illiyetler]) ifade ettiği gibi, “Kişisel karga
şalarım telafi etm ek için kendisine asal bir sığınak aramayan
kişi, ender bultmur.”Ve hepim iz, az ya da çok, bazen daha az
bazense daha çok, kendim izi böyle bir “kişisel kargaşa” için
de buluruz. Çoğu kereler “büyük sadeliğin” hayalini kurarız;
ortada belli bir neden yokken, doğum öncesi ana rahmi ve
etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir yuva im gelerinin ön plan
da olduğu geçm işe dönük fantezilere dalarız. Nasd ki sapma
ve başkaldırı genele uyum un “ötekisiyse”, asal sığınak arayışı
da sorumluluğun “ötekisidir”. Şu günlerde aldı başında bir
seçenek olm a vasfım yitirm iş olan başkaldırının yerini, asal
sığmağa duyulan özlem almıştır; Pierre Rosanvallon’un (kla
sikleşm iş Le Capitalisme utopique [Ü topik Kapitalizm] ese
rine yazdığı yeni önsözde) işaret ettiği gibi, “tahtından indi
rip yerine yenisini geçireceğim iz buyurgan bir otorite yok
artık, ö y le görünüyor ki, işsizlik olgusu karşısındaki sosyal
fatalizm in gösterdiği gibi, başkaldırıya mahal kalmamıştır".
303
Çok sayıda sıkıntı işaretini görmemek söz konusu değil
dir, fakat Pierre Bourdieu’nün birçok kereler dile getirdiği
gibi, [bu işaretler] kendilerine boşuna makul bir ifade biçim i
aramaktadırlar. Kendilerini anlamlı bir şekilde dile getirebile
cekleri bir ifade biçim i olmayınca - “asal sığmak” özlem inin
en yaygın dışavurumu olan- yabana düşmanı ve ırkçı heze
yan patlamaları arasında “okunma” ihtiyaa duyarlar. M odem
kabileci [neotribal\ “suçu başkalarına atma” ve m ilitan hoşgö
rüsüzlük duygulanımı m evcut ve oldukça popüler alternatifi
-yani, politikanın alanından çıkıp mahremin sağlam duvarları
arkasına çekilm e- artık hiç de o kadar çekici değildir ve her
şeyden önce, hastalığın asıl kaynağına gösterilecek uygun bir
tepki olmaktan çıkmıştır. Anlamayı kolaylaştıracak açıklama
lar bulma potansiyeline sahip sosyoloji, işte tam bu noktada
ve tarihinde ilk olarak kendi yerini bulm uş olur.
Eski olmasına rağmen hâlâ eskitilem em iş Hippocrates’çi
geleneğe göre, Pierre Bourdieu’nün Dünyanın Sefaleti’nin
okurlarına hatırlattığı üzere, asıl tıp bilim i aşikâr olmayan
hastalığın -hastanın dile getirm ediği ya da ihm al ettiği için
dile getirem ediği belirtilerin- kabulüyle başlar. Sosyoloji söz
konusuysa ihtiyacım ız olan, “yapısal nedenlerin ifşasıdır ve
görünürdeki belirtiler ve sözlü ifadeler bu yapısal nedenleri
ancak gizleyerek açığa vurur (ne devoilent qu'en les voüani)”.
Kişinin, “bir yandan büyük sefaleti geri püskürten, diğer
yandan her türden küçük sefaletlerin büyüyüp gelişm esi
için uygun koşullar sunarak [...] toplum sal mekânların sayı
sını kat kat çoğaltan toplum sal düzenin tipik acılarım gör
m eye -açıklayıp anlamaya- ihtiyaa vardır”.
Bir hastalığı teşhis etm ekle hastalığı tedavi etm ek aynı
şey değildir - bu genel kural tıp için olduğu kadar toplumsal
teşhisler için de geçerlidir. Fakat şu noktayı gözden kaçırma
mak gerekir ki toplum sal hastalık ile bedensel hastalık ara
sında çok önem li bir fark vardır: Hastalıklı bir toplumsal dü
zende (Ulrich Beck’in tespit ettiği, riskleri “aralıksız yorum
yaparak ortadan kaldırmaya çalışma” eğilim i tarafından bir
kenara itilm iş ya da susturulmuş olması nedeniyle) doyuru
304
cu bir teşhisin olmaması, hastalığın çok önem li, belki de en
can ah a parçasıdır. Com ehus Castoıiadis’in meşhur sözle
riyle toplum , kendini sorgulamayı bırakırsa hastalanır; top
lum un -kendisi farkında olsa da olmasa d a- özerk olduğunu
(toplum sal kurumlar insan yapımıdır, dolayısıyla, kuramsal
olarak, insan tarafından bozulabilirler) ve kendini sorgula
maktan vazgeçilm esinin bir yandan -kaçınılm az fatalist so
nuçlarıyla birlikte- heteronom i yanılgısını pompalarken di
ğer yandan özerkliğin bilincinde olunm asını engellediğini
göz önünde alırsak, aksi söz konusu olamaz. Tekrar sorgula
maya başlamak, tedaviye doğru atılan önem li bir adımdır.
İnsanlık tarihinde keşif yaratıyla eşitse, insanlık durumunu
düşünürken açıklama ve anlama aynı şeyse, o halde insanlık
durumunu iyileştirm e çabalarında teşhis ve tedavi bir ve tek
olur.
Pierre Bourdieu bu durumu Dünyanın Sefaleti’nde çok
güzel ifade eder: "Yaşamı acı verici, hatta yaşanmaz kılan
mekanizmaları anlamak onları etkisiz hale getirmez; çelişki
leri gün ışığına çıkarmak da onlan çözmez." Am a yine de,
sosyolojik mesajın toplum sal etkililiği konusunda ne kadar
şüpheci olursak olalım , acı çekenlerin acılarım toplum sal
nedenlere bağlayabileceklerinin farkına varmalarına izin
vermenin etkileri yadsınamaz; aynı şekilde, “en mahrem ve
en gizli halleri de dahil bütün biçim leriyle” mutsuzluğun
toplum sal köklerinin bilincine varmanın etkilerinin etkileri
ni de yok sayamayız.
Hiçbir şey, diye hatırlatır Bourdieu, laissez-faire’den da
ha az masum değildir. İnsanın sefaletini soğukkanlılıkla iz
lerken bir yandan da neredeyse dinin bir ritüeknişçesine
YBŞY (‘Yapacak Bir Şey Yok”) sözlerini tekrarlayarak sızla
yan vicdanım ızı yatıştırmaya çalışmak, suça ortak olmak de
mektir. Toplumsal düzenin, yani mutsuzluğun asıl sorumlu
su olan düzenin insan yapısı, önlenebilir, varhk nedeni belir
siz ve değiştirilebilir doğasının üstünün örtülmesine, gizlen
m esine ya da daha kötüsü, yok sayılmasına her kim, ister
gönüllü olarak isterse doğası gereği, katkıda bulunur, bu sü
305
recin bir parçası olursa o kişi ahlak yoksunudur - ve suçu,
tehlikede olan birine yardım etmemektir.
Sosyoloji yapmak ve sosyoloji üzerine yazmak, farklılık'
lanm ızla bir arada, daha az sefaletle ya da hiç sefil olmadan
yaşamanm mümkün olduğunu açığa çıkarmayı hedefler. Bu,
gündelik bazda dile getirmekten geri durduğumuz, görmez
den geldiğim iz ya da inanmadığımız bir olasılıktır. Bu olası
lığı görmemek, aramamak ve dolayısıyla bastırmak bizzat bu
sefaletin bir parçası ve devam etm esinin tem el nedenlerin
den biridir. Sefaletin açığa çıkarılması, sefaletin işlevini tek
başına belirlem ez; ayrıca olasılıklar, bilinir olduklarında, ger
çeklik testine tabi tutulacak kadar güvenilir olmayabilir. A çı
ğa çıkarma insanlığın yaşadığı sefalete karşı açılan savaşın
sonu değil, başlangıcıdır. Fakat bu savaş, özgürlüğün çapı ve
miktarı açıkça konuşulup üzerinde uzlaşılmadıkça, sonunda
kısmen de olsa zafer beklem ek bir yana, tam anlamıyla baş
lamış bile sayılmaz; bunu yapmadığımız sürece özgürlük, en
bireysel ve mahrem olanı da dahil her tür m utsuzluğun kay
nağına karşı yürütülen m ücadelede savaş alanına tam kapa
site sürülem ez.
Sosyoloji yaparken "angaje” ile "tarafsız” yöntem ler ara
sında seçim yapılamaz. Yansız sosyoloji diye bir şey yoktur.
G ünüm üzde uygulanan ve en aşın özgürlükçüsünden en
koyu cem aatçisine kadar uzanan pek çok sosyoloji yöntem i
arasında ahlaki olarak tarafsız kalabileceğim iz bir yer ara
mak nafile bir çabadır. Sosyologlar çalışmalarının insanların
“dünya görüşünü” etkilediğini ve bu görüşün insanların tekil
ya da ortak eylem leri üzerinde belirleyici bir rolü olduğunu,
diğer herkesin her gün karşı karşıya kaldığı o seçm e sorum
luluğundan mahrum kalma pahasına, inkâr edebilir veya ak
ima getirmeyebilir. Sosyolojinin işi, seçim lerim izin gerçek
anlamda özgür olmasını ve insanlık var olduğu sürece de
özgür kalmasını, hatta bu özgürlüğün gittikçe artmasını sağ
lamaktır.
306
DİZİN
307
Deleuze, Gilles 49,131,277 Gramsci, Antonlo 95
D errida, Jacqueı 294,295 G ranovetter, Mark 219
D escartes, R eni 21,171,244 Grotius, Hugo 269
Diderot, Dennls 48 G uattari, Ftlfac 49.131,277
Drucker, P eter 60,106,199,200
Durkhelm, âm ile 46.47,108,264 H
Haberm as, Jürgen 113
E Hazeldon, George 142,143,144,
167
Elias, N orbert 61,62,277
Hobbes, Thom as 46,61,253
Emerson, Ralph W aldo 298
Hobsbawm, Erle 248,275
Engels, Friedrich 15
Horkheimer, Max 53,57.78
Huxley, Aldous 39,91,92,93,96,
F 113,286
Ferguson, Harvie 120,121,136
Feuchtwanger, Llon 44 I
Flew, A nthony 187 llllch, Ivan 126,127
Fluıty, Steven 156
Fonda, Jana 108,109,110
i
Ford, Hanry 97,98,133,195,198, Jelyazkova, Antonina 274
213
Jowitt, Kenneth 93,198
Foucault, Michel 34,57.134,153
Franklin, Benjamin 170
K
Freud, Sigmund 42,62,120
Kant, Immanuel 169,244
Fromm, Erich 48
Kennedy, John Fitzgerald 170
Klsslnger, Henry 272
G
Kociatkiewicz, Jerzy 158,159
Gates, Bili 38.186,187,189
Koj6ve, Alexandre 81,82,83,84
Giddens, Anthony 47,48,51,140,
264,276 Kotakowski, Leszek 252
Gİrard, Rene 277,279,280,282 Kostera, Monika 158,159
Glassner, Barry 127,128 Kristeva, Julia 303
Goytlsolo, Juan 292,293,295 Kundera, Milan 180.289,290
308
L O rw ell, G eorge 39,56, 57, 91,92,
93, 96, 113, 286
Lasch, C h ristopher 133
Lenin, V ladim ir 97
P
Lessing, Ephraim 58
P arenti, Michael 118
L6vi-Strauss, C laude 155,156,
226,254 P atte rso n , O rlando 248
Lewin, Leif 190,191 P eyrefltte, Alain 197,241
Lipietz, Alain 95,96 Platon 79,80,92,256
Luhm ann, Niklas 291 Polanyi, Kari 182,209
L uttw ak, Edw ard N. 270,271
Lyotard, François 13, 200 R
Ratzel, Friedrich 269
M Reich, R obert 223,242
MacLaughlin, Jim 36, 268 Ritzer, G eorge 118,151,152
Maffesoli, Michel 297 Rom an, Jo*l 69
Man, H enri de 95 Rosanvallon, P İerre 303
M arcuse, H e rb e rt 41,45,50 Ruelle, David 203
Marx, Kari 15,17,28,94, 209,211 R utherford, Jon ath an 30
M athieıan, T hom as 134
M aloıik, Zbyszko 103 S
Mlchaud, Yves 141 Scheler, Max 299
Mili, John S tu a rt 61 S chopenhauer, A rth u r 42
Milli, VVrightC. 107 Schulze, G erh ard 101
Murray, C harles 46 SchUtz, A lfred 73
M usset, AHred d e 291,292,295 S eabrook, Jerem y 134,138
S en n ett, Richard 15,48,49,70,
147,148,153,154,162,165,185.186,
N 216,217,219,224,259,260,261
N letztch e, Friedrich 14,59 Shields, Rob 121,171,172
Sidgwlck, H enry 45
O Sllverm an, David 135
Offie, Claus 28,29,64 Sim m el, G eorg 177,178
O ’Nelll, John 223 S kicel, ja n 289
S teiner, G e o r je 232.295 Y
S tra u sf, Leo 51.67,81.82,83,84. Yack, B ertıard 252,253
155.156.226.254
Y oung.Jock 248,250
Szkudlarek, Tom asz 103
Z
T
Zukin, S haron 146,147,163
Taylor, F rederic 217
T hom pson, E.P. 217
T hom pson, Michael 188
T hrift, Nigel 93.95,177,226,242
Tocqueville, Alexis d e 27,68,211.
303
Tönnies, F erdinand 248
Touraine, Alain 49,50,258
Tullock, G ordon 190,191
Tuşa, John 233
U
U usitaio, U isa 150
V
Val6ry, Paul 25
V ernet, D anlel 273.274
V etlesen, A m e Johan 281,282
Viroli, M aurizio 253
W
W alpole, H orace 92
W abar, Max 28,54,58,99,100,
171,178,185,230,277
W llllam ıl Raymond 245
VVIttganstein, Ludw)g 79,286
W oody Allan 69,187
310
vccın
P canyayinlan.com twitter.com/canyayinlar
30 TL
K D V D AH İI
f faceDook.com/canyayinevi
9 789750 733710