Professional Documents
Culture Documents
Ebru Aykut Vd. Tarihçilerden Başka Bir Hikaye Can Yayınları
Ebru Aykut Vd. Tarihçilerden Başka Bir Hikaye Can Yayınları
ISBN 978-975-07-3999-6
Editörler
ANLATI
İçindekiler
Paul Ricoeur1
1. Paul Ricoeur, Ha(iza, Tarih, Unuwş. çev. M. Emin Özcan, Metis Yayınları,
istanbul, 20 1 7, s. 555.
2. "Bekleme odası" metaforu için bkz. Siegfried Kracauer, Tarih: Sondan Sir
9
Gözümüzde canlandırmaya çalıştığımız geçmiş imgesi
nin eksik parçalan bir yana, o imgeye dair bugüne ulaşan haki
katOer )in çoğulluğu, bir zamanlar olanlan anlamiandırmak için
arbk var olmayan tanıklara sorduğumuz sorulann cevapsız kal
ma ihtimali -aslında tarih�el gerçekliğin aynen ve nihai biçimde
aktanlabilirliğine meydan okuyan her şey- tarihçi için bir tesel
lidir aynı zamanda. Tesellidir, zira geçmiş (ve bugün) hakkında
her anlatının yazgılı olduğu tamamlanmamışlığın ve anziliğin
bilgisi, bir yandan ufkumuza sınır çeker ama diğer yandan da
yaratıcılığı körükler, sezgilerimizi keskinleştirme potansiyeli ta
şır. Daha evvel kimsenin el sürmediği bir belge yığınını kanştı
nrken karşımıza çıkıveren ve bu tamamlanmamışlığı açığa vu
ran yeni izler ya da defalarca kurcalandığı halde dikkaderden
kaçmış veya önemsiz addedilmiş aynntılarla dolu bir mecrnua
nın önümüze serdiği yeni ipuçlan, gözümüzü her an farklı ola
Önceki Şeyler, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınlan, istanbul, 20 1 4, s. 208. Ta
rihsel gerçekillin alanı bir "bekleme odası" dır, zira bu alan sabit, genellenebi
lir, apaçık ve çelişkisiz tek bir hakikat anlatısının menşei olmaktan ziyade,
potansiyel olarak sınırsız sayıda, yerini daima bir dilerine terk etmeye veya
yerini onunla paylaşmaya hazır muhtelif hakikat aniatıları üretir.
1 . Walter Benjamin, "Tarih Kavramı Üzerine", Son 8alcışta Aşk, çev. Nurdan
Gürbilek, Metis Yayınlan, Istanbul, 2006, s. 4 1 .
lO
lim, zanaatın şart koştuğu kurallar takip edilerek, olay örgüsü
nün her ilmeği tarihsel bir kayda sıkıca düğümlenerek yazılma
dı bu hikayeler. Dolayısıyla geçmişe dair bir hakikati temsil
etme iddiasında değiller. Bilakis, olaylar tarihsel olguya dönü
şürken kaydı tutulmamış ne varsa, bu noksanlıkları hayal gücü
ne başvurarak tamarnlıyor; kurmacanın imkanlarını işe koşarak
"gerçek dünyaya çok benzeyen gerçekçi dünyalar" yaratmaya
çalışıyor okuyacağıruz metinler. ı Kimi hikayeler bir zamanlar
var oldukları şüphe götürmeyen, artık tarihsel bir gerçek olarak
sabitlenmiş kişileri, yine gerçek bir dünyaya göndermede bulu
nan ama onunla aynı olmayan "olanaklı dünyalar"a taşırken;
kimileri ise hiç var olmamış kahramanlar yaratarak, bu insanlan
olanaklı tecrübelerin faili, mağduru veya tanığı olarak ete kemi
ğe büründürüyor.2 Yani hikayeler arasında, kayıtlara geçtiği ha
liyle tarihseVolgusal dünyayla teması diğerlerine nazaran daha
sıkı tutanlar da var, bu dünyayla gevşek bir ilişki kurup baştan
sona kurmacanın evrenine yelken açanlar da. Fakat her halü
karda tüm hikayeler belli bir tarihsel zamanın içine yerleşiyor.
Hayal ettiğimiz canlı cansız her şey, tarihteki paylan çok geç
teslim edilmiş kadınlar, köleler, çocuklar, köylüler, mecnunlar ve
mahpuslar, tarihe pek az konu olmuş duygular, o belli tarihsel
an ve mekana mahsus koşulların gölgesinde tezahür ediyor.
Hikayeye düşen bu gölgeleri, tarihe meraklı okuyucu zaten he
men fark edecektir.
Buraya not düşmek istediğimiz bir diğer husus da çalıştığı
mız konularla yazdığımız hikayeler arasın daki yakın rabıtayla
ll
rimizde iz bırakan vakalardan aldık ilharnırnızı. Bu vakaların
kulağımıza fısıldad.ıklanru dinledik, ketum davrandıklan nokta
da hayal etmekten çekinmedik. Sürekli haşır neşir olduğumuz
ve tarihsel bir aniatı kurarken kağıda döktükleriinizin doğrulu
ğuna şahit tuttuğumuz belgelere, günlüklere, gazete haberleri
ne, bu sefer kurmacanın olanaklanyla bakmayı denedik. Böyle
olunca önümüzde yeni bir dünya belirdi, işimizi yaparken ta
rihsel kanıt ve kayıtlarla sınıriandırmaya mecbur olduğumuz
aniatı genişleyerek, içinde gönlümüzce yıkandığımız bir derya
ya dönüştü.
Peki bu deryaya dalmak için, yani geçmişi bizim burada
yapmaya çalıştığımız gibi hikaye etmek için, illa tarihçi mi ol
mak gerekir? Gerekmez, gerekmiyor elbette. Bir edebi janr ola
rak tarihsel romanın geçmişi ve şimdisi buna kafi delildir. Ama
yine de geçmişi hayal etmeyi kolaylaştıran malzemeye, tarihçi
lerin başkalarına nazaran çok daha yakın olduğunu söylemek
lazım. Bizi bu hikayeleri yazmaya cesaretlendiren şey de bu
yakınlık ve yatkınlıklanmız oldu şüphesiz. Y ıllar önce, o vakit
ler henüz Gülhane'de bulunan Osmanlı Arşivleri'nde doktora
tezlerimiz için araştırma yaparken, arşivin bahçesinde verdiği
miz çay-kahve molalarında bir yandan gözlerimizi dinlendirir,
bir yandan da daha yeni okuduğumuz bir belgede nakledilen
hüzünlü, tuhaf, bazen de komik bir vakayı birbirimize anlatıp
bu kitabı hayal ederdik. O günlerden bu yana da belki defalarca
hayal ettik. Aklımıza gelmeyecek şaşırtıcı vakalarla, insan dene
yiminin çeşitliliğini, duyguların yoğunluğunu satır aralanndan
sızdıran ama o zenginliği bir türlü tam manasıyla ele vermeyen
belgelerle karşılaştıkça, bu arzumuz daha da bileylendi. Tam da
akademinin nefessiz kaldığı bir dönemde, bizimle benzer du
yarWıklara sahip olduğunu bildiğimiz genç kuşak tarihçi dost
larunızı, Türkiye tarihçiliğinin kemikleşmiş sınırlarını esnete
rek onun dışına, kurmacanın dünyasına davet etme cesaretini
de işte böyle bulduk.
Dolayısıyla Türkiye'de epeydir yükselişte olan Yeni-Os
manlıcılık anlayışına paralel olarak sayılan artan tarihsel içerikli
birtakım televizyon dramalan ve sinema filmlerinin cazibesiyle
yazılmış değil bu kitapta bir araya gelen hikayeler. Osmanlı
veya Cumhuriyet geçmişine dair ortalama sağduyuya hitap et
meyi seven, o sağduyuyu besleyen kalıp yargılan yeniden üre-
ız
ten ve Türkiye'de "tarih" der demez ilk akla gelen padişahlann,
pa§alann ve dirayetli komutanlarm yapıp ettiklerini nakledil
meye değer bulan popüler kültür ürünlerinden esinlenıni§ de
ğiller. Tarihin sadece belli bqlı aktörlerine ve konulanna paye
veren popüler tarih anlatılan ve konvansiyonel tarihçiliğin
güzergahı. ile bizim tercih ettiğimiz güzergah arasındaki mesafe,
umanz ki okuyacağınız her hikiyede kendini hissettirir. Umanz
siz de bizim gibi gündelik hayatın olağan akı§ı içinde var olma,
bqlanna gelenlerle mücadele etme ve ederneme halleriyle hiç
de sıradan olmayan "sıradan" insaniann dünyaianna kapı arala
maktan keyif alır, eğer bu i§i becerememi§sek de bu tutkulu
hayalimize §ahit olmaktan hicap duymazsınız.
Son olarak, bu kitabın ortaya çıkmasında farklı zamanlarda
ve farklı biçimlerde emeği geçenleri anmak isteriz. Bir hayali
mizin gerçekle§ffiesini sağlayan editörilinüz CemAlpan ve Can
Yayınlan emekçilerine, i§ anlatının olanaklarını zorlamaya ge
lince tarihçilerin edebiyatçılardan öğrenecekleri çok §ey oldu
ğunu bize hatırlatan ve tüm cömertliğiyle bu kitaba "mukaddi
me" yazıp i§imizi hayli kolaylaştıran sevgili hocamız Oktay
Özel' e, kitabımızın bir fikir olarak doğuşundan şu ana kadar
geçen süreçte verdikleri destek ve yol göstericilikleri için Yonca
Güne§ Yücel, Emre Taylan, Utku Özmakas, Seval Şahin, Ebru
Nihan Celkan ve Seyfettin Tokmak'a kalpten teşekkür ederiz.
Elbette en büyük teşekkür, deli cesaretimize ortak olup bizimle
birlikte yola düşen bu kitabın yazarlanna, dostlanmıza gelsin.
EbruAykut
Nurçin neri
Fatih Artvinli
13
Sunu ş
O HiKAYELER, O SESLER,
O TARİHÇİLER ...
Oktay Özel
ı. Bkz. Zehra TopaJ ve All Mesut Birinci, (yay. haz.) Fatmo lle Kodan: Yürekbur
kan Bir Aşlan Belgeseli, Serander Yayınevi, Trabzon, 20ıı.
ıs
yor. Başta İş Bankası Yayınlan olmak üzere, hemen her yayıne
vi artan sayıda bu tür yayınlar yapıyor. Bu seferki patlamanın
özelliği şu ki, anılan yayıniann çoğu bildiğimiz o büyük tarihi
sirnalann kaleminden çıkma değil! Aksine, orta boy memur,
asker, bürokrat, önemli önemsiz edebiyatçı, entelektüel...
Okuma yazması olan her tür ve boydan erkekler, kadınlar. . .
Hatırat türünün ne kadar geniş toplum kesimlerini içine aldı
ğını artan bir şaşkınlıkla ve mutlulukla gözlüyoruz. Uzun yıllar
"bizde" var olmadığını ya da yaygın olmadığını sandığımız bir
zenginlik ve çeşitlilik çıkıyor karşımıza her adımda. Son Os
manlı ve erken Cumhuriyet kuşaklan giderayak ya da gidişle
rinin ardından, kendi evlatlanndan bile yıllarca sakladıklan bu
yönleriyle ve kendi hikayelerini kendi kalemleriyle aniatma
çabasıyla karşımızda arztendam ediverdiler.
Dahası, aynı insaniann tuttuklan günlükterin de bu hatı
rat patlamasına sessizce ve kendilerince eşlik ediyor olması.
Daha yakınlarda Cemil Koçak ve Yücel Demirel Giresun'un
Akköy (Bulancak) kasabasından öğretmen, aydın ve Kuvvacı
Fikret Topallı'nın 1920'lerden 1950'lere uzanan zengin gün
lüklerini yayımladılar. 1 İçinde kocaman bir dünya!. . Fikret
Bey'in küçük penceresinin açıldığı o büyük evren.. Ki o ev .
1. Cemal Koçak (yay. haz.), Osman Filuet Topo/11: Giresun Günlük/eri, Alfa Yayın
ları, Istanbul, 2017.
2. Veysel Usta, Mustafa Çulfaz (yay. haz.), Müdafao-i Hukuk ve istildal Harbi
Tarihlerinde Giresun, Serander Yayınevi, Trabzon, 2017.
3. ''Halis Babinolfu'nun Muhacirllk Anıları" kitabı, Kotyora Yayınları tarafın
dan yayına hazırlanıyor.
16
üretme konusundaki o şaşırtıcı ısrarının bizlere (tarihçilere) ve
okuyuculanmıza neler kaybettirdiğini vurgulamak için ...
Örneklerimin ilk ikisine, yani içinde "aşk" geçenlerine ilgi
sizliğin sebebi belki konunun "hafif' bulunmuş olmasıdır. Ya
da yeterince "ciddi" veya önemli görülmemesi... Genel olarak
tarihya zımmuz hayatın bu boyutlarnun hala önemsiz ve üze
rinde durolmaya değineyecek konular olduğunu düşünüyor
olmalı. Ama muhtemelen dahası da var: Bir Müslümanın bir
Hıristiyan ile aşk yaşaması. Sorun, yaşandığı anda bile ne dere
ce kabul edilemez göriiidüğünü her zaman bilemediğimiz bu
tür ilişkilerin, yüz elli yıl sonra bugün tarihçiliğimizin milliyet
çi ve dindar ana kitlesi için hala kabul edilemez göriilmesinde
belki de. Yani gündelik hayatımızda birbirimize o kadar kolay
ca yaptığımızı yapıp, tarihte kalmış örnekleri de gıyabında yar
gılıyoruz bu sükiıtumuzla. İster bir ideoloji, ister dinsel inanç
lanmız , isterse kimi ahlaki, geleneksel değerlerimiz adına ...
Netice değişmiyor.
O malzeme orada öylece duruyor, tarihçiliğimiz de bura
da ...
Bakışmıyoruz bile. Görüş alanımızın dışına atıyoruz ko
layca. Görmezden geliyoruz.
Biz tarihçiler görmezden geldiğinde, o yaşanmışlık, o sıra
dan insani tecrübeler, oluşturduğumuz o sözde uzman bariye
rinin tercihlerini aşıp birer "tarihsel olgu" haline gelemiyorlar.
Yaşanmış, kayda da geçirilmiş; üstelik Osmanlı bürokrasisinin
memurlannca ya da bilmem hangi ülkenin konsolosu veya
misyonerince; ama bir türlü genel tarih bilgimizin ve anlatımı
mızın içine dahil olamıyorlar. Aynı tarihçiliğimizin bilhassa
yabancı kaynaklar ve onlann birinci el gözlemlerine her za
man şüpheyle yaklaşagelmiş olması ya da onca aynntı içeren
bir hazine durumundaki misyoner raporlan kabilinden kay
naklan hep birtakım klişe konular için aynı kalıplarla kullan
ma alışkanlığı, o kaynaklann zengin içeriğinin bugüne kadar
heba olmasına yol açtı ne yazık ki.
Elinizdeki kitap bir yönüyle belli ki bu bariyeri aşma ça
bası ... Akademik tarihçiliğimizin yeni nesiinin anlamlı ve ye
rinde müdahalesi... Sözünü ettiğim o geleneksel ilgisizliğe
haklı bir tepki. Bir yandan da o insani tecrübelerin aralara her
nasılsa sıkışmış (hatta bazen bayağı da yaygın) izlerinden hare-
17
ketle yeniden hikaye etme arzusu. Nihayet tek tek insan tec
rübelerini, illaki makro siyaset alanıyla doğrudan ilişkili olma
sını beklemeden, kendi içinde değerli gören bir bakış açısının
tarihçiliğimize yansıması. Her bilinçli tercihin, birey hikaye
sinin kendi içindeki meşruluğuna, anlamhhğına ve bir mikro
dünya olduğuna yönelik farkındalık yaratma çabası.
Ama sadece bu değil. Bu kitap, yukanda bahsettiğim o
izlerden, hatta belli belirsiz küçücük işaretlerden hareketle
muhtemel olana dair yaratıcı bir hikiyeleme, yer yer epeyce
bir edebi kurmaca denemesi. Tarihimize edebiyata yakın dü
şen bir pencereden bakma girişimi. Tarihçiliğinlizi edebiyada
zenginleştirme, çeşitlendirme arzusu. O mikro dünyanın bize
somut kayıtlarla yeterince yansımayan, belki yansıma imkanı
da olmayan "muhtemel" boyutlannı yaratıcı muhayyilemize
havale etmekten çekinmeyen bir zihin halinin ifadesi. Tarih
ile edebiyat arasında salınan bir çeşit "tarihsel kurmaca" me
tinleri aynı zamanda. Teknik anlamda yer yer Ahmet Refik' in,
Reşat Ekrem Koçu'nun kimi yazılannı hatırlatan, ama içerik
olarak bugünün zihin dünyasına ait tarih hikiyeleri. Görsel
ağırlıklı malzeme üzerinden yaptığım kimi denemeler vesile
siyle bir yazımda "ihtimali tarih" diye adlandırdığım türe ak
raba yazılar. 1
Kısacası, okuyuL-unun bir çırpıda "tarih" kategorisine koy
maması, birer tarih metni olarak okumaması gereken metin
lerle karşı karşıyayız.
Öte yandan, mikro-tarihsel insan hikayelerinin yeniden
kurgulanması günümüz tarihyazımında öne çıkan iki zıt eği
limle tamamen ilgisiz de değil. GlobaVmakro tarih ile mikro
tarih araştırmalannın eşzamanlı yükselişinden söz ediyorum.
İlki üzerinde yazılanlar, tartışmalar giderek yoğunlaşıyor.
Haliyle eleştiriler de... Öyle de olsa, dünyanın her köşesinden
insanlığın bu ortak tarihine yönelik ilgi artıyor, her yerellik
kendi makro çerçevesiyle, global bağlamıyla birlikte sahne alı
yor adeta. Kimi bireysel tecrübeleri, hikayeleri de içeren ilginç
ve yenilikçi denemeler çoğalıyor. "Glokal" terimi buradan gün
demimize girdi son yıllarda.
18
Bu kitaptaki hikayelerin epeycesi de içerik itibanyla bu
türden. Farklı coğrafyalan tek tek insan hikayeleri üzerinden
birbiriyle ilişkilendiren metinler.
Biri örneğin, 1862 yılında uzak bir Anadolu taşra kasaba
sını, Harput'u bir aşk ve karlyer hikayesi üzerindenAmerika'nın
Vermont'una, Boston'ına bağlıyor.Arada da Diyarbekir ve el
bette İstanbul var. Her iki dünyanın yerel gerçeklikleri Thet
ford'lu misyoner Arabella ile Diyarbekirli Tomas'ın aşkı üzerin
den temasa geçiyor, sistemlerin, kurumların gücü kadar zaafla
nnı da görünür kılıyor. Milli tarihierin "öteki" olarak kodlama
ve şeytanileştirme eğiliminde olduğu insanlan bütün o büyüle
yici hasletleriyle, zaaflanyla, aamasızlık ve şefkatleriyle, velha
sıl bin türlü "insan" vasfıyla karşımıza tarihin birer aktörü ve
aynı zamanda bir hikayenin kahramanlan olarak çıkanyor.
İtalya'nın Pavia'sından kalkıp merakı ve mesleği üzerin
den kendisini 1839 Mayıs'ında İstanbul'da bulan, sonra da bir
Osmanlı memuru olarak Nizip'ten Girit'e, oradan tekrar İstan
bul'a gelen Hekim Mongeri ile, bir başkası, polis müfettişi Bon
nin Efendi de öyle ... Her ikisi de dönemin Osmanlı sultanının
ilgisine mazhar olup, ilki ruh sağlığı çalışmalarını geliştirmek,
ikincisi ise polis teşkilatını ıslah ve inşa etmek için yıllannı bu
ülkede hastalar, suçlular ve zanlılarla baş başa geçiriyor.
Hekim Mongeri'nin Girit'teyken geliştirdiği bir alışkanlık
var: her seferinde köle pazarına gidip, çocuklu bir kadın köleyi
satın alıp özgürlüğüne kavuşturmak ... Hikayelerimizin birinde
188 1 yılında kendisi de tıp tahsili gören, problemli bir aileden
gelen ve başta annesi olmak üzere çocuklarına hayatı dar eden
baş belası bir babanın oğlu Kevork Efendi'nin zorlu hayat
yolu, bir cinnet ve cinayet sebebiyle Mongeri'nin önünden ge
çiyor. Diğerinde ise bundan birkaç yıl sonra Beyoğlu'nda işle
nen Madam Kamelya cinayeti sebebiyle İstanbul'un bütün
toplum kesimleri önümüzde resmi geçit yaparken, bu kez gö
rüş alanımıza öldürülen kadının dşığı, annesi, kendisine ilgi
gösteren saraylı bir paşanın yanı sıra, uşağı Kirkor'u görüyoruz.
Bonnin Efendi'ye kalırsa, burada da bir aşk ve kıskançlık hika
yesi söz konusu ...
Bu olaylardan birkaç yıl kadar önce, 1873 yılında ise bü
tün Anadolu kuraklık ve kıtlığın pençesinde açlıktan kınlmak
ta, en fazla da çocuklar perişan olmakta, hayatta kalabilmek
19
için adeta deliliğin, cinnetin sınırlannda dolaşmakta, vahşileş
mektedirler. Tıpkı yukanda anılan Kevork Efendi gibi. Osman
lı yönetiminin, yerel idarecilerin ve yardımseverlerin görüş
açısına girmeyen nice kör alandan biridir Yozgat-Talas-Antep
hattında yaşananlar. Bu kez karşımıza bir başka Amerikalı mis
yoner Lymann Bartlett ile karısı Bayan Comelia çıkar. Bir yan
dan uzun sürmüş bu felaket günlerinde misyon olarak açlan,
bilhassa aç çocuklan doyurmaya çalışırken, Comella bir yan
dan da kendi hastalığıyla boğuşmakta, bunlar yetmezmiş gibi
bizzat kendisi bu çaresizliğin doğurduğu çocuk şiddetine ma
ruz kalmaktadır. Eşi Bay Bartlett ise bir başka misyoner yolda
şı ile uzun bir tura çıkmıştır, yolda akrepten ürken atının yaşa
dığı geri dönüşü olmayan trajik paniğin etkileyici tasviri eşli
ğinde insanın hayvanla kurduğu o derin bağa bir kez daha
işaret etmektedir günlüklerinde.
Bu hikayede dikkatimizi çeken, Osmanlı ülkesi ile Ame
rika'yı bir kez daha ilişkilendiren misyonerler değil sadece.
Aynı yıllarda Yozgat çarşısı yangınında içindekilerle birlikte
yanıp kül olan onca düllin ve eşya arasında, kendi kunduracı
dükkanı da yok olan Arsen Usta en çok kansına yapmakta ol
duğu karanfil renkli pabuç tekine üzülmüştür. Evet, o karanfil
renkli pabuç teki ... O pabucun bizi illaki bir yere, ne bileyim
İstanbul'a veya Paris' e bağlaması gerekir mi? Hadi günün mo
dasıdır, bir şekilde bağlanabilir desek bile, Yozgatlı kunduracı
Arsen'in mütevazı dünyasında kansına ve mesleğine duyduğu
sevginin kendi başına önemi yok mudur? Tarihçi muhayyile
mize ihtiyaç bile duymayan bir basit insanlık hali . Üstelik
Arsen'in Hınçak veya Taşnak mensubu olması da gerekmiyor!
Kaldı ki, olsa ne değişir bu kunduranın karşısında?
Hadi daha ileri gidelim: Arsen Usta'nın eşine yaptığı pa
buç hikayesini varsayalım ki olayı bize yeniden hikaye eden
tarihçimizin muhayyilesi üretmiş ve oraya koymuş olsun. Ne
değişir ki? Sen onu al, yerine dükkanını kundaklayanlara lanet
ve küfür yağdıran bir Arsen Usta koy!
Bunun standart bir tarih metniyle kolay kolay üstesinden
gelinebilecek bir şey olmadığı açık. O halde tarihsel anlatının
doğasına dair Siegfried Kracauer, Jacques Derrida, Alan Muns
low ve Hyden White gibi biliminsanlannın söylediklerine bi
raz daha yakından kulak vermeyi denesek? Tarihin o "ara
20
bölge"sinde bir anlığına karşımıza çıkıp sonra kaybolan failieri
ve olgulan, o "tek seferlik karşılaşmalar"ı empati kurarak anla
mayı, düşünmeyi, yorumlamayı yani... Ya da tamamen edebi
kurmacanın içinden aniatmayı bir insanlık halini...
Kendi küçük evreninde yaşanırken o büyük dünyayı bize
ima eden, global ağların izini dolayh olarak çağnştıran başka
hikayelerimiz de var bu kitapta. Orada "kara" kıtanın bir köşe
sinden kaçınlıp kendini İstanbul'da bir ailede köle/hizmetçi
bulan "Zeyneb"i görüyoruz mesela. Onun hayali ise özgür ol
mak. Azad edilmek gündemde değilse eğer, kaçmak da bir
yolu bunun . O ikincisini deniyor.
. .
21
neb'in Mahbube'si gibi... Halime'nin ve Mahbube'nin yetme
diği yerde iş büyük ölçüde talihe kalıyor tabü. Ya da hiç hesap
ta olmayan bir çocuğun sihirli dokunuşuna... Zeyneb'in kaçışı
nın ilk durağı, üstünden ağır bir kapıyla kilitlendiği o kuyudan
sonrasını her ne kadar bilemesek de... Comelia'nın canını acı
tan o çocuklar bu hikayede bir kurtarıcı olarak mı karşımıza
çıkıyor yoksa?
Harb-i Umumi'de yeni evlendiği kocası askere giden, eş
lerini, oğullarını bekleyen bütün kadınlar gibi zor koşullarda
hayatta kalmaya çalışan kadınlardan biri olan diğer Ayşe, yani
İnegöllü Ayşe'nin durumu ise daha başkadır. Daha başka çün
kü, söylenene bakılırsa, o kadınların namusu aynı zamanda
devletin milletin de namusudur. Ama onları her zaman kucak
layan devletin şefkat eli değildir; Ayşe'nin payına düşen, onla
no muhtaç halinden yararlanmak isteyen bir memurun elidir.
Ve anlaşıldığına göre, İsmail kızı Ayşe, böyle böyle "kötü yola
düşmüş" tür.
Dedim ya, şart değil bütün hikayeterin bu türden global
ağlarla ya da giderek globalleşen savaşla, cephe gerisi hikaye
leriyle ilişkilendirilmesi... Global ağlar nasıl bir gerçekse, tarih
çinin de bir yorumlar ağı olduğunu Kracauer hatırlatıyor biz
lere.1 Her hikaye kendi içinde anlamlı. Her bir yaşanmışlık
kendi içinde bir insanlık haline tekabül ediyor. Ve bu da en az
diğeri kadar, bana kalırsa daha da değerli. O halde her bir
hikayenin mikro doğasını ciddiye almak gerekecek.
Çünkü o küçük evren, o sıradan görünen haller de global
ilişki ağlan kadar önemli. O tek hallerden anlamıyorsak, anla
yamıyorsak, onlann yapısını mikro ölçekte çözemiyorsak, sö
kemiyorsak, daha makrosunu, globalini aniatma iddiamız da
zaten bir fantezi olarak kalmaz mı? Edebiyatın, bilhassa ro
man türünün 19. yüzyıldan bugüne bütün ulusaVulus devlet
sınırlarını aşan insan halleri ile karakterler üzerinden inşa et
tiği o "büyük evren" Türkiye'deki tarihyazımını da ziyaret
edecekse bir gün, tam da böyle böyle döşenecektir belki de o
yolun taşlan ... Birer birer... Nasıl ki böyle hikaye! erin biraz
daha orta ve büyük ölçekli olanlan üzerinden daha global
zz
ilişkiselliklerin, bağların, benzeriikierin varlığını keşfetrnişsek
geçen yüz yıllık tarihyazımı pratiğimizde, benzer bir farkın
dalığı bu "küçücük" hilciyeler üzerinden farklı bakış açıları
geliştirerek öneren bir tarihçilik ve edebi kurmaca pratiği de
mümkün olsa gerek. Belki, evet, Hyden White'a daha yakın
dan kulak vermeliyiz. Kemal Yalçın ile Elbruz Aksoy'un çalış
malarında yaptıkları türden yeni bir metinsellik düşünmeli,
onların edebi kurmaca ile tarihsel anlatıyı değişik derecelerde
birbirine yakınlaştıran denemelerini daha bir ciddiyetle oku
malıyız. 1
Böylece edebiyat ile tarihin kapıları bu kez birbirine daha
alıcı bir gözle açılırken (ki kitaptaki hikayelerin edebiyatın ro
man türünde bu ülkede kaleme alınmış kimi yapıtları doğru
dan çağnştıran yanlan olduğunu okuyucu kendisi keşfedecek
tir) bir yandan da günümüzün ilk anda birbirine zıt yönlerde
gidiyormuş izlenimi yaratan globaVmakro tarih çalışmalarıyla
mikro tarihçiliğin hiç de birbirini dışlayan pratikler olmadığını
artık iyice anlamamız gerekecek. Elinizdeki kitap, içinde taşı
dığı hikayelerle böyle bir farkındalığa da önemli bir katkı.
O hikayelerden üçü ayn tarihlerde ve Osmanlı'nın farklı
taşralarında geçiyor. Köyler, kasabalar... Yine sıradan, daralmış
insanlar... Ya da en trajik olayı dahi fırsata ve paraya çevirmeye
çalışan insanlar... Bu kez imparatorluğun taşrası ile merkezi ara
sında çalışan orta ölçekli ağlar. Ve dertlerine derman olması için
kapısını çaldıkları, kendilerini oradan oraya seğirttiren, artık
kendine bile zor hayn dokunciuğu anlaşılan Devlet-i Aliyye...
Bu kez o dünyaya girmemizi sağlayan vakaların ilki l 860'
ların sonlarında Manisa Turgutlu civarındaki köylerin birinde
yaşanır; oradan İzmir'e ve elden ele sonunda İstanbul'a ulaşır.
Konu Kantaroğlu Çerçi Hasan'ın karısı Zehra'run doğurduğu
ucube bir yaratıktır. Çerçi Hasan doğar doğmaz canını teslim
edenAllah'ın bu hikmeti üzerinden para kazanmayı aklına ko
yunca, işin içine evvela memleket hekimi İstefanaki Efendi ve
ardından Gördes'in uyanık tüccarlarından Todori dahil olur.
1. Bkz. Erol Körollu. "Etnik Kimlik Hayatın Neyi Olur7", K24, ı7 Mayıs 20ı8.
(hap:l/t24.com.trlk24/yazi/etnik-kimlik-hayatin-neykılur, ı764, erişim 2ı T em
muz 20ı8).
23
Epeyce bir para kazanılır ucubenin bir gösteriye dönüşen akı
betinden. Nihayet İzmir valisi vasıtasıyla İstanbul durumdan
haberdar olur ve süreç Mekteb-i Tıbbiye'de Dr. Binbaşı Maz
har Süleyman Bey'in teşrih masasında son bulur.
Diğer iki hikayemiz ise o ezeli suçla bağlantılı. Birinde
Üsküp'te kolağası Rıza Efendi'nin küçük yaştaki oğlu Ahmed'
in, diğerinde iseAntalya'nın bir köyünde Karaalioğlu Osman'ın
"Koca Kadın" Zeyneb'den doğma kızıHatice'nın ırzına geçilir.
Hatice'nin başına gelen ve ardından büyüyen olaylar, bir başka
hafızaya "Çerkeslerin ölüm vakti"1 olarak kazınan ı 862 yılına
denk düşer. Misyoner öğretmenimiz Arabella'nın hikayesiyle
aynı yıllara yani. Hatice kendisine ilgisiz kalmayan köy dışın
dan bir delikanlıyla evlenmeyi düşlerken koca köy karşıianna
dikilir. Tıpkı Harput misyonunun Arabella ile Diyarbekirli To
mas'ın aşkına bin bir gerekçeyle karşı durması gibi ... Dul anne
si ve eniştesi Bekir'in bütün direncine rağmen, Hatice köyün
kendisine münasip gördüğü adarnın tecavüzüne uğrar. ı 900'le
rin başlarında yaşanan diğer vakada dünyası kararan Ahmed' in
yaşadığı ise, Üsküp'ün bir kasabasında İstanbul'da bir mektebe
girme hayali kurarken başına gelmiştir. Ahmed'le birlikte ba
basının da dünyası kararmıştır. Ve sonrası, Rıza Efendi'nin dö
nemin valisi olan Mahmut Şevket Paşa dahil, kapı kapı beybu
de adalet arayışıdır...
Onlar dertlerine yansınlar, aynı yıllarda Üsküp yakınlann
da bir başka hikaye adım adım örmektedir ilmeğini. Her cins
ten kornitacının birbirine geçtiği o belalı Makedonya dağlann
da, köylerinde Bulgar komitacıl arının, Paris'te felsefe okumuş
öğrencilerin Sofya toplantılannda attıklan ezilen milletlerini
kurtarmaya yönelik ateşli nutuklannın iğvasıyla "yoldan çıkan"
köylü İlya'nın ve onun rakip komitalardan benzerleriyle kesi
şen hayatının hikayesidir bu. Sofya'da tanıştığı Petra vasıtasıyla
Sandanski grubuna dahil olmuştur İlya usulca. Bu yeni dünya
da köylü aklınca kendine en uygun bulduğu iş ise fedailiktir.
Şifresini çözmeyi okumuş Petralara bıraktığı sürekli değişen
siyasi ittifakiann eşliğinde, Rum komitalarının bölgesinde,
Manastır'da zaman zaman Türk komitacılarla, mülki idareci-
24
lerle Rumiara karşı işbirliği yapmaktadır. Onun hikayesi de bir
noktada 1908 Meşrutiyeti'ne bağlanacak, bir süre hepsi hürri
yet ve uhuvvet şarkılan söyleyeceklerdir. Tam kornitacılık bitti
derken, Balkan Harbi'nde kartlar ve ilişkiler bir kez daha düş
manca kanlır. Çeteler ve Jön Türkler aynı paramiliter şiddetin
içinde bir öyle bir böyle hayatlannın en ateşli çağlannı derin
den inandıklan idealler uğruna feda ederken, koca imparator
luk hepsinin başına çökmektedir aslında. Beraberinde Enverle
ri, K.olağası Tahsin Beylerle birlikte Zlatanlan, Petralan ve İlya
lan da Selanik, Serez, Yama, İstanbul demeden yannı meçhul
bir karanlığa sürükleyerek. Ama geride yer yer hayat kurtaran
kornitacı "dayanışma"sı örnekleri bırakarak ...
Farkına vardığınız gibi, kitaptaki hikayelerin, küçük tarih
epizotlannın çoğu Osmanlı'nın o "uzun" 19. yüzyılından ve
onun bir sonraki asra uzandığı yıllardan. Bu önemli. Önemli,
çünkü bu dönemde hayat şaşırtıcı ölçüde hızlanır ve değişir
ken dünya küçülür. Ve yerinden oynayan fay hatlan, kıtalar
son kez ve büyük bir şiddetle birbirine çarparken, devletlerin
tebaalanyla, toplumlanyla kurduklan ilişki de o hızda değişir.
Devlet dediğimiz o siyasi iktidarın merkezinin yeni düzen ve
takip mekanizmalan, araçlan gelişmiş, kayıt tutma pratiği zen
ginleşmiştir. Telgraf gibi haberleşme teknolojilerinin de yardı
mıyla Osmanlı'nın yeni yeni vatandaş olmaya başlamış tebaası
da bu gelişmelerin eşliğinde sesini giderek daha fazla duyur
maya başlamıştır. Gazete ve dergilere yansıyan irili ufaklı ha
berler, ilanlar, reklamlar da yeni iletişim ve etkileşim kanallan
arasındadır şüphesiz. Hikayelerimizden birinde hamile bir ka
dının sağlıklı doğum yapma arzu ve telaşıyla "asri" hastaneye
ulaşınaya çalışırken Boğaz vapurunda doğurmak zorunda kal
ması örneğinde gördüğümüz gibi, artık onlar da yeni hayatın
kendilerine sunduğu imkanlardan daha kolay haberdar olur
larken birbirlerinin sesini de daha yakından duyar, birbirlerin
den daha fazla etkilenirler.
Tarihçiliğimizin uzunca bir süre bu sesleri duymarnış ol
masının veya duymazdan gelmesinin, toplumsal alanın devlet
ten görece veya tamamen bağımsız kendi iç ve alt iletişim,
etkileşim kanallannın varlığından uzun süre haberdar olma
masının sebepleri her ne ise, an itibanyla gördüğümüz ve bu
kitabın da bizlere gösterdiği şu ki, o sesler artık duyulmuştur.
25
Ve Osmanlı tarihçiliğinin en hızla gelişen ve dönüşen kulvan
artık imparatorluğun bu son dönemi, yani 19. yüzyılıdır. Sebe
bi ise bütün o farklı seslere, kendi incelikleriyle ve yer yer ken
di özgün dilleriyle kayda düşmüş o sesiere kulak vermesini
öğrenen tarihçiliğimizin onlara münasip, uygun bir anlatının,
tarihyazımının mümkün olabileceğini nihayet keşfetmeye
başlamış olmasıdır. Aynı malzemeden edebi kurmacaya uzan
mak ise zaten zor değil.
Elinizdeki kitap baştan aşağı bunun heyecanlı bir arayışı, ya
ratıcı bir denemesidir. Dolayısıyla ne kadar takdir edilse yeridir.
lleriki sayfalarda göreceğiniz gibi, bu söylediğim sadece
son Osmanlı dönemi tarihiyle sınırlı değil. Kitabın geriye ka
lan iki hikayesi Cumhuriyet dönemine uzanıyor. Öyleyse bu
dönemin tarihçiliği de değişecek demektir!�
Bu temennimiz orada dursun, biz yine hikiyelerimize
dönerek bitirelim.
Sözü edilen o diğer hikayelerde artık imparatorluk enka
zının, o büyük nihai yangının külleri üzerinde kurulan, ya da
26
saniann bir kısnu, ya da onlann çocuklan şimdi İzmir'de çıkı
yor karşımıza. İmparatorluk uçsuz bucaksız coğrafya demekse
eğer, Cumhuriyet genellikle o coğrafyanın küçülmesi, insania
nn sıkışması, sıkıştınlması, göçe zorlanmasının sonucu demek.
Hikayelerimiz aynı zamanda bu büyük hikayenin de hikayesi. ..
"Bir varnuş bir yokmuş"un yani... Ya da "insanoğlu kuş
misali"nin ... Ama çoğu kanatsız kalnuş veya kanadı kınlmış
kuşlann ...
Y ine göreceğiniz gibi çoğu hikayenin kahramanlan kadın
lar, genç kızlar, çocuklar... Hem tarihin ve coğrafyanın kendile
rine kader olduğu, hem her an suça itilen ve örtülü veya açık
şiddete maruz kalma ihtimaline sonuna kadar açık hayatlar
yaşayan sıradan kadınlar, genç kızlar, çocuklar... Bu da yine ta
rihyazınunın son dönemde global ölçekte de şahit olduğumuz
belirgin tercihleriyle uyumlu.
Şöyle bitireyim:
Bütün bu olaylar gerçekten böyle mi yaşandı, "Belgesi var
nu?" cinsinden o çok bilmiş, kibirli, cahil ya da şimdilerde faz
lasıyla "yerli ve milli" tarihçi ya da tarih meraklısına özgü sonı
lan sormayacak bir okuyucu için bu kitap. Hikayeleri kaleme
alan tarihçiterin o kadar da önemsedikleri kanaatinde değilim
bu sorulan. Çünkü dertleri tarihsel olgulan konuşturmaktan
ziyade arşiv kayıtlanndan, belgelerden, gazete haberlerinden
bugüne uzanan parçalı, çoğu zaman eksik kalnuş, başı ya da
sonu belirsiz hikayeleri, hayal gücünü sahneye davet ederek
yeniden yazmak. Elbette bir dayanaklan var; o hikayelerin bir
yerlerde tarihçisini bekleyen izleriyle, işaretleriyle kesişmiş
yollan. Ortada bir gizem olmadığı aşikar! Yer yer ucundan kı
yısından ima ettikleri ya da gösterdikleri o izlerin, işaretierin
orijinalleri kim bilir hangi ülkenin hangi arşivinde, hangi kü
tüphanenin hangi koleksiyonunda. Duyduğumuz o sesler ora
lardan çıkıyor. Ve bu kitabın yazarlan, tarihçileri aracılığıyla
bizlere ulaşıyor.. . Ve onlar, bu kez farklı bir yol deneyerek, biz
ler için yeniden hikaye ediyorlar...
Hepsi bu kadar!
Evet. Tarihçiler demek ki arada bunu yapma ihtiyacı du
yuyorlar! Hikmetini hep birlikte düşünelim dilerseniz.
E, "ama bu tarihçilik değil ki!" mi diyorsun! Öyle olsun,
dilediğince isimlendir o zaman!
27
Ama unutma, bu hikayeler de o tarihin üriinü! Geleceğin
tarihçiliğinin kimi şifresi belki oralarda bir yerdedir. Yukanda
isimlerini andığım White'ı, Yalçın'ı, Aksoy'u bir daha oku is
tersen.
Bu kitaba, anlattığı hikiyelere biraz kulak ver, şimdilik
yeter!
Sonrası mı?
Hala merak edersen sağını solunu, gidip kendin düşersin
peşine onlann ve daha nicesinin izlerinin ...
Böylece sen de usulca hikiyeye dahil olurken, o hikayeleri
bizler için seslendiren, birer edebi kurmaca ve/ya tarihsel an
latı olarak yeniden kurgulayan o tarihçi-yazarlanmız yüzlerin
de ışıltılı bir gülümseme eşliğinde bırak ellerini ovuşturup,
aralannda fısıldaşsınlar:
"Oldu bu iş galiba!"
28
ARABELLA İLE T OMAS
Ali Sipahi
31
leri Amerika'dan tekrar Anadolu'ya dönüyorlardı. Diğer
aile ise, Akdeniz coğrafyasına ayak basan ilk misyoner
lerden efsanevi lsaac Bird'ün oğlu William Bird ve kansı
idi. Onlar da yedi sene Suriye'de çalışrill§ , iki sene önce
eve dönmüşlerdi; şimdi ise tekrar Lübnan topraklarına
gidiyorlardı.
New York'tan bu Harput denen ücra kasahaya ulaş
mak pek de kolay olmayacaktı. Arabella ve yeni tanıştığı
meslektaşları nispeten rahat bir gemi yolculuğuyla önce
Liverpool'a, ardından da İstanbul'a gittiler. Kısa bir süre
oradaki Amerikalı ailelerde misafir olduktan sonra fazla
zaman kaybetmeden iç bölgelere doğru yola koyuldular.
Bird ailesi yine gemiyle Lübnan' a gitmek için gruptan ay
nldı. Diğerleri Karadeniz kıyılarına deniz yoluyla gidip,
geri kalan yolu karadan yapacaklardı. Arabella'ya bu sefer
de kendisi gibi bekar bir öğretmen olan Maria West eşlik
etti. Genç kadın İstanbul'dan Merzifon'a uzanan yolcu
lukta Maria'ya bu ülke hakkında yüzlerce soru soracak,
yabancı bir kadın olarak burada yaşamaya kendisini hazır
lamaya çalışacaktı. Maria Merzifon 'da kalmak zorun
daydı, fakat Arabella'nın yolculuğun son ve en zorlu bö
lümünü kendi başına yapması imkansızdı. Bu yüzden
Harput misyon merkezinin kurucu babalarından Crosby
Wheeler onu almaya geldi ve mümkün olduğunda ata,
olmadığında ise kağnılara binerek nihai durağa ulaştılar.
Karadeniz sonrası kara yolculuğu o kadar ilkel şartlar al
tında yapılmıştı ki, Bird ailesi Lübnan'a 27 Temmuz'da
varırken, Arabella Harput' a ancak 28 Eylül'de, New York'
tan yola Çıktıktan tam dört ay sonra varabilmişti.
Harput, Arabella'nın beklediğinden çok daha geliş
miş bir şehirdi. Bütün eski çağ kentleri gibi korunaklı bir
tepede kurulmuş bu kale-şehirde yaşam zamanla kale
nin dışına taşmış, birçok yeni mahalle kurulmuş ve şehir
yirmi binden fazla nüfusuyla bölgenin ticaret merkezle-
32
rinden biri haline gelmişti. Amerikalılar, kalenin batısın
da, uçsuz bucaksız Harput Ovası'na hakim bir köşede
ilk misyon binalannı inşa etmişler, şimdilerde ise yeni
derslikler ve öğrenci yurtlanyla orayı bir kampüse dö
nüştürüyorlardı. Arabella haftalar süren yolculukta gör
meye alıştığı kerpiçten basit evierden sonra, Amerika' da
ki okullara tıpatıp benzeyen kırmızı kiremiili bu taş bi
nalarda karşılanıp sandalyelerle çevrili gerçek bir yemek
masasına davet edildiğinde kendini eve gelmiş gibi his
setti. Burası çölde bir vaha gibiydi.
Genç kadın ertesi sabah uyandığında biraz da şaş
kınlıkla okulda herkesin çoktan işe koyulmuş olduğunu
gördü. An kovanı gibiydi burası . Ameri�alılar, Harputlu
öğretmenler, öğrenciler, herkes çok meşguldü. Kafasında
burayı daha yavaş, daha uyuşuk bir yer olarak hayal et
miş olduğunu fark etti. Fakat tam tersine hemen çalışma
ya başlamalıydı, ona ihtiyaçlan vardı. Tabii doğru düz
gün bir işe yarayabilmesi için öğrenmesi gereken çok şey
vardı: okulun günlük rutinleri, yerel halkın kültürü, en
başta da dil. Öğrencilerin hepsi Ermeni'ydi ve her ne ka
dar temel düzeyde İngilizce öğretiise de eğitim dili Er
meniceydi. Dolayısıyla bütün misyonerierin Ermenice
öğrenmesi gerekiyordu. Tabii en iyisi Türkçeyi de öğren
mekti ama misyonun sözcüsü konumunda olan Bay Bar
num dışındakilerin Türkçeyi çok akıcı konuştuklan pek
de söylenemezdi. Ne de olsa üst düzey hükümet görevli
leriyle her zaman Fransızca anlaşmak mümkündü. Özel
likle kız çocuklanyla çalışmaya gelmiş olan Arabella için
ise Ermenice konuşabilmek daha da önemliydi. Doğrusu
hızla da öğrendi. Daha yeni yıla girmeden kasabalı ka
dınlarla yapılan toplantılara katılacak kadar sökmüştü Er
meniceyi. Öyle ki, Bay Bamum Aralık'ta Boston' a gön
derdiği senelik raporunda Arabella'nın yeni ortamına
mükemmel uyum sağladığını bildirmişti.
33
"Eski Harput, 2 Ekim 184T'
Kaynak: Jules L.aurens'in Türkiye Yakulutu 1 Le vayage de Jules L.aurens en
Turquie, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, istanbul, 1998.
34
iftihan ipekli ürünler işindeydi, fakat kısa zamanda işleri
bozuldu, ticaret anlaşmalan fesh edildi. Aslında kendi ki
lisesinde çok yükselebilecek kadar iyi bir dini eğitimi
vardı ve bunu bilen piskopos ona geri dönmesi için dol
gun bir maaş dahi teklif etmişti. Ama nafile. Tomas rnis
yonerlerle daha da yakınlaştı ve İstanbul'da yüksek eği
tim alması için bölgeden seçilen beş kişiden biri oldu.
1 852 yılının 24 Mayıs'ında İstanbul' a doğru yola çı
kan bu genç, Bebek Okulu'nda iki sene okuyacak, o za
manlar imparatorlukta var olan en ileri eğitimlerden bi
rini alacaktı. Bu okul, yıllar sonra Robert Koleji'ni kura
cak olan Cyrus Hamlin'in ilk eseriydi. İngilizce eğitimi,
teoriden ziyade pratiğe önem veren anlayışı, zanaat ve
ticareti de kapsayan mürredatı ile Bebek Okulu, sadece
din adamı olmak isteyenlerin değil iş hayatına atılmayı
planlayanlarm da ilk tercihiydi. Burası, bir Protestan
misyoneri tarafından kurulmuş olsa da, mezhep veya din
değiştirmeyi düşünmeyen, ama prestijli bir eğitim almak
isteyen birçok genç erkeğin girmek istediği bir okuldu.
Tomas iki sene sonra Bebek mezunu olarak Diyarbakır' a
döndüğünde şehirde saygıyla karşılandı. Doğrusu pek
çok Bebekli taşraya dönmeye tenezzül etmiyor, başkent
te ya da yurtdışında kendilerine yeni bir hayat kurmayı
tercih ediyorlardı. Tomas ise memleketine bir din adamı
olarak hizmet etmeyi seçrnişti. Hatta l 8 56'da tekrar Be
bek' e gitmek istediğinde hem misyonerlerden hem de
yerel halktan şüphelenenler olmuş, artık geri dönmeye
ceği düşünülmüştü. Ama o yine döndü. Bu sefer yüksek
teoloji eğitimini bitirrniş ve papaz olma ehliyetini almış
olarak. Sonunda, l 86 3 ' ün Mayıs ortasında Diyarbakır'da
düzenlenen Doğu misyonerlerinin yıllık toplantısında
kendisine papazlık ünvanı resmen verildi, hem de ne se
remoniyle. Tomas ' ın papazlık imtihanlan ayın, belki de
yılın olayı olmuştu. Sınav, binden fazla kişi katıldığı için
35
mecburen açık havada yapılmıştı. Tomas, imparatorluk
topraklarındaki en muhterem Amerikalı din adamlan
(İstanbul'dan Bay Riggs bile oradaydı) tarafından Türk
çe, Ermenice ve Arapça sorulan bütün sorulara eksiksiz
cevap vermişti. Diyarbakır'ın bir yerlisi, Protestan papa
zı olmayı başarmıştı.
İşte Arabella'nın okulunda öğretmenlik yapan genç
kadın Tomas'ın kardeşiydi. Kendisi de onunla İstanbul'a
gitmiş ve yine Amerikalılann kurduğu Hasköy Kız Oku
lu'nda okumuştu. İyi İngilizceleri ve dünya görgüleri ile
Boyacıyan kardeşler Arabella'nın en çabuk yakınlaştığı
Ermeniler oldular. Harput papazıyla evli olan diğer kar
deşin evi de kısa sürede sıkça ziyaret ettiği bir dost rneka
nına dönüştü. Kendi dilini ve kültürünü bilen bu insanlar
la anlaşabiliyor, Ermerncesini onlann yardımıyla geliştiri
yor, aynca bu sayede misyon kampüsüne kapalı kalmayıp
kasaba hayatına girebiliyordu. Arabella işte o evde To
mas'la tanışma fırsatı bulmuştu. Takdis törenini takip
eden yaz aylarında bu Diyarbakırlı çiçeği burnunda pa
paz Harput' a, kardeşlerinin yanına gelmiş, altı hafta ka
dar kalmıştı. Sonbaharda da bir aylığına tekrar gelmişti.
Arabella bu dönemde Tomas' ı sadece kız kardeşinin
evinde değil, misyoner okulunda da sürekli görür olmuş
tu. Bu genç Protestan, misyonerler için övünç kaynağıy
dı. Konuşması ve layafetleriyle bir İngiliz beyefendisini
andınyordu, alçakgönüllü bir centilmendi. Daha kendisi
gelmeden başan hikayesi genç kadının kulağına çalın
mıştı zaten, ama Arabella yine de bir Doğuluyu gözünde
böyle canlandırmamıştı, özellikle de ne zor koşullarda
büyüdüğü düşünülürse. Ailesini kaleradan kaybetmiş,
kardeşlerini bakıp büyütmüş bir yetimdi. Evlenmişti, ama
kansını ve küçük oğlunu geçen sene çok genç yaşta top
rağa vermiş, dört yaşındaki diğer oğluyla yalnız kalmıştı.
Bütün bunlara rağmen önce yükselmekte olduğu iş ha-
36
yatını, sonra da birçok Bebek mezununun seçtiği rahat
hayatı halkına hizmet etmek uğruna bir kenara itmişti.
Arabella, kendi memleketinin 1 860'lar ruhunu Tomas'ta
görüyordu: nefsinden feragat ve yanlış yolda olanlara
doğruyu göstermek için mücadele. Kuzey ordularının
Güney'de yaptığı buydu; misyonerierin bütün dünyada
yaptığı da. Üstüne üstlük, Tomas, ne Kuzeyliler gibi ne
de başka kıtalara giden Amerikalılar gibi ayrıcalıklıydı.
O, bir yerli kahramandı.
Arabella nasıl ki Tomas'a gün geçtikçe daha çok hay
ranlık besliyorsa, Tomas da Amerikalılar arasında İstan
bul'dayken alıştığı entelektüel ortama kavuşuyor, onlarla
taşrah memleketlileriyle yapamadığı düzeyde dünya si
yaseti ya da İncil üzerine muhabbet etme imkıinı bulu
yordu. Birçok hemşensinin tanımadan, sadece yabancı
olduklan için şüpheyle süzdüğü bu kişilerin ne büyük
fedakarlıklarda bulunarak, evlerini ve ailelerini bırakıp
buraya geldiklerini iyi biliyordu. Doğululara saygısızlık
ya da kibirden kaynaklanıyormuş gibi gelen mesafeli
davranışlarının sadece kültürel farklardan ileri geldiğini
anlıyordu. İşte bu karşılıklı saygı ve merak Tomas ve Ara
bella'yı birbirlerine yaklaştırdı. Fakat Arabella'nın daha
sonra annesine yazacağı gibi, bu topraklarda bir erkek ve
bir kadının birbirlerini tanım ak için yalnız vakit geçir
meleri kabul edilir bir şey değildi. Ya mesafelerini koru
maları gerekiyordu ya da ciddi bir karar vermeleri. So
nunda bir gün yalnız kalmayı başardılar ve zaman kay
betmeden ikisinin de zaten aklında olan o konuyu ko
nuştular, yani evlenmeyi. İkisi de temkinliydi, hatta Ara
bella buraya öğretmen olarak gönderildiğini, iki seneden
önce işini bırakamayacağını söyledi. Tomas anlayışla
karşıladı, o da buradaki düzeni bozup tepki çekmek iste
mezdi . Konuşmalarının sonunda iki sene sonra evlen
mek üzere sözleştiler. Artık nişanlanmışlardı.
37
Bu söz iki gencin arasında kaldı. Kış yaklaşırken To
mas Diyarbakır' a döndü, Arabella da işine. Etraflannda
kilere konuyu açıp sorularla boğuşmak için daha çok
erkendi. Ama Tomas'la yaptıklan plan Arabella' nın kafa
sında gün geçtikçe daha da oturdu, hatta bu güzel habe
ri paylaşmak için sabırsızlanmaya bile başladı. Kasım
sonu geldiğinden okul kış tatiline girmek üzereydi. Bu
sebeple öğrencilerin dönem sonu sınavlan yapılmış, ço
cuklar beklentileri karşılayarak sınıflanru iyi notlarla
geçmiş, öğretmenlerini gururlandırmışlardı. Kampüste
herkes mutluydu. Arabella da küçük sırnnı daha fazla
gizlemek istemedi ve bu mutlu havayı taçlandıracağına
inandığı haberi vermek için akşam yemeğinden sonra bü
tün misyonerleri odasına çağırdı.
Odada toplananlar Arabella'nın Diyarbakırlı Tomas'
la nişanlandığını duyduklannda donup kaldılar. Haber
genç kadının hiç beklemediği bir şok etkisi yarattı. Genç
ler, "Acaba ne diyecekler," diye yaşlı yöneticilere bakıyor,
ötekiler de telaşlı ve sinirli gözlerle bir birbirlerine bir
Arabella'ya dönüyorlardı. Sonunda biri konuştu, diğeri
takip etti ve Arabella'yı soru yağmuruna tuttular. Nasıl
misyondan gizli yerel halktan biriyle görüşürdü? Bir mis
yonerin onlardan biriyle evlenemeyeceğini bilmiyor muy
du? Böyle bir evlilik halkla aralanndaki mesafeyi yok
edip bütün misyonu tehlikeye düşürmez miydi? Burada
ulvi bir görev için bulunuyorlardı, duygulan işe karıştır
mak, mahremlerini bu topluma açmak, en çok sakınma
lan gereken şeydi. Demek o kadar güvendikleri Tomas
içlerine böyle sızmak istiyordu. Zaten devamlı kilise için
yardım toplamak bahanesiyle Amerika'ya gitmek iste
mesinden belliydi. Buralılara bir kere bu fırsat verildiğin
de tabü ki hepsi bir Amerikalıyla evlenmek isteyecek,
misyoneriere bu gözle bakmaya başlayacaklardı. İşte o
zaman öğretmeye çalıştıklan her şey bir kulaklanndan
38
girip diğerinden çıkacak, onlan refahlan için kullanmaya
çalışacaklardı. Daha en baştan buna karşı çıkmamışlar
mıydı? Ortalıkta para saçıp kalpleri yalandan kazanan sö
mürgeci devlet adamlan gibi olmadıklannı göstermek
için birçok yardım isteğini reddetmişler, ayncalıklı bir ha
yatı nasıl da geride bıraktıklannı anlamak istemeyen in
sanlarla uğraşmak zorunda kalmışlardı. İngilizce öğren
mek için can atmalarma rağmen yerli halka kendi ana
dillerinde eğitim vermek için ısrar etmişlerdi. Onlar bu
raya insanlan Arnerikanlaştırmak için değil, onlara doğru
Hıristiyanlığı öğretmeye gelmişlerdi. Bu ince çizgiyi geç
mek misyona yapılabilecek en büyük kötülüktü!
Arabella şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Vere
ceği haberin biraz tartışma yaratacağını tahmin ediyor
du, ama böyle bir hücum beklemiyordu. Okul işlerini
yüzüstü bırakacağına tepki gösterilir diye zaten evliliği
iki sene ertelemişlerdi. Ama evWiğe bu kadar temelden
bir karşı çıkış hayal etmemişti. O akşam doğru düzgün
bir tartışma yaşanmadı, odada yaşanan daha çok tek ta
raflı bir ders verme gibiydi. Misyonun yaşlı ve deneyimli
yöneticileri söyleyeceklerini söylediler. Arabella ise gide
rek sessizleşti ve sonunda kendi haline bırakıldı.
Genç kadın herkes gittikten sonra sabaha kadar
Tomas'la bundan sonra ne yapacaklanndan çok misyo
ner cemaati üzerine düşündü. Nasıl bu kadar zalimleş
mişlerdi bir anda? Sanki şu ana kadar etrafında gördüğü
bütün gülümsemeler sahteydi. Kafasındaki idealleştiril
miş misyoner, yani evrensel insanlık için kendini feda
eden kişi imgesi birden çökmüştü. En azından, Arabel
la'nın Arnerikan yerlileri arasında misyonerlik yapmış
olan babasından öğrendikleri bu değildi. Gerçi babası,
özellikle de on beş-yirmi yıl önce, kızı bir yerliyle evle
neceğim deseydi nasıl bir tepki verirdi acaba? Belki o da
karşı çıkardı. Bilmiyordu. Bildiği tek şey çenesini tuta-
39
mayıp nişan haberini onlarla paylaşmasının büyük bir
hata olduğuydu. İkiyüzlüydüler, buranın halkını kendi
leriyle eşit görmüyor, hatta sevmiyorlardı bile ! Bu güzel
binalarda yaşayıp, kasaba yaşamına doğru düzgün katıl
madan, ahlak üzerine, iyi insan olmak üzerine ahkam
kesiyorlardı . Eğer dedikleri gibi buraya doğru yoldan
çıkmış halka hizmet etmeye geldiyseler, o zaman Ara
bella basit bir öğretmen olmaktansa bir papaz karısı ola
rak İsa'ya ve buralılara daha iyi hizmet etmez miydi?
Ama Arabella' nın diğerlerine karşı böyle bir savaş vere
cek gücü yoktu. Kendini yalnız hissediyordu. Erkek yö
neticilerin otoritesi göründüğünden çok daha yüksekti;
anlardı asıl misyonerler, genç kadınlar ise ancak okulla
uğraşıyorlardı. Açıkçası rapor edilmek ya da atılmak is
temiyordu, zira daha sadece bir yıldır buradaydı. Hele
bir-iki sene geçsin, Tomas'la iş zaten olacağına vanrdı.
Bu yüzden Arabella direnmemeye, ertesi sabah evlilik
planlarından vazgeçtiğini diğerlerine bildirmeye karar
verdi.
Diğerleri için de gece uzun sürmüştü . Eski üyeler,
odadan ayrıldıktan sonra alt kattaki salonda konuşmaya
devam ettiler. Sonuçta tam bir skandaldı söz konusu
olan, ama daha da kötüsü Arabella bunun neden skandal
olduğunu anlayamayacak kadar genç ve bilgisizdi. Yerel
halkla kaynaşır, ellerinde olanı onlarla paylaşıriarsa daha
yararlı olacaklarını düşünüyordu. Fakat bu tabii ki yan
lıştı! Üstelik kaç kere kanıtlanmıştı yanlış olduğu. Hin
distan'da özellikle. Ne zaman ki misyonerler para yardı
mı yapmışlar, zor durumda olanlara kol kanat germişler,
karma evliliklere göz yummuşlardı, o zaman yerel halk
onlara bağımlı hale gelmiş, para için, sınıf atlamak için
Protestan olmaya başlamışlardı. Sonuç olarak bir kısmı
nın hayatı değişiyordu elbette, hatta fırsat bulduklannda
İngiltere'ye göç edip vatandaşlık almaya çalışıyorlardı,
40
ama genel halka hiçbir yardımı dokunmuyordu bu du
rumun . Evet, misyonerierin Harputlu ortalama bir kişi
den daha fazla geliri vardı, ama bunu onlara sunmak on
ların ruhunu satın almak demekti. İşte asıl buydu ahlak
sızca olan ! Pek çok Ermeni yardımlan kısıtlıyor, İngiliz
ceyi yeterince öğretmiyor, dini eğitime fazla önem veri
yorlar diye onlara kızıyordu. Çünkü bu kişilerin derdi iyi
bir Hıristiyan olmak değil, sadece daha müreffeh bir
hayata sahip almaktı. Düşünsenize, evlilik yolu bir açı
lırsa neler olurdu!
Zaten Harput'ta son dönemde Amerikan özentileri
çıkmıştı ortaya. Bunlar, fötr şapkayla gezip İngilizce keli
meler kullanarak konuşuyorlardı. Yeni moda gömlekler
giyiyorlar ama kol düğrnesi iliklerneyi bile bilmiyorlardı.
Halk da bu kepazeliği görünce misyoneriere cephe alıyor,
bu durumu onlann teşvik ettiğini düşünüyordu. Halbuki
misyona en büyük kötülük bu özentilerden geliyordu; bu
sının aşanlardan, şeklen Amerikalı olanlardan, derdi sınıf
atlamak olanlardan. Bu tipleri sömürgeci, mandaa devlet
adamları severdi, misyonerler değil. Karanlığın yüreğin
deki bu yerde kimseyi kendilerine bağımlı kılmadan hiz
met vermek ne zordu! İşte saf Arabella'nın anlamadığı
buydu. Yardım etmek isterken zarar verdiğini anlamıyor
du . Misyanun görevi doğru yolu göstermekti sadece, yok
sa halkın elinden tutmak değil. Toplum kendi kararları,
kendi inisiyatifi ile dönüşmeliydi. Umuyorlardı ki Arabel
la ile Tomas kararlannın toplum için zararlarını aniayacak
ve bu işten vazgeçeceklerdi.
Ertesi gün Arabella karar verdiği gibi nişanı bozdu
ğunu açıkladı ve bir daha da bu konuyu açmadı. Fırtına
h gecenin ardından deniz durulmuştu. Kış geldiği için
Tomas da Harput' a gelmiyordu artık. Arabella durumu
kabullenmiş gözüküyordu. Fakat bir ay geçmeden fark
edildi ki Arabella'yla Tomas planlanndan gerçekten vaz-
41
geçmemişlerdi. Misyonerierin bunu öğrenmesi her şeyi
değiştirdi. Yeniden vazgeçirseler bile artık Arabella'ya
güvenemezlerdi; gizemli ve mesafeli davranmaya, onlan
düşman gibi görmeye başlamıştı sanki. Misyon kampü
sünde gergin bir hava yaratan bu sorunun okul açılma
dan bir nihayete erdirilmesi gerekiyordu. Sonunda Bay
Allen, Arabella'nın ailesine mektup yazmaya karar ver
di. Yazdı da, ama göndermesine gerek kalmadı, çünkü
aynı gün Arabella işi bırakıp Amerika'ya evine dönmeye
karar verdiğini açıkladı . Pes etmişti işte. Üzerindeki bu
baskıyla huzurlu bir hayat sürmesine imkan yoktu. Bü
tün Doğu misyonuna ve Boston' a hitaben kısa bir istifa
notunu da o gün, yani 1 6 Aralık 1 863 günü postaladı.
Notta sadece ailesinin yanına dönmek istediğini yazmış,
iki gün sonra ailesine göndereceği mektupta da kendini
iyi hissetmediği için döneceğini söylemişti. Yaşadıklannı
ancak iki hafta sonra özel olarak annesine gönderdiği
mektupta anlatabilecekti.
Arabella'nın istifasını takiben misyanun yaşlı üyele
ri Boston' a bir açıklama yapmak durumunda kaldılar.
Merkezdekiler daha ancak bir senesi dolmuş bu genç ka
dının neden dönmek istediğini haliyle bilmek isteyecek
lerdi. Her biri bu olay hakkında ayn ayn raporlar yazdı.
Yıliardır karşılaştıklan hiçbir sorun bu kadar aynntılı ve
uzun mektuplar gerektirmemişti. Biraz da sorumluluk
tan kurtulmak için olacak, Arabella'nın kişiliği bütünüy
le masaya yatınlmıştı. Yine de mektuplarda hala ona
karşı acımayla kanşık bir sempati seziliyordu. Örneğin
Bay Bamum' a göre kimse onun duygulannı sorgulamı
yordu, yalnızca uygunsuz bir karar verdiği için müdaha
le etmek zorunda kalmışlardı . Fakat bu nispeten iyimser
hava hızlıca bozulmaya başladı. Bu karda kışta onu eve
göndermek imkansız olduğundan bahan beklemek gere
kiyordu. Ama Arabella pek rahat verecek gibi değildi.
42
Kış tatili misyonerler için çevre köy ve kasabalan
gezmek için bir fırsat olurdu. Böylelikle hem öğretilerini
şehre uzak yaşayan yoksul ailelere anlatırlar, hem de
kendi okullannda okuyup tatil için köye dönen öğrenci
lerin aileleriyle görüşme şansı bulurlardı. O kış, Palu'ya
bir gezi düzenlenmişti ve Arabella da Bay Wheeler' a bu
gezide eşlik etmişti. Fakat Palu dönüşü genç kadın daha
da sessizleşti. Arabella' nın sonradan anlattıklanna bakı
lırsa, Bay Wheeler yolculuk sırasında kendisine ikinci
kansı olmasını teklif etmiş, zaten bir ayağı çukurda olan
Bayan Wheeler'ın da buna kazeti olduğunu söylemişti.
Hatta Bay Wheeler'ın Tomas'la nişanlanmasına en çok
bu yüzden karşı çıktığını söylüyordu Arabella. Misyonun
kuruculanndan Bay Wheeler hakkında böyle konuşmak
cesaret isterdi; bu yüzden bu sözleri duyanlar Arabella' nın
bir hayal aleminde yaşamaya başladığından şüphelendi
ler. Bazılan da bu garip iddiayı onun kötü niyetine verdi.
Neticede misyonerler arasında aynksı ve yabancılaşmış
duruyordu artık. Bir sabah Alien'larda kaldığı odaya gi
ren hizmetli onu yatakta kıpırdamadan oturur halde
buldu, tek kelime etmiyordu. Sağlığında bir sorun olma
dığına emin olunca onu kendi haline bıraktılar. Bir süre
sonra Bamum' lann evine taşınmaya karar verdi. Orada
da bir gün kendisini çepeçevre yorgana sannıp yatmış
halde buldular, yine konuşmuyordu.
Arabella, yetişkin bir kadın olarak gördüğü muame
leyi kaldırarnıyordu. Hürriyet fikirlerini yaymak için gel
diği bu topraklarda kendi yoldaşlan tarafından özgürlü
ğü kısıtlanıyor, son zamanlardaysa iyiden iyiye deli mua
melesi görüyordu. Artık onlarla yaşamaya bile katlana
maz olmuştu. Bir gün evden kaçıp Harput papazı ve
kansının evine sığındı, yani Tomas'ın kız kardeşinin evi
ne. Bu Ermeni aileye misyonerleri kötüleyecek kadar
kendi cemaatine yabancılaşmıştı. Öyle ki misyonerierin
43
onu öldürmek istediğini, onlann yanında güvende his
setmediğini söyledi. Ne yapacağını şaşıran Papaz Merde
rios, Bay Bamum' a haber vermeden edemedi. Bay Bar
num hemen gelip Arabella'yı eve dönmeye ikna etmeyi
başardı. Fakat çok geçmeden Arabella yine papazın evi
ne gidecek ve kendisini dağın eteğindeki ovaya taşınmış
olan vilayet merkezine indiernesini isteyecekti. Orada
vali paşadan ricacı olup Diyarbakır'a Tomas'ın yanına
gitme izni almayı umuyordu. Artık Türk paşaya misyo
nerlerden daha çok güvenir olmuştu. Merderios ise onu
paşaya gitmek yerine Tomas' a telgraf göndermeye ikna
etti . Tomas cevabında Diyarbakır'a gelmekten vazgeçme
sini, yollar biraz açılınca kendisinin onun yanına, Har
put' a geleceğini yazdı. Bu Arabella'yı biraz da olsa sakin
leştirdi. Bu Arabella'yı ancak kısa bir süreliğine sakinleş
tirmeye yetmişti.
Arabella bir-iki hafta sonra bir atlı ayariayıp gizlice
ovaya inmeyi başardı. Orada Protestan bir aileye gidip
kendisini Diyarbakır' a götürmelerini istedi. Aile reisi, ne
Arabella'nın damdan düşer gibi gelmesine ne de bu kar
da kışta, üstelik paşadan izin kağıdı olmadan Diyarbakır' a
gitmek istemesine anlam verebildi. Her ne kadar Ara
bella'nın kim olduğunu bilse de misyonerlerden izin al
madan böyle bir maceraya girişemezdi. Bay All en' a du
rumu anlatan bir telgraf çekti; Alien ise yolculuğa izin
vermek yerine bekleneceği gibi merkeze indi ve Arabel
la'yı Harput' a geri götürdü. Artık işler iyice çığınndan
çıkmaya başlamıştı. Misyoneriere çok yakın olan Papaz
Merderios' a gitmesi çok büyütülmeyebilirdi, ama aşağı
semte gidip Protestan da olsa özel bir bağlan olmayan
bir ailenin kapısını çalması kabul edilemezdi. Bundan
sonra "Diyarbakır' a gitmek isteyen aşık Amerikalı kadın"
dedikodulannın peyda olması işten değildi.
Arabella kendi doğal çevresinden adım adım uzak-
44
!aşıyor, yerel halkın içine doğru kaçıyordu. Bay Allen
onu Harput' a getirdikten sonra Arabella bu sefer papa
zın evine de güvenmeyip sıradan bir Protestan ailenin
evinde kalmaya çalışacaktı, her ne kadar papaz buna izin
vermediyse de. Bir sonraki kaçışında ise artık Protestan
çemberini de kıracak, çoğunluğa yani Ortodoks Ermeni
halkına kanşmaya yeltenecekti .
İşte bu olay bardağı taşıran son damla oldu. O gün
misyonerler Arabella'nın Ermeni Ortodoks Kilisesi' ne,
yani misyonerierin en büyük rakibine gittiğini duydu.
Kilisede bir nikah töreni yapılıyordu ve Arabella töreni
baştan sona, hipnotize olmuş gibi izlemişti. Misyon kam
püsünden bir-iki kişi vakit kaybetmeden kiliseye gittiler.
Genç kadını, bu yaptığının uygunsuz olduğuna ve onlar
la kampüse geri dönmesi için ikna etmeye çalıştılar. Ara
bella ne karşı çıktı ne de ona söylenenleri yaptı. Sanki
onunla konuşan kimse yokmuş gibi oturmaya devam etti.
K.ıpırdamıyordu. Sonunda misyonerler herkesin gözleri
önünde onu zorla taşıyarak eve götürdüler. Bu, Harput
misyonunun kuruluşundan beri yaşadığı en büyük skan
daldı. Kasaba ahalisinin diline düşmüşlerdi en sonunda.
O gün bütün çarşı bu garip Amerikalı kadını konuşuyor
du. Türk'ü Ermeni'si bütün halkın arasından sokaklan
bir bir aşıp kendilerini Bay Wheeler'ın evine attıklarmda
sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Eve vannca ilk iş Arabella'yı
bir odaya soktular ve kapıyı arkasından kilitlediler. Ona
göz kulak olsun diye bir de kadın tuttular.
Yaşlı üyeler sonradan Boston' a yazdıklan mektupla
nnda o gün zor kullanmalan gerektiğini açıkça itiraf et
tiler. Hatta Bay Allen Arabella'nın ailesine, onlann bile
bu tutsaklığa anlayışla bakacaklannı düşündüğünü be
lirtmişti. Ermeni ya da Türk, kendini bilmez bir halk var
dı dışanda; kızlannın onlann eline düşeceğine zorla tu
tulması daha iyi değil miydi? Kaldı ki misyonerierin
45
çoğu Arabella'nın hafiften delirdiğini düşünmeye başla
mıştı, çünkü iyice garipleşmişti, hiç konuşmamaya, sinir
krizleri geçirmeye başlamıştı. Örneğin bir gün eve gelen
misafırin kendisiyle evlendirilmek istendiği paranoyası
na kapılmış ve kaçmaya kalkışmıştı. Başka bir gece ise,
aynı odada beraber kaldığı Ermeni kadının iddiasına
göre, onun yatağına girmeye çalışmış ve, ·�zularımı tat
min etmeni istiyorum," demişti. Hatta Arabella'nın ken
dini tatmin ettiği de söylenmişti ki bunu Protestanlar
telaffuz dahi etmez, "gizli günah" diye adlandınrlardı.
Arabella'nın bu son bir aydaki davranışlarının sade
ce Tomas'la ilgili olmadığı aşikardı. Sanki kendini doğal
çevresinden kopanp başka bir halka teslim etme müca
delesi veriyor gibiydi. Tomas bunun sadece bir parçasıy
dı. Harput' ta geçirdiği bir yılın sonunda misyonerierin
geldikleri topraklara hiç yakınlaşmadıklannı görmüştü.
Halbuki bu bahtsız halka yardım etmeye, onu çürümüş
lükten çekip çıkarmaya, doğru yolu göstermeye gelme
mişler miydi? Peki, o zaman neden okulun dışına çıkma
dan, kasabanın gündelik hayatından bambaşka bir yaşam
sürüyorlardı? Neden halka ancak aamayla bakılıyordu?
Halkla aralannda görünmez, aşılması imkansız bir çizgi
vardı sanki. Papazın evine kaçtığı ilk gün ona, " Misyoner
lerio bütün istediği kendi onurlarını, kendi büyüklükle
rini pekiştirmek; sizin halkınıza karşı hiçbir sevgi besle
miyorlar," demişti. Diyarbakır'a gitmesinin defalarca en
gellenmesiyle misyona daha da yabancılaştı. Öyle ki,
kendisini Ermenilere daha yakın hissetmeye başlamıştı.
Bir gün Tomas konusunu konuşurken yine papaza, "Siz
den biri olmak istiyorum! " demişti. Bir Amerikalı olarak
değil bir yan Ermeni olarak yaşarsa bu şehirde daha çok
saygı göreceğini düşünüyordu. Misyoner olduğu için res
men utanç duymaya başlamıştı. Bay Bamum'la yaptığı
nispeten ılımlı bir konuşmada açık açık Amerikan vatan-
46
daşlığından çıkmaya razı olduğunu söylemişti. İçine doğ
duğu dünya ile yardım etmek istediği dünyanın bağdaş
tınlamaz olduğunu anlamış, tercihini ötekinden yana
kullanmıştı. Kendinden vazgeçmekten başka yol yoktu
önünde.
Her ne kadar misyondakilerin çoğu için bu olay bir
aşk skandalıyla sınırlı idiyse de, keskin gözlemciler Ara
bella' nın misyonerierin yerel halkla ilişkisine dair daha
derin felsefi bir sorgulamaya giriştiğinin farkındaydı.
Özellikle Bay Wheeler genç kadına nişanlandığı ya da
hatalı davrandığı için değil, daha ziyade yanlış düşündü
ğü için savaş açmıştı. Yerel halkla yakınlaşmanın uzun
vadede en çok o halka zarar vereceğini, aralanndaki top
lumsal mesafenin yardım edebilmelerinin önünde engel
değil aslında onun tek koşulu olduğunu, bu ciddi işin
Arabella gibi duygusallıkla yapılamayacağını savunuyor,
şu ana kadar koruyabilmiş olduklan mesafenin şimdi To
mas gibi Amerikalı eş arayanlar çağalırsa tehlikeye gire
ceğini vurguluyordu. Artık "kızlarırnızı kandıracaklara
karşı" hep tetikte olmamız lazım diye düşünüyordu. Bay
Wheeler, Arabella'nın iyi niyetini de sorgulamıştı. Ma
dem yerel halka yakın olmak istiyordu, neden bu halkın
en Amerikaulaşmış üyesini, yani Tomas'ı seçmişti? An
nesine de öyle yazmamış mıydı zaten: Mükemmel İngi
lizcesi, Arnerikan tarzında zevkleri, üst düzey eğitimiyle
sıradan bir halk adamı değildi Tomas. Aslında o, Ara
bella'nın içine kanşmak istediği halkın Arabella'nın ar
dında bırakmak istediği kültüre en yakın kişisiydi. Ger
çekten de, Amerika'ya dönüş yolculuğunda ortaya çıka
caktı ki Arabella ne Ermeni köylerinde ne de Kürtlerin
arasında kendini güvende hissediyordu. İstediği gerçek
ten onlardan biri olmak mıydı yoksa onlan kendisi gibi
mi yapmaktı, işte bu belli değildi.
Tomas Harput' a Arabella'yı görmeye gelmedi. Mart
47
başında kız kardeşi ona Arabella'nın son haftalardaki
davraruşlannı haber veren bir mektup yolladı. Tomas ce
vabında, artık evlenmek istemediğini ama Arabella'ya
bunu söyleyemediğini yazdı . Bir süre sonra ise bu karan
nı Papaz Merderios' a bildirdi, o da bunu genç kadına
iletti. Son olarak Tomas'tan 1 9 Mart'ta Arabella'yı azat
ettiğine dair mektup geldi. Artık bu konu kapanmıştı.
Balıann gelmesiyle yollar da açılmış, Arabella'nın gidişi
planlanmıştı. Diyarbakır misyonerlerinden Bay Walker
ona Amerika'ya kadar eşlik edecekti. 1 864 yılının 28
Mart'ında ikisi Harput'tan hareket ettiler.
Geride bıraktıklan grup rahat bir nefes almıştı belki,
ama Walker için macera asıl şimdi başlıyordu. Daha iki
saat geçmemişti ki Fırat Nehri'ni aşmak için sandala bine
cekleri iskeleye vardıklannda Arabella huzursuz davran
maya başladı. Sandalı beklederken etrafta onlar gibi bek
leyen köylü kalabalığı onu rahatsız etmişti belli ki. Bay
Walker'a kendisini Kürtlere satmaması için yalvarmaya
başladı. ''Ailemi bırakıp bu zavallı yere neden geldim ki,"
diyordu, "Kürtlere satılmaktansa nehri boylamayı tercih
ederim." Walker onu sakinleştirmeye çalıştıysa da sandal
geldiğinde binmeyi, sonunda binip de karşıya geçtiklerin
de ise inmeyi reddetti. Etrafta gördüğü herkesten şüphe
leniyordu. Gece misafir olduklan köyde uyuyamadı çün
kü ev sahiplerinin ertesi gün gitmesine izin vermeyeceği
ne inanmıştı. Antep 'e vardıklannda bu sefer Walker'ın
onu yolda yapayalnız bırakıp gideceğinden korktu; Liver
pool'a giden gemiye bindiklerinde ise gemideki görevli
lerden onu Walker'dan korumalarını istedi. Hatta bir
Çarşamba günü, 1 8 Mayıs'ta, kendini denize atmaya yel
tendi ki Walker ve görevWer son anda müdahale ederek
bu korkunç girişimin önüne geçtiler. Liverpool' a vardıkla
nnda Walker' a göre Arabella'nın bir akıl hastanesine kal
dırılması gerektiği gün gibi açıktı. Ama bir an önce Ame-
48
rika'ya ulaşıp onu ailesine teslim etmenin daha doğru ol
duğunu düşündü ve yolculuğa devam etti. Sonunda, Ha
ziran'ın 7 'sinde New York' a ulaştılar.
Tomas, Arabella'nın dönüşünden birkaç yıl sonra,
misyonerierin onun hakkındaki "yabancı kadın arayan
adam" imgesini güçlendirircesine, bir İngiliz kadınla ev
lendi. Eliza Ann ve Tomas'ın iki kızı ve bir oğullan Diyar
bakır'da büyüdüler. Tomas artık Edinburgh 'da konuşma
veren, Amerika'da yardım gezileri yapan uluslararası bir
cemaat lideriydi. Kısa zamanda İngiliz diplomatik görev
lileriyle de çalışmaya başladı ve hayatının son on yılını
İngiliz konsolos yardımcısı olarak yine Diyarbakır' da sür
dürdü. 6 Eylül l 895'te Harput'ta hayata gözlerini yum
duğunda, muhtemelen Doğu Anadolu'nun en bilinen
isimlerinden biriydi. Tomas'ın ölümünün hemen ardın
dan yaşanan katliamlar olmasaydı kansı ve çocuklan
İngiltere'ye gider miydi bilinmez. Ama 1 89 5 ' in siY.asi at
mosferinde yapılacak en iyi şey bu gibi gözüktü. Eliza
Ann vatandaşlığa dönmek için, çocuklar da ilk defa vatan
daş olmak için İngiliz hükümetine başvurdular ve kabul
edildiler. Göç ettiklerinde yirmili yaşlannın başında olan
kızı Zabel, çocukluğundan beri sanata olan ilgisine Lond
ra'da uygun bir mecra bulacak ve 1 920'lerde bohem sa
nat çevrelerinde iyi tanınan bir yazar olacaktı. Böylece
Boyacıyan soyadı Zabel sayesinde dünya tarihinde bir yer
edinecekti. Erkek kardeşi Henry ise inşaat mühendisi
olup iş için Bengal' e yerleşti.
Arabella'ya gelince, genç kadın kolay kolay kendine
gelemedi. Küçük abiası Frances'in birkaç ay önce, daha
yirmi yedi yaşında hayatını kaybetmiş olduğunu öğrenin
ce daha da sarsıldı, içine kapandı ve uzun süre hayata
kanşamadı. Bostan'daki misyoner merkezi yanda bıraktı
ğı görevine en azından Amerika'da öğretmenlik yaparak
geri dönmesini bekliyordu, fakat Arabella döndükten bir
49
sene sonra yazdığı mektuplarda bile henüz çalışabilecek
durumda olmadığını söylüyordu. Velhasıl, kısa süre sonra
kuzeni David Tenney Goodwin'le evlendi ve misyonerli
ği tamamen bıraktı. Bir sene arayla iki erkek çocuğu dün
yaya getirdi, William David ve Albert Henry. Sekiz sene
sonra ise kızını doğurdu, yani Mary Arabella'yı. Çiçeği
burnunda anne çocuklan sayesinde hayata geri döndü ve
büyük abiası gibi Thetford Akademisi'nde, yani mezun
olduğu okulda öğretmenlik yapmaya başladı.
Yine de yıllar sonra, 1 893'te, kızı Mary adına burs
isternek için Middlebury Koleji müdürüne yazdığı mek
tup Harput'u ve Tomas'ı hiç unutmadığının kanıtıydı.
Mektupta babasının misyoner olduğundan, kendisinin de
yabancı ülkeler misyonu altında Anadolu'da çalışırken
buradaki kız okulunda öğretmenlik yaptığından, ama iş
yükünün ağırlığı ve ikiimin sağlığı üzerindeki olumsuz
etkileri nedeniyle memleketine geri döndüğünden bahse
diyordu. Aynca İstanbul'daki Bebek Okulu'nun kurucusu
olan Cyrus Hamlin'in başanlannı iyi bildiğini de belirt
mişti mektubunda. Çünkü Hamlin, Robert K.oleji'ni kur
duktan sonra Amerika'ya dönmüş ve 1 880'de Middle
bury K.oleji'nin müdürü seçilmişti. 1 885'te emekli olana
kadarki beş senede okulu küllerinden yeniden doğurmuş
ve eski ününe kavuşturmuştu. Getirdiği pek çok yenilik
ten en önemlisi 1 883 'te kızların da okula kabulünü sağla
mak olmuştu. Mektubunda Hamlin'in Middlebury'ye
olan tartışılmaz katkılannın kızını bu okula göndermek
istemesinde yönlendinci olduğunu yazıyordu. Nasıl ol
masındı ki, Hamlin'in en başarılı öğrencilerinden birini
çok yakından, belki de fazla yakından tanımamış mıydı?
Diyarbakırlı bir Bebek mezununun ne kadar üstün bir
eğitim ve görgüyle donatıldığını biliyordu. İşte on yıllar
sonra Arabella kızını, ilk aşkının mezun olduğu okulu ku
ran adamın , Hamlin'in okuluna gönderecekti.
so
Marcia Arabella Latham Babcock'un hikayesi başla
dığı yerde, yani Amerika'nın kuzeydoğu topraklannda
sona erdi. 1 Ekim 1 92 1 'de, seksen bir yaşında hayata ve
da ettiğinde, Berkshire'da büyük oğlu Willi am ve gelini
Minnie'yle birlikte yaşıyordu. Altmış yıl önceki genç
Arabella'nın Tomas'ını ise kendince kızında yaşattığı
için huzurluydu.
sı
HOROZ, BİR İKİ ÜÇ!
Fatih Artvinli
cennet
53
abiarn gelir alırdı beni. Annemin sofrası hazır olurdu
çoktan, derken babam. Babam da biraz hamur kokardı,
biraz zamk. Matbaada işçi. Üniversitede ilk günüm, an
nem, babam ve büyük amcam. Pavia'da istasyonda veda
laştık, nasıl da geçmiş zaman. Kırk dokuz, elli dokuz,
altmış dokuz, yetmiş dokuz, seksen, seksen bir, kırk iki,
tam kırk iki sene geçmiş. İstanbul' a ilk gelişim, Mayıs
1 83 9 . Üniversite yıll anmda ateşli konuşmalar yapardım .
Pavia'da, tıp fakültesinin öğrenci birliğinde. Yaşasın bir
leşik ve özgür İtalya! Üstün başaoyla mezun oldum ama
asistanlığı reddettim. Siyasi nedenler. Sonra tavsiye üze
rine İstanbul. Sabahın ilk ışıklan, karşımda pınl pırıl Sa
raybumu. Nasıl bir heyecan, aşk gibi biraz. Ama doğru
düzgün kavuşamadan Nizip' e gönderdiler beni. Harp
halindeki Osmanlı ordusuna taze hekim. Dönüşte Si
nop, sonra Girit. Ah Girit!
On koca yıl. Kekik kokusu. Köle pazan. Çok az para
biriktirebildim. Her defasında gitmeyeceğime dair ken
dime söz verir, sonra dayanarnayıp yine giderdim köle
pazanna. Okul çağında çocuğu olan kadınlan seçerdim,
tabii param yeterse. Satın alıp özgür bırakırdım; işte
mutluluk! Aralanndan birkaç aileyi adada iş güç sahibi
de yaptım. Eczacı kalfası, kunduracı, balıkçı . . . Kendimi
en mutlu hissettiğim günlerden biri, adada okuttuğum
İbrahim isimli çocuğun ta İstanbul'a gelerek beni bul
masıydı. Muayenehanerne gelmişti, ziyaretime. O sabah
-aynı bu sabah olduğu gibi- tuhaf bir çocukluk sevinci
sarmıştı ruhumu; içimde ipekten bir şeyin ısındığını his
setmiştim. Anneannem gibi bir şey, yumuşak yanaklan,
ipek saçlan. Anneannem başımı okşarken "Il mio piccolo
paradiso, " derdi: "Benim küçük cennetim ! "
54
cinnet
ss
cinayet
56
"Toptaşı Bimarhanesi: iç Avluda Hastalar."
Kaynak: Müessesôt-ı Hayriye-i Sılılıiye Müdüriyeti (Direction Genero/e de
L'assitance Publique de Constontinople), Matbaa- i A� Garoyan, istanbul, 1 91 1 .
57
ekmek isteyen mecnunlann arasından geçerek, birkaç
merdivenle çıkılan odasına girdi. Bahçeye bakan pence
reden süzülerek içeri giren eylül güneşi, yorgun ceviz
masanın üstünde gelişigüzel yığılmış kitaplann, gazete
lerin ve dergilerin üstüne düşüyordu. Sandalyesine otu
rup biraz soluklandı.
Son zamanlarda daha da azalan iştahıyla, küçük bir
parça keçi peynirini taze ekmeğine katık etti. Birkaç lok
manın ardından hemen tütününü sardı ve bir nefes çe
kip masanın üzerindekilere göz gezdirdi.
Gazette Medicale D 'Orient'i katiayıp kaldırdı ve adli
vakanın dosyasını açtı. Dersaadet Bidayet Mahkeme
si' nden gönderilen yazı, geçen gün gazetede okuduğunu
hatırladığı bir cinayet hakkındaydı. Müddeiumumi, ba
bası Haciki'yi katleden Kevork' un, cinayeti cinnet tesi
riyle mi yoksa kasten mi işlediğine, vaka esnasında şuu
runun tam olup olmadığına dair bir rapor istiyordu. İlk
sayfada "Vukuat" başlığı ile özetlenen vakayı ağır ağır ve
dikkatle okurken, bir yandan da alt çekmeceden çıkardı
ğı defterine kısa notlar almaya başladı:
58
cenin
59
Uzaklardan belli belirsiz bir at kişniyor, sinekler ho
roz ölüsünün üstüne öbek öbek iniyordu. Tandınn kena
rında kuruyup kalmış hamur parçaları, sönmeye yüz
tutmuş küllere düşüyordu. Ezan sesi çan seslerine kanşı
yor, odunluğun açık kapısından kara bir kedi atlayıp ka
çıyordu. Yorgo ile İshak bahçe duvarının dibinde cigara
içiyor, üfürdükleri duman duvarı delip evin içine giriyor
du. Sonra birdenbire keskin bir öksürük sesi duyuldu.
Birisi bir !eğen kirli suyu, durmadan gül ağacının dibine
döküyordu. Gülün dallarında sabun kokan iki ciğer asılı
yordu. Bez şemsiyesiyle bir adam ciğerleri dürtüyor ve
durmadan bağırıyordu: Koğuş kalk! Koğuş kalk!
mecnun
60
Mongeri, yüzü çiçek yaralarından kalbura dönmüş,
sol gözünün altında bir sıynk olan Kevork'a, "Hoş gel
din," dedi ve karşısındaki sandalyeye oturttu. Kevork,
başını öne eğip anlaşılmaz bir şeyler mınldandı.
"İsmin ne senin ?"
"Kevork."
"Pederinin ismi ne?"
"Haciki."
"Validenin ismi ne?"
"Validem öldü."
"Ne vakit öldü?"
"Kırk gün evvel ."
"Hasta mıydı?"
"Babamın yüzünden."
"Bugün günlerden ne?"
"Cuma belki. Bilmiyorum."
"Buraya hangi gün geldin?"
"Dün."
"Bu sabah ne yedin?"
"Ekmek."
"Başka?"
"Pekmez."
"Burası neresi biliyor musun? "
"Tımarhane."
"Kardeşlerin var mı senin?"
"Var, biz altı kardeşiz."
"Baban ne iş yapıyor?"
"Berberdir."
"Dükkanı nerede? "
"Bağlarbaşı'nda, Nuhkuyusu' nda."
"Tıbbiye'de talebe olduğun doğru mu?"
"Doğru."
"Kaçıncı sınıftasın?"
"İkinci."
"Baban yeniden evlendi mi?"
61
"Nişanlandı."
"Kiminle?"
"Ahlakı bozuk bir kanyla. Malı mülkü onun üstüne
yaptı."
"Baban size kötü davrandı mı peki? Bir fenalık yaptı
mı.? "
"Bizi evden attı."
"Siz nereye gittiniz o zaman?"
"Ben bir göz ev kiraladım Üsküdar'da."
"Hasır şapkan varmış senin, doğru mu?"
"Doğru."
"Kulağına bir ses geliyor mu?"
"Kendi sesim geliyor."
"Başka birinin sesini duyuyor musun?"
"Yok, kendi sesim."
"Ne diyor o ses?"
"Bir şey demiyor."
"Sende bir illet var mı?"
"Yok! "
"Çocukken hiç başın döndü mü?"
"Bilmiyorum."
"Sara ilietin var mı?"
"Yok! "
"Hiç esrar içtin mi?"
"İçtim iki defa."
"Ne vakit içtin?"
"Geçen sene."
"Sülalende hiç deli var mı?"
"Babam var."
"Babanın marazı nedir?"
"O zebanidir, Azrail gibidir."
"Asabi mi?"
"Öyledir, başımıza beladır. Tekmil Üsküdar ahalisi
bilir. Sorsan şahadet eder."
62
"Sen asabi misin, hiç şuuruna halel geldi mi?"
"Bilmiyorum."
"Bir kabahatin, cürmün var mı?"
"Yok! "
"Babam öldürdüğünü söylüyorlar, doğru mu?"
"Yalan, ben kimseyi öldürmem ! "
Mongeri, Kevork' a birkaç soru daha sorup, hademe
lerden onu tekrar koğuşa götürmelerini, kendisine bir
kantaron çayı getirmelerini ve hastalan vizit için hazırla
malanın söyledi. Çekmeceden defterini çıkanp Kevork'
la ilgili sayfaya yeni notlar ekledi:
63
Kendisi de Jacobi gibi kati bir sonuca varmanın huzu
ruyla pek çok rapor yazdı . Yakayı uzun uzadıya anlat
� aktan, tüm ihtimalleri tek tek tartışmaktan pek keyif
alıyordu. Bir an için yine böyle bir labirentin içinde his
setti kendini.
Mücrim mecnunlar hakkında yazılanları hem okur
hem de aldığı notları defterler halinde biriktirirdi. Belki
ileride genç tabipiere lazım olur diye kendi tecrübelerini
de ayrı bir deftere yazardı. Şimdi Kevork için, mesleğe
ilk başladığı zamanlarda olduğu gibi mümkün olan her
ihtimali zihninde çabucak yokladı: Kevork önceden de
cinnet geçirmiş ya da bir cinnet ile malul hastalığa sahip
ti. Eğer öyleyse cinayeti cirınetin tesiri altında gerçekleş
tirmişti. Belki de daha önce iyiydi ama ilk defa o gün
cinnet geçirdi. Cinnet olayın ardından da ortaya çıkmış
olabilirdi. Belki o gün fazla esrar içip zehirlenmiş ve cin
net geçirmişti. Tabii sıradan bir adi cinayet olma ihtima
li de vardı. Belki de hapis müddetini azaltmak isteyen
Kevork, suçu işlediğini tamamen unutmuş gibi davranı
yordu. Eğer Kevork, deli taklidi yapıyor ise hem akıl has
talıkianna dair malumata hem de fevkalade bir malıare
te sahip olması gerekirdi.
İlk gençlik yıllarını hatıriamanın hevesiyle Jacobi'nin
kitabını raftan indirdi. Tozlanmış kapağı bir bezle sildi.
Tersinden açtığı kitabın son sayfasında, elyazısıyla not al
dığı babasının ölüm tarihini gördü. Ölüm haberini Pavia'
da ikinci sınıfta okurken almıştı ve hemen Milana'ya dö
nerek onu son yolculuğuna uğurlamıştı. Yağınurlu bir öğ
leden sonra, aile mezarlığına defnetmişlerdi. Babası her
kesin saygı duyduğu, sakin tabiatlı, çalışkan ve çok düzen
li bir adamdı. Neredeyse ömrü boyunca her gün aynı işle
ri yaptı. Babasından geriye birkaç nasihati kaldı. Her pa
zar sabahı kiliseye gitmeden önce çocuklarını bir masa
etrafında toplar, her zaman aynı duayı okur ve aynı nasi-
64
hatleri verirdi. Önce bir iyilik bir de kötülük meleği oldu
ğunu hatırlatırdı. Sonra çocuklannın iyi insanlarla karşı
laşmaları için dua ederdi. Yalan söylemekten ve kötü tabi
atlı kişilerden sakınmalarını nasihat eder, en sonunda ise
herkese karşı merhametli olmalarını tembih ederdi. An
nesi ise yeryüzünün çile dolu bir hapishane, gökyüzünün
ise cennete açılan dev bir kapı olduğunu söylerdi. Dertsiz
çilesiz bir hayat olmayacağını, ama sonunda herkesin o
dev kapıdan geçeceğini tekrarlardı.
Yıllardır bir tür hapishane olan bu tımarbanede ça
lıştığı aklına gelince gülürnsedi Mongeri. Annesinin yü
zünü hatırlamaya çalıştı ve kalkıp pencereden görebildi
ği bir parça gökyüzüne baktı.
mecanin
65
sına zarar verme ihtimali olanlar ile zapt edilmesinde
zorluk yaşananlara ayrı muamele edilirdi. Bu türden
mecnunlara tespit gömleği giydirilir, kollan arkadan bağ
lanan bu gömlekler ile bazen tek kişilik bazen birkaç ki
şilik hücrelere kapatılırdı. Bahar ve yaz aylannda mec
nunlann sayısı artar, haderneler için düzeni sağlamak ve
bahçede dolaşan mecanine sahip çıkmak zorlaşırdı.
Mongeri, ciddi bir mazereti yoksa kadın ve erkek tüm
koğuşlann vizitlerine bizzat katılır, bazen de bu işi asis
tanianna yaptırarak, bir kenarda durup onları seyreder
di. Her vizit, koğuştan sorumlu hastabakıcı olan mubas
sınn içtimasıyla başlar, mecnunlara serbest olduklannı
söylemesiyle biterdi.
Tabipierin gelmesiyle birlikte mubassır Bekir Efendi
hazır ola geçip, hastalarm mevcudunu, bir önceki gece
uyumayanlan, yemek yemeyenleri ve birbiriyle kavga
edenleri bir çırpıda sıraladı. Mongeri, hazır olda bekle
yen Yorgancı Ahmet' e terzihanede yanına çırak verdiği
Mustafa'yı sordu; Balıkçı Rasim'in sırtındaki çıbanına
baktı; İzzet Çavuş'un kolunu birkaç defa indirip kaldır
dı, oturup kalkmasını, birkaç adım yürümesini istedi.
Haydar Peygamber ile Kahveci Rıfat'ın hatırlanru sordu,
bu arada, sırayı bozup birkaç adım öne çıkan Sarı Hüs
nü'yü, Bekir Efendi hizaya soktu. Mongeri, başını gövde
siyle birlikte sağa sola, saat tokmağı gibi sallayan Muha
cir Eşref'in önünde durdu. Eşref' e, "Yine türkü söyleye
cek misin," dedi, Eşref başıyla onayladı. "Hayde söyle,"
deyince de, aynı şekilde bir yandan sallanırken, bir yan
dan da sağ elini kulağına götürüp yanık bir Rumeli tür
küsüne başladı. Bittiğinde mecaninin kimi alkışladı, kimi
güldü, kimi birbirini dürttü.
İki tabip sırası gelen mecnun hakkında Mongeri'ye
kısa bilgiler sunuyor, her talimatına ise, "Emredersiniz,"
karşılığını veriyordu. Uyumayan ve yemeyen mecnunla-
66
ra daha aynntılı sorular soran Mongeri, arada bir dönüp
Bekir Efendi'ye droglann, çaylann, müshillerin, şurupla
nn yeni belirlediği miktarlannı tembihliyordu. Nihayet
halkanın sonuna geldiklerinde Bekir Efendi, bir önceki
gün koğuşa koyduldan Halil' i tanıttı: "Beykoz'dan getir
diler efendim, kimsesi yok, konuşmuyor, dün akşam bu
sabah bir şey yemedi." Mongeri, üstü başı yırtık, yalına
yak, saçı sakalına kanşrnış HaW'in önünde durdu. HaW,
sanki her an bir tokat atılacakrnış gibi yüzünü kolunun
arkasına sakladı. Yanına yaklaştıkça daha da ürküyor, geri
geri adım atıyordu. Mongeri, Bekir Efendi'ye diğer has
talan koğuşa, Hahl'i ise hamama götürmesini, yeni üst
baş giydirmesini söyledi. Kendisini dikkatle izleyen iki
tabibi yanına alarak, bahçenin diğer ucunda vizit için sı
raya girmiş B koğuşuna geçti.
zulüm
Öğleden sonra, kadınlar koğuşunun hademelerin
den Cevdet, çağnldığı baştahip odasında Mangeri'nin
kendisine anlattığı yeni vazifesini tekrar etti: Hasta kılı
ğına girerek adli koğuşa yatınlacak, bir gün boyunca
Kevork' un hal ve hareketlerini kendisine belli etmeden
takip edecek, sonra da gördüklerini ve işittiklerini gelip
baştabibe anlatacaktı. Aynı şekilde, Mubassır Hüseyin
Efendi de kimselere belli etmeden ve şüphe uyandırma
dan Kevork'un ailesi hakkında, mahalle sakinleri ve
komşulardan bilgi toplamak üzere birnarhaneye yürüme
mesafesindeki Bağlarbaşı'na gidecekti.
Cevdet, ertesi sabah erkenden koğuşa konuldu ve
bütün gün şamatanın eksik olmadığı koğuşta Kevork'u
gözlemeye, bir şeyler sezmeye, işitıneye çalışarak takip
etti. Kevork, sabah tayınını almak üzere kalkması hariç
olduğu yerde öylece oturuyordu. Bir kap akşam yemeği-
67
ni yine oturduğu köşede bir başına yerken yaruna gelen
Cambaz Salih ile selamiaştığını görünce, aralannda ge
çen konuşmaya kulak verdi. Cambaz, Kevork' a kendi
ekmeğinden bir parça uzattı ve yaruna oturup genç ada
ma evli olup olmadığını sordu. Kevork bekar olduğunu
söyleyince, Cambaz lafı cebindeymiş gibi hemen, "Be
karlık sultanlıktır," dedi. Simkeş Mahallesi'nde yapayal
nız bıraktığı kansı Leyla'yı, biri beş yaşında Adem, diğe
ri dokuz aylık Havva'yı nasıl özlediğini kesik kesik ağla
yarak anlattı. Kevork ise anlaşılmaz sözler mınidanarak
Cambaz'ı teselli etmeye çalıştı. Cevdet, sırtını dönen
Kevork'un yüzünü tam olarak görememiş, gözlerini ve
ifadesini yakalayamamıştı. Cambaz, başlarda hiç uyuya
madığını, beş aydır bimarhanede olduğunu, son bir aydır
da yeni gelenlere yer açmak için kendisini geçici olarak
adli koğuşa verdiklerini ve daha başka teferruatı giderek
sakinleşen sesiyle peş peşe anlattı. Bir ara elini Kevork'un
omzuna atıp, "Yok mu senin de bir Leyla' n," dedi. "Yok! "
dedi Kevork. Cambaz ısrar edince, "Var," dedi Kevork,
" ama . . . " Bağıranlar, inleyenler, of çekenler, türkü söyle
yenierin şamatası altında, Cevdet konuşulanlan daha iyi
duymak için çaktırmadan biraz daha yaklaştı onlara.
Cambaz arada bir "Tabip efendi," diye hitap ettiği Ke
vork' a, yine kendi hikayesini anlatmaya başladı. Arada
bir, "Ben Karagümrüklü meşhur ip cambazı Salih' im, kıl
dan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden koşarak geçe
rim," diyordu. Kevork ise ne babasından, ne cinayetten,
ne de Leyla'dan bahsetti.
Mangeri ertesi hafta, Katip Tahir Efendi'yi odasına
çağırdı. Kevork'la iki kere daha görüşmeleri sırasında
tuttuğu notlar ile Hüseyin ve Cevdet'in topladığı bilgi
lerden derlediği notlanna bakarak, Tahir Efendi'ye şun
lan yazdırdı:
68
Familyasının Yani Ev Halkının Hali: Kevork fakir bir
familyaya mensup bulunmaktadır. Pederi Haciki ber
berdir. Haciki'nin zaten kötü olan tabiatı, müptela oldu
ğu arak ile daima artmakta idi. Bu hoyrat adam, sadece
hane halkına değil, kendi dükkanında müşterilerine bile
bed muamele etmekteydi. Birtakım sebepsiz münaka
şalar esnasında bir kunduracıyı bıçakla darp etmiş, diğer
bir müşterinin de kavgada başını yarmıştır. Hele evde
zevcesine etmediği kötülük kalmamıştır. Kevork, bir
müddetten beri başka bir kadın ile ülfet eylemekte olan
babasına pek çok nasihatler vererek onu kötü huyların
dan vazgeçirmeye çalışmış ise de Haciki asla tuttuğu
yoldan şaşmamıştır. Hakikaten de zevcesi kederinden
vefat etmiştir. Kevork, validesi yatağa düştüğünde onun
tabip marifetiyle ve layıkıyla tedavi olunmasına gayret
etmiş fakat pederi buna asla razı olmamıştır.
Kevork nesil itibarıyla kötü bir silsileden türemiştir.
Yan i bu silsileden cinnete müptela bir hayli kimse bu
lunmuştur. Pederinin uygunsuz tavır ve hareketi ve
fena huyları malumdur. Ecdadına gelince, Kevork'un pe
derinin validesi muhtellü'ş-şuur olup Yedikule Bimar
hanesi'nde vefat eylemiştir. Pederinin pederi yine Ke
vork namında asabi bir şahıstır ve seksen yaşına vasıl
olduğunda şuuruna halel geldiği anlaşılmıştır. Kevork'un
büyük amcası da, mahalle sakinlerinin dediğine göre
çok konuşmayan, tabiatı itibarıyla biraz korkak ve yal
nız yaşayan biriydi. Pederinin zulmünden korkar imiş.
Filhakika düşmanlık ve zulüm göreceğine dair hezeyanı
yani de/ire de persecution ile malul bir şahıs olup kırk
yaşlarında intihar etmiştir. i şte Kevork'un ecdadı, böyle
meca.nin ihtiva eden bir familyadır.
69
düşünmeye daldı. İçinden, "Mecanin ihtiva eden bir fa
milya," sözünü tekrarladı: "Mecanin ihtiva eden bir fa
miglia!" Famiglia . . . Fa-mi-glia Pavia'dan kalma bir ahş
. . .
70
netice
71
dı, kantaron çayından bir yudum aldı ve kendisini bekle
yen K.atip Tahir Efendi'ye dönerek, "Netice"yi yazdırdı:
72
olunmasını ve ancak bundan sonra hakkında daha kati
bir karar verebileceğimizi beyan ederiz.
73
KAMELYA
Nurçin İleri
75
Beyoğlu Mutasarrıflığı' nın önüne vardığında durup
derin bir nefes aldı. Ana kapı önünde serv-endam, boyu
na bıyıklannı buran, gözleri velfecri okuyan bir kanun
zabiti duruyordu. Yanında ise birbirleriyle şakalaşarak za
bitin ciddiyetine gölge düşüren bastıbacak bir hafi.ye ve
sünepe bir belediye kavası. Ahmed Efendi zabite yanaşa
rak, "Dava vekiliyim, Merkez Polis Komiseri İbrahim
Efendi' nin huzuruna çıkmak istiyorum," dedi. Zabit, şa
kaklanndan hala ter damlalan süzülen bu kibirli adamı
boydan boya süzdü ve ikinci kata çıkmasını buyurdu.
Ahmed Efendi merdivenleri ağır ağır tırmarurken, önce
Galatasaray Tevkiflıanesi'ne götürülmekte olan meşhur
kabadayı Arap Hüsnü ile göz göze geldi. 1 870 yılında
Trablusşam'da doğan ve asıl adı Mişel olan Arap Hüsnü,
İstanbul' a geldikten sonra ihtida etmiş ve bu ismi almıştı.
Üstelik Tophane sokaklannda tüm külhanlan sindirdi
ğinden namı almış yürümüştü. Bu iriyan, dev yavrusu
ademin yanında küçücük kalan Ahmed Efendi korkuyla
gözlerini ondan kaçırdı, kim bilir yine ne tür bir belaya
bulaştı diye düşünerek adımlannı hızlandırdı. Henüz bir
kaç basamak çıkmıştı ki Sultan Abdülhamid'in meşhur
hanyelerinden Albay Gani önüne çıkıverdi. Yalan yanlış
jurnalleriyle İstanbul ahalisine yıllardır kan kusturan bu
çelimsiz adamın, Sultan Abdülhamid'in gözüne girmek
için yapmadığı dalavere kalmamıştı. Suratına adeta ya
pışmış gibi duran pis gülümsernesi doğduğu günden beri
var herhalde diye düşündü Ahmed Efendi. Gecenin bu
vaktinde mutasarnflığın bu kadar ünlü simayla dolu ol
ması, pek de alışıldık bir durum değildi doğrusu. İçini
tuhaf bir his kapladı, bir an önce vazifemi yerine getire
yim de eve gideyirn diye söylendi kendi kendine.
Polis Komiseri İbrahim Efendi'nin odasına vardığın
da nefes nefese kalmıştı Ahmed Efendi, halbuki altı üstü
iki kat çıkmıştı. Korku dolu heyecanına merdivenlerin
76
dikliği de eklenince ayakta duracak hali kalmamıştı. Mer
diven bitimindeki duvara yasiadı sırtını, biraz soluklanıp
zaten sırılsıklam olmuş mendiliyle yüzünü bir kez daha
sildi. Halihazırda açık olan oda kapısını usulen tıklatarak
içeri girmek için izin istedi, kendini tanıttı ve fazla uzat
madan mevzuya girdi:
"Efendim, akşam saatlerinde Taksim Sokağı sakinle
rinden müteşekkil bir heyet evime gelip şikayette bu
lundu. Kamelya Hanım' ın ikamet ettiği on dört nume
rolu haneden müstekreh bir koku yayılıyormuş. Üstelik
bu haneye birkaç günden beri giren çıkan da yok imiş.
Mahallelinin bu husus için bana müracaat etmesinin ne
deni malum. On dört numeroda mukim Kamelya, kira
cım olur."
Ahmed Efendi ayda bir Kamelya'ya uğrar kirasını
alırdı, ancak bunun ötesinde pek de bir muhabbetleri
yoktu. Yine de mahalleliyi geri çeviremeyen Ahmed
Efendi mutasarrıflığa gelerek İbrahim Efendi'den, bu tu
haf durum hakkında ya�dımını rica etmişti. Komiserin
odasında ellili yaşlannda, boyunun uzunluğundan olsa
gerek hafif kamburlaşmış, gür sakalı kıra çalan bir adam
pencere başında durmuş, pürdikkat Ahmed Efendi'nin
anlattıklannı dinlemişti. Anlatılanlara kayıtsız kalama
yan bu meraklı adam Polis Müfettişi Celestin Sonnin'den
başkası değildi. Bonnin Efendi, Sultan Abdülhamid'in
arzusuyla 1 883 yılında İstanbul' a geldiğinden beri, tam
on üç yıl olmuştu, polis teşkilatının ve hapishanelerin
ıslahı için var gücüyle çalışıyordu.
İbrahim Efendi, merkez katibi,ni yanına çağırarak
hem Mabeyin'e hem de Zaptiye Nezareti'ne olayı bildir
mesini istedi; zira Sultan Abdülharnid payitahttaki en
ufak bir hadisenin bile kendisine rapor edilmesini ernret
mişti. Bonnin Efendi, aksanlı Türkçesiyle ama kelimeleri
itinayla seçerek İbrahim Efendi'ye, "Müsaadeniz olursa,
77
olay malıallini ben de görmek isterim," dedi. Komiser bu
talebi geri çeviremezdi; çünkü Bonnin Efendi, bazı suç
vakalanyla bizzat ilgilenmiş ve birçok vakanın faillerinin
bulunmasında muvaffak olmuştu. Bu hususta da pekala
yardımcı olabilirdi. İbrahim ve Bonnin efendiler, yanlan
na birkaç polis alıp mahallenin muhtan ve bekçisiyle bir
likte on dört numaralı hanenin önüne geldiler.
Bunaltıcı sıcak yerini deli bir yağınura bırakmış, ev
den yayılan kesif koku yağmurla birlikte daha da yoğun
bir hal almıştı. Birkaç kez kapıya sertçe vurup cevap ala
mayınca, polislerden biri, civardaki esnaftan ternin ettiği
küçük sivri bir demir parçasıyla kapının kilidini uzun bir
uğraştan sonra açabildi. İçeri girdiklerinde manzara deh
şet vericiydi. Avlunun ortasında beyaz tüyleri kana bu
lanmış, küçük ölü bir köpek; avlu kapısının sağında bu
lunan mutfakta ise boğazı kesilmiş, kanlar içinde yerde
yatan bir ceset vardı. Üst kata çıktıklannda ise iki ayn
yatak odasında iki ceset daha buldular. Bonnin Efendi
ivedilikle, "Müstantik buraya varana kadar her şey oldu
ğu gibi yerli yerinde bırakılmalı, mümkünse müstantikle
beraber adli tabip de gelsin," dedi.
Bu korkunç hadise kısa süre içinde, İstanbul'un en
yüksek rütbeli polis ve soruşturma memurl annın on dört
numaralı hanenin önünde belirmesine neden oldu. Be
yoğlu Mutasamflığı'ndan Muavin İsmail Bey Efendi, Be
yoğlu Müddeiumumisi Mihalaki Efendi, Beyoğlu Jandar
ma Komutanı Hüseyin Paşa ve Alay Komutanı Hafız Be
yefendi ve bir adli tabip bu olayın içyüzünü araştırmak
için cinayet mahalline vardılar. Aynca Bahriye Nezareti
tercümanı Doktor Luigi Bey de bu iş için görevlendiril
mişti. Mihalaki Efendi'nin emri üzerine soruşturma ce
setlerin incelenmesiyle başlayacaktı ama cesetler kokma
ya başladıklan için önce odalara asit fenik uygulanması
icap etti. Adiiye görevlileri ve doktor cesetleri inceledik-
78
ten sonra, Sonnin Efendi bir süre cinayet mahallinde yal
nız kalmak istediğini söyledi. Onun bu isteğine kimse
79
ki lüks mağazalardan alınmıştı. Elbiseleri belli ki Beyoğ
lu'nun en pahalı terzilerinin elinden çıkmaydı. Özenle
çerçeveletilip kapının karşı duvanna astığı fotoğrafı meş
hur Abdullah Freres imzasını taşıyordu ki, o dönemde
fotoğraf aldırmak için stüdyolann kapısını çalmak hayli
masraflıydı. Bu görkem içinde korkunç şekilde katledi
len Kamelya'nın hikayesini daha da çok merak etmeye
başladı Sonnin Efendi.
Neden sonra kapının sağ yanındaki sandalyenin üze
rinde duran, sanki oraya aceleyle atılmış mavi, kahveren
gi kareli ceket gözüne çarptı. Bu erkek ceketinin sahibi
belli ki çelimsiz, uzun boylu birisiydi, peki ama kim?
Kamelya'nın gardırobunda şık kadın giysileri arasında
sanya çalan bir erkek gömleği de hemen dikkatini çekti.
Fakat ceket ve görnleğin sahibi aynı kişi olamazdı, çünkü
gömlek cekete kıyasla oldukça küçüktü ve kollan da kı
saydı. Giysi dolabının yanında bulunan oyma ahşap san
dığın ağzı açıktı, odada çürümüş ceset ve yemek kokusu
na kanşan naftalin kokusu bu sandıktan geliyordu. San
dığın içinde birkaç çarşaf ve kadın giysisi dışında hiçbir
değerli eşya yoktu. Halbuki bu kadar zevkine düşkün bir
kadının elbette mücevheratı olmalıydı. Bu durum ister
istemez, cinayetierin hırsızlık için gerçekleşticilmiş ola
bileceği şüphesini uyandırdı Bonnin Efendi' de. Yahut bu
dehşet-arniz cinayetlere hırsızlık süsü verilmiş olabilir
miydi?
Bonnin Efendi, daha sonra Kamelya'nın annesi Des
pina'ya ait olduğu anlaşılan cesedin bulunduğu yatak
odasına girdi. Kamelya'nınkinden farklı olarak gayet sade
döşenmiş bu odada maktul, ayaklan yatağın altına sıkış
mış vaziyette boylu boyunca kapıya doğru uzanmıştı.
Despina'nın yaralan, Kamelya'nın yaralarma benziyordu
ama kızınınkinden farklı olarak ellerinde de kesikler var
dı. Bonnin Efendi önce Kamelya'nın, sonrasında ise Des-
80
pina'nın öldürüldüğünü düşündü. Pekala kızının odasın
dan gelen sesleri duyarak uyanmış olan Despina, Ka
melya'ya doğru giderken katille karşılaşmış ve nefs-i mü
dafaa sırasında yaralanmış ve yere düşmüş olabilirdi.
Sonnin Efendi giriş katında, daha sonra adının Kir
kor olduğunu öğreneceği evin uşağının mutfakta bulu
nan cesedini incelemeye inerken merdivende kan izi
bulunan bir havlu gördü. Bu havludaki kan lekelerinin
de incelenmesi gerekiyordu. Diğer cesetlerden farklı ola
rak Kirkor'un cesedi mutfağın kapısına ters istikamette
yüzüstü yatar haldeydi. Mutfağın sağ duvarında kanlı bir
el izi vardı. Sonnin bu elin maktul Kirkor' a ait olabilece
ğini düşündü, ilk darbeyi aldığında ayakta kalabilmek
maksadıyla duvardan destek almaya çalışmış olabilirdi.
Tavanın tam ortasında ise bir şınngadan fırlamışçasına
saçılmış kan izleri korkunç bir manzara teşkil ediyordu.
Kirkor'un boyu ve tavan arasında 40-50 santimetre civa
rında bir fark olduğu düşünüldüğünde, bunlar maktul
öldürüldüğünde tavana sıçrayan kanlar olmalıydı. Kes
kin bıçak maktulün şahdamarına saplanmış ve kan bura
dan boşalmıştı. Maktul yüzüstü yere düştüğündeyse sol
tarafta ufak bir kan gölü oluşmuştu. Bu kan gölünün
içinde büyükçe bir bıçak duruyordu. Sonnin Efendi, bu
nun cinayetlerio işlendiği suç aleti olduğundan neredey
se emindi, ama katil neden suç aletini uluorta yerde bı
raksın? Beynini karıncalandıran ilk soru bu oldu. Muslu
ğun yanı başında ise yığılmış bulaşıklar duruyordu. Şayet
Kirkor katile karşı kendini müdafaaya çalışmış olsaydı,
bu bulaşık yığının tarumar olması gerekmez miydi, ama
ne garip ki mutfakta katille maktul arasında geçen bir
mücadeleye dair hiç iz yoktu. Kirkor'un hemen yakının
daki avluda uzanan köpek, ev sakinleriyle aynı kaderi
paylaşıyordu. Sonnin Efendi, köpeğin tüm maktullerden
daha evvel öldürülmüş olduğunu düşündü, şayet öyle
81
olmasaydı havlamalarıyla konu komşuyu uyandırabi.lir,
ayrıca odalardaki kan izlerini patileriyle avlunun dört bir
yanına taşıyabi.lirdi, ama hiçbir iz yoktu etrafta.
Bonnin Efendi'nin kafasını kurcalayan önemli bir
mesele daha vardı. Bütün kapı ve pencereler içeriden ki
litli olduğuna göre katil evi nasıl terk etmişti? Bacalar bir
ademin girmesine müsait değildi. Ama çatı katında evin
darnma açılan bir kapı vardı, pekala katil Kamelya'nın
mücevheratını alıp buradan sıvışmış olabilirdi. Ama evin
dışında buraya yakın ne bir merdiven ne de bir iskele
mevcuttu. Hadi diyelim katil bu bacadan kaçmış olsun,
mutlaka etrafta bir iz olmalıydı veya ona yardım edecek
birileri. Dam oldukça yüksekti ve katilin bir başkasının
yardımı olmadan bu damdan kazasız belasız inmesinin
mümkünatı yoktu. Fakat çatıda ve evin etrafında incele
me yapan polis memurları hiçbir ize rastlayamamışlardı.
Polis Müfettişi Bonnin Efendi düşünüyor düşünüyor, bu
soruya bir türlü makul bir açıklama getiremiyordu.
"Keşke," diye geçirdi içinden Bonnin Efendi, "keşke
Avrupa'nın bazı kentlerinde tatbik edilen usuller İstan
bul'da da olsaydı." Hane içinde parmak izi var mı yok
mu aranahilirdi veya bir kan İnütehassısı kan numunele
rini inceleyebi.lirdi, ama bu yeni usuller henüz Osmanlı
polis teşkilatı ve adli tıp işlemlerinde yaygınlaşmarnıştı,
bu yüzden oldukça masraflıydı ve neticeye ulaşmak va
kit alıyordu. Bu durumda yapılması gereken, maktuller
hakkında daha fazla malumat toplamak için komşu ifa
delerinin alınmasıydı. Edinilen malumat neticesinde, ev
de bulunulan delilleri de hesaba katıp, katile ulaşmak
için cinayet vakalarının çözülmesinde oldukça yaygın
olan "akıl yürütme" yöntemini kullanabi.lirlerdi. Yalnız
tüm bunlardan evvel Bonnin Efendi, Beyoğlu Müddeiu
mumisi Mihalaki Efendi'den "tahkikat ile alakası olma
yan bilcümle eşhasın özellikle gazetecilerin cinayet ma-
82
halline takribden men edilmesi"ni rica etti. Zira gazete
ciler bire bin katarak yazıyor, halkı galeyana getirmek
için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hele hele böyle bir
olay karşısında kim bilir ne hikayeler uydururlardı. Bu
durum soruşturma sürecinin de muvaffakiyetle netice
lenmesine engel olurdu.
Birkaç gün sonra otopsi sonuçları geldiğinde, cina
yetlerio dört gün kadar önce işlendiği ortaya çıktı. Ama
hala katilin kim olduğuna dair bir emare yoktu. Soruş
turmanın utku şimdiden epey uzakları işaret ediyordu.
Bu cinayet vakasıyla ilgili dedikodular kulaktan kulağa
tüm şehre yayılmıştı. Gazeteler durur mu, bu ilgiyi fırsat
bilerek sürekli cinayetle ilgili haberler neşrediyorlardı.
Köprü başında, Mahmutpaşa'da, Beyoğlu'nda yeniyet
me çocuklar İkdam ve Sabah gazetelerini, "Beyoğlu'nda
dehşet cinayet", "Taksim güzeli Kamelya'nın ölümü",
"Kamelya niçin öldürüldü" diye feveran ederek satıyor
lardı, ahali de kapış kapış. Kamelya'nın Abdullah Freres
tarafından çekilmiş fotoğraflan gazeteleri süslemiş, ha
yatına dair malumat sütunlan kaplamıştı. Ahalinin daya
nılmaz bir iştahla uydurduğu efsaneler bir yana bırakılır
sa Tatavla doğumlu Kamelya, birçok evde besleme ola
rak büyütülmüş, biraz yaşını alınca ise kah çiçek satmış,
kah çaycılık yapmış, bazen de çalgılı kahvelerde hizmet
çi olarak çalışmıştı. Hayatını erkekleri eğlendirerek ka
zandığı, "ahlak-ı hafife eshabı"ndan olduğu, birçok genç
delikanhyı güzelliğiyle büyülediği ve onları servetinden
ettiği, birçok hatunu da dul bıraktığı söylentiler arasın
daydı. Öldürüldüğünde otuz iki yaşlarında olan Kamel
ya'nın Ortaköy'de Yanko isimli bir dostu olduğu, ondan
da fukaralığı yüzünden ayrıldığı rivayet ediliyordu. Bü
tün bunlar yetmiyormuş gibi, Servet-i Fünun dergisi genç
kadının mesirelerde açık faytonla tek başına gezdiğini
bile yazdı.
83
"Maktul Kamelya" Servet-i
Fünun, no. 270, 2 Mayıs
l l 12 ( 1-4 Mayıs 1896).
84
layısıyla düşmanı kadar seveninin de çok olduğunu söy
ledi. Kamelya'nın üç-dört ev ötesinde yaşayan hanenin
çocuklan ise birkaç zamandır aşağı yukarı aynı saatlerde,
büyükçe bir arabay la bir adamın haftada bir-iki kere bu
raya uğradığını, ama zinri karanlıkta geldiğinden yüzünü
seçemediklerini belirttiler. İfadelerin ortak yanı cinayet
Ierin işlendiği gece kimsenin on dört numaralı haneden
.
bir yardım veya bir çığlık sesi işitmemiş olmasıydı. Bu da
Sonnin Efendi'nin daha önce aklından geçenleri doğru
luyordu. Kamelya dostunun düşmanı olduğundan, onun
haince planlarından bihaber geceyi onunla işret ederek
geçinneyi düşünmüştü besbelli.
Çok geçmeden, kimi komşuların ifadesinde yer
alan, Kamelya'nın uzatmalı sevgilisi Yanko da sorgulan
mak üzere karakola çağrıldı. Hafif kısa boylu, kırk yaşla
nndaki bu esmer adam, Nuh Nebi'den beri Ortaköy'de
berberlik ile iştigal ediyordu. Beyoğlu'na gittiği geceler
den birinde Kamelya'ya meftun olmuş, o gün bugündür
de kadının peşini bırakmamıştı. Nihayetinde para yü
zünden kavga edip ayrılmışlardı ama buna rağmen ara
sıra görüşmeyi sürdürüyorlardı. Evet, Kamelya'nın dola
bından çıkan gömlek de ona aitti. Ama haşa cinayetle bir
alakası yoktu. Gömleği Kamelya'yla görüştüğü geceler
den birinde orada kalmış, o da peşine düşmemişti doğru
su. Cinayet gecesi Ortaköy'de ahbaplanyla mahalle kah
vesinde vakit geçirri}İşti, yani o gece Ortaköy'de olduğu
na dair bir sürü şahit bulabilirdi. Sonnin Efendi, Yanko'ya
Kamelya'nın son zamanlarda münasebet içinde bulun
duğu kişileri bilip bilmediğini sordu. Yanko önce biraz
duraksadı, gözlerini kapadı, eliyle yüzünü sıvazladı ve
Kamelya'nın bir süredir kodaman bir paşayla aşk yaşadı
ğının kulağına çalındığından bahsetti. Sonnin Efendi
merakla bu şahsın kim olduğunu sordu. Saraylı Nured
din Paşa . . . Bu şahıs Kamelya'nın yatak odasında bulunan
85
kartvizitte ismi geçen kişiyle aynıydı. Peki, Kamelya ile
Nureddin Paşa nasıl, hangi muhitte tanışmış olabilirlerdi
ki, biri saraylı bir damat paşa, diğeri Beyoğlu dilberi Ka
melya? Cevap çok basitti aslında. Yanko yıllardır Orta
köy'de yaşamakta olan Nureddin Paşa'nın berberliğini
yapıyordu. Paşa üç-dört ay kadar önce, Beyoğlu gecele
rinden birinde Kamelya'yı Yanko'nun yanında görmüş
tü. Ancak Yanko'nun ifadesine göre Nureddin Paşa'nın o
gece Kamelya'yla hiçbir münasebeti olmamıştı, bırakın
Kamelya'ya bir şey vermeyi, tek kelime bile etmemişti.
Demek ki Nureddin Paşa, Yanko'nun yanında gördüğü
Kamelya'yı beğenip peşine düşmüş, Kamelya ise böyle
bir beyefendinin ilgisini karşılıksız bırakmamıştı.
Kimine göre Beyoğlu'nun gülü, kimine göre aşüfte
olan Kamelya'nın katli vesilesiyle bir paşanın sorgulan
ması nasıl mümkün olacaktı, bu Bonnin Efendi'yi epey
ce bir düşündürdü. Zahmetli olsa da, Nureddin Paşa da
bir süre sonra sorgulananlar arasında yerini aldı. Paşanın
ifadesine göre, Kamelya ile iki ay önce tekrar karşılaşmış,
kartını o sırada kendisine takdim etmiş ve onu bir daha
hiç görmemişti. Bonnin Efendi, Nureddin Paşa'ya kendi
sini zor duruma sokmak isteyen bir düşmanı olup olma
dığını sordu. Paşa, biraz düşündükten sonra, şahsına kar
şı açıktan düşmanlık eden birinden haberdar olmadığını
ama gizliden gizliye kin besleyenterin olabileceğini söy
ledi huzursuzluk ve kaygı içinde. Aynca bu soruşturma
sürecine dahil edilmesinin kendisine oldukça rahatsızlık
verdiğini gerek Müddeiumumi Mihalaki Efendi'ye ge
rekse Beyoğlu Mutasamfı Muavini İsmail Bey Efendi'ye
gayet açık bir dille ifade etti. Bonnin Efendi' nin, Nured
din Paşa'dan şüphelendiği söylenemezdi, ama pekala bir
sebepten dolayı paşadan intikam almak isteyen biri,
onun kartvizitini Kamelya'nın cesedi başına bırakmış
olamaz mıydı?
86
Sorgulamaların beşinci gününde, Bonnin Efendi'ye
getirilen bir kağıt parçası olayı iyice hallaç pamuğuna
çevirdi. Kirkor'un cesedinin bulunduğu mutfakta, ek
mek sepetinin hemen yanında soruşturma memurunun
gözüne çarpmış olan bu kağıtta, elyazısıyla, "Bunu yap
maya mecbur idim" yazıyordu. Ermenice harflerle Türk
çe yazılmış bu not, bütün şüpheleri Kirkor üzerinde top
luyordu. Cinayet malıallini inceleme esnasında gözden
kaçan ve muhtemelen cinayetin en önemli delili, Bonnin
Efendi' nin o ana kadar düşündüğü birçok şeyi tersyüz
etmişti. Şimdiye kadar hiç şüphelenmediği Kirkor, katil
olabilir miydi gerçekten? Bu inanılır gibi değildi.
Çekmeceden memleketinden getirttiği özel purasu
nu çıkarıp yaktı, derin bir nefes çekti ve dumanlar ara
sında mütalaaya daldı:
Kamelya'nın arada sırada dostlan eve geliyordu. Bu
olay kendisine deli gibi aşık, avam sınıfından Kirkor' u
oldukça sinirlendirmişti. Kamelya'nın Yanko'dan sonra
kalantar bir beyefendiyle ilişkiye girmiş olması, uşak ol
maktan öte sıfatı olmayan ve olmayacak gibi de görünen
bu adamı iyice delirtti . Öfkesini daha fazla içinde tuta
mayan Kirkor, bir gece herkes uykudayken, gürültü yap
masın diye önce köpeği öldürdü. Yolunu aydınlatmak
için mutfaktaki kibriti aldı, yatak odalannın bulunduğu
ikinci kata çıktı. Kendisini engellemesin diye Despina'nın
kapısını kilitledi, sonra Kamelya'nın odasına girerek, ar
zularına boyun eğrnesi için onu zorladı. Yatakta bulunan
boğuşma izleri, pekala Kirkor' a ait olabilirdi. Sandalye
nin üzerindeki ceket de ona aitti. Kamelya Kirkor' a kar
şı kayamayacağını anlayınca teslim oldu ve hıncını ala
mayan katil soğukkanlılıkla onun boğazını kesti. Boğuş
ma seslerine uyanan Despina odasından çıkamamış, fe
veran etmeye başlamıştı. Bu bağırtı kopurtunun konu
komşuyu uyandırabileceğini düşünen Kirkor, alelacele
87
Despina'nın odasına gitti ve kapı girişinde ağlayan zaval
lı kadını da hunharca katletti. işlediği korkunç cinayet
lerden sonra pişman olan Kirkor mutfağa indi, eli ayağı
titriyor ne yapacağını bilemiyordu. Kaçsa bu suçluluğun
göstergesi olacak, kalsa tüm bu olanlan nasıl açıklaya
cak . . . Dolayısıyla bir not bırakarak kendi canına kıydı.
Mutfakta hiçbir boğuşma izinin olmaması, bulaşıklarm
ortalığa saçıimamasma ve evin içeriden kilitli olması
buna delalet olabilirdi.
Peki sadece bir kıskançlık bunca dehşete sebep ola
bilir mi diye düşündü, Bonnin Efendi? Crime passionnel
yani "tutku cinayetleri" adı verilen bu cinayet türü tüm
dünyada oldukça yaygındı. Hatta tutku cinayetlerine ve
rilen cezalar Fransız Ceza Kanunu'nda hafifletici sebep
lere bağlı olarak daha kısa süreli tutuluyordu. Halkın
gözünde bu cinayetler, birilerinin kıskançlık ve hayal kı
nklığı neticesinde başkasının ölümüne sebep olmasıydı,
jürilerse hemen beraate karar vermeseler de kendilerini
sanığın yerine koyarak işlenilen suçu mazur görüyorlar
dı. Ama Kirkor bunu nasıl yapabilirdi? Komşular onun
yıllardır bu evde çalıştığını, Kamelya ve annesi Despina'
nın sadık hizmetçisi olduğunu söylemişlerdi. Kirkor'un
bu cinayetleri işleyebileceği Bonnin Efendi'nin aklından
bile geçmemişti.
Kirkor kimdi, nasıl böyle bir caniye dönüşebilrnişti?
Müfettiş Bonnin araştırmalan sonucu Kirkor'un varlıklı
bir aileye mensup olduğunu ama çıkan bir yangın sonu
cu, ailesini ve varını yoğunu kaybettiğini, bu elim olay
dan sonra ise Kamelya'nın yanında uşaklık etmeye başla
dığını öğrendi. Ayrıca Kirkor'un okuma yazması vardı,
Bonnin onun neden kötü bir Ermenice elyazısıyla böyle
bir not bıraktığını anlamakta güçlük çekiyordu. işlediği
cinayetler sonrasında oldukça korkmuştu belki de.
Yine de müfettişi huzursuz eden bir şeyler vardı. Ci-
88
nayetin gerçekleştiği gece Kamelya'nın odasında bulunan
mükellef sofra kimin için kurulmuştu? O gece evde başka
kim vardı? Evde değerli hiçbir eşyanın olmamasına ne de
meli! Nureddin Paşa sorgusuncia Kamelya'yı sadece iki
kez gördüğünü ve bir samimiyeti olmadığını iddia etmiş
ti. Ama Kamelya'ya verdiği kartvizitin aradan onca ay
geçmesine rağmen hala niçin komodin üzerinde durdu
ğuna da çok anlam veremernişti. Aynca son anda eline
tutuşturulan, tam olarak ne dediği belli olmayan Ermeni
harfli Türkçe not, aklının şüphe dehlizlerinden çıkmıyor
du. Bunu neden kendisi görememişti? Neden bu kadar
önemli bir delil, kendisine birkaç gün sonra ulaşmıştı?
Yıllardır Kamelya'nın evinde çalışan Kirkor bu dehşet ve
rici cinayetleri gerçekten işlemiş olabilir miydi? Bir dolu
soru Bonnin Efendi'nin aklını delice kurcalıyordu.
Cinayetin üzerinden epey bir zaman geçmişti. Gaze
telerde günbegün haberler çıkıyor, "katilin sokaklarda kol
gezdiği", "cinayetlerin bir türlü çözülemediği" yazılıyor
du. Aradan geçen zamana rağmen katilin hala bulunama
mış olması Bonnin Efendi üzerindeki baskılan artınyor
du; zira bir türlü çözümlenemeyen bu cinayet polis teş
kilatının adını lekelemekteydi. Payitahtın başında bin bir
sorun varken neticeye vardınlamayan bu vakalar, ahaliyi
iyice tedirgin etmişti. En son gelen delili hesaba katarak,
ilk gece Taksim Sokağı on dört numaranın önünde topla
nan komisyon heyeti katilin Kirkor olduğuna kanaat ge
tirmek zorunda kaldı, çünkü ellerinde kayda değer başka
bir delil yoktu.
O gece Beyoğlu Mutasarnflığı'ndan evine gitmek
için aynlan Bonnin Efendi, Taksim Maksemi 'nin önünde
dava vekili Ahmed Efendi ile karşılaştı, birbirlerinin hal
ve hatınnı sual ettiler. Ahmed Efendi, otopsi sonrası Ka
melya ve diğer maktullerin cenazelerinin sessiz sedasız
ama alelacele saray hanyelerinden Albay Gani Bey ve
89
avenesi tarafından Pangaltı'daki Hristiyan mezarlığına
defnedildiğini söyledi. Defnedilenlerin ardından dua ede
cek bir kişi bile yoktu cenazede. Bu haberi alan Bonnin
Efendi şaşkınlık içinde yoluna devam etti. Albay Gani
sarayın en meşhur hanyelerinden değil miydi, hani her
taşın altından çıkan ve İstanbul ahalisinin asılsız jurnal
lerinden dolayı şikayet ettiği? "Kimseye günahını bile
koklatmaz," denilen bu adamın Kamelya'yla ne alakası
olabilirdi?
Bonnin Efendi'nin her adım atışında taşlar da bir bir
yerine oturuyordu. Beyoğlu dilberi Kamelya, herher Yan
ko, saraylı Nureddin Paşa, bitirim hanye Albay Gani. . .
Kapanması gereken sayfalar sinsice ve sessizce kapatıl
mıştı. "Zavallı Kirkor," diye geçirdi içinden.
Pangaltı'nın loş ışıklı sokaklarından geçti, köşe ba
şındaki muşamba fenereiden bir fener alarak, evinin bu
lunduğu göz gözü görmez karanlık sokağa saptı. Sokağın
başında Bekçi Hasan, önce Bormin Efendi'yi selamladı,
sonra uzunca sapasını kaldırım taşına sertçe vurarak,
"Asayiş berkemal," diye bağırdı.
90
TANRI BiZiMLE
Özge Ertem
1 6 Haziran
Talas.
Bugün yağmur vardı. Bu yağmurlar insanları boş
yere umutlandırıyor, çünkü mahsule bir faydası yok.
Buğday çoktan kaybedildi.
92
Hızla sayfalan çevinn eye devam etti Lyman.
Temmuz 29
Talas.
Hava sıcak. Sarah ile at sırtında şehre gittim l 7 ...
25 Ağustos
Talas.
Alcı' dan gelen iki din kardeşimiz Sebt Günü'nü bu
rada geçirdi. Görünürdeki kıtlık sebebiyle tedirginler.
Ektikleri tohumu zor biçecek gibiler: Şehirde iki öküzü
85 kuruşa satmışlar! Doğudan ve kuzeyden üzücü hi
kayeler geliyor:
93
2 Eylül
Talas.
Neredeyse bütün gün yük arabasını tamir etmeye
uğraştım. Burada su sıkıntısı var, herkes su için bize
geliyor, halbuki bizim kuyularımız neredeyse bomboş.
12 Eylül
Edige yolunda.
Gün doğmadan çıktım ve Karahisar'da iki ya da üç
kez durdu m. Güneş çok yakıyor ve rüzgar toz kaldırıyor:
Güneş batmadan, saat üçte vardı m. Çok yorgunum. Bu
köyde bu sene hemen hemen hiç mahsul yok. Ambar
lar buğday dolu ama belli ki sahipleri satmayacak.
1 Kasım
Talas .
... Masrafları kısmak zorundayız; çok fena borç altın
dayız.
94
bir yerde toplanmış olacaktı. Bu fikri sevmişti. Odaya ve
masaya son bir bakış attı, bu sırada aşağıdan yolculuğa
birlikte çıkacağı Doktor West'in atının kişnemesini duy
du, vakit gelmişti demek ki, her şeyi aldığından emin
olunca, herkesle vedalaşmak üzere odadan çıktı, kapıyı
kapattı. Önünde uzun bir yol vardı.
* * *
7 N isan, 1 874
Bugün Lyman gideli tam beş ay oldu. O kadar çok
işimiz vardı ki onca zaman nasıl geçti anlamadım, ama
artık günler geceler gitgide uzuyor sanki; iş olmadığın
dan değil, iş hep çok ama ben kendimi güçsüz hissedi
yorum ...
95
diğerinden medet umdu ama nafile. Açlık tüm ovanın
üstüne çökmüştü. Toprak balıara uyanır gibi değildi. Ku
ruydu, sertti, ağaç kabuğu gibiydi. Azıcık tohum, bir de
tohumu ekecek adam, sürecek hayvan olsa belki toprak
da köylünün derdinden anlar da bırakırdı kendini; lakin
hiçSiri yoktu. Önce hayvanlar kınldı hastalıktan, çoğu
bahan çıkaramadı. Yolların açılmasıyla sapsan yüzlü,
kupkuru dudaklı köylüler, ağızlarını ne kadar çalkalasa
lar nafile hiç geçmeyen acı bir salya tadıyla akın akın
Talas' a, Kayseri'ye, Ankara'ya hatta İstanbul' a kadar yü
rüdüler; yaşlılar dayanamıyor, açlıktan ölmeyen bağışık
lığını yitirip, hastalıktan kurtularnıyordu. Cilt yaraları en
beteriydi, kaşıdın mı yara iyice deşiliyor, kurtlanan yara
artık mümkün değil iyileşrniyordu. İki tabibin yetiştire
bildiği ilaç sınırlıydı. Çocukların çoğu ise sahipsiz o ka
pıdan bu kapıya dolaşıyordu. Merzifon'daki Bay Schnei
der, oradaki manzarayı çekirge istilasına benzetmişti.
Niyeti kötü değildi elbette, kalabalığın boyutunu anlat
maya çalışmıştı sadece ama bu tabir Comelia'ya yine de
garip gelmişti. Oysa her gün okul önüne kapıya gelenle
re çorba yapmak ve dağıtmak maddi manevi onu da zor
luyordu. Bir deri bir kemik, ayağında derman kalmamış
köylüler, kuru memelerinden sarkan yan ölü bebekleriy
le gözlerinin feri gitmiş gencecik kadınlar, anası babası
ya terk etmiş ya açlıktan, değilse hastalıktan ölmüş, aç
biilaç, kendilerini kalabalıkla Talas' a zor atmış çocuklar. . .
Tüm b u kalabalık her gün misyon istasyonunun ve evin
önünde karmaşa içinde iki lokma ekmek, bir tas çorba
için bekleşiyor, yalvarıyordu. Talas' a vardıklannda her
biri çoktan tanınmayacak haldeydiler.
Hükümet konağının önü iyiden iyiye kalabalıktı.
Kaymakam şaşkındı. Hırsızlığın önü alınamıyordu, söy
lentilere bakılırsa çeteler türernişti, yolculara ve seyyah
lara musaHat olanlar ayrı, bir de evlere girenler çıkmıştı.
96
Gece tek tük kalmış geçimlik kümes hayvanlannı öldü
rüp kaçınyorlar, dolapları talan edip yiyecek anyorlardı.
Ne nöbetler tutulmuş, yine de mümkün değil hiçbiri
yakalanamarnıştı. Zaten çoğu kişinin arkalanndan koşa
cak mecali de yoktu. Misyondakilere gelen habere göre
kaymakam acil durum geçene kadar tayınlannı ve ekıne
lik tohumlannı verip, artık hepsi dilenciye dönüşmüş
halkı karlar tamamen eridiğinde köylerine geri gönder
mek istiyordu. Okul, hastane, eşrafın verdiği odalar kala
balığı kaldırmıyordu artık. Ankara daha büyüktü büyük
olmasına ama orasının durumu da parlak sayılmazdı .
Ankara valisi idare meclisinde yerli ahaliye bile zor ye
ten ekmeği artık dışandan gelenlere bedava dağıtamaya
cağını söylemiş, bu yüzden kimi eşrafla kavgaya tutuş
muş, olay merkeze kadar yansımıştı.
Köylülerin hiçbirisinin geride doğru dürüst evi, aleti,
tarla sürecek hayvanı yoktu artık. Köyler ıssızdı. Sessizlik
hakimdi. Göçün ilk günlerinde buğday karşılığı satmak
üzere çatılar, keresteler sökülmüş, evler bile iskelete dön
müştü. Talas' a çıkan birçok köy yolunda gömülemeden
ortalık yerde öylece terk edilmiş hayvan ve bazen de insan
cesetlerine tesadüf etmek mümkündü. Comelia görme
miştİ ama Bay Barrows ve Bay Schneider yakından tanık
olmuşlar, hatta birkaç tanesini bizzat gömmek durumun
da kalmışlardı. Bay Schneider'in pek hatırlamak istediği
sahneler değildi bunlar.
Comelia böylece bir yandan misyonda eğitim gören
kızların yatılı okulunu ve kilise işlerini aksatmadan de
vam ettirmeye, diğer yandan yardım organize etmeye ça
lışıyor, misyon kapısında her gün dağıtılan çorba ise çoğu
kez kalabalığın üçte birine bile yetmiyordu. Sıranın arka
sında kalanlar kapıdan kursaklan boş aynhnca Comelia
ve dağıtımı yapan komşusu Protestan Rumlardan Anari
ah çok üzülüyor, ama bir dahaki sefere çorbayı daha fazla
97
yapsalar bile mutlaka birileri aç kalıyordu. Comelia, iki
gün boyunca hep aynı çocukla galiba kardeşini sıranın ar
kasından elleri boş çıkarken görmüş, sonra onlan kalaba
lığın arasında kaybetmişti. Yüzlerini de doğru dürüst se
çememişti. Anariah'a kaç kere çocuklan öne almasını
tembih etmişti ! Açlıktan anası babası ölenler ve bir başına
kalanlar zaten iyice sessizdi, genelde konuşmuyor, bir şey
isteyemiyorlardı bile, kalabalığı takip edip ne yapacaklan
nı anlamaya çalışıyorlardı. "Ne yapayım, yetmedi işte.
Ben ne yapayım, öbürü de aç, o da aç, öbürkülerden kaç
çocuk yedi ya işte! Yann da onlar yer." Üzülüyordu ama
yetmiyordu, ne yapsın Anariah? Comelia, sesini yükselt
tiği için sabah ondan özür dilemişti. Anariah da iki günlük
yola gideceği için küs aynimak istememiş, özrünü kabul
edip yola öyle çıkmıştı. Ama akşam başka bir şey daha
oldu. Comella on dört yaşındaki kızı Nellie lapa yemeği
ne burun bükünce sinirlenerek daha önce hiç yapmadığı
bir şey yaptı. Yemek tabağını önünden hızla çekip alarak,
Nellie'yi yakındaki Despanilerin evine yolladı.
Morali çok bozuktu. Kasvet çökmüştü eve. Yalnızdı,
kıtlık yeterince ağırdı, afetti ama içten içe biliyordu, bü
tün bu halinin sebebi sadece o da değildi. Çalışma masa
sında eliyle geceliğinin altından göğsünü yokladı. Kim
bilir kaç kere eli oraya gitmişti, hatta bir keresinde Ana
rialı bile fark etmiş, utanarak sormuş, Comella da, "Si
nek ısırdı galiba," diye geçiştirmişti. İki hafta önce eline
sağ göğsünde yumurta büyüklüğünde bir sertlik gelmiş
ti. Henüz kimseye bir şey söylememişti. Ama Boston'da
ki yakın arkadaşı Linda'nın genç yaşta ölen kız kardeşi
Ruth'u hatırlarnış ve korkmuştu. Boston'dayken çoğu
kez Linda'yla olanlardan daha koyu sohbetleri hep Ruth
ile yapardı. Ruth'u kaybetmek onu oldukça sarsmıştı.
Ruth'un hastalığı da benzer bir şişlikle ortaya çıkmıştı.
Yok, düşünüyordu, Comella bunu mutlaka paylaşmalıy-
98
dı artık. Doktor West' e haber vermeliydi. Doktor West
şu an Lyman 'la beraber seyahat ediyordu. Mutlaka ona
bir mektup yazıp akıl danışmalı ve henüz kocasına bir
şey söylememesini rica etmeliydi. Zaten dönmelerine
hemen hemen bir ay kadar bir süre kalmıştı. Kısa bir an
rahatladı, günlüğü kapatıp masadan kalktı, aynaya baktı.
Geceliğinin kenanndan sağ göğsündeki kitleyi bir daha
yoklarken aniden duyduğu sesle sıçradı .
• • •
"Nesi olabilir?"
"Ateşi çok yüksek, doğru anlamışsın, hırıltısı da ho
şuma gitmedi. Elimde olanlarla ne yapabilirim, bir baka
yım . . . "
Doktor West ahırdan çıktı ve ilaç hazırlamak üzere
hana doğru koşar adımlarla gitti. Lyman kapıdan yavaş
yavaş ahınn içine doğru yürüdü. İlk kez kendi atına yak
laşmaktan bu kadar korkuyordu. At ona bir şey yapaca
ğından değil, Ooktor West muayene ederken doğru dü
rüst hareket bile etmernişti, ama güzel, gümüş rengi atı
nın derin bakışlannı iyi tanırdı. Bildiği bakışlada bakmı
99
demek ki, insan bedenine ne yapar, hayvanı içten içe nasıl
çürütür, börtü böceğin bile gözünün feri nasıl sanya dö
ner, hiç bilmezmiş. Tam bunlan düşünürken kendini bir
den yerde bulmuş, atıyla birlikte yere kapaklanmıştı. At
çığlık çığlığaydı, Doktor West yetişti, Lyman'i yerden kal
dınp dizini kontrol etti, biraz sıynk vardı sadece, ama ata
ilk anda kimse yaklaşamadı, at sırtını toprağa vermiş, bir
sağa bir sola çığlık atarak dönüyordu. Lyman ömründe
kendini hiç bu kadar çaresiz hissettiğini hatırlamıyordu.
West ile endişeyle birbirlerinin gözüne bakıyorlar, bir an
önce normale dönsün diye dua ediyorlardı. Yavaş yavaş
sakiniedi at, sağa döndürdü başını, ağzından salyalar geldi
ama rengi koyu değildi, panikten, hızlı nefes almaktan
olmuş gibiydi. Atın nefesi sakinteyince Lyman yanına git
meye cesaret etti, yerde sağa doğru dönmüş yatan atının
yelesine hafifçe dokundu ve sonra yulannı eline aldı,
West de ayaklannı kontrol etti, ciddi bir kırık çıkık gö
rünmüyordu, yürüyebilecek dururnda olmalıydı. Kafası
na biraz su döktüler ve ayağa kaldırdılar. Lyman, West'in
atına bindi ve yirmi dakikalık yolu gümüş atının yulan
elinde, atı kendileriyle birlikte yavaş yavaş yürüterek geç
tiler. Lyman atına, at yere bakıyordu, bir şeyler arar gibiy
di, gözlerini yakalayamadı. Hana vardıklannda Doktor
West ile ahırda ayaklanna pansurnan yaptılar, hafif incin
diğini düşündükleri yeri odada sardılar, at artık sessiz ve
yorgundu. Onlar da aynı durumdaydı, odalanna çekildi
ler. Doktor West birkaç saatte bir kontrol edecekti. At
geceyi sorunsuz geçirdi.
Dört gün boyunca handa kaldılar. Lyman günlüğü
ne, West de sağlık taramasının raporlanna odaklandı. Bu
birkaç gün boyunca atın da dinlenip kendine geleceğini
umuyorlardı. Onun için de zorlu bir yolculuk olmuş, ölü
hayvanlarm gömülemeden kaldığı köylerde uzun saader
geçirmişler, her zamankinden daha az yemek yemişlerdi.
1 00
Ama başka bir şey olmamıştı . . . Lakin bilmedikleri bir
şey vardı yine de, at son bir haftadır hemen hemen hiç
uyumamıştı. Bir gece çalılıkların arasında gördüğü akrep
tedirgin etmişti onu, o geceden sonra yıldızların ışığının
vurduğu her kurumuş, hışırdayan çalıyı akrebin kuyruğu
sanıyor, kafasını sürekli sağa sola oynatıyor, sağa çevirirse
soldan korkuyor, sola çevirirse sağı kollamaya çalışıyor
du. Yer de değiştirseler at akrepten korkmuştu bir kere . . .
Karadayı 'da konakladıklan dördüncü günün akşamı
atın ateşi yeniden yükseldi. Beti benzi iyice soluktu.
Gözbebekleri görülemiyor gibiydi, beyazları ortaya çık
mıştı. Doktor West geri geldi.
"Hadi bakalım güzel hanımefendi, bunu iç güzelce,
iyileş, sevindir bizi."
West' i süzdü Lyman. Çok endişeli görünüyordu . At
içmeye yanaşmadı, sonra bumunu ve ağzını ufakça değ
clirdi West' in getirdiği sıvıya.
"Hadi Lyman, sen git uyu biraz, ben buradayım. Ta
mamını içirmeden yatmayacağım, git dinlen sen ."
Lyman teşekkür edip odaya doğru gitti, ayakkabısını
çıkaramadan ve ilk kez o gece dua ederneden yatağa ça
kıldı, külçe gibiydi kafası, anında uyudu. Rüyasında Bos
ton'daydı. Charles Nehri'nin kenarında, atının üzerinde
gökyüzüne bakıyordu gülümseyerek. Gökyüzünün rengi
de aynı atının tüyleri gibiydi, parlak gri, ışıl ışıl, aradan
parlayan güneşin san ışığıyla birleşiyor, inanılmaz bir
manzara ortaya çıkarıyordu. Atının yelesini okşadı, yirmi
yaşındaydı rüyasında, "Hadi kızım ! " dedi. "Koş ! " Tüm ne
bir boyunca dörtnala gittiler, koştular, koştular, koştular,
kahkahalar atıyordu genç Lyman atının üstünde, içi neşe
doluydu, kulaklan rüzgarı yararak gidiyorlardı, buz gibi
soğuk doluyordu kulaklannın içine, keskin, sonra kilise
nin çanlan başladı, çok yoğun şekilde çalıyordu, sanki
kulağının dibinde, üst üste . . .
101
"Lyman! Lyman! "
Aniden uyandı Lyman, kapısı çalıyordu, ayağa kalk
tı, sendeledi önce, kapıya gitti, açtı, karşısında elinde bir
mumla West duruyordu.
"Gelsen iyi olur, durum pek iyi değil."
Sabaha karşı olmalıydı, çok terli ve kötü gözüküyor
du West. Kalbi sıkıştı Lyman'ın, soru da soramadı, sade
ce takip etti West'i alııra kadar ve gördüğü manzara kar
şısında nutku tutuldu.
Atı alıırın bir ucundan bir ucuna dörtnala koşup ka
fasını alıırın duvarına vuruyor, sonra geri gidip aynı şeyi
bir daha bir daha yapıyordu, kimse durduramamıştı. Ka
fası kan revan içinde kalmıştı, her seferinde aynı mesafeyi
aynı hızla alıyor, hızını asla azaltınadan büyük bir gürül
tüyle duvara tosluyor, neredeyse duvarı aşındınyordu. En
az on adam vardı ve hepsi panik halinde bir şeyler yap
maya çalışıyordu. Tek bir an, sadece tek bir an durdu at
hızlı nefes alarak, ya da Lyman' a öyle geldi, ve sanki ka
fasını sola çevirip Lyman'a baktı, gözleri tamamen kay
mıştı, "Tamamen kör olmuş, delirmiş zavallı! " dedi West,
oysa at duvarda çalılıklardaki akrebin gölgesini görüyor
du, akreple savaşıyordu. Saniyenin belki onda biri kadar
kısa bir süreydi atıyla bakışmalan, ya da Lyman hep sanki
öyle bir şey olmuş gibi hatırlıyordu olaydan sonra, ama at
ona son kez baktı gözünün beyazıyla, olmayan gözbe
bekleriyle. . . Atının öfkesini, acısını ve yanlun ihtiyacını
yine de hissetti Lyman. Ya da hissettiğini düşündü. Kesin
olan tek şey vardı, atı artık bildiği at değildi, sanki ruh
değiştirmiş, yanından çoktan aynlmıştı. Başka bir yerdey
di, Lyman'ın tanımadığı, aşina olmadığı bir yerde. . . Yanın
daki zabitin silahını kapıp atının tam kalbine ateşlernesi
bakışınalarından da kısa sürdü. At yere yığıldı, ikinci kur
şuna gerek kalmadı. Ahırda sadece adamların nefesi du
yuluyordu, birden her şey koca bir sessizliğe bürünmüş-
1 02
tü, otlar samanlar birbirine girmişti, savaş alanı gibiydi
her yer. Atla akrebin savaşını hiç kimse görmedi. Gümüş
atın yelesinde, gözünün beyazında biriken toz yumağın
da atla birlikte gitti akrebin gölgesi. Bilmedi kimse. Kim
senin aklına bir akrep gelmedi. Lyman elindeki silahı şaş
kınhktan donakalan zabite geri verdi, West' e, "hgilenebi
lir misin?" dedi, West sadece başını sallayabildi. Lyman
ahırdan çıktı, hana girip odasına doğru yürüdü, kapıyı
kapattı, ertesi gün akşamüstüne kadar hiç dışarı çıkmadı.
Akşamüstü Lyman için kasabadan temin edilen yeni atla
Talas'a doğru yola çıktılar. West arada Lyman'ı süzüyor
du, fırsat koliadı bir-iki kere ama Lyman'dan öyle bir işa
ret alamadı. Konu hakkında bir daha hiç konuşmadılar.
• • •
1 03
Comelia gözünü açtığında salonun hemen önünde
ki mutfakta, elleri, kolları, ağzı, ayaklan bağlı, kafası saç
lanndan aşağı doğru çekili şekilde sandalyeye tamamen
saçlarından düğüm yapılmış vaziyetteydi. Saç kökleri
zonk zonk zonkluyordu. Yarıında nefes ve şapırtı sesleri
duyuyordu, kuru et kokuyordu, sağ taraftan yağlı, kirli
bir saç kokusu geliyordu, midesi bulandı, alışınıştı o ko
kuya özellikle son zamanlarda ama hiç bu kadar yakın
dan duymarnıştı daha önce, elma ısınyordu biri tam di
binde, birileri onunla aynı masada yemek yiyordu! Doğ
rulmaya çalıştı, mümkün değil, saçlanndan bağlı olduğu
için kafasını kaldırarnıyordu, tek görebildiği şey tavandı.
Tavana daha dikkatli bakmaya çalıştı, mumun gölgesin
den anlayabildiği kadarıyla birkaç kafa ve sürekli masaya
doğru hareket eden eller vardı. Beş kafa sayrnıştı, gölge
leri daha net seçmeye çalışırken birden duyduğu gaz çı
karma sesi ve bumuna yavaşça gelen ağır koku etin is
kokusunu bile bastırdı.
"Sıçtın mı lan altına? ! "
Yüksek sesle kahkaba attı içlerinden biri. Tok sesli bir
oğlan çocuğuydu, on beş-on altı yaşlannda olmalıydı. Bir
an sessizlikten sonra aynı oğlanın et kokulu nefesini ve
bakışlarını bu sefer tam kendi sol yanağına yakın yerde
hissetti, bakmaya çalıştı, saç kökünün ağrısından vazgeçti.
"Yemek sakladığınızı bilmiyor muyuz? Açlıktan ka
pınızda gebermeyelim diye önümüze aynı lapayı sürer
ken meğer siz içerde kuru etlerle beslenirmişsirıiz, bize
niye etten vermediniz! "
Konuşurken bir yandan yiyordu, Comelia'nirı Türk
çesi iyiydi ama karşısındaki hızla ve yemek yerken ko
nuştuğu için ancak cümle sonunda ne demek istediğini
anlamıştı. Çocuk devam ediyordu.
"Bizim köyde millet açlıktan birbirini yedi, haberi
niz var mı sizin? Siz burada kilerlerde semirirken öldük
1 04
biz acımızdan, babam hacım gitti gider, anca korka kor
ka kapını�da gebermeyelim diye uzaktan ağzımıza sulu
çorba çalın! Yok öyle yağma, böyle yerler adamın etini
işte! Bunun anası daha sütünden kesmediği bebesiyle
birlikte nehre attı kendini, sesini çıkanrsan biz de seni
atanz alimallah!"
Bir an buz kesti Comelia. Düşünmeye çalıştı. Kuru
eti çorba için kullanırlardı, azıcık besleyici olsun diye,
elbet kendileri de yerdi ama o kadarcık etten tüm kasa
baya yetecek yemek çıkmazdı ki, misyonda herkesi do
yuracak yemekler uydurmak zorundalardı. Bir an şüphe
ye düştü kendinden, acaba gerçekten yemek saklamışlar
mıydı, tutumlu olacağız diye acaba verdikleri yemeği
iyice mi azaltmışlardı? Comelia evindekilerin kasabalıla
no bahsettiği yağmacı çete olduğunu anlamıştı. Belli ki
açlardı, hatta bir ara masada birbirlerinin ekmeğini ye
mek için kavga etti diğer iki oğlan çocuğu. Evet, bunlar
çocuktu! Toplamda gölgelerini gördüğü beş kafadan üçü
nün sesini duymuştu, üç oğlan çocuk, en büyüğü cafcaflı
cümleleri kuran çocuktu, onlann lideri olmalıydı, diğer
ikisinin sesini hiç duymamıştı. Kafasını toplamaya, ne
yapabileceğini düşünmeye çalıştı; sıcak yemek yapmayı
bilmezlerdi herhalde, onlara yemek yapmayı teklif et
meyi düşündü, böylelikle onu çözerierdi ve o arada belki
bir yolunu bulup kaçabilirdi. Eliyle ağzını işaret etti
"beni çözün" manasında, kimse oralı olmadı, sonra mut
fak dolabını işaret etti, ağzındaki bezle birlikte, "Tereya
ğı, peynir," dedi. Ağzını çözdüler.
"Dolapta tereyağı da var, aşağılarda, serinliğe koy
duk, peynirie unla kavurayım size?"
Karşısındakinin ağzının suyunun aktığını hissetti, işe
yaramıştı, sertçe kafasını çözdü, sandalyeden kafasını yu
kan kaldırabildi ve her birini görebildi. Hepsi, esmer, kara
kuruydu, kemikleri sayılıyordu, en büyüklerinin gözleri
l OS
öfkeden çakmak çakmaktı, hırsla yüzüne bakıyordu Cor
nelia'nın, ağzındaki et parçasını yavaş yavaş geviş getirir
gibi çiğniyordu.
"Sen yapmayacaksın, bana söyleyeceksin, tarif ede-
ceksin, ben yapacağım, nerede?"
"Sen bulamazsın, ben gider aşağıdan. . . "
"Kes ! " dedi sertçe. "Nerde, söyle ! "
Comelia çabasının faydasız olduğunu anlam.ıştı,
çözmeyeeelderdi onu, tereyağının yerini söyledi, büyük
oğlan küçüklerden birini de alıp aşağı indi, masada biri
on, biri altı, biri dört yaşlannda üç çocuk kaldı, az önce
gaz çıkaran hemen sağ tarafında oturan en küçüğü olma
lıydı, elleri simsiyahtı, ekmeği de siyah yapmıştı; daha
büyükçe olan çocuk elmanın artık sonuna gelmişti, iş
tahla ve ağzından tükürükler saça saça şimdi de sapını
emiyordu. Altı yaşlannda olan kızdı sadece, diğer dördü
ağlandı, kızın saçlan keçe gibi olmuştu, kısacıktı, elle
kırpılmış ya da yolunmuş gibiydi saçlan, onu ve en küçük
olanı gözü bir yerden ısırır gibiydi, dikkatlice baktı, ço
cuklar gözlerini ondan kaçınp ellerindeki çöreğe odaklan
mışlardı, mısır çöreğini kocaman lokmalar halinde ağız
Ianna atıyor, gözlerini bir an bile yedikleri şeyden ayır
rnıyorlardı. Birbirlerine de çok benzetti iki çocuğu, alın
Ianna daldı bir an Comelia, ne kadar da genişti her ikisi
nin de alnı, herhalde kardeşti bunlar. Sonunda çocuklan
nereden tanıdığını çıkardı, bu en küçük olan ikisi yemek
sırasında sonlara kalıp iki kere üst üste saatlerce bekle
dikleri sıradan el ele aç aç aynlan çocuklardı! İçi sızladı
birden, yemek yiyişlerini seyretti, acıdı onlara.
O sırada büyük olanla diğeri elinde tereyağıyla yu
kan çıktı, şehla yeşil gözlü on iki yaşlanndaki çocuk bü
yük abinin gözünün içine bakıyordu. Comelia tavanın
yerini gösterdi büyüğe, anlattı, büyük olan tavaya yağ
koyarken diğerini masaya gönderdi, en küçüğün elindeki
1 06
kuru et parçasını zorla elinden aldınp onu ağlattı, yağda
çabucak erittiği peynire kuru etten de attı, masaya getir
di, hep birlikte gömüldüler, küçük de o sırada sustu, ağ
zına eliyle sıcak peynirli bir lokma götürdü. Yemek yiyiş
leri Cornelia'yı rahatlatmıştı, korkusu biraz azalmıştı,
mutfaktaki koku bir anlığına sanki herhangi bir gündey
miş gibi hissettirdi ona, erimiş peynir kokusu her şeyi
düzeltti, sakinleştirdi sanki, çocukluğunu hatırladı, en
korktuğu zamanlarda mutfağa sığınırdı, mutfaktan gelen
sesler korkusunu alırdı. Ne tuhaf, hayatının en korkutu
cu şeyini de şimdi mutfakta yaşıyordu ama onlar yedikçe
korkusu da garip biçimde azalıyordu.
Büyük olan oğlan tavayı iyice sıyırdıktan sonra Cor-
nelia ona başıyla masadaki diğer iki küçüğü işaret etti.
"Bunlar kim? Kardeş misiniz hepiniz?"
"Tanımadın mı?"
"Tanımadım?"
"Aç bıraktığınız yetimler."
"Biz elimizden geleni yaptık, her gün kazan kazan
yemek yetiştirmeye gayret ettik."
Çocuk alaycı bir şekilde yüzüne baktı Cornelia'nın.
"Biz her gün yemek miktarını da arttırdık, yetmedi
ğini görünce önlem aldık, ama çok kalabalık, her gün
artıyor, siz buranın çocuklan değilsiniz, olsaydınız bilir
diniz, biz her zaman burasının insanlan için ne gelirse. . .
"
1 07
larsa? Çaresiz beklemek zorundaydı. Düşünceler yine
kafasında uçuştu, acaba oğlanın bahsettiği kadın gerçek
ten bebeğiyle birlikte kendini nehre atmış olabilir miy
di? "Bunun anası . . . " Öyle demişti, hangisini göstermişti?
Yok, yok, hiç öyle şey olur mu? Olsa mutlaka duyarlardı.
Ama eğer köyleri iyice uzaktaysa, yok, duymazlardı ta
bii. Yine de çocuğun yalan söylediğine emindi, ama diğer
ikisini dert etmişti, soracaktı ne yapıp edip.
"Çocuğum, siz sırada yemek alamadınız, biz çok
üzüldük, yarın gelin, sonra her gün gelin, sizi en öne ala
yım ben, olmaz mı?"
Altı yaşındaki keçe saçh kız çocuğu başını önüne
eğdi, elindeki çörek parçası yere düştü, hemen sandalye
den zıplayıp aldı, ağzına attı, dört yaşlarındaki de ağzı ko
caman dolu, yine gaz çıkardı, belli ki bağırsakları hastaydı.
"Fena benzeticem seni ha! Topla lan götünü! "
Dudağını titrete titrete ağlamamaya çalıştı küçük.
Ablası elini tuttu. İkisi de Comelia'ya baktı. Büyük abi
diğer iki oğlanla erzak toplamaya aşağı indi. Comelia he
men sordu ikisine:
"Sizin abiniz mi?"
Hayır anlamında kafasını salladı küçük kız.
"Ne yapıyorsunuz onun yanında?"
Kız tavaya baktı, sonra yere baktı.
"Nerden buldu sizi?"
• • •
ISMayıs, 1 874
Talas.
Talas'taki cemaatimizle kıtlık sebebiyle bugünü ta
mamen oruca ve duaya ayırdık. Sabahtan itibaren şa
pelde buluşuldu, katılım çok iyiydi ... Akşam da karımın
göğsündeki tümör için dua ettik.
1 6 Mayıs, 1 874
Talas.
Bugün taze bir yağmur yağdı, biraz daha umutlu
yuz. Dilenci çok fazla, ekmek, para ve daha pek çok
şey dağıtıyoruz; imkanımızın elverdiğinin çok daha faz
lasını [. ..] ama hem onların çektiği acıları görüp hem
vermemezlik edemeyiz...
ı ıo
caklardı, orada yatacaktı. Az sonra kapı çaldı, Farnsworth
da gelmişti işte, sofraya oturdular. Famsworth yemek bo
yunca kendi gittiği bölgedeki kıtlık manzaralanndan
bahsetti, köylüler ahırda hayvanlanyla birlikte ölmüşler
di, açlık yüzünden çocuklar pazarlarda zengin evlerine
hizmetçi diye satılıyorlardı; hatta daha beş yaşında bile
olmayan kel bir oğlan çocuğunu Farnsworth alıp misyo
na getirmek ve kurtarmak istemişti de üstündeki para
yetmemişti. Comelia Famsworth'un ağzına baktı, dudak
hareketlerini incelemeye başladı. Cümleleri art arda sı
ralıyor, ancak sözcükler ağzından çıkarken sanki birbirle
rine çarpıyor, çarptıkça bütün harfleri havada dağılıyor
du. Comelia dağılan bir harfin havadaki izini takip etti ,
odanın ortasından tavana doğru sigara dumanı gibi yayı
lan harf uzadı, büküldü, birleşti, aynldı, süzüle süzüle pa
zarda satılan kel oğlanın, sonra da tam tümörüne yumruk
atan küçük kızın iki gözüne dönüştü.
Famsworth hala anlatıyor, Lyman sıkıntıyla dinli
yordu. Comelia gözünü tavandan atamadan odanın or
tasına doğru yaklaştı, tavandaki iki göz ise ifadesiz bir
halde tam aşağıdaki bir noktaya sabitlenmişlerdi. Cor
nelia neresi olduğunu anlamak için iki gözün baktığı
yere döndürdü başını, masada Famsworth'un bitireme
diği tarhana çorbası ve iki lokma kalmış yulaf ekmeği
vardı. Gözler sabitçe oraya bakıyordu. Tekrar hızla tava
·
na baktı Comelia, kaybolmuşlardı. Başı döndü, eli ayağı
boşaldı, oturdu, hızlı iki nefes aldı, durdu, ekmeğe bak
tı, ucuna attı sağ elini, masadan avcuyla destek alarak
küçük bir parçayı kopardı, iyi gelir diye çiğnemeye baş
ladı. Lyman bir şeyin ters gittiğini anlarnıştı, yanına gel
di, omzuna elini koydu, iyi olup olmadığını sordu kansı
na. Comelia'nın yüzü kirece dönmüş, bakışlan şaşkındı.
Yine de kafasını iyiyim der gibi salladı, ağzından, "Çok
üzüldüm, bu kadannı bilmiyordum," sözleri döküldü.
lll
"Tann bizimle," dedi Lyman iç çekerek. Famsworth ba
kışlannı pencereye kaydırdı, zaten konuşmaktan yorul
muştu, üçü de akşamın geri kalanını sessiz geçirdiler ve
dua edip odalarına çekildiler.
• • •
l l2
KUYU
Özgül Özdemir
1 13
söylemek üzereyken uykudan uyanıveriyordu Zeyneb
her defasında.
Bir titreme almıştı ellerini, son günlerde iyice üşü
meye başlamıştı, sonbahar gelmiş olmalı diye düşündü,
belki de kış. Artık kuyunun içinde geçirdiği zamanı he
sap edemiyordu, ninesinin hayal meyal hatırladığı gerda
nı gibi buruştuğunu hissediyordu derisinin . Nasıl da
kanınıştı Mahbube'nin sözlerine! Onun da kendisi gibi
siyah olmasının payı yok değildi hani, hem Mahbube'nin
anlattıklarına bakılırsa o sinsi kocası başka köleleri de
kurtarmıştı. Tüm bu şeytanlıklar Derviş Resul'un başı
nın altından çıkıyor olmalıydı. Mahbube belki de sesini
çıkarmak istiyordu ama o pis adam, bıçağı ile kendisini
tehdit ettiği gibi onu da suspus ediyordu, kim bilir?
Fal baktırmak için diğer Araplarla Mahbube'nin evi
ne gittiği günü gözünün önüne getirmeye çalıştı. Önce
sacda pişird.ikleri hamurlan yemişlerdi. Közde kahveyi
pişirmesini ondan istemişlerdi, sıcaktan kan ter içinde
kaldığını hatırhyordu.
Kahveler içildikten sonra Hacı Osman'ın yakında ev
lendirerek azat edeceği, köyde gördüğü en yaşlı kadın
zenci Dilferah, Mahbube'den fal bakmasını istedi. Önce
sessizce bir köşede bütün fallan dinledi Zeyneb, herkesin
falında hali vakti yerinde bir koca çıkıyordu. İlk kez bu
kadar Arap'ı bir evin içinde yan yana görüyordu. Dilferah
ve Kamer dışında diğerleri yabancıydı. Her birinin suratı
na teker teker bakmaktan kendini alamıyordu. Elinde
kahve ve yanında Kamer ile önünde peyda oluveren
Mahbube, tombul elleri ile Zeyneb'in saçlarını okşadık
tan sonra kahveyi içmesini salık verdi. Denileni yaptı
Zeyneb, son yudumunu da içtikten sonra kahveyi kapa
masını istedi Mahbube. Diğerlerinin ön bahçeden gelen
neşeli sesleri içinde alçalttığı sesi ile, "Nalçacı'nın Arapla
nna yol var," demişti. Yoldaşı Kamer, o da dinliyordu falda
1 14
çıkanlan, kıkır kıkır güldükten sonra diğerlerinin yanına
ön bahçeye gitti. Zaten her şeye gülüp geçerdi. Baş başa
kaldıklan sırada Mahbube Zeyneb'e bunun anlamının
azat demek olduğunu fısıldadı. Eğer istediklerini harfiyen
yaparsa kocası Derviş Resul ile birlikte Zeyneb'in azadım
sağlayabileceklerini ekledi. Taş gibi kesilmişti bu son
cümle karşısında. Bundan asla kimseye bahsetmemesini
istiyordu Mahbube. İkisi birlikte ön bahçeye gittikleri va
kit Zeyneb diğerlerinin konuştuklanna kulak veremiyor,
sadece Mahbube'nin söylediklerini düşünüyordu. Mut
fakta baş başa kaldıklan vakit Mahbube ondan tek başına
yeniden gelmesini istiyordu. Acaba benle alay mı ediyor
diye düşünrnüştü düşünmesine de, ne sesinde ne de tav
nnda alay eder bir hal vardı Mahbube'nin. Eve dönüş yo
lunda Kamer durmadan diğer kadınlarla konuşup duru
yordu, Zeyneb hepsinin ardından yürüyor, azat edilme
ihtimalinin heyecanıyla tebessüm ediyordu. Acaba Mah
bube doğru mu söylüyordu diye düşünmeyi bırakınıştı
artık. Eve iyice yaklaştıklan sırada artık karannı vermişti,
ne yapıp edip Mahbube'yle tekrar görüşecekti.
O gece heyecandan, döşeğinde bir sağa bir sola dö
nüp durmaktan uyuyamamıştı, hayaller kurmaktan ken
disini alamıyordu. Peki neden Kamer' i değil de onu seç
mişti Mahbube? Belki beni daha akıllı bulmuştur diye
düşündü. Daha aklı başında ve daha cesur. Sürekli gülüp
durmaktan ve çok konuşmaktan başka ne yapardı ki Ka
mer. Yatağında oturup, odaya süzülen ay ışığının müm
kün kıldığı kadanyla bir süre onu izledi. Her şeyden ha
bersiz fosur fosur uyuyor, uykusunda bile kıkırdıyordu.
Ne şapşal bir surat dedi içinden. Kamer, Zeyneb bu eve
getirildiğinde de buradaydı. Sahiplerinin her daim göz
desi olmayı başarmıştı. Önüne ne konsa şükreder, başka
bir şey istemezdi. Belki de bu memnuniyete şaşmamak
gerekirdi, aslına bakılırsa efendileri olan Hacı Mehmed
l lS
pek de kötü biri sayılmazdı. Geçen bayramda ona ve
Kamer' e yeni entariler almıştı, üstelik komşulan Yusuf
Ağa'nın earlyesini dövdüğü gibi vurma kırma huyu da
yoktu çok şükür. Zavallı cariyeyi Yusuf Ağa' nın elinden
kadı bile kurtaramamıştı. Ama yine de hem efendisin
den hem de hanımından nefret ediyordu Zeyneb. Onlan
hiçbir zaman sevmemişti.
Kamer' e olan duygularını ise tam olarak bilemiyor
du. Her şeye biat eder ve onu evlendirecekleri günün ha
yaliyle yaşardı. Acaba uykusundaki kıkırdamaların sebebi,
rüyalannı süsleyen müstakbel zevci miydi? Tüm bu yaşa
dıklarından sonra Kamer' e hak vermemek de mümkün
değildi. Köleler için esareti kabullenmekten başka çare
yoktu galiba. Ama Kamer iyi ki kayıtsız kalmıştı falda çı
kan yeni yola, en azından önünde iki lokma ekmeği ve
üzerine giyecek kıyafetleri var diye düşündü Zeyneb piş
manlıkla. Onun gibi bir kuyuya hapsedilmernişti.
Belki de aceleci davranıyorum diye geçirdi içinden,
belki de Mahbube ve Derviş Resul onu gerçekten azat
edeceklerdi. Hem sahipleri Hacı Efendi iyiydi iyi olma
sına ama hasta döşeğinde, son nefeslerini saydığı o gün
lerde bile Kamer ve Zeyneb' in azat edilmelerine dair tek
laf çıkmıyordu ağzından. Hacı Mehmed' in ikinci kansı
ile ilk evliliğinden olan çocuklarının geçinemediklerine,
daha şimdiden mal mülk kavgasına düştüklerine bütün
köy şahit olmuştu. Kamer, Hacı Efendi öldüğü vakit gör
sündü gününü. Kendisini hangi pazarda satılık bulacaktı
kim bilir. Rüyalannı süsleyen müstakbel koca gelip onu
kurtarabilecek miydi bakalım.
Bir ses ile bölündü düşünceleri, "Belki de Mahbube
bana yemek getiriyordur," diye mırıldandı içinden. Bir
süre bekledikten sonra kimse gelmeyince tekrar düşün
celere daldı. Uykusuz geçen o ilk geceden sonra, Zeyneb
ne yapıp edip Mahbube'yle tekrar görüşmeyi başarmıştı.
l l6
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, MVL 652/36, 30 Muharrem 1280
(17 Temmuz 1863).
1 17
bulduktan sonra işi kolaydı. Peki, evden ne diyerek çıka
caktı? Bir bahane bulması günlerini almıştı. O günü dün
gibi hatırlıyor, hatıriarnakla kalmıyor, kalbinin adeta ye
rinden çıkacaknuş gibi atışını dahi hala hissediyordu.
Mahbube'nin evini gördüğünde heyecanı biraz durul
muştu. Derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı vuruşu gö
zünün önüne geldi. Açan olmayınca şiddetle vurmaya
devam etmişti ta ki evde kimsenin olmadığını anlayınca
ya kadar. Tam umudunu yitirip gerisingeri döneceği anda
Mahbube bahçe kapısında peyda oluvermişti, yanında
dokuz-on yaşlannda küçük bir oğlan çocuğuyla. Herhal
de oğlu olmalı diye geçirmişti içinden.
Mahbube ile her şeyi planlamalannın ardından eve
dönüş yolunda, Mahbube'nin ayaküstü anlattıklannı
unutmamak için kelimesi kelimesine tekrar edip dur
muştu. Özgürlüğü karşılığında evdeki altın gümüş kıy
metli eşya ne varsa istiyordu Mahbube. Yıliardır yaşadığı
evden, hiçbir vakit gizlice bir şey almak geçmemişti ak
lının ucundan. Mahbube'nin söylediklerini yapabilir
miydi emin olamamıştı o yüzden ilk başta. Ama neden,
neden yapmasındı; efendiye, hanımına borçlu olduğu ne
vardı! Yıllardır dişini tımağına takmış çalışıyordu. Altın
ları almak az bile gelirdi! Bu f1kre kendini ikna etmeyi
başardıktan sonra, artık aklında kaçış planından başka
bir şey dolanmaz olmuştu. Karnını doyururken, ayaktay
ken, yatarken . . . Evdeki altıniann yerini zaten iyi biliyor
du; yıllardır kendi elleriyle temiz! ediği odada, hanımının
sandığının içindeydi. Sunlan almak kolay olacaktı ama
evden çıkmak için tekrar bir bahane bulması icap ede
cekti. Neyse ki Mahbube bunu da düşünmüştü. Her
Mayıs'ın ilk haftası köydeki tüm Araplar toplanıp Arap
Düğünü'nü kutlardı. Kutlarnalann ilk günü buluşmayı
kararlaştırmışlardı. Hem evden çıkmalan kolaylaşacak
hem de o karmaşada yokluğunu anlamayacaklardı. "Keş-
118
ke Kamer'in de yardımını alabilseydim," diye geçirmişti
içinden Zeyneb, iyisiyle kötüsüyle yıllardır yoldaşlık
yapınışiardı birbirlerine ama Mahbube kaçış planının
aralarında bir sır olması gerektiğini sıkı sıkıya tembihle
mişti. O günü beklemekten ve ağzını sıkı tutmaktan baş
ka yapacak pek bir şey yoktu. Aynca dikkatli olmalıydı,
geçenlerde hanımı değil miydi, "Sende bir tuhaflık var,"
diyen, neyse ki "hayırdır inşallah deyip" üstüne varma
mıştı. Keşke varaydı da Mahbube ve zorba kocası Derviş
Resul'un eline düşmeyeydim diye geçirdi içinden.
Büyük gün gelip çattığında altınlan almak hiç de zor
olmadı. H anımı zaten hasta kocasının başından aynlma
dığından sandığın olduğu oda boş kalıyordu çoğu kez.
Sandığın içinden altınlan ve kıymetli eşyalan alıp entari
sinin içine bir güzel sakladıktan sonra eve, özellikle de
Kamer'le kaldıklan odaya uzun uzun baktı. Bu eve geldi
ği ilk gün gözünün önünde canlandı, küçücük bir çocuktu
o zaman. Esircilerin öğrettikleri yeni dili yanın yamalak
konuşabiliyordu. Ne çok ağlarnıştı hiç bilmediği bu yeni
evde! Sadece konuşulan dil ve yerleştirildiği yer değildi
bilinmez olan, yenilen yemekten giyilen kıyafetlere kadar
hemen her şey şimdiye kadar görüp bildiklerinden bam
başkaydı. Hanımı saçlarını okşayıp onu sakinleştirmeye
çalışmıştı, ama hangi dokunuş annesinin dokunuşlannın
yerini alabilirdi ki. Hatta bu zoraki şefkat içten içe hanı
rnma kin duymasına sebep olmuştu. İlk zamanlar bu yüz
den çok zordu, evde konuşulan dilden pek az anlıyor, ye
mek yiyemiyor, usulca ağlamaktan başka elinden bir şey
gelrniyordu. Efendisi mi yoksa h anımı mı seçrnişti bu
ismi bilmiyordu ama Zeyneb diye sesleruyarlardı ona. Ne
tuhaf diye geçirdi içinden derin bir ah çekerek, mernle
kette ona seslendikleri ismi bile unutmuştu. Şimdi bu ku
yunun içinde o günü birebir yaşıyor gibiydi. O gün en son
efendisinin odasına izin isternek için girdiğinde, hanımı
1 19
suratma bakmadan, "Karanlık çölaneden evde ol," diye
tembihlemiş, başka bir şey dememişti.
O gün vazgeçip eve dönmernek için yolda sürekli
kendine telkinde bulunup durmuş, annesinin ona çocuk
ken söylediği ninniyi içinden mınldanmıştı. Her geçen
gün sözlerini unuttuğu bu ninni, artık uzak diyariardan
gelen bir fısıltı gibiydi. Öyle de olsa ona sarılmak Zey
neb'e iyi geliyordu zor zamanlannda onu koruyan bir ef
sun gibiydi bu ninni. Köyleri baskına uğradığı gün daha
çok küçüktü, kum üzerinde günlerce yürümek zorunda
kaldığı vakit, ayakta kalmak için hep bu ninniyi söylemiş
ti. Yolculuk boyunca sabah akşam bir fincan pirinç lapa
sını başka bir çocukla paylaşmak zorunda kaldığında, göz
lerini kapayıp bu ninniyi mınldanmıştı. Hele o bitmek
tükenmez deniz yolculuğu sırasında, kusmaktan öleceği
ni sandığı vakit ve esir pazannda aylarca satılınayı bekler
ken delirmemek için sarıldığı yine bu ninni olmuştu.
Evden çıkar çıkmaz komşulan Katırcı Hacı Osman'
ın hanesine gitti, vardığında Mahbube onu bekliyordu.
Katırcı Haa Osman köyiin en zengin adamı olduğu gibi
en çok köleye de o sahipti, hatta içlerinde evli ve çocuk
lan olan bile vardı. Bu yüzden kutlamalar onun bahçesin
de başlardı. Kimse görmeden arka kapıdan aynldıklannda
hava henüz kararmamıştı. Mahbube'nin evine yaklaştık
larında göz gözü görmez olmuş, siyah entarisiyle gecenin
rengine bürünmüş olan Mahbube, adeta başındaki beyaz
yazmadan ibaret kalmıştı. O günün akşamın a kadar Der
viş Resul'u hiç görmemişti, aksayan hacağı ve çürük diş
leriyle hayatında gördüğü en çirkin adamdı.
İşte o günden sonra Mahbube ve Derviş Resul'un
elinde ikinci esaret hayatı başlamıştı Zeyneb'in. Üstelik
bu sefer tüm ümitlerini yok edecek şekilde. Başlangıçta
evlerinin damında bir yerde saklarnışlardı Zeyneb'i, ta ki
bir gün Derviş Resul'un kan ter içinde koşturarak gelip
1 20
kötü haberi getirmesine kadar. Kasabanın tellahnın Zey
neb'i aramak üzere nida ettiğini ağzından köpükler çıka
rarak anlatmış, olur da bulunursa, kaçma düşüncesinde
olan kölelere ibret olsun diye Zeyneb'i asacaklarıru söyle
mişti. Olduğu yerde donakalmıştı. İşte o günden itibaren
Zeyneb kendini evin içindeki bu kuyuda kilit altında bul
muştu. Onu bu çukura koydukları gün Zeyneb 'in feryadı
ne Mahbube'nin ne de zevcinin urourunda olmuştu. Hat
ta Derviş Resul eline bıçak alıp onu ölümle tehdit ederek,
telialın söylediklerini bir bir tekrar etmişti:
"Sesini çıkarma, seni bulduklan vakit ibret için ke
secekler! "
O gün bugündür b u kuyunun içindeydi. Ağlamak,
feryat etmek boşunaydı. Bu kuyu, çocukluğunun, genç
liğinin ve hatta son zamanlarda hayalini kurduğu hür
yaşamın mezarıydı, ümit etmek boşunaydı . Mahbube ve
kocası Derviş Resul'un sahtekar olmadıklarını düşün
mek artık ahmaklıktan başka ne olabilir ki dedi. Uçsuz
bucaksız köyünden, ailesinden kopanldığında daha çok
küçüktü. Şimdi ise yazgısını değiştirmeye çalışırken, ni
hayetinde kendini bulduğu yer bu karanlık çukur olmuş
tu. Tüm bu düşüncelere kendisini öylece kaptırmıştı ki
üzerindeki kapağın açıldığını ancak yüzüne vuran ışık
huzmesinden fark edebildi. Kamaşan gözlerini zar zor
açtığında karşısında cılız, esmer bir çocuk buldu. Nere
den tanıdığını bir türlü çıkaramadığı bu oğlan elinde bir
tas çorba ve ekmekle öylece bekliyor, hortlak görmüş
gibi gözlerini Zeyneb'den ayırarnıyordu. Bir süre karşı
lıklı bakıştıktan sonra, Zeyneb karşısında dikilen çocu
ğun kim olduğunu hatırladı. M ahbube'yi görmeye geldi
ği gün kadının yanında görmüştü onu. Annesi gibi kuz
guni siyah değildi lakin babasından da pek bir eser yoktu
çocukta. Uzun süren bakışmadan sonra, ona annesi ve
babasının nerede olduğunu sordu. Çocuk, babasının ye-
121
ni aldıklan ata diğer köylere ırgatlık yapmaya, annesinin
ise komşulannın hayırdaki tarlasını çapalamaya gittiğini
söyledikten sonra sessizlik içerisinde Zeyneb'in çorbası
nı bitirmesini bekledi. Sonra çorba tasını aldı ve Zey
neb'in yanına su bırakarak üzerindeki kapağı tekrar ka
pattı. Çocuğun koşar adımlarla uzaklaştığını ve kapıyı
kapattığını işitti Zeyneb. Uzunca bir süre kapağın üzeri
ne kilitlenmesini bekledi, ne kadar zaman geçti bilmi
yordu. L akin ne gelen vardı ne giden.
1 22
KARŞI KlYI
Müge Özbek
1 23
"Üsküdar'da Bir Sokak"
Kaynak: Atatürk Kitaplığı, Kartpostal Koleksiyonu, Krt_000606.
1 24
Bir an geri dönüp, konağa doğru koşmayı düşündü Ayşe.
Bu koca şehirde sığınabileceği tek yer, tek evi orasıydı,
Ali Faik Bey'in konağı.
O sırada adam, "Ne o kız evden mi kaçtın?" diye sor
du alaycı bir sesle. "Hiç zahmet etme, hemen geri dön.
Zabıtalar üç güne kalmaz yakalayıp geri getirirler seni."
Sonra sustu ve sanki hiç karşılaşmamışlar gibi Ayşe'
nin yanından geçip yokuşu tırmanmaya devam etti. Şaş
kınlıktan olduğu yerde kalakalan Ayşe bir süre sonra
adamın bağıra bağıra küfeettiğini duydu. Ayşe'ye değil
dünyayaydı küfürleri. Ayşe de alçak sesle birkaç küfür
savurdu Ali Faik Bey' e, ailesine ve konağa. Her şeye ra
zıydı, dönmeyecekti oraya. Toparlanıp yeniden hızla yo
kuş aşağı inmeye başladı.
"Dönmem oraya, ölsem dönmem" dedi içinden.
Tam on yıl önceydi. Tarladan dönüşlerinde evlerinin
önünde arsız suratlı bir adamın beklediğini görmüşlerdi.
Adam babasına yaklaşıp bir şeyler sormuş, babası da
Ayşe'yi işaret etmişti. Bütün gece annesiyle babasının fı
sır fısır bir şeyler konuştuklarını, annesinin gözlerinde
yaşlar gördüğünü hatırlıyordu Ayşe. Ertesi gün onu ve
köyden iki kızı daha arsız suratlı adamın yanına katıp,
"İstanbul' a evlatlık gideceksiniz" dediler.
En fazla altı-yedi yaşlanndaydı o zaman, ne olduğu
nu anlayamamıştı. Vedalaşırlarken annesi ağlıyordu. Ba
basının annesini azarladığını duymuştu:
"Köşklerde, konaklarda büyür, evlilik yaşı gelince
döner köye. Fena mı? Çeyizini de yaparlar. Burada kalsın
da açlıktan gebersin mi? Geberetim mi hepimiz?"
Adam hem onun hem de diğer iki kızın babalarına
biraz para vermiş sonra da üç çocuk adamın peşine takı
lıp köyden aynlmışlardı. O günden sonra hiç haber al
mamıştı ailesinden. İstanbul' a geldikten sonra beraber
geldiği kızlada da karşılaşmaınıştı hiç.
1 25
Adam önde, üç çocuk arkada epeyce yüıüdükten
sonra bir kasahaya ulaşmışlar, birer tas çorba içtikten son
ra at arabasıyla Bartın' a gelmişlerdi. Kendilerini İstanbul' a
getirecek olan gemiye Bartın Limanı'ndan bindiler. Ayşe
ne gemi yolculuğunun detaylarını ne de yolculuğun kaç
gün sürdüğünü hatırhyordu. Hem o hem de yanındaki
kızlardan biri yol boyunca kusmuşlardı. İstanbul' a ulaşıp
gemiden indikten sonra da tek tek ç alış acaklan evlere bı
rakmıştı adam onları.
Ayşe o gün Ali Faik Bey'in konağına ilk kez adımını
attığında yüzü yolculuğun etkisiyle yeşil san bir renktey
di. Bitkinükten ayakta duracak hali kalmamıştı. O za
manlar ilk çocuğuna hamile olan Handan Hanım itiraz
etmişti bu hasta kılık1ı küçücük kızın eve hizmetçi diye
kabul edilmesine.
"Böyleleri mikrop, hastalık getiriyormuş evlere," di
yordu. "Hem ahlaklan da bozuk oluyormuş."
Ama kayınvaüdesi Fatma Hanım aynı flkirde değildi:
"Hepsi böyle olurlar ilk geldiklerinde. Yolculukta
sarsılmıştır. Birkaç güne toparlanır. Bak nasıl iş göriiyor o
zaman. Böyle yaşı küçük, zavallıları alacaksın yanına ki
istediğin gibi terbiye edebilesin. Gülizar da böyleydi ilk
geldiği gün. Bak koca konağı çekip çeviriyar şimdi."
Ayşe'nin kalmasına karar verildi. Handan Hanım Ali
Faik Bey'le evleneli bir yıl kadar olmuştu o zamanlar.
Yirmi yaşında, zamanına göre iyi eğitimli ve güzel bir
kadındı. Ne ki son yıllarda babasının işleri pekiyi gitme
miş, durumlan iyice kötüleyince yokluk görmesin, sıkın
tı çekmesin diye, kendisinden on beş yaş büyük Ali Faik
Bey'le apar topar evlendirilmişti. Handan Hanım'a kalsa
Ayşe gibi sümüklü köylü kızlarını evinin kapısına bile
yaklaştırmaz, Avrupalı dadılar ve mürebbiyelerle büyü
türdü çocuklarını. Zaten bu eski her yeri dökülen konak
ta kayınvaüdesiyle yaşamaktan da memnun değildi.
1 26
Ayşe'nin konakta geçirdiği on yıl içinde Handan Hanım
üç çocuk doğurmuş, hem kocasına hem kayınvalidesine
daha çok söz dinletir olmuştu. Ama hala ne konağı ne de
kocası ve kayınvalidesi dahil içinde yaşayanlan sevebil
mişti. Hele Ayşe'yi ve evin emektan Gülizar Abla'yı hiç
sevmez fırsat buldukça ikisine de iğneleyici laflar ederdi:
"Kiminiz kimseniz de yok. Sizden nasıl kurtulacağız
bilmem ki."
Oysaki konağın bütün işlerine Gülizar Abla'yla Ay
şe koşuyorlardı. Koca konağın temizliği, yemekler, bula
şıklar, çamaşırlar, Handan Hanım ve Ali Faik Bey'in ço
cuklarının ve Fatma Hanım'ın yatalak kız kardeşinin
bakımını, her şeyi ikisi yaparlardı. Hadi kendisi neyse ya
Gülizar Abla'ya böyle demesi çok ağınn a giderdi Ayşe'
nin. Neredeyse otuz yıldır bu konakta yaşıyordu Gülizar
Abla. O da Ayşe gibi daha küçük bir çocukken gelmiş.
Geldiği günden beri bir gün bile boş kalmamış, hastayım
diye bir köşeye yatamamıştı. Bilenler gençken cıvıl cıvıl,
dünyalar güzeli bir kızdı diye söz ederlereli Gülizar Ab
la'dan. Gerçi hala güzeldi, ama artık çok durgundu Gü
lizar Ab la. Az konuşur, neredeyse hiç gülmezdi.
Arada bir de Halime gelirdi konağın büyük işlerine
yardım etmek için. Halime' nin geldiği günler çok iş ya
parlardı ama yine de çok severdi o günleri Ayşe. Otuz
yaşlarında iriyan becerikti bir kadındı Halime. Kocaman
kollanyla konaktaki bütün halılan silkeler, hiç üşenme
den cam, kapı, tavan her yeri siler, parlatırdı. İş yaparken
bir yandan da ya şarkı söyler ya da konuşurdu. Onun
geldiği günler hiç gülmediği kadar çok gülerdi Ayşe. En
çok da Halime'nin Handan Hanım'ın arkasından atıp
tutması eğlendirirdi Ayşe'yi. Handan Hanım'ın yürüyü
şünü, konuşmalarını taklit eder, arkasından söylenir du
rurdu:
"Bu Handan karısına nasıl katlanıyorsunuz bilmem,
1 27
ağzına şamarı patiatı veresi geliyor insanın. Ben olsam bir
gece uyurnam bunların çatısının altında."
Böyle konuştuğu zamanlar Gülizar Ab la kızardı Ha
lime'ye:
"Sus sus! Küçücük kızın önünde söyletme beni. Han
dan Hanım ' a katlanmayalım da senin gibi mezarların
arasında mı yatıp kalkalım?"
Ayşe mahallenin kadınlarından Halime'nin bekar
odalarında, Karacaahmet Mezarlığı'nın oralarda düşüp
kalktığını duymuştu. Ama Gülizar Abla'ya sormaya ce
saret edemezdi bunu. Gülizar Abla severdi Halime'yi.
Konakta ne vakit fazladan iş çıksa hemen Halime' yi bul
durur getirtirdi. Yemek saatinde Halime'nin önüne bol
bol çeşit çeşit yemekler koyardı. Onun önüne konanları
iştahla yiyişini seyrederken :
"Ye kızım doyur karnını bir güzel," derdi.
Halime akşama doğru işlerini bitirdikten sonra da
gündeliğini verir, sırtını sevecenlikle sıvazlardı Halime'nin:
"Ellerin dert görmesin. Allaha emanet ol."
Halime konaktan çıkınca Ayşe de Gülizar Abla da
hüzünlenirdi.
"Keşke ben de Halime Abla gibi çıkıp gidebilsem,"
diye düşünürdü Ayşe.
Son gelişlerinde Halime'ye yalvarmaya başlamıştı
zaten:
"Halime Ab la, ne olur ben de seninle gelsem. Bıktım
bu konaktakilerden de işlerinden de ! "
Önceleri Ayşe'yi ciddiye almaınıştı Halime. Gülüp
geçiyordu Ayşe'nin yalvarıp yakarmalarına. Bir gün Ay
şe yine yalvarırken Halime, "Sus kız Gülizar Abla du
yarsa öldürür ikimizi de ! " diye kıkırdayınca Ayşe daya
namamış :
"Gülizar Abiarn Ali Faik Bey beni arkadaki sandık
odasına kapattığı zamanlar çıkarsın sesini" deyiverrnişti .
1 28
Halime'nin güleç yüzü karanvermişti bunlan du
yunca. Bir süre hiç cevap vermemiş neden sonra:
"Gülizar Abla kendim gitmem diyebilmiş mi ki o
odaya?" diye mırıldanmıştı dalgın dalgın.
O gün çok fazla konuşup gülüşmernişlerdi. Ayşe
yalnız kaldığında Gülizar Abla'nın halini düşünmüştü.
Bir gece yansı, ebe kadının kanlar içinde kalan çarşaflan
tecrübeli elleriyle toplarken söyledikleri gelmişti aklına:
"Kör olasıca! " diye söylenmişti. "Şuncacık çocuğa da
acımıyor."
Sonra Ayşe'nin alnındaki terleri silen Gülizar Abla'ya:
"Ah, Gülizar'ım! Sen de el kadar değil miydin ilk
geldiğinde," diye fısıldamıştı.
Gülizar Ab la kaç defa gitrnişti ebe kadının evine?
Ayşe kaç kez daha gidecekti?
Halime çıkmazdan önce bir kez daha üstdedi Ayşe:
"Kaçamazsam ya kendi canıma kıyanm ya da Hilmi
Beylerin hizmetçisi Azize gibi ateşe veririm bu konağı
bilesin ! "
Halime, "Tövbe de kı z nasıl söz onlar öyle! Benim
hayatırn çok güzel, gittiğim yerler pek mi matah sanı
yorsun?" diye sormuştu sinirli sinirli. Her yerde Ali Faik
Beyler, bilmem kimler var. Nereye kaçsan da kurtula
mazsın. Burada en azından karnın tok, burada yağınurda
soğukta kalmıyorsun. Aç açık kalırsın buradan aynlır
san," demişti ama sesi yumuşak anlayışlıydı.
Ayşe, "Olsun, bu konakta böyle esir gibi kalmaktan
sa," diye ısrar edince Halime pes etmişti:
"Tamam o zaman. Ama rasgele çıkar gidersen Faik
Bey birkaç saat içinde eliyle koymuş gibi buldurtur seni.
Ben de sıkıldım buralardan zaten. Haber bekle benden.
Beraber karşıya geçeriz. Galata'da Ali diye bir adam ta
nıyorum. Ona gideriz, o bize iş bulur."
Sonra derin derin iç çekip sertçe eklemişti:
1 29
"Ama iyi düşün bak. Hiç kolay değildir öyle sokak
larda kimsiz kimsesiz. Her iş gelir başına. Her işi yapmak
zorunda kalırsın. Temizlik, çamaşır, biliyorsun işte ne iş
bulursan . . . "
Ayşe Halime'nin ne demek istediğini anlamıştı. Ko
nağın karşı kıyılara bakan arka pencerelerini siliyorlardı
o sırada. İkisi birden kafalannı kaldınp sessizce karşıyı
izlemişierdi bir süre.
"Biliyorum," demişti Ayşe. "Biliyorum."
Sonunda iskeleye gelebildi. Bekçi zabıta falan çık
mamıştı karşısına. Ay yükselmiş, etraf biraz aydınlanmış
tl. Uzaktan küçük bir kayığın içine oturmuş huzursuz
huzursuz kıpırdanan Halime'nin karaltısını seçebiliyor
du. Kayığın hemen önünde bir adam dolaşıyordu.
Halime akşamüzeri arka kapıyı tıklatmış,
"Bu gece gidiyoruz. Bekıir odasında çamaşırlannı yı
kadığım bir kayıkçı var, Ahmet. O geçirecek bizi Beşik
taş' a," demişti.
Giderken de sıkıca tembihlemişti:
"Yolda seni çevirilerse, 'Hanımım doğuracak, aşağı
sokaktaki ebe kadını çağırmaya gidiyorum,' dersin."
Halime bekıir odalanna da giderdi çamaşıra.
Gülizar Abla, "Çamaşıra değil başka şeylere gidiyor
dur o ! " derdi hep.
Gülizar Abla Halime'yle konuştuktan sonra Ayşe'
nin titremeye başladığını, yüzünün bembeyaz olduğunu
fark etmemiş miydi? Halime'nin uğradığını görmüştü de
neden hiçbir şey sormamıştı? Neden Ali Faik Bey'den
mutfak masraflan için aldığı parayı birlikte uyuduklan
odadaki komodinin üzerine öylece bırakıvermişti o gece?
Ayşe'nin kazasız belasız gelebilmesi Halime'yi de
rahatlatrnıştı. Ayağına büyük gelen kunduralan denize
düşürmeden kayığa binmeye çalışan Ayşe'ye neşeli neşe
li takıldı:
1 30
"Ne o kız? Gelebildin mi sonunda? Korktun da çı
kamadın sandıydım."
Ayşe'nin elinin ayağının titrernesi geçmemişti he
nüz ama:
"Aman, ne korkucakmışım! " dedi.
Sonra bakışlarını hayal meyal seçilen karşı kıyıya çe
virip bir kahkaha attı, titrek bir çocuk kahkahası.
131
ASKER ZEVCESİ İNEGÖLLÜ
AYŞE BiNT-i İSMAİL'İN HiKAYESi
Çiğdem Oğuz
134
Yahya Efendi evlemlikten sonra inegöl'e gelecek, Hatice
Hatun'un inegöl'deki evinde kalacaktı. Hasat zamanı bir
likte köye döneceklerdi. Hatice Hatun daha gençti, kim
bilir belki bir çocuğu bile olurdu. Hatice Hatun meseleyi
Ayşe'ye açmaktan çekiniyordu, ne var ki oğlundan hiç ha
ber gelmemiş üstüne bir de yeni bir savaşın hazırlıklan
başlamıştı. "Lafı uzatinadan derim," diye düşündü. Fidan
lıkta çalışan Ayşe'nin yanına vardı, bir çırpıda, '1\.dam bu
raya gelecek," deyiverdi. Ayşe söylentilerden haberdardı,
lakin kayınvalidesinin evinde yalnız kalacağını, orada ko
casını bekleyeceğini düşünüyordu. Böyle ansızın sokağa
atılacağını hiç düşünmernişti.
ı 9 ı 4 yılının Ağustos sıcağı bahçeleri, fidanlıkları
sarmıştı. Seferberlik tebligatı geldikçe evlere de ateş dü
şüyordu. Umumi Harp yaklaşıyor, kasabalardan köyler
den seferberlik emri üzerine toplanan gençler meydan
lan dolduruyordu. Asker aileleri, erierin peşinden ağlaşı
yor; davullar, zumalar kadınların sesini bastırmak için
yeri göğü inletiyordu. Ayşe, bütün bu karmaşayı duymuş,
evlerinin önünde oğullaona sanlan anneleri, el alemin
içinde kocalaoyla kucaklaşmaya cesaret edemeyen ge
linleri izliyordu. Ahz-ı asker şubeleri asker sevkıyatına
başlayınca ortalığa büyük bir sessizlik çöktü.
Yeni asker göndermiş evlerde Ayşe'nin adı daha çok
geçer oldu. Herkesin aklından, bir başına sokağa atılmış,
kocası Mehmed'den hiçbir haber alamamış Ayşe'nin du
rumu geçiyor, aynı şeyin kendi başlarına da gelebileceği
düşüncesi bütün kadınlan kaygılandınyordu. Söylentile
re göre Ayşe'ye Meryem adında kendisi gibi kimsesiz bir
kadın sahip çıkmıştı. Meryem için "iyi ayakkabı değil"
diyorlardı. Bir süre ikisinin birlikte Ankara'ya gittikleri
duyuldu, arkalarından dedikodular aldı yürüdü. Ayşe,
Ankara'dan "günahı boynuna" ahlaksızlık gerekçesiyle
idari kararla yeniden Bursa'ya, oradan da mernleketi ine-
1 35
göl' e iade edildi. Henüz resmi bir sabıkası olmasa da j an
darma ve polis nezdinde sabıkalı sayılırdı.
Kadınlar artık Ayşe'ye daha da içli bakmaya başla
mışlardı. Bu defa ona acıyarak değil, merak ve kaygıyla
bakıyorlar, onda kendilerini bekleyen geleceği görüyor
lardı. Ankara'da başına ne geldiğini hiç kimse bilmiyor
du. Önceleri Ayşe'nin durumu, '�lah kimsenin başına
vermesin," denilerek karşılanrnıştı, fakat umumi sefer
berlik bütün işleri değiştirdi. Seferberlik yaşı ergenlere
kadar inecek söylentileri duyuluyordu. İnegöl, artık ka
dınlara, çocuklara, yaşlılara ve sakatlara kalacaktı. Bir de
devlet memurlanna . . . İaşeden, belediyeden sorumlu me
murlar kasılarak yürüyorlardı, ne de olsa "ahalinin na
musu" artık onlardan sorulurdu.
Bursa belediye azası Hacı Ahmed Efendi de bu me
murlardan biriydi. Ayşe'nin haberini genç kadın daha
Ankara'dan Bursa'ya gönderilir gönderilmez almıştı. Ayşe
gerçekten kötü yola düşmemişti belki ama "aşüftenin
teki" olduğu belliydi, yoksa kalkıp Ankaralara neden git
sindi? Araştırdı, soruşturdu. Ayşe'nin kimsesi yoktu, ora
da burada "serseriyane ve sefılane" dolaşıyor, üstüne üst
lük bu her gördüğünü bir şeylere yorumlama huyu yü
zünden akli dengesinden şüphe ediliyordu. Hacı Ahmed
Efendi, bir gün Ayşe'yi köşede sıkıştırdı. Ona şehit zevce
si olduğunu, hükümetin şehit zevcelerine maaş bağlaya
cağını yalnız bunun için kendisiyle Bursa'ya kadar gelme
si gerektiğini söyledi. Ayşe, resmi makamdan gelen bu
teklife yüzünde incecik bir hüzünle karşılık verdi, sadece
gözlerini yumarak bu teklifi kabul ettiğini gösterdi.
Daha on beş gün önce Meclis-i Mebusan seferberli
ğin başlaması üzerine orduya hitaben bir tebrik ve teşek
kür telgrafı göndermiş, bu telgraf askeri kıtalarda okun
muş ve gazetelerde yayınlanmıştı. Bu telgrafta asker ai
leleri de yer alıyor, askerlere, '%-kada bıraktığınız evlad-ü
ıyalinizi, ocaklarınızı hiç düşünmeyiniz. Onlar bize vedi-
1 36
atullahtır," deniliyordu. Meclis, halka söz veriyordu; as
kerler düşmanı ezerken, onların ailelerinin maişetleri ve
ırzlan hükümete emanet olacaktı . Muhtar, gazeteyi aha
linin önünde okumuştu. Muhtarın okuduklarını savaş
tan bir haber alabilmek için toplaşan kadınlar da başlan
öne eğik dinlediler. Kalabalığın içinde, Ayşe' nin rüyalan
nı yoran artık hem asker karısı hem de asker annesi Fat
ma Bacı da bulunuyordu. Kendi ocağı da artık erkeksiz
kalmıştı, muinsiz maaşı bekleyen yüzlerce kadından bi
riydi. Sessizce başını kaldırıp önce kapı komşusu şehit
karısı Meryem ' e ardından da zevcesini yeni asker� gön
derdikten sonra yapayalnız kalıp amcasının evine sığınan
Zeyneb' e baktı. Üçünün de aklından aynı şey geçiyordu,
Ayşe neredeydi? Muhtann okuduğu cümleler beyinle
rinde bir şimşek gibi çakmıştı; Ayşe de bir şehit haremi
değil miydi? Ortalarda perişan olmuş, hiçbir yere sığma
rnış, sığınamarnış Ayşe'ye ne olmuştu?
Bir hışımla oradan uzaklaşıp Fatma Bacı'nın evinin
avlusuna gittiler. Hacı Ahmed'in Ayşe'yi götürdüğünü
duymayan kalmamıştı. Fakat nereye götürdüğünü he
nüz bilmiyorlardı . Muhtar, karısı ve gelinleriyle birlikte
Bursa'ya çamaşır vesaire almak için her gidişinde bu ka
dınlara da haber verdiriyor, çoğu kadınlardan oluşan bir
kaflle ile hep birlikte yola düşüyorlardı. Fatma Bacı,
Zeyneb ve Meryem bir sonraki Bursa seferinde Ayşe'nin
akıbetini araştırmak için sözleştiler. Pazar esnafına Hacı
Ahmed Efendi'yi sorup el alemin ağzını yoklayacaklar,
muhtar da kahveden dedikodu toplayacaktı.
"Frengi illetindenmiş."
"Asker haremini kapattı diyorlar."
"lrzını payimal etmişler."
inegöl yoluna düştüklerinde gün batmaya yakındı.
Bursa'ya giderkenki o yaygaradan eser kalmamıştı. İne
göl'e varıncaya kadar hiç konuşmadılar. Muhtann ağzın
dan sadece "zavallı kızcağız" lafı döküldü. Fatma Bacı,
137
Zeyneb ve Meryem ertesi gün buluştular. Muhtarla bir
likte bir sonraki Bursa yolculuğunda ne yapacaklanru
planladılar. Önceleri Hüdavendigar Valiliği' ne gitmeyi
düşündüler, lakin nasıl olur da haberleri olmazdı ki onla
rm? Besbelli biliyorlar, ama hepsi susuyorlardı. Kafalanna
koydular, arzuhaleiye gidip Meclis-i Mebusan Reisi Men
teşe Mebusu Halil Bey' e hitaben bir mektup yazdıracak
lardı. Madem meclis gazetelerde asker ailelerine söz veri
yor, o halde derhal durum a el atmalan gerekirdi. Muhtar,
bu işin büyümesini istemezdi, o yüzden muhtara hiç söy
lemeden çamaşırcıya deyip arzuhaleiye gittiler. Arzuhal
ci, bu üç kadının talepleri karşısında afallarnıştı. "Şunu da
yaz", "Kapatma oldu de", "Frengiyi de yaz" deyip adamı
sıkıştınyorlardı. Arzuhaki de, "Bacılar, bu dedikleriniz
devlete, makama yazılacak türden değil, valiahi de diye
mem," diye ısrar ediyordu. Kadınlar, arzuhaleinin bu
mektubu kalıba uydurup, yumuşak bir dille yazacağım
anlamışlardı. Ne var ki zaten meclisin işi başından aşkın,
Ayşe'nin durumunu bir de üstü kapalı yazariarsa mektu
bu kimse dikkate almazdı. Her şeyi olduğu gibi anlatmak
istiyorlardı. Yeniden pazarcılann olduğu sokağa girdiler.
Bursa'da artık kadınlar da tezgahlarda yerini almaya baş
lamış, bahçe ve bostanlardan getirdiklerini satıyorlardı.
Bir köylü tezgahının arkasında utangaç bir yüz ifadesiyle
alıcılann pazarlığını kabul etmemeye çalışan bir genç kız
gördüler. Kız müşterisini başından savdıktan sonra eline
küçük bir kağıt aldı, kalemle bir şeyler not etmeye başla
dı. Fatma Bacı bir solukta kızın yanına geldi:
"Güzel kızım, bizim bir maruzatırnız var Meclis Ri
yaseti'ne. Sen okuryazar mısın?"
Bu yalvaran kadınlara karşı koymak pek mümkün ol
madı, genç kız kabul etti, lakin içi de pek rahat etmedi.
Dördü birden tezgahın arkasına geçtiler, ufacık bir perde
nin arkasına sığındılar. Fatma Baa başladı:
1 38
...
. .. '
•;�!,-.. ,. .:""':"'"' �
Başbakanlık
Osmanlı Arşivi,
DH.EUM. 2. Şb.
35/ 1, 26
Cemazeyil evvel
1 335 (20 Mart
1917).
1 39
"Şehit düşmüş bir askerin haremini maaş yapacağız
dediler inegöl'den Bursa'ya aldırdılar. Belediye azası Ha
cı Ahmed' in çiftliğine kapadılar."
Pazarcı kız kıpkırmızı oldu. Kadınlar, "Dosdoğru,
dediğimiz gibi yaz," diyor, kızın utancını azaltmaya çalı
şıyorlardı. Devamla:
"Irzına geçdiler. Orospu yaptılar."
Fatma Bacı, akabinde frengi meselesini açtı. Bursa'da
duymuşlardı, Hacı Ahmed frengi illetindendi, şimdi
Ayşe 'ye de zamanın en kötü illetlerinden olarak bilinen
frengi hastalığı bulaşmıştı.
"Hacı Ahmed frengi illetindedir. Biçare asker hare
mi de frengi oldu. Hala şimdi Hacı Ahmed'in yanında
kapatmadır. Hem asker namusu kırıldı hem din ü
devlet-i ırz yıkıldı. Bu nasıl olur? Sizin namusunuz kabul
eder mi?"
Mektuplannı bitirirken de meclisin onlara verdikle
ri sözleri hatırlatınayı uygun bulmuşlardı.
"Allah aşkına Müslüman asker şehit namusunu ara
yınız merhametinize düştük. Gazetelerde millet mecli
sinin verdiği sözleri görüyoruz. Sizi Allah bağışlasın. Na
mus kıran kafirlerin şerrini tahkik ediniz. Adalet isteriz
efendimiz."
Meryem, Zeyneb ve Fatma Bacı mühürlerini çıkanp
mektubun altına bastılar, isimlerinin başına "asker hare
mi" yazdılar.
Bir nebze olsun içleri soğumuştu. Kafalannda mek
tubun Meclis Riyaseti'nce nasıl karşılanacağını kuruyor
lardı. Yakada birçok "suç" aynı anda işlenmişti: Frengi bu
laştırmak, fuhuşa sevk, şehit yakınına tuzak kurarak ırzına
geçmek. Her şeyden çok Hacı Ahmed'in divanılıarbe
sevk edileceğini, hapse atılıp görevinden aziedileceğini
düşünüyorlardı. Böylece onun akıbeti diğer "ırz düşman
lan"na da bir ders olacak, kimse erkeklerin yokluğundan
1 40
istifade edip asker yakınlanna yanaşamayacaktı. Ayşe'ye
de tedavi edildikten sonra 30 kuruşluk muinsiz maaşının
bağlanacağını, kim bilir belki bir köyde ihtiyar heyeti tav
siyesiyle evlendirileceğini yahut yeni açılan yatılı diki
mevlerinde istihdam edileceğini düşünüyorlardı.
Mektup gerçekten de riyasetin eline geçti. Riyaset,
bu mektubu Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti 'ne gönde
rip, tahkikat talep etti. Emniyet, bir hafta sonra Hüdaven
digar Vilayeti' nden durumun araştınlması isteğinde bu
lundu. Nihayet, Hüdavendigar vali vekili, Dahiliye Neza
reti' ne tahkikat sonucunu ve vilayetin görüşünü aktardı.
Buna göre, Ayşe' nin hikayesi ortadaydı; onu polis ve j an
darma dahi fuhuştan dolayı tanıyor, Ankara'ya gittiğini
herkes biliyordu. Ayşe, "sefilane ve serseriyane" dolaşır
hale gelmişti. Öte yandan Hacı Ahmed ceza alırsa Bursa
eşrafından bir belediye azasının adı bir "aşüfte" yüzün
den lekelenecekti. Zaten şu harp ortamında vilayet eşra
fın gözünün içine bakıyor, elinden geldiğince onlara sivil
görevler veriyor, böylelikle iyice ağırlaştınlan savaş dö
nemi vergilerine ikna olmalannı ve köylüyü de bu vergi
lere ikna etmelerini sağlıyordu. Bütün bunlan göz önüne
alarak vali vekili duruma dair tespitlerini ve Hacı Alı
med'in cezalandınlıp cezalandınlmamasına dair görüş
lerini şöyle ifade etti:
141
mezbOreyi fuhşiyata sevk etmemiş olduğu ve mamafıh mez
bOrenin şurada burada sefilane ve serseriyane dolaşmaktan
ise Hacı Ahmed Efendi'nin çiftliğinde bulunması muvafık ola
cağı cihetle mümaileyhin bu babda divanıharbe sevkini mucib
bir hal ve hareketi meşhud bulunmadığı polis müdüriyetinden
ba derkenar ifade olunmağla ...
1 42
KAVANOZ
Ebru Aykut
Demirkapı., Taşkışla,
1 2 Şaban 1 284 / 9 Aralık 1 867
1 43
talebelere gösteriyor, gösterirken parmaklan çözülür de
emanet yere düşüp bin parçaya ayrılıverir, maazallahu te
ala o zaman içindeki bu acibe de taş zeminde paralarur
gider diye korkuyordu. "Sonra vay halime ! " diye mınldan
dı kendi kendine gözünü kavanoza dikerek. Bu ihtimali
düşündükçe nabzı hızlandı, elleri teriedi ister istemez.
Elleri böyle terleyip kayganlaştıkça sıkıca kavradığı kava
noz can bulmuş da avuçlarından kaçıp kurtulmak istiyor
muş gibi kırruldadıkça kırruldadı sanki.
Alt tarafı cümle kapısından teslim aldığı kavanozu
götürüp teşrih muallimi Binbaşı Mazhar Süleyman Efen
di'ye teslim edecekti İbrahim Şevki. Vazifesi bundan
ibaretti ama yine de içinde bir ümit kıvılcımı pariayıp
pariayıp sönüyordu. Belki muallim efendi onu da alırdı
teşrih ameliyatına. Nasıl yapsa da binbaşının gözüne gir
se! Derslerdeki muvaffakiyetinden mi bahsetse? Yoksa
geçen gün ilm-i teşrih sınıfında balmumu anatomi mo
delleri üzerinde çalışıdarken sorulan her suale nasıl da
isabetli cevaplar verdiğini mi hatırlatsa? İşte daha bu
gencecik yaşında tepesinde saç bırakmayan büyük seba
tının, ona huzurlu bir uykucağızı bile haram eden mide
sancılannın, gece kandil ışığında çalışmaktan iyiden iyi
ye köstebeğe dönen gözlerinin hakkını alacaksa böyle
almalıydı; almalıydı da dünya gözüyle vakıf olmalıydı
hikmetinden sual olunmaz Yaradan'ın kudretine delil şu
hilkat garibesinin gövdesinde saklı sırlara. Herkese nasip
olmayacak bu tecrübenin hayaliyle sarsıldı, tüyleri ayağa
kalktı bir an. Hem belki bu hayali gerçekleşirse diploma
sını aldığı vakit taşrada inierin cinlerin top sektirdiği bir
kasahaya gönderilmez de payitahtta kalırdı, kim bilir.
"Ama teşrih ameliyatına beni değil de yine Bedros'u so
karlarsa valiahi de billahi de kopannın kıyameti," diye
geçirdi aklından şimşek hızıyla. Geçen yılın safer ayında
mektebe Lefkoşe'den gönderilen yedi ayaklı keçi yavru-
1 44
sunun ameliyatına da ağzı kaz kümesi gibi kokan o süne
peyi almışlardı zaten. Bu düşüncelerle gerildikçe gerildi
İbrahim Şevki. Şakaklan zonklamaya, sağ gözü ince ince
seğirmeye koyuldu. Sonra sanki aklından geçenleri cüm
le alem duymuş da Bedros Efendi'ye yetiştiriverecekler
miş gibi şüpheyle etrafını süzüp sımsıkı kilitledi dudak
lannı. Tam da o sırada, yol boyunca sayılan katlana kat
lana yirmiyi aşmış talebe güruhu peşinde, muallim efen
dinin kapısında buluverdi kendini. Kapıyı tıklatacakken
şöyle bir durdu. Arkasına dönüp sizin ne işiniz var bura
da dereesine ters ters baktı kandil simidi gibi diziimiş
olacaklan bekleyen kalabalığa. O ters baktığını sanıyor
du ya kimsenin aldınş ettiği yoktu. Önüne dönüp kapıya
biraz daha yaklaştı; heyecanı yatışsın diye iki derin nefes
aldı. Bir eliyle kavanozu nazikçe göğsüne bastınp diğer
eliyle kapıyı tıklatarak, içeriden gelen cevaptan pek de
emin olamadan odaya daldı.
Ağır, siyah perdelerin arasından hafifçe içeri süzülen,
süzülürken havada sahnıp duran toz zerreciklerini bir sis
tabakasını aralareasma ince ince dilimiere bölen ışık huz
meleri de olmasa, darmadağınık. büyücek bir masanın ar
kasına gömüldükçe gömülmüş muallim efendiyi nere
deyse fark edemeyecekti. Masanın sağ tarafında heybetli
bir pehlivan edasıyla arzıendam eden anatorni dersleri
nin gediklisi iskelet modeli, ona Mazhar Süleyman'ın
ufacık gövdesinden daha kanlı canlı, daha etten kemik
tenmiş gibi göründü bir an. Gözü iskeletten kaydı sonra,
gitti duvara dayalı raflara diziimiş irili ufaklı kavanozlara,
kuzguni ciltleri eprimiş kitaplara takıldı. Tüm kamatın
bilgisini toplamış, elini uzatsa yetişeceği şu eğri büğrü
raflara yığınışiardı işte. Odanın içinde ne var ne yok tek
bakışta görmek, gördüklerini zihnine nakşetmek, sonra
bunlan dosta düşmana bir bir nakletmek hevesindeydi
İbrahim Şevki. Fakat heyecanı bir yana, odanın her yeri-
145
ne sinmiş içini bulandıran o kesif esansın ve Mazhar Sü
leyman Efendi'nin sedef kakmalı çubuğundan kıvnla
kıvnla tüten yoğun dumanın tesiriyle bir rüya aleminde
gezintiye çıkmış da ayaklan yerden kesilmiş gibi hissedi
yordu kendini. Eninde sonunda rüyadan uyanacak ve
işte o vakit odada gördüğü her şey müthiş bir süratle
zihninden buharlaşıp uçuverecekti sanki. Neyse ki bu
endişe içine iyice çöreklenmeden eliyle belli belirsiz bir
işaret yaptı da İbrahim Şevki'yi yanına çağırdı muallim
efendi. O vakit gövdesinden ayrılmış odanın içini tavaf
etmekte olan ruhu da süratle eski yerine dönüp yerleşti.
Genç talebe uzun adımlarla uçarcasına masanın yanına
vanp tüm ciddiyetiyle selam verdi önce, iç cebinden bir
çırpıda çıkardığı mühürlü pusula eşliğinde kavanozu
uzattı. Gözünü muallim efendiden ayırmıyordu. Ah ka
fasını kaldırıp suratına bir baksa, hemen o an cesaret bu
lup halet-i tabiyyenin fevkalade haricinde teşekkül et
miş şu garibenin teşrih ameliyatına iştirak arzusuyla na
sıl da yanıp tutuştuğunu söyleyiverecekti elbet. Hele ki
ihtisasını da bu alanda yapmak istediğinden bahsederse,
şansı bir nebze daha artardı belki.
Ama bakınadı muallim efendi. Uçlan kırçıllanmış
posbıyıklarını önündeki mecmuadan bir an bile kaldırma
dan, başparmağıyla masanın üzerindeki yegane boşluğu
işaret ederek "şuraya koy" der gibi bir hareket yaptı sadece .
1 46
zevcesi Zelıra sancılar içinde kıvranmaya başlamış, çok
geçmeden suyu gelip kendini döşeğe dar atmıştı. Zehra,
Hasan'ın üçüncü kansıydı. İlk göz ağnsı nur-ı aynı Hasi
be Hatun, beş yıl kadar evvel köydeki hayvanatı külliyen
telef eden salgın esnasında, ardında ana kuzusu dört gür
büz evladı öksüz bırakarak bu dünyadan göçüp gitmiş;
daha Hasibe'nin kırkı okunmadan evlendiği ikinci zevcesi
muhacirinden Dudu Hatun ise rahmi döl tutsun diye Ak
tar Avram Efendi'den aldığı ilacın tesiriyle Hakk'ın rah
metine kavuşmuştu. Aslında Hasibe Hatun'dan olma
sahilerden sonuncusu hariç hepsini bu Avram Efendi' nin
marifetlerine borçluydu Hasan. O vakitler Aktar Avram
oralann en meşhur adarnıydı. Hazırladığı şurup ve ma
cuıılar boş rahimleri doldurup icabında dolu olanlan bo
şaltır; bel soğukluğuna, frengi illetine yakalanaıılar solu
ğu onun kapısında alırdı. Analanna rahatlık verınemeye
ant içmiş bebeleri mışıl mışıl uyutan afyon şuruplan da
ondaydı, sıçanın, bitin, kenenin kökünü kurutan türlü
türlü semrniyat da. Namı öyle bir yürümüştü ki Avram
Efendi' nin, komşu kasahada kilise karşısındaki hap kadar
dükkanı hiç boş kalmıyor, hatta Dersaadet'te paşa ko
naklarında bile isminin dolaştığı rivayet ediliyordu. Ama
işte bir tersliktir gidivermiş, elifi görse mertek sanacak
toy çırağı ecza şişelerinin yaftalarını yanlış yapıştırdığın
dan mıdır yoksa hasetten çatlayaıılann nazanna geldi
ğinden midir bilinmez, Avram' ın kendi elceğiziyle terkip
ettiği şurup Dudu Hatun'un derdine derman olacağı
yere vefatına sebep olmuştu.
Elbette kan kısmının ardından oturup gözyaşı döke
cek adam değildi Çerçi Hasan. Hele ki sadedil takımın
dan hiç değildi. Biraz uçkuru gevşekti belki ama kantan
belinde, gözü açık, kulaklan keskin bir ademoğluydu
vesselam. İşi köy köy, kasaba kasaba dolaşmak olduğun
dan kendince çok görmüş geçirmiş, çeşit çeşit insan tanı-
147
mış, türlü hikaye dinlemişti. Ali Veli'yi nasıl dolandır
mış, falanca filancanın aleyhine yalan yere nasıl şahitlik
etmiş, kimin kime husumeti varmış da gidip samanlığını
tutuşturmuş, ne kadar dedikodu, söylenti varsa çabucak
haber alır; doğru yer doğru zamanı tutturursa, hele bir
de şansı yaver giderse kuru gürültü akçeye nasıl tahvil
edilir pek iyi bilirdi. İşte ecelin kapılanna dayandığı o
melun gece ikinci zevcesi Dudu, "Aman bana bir şey ol
du, yanıyorum," diye bağıra bağıra kusmaya başladığında,
komşu hatunlar köyün ebesini yanlarına katıp feryada
koşmuşlar; onlar Azrail'le nafile boğuşadursunlar, Çerçi
Hasan kadıncağızın istifrağını ufak bir çömlek içine ko
yup, dibinde iki-üç damla şurup kalmış ecza şişesiyle bir
likte serin bir köşeye kaldırmayı akıl edivermişti.
Ne göbeğine vurulan soğan ne güçbela yedirilen sar
mısaklı yağurt fayda etmişti Dudu Hatun' a. Nihayet sa
baha karşı rengi iyice mora çalıp ruhunu teslim edince,
Çerçi Hasan şu fani dünyada dört evladıyla yine bir başı
na kalakalmıştı işte. Ama dedik ya, Hasan öyle oturup
haline yazıklanacak adam değildi; sadedil takımından hiç
değildi. Horozlar öter ötmez yememiş içmerniş, olmuşla
ölmüşe çare yoktur diyerek atla bir günlük mesafedeki
merkez kazaya, hükümet konağına doğru yola düşmüştü.
Yola çıkmadan konu komşuyu, "Cenazeyi yokluğumda
defnetıneyin sakın haa ! " diye sıkı sıkı tembihlerneyi de
unutmarnıştı elbet.
Ertesi gün hükümetin kapısına vardığında hemen
oracıkta arzuhal yazdırıp kansının vefatıyla ilgili şikayet
te bulundu, arzuhalinde Aktar Avram'ın adını verdi Ha
san. Bu hekim kılıklı şarlatan daha kimlerin kimlerin
canını yaktı, işi aşureye döndürmeden ama mübalağayı
da eksik etmeden bir bir anlattı. Aniatmakla da kalmadı,
biricik zevcesinin vefatına sebep olan uğursuzdan kanu
nen ve şer' an hesap sorulmasını niyaz etti. Kanun kitap
148
nedir, hesap nasıl sorulur en alasını velinimetimiz padi
şahımız efendimiz hazretleri bilirdi tabii ama Çerçi Ha
san, eğer emir buyurulursa, Avram aleyhinde topladığı
delilleri kadısından kaymakamına kim varsa önlerine se
rebileceğini söylüyor, cesedi çürümeden bir an evvel
Dudu'suna feth-i meyyit yapılmasını istiyordu.
Çerçi Hasan arzuhalini verir vermez gerisingeri yo
la koyulmaya niyetliydi ya, dağda bayırda kara çamura
hata çıka yol tepmekten, hükümet konağında peşinden
koştuğu memurlann iş bilmezliğinden hitap düşmüş,
gözünde fer, dizlerinde derman kalmamıştı. Geceyi bu
rada geçireyim diye karar kıldı . Sonra olan oldu, şeytana
uydu. Cenaze bu kış gününde nasıl olsa kokuşmaz, hem
ben dönmeden Dudu' mu kat' a defnetmezler, bu kadar
yol gelmişken şöyle huyu suyu düzgün bir bekar hatun
var mıdır yok mudur hele bir soruşturayım, evlatlanını
anasız koymayayım derken, bir geceyi iki, iki geceyi üç
etti. İşte yaşı biraz geçkince, kimsesiz bir dul hatun olan
Zehracığını da böyle sora soruştura buldu. Talih bu ya,
müstakbel zevcesinin çaluğu çocuğu da yoktu. "On
güne kalmaz gelir seni alınm," diye Zehra'yla sözleşip,
bir taşla iki kuş vurmanın sevinciyle atına atladığı gibi
yola koyuldu.
Nihayet köye vardığında, kazada zevceden yana yü
züne gülen talihin ikiyüzlülüğüne, arkasından çevirdiği
dalaba şaştı kaldı da dünyası başına yıkıldı Hasan' ın. Üç
gün üç gece gözleri yolda onun kasabadan dönmesini
bekleyen köylü daha fazla sabredemerniş, "Dudu Ha
tun 'u bu gidişle kabir de kabul etmeyecek," diyerek artık
ortalığa iyiden iyiye nahoş kokular yaymaya başlayan ce
nazeyi yüksekçe bir tepenin yamacına kondurolmuş köy
mezarlığına defnetmişlerdi. Hasan öfkeden deliye dö
nüp ne yapacağını bilemedi. Açtı ağzını yumdu gözünü,
gün yüzü görmemiş ne kadar küfür varsa dişlerinin ara-
149
sında iyice ezip gıcırdata gıcırdata ortalığa saldı. Sonra,
rahmetli iki kansının ardından damla gözyaşı dökme
mişken, oracıkta bir duvann dibine çöküp ağlamaya baş
ladı . Köyün muhtan kulağına eğilip kazadan gelen he
kim ve müstantik efendiler ile iki zaptiye süvarisinin
kendisini beklediğini söyleyineeye kadar da yatışmadı.
Muhtar Feyzullah Ağa'nın az buz bir şey değil, koca
hükümeti ağırlayan hanesi iki gündür gelenden giden
den geçilmiyordu. Kırk yılın başı köye uğrayan memle
ket hekimini hazır bulmuşken ağnyan sırtını, tutmayan
bacağını, ayağında çıkan çıbanı göstermek üzere evin
önünde sıraya girenler mi dersiniz, yoksa zaptiyeleri ve
müstantik efendiyi yakalamışken köydeki hasmını şika
yet etmek için kapıda hacada bekleşenler mi . . . Ahmetli
köyü birlik olmuş muhtann .evini ziyaret yerine çevir
mişlerdi. Bir tek çocuklar yoktu ortada. Hekim buraya
kadar gelmiş, aşı vurmadan asla gitmez vehmiyle korku
dan her biri bir deliğe saklanmış, sırra kadem basmışlar
dı. Feyzullah Ağa'nın zavallı karısı da canını dişine tak
mış, bunca insanın karnını, karnı tok olanların gözünü
doyurmak için kilerde ne var ne yok çıkarıp önlerine yı
ğıyor, bir sofrayı kaldırıp diğerini kuruyordu.
İşte Çerçi Hasan pürtelaş muhtann evine varıp ka
pıdan içeri destursuz daldığında, dört misaf'iri etrafları
köylülerle çepeçevre sarılmış nohutlu bulgur pilavı yer
ken buldu. Daha tencerenin dibini sıyırmalanna fırsat
vermeden, şikayetini arzuhalinde tüm teferruatıyla nasıl
anlattıysa onlara da öyle bir solukta anlattı; Avram Efen
di'ye beddua üstüne beddua ederek hakkını hükümet
ten arayacağını bildirdi. Hakkını arayacaktı ya nasıl ara
yacaktı? Davasını nasıl ispat edecekti? Bu laf anlamaz
köylü onca tembihini hiçe sayıp, yokluğundan istifade
Dudu'nun cenazesini kaldırıvermişti. Zevcesinden arta
kalan istifrağı saklaınıştı saklamasına ama otopsi nasıl
ı so
yapılacaktı? Şimdi bunun çaresini n' apsın etsin hükü
met bulsundu madem.
Hekim İstefanaki ve Müstantik Mehmet Efendi ka
fa kafaya verip düşündüler taşındılar. Ertesi sabah muh
tar ve imam önde, köyün ihtiyarlan, Çerçi Hasan ve hü
kümet arkada, neredeyse diz boyu kar içinde debelene
debelene yamaçtaki mezarlığa vanp kabri açtılar; daha
Münker'le Nekir' e hesap vermeye fırsat bulamamış Du
du' nun naaşını metfeninden çıkardılar. İmam yüzünü
kıbleye vermiş huşu içinde dua ederken, İstefanaki her
kesi mezarın başından uzaklaştırdı, mevtayı usulca mua
yeneye koyuldu. Tıpkı Hasan' ın ve ebe hatunun tarif
ettiği gibi kadıncağızın vücudu tepeden tırnağa morar
mış, saçlan yoluk yoluk dökülmüştü. Dudu'nun gövde
sinde darp ve yara izine benzer bir emare de yoktu. Ken
di kendine konuşur gibi, " Besbelli ağulanmış bu," diyerek
teşhisi koydu hemen İstefanaki Efendi. Sonra Hasan' ın
dil dökmelerine, "Dudu'mu sırtiayıp ben kendim indiri
veririm köye," demesine aldırmadan, feth-i meyyitin lü
zumsuz olduğunu söyledi; bir gözü kuzeyden gelen ka
rabuludarda Dudu'yu alelacele tekrar defnettirdi. Tipiye
yakalanmakdan ucu ucuna kurtularak köye vardıkların
da Hekim İstefanaki ve müstantik efendi birlikte rapor
tuttular, altını mühürleyip imzaladılar. Mehmet Efendi
Dudu'ya şurubu Aktar Avram'ın verdiğine şahidik eden
iki Hıristiyan kansının ifadelerine başvurmayı da ihmal
etmedi, hatunlara yemin ettirip haç çıkarttırdı, sorgu tu
tanaklannın altına parmak bastırttı. Nihayet Çerçi Ha
san'ın sakladığı delilleri de yanianna alarak kazaya avdet
ettiler.
Aktara gelince . . . Avram Efendi işinde gücünde bir
adamdı nihayetinde. Zaptiyeler dükkanını bastığında, o
sıralar yeni terkip ettiği bir macunu mahallenin en irikı
yım kelbine tecrübe olsun diye yedirmeye uğraşıyordu.
ısı
Kolundan tuttuklan gibi hemen oracıkta tevkif ettiler
Avram'ı, hükümet konağındaki mahbese koydular. Çıra
ğı nasılsa olan biteni önceden haber almış, başına gele
ceklerden korkup yoklara karışrnıştı. Avram malıbeste
bekleyedursun, yaklaşık altı ay sonra Hekim İstefanaki' nin
Mekteb-i Tıbbiye kimyahanesine gönderdiği istifrağ ka
hntısı ve şurubun tahlil raporu geldi. İstefanaki tahmi
ninde yanılmarnış, şurup içinde koca bir aygın alırete
intikal ettirecek miktarda kargabüken hülasası tozu bu
lunmuştu. Bunun üzerine yeniden mahkemeye çıkanlan
Avram Efendi bu işte sorumluluğunu külliyen reddedip,
"Benim zerre günahım yok," dedi; kabahati çırağına yük
leyip, bir haylazın hatasından başının yandığını söyledi.
Ama yine de Çerçi Hasan'la sulh yapıp anlaşmaya canı
gönülden razıydı. Aktar Avram ve Çerçi Hasan, iki şahit
ve naibin huzurunda SOO kuruşa sulh yaptılar ya, bu iş
burada bitmedi. Avram Efendi cinayet meclisinde bir de
hükümet tarafından yargılandı; hekim olmadığı halde
hekimmiş gibi ilaç imal edip satmaktan kanun nizarn ge
reği altı ay hapis cezasına çarptınldı. Yelakin zaten altı
aydır malıbeste gün saydığından daha fazla tutmadılar
onu, kefil alıp salıverdiler. Gerçi bilmem kaç sene sonra
bilmem hangi paşanın kerimesine verdiği morfinli ilaç
genç kızın tesrnimen vefatına sebep olunca yine hapis
haneyi boylayacaktı, ama o gün bugün değildi henüz.
Serbest kalır kalmaz tası tarağı topladı Avram Efendi,
ekmek kapısına kilit vurup kefillere kazık atarak bir
daha oralara dönmernek üzere terk-i diyar eyledi.
* * *
152
Manisa, Turgutlu kasabası, Ahmetli köyü,
7 Rebiülahir 1 284 1 8 Ağustos 1 867 ve sonrası
1 53
van mıdır insan mıdır, · kız mıdır yoksa oğlan mıdır, bir
türlü karar verememişti. "Ne doğurdun kız sen," dedi
Zehra'ya, gayriihtiyari gözlerini ağartıp kaşlannı çatarak
tan. Bir ağaç kovuğundan kopup gelmiş gibi tmlayan sesi
kendi sesi değildi sanki. Zehra o an Hasan'ın sualinin eti
ne bıçak gibi saplanan acısından yeni baştan doğuruyor
muş gibi feryat fi.gan oldu, başını bir o yana bir bu yana
yatıra yatıra dövünmeye koyuldu. O keşmekeşte hiçbiri
fark edemedi Azrail aleyhisselamın oracıkta bekleştiğini.
Daha kulağına ezan bile okunmadan, anasının gitgide
tizleşip yürek paralayan sesi ve babasının çatık kaşlan
arasında tıp diye soluğu kesildi bebeğin.
O günAhmetli köyü, yavrusunu kaybeden Zehra'nın
yasına ortak olmaya Hasan'ın hanesine akın etti. Yasa
gelmişken bebeği görmeden de gitmiyorlardı tabü. Öğ
lene varmadan köyün erkekleri analığa namzet genç ka
rılannı ve gebe hatunlan yas evini ziyaretten men ettiler.
Ne de olsa Zehra hasbayağı canavar doğurmuştu. Karıla
n bu hilkat acibesine bakar da gördüğünü bir daha unu
tamaz, sonra doğacak çocuklan da muhakkak canavara
benzer diye korkuyorlardı. Endişeleri de boşuna değildi
hani. Daha geçen sene hasat zamanı Abdullah oğlu Arap
Ömer'in Arap olmasa da bayağı esmerce gebe kansı,
komşunun san kafalı oğlunu seve seve kayısı gibi akça
pakça bir kız evlat dünyaya getirmiş; bitişik köyde Dül
ger Dimitri'nin ciğere düşkün zevcesinin, simasının yan
sı kıpkırmızı damgah bir oğlancağız doğurduğunu duy
mayan kalmamıştı. İşte bu yüzden, köyün başına bir fe
laket gelmeden çarçabuk cenazeyi defnetmeyi salık ver
diler Hasan' a, "Bizi dinlemezsen vehali boynuna, valiahi
ahrette hesabı senden sorulur," dediler hep bir ağız. Ama
dedik ya Hasan öyle sadedil takımından değildi; boş söze
itibar edecek adam hiç değildi. "Herkes aklını kendine
saklasın bakalım," diye gürledi köylüye. Hatta olur da bir
1 54
katakulliye gelir, köylü eviadını kaçınr da bir ağacın dibi
ne gömüverir endişesiyle sabaha kadar piştovu elinde
kapı önünde nöbet tuttu.
O gece tatlı tatlı yüreğini kıyan uykuya nefsini tes
lim etmemek için mücadele verirken Çerçi Hasan, daya
namadı, ara ara içi geçti. Her içi geçtiğinde bir rüyadan
diğerine daldı, her rüyada Hekim İstefanaki'yi Dudu'nun
mezanndan küp küp altın çıkanrken gördü. Sabah olup
düşündeki altınlarm ışıltısı günün ilk ışıklaona karışma
dan, ne yapacağına karar vermişti sonunda. Acısından
divaneye dönmüş Zelıra'yı ve evlatlannı komşu hatunla
ra emanet ederek, bebeği beyaz tülbentler içinde kat kat
bohça yapıp bir sepete koydu, atına atladığı gibi sepetle
beraber kasabanın yolunu tuttu. Dere tepe aşarken uğra
dığı köy kahvelerinde hikayesini anlattı, bobçayı açıp
gelene gidene bebeği göstermekten hali kalmadı. Baktı
ki meraklısı çok, bu iş böyle olmayacak, her kişiden l O
para alıp bebeği öyle seyrettireyim bari dedi Hasan. Pa
rası olmayandan yumurta, pekmez gibi hediyeler de ka
bul etti mecbur. Böyle böyle bir günlük yolu iki günde
kat ederek, nihayet öğle vakti kasahaya vardı. Hemen
hükümete gidecekti ya o gün pazar kurulduğundan köy
lü esnaf çoluk çoluk insan seli olmuş kasaba meydanını
doldurmuştu . Bir yumurtacının tezgahına ilişip seyir ak
çesi karşılığı köylülerden aldığı yumurtalan sattı önce,
ardından aralannda kurulan alıhaplığa hürmeten bobça
yı açıp bebeği adama gösterdi. Açış o açış, bir daha da
akşama kadar kapatamadı. O rüzgarlı günde birbirini ite
kaka başına üşüşenlerin ardı arkası kesilmedi bir türlü.
Sonra sanki istikametini bilirmiş gibi ayaklandı da gitti
rüzgar, "Ahmetli köyünden Çerçi Hasan I O paraya cana
var temaşa ettiriyormuş," diye çınlaya çınlaya Hekim
İstefanaki'nin kulağına vardı.
Pazaryerinde öteberi toplanıp akşam ezanıyla kö-
1 55
pekler ulumaya durmuşken, İstefanaki Efendi başı hala
kalabalık olan tezgahın arkasında Çerçi Hasan'ı görür
görmez tanıdı. Hekimi görünce Hasan'ın da yüreği hop
ladı, sevinçten eli ayağına dolaştı. O hekimi bulmadan
hekim onun ayağına gelmişti işte. Birlikte İstefanaki ' nin
iki göz odadan ibaret hanesine gittiler. Hasan' ı bohçasıy
la beraber muayenehaneden başka her şeye benzeyen
karmakanşık bir odaya aldı İstefanaki; sabahtan beri ko
nuşmaktan ağzı dili kurumuş adamcağıza bir maşrapa su
bile ikram etmeden, "Bakalım şu senin canavar neye ben
ziyormuş," dedi göz kırparak. Hasan tereddütsüz açtı
bohçayı. Sanki hekim amaymış da önünciekini görmü
yormuş gibi, merhum eviadının her bir yerindeki noksa
nı fazlayı bir bir tarif ederek, Zelıra' nın ne güçlüklerle
doğurduğundan da bahsederek uzun uzun anlattı. İlk
zevcesinden olma dört eviadı elhamdülillah sapasağlam
doğmuştu, yani şüphesiz kendinde bir maraz yoktu. Üç
dört sene evvel inek teptiğinden ayaklanna inme inen
küçük emınisi olmasa, tüm sülalesi turp gibiydi maşal
lah. Demek ki terslik Zehra'daydı. Zaten bu hatunu alır
ken çaluğu çocuğu olmamasından şüphe etmeliydi ya, o
vakit Dudu'nun acısından bütün bunları hesap edeme
mişti işte. İstefanaki Efendi ' nin kafası iyice şişmişti lakin
Hasan' ı susturup küstürmek de istemiyordu. En nihayet,
"Az dur hele Hasan Efendi," dedi, "kulağını aç da sana
diyeceklerimi iyi dinle."
İstefanaki Efendi Turgutlu'ya tayin olmadan evvel
sekiz yılda yedi kasaba gezmiş, gittiği her yerde hem he
kimlik yapmış hem de zaptiyenin j andarmanın peşinde
oraya buraya sürüklenip adalet yerini bulsun diye hükü
mete hizmet etmişti. Komşu köyün birinde cinayet mi
işlendi, İstefanaki Efendi'ye kaza müdüründen emir ge
liverirdi hemen. Kar kış demez koşar gider, maktulün
cesedini muayene edip ölüm sebebi hakkında rapor tu-
1 56
tarak hükümete bildirirdi. Gittiği köylerde de ekseri iyi
muamele görürdü İstefanaki. El üstünde tutulur, yediği
önüne yemediği yanına koyularak evine yolcu edilirdi.
Halinden çok şikayetçi değildi doğrusu ya yine de yolda
birkaç gün konaklamasını icap ettiren uzak köylere gi
derken cebinden hayli masraf yapıyor, çoğu zaman sağa
sola borçlanmak mecburiyetinde kalıyordu. Zira hükü
met maaşlan düzenli ödemediği gibi, adli vazifelerinden
alması gereken harçlan da bir veriyor bir vermiyordu.
Ne zaman eline geçeceği belli olmayan tek maaşla borca
harca batınadan geçinmek pek güçtü velhasıl. Geçine
memek bir yana, dünya evine de girememişti bir türlü.
Akranlan çoktan çoluk çocuğa kanşmış, hatta torun tor
ba sahibi olmuşken, kendinin böyle doğup büyüdüğü
yerden uzakta, mizacı mizacına uymayan köylüler ara
sında bir başına yokluk çekerek yaşıyor olması gücüne
gidiyordu. Mektepte onca yıl dirsek çürütmesine rağ
men, orada burada yerden bitermiş gibi türeyen aktann
dan kökçüsüne cahil esnaf taifesi bile ondan çok daha iyi
kazanıyor, ottan çöpten terkip ettikleri güya her derde
deva ilaçlarla köylüyü kandınp keselerini doldurmayı
pek iyi beceriyorlardı. Ama sonunda talih onun da yüzü
ne gülmüştü işte. Allah 'a inancı yoktu, kiliseye gitmez,
ara sıra önüne çıkan misyonerlerden uzak dururdu an
cak bu sefer, hiç değilse bu sefer, her şey yolunda gitsin
de biraz cebi şenlensin diye içten içe dua ederken yaka
ladı kendini.
İstefanaki Efendi daha ağzını açar açmaz Çerçi Ha
san'ın gözleri parlamaya başlamış, lafın bitmesini zor
bekleyerek sevincinden bir takla atmadığı kalmıştı. Tanı
dığı diğer köylülere hiç benzemiyordu bu adam. Ondaki
cin fikirlilik ve para hırsından ürkmüyor değildi İstefana
ki, ama talih kapılanna kadar gelmişken yüz çevirip geri
göndermek de olmazdı. Çoktan Hakk'ın rahmetine ka-
1 57
vuşmuş hilkat garibesi masumu bohça içinden alıp bü
yükçe bir kavanoza, ispirto içine koydu. "Evvela çürüyüp
bozulmasına mani olmamız lazım," dedi merakla ne olup
bittiğini anlamaya çalışan Çerçi Hasan' a, "işimiz rast gi
derse çok para kazanacağız senin bu canavar sayesinde."
Ertesi sabah erkenden kalktı İstefanaki, Çerçi Ha
san'ı kendi haline bırakıp hükümet konağının yolunu tut
tu. Yolda yanına aldığı gevreği kemirirken, bir yandan vi
layete göndereceği yazının teferruatını kafasında kuruyor,
bir yandan yazışmaların ne kadar vakit alacağının hesabı
nı yapıyor, öte taraftan da bebek için kaç kuruş istirham
ederse münasip olur onu tartmaya uğraşıyordu. Mektep
müdürünün envaiçeşit bitki ve böceği, hilkaten acayip
numuneleri memleketin dört bir köşesinden toplayarak,
payitahta yakışır bir tabiat tarihi ve anatomi müzesi kur
ma gayretinde olduğu zaten malumuydu. Kazaya m unta
zaman gönderilen Takvim-i Vekayi'yi takip eder, son satı
rına varıncaya dek kıraat etmeden elinden bırakmazdı.
Hatta bu gazetede "Garibe" başlığı altında neşredilen bir
birinden tuhaf vakaları, gökten nüzul eden kurbağalan,
dünyada gümrah sakallı hatunların da bulunduğuna dair
haberleri kahvede toplaşan köylülere okur, "Öyle şey mi
olurmuş fesübhanallah," deyip inanmadıklarında, "Devle
tin sözüne de mi itimadınız yok tüh size," diyerek kalayı
basardı. Koskoca Sultan Abdülaziz Han Hazretleri 'nin
bile böyle garibelere meraklı olduğu, ziyaret ettiği Avrupa
memleketlerinden anatomi müzelerini görmeden dön
ınediği rivayet ediliyorken, kıtlığa kuraklığa rahmet yağ
sm diye dağa bayıra yağmur duasına çıkan bu sebükmağ
zan köylünün tıp ilminin bir bir açıkladığı harikalar karşı
sında dudak büküp, "Hadi ordan sen de," deyip geçmeleri
asabını bozuyordu İstefanaki Efendi' nin. Bakalım bundan
sonra, Çerçi Hasan'ın canavarına kendi gözleriyle bizzat
tanık olmuşken, inanmamazlık edebilecekler mi diye dü-
1 58
şünüp sevindi de şöyle içten bir oh çekti. Köylü bir yana,
asıl zihnini meşgul eden para pul meselesiydi yine de. Vi
layete gidecek, oradan elbet Sadaret' e ve tıp mektebine
yolunu bulacak yazıda bu hilkat garibesini enine boyuna
tarif edersem oldu sayılır bu iş diye aklından geçirdi. Hem
belki sadece mektep müdürünün ilgisine nail olmakla
kalmaz, başka türlü taltiflere de mazhar olup İstanbul' a
davet edilirdi, kim bilir! Belki, belki . . . Belki de böylesi hiç
görülmemiştir! Kafasında dört dönen bu düşüncelerle
başı önde hükümet konağına yaklaşırken, altından geçtiği
cesametli kestane ağacına tünemiş bir karga büyük apte
sini pıt diye ensesine bırakıverdi. Ne oluyor diye başını
yerden kaldırdığında, gökten düşmüş gibi bir anda önün
de bitiveren kelle kulak yerinde bir adamla neredeyse
çarpışacaklardı.
İki metreye varan boyu, iri cüssesi ve manga! gibi
burun deliklerine tezat, ağzını bir açtı mı kuş cıvıltısını
andıran incecik sesiyle karşısındakini hayretlere düşüren
Todori, Gördes'ten vilayet merkezine, oradan İzmir Li
manı'na halı ve kilim ticareti yapan tacirlerdendi. Frenk
tüccanyla muhabbetinin bol olduğu, çok yetim hakkı
yiyip çok can yaktığı ama neticede bu işten iyi servet
yaptığı civar köy ve kasabalarda herkesçe biliniyordu.
Gördes'teki konak yavrusu on odalı hanesinde tertip et
tiği sazlı sözlü alemler dillere destan, odalann her birini
zeminden tavana dek döşediği en alasından kaliçe ve ki
limler dudak ısırtacak cinstendi. Todori'nin elinin kolu
nun yetmediği yer yoktur diye namı yürüdüğünden başı
hükümetle derde girenler onun kapısına yanaşıp derman
arar, derman bulamazlarsa akıl alıp giderlerdi. İşte bu
Todori tam da o sabah alacaklannı tahsil etmek için Tur
gutlu'ya gelirken, Ahmetli'den Hasan diye birinin evvel
si gün pazarda canavar seyrettirdiği, sonra Hekim İstefa
naki'nin hanesine geçerek orada konakladığı lakırdısı
1 59
daha kasahaya varmadan kulağına çalınmıştı. Paranın
kokusunu hemen alır, hisleri ona hiç oyun oynamazdı.
İşte yine o koku bumuna gelip dayanmış, avuçlan tatlı
tatlı kaşınmaya başlamıştı. İstefanaki Efendi'yi evvelin
den tanıyordu. Beş-altı ay kadar önce Gördes'te iki aşiret
arasında kız meselesinden çıkan bir husumetin sonu ci
nayete vardığında, İstefanaki zaptiye çavuşlanyla birlikte
mevtayı muayeneye gelmiş, o vakit Todori kallavi bir
sofra düzüp memleket hekimini hanesinde misafir et
mişti. Şimdi misafir olma sırası haliyle ondaydı.
Gökte ararken yerde bulduğu İstefanaki' nin sırtına
o onda kırk yıllık ahbabıymış gibi okkah bir şaplak indi
riverdi Todori. "Yaradan'ın sevgili kuluyum bak," diye
neşeyle şakıyarak şaşkın şaşkın yüzüne bakan adamcağı
zı koltuğunun altına alıverdi hemen. "Gün uzun işin
bekleyiversin hele azıcık," deyip İstefanaki'yi civardaki
bir kahveye sürükledi. Oturur oturmaz Gördes'ten bir
iki havadisi uzun uzadıya nakletti. Kaymakam beyin her
işine nasıl da köstek olduğunu bire bin katarak anlattık
tan sonra nihayet sadede gelerek, şu bahsi edilen hilht
garibesini görme arzusunda olduğunu bildirdi İstefanaki
Efendi' ye. İstefanaki o sırada bu kurnaz tüccann kafasın
da dolaşan kırk tilkinin kırkını da atlamadan saymaya
uğraşıyor, bu işten başına bir musibet mi gelecek yoksa
hayırlara mı vesile olacak anlamaya çalışıyordu. Tered
düdü yüzünden damhyordu damlamasına ama Gör
des' teki ikramlar hatınna gelince çamaçar, "Olur" dedi
Todori'ye, "haydi kalk gidelim madem."
Eve vardıklarında Todori, Çerçi Hasan'ın dudak bük
melerine, surat asıp kaş çatınalanna aldırmadan kavano
zun içindeki mahluku enine boyuna inceledi. Sonra lafı
hiç uzatmadan teklifini yüzlerine dosdoğru söyledi:
"Buna 800 kuruş vereyim, sizi dertten kurtarayırn, ben
de işime gücüme gideyirn." İstefanaki ve Hasan o an ne
1 60
diyeceklerini bilemez vaziyette birbirlerine bakarken
bunu hayra yarmayan Todori, "Haydi naz yapmayın
1 000 kuruş olsun" diye ilave etti. Hekim İstefanaki çarn
yarması adarnın boynuna sanlmak üzereydi ama Çerçi
Hasan biraz ayak sürürnekten zarar gelmez düşüncesiyle
kollarını göğsünde sımsıkı kavuşturmuş, başını yana çe
virip gözünü tavana dikrnişti çoktan. Bu uyanık köylüyü
kolay yola getirerneyeceğini anlayan Todori altta kalma
dı, "Nernçe hükümdan gelse bundan fazlasını vermez ! "
diyerek teklifini 300 kuruş birden arttırdı. Artı k Çerçi
Hasan'da direnecek takat kalmamış, bu kadarını bekle
meyen İstefanaki ise İstanbul hayallerini hemen oracıkta
unutmuştu. El sıkışıp anlaştılar, alışverişi tamamladılar.
Sonra herkes kendi yoluna . . .
• • •
161
di. Önce kendi uzun uzun konuşup anlatır, dinleyenleri
gülrnekten yerlere yatırır, ardından ne kadar havadis, de
dikodu varsa boşboğazların ağzından diş çeker gibi bir
bir alırdı. O gün de Todori yanına yöresine toplaşanlara
Ahmetli köyünden Çerçi Hasan'ın başına gelenleri hal
landıra hallandıra anlattı. Hekimin evinde para lafını du
yunca Hasan' ın yüzü ne şekil aldıysa meddahiarı çatla
tırcasına taklidini yaptı. Böyle konuşup taklit yaparken
bir an duruyor, yanından ayırmadığı esrarengiz kavanozu
örten bezi bir sihirbaz edasıyla aniden sıyırarak aaaa,
oooo nidalan arasında şaşkınlıktan nutku tutulanlara,
"Şuncağızları Avrupa'da billur fanuslar içine koyarak pa
rayla seyrettiriyorlarrnış," diyordu.
· Akşam olduğunda gün boyunca dükkanını tıklım
tıklım dolduran meraklı güruhu sayesinde sağlam hasılat
yapan kahveci, Todori'ye dua üstüne dua edip, "Yann yi
ne gel" dedi. Lakin belli ki Müslümanın duası Rum 'un
işine yaramıyor, hele tüccar kısmına hiç fayda etmiyor
du. Ertesi gün kelli felli üç-beş zeytinyağı taciri, partal
giyimli iki Yahudi simsar ve Portekiz konsolosluğu tercü
ınanı Mösyö Mardiros hilkat garibesini satın almak için
dil dökmekten helak oldular, ancak Todori teklif edilen
meblağlan beğenmediğinden hiçbirine gönül indirip ya
naşmadı. Turgutlu'da Hasan ' a ve İstefanaki Efendi 'ye
saydığı akçenin iki rnislini istiyor, daha azına katiyen ka
naat etmiyordu. Nihayet kalkıp kafasında bin bir düşün
ceyle Santa Maria Kilisesi civanndaki otel odasına gider
ken, akşam karanlığında ellerindeki muşamba fenerler
den dökülen ışıkta gözleri ışıl ışıl parlayan zebellah gibi
iki gulam çıkıverdi önüne. Todori hemen beline davrana
rak hırsıza uğursuza karşı yanından ayırmadığı piştovu
nu yokladı. Adamlar istitlerini hiç bozmadılar. İçlerinden
biri elindeki pusulayı o an korkudan üç buçuk atan To
dori'ye uzattı, emir mi rica mı belli olmayan bir tonla,
1 62
"Efendi, bu akşam paşa hazretleri seni konağında misafir
edecek" dedi.
• • •
Demirkapı, Taşkışla,
1 4 Şaban 1 284 / l l Aralık 1 867
1 63
lerinde Bedros da vardı. Arkadaşlarına elinde tuttuğu
gazetenin son sayfasından bir haber okuyordu:
1 64
dürünün odasında bin bir ikramla misafir ağırlamak mec
buriyetinde kalıyorlardı.
Binbaşı, Bedros'un ne okuduğunu anlamarnıştı ama
yanında kara san bir renk almış suratına rağmen hala sınt
maya uğraşan İbrahim Şevki durumu fark etmişti besbelli.
Bedros, İbrahim Şevki'nin ağzını açmasına fırsat verme
den yanına yanaşıp, ·�an Şevkiciğirn yine düşüp bayıl
mayasın kuzum," diye fısıldadı kulağına. Ah işte hep bu
sataşmalar, hep bu kinayeli sözler hayatını kabusa çevir
mişti İbrahim Şevki'nin. Şu mektebe adım attığı günden
beri azınini kıskananlann kökü kurumarnıştı bir türlü.
Evet, biraz narin bünyeli sayılırdı belki, lüzumundan fazla
titiz ve azıcık da pimpirikliydi. Diğerleri gibi gazinolara,
meyhanelere gitmez, işretten lubiyattan haz etmez, oda
sında oturup çalışmayı Beyoğlu eğlencelerine yeğlerdi
ama bu zulüm reva mıydı ona! İçten içe dertlendi yine,
diyeceğini unuttu. Bedros'un sözlerini işitmemiş gibi ya
pıp hemen muallimin arkasına geçti. Bu müstesna günde
kimsenin canını sıkmasına· müsaade etmeyecekti.
Hep birlikte buzhaneden farkı olmayan teşrihhaneye
girdiler. O soğukta Mazhar Süleyman Efendi'nin ağır ağır
kavanozun mührünü kınp, ispirto içindeki mahluku yine
ağır ağır teşrih masasına koyuşunu sabırsızlıktan çatiaya
rak seyrettiler. İbrahim Şevki cümle kapısından kavanozu
teslim aldığı gün bu tuhaf yaratık bambaşka görünmüştü
gözüne; belki de heyecandan ne olduğunu, neye benzedi
ğini bile tam manasıyla idrak edemernişti. Şimdi böyle
masanın üzerinde şekilsiz bir et parçası gibi dururken,
hikmeti muamma bu eciş bücüş mahluk ne acayip, hem
de ne fevkalade şeydi Yarabbi! Talihsiz hatun diye geçirdi
zihninden, bu şeyin anasının rahminden kim bilir ne ezi
yetle çıktığını hayal etmeye çalışarak. Etrafı saran keskin
ispirto kokusu muallim efendiden geldiği anlaşılan iç ba
yıcı esans kokusuyla birleşerek odanın havasını iyice ağır-
1 65
laştırmıştı. Kireçle boyanmış beyaz duvarlar, lekesiz be
yaz önlükler ve mermer zemin geniş pencerelerden adayı
dolduran çiğ aydınlıkta birbirine kanşıyor, teşrih masası
nın yanındaki tepside dizili boy boy bisturi ve makasiann
metalik pırıltısı göz kamaştınyordu.
"Sen pek bir sarardın," dedi talebelerden biri, elini
İbrahim Şevki'nin omzuna koyarak. Bu dostane doku
nuştan aldığı lezzetin tadına varamadan küt diye bir ses
le irkildi o an. Ne olduğunu anlamak için kafasını çevir
diğinde Bedros'u boylu boyunca yerde yatarken gördü
Şevki. Talebesinin başına koşup yanaklanın tokadayan
Mazhar Süleyman Efendi 'nin kırçılh posbıyıklannı, ye
lek cebinden sarkan köstekli saatin daha yeni pariatılmış
gümüş zincirini gördü. Kırılırken bir parçası yere düşen
kırmızı mühre gidip takıldı gözü sonra . Bembeyaz mer
mer zemin üzerinde tıpkı kan damlası gibiydi.
Kan damlası !
Odanın duvarlan hızla dönüyor dönüyordu işte.
• • •
1 66
kalmadan, taş zeminde bıraktığı çamurlu ayak izlerini
fark edip yüzü kızardı. Utancını gizlerneye çalışarak,
tezgahın arkasında Viçen Efendi' nin yanı başındaki al
çak tabureye ilişti hemen .
İki Kapılı Eczane'nin gediklisi sayılırdı İbrahim Şev
ki. Ekseriyetle uykusuzluk illetini, kimi zaman da canını
bumundan getiren hemoroidini bahane eder, ilaç yaptır
mak için şöyle bir uğradığı dükkanda bazen saatlerce ka
lırdı. Epeyce görmüş geçirmiş, ferasetiyle gönlünde taht
kurmuş Viçen Efendi'yle sohbet etmek ruhuna şifa veri
yor, tüm sıkıntılan şefkat timsali bu kibar adamla konu
şurken uçup gidiyordu sanki. Velhasıl mektebin teşrih
hanesinde başına gelenlerden sonra sığınabileceği tek li
mana koşup yanaşmış, her zamanki gibi onu sabırla din
lemeye hazır Viçen Efendi'ye olanı biteni anlatmaya
koyulmuştu. Anlatırken, arada bir söylenenlere kulak
kabartan kalfaya gözü takılınadan edemiyor, o vakit iyice
öne eğilip fısıldayarak, "Aman aramızda kalsın üstat," di
yordu. Teşrihhane macerasının sır kalmayacağı aşikardı
elbet, yarın öbür gün mektep İbrahim Şevki 'yi yine kan
tutmuş diye çalkalanmaya başlayacaktı. Lakin talebeler
bir müddet sonra olanları unutur, şu boşboğaz, gailesiz
kalfa, çırak takımı ise asla unutmazdı. O yüzden temkini
elden bırakmıyor, ama söz dönüp dolaşıp mektebin en
parlak talebesi, muallimlerin gözdesi Bedros Efendi'ye
geldiğinde, bilhassa sesini yükseltmekten de geri durmu
yordu. O da bayılınıştı işte, hem de kendinden önce.
Yılların eczacısı Viçen Efendi lafı durduk yere israf
etmeyi sevmeyen tabiatına rağmen, hayli vakittir dükka
nına gelip giden bu delikanlının gevezeliklerini hoş gör
meye alışmıştı. Onu anasız babasız büyümüş gariban bir
çocuk telakki ettiğinden, dertleriyle alakadar oluyor, za
man zaman nasihat veriyor, hatta arada bir başı darlandı
ğında cebine harçlık koymayı vazifesi gibi görüyordu.
1 67
İşte İbrahim Şevki hilkat garibesini heyecanla tarif edip
teşrihhanede düştüğü vaziyeti içini çeke çeke anlatırken,
Viçen Efendi de her zamanki gibi samimi bir ilgiyle din
lediği zavallı çocuğun kederiyle kederlendi, canı sıkıldı.
İyi biliyordu, ne söylese teselli olmayacaktı. Mektep yıl
larında kendine edepsizce takılan lakaplar hatırına geldi
de sol böğründe bir yer ince ince sızladı. Daha evvel yüz
defa düşündüğü halde yapmadığı şeyin artık zamanı gel
mişti belki de.
Dükkanın bir köşesinde, duvarlada aynı renk sarım
tırak bir perdenin ardında kalan odaya girip gözden kay
bolmadan önce kalfayı evine gönderen Viçen Efendi,
biraz sonra elinde iri bir kavanozla perdenin önünde be
liriverdi. İbrahim Şevki gözlerini kısmış, kavanozun için
deki şeyin ne olduğunu ta uzaktan anlamaya uğraşıyor
du. Viçen Efendi yaklaştı, genç adamın yüzünü kaplayan
şaşkınlıktan memnun, elindekini dikkatle tezgahın üze
rine bıraktı.
Yirmi yıl kadar evvel Beyoğlu'nu harap eden büyük
yangında, o vakitler Galatasaray'da bulunan Mekteb-i
Tıbbiye binası neredeyse küle dönmüş, geniş bir koleksi
yon ihtiva eden numunehane de alevlerden nasibini al
mıştı. Binadan geriye pek az şey kaldığı yangın söndürü
lür söndürülmez anlaşılmıştı, ancak rivayetler doğruysa
numunehaneden kurtarılan hepi topu birkaç parça eşya
nın da mektep Humbarahane'deki yeni binasına taşınır
ken Viyana'daki bir anatomi müzesine satıldığı söyleni
yordu. Şimdi bu kavanozun içinde, tıpkı meşhur Siyamlı
biraderler gibi birbirlerine karınlarından yapışık vaziyette
duran ikizler, o müthiş koleksiyondan yadigar belki de
tek parçaydı işte. Yangından sonra nasıl olduysa pederinin
eline geçen, ardından haliyle kendine intikal eden kava
nozun içindeki numune tam da bu sebeple çok nadide,
çok kıymetliydi. "Hem de ne çok," dedi Viçen Efendi, ya-
1 68
�bakanlık Osmanlı Arşivi, I.MVL ı 36/372,., ı 9 Rebiülahir ı 265
(14 Man: ı 849).
1 69
Viçen Efendi'nin sözleri hislendinnişti İbrahim Şev
ki'yi. Gözlerine hücum eden yaşlan zor zapt ederek, ka
vanozun içine daha yakından bakmak üzere ayağa kalktı,
tezgaha yaklaştı.
* * *
1 70
KARANLlK
Erkan Oruçoğlu
171
gelecek bir emri bekliyorlarmış. Uzaktan gelen köpek
ulumalanyla tekrar irkildi ve iyice korkmaya başladı.
Canı çok yanıyordu. Ağlamaya başladı.
* * *
* * *
1 72
ların arasından panldayan yıldızlan gördü. Gökteki her
bir yıldız elini uzatsa tutabilecek kadar yakındı sanki
ona. Sarılabilir miydi o masum yüzüne yansıyan doluna
ya? Belki babası omzuna alsa sanlabilirdi; ama babası
yanında değildi. Koskoca ormanda tek başına olduğunu
düşünüp daha da korktu. Ya yine gelirse o Hüseyin de
nen zorba? Ya yine canını yakarsa? Gözlerini kapattı .
Kaçabilir miydi bu sefer Hüseyin' den? Çığlıklannı işiten
olur muydu bu kez? Susarlığını hissetti. Gözündeki yaş
lar da yanağındaki kan gibi kurumaya başladı . Üzerinde
bir ağırlık hissediyordu . Uyumak istiyordu; ama canı çok
yanıyordu. Uyuyabilse belki çabucak sabah olurdu. An
yorlar mıdır şimdi beni diye düşündü. Gözünü açıp
uzun uzun göğe baktı. Ay uzaktaşmış gidiyordu. Bu ko
caman ormanın ortasında yapayalnız kaldı.
1 73
de çıktı valinin huzurundan . Tam bir ay sonra, 4 Eylül
1 905 tarihinde duruşma için Kosova'ya dönmek üzere
atına bindi ve köyüne doğru yol almaya başladı.
* * *
1 74
Başbakanlık
Osmanlı Arşivi,
TFR. I. AS 28 1
2728, ı s Eylül
1 321 (28 Eylül
1 905).
1 75
varıp annesiyle konuşmak için can atarken, Hüseyin or
man yolunda atını durdurup arabadan inmişti.
• * *
1 76
• • •
öylece uyuyakaldı.
• • •
1 77
tüccarlarla kurduğu ilişkileri bir bir anlatacaktı. Askeri
mahkeme kendisinin yanında olurdu, ne de olsa yıllarca
Gilan'da iyi hizmetlerde bulunmuş, civar kasaba ve eya
letletin isyanlarını bastırmıştı. Böylesine şerefli bir ko
mutanın namusunu temizlemek için yardımcı olurlar
diye düşünerek girdi Harbiye Askeri Mahkemesi' nin
kapısından .
• • •
1 78
Her gün göreceği kabuslann, her gün yeniden yaşayacağı
acılann ilkiydi sadece.
• • •
1 79
KUŞLAR GİBİ
Gamze İlaslan
Kötülüğe Üenç,
kuşlara gök nispetince hürriyet için.
ısı
dı . Oysa Karaalioğlu Osman'ın Zeyneb'den doğma kızı
Hatice bir ömür boyu sürgündü suçluluk duygusuna.
Evvel zamandı . 1 862' nin sonbaharında Antalya'nın
bir küçük nahiyesinde genç bir kız göklerde kuşlan he
vesle seyrederken ellerinin diken büyüttüğü yere doğru
çekiliyordu. İstemeksizin . Artık neye dokunsa yahut kim
ona değse bahçeleri soldururdu ince kemikli gövdesi.
Bedeni bir adamın işgaliyle tarumar edilmiş birkaç
gece.
Hatırladıklan, hatırlayacaklan, torba değil ki büzül
mez ağızların hatıriatacaklarına bir ömür hüküm giymiş
bir kadının, uzak geçmişten sanılan; fakat hep yanı başı
mızdaki bir hakikatin hikayesi.
Sıradan olmanın ve kalabilmenin şükründen haber
siz olanlar, Hatice'nin yaşadıklarını gazetelerin üçüncü
sayfa haberlerinde hayretle ya da sürükleyici bir romanın
hazzıyla okumaya layık bulabilirlerdi. Çarşaf çarşaf Ad ve
soyadın baş harflerinin bir noktayla kısaltıldığı zamanlar
değildi, söz kazanlan vardı. Modem şehirlerde herkesin
diline pelesenk olan aforizmalann köylerde bir karşılığı
nın bulunmadığı, kişisel bunalımların ıstıraplı ruhlara
musallat olmadığı zamanlardı. Çokların noksanlığında,
"yok" demek için bile "var"ı görmek lazımdı ve dünya gö
rüp görebildiğin tütün tarlasının bucağı, evin duvarlarının
köşesi, bağa bahçeye karşı oturan Toros Dağlan'yken, yok
demek için varlığın ülkesinde yaşamış olmak şarttı .
Sonunda gökten düşen bir elma vardıysa masaldı.
Elemtere fiş kem gözlere şiş deyip masaya üç defa vura
rak kulağınızı çekiyorsanız ibretlik ve hanelerden ırak
bir dramın tozlarını süpürürdünüz. Odanın içinde keli
me öbeğiyle, cümleyle aniatmakla bile içeriye doluşan
musibetin havasını dağıtır, tozunu uçurur gibi kapıları
kapatırdınız.
Dağların kekik kokusunun ellerine sinmiş olduğu
1 82
bir ince kadın Hatice; zamanda, mekanda ve bütün yaşa
mak imkansızlıklanyla çok uzakta bir yerden elleri böğ
ründe bu yana doğru bakarken sanırdı ki insan, kırk kat
elierin başına gelecekti hep "İki el bir baş içindir"in gün
leri. Ne büsindi başına geleceğini hiç düşünmediği şeyle
rin yazgı aynasında kendisine kaş göz ettiğini. Şimdilik
işlemediğimiz günahın masumu, bize uğramayan fenalı
ğın da kudretli postundaki toyu.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta. . .
Her şeyi başlatan v e bitiren bir cümlenin yokuşunda
oturdum da yazıyorum, boynurnun borcu için, ben yazı
cı. Acımak ve merhamet, yara daha taze, açılan oluk sı
cak sıcak kanarken baba katiline bile gösterilen bir cö
mertliktir. Onun nasibinde yok. Yüzyılın iki gerisine
doğru bu seyrüsefer merhamet aramaya değil, bazı yara
lann kabuk bağlayamayacak olmasına doğru gider. Sözle
eylemin arası bozuktur, çoklan bilmez, istisnası aşıklar.
Aşk, sözün baş döndürücü yüceliğine kapılıp eylemin
kötürümlüğünü fark etmemektir. Şehirliye mülk değil
dir sevmek, köylük yerde de biter bu hercai çiçek. Oysa
Hatice, Teraşoğlu Yaban Hüseyin'e olan sevgisinden de
ğil, kadınlığından verecekti imtihanını bir hoyrat elde.
Bu hikayenin başkahramanı, ait olduğu zamanın görün
mez, silik çehresidir. Onun yaralı hikayesi gönüllerde ve
zihinlerde unutulacak, tozla terbiye edilmiş bir kağıt
parçasında hatırlanacaktı.
Gün akşama dönüyordu. Karaali'nin torunu, Koca
Kadın Zeyneb'in kızı Hatice; eniştesi Bekir'in evinde yaz
dan kalma yünleri eğirmekteydi, hayallerini gönül yuma
ğına sarar gibi. Yayladan sahile döneli işler hayli birikmiş
ti. Hanenin derdi ne kış iaşesi ne de mevsim ayazlanydı.
Erkeğin olmadığı bir evde anayla kızı birbirlerine yaslana
yaslana büyümüşlerdi. Beline dek yürüyen, yayla güneşi
nin sansını daha da solgurılaştırdığı saçlan, bal rengi göz-
1 83
leri ve siyah uzun kirpikleri vardı. Biçimli, küçük bumuna
kondurulmuş belli belirsiz çillerini görmek için uzun uza
dıya bakmak gerekirdi. Kaşının altında eski, çocuk yaşla
rından kalma bir yara izi belirirdi dikkatle bakınca; gülün
ce açılan gamzelerine nazire yaparcasına. Köyün en güzel
kızı değildi belki; f'!kat evden çeşmeye doğru yürüyünce
akranlarını kıskandırır, delikanlıların gönüllerini alevlen
dirirdi. Koca Kadın Zeyneb'in kolu kanadı, fani dünyada
tek dayanağı, servetiydi. Mesela, köyün diğer çocukları
gibi arıkta çimmeye hiç salınmarnıştı.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta . . .
Kaşının altındaki yara izi, Koca Kadın Zeyneb Ha
tice'yi üç-beş yaşlarındayken kız kardeşine birkaç saatli
ğine bıraktığında, başına gelen bir talihsizliktendi. Bu
izin varlığı bile hayıflanmak için yetrnişti geçen bunca
senede. " Ben öyle büyüttüm ki Hatice'yi, esen yelden,
düşen yapraktan sakına sakına. Onun ayağının topuğuna
batacak diken benim gözüme batsın da kızım aman in
cinmesin dedim. Gün görmüşlüğüm yoktur; ama Hat
çe'ın de Hatçe'm, servetim varlığımdır bir evladım," der
di . O vakit kızının ay gibi parıldayan yüzüne baktığında
o küçük yara izinin bıraktığı çukuru görse yarasından
öperdi. Sevgisi coşardı kızına ve bununla birlikte kaş ça
tıp yüz dökmelen kız karde şin e Birkaç saatliğine kom
.
1 84
KaraveWer bir Yörük köyüydü. KaraveWer yahut da
ha eski adıyla Karaevliler. Bir eski inanışa göre Oğuz boy
larında çocuğu olmayan hanelere takılırdı bu ad. Çocu
ğun şenlendirmediği bütün evler karaydı, yani uğursuz ve
bereketsizdi.
Koca Kadın Zeyneb'in ilk doğurduğu çocuk değildi
Hatice; ama yaşatabildiği yegane çocuğuydu. Evleneli çok
seneler geçmişti. Konu komşu Koca Kadın Zeyneb'in ne
den hala bir çocuğunun olmadığını konuşuyordu. Mu
hakkak kusurluydu. Köyde itibar edilen yaşlı bir kadın,
köyün yatınnda bir gece akşamdan sabaha dek kalmasını
öğütlemişti. Göz gözü görmeyecek kadar karanlıktan
ufukta güneş bir ip inceliğine gelip doğuncaya kadar ge
ceyi yatırda dua ederek geçirmeliymiş.
Rivayete göre bir mübarek zatın yatınymış bu. Ha
ceti hakikate dönüşsün diye arzulayan aptesiyle buraya
gelecek, iki büklüm olup daracık, alçacık kapısından ge
çerek içeriye girip başında bekleyecekti. Çorak kadınlar
boy boy doğurmuş, dilleri bağlılar burada çözülmüştü.
Hane üstündeki uğursuzluk kalksın, kavruk geçen hasat
bollansın bereketlensin, kavgalı baba ve oğulların arası
şerbetlensin diye kadınlar akın akın koşar gelirlerdi. İçle
rinden bir tanesi daha taze gelinken çocuğu olmuyor
diye yatıra gelmiş, o gece el alemin maskarası, karalı gelin
olmaktan kaderine ağlaya ağlaya sızrruş. Gün aydınlan
maya yakın bir el değmiş omzuna, "Hele bir bardak su
getir kızım," demiş. Yatırın o küçücük daracık, şişman ka
dınların geçmesine izin vermeyen kapısından bu boyu
selvi, gövdesi kayalan andıran adam nasıl olup da girmiş
ti acaba diye düşünmüş. Karalı gelin elinde bakırdan bir
bardakla geldiğindeyse ortalıkta kimsecikler yokmuş.
Muhakkak ki o görünen yatırdaki evliyaydı. Zira üç vakit
geçmeden de kadının çocuğu olmuştu.
Koca Kadın Zeyneb de yatırda bir gece kaldıktan
1 85
sonra hemencecik Hatice'ye hamile kalmıştı. Muradına
ermişti de Hatice'yi babasız büyütmek derdine duçar
olmuştu. Belki de duasında, "Allah analı babalı büyüt
sün" demeyi unutmuştu, kim bile. Bir başınalık vardı
Zeyneb için bundan sonra ve her daim. Köylük yerde
talibi olmuştu olmasına ya gözünden sakındığı kız evia
dına bir üvey baba getirmektense genç yaşında dul kadın
sıfatını yeğlemişti.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta. . .
Eylüldü. Köy odasında Süleyman Çavuş kaimeleri
dağıtmaktaydı. Duvar sıvalan dökülen küçük odada eski
ce bir sedir, sedirin üstünde keçi kılından dokunmuş ala
calı bir cecim vardı. Ahali bir bir odadan çıkmaya yelte
nirken Süleyman Çavuş, "Birkaç söz anlayanınız kalsun."
dedi. Küpeli Ömer, Civelekoğlu'nun Ömer' i ve onun bi
raderi Karaca Mustafa'yı alıkoydu. "Bu Bekir, Millili oğlu
nu evine kata koymuş baldızının kızını verecek imiş. Bu
hırsızı içimize katmayuz, bu kızı gonşumuzdan kim be
ğenür ise virelüm mal-ı mirimizi, adımızı köyümüzden
çıkarmayız," diye devam etti. Dişlerini sıka sıka dökül
müştü kelimeler ağzından. Öfkesinden ve endişesinden
elindeki ip parçasını işaret parmağına boğarcasına dolayıp
tekrar gevşetiyordu. Kanın hücum ettiği parmağı morar
mıştı, ipin etini sıktığı yerler derinleşince odada bir aşağı
bir yukarı volta atmaya başladı. Bir yandan konuşuyor bir
yandan da eprimiş kilimin kaç kanş olduğunu adırnlanyla
sayıyordu. KaraveWer ahalisi de biliyordu ki Süleyman
Çavuş'un bahsettiği kız, "Bekir' in baldızının kızı" olmak
tan evvel kendisinin yeğeniydi. Kardeşinden emanet ye
ğeninde elbette yengesi Koca Kadın Zeyneb'ten de enişte
Bekir'den de söz hakkı daha çok olmalıydı. Düşündüğü
buydu; ama Koca Kadın namıyla köyde malum Zeyneb
saymıyordu Süleyman Çavuş'un sözünü. Alıp veremedik
leri, bunca yıldır süregelen husumetleri mal mülkten mi
1 86
yoksa kuru inattan mı kimse bilmiyordu. Öte yandan
besbelli ki Koca Kadın Zeyneb aynı zamanda Yörük'ün
önde geleni ve köyün ihtiyan olan Süleyman Çavuş' a bo
yun eğen bir kadın değildi. Bildiğini okumaktan, kendi
doğrusunda sabit-kadem olmaktan geri durmazdı. Kadın
başına senelerdir yalağuz idi. Süleyman Çavuş'un hoşuna
gitse de bir ere varmamış olması, sözünü geçiremeyişi;
hizaya çekerneyişi bir avratı, köy içinde dedikodulara se
bepti. Erkeğin soyundan akrabalık daha çok hükümranlık
vermeliydi kendisine, beklediği buydu.
Koca Kadın Zeyneb'i karşısında muma çeviremediği
nin acısını bütün köylüyü tarafına çekip istediğini yaptır
makla almak istiyordu. Süleyman Çavuş'un derdi tasası
yeğeni Hatice'nin mürüvveti değil kardeşinden kalan mi
rasın yabana gidecek olmasıydı. Vur ensesine al lokmasını
bir delikanlı namzeti lazımdı, kendisinden yana biri, ken
dine hak gördüğü kardeşinin mirasına el koymasına ses
etmeyecek bir damat. "Göreceksin ya Zeyneb, göreceksin.
Bu iş çok uzamayacak. Yakında, tez zamanda kara günle
rin gelecek," diye düşündü. Hala odayı arşınlayarak dola
nıyordu, durdu: "Çağıralım, rızarnız olmadığını söyleye
lim efendiler," dedi.
"Önce münasip birini bulmalı, sonra söylemeli."
"Yahut da köyden biriyle nikah edeceksin, biz o
köye kız vermeyiz mi desek?"
"Koca Kadın Zeyneb ayak direr, bu iş kolay kolay
tamama ermez, güzellikle iş görülecek gibi olsaydı . . . "
"Öyleyse zor kullanınz, bu köyün de nzası mühim
dir. Kızın aklı ermez, anası nereye sürerse oraya gider.
Buna razı gelemeyiz."
Her ağızdan bir ses çıkıyordu. Köylüler birbirlerini
dinlemeden, peşi sıra konuşuyorlardı. Laf cümbüşüydü.
Süleyman Çavuş, boğazını hırıltıyla temizleyip öksürdü.
"Vann çağınn şu kanyı" diye haykırdı.
1 87
Koca Kadın Zeyneb'i çağırmaya bir küçük çocuk se
ğirtti . Derken köy meydanına diğer kanlar da doluşmaya
başladı. Enişte Bekir, Hatice' nin nişanlısı Yaban Hüseyin
de duyar duymaz köy meydanına telaşeyle geldiler.
Süleyman Çavuş, "Sen bu hırsızı eve koymuşsun ve
bundan gerek ben, gerek gonşu razı değiliz," dedi. Koca
kadın Zeyneb duraksamadan, "Siz bilirsiniz," deyip omuz
lanın silkti. Nefes nefese gelen Bekir de bitivermişti yanı
başına. Duraksamadan, "Ben onu nikahlattım," deyiverdi.
Süleyman Çavuş, "Ben de emmisiyim. İzinnarneyi
kangı hakim efendiden aldın nikah ettin?" dedi. Amcası
varken enişte de kim oluyordu? Bekir elini kolunu salla
yıp ağız dolusu küfür savurdu Süleyman Çavuş' a da izin
nameye de. "Ben izinname bilmem, Burdur'da Kabaş'ta
kıydırdım nikahını, git de Ali Efendi'nin oğluna sor." Köy
lüler nikahsız belledikleri Hatice ve nişanlısı Yaban Hü
seyin' i bir çatı altında tutan Bekir' e öfkeyle baktılar. Kü
peli Ömer ve Veli, "Öyle ise bu nikah sahih değildir, bu
oğlan evde neye duruyor, oğlanı kovacağız," diye araya
girdiler. Kabahatliydi, üstüne üstlük köylülerin nazannda
Bekir' in bir de mangalda kül bırakmayan bir kabadayılığı
vardı. Süleyman Çavuş köyün ihtiyan, muhtan olmasın
dan naşi nikah akdi nasıl olur daha iyice bilirdi. İmam
nikahı da kafi gelirdi elbet, buna ne şüphe. Yine de Be
kir'in eli güçlenınesin diye, "Öylece olmaz bu iş, bunlar
nikahsızdır, nikahsız ikisini çatında tutman zinadır," dedi.
Küpeli Ömer ve Veli de, "Oğlanı banndırmayız, kovaca
ğız," deyip duruyorlardı. Eve doğru hızla seğirttiler. Hati
ce'nin nişanlısı Milli köylüsü Yaban Hüseyin de ordaydı,
evvel durup kanşmarnıştı; ama Bekir ağzından köpükler
saçmaya başlayınca o da arbedeye girişti. Süleyman Ça
vuş bunlan hiç hesaba katmarnıştı, hele kanlarm işe giri
şeceğini bir de üstelik saldıracaklannı; ama eli tokmak
gibi kuvvetli vuruyordu kime denk gelirse. Kaza müdü-
1 88
rüyle de ahbaplığı vardı. "Haber salın gelin alsınlar bu hır
sızı," dedi. Bekir köyün kaniarına dönüp bir şeyler söyle
di, ne dediği duyulrnasa da karılar yerlerden irili ufaklı ne
geçerse ellerine taşlan toplayıp fırlatrnaya başladılar. Sü
leyman Çavuş kendini sakınmadan, tuttuğu her kadını
yakalayıp ite kaka dövüyordu. Taşlara aldınş ettiği yoktu;
ama yüzünden sızan ince kanı fark ettiğinde yumruklan
daha bir sertleşir olmuştu. Köyün toprak meydanında göz
gözü görmüyordu. Süleyman Çavuş'un gadrine uğrayan
kadınlar bir bir el etek çekip kaçışmaya başlamışlardı. Ka
nlar köy meydanından çekilince, Koca Kadın Zeyneb de
sağ kolunu sol koluna taşıtarak hengameden uzaklaştı.
Yaralanmıştı. Etine sokulan bıçağın soğukluğunu ha
la kolunda hissediyordu. Parçalanan elbise kolundan yara
sına baktı, kat kat açılmıştı derisi. Üstü başı toprak ve
kandı. Çiçekli pazen elbisesinin üstünde bir etek daha
vardı. Yaşınağı yolda bir yerde düşmüş olmalıydı ki ancak
eve geldiğinde yokluğunu fark etti. Evin dış kapısına dek
yürüyüp seslendi: "Hatçeee! " Sonrasını hatırlamıyordu.
Hatice anasını sürükleyip sahanlığa dek getirdi. Yüzüne
sular çarptı, yarasını çaputla bağlayıp kanı bastırdı. Arbe
denin gürültüsü dinmişti; ama sabahın olmasına daha çok
vardı. Her yer zifiri karanlıktı. Eylül göğünün ayı bile bu
ıstıraba merhamet etmiyordu. Kapkaranlıktı.
Süleyman Çavuş sabaha kalmadan karannı vermişti:
Köyden Zilili Ali oğlu Hüseyin'e verecekti kızı. Haber
saldı, "Bu kızı gözedin, Bekir kızı bu Yaban Hüseyin'e
çıkaracak sakın ona verdirmeyin." Kat'a, bu kız ona git
meyecekti, Zilili Hüseyin'e varacaktı, o alınazsa da bir
başkasına.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta . . .
Sabah, ağır aksak adımlarla yaklaşıyordu. Evde kim
selerirı uyuduğu yoktu. Hatice anasının eteğinde küçük
bir kız çocuğu gibi tedirginlik içirıde bekliyordu. Koca
1 89
Kadın Zeyneb ağnsını tutsun diye başına çemberi dola
mış, ağır yün yorganın altında iki büklüm yatıyordu.
Ayazdı. Sabah ezanının ferahlığı hala kulaklardaydı. Ha
tice ineideri çıkanp köyün sürüsüne kattı. Ardından da
ahın kürümeye başladı. Hayvanların akşarnki samanını
da hazır etmişti. Gün aydınlanmıştı; ama hiçbir müjdesi
yoktu sabahın. Güneş sanki yetim bir çocuk gibi doğ
muş, ıssızlık bir başınalıklannı pekiştirmişti. Yokuşlu bir
günüydü ömürlerinin. Yine de bu küçük evde beraber
kaynattıklan aşlan, beraber ağnyan başlan vardı.
Karaveliler' in ovasına dalgın gözlerle baktı Hatice.
Toroslar'ın kuzey eteklerinde bir küçük nahiye idi Karave
Wer. Uzaktan belli belirsiz Karaçay akıyordu. Durgun akı
yordu nehir. Durgun sular yorgundur da ondan mı akmaz
dı? Hem soğuktur şimdi sulan, diye düşündü. Düşündü,
içinin dipsiz kuyulannda her şeyi silip yeni baştan kurdu.
Sanki avare bir bela gelip onun hanesine mihrnan olmuş
tu. Derdine kulak verecek bir yüce dağı bulmuşcasına ko
nuşmaya başladı.
"Nedir bu çektiğimiz, amca postuna bürünmüş bu
hararni ne malımız vardır da kavgayı güder? Hüseyin'e
varmayacaksam kime kurban verecekler beni?" Gözün
den endişeli ve yorgun bulutlar ağır ağır geçti. İstedi ki
dağ başında bir taşa otursun, bütün köye duyururcasına,
Toroslar'daki ceylana, kurda kuzuya haber salareasma
hepsine tüm nebatata, hayvanata ve kainata itirazını, şu
isyanını duyurabilsin. Rüzgarların alıp başını gitme huyu
musaHat olmuştu Hatice'ye kaç gündür. Başının üzerin
de bulutlar, ayağının altında tozlu yol. Yukanda kuşlar,
aşağıda yeşil çirnenler. Arası, ortası aşk vezni. Kalbe ka
tılmış hava, ateş ve toprak vardı da toprağı bereketleye
cek, ateşi söndürecek, havayı ılıtacak su yoktu.
İstedi ki sesi göğe çarpsın, yaradam bütün bu belalar
dan, dedikodulardan ve fenalıklardan ırak ona başka bir
1 90
şey vaat etsin. Bu malışerden bir kapı aralasın, onu gizli
bahçelerden, suların altından, tarladaki başağın kılçığın
dan geçirecek kadar küçültsün, sağaltsın, yeter ki alsın bu
kalabalıktan. '�alsam," dedi Hatice. Adı yok oldu bir
yerde. ''Azalsam," dedi kadın. Elleri damadı, gözleri elem
li kadın olmaya hevesi yoktu. Arzusu sevdiğine varmaktı.
Kavuşmak eski saf bir masaldı; peşindeydi insanlar, kaygı
lar, endişeler. Yüzünü sıvayan deriler çürüyordu sanki, ay
nalar yummuştu gözünü. Çocukluktan kadınlığa zoraki
bir göçtü adeta bu. Köylerde bir evden can yitti mi kadın
lar o acının dibe çökmesiyle yüzlerine tırnaklarını geçirir,
güzelliklerinden ikrah getirerek ağıt yakardı. Çaresizlikle
yüzüne kapadığı elleri bir anda güzelliğinin aynasını yere
çalıp parçalamak istedi. Caydı. Kaderine bulaşacak o suç
luluk duygusunun daha ilk faslıydı bu üstelik. Anası darp
edilmişti, komşu kadınlar telef, eniştesi kavgada taraf Bir
kavganın nesnesi olmanın kederi çöktü yılgın omuzlarına.
Yalnız bu hikayeye başkahraman, kendi yazgısında lal,
sözü hükümsüz ve özneliği hertaraf edilmiş bir fıgüran
olmasıyla ilk göz göze gelişiydi. Bütün bunların sebebi,
hiçbir iradesi olmadığı halde, kendisi miydi? Geçip giden
kuşlara baktı, göğe doğruydu arzusu. Bakışlan uçan bir
kuşun kanadına takılıp kaldı. Ne olaydı da keşke göğe
yükselen bir kuşça canı olaydı. Yakanşı şu dağlara ve dua
sı Yaradanına. Göğe bakıp kuşlara imrenerek. Onların bu
geçip gidebilmelerine, hürlüğüne.
Sabahla birlikte köyde gündelik meşgalelerin sesleri
ortalığa yayılmaya başladı. Bir bir açılan perdeler, gecele
yin alevlenen kavganın üstüne bir örtü gibi çekilmişti. Ta
biat sanki insanın yeryüzüne saçtığı fenalıklan bir sünger
gibi emip sükfuıet bahşetrnişti. Azığını yiyen çocuklar
oyunlarına geç kalmadan birbirlerini buldu. Herkes işin
de, eşya yerli yerindeyrniş gibiydi. Koca Kadın Zeyneb
gözlerinde uykusuzluk, başındaki çatkısıyla yerinden doğ-
191
rulup kızının yanına varmak üzere avluya yürüdü. Kolu
nun yarası, ince sızısıyla varlığını hissettiriyordu. Şehre
inip kaymakamı bulacaktı, kaynı Süleyman Çavuş'u ve
avanesini şikayet etmeye. "Biraz da tütün satanm, elimize
üç-beş bir şey geçsin ki bakarsın alıp başımızı gideriz bu
radan. Bize burda rahat yok Hatçe'm," dedi. Başını yerden
kaldırmadan çenesini onaylarcasına aşağı yukan salladı
kız. Kül bile olmamıştı daha yangını. "Sen de burda yalnız
kalma, eniştengilin evine geç," deyip yola koyuldu.
Hatice tarlada öteberiye giderken görmüştü Yaban
Hüseyin'i. Milli köyünden Teraşoğlu Hüseyin. Komşu
köylerden bir ağaya yanaşmaydı. Bir yılı aşkın aşıklık
ediyorlardı. Hatta öyle ki Yaban Hüseyin kızın eline bir
altın parçası bile tutuşturmuştu . Benim de sende gön
lüm var demeye, Hatice de karşılığında birkaç şeker ver
mişti. Anası Koca Kadın Zeyneb'in de eniştesi Bekir'in
de nzası vardı bu gençleri evermeğe. Tenhada, meydan
da Koca Kadın Zeyneb 'i sıkıştınyorlardı. Zeyneb duldu,
bir başına. Gölgesinde bitecek er yoktu. Eniştesi Bekir
belki biraz hariç. Terekesini doldurup taşıracak kadar
malı da yoktu ya köyün önde gelenleri ağız birliği etmiş,
"Hatice'yi yabana verdirmeyüz, bizim köyden Zililioğlu
Hüseyin'e verelüm," diye sıkboğaz ediyorlardı. Köy
meydanındaki arbededen üç-dört gün ancak geçmişti;
ama ahaliden bazıları dünyalarını dar etmeye ant içmiş
gibilerdi. "Ha o Hüseyirı ha bu Hüseyirı, olacaksa bizim
köyden olsun," dedi aralanndan biri.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta. . .
Birkaç akşam, birkaç sabah daha geçti. Gün akşama
dönüyordu. Sini toplanmış, kap kacak sudan geçirilmiş,
terekiere yerleşmişti. Mevsim soğuklan yavaştan başla
mıştı, kış kapısı aralanacaktı yakında. Hatice'nin ağrısı
kışın soğuğu değil yazın yangınıydı. Bu kül hala sıcak. . .
Köylük yerde zaman güneşin doğuşu batışı, kuşluk
1 92
ikindiydi. Ezanlardı çıplak sesle okunagelen. Takvim yok
tu, akrep yelkovan bilindik değildi. Yoktu gecikmek hiç
bir yere. Yoktu dakikası dakikasına sözleşmeler. Zaman
dakikasına, saniyesine bölünmemiş gibi sonsuz ve bü
tüncül. Zaman bir kıyastı. Kimselerin doğum günleri,
ölülerini toprağa bırakmanın günü yoktu. Bir çocuğun
doğumu konu komşudan başka bir çocuğunkiyle hatırla
nırdı, akranlık en büyük zaman belirteciydi. Bundan öte
si varsa yoksa hasat zamanı, ekin başı, kırlangıç fırtınası,
yellerin döğüştüğü zaman derlerdi büyükler çocuklara
eski bir andan bahsederken. Akşam ezanı okunalı çok
olmamıştı. Kapı takınağında bir el hışım ve hınçla vurdu
kapıya. Hatice'nin teyzesi mutfaktan koşup kapıya yö
neldi, peşi sıra da ocağın başında bağdaş kurup oturan
Bekir. Akşamın körlüğünde bile gelenlerin kalabalığı an
laşılıyordu. Kapıda bir erkek siluetinin görünmesiyle ge
riye birkaç adım atanlar olmuştu, an donuktu. Bu şama
talı hikayenin neyi anlattığını hemen kavradı Bekir.
Hatice'yi kaçırınaya gelmişlerdi. Kapıyı hızlıca kapattı
ve üstüne abandı. Gerilip sırtını verdiği kapıya kansı da
dayanıyordu. Hatice'ye saklan dedi bir ses, ne kadın sesi
ne erkek. Figan eden bir ses, böğürtüyle. Bir-iki iteleme
den sonra hane içine girdi dışandaki kalabalık. Hasan
Onbaşı, Bekir'in sakalından tutup çekiyor, Mehmed On
başı ise kolunu bükmüş zapt etmeye çalışıyordu. O es
nada Bekir'in başına biri olanca kuvvetiyle vurdu, başın
dan yerlere kan hücum ediyordu ki yere yığıldı.
Hasan Onbaşı 'nın kardeşi Veli, Ömeroğlu Ahmed
ve karanlığın örtüp sakladığı başka yüzler. Mehmed On
başı ve Akça Mehmed tutup elinden Hatice'yi sürükle
meye başladılar. Hatice avazı çıktığınca bağınyordu. Eti
şişlenir gibi boğazını yırttı, bağırdı. Anlamıştı Yaban Hü
seyin'e varmayacaktı, kime gittiğini bilmeden, aile efradı
dayaktan geçirilmiş, akşamın tenhasında haneleri basılıp
193
evden çıkanlmıştı. Kopan gürültüye evlerinden fırladı
ahali. Bitişi.kte oturan San Hahloğlu İsmail'in altı yaşla
nndaki kız çocuğu olanı biteni pusup köşeden izliyordu,
ne vakit Hatice'yi evden çıkardılar annesine doğru ko
şup, "Gavga var, döğüşüp yaturlar ana," dedi.
Komşu kadın geldiğinde Bekir'in etrafında köylü ka
dınlar, zevcesi toplanmış kanlı başını suyla yıkıyorlardı.
Kapı eşiğinde akan kanlı su toprakta santim santim yü
rüyordu. Çok geçmeden Bekir gözünü açınca elinde bir
bıçakla Hatice'nin peşinden adarnların yanına savurttu .
Sakızlıklı nam mahalde yetiştiğinde Mehmed Onbaşı'yla
birbirlerine girdiler. Yediği yumrukla yere doğru savrula
cakken doğruldu ve onbaşının bileğine doğru bıçağı sap
ladı. Hatice ise ortalıkta yoktu, ne yöne baktıysa göre
medi bir iz yahut bir ses. Bekir yerde yatan onbaşının
etrafına toplanan güruhun kendisine doğru baktığını
fark ettiğinde koşar adım evine döndü. Hatice'yi bula
madan eli boş döndü, üstüne üstlük bir de katil mi ol
muştu? Tarlanın ekili toprağında ayın aydınlattığınca
bile yerdeki kanlan seçebilmişti. "İyileşsin, ah bir iyileş
sin iki deve cerrah masrafı veririm," diyordu.
Hatice'yi kaçıranlar bir eve götürmek niyetindeydi.
Yakınlardan Karacaoğlu Mehmed'in evine girmeye ni
yetlendiler. Karacaoğlu bu işe rıza gösterıneyince Veli'nin
evine kargatulumba götürmeyi kararlaştırdılar. Eve var
dıklannda civardaki ormana doğru yöneldiler ve Hati
ce'yi bir adama verip, ''Al bu kıza dokun, ıizına geç! "
dedi adamlar, harami adamlar.
Seslerin rengi, açılan, koyulaşan ve derinleşen sesle
rin rengi. "Al bunun ırzına geç ! " dört başı boz bulanık,
dışından içine hep kara bir cümlenin seslendirildiğince
etrafına bulaştırdığı, hoca ettiği kötülük.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta . . .
1 94
Başbakanlık Osmanlı
ArJivl, MVL637/33, 22
Cemueyilevvel 1279
( 15 Kasım 1862).
1 95
memur: "Bu kız kimin yanında eğlenir idi?" Dedi Koca
Kadın Zeyneb: "Eniştem Bekir'in kanadının altında idi,
kuş gibi çığırta çığırta götürmüşler."
Kanadının altında kuş idi, çığırta çığırta . . .
Sorgu memurl arının elindeki yer yer ilmeği kaçmış,
derin boşluklan olan bir resimdi. Mehmed Onbaşı'yı ben
yaralamadırn, zati aklım yerinde değildi bayılmışım, ha
tırlamıyorum diyen Bekir tümden inkardaydı. Kızın ırzı
na geçti denilen Zililioğlu Hüseyin kendisinin mezkur
olay gününde köyde bile olmadığını, tüfenk yaptırmaya
Bıyıklı'ya Ömer Usta adında birinin yanına vardığını, olan
bitenin kuru iftira olduğunu söylemedeydi, kıza ilişmedi
ğinde de yaygaracı bir üslupla inat etmekteydi. Hem ba
kalım kız bakire miydi diye nişanlısı Yaban Hüseyin' e sual
olunmasını bile istedi. Süleyman Çavuş olay gününden
dört-beş gün evvel Kızılkaya'ya geçtiğini ve bu kız kaldır
ma vukuatında köylüleri galeyana getirmek yahut da giz
liden yönetmek gibi işlerde parmağının olmadığını söyle
mişti. Her ağızdan bir bilmezlik cümlesi çıkıyordu. Köy
den Hasan adh biri, "Evlerimiz seyrektir, ben görmedim,"
dedi. Bekir, "Başımdan kanlar akardı, gidip Mehmed
Onbaşı'ya ben mi vurdum, bıçağı nereden aldım hatırla
mıyorum, aklım yitmişti," dedi. "Eğer ben yaptıysam bo
ğazıma taş takın denize atın," diye sürdürdü. Hatice'ye
eniştesi Bekir sorulduğunda "Karanlıktı, eniştem mi vur
du bilmiyorum," demekle yetindi. Köylülerin kimi benim
evim uzaktadır, seyrektir bizde evler, duymadırn bile di
yordu kimisi uykudaydırn, değirmendeydim, habersizim.
Durup bir seyirlik temaşa, ortaoyunu gibi herkesin uza
ğından izlediği o gece, kaza müdürüne haber ulaşıp mah
kemelik olunca bir anda bütün ihtişamını kaybetmişti.
Elbirliğiyle kaçınlan Hatice'ye mahkeme salonunda köy
lüler adeta tanımaz etmez derecesinde, olaydan haberdar
değilmiş gibi davranıyorlardı.
1 96
Doktorun muayene edip baktığı Bekir'in kanlı başı
Mehmed Onbaşı 'nın katili olmaktan kurtarınarnıştı onu.
Mehmed Onbaşı'nın yeni doğmuş bir eviadı bir de kan
sı vardı, mahkemede onlar da hazır bulunuyordu, kan
parası istemeye. Birkaç gün dayanınıştı da kan kaybının
çokluğu telafi edilecek gibi değildi. Mehmed Onbaşı,
Bekir'in bıçağıyla yere yıkılalı beri kendinde değildi. AI
kadaşlan sırtlanıp bir eve taşımıştı onu. Can vermesi beş
altı gün sürmüştü. Kimi köylü Bekir' e sırt verip görme
dim de dese bir akrabası Bekir'in Onbaşı' nın bilek kemi
ğinden aşağısını bıçakla nasıl sıyırdığını tüm detaylanyla
anlatmıştı. Bekir'in de artık memurlardan kaçacak yeri
kalmamıştı, "Aldım yerinde değildi, hatırlamıyorum,"
demeleri şahit ifadesi karşısında cılız kalmıştı.
Süleyman Çavuş muhtar odasında ahaliyi kendi
toplamışken sorgusunda kızı karşı köyden Millili Tera
şoğlu Hüseyin'e verdirmeyelim diyenin Veli Kahya ol
duğunda ısrarcıydı. Hırsız bir yabana bu köyden kız çık
maz, köyden bir öksüze Allah'ın emriyle verelim diye
Koca Kadın Zeyneb' e kavgayla hırla değil, aksine usu
lüyle söylediğini iddia ediyordu. Hatta Zililioğlu Hüse
yin değildi Süleyman Çavuş' un sorgusunda Hatice'ye
layık yenice er. San Selelioğlu Ali hem öksüzdü hem de
münasip diye düşünmüşlerrnişti. Zililioğlu Hüseyin ise
vardan yoğa inkardaydı, önce, "Ben daha köye varmarnış
tım," diyordu, birkaç gün sonra yeniden bir sorgu tutana
ğı düzenlendiğinde ise köyden çıktığı köye vardığı gün
leri tutarsız biçimde tekrarlıyordu. Sonunda sorgu me
muru müstantık Hüseyin' e, "Gel itiraf et şu işi, doğrusu
nu söyleyiver," dedi. Hatice ormanda kendisine ilişiidiği
ni söylemedeyken Zililioğlu Hüseyin bihaber ve hiçbir
ilintisi yok gibi itirazdaydı. Hatta öyle ki kızı ebeye gö
türmelerini istiyor, "Bakire olmasa da ne belli bunu be
nim yaptığım, belki nişanlısındandır, üstüme iftira çalı-
1 97
yorlar, bu adamlar beni sevmezler," deyip duruyordu.
Sürdü aynı lakırdı uzun bir vakit daha. Ortada bir lakırdı
tutulması vardı, herkes o gece ordaydı da resmi daireye
girince hep birden unutmalar başlamıştı.
Hatice, sevdiği adama varmayı düşlediği bahçeler
den; annesinin yaralı kolu, eniştesinin cinayeti, ırzına ge
çilmiş bir kadın vasfıyla mahkeme salonuna düşmüştü.
Suçu neydi bilmiyordu; ama gitgide hacmini artıran,
gövdesinden taşan bir suçluluk duygusuyla boğuşuyor
du. Sordu memur: "Sen kimi istersin kızım, ırzına geçen
Hüseyin'i mi yoksa nişanhnı mı? Sen Millili oğlanı iste
rim başkasını istemem mi didiniz?" Titrekti sesi, omuz
lan içe çökmüş, eğrice oturuyordu. Başını kaldırmadan
cevapladı : "Dimedim, gonşulann dediğine razı oldum,"
dedi. Yine sordu memur:
"Zililioğlu Hüseyin sana dokundu mu?"
"Dokunmaz mı evine iletür de."
"Sen razı olmasan dokunmazdı ."
"Yok, zor ile elimi ayağımı bağladılar, Veli'nin evine
kurşun atımı ormanda dokundu."
Süleyman Çavuş ve adamlannın iddia ettiği gibi ni
şanlısı Yaban Hüseyin ve Hatice, Koca Kadın Zeyneb'in
evinde kalmamıştı, üstelik daha nikahlan da kıyılmarnıştı.
Bekir, bu ağız lakırdılanndan kurtulmak ümidiyle ortaya
atmıştı böyle bir yalanı. Bu yalan bile Süleyman Çavuş'un
mal kavgasını durduramarnıştı, köylünün o köye bizden
kız çıkmaz diye, namus ve örf diye yaygaralannı. . .
Mahkeme karar verdi. Bekir hapisten azat edilecekti.
Irza geçen Zililioğlu Hüseyin bekaret parası diye üç bin
kuruş vermeye ve üç yıl kürek cezasına mahkfun edil
mişti ve diğerleri Veli ve Akça Mehmed'in iki ay hapsi
ne. . . Günler birbirini kovahyordu, Hatice'ye yeniden sual
edildi. "Kimi istersin kızım?" "Eğer beni Zilili'ye verirse
niz kendi kendimi asar kurtannm. Ona vermeyin de ki-
1 98
me verir isenüz verin." Gün devran oldu bu sözlerden
sonra. Sordu memur bir kez daha Hatice'ye:
"Sen Millili Teraşoğlu'na nikah oldun mu?"
"Yok.
"Veli'nin oğlu Hüseyin' e?"
"Yok."
"Zilili'nin oğlunu ister misin?"
"İstemem."
"Yine Teraşoğlu'nu mu istiyorsun?"
"He ! "
"O d a seni istiyor mu?"
,.He ! "
"Bu i ş olduktan sonra geldi m i yanınıza?"
"Yok."
"Onun seni istediğini nereden biliyorsun ya?"
"Yanımıza geldi de isterim dedi."
Düştü memur son cümlesini san kağıda. Bu kızı Zi
lili'ye de nişanlısı Yaban'ın Teraşoğlu Hüseyin'e de verme
meliydi, köyde bir fesat çıkanrdı bu durum . "Aklı başında,
salih kimselere söyleyin, kızı bunlardan başka birine kan
eyleyin." Köyün adamlan derken kazadaki devletin me
murlan da Hatice'nin kime varacağında söz sahibi olu
vermişti. Oysa sual edilmişti, kimi istersin diye; ama her
kes bilir, eylem söze biat etmez.
Kızımı kuşlar gibi çığırta çığırta. . .
Geçti Hatice, düşünü kurduğu o uçsuz bucaksız
bahçelerden. Çiğdemler solgun, kırmızı güller tarumar.
Burası göğünden kuşlan kırpılmış bir bahçeydi artık. Düş
yorgunu çocukluğu kaçtı içine, renkler hep birden siyaha
hoca etti kendini. İçinde bitimini sonunu bilmediği bir
suçluluk hali: Evleneceğini bilse de nişanlısı Yaban Hü
seyin'e, anası Koca Kadın Zeyneb'e, eniştesini katil eden
geceye karşı. Sonra öfkesi, bütün köylüye ve ormanın
delılizinde işgaline uğradığı o adama.
1 99
Gökten bir elma düştü bu gizli saklı, cennede dona
tılmış yere. Kırmızı, parlak ve olgun bir elmaydı. Düştü,
ağır ağır gökten avucuna. Düşmesiyle avucuna o masaisı
elma, gördü çıplak gözüyle. Bu elma kurt doluydu. Tek
bir yanı kalmamıştı delip geçilmeyen. Kurdar başlannı
deliklerden çıkanp gövdelerini bir yılanın oynaşması gibi
kımıldatıyor, sonra bir süre öylece bekleyip tekrar yuvala
nna geri dönüyorlardı. Hatice elmayı elinden var gücüyle
fırlattı. Aşk diye başlattığı cümle bir zandı. Zannıydı.
Cümle alem karşısındaydı. Gövdelerini meydan
okurcasına çıkanp sonra deliklerine geri dönüyordu kurt
lar. Eline yapışan birkaç kurdu silkeledi ve bütün gücüyle
düşler bahçesini geride bırakıp kaçmaya başladı. Nefes al
madan, bir an dönüp arkasına bakmadan, koştu koştu koş
tu . . Eski günlerinin, uykusunda uyanıklığında her şey
.
200
İLYA' NIN KANUN-İ ESASİ
KARŞlLAŞMALARI
Barış Zeren
20 1
daha yukanlara çıkarnıakla yetindi, kuzey ile güney te
pelerine birer gözcü yolladı. Tam siper beklerneye ko
yuldular.
Bütün gece yürümüş, daha gidecekleri günlerce yo
lun yansına varmamışken büyük talihsizlik, bir belirsiz
likle oyalanmak! Kuşkusuz, bir Balkan çocuğu için dağ
larda gezmek hiçbir zaman külfet olmaz. Hatta İlya'nın
sırf bu dağ yolculuklan uğruna mı kornitacı olduğunu
kendi kendine sorduğu da olmuştur. Bulgar Prensliği' nin
batısında ücra bir köyde bıyıklan yeni çıkmış bir genç
ken, köy öğretmeni ivan' ın sözlerine kapılıp bir gece ai
lesini terk ettiğinde, aklını asıl çelen, Hilendarski'lerin
Botev'lerin Bulgar davası değil, ufuktaki Balkan dağları
nın üzerinden sınırlar ötesine geçebilme fikriydi. Nite
kim köyünde babası ve amcalarının tarla ile kilise arasın
da çürümesini izleyen gözler, iki ay içinde Sofya'da en
canlı kahvehane toplantılarında Makedonya'da ezilen
Bulgar milletini kurtarma nutuklarına tanıklık ediyordu.
Ateş gibi bakan kadınlı erkekli öğrenciler, hırsla masalara
vuran ajitatörler, bir de elleri cebinde, dalgalı, gözlerini
kapayan saçlannın arasından bunları izleyen, hiç çıkar
madığı lacivert redingotu, fulan ve kaytan bıyığı ile Pet
ra. Sofya'daki toplantıların bu müdavimi, yirmili yaşlan
nın sonunda; Paris'te felsefe okumuş, tartışmalara müda
haleleriyle diğerlerini pek onaylamadığı belli bir gençti.
Sanki acelesi vardı, tanışıklığı ileri götürmeye bakmadan
İlya'ya sormuştu: "Ne işin var senin bunlarla?" Kırık Bul
garcasından İlya'nın köylü çocuğu olduğunu anlarnış, bu
"küçük burjuva" çevrelerde oyalanmasını yadırgarnıştı.
"Bizim köyün daskal'ı vardır, ivan, onunla geldim ben,
gerisini bilmem." İlya'nın bu yanıtı üzerine Petra' nın at
tığı kahkaba hala kulağındaydı: "Hahha! Ah belli ki, doğ
ru dürüst adamsın sen kardeşim! Ama senin o daskal var
ya, o hakkabazların bir ayakları Londra, öbür ayaklan
202
Petersburg saraylanndadır, seni zerre kadar umursadıkla
nnı mı sanıyorsun? Anlayacaksın . . . "
·�ayacaksın . . . " Bu görev verildiğinde de Petra'nın
ağzından aynı sözü duymuştu. Ailesini Bulgaristan köyle
rinde bırakmasına yol açan o tekdüzeliği, İlya Sofya' da
kahvehane lafazanlıklannda da sezer olmuştu. O nedenle
Petra'nın da İlya'yı Sofya'dan koparması zor olmadı: dağ
lar arasında, coğrafyalar ötesinde bir yaşam ve savaş vaadi.
Sıra sıra dağlan aşan uzun bir yolculuğun ardından Se
rez' e vardıklannda İlya artık Sandanski grubunun bir ne
feri olarak Osmanlı Makedonya'sının kurtuluşu için silah
ve flşek kuşanmıştı. Bir çetnik, bir fedai ve militan olma
yolundaydı, anlama işini Petralara devredebilirdi.
Gene de bu seferki görev İlya' nın aklını baştan beri
fazlasıyla kanştırıyordu. Ta Serez'den Manastır'a yirmi
adamla gidip Rıfat Bey adında bir posta memurunun
göndereceği haberi beklemek de neydi? Manastır'ı nere
deyse bütünüyle rakipleri Verhovistlere ve Rumiara bı
rakmışlardı, oraya yirmi kişiyle dönmek tehlikeli olma
yacak mıydı? Üstelik ne zamandan beri memurlada irti
bat kuruluyor, ne zamandan beri postahane gibi kritik
bir mevkideki Türk' e güveniliyordu? Bu sorular, bekleyi
şin getirdiği durağanlığı fırsat bilip gene İlya'nın zihnine
hücuma başlamıştı.
O sırada, uzaklardan, kasabadan dağın eteklerine
doğru bir siluetin tırmanmakta olduğunu gördüler. Her
kimse, dağlık arazide çalılann üzerinden sıçrayarak ko
şarcasına geçiyor, otlan eze eze ilerliyordu; hiçbir tedbir
ve çekince emaresi yoktu. Bir süre sonra, dağın yamaçla
nnı pürdikkat izleyen dürbünlü gözcü İlya'ya işaret etti:
Kornitanın kaşif olarak gönderdiği Ziatan'dı gelen. Ne
budalalık ne sorumsuzluk! Üstelik ötede silahlar hala
patlıyorken ! Böyle deneyimsiz bir çocuğu tanınmıyor
diye kaşif yaparsan olacağı bu! Tek bir yabancı tarafın-
203
dan takip ediliyor olsa, kornitanın bu tedbirsiz üyesini
hain diye alnının çatından vurması işten değildi. Ne var
ki, Ziatan ihanetle damgaianma sınınndaki bu ölümcül
koşusuna birtakım bağnşlar da ekliyordu. El kol sallıyor,
rüzgarın alıp götürdüğü sözler haykınyordu. Ziatan öyle
bir heyecan dışa vuruyordu ki, İlya durumda bir olağan
dışılık, ama hayırlı bir olağandışılık olduğunu sezdi. Ola
ğandışılığın tehlikeli olanında çeteci ne yapacağını bilir
elbet, ama Ziatan'ın haykırışlanndaki sevinç tonu, İlya'yı
da bütün çetesini de hareketsiz kılmıştı.
Kornitanın sıkı gözcülüğü altında Ziatan mevzilere
kadar geldi; soluk soluğaydı: "Revolyutsiya! . . Padişah ilan
etti. Konstitutsiya! Bayram . . ! "
• • •
204
hin bir tuzağına düşmüş olmamak için İlya her adımında
Tann'ya yalvanyor, bizzat görmediği hiçbir şeye güvene
miyordu.
Postahanenin kapısında Sultan Abdülhamid'in Ka
nun-i Esasi'yi yeniden yürürlüğe koyduğunu bildiren fer
manı, Fransızca, Rumca ve Bulgarca çevirileriyle asılıydı.
İçerisi boştu. Genç postahane memuru karşısında beliren
tüfekli komitacıdan ürkmüş görünmüyordu: "Sabahtan
beri çok gelen var, Rum kornitası geldiler, aha şurada bek
çi var, o bir şey demiyorsa ben ne korkacağım . . . Bizim
müdür kaçtı, Hamidiydi, lanet bir adamdı, biz de kurtul
duk gayn." İlya Türkçe konuşma ihtiyacını ilk kez böyle
keskin duyuyordu. Ailesi Türkçeyi pek az bilirdi, anca
mültezirnin adamlanna dert anlatacak kadar. 93 Har
bi'nden sonra da iyice kullanmaz olmuşlardı. İlya'nın der
me çatma Türkçesi Sofya'da propaganda metinlerini okur
ken ya da Osmanlı Rumeli'sinde mücadele içinde geçir
diği süre içinde biraz daha gelişmişti. Şimdiyse zihni öyle
meşguldü ki, zaten yetersiz Türkçesini zorlayamayacaktı;
anlaşmayı yakın koruması olan ve Selanik'te çocukluktan
beri dört dil konuşmaya alışrnış Bogdan' a bıraktı.
Planlandığı üzere, acil şifreli telgrafa merkezden ya
nıt en kısa zamanda gelmeliydi. Postahanede beklerneye
koyuldular. Bogdan memur gence döndü: "Asker geliyor
mu? Bak burada fesat yok değil mi? Bizi tuzaklamaya
sın?" "Ben bilmem. B ana ilişmeyesiniz. Jön Türk dağa
çıkınca ordu telgraflan kesti. Vilayet arada talimatname
irsal ediyor. Hala da tek tük hep." İlya bir köşede otur
muş, bir yandan tütün sarar bir yandan etrafı kolaçan
ederken birden telaşla ayağa kalktı. Karşıdan silahlı, çap
raz fi.şeklikli birtakım adamlar geliyordu. Üniformasız ve
dağınık grupta Rum komitacılanna özgü pileli etek, deri
çizmeler, beyaz şeritli ve kolsuz yelekler seçiliyordu.
Evet, Rum komitacılardı bunlar ve bazı Arnavut silahlı
205
köylüler bir de kendi grubundan komitacılar. İlya düşün
dü: Birkaç gün önce yola çıkarken bu gruplann karşılaş
tıklan an birbirlerini boğazlamalan tabiat yasasıydı sanki.
Şimdiyse Rum komitasının dev cüsseli reisi Yunani bazı
nidalar ve kahkahalarla hızla İlya'nın yanına geldi, körkü
tük sarhoştu, bir kolunu Bogdan'ın, bir kolunu tıknaz
Arnavut'un omzuna attı, arkadaşlarının eşliğiyle marşlar
söylüyordu.
İlya'nın artık olan biten hakkında şüphesi kalma
mıştı. Devrimdi işte bu basbayağı, hiçbir şeye ve üç gün
öncesine dahi benzemiyordu. Zulüm ve baskı insanı na
sıl hızla çürütüyor, kirletiyorsa, devrim denen altüst oluş
da hızla tazeliyor, temizliyordu. Petra'nın güvenlik kay
gısı olmaksızın yazılmış telgrafını genç memur üşengeç
likle İlya'ya uzattı: "Değerli yoldaş, haberini bekliyor
duk. Evet devrim oldu, Abdülharnid anayasayı kabul
etmek zorunda kaldı. Aslında size verdiğim görev de bu
nunla alakahydı. Dahasını dönünce konuşalım. Silahı,
temkini elden bırakma, grubunu topla, Serez' e dön. Bo
şuna dağ yolu kullanmayın, şimdilik bizim için tehlike
yok, asker kanşmıyor, İttihatçı zabitlere rastlarsanız hiç
çekinıneye lüzum yok, trenle veya ahalinin konvoylany
la acilen dönün."
• • •
206
yorduk. Şimdi dağa çıkmazdan evvel Sandanski'ye ha
ber uçurdular. Enver Bey işin içinde. Çatışacaklardı, ica
bında İstanbul' a yürüyeceklerdi, siz de ne gerekiyorsa
yapacaktınız. Ama siz varmadan Abdülhamid beyaz
bayrağı çekti." "Peki, şimdi ne olacak?" "Artık seçimler
var, meclise mebus gönderilecek, Manastır'da sağ kanat
Anayasa Kulübü kuracakmış, Rumlar da var, seçimde
inisiyatifi onlara kaptırmamalıyız. Bu arada Selanik vali
si haber yolladı, bize mevki makam bulacak . . . Ha, bir de,
Serez' in tabur komutanını değiştirmişler, İttihatçı bir za
bit tayin edilmiş, gidip bir görün ona. Artık merkezde
yiz, Serez'deki hakimiyetimizi kaybetmeyelim."
İlya, gene yanında Bogdan'la hükümet konağının
avlusunda beklerneye başladı. Ne tuhaf, bir ay önce ko
nağa nasıl baskın yapacaklarını ince ince planlıyodarken
şimdi bahçedeki çiçeklerden başka bir ayrıntıyla ilgilen
miyordu. Bu değişimi her adımda duyumsayacaktı, alış
malıydı artık. Muhafızlar İlya ile Bogdan' ı içeri davet
ettiler, tepeden tırnağa aradılar. Emir eri kapıyı açtı ve
içeri girdiklerinde İlya bir haftadır geçirdiği hayret nö
betlerinin en çetrefillisine tutuldu. Karşısında Tahsin
Bey vardı. Bir önceki yıl kendilerine Selanik kuzeyinde
pusu atıp üç arkadaşını öldüren takip taburu komutanı
zabit. Hakkında kesin vur emri olması bir yana, alnından
vurulanlardan biri kendilerine biraz da ürküntüyle kıla
vuzluk etmekten başka suçu olmayan bir köylü çocu
ğuydu. Elleri titremeye başladı. Devrim bu nefreti de
yıkayacak mıydı?
Kolağası Tahsin Bey, Enver Bey'le birlikte dağa çıkan
İttihatçı bir zabitti. Anayasa kabul olur olmaz cemiyet
İstanbul' a bir liste göndermiş, özellikle orduda kimlerin
hangi mevkilere atanması gerektiğini bildirmiş, İstanbul
vakit geçirmeden isteği onaylamıştı; Tahsin Bey de bunla
nn arasındaydı. İlya'yı tanımıyordu, ama karşısında kıp-
207
kırmızı kesilmiş bu dağlı militanın hislerini anlamayacak
kadar aptal değildi. "Nerede karşılaştık acep, öfkelisin?"
Sessizlik. " Kim bilir hangisi." İlya'nın ağzından kesik kesik
sözcükler döküldü: "Solun . . . Ş imalinde. . . Sene evvel. . . V
Yulii" Bogdan toparladı: "Selanik kuzeyinde, geçen sene
temmuzda . . . " İlya Tahsin Bey'in anımsamaya çalışırken
kısılmış gözlerine dik dik baktı, işaret ve başparmağını
büktü, üç parmağını komutanın gözlerine doğru kaldırdı:
"Üç . . . Üç arkadaş öldü . . . Siz ! " Tahsin Bey hiçbir yerinme
ve pişmanlık emaresi göstermedi. Tersine, aynı hiddetle
yanıtladı: "Mektep basıp hoca öldürdünüz, müfettiş kat
lettiniz be! " Bogdan söze kanştı: "Müfettiş değildi Ha
mid'in hafiyesiydi onlar! " "Hadi bre oradan ! Yeni tayin
edilmiş gencecik hocaydı, çocuk kucağırnda öldü." Aslın
da hoca bir yana, geçen temmuzda mektep çıkışı Make
don kornitasının kurduğu pusuda asıl hedef müfettiş Mu
rad Bey'di ve gerçekten de okullardaki siyasi faaliyetler
dışında Serez'de kahvede konuşulanlan bile jurnallemek
üzere gönderilmiş bir hafiyeydi. Murad Bey kornitacılan
görünce silahına davranmış, öteden bir bekçinin de katıl
masıyla merminin, düşenin haddi hesabı kalmamıştı.
Tahsin Bey yurnruğunu masaya bu kez çıkınaza sü
rüklenen konuşmayı kesrnek üzere vurdu. "Bakın, bana
kulak kesilin ikiniz de. . . Artık bir kapı açıldı, istikbale
bakacağız, bu nevi muhasebeler faidesiz. Kahraman-ı
hürriyet Kolağası Niyazi Bey'le vazifedeydim, bana der
di, ' Bu kornitacılar ile vuruşuyoruz Osmanlı vatanı için,
lakin aslında bu istibdaddan kurtulmak isteyenlerle bo
ğuşmak da bana azap verir.. .' Bizim kanaatimiz budur.
Adaletsiz bir hükümet yerle yeksan oldu. Artık kanun
geldi, şimdi kanun etrafında uhuvvet ve müsavat ile Os
manlılığı tesis edeceğiz elbirliğiyle. Bu size bir teklif veya
sual değildir, reisiniz Petra'nın da Sandanski'nin de müs
pet tavnndan haberdanm." İlya'nın kendini toparlama-
208
sında Petra'nın adını duyması etkili olmuştu. Tahsin Bey
sanki gizli bir İttihatçı toplantısında planlannı anlatır
gibi sesi kısık, tek kaşı yukanda, İlya'nın, Bogdan'ın göz
lerinin içine bakarak devam etti: "Evvela asayişi temin
lazım gelir. Burada asker, j andarma ne yapacağını bilmez
halde. Bir de burada Rum kornitacılar var ki, benim on
lara hiç itimadım yoktur. Hepsi Girit' in istiklalini ister,
Atina'ya selam verir, Hamid' le de dostanedirler." Şimdi
İlya' nın nazannda bazı ortak noktalar belirginleşmeye
başlamıştı. Tahsin Bey planını açıkladı: "İnkılabın sela
metini temin etmeliyiz. Hem patrikhanecilerin hem si
zin de rakibiniz bulunan Manastır Bulgar seksiyonunun
fitne fesadını engellernede beraberiz. Vali paşanın da ha
beri var. Asayişi ve idareyi p ay edeceğiz. İntihabat yakla
şıyor, burada sizin politikamza yol açmak isteriz. Müsa
vata ilk emsal Serez olacak."
İlya, Sofya'daki toplantılardan beri kendileri ile diğer
kornitacı gruplan arasındaki gerilimlerden haberdardı. Ta
o zamanlar Petra özellikle diğer kesimlerin Avrupa baş
kentlerine bağlı olduklarını, Makedonya halkının kurtu
luşuna çalışmadıklannı, Bulgaristan'ın, Yunanistan'ın he
sabına iş yaptıklannı, hepsinin zengin toprak sahibi ve
tüccarlarca beslendiğini söylüyor, Makedonya'daki yoksul
köylünün, hele Bulgadann yegane temsilcisinin kendileri
olduğunu anlatıyordu. Bu Sandanski grubunun İlya dahil
bütün üyelerine bellettiği bir doktrindi. Kanun-i Esasi'nin
ilanından sonra bu aynm daha da önemli hale gelmişti.
Hala İstanbul'u düşman belleyip ihtilalin açıklan mı kol
lanacaktı, yoksa ilitilale destek verilip yeni düzenin şekil
lenmesinde rol mü alınacaktı? Petra, dönüşünde İlya'ya
konuyu Sofya günlerinden bu soruya getiren, aynı çerçe
vede ufak bir söylev verdi yeniden. Sandanski'ye bağlı
Makedonya-Bulgar komitesi milis grubu oluşturarak ayn
lıkçı Bulgar ve Rum faaliyetlerini engelleyecek, kimi kili-
209
se tesisleri gene Sandanski grubundan kimselere devredi
lecekti. İlya ise kiliseye bağlı okullan denetlemekle yü
kümlüydü. Talihin ve tarihin cilvesi, bir yıl önce Harnid'in
ajanı diye öldürdükleri müfettişin yerine bu kez kendisi
Kanun-i Esasi'nin görevlisi olarak atanmıştı .
• • •
210
ta görünüyorlar, birlikte meyhanede ya da çayırlarda içip
biraz kafa dağıtıyorlar, arada Bulgar ve Türk gazetelerini
okuyup İstanbul'da yeni açılan meclisin çözümsüz didiş
meler rnekanına dönmesini, meclisteki temsilcilerinin
nasıl umutsuz nutuklarla Makedonya sorununu tartış
tıklarını günbegün takip ediyorlardı. Sabahlan ise İlya
gene aynı boş güne uyanıyor, tek ilginç meşgalesi olan ·
Türkçe derslerine hazırlanıyordu.
Bir akşam Serez merkezinin biraz dışında, arkadaşla
oyla paylaştığı evine dönerken karanlık patikada yolunu
Karlov kesti. İlya, bu genç Rus çeteciyi devrim öncesi
Serez'den aynidığından beri görmernişti; "Karlov! Karde
şim, nasılsın?" diye kucaklamak üzere atıldıysa da Kar
lov'un soğuk ve telaşlı yanıtıyla duraksadı: "Çok kötü
yüm, İlya. Vakit yok, şu duvarın arkasına geçelim, dinle."
Karlov da İlya gibi Makedonya'dan değildi; Rusya'da
1 905 Devrimi yenilince bannamarnış, Bulgaristan' a kaç
mış bir ihtilalciydi. Sofya'da İç Makedonya Örgütü'nün
Manastır seksiyonuna üye olmuş, bu rakip kornitada fa
aliyet göstermesine rağmen İlya'yla dostluğunu kopar
marnıştı. Ani ve gizli ziyaretini Rusçayla kanşık Bulgar
casıyla anlatmaya başladı: "Kaçağırn ben. Manastır seksi
yonuyla kavgalıyız. Bunlann ne yaptıklan belli değil.
Ben düze çıkanz derken, bunlar Jön Türk'le arayı bozdu
lar. ihtilal oldu, biz hala kaçağız. Halbuki artık koşup
kaçmaktan yoruldum, yerleşmek istedim. Ben Kanun-i
Esasi için çalışacağırn deyince de kornitadan hafiye dam
gası yedim. Adarnların hem mecliste mebuslan var hem
de böyleler." "Evet, bize de hafiye diyorlar, ne ki biz Jön
Türk'le ittifak yapıyoruz sadece; bakalım nerede patla
yacak bu hakaretler." Karlov İlya' nın sözünü kesip de
vam etti: "Benim için daha kötü hal: Osmanlı bana da af
vermedi, Manastır'da Rus konsolosu eskiden beri etkili,
ondan da çekiniyorlar. Senin Jön Türk' le aran iyiyrniş
21 1
diye duydum, buraya geldim, bana burada bir af çıkart
tırsan? Kimseye itimadım yok, seninkiler görse ihbar
bile ederler. Şimdi dağa gidip saklanacağım acele etmen
lazım, birkaç güne irtibat kurarım."
İlya eve döndüğünde diğer kornitacılara tek söz et
medi. Ne yapabileceğini uzun uzun düşünmekten iyi bir
uyku da çekemedi. Petra Serez'de değildi, danışacak
kimsesi yoktu. Sonunda kendi girişimde bulunmaya ka
rar verdi. Ertesi gün erkenden hükümet konağına gidip
Tahsin Bey'in kapısını çaldı. Tahsin Bey yaverinden ziya
retçiyi öğrendiğinde, yeni atanan mutasarrıf Kazım Bey'
le görüşmedeydi. Mutasarrıfı henüz tanımıyordu. Adam
İttihatçıydı İttihatçı olmasına da, devrimden sonra her
kes İttihatçı kesilrnişti. Üstelik, gizli cemiyetle kavgalı
olduğuna, Abdülhamid'in gadrine hiç uğramadığına, Se
rez' in toprak sahibi beyleriyle arası iyi diye buraya gön
derilcliğine ilişkin söylentiler yeni mutasamfın kendisin
den önce Serez' e varmıştı. Böyle biri, bir kornitacının
konağa gelmesini nasıl karşılayacaktı? Tahsin Bey biraz
da telaşla odadan çıktı, hızlıca İlya'dan durumu dinledi.
Odaya döndüğünde mutasamf, göbeğini hoplatan kah
kahasıyla sordu: "Ne istiyormuş Tahsin Bey bu eşkıya
eskisi?" Tahsin Bey'in artık saklayacak bir şeyi kalmamış
tı, genel hatlarıyla meseleyi anlattıktan sonra ekledi:
"Sormayın efendim, şu af ricası, bunun mercisi biz mi
yiz? Hükümet bir nizarn getirmedi ki şu işe." Mutasarrıf,
İlya'nın kimliğini öğrendikten sonra hiç düşünmedi: "He
men kabul edin! " Tahsin Bey şaşırmıştı.
Bir dava adamı, ikbal adamını ilk görüşte tanır. Tah
sin Bey, görüşme sırasında Kazım Bey' in tam bir ikbal
adamı olduğundan emin olmuştu. Özellikle yoksul köy
lüye toprak dağıtılması konusu açılınca Kazım Bey'in,
"Ne münasebet, ziraati ihya varken arazi nizarnını boz
mak niye? Memleket yeterince anarşi gördü! " diye çıkış-
212
ması üzerine aralanndaki görüşme soğuk bir vedayla bitti.
Tahsin Bey Harbiye Mektebi'nde hep ihtilaller okumuş,
bir ara Fransa'ya bile gitmiş, topraklar yoksul köylüye
dağıtılmadan, derebeylik ve mütegallibe çökertilıneden
hiçbir kanun düzeninin yerleşmediğine inanrnıştı. Jön
Türkler içindeki istikrarlı tarihini de bu inanca borçluy
du ve aslında Serez'de silahların böyle susması, Sandans
ki Fırkası'nın desteğini alması hep topraklann yeniden
dağıtılması vaadine dayahydı. Kazım Bey ise besbelli şu
temmuz sonrasının türedi İttihatçılanndandı ve devr-i
sabıkın düzenini anayasa kılıfı altında sürdürmekten
başka niyeti yoktu.
Tahsin Bey, dalgın dalgın akşam İlya'yla görüşecekle
ri yere seyrediyordu. Mutasamf af isteğini kabul etmesini
tavsiye etmemiş, adeta ernretmişti. Tahsin Bey' i son dere
ce rahatsız eden bir hevesti bu. İlya'ya haberi verdi: ''Ar
kadaşırun af talebine kabul aldım mutasarnf beyden." İlya
hayretle atıldı: "Bu kadar ivedi ! " "Evet, fakat beklemeni
isteyeceğim bir süre." "Neden?" "Bakın, senin Petra'yla
uzun görüşmelerimiz oldu. Ben insan sarrafıyım seni de
tanıdım, onu da. Bana nedenini sorma, sana mühim bir
fısıltım olacak. Bu adam arkadaşına af vermek istiyor ver
mesine de, niyeti aslında onu hanyesi yapmak. Senin üze
rinden onu devşirecek, bir hafl.yeler ağı kuracak. Bunların
emeli istibdadı iade. Bu adarnın niyeti bozuk. Tavsiyem,
arkadaşın daha ortaya çıkmasın."
• • •
213
isyan çıkmış, isyancılar başkenti ele geçirmiş, Abdülha
mid'in de desteğiyle İttihatçıları kovalamaya, giderek
anayasayı tehdit etmeye başlanuştı. Çok geçmeden Üçün
cü Ordu ve İttihatçılar İstanbul'da 3 1 Mart'ta başlayan
isyana karşı Rumeli'de gönüllü toplamaya koyuldular.
Tahsin Bey Hareket Ordusu denen bu orduya en başta
yazılmıştı. Bir gün sonra, Makedonya Bulgar komitasının
bir ulağı rtya'ya acil bir telgraf yetiştirdi. Telgraf gene Pet
ra'dandı ve derhal İstanbul'da anayasa karşıtı ayaklanmayı
bastırmak üzere Hareket Ordusu'yla birlikte seferberliğe
katılmasını istiyordu. İlya, Karlov' a veda edemedi ve he
men Tahsin Bey'in gönüllü taburuyla yola çıktı.
İstanbul günleri İlya'yı derinden etkiledi. Selanik'ten
yola çıkmalarından itibaren İttihatçıları, Rum öğrencileri,
Yahudi esnafı, Bulgar köylüsü, kısacası reaktsiya'ya yani
irticaya karşı herkes Hareket Ordusu'na öbek öbek katılı
yordu. En son efsanevi Enver Bey de kurmay heyetine
geçmiş ve 3 1 Martçı isyancılara ültimatomu vermişlerdi.
İlya İstanbul'da bir gün silah çatacaksa, böyle çatacağını
aklına bile getiremezdi. Makriköy önünde kurulan kamp,
Ayasofya önünde koşuşturmalar, Galata Köprüsü üzerin
den yürüyüş, Taksim' e çıkarken sokak sokak çatışmalar ve
Topçu Kışiası önünde Tahsin Bey'in barut ve sıyrık izle
riyle dolu yüzüyle İlya'ya gülümseyip, "Ya Bulgarcığım
bak senin o Bulgarlar gelsin görsün İstanbul nasıl alınır
mış," diye kahkaba atması belleğine İstanbul'u kazıdı. Yıl
dız Sarayı düşmüş, Abdülharnid tahttan indirilmişti ve
İlya oradaydı. Hakikaten, Sofya'dan beri Slav gençliği
"Tsarigrad"ı fetih, Abdülharnid'i devirme nutuklan atardı
da bunu gerçekten yapmak rtya'ya nasip olmuştu. Dev
rim, gerçekliği rüyaların da ötesine geçiriyordu .
• • •
214
Ne var ki, İstanbul rüyası, dönüşte Serez lcibusuyla
kesilecekti. Trenden indiklerinden itibaren Serez halkı
nın müthiş tezahüradanyla coşkusu ve gururu kabardık
ça kabaran İlya, akşam meyhanede ağır bir haber aldı:
Yokluklannda Karlov öldürülmüştü. Gencin kafasına
mermi sıkılmış, cesedi bir derenin kenannda bulunmuş
tu ve olayla ilgili Serez Bulgarlanndan tanınan .kimseler
tutuklanmıştı. Bütün o sevinçle ve coşkuyla kutlayan
halkın içinde gerçekten de tanıdığı bazı arkadaşlannın
ve esnafın olmadığını İlya böylelikle fark etti. Coşkunun
en tepesinden dehşet verici bir moral düşüşle birlikte
evine gitti, odaya kapandı. Hayal kınklığının en acımasız
olanı, belirsizlik ve şüpheyle el ele gelenidir belki de.
Bunu kim yapmıştı? Bulgarlar tutuklandığına göre, Kar
lov'u hafi.yelikle suçlayan Manastır komitasının işi miy
di? Öyleyse neden kendi Serezli arkadaşlan tutukluydu?
Onlar da saf mı değiştirmişti? işkence görüyorlar mıydı?
Ve Tahsin Bey, İlya'nın nezdinde mertliğiyle düşmanlık
tan dostluğa hissettierneden terfi eden bu Jön Türk ne
den bu olaydan söz etmemişti? Yoksa, yoksa hiçbir şey
göründüğü gibi değil miydi? Ertesi sabah ilk işi yeniden
Tahsin Bey' i bulmak olacaktı.
İlya yatağında bu evhamla dönüp dururken birden
bahçeden bağnşmalar gelmeye başladı. Evin kapısı kırıl
dı, İlya'nın evi paylaştığı, devrim sonrasında biri katiplik
biri posta memurluğu yapan diğer iki kornitacı kıskıvrak
yakalanrnışlardı. Gelenler j andarma ve takip taburuydu.
İlya pencereden atlamak üzereyken dışandan bir el silah
sesi duyuldu: "Teslim ol! " İlya kıstınlmıştı, daha fazla di
renmedi. Hareket Ordusu'ndan dönüş günü, daha saba
hı görmeden jandarmalada birlikte sorgu yargıcının kar
şısına çıkarıldı. Evet, konu Karlov cinayetiydi. Herhangi
bir suç isnat edilmiyordu, ama Karlov'un ne zaman öl
dürüldüğü belli değildi. Hareket Ordusu seferinden ön-
215
ce miydi, sonra mıydı, bu aniaşılana kadar İlya'yı tutuk
lama kararı çıktı. İlya avukatını bile görerneden kendisini
tutuklu diğer Bulgarlada aynı koğuşta buldu. Gerçek bir
şok içinde, artık yalnızca bekliyordu.
Cezaevinde geçen üç hafta boyunca dışandan ne
doğru düzgün bir haber alabildi ne de avukatını görebil
di. Cinayet, adi değil siyasi suç kapsamına alınmıştı ve
davada sıkıyönetim mahkemesinin katı kurallan geçer
liydi. Tek bildiği, tutuklu diğer Bulgar arkadaşlanndan
bir farkı olmadığıydı. Kimse dosyayı görmemişti ve olay
la ilgileri olmadığına yemin ediyorlardı. Hatta İlya içle
rinde belki de olayla en ilgili kimseydi, zira çoğu Kar
lov'un Serez'de olduğundan bile haberdar değildi. Petra
da besbelli İlya'nın kendisine söylemediği bu Karlov va
kıasından dolayı onunla ilişki kurmaktan imtina ediyor
du. En azından İlya'nın kafasında katilin o koğuşta olma
dığı netti. Şüpheleri giderek Tahsin Bey' e odaklanıyor
du, ama bunda tutarlı bir senaryo oluşturmuş olmasın
dan ziyade, Tahsin Bey'in bir kere bile ortada görünme
miş olmasının payı vardı.
Üç hafta sonunda bir akşam, karanlıkta gardiyan ko
ğuşun kapısını açtı. İlya'yı işaret etti, İlya kalktı, iki silah
lı nöbetçi eşliğinde yan binaya götürüldü. Ancak o sırada
fark etmişti, gamizonda tutuluyorlardı . Yalnız, karargah
yerine bahçedeki bir nöbet odasına götürüldü. Kötü bir
his yüreğini kaplıyordu. Orada infaz edilmesi işten de
ğildi ve bir anda, Karlov'un da böyle bir kaderi paylaşmış
olabileceğini düşündü. Kanun diye diye böyle hin bir
tasfiye neden olmasın? Belki Petra da dışarıda buna kur
ban gitrnişti! İşte Osmanlı'ya itimadın sonu!
Ama kulübenin girişinde bununla tutarsız bir şey
oldu. Nöbetçiler İlya'nın kelepçelerini çözdüler ve kapı
yı açtılar. Loş odada Tahsin Bey yalnızdı, ayağa kalktı,
İlya'yı sandalyeye buyur etti. İlya öfkeliydi, Tahsin Bey'i
216
ilk gördüğü günkü kadar. Bir yandan da onu gördüğüne
içten içe sevinmişti; o günden sonra yaşadıktan, bu mert
adamdan bir yardım beklentisini de belli belirsiz besli
yordu. Hiçbir şey olmasa, neler döndüğü artık açıklığa
kavuşacaktı: "Neler oluyor? Masumuz, üç haftadır ko
desteyizdir." "Biliyorsundur, Karlov cinayeti. Divanıharb
kuruldu. Tahkikat heyetinde ben de vanm." "Ha demek
sen de var ! " O sırada Tahsin Bey nöbetçilere eliyle dışan
çıkmalannı emretti. İlya sert bir tonla devam etti: "Bi
zimle alaka yok, hele arkadaşlanm. Karlov'un Serez'de
olduğu bir siz haberdar bir ben. Belki de cani siz?" Tah
sin Bey araya girdi: "Yanlış. Bir de mutasamf bey haber
dardı." Bir sessizlik oldu. Tahsin Bey bir kağıt ve kalem
aldı, biraz uzun süre bir şeyler karaladı ve mum ışığında
İlya'ya gösterdi: "Tahkikat komisyonunda bizzat müşa
hede ettim. Mutasamf bir fesat peşinde. Karlov'un hafı
ye olduğunu o sebeble katiedildiğini iddia ile tahkikatı
bir kısım Bulgar' a ve sana doğru sevk etmekte. Halbuki
henüz hafıye değil idi. Ben tahkikatı mutasamfa meylet
tirdim, zannederim cinayetten şöyle veya böyle mesul
dür. Çok kızdı. Şimdi İstanbul' a şikayetle beni heyetten
alacak. Yann fırsatın olacak, Serez'den tez kaç ! " Tahsin
Bey İlya'nın okuduğunu anladığından emin olduktan
sonra kağıdı mumda yaktı. Nöbetçileri çağırdı. "Bu şahıs
bizimle teşrikimesaiyi kabul etmiştir. Bulgar kornitasım
anlatacak. Bunu diğerlerinden tefrik edin, yann mahke
me reisine götüreceğiz."
Ertesi gün, plan bile denemeyecek ufak tezgah son
derece kolay işledi. Tahsin Bey ve sadık yaveri, tutukluyu
reise götürürken mola verdiler. Tutuklu bir anlık dalgm
lıktan yararlanıp ormanda kayıplara kanştı. Tahsin Bey'in
bu senaryosuna elbette mutasamf Kazım Bey pek inan
madı. Makam odasında sert bir tartışma geçti, Tahsin
Bey' i soruşturma açıp divanılıarbe vereceğini ilan etmiş-
217
ti ki, Tahsin Bey fedailere özgü delifişek bir hamleyle elini
beline attı, silahını tutarak Kazım Bey'e bağırdı: "Di
vanıharbe gideceksek hakkıyla gidelim ! " Silah karşısında
gerçek İttihatçı ile sahtesi hemen kendini belli eder. Mu
tasamf kaskatı kesildi. Tahsin Bey'in üzerine daha fazla
gitmedi. Zaten fırari vakıasından sonra artık Tahsin
Bey'in görevde kalması mümkün değildi, bu çileden çık
mış kornitacı yüzünden her şeyden, hatta canından ol
mak akıl kan değildi. Tahsin Bey'se bütün bu gerginliği
önceki akşamdan planlamış, artık kontrolün tamamen
mütegallibeye geçtiği Serez'de yapılacak fazla bir şey ol
madığını düşünerek oradan aynlmayı göze almıştı. Tabii
gene bu korkunun Kazım Bey' e yeteceğini bilerek silahı
nı da belinden çıkarmamıştı. Zira silah bir kere çekilse,
ateşlenınesi mutlaktı!
• • •
218
zarf getirdi: "Tahsin Bey'den; kendisini sonra Selanik'te
gördüm. Hükümetten İttihatçılan düşürdüler, Balkan
Harbi'nin başlamasına yakın, Selanik'ten herkes aynlı
yordu, sana ulaştırmam için bu notu iletti."
İlya zarfı açtı: "Muhterem kardeşim İlya, aynlma
mızdan evvel Petra'ya da dedim. Biz her şeye rağmen
aynı tabiattan insanlar mıyız? Hislerimi Kazım Bey'den
bir sohbette hızla uzaklaştıran, sen gibilere bu kadar hız
lı yaklaştıran nedir? Medeniyet dağlara çıkmaz derler. Şu
işe bakınız ki, biz dağdan medeniyet indirdik. Kanun,
hürriyet, uhuvvet tesis edelim dedik. Lakin Abdülhamid' i
yendik de onun topraktaki köklerini sökemedik. Zorba
lar toprağa hakim, kanuna galip çıktı. Milletlerimizin
birbirini boğazlaması arifesinde, yine de ümid ederim
bir daha mütegallibe uğruna düşman olmayız. Selamlar
ederim."
219
YAPURDA DOGUM
Gülhan Balsoy
221
kendine güldü. O kadar gebeyi doğurtmwı, o kadar bebe
ği kucağına almıştı ama artık işler eskisi gibi değildi. Daha
ufacık bir çocukken, ebesi ona el verip doğurtmanın, be
bek ve lohusalara bakmanın inceliklerini gösterdiği za
manlarda her şey çok başkaydı. Ebe olmak öyle tüm kız
çocuklarının özendirildiği bir iş olmasa da bir saygı uyan
dırırdı. Ebe dediğini herkes tanır, hatırını sorar, fıkrini da
nışırdı. Hem de sadece doğumlarda değil, kadınlarla ilgili
karmaşık davalarda, mahrem konularda, anlaşmazlıklar
da, ebelerin de tanıklığı mutlaka aranırdı. Ama son yıllar
da çok şey değişmişti. Zaten hiçbir şey eskisi gibi değildi.
İşte ebelikte de ne olduysa birdenbire erkek doğum dok
torlan peyda olmwı, işlerine ortak çıktıklan yetmezmiş
gibi bir de habire ebelere gözdağı vermeye başlamışlardı.
Yok ebeler pisrniş, cahilrniş, pasaklı ihtiyar kadınlarmış,
çocuklan, loğusalan sakat bırakırlarmış. Aksine, Hayriye
Hanım doğumlarda annenin ve bebeğin hayatını tehlike
ye atmamak için elinden ne gelirse yapardı. Üstelik tanı
dığı bütün ebeler de öyleydi. Öyle ölürnlere aldırmayan,
sakatlığı umursamayan tek bir ebe tanırnıyordu. Tanıdık
larının hepsi cefakar ve fedakar kimselerdi. Ama ne fayda,
zaman ebeleri hor görme zamanıydı. Yüz kurwıu denkleş
tirip şahadetname almak bile işe yaramarnıştı. Bir doktor
la karşı karşıya gelmeyiversin, doğum doktoru olmayanlar
bile ebeleri imtihana çekiyor, tırnaklannı, üstünü başını
kontrole kalkışıyordu. İşte bu çok gücüne gidiyordu. Oysa
kendisi hep üst başını terniz tutar, doğumdan döner dön
mez ilk iş elbiselerini kaynatır, güzel havalarda bol bol
güneşte havalandırırdı.
Bunlan düşünürken Büyükdere iskelesi'ne varmıştı.
Hava da iyiden iyiye soğumuştu. İskeledeki alafranga sa
ati kontrol etti. Okuma yazmayı, rakarnlan, saati oku
ınayı öğrendiği için gurur duyardı kendisiyle. Vapur bi
raz sonra kalkacaktı. İçeri girip tıklım tıkış salonda otu-
222
racak bir yer ararken gözü gebe bir kadına ilişti. Meslek
alışkanlığıyla kadını şöyle bir süzüp gebeliğinin çok iler
lediğini, doğumun yakın olduğunu düşündü. Gebe kadı
nın göbeği bile düşmüştü. Bu soğuk havada ne demeye
sokaklarda dolaşıyor, sokak ortasında doğuruverecek, bir
akıl vereni de mi yok diye kendi kendine söylendi . Ya
nındaki de kocası olmalıydı. O ne demeye kadının aklına
uydu da sokağa çıktılar birlikte, hiç mi akıl yok bunlarda
diye düşündü. Ama o sırada boş bir yer görünce gebe
kadını unutup kendini koltuğa attı.
Biraz sonra vapur iskeleden kalkıp Boğaz'da yavaş
yavaş süzülmeye başladı. Kış ortası bile olsa ne de güzel
di Boğaz. Kendisini düşünmeye başladı yine, ölene kadar
ebelik etmek, çocuk doğurtmak istiyordu. Doğan bebek
leri kucağına almak, kulaklarına isimlerini fısıldamak,
kundaklamak, kırklamak sanki kendi çocuklanymış gibi
mudu ederdi onu. Bebek kokusu olmasa bu iş yapılmaz
diye düşünürdü hep. Her hastalıkta, sakadıkta, hele
ölümlerde nasıl da üzülür, günlerce konuşmak bile iste
mezdi. Sanki kendi suçuymuş gibi üzülürdü her seferin
de. Bazen de, hele artık yaşlanmaya başlayalı beri, evvel
den doğurtmuş olduğu şimdiyse gelinlik çağına gelip
kendi gebe kalan hatunların doğurolarına gitmek ayn bir
muduluk veriyordu. Dile kolay, tam kırk yıldır Aksaray' da
ebelik yapıyordu.
Aksaray aklına gelince, evini düşündü. Çok soğuk
tur şimdi ev, gider gitmez mangalı yakmalı hemen diye
düşündü, ama şimdiden biraz yorulmuştu. Üstelik daha
yolu da vardı. Önce köprüde inecek, oradan tramvayla
Aksaray' a geçecekti. Kızı çok ısrar etmişti, havalar ısına
na kadar hiç değilse bir ay daha yanında kalmasını iste
mişti ama kalamamıştı, ne de olsa yaklaşan doğumlar
vardı, kaç gebe hatuna söz vermişti. İşte hem ebelikten
vazgeçemiyor hem o doğumdan bu doğuma koşturmak
223
artık zor geliyordu. Senelerdir tanıdığı Fehime Hanım
bir süredir Hanımiara Mahsus Gazete mi ne öyle bir
mecmuanın idarehanesinde ebelik ediyordu. Doğum sı
rasında yardıma ihtiyaç duyan kadınlar gazete idareha
nesine müracaat ettiklerinde Fehime onlann imdadına
koşuyordu. Hem de gazete ona her ay belli bir para ödü
yordu. Ben de kendime böyle bir kapı bulabilir miyim
acaba diye aklından geçirdi. Ama kaç tane öyle gazete
vardı ki? Her gazete, her mecmua ebe tutacak değil ya
diye düşünüp kendi hayallerine içerledi.
Kafasında dağınık düşünceler uçuşurken yolu nere
deyse yarılamışlardı. Birden birtakım gürültüler, bağnş
lar, koşturmalar işitti. "Ay yetişin! Yapurda bir hatun do
ğuruyor! ! ! Yok mu yardıma gelecek kimse? All ah nzası
için bir yardım edin! ! ! " diye çığlık attı biri. Gayriihtiyari
yerinden fırlayıp sesin geldiği tarafa doğru seğirtti. Yapu
ra binerken gördüğü gebe kadındı bu, ah biliyordum bir
kaza olacağını diye geçirdi içinden. Neredeyse içgüdüsel
bir şekilde doğumun başladığını idrak etti. Kadının suyu
gelmişti, doğum fazlasıyla hızlı gerçekleşecek gibiydi.
Doğurmakta olan gebe hatun hem sancıdan inliyor hem
de "Yardım edin. Ne yapacağım şimdi? Kocama haber
verin ! Ay çok fenayım ! " diye bağınyor, inliyordu.
Adının Leman olduğunu öğrendiği gebenin kocası
selamlık bölümünde olmalıydı. Ona hiç değilse haber
vermek icap ederdi. Bu arada her kafadan bir ses çıkma
ya başlamıştı. "Eyvahlar olsun ! Yapurda doğum mu olur
muş? Çocuk murdar olacak!" dedi biri. "Hiç utanrnası da
yok hatunun, vapurda dağurulur mu hiç?" dedi öteki.
"Hanım! Hanım ! Doğum bu, çiş mi de tutasın? Anlaşı
lan sen hiç doğurmadın ! " diye onu fırçaladı beriki. "Ha
nırnlar bir susun da kadın rahat rahat doğursun, bu gü
rültüye çocuk geri kaçacak," diye bir ses yükseldi. Bu
sefer ona cevap olarak, "Ayyy, o kadar biliyorsan sen sus.
224
Hem kendisi car car konuşuyor, hem bize laf yetiştiri
yor," geldi. Hayriye Hanım, "Kadınlar hamamından be
ter oldu burası, susun hanımlar, bana çul çaput biraz
kumaş parçası bulun," diye çıkışıp susturmaya çalıştı on
lan. Kış ortasında bu ne kalabalık!
"Ah hanım ! ! ! Bu vaziyette sokağa çıkılır mı hiç? Ne
yapmışsın sen ?" diye de Leman Hanım' a hafif yollu çı
kıştı. Kadıncağız nefes nefese kalmış, soğuğa rağmen al
nında ter damlacıklan birikmişti. Hayriye Hanım çığlık
atan, dövünen kadın yolculardan birini gözüne kestirip,
"Koş ! Sen bize sıcak su bul ! " dedi. Bir başkasına, "Sen de
git hatunun kocasına haber yetiştir. Hem de gitsin vapu
run kaptanına haber versin ya bir yere yanaşahın ya bize
bir kamara versin. Böyle uluorta, herkesin içinde nasıl
doğum yaptınlır? Hadi acele edin ! " dedi.
Selamlık bölümüne giden hatun ortalığı birbirine
katrnıştı ama Kamil Bey'i de bulmuştu. Bu arada bütün
vapura da mevzu çıkmıştı. Kimi ayıplıyor, kimi eğlence
çıktı diye seviniyor, endişeliler dudaklan kıpır kıpır dua
ediyor ama neredeyse tüm vapur bunu konuşuyordu.
Kamil Bey koşa koşa vapurun harem tarafına girdi. Bunu
gören birkaç kadın çığlık attı. Hayriye Hanım'sa büyük
bir soğukkanlılıkla, "Destur! !!" diye bağırdı, "Evladım ne
işin var burada? Koş kaptana çık? Birkaç hatun daha
gönderdim ama bakın bakalım bir kamara var mıymış?
Ya da yakınlarda bir iskeleye yanaşalım. Burada bir sa
katlık çıkacak böyle. Hem de öyle uluorta namahrem
yanına girme bir daha ! " diye hem ona çıkıştı hem de ta
limatlannı verdi. Hayriye Hanım'ın ne yaptığını bilen
edası Kamil Bey' i azıcık sakinleştirmişti. Biraz başına ge
lenlerin şaşkınlığı biraz da işittiği azann etkisiyle süklüm
püklüm kaptan karnarasma doğru koştu. O çıkarken beri
taraftaki bir hatun, "Doğum sırasında kocanın geldiği
olacak iş mi? Uğursuzluk getirir. B ak söylemedi deme
225
bir sakatlık çıkacak, bebek murdar olacak," diye söylen
di. Yanındakiyse, "Kız sus ! Asıl sensin uğursuz, öyle kötü
kötü konuşma, meymenetsiz ! " diye payiadı onu .
Leman Hanım inliyor, "Gelmedik mi? Bu vapurdan
indirin beni ! Hastaneye götürün, Haseki'ye gideceğim
ben ! " diye sayıklıyordu. Hayriye Hanım ona da şaştı, "Ne
Haseki'si, kızım? Ne işin var ta orada? Bebek ha geldi ha
gelecek, sen azıcık sabret," dedi. Neyse ki kaptana çıkan
hatunlar yetişti o sırada. "Müjde ! Üst katta bir kamara
varmış, hemen taşıyalım hatunu, orada doğursun." Le
man H anım 'ın ayağa kalkacak hali yoktu. Doğum başla
dı başlayacak! Kamil Bey başka türlü razı gelmezdi ama
pek de seçeneği olmadığını bildiği için üç tayfa çağırdı
lar, dört adam elbirliğiyle Leman Hanım'ı sırtiayıp ka
maraya taşıdılar. Bu arada tabii vapurda başka bir cüm
büş koptu neredeyse. Her kafadan başka ses çıkıyor ama
çoğunluk bütün bunlann uğursuzluk getireceğinden,
bebeğin başına bir sakatlık geleceğinden korkuyor, "Koca
vapur şahit olduk, nasıl doğum bu böyle?" diye söyleni
yorlar bir yandan da kendilerine çıkan şenliğin tadını çı
kanyorlardı. Aslına bakılırsa Hayriye Hanım bütün bu
işleri oldukça maharetle halletmişti. Ne namahrem bir
görüntü olmuştu ne Leman Hanım utanacağı bir hale
düşmüştü. Ama küçücük vapurun içinde bile dedikodu
öyle hızla yayılıyordu ki, herkes sanki bizzat gebenin ba
şındaymış da doğumu kendileri yaptınyormuş gibi olan
biteni konuşuyor, tartışıyordu.
Kadınlar kısmındaki yolcular da konuşmaya hiç ara
vermemişlerdi ama o arada nasıl yaptıiarsa tam kadınlara
özgü bir beceriyle birbirlerine laf yetiştirmeyi bir an ol
sun bırakmadan bir sürü bez, sıcak su, bebek için kundak
lık bir örtü, hatta her nasılsa bir battaniye ve bir yastık
bile bulmuşlardı. Doğum sonrası iki lokma atıştınp gücü
nü toplaması için Leman Hanım' a birkaç lokma yiyecek,
226
hatta bebeğe içirınek için şekerü su bile getirınişlerdi. Le
man H anım 'ın yanındaki ufak çantadan da bebeğin kun
daklığı, bir çift patik ve bebek başlığı çıkmıştı.
Karnaraya girince Hayriye Hanım önce ellerini, kol
larını iyice bir temizledi. Yanına yardıma gelen iki acar
hatun da gebe için yere temiz bezler yayıp ona da hızlıca
bir yer hazırlayıp yerleştirmişlerdi. Leman Hanım da ka
marada içerideki gürültü patırtıdan uzaklaşıp rahatla
manın etkisiyle mi nedir, bir büyük çığlık attı, doğum
başlayıverdi. Hayriye Hanım kan ter içinde bebeği alma
ya çalışırken karnaranın kapısı açıldı. İçeri biri girdi.
Hayriye Hanım, "Dur! Namahrem ! Doğum var burada! "
diye çığlık attı ama içeri giren kişi, "Ben tabibirn hanım !
Tabibe namahrem olmaz. Çekil şöyle kenara . . . " diyerek
Hayriye Hanım' ı kenara itti. Çok gücüne gitti bu Hayri
ye Hanım'ın. Bunca yıldır ebeydi. Öyle soğukkanlı ve
ustalıkla müdahale etmese maazallah ne sakatlıklar çı
kardı, şimdi son anda gelip kendisini ne sanıyordu bu
adam? "Tabip efendi, korkacak, endişetenecek bir şey
yoktur, doğum başladı, ben de çok şükür senelerdir şaha
detnameü ebeük yapanın. Şimdi bebek gelecek ! " diye
tekrar Leman Hanım ' ın yanına geçti. İşte tam o sırada
bebeğin ağlaması işitildi. İkisi de bebeği almak için birbi
riyle adeta yarışıyordu ama Hayriye Hanım yavrucuğu
kaptığı gibi poposuna ilk şaplağı yapıştırdı. Hekim Dut
ciyan Efendi de bundan istifade göbekbağını kesip bağ
ladı hemen. Biraz çekişmişlerdi ama çok efendi, yine de
babacan, mahir bir tabibe benziyordu. Hayriye Hanım
onun işini yapışını yan gözle izledi, içinden onayını ver
di . Göbek bağlanınca bebeği ondan alıp sıkıca kundakla
dı, yorgun annenin kucağına verdi. Bu pek tatlı, pembe
yanaklı bir erkek bebekti. Hem tombul bir şeydi hem de
çok sağlıklı görünüyordu.
Herkes tam rahat bir nefes almıştı ki, kapı tekrar açıl-
227
dı . Dur demeye kalmadan giren kendisini tanıttı, meğer o
da Şirket-i Hayriye tabibiymiş. Onlar doğumla uğraşırken
vapur çoktan köprüye yanaşmış, kaptan da vapur şirketi
niri tabibini çağırtmış. Sonradan gelen, sanki her şeyi ken
disi yapmışçasına bir edayla iyi bir sorguladı Hayriye
H anım 'la Dutciyan Efendi'yi. Doğum ne zaman başladı,
ne kadar sürdü, neden bu kadar çabuk oldu minvalinde
bir sürü soru sordu. Ancak bebeği kontrol edip bebeğin
ve annesinin sağlığından memnun kalınca her ikisini ve
yeni anne babayı tebrik etti. Yapurda doğum mu olur,
nasıl olur derken iki tabip bir ebeyle şu ufacık kamara eni
konu bir hastane odasına dönüvermişti.
Nihayet loğusa biraz kendine gelince sorgulama sı
rası bu sefer Hayriye Hanım' a geldi. "Kızım," dedi, "hadi
kendin gençsin, ama akıl verenin de mi yok, bu kış aya
zında, karnı burnunda sokağa mı çıkılır hiç? Neyse veril
miş sadakanız varmış da bir kaza bela çıkmadan yavru
nuzu kucağınıza aldınız. Maazatlah ne fenalıklar gelebi
ürdi başınıza." Sonradan anlattığına göre Haseki Nisa
Hastanesi' nde hastane doğumu yapacağım diye tuttur
muş Leman Hanım. Nereden duyduysa orada doğum
larda hiç sakatlık ölüm olmadığını duymuş. Meğer gebe
Üği başlayalı beri etrafındaki konu komşu, görümcesi,
eltileri şom ağızlılık yapıp yok onun bebeği sakat doğdu,
yok bununki doğumda öldü, öbürü üç gün yaşamadı
derken gözünü korkutmuşlar kızcağızın. Bizimkinin de
ya bebeği ölürse ya bana bir şey olursa eviadım anasız
kalırsa korkusundan günlerdir gözüne doğru düzgün
uyku bile girmiyormuş. Yemez, içmez olmuş o haünde.
Ancak Haseki'ye gidersem ölmez de sağ saüm yavrumu
doğururum yoksa ölüp gideceğim, talihsiz yavrum ana
sız kalacak diye ağlıyormuş. Kocası Kamil Bey de sonun
da hem acımış hem de halinden korkup hastaneye gö
türmeye razı olmuş. Daha ilk doğumunu yapacak gen ce-
228
"SB Numaralı Boğaziçi Vapuru", 1 909.
Kaynak: Atatürk Kitaplığı Kartpostal Arşivi, Krt_006552.
229
YASLI GiT T iM, ŞEN GELDiM . . .
Tülin Ural
• • •
• • •
23 1
"Yobaz söyleniyor gene" dedi içinden .
Evin içi havasız, loş, yalnız olurdu. Sanki her köşe
sinde ayrı bir hayalet gizlenirdi.
Yürürken gıcırdayan tahtalarını her gün ovardı Ha
fıze Hanım. Şaşmaz temizliğiyle tüm bu yalnızlığa ve
evin hayaletlerine karşı savaşırdı.
* * *
* * *
232
"Sivas Hükümet Meydanı" (tarih yok.]
Kaynak: Atatürk Kitaploto Kartpostal Arşivi, Krt_01 3762.
• • •
233
aynısı. Güzel omuzlanndan sonra, bembeyaz, zarif kollan
başlar. . . Ama c adı kaynanası söylenmesin diye, çıtçıtla iki
kumaş parçası tutturulacak şimdi omuzlara. Yine de, bu
haliyle bile ne güzel oldu, tazecik gençliği içinde.
Sonra arabada çıtçıtlan çıkanr ve kolları çıplak kalır.
Kayınpeder tam bu sırada biraz utanır; azıcık yana döner
her defasında. Camdan karanlık sokaklara bakarmış gibi
yapar. Nefesi hep biraz rakı kokar bu bıkkın, suskun ve
artık her şeyden vazgeçmiş gibi duran zabıt katibinin.
Yeni cumhuriyetimize duyduğu samimi inanç da biraz
tuhaf durur üzerinde: Heyecansız, sanki bir mecburiyet
miş gibi inanır.
• • •
• • •
234
lernden kalan tek yadigar odur. Kolu çolak, gözü az görür,
eğri büğrü bir yadigar. Ve bir şeyi uylayınca kessen vazge
çiremezsin. Öyle bir katır inadı . illaki doğruyu söyleye
. .
235
Şu benim adama da kocası cepheye gitmeden hami
le kalmış kaynanam. Bir daha da çocuklan olmamış.
Ama Hafize cadısı kıskanır beni bilirim; gençliğimi
kıskanır. Çünkü peder bey iki kadeh rakısını içip eve dön
düğünde, kırk yılın başı konuşacağı tutup, o mühürlü ağzı
nı açıp da ajans üzerine veya ne bileyim Gazi'nin hastalığı
üzerine (Allah onu başımızdan eksik etmesin) iki çift laf
edecek olsa, onu dinleyip de cevap veren bir ben vanm.
'Ağzı dolaşıyor bu musibetin,' der anca Hafize Hanım.
Bütün gün bu kurtlu tahtalan ovup durur sonra.
' Hayaletler var bu evde,' diye söylenir hep.
Eskiden Ermeni mahallesiymiş burası. Gelin geldiği
senenin sonunda taşınmışlar eve.
Habire söyleniyor öyle hayalet de hayalet diye. Ha
yalet mi olurmuş hiç bu çelik devrinde . . .
Hem hayalet olsa, bizim Dedeağaç'taki evde olur asıl.
Babamı Bulgar' ın bıçağı altından son anda, zama
nında iyilik edip çetrefil bir davasını çözdüğü bir başka
Bulgar kurtarmış. Evi köyü öylece bırakıp aldacele kaç
mışlar. Daha iki yıl geçmiş geçmemiş ki babacığım da o
boynuna dayanan bıçağı düşüne düşüne ölmüş. İyi ki
ölmüş de iki abimin Çanakkale'de şehit düştüğünü gör
memiş.
Böylece gurbette, yokluk içinde yetim kaldık işte
biz de . . .
Ama insan b u meyus hatıralada yaşamamalı di mi?
Hem harp da bitti gitti . . . Artık memleketimizi muasır
medeniyet seviyesine yükseltmek için canla başla çalış
malı, cehle karşı savaş açmalıyız. Neşeli, dinç ve zinde. . .
Ne diyordu Bahar Çiçeği'nin sonunda, 'Mutlu mil
letierin tarihi olmazmış.'
Ne kadar güzel bir söz . . . "
• • •
236
Böyle dedi içinden babaannemiz . . .
Yitirilen görkemli günler ve gerçekleşmemiş gençlik
hayalleriydi cumhuriyetirniz . Yetim bir ergenin dinme
yen baba özlemi ve beyhude yere aramaktı kendini.
Sıkıntılı ev içleri; dışandakiler bizi fena tanımasın
diye beceriksizce saklanan aile sırlan . . . ve kocaman bir
hasetti . . .
Ve kuşkusuz devasa bir heves, ama hem de çokça
söylenmekten eskimiş ortak bir rüya, nutuklarla besle
nen kınk bir hayal, sanki bir yalandı cumhuriyetirniz .
237
SABUNDAN ZARLAR,
TELDEN BIÇAKLAR
Ufuk Adak
239
niş caddeler açılıyor, Uluslararası İzmir Puan 'nın tohum
lan atılıyordu. Mezarlıklar halk bahçelerine dönüştürü
lüyor, yanığın karası, doğanın yeşili ile örtülmeye, kapa
tılmaya çalışılıyordu.
Büyük Yangın'ın alevleri, hapishanenin bulunduğu
bölgeye erişememiş, çokça tadilat geçiren hapishane, on
larca yıl bu sayede dimdik ayakta kalabilmişti. Hapisha
ne zamana pek ayak uyduramamıştı belki ama hapisha
nenin çevresi, İzmir'in yeniden inşasından payına düşeni
almıştı. Bir yanında Milli Kütüphane inşa edilmiş, diğer
yanında Bahri Baba Parkı açılmıştı. Şehir büyümüş, nü
fus artmış, hapishane ise şehrin merkezinde bir çıban
gibi, lanetli, perili bir bina gibi öylece kalmıştı. Memle
ket Hastanesi'nin Başhekimi Enver Bey'in, Belediye Re
isi Behçet Uz' a hitaben, "Efendim, burası hastaların ha
vasını da kirletiyor, gelin bu hapishaneyi yıkıp başka bir
yerde yeni hapishane yapalım," diye kaleme aldığı dilek
çelerini, "Çoluğumuz çocuğumuz korkuyor buradan ge
çerken, yıkın burayı artık, yıkın," diye feveran eden va
tandaşların haykırışiarı takip ediyordu. Bölgenin en çok
okunan iki gazetesi Hizmet ve Ahenk de sık sık "Hapisha
neyi Yıkın" kampanyasını destekleyen yazılar ile kamuo
yunun sesini, sarı saman gazete kağıtlara tab ediyordu.
İzmir şehir rehberi, şehirdeki kamu yapılarını anlatırken
hapishanenin varlığını görmezden gelireesine "Umumi
Hapishane, Kaymakam Nihat Bey Caddesi'ndedir" diye
rek tek bir satırda geçiştiriyordu. "Bu hapishanenin bura
da ne işi vardı?" herkesin sorduğu ama kimsenin çözüm
bulamadığı soru buydu.
1 9 50'ler. . . İzmir'in yeniden inşasına tam gaz devam
edildiği yıllar. Belediye Reisi Doktor Selahattin Akçi
çek'in, İzmir'in hemen her noktasına "medeniyetin nuru
olan elektrik"i ve "menbasından musluklara su"yu ulaş
tırmaya çalıştığı yıllar. Hapishanenin tam karşında iki
240
katlı iş hanının inşa edildiği, altındaki kahvehane ve dük
kanİann uzaktan da olsa bir nebze deniz gören malıku
rnun manzarasını kapattığı yıllar. Hapishaneden deniz
artık görülmez olmuştu belki ama İzmir'in imbatı bu iş
ham barajını aşıp deniz kokusunu hapishaneye kadar ge
tirecek güce sahipti . Duvarlann ardından gelen sesler
de değişmeye başlamıştı. S ankışla'daki askerlerin talim
sesi hapishane önünden geçen tramvayın, tek tük oto
mobilin, sık sık da at arabalannın takırtılanna kanşıyor
du. Hayat deviniyor, hapishane, dünyaya kazık çakmış
çasına öylece yerinde duruyordu. Hapishane, zamanın
dışında bir yerlerde ama bir o kadar da içindeydi.
Mahkum nakil arabası ana kapının tam önünde sert
bir fren yaparak durdu. İki j andarma, eli kelepçeli bir
malıkumu sıkı sıkı kollanndan tutarak arabanın arka ka
pısından indirip alelacele "İzmir Ceza ve Tevkifevi" tabe
lasının altındaki kapıdan içeri soktu. "Başefendiyi çağınn
hemen, yeni mahkum geldi," diye seslendi jandarmalar
dan biri. Gardiyan Niyazi, hapishane avlusuna koştu,
başefendi avludaki ağaçlann. dallanm buduyordu o vakit.
Makası bıraktı, "Sen kayıt defterini götür, geliyorum şim
di," dedi, gardiyan, defteri götürür götürmez başefendi
de geldi, malıkurnun kaydını almak için tahta masanın
başına kuruldu.
* * *
24 1
yerek, "Balıkçıyız biz efendim." Cürmü nasıl işledim onu
merak ediyordu. Lafı dalandırma der gibi gözlerini göz
lerime dikince doğrudan anlattım kavgayı. Üsküplü İs
met'in kahvesindeydik. Kağıt oynuyorduk -başefendiye
kumar oynuyorduk diyemedim- Can Ali'nin kağıt çaldı
ğını fark edince tartıştık, bana ağır küfürler etti, kavgaya
tutuştuk, ben ona efendi ol illan diye bağırınca üstüme
yürüdü, Üsküplü İsmet ile kahvedekiler bizi ayırmaya
çalışıyordu. Sert bakışlı başefendi, sessizce ama gözlerini
gözlerimden hiç ayırmadan dinliyordu. Con, yakama ya
pışınca daha fazla dayanamadım çektim sustalıyı, sapla
mışım hiç hatırlamıyorum nasıl oldu, bitti. Kalbine isa
bet etmiş, kastım yoktu, yok yere beni de yaktı kendini
de. Kahvenin iki adım ötesinde polis devriye geziyor
muş, yaka paça tevkif ettiler beni. Tevkifhanede yer yok
diye pasaport karakolundaki nezarethanede bir aya ya
kın kaldım. Sonrası malum, burdayırn. Başefendinin et
rafına diziimiş diğer üç gardiyan, masal dinleyen çocuk
edasıyla dinliyordu hikayerni, ne de olsa kaç sene aynı
yerde kalacaktık, yeni misafirlerini etraflıca tanımak isti
yorlardı besbelli.
Başefendi, cildi epeyce yıpranmış kara kaplı büyük
boy mahkum kayıt defterini açtı, hüviyetimi ağır ağır ve
dikkatlice yazdı. Suçun nevi hanesine gelince hiç durak
saroaclan mahkeme tutanağındaki gibi katil yazıverdi.
Ah be Con Ali yaktın beni ! Başefendi, kayıt işlemini tam
bitirip defteri kapatıyordu ki gardiyanlardan biri elinde
fotoğraf makinesiyle yanımıza geldi. Aniden bir sessizlik
oldu. "Efendim, hapishane idaresine göndereceğiz, bir
poz fotoğraf çekebilir miyim?" dedi, "Sabri Müdür'ün
emri biliyorsunuz," diye ekleyerek sorusuna karşılık ha
yır cevabı alamayacağını garantiledi. Başefendi hayhay
der gibi başını salladı. Gardiyanlar hemen poz verme ya
nşına girdiler, başefendi, mağrur bir şekilde kameraya
242
bakıyordu, gardiyanlardan biri, "Sen de az çevir kafanı,''
diye sesienince ben de makineye baktım utana sıkıla.
Kayıt işlemi bitince ağaçlı bir avludan geçtik, avluda
küçücük bir havuz, havuzun içindeki kırmızı renkli ba
lıklan görünce şaşırdım. Adil, tam dokuz sene bu havuza
baka baka iç geçirecek, sabahın beşinde çarşaf gibi Kör
fez ' e attığın ağlan düşünüp duracaksın. Gardiyan, beni
binanın bir kanadındaki koğuşa götürdü, demir parmak
lıklı kapılar açılıp kapandıkça mahpusluğun ne demek
olduğunu daha da iyi anlayacaktım. Avludan koğuş kapı
sına kadar zaman durdu, kalbirn sekteye uğrayacak diye
korktum. Çarpıntım, gardiyan beni bir posta paketi gibi
koğuşun kapısından içeri bırakıp sürgüyü hızlıca çekene
dek geçmedi. "Selamünaleyküm," diyerek girdim koğuşa.
İçerisi çok kalabalık ve havasızdı, ziyadan pek eser yok
tu, hayat balıktan beter kesif bir koku vardı. Koğuştaki
bütün mahkumlar meraklı gözlerle baştan aşağı beni
süzdü. İçlerinden birkaçı, "Allah kurtarsın kardeş," dedi.
Duvar diplerindeki karyolalann hepsi doluydu, mecbu
ren koğuşun orta yerine serilmiş bir şilte üzerinde yata
caktım. Ah Con ah ! Ne hallere düşürdün beni. Neyse,
birkaç gün sonra diğer koğuşlardaki perişan, aç biilaç
"Adem babalar"la tanışınca halime bin Şükür ettim. Hiç
değilse bir döşeğim, yastığım ve yorganım vardı.
• • •
243
adam karşımda. Korkudan ezilip büzülüyor. Anlat, nasıl
düştün buraya diye sordum . Omuzlan düşük, sesi titri
yor konuşurken. Anlattı bir şeyler, kavga etmiş kahvede,
bıçaklamış birini, katil olmuş yok yere. Otuz yıllık tecrü
bem hakikati anlatıyor bu adam diyor. Yirmi seneden
fazla oldu elifba değişeli ama elim hala eski Türkçeye
gidiyor. Adil yazarken elif ile başlamıştım ki hemen A
harfine çeviriverdim. Yazdım ismini, soyadını, tevellü
dünü, memleketini.
"Adil, burası it kopuk eşkıya yuvası. Kavgaya, esrar
işlerine kanşırsan mapus damlannın arkasındaki feraha
nede (hücrede) bulursun kendini. Kimin kimsen var
mı 7
. "
244
rarkeşlere kumarbaziara hapishanede göz açtırmadığım
için bazı mahkumlar, hakkımda İzmir Cumhuriyet
Müddeiumumiliği'ne sudan bahaneler uydurarak şika
yetlerde bulunmuş. Hiç işin yoksa otur savunma yaz şim
di . "Müessesedeki spor yeri için hükümlü Sami'den 29 ve
Bahri'den 1 4 lira aldığım halde mahalline sarf etmediğim
yolunda bu hafta vaki ihbar yalan ve katiyyen varid değil
dir. Ben bu gibi para alışlarına katiyyen el sürmem. Sami
cezaevinde tarafundan alınan tedbirlerden müteessir ol
muş bir şahısdır. Arz ederim," diye yazdım. Ben ne kadar
Başgardiyan ismail Hakkı Sakızlı'nın otlu lrlan Sakızlı'nın kişisel arşivlnden bir
fototraf.
245
denetimi sıkı tutarsam tutayım, mahkumlar her gün yeni
usuller buluyor. Sabundan zar yapıp kumar oynuyor, tel
parçalannı birleştiTip ezerek bıçak yapıyor, vukuat çıkan
yorlar. Hapishane arkasındaki dört-beş hücre hem bunlar
hem de idamlıklar için hep hazır duruyor.
Babam, haftanın altı günü hapishanede kalırdı. E� i
miz hapishaneye epey yakın bir yerdeydi. Haftada sade
ce bir gün gelirdi eve. Annem sürekli tembih ederdi bize,
"Babanız ne iş yapıyor diye soran olursa memur deyin
gardiyan demeyin," diye. Sessizce, "Allah korusun," der
bir yandan da babamın üniformasım ütülemeye devam
ederdi. O yüzden akrabalanmız dışında hemen herkes
yıllarca babarnı memur olarak bildi. Dayımın yakın ar
kadaşı mahpusa düşünce gece yansı gelmiş, ''Abi n' olur
yardımcı ol içerde bizirnkine," diye babamdan yardım
istemişti. Sevmezdi babam böyle şeyleri, ama dayırna,
"Tamam ilgileniriz," dedi. Çocukken babam, abirnle be
nim gözümde kötü adamlan terbiye eden bir süper kah
raman gibiydi. Abirnle beraber arada babarnı ziyarete
giderdik Çocuktuk, hapishanenin ne menem bir yer ol
duğunun pek de farkında değildik aslında. Hiç unutmu
yorum, ilk kez hapishaneye babarnı ziyarete gittiğimiz
de, "İrfan, oğlum, bak bunlar hep Osmanlı zamanından
kalma," diyerek hapishanenin demir kapısındaki kurşun
izlerini göstermişti bana ve abirne. Hapisteki bir eşkıyayı
dışan çıkarmak için çete üyeleri hapishaneyi basrnış, ka
pıdaki j andarmanın birini vurmuşlardı. O zamandan
kalma kurşun izleriydi bunlar.
Yine bir bayram, babamın elini öpmeye hapishane
ye gitmiştik abimle. İzmir'in meşhur kabadayılan Ame
rikan Hasan, Bomovalı Nuri, Bucalı Adem, Arnavut San
İlhan, Silahçı Hakkı, hepsi tertemiz giyinmiş avludaki
diğer mahkumlada bayramlaşıyorlardı. Amerikan Ha
san, elini öptükten sonra cebinden koca bir deste para
246
çıkannca abimle şaşkın şaşkın birbirimize bakmıştık.
Amerikan Hasan, hem abime hem bana bayram harçlığı
vermişti. Bayramı hapiste geçirmek başka bir dokunu
yordu mahkümlara. Bayram sabahı gün ışıdıktan hemen
sonra mahkumlar, eski Türk fümlerindeki gibi telierin
arkasından çoluk çocuk aileleriyle görüşüyorlardı. Mah
kumlara yemekler, börekler, çörekler, temiz çamaşırlar
getirilirdi. Normalde haftada iki gün ziyaret günüydü.
Gardiyanlar yemekleri kontrol ederlerdi. Börek içerisine
esrar konulduğu, karpuzlara rakı enjekte edildiği gardi
yanlar tarafından görülmüş hadiselerdi, o nedenle gardi
yanlar karpuzlan kontrol amaçlı keserlerdi. Denetim sı
kıydı İzmir Hapishanesi' nde. Bayram günü, mahkuma
bir nebze moral olsun diye Kadifekale'den müzisyenler
hapishaneye çağnlmıştı, avlunun bir köşesinde saz ekibi
hazırlık yapıyordu. Büyük mahkumlar ile saçlan bir nu
maraya vurulmuş sıbyanlar karşılıklı oturmuş saz ekibini
izliyorlardı.
Babam abirnle benim koğuşlara girmemize hiçbir za
man müsaade etmedi. Mahkumlarm oğullanna zarar ve
rerek kendisinden intikam alabilecekleri ihtimalinden
korkuyordu. Bab amın odasının hemen bitişiğinde atölye
lere geçiş vardı, hemen karşısında da ben yaştaki mahkum
çocuklar. Babam onlarla samimi olmarnı hiç istemezdi .
Onlar da başefendiden korktuklan için bana pek sokul
mazdı. Atölyelerde sepet örülür, marangozluk işleri yapı
lırdı. Hapishanenin hemen ön tarafında küçük bir dük
kanda mahkUmlann ürettiği sepetler, sandalyeler, ayakka
bılar, tespihler satılırdı, hem hapishaneye hem de mah
kUmlara az da olsa gelir elde edilirdi. Atölyede çalışmak
mahkum için büyük nimetti, taş duvariann ardında meş
gale olmadan zaman akmazdı. Atölyedeki esnaflar sabah
sekizde koğuşlarından alınır, öğle yemeklerini atölyede
yer, akşamüstü beşte koğuşlarına geri getirilirdi. Ha bir de
247
kadınlar koğuşunu hatırlıyorum. Kadınlar koğ�una tek
bir kapıdan geçilirdi, kapının anahtarı bir babamda vardı
bir de kadınlar koğuşunun yaşlı başgardiyanı hanımda.
Bir keresinde babam o tarafa geçirmişti bizi, orada küçük
bir-iki çocukla on-on beş kadın malıkurnun olduğunu ha
tırlıyorum.
• • •
248
çıkarmıştır," diyen başefendinin ömrü, ne kendisine atı
lan iftiralan temizlerneye ne de mesleğine geri dönmeye
yetti. Yıllarca hizmet verdiği bu hapishaneden emekli
olaroaclan bu dünyadan göçüp giden başefendinin ailesi
de perişan oldu.
1 959 yılıydı, yüzlerce mahkfımun girip çıktığı sek
sen altı yıllık hapishane, kentin merkezinde toz bulutlan
kaldıra kaldıra yıkıldı. Adil'in dokuz yıllık mahpusluğu
nihayet bitmişti. Kemeraltı çarşısına giderken hapisha
nenin boş arsası üzerinde bir an durdu, Körfez'e baktı,
fazla duraksamadan hemen hızla oradan geçip gitti.
249
YAZARLAR HAKKI N DA
Ali Sipahi
istanbul Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisligi
Bölümü mezunu. Yüksek lisansını Bopziçi Üniversitesi Atatürk Enstitü
sü'nde yaptı. Doktorasını Michigan Üniversitesi Antropoloji ve Tarih
bölümlerinde "AtArm's Length: Histarical Ethnography of Proximity in
Harput" (Araya Mesafe Koymak: Harput'ta Yakın ilişkilerin Tarihsel Et
nografısi) başlıklı teziyle 201 6 yılında tamamladı. Özyegin Üniversitesi
insan ve Toplum Bilimleri bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyor.
Araştırma alanları Osmanlı ve Türkiye kent tarihi, kültürel tarih, antro
poloji ve tarih teorisi.
Barış Zeren
istanbul Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Yüksek li
sansını istanbul Üniversitesi iktisat Tarihi bölümünde, doktorasını Bo
pziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü ve Ecole des hautes etudes en
sciences sociales (EHESS) - Centre d'Etudes Turques, Ottomanes, Bal
kaniques et Centrasiatiques (Cetobac) ortak doktora programında
"The Formatian of Constitutional Rule: The Politics of Ottomanism
between de jure and de facto ( 1 908- 1 9 1 3)" (Anayasai Yönetimin Olu
şumu: Resmi ve Fiili Osmanlıcılık Politikaları [1 903- 1 9 1 3]) başlıklı te
ziyle tamamladı. Halen Işık Üniversitesi'nde ders veriyor.
Çiğdem Oğuz
Orta Dogu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu.Yüksek Lisansını
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde tamamladı. Yüksek lisans
çalışması Negotiating the Terms of Mercy: Petitions and Pordon Coses in the
Homidian fro başlığıyla Libra Yayınevi tarafından 201 3 yılında kitaplaştı
rıldı. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü ve Leiden Üniversitesi
Alan Çalışmaları Programı arasında yapılan çift doktora anlaşması çer
çevesinde 201 8 Haziran'ında doktora egitimini tamamladı. Doktora
tezi "The Struggte Within: "Moral Crisis' on the Ottoman Homefront
During the First World War" (içerideki Mücadele: Birinci Dünya
Savaşı'nda Osmanlı Cephe Gerisinde "Ahlak Buhranı") son dönem Os
manlı entelektüellerinin sıklıkla dile getirdlgi "ahlak buhranı" meselesi
ne odaklanmaktadır.
251
Ebru Aykut
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü me
zunu. Yüksek lisansını Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyo
loji Bölümü'nde yaptı. Doktorasını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Ensti
tüsü'nde "Aiternative Claims on Justice and Law: Rural Arson and Poi
son Murder in the ı 9th Century Ottoman Empire" (Adalet ve Hukuk
Üzerinde Hak iddiaları: ı 9. Yüzyıl Osmanlı imparatorlu�'nda Kırsal
Kundaklama Vakaları ve Zehirle işlenen Cinayetler) başlıklı teziyle 20 ı ı
yılında tamamladı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü'nde ö�retim üyesi olarak çalışıyor. i lgi alanları toplumsal cinsi
yet tarihi, hukuk ve suç tarihi, tıp ve beden tarihi.
Erkan Oruçoğlu
istanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu. Boğaziçi Üniversitesi
Tarih Bölümü'nde yüksek lisans e�itimine devam ediyor. ı 9. yüzyıl Os
manlı toplumunda çocuklara karşı işlenen cinsel suçlar ve çocukların
hukuki statüleri üzerine çalışıyor.
Fatih Artvin li
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü
mezunu. Yüksek lisansını Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Uluslararası ilişkiler Bölümü'nde yaptı. Doktorasını aynı üniversitenin
Atatürk ilkeleri ve inkılap Tarihi Bölümü'nde tamamladı. Ö�renim ha
yatı boyunca sa�lık memuru olarak çalıştı. Doktora sonrası çalışmala
rını Harvard Üniversitesi'nde yaptı. Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakül
tesi Tıp Tarihi ve Etik Bölümü'nde ö�retim üyesidir. Yayımianmış iki ki
tabı bulunmaktadır: Osman Bölükbaşı: Seraba Harcanmış Bir Ömür: (Ki
tap Yayınevi, 2007) ve Deli/ik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Birnorhanesi (Bo
ğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 20 ı 3).
Gamze haslan
Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ve Tarih Bölümü mezunu.
Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde "Abduction
of Women and Elopement in the ı 9th Century Ottoman Nizarniye
Courts" ( ı 9.Yüzyıl Osmanlı Nizarniye Mahkemelerinde Gönüllü Koca
ya Kaçma ve Kız Kaçırma) başlıklı teziyle 20 ı 5 yılında tamamladı. Halen
istanbul Şehir Üniversitesi Tarih Doktora Programı'nda öğrenci ve Re
gensburg Üniversitesi Tarih Bölümü'nde araştırma görevlisi.
252
Gülhan Balsoy
Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi'nde, doktorasını Binghamton
Üniversitesi Tarih Bölümünde tamamladı. Doktora tezi, Kahroman Dok
tor ihtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osman/ı Doğum Politikaları başlığıyla Can
Yayınları'ndan yayımlandı. Halen istanbul Bilgi Üniversitesi'nde Tarih
Bölümü'nde öğretim üyesi.
Hüge Özbek
Doktora derecesini 20 ı 8 yılında "Single, Poor Women in istanbul,
1 850- ı 9 ı 5: Prostution, Sexuality and Female Labor" (i stanbul'da Yalnız.
Yoksul Kadınlar, ı 8SO- ı 9 ı 5: Fuhuş, Cinsellik ve Kadın Emeği) isimli te
ziyle Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nden aldı. Halen Koç Üni
versitesi Anadolu Medeniyederi Araştırma Merkezi'nde doktora son
rası çalışmasına devam etmektedir. Çalışmaları geç Osmanlı dönemin
de göç, cinsellik, ve emek meselelerine odaklanmaktadır.
Nurçin ileri
200-4 yılında Boğaziçi Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatı Bölümü li
sans programından, 2006'da ise Atatürk Enstitüsü yüksek lisans proga
mından mezun oldu. 20 ı S yılında, Binghamton Üniversitesi Tarih Bölü
mü'nde geç dönem Osmanlı istanbul'unda gece, sokaklar ve suç konu
lu doktora çalışmasını tamamladı. 20 ı S yılından 20 ı 8 yılına kadar Bo
ğaziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi'nde kurum arşivi
ve özel koleksiyonlar üzerine çalıştı ve merkezin koordinatör yardım
cılığını üsdendi. Şu anda Grenoble-Aipes Üniversitesi'nde kent, tekno
loji ve bilim tarihi, arşiv ve kültürel miras alanında doktora sonrası
akademik çalışmalarına devam ediyor.
Oktay Özel
Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun oldu. Aynı bölüm
de yüksek lisans, Manchester'da doktora yaptı. Hacettepe ve Bilkent
Üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Çalışmalarını bir süredir
akademya dışında sürdürüyor. Osmanlı tarihi ve özel olarak sosyal ta
rih alanına yönelik çok sayıda makale, çeviri ve kitap bölümünün yanı
sıra yayınlanmış kitapları şunlardır: Dün Sancısı: Türkiye'de Geçmiş A/gısı
ve Akademik Tarihçilik (Kitap Yayınevi, 2009), Türkiye 1 643: Goşa'nın Göz
leri (iletişim, 20 ı 3).
253
Özge Ertem
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü
mezunu. Yüksek lisansını Bopziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde,
doktorasını Floransa'da European University Institute Tarih ve Uygarlık
Bölümü'nde geç dönem Osmanlı Anadolu'sunda açlık. kıtlık. yoksulluk
ve toplumsal ilişkiler üzerine yazdığı tezle tamamladı. Doktora sonrası
çalışmalarını Harvard Üniversitesi'nde yaptı. Koç Üniversitesi Anadolu
Medeniyetleri Araştırma Merkezi'nde kütüphane yöneticisi, yayın ko
ordinatörü ve editör olarak çalıştı. Bopziçi, Işık ve Koç Üniversitele
rinde tarih dersleri verdi.Aynı zamanda SuluTiyatro'da oyuncu. Tetikçi
ve Evim/ Güzel Evim! adlı oyunlarda rol aldı.
Özgül Özdemir
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde lisans eğitimini tamamladıktan
sonra, yine aynı üniversite ve bölümde "African Slaves in the 1 9th Cen
tury Ottoman Empire" (1 9. Yüzyılda Osmanlı imparatorluğu'nda Afri
kalı Köleler) başlıklı yüksek lisans tezini 20 1 7 yılında tamamladı. Boğa
ziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi'nde bir yıl arşiv
uzmanı olarak çalıştıktan sonra, 20 1 8 yılında Stanford Üniversitesi Ta
rih Bölümü'nde başladığı doktora programında Osmanlı'da kölelik üze
rine çalışmalarına devam emektedir.
Tülln Ural
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu. Atatürk Enstitü
sü'nde yüksek lisans yaptı. Doktorasını ise Mimar Sinan Güzel Sanat
lar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde " 1 930-1 939 arasında Türkiye'de
Adab-ı Muaşeret, Toplumsal Değişme ve Gündelik Hayatın Dönüşü
mü" başlıklı teziyle tamamladı. Yıldız Teknik Üniversitesi ve istanbul
Üniversitesi'nde ders verdi. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni
versitesi'nde öğretim görevlisidir. Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi
derslerinin yanı sıra, sosyoloji bölümünde de ders veriyor.
Ufuk Adak
Ege Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu.Yüksek lisansını Ege Üniversite
si Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Yakınçağ Tarihi alanında yaptı. Doktora
sını University of Cincinnati Tarih Bölümü'nde "The Politics of Punish
ment, Urbanization, and lzmir Prison in the Late Ottoman Empire"
(Son Dönem Osmanlı imparatorluğu'nda Ceza infaz Politikaları, Kent
leşme ve izmir Hapishanesi) başlıklı teziyle tamamladı. Berlin'de Zent-
254
rum Moderner Orient'te doktora sonrası araştırmalarda bulundu. Son
dönem Osmanlı imparatorluğu'ndan yirminci yüzyılın sonlarına dek
uzanan süreçte ceza infaz kurumlarının kurumsal tarihinin incelendi�
araştırma projesinin eş yürütücüsüdür. Osmanlı imparatorlutu'nda suç,
ceza ve güvenlik üzerine uluslararası ve ulusal yayınları bulunmaktadır.
Altınbaş Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümü'nde öğretim üyesi olarak
çalışıyor.
255
� can anı atı
tP canyayi n lari .co m • twitter.com/canyay i n l a r i f facebook.com/canyayinevi