Professional Documents
Culture Documents
Althusser Ve Yeni Marksist Toplumsal Kuram (Robert P. Resch)
Althusser Ve Yeni Marksist Toplumsal Kuram (Robert P. Resch)
Althusser Ve Yeni Marksist Toplumsal Kuram (Robert P. Resch)
ve
Baskı ve C ilt:
Kayhan Matbaacılık: Davutpaşa Mah. Güven Sanayi Sitesi
C Blok No: 244 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 612 31 85
Matbaa Sertifika No: 12156
PALES YAYINLARI
Alemdar Mah. Kadınlar Hamamı Sok. 3-E
Cagaloğlu - İstanbul
0212 527 09 92
www.palesyayinlari.com
Althusser
ve
Bölüm l.
Yapısal Nedensellik, Aykırılık ve Toplumsal Formasyonlar ...................... 43
Bölüm 2.
Ü retim Tarzları ve Tarihsel Gelişim ............................................................... 95
Bölüm 3.
Bilim, İdeoloji ve Felsefe ............. .......... ......................................................... 171
Bölüm 4.
İdeoloji ve Toplumsal Öznellik. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .219
Bölüm 5.
Edebiyat ve İdeoloji ....................................................................................... 277
Bölüm6.
Sınıf Mücadelesi, Politik Güç ve Kapitalist Devlet. .. ................................ .328
Notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 379
Kaynakça . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 409
5
Teşekkür
10
ve işçi sınıfını politik açıdan ilgili bir kavram olarak saf dışı bırakhğını iddia
etti. Kapitalizm sömürü değil "hakimiyet" sistemi haline geldi ve Batı Mark
sizmi bölüntüsüz, özcü bütünsellik kavramını ilk başta tamamlamak, fakat
gittikçe artarak bozmak üzere metodolojik bireyselliğe yöneldi. "Yabancılaş
mış" insanlar ve basite indirgenmiş kültür, görünüşte ekonomik refah yoluy
la olumsuzluk diyalektiğini bozmuş olan bir kapitalist toplumla karşı karşı
ya kalmış radikal teorisyenler için açıklayıcı ilkeler haline geldi.
Kapitalizm daha ele geçirilemez gibi göründükçe, uygulama kavramı da
ha istenççi ve radikal toplumsal teorinin temelleri daha manhkdışı hale gel
di; ta ki irrasyonalizm ve istenççilik praksis kavramında birleştirilene dek.
Batı Marksizmi, nesnel bir bilim olarak Marksizm düşüncesini kesin bir bi
çimde reddederek, post-endüstriyel kapitalizmin her ne kadar yabancılaşh
rıcı olsa da sınırsız eli açıklığını öne çıkarmak üzere Hegel aracılığıyla
Marx'ın ilk yazılarına, özellikle Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları'na yöneldi.
Bu neo-anarşizm, Yeni Sol'un yaygın ideolojisi haline geldi ve radikal ente
lektüeller arasında Hegelci Marksizm'den Nietzscheci gauchizme (ultra
solculuğa) doğru bir değişimin sinyallerini verdi. Irkçılık, cinsiyetçilik, em
peryalizm, metalaştırma ve bürokrasiyi reddetmekte gözü pek olan Yeni Sol,
buna karşın toplumsal mücadeleyi basit bir biçimde "bireyler" ve "iktidar"
arasındaki bir çekişmeye indirgemesiyle sakat hale gelen bir orta sınıf re
form hareketiydi. Yeni Sol, ekonomik ana kök ve sınıf iktidar mücadelesine
çok az ilgi göstererek, kapitalizmin hegemonyasına ciddi bir gözdağı verme
miştir.
Althusser ve takipçileri, Batı Marksizmi ve Yeni Solun kuramsal zayıflık
larını ve politik yanılsamalarını amansız bir şekilde eleştirirken aynı zaman
da istenççilik ve iktisadiyatçılık çıkmazı arasında yeni ve kusursuz bir ku
ramsal rota belirledi. Eleştirmenleri tarafından bilimsel Marksizme yönelti
len eleştirileri savuşturmak şöyle dursun, Althusserciler tam olarak, Mark
sist olmayanlar ve Batı Marksislterinin aynı şekilde "geleneksel" marksizmin
kesin bir şekilde çürütülmesi olarak gördükleri bu alanlar -ideoloji ve poli
tikanın görece özerkliği, epistemolojik rölativizm, toplumsal öznellik ve
pratik, sanat ve edebiyatın üretimi ve alımlanması, demokratik halk devle
ti, kapitalizm öncesi üretim tarzları- üzerinde yoğunlaştı. Kuşkusuz, Yapısal
Marksizmin Marksist gelenek içerisinde bir yüzyıl boyunca birikmiş sorun
lara kapsamlı ve büyük ölçüde başarılı bir yanıt sunduğunu söylemek abar
Jı olmayacaktır.
11
Fakat Althusser, büyük kuramsal başarılarını Fransız Komünist Partisi
içinde eşitlikçi bir reform Avrupa ve dünyadaki komünist hareketlerin yeni
lenmesi ve dayanışmasına yönelik derinden hissettiği umutları ile birleştir
meye kalkışarak, onu büyük bir kişisel acıya, sonunda Partinin önderliği ile
ayrışmaya ve kendi çalışmasının politik zayıflığına yönelik gittikçe artan bir
düş kırıklığına sürükleyen trajik bir çıkmaz yarattı4• Zorlama devrimci iyim
serlik ve keskin Avrupa komünizmi politik retoriği, yapısal Marksist analist
tarafından üretilen ayıltıcı, hatta kötümser çağdaş kapitalizm değerlendir
mesini dengeleyemedi. Aynı şekilde, Althusser'in Stalincilik eleştirisi ve re
form çağrısı, Doğu Avrupa'daki diktatörlüğün ve Avrupa komünizmi, özel
likle Fransız Komünist Partisi üzerindeki Sovyet egemenliği altında geçen
on yılların acı mirası ile zar zor rekabet edebilirdi. Fransız Komünist Partisi
liderliği her defasında politik beceriksizliğini ve aşağı tabakaya olan güven
sizliğini kanıtladı. 1968 Mayıs'ında Parti liderliği, bütünüyle uzlaşmaya yö
nelik tavizler karşılığında Fransız tarihindeki en büyük genel grevi bozar
ken, yetmişli yıllarda Halk Cephesi seçim stratejisine doğru yaşanan opor
tünist değişimin partinin otoriter bürokratik yapısı üzerinde gözle görülebi
lir hiçbir etkisi olmadı. Dahası, Fransız Komünist Partisinin Bolşevik dev
rimci sloganlarından, ulusal ve demokratik toplumsal dönüşümü vurgula
yan Avrupa Komünizmi diline doğru nihai yönelimi, tam da ulusal bir re
form stratejisinin uluslar arası ekonomik gelişmeler tarafından olumsuzlan
ması sırasında gerçekleşti. Orta sınıf ve işçi sınıfının Sosyalist Parti'ye verdi
ği gittikçe artan desteği ya da Mitterand'ın modernleşme ve özyönetimle
yaptığı çifte evliliğe yönelik karşı-soku coşkuyu durduramayan Fransız Ko
münist Partisi, yetmişli yılların sonunda bir başka talihsiz değişim, rahatsız
edici derecede ırkçı ve şovenist bir tınıya sahip tutucu, mavi yakalı işçi sis
temine bir geri dönüş gerçekleştirdi. Beklendiği gibi, PCF'nin (Fransız Ko
münist Partisi) seçmenlere yönelik talihi -Sosyalist hükümetin reform prog
ramının başarısızlığa uğraması ve neo-liberalizmin Sosyalist Parti içindeki
özyönetimci sosyalizme karşı kazandığı zafere rağmen - seksenli yıllarda
düşüş göstermeye devam etti.
Durum ne olursa olsun, Althusser PCF'nin yöntemlerine karşı çıksa da,
onun komünizmi hem Sağ hem de solun iftiraları ya da kayıtsızlığı için bir
bahane oluşturdu. Komünizm damgası Althusser'frı eserinin ağzı bozuk
saptırmalarını mazur göstermekle kalmadı, aynı zamanda Yapısal Mark
sizm eleştirmenlerine Althusser tarafından onların kendi kuramsal varsa-
12
y ımları ve yöntemlerine yöneltilen amansız eleştirileri görmezden gelme
şansı verdi. Onunla aynı duyguları paylaşan eleştirmenler bile Althusser'in
komünizmini yanlış anlamıştır; Yapısal Marksizmin önemini kabul etmek
zorunda kalan ciddi eserler, Alex Callinicos'nun Althusser'in Marksizmi
(1976), Ted Benton'ın Yapısal Marksizmin Yükselişi ve Düşüşü (1984) ve
Gregory Elliot'un Althusser: Teorinin Dolambaçlı Yolu (1987) gibi kitaplar,
Althusser'in kuramsal başarılarını, "Marksizmin krizine" ve son on yılda Sol
tarafından deneyimlenen küresel aksiliklere bir çözüm getirmekte başarısız
olmasından ayırmayı reddetmeleri nedeniyle Yapısal Marksizmin önemini
yeterince kavrayamaz.
Yetmişli yıllarda yaşanan kapitalist birikim krizi ve seksenli yıllar sırasın
da küresel vahşi kapitalizmin yeniden yapılanması, Althusser'in düşüncesi
ne bir geriye dönüş ve Yapısal Marksizmin etrafını saran zincirlerin gevşe
mesi için elverişli koşulları yaratmış olabilir. Kapitalizmin can damarlarında
gerçekleşen bolluktan az yetinmeye doğru ani değişimi açıklamak için, post
Marksist ve post-modem toplumsal teorinin kuramsal başarısızlıklarını ka
bul etmek ve Marksist ekonomik nedensellik ve sınıf mücadelesi ilkelerini
yeniden canlandırmak dışında çok az seçeneğimiz vardır. Dahası, son on yı
lın olayları şimdiye dek Marksist toplumsal teorinin yenilenmesine yönelik
aşılmaz engeller işlevini gören iki yanılgıyı etkili bir şekilde gözden düşür
müştür: birincisi kapitalizmin bir insan yüzüne ve sınırsız bir eli açıklığa sa
hip olduğu yanılgısı; ve ikincisi, sosyalizmin bir oligarşik politik diktatörlük
tarafından kontrol edilen devlet güdümlü bir ekonomi olduğu yanılgısı. Ne
yazık ki birbirine son derece benzeyen bu iki yanılgı hala çağdaş toplumsal
teoride birbirini tamamlayan varsayımlar olarak varlığını sürdürmektedir;
ortadan kaldırılana kadar, güncel ve tarihi gelişmeleri anlama yeteneğimize
engel oluşturmaya devam edeceklerdir.
Kıyafetsiz İmparatorlar
Toplumsal Teoride Çağdaş Yönelimler
Marksizmin bastırılması, neo-liberal rasyonalizmden (Rawls, Habermas,
Elster) işlevsel çokçuluk (Annales, Geertz, Tumer) ve istenççi irrasyonaliz
me (Foucault, Deleuze, Baudrillard) dek uzanan alternatif geleneklerin yeni
den ortaya çıkmasına sahne oldu5• Bu yönelimler birbirinden ayrılır gibi gö
zükse de, büyük ölçüde ortak bir temeli paylaşırlar. Elbette hepsi açıklayıcı
13
ilkeler olarak ekonomik nedenselliği ve sınıf mücadelesini reddeder ve hep
si Marksizme karşı, az ya da çok geleneklerinin temelinde yatan ve önemi
hafife alınamayacak bir düşmanlık duygusunu paylaşır. Ü stelik bu akımla
rın her biri, çeşitlilik gösteren oranlarda ve kimi zaman kesin bir farklılık
vurgusuyla çoğulculuk, rölativizm ve bireyciliğin metodolojik ilkeleri- son
yıllarda yozlaştırılmasının tarihte olayların neden gerçekleştiğini açıklama
olasılığının yolunu kapayan aşılması zor bir post-Marksist, post-modern bir
üçlü grup- ile aynı fikirlerde buluşur.
Çoğulculuk, rölativizm ve bireycilik birlikte hareket eder ve birbirini des
tekler, fakat bulgusal amaçlar için onları birbirlerinden ayrı değerlendirebi
liriz. Çoğulculuk nedensel belirsizliği ifade eder- görece etkileri ya da ne
densel önemlerine hiçbir şekilde dikkat etmeksizin, çeşitli toplumsal feno
menlerin birbirleri arasındaki ilişki ve etkileşimin yanı sıra birbirleri arasın
daki ilişki ve etkileşimin vurgulanması: her şey bir şekilde başka bir şeye ne
den olur, fakat hiçbir şey herhangi bir belirleyici güce sahip değildir. Her şe
yin başka her şeye neden olması süreci, ister istemez "kültür" olarak adlan
dırılan bir şeyi ve zaman içinde "modernlik" (ve şimdi post-modernlik) adı
verilen bir kültürel durumu üretir. Rölativizm, bildiğimiz şeyin kendi kültü
rümüz ile bağıntılı olduğu ve tarih hakkında bildiklerimizin kültürler ara
sındaki iletişim kopukluğu ile iki misli kısıtlandığı tarihselci yorumsal bir
bilgi fikrini kabul eder. Sonuç olarak bu düşünce kaba bir rölativizm, tarihi
yazınsal bir türe ya da dönüşmekte olan bir alıştırmaya indirgeyen kolektif
bir bencillik halini alır: Eğer herhangi bir şekilde mümkünse, tarih bilgisi
yalnızca her türlü durumda kesinlikten uzak olan geçerliliği bilimsel açıkla
manın durumunu amaç edinen ifadeler ile iletişime girme mücadelesinin
ötesine geçmeye yönelik herhangi bir girişimle birlikte hızla düşüşe geçen
parçalar ve izlenimlerde (ya da aynı tür yığılmalarda) varolur. Bireycilik in
san merkezlidir; Otonom insanı tarihi açıklamanın merkezine yerleştirir ve
tarihi bireylerin bilinci ve pratiğinin bakış açısından kavramlaştırır. Sonuç
olarak böyle bir hümanizm kaba bir bireyciliğe dönüşür: benzersizlikleri
açısından birbirinden ayrılmamış, baskıcı fakat son derece çok yönlü bir "ik
tidara" karşı temel fakat sınırları belli olmayan "özgürlükler" için mücadele
eden "insanların" mücadelesi olarak tarih.
Eşitlikçi olmayan ve anti-sosyalist düşünsel akımlarla tarihsel ilişkilerini
belirtmek bu ilkelerin doğruluğunu çürütmek anlamına gelmese de, anka
misali Hegelci Marksizm ve Yeni Solun küllerinden yeniden doğmaları kuş-
14
kusuz önemsiz değildir. Hem neo-liberal rasyonalizm hem de postmodem
irrasyonalizmin kökleri, burjuva meritokrasisinin belirgin geleneklerinde
sırası ile ekonomik bireycilik ve romantik bireycilik- yatar. Bu geleneklerin
soy ağaçları- bir yanda Bentham ve J.S Mill'de politik eşitliğin ekonomik
eşitsizliğe bağlı olması, diğer yanda Goethe'de ve Nietzsche'de kitle sıradan
lığının bir tin aristokrasisine bağlı olması- onların elitist eğilimleri için yeter
li bir kanıttır. İ şlevsel çoğulcu eğilimlerin seçkinciliği sadece biraz daha kar
maşıktır. Aziz Simon ve Comte'den Durkheim ve Parson'a dek bu teknokra
tik gelenek, hegemonya ve sömürüyü toplumsal iş bölümünün işbirlikçi do
ğasına yönelik örtülü iddialar ve politik ve ekonomik yapılar ile ilişkisi açı
sından kültürün özerkliği ile maskeleyerek, seçkinciliği onu basit bir şekilde
inkar ederek kabul etti. Seçkinciliğin ve sömürünün aynı anda her yerde yü
kümlülüklerinden kaçmasının bu açıkça ifade edilmeyen kabulü, çağdaş
toplumsal teoride Sol ve Sağın yüzeysel karşıtlığının altında yatan bir suç
ortaklığını -ve son yıllardaki genel ve dikkate değer düşüşünün gerçek kay
nağını- gözler önüne serer.
Post-modernizm, toplumsal teorinin düşüşe geçmesinde özellikle önem
li bir rol oynamıştır6• Postmodem toplumsal teori, (kültürün özerkliği, sanat
ve kitle kültürü arasındaki ayrımların ortadan kaldırılması ve bohem avan
gard kesim ile kitle en düstrisinin hizmet verdiği tüketici kitlesinin memnu
niyetsizlikleri arasındaki varsayılan benzerliklere dayanan) popülist estetik
ile (Nietzsche'nin dirimselci "güç istenci" kavramı ve Heidegger olguculu
gunun mistisizmini temel alan) neo-anarşist politik felsefeyi bir araya geti
rir. Postmodernizm, iki aşırı kutup, sinik uyum ve özgürlükçü muhalefet
arasında bocalar. Bunlardan, belki de en iyi Jean Baudrillard'nın eserlerinde
i fade edilen ilki, basit bir şekilde epistemolojik rölativizm ilkesini öne süre
rek değil, çok daha kökten bir şekilde epistemolojik rölativizmin ötesinde
ontolojik rölativizme yönelerek toplumsal oluşumların nesnel bilgisinin ola
naklılığını reddeder. Baudrillard 'nın her türlü gösterilen ile (ve kapitalist
üretim tarzının zorunlulukları ile de) ilişkisi koparılmış kendiliğinden orta
ya çıkan göstergelerden oluşan "hipergerçeklik" kavramı, fikirler ve şeyler
arasındaki anlamlı farklılıkları ortadan kaldırır ve eleştiri ile olumlama ara
sındaki açık ayrıma son verir. Felsefede böyle bir köktencilik, politikada yal
nızca edilgenlik doğurabilir. Baudrillard'nın hipergerçeklik kavramı belli bir
açıklayıcı değere sahip olsa bile, çağdaş kültüre yönelik hiçbir açıklama sun
maz. Kuşkusuz Baudrillard'nııi kavramsal çerçevesi böyle bir açıklama ola-
15
sılığını en baştan engeller ve onu çeken şeyin kaynağının tam da bu oldu
ğundan şüphelenmemek güçtür. Er ya da geç, açık ya da dolaylı olarak, ta
sarım ya da kasten ya da yanlışlıkla, postmodem sinikler teoride olduğu gi
bi toplumda da her şeyin olabileceği sonucunu çıkarırlar.
'Çift yumurta ikizinin' aksine, muhalif postmodernizm, politik isyanın
gürültücü retoriğinden zevk alır. Michel Foucault gibi muhalif postmoder
nistler, ikti darın tüm toplum içinde kendiliğinden ortaya çıkışı ve yayılma
sını gözler önüne sererek ve buna direnerek, "sanayi sonrası" toplumda "öz
gürlüğü" savunmak için en uygun köktencilik biçimini keşfettiklerini iddia
ederler. Fakat postmodem muhalefet, güven belgelerini yüksek bir fiyat kar
şılığında sahn alır. Belli bir toplumsal olguların tamamlaruri.amış "soyağaç
larının" sözde "totaliter" küresel çözümlemelerini bir kenara atarak, postmo
dem isyankarlar hem karşı durdukları "iktidarın" hem de savundukları "öz
gürlüğün" varlığını kabul etmiş olurlar. İktidar ve hegemonyanın ekonomik
ana kökünü kabul etmeye öncüleri Yeni Soldan çok daha az gönüllü olarak,
muhalif postmodernistler iktidara ad hoc*bir temelde karşı çıkarlar- her yer
de, her biçimde ve tümü aynı anda-. Sonuç olarak böyle bir direniş, görevi
nin büyüklüğü ve yönteminin anlamsızlığı alhnda yıkılır. Postmodem mu
halifler, fikirlerinin tükenmesi noktasında, sinik ve uzlaşhrıcı meslektaşları
nın daha büyük bilgeliğine teslim olurlar. En sonunda, "her şeye karşı çık
mak" sadece "her şey mümkündür" madalyonunun diğer yüzüdür. Eğer her
şey kötüyse, kötü, çok geçmeden, tam olarak iyi değilse bile, en azından kar
şı koyulmc;ız gözükür.
Muhalif postmodernizmin seksenli yıllarda evcilleştirilmesi (Lyotard ve
Foucault'nun ultra-solculuktan "Amerikancılığa" geçişi sadece, Baudril
lard'nın kariyerinin gülünç bir taklidini oluşturduğu genel bir olgunun da
ha ciddi örnekleridir) Fredric Jameson'ın postmodemizmin, çok uluslu ka
pitalizmi eleştirmekten çok yansıttığı düşüncesini haklı çıkarır. Postmodem
direnişin yetmişli yıllardaki kısa ömürlü üstünlüğü, daha ayrınhlı bir çalış
mayı hak eder. Ben, duruma bağlı olarak muhalif postmodernizmin çok
uluslu kapitalizmin doğum sancıları sırasında sadık bir karşıtlık işlevi gör
düğü ve bu açıdan yalnızca Yeni Solun diğer ideolojik yüzü olduğunu öne
sürüyorum. Bu bağlamda postmodemizmin Marksizm karşıtı ya da post
Marksist retoriği kuşkusuz son derece önemlidir. Yetmişli ve seksenli yıllar-
Ad Hoc: Genelde bir soruna yönelik, geçici bir çözümü anlatmak için kullanılır
16
da ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesinin etkileri ne kadar aşikar ise,
postmodern kuramcılar tarafından o kadar inatla reddedilmiştir. Elbette Ye
ni Sol 'dan geriye kalan şeyin büyük bir kısmı, suçu radikal hareket ve onun
toplumsal kuramı içinde geçerliliğini sürdüren Marksizmin izlerine atarak
ezici ye�!�gisini makul kılmıştır.
Direniş anlamsız hale geldikçe, postrnodernizm yalnızca, gerçekliği a
çıklamak yerine onu estetize eden asıl meşguliyet alanına yöneldi. Böylece
postmodern toplumsal teorinin son mirası, asimilasyon ve uyarlama olmuş
tur. Bu sonuç gerçekte pek de şaşırtıcı değildi, çünkü postrnodemizme özgü
bohem bireycilik aslında kültürün özerkliğinin işlevsel çoğulcu iddiasıdır.
Postmodemizm ve işlevsel çoğulculuk arasındaki efektif yakınlık, postmo
dernistler tarafından Clifford Geertz, Victor Turner ve Mary Douglas gibi
kültürel antropologların kendilerine mal etme biçimlerinde açıkça gösterilir.
Ben bu antropologların belli başlı kavrayışlarının değerini inkar etmesem
de, çalışmalarının dayanak noktasını oluşturan kültürün şeyleştirilmesi du
rumuna itiraz ediyorum. Bana öyle geliyor ki böyle bir şeyleştirme, kültürel
olguların nedensel olarak açıklanmasının önüne geçer ve sembolik yapılar
ve pratiklerin her ne kadar zekice olsa da yüzeysel açıklama ve yorumları
ile yetinmekle kalır. Bu kitabın tartışma alanlarından biri, kültürün "özerkli
ği ya da bireylerin "özgürlüğünden" başlayarak bütün saygın toplumsal bi
limlerin yüzleşmesi gereken, fakat cevaplanmaktan kaçınılmış belli başlı so
rulardır: sözü geçen kültür ve bireylerin neden süregeldiği şekilde hareket
ettikleri. Ne kadar üstü örtülü bir şekilde olursa olsun, postmodem kültür
antropologları çoğunlukla Durkheimcı ve Weberci öncüllerinin kusurlarını
sadece tekrar etmiş ve hatta artırmışlardır.
Fakat son yirmi yıl sırasında toplumsal teorinin düşüşe geçmesine katkı
da bulunanlar, yalnızca postrnodemistler değildir. Karlı post-Marksist piya
sada daha büyük bir pay almak için gayretli bir yarışa giren neo-liberal ras
yonalist sorunsallar (pragmatizm, toplumsal sözleşmeler, karar kuramı vs.)
da büyük bir yeniden güçlenme yaşamıştır. Jürgen Habermas, John Rawls
ve Jon Elster gibi neo-liberal solun üyeleri, postrnodernizmin retorik tavrına
-çoğulculuk, rölativizm ve bireyciliğin kutsal post-Marksist öncüllerine göz
dağı vermeden ve ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesine yönelik ilke
lerin tabularını yıkmadan- akla yatkın, mantıklı bir alternatif sunduklarını
iddia eder. "Akılcılığı" insan iletişiminin aşkın bir yapısı olarak, politik uz
laşmanın toplumsal açıdan işe yarar bir kurgusu ya da basit bir şekilde mo-
17
dası geçmiş bir ussal seçim teorisi olarak tanımlasalar ya da tanımlamasalar
da, neo-liberalistler şeylerin neden gerçekleştiği -bu durumda bir kültürün
"akılcılığı", üretim biçimleri ile egemen sınıfının hegemonyası arasındaki
ilişki- ile en fazla postmodern meslektaşları kadar ilgilenirler.
Çağdaş ussallık, haklar ve adalet tartışmaları ile ilgili tekinsiz bir şeyler
vardır. Bu tür tartışmalar -sınıf gücü tarafından kirletilmemiş ortak bir us
sallığa sahip ve çarpıtılmamış iletişim ve karar verme süreçlerine katılan öz
gür ve eşit bireyler düşüncesi etrafında oluşan-, böyle durumların kapitalist
toplumlarda elde edilmediği ve edilemeyeceği basit gerçeğini kaygısız bir
şekilde göz ardı eder. Kuşkusuz bu gibi tartışmaların seksenli yılların küre
sel ekonomik Gleichschaltung'u* (ve uyanışını takip eden ideolojik ve poli
tik yeniden yapılanma) ile bütünüyle ilgisiz olmasının hızla yaygınlaşması
nı imkansız hale getirebileceği düşünülebilir. İ lgisizliği değilse bile, varsa
yımlarının kuşkusuz aşikar ideolojik taraflılığı onların güvenilirliğinin altı
nı kazar. Felsefi alanda ilk deneyimlerini Lukacs ve Frankfurt Okulu ile ya
şayan bir filozoflar nesli elbette yeni faydacılar tarafından tanımlanmış "bi
reyi" doğrudan, profesyonel orta sınıfın kendine hizmet eden klişesi olarak
görür. Elbette yeni ussalcılıkta, neo-klasik ekonomik kuram, davranışçı psi
koloji ve analitik felsefeden gelişigüzel bir şekilde seçilen eklektik, tarihdışı,
sınıf bilincinden yoksun soyaçekimlerden oluşan bir karmaşa görürler. El
bette "iletişimse! ussalcılığın" yeni kuramsal modellerinde "dağılımsal ada
let" ve "oyun teorisi", Soğuk savaşın "denge demokrasisi" ve "politik çoğul
culuk" gibi dobra bir şekilde özür dileyen ve açık açık seçkinci kavramları
nın mantıksızlık derecesinde iyimsel karikatürlerini görürler.
Belli ki durum bu değildir. Kapitalist toplu iğnelerinin ucunda danseden
demokratik meleklerin imgelemlerinin tacirliğini yapan kimseler belki de
haklı olarak, orta sınıfa arzuların giderilmesini satmakla suçlanabilir, fakat
onların gücünün kaynağı tam da budur. Hakları ciddiye almak, eşitliğe cid
diye almaya bir alternatiftir. Çarpıtılmamış iletişim ve dağılımsal adaletten
söz etmek, ideolojik hegemonya ve ekonomik sömürüden söz etmemenin
bir yoludur. Karar kuramı ve metodolojik bireycilik, sınıf gücü ve kişisel
özerkliğe dair gerçekleri geçiştirmenin yollarıdır. Toplu olarak değerlendi
rildiklerinde, çeşitli neo-liberal ussalcılıklar, asla gerçekleşemeyecek şeyle
rin eğer mümkün olsaydı aslında gerçekleşebilecekleri hakkında tahminler-
18
de bulunabilmek için toplumsal teorinin ilgisini şeylerin gerçekte nasıl ve
neden böyle oldukları sorusundan başka bir yöne çevirir.
Akıl ve ahlak ile seçkinciliğin etkisini azaltan akademik portföyler görü
nürde, temkinli liberal yatırımcıların zihinlerinde kuramsal yükümlülükle
rini yerine getirmekten daha fazlasını gerçekleştiren ideolojik değerler sağ
lar. Alternatif olarak, postmodernizm, entelektüel sorumluluk tarafından
büyük sorumluluklar yüklenmemiş palavracı köktencilik yoluyla hızlı aka
demik karşılıklar bekleyen entelektüel yağmacılara daha cüretkar bir giri
şim alternatifi sunar. İşte bu, Althusser'in neredeyse tek başına teoride sınıf
mücadelesi adını verme cesaretini gösterdiği şeyin bunaltıcı gerçekliğidir.
Çağdaş toplumsal teori, açıklayıcı ilkeler olarak ekonomik belirlenim ve sı
nıf mücadelesini bir kenara bırakarak, şeylerin neden gerçekleştiğini açıkla
ma zorunluluğunu büyük bir memnuniyetle terk etmiştir. Bir (eşitsiz) refah
ve Soğuk Savaş çağında böyle bir davranış en azından anlaşılabilirdi; bir kü
resel tasarruf ve serbest kapitalist yeniden yapılanma çağında ise tek keli
meyle kınanmayı hak eder. İnsan yüzüne sahip kapitalizmin yıkıma uğra
ması ve kazançları ona bağlı olan tüm kuramsal girişimlerin iflas etmesin
den sonra, belki de ideolojik ürünleri açıklayıcı değer tarafından güvence al
tına alınmayan çürük tahvil kavramlarının değer kaybetmesine şahit olma
ya başlayabiliriz.
19
güçlü bir şekilde savunur. Profesyonel orta sınıf, çelişkili sınıf konumuna
karşın, kapitalizmi kararlı bir biçimde destekler. Kuşkusuz kapitalist siste
min hegemonyası büyük ölçüde, gerçekliği bu sınıfın varlığında ortaya çı
kan ve yukarı doğru devinim tam olarak uzak bir olasılık olarak kaldığı sü
rece baştan çıkarıcılığının işçi sınıfının boyun eğmesini garanti altına aldığı
bir meritokrasi ideolojisine bel bağlar.
Küresel kapitalizmin yeniden yapılanması, dikey hareketliliğin yanılgı ve
sınırlarını daha önce hiç olmadığı kadar anlaşılır hale getirdi. Ne bu yeni kü
çük burjuvazinin (kamu sektörü, medya ve üniversitelerde yoğunlaşan) kü
çük özgürlükçü hümanist kesimi, ne de (şirket yöneticileri ve sermayeye
mesleki hizmet sunan kimseler olarak özel sektörde yoğunlaşan) sosyal Dar
vinist kesiminin "halkı" ve daha da az olarak işçi sınıfını temsil ettiği son de
rece açıktır. Profesyonel orta sınıfın Darvinci kesimi, beyaz ve mavi yakalı iş
çilere karşı yürütülen saldırıda gururlu ve insafsız bir biçimde başı çektiyse,
hümanist kesimi şiddetli saldırının "kaçınılmazlığı" ve "ussalığına" nadir gö
rülen timsah gözyaşları dışında korkakça uymuştur.
Açıklayıcı ilkeler olarak ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesinden
vazgeçerek, ne postmodem ne de neo-liberal sol, küresel kapitalizmin yeni
den yapılanmasını, ona direnmek şöyle dursun, anlayabilmiştir. Her ikisi de
ekonomik bozulmalar nedeniyle tehlikede olan kişilerin korku ve endişele
rini utanmaksızın ustalıkla idare etmek üzere Yeni Sağ tarafından yaratılmış
olan küskünlük politikalarına cevap vermekte aynı oranda başarısızdı. Pro
fesyonel orta sınıfın "radikal" kanadının şaşkınlığı, onun çok daha geniş ve
çok daha sözü geçen "liberal" kesiminin yaşadığı ideolojik travmaya naza
ran daha sönük kalıyordu. Kapitalizmi eleştirmeye gönülsüz -başka bir de
yişle, işçi sınıfının yaşam standartlarını yıkıma uğratanın "refah devleti" de
ğil kapitalizm olduğunu ifade etmeye gönülsüz- liberal politikacılar ve top
lum kuramcıları olaylar tarafından şaşkına uğratılmıştı. Kapitalizmin birin
cil sömürü ve hakimiyet ilişkilerini genişletir ve haklı çıkarırken, ikincil "iş
lev bozukluklarına" saldırmakla (ve bu süreç içerisinde kendileri için rahat
bir sınıfsal konum oluşturarak) geçen onlarca yıldan sonra, profesyonel or
ta sınıfın özgürlükçü üyeleri -kendilerine karşı yöneltilmiş bir sağ kanat po
pülist kıyımı olarak-, refah çağının sona ermesini açıklama ve bu durumun
dolaysız politik sonuçlarından kaçma gücünden yoksundu.
Refah çağı sırasında liberaller tarafından örülen bu yanılgı ağı- sınıf mü
cadelesi ve ekonomik krizlerin sonu ile ilgili yanılgılar, devletin özerkliği ve
20
tarafsızlığı ile ilgili yanılgılar, "insanları " "şahsi menfaatlerden" koruyan ka
pitalist demokrasi yanılgıları-, seri üretim ile eşgüdümlü kitle tüketimini
destekleyen ve müdahaleci bir devlet tarafından istikrara kavuşturulmuş
özel bir kapitalist birikim rejimini haklı gösterdi.
Yapısal Marksistler tarafından Fordizm olarak söz edilen bu birikim reji
mi, il. Dünya Savaşı'nın ardından, savaş öncesi bunalımı ve sınıf çatışması
na geri dönüş korkusu sonucunda ortaya çıktı ve sermayenin ulusal pazar
içinde değerlendirilmesini hızlandırması, tam istihdam ve maaş artışlarının
devamlılığını sağlaması ve kapitalizm için sarsılmaz bir politik uzlaşma or
tamı yaratması için tasarlandı. Birleşik Devletlerin öncülük ettiği ve savaş
tan sonra Avrupa'ya ihraç edilen Fordizm, kapitalist metropollerde daha ön
ce benzeri görüşmemiş -sadece şirket zenginliği ve gücündeki başdöndürü
cü artış ile günlük yaşamın metalaşma ve bütün insan ilişkilerinin maddi
endekslerle ölçülmesini kapsaması açısından aksayan- bir refah dönemi ge
tirmedi. Refah, özgürlükçü yanılsama ağlarının inanılırlığını arttırdı -aslın
da bunu o kadar başarılı bir biçimde yaptı ki, işçi sınıfı proleter konumunun
gerçekliğine inanmayı bıraktı. Beyaz ve mavi yakalı işçiler, ideolojik aygıtla
rın aşılması zor ağı ile desteklenen, kendilerinin "işçi sınıfı" üreticileri değil,
öncelikle "orta gelirli" tüketiciler oldukları yanılsamasını kabul ettiler.
Fordizm ne yazık ki, uluslararası bir kapitalist üretim biçiminde tasarlan
mış ulusal bir kapitalist yapıydı. Kapitalizmin Birleşik Devletler tarafından
planlaµan ve Amerikan ekonomik egemenliği tarafından Avrupa ve Japon
ya'ya dayatılan uluslararası entegrasyonunun, il. Dünya Savaşı'ndan sonra
_
ki on yılların en önemli oluşumu olduğu ortaya çıktı. Avrupa ve Japonya'nın
kalkınmaya başlaması ile birlikte Fordizm, kapitalist birikim için gittikçe da
ha "işlevsiz" ve sermayenin bakış açısından daha "akıldışı" hale geldi. Alt
mışlı y ıllar sırasında enflasyon ve rekabetin oluşturduğu baskı, yetmişli yıl
larda işçi sınıfının yaşam standartları ve sermayenin karlılığı arasında klasik
bir karşılıklı cepheleşmeye, seksenli yıllarda sonu -sermaye için ekonomik
yeniden yapılanma ve diğer herkes için "tasarruf krizi"- önceden bilinen bir
sermaye birikimi krizine yol açtı. Ne var ki, Fordizmin etrafında örülen ya
lanlar örgüsü göz önünde tutulursa, uluslararası kapitalizm, çok sayıda işçi
sınıfı seçmenini sorunun gerçek nedeni olan kapitalizme değil, sadece "göz
le görülür" nedenlere- "aşırı hoşgörülü liberaller" (çalışma etiği ile bağlarını
k oparan kabiliyetsiz yöneticiler) ve "aylak fakirlere" (aynı liberaller gibi, ça
lışkan Amerikalıların eli açıklığı tarafından sunulan refah durumundan ra-
21
hat bir şekilde faydalanan ekonomik parazitler) karşı kışkırttı. Kapitalist
egemen sınıf, Fordizmin mimarları ve ondan kar eden kimseler, son derece
memnun bir şekilde, -ekonomik yeniden yapılanmanın asıl hedefleri ve en
büyük kurbanları olan- orta gelirli işçilerin şiddetli fakat saptırılmış kızgın
lıklarını, tek ortak paydaları ekonomik güçten yoksun olmaları olan, özenle
seçilmiş bir dizi politik ve ekonomik günah keçisine yönlendirdi.
Ne yazık ki, Kuzey Amerika ve Avrupa'da kapitalizm için en önemli böl
gelerdeki yurttaşların büyük bir çoğunluğu, o dönemin Thatcher'ları ve
Reaganlar'ı tarafından kandırıldıklarının ancak şimdi, sermayenin uluslara
rasılaşmasının onların oylarını önemsiz bir unsura ve orta sınıfın yaşam bi
çimini yirmi yıl önce düşünülemeyecek standartlara indirgemesinden sonra
farkına varmaya başlıyor
İ şçi sınıfı çoğunluğunun yaşam standartlarının durmaksızın düşmesi,
çok küçük bir kapitalist egemen sınıfın ellerinde biriken ve sürekli artan
zenginlik ve gitgide küçülen bir profesyoneller ve yöneticiler azınlığı karşı
sında, kapitalizmle ilgili hakikati söylemeyi amaç edinmiş bir toplumsal te
orinin yeniden ortaya çıkması mümkün müdür? Dikey hareketlilik yanılsa
maları yerini sınıf kutuplaşmasının gerçekliklerine bıraktıkça, belki de işçi
sınıfı konumlarının farkına varmaları, "halkın" çoğunluğunda inançsızlık,
utanç ya da öfke tepkilerinin ortaya çıkmasını sona erdirecektir.
22
lizmin sürdürülmesi olanaksızdır. Buna karşın, bu dersler, sık sık duyduğu
muz gibi, kapitalizmin üzerine tarihsel kutsal su serpmez: sosyalizmsiz bir
demokrasi ve ekonomik güç üzerindeki demokratik denetim olmadan piya
sa mekanizmaları, Stalincilikten pek de az düzmece değildir. Demokrasiye
ilişkin olarak da, sosyalizmin insanlık dışı yüzünün ortadan kalkması, kapi
talizmin insani yüzünün yıkılmasının diğer yüzünden ibarettir: demokrasi
ya üretim araçları ve sermaye birikimi süreci üzerinde demokratik denetim
anlamına gelir ya da hiçbir anlam ifade etmez. Politik ya da ekonomik eşit
liğin yokluğu daima sömürüye hizmet eder, ve ekonomik ve politik iktida
rın eşitsizliklerini politik haklar, toplumsal işbirliği ya da ekonomik etkinlik
·
ile maskeleyen düşünceler, asla sınıf sömürüsünün ussallaştırılmasından
fazlası değildir.
Ü retim araçlarının devlet elinde olması, sosyalizm için gerekli bir koşul
olabilir ya da olmayabilir; ama kuşkusuz yeterli bir koşul değildir. Stalinci
liğin çöküşü, demokrasi karşıtı ve zorlayıcı araçlara varsayılan eşitlikçi ve
insancıl amaçlar üzerinde öncelik tanıyan devrimci diktatörlük geleneğinin
sona erdiğinin sinyalini verir. Sovyet tipi merkezi planlı devlet güdümlü
ekonomilerin başarısızlığa uğraması da aynı oranda önemli olmuştur. Sov
yetlerin, çekirdek kadrosunun hareket kabiliyeti ve partinin baskısı yoluyla
"kapitalizmin üzerinden atlama" ve ekonomik gerilikten endüstriyel zengin
liğe ulaşma girişimi kapitalist kalkınmanın en kötü yönleri ile rekabet et
mekle kalmamış, aynı zamanda onu geride bırakmak bir yana, kapitalizme
yetişmekte başarısız olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da Bolşe
vikliğin çöküşü, Stalin'in "tek ülkede sosyalizm" adını verdiği şeyin başarı
sızlığının ve Mark ve Engels'in, en son gelişmesinin küresel üretim biçimi ol
duğu dünya çapında bir tarihsel güç olarak kapitalizm kavramına gerekli
bir geri dönüşün işaretlerini verir.
Marx ve Engels, Alman İ deolojisi'nde "tek ülkede sosyalizm" fikrinin ola
bilirliğini reddetti. Hiçbir ekonomik sistemin kapitalizmden daha fazla üre
tim yapamayacağını, çünkü akla yatkın hiçbir sistemin işçilerinden bu kadar
artı değer elde edemeyeceği ya da egemen sınıfını bundan daha etkili bir şe
kilde büyümeye ve yenilikler yapmaya zorlayamayacağı çıkarımında bu
lundular. Kısacası hiçbir toplumsal sistem kapitalizmden daha totaliter de
ğildir. Marx ve Engels, kapitalizmin doğasını anlayarak, "yerel bir olgu " -ya
ni tek ülkede sosyalizm- olarak komünizmin görece geri kalmışlığı, "serma
yenin kabul edilemez evrenselleşmesi üzerindeki sınırlayıcı etkisi " tarafın-
23
dan yok edileceğini gördüler. Komünizmin olabilirliği, sınıfsal yapısı tam
olarak uluslararası ve homojen bir küresel sistem olarak kapitalizmin geliş
mesini gerekli kılar. Kapitalizm, tekil bireylerin, etkinliklerinin dünya çapın
da tarihsel bir etkinliğe dönüşmesi ile, onlara yabancı bir gücün, gittikçe da
ha da büyüyen ve son tahlilde dünya pazarı olduğu ortaya çıkan bir gücün
egemenliği altında gittikçe daha fazla güç kazandı.
Eğer kapitalizm gerçekten de dünya çapında bir tarihi güçse ve gelişimi
ulusal olmaktan çok küreselse, onun dönüşümü de ulusal değil küresel ola
rak anlaşılmalıdır. Kapitalizm ancak "üretici güçlerin evrensel gelişimi tüm
uluslarda aynı anda 'mülksüz' kitle olgusunu (evrensel rekabet) ortaya çı
kardığında [ve] her bir ulusu diğerlerinin devrimlerine bağımlı hale getirdi
ğinde çözülmeye başlayacaktır" (Marx ve Engels 1978, 161-62) . Kapitalizmin
çelişkileri -yapay kıtlıklar yaratılması yoluyla gerçek kıtlığın ortadan kaldı
rılması, zenginlik ve güç açısından sınıf eşitsizliklerini yeniden üreterek top
lumsal üretim unsurlarının birbirlerine bağımlılıklarının bütünleştirilmesi,
üretim teknolojisinin krizler, ani değişimler ve acı getirerek geliştirilmesi-,
kapitalizm rakiplerini safdışı bıraktıkça ve tek gerçek amacı egemen sınıf
için karlılığın geri getirilmesi olan bir "yaratıcı yıkımla" kendi üzerine yıkıl
dıkça, gittikçe daha akıldışı ve kabul edilemez hale gelir. Buna karşın, küre
sel alanın her bölgesinde toplumsal yaşamın her safhasını bütünüyle sınıf
landırana dek� kapitalizm daima ilerleme halinde gözükecek ve yıkımın ya
nı sıra büyüme yoluyla çelişkilerini geçici olarak ortadan kaldırabilecektir.
24
ze göz korkutucu gözüktüğü ölçüde, kapitalizmin çok uluslu yeniden yapı
lanmasının akıbeti demokratik sosyalizmi uluslararası ölçekte bir kez daha,
fakat bu kez daha yüksek bir sosyo-ekonomik kalkınma ve entegrasyon dü
zeyinde öne çıkaracaktır. Kapitalizmin gelişimi, neticede sosyalizmin olabi
lirliğinin koşullarının gelişmesidir: "Komünizm oluşturulacak şartlar, ger
çekliğin kendisini uyarlamak zorunda kalacağı bir ideal değil, daha çok bu
gün gelinen durumu ortadan kaldıran gerçek bir harekettir" (Marks ve En
gels, 1978, 162) . Eski komünist ülkeler küresel ekonomiye katıldıkça, televiz
yon reklamlarımızda gösterilen bolluğun ardındaki sömürüyü ve demokra
siye duyulan ateşli coşkunun arkasına gizlenen sınıf egemenliğini yeterince
çabuk bir şekilde keşfedecektir. Bana öyle geliyor ki, kısa sürede karşı karşı
ya kalacakları geleceği daha gerçekçi olarak görmek istiyorlarsa, Batı Avru
pa'ya ya da Birleşik Devletler yerine, en çok Türkiye ya da Brezilya'ya bak
malılar. Fakat asıl nokta bu değildir, en önemlisi kapitalizmin ve sosyal de
mokrasinin uluslararasılaşmasına yönelik son zorlu engelin çökmesidir. He
nüz küresel kapitalizmin başlangıcının sonunda olduğumuz düşüncesiyle
karamsarlığa kapılanlar, aynı zamanda sonun başlangıcına da vardığımız
gerçeğinden cesaret almalıdır.
Unutmayalım ki Stalinizm küresel kapitalizmin gelişimi tarafından yara
tılmış bir canavardır. Dağılma süreci hiçbir şekilde -Bolşevik Devriminin do
ğasını anlamak kadar çarpıtmak amacıyla da ortaya çıkarılmış olan bir terim
olan- totalitarizm çevresinde gelişmiş olan Soğuk Savaş retoriğini geçerli kıl
ınaz 9 . Çoğulculuk, görecilik ve bireycilik kapitalist toplumlarda sınıf sömü
rüsü ve tahakkümünü inkar eder veya önemsizleştirirken, bu düşünce
akımlarının zararlı antitezi olan totalitarizm, Sovyetler Birliğinin tarihini ka
pitalizmin yokluğundan kaynaklanan çok daha sert bir baskının distopyan
bir hikayesi olarak lanse eder. Soğuk Savaş yılları sırasında Sovyet çalışma
ları olarak bilinen düşünsel akım ile modern post-Marksist toplumsal teori
arasındaki tartışmalar dikkate değerdir, çünkü bu durumun sürekliliği
Marksist çözümlemenin yeniden canlanmasına yönelik başlıca ideolojik en
gel olmayı sürdürmektedir. Kaba çoğulculuk, görecilik ve bireyciliğin kök
leri seçkinci özgürlük anlayışında yatar; bu anlayışın antitezi olan eşitlikçi
demokrası ve üretim araçlarının ortak mülkiyeti, özgürlüğün yokluğu, tari
hin sonu ve bireyselliğin kaybı olarak yansıtılmalıdır. Totalitarizm, bu ifade
yi kullanmam affedilirse, baskının her yerde ve hiçbir yerde olduğu, amaç
eksikliği nedeniyle bütünüyle akıldışı, fakat amaca dayalı uygulamasında
25
korkutucu derecede rasyonel olan son derece çelişkili bir alandır. En önem
lisi, Totalitarizmde ekonomik sömürü ve sınıf mücadelesi bulunmaz ve bu
yüzden tahakküm yapılarına yönelik Marksist analize olanak tanımaz. Bu
nun yerine yorum, "özgürlük" ve "baskı" arasındaki Manişeist çelişkiye, et
kin kılan anlayışının özgürlüğün kendisi için yalnızca talana dayanan bir
meritokrasi -sıfır sonuç getiren bir iktidar mücadelesi- ve baskının "yetenek
li" seçkinlerin "vasat" kitleyi sömürme hakkıyla her türlü müdahele olarak
var olduğu mücadele halindeki birey olduğu söylencesel bir yarışmadır.
Dünya ile ilgili böyle bir değerlendirme elbette profesyonel orta sınıfa aittir
ve sınıf özgürlüklerinin proleterleşmeye, sınıf iktidarlarının da işçi sınıfına
yaslandığı varsayımları sorgulamaktan kaçınmak konusunda aynı oranda
gönülsüz olan liberal ve tutucu kesimler tarafından coşkuyla desteklenir.
Totalitarizmin anti-Marksist söylencesi, kuramsal iflası "akla hayale sığmaz"
Gorbaçov fenomeni ile gözler önüne serilirken bile, herhangi bir şeyi açıkla
dığından değil -hiçbir zaman bir şeyi açıklamadı- en düşkün olduğu sınıf
yanılsamasını (Özgürlük ve adalet ilkeleriyle birlikte sınıf menfaatinin kim
liği) korurken, profesyonel orta sınıfın en derin sınıf korkusu (katılımcı de
mokrasi ve ekonomik eşitliğin tehlikeleri) ile örtüştüğü için başarısını sür
dürür. -
27
linç değişimi ile ilgili iki nokta ortaya konmalıdır. Birincisi, yeni modemist
bakış açısının gerçeklin kendisi tarafından kendisi için yaratıldığı ve gerçek
liğin hakikatini doğrudan kavrama yeteneği olan bütünlüğe sahip, empirist
ve romantik birey fikri üzerinde ne kadar yıkıcı bir etkisi olduğunu hatırla
mak önemlidir. Bu açıdan, bireyin rasyonal ya da akıldışı olarak mı değer
lendirildiği, gerçekliğin akıl ya da sezgi yoluyla mı kavrandığı ya da tarihin
progresif ya da döngüsel olarak mı değerlendirildiği çok az önem taşır: mo
demizm tüm bu yapılara eşit oranda şüpheyle yaklaşıyordu. Gerçeklliği bir
bütünlük -yani en son anlam, doğa ya da ereksellik- olarak kavrama ve bu
nun ötesinde onu rasyonel, yansıtıcı ve sezgisel kesinlikle anlama iddiasın
da olan deneyci ve romantik düşünceler aynı derecede tehlikedeydi. Moder
nizm karşısında deneycilik öznel faydacılık ve dil çözümlemesi bir estetik
isyan ve felsefi gizemcilik durumuna düşüyordu.
İkincisi, modemizmi tekelci kapitalizm ve daha belirgin olarak bir yanda
teknolojik bilgi, üretim kapasitesi, küresel ve ulusal entegrasyon ile diğer
yandan sınıf sömürüsünün görünüşe bakılırsa kolaylıkla yola getirilemeye
cek istikrarı, kapitalist ve sosyalist demokrasi idealleri, emperyalist hege
monya ve uluslararası çekişmeler arasındaki çelişkilerin bağlamına yerleş
tirmek önemlidir. Ne, tarihsel olarak burjuvazinin aristokratik geleneğe kar
şı mücadelesi ve kitlelerin eşitlik popülizminin damgasını vurduğu deneyci
gelenek ll , ne de kültürlü burjuva 11duyarlılığının11 rekabetçi materyalizm ve
kendisinin de içinden çıktığı dar kafalı ahlaki höşgörüsüzlüğe karşı ödipal
isyanı olan romantik gelenek, aslında mülksüz ve kültürsüz kitlelerin seç
kinciliğe karşı bir saldırısını ortaya çıkarmış olan bu yeni çelişkilerle yüzleş
meyi göze alamadı. Bu nedenle, kapitalist toplumun son derece aşikar ve çe
lişkileri ve irrasyonelliğini kimi zaman kendisine rağmen açığa çıkarmış o
lan bu düşünsel akım, modemizm, ilerici toplumsal değişim ve politik solun
unsurları ile ister istemez özdeşleşti (Kaideyi bozmayan istisna ise Lenin'in
modemizmi reddi ve yansıtmacılığın deneyci ilkesine dönmesidir. Althus
ser, Lenin'in neo-Kantçı ve deneysel-eleştirel felsefede tartışmasız olarak
mevcut olan öznelci ve göreci eğilimlere yönelik doğru olsa da içeriksiz eleş
tirisinin yanı sıra nesnelcilik ve realizme bağlılığını şiddetle savunur. Buna
karşın, Althusser aynı zamanda Lenin'in bir filozof olmadığını kabul eder ve
Engels'in Marx'ın felsefesini doğanın diyalektiği olarak düşünmesi düşün
cesinin yanında, Lenin'in modemizm öncesi, deneyci epistemolojiyi kabul
etmesini de reddeder) .
28
Bu nedenlerden ötürü modemizmi, bazı modemist kavrayışları zimmeti
ne geçirip bu fikirleri çoğulcu, bireyci ve göreci eğilimlerle doldurarak bir
etki ortaya çıkarmayı sürdüren deneyci ve romantik eğilimlerle bağdaşdır
mak yanlıştır. Modemist bir kimse için, dünyada geçerli olan yapısal belir
lenimler ne kadar soyut ve karmaşık hale gelmiş olursa olsun, nesnel olarak
gerçekliklerini korurlar. Bunların bilgisi yalnızca mümkün olmakla kalmaz,
aynı zamanda baş döndürücü bir hızda üretilmektedir. Modernist, anlam ve
bilginin üretimi ve aktarılmasının doğasında var olan kısıtlılıklara duyarlı
olsa da, epistemolojik göreciliği ontolojik realizmin daha genel bir ilkesine
bağlı kılar. Başka bir deyişle modemist, bilginin geçerliliğine ve böylece
mevcut gidişatı anlama, eleştirme ve daha iyi hale getirme ve sistematik
eşitsizlik ve sömürüyü ortadan kaldırmanın mümkün olduğu düşüncesine
olan inancını yitirmez. Buna karşılık deneyci rasyonalizm ve romantik irras
yonalizm, bilginin epistemolojik temelde geçerliliğini reddetmelerinden do
layı, seçkincilik ve statükoya bağlı kalır. Birbirlerinden ayrı ya da bir arada
konuşlandırılmış olmaları nedeniyle, kaba çoğulculuk, bireycilik ve göreci
lik, toplumsal gerçekliğe yönelik bilgimizi kesik fragmanlara indirgemek
amacıyla modemist gerçekçilik ve biçimcilik sentezini bir bölünmeye uğra
tırlar. Bu müdahelelerin ardından gelen tek tepki umutsuzluk, öfke ve en so
nunda, riayettir.
Benim görüşüm, modernizmin düşünsel olmanın yanı sıra toplumsal
açıdan da ilerici olduğu yönündedir. Yıkıcı olmaktan çok yapıcı olmak, ola
naklılığını reddetmek yerine bilgi üretmek, modemist ve postmodernist du
yarlılıklar arasındaki, sıklıkla ondokuzuncu yüzyıl pozitivizminin deneyci
kendini beğenmişliğine duydukları ortak antipati yoluyla örtpas edilen te
mel farklılıkları açıklığa kavuşturur. Modernizm deneyciliğe karşıttır, fakat
bilimsel devrimin rasyonel, realist ve materyalist geleneği ile olan derin sü
rekliliğini devam ettirir. Modernizmle olan asalaksal ilişkisine rağmen, post
modernizmin kökleri başka bir yerde, irrasyonalizm, dirimselcilik ve nihi
lizmin bilim karşıtı geleneğinde yatar. Neo-liberalizm ise tam tersi bir izle
nim verse de, genel görünüşü itibariyle modem öncesi durumunu sürdürür.
Neo-liberalizm, deneyciliğin enkazından tarih yanılgıları yeni ve yüksek
teknolojili maskesi ile güçlükle gizlenebilen akıl, haklar ve adaletle ilgili ide
alist ve bireyci varsayımları kurtarma girişiminde bulunmuştur. Oyun ve
modeller belki şimdi daha çok yönlü hale gelmiştir, fakat hala egemen sını
fın lehinedir. Neo-liberaller cephesinde gerçek anlamda yeni hiçbir şey -
29
kendi sınıf önyargıları ile ilgili daha yüksek bir bilinç hali bile- olmadığın
dan, Marx'ın ilk neo-liberal Jeremy Bentham'a uygun gördüğü "burjuva ap
tallığının dehası" Unvanını onlara yakıştırmaktan çekinmek için hiçbir ge
rekçe yoktur.
Modernizm ve tarihsel bilgi arasındaki ilişkinin inceleneceği alan bu de
ğildir; fakat şu kadarı söylenebilir ki, tarihsel düşünce ondokuzuncu yüzyıl
kültürünün merkezindeydi ve modernist düşünceye aykırı geleneklerle do
luydu. Yapısal nedensellikle tarihsel bilgiyi bir araya getiren ilk kişi Marx'tı,
fakat Marksist modernizm kaçınılmaz olarak, ekonomik belirlenim ve sınıf
mücadelesinin ilkeleri ile tanımlandığından, kapitalist toplumdaki egemen
sınıf arasında kabul edilebilir görülmesi çok güçtü. Aslında modernizmin
sonuçları, modemizm ve toplum bilimleri arasındaki ilişkilerin daima poli
tik ve ideolojik etkenler tarafından önceden belirlendiği beşeri bilimlerden
başka hiçbir yerde bu kadar kargaşaya sebep olmamıştır. Solda, Marksizmin
modernist bilimsel başarıları aralıksız olarak birbirinden ayrılan politik ha
reketlerin ihtiyaçlarına feda edilirken, Sağda, Marksizmin itibarını düşür
meye ve kapitalist topluma alternatif olarak özürlere sığınan alternatif bir
vizyon geliştirmeye yönelik güçlü baskılar toplumsal teoriyi modemizmin
"ötesine" itmiştir. Bilimsel tarih düşüncesine karşı çıkmak aynı zamanda ide
oloji ve politikanın bir işlevidir: Şimdi tarih ancak yazın eleştirmenleri tara
fından "kurgulanır", filozoflar tarafından "modellenir", ve tarihçilerin kendi
si tarafından sayısız soykütüklere ayrılırsa saygı görebilir. Bu gibi tarih kur
guları, açık olarak eleştirel amaçlara dayanarak gerçekleştirildiklerinde bile,
bir öncül olarak kendi bulgularının bilimsel değerinin yadsınması ve genel
yapılar, karşılıklı ilişkiler ve belirlenimler sorununu gözetmeyi reddetmek
yoluyla kendi çözümlemelerinin güvenilirliğini sarsarlar.
Neyse ki tarihsel düşünce aynı zamanda, çoğunlukla aralarında elbette
Althusser'in de bulunduğu Fransız yapısalcılığının en önemli figürlerinin
oluşturduğu modernist izleğe yakın daha yapıcı ve gerçek temellere daya
nan eleştiri tarafından ele alınmıştır. Fransız yapısalcılığının Saussurecü dil
bilimin çeşitli toplumsal fenomenlere uygulanmasından daha fazlası oldu
ğunu hatırlamak önemlidir12 . Genel olarak soyut yapısal belirlenimler ve
bunların epistemolojik önemini vurgulaması ve deneyci rasyonalite ve oto
nom insan pratiğini eleştirmesi yönünden tanımlanan yapısalcılık, yirminci
yüzyılın en önemli modernist akımlarından biri olarak kabul edilmelidir.
Yapısalcılık, Althusser, Lacan, Levi Strauss, Foucault, Derrida, Greimas ve
30
Barthes'in eserleri aracılığıyla toplumsal teoriye bir Fransız havası katmak
tan fazlasını yapmıştır; beşeri bilimler şaşırtıcı derecede kısa bir zamanda
kökten bir şekilde dönüştürülmüştür. Althusser'in Marksizmi yeniden ele
alması, büyük ölçüde bu gelişmelerin merkezinde yer almıştı. Klasik Mark
sist metinlerdeki kendilerinin açıkça belirtmediği ya da belirtemediği teorik
kavramlardan faydalanmakla kalmadı, o ve onun düşün arkadaşları aynı
zamanda tarihsel materyalizmi modernist ve bilimsel bir pratik olarak yeni
den Ganlılık kazandıran yeni kavramları bir bütün olarak geliştirdi. Althus
ser, Marksizm ve Marksist olmayan modernizm arasında daha önce varol
mamış köprüler kurdu. Bu belki de her şeyden çok Sol ve Sağ kanattan eleş
tirmenleri kızdırdı: komünist düşünür ve aktivistlerden aralarında Marksiz
me muhalif çok sayıda düşüncenin de bulunduğu Marksist olmayan kav
ramlardan yararlanan çok yönlü bir çalışmalar bütünü, akademik filozoflar
ve toplum bilimcilerinden modernist çoğulculuk, görecilik ve bireyciliğin
reddine dayanan küstah bir Marksist sorunsal.
31
Yapısal Marksist çözümlemenin nesnesi, bir üretim tarzı temelinde oluş
turulmuş bir toplumsal oluşumdur. Yapısalcı Marksistler ekonominin 11son
tahlilde11 belirleyici olduğunda ısrar ederler, fakat ekonomik belirlenimi yan
sıtmacı bir yöntemle doğrudan değil; çeşitli ekonomik, politik ve ideolojik
işlevleri yerine getiren heterojen, eşit olmayan, fakat birbirleri ile ilişkili ya
pılar açısından, dolaylı olarak kavramsallaştırırlar. Ü retim araçları açısından
işçiler ve çalışmayanlar arasında el değiştiren mülkiyet ve üretim ilişkilerin
den oluşan üretim tarzı, ekonomik işlevi tanımlar. Ekonomik işlev belirleyi
ci olarak ele alınır; yani, üretim tarzı Yapısalcı Marksistler tarafından top
lumsal formasyonun derin yapısını oluşturan unsur olarak anlaşılır.
Ü retim tarzında bir araya gelen mülkiyet ve üretimin ekonomik işlevleri,
toplumsal formasyonun en üst seviyesinde ayrılabilir. Ekonomik mülkiyetin
işlevleri, ekonomik üretimden ayrı, dolayısıyla doğası itibariyle ekonomik
olmayan kurumsal aygıtlarda uygulanabilir. Gelinen nokta göz önünde tu
tulursa, ekonomik işlevin belirleyici rolü ve üretim tarzının derin yapısını,
politik, ideolojik ya da ekonomik belli bir kurumsal aygıtın toplumsal for
masyonun en üst seviyesinde oynayacağı başat rolden ayırmak önemlidir.
Ekonomik mülkiyetin işlevini gerçekleştiren kurumsal aygıtın toplumsal
formasyonun en üst seviyesinde hakim olması tipik bir durumdur. Buna
karşın, toplumsal formasyonun egemenlik seviyesini oluşturan alan daima
üretim tarzının derin yapısıdır.
Yapısal Marksizm ekonomik belirlenimi yapısal nedenselliğin modemist
çerçevesinde düşünür. Toplumsal formasyon, belirli toplumsal yapılar ve
ilişkilerde ortaya konan ekonomik, politik ve ideolojik güçlerin paralelogra
mıdır. Ekonomik işlev birincil unsurken, politik ve ideolojik işlevler kendi
lerine özgü özellik ve uygulanabilirliklere sahiptir ve tüm yapı ve ilişkiler -
politik, ideolojik ve ekonomik -eşit düzeylerde olmasalar da, yapısal bir bü
tün, toplumsal formasyon olarak aynı anda iş başındadır. Bunun yanı sıra,
Yapısal Marksizm, ekonomik belirlenimin toplumsal formasyonu ileri sür
mesine yönelik herhangi bir ereksel ya da hedeften yoksundur. Ekonomik
belirlenim, bireysel yapı ve ilişkiler üzerine karmaşık bir bütün olarak top
lumsal formasyonun tarihsel geçerliliği ile ilgilidir. Başka bir deyişle top
lumsal formasyon, bireysel yapıların varlığının tarihsel matrisini ya da ge
çişsiz koşullarını oluşturur, fakat onların mevcut ya da geçişli etkinliklerinin
11karmaşık birligi11 olarak varolur. Ekonomik işlev daima tarihi matris içeri
sinde birincil konumda olduğundan (ayrı bir kurumsal biçim olarak her za-
32
man başat konumda olmasa da), tüm toplumsal yapılar ve pratiklere -son
tahlilde- ekonomi tarafından dolaylı olarak "daima halihazırda" bir yer ve
işlev verilir.
Yapısal Marksizm ayrıca toplumsal yapılar içindeki ve arasındaki, top
lumsal bütünün istikrarsız gelişmesi ve münferit yapıların göreli özerkliğin
den kaynaklanan karşıt eğilimleri kabul eder. Ekonominin birincil rolü po
litik ve ideolojik yapılara sınırlar koyar ya da onları kısıtlar, fakat her bir po
litik kurumu özgülleştirmez veya aile, üniversite ya da kilise gibi ideolojik
aygıtları doğrudan belirlemez. Politik ve ideolojik aygıtlar, daha önceden
ekonominin gelişimi tarafından eşgüdümlenmeyen göreli bir özerklik ve di
namiğe sahiptir. Aynı zamanda, nesnel değişikliklerin ekonomik yapılar ve
ilişkiler içinde değişiminin üretimi onların yeniden üretimine doğrudan ola
nak sağlayamayacağından ekonomik belirlenimin kendisi çelişkiler içer
mektedir. Bu nedenle ekonomik belirlenim "son tahlilde", özgüllüklerini göz
ardı etmek ya da yeniden üretimlerinin 'fazla mesaisini' varsaymaksızın, sü
reç içinde geçerli olan nedensel belirlenimlerin çeşitliliğine riayet eder. Bu,
kaba çoğulculuğa düşmeksizin mekanik istatistikler ve erekselci evrimden
kaçınan, karmaşık belirlenime yönelik modernist vizyondur.
Yapısal Marksizm, bir toplumsal formasyonlar bilimidir. Buna karşın Alt
husser, tarih biliminin tarihin bütünselliğini kesin olarak kavrayabileceği ya
da kendisini yorumsal bir bilgi biçiminden, kestirimci bir bilgi biçimine dö
nüştürebileceği düşüncesini reddeder. Bireysel ya da "bölgesel" (politik, söy
lemsel vs.) kuramların birbirleri ile asla kusursuz biçimde uyumlu hale ge
lemeyeceğini ve kendilerine özgü kuramsal amaç ve sorgulamalarının bir
fonksiyonu olan özgüllüklerini kaybetmeyeceklerini kabul eder. Althusser
felsefi olarak, tarihsel bilginin geçerliliğini, onu klasik modernist üslupla,
nesnesinin gerçekliğine tabi kılarak savunur. Bütün bilginin gelenekselliğini
ve tarihselliğini kabul etse ve gerçeklik ve gerçeklik hakkında düşünce ara
sındaki ayrımda (gerçeklik hakkında düşüncenin hiçbir zaman tam olarak
yeterli olmadığı, gerçekliğin kendisine hiçbir zaman bütünüyle uymadığın
da) ısrar etse de, Althusser bu gibi epistemolojik nitelikleri, gerçekliğin ger
çeklik hakkında düşünceden önce geldiğini savunan ontolojik realizmin il
kelerine tabi kılar. Bilimsel bilginin geçerliliğini su götürmez şekilde kanıt
lar gibi görünmeye çalışmaksızın (epistemolojik sorunlara yönelik fikirler
felsefe tarafından asla kanıtlanamaz ya da çürütülemez ve felsefe tarih de
dahil olmak üzere herhangi bir bilimle ilgili öncelikli söz sahibi olma iddia-
33
sında değildir), Althusser felsefede, sorunları açıklama konusundaki güçle
ri nedeniyle ve karşıtları tarafından öne sürülen bir dizi sönük eleştiriye da
yanarak bilim ve tarihsel materyalizmin bilimselliğini savunur.
Yapısalcı Marksistler, söylemsel pratiklerin ve diğer toplumsal fenomen
lerin, herhangi bir nesnel gerçeklik ya da gösterenle çok az ilgili, birbirinden
farklı gösterenlerden oluşan rastlanhsal ve otonom sistemler olarak oluştu
ruldukları görüşüne karşı çıkar. Yapısalcı Marksistlere göre, söylem sadece
sözdizimsel değil, aynı zamanda semantiktir. Bütün söylemsel pratikler te
melde toplumsal iktidar ilişkileri ile bağlantılıdır; ne üst-dillerden oluşan ve
'serbest dalgalanan' sistemler (Barthes), ne de tarih dışı aşkın yapılardır (Le
vi Strauss) . Buna karşın Yapısalcı Marksistler, Foucault gibi, söylemin sade
ce iktidardan (dolayısıyla anlam, amaç ve kuramsal belirlenimlerin geçerli
liğinden büyük oranda bağımsız) ibaret olduğunu ve iktidarın kendiliğin
den (spontan), nedensiz ve sınıfsal menfaatler ile ilgisiz olduğunu savunan
düşünürlerin iddialarını reddederler. Yapısalcı Marksistler bilimsel, felsefi,
ideolojik ve estetik pratiklerinin işlevsel kavramları üzerinde ayrıntılarıyla
durarak, güçlü bir genel söylem kuramı ve toplumsal üretim ve alımlama
nın tarihsel çözümlemesi için sağlam bir kuramsal temel geliştirmiştir. Son
olarak, Yapısal Marksizm, tarihsel ya da yorumbilimsel tekbencilige düş
meksizin tarih konusunda söylemsel pratiği temellendirebilir.
Yapısal Marksizm, teknolojik deterministler ve tarihsel gelişimin açıkla
yıcı ilkesi olarak sınıf mücadelesini savunanlar arasında uzun zamandır sü
regelen bir tarhşmayı geçersiz hale getirir. Teknoloji yalnızca sınıf mücade
lesi bağlamında varoldugundan ve sınıfsal güç ve menfaatler sadece üretim
güçleri ve ilişkilerin birlikteliğinde varoldugundan, Yapısalcı Marksistler ta
rihsel gelişimi özgül üretim biçimleri ve bunların birbirleri ile ilişkileri (ek
lemlenmeleri) açısından yeniden formüle eder. Her türlü üretim tarzında
üretim ilişkileri hakim unsurdur; çünkü mülkiyetin işlevi toplumsal ürünü
zimmetine almak ve mevcut üretim güçlerini yeniden üretmek amacıyla
bundan bir pay tahsis etmektir. İki farklı üretim tarzının herhangi bir şekil
de eklemlenmesi durumunda gerçekleşen, daha fazla üretken olanın daha
az üretken olan üzerindeki hakimiyeti ve ikincisinin birincisine bağlı hale
gelmesidir. Bir üretim tarzında mülkiyet işlevini yerine getiren bireyler el
bette bu oluşumun egemen sınıfını oluşturur ve verili bir eklemlenme duru
munda hakim üretim tarzının egemen sınıfı diğerine tabi kılınan üretim tar
zının egemen sınıfı üzerinde egemenlik kuracaktır. Özetle, herhangi bir üre-
34
tim tarzında ilişkilerin güçler üzerindeki egemenliğinden söz edebiliriz, fa
kat sınıf mücadelesine karşı teknolojik belirlenim sorununu vurgulamak
anlamlı olmaz. Buna karşın, iki üretim tarzının eklemlenmesi söz konusu ol
duğunda, teknolojik belirlenimden ancak bir üretim tarzının (güç ve ilişkile
rin birliği ile tek bir sınıf mücadelesi) diğeri üzerinde hakim olması açısın
dan söz edilebilir.
Üretim tarzı kavram Yapısalcı Marksistlere ayrıca ekonomik belirlenimin
kapitalist olmayan toplumsal formasyonlar için de geçerli olduğunu göster
me olanağı sağlar. Birincisi, üretim güçleri ilişkilerini üç ayrı unsura ayrılan
-işçiler, teknoloji ve işçi olmayanlar- iki toplumsal ilişki olarak kavramsallaş
tırarak, Yapısalcı Marksistler, herhangi bir toplumsal formasyonda mülkiye
tin ekonomik işlevleri ile üretimi birbirinden ayırabilir. İ kincisi, hem ekono
mik hem de ekonomik olmayan işlevleri bu işlevleri elinde bulunduran ku
rumlardan (soy, saray vs.), ayırarak, Yapısalcı Marksist çözümleme, kurum
ve davranış kalıplarını açıklamakla yetinen metodolojilerin ayırtına varama
dığı belirlenim ilişkilerini ortaya çıkarabilir. Üçüncüsü, ilişkiler ve bu ilişki
lerin birbirleri arasındaki ilişkiyi açıklayarak, Yapısalcı Marksistler, verili bir
zaman ve yerdeki toplumsal formasyonların tarihsel özgüllüklerini gözet
mekle birlikte, birbirinden farklı çeşitli üretim tarzları ile ilgili genel kav
ramlar geliştirerek, yarahcı ve etkileşime yönelik bir yöntemle genel kuram
ve somut araşhrma arasında bir denge kurabilir. Kısacası, üretim tarzı kav
ramı, modernist bir üslupla, yer çekimi kadar nesnel olarak gerçek, fakat
yerçekimi gibi sadece etkileri ile görülen soyut yapısal belirlenimler öne sü
rer. Yapısal Marksizm, sadece soyut yapısal belirlenimlerin nesnel gerçekli
ginde ısrar etmesinden dolayı değil, aynı zamanda bilgiyi -yani gerçekliğin
soyut kavramlarını nesnesinden, yani gerçekliğin kendisinden ayıran aşıl
maz uçurumu kabul etmesi yönüyle de tabiatı gereği modemisttir.
35
tikleri açıklamak isterler. Yapısal Marksizm, -Toplum tarafından bize verilen
rol ve konumlara uymamızın doğasında bulunan- teslimiyet unsurları ile
aynı rol ve konumlar aracılığıyla toplumsal özneler olarak davranma yete
neğimizden kaynaklanan güçlendirme unsurları arasındaki gerilimlerin ya
nı sıra bizi toplumsal özneler olarak 'oluşturan' farklı yöntemler arasındaki
çelişkileri inceler.
Toplumsal aktörler akılsız robotler değildir; eğilimler, söylemler ve men
faatlerden oluşan, kurallarla sınırlı fakat açık uçlu ve etkileşime dayalı bir
sistemin içindeki yaratıcı, karar verici oyunculardır. Bu sistem, ya da habi
tus, yetki verici-kısıtlayıcı güçleri faydacılığın özgür iradeye sahip "insan"
görüşüne ya da üretim ilişkilerinin mekanik bir yöntemle yansıtılmasına in
dirgenemeyecek, yaşanan tarihe göre kendine özgü özellikler kazanan ve sı
nıfsal bir yapıdır. Toplumsal öznellik, uygulanabilirliği, aralarında bilginin
kendisinin de bulunduğu toplumsal yapıların içindeki ve arasındaki çelişki
ler kadar açık uçlu olan, aynı toplumsal yapıların bir yoğunlaşmasıdır. Tarih
bilimi, tikel öznesinin, tikel bilgisinin nesnesini değiştirmesi yönüyle, kendi
belirsizlik ilkesine sahiptir. Yapısalcı Marksizm, toplumsal öznelliğin hem
geçişsiz hem de geçişli boyutlarını anlamlandırırken, sadece geçmişin bilgi
sini değil, aynı zamanda yaşadığımız zamanda etkili bir şekilde hareket et
me kapasitemizi geliştirir.
Batı Marksizminin çoğu taraftarından farklı olarak Althusser, "sınıf mü
cadelesinin tarihin itici gücü olduğu" yönündeki "kaba" Marksist önermesi
ni savunur. Yapısalcı Marksist üretim tarzı kavramı, insan toplumunda sınıf
sömürüsünün aynı anda bir çok yerde bulunduğu varsayımından yola çık
masa da, sınıf sömürüsünü varolduğu yerlerde ifşa eder, ardında gizlendiği
sayısız biçime nüfuz eder ve onu meşrulaşhran çeşitli ideolojilere kuşkuyla
bakılmasını sağlar. Sınıf mücadelesi açısından Yapısalcı Marksist "Ortodoks
luğun" son derece "gelenek dışı" olduğu anlaşılır: aslında toplumsal özneler
ontolojisinin sınıfsal özneler olarak yeniden kavramsallaştırılmasından baş
ka bir şey değildir. Yapısalcı Marksistlere göre bireyler, geleneksel sınıf kav
ramlarında olduğu gibi, sadece üretim araçları ile nesnel ilişkilerinden dola
yı sınıfsal nesneler olarak oluşturulmazlar, aynı zamanda ekonomik olma
yan yapılar ve ilişkiler ile kurdukları bağ nedeniyle toplumsal öznedirler.
Toplumsal alanı oluşturan sayısız konum ve roller daima varoluşun tarihsel
koşulları tarafından önceden oluşturulduğu için, toplumsal formasyon için
deki ekonomik işlevlerin önceliği ile onlara zorunlu olarak her zaman bir
36
y er ve görev verilir. Bu ilişkiler sistemini içselleştiren ve bu konum ve roller
de yer edinen toplumsal toplumsal özneler bundan ötürü ister istemez top-
1 umsal sınıfların üyeleri olarak oluşturulurlar.
tidarın her yerde ve hiçbir yerde bulunan, aksi takdirde "özgür" bireyler
olacak kişileri baskı altına almak ve üzerlerinde egemenlik kurmak üzere ta
rih i n anlamsız akışından kendiliğinden (spontan) patlak veren bir asal enerji
olduğu fikrini savunan postmodern kuramlardan farklı olarak, iktidarın
toplumsal yapılar hiyerarşisinde nasıl temellendirildiğini ve sınıf ilişkileri
tarafından nasıl belirlendiğini - sınıfsal iktidarın, diğer tüm iktidar biçimle-
37
rini, onları doğrudan dönüştürmeden nasıl kısıtladığını- tanıtlar. Yapısalcı
Marksist çözümleme aynca sınıf iktidarının ekonomik ilişkilerden biçimsel
olarak ayrı ve hatta imkanı dahilinde yaygın-demokratik bir kapitalist dev
let içerisinde nasıl "yoğunlaşhğını" açıklar. Yapısal Marksizm, yaygın-de
mokratik devletin kapitalist üretim modellerinde neden zorunlu olarak, ön
celikli işlevi egemen sınıfın hegemonyasını örgütlemek ve sınıf sömürüsüne
dayanan mevcut ilişkilerin yeniden üretilmesi olan bir sınıf devleti olduğu
nu açıklar.
38
temsili demokrasinin sosyalist katılımcı demokrasi ile aynı doğaya sahipmiş
gibi göstermek amacıyla bu basit gerçeği çarpıtmak ya da kapitalist demok
ra sinin yavaş fakat kesin olarak sosyalist demokrasiye dönüşmekte olduğu
nu iddia etmek, kendi kendini kandırmaya yönelik ve kötücül hareketlerdir.
Kapitalist demokrasi sadece bir temsil biçiminden ibaret değildir; demokra
tik ilkelere olanak tanıyan alanları demokrasiyi hesaba katmayan alanlardan
a yırarak ve sınırlandırarak eşitsizlik ve sömürüyü yansıtan ve yeniden üre
ten bir iktidar yapısıdır. Aşılması durumunda demokrasinin geliştirilmesi
nin kapitalizme bir meydan okumaya dönüşeceği sınıfsal engelleri göz ardı
eden ve anlaşılmaz hale getiren hiçbir sosyalist strateji ciddiye alınamaz 13 .
Kapitalist toplumdaki gerçek iktidarın devletin doğrudan denetimine değil,
üretim araçlarının özel mülkiyetinin varlığına ve üreticilerin bu araçlar üze
rindeki denetimden mahrum bırakılmasına dayandığını göz ardı eden ya da
anlaşılmaz hale getiren hiçbir demokratik strateji ciddiye alınamaz. Politik
haklar kapitalist yönetim altında evrensel ölçüde genişletilebilir ya da geniş
letilmeyebilir; fakat eğer bu gerçekleşirse, mülkiyet iktidarı politik ve eko
nomik alanların birbirinden kesin olarak ayrılmasına bağlı olur. Özgürlük
çü kapitalizm demokrasiyi asla ekonomik alana taşıyamayacağından, "halk"
asla gerçek bir politik iktidara sahip olamaz. Politik iktidarın ana kökü eko
nomik olduğundan, sorunların ne olduğuna, hangi politikaların kabul edi
lebilir olduğuna ve adayların kim olacağına ekonomik güce sahip kimseler
karar verir.
Katılımcı demokrasi, kapitalist hegemonyanın gizemli sırrı olan, ekono
mik ve politik alanların birbirinden ayrılmasını reddeder. Katılımcı demok
rasi, çeşitlilik ve çelişkilerin politik alandan çıkacağı anlamına gelmez; sade
ce sınıf iktidarının artık politik çeşitlilik ve çelişkilerin arkasındaki yapısal
unsur olmayacağı anlamına gelir. Buna karşın, C.B Macpherson'un (1977)
uyardığı gibi, yerel düzeyde katılımcı demokrasi ve bunun üzerinde her dü
zeyde temsili demokrasi (partilerle ya da partiler olmadan), ancak aşağıdan
seçilen karar mercileri ve politik formül üreticileri, yeniden seçilerek ve gö
reve çağrılarak aşağıdakilerden sorumlu tutulursa işleyebilecektir. Katılımcı
demokrasi belediye meclisinden iş alanlarına doğru yayılmalıdır. Bu neden
le sos y alizm ve demokrasi birbirlerinden anlamlı bir şekilde ayrı tutulamaz.
Sos y alizm, 'piyasa unsurlarına izin verilmemelidir' anlamına gelmez, sade
ce birikim süreçleri artık kar peşinde koşarken kimseye karşı sorumlu dav
ranmayan ve bir işçi sınıfı çoğunluğu üzerinde neredeyse sınırsız bir iktida-
39
ra sahip bir azınlık sınıfı tarafından kontrol edilmeyeceği anlamına gelir. Bir
kapitalist seçkinler sınıfı (özel mülkiyet ile tanımlanan) ya da ("kamu" mül
kiyeti ile tanımlanan) bürokratik bir sınıf tarafından gerçekleştirilen üretim
araçları ve toplumsal ürünün dağılımın azınlığın kontrolünde olması duru
mu, onları sorumluluk ve güçten mahrum bırakarak halkın çoğunluğunun
dahil olduğu kahlımcı demokrasiyi imkansız hale getirir. Dağıtıcı adalet,
böyle bir şeyin kararını vermek ve uygulamak uygun olsa bile, yeterli değil
dir: gelir dağılımına yönelik sınıf eşitsizlikleri ne kadar azaltılırsa azaltılsın,
iktidarla ilgili sınıfsal eşitsizlikler herhangi bir yasal adalet sisteminde orta
dan kaldırılmak üzere geçerliliğini koruyacaktır. Macpherson bize egemen
sınıfın sadece oylamalarla seçim yapmadığını hatırlatır: para, nüfuz ve güç
ile seçim yapar. Böyle bir durum politik tepkisizliği üretir ve yeniden oluş
turur: Sınıf iktidarının eşitsizlikleri, kitlesel politik katılımı, onu neredeyse
etkisiz hale getirerek yıldırır; diğer yandan üretim araçları üzerinde demok
ratik bir kontrolün yokluğu, sınıf iktidarının eşitsizliklerini sürdürerek kısır
döngüyü tamamlar.
Demokratik sosyalizmin yeniden canlanması ancak kapitalizmin bir üre
tim tarzı ve temsilci demokrasinin de sınıf iktidarının bir ifadesi olarak bi
limsel bir bakış açısıyla anlaşılması ile başlayabilir. Yapısal Marksizm, eko
nomik belirlenim ve sınıf mücadelesinin birincil öneminde ısrar ederek yeni
bir -gerçeklere dayanan, fakat bu gerçekliği dönüştürmeyi ve aşmayı hedef
leyen yaratıcı, ülküsel- demokratik sosyalizm idealini post-Marksist ve post
modernist rakiplerinden daha fazla ve daha iyi açıklamakla kalmaz, aynı za
manda bu ideali gerçekleştirilebilir ve kanıtlanabilir şekilde zorunlu hale ge
tirir. Böyle bir ideal hak ve adaletler gibi kavramları merkez almaz, çünkü
bu ideolojiler en iyi ihtimalle, maddi olmaktan çok biçimsel özgürlüklere sa
hip büyük bir çoğunluğu aslında yaphrım gücüne sahip olan ve gerçekte öz
gür olan küçük bir azınlıktan korumaya yönelik yarı gönüllü ve etkisiz ça
baları ifade eder. Yeni ülküsel ideoloji zorunlu olarak gerçeklere dayanan tek
hak ve adalet kavramı olan (çağdaş tarhşmalarda eşitliğin neredeyse hiç bu
lunmaması ile fazlasıyla aşikar olan bir gerçek) eşitlik kavramını merkez
alacaktır.
Eşitliğin, sendelemeye başlayan yerel ve uluslararası engellerin baskısı
alhnda dünyanın en geri kalmış bölgelerinde sağlanabileceği fikrinin trajik
anlamsızlığına ve eşitliğin kapitalist toplumların politik bilinçsizliğine başa
rıyla sızdırılmış tiranlıklarla talihsiz (ve tezat) bir şekilde özdeşleşmesi du-
rumuna rağmen, eşitlik idealinin çoğunluğun menfaatini temsil ettiği bir
toplumda saf dışı bırakabileceğine sadece bir aptal inanabilir. Kapitalizmin
kendisi de eşitlik, demokrasi ve sosyalizm ideallerini zorunlu olarak canlı
tu tar. Althusser'in, Frnasız Komünist Partisi'nin eşitliğe dayanan gerçekleş
tirilebilir bir politik ideolojinin yeniden oluşturulmasının aracısı olabileceği
ne dair yanlış umutlarına rağmen, insanlığın kendisini vahşilik düzeyinin
ton, Foucault ve Habermas gibi farklı isimler tarafından dile getirilen kapi
talizme karşı insancıl-ahlaki-ruhsal-etik isyanın, Althusser ve takipçilerinin,
i s ter istemez Marksist temellere dayanan nesnel bir tarih biliminin mümkün
olduğuna yönelik yargılarına karşıt olduğunu düşünmüyorum. Buna rağ
men, nedensel olmayan umut ilkesi ile analitik bilgi ilkesini bir araya getire
rek bir kazanıma ulaştırabilecek faydalı hiçbir şey olmadığı düşüncesinde
yim: bana öyle geliyor ki, en iyi umutlar gerçekten var olan ihtimallerden
d oğar. Başka bir deyişle, toplumsal teorinin yeniden oluşturulmasının ve
günümüzdeki düşünsel kaçamakların leyhine ya da aleyhine, ya da, top-
1 umsal olsun veya olmasın, herhangi bir bilimin asıl görevi yönünde ya da
41
ona karşı bir tutum takınmak aynı zamanda okurun sorumluluğudur: nes
nesi hakkında gerçeği söylemek
42
1 . Bölüm:
Yapısal Nedensellik, Karşıtlık ve Toplumsal Oluşumlar
43
detmek mümkündür. Althusser'in felsefede realist tutumu savunmasına da
ha sonra değinilecektir; fakat benim Yapısal Marksizm tartışmamın neden
çoğu zaman olduğu gibi onun epistemolojisinden değil, tarih anlayışından
yola çıktığını açıklayabilmek için bu konuya bir giriş yapmak gereklidir.
Açıkça ifade etmek gerekirse, bunun nedeni, Althusser'in, bilimsel bilgi üre
timinden bağımsız felsefi hakikat garantisini reddetmesidir. Bundan emin
olmak için, Althusser, Marx için ve Kapital'i Okumak'ta tarihsel bilgi için fel
sefi-epistemolojik garantiye benzer bir anlayış oluşturmaya girişti; fakat bu
çaba onun asıl tasarısının genellikle kabul edildiğinden ve bu metinlerin ya
yınlanmasından kısa süre sonra Althusser tarafından reddedilmesinden da
ha az merkezindeydi. Bunun ardından, yanıltıcı olsa da, çoğunlukla "episte
molojik Marksizm" olarak ifade edilen anlayıştan, Marksist (ya da tarihsel
gerçekçi) epistemoloji anlayışına geçiş 3. Bölümde ayrıntılarıyla ele alına
caktır. Burada sadece Althusser'in şu an için doğrulanmamış "bilimlerin onu
tanımlayan belirli bir yöntemle nesnelerinden bilgiler üretirken, söz konusu
nesneyi kurarak bu nesneden bilgi ürettikleri" iddiası ile birlikte, onun tarih
sel kavramlarına bir giriş yapacağım (Althusser ve Balibar 1970, 46).
Althusser'in mevcut tarih pratiğinde en rahatsız edici bulduğu şey, ku
ramsal nesnesinin kesin bir şekilde tanımlanması ile bu nesneden bilgi üret
me yeterliliğine sahip kavramlar ve söylemsel protokollerin belirtilmesinin
bir arada olmamasıdır:
Tarih, kesin olarak bir nesnesi ile ve dolayısıyla kuramsal nesnesi
ile ilgili bir kuram olmaksızın yapabileceği yanılgısı içerisinde ya
şar. Tarihin yoksun olduğu şey, her bilimin esas sorunlarından biri
ile bilinçli ve cesur bir şekilde yüzleşememesidir: sorunun doğası
ve sorunun kuramının oluşturulması; bununla demek istediğim, bi
limin kendisi içindeki, bütün yöntem ve pratiklere, hatta deneysel
yöntem ve pratiğe temel oluşturan ve aynı anda onun kuramsal
nesnelerini tanımlayan kuramdır (Althusser ve Balibar 1970, 109) .
Açıkça görülüyor ki, bu eksiklik tarihsel incelemenin yoğun hacmini hiç
bir şekilde kısıtlamamaktadır. Tam tersine, kuramsal bir nesnenin sorunu
kuramsal olarak geçiştirildiğinde ya da göz ardı edildiğinde bile, farklı tarih
kategorileri ve türlerinin hızla yaygınlık kazanması ile neredeyse çözüme
kavuşturulur. Buna karşın, Althusser'in çalışma arkadaşı Etienne Balibar'ın
gözlemlediği gibi, bu gibi tarihlerin ilginç bir yönü vardır: araştırma nesne
lerini (kadınların deneyimi- popüler kültür, teknoloji vs.) etkin ve kesin bir
44
biçimde yaratmak yerine, edilgen bir biçimde alımlama eğilimindedirler.
Araşhrma nesnelerinin gerçek oluşumu genellikle, bu tarihlerin kuramsal
pratiğinin dışında, kuramsal ya da başka türlü diğer pratiklerin gerçekliğin
de yatar. Bu gidişahn talihsiz sonucu, bu çeşitli tarihler arasındaki ilişkiye
dair herhangi bir kavramın olmamasıdır. Bu nedenle Balibar'a göre, her bir
özel tarih, bir tür çelişkiden doğar: "nesnesinin oluşturulması için eleştirel
olmayan bir işleme dayanan bir (sözümona son derece eleştirel) bir söylem.
Bu tarihler kavramsallaşhrma süreçlerinde ve açıklamalarının doğasında,
bu bileşen niteliğindeki tarih ile diğer tarihler, bütünsel tarih arasındaki kar
şılıklı sınırların çözülemez sorunu ile karşı karşıya kalırlar" (Althusser ve
Balibar 1970, 248-49) . Balibar, tarih, kendi nesnesini edilgen bir biçimde baş
ka bir yerden kabul etmek yerine fiili olarak oluşturma görevini üstlenene
kadar bu sorunun çözümlenemez olduğunu ve çözülemeyeceğini öne sürer.
Althusser ve Balibar, tarihin "özünü", evrimini ve gerçekleşmesini ayrın
tıları ile açıklayacak bir "tarih felsefesi" isteğini dile getirmemektedir. Ne de
eksiksiz, bütün ya da hatta doğrudan bilginin tarihsel inceleme açısından
daha bilimsel bir yöntembilimin benimsenmesi sonucunda ortaya çıkaraca
ğı düşüncesini savunmaktadır. Onlar daha çok gerçek kısıtlılıklara rağmen
bilimsel bilgi ve tarihin mümkün olduğunu iddia etmektedir. Yapısal Mark
sizm, tarihsel inceleme alanını tanımlayan genel bilimsel kavramların, geniş
zaman ve uzam görüngesinin her alanında yer alan toplumsal fenomenlerin
karmaşıklığını ve özgüllüğüne cevap verebilen kavramların mümkün oldu
ğunda ısrar eder.
Bu kavramlar yapısının (Althusser buna "sorunsal adını verir) kuramsal
nesnesi, "toplumsal oluşumlardır. " Toplumsal oluşumlar, anlamlı bir bütün
olarak bir bütün haline gelen ya da eklemlenen "yapıların yapılarıdır"; fakat
her bir yapı kendi içinde diğerlerinden farklı bir varoluşa sahiptir. Bir top-
1 u msal oluşum içindeki toplumsal yapılar, kendilerine bir yer ve işlev veren
bir belirlenimler hiyerarşisi içerisinde kaydedilir, fakat bununla beraber her
biri kendi göreli özerkliklerine ve belirlenim kipine sahiptir. Althusser, açık
lama ilkeleri olarak ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesinde ısrar eder;
fakat aynı zamanda ekonomik ilişkilerin tarihsel olguları açıklamak için tek
başına yeterli olmadıklarının üzerinde durur. Yapısal Marksizmin gücü, bu
görünürde karşıt tutumları üretken bir gerilimde tutup, toplumsal bütünlük
kavramları ile onun tamamlayıcı yapıları arasında sağlam ilişkiler kurarken,
her ikisi için uygun farklı çözümleme seviyeleri belirlemeye devam etme ye
teneğinde yatar.
45
Althusser: Olayların Bütünlüğü olarak Toplumsal Oluşumlar
Alhusser ve Balibar, Kapital'i Okumak'ta bit toplumsal oluşumu, "belirli
bir üretim tarzı temelinde eklemlenen olayların bütünlüğü" olarak tanımlar
(Althusser ve Balibar, 1970, 207) . Bu tanımı hareket noktası olarak kabul
edelim ve şimdilik "olayların bütünlüğü" olarak toplumsal oluşumlar konu
suna yoğunlaşalım. Althusser ve ve Balibar'ın atıfta bulunduğu olaylar, top
lumsal ilişkiler ve "pratiklerin" her biri kendi işlevsel birliğine sahip olan ve
daha özel yapılardan oluşan birbirinden ayn yapısal düzeyleridir. Pratik,
her olayın merkezini oluşturur- toplumsal varoluşun bütün düzeyleri farklı
pratiklerin alanıdır" (Althusser ve Balibar 1970, 58)- fakat Althusser toplum
sal yapılar, ilişkiler ve pratikler arasında kesin bir aynm yapmaz. Toplumsal
yapılar, Althusser'in basit bir şekilde "belli bir üretim biçiminden yararlanan
belirli bir insan emeği tarafından etkilenen dönüşümler" olarak tanımladığı
kurallara bağlı fakat açık uçlu bir pratik yoluyla ortaya çıkarılır, yeniden
üretilir ve dönüştürülürken, toplumsal ilişkiler toplumsal yapıların somut
olarak gerçekleşmesi ya da deneysel tezahürüdür (Althusser, 1969, 166) . Do
layısıyla Yapısal Marksizmde "kişilerüstü" yapılar ile "insan" pratikleri ara
sında bir karşıtlıktan sözetmek anlamsızdır. Althusser'in düşünsel itkisi in
sani ve insanlık dışı olanı birbirine karşıt temellerde ele almak değil, daha
çok insanları toplumsal özneler olarak oluşturan yapısal ilişkiler ve pratik
ler içindeki ve arasındaki karşıtlıkları kavramak ve insan pratiğinin zorunlu
olarak gerçekleştiği toplumsal alan olarak mekanları, konumları ve rolleri
oluşturmaktır. Pratiğe atfedilen öncelik, insanların bu pratiklerden bağımsız
özneler olduğuna işaret etmez -Althusser bu tutumu reddeder-, fakat tüm
toplumsal pratikleri insan etkinliği alanına sağlam bir şekilde yerleştirir.
Toplumsal oluşumlar, bir arada bulunmaları bütünüyle göz ardı edileme
yecek ya da tek bir kapalı sisteme indirgenemeyecek, işlevsel olarak örgüt
lenmiş kurumlar ya da olayların karmaşık bir hiyerarşisidir2 . Kural olarak,
olayların sayısı kapalı olmaktan çok açıktır ve birbirinden farklı pratiklerin
açıklanması, belitsel olmaktan çok bulgusal bir süreçtir. Althusser öncelikle,
toplumsal oluşumun kavramsallaştırılması için gerekli belirleyici pratikler
olarak üç durumu, ekonomik, politik ve ideolojik durumu ayrıntılı olarak
açıklar; çünkü bunlar, kendileri olmaksızın toplumsal varoluşun idrak edi
lemeyeceği durumlardır. Ekonomik pratik doğanın toplumsal açıdan fayda
lı ürünlere dönüştürülmesini; politik pratik, ortak toplumsal ilişkilerin ve
onların kurumsal biçimlerinin yeniden üretilmesini ve yönetilmesini ve ide-
46
olojik pratik toplumsal öznelerin ve onların bilinçlerinin oluşturulmasını i
fade eder. Elbette Althusser ve diğerleri, söz konusu edilen belli bir toplum
türüne bağlı olarak daha fazla ya da daha az öneme sahip olabilecek geniş
letilmiş pratik değerlendirmeleri -kuramsal, estetik vs.- önermiştir.
Tüm pratikler Yapısalcı Marksistler tarafından düzensiz gelişmiş ya da
"çelişkili" olarak değerlendirilir. Farklı yazarlar arasında çeşitlilikler olsa da,
her bir oluşumun çelişkilerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:
1- Ekonomik pratikte çelişkiler, emek süreci (üretim güçleri) ve ekonomik
mülkiyet (üretim ilişkileri) içindeki işbirliği ve sömürü ilişkileri arasında va
rolur. Bu çelişkiler, işçiler ve işçi olmayanların üretim araçları ve üretimin
sonuçları açısından birbirine karşıt sınıfsal çıkarları ve yeterlilikleri olarak
i fade edilir.
2- Politik pratikte çelişkiler, temsil ilişkileri ile tahakküm ilişkileri arasın
da yer alır; bu durum birbirine karşıt çıkarlara sahip, genel sosyal örgütlen
me kurumlarını kontrol eden "güç bloğu" niteliğindeki sınıflar ya da sınıfsal
kesimler ile "kitleler", böyle bir kontrole sahip olmayan bir toplumsal olu
şumda yer alan diğer sınıflar ya da toplumsal gruplar arasındaki karşıt çı
karlar olarak ortaya çıkar.
3- İ deolojik pratikte çelişkiler vasıf ilişkileri (bireylere toplumsal özne
olarak yetki veren ve olanak tanıyan ilişkiler) ile tabi kılma ilişkilerinde (bi
reyi belli başlı roller ve yetkilerle sınırlandıran ilişkiler) ve bu ilişkiler ara
sında gerçekleşir.
Yapısal Marksizm sorunsalına yönelik bir başka yanlış anlamadan kaçın
mak için ekonomik, politik ve ideolojik işlevlerin evrenselliği ile bu işlevle
rin tarihsel olarak yer alabileceği belli başlı kurumsal çerçeveler arasındaki
ayrımı akıldan çıkarmamak son derece önemlidir. Her şeyden önce, her bir
toplumsal oluşumda, piyasa, devlet ya da kiliseye tekabül edecek tek bir ku
ru msal biçimin olduğu yolundaki yanlış düşünceden kaçınmalıyız. Tam ter
s i ne, bu işlevlerden biri ya da daha fazlası farklı toplumsal kurumlar tara
fı ndan uygulanabilir ya da kendine özgü bir toplumsal oluşum ya da üretim
ta rzı içinde ortaya koyulabilir. Buna karşın bu işlevlerin tarihsel özgüllükle
ri (ya da bir arada bulunmaları) her bir işlev için genel kavramların uygula
nabilirliğini (genel toplumsal özne kav ra mın ın belli bir bireyin işlevlerin
,
birbirinden farklı özelliklerine -anne, işçi, yurttaş vs.- aynı anda sahip olabi
l ec e ği gerçeği nedeniyle geçersiz hale gelmesinden daha fazla) geçersiz kıl-
47
maz. Her bir işlevin belirli maddi aygıtlar içinde ve bu aygıtlar yoluyla va
rolması nedeniyle maddi olmasının yanında, herhangi bir aygıt bir dizi işle
vi bir araya getirebilir ve dolayısıyla birden fazla durumda etkinliğe sahip
olabilir. Son olarak, Yapısal Marksizm sorunsalında farklı soyutlama ve öz
güllük derecelelerinin bulunduğunun farkına varmak önemlidir. Örneğin,
"belli bir üretim tarzı temelinde olayların bütünlüğü" olarak toplumsal olu
şum kavramı hiçbir şekilde, belli bir toplumsal oluşumun, örneğin bir Afri
ka kabilesi ya da Avrupa ulus devletinin, genel kavramlar dolayımıyla yo
rumlanabileceği anlamına gelmez (daha çok, kavramsal varsayımlar tarafın
dan "kirlenmemiş" veriler ile nesnel olarak oluşturulabileceğini ifade eder) .
Örneğin nesillere dayanan tarım toplumları ile sanayileşmiş kapitalist dev
ler arasında reel, niteliksel farklılıklar bulunurken, aynı zamanda bu her iki
toplumsal oluşumun ekonomik ilişkilere sahip olduğunu söyleyebileceği
miz bir genellik ve soyutlama derecesi vardır.
Farklı pratiklerin çok katlılığı, sadece ve daima belli bir toplumsal oluşu
mun "karmaşık birliğinde" (kabile ülkelerinden küresel ekonomiye dek çe
şitlilik gösteren bir araya gelme biçimlerine uygulanabilir bir başka bulgu
sal terim) varolur. Toplumsal oluşumun çözümlenmesi düzeyinde ekono
mik, politik ve ideolojik olaylar, Althusser'in "eklemlenme", egemenlik ve ta
bi kılma ilişkilerinin birliği olarak ifade ettiği, birbiri ile ilişkili, birbirine ba
ğımlı pratik ve kurumlar sistemi olarak gerçekleşir. Althusser, bu birbirin
den farklı ve eşit olmayan belirlenim modellerinin aynı anda bir arada bu
lunuşuna "yapısal nedensellik" adını verir. Buna karşın Althusser aynı za
manda, olayların "görece özerkliğinin de göz önünde bulundurulmasını ge
rektiren, çözümlemenin "bölgesel" seviyeleri üzerinde de ısrar eder. Her bir
olayın kendi içinde, kendine özgü gelişme düzenine sahip olduğunu savu
nur; öyle ki, toplumsal oluşum daima "düzensiz olarak gelişir", nihai sonuç
ları öngörülemez olan çok katmanlı çelişkilerin takımyıldızı durumundadır.
Althusser, yapısal nedensellik ve görece özerklik arasındaki gerilimi meka
nik determinizm ya da çoğulcu belirsizlik yönünde "çözümleyecek" herhan
gi bir akımı reddeder. Her bir olay kendi görece özerkliğine sahip olsa da,
bu özerklik yalnızca toplumsal oluşum yapısal bütünlüğü içerisinde "özgül
bir etkinlik", yani olayların karmaşık birliğinin eşit olmayan, birbirinden
farklı ve aynı anda var olan etkinliklerinin tarihsel sonucu olarak varolur.
Başka bir deyişle her olay, kendisine özgü fakat buna rağmen toplumsal
oluşumun karmaşık birliği içerisinde (her bir olayın tarihsel varolma duru-
mu ya da matrisi), toplumsal oluşum tarafından kendisine verilmiş yere ve
işleve sahip bir görece özerkliğe sahiptir. Althusser, birbirinden farklı ve gö
reli özerkliğe sahip kurum ve uygulamalarda şekillenmiş bir yapısal belirle
nimler hiyerarşisinde ısrar ederek, toplumsal formasyonun her şeyin diğer
her şeye neden olduğu bir işlevsel-çoğulcu organizma ya da her bir pratiğin
bütünün küçük evreni olarak kabul edilebileceği yansıtmacı-özcü bütünlük
açısından anlaşılamayacağını ifade eder.
so
dayanan sorunu çözüme kavuşturmanın anahtar noktası, Althusser için "sı
nıf mücadelesinin" etkinliğinin son tahlilde ekonomik belirlenime karşıt ya
da aykırı olmamasıdır. Yapısal nedensellik -son tahlilde her ikisi de ekono
mik belirlenime tabi olan- insan ilişkileri ve işlevsel unsurlar farklı bir bakış
açısı ile değerlendirildiğinde, aslında her ikisi.pin de aynı olgu olduğu anla
şılır. "Ekonomik olmayan" toplumsal yapılar Althusser tarafından üretim
tarzı olarak -yani üretim ilişkileri ve güçlerinin dönüştürülmesi ve yeniden
üretilmesi ile belirlenmiş fakat çelişkili ilişkileri açısından- kavramsallaştırıl
dığı için, (yapısal güçlerin maddi dışavurumları olarak) ekonomik olmayan
toplumsal ilişkiler, ekonomik toplumsal ilişkilerin, yani karşıtsal sınıf ilişki
lerinin dönüştürülmesi ve yeniden üretilmesi açısından özgül etkinlikleri
olarak değerlendirilirler. "Sınıf mücadelesi tarihin itici gücüdür" ifadesi, Alt
husser'in toplumsal oluşumu "belirli bir üretim tarzı temelinde eklemlenen
olayların bütünlüğü" olarak tanımlaması ile çelişmekten çok, bu tanımı ye
niden dile getirir. Dahası, üretim tarzının yapısal anlayışı ile örtüşmesi ile,
Althusser'in "toplumsal sınıf" olarak ifade ettiği özgül toplumsal ilişkiler an
layışıdır; Althusser bu ifade ile ekonomik olmayan toplumsal ilişkilerin sı
nıfsal temayülü ya da sınıfsal birleşim değerini kasteder. Bireylerin nasıl o
luyor da toplumsal sınıfların üyeleri olarak oluşturuldukları sorusuna ise
daha sonra geri döneceğiz.
Althusser'in toplumsal oluşum anlayışının bu şematik genel değerlendir
mesi ile, bu bölümün geri kalan kıs mının ve bir sonraki bölümün altyapısı
nı ortaya koyarak, bir bütün olarak kitabın belli başlı önemli temaları öne çı
kardık. Althusser'i okumanın güçlüklerinden biri, yazılarının, birbirini des
tekleyen fikirlerden oluşan bir ağ oluşturmasıdır (Althusser'in reddettiği
düşünsel tutumlara karşı yöneltilen tartışma biçimlerinde sıklıkla altı çizi
lir); öyle ki, onun eserini bütünselliği dışında ve bu bütünsellik etrafında bir
kez fikir yürütmeksizin değerlendirmek zordur. Biz bu ilk dönüşü tamam
ladık ve Yapısal Marksist sorunsalın ana hatlarını kavrayacak ve belki de
Marksist kurama yönelik birtakım köklü eleştirilere, özellikle ekonomik in
dirgemeciliğe sunduğu ilginç çözümlerin değerini anlayabilecek konumda
nz. Ü retim tarzı ve toplumsal sınıf ilişkileri gibi kavramlar aracılığıyla bir
İnka başrahibinin, Fransız derebeyinin, Sovyet aparatçığının ve Amerikalı
bir sanayicinin neden sömürü ile varolan bir sınıfın merıfaatlerinde buluştu
ğunu anlamak ve sürmekte olan sınıf mücadelesinin etkin bir katılımcısı ol
mak mümkündür.
51
Dahası, toplumsal oluşum ve yapısal nedensellik kavramlarından fayda
lanılırken belirli bir toplumda dinin, derebeylik sisteminin, parti üyeliğinin
ya da özel mülkiyetin öneminin göz ardı edildiği ya da sınıf mücadelesi ve
ekonomik belirlenim gibi kavramları uygulanabilir hale getirmek amacıyla
özgül toplumsal oluşumların tarihsel karmaşıklığının basitleştirildiği bir an
layışa ulaşılması gerekmez.
52
ve dışında ve ötesinde hiçbir şeyin olamayacağı sonsuz yasalarında içkindir.
Spinoza, Tanrı ya da Doğanın causa soi, yani 'nedeni kendinde' olduğunu
ileri sürer, fakat yalnızca kendi özünün sabit yasalarına tabi olması anlamın
da. Doğada hiçbir şey, hiçbir yarahm anı ve hiçbir dış müdahele nedensiz
değildir, çünkü Doğanın dışında kavranabilir hiçbir şey yoktur. öy leyse Do
ğa, etkilerinden (tözün öznitelikleri ve kipleri ya da durumları) başka bir şey
değildir. Görüngüsel öğelerin sonlu varlıkları ve onların nedensel etkileşim
lerinin sonsuz akışı, Doğanın yansımaları ya da dışavurumları değildir; Do
ğanın ta kendisidir-Bütünün doğal yasası tarafından düzenlenen ve aynı za
manda karşılıklı etkinlikleri ile bütünü oluşturan öğeler. Kendi öznitelikleri
ve bu niteliklerin çeşitli hallerinde (Natura Naturans) kendisini etkin bir bi
çimde yaratan doğa yalnızca, mevcut, kurulu evren yapısı ya da sistemi
olarak Doğanın diğer yüzüdür. Her iki öğe ve bütün, nedenselliğin gerekli
ve tamamlayıcı unsurlarıdır.
Spinoza ayrıca, teklik felsefesi, düşünce ve genişleme nitelikleri ile tek bir
töz fikri lehine, akıl-beden Kartezyen dualizmini reddederek insan doğası i
le ilgili olarak maddeci konumu benimser. Başka bir deyişle, insan zihni in
san bedeninden ayrılamaz; insan zekası bedenin fiziksel karmaşıklığının zi
hinsel bağınbsından fazlası değildir. Bu da insanların doğal bedenler olarak,
dolayısıyla diğer tüm fenomenler için geçerli olan aynı doğal yasalar yoluy
la anlaşılması gerektiği anlamına gelir. Spinoza'nın insan öznesini evrenin
merkezinden çıkarması ve insan doğasını açıklayıcı ilke olarak ele almanın
gerçekleri tahrif edici etkisinin farkına varması, Althusser tarafından son de
rece olumlu bir şekilde değerlendirilir. Son olarak, bizi bu noktada doğru
dan ilgilendirmese de, Spinoza'nın bilgiye ilişkin olarak rasyonalist olmanın
yanı sıra realist bir tutum benimsemesi Althusser için çok önemlidir. Althus
ser gibi, Spinoza da düşünceler ve bu düşüncelerin nesnelerinin uyumlu ol
duğu fikrini benimser. Aralarındaki fark, Althusser'in Marksizminin indir
genemez ve geri alınamaz etkisi, Spinoza bu uyuma ussal bir açıklama geti
rirken -fikirler ve nesneler tek bir tözün nitelikleri olduğundan, sadece bir
birleri ile uyumlu değil, aynı zamanda özdeştirler-, Althusser'in rasyonalist
yaklaşımı "kurgusal" olarak görerek reddetmesi ve insan aklının varoluşun
doğası gibi metafizik bilmecelere ilişkin bir kesinliğe ulaşabileceği iddiasını
reddetmesidir. Realist epistemolojinin rasyonalist bir kanıta dayanabileceği
ni reddetmek, göreceğimiz gibi, bilimsel realizmin rasyonalist savunmasını
bir yana bırakmayı kapsamaz. Buna karşın, Spinoza'nın rasyonalist kesinli-
53
ği ile Althusser'in gerçeğin gerçek hakkında düşünmek karşısındaki önceli
ğine dayanan materyalist tezi arasındaki belirgin ayrımı ortaya koyar.
Fakat bu değerlendirme bile Althusser'in bakış açısından Spinoza'ya hak
sızlık eder. Descartes ve Leibniz de rasyonalist düşünürlerdi, fakat Althus
ser onların düşünsel konumlarını, epistemolojik öznelcilik ve deneyciliğe
(Descartes örneğinde), ve özcü idealizme (Leibniz örneğinde) zemin hazır
lamaları nedeniyle tarih bilimi için faydasız olmaktan fazlası, zararlı olarak
görür. Bunların tersine, Spinoza'nın rasyonalist maddeciliği Marx'ın tarihsel
maddeciliğine zemin hazırlar - her ne kadar dolaylı olarak gerçekleşmiş ol
sa da, Hegel'in Spinoza'nın düşünce sistemini idealist ve erekselci bir yakla
şımla yeniden düzenlemesi ve daha sonra Marx'ın, Spinoza'nın felsefi anla
yışının belli başlı yönlerini bağımsız olarak iyileştirmesi ile sonuçlanan He
gelci diyalektik eleştirisi aracılığıyla-. Althusser'e göre, Spinoza'nın Descar
tes ve Leibniz'den farklı olarak bilgiye yönelik rasyonalist değerlendirmesi
basit bir şekilde reddedilemez; bunun yerine, bu düşüncedeki realist cevher,
rasyonalist kabuğundan çıkarılmalıdır. Spinoza zihinsel etkinlik, hayalgücü
(beden ve bireysel deneyim ile yakından ilişkili düşünceler) ve aklın (düşün
celere ilişkin düşünceler, tutarlılığa sahip nesnel genel kavramlar ve mantık
sal ilkelere dayanan düşünceler) farklı düzeylerini birbirinden ayırır. Spino
za bu ayrımı, hakikat ve yanılgı arasındaki farka değil, "yeterlilik" düzeyle
ri, yani açıklayıcı gücün nesnelliği, mantıksal tutarlılığı ve kapsamlılığı ara
sındaki farklara dayandırır. Bu nedenle Spinoza'ya göre mutlak yanılgı diye
bir şey yoktur; çünkü her düşüncenin özdek bir nedeni vardır, ne kadar ye
tersiz olursa olsun, reel dünyaya yönelik, bir dereceye kadar kavrayış imka
nını ifade eder. İ nsan zekası için tam ve mutlak bir yeterlilik de söz konusu
değildir; bu ancak, sonsuz olan ve dolayısıyla tüm düşünce ve genişlemeyi
bütünüyle yeterli bilgi çevreleyen tanrı tarafından gerçekleştirilebilir.
İ leride göreceğimiz gibi, Althusser Spinoza'nın yeterli bilginin birbirin
den farklı seviyelerine yönelik anlayışının realist içerimlerini kabul eder ve
bu ögeleri kendi bilim ve ideoloji ayrımına dahil eder; fakat buna rağmen
Spinoza'nın yeterlilik vasfına sahip düşüncelere kaçınılmaz ve mutlak ger
çeklik atfettiği rasyonalist kanıt fikrine karşı çıkar. Spinoza basit bir şekilde,
farklı yeterlilik seviyeleri ile hem hayalgücü hem de aklın gerçekliğe denk
düştüğünü savunmamaktadır. Aynı zamanda, önermesinin mantıksal so
nuçları gereğince, Doğanın düşünce ve genişleme nitelikleri ile tek bir tözü
oluşturduğunu, nesneler ve fikirlerin birbirine kusursuzca denk düşen yapı-
54
lara sahip olması gerektiğini öne sürmektedir. Dahası, Spinoza, akıl sahibi
varlıklar olarak bizlerin, tam olarak emin olduğumuz ve kendilerinden bir
yanılgıya düşme ihtimali olmaksızın başka hakikatler çıkarabileceğimiz ba
zı sezgilere (o bunlara "ortak fikirler" ismini verir) sahip olduğumuzda ısrar
eder. Althusser'in karşı çıkbğı, bu rasyonalist kesinliktir. Althusser en erken
eserlerinde bile herhangi bir felsefi hakikat garantisini ya da kesinliği redde
der. Gerçek hakkındaki düşüncenin gerçeğin düşünce karşısındaki üstünlü
ğü öncülünden yola çıkan materyalist tez, Spinoza'nın düşünce (idea) ile fik
rin nesnesi olan başka bir şeyi temsil eden şeyin (ideatum) özdeş olduğu yö
nündeki rasyonalist kanıbndan bütünüyle farklı, "düşüncenin öğelerinin
gerçeğin düzeni ile karıştırılmaması gerektiği"ni dile getiren ısrar ile aynı
yöndedir. "Kuşkusuz, gerçek hakkında düşünce ile bu gerçek arasında bir
ilişki vardır; fakat bu gerçek bir ilişki değil, bilginin yeterliliği ya da yeter
sizliğinin söz konusu olduğu bir bilgi ilişkisidir, yani hangi düşüncenin (ye
terli ya da yetersiz) bilgi olduğuna atfedilen bir gerçek ilişkisidir" (Althusser
ve Balibar 1970, 87) .
Althusser, düşünce ve gerçeklik arasında bir özdeşlik değil, karşılıklı iliş
ki olduğu yolundaki görüşü savunur, fakat bunu kanıtlayamaz ve Spino
za'nın bu ilişkinin kanıtlanabileceğini öne süren rasyonalist tezini kabul et
mez. Dolayısıyla, sıklıkla karşılaşılan, Althuser'in genel "pratik" anlayışının,
düşünce ve gerçekliği bir araya getiren aşkın, sözde Spinozacı bir birleştiri
ci yapı anlayışı işlevinde olduğu düşüncesi, savunulamaz niteliktedir4 . Bu
na karşın Althusser'in ilk dönemlerinde felsefeyi "kuramsal pratiklerin ku
ramı" olarak formülleştirmesi, Spinoza'nın, "belirsiz deneyimi" tam bir ke
sinlikle ussal anlayıştan ayırmanın mümkün olduğu, düşüncenin ikinci dü
zeni, cognitio reflexiva, ya da "düşüncelerin düşünceleri" anlayışını az çok
anımsabr. Althusser, Marx İçin ve Kapitali Okumak eserlerinde "kuramsal
pratiğin kuramı" olarak diyalektik materyalizmi yerleştirerek, kendisini, ne
yin bilimsel bilgi olup olmadığına karar verecek olanın bilim değil felsefe ol
duğunu iddia eden rasyonalist gelenekten bütünüyle ayrı tutmuş olmaz.
Buna karşın, Althusser'in rasyonalizme genel karşıtlığı göz önünde bulun
durulduğunda, sonunda ulaşbğı felsefi "kuramsal pratiğin kuramı" fikrinin
reddi, kaçınılmaz bir sonuçtu. Aslına bakılırsa Spinoza'nın formülasyonu,
Althusser'in bilim ve bilimin ideolojiyi geriye dönük bir şekilde nitelendir
mesi arasında gerçekleşen "epistemolojik kopuş" tanımına uygun düşer; fa
kat aynı zamanda Althusser'in rasyonalist değil, tarihsel materyalizmi nede-
55
niyle onun anlayışından radikal bir biçimde ayrılır. Althusser epistemolojik
kopuş kavra mını asla bir kenara bırakmaz, fakat bu kavramı ileriye dönük
olarak, mutlak hakikat ya da yanılgı düşüncelerini içerimleyen rasyonalist
anlamlamalardan arındırır. Böylece bilimsel gerçekçilik, felsefe tarafından
kanıtlanabilir su götürmez bir önerme değil, felsefede (ne bilim, ne de bili
min söz sahibi olan felsefe) savunulacak bir düşünsel konum haline gelir.
Ana konumuza yeniden dönecek olursak, Spinoza'nın nedenselliği, ara
larında insanlığın da bulunduğu fenomenler arasındaki ilişkiye, müdahale
ci bir Tanrı gibi bir dış unsura başvurmaksızın doğanın yapısı açısından
açıklama getirir. Bu, dinin hala egemen ideolojik güç olduğu ve batıl inanca
karşı doğmaya başlayan muhalefetin, doğal bilimler kadar Rönesans hüma
nizminden de geldiği onyedinci yüzyıl gibi bir çağ için şaşırtıcı bir başarıdır.
Spinoza'nın "-kaynağı Tanrı ya da İnsan olan- tüm özne felsefelerini reddet
mesi", Althusser'e göre, hem onun başarısının büyüklüğünü, hem de Tanrı
çağının sonu, ve İnsan çağının başında "onun düşüncesinin muazzam baskı
cı gücünü açıklar" (Althusser ve Balibar 1970, 102) . Son dörtyüz yıldız, akıl
söylemi, Spinoza'nın kişilerüstü materyalizmi değil, onun hasımları Descar
tes (Locke, Hume ve Mill aracılığıyla) ve Leibniz'in (Wolff, Kant ve Hegel)
felsefelerinin egemenliği altında kalmıştır. Althusser'e göre, "zihnin yaşamı"
üzerinde verilen toplumsal ve politik mücadelelerin en ufak bir etkisini ka
bul edecek olan biri için, böyle bir sonucun şaşırtıcı gelmesi güçtür. Fakat
Althusser, bu gelişmelerin hem felsefe hem de tarih biliminde yol açtıkları
olumsuz sonuçların üstüne daha çok gider, daha fazla baskı altına alır.
57
İ lk varsayım analitiktir; herhangi bir kuramsal sistem ya da oluştu
rulmuş düşüncenin öğelerine indirgenebilir olduğunu savunur: bu
ön koşul düşünce sisteminin herhangi bir öğesinin tek başına düşü
nülmesine ve bir başka sistemin ona benzer bir öğesi ile karşılaşh
rılabilmesine olanak sağlar. İ kinci ön koşul erekselcidir: içerdiği dü
şünceleri yargılayan, ya da daha çok, (farklı) sistemlerin öğelerine
ayrıştırılmasına imkan veren, bu öğeleri kendi hakikatleriymiş gibi
kendi normlarına göre değerlendirmeye tabi tutma aşamasına geç
mek amacıyla öğeler olarak oluşturan gizli bir tarih mahkemesi ku
rar. Son olarak, bu iki varsayım, düşünceler tarihini kendi ögesi
olarak değerlendiren ve bu alan içerisinde düşünceler tarihinin bir
ürünü olmayan hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceğini savunan üçüncü
bir varsayıma dayanır (Althusser 1969, 56-57)
Açıklayıcı nedensellik geçişken nedenselliğin tersidir. Açıklayıcı neden
selliğin sorunsalı içerisinde, herhangi bir dönemin tüm fenomenleri-ekono
mi, yönetim biçimleri, hukuk, felsefe vs.- bu fenomenlerin her biri tarafın
dan ifade edilen özü olan tek bir içsel ilkenin dışsallaştırmaları olarak değer
lendirilir. Böyle bir düşünme tarzı materyalist bir biçim, örneğin "ekono
mizm" (Althusser'in ekonomik yansıtmacılık için kullandığı aşağılayıcı ifa
de) ve "mekanikçilik" (pozitivist materyalizmin toplumsal süreçleri doğal
süreçlere indirgeyen çeşitli biçimleri-örneğin, toplumsal Darwinizm) biçimi
ni, ya da Leibniz'in her bir maddi monadda ve bütünü toplam bir parçaymış
gibi kendisinde yoğunlaştıran her bir zihinde ifade edilen "önceden saptan
mış uyumunun" ruhsal bütünlüğü gibi. daha idealist bir biçim, ya da son o
larak, Hegelci diyalektiğin (kapsam açısından Hegelci Marksizmin tüm çe
şitlerini içeren) "zıtların özdeşliği" biçimini alabilir. Açıklayıcı nedensellik,
tüm biçimleri ile, her yerde ve her an söz konusu bütünlüğün kapsamında
ki fenomenlerin her birine uygulanabilir, içkin bir neden, bir içsel öz varsa
yımına dayanır.
Açıklayıcı nedensellik genellikle deterministtir, fakat determinizmin bi
çimlerinden biri olan "tarihselcilik", kökten bir tesadüflere bağlılık fikrini ka
bul eder. Althusser, Antonio Gramsci'nin "organik bir ideoloji" olarak Mark
sizm anlayışım çıkış noktası olarak, tarihselciliği tuhaf bir geçişken ve açık
layıcı nedensellikler karışımı olarak tanımlar (Althusser ve Balibar 1970,
126-36) . Tarihselciliğe göre, bilginin kendisi de dahil olmak üzere bütün fe
nomenler, bir bütünlüğün organik dışavurumlarına indirgenir; diğer yan-
58
dan bütünler, insan özgürlüğü (Gramsci'ye göre kitlelerin etkinliği ve dene
yimi) açısından açıklanan rastlantısal, geçişli bir yolla birbirini takip eder.
Althusser düşüncesine göre tarihselcilik, toplumsal eyleme onun varoluşu
nun yapısal koşulları karşısında ve epistemolojik göreceliğe bilimsel realizm
karşısında öncelik tanır. Tarihselci, tüm toplumsal pratikleri tek bir pratikte,
tarihin otonom itici gücü olarak kabul edilen, belirleyici özellikleri ortaya
konmamış bir tarihsel praksiste özdeşleştirir. Bilgiyi "somut bir bütünlüğün"
açıklayıcı birliğine dayandırarak bilgi üretiminin kendisini göreceleştirme
yoluyla öznelcilik ve istenççiliğe daha da fazla ayrıcalık tanır. Gramsci örne
ğinde ise bu istenççilik, neo-Hegelci İ talyan "özgürlük" filozofu Benedetto
Croce'un liberal tarihselciliğinin Marksist yöntemle "tersyüz edilmesi" biçi
mini almıştı, Marksist ya da başka türlü olsun, bütün tarihselcilikler için so
nuç aynıdır- şimdiki zaman açısından açıklayıcı nedensellik (bütünsellik so
runsalı), geçmiş açısından geçişken nedensellik (ögeler ve kökenler sorunsa
lı) ve gelecek açısından "deneysel" bir özgürlüğün (faydacılık sorunsalı: işe
yarayan her şey doğrudur) tuhaf bir kombinasyonu. Althusser, Gramsci'nin
"muazzam tarihsel ve politik dehasına, özellikle hegemonya teorisine büyük
bir saygı duysa da, felsefede gerçekliğin görecilik karşısında önceliği ve ta
rihte toplumsal yapıların insan pratiği karşısındaki açıklayıcı önceliğini sa
vunarak, Gramsci'nin "mutlak" tarihselciliğini reddeder.
Açıklayıcı nedensellik kendisini karmaşık bir bütünlük, -Leibniz'in mo
nadları arasındaki sonsuz ilişkiler, Hegelci bütünlüğün sonsuz dolayımları
olarak sunar, fakat Althusser'e göre, açıklayıci nedenselliğin ürününün gö
rünürdeki karmaşıklığı çok daha temel bir basitliği gizler. Açıklayıcı neden
sellik çok çeşitli fenomenlerin karmaşık yapısını, Geist, önceden saptanmış
uyum, genetik yapı vs. gibi belirleyici özellikleri ortaya koyulmayan tek bir
öze indirger. Geçişken nedensellikte olduğu gibi açıklayıcı nedensellikte de
tarihsel süreç, tek bir içsel ilkenin birbiri ardına gelen anlarını gözler önüne
serdiği doğrusal bir süreklilik olarak değerlendirilir ve birbirini takip eden
çok sayıda bütünlük, bu birbiri ardına gelen anların birbirini takip eden dı
şavurumları haline gelir. Açıklayıcı nedenselliğin himayesi altında algılan
dığı biçimiyle tarihsel sürecin herhangi bir noktasındaki bir kesit her zaman,
Althusser'in "özsel kesit" adını verdiği böyle basit bir kesiği gözler önüne se
recektir: "Tarihsel zamanın herhangi bir anında gerçekleştirilen bir dikey kı
rılma, tüm parçaların her biri diğerlerini ifade eden çok sayıda 'bütün parça'
olduğu ve dışavurumlarının dolaysız biçimi olan bütünlüğün kendisinin
59
özünü içermeleri nedeniyle her birinin onları kapsayan toplumsal bütünlü
ğü ifade ettiği bir bütünlüğü ortaya çıkaracaktır" (Althusser ve Balibar 1970,
94).
Yapısal Nedensellik ve Darsellung
Geçişken nedenselliğin tersine açıklayıcı nedenselliğin, toplumsal bütü
nün öğeleri üzerindeki etkinliği için bir kategoriye sahip değildir; fakat Alt
husser bu kategorinin, bütünün bir yapı olarak algılanmaması mutlak koşu
luna dayandırıldığını" savunur. Gerçekte ne geçişken ne de açıklayıcı ne
densellik, birbirinden ayrı öğelerin yapısal birliğini düşünebilme yeterliğine
sahiptir. "Eğer bütünün yapısal, örneğin ruhsal bütünlüğün birliğinden ol
dukça farklı bir tür birliğe sahip bir unsur olduğu varsayılırsa, öğelerin be
lirlenimini geçişken nedenselliğin kategorileri yoluyla düşünmek olanaksız
hale gelmekle kalmaz, aynı zamanda bunu kendi görüngüsünde içkin ev
rensel bir içsel özün evrensel açıklayıcı nedenselliği kategorisinde düşün
mek de imkansızlaşır" (Althusser ve Balibar 1970, 187) . Bir bütünün unsur
larının belirlenimini bütünün yapısı aracılığıyla düşünme önermesi, Althus
ser'e göre ilk kez Spinoza tarafından farkına varılmış, daha sonra Marx tara
fından tekrar keşfedilene dek karanlıkta kalmış bir sorun doğurur.
Althusser'in yapısal nedensellik adını verdiği bu üçüncü nedensellik an"'.
layışına göre, bütünün öğeleri ne geçişken nedensellikte öne sürüldüğü gi
bi bütünden ayrıdır, ne de açıklayıcı nedensellik tarafından dile getirildiği
gibi bütünün içkin ilkesinin dışavurumlarıdır. Bunun yerine, bütün, öğeleri
nin karşılıklı etkinliklerinden, bu öğeler aynı zamanda bütün tarafından, ya
ni bütün içerisinde diğer bütün öğelerle ilişkileri tarafından belirlendiğin
den, öğelerinin çift taraflı etkinliklerinden farklı değildir. Etkilerin nedeni
"bütünün karmaşık düzeni" iken, bütünün karmaşık düzeni "etkiler ve bun
ların birbirleri arasındaki ilişkilerin toplamıdır". Spinozacı düşüncenin kul
landığı anlamda bütünün yapısı "kendi etkilerinde içkindir", yani yapının
tüm varoluşu etkilerinden oluşur, kısacası, birbirinden farklı öğelerinin öz
gül bir kombinasyonundan ibarettir ve etkilerinden ayrı tutulamaz" (Alt
husser ve Balibar 1970, 188-189) . Bütün, ancak öğelerinin karşılıklı etkinlik
leri içinde ve bu etkinlikler yoluyla meydana geldiğinden, Althusser'in "va
rolmayan bütün" adını verdiği şey olur ve Althusser bu fikri ifade etmek
için Marx'ın Darstellung (temsil, mise-en-scene) terimini kullanır. Althusser,
nedensellik kavramının aşamalı gelişimini, Marx'ın içsellik ve dışsallık me-
60
taforlarıyla, yapının etkileri içinde varolması fikrine zemin hazırlayan ne
densellik anlayışı aracılığıyla açıklar:
lerine tutulan bir aynada tanıyarak gerçekliğin sadık bir kopyasını gördük
lerine inanırlar. Hegelci, bundan senaryoyu yazan ve oyunu yöneten Tanrı
ya da Ruhu sezer. Bunun tam tersine, Marksist için bu, ne basit bir gerçekli
ği ne de aşkın bir hakikati yansıtan, yazarsız bir tiyatrodur; biliminin nesne
si sahne etkilerini meydana getiren düzenektir (Althusser ve Balibar 1970,
310) .
Yapısal nedensellik toplumsal bütünü, her biri kendi içinde varoluş ko
şullarını, toplumsal bütünü taşıyan güçlerin paralelogramı olarak kavram
sallaştırır Althusser'in bütün ve parçaların birbirinden ayrılamaz olduğu ve
.
bütünün etkileri ile ilişkisi içinde meydana geldiği yönündeki ısrarı, bizi ne
densel ilişkileri basit olmaktan çok karmaşık fenomenler olarak düşünmeye
zorlar. Yapısal nedensellik her şeyden önce nedenselliği bir ilişki olarak dü-
61
şünmemizi sağlar. Alex Callinicos'un ifade ettiği gibi, "Althusser'in bizden
anlamamızı istediği, nedeni bir şey, bir töz, farklı, ayrı bir şekilde tanımlana
bilir bir oluş olarak değerlendirmekten bir ilişki olarak değerlendirmeye,
doğrudan doğruya ya da son olarak · gösterilebilir, kavranabilir bir şey ola
rak ele almaktan, öğelerinden oluşmuş bir bütünün yapısı olarak açıklama
ya geçiştir . . . Gerçeklik, bu görünüşlerin altında yatan şey değil, bu görünüş
lerin yapısal ilişkileridir. " (Callinicos 1976, 52) . Daha da önemlisi, yapısal ne
densellik anlayışı bizi toplumsal yapıların, biri yapısal bütünü kendi öğele
rinin karşılıklı etkinlikleri olarak vurgulayan, fakat aynı zamanda ikincisi
öğelerin kendisinin yapısını özgül etkinliklerini keşfetmek amacıyla incele
yen iki boyutta kavramsallaştırılmaları gerektiğinin farkına varmaya zorlar.
Bu boyutlar elbette birbirlerinden ayrı varolmazlar. Daha çok, bizi durmak
sızın bir çözümleme düzeyinden diğerine hareket etmeye zorlayan bir tür
diyalektik oluştururlar. : verili bir genellik düzeyinden daha özgür bir başka
sına ve verili bir özgüllükten daha genel olana. Dahası, şeyler yeterince kar
maşık değilmiş gibi, henüz Althusser'in "konjonktür" adını verdiği tek bir
kuramsal anı ele almakta olduğumuzun ve daha öncelikli konjonktürler
problemi ile geçiş ve dönemselleştirme problemlerini değerlendireceğimizin
farkına varmamız gerekir.
Devam etmeden önce, Althusser'in yapısal nedensellik anlayışını Spino
za'nın rasyonalist metafiziğinden ayıran uzaklığı tekrar düşünmek üzere bir
kez daha durabiliriz. Spinoza, her doğal değişime tek bir nedenler sistemi
içinde bütünüyle belirli bir etki olarak gösterilebilme imkanı veren bir tür
birleşik ve bütün bir bilim öngörür; yani tek bir kuram içerisinde her şey ye
terince açıklanabilir nitelikte olabilir. Althusser, böyle bir sonucun Spino
za'nın, yetersizlik ya da düzensiz gelişim kavramlarına izin vermeyen Tanrı
ya da Doğa anlayışından çıkarıldığı düşüncesine karşı çıkmazdı. Althusser
hatta bu varsayımı felsefe içerisindeki en son realist ya da materyalist çıka
rım olarak kabul edebilirdi. Buna karşın Althusser, bu kadar "spekülatif-ras
yonalist" biir felsefi çıkarımın bilimsel pratik için çok az faydası olduğunda
ısrar eder. Spinoza, fikirlerimiz üzerinde derinlemesine düşündüğümüz öl
çüde- yani saf mantığın gerçekliği içerisinde kaldığımız sürece- çok daha
düşük bir seviyede olsa da Tanrı ile aynı yeterlilik/ kesinlik ilişkilerine katıl
dığımızı savunur. Bunun tersine, Althusser'e göre, bu yeterlilik seviyesinden
bile değişmez bir şekilde emin olamayız. Wittgenstein ya da Derrida'da ol
duğu gibi Althusser'e göre de, kuramsal pratik, insan aklı Spinoza'nın apa-
62
çık ya da manhksal olarak şüphe duyulamaz önermelerden çıkarılan sonuç
lar yoluyla ulaşılabilr olduğunu düşündüğü tanrısal yeterlilik/ kesinlik iliş
kilerine anlamlı olarak yaklaşamayacağı için eksiksiz olarak ortadan kaldı
rılamayacak ayrımsal yerinden oynamalar ve boşluklar tarafından içsel ola
rak etkilenir.
lerin kesin ve açıkça ifade edilebilir bir örgüsünü ifade eder. Toplumsal olu
şumlar daima "egemen yapılardır", çünkü daima bir etkinlik hiyerarşisi ve
bu hiyerarşi içinde baskın bir rol oynayan bir öğe vardır. Bir öğe baskın ro
lü üstlenmek üzere başka ögenin yerine geçse de, bu gibi değişkenlikle, her
zaman baskın bir öğeye sahip olması ölçüsünde sabit olan bir yapı içerisin
de gerçekleşir (Althusser 1969, 179) . Bunun tam tersine, bir ögenin diğer
ögelere baskın olması, oluşturduğu karmaşıklığın yapısal bir birliğe sahip
olduğu önermesini ortaya çıkarır.
63
Baskın yapı, Althusser'in herhangi bir toplumsal oluşumda ekonomik
durum ya da üretim tarzının önceliğini ifade etmek istediği, farklı, fakat ya
kından ilgili terim son tahlilde belirlenim ile karışhrılmamalıdır. Althusser
altyapı ve üstyapı kavramlarından yararlanır, fakat yansıtmacı bir yaklaşım
la değil: "ekonomi, ekonomik olmayan ögeler için, kendileri ve birbirleri ile
ilişkileri açısından özerklik/bağımlılık derecelerini, dolayısıyla onların fark
lılık gösteren özgül etkinlik derecelerini belirler. Belirli bir zamanda kendi
sini baskın ya da baskın olmayacak şekilde belirleyebilir; ve baskın olmadı
ğı durumlarda hangi ögelerin baskın olacağını belirler" (Althusser 1969,
255) . Açık bir şekilde, son tahlilde belirlenim tek taraflı bir nedensellik iliş
kisi olarak tasarlanmamışhr. Üretim tarzı, üretim güçleri ve ilişkilerinin ku
rumsal olarak ayrıldığı toplumsal oluşumlarda bile ekonomik durumu tam
olarak tanımlaması bakımından toplumsal oluşumun "derin yapısı" ya da
altyapısıdır. Son tahlilde ekonomi tarafından belirlenim, ekonominin önceli
ğinin, politik ve ideolojik işlevlerin özerkliğine belli sınırlar ya da kısıtlama
lar getirmesi anlamına gelir. Ekonomi belirli politik ya da ideolojik kurum
lar seçmez; mevcut üretim güçleri ve ilişkileri ile uyumlu olmayanları dev
re dışı bırakır. Başka bir deyişle ekonominin önceliği politik ve ideolojik
olayları, üretim tarzının yapısından okunabilecekleri ya da çıkarsanabile
cekleri şekilde açıklamaz. Son tahlilde ekonomik belirlenim, ekonominin di
ğer olayların tek belirleyicisi olduğu ya da olacağı bir noktanın (kaynak, he
def) olduğunu ya da olabileceğini beiirtmez. "Ekonomik diyalektik asla
mutlak durumda etkin değildir; tarihte bu durumların, üst yapıların vs., iş
leri bittikten sonra, ya da saf fenomeni Diyalektiğin soylu yolunda ilerlerken
Majesteleri Ekonominin önünde dağılma zamanı geldiğinde sırasıyla kena
ra çekildikleri asla görülmez. İlk andan son ana dek, 'son tahlilin' yalnız sa
ati asla gelmez (Althusser 1969, 113).
Althusser son tahlilde belirlenimi savunup, diğer yandan "son tahlilde
belirlenimin asla gerçekleşmediğinde" ısrar ederken, kelimeleri çarpıtma
maktadır. Sadece nedenselliğin aynı derecede kabul edilemez iki türü, yal
nızca sonsuz bir neden sonuç zinciri (X, Y'nin yüzünden, Y de Z yüzünden
gerçekleşmiştir ve bu şekilde sonsuza dek süren bir döngü) açısından düşü
nebilen geçişken nedensellik ve ögelerin etkinliklerini bir özün yansımaları
na indirgeyen (X, Y ve Z, tek, bağımsız ve her yerde ve her zaman mevcut
olan bir değişkenin dışavurumlarıdır) açıklayıcı nedensellik arasında alter
natif bir konumu tanımlamaya çalışmaktadır. Althusser'in konumu realist
64
bir konumdur: yapısal etkenler ya da yasalar toplumsal oluşumlar içerisin
de iş başındadır, fakat doğal bilimlerden farklı olarak, tarih bilimi onları as
la deneysel olarak birbirinden ayıramaz. "Son tahlil asla gelmez" ifadesi, Alt
husser'in toplumsal yapıların "daimi önceden verililiği" (toujours deja
donne) adını verdiği durumu onayl�. Bu da, ögelerinin bir arada varoluşu,
özgül etkinlikleri ve bu etkinlikler arasında oluşturulan egemenlik ve tabi
kılma iliş:\<ileri ile birlikte bir toplumsal oluşumun "her zaman halihazırda
mevcut" olduğu anlamına gelir. Ekonominin önceliği, mevcut konjonktürün
tarihsel varoluş koşulları içerisinde her zaman halihazırda mevcuttur, fakat
ekonomik işin önceliği yalnızca, ekonomik unsurun kendisinin eklemlendi
ği bir unsurlar paralelogramı bağlamında ortaya koyulabilir.
Althusser'in belirleyici ve başat yapıları birbirinden ayırması, bize
Marx'ın ünlü "ne orta Çağlar Katoliklik, ne de antik dünya politika olmadan
yaşayabilirdi" sözünü genişletmemize olanak sağlar. Bunun tersine, Marx,
şimdi politikanın, o zamanlar Katolikliğin neden en büyük rolü oynadığını
açıklayan şeyin, geçimlerini sağlayan üretim tarzı olduğunda" ısrar etti
(Marx 1967, 82) . Antropolog Maurice Godelier (1977), akrabalık yapıları ta
rafından yönetilen sözde ilkel toplumlar bağlamında son tahlilde ekonomik
belirlenimi değerlendirebilmemiz için faydalı bir yorum sunar. 11İlkel11 top
lumda, akrabalık, Godelier tarafından ekonomik olmayan bir ilişki olarak
kabul edilir, ve bu anormallik, Marksist ekonomik belirlenim düşüncesinin
güvenirliğini düşürmek için sıkça kullanılmışhr. Buna karşın Godelier, hata
lı olanın ekonomik belirlenim anlayışı değil, antrpologlar ve tarihçilerin so
yut işlevsel ayrımları (ekonomik, politik, akrabalık ilişkilerini) bu işlevlerin
taşıyıcıları olan somut maddi kurumlar ile karışhrma eğilimi olduğunu sa
vunur.
65
leri değil, aynı zamanda üretim ilişkileri, politik ilişkiler ve ideolojik "top
lumsallaşma" işlevlerini de gören, hem altyapı hem de üstyapı olduğunu
düşünür. Başka bir deyişle, akrabalık başat toplumsal yapıdır, fakat aynı za
manda belirleyici midir? Godelier'in buna cevabı hayırdır. Ona göre, akraba
lığın başat, çok işlevli doğası gerçekten de "üretici güçlerin düşük düzeyi,
yaşamlarını idame ettirebilmek ve yaşam tarzlarını yeniden üretebilmek
amacıyla cinsiyetlere dayanan iş bölümü ve hem kadın hem de erkeğin iş
birliği yapmasını gerektiren düşük bir gelişme seviyesi tarafından belirlenir
(Godelier 1977, 123). Godelier işlevlerin 11birliği11nden yola çıkarak değerlen
dirme yaparak işlevleri "birbiriyle karıştırmaya" karşı uyarır. Verili bir yapı
nın, bir dizi işlevin birliğine destek verme görevi görebileceğini kabul et
mek, her bir işlevin farklı yapısal etkinliklerini karıştırmayı haklı çıkarmaz.
Dolayısıyla yapısal nedensellik, işlevsel ayrımlar ve yapısal nedensellikler
hiyerarşisini, "her durumda bu işlevleri (akrabalık, politika, din) yerine ge
tiren yapıların doğası ve yapının destekleyebileceği işlevlerin sayısı konu
sunda peşin hükümlere varmaksızın" kavramsallaştırmalıdır (Godelier
1977, 2) .
Godelier sözlerini, ilkel toplumların evrimini açıklamak istiyorsak, mev
cut toplumsal yapıların sürdürülmesi ve yeniden üretilmesi ile birlikte orta
ya çıkan yeni uyumsuz işlevlerin ortaya çıkışını açıklamak zorunda olduğu
muzu belirterek sürdürür. Yeni üretim tekniklerinin yerleşim alanlarını ya
da işbirliğine dayanan çalışma süreçlerini değişime uğrattığını ya da yeni
üretim ilişkilerini gerektiren bir takım başka değişiklikler ortaya çıkardığını
varsayalım. Belli bir sınırın ötesinde, akrabalık ilişkileri artık yeni toplumsal
koşullarla uyum içinde olamaz. Belki belli başlı toplumsal oluşumlar içeri
sinde merkezi kabile iktidarına dayanan yeni politik ilişkiler ortaya çıkar. Bu
politik ilişkiler görünürde akrabalık ilişkilerini genişletir -yöneticinin yetki
si, onun halkının "babası" olduğu düşüncesiyle onaylanır-, ama aslında ak
rabalık ortadan kalkmıştır. Godelier'in belirttiği gibi, akrabalık kurumu gi
zemli bir şekilde açık bir politik yapıya dönüştürülmemiştir, daha çok, ön
celeri akrabalık ilişkileri tarafından uygulanan politik işlev şimdi yeni ege
menlik ve belirlenim ilişkileri ile yeni bir yapı temelinde geliştirilmektedir.
Yeni başat yapı, kalıtımsal başkanlık, topluluk yöneticisinin üretim araçları
üzerindeki ekonomik mülkiyete sahip olması nedeniyle hakim durumdadır;
fakat yeni emek süreçleri ve yeni mülkiyet ilişkilerinin, yeni yöneticilik sis
teminin tüm politik işlevleri ve toplumsal oluşum içerisindeki (aile ilişkile-
66
rini de kapsayan) tüm ideolojik işlevlerinin şimdi yeniden örgütlendiği bir
altyapıya dayanan birlik olduğundan, ekonomik işlev belirleyici rolünü ko
rur. Ekonomik işlev, sürecin tamamı boyunca belirleyici olmuştur, çünkü
egemenliğin akrabalığın aile ilişkilerinden merkezi politik otoriteye geçişini
mümkün hale getiren, bir önceki üretim tarzının çelişkiler içeren gelişimiy
di. Egemenlik ekonomik gelişme tarafından belirlenir ve üretim araçları
üzerindeki denetim doğası gereği önceliksel olarak ekonomik olmayan ya
pıların ikamesinde olduğunda bile öncelikli unsurdur.
Ekonomik belirlenim gibi bir kavram olmadan, tarih sadece radikal bir
dışsallık, her biri birbirine karşıt öğelerin kaotik bir " savaşı ", ya da her öğe
nin, bütünü öğeleri yoluyla yaratan aşkın bir özün gölge olayları olduğu ra
dikal bir içsellik olarak tasavvur edilebilir.
67
nın diğer yapılar üzerindeki "başatlığını" kavrayabilmek için, eko
nomik olmayan yapıların "son tahlilde ekonomik yapı tarafından
belirlenmeleri" ilkesine başvurmak gerekir . . . bu "son tahlilde belir
lenim" ilkesi, etkinlik hiyerarşisi içindeki yapıların yer değiştirme
lerinin ya da bütünün yapısal seviyeleri arasındaki 'başatlık' du
rul!llarırun yer değiştirmesinin gerekliliğinin ve anlaşılabilirliginin
mutlak koşuludur. (Althusser ve Balibar 1970, 98-99) .
68
diyalektik manhğına dayanan mutlak içerisinde gelişimsel bir süreç ortaya
çıkardığını kabul eder; fakat Hegel1in toplumsal yapıların farklı seviyelerde
ki etkinliğine yönelik, Althusser1in Marx1ta bulduğu türden bir kavramı Spi
noza1dan fazla geliştirdiği söylenemez. Buna ek olarak, Althusser Hegel'in
Spinoza1yı ancak felsefi geri dönüş yoluyla, yani açıklayıcı nedensellik ve
özne kategorisini mutlak kavramında yeniden tanıtarak 11etkin hale getir
miştir11; bu, Spinoza1nın maddeci yapısal nedensellik anlayışının, rasyona
lizmine rağmen, daha önce çoktan gözden düşürdüğü bir fikirdir. Pierre
Macherey (1979), Hegel1in Spinoza1yı, onu sadece bu açıdan anlamakta ba
şarısız olarak aşmış olabileceğini iddia edecek kadar ileri gider. Althusser
Macherey ve Godelier gibi Hegel1i eleştiren diğer Yapısalcı Marksistler1e gö
re, Hegel1in açıklayıcı ya da içkin nedenselliği, toplumsal belirlenim ya da
çelişki gibi kavramları, tüm anlamlı farklarının içini boşaltmadan, yani, Go
delier1in ifadesiyle, onları yapısal olarak farkların birliği olarak değil, açıkla
yıcı yöntemle zıtların özdeşliği olarak kavramsallaştırması koşulu dışında
düşünemez (Godelier 1972). (5) Althusser1in benimsediği konum, Marx1ın
ekonomik belirlenim anlayışını sadece Hegel'in idealist diyalektiğini tersine
çevirerek ve aynı biçimle bu diyalektiğin maddeci bir yorumunu yaratarak
oluşturmuş olamayacağı yönündedir. Tam tersine, yapısal nedenselliğin
farklı bir anlayışını, yani çelişki kavramına sahip bir Spinoza düşüncesini
oluşturmayı başarmış olan Marx1ın, Hegel1in açıklayıcı diyalektik anlayışı i
le ilişkisini kesmesi gerekiyordu.
69
(Althusser 1972, 50). Althusser Montesquieu'da aynı zamanda Marx'ı muş
tulayan bir tür son tahlilde belirlenim ilkesi bulur; buna karşın Montesquie
u'da bu kavram "davranışlar ve ahlak kuralları" açısından tanımlanır; Alt
husser'e göre bu eksiklik, Montesquieu'nun açıkladığı koşullarda, onu tam
bir politik ekonomi önermesine götürecek olan daha derin bir birlik araya
maması yönünde bir tarihsel koşullanmadan kaynaklanıyordu (Althusser
1972, 59) .
Althusser'e göre Spinoza rasyonalist, fakat aynı zamanda materyalist bir
mutlak anlayışı aracılığıyla varlık ve aklı uzlaşhrdı. Hegel, Spinoza tarafın
dan halihazırda geliştirilmiş olan mutlak bakış açısını (ve onunla birlikte
sözde özne/ nesne dualizmi sorununun çözüme kavuşturulmasını) "yeni
den keşfeder" ve bunu Montesquieu'dan türetilmiş bir tarihsel süreç ve top
lumsal bütünlük anlayışı ile aşılar. Buna karşın, Althusser, Hegelci sentezin
bedelinin yüksek olduğunu belirtir- hem Spinoza hem de Montesquieu'nun
materya l izmini acımasız bir şekilde kaynağı Leibniz'in "önceden saptanmış
uyum" kavramında yatan ve Hegel'e Kant'ın "doğanın gizli planı" şeklinde
dile getirilen ahlaki evrim anlayışları yoluyla Hegel'e aktarılan idealist bir
erekselciliğe tabi kılmak. Althusser'e göre Hegelci düşünce, Spinoza'nın
Tanrısının harekete geçirilmesinden ibaret değildir; tarihin öznesini ve hede
fini aynı anda oluşturan, özne ve hedef kategorilerinde, ya da daha açık bir
ifadeyle, içkin ve açıklayıcı bir özneleşme, ya da kendini gerçekleştirme an
layışında somutlaşan Spinoza'nın Tanrısıdır. Fakat kuşkusuz bu hiç de Spi
nQza'ya özgür bir görüş değildir. Althusser, rasyonalist temelinin ağırbaşlı
lığına karşın Spinoza'nın mutlak anlayışını savunur, çünkü bu anlayış bizi
belirlenimi, Özne ve Amaç arasındaki, Hegelci diyalektiğin anlaşılmasını
güçleştiren gizli ittifakı önceden ele veren, materyalist ve "içkin olmayan"
bir yöntemle düşünmeye zorlar (Althusser 1976, 136-37) . Althusser'e göre,
bir bilimsel karşıtlık anlayışı geliştirmek, sadece metafizik mutlak kategori
sini geliştirmek, sadece -Althusser'ın Hegelci idealizmin yanı sıra Spinozacı
rasyonalizminden ayrılma noktası olan- metafizik mutlak kategorisini bir
yana bırakmamızı değil, aynı zamanda Hegel'in süreci mutlağa indirgeme
sine araç görevi gören ve Hegelci Marksizmin toplumsal oluşumu dışavu
rumsal bir bütünlük olarak ele almasına zemin hazırlayan dışavurumsal ne
denlik kavramını da terk etmemiz gerekir.
70
Karşıtlık, Düzensiz Gelişme ve Ostbelirlenim
Toplumsal oluşumun, süreç içinde ortaya çıkan baskın unsurların birara
ya gelmesi yoluyla ortak amaca çıkan karmaşık bütün olduğu düşüncesi,
açık bir biçimde, Althusser'in Marksist "bütün" anlayışını Hegelci "bütünlük
anlayışından ayırır. Althusser bu ifadeyi ve diyalektik düşüncesini He
gel'den almış olsa da, Marx'ın Hegel'in bu kavramını, dışvarusumsal ya da
içkin nedenselliğin tüm izlerinden arındıran materyalist bir eleştiriye tabi
tuttuğunda ısrar eder. Sonuç yeni bir içerik, Marx'ın (ve Althusser'in) top
lum içinde gerçekliğin yam sıra uyuşmazlığın maddeselliğini belirlemesini
sağlayan düzensiz gelişmeydi. Hegel, Montesquieu'den tarihsel bir bütün
lük içerisinde, ekonomik, politik, ahlaki, hatta askeri, bütün somut belirle
nimlerin tek bir ilkeyi dışavurduğu fikrini ödünç alarak, tarihi duşavurum
sal bütünlük kategorisinde değerlendirir. Marx'a göre, uyuşmazlıklar ger
çektir ve basit bir biçimde etkinlik, uygulamalar ve nesneler üzerinde değil,
yararlılık bağlamında var olur (Althusser 1976, 182) .
Hegel'e göre tarih, her bir alanın "bütünsel bir parça olduğu, her birinin
tüm karmaşıklığı içerisinde tek bir ilkenin nesnelleştirilmesi-yabancılaşhrıl
ması olan bütünselliğin içsel bütünlüğünü dışavurduğu "çemberler içinde
çemberler, alanlar içinde alanlar"dan oluşur (Althusser 1976, 182) . Althusser,
Marx'ın altyapı ve üstyapı metaforunun, Hegel'in çemberler içinde çember
ler "dolayımlamalarından" farklılık gösterdiğini savunur. Şöyle ki, "Marx'ın
düşünsel çerçevesi, yapılar arasında ayrımlar yapılması gerektiğini, bu ay
rımların gerçek ve indirgenemez olduğunu ve yapılar arasındaki belirle
nimlerin düzeninin değişken olduğunu ifade eder. Hegel'de ise "ayrılıklar
daima reddedilmek üzere onaylanır ve diğer ayrılıklar içerisinde baskın çı
kar. Her bir farklılık kendi içinde kendisi için bir gelecek taşıdığı için bu
mümkündür" (Althusser 1976, 182). Althusser, Marx'ta dışavurumsal bir bü
tünlük, tek bir ilke olmadığında ısrar eder: "işte bu yüzden (Marx için ese
rimde) bir bütünsellikten söz etmedim, çünkü Marksist bütünsellik anlayışı
karmaşık ve düzensizdir ve onu diğer anlayışlardan ayıran şey, bu düzen
sizliğe son tahlilde belirlenim aracılığıyla ulaşmasıdır. Toplumsal oluşumda
gerçek bir şeyin olabileceği ve politik sınıf mücadelesi yoluyla gerçek tarihin
akışını etkilemenin mümkün olduğunu anlamamıza imkan sağlayan, bu dü
zensizliktir" (Althusser 1976, 183).
Althusser, karşıtlık ifadesinden anladığı, toplumsal oluşumu "yapıların
yapısı" ve "ayrılıkların bütünlüğü" olarak tanımlayan düzensiz gelişmenin
71
çoklu düzeyleridir. Karşıtlık, yalnızca toplumsal yapıların özgüllüğünü ve
görece özerkliğini değil, aynı zamanda her toplumsal yapının, onun ögeleri
olan düzensiz olarak gelişmiş yapıların etkinlikleri tarafından oluşturulmuş
bir bütünlük olduğunu ifade eder. Dolayısıyla düzensiz gelişme, toplumsal
oluşumların üzerinde bir önceliğe sahip olması ve varlık nedeni onlar olma
dığı için onların açıklayıcısı olması açısından, Althusser'e göre toplumsal
oluşumların temel yasasıdır (Althusser 1969, 213). Hegelci karşıtlık anlayışı
nın öne sürdüğünün tersine, düzensiz gelişim ne bütünselliğin işlevidir, ne
de dışavurumsal içkinlikten izler taşır; kendi tarihinden ortaya çıkan ve ken
di özgül etkileriyle birlikte belirgin bir gelişim tarzına sahip olan her bir uy
gulamanın, diğer uygulamalar açısından görece bir özerkliğe sahip olduğu
nu ifade eder. Toplumsal oluşum çok katmanlı karşıtlıklarla harekete geçse
de, karşıtlıklar rastlantısal bir akış olarak değil, ayrılıkların bütünlüğü ola
rak varolur. Düzensiz gelişim toplumsal oluşumun doğasında olduğundan,
bu düzensizliğin dışavurumu -yani her bir karşıtlık- kendi içinde varlığın
tarihsel koşullarını, yani bir üretim tarzı temelinde eklemlenen karmaşık bü
tünün düzensizliğinin özgül yapısını taşır.
Bir yandan, olayların genel birliği, tikel karşıtlıklara ve onların düzensiz
gelişimlerine atıfta bulunmaksızın yeterli ölçüde anlaşılmaz: "Eğer her bir
karşıtlık, karmaşık bir bütünlük içindeki bir karşıtlıksa . . . bu karmaşık bü
tünlük onun karşıtlıkları, temelde düzensiz ilişkileri olmadan tahayyül edi
lemez. Başka bir deyişle, her bir karşıtlık yapının her bir temel unsuru ve ya
pının eklemlenmelerinin genel ilişkisi. . . karmaşık bütünün kendisinin varlı
ğının çok sayıda koşulunu oluşturur" (Althusser 1969, 295). Diğer yandan,
tikel karşıtlıklar ve onların düzensiz gelişimi, onların "üst belirlenimini"
oluşturan güçler paralelogramından bağımsız tutulursa yeterince anlaşıla
maz: "karşıtlık, onu kuran toplumsal esasın bütünsel yapısından, varlığın bi
çimsel koşullarından ve hatta yönettiği olaylardan ayrılamaz; bu unsurlar
dan kökten biçimde etkilenir, tek ve aynı hareket içinde belirler ve belirlenir,
yarattığı toplumsal oluşumun çeşitli aşamaları ve olaylan tarafından belir
lenir" (Althusser 1969, 191).
72
pısal nedensellik kavramının ve toplumsal oluşum diyalektiği ile onun aşa
malarının bir varyasyonudur6 . Karşıtlıkların genel birliği tikel uygulamala
ra bir yer ve işlev verir, fakat her bir tikel uygulama içerisindeki karşıtlıklar
bu genel birlik ve bunun sonucunda kendisi de dahil olmak üzere her bir ti
kel uygulama ve karşıtlık üzerinde etkide bulunur.
Üstbelirlenim aynca ekonomik belirlenimi alışıldık Althusserci üslupta
ifade eder. Althusser, refleksiyonizmden ve bunun sonucunda "olayların ço
ğulluğuna" düşmekten kaçınmak için, son tahlilde ekonomik belirlenim
kavramını geliştirirken, karşıtlıklar alanında sınıf mücadelesinin önceliğini
vurgulamak için, "genel karşıtlık" -temel olarak birbirine karşıt sınıfların ay
rılıklarında temel bulan, güçler ve üretim ilişkileri arasındaki karşıtlık- kav
ramını da ortaya çıkarır (Altusser 1969, 99) . Yapıların etkinlikleri toplumsal
ilişkilerde ortaya çıkbğından, Althusser yapılar alanında ekonomik belirle
nimin önceliği ile toplumsal ilişkiler alanında sınıf mücadelesinin önceliği
arasında bir paralellik kurabilmektedir. Karşıtlığın her iki alanda da "hare
kete geçirici hüç" olduğu fikri göz önünde bulundurulduğunda, Althus
ser'in sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu yönündeki çıkarımı
-onun daha az tarbşmalı kavramı son tahlilde ekonomik belirlenim ile tutar
lı olmanın yanı sıra, bu kavramla her yönüyle benzerlik gösteren bir tez- tam
olarak haklıdır.
Karşıtlık, toplumsal oluşumların temel yasası olduğundan, genel karşıt
lık temelinde eklemlenen karşıtlıkların birliği, herhangi bir tarihsel an ya da
"konjonktür"de varlık bulan başatlık ve tabiiyeti, karşıtlığı ve birliği tanım
lar. Buna karşın Althusser, üstbelirlenimin doğası gereği, toplumsal oluşu
mun devrimci dönüşümü anında bile, genel karşıtlığın belirleyici özellikleri
olmayan doğasından söz edemeyeceğimizde ısrar eder. Devimci toplumsal
dönüşüm anı, Althusser'in "bozulabilir birlik" adını verdiği şeyle sonuçlanır.
Böyle bir anda, "bir kısmı kökten ölçüde çoktürel olan -farklı kökenlerden,
farklı anlamlardan farklı aşama ve uygulama noktalarından oluşan- fakat,
buna karşın bozulabilir bir bütünlüğe 'karışan' karşıtlıkların engin birikimi
devreye girer; arbk genel karşıtlığın tek, eşsiz gücünden söz edemeyiz. El
bette döneme hakim olan temel karşıtlık, tüm bu karşıtlıklar içerisinde etkin
durumdadır. Fakat, şu da kesin bir şekilde vurgulanmalıdır ki, bu karşıtlık
lar ve onların toplumsal hareketlilik içerisinde eriyip kaynaşmasının, genel
karşıtlık fenomenini açıkladığı öne sürülemez" (Althusser 1969, 100) .
73
Bunun yanı sıra Althusser, başat ve belirleyici yapıları birbirinden ayır
masına paralel olarak, genel karşıtlığın, özgül bir konjonktür içrisinde ha
kim durumda olan "temel karşıtlık" olması gerekmediğini savunur. Althus
ser'e göre, temel ve genel karşıtlıkta ısrar etmek, mekanik Marksist anlayışın
bir parçası olarak 11ekonomizm11 olarak adlandırılan dışavurumsal düşünü
şün işlenmemiş halinde sıkışıp kalmaktan farksızdır.
74
Yer değişikliği ve yoğunlaşma, karşıtlık ve uzlaşma, hangi durumun bas
kın olduğuna bakılmaksızın kesintisiz olarak iş başındadır. Althusser, bu iki
unsurun yapısal karşılıklı ilişkisinin, sınıf mücadelesinin karmaşıklığı ve öz
gürlüğünün yarusıra politik uygulama alanını da oluşturduğunu savunur:
Karşıtlığın harekete geçirici bir güç olduğunu söylemek, onun tam
olarak karmaşık bü tünün y apısınd a mevcut olan gerçek mücadele,
gerçek güçler çarpışması olduğunu söylemektir; güçler çarpışması
nın konumunun, herhangi bir veriliş durumda hakim olan yapıda
ki karşıtlıkların ilişkisine göre çeşitlilik gösterebileceğini öne sür
mektir. Stratejik bir konumda mücadelenin yoğunlaşmasının, bu
karşıtlıklar arasındaki hakim unsurun yer değiştirmesinden ayrı ol
duğunu, yapısal yoğunlaşma ve yer değiştirme fenomeninin, dönü
şümün küresel ölçüde gözlemlenebilir formunu ya da bütün yeni
den belirginleştiğinde devrimci duruma izin veren niteliksel sıçra
mayı üretene kadar, "karşıtların özdeşliğinin" ta kendisi olduğunu
söylemektir. (Althusser 1969, 215-16)
Ü st belirlenim, yer değiştirme ve yoğunlaşma, karşıtlıkların düzensiz ge
lişimini, esansiyalist düşünceye ya da öğelerin çoğulluğunun birarada va
rolmasına indirgemeden açıklar. Bu kavramlar ayrıca karşıtlığı hem bilimsel
hem de politik açıdan ele alır ve Althusser'in Marksist teori ile devrimci is
tenççilik, pragmatik oportünizm ve evrimci edilgenlik arasında bir ilişki
kurma arayışını yansıhr. Althusser'e göre üstbelirlenim kavramı hem dev
rimci, hem de gerçekçidir: Verili bir konjonktürde maddesel olarak mevcut
bulunan devrimci olasılıklara odaklanırken, diğer yandan bu olasılıkları
oluşturan maddi koşullar ve nesnel sırurlılıklarla ilişkisini koparmaz. Mad
di olarak algılanabilir devrimci olasılıklara ulaşmaya yönelik bir arayış, aşı
n fakat boş ve yönsüz postmodern düşünce biçimlerinden kaçınır ve böyle
75
Ayrımsal ve Sonsuz Zaman
Althusser'in karşıtlık kavramının dehası, toplumsal oluşumların hem
karmaşık çeşitliliği, hem de yapısal bütünlüğünün geçerliliğini teslim etme
sinde yatar. Her konjonktürde, toplumsal oluşum, bütünlü ğü farklı zaman
lardaki aynı toplumsal oluşumun (ve dolayısıyla dönemselleştirme ve dö
nüşüm kavramlarının) karşılaştırmalı bir çözümlemesine, yanı sıra, zaman
ve uzam ile ayrılan farklı toplumsal oluşumların kültürler arası karşılaşhr
malarına izin veren bir bütündür. Buna karşın, bir toplumsal oluşum içeri
sindeki göreceli olarak özerk her bir yapı, kendi görece özerk tarihi bağla
mında anlaşılmalıdır. Althusser buna, karaktetistik özellikleri onun kendi
gelişme düzenleri, düzensiz olarak gelişmiş karşıtlıkları olan "ayrımsal ta
rih" adını verir. Ayrımsal tarihlerin mevcudiyeti, her bir yapının kendine
ait bir zamansallığa, ya da "ayrımsal bir zamana" sahip olduğunu ifade eder.
Bu da, bilinen tüm tarihler için geçerli bir ölçüt basit ya da homojen zaman
düşüncesi ile bir karşıtlık oluşturur. Althusser'in "tarihsel şimdiki zaman"
olarak adlandırdığı genel zaman kavramı, bütünün tüm unsurlarının daime
tek ve aynı zamanda ve aynı şimdide birarada varolduklarının varsayıldığı,
doğrusal bir süreklilik olarak tarihi varoluşu savunur. (Althusser ve Balibar
1970, 94) . Althusser, esansiyalist olması ve toplumsal oluşumun gerçek kar
maşıklığını belirsizleştirmesi nedeniyle tarihsel şimdiki zamana karşı çıkar:
tarihsel şimdiki zaman, " esansiyalist prensibin sürekliliğinde mevcudiyet
bulan bir düşünceden başka bir şey değildir. . . Toplumsal bütünsellik ve
onun tarihi varoluşu, doğrudan bir mevcudiyetle ilişki olarak düşünülür. . .
B u da, b u ilişkinin kendisinin doğrudan oldu ğunu anışhrır" (Althusser ve
Balibar 1970, 94) .
Tarihsel şimdiki zaman kavramının temelinde, tarihselciliğin deneyci ve
özcü formları yatar. Tarihsel şimdiki zamanın deneyci ve özcü biçimlerinin
arasındaki fark şudur: deneyci bir dizi olayı doğrusal bir zaman sürekliliği
içine yerleştirirken; özcü, bütünselliğin evriminin çok fazla anını ya da dı
şavurumunu görür. Yapısal nedensellik ve düzensiz gelişme anlayışına gö
re, bu yaklaşımların ikisi de kabul edilemez: " Basit zamanın ideolojisi, basit
bir tarihin ideolojisine tekabül eder ve bunun yerine ayrımsal aşamaların
'ayrımsal zamanları' tarafından oluşturulan karmaşık tarihsel zaman anlayı
şı geçer" (Althusser ve Balibar 1970, 104-5).
Marksist bütünlük anlayışının özgül yapısına dayanarak, bütünün
farklı aşamalarının gelişme sürecini aynı tarihsel zaman içinde ele
76
almanın artık olanaksız olduğunu öne sürebiliriz. Bu farklı "aşama
ların" her biri aynı tarihsel mevcudiyet türüne sahip değidir. Tam
tersine, her bir aşamaya, diğer aşamaların "zamanlarına" olan ba
ğımlılığına bakılmaksızın görece olarak özerk ve dolayısıyla görece
olarak bağımsız farklı bir zaman atfetmemiz gerekir. Bu farklı tarih
lerin her biri farklı düzenlerle noktalanır ve ancak, onun tarihsel za
mansallığı ve noktalanmasının özgüllüğünü tanımlamamız koşu
luyla bilinebilir. Bu zamanların ve bu tarihlerin her birinin görece
olarak özerk olduğu gerçeği, onların bütünden bağımsız alanlar ol
dukları anlamına gelmez: bu zamanların ve tarihlerin her birinin
özgüllüğü -başka bir deyişle, onların görece özerkliği ve bağımsız
lığı- bütün içindeki belli bir eklemlenme tipine, dolayısıyla bütüne
olan bir bağlılığa dayanır (Althusser ve Balibar 1970, 99-100)
Althusser kesinlikle ayrımsal tarih- yani olaylar ve onların indirgenemez
liği- fikrinden, bu pratik ve tarihlerin birbirinden mutlak biçimde bağımsız
olduğu çıkarımında bulunmamızı amaçlamamaktadrr. Bağımsızlıkları mut
lak değil görecelidir ve toplumsal oluşumun üstbelirleyici yapısından ayrı
lamaz. "Günümüzün en iyi tarihçilerinin yaptığı gibi, farklı zaman ve ritim
lerin mevcudiyetini gözlemleyip, onları farklılıkları, yani onları bütünün
a şam alarının eklemlenmesinde oluşturan tipik bağlılıkları ile ilişkilendirme
den tatmin olamayız" (Althusser ve Balibar 1970, 100) . Başka bir deyişle,
farklı zamanların mevcudiyetine dikkat çekmekle kalmak yeterli değildir;
bu zamanların verili bir konjonktürün " sonsuz zamanı," yani gelişmenin
[toplumsal oluşumun] farklı zamanını oluşturan "karmaşık kombinasyon"
içeris inde tekrar biraraya getirilmesi gerekir" (Althusser ve Balibar 1970,
104).
Konjonktörün sonsuz zamanı, mutlak ya da genel zamanın herhangi bir
biçimiyle karıştırılmamalıdır: bu, yapısal bütünlüğün kendisi gibi, esansiya
list homojenliğin her türlü formuna kesin olarak karşıtlık oluşturur. Althus
ser, "farklı zamansallıkları kesintisiz göndergesel zamanın yerine koymanın
söz konusu olmadığında" ısrar eder (Althusser ve Balibar 1970, 105) . Daha
çok, ayrımsal zamanlar ve sonsuz zaman arasındaki ilişki bir kez daha Alt
husser'in toplumsal bütünlüğün tarihsel etkinliği ile verili bir konjonktürde
ki unsurların diğerlerinden ayrılan, görece olarak özerk ve eşzamanlı etkin
liği arasındaki diyalektiğini dile getirir. Yapısal bütün yalnızca ögelerinin et
kisi olarak varolduğundan, sonsuz zaman sadece ayrımsal zamanların işle-
77
vi olarak varolur. Buna karşın, her bir unsur nedensizliği- onun tarihsel mat
risini oluşturan ve ona diğer bütün unsurlarla ilişkisi açısından bir yer ve iş
lev veren toplumsal bütün- ile varolduğundan, her bir ayrımsal zaman dai
ma yapısal bütünün sonsuz zamanında bulunur: "zamansal yapıdaki bu
farklılıkları, farklı unsurların ya da bütünün yapılarının eklemlenme biçim
lerinin çok sayıdaki nesnel dizinleri olarak görmeliyiz . . . Gerçek tarihsel şim
diki zamanın yapısında birarada varolan, gelişmenin geride kalmışlığı, iler
lemişliği, düzensizliği gibi kavramları ancak bütünün karmaşık yapısının
özgül birliğinde düşünebiliriz: bu da konjonktürün şimdiki zamanıdır" (Alt
husser ve Balibar 1970, 106) .
78
tik aldatmacasına sert bir tepki göstererek, insan öznesi kategorisinin açıkla
yıcı değerine şiddetle karşı çıkıp Althusser'in kışkırtıcı bir üslupla "teorik
anti-hümanizm" olarak adlandırdığı karşıt cephede saf tutan Fransız yapı
salcılarıyla güçlerini birleştirdi 7 . Marx İçin eserinde, insan dünyasının (po
zitif) bilgisinin ve onun pratik dönüşümünün (negatif) koşulu olduğunu
ilan edecek kadar ileri giderek, " insanlık hakkında, felsefi (teorik) insan söy
lencesinin küllere karıştığı ön koşulu dışında hiçbir şey bilinemeyeceğinde"
ısrar etti (Althusser 1969, 229) .
Althusser'e göre hümanizm, - yani insanı tarihin öznesi olarak ele alan
yaklaşım- iki hatalı varsayıma dayanmaktadır: (1) insanın evrensel bir öze
sahip olduğu varsayımı; (2) bu özün onun gerçek öznesi olan 'her bir bire
yin' niteliği olduğu varsayımı" (Althusser 1969, 228) . Althusser, bu iki varsa
yımın varlığı ve birliğinin hem deneyci hem de idealist bir dünya görüşüne
zemin hazırladığını savunur: "insanın özü evrensel bir nitelikse, somut öz
nelerin mutlak unsurlar olmaları gerekir; bu da özneye yönelik bir deneysel
ciliği anıştırır. Bu tikel unsurlar insanlarsa, her birinin kendi içinde, gerçek
te olmasa da en azından prensip olarak, insan özüne dair bütün nitelikleri
taşıması gerekir" (Althusser 1969, 228) .
79
ilişkide- kendilerini özne olarak gördükleri bir "bilinçlilik" geliştiren insan
öznelerinin oluşturulması yoluyla işler. Buna karşın, insan bireyler, kelime
nin felsefi anlamında "özgür" ve " kurucu" özneler değillerdir. Bireyler, "ta
rihsel varoluş biçimlerinin belirlenimleri" içinde ya da bu belirlenimler ara
cılığıyla çalışan toplumsal 11aracılar11dır. "Ama hepsi bu değil, bu aracılar an
cak özne olmaları durumunda aracı olabilirler" (Althusser 1976, 95). "Özne
olmayan hiçbir insan, bir pratiğin aracısı olamaz," der Althusser, fakat " gö
revlerini yerine getirmek için her bir aracı bireyi özne olmaya zorlayan, top
lumsal oluşum ve onun ideolojik toplumsal ilişkileridir" (Althusser 1976,
95) . Dolayısıyla Althusser'e göre, "İnsanlar (çoğul), tarih içerisinde özne ola
rak rol almaları nedeniyle öznelerdir (çoğul) . Fakat tarihin Öznesi (tekil)
yoktur (Althusser 1976, 94) .
82
rur. Kitleler düşüncesi karmaşıkhr: "Kitleler aslında hem karmaşık hem de
değişen bir yolla biraraya gelen çok sayıda toplumsal sınıf, toplumsal kat
mandır. . . ve biz büyük rakamlarla ilgileniyoruz: Fransa'da ya da İngiltere'de
on milyonlarca, Çin'de yüz milyonlarca insan: hala kişiliğinin bütünlüğü ile
tanımlanabilir bir "özne"den söz edebilir miyiz?" (Althusser 1976, 48) . Kitle
leri bir "özne" düşünebilmenin tek tutarlı yolu, özne kategorisini toplumsal
sınıflar ve onların yapısal ilişkilerine aktarmaktır. Şeyleri "özne"den çok "iti
ci güç" olarak algılamak, tarihi yapan kimdir sorununu ortadan kaldırır ve
yeterliliğinin henüz yeterince açığa çıkarılmadığı, fakat en azından bizi sü
reç (sınıflar, sınıf mücadelesinin öncülü değil, sonucudur) ve bu sürecin so
mut temeli (sınıf mücadelesi yalnızca belirleyici yapılar, değerle ve kurum
lar içerisinde varolur) açısından konuşmaya zorlayan sınıf mücadelesi dü
şüncesine zemin hazırlar.
Ekonomizm/Hümanizm İkilisi
Althusser'in sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu yönündeki uz
laşmacılıktan uzak tezine ne kadar çekinceli yaklaşılırsa yaklaşılsın, hem
hümanist hem de ekonomist politik ideolojilerin böyle bir mücadelenin yok
luğunun peşinde olduklarını inkaretmek güçtür. Hümanist ve ekonomist ta
rih anlahlarında sınıf mücadelesinin yok sayılması, Althusser'in, bu düşün
sel akımların gerçekte birbirlerini "ruhsal" olarak tamamlayan iki unsur ol
duğu, görünüşte ölçüsüz iddiasında bulunmasına yol açh:
83
pitalist toplumlarda, arh değerin üreticilerden gasp edilmesinin tekniklerini
geliştirme kaygısı, topluma tüketici özgürlüklerinin artırılması olarak sunu
lurken, üretim araçlarını az sayıda kişiden oluşan bir oligarşinin özel mülki
yeti altında tutulması, bireysel özgürlük ve hatta demokrasinin göstergesi
olarak lanse edilir. Kapitalist toplumsal oluşumlar ekonomizm hümanizm
ikilisinin ilk gelişme alanı iken, hümanizm Avrupa Sosyalizmi ve Sovyetler
Birliği içerisinde baskın bir etkiye sahip olmuştur. Sosyalizm, Stalin yöneti
minde, ekonomist bir bakış açısıyla üretim araçlarının geliştirilmesiyle aynı
şey olarak gösterilmiştir ve 1936 yılı Sovyet anayasası, "En değerli sermaye
insandır," sloganından yola çıkmıştır. Aynı anayasa aracılığıyla, üretim araç
larının bürokrasinin kontrolünde geliştirilmesinin, aksiyomatik bir şekilde
sınıf mücadelesinin ve sınıf sömürüsünün sonu olduğu ilan edildi ve Kruş
çev başkanlığında "sosyalist hümanizm" döneminin başladığı duyuruldu.
Althusser, ekonomizm ve hümanizmin birbirlerine karşıt cephelerde ol
duğu düşünülse bile, birbirleri ile organik bir bağa sahip olduklarında ısrar
eder. Bu durumda görünürdeki bu karşıtlık sahtedir, çünkü (amk teknoloji
nin denetimini elinde bulundurmayıp, onun baskısı altında olan) insan nes
nesi öncülünü ve "ekonomizm ve hümanizmde asla yer bulamayan, üretim
ilişkileri ve sınıf mücadelesinin tasfiye edilmesi"ne dayanan aynı dışlama il
kesini paylaşırlar. (Althusser 1976, 88) . Bunun rastlanbsal ya da şaşırhcı ol
duğunu söylemek güçtür, çünkü doğrudan burjuva bakış açısının, özellikle
büyük oranda neoliberal muhalifliğin ve liberal tutuculuğun temellerini
oluşturan atomize edilmiş birey ve onun doğal özgürlüğü anlayışının sonu
cudur. Marksist Althusser için özellikle rahatsız edici olan şey, muhalif libe
ralizmin ekonomizm ve hümanizmin anlabm dilini kullanması değil, ikinci
Enternasyonalden sonra kurulmuş olan sosyalist partilerin ve SSSC gibi söz
de komünist rejimlerin "İnsanın Üretici Güçlerini göklere çıkarırken, üretim
ilişkilerini, sınıf mücadelesini ve onların somut biçimlerine sessiz (ya da ya
n sessiz) kal" düsturunu benimsemesidir (Althusser 1976, 88) .
84
Sovyet "üretim güçleri," liberal demokrasi ve proleterya diktatörlüğü, üre
tim araçlarını elinde bulunduran ve işçi sınıfı çoğunluğunu sömüren bir
azınlık sınfıının varlığını gizlemek için tasarlanmış ortak bir ideolojik sorun
sala sahiptir. Ekonomizm ve hümanizm arasındaki simbiotik ilişki, ekono
mizm- hümanizm (emeğin özgürlüğü/ "En değerli sermaye insandır") bir
birini tamamlayıcılığıru ve sözde özgürlükçü karşıtlığı ("tek boyutlu top
lum"/Totaliter yapı") mümkün hale getirir. Bu iki terimin birbirlerini ta
mamlayarak biraraya gelmeleri ideolojik açıdan baskınsa, ikili karşıtlık tam
olarak ortadan kalkmışhr. Althusser'e göre ekonomizm/ hümanizmin dü
şünsel çarpıtmalarını gözler önüne serererek, sadece ekonomizm/ hümaniz
min açıklamaya çalışır gibi göründüğü politik ve ekonomik ilişkilerin değil,
aynı zamanda ekonomizm/ hümanizm ikilisinin toplumsal temelini ve ide
olojik işlevini sunacak olan tek şeyin materyalist bir çözümleme, ekonomik
belirlenim ve sınıf mücadelesine dayanan bir çözümlemedir.
Althusser, Stalinizmi proleterya diktatörlüğünün devrimci idealinden -
sömürücü ekonomik ve politik yapıları "imha edip" onların yerine eşitlikçi
ve kahlımcı kurumlar getirmek için kitlelerin desteğiyle devlet gücünü elin
de bulunduran bir öncü parti- "kopma" ile açıklar8 . Stalin, Althusser tarafın
dan, Sovyetler Birliğini hızlı sanayileşme, askerileşme ve merkezi yönetime
dayanan bir "ekonomist/ hümanist" politikaya sürükleyerek, üretim araçla
rını elinde bulunduran yöneticilerle hem üretim araçları hem de devlet gü
cünden yoksun bırakılan işçi kitleleri arasında yeni yeni ortaya çıkmaya baş
layan sınıf mücadelesini politik olarak göz ardı etmekle suçlanır. Bu eleştiri,
Charles Bettleheim'in birkaç ciltten oluşan SSCB'de Sınıf Mücadelesi adlı e
serinde çok daha kapsamlı bir biçimde işlenmiştir (1976, 1978, 1982, 1984) .
Bu değerlendirme, yeni Sovyet rejimini bir sosyalist toplum olarak değil, da
ha çok birbirine karşı kapitalist (ücretli emek ve maaş farklılıkları) ve komü
nist (üretim araçlarının devletin kontrolünde olması) eğilimlerin eklemlen
dirilmesine yönelik bir geçiş süreci olarak görür.
Yeni Ekonomik plan dönemi sırasında köylüler, işçiler ve Parti yönetici
leri arasında yaşanan mücadeleler, otuzlu yılların travmatik sanayi devrimi
ve yeni "devlet kapitalist" üretim biçimi ile sonuçlandı. Bettelheim, devlet
kapitalizminde sınıf sömürüsünü, ücretli emek ve üretim araçlarını elinde
bulunduran bir yönetici sınıf ya da kitleleri devlet aygırının kontrolünden
mahrum bırakarak "devlet mülkiyetinin" ekonomik gücünü uygulayan
"devlet burjuvazisi" ile ikiye katlanan ücret farklılıkları ile tanımlar.
85
Stalinizmi sınıf mücadelesi açısından yorumlayarak övgüyü haketse de,
Althusser'in bu eleştirisi tehlikeli ölçüde yetersiz ve eksiktir. Birincisi, "Sta
linci kopma" kavramı, en popülist, Maoist biçiminde bile katılımcı demok
rasi ve kitlelerin güvenini kazanmı ış parti liderlerinin yerine bir çekirdek
kadro ve kitlelerin sınırlan belli olmayan "dayanışmasını" getiren otoriter
bir öncü parti öncülünü kabul eder. Böyle bir değerlendirme, bir devrim
sonrası egemen sınıfın ortaya çıkmasına izin verenin, Partinin ekonomizmi
değil, kitlelerin parti üzerinde bir denetim hakkına sahip olmaması olduğu
nu isteyerek gözardı eder. İkincisi, "devlet kapitalizmi" ifadesinin, kclr motif
leri, piyasa fiyatları, tüketici seçimleri ve çok sayıda işsiz insandan yoksun
bir üretim biçimine uygulanabilirliği son derece şüphelidir. "Devlet kapita
lizmi" kavramı anlamını olgunluk aşamasına ulaşmış Sovyet üretim biçi
minden çok, kapitalist ve komünist eğilimlerin "geçişse! eklemlenmesine"
dayanan ereksel anlayışta bulur. Bettelheim, Stalinizmi sömürüye dayanan
bir sınıf sistemi olarak tanımladıktan sonra, onu ya "kapitalist" ya da "komü
nist" bir rejim olarak adlandırmak durumunda kalır ve görünüşe bakılırsa o,
kuramsal olmaktan çok ideolojik nedenlerle birinci seçeneği tercih etmiştir.
Son olarak, Althusserci eleştiri, üretim güçlerinin değerini hafifser ve ol
gunluk dönemine ulaşmış Sovyet tipi üretim biçimindeki sınıf mücadelesi
ni oluşturan hareket yasalarını ve karşıtlıkları gözardı eder. Stalinizmin
(Gorbaçov) ve Maoizmin (Deng Xiaoping) çöküşünü açıklayabilmek için,
devlet güdümlü ekonomilerdeki üretim güçlerinin kaynaklan kısıtlı doğası
nı ve bu ekonomilerin (kapitalizmin talepten yoksun ve aşırı üretime daya
nan eğilimlerinin tersine) yetersiz üretime yönelik sistematik eğilimlerini
kabul etmek gerekir. Üretim ilişkileri yönetici sınıfın sömürü kapasitesini ek
ödenekler ve daha yüksek maaşlarla sınırlandırırken, üretim güçleri tüm
nüfusun yaşam standartını sınırlandırır. Dolayısıyla emek süreçlerinin yö
netimini tek bir merkezden çıkararak ve parayı farklı kaynaklara dağıtarak
üretimi artırma girişimleri, "kapitalist eğilimlerin" varlıklarını sürdürmesin
den değil, merkezi planlamanın etkisizliklerinden kaynaklanır. Elbette yö
netici sınıf kitlelerin toplumsal güvenliğine karşıdır ve kendi sömürü kapa
sitesinin kısıtlanmasından hoşlanmaz. Kitleler devlet aygıtı üzerindeki
kontrol hakkından ve bunun sonucunda üretim araçları ve sonuçlarından
mahrum bırakılmış olsalar da, devrim sayesinde, ekonomi kesin olarak dev
letin kontrolünde olduğu sürece kolaylıkla tasfiye edilemeyecek belli başlı
güvence ve çıkarlar elde etmiştir. Ne var ki bu haklar, piyasanın kişilerüstü
86
tahakkümü tarafından hızla ve bütünüyle ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle
egemen sınıf doğal olarak gücünün elverdiği ölçüde kapitalizme döner. Fa
kat böyle bir dönüşümü ancak kitlelerin derin politik ve ekonomik memnu
niyetsizliklerini sömürerek "satabilirler. 11 Dolayısıyla sınıf mücadelesi, yani
politik güç ve daha yüksek bir yaşam standarhna kavuşma derdinde olan
kitlelerin tek kazanımı, bunun yerine, yeni bir egemen sınıf ve emeklerinin
ve yaşam tarzlarının, kapitalist birikimin para akışına ve zorunluluklarına
teslim edilmesi olur.
87
sınırlılıklarının dışındadır ve bu sınırlılıklardan önce gelir. Bu nedenle her
türlü yabancılaşma sorunsalı, "insan tarihinin bakış açısından, yabancılaşma
süreci [Hegel tarafından] öznesiz bir yabancılaşma süreci ya da öznesiz bir
diyalektik süreç olarak görülür" düşüncesi ile açıklanmalıdır" (Althusser
1972, 182) . Diyalektiği insan tarihi (ve insanın yabancılaşması) açısından
kavramsallaştırabilmek için, diyalektiği insan tarihine tabi kılmak gerekir;
insan tarihinin dışında konumlanmış ve insan tarihinin içinde gerçekleşecek
bir insan özü olmalıdır. öyleyse Hegelci hümanizmin ilk sorunu, İnsanı do
ğal ve insan tüm süreçlerin içkin öznesi olarak belirlemek, aynı zamanda
böyle bir özün ister istemez sadece insanla sınırlı olabileceği kaçınılmaz ger
çeğiyle karşı karşıya kalmaktır.
Bu güçlükler ikinci ve çok daha ciddi bir sorunu, Hegelci İdea ile Hegel
ci diyalektiğin birbirinden ayrılmaz unsurlar olması, bunun sonucunda İ de
anın dışavurumsal erekselliğini, aynı zamanda olumsuzlamanın olumsuzla
masını ortadan kaldırmadan tasfiye etmenin olanaksız olduğu gerçeğini
açığa çıkarır. Başka bir deyişle, Hegel'in felsefesinde bir özne vardır, fakat
Althusser'e göre bu "tuhaf" bir öznedir; yabancılaşma sürecinin tek öznesi,
erekselliği ile sürecin ta kendisidir. 11Hegel'de, öznesiz yabancılaşma süreci
için bir özne olduğunu anlıyorum. Fakat bu tuhaf bir öznedir... özne sürecin
erekselliğidir. Yabancılarşma sürecinde onu İ dea olarak oluşturan şey, İ de
a'nın ta kendisidir" (Althusser 1972, 183) .
İdea, asla herhangi bir varlıkta vücut bulmayan bir özdür; sadece kendi
ni gerçekleştirme sürecinde, diyalektiğin kendisinde varolur. Aynı zamanda,
diyalektiğin en yüksek noktası, gerçekliğin sürecin tek öznesi, aynı İ dea ta
rafından tanınmasında yatar. Mutlak varlık, tanımlanabilir bir bireyselliğe
dayanmaz; sürecin yapısına, varış ve çıkış noktası aynı olan, birbirini takip
eden döngülere dayanır. Mutlak içinde düşünce ve varlığın özdeşliği. Alt
husser'e göre bu, Hegel'in paradoksudur: Tarihin öznesiz bir süreç olması ve
aynı zamanda onun süreci, olumsuzlamanın olumsuzlanmasının yapısal
açıdan ereksel olması. Son başlangıçtır, fakat onaylandığı anda inkar edilir
ve bu inkar yabancılaşma sürecinin öznesiz bir süreç olmasına imkan tanır:
11Mantık'ın balşangıcı, kökenin başlangıçtan beri varolmayan (non-primordi
yal) doğasının teorisidir. Hegel'in Mantık'ı, onaylanan ve reddedilen Köken
dir; Derrida'nın felsefi düşünceye armağan ettiği erasure kavramının ilk bi
çimidir" (Althusser 1972, 184) .
88
Althusser'e göre, Hegel'in felsefi anlayışında öznesiz süreç ve olumsuzla
manın olumsuzlanması, huzursuz bir gerilim içinde varolur. Hegel'in felse
fesini tersine çevirip aynı zamanda diyalektiğine sadık kalmaya yönelik her
türlü girişim, köken sorununu, içkin tarihsel öznenin katlanılmaz yükünü
daha da aşikar hale getirir. Buna karşın, tarihi bilimsel bilgiye açmak için tek
gereken, "uzlaşhrılamaz olandan kopmak" ve olumsuzlamanın olumsuzlan
masını tasfiye edip " tuhaf özneyi" -yani sürecin kendi kendisini gerçekleştir
mesini- ortadan kaldırarak diyalektik yapıyı dönüştürmektir.
Gerçek hegelci felsefenin özünde ereksellik vardır. Erekselliği çıkar
dığınızda, öznesiz süreç felsefi kategorisi kalır. Fakat öznesiz bir sü
reçten söz etmek, özne düşüncesinin ideolojik bir düşünce olduğu
nu anışhrır. Fakat, süreç anlayışı bilimsel ve özne kategorisi ideolo
jikse: (1) bilimlerde ve tarih biliminde bir devrim mümkün hale ge
lir, (2) felsefede devrim mümkün hale gelir. Çünkü tüm klasik fel
sefeler, özne ve nesne kategorilerine dayanır. (Althusser 1972, 184-
85)
Althusser'in tezini savunan Karsz, Hegelci felsefede öznesiz sürecin, sü
recin açıklanmasından çok, sürecin geçici dışavurumu olduğunu öne sürer.
He gel, sürecin merkezinde yatan her şeyin konumunu açıklamaktansa, her
şeyi süreç içerisinde eritirken, der Karsz, Marx şeyleri son derece farklı bir
şekilde yorumlar: " [Kapital'de] [Kapitalist üretim biçiminde] Süreç, sürecin
gerçekleşmesinin yolu olan ve sürecin gerçekleştiği ekonomik, politik ve
ideolojik çözümlemeyi, dolayısıyla bu ilişkilerin birbirine indirgenemezliği
ni ifade eder. Kapitalist üretim tarzının dışavurumundan çok maddi temel
leri, onun varoluşunun koşullarıdırlar. 11 (Karsz 1974, 116) . Yapısal etkinliğin
her bir aşamasının özgüllüğünü örtbas eden olumsuzlamanın olumsuzlan
masının erekselliğinden kurtarıldığında, öznesiz süreç düşüncesi, karşıtlık
ların özgül eklemlenmesinin, yani verili bir yapıyı oluşturan düzensiz geli
şimin analizine açılabilir.
89
'zincirin iki ucunu' verdi ve aralarında neler olup bittiğini keşfetmemizi söy
ledi: bir ucunda (ekonomik) üretim biçimi tarafından son tahlilde belirle
nim; diğer ucunda, üst yapıların ve onların özgül etkinliklerinin görece
özerkliği" (Althusser ve Balibar 1970, 111). Althusser, zincirin iki ucunu bir
leştirmeye çalışırken, keskin bir geçişli ve dışavurumsal nedensellik eleştiri
si ve Spinoza'dan Montesquieu ve Marx'a kadar gelen materyalist düşünce
den aldığı araştırmacı diyaloglardan beslenerek oluşturduğu kavramlar yo
luyla hareket eder. Bu işlemin sonucu, şaşırtıcı özgünlükte bir kavramsal
sentez, tarihsel nedenselliği farklı ögelere sahip yapısal bir bütünün matris
etkisi ile diğerlerinden ayrılan ve eşit olmayan etkinlikleri verili bir konjonk
tür içerisinde aynı anda iş başında olan ögelerin indirgenemez özgüllükleri
açısından yeniden düş ünmeye yönelik güçlü bir girişimdir. Gördüğümüz
gibi Althusser, ekonomik belirlenim ilkesini, doğrudan olmaktan çok dolay
lı bir üslupla değerlendirir. Ekonomik belirlenim, toplumsal bütün içerisin
de ekonomik işlevin önceliği, her bir öğe ve onun toplumsal özerkliği içeri
sinde daima mevcuttur. Çünkü toplumsal bütün, her bir ögenin tarihsel
matrisidir ve dolayısıyla her bir elementin yeri ve işlevine bağlıdır.
Ekonomik, ideolojik ve politik olayların görece özerkliği ile ilgili olarak
ekonomik belirlenim sorununa sonraki bölümlerde tekrar döneceğiz. Ben
burada Althusser'in sorunsalının bir başka yönüne, tarihsel bilginin, yani ta
rih biliminin ve toplumsal yapı ve tarihsel süreç anlayışlarının üretimindeki
epistemolojik sınırlılıklar ve süreksizliklere dikkat çekmek istiyorum. Althu
isser, dışvurumsal ya da geçişli nedenselliklere dayanan tarihsel söylemle
rinn açıklayıcı gücünü reddedip, onların yerine yapısal nedenselliğe daya
nan çok daha karmaşık ve güçlü bir tarihsel söylem olan ayrımsal tarihi ge
tirerek, bitirilebilir ya da tamamlanabilir bir tarih biliminin varlığma yöne
lik her türlü iddiayı bir kenara bıraktı. Althusser'in eski bir öğrencisi olan
Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi eserinde Althusser'in "bütünsel" ve
"genel" ifadelerini birbirlerine karşıtlık oluşturacak şekilde ele aldığını usta
lıklı bir şekilde yakalar (Foucault 1972) .
Foucault'ya göre bütünsel tarih "bir medeniyetin bütün biçimlerini, mad
di ya da ruhsal ilkelerini, dönemin tüm fenomenlerine hakim önemli unsur
ları, toplumsal bütünlüğü oluşturan yasaları yeniden oluşturmayı amaçlar
(Foucault 1972, 9) . Daha doğrudan ve özcü bir yorumla bütünsel tarih, eko
nomik, toplumsal, politik ve dini inanç ve pratikleri aynı tarihsel form için
de ele alıp onları özünde aynı dönüşümlere tabi kılar. Bunun tersine genel
90
tarih (Foucault'nun Althusser'in ayrımsal tarih anlayışım kendine mal ettiği
terim) dizilerden, bölüınlemelerden, sınırlılıklardan, aşama farklılıkların
dan, gecikme sürelerinden, anakronistik kalıntılardan, ve olası farklı ilişki
türlerinden söz eder. Bütünsel tarih tüm fenomenleri tek bir merkezin etra
fında toplamaya çalışırken, genel tarih bu fenomenler arasında ne tür ilişki
ler kurulabileceğini belirlemeye çalışır.
Bugün kendisini ortaya koyan- ve genel tarihin görevini tanımla
yan- sorun, bu farklı diziler arasında ne tür bir ilişki olabileceğini,
ne tür dikey sistemler oluşturabileceklerini, aralarında ne tür ilişki
ve hakimiyet etkileşimlerinin olabileceğini, değişimlerin, farklı za
mansallıkların ve çeşitli yeniden değerlendirmelerin ne gibi etkile
re sahip olduğunu belirlemektir. (Foucault 1972, 10)
Elbette Foucault ile Althusser'in fikirleri arasında bunun ötesinde bir pa
ralellik kurmak yanıltıcı olur. Althusser, ekonomik belirlenim, sınıf mücade
lesi ve bilimsel realizmin ilkelerini savunarak, Foucault'ya kabul edilemez
gözüken, tarihsel bilgi içindeki bütünleştirici hareketi savunmaktadır. İleri
de göreceğimiz gibi Foucault, genel tarih anlayışından, tarihin oyunbaz, gö
receli bir şekilde "kurgusallaştırılması" ve toplumsal yapıların daha küçük
parçalar halinde ve kesin olarak sınırlandırılmış "mikro çözümlemesi" ile
karakterize edilen postmodern bir düşünsel konuma geçiş yapacaktır. Sonuç
olarak Foucault, özgül yapıları birbirleri ile anlamlı bir ilişkiye sokabilen ya
pısal bütünlük anlayışının olabilirliğine karşı çıkacak ve böylelikle şeylerin
birbirleri arasındaki ilişkilerini inkar eden ve bilimsel bilgiyi, fenomenlerin
birarada varolmalarının ve sekanslarının sınıflandırılması, düzenlenmesi ve
özetlenmesi ile sınırlandıran hir anlayışa sahip olacaktır. Bu pozitivist anla
yış çok geçmeden enstrümantalist bir faydacılığa katılır: gizemli bir yolla in
sanların fenomenleri etkin bir şekilde pratikte değerlendirmelerine olanak
tanıyan, gelişigüzel seçilmiş formüller olarak algılanan bilim.
Althusser ise tam tersine, genel tarihin modernist anlayışına bağlı kalır:
özgül toplumsal yapıların çeşitliliği ve özerkliğinin yanısıra toplumsal yapı
ların karmaşık bütünlüğünün bilgisini üretme kapasitesine sahip olduğu
muzu ve bunu karmaşıklığına rağmen gerçekçiliğini koruyan bir düşünce
sistemi çerçevesinde gerçekleştirebileceğimizi ısrarla vurgular. Althusser'e
göre, geri kalmışlık, ilerlemişlik, tarihte varlığını sürdürme durumlarını ve
hatta düzensiz gelişimi ancak bütünün karmaşık yapısının özgül birliği
konjonktürün gerçek tarihsel şimdiki zamanında birarada varoluş olarak- i-
91
çerisinde düşünebiliriz. Kuşkusuz genel tarih anlayışı- konjonktür ile ilişki
si açısından yeterli bir tarih- basit bir şekilde bağımsız- ekonomik politik vs.
tarihlerin biraraya getirilmesi ya da aralarında benzerlikler ya da ilişkiler
kurmaya yönelik bir arayış olarak düşünülemez. Marksist ve modemist bir
genel tarih anlayışı, ayrıştırmanın yarusıra bütünselleştirmeye de muktedir
olmalıdır.
Modemist bir genel tarih olarak Yapısal Marksizm, tarihin reel karmaşık
lığının bilincindedir: "Tarihin hakikati," der Althusser, "onun belirgin söyle
minde okunamaz, çünkü tarih metni, bir sesin (Logos) konuştuğu metin de
ğil, bir yapının ya da yapıların duyulamaz ya da okunamaz notasyonudur"
(Althusser ve Balibar 1970, 17) . Bunun yanı sıra aynı zamanda bu karmaşık
lığın kavramsal bilgisine yönelik içsel sırurlılıklarımızın da farkındadır. İçsel
sınırlılıklar konusunda altını çizmek istediğim şey, Althusser'in zincirin iki
ucunun kavramlarını - toplumsal bütün kavramı ile ekonomik, politik ve i
deolojik olaylar kavramlarını- işlerken, kavramların kuramsal alanı için zin
cir metaforunun yetersiz olduğunu ve atılması gerektiğini keşfettiğidir. Kav
ramsal olarak zincirin bir ucundan diğer ucuna hareket ederken, bazı bağ
lantı parçalarının kayıp olduğunu, aslında tek, kesintisiz bir ardışıklık içine
yerleştirilemeyecek, farklı zincirler olduğunu görürüz. Bunun yerine, dikey
ve yatay yer değişimleri herhangi bir aşamada tasfiye edilemez ya da uzlaş
tırılamaz çok katmanlı çözümlemelerin, yapıların indirgenemez varlıkları
ile zıt düşmek durumunda kalırız. Herhangi bir verili yapısal bütün için,
onun özgül etkinliği -yani onun daha büyük bir yapı içindeki yeri- he:r za
man "daha yüksek" ve küreselleştirici bir kavramsallaştırmaya neden olur.
Diğer yandan onun düzensiz gelişen ögelerinin özgül etkinlikleri ister iste
mez "daha düşük" ya da bölgesel bir çözümleme seviyesine yol açar.
Hakkındaki bilginin, bilgi sağladıkları gerçeklik için asla kusursuz ölçü
de yeterli olamayacak kavramlar tarafından üretildiği ve sınırlandığı dünya
gerçekliği tarafından sınırlanan tarih bilimi de, bir çözümleme aşamasından
diğerine, bir yapıdan (ve onun görece özerkliğinden) farklı yapılar arasında
ki karşılıklı ilişkilere, durmak bilmeyen bir diyalektik hareketin üst belirle
nimine tabidir. Yapısal nedensellik ve görece özerklik, homojenik bir kuram
sal alana yayılan süreklilik kavramları değildir, çünkü kuramsal alanlar bi
rarada varolurken, onlar asla biraraya gelmez. Yapısal Marksist diyalektiğin
gerçek karmaşıklığı, bir somut tarih kategorisi olarak varolmaz; aynı zaman
da bizim o tarihle ilgili bilgimizin kategorisi olarak varolur. Yapısal Mark-
92
sizm, kendi kuramsal pratiğinin etkinlik alanında, gerekli karşılılıklan çeliş
kili bir biçimde yakınsaklıklannın olanaksızlığı tarafından güvence altına a
lınan tutarlı, anlamlı, fakat birbirinden farklı açıklama düzeyleri arasındaki
açık uçlu ilişkinin etkisi ya da sonucu işlevini görür.
93
2. Bölüm:
96
Balibar'a göre bu üç unsur, özgül kombinasyonlarının bir üretim biçi
minin tekliğini oluşturduğu ikili bir " ilişki" içinde yapılanır: " Kendine mal
etme ilişkisi emek sürecinin yapısını, yani emekçinin üretim aracı ile olan
ilişkisini belirler ve doğasının dönüşümünü üstüne alır. Bu ilişki "emeğin
teknik bölümlenmesini" ya da üretim güçlerini oluşturur. 2 Bir mülkiyet
ilişkisi, toplumsal ürünün temellük (kendine mal etme) biçimini belirler. Bu
ilişki, "emeğin toplumsal bölümlenmesi" ya da üretim ilişkileri, ekonomik
mülkiyet yoluyla üretim araçları ve üretici güçlerin yeniden üretimini dene
timi altında tutan bir birey ya da topluluğa bir müdaheleyi beraberinde
getirir. Dolayısıyla, verili bir biçimde baskın olan, üretim ilişkileridir. (Bkz.
Althusser ve Balibar 1970, 212-13) .
Marx'ın kapitalist üretim tarzı kavramından farklı olarak, Balibar'ın daha
genel kavramı, ne çocuklar, yaşlılar ve sakatların ötesinde emek sürecine
katkıda bulunmayan toplumsal ögeleri, ne de yaşamını sürdürme araçl arını
yeniden üretebilmek için gereken asgari üretim fazlasının ötesinde bir arhk
emeği gerekli görür. Aynı birey hem emekçi hem de mülk sahibi olabilir,
mülkiyet ilişkisi emek süreci üzerinde daha az ya da fazla etkiye sahip ola
bilir ve mülkiyet işlevi emek süreci ile kurumsal olarak birleştirilmiş ya da
emek sürecinden ayrılmış olabilir. Bunun dışında, ekonomik mülkiyet işle
vi, bir bireyin ya da topluluğun emek ve üretim araçları üzerindeki deneti
mi ile özdeşleştirilmemelidir. Ayrıca mülk ve mülkiyet kavramının
ekonomik ilişkiler bağlamında ele alınması ve üretim ilişkilerinden çok,
doğaları gereği ekonomik olmaları gerekmeyen politik ve ideolojik ilişki
lerin dışavurumları olan hukuksal formlarla (mülkiyet yasalarıyla)
karışhrılmaması önemlidir. Mülkiyet ilişkileri son derece farklı biçimlere
girebilir, fakat tüm mülkiyet ilişkileri üretim araçları ve toplumsal ürünün
dağıtımı üzerinde kontrolü ifade eder. Dolayısıyla, sınıflar ve sömürünün
evrenselliği tartışmaya açık bir mesele olarak kalmaya devam etse de,
mülkiyet ilişkisi ekonomik sınıfların ve sömürünün olabilirliğine işaret eder.
örneğin, akrabalık ilişkilerinin belirlediği ekonomik bir yapıya sahip,
yaşamını idame ettirme seviyesinde işleyen ilkel toplumlarda, sınıf
sömürüsüne dayanmayan her türlü sömürü biçimi (kadının erkeği,
yaşlıların çocukları sömürmesi), Yapısal Marksist antropoloji cephesinde yer
alan düşünürler arasında bile tartışmalı bir konudur.
Akrabalık ilişkilerine dayalı toplumlarda, yağmacılık gibi toplumsal
oluşumun dışında yer alan zorbalık yöntemleri olan toplumsal ürünü
97
düzensiz olarak temellük etme biçimleri, toplumsal oluşumun içindeki
maddi varoluşun üretimini içsel olarak düzenleyen kurumsal temellük etme
biçimlerinden ayn tutulmalıdır. Ancak ikinci yapıya bir üretim biçimi
denilebilir. Ayrıca karşılıklı emek değişimi ya da gereklilik veya faydalılığın
belirlediği ürün tarafından karakterize edilen işbirliğine dayalı iş bölümü,
belli başlı yükümlülük ve sınırlamalara tabi olmayan toplumsal sınıfların
emek gücünü ve ekonomik artı değeri kendine mal ettiği sömürüye dayalı
iş bölümünden ayn tutulmalıdır. Elbette bu ayrımı uygulamada ayrıntıları
ile nitelendirmek çoğunlukla güçtür. Bunun nedeni, hakim sınıfların sahip
oldukları güç ve ayrıcalıkları tarihsel gereklilik, toplumsal faydalılık ya da
her ikisi içerisinde haklı çıkarmak için daima ideolojik gerekçeler geliş
tirmeleridir. Balibar'ın formülasyonu, sınıf sömürüsünün yapısal bağlantı
noktasına, yani toplumsal öznelerin üretim güç ve ilişkilerini açıklamalarını,
haklı göstermelerini, bu yapılara direnip adapte olmalarını sağlayan ideolo
jik yapılardan çok, üretim araçları ve toplumsal ürünün dağıtımına erişime
analitik olarak odaklanması açısından faydalıdır. Toplumsal bir oluşum
içerisinde toplumsal ürünün adaletsiz olarak dağıtılması eşitsiz dağıtım
koşulların yeniden üretimine hizmet ederse ve ettiğinde, sınıf mücadelesi ve
sömürüden söz edebiliriz. Doğrudan üreticiler kendi artık emeklerinin mik
tarını belirleyemiyor ya da bu emeği kendilerine mal edemiyorsa, bir
sömürü düzeninden söz edilebilir ve kesinlikle söz edilmelidir.
Balibar' a göre üretim güçleri ve ilişkileri ancak çalışanlar, üretim araçları
ve çalışmayan imtiyazlı kesim arasındaki "aynı anda fakat birbirinden ayn
olarak işleyen" ilişkiler olarak bir "birlik" içinde varolabilir. Bu unsurlar
sadece diğerleri ile ilişkili değil, aynı zamanda iki farklı boyutta ilişkilidir:
"Bu ikili işlev, benim üretim sırasındaki iş bölümünün ikili doğası ( ' teknik'
iş bölümü ve 'sosyal' iş bölümü) olarak adlandıracağım şeyin dizgesi; aynı
zarri.anda bu iki iş bölümünün birbirine bağlılığı ya da birleşme noktasıdır...
bu iki bağlantı noktası tek bir 'Verbindung' a . . . . tek bir üretim biçimi yapısı
na aittir" (Althusser ve Balibar 1970, 214) . Balibar, üretim güçleri ve ilişki
lerinin bütünlüğünü vurgulayarak, tarihin itici gücünün teknolojik gelişme
mi, yoksa sınıf mücadelesi mi olduğuna yönelik uzun yıllara yayılan
Marksist tartışmaya kesin bir çözüm bulmuştur. Balibar' a göre, böyle bir
tartışma, üretici güçlerin teknolojik belirlenimle ve mülkiyet ilişkisinin sınıf
mücadelesi ile özdeşleştirilmesi gibi bir hataya zemin hazırlar2 . Gerçekten
de, teknolojik gelişme sınıf mücadelesinden, sınıf mücadelesi de teknolo-
98
jinin belirli bir aşama ve düzenlemesinden ayn tutulamayacağı için, böyle
bir aynına yönelik her türlü girişim anlamsızd u3 . Teknolojik gelişmenin
aşaması, ancak birbirine rakip üretim biçimleri (yani birbirine rakip güç ve
ilişkiler birliğinde) belirgindir.
Balibar, (mülkiyet işlevi üretici güçlerin yeniden üretiminin kontrolünü
elinde bulundurduğu için) verili bir üretim biçiminde üretim ilişkilerinin
hakim olduğunda ısrar etse de, bu hakimiyet ilişkisi ne istenççi sınıf müca
delesi anlayışına indirgenebilir, ne de teknolojik gelişme seviyesini göz ardı
etmekle suçlanabilir. Mülkiyet ilişkisinin baskınlığı, mülkiyet işlevini uygu
layan sınıfın baskınlığını ifade eder; fakat bu, hakim sınıfın istediği her şeyi
yapabileceği ya da onun hakimiyetinin sadece mülkiyetten kaynaklandığı
anlamına gelmez. Balibar' a göre asıl mesele ilişki ya da güçlerin " önceliği"
değil, hem güç hem de ilişkilerin içerisinde sınıf mücadelesidir. Sınıf müca
delesini bir üretim biçiminin bütünlüğü belirler: ekonomik gelişme seviyesi
sınıf çıkarlarını ve güçleri tanımlar, fakat ekonomik gelişme toplumsal
sınıfların menfaatleri ve güçlerinin dışavurumlanndan başka bir şey değil
dir. Üretim güçleri ve ilişkileri arasındaki öncelikli karşıtlık, birinin diğerine
-ekonomizm ya da istenççilik- önceliğini değil, her ikisinin ortaya çıkardığı
karşıt sınıfsal çıkarları ve güçleri etkin hale getirir. Sonuç olarak, verili bir
üretim biçimi içerisindeki sınıf mücadeleleri, belli bir zamanda üretici güç
leri geliştirme kapasitesine en fazla sahip olan sınıfın lehine gelişir.
Hem kapitalist hem de kapitalist olmayan toplumlarda, ekonomik
mülkiyet (üretim ilişkileri) ve emek süreci (üretim güçleri) kombinasyonu,
toplumsal oluşumun belirleyici ekonomik işlevini ya da durumunu açıkça
belirtir. Bir üretim biçimini bu şekilde tanımlamak, genel ve işlevsel
'ekonomik' kavramının, kapitalizmin karakteristik özelliklerini diğer üretim
biçimleri bağlamında okumak gibi talihsiz bir hatanın sonucunda kullanılan
Pazar ekonomileri, özel mülkiyet vs. gibi tarihsel dönemin şartlarına bağlı
ekonomik kavramlardan ayrı tutulmasını sağlar4 . Yapısal Marksist üretim
biçimi kavramı, farklı toplumsal oluşumlar içerisindeki ekonomik belirleni
min tarihsel özgüllüğünü tasfiye etmek ya da çarpıtmak yerine gün ışığına
çıkartmaya çalışır. Örneğin feodal toplumlarda ekonomik durum, feodal
üretim biçimini oluşturan üretim ilişkileri ve emek süreçlerinin (piyasa
mekanizmaları ve özel mülkiyetin varolduğu yerlerde bile) ne piyasa değer
leri ne de özel mülkiyet tarafından tanımlanmasına rağmen son tahlilde
belirleyicidir. Toplumsal ve teknik iş bölümlerinin piyasa mekanizmalarına
99
ve özel mülkiyete tabi kılınması (Balibar'ın terminolojisinde bu unsurların
kapsamına alınması), tüm toplumsal oluşumlardaki evrensel ya da gerekli
bir ekonomik belirlenim biçimi değil, kapitalist üretim biçiminin karakteris
tik bir özelliğidir.
Ekonomik mülkiyet ve emek süreçleri, farklı toplumsal yapılar ve
kurumsal aygıtlara ait olabilir ve bu yapılar ve aygıtlar içerisinde ekonomik
olmayan çeşitli işlevlerle birarada varolabilir. Gördüğümüz gibi bu,
Althusser'in baskınlık ve belirlenim kavramları arasında yaptığı ayrımın
temelini oluşturur: baskın yapı kavramı her zaman ekonomik mülkiyet
işlevini uygulayan yapıyı (bu yapı gerçek üretimin gerçekleşme alanı olsa
da olmasa da) ifade ederken, son tahlilde belirlenim kavramı her zaman
ekonomik işlevin önceliğini, yani üretim biçiminin derin yapısını (mülkiyet
ve üretim işlevlerini uygulayan yapılar öncelikli olarak politik ya da ideolo
jik olsa da) ifade eder.
Balibar, üç unsurun ve iki ilişkinin birarada bulunmasının, bir üretim
biçimi kavramına önemli bir kuramsal kesinlik kazandırdığını öne sürer:
"Bu unsurların kombinasyonlarını, her üretim biçiminin yapısının parçası
olan iki bağlantıya göre çeşitlendirerek� farklı üretim biçimlerini yeniden
oluşturabilir, yani onların tarihsel mevcudiyetinin koşullarına dair kavram
lardan ibaret olan onlara dair kuramsal bilgimiz için 'varsayımlar' oluştura
biliriz. Bu işlemin nihai sonucu, hepsi aynı 'faktörleri' biraraya getiren fark
lı üretim biçimlerine dair 'karşılaştırmalı biçimler tablosu' olabilir"
(Althusser ve balibar 1970, 216) . Buna karşın Balibar, genel kavramının
"değişmez biçimsel karakteristik özelliklerinin" her bir üretim biçiminin
kendi tarihsel dönemine özgü karakterinin reddedilmesi ile karıştırılma
ması gerektiğinde ısrar eder. Balibar özellikle kavramların geliştirilmesinin,
farklı belirleyici genellik ve özgüllük düzeylerine uygun olması ve tek bir
düzey ile sınırlı olmaması ile ilgilenir. Marx'ın, her kapitalist sisteme mah
sus özellikleri ele alan kapitalist üretim tarzı kavramının, aynı ekonomik
temelin sayısız farklı empirik koşullar, doğal çevre, ırksal ilişkiler, dış tarihi
etkiler nedeniyle, ancak empirik olarak belirgin koşulların çözümlenmesi
yoluyla saptanabilecek sayısız farklılıklar ve aşamalar göstermesine engel
olmadığı fikrini onaylayarak alıntılar. (Marx, Althusser ve Balibar, 1970,
256'da aktarılmış) .
Balibar, farklı genellik derecelerinde konumlanan kavramların gerekli
liğini ve bu kavramların geçerliliğini savunarak, deneyci nominalizmin ve
1 00
özcü biçimlerin aşırılıklarına karşı çıkar. Bir üretim biçimini meydana
getiren unsurların tarihsel özgüllüklerini yadsımanın, üretim biçimi
kavramının Yapısal Marksist "birleşim" kavramına karşıtlık oluşturan Yapı
salcı "birleşimsel" (combinatoire) kavramına indirgenmesine zemin hazır
ladığını öne sürer. Bali bar' a göre birinci kavram, çok sayıda Yapısalcı kuram
cının bir toplumsal sistemin unsurlarını, bu unsurların yerleri ve ilişkileri
101
Balibar'ın Yapısal Marksist birleşim kavramını Yapısalcı birleşimsel
kavramından ayırma konusunda yetersiz kalması, onun dönemselleştirme
ve eklemlenme sorunsallarına yönelik kendi çözümlemesinde, her iki
kavramı da Yapısal Marksist karşıtlık anlayışıyla değil, Yapısalcı eşsürem
lilik ve artsüremlilik kavramlarıyla kuramsallaştırmak gibi rasyonalist ve
özcü bir yaklaşımı takip etme hatasına düşmesinden kaynaklanır. Bu neden
le, Balibar'ın üretim biçimi kavramını geliştirmesi ve kendisinden sonra
gelen antropolojist ve tarihçilerin bu kavramdan yararlanması yoluyla orta
ya çıkan olumlu gelişmelere geçmeden önce, Balibar'ın Althusser'in sorun
salını tarihsel süreç açısından değerlendirme girişimlerini değerlendirmek
faydalı olacakhr. Kuramsal sapmalar konusunda daha az sabırlı olan okuyu
cular, bir sonraki iki bölümü atlayabilirler.
1 02
asla dışavuruınsal bir bütünlüğün evrimine ya da gerçekleşmesine indir
genemeyeceğini unutmamalıyız. Buna karşın yapısal bütünlerdir ve dola
yısıyla ortaya çıkışları ile sona ermeleri basit bir biçimde onların tikel unsur
larına dair soy kütükleri oluşturarak açıklanamaz.
Balibar, Kapital'i Okumak eserinde, bu ayrımsal yaklaşımı tarihsel
gelişme bağlamında ele almak gibi cesurca bir girişimde bulunur ve ne
yazık ki birtakım tuzaklara düşmekten kaçınmayı başaramaz. Marx'ın "ilk
sermaye birikimi" çözümlemesini kendisine örnek alan Balibar, sermayenin
kökeninde "kapitalizmin gelişim yasalarının bilgisinin işe yaramadığı 'fark
lı bir dünyanın olduğunu,' çünkü bunun aynı koşullara tabi kılınamayacak
farklı bir süreç olduğunu" öne sürer (Althusser ve Balibar 1970, 278) .
İ lk sermaye birikimine yönelik incelemenin esas noktası, kapitalist
yapı çözümlemesinde diğerlerinden ayrılan unsurlardır: bu
unsurlar burada " işçinin üretim araçlarından radikal bir biçimde
ayrılması" başlığı altında toplanır. Bu nedenle çözümleme, kapita
list yapının kendisini geriye doğru yansıtması açısından değil, bu
hareketin sonucunun bilgisine bağlı olması açısından geriye
dönüktür. Bu durumda, kapitalizmin gelişmesinden önce gelen
olayları sıralamakla yetinen deneycilikten kurtulur: bir yapı için
gerekli olan bağlanhları çıkış noktası alarak kaba açıklamadan kaçı
nır, fakat bu yapı " mevcut" [kapitalist] yapıdır . . . Dolayısıyla ilkel
birikime yönelik çözümleme aslında, kapitalist üretim biçimini
yapısını oluşturan unsurların soy ütüğünden ibarettir. Bu neden
den ötürü, ilkel birikime yönelik çözümleme, parçalı bir çözüm
lemedir: soy kütüğünün izleri, küresel bir sonuç temelinde değil,
öğe öğe, parçalar halinde sürülür (Althusser ve Balbiar 1970, 279) .
1 03
sürekliliği vasıtasıyla bu boşluğun üstüne köprü çekemeyiz, çünkü böyle bir
geçiş ancak unsurlar düzeyinde düşünülebilir, yapılar düzeyinde değil.
Balibar' a göre, gerçek bir tarihi ancak unsurların bir yapı açısından birbirle
rine karşılıklı bağımlılıkları temelinde, yani yapısal bir kombinasyon olarak
düşünebiliriz, fakat farklı toplumsal-tarihsel kombinasyonlar içerisinde
varolan benzer unsurlar, tam da bu yapısal nedensellikler dolayısıyla bir
birinden ayrılacaktır. Bu kuramsal çıkmazın önemli bir sonucu da, farklı
üretim biçimlerine yönelik kavramları birbirine bağlayan evrimci gerekli
liğin- örneğin, kapitalizmin nihai zaferinin, feodalizm tarafından önceden
'nasip edildiği' gibi bir düşüncenin- reddidir. Balibar, bu gibi çıkarımsal
gereklilik biçimlerine karşıt olarak, "kapitalist yapının farklı unsurlarının
oluşumlarının görece bağımsızlıklarını ve bu oluşuma çıkan tarihsel yolların
çeşitliliğini" - başka bir deyişle "kapitalist yapı tarafından biraraya getirilen
unsurların farklı ve bağımsız kökenlere sahip olduğunu" öne sürer
(Althusser ve Balibar 1970, 280). Ne yazık ki Balibar'ın tarihsel gelişime dair
anlayışlarımızın farklı doğasına yönelik kavrayışları, eşsüremlilik ve art
süremlilik arasındaki Yapısalcı karşıtlık, yapısal nedensellik çerçevesinde
düzensiz gelişmenin önceliğini korumayı en nihayetinde olanaksız hale
getiren bir karşıtlık bağlamında sunulmaktadır. Balibar, eşsüremlilik/ art
süremlilik ayrımından yola çıkmasının sonucunda, üretim biçiminin özcü
bir manbkla ele almaya başlar; bir üretim biçimi içerisindeki karşıtlıkları
(üretim güç ve ilişkilerinin düzensiz gelişmesini), üretim biçiminin bileşik,
düzenli olarak gelişmiş eşsüremli bir sistem olarak kavramsallaşbrılan
"eğilimlerine" dönüştürür. Bu özcü yaklaşım, unsurların görece özerkliğini
yok edip onlara tek parçadan oluşan, homojen bir bütünsellik niteliği verir.
Buna unsurların eklemlenmesine yönelik felsefi bir rasyonalizm eğilimi
eşlik eder; Balibar, her bir unsurun özgül etkinliğinin kaynağını manbklı,
evrensel, tüm rastlanbsal niteliklerin mutlak temeli olarak görülen bir
bütünsellikte bulabilmek için, farklı çözümleme düzeyleri (bütün ve
unsurların her biri) arasındaki boşluğu saf dışı bırakır.
Balibar'ın sorunları, yeniden üretim kavramına dayalı, bilimsel bir
dönemselleştirme anlayışı geliştirme girişimiyle başlar. Onun temel kaygısı,
tarihsel süreci ve dönemselleştirmeyi daima süreklilik ve doğrusal zaman
bağlamında kavramsallaşbran "basit" tarihin tuzaklarından kaçınmakbr.
Balibar' a göre önemli olan " doğru kopmalar" ya da "en iyi dönemler" gibi,
tarihsel olayın (tek bir özlük ölçütü) ya da " uzun süreli" ve " kısa süreli"
1 04
arasındaki ayrımların önceliğini vurgulayan doğrusal zamanı kesintiye
uğratan yapay (fakat rastlantısal olmayan) yapılan bulmak değil, tarihi, üre
tim biçimlerinin belirlediği kesintili kombinasyonların karşılaştırmalı bir
bilimi olarak oluşturacak bir "farklılık ilkesi" bulmaktır. Balibar, bu değişik
lik ilkesini, Marx'ın sermayenin uzatılmış yeniden üretimi çözümlemesinde
bulur: "yeniden üretim, son çözümlemede tüm toplumsal yapıyı küre
selleştiren, üretimin genel koşull arının sürekliliğinin genel biçimi olarak
gözükmektedir." (Althusser ve Balibar 1970, 259) . Balibar, Marx'ın yöntemi
ni, kendi varoluş koşullarını yeniden üretebilen eşsüremli bir sistem
içerisindeki kapitalist bir üretim tarzının birbiriyle karşıtlık oluşturan etkin
liklerini küreselleştiren bir yöntem olarak yorumlar: " soyutlanmış eylem
den, doğrudan üretim sürecinden tekrara, toplumsal sermaye birikimine,
üretim sürecinin sonucuna ulaşmak, insarun kendisini tüm hareketlerden
daha çağdaş bir kurguya, daha kesin bir dille ifade etmek gerekirse, tüm
hareketlerin bastırıldığı, üretim sürecinin bütün anlarının yanyana, bağım
lılık ilişkileri içerisinde sergilendiği kurgusal bir uzama yerleştirmesidir"
(Althusser ve Balibar 1970, 264) . Bu nedenle yeniden üretim, eklemlen
menin, kapitalist dolaşımın tüm çelişkilerini çevreleyen, eşsüremli özüdür:
"Yeniden üretim tek bir harekette şeyleri dönüştürüp onların yerlerini
değiştirirken, ilişkileri süresiz olarak muhafaza eder . . . İ lişkiler . . . şimdiye
kadar parçal anmış olan 'anları' (üretim, dolaşım, dağıtım, tüketim) gerekli
ve tam bir bütünlük içerisinde algılar (Althusser ve Balibar 1970, 268-69) .
Balibar' ın niyetleri yeterince akla uygundur. O sadece "birbirini takip
eden" kombinasyonları birbirinden ayırmasını sağlayacak ölçütü tanımla
mak iser ve oldukça haklı olarak, bu tanımın yapısal bütünlük ve üretim
ilişkilerine yönelik farklı ilkelerin birbirinden ayrılması yoluyla gerçekleşti
rilmesi gerektiğini öne sürer. Buna karşın, yapısal bütünlüğü yeniden üre
tim açısından kavramsallaştırmaya girişerek, Althusser' in yapısal nedensel
lik anlayışı ile çelişen özcü düşünme biçimine sapar. Yapısal nedensellik
yapısal bütünlüğü onun unsurları açısından, daha açık bir biçimde ifade
etmek gerekirse, her bir unsura onun varoluş koşullan, karmaşık bütün
tarafından verilen yer ve işlev açısından düşünür. Dolayısıyla, her bir unsur
varoluş koşullarını kendi içinde taşıdığı için, toplumsal bütünün yapısal
bütünlüğünü yeniden üretme eğilimi vardır. Buna karşın, her bir unsurun
karmaşık bütünün verdiği yer ve işleve indirgenemeyecek bağımsız doğası
ve yapısal bütünlüğü dolayısıyla sahip olduğu görece özerklikten kay-
1 05
naklanan bir dengeleyici eğilim -karşıtlık ya da hatta düzensiz gelişim
vardır.
Bali bar işe, dönemselleştirmeyi " tarihsel sürekliliğin yerine, yapının geçi
ci olarak sabit kalan hallerinin birbirini takip etmesi olarak açıklanabilecek
süreksizliği getiren, doğrusal olmayan bir artsüremlilik" olarak tanımla
yarak başlar (Althusser ve Balibar 1970, 204) . Balibar, " geçici olarak sabit
kalan" bir yapının ne olabileceğini, küçük zanaat ve yoğun işgücü gerek
tiren üretim örneklerinden yararlanıp " geçişse! üretim biçimi" kavramı
ortaya çıkararak açıklamaya girişir. Feodal ve kapitalist üretim biçimleri
arasındaki bir geçiş yapısı olan imalabn feodal ya da kapitalist üretim biçim
leri kategorilerinde anlaşılamayacağını, bunun bütünüyle farklı bir üretim
biçimi olduğunu öne sürer (Althusser ve Balibar 1970, 278) . Feodalizm ve
kapitalizm arasındaki geçiş döneminin, toplumsal oluşumun yapısal bir
bütün olarak varolmayı sona erdirdiği bir boşluk olarak algılanamayacağın
dan, böyle olması gerektiğini düşünür. Tüm toplumsal oluşumların yapısal
olması gerektiği için, bu geçiş döneminin kendi başına bir üretim biçimi
olarak algılanması gerekir. Balibar, feodalizm ya da kapitalizm gibi
"eşsürernli" üretim biçimleri ile imalat gibi " artsüremli" ya da geçişse! bir
üretim biçimi arasındaki farkı açıklayabilmak için, üretim ilişkileri ve üretim
1 06
güçleri arasındaki " karşılıklılık" ve " karşılıklı olmama" kavramlarını kulla
nır. Karşılıklılık durumunda, üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasında " iki
taraflı bir sınırlılığa" dayalı bir ilişki söz konusudur ve toplumsal oluşum
her iki ilişkiyi de aynı şekilde yeniden üretir. Karşılıklı olmama durumunda
ise bunun tam tersine, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi, üretici güçlerin
aşamalı bir biçimde dönüş-türülmesine ve toplumsal oluşum içindeki
durumların yer değiştirmesine yol açar.
1 07
yan statik bir yeniden üretim süreci olarak gösterir: " Esas itibariyle diğer
lerinden ayrı olarak gördüğümüz [geçişse! üretim biçimi] . . . tek bir süreç
[sonradan gelen üretim biçiminin evriminde bir aşama] olmayacakhr . . . (bir
üretim biçiminden başka bir üretim biçimine) geçiş kavramı, asla kavramın
(içsel farklılıkları sebebiyle olduğundan farklı bir şeye) dönüşümü olamaz"
_
(Althusser ve Balibar 1970, 274) .
Balibar, felsefi rasyonalizm için ayrımsal tarihi bütünüyle bir yana bırak
mışhr- bu, düzensiz gelişmenin "yetersiz" bilginin bir yanılsaması olmak
dışında hiçbir şekilde varolamadığı bir sorunsaldır. Karşıtlıklar, "yeterli"
ölçüde, yani şimdi bir üretim biçiminin bütünüyle özcü bütünlüğünün bakış
açısıyla kavrandığında, basit bir şekilde " eğilimlere," iç zamansallıklara ve
eşsüremli bir yapının düzenlerine dönüşür. Balibar'a göre, yapının bir eğili
me, yani etkilerin üretimini (mekanik olarak) dahil etmenin yanında etki
lerin özgül bir düzene göre üretimini de dahil eden -bir yasaya göre gelişme
si, yapının özgül iç zamansallığının, yapının kendisine ait bir çözümlemenin
bir parçası olduğu anlamına gelir. Şimdi eğilimle ilgili neyin 'çelişkili'
olduğu son derece açıkbr . . . Marx, aralarında, tek bir nedenin karşıtsal etki
leri olan kavramları açıklar" (Althusser ve Balibar 1970, 288). Karşıtlık, " bir
birine karşıt kavramların" yapının doğasında varolan birliğidir" (Althusser
ve Balibar 1970, 289). Böyle bir tanımlama, karşıtlığın yapıya bağlılığını
ifade eder: " karşıtlık sadece etkiler arasındadır, yapı kendi içinde bölüne
mez ve karşıtlık kavramları vasıtasıyla çözülenemez. Dolayısıyla karşıtlık
esas değil, türevdir" (Althusser ve Balibar 1970, 290). Karşıtlığı üreten neden
karşıtsal olmadığından, karşıtlığın sonucu her zaman belli bir dengedir:
"Karşıtlık, yapının hareketi içerisindeki bir yarışmaya benzer: onun eğilimi
ni ya da sınırlılıklarını belirlemez; daha çok, etkileri yapı içerisinde önceden
belirlenen yerel, ikincil bir olgudur . . . Karşıtlığın, bütünüyle ekonomik
yapıya içkin olan tek sonucu, karşıtlığın tasfiyesine değil, onun koşullarının
devam etmesine yönelir" (Althusser ve Balibar 970, 290-91) .
1 08
si ve düzeltilmesi" olan 11müdaheleler sisteminde" aranmalıdır (Althusser
ve Balibar 1970, 306) . Bu hareket tüm sorunu, farklı pratikler arasındaki
yerinden oynamaların bu daha yüksek eşsüremli yapının eğilimlerine dö
nüştüğü, toplumsal oluşum düzeyine taşır. Balibar, artsüremlilik sorunu ilk
başta hiç varolmamış gibi en sonunda bu sonuca sarılır: /1 artsüremlilik
sorunları . . . . Kuramsal 'eşsüremliliğin' sorunsalında düşünülmelidir: Bir
üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçiş sorunları ve geçiş biçim
leri, üretim biçiminin sorunları olmaktan çok, genel bir eşsüremliliğin çok
sayıda sistemi ve ilişkilerini küreselleştiren sorunlarıdır" (Althusser ve
Balibar 1970, 307) . Balibar'ın eşsüremlilik ve artsüremliliği felsefi rasyona
lizm vasıtasıyla uzlaştırma çabası en sonunda Spinoza'nın tözünün basit bir
karikatürü olarak sonlanır. Kuşkusuz Balibar'ın çözümlemesi, Althusser'in
kuramsalcılık olarak adlandırdığı şeyin en açık örneklerinden biridir.
Balibar, Kapital'i Okumak' ta ortaya attığı Spinozacı eğilim kavra mını
eleştirmektedir:
Bu argümanın arkasında eski bir felsefi temsil vardır ve bu çalışma
boyunca Spinozacı formülü hatırlatan düşünsel unsurlardan yarar
lanmam hiç tesadüf değildir. Özdeşlik ve sürekliliğin açıklamaya
ihtiyacı yoktur, çünkü kendisini kendisiyle açıklar; bir nedene ihti
yacı yoktur, çünkü kendi nedenine sahiptir. Sadece /1 gerçek" deği
şim olarak " değişimin, yani özün feshinin-dönüşümünün bir neden
ve açıklamaya ihtiyacı olabilir. Bunun, " durağanlığın" töz ve onto
loji argümanın "ilkesi" olduğunu söyleyebilirim (Balibar 1973, 65) .
Fakat, eşsüremlilik ve artsüremliliği uzlaştırma sorunu rasyonalist ve
özcü bir karşılık ürettiyse, sorunun ilk kaynağı Yapısalcı eşsüremlilik ve art
süremlilik kavramlarının kullanılmasıdır. Eşsüremliliğin -hem Spinoza'nın
hem de Yapısalcılığın ortak zemini- nihai zaferi, bütünün yeniden üretimine
unsurların düzensiz gelişimi üzerinde öncelik tanıma özcü girişiminden
kaynaklanır. Karmaşık bütünü ancak unsurlarının aynı andaki etkinlik
lerinde açığa çıkan /1 olmayan bir neden" olarak değerlendiren Yapısal
nedensellik, böyle bir özcü indirgemeye izin veremez. Alhusser, Yapısal
Marksizm ile yapısalcılık arasında Kapital'i Okumak'ta olduğundan çok
daha keskin bir ayrım oluşturduğu Öz-eleştiri Yazıları eserinde bu hatayı
kabul eder: " Marksizm, sürecin yapı üzerinde önceliğini onayladığından
değil, karşıtlığın süreç üzerindeki önceliğini kabul ettiği için yapısalcılık
değildir" (Althusser 1976, 130).
1 09
Dahası, Yapısalcı Marksizm kavramların özdeşliğini ve dolayısıyla
toplumsal yapıların bilgisine sahip olduğumuz kavramlar ile aynı doğaya
sahip oldukları yönündeki rasyonalist düşünceyi reddeder. Bu nedenle
toplumsal karşıtlıklar, ayrımsal yerinden oynamalar ve bilimsel söylem
içerisindeki epistemolojik sınırlılıkların bir işlevi değildir; toplumsal kar
şıtlıklar, nesnel olarak gerçek ve söylemin dışında yer alan, alışkanlıklarını
oluşturan sınıfa dayalı yapılar nedeniyle sınıf özneleri haline gelen insan
ların toplumsal pratiklerine yönelik üretim biçiminin toplumsal yapılar
alanındaki önceliği, sınıf mücadelesinin toplumsal pratikler alanındaki
önceliği olarak yansır. Fakat ne ekonomik belirlenimin sonucu, ne de sınıf
mücadelesinin neticesi, sahip oldukları kökenlerin garantisindedir. Balibar,
Cinq etudes du ma terialisme historique eserinde realist bakış açısını açık bir
şekilde ortaya koyar: 6
Somut toplumsal oluşumun dönüşümüne sahip tek bir tarihsel
diyalektik, farklı toplumsal pratiklerin birbirine olan gerçek bağım
lılığını (onlara her bir toplumsal pratiğin dönüşüm süreci tarafın
dan içsel olarak belirlenme biçimi vererek) açıklayan bir süreç
vardır.
Buna karşın, toplumsal oluşumlar basit bir şekilde, soyut, genel
/1
diyalektiğin kendisini gerekleştirdiği somut" bir yer değildir.
Toplumsal oluşumlar daha çok kendi kendilerini dönüştürür,
çünkü sınıf mücadelesi tarihine sahiptir. Bu nokta belirleyicidir
(Balibar 1974, 229) .
1 10
çalışmalarında, Hindess ve Hirst, söylemin tüm maddi süreler ve tarihi
koşullardan mutlak bağımsızlığına ve nesnelerin gerçekliğine dair her türlü
iddiayı reddetmeye dayanan kendi uydurdukları bir " post-Althusserci"
post-Marksizmi savundu. Hindess ve Hirst, son derece anti-realist ve anti
materyalist bir felsefi konuma sahiptir. Realizmin tüm biçimlerinin ya de
neyci, ya rasyonalist ve her zaman totolojik olduğunu öne sürerler. Hindess
111
Althusser kuramsal nesnenin gerçek nesneden ayn tutulmasında ısrar
eder ve aralarındaki ilişkiye dair her türlü felsefi güvenceyi reddeder, fakat
(onların kesin bir doğaya sahip oldukl arını reddederken) tarihi gerçeklerin
gerekliliğini ve (tarihin bir özne ya da amaca sahip olmadığını savunurken)
kuramsal bir sorun olarak tarihsel belirlenimin geçerliliğini teslim eder. Bu
görüşler pek çok tarihçi için son derece yanlış olsa da, kavramlar ve kavram
sal söylemin ön koşulları ve sonuçlarının anlaşılmaz, kesin olarak içsel
çözümlemeleri adına tutarlı ve üzerinde düşünmeye değer bir Çalışma
olarak tarih kavramını kategorik olarak reddeden Hindess ve Hirst kadar
ileri gitmez. Onların görüşüne göre, ne kadar nitelikli olursa olsunlar tarih
sel gerçeklerin kabulü, tarihin deneyciliğe mahkum edilmesine yol açar,
çünkü bu gibi gerçekler kuramsal nesneye, aslında epifenomen olan belir
lenimler kazandırır. "Tarihin görünürdeki nesnesi, tarihsel bilgi, geçmiş
üzerinde çalışmaktan çok metinler, bir kayıt statüsüne sahip temsiller
üzerinde çalışır. Tarih yazımı, bu metinleri yorumlayan metinlerin üre
timidir" (Hindess ve Hirst 19 75, 311).
Tarihsel gerçeklerin mevcudiyeti tarihi, Hindess ve Hirst' in, mevcut
toplumsal ilişkilerin varlığının koşulları temelinde kavrasallaştırılabilecek
mevcut durumun bir çözümlemesi değil, tam tersine " potansiyel olarak son
suz bir metin" yapar (Hindess ve Hirst 1975, 312) . Mevcut konjonktürün
geçmişten daha kesin bir biçimde kavramsallaştırılabileceği düşüncesi,
kendi anti-epistemolojileri açısından savunulamaz gözükebilir ve Hindess
ve Hirst çağdaş olanın tarihi olan üzerindeki epistemolojik önceliğini savu
nan açık bir ifadede bulunamamıştır. Aslında onların düşünsel konum
larının mantığı kuramsal değil, politiktir. Hindess ve Hirst, Kapitalizm
Öncesi Ü retim Biçimleri eserinde, Balibar' ın rasyonalizmini, Gregory
Elliott'un, tartışmalı olsa da doğru bir şekilde " Maocu kuramsalcılık" adını
verdiği anlayışa yaslanarak eleştirir. 7 Balibar' ın üretim biçimi anlayışı (bir
takım varoluş koşullarının güvence altına alınmasını ve yeniden üretimini
öngören, üretim ilişkileri ve güçlerinin eklemlenmiş kombinasyonu) hala
kabul edilebilirdir ve Hindess ve Hirst, Bali bar' ın kendi öz eleştirisi
üzerinden hareket ederek, sınıf mücadelesinin bir üretim biçiminin varoluş
koşullarının değiştirilmesinin aracısı olduğunda ısrar eder. Buna karşın,
Althusser'in yeterince açık olmayan fakat yine de tarihsel sınıf mücadelesi
anlayışının oldukça ötesine geçerek, gelişigüzel bir şekilde ilerleyen ve
otonom bir güç dışında sınıf mücadelesinin varlığını bütünüyle reddetme-
ll2
yine Elliot'un sözleriyle Kültür Devriminin sınıf istenççiliğine sapma- eğili
mi gösterir. Bu nedenle tarihin epistemolojik olarak reddedilmesi, politik
pratiğin tüm yapısal ve tarihsel belirlenimlerden "özgürleştirilmesi" için
gerekli bir adımdır. Politik istenççilik arayışı, birincisi, tarihe bir ereksellik
atfeder -tarih felsefesine sahip olmayan bir tarihten söz edilemez" (Hindess
ve Hirst 1975, 311), ikincisi, nedenselliğin toplumsal ilişkilerin dolambaçlı
çözümlemesinden tasfiyesi yoluyla tarihten kaçılmasına olanak sağlar:
"Nedensel doktrinler, söylemsel analiz için gerekli değildir. Onlardan
vazgeçmek, varlıklarından kaynaklanan tarhşma ve sorunlardan da kurtul
mayı sağlar (Cutler, Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 131).
Hindess ve Hirst' e göre tarihin yerini alan, ne anlama sahip olursa olsun
mevcut durum üzerinden fikir yürüten politika, daha doğrusu politik
amaçlılıktır. "Mevcut durum, zamanda belli bir an içindeki gerçek bir
toplumsal realitede yer alan bir nesne olarak algılanmamalıdır. Mevcut
durum, onu bir nesne olarak oluşturan politik pratikten bağımsız olarak
varolmaz" (Hindess ve Hirst 1975, 322) . Politik pratik, kavramların seçimini
zorunlı kılar ve kavramların ayrıntılandırılması sadece onların mantıksal
varoluş koşullarının anıştırılmasını ve içsel etkilerinin çözülmesini gerek
tirir; her iki süreç de (her ikisi de nedensel bir etkinlikten kuramsal olarak
yoksun bırakılan) bu varoluş koşullarının nesnel gerçekliğine yönelik her
türlü düşünceden ya da bu etkilerin mantıklı çıkarımları ile herhangi bir
empirik gerçeklik arasındaki ilişkilerden bağımsızdır. Aslına bakılırsa teorik
söylem, "kavramlar aracılığıyla onlara getirilen çözümleme ve çözümlerden
fazlasını kapsamaz. Bu etkileri ortaya çıkarma için düzenli bir sıra içerisinde
kavramlardan yararlanılır. Bu düzen, kuramsal çalışma pratiğinin kendisi
tarafından yaratılan düzendir: Ne bir ' mantık' ya da 'diyalektiğe' ne de
gerçeğin kendisi ile her hangi bir ilişkiye ihtiyar duyar" (Hindess ve Hirst
1977, 7) .
Söylemsel pratiğin gerçeklikten bu kadar radikal bir şekilde ayrılması ve
nedenselliğin kuramsal geçerliliğin bu kadar kesin bir şekilde reddedilmesi
düşüncesinde, elbete Althusser'in kullandığı anlamda bir toplumsal oluşum
anlayışına, yani düzensiz olarak gelişen yapısal bir bütün kavramına yer
yoktur. Hindess ve Hirst, Kapitalizm öncesi Üretim Biçimleri yapıtlarında
ortaya koydukları antirealist istenççilikten, Üretim Biçimleri ve Toplumsal
Oluşum ile Marx'ın Kapital'i ve Günümüzde Kapitalizm eserlerinde hızla
yapısal ilişkilerin kuramsal dışavurumuna yönelir. Daha sonraki eserlerinde
1 13
toplumsal yapı kavramı, Yapısal Marksist görece özerklik kavramının mut
lak özerkliklerin sonsuzluğuna dönüştürülmesi yoluyla sorumsuz bir şek
ilde basitleştirilir. Yapısal Marksizmin iddia ettiğinin tersine, arlık farklı
yapısal unsurlardan "yapıların yapısının" karmaşık bütününe kadar
değişiklik gösteren birbirinden ayrı kuramsal düzeylerden söz edilemez,
çünü Hindess ve Hirst' e göre, "bu kavramların toplumsal oluşumun esas
yapısında eklemlenmesini gerektiren gerekli bir form yoktur" (Cutler,
Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 229). Özgül ilişkilerin -örneğin, ekonomik
ilişkilerin- varoluş koşulları manhksal olarak çıkarsanabilirse de, aynı şey
bu varoluş koşullarını sağlayan toplumsal ilişkiler ve pratikler için söz
konusu olamaz: "belirleyici üretim ilişkilerinin varoluş koşullarının güven
ceye alındığı form, empirik olarak kuram haline getirilebilir bir kategori ya
da varoluş koşullarını güvenceye aldıkları üretim ilişkilerinden türetilebilir
bir unsur olarak algılanamaz" (Hindess ve Hirst 1977, 25-26) .
Balibar'ın üretim biçimi anlayışı, üretim güçleri ve ilişkilerinin karşılık
lılık ve karşılıklı olmaması kavramları ve elbette üretim güçleri ve ilişkileri
ne yönelik düşünsel tutumunun tamamı Hindess ve Hirst tarafından, bir
üretim biçiminin varoluş koşullarının onun etkilerinden çıkarsanabileceğine
yönelik ısrardan kaynaklanan hatalı düşünceler olarak görülerek yanlış
anlaşılır. Onlara göre bu görüş, dönüşümün tarihi " gerçeğine" bir açıklama
getirebilmek için rasyonal, birleşik bir toplumsal bütün kavra mının gerekli
olduğu inancının bir sonucudur. Bunun tam tersine, Hindess ve Hirst' e göre
"toplumsal oluşum kavramı, belirleyici bir varlık bütünü olduğunda, ona
denk düşen varoluş terkedilir ve böylece bir yandan empirik olasılık, diğer
yandan son tahlilde belirlenim sorunları ortadan kalkmalıdır" (hindess ve
Hirst 1977, 48) . Hindess ve Hirst, Balibar'ın rasyonalist özcülüğünü, kar
maşık bütün (toplumsal oluşum) düzeyinde yer alan kavramlar ile görece
özerk unsurlar (ekonomik, politik ve ideolojik olaylar) düzeyindeki
unsurlar arasındaki indirgenemez süreksizlikleri kabul etmek için değil,
toplumsal oluşumu topyekün tasfiye etmek ve onu " toplumsal ilişkileri
oluşturan tek bir yapıya" indirgemek için tersine çevirir (Hindess ve Hirst
1977, 5) .
Hindess ve Hirst, toplumsal oluşumu " ekonomik sınıf ilişkileri, onların
varoluş koşulları ve bu koşulların güvenceye alındığı biçimlerden oluşan
belirleyici bir form" olarak kavrasallaşhrır (Hindess ve Hirst 1977, 50) . Bu
kavrama, Balibar'ın güçler ve ilişkiler arasında yaphğı ayrımı redderederek
1 14
ve birini diğerinde yok ederek varırlar. Üretim biçimi kavramı şimdi üretim
ilişkileri ile özdeş olduğundan, gereksizdir ve tasfiye edilebilir.
Eğer üretim ilişkilerinin, üretim araç ve koşullarının sınıflar arasın
da toplumsal dağılımını, yani mülkiyetin dağılımı ve üretim araç
larının ekonomik aktörlerin farklı toplumsal kategorileri arasında
dağıhlmasını kapsadığı düşünülürse, belirleyici üretim ilişkilerinin
açıklanması, belirleyici üretim araçları ve süreçlerine, yani belirleyi
ci "üretim güçlerinden açık ya da üstü örtülü olarak söz etmeyi
gerektirir. "Üretim güçleri," söz konusu üretim ilişkilerinin varoluş
koşullarına kesinlik kazandırır. Bu nedenle belirleyici "üretim güç
leri" tanımlaması, belirleyici üretim ilişkilerinin varoluş koşul
larının güvenceye alındığı formlar tanımlamasına dahil edilmelidir.
Dolayısıyla, eğer üretim biçimi rasyonalist bir bakış açısıyla bir
birinden ayrı nesnelerin gerekli kombinasyonu olarak algılanmı
yorsa, "üretim biçimi" kavramı bütünüyle lüzumsuzdur (Hindess
ve Hirst 1977, 54-56) .
Balibar' ın üretim biçimi kavramından geriye kalan tek şey, ekonomik
biçimler ve onların varoluş koşullarıdır. Hindess ve Hirst' e göre bunun
dışındaki her şey, " rasyonalist" nedensellik kuruntusuna girer:
1 15
tezi de dahil) bütün nesnel gerçeklikleri ve söylemin içindeki tüm belirle
nim kavramlarını (ayrımsal fakat birbiriyle ilişkili çözümleme düzeylerini)
tasfiye ederek ekonominin söylemsel önceliğini savunmak için hiç bir argü
man üretemez; bunu yapmaya yönelik her türlü girişim, yapısal nedensel
liğin karmaşıklığını yeniden gündeme getirir. Hindess ve Hirst, belli bir
" söylemsel" geçerliliği kabul eder: ekonomik ilişkilerin tanımlanması
"ekonomik üretimin dışında kalan diğer toplumsal ilişkilerin ve toplumsal
pratiklerin etkilerine açık ya da üstü örtülü olarak atıfta bulunmayı gerek
tirir" (Hindess ve Hirst 1977, 25), ve bu ilişkilerin varoluş koşulları " politik,
yasal ve kültürel" biçimler tarafından yerine getirilen "birtakım soyut ve
kültürel biçimleri ortaya çıkarır (Cuter, Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 127).
Buna karşın, olayların eklemlenmesine yönelik her türlü anlayışı reddettik
leri düşünüldüğünde, bu niteliğin ne gibi bir fark yarattığını arılamak
güçtür.
1 16
Hindess ve Hirst' in önce üretim güçleri kavramını, sonra üretim biçimi
kavramının kendisinin Marksist kuramdan tasfiye etmesini sağlayan sınıf
istenççiliği yatmaktadır. Bu kavramlar, (Hindess ve Hirst' in görüşüne göre)
kuramsal olarak lüzumsuz olduklarından değil, varlıkları kuram içerisinde
olmasa da politik pratik üzerinde bir sınırlama oluşturduğu, politik iradenin
(nesnel olarak reel) varoluş koşullan üzerindeki gücünü kısıtladığı için tas
fiye edilmelidir.
1 17
talist üretim ilişkilerine bırakması, ikincisi Balibar'ın " emeğin reel olarak
sermayenin kapsamına girmesi" olarak tanımladığı, emek sürecinin (üretim
araçlarının tek bir çalışan için uyarlanması anlamında insanın emek gücü ile
üretim araçlarında bir birliğin bulunduğu) küçük zanaate dayanan üretimin
"birliğinden" (birliğin üretim araçları ile üretim nesnesinin arasında olduğu
ve insanın emek gücünün makinelere uyarlandığı) makinelere dayanan üre
timin "birliğine" dönüşümü. Balibar'a göre, bağımsız bir üretim biçimi olan
"imalat," feodal döneme ait küçük zanaat ile makinelere dayanan, gittikçe
artan iş bölümü ve emeğin vasıfsızlaşhrıldığı kapitalist üretim biçimi arasın
da bir geçiş aşaması oluşturur. Balibar, kapitalist mül-kiyet ilişkilerinin
emek süreci üzerindeki hakimiyetinin bu dönüşümün dışa vurumu
olduğunu ve emek sadece üretim araçlarının mülkiyetinden değil, aynı ıza
manda emek süreçleri üzerindeki etkin kontrolünden de ayrılana kadar
böyle bir gelişmenin mümkün olmadığım düşünür. Köylü topluluğunun
toprak üzerindeki ve zanaatkar topluluğun meslekleri üzerindeki devredile
mez haklarının yerine özel mülkiyet hakkı geçmiştir. Bu noktada emek
sürecinin kontrolü, çağdaş öfemizmden yararlanabilmek için emek
sürecinin kapitalist birikimin menfaatine amansızca yeniden yapılandıran
ekonomik sahiplere geçer.
Balibar' ın bu çözümlemesi, emeğin, üretim araçlarının ve mülkiyetin üre
tim güçleri ve üretim ilişkilerine "iki taraflı eklemlenmesi" kavramını
başarılı bir şekilde açıklar. Birincisi, gücü emek sürecine sokar ve böylece
emek sürecinin tarafsız olduğu ya da üretkenliğin gelişmesinin sınıf müca
delesinden bağımsız olduğu görüşüne dayanan " teknikizm" düşüncesini
geçersiz kılar. Balibar, eğer mülkiyet ilişkileri sömürüye dayanıyorsa, emek
sürecinin basit bir şekilde teknik işbirliğinden ibaret olamayacağında ısrar
eder. İ kincisi, Balibar yapısal ilişkileri, yani sadece insanlarla değil,
toplumun insan aktörleri üzerinde etkide bulunan toplumsal güçleri ele
aldığı için, bireyleri sınıflandırmak gibi asılsız bir sorundan kaçınır: Bir kap
italist, aristokrat ünvanına sahip olabilir mi? Derebeylik haklarına sahip
olan biri burjuvazinin bir üyesi olabilir mi? Bu gibi sorular gerçeklerin
üstünü örtme amacını taşır; sınıf mücadelesi ve tarihsel dönüşümün, yani
üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin doğasını açıklamak için gereken kesin
unsurları gizleme eğilimindedir.
Buna karşın, Balibar' ın argümanında çok açık bir zayıf nokta vardır. Daha
önce ifade edildiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin hiçlikten (ex nihilo)
1 18
doğduğu ve herhang bir kapitalist üretim gücünün desteği olmadan feodal
üretim ilişkilerine " hakim olup" feodal emek süreçlerini " kendi kapsamına
aldığı" düşüncesini anıştırır. Balibar'ın üzerinde ısrarla durduğu ikili
ilişkinin bütün üretim biçimlerini tanımladığı düşünülürse, kapitalist üre
tim ilişkilerinin kendisine karşılık gelen kapitalist üretim güçleri olmaksızın
ortaya çıkması nasıl mümkün olabilir? Elbette bunun cevabı, böyle bir şeyin
olamayacağı ve olmadığıdır. Balibar, feodalizmin çöküşünü ve kapitalizmin
gelişimini, hem kapitalist hem de feodal üretim biçimlerinin birarada varol
masını ve aralarındaki karşılıklı ilişkiyi etkin faktörler kategorisinden
çıkararak ele almıştır. Balibar, durumun güçlüğünden habersiz değildir;
uzun yazısının sonunda bu alternatif çözümü " son derece şematik öneriler"
halinde dile getirir. En sonunda, bir toplumsal oluşum içerisindeki karşılık
lılık ve karşılıklı olmama ilişkilerine dair yeterli bir kavrayışın ancak " iki
üretim biçiminin yapısına iki yönlü bir atıf vasıtasıyla mümkün olduğunu"
kabul eder (Althusser ve Balibar 1970, 307) . Geçiş dönemlerini (imalat döne
mi gibi) " birkaç farklı üretim biçiminin birarada varolmasıdır;" dolayısıyla
bunlar " asla tek bir üretim biçimi değildir . . . Bu nedenle geçiş dönemlerinde
iki bağlantı ve olay arasındaki yerinden oynama sadece iki (ya da daha
fazla) üretim biçiminin aynı anda birarada varolmasını ve içlerinden birinin
diğeri üzerindeki hakimiyetini yansıtır" (Althusser ve Balibar 1970, 307) .
Bu nedenle Balibar, tarihsel dönüşümü düzensiz gelişim ve iki (ya da
daha fazla) üretim biçimi arasındaki değişen hakimiyet ve bağlılık ilişkileri
açısından düşünebilmemiz için yeni ve güçlü bir yöntem öne sürer. Ü retim
biçimlerinin birbirine eklemlenmesi ile ilgili anlayışını özcü-rasyonalist bir
çerçevede sunması, onun başarısını azaltmaz. Buna karşın eklemlenme
kavramının açıklayıcı potansiyelini açığa çıkarabilmek için, onun özcü ve
rasyonalist çağrışımlarını, özellikle Bali bar' ın böyle bir eklemlenmenin
yapısının " birkaç sistemi ve onların arasındaki ilişkileri küreselleştiren bir
eşsüremlilikten ibaret olduğu" düşüncesini tasfiye etmek gerekir (Althusser
ve Balibar 1970, 307) . Balibar'ın imalata dayanan bir üretim biçimi olarak
ifade ettiği şey, bir toplumsal oluşum içerisindeki, feodalizm ve kapitaliz
min eklemlenmesinin karakterize ettiği kapitalist bir üretim biçimi olarak
yeniden tanımlanmalıdır. Feodalizmden kapitalizme geçiş, bütün değil, ikili
bir süreç, kapitalizmin yanısıra feodalizmin de çözülmesi olarak kavramsal
laştırılmalıd ır. Dönüşümü iki üretim biçiminin birbirine eklemlenmesi
açısından değerlendirmek, feodalizme dair, içinde kapitalizmin gelişimini
1 19
taşıyan özcü anlayışın tasfiye edilmesini sağlar. Aynı zamanda eklemlenme
kavramı- düzensiz gelişme ve feodalizmin kendisinin karşıtlıkları çerçe
vesinde- kapitalizmin ve onun varoluş koşullarının bağlı olduğu sistemden
çıkıp hakim bir yapıya dönüşmesi olasılığını mümkün hale getirir.
Diğer yandan, eklemlenme kapitalizme dair, feodalizmi onun gerekli bir
önkoşulu saymayan ya da feodalizm içerisinde feodal-kapitalist bir eklem
lenmenin önce hakim, sonra ikincil bir konuma sahip olabileceği ihtimalini
olanaksız görmeyen bir anlayış sunar.
Birden fazla üretim biçiminin eklemlenmesi, ne her bir üretim biçiminin
tikel etkinliklerini ve onların ekonomik bir sistem olarak ilişkilerini, toplum
sal oluşumun ekonomik durumunu ortadan kaldırır. Eklemlenmeden söz
etmek, düzensiz gelişmeden, karşıtlığın yeniden üretim üzerindeki önce
liğinden ve bir üretim biçiminin çözülüp, bir başkasının gelişmesinden söz
etmektir. Fakat bu değerlendirme bir sürecin, gizemli bir töz dönüşümü
yoluyla bir başkasının iç manhğı haline geldiği anlamına gelmez. Çünkü
(üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin Balibar' ın ifadesiyle bir " karşılıklılık"
durumunda olduğu ve üretim güçlerinin üretim ilişkilerine bağımlılığının
mevcut üretim ilişkilerine katkıda bulunduğu) gelişme aşamaları ile
(üretkenlik, teknoloji ya da üretimin örgütlenmesinde meydana gelen deği
şikliklerin mevcut üretim ilişkilerinin yeniden üretimini gittikçe daha fazla
güç hale getirdiği- Balibar'ın "karşılıklı olmama durumu ifadesini kullan
dığı) çözülme aşamaları arasında üretim biçimlerini birbirinden ayırabiliriz.
Yeniden üretilen tam olarak düzensiz gelişmelerinin karşıtlıkları olduğun
dan, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ne basit bir tekrar,
ne de doğrusal bir sürekliliktir. Daha çok bir yandan karşıtlıkların biriktiril
mesi ve yaratılması, diğer yandan düzensiz gelişmenin süregelen sonuçları
na gittikçe artan bir güçlükle uyum sağlama sürecidir.
Sonuç olarak, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki karşılıklı
olmama durumu o kadar artabilir ki, aralarındaki yapısal ilişkiler çoğu
zaman şiddet yoluyla çözülür (Althusser buna " devrimci kopma" adını
verir) ve mülkiyet ve emek ilişkileri dönüştürülür, yani yeni bir üretim biçi
mi temelinde yeniden örgütlenir. Bu açık uçlu fakat sınırsız olmayan süreç,
bir üretim biçiminin iç manhğı olarak adlandırabileceğimiz şeyi oluşturur.
Elbette eklemlenme, aksi durumda diğerlerinden ayrılacak üretim biçim
lerinin aynı anda varolmasından daha fazlasını ifade eder. Aynı zamanda
1 20
onların aralarındaki yapısal ilişkileri ve birinin diğeri üzerindeki baskın
lığını ifade eder. Baskın üretim biçimi kendisine bağlı olan üretim biçimini
yapılarının sınırları dahilinde kendi gelişiminin ve yeniden üretiminin ge
rekliliklerine uyum sağlamaya zorladığı ölçüde baskındır. Kuşkusuz baskın
lık ve bağlılığın etkileri her iki üretim biçiminde de hissedilir. Dolayısıyla
eklemlenme, birbirine eklemlenen üretim biçimlerinin dış mantığını oluştu
rur. Eklemlenme, her bir üretim biçiminin varoluş koşullarını değiştirir ve
böylelikle onların gelişmelerini ve çözülmelerini etkiler.
Wolpe, bir üretim biçiminin "hareket yasal arına " mekanik bir üslupla
ahfta bulunmasına rağmen, Balibar' ın eklemlenme kavramını önemli
ölçüde genişletmiş ve zenginleştirmiştir. Wolpe'un kavramları ile yapısal
nedensellik arasındaki uyumluluğu kavrayabilmek için tek gereken, hareket
yasaları ve üretici mekanizmalar kavramlarının, karmaşık bütünün olaylara
verdiği yer ve işlevi ifade ettiğini; Wolpe'un kısıtlı ve kapsamlı üretim
121
biçimleri arasında yaptığı ayrımın sırası ile baskın yapının ekonomik işlevi
ve mevcut ilişkileri ile ekonomik işlevin politik ve ideolojik olaylar
içerisinde açığa çıkmasını sağlayan bağlılık olduğunu ve son olarak, bir
eklemlenme içerisinde · bir üretim biçiminin bir başkası üzerindeki baskın
lığının, onun politik ve ideolojik işlev olarak açığa çıktığını anlamaktır.
Wolpe'un kavramsal çerçevesi, feodalizmden kapitalizme geçiş sorunu
açısından eklemlenme kavramının açıklayıcı potansiyeline önemli ölçüde
katkıda bulunur (ileride göreceğimiz gibi, emperyalizm sorununun açıklığa
kavuşturulmasına da yardımcı olur) . Feodal üretim biçiminin hareket
yasalarının baskın durumda olduğu, fakat kapitalist üretim biçiminin
hareket yasalarının belli bir ekonomik girişimin feodal özelliklerini ortadan
kaldırmadan feodal hareket yasalarının yerini alabileceği bir toplumsal yapı
içerisinde kapitalizmin gelişiminin kavramsallaştırılmasını mümkün hale
getirir. Wolpe'a göre, girişim düzeyinde baskın olmayan üretim biçiminin
üretim güçleri ve ilişkilerinin yeniden üretimi ile aynı üretim biçiminin
hareket yasalarının kendiliğinden yeniden üretimi arasında bir ilişki olması
gerekmez ve baskın üretim biçiminin hareket yasaları baskın olmayan üre
tim biçiminin üretim güç ve ilişkilerine engel olmaz. Buna karşın, baskın
üretim biçiminin hareket yasaları, toplumsal oluşumun tüm girişimleri
üzerinde, onların örgütlenme biçimlerine bakılmaksızın, etkide bul unmayı
sürdürür. Bu etki, girişimin doğasına göre değişiklik gösterir: kapitalist giri
şimler, baskın bir kapitalist üretim biçiminin hareket yasaları altında, orta
lama kar oranının oluşum süreçleri ve bunun kapitalist hesabı tarafından
koşullanır; çünkü feodal üretim güç ve ilişkilerine göre örgütlenen girişim
lere karşın, kapitalizmin hareket yasaları koşulların çoğu üzerinde etki etse
de, feodal üretim güçleri ve ilişkileri ile bu unsurlara dayanan ekonomik
hesaplama biçimleri üzerinde etkide bulunması gerekmez.
1 22
gücü üretim ve yeniden üretim ilişkileri açısından yorumlayan 1960 yılında
yazılmış, ( İngilizce tercümesi, 1978) " Kendi Kaynaklarıyla Yetinen Tarım
Toplumlarında Ekonomi: Başlangıç Niteliğinde bir Çözümleme" adlı bir
makale ve Fildişi Sahillerinde yaşayan Guro toplumu ile ilgili ayrıntılı bir
inceleme olan, soya dayanan, kendi kaynaklarıyla yetinen tarım toplum
larında üretim ve toplumsal örgütlenme araçları ile bu araçların ticaret ve
daha sonra kolonicilik sistemi vasıtsıyla dönüştürülmesi ile ilgili kapsamlı
bir açıklama sunan Anthropologie economique des Gouro de Côte d 'Ivoire9 .
Althusser ve Godelier'in altmışlı yılların başındaki bağımsız fakat birbiriyle
örtüşen çalışmaları, Meillssoux' un betimsel ve empirik çalışmaları için
güçlü bir kuramsal yapı yaratmıştır. 1965 yılından itibaren, başta Em
manuel Terray ve Pierre-Philippe olmak üzere, Althusser'den etkilenen çok
sayıda genç antropolog, kendi çalışma alanlan için bir düşünsel çerçere
yaratabilmek için Yapısal Marksizmin üretim biçimi anlayışını Meillssoux'
un çalışmasına uygulamaya başladı ve Meillassoux' un daha sonraki çalış
maları onların kendi çabalarından büyük ölçüde etkilendi. Birarada değer
lendirildiğinde, Meilllassoux, Terray ve Rey' in çabalarının, Yapısal Marksiz
min kendi kaynakları ile yetinebilen toplumlar üzerine yapılan çalışmalar
üzerinde önemli katkılar sağlamasına yardımcı olduğu söylenebilir.
Burada Yapısal Marksist antolojiye yönelik kapsamlı bir tartışma söz
konusu olamaz. Bundan sonraki bölümlerde, üretim biçimi kavra mının,
akrabalık ilişkileri temelinde örgütlenen toplumsal oluşumlara uygulan
ması için en uygun anahtar sorun ve kavramları ile alacağım. Sorunun orta
ya koyulması için, Terray'in emek süreci ve üretim güçlerinin önceliğinin
alhnı çizen erken dönem çalışması ile başlayıp, daha sonra Rey'in sınıf
mücadelesi ve üretim güçlerinin önceliğini vurgulayan görüşlerini tartışa
cak ve son olarak Meillassoux' nun, bana göre üretim güçleri ile üretim ilişk
ileri arasında tam bir denge kurarken, aynı anda ilkel üretim biçimine yöne
lik sınırlı bir anlayıştan kapsamlı bir anlayışa geçen daha sonraki çalış
malarına döneceğim.
1 23
ların ekonomik sistemine yönelik " genel açıklamanın" eksik ve fazla genel
olduğu fikrindedir. Meillssoux, " kendi kaynaklarıyla yetinen" toplumları
"toprağın işlenmesi, kendi olanaklarıyla geçinme, kısa süreli üretim teknik
lerinin kullanımı ve temel güç kaynağı olarak insan enerjisi" açısından açık
lar (Meillssoux, Terray, 1972, 97'de alıntılandı) . Terray'e göre bu kadar genel
bir anlayış, bazı yönleriyle yeterli olsa da, tarihsel özgüllüğü akrabalık iliş
kilerine dayanan toplumları hem birbiriyle karşılaştırılabilir, hem de
anlaşılabilir hale getirebilecek olan " bir çeşitlilik ilkesi" ya da yapısal karak
teristik sunmadığı için sorunludur. Terray, bu eksikliği giderebilmek için,
ilkel toplumsal oluşumların çoklu üretim biçimlerinin varlığını kabul etmek
ve bu üretim biçimlerinin eklemlenmeleri ve onları " gerçekleştiren" ya da
" temsil eden" toplumsal ilişkilerin, kavramsallaştırmak gerekir. İ lkel
toplumlarda baskın faktörün ya da faktörlerin keşfedilmesi, onların üretim
biçimi ya da biçimlerinin doğası ile ilgili varsayımların oluşturulabileceği
çeşitli "emek araçl arının" incelenmesine bağlıdır. Terray, "böylece somut
toplumsal oluşumları çözümlemek ve bu yapıların tek bir mantık çerçeve
sinde gerçekleşmesini sağlayan üretim ilişkilerini yeniden oluşturmak müm
kün hale gelir" sonucuna varır (Terray 1972, 104) .
Terray daha sonra, her bir etkinlikte yer alan çeşitli işlevsel-teknik ilişki
leri ya da " işbirliği biçimlerini" belirleyebilmek için avlanma, toprağın işlen
mesi, hayvancılık ve zanaat gibi ekonomik etkinliklerin ayrıntılı bir
dökümünü çıkarır. Bu etkinlikler, (ağ gibi toplu bir çalışma aracının kul
lanımının tanımladığı " karmaşık işbirliği" ve (aynı ya da benzer çalışmaları
gerçekleştiren, " üretim topluluklarının" da dahil olduğu, bireylerden oluşan
takımların tanımladığı) " basit işbirliği") olmak üzere iki genel işbirliği biçi
mi kategorisine ayrılır. Ayrıca ok ile avlanma gibi tek başına gerçekleştirilen
etkinlikler de vardır. Terray, bu emek süreçlerinden iki üretim biçimi çıkar:
"kabile-köy sistemi ve " soya dayanan sistem." Birincisi toplu avlanmalarda
ki karmaşık işbirliği ilişkilerini " gerçekleştirir ve gönüllü işbirliği, üretim
araçlarının tüm topluluk üyeleri tarafından kullanılabilirliği, eşitlikli iktidar
yapısı (dönüşümlü av liderliği), avdan sonra elde edilen ürünün eşit
dağıtımı ve üretici olmayanların (çocuklar ve yaşlıların) üreticilere bağlı
olması ile karakterize edilir. Öncelikli olarak tarımda kapsamlı işbirliği yo
luyla " gerçekleşen" soya dayalı sistem, üretim araçları ve toplumsal ürünün
dağıtımının soyun yaşlılarının kontrolünde olması ile karakterize edilir.
1 24
Terray, iki üretim biçiminin eklemlenmesi üzerinde ısrarla dursa da, ikisi
arasında bir baskınlık ve bağlılık ilişkisi kurmaz; daha çok " karşılıklı
baskınlığa" dayanan karşılıklı bir ilişkiden söz eder. Terray, özeleştiride
bulunduğu daha sonraki bir çalışmasında, kabilköy sisteminin, soya daya
nan baskın sisteme bağlı olarak bir üretim biçimi olarak daha iyi anlaşıla
bileceğini kabul eder. Soyun ayine başkanlık eden yaşlı üyeleri, " avı diğer
etkinlik alanlarından ayırıp" onun etkilerini nötr hale getirerek avı, av ağını
kutsal bir nesne, soyun devamlılığının bir sembolü haline getirecek kadar
· kendi denetimleri altına alabilir" (Terray 1979, 32) .ıo. Rey, dolayısıyle
kabile-köy sisteminin marjinal olduğunu ve soy ilişkilerine dayanan üretim
biçiminin yeniden üretiminin, av ve savaş etkinliklerinde kabile-köy siste
minin sınırlı al anını belirlediğini kabul eder. Meillssaoux gibi Terray de,
Guro toplumunun arkabalık sisteminin, üretim tarafından ekonomik olarak
belirlendiğini, akrabalık sisteminin üretimin gerekliliklerine uyum sağla
dığını düşünür. Buna karşın Terray, akrabalık ilişkilerinin üretim biçim
lerinden bağımsız olduğu düşüncesinden kaçınmak istediği kadar, doğru
dan ekonomiden kaynaklandığı yargısından da uzaklaşmaya çalışmaktadır:
Akrabalık ilişkilerinin sınıf ilişkileri olduğunu söylemiyorum . . .
Her ikisinin de üretim biçiminin ekonomik, hukuki-politik ve ide
olojik aşamalarının karşılıklı etkileşimlerinin karmaşık sonucu
olduğunu söylüyorum. Böyle bir çözümleme şu unsurları bir
birinden ayırmalıdır:
- Aşağıdaki tüm unsurların "gerçekleştiği" ekonomik düzey: emek
gücünün üretim birimlerine tekabül eden akrabalık gruplarına
bölünmesi; üretim araçlarının bu birimler arasında bölünmesi;
tüketim birimlerinin örgütlenmesi; yönetim yapıları ve üretimin
denetimi.
- Aşağıdaki unsurların "gerçekleştiği" hukuki-politik düzey: birey
lerin kişisel statülerinin belirlenmesi; mülkiyet ve mirası
düzenleyen yönetmelikler; genel olarak toplumsal hayatın sorun
suz bir şekilde işlemesini sağlayan otorite ilişkileri ve onların bu
örgütlenmelerin oluşumu üzerindeki etkileri
- Sistemin işlemesi için ideolojik koşulların " gerçekleştirildiği" ide
olojik düzey (Terray 1972, 144-45)
125
Terray burada ekonomizm ve politisizmden kaçınmak için üst belirlenim
kavramının kaba çoğulcu yorumundan yararlanır: "somut akrabalık ilişki
leri, belli bir alt katman [Meillssoux'nun " kalıhmsal temeli"] üzerinde
işleyen üç katmanlı [ekonomik, hukuki-politik, ideolojik] bir nedenselliğin
ürünü, üretim biçiminin üç aşamasının eylemlerinin birleşik etkisi olarak
görülmelidir" (Terray 1972, 143) . Terray, mevcut belirlenimin, karmaşık
bütünün daha önce varolan belirlenimlerinin matris etkisinden sonra
geldiğini düşünmekle haklı olsa da, açıklaması, geçmiş ya da şimdiki
zamandaki belirleyici etkinlikler arasında bir hiyerarşi olduğunu kabul
etmemesi nedeniyle yetersizdir. Terray ayrıca, Godelier'in ekonomik mül
kiyet ile onu uygulayan kurumun görünüşte ekonomik olmayan karak
terinin işlevi arasında bir ayrım oluşturduğundan habersiz görünerek, onun
akrabalık ilişkilerinin bir üretim ilişkisi görevi görebileceği iddiasını redde
der. Gördüğümüz gibi Godelier'in düşünsel çerçevesi, üst belirlenim
bağlamında bir belirlenimler hiyerarşisi formüle etmemize olanak sağlar.
Bunun tam tersine, Terray' in üst belirlenim kavra mını kullanma biçimi, her
şeyin diğer herşey üzerinde bir etkisi olduğu yönündeki basmakalıp
düşüncenin ötesine geçemez. Terray'in metodolojisi, somut emek süreç
lerinin özgüllüğünün üzerinde ısrarla durması ve Marksist kavramları soy
ilişkilerine dayanan tarım toplumlarına başarıyla uygulaması yönüyle tak
tiri hak etse de, üretim biçimlerinin birbirine eklemlenmesine yönelik tatmin
edici bir açıklama getirebilmek için üretim güçleri ile üretim ilişkilerini bir
birinden ayırdığı suçlamasından kurtulamaz.
Terray, üretim araçlarının ve toplumsal ürünün denetiminin topluluğun
yaşlı üyelerine ait olmasının sömürüye değil, işbirliğine dayandığını
düşünür. Yaşlı üyelerin, üretim ve toplumsal ürünün dağıh mını koordine
etme yönetim görevinin ötesinde neredeyse hiç güce sahip olmadığı üretim
ya da mülkiyet ilişkileri eşitlikçi olarak yorumlanır. Terray' e göre iktidar,
üretici topluluğun temsilcisi olarak yaşlı üyelere devredilir. Benzer şekilde
Terray, yaşlı üyelerin seçkin malların-gelişim çağındaki kadınlar için bir
değişim değerine sahip olan alhn, peştemallar, fildişi ve silahlar gibi mallar
üzerinde kontrol yetkisine sahip olması, sömürü amacı taşıyan bir güçten
çok, işlevsel-işbirliğine dayalı bir sorumluluk olarak görülmelidir. Son
olarak Terray, yaşlı üyelerin kadınların dağıhmı üzerinde kontrol hakkına
sahip olmasını, onların üretim üzerindeki denetimlerine işlevsel olarak bağlı
bir durum olarak değerlendirir: yaşlı üyeler üretimi kontrol ettiği için, bu
1 26
manhksal olarak yeniden üretim üzerinde bir kontrole sahip olacakları
sonucunu doğurur. Bu fikirler Terray' i, yaşlı üyelerin gerçek bir iktidara
sahip olduğunu savunan ve bu iktidarı üretimden çok yeniden üretim
üzerinde belirleyici bir konuma yerleştiren Meillssoux'un düşüncelerinden
büyük ölçüde uzaklaşhrır Meillassoux'ya göre, düşük üretkenlik seviyesi ve
kendi kaynaklarıyla yetinen tarım toplumlarında insan enerjisinin önemi,
insanların ve üretimin fiziksel yeniden üretiminin tüm üretim sürecinin
eksenleri olduğu anlamına gelir. Meillassoux, ekonominin yaşlı üyelerin
kontrolünde olmasının nesnel olarak reel bir durum olduğunu, fakat bunun
üretim araçlarından çok üreticinin kontrolü aracığıyla işlediğini, üreticilerin
kendisinden çok evlilik için uygun kadınlar üzerindeki kontrol vasıtasıyla
gerçekleştiğini ısrarla vurgular. Meillassoux yaşlı üyelerin kadınlar
üzerindeki kontrolünü sömürüye dayalı olarak etiketlemekten kaçınsa da,
bu gücü " kendi kaynaklarıyla" yetinen toplumların içinde önemli bir
karşıtlık olduğunu ve sınıf ilişkilerinin gelişmesinin kaynağı olabileceğini
düşünür. Terray ise yaşlı üyelerin sınırlı bir güce sahip olduğunu ve çocuk
ların bir eşe sahip olarak soy sistemine girme anını geciktirebileceğini kabul
eder- fakat bunu tam olarak reddedemedikleri için ve çocuklar en sonunda
bağımsızlıklarına kavuştuğu için, yaşlıların kadınlar üzerindeki deneti
minin son tahlilde işbirliğine dayandığında ısrar eder.
127
bulunduğunu ve yaşlılar ile çocuklar arasındaki ilişkinin karşılıklı olmaktan
çok, sömürüye dayalı olduğunu iddia eder.
128
varlık temelinde çözümlenebileceği görüşü, Meillassoux' e karşıtlık oluştu
rur. Rey ayrıca söz konusu sömürü biçimlerinin yaşam döngüsünün ötesine
uzanan faktörlere dayandığının altını çizer: yaşlı statüsüne az sayıda erkek
sahip olacak ve hiçbir kadın sahip olamayacaktır; diğer yandan eş sahibi
olma zamanındaki gecikme, gelecekteki statünün geçici olarak değil, kalıcı
olarak kısıtlanmasını oluşturur. Sömürüyü özgül aracılar, cinsiyetler ve
yaşam döngüsü aşamaları açısından değil, onun yapısal varlığı açısından
tanımlaması, Rey için en iyi argümanı oluşturabilir. Eğer belli bir yaşa
gelmiş tüm kadın ve erkekler yaşlı statüsüne sahip olsaydı ve mevcut yaş
lılar grubu çocukların gelecek statülerini kontrol ederek bu " ardıllığı" kon
trol edemeseydi, Meillassoux' nun argümanı daha güçlü temellere dayanırdı
ve Rey' in sömürü tanımlaması geçerliliğini yitirirdi.
1 29
ayırır ve üretim ilişkilerini sınıf mücadelesi (sömürü ilişkileri), üretim güç
lerini teknik örgütlenme (işbirliği ilişkileri) ile özdeşleştirir. Rey, sınıf
mücadelesini her iki gücün ve üretim ilişkilerinin oluşturduğunu kabul
etmeyi reddederek, ekonomizmin görüşlerine yanlış bir yöntemle karşı
çıkar ve Bali bar' ın üretim ilişkilerinin önceliğine yönelik çözümlemesini
dönüştürerek sınıf mücadelesinin önceliğinin savunulduğu istenççilik ceph
esine kayar. Rey, üretim gücünü sahip olduğu önemden yoksun bırakır, sınıf
mücadelesini şeyleştirir ve sınıf mücadelesinin daima üretici güçlerden önce
geldiği ereksel bir istenççiliğe görülür. " Emek sürecinin kendisi . . . tüm işbir
liği ilişkileri gibi uyum sağladığı üretim ilişkilerinin taşıyıcısı olduğundan,"
der Rey, " emek süreci üretim ilişkilerinden önce gelemez . . . Belli bir üretim
biçiminde emek süreci ve üretici güçler daima sömürü ilişkilerinden, yani
sınıf mücadelesinden daha yavaş evrim geçirir" (Rey 1979, 43-44) .
Rey' e göre sömürü ilişkilerinin işbirliği ilişkileri üzerindeki hakimiyeti
bütünüyle dışsaldır. Üretim ilişkileri emek süreci için hiçbir yapısal önem
taşımadığı için, sınıf mücadelesi özgürlük için verilen gönüllü bir mücadel
eye indirgenir. Bunun tam tersine Balibar sömürüyü üretim güç ve ilişki
lerinin birliğinin ve emek sürecinin ilişkilerin yeniden üretimine tabi kılın
masının içsel etkisi olarak tanımlar. Bali bar' a göre, mülkiyet ilişkilerinin
haki-miyeti üretim güçlerinin yapısında saklıdır ve sınıf mücadelesi her iki
gücün düzensiz gelişmesi ile onların karşılıklılığı ve karşılıklı olmama duru
mundan ayrılamaz. Rey' in yaptığı gibi, sınıf mücadelesinin üretici güçler
den bağımsız olduğunu, ya da daha da kötüsü, ondan her zaman önce
geldiğini belirtmek, hiçbir şey ifade etmez. Devrimci sınıf mücadelesinin
amacı, mevcut işbirliği ilişkilerini sömürü ilişkilerinin zorbalığından kurtar
mak değil, her ikisini de, yani üretim biçiminin kendisini dönüştürmektir.
130
ilişkilerinin temsilcileri oldukları için, kadınların eş olarak dağıtımından
sorumludur ve seçkin mallan tekelleştirmelerine izin verilir. Rey ise tam ter
sine, yaşlıların kadınların dolaşımı üzerinde denetim gücüne sahip olmaları
nedeniyle doğrudan üreticileri kontrol edebildiğini ve onlardan seçkin mal
lar biçiminde vergi alabildiğini düşünür. Terray, (böyle bir denetimin sö
mürücü olduğu anlaşılmasa da) ekonomik denetimin politik denetimi belir
lediği bir tür ekonomizmi savunuyor gibi gözükürken, Rey politik dene
timin ekonomik denetim üzerindeki önceliğini savunan daha "politik" bir
düşünsel konumda yer alıyor gibidir. Fakat tüm karşıtlık, Terray ve Rey'in
paylaştığı, bir üretim biçiminin emek süreçleriyle sınırlı olduğu ve bu
nedenle yeniden üretimlerini sağlayan politik ve ideolojik ilişkileri dışladığı
yönündeki yanlış bir varsayımdan kaynaklanmaktadır Yeniden üretimin
yapılarını bir üretim biçiminden çıkarmak, sadece ekonomik belirlenim ve
sınıf mücadelesi ile ilgili kafa karışıklığına neden olur. Daha önce kuramsal
düzeyde savunmuş olduğumuz doğru yaklaşım, soya dayanan üretim
biçimine yönelik kapsamlı bir anlayış geliştirecektir.
Claude Meillassoux, 1975 yılında yazdığı Bakireler, Yemek ve Para
(İngilizce'ye tercümesi, 1981) kitabında böyle bir anlayışa çok yaklaşır.
Terray ve Rey'in, yaşlıların ekonomik-üretici güçleri ile politik-yeniden
üretici güçlerini, birinin diğeri üzerindeki önceliği üzerinde yanıltıcı bir
tartışma başlatabilmek için birbirinden ayırdığı noktada, Meillassoux tartış
mayı bu ilişki ile ilgili daha verimli bir zemine taşır.
Engels gibi Meillassox da " tarihte son tahlilde belirleyici faktörün,
yaşamın en vazgeçilmez unsurlarının üretimi ve yeniden üretimi olduğu"
görüşündedir (Engels, Meillassoux, 1981' de alıntılanmış) . Meillassoux, bu
ifadeyi doğrudan kullanmasa da, (1) üretim güç ve ilişkilerinden, toprak ve
araçlar üzerindeki kollektif " mülkiyetlerinin" babadan oğula geçen soy
ilişkileri tarafından belirlendiği "kendi kaynaklarıyla geçinebilen" tarıma
dayalı "üretici birimlerden" oluşan bir emek sürecinden (2) her bir birimin
yaşlılarının denetimi altında örgütlenerek seçkin mallar ve evlenme çağın
daki kadınların oluşturduğu bir değişim ağına dönüşen bir "yerel toplu
luk," canlı yeniden üretim araçlarının, yani kadınların düzenli manipülas
yonu için ve bu manipulasyon tarafından kurulan bir sistemden oluşan
"yerel" bir üretim biçimi anlayışı" geliştirir (Meillassoux 1981, xiii) .
Soy ilişkilerine dayanan, "kendi kaynaklarıyla yetinen" tarım toplum
larındaki üretim güç ve ilişkilerine yönelik böyle sınırlı bir anlayış,
131
ekonomik gelişmenin verili tarihsel seviyesini tanımlar. Fakat tam olarak,
neredeyse sadece insanın gücüne dayanan düşük bir üretkenlik seviyesi
nedeniyle, her bir üretici birimde bulunan insan sayısı her zaman, kabile içi
evliliğe dayanan yeniden üretimi güvence altına almak için gereken asgari
sayıdan daha azdır. Dolayısıyla tikel üretim birimleri arasında evlilik yaşına
gelmiş kadınların değişimi ve kullanılabilirliği Meillassoux' a göre büyük bir
ekonomik önem taşır. Yerel üretim biçiminde emek süreci ile mülkiyet ilişki
leri arasındaki ilişkiyi düşük üretkenlik düzeyi tarafından belirlenirken, bu
ilişkiye insanın emek gücünün yeniden üretiminin önemi hakimdir.
Meillassoux, düşük üretkenlik bağlamında, [üretim] birimlerinin kümelen
mesi ve bu gruplar arasındaki ittifakların, yeniden üretimin zorunluluk
larından çok üretim ve değişimin gerekliliklerine bağlı olduğu" çıkarımında
bulunur. "Eğer bir üretim biçimi varsa, yeniden üretim için örgütlenen üreti
ci birimlerin bu gruplaşmasında vardır" (Meillassoux 1981, 14) .
Meillassoux' a göre her üretim biçimi, üretici güçleri ve üretim ilişkile
rinden bağımsız düşünülmemesi gereken, kendi "nüfus yasalarına" sahip
tir. Nüfus artışını, kadınların üretkenliğinin yanı sıra onlara getirilen kısıtla
malar da yönetir. Meillassoux, iki " ilkel" üretim biçimini birbirinden aymr:
avcı-toplayıcı gruplar ve tarıma dayalı topluluklar. Avcı-toplayıcı gruplar
için toprak "emeğin" nesnesidir ve üretim etkinliği toprakta orada doğal
olarak bulunanı almaktan oluşur. Üretim ilişkileri ve toplumsal ürünün
dağıtımı az ya da çok kesintisizdir fakat sürekli ya da birleşik toplumsal
etkinliğe çok az gerek duyarlar. Toplum, gruplar arasındaki yetişkinlerin
serbest hareketleri etrafında oluşur, grup içerisindeki bireylerin konumlan
gönüllüdür, değişkendir ve feshedilebilir niteliktedir. Mei�assoux buna
"bağlılık ilişkileri" adını verir. Düşük yatırım seviyesi ve kısa süreli üretici
etkinik, toplumsal ilişkilerin genel üretim ve tüketim etkinliklerine katılım
açısından tanımlanma eğilimi gösterdiği anlamına gelir. Sonuç olarak, akra
balık ilişkileri çok önemli değildir ve erkek kardeşler, kız kardeşler ve
babalar gibi kavramlar, bir soy ya da akrabalık ilişkisini değil, aynı yaştaki
erkekleri, evlilik yaşına gelmiş tüm kadınlan ve artık avlanamayan erkekleri
ifade eder. Çiftleşme sıkı kurallar çerçevesinde örgütlenmemiştir, fakat
"aynı soydan gelmek," evlilik ve çocukların sonucu olarak ortaya çıkan
"bağlılık ilişkileri" çok az önem taşır.
Bunun tam tersine, tarıma dayalı topluluklarda, toprak emeğin "öznesi"
değil, "nesnesidir." Emek, tarım döngüsü boyunca üreticileri birarada tutan
132
ve diğer şeyler dışında, hasat dönemine kadar üreticilerin geçinmesını
sağlayacak kadar yeterli arh değer gerektiren, birbirini takip eden işlerden
oluşan kesintisiz bir zincir halinde toprağa yahrılmalıdır. Avcı-toplayıcı grup
ların tersine, tarıma dayalı topluluklar, bağlılıktan çok "aynı soydan gelme"
ilişkileri tarafından karakterize edilir. Meillassoux bu farkı, onların toprak
tan yararlanma yöntemlerinin radikal ölçüde farklı olması ile açıklar. Tarım,
sürekli ve süresiz olarak yenilenmiş toplumsal bağları ve malların nesiller
arasında dolaş ımını teşvik ederken, tarımın yarathğı dayanışma topluluğun
yapısal yeniden üretimi ile ilişkili kaygılar doğurur. Meillassoux, yeni
yeniden üretici gereklilikleri yerine getirebilmek için gerekli iki olasılığı
karşılaşhrır: kadınların toplulukları ile birlikte kaldığı ve erkeklerin toplu
luğa katılıp ürediği "jinostatik" toplumlar ve kadınların müttefik topluluk
lar arasında trampa edildiği jineko-devingen topluluklar. Birincisinde,
topluluğun yeniden üretimi bütünüyle topluluk içinde doğmuş kadınların
yeniden üretim kapasitelerine dayanırken, ikincisinde yeniden üretim
toplulukların her zaman yeterli sayıda kadınla görüşebilme politik kapasite
sine bağlıdır. Meillassoux, jinostatik ve jineko-devingen ilişkilerin birbirleri
ni dışladığını, ilki anayanlılık (bir kadının erkek kardeşinin çocuklar
üzerinde otorite sahibi olası) ile ilişkiliyken, ikincisi babayanlılık (çocuklar
üzerindeki kontrolün kadının eşinde olması) ile ilgili olduğuna dikkat çeker.
Meillassoux, anayanlılık ile babayanlılık arasındaki farkın, her iki üretim
biçiminin eklemlenmesi ile karakterize edilen toplumlarda avcı-toplayıcı ve
tana dayalı üretim biçimleri arasındaki hakimiyet ilişkisine karşılık geldiği
hipotezini geliştirir. Tarıma dayalı üretim, üreticilerin sürekli olarak varol
masını fakat görece olarak az sayıda insan gerektirir; dolayısıyla tarımın
gelişmesiyle birlikte aile üyeleri toplumsal ve işlevsel bir varoluş kazanır.
Buna karşın, avcılık-toplayıcılığın tarıma hakim olduğu yerde, aile üyeleri
az sayıda kalır ve her bir hanenin üyelerinin aracılığıyla biraraya gelir.
Toplumlar görece olarak değişkendir, fakat bu değişkenlik aileler arasın
dadır ve bireylerden bağımsız değildir. Anayanlı ilişkiler jinostatik olma
eğilimi taşır ve çok fazla kaçırma olayı ve savaş gerektirmez. Meillassoux
şöyle ekler: " Kaçırma olayları, kadınların alçaltılmasına yönelik her türlü
girişim unsurlarını kapsar ve diğer hepsinden önce gelir" (Meillassoux 1981,
29). Çelişkili bir şekilde, erkeklerin sadece savaşçılar olarak üstünlükleri
yüzünden değil, aynı zamanda yeniden üreticiler olarak yeterli niteliklere
sahip olmamaları nedeniyle topluluğun erkeklere bağlı olmasına neden
133
olur: erkekler daha fazla gözden çıkanlabilirdir. Elbette savaş da yetişkin
erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüklerini kabul ettirmenin ve yeniden
üretmenin bir yoludur. Buna karşın politik etkinlik tutarlılıktan hala yok
sundur ve kesintisiz mecburi otorite, ev üyelerinin ötesine geçmez.
Toplumsal yapıya tarım hakim olduğunda -yani topluluğun ek avlanma
ve toplayıcılığa sınırlı ölçüde ihtiyaç duyarak bir yıl boyunca kendisini
geçindirmesi için yeterince artı değer mevcut olduğunda- yeniden üretim ve
politik otorite alanında buna karşılık gelen bir fark aranır. Meillassoux' a
göre, tarımın baskın üretim biçimi olması, yalnızca üreticinin enerjisinin
çoğunu almasından değil, aynı zamanda diğer ekonomik, toplumsal ve poli
tik etkinliklerin bağlı olduğu genel toplumsal örgütlenmeyi belirlemesinden
kaynaklanır. Diğer etkinlikler (savaş, avlanma vs.), varlıklarını devam ettire
bildikleri ölçüde ve kendi eylem alanlarında hakimiyetlerini sürdürür.
Tarlalarda erkeklere ihtiyaç vardır ve bundan dolayı şiddete dayanmayan
evlilik yönetmeliğine yönelik bir baskı vardır. To p luluklar arasındaki ilişki
ler daha fazla uzlaşmacıdır ve yağmacılığa öncelik verilmez. Anayanlı-jino
statik sistemlerde demografik ve üretime yönelik gerekliliklere uyum sağla
mak daha güç olduğu için evlilik ilişkileri babayanlılığa ve jineko-devingen
liğe yönelir. Kadınların hareketliliği sayesinde topluluğun yeniden üretim
kapasitesi arhk topluluk içinde doğmuş kadınların sayısına değil, yaşlı li
derlerin onları topluluğa dahil etmeleri için gerekli politik yeterliliklerine
bağlıdır.
Tarım ve babayanlılığın hakim olduğu bir toplumda, yaşlı erkek üyelerin
çocuklar üzerinde ve erkeklerin kadınlar üzerinde politik bir otoriteye sahip
olduğu soy ilişkilerine dayalı kesintisiz bir sistem gelişir. Meillassoux,
üretkenlik üzerindeki kısıtlamaların zamanla sabit kalması nedeniyle,
yeniden üretimin toplumsal oluşum içerisinde baskın bir konum kazanır.
Zirai toplumdan yaşlıların yönettiği toplum biçimine geçişin babayan
lılık ve yaşlıların kadınlar üzerindeki kontrolü ile birleşmesiyle birlikte,
politik otorite ekonomik otorite üzerinde egemenlik kurar. Kuşkusuz bu
gelişmeler kadınların sömürülmesine zemin hazırlar: yaşlılar çocuklar
üzerindeki yetkilerini kadınlar vasıtasıyla sürdürür; ayrıca çocuklar kendi
lerini kadınlar aracılığıyla özgürleştirir. Ergenlik çağındaki kadınlar hem
(kocalarına devrettikleri) üretimde, hem de yeniden üretimde (çocuklar her
zaman erkeklerin kontrolündedir) sömürülür. Meillassoux, ataerkilliğin
kökenleri ile ilgili etkileyici bir açıklama sunmakla kalmaz, aynı zamanda
134
toplumsal yeniden üretim ve politik otoriteyi, bağlı oldukları üretim güç ve
ilişkileri ile başarılı bir şekilde bağdaştırır. Soy ilişkilerine dayanan üretim
biçimine yönelik çözümlemesinde, " toplumsal yeniden üretim üzerindeki
denetim biçimlerinin değişiklik gösterdiğini, toplumun politik kapasiteleri
ne, gittikçe güç kazanan sivil iktidara [devlet] ve sürdürmeye çalışhğı üre
tim ilişkilerine bağlı olduğunu" gösterir (Meillassoux 1981, 33).
Soy ilişkilerine dayanan toplumlarda ekonomik gelişmenin önündeki
güçlü engellere rağmen, bu engelleri içsel karşıtlıklarından bağımsız . olarak
düşünmek hata olur. Hem Meillassoux hem de Rey' e göre, bir üretim biçi
minin genel karşıtlığı, ekonomik gelişme ile bir yandan nüfuz arhşı, diğer
yandan soyun yaşlı üyelerinin sahip olduğu güç birikimi arasındaki geri
limde ifade bulur. Yaşlıların uyguladığı denetimin doğası ile ilgili fikir
aynlıkları bir yana bırakıldığında, Meiltassoux ve Rey arasında yaşlıların
iktidar alanının genişletilmesi ile yerel topluluğun kendisine içeriden yeni
den üretebilecek kadar büyüdüğü ve zenginleştiği ölçüde gelişmesi arasın
daki karşıtlığın önemli konusunda genel bir fikir birliği vardır. Yeni teknolo
jiler, mahsuller, işbirliği ilişkileri vs., soy ilişkilerine dayanan toplumların
ekonomik ve demokrafik durumunu geliştirmekle kalmaz, aynı zamanda
yaşlıların iktidar üzerinde, bu iktidarın üretim ve yeniden üretim alanların
daki işlevsel yeterliliği kuşku uyandırdığı zaman tehdit oluşturur. Rey
(1979) Gagam toplumundaki yaşlı üyelerin (Hint yer elması ve bezelyenin
tarıma sokulması gibi) yenilikleri denetim alhna alıp mevcut iş bölümüne
bağlı kılma girişimlerini, diğer yandan çocuklar ve kadınların bu ürünlerin
yetiştirmesinin sürdürülmesi ve ekim alanlarının genişletilmesi içni verdik
leri mücadele ile yaşlıların müdahalesini atlatma çabalarını anlahr.
135
lı kaldığını ve bu toplumların dönüşümüne dair bilinen örneklerin zafer, göç
ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimleri arasındaki ticari ilişkilerin
eklemlenmesinin sonucu olduğunu kabul eder. Buna karşın, en azından
yerel bir topluluğun, yaşlıların kadınlar ve çocuklar üzerindeki hakimiyenin
tehdide uğrayabileceği ölçüde gelişmesinin ve bu durumda böyle bir
otoritenin baskı yoluyla sürdürülerek aşamalı olarak bir yaşlının en büyük
oğlunun yönetime geçtiği, mirasa dayalı bir iktidar sistemine geçilmiş
olmasının mümkün olduğunu düşünür. Meillassoux, topluluğun katman
lara ayrılması, demografik artış ve politik olarak empose edilen aile içi evli
liğin de, eğer ilk yaşlının soyunun merkezi kontrolü de katmanlara ayrıl
mamışsa aynı sonucu doğurabileceği önermesinde bulunur.
Akrabalık ilişkilerine dayanan bir üretim biçiminin dönüşümüne yönelik
böyle bir hipotez, "ilkel" sermaye ve güç birikiminin yaşlılar ve onların
elinde toplandığını varsayar. Meillassoux, bu birikimin sınıfsal karakterini
kabul etmeksizin, (kadınlar karşılığında takas edilen) seçkin malların
dolaşımı ve yaşlıların üretim üzerindeki kontrolü ile bu mallara sahip
olması sonucunda ortaya çıkmış olabileceği tahmininde bulunur. Elbette
seçkin mallar kadınların dolaşımı dışında bir değişim değerine sahip olma
malıdır, fakat maddi ve dayanıklı -kadınlar " tüketildikten" sonra varolmaya
devam eden ve herhangi bir "kadın standartından" bağımsız olarak biriktir
ilebilen- malların evlilik alışverişlerine girmesi sisteme yeni bir karşıtlık
unsuru ve değişim potansiyeli sokar. Başlık parası en azından fiziksel olarak
evlilik dışındaki diğer değişim yollarına girebilir. Eğer seçkin mallar insanın
kendisini yükümlülüklerinden özgür kılması için bir araç haline gelirse,
yani genel bir değişim değeri kazanırsa, bu malların üreticileri ya da "sahip
lerinin" üretim yapmayan ve mülkiyet sahibi olmayan kişiler üzerindeki
hakimiyeti mümkün hale gelir. Meillassoux, sınıf egemenliğinin, başlık
parası mallarının üretim ve dolaşımının bir soyun tekeline girmesinin sonu
cu olarak ortaya çıkmış olabileceği, aynca bu seçkin azınlığın bu malların
değişim değerinin birikimini elinde tutup, evlilikler ve kadınlar üzerindeki
egemenliğini sürdürmek ve bu başlık parası "biriminin" yerine yeni bir
değişim aracının gelmesini engellemek için baskı gücünü kullanmış olabile
ceği çıkarımında bulunur.
136
Kapitalist ve Akrabalık llişkilerine Dayanan Üretim
Biçimlerinin Eklemlenmesi Olarak Emperyalizm
Akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimine yönelik kapsamlı bir
anlayış, Marksist çözümlemenin alanının dışında olduğu düşünülen, akra
balık ilişkileri yoluyla örgütlenen, " kendi kaynakları ile yetinen" tarıma
dayalı toplumsal oluşumlara yönelik uygulanabilir, tarihsel materyalist bir
açıklama sunabilir. Bu bölümde kapsamlı ve sınırlayıcı bir biçimde haki
miyet ve bağımlılık açısından tanıml anan iki üretim biçiminin eklemlenmesi
kavramının, akrabalık ilişkilerine dayanan toplumların kapitalizm tarafın
dan dönüşürülmesi ile ilgili aynı ölçüde faydalı bir açıklama sunduğunu
göstereceğim. Tarbşmamı, Rey ve Meillassoux' nun Afrika' daki emperya
lizme yönelik çözümlemeleri ile sınırlı tutacağım. Rey, Bab-Orta Afrika' da
(köle ticareti döneminden İ kinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gerçek
leşen) kapitalizme geçiş ile Bab Avrupa' da (onalbncı yüzyıldan onsekizinci
yüzyıla kadar süren, feodalizmden kapitalizme ilk geçiş süreci) kapitalizme
geçiş arasında karşılaştırmalı bir analize gitmesi yönüyle özellikle ilgi çeki
cidir. Rey'in Colonialisme, neo-colonialisme et transition au capitalisme
(1971 ) adlı kapsamlı çalışması ve daha çok tahminlere dayanan Les alliances
de classes ( 1 973) makalesinde ortaya attığı argüman, öncelikle feodal ve
akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimlerinde sömürü ile değişim
arasındaki yapısal farkları ve her iki üretim biçiminin kapitalizmle olası
eklemlenme biçimlerini, ikinci olarak verili bir konjonktürde hakimiyet ve
bağlılık ilişkilerini ele alır. 11
Rey'in eserinin tersine, Meillassoux'nun kapitalizmin eklemlenmesi ve
kapitalizm öncesi üretim biçimlerine yönelik görüşleri, daha çok çağdaş
küresel ekonomi ve Üçüncü Dünya' da " gelişmemişliğin" doğasına yönelik
tartışmalarla ilgilidir. Kapitalist emperyalizmi küresel bir ekonominin
düzensiz olarak gelişmiş fakat kapitalist sektörleri açısından kavramsal
laşbran "bağımlılık teorisinin" aksine, Meillssaoux küresel ekonomiyi, kap
italizmin egemenliğindeki birbirinden farklı fakat birleşik ekonomilerden
oluşan yapısal bir bütün olarak değerlendirir. Meillassoux'ya gore, kapital
izmin hakimiyeti, bölgesel üretkenlikteki farklılıklardan kaynaklanan eşit
olmayan değişim mekanizmalarının değil, ancak bir yere özgü kapitalizm
öncesi üretim biçimi ve onun eklemlenesinin karmaşık yapısı açık bir şekil
de tanımlandıktan sonra tam olarak anlaşılabilecek özgül hakimiyet ve
"aşırı sömürü" biçimlerinin bir sonucudur. 12
137
Rey' in argümanı kısaca özetlenebilir. Akrabalık ilişkilerine dayanan üre
tim biçimlerinin, feodal toplumların aksine, doğrudan sömürü değil, dolaylı
sömürüye dayandığını ileri sürer. Rey' e göre, akrabalık ilişkilerine dayanan
toplumlarda evlilik ya da seçkin malların önceliği -toplumun yaşlı üye
lerinin sınıf iktidarının değişim mekanizmaları vasıtasıyla sürdürülmesi
akrabalık ilişkilerine day anan toplumları meta değişimine dayanan küresel
sistemine entegre etmeye çalışan kapitalizm için zorlu bir engel yaratır.
Yaşlılar toplumun yaşamını sürdürmesi için gerekli olan malların üretimini
genişletmekle ve böyle bir şeyi isteseler bile böyle bir genişletmeyi gerçek
leştirmek için gereken görece zayıf mekanizmalarla ilgilenmezler. Buna
karşın Rey, kapitalizm (1) akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminin
sağlayabildiği ya da sağlayacağından daha büyük bir üretkenlik düzeyine
ulaşmak istediğinde (2) isteklerini akrabalık ilişkilerine dayanan üretim
biçimine empose edebilmesi için gerekli olan teknolojik kapasiteye
ulaşhğında, kapitalist ilişkilerin genellikle şiddet yoluyla " aşılandığını" ve
kapitalizm öncesi üretim biçimiyle bu üretim biçiminin özerkliğini yok edip
onun yeniden üretimini sermayenin yeniden üretimine tabi kılacak şekilde
eklemlendiğini öne sürer.
Rey, Colonialisme, neo-colonialisme et transition a u capitalism adlı çalış
masında , (şimdi Kongo Cumhuriyeti olan) Kongo-Brazzaville bölgesinde
kapitalist ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimlerinin birbirine
eklemlenmesinin nasıl bir süreç dahilinde gerçekleştiğini açıklar. Rey' e göre,
koloni dönemi öncesinin karakteristik bir özelliği olan imalat ürünleri ile
kölelerin trampa edilmesi, yaşlıların çocukların (köleler olarak) ve kadın
ların (gelinler olarak) iki yönlü dolaşımı üzerindeki geleneksel kontrolü
aracılığıyla işlediği için akraba ilişkilerine dayanan üretim biçimini
güçlendirmiştir. Topluluk reisleri arasındaki değişim zincirleri, iç bölgeler
den kıyı bölgelere köle akışına ve Avrupa' dan gelen "seçkin malların" kıyı
bölgelerden iç bölgelere karşı akışına zemin hazırladı. Zincirin kıyı ucunda,
nüfus ve zenginlik yoğunlaşırken, iç kısmında değişim zincirinin parçası
olabilmek için gereken akrabalık ilişkilerine dayanan örgütlenmeden ve
askeri güçten yoksun kalan toplumsal oluşum, gittikçe azalan nüfuz ve
fakirleşmenin kurbanı olur. Zincirin tamamı boyunca topluluk reisleri ve
onların akrabaları kadınları ve Avrupa mallarını biriktirip " gereksiz" erkek
leri, en büyük üç köle limanının denetimine sahip olan Ngoyo, Akongo ve
Loango kıyı kırallıklarına sürer. (bu bölümde daha sonra açıklanacak neden-
138
lerden ötürü feudal ticaret olarak adlandırdığım) " ticari kapitalizm" ile
akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi arasındaki bu türden değişim,
Rey'in emperyalizmin " ticaret çağı" olarak adlandırdığı dönemin karakte
ristik bir özelliğidir. Rey' e göre, sözü edilen olaylarda eklemlenme söz
konusu değildir, çünkü her iki üretim biçimi de büyük ölçüde özerk kal
mıştır: değişim her bir üretim biçimi için normal dolaşım çerçevesinde
gerçekleşti ve her iki durumda da üretim ve yeniden üretim yapısal olarak
değiştirildi. Buna karşın toplam değişim hacmi, akrabalık ilişkilerine
dayanan toplumların sadece yaşlıların seçkin mal ihtiyaçlarım karşılamak
için ticaret yaptığı için sınırlı kaldı.
Kapitalizmin ihtiyaçları (isteklerini empose etme gücü ile birlikte) art
hkça, bağımsız üretim biçimleri arasındaki " karşılıklı değişim" ilişkileri
kapitalizmin bakış açısından gittikçe daha fazla kabul edilemez hale gelir.
Rey' e gore, Batı Afrika' da akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi,
köleleri yeterince etkin bir biçimde temin edebiliyordu, fakat Avrupalı kapi
talistlerin zamk, palmiye yağı, kauçuk, yerfıstığı gibi ürünler ve bu ürünleri
daha fazla miktarlarda talep etmeye başlamasıyla birlikte, kısa sürede güç
bir durum ortaya çıktı. Yaşlıların bakış açısından, seçkin mallar yerine
ekonomik açıdan değer taşıyan mallara yönelik talep, üretkenlikte büyük
bir artış anlamına geliyordu. Bu da akrabalık ilişkilerin katmanlaşması ve
bölgenin kontrolünü kaybetmeleri tehlikelerini doğurmakla kalmayıp,
Avrupa' da üretilen mallar üzerindeki tekellerini de tehdit etmeye başladı.
Böyle bir ekonomik " gelişme" etkin bir şekilde kontrol altına alınmazsa,
yaşlıların sınıf iktidarım ve akrabalık ilişkilerine dayanan sistemin kendisi
ni tehdit edecekti. Buna ek olarak Rey, 1890'lı yıllarda hızla çoğalıp, köle
ticaretine ev sahipliği yapan üç limanın tekelini elinde bulunduran büyük
kırallıkları parçalayan Avrupa işleme fabrikaların önemine dikkat çeker.
Avrupalı gücün Batı Afrika çoğrafyasına yayılması, bu krallıkların çözülüp,
rakip şefler tarafından korunan bitkileri yağmalayıp, farklı bitkileri
" koruyan" şeflerle rekabet etmeye yöneltti. İç bölgelerden kıyı bölgelerdeki
işleme fabrikalarına ulaşabilen ham madde yoğunluğu ile ikiye katlanan,
ticaret limanlarının artışıyla yağma tehlikesine karşı güvenlik ihtiyacı
arasındaki gerilim, Avrupalıların strateji değişikliğine gitmesine yol açtı ve
Rey' in yirminci yüzyılın başlarında " sömürge dönemi" adını verdiği döne
min başlamasına zemin hazırladı.
1 39
Kendisinden önce gelen ticaret dönemi ve ardından gelen " sömürge son
rası" dönemden farklı olarak, sömürge dönemini değişimden çok baskı
karakterize eder. Rey' e göre sömürgecilik, kapitalist üretim ilişkilerini baskı
yoluyla "aşılamak" -gerekli altyapıyı oluşturmak, yerel nüfus vasıtasıyla
pazarın yanısıra fabrikaları kurmak, kapitalist girişimler için emek piyasası
yaratmak ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminin özerkliğini yok
etmek- için tasarlanmış politik-askeri bir tahakküm rejimidir. Avrupalı bir
komutanın emirleri altında toprağı kontrol edip vergi toplayacak, yollan
yapmak, demiryollarını inşa etmek ve fabrikaları işletmek için gerekli olan
ilk emek gücünü askere çağıracak, toprak dağıtımını yeniden düzenleyecek,
ortak tarımın "kendi kaynaklarıyla yetinme" gücünü zayıflatacak ve ücretli
işçilik ile piyasa üretimini zorunlu hale getirebilmek için para yoluyla vergi
ve başlık parasını yaygınlaştıracak bir liderler hiyerarşisini muhafaza ede
bilmek için yerel baskı aygıtının arkasında gelişmiş bir kapitalist devletin
askeri güc ü ve ekonomik kaynakları olmalıdır. Rey, bu politikaların Congo
Brazzaville bölgesinde 1912'den (askeri zafere ulaşıldığı) 1920'li yılların .
başına kadar nasıl bir acımasızlıkla uygulandığını, bu durumun 1925-1934
yılları arasında Congo-Ocean demiryolunun inşasıyla doruk noktasına
ulaştığını açıklar.
140
Brazzaville'in ekonominin yeniden oluşturulma sürecinin tamamlandığını
ifade eder. Akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimleri varolmaya
devam etse de, yeniden üretimleri yabancı bir endüstrinin ihtiyaçlarına tabi
kılınmışh. Sermaye için emek gücü masraflarına ödenek bağlamak ve kapi
talizmin kendileri için hiçbir işleve sahip olmadığı " amk" nüfusa destek
verebilmek için, akraba ilişkilerine dayanan üretim güç ve ilişkilerinin kalan
bütünlüğü korundu.
141
koşullarına " tepki göstermez," bu koşullan yaratmaya ya da mevcut duru
mu sürdürmeye çalışır; dolayısıyla bu koşulların varlığı ancak küresel sınıf
mücadelesi bağlamınca anlaşılabilir. Meillassoux' a göre, kapitalizmin tarım
aracılığıyla kendi kaynaklarıyla yetinen üretim biçimleri ve akrabalık ilişki
lerine dayanan üretim ilişkileri ile eklemlenmesi, sermayenin Üçüncü
Dünya ülkelerindeki emek gücünün yeniden üretimine çok az para ödediği
ya da hiç ödenek ayırmadığı anlamına gelir. Üçüncü Dünya ülkelerinde
dolaylı ücretlerin yokluğu, emek gücünün " aşırı ölçülerde sömürülmesine,"
kapitalistler için Birinci Dünya ülkelerindeki maaş masrafları ile Üçüncü
dünyada toplumun kendi kaynaklarıyla yetinmesini sağlayan üretim vası
tasıyla azalan masraflar arasındaki farka eşit bir " nimet" değeri taşır.
Meillassoux'ya göre işçi yerel ekonomi ile ilişkisini sürdürdüğü sürece ser
maye aşırı sömürüden kar sağlamaya devam eder ve bu ilişki, kapitalist üre
tim biçimi içerisinde yeniden üretilen " entegre edilmiş" bir işçi sınıfı ve ken
disini kapitalist sektör içerisinde sadece kısmen yeniden üreten, entegre
edilmiş bir işçinin kabul edemeyeceği kadar düşük ücretlerle çalışan " göç
men" işçi sınıfından oluşan " ikili emek piyasasının" yaratılması yoluyla
korunur. Son olarak, emek gücünün döngüsel hareketini kontrol eden poli
tik mekanizmalar, göçmenlerin diğer ekonomik fırsatlara erişimini kısıtlama
ve göçmen işçinin toplumsal bağlar kurup temel insan haklarına kavuş
masını engelleme işlevi görür.
Yerel üretim biçimine yeniden giren ücretler, şimdi daha da azalmış emek
gücünün devam ettirdiği, ancak kapitalist sektörden mal satın alınması ya
da kapitalistlerin "bağışlan" yoluyla telafi edilebilecek kayıpları karşılaya
mayacak kadar yetersizdir. Akrabalık ilişkilerinin bu çözülme sürecinin tat
sız sonucu, "mutlak proleterleşme"dir. Meillassoux bu durumu, I.G. Farben,
Krupp, Thyssen gibi hala saygı duyulan kapitalist girişimlere neredeyse
ücretsiz emek sağlayan Nazi toplama kamplarına benzer bir barbarlık biçi
mi olarak görür. Arbeit mach t frei* .
*) Çalışmak özgürleştirir
142
3. feodalizm ve Kapitalizme Geçiş
Avrupa feodalizmi, kapitalizmi kendiliğinden ürettiği ve kapitalist üre
tim güç ve ilişkilerinin farklı coğrafyalara yayılmasını desteklediği bilinen
tek üretim biçimidir. Bu nedenle feodal toplumsal oluşumların ve feoda
lizmden kapitalizme geçişin, burada kapsamlı olarak değerlendirilemeye
cek kadar geniş bir tarihsel yazın ortaya çıkardığını görmek hiç de şaşırtıcı
değildir1 3 . Ben sadece, şematik bir yöntemle, üretim biçimi kavramına
yönelik Yapısal Marksist yorumun bu fenomeni anlamamıza ne kadar katkı
sağladığını ana hatlarıyla tartışacağım. Bir mantıksal düzen oluşturma ve
anlatımdan tasarruf etme amacıyla, Rey tarafından ortaya atılan ve Avrupalı
tarihçiler Guy Bois, Peter Kriedte ve Perry Anderson tarafından geliştirilmiş
olan belli başlı izlekler temelinde oluşturulmuş bireşimsel bir yorum
sunacağım. Okuyucu, akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimine yöne
lik bir önceki değerlendirmenin tersine, aşağıdaki sayfalarda amacımın
eleştirel olmaktan çok bireşimsel olduğunu gözönünde bulundurmalıdır.
Kuramsal ihtilafları değerlendirmek ya da kavramlar ve kuramsal tutum
ların kronolojik gelişimlerini takip etmeye yönelik hiçbir girişimde bulun
mayacağım. Kapsamlı bir değerlendirme zorunlu olarak çok uzun olmanın
yanında, birbirinden ayrılan kavram ve farklı düşünsel tutumların önceki
bölümlerde irdelediğimiz kavramlarla son derece paralel olduğu gerçeği
göz önünde bulundurulduğunda çok fazla tekrara dayalı olurdu. Kendi
düşünsel tutumumu ortaya koyup savunduktan sonra, şimdi de bunu
kuramsal çerçevelerin seçmeci anlabmı aracılığıyla diğer felsefi alanlara
uygulayacağım.
143
fonundan kendine mal eden " parasit" mal sahiplerinin payına düşmesi
açısından kapitalist toplumlarda bir tür anomali olduğunu öne sürer. Rey' e
göre Marx, ( 1) daha az verimli toprak yetiştiriciliğe ayrıldığı sırada en ve
rimli toprağın sahiplerine düşen nimet olan tüm ayrımsal kiranın kapitalist
çiftçiye ayılması gerektiğinde ve (2) 11 mutlak" kiranın, yani toprağın piyasa
fiyatı ile en az verimli toprak üzerindeki üretimin maliyeti arasındaki farkın
ancak, toprağı artı değer üretmek amacıyla yararlanılabileceği zamana
kadar piyasadan çeken özel arazi sahiplerinin tekelci etkinlikleri nedeniyle
varolabileceğinde ısrar etmekte haklıydı. Bun karşın Rey, Marx' ın kendisin
den önce aynı konuyu irdeleyen Ricardo gibi arazi mülkiyetinin 11 doğal" bir
piyasa fenomeni olmaktan çok yapay bir fenomen olduğu gerçeğini ayırt
edemediği görüşündedir: arazi kirası kapitalist ilişkilerinden önce gelir ve
aslında, aksi taktirde meta üretimi temelinde geişecek olan kapitalist üretim
ilişkileri ile çelişir. Rey, Marx'ın bu durumu gözardı etmesi nedeniyle, feodal
ve kapitalist üretim biçimlerinin birbirine eklemlenmesini ve feodalizmden
kapitalizme geçişin gerçek gelişme mekanizmalarını kavramakta başarısız
olduğunu düşünür.
1 44
edilen mallan ve silahları satın alabilmek için köylülerin yükümlülüklerini
paraya dönüştürmeye başlayınca, piyasa için üretim teşvik edildi ve etkisiz
köylüler, feodal patronların daha zengin, daha etkili ve pazara dönük
çiftçilere kiraladığı topraklarını kaybetmeye başladı. Malları elinden alınan
çiftçilerin sayısı arttıkça, şehirlerdeki emek gücü de arttı ve bununla birlikte
ücretler büyük bir düşüş gösterdi. Şehirdeki emek gücü arthkça, zirai ürün
lere talep arttı ve feodal toprak sahiplerine düşen kira bedeli yükseldi.
Başka bir deyişle Rey, feodalizm ve kapitalizmin birbirine eklemlen
mesinin ilk aşamasında, feodal ve kapitalist seçkinlerin çıkarlarının genel
olarak örtüştüğünü öne sürer. "Geçiş aşaması, iki yönlü bir gereklilik aşa
ması olarak gözükmektedir: kirala rının artmasının garantisi bu gelişme
olduğu için, mülk sahipleri için kapitalizmin gelişmesinin gerekliliği; bir
yandan emek gücü ve diğer yandan metaların sağlanmasını garanti edebile
cek tek faktör bu olduğu için toprak mülkiyetinin sürdürülmesi gerekliliği."
(Rey 1973, 56). Akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminde varolmayan,
feodalizmin "barışçıl bir şekilde kapitalizme dönüşmesine olanak sağlayan
da tam olarak bu sınıf ittifakı olasılığıydı. Rey' e göre kapitalizm, şiddet ya
da bir burjuva devrimine gerek duymadan feodalizm içerisinde ortaya çıkar
ve gelişir ve bu sınıfın büyümesiyle birlikte bir burjuva devriminin takip
edebileceği politik ve ideolojik karşıtlıkların olasılığı doğar. Buna karşın, bir
burjuva devrimiyle birlikte ya da böyle bir devrim olmaksızın, toprak sahibi
sınıfların gönüllü ya da gönülsüz, özel mülkiyeti, piyasa kiralarını ve ücretli
emeği kabul ettiği önemli noktaya ulaşılana kadar kapitalist üretim ilişkileri
feodal rakiplerinin gücünü baltalamaya devam etti.
Feodalizm ve kapitalizmin birbirine eklemlenmesinin ikinci safhası olan
"endüstriyel aşamada," hakimiyet ilişkileri kesin bir şekilde kapitalizmin
lehine değişti. Endüstriyel aşama sırasında, şehirdeki zanaat üretimi kapi
talizm tarafından hızla yok edildi ve geride kalan toprak sahibi köylü sınıfı
üretim ve tüketim araçlarına ulaşabilmek için meta değişimine gittikçe daha
fazla bağlı olmaya başladı. Buna karşın büyük toprak sahipleri, ya da
"toplumun ileri gelen kesimleri," bu aşamada görece olarak ayrıcalıklı bir
sınıf konumuna sahip olmaya devam etti; mülkiyet haklan meşru olarak
olmasa da fiilen kapitalist olduğu için, onlara atfedilen statünün aristokrat
ya da burjuva olmasının pek önemi yoktur. Seçkin kesim ve onların büyük
arazileri, kırsal kesim üzerinde, insanların kendi kaynaklarıyla yetinmesini
sağlayan tarım varolmaya ve " toprağa dönüş" düşüncesi şehirdeki işçi sınıfı
145
ıçın cazip bir alternatif olmaya devam ettikçe gittikçe daha geniş
coğrafyalara yayılan sermayenin yeniden üretimi için büyük bir önem
taşıyan bir güç uyguladı. Başka bir deyişle geniş çaplı toprak mülkiyeti, alt
sınıfları topraklardan çıkararak süregelen şehirleşme ve sanayileşme süreci
ni garanti altına aldı. Diğer yandan kapitalist ilişkilerin kırsal kesimdeki
hakimiyeti, küçük toprak sahiplerinin mallarının istimlak edilmesi sürecini
hızlandırdı. Böylece kapitalizm kırsal kesimde kesin bir hakimiyete sahip
oldu, fakat toprak henüz diğerleri arasında tek bir üretim faktörüne
indirgenememişti. Bu ancak, Rey'in "zirai kapitalizm" adını verdiği, feodal
izmin son izlerinin de bütünüyle silindiği üçüncü ve son aşamada gerçek
leşecekti. Gelişimin bu aşamasında (Rey bu bağlamda Birleşik Devletler
örneğini verir) çiftçilik basit bir şekilde kapitalist girişimin birkaç formun
dan birisidir ve toprak mülkiyeti artık kendisiyle birlikte politik ve ideolojik
güç getirmez. Kapitalizm kırsal kesime bütünüyle nüfuz ettikten sonra,
insanların kendi kaynaklarıyla yetinmesine olanak tanıyan tarım, alt sınıflar
için çekici, hatta uygulanabilir bir seçenek olarak kaldı.
1 46
dal ve kapitalist seçkinlerin "sınır ittifakı" içerisinde ya da egemen ve
sömürülen sınıflar arasındaki- yapısal politik ilişkilerini çok az önemseyip,
Avrupa'nın "küresel" ekonomisinin farklı bölgelerinde konuşlanmı ş farklı
toplumsal sınıfların değişiklik gösteren ekonomik ve politik seçeneklerini
hiç dikkate almazken, egemen sınıfların rakipsiz iktidarını ve mülkiyet iliş
kilerini gereğinden fazla vurgular. Bu önemli konuları takip edebilmek için,
Bois, Kriedte ve Anderson'ın daha aynnhlı çözümlemelerine başvurmak
gerekir.
1 47
tarafından çalışbnlan saban ekipleri en etkili üretim birimini oluşturuyordu.
Feodal emek süreci ayrıca çok fazla "yeteneksiz emek gücüne" ihtiyaç
duyuyordu, fakat bu çifçilere (ücretli işçi olarak) yardım eden küçük çiftlik
sahipleri tarafından sağlanıyordu. Saban ile tanımlanan bundan daha
büyük üretim birimleri çok nadir koşullar altında uygulanabilirken, saban
çalışanları serfliği gittikçe daha gereksiz hale getirdi. Derebeyleri serfliği
terk ederek, çoğalan artı değerlerinin büyük bir oranını paraya dönüştürdü.
Teknolojik gelişme yavaşh ve feodal üretim biçiminde ekonomik büyüme
doğası itibariyle geniş alanlara yayılmıştı; ekilebilir topraklardaki nüfus
artışları, genişlemenin belirleyici etkenleriydi.
Küçük ölçekli üretim sistemin eksenini oluştursa da, Bois, üretim güç
lerinin üretim ilişkilerinden bağımsız olarak anlaşılabileceği düşüncesini
reddeder. Buna karşın, feodal üretim güçlerinin doğası göz önünde tutul
duğunda, derebeylerinin topraklara el koyması eğiliminin uzun vadede
sürekli düşüş gösterdiğinde ısrar eder. Köylülerin miri arazi üzerinde arhk
emeğe direnişi ve emeklerinin ürününün büyük bölümünü ailelerine ayır
ma mücadeleleri, feodalizm sistemi altında yaşanan sınıf mücadelesinin
doğasında olan bir özelliktir. Köylü topluluklarının aile parsellerinin düzen
leyici merkezi olarak gelişmesi ve feodal derebeylerinin dış müdahelelerine
karşı siper görevi görmeleri, özellikle aristokratik politik örgütlenmenin
zayıf olduğu bölgelerde derebeylerinin iktidarını sarsh. Küçük çaplı üretici
lerin, derebeylerinin sürekli imtiyaz ve hizmet ideolojisinden de destek alan
mücadeleleri, feodalizme özgü topraklara el koyma olayl arını başarıyla
azalttı. Bu durumu dengeleyen tek eğilim, derebeylerinin tepkisel ve ekstra
ekonomik eylemleriydi: (1) yasal olarak topraklara el koymanın yeni biçim
lerinin çıkarılması (2) savaş vasıtasıyla gelir dağılımını yeniden oluşturmak
amacıyla harp meydanına başvurmak, ya da (3)" sömürünün politik olarak
yeniden düzenlenmesi" (Bois'nin "merkezi feodalizm" adını verdiği,
merkezi devletin güçlendirilmesi- Normandiya örneğinde, mutlakiyetçi
liğin yükselmesi ve vergilerin artması. Bu iki durum sivil ve askeri hizmet
aracılığıyla aristokratik hazineye yeniden kazandırılmıştır) . Buna karşın
Bois, feodal üretim biçiminin dinamikleri göz önünde tutulduğunda, dere
beylerinin bu tepkilerinin hiçbirinin uzun vadede başarılı olamadığı
görüşündedir. Bois'nin " derebeylerinin topraklara el koymasındaki azal
manın hareket yasalarına" ilişkin argümanını anlayabilmek için, bu
düşünceleri feodal gelişmenin döngüsel mantığı ile ilgili fikirleri bağlamın
da ele almamız gerekir.
1 48
Bois'nin başarısı, neo-Malthusçu demografik çözümlemeyi, feodalizmin
üretim biçiminine yönelik çözümlemeye entegre edebilmiş olmasında yatar.
Burada ancak özet olarak verilebilecek özenli bir empirik araştırma
aracılığıyla, her biri feodal üretim güç ve ilişkilerinin kendine özgü özellik
leri tarafından düzenlenen büyüme, ekonomik durgunluk ve karşıtlık aşa
malarını açıklar. Büyüme aşaması, kendisinden önce gelen düşüş aşaması
"dibe vurduğunda," köylülerin gittikçe artan üretkenlik oranı en sonunda
feodallerin zorunlu vergilerini aştığında başladı. Nüfusun (savaş şokları,
salgın hastalıklar ve düşüş döneminin kıtlık özellikleri artmaya başlamasıy
la birlikte ekonomik gelişme geniş coğrafyalara yayıldı. Yeni topraklar tarı
ma yeniden açılınca, toplam üretim arth. Buna karşın, toprak, nüfus ve üre
timdeki bu artışa (daha yeni, daha az verimli topraklara geri dönüşün, me
racılığın, hayvancılığın, gübreciliğin vs. azalmasından kaynaklanan) üretken
likte düşüş eşlik etti. Bois'ye göre, bu nedenle feodal büyüme dönemlerinde
feodal baskı, düşen üretkenlik oranıyla birlikte azaldı. Köylülerin üretken
liği feodal baskı üzerinde mutlak bir baskı oluşturdu, çünkü feodal toprak
pazarı bağlamında, sadece kendi kaynaklarıyla yetinen köylüler toprak iste
di ve ürettiklerinden daha fazlasını ödeyemedikleri için, vergi oranlan onla
rın üretkenliğindeki düşüşü takip etmek zorundaydı. Bois, vergi oranların
daki düşüş olmaksızın, düşen üretkenliğe rağmen ortaya çıkan demografik
ve ekonomik genişleme anlaşılamayacağı çıkarımında bulunur.
Buna karşın, düşen üretkenlik oranı, tarım ürünlerinin fiyatlarının imal
edilen mallara şehirde biçilen fiyatlara oranla artması anlamına geliyordu.
Bu durum kırsal ekonominin pazar sektörünün leyhine olmakla birlikte
küçük toprak sahipleri için ücretlerin düşmesi ve yoksullaşma anlamına
geliyordu. Büyüme aşamaları sırasındaki ekonomik koşullar toprağın feo
dal birikimini, yani miri arazinin artması ve çiftçilere daha fazla toprak
kiralarunası sürecini destekledi. Bu da küçük mülk sahiplerinin parsel
lerinin bölünmesine daha fazla katkı sağladı. Çiftçilerin arazilerinin artması
ve küçük mülk sahiplerinin fakirleşmesi, köylü toplulukları arasındaki
toplumsal katmanlaşmayı arttırmanın yanı sıra �sal kesimde ticaret sek
törünün artması potansiyelini doğurur. Derebeylerinin ekonomik konumu,
yeni girişimlerden yaratılan gelir hacminin düşen vergi oranlarını den
gelemesiyle birlikte daha da iyileşti.
Fakat feodal büyüme kendi doğasına aykırı koşullar yarath. Nüfus
baskısının sisteme nüfuz etmeye devam etmesi ve fiyatların yüksek
1 49
kalmasını kısa bir ekonomik durgunluk ya da /1 durgunluk içinde enflasyon"
dönemi takip etti, fakat ekilebilir toprakların tamamı işgal edildiği ve
üretkenliğin düşüş oranı artbğı için toplam üretim durdu hatta düşüş gös
terdi. Feodal vergilerin hacmi azalma belirtileri gösterince, yani vergi
oranını dengeleyecek yeni toprak kalmayınca, derebeylik sınıfı, sekteye
uğrayan ekonomik konumunu dengeleyebilmek için vergi oranlarını yük
seltmeye çalışmak zorunda kaldı. Bois'ye göre bu politik eylem, büyüme
durgunluk içinde enflasyon döngüsü üzerinde /1 çığır açıcı" bir etki yarattı
ve bir karşıtlık aşaması başlattı. Elbette bazı derebeyleri, feodal rejimin
düştüğü açmazın bedelini köylü sınıfına yüklemek yerine üretim üzerinde
kökten bir değişikliğe gitmeye çalışmış olabilir, fakat bu, ileride göreceğimiz
gibi, sadece belli tarihsel koşullar altında, yani feodal ekonominin kapitalist
üretim biçimi ile eklemlenerek geçerliliğini yitirdiği noktada akla uygun (ya
da gittikçe daha da kaçınılmaz) bir seçenek olabilirdi.
Bois'ye göre feodal karşıtlıklar, büyümenin basit bir yansımasından
ibaret değildir. Çünkü büyümenin aksine, tüm toplumu kapsayan şiddetli
bir krize dönüşene kadar yükselir. Demografik kısıtlılıklar kıtlık ve hastalığa
zemin hazırladı, fakat derebeylerinin vergi oranlarını arhrma girişimleri
demografik krizi yoğunlaşhrdı ve köylü sınıflarının ötesine geçirdi. Bunun
sonucu birbirini takip eden felaketler oldu -nüfusun hasat üzerindeki
baskısından kaynaklanan kıtlıklar, nüfusun kötü beslenmesinden kay
naklanan salgın hastalıklar, köylülerin artan vergilere karşı ortaya çıkan
isyanları, diğer derebeylerinin yok olması pahasına kaybettikleri servetleri
ni geri kazanmaya çalışan derebeylerinin savaşları, katliamın kırsal kesim
üzerindeki yıkıcı etkisi ile birleşerek feodal ekonominin hızla düşüşe geçme
sine zemin hazırladı. Bu felaketler kısmi iyileşme dönemleriyle kesintiye
uğramış olabilir, fakat Bois bu gelişmelerin sürekliliğinde ve birikimsel
doğasında ısrar eder: feodalizm kıtlık, salgın hastalık ve savaşı sistematik
olarak üretti, fakat bu olaylar feodal sisteme yönelik dış müdahaleler değil,
feodal üretim biçiminin doğasında var olan eğilimlerdi.
Elbette nüfus artışı iyileşme için son derece önemli bir etken olabilir, fakat
Bois nüfus artışı ve düşüşünün gerçekleştiği üretim biçiminin önceliğini
vurgulaması yönüyle Malthus sonrası ekolden ayrılır. Meillassoux gibi Bois
de, her bir üretim biçiminin kendine özgü demografik yasalara sahip
olduğunu ve feodal bir üretim biçiminde demografik çöküş özünde toplum
sal krizi nüfus arhşından daha fazla tersine çevirmediğini düşünür. Bois'ye
1 50
göre, nüfus hareketleri ancak feodal üretim biçiminin ve onun birbirini
tamamlayıcı sosyo-ekonomik yasalarının özgül bağlamında anlaşılabilir:
(derebeylerinin arh değeri kendilerine mal etmeleri ile köylülerin toprağı
işlemelerinin tikel karakteri arasındaki karşıtlıktan kaynaklanan) feodal
vergi oranlarındaki (küçük ölçekli üretim ve sadece sadece yoğun büyüme
ye izin veren teknolojiden kaynaklanan) üretkenlikteki düşüş yasası.
Kıtlık, hastalık ve amansız savaş-vergilendirme-savaş döngüsünün sonu
cu, nüfusun düşmesi ve tarıma elverişli toprakların daralması oldu. Fakat
bu daralma üretkenliğin artmasına (en iyi topraklara çekilme, meracılık,
hayvancılık, gübrecilikte arhş) ve böylelikle tarım ürünlerinin fiyatlarının
düşüp, ensüstriyel ücretlerin görece olarak yükselmesine neden oldu. Bu
ücret değişimi, reel ücretlerin artması anlamına geldiği ve dolayısıyla zirai
ekonominin ticarileşmiş sektörü, derbeyleri ve çiftçilerin aleyhine işleyen,
diğer yandan (ekonomik ve askeri fırhnalar sona erdikten soma) küçük
arazi sahiplerinin yaşam standartlarını yükselten bir süreçti. Buna karşın
feodal verginin toplam hacmi, derebeylerinin ektra-ekonomik araçlar vası
tasıyla rekabet alanlarının daralmasıyla birlikte düştü. Dolayısıyla, düşüş
süreci üretkenliğin evriminde kendisine birikimsel olsa da kendi kendisini
düzenleyen bir sınırlayıcı mekanizma buldu: düşüş, üretkenliğin, köylülerin
arazilerinin derebeylilerinin sırtlarına yüklediği vergileri karşılamalarına
imkan tanıdığı noktada durdu ve geniş kapsamlı yeniden üretimi gerçek
leştirmeye başladı. Bu nedenle başka bir genişleme aşaması için gereken
sosyo-ekonomik koşullar biraraya geldi.
Bois, derebeylerin gelirlerinin, onikinci ve onüçüncü yüzyıldaki
genişleme döneminin ardından, ondördüncü ve onbeşinci yüzyılların kriz
leri boyunca ve onaltıncı yüzyıldaki yeni bir büyüme döneminin başlan
gıcında, düşmeye devam ettiğini açıklar. Gördüğümüz gibi bu düşüşün en
temel faktörü, üretim araçlarının mülkiyetinin ve kontrolünün köylü sınıfı
nın elinde olması, derebeylik gücünün ekstra-ekonomik doğasıdır. Büyüme
dönemlerinde derebeyleri düşen köylü üretkenliğinin toprak vergileri
üzerindeki etkisini dengeleyemedi. Diğer yandan ekonomik doygunluk
anında vergileri yükseltme ya da yeni yükümlülükler yaratma girişimleri
köylü sınıfının sorunlarını ağırlaştırıp, nihai sonucu, azalan nüfusun dere
beylerinin öfkesini arhrmak olan bir krize yol açmakla kaldı. Savaş ters etki
yaratmaktan çok daha kötü sonuçlar doğurdu ve diğer kaçınılmaz alternatif,
politik yapının yeniden örgütlenmesi, üretim güçlerini değiştirmek ya da
ısı
tarımsal üretkenliği arhrmak ve derebeylik otoritesine güçlü bir rakip yarat
maya dair hiçbir şey yapmadı. Mutlakiyetçilik kırsal kesimden arh değer
elde etme amacına hizmet eden çok daha etkili bir mekanizma yaratb, fakat
bunu temel feodal üretim ilişkisini, malikanenin sahibinin özel egemenliği
ni zayıflatarak yaph. Polonya ya da İngiltere örneklerinde olduğu gibi, dere
beylik sınıfının politik olarak yeniden düzenlenerek mülklere ya parlamen
tolara dönüştürülmesi gelenesel derebeylik haklarını ve iktidarını pekiştir
di. Fakat bu gibi politik kurumlar üretim biçimini mutlakiyetçilikten daha
fazla değiştirmediği için, feodal vergideki uzun vadeli düşüşleri tersine
çevirme başarısı sadece geçici olabilirdi. Merkezi feodalizm, tür engellere
rağmen köylü sınıfının sömürülmesini sürdürmeyi başardığı ölçüde, ister
istemez ekonomik büyümenin irtifa kaybetmesine de yol açmıştır. Bu gibi
politikalar tam anlamıyla başarılı olsaydı -ki bu feodal üretim biçimi bağ
lamında anlaşılması güç bir durumdur- feodal ekonomiyi hiçbir arh değere
sahip olmayan durağan bir fakirlik haline dönüştürürdü. Bildiğimiz gibi bu
Avrupa feodalizminin neticesi olmadığı için, cevaplanması gereken öncelik
li soru şudur: Neden olmasın?
1 52
birikimlerin daha sonraki dalgalara yönelik feodal direnişini sekteye uğrat
masıdır. Her bir genişleme dalgasının arkasında yatan temel itici güçler feo
dal kaldığı sürece, yani feodal üretim biçimi hakimiyetini koruduğu sürece,
birikim süreci kesintili olarak kaldı. Buna karşın, kırsal kesimin parasallaş
ması, küçük arazi sahiplerinin yoksullaştırılması ve toprağın pazar değerine
ilişkin feodal otoritenin azalmasıyla birlikte ticari kapitalist dürtüler daha
da belirginlik kazandı. Ticari rant, derebeyliliğin dayattığı maddi yüküm
lülükleri aşınca, feodal üretim ilişkilerinin kapitalist büyümeye yönelik
temel engeli geri dönülmez bir biçimde ortadan kalktı. Onalhncı yüzyıla
gelindiğinde feodal gelişmenin ulaştığı noktada, mülk sahibinin çıkarları ve
davranışları, Rey tarafından açıklanan yapıya yaklaşmaya başlamıştı.
1 53
Kriedte: Kapitalizm ve feodalizmin Çözülüşü
Peter Kriedte'nin Köylüler, Toprak Sahipleri ve Tüccar Kapitalistler eseri,
1500-1800 yılları arasında Avrupa' da feodalizmden kapitalizme geçiş üzeri
ne yapılmış oldukça kapsamlı bir çalışmadır. Bu tartışma içerisinde özel bir
yere sahip olmasının nedeni, Kriedte'nin bu geçişi Bois'nin tarımda feodal
eklemlene kavramı açısından açıklamaya girişmesi ve bunu kendi kavramı
"ilk endüstrileşme" temelinde geliştirdiği ticaret ve imalat çözümlemesi ile
desteklemesidir. Kriedte, feodal gelişme sürecini yaklaşık olarak Bois'nin
bıraktığı yerden alarak, onaltıncı yüzyıldaki ekonomik büyümeyi, onyedin
ci yüzyıldaki krizi ve onsekizinci yüzyılda feodalizmin son kez yükseliş
göstermesinin yanı sıra hem şehir hem de kırsal sektörlerde ortaya çıkan
feodal birikimin sonucunda feodalizmin nasıl zayıfladığını açıklar -bu son
süreç gittikçe daha geniş alanlara yayılan bölgeler ve uluslararası bir feodal
ekonomi yaratmakla kalmayıp, kapitalist üretim ilişkilerinin doğup
gelişmesi için gereken varoluş koşullarını yaratmıştır. Fakat değerlendir
memize bu argümanla devam emeden önce, feodal üretim biçiminde imalat
ve ticaretin yerini saptamamız, yani Kriedtke'nin feodalizmden kapitalizme
geçiş sürecinde şehirler ya da kırsal kesimin önceliğine ilişkin tartışmada
hangi düşünsel cephede yer aldığını gözden geçirmemiz gerekmektedir16 .
Kriedtke çözümlemesine, feodal kırsal kesimin görece olarak kendi kay
naklarıyla yetinse de, hiçbir şekilde otarşik olmadığının altını çizerek başlar.
Yirminci yüzyılda tarımın geniş coğrafyalara yayılmasıyla birlikte, şehirler
ortaya çıkarak hzla coğaldı ve çevrelerindeki kırsal kesim için zanaatkar
ların üretimi ve tüccarların ticaretine bir merkez görevi gördü. Şehir toplu
luklarının kökenleri zaman ve yere göre değişiklik gösterdi- kimi kırsal ke
simlerde nüfus artışı sonucunda, kimi ticaret rotalarında tüccarlar için antre
po olarak ortaya çıktı. Fakat bunların tümü kapitalist değil, feodal oluşum
lardı. Avrupa feodalizmi şehirler ve köyler arasında muazzam bir iş bölümü
ortaya çıkarmasının yanı sıra, ticaret ve imalatı önemli ölçüde geliştirdi.
Fakat şehirler feodal ihtiyaçlardan doğdu ve feodal bir yapıya sahipti. İlk
başta, yerel piyasa tekellerinin payına d.üşen düşük fiyatlı imalat ürünü mal
lar ve gelirleri elde etmeyi arzulayan toprak sahibi sınıfların kontrolünde
olan şehirler, zamanla diğer şehirlerle girdikleri ittifak ve anlaşmazlıklar ya
da çok sık olmasa da iç savaşlar aracılığıyla bağımsızlıklarını kazandılar. İ lk
şehirler, zanaatkarlar ve ticaret loncalarının el ürünü malları imal etmesi ve
bu malları dağıtmasına dayanıyordu. Feodal şehirlerin işlevi kırsal kesim
1 54
için üretim yapmaktı; zanaatkarlar ve şehir ve malikanelere aracılık eden
tüccarlar arasında çok az eşitsizlik vardı.
Buna karşın, feodal üreticiler ve tüketiciler arasındaki ekonomik değişim
leri kontrol eden tüccar sınıfı olduğu için, feodal gelişimin mantığı
zanaatkarı değil, tüccarı destekliyordu. (Kırsal kesimin alım gücünü kendi
ellerinde toplayan) toprak sahibi seçkinlerin gereksinimlerini karşılayan
lüks mal ticareti tüccarlar için ilk para birikimini sağladı. Bu gelir, hem yerel
üretim hem de hammaddelerin yerel düzeyde tüketiminin geniş alanlara
yayılması vasıtasıyla desteklendi. Bu ticaret etkinliği de ekonominin ve
üretkenliğin geliştirilmesini daha da teşvik etti. Fakat para birikiminin man
tığı, derebeyleri, köylüler ve zanaatkarlar arasındaki değişim etkinliklerini
daha işler hale getirmekle sınırlı kaldı. Tüccarlar, aristokratların gereksinim
lerini karşılıyordu ve Avrupa'ya yabancı olan ya da küçük üreticilerin -lon
calar ve köylü çiftçiler- denetiminde olan üretim üzerindeki kontrolü çok
azdı. Bundan ötürü feodalizm dinamik, kara dayalı bir tüccar sınıfına sahip
ken, kar birikiminin mantığı üretimden çok piyasalara egemen olmayı
amaçladı.
Kriedke'ye göre feodal tüccarlar, feodal toprak sahiplerinden farksızdı;
zenginliği kendilerine mal ettikleri için, bu zenginliğin üreticileri değillerdi.
Üretim, köylü akranlarının kırsal kesimde yaptığı gibi üretim araçlarını
elinde tutan örgütlü bir zanaatkar sınıfın ellerindeydi ve bu sınıf üretkenliği
ya da kan arttırmakla ilgilenmiyordu. Loncalar, rekabeti ortadan kaldırmak,
piyasadaki fiyat değişimlerini en aza indirmek ve ürünlerin satılabilmesi
için üretimi talepten daha az tutmak için oluşturulmuş tekellerdi.
Tekellerinden yararlanarak refah zamanlarında köylülerden menfaat sağla
mak, zor zamanlarda ise kayıpları en aza indirip, zararın toplumun farklı
tabakalarına eşit oranda dağılmasını sağlayarak piyasanın teşvik eylemler
ine çok az karşılık veriyorlardı. Tam tersine tüccarlar, para birikimini ve
ticaret hacmini artırmayı arzulamakla birlikte, hala son tahlilde bağlı olduk
ları feodal ilişkiler tarafından yönlendiriliyordu: etkinlikleri kendi lonca
tekelleri ve tüzel imtiyazlarına dayanırken, elde ettikleri karın kaynağı,
derebeylik sınıfından elde edilen artı değerdi. Kriedtke, kuşkusuz güçlü bir
Marksist ve Weberci geleneği takip ederek, feodal tüccarlara "ticari kapita
listler" niteliğini atfeder. Bu terminoloji bana Marksist biçimiyle aşırı dere
cede erekselci ve Weberci düşünce sistemi açısından tarih dışı gözükmekte
dir. Kapitalizmin feodalizmden doğuşunun önemi kuşkuya yer bırakmasa
ı ss
da, basit bir şekilde kapitalizmin feodalizmin 'embriyosu' olarak tanımlan
ması yoluyla açıklanamaz. Kapitalizm sonsuza dek varolacak bir sistem
değildir; ne para birikimi ne de ticari değişimin kapitalist olması gerekmez.
Kar birikimini elinde bulunduran sınıfın üretim araçlarını kontrol etmediği
ve serbest piyasanın ne toprak ne de emek olduğu yerde, mevcut rejimle
"kapitalist" ifadesi arasında bir ilişki görmek güçtür. Bu nedenlerden ötürü
"ticari kapitalizm" ifadesinden kaçınarak, bunun yerine ne olursa olsun
Kriedtke'nin feodal üretim biçimi içerisinde şehir ticareti ve imalatın önemi
ne ilişkin argümanının ana fikrinden şaşmayan "feodal ticaret" ifadesini ter
cih ettim.
Feodal tanın gibi feodal imalat ve ticaret de ekstra-ekonomik güç ve ayrı
calıklar etrafında örgütlendi. Ticaret loncaları, piyasaları kısıtlama ve aynı
zamanda tesis etme yetkisine sahip olmaları ölçüsünde 'asalak' ekonomik
unsurlardı. Tüccarlar fiyat farklılıklarından yararlanarak- ürünleri ucuza
alıp pahalıya satarak- büyük servetlere ulaşsalar da, küçük üreticilerin ham
maddeler ve tüketicilerden uzaklaşmasını, dolayısıyla kendilerine bağımlı
olmalarını pekiştirmek amacıyla zenginliklerini ve tekel güçlerini kulla
· narak bu farkları sürdürebiliyor, yeniden üretebiliyor ve hatta artırabiliyor
lardı. Tüccarların zenginliği, tiaret şartlarını politik yetkisi vasıtasıyla tüc
carların lehine değiştirerek üretim süreci üzerindeki denetim eksikliklerini
dengeleyebilen şehir "aristokrasisi" tarafından politik kontrole dönüştü
rüldü. Şehirler üzerindeki ekonomik tekel gücü, tüccarların yabancı reka
betçileri bölgeden uzaklaşhrmalarına, (yerel ticareti gümrük vergileri,
işgaliye bedelleri ve yerel ticareti kanalize etmeye yönelik diğer yönetmelik
ler yoluyla) şehirlerin etrafındaki kırsal kesimi kolonileştirmelerine ve (önce
piyasalara ve hammaddelere, ardından, gelirleri yeterli ölçüde azaltıldıktan
sonra kredi ve döner sermayeye erişimlerini kısıtlayarak) yerel üreticilerin
bağımsızlığını azaltmalarına olanak tanıdı. Tüccarların piyasa hakimiyeti,
satın aldıkları ürünlerin fiyatlarının düşük, sattıkları ürünlerin fiyatlarının
ise yüksek kalmasına yaradı. Zanaatkar loncaları köylüler gibi ekonomik
alanda ikincil aktörlere dönüşmelerine büyük bir direniş gösterdi, fakat
köylü sınıfından farklı olarak, üretim araçları üzerinde tüccarların zenginlik
ve örgütlenmelerini uzun vadede dengeleyecek kadar denetime sahip
değillerdi. Kırsal kesimde feodal hakimiyetin düşmesinin tersine, şehirlerin
gelişmesi, tüccarların küçük üreticiler üzerindeki hakimiyetini gittikçe daha
da arttırdı.
1 56
Tüccarların sahip olduğu zenginlik, yalnızca loncaların tüccar hasımları
na bağlılıklarının değil, aynı zamanda burjuvazi ve aristokrasinin ekonomik
birikimi arasındaki etkileşimin artması anlamına geliyordu (zengin tüccar
lar vergi ve devlet gelirlerinin toplayıcıları ve yöneticiler olmanın yanında,
toprak sahibi sınıfların ve kilisenin bankaları durumuna geldi) . Tüccarların
maddi birikimi krallığın ve aristokrat sınıfın borçlarına dönüşerek tekel
imtiyazl arının, aristokratik evliliklerin artmasına ve derebeylerinin toprak
larının ticari burjuvazinin mülkiyetine girmesine zemin hazırladı. Kriedte,
ticari servetlerin artışının, feodal üretim biçimi için devrimci bir tarihsel
ivme yaratmadığı sonucunu çıkarır. Aristokrasinin yaşam tarzı ve toplum
sal konumu, feodalleşmenin, dererebeylerinin topraklarını sahn almak, aris
tokratik ünvanlar elde etmek gibi cezbedici unsurlara, ticari ve finansal
etkinliklerden kapitalist imalat sürecine geçmek gibi tehlikeli ve kar
getirmeyen bir görevi yerine getirmekten daha fazla ilgi gösteriyordu. Ticari
oligarşilerin küçük üreticilerin gelirleri üzerinde uyguladığı baskıya rağ
men, üretimin kendisi büyük ölçüde zanaatkarların elinde kaldı.
1 57
beyleri gibi tüccarlar da, fiyat farklılıklarına dayanan spekülatif kazanımlar
dan üretim masraflanrun azalhlmasıyla elde edilebilecek kar arayışl arına
yöneldi. Artan talep ve rekabetle karşı karşıya kalan tüccarlar, loncaların
üretim tekellerine artık razı olamazlardı. Loncaların emek gücünün yüksek
masraflarından kurtulmak için üretimi şehirlerden kırsal kesime kaydır
maya başladılar. Kırsal imalat yönelik bu hamle, ya da Kriedte'nin ifadesiyle
"ön-endüstriyelleşme süreci" feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim
ilişkilerine geçişin atılım noktasını oluşturdu.
1 58
ücretli emek gücü çalışhrarak, zenginlikleri kendi emeklerine göre değil,
sahip oldukları sermayeye göre ölçülene kadar kazançlarını arhrmaya
devam etti. Bu kapitalist girişimciler, diğerlerine nazaran sıra dışı bir zen
ginliğe kavuşmaları durumunda tüccar loncalarına giriyor ya da hatta
kendilerine ait bir lonca kuracak kadar güçlü hale geliyordu. Fakat zengin
lik ve güce erişimleri büyük ölçüde ticaret oligarşilerinin ayrıcalıkları
tarafından engelleniyordu. Elbette onaltıncı yüzyıl ve onyedinci yüzyıllarda
tekel ayrıcalıkları karlılıklarını korumuştu, fakat aynı zamanda kapitalist
sınıfların farklı cepheleri arasındaki artan gerilimlerin kaynağı da bu ayrı
calıklardı. Fakat bu karşıtlıklara rağmen, sonradan ortaya çıkan daha küçük
kapitalistler, sermayenin üretim üzerindeki gittikçe artan kontrolünden,
kendilerinden önce varolan rakipleri kadar yararlandı.
1 59
endüstriyel kapitalizmin "kırsal kesimi kentlileştirerek" (Marx) küçük arazi
sahiplerini pazar üreticileri ve tüketiciler haline getireceğini, gıda ve diğer
metaların yerel pazarını genişleteceğini düşünür. Gıda pazarının daha geniş
alanlara yayılması, tarımın ticarileşmesini ve zirai tekniklerde uzmanlaş
maya gidilmesini teşvik ederek feodal olmayan bir toprak piyasası yarattı.
Bu da tarımla uğraşan kesimlerin ekonomik birikimlerinin artması ve köylü
sınıfı içinde toplumsal tabakalaşmalar oluşması sürecini hızlandırdı. Sonuç
olarak küçük mülk sahipleri kapitalistlerin yararlandığı emek gücüne
dönüştü. Küçük toprak sahibi köylü gibi, zanaatkar kapitalist de onalbncı
yüzyılda artan fiyatlar ve düşen ücretlerle birlikte çoğaldı. Son olarak,
örgütsüz rençper ile şehirli lonca işçisinin emek maliyeti arasındaki farklılık
lar, şehirlerdeki feodal üretim ilişkilerini kesin olarak yok etti. İ şçilerin
ticaret alanındaki feodal hakları en sonunda ortadan kaldırılmışb.
Kriedtke'nin onalbncı yüzyıldaki ekonomik büyüme, onyedinci yüzyıl
daki kriz, ve onsekizinci yüzyıldaki son feodal büyümeye yönelik muazzam
çözümlemesini değerlendirmek ne mümkün, ne de gereklidir. Yalnız şu
kadarını söyleyebiliriz ki, feodalizm toplumsal yapı içerisindeki hakimiyeti
ni sürdürürken, hem kendi iç dinamikleri tarafından hem de kapitalist üre
tim ilişkilerinin daha geniş alanlara yayılmasının sonucu olarak güç kaybet
ti. Bu süreç, onsekizinci yüzyıla gelindiğinde kapitalizmin hakimiyeti
yeniden kesin olarak ele geçirmeye başlamasıyla birlikte sona erdi. 1 800
yılında, en azından Avrupa ticaretinin kalbinin athğı bölgede, ön-sanayi
leşme kapitalist üretimin daha da gelişmesine set çekti. Şehirlerde gerçek
leşen imalat küçük üreticilerin tüccar-üreticilere bağımlılığını büyük ölçüde
artırmış olsa da, ön-endüstriyelleşme hala bağımsız işçiden ücretsiz işçiye
geçememişti. Kriedte, küçük mülk sahiplerinin geçinmelerine yetecek kadar
üretim yapbktan sonra çalışmayı bırakma eğiliminde olduklarını belirtir.
Onsekizinci yüzyılda yaşanan ekonomik büyüme sırasında, iç ve dış talebin
baskısı ile kapitalistlerin randımanı artbrma arzuları, küçük mülk sahip
lerinin ekonomik büyümeler sırasında üretimi azaltma istekleri ile karşı
karşıya geldi. Kriedte bune ek olarak, küçük çaplı üretim ağlarının düzen
lenmesi, tüccar kapitalistler için gittikçe daha zor hale geldiğine dikkat
çeker. Küçük ev sanayii, tüccar-imalatçının iş bölümü üzerinde denetim
sahibi olmasına izin verdi ve daha entegre olması nedeniyle daha etkili bir
emek süreci yaratb. Fakat üreticileri etkili bir şekilde kontrol edip denetle
mek belli bir noktadan sonra olanaksız hale geldi.
1 60
Kriedte, bunun çözümünün daha fazla merkezileşme ve mekanizasyon,
yeni bir emek süreci, yeni bir çalışma disiplini ile sermayenin emek
üzerindeki gücünü kesinleştirecek yeni bir ekonomik düzenin yaratılması
olduğu sonucuna varır. Bu soruna ilk el atan, neredeyse sınırsız bir taleple
karşı karşıya kalan İngiltere pamuk endüstrisiydi. İngiltere' deki pamuk
endüstrisi, fabrika sistemini ortaya çıkardı ve kapitalist üretim biçiminin
hakimiyetini- Rey buna imalattan, feodalizm ve kapitalizmin eklemlen
mesinin endüstriyel aşamasına geçiş olarak adlandırır- başlattı. Onsekizinci
yüzyılın sonuna gelindiğinde, tarım hala Avrupa' daki en önemli zenginlik
yarabcısıydı, fakat İngiltere'deki emek gücünün sadece %35'ini oluşturu
yordu (Prusya'da % 65, Rusya'da %90) . İngiltere'deki sanayileşme, lOO'den
sonra kıtadaki üretim biçiminde yaşanan devrime hız kazandıran etken
oldu. Onsekizinci yüzyılda yaşanan yükseliş ekonomik bir krizle nokta
landı, fakat bu daha önce görülmemiş türden bir krizdi. Ondokuzuncu
yüzyılda tahıl fiyatları nüfusun azalması nedeniyle değil, çok fazla üretim
yapılması nedeniyle düştü; ön-endüstriyelleşme süreci pazarların ortadan
kalkması yüzünden değil, fabrika üretiminden kaynaklanan rekabet
dolayısıyla çıkmaza girdi. Rey' in dikkat çektiği gibi, toprak sahibi sınıfların
özel politik gücü ondokuzuncu yüzyıl boyunca tasfiye edilmese bile,
Avrupa' daki merkezi feodal devletlerin, feodal üretim biçiminin kapitalist
üretim biçimine tabi kılınmasına eşlik eden parlamenter kapitalist rejimlere
dönüştürülmesi aracılığıyla zayıflahlmışh.
161
den üretimini güvence alhna alan, kuramsal olarak gelişmemiş politik ya
pılar üzerinde durur. Anderson, Antikiteden Feodalizme Geçişler eserinde
feodal toplumlardaki politik durumun en belirleyici özelliklerinin bir tas
lağını oluşturur: malikhanenin efendisinin "özel egemenliği", politik ve eko
nomik ilişkilerin entegre olarak feodal piramitleri alaşağı etmesi ve prensin
seçkin hakimiyetinden ayrılan çoklu, bölünmüş ya da " parsellenmiş" ege
menlikler. Parsellenmiş egemenler, sadece olası köylü direnişinin ve köyle
rin bağımsızlığının değil, ynı zamanda ortaçağ kasabalarının görece özerk
liklerinin de kaynağı olan, birbirinden ayrı ve birbiriyle örtüşen hukuk sis
temlerini ifade ediyordu. Bu egemenlikler aynı zamanda, feodal prenslerin
tüm nüfus üzerinde sahip oldukları üzerine çok fazla doğrudan politik
denetime sahip olmaksızın, kendi feodal kaynaklarıyla yetinmek zorunda
olduğu için, feodal piramitlerin en üst noktasının görece zayıflığını anıştırı
yordu.
Parsellenmiş egemenlik, Anderson' ın "feodal dinamik" adını verdiği
şeyin en temel unsurunu oluşturur. Feodal toplumsal oluşumların dinamiz
mi, son derece baskın (fakat daima, soylular tarafından kontrol edilen küçük
bir ticari sektörü kapsayan) bir doğal ekonominin, aristokrat oligarşi yöneti
cilerinin, loncaların ve tekellerin hakimiyeti albnda olan (fakat aynı zaman
da meta üretimi ve para yoluyla değişimle karakterize edilen) bir şehir
ekonomisi ile çelişkili bir şekilde eklemlenmesinden kaynaklıyordu. Dahası,
bu çelişkiler (kraliyetin, derebeylerinin ya da din adamlarının empoze ettiği)
sayısız adalet sistemi ve (serflikten serbest mallara kadar çeşitlilik gösteren)
mülkiyet ayrıcalığının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Bu parsellenmiş
egemenlikler içerisinde derbeyleri ve köylüler arasındaki bitmek bilmez
mücadele farklı tarihsel varoluş koşulları, devletin feodal yapı içerisindeki
derebeyleri, prensler, kasabalar, kilise gibi farklı unsurlar arasındaki rekabet
aracılığıyla gelişmesi ve ekonomik gelişmenin çeşitlilik gösteren bölgesel
seviyeleri tarafından şekillendi. Anderson, feodal toplumsal oluşumların
tarihsel özgüllüğünün, feodalizme giden farklı yolların ve somut feodal
toplumlardaki farklılıkların ısrarla altını çizer. Onun çözümlemesi, tarihsel
analizin birbirinden farklı ve münferit düzeylerinin gerekliliğinin ve fay
dasının bir örneğidir.
Anderson, Antikiteden Feodalizme Geçişler eserinde şehirleşmenin, feo
dalizmin ondördüncü yüzyılda yaşadığı krizin farklı sonuçları (aşırı nüfus
arbşı, kıtlık, salgın hastalıklar, derebeylerinin ekonomik kayıplarını köylü
1 62
sınıfı aracılığıyla karşılama girişimleri, köylü ayaklanmaları ve bu çabalara
karşı direnişler ve son olarak her biri diğerinin zararı pahasına gasp ve fidye
yoluyla servetlerini gelir kazanmaya çalışan soylu kesimler arasındaki yerel
savaşlar) açısından önemini vurgular. Açık bir şekile ifade etmek gerekirse
Anderson serfliğin Bah Avrupa' da ortadan kalkmasını, feodal egemenliğin
parçalara ayrılması yoluyla yapısal olarak korunan şehirleşmenin,
şehirlerdeki sınıf mücadelesinin sonuçlarım değiştirebilecek noktaya ulaş
masına bağlar. Şehirler sadece tarımın ticarileştirilmesinin merkezleri ve
derebeylerinin gelirlerini paraya dönüştürmek konusunda en fazla baskı
altında olduğu yerler değil, Anderson' ın belirttiği gibi, aynı zamanda serf
likten kaçışın durumlarından memnun olmayan köylüler için tek çıkış yolu
olduğu bölgelerdi. Bah Avrupa' da derebeylik sınıfı, kırsal kesimin dönü
şümünün doğasının ekonomik ve politik yapılara bağlı olarak değişiklik
göstermesine rağmen serfliğin devam etmesini sağlayamadı. İngiltere ve
Kastil' de derebeylerinin politik gücü, çit ve yün üretiminin derebeylerinin
zorla aldığı toprak vergilerinin yerine geçmesine olanak sağladı; köylülerin
örgütlenmesinin ve soylular arasındaki rekabetin derebeylerinin otoritesini
en fazla sarshğı Fransa ve güney-batı Almanya' da, derebeyleri özgürlüğü
tek seferde satmaya razı oldu ve köylülerin mülkiyet hakları güvence alhna
alındı; İtalya' da, komünlerin egemenliği serfliği Fransa ve İngiltere' den iki
üç nesil öne tasfiye etti ve bölge, ticari çiftçiliğin ilk geniş çaplı formları ile
kısa vadeli icar ve toprak kiracısı sistemlerini geliştirdi.
1 63
toplumsal denetim mekanizmaları oluşturarak, köylülerin üzerindeki
yükümlülükleri artırarak ve iç savaşlara katılarak karşılık verdi.
Anderson' a göre, Doğu ve Batı Avrupa' daki derebeylik sistemlerinin
yaşanan krize çok farklı tepkiler göstermesi, Elbe'nin doğusunda daha az
sayıda ve daha zayıf şehir merkezlerinin olmasından kaynaklanıyordu.
Şehirlerin bu temel zayıflığı, derebeylik sınıfının bölgesel tepkisinde başarılı
olarak şehirleri kendisine tabi kılmasına, köylü haklarını ortadan kaldır
masına ve kiracıları sistematik olarak serflere dönüştürmesine olanak tanıdı.
Anderson, şehirlerin tarihi yenilgisinin serfliğin onbeşinci ve onaltıncı
yüzyıllarda Doğu Avrupa'ya dayatılmasına eksiksiz bir şekile zemin hazır
ladığı sonucunu çıkarır. Bu, Batı Avrupa' daki durumun tam tersidir. Köy
örgütlenmeleri görece olarak zayıf olan ve Batıdaki köylülerin ' emniyet suba
bından' yoksun olan köylü sınıfının düşüşü, Doğu Avrupa' daki Batı
pazarlarına sokulması amaçlanan tarım ihracatı ile paralel olarak gelişti.
Doğudaki derebeylerinin çok fazla toprağa sahip olma avantajları, yün üre
timi gibi daha az emeğe dayanan tarım türlerindeki fırsat eksiklikleri ile
daha da pekişti. Büyük derebeylik arazileri üzerine gerçekleştirilen tahıl
üretimi açık bir ekonomik eylem alanıydı, fakat bu alan sadece zirai üretken
liğin artmasını değil, şehirlerin büyümesini ve özerklik kazanmasını da
engelledi. Doğu Avrupa' da serfliğin tarih sahnesinden kalkması, toprak
sahibi aristokratların onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda- feodal üre
tim biçiminin karşılayabileceğinden daha etkili bir emek gücü gerektiren ve
bu nedenle uygulanabilir bir strateji yoluyla önce Prusya' da, sonra
Avusturya İmparatorluğunda ve son olarak Rusya' da yaşanan devrime
zemin hazırlayan- toprağın işlenmesine yönelik daha yoğun yöntemlerden
yararlanmasını beklemek zorundaydı.
Anderson, Mutlakiyetçi Devletin Kökenleri eserinde bu ekonomik
dönüşümlerin politik sonucu olan, feodal bir devlet olarak tanımladığı mut
lakiyetçi devleti ele alır. Batı Avrupa' daki mutlakiyetçi devletler, derebeyleri
ve ticari girişimlerin çıkarları arasında bir arabulucu konumunda olsa da,
Anderson' a göre bunları burjuva devletler olarak tasavvur etmek hata olur.
Mutlakiyetçi devletler her şeyden önce feodal egemenliğin, köylü kitlelerini
geleneksel toplumsal konumlarına geri göndermek amacıyla tasarl anmış
"yeniden düzenlenmiş ve zenginleştirilmiş" aygıtlarını temsil ediyordu.
Kısacası mutlakiyetçi devlet "hiçbir zaman aristokrasi ve burjuva arasında
bir hakem olması ve henüz olgunlaşmamış burjuvazinin aristokrasiye karşı
1 64
silahı olmaktan her zaman uzaktı: gerçekte, varlığı tehdit altında olan soylu
sınıfının politik kabuğuydu" (P. Anderson 1974, 18) . Mutlakiyetçi devlet,
derebeylerinin kazançlarının büyük bir düşüşe uğraması ve meta üretimi ve
değişiminin geniş alanlara yayılmasının bir sonucu olarak toplum içerisin
deki feodal egemenliğin politik olarak yeniden düzenlenmesinden ibaretti.
Anderson, feodal piramitlerin büyük bir sarsıntıya uğrayarak ulusal
monarşilere dönüşmesinin, sermayedarlar ve krallar arasında kin tortuları
bırakan şiddetli bir süreç olduğunu elbette kabul eder. Mutlakiyetçi devletin
gelişmesi, daha önce parçalanmış halde bulunan egemenlik unsurlarını
toplumun en üst kesiminde yoğunlaştırarak -Weber bu eylemi şiddet araç
larının tekelleştirilmesi olarak kavramsallaştırır- derebeylerinin otoritesinin
çöküşe uğraması ile paralel olarak gelişmiş ve bu süreci hızlandırmış olsa
da, mutlakiyetçi devlet soyluluk statüsüne ve toprak mülkiyetine yeni tem
inatlar getirmiştir. Egemenlik "kamulaştıkça," mülkiyet daha "özel" hale
geldi, fakat aristokrasilere hakim ve ayrıcalıklı sınıf olarak kalmaya devam
etti. Mutlakiyetçi devlet bu sınıfın süregelen hakimiyetini korumakla
kalmamış, aynı zamanda kraliyete askeri ve yönetimsel hizmet yoluyla aris
tokratik gelirin artırılmasına yönelik yeni kaynaklar yaratmıştır. Elbette bu
gelirler en nihayetinde vergi vermekle yükümlü soylu olmayan sınıflardan
elde ediliyor ve bu nedenle yerine geçtiği yerel, derebeylik otoritesine karşı
merkezi bir alternatif oluşturuyordu.
Mutlakiyetçi devletlerin yapısını temelde feodal üretim biçimi içerisinde
meydana gelen -serfliğin ortadan kalkması ve aristokratik gücün yeniden
düzenlenmesi gibi- gelişmeler tarafından belirlenmişse, "bir dizi teknik ve
ticari ilerlemenin sonunda endüstri öncesi geniş çaplı imalatın merkezine
dönüşen şehir burjuvazisinin yükselişi, bu süreç üzerinde ikincil bir öneme
sahiptir" (P. Anderson 1974, 23) . Toprak sahibi aristokratlar ile kent burju
vazisi arasındaki güç ve toplumsal konum farklılıkları, Roma hukukunun
Rönesans Avrupa' sında yayılmasını şekillendirdi. Toplumun üst kesim
lerinin egemenliğini ve toplumun alt kesimlerinin koşulsuz mülkiyet hak
kını savunan Roma hukuku, mutlakiyetçi devletler ve kent burjuvazisi
tarafından, parçal anmış egemenliğin ve klasik feodalizmin belirleyici özel
liklerinin kaybedilmesi pahasına desteklendi. Mutlakiyetçi devletler
hukukun üstünlüğünü kabul etseler de, aynı zamanda feodal savaş
makineleridir. Bu da, feodal üretim biçiminde savaşın egemen sınıfın toprak
kazanarak artı değer kaynaklarını artırmasının hızlı ve rasyonel bir yolu
1 6S
olduğu gerçeğinin yansımasıdır. Dolayısıyla, mutlakiyetçi devletleri moder
nite ve arkaizmin karşıt unsurları, ruhuyla pekişen biçimsel rasyonalite
karakterize eder. Bu durum, feodal-kapitalist eklemlenmenin özgül koşul
larından kaynaklanır.
1 66
aykırılığı artbrdı. Gördüğümüz gibi, kraliyetin köylülerden talep ettiği
vergiler, tarımdan artı değer elde etmek için başarılı bir yöntem oluşturuy
ordu, fakat bu yöntemin sonuçlan krallık temelinde gelişen rekabet karşısın
da derebeyliklerin topraklara el koyma hakkını daha da zayıflahyor ve aynı
zamanda köylü topluluklarının kendi kaynaklarıyla geçinme şansını
azalhyordu. Devlet tarafından uygulanan şiddet tekeli, aristokrasinin askeri
gücünü sarsmakla kalmamış, aynı zamanda yeni ekonomik kurallara ve
piyasanın tek bir bütün halinde bir araya getirilmesine zemin hazırlayan
araçlar ortaya çıkarmışın. Bu gelişmeler olmasaydı, kapitalizmin geniş alan
lara yayılması süreci çok daha uzun sürede gerçekleşirdi. Mutlakiyetçi
devletin doymak bilmez borç talepleri, merkantilizm ve ticaret tekelleri,
güçlü yönetim statüleri ve vergi mültezimliğinin karlı ticareti, tüm bu etken
ler burjuva ticari-finansal imparatorlukların olağanüstü yükselişini daha da
etkin hale getirirken, ticarileşme ve kapitlist imalahn gelişmesi, feodal sis
teme entegre edilmesi gittikçe daha da güçleşen toplumsal yapılar yarath.
Kraliyet bürokrasisinin sahip olduğu araçlar tarafından uzun süredir ört
bas edilen atfedici ve kazanılan konumlar arasındaki karşıtlık, gittikçe daha
da kabul edilemez hale geldi. Bölgesel derebeylerinin ve şehir aristokra
sisinin özel egemenliklerinde somutlaşan parsellenmiş egemenlik, mut
lakiyetçi devletin merkezileştirici gücünü dizginleme görevi gördüyse de,
aynı zamanda kendisini feodal ayrıcalık ve imtiyazlardan kaynaklanan yeni
"özgürlük" ve "bağımsızlık" taleplerine dönüştürdü.
Anderson'ın burada şematik olarak sunulan mutlakiyetçi devlet anlayışı,
her bir özgül örneğin tarihsel özgüllüğünü göz ardı etmekten çok uzakhr.
Anderson, Elbe'nin doğusundaki mutlakiyetçi rejimin daha sonra ortaya
çıkan, daha tepkisel, daha askeri ve otoriter niteliğini, Bah' dan gelen askeri
baskı fonksiyonunun alhru çizmekle birlikte, Doğu Avrupa'nın görece az
gelişmişliğinin sonuçlarına da dikkat çeker. Bu az gelişmişliği, Bah Avrupa'
dakinden çok daha güçlü ve feodal bir aristokrasi, daha küçük ve zayıf bir
kent burjuvazisi karakterize eder. Ne yazık ki, Anderson' un Bah ve Doğu
Avrupa' daki mutlakiyet sistemleri arasındaki farklara yönelik özgül çözüm
lemelerini burada yorumlayamayız. Fakat bu farklılıkların Avrupa'nın
düzensiz ve birleşik gelişmesini yansıthğını söylemekle yetinebiliriz.
Dolayısıyla bu gelişmeler, burada işlenen genel kavramsal çerçevenin yad
sınması değil, farklı bir bağlam içerisinde ortaya çıkmasıdır.
1 67
özet
Bois, Kriedte ve Anderson'la ilgili değerlendirmem, feodalizmden kapi
talizme geçişe, Rey'in feodalizm ve kapitalizmin eklemlenmesine ilişkin
kavramsallaştırmasından daha somut bir yorum getirmiştir. Buna karşın,
Rey'in bu konuya yönelik belli başlı kavrayışları korundu, düzeltildi ve
geliştirildi. Rey'in ekonomik sömürünün, ekonomik birikim ve değişimin
belirleyici niteliği ile ilgili olarak üretim güç ve ilişkilerine atfettiği merkezi
rol, Bois' nin feodalizm çözümlemesi ile örtüşmektedir. Rey' in " ilkel"
birikimin doğru bir şekilde anlaşılması için kırsal kesimdeki ve şehirdeki
sömürünün birbirine eklemlenmesinin önemi üzerindeki ısrarı, ayrıca kapi
talist üretim güç ve ilişkilerinin kökenleri ve Rey'in anahatlarıyla değer
lendirdiği feodalizm ile kapitalizmin birbirine eklemlenmesine ilişkin ikna
edici bir değerlendirme sunan Kriedte'nin görüşleri tarafından doğrulan
mıştır. Rey'in derebeyi ve burjuva seçkinler arasındaki " sınıf ittifaki"
anlayışı, Kriedte ve Anderson tarafından, feodalizm ve kapitalizmin bir
birine eklemlenmesinin düzensiz gelişimi ile merkezi feodalizmin çelişkili
doğasıyla ilişkilendirilmiştir. Buna karşın, tarımsal ve kentsel sömürü ilişki
lerinin simbiyotik doğasına yönelik argümanının doğruluğu, " feodalizm"
ve " kapitalizm" kavramlarının bu ilişkilere uygulanma yöntemi birtakım
düzeltmeler gerektirse de, inkar edilemez. Kapitalizme geçişten en fazla
yararlanan kesimler, mutlakiyetçi devlet aracılığıyla çıkarlarını "ulusal
laştıran" ve kırsal kesim ile şehirler üzerindeki imtiyazlarını onları özel
mülkiyete dönüştürerek "sermayeye dönüştüren" aristokrat ve burjuva
seçkinlerdi. Geçişin bedelini, küçük toprak sahibi ya da kapitalist girişimci
olarak topluma kendilerine yer bulmayan köylüler ve zanaatkarlar ödedi.
Köylü ve zanaatkarların komünal örgütlenmesi ve direnişi, derebeyi ve tüc
caların sınıf iktidarına ve feodal ekonomiyi yeniden yapılandırma girişim
lerine karşıtlık oluşturuyordu; köylülerin rençperlere ve zanaatkar ustaların
ücretli işçilere dönüşmesi, kapitalizmin ortaya çıkıp gelişmesi için feodal
varoluş koşullarını oluşturdu.
1 68
bölümde değerlendirdiğimiz eserler, Yapısal Marksizmin toplumsal olu
şumlarla ilgili, genellikle Marksist çözümlemeye nüfus etmediği düşünülen
güçlü kavramlar ortaya atbğını, bana göre ikna edici bir biçimde göster
miştir.
1 69
3. Bölüm
171
Althusser'in bu ilişkiden yaphğı felsefi çıkarımları açıklığa kavuşturmam
gerekiyor. Bu nedenle, Althusser'in felsefi çalışmalarında somutlaşan etki
leyici "bilim felsefesinin" değerini teslim eden az sayıdaki filozofun
-Dominique Lecourt ve belki de en fazla İngiliz okurların aşina olduğu Roy
Bhaskar- düşünsel safında yer alacağım. 1
Dolayısıyla bu bölüm, Althusser' in 1960-1975 yıllarında yazılmış
makalelerinde işlediği bilimsel, felsefi ve ideolojik pratiklerle ilgili kavram
ları ve bu kavramların Marx İçin (Fransızca basımı, 1965, ilk 1960-1964 yıl
ları arasında yazılmış makalelerden oluşur, İngilizce tercümesi, 1969),
Kapital'i· Okumak (ilk Fransızca basımı, 1965; İngilizce tercümesi, 1970)
Felsefe ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi (1967 yılında verilmiş
bir dizi konferanstan oluşan, 1974 yılında kitap olarak basılmış eser;
İngilizce tercümesi, 1990), Lenin ve Felsefe (1971 yılında İngilizce'ye ter
cüme edilen makale derlemesi, bu bölümde ele alacağımız konularla en
ilişkili olanlar, ilk olarak 1968 ve 1969 yıllarında yayınlanan makaleler), ve
Özeleştiri Yazıları (1976 yılında İngilizce'ye tercüme edilen bir diğer makale
derlemesi, 1973 ve 1975 yıllan arasında Fransızca olarak yayınlanmışhr)
eserlerinde geliştirilen bilimsel içerimlerini ele alır. Tarihlendirmeler, Felsefe
ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi eserine, Althusser' in felsefenin
doğasına ilişkin anlayışının büyük bir değişikliğe uğraması açısından önem
lidir. Althusser, felsefeyi bilimin bilimi olarak tanımladığı ilk düşünsel ko
numundan, felsefeyi bilimin içerisinde üretilen bilgi üzerinde gerçekleştiri
len politik ve ideolojik mücadeleler açısından tanımladığı tarihsel bir
çerçeveye kaydı. Aynı zamanda, Althusser'in ideolojiye olan ilgisi, bilimsel
pratiğe ilişkin epistemolojik konumuna yönelik bir vurgudan, maddi konu
munun, insan bireylerini toplumsal özneler olarak oluşturan sosyal açıdan
yapısal sembolik bir sistem olarak işleyişini ve belli başlı kurum ya da "ide
olojik aygıtlardaki" toplumsal temelinin araşhnlmasına kaydı.
Bu gelişmeler, Althusser'in farklı zamanlarda ve farklı amaçlarla ortaya
attığı kavramların birbirine bağdaştırılabilirliği, Althusser'in eserinin
anlaşılır bir yorumu için başvurduğu değişiklikler ve son olarak Althusser'
in yararlandığı çoğunlukla yanılhcı özeleştirilerin anlamına ilişkin tartış
malara yol açh. Kısacası, Althusser'in "erken dönem" eserleri (1967'den
önce) ile " daha sonraki" (1%7' den itibaren) eserlerinde ortaya koyduğu ide
oloji, bilim ve felsefe kavramları arasındaki ilişkiye dair kafa karışıklığı,
ancak "Althusser sorunu" olarak adlandırılabilecek bir felsefi probleme
1 72
sebep oldu. Ne Althusser ve onun çalışma arkadaşları, ne de Yapısal
Marksist ekolün çok sayıdaki düşünürü, Althusser'in eserlerine ilişkin kap
samlı bir açıklama ortaya koymamıştrr2 Bu durum göz önünde tutulursa,
son ürünün değerlendirmesine geçmeden önce, Althusser'in felsefi
anlayışının yörüngesinin bir özetini sunmanın gerekli olduğunu düşünüyo
rum. Bir sonraki bölümde, Althusser' in düşüncesindeki ilk başta göze çarp
mayan tutarlılığı savunacağım. Bu argüman, onun bilimsel pratiğe ilişkin
realist ve materyalist anlayışı üzerine temellenir. Marx İçin ve Kapital'i
Okumak eserlerinde göze çarpan rasyonalist eğilimler ve 1967 yılında
"kuramsalcılığın" ani reddi, ancak Althusser' in bilimsel bilgiyi nesnel ola
rak geçerli fakat tarihsel açıdan kısıtlı olduğu yönündeki şaşmaz görüşü ve
bu iki nitelik arasındaki gerilimleri materyalistik bir üslupla çözme girişim
leri bağlamında açıklanabilir. Bu temel süreklilik anlaşıldıktan sonra,
Althusser' in "erken dönem" eserleri ve " daha sonraki" eserlerinin birbiri ile
bağdaştırılamaz unsurları, sadece anlaşılabilir değil, aynı zamanda uzlaş
hrılabilir hale gelir.
173
onun kavramlar ve sonra somut olarak düşünülen unsurlar olarak algılan
masını dönüştürüyorsa bu, 'düşünce'nin reel nesne açısından, ona dair bir
kavram üretebilmek için bu dönüşüm sürecinde reel nesneyi tasarlayan
geçişse! formlar üzerinde işlediği anlamına gelir" Althusser 1976, 192) .
Althusser aynı zamanda bilime yönelik geleneksel düşüncesini realist ve
materyalist ontolojiye tutarlı bir şekilde yerleştirmiştir: "Varlığın tüm ilkesi
maddeselliktir ve tüm varlık nesneldir, yani onu bilen 'öznellik'ten 'önce'
gelir ve bu öznellikten bağımsızdır" (Althusser 1976, 54) . Kapital' i
Okumak'ta, şeylere dair kavramlar ile. şeylerin kendileri arasındaki farkı ve
ikincisinin birincisi üzerindeki mantıksal önceliğini savunur: "Gerçek olan
bir şey . . . Gerçek hakkında düşünülen başka bir şeydir . . . Bu ayrım ilkesi iki
temel tez içerir: (1) gerçek hakkında düşünülen, gerçek olan şeyin varlığını
bu düşünceden bağımsız olarak önceden varsaydığı için, gerçeğin gerçek
hakkında düşünülen üzerindeki önceliğine yönelik materyalist tez . . . (2)
gerçek ve gerçek süreci açısından düşüncenin ve düşünme sürecinin özgül
lüğüne yönelik materyalist tez" (Althusser ve Balibar 1970, 87) . Özeleştiri
Yazıları'nda hem " gerçek nesnenin bilginin nesnesi üzerindeki önceliği tezi
ni", hem de "bu ilk tezin ikincisi üzerindeki önceliğini, gerçek nesne ile bil
ginin nesnesi arasındaki ayrımı" yeniden onaylar (Althusser 1976, 193) .
Althusser şöyle devam eder: " Bu materyalist tezler, bilimi idealizme
düşmeyecek kadar kesin ve bilimsel pratiği basit bir yansıtmacılıktan kaçı
nacak kadar "belirsiz" bir şekilde tanımlayabilmek için gereken "asgari
genelleme" işlevini görür." Althusser 1976, 193) .
Buna karşın, Althusser'in düşüncesindeki gelenekselci ve realist eğilim
ler arasındaki, sadece ikincisinin birincisi üzerindeki önceliğinin kısaca vur
gulanması yoluyla çözüme kavuşturulan sürekli gerilimi inkar etmek
anlamsızdır. Althusser, erken dönem eserlerinde bu gerilimi, Marksist felse
feyi (diyalektik materyalizm) "bilimselliğin" bağımsız (bağımsızlıkla kast
edilen, tarih biliminden, tarihsel materyalizmden bağımsızlıktır) bir arabu
lucusu, epistemolojik açıklamaları bizzat bilimin otoritesine sahip olan
"Kuramın kuramı" olarak tesis ederek rasyonalist bir üslupla çözmeye
çalıştı. "Teoriye (Büyük T ile) genel teori, yani mevcut teorik pratiklerin
Teorisi temelinde değerlendirilen, mevcut 'empirik' pratikleri (insanların
somut etkinlikleri) ideolojik ürünün 'bilgilerine' dönüştüren pratiğin genel
Teorisi adını vereceğim. Bu Teori, diyalektik materyalizmden başka bir şey
olmayan materyalist diyalektiktir" (Althusser 1969, 168) . Böyle bir rasyona-
1 74
list felsefi bakış açısı, Althusser'in tarihsel olarak oluşturulmuş her bir bilim
in, bilimsel geçerliliğe dair kendi özgül ve tikel ölçütlerine sahip olduğu
yönündeki düşünsel konumu ile çelişir. Dahası, diyalek8k materyalizmin
kesin ve tam bilgiye ulaşabileceği yönündeki çok da gizleme gerekliliği
duyulmayan Spinozacı görüşü, Althusser'in tarihsel materyalizm söylemi
nin tam olmayan ve ayrımsal doğası üzerindeki ısrarı ile bağdaştırmak
güçtür.
Gelenekselcilik ve realizm arasındaki gerilimi, rasyonalist felsefenin epis
temolojik mutlakçılığına başvurmadan ortadan kaldırmak için, Althusser' in
realizmin gelenekselcilik üzerindeki önceliğini vurgulaması ve bilim ve
felsefe kavramlarını tarihsel materyalizmin dışına itmek yerine, tarihsel
materyalizmin bağlamına yerleştirmesi, bilim ve felsefeyi "Marksist bilimi
sadece bir bilim olarak gören bakış açısından değil, Tarih bilimi olarak
değerlendiren bakış açısından" tanımlaması gerekiyordu. (Althusser 19 76,
155) . Tarihsel materyalizme göre, bilimsel pratik bilginin geçerli nesnesidir,
fakat bu ancak bilimin toplumsal bir pratik olması ölçüsünde geçerlidir.
Tarih bilimi, bilim tarihini kapsar, fakat bu ancak, bilim tarihinin tarihsel
pratiğin form ve işlevine sahip olan toplumsal bir fenomenin bilimi olması
ölçüsünde söz konusu olabilir. Althusser, ne bilimsel pratiğin, ne de bilim
tarihinin doğruluk ya da yanlışlık gibi felsefi kategoriler bağlamında tanım
lanabileceğinde ısrar eder3 . Tarih bilimi, (1) gerçek ve yanlış gibi kendi içsel
ölçütlerini içeren, bu ölçütler vasıtasıyla belli bir etki (bilgi) üretebilme kap
asitesine sahip olan tarihsel açıdan bilinen bir bilimden söz edebilirse de,
bilimsel bilgi için epistemolojik bir garanti, "teorik pratiğin Teorisi" ile açık
lanan türden bağımsız bir felsefi kesinlik söz konusu olamaz. Marksizmin
sahip olduğu, tarihsel açıdan reel bilimlerin epistemolojisi değil, tarihsel açı
dan reel epistemolojilerin bilimidir- maddesellikle ilgili bir teorinin bilimsel
ürünü değil, bilim üretiminin maddeselliğine yönelik bir teori. Bu koşullar
altında, bilginin etkilerinin geçerliliğine ilişkin realist iddia, ne felsefe ne de
bilim aracılığıyla kanıtlanabilir ya da çürütülebilir. Fakat bu iddianın ken
disi Althusser tarafından bir kenara ablmaz; daha çok, (son tahlilde, bilim
lerin 'vezir'i, rasyonalist felsefe tarafından karara bağlanılacak olan) bilim
sel bir sorundan, (felsefe "tarihini" oluşturan materyalist ve idealist ilkeler
arasındaki bitmek bilmez kuramsal-ideolojik mücadelede bir "dayanak"
olarak savunulacak) felsefi bir sava dönüştürülür.
Althusser, Özeleştiri Yazıları'nda, erken dönem eserlerindeki, realist
175
bilim tarihinin epistemolojik materyalizmi ile rasyonalist bilim felsefesinin
mutlakçılığı arasındaki uyumsuzluğu kabul eder:
1 76
lendirmesidir. Bu konular tartışılmazsa, Althusser' in kuramsalcılık ve sınıf
mücadelesi arasında kurduğu karşıtlık, erken dönem eserleri ve daha sonra
ki eserlerinin teori ve pratik arasındaki anlamsız karşıtlık açısından yorum
lanmasına zemin hazırlar.
Aslına bakılırsa Althusser, sık sık gündeme gelen eleştiriler ve onun ses
sizliğinden faydalanarak oluşturulan politik çıkarımlara rağmen, bu konu
lara hiçbir zaman doğrudan cevap vermemiştir. 4 Bazı yorumcular, Alt
husser' in kendisinin de kabul ettiği "kuramsalcılığın" belirsizliği düşüncesi
ni, bilim/ ideoloji ayrımının doğası gereği epistemolojik olduğunu ve
Althusser'in 1 96 7'den sonra ortaya attığı, toplumsal aygıtlar içerisinde
kurumsallaştırılan tarihsel ürünler olarak değerler ve inançlar kavramıyla
bağdaştırılamayacağını öne sürmek için kullanmıştır. 5 . Bilim ve ideoloji ay
rımının onaylanamayacağını kabul eden, fakat bu ayrımın Althusser'in
daha sonraki eserlerinde bile büyük bir önem teşkil ettiğini savunanlar,
Yapısal Marksizmin kendi kendisini yok ettiğini düşünür. 6 . Bu eleştiri
cephelerinin ikisi de, pek çok Fransız ve İngiliz düşünür için, Marksizm' den
neo-liberalizme ya da postmodernizme geçiş için kuramsal bir köprü işlevi
gören istenççi politik savları hakları çıkarmak için kullanılmıştır. Bu gibi
yorumlar bana kötü konumlandırılmış ve Althusser'in kendi açıklamasın
dan bile daha az tatmin edici gözükmektedir. Kuşkusuz, Althusser' in
eserinde bir tutarsızlık sorunu olduğuna yönelik iddiaların, yeteneksiz ve
kendi çıkarlarına hizmet eden eleştirmenler kadar Althusser' in kendisinden
de kaynaklandığı, haklılık taşıyan bir görüştür. Althusser'in özeleştiri
yazıları, okuyanın arzulayacağı ölçüde açıklık ve anlaşılırlığa sahip olmasa
da, en azından gelişmesinin tutarlı bir genel yorumunun oluşturulabileceği
unsurları sunma niteliğine sahiptir.
1 77
yandan felsefi bir kategori (yanılgı, yanlış), diğer yandan bilimsel bir
kavram belirler" (Althusser 1976, 119) . Althusser, Özeleştiri Yazıları'nda,
bilim-ideoloji ayrı mını değil, bu ayrımın rasyonalist yorumunu ve bu yoru
mu reddeder: "Bilim/ ideoloji ayrımına yönelik rasyonalist bakış açısı red
dedilmelidir. Bu ayrımı bilgi üretiminin karmaşık sürecinin ögelerine ayır
ması gereken başka bir bakış açısıyla yeniden değerlendirilmelidir"
(Althusser 1976, 148) . Böyle bir "yeniden değerlendirme," bilim ve ideolo
jiye dair işlevsel kavramlarla ve bu kavramları bilim felsefesine değil, tarihe
yerleştirme girişimiyle başlamalıdır.
Bilimsel ideoloji kavramı, toplumsal öznelerin Lebenswelt'ini, onların
dünya ile ilişkilerine dair bilinçliliklerini ya da "yaşam deneyimlerini" ve
bireyleri toplumsal özneler olarak oluşturan maddi kurumlar ile zihinsel
yapıları ifade eder. Marx İçin ve Kapital'i Okumak' ta özne-merkezli doğası,
"ideolojinin bilginin gerekliliğinin ötesinde başka çıkarların yönettiği, ya da
farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, ideolojinin 'neden' dışında başka
çıkarları yansıthğı açısından tanımlanan" (Althusser ve Balibar 1970, 141)
bu ideoloji anlayışı, Althusser'in diğer tüm eserlerinde tutarlı bir şekilde
sürdürülür. Fakat bu ideoloji anlayışının epistemolojik değil, işlevsel
olduğuna, gerçek ya da yeterliliğe yönelik yan anlamlara sapmaksızın sem
bolik bir sistemi, toplumsal bir pratiği ve onun etkilerini tanımladığına
dikkat edilmelidir. Althusser'in Özeleştiri Yazıları'nda da savunduğu tarih
bilimi içerisinde ideoloji de dahil, ideolojiye yönelik bilimsel atıfların tümü,
bu tarihsel anlayış temelinde gerçekleştirilmelidir.
Bilimsel pratik, Althusser'in erken dönem eserlerinde, kavram-merkezli
ya da kuramsal çıkarların özne merkezli ya da pratik-çıkarlar üzerindeki
önceliği açısından tanımlanır. Kuramsal pratik, " kuramsal olmayan
süreçlerden dönüştürdüğü nesne, faydalandığı üretim araçlarının türü ve
ürettiği nesnenin (bilgilerin) türü ile ayrılır" Althusser ve Balibar 1970, 59) .
Bilimsel pratiğe yönelik bu anlayış arbk gerçek ya da yeteriilik kategorileri
ne, ideoloji anlayışından daha fazla bağlı değildir; daha sonraki eserlerinde
bu kavramın açık bir şekilde reddedilmesinin yokluğunda, Althusser'in de
bu düşünsel konumu sürdürmeyi amaçladığını varsaymanın tehlikesiz
olduğu kanaatindeyim. Buna karşın, her bilim kendisini, onun hem varoluş
koşulları hem de "hatalı" olarak reddeddiği kavramlar ve inançlar sistenı.i
olan ideolojik temsillerden "koparak" oluşturur. (Althusser "teorik" ideolo
jileri "pratik" ideolojilere karşıt olarak ele alır, fakat burada teorik ideoloji
1 78
kullanması uygun değildir. İ leride göreceğimiz gibi, Althusser'in kullandığı
ifade, kuramsal konumları pratik ideolojilerin alanı ile ilişkilendirmeyi
amaçlar. Bu, Althusser'in felsefe anlayışı ve felsefi "bilimsel" kategorisinin
bakış açısından geçerli ve üretken bir hamle olsa da, benim ideoloji/ yanlış
olarak ifade ettiğim aynı fenomen değildir. Kullanışsız gözükse de, bir bilim
içerisinde reddedilen ya da hükümsüz kılınan açıklama ya da açıklayıcı
ilkeler için dile getirilen "yanlış" yargısı için, ideoloji/ yanlış ifadesini kul
lanacağım.)
İ deoloji/yanlış, bilimin "öteki"si olarak varolduğunda, bilim tarihine
(doğru-yanlış, yeterli-yetersiz gibi) aksiyolojik ayrımlar girer. Elbette
Althuser, Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde, bilime dair bilimsel
somut kavramları ve ideoloji/yanlış, gerçek ve yanlış gibi felsefi-episte
molojik kategorilere dönüştürerek, bilime yönelik aksiyolojik iddiaları felse
fi olarak garanti altına almıştır- ve rasyonalist "bilimin bilimi," teorik
pratiğin Teorisi içerisinde bilimsel önermeler olarak savunmaya başlamıştır.
Althusser bu talihsiz hamleyle, ideoloji ve ideoloji/yanlış kavramları ile
ilgili kafa karışıklığı yaratmakla kalmadı, aynı zamanda hem bilimin tarih
sel gelişimini (bilim ve ideoloji/yanlış) hem de bilim (bilgi) ve ideoloji
(çıkarlar) arasındaki tarihsel mücadeleyi, felsefenin tarihsel olmayan Düşler
Ülkesine, salt manhğa, ve epistemolojik mutlakçılığa tabi kıldı.
Buna karşın Althusser, bilim ve ideoloji/yanlış arasındaki ayrıma yöne
lik rasyonalist ya da kuramsalcı ilk yorumunu terk ederek, bilimin felsefe,
tarihsel materyalizmin diyalektik materyalizm üzerindeki önceliğini
yeniden vurgulayıp, bu düşünsel hamleler aracılığıyla felsefeyi yeniden
bilim ve ideoloji arasındaki Kampfplatz* olarak tanımladı. " Bilimin ötekisi"
olarak ideoloji/ yanlış kavramı, kuramsalcı anıştırmalarından soyut
landığında, bilimin gelişiminin bilgisine ulaşmak için son derece önem
taşıyan bir unsurdur ve bu bağlamda, bilim/ ideoloji ayrımı bilim tarihi
sorunsalı içerisinde sürdürülmelidir. Fakat, tarihsel-bilimsel bir bakış açısın
dan, bilim ve ideoloji/yanlış arasındaki ayrım, epitemolojik mutlakçılığa ve
dolayısıyla felsefi gerçek ve yeterlilik kategorilerine başvuramaz. Kısacası
ayrım sadece, özgül bir kuramsal özne, bilimsel pratik oluşturmak ve bu
pratiğin gelişiminin tarihsel bilgisini sunmak için yararlanılan bir kavram
olarak varolur. Bilim tarihi sorunsalı içerisinde, verili bir bilim ve
ideoloji/ yanlışın her ikisi de, "bilgi etkileri" dünya hakkında bir şeyi açıkla
Kampfplatz: Sa vaş Meydanı
1 79
mak işlevi gören kuramsal üretim araçları olarak anlaşılır. Bilim tarihinin
bakış açısından, ikisi arasındaki tek fark, ideoloji/ yanlışın bilim ile girdiği
tarihsel açıdan özgül, bilime karşı her zaman kaybettiği bir ilişki bağlamın
da varolabileceğidir. Bilim tarihi hem tarhşmayı hem de neticeyi kuramsal
ve tarihsel açıdan anlayabilirken, iki konumdan birinin doğruluğuna ilişkin
bir yargıda bulunamaz. Elbette, bilim ve onun ideoloji arasındaki üstünlük
mücadelesi her zaman bilimin dar alanı ile sınırlı kalmaz: Çoğu kez hem
kuramsal hem da ideolojik, daha geniş çaplı bir mücadeledir ya da böyle bir
mücadeleye dönüşür. Althusser, daha geniş kapsamlı bu mücadelenin, bi
limsel değil, felsefi olduğunda ısrar eder.
Epistemolojik tarhşmalar, gerçek bilgi üretimi açısından büyük ölçüde
bağlam dışıdır. Bilimler, teorik nesnelerini ve Lakatos' un sorunsalın "çekirde
ği" adını verdiği unsuru aksiyomatik olarak ele alma eğilimi gösterdikleri
için, epistemolojik tarhşmaları değerlendirme zahmetine nadiren girerler.
Elbette, bilim üzerine felsefi tarhşmalar gerçekleşir ve bu tarhşmalar, özgül
bir bilgi etkisinin, özgül bir kuramsal pratiğin ve hatta belki de bilimsel
pratik kategorisinin kendisinin asimile edilmesini ya da baskı alhna alın
masını içerdikleri için, tarihsel açıdan büyük önem taşır. Althusser'in
kuramsalcılığı reddetmesi, epistemolojik kesinliğe felsefi araçlar vasıtasıyla
ulaşılabileceği düşüncesi, bilimsel realizme felsefi bağlılığın zayıflaması ya
da felsefi pratiğin kuramsal önemine ilişkin daha önceki görüşlerinin
çürütülmesi anlamına gelmez. Felsefeye yönelik bu yeni anlayış, bu
düşünsel konumlara olan desteğini yoğunlaşhrır. " Bilime yönelik bilimsel
anlayış ile felsefi kategori arasında bir ayrıma gittikten sonra," diye düşünür
Althusser, "felsefi kategorinin kazanmak için savaşılması gereken bir şey
olduğunu ve bu savaşın verildiği alanın felsefe olduğunu görürüz"
(Althusser 1976, 116) . Althusser'e göre, tehlikede olan çağdaş bilim tarafın
dan yorumlandığı biçimiyle dünyaya dair bilgidir ve mücadelenin felsefi
temeli, bu dünyanın kesin olarak kabulü (ya da reddi) ve tam olarak bu
ölçüttür.
Althusser, daha sonraki eserlerinde felsefeyi "kuram içerisinde sınıf
mücadelesi" olarak karakterize ederek, bilimsel bilginin somut ve nesnel
doğasının inkar etmekten çok onaylamaya ve teorik üretimin anlaşılması
zor gerçekliğinin dışındaki bilgi etkilerinin maddi varlığına dikkat çekmete
çalışır. Althusser' e göre bilgiler, kavrayışın ideolojik düzeylerine karşıt
olarak mevcudiyet kazandıkları için yıkıcı, karşıtsal ve potansiyel olarak
1 80
tahrip edici bir doğaya sahiptir ve bu karşıtlık nedeniyle şeylerin bilimsel
olmayan açıklamalarına bağlı olan maddi çıkarlar ile çabşır. Toplumların
sınıf mücadelesi vasıtasıyla yapılanması ölçüsünde, "şeylerin gerçekte nasıl
işlediğine" yönelik bilgi daima, felsefenin ideolojik ve politik alana girmesi
dolayısıyla bilimin ötesine uzanan bir " dayanağa" sahiptir. Buna karşın,
Althusser'in felsefenin sadece bir kuram olmasının ötesinde sadece bir sınıf
mücadelesi olduğunu ima etmediği unutulmamalıdır. Felsefe, kuramsal
etkinliğine bağlı politik ve ideolojik dayanakları nedeniyle bilimden fark
lıysa, rasyonel metodolojisi ve bilimsel pratiğin somut sonuçlarına bağlılığı
nedeniyle ideolojiden de farklıdır. Felsefe bilgi üretmese de, bilgi sürecinin
önemli bir unsuru olmaya devam eder. Somut olan ve kuramsal nesne ile
ilişkisi bağlamında mevcudiyet kazanan bilimsel kavramlarına tersine,
felsefi kategoriler biçimseldir ve kuramsal bir nesneye sahip değildir. Fakat
felsefi pratik, üzerinde tarbşbğı bilginin ilk mevcudiyetine bağlı olduğu için
ve tarbşmaların rasyonel bir forma sahip olması dolayısıyla Althusser, bil
giye yönelik düşünsel konumları yaratan ideolojik çıkarların, bilimin zaferi
ni destekleyen koşullar bakımından eklemlenmesi gerektiğini savunur.
Althusser'in bilim ve ideoloji toplumsal pratikler olarak görmesi, "teorik
pratiğin Teorisi" nin (bir şeyin gerçekliğini manbk yasalarına göre kurmaya
çalışan) "geniş çaplı rasyonalizminin" tersine ( sadece, olmaması durumun
da felsefi etkinliğin anlaşılmaz hale geleceği manbğın biçimsel geçerliliğini
varsayan) "sınırlı rasyonalizm" adı verilebilecek bir felsefi pratiği anışbr
maktadır. Felsefenin epistemolojik mutlakçılığı terk etmesi gerekiyorsa, bi
limsel kavramlar gerçekliklerinden çok yeterlilikleri açısından savunul
malıdır. Böyle sınırlı bir rasyonalist konumdan, bilimin ideoloji/yanlış
üzerindeki aksiyolojik üstünlüğü, Althusser'in ontolojik realizm ve (olma
ması durumunda, bilimin varlık ve anlaşılabilirliğinin ortadan kalkacağı)
epistemolojik rölativizme yönelik materyalist tezleri açısından savunula
bilirlik özelliğini kaybetmez. Hem ideoloji hem de bilim tarafından doğru
olarak kabul edilen dünyanın gerçekten orada olduğu yönündeki varsayım,
bilimi ideoloji/ yanlıştan ayıran formalizasyon eşiklerinin mutlak hakikati
değil görece hakikati sunduğu yönündeki iddiayı haklı çıkarır. Ontolojik
realizm ve epistemolojik rölativizm, nasıl onun düşünsel karşıtları tarafın
dan çürütülemiyorsa, Althusser tarafından da kanıtlanamaz, fakat
Althusser'in bilginin üretiminde somut olarak söyleyebileceği hiçbir şey
olmadığı iddiasını terk ettikten sonra bile felsefenin gerekliliğini (ve önemi
ni) vurgulamasının sebebi de tam olarak budur.
181
Althusser' in kuramsal gelişmesine yönelik bu genel değerlendirme,
ortaya koyduğu konuların daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmesini
gerektirir. Fakat, okuyucuya Althusser'in genel düşünsel konumu ile ilgili,
(Althusser'in erken dönem yazılan ile daha sonraki eserleri arasındaki
sürekliliği göremeyen ve Althusser' in özeleştirilerini sık sık, çoğu kez kasten
yanlış yansıtan) ikinci sınıf eleştiri yazılarındaki yanıltıcı yorumlardan
kaçınabileceği kadar yeterli bilgi verdiği söylenebilir. 7 . Bu konulan az çok
açıklığa kavuşturduktan sonra, Althusser'in, Marx'ın Kapital'ini tarih bili
minin başlangıcı ve daha sonra bilim, felsefe ve ideoloji kavramlarının
araşbnlmasına yönelik yeni bir yöntem olarak değerlendirmesine geçe
ceğim. Bu konuya önceki bölümlerde sadece özet olarak değinmiştim.
1 82
Althusser, 1844 El Yazmaları ile Kapital arasında Marx'ın felsefi
anlayışında radikal bir kopma gerçekleştiğini, bu kopmanın, insan doğasını
bir araya gelen toplumsal ilişkiler açısından tanımlayarak Feuerbach' ın ta
rihsel olmayan ve soyut "türsel varlık" kavramını reddeden "Feuerbach
Üzerine Altıncı Tez" (1845) çalışmasında duyurulduğunu savunur. Kopma,
üretici güçler ifadesinin Marx' ın düşüncesinde yeni bir stratejik kavram
olarak ortaya çıktığı Alman İdeolojisi'nde (145-46) son derece belirgin hale
gelir. Bu kopma, Marx'ın 1840'lı yıllarda sahip olduğu radikal-demokratik
politik konumdan, 1 743 Ekim'inde Paris'e taşındıktan sonra proleter
sınıfının saflarına geçişinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu geçiş, onu gerçek ve
popüler bir politik harekete -Fransız ve Alman zanaatkarlarının sosyalist
hareketine- ilk kez maruz bırakmıştı.
Althusser' e göre, radikal demokrasiye yönelik memnuniyetsizliğin
tohumları, Marx'ın 1843 yılında yazdığı " Hegel'in Tüze Felsefesinin
Eleştirisine Katkıya önsöz" eserinde bile daha o zamandan mevcuttur. Marx
bu eserinde Hegel'in gerçeklik ve düşünce kavramlarını tersine çevirmesini
sorgulayarak, Hegel'in dünya ile İdea arasındaki ayrımı aşamadığını belir
tir. Dolayısıyla Marx'a göre, Hegel'in politik devletin toplum ve toplumsal
karşıtlıklara arabuluculuk edip, bu karşıtlıkları uzlaştırdığı yönündeki
görüşü, toplumdaki gerçek karşıtlıkları -bir yanda yurttaş ve kamu yararı ile
diğer yanda rekabetçi, burjuva bireyciliği arasındaki karşıtlıkları- gizleyen
soyutlamalardan bir başkasıdır. Marx'ın Hegel eleştirisi insanın "yabancılaş
masının" kaynağını bilinçte değil, toplum içerisinde konumlandırır, fakat
Hegelci diyalektikten ya da Feuerbach' ın antropolojik hümanizmden bir
kopma oluşturmaktan hala uzaktır. Buna karşın Althusser, bu felsefi
değişimin, Marx'ın yeni politik konumu ile hala bağlı olduğu hümanist
Hegelci teorik konum arasında bir karşıtlık biçiminde teorik bir kriz doğur
duğunu düşünür. Althusser' e göre, 1844 El Yazmaları bu sorunu çözüme
kavuşturmaya yönelik bir girişim, Marx'ın proleter sınıfın mevcut durumu
na dair materyalist bir açıklama arzusu ile bu açıklamayı düşünsel süzgecin
den geçirmeye çalıştığı erekselci diyalektik arasındaki karşıtlık nedeniyle
başarısız olmaya mahkum bir çaba olarak anlaşılır.
Marx'ın 1844 El Yazmaları'nda ulaştığı başarı yine de önemsiz değildir.
Marx, Feuerbach'ın " türsel varlıklar" kavramını alarak, tarihsel ve dinamik
bir bağlam içerisinde yeniden düzenledi. Marx'a göre, insan doğasını insan
etkinlikleri -emeğin mevcut dünyanın doğasını ve toplum dünyasını
dönüştüren üretici gücü- tanımlar. İnsan doğasının tarihsel olarak belirlenen
1 83
ve çeşitlilik gösteren bir fenomen olarak değerlendiren bu görüş, Marx' ın
düşüncesinde hala metafizik olan yabancılaşma anlayışı, kapitalist üretim
ilişkilerinin arkasında temel bir eksiklik olduğu fikri ile toplumsal ilişki
lerin insan doğası ve toplumu tanımlamadaki oluşturucu rolüne yönelik
yeni yeni ortaya çıkan vurgu arasında bir gerilim yaratır Marx ve Engels,
Alman İdeolojisinde, 1844 Elyazmalan'nda gözlemlenen gerilimi, hala belir
sizlik taşıyan yönleri olsa da çözer. Alman "Sol Hegelciliğinin" yanlışlarının
gözler önüne serildiği bu kapsamlı (600 sayfadan fazla olan) eserde, üretici
güçler kavramı yeni bir toplumsal teori içerisinde açıklayıcı bir ilke olarak
ortaya çıkar. Üretim içerisideki teknik ve toplumsal (sınıfsal) ilişkiler
konusundaki kafa karışıklığı devam etse de -bu kafa karışıklığı Felsefenin
Sefaleti eserinde açıklığa kavuşturulmuştur-, " insan" ya da "yabancılaşma"
kavramı Alman İdeolojisinde açıklayıcı bir rol oynamaz.
Kullanılmaya devam ettiği noktada, tarihsel gelişmenin nedensel açıkla
ması değil, bir belirti, kapitalist üretim ilişkilerinin bir karakteristiği işevini
görür.
Althusser'e göre 1845-185 7 arasındaki dönem, Marx'ın düşüncesinde bir
geçiş dönemini oluşturur. Bu yıllarda hümanist sorunsalın felsefi reddi, üre
tim güç ve ilişkilerinin sınıf ilişkileri olarak kavramsallaşhrılmasının ortaya
çıkışı, tarihsel gelişmenin nihai açıklayıcı ilkeleri ve öznesiz bir süreç olarak
tarih kavramı, politik ekonominin sistematik araşhrmasına uygulandı.
Althusser, Marx'ın kuramlarını burjuva ekonomisi yerine başka bir sorun
sal, yani hala gelişme döneminde olan tarihsel materyalizm üzerinden
geliştirme çabasına girerek, Smith ve Ricardo'nun yaklaşmalarına rağmen
farkına varmadıkları ya da çözemedikleri -çünkü bunu yapabilmeleri, açık
lamanın yanında savunmaya da çalışhklan kapitalist sistemi sorgulamaları
gerekirdi- sorunları açığa çıkardığını düşünür. Marx, kapitalist toplumu
mevcut arh değer ve emek değeri kuramı açısından inceleyerek ve bunları
doğal olmaktan çok tarihsel-toplumsal unsurlar olarak görerek, kapitalist
sömürü kavramını ücret, emek ve sermaye ilişkileri üzerinden formüle ede
bildi. Bu yeniden düzenlemeyi, üretim biçimi kavramı ve onunla birlikte
üretim güç ve ilişkileri arasındaki yapısal karşıtlık ile insanların bu karşıtlık
ların bilincine vanp mevcut toplumsal düzene karşı çıkma biçimlerini
tanımlayan topografik "üstyapı" metaforu takip etti -her iki kavramsal
laştırma da 1859 yılında yayınlanan " Politik Ekonominin Eleştirisine ,
ônsöz" de açıkça ifade edilmiştir.
1 84
Althusser'e göre, 196 7 yılında Kapital'in ilk cildi yayınlandığında, Marx
yeni tarih bilimini tamamlamış ve tarihsel materyalizmin temel kavram
larını açık ve kesin hale getirmişti. Arb değer, kapitalist sömürünün man
hğını ve kapitalist üretim biçiminin mekanizmalarını ayrınblı bir şekilde
ifşa ediyordu. Bu nedenle arb eğer, üretimin toplumsal ilişkilerinde saklı
olan sınıf gücü ilişkilerini açığa çıkardığı için, kapitalist ilişkilere yönelik
genel kavramların geliştirilmesi için büyük bir önem taşıyordu. Bu yeni
kavram, Marx'ın üretim ilişkilerini kapitalist üretim biçiminin dinamik
lerinin iç unsuru olarak kabul edebilmek için üretim güçlerine ayrıcalık tanı
ma eğilimini tersine çevirmeye zorlar.
Althusser' e göre, Kapital tarihsel materyalizmin temel kavramlarını içer
mekle kalmaz, aynı zamanda bu kavramlar ya -üretim biçimi, toplumal
oluşum, arh değer, altyapı ve üstyapı gibi- tam olarak yenidir ya da kavram
lara yeni ve farklı anlamlar verilmiştir- diyalektik, sınıf ve sınıf mücadelesi
gibi. Kapital' de, çoğunlukla yabancılaşma sorunsalının başka bir bağlamda
sürdürülmesi olarak yanlış yorumlanan " metaların fetişleştirilmesi"
kavramı, Marx tarafından kapitalizmin kaynağı değil bir ürünü olarak
ortaya ahlmışbr. Bu, Marx' ın erken dönem eserlerindeki hümanistik sorun
salı reddettiğinin en açık örneğidir. Kapital, sunum biçimi açısından Hegelci
olsa da, kapitalizmin karşıtlıklarını uzlaştırmaya çalışmaktan ve ahlaki-etik
erekselcilikten uzak bir eserdir.
Kapital' de yer alan kavramlar sadece yeni anlamlara sahip değildir, aynı
zamanda Althusser' in şu şekilde açıkladığı yeni bir işlev de taşırlar:
Marksist kuramın pratikte, eski Marksist anlayışlardan oldukça
farklı işlediğini gösterdim. Bana öyle geldi ki, Marksist kuramın
temel kavramlar sistemi, bilim kuramı gibi işliyordu: nesnesinin
sınırsızlığına açılan, durmaksızın yeni sorunlar ortaya ahp bu
sorunları çözmek ve yeni bilgi parçalan üretmek üzere tasarlanmış
temel bir kavramsal aygıt olarak. .. belli konjonktürlerde bu ilk haki
kati yenileme kapasitesine sahip yeni bilginin (bitmek bilmez) fethi
için (geçişi) bir hakikat işlevi taşıyordu. Diğer yandan, eski anla
yışların yeni bilgi parçalan üretmek için geçişi bir hakikat işlevi
taşımaktan uzak olan temel kuramı, pratikte tarihin hakikatini,
Tarihe yönelik eksiksiz, kesin ve mutlak hakikat rolünü üstlenmeye
çalışıyordu. (Althusser 1976, 154)
1 85
öyleyse Marx'ın başardığı, tarihe yönelik belli başlı görüşlerden
Feuerbach' ın hümanizmi, Hegelci diyalektik- "epistemolojik" bir kopma,
tarih hakkında yeni bir düşünme biçimine zemin hazırlayan bir kopmaydı.
Althusser, bu yeni düşünme biçiminin, Marx' a sadece alternatif bir açıklama
biçimi ya da sorunsal değil, aynı zamanda yeni ve daha güçlü bir açıklama
düzeyi sağladığı için bilimsel olduğunda ısrar eder. Marx, bu epistemolojik
kopma aracılığıyla, burjuva ekonomisinin meta formunu fetişleştirme gibi
hatalarını eleştirme ve metaların fetişleştirilmesinin burjuva toplumu
içerisinde gerekli bir fenomenolojik form olduğunu açıklama kapasitesine
sahip bir sorunsal yarattı. Althusser, Marx' ın bu reddedilen anlayışları ide
olojik, yani hatalı olarak etiketlemesine karşı çıkmaz, fakat Marx' ın önemini
tam olarak teslim edemediği bir gerçeği vurgular: böyle bir etiketleme ancak
geriye dönük olarak mümkündür. Politik ekonomi ancak tarihsel materya
lizmin ortaya çıkmasından sonra, yani ancak Marksist sorunsalın bakış
açısından hatalı görülebilir. " İdeoloji [ideoloji/ yanlış], ancak dışarıdan,
olayın gerçekleşmesinden sonra," diye ısrarla vurgular Althusser, "Marksist
tarih biliminin bakış açısından . . . . basit bir şekilde bir bilim olarak varolan
Marksist bilimin varoluşunun bakış açısından değil, bir tarih bilimi olarak
Marksist bilimin bakış açısından· tanımlanabilir" (Althusser 19 76, 155) .
Althusser'in ideoloji ile bilim arasındaki "kopma" olarak değerlendirdiği
şeyin, hem de Marx'ın düşünsel gelişimine yönelik tartışmalar içerisinde
politik bir konum olarak önemli bir örnek teşkil etse de, Althusser'in Marx
yorumu üzerine yürütülen tartışmaları daha fazla ayrıntılandırmayacağım.
Althusser'in fikirlerinin Marksizmi doğru bir şekilde kavramış düşünürler
taraf)l1dan savunulduğunu ve geliştirdiğini, aynı fikirlere diğerlerinin karşı
çıktığını belirtmenin yeterli olacağı görüşündeyim. Althusser'in hümanizm,
deneyselcilik, tarihselcilik ve Hegelci diyalektiğe yönelik eleştirilerini hali
hazırda değerlendirmiştik; Marx'ın aynı fikirleri paylaşıp paylaşmadığı bu
bölümün bağlamında zamanımızı alamaz ve bu tartışma içerisinde büyük
bir önem teşkil etmez. Althusser'in Kapital'de bulduğu temel kavramlar,
kaynaklarından bağımsız olarak ayakta kalmalı ya da felsefe sahnesinden
silinmelidir. "Marx gerçekte ne demek istedi?" sorusuna cevap veren felsefi
tartışmalar içerisindeki inkar edilemez politik "tehlikelere" karşın, burada
bu tartışmaların varlığını kabul etmenin ötesinde bir şey yapamayız.
1 86
Yorumbilimin ötesinde: Kapital'e Yönelik ''Semptomatik Bir Okuma"
Althusser'in Marx'ın metnini ve bu yöntemin sembolik yapı ve pratik
lerin tarihine genel uygulanabilirliğini sorgulamak için geliştirdiği alışıl
madık "yorumbilimsel" yöntem daha da ilginçtir. Althusser bir metni
okuma sorununu ele alarak başlar. Bir okuyucu, Kapital' in üzerinde somut
bir etki oluşturduğu tarih biliminin genel yapısını keşfetmek için Marx'ı naıl
okumalıdır? "Okuma" konusu halihazırda çetrefilli bir meseledir, çünkü
Althusser, yazarın niyetlerini, metnin özünü ve okuyucunun kavrayışını
uzlaşhrabilmek için yalnızca " doğru bir şekilde bilgilendirilmiş" bir bakışı
gerekli gören her türlü okuma kuramınu reddeder. Althusser, kusursuz bir
Derridacı formülasyonla, metnin belirgin içerik se� iyesinde duran bir oku
mayı, "yazılı bir söylemi, sesin doğru ve gerçek söyleminin doğrudan şef
faflığına dönüştüren bir okuma anlayışını" kabul etmez (Althusser ve
Balibar 1970, 16). Buna karşın, Althusser'in açık okumayı reddetmesi, ku
ramsal hümanizmanın, yorumbilimin belirleyici bir özelliği olan yoruma
yönelik özne-özne modelinin ötesine geçmekle kalmaz, aynı zamanda Alt
husser' in yorumbilimin babasız çocukları post-yapısalcılık ile post-moder
nizmin karakteristik bir niteliği olan yorumsal nihilizme olan karşıtlığını da
dile getirir. Althusser' in önerdiği, metnin bilimsel ya da " semptoma tik bir
şekilde okunmasıdır. Bu okuma, öncelikli olarak yapısal ilkelerinin okumayı
yönettiği sorunsal ile metnin bilinçdışı yapısını oluşturan yapısal ilkeler
arasındaki diyalektik, ikinci olarak.: metnin toplumsal-tarihsel bir ürün ola
rak nesnel gerçekliği ile metni kuramsal bir nesne olarak gören sorunsalın
nesnel geçerliliği arasındaki diyalektik temelinde gelişir.
1 87
olmadığı yönündeki yorumbilimsel iddia temelinde gelişen ontolojik röla
tivizmi reddeder. Althusser' e göre doğal fenomenler gibi toplumsal
fenomenler de ontolojik olarak gerçektir ve gerçek oldukları için bilimsel
bilgi ve açıklamanın nesnesi olabilirler. Başka bir deyişle epitemolojik röla
tivizim, Althusser'in saçma bulup reddettiği nihilistik tutumu, yargısal
göreceliliği ifade etmez. Herhangi bir toplumsal pratiğin gerçekleşebilmesi
için, toplumsal aracıyı (bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde) harekete geçiren
nedenler olmalıdır; dahası, eğer bu nedenler (ve onları üreten yapısal 'habi
tus') bütünüyle yetersizse ve nesnel gerçeklikle ihtilaf içerisindeyse, toplum
varolamaz.
Althusser'e göre, ne " masum okuma," okumanın karakterini en azından
üstü örtülü bir şekilde belirleyen bir kuramdan yoksun bir okuma, ne de
nihai ve eksiksiz bir okuma (ki bu da felsefede epistemolojik mutlakçılığa
denk düşer) diye bir şey söz konusu olabilir. Buna karşın, -Althusser'i
yorumbilimden genel olarak ve postmodenizmden kesin bir şekilde ayıran
da budur-. olası okumaların çeşitliliği, (görece bir açıklayıcı güç ilkesine
sahip olan) okuma sorunsalının yam sıra (özgül tarihsel-toplumsal konjonk
türün ürünü olarak gerçek bir varoluşa sahip) metnin yapısı dolayısıyla son
suz değil, sınırlıdır. Derrida'nın da dediği gibi, metnin " dışı" diye bir şey
yoktur, çünkü daima metni bize bir ya da başka bir şekilde erişilebilir kılan
bir anlam gerçekliği içerisindeyizdir. Fakat, Althusser'in epistemolojik röla
tivizm ile ontolojik realizmi materyalist bir yöntemle bir araya getirdiği göz
önünde tutulursa, tüm anlam gerçeklikleri aynı açıklayıcı güce sahip değil
dir. Althusser' e göre, okuma süreci ister istemez anlambilimsel bir ana yol
açar, ama sırf bu yüzden anlambilimsel yeterlilik düzeyi ile sınırlı değildir.
En yüzeysel düzeyde, bir metni sanki bizim tarafımızdan yazılmış gibi oku
ruz; daha sofistike bir düzeyde, metni diyalojik olarak algılayarak, onun
dilini öğrenir ve anlamlarının kendine özgü yapısını keşfederiz. Bu ikinci
okuma kuşkusuz betimsel öncülünden " daha yoğundur", fakat Althusser'in
bakış açısından, " daha derin" olduğu söylenemez. Althusser'in sempto
matik okuma adım verdiği okuma, öznenin deneyime dayanan dünyasında
değil, bilimin açıklayıcı dünyasında temellenen bir sorunsal tarafından
yönetilmesi ölçüsünde derinleşir. Nesnel olarak gerçek bir tarihsel konjonk
türün maddi bir ürünü olduğu göz önünde tutulduğunda, bir metin,
yorumbilimsel okumayı olumsuzlayarak metnin nesnel yorumunu ve
nedensel açıklamasını üreten bilimsel bir anlayış düzeyinin nesnesi olabilir.
1 88
Althusser, okuma derinliğine ancak metne bir neden değil, ürün olarak
bakılarak ulaşılabileceğinde ısrar eder.
1 89
kavuşturması gereken sorunlar oluşturur. Buna karşın, sorunsal görünür
hale getirdiği şeyi, gizil yapının varlığı ve alışılmadık yapısı tarafından
sürdürülen ve kabul edilen bir hariç tutma sistemi aracılığıyla görünür hale
getirebilir. Dolayısıyla semptomatik bir okuma, metnin ne söylediğinin yanı
sıra, ne söylemediğini, ya da daha doğru bir ifadeyle, ne söyleyemediğini
araşhrarak, metnin bilinçdışı altyapısını gözler önüne serer. Hem varlık hem
de yokluk, Althusser tarafından, metnin altyapısı içerisinde birbirine eklem
lenen karşıtlıkların üstbelirlenmiş ve düzensiz gelişmiş etkileri olarak
yorumlanır.
1 90
sine, olabilirliği metnin toplumsal bir ürün, tarihsel materyalizmin bilimsel
bir sorunsal olarak varolmasına bağlı olan bir değerlendirmeye her an açık
hr. Althusser'in semptomatik okuması bir döngü olmakla birlikte, kısır bir
döngü değildir: "bu işlemle kastedilen döngü . . . nesnesini bir sınamaya tabi
tutarak, kendisini nesnesinin sınamasına tabi tutan kuramsal bir sorunsal
temelinde, doğasına ilişkin nesnesi istenen bir sorunun diyalektik
döngüsüdür" (Althusser 1969, 38).
Bachelard ve Canguilhem' de Tarihsel Epistemoloji
Althusser' in kuramsalcı çıkanmlardan soyutlanan semptoma tik okuma
anlayışı, bilim felsefecisi Gaston Bachelard'ın ortaya attığı ve Paris Üniver
sitesi Bilim Tarihi Enstitüsü'nun başkanı sıfahyla onun ardılı olan Fransız
filozof Georges Canguilhem tarafından geliştirilen bilgi üretimi sorununa
yeniden dönmeyi gerektirir. Dominique Lecourt' un Marksizm ve
Epistemoloji (1975) eserinde sunduğu, Bachelar ve Canguilhem'in fikirleri
ne giriş niteliğindeki kusursuz yazıyı burada tekrar etmeye hiç gerek yoksa
da, belki de en fazla Althusser'in borçlu olduğu bu fikirleri özetlemek ve bu
borçluluğun sınırlarını, Lecourt'un başarılı çalışmasına aşina olmayan kişi
lerin genellikle düşündüğünden çok daha kesin bir şekilde tanımlanan sınır
ları açıklığa kavuşturmak için kısa bir ara verebiliriz9
Bachelard, aralarında Le nou vel esprit scientifique (1934, İngilizce ter
cümesi, 1984) ve La philosophie du non (1940, İngilizce tercümesi, 1964)
eserlerinin de bulunduğu bir dizi kitapta, tarihselciliğin bilim tarihi açısın
dan önemini kavrayan ilk düşünür olarak öne çıkar. Bachelard, tarihin
kuramsal nesnesinin ve bilim felsefesinin, tarihsel açıdan belirleyici bir üre
tim ilişkileri dizisi olduğunu keşfetmiş ve bilimsel pratiğin özerkliğine saygı
duymak gibi bir filozoftan beklenmeyecek bir adım atmışhr. Kuhn onun
kavrayışlarının bir kıs mını yeniden keşfetmeden önce, Barchelard her bir
özgül bilimin, tarihin her bir anında kendi hakikat normlarını ürettiğini ve
böylelikle bilim felsefesini -kendi ifadesiyle- "felsefecilerin felsefesine"
bağlayan rasyonalist zincirleri çözdüğü önermesini ortaya attı.
Bachelard, mutlak Hakikat kategorisini geçersiz kılarak, felsefeyi bilim
lerin hakikatini bildirme hakkından mahrum bırakh ve felsefenin bunun
yerine felsefecilerin Hakikati hakkındaki gerçeği söylemelerini önerdi. Bu
daha küçük gerçek, bilgi kuramını içermesi açısından felsefeyi belirleyen
asıl ögenin, felsefenin bilimin gerçek üretimine bağlı olduğu gerçeğiydi.
191
Bachelard, bilimsel söylemin içsel özerkliği, onun kuramsal yapısını ya
da sorunsalını oluşturan kavramların birbirine bağlılığı ve kuramsal üre
time yönelik kendi içsel yapılarına sahip bir bilim tarihinin gerekliliği
üzerinde ısrarla durdu. Bilimde yaşanan ilerleme ve yenilikler, ne doğrusal
bir evrimin ne de olgusal bilginin tarihsel birikiminin sonucudur. Bu iler
leme ve yeniliklere daha çok mevcut kavramsal çerçevelerin kapsamlı
dönüşümü, daha önceki kavramsallaşbrmaların reddedildiği, yerlerine
başka kavramların getirildiği ya da yeni kuramsal yapılar aracılığıyla
yeniden formüle edildiği devrimci dönüşümler aracılığıyla ulaşılır.
Bachelard, tarihsel epistemolojiyi ve bilim pratiği kavramının bir üretim
olduğunu savunan bilgi ve epistemoloji felsefelerini reddetti. Ona göre
bilim pratiği filozofların felsefesinden ayrı tutulmalıydı; çünkü filozofların
felsefesi, bilimsel söylemi işgal ederek bilimsel düşünceye yönelik "episte
molojik engeller" haline gelen, idealizmden deneyselciliğe kadar çeşitlilik
gösteren, bilimsel olmayan bir imge ve düşünce deposu oluşturur.
Bachelard, uygun olan tek bilim felsefesinin, olumsuzlamanın felsefesi, bili
min tarihsel yorumlarından mutlak bilgiler oluşturmaya çalışan filozofların
felsefesinin reddi olduğu hükmüne varır.
Bachelard' ın epistemolojisinin tarihsel olması gibi, Canguilhem tarafın
dan uygulanan bilim tarihi de epistemolojiktir. Canguilhem, Normal ve
Patholojik (1943, İngilizce tercümesi, 1978) ve La forma tion du concept de
reflexe a ux XVIIe et XVIIIe siecles (1955) gibi eserlerde, tarihsel epistemolo
jnin, tarihsel açıdan özgül bilimsel pratiklerin bilimsel çalışmasına yeni bir
bütünlük anlayışı dayatbğı gerçeğini kavramıştır. Canguilhem' e göre, epis
temoloji arbk biçimsel kesinlik garantileri için gerçekleştirilen felsefi bir
araşbrma olarak anlaşılamaz; daha çok, bilim adamlarının gerçek pratiği
tarafından ortaya çıkarılan ya da göz ardı edilen, çözüme kavuşturulan ya
da çözümsüz bırakılan sorunların devreden çıkarılmasına -keşfedilip
çözümlenmesine- bağlıdır. Canguilhem, bilim adamlarının gerçek pratiği
görece bir özerkliğe sahip olsa da, doğruluğu kanıtlanmış bir düşünsel alan
da varolmaz; bunun yerine, tarihsel açıdan özgül bir "kültürel arka plan"
içerisinde yazılır. Bu nedenle bilginin gelişimi kesintili bir süreç olsa da, asla
tesadüfi değildir.
Canguilhem'in biyoloji bilimlerinin tarihine ilişkin eseri, tarihsel "olay
ların" gerçek yönlerini açığa çıkaran ve tarihsel gerekliliği vurgulayan bir
dizi örnekle doludur. Bu görevi başarabilmek için, bilimlerin kuramsal nes-
1 92
nesının özgüllüğünü ortaya çıkarmak ve bilimsel sorunların tarihsel
kavramını formüle etmek gerekir. örneğin, refleks hareketi kavramının tari
hine yönelik bilgiler, kas hareketi ve sinir faaliyetlerine yönelik bir kuramın
ne gibi düşünceler içermesi gerektiğini sorarak ulaşılabilir. Canguilhem'ın
kavram sorununu bu şekilde ortaya atması, ona refleks hareketinin
Kartezyen sorunsalın yapısında düşünülemez olduğunu göstererek, bu
kavrama atfedilen geleneksel yapıyı, yani Descartes'ın mekanik fizyolojisini
geçersiz kılma imkam sağlar. Canguilhem, kavramın ancak, yaşamın özgül
lüğünü bütünsel bir üslupla kavrayarak ve yaşamı ışığa benzeterek, sinir ve
kasların hareketini merkezden çevreye ve ardından yeniden başlangıç nok
tasına hareket eden bir içtepkinin yansıması gibi düşünmeyi olanaklı kılan
Thomas Willis'in dirimselci kuramı ile anlaşılabileceğini gösterir.
Canguilhem bu örnekle iki metodolojik ilke saptar: birincisi, kavramların
tarihi, tarihsel sorunsallar ve bu sorunsalların ortaya koyup çözüme kavuş
turduğu sorunlar açısından incelenmelidir; ikincisi, bilimin sorunları ortaya
koymasını ve çözüme kavuşturmasını sağlayan kuramsal ve pratik motifler,
bilimsel pratiğin yeterli bir tarihsel açıklamasının bir parçası olarak tanıtlan
malıdır. Canguilhem' e göre, bilim bir mücadele ya da anlaşmazlığın biçimi
ni alır ve tarihçinin işlevi, bu sürecin aşamalarını çözümlemektir- ölçütünün
şimdiki zamanın Hakikati olduğu bir denge oluşturmak değil, topolojinin
geçirdiği ani değişikliği, bu tarihi oluşturan tarihsel konjonktürlere rasyonel
bir açıklama getirmektir.
Bu kısa açıklamalar bile, Lecourt' un " gerçekten hesaplanamaz kuramsal
bir borç" olarak adlandırdığı, Althusser'in Kapital okumasını borçlu olduğu
Bachelard ve Canguilhem' in tarihsel epistemolojisini açıklamak için yeter
lidir. Althusser' in kendisi bile bu borcu "hesaplanamaz" olarak nitelendirir
(Althusser ve Balibar 1970, 323). Buna karşın, Althusser belli belirsiz, çalış
masının "bazı yönleriyle" Bachelard ve Canguilhem'in düşüncelerinin "öte
sine geçtiğinde" ısrar eder. Bunu kesin bir dille ifade etmese de, Althusser'in
bahsini ettiği "bazı yönlerin," bilimsel pratiği temellendirdiği tarihsel
materyalist çerçeve olduğu yeterince açıktır. Althusser'e göre, durum
Marksizmin kendi anlayışını zenginleştirmek ve kavramlarının bir kısmını
tahsis etmek için bilim tarihinin bakış açısından epistemolojiye kaymasın
dan ibaret değildir; aynı zamanda tarihsel epistemolojiyi ve bilim tarihini
genel tarih bilimi içerisinde bölgesel bir alana yerleştirmek söz konusudur.
Tarihsel materyalist sorunsal nedeniyle, Althusser'in Bachelard ve
1 93
Canguilhem' e olan borcu kritik bir doğaya sahiptir ve bu açıdan Marx' ın
Smith ve Ricardo'ya olan bağlılığı ile benzerlikler taşır. Marx nasıl İngiliz
ekonomisini cevaplayamadığı ya da sormadığı sorular açısından inceleye
bildiyse, Althusser' de Fransız tarihsel epitemolojisini kendi anlayışının
sınırlarının ötesine iter. Tarih biliminden, özellikle de toplumsal bir unsur
olarak ideoloji anlayışından yoksun olan Bacheloard ve Canguilhem, bilim
sel pratiğin toplumsal doğasına yönelik yeterli bir anlayış geliştiremez.
Bachelard, "nesnel bilginin psikoanalizi" olarak adlandırdığı kendi felse
fi pratiğinden yararlanarak ve bilimsel hayalgücünü insan ruhunun " doğal
eğilimlerinden" -bu eğilimler arasında şiirsel düşlem ve doğrudan deneyi
min "sağduyusu" da yer alır- biri olarak tanımlayarak, bilimi psikolojide
temellendirme girişiminde bulunur. Canguilhem, dirimselciliğe yönelik
kusursuz tarihsel araşhrmalarını, yaşam bilimlerini bir "yaşam felsefesi"
içerisinde temellendirmek için, biyolojiyle ilgili felsefi bir düşünsel konum
olarak kullanır. Bu yaşam felsefesi, kendisini DNA'nın bilimsel keşfinde
gösteren, "yaşam kavramı" ile "yaşamın kendisinin" özcü ve erekselci "bir
liğidir." Althusser, toplumsl yapılarının belirlenimine ilişkin bu gibi psikolo
jik ve biyolojik açıklamaları reddederek, bilim ve felsefeye yönelik kendi
kavramlarının, Bachelord ya da Canguilhem'in kavramsal anlayışlarına
indirgenemeyeceğini, aynı kuramsal nesneleri ifade etmediklerini ya da tam
olarak aynı işleve sahip olmadıkl arını ikna edici bir şekilde tanıtlar. Ben
Brewster' ın (1971) son derece doğru bir şekilde gösterdiği gibi, artı değer
kavramı Ricardo'nun politik ekonomisine ne kadar uzaksa, Althusser'in
ideoloji kavramı da Bachelard' ın bilim felsefesine o kadar uzaktır.
Althusser'in felsefe kavramını 1967 yılında yeniden formüle etmesinden
kısa süre sonra, Canguilhem'in ideoloji kavramını kendi konuşmalarında
sunmaya başlamış olması (bkz. Canguilhem 1988) dikkate değerdir.
Althusser, Bachelard ve Canguilhem' i ne "burjuva" filozofları olarak gör
erek reddeder, ne de Marx' ın sorunsalının yerine onların sorunsalını koyar;
daha çok, eserlerini realist ve materyalist bir bakış açısıyla okuyarak, tarih
sel materyalizmin üslup zenginliğini artıran kavramları kabul eder ve uygu
larken, bu ölçütleri yerine getirmeyen kavramları reddeder.
Tarihselciliğin ötesinde: Bilimsel Pratiğin Görece Özerkliği
Althusser'in epistemolojik rölativizmi, bilimsel bilginin geçişse! doğası
üzerinde ısrar etse de, tarihselciliğin bir biçimi değildir. Bilimsel pratiğin,
içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik bağlamın basit bir yansımasına,
1 94
kuramsal nesnesinin tarihsel bir yanılsama olduğu ve bilgilerinin sadece
onları üreten özgül tarihsel konjonktür için geçerliliğe sahip olduğu bir
"üstyapıya" indirgenmesini ifade etmez. Marx İçin ve Kapital'i Okumak
eserlerinin hakim temalarından biri, bilimsel pratiğin, etkilerine varoluş
koşullarına nazaran daha belirgin bir özerklik tanıyan özgül etkinlikleridir:
11
Bilim artık, üstyapılar" kategorisinde dilden daha fazla yer ala
maz . . . Bir bilimi üstyapı yapmak, onu aynı tarihe sahip oldukları
yapıyla bu kadar yakın bir "blok" oluşturan "organik" ideolojiler
den biri olarak düşünmektir! ... Bilim ise, bir ideolojiden doğabilir,
kendisini bir bilim olarak oluşturabilmek için kendisini ideolojinin
alanından koparabilir, fakat" bir araya gelerek tek bir tarihin ortak
kaderinden yeni bir tarihsel varoluş formu ve zamansallığı, yapı ve
üstyapıyı birleştiren " tarihsel bloku" başlatan da tam olarak bu
kopmadır (Althusser ve Balibar 1970, 133).
1 95
varoluş koşullan arasındaki ilişkiyi değil, kendileri ile varoluş koşullan
arasındaki ilişkiyi nasıl yaşadıklarını ifade ederler" (Althusser 1969, 233).
Althusser' e göre ideoloji, hem gerçek bir ilişkiyi, hem de 'hayali,' ' dene
yimlenen' bir ilişkiyi, toplumsal özneler ile ' dünylan' arasındaki ilişkinin
dışavurumunu, yani toplumsal özneler ile onların gerçek varoluş koşullan
arasındaki ilişkinin (üstbelirlenen) birliğini" varsayar (Althusser 1969, 233-
34) . Bilim, bilimsel söylemi özne-merkezli deneyim ve çıkarlardan uzak
laşhran biçimlendirme eşiklerini aşarak, kendisini ideolojik kökenlerinden
ayırır. Althusser' e göre, ideolojik pratik ile bilimsel pratik arasındaki temel
fark, bilimsel pratiğin açıkça ifade edilen ya da revizyona açık kurallar
çerçevesinde gerçekleştirilmesidir. Bu önermelerin toplumsal gerçeklerle
ilgili olduğu ve herhangi bir bilimin mutlak hakikat değerine ilişkin hiçbir
iddiada bulunmadığı anlaşıldıktan sonra, Althusser' in Kapital'i Okumak
eserinde dile getirdiği, bilimsel kavramların üretim biçimi ve bu üretim biçi
minin görece özerkliğine yönelik aşağıdaki iddiasını reddetmek için hiçbir
sebep kalmaz:
1 96
ayrımsal doğasına karşın, Althusser, verili bir söylemsel pratik içerisindeki
bilimsel ve ideolojik fonksiyonlar arasında bir karışıklık olamayacağında ya
da hangi fonksiyonun daha hakim olduğu konusunda hataya düşmenin
olanaksız olduğunda ısrar eder. İdeolojik söylem her şeyden önce, insan
ların toplumsal aracılar olarak varolabilmek mevcut dünyayı tanımlama ve
ya içselleştirme biçimlerini ifade eden, özne-merkezli bir söylemdir. İdeoloji,
kişisel çıkarlar ve grup çıkarl anrun baskın olduğu bir alandır. Tam tersine
bilimsel söylem, ideolojik etkilere sahip olabilir, fakat öncelikli özelliği,
kişisel çıkarlara ve grup çıkarlarına kayıtsızlığıdır. İdeolojiden farklı olarak
bilim, öncelikli amacı doğal ve toplumsal dünyaları oluşturan mekaniz
maların bilgisine ulaşmak olan görece olarak nesne-merkezli bir alandır.
Bilim, daha üst düzey bir söylem, Althusser'in, ideolojiye ilişkin süreksiz
liğini, Bachelard'ın epistemolojik kopma kavramı aracılığıyla ifade ettiği bir
üstdildir. Epistemolojik bir kopma aynı zamanda, özgül düşüncelerin tüm
referans sisteminin ve yeni bir " bilimsel" sorunsal oluşturulmasının reddini
gerektirir. Yeni bir bilimin ortaya çıkışının negatif momenti, "hatalı" [ideolo
ji/ yanlış] olduğu varsayılan, bilişsel iddialarına güvenilmemesi gereken bir
söylemin geriye dönük "yarahmıdır." Başka bir deyişle, ideoloji/ yanlış,
ancak bir bilimin bakış açısından görünür hale gelebilir: " İdeoloji
[ideoloji/ yanlış] asla 'Ben ideolojiyim' demez. 'Ben ideolojinin içerisinde
yim' diyebilmek için -örneğin bilimsel bilginin-, ideolojinin dışında olmak
gerekir . . . İdeolojinin (kendinden) dışarısı yoktur, fakat aynı zamanda (bilim
için) dışarısı olmaktan başka bir şey değildir" (Althusser 1971, 175).
Dolayısıyla Althusser, yeni bir bilimin ortaya çıkışının pozitif momentinin,
yeni bir kavramsal çerçeve ya da sorunsal aracılığıyla oluşturulan ya da
" görünür kılınan" yeni bir nedensel mekanizma ve yeni bir "kuramsal
nesnedir."
Bir bilimin özgül etkinliğini, sorunsalının doğası belirler. Aynı sorunsal
aynı zamanda bilimin içinden çıktığı ideoloji alanından özerkliğini de oluş
turur. Bilimsel pratik tarihsel açıdan özgül olduğu için, Althusser, bir bili
min sorunsalının onun vizyonuna indirgenemez bir sınır oluşturduğunu
ısrarla vurgular: " [Bir bilim] topolojisi üzerinde ancak belli bir kuramsal
yapı çerçevesinde sorunlar ortaya atabilir. Bu kuramsal yapı, mutlak ve
kesin varoluş koşulunu ve dolayısıyla bilimin herhangi bir anında tüm
•
1 97
özgül bir nesneye ilişkin belli bir bağlam içerisinde sorunları ortaya koya
bilmek ve kuramsal araçlar vasıtasıyla çözüme kavuşturabilmek de bilimin
temel karakteristiğidir. Althusser' e göre, bilim sorun değil çözüm ortaya
koyar. önceden bilinen bir çözüm temelinde oluşan, cevabının bir yansı
masından ibaret olan sorunlar ortaya koyar. Dolayısıyla, ideolojik pratik bir
bilgiyi, bir kavrayış fenomenine indirger: "Bir problemin [ideolojik] for
mülasyonu, ekstra-teorik durum ve gereklilikler tarafından ortaya abldığı
için bilgi sürecinin dışında üretilen bir çözümün, hem kuramsal bir ayna
hem de pratik bir haklı çıkma vasıtası görevi görmek üzere üretilen yapay
bir sorun içerisinde kendisini kavramasına olanak sağlayan, koşullann
teorik dışa vurumundan ibarettir" (Althusser ve Balibar 1970, 52) .
Althusser' e göre, bilimler bilgiler üretir, fakat bilgiler kendilerini masum
bir şekilde sunmazlar; bu süreç ya da üretim biçimi, bilim tarihinin nesne
sidir. Bilim pratiğine yönelik genel anlayış, Marx İçin' de Althusser tarafın
dan, şematik olarak Genellikler I, il ve III şeklinde tasarlanan, formülizas
yon ya da " genellemenin" eşikleri açısından tamml anmışb. Althusser 1. tip
Genellikten, kavramları, gerçekleri, gözlemleri ve teorik pratiğin "hammad
desini" oluşturan her şeyi anlar. il. tip Genellikler, yeni bilgiler olan III. tip
Genellikleri üretebilmek için bu hammadde üzerinde gerçekleştirilen teorik
işlemler aracılığıyla sorunsalı belirler. il. ve III. tip Genellikler arbk yeterince
açık hale gelmiş olmalıdır; durum ne olursa olsun, kavramlar olarak değer
leri, Althusser'in erken dönem eserlerindeki kuramsalcı eğilimleri daha son
raki çalışmalannda yadsımasından etkilenmez. Diğer yandan, Althusser' in
1. tip Genellikler için ortaya koyduğu öz-eleştiriler o kadar belirgin değildir.
Althusser' in bu "hammaddeye" ilişkin görüşleri belirsizliğini korusa da, en
azından iki noktayı kesin olarak vurgular: birincisi, I. tip Genellikler nes
neldir, varoluşsal olarak reel toplumsal fenomenlerdir; ikincisi, "halihazırda
işlenmiş" materyallerdir: yani, her zaman, belli bir ölçüde, bir önceki teorik
pratiğin ürünleridir. Bilimsel pratiğin hammaddesinin gerçek olması her
zaman geçerli bir durum olsa da, bilimsel pratik, yeni materyalinin gönder
mede bulunduğu reel üzerinde bir etkisi olmaz.
Bilgi, bilimsel pratiği oluşturan kopmadan sonra, Althusser'in süreksiz
değişimler ve sıçramalar açısından karakterize ettiği bir içsel süreç vasıtasıy
la gelişir. Örneğin, Yapısal Marksist söylemin aynmsal doğasının, sorun
salının her bir düzeyi içerisindeki bilgiyi derinleştirmek ve yeni ve diğer
lerinden farklı düzeyler oluşturarak bilgiyi geliştirme işlemini nasıl gerçek-
198
leştiğini görmüştük. Herhangi bir sorunsal düzey içerisindeki bilgi, başka
bir düzeyi düzeltse de, bu işlemi diğer bütün düzeyler üzerinde gerçek
leştirmesi gerekmez. Althusser, bilimsel söylemin gelişme sürecini bu
bağlam içerisine yerleştirerek, bilginin bir yandan değişirken (süreksizlik)
diğer yandan geliştiği (süreklilik) yönündeki aksi taktirde kabul edilemez
olacak bir gerçeği başarılı bir şekilde açıklar. Başka bir ifadeyle, bilgi üretimi
süreci arhk düzensiz gelişmenin karşıtlıklarına diğer toplumsl pratiklerden
daha fazla bağışık değildir. Birincisi, ayrımsal doğası göz önünde tutulursa,
hiçbir bilim, aralarında indirgenemez farklılıklar bulunan açıklama düzey
leri arasında ortaya çıkan gerilimleri hiçbir şekilde ortadan kaldıramaz.
İkincisi, bir bilim geliştikçe, bilginin yanı sıra kuraldışı durumlar ve
karşıtlıklar da biriktirir. Bu kuraldışı durumlar ve karşıtlıklar içsel olarak
çözüme kavuşturulabilirse de, her zaman böyle bir durum söz konusu
olmaz; durumun bu olmadığı, kuraldışı durumlar ve karşıtlıkların çok fazla
yıkıcı hale geldiği yerde ortaya çıkan sonuç, yeni bir epistemolojik kopma
olabilir.
Althusser'in teorik üretim biçimi kavramı, basitliğine karşın, ya da tam
olarak basitliği dolayısıyla, bilimin hem tarihsel temelini hem de görece
özerkliğini, Marx İçin ve Kapital' i Okumak eserlerinde ortaya athğı episte
molojik mutlakçılık iddialarından bağımsız bir şekilde açıklayabilir. İdeoloji
basit bir şekilde kuramsal bir girdi ya da bilimin hammaddesi değildir; aynı
zamanda bilimsel pratik için gerekli bir varoluş koşuludur. Bilim, kendisini
kuşatan ideolojik alana sürekli bir karşıtlık oluşturduğu sürece, bilimin
görece özerkliği, içinde yüzdüğü ideoloji havuzuna kesin olarak bağlıdır.
Bilimin nesnelliğini, sorunsalı oluşturur; fakat bir sorunsal her zaman ide
olojik ve politik bir konjonktür içerisinde işler ve bu alanı asla aşamaz.
Bilim, sorunsalının sınırlarının daima bir şekilde gerisinde ya da uzağın
dadır ve bu sınırları, kendi pratiğinin tanımladığı anlam dışında asla
kavrayamaz. Bu belirsizliğin bir sonucu olarak, bir bilim ön tarihini daima
reddetmelidir. Althusser ısrarla vurgular: "Geçerliliği kabul edilmiş her
bilim, sadece idelojiden doğmamıştır, aynı zamanda hata olduğunu
düşündüğü şeyi reddederek, bunu yapmaya durmadan devam eder (ön ta
rihi her zaman çağdaş, bilimin bir tür alter-egosu olarak kalır.) Althusser
1976, 113) . Bilim ancak ideoloji içerisinde ve ideoloji aracılığıyla varola
bildiği için, bir bilim "genel olarak ideolojiden" asla tam ve geri dönülemez
bir şekilde kopamaz; daha çok, her bilim, özgül bir ideoloji ya da
1 99
ideoloji/ yanlıştan eksik ve sürekli bir şekilde kopar. Sonuç olarak, bilim tari
hi, kendisini bilim ve ideoloji arasındaki süregelen epistemolojik kopmalar
ve süregelen mücadeleler şeklinde gösteren, teorik ve maddi mücadelelerin
tarihinden ibarettir.
Bu erken dönem eserler, bilimin ideoloji açısından etkinliğini vurgula
maları açısından fazlasıyla iyimser gözüküyorsa, Althusser'in 196 7 yılından
sonraki eserlerinde ideolojinin bilim üzerindeki etkinliğine ilişkin vurgusu,
daha kötümser bir görüş olarak dikkat çekmektedir. İdeolojinin bilimsel
pratiğe olan müdahalesi kaçınılmazdır, diye düşünür Althusser, çünkü
bilim kuramsal pratiği tarafından oluşturulsa da, bilimsel pratik toplumsal
aracılar olarak oluşturulan ve içinde bulundukları kurum ve ilişkilerin
toplumsal açıdan belirleyici aygıtları içerisinde hareket eden insanlar
tarafından gerçekleştirilir. Althusser, Felsefe ve Bilimadamlannın Ken-dil
iğinden Felsefesi eserinde, ideolojinin, kuramsal pratiği, bilimsel pratiğin
aracısı olan bilim adamları vasıtasıyla işgal ettiğini ve bu işgalin Truva
atının felsefe, Althusser'in ifadesiyle bilim adamlarının "kendiliğinden
felsefesi" olduğunu öne sürer.
Althusser'in kendiliğinden felsefe ifadesinden anladığı, bilim adam
larının "dünya görüşünden" daha belirgin bir şeydir; Althusser'in özellikle
vurguladığı, bilim felsefesidir. Althusser' e göre, bilim adamlarının kendil
iğinden felsefesi iki unsura sahiptir: Althusser'in "bilimlerarası" olarak
adlandırdığı birincisi, bilim adamlarının bilimsel pratikleriyle ilgili sahip
oldukları deneyime dayanır; "ekstra-bilimsel" olan ikinci unsur, bilimsel
pratiğin dışından, felsefeden, dinden, politikadan vs. kaynaklanır.
Althusser, birinci unsur (bilgisinin gerçekliğini her zaman onayladığı için)
her zaman materyalistken, ikinci unsurun, verili bir bilimin bilgi etkilerini
ne ölçüde savunduğuna ya da bu etkilere ne ölçüde saldırdığına bağlı olarak
materyalist ya da idealist olabileceğini düşünür. Althusser'in, Bilimadam
larının Kendiliğinden Felsefesi eserinde, "ekstra-bilimselin" "bilimler-arası"
unsur üzerindeki hakimiyeti vurgulayarak, Marx İçin ve Kapital'i Okumak
eserlerinde vurguladığı bilgi sürecinin iç saflığını kesin bir yargıyla değer
lendirmesi önemlidir. Althusser, bilim adamlarının ideolojik mizacı içeri
sinde toplumsal olanın kuramsal üzerindeki önceliğini öne sürerek, ideoloji
ve felsefenin, bilgi etkilerinin üretimini (ve alımlanmasını) çarpıtma, hatta
bozma gücünü kabul eder. Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde " teo
rik pratiğin Teorisi," kişilerüstü ve nesnel olarak düşünülen felsefe, Althus-
200
ser' in daha sonraki eserlerinde, diğer şeyler bir yana, bilimin kendisinin
tehlikede olduğu teorik ve ideolojik bir savaş alanı olarak ortaya çıkar.
Althusser' e göre, bilim ve politik bir araya gelerek, tüm felsefi pratiklerin
anlaşılabilirlik ölçütlerinin yanı sıra varoluş koşullarını tanımlar. Buna
201
karşın, felsefe ikisine de indirgenemez; aslında politika ve teori üzerinde
kendi etkisini uygular. Felsefe, " soyutlaması, rasyonalitesi ve sistemi
nedeniyle . . . teorinin alanı 'içerisindedir,' fakat bir bilim değildir" (Althusser
1976, 37) . Felsefenin bilgi üretiminde bir rolü yoktur, fakat "bilimlerle ilişki
si dışında varolamz" (Althusser 1990, 109) . Althusser, Lenin'in bir ifadesin
den yararlanarak, felsefenin işlevini bilim ve ideoloji arasında bir "sınır
çizgisi" oluşturmak, Althusser'in sözleriyle eleştirel ayrımlar oluşturmak
olarak açıklar: "yani" düşünceleri 'tasnif eder' ya da birbirinden ayırır, hatta
bu ayrımı ve gerekliliğini görünür hale getirtmek için uygun fikirleri düzen
ler" (Althusser 1990, 75) . Felsefe, yeni bir şey yaratmak için bilimin ve
"teorik ideolojilerin" alanına müdahale eder- Althusser'e göre, teorik ide
olojiler "son tahlilde . . . teori içerisinde dönüştürülmüş pratik ideolojinin
biçimleridir." Bu yeni şey, "bilimsel" ve " ideolojik" arasındaki ayrım, teorik
bilimsel dilde ifade edi-len, politik-ideolojik değerlerin nüfuz ettiği felsefi
e pistemo loj i k ay rımd ır.
202
değildir . . . 'Bilimsel' ve 'ideolojik,' felsefi kategorilerdir ve oluştur
dukları karşıtsal çift, felsefe aracılığıyla açığa çıkarılır. . . Felsefi
müdahalenin sonucu, bilimsel ve ideolojik olanı onları birbirinden
ayırarak su yüzüne çıkaran sınır çizgisi, bütünüyle felsefidir.
(Althusser 1990, 106-7).
203
Kuşkusuz yeni felsefi kategoriler ortaya çıkar, fakat Althusser' e göre bunlar,
idealizm ve materyalizm arasındaki bitmek tükenmek bilmez karşıtlığı işle
menin yeni yollarından ibarettir.
204
pratik oldukları için kanıtlanabilir nitelikte değildir ve doğruluk değerinden
yoksundur" (O'Hagan 1981, 244) .
Felsefi söylem bilim ve ideolojinin somut etkilerine bağlı olduğu için,
Althusser felsefi söylemin bilimsel anlamda hiçbir zaman gerçek/yanlış,
yeterli/yetersiz kategorilerinde değerlendirilemeyeceğini, fakat pragmatik
anlamda " gerçek ya da yanlış" kategorilerinde değerlendirebileceğini ısrar
la savunur. "Doğru kelimesi neyi ifade eder?" diye sorar Althusser retorik
bir üslupla. " Başlangıç niteliğine bir fikir vermek adına: ' gerçek' her şeyden
önce teoriye ilişkinliği ifade ederken, 'doğru' pratiğe ilişkinliği ifade eder"
(Althusser 1990, 75) . Althusser'e göre felsefe daima pratik sorularla ilgilenir:
düşünce ve politikada kendimizi nasıl konumlandırırız? Ne yapılması
gerekir? Fakat felsefe ne karşılıksız bir işlem, ne de spekülatif bir etkinliktir.
"Felsefenin son tahlilde belirleyici görevi, ideoloji içerisindeki sınıf mücade
lesinin gerekliliği, başka bir ifadeyle, temel hegemonya sorunu, hakim ide
olojinin oluşumu dışında anlaşılamaz" (Althusser 1990, 258) . Felsefe, bilim
ve diğer söylemleri, "kendi hegemonyası altına almak için bozup yeniden
oluşturur- bu işlem felsefenin tüm etkinliğine büyük bir önem yükler.
Felsefe, nesnelerini bu düzene sokabilmek için, onlara hakim olmak zorun
dadır. Bu gereklilik felsefeyi, onlar üzerinde bir güce sahip olmaya zorlar"
(Althusser 1990, 252). Felsefe, hakim ideolojinin birleşmesini kolaylaştırmak
ve bu hakim ideolojinin Hakikat olarak kabul edilmesini garanti altına
almak için, bilimsel pratiği kendi Hakikatinin "sistematik birliği" içerisinde
kabul eder.
205
çok, bilim adamlarının bu krizlere verdiği kendiliğinden felsefi tepkilerdir.
" Bir krizde," diye belirtir Althusser alaycı bir şekilde, " bilginlerin kendi
lerinin felsefe 'imal etmeye' başlayabileceklerini keşfederiz. Her bilginin
içinde bir filozof yatar" (Althusser 1990, 111) . Bilimadamlarırun kendiliğin
den felsefesi, hem idealist hem de materyalist öğelere sahip olduğu için,
belli bir krize, Althusser'in bilim adamlarının bilimsel pratiği ekstra-bilim
sel, ahlakçı bir bakış açısıyla değerlendirebilmek için bilimin " dışına çıkbğı"
bir " şartlı teslim" adını verdiği tepkiler de dahil çok çeşitli tepkiler veril
mesini tetikleyebilir.
örneğin fizik biliminin yaşadığı krizde, bilim adamları hem bilimsel bil
ginin geçerliliğine hem de maddenin varlığına olan inançlarını terk etti.
Althusser bu gibi idealist tepkileri geriye yönelik olarak görerek eleştirir,
fakat bunu felsefenin pratik bir amaç ya da ideolojinin çıkarına felsefeyi
" sömürmesinin" belirtisi olarak görür.
206
nesne kavramından, maddi bir varoluşa sahip harici bir nesneyi, teoriden,
nesnel bir bilimsel bilgi ya da kuramı; yöntemden, bilimsel yöntemi anlar
(Althusser 1990, 135). Materyalizm, deneyimin öznelliğini gerçekliğin nes
nelliğinden önce tutmaya çalışan idealist eğilime karşı kendisini savun
malıdır. Kant'tan empirik eleştiriye kadar tüm felsefi modernizmin içinde
gizlenen idealizm tehdidi son olarak, öznel deneyimi, ontolojik realizmin
materyalist ilkesine olan bağlılığından kurtaran postmodem hamlede
görülür. Bunun sonucu, ontolojik realizmdir: nesne/ teori/yöntemden olu
şan materyalist birliğin yerine, deney/ model/ tekniklerden oluşan idealist
birliğin getirilmesidir. "Deneyim (bu kavramın deney kavramından son
derece farklı olduğuna dikkat edin) en yüksek konuma yerleştirildiğinde ve
teori yerine modellerden söz edildiğinde, karşı karşıya olduğumuz, basit bir
şekilde iki kelimenin değiştirilmesi değildir: bir anlam kaymasına sebep
olunur, daha doğru bir ifadeyle, bir anlam diğerini gizler ve ilk, materyalist
anlam, ikinci, idealist anlamın altında kaybolur" (Althusser 1990, 135) .
Althusser' e göre, felsefede materyalizm, bilimin ilerlemesini her zaman
kolaylaştırır. Marx örneğinde gördüğümüz gibi, felsefede materyalis-y
konum, yeni bir bilimin- bilim içerisinde değil, ideoloji ve felsefe içerisinde
yeni bir krize zemin hazırlayan epistemolojik bir kopmanın -ortaya çık
masının önkoşuludur. Althusser, bilimin geçirdiği sözde krizleri gerçek kriz
ler ofarak görmez. örneğin, fizik biliminin maddenin "ortadan kalkması" ile
geçirdiği "krize, fizik biliminin bir kriz değil, gelişme sürecinde olduğunda
ısrar ederek cevap verir. "Madde 'ortadan kalkmamıştır," maddeye yönelik
bilimsel anlayışın içeriği değişmiştir ve bilgi süreci nesnesi açısından sonsuz
olduğu için gelecekte de değişmeye devam edecektir" (Althusser 1971, 49-
50) . Althusser, sorunun fizik biliminde (madde anlayışı) değil, felsefede
(madde kategorisi) olduğunda ısrar eder: "Felsefi madde kategorisi ile buna
yönelik bilimsel anlayış arasındaki farkı ayırd etmek mutlak surette gerek
lidir . . . Materyalistlerin, felsefi kategorileri, sanki onlara dair kavramlar
hatalı bir özdeşleşdirmenin sonucunda ortaya çıkmış gibi bilimlerin nes
nelerine uygulaması farklı bir şeydir" (Althusser 1971, 50) .
207
idealist felsefe dışında böyle bir şeyin olduğunu savunan düşünce sistemi
yoktur ve biz bununla ilgili nasıl bir çıkarım yapılması gerektiğini biliyoruz)
yokluğunda, sunacağımız argümanlar vardır. Bu argümanlar (bilime suna
bileceğimiz hizmetlerin karşılaşhrılması aracılığıyla yargılanabilir olmaları
açısından) hem pratik, (ideoloji ve ideolojik mücadelenin felsefe üzerindeki
etkinliklerinin bilgisi aracılığıyla ulaşılan ideoloji ve ideolojik mücadelenin
mekanizmalarının bilgisi vasıtasıyla, ideolojinin felsefe üzerindeki kaçınıl
maz etkilerinin eleştirel bir şekilde incelenmesi açısından) hem de teoriktir.
208
olanın bilinmesini sağlayan mekanizmalar nelerdir?' gibi üretim yönelik ta
rihsel sorulan öne çıkarır. " Bilgi, kendi temellük biçimleri aracılığıyla gerçek
dünya ile ilgilenir: bu da, bu fonksiyonun nasıl işlediği ve dolayıyla onu
kesinleştiren mekanizma ile ilgilenir: gerçek dünyanın bilgi, yani bütünüyle
düşüncede gerçekleşmesine karşın, ya da daha çok bütünüyle düşüncede
gerçekleşmesinden dolayı gerçek dünyanın kavranmasını sağlayan bilgi
üretim süreci tarafından temellük edilmesini sağlayan fonksiyon" (Alt-huss
er ve Balibar 1970, 54) . Gördüğümüz gibi felsefe, bilimsel bilginin geçerlili
ğini kanıtlayamaz (ya da çürütemez); daha çok, bu geçerliliğe yönelik konu
munu ortaya koyar. Felsefede tarihsel materyalizmi bir bilim ve bilimsel kat
egori olarak savunmak, Althusser' i ontolojik realizm ve epistemolojik röla
tivizmi biraraya getiren bir düşünsel tutum benimsemeye zorlar. Bu
düşünsel konumdan, tarihsel materyalizmi geçersiz kılmaya çalışan ve ide
olojilerin açıklayıcı gücünü savunmaya çalışan ideoloji/ yanlışları eleştirir.
Althusser, dünyanın bilgi süreci tarafınan temellük edilen ontolojik bir
gerçekliğe sahip olduğunu iddia ettiği için, epistemolojik mutlakçılığa baş
vurmaksızın, bilgi etkilerinin yeterliliğini rasyonel bir şekilde savunabilir.
Althusser, sorunu materyalist bir bakış açısından yorumlayarak -yani bil
ginin varolduğu önermesinden yola çıkarak- " garantiler" sorununun
tamamını, ekstra-teorik ya da ideolojik çıkarları daha fazla öne çıkarmak
için sadece gerçek bilginin söylemi dışında ortaya çıkan uydurma sorunlar
olarak görerek reddedebilir. Althusser' e göre bilgi üretimi, tarihsel olarak
(sorulabilecek farklı sorulara) açıktır, (aynı sorulara verilen farklı cevapların
nesnesi olan) bir sorunsal değildir. Bilgiyi sorunsal haline getiren, üretimi
değil, teorik olmasının yanında her zaman toplumsal ve ideolojik olan alım
lanmasıdır. Bilgiye yönelik garanti arayışı, daima ideolojik bir arayış, gerçek
koşulları, yani bilgi üretim tarihinin gerçek mekanizmasını, onları dini, etik
ve politik amaçların ('inancın,' 'ahlakın' ve 'özgürlüğün,' yani toplumsal
değerlerin korunması) nesnesi haline getirebilmek için gerekirse tahrif etme
ye çalışmak üzere ihtiyaç duyulan "mistik Özne ve Nesne" arayışıdır"
(Althusser ve Balibar 1970, 55) . Garanti arayışı, küçük felsefi karakterlerden
oluşan, bitmek bilmez bir ideolojik dramadır: bir yanda felsefi özne (bilincin
felsefileştirilmesi), bilimsel özne (bilincin bilinmesi) ve empirik Özne (bi
lincin algılanması); diğer yanda bu üç Özneyle karşıtlık oluşturan aşkın ya
da mutlak Nesne, bilimin saf ilkeleri ve algılamanın saf biçimleri"
(Althusser ve Balibar 1970, 55) . Bu dramanın işlevi (her bir etkinlikle birlik
te daha çok algılanabilir olmaktan çok daha az algılanabilir hale gelen) bi-
209
limsel pratiğe yönelik bilgi üretmek değil, bilgi üretiminin etrafını saran ide
olojik çemberi sürdürmektir. Althussser, böyle bir çemberin, "birbirinden
farklı tüm Özne ve Nesnelerin ilk kaynağı olan " İnsan kategorisi" ve Avrupa
kapitalizminin hakim ideolojisi olan bireyselciliğin felsefi dışavurumu
üzerinde odaklandığını ısrarla vurgular. Descartes'tan (özne-nesne sorunu)
Hume (nedensellik sorunu) ve modem analitik felsefeye kadar uzanan
ampirist geleneğin içinde gizlenen kuramsl hümanizm, bu geleneğin
Althusser'in felsefi bilim savunmasınde neden olumsuz bir referans noktası
oluşturduğunu açıklar.
210
Althusser' in geçişse! nedenselliğe yönelik eleştirisini ve bu görüşe bir
alternatif olarak ortaya koyduğu yapısal nedenselliği önceki bölümlerde ele
almışhk. Bu noktada Althusser'in toplumsal dünyayı, birbirine eklemlenen
fakat aynı zamanda üstbelirlenen yapısal ilişkiler açısından kavramsal
laşhrarak, toplumsal fenomenleri betimsel (olayların geçişse! düzeni açısın
dan) olarak değil, nedensel olarak (geçişse! olmayan mekanizma ve güçler
açısından) açıklayabildiğini hatırlamamız yeterlidir. Dolayısıyla, Althusser'
in nedensellik anlayışı, ampirizmin nedenselliği empirik değişmezlikler,
yani kapalı, deneysel olarak kontrol alhnda olan koşullar alhnda deneyim
lenen fiziksel olayların sabit bağlaçları açısından tanımlama girişimlerinin
yarattığı çelişkilerden kurtulur. Burada Althusserci ampirizm eleştirisinden
yararlandığım Roy Bhaskar (Bhaskar 1979, 5-17), ampirist felsefenin, insan
ların doğal yasaları yarathğıru iddia eden saçma bir görüş olduğunu göster
miştir: doğa yasaları olayların basit rastlanhsından ibaretse ve birtakım rast
lanhlar sadece kapalı koşullar alhnda gerçekleşiyorsa ve son olarak, bu
koşulları ancak bilimadamları yaratabiliyorsa, bilimadamlan doğa yasala
rını yaratabilir! Dahası, açık sistemlere -deneysel kontrollerin olanaksız
olduğu ve sabit rastlanhların geçerli olmadığı sistemlere- ilişkin olarak,
ampirist üşünce ya da nedensel belirsizliği ve bilimin açık sistemlere uygu
lanabilir yasaları keşfetmediği (henüz uygulanan bir bilim yoktur) yönünde
saçma bir iddiayı ortaya atar.
211
dayanmayan açıklayıcı bir güce sahip olduğunu ve bu gerçeğin, tarihsel
materyalizmin açıklamalannın bilimsel olduğu gerçeği ile hiçbir şekilde
çelişmediğinin karuhdır.
212
öznenin bilinci içerisinde ve bu bilinç aracılığıyla işleyen anlamın tarihsel
yapısıdır. Bu nedenle, bilimin kavrayış gücü, bir bireyin vizyonu ile
karıştırılmamalıdır. "Dolayısıyla görme gücü arlık, dikkatle ya da dikkatini
vermeden uyguladığı 'vizyon' yeteneğine sahip tikel bir öznenin eylemi
olarak değil, onun yapısal koşull arının eylemi, sorunsalın alanı ile onun
nesne ve sorunları arasındaki içkin yansıma ilişkisi olarak değerlendirilir . . .
Gerçek anlamıyla artık öznenin, teorik bir sorunsal tarafından tanımlanan
hala içerisindeki şeyi gören öznenin gözü (zihnin gözü) değildir" (Althusser
ve Balibar 1970, 25-26) .
Bhaskar (1979, 22-28), Althusser'in argümanını daha kapsamlı hale geti
rerek, bilgi öznesi kategorisinin, insanın öznelliğine yönelik her türlü bilim
sel açıklamaya direnme işlevini gören kuramsal ortaklık açısından, ampi'."
rizm ve yorumbilimi birleştiren göbek bağı olduğunu öne sürer. Ampirizm,
bilimi temellerinden koparıp deneyime indirgeyerek (nedensel yasalar =
deneysel düzenler = olayların düzeni = deneyimler), kendisinin bile açık
layamadığı özne merkezli bir anlam dünyası yaratır.
Bhaskar, empirizmin - eğer deneme zahmetine girerse- toplumsl sembo
lik yapıları, ancak onları uyarıcı -tepki mekanizmaları ya da amaç- araç
hesapları (faydacılık) vasıtsıyla çıkarsanabilen, empirik olarak kanıtlanabilir
davranış yapılarına indirgeyerek değerlendirebildiğini ifade eder.
Ampirizmin bilimsel pratiğe ilişkin hatalı anlayışının sonucu olan bu
kısır kavramsal çerçeve, toplumsal bilimin olabilirliğine karşı yorumbilim
sel bir tepkiye zemin hazırlar. Ampirizmin doğru varsaydığı bilim tanımını
kesin bir şekilde kabul eden yorumbilim, yorumsal kavrayışa dayanan insan
dünyasının, nedensel açıklamalara dayanan doğal dünyadan kökten bir
biçimde ayrılmasını haklı çıkarmak için, "toplum" içinde ampirik düzen
lerin olmaması düşüncesinden yararlanır.
Althusser' e göre, toplumsal aracıların tarihin özneleri değil, tarih içineki
özneler olması gerçeği, ampirizm ve yorumbilimin, her birinin kendi yön
temleriyle, somut toplumsal öznelerin bilgisini bir sorunsal haline
getirmelerini sağlayan ideolojik özne kategorisini ortadan kaldırır.
Althusser, ampirizme karşı çıkararak, insan bilincinin karmaşıklığının tek
bir yönüne ya da onun varoluş koşullarını oluşturan çeşitli yapısal ilişkilerin
yansımasına indirgenmesini reddeder. Bunun yerine ideolojik pratiğin
görece özerkliği ile toplumsal özneler olarak oluşturulmuş aracıların
213
yaşadıkları çevreye açık uçlu bir şekilde tepki gösterdikleri karmaşık ve üst
belirlenmiş bir anlamlar alanını önerir. Buna karşın, yorumbilimin tersine,
yoruma karşı nedensel açıklamaya karşı yorum antitezini reddeder.
Althusser toplumsal yapıların sürekli olmadığını, insanlar tarafından
yeniden üretilmenin yanında dönüştürüldüklerini ve bilginin doğası gereği
nesnesini oluşturan toplumsal yapılar üzerinde kendi etkisini uyguladığını
elbette bilir. Buna karşın, bu anların varoluşsal bağımsızlıklarında ısrar eder
ve yorumbilimin nedensel yapıların geçişse! olmayan varoluşlarını (ve üret
tikleri inanç ve anlamları) pratiğin (ve bilginin) geçişse! boyutuna
indirgemesini sağlayan sahte eşzamanlılığa, mutlak zamana karşı çıkar.
Yorumbilim, inanç ve anlamların geçişse! olmayan doğasını inkar ederek,
onlara dair bilginin üretimini, empirizmin yarattığı kısıtlayıcı geçişsizlik
kavramı kadar engeller.
Ampirizm, bilimsel pratiği tanımlamaktan (ve özellikle açıklamaktan)
uzak bir şekilde, bilimsel bilgiyi bir sorunsal haline getirir ve yorumbilim
tarafından felsefi olarak olumsuzlanmasına zemin hazırlar (bu noktada
yorumbilimin erekselci kökenleri kuşkusuz büyük önem taşır). Gerçek
nesne ile nesnenin bilgisi arasındaki ayrım, (hiçbir şeyin çözüme kavuştu
rulmadığı) felsefe içerisinde çözüme kavuşturulması olanaksız bir felsefi
paradokstur. Althusser, sorunun kaynağının, özne ve nesne kategorilerini
yaratan kuramsal hümanizm olduğunda ısrar eder.
Marksist felsefe sorunu çözüme kavuşturmak yerine, soruna yönelik bir
konum belirler Bu konum, onu yaratan hümanist kuramsal çerçeveyi red
dederek, sorunu reddeder. Althusser' in gerçeğin, gerçek nesnesi üzerindeki
önceliğine ilişkin görüşleri ve bu tezin gerçek nesne ve bilgi nesnesi arasın
daki ayrım üzerindeki önceliği, ampirizme karşıtlık oluşturan bir ontolojik
realizm ve yorumbilime karşıtlık oluşturan bir epistemolojik rölativizmi bir
araya getirir. Althusser, bilgi sürecinden " gerçeğin bilişsel olarak temellük
edilmesi" olarak söz ederek, gerçeğin herhangi bir öznenin düşüncesinin,
deneyiminin ya da gözleminin bir fonksiyonu olarak varolduğu görüşünü
reddeder: ancak temellükün eyleminden bağımsız olarak varolan bir şey
temellük edilebilir. Althusser, bilginin gerçekte gizli ya da gerçeğe özdeş
olduğu yönündeki görüşe karşı çıkarak, bilimsel pratiğin tarihsel ve
toplumsal bir üretim biçimi olarak anlaşılmasına olanak sağlar: bir temellük
yapısı olmadan, temellükten söz edilemez.
214
Marksizm ve 0Marksizmin Krizi"
Althusser'in felsefi duruşu elbette bireyselcilik, çoğulculuk ve röla
tivizmin gittikçe bilimsel olmayan, Marksizm ve modemizm karşıh bir
inanışa dönüştüğü günümüz postmodern eğilimlerin çok uzağında yer alır.
Postmodem eğilimlere yönelik çalışmamın giriş bölümünde ifade ettiğim
eleştirileri burada tekrar etmeyeceğim. Fakat, postmodemizmin Yapısal
Marksizmden ayrıldığı noktalan, teoride bir sınıf mücadelesi olarak felsefe
kavramı ışığında yeniden hatırlamakta yarar var. Postmodem felsefe, bilim
sel realizme karşı rölativist bir saldın başlatmak için epistemolojik ve
ontolojik rölativizmi bir araya getirir. Postmodernizm, aksiyomatik çekirde
ğini oluşturan görecelilikten, istenççi bir politik bireycilik ve betimsel bir
kuramsal çoğulçuluk yarabr. Postmodem felsefe küresel kapitalizmin hızla
ve acımasız bir şekile yeniden yapılanmasını - üstü örtülü ya da açık bir
şekilde, üzüntü ya da coşkuyla- kabul eder ve mevcut konjonktüre yönelik
realist, karmaşık ve bilimsel açıklamaları geçersiz kılmak için, bu süreç
içerisinde Marksizmin, modemizmin ve tarihin geçirdiği krizlerden fay
dalanır. Althusser'in ontolojik realizm ilkesi aracılığıyla epistemolojik röla
tivizmi sınıflandıran felsefi tutumu, tarihsel materyalizmin hem bilim, hem
de bilimsellik kategorisini savunur. Althusser, bilginin sorunsallaştırılmasını
açık bir şekilde reddederek, Yeni Sol ve Yeni Sağ arasındaki postmodemiz
min himayesi alhnda gerçekleşen uzlaşma girişimlerini bozguna uğratır.
Althusser, 1977 yılında yaphğı bir konuşmada, Marksizmin yaşadığı
krizi, aralarında demokrasi, sosyalizme giden yolun ulusal mı yoksa enter
nasyonel mi olduğuna yönelik belirsizlik, proleter diktatörlüğüne karşı par
lamento reformizmi gibi tarhşmalar etrafında değerlendirdi. Althusser din
leyicilerine, Marksizmin en temel güçlüklerinin -Stalinizmin açıklanması,
liberal demokratik devlete yönelik tatmin edici bir teorinin yokluğu ya da
modem kapitalist rejim alhnda sınıf mücaelesi- kuramın geçersiz görülmesi
için bir sebep ya da yenilgi olarak değil, önemli bir fırsat olarak görülmesi
gerektiğini söyledi. Krizin göz ardı edilmesini ya da pasif direnişe gidilmesi
ni haklı çıkarmak için belirsiz bir şekilde tanımlanan bir geleceğe bel bağla
mak yerine etkin, analitik bir tepki verilmesini savundu ve konuşmasını,
"krizin karakterini, anlamını ve neler ifade ettiğini anlayabilmek için, duru
mu yeterli bir tarihsel, kuramsal ve politik bakış açısıyla değerlendirmek
çok daha iyidir," sözleriyle sonlandırdı (Althusser 1978, 217) . Althusser'in
mesajı, bugün sosyalistler Stalinizm ve Fordizmin yıkılışı ile karşı
karşıyayken, çok daha büyük bir önem taşır.
215
Marksizme yönelik güç sorular, çağdaş olaylar ışığında, özellikle sosya
listlerin şimdiye kadar takip ettiği politik stratejilerle bağlantılı olarak sorul
malıdır. Günümüzde yaşanan kriz, tarihsel materyalizmin karşısına iki
görev çıkarmıştır: birincisi, yeni bir politik vizyonun ortaya çıkmasına
olanak sağlayabilmek için şeylerin gerçekte nasıl işlediğine ilişkin yeni bilgi
üretmeyi içeren bilimsel görev; ikicisi, realizm ve materyalizm kategorileri
ni, özellikle bilim kategorisini savunarak bilimin yükünü hafifletmeyi içeren
felsefi görev. Althusser, bilim kavramı ile bilimsel kategorisini birbirinden
ayırmanın, felsefenin önemini azaltmaktan çok artırdığını bize ısrarla hatır
latır. Felsefi bilim kategorisi, verili bir kavram değil, geçerli hale getirmek
için savaşılması gereken bir kavramdır ve bu savaşın gerçekleştiği yer
felsefedir. Althusser, Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde, "bilim
ifadesini duydukları anda 'pozitivizm' diye bağıran, her bilimin ya da hatta
her teorinin özü itibariyle 'maddeleştirici,' yabancılaştırıcı ve dolayısıyla
burjuva olduğu gerekçesine sığınarak bilimsel teori düşüncesini, 'bilim'
kelimesini bile reddeden burjuva, özne-merkezli idealistler ve küçük burju
va Marksistlere karşı çıkabilmek için, Sol düşünce içerisindeki irrasyonalist
ve istenççi eğilimlere karşı bilim kategorisini savundu" (Althusser 1976, 116-
18). "Marksist" çizgiden "postmodernist" çizgiye kaymak- yetmişli yılların
sonunda küresel yeniden yapılanmanın başlamasından itibaren felsefe
içerisinde ortaya çıkan tutucu değişimi kabul etmek dışında, rasyonalizm ve
istenççiliğe karşı verilen felsefi mücadele, Althusser'in yetmişli yıllarda
bıraktığı halde durmaktadır.
Bilimsel pratiğin, ideoloji/ yanlışa saldırarak ve böylelikle felsefeden
politika alanına akseden ideolojik ve kuramsal mücadelelere neden olarak
toplumsal oluşumun ideolojik alanına müdahalede bulunması dolayısıyla,
her zaman kritik bir öneme sahip olduğundan söz etmiştik. Toplumsal bil
imler bu açıdan özellikle değişkenlık taşır, çünkü toplum içerisinde rol alan
gerçek mekanizmaları açığa çıkararak, bir şeyleri değiştirme olasılığını
görünür hale getirirler. Toplumsal oluşumlar bilimi olan tarihsel materya
lizm, amansız bir sınıf mücadelesinin nesnesi ve dayanak noktası olmaya
devam eder, çünkü kapitalist üretim biçiminin doğasında var olan sömürü
ve tahakkümü ifşa etmeye devam eder. Althusser bu durumu şöyle açıklar:
"Marksizm, felsefeyi kategorilerini yeni bilim ve onun etkileri ile tutarlı hale
getirebilmek için revizyona gitmeye zorladığı için değil, aynı zamanda ve en
önemlisi, felsefeye, sınıf mücadelesi ile ilişkisini anlaması açısından, kendi
216
pratiğini dönüştürme sorumluluğunu alma araçları vermesinden dolayı,
felsefenin bütünüyle altüst olmasına neden olur." (Althusser 1976, 174).
Althusser, post-Marksist felsefenin bu anlayışın üstünü örtmek ve bu
sorumluluktan kaçınmak için, sadece Marksizme değil, aynı zamanda bilim
kategorisine de saldırması gerektiğini vurgular. Marksist felsefeyi kendisin
den önce ortaya çıkmış tüm felsefelerden ayıran nokta, diğer felsefelerin ide
olojik rollerine uyarak, politik doğalarını, politikayla bir ilişkileri olduğunu
inkar edip, buna karşın diğer yandan kuramsal müdahalelerinde politikayı
uygulamaya devam etmeleridir. Marksist felsefe ise tam tersine, bilime bağlı
olduğunu ve politika ile olan ilişkisini açıkça kabul ederek, felsefe içerisinde
hem realist bir tutum benimsediğini, hem de işçi sınıfının saflarında yer
aldığını gizlemez. Althusser'in ideoloji, bilim ve felsefe anlayışı, orta sınıf
akademisyenlerinin göklere çıkardığı, biri bilimsel (bütünüyle kabul edile
mez), diğeri eleştirel (büyük bir dikkatle kullanılması şartıyla kabul
edilebilir) olan iki farklı Marksizm ayrımını reddeder. Althusser, bunun ye
rine Marksizmin devrimci bir birlik olduğunda ısrar eder: olayların tarih
içerisinde nasıl gerçekleştiğine yönelik bilgi üretimi ile bu bilginin tavizsiz
bir şekilde savunulması arasındaki gerekli ve büyük bir potansiyel taşıyan
ilişki. Saül Karsz bu anlamda Althusser'in felsefeyi teorik ve politik olanın
politik ve teori içerisinde birbirine eklemlenmesi açısından tanımlamasının,
Marx'ın felsefenin artık dünyayı yorumlamayı bırakıp değiştirmesi gerek
tiğini öne süren ünlü tezini anlamaya yönelik bir girişim olduğunu düşün
mekte haksız sayılmaz.
217
4. Bölüm
219
ilişkin felsefi bir tutum olarak Marksizm arasındaki içsel ilişkiyi açıkça
ortaya koyabilir: " İ deolojiler sadece yanılgılardan (Yanlış) ibaret değildir,,
kurum ve pratikler içerisindeki mevcut temsillerin somut halleridir: üstyapı
içerisinde şekillenir, sınıf mücadelesi içerisinde kökleşirler. Marx tarafından
kurulan bilim, onun ön tarihinin kuramsal anlayışlarını ideolojik olarak gös
teriyorsa, bunu sadece onları yanlış ilan etmek için yapmaz: aynı zamanda
doğru olduklarını iddia ettiklerine, geçmişte doğru olarak kabul edildikleri
ne ve doğru olarak kabul edilmeye devam ettiklerine dikkat çekip, bunun
nedenlerini göstermeyi amaçlar" Althusser 1976, 155).
Marksizm, tarihsel pratiği ideoloji/ hata olarak değerlendiren rakip
anlayışları teorik olarak reddederken, bunları, doğruluk ya da yanlışlık
larının söz konusu olmadığı, nesnel olarak var olan tarihsel-toplumsal
pratikler olarak bilimsel bir şekilde ele almalıdır. Elbette bu yaklaşımın
önemli bir unsuru, Marx İ çin ve Kapital'i Okumak eserlerinde, özellikle
Althusser ideolojiden doğru ya da yanlışlığı açısından değil, "hayal ürünü"
olması açısından söz ettiğinde, halihazirda mevcuttur.
220
nedeniyle, toplumsal oluşumlar için bilimlerden daha fazla önem taşırlar.
Althusser' e göre ideoloji, "her toplumsal bütünlüğün organik bir par
çasıdır. . . Bir sapma, tarihin rastlanbsal bir gereksiz unsuru değil, toplumun
tarihsel yaşamı için gerekli bir yapıdır" (Althusser 1969, 232-33). Bilimin
aksine, ideoloji, sosyalist bir toplum da dahil her toplumda yerine getirilme
si gereken, her yerde ve her yerde bulunan bir toplumsal işlevi yerine getirir.
Çünkü tüm toplumlarda erkekler ve kadınlar, varoluş koşullarına bir tepki
verebilmeleri için oluşturulmalı, dönüştürülmeli ve donablmalıdır. Bu
toplumsallaşma süreci, insanların içinde yaşadıkları dünyayı tutarlı bir
bütün olarak deneyimlemelerini ve bu dünyada özneler olarak kendi yer
lerini bulmalarını sağlayacak bir fikirler, inançlar ve değerler sistemini
gerekli kılar.
Althusser, " İ deoloji ve Devletin İ deolojik Aygıtları" eserinde, toplumsal
öznelliği, daha önceki eserlerinde değerlendirdiğinden daha karmaşık bir
yerde konumlandırır. Althusserciler'in ilk değerlendirmesi, ideolojinin
işlevini, toplumsal karşıtlıkların toplumsal " tutarlılığı" ve "maskelenmesi"
açısından tanımladı. Aşağıda Nicos Poulantzas'ın Politik Güç ve Toplumsal
Sınıflar (ilk olarak 1969 yılında yayınlandı) eserinden yapılan alınb, buna bir
örnek oluşturur:
22 1
olarak oluşturma yapısal süreci vasıtasıyla ulaşır. Althusser' e göre, bir birey
ya da sınıfa dayalı her türlü ideoloji kuramı, kaçınılmaz olarak özcü
yabancılaşma sorunsalına kaymakla kalmaz, aynı zamanda, ideoloji özne
leri bozup, onları doğa ya da özlerinden yabancılaştırmaktan çok, yarattığı
için, neden ile sonucu birbirine karıştırır. İdeoloji aynı zamanda mevcut
toplumsal ilişkileri ve toplumsal öznelere bu ilişkileri kaçınılmazmış gibi
sunan hayal ürünü bir söylem içerisinde öznelerin işgal ettiği konumları
doğallaştırarak (böylelikle mevcut durumun daha farklı olabileceği ihtima
lini hariç tutarak), mevcut toplumsal karşıtlıkları gizler.
İdeolojiye ilişkin bu ilk çözümleme, hem çok fazla hem de çok az iddia
da bulunur. İdeolojinin tutarlılık ve gizleme ilişkileri açısından bütünüyle
başarılı olduğunu (bu etkilerin gerçekleştiği belli başlı mekanizmaları ayrın
tılı bir şekilde değerlendirmeden) açık bir şekilde kabul ederek, çok fazla şey
ileri sürmüş olur. Tam tersini işaret eden kesin göstergelere rağmen ideolo
jinin etkinliğini olumsuz ve baskıcı unsurlar açısından- kapitalizmin o ol
maksızın hayatta kalamayacağı, " gerçek olmayan bir bilinçlilik halinden"
ibaret tanımlayarak çok az şey iddia eder. Son olarak, tutarlılık ve gizleme
vurgusu, ideoloji alanının düzensiz gelişmesini ve toplumsallaşma süreci
içerisindeki karşıtlıkların varlığını hiçe sayar. Althusser, " İdeoloji ve
Devletin İdeolojik Aygıtları" eserinde, tutarlılık ve gizleme işlevlerine ilişkin
ilk değerlendirmesinin ötesine geçip, özneleri oluşturan düzenekleri ve
sürecin politik içerimlerini açıklar. Althusser' in çabaları, başta Pierre
Buerdieu ve Göran Therbom olmak üzere diğer düşünürler tarafından
geliştirilmiştir ve bu girişimler, Althusser' e olan olumsuz bağımlılığının
meşhur konumu ve Marksizm karşıtlığı ışığında özellikle incelenmeyi hak
ettiği post-modem ikon Michel Foucault'nun eserleri için bir hareket noktası
görevi görür.
222
edilmesini gerektirir" (Althusser 1971, 132) . Althusser'e göre, ideolojinin
işlevi bu tabiiyet durumunu yeniden üretmek değildir. Fakat bu süreci anla
mak, geleneksel altyapı/ üstyapı metaforunun ele alınmasından daha faz
lasını gerektirir. Buna karşın, üstyapıya ilişkin yeterli bir kuram geliştirmeye
başlamamızın tek yolu, üstyapının rolünün, üretim biçiminin yeniden
üretilmesinin güvence altına alınma sı olarak kabul edilmesinden geçer.
Althusser bu sürece ilişkin olarak iki tez öne sürer: "Tez 1 : İdeoloji, birey
lerin içinde bulundukları varoluş koşulları ile olan hayal ürünü ilişkisini
temsil eder. . . Tez 2: İdeoloji, maddi bir varoluşa sahiptir" (Althusser 1971,
153, 155). Halihazırda aşina olduğumuz ilk tez, özne kategorisi aracılığıyla
ikinci tez ile birlikte geliştirilir: " Her insan, yani toplumsal birey, özne
biçimine girmezse bir pratiğin temsilcisi olamaz. 'Özne' aslında her bireyin,
toplumsal pratikleri gerçekleştiren her bir temsilcinin aldığı biçimi oluştu
rur: çünkü üretim ve yeniden üretim ilişkileri, işlevini yerine getirebilmek
için her bireye toplumsal özne niteliğini yüklemesi gereken, Lenin' in yasal
ideolojik toplumsa ilişkiler adını verdiği birleştirici unsuru içerir."
(Althusser 1976, 95) .
Mevcut üretim ilişkilerinin yeniden üretilebilmesi için, toplumun
ihtiyaçlarına cevap vermek üzere donatılan bireylere ihtiyaç vardır ve bu
amaca, Althusser'in "çağırma" adını verdiği bir süreç aracılığıyla toplumsal
öznelerin oluşturulması ile ulaşılır. Althusser'e göre özne kategorisi, "tüm
ideolojinin işlevinin, bireyleri özneler olarak ' oluşturmak' olması ölçüsünde,
sadece ideolojiden oluşur" (Althusser 1971, 171). Dolayısıyla tüm ideolojiler
ve ideolojik söylemler, Althusser'in, somut birey üzerinde gerçekleştirilen
özne kategorisi işlemi aracılığıyla, (toplumsal özneye dönüşecek olan)
somut bireyden önce var olduğunu ısrarla vurguladığı özne kategorisi
temeline gelişir.
223
dönüşüme uğrayarak, özne haline gelir. Peki neden? Bu "selamla
manın" "gerçekten" kendisine yönelik olduğunun ve "selaml anan
kişinin gerçekten (bir başkası değil) kendisi olduğunu kabul ettiği
için. (Althusser 9171, 174).
224
Ayna ilişkileri ideolojik ilişkilere de yayılır. Özne, biz doğmadan önce
bile oradadır ve anne karnından ayrıldığımız anda bu çağırma sürecinin bir
parçasıyızdır. Althusser' e göre, birey " daima özne d urumundadır" ve hepi
miz ideolojik tanımanın pratik ve ritüellerinin ağına düşmüş durum
dayızdır. Dünyevi kurumlarda somutluk kazanan bu ritüeller, bireylerin
çoğunun mevcut üretim ilişkilerini yeniden üreteceğini garanti altına alır.
Onlar, kelimenin her iki anlamıyla da öznelerdir: (1) özgür iradeye sahip
özgür özneler olarak ve (2) bütün özgürlüklerden soyutlanmış özneler
olarak. "İdeolojinin ikili ayna yapısı, aynı anda (1) 'bireylerin' özneler olarak
çağrılmasını, (2) onların mutlak Özne'ye tabi kılınmasını, (3) Özne ile
öznelerin birbirlerini karşılıklı olarak tanımasını, öznelerin birbirlerini tanı
malarını ve son olarak öznenin kendisini tanımasını; (4) her şeyin bu şekilde
olduğunun, öznelerin ne olduklarını kabul edip, buna göre davranmaları
şartıyla, her şeyin yoluna gireceği düşüncesinin kabul edilmesini garanti
altına alır (Althusser 1971, 180-81).
Çağırma kavramı ile Althusser'in çağdaşı (Freud okuması en az
Althusser'in Marx okuması kadar tartışma yaratmış olan) Lacan'ın öne
sürdüğü "imgesel" ve "sembolik" kavramları ile çağırma kavramı arasında
son derece açık ve önemli bir paralellik vardır3 . Lacan' a göre bilinçdışı,
çocuk, psikolojik gelişmenin Lacan'ın "imgesel aşaması" adını verdiği aşa
masından, " sembolik aşamasına" geçtiğinde, bir dil gibi - Oedipus komp
leksi sırasında ortaya çıkan bir dil (bu andan önce var olmayan), özel,
dolayısıyla eşsiz bir dil- gibi şekillenir. İmgesel aşamayı, özdeşleştirme iliş
kileri karakterize eder; çocuk, kendisini yetişkinlerin dünyasından ayrı tut
maz ve sesler ve gerçeklik arasında özdeşleştirme mekanizmalarına
dayanan, karmaşık bir ilişki ağı kurar. Çocuğa bir bireysellik duygusu
kazandırma k ve diğer bireylerin arasında kendine ait bir konuma sahip
olduğunun öğretilmesi isteniyorsa, böyle ilişkiler kurmasına engel olun
malıdır. Lacan'a göre bu kopma, çocuğa her şeyden önce " Ben" kişi zamiri
ni veren ve imgesel özdeşleştirme sürecini, Lacan'ın " Babanın Yasası," adını
verdiği fallus, yani dilde somutlaşan toplumsal göstergeler, ilişkiler ve
değerlerin etrafında düzenlenen yapısal semboller alanına taşıyan (sembo
lik) dilin kazanılması yoluyla gerçekleşir. Dilin kazanılması özneyi (egoyu)
yaratır ve buna imgesel aşamanın özel söyleminin bastırılması eşlik eder.
Sembolik olanın kazanılması, hem tümce bilim, hem de anlam bilimle
ilişkili bir süreçtir. Söz dizin öğesi (Ben zamirinin edinimi) çocuğu diğer-
225
lerinden ayım ve ona başkalarının dünyasını sembolik manipülasyon (cüm
leler) aracılığıyla kontrol etme gücü verir. Buna karşın, semantik öge çocuğa
toplumsal alanda bir yer verir. Çocuk, Althusser'in " Kültür Yasası" adını
verdiği bu toplumsal alanda, -imgesel olandan ikincil özdeşleştirmeler
ağına geçişi- teşhis etmeli ve sorgulamadan kabul etmelidir. Fakat toplum
sal söylemin çocuğa dışarıdan dayahlan " Ben"i, çocuğun imgesel aşamada
geliştirdiği ve sembolik olanın kazanılması ile göstergelerinin bastırılmadığı
kişisel dil ile örtüşmez ve bilinçdışı olarak kalmayı sürdürür. Bu nedenle,
bilinçdışı ile ego arasında devamlı bir karşıtlık, gerçek (arzu) sembolik ve
imgesel arasında sona ermeyen bir karşıtlıklar süreci vardır.
Lacan' a göre, varlık ve bilinç her zaman bir karşıtlık içerisindedir. Varlık,
kendine dış merkezli olduğu için, özne, bilinçdışının dili ile toplumun sem
bolik düzeni arasındaki fark temelinde gelişen ve bütün dillerin göstereni ile
gösterileni arasındaki belirsizlik aracılığıyla pekişen temel ayrılık ile karak
terize edilen birleştirici bir bütün değildir. Ego, belirsiz bir göstergeler zin
ciri ile ilişkisi içerisinde oluşur. Bu göstergeler, bir araya gelerek, onların
aşkın noktası olan öteki' ni oluşturur. Bireyin egosu, bu Öteki aracılığıyla
kendisini arzulanan şeyin mümkün olduğu bir var oluş içerisinde oluşturur.
Arzu, özneyi motive eder, fakat her zaman Öteki- sembolik olanın söylemi
tarafından kontrol edilir. Arzu, Öteki'nin etrafını saran, ya da daha doğrusu
öteki'ni dile getiren (imgesel) ikincil özdeşimler ağına yakalanmış durum
da olduğu için, hiçbir zaman tam olarak doyurulmamaya mahkumdur.
Öznenin koşullan, ego ve bilinçdışı, Öteki'nde mümkün olan şeylerle sınır
lıdır. Bu bağlamda, Lacan' ın vardığı sonuç şudur: Hepsi, Öteki' nin söylem
leridir.
Toplumsal dünya ile ruhsal dünya arasındaki önemli bir ayrım olmasına
rağmen, aynı ilişkiler, Althusserci ideoloji anlayışı için de geçerlidir. Birey ve
içinde bulunduğu varoluş koşulları (Lacancı anlayışa göre gerçek) arasında
ki gerçek toplumsal ilişkiler, 'çağrılan' "ayna ilişkileri" ya da özne-nesne
ilişkileri (Lacancı anlayışa göre imgesel) aracılığıyla deneyimlenir. Alt
husser' e göre toplumsal özneleri bir merkez açısından tanımlayan yapısal
yerler ve roller sistemini temsil eden Mutlak Özne, Lacan'ın sembolik, Öteki
ya da Baba'nın Yasası kavramına karşılık gelir. İ deolojik celbetme, Lacan' cı
ruh örneğinde olduğu gibi, özne-nesne celbetme süreçlerinin çokluğu,
gerçekte yaşanan ilişkiler ile her zaman örtüşmediği ve bu ilişkiler birbirleri
ile bile uyumlu olmadığı için, birtakım çelişkiler taşır. Althusser, ideolojiyi
226
hem tanıma hem de yanlış tanıma (connaissance ve meconnaissance) olarak
tanımlar. Tanıdığımız (ve biz_e sunulduğu gibi kabul ettiğimiz) şey, özneler
olarak celbedilmemiz ve toplum içerisindeki yerimizdir. Yani, 'sen ve benin
iki ayn özne olduğunu' ve bunun hiçbir soruna yol açmadığını kabul ede
riz" (Althusser 1971, 172) . Farkına varamadığımız şey (daha doğrusu, ide
olojik pratiğin görme biçimini oluşturan gerekli bir çarpıtma yoluyla
gördüğümüz) ise, üretim ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinden kaynaklanan
ilişkilerin yeniden üretimidir" (Althusser 1971, 183).
İ deoloji bilimden farklı bir söylem biçimi ya da düzeni olduğundan,
Althusser'in tanıma ve yanlış tanıma kavramları, bilimsel pratiğin ideolo
ji/ yanlış bilgisi ile karşılaşbrılamaz. İ deolojik tanıma, gerçek olandan ayn
tutulamaz, fakat gerçek olan ile ilişkisi bir imgesel özdeşim biçimini alır ve
bu nedenle aynı zamanda bir yanlış tanımadır; ideoloji, gerçeği sadece onu
kendi pratik amaçlarına uygun bir düzende "temsil etmek" için tanır.
Althusser'in açıkladığı gibi, 'insanların' ideoloji içerisinde kendilerini temsil
ettikleri şey onların gerçek var oluş koşulları değil, onlara orada sunulan,
var oluş koşulları ile olan ilişkileridir . . . Dolayısıyla, ideoloji içerisinde tem
sil edilen, bireylerin var oluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, bu
bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle olan imgesel ilişkileridir"
(Althusser 1971, 164-65) . İ deolojinin alanında özne, kapitalist ekonominin
alanı içerisindeki meta ilişkilerine karşılık gelen ilişkiler içerisinde var olur:
Nasıl ki Özne (Tanrı, fakat aynı zamanda Manbk) tüm insanları eşit toplum
sal ilişkiler içerisinde oluşturup, özne formunu doğallaştırıyor ya da
fetişleştiriyorsa, Meta da (Para, değişim değerinin cisimleşmiş hali), tüm
üretimi eşit toplumsal ilişkiler içerisinde oluşturur ve meta biçimini doğal
laştırır ya da fetişleştirir.
227
Bu gibi aygıtlar, geleneksel üstyapı metaforu açısından yeterli bir biçimde
açıklanamaz . Çünkü üst yapı kavramı, onların mevut üretim ilişkilerinin
yeniden üretimi üzerindeki oluşturucu etkisini gizler. Aynca geleneksel
Marksist anlayışın, devletin egemen sınıfın baskı aracı olduğu yönündeki
vurgusunun, egemen sınıfın iktidarının sürdürülmesini sağlayan baskıcı
olmayan pek çok yöntemin üstünü örtmesine izin verilemez. Althusser,
Gramsci'nin izinden giderek, (ikisi arasındaki ilişki için, bkz. Buci
Glucksmann 1980), egemen sınıfın politik iktidarının yalnızca devletin baskı
aygıtlarının tekelinden (ordu, polis vs.) değil, aynı zamanda onların, top
lum üzerindeki tahakkümünden oluştuğunu görmemiz gerektiğini düşü
nür. Bu tahakküm, onların ideolojisinin genellikle "özel" olduğu düşünülen,
Gramsci'nin "sivil toplum" adını verdiği çok sayıda aygıt aracılığıyla
kurumsallaştırılması ile şekillenir. Althusser' e göre, devlet iktidarı, politik
sınıf mücadelesinin hedefi ve devlet aygıh birbirinden ayrılmamalıdır.
İktidar, aygıtı etkilemeden değişebilir ve bir komünist devrim, sadece gücün
el değiştirmesini değil, aynı zamanda bu aygıtın ortadan kaldırılmasını
sağlamalıdır. Fakat bu amaca ulaşabilmek için "sadece Devlet iktidarı ile
Devlet aygıtı arasındaki farkı değil, aynı zamanda açıkça (baskıcı) devlet
aygıtının cephesinde yer alan, fakat onunla kanşhrılmaması gereken bir
başka gerçekliği de dikkate almak gerekir. Bu gerçekliği, şu kavramla
adlandıracağım: Devletin ideolojik aygıtları" (Althusser 1971, 142).
Devletin ideolojik aygıtları, hükümeti, yönetimi, orduyu, polisi,
mahkemeleri, hapishaneleri vs. kapsayan biçimsel devlet aygıtlarından
farklıdır; bu kurumlar, Althusser'in baskıcı devlet aygıtları olarak
adlandırdığı kurumları oluşturur. Devletin ideolojik aygıtları ise, çoğunluk
la kamusal alanın dışında yer alır ve kiliseler, okullar, aile, politik partiler,
sendikalar, kitle iletişim araçlarını ve kültürü kapsar. Althusser, devletin bu
iki aygıh arasındaki farkları şöyle özetler:
1. Devletin bütün Aygıtları, görevlerini baskı ve ideoloji aracılığıyla yeri
ne getirir. Tek farkla: (Baskıcı) Devlet Aygıtları görevlerini öncelikli olarak ve
çoğunlukla baskı aracılığıyla yerine getirirken, Devletin İ deolojik aygıtları
öncelikli olarak ve çoğunlukla ideoloji aracılığıyla işler.
2 . Devletin Baskı Aygıtları, farklı parçalarının, Devlet iktidarına sahip
egemen sınıfların politik temsilcileri tarafından uygulanan sınıf mücadelesi
politikalarının birliği altında toplandığı örgütlü bir bütün oluştururken;
Devletin İ deolojik Aygıtları çok sayıdadır, birbirinden ayndır, " görece
228
olarak özerktir" ve sınırlı ya da aşın formlarda, kapitalist sınıf mücadelesi
ile proletaryan sınıf mücadelesi arasındaki çabşmaların ve bu çabşmaların
alt formlarının etkilerini dışa vuran çelişkiler için nesnel bir alan sağlaya
bilir.
229
masıdır. Buna ek olarak, Althusser'in Marx İçin ve Kapital'i Okumak eser
lerinde vurguladığı ideoloji ve politika arasındaki ilişkiyi göz ardı ettiği ve
daha sonra yazdığı makalesinde ideoloji ve politikanın birbirinden ayrılmaz
unsurlar haline geldiği düşünülebilir. Tüm ideolojilerin devletin uzan
hlanymış ve devlete neredeyse yekpare bir yenilmezlik halesine sahipmiş
gibi gözükebilir. İ leride göreceğimiz gibi, bu bakış açısı, sadece ideoloji ve
politikaya ilişkin kavramları çarpıtmakla kalmaz, aynı zamanda bu iki
unsur arasındaki ilişkinin yanlış anlaşılmasına sebep olur4 .
hakim ideolojinin bir tür genel ideoloji" olduğunu ve hatta egemen sınıfın
/1 /1
230
"pratik bilginin teorisi" diyalektiği aracılığıyla ortadan kaldırır. Bourdieu'ya
göre, özneler olarak celbedilen bireyler, bir toplumsallık şuuruna ya da bir
üst şema ya da düşünce şeması üzerinde temellenen işlenmiş .bir eğilime"
sahip olsalar da, bir dizi değişmez kural ya da prosedürle damgalan
mamışlardır. Bu üst şema, her bir öznenin zorluk ve tepki mantığı ile tutar
lı pratikleri meydana getirmesine olanak sağlar. Bu durum ancak, ritüelin
kalıplaşmış açılımının hiçbir şekilde talep etmeyeceği sayısız icat aracılığıy
la gerçekleşen pratikler için söz konusu olabilir" (Bourdieu 1977, 15) .
Bourdieu'nun habitus adını verdiği, ideolojik göstergelerin yapısal toplum
sal-sembolik alanı, öznelerin, bölüntüsüz kurallar, ritüeller ya da ilkeler
olarak oluşturulmaksızın durmadan değişen durumlara uyum sağlayan
sonsuz pratikler geliştirmelerine imkan tanır.
Bourdieu'ya göre, belli bir toplumsal oluşumu meydana getiren yapılar,
toplumsal unsurların çıkarlarının ve bu çıkarlarla birlikte onların işlevleri ile
öznel motivasyonlarının tanımlandığı bir habitus üretir. Habitus, devamlı,
aynı zamanda dönüştürülebilir bir eğilimler sistemi, oluşturucu yapılar
görevi görme, yani kurallara itaatin ürünü olmaksızın nesnel olarak 'düzen
lenen' ve düzenli' pratik ve temsillerin oluşturulması ve yapılandırılması
işlevini yerine getirme eğilimi gösteren yapısal yapılar sistemidir."
(Bourdieu 1977, 72) . Habitus, tüm pratiklerin var olma koşulu, stratejiler
olarak nesnel bir şekilde tasarlanmış bir dizi hamlenin kaynağıdır ve ne
mekanik bir tepkiye ne de yaratıcı özgür iradeye indirgenebilir.
23 1
dönüştürülen ve böylelikle inkar edilen habitustur. "Bilinçdışı," ta
rihin,ürettiği nesnel yapılan habitusun alışkanlıkları ile birleştir
erek ürettiği, tarihin unutulmasından başka bir şey değildir.
(Bourdieu 1977, 78).
232
kendi buyrultusallığını doğallaştırır. Bu etkiyi yaratma eğilimi gösteren tüm
mekanizmalar arasında en önemlisi ve en iyi gizleneni, genellikle "gerçeklik
duygusu" olarak adlandırılan " sınırlar duygusunu" ortaya çıkaran, 'nesnel
fırsatlar ve kişinin istekleri' diyalektiğidir. Daima bir öznenin algısı duru
munda olan gerçeklik duygusu, nesnel sınıflar ile içselleştirilmiş sınıflar,
toplumsal yapı ile zihinsel yapılar arasındaki uyuşmadır ve kurulu düzene
kökten bağlılığın temelini oluşturur.
Aşın durumda, yani nesnel düzen ile örgütü öznel ilkeleri arasında
sözde kusursuz bir uyum olduğunda . . . doğal ve toplumsal dünya
tartışmasız bir şekilde ortadaymış gibi gözükür. Farklı ve birbirine
karşı inançlara yönelik duyarlılık ve saygıyı anıştıran geleneksel ve
geleneklere karşı inançtan ayırmak için, bu deneyime doxa adını
vereceğiz. Düşünce ve algı şemaları, nesnelliği, bilişselliğin sınır
larının yanlış anlaşılmasını sağlayarak üretir ve böylece doxa
kipinde, " doğal dünya" olarak deneyimlenen ve doğru olduğu
kanıksanan gelenek dünyasına doğrudan bir bağlılık yaratır
(Bourdieu 1977, 164) .
233
omuz silkmeler, iltifatlar ya da ilgi, meydan okumalar ya da hakaretler,
itibar ya da onurlandırma girişimleri, güçler ya da mutluluklar, dedikodu ya
da bilimsel bilgi, ayrım ya da farklılıklar vs." (Bourieu 1977, 177) . Maddi
"ekonomik" sermayenin dönüştürülmüş ve dolayısıyla gizlenmiş formu
olan sembolik sermaye, varlık nedeni olan etkisini sadece, aynı zamanda
son tahlilde onun etkilerinin kaynağı olan, sermayenin " maddi" formların
da ortaya çıktığı gerçeğini gizlemesi ölçüsünde üretebilir. Amacı, bir grubun
onurunu korumak ya da artırmak olan -aralarında en çok kan davası ve
evliliğin öne çıktığı- stratejilerin (Bourdieu'nun örneği, Cezayir'deki alan
çalışmasına dayanır), miras ya da doğurganlık stratejilerinden daha az
önemli olmadığı gerçeğini ancak indirgenmiş ve indirgemeci bir materyal
izm ıskalar. "Bir toplum üyesinin sahip olduğu sembolik sermayeyi savun
masına neden olan çıkar, ona yaşamının ilk yıllarında aşılanan ve daha son
raki deneyimler aracılığıyla pekişen, sembolik sermayenin belli bir biçi
minin takip edilmeye ve korumaya değer olduğu düşüncesini dayatan
ekonomik düzenin kurallarında yazılan belitsel dizgelere duyulan üstü
örtülü bağlılıktan ayrı tutulamaz" (Bourdieu 1977, 182) . Böyle bir nes
nelleştirme, hakimiyeti doğrudan, kişisel bir şekilde uygulanmasına gerek
olmadığının açık bir göstergesidir. Çünkü hakimiyet, üretim al anının ve
kültürel üretim alanının düzeneklerinin, toplum temsilcilerinin her türlü
kasıtlı müdahalesinden bağımsız bir şekilde uygulanmasını içerir.
Buna karşın, nasılki ekonomik zenginlik ekonomik aygıt ile ilişki içine
sokulana kadar sermaye işlevi göremiyorsa; farklı formlardaki kültürel
yetkinlik de, ekonomik üretim sistemi ile üreticileri üreten sistem arasında
ki nesnel ilişkilere sokulana kadar sembolik sermayeye dönüşemez.
Habitus, hakim sınıfa Max Weber'in " kendi ayrıcalığının teodisesi" olarak
adlandırdığı şeyi sunar. Bourdieu'ya göre bu teodise kendisini, sembolik
koruma ve sembolik şiddet ilişkilerinde gösterir. Sembolik koruma ve şid
detin nesnel düzeneklerinin gelişmesi, hakimiyetinin dolaylı araçlarla art
masına olanak sağlar. Kölelik rejimi, kişilerin doğrudan müdahaleleri yoluy
la kurulurken, müşteri ilişkilerini "nazik," gizli bir şiddet karakterize eder.
Müşteri ilişkileri, "efendinin" sahip olduğu statü ile örtüşen erdemlere
sahip olduğunu gösteren, cömertlik ve dürüstlüğün kişisel bağları
aracılığıyla alt sınıflara karşı " galip gelmeyi" gerektirir. "Sistem öyle bir şe
kilde tasarlanmıştır ki, baskın kişiler erdeme kazanılmış bir hak olarak
sahiptir; politik güçlerini ancak kişisel bir bedel ödeyerek artırabilirler . . . .
234
Güçlerinin 'erdemlerine' sahip olmalıdırlar, çünkü güçlerinin tek temeli
'erdemleridir' " (Bourdieu 1977, 194) . Bourdieu'ya göre yetenek, cömertlik,
gösteriş amaçlı tüketim -ki bunun en aşırı hali festivallerdir-, "toplumsal
simyanın" işleyiş manevralarıdır. Bu uygulamalar, aleni fiziksel ya da
ekonomik şiddetin doğrudan bir şekilde uygulanmasının olumsuzlanması
ve ekonomik sermayenin sembolik sermayeye dönüştürülmesinin getirdiği
nazik, gizli sömürünün baş göstermesinin bir sonucu olarak gözlenebilir.
235
rağmen iki şeyi ısrarla vurgular. Birincisi, ideolojik aygıtlar yapısal olarak
bütünleşmiş olmanın yanı sıra, düzensiz gelişmiştir. İkincisi, ideolojilerin
bireyleri mevcut toplumsal düzene tabi kılmakla kalmayp, aynı zamanda
onları bilinçli toplumsal eylem için vasıflandırması nedeniyle, çağırma süre
ci içerisindeki çelişkiler kesin bir genel hal alır. Tabi kılma ve vasıflandırma
arasında yeterli ölçüde bir uyuşma olmaması dolayısıyla, çağırmanın ikili ·
işleyişi içerisinde bir iç gerilim ortaya çıkar. Therbom' a göre, toplumsal
oluşumların dinamik doğası, kusursuz bir çağrı sürecini olanaksız hale
getirir:
Sömürüye dayalı bir toplum olsun, devrimci bir topluluk olsun, her
türlü toplumsal örgütün yeniden üretimi, tabi kılma ve vasıflandır
ma arasında bir uyuşmayı gerektirir. Yeteneklerinin belirli bir şe
kilde yapıladırılması sürecine maruz kalan kişiler, kendilerine
biçilen rolleri yerine getirme vasfına sahiptir ve bu rolleri yerine
getirebilirler. Fakat sürecin doğasında, bu iki unsur arasında bir
çelişki dogması gibi bir olasılık daima mevcuttur. Yeni vasıflar
gerekli hale gelebilir ve sunulabilir, geleneksel tabi kılma biçimleri
ile çahşan yeni beceriler ortaya çıkabilir. Ya da tam tersine, hala
ihtiyaç duyulan vasıfların sağl anması ile çahşan yeni tabi kılma
biçimleri gelişebilir. Tabi kılma ile vasıflandırma arasındaki
çelişkinin etkileri birbirine karşıthr ve birbirini etkisiz kılmaya
çalışır ya da yetersiz performans gösterir ve geri çekilirler.
(Therbom 1980, 1 7) .
236
arasında, ideolojik olarak ise tabi kılma ile vasıflandırma arasında yer alır"
(Therborn 1980 45-46) .
Therbom, ekonomik çelişkinin baskın olmasının, bu çelişkinin politik ya
da ideolojik araçlarla daimi olarak çözüme kavuşturulması olasılığını
ortadan kaldırdığını öne sürer. "Marksizm, hakimiyet-yürütmenin politik
çelişkileri ile tabi kılma-vasıflandırmanın ideolojik çelişkilerinin, üretim
güçleri ile üretim ilişkilerine indirgenmeseler bile, bu ilişkiler tarafından
yönetildiğini öne sürer. . . Fakat üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında bir
çelişki baş gösterirse, yeni ekonomik özneleri çelişkili ekonomik düzen için
tabi kılma-vasıflandırma görevini hiçbir ideolojik oluşum başarılı bir şekilde
yerine getiremez" (Therbom 1980, 47) . Therbom ayrıca, Althusser'in
devletin ideolojik aygıtı ifadesi ile anıştırdığı, ideolojik ve politik oluşum
ların bir arada bulunması düşüncesini reddeder. 5 Therbom, ideolojik aygıt
lar anlayışına sahip çıkmakla birlikte, bu aygıtlar arasında bir ayrıma gider
ve onlara "karşı-aygıtlar" adını verir.
237
çağırmanın dünyasını, biri var�luşsal, diğeri tarihsel iki ayn eksene böler.
Her bir eksen, biri "kapsayıcı" kutup (anlamlı bir bütünün parçası olmak),
diğeri "konumsal" kutup (diğer üyeler ile ilişkili olarak dünyada bir yere
sahip olmak) üzere iki kutupsal konuma sahiptir. Therborn, bu bu tipoloji
den, ideolojik çağırmanın dört ana türü olduğu sonucunu çıkarır: kapsayıcı
varoluşsal ideolojiler, örneğin yaşamın ve ölümün anlamı; kapsayıcı-tarihsel
ideolojiler, ulusalcılık ya da etnisite; konumsal-varoluşsal ideolojiler,
örneğin cinsiyet farklılıkları; konumsal-tarihsel ideolojiler, örneğin toplum
sal sınıf ya da kastlar (Therborn 1980, 22-27) .
238
2. İ deolojik değişim ve ideolojilerin ortaya çıkışı, ideolojik olmayan
maddi değişime her zaman bağımlıdır.
3. En önemli maddi değişim, toplumların iç toplumsal dinamikleri ve
üretim biçimleri tarafından oluşturulur.
4. Her üretim biçimi, kendine özgü ekonomik konumsal ideolojileri, ve
sömürüye dayanan her üretim biçiminde özgül sınıf ideolojilerini gerekli
kılar.
5. Her üretim biçimi, yeni ekonomik konumsal ideolojiler ortaya çıkara
caktır.
6. Bütün insan toplumları, tarihsel-konumsal ideolojilerin yanında
varoluşsal ve tarihsel-kapsayıcı ideolojilerin özelliklerini taşır.
7. Ekonomik ideolojiler dışında varoluşsal, tarihsel-kapsayıcı ve tarihsel
konumsal ideolojilerin somut biçimleri, üretim biçimleri tarafından doğru
dan belirlenmezler, fakat bu ideolojilerde gerçekleşen değişiklikler, üretim
biçimleri tarafından üst belirlenir.
8. Yeni üretim biçimleri ve yeni sınıflar, yeni baskın sınıf idelojilerini
destekleyen ve pekiştiren varoluşsal, tarihsel-kapsayıcı ve diğer tarihsel
konumsal ideolojiler ortaya çıkaracaktır. (Therbom 1980, 41-42) .
Therbom'un dikkat çektiği noktaların genel yapısının ötesine geçmek ve
ideolojik pratik ile politik ve ekonomik oluşumların pratikleri arasındaki
ilişkiyi tam olarak ortaya koymak mümkündür. Biz bu işi, ilerleyen say
falara bırakacağız. Fakat şimdilik daha olumlu bir noktayı, Althusser'in
sorunsalının gücünün bir örneği olarak Therbom' un çalışmasının değerini
vurgulamak istiyorum. Bu, genellikle sağlam prensiplere dayanan bir
eleştiri olmanın yanı sıra, Althusser'in kavramlarının kapsamını genişleten
bir çalışmadır. Therbom' un ve kendisini bir Marksist olarak bile görmeyen
Bourdieu'nun çabaları, bana Althusser'in eserinin bilimsel doğasına yöne
lik ikna edici argümanlar olarak gözüküyor; Yapısal Marksizm, katı ve nihai
olarak tamamlanmış dogmalardan değil, düzeltmeye, belirsiz kalan öğelerin
açıklığa kavuşturulmasına ve gelişmeye açık bir araştırma programıdır. Bu
eser, etrafında dönmeye devam eden felsefi ve politik kargaşalara rağmen
gelişmeyi sürdürür ve bu gelişme, hiçbir alanda ideoloji kuramından daha
aşikar değildir.
239
Althusser: utdeolojinin Sonu" İdeolojisi
Kuramsal hümanizm-karşıtlığına ilişkin koparılan öfke fırtınası bir yana
bırakılacak olursa, hiçbir şey Althusser'in ideolojinin sosyalizmin zaferiyle
üstesinden gelinecek geçici bir sapkınlık olmaktan çok, tüm insan toplum
larının temel bir öğesi olduğu düşüncesi kadar tartışma yaratmamıştır.
240
174). Jacques Ranciere, Althusser'in bilim ile ideoloji arasında yaphğı
aynının, " bilimin ideoloji ile olan ilişkisinin bir bozukluk değil, eklemlen
me olduğunu" göremediğini ve " Merkezi Komitenin bilgeliğinin" ve "bur
juva akademik söyleminin" çıkarına " ideolojik mücadelenin manhğını
bütünüyle çarpıthğını" düşünür (Ranciere 1985, 116) . Her iki örnekte de,
Althusser'in anlayışına yönelik itirazlar, "yabancılaşmış" bir öznenin -
bireyin (Thompson) ya da işçi kitlelerinin (Ranciere) " kendiliğinden felsefe
si" açısından ve teori ile pratiğin tarihin öznelerinde cisimleştiği " praksis"
açısından dile getirilir.
241
girdiğinde, bu farklı yabancılaşma süreçleri arasında bir tür özdeşlik olduğu
varsayılır ve söz konusu değerlendirme, önyargıların etkisinde kalır.
Althusser' e göre, proleteryanın amacı, özünü açığa çıkarmak değil,
içinde bulunduğu koşulları (varoluşunu) iyileştirmek ve sömürülmesine bir
son vermektir. Elbette bunu yapabilmek eyleme geçmeyi gerektirir. Bu
eylem ise, ancak ideoloji, yani toplumsal bir özne aracılığıyla gerçekleşebilir.
Fakat konjonktür ile ilgili nesnel bilgiye sahip olmak, eylemin başarıya ulaş
ma olasılığını büyük ölçüde artırır. Marksizmin politik değer, bilgiye
dayanan eylemi mümkün hale getirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle,
Althusser' e göre teori ve pratik asla birbirine özdeş olmasa da, birbirinen
bütünüyle ayrılamaz; teori, pratiğin eleştirel rehberiyken, pratik, teorinin
bitmek tükenmez eleştirisidir. Althusser'in, tüm pratiğin ideoloji içerisinde
gerçekleştiği yönündeki tezi, pratiğin teoriden aşağı olduğu anlamına
gelmez. Althusser, "politik eylem sorunu ortadan kalkmaz," der; ortadan
kalkan, politik eylemin 'aşkınlığın' her şeye kadirliği, yani insanın özgür
lüğü, farklı koşullar tarafından belirlenmesidir: sınıf mücadelesinin duru
mu, işçi hareketinin durumu, emek hareketinin ideolojisi ve Marksist teori
ile ilişkisi" (Althusser 1976, 53-54) .
242
Sağın bilimlerin öğretilme tarzı, varlık ve içeriklerinin ideoloji ile
belli bir ilişki içerisinde olduklarının bir göstergesidir. Saf bilginin
öğretiminde, kuramsal ve toplumsal işlevin bilgisi ile nasıl bu bil
giye göre hareket edilebileceğinin bilgisi asla aynı bağlam içerisine
oturtulmaz . . . Bilimin öğretildiği her türlü ortam, istese de istemese
de, bilimin toplum içerisindeki yerine ve birtakım bilimsel bilgi
alanlarında uzmanlaşmış düşünürlerin rolüne, dolayısıyla el emeği
ile fikir emeği arasındaki ayrıma dayanan bir bilim ideolojisi
aktarır. (Althusser 1990, 94-95).
Buna karşın Althusser, sadece Marksist tarih bilimine değil, aynı zaman
da bilime de özgürleştirici ve olumlu bir rol atfeder. Bir iktidar biçimi
olduğu, kuşku götürmez bir gerçektir. Fakat Althusser'e göre, dünyayı anla
maya ve dünyayı değiştirmeye yönelik gizil, potansiyel ve olumlu bir
güçtür. Bilim, iktidar tarafından yozlaştırılabilecek ya da yozlaştırılmaya
cak bilgi etkileri üretir. Ama iktidarın kendisinin kaynağı başka bir yerdedir.
Bilginin dışında yer alır, bilgi üretiminin özünde bulunmaz. Althusser, bili
min karanlık yüzü, (Weber'in, rasyonalizasyonun "demir kafesi" adını
verdiği) araçsal mantığın tahakkümü ve bu tahakkümün toplumsal öznellik
üzerindeki normalleştirici etkileri (insan öznelerinin, bilimin nazarında nes
nelere dönüşmesi) konusunda oldukça sessiz kalmıştır. Marksist düşün
cenin Bolşevik rejimi tarafından dönüşüme uğratılması ve parti görev
l i lerinin sınıf iktiarını rasyonalize eden anti-demokratik ideolojinin ışığında,
bilimin -özellikle insan bilimlerinin ve her şeyden önemlisi bir tarihi bilimi
olarak Marksizmin- toplumsal/ politik boyutları göz ardı edilemez.
Althusser'in Marksizmin bir bilim olduğunu savunması ve bilimsel bil
ginin olumlu yönlerine ilişkin varsayımları, 1968 Mayıs'ından sonra sıklıkla
eleştiriye uğradı. Yetmişli yılların başında, kendiliğindenlik virüsüne
y ak a l a nmış, Maoizm ve Kültürel Devrim yanlısı çok çeşitli "ultra-solculuk"
akımları, Althusser'in bir bilim değerlendirmesi yapmak adına "bilgi
fe t iş i zmine " kaymasını, burjuva toplumunun bir başka baskı unsuru olarak
gö rdü . Lire Le Capital eserinin ilk ortak yazarlarından biri olan Jacques
Ranciere, Le Leçon d' Althusser yazısında, Althusser'in, parti bürokrasisinin
Marksist teori üzerindeki baskısını engelleme yönündeki ilk tasarısına
i hanet edip, parti liderlerinin yerine profesörleri getirerek yeni bir " küçük
burjuva" seçkinciliği geliştirdiğini ve somut toplu msal mücadelelere ilişkin
243
fikirlerini terk ederek, hiçbir anlamı olmayan bir dizi soyut kavramsal
karşıtlık anlayışına kaydığını söylemiştir (Ranciere 1974, 55-111) .
Althusser'in iki eski öğrencisi ve eski Maocular olan Andre Glucksman ve
Bemard-Henry Levy, bilimi yerin dibine sokmak konusunda Ranciere'in
bile ötesine geçip, Marksizmi totaliter politikalar ve özgürlükçü bireyciliğin
Soğuk Savaş retoriğinin yeniden keşfi ile özdeşleştirdi.
Bu kendinden menkul "Yeni Felsefe," kısa süre içerisinde basının ilgisini
uyandırdı ve Paris' teki düşünsel iklimin yetmişli yılların ortasında
Marksizm karşıh post-modem post-sol'a yönelişininin simgesi oldu. 6 . Peter
Dews, yeni felsefenin (nouvelle philosophie) temel prensiplerini kısa ve öz
bir şekilde açıklar: "Sovyet kamplarının dehşetinden Marksizm sorum
ludur; Devlet, baskının temel kaynağıdır ve dolayısıyla, Devlet gücünün el
değiştirmesine yönelik her türlü politika tehlikeli ve boşunadır. Bilim daima
iktidar ilişkileri içerisinde hareket eder ve bu ilişkileri pekiştirir ya da bu
ilişkilere daha ciddi bir boyut kazandırır. 'Akıl,' doğası gereği totaliterdir;
her türlü politik ideoloji, insanlığa karşı işlenen suçları haklı çıkarmak için
kullanılacağından, politik eylemin tek 'güvenli' hali, insan haklarının
muharip bir şekilde savunulmasıdır" (Dews 1979, 129) .
Fırsatçılığı dışında, yeni felsefenin kaleme aldığı metinlerle ilgili
söylenebilecek çok fazla şey yoktur. Buna karşın, burada iki nedenden ötürü
önem taşırlar: birincisi, Yeni Sağ olarak bilinen uluslararası bir fenomenin,
yeni muhafakar bir düşünsel akımın Fransa' daki kolunu temsil ettikleri için,
ikincisi, düşüncelerinin postmodem Sol ile karşılıklı bir ilişkiyi yansıtması
nedeniyle. Bu ilişki, nadiren kabul edilse de, toplumsal kuramın rahatsız
lığını anlamak için mutlak bir önem taşır. Dolayısıyla, Yeni Sağ ile postmod
em solu bir araya getiren "birleşme eğilimini" açıklığa kavuşturmak için,
Fransa örneğine odaklanmak faydalı olacaktır: Yeni Felsefe ile Yeni
Filozofların iktidar söylemini ve eleştirilerinin dayanak noktasını ödünç
aldığı postmodern muhalifler Gilles Deleuze ve Michel Foucault arasındaki
ilişki. Değerlendirmeme, Deleuze ile ilgili kısa bir giriş ile başlayacağım.
Çünkü postmodern muhalifliğin belirleyici özelliklerini en fazla yansıtan,
onun Neo-Nietzscheci solculuğu yansıhr ve Dilleuze, Foucault'nun tarihsel
incelemelerinin belli bir kısmı için temel oluşturur. Foucault'nun çalış
malarına ise daha fazla odaklanmak gerekir. Çünkü Foucault'nu n
Althusserci ekolü terk etmiş bir düşünür olduğu ve Yapısal Marksist
kavramlara yönelik içkin bir eleştiri geliştiri p, tarih, bilim ve ideolojiye
244
ilişkin Yapısal Marksist kavramlara post-modern alternatifler getirmek için
diğer herkesten daha fazla çaba gösterdiği söylenebilir7 .
245
sonsuz ölçüde üretken ve son tahlilde " derin bir anlam yapısından" yoksun
gördüğü dil de, yapısal düşünce tarafından yurtsallaştırtırılmıştır. Yapısal
düşünce, dile sistematik örgütlenme yanılsaması dayatır ve dil, anlamı bu
yanılsamada bulur. Bunun aksine, Deleuze, iki kodlandırma (gösterenler ve
gösterilenler) üzerinde temelleniyor gibi gözüken dilin, aslında birincil,
çelişkili ve öz gönderimsel bir yanılsamaya, " karanlık bir öncüle" ya d a
"ezoterik bir kelimeye" dayandığında ısrar eder. Bu son ifade, gerçekten
saçmadır, çünkü kendine ilişkin göndermesi, farkın bitmek bilmeyen
çoğalışını gizler. Dil, kendi "mantık duygusunun" dış görünüşünün ardın
daki farkı gizler. Deleuze'e göre, "mantık duygusu," "olaylara," maddi
dünyayı oluşturan "karışımların" ("melanges") anlamsız konjonktürlerine
dayanır. Fakat sonsuz referans mekanizmaları aracılığıyla bu olayların
gelişigüzelliğini önler. Bir cümlenin anlamı (olayın kendisi) sadece görünüş
itibariyle "göndergeseldir." Gerçekte, olay anlamın ön koşulu olduğu için,
göndergesi ancak başk bir cümlede, sonra bir başkasına bulunabilir. Bu son
suz bir kaçınma (aynı zamanda baskı) sürecini oluşturur.
Toplumsal kurumların ve insan bilimlerinin dünyasında, buna benzer ve
politika ile daha doğrudan ilişkiler iş başındadır. Deleuze' ün insan
varoluşuna ilişkin yorumunun temel anlam birimi, Nietzscheci terminoloji
den yararlanarak, " güçler ilişkisi," daha doğrusu "hükmeden" ve
"hükmedilen" güçler arasındaki ilişki olarak tanımladığı "beden" dir.
Gerçekliğin tamamı her zaman, birbirleri ile gerilim içerisindeki güçlerin
çoğalmasından oluşmuş durumdadır. Canlı beden, onu bir "hakimiyet bir
liği" içerisinde oluşturan güçlerin rastlantısal ürünüdür. "Hakimiyet bir
liği," hiyerarşik bir birliğe sahip "aktif" ve " tepkisel" niteliklerden oluşan
çoklu bir fenomendir. Bedenin tarihsel durumunun, Nietzscheci küskünlük
deneyiminin "soy kütüğünü" deneyimlemiş olması gerekir. Deleuze bunu,
farkın inkar edilmesi ve tersine çevrilmesi yoluyla, tepkisel, deforme olmuş,
bütün olumlayıcı değerleri içeriden yok eden "hiçlik istencinin" galip
gelmesi olarak yorumlar. Deleuze' e göre, farkın birey tarafından gerçek
leştirilmesi (yaşayan bedenin güç istenci) olumlayıcı ve sağlıklıdır. Farkın
toplum tarafınan inkar edilmesi ise (tepkisel toplumsal birim) baskıcı ve
sağlıksızdır. Toplumsal birim, temsil ile aynı baskıcı rolü oynar: farkların
göçebe dağılımını sınırlandırarak, tepkisel güçlerin aktif güçlere karşı galip
gelmesini sağlar.
246
Anti-Oedipus eserinde, ruhsal gelişim de büyük ölçüde aynı şekilde
yorumlanır. Freudyen yorumların aksine, Deleuze ve Guattari, "ilkel bir
yoksunluk" ya da Oedipal dönem öncesine, bütünlüğe ulaşmaya yönelik
içgüdüsel bir arzu olduğunu reddeder. Deleuze ve Guattari'ye göre,
Oedipus kompleksi, daha önce varolan, içgüdüsel arzuların neden olduğu
sorunların çözüme kavuşturulmasını sağlamaz; her şeyden önce arzunun
yurtsallaştırılmasına, insanın gerçekliğinin özünü oluşturan, parçalanmış,
farklılaştırılmış "arzu üretiminin" kodlanmasına ve bir düzene kavuşturul
masına neden olur. Bilinçdışını oluşturan çeşitli "arzu makineleri," önce
ebeveynler tarafından düzenlenir, sonra "çözüme kavuşturularak" toplum
sel birime dahil edilir ve temsilin bedensel biçimine dönüşür. Deleuze ve
Guattari' ye göre arzu toplumsal "alt yapının" "aktif," üretici fakat aynı
zamanda devrimci bir unsurudur. Çünkü onun "tepkisel," suçluluk duy
gusuna dayananan bir psikolojik çözümleme vasıtasıyla basıtırılmasını
sorgulamak, toplumsal baskı mekanizmalarının bütünleyici yapılarını her
zaman açığa çıkarır.
Deleuze'ün yorumlarının Althusser'ci düşünceyle oluşturduğu karşıtlık
açıktır. Hem Althusser hem de Deleuze, kendisini kapitalist mülkiyet ilişki
leri biçiminde gösteren tahakküme karşı çıkıp, bu ilişkilerin sürdürül
mesinde öznelliğin yaratılmasının önemini teslim etse de, her birinin açıkla
ma dayanağı radikal bir şekilde farklıdır. Nitzsche'nin izinden giderek,
kaotik bir güç istencinin, tarihin tarih dışı, ontolojik itici gücü olduğunu
düşünür. Bu kaotik düzenin tarihsel olarak yapılandırıldığına şüphe yoktur.
Fakat bu yapılandırmanın ilkesi, tarihin dışında yatar. Nietzsche gibi
Deleuze' e göre de tarih, tarihsel bir biçim alan anlamsız farklara dayatılan
(sahte) anlam yapılarından biridir. Özgürleşme -eğer böyle bir şey Deleuze
için bir anlam ifade ediyorsa- farkın teori, ruhsal dünya ve toplum içerisinde
yurtsallaştırılmasına karşı çıkmayı ve direnmeyi gerektirir. Toplumsal
dünya, merkezi bir yapı ya da kapsayıcı bir yapıdan yoksun olan yapısal
farklılıkların karışımıdır. Direniş, yerelleştirilmemeli, farkın kendisi kadar
göçebe olmalıdır. Oedipus kompleksinin psikolojik reddi olan şizofreni,
arzu üretimi aracılığıyla direnişin pasif bir örneğidir. Deleuze ve Guattari,
bir "aktif şizofreninin," tüm sömürü, tabi kılma ve hiyerarşi yapılarının bil
inç düzeyinde reddedilmesinin gerekliliğini savunur. Deleuze' e göre,
Marksist toplumsal kuramın açıklayıcı sistemi, umutsuz ölçüde dar bir
bakış açısına sahiptir (sınıflar konu dışıdır ve arzunun bastırılması
247
evrenseldir) ve Marksizm, kuramsal katılığı ve politik anıştırmaları açısın
dan tehlikelidir (Marksizm de 'farklılığa' dayatılan ögelere sahiptir ve
merkezi ve dolayısıyla yanıltıcı bir baskı yörüngesinde sahiptir; ki bu da
politik eyleme yönelik bir hedef olmanın yanında, yapısallaştırma sürecinin
kökenlerine saldıramaz ve bu süreci tersine çeviremez) .
Marx'ın Fransız düşünürler için temel referans olmaktan çıkıp, yerine
Nietzsche'nin geçtiği yetmişli yıllarda, Deleuze'ün sorunsalının Fransız Solu
üzerinde önemli bir etkisi oldu. 1968 Mayıs'ının ideallerinin, mağlubiyetle
rine eşlik eden kötümserliği sürdürebileceği bir düşünsel çerçeve sunmuş
gibiydi. Kuşkusuz bu mağlubiyet, devrimin başarısız olmasının ilk sorum
lusu olarak kabul edilen Marksizmin eksik yönleri vurgulanarak rasyona
lize edilebilirdi. (Althusser'in kuramı dar rasyonalizm kadar baskıcıydı;
geleneksel, çıkarcı taktikler peşinde koşarak devrimi kaybeden Komünist
Partisi'nin tepkisel doğası vs.) . Neo-Nietzscheci muhalefetin kuramsal
önemi (kısa bir süreliğine) bir yana bırakılacak olursa, olumsuz tepkisinin
hem olumlu, hem de olumsuz sonuçları olduğu açıktır. Tahakkümün yakın
plana alınmasını sağlayan eleştirel bir bakış açısı sunmaya çalışsa da, 1968
yılından sonra Sol' un safları içerisinde ortaya çıkan aşırı hayalkırıklığından
yararlanarak, 1975 yılından sonra tüm Paris' e yayılan Marksizm karşıtlığına
büyük katkıda bulundu. Post yapısalcılık ile birleşerek, Amerika' da post
modemizm olarak tanınan akımın kuramsal özünü oluşturdu.
248
yor ve bu baskı yöntemlerine karşı çıkıyordu. Foucault, Althusser'in öğren
cisiydi ve Althusser, Foucault'nun ilk çalışmasını beğeniyle karşılamışh.
Fakat bu iki adam arasında önemli farklılıklar vardı ve bu farklılıklar,
Althusser'in ideolojik çağrı ve ideolojik aygıtlar kavramlarını ortaya atması
ve Foucault'nun bu önermeye Nietzscheci "bilgi/ iktidar" formülasyonu ile
karşılık vermesi ile birlikte, 1969-70 yıllarında kesin bir karşıtlığa dönüştü.
Althusser ve Foucault arasındaki ayrılıklar, genel olarak tarihsel düşünüş
sorunu ve daha belirgin olarak, bilimsel bir söylem olarak tarihsel materya
lizm konusu etrafında yoğunlaşır. İkisi de benzer sorun ve kısıtlılıkları mev
cut tarihsel anlarşın biçimleri içerisinde algılasa da, " tarihselciliğin krizine"
ilişkin tepkileri, başından beri birbirine karşıttı. Gördüğümüz gibi
Althusser'in amacı, Marksizmi teorik bir perspektif olarak yeniden gün
deme oturtmak, Marksizmin iddialarını, bilim ve tarihsel söylemin fikirleri
ni modemist bir bakış açısı ile yeniden değerlendirerek bir tarih bilimine
dönüştürmek ve toplumsal oluşumlar ile insan öznelliğinin karmaşıklığını
bir ekonomik belirlenim çerçevesi içerisinde anlaşılır bir sisteme oturtacak
bir tarihsel nedensellik ilkesi oluşturmaktı. Foucault ise Althusser'in
Marksizmin sınırlılıklarının üstesinden gelme girişimlerine asla ikna ola
madı ve Marksizmin doğası gereği basite indirgemeci olduğu için bir çok
noktayı ıskaladığında ısrar etti. Foucault'nun tasarısı, herhangi bir tarihsel
belirlenim kuramına başvurmadan, insan bilgisinin yapılarını, varlığın
kavramsal koşulları ve kurumsal biçimleri ile ilişkisi açısından araştırmakh.
Kuşkusuz, tarihsel açıklamaya karşı tepkisi o kadar güçlüydü ki, Foucault
toplum içerisineki nedensel ilişkilerin ayrıntılarına inmeyi ya da kendi tarih
yazılarının hakikat iddialarını savunmayı reddetti. Bunun sonucunda,
Foucault'nun kendi nevi şahsına münhasır "tarihler" için bir metodoloji
geliştirmeye yönelik girişimleri, sürekli -fakat her zaman verimli olmayan
bir gerilim içerisinde olduğu Althusser' ci anlayış tarafından olumsuz
yorumlandı.
Foucault, tahmin edilebileceği gibi sıra dışı bir tarihçiydi. O, söylemlerin,
daha doğrusu insan bilimlerinin söylemsel pratiklerinin tarihçisiydi. Bu
söylemler içerisinde neyin söylenebileceğini dikte eden iç kurallar ve norm
lar, hariç tutma ve hiyerarşi kuralları ile bilimsel söylemi kapsayan, onay
layan, normalize eden ve sürdüren toplumsal iktidarın maddi alanları olan
kurumlarla ilgileniyordu. İlk eserleri Delilik ve Toplum (1961, İngilizce ter
cümesi, 1965) ve Kliniğin Doguşu'nda, psikiyatri ve hp bilimlerinin söylem-
249
leri ile bu söylemlerin "akıl sağlığı" ve "sağlık" gibi nesnelerini üretme,
algılama ve dayatma biçimlerini araştırır. Foucault, bu söylemlere özgü
ayrımların, delilik ile akıl sağlığı, hastalık ile sağlık arasında kurulan fark
lılıkların, bilginin gelişmesine değil, akıl hastaneleri ve klinikler gibi asıl
işlevleri toplumu kontrol altına almak olan -normalleştirme ve yönetme-ve
ne bilimsel ne de insancıl olan kurumsal çerçevelere yerleşmiş yeni ya da
eğişmekte olan dışlama ve dahil etme toplumsal ilişkilerine dayanan keyfi
ayrımlar olduğunu provakatif bir şekilde göstermeye çalışır.
Foucault, söylem ve toplum arasındaki ilişkiye yönelik genel bir açıkla
mada bulunmaktan kaçınsa da, söylemi onun maddi varoluş koşullarını
oluşturan toplumsal kurumlara ve söylemsel olmayan güçlere indirgediği
düşünülebilir. Deliliğin tarihi, bir hastalığın kuramsal olarak anlaşılmasına
yönelik bir ilerlemeye işaret etmez. Bunun yerine, toplumsal önyargıların ve
endişelerin, belli bir dönemde toplumun genel yapısını tehdit eden toplum
sal grup ya da kişiliklerin hapsedilmesini haklı çıkarmaya çalışan kuramsal
çerçevelere yansıtılmasına yönelik tutarlı bir eğilimi gözler önüne serer.
Fakirler, muhalifler, suçlular ve deliler, her şeyden önce politik değil, bilim
sel anlayışlara göre toplumdan tecrid edilir ya da bir araya getirilir, insan ya
da hayvan muamelesi görür, kapatılır ya da özgür bırakılır. Foucault'ya
göre, tıbbi pratik de benzer şekilde toplumsal kaygılara dayanır. Klinik ve
hastaneler, belli bir dönemde toplumun hakim sınıfları arasında rağbet
gören, insan doğasına ilişkin tutumların mikrokozmosu ıi.iteliğindedir.
Althusser'in bu çalışmaları onaylayıp, kendi fikirlerinin ürünleri olarak
görmesinda şaşılacak bir şey yoktur.
Buna karşın Foucault, daha sonraki iki eseri Şeylerin Düzeni: İnsan
Bilimlerinin Arkeolojisi (1966; İngilizce tercümesi, 1973) ve Bilginin
Arkeolojisi' nde (1 969; İngilizce tercümesi, 1 972), bakış açısını sadece
söylemin iç yapısal sınırlarına ve "arkeoloji" adını verdiği yeni bir anti
materyalist metodolojik stratejiye kaydırır. Söylemi belirleyen kurumsal ve
toplumsal yapılar ortadan kalkar ve yerlerini Foucault'nun "episteme" adını
verdiği ve "belirli bir dönemde epistemolojik değerleri, bilimleri ve belki de
biçimselleşmiş sistemleri meydana getiren söylemsel pratikleri bir araya
getiren ilişkiler bütünü" olarak tanımladığı" unsurlara bırakır. Bu ilişkiler
bütünü, söylemsel süreklilikleri düzeyinde incelendikleri zaman bilimler
arasında keşfedilebilir (Foucault 1 972, 191). Foucault, Şeylerin Düzeni'nde, -
nesneleri yaşam (biyoloji), emek (sosyoloji), ve dil (kültür) olan- sözde insan
250
bilimlerinin Orta Çağ' dan yirminci yüzyıla kadar yaşadığı dört dönemi
karşılaştırır. Bunlardan ilki olan Rönesans dönemini benzeşme, farklı olanın
\
içinde aynıyı bulma arzusu karakterize eder. O kadar ki, insanlar hangi nes-
nelerin birbirine benzediğini ve hangi kelimelerin şeyleri doğru bir şekilde
işaret ettiğini bilmek ister. Şeyler arasındaki benzerliği, her şeyin bir ölçüde
diğer her şeye benzediğini göstermeye yönelik dolambaçlı girişim, onyedin
ci yüzyıla gelindiğinde kendisini tüketmişti. " Arkeolojik bir değişim"
gerçekleşti ve Foucault'nun Klasik Çağ adını verdiği onyedinci ve onsekiz
inci yüzyıllara yeni bir episteme hakim oldu. Klasik episteme, Rönesans
döneminin gün ışığına çıkarttığı farklılıklara odaklandı ve bu farklılıkları
karşılaştırma, düzenleme ve temsilden oluşan söylemsel bir protokolle açık
lamaya çalıştı. Bu prokole göre, temsil kesin ve mantıklıdır; farklılıkların
karşılaştırılması ve düzenlenmesi, yakınlık ve sürekliliğe dayanan, dikkatli
bir şekilde ayarlanmış bir sistem aracılığıyla basitten karmaşığa doğru gider.
Bilincin rolü, dışsaldır. Zihin, bağımsız ve doğrudan olan temsilleri gözlem
ler ve sınıflandırır. Şeylerin temel düzenini, özdeşlik ve farklılıklarını temsili
açıklamak, aynı zamanda onları kontrol eden bir sistemin keşfi anlamına
gelir. Klasik Çağın inancı şuydu: İlişkilerin doğru bir tablosu çıkarılırsa,
onlara işaret eden göstergelerin manipüle edilmesi aracılığıyla, "yaşam,"
"refah" ve "dil" manipüle edilebilirdi. Fakat klasik çağın düzen ve karşı
laştırma ilkesi, zamansallık ve şeylerin farklı kökenlerine yönelik algılayışın
etkisiyle zayıfladı. Bu algı biçimi, şeyleri ölçülebilir ve karşılaştırılabilir hale
getiren süreklilik ve yakınlığın zamansız temelini yok eder.
Onsekizinci yüzyılın sonunda, bir başka "arkeolojik dönüşüm" gerçek
leşti ve zamansallık ve sonluluğun hakim olduğu Modern Çağı başlath.
Düşünce, türlerin, üretim biçimlerinin ve dil kullanımlarının tarihselliği
tarafından özümsendiği için, bilgi bir sorunsal haline geldi. O zamana kadar
görünmez olan "insan," nesneler arasındaki bilen özneye, daha da önemlisi,
kendi tarihsel anlayışının nesnesine dönüştü. İnsan öznesinin sonluluğu ve
sınırlılıkları dikkate alınarak, temsillerin mümkün ya da geçerli olduğu
temelleri araştırmaya yönelik bir girişim olarak epistemoloji ortaya çıktı.
İnsan artık, insanın sınırlılığının farkına varılması ile başlayan ve bu sınır
lılıkların insan öznesinin epistemik çerçevesi içerisinde aşılmasına yönelik
girişimlerle karakterize edilen Modern Çağın epistemik bir yaratısından
ibarettir. Bu dönemde amaç, Foucault'nun "sonluluğun analitiği" adını
verdiği şey içerisinde anlam ve bilgi dayanağına ulaşmaktır. Modern epis-
25 1
teme, bilmenin aşkın formu ile bilginin tarihsel içeriği, 'cogito' düşünce ile
onun varlık koşulu olan " düşünülmeyen" arka plan ve son olarak, insanın
tarihsel durumu, insanın kökenlerinden kopmuş bir halde tarih içerisinde
bulunuşu ile, insanın tarihin aracısı ya da yapıcısı olarak önceliği arasında
ki karşıtlıkları ortadan kaldırmaya çalışarak kendisini tüketti. Foucault,
bunun sonucu olarak, İnsanın Çağı'nın sona ererek, yerini sonluluğun anali
tiğini terk edip, insan öznesinin ortadan kalkışını, dilin anlaşılmazlığını ve
tarihsel anlamın yokluğunu kabul eden dördüncü bir çağın başladığı
çıkarımında bulunur ve yaklaşmakta olan Post-modem çağı öngören ilk
kişinin Niezsche olduğu gerçeğini teslim eder:
252
olmadığını sormalıyız. Althusser, realizm ilkesini ve bilimsel söylemin
geçerliliğini, materyalist tezi ile savunurken, Foucault, bilgi üretici unsurlar
olarak bilgi etkilerini açıklamak konusunda hiç de istekli gözükmemektedir.
Son olarak, Fouault'nun kendi söyleminin doğasına ilişkin bazı soruları
vardır. Foucault, kendi epistemolojik kekine (radikal görecilik) sahip olup
yemek (onun "tarihlerini" ikna edici bulmamızı) ister. Fakat sorulması
gereken soru şudur: Foucault, kendi söylemini felsefenin gerçekliğinde nasıl
savunurdu?
Foucault'nun, havarilerine ve kendilerine özgü bir tarihsellik-karşıtı ya
da materyalizm-karşıtı konuma sahip yorumculara yaptığı açıklamalar
dışında, verdiği cevaplar, hayal kırıklığına uğratır. Foucault, Bilginin
Arkeolojisi'nde, yöntem sorunlarını ele almaya ve bir önceki çalışmasının
sonuçlarını özetlemeye girişir. Bilginin Arkeolojisi'nin yaptığı, çoğunlukla
bir tarih eleştirisi, özellikle bilim tarihinin eleştirisidir. Bu da Althusser'in
tarih eleştirisi ile önemli farklılıklar taşımaz- bu bağımlılık bizi şu an için
ilgilendirmiyor. Bizim için asıl önemli olan, Foucault'nun, tarihin eksik yön
lerini aşmaya çalışırken, ne bilimsel, ne felsefi, ne de tarihsel olan arkeolojik
bir yöntemden yararlanmasidır. Foucault'ya göre arkeoloji, bir düşünce sis
temleri " teşhisidir." Görevi ise farklar yaratmak, düşünce sistemlerini nes
neler olarak oluşturmak, çözümlemek ve kavramlarını tanımlamaktır
(Foucault 1972, 205). Buna karşın, bir farklar teşhisi olarak arkeoloji, bütün
leştirici bir söylem türü olamaz. Foucault, " arkeolojinin, tek bir farklar sis
temine indirgenemeyecek, mutlak bir referans ekseni ile ilişkisi olmayan bir
dağılıştan yararlanmaya, herhangi bir merkeze öncelik tanımayan bir
merkezsizleşme işleminde bul unmaya çalışmaktadır." (Foucault 1972, 206).
253
leri" kavramını ortaya atar. Foucault'ya göre, söylemsel ayrımın çok sayıda
farklı uğrak noktası vardır. Bu ölçütlerin dağılımı, ardışıklığı ve birbiri ile
örtüşmesi, arkeolojinin temel çalışma alanını oluşturur.
Söylemsel bir pratiğin bireyselliğe ve özerkliğe ulaştığı, dolayısıyla
ifadenin oluşumu için tek bir sistemin işleme sokulduğu ya da bu
sistemin dönüşüme uğratıldığı ana, "olumluluk eşiği" adı verile
bilir. Bir ifade topluluğu, söylemsel oluşum sırasında birbirine
eklemlenir, doğrulama ve tutarlılık normlarını (başarısız da olsa)
geçerli kılmaya çalışır. Bilgi üzerinde (bir model, eleştiri ya da
doğrulama olarak) baskın bir işlev uyguladığında, söylemsel oluşu
mun, bir epistemolojileştirme eşiğini aştığını söyleyebiliriz.
Böylelikle ana hatlarıyla beliren epistemolojik değer, birtakım
biçimsel ölçütlere uyduğunda, açıklamaları sadece arkeolojik
oluşum kurallarına değil, aynı zamanda önermelerin oluşturulma
yasalarının bazılarına uyduğunda, onun bilimsellik eşiğini aştığını
söyleyebiliriz. Ve bu bilimsel söylem kendisi için gerekli aksi
yomları, kullandığı ögeleri, onayladığı önerme yapılarını ve kabul
ettiği dönüşümleri tanımlayabildiğinde, böylelikle oluşturduğu
biçimsel yapıdan yararlanmak üzere bir başlangıç noktası rolüne
sahip olduğunda, onun biçimlendirme eşiğini aştığını söyleyebili
riz. (Foucault 1972, 186-87).
254
Genel olarak konuşmak gerekirse ve tüm arabuluculuk ve özgül
lükler bir yana bırakıldığında, politik ekonominin kapitalist
toplumlarda burjuva sınıfının çıkarına bir rol oynadığı, bu sınıf için
ve bu sınıf tarafından yarahldığı ve kavramları ve manhksal
mimarisi ile bile kaynağından izler taşıdığı söylenebilir; fakat poli
tik ekonominin epistemolojik yapısı ile ideolojik işlevi arasındaki
ilişkilerin tam olarak açıklanmasına yönelik her türlü girişim, onu
ortaya çıkaran ideolojik işlevi ve geliştirip sistematize etmek zorun
da olduğu nesne, kavram ve kuramsal seçim dizgesini dikkate
almalıdır. Öy leyse, böyle bir pozitiviteyi ortaya çıkaran söylemsel
pratiğin, söylemsel olmanın yanında politik ya da ekonomik bir
düzene sahip olabilecek diğer pratikler arasında nasıl işlediğinin
açıklanması gerekir. (Foucault 1972, 185-86) .
255
ilişkilerini açığa çıkarmak, fakat sürdürmekten kaçınmaktır. Foucault tarih
sel (ya da arkeolojik) söylem için sağlam bir felsefi temelin yokluğuna ilişkin
olarak, Althusser'le aynı noktaya varır. Foucault, "bilimi açığa çıkarmak ve
değiştirmek için, onun ideolojik işlevini ele almanın, onu söylemsel bir
pratik olarak sorgulamak, onu diğerleri arasında bir pratik olarak görmek
olacağını" açıkça belirtir (Foucault 1972) . Fakat bunun sonuçları ile yüzyüze
gelmekten kaçınır. Vardığı sonuç, etkisizdir ve ikna edici olmaktan uzaktır:
"Şu an için ve görebildiğim kadarıyla, içinde bulunduğu yörüngeyi belir
lemekten uzak olan söylemim, destek bulacağı bi temelden kaçınmaktadır"
(Foucault 1972, 205) .
Foucault'nun yoğun ve tamamlanmamış metinlerine yönelik yorumlar,
ciddi felsefi yorumlardan, bu metinlerin epistemolojik söylemin bir parodisi
olarak taşıdığı estetik değere ilişkin eleştirilere kadar çeşitlilik gösterdi.
Diğer ögeleri enine boyuna değerlendiren yorumcuların, şaşırtıcı bir şekilde
gözden kaçırdığı tek bir yorumsal strateji vardır: Bilginin Arkeolojisi
eserinde iş başında olan Althusser karşıtı diyalektik. Foucault' nun " arkeolo
jik yöntemi," büyük ölçüde Althusser' in ayrımsal tarihinin olumsuz bir ima
jıdır. Her iki yaklaşım da tarihsel söylemin süreksizliği ve tarihsel bilgiye
ilişkin bir dayanağın yokluğuna ilişkin önermelerle yola çıkar. Aradaki fark
şudur: Yapısal Marksizm, bu su götürmez fikirleri bir sorunsalın bünyesine
dahil ederek, geçerliliği felsefi olarak tartışılabilir, fakat felsefenin savaş
meydanında kendisini savunmak için kullanabileceği bilgiler üretir.
Foucault'nun arkeolojik yöntemi ise kendi gelişigüzelliği ile övünüp, bu
buyrultusallığın sonuçlarını kabul etmekten başka bir şey yapamaz. " Aşkın
bir izleğe ulaşmak için dışsallık ilişkilerini açıklamak, bir köken arayışı
içerisinde yığılan verileri çözümlemek ve bütünlüğe ulaşmak yerine seyrek
likleri analiz etmek pozitivistlik oluyorsa, ben bir pozitivist olmaktan mut
luyum" (Foucault 1972, 109).
Foucault'nun söylemi, onun kendi isteği sonucu yüzeysel kalmaktadır.
Çünkü anlama ulaşmaya yönelik her türlü değerlendirmesi, modernist
karşıtlıkların sarmalına girmesine neden olur. "Sözünü ettiğimiz bu kural
lardan çıktıkları için, kendi arşivimizi tanımlamamız mümkün eğildir"
(Foucault 1972, 130) . Buna karşın Foucault kesinlikle bu arşivler adına
konuşur ve ciddiye alınmayı bekler: "Eğer genel bir üretim kuramı oluştur
mak mümkünse, farklı söylemsel pratiklere uygun kuralların çözümlemesi
olan arkeoloji, kendi "kapsayıcı teorisi" olarak adlandırılabilecek şeyi
256
bulur" (Foucault 1972, 207) . Foucault'yu tutarsızlık, mantıksal çelişki ya da
onun arkeolojik metodunun daha kapsamlı teorik anıştırmaları ile ilgili
sorunları açıklamaya zorlayan kişiler, kuramsal zorbalar olarak etiketlenir.
" Benim kim olduğumu sormayın ve benden değişmememi beklemeyin:
Belgelerimizin usule uygun olup olmadığına, bırakın bürokratlarımız ve
polislerimiz karar versin" (Foucault 1972, 17) . Bu son açıklama, Bilginin
Arkeolojisi'ni en fazla muştulayan yorumdur. Epistemik yapılar aracılığıyla
söylem üretimi ve diğer kavramlardan ayrılan özellikleri ortaya konmamış
bilgi/ iktidar kavramı aracılığıyla düşünce yapılarının toplumsal belirlenimi
arasındaki gerilimin çözüme kavuşturulacağını önceden haber verir.
Arkeolojiden Soybilime
Bilginin Arkeolojisi, Foucault'nun diğer yönlerden büyük önem taşıyan
tarih çalışmalarının kuramsal zaaflarını ortaya çıkarmaktan daha fazlasını
yapmadı. "Althusser'i Althusser'le altetme" girişiminin başarısızlığa uğra
ması, Foucault'yu, onun için uygulanabilir olan tek yaklaşıma, yani
Nietzsche'ye ve Deleuze'ün postmodem Sol'u neo-Neietzscheciliğe yönel
meye zorladı. Foucault, yetmişli yılların başında söylemin nadirliği soru
nuna /1 soybilimsel" bir bakış açısıyla geri döner ve düşünce yapıları ile
toplumsal yapılar arasındaki belirleyici öncelik sorununu, ne yazık ki ikin
cisi leyhine çözüme kavuşturur. Episteme kavramı terk edilir ve yerine, bilgi
ve tahakkumun birbirine özdeşleştirilmesini temsil eden söylemsel düzen
kavramı getirilir. Foucault, 1977 yılında verdiği bir röportajda şöyle söyler:
[Şeylerin Düzeni'nde] eksik olan, 'söylemsel düzen,' ifadelerin oyununa
özgü güç etkileriydi. Bu kavramı, sistematiklik, kuramsal form ya da bir tür
paradigma ile çok fazla karıştırdım (Foucault 1980a, 113).
"Teorik formlardan" " söylemsel düzen"e geçiş, Althusser'in felsefeyi
yeniden tanımlaması ve ideolojinin maddi aygıtları ile ideolojik çağrı süreci
kavramlarını tepkisel bir şekilde yansıtır. Aynı zamanda Foucault'yu yine .
Yapısal Marksizm ile olumsuz bir bağlılık içerisine sokar. " Nietzsche,
Genbilim, Tarih" adlı önemli makalesi (1971, Foucault 1977 kitabında)
yayınlandığında, Foucault ve Althusser'in düşünsel konumları arasındaki
bir dizi yeni farklılık öne çıkmaya başlıyordu. Althusser'in çok yönlü ideolo-
ji anlayışı ya da toplumsal pratiklerin varlığı ve işleyişine ilişkin genel
çerçevesi ile karşılaştırılmaya değer bir anlayıştan yoksun olan Foucault,
söylemsel pratikleri her zaman tek boyutlu ifadelerle, "bilgi" ya da " iktidar"
257
olarak kavramsallaşhrmıştı. Bundan böyle, bu iki kavramı tek bir bilgi/ ikti
dar bütünlüğüne kavuşturacakh. Söylemsel düzen, bir araca, (dispositif) sis
teme, aygıta (Foucault'nun Althusser'e olan kuramsal borçluluğunun daha
açık bir göstergesi olamazdı), bilginin sadece iktidarın etkisi olduğu bir
'gösteren' e dönüşür. Düşünce yapılarını sadece iktidar yarahcı ve bilginin
olabilirlik koşullarını iktidar oluşturur. Foucault, 1971-71 yılında izlediği
düşünsel rotayı ceza kurumlarına özetlerken, şu açıklamalarda bulundu:
258
değildir; bilgi, kendi başına tahakkümün baskıcı formu haline gelir.
Foucault'nun, bilginin bir çağrı süreci olduğu yönündeki kavrayışı, onun bu
kavramı Althusser' in bilim, felsefe, ideoloji ve ideolojik aygıtlar kavram
larını kullanmasından ayıran, basit, farklılıkları ortaya konmamış bir olum
suzlukta yatar. Foucault'nun kavramsallaştırması, tarihsel olaylara ilişkin
kendi yorumunun felsefi bağlamda savunulmasına yönelik her türlü girişi
mi önlemekle kalmaz, aynı zamanda bilgi etkilerini kuramsal nesneleri ve
bu nesnelerden ürettikleri bilgilerle ilişkileri açısından ele almaya yönelik
girişimleri engeller.
Aslında Foucault'nun "soybilimsel yöntemi," Althusserci sorunsalın
kötü bir alternatifidir ve teoriye ters düşen (ad hoc), bütünleştirmeye karşı
ön yargı taşıyan arkeolojiye nazaran çok fazla iyileştirilmiş unsur taşımaz.
Bilginin ideolojik bir aygıt olarak ele alınması dışında, soybilimin tüm olum
lu nitelikleri, kaynağını toplumsal ürünün öznelliği düşüncesinden alır. Bu
da bütünüyle Althusser' den alınıp, Nietzscheci-Deleuzecü bir dirimselcilik
ile aşılanmış bir düşüncedir. Ortaya çıkan sonuç, arkeolojinin metodolojik
ve epistemolojik sorunlarını çözüme kavuşturamaz ve daha yoğun bir şek
ilde yeniden üretir. Yapısal nedensellik bilgi/ iktidarı bilimsel pratiğin ona
bir yer ve işlev veren (son tahlilde ekonomik tarafından belirlenen) toplum
sal bir bütün içerisinde eklemlenmesi olarak kolaylıkla yorumlarken,
Foucault bilgi/ iktiarı sadece basite indirgenmiş ve varlığı kabul edilmiş bir
gerçek olarak dile getirebilir. Yapısal Marksizmden aldığı materyalist ögeleri
kendine göre tasnif eden Foucault'nun soybilimi, tarihselciliğin tuhaf bir
erekselci formu ile kendi araştırmasının hakikatini reddeden politize
edilmiş bir estetizm arasında gidip gelen bir dizi retorik süslü sözden daha
fazlası değildir.
Foucault, "Nietzsche, Soybilim, Tarih" adlı çalışmasında, soybilimsel
yöntemin güçlü addettiği yönlerini ayrıntıları ile açıklamaya girişir.
Bunlardan ilki, soybilimin, tıpkı arkeoloji gibi tarihsel belirlenimi ve bilim
sel realizmi reddetmesidir. Bu, rastlantı ve ardışıklığın dış dünyasından
önce gelen durağan formlara" duyulan bir inançtır. Şöyle der Foucault:
" Eğer soybilim tarihi dinleseydi, şeylerin ardında bütünüyle farklı bir şey
olduğunu bulurdu: zamansız ya da öze ilişkin bir sır değil, onların bir sırra
sahip olmadığı ya da bu sırların yabancı biçimlerden alınan bölük pörçük
üsluplarla üretildiği sırrı" (Foucault 1980a, 142) .
259
Foucault'ya göre soybilim, tarihi tanımlayan "köken arayışlarını" bir
yana bırakıp, "nesep" adını verdiği şeyi çözümlemeye çalışır. Nesep ve
köken arasındaki fark, ilkinin bir "benzerlik" kategorisine dayanmamasıdır.
Soybilim, benzerliğin bütünlüğü yerine, ortaya çıkarılması güç bir iletişim
ağı oluşturmak üzere birbiri ile kesişebilecek alt kategori işaretleri" ile
ilgilenir. Soybilimciler, başlangıçları- belirsiz izleri ve ipuçları tarihin gözü
tarafından görülen sayısız başlangıçları- araştırmaya kalkışır. Nesep çözüm
lemeleri, benliğin ayrışhnlmasına, teşhis edilmesine ve yer değiştirmesine
imkan sağlar" (Foucault 1980a, 145-46). Aslında kökenler ve "başlangıçlar"
aynını, akıllara Deleuze' e özgü ontolojik ayrımı getirir. Bu hamle, varlığın
rastlanhsal doğasını ve soybilimcinin ayrıcalıklı gözünü ortaya koyar:
261
Foucault, yetmişli yıllarda kaleme aldığı en önemli eserlerinde (Disiplin
ve Ceza, 1975, İngilizce tercümesi, 1979; Cinselliğin Tarihi, 1976, İngilizce
tercümesi, 1980), hem modern endüstriyel toplumları temsil ettiğini, hem de
toplumsal pratiklerle Marksist çözümleme içerisinde vurgulanan ekonomik
kökenli tahakküm biçimlerinden daha kapsamlı bir ilişki içerisinde
olduğunu düşündüğü / 1 disiplin teknikleri" (normalleştirme teknikleri,
tahakküm biçimleri) üzerinde durur. Foucault'nun Marksizmi sadece tek bir
tahakküm biçimine odaklanarak, /1 iktidarın düzeneklerini" ya da /1 genel
işleyişini" ıskalamakla suçlamak istediği kuşku götürmez. 11Psikiyatrik göz
hapsi, bireylerin ruh sağlığının normalleştirilmesi ve ceza kurumları, sadece
sahip oldukları ekonomik değerler ölçütünde incelendiğinde, kuşkusuz
önemlerini kaybeder. Diğer yandan, iktidarın çarklarının genel işleyişi
açısından çok büyük bir öneme sahiptirler. İktidar konusu, ekonomik olay
lar ve bu ekonomik olaylara hizmet eden çıkar sistemleri ile sınırlı tutul
duğu sürece, bu sorunların küçük bir öneme sahip olduğuna yönünde bir
kanı ortaya çıkmıştır" (Foucault 1980a, 116) . Foucault'nun eleştirisinin ras
yonel temeline (ona aksi takdirde taşıyabileceğinden daha fazla güç veril
mesine hizmet eden zayıf taktiklere rağmen) karşı çıkmıyor ya da
Foucault'nun çalışmasının taşıdığı çok önemli düzeltici işlevi yadsıyorum.
Foucault'nun hapishaneler ve cinselliğe yönelik çığır açıcı çalışmaları ve
disiplin teknikleri, biyo-iktidar gibi kavramları, toplumsal kurumlar ve
söylemsel pratikler içerisindeki normalleştirme tekniklerine önemli ölçüde
dikkat çekmiştir.
Buna karşın, çok sayıda eleştirmenin belirttiği gibi, Foucault'nun büyük
ölçüde Althusser' e borçlu olduğu Nietzsheci sorunsalı, iktidarın materyalist
bağlam içerisinde anlaşılması ile zıtlıklar taşımaktadır. Bana öyle geliyor ki,
Foucault' nun tarihsel çözümlemelerinin olumlu yönleri, Althusser' in
kavramları ile taşıdıkları tepkisel gerilimden kaynaklanıyor. Foucault'nun
Nietzscheci eğilimi, Yapısal Marksizmi aşmak şöyle dursun, Althusser ve
Foucault'nun paylaştığı ölçütten dah geri, aşağı bir konumdadır. Foucault,
iktidarın maddeselinden uzaklaşıp (çözümlemelerinin çıkış noktası) ,
mitleştirilmiş, tarihdışı ve son olarak özcü bir kavrama yönelir: İktidar.
Focault, İktidar kavramının perspektifinden, güç ilişkilerinin farklı form
larını birbirinden ayıramaz ve iktidara karşı gerçekleştirilebilecek tutarlı bir
politik direniş anlayışı geliştiremez. Buna karşın Foucault'nun Nietzscheci
' kıyafetinin, özcü İktidar ontolojisinin, ve son derece kaba Marksizm
262
karşıtlığının derinine inecek olursak, bazı kavrayışları Althusser'in Yapısal
Marksist sorunsalı ile uzlaştırılabilecek, ayrımsal tarihin hayalgücü yüksek
bir uygulayıcısı ile karşı karşıya kalırız. Sonuç, sadece ilk bakışta şaşırtıcıdır;
gerçekte ise Althusser ve Foucault'nun altmışlı yıllarda başlattığı ortak pro
jenin -tarihsel metodolojinin tarihselcilik karşıtı, hümanizm karşıtı, ampi
rizm karşıtı yöntemlerle yeniden formülleştirilmesi- amacını görürüz.
263
Foucault, Cinselliğin Tarihi'nde, cinsellikle ilgili söylemin aynı zamanda
bedenin hesap, gözlem ve normatif bir kontrol altına alınmasına hizmet
eden bio-iktidarın örneklerinden biri olduğunu öne sürer. Foucault, seksin
ondokuzuncu yüzyılda Viktoryen ahlak tarafından "bastırıldığı" yönünde
ki ortak kanıya şiddetle karşı çıkar. Ona göre, 1800 yılından sonra cinsellik
le ilgili söylemler dah önce görülmemiş bir ölçüde artış gösterdi. Buna
karşın, cinselliğe ilişkin söylemlerin artmasıyla birlikte, bireylerin gerçek
libidinal yaşamı daha da kısıtlayıcı hale geldi. Cinsellik, en güçlü güdü
olarak görülmeye başladı. O kadar güçlü ve (irrasyonel) görülüyordu ki,
onu kontrol edebilmek için kolektif ve bireysel disiplin yöntemlerine ihtiyaç
duyuldu. Bio-iktidar, çeşitli stratejiler (kadınların histerik olarak yeniden
tanımlanması, yetişkinlerin masturbasyon yapmasının aşağılanması, çift
lerin çoğalmasının toplumsallaştırılması ve cinsel "sapkınlığın" psikiyatri
tarafından " tedavi edilmesi") ve cinselliğin "bilimsel" kavranışı vasıtasıyla
ondokuzuncu yüzyıl boyunca kapsamını genişletti. Bunların yanı sıra, cin
sellik, Foucault'nun "itiraf teknikleri" adını verdiği şeyin ayrılmaz bir
parçası haline geldi. İtiraf teknikleri, kişinin -elbette uzmanların yardımıy
la- hakikati söyleyerek kendisini tanıyabileceği ve iyileştirebileceği
düşüncesine dayanıyordu. " Batı insanı," der Foucault "itiraf eden bir hay
vana dönüştü." Bizim iyileştirici bir süreç olarak değerlendirmeye alışkın
olduğumuz şey, Foucault'nun gözlerinde " Batı'nın hakikati üretmeye yöne
lik en değerli tekniklerinden biriydi" (Foucault 1980, 59) .
Kuşkusuz bio-iktidar, Althusser'in ideolojik çağrı ve ideolojik aygıtlar
kavramları ile -olumsuz da olsa- ilişkilidir; Foucault'nun anlayışının derin
liklerinde yatan Althusser karşıtı maksatlar, ister istemez göze çarpar. Fakat
sınır çizgileri açık bir şekilde belirtilmelidir. Yapısal Marksizm insan
öznelerinin çağrılmasını, sürecin hem olumlu hem de olumsuz yönlerini,
hem öznelliğin içsel karmaşıklığı hem de onu belirleyen dış güçler açısından
açıklayan kavramsal bir çerçeveye yerleştirebilir. Foucault ise anlaşılmaz ve
bölüntüsüz bir tahakküm stratejisinin kabul edildiği, bütünüyle olumsuz,
baskıcı bir anlayışta temellenen homojen bir iktidar alanı sunar. Elbette bu,
ona özgü bir strateji değildir. Foucault'nun iktidar ve tahakküm anlayışı,
(Sade' dan Bataille' a kadar uzanan) özgürlükçü-sefih estetik isyan ve
(Michelet' ten Bakunin' e, Sorel' den 68 kuşağına kadar uzanan) neo-anarşist
irrasyonalist popülizm geleneğinin söylemi ile aşılanmıştır. Bu geleneğin
ikna edici karakteri, ona farklı türler ve güç ilişkiler arasında ayrıma gitmek-
264
ten kaçınma kredisi verdi. Farklılıkları ortaya koymak yerine özgürlüğün
(toplumdan önce gelen) tarihdışı özü ile toplum arasındaki karşıtlığı öne
çıkardılar. Elbette bu öze " güç istenci" adını vermek, Nietzsche'nin
başarısıdır. Fakat özgürlük için verilen kahramanca mücadele alanına
(Nietzsche'nin sadece aşağıladığı) kitleleri de dahil eden, onun Fransız
hayranlarıydı.
İdeolojik çağrı her zaman iktidarla ilgili bir mesele olsa da Foucault'nun
aksine Althuser, onun sırf bu nedenden ötürü baskıcı olması gerektiği sonu
cuna varmaz. İdeolojik çağrıya - buna bilgi/ iktidar ve bio-iktidar da
dahildir-, bir üretim biçiminin matris etkisi, bir yer ve görev verir. Buna
karşın, kendi görece özerkliklerine, belirgin etkinliklere ve iç çelişkilere
sahiptirler. Althusser' e göre çeşitli ideolojik çağrı biçimleri, aralarındaki
somut farklılıklar ve indirgenemez çelişkiler nedeniyle, bölüntüsüz, farklar
dan yoksun bir bütüne indirgenemezler. Daha da önemlisi, Althusser ide
olojik çağrı sürecinden kurtarılmayı bekleyen bir " insan özgürlüğü özü"
olduğunu kabul etmez. Aslında insana "özünü," toplum içinde hareket
etme kapasitesini veren, ideolojik çağrıdır ve toplum, ideolojik çağrı olmak
sızın düşünülemez. Elbette bunu Foucault da bilir, fakat (toplumu iktidar
açısından açıklamak yerine) iktidarı toplum açısından açıklayacak her türlü
Marksist (ve hatta tarihsel) sorunsalı kesin bir şekilde reddettiği göz önünde
tutulursa, onun ideolojik çağırma sürecine ilişkin yargıları olumsuzdur.
Foucault bilgi/ iktidarı, ancak onların varlığını kabul ederek, yani İktidarı
Nietzscheci bir üslupla tarihsel süreçlerin ontolojik ön koşulu haline getire
rek açıklayabilir. İktidarın bu şekilde somutlaştırılması -iktidarın açıklan
masından iktidar aracılığıyla açıklamaya geçişi içeren kurnazca bir hamle-,
Foucault'yu, kendi en iyi eserindeki güçlü materyalist ögelere rağmen,
Deleuze'ün idealist ve istenççi cephesine iter. Materyal dünya, Foucault'nun
hiçbir zaman Foucault'nun analizlerinin dışına itilmez -Foucault'yu diğer
Nietzschecilerden üstün kılan, onun iktiar anlayışının maddeselliğidir- fakat
gücün yapılandırılmasına ilişkin her türlü hamlede, öncelik İktidar etkisine
verilir.
İktidarın varlığını kabul etmekle kalmak, bio-iktiar ile toplumsal ikti
darın diğer biçimleri arasındaki farkı ayrınhları ile açıklayamamanın bir
sonucudur. Örneğin Foucault, bio-iktidar ile kapitalizm arasındaki az ya da
çok güçlü ilişkiyi çoğu zaman kabul eder. İnsanları (aynı zamanda ihtiyacın
dikkatle hazırlanan, hesaplanan ve kullanılan politik bir araç olduğu) bir
265
bağımlılık sistemine soktuktan sonra, onları etkili ve üretken bir şekilde
çalıştırmanın tarihsel olarak mümkün hale geleceğine dikkat çeker. Beden,
üretici ve tabi kılınmış bir beden olması ölçüsünde faydalı bir güç haline
gelir" (Foucault 1979, 26). Daha doğrudan bir şekilde açıklamak gerekirse:
Batı'nın ekonomik sıçraması, sermaye birikimini olanaklı getiren teknikler
le başlamış olsaydı, insani birikimin yönetilmesine dayanan yöntemlerin
politik bir sıçramayı mümkün kıldığı söylenebilirdi. . . Aslında iki süreç
-insani birikim ve sermaye birikimi- birbirinden ayrılamaz" (Foucault 1979,
220-21) .
Buna karşın Foucault ekonomik iktidar, ekonomik iktidarın yeniden üre.
timi ile biyo-iktidar gibi diğer iktidar ilişkileri arasındaki belirlenim ilişki
lerini ayrıntılı bir şekilde açıklayamaz. Biyo-iktidar, kapitalizmin gelişmesi
ile ilişkilidir, fakat bu diğer bütün tarihsel dönüşümlerden önce gelip onları
aştığı için, tüm resim anlaşılırlığını yitirmektedir.
266
kalıp, soyutlamanın daha yüksek ya da alçak düzeylerine el atmadığını sor
mamız gerekirdi. Bana kalırsa cevap, ampirik "karmaşıklıktan" çok, ontolo
jik basitlikle ilgilidir. İktidarın farklı biçimleri arasındaki güç ve hiyerarşik
ilişki farklılıkları Foucault için bir önem teşkil etmez. Çünkü bu gibi ayrım
lar eninde sonunda İktidarın epifenomenleridir. İktidar Foucault için bir
kaçış, betimlemeden açıklamaya geçme sorumluluğundan kaçış mekaniz
ması işlevi görür. " İktidar, her şeyden önce, güçlerin görevlerini yerine
getirdiği ve kendi düzenlerini oluşturdukları bir alana içkin olan çok sayıda
güç ilişkisi olarak anlaşılmalıdır. İktidar'ın olabilirlik koşulu . . . merkezi bir
noktanın varlığında, ikincil ve ardıl biçimlerin ortaya çıkacağı eşsiz bir ege
menlik kaynağında aranmamalıdır. İktidar her yerdedir; her şeyi kuşattığı
için değil, her yerden geldiği için . . . " (Foucault 1980, 92-93) .
" İktidar her yerdedir." Toplumsal yapının her noktasında, ya da noktalar
arasındaki her " güç ilişkisinde" konumlanan İktidar, bireyleri oluşturur ve
onların içinden geçer, bedenin hareketlerini ele geçirir, söylem düzenleri
içerisinde dolaşır, bilgi ve haz etkileri üretir.
İktidar, Foucault'nun " mikro-iktidar" adını verdiği şey aracılığıyla,
toplumsal oluşumun en iyi kanallarına nüfus eder. Foucault burada, -en
önemli örneğinin devlet olduğu- merkezi düzenleyici yapıya yönelik genel
algılayışı ter�ine çevirir. "Mikro-iktidarlar," birtakım küresel tahakküm etki
ler -örneğin, sınıfsal tahakküm- yaratabilmek için "belirgin hale gelebilir."
Fakat bu "mikro-iktidarlar" ile onlar tarafından desteklenen daha kapsamlı
tahakküm yapıları arasında içkin bir ilişki yoktur. Sömürünün çeşitli biçim
leri önceden bildirilemez, çünkü İktidar yapıdan önce gelir ve dolayısıyla
onun aracılığıyla çıkarsanamaz. Bu nedenle İktidar, toplumsal oluşumlar
boyunca dolaşan ve toplumsal oluşumlar içn vazgeçilmez nitelikte olan bir
tür güç ya da enerjidir. İdeolojik, politik, ekonomik ya da kuramsal pratik
ler arasında ayrım yapmak son tahlilde önemsizdir. Çünkü bu gibi ayrımlar
gerçekte bir şey ifade etmez: hepsi, gücün biçimlerinden ibarettir. Foucault
için 'hangi güç?' ve 'hangi amaçla' gibi şeyler asla söz konusu olmaz. Çünkü
güç her zaman oradadır, kendi yasalarına uyar ve tek amacı etki alanını
genişletmektir.
Elbette Foucault'nun sorunu, bu Nietzscheci metafizikten nasıl radikal,
demokratik bir politik pratik oluşturulabileceği ile ilgilidir. Somut belirle
nim ilişkileri olmadığından, iktidar, her türlü gerçek politik içerikten yoksun
kalır. Fo ucault, sorunsalına Deleuze'ün " direniş" kavramını dahil ederek bu
267
sonuçtan kaçınmaya çalışır. Foucault önce iktidardan direniş yaratmaya,
sonra direnişlerin tahakkümün yeni biçimleri olmadan iktidarı yıkmayı
başarabileceğini kanıtlamaya çalışır. Nietzcheci metodolojinin eksik yönleri,
hiçbir zaman, bu kadar açık bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Uzun bir metin,
fakat eksiksiz olarak alıntılanması gerekiyor:
'
268
taları ile daha sık karşılaşılır. Güç ilişkilerinin, aygıtlara ve kurum
lara, onların içinde tam olarak konumlanmadan nüfuz eden yoğun
bir ağ oluşturarak sonlanması gibi, direniş noktalarının arı kovanı
da toplumsal tabakalaşmaların ve münferit birliklerin içinden
geçer. (Foucault 1980, 95-96).
Direnişlerin varlığını ve etkilerine dair verilen alışılageldik güvencelere
rağmen, bu metinde en fazla dikkat çeken şey, Foucault'nun direnişi iktidar
dan kavramsal olarak ayıramaması ve dolayısıyla direnişin olabilirlik
koşullarını ayrınhları ile açıklayamamasıdır. Foucault'nun anlayışına göre
direniş, Poulantzas'ın ifade ettiği gibi, "imkansız bir şekilde doğal" bir
karaktere bürünür. Eğer iktidar direnişin kaynağıysa, yani olumlu ve üreti
ci olan unsur yalnızca iktidarsa, direniş, iktidarın bir biçimi olmaktan nasıl
çıkabilir? Yukarıdaki metinde belirtildiği gibi bir doğaya sahip olduğunu
varsaydığımızda, eğer direniş her zaman iktidara yönelikse, direnişin
başarıya ulaşması durumunda ne olur? İktidar " mağlup edildikten sonra
direniş, yeni bir direniş biçimi yaratan , yeni bir iktidar biçimine dönüşmez
mi? Direnişler durmaksızın iktidara kahlır ve Foucault onları bu iktidardan
ayırmaya çalışır. Bu çabanın nihai sonucu, kötümserlik ve edilgenliktir.
İktidar her yerde olduğu için, her şeye karşı çıkılabilir; aynı zamanda son
suz ve her yerde olduğu için, bu mücadelenin sonucu, iktidarın kaçınılmaz
zaferi önceden bellidir.
İşte bu, ferasetli eleştirmenlerin Foucault'nun " mikro-iktidarlarının,"
Deleuze ve Guattari' nin " aktif şizofreni" kavramının ve Yeni Felsefecilerin
ortaya koyduğu, devletin Moloch-iktidarı anlayışının temelinde yatan bir
liğe dikkat çekmekte gecikmediği noktadır. Her türlü " genel strateji ya da
iktidarı" veya her türlü "genel karşı çıkışı," iktidarın azalması değil artması
olarak görerek reddetmekle kalmaz, aynı zamanda iktidarın homojen ve
canavarsı olduğu yönünde ortak bir kanı taşırlar. İktidarın toplumun özünü
olşturduğunu düşündükleri için, iktidarı ayrımsal, sınırlandırılmış ya da
belirlenmiş olarak göremezler. Deleuze' ün İktidar ontolojisinin talihsiz bir
sonucu olarak Foucault'nun direnişlerinin imkansızlığı, Yeni Felsefenin
devletin İlk Günahın sonsuz dışavuru mu olduğu yönündeki anlayışına zıt
tır. Bu açıdan, Poulantzas son derece isabetli bir yorumda bulunur: "Yeni
Felsefe, Foucault'nun desteğine başvurabilir: onun düşüncesinin son ürün
leri olmasının ötesinde, Foucault'nun anlyışının nihai hakikatini oluştu
rurlar" (Poulantzas 1978, 149) .
269
Foucault'nun direnişlere ilişkin ortaya koyduğu fikirler, aynı zamanda
Yeni Felsefenin kapitalist sömürüyü maskelemesine ve el altından savun
masına olanak sağlayan köktencilik yanılsamasını da doğrudan destekler.
Yeni Felsefe, bazı radikal davaların savunmasına koşsa da, iktidarın
ekonomik ana kökü olan sınıf mücadelesinden titizlikle kaçınır ve bunun
yerine totalitarizmin eski izleklerini yeniden canlandırır. Foucault ve
Deleuze, hapishane ve psikiyatri yöntemlerinin yeniden düzenlenmesin
den, homoseksüellerin özgürlüklerine kavuşturulmasına kadar uzanan çok
sayıda ilerici politik davaya aktif bir şekilde katılmalarına rağmen, post
modem muhalefetten neo-liberal konformizme kolaylıkla dönüşebilecek
bencil bir bireycilik fikrini destekler. Muhalefet ve Marksizm karşıtlığı, Yeni
Felsefecilerin elinde statükonun üstü kapalı bir şekilde savunulmasına
dönüşür. Deleuze, Foucault ve Nietzsceci sol, kendi seçimleri sonucunda
olmasa bile kaçınılmaz olarak, Dominique Lecourt'un "muhalefetin Batı'ya
özgü ideolojisi" olarak tanımladığı geleneğin, küçük burjuva popülizminin
saflarına katılır. (Lecourt 1978, 24) .
Lecourt' ın işaret ettiği gibi bu gelenek, politik ve ideolojik pratik içerisin
deki her türlü eşitlikçi gelişmeyi engellemek, etkisiz kılmak ya da saptırmak
amacıyla, (bu teori içerisindeki her türlü "krizi" Marksizm karşıtlığının
çıkarı için kullandığı) Marksist kuramın "radikal" bir eleştirisi ile anarşist ya
da özgürlükçü politikaları harmanlar. Her Camus ya da Foucault için,
muhalif eleştiriden uygun gerici çıkarımlar yapmaya hazır bir Aron ya da
Glucksmann vardır. Dionysosçu muhalefet ve Prometeci isyan, Apollon' a
özgü bir konformizm ve Sisifos' a özgü bir umutsuzluğa götürür. Foucault,
ölümünden sonra yayınlanan son çalışması, Hazzın Kullanımı ve Kendilik
Kaygıslnda (Fransızca Baskısı, 1984; İngilizce'ye tercümesi, 1985 ve 1986),
muhalif postmodem konumunu bir anda terk eder ve Amerikalı
akademisyenlerin gittikçe artan etkisinde kalarak, kendisini her şeyden
önce neo-liberal bir hümanist bir kimliğe büründürür. Foucault, İktidara
yönelik özcü değerlendirmesine yapılan eleştirilere, kendisinden bek
leneceği gibi, düşünsel konumunu yeniden gözden geçirerek değil, tasasız
bir şekilde bütünüyle farklı bir doğrultuda hareket ederek, bilgi/ iktidarın
soy kütüklerini terk edip, yerine yeni bir tasarı, ahlakın soybilimini getirerek
karşılık verir. Yunan ve Roma kültürünü kıyaslanabilir tarihsel örnekler
olarak kullanarak, toplumsal cinsellik yapıları etrafında örgütlenen "benlik"
pratikleri üzerine özne merkezli bir inceleme yapar. Cinsellik, üç ögeden
270
(eylemler, hazlar ve arzular) oluşan ve dört ahlak kategorisi (ahlaki bir
özdek, uyulması gereken insanı nitelikler; bir tabi kılma biçimi, insanları
ahlaki yükümlülükleri kabul etmek üzere " toplumsal olarak teşvik etme
yöntemleri;" bir asketik, ahlaka ulaşılmasını sağlayan benlik pratikleri; bir
telos, aranan ideal ya da model) örgütlenen yapısal bir fenomen olarak
kalmaya devam eder. İktidar, kendisini gerçekleştiren bir öznenin kişisel
seçimlerinin toplumsal arkaplanından daha fazlası olmayan, son derece
sevimli" bir /1 sorunsallaştırma" alanına dönüşmüştür. Ahlak, baskıcı
11
271
gerektiğini" ısrarla vurgular (Foucault 1983, 236). Foucault'nun günümüzde
"Yeni Tarihselcilik" olarak adlandırılan yeni metodolojisi, toplumsal kuram
alanına çığır açıcı yenilikler getirmekten çok uzaktır ve liberal kapitalist
statükoya karşı geliştirilen postmodem muhalefetin şartlı tesliminden daha
fazlasını ifade etmez.
272
son çalışmalarında yaphğı gibi iktidarı değerden düşürerek, uyarlama ve
aşkınlığa dayanan bireyci diyalektiği öne çıkarması, basite indirgeyici ve
konformist yöntemler olarak görülerek reddedilmelidir. Yapısal Marksist
cephede, Nicos Poulantas'ın 1968-1978 yılları arasında yayınlanmış eserleri,
iktidarın kaynağı ve dolaşımına ilişkin Marksist bakış açısıyla kaleme alın
mış en tutarlı çalışmalardır. Poulantzas ile ilgili kapsamlı bi tarhşmanın
daha sonraya bırakılması gerekse de, Foucalt'nun İktidar anlayışına yönelik
özgün karşı çıkışları ve bu anlayışa getirdiği alternatif bakış açısını burada
ele alabiliriz.
Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm (1978) adlı eserinde, iktidara yöne
lik kendi ilişkisel değerlendirmesi ile Foucault'nun bazı formülasyonlarında
gözlemlenen politik ve ekonomik iktidarı birbirinden ayırma girişimleri
arasında bir benzerlik olduğunu kabul eder. Buna karşın, Poulantzas ikti
darın üretim güç ve ilişkilerinden ayrılmasına ve iktidarın doğası ve işleyi
şinin anlaşılması güç bir hale getirilmesine karşı çıkar. Poulantzas' a göre
bunlar, Foucault'nun biyo-iktidar kavramı ile Yeni Felsefecilerin devlet ikti
darına ilişkin tek boyutlu değerlendirmesinin birbirine aşılanması için
yararlanılan ortak paydalardır. İktidar toplumsal mücadeleler içerisinde
daima kesin bir maddi temele sahip olmuştur ve maddeselliği iktidarın her
hangi bir aygıh içinde ya da İktidar olarak tanımlanan bir "öz" de tükenmez.
Poulantzas, bir yanda Yeni Filozoflar, diğer yanda Foucault'ya karşı,
mücadelenin ilk nedeninin ne devlet ne de İktidar olduğunda ısrar eder.
Mücadele daima toplumsal çelişkilerden -üretim güçleri ile üretim ilişki
leri arasındaki ekonomik çelişkilerden, tahakküm ve yönetim arasındaki
politik çelişkilerden ve özneleştirme ve vasıflandırma arasındaki ideolojik
çelişkilerden- ortaya çıkar. Bunun sonucunda, Poulantzas devlet iktidarını
ne tarihdışı, ne de sınırsız olarak değerlendirir. "İktidar, mücadeleler ve
pratikler arasındaki bir ilişkidir. . . ve devlet her şeyden önce, mücadele
tarafından kesin olarak tanıml anmış güçler ilişkisinin yoğunlaşmasıdır.
Devlet, diğer iktidar mekanizmalarından daha fazla sınırlamayla karşılaş
maz: Bu, devletin, ötesinde boşluğun yathğı her şeye kadir bir varlık
olmasından kaynaklanmaz; fakat tahakküm altına alınan kişilerin
mücadelelerinin dayathğı iç sınırlılıklar, maddesel doğasının ayrılmaz bir
parçasıdır. Bu mücadeleler Devlet içerisinde (ve daha genel olarak, iktidar
mekanizmalarında) her zaman bulunur. Çünkü Devlet önceden varolsa da,
mücadelenin İlk Sebebi ne devlet ne de iktidardır" (Poulantzas 1978, 151).
273
Poulantzas ayrıca üretim biçimi ve sınıf iktidarının tüm iktidar ilişkile ri-
ni, başka bir yerde başlamış iktidar ilişkilerini bile belirlediğini savunur:
Sınıfa özgü iktidarın ilişkiler alanı, toplumsal iş bölümünün
tamamına yayılan maddi bir yer tahsis etme sistemine gönderme
yapar: Sadece olmasa da, temel olarak bu sömürü tarafından belir
lenir. Bu da sınıfsal bölünmenin ve dolayısıyla sınıf mücade
lelerinin varlığını açıklar. Devletin, sınıf iktidarının yerini almak
için tüm iktidardan yaralandığı bir toplumda her mücadelenin,
karakteriktistik anlamını sınıf mücaelelerinin varolması ve diğer
mücadelelerin ortaya çıkmasına imkan sağladığı ölçüde bulduğu
çıkarımında bile bulunabiliriz. (Poulantzas 1978, 148)
274
Ekonomik ilişkilerin politik ve ideolojik ilişkileri tam olarak nasıl
belirlediği ve devlet aygıhnın nasıl işlediğine ilişkin önemli soruyu kısa bir
süreliğine konumuzun dışında tutacak olursak, Poulantzas'ın iktidara yöne
l ik yaklaşımının, Foucault'nun anlatımını rahatsız eden sorunlardan
kaçındığını açıkça anlarız. Poulantzas' a göre iktidar, toplumsal mücadeleler
içerisinde bir düzen ve sınıra sahiptir; iktidar, önceden varolan, anlaşılması
güç bir özün özgül bir dışavurumu değildir. Poulantzas, Foucault'nun
aksine, iktidarın kuramsal açıdan farklı noktalarını ortaya koyar; politik ve
ideolojik aygıtları, ekonomik iktidarın basit yansımasına indirgemeden ve
onları hiçbir fark taşımayan, bölüntüsüz bir iktidar ilişkileri ağına
dönüştürmeden açıklar.
Poulantzas'ın iktidar, toplumsal mücadeleler ve devlet arasındaki somut
ilişkilere yönelik argümanları, bu alanların daha ayrıntılı bir şekilde
araştırılmasına zemin hazırlar. Foucault'nun bilgi/ iktidar ile biyo-iktidarı,
karmaşık bir bütün olarak toplumsal oluşumla ilişkilendirmeyi reddetmesi
ise, bu ilişkileri çoğulculuğun" kara kutusuna sokar ve iktidarın maddesel
fi
275
5. Bölüm
Edebiyat ve İdeoloji
277
postmodern ikon kırıcılığından daha fazla kabul görmesi imkansızdı. Fakat
Macherey'in kitabı, görece belirsizliğine rağmen önemli bir eser olduğunu
kanıtladı. İ ngiltere ve Fransa'da Althusser'in ideoloji anlayışından yararla
narak kültürel fenomenleri (özellikle edebiyat ve sinemayı) inceleyen çalış
malar için bir çıkış noktası işlevi gördü. Sonuç, sanatın doğası ve işlevine
yönelik yeni bir anlayış, edebiyat tarihi ve eleştirisine ilişkin yenilikçi bir
yaklaşım oldu. Bu yeni yaklaşım, Althusser'in formülleştirdiği ideolojik
pratiğin iki yönlü karakteri üzerine temellenir: temsili mekanizmaları ile bi
lişsel etkileri ve, öncelikli işlevleri özneleri çağırmak ve özneler ile belli başlı
nesneler arasında pratik bir beceri ilişkisi aşılamak olan belirleyici kurum ve
pratikler içerisindeki maddi varlığı.
278
lendirmesini yapmanın yanı sıra, iki eğilim -yani yazınsal üretim teorisi ile
yazınsal atılmama teorisi- arasındaki görünürde bir çelişki olduğu iddi
asının, tehlikeli ve asılsız olduğunu öne süreceğim. 1
279
Chomsky'nin üretici grameri, tüm semantik olasılıkların kaynağını, sözdi
zimsel "derin yapılarda" bulmaya çalışır, fakat bu da toplumsal etmenleri
bütünüyle devredışı bırakır. Pecheux'nun eleştirisini burada ayrınhları ile
ele alamayız, fakat söylemlere, söylemsel pratiklere ve söylemsel oluşum
lara ilişkin yeni bir teori önerisi ve bunların "özne-formu" ile öznelerin
çağrılması ile ilişkisini değerlendirmesi, ideolojik, bilimsel ve yazınsal
söylemlere yönelik araşhrmamız için büyük önem taşır.
Pecheux'ya göre, bu sorunlara yönelik mevcut yaklaşımların temel
güçlüğü, eleştirel yönteme başvurmaksızın, önceden verili konuşan özneyi
kabul etmeleridir. Pecheux'nun " dilbilimcilerin kendiliğinden felsefesi" ile
özdeşleştirdiği, öznenin kesinliği düşüncesi terk edilerek, öznesiz bir
sürecin belirleyici etkisi olarak " özne-formu" (ve daha ayrıntılı olarak,
söylemin öznesi) çözümlenmelidir" (Pecheux 1982, 51). Pecheux, bunu
yapabilmek için, söylem (semantik ögeler) ile dil (söz dizimi, artikülasyon)
arasında bir ayrıma gider. Söylem dili önceden varsayar, fakat dil tarafından
belirlenmez. Söylem daha çok semantik süreçlerin tarihsel belirlenimlerinin
bir işlevidir. (Diğer ideolojik pratikle gibi) Söylemsel bir pratik olarak dil,
kaynağını konuşan öznede bulmaz; ürününü, konuşan özneler olarak oluş
turulan bireylerde bulur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse söylem
özneleri çağırır; Pecheux'yu dilin özne etkisini ve anlamın doğasını araştır
maya yönelten de budur. "Benim tüm eserim, anlamın oluşumu ile ideolo
jik çağrı sürecinde somutlaşan öznenin oluşumunu ilişkilendirmeyi
amaçlar" (Pecheux 1982, 101). Pecheux'ya göre ideofoji, anlama kesinlik
niteliği kazandırırken, aynı zamanda dilin " şeffaflığı" aracılığıyla anlam ve
çağrı arasındaki ilişkiyi gizler. "Anlamın maddi niteliği," Pecheux'nun
söylemsel oluşumlar ve söylemlerararasılık adını verdiği şeyin bir işlevidir.
Aşağıdaki iki önermeyi şu şekilde açıklar:
1 . İlki, bir anlamın, ifadenin, savın anlamının " kendiliğinden" var
olmadığı, kelimelerin, ifadelerin ve savların üretildiği toplumsal-tarihsel
sürecin ortaya çıkardığı ideolojik konumlar t�rafından belirlendiği öner
mesinden oluşur . . . Kelimeler, ifadeler, savlar, onları kullanan kişilerin ko
numlarına göre anlamlarını değiştirir. Bu da, anlamlarını bu konumların,
ideolojik oluşumların bağlamında bulduklarının bir göstergesidir. Buna,
ideolojik bir oluşum, yani sınıf mücadelesinin durumunun belirlediği verili
bir konjonktür içerisindeki konumların "neyin söylenip, neyin söylene
meyeceğine" karar verdiği söylemsel oluşum adını vereceğim . . . Bireylerin,
280
onlara uyan ideolojik oluşumları " dil içerisinde" temsil eden söylemsel
oluşumlar tarafından konuşan özneler (söylemlerinin özneleri) olarak
"çağrıldıklarını" söyleyeceğim.
2. Her bir söylemsel oluşum, içinde oluşan anlamın şeffaflığı aracılığıyla,
söylemsel oluşumların "başat karmaşık bütüne" olan bağımlılığını gizler. Bu
durum, ideolojik oluşumların karmaşıklığı ile birbirine geçmiştir. Söylemsel
oluşumların bu "başat karmaşık bütününe," "söylemlerarasılık" adını vere
rek, onun da düzensizlik-çelişki-bağımlılık yasasına tabi olduğunu,
dolayısıyla ideolojik oluşumlar karmaşık yapısını karakterize ettiğini
söyleyeceğim (Pecheux 1982, 111-13).
Öznelerin çağrılması, Pecheux'nun önceden yapılanma ve eklemlenme
adını verdiği iki düzenek aracılığıyla, söylemlerarasılık içerisinde gerçek
leşir. önceden yapılanmış öğe, tüm ideolojik çağrı süreçlerinin belirleyici
özelliği olan "her zaman önceden orada" olmayı" ifade eder. İdeoloji, bireyi
söylemin öznesi olarak çağırır; fakat kendisini önceden özne zanneden birey
için anlaşılabilir nitelikte değildir. Pecheux, bir bataklıktan kendi saçını çe
kerek çıkmayı düşünen ölümsüz baron benzetmesinden yararlanarak, bu
duruma " Munchausen etkisi" adını verir. Pecheux'ya göre, söylemsel
pratiğin önceden oluşturulmuş öğesi, belli bir söylemin değil, söylemler
arasılığın işlevi olması dolayısıyla, her zaman oradadır.
Öznenin kendisini özdeşleştirmesi sürecini yaratan, söylem içerisindeki
önceden oluşturulmuş öğedir. İkinci öğe, eklemlenme, öznenin diğer özne
ler ve Özne ile ilişki kurmasını sağlar. Pecheux'ya göre eklemlenme,
söylemin doğrusal sistemini ifade eder: Söylemin kendisi açısından işleyişi
ni açıklığa kavuşturan eş-referanslar sistemi. Böylece, bir öznenin söylemi
nin diğer özneler tarafından tanınır hale gelmesiyle birlikte, bir "söylem
ağı" kurulur. Bu, söylemin kendisine ilişkin bir işlem olduğu için, Pecheux
tarafından söylem içi olarak adlandırılır. Söylem içi, önceden yapılandırma
tarafından oluşturulan, söylemin ham maddesi, ilk malzemesi olan söylem
sel öğeleri "kesiştirir ve birleştirir." Buna karşın, bu sürecin düzenekleri öyle
bir şekilde işler ki, önceden oluşturulanın önceliği tersine çevrilir; söylem
içi, söylemlerarasılık tarafından belirlenmiş gibi gözükmek yerine, bu belir
lenimi "unutur" ve bağımsız gözükür. (Söylem öznesinin onu oluşturan
söylemsel oluşum ile özdeşleşmesini sağlayan) özne-formu, söylemler
arasılığı, söylemiçi içerisinde özümser-unutur; yani, söylemlerarasılığı
281
söylem içi içerisinde taklit eder" (Pecheux 1982, 117) . Bu taklidin sonucun
da, öznenin (ya da diğer göndergelerin) sabit hüviyeti, onları birleştiren
söylem ağı tarafından güvence altına alınır.
Söylem, tüm bu düzenekler vasıtasıyla öznenin kendisini kendisiyle ve
diğer öznelerle aynı anda özdeşleştirmesini sağlar. Pecheux, bu özdeşleştir
me süreçlerine özne etkisi ve öznellikler-arası etki adını verir. Birincisinde
özne kendi varlığından eminken, ikincisinde birey özneler birbirlerini bir
ayna aksi olarak tanır ve onaylar. Dolayısıyla söylem, öznenin bağımsızlığı
maskesiyle kendi belirleyici eylemini gizler. Özneler, Özne'ye olan tabiiyet
lerinin farkına varmaz, çünkü bu tabi kılma-özneleştirme, bir özerklik biçi
minde gerçekleştirilir: konuşan öznelerin ne isterlerse onu söyleme özgürlü
ğü. Böylece diğer ideolojik pratiklerde olduğu gibi dil içerisinde de, öznesiz
süreç, özneyi yaratır-oluşturur-gerçekleştirir: özne, onu üreten belirlenim
süreçlerini " unutması" vasıtasıyla yaratılır.
Şimdi yazınsal, bilimsel ve ideolojik söylemler arasındaki farklılıklara
ilişkin ilk sorumuza geri dönebilir ve konuyu özne-formu açısından daha
kesin bir şekilde yeniden formülleştirebiliriz. Eğer genel söylem, ideolojik
söylemin günlük biçimi, az önce tartıştığımız biçimde işliyorsa, yazınsal ve
bilimsel söylemlerden farkı nedir? İlkine ilişkin olarak, yazınsal söylemin
varlığını özne ve benlik ile özne ve diğer özneler arasındaki uyuma borçlu
olduğu kesindir. Pecheux kuşkusuz, yazınsal kurgunun, özne etkisinin "saf
idealist formunu" temsil ettiğini ve bunun sonucu olarak estetik üretimin
maddeselliğini gizleyebildiğini" iddia edecek kadar ileri gider (Pecheux
1982, 119) . Fakat yazınsal söylem, özne-formuna olan bağımsızlığına rağ
men, genel ideolojik söylemin temel önceden yapılanma-eklemlenme ilişki
sini üstlenen ve bundan başka bir yeni söylem üreten, söylemin ikinci
seviyesi olması dolayısıyla, genel söylemden ayrılmaya devam eder.
Pecheux'nun yaptığı açıklamalarla adını koyamadığı şey, genel söylemin, bu
yeni söylem için önceden yapılandırıldığı süreçtir. Bu yeni söylem, onun
etkisini oluşturan "yaratıcı" süreç içerisinde unutulan, yazının " daima önce
den orada olan" ögesidir. Genel söylem örneğinde olduğu gibi, bu görün
mezlik izini bırakır ya da Derrida'nın ifadesiyle "izini" çağırır; fakat bu yok
luğun gölgesi, yazınsal söylemin dışında bir yere düşer. Bu da, ne yaptığının
en faz l a bilincinde olan ve en kararlı edebiyatların bile -örneğin Brecht ede
biyatının- temel düzeyinde -özne formu düzeyinde- varlık yan ı l samas ı nı
neden kıramadığını açıklar. En fazla ikinci düzeydeki -yazınsal söylem
282
düzeyindeki- varlık yanılsamasını kırabilir ya da zayıflatabilir. Fakat bu
etkiye ulaşabilmek için aynı zamanda ilk düzeydeki varlık yanılsamasına
daha fazla dayanması gerekir.
Yazınsal söylem konusuna biraz sonra yeniden döneceğiz, fakat kısa bir
süre için bilimsel söylemden söz etmemiz, belki konuyu biraz daha açıklığa
kavuşturabilir. Eğer ideoloji, Althusser'in iddia ettiği gibi, kendisi için bir
dışarıya sahip değilse, nasıl olur da bilimin dışında yer alabilir? Bilimsel bir
söylem nasıl olabilir? Pecheux'nun yöntemi, tatmin edici olmayan çok sayı
da yaklaşımı tasfiye eder: öznel söylemden kurtulmak için, bireysel bir çaba
(Husserl) ya da kolektif bir çaba (Habermas) aracılığıyla özne formunun
kullanılması; mutlak bilgiyi garanti altına almak için pozitif olarak (Carnap,
Viyana Ekolü) ya da negatif olarak (Popper' da olduğu gibi, yanlışsanabilir
lik aracılığıyla) sembolik manhğın kullanılması; bilimsel söylemi pragmatik
bir bakış açısıyla, belli bir an içerisinde en uygun ideoloji olarak değer
lendirmek - uygunlukla kastedilen, bir " oyun," (Wittgenstein) ya da bilim
adamlarının uzlaşmaya vardığı bir "paradigma" (Kuhn) olabilir. Pecheux'ya
göre, epistemolojik kopma kavramı, Althusser' in tüm pratiğin özneler ve
dolayısıyla ideoloji aracılığıyla gerçekleştiği yönündeki önermesi bağlamın
da ele alındığında, alternatif bir açıklama için çıkış noktası oluşturur.
Pecheux, bilim(ler) tarihi düzeyinde şu soruyu sorar: Bilim nasıl olur da
tarihsel süreçten doğar? Önermesine, bilgi etkilerinin söylem alanından
bütünüyle bağımsız olduğu bilim öncesi bir "doğa hali" olmadığını söyle
yerek başlar. (Pecheux 1982, 129-37) . Fakat, belli bir epistemolojik alanda
gerçekleşen kopmadan önce (ampirik, betimsel) bilgilere özgü olan şey,
özne-formunda yer almaları, yani tarihsel destekleyicileri olan özneler için
apaçık ortada bir anlam biçiminde var olmalarıdır. Bu duruma, o anlamı et
kileyen tarihsel dönüşümler aracılığıyla ulaşırlar. Bunun söylemsellik
açısından sonucu, "bilgi etkisinin, söylemsel oluşumun işlemlerinin mey
dana getirdiği anlam etkisiyle örtüşmesidir" (Pecheux 1982, 136). Bir episte
molojik kopma konjonktürüne zemin hazırlayan tarihsel süreç, Pexheux
tarafından, bir "bloğun" aşamalı oluşumu şeklinde karakterize edilir. Yani,
belli bir söylemsel oluşumun karmaşık yapısı içerisinde bilgi ve anlamın
özdeşleşmesi arhk "işe yaramaz." Bu özdeşlik içerisindeki çelişkiler gittikçe
artarak kendilerini döngüsel bir biçimde tekrar eder ve en sonunda, "özne
formunun (döngüsel bir özne/ nesne ilişkisine sahip olan) yapısı, sürecin
görülebilir 'sınırı' haline gelir" (Pecheux 1 982, 1 36) . Kısacası, belli bir bilimi
283
başlatan bir kopmanın tarihsel anına ister istemez, özne-formunun karşısına
çıkan bir güçlük ve bunun bir parçası olan anlam " aşikarlığı" eşlik eder.
"Her bir kopmaya özgü olan şey, belli bir epistemolojik alan içerisinde,
'düşünce' ile gerçek arasında bir ilişki başlatmasıdır. Bu ilişkide düşünce,
özne tarafından desteklenmez" (Pecheux 1982, 137) .
Bilimsel kavramları ideolojik temsillerden ayıran şey, özne-formunun
yokluğudur. Pecheux'ya göre, bilim anlayışları bir anlama sahip değildir;
daha çok bir anlam ya da bilgi öznesinden yoksun bir süreç içerisinde bir
işleve sahiplerdir. " Bilginin kavramsal sürecinde, bilginin belirlenimi ve
düşünceden bağımsız gerekliliği, birbirine eklemlenen kavramlar aracılığıy
la maddeleşir. Bu kavramlar, aynı belirlenimin 'kör' eylemini özne etkisi
olarak kesintiye uğrahr" (Pecheux 1981, 137). Althusser'in bilimsel pratiği
öznesiz bir süreç olarak karakterize ederken demek istediği de budur. Bu
sonuç ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir, çünkü Pecheux bilimsel söylemin var
lığını -en azından bilimin özneleri arasındaki bir söylem anlamında- red
deder gibi gözükür. Elbette bilim adamlarının ve diğer bilimsel söylemlerin,
"bilimsel" konuştuklarını ve bilgi etkilerini aktardıklarını inkar etmez. Bunu
yapmakla birlikte, ancak tüm söylemlerin temel koşulu olan özne-formunun
söylemine geri dönerek yapabilirler. Fakat söylemlerin kavramları kendile
rine mal etmeleri, söylem içerisinde, Pecheux'nun kimliksizleşme adını
verdiği bir çelişki doğurur. Kimliksizleşme, özne-formunun ortadan kalk
ması değil -ki böyle bir şey imkansızdır- " dönüşmesi-yer değiştirmesidir;
aslında kimliksizleşme, yeni bir çağrı türüdür. Elbette çağrının ideolojik
mekanizması ortadan kalkmaz- bilimin sonucunda "ideolojinin sonu" diye
bir şey yoktur-, fakat birbirine geçen ideolojik ve söylemsel oluşumların
"altüst olması-yeniden düzenlenmesi" aracılığıyla kendine karşı, ters bir
işlev kazanır. Kısacası, Pecheux'ya göre özne-formunun bilimsel kavramları
kendine maletmesi, ideolojik özdeşleştirmeyi zayıflatma eğilimi taşır.
Edebiyat gibi diğer ideolojik söylemler, özne-formu için ve özne formu
tarafından oluşturulmuş bir temsil-anlam alanına sıkışmış oldukları için, bu
süreci gerçekleştiremez.
Pecheux, kimliksizleşme sürecinin kendiliğinden ve zorunlu bir süreç
olduğu sonucunu çıkarmamamız gerektiği konusunda uyarır: " Bilgilerin
öznel olarak mahsup edilmesine dayanan kimliksizleşme sürecine, bu
etkinin hammaddesini sağlayan söylemsel oluşumun doğasına göre değişen
farklı yöntemlerle ulaşılır." (Pecheux 1982, 163) . Hiçbir özne, temsil-anlamın
284
terk edildiği bilim tarafından oluşturulamadığı için, ideolojide ve felsefenin
kuramsal formunda özdeşleştirme ve karşıh arasında her zaman bir çelişki
ortaya çıkar. Tam olarak bilimin ve ideolojinin doğası gereği, bilim " genel
olarak" ideoloji ile değil, özgül bir ideoloji ile bağlarını kesebilir. Söylemsel
pratikler düzeyinde, öznenin bilimsel kavramları kendine mal etmesi,
söylemin özne-formu ve tüm toplumsal özneleri çağıran ideolojik aygıtlar
aracılığıyla tehlikeye uğrar.
285
Macherey ve Eagleton: İdeolojik bir Pratik Olarak Yazınsal Söylem
Şimdi yazınsal söylem sorununa geri dönebiliriz. Hem sanat eserlerinin
-bizim tartışmamız içerisinde yazınsal metin- hem de genel ideolojik
söylemlerin, özne-formunun temsil-anlam etkisine bağlı olduğu doğruysa,
ikisi arasındaki farklılıkları ortaya koyamayacağımız sonucuna varmamız
gerekmez. Pierre Macherey, Yapısal Marksizme yönelik ilk eleştirel eser olan
Yazınsal Üretim Teorisinde, yanılsama, kurgu ve teori söylemleri arasında
ki farkları belirtir. Bu farklar, bizim ideolojik, yazınsal ve bilimsel olarak
belirttiğimiz kategorilerle kabaca örtüşür. Macherey' e göre, kurgusal söylem
yanılsama söylemine dayanır, fakat yanılsama söyleminin dışavurumundan
(mide-en-mots) ibaret değildir; daha çok, yanılsama dilinin bağımsız bir
ürünüdür (mise-en- scene) . Metin, eğer gücünü anlamak istiyorsak
çözmemiz gereken bir yanılsamalar dokusu değildir. İşe koşulan bir yanıl
sama, basit bir yanılsamadan, aldatmacadan fazlasına dönüşür. Bu, kesin
tiye uğratılmış, gerçekleştirilmiş, bütünüyle dönüştürülmüş bir yanıl
samadır" (Macherey 1978, 62).
Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji adlı çalışmasında, edebiyat ve ideoloji
arasındaki ilişkiyi şu şekilde ortaya koyar:
286
daki, Pecheux'nun ayrıntıları ile açıklayamadığı farkı, kesin bir biçimde
ortaya koyar. Pecheux, "varlığın" en saf biçimi olarak, yani söylemin ideolo
jik biçiminin en saf örneği olarak şiirsel mise-en-scene den söz eder, fakat bu
farkı oluşturan şeyin tam da mise-en-scene olmasına rağmen, "en saf" form
ile genel söylem arasındaki farkı, Eagleton'ın formülasyonu kadar açık ve
kesin bir şekilde ifade edemez. Eğer söylem içi, genel söylem içerisinde,
söylemlerarasılık tarafından belirlendiğini " unutur" ve söylem içinde
söylemlerarasılığı taklit eder-unutursa, yazınsal söylem süreci bir adım
öteye götürür. Edebiyat (genel olarak sanat gibi), genel anlam mekaniz
masını kendi söylemlerarasılığı olarak devralır ve onu, genel anlamın
"unutma" mekanizmasını daha farklı ve yüksek bir düzeyde taklit eden
yeni bir eklemlenme-söylem içi sürecinde "işe koşar." Bunun sonucunda
yazınsal söylem, anlamın önceden oluşturulmuş " aşikarlığından" bir derece
uzaklaşır ve gerçekten, genel söylemde olduğu gibi " doğrudan olarak değil,
dolaylı -yani kurgusal- bir şekilde söz etmeyi amaçlar.
Genel söylemin konuşan öznenin "özgürlüğünü" üstlenmesine oldukça
benzer bir şekilde, yazınsal söylem de "özgürlüğünü" öznelerin gerçek
dünyasından alır. Estetik söylemin bu görece özerkliği, estetik imgelerin et
kilerini sanat eserinin bütünselliğinden almalarını ve onlara sahip oldukları
anlamı veren ikinci düzey " söylem ağını" kırmadan bir söylemden diğerine
aktarılamamalannı açıklar. Macherey bunu şöyle açıklar: "Yazınsal metin
içerisine biraraya gelen öğeler, bağımsız bir gerçekliğe sahip olamaz.
Okunabilecekleri tek ufku tanımlayan özgül bağlama bağlıdırlar. öneri güç
lerini belli bir kitabın çerçevesinden alarak bir temsil niteliğine kavuşurlar:
her türlü yer değişikliği onları zayıflatır" (Macherey 1978, 56) . Elbette bu
ikinci-düzey söylem, imgeler, yani temsil-anlam aracılığıyla konuşmayı
sürdürür. Fakat artık aynı temsil-anlam değildir ve aynı etkiye sahip
değildir. Söylemsel pratiğin genel, günlük düzeyinde, ideolojinin temsil
anlam etkisi, özneler arasındaki doğrudan ve görece kesinliğe sahip iletişi
mi hedefler. Estetik ya da yazınsal düzeyse ise, temsil-anlam, daha belirsiz,
daha sembolik bir nitelik kazanır. Yazınsal söylem, uyandırdığı gerçeklik
her zaman ideolojik olduğu için, okurun üzerinde deneysel olarak geçerli ve
aktarılabilir bir " gerçeklik etkisi" yaratır. Ama bu gerçeklik etkisi bir ikinci
düzey ürün olduğu için, aynı zamanda uzaklaştırıcı ve yön şaşırtıcıdır.
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, belirsizlik söylemin özneler
arasılığına edebiyat tarafından sokulur. Bu belirsizliğe Brecht "yabancılaşma
287
etkisi" (Verfremdungseffekt), Shlovksii ise "yabancılaştırma" adını verir.
Yazınsal söylem, uzaklaştırıcı mekanizmalar- metin içerisinde nesnel olarak
bulunan ve alımlanma etkisinden ibaret olmayan mekanizmalar- aracılığıy
la, Althusser'in ifadesi ile genel söylemden farklı bir biçimde " görmemizi,"
"hissetmemizi" ve "algılamamızı" sağlayan etkiye ulaşır. Bu etki aynı
zamanda bilimsel söylemin etkisinden farklıdır. Çünkü bilimsel söylemin
aksine yazınsal söylem bize yöneliktir ve özneler olarak dünyaya ilişkin
deneyimlerimize dayanır. Yani, bizim öznel gerçekliğimize katıldığı, yani
bizim deneyimimizle aynı ideolojik karaktere sahip olduğu için, tüm
kavranamazlığı ve belirsizliğine rağmen, bize bilimden daha gerçek
gözükür. " Bilimden farklı olarak edebiyat, gerçeği ideolojik biçimlerde
bulunduğu haliyle kendine maleder. Fakat bunu öyle bir şekilde yapar ki,
kendiliğinden, doğrudan bir gerçeklik yanılsaması yaratır," diye açıklar
Eagleton. " Dolayısıyla gerçekliğe olan uzaklığı bilimden daha fazla olsa da,
ona daha yakın gözükür" (Eagleton 1976, 101).
Yazınsal metin ayrıca, ideolojiye karşı eleştirel bir işlev üstlenir gibi
gözükür. Macherey'e göre yazınsal söylem, " ideolojik içeriğine üstü kapalı
bir eleştiri getirir. Diğer yandan ona belirli bir temsil verebilmek için, ideolo
jinin akışına dahil olmaya direnir" (Macherey 1978, 64). Bu "belirli temsil,"
elbette kendi başına ideolojiktir, fakat yazınsal söylemin kendine özgü
doğası sebebiyle, onun göstere göstere ilan edilen aldatıcı niteliği, daha yük
sek bir hakikat ile karıştırılır. Örneğin Rus Biçimcileri tarafından doğru bir
şekilde tanımlandığında bile, yazınsal ürünün doğası maddi dünyadan
koparılır ve ona sadece kendi iç yasalarının belirlediği bağımsız bir varlık
atfedilir. Macherey ve Eagleton'ın Rus Biçimcilerinden temel üstünlüğü,
"yabancılaşma" mekanizmasını - geleneksel Marksist açıklamaya özgü yan
sıtma biçiminde değil, üretim biçiminde- maddi dünya ile ilişkilendire
bilmeleridir. Yapısal Marksizme göre, tarih metne doğrudan değil, dolaylı
olarak "girer;" metne ideoloji olarak, Eagleton' ın sözleriyle "ölçülebilir yok
lukları tarafından belirlenen ve çarpıtılan bir varlık" olarak girer. Eeagleton
önermesini şöyle sürdürür: " Metin nesnesi olarak gerçeği değil, gerçeğin
kendisini yaşadığı belli göstergeleri seçer ve ideoloji, metnin içerisinde
'sözde-gerçek' ögelerin karakter ve eğilimlerini belirleyen baskın yapı
haline gelir" (Eagleton 1976, 72) .
Macheey ve Eagleton' a göre, önceden yapılandırılmış unsuru olarak ide
olojik söylemi alan söylemsel eklemlenme tarafından üretilen yazınsal
288
metin, bir gerçekliğe değil gösterilene sahip olduğu için, ideolojik bir
"sözde-gerçekliktir." Bu sözde gerçeklik de metnin " değgin" olduğu imge
sel bir durumdur. Bu sözde-gerçek, tarihsel gerçek ile doğrudan ilişkili
değildir; daha çok metnin bütün söylemsel pratiğinin bir etkisi ya da yönü
dür. Bazı edebi türler -örneğin gerçekçi roman- gerçeğe digerlerinden
mesela lirik şiirden- daha fazla yaklaşıyor gibi gözükebilir. Fakat iki tür ara
sında temel bir farklılık yoktur. Gerçekçi roman da, lirik şiir de, gerçek bir
nesneye değil, ideolojik bir anlama göndermede bulunur. Eeagleton,
Dickens' ın Kasvetli Ev romanını örnek olarak alır ve "Dickens 'sözde-gerçe
ği' daha fazla öne çıkaran ögelerden yararlansa da, buna aldanıp, romanın
daki hayal ürünü Lonra ile gerçek Londra arasında doğrudan kıyaslamalar
yapmamamız gerektiğini" öne sürer. "Kasvetli Ev'in imgesel Londra'sı,
'Viktorya Dönemi İngiltere'sini değil, Viktorya Dönemi İngiltere' sinin ken
disini gösterme biçimlerinden bazılarını gösteren bir temsili süreç olarak var
olur" (Eagleton 1976, 77). Bu ilişki, sadece realizm ve lirik şiir için değil,
kendi tekniklerini realist romana aykırı bir şekilde öne çıkarırken, söylem
aracılığıyla gösterge üretmenin genel biçimini sürdüren modern roman da
dahil olmak üzere tüm yazınsal ürünler için geçerlidir.
Metin, ideolojiden (dolayısıyla tarihten) bağımsız bir şekilde algılana
mazsa da, bu bağımlılık, genel ideolojik temsil-anlamdan görece bir bağım
sızlığa sahip olmadığı anlamına gelmez. Yazınsal metin, ideolojinin bir yan
sıması değil ürünü olduğu için, ideolojiyi yeniden üretmenin yanında onun
kapsamını genişletebilir. Ayrıca, yazınsal metin bu ideolojiyi önceden tasar
lanmamış yöntemlerle, yani ideolojinin kendisi aracılığıyla tanımlasa ve
oluştursa da, ideolojinin kendini yeniden üretmesinin oluşturucu
unsurlarından biri haline gelebilir" (Eagleton 1976, 80). Kısacası, yazınsal
pratik hem sınırlıdır, hem de diğer ideolojik yapılar açısından görece bir
özerkliğe sahiptir. Dramatik ürün son tahlilde dramatik metin tarafından
sınırlandığından, yazınsal pratik de ideoloji tarafından sınırlanır. Yazınsal
metin, ideolojinin yansıması değil bir ürünü olduğu için, Althusser' in söz
leriyle, " içinde bulunduğu ideolojiyi, içsel bir uzaklık aracılığıyla içerden
görmemizi (ama bilmemizi değil) sağlama kapasitesine sahiptir" (Althusser
1971, 222). Yapısal Marksist eleştiri, yansıtmacılığın ayna yansımalarına,
türdeşliklere ve tipikliklere dayanan her türlü biçiminin aksine, edebiyatın
bize gerçek tarihi değil, tarihin kendisini "yaşanmış bir deneyim" olarak
sunduğu ideolojiyi gösterdiğinde ısrar eder.
Fakat bu önemsiz bir nitelik değildir. Sanat ve edebiyat ideoloji aracılığıy
la gerçek tarih içerisinde temellendikleri için, Emst Bloch'un ısrarla vurgu
ladığı gibi, ileriye yönelik ve yaratıcı bir ütopik işlev taşıyabilirler- geçmişin
henüz gerçekleşmemiş potansiyelini temsil edebilir ve şimdiki zamandan
geleceğe uzanan gerçek olasılıklar hakkında önceden fikir verebilirler. Diğer
yandan, sanat ve edebiyat eserleri zengin tarihi belgelerdir; belli bir ideolo
jik oluşum içerisinde temellendikleri için, içinden çıktıkları toplumsal
oluşumların çok değerli indeksleridirler.
Althusser' e göre, sanat ve bilim arasındaki temel farkı her birinin
konusunun işlevi değildir: "sanat, kendisine özgü bir gerçekliği değil,
gerçekliğin kendisinin bir tekele sahip olduğu özgün bir alanını ele alır;
bilim ise gerçekliğin farklı bir alanı ile ilgilenir" (Althusser 1971, 223) . Eğer
durum bu olsaydı, sadece yazınsal metinleri somut toplumsal oluşumlar
içerisindeki belli koşullar altında üretilmiş belgeler olarak incelemek değil,
aynı zamanda varlıklarının olabilirliğini algılamak da imkansız hale gelirdi.
Althusser'in yaptığı gibi, "sanat ve bilim arasındaki farkın, söylemlerinin
nesnelerinin farklı olmasında değil, bize aynı nesneyi farklı biçimlerde sun
malarında yattığını" ileri sürmek daha akla yatkındır (Althusser 1971, 223) .
Sonuç olarak, Althusser' e göre bu nesne tarihtir ve biçim farklılığı, imgeler
ve kavramlar arasındadır. Sanat ve edebiyat, diğer ideolojik pratikler
tarafından "yaşanmış bir deneyim" olarak sunulan tarihi kendilerine mal
eder. Yaşanmış deneyim dünyasını, imgelerden oluşan bağımsız bir söylem
içerisinde üretir ve yeniden üretirler. Fakat gerçek tarihin yalnızca belli bir
ideolojik deneyimi ile ilişkiye girdikleri için, temsil ettikleri tarih imgesel
kalmaya devam eder. Örneğin tarihi bir roman, gerçek tarihten söz edebilir.
Fakat tarihsel gerçekleri oldukları gibi aktarmak konusunda ne de kadar
dikkatli olursa olsun, metinsel üretimin yasalarına tabi olduğu için, kurgu
niteliğini kaybetmez.
"Edebiyat," diye açıklar Eagleton," sahip olduğumuz ideolojiye deneysel
olarak ulaşabilmemizin en açıklayıcı yoludur" (Eagleton 1976, 101). Bu,
Lukacs'ın argümanını alıntılayacak olursak, edebiyatın ideolojiyi tarihin
karşısına çıkarıp, görünenin ardındaki gerçeği açığa çıkarmaya zorladığı
anlamına gelmez- bu bakış açısı, ideolojiyi "sahteliğe" indirger ve dolayısıy
la özne-formunun imgesel doğasını epistemolojik bir kategori ile karıştır
makla kalmaz, aynı zamanda sanatın bilime benzer yönler taşıdığını, bilim
in üsluba sahip bir ürünü olduğunu ima eder. Eğer sanat içinde bulunduğu
290
toplumsal oluşuma bağlıysa, bu, onun tarih ile benzerlikler taşımasından ya
da "tipiklikten" kaynaklanmaz. Yapısal Marksizme göre, edebiyatın sun
duğu kavrayışlar, onun hakikat değerinin değil, ifade biçiminin bir fonksi
yonudur: " metnin hakikati bir öz değil, pratiktir -İdeoloji ve tarih ile olan
ilişkisinin pratiği. Metin, bu pratik temelinde kendisini bir yapı olarak oluş
turur; ideolojiyi kendi -görece- özerk koşulları içerisinde yenide oluştur
mak, onu estetik üretim içerisinde işlemek ve yeniden şekillendirmek için
tahrip eder; aynı zamanda ideolojinin etkisi tarafından değişen ölçülerde
tahribata uğrar" (Eagleton 1976, 98-99) .
Söz konusu olan "aslına uygunluk" ya da daha değerli kavrayışlara
ulaşan daha "bilgili" bir metin değildir. Tam aksine, Eagleton'ın Jane
Austen'ın romanlarından hareketle gözlemlediği gibi, " sahip oldukları
değeri, kavrayış güçleri kadar, bilgisizliklerinden de alırlar: Bunun nedeni,
romanların neyi bildiklerini, kullandıkları biçim içerisinde ne yaphklarını
bilmedikleri çok fazla şey olmasıdır" (Eagleton 1976, 70-71) . Edebiyat tarihin
bir diziniyse, bu, ürettiği yanılsama belirli bir yanılsama olduğu içindi.
Yazınsal söylem gerçekliği deforme etse ve uzaklaştırsa bile, özdeği onu for
mülleştiren ve aktaran iç yasalar indirgenebilir bir yanılsama oyunu, nesne
siz bir mesajdan -Barthes'in ünlü sözüyle "yazının sıfır derecesinden" ibaret
değildir. Metnin, tarih bilimi için bir belge niteliği taşımasını sağlayan, onun
anlamlandırma sürecinin belirli doğasıdır. "Yazınsal eser, ideolojik bir ürün
olarak görülebilirse, bu iki yönlü ürünün, kendisini geçersiz kılarak bilgi ile
özdeşleşebileceğini düşünmek mümkündür. Çünkü metin, ideolojik tem
siller üretirken, bu temsillerin üretildiği kategorilerden alışılmışın dışında
yoğun, sıkıştırılmış ve tutarlı bir biçim açığa çıkarır" (Eagleton 1976, 85).
Sanah bir söylem olarak kavramsallaştırmanın son adımı, sanat eserini
içinde bulunduğu özgül tarihsel mekana yerleştirmek, "yanılsamasına"
özgül ve belirli bir nitelik atfetmek ve "ideolojisini," ideolojilerin tarihsel
açıdan özgün eklemlenmesi içerisinde konumlandırmaktır.
29 1
koşulları- açığa çıkarır. Birinci soru, metnin açık içeriği sorusu ile
karşılaştırılabilirse, ikinci soru, onun bilinçdışırun sorusudur. Macherey'in
de belirttiği gibi, " kritik sorun, iki sorunun arasındaki ilişkide yatar; önem
li olan ikisinden biri arasında yapılacak seçim değil, birbirlerinden farklı
hale gelmiş gibi gözüktükleri noktadır. Başka bir deyişle, kritik sorunun kar
maşıklığı, " iki soru arasındaki eklemlenmedir" (Macherey 1978, 90) . Realist
ve materyalist bir eleştiri, (a) yazınsal pratiğe yönelik, eleştiri için kuramsal
bir araştırma nesnesi oluşturan bir yazınsal pratik anlayışı geliştirmeli, (b)
yazınsal metinlerin tarihsel bağlamları (yazınsal etkiye bir bütün olarak
toplumsal oluşum tarafından atfedilen yer ve işlev) içerisinde üretimini ve
alımlanmasını açıklamalı, dolayısıyla eleştiriyi tarih biliminin bölgesel bir
kuramı, ideoloji kuramının alt alanı olarak oluşturmalıdır. Macherey çıkış
noktası olarak, Althusser'in "Sanat Üzerine Mektup" çalışmasındaki, bilim
sel sanat eleştirisinin olabilirliği ve gerekliliği üzerine tartışmasını alır:
sanatın varlığı ve özgül doğasının bize dayattığı soruların çoğunu cevap
layabilmek için, bir sanat eserinin 'estetik etkisini' ortaya çıkaran süreçlere
ilişkin yeterli (bilimsel) bir bilgi üretmek zorundayız . . . Sanatın varlığının ve
öneminin (politik de olsa) tanınması, sanata dair bir bilgi oluşturmaz . . . Tüm
bilgiler gibi, sanat bilgisi de ideolojik kendiliğindenliğin dili ile ilişkisinin
kesilmesini ve onun yerine geçecek bilimsel kavramlar yapısı oluşturul
masını gerektirir" (Althusser 1971, 225-26).
Macherey, Althusser'in izinden giderek, eleştiri ve nesnesinin -onun
örneğinde, yazınsal metnin- birbirinden kesin çizgilerle ayrılması gerek
tiğinde ısrar eder: bilim, nesnesinin sureti değil, oluşumudur: Nesnenin
dışında bulunan bir bakış açısından, nesnenin kendisini bilemeyeceğinin
farkında olan kuramsal bir nesne. Macherey, bu görüşü, bilimsel eleştiri için
olumsuz referans noktaları görevi görmesi gereken "normatif" ve ampirik"
eleştiri ile karşılaştırır. Macherey' e göre ampirist eleştiri, metni, kendisini
araştıran göze kendiliğinden bir şekilde sunan bir "verili" olarak kabul etme
eğilimindedir; normatif eleştiri ise tam tersine metni, olabileceği bir modele
göre ölçme -onu kendisinden önce gelen ideal bir nesneye göre " düzeltmek"
amacıyla metni reddetme- eğilimindedir. Macherey, her iki örnekte de met
nin bir tüketim nesnesi olarak ele alındığını ve iki metodoloji arasında ki
karşıtlığın aslında bu meta formunun "yerinden edilmesinden" ibaret
olduğunu vurgular: ampirist eleştiri eseri doğrudan verili bir tüketim nes
nesi olarak alımlarken, normatif eleştiri aynı nesneyi daha "karlı bir şekilde"
tüketilebilmesi için değiştirmeyi amaçlar.
292
Eleştiri, eseri bir tüketim nesnesi olarak ele alındığını iddia ederek,
ampirist hataya düşer . . . . Çünkü yalnıza verili bir nesnenin nasıl
alımlanabileceğini sorar. Fakat bu hatayı ikinci bir hata, eleştirinin
eseri daha kapsamlı bir şekilde özümseyebilmek için değiştirmeyi
amaçladığı, eserin gerçek varlığını, yerine getirilmemiş bir niyetin
geçici bir versiyonu olarak görerek reddettiği normatif hata takip
eder. İkinci hata, artık ilkinin yerine geçmiş bir hatadan daha fazlası
değildir. Aslında, eserin ampirik özellikleri bir modele -eserle yan
yan bulunan, ona bir tutarlılık ve okunabilirlik niteliği vererek
erişilebilir bir yargı nesnesi haline getiren sabit ve bağımsız bir var
lık- atfedilerek tersine çevrilir. Normatif hata, nesnesinin yalnızca
daha önce savunulan sınırlar içerisinde dönüştürülmesini tasarlar.
Bu, ampirizmin yüceleşmesi, ideal imgesidir, fakat aynı ilkelere
dayanır. (Macherey 1978, 19)
293
�
üzere genişletilebilir. Öme n, Gadamer'in yorumbiliminin yanı sıra Jaus ve
Iser' in, Rezeptionasthetik olarak tanımladıkları estetik tarihselciliğine
seslenir. Bu metodolojiler, " geleneğin otoritesine" ve farklı çağların
"kültürel normlarına," sanatın gerçekliğini, yani sanatın zamana direnen
"görüngüsel" özünü her ne kadar dolaylı ve bütünlükten uzak bir şekilde
olsa da, bilinçli bir şekilde ortaya çıkarma kapasitesine sahip metinsel
yorum olma niteliği atfeder. Böyle bir değerlendirme, yazınsal üretim söy
lencesini (yaratıcı dehayı), aynı ölçüde söylenceleşmiş yazınsal alımlama
(eleştirmenlerin değer yargılan) ile zoraki bir evliliğe sokar. Bu evliliğin
amacı, kültürel seçkinciliği ve şimdiki zamanı erdemin kendisi olarak yay
mayı yazınsal ürün ile onun alımlanması arasında gayrimeşru bir ilişki
(metin-gerçeklik ilişkisine dayanan sınıf temayülü) kurmayı tasarlar.
Geçmişin "estetik deneyim" aracılığıyla "kesintisiz olarak bütünleşti
rilmesi" anlayışına dayanan yorumbilim, geçmişin ve metnin nesnelliğini
reddeder. Diğer yandan, genel bir "yazınsallık" teorisinin yorumbilimin
sınırlamaları içerisinde işlendiği fikri, yazınsal etkiye yönelik bilimsel bir
anlayış geliştirmekten kaçınmaya yarayan idealist yorumu oluşturur.
Yorumbilimin irrasyonalist ve son tahlilde tutucu " gelenek yaklaşımının ter
sine, edebiyatı ideolojik bir pratik olarak ele alan Yapısal Marksist anlayış,
yazınsal metinlerin üretimini ve alımlanmasını, gerçek tarih içerisinde
temellendirir ve aynı zamanda yazınsal üretim ile onun alımlanmasına
yönelik -geçmişin kölesi, ne de statükonun araçları olan- gerçek bilgiler üre
tir.
Macherey' in bilimsel eleştirisi, aynı zamanda yapısalcı ve post-yapısalcı
metodolojilere karşı güçlü itirazlarda bulunur. Macherey' e göre, yapısalcı
eleştirel girişim, metnin içerisinden gizemli fakat aynı zamanda tutarlı bir
anlam çıkarabilmek için, "metnin bilmecesinin" çözülmesinin çevresinde
döner (Macherey 1978, 136-56) . Metin bir mesaj olarak ele alınır ve yapısalcı
eleştirmenin işlevi, metnin iç alanından hakikati çıkarmak ve bu hakikati
değişmez göstergesel biçimlerin zamansız "birleşimi" olarak ortaya koymak
için, aktarılan bilgiyi ayırmaktır. Dil sistemi, yazınsal üretimin tek koşulu
değildir. Aynı zamanda tarih dışı bir koşuldur. Dolayısıyla, metnin üretimi,
yapısalcı eleştiri için sadece üretimin 'görünmesi' olabilir. Çünkü gerçek
nesne daima onun arkasındadır. Macherey' e göre, yapısalcı eleştiri, ampi
rizmin bir başka formundan, bilginin öncelikli nesne, bu bağlamda mesajları
iletme ve yorumlama sanatı ile yeterli tutulmasından ibarettir.
294
Yapısalcılığın bu yönünden gelişen ve anlamı söylemin ayıricı, anlaşıl
ması zor ve olmayan bir merkezi -merkezleşmeyi hem destekleyen hem de
ondan kaçan göstergeler arasındaki aralıksız ve ilişkisel çelişki- olarak gören
post-yapısalcılık, Macherey için bir bakıma farklı bir sorun oluşturur. Çünkü
her yapı sökümcü gibi o da, tek bir "anlam" fikrine eleştirel yaklaşır.
Kuşkusuz, Macherey'in "yorumsal eleştiri" adını verdiği, eserin çeşitliliğini
tek bir anlama indirgeme işlemi, bilimsel eleştiri tarafından açık bir şekilde
reddedilen üçüncü olumsuz referans noktasını oluşturur. Macherey, yorum
sal eleştirinin, birbiriyle ilişkili çok sayıda yanılgıya dayandığım açıklar:
"Eseri, ona kendi derinliğini veren bir alanda konumlandırır; eserin kendi
liğinden yanıltıcı karakterini reddeder; son olarak, eserin çeşitli şekillerde
eklemlenmesi etrafında, tek bir anlamın etkin varlığını önceden varsayar.
Hepsinden önemlisi, eser ve eleştirisi arasındaki içsellik ilişkisini onaylar:
yorum, kendisini eserin kalbinde oluşturur ve onun sımnı açığa çıkarır.
Bilgi (eleştirel söylem) ve nesnesi (yazınsal eser) arasındaki tek mesafe, güç
ve eylem, anlam ve dışavurumu arasındaki mesafedir" (Macherey 1978, 76-
77).
Buna karşın post-yapısalcı eleştiri, kendisini anlamın sonsuz açıklığı,
metnin sayısız çokluğu üzerinde temellendirerek, yazmayı okumaya indir
ger ve üretimin hafızasını bile ortadan kaldırır. Üretimi bir sır, süreçlerinden
bile bahsedilemeyecek bir gizem haline getirilmesi sonucunda metin, oku
run başarısına dönüşür. Bu, içkin değerin kaba aksiyolojilerine karşı
yöneltildiğinde kuşkusuz değerli, fakat Macherey' e göre, metnin -belli bir
tarihsel matrisin belli bir ideolojik ürünü olmasından kaynaklanan- gerçek
karmaşıklıkları ile hiçbir ilgisi olmayan bir kavrayıştır. Eserin kuramsal
eksikliklerini tanımlama kisvesi altında, bir 'açık metin' ideolojisine
düşmemeliyiz: eser, kendi yapıntısı gereği, sayısız varyasyonlara sahip olma
ilkesini oluşturur. Bir, fakat çok sayıda anlama sahiptir: Ne var ki, bu olası
sayısız çokluk, okurun ulaştığı nitelik ya da etkinin, kitabın yapısını oluştu
ran, doğası gereği sınırlı, gerçek karmaşıklık ile bir bilgisi yoktur. Eğer eser,
kendi kapalılık ilkesini üretmiyor ya da içermiyorsa da, kendi sınırları
i çerisinde (bunlar, eserin kendisi tarafından belirlenmiş sınırlar olmasa da)
kesin olarak kapanır" (Macherey 1978, 80) .
Macherey'e göre eser, tamamlanmışlıktan uzak olduğu için sınırlıdır. Bu,
metnin ideolojik kökenlerinden ve ideolojik bir ürün olmasından kay
naklanan bir çelişkidir. Eserin tamamlanmamışlığı, onun tüketimi açısından
295
değil, üretimi açısından anlaşılmalıdır. Macherey, yorumunu açıklığa kavuş
turmak için iki kavram ortaya atar: uyumsuzluk (metnin merkezden yok
sun, çelişkisel doğası) ve kesin yokluk (metnin tabiatında bulunan tamam
lanmamışlık) . Yazınsal metinler, alımlanmalarının bir işlevi olarak değil,
ideolojik kökenleri ile olan özgün ilişkileri nedeniyle, içsel olarak uyumsuz
dur. Hakim ideolojinin işlevi, toplumsal özneleri var etmek, onlara mevcut
toplumsal ilişkiler içerisinde konumlandırmak ve bu konum ve ilişkileri
yeniden üretmek olduğu için, bir çarpıtma, hariç bırakma ve çıkarma süreci
aracılığıyla toplumsal çelişkileri gizlemek gibi, doğasında bul unan bir eği
lim gösterir. Hakim ideoloji bir bakıma, sözü edilmemesi gereken, sadece
ideolojik söylemin sınırlılıkları olarak görülen belli başlı şeyler olduğu için
vardır.
Genel ideolojik söylem içerisindeki bu gibi sessizlikler, kurgu gibi ikinci
dereceden ideolojik ürünlere de zorla sokulur. Macherey' e göre, varlık-yok
luklar, eleştirinin gerçek nesnesini oluşturan kesin bir biçime bürünür.
" İdeolojiyi sorgulayan bir kişi, onun sınırlılıklarının varlığını keşfeder.
Çünkü bu sınırlılıklarla imkansız bir engel olarak karşılaşılır; oradadırlar,
fakat konuşturulamazlar . . . İdeolojinin kendisi güçlü ve üretken gözükse de,
roman içindeki varlığı, görülebilir ve kesin formu dolayısıyla kendi yokluk
larından söz etmeye başlar" (Macherey 1978, 132) . Metin, ideolojiye kesin
bir biçim vererek, onun içerisinde, çeşitli anlamları karşıtlık ve çelişkilere
dönüştüren kesin yoklukların izlerini taşır. " Eserin gerekliliği, anlamlarının
çokluğu üzerinde temellenir; bir eseri açıklamak, bu çeşitlilik ilkesinin
farkında varmak ve ayrımlarını ortaya koymaktır . . . Eser içerisinde açıklan
ması gereken şey, anlamlarının görünürdeki birliğinden kaynaklanan sahte
basitlik değil, anlatım öğeleri ya da oluşum düzeyleri arasındaki bir ilişkinin
ya da karşıtlığın varlığıdır" (Macherey 1978, 78-79) . Eserin hüviyet ilkesini
oluşturan bu kesin yokluk, birleşik bir anlam açısından açıklanamaz.
Anlamın 'genişletilmesi' değildir, onu gergin ve sürekli yenilenen bir
karşıtlık içerisinde gerçeklikle ilişkilendiren "bağı oluşturan çok sayıda
anlamın uyumsuzluğundan ortaya çıkar." (Macherey 1978, 80).
Macherey' e göre, eseri ideolojik kökenlerinden ayıran uzaklık, eseri ken
disinden ayıran ve aralıksız bir fark ve anlam bölünmesine zorlayan "iç
mesafede" somutlaşır. Metin, ideolojiyi işe koşarak, yoklukları aydınlatır ve
o ideolojinin sessizliklerini "konuşturur." Eserin "söylenmeyenleri" olan
yokluklar, onu içinden çıktığı ideolojiye bağlayan şeyin ta kendisidir. Bu
296
durumda, der Macherey, eleştirinin görevi, normatif ya da ampirik
eleştirinin düşündüğü gibi, kendisini metin ile aynı alana yerleştirerek, met
nin söylenmemiş bıraktığı şeyleri konuşmasına ya da tamamlamasına izin
vermek olamaz. Tam aksine, söylenmeyen hakkında bir kuram oluştura
bilmek için, kendisini eserin tamamlanmamışlığı içerisine oturtmalıdır.
Buna karşın, olası dönüşümlerin sayısı sınırsız değildir; Macherey, eserin
içinden çıktığı ideolojinin, onu kesin ve sınırlı hale getirdiğinde ısrar eder.
" Eğer eser, kendi kapalılık ilkesini üretmiyor ya da içermiyorsa bile, kendi
sınırları içerisinde kesin olarak kapanır" (Macherey 1978, 80). Eser ve eserin
söyleyemedikleri arasındaki ilişki kesin bir niteliğe sahip olduğu için,
Macherey metin içindeki yoklukları yapısal çelişkiler ve metni oluşturan
unsurlar olarak karakterize eder. Yapısal çelişkiler metnin içinde değil,
dışında yer alır. Althusser'in "dışlamanın iç karanlığı" (Althusser ve Balibar
1970, 26) olarak adlandırdığı içsel gizleme sürecinin bir parçasıdırlar. Ancak
metin ile olan tüm kendiliğinden, yaşanmış ilişkileri kopararak- yani onay
temeli olarak metnin söylemini reddederek ve bunun yerine onu metnin
kendisine bütünüyle yabancı kuramsal bir pratik içerisindeki bilgi nesnesi
olarak kabul ederek- metne geri gelebilir ve metnin ideoloji ile olan özgün
ilişkisini belirleyen görülebilir yoklukları " görebiliriz."
297
kilerini açığa çıkaracak bir şekilde "anlatıldığını" öne sürer. Aksi takdirde
birbiri ile tutarlı olacak temsil ve betimleme düzeyleri uyumsuz hale gelir ve
ilk bölümden ikinci bölüme geçildiğinde, ideolojik tema "eksiksiz bir
değişikliğe" uğrar. Fütürist roman, geriye dönük bir anlatıma dönüşür;
fethin ileriye dönük tasarımı, geçmişin tekrarı haline gelir (araştırmacılar,
her zaman kendilerinden önce giden birinin yolunu takip ettiklerini keşfe
der); yaratılış söylencesi, köken olarak ada, kökenlerin kaybı ve babaya
dönüş haline gelir; "insanlığın" "bakir" topraklara teknoloji aracılığıyla ege
men olması, insanlığın dışlanmış bir kesimine, adanın "yerlilerine" dolaylı
olarak dikkat çeker vs.
Macherey, Veme'in eserini, -sömürgeciliğin gerçek tarihini gizleyen
Robinson Crusoe efsanesinin "kökenler söylencesi" ile ilişkilendirerek, met
nin, bastırdığı gerçek tarihi önceden varsayarak söylenceyi nasıl zayıflat
tığını vurgular. Macherey' e göre Veme, bu köken söylencesine, sömürgecili
ğin gerçek tarihini kayda geçirerek ya da bu ideoloji içerisindeki gizil çeliş
kileri "yansıtarak karşı çıkmaz. İdeoloji kendi çelişkilerini gizlediği için, bu
çelişkiler ancak dışarıdan ifşa edilebilir. Bu nedenle Macherey, Veme' in ide
olojiyi çelişkiye düşürebilmesinin tek yolunun, "onu işe koşması" olduğu
nun ısrarla altını çizer. İdeolojinin kusursuz ağı, ancak yazınsal pratiğin
doğasında bulunan üretim mekanizmaları aracılığıyla parçalanabilir.
298
gerçekleşir. İdeoloji, temsil düzeyinden betimleme düzeyine
geçişte, eksiksiz bir değişikliğe uğrar -bakış, eleştirel bir şekilde ter
sine çevrilmişçesine, arhk içeriden değil dışarıdan görülür: yanılhcı
ve olmayan merkezinden değil. . . onu kontrol altında tutan ve fark
lı bir ideoloji olmasını ya da ideolojiden başka bir şey olmasını
engelleyerek ona belli bir şekil dayatan sınırlılıklardan (Macherey
1978, 194).
300
yazınsal metinlerin ideolojik oluşumun tarihsel olarak değişken değerlerin
kimi zaman yararına, kimi zaman zararına bir işlev taşıdığıdır. Kendisini
görece olarak işlenmemiş formdaki ideolojik bir unsuru kabul edebilecek bir
durumda bulan, fakat bu nedenle onun yerine başka bir ideolojik unsur
getirme gerekliliğini fark eden metin . . . hem kendisinin (ideolojik bir ürün
olarak) hem de ideolojinin içerisinde yeni bir düzensizliğe yol açabilecek bir
iç düzen yaratmak üzere ideolojinin düzenini bozar" (Eagleton 1976, 99).
Böyle karmaşık bir faaliyet, yazınsal metnin ideolojik yapıyı olumlu ya da
olumsuz olarak yeniden ürettiğinde ısrar eden bir formülasyon tarafından
yeterince anlaşılamaz. Eagleton' a göre, yazınsal metin ancak " metnin ide
oloji üzerinde ve ideolojinin metin üzerindeki karşılıklı kesintisiz işlemi
olarak kavranabilir. . Bu karşılıklı yapılandırma ve yapısöküm sürecinde,
metin kendi belirlenimlerini sürekli olarak üst belirler" (Eagleton 1976, 99).
301
rihsel gerçeklik ve politik doğruluk açısından ele alınsalardı, daha fazla
somut açıklamada bulunabilirdi. Gerici ideolog Balzac ile büyük romanc ı
Balzac'ı uzlaştırmak gibi diğer sorunlar, "büyüklüğün" ideolojik olarak
belirlenen sınıf temelli bir kategori olduğunun fark edilmesiyle birlikte
önceliklerini büyük ölçüde kaybeder. Bu "sorunlar" için öne sürülen çözüm
lerin -örneğin Lukacs'ın, Balzac'ın büyük bir romancı olduğu, çünkü karşıt
ideolojisinin onu kendisine rağmen bir "realist" yaptığı yönündeki argü
manı, Goldmann'ın, sırf Marksist olduğu için genç Malraux'nun "büyük
lüğünü" savunma çabası- sanatı, politikayı ve bilimi bir araya getirdiği ve
bunu yapabilmek için umulan sonuçları vermeyen ve üretkenlikten uzak
yöntemler izlediği söylenebilir.
Sanatın "otantik" olması gerektiği yönündeki yaygın kanı, bu tartış
malara giren katılımcıları, bu "otantiklik-büyüklüğün" neyden oluştuğu
konusunda ne kadar çok ihtilafa düşerlerse düşsünler, bu ya da şu edebiyat
eserinin "büyüklüğünü" onaylamak konusunda birleştirir. Bu düşünürlerin
tamamına göre, sanatın bir şekilde " gerçek" olduğu düşüncesi, bazı eserlere
"büyüklük" niteliği atfedilmesine yol açar. Yansıtma kuramı, ne kadar
ustalıklı bir şekilde geliştirilmiş olursa olsun, kendi aksiyolojisine doğrudan
zemin hazırlar. Tüm romanlar -ideolojik kökenlerine- sadıktır ve Marksist
eleştirmenlerin romanları tarihin hakikatine bağlılıkları açısından savun
maları, Marksistlere ideolojik bir tatmin duygusu verdiklerini söylemekten
başka bir şey değildir. Sorun elbette, bu tatmin duygusunu, kültürlü estet
lerin "yüce" ya da " güzel" sanat eserinden aldıkları kişisel haz ya da tutucu
kimselerin beyaz, erkek, bencil ve seçkinci Avrupa edebiyatının
"kaidelerinden" duydukları aşırı ahlakçı huzurdan ayırmanın imkansız
olmasıdır. Bu gerçeğin farkına varmak, Macherey'i " sanatı gerçekliğin bir
sureti olarak gören anlayışın Marksizme özgü değil, tam aksine bütünüyle
yabancı olduğunu ve Marksistler tarafından ancak bir yanlış anlamanın
sonucu olarak benimsenebileceği" konusunda ısrar etmeye yöneltti.
(Macherey 1976, 54-55) .
Eleştiri ve İ deoloji eserinde Althusser' ci cepheden aksiyolojiye karşı en
güçlü argümanı ortaya koyan Eagleton, konu ne zaman edebiyatın büyük
lüğü olsa, Marksizmin kendisine yabancı olan burjuva kategorilerinin tuza
ğına düştüğü gözleminde bulunur. Sanatsal büyüklük sorunu, halihazırda
ideolojik olduğu için, bilimsel olarak çözüme kavuşturulamaz. Eagleton,
yazınsal değerin "büyük eserlerle" hiçbir ilgisi olmadığını ısrarla savunur.
302
Böyle bir anlayışı benimsemek, hümanist eleştirinin onları tanımlama girişi
minden farksızdır. Herhangi bir zaman ya da herhangi bir zaman diliminde
" büyük" olduğu düşünülen " büyük metinlerin" bu şekilde değer
lendirilmesi, onlara bu niteliği atfeden toplumsal oluşumun güçlü ideolojik
anlamlarını dayatmasından kaynaklanır. (Sınıf temelli bir alımlama/ tüke
timle ilgili bir sorun olan) Değer ya da büyüklüğü anlamanın yolu,
eleştirinin etkinlik alanının dışına çıkmak ve yazınsal etkiler tarihine odak
lanmaktan geçer. Metin, üretimi sırasında ideolojik durum tarafından sınır
lanmışsa, alımlama sorunu daha fazla öne çıkar: "Yazınsal metin, okunduğu
için metindir," der Eagleton, " okumak, ideolojik ürünün ideolojik olarak
çözümlenmesidir" (Eagleton 1976, 62) . Geçişsel olmayan, içkin bir değer
yoktur. "Edebi eğer, metnin ideolojik olarak benimsenmesi, eserin okuma
'tüketimsel üretimi' sırasında üretilen bir fenomendir. Bu tüketimsel üre
time, okuma sanatı adını veririz . . . Çünkü yazınsal metin, daima ideoloji
için-metindir. İdeolojik etkisi, yani 'metnin ideolojisi,' metnin katkıda
bulunduğu [fakat belirlemediği], ideolojik olarak yönetilen eleştirel alımla
ma kuralları tarafından seçilir, okunabilir addedilir ve çözümlenir"
(Eagleton 1976, 166-67) .
Eagleton yazınsal etkinin nesnel varlığını, yazınsal temsilin ideoloji
aracılığıyla nesnel gerçeklik içerisinde temellendiğini ve son olarak,
yazarların belli anlamları tarihsel açıdan özgül okuyuculara aktardığını red
detmez. Onun asıl yapmak istediği şudur: bir metnin sunabileceği olası
okuma biçimlerinin ve bir toplumsal oluşumun izin vereceği okumalarının
sayısı sınırlı olsa da, ikisinden biri ya da her ikisi hakkında sahip olduğu
muz bilgi, bize nesnel bir değer ölçüsü vermez. Metnin sunulan üretilebilir
lik konjonktürü tarafından belirlenen olası okumaların ve okuyucunun ide
olojik matrisinin sınırlı sayısı, değer sorunu açısından kapalı bir yorumsal
çember oluşturur. Metnin ve okumanın karşılıklı ideolojik suç ortaklığından
çıkarak, bilimsel çözümleme için gereken temele ulaşabiliriz" (Eagleton
1976, 166-67) . Bu nedenlerden ötürü Eagleton, değer konusunun, gerçekliği
dışa vurması ya da güzellik alanı açısından değil, üretimi açısından yeniden
e le alınması gerektiği görüşündedir. Yazınsal yayılma değil, yazınsal üretim,
yeterli bir eleştiri kuramının alanıdır ve böyle bir kuram, ideoloji kuramına
bağlıdır. " Bir bilimsel eleştirinin garantisi, ideolojik oluşumlar bilimidir.
Böyle bir eleştiri, ancak böyle bir bilim temelinde -yazınsal metinlere ilişkin
herhangi bir bilgi iddiasında bulunmamızı sağlayabilecek ideoloji bilgisinin
303
teminah aracılığıyla- oluşturulabilir" (Eagleton 1976, 96) . Bu, yazınsal
eleştirinin, ideoloji kuramının bir uygulamasından ibaret olduğu anlamına
gelmez; daha çok, üstyapılar kuramının belirli bir ögesi niteliğindedir ve
görevi, "ideolojik oluşumun yasalarını değil, ideolojik söylemin yazın
olarak üretilmesinin yasalarını incelemektir" (Eagleton1976, 96) .
Eagleton' a göre, metin ile ilgili olarak y apılacak her türlü bilimsel açıkla
ma, metnin ideolojik kökenleri ve bir ideolojik ürün olarak özgül etkinlikleri
ile ilgilidir; geleneksel estetik, özgünlük, değer, hakikat vs. üzerine yaptığı
tartışmalarla, sanat içerisinde sınıf mücadelesinin alanından ibarettir.
Estetikte materyalist bir tutum benimsemek, yazınsal değere ilişkin her
türlü "ahlakçılığı" reddetmek ve bunun yerine "eserin niteliği konusunu,
eserin olanaklılık koşulları konusu ile birleştirmek gerekir" (Eagleton 1976,
187) . Elbette bazı eserler bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde bile değersiz
leştirilir. Eagleton, bazı eserlerin mevcut ideolojileri benimseyerek metinsel
üretim sırasında onları biraz dönüştürdüğünü kabul eder. Diğer metinler ise
tam aksine karmaşık, yoğun ve çok çeşitli ideolojik anlamlar üretir. Bu ide
olojik anlamlar, metinsel işlemlerinin ikinci derect!den anlamlandırma gücü
sayesinde ideolojiyi canlandırabilir, değiştirebilir, ideolojinin önünü kapaya
bilir ya da kapsamını genişletebilir. Bu anlamda Eagleton, "tüm metinler
anlamlandırır, fakat bütün metinler anlamlı değildir," yönündeki estetik
görüşü paylaşır (Eagleton 1976, 185) . Fakat bu formülleştirmenin altında da
aksiyoloji yatar. Francis Mulhern'in de dikkat çektiği gibi, Eagleton'ın özgün
eserlere yönelik kendi analizi, kurulu yazınsal eleştiri tarafından belirlenen
halihazırda mevcut İngiliz edebiyatı geleneğinin " genel geçer bir şekilde
onaylanmasından" farksızdır (Mulhern 1978, 86). Eagleton bu görüşü ilginç
bir açıklamayla reddeder:
George Elliot'u Marksist bir bakış açısıyla analiz etmek kesinlikle
mümkün, hatta gereklidir. Fakat kendisini böyle bir analiz açısın
dan tanımlayan bütün "Marksist eleştiriler," burjuva ideolojisinden
kesin bir şekilde kopmakta başarısız olmuştur. Pratik bir fark oluş
turabilecek yeni bir kuramsal alan iddiasında bulunmaktan uzak
olan böyle bir eleştiri, aynı sorulara yeni cevaplar sunmakla kalır.
İnsan ürünü geleneksel yapılara yönelik Marksist bir analizin
üretilmesi, zorunlu bir tasarıdır: ne de olsa bu yapılar, egemen
sınıfın üzerinde hakimiyetini dayattığı, dolayısıyla karşı çıkılm a sı
gereken temellerdir. Fakat böyle bir karşı çıkış, Marksist eleştirinin
304
öncelikli nesnesi olamaz. Eğer bu öncelikli nesneyi tanımlamak
güçse, bunun nedeni büyük ölçüde böyle bir nesnenin henüz var
olmamasıdır. (Eagleton 1981, 97) .
305
Macherey: Bilimsel ffieşti.riye Karşı Estetik Tarihi
Yazınsal eleştiri ister istemez metnin biçim ve içeriği ile tarihsel ve ideolo
jik bağlam arasındaki ilişkiye odaklanır. Fakat yazınsal bir metnin toplum
sal bir ürün olarak varlığı, onun tarihsel öneminin ya da Marksizmin tarih
sel bir fenomen olarak edebiyata olan ilgisinin ortadan kalkması için bir
gerekçe olamaz. Realist ve materyalist bir edebiyat anlayışının temel unsu
ru üretimse, üretim sürecinin mekanizmaları (böyle bir açıklama için gerek
li koşullar olmayı sürdürseler de), metnin alımlanmasını, yani ideolojik etki
sini belirlemez ya da yeterince açıklayamaz. Macherey, Yazınsal Ü retim
Teorisi'nde, edebiyatın somut tarihsel varlığını, edebiyatın ancak belli
okuyucularla etkileşime geçme süreci aracılığıyla "yaşayan" bir pratik
olduğunu büyük ölçüde göz ardı eder. Eğer Macherey'in amacı metin ile
gerçeklik arasındaki ilişkinin, çağdaş okuyucuların metin hakkında ne his
settiği ile hiçbir ilgisi olmadığını göstermektiyse, bu elbette gerekli bir tak
tikti. Marksizm, bir metni tarihsel bir belge olarak kullanmak için, metnin
değerine ilişkin dışarıdan gelen yargıları kabul etmek zorunluluğunda
değildir. Buna karşın, genel bir tarih kuramı, metnin üretimi ve ideolojik
kökenlerinin yanı sıra, alımlanmasını ve ideolojik etkinliğini de açıklaya
bilmelidir. Bana kalırsa eleştiri, yazınsal üretimleri toplumsal ürünler olarak
ele alan bilim ile yazınsal etkilerin tarihi olarak adlandıracağım şey arasın
da bir sentez oluşturulması gerekir. Fakat böyle bir sentez ancak bundan
önceki sayfalarda geliştirilmiş olan yazınsal söylem anlayışının terk
edilmemesi koşuluyla mümkündür. Benim konumum, Macherey' in
Yazınsal Üretim Teorisi kitabından itibaren, edebiyatı farklı bir yazınsal
pratik olarak gören anlayıştan dikkate değer ölçüde uzaklaşan kuramsal
tasarımı ile güçlü karşıtlıklar taşıyor. Macherey, bu hareketiyle, Althusser'in
Marx İçin, Kapital'i Okumak ve İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları eser
lerinde " kuramsalcılığı" reddetmesinin kesin olarak etkisinde kalmış
gözükmektedir. Macherey, Althusser'in, ideolojinin gerçek olmayan ilişki
lerden oluşan bfr sistem olduğu vurgusu ve ideoloji ile bilim arasında yap
tığı ayrımdan, ideolojinin maddi kurumlar içerisinde temellenen ve toplum
sal özneleri oluşturan maddi bir güç olduğu anlayışına yönelmesine karşılık
olarak, bu iki tasarım arasındaki her türlü süreklilik ve bağdaşıklık fikrini
reddetti. Macherey, 1976 yılında kaleme aldığı Yansıtmanın Sorunları adlı
makalesinde, " tarihsel materyalizmin, ideolojiyi temsillerden, bilinç
düzeyindeki gerçeklerden, düşüncelerden oluşan bir sistem ve söylem
olarak görmeye bir son vermesi gerektiğini" ısrarla savundu. "Materyalist
306
bir bakış açısıyla, ideoloji, devletin belli sayıdaki aygıtı tarafından oluşturu
lur" (Macherey 1976, 50). Fakat, önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığım
gibi, Althusser'in erken dönem ve son dönem eserleri arasında ilk başta fark
edilmeyen, Althusser'in bilimsel realizme olan şaşmaz bağlılığı etrafında
örgütlenen bir tutarlılık vardır. Böyle bir durum ne yazık ki Macherey için
söz konusu değildir. Macherey, Yazınsal Üretim Teorisi'nden sonraki çalış
malarında, edebiyatın maddi etkisine, yani yazınsal etkiler tarihine
yönelmekle kalmadı, aynı zamanda edebiyatı sadece tarihsel alımlama
açısından tanımlayacak kadar ileri gitti. Böyle bir tasarım, yazınsal pratiğe
yönelik bilimsel bir anlayışı terk etmese de, bu anlayışın işe yararlığını red
deder: "Yazınsal süreç incelemesi artık edebiyatın hangi kaynaktan
üretildiğini, varlığının temelini anlamaya yönelik bir araştırma değil, ede
biyatın ürettiği etkileri belirlemeye yönelik bir girişimdir" (Macherey 1976,
51) .
Macherey, edebiyatı, alımlanma süreçlerinin tarihsel etkilerine indirgeye
rek, kuramsalcılığı reddetmekle kalmamıştır: Aynı zamanda, tarih biliminin
öncelikli tasarısını terk etmiştir. Bu yeni düşünsel konum, onu
Althusser' den daha çok Hindess ve Hirst' e yaklaştırır. Macherey, -yazınsal
pratiği diğer pratiklerden ayrılan söylemsel doğası açısından açıklayabile
cek- realist ve materyalist anlayışın yerine, nesnel, bilimsel eleştiriyi redde
derek, genel bir yazınsal üretim anlayışının tarihselci ve göreci doğasını
inkar eden bakış açısına kucak açan irrasyonalist konumu benimsedi. Bu
cephe değiştirme, Macherey'in düşündüğü gibi alımlamaya yönelik
"materyalist" sorunu çözmeye yetmez. Sadece böyle bir anlayışa olasılığına
şüphe ile yaklaşılmasına neden olur. Macherey, "metin-gerçeklik" ilişkisi ile
"metin etkisi" ilişkisini sentezleyemez ve ikisi arasında hatalı bir antitez
oluşturur: edebiyat, ya da nesnel olarak farklı bir söylemdir (dolayısıyla ide
olojik kökenleri ve üretim biçimi ile gerçek ile kuramsal açıdan farklı bir iliş
ki kurar) ya da özneleri çağırma işlevi gören tarihsel açıdan görece bir
söylemdir (ve bu nedenle sadece onun alımlanmasını belirleyen ideolojik
aygıtların bir işlevi olarak var olur) . Macherey, metnin alımlanmasının
gerçekliğini onaylamak için, metin üretiminin gerçekliğini reddederek
antitezi devre dışı bırakır. Fakat alımlanan şeyin ne olduğuna dair hiçbir
anlayışa ulaşamadığı için, materyalist bakış açısından daha da uzaklaş
mıştır: yazınsal metnin nesnel varlığı, yerini öznel yorumun post-modern,
yorumbilimsel belirsizliğine bırakır.
307
Yazın anlayışı sorunu, Macherey için arhk bir anlam ifade etmemektedir:
" Yazın, bir maddi dönüşüm sürecidir. Bu da yazının belli tarihsel dönem
lerde farklı formlarda bulunduğu anlamına gelir. Büyük L harfiyle Yazın
diye bir şey yoktur; toplumsal gerçeklik içerisinde 'yazınsal,' yazın ya da
yazınsal görüngü vardır ve incelenip anlaşılması gereken de budur"
(Macherey 1977, 3) . Macherey'e göre yazın ve ideoloji arasındaki ilişki, çok
sayıda Marksist tarhşmanın kendisini içinde bunduğu evrensel öz itiraz
larının göz ardı ettiği bağlamlarda ortaya konmalıdır" (Macherey ve Balibar
1964, 30) . Macherey, kuramsal söylemin soyut-genelden somut-özgüle
kadar çeşitlilik gösteren farklı düzeyleri olduğu gerçeğini kurnaz bir şekilde
yadsıyarak, " genel anlamda yazın diye bir şeyin olduğu, yazının, değişmez
bir öze uymasını sağlayan tutarlı bir ilkeler sisteminden oluşan bir bütün
olduğu yanılsamasını" reddeder (Macherey 1976, 51) .
310
Edebiyatın alımlanma biçimlerine indirgenmesine dayanan böyle safdil
bir yaklaşım, yazın hakkında bilgi üretme tasarısına ihanet etmekle kalmaz,
aynı zamanda felsefe içerisinde materyalist tutumun, kuram içerisinde sınıf
mücadelesinin ve estetik içerisinde sınıf mücadelesinin altına dinamit koyar.
Tam aksine, bilimsel eleştirinin ve estetik alımlamanın birbirini tamamlayıcı
doğasını -aynı zamanda bilimsel ve yazınsal söylem ile yazınsal üretim ve
alımlamanın anlaşılabilir hale gelmesini sağlayan ideolojik pratiği- savu
narak, hem felsefe hem de estetik alanında materyalist ve realist bir tutum
benimser. Edebiyatı toplumsal oluşumun içerisine yerleştirmek, ideolojik
bir aygıt olarak rolünü ve başat ideoloji ile mevcut üretim ilişkilerinin
yeniden üretilmesi ile ilişkisini araştırmak, geçerli olmanın yanı sıra son
derece önemli bir etkinliktir. Tartışmalı olan konu, bu girişimin geçerliliği
değil, böyle bir etkinliğin sonucunda, yazın anlayışının ve metnin görece
özerkliğinin reddedildiği önermesidir. Böyle bir şey kesinlikle söz konusu
olamaz. İdeolojik bir ürün olarak yazın anlayışına -yani bir şeyi anlam
landıran yazın anlayışına- ve bu şeyin ne olduğunu açıklayan bir " metin
gerçeklik" ilişkisi teorisine sahip olmamız şartıyla, yazınsal etkileri ideolojik
aygıtlar olarak çözümleyebiliriz. Ne de olsa alımlamanın görece özerk
alanım açan, metnin ideoloji ile olan özel ilişkisidir. Bir yazın anlayışı olma
dan, bir metni kuramsal bir nesne olarak oluşturmak için gereken -ve alım
lamanın esas noktasını oluşturan- 'asgari genelleme' anlaşılamaz.
31 1
kısıtlı kullanımı, dil alanında sınıf mücadelesinin bir göstergesiydi.
Burjuvazi bu taktik aracılığıyla kendi "kültürel devrimini" yarattı. Bu
kültürel devrimin işlevi de kendi tahakküm alanını korumaktı. Balibar' a
göre, yazının nesnel varlığı, mevcut dil pratiklerinden ayrı tutulamaz. (Eğer
"Fransız" yazını diye bir şey varsa, onun varlık nedeni ulusal bir dil olarak
"Fransızcanın" dilsel pratikleridir.) . Bu formülleştirme aynı zamanda, ede
biyatın, yazının hem tüketim hem de üretim biçimlerini tanımlayan
akademik eğitim pratiklerinden ayrı tutulamayacağı anlamına gelir. Yazının
nesnel varlığını bu pratikler birliği ile ilişkilendirerek, yazını tarihsel ve
toplumsal bir gerçekliğe dönüştüren " maddi dayanak noktaları" tanımlana
bilir.
Dominique Laporte ve Renee Balibar, Fransız burjuvazinin Rönesans' tan
itibaren dil ile kurduğu iki yönlü ilişkiyi gözler önüne serer. Fransız
Devriminden önceki dönemde, Fransız aristokratları, yeni yeni gelişmekte
olan ulus devlet yapısı ve ulusalcılığın ideolojik alanında bir iktidar kaynağı
keşfetti. Bu yapılar, kuruluş safhalarında, ulusal dile yönelik " demokratik"
bir anlayış olarak ortaya çıktı. Balibar ve Laporte'a göre, 1. Francis'in 1538
yılında aldığı, tüm yasal-politik yasaların, " halkın" dilinde yazılması
yönünde aldığı karar çok önemliydi, çünkü asil makamına yakın zamanda
yükseltilmiş olan burjuvazinin, aristokrasi üzerindeki erkinin büyük ölçüde
artmasına neden olmuştu. Kralın buyruğunun bir sonucu olarak, yeni aris
tokrasi, kırsal kesimlerde yaşayan insanların farklı lehçeleri ile merkezi
devlet aygıtı arasında bir arabulucu haline geldi. Bu da geleneksel aristokrat
sınıfının ortadan kalkışını hızlandırdı. Aynı zamanda, bu sözde
" demokratik" reform, burjuvaviziye, konuşan halk tabakası ile yazan
seçkinler arasındaki tek aracı olması nedeniyle tüm nüfus üzerinde üstün
lük kazandırdı.
Balibar ve La porte' a göre, Fransız Devrimi sırasında, burjuvazinin ayrı
calıklı konumunu tehlikeye uğratan iki yönlü bir gereklilik doğdu. Halk
tabakasının baskısının sonucunda, eski rejimin sınıf dilinin -bir yandan aris
tokrasi ve burjuvazinin Fransızcası, diğer yandan popüler lehçeler- tasfiye
edilmesi ve aynı zamanda monarşi döneminin çoklu düzenlemelerinin yeri
ne geçecek tek bir sistem kurulması yönünde bir talep vardı. Jakobenlerin
devrimci milliyetçiliği bağlamında algılanan bu fikirler, burjuvaziye
yöneltilmiş iki uçlu bir silahtı. Bir yanda kapitalizmin gelişmesi -ulusal bir
ekonomi, eşit yurttaşlar arasındaki sözleşmelere dayanan birleşik bir yasal
312
sistemin geliştirilmesi ve bireylerin " ulus" ile özdeşleşmesine dayanan bir
ideolojik sistem- için gerekli bir önkoşul oluşturuyorlardı. Diğer yandan, bu
reformların eşitlikçi doğası, burjuvazinin elde ettiği aristokratik ayrıcalık
lara değil, aynı zamanda milliyetçi burjuvazinin yarattığı, yeni yeni
gelişmekte olan sınıf mülkiyeti anlayışı için de bir tehdit oluşturuyordu.
Balibar ve La porte' a göre, seçkinci ve eşitlikçi milliyetçilik arasındaki bu
karşılık, Fransa' da tek bir okul sisteminin Fransız Devriminin neredeyse bir
yüzyıl sonrasına kadar Jules Ferry'nin 1881 yılında özgür eğitimi ve 1882
yılında laik, zorunlu eğitimi çıkarmasıyla birlikte) kurulamamasını ve bur
juvazinin kültürel devriminin ancak birtakım köklü değişikliklerden sonra
oluşturulabilmesini açıklar (bu da, yeni bir okul sistemi oluşturmanın, bur
juvazinin tahakkümü için gerekli bir aygıt olduğunu kanıtlar) .
Balibar ve Laporte, Yapısal Marksist sosyologlar Christian Baudelot ve
Roger Establet'in başlattığı incelemelerin (Baudelot ve Establet 1971; ayrıca
bkz: Baudelot, Establet ve Malemort 1 981) izinden giderek, burjuva
okullarının homojenliğinin, daha önce farklı kurumlar biçiminde açıkça
görülen karşıt pratiklerin (zenginler için ayrı, fakirler için ayrı okullar) var
lığını gizlemeye yaradığını, fakat günümüzde ilköğretim (le resaue pri
maire-professionel) ve ortaöğretim (le reseau secondaire-superior) şeklinde
iki ayrı eğitim ağına dönüştürüldüğünü ısrarla vurgular. Bu yapılar,
toplumsal oluşum içerisindeki tahakküm ve sömürü ilişkilerini
üretir/ yeniden üretir. Balibar'a göre bu iki eğitim ağı, iki ayrı dilsel pratik
olarak dil düzeyine yansır. Toplumun sınıflara ayrılmasını yeniden üreten
eğitim sistemi, sözde eşitlikçi ulusal topluluk tarafından gizlenir Böylece
aynı ulusal dillerin farklı pratikleri arasında, redactionnarration'ın ("gerçek
liğin " doğru" kullanımı ve aktarımına dayanan basit bir uygulama) "temel"
pratikleri ile metinlerin algılanması, dissertation-explication de textes
(yazınsal materyallerin kullanımını ve taklit edilmesini öngören sözde
yaratıcı çalışma) arasında dil düzeyinde bir ayrılık ortaya çıkar. İlköğretim
okullarında, aşağı sınıflara mensup kişilerin çocukları eğitimlerini, eski
rejimden kalan metinlerden mekanik bir şekilde öğrenilen bir dizi biçimsel
kuraldan oluşan uygulamalı dilbilgisi biçimindeki ulusal dilde alır. Bu dil
bilgisinin yaratıcı şeması, Latincenin kurallarının anlaşılmasına dayanır.
Fakat bu kurallar bütünü, burjuvaziye mensup kişilerin çocuklarının
okuduğu ortaöğretim okullarında görünmez bir arka plan olarak tutulur.
Tahakküm altındaki yurttaşların eğitimi, dil kodlarına hakim olmakla
313
sonuçlanmadığı için, ilköğretim düzeyinde eğitim alan tüm bireylere bir
itaat etme etkisi dayatır. Dile aktif bir şekilde hakim olma üzerinde temel
lenen, ayrıcalıklı azınlığa verilen eğitim ise, sınıf temelli bir tahakküm etkisi
üretir. "Gelişmiş" dilde ustalaşmak, "temel" dile bir karşıtlık oluşturmakla
kalmaz, aynı zamanda o dilin etrafını çevreler. Gelişmiş dilde ustalık
kazanan bireylere, böyle bir yetenekten mahrum kalmış kişiler üzerinde bir
dil ve iktidar ayrıcalığı tanır.
Balibar, Les français fictifs adlı çalışmasında, bu argümanı yazın alanına
da dahil eder. Çok sayıda yazısal metni -Flaubert'in "Un Couer simple"
öyküsü, Peguy'un iki öyküsü, Sürrealist bir comptine (eğitici çocuk şarkısı)
ve Camus'nun Yabancı romanını-, ürettikleri yazınsal etkinin ancak okullar
daki eğitim süreci ve orada geliştirilen karşıtsal dil pratikleri bağlamında
anlaşılabileceği varsayımıyla çözümlemeye girişir. Balibar' a göre bu
metinlerde iş başında olan temel mekanizma, ilköğretim okullarında
öğretilen "basit" Fransızca ile ortaöğretim okullarında öğretilen yazınsal ya
da "düşünsel" Fransızca arasındaki karşıtlığın bilinçdışına yönelik, daha
doğrusu imgesel ya da kurgusal yöntemlerle gizlenmesidir. Yazınsal
metinler, " dil pratiğinde sonuna kadar yaşanan çelişkilerin yüceltilmesidir"
(R. Balibar 1978, 42) . Yazının özel işlevi, yüceltme ve özgün bir dil formu
yaratılması aracılığıyla, diğer ideolojik oluşumlar ve bu ideolojik oluşumlar
içerisindeki toplumsal pratiklerin çelişkilerini -özellikle karşıt dil pratikleri
ni- çözüme kavuşturmaktır. Bu eylemin asıl amacı, bu çelişkileri yazınsal
olmayan (felsefi, politik, dini vs) söylemler içerisinde çözülebilir hale
getirmektir. Yazınsal dil, Yazınsal etkiler, ileri düzey Fransızca'nın basit
Fransızca'ya baskın çıkmasını, yani onu kendi bünyesine dahil ederken,
aynı zamanda sıra dışı kullanımlar ve yaratıcı yapıtlar aracılığıyla aşmasını
sağlayan süreçleri yeniden üretir. Bu özümseme ve üstünlük kurma işlemi
nin tek ve aynı ulusal dil içerisinde gerçekleştirilmesi, Balibar'ın uzlaşma
oluşumu adını verdiği bir ideolojik etki olan tahakkümün varlığını daha da
gizler. Bali bar' a göre yazınsal pratik, başat ideolojinin tahakküm poli
tikalarını görünür hale getirmek şöyle dursun, bir gizleme ve birleştirme
işlemi oluşturur, böylelikle dil pratiğinde gizil halde bulunan sınıfsal ve ide
olojik çelişkileri iyileştirmeye ya da yatıştırmaya çalışır. Uzlaşma oluşum
ları, Fransızca'nın her iki pratiğini de içerebilir. Fakat Balibar, ileri düzey
Fransızcanın varlığının yazınsal etkiyi, "estetik okuma zevkini" yarattığın
da ısrar eder. Dil içerisindeki bir çelişkiden doğan yazınsal metin, basit bir
314
dilbilgisi ile bu dilbilgisinin dikkat çekici ölçüde yazınsal dili arasındaki
karşılıklı etkileşim tarafından düzenlenir. " Metin etkisinin" işlevi, -hiçbir
zaman tam olarak başarılı olmasa da- bu çelişkinin üstünü örtmek ya da bu
çelişkiyi azaltmak, " tek dil" kurgusunu korumaktır. Yazınsal etkiyi oluştu
ran, bu gizli/bastırılmış süreçtir.
Balibar'a göre, ileri düzey Fransızca'nın basit Fransızca üzerindeki ege
menliği, üslup fenomenini de açıklar. Örneğin, Flaubert'in " Un coeur sim
ple" öyküsünün ilk cümlesinin, (o sıralar ilköğretim öğrencileri tarafından
kullanılan) basit dilbilgisi pratiklerinden alınmış sözlü materyalin, Yunan
Latin retoriğine özgü (ortaöğretim okullarının üst sınıflarında kullanılan)
construction periodique ile bir araya getirdiğini öne sürer. Tam tersine,
Peguy'ın bitmemiş el yazması Pierre, Commencement d'une vie bour
geouise, iki üslubu sentezleyerek, hem ilköğretim, hem de ortaöğretim
üslubunu kapsayabilen ya da, ikincisinin birincisi üzerindeki önceliğini vur
gulayan birleşik bir üslup yaratamadığı için başarısızdır. Balibar' a göre bu
içinden çıkılmaz durum, Fransa' daki üstün zekalı çocukların gönderildiği
Ecole Normale' de eğitim görmeye aday olan, fakat çocukluğunda ve
ilkokulda yaşadıklarını hatırlayarak yaşamım anlamaya çalışması sonucun
da kişisel bir krize giren başkahramanın durumundan farklı değildir. Diğer
yandan, Peguy'ın Note conjointe eseri, ilkokul derslerinde verilen düşünce
ler ile ortaokulda öğretilen "felsefi-yazınsal" söylemleri bir araya getirmeye
yönelik başarılı bir girişimdir. Bu birleştirmenin başarısı, ortaokul söylemi
nin baskın konumuna dayanır. Bu söylemin özgün araçları (Balibar'ın
scholirmes adını verdiği, görünüşte şaşırtıcı etkileriyle basit dile ideal bir
hava veren Latince deyimler, yeni sözcükler, argo ifadeler), bu birleşmenin
çelişkilerini ve tahakküm etkisini gizler.
Balibar' a göre Yabancı eserinin üslubu, basit cümlelerle, "kültürlülerin"
Fransızcasına özgü beylik cümlelerin bir arada kullanılmasına dayanır.
Camus'nun romanında, yazınsal etki özellikle ilgi çekicidir, çünkü ortaya
çıkan şey, edebi cümleler tarafından bastırılmaktan çok onlara egemen olan
basit cümlelere daha fazla değer atfedilmesidir. Balibar, bu görünürdeki
etkinin, Camus'nun, geçmiş zamanın kronolojik-mantıksal söylemine özgü
nesnellik yanılsamasının yetersizliğini ortaya koymaya yönelik bilinçli
hedefi ile tutarlılık gösterir. Camus bunu, geçmiş zamanı karmaşık cümle
lerde kullanmasının sonucunda ortaya çıkan deformasyonları gözler önüne
sererek başarır. Fakat Camus'nun bu baskınlık ilişkisini tersine çevirmesi,
315
sadece görünürde başarılıdır. Her iki dil pratiği de geçmiş zamanı kendi
bünyesinde barındırdığı için, bu özel zaman, bilmeden de olsa bir uzlaşma
oluşumu işlevi görerek, basit ve edebi Fransızca arasındaki çelişkiyi ortak
bir Fransızca dilbilgisi vasıtasıyla ortadan kaldırır. Balibar ayrıca,
Camus'nun üslubunun, basit dilin edebi dil üzerindeki baskınlığını yeniden
üretmeyi sürdürdüğünü, çünkü arzu ettiği etkinin ancak amaçladığı defor
masyonların bu şekilde algılanması koşuluyla gerçekleşeceğini öne sürer.
Elbette bu ustalıklı oyunları sadece, Camus'nun Fransızca'ya olan
hakimiyetine nüfuz edebilen okurlar anlayabilir.
Tüm bu örneklerde yazınsal etkinin kaynağı, Balibar'ın basit ve edebi
Fransızca arasında konumlandırdığı değişmez dilsel çelişkilerde yatar.
Yazarın üslubunu oluşturan yazınsal etki, bu çelişki olmadan var olamaz,
fakat ulusal dilde yazılmış bir söylem olarak mevcudiyeti dolayısıyla onu
ortaya çıkaran bu çelişkiyi " unutarak" birleşik bir dil yanılsamasının alhn
da gizler. Bu bağlamda, yazınsal etki, başat ideolojiye karşıt bir etkiye sahip
değildir. Daha çok ideoloji içerisinde ayrıcalıklı bir alan görevi görür ve bu
ideoloji içerisinde dil düzeyinde açığa çıkan karşıtlıkların gizlenmesi yoluy
la baskın sistem yeniden üretilir. Dahası, Balibar' a yazınsal metnin kurguya
dahil ettiği motifler, temalar ve durumlar, çözümlediği metinlerin yazınsal
etki mekanizmalarının anlaşılması için çok az değer taşır. Bu unsurlar, asıl
rolü yazınsal etkinin gerçek kaynağı ve metnin tek ön koşulu olan dil
içerisindeki çelişkiye gösterilen dikkati dağıtmak olan metnin görünen
yüzüdür. Bu gibi anlatı öğeleri (Flaubert'ın eserlerindeki toplumsal motifler,
Peguy ve Camus'nun eserlerinin felsefi içeriği), yazınsal metin içerisindeki
çelişkisel dil pratiklerinin varlığını "önemsiz gibi göstermeyi" amaçlayan
kurgu tarafından "harekete geçirilir. Bu nedenle, okurun kurgusal metinde
önemli addettiği öğeler -bilimsel gözlemlerden alınmış materyaller, felsefi
izlenimler, tarihsel bilgi ya da güncel olaylar- aslında kurgusal eserin altta
yatan sınıf temelli üretimini gizlemeye yarayan bir paravandır. Balibar'ın
eserinin son çıkarımı, edebiyatın doğası gereği ve değişmez bir şekilde, dil
düzeyindeki tahakküm mekanizmalarının önemli bir öğesi olduğudur.
Bundan ötürü, yazınsal eserler yıkıcı olamaz, çünkü yazın olarak varlıkları,
tüm yazınsal üslubun kaynağı olan dilsel çelişkiye katılmalarını, bu çelişki
den yararlanmalarını gerektirir. Flaubert, Peguy ve Camus'nun metinleri,
genellikle kapitalist üretim ilişkilerinin destekçileri olarak değerlendirilmez .
Fakat Balibar'ın ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, tam olarak buna
316
dönüşmüşlerdir: Flaubert'in " Un couer simple' öyküsü, ilk ders kitapların
da "kolay anlaşılır" bir üslupta nasıl yazılabileceğine ve "anlab tekniğinin"
ya da "bakış açısının" nasıl anlaşılabileceğine yönelik başarılı bir örnek
olarak gösterilir. Peguy'un Pierre eserinde burjuvaziyi yerin dibine sokma
girişimi, orta sınıf eğitimini eleştirmeyi amaçlarken, ondan önce var olan sis
teme -Katolik kilisesinin kontrolündeki eğitime- daha fazla değer biçer.
Camus, Yabancı romanında, J'effet du française ulaşabilmek için sözlü kul
lanımı "doğru" bir şekilde öğrenmek zorunda olan Kuzey Amerikalı çocuk
ların yazı derslerini yeniden üretir. Roman, bu derslerin ürettiği kesinlik
yanılsamasını baltalamayı hedeflerken, bu yanılsamanın günümüzdeki kul
lanımını benimser ve sürdürür. Söylemsel pratik düzeyinde bu süreci atama
ya da yabancılaştırma olarak kategorize etmek yanlış olur, çünkü bunlardan
daha sinsi ve güçlüdür: ideolojik tahakkümün kümülatif mantığı ve egemen
sınıfın hegemonyasının kapsamı genişletilmiş yeniden üretimidir.
317
adlandırılabilecek kısıtlılıklara göre etkinliklerini düzenleyen, böylece
onlara anlatımsal -romanesk, alegorik ya da soyut- bir dış görünüş veren,
uzlaşma oluşumudur" (Macherey ve Balibar 1974, 35) . Ortak dil ve yazınsal
dil arasındaki çelişki, okulların ideolojik aygutlarından kaynaklanır;
dolayısıyla "yazın, üretim ve tüketim koşullarını tanımlayan akademik ya
da eğitimsel pratikten ayrı tutulamaz" (Macherey ve Balibar 1981, 46) . Hem
kökeni hem de etkileri açısından yazını belirleyen sadece eğitimsel aygıt
lardır. Çünkü söyleme sahip olduğu her türlü "yazınsal" niteliği veren,
yazının alımlanması/ tüketilmesidir: " Metin yazındır ve yorumların, eleşti
rileri ve 'okumaların' dikkatini çektiği zaman ve bunu yaptığı ölçüde tam
olarak bu şekilde tanınır. Bu nedenle metnin yeni koşullar altında yazın
olmaktan çıkması imkansızdır" (Macherey ve Balibar 1974, 44).
Macherey ve Balibar, Macherey'in ideolojiye kesin bir işlev atfeden yazın
kuramının yerine, yazını öne çıkaran daha belirsiz bir ideoloji vizyonu getir
miştir. Yaptıkları bu atılımın sonucunda, yazınsal üretime yönelik realist ve
materyalist anlayışı terk edip, tarih boyunca değişiklik gösteren ve yazının
nasıl alımlanması gerektiğini kendi ölçütlerine göre tanımlayan estetik ide
oloji ve aygıtlardan ayırması güç bir anlayışı benimsediler. Böylelikle yazın
anlayışını metnin üretimi değil alımlanması belirler. Yazınsal temsil-anlam
üretiminin çözümlenmesine dayanan bilimsel eleştiri, estetik ideolojinin
yargılarını baskıcı olarak nitelendirebilmek için bu yargıları edilgen bir şe
kilde kabul eden bir " materyalizme" dönüşerek varlık sebebini kaybeder.
Macherey ve Balibar, yazınsal üretimin görece bir özerkliğe sahip olabileceği
fikrini ve "kurguyu" " metin-gerçeklik" ilişkisi açısından tanımlayan her
türlü yazın anlayışını reddeder:
Kurgu ol arak yazına yönelik bütün genel tanımlamalar, yaşamın
bir y ansım ası y a d a be nz e ş i mi olarak öyküye g ön derm ede
bulunur. . . Yazını bi! kurgu olarak tanımlamak, oldukça eski bir
felsefi tutumu benimsemekle aynı kapıya çıkar. Bu felsefi tutum,
bi l giy e yöne li k bir kuram oluşturarak, kurgusal söylemi -özel likle
gerçek li ğe günlük yaşamın ve ortak deneyimin doğ ru d an
algılanışından farklı bir 'imaj verdiğinde-' gerçeklik ile karşılaştırır.
Marksist sorunsal içerisinde merkezi bir konuma sahip olan yansıt
ma kategorisi, realizmle değil, realizmden bütünüyle farklı olan
materyalizmle ilgilidir. Marksizm, yazını genel olarak realizm ya da
kurgu şeklinde tanımlayamaz. (Macherey ve Balibar 1981, 51-52)
318
Materyalizmden söz ederken aynı sırada realizmin imkansız olduğunu
dile getiren tuhaf bir metin! Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu argü
man bizi metin ile gerçeklik arasındaki her türlü doğrudan bir bağlantı kur
mayı (yansıtmacılık) engellemenin yanı sıra, dolaylı bir ilişki olasılığını (ide
olojinin ikinci bir güç ile ilişkisini) da yadsıyan bir anlayışa götürür. Peki
geriye ne kalıyor? Anlaşıldığı kadarıyla hiçbir şey, yazının varlığını alımlan
masının gölgesinde konumlandırarak, alımlanmanın bu etkinin tözü
olduğunu öne süren felsefi bir aldatmaca.
Bir maddi etki, metnin gerçek olarak alımlanması, yoktan var olur -diler
seniz buna kusursuz alımlama adını verebilirsiniz- çünkü "kurgu diye bir
şey yok, yalnızca alımlama sürecini oluşturan "kurgu etkisi" vardır; bir
alımlama etkisinden, bir etkinin alımlanmasına ulaşırız. Böyle bir for
mülleştirme, "karmaşık" olmaktan çok saçmadır ve saçmalığını doğrudan
Macherey ve Balibar'ın yazın kavramını temsil -anlamın farklı bir biçimi
olarak görmeyi reddetmesine borçludur. Yazının üretimi ve alımlanmasının
anlaşılabilirlik ilkesini oluşturan, temsil -anlamın ideolojik doğasıdır.
En azından sorunun bir kısmı, yazını tahakküme indirgemeye dayanan
takıntılı bir tutkudan kaynaklanır. Macherey ve Balibar, yazınsal pratiği tek,
dolaysız bir sınıfsal tahakküm ilişkisi- edebi dilin basit dile baskın çıkması
açısından tanımlayabilmek için, yazını okulların eğitimsel aygıtlarına tabi
kılar.
319
Yazınsal etki daima bir tahakküm etkisidir: bireylerin başat ideolo
jiye ve egemen sınıfın ideolojik tahakkümüne tabi kılınması . . .
İ deolojii ilkokul düzeyindeki eğitimde, üzerinde egemenlik kurul
muş sınıfların "basit" Fransızcasını üretme ve aynı zamanda bölme
ve bastırma görevi görebiliyorsa, bunu basit Fransızcanın yazın
içerisinde çelişkinin, az ya da çok biçimi bozulmuş ya da gizlemiş,
ama aynca kurgusal yeniden yapılandırmalar içerisinde sergilenen
ve kötüye kullanılan bir unsuru olarak bulunması şartıyla gerçek
leştirebilir. Süreç gerçekten de böyle işler, çünkü yazınsal
metinlerde ortaya konan Franszca, "ortak" dilden farklı (ve ona
karşıt) olmanın yanında, bu dilin içerisindedir. Edebi Fransızca,
eğitim sistemi içerisinde oluşur ve evrilirken, gelişmekte olan bir
burjuva toplumunun maddi gereksinimleri tarafından belirlenir.
İ şte bu yüzden, edebiyatın eğitim sürecindeki yerinin, eğitim
sürecinin yazın içerisindeki yerinin tam tersi olduğunu doğrulaya
biliriz. Yazınsal etkinin alt yapısını, okulun yapısı ve tarihsel işlevi,
tam olarak başat durumdaki ideolojik devlet aygıtıdır. (Macherey
ve Balibar 1974, 46-48) .
310
ıçın, Balibar'ın uzlaşma oluşumu kavramının, mevcut tahakküm ilişki
lerinin yeniden üretimine ilişkin yönünü vurgular.
Macherey ve Balibar' a göre, yazınsal metin, uzlaşma oluşumu aracılığıy
la hedeflediği tabi kılma etkisine her zaman ulaşan, bölüntüsüz, her türlü
çelişkiden yoksun bir bütündür. Bunu, onu ortadan kaldırmaya yönelik her
türlü yazınsal girişime rağmen varlığını sürdüren bir özdeşleştirme
mekanizması aracılığıyla gerçekleştirir. Bu baskıcı özdeşleştirme sürecinin
en önemli unsuru, uzlaşma oluşumunun gerçek ideolojik sorunlara hayal
ürünü çözümler sunma becerisidir. "Yazın, amansız ideolojik çelişkilere
hayal ürünü çözümler ya da bu çözümlerin temsillerini getirerek 'başlar.'
Fakat yazının tasvir (imgeler, alegoriler, semboller ya da argümanlar)
aracılığıyla sunduğu çözüm, yazınsal temsilden önce var olan bir çözüm
değildir (tekrar etmek gerekirse, yazın, böyle gerçek bir çözüm imkansız
olduğu için üretilmez) . Yazınsal çözüm sadece bir 'mizansen' -çözüm olarak
temsil- anlamında varolur (Macherey ve Balibar 1974, 53). Bir çelişkinin bağ
daştırılamaz unsurları aynı aşamada sunulabilir, fakat bunu yaparken daha
az ya da çok karmaşık yer değişikliklerin az ya da çok oranda kaybedilmesi
pahasına. Çelişki unsurlarının yazın olabilmek için, söylem düzeyinde aynı
birimle ölçülebilir hale getirilmelidir. "Başlangıçtan itibaren özel bir dilde,
'uzlaşma' dilinde açık bir şekilde ortaya konularak, yakında gerçekleşecek
olan uzlaşmanın kurgusunu gerçekleştirmeleri gerekir. Uzlaşma dili, uzlaş
manın 'doğal,' gerekli ve kaçınılmaz gözükmesini sağlar" (Macherey ve
Balibar 1974, 33) .
Bu hayal ürünü çözüm, okur üzerinde aynı zamanda bir ideolojik çağrı
niteliği taşıyan bir özdeşleştirme etkisi yaratır:
321
vardır. Yazın, özneleri daima, herkese görünür özneler yaratır.
Kendine yöntemiyle (somut) bireyleri durmadan öznelere
dönüştürür ve onlara sözde-gerçek, yanılsamaya dayanan bir
bireysellik verir. Karakterleri ya da sadece söylemleri "canlı" hale
getiren ve okuyucuları gerek çelişkilerde olduğu gibi yazınsal
çelişkiler içerisinde de -her ne kadar daha az riskli olsa da- bir
tutum belirlemeye teşvik eden ideolojik çağrının temeli, bu gerçek
lik etkisidir. (Macherey ve Balibar 1981, 53-54)
322
Sözdizimine anlamdan daha fazla öncelik tanınması, tehlikeli sonuçlar
doğurur. Yazınsal üslup, dilbilgisinin bir fonksiyonu olmaktan ibaretse,
içerik farklılıkları, örneğin Virginia Woolf ve August Strindberg'in kadın
temsilleri arasındaki farklılıklar ya aldatıcı, ya da en fazla önemsizdir.
Benzer şekilde, eğer temalar, fikirler ve diğer yazınsal öğeler dış görünüşten
ibaretse, benzer üsluplara sahip yazarlar, örneğin Dos Passos ve Celine aynı
şeyi söylüyor ya da en azından benzer çağrı etkileri yaratıyor demektir. Bu
gibi iddiaların saçmalığını ortadan kaldırmak için, dayandıkları kuramsal
indirgemeleri tasfiye etmemiz ve yazınsal pratik içerisindeki çelişkilerin
biçimselliğin ötesinde özellikler taşıdığını kabul etmemiz gerekir: semantik
anlatı ögeleri, yazınsal üslubun işleyişini gizlemeye yarayan 'dış cepheler
den' çok daha fazlasıdır; ideolojiye ve ideoloji aracılığıyla gerçekliğe gön
dermede bulunurlar. Bu nedenle yazınsal üretim, tahakkümün yanı sıra
özgürleştirici etkilere de sahip olan kompleks, çelişkili bir toplumsal pratik
tir.
Yazın, özneleri ideolojik olarak çağırır ve yazınsal pratik en azından bir
dereceye kadar sınıf temelli ideolojik pratik ve aygıtlar tarafından belirlenir.
Fakat yazınsal pratik özdeşleştirme etkisini sadece toplumsal çelişkileri
gizleyerek yaratmaz. Sınıf tahakkümünün yazınsal metinler içerisinde her
zaman ortaya çıkması gerekmez. Yazınsal pratiği gerçekte olduğu gibi, ide
olojinin özne-formuna ve dünyaya ilişkin öznel -ideolojik deneyimlere
dayandığı için açık uçlu ve çelişkili bir temsil -anlam üretimi olarak görerek,
böyle basit genellemelerden kurtulabiliriz. Yazınsal pratik olağan ideolojiye
"hakim olur," fakat sonucun her zaman baskıcı ya da baskı unsurlarını
gizleyen bir karaktere sahip olması gerekmez. Çünkü olağan ideoloji, nesnel
gerçeklik içerisinde yer etmiş sınıf temelli çelişkilerle parçalanır. Yazınsal
üretim, ona toplumsal oluşum içerisinde bir yer ve işlev veren sınıf mücade
lesi tarafından (üst)belirlenir. Yazınsal temsil-anlam ise, bilgi/ iktidar kate
gorisine indirgenemeyecek bir görece özerkliğe sahiptir. Yazınsal pratik,
sınıf temelli bir güç sistemi içerisinde eklemlense de, belH koşullar altında
sınıf tahakkümünü meşrulaştırmanın yanı sıra ifşa edebilir. Yazın, özne-for
munun sınırlarını aşamaz, fakat özne-formu düzensiz geliştiği ve çelişkisel
olduğu için, yazınsal metne özgü özdeşleştirme mekanizmaları, özneleri
uyumun yanı sıra muhalefete de teşvik edebilir. Son olarak, bütün söylem
sel pratikler gibi yazınsal üslup da bir anlamsal ve sözdizimsel ilişkiler
ağının içinde yer alır. Yazınsal üslup, semantik ögelerinden dolayı, onları
323
kapsamayı amaçlayan sınıf temelli gramatik pratiklerin dışına taşan çağrı
olanaklarına sahiptir. 6 Renne Balibar' ın başarısı, yazınsal söylemin
ondokuzuncu yüzyıl Fransasının konjonktürü içerisinde ideolojik tahak
kümün sınıf temelli yapısı içerisindeki işlevini üslup ve uzlaşma oluşumu
gibi kavramlar aracılığıyla açıklamasıydı. Macherey ve Etiene Balibar' ın
daha da pekiştirdiği hatası ise, bu fenomenleri sadece kötü yönleriyle ele
alarak bağdaşık hale getirmek ve yazınsal pratiğin "özü" olarak kabul
etmekti.
324
6. Bölüm
325
Nicos Poulantzas'ın eseri üzerinde duracak. Poulantzas, Althusser'in politi
ka anlayışına ilgisiz kalmış olsa da, onun kuramsal çalışmalarından büyük
ölçüde etkilenmiştir. 1968 yılı ile zamansız ölümü arasında yazdığı bir dizi
önemli kitapta, Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar (1973), Faşizm ve Dik
-
326
iki unsurdan oluştuğunu öne sürer: pozitif seleksiyon (mümkün olan sonuç
lar arasında özgül sonuçlan belirleyen düzenekler) ve negatif (bazı olasılık
ları devre dışı bulunan düzenekler).
3. Yeniden üretim / Yeniden Ü retmeme, değişimin bir yapı içerisinde ay
nı anda etkin hale getirilmesi/ engellenmesini ifade eder. Bir yapının, bir
başka yapıyı yeniden üretme işlevini görmesi, yeniden üretme rolüne sahip
yapının, yeniden üretilen yapının bazı temel unsurlarını değiştirmesine en
gel olduğu anlamına gelir. Wright'a göre bu süreç sınırlama işleminden fark
lıdır. Çünkü sınırlamada belirlenen yapının muhakkak değişeceği gibi bir
varsayım yokken, yeniden üretimde bu gibi değişimler çoğunlukla gerçek
leşir. Dahası, yeniden üretim/ yeniden üretmeme, belirleyen yapının belirle
nen yapıyla karşılaşınca yeniden üretici olmayan bir yapıya dönüşebileceği
varsayımına dayandığı için, değişken bir belirlenim ilişkisidir.
4. İşlevsel uyumluluğun sınırları, yapısal formların diğer yapısal form
larla ilişkileri açısından ve belli yöntemlerle işlevsel hale gelmesini sağlayan
düzenekleri, başka bir deyişle, hangi oluşumların yeniden üretici olacağını,
hangilerinin yeniden üretici olmayacağını belirler.
5. Dönüşüm, sınıf mücadelesinin (pratiğin) yapısal sınırlama, seleksiyon
ve yeniden üretim/ yeniden üretmeme süreçlerini doğrudan etkilediği bir
belirlenim biçimini ifade eder.
6. Arabuluculuk (mediasyon), belli bir toplumsal sürecin, diğer top
lumsal süreçlerin sonuçlarını şekillendirdiği belirlenim biçimidir. Başka bir
ifadeyle, diğer iki değişken arasındaki ilişkinin tabiatını şekillendiren "bağ
lamlaştırma değişkenidir"
Wright'in belirlenim biçimleri, üst belirlenim, yapısal nedensellik, görece
özerklik, son tahlilde belirlenim ve baskın yapı gibi genel kavramların daha
açık bir şekilde anlaşılmasını sağlar. Wright, ortaya koyduğu kavramların,
detaylandırmaya daha fazla olanak sağladığı için deneysel doğrulamaya da
ha açık olduğunu çok çeşitli toplumsal oluşumları kuramsal olarak kavrama
kapasitemizi büyük oranda artırdığını düşünür. Sık sık vurguladığımız gibi,
Yapısal Marksizmin yöntemi ne rasyonalist ne de idealisttir; somut toplum
sal ilişkiler, soyut kavramlar aracılığıyla anlaşılamaz ya da yorumlanamaz.
Yapısal Marksizm, ne indirgemeci ne de özcüdür. Genel aracılığıyla özgür o
lanı tasfiye etmez; özgül olanı genel aracılığıyla kavrar ve genel olanı özgü
lü ışığında gözden geçirir.
327
Sınırlama -
-
İktidar Mücadelesi
Ekonomik Mücadele
-
Ü retme/ Ü retmeme
'�
Uyumluluk sınırlan
328
killendirir. 'Eş zamanlı olarak' ifadesi, bu formülasyonda büyük bir önem ta
şır: toplumsal yapılar, sınıf mücadelesini önceden sınırlamaz ve seçmez ve
sınıf mücadelesi bu yapılan ilk işlemin sonrasında şekillendirmez. Sınıf mü
cadelesi tabiah gereği, "yapıların dönüştürülmesinden oluşan, dolayısıyla
aynı anda sınıf mücadelesini sınırlandıran
1 1
� ™""��
Sınıf Mücadelesi
Sınu
�ilm
.------. Sınırlama
Ekonomik Mücadele İ ktidar Mücadelesi
Ü retme/ Ü retmeme
t
Uyumluluk sınırlan
329
gerekir. Ben burada ne ekonomik oluşumun önceliği ve kurumsal aygıtlar,
toplumsal özneler ve 'habitus'un ideolojik alanının üçüncül etkinliğine yö
nelik argümanları tekrarlayacak, ne de bu bölümün konusunu oluşturan po
litik oluşumun arada kalan etkinliğini çözümlemeye girişeceğim. Şimdilik
tek amacım, mevcut haliyle yapısal belirlenimler ile toplumsal özneler ara
sındaki ilişkiyi aydınlatmaktan çok belirsizleştiren sınıf mücadelesi kavra
mın açıklık getireceğim. Wright'ın kullandığı biçimiyle sınıf mücadelesi kav
ramı, ideolojik oluşumu ve dolayısıyla toplumsal öznelerin sınıfsal özneler
olarak oluşturulmasını sağlayan süreci dışladığı için anlamsız bir genelle
medir. Wright, sınıf mücadelesinin gerçekte ne olduğu sorusunu geçiştir
mektedir. Sınıf mücadelesinin yalnızca varlığına değil, aynı zamanda önce
liğine, yani politik ve ekonomik yapılar üzerindeki dönüştürücü etkisine yö
nelik argümanlar ortaya atabilmek için, onun asıl işlevinin anlaşılması gere
kir.
Sınıf mücadelesi sorununu ortaya atarken, pratik alanını Wright'ın yaptı
ğı gibi sadece ekonomik belirlenim ve politik değerlere bağlı ya da politik ve
ekonomik yapılardan bağımsız ve bu yapılara denk görmek yerine, Althus
ser ve Poulantzas'ı takip edere ekonomik, politik ve ideolojik yapıların bir
birine eklemlenmesinin toplumsal öznelerinin hareket kapasitesi üzerinde
ki "matris etkisi" olarak değerlendirmek gerekir. Yani pratik alanı, son tahlil
de sınıfsal pratiklerin alanıdır ve sınıf mücadelesi, matris etkisinin pratik a
lanı olduğu oluşumların eklemlenmesi içerisindeki ekonomik ilişkilerin ön
celiğinden sonra gelir. Başka bir ifadeyle, pratikler, ekonomik, politik ve ide
olojik oluşumların hiyerarşik eklemlenmesi tarafından çağrılan- ve Polants
zas'ın (yalnızca ekonomik olmayan) toplumsal sınıflar olarak tanımladığı
yapının üyeleri olarak- toplumsal öznelerin etkinlikleri olmaları ölçüsünde
sınıfsal pratiklerdir. Benzer şekilde, Pierre Bourdieu'nun "toplumsal alan" o
larak tanımladığı pratik alanı, onu oluşturan konum ve güçlerin yapısının,
aynı eklemlenmenin matris etkisi olması ölçüsünde sınıfsal bir alandır. Top
lumsal sınıf kavramı, biraz sonra daha ayrıntılı bir şekilde ele alınacak. Bu
rada ortaya atmamın sebebi, ideolojik aygıtlar ve 'habitus'tan oluşan ideolo
jik oluşum kavramının şekil 3'te neden, Wright'ın kullandığı sınıf mücade
lesi kavramının yerine kullanıldığını açıklamaktır. Bu noktada bir değişiklik
daha gerekli hale gelir. Çünkü ideolojik oluşumu, toplumsal özneler olarak
çağrılan bireylerden ayırmak için, bu modele insan unsurunun da dahil e
dilmesi gerekir.
330
1
ekonomik oluşum politik oluşum
sınırlama t
------''----
- --
seçim
....-
. . -----•
- ideolojik oluşum
1 sm�rlama
sınırlama
Dönüşüm
l f seçım
insan ilişkileri
sınırlama
seçim seçim
Dönüşüm Dönüşüm
Şekil 3
33 1
nin bir yansıması olan bu eşitsizlik, devlet ve ekonomi arasındaki karşıtlık
ların ortaya çıkmasını mümkün, hatta kaçınılmaz hale getirir. Ekonomi, ay
nı zamanda ideolojik bir işlev uygular. Ekonomik oluşum, seleksiyon biçimi
aracılığıyla toplumsal öznelliği belirler, bireyleri üretim güç ve ilişkileri içe
risindeki "yerleri" açısından çağırır. Mevcut yerlerin sayısı ve tabiatı ise çağ
rılan toplumsal öznelerin pratikleri üzerinde nesnel bir kısıtlama oluşturur.
Kapitalist devletin görece özerkliği, politik işlevin ekonomik oluşumdan
ve başat ekonomik sınıfın doğrudan kontrolünden ayrılması şeklinde teza
hür eder. Kapitalist devlet, ekonominin baskın yapısının dayattığı (birbirin
den ayrı politik ve ekonomik oluşumların da kapsayan) sınırlar içerisinde
etkinlik gösterse de, sadece anamalcı birikimin temel koşullarını üretecek
kadar değil, aynı zamanda, tekelci kapitalizme geçişte birlikte, ekonomiyi
"düzenleyecek" ve ekonomiye etkin bir şekilde müdahale edebilecek kadar
iktidara sahip olmalıdır. Politik oluşum ekonomik oluşuma tabi olsa da, ide
olojik oluşum üzerinde baskındır. Kapitalist devlet, başat sınıfın tahakkü
münün ve sınıfsal fraksiyonların düzenleyicisi görevini üstlenir. Resmi ya
saları ve yönetim aygıtları aracılığıyla insan öznelerin pratiklerini bu tahak
küm ile uyumlu etkinlikler içerisinde tutar. Devlet, ideolojik aygıtları, meş
ru ya gayrimeşru ilan etmesi, işleyişlerini denetlemesi ya da düzenlemesi,
onlara (mali ya da başka türden) destek vermesi ya da onlardan destek çek
mesi ölçüsünde belirler. Devlet, ideolojik aygıtlar üzerinde uyguladığı bu
özgül seleksiyon ilişkisi aracılığıyla, toplumsal öznelerin çağrılmasını ve
böylelikle bireylerin pratiklerini dolaylı olarak belirler.
Devlet, insan bireylerinin pratiklerini, kendi aygıtlarının, özellikle de bi
reylerin "iyi yurttaşlar" ve "ulusun" vatansever üyeleri olmalarını sağlayan
okul sisteminin ideolojik çağrı etkisi aracılığıyla doğrudan belirler. Buna
karşın ekonomi gibi politik oluşumun da toplumsal öznellik üzerinde ku
tuplaştırıcı olmanın yanı sıra birleştirici bir etkisi vardır. Ekonomi, bireyleri
sömürü ve işbirliği ilişkileri etrafında kutuplaştırırken, politika toplumsal
özneleri temsil ve tahakküm ilişkileri etrafında kutuplaştırır. Bu iki kutuplu
ve birbirine karşıt çağrı süreçleri, Poulantzas'ın yaptığı gibi "halk" ve "ikti
dar bloğu" şeklinde özgülleştirilebilir. Politik iktidara ulaşmak için verilen
mücadeleler, "haklar" ve "adalet" açısından gerçekleşir ve dolayısıyla ekono
mik/ sınıfsal değil "halka ait-demokratik" bir karakter kazanır.
İdeolojik oluşum ve 'habitus," bireyleri, tüm pratiğin gerçekleşmesi gere-
332
ken toplumsal alan olarak nesnel mevcudiyetleri aracılığıyla sınırlar ve on
ları özgül, çoğunlukla birbirine karşıt roller, kimlikler ve yeterlikler kombi
nasyonuna sahip bir toplumsal özne olarak seçer. Ekonomi, devlet ve ideo
lojik aygıtların bireyler üzerinde uyguladığı belirlenim ilişkileri, arhk dönü
şüm ilişkileri ile -ekonomi ve devlet arasındaki ilişkide olduğu gibi- eş gü
dümlü değildir. Dönüşümü olanaklı hale getiren de tam olarak bu koşuldur.
Oluşumların birbirine karşıt biçimde eklemlenmesinin ideolojik çağrı etkisi
olan birey, baskın üretim biçimi ile karşıtlık oluştursa da oluşturmasa da bü
tün pratiklerin toplumsal öznesidir.
Toplumsal alan içerisindeki konum ve yerleri ekonomik ve politik yapı
lar belirler. Ekonomik ve politik yapılar, insan bireylerini, kendi işgal ettik
leri konum ve yerler temelinde çağırırlar. Buna karşın ekonomik ve politik
ilişkiler toplumsal alanı ve bütün politik ve ekonomik pratiklerin temsilcisi
olan insan bireylerini tek başına tanımlamaz. Bu gerilim, ideolojik oluşu
mun birey açısından etkinliğinin ekonomik ya da politik formlara indirge
nemeyeceği anlamına gelir. İdeolojik oluşum, hem ekonomik hem de politik
oluşumlara bağlı olmasına rağmen, kendi içindeki ilişkilere aracılık etmekle
kalmaz- aynı zamanda yurttaşlar ya da işçilerden çok fazlası olan toplumsal
özneleri çağırır. Diğer yandan, ideolojik alan, ekonomik ve politik yapıların
baskınlığı tarafından sınırlanır ve bu yapılar tarafından seçilir. Sonuç olarak,
bir toplumsal öznenin ekonomik, politik ya da ideolojik ilişki alanlarında
eylemde bulunma kapasitesi, varoluş koşulunun farklı oluşumların geçişsel
olmayan eklemlenmesi ve onların birbirinden farklı ve eşit olmayan etkin
likleri olması nedeniyle daima önceden belirlenir. Toplumsal oluşum içeri
sinde ekonomik yapının önceliği göz önünde bulundurulduğunda, toplum
sal öznelerin pratikleri daima sınıfsal olarak önceden yapılandırılmış pratik
lerdir.
Ciddi bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için, Şekil 3'de gösterilen o
luşumların (ve dolayısıyla çeşitli belirlenim biçimlerinin) her birine görev iş
levini verenin, bir bütün olarak yapının tarihsel matrisi olduğunu belirtme
liyim. Başka bir deyişle, oluşumların birbirine eklemlenmesinin geçişsiz et
kinliği (Althusser bunu "bir üretim biçiminin matris etkisi" olarak adlandı
rır), geçişli etkinlikleri, ekonomik, politik ve ideolojik yapıların birbirinden
farklı ve eşit olmayan üretim biçimlerini belirler. Benzer şekilde, toplumsal
özneler tarafından içselleştirilmiş ve toplumsal alan (pratiğin alanı) olarak
tezahür eden oluşumların eklemlenmesi, olası tüm pratikleri tanımlar ve on-
333
lara belli bir sınıfsal karakter verir. Bu dolaylı, geçişsiz ve üst belirlenen sı
nıfsal ilişkiyi ilk olarak teşhis eden ve ona toplumsal sınıf adını veren Pou
lantzas'dır. Poulantzas aynı zamanda, ekonomik ve toplumsal sınıf ilişkileri
arasındaki aynını kesin olarak ortaya koymuştur. Üretim güçleri ve üreti m
ilişkilerinin belirlediği ekonomik sınıf ilişkileri, politik ve ideolojik oluşum
lar üzerinde doğrudan ya da geçişli belirlenimler uygular; tarihsel matris ta
rafından belirlenen toplumsal sınıf ilişkileri ise, karmaşık bütün içerisinde
kendilerine verilen yer ve işlevleri oluşturan ekonomik ilişkiler açısından
her zaman önceden orada olan dolaylı ve geçişsiz bir etki uygular. Bu ne
denle, ekonomik sınıf ilişkileri her zaman halihazırda toplumsal sınıf ilişki
leridir; fakat kapitalist üretim biçimlerinde politik ve ideolojik (toplumsal sı
nıf) ilişkileri üzerindeki baskınlıklarıru ekonomik sınıf ilişkileri olarak uygu
larlar.
Aynı şekilde, farklı oluşumların birbirine eklemlenmesinin matris etkisi
aracılığıyla, kapitalist devlet her zaman halihazırda bir sınıf devletidir. Çün
kü kapitalist üretim biçiminin baskın olduğu bir eklemlenme biçimi tarafın
dan ona bir yer ve işlev verilmiştir. İdeolojik aygıtları, ekonominin önceliği
tarafından sınırlandığı için bir sınıf devleti görevi görür. Toplumsal alan ve
habitus içerisinde toplumsal sınıf özneleri tarafından gerçekleştirilen top
lumsal sınıf ilişkilerinin baskın sınıf(lar) ve sömürülen sınıf(lar)ın öznel eko
nomik sınıf çıkarlar etrafında kutuplaşmayı sürdürmesi (yani egemen sını
fın ideolojik söyleminin ideolojik çağrı alanı içerisinde bir tahakküm oluş
turmayı amaçlayarak pratikleri mevcut üretim ilişkilerini ve devletin mev
cut yapısını yeniden üreten özneler yaratması) ölçüsünde bir sınıf devleti o
larak kalmaya devam eder. Devletin, egemen sınıfın "kuralını" yeniden üret
me yapısal işlevini yerine getirme becerisi, devletin içerisindeki başatlık ve
uygulama unsurları arasındaki çelişkileri en aza indirme ve ideolojik çağrı
etkilerini, yani iktidar bloğu ile halk arasındaki farklılığı gizleme becerisine
bağlıdır. Kapitalist devlet, kullandığı iktidarın kaynağı olmasa da, ekonomi
den ayrılması ve böylelikle bu ayrılığın ideolojik sonucu aracılığıyla 'ayrıca
lıklı bir iktidar hakkı elde etmiştir. Devletin gücünü zayıflatmak, devlet sa
dece kendi baskı aygıtlarını elde ettiği ve şiddet aracılığıyla tekelleştirdiği i
çin değil, aynı zamanda devletin görece özerkliğinin, politik iktidarın eko
nomik temelini, halkçı-demokratik biçimlerin ardına gizlemesi nedeniyle
zordur.
Şekil 3'te gösterilen belirlenim biçimleri geçicidir. Tek bir kurumsal çerçe-
334
vede bira raya gelen ya da farklı kurumsal biçimler alan (devlet, bir ticari gi
rişim vs) ekonomik, politik ve ideolojik oluşumlar ve onların hiyerarşik ya
pısı sabit toplumsal gerçeklerdir; yöntemleri ise burada aksiyomlar olarak
değil varsayımlar olarak sunulmuştur. Wright tarafından açıklanan altı un
suru makul kılmak için üretim biçimlerini dogmatik bir biçimde sınırlamak
ya da bu biçimlerin farklı üretim biçimleri ve toplumsal oluşumlar içerisin
deki ekonomik, politik ve ideolojik oluşumların değişmeleri ışığında yeni
den gözden geçirilemeyeceğini ima etmek gibi bir amacım yok. Sadece po
litik pratik ile kapitalist devletin, ekonominin yansımalarına indirgenme
den, ekonomik belirlenim açısından açıklanabileceğini göstermeye çalıştım.
335
bütünlük tipi, son tahlilde ekonomi tarafından belirlenen bir karmaşık bütü
nü ifade eder. Belirlenimin anlamı, bu son tahlilde baskınlık ile sınırlanacak11
(Poulantzas 1973, 13-14).
Poulantzas, kapsamı genişletilmiş üretim biçimi ifadesini kullanmasa da,
üretim güç ve ilişkilerinin yapısını ve özgül etkinliğini (ekonominin politik
ve ideolojik oluşumlar üzerinde uyguladığı geçişli belirlenim biçimini), eko
nomik, politik ve ideolojik oluşumların kapitalist üretime özgü bir biçimde
birbirine eklemlenmelerinin birleşik ya da üst belirlenmiş etkinliğinden (Ya
pısal bütünün her bir oluşumun özgül etkinliği üzerindeki geçişsiz belirle
nimini oluşturan matris etkisinden) kesin bir şekilde ayırır. Dahası, bir üre
tim biçimine yönelik yeterli bir anlayış geliştirmek için hem ekonomik olu
şumla sınırlı üretim güç ve ilişkileri, hem de onların toplumsal bütün üze
rindeki matris etkisi gerekir. Bir üretim biçimini diğerinden ayıran, dolayı
sıyla onu bir üretim biçimi olarak özgülleştiren şey, onun çeşitli düzeyleri
nin sürdürdüğü özgül eklemlenme biçimleridir: bundan böyle bu eklemlen
me biçimine, bir üretim biçiminin matrisi adı verilir. Dolayısıyla bir üretim
biçimini kesin bir şekilde tanımlamak, son tahlilde ekonomi tarafından be
lirlenimin bu üretim biçimi içerisinde yansıma biçimini açığa vurmakhr. Bu
yansıma, söz konusu üretim biçiminin baskınlık indeksinin ve üst belirleni
minin sınırlarını oluşturur11 (Poulantzas 1973, 15).
Dolayısıyla, Poulantzas, politik olandan 11diğerlerinden ayrı olarak poli
tik11 bir 11bölgesel oluşum11 olarak söz ederken, yalnızca politik olanın görece
özerkliğinden, yani politik pratik ve aygıtları ekonomik ve ideolojik pratik
ve aygıtlardan ayıran şeyden değil, aynı zamanda -altını daha fazla çize
rek- [politik olanın] belli bir üretim biçimini özgülleştiren bir araya gelme bi
çimi içerisindeki 11yer ve işlevinden11 de söz etmektedir (Poulantzas 1973, 17) .
.. Bir üretim biçiminin matris etkisi, 11onun bölgesel oluşumlarının meydana
gelmesini yönetir11 ve her bir bölgesel oluşumun 11sınırlarının genişletilmesi
ni tanımladığı için11 (Poulantzas 1973, 17), Poulantzas1ın kapitalist toplumsal
oluşumlarda devletin 11görece özerkliği11- politik olanın kapitalizme özgü e
konomik aygıtlardan biçimsel olarak ayrılması- üzerinde özellikle durması,
devletin kapitalist üretim biçiminden bağımsızlığı açısından değil, kapitalist
üretim biçiminin yapısının devlete verdiği özgül yer ve işlev açısından anla
şılmalıdır. 2
Politik oluşumun özgüllüğü, Poulantzas tarafından, bir toplumsal oluşu-
336
mun birliğini sürdürmeye (ya da dönüştürmeye) yönelik "küresel bir işlev"
olarak tanımlanır. "Devletin özgül işlevi, toplumsal oluşumun farklı düzey
leri arasında bir tutarlılık faktörü yaratmaktır. " Poulantzas'a göre devlet, "bir
'düzen' faktörü ya da bir oluşumun örgütsel ilkesidir" (Poulantzas 1973, 44-
45) . Devlet (benim yeniden üretim/yeniden üretmeme, seleksiyon ve sınır
lama gibi daha alt belirlenim kategorilerine ayırdığım) bu işlevi, politik olu
şumun iktidarın "yoğunlaştığı," merkezi "düğüm noktası" ve iktidarın tüm
toplumsal oluşum boyunca yayıldığı alan olması dolayısıyla uygulayabilir.
Devlet, iktidarın biçimsel olarak yoğunlaştığı alan olsa da, bu iktidarın
kaynağı değildir. Poulantzas, iktidarı belli bir kurumsal aygıt içerisinde ko
numlanmış bir işlev olarak değil, matris etkisi aracılığıyla ekonomik sınıf
ilişkileri ve pratikleri tarafından üst belirlenen toplumsal mücadelelerin ü
rünü olan yapısal bir etki alanı olarak tanımlar. Tüm toplumsal mücadeleler
ve dolayısıyla tüm iktidar ilişkileri, açık ve üstü örtülü bir şekilde, doğrudan
ve dolaylı olarak üretim biçimi tarafından belirlenen sınıfsal bir karaktere
sahiptir. İktidarın devlet aygıtları içerisinde yoğunlaşması, iktidarın sınıfsal
doğasını ve ekonomik bir temele sahip olduğu gerçeğini değiştirmez. Dev
letin kendine ait bir iktidara sahip olduğu söylenemezse de, Poulantzas po
litik iktidarın "önceden var olduğunu," çünkü devletin kurumsallaşmış ikti
darının, oluşumun birliğinin sürdürüldüğü ya da dönüştürüldüğü "alanı
oluşturduğunu" ısrarlar savunur.
İktidarın, ekonomik sınıf ilişkileri ve pratikler tarafından üst belirlenen
toplumsal mücadelelerden kaynaklanması, iktidarın devletin politik aygıt
larında yoğunlaşmasının tarafsız bir süreç olamayacağı anlamına gelir. Poli
tik ve ekonomik aygıtlar arasındaki ayrılığın ölçüsü ne olursa olsun, sınıf
toplumlarında devlet iktidarı her zaman devlet iktidarıdır. Devlet, belli bir
üretim biçiminde görünürde temsili ya da teknik olarak ekonomik, yönetim
sel, hukuki ve yasal işlevler yerine getirebilir; fakat bu "yerel" işlevler daima
matris etkisi ve toplumsal oluşumun bütünlüğünü düzenleyen ve sürdüren
politik oluşumun "küresel" işlevi tarafından üst belirlenir. Tutarlılık her za
man baskın sınıfların politik çıkarlarını yansıttığı için, kapitalist üretim bi
çimlerinin güdümündekiler de dahil tüm sınıf toplumlarında devletin sınıf
sal karakterini oluşturan da işte bu küresel politik işlevdir:
Devletin ekonomik ya da ideolojik işlevleri, başat sınıfın politik çıkarları
ile örtüşür ve politik işlevleri sadece (a) emek ve eğitimin örgütlenmesi ile
(b) bir sınıfın politik tahakkümü arasında doğrudan ve açık bir ilişki olduğu
337
alanlarda değil, aynı zamanda bu işlevlerin amacının bir oluşumun birliği
nin sürdürülmesi olduğu alanlarda uygular. Bu birliğin içindeki sınıf, poli
tik açıdan baskın sınıfhr. Bu işlevler, öncelikli amaçlarının bu birliği sürdür
mek olması ölçüsünde egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ederler. (Poulant
zas 1973, 54)
338
ile açıklayan öznelci bakış açılarının aksine, bilinçli olarak seçilmiş "sınıfsal
konumlar" olarak değil, yapısal ilişkilerin ya da "sınıfsal belirlenimlerin nes
nel alanı olarak kavramsallaştırır. Sınıfsal belirlenimlerin "sınıf mücadelesi
nin "ufkunu belirlediği" düşünülse de, Poulantzas nesnel sınıf çıkarları ile
öznel sınıfsal konumlar arasında kesin ve değişmez bir ilişki olduğu fikrini
reddeder. Dolayısıyla, bilinci sınıfsal çıkarların bir yansımasına indirgemek
için sınıf ile üretim güç ve ilişkileri içerisindeki konumları bir tutan nesnel
ci bakış açılarının tersine, nesnel ekonomik belirlenimler ile konjonktüre!
politik ve ideolojik konumlar arasındaki çelişkileri kabul eder ve açıklama
ya çalışır.
Poulantzas, kapitalist üretim biçiminde bir baskınlık hiyerarşisi olduğu
nu -ekonominin önceliğini ve politik, ideolojik oluşumların etkinliklerinin
ekonomik belirlenimden sonra geldiğini- kabul eder. Bununla birlikte, sınıf
ların yalnızca ekonomik değil, bir bütün olarak toplumsal oluşum açısından
tanımlanması gerektiğinde ısrar eder: toplumsal sınıflar, ekonomik sınıflar
dan ibaret değildir.
Marx'ın toplumsal sınıflara yönelik çözümlemesi, sadece ekonomik yapı
lardan söz etmez, toplumsal yapıların birlikteliğini ve farklı düzeylerdeki
ilişki biçimlerini bir bütün olarak ele alır. Toplumsal sınıfların öncelikli ola
rak ekonomik, daha sonra politik ve üçüncü olarak ideolojik düzeydeki ya
pılar ve bu yapıların birbirleri ile olan ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya
çıktığını ve her şeyin bu çerçevede gerçekleştiğini varsayalım. Toplumsal bir
sınıf, ekonomik düzeyde, politik düzeyde ya da ideolojik düzeyde tanımla
nabilir ve özgül bir oluşum açısından konumlandırılabilir. Fakat bir sınıfı bu
şekilde tanımlamak ve kavramsal içeriğini anlayabilmek için, etkisini oluş
turduğu bu düzeyleri bir bütün olarak ele almalıyız. (Poulantzas 1973, 64)
Ekonomik sınıflar, matris etkisi dolayısıyla asla sadece ekonomik değil
dir; bir toplumsal sınıfın öz yapısı içerisinde politik ve ideolojik oluşumlar
da devrededir. "toplumsal" sıfatının Poulantzas tarafından her zaman mat
ris etkisinin geçişsiz etkinliğini belli bir oluşumun diğeri üzerinde uyguladı
ğı geçişli etkinlikten ayırmak için kullanıldığını hatırlamakta fayda var. Po
ulantzas'a göre, toplumsal ilişkiler alanında üretim biçiminin matris etkisi,
toplumsal iş bölümü ile aynı şeydir ve toplumsal sınıf ilişkileri tarafından
örgütlenir. "Toplumsal sınıflar, tek bir yapısal düzeyin -ekonomik yapının
diğerleri - politik ve ideolojik yapılar- üzerindeki etkisi değildir; dolayısıyla
339
yapı içerisinde değil, toplumsal ilişkiler alanında yapıların küresel etkisi
olarak tezahür ederler. Sınıf toplumlarında bu toplumsal ilişkiler alanına
toplumsal ilişkileri destekleyen/yeniden üreten özneler de dahildir" (Pou
lantzas 1973, 64) .
Ekonomik, politik ve ideolojik oluşumlar gibi, çağrılan özneler de matris
etkisinin bir ürünüdür. Bireyler, rol ve ilişkilerden oluşan yapısal bir sistem
olarak karmaşık bütünü içselleştirir ve bu sisteme bağlanırlar. Poulantzas,
bu küresel ilişkiler sistemine toplumsal ilişkiler adını verir ve toplumsal
alan, 'habitus' ve toplumsal öznelerin bilincinin yapısı olarak gerçekleşmiş
ya da tezahür etmiş bir halde önceden mevcut olduğu için toplumsal olu
şum içerisinde temsil edilemeyeceğini ısrarla savunur.
Toplumsal sınıf, yapılar bütününün, bir üretim biçimi matrisinin ya da
bir toplumsal oluşumun onu destekleyen bireyler üzerindeki etkisini açıkla
yan bir kavramdır: bu kavram, toplumsal ilişkiler alanında küresel yapının
etkilerini açığa vurur. Bu bağlamda, [toplumsal] sınıf bir kavramsa, yapılar
içerisinde konumlandırılabilecek bir gerçeklik tasarımı oluşturmaz: toplum
sal ilişkileri sınıf ilişkileri olarak tayin eden bir yapılar bütününün etkilerini
belirler. . . Toplumsal ilişkilere işaret eden sınıf kavramı ile yapılara işret eden
kavramlar arasında kuramsal bir türdeşlik yoktur. (Poulantzas 1973, 67-68)
Poulantzas, aynı şeyi biraz daha farklı bir şekilde ifade ederek, iki yönlü
bir sınıfsal belirlenimin iş başında olduğunu söylemektedir: küresel, tarih
sel, dolaylı ve geçişsiz bir belirlenim ile bölgesel, çağdaş, dolaysız ve geçişli
bir belirlenim. Kapitalist toplumsal oluşumun geçişsiz etkinliği, yani top
lumsal sınıf ilişkileri ya da "toplumsal iş bölümü," bireyleri kapitalizmin
toplumsal özneleri olarak çağırmıştır -toplumsal oluşumun ekonomik, poli
tik ya da ideolojik yapılarının etkinliği onları proleterler, Texas vatandaşları,
eşler ya da anneler olarak çağırmış olsa bile. Kapitalizmin bölgesel oluşum
ları, yer ve ilişkileri nesnel olarak tanımlar. Maddesel etkinlikleri, toplumsal
öznelerin çağrılması açısından selektif ve onların pratikleri açısından sınır
landıncıdır. Buna karşın bölgesel politik, ideolojik ve ekonomik yapılar her
zaman, kendilerine bir yer ve işlev veren karmaşık bütünün izlerini taşır;
dolayısıyla sadece politik, ideolojik ve ekonomik ilişkiler değil, aynı zaman
da kapitalist toplumsal ilişkilerdir.
[Bölgesel] yapılar ile toplumsal ilişkileri birbirinden açık bir şekilde ayı
rıyoruz. Toplumsal ilişkiler, ideolojik olarak çağrılan toplumsal öznelerin
340
toplumsal sınıflara dağıtılmasını ifade eder. Bu iki alan ekonomik düzeyde
sırası ile üretim ilişkileri ve üretimin toplumsal ilişkileri kavramının kapsa
mındadır. Aynı zamanda politik "toplumsal" ilişkiler ile ideolojik "toplumsal
ilişkilerin katılığından söz edebiliriz. Burada politik ve ideolojik oluşumlar
açısından ayrı tutulan bu -sınıf ilişkileri olarak- toplumsal ilişkiler, politik ve
ideolojik yapıların toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisi olarak tezahür eder.
(Poulantzas 1973, 65-66)
Poulantzas'a göre, sınıf mücadelesi, toplumsal ilişkiler alanında bir bütün
olarak toplumsal oluşumun karşıtlıklarını ve düzensiz gelişiminin küresel
etkisidir. Toplumsal sınıfların oluşumu sadece ekonomik oluşumun etkinli
ği ile değil, ekonomik ilişkilerin öncelikli bir role sahip olduğu oluşumlar
bütününü matris etkisi ile ilgili olduğundan, bu bütün tarafından yapılanan
toplumsal ilişkiler alanı, her bir pratiğe bir toplumsal sınıf işlevi ve güç ve
rir. Ekonomik sınıf ilişkileri, politik ve ideolojik ilişkileri üzerinde doğrudan
bir belirlenim uygulasa da, Poulantzas dikkatimizi matris etkisi ve toplum
sal sınıfın dolaylı belirleniminin daha fazla alana nüfuz ettiği gerçeğine çe
ker. Toplumsal alan, sınıf mücadelesinin alanıdır: "ekonomik, politik ve ide
olojik düzeylerde oluşumların örgütlenmesi, toplumsal ilişkilere, ekonomik,
politik ve ideolojik sınıf pratiklerine ve çeşitli sınıfların pratikleri arasındaki
'mücadeleye' yansır. Toplumsal ilişkiler, yapılar sisteminden oluşturulmuş
bir alan etkisi olduğu için, sınıf mücadelesinin düzeylerinin ilişkisi, matris
oluşumları ile benzer bir şekilde örgütlenir" (Poulantzas 1973, 69) .
Toplumsal sınıflar ister istemez birbirlerine karşıttır. Ekonomik, politik ve
ideolojik yapı ve ilişkilerin birbirine eklemlenmesinin yansıması olan top
lumsal alan, bir birlik oluşturur. Bu birlik, sınıf mücadelesinin alanı olmak
la birlikte, son tahlilde ekonomik yapı ve ilişkiler tarafından belirlenen ta
hakküm ve tabiiyet ilişkileri tarafından sarsılır.
Toplumsal ilişkiler, toplumsal sınıfların karşıtlıklarda konumlandırıldığı
sınıf ilişkilerinden oluşur: toplumsal sınıflar sadece sınıfsal pratikler olarak
anlaşılabilir. Bu pratikler bir karşıtlık içerisinde var olur ve oluşturdukları
birlik, sınıf mücadelesinin alanını oluşturur . . . Sınıfsal pratikler ancak sınıf
mücadelesi içerisinde gerçekleşen, karşıtlık ilişkilerinden oluşan, birbirine
karşıt pratikler şekline çözümlenebilir. Her bir düzeyde, farklı sınıfların pra
tiklerinin karşıtlık ilişkisi, sınıflar arasındaki "mücadele," sınıfların gerçek
varlığı, yapı ilişkilerinin etkisidir. Her bir düzeyde, temel tahakküm ve ba-
341
ğımlılık ilişkilerini tanımlarlar. Bu ilişkiler özgül karşıtlıklar olarak var olur.
(Poulantzas 1973, 86)
343
İktidarın temeli geçişsizse de, iktidar tüm toplumsal oluşum boyunca
"küresel olarak dağıtılır" ve bu yüzden konuşlandırılması daima geçişlidir.
Her iktidar uygulaması, sınıf çıkarlarının karşıtlığını doğrudan ya da dolay
lı olarak yansıtır ve dolayısıyla sınıf mücadelesi alanına bir müdahale nite
liği taşır. İktidar her zaman bir toplumsal sınıf ya da sınıf fraksiyonunun he
def çıkarlarını gerçekleştirme kapasitesini belirlediği için, sınıf iktidarı dai
ma bağıntısal ya da ayrımsaldır: ancak sınıf mücadelesini oluşturan diğer
güç ilişkileri açısından tanımlanabilir. " Bir sınıfın etkin gücünün derecesi,
diğer sınıfların oluşturduğu sınırlar içerisinde ve sınıf pratiklerinin belirle
nimi çerçevesinde, diğer sınıfların gücüne bağlıdır. Aslını söylemek gerekir
se, iktidar, bu sınırlar ile ikinci dereceden özdeştir" (Poulantzas 1973, 108).
Poulantzas, politik pratiğe ilişkin "istenççi" ve "yansıtmacı" bakış açıları
na karşı ikna edici bir alternatif sunar. Poulantzas, devletin sınıf mücadele
sinin "yoğunlaştığı ve yansıtıldığı" yer olduğu gerçeğini öne çıkararak, poli
tik mücadelelerin toplumsal ilişkiler alanında öncelikli bir yer ve işleve sa
hip olduğunu iddia eder. Buna karşın, politik olanın önceliği, matris etkisi
aracılığıyla "kırılan" ekonomik yapının önceliği tarafından belirlenir.
Bu noktada Poulantzas'ın harikulade fakat bir o kadar anlaması güç ar
gümanını özetlemek faydalı olabilir. Althusser gibi Poulantzas da son tahlil
de ekonomik belirlenimi, karmaşık bütünün matris etkisi içerisinde ekono
mik işlev ve ekonomik ilişkilerin önceliğini savunur. Ekonomik belirlenim
biçimlerinin yapılar bütünü içerisinde sadece ekonomik bir işlev olması,
devletin politik aygıtları içerisindeki politik gücün politikanın bir işlevi ol
masından daha olası değildir. Poulantzas, politik iktidar açısından politika
nın bir öncelik değil, hakimiyete sahip olduğunu savunur. İktidar, devlet ta
rafından tekelleştirilmiş ve üretim biçiminin matris etkisi tarafından devle
te verilmiş değildir. Poulantzas sadece tüm iktidarın bağıntısal olduğunu
değil, aynı zamanda iktidar alanı, toplumsal alanın her zaman toplumsal sı
nıf mücadelesinin alanı olduğunu ısrarla vurgular. İktidarın yoğunlaşması
ve konuşlanması açısından politik oluşumun merkezi konumu ve işlevi göz
önünde tutulduğunda, politik iktidar mücadeleleri yalnızca toplumsal sınıf
mücadeleleri değildir: toplumsal sınıf mücadelesinin baskın biçimleridir.
Aynı zamanda, toplumsal sınıf mücadelesi alanındaki politik pratiğin bas
kınlığı matris etkisi tarafından belirlendiği için, geleneksel politik pratik,
mevcut sınıf ilişkilerini sorgulamak yerine yeniden üretme eğilimi gösterir.
Devlet, konuşlandırdığı gücün kaynağı olmadığı için, Poulantzas'ın politik
344
pratiğin baskınlığı yönündeki ısrarı, politik istenççilikle bir tutulamaz. Poli
tik ve ekonomik oluşum arasındaki karşıtlıklar kritik bir seviyeye ulaşırsa,
bu durum son tahlilde ekonomi içinde yaşanan gelişmelerin bir sonucu ola
bilir. Devrimci politika, en az geleneksel muadili kadar 'olabilirliğin sanatı
dır' ve hedefi devlet iktidarına ulaşmak olan devrimci pratik bile yalnızca
devlet iktidarıyla başarıya ulaşamaz.
345
ğini temsil eder. Başka bir ifadeyle "devlet, ideolojik olanın oynadığı rol ne
deniyle büyük ölçüde kendi etkisi olan bir tecrit sürecini temsil eder. Birey
leri yalnızlaştırmaya ve onların birliğini temsil etmeye dayanan bu iki yön
lü işlev, devletin yapısındaki iç çelişkilerde tezahür eder" (Poulantzas 1973,
134) .
Kapitalist devlet, sınıf mücadeleleri üzerindeki yalnızlaştırıcı etkisi aracı
lığıyla, egemen sınıflara eşsiz bir düzenek sunar: ulusal-halk devleti. Bu an
layış, egemen sınıfın politik çıkarlarını genel çıkarlar olarak yansıtıp, kitleler
üzerindeki hegemonik güçlerini örgütler.
Bu devlet, toplumsal-ekonomik ilişkiler üzerindeki yalnızlaştırma etkisi
aracılığıyla, kendisini toplumsal bütün içerisindeki özgül, özel, ekonomik
karşıtlıklarının tek politik birliği olarak sunar. Kapitalist devletin kurumsal
laştırılmış iktidarı, kendi birliğini sosyo-ekonomik ilişkilerle girdiği ilişkiler
içerisinde sergiler. Özneler, birey/ politik kişiler olarak kurgulanmış temsil
cilerden oluşan halkın/ ulusun birliğini, başka bir ifadeyle, kendi etkisini
oluşturan ekonomik tecritin politik birliğini temsil eder. Bu durum, devletin
politik sınıf mücadelesi ile ilişkileri düzeyinde, ilk bakışta mantığa aykırı
görünen, fakat ulusal/ halkçı sınıf devletinin "sırrını" oluşturan bir sonuca
zemin hazırlar: kapitalist devletin kurumsallaştırılmış iktidarı, kendi sınıfsal
birliğini, ulusal/ halkçı bir devlet, bir ya da daha fazla sınıfın iktidarını de
ğil, özel temsilcilerin politik birliğinin iktidarını temsil eden bir devlet gibi
gözükerek temsil edebilir. (Poulantzas 1973, 276)
Kapitalist devletin, ulusal/ halkçı form aracılığıyla sömürülen sınıfları,
onların bir sınıf olarak varlığını inkar ederek ve kendisini onları temsil eden
mecra olarak göstererek örgütsüzleştirdiği yeterince açıksa da, egemen sını
fın politik çıkarlarına hizmet ettiği gerçeği, en azından Poulantzas'ın çalış
malarını yorumlayan pek çok kişi için o kadar anlaşılır değildir. Bu eleştir
menlere göre, devletin görece özerkliğe sahip olduğu bir oluşumda, devlet
ve egemen sınıf arasında gerekli ve "yansıtmacı" bir ilişki olmalıdır. Poulant
zas, kendisini eleştiren kimselerin, devletin görece özerkliği düşüncesini
vurgulayarak, matris etkisi ve ona eşlik eden sınıf iktidarını göz ardı ettikle
rini söylemiştir. Kapitalist devletin özerkliği, onun diğer oluşumlar içerisin
deki yeri ve işlevi ile ilgilidir. Konuşlandırdığı iktidar ise farklı toplumsal sı
nıflar arasındaki mücadelelerin "yoğunlaşmasıdır. " Aynı zamanda, matris
etkisinin politik oluşum üzerindeki dolaylı ve geçişsiz belirlenimi, egemen
346
sınıfların devletin eylemlerini doğrudan kontrol ettiğini söylemeyi olanak
sız hale getirir. Bu nedenle, devletin özerkliği, kapitalist bir oluşum içerisin
de sınıflar arasındaki iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak değerlendirilme
lidir. Bu bağlamda, kapitalist devlet (politik ve ekonomik oluşumdan ayrı
olarak) kendi kuramsal özgüllüğüne sahiptir. Bu ya da şu sınıfın veya ikti
dar bloğunun 'ekonomik girişimin' doğrudan dışavurumuna indirgenemez
ve bir sınıf ya da sınıfsal fraksiyonun hegemonisi altındaki iktidar bloğunun
politik birliğini temsil etmelidir" (Poulantzas 1976, 73).
Kapitalist devlet bir sınıf devletidir, çünkü toplumsal sınıf ilişkilerinin ve
toplumsal sınıf iktidarının yoğunlaşmasıdır. Devlet iktidarının varlığı, hege
monik sınıf ya da sınıf fraksiyonunun çıkarları ile bu anlamda ister istemez
örtüşür. Kapitalist devlet, egemen sınıfın sahip olduğu gücü bir politik bir
liğe dönüştürmesi sömürülen sınıf üzerindeki politik tahakkümünü yaratıp
devam ettirmesi açısından bir sınıf devletidir. "Kapitalist devlet, önceden
politik olarak bütünleşmiş bir sınıfın aracı olduğu için değil, iktidar bloğu
nun birleştirici faktörü olduğu için, görece [özgül] özerkliği ile bir araya ge
len içkin bir bütünlük sunar . . . Devlet iktidarının birliği, son tahlilde devle
tin hegemonik sınıf ya da fraksiyon ile olan özgül ilişkisinde, devletin o sı
nıf ve fraksiyonun özel çıkarlarına uyumluluğunda bulunur" (Poulantzas
1973, 39).
Poulantzas, "çok sayıda sınıf ve sınıf fraksiyonunun politik tahakküme
katılmasını," iktidar bloğu kavramı ile tanımlar. Bu kavramla ilgili dikkat e
dilmesi gereken iki şey vardır. Birincisi, Poulantzas iktidar bloğunu, karşıt
çıkarlara sahip "egemen sınıf ya da fraksiyonların karşıtsal birliği" şeklinde
açıklar. İkincisi, iktidar bloğu, kendi ekonomik çıkarını en küçük ortak pay
da haline getirmek ve bir bütün olarak iktidar bloğunun genel çıkarlarını sa
vunan temsilci olabilmek için diğer sınıfların ekonomik çıkarlarını politik a
çıdan kutupsallaştıran hegemonik bir sınıf ya da fraksiyon tarafından içer
den domine edilir. Hegemonik sınıf, iktidar bloğu içerisindeki bu ayrıcalık
lı konumdan, ekonomik sömürü ve politik tahakküm ilişkileri içerisindeki
ayrıcalıklı yerini yeniden üretir. Bu süreç, kitlelerin bir bütün olarak iktidar
bloğu tarafından sömürülüp tahakküm altına alınması ile aynı hızda gerçek
leşir.
Poulantzas, egemen sınıf ya da fraksiyonun tahakkümünü, "sınıf ittifak
ları" ve "devlet iktidarının birliği" açısından tanımlar. Gramsci gibi o da, he-
347
gemonik sınıf ya da fraksiyonun sınıfsal liderlik uyguladığını ve politik ik
tidara sahip olduğunu düşünür: politik iktidar, iktidar bloğu içerisinde ne
paylaşılır ne de dağıtılır. İ ktidar bloğunun hegemonik olmayan öğeleri, ken
di çıkarlarını (kendi örgütsel araçlarıyla) politik çıkarlara dönüştürme kapa
sitesinden yoksundur. Böyle bir dönüşüm, iktidar bloğundaki diğer sınıf ve
fraksiyonların çıkarlarını kutuplaştırır" (Poulantzas 1973, 297-98) . İ ktidar
bloğunu oluşturan sınıf ve fraksiyonlar karşı çıkarlara sahip olsa da, kendi
lerini, gücün farklı sınıflar arasında paylaştırıldığı "politik" birlik düzeyine
değil, gücün hegemonik sınıf ya da fraksiyon tarafından bir birlik olarak tu
tulduğu politik "ittifak" düzeyine yükseltebilirler.
Kısacası, iktidar bloğunda yer alan çeşitli sınıf ya da fraksiyonlar arasın
daki ilişkiler, bir hegemonik sınıf ya da fraksiyonun diğerlerinden daha faz
la pay aldığı bir kurumsallaştırılmış politik iktidar paylaşımı şeklinde teza
hür edemez" (Poulantzas 1973, 297) .
Poulantzas, iktidar bloğu kavramı aracılığıyla, kapitalist devletin sınıfsal
temelini oluşturdu. Fakat hegemonik sınıf ya da fraksiyonun tahakkümü ve
politik iktidarına yönelik açıklaması, devletin görece özerkliğini bütünüyle
tasfiye etmeye çok yaklaşır. Poulantzas, devletten "iktidar bloğu içerisinde
ki baskın fraksiyonun tek anlamlı dışavurumu olarak" değerlendirerek, dev
letin özgül etkinliğini ekonomik sınıfın geçerli etkilerine indirgemiş gibi gö
zükür. Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar eserinde önemli olan her şey,
devletin dışında, belki daha da önemlisi, sömürülen ve tahakküm altına alı
nan sınıfların pratiklerinden bağımsız olarak gerçekleşiyor gibidir. Bu son
nokta, Poulantzas'ın politik pratik (iktidar bloğu ile ilgili olan bir kavram) ve
politik sahne (devlet aygıtları, yani politik partiler ve devlet bürokrasisi ile
ilgili bir kavram) arasında kurduğu ayrım şeklinde açıkça ifade edilir.
İ ktidar bloğu kavramı Poulantzas için o kadar önemlidir ki, pratikleri
devlet iktidarı alanının tamamına hakim olur: iktidar bloğu kavramı, politik
düzeyle ilgilidir ve politik pratiklerin alanını kapsar. Bu alan kendi içinde
yoğunlaşır ve sınıf mücadelesinin farklı oluşum ve düzeylerinin birbirine
eklemlenmesini yansıtır" (Poulantzas 1973, 234) . İktidar bloğu devletin dı
şında var olur, fakat geçerli etkisi devletin yapısını belirler gibidir. İ kisi bir
biri ile o kadar güçlü bir şekilde özdeşleşmiştir ki, iktidar bloğunun tasfiye
si ya da dönüşümü, ister istemez devletin biçiminin dönüşümünü de kap
sar. İ ktidar bloğu, politik pratik ve politik iktidarın alanını oluşturur. Ger
çek devlet aygıtları ve onları yapısal ilişkileri, politik temsilin farklı fakat i-
348
kindi bir alanı olarak var olur: 11 [Devlet] partilerde sınıf ilişkilerini açıkla
yan, Marx tarafından genellikle politik sahne olarak tanımlanan ve sınıfların
doğrudan eylemlerinin gerçekleştiği özgül alan içerisinde yer alan bir dizi
kavram tarafından içerimlenir. Politik sınıf pratikleri alanındaki yerinden
oynamaları devlet formu, sınıfların partiler tarafından temsil edilmesini ise
bir rejim formunda sınırlandırabiliriz" (Poulantzas 1973, 234)
Politik sahnenin değerini düşürme eğilimine rağmen, Poulantzas'ın ikti
dar bloğunun sınıf iktidarının politik sahnenin kendine özgü düzenlerini sı
nırladığı yönündeki düşüncesi, yadsınamaz bir açıklayıcı güce sahiptir. Di
ğer şeyler bir yana, politik rejimlerin iktidar bloğunda radikal değişiklikler
olmadan da değişebileceğini, belki de daha önemlisi, iktidar bloğunun başat
kesiminin, politik sahnedeki "egemen sınıfa" uymasına gerek olmadığını
(örneğin, Nazı rejimi ile yönetilen Almanya'da bir küçük burjuva hareketi
siyasal sahnede baskın bir konum elde ederken, tekelci kapitalin kendisini
yeni hegemonik sınıf olarak örgütleyebileceğini) açıklar. Poulantzas, iktidar
bloğu ve geçerli etkiler kavramları ile politik sahnedeki temsilcilerin (politi
kacılar ve bürokratlar), söz konusu eylemler kendi sınıf çıkarlarına aykırı
düştüğünde bile, iktidar bloğunun çıkarları için hareket edebileceğini açık
layabilir.
Poulantzas, iktidar bloğunu politik sahneden ayn fakat politik pratik ala
nında hegemonik bir konuma yerleştirdikten sonra, belli bir konjonktür içe
risindeki politik konumlar arasındaki karşıtlıkların varlığını ve sınıf çıkarla
rını, yansıtmacılık ya da istenççilik cephesine kaymadan açıklayabilir. Pou
lantzas, egemen sınıf ya da fraksiyonun kendi çıkarlarını bir bütün olarak
iktidar bloğunun çıkarları şeklinde yansıtma biçimi, politik sahne içerisinde
iktidar bloğunun uyguladığı etkiler ve kapitalist toplumsal oluşumlar içeri
sinde devletin uyguladığı yalnızlaştırıcı etki ve sahip olduğu birleştirici iş
lev nedeniyle, sınıf çıkarları (yapısal belirlenimlerin birliğinin nesnel etkisi)
ile sınıfsal konumlar (belli bir oluşum ya da pratiğin, bu bağlamda politik
sahnenin tanımladığı konjonktüre! konum) arasında bir ayrıma gidilmesi
gerektiğinde ısrar eder.
Toplumsal bir sınıf, fraksiyon ya da zümre, kendi çıkarlarına uymayan ve
sınıf mücadelesinin ufkunu belirleyen sınıfsal belirlenim tarafından tanım
lanmış bir sınıfsal konuma sahip olabilir. Bunun tipik bir örneği, belli kon
jonktürler içerisinde aslında burjuva olan sınıfsal konumları işgal eden işçi
aristokrasisidir. Fakat bu, işçi aristokrasisinin bu gibi durumlarda burjuva-
349
zinin bir parçasına dönüştüğü anlamına gelmez; kendi yapısal sınıfsal belir
lenimi, işçi sınıfı ile olan ilişkisi devam eder . . . Başka bir ifadeyle, sınıfsal be
lirlenimi, sahip olduğu sınıfsal konuma indirgenemez. (Poulantzas 1975, 15)
350
Devlet, sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki güç ilişkilerinin yoğun
laşmış halidir. Bu ilişkiler kendilerini ister istemez özgül bir form, devletin
kendisi içerisinde dışa vururlar. Başka bir ifadeyle, devlet her yönüyle sınıf
sal karşıtlıklar tarafından bölünmüştür. Yönetim ve parlamento, ordu, yar
gı, çeşitli bakanlıklar, bölgesel, kentsel ve merkezi aygıtlar, ideolojik aygıt
lar- kendileri de farklı devrelere, ağlara ve gözetleme noktalarına ayrılmış
tüm bu unsurlar, iktidar bloğundaki bir ya da daha fazla fraksiyonun farklı
çıkarlarının en önde gelen temsilcileridir. (Poulantzas 1978, 132-33)
Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar'a hakim olan bölüntüsüz hegemoni
anlayışı, Devlet, İktidar, Sosyalizm eserinde önemli ölçüde sınırlandırılır. Bi
rincisi, iktidar bloğu alanında hegemonik sınıf ya da fraksiyonun liderliğine
artık diğer sınıfları ve fraksiyonları politik sahneden dışlama kapasitesi at
fetmez. İktidar bloğu içerisindeki sınıfsal karşıtlıklar, devlet içerisinde de et
kin durumdadır.
Kuşkusuz, o kadar etkinlerdir ki, devletin özerkliği, "çeşitli karşıtsal ölçü
lerde somut bir şekilde tezahür eder. Bu sınıf ve fraksiyonlardan her biri,
devlet içerisindeki özgül varlıkları ve bunun sonucunda ortaya çıkan karşıt
lıklar aracılığıyla devlet politikasına entegre olmayı başarır" (Poulantzas
1978, 135) . İktidar bloğu içerisindeki karşıtlıklar, çeşitli alt oluşum ve aygıt
lar arasındaki iç karşıtlıklar biçimini alır" (Poulantzas 1978, 132,33) . İkincisi,
devletin yapı ve pratiği, artık Politik İktidar ve Toplumsal Yapılar'da oldu
ğu gibi iktidar bloğunun tahakkümü ile doğrudan ve kesin olarak örtüşmez.
Poulantzas, ilk düşünsel tutumunu tersine çevirerek, formülleştirmesine
devlet alanında gerçekleşen halk mücadelelerini de dahil eder ve bu müca
delelerin artık devlet aygıtlarına dışsal ve karşıt olarak değerlendirilmeme
si gerektiğini ısrarla savunur: "Gerçekte, halk mücadeleleri devleti baştan a
şağı kat eder. Bu süreç, içsel bir oluşumun dışarıdan nüfuz etmesinden ol
dukça farklı bir biçimde gerekleşir" (Poulantzas 1978, 141 ) .
Poulantzas, devlet aygıtları içerisindeki karşıtlıklar v e halk mücadeleleri
nin varlığını kabul ederek, ilk düşünsel tutumunun eksenini terk etmiş ol
maz: devlet bir bütünlüğe sahiptir, başat sınıf fraksiyonunun tahakkümü al
tında örgütlenen iktidar bloğunun çıkarlarını temsil eder ve başat sınıf kar
şısında belli bir özerkliğe sahiptir.
Devlet, çıkarılabilir parçalardan oluşan bir birlikten ibaret değildir: dev
letin 'ikiye bölünerek üreyen ' birliği ile ilişkili bir aygıt birliği sergiler. Bu
351
ise ifadesini, küresel politikanın büyük ölçüde hegemonik sınıfın -günü
müzde tekelci sermayenin- çıkarına yönelim göstermesi gerçeğinde bulur.
Fakat devletin birliği, tekelci sermayenin sahiplerinin tutarlı iradesi ya da
onların devlet üzerindeki maddi kontrolü aracılığıyla oluşmaz.
Birliğin merkezileşmesi, toplumsal iş bölümünün devlet içerisinde yeni
den üretilmesinin etkisi olarak kapitalist devletin hiyerarşik-bürokratikleşti
rilmiş çerçevesinde gerçekleşir . . . Aynı zamanda devletin güçler ilişkisinin
yoğunlaşması olarak sahip olduğu yapı ve iktidar bloğundaki, devlet içeri
sinde hegemonik sınıf ya da fraksiyon tarafından yönetilen diğer sınıf ya da
fraksiyonlar üzerindeki hakimiyetin bir sonucu olarak ortaya çıkar. (Pou
lantzas 1978, 136)
Poulantzas, egemen sınıfların mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerini
devlet aracılığıyla yeniden üreterek dolaylı ve yapısal olarak yönetimi elle
rinde bulundurduklarını ısrarla savunmaya devam eder. Devlet, egemen sı
nıf ya da fraksiyonun tahakkümünü örgütlemeye ve yeniden üretmeye
"mahkum eden," devletin yapısal etkinliği, yani yapılar birliğinin kendisine
verdiği işlevler ve belirlenim biçimleridir. Bu sürecin en önemli koşulu, işçi
lerin üretim araçlarına ulaşmak için verilecek bir mücadeleden uzak tutul
masıdır. Poulantzas, kapitalist toplumsal oluşumlar içerisinde devletin halk
çı/ demokratik formunun, bu ayrılığı en başarılı şekilde ve sadece bu for
mun yeniden üretiyor olması gerçeğinden kaynaklandığında ısrar etmeyi
sürdürür. Martin Carnoy'un isabetli tespitinde dile getirdiği gibi, Poulant
zas'a göre, "devlet, kapitalist sistemin yasal temellerini yeniden üretip uygu
lamaya koyduğu için ne politik ne de tüzeldir. Daha çok, burjuvazinin biri
kimini artırıp sermayeyi kontrol etmesini güvence altına alan koşulların ya
ratılması için birinci dereceden önemlidir ve mücadele ile karşıtlığı, ekono
mik alandan politik alana taşır" (Carnoy 1094, 112) .
Tüm bu nedenlerden ötürü, tahakküm altına alınan sınıfların devlet içe
risindeki varlığı, politik iktidarda katıldıkları ve bu iktidardan bir pay aldık
ları ya da mevcut devlet aygıtlarının dışarıdan yok edilmek yerine içeriden
yeniden düzenlenebilecekleri anlamına gelmez. Poulantzas, Devlet, İktidar,
Sosyalizm eserinde bu iki fikri de kesin bir şekilde reddeder:
Tahakküm altına alınmış sınıflar, devlet içerisinde, kendilerine ait bir gü
cü yoğunlaştıran aygıtlar aracılığıyla değil, başat sınıflar ile oluşturdukları
karşıtlık biçiminde var olurlar. Devlet kökten bir biçimde dönüştürülmediği
sürece gücü uzun süre ellerinde tutamazlar. Çünkü onların sömürüye tabi
352
kılınmaları, devletin maddi yapısında temellenir. Bu maddi yapı, tahakküm
tabiyet ilişkisinin yeniden üretilmesine dayanan iç düzeneklerden oluşur.
Tahakküm altına alınan sınıflar bu yapı içerisinde yer alsalar da, sahip ol
dukları sıfat hiçbir zaman değişmez . . . Kitlelerin devlet içerisindeki eylemi,
devletin dönüştürülmesi için gerekli, fakat tek başına yeterli olmayan bir ko
şuldur. (Poulantzas 1978, 142-43)
Egemen sınıflar, Devlet, İktidar, Sosyalizm'de, politik iktidar alanın
hakim olmayı sürdürür ve devletin baskı aygıtları bu iktidarın nihai dışavu
rumu olarak tezahür eder. Poulantzas, kapitalist devletin baskı aygıtlarının
(ordu, polis vs.) rejimin demokratik ya da totaliter doğasından çok fazla et
kilenmediğini belirtir: her iki durumda da tam olarak aynı işlevi yerine ge
tirir, kapitalist devletin mevcut üretim güç ve ilişkilerini yeniden üretmesi
ni sağlayan ayrılık mekanizmalarını baskı yoluyla desteklerler. Tüm kapita
list toplumsal oluşumlarda, "iktidar teknikleri ve rıza mekanizmalarının al
tında, devletin kendi tekeline aldığı fiziksel şiddet yatar: Cezalandırıcı ve
ideolojik araçlar ağında bulunur ve doğrudan uygulanmadığında bile, ta
hakkümün ortaya çıkmasını sağlayan toplumsal oluşumun maddeselliğini
şekillendirir" (Poulantzas 1978, 81) .
353
Birey, devletin iktidarına karşı mutlak dış engeller oluşturan bir yapıya
sahip olmasa da, devlet içerisindeki sınıf ilişkileri içerisindeki en ayrıcalıklı
modern temsillerden biri olması dolayısıyla bu iktidarı sınırlar. Bu sınırın ta
biatı herkes tarafından bilinir: temsili demokrasi. Egemen sınıflar ve devle
tin maddeselliği tarafından ne kadar baltalanmaya çalışılırsa çalışılsın, halk
mücadeleleri ve direnişlerin bu maddesellik içerisinde meydana gelmesini
sağlayan bir oluşum meydana getirir; devlet iktidarına yönelik tek sınırlama
olmasa da, belirleyici bir niteliğe sahiptir. (Poulantzas 1978, 73)
Egemen sınıfların politik iktidarının temsili demokrasi tarafından en
azından bir ölçüye kadar sınırlandığı düşüncesi, tahakküm altına alınan sı
nıflar ve onların mücadelelerinin politik sahneye yerleştirilmesi ile birlikte
ortaya çıkan karşıtlıklara yönelik artan duyarlılığı yansıtır. Aynı eğilim, Po
ulantzas yasa kavramını ele alırken de gözlenir. Poulantzas, yasa ile baskı
biçimlerini bağdaştıran ilk değerlendirmesini terk etmez. "yasa her haliyle,
baskıcı düzen ve şiddetin örgütlenmesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayı
sıyla kapitalist devlet içerisinde yasa ve baskı unsurları arasında temel bir
karşıtlık söz konusu olamaz" (Poulantzas 1978, 77) . Ayrıca ekonomik mülki
yetin politik iktidardan yasal olarak ayrılmasının, bireyleştirme sürecini sis
tematize ederek egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ettiğinde ısrar eder.
Devlet, İktidar, Sosyalizm ise yasanın devlet içerisinde bir iktidar mücadele
sine zemin hazırladığını savunur. Bu mücadele, devlet içerisinde kazanıla
mayacak bir niteliğe sahip olsa da, en azından tahakküm altına alınmış sı
nıflara karşı uygulanan iktidarın sınırlandırılmasına olanak sağlayabilir.
Modern hukuk şiddete karşı müdahalede bulunmaz; tam tersine, kitlele
rin direnişini dikkate alarak şiddetin uygulanmasını örgütler.
Yasalar, devletin iktidarını sahip olduğu aygıtlar aracılığıyla uygulaması
nı ve bu aygıtlara erişmesini, genel, soyut ve resmi kurallar aracılığıyla dü
zenler. Devlet içerisindeki karşılıklı ilişkilerine bu şekilde düzen vererek, e
gemen sınıfların ittifakının yeni bir güç dengesi kazanmasını sağlar. Bu olu
şum, devlet düzeyinde ifadesini bulurken, ayaklanmalara sebep olmaz. Ka
pitalist yasa bir bakıma politik krizleri öyle bir yöntemle zayıflatır ve kana
lize eder ki, bu krizler devlet içerisinde hissedilmez. Diğer yandan, kapita
list hukuk sistemi, iktidarın uygulanmasını düzenlerken, tahakküm altına a
lınmış sınıfları da göz önünde bulundurur. Politik düzlemde işçi sınıfı mü
cadelesi ile karşı karşıya kalan yasa, egemen sınıfların tahakküm altına alın-
354
mış sınıflara sürekli dayattığı uzlaşma dengesi yapısını örgütler . . . Bu yasal
sistemin, bu "biçimsel ve "soyut" özgürlüklerin, aynı zamanda kitlelerin za
ferleri olduğunu vurgulamalıyız. Bu bağlamda, modern hukuk iktidarın uy
gulanmasına ve devlet aygıtlarının müdahalelerine birtakım sınırlar koyar.
(Poulantzas 1978, 91-92)
Ulus (devletin karşıtı olarak), kapitalist toplumsal oluşumlar içerisinde
politik ve ekonomik pratikleri birbirinden ayırmak için yararlanılan üçüncü
düzenektir. Kapitalist devlet etkili bir şekilde, "ulusal" ideolojik özdeşleştir
meler oluşturmaya çalışır. Poulantzas, ulusallaşmayı, kapitalist ekonomik
gelişmenin etkin hale getirilmesi için iç pazarların birleştirilmesine dayanan
tarihsel bir süreç şeklinde değerlendiren Marksist bakış açısının tersine, top
lumsal öznelliğin yeniden oluşturulmasına dayanan bir ideolojik entegras
yon işlemi olarak görür. Geleneksel ekonomik argüman, ekonomi tarafın
dan belirlenen birleşme sürecinin neden bir ulus biçimi aldığını açıklayama
dığı için yetersiz kalır. Poulantzas'a göre, ulusun gelişimi, yeni bireysel iliş
kiler ile kapitalizme geçişle birlikte ayrılan, kontrol edilen, bozulan ve sü
reksiz hale getirilen yeni zaman ve uzam anlayışlarını birleştirmeye yönelik
toplumsal-psikolojik bir ihtiyacın sonucudur.
Bu birlik ihtiyacı, ideolojik olmanın yanı sıra politik ve ekonomiktirde.
Modern ulus, "içeriyi" ve "dışarıyı" yeniden tanımlar ve kapitalist üretim
ilişkileri tarafından bölünen ve farklı tabakalara ayrılan insan varoluşuna
bir amaç ve anlam sunabilmek için doğrusal bir "tarihsellik," yeni bir zaman
anlayışı ortaya koyar. Zaman ve uzanım kapitalizmin şartlarına uygun ola
rak dönüştürülmesi, bir anlayış ve temsil sorunu değildir. "Gerçekte . . . Za
mansal-uzamsal matrislerin uğratıldığı dönüşümler, toplumsal iş bölümü
nün, devletin yapısının, kapitalist ekonomik, politik ve ideolojik iktidarın
pratik ve tekniklerinin maddeselliği ile ilgilidir. Zaman-uzanım söylencesel,
dini, felsefi ya da 'deneysel' temsilinin asıl alt katmanı onlardır" (Poulantzas
1978, 26) .
Ulus devlet, zaman ve mekanı, bireyleşme sürecinin bir parçası şeklinde
yeniden tanımlayarak, bireylerin "tarihsel birliğini", onları gerçek tarihten
-değiştirilen ya da yok edilen eski aile, köy, din vs. kimliklerinden- ayırarak
ortaya çıkarır. Bu nedenle ulusalcılığın tarihselliği, bireyleri içinde bulun
dukları geleneksel toplumsal uzamdan soyutlayıp, onları ulusun çağdaş
toplumsal alanında yeniden birleştirme işlevi gören yasanın zamansal tür
deşidir.
355
Poulantzas'ın zaman ve uzanım toplumsal doğasına yönelik kavrayışla
rı, ulus devletin kapitalist üretim biçimi için taşıdığı öneme ilişkin bir başka
bakış açısı daha sunar:
Şundan kesin olarak emin olabiliriz ki, devlet, gerçek tarihin öznesi de
ğildir: Çünkü öznesiz bir süreç, sınıf mücadelesinin sürecidir. Fakat modem
ulus devletlerin, gerçek tarihin odak noktalarını ve temel anlarını neden
oluşturduğunu şimdi anlayabiliriz. Devletin tarih ve mekan, uzamsal ve za
mansal matris arasında kendine özgü bir ilişki kurduğunu göz önünde bu
lundurursak, bu daha açık hale gelir. Aslına bakılırsa modem ulus, bu mat
rislerin birbiri ile kesişmesini olanaklı hale getirerek onların bağlanh nokta
sı işlevini görür; kapitalist devlet içeridekileri (halk/ ulus) oluştururken, bu
kapsama işleminin öncesini ve sonrasını türdeşleştirerek sınırlarını çizer.
Ulusal birlik . . . Bir bölgenin tarihselliği ve bir tarihin bölgeselleştirilmesi o
lur. (Poulantzas 1978, 114)
Ekonomik sınıf mücadelesinin politik araçlarla saphrıldığı dördüncü me
kanizma, zihinsel emeğin el emeğinden ayrılmasıdır. Poulantzas'a göre,
böyle bir ayrım, kapitalist toplumlarda bilgi ve iktidar arasındaki organik
ilişkinin doğrudan bir sonucudur. Kapitalist üretim ilişkileri, düşünsel eme
ği el emeğinden bir teknolojik gereklilik, ortak olarak kabul edilen bir gerek
çe dolayısıyla değil, kitleleri karar verme merkezlerinden sürekli uzak tut
ma yöntemi olarak ayırır. Bu ayrım, devlet tarafından desteklenen çeşitli ku
rumsal araçlar vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bilginin aktarılması ve onaylan
masını kendi tekeline alan bu kurumsal araçlar, kitlelerin bilgiden ve dola
yısıyla profesyonel orta sınıftan hariç tutulmasını sağlar. Elbette eğitim sis
temi bu süreçte öncelikli bir role sahiptir. Fakat Poulantzas dikkatimizi, dü
şünsel emek ve el emeğinin birbirinden ayrılması sürecinin, sadece eğitimle
ilişkili aygıtlara değil, devletin bütün aygıtlarına nüfuz ettiği gerçeğine çe
ker:
Düşünsel emek ve politik egemenlik, bilgi ve iktidar arasındaki organik
ilişki, en kusursuz halini kapitalist devlet içerisinde bulur. Bu devlet aygıt
ları, kapitalizmin ordu, mahkemeler, yönetim ve polis gibi biçimlerinde bil
ginin pratik üstünlüğünden faydalanarak, kitleleri bilgi alanlarından dışlar
lar. Aslına bakılırsa, bu fonksiyonlar kitlelerden ayrılmaları yoluyla merke
zileşirler: böylelikle düşünsel emek (bilgi-iktidar) devlet aygıtları içerisind e
somutlaşır. Diğer kutupta ise el emeği, bu örgütsel işlevlerden hariç tutulan
356
kitleler arasında yoğunlaşma eğilimi gösterir. Devlet ve kitleler arasındaki i
lişkinin dışa vurulduğu sözde dolaylı, temsili demokrasilerdeki kurumların
pek çoğu, aynı mekanizmaya bağlıdır (Poulantzas 1978, 56)
357
anda ikisi arasında önemli kopmalar meydana gelebilir. Uyuşmazlık olası
lıkları, tek bir devlet sistemi içerisinde birden fazla aygıtın aynı anda bulun
ması dolayısıyla önemli ölçüde artabilir. Böyle bir durum, farklı sınıfsal iliş
ki yapılarını açığa çıkarabilir. (Therbom 1978, 35)
Therborn'a göre, ulusal halkçı devlet aygıtları, hem sınıf tahakkümünün
dışavurumu, hem de gerekli toplumsal görevleri yerine getiren, bir bütün
olarak halkın temsilcisi olarak varoluş. Bu iki işlev arasındaki karşıtlık, ka
pitalist devlete özgü sınırlı fakat açık uçlu örgütsel dinamiği ortaya çıkarır.
"Devletin karşısına çıkan yeni görev ve sorunlar temel olarak, içinde faaliyet
gösterdiği değişmekte olan toplumsal bütünlükten kaynaklanır. Fakat sınıf
tahakkümünün başarılı örgütlenmesi, hükümet, yönetim, yargı sistemi ve
baskı ile ilgili yeni sorunlar doğurur. Bu sorunlar, tahakkümün mevcut ör
gütsel biçimlerinin yerindeliğini sorgular" (Therbom 1978, 47) . Tahakküm
ile temsil arasındaki karşıtlık, başat üretim biçiminin kapsamı içerisinde ni
hai olarak çözüme kavuşturulamayacağı için, kapitalist devletin aygıtları
içerisinde değişime yönelik bir itici güç oluşturur. Therbom ayrıca kapitalist
devletin dört ayrı işlevsel aygıtı (karar verme ya da idari, yönetimsel, huku
ki ve baskıcı devlet aygıtları) arasındaki karşıtlıkların tanımlar. Bu aygıtlar
dan her biri, kendi iç ritmine ve karşıtlıklarına sahiptir: 11 Devlet aygıtlarının
ortak bir sınıfsal karakter paylaştığı kesin olarak kabul edilemez. Devlet, te
mel olarak bölüntüsüz bir yapıya sahip olsa da, aygıtlarının entegrasyon dü
zeyi, büyük ölçüde çeşitlilik gösterir" (Therborn 1978, 41).
Therborn'un kapitalist toplumsal oluşumlar içerisindeki devlet aygıtları
nın, girdilerini, dönüşüm süreçlerini ve çıktılarına yönelik değerlendirmesi
ni bütün yönleriyle ele alamayız. Fakat "örgütsel teknoloji" kavramı ile kapi
talist toplumsal oluşumlarda "temsil biçimleri" ve "arabuluculuk" süreçleri
ne ilişkin tartışması, bizim şimdiki çözümlememiz ile özellikle ilişkilidir.
Therbom, örgütsel teknoloji ifadesi ile kastettiği, üretici örgütler içerisinde
'işleri halletmenin' özgül tekniğidir- görevlerin yerine getirilmesi, çalışan
kadrosunun yapılandırılması ve maddi kaynakların kullanılmasını düzenle
yen örgütsel dinamik. Bütün görevler, çalışan kadroları ve maddi kaynaklar
sınıf mücadelesinin ürünü olsa da (Therbom tarafından "sınıf ilişkilerinin
kristalleşmesi" şeklinde açıklanır), örgütsel teknoloji, "dönüşüm sürecinde
uygulandığı, diğer tüm girdi ve çıktıların düzenlenmesini etkilediği" ve
emir ve itaat, liderlik ve yerine getirme gibi eylemlere dayanan kurumsallaş
mış toplumsal ilişkileri doğrudan kapsadığı için, stratejik bir değişken ola-
358
rak değerlendirilir" (Therborn 1978, 40-41). Kabaca söylemek gerekirse, ör
gütsel teknoloji devlet aygıtı içerisinde "üretim ilişkilerini" oluşturur.
Therbom, bir yanda geçerli toplumsal ilişkiler arasındaki, diğer yandan
örgütsel teknolojiyi oluşturan "liderlik ve yürütme" ile "emir ve uyma" iliş
kileri arasındaki ilişkilerle ilgilenir. Liderlik ve yürütme ilişkileri, devlet ay
gıtları ile toplumun geri kalanı arasındaki ilişkileri ifade eder ve Ther
born'un "doğrudan dinamik" adını verdiği "bir uyumlanma biçimi ve lider
lik temeline" işaret eder. Emir ve uyma ilişkileri ise, iç örgütsel hiyerarşileri,
örgüt üyelerinin harekete geçme biçimini ifade eder. Bu işlem aracılığıyla, ü
yelerin uyumlanma sürecine olan katkısı güvenceye alınır" (Therborn 1978,
62) . Bu kavramlar, Therborn'un feodal ve kapitalist üretim biçimlerinin ör
gütsel teknolojileri arasında ilginç bir karşılaştırma yapmasını ve kapitalist
üretim biçiminin ortaya çıkışını anlaşılır bir şekilde açıklamasını sağlar.
Therborn, feodal toplumların örgütsel teknolojilerinin görece bir bütün
lüğe sahip ve karşıtlıklardan yoksun olduğunu belirtir. Aristokratik ayrıca
lık ve kişisel sadakate dayanan feodal örgütlenmenin doğrudan dinamiği i
le emir ve uymaya dayanan derebeylik ilişkileri arasında temel bir karşıtlık
görmez. Burjuva devrimleri, feodal toplumların görece bir bütünlüğe sahip
örgütsel teknolojisini, her biri burjuva toplumunun sınıfsal kurallarını belir
gin ölçülerde taşıyan iki ayrı teknolojiye böler: (1) : kişisel özgürlük ve eşitli
ği, sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin doğasında bulunan tahakküm bi
çimleri ile birleştiren "liberal-bireyci" teknoloji ve (2) zihinsel emeği el eme
ğinden ayıran ve ikincisini birincisine bağlı kılan "rasyonel-bürokratik" tek
noloji.
Burjuva örgütsel teknolojisi, rekabetçi kapitalizm ve fabrika despotluğu
ile karakterize edilen ilk döneminde, iki yönlü bir forma girer: entelektüel
bilginin çok katmanlı bir şekilde tekelleştirilmesini ifade eden "resmi-yasal"
yönlendirici dinamik form ve devlet aygıtı ile ulus arasındaki ilişkiye aracı
lık eden "temsili" bir dinamik. Bu yeni yönlendirici dinamikler, Therborn'un
"kişiler üstü bürokrasi" ve "parlamenter politika" olarak adlandırdığı yeni e
mir ve uyma biçimlerini ortaya çıkarır. Bürokrasiyi uzmanlaşma, hiyerarşi
ve bilginin ideal-tipik bir kombinasyonu şeklinde değerlendiren Weber'in
aksine, Therborn bürokrasilerin "biçimsel rasyonalitesinin" sınıfsal temelini
vurgular. Bu sınıfsal temel, sadece uyguladıkları kuralların içeriğini değil,
aynı zamanda bu kuralların yürürlüğe sokulmasını da "verili" bir durum o-
larak kabul eder. Piyasa, burjuva toplumunun kurallarını koyar, yürürlüğe
sokulmaları için ekonomik kısıtlılıklar sunar. İdeolojik toplumsallaşma iste
nen seviyede olsa bile, zorlayıcı şiddet son tahlilde gereklidir. Bu toplumsal
dinamik, özel teşebbüs ve sermaye birikiminin alanında yer alır. Devletin
'hesap edilebilir kuralları," bu unsurların ortak ihtiyaçlarını güvenceye al
mak üzere düzenlenmiştir" (Therbom 1978, 52).
Parlamenter politikanın egemen sınıfı temsil ederken, onun içinde var o
lan devlet aygıtları ve tahakküm alhna alınmış sınıflar arasındaki bölünme
lere aracılık etmesini sağlayan mekanizmaları daha önceden açıklamışhk.
Therbom'a göre, burjuva parlamenter politikasına hakim olan temsil biçim
leri, "hem egemen sınıfın farklı fraksiyonları arasında hem de ekonomik
temsilciler sınıfı ve onun uzmanlaşmış politik personelleri arasında açığa çı
kan birlik-ayrılık ilişkilerinde toplanır. Arabuluculuk süreçleri ise öncelikli
olarak yönetilen sınıfların gücü ile ilgilenir" (Therbom 1978, 181).
Therbom, yirminci yüzyılda burjuva örgütsel teknolojisinin hem temsil
hem de arabuluculuk biçimlerinde büyük bir değişim gerçekleştiğini düşü
nür. Bu değişim, rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişle örtüşür.
Rekabetçi kapitalizm ve parlamenter politika döneminde liderlik, konumla
rını kişisel becerilerine borçlu olan politikacılara veriliyordu. " Parlamenter
politikacının yönetimini idame ettirmesinin temelinde, her biri kendine öz
gü ayrıksılıklara ve ekonomik ve toplumsal meşguliyetlere sahip üyelerine
başarılı bir şekilde arabuluculuk etmesi yahyordu: onları birbirine düşürü
yor, çok çekimli ve değişen koalisyonlar yarahyor ve kendine has bir reto
rikle ikna ediyor ve aldahyordu" (Therbom 1978, 53) .
Parlamenter politikada, kitleler ya 'yasal' ulusun dışında tutuluyor ya da
yerel patronların himayesine giriyordu. Halk mücadelelerinin baskısının yo
ğunlaşması ve sermayenin tekelcilik aşamasına geçiş yapması ile birlikte,
klasik parlamenter politika yeterli bir temsil ya da arabulucuk aracı olmak
tan çıkh: yerini, gittikçe özgürleşen kitlelerin etkisini azaltıp, onları bir tabi
yet ilişkisi içerisine sokabilecek yeni bir liderlik biçimine bırakması gereki
yordu. Therborn'un " halk oylamasına dayanan politika" adını verdiği bu
yeni burjuva liderliği, parlamenter süreçten gittikçe artan yönetimsel bağım
sızlık ve duygusal manipülasyon ve özdeşleşmenin yerine politik katılımı
getirmek üzere tasarlanmış yoğun bir politik propaganda programının bir a
raya gelmesi aracılığıyla faaliyette bulunur. "Kitlelerin cezp edilmesi için,
360
politikanın mesajı ve her şeyden önce imajı ve çekici kişisel nitelikleri, rek
lam afişleri, yüksek tirajlı gazeteler hoparlörler ve televizyon ekranı aracılı
ğıyla aktarılır" (Therborn 1978, 53).
Parlamenter politikadan halkoyuna dayanan politikaya geçişe, burjuva
toplumlarına özgü başka bir emir-itaat biçimine, kişiler üstü bürokrasiye ge
çiş eşlik eder: Burjuva toplumunun resmi-yasal yönlendirici dinamiği, yeri
ni Therborn'un "yönetimsel teknokrasi" adını verdiği yeni bir örgütsel biçim
içerisindeki "somut-teknik" dinamiğe bırakır.
Yirminci yüzyıl ve özellikle son birkaç on yıl içerisinde, yasal bürokrasi i
le birlikte yeni bir burjuva devleti örgütlenme biçimi gelişti. Yasal bürokrasi
gibi bu da uzmanlaşma, kişiler üstülük ve entelektüel bilginin profesyonel
ler tarafından tekelleştirilmesi ile karakterize edilir. Ama hesap edilebilir ku
rallar ve değişmez hiyerarşilere aynı ölçüde bağlı değildir. Bu yeni oluşuma
yönetimsel teknokrasi adını verebiliriz. Rasyonalitesi biçimsel olmaktan çok
tözeldir ve yasal bilgiden çok teknik ve bilimsel uzmanlığa destek verir. Ki
şiler üstü bürokrasinin devlet hiyerarşisi, geçici komiteler, çalışma grupları
ve özel araştırmacılar tarafından parçalanır. (Therbom 1978, 54)
Halk oylamasına dayanan politika ve yönetimsel teknokrasinin yeni ör
gütsel teknolojileri, her şeyden önce tekelci kapitalizmin etkisiyle toplumsal
karakteri gittikçe artan üretici güçler, işçi sınıflarının yükselen muhalefet se
si ve devletin ekonomik alana müdahale etmesi gerekliliği dolayısıyla orta
ya çıkar. Therborn'un örgütsel teknoloji, arabuluculuk ve temsile yönelik de
ğerlendirmeleri, Poulantzas'ın devlet ve ekonomi arasında kurduğu ilişki i
le rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişle ilgili fikirleri ile örtü
şür.
361
fazla endüstrileşmiş ülkelerin bile ulusal sınırlarının ötesine geçen yeni içsel
tahakküm ve bağımlılık ilişkilerinin ortaya çıkışıdır.
Poulantzas, tekelci kapitalizmin şu anki aşamasını, küresel bir tabiata sa
hip olan ve ulusal sermaye ile ulusal sınıf ilişkilerini uluslar arası sermaye
nin gerekliliklerine ve yeniden üretimine tabi kılan toplumsal bir iş bölümü
tarafından belirlendiğinde ısrar eder. Yetmişli yıllarda Amerikan sermayesi
ile Avrupa sermayesi arasındaki ilişkiye odaklanarak, gerek anlamda bütün
leşmiş çok uluslu, kapitalist bir üretim biçiminin ortaya çıkmasını sağlayan
genel süreci kavrayabilir. Bu nedenden ötürü, yetmişli yılları mercek altına
alan çözümlemesi, seksenli yılların sancılı yeniden yapılandırma süreci ve
doksanlı yılların sonu gelmez küresel Gleichschaltung'unu anlamamızı sağ
lar. Poulantzas, tekelleşme aşamasını, kapitalist üretim biçiminin daha kap
samlı bir şekilde yeniden üretilmesi ve önce kök saldığı ve hakimiyetini o
luşturduğu toplumsal oluşumlar içerisinde yayılma ve sonra bu oluşumun
sınırlarının ötesinde yayılma eğilimi açısından açıklar. İç ve dış genişleme
birbiri ile ilişkili olsa da, Poulantzas dış genişleme, emperyalizmin tekelci
kapitalizm geliştikçe gittikçe daha da baskın hale geldiğini öne sürer. Reka
betçi kapitalizm aşaması sırasında emperyalizmin karakteristik özelliklerin
den olan ticari sermaye ve ürünlerin ihtiyacına verilen önemin yerine, tekel
ci aşama sırasında endüstriyel sermaye ve sermaye ihracatına verilen önem
geçer.
Emperyalizm, tekelleşme aşaması sırasında gittikçe daha da bütünleşmiş
bir yapı haline gelir. Tahakküm ve bağımlılık ilişkileri ile birbirine bağlanan
ulusal oluşumlardan oluşan bir "emperyalist zincirdir. " Her bir parça, "ken
di toplumsal oluşumunun özgüllüğü içerisinde bir bütün olarak zinciri yan
sıtır" (Poulantzas 1975, 42) . Tekelci kapitalizm, öncelikli olarak ulusal olmak
tan çıkarak, öncelikli olarak uluslararası bir üretim biçimine dönüştükçe,
emperyalist zinciri oluşturan her bir toplumsal oluşum uluslararası yapıyı
içselleştirir. En sonunda, ulusal yapıların, "uluslar arası düzeydeki kapitalist
üretim biçiminin hakimiyetinin, bir toplumsal üretim biçimi içerisinde var
olan diğer üretim biçimleri üzerinde verdiği işlevlerden" biraz daha fazlası
na dönüştüğü bir noktaya ulaşılır" (Poulantzas 1975, 42-43) .
Emperyalist zincir, ortaya çıktığı andan itibaren hakimiyet ve bağımlılık
ilişkileri tarafından desteklenir. Emperyalist "metropolleri, " emperyalizme
bağımlı olan toplumsal oluşumların "dış ekseninden" ilk başta temel bir bö
lünmeye ayırır. Rekabetçi kapitalizm sırasında metropoller ulusallık ve ba-
362
ğımsızlık özelliklerini büyük ölçüde korur. Diğer yandan çekirdek ile çevre
arasında bir şehir (endüstri) ve kırsal kesim (tarım ve hammaddeler) ilişkisi
kurulur. Tekelci kapitalizme geçişle birlikte, metropol ile çevre bölgeler ve
emperyalist toplumsal oluşumlar arasındaki ilişkilerde bir dönüşüm süreci
başlar. Tekelci kapitalizm, uluslararası çapta yayılmayı daha fazla destekle
dikçe, emperyalist zinciri bir bütün olarak yeniden yapılandıran, metropol
lerin ulusal bağımsızlığını zayıflatarak çekirdek ve çevre arasındaki farklı
lıkları ortadan kaldıran yeni egemenlik ve bağımsızlık ilişkileri doğurur.
Emperyalist zincirin gelişmesinin itici gücü, kapitalizmin metropollerde
ki düzensiz gelişimidir. Poulantzas, Çagdaş Kapitalizmde Sınıflar adlı ese
rinde, rekabetçi ve tekelci kapitalizmin aşamalarını birbirinden ayırır ve te
kelci kapitalizmin farklı aşamalarını açıklar. Rekabetçi kapitalizm, on seki
zinci yüzyılın sonlarına doğru, en azından Avrupa'da ekonominin kalbinin
attığı yerlere, birbirine eklemlenen feodal ve kapitalist üretim biçimlerinin
büyük ölçüde yerine geçti. Bu, kapitalizme geçiş süresine özgü bir süreçtir.
Rekabetçi kapitalizm Poulantzas tarafından, emeğin sermayeye tabi kılındı
ğı ve ekonomik oluşumun toplumsal oluşum içerisinde başat ve kesin bir
konuma sahip olduğu ulusal bir üretim biçimi şeklinde tanımlanır.
Ü retim birimleri görece olarak basit ve merkezsizdir. Sermayenin yoğun
laşması, rekabetçi kapitalizm aşamasında hala oldukça makul düzeylerde
dir. Emeğin geniş alanlarda sömürülmesi, bir üstünlük derecesine ulaşsa da,
makineleşme arcılığıyla sömürünün başladığı açık bir şekilde hissedilebilir.
Rekabetçi kapitalizm aşamasında sermaye güçlerinin çoğulluğunun birliği
ve tekelci kapitalizm sırasında "birbirlerinden ayrılması," Poulantzas'ın iki
aşama arasında yapmak istediği ayrım açısından özellikle önemlidir. Reka
betçi kapitalizm, "ekonomik tasarruf etme yetkisi ve mülkiyetin örtüşmesi
ve üretim araçlarına sahip olmaktan kaynaklanan güçlerin birliği" ile karak
terize edilir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, endüstriyel sermayenin gelişmiş ka
pitalist toplumsal oluşumlar içerisinde yoğunlaşması ve merkezleşmesi, te
kelci kapitalizm aşamasının başlangıcını oluşturur. Poulantzas, tekelci kapi
talizmin gelişmesini üç aşamaya ayırır: " on dokuzuncu yüzyılın sonlarında
başlayan ve 1. Dünya Savaşında sona eren rekabetçi kapitalizmden tekelci
kapitalizme geçiş; tekelci sermayenin ulusal bir üretim biçimi olarak güç ka
zanması ve yarattığı -Büyük Bunalım ve İ kinci Dünya Savaşı'na zemin ha-
363
zırlamış- iç çelişkiler - ve son olarak, çokuluslu üretim biçiminin dogması ve
gelişmesi ile karakterize edilen şimdiki aşama, Avrupa'run İkinci Dünya Sa
vaşından sonra "Amerikanlaşması" ile başlayan küresel entegrasyon aşama
sı. 6 Poulantzas'ın dönemleri birbirinden tarihlerle ayırma biçimi, açıkladığı
genel eğilim, ulusal üretim biçiminden, uluslarararası, daha doğrusu, çok u
luslu üretim biçimine geçişten daha az önemlidir. Poulantzas'ın değerlendir
mesini kısaca özetleyelim.
Tekelci kapitalizme geçiş, tekelci sermayenin, hala ulusal bir karaktere sa
hip olan tekelci ve rekabetçi kapitalizmin istikrarsız eklemlenme ortamında
ortaya çıkıp yayılmasını içerir. Bu aşamaya sermayenin holding şirket ya da
tröstler biçiminde yoğunlaşan ve merkezileşen sermaye hakimdir. Aynı za
manda bireysel girişimcinin şahsında yoğunlaşan sermayenin çoğulluğu
nun birliği "büyük ölçüde ayrışmaya" başlar. Anonim şirketlerin piyasaya
hakim olmaya başlaması, ekonomik ve yasal mülkiyetin parçalanmasına ne
den olur. Holding şirketlerin ortaya çıkması ise kaynağını ekonomik mülki
yette bulan güçler arasında bir ayrışmaya zemin hazırlar. Ekonomik mülki
yet çok sayıda üretim biçimini kendisine dahil ederek yoğunlaşır. Fakat bu
birimlere verilen ekonomik mülkiyetin görece bağımsızlığını koruyan güç
leri tasfiye edilmese de ana sermayeye tabi kılınır ve mülkiyet güçlerinin bü
yük bir kısmı, tabi kılınmış mülkiyetlerin eline kalır. Sermayenin güçlerini,
bu güçlere sahip olmayan profesyonel yöneticiler, temsilciler biçiminde bir
başka ayrışma biçimi daha ortaya çıkar. Son olarak, önceden var olan üretim
birimi biçimleri, çeşitli sektör ve endüstrilere yayılarak varlıklarını sürdürür.
Emek sömürüsü gittikçe daha yoğun hale gelse de, bireysel üretime daya
nan emek süreçleri tekelci sermayeye sadece biçimsel olarak tabi kılınır; ger
çekse ise rekabetçi kapitalizme özgü görece özerkliklerini bir dereceye kadar
korurlar.
Poulantzas'ın başat üretim biçimi olarak tekelci kapitalizmi güçlenmesi
ve bu düzensiz gelişmenin sebep olduğu devrim, karşı devrim, savaş ve e
konomik bunalım krizleri ile ilgili olarak söyleyebileceği çok fazla şey yok
tur. Bu, hiç de yerinde bir sessizlik değildir, çünkü iki dünya savaşı arasın
daki küresel krizi, çok uluslu kapitalizmin doğum sancıları olarak değerlen
dirmek pek abartılı olmaz. Ayrıca "Fordizm" adı verilen, tekelci kapitalizmin
yeni ekonomik birikim biçimini teşhis etmek önemlidir. Fordizm, ilk olarak
yirminci yüzyılın başında Birleşik Devletler'de ortaya çıktı ve İkinci Dünya
Savaşından sonra tekelci kapitalizm için ideal-tipik bir model haline geldi.
364
Fordizm ve tekelci kapitalizmin güçlenmesine yönelik çığır açıcı bir çözüm
leme, Kapitalist Düzen Teorisi (1976; İngilizce tercümesi, 1979) isimli, Alt
husser'in eski öğrencilerinden biri olan Fransız ekonomist Michel Agliet
ta'nın Çağdaş Kapitalizmde Sınıf adlı eserinden iki yıl sonra yayınladığı, İç
Savaş'tan Carter dönemine kadar Amerikan kapitalizmin geçirdiği değişim
leri inceleyen çalışmada bulunabilir. 7 Aglietta'ya göre, rekabetçi kapitalizm
ve tekelci kapitalizm arasındaki belirleyici değişim, her bir aşamadaki biri
kim biçimi ya da artı değeri azami seviyelere çıkarma yönteminde gerçekle
şir. Aglietta, rekabetçi kapitalizmde ve tekelci kapitalime geçiş döneminde
birikim biçimini "ekstansif" olarak tanımlar: emeğin makineleşme aracılığıy
la örgütlenmesi, artı değeri azami düzeye çıkarmanın öncelikli yöntemidir;
mevcut toplumsal tüketim yapılan ve "geleneksel yaşam biçimleri" radikal
bir yeniden örgütlenmeye tabi tutulmaksızın devam etmeye ya da çözülme
ye bırakılır. Tekelci kapitalizmde ise ekstansif birikimsel "intensif" birikime
bir geçiş vardır: Artı değeri maksimum seviyeye çıkarmak için zaman ve
uzamın bütünlüğünün, tüketimin yanı sıra üretimin yeniden örgütlenme
siyle birlikte, maaş ile geçinen sınıf için bütünüyle yeni bir "yaşam biçimi"
yaratılır.
Aglietta'nın Fordizm adını verdiği bu yeni birikim düzeni, seri üretim ve
kitle tüketiminin "eş zamanlı hale getirilmesine dayanır. " Daha belirgin ola
rak, emek sürecinin yarı otomatikleşmiş seri üretim hattı ve özel tüketim
için seri üretilmiş metaların bireyler tarafından satın alınması ile karakteri
ze edilen "yaşam tarzlarının" örgütlediği tüketim yapılarına dayanır. Agliet
ta'ya göre, Fordizmin kilit noktasını, "ücretlerin demir kanunun" en azından
emek gücünün en önemli kesimleri için tersine çevrilmesi ve ücretleri üret
kenliğe bağlı kılarak hızla genişleyen iç pazar aracılığıyla geri almak oluştu
rur. Bunun sonucu olan tüketim toplumu, artı değer oranının daha düzenli
bir hale gelmesi ve hızla artması ile karakterize edilir. Fordizmin uluslarara
sılarasılaştırılması, Birleşik Devletler'in küresel ekonomik hegemonyasını
başlatmış ve yirminci yüzyıl boyunca devam ettirmiştir.
Poulantzas'a göre tekelci kapitalizmin üçüncü ve günümüzde yaşamakta
olduğumuz aşaması, küresel kapitalizmin İkinci Dünya Savaşından sonra
Birleşik Devletlerin öncülüğünde yeniden yapılandırılmasının etkisi altın
dadır. Amerika'nın Avrupa ve Japonya'nın politik kaderi üzerinde kontrol
sahibi olması ile hız kazanan Fordizmin uluslararasılaşması süreci, tekelci
kapitalizmi ulusal üretim biçimlerinin yerine geçen çok uluslu bir üretim bi-
365
çımıne dönüştürdü. Savaş sonrası "ekonomik mucizenin" geçici olsa da
muhteşem ekonomik patlaması, bu küreselleşme sürecinin daha az mutlu
luk verici sonucunun en azından yetmişli yıllara kadar gizlenmesine yaradı:
sömürü yükünün çevre ekonomilerinden metropollere geri dönmesi.
Klasik metropol/ çevre bölgeler ayrımının ortadan kalkmaya başladığı ve
çokuluslu şirketlerin küresel çapta entegre üretim birimlerine dönüşerek bü
tün coğrafi alanlar ve ekonomik etkinliğin her alanında karlarını maksimum
seviyeye ulaştırdıkları gerçeği, ancak yetmişli yıllarda yaşanan küresel eko
nomik durgunluk ve seksenli yıllarda gerçekleştirilen ekonomik yeniden ya
pılanmanın sonucunda açık bir şekilde anlaşılmaya başladı. 8 Poulantzas ay
rıca çokuluslu tekelci kapitalizmin, tasarruf etme yetkisi ve mülkiyetin ay
rışma sürecini tersine çevirme eğiliminin altını çizer. Çokuluslu holdingler,
başat örgütler olarak tröst ve holding şirketlerinin yerine geçer ve gerçekte
çokuluslu endüstriyel firmalar olan ekonomik mülkiyet merkezleri oluştu
rur. Yoğunlaşmış ekonomik mülkiyet, alt kuruluşların reel ekonomik mülki
yetini ve önceleri özerk olan emek süreçlerinin kendisine tabi kılınmasını
kapsar. Son olarak, Poulantzas yeni kompleks üretim birimlerinin, farklı ül
kelerdeki çeşitli kuruluşlar arasında bölünen emek süreçlerini birbirine ek
lemleyip bütünleştirdiğine dikkat çeker. Ekonomik tasarruf etme gücü ve
mülkiyetin farklı düzeyleri arasındaki boşluklar kapanır ve onlarla ilişkili
güç oluşumları yeniden yoğunlaşır.
Uluslararasılaşmanın İçselleştirilmesi
Çokuluslu üretim birimlerinin oluşması, çokuluslu tekel ve ulusal reka
betçi kapitalizmin endüstrileşmiş toplumsal oluşumlar içerisinde dönüştü
rür. Rekabetçi ya da tekelci olmayan sermaye, önceden olduğu gibi tekelci
sermayeye bağımlı kalmayı sürdürür, fakat bu kez çokuluslu bir üretim bi
çimine dönüştürülür ve ona entegre olur. Tekelci kapitalizm içerisinde eko
nomik tasarruf gücü ile mülkiyet ve kaynağını ekonomik mülkiyette bulan
güçler arasındaki boşlukların kapanması, tekelci olmayan sermayenin mül
kiyet güçlerinin kaybolmasına neden olur. Poulantzas, bağımsız mülkiyetin
dış görünüşünün ardında, tekelci olmayan sermayenin sınırlarının, yani
ekonomik girişim biçimleri ve üretim birimlerinin çözülmesinin yattığını
düşünmektedir.
Çokuluslu tekelci sermaye, temel ürünlerin standartlaştırılmasını ve ça
lışma örgütlenmesinin belli normlara bağlanmasını dayattıkça tekelci olma-
366
yan sermeye etkin kontrolünü yitirir. Tekelci olmayan sermayenin tekelci
sermayeye olan bağlılığı, tekelci sermayenin kontrolündeki patent ve lisans
lar aracılığıyla ortaya çıkarılır. Tekelci olmayan sermaye, onu düşük bir üret
kenlik düzeyine ve teknolojiye sınırlayan bir toplumsal iş bölümüne tabi kı
lınır. Küçük çaplı işletmelerin seksenli yıllardaki yeniden yapılanma süre
cinde tekrar ortaya çıkıp, profesyonel hizmetlerden beceriye dayanan el sa
natlarına ve çalışma şartlarının kötü olduğu üretime geçiş yapması, Poulant
zas'ın bu konudaki görüşlerini doğrular. Çokuluslu tekelci sermaye, krizin
faturasını başkalarına çıkarmaya ve maksimum esnekliği kendisine sakla
maya çalıştıkça, beceriye dayanan ve dayanmayan işlerin taşeronlaşmasın
da ve geçici, yarı zamanlı ya da sözleşme dışı emek gücünde dikkate değer
bir artış meydana geldi. Bu gibi işletmeler ne atavik ne de özerktir; çokulus
lu tekelci kapitalizm ve genişletilmiş üretimin gerekliliklerine bağlıdırlar.
Poulantzas'ı eleştiren kimselerin önermelerinin aksine, kapitalizm düzensiz
leşmekten çok, gittikçe daha da örgütlü hale gelir. Çağdaş kapitalizmin de
neyimlediği "yaratıcı yıkım, " aslında çokuluslu sermayenin yeni ortaya çık
mış hegemonyasını yansıtan bir Gleichschaltung'dur. 9
Tekelci kapitalizmin uluslararasılaşması, sınıf ilişkilerini ve politik iktida
rı, endüstriyel kapitalist metropollerde yeniden yapılandırır. Etkili ekono
mik mülkiyetin tekelci sermayenin ellerinde yoğunlaşması ve tekelci olma
yan sermayenin bağımlılığı, kapitalist sınıfın bu iki fraksiyonu arasında cid
di bir karşıtlık yaratmıştır. Poulantzas'a göre bu sonuç hiç de şaşırtıcı değil
dir, çünkü burjuvazinin bu fraksiyonları arasında sınıfsal bir bölünme yok
tur. Çokuluslu üretim biçimi içerisindeki temel karşıtlık, bir bütün olarak
sermaye ile bir bütün emek arasında kalmayı sürdürür. Tekelci ve tekelci ol
mayan sermaye arasındaki karşıtlık yerine, tekelci olmayan sermayenin top
lumsal bir güç olarak düşüşe geçtiğini görürüz. Tekelci olmayan sermaye,
yeni küresel iş bölümüne tabi kılınmaya direnmek yerine, bu süreci içselleş
tirerek, bağımlılığının politik ve ekonomik koşullarının "yeniden üretilmesi
nin" ayrılmaz bir parçası haline gelir. Küresel ekonominin başatlığı, ulusal
sermayenin ekonomik yeniden yapılanmasını dayattıkça, sınıfsal yapılar ve
iç politika da, küresel ekonominin gelişmiş kapitalist devletlerin ulusal
özerkliği üzerindeki çözülme etkileri sonucunda yeniden örgütlenir. Ulus
lararası entegrasyon, ulusal emperyalist rakipleri o kadar fazla entegre et
miştir ki, Poulantzas'a göre emperyalizmler arasındaki karşıtlıklardan değil,
tek bir emperyalist zincir içerisindeki karşıtlıklardan söz etmek daha yerin-
367
de olur. Uluslararası iş bölümü, ulusal toplumsal oluşumlar içerisindeki çe
şitli fraksiyonların sınırlarını aşıp eski sınıfsal bölünmeleri yeniden tanımla
yarak yabancı ve yerel sermaye gibi ifadeleri anlamsız hale getirir. Bu süre
cin düzensiz bir şekilde gelişen fakat açık sonucu, uluslararası sermayenin
ulusal politikaya 11içeriden11 hakim olmasıdır. Poulantzas'a göre, metropolle
rin 11ulusal11 burjuvazileri, görece özerk sınıf fraksiyonları olmaktan çıkıp,
uluslararası iş bölümü ve sermayenin uluslar arası ölçekte yoğunlaşması ta
rafından sınırlanan 11yerel11 burjuvazilere dönüşür.
Birinci Dünyanın yerel burjuvazileri kendilerine ait bir ekonomik temel
ve sermaye birikimi üssünde olsalar da, uluslararası sermaye ile bütünleşir
ve küresel ekonomi içerisindeki yer ve işlevlerini içselleştirirler. Emperyalist
güçlerin iktidar blokları içerisindeki uluslararası sermayenin hegemonisi,
benim "uluslararasılaşmanın içselleştirilmesi" adını verdiğim bu süreç aracı
lığıyla örgütlenir ve uluslar arası sermayenin çıkarları bir bütün olarak bur
juvazinin ortak çıkarları şeklinde yansıtılır. Ulusal parti politikası, yani her
bir endüstriyel kapitalist devletin politik sahnesi, iktidar bloğunda gerçekle
şen bu değişimi yansıtmak üzere hızla yeniden yapılandırılmaktadır. Siyasi
alanın bütün partileri, artık Fordist-Keynes'çi refah devletin sınıfsal uzlaş
malarının etkisinde kalmaz ve kaynaklarını ekonominin kamu sektöründen
uluslararasılaşma eğilimine sahip özel sektöre aktarmaya, işçi sınıfının ya
şam standardına ve onun gerçek ya da hayal ürünü bütün müttefiklerine
kapsamlı bir saldırıda bulunmaya hazır olduğunu belli eder.
Tekelci sermayenin uluslararasılaşmasının içselleştirilmesi, sadece geliş
miş kapitalist metropollerin ekonomik ve politik yeniden yapılanmasını de
ğil, aynı zamanda Üçüncü Dünyanın bağımlı gelişiminin dönüşmesini de a
çıklar. Yetmişli yıllara hakim olan bağımlılık teorisinin aksine, Poulantzas,
tekelci kapitalizmin metropollerde yayılıp güçlenmesinin, metropol ve çev
re bölgeler arasındaki "şehir-kırsal kesim ilişkisinin" ortadan kalkmasını
başlattığını ve hızlandırdığını ısrarla vurgular. Başka bir ifadeyle, kapitaliz
min kapitalizm öncesi toplumsal oluşumlara zorla aşılanması ile başlayan
ve emperyalist sermaye ile bir bağımlılık ilişkisi içerisinde eklemlenen çev
re ülkelerdeki kapitalist gelişme, istikrarlı bir şekilde devam eder ve bir bü
tün olarak emperyalist zincirin düzensiz gelişmesi bağlamında gittikçe da
ha fazla özerklik kazanır. Benzer şekilde, Üçüncü Dünya ülkelerindeki ulu
sal bağımsızlık hareketleri, sömürgeci politikanın iktidar bloğu içerisinde
bir tahakküm oluşturmak için komprador burjuvazi ile rekabet etme ve kit-
368
leler ile anti-emperyalist bir ittifak içerisine girme kapasitesine sahip ulusal
bir burjuvazi ile birlikte ortaya çıkar.
Buna karşın, Üçüncü Dünya ülkelerindeki ulusal burjuvazi, ekonomik te
meli uluslararası iş bölümünün ve bağımlı gelişmenin koyduğu sınırlar
dahilinde geliştiği için, emperyalist metropollerdeki muadili ile karşılaştırı
labilecek bir özerklik düzeyine ulaşamaz. Dolayısıyla, ulusal bağımsızlığını
kazandığı anda bu sınıf fraksiyonunu yerel bir burjuvaziden ayırmak son
derece güçleşir. Yine de çevre ülkelerde yerel burjuvazinin ortaya çıkması,
sadece komprador statüsünden çıkması dolayısıyla önemli değildir. Ağırlık
lı olarak ulusal bir üretim biçiminden ağırlıklı olarak uluslararası bir üretim
biçimine geçiş, ulusal burjuvazinin yerel burjuvaziye dönüşmesi ile birlikte,
bir eşitleme ve entegrasyon süreci başlatmıştır. Bu sürecin nihai sonucu, çe
kirdek-çevre ayrımının bütünüyle ortadan kalkması olabilir.
Poulantzas'ın, emperyalist zincir içerisindeki temel karşıtlığın her zaman
bir bütün olarak burjuvazi ve bir bütün olarak işçi sınıfı arasında olduğu yö
nündeki iddiasını haklı çıkaran da tam olarak bu yakınsamadır. Sermaye ve
işçi sınıfının herhangi bir kesimi arasındaki sömürü ilişkileri gibi, egemen
sınıflar ve fraksiyonlar içerisindeki özgül karşıtlıklar da bu temel karşıtlığa
bağlıdır. Birikim krizleri, işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği sürekli müca
delenin doğrudan dışavurumudur. Ekonomik yeniden yapılanma ve politik
artçı şoklar ise, son tahlilde burjuvazinin işçi sınıfı mücadelelerine verdiği
tepkidir. Buna karşın, Poulantzas post modem, post-Marksist hassas anla
yışları ne kadar gücendirirse gücendirsin, bize "sermayenin geniş çaplı ye
niden üretiminin sınıf mücadelesinden başka bir şey olmadığını, egemen sı
nıflar ve fraksiyonlar arasındaki karşıtlıkların iktidar bloğu içerisindeki te
mel karşıtlığın etkileri olduğunu hatırlatarak," aşikar gerçeklerin ötesinde
çok fazla şey söylememektedir (Poulantz"-s 1975, 107) .
Poulantzas bir noktada hatalı bulunacaksa, bana göre b u Birleşik Devlet
lerin gücündeki görece azalmayı teşhis edememesi ve tekelci kapitalizmin
uluslararasılaşması ve içselleştirilmesini tek bir egemen devlet bağlamında
yorumlamayı sürdürmesidir. Fikirlerini yetmişli yıllarda yazıya döken Pou
lantzas, Amerikan hegemonyasının Batı Avrupa'da içselleştirilmesinden ve
Amerikan sermayesinin uluslararasılaşma sürecindeki hakimiyetinden an
laşılabilir biçimde etkilenmişti. Ben burada Amerika'nın düşüşe geçmesine
ilişkin kesin bir yargıya varmadan (yani Birleşik Devletler'in günümüzde
369
ulusal bir toplumsal oluşum olarak yaşadığı sorunları Amerika temelli ulus
lar arası sermayenin büyük gücünden ve Amerikan pazarının küresel kapi
talist ekonomi için taşıdığı önemden ayırmaya girişmeden), Poulantzas'ın
Birleşik Devletler'in bir ulus olarak devam eden egemenliğini gördüğü nok
tada, ulusal kimlik ve sınırlamalardan gittikçe kurtulan uluslararası serma
yenin egemenliğinden söz etmenin daha yerinde olacağını düşünüyorum.
Bana göre böyle bir formülleştirme, Poulantzas'ın küresel entegrasyon ve
toplumsal sınıfların uluslararasılaşmasına ilişkin çözümlemesi ile daha tu
tarlıdır.
Bunun dışında, Poulantzas'ın ulus-devletin çağdaş kapitalizm için taşıdı
ğı büyük öneme yönelik ısrarı hiç de yanlış değildir. Tekelci sermayenin
uluslararasılaşması ve politik olarak içselleştirilmesi, ulus-devletin yürür
lükten kalktığı, bastırıldığı ya da yerine başka bir oluşumun geçtiği anlamı
na gelmez. Uluslararasılaşma süreci şimdiye dek, hala belli bir ulusal temel
ile ilişkilendirilen sermayenin hakimiyetinin etkisinde kaldı ve ulusal dev
let, gerçekleşmekte olan önemli ölçüde yerel yapılanmaya rağmen, hem
uluslar arası hem de iç politikaların ilgili birimlerinden biri olmayı sürdür
mektedir. Ulus devlet, egemen sınıfların kendi isteklerine göre manipüle
edebilecekleri bir araçtan ibaret değildir. Ekonomik uluslararasılaşma ve po
litik içselleştirme arasındaki ilişki de, küresel ekonominin politik "uluslar
üstüleşmeye" doğru paralel bir adım atılmasını gerektirecek şekilde kurul
maz. Durumun neden böyle olmadığını, Poulantzas'ın kendisi de açıklamış
tır.
Poulantzas, yan yana gelmiş devlet ve sermayeler arasındaki dışsal ve
karşılıklı baskıları tarafından sınırlanmayan ara bağlantı sistemlerine ulus
devletin politik ve kurumsal oluşumlarını da dahil ederek, küresel ekonomi
nin bu oluşumları nasıl etkilediğini gözler önüne serer. Poulantzas'ın yerel
burjuvazi ve teşvik edilmiş temsil kavramları, iktidar bloğu ve politik sah
nenin, devletlerin egemen emperyalist sermayenin çıkarlarını ve ulusal top
lumsal oluşum içerisindeki gelişimini üstlenmesini sağlayacak şekilde nasıl
yeniden yapılandırıldığını açıklar. İçselleştirme süreci de kendine özgü kar
şıtlıklar içerir. Şimdi bu karşıtlıkları ele alacağız.
371
Tabiatı gereği ulusal olan devlet iktidarı, kapsam olarak uluslararası hale
gelmiş kapitalist üretim biçimi ile örtüşmez. Fakat müdahaleci devlet şimdi
kapitalizm için daha önce hiç olmadığı kadar gerekli hale gelmiştir. Müda
haleci devlet, tekelci sermayenin diğer üretim biçimleri üzerindeki üstünlü
ğünü sadece ulusal bağlamda değil, aynı zamanda uluslararası ölçekte ör
gütlemelidir. Aynı zamanda, tekelci sermayenin kapsamlı yeniden üretimi
ni etkin hale getirmek ve krizleri yönetip sermayenin valorizasyonunu ma
kul bir düzeyde tutmak üzere kamu fonlarını kullanabilmek için ülke için
deki ekonomik ve politik karşıtlıkları çözüme kavuşturmalıdır.
Uluslar arası üretim biçiminin ulusal politik yapılar aracılığıyla teşvik
edilen yeniden üretimi, yurt içi tekelci sermaye ile emperyalist sermayenin
fraksiyonları arasında bütünüyle yeni bir dizi karşıtlık ortaya çıkarır. Bu
karşıtlıklar, yurt içi tekelci ve tekelci olmayan sermaye arasındaki önceden
var olan karşıtlıklara eklenir. "Ulusal devlet, hegemonyanın düzenleyicisi
olarak rolüne sahip çıkarak, emperyalizmler arası çelişkiler tarafından ön
cende yapılandırılmış olan ve toplumsal oluşumları içerisindeki egemen
fraksiyonları arasındaki karşıtlıkların uluslar arası çapta yaygınlık kazandı
ğı yurtiçi alana müdahalede bulunur. " (Poulantzas 1975, 74-75). Bu yeni ek
lemlenmenin karşıtlıklarını kontrol altında tutma sorununu çözme görevi,
ulus-devletin mevcut aygıtına kalır. Bu aygıt, denetiminin dışında kalan
güçleri idare etmekten gittikçe daha fazla aciz görünür. İktidar bloğu artık
ulusal düzeyde konumlanmaz. Yabancı sermaye, iktidar bloğu içerisindeki
görece özerk bir toplumsal güç olarak doğrudan katılımda bulunmaz, fakat
varlığı yeniden yapılandırılan finans pazarları, endüstrisizleşme, emek ve
sermaye göçü, devletin her düzeyde geçirdiği mali bunalımlar, az yatırım
kaynakları için verilen bölgesel ve şehirsel rekabette artış ve her şeyden
önemlisi emek ve sermaye arasındaki Fordist uzlaşmanın ortadan kalkması
gibi olaylar aracılığıyla hissedilir.
Yeni küresel üretim biçiminin içselleştirilmesi, kapitalist ulus-devletin
politik yeri ve işlevi için çok önemli sonuçlar doğurur. Bu sonuçlar, Fordiz
min birikim krizi ve tetiklediği küresel ekonomik yeniden yapılanma aracı
lığıyla son derece açık hale gelir. Poulantzas'ın öngördüğü gibi, çağdaş ka
pitalist devlet, uluslar arası ve ulusal gelişmeler arasındaki artan karşıtlılık
ların içinde kaybolur. Bir yandan, burjuvazinin egemenliğini örgütleyen ve
yeniden üreten bir sınıf devleti olarak, uluslararası sermayenin çıkarı için
gittikçe daha fazla ve daha doğrudan müdahalede bulunmaya başlar. Diğer
yandan, halkçı-demokratik bir devlet olarak, "halkın" tamamının çıkarları i
çin hareket etmelidir. Üzerinde çok az denetim sahibi olduğu uluslar arası e
konomik baskılar nedeniyle bu görevi yerine getirmekte gitgide daha fazla
zorlanır. Sonuç, yeni bir "demokrasi krizidir. " Poulantzas'a göre bu kriz, de
mokratik katılım, hatta temsili demokrasiden uzaklaşan, yönetimsel teknok
rasi ve referandum politikalarının hakim olduğu daha otoriter, sözde de
mokratik bir yönetime zemin hazırlayabilir. Seksenli yıllarda Fordist devlet
ten yeni muhafazakar devlete geçiş, bu açıdan hiç de güven verici değildir.
Fordist-Keynes'çi olsun, yeni muhafazakar olsun, bütün müdahaleci dev
letler, sınıf devleti olma özelliklerini korur. Devletin görevi, sınıflara ayrıl
mış bir toplumsal oluşumun bütünlük ve tutarlılığını korumaktır. Bu neden
le tüm toplumsal oluşumun sınıfsal karşıtlıkları öyle bir şekilde yönetir ki,
sonuç, tüm dünyadaki sınıfsal karşıtlıklar bağlamında egemen sınıfların ve
fraksiyonların çıkarlarının meşru kılınması şeklinde gelişir" (Poulantzas
1975, 78) . Fakat Fordizmin yaşadığı kriz ve etkin hale getirdiği uluslararası,
ulusal, bölgesel ve kentsel yeniden yapılanma göz önünde tutulduğunda,
. birlik ve tutarlılığın işlevi özellikle güç (ve çok daha gerekli) hale gelir. Ör
neğin yeniden yapılanmanın ideolojik etkisi son derece sarsıcıdır. Poulant
zas, kapitalizmin uluslararasılaşmasının bizim zamana ve uzama yönelik
anlayışımızı dönüştürdüğünü ısrarla savunmaktadır. "Zaman-uzamsal mat
rislerin dönüşümü, toplumsal iş bölümünün, devletin yapısının ve kapita
list ekonominin pratik ve tekniklerinin maddeselliği ile ilgilidir; zaman-uza
nım söylencesel, dini, felsefi ya da 'deneysel' temsillerinin gerçek alt katma
373
politikanın süregelen hakimiyetinin, uluslararası sermayenin gücü ile bir
karşıtlık oluşturduğu düşünülmemelidir. Ulusal devletin kendine ait bir gü
cü yoktur; artık uluslar arası bir üretim biçimi olan yapılanma ona bir yer ve
işlev verir. Devlet ve çok uluslu sermayenin artan gücü, kapitalizmin geniş
alanlara yayılması ve yeniden üretimi ile tamamen tutarlıdır. Dahası, Pou
lantzas'ın görmeye ömrünün yetmediği seksenli yıllarda "büyük hükümete"
karşı gerçekleşen yeni muhafazakar isyanlar, devletin gücünde bir azalma
olduğunun göstergesi olamaz. Reagan ve Thatcher gibi yöneticilerin "devle
ti geriye çekmeye" yönelik girişimleri, devlet iktidarına karşı bir saldırı de
ğil, devlet iktidarının Fordizm, Keynes'çilik ve refah sistemine karşı yoğun
bir şekilde uygulanmasıdır. Özelleştirme ve liberalleşme yeterince gerçektir,
fakat Poulantzas'ın tahmin edebileceği gibi kapitalist birikimin gereklilikle
ri ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilen azal
mamış hükümet müdahalesi ile işbirliği içerisinde gelişirler. Müdahaleci
devlet ortadan kalkmamakta, kapitalizmin kendisi gibi yeniden yapılan
maktadır.
Müdahalesi devlet, Fordist de olsa yeni muhafazakar da olsa, tekelci ser
mayeye karşı görece özerkliğini korur. Poulantzas, devlet ve tekelci serma
yenin "birbirine kaynaştığı" yönündeki görüşü reddeder. Ona göre devlet,
bir bütün olarak tekelci sermayenin çıkarları için sorumluluk alır, fakat ken
disini tekelci sermayenin oluşturucu unsurlarından biri ile özdeşleştirmez.
Tekelci sermaye başat sınıf fraksiyonudur; başat sınıf ise bir bütün olarak
burjuvazidir. Devlet, hegemonik fraksiyonun uzun vadeli çıkarlarına hiz
met eder, fakat sadece sermayenin bir bütün olarak yeniden üretilmesi bağ
lamında. "Devlet her zaman olduğu gibi günümüzde de iktidar blogunun
politik birleştiricisi ve burjuva sınıfının çok sayıda fraksiyonundan oluşup iç
karşıtlıklar tarafından bölünen iktidar bloğu içerisindeki tekelci sermayenin
hegemonisinin politik örgütleyicisi rolünü oynar. Bugün devlet ve tekeller
arasındaki ilişki, geçmişteki kapitalist fraksiyonların geçirdiği özdeşleşme
ve birbirine karışma sürecinden ibaret değildir. Devlet, hegemonik fraksi
yon, tekelci sermayenin çıkarları için özel bir sorumluluk alır. Fakat bu frak
siyonun iktidar bloğunda lider bir konuma sahip olması gerekir. Tahakküm
altına alınmış sınıflar karşısında sermayenin politik çıkarları içerisinde ken
di çıkarlarının öne çıkmasının yolu budur (Poulantzas 1975, 157) .
374
Demokrasinin Krizi ve Otoriter Devletçilik
Geriye dönüp bakıldığında, Poulantzas'ın kapitalizmin uluslararsılaşma
sının ulusal Fordist-Keynes'çi devletin istikrarını ne kadar çok sarstığını
kavrayan az sayıdaki Sol yorumcudan biri olduğu anlaşılır. Krizin politik
yönlerine ilişkin ustalıklı çözümlemesine ekonomik unsurları dahil etmemiş
olsa da, küresel ekonominin sınıfsal yapı ve gelişmiş kapitalist toplumsal
oluşumların devlet aygıtları üzerindeki dönüşüm etkisini hiç kimse ondan
daha önce ve daha iyi anlayamamıştır. Poulantzas'ın Fordizmin yaşayacağı
krizin büyüklüğünü öngördüğü söylenemezse de, ortaya çıkardığı "demok
rasi" krizini ve sağ muhafazakar kesimin bu krizin çözüme kavuşturulması
nı sağlayan tepkilerini başarılı bir şekilde tahlil ettiği kesindir. Görüşleri Re
agan'cılık ve Thatcher'cılığın zaferinden önce formülleştirilmesine rağmen,
Poulantzas'ın korktuğu "otoriter devletçiliğe" yönelim ile "otoriter popü
lizm" şeklinde kavramsallaştırılan -ve gerçekte yaşanan- oluşum arsında bir
karşılaştırma yapar. 11 "Demokrasi krizi" ifadesi, Stalinizmin çöküşünden
sonra biraz anlamsız kaçar. Fakat Poulantzas bu ifadede bir değişiklik yapar
ve kuramsal içeriğini işlevsel olarak tanımlayarak yapısal bir politik rejim
olarak demokrasinin karşıtlıklarını, geniş alanlara yayılan emperyalist bir
üretim biçimi olarak kapitalizmin karşıtlıkları ile ilişkilendirir. Aynı zaman
da politik sınıf mücadelesine ilişkin dikkatli, gerçekçi ve kimilerine göre kö
tümser değerlendirmesi aracılığıyla devamlı bir politik içerik verir.
Yeni muhafazakarlık, tahakküm ve uygulamanın kapitalist devlet içeri
sindeki kaçınılmaz karşıtlığı çok daha fazla şiddetlendirmiştir. Fordizme
saldırı başka ne anlama gelirse gelsin, devletin ekonomik etkinliğinin yo
ğunlaştırılması ve bu sayede uluslararasılaşma sürecinin yarattığı kaosun en
aza indirgenmesini içerir. Yeni muhafazakar devlet hala müdahalecidir ve
uluslar arası sermayenin yeniden üretilmesinin merkezinde yer alır. Bu, o
kadar açık bir gerçektir ki, Poulantzas'ın "devletin eylemlerinin bütünselli
ğinin, ekonomik rolü açısından yeniden örgütlendiği" yönündeki argümanı
na karşı çıkmak güçtür (Poulantzas 1978, 168) . Aynı şekilde, Poulantzas, ka
pitalist devletin yapısal özerkliğini kısıtlayan ve "devlet içerisindeki belli
başlı temel karşıtlıkları devletin ekonomik rolü ile düzeni sağlama ve rızayı
örgütleme rolüne indirgeyen politik bir krizin ortaya çıktığı" görüşünde
haksız değildir (Poulantzas 1978, 168) . Hızla özelleştirmeye yönelme eğili
mi, hükümet fonundan toplumsal hizmetlere ayrılan kaynakların azalması
ve örgütle emeğe karşı verilen kesintisiz mücadele, müdahaleci devletin
375
temsili karakterini yaratan kurguyu sürdürmeyi gittikçe daha güç hale geti
rir. Bu gibi müdahaleler devlet ve ekonomiyi tıpkılaştırırken, devletin etkin
liklerine yönelik gittikçe daha politik bir tutuma yol açmıştır. "Devlet, eko
nomik krizlerde devreye giren bir güvenlik dayanağı olmaktan çıkıp, top
lumsal ilişkiler krizlerinin yeniden üretilmesinin destekçisine dönüştürül
müştür. Devletin, tekelci kapitalist yeniden üretimin mantığına tabi kılınma
sı, hiçbir dönemde, devletin kitlelerin ihtiyaçlarının baş gösterdiği her alan
da müdahalede bulunduğu günümüzdeki kadar daha fazla hissedilmemiş
tir" (Poulantzas 1975, 172) .
Poulantzas'a göre, devletin tahakküm (iktidar bloğunun hegemonisini
örgütleme) işlevi ile temsil ("halka" hitap eden halkçı-demokratik formlar
aracılığıyla rejimi meşru kılma) işlevi arasındaki karşıtlık, yapısal bir kriz,
bir "demokrasi krizi" oluştur. Bu görüş, Fordizmin yetmişli yılların ortaların
da geçirdiği krizin politik yönlerini az ya da çok ifade eder. Devletin iktida
rın kaynağındaki bu gerilimlere olan tepkisi, otoriter bir yöntem takip eder;
toplumsal-ekonomik yaşam üzerindeki devlet kontrolü, politik demokrasi
kurumların görece azalması ile birleşir ve güçlenir. Devlet aygıtları içerisin
de bürokratik-yönetimsel işlevlerin yükselişe geçip, parlamenter parti siste
minin düşüş göstermesi, iktidar bloğu ile politik partiler ve yasal-yönetim
sel aygıtlar arasındaki temsil bağlarının gevşemesi ile paralellik gösterir.
Poulantzas'ın "egemen kitle partileri" adını verdiği yeni otoriter politik
formlar, ustalıklı bir şekilde klasik parlamenter sistem ve yasal-resmi bürok
rasinin yerine geçer. Bu örgütler, yönetim içerisinde sahip oldukları alt rol
lerle karakterize edilir ve devlet aygıtı içerisindeki temel işlevleri, devlet yö
netimini bütünleştirmek ya da homojenize etmektir; devletin çeşitli yan dal
ları ve alt aygıtlarının tutarlılığını kontrol etmek ya da (genel hükümet poli
tikasın doğru) yönlendirmektir" (Poulantzas 1978, 233) . Aynı sırada, sadece
yönetimsel tarafından konuşlandırılabilir yeni düzenekler, eski parlamenter
partilerin "çıkar-toplam" işlevlerini yerinden eder. Egemen kitle partileri,
devlet ideolojisinin kitlelere aktarılmasına hizmet eder ve seçim taktikleri
aracılığıyla seçmenlerin rızasının manipüle edilmesine yardımcı olur. Tüm
bu gelişmeler -devletin ekonomiye müdahalesi, demokrasi krizi, egemen
kitle partileri- görece özerkliğini tanımlayan sınırlar içerisinde kapitalist
devletin demokratik kutuptan otoriter kutba kaymasını temsil eder.
Poulantzas'ın "otoriter devletçilik" adını verdiği böyle bir politik rejim,
kendi içeriğini zayıflatarak politik oluşumun ekonomik oluşumdan biçimsel
376
olarak ayrılmasını sürdürmeye çalışır. Bu amaca çok sayıda vasıta ile ulaşı
lır: "kitlelerin politik karar verme merkezlerinden daha fazla uzak tutulma
sı; yurttaşlar ile devlet aygıtı arasındaki mesafenin artırılması, benzeri gö
rülmemiş bir devlet merkeziyeti; 'katılım' tasarıları aracılığıyla kitleleri daha
kolay yönetme stratejileri; özet olarak, politik düzeneklerin otoriter karakte
rinin daha da keskinleştirilmesi" (Poulantzas 1978, 238).
Poulantzas'ın varsayımının daha iç karartıcı yönü, seksenli yıllardaki po
litik yeniden yapılanma süreci ile çok yakından örtüşür. öngördüğü daha
iyimser olasılıklar, ne yazık ki gerçekleşmemiştir. Poulantzas, tekelci kapi
talizmin uluslararasılaşmasının yol açtığı "demokrasi krizinin" politik sınıf
mücadelesi için yeni ve tamamı işçi sınıfının aleyhine sonuçlanacak türden
olmayan koşullar yaratmasını ümit etmişti. Müdahaleci devletin sınıfsal ön
yargıları gittikçe daha fazla gözler önüne serildiği için, Poulantzas takip
edilen yöntemlerin gittikçe daha da politize edileceğini ve bu artan politik
karşıtlığın sermayenin tahakkümünü güçlendirmekten çok zayıflatabilece
ğini düşündü. Devletin ekonomik politikalarının, aldığı halk devletinin,
özellikle de kapitalist burjuvazi ile "beyaz-yaka" orta sınıf arasındaki politik
ittifakın sorgulanmasına neden olmasını ummuştu. Poulantzas'a göre böyle
bir ayrılık, kapitalist devletin meşruiyetine hesap edilemez bir darbe indi
rebilecek ve bürokratik yönetimin daha yüksek katmanlarını kutupsallaştı
rarak devlet aygıtları için temel bir öneme sahip olacaktı.
Buna karşın, faşizme ilişkin muhteşem çözümlemelerin yazarı olan Pou
lantzas, ekonomik ve politik kriz bağlamında orta sınıf popülizminin taşıdı
ğı otoriter potansiyelin oldukça farkındaydı. Seçim politikalarına duyduğu
son dere haklı korku, orta sınıfı işçi sınıfından ayıran ideolojik sınıra yöne
lik değerlendirmelerine ve Fordizmin burjuva egemenliğinin yapısal kökle
rini derinleştirmekte gösterdiği başarının farkında olmasına dayanıyordu.
Fordist devlet, Kitle tüketimini ortaya çıkarıp koordine ederek ve Keynesçi
yeni-şirketçi politikalar aracılığıyla ekonomiyi yönlendirerek, çok uluslu ka
pitalizmin tahakkümüne karşı verilebilecek ulusal politik mücadeleleri tas
fiye etmiştir. Poulantzas, Fordizmin krizini yaratan ve krize zemin hazırla
yan yapısal gelişmeleri uzlaşmaz bir bütünlük içerisinde gözler önüne ser
di. Eğer bugün yaşasaydı, onun umutlarını boşa çıkarıp, korkularının haklı
olduğunu gösteren Yeni Sağın seçim politikalarına pek şaşırmazdı. Ort sınıf,
kapitalist devletin anlaması güç olmayan sınıfsal ön yargıları dolayısıyla ce
saretsizliğe kapılmak şöyle dursun, kendisini devletle daha önce hiç olma-
377
dığı kadar özdeşleştirebilmek için devletin insancıl damarını söküp atmıştır.
Ekonomik güvencesini ve eski yaşam standarhnı kaybeden orta sınıf, soru
nun gerçek kaynağı olan kapitalizmin uluslararasılaşma sürecine ya da ye
ni muhafazakar devletin çıkarlarına en az Fordist öncülleri kadar hizmet et
tiği tekelci sermayenin tahakkümüne karşı değil, toplumun çoğunluğunu
oluşturan işçi sınıfına ve işçi sınıfının hyali politik ve ideolojik müttefikleri
ne karşı vahşice bir tepki gösterdi. Orta ve düşük orta sınıf, yirmili ve otuz
lu yıllardaki Avrupalı seleflerine üstün gelip, altlarında kalan bütün sınıfla
ra ve sınıf fraksiyonlarına karşı politik ve ideolojik bir kıyım harekatına gi
rişti. Bunun sonucu faşizm değilse bile, faşizm ile olan aile bağlarını görmek
güç değildir.
378
Notlar
Giriş Niteliğinde Bir Sonuç
1 . Kitap bazındaki incelemeler için şu eserleri öneririm: Karsz 1974 (Althusser'in
tüm yazılarını geç dönem eserlerindeki sınıf mücadelesi vurgusunda konumlandır
mak açısından önemli bir eser); Callinicos 1976 (yapısal nedensellik üzerine başarılı
bir çalışma olsa da, Althusser'in felsefe, bilim ve ideoloji anlayışına karşıtlık oluştu
rur); Benton 1984 (Althusser ve Althusser'i eleştiren düşünürleri başarılı bir şekilde
ele alan, Yapısal Marksizm üzerine genel bir bakış); Elliott 1987 (Politik anlayışı
ışığına Althusser'in teorisini ele alan güçlü bir anlahm; fakat Althusser'in kuramını
politikaya indirger) . Eleştirmenler arasında: Ranciere 1 974, Hirst 1 979 ve
Glucksmann 1978 okunma değerini korumaktadır. E. P Thompson'ın 1978 tarihli
çalışması, gereğinden fazla sert bir yaklaşımla olduğu kadar, konu üzerinde yeter
ince bilgi sahibi olmadan kaleme alınmış olsa da, kült statüsüne kavuşmuştur.
Ayrıca bkz. Vincent ve diğerleri 1974. Althusser'in yayınlanmış çalışmalar üzerine
eksiksiz bir kaynakça için, bkz. Elliott 1987.
379
Marx ve Marksizme yönelik değerlendirmeleri için, bkz: Lichteim 1965; Avineri
1968 ve Gouldner 1982. Yapısal Marksizm üzerine başarılı bir değerlendirme için,
bkz: Therbom 1976.
4. Althusser'in yetmişli yıllarda Parti bürokrasisine duyduğu gitgide daha da
artan hayal kırıklığı için, bkz: Althuser 1978a, Althusser 1978 ve 1977. Althusser'in
1968 Mayıs olayları üzerine yazdığı mektuplar, M. Acciocchi 1973'te bulunabilir.
Althuser'in kitlelerin inisiyatifini ve katılımını Parti aygıtının çıkarlarına tabi kılan
Stalinist örgütlenme ve Fransız Komünist Partisinin reformist bir parlamenter par
tiye dönüşmesine karşı çıkarak üçüncü bir yöntem aradığı anlaşılmalıdır. Ranciere
1974 ve Elliot 1987, Althusser'in politik duruşunun evrimine ilişkin değerli öner
melerde bulunur.
380
Yapısal Marksist cephe içerisinde Leninist ve Gramscici eğilimler arasındaki
Avrupa Komünizmine ilişkin politik farklılıklar, Mandel 1978 (Troçkist bir eleştiri),
Clauin 1978 (Sol-Avrupa Komünizmin bakış açısından) ve Boggs 1982'de (post
Marksist bir değerlendirme) görülebilir. Fransa'nın tarihsel durumu ve Fransız
Komünist Partisi için, bkz: Ross 1982; Jenson ve Ross 1984. Fransız Komünist Partisi
içerisindeki anlaşmazlıklar, Kelly 1982 ve Vargas 1978'de incelenmiştir. Seksenli yıl
lardaki politik olaylar için, bkz. Ambler 1985; Cemey ve Schain 1985; Ross ve Jenson
1988; Singer 1988.
7. Profesyonel orta sınıf- yeni küçük burjuvazinin sınıfsal konumu, bana göre en
iyi, toplumsal sınıf kavramını yeniden formülleştiren Erik Olin Wright tarafından
geliştirilmiştir (Wright 1985; ayrıca bkz Wright ve diğerleri, 1989). Wright'ın çalış
maları Poulantzas'tan ve John Roemer'in (1986; 1988) geliştirdiği "sömürüye ilişkin
emek teorisinden" etkilenmiştir. Kendisi gibi "analitik" Marksist olan Jon Elster'ın
aksine, Roemer, oyun teorisi ve matematiksel model gelişimi kavramları aracılığıy
la Marksist toplumsal kurama olumlu katkılarda bulunmuştur. Fakat katkıları, rasy
onaliteye ilişkin tarih dışı ve bireyci varsayımları tarafından sınırlanmıştır. Son
tahlilde, Roemer'in oluşturduğu modellere tarihsel-geçişsiz bir boyut dahil
381
edemediği söylenebilir. Analitik Marksistler, ilginç bir Marksist tarih eleştirisi ile,
tarih bilimini felsefeye, özellikle de deneyci bilim felsefesine, yani nominalizm ve
metodolojik bireyciliğe tabi kılmaya yönelik neo-pozitivist bir girişim arasında
gidip gelir. Bu hamle, bir tür radikalizme zemin hazırlayabilir. örneğin Roomer
neo-pozitivist yöntemleri tutucu görüşlere karşı kullanır. Daha açık bir örnek ver
mek gerekirse, John Elster (1985), Marksizme saldırmak ve neo-liberalizmden ayrıl
ması neredeyse olanaksız bir felsefi tutumu savunmak için metodolojik bireycilik
ten yararlanır. Analitik Marksizme yönelik eleştirel bir değerlendirme için, bkz.
Ware ve Nielson 1989; Callinicos 1989; Levine, Sober ve Wright 1987.
382
ilgileniyordu. Rus Devriminde işbaşında olan sınıfsal güçler ya da Bolşevizmi bir
proletarya diktatörlüğünden proletarya üzerinde uygulanan diktatörlüğe
dönüştüren sınıf mücadeleleri ve politik güçlükler, hiçbir zaman araşbrma nes
nelerini oluşturmamıştır. Troçki'nin "ihanete uğramış devrim" yorumu bile,
Stalin' in "şeytani dehası" ile parti iktidarının totaliter anlayışı temelinde bir çözüm
leme yapabilmek için sınıfsal çözümlemeyi göz ardı etme eğilimi gösterir. Yapısal
Marksistler, öncelikle halk demokrasisini geliştirmek yerine üretici güçleri geliştir
ilmesine ağırlık veren Stalinist anlayışı, ikincisi yeni bir teknokratik egemen sınıfın,
devlet burjuvazisinin zaferiyle birlikte sona eren Sovyetler Birliği içerisindeki sınıf
mücadelelerini vurgulayarak daha karmaşık bir çözümleme sunar )bkz. Althusser
1976, 78-93; Bettelheim 1983; 1982; 1978, 1976) . Bu çabalar, totaliter yönetimin dog
malarından kurtulmaya çalışan Anglo-Amerikan revizyonist düşünürlerin çabaları
ile paralellik gösterir. Bu revizyonizmin yakın zamanlardaki örnekleri için bkz.
Fitzptrick 1982; Getty 1985; Viola 1987; Kromiya 1988. Kuşkusuz bu çalışmalar, on
ciltlik eseri Sovyet Rusyası Tarihi' nin sonularını Carr 1979' de özetlemiş olan ilk
revizyonist E.H. Carr' ın başarıları üzerinde temellenir.
383
11 . R. Jacob ve Margaret C. Jacob, bilimsel devrimin toplumsal ve politik bağlamı
ile felsefi ve dini sonuçlarını aydınlahcı ve yenilikçi bir bakış açısıyla çözümler.
Bilimsel bilginin Bah kültürünün ayrılması bir parçası haline gelmesine zemin
hazırlayan tarihsel sürece yönelik genel bir inceleme için, bkz. Margaret Jacob
(1988) .
12. Yapısalcılığa ilişkin faydalı çözümlemeler için, bkz. Hawkes 1977; Jameson
1972; Culler 1975; Coward ve Ellis 1977; Merquior 1986. Post-yapısalcılık ve daha
kapsamlı bir felsefi ve yazınsal bağlam için, bkz. Anderson 1984; Dews 1987;
Descombes 1980; Eagleton 1983; Lentricchia 1980; Gasche 1986 (Derride ve onun
felsefi tasarısına ilişkin en iyi çalışma).
13. Post-Marksist Emesto Laclau ile Chantal Mouffe'nin " demokratik devrim"
anlayışının ölümcül hatası budur (Laclau ve Mouffe 1985). Laclau ve Mouffe, poli
tik ve ideolojik söylemleri, ekonomik belirlenim ve sınıfsal konumlardan bağımsız
özerk sistemler şekline tanımlar ve insanın doğasında bulunan demokrasi isteği
sonucuna yazılan ve toplumsal belirlenimlerden bağımsız bir "özgürlük hikayesi"
şeklinde özetlenen bir tarih anlayışını savunur. Laclau ve Mouffe'ye göre,
"demokratik devrim" kavramı, ekonomi ve toplumsal sınıflara başvurmadan ide
olojik ve politik araçlarla "özerk" bir şekilde oluşturulması gereken bir söylenceden
ibarettir. Söyleme yönelik bu kadar mantıksız bir değerlendirme, neden bir
demokrasiye sahip olmadığımızı açıklayamaz ve post modem popülist sloganların
ötesine geçemez. Laclau, daha erken dönemlerde yazdığı bir kitabında (Laclau
1977), popülizmin, sınıf kavramına başvurmadan halkın çıkarlarını "iktidar bloğu
nun" karşısına çıkaran demokratik bir söylemdir. Fakat Laclau, bir üretim biçiminin
politik pratika "görece özerk" bir yer ve işlev verdiği düşüncesini inatla reddettiği
için, popülist söylem kategorilerin son tahlilde ekonomik yapı ve ilişkiler tarafından
belirlendiği gerçeğini kabul edemez. Sınıf mücadelesi, popülist söylem içerisinde
açık bir şekilde bulunmak şöyle dursun, " halk" gibi kolektif politik kategorilerin
ardına gizlendiği için, popülizm her zaman irrasyonalist bir yaklaşımdır. Fakat
popülist söylem, ideolojik ve politik yapılar aracılığıyla yansıtılan ekonomik sınıf
sal belirlenimlerin dolaylı bir etkisi olduğu için, popülist irrasyonalizm rasyonel bir
şekilde kavranabilir.
384
özellikle kimin isteyebileceğini, bazı insanların demokrasiyi- ya da demokrasinin
farklı unsurlarını- diğerlerinden daha fazla isteyip istemeyeceğini açıklayamaz.
Sosyalizme yönelik yeni, umut verici bir vizyona ihtiyaç duyduğumuz gerçeği yad
sınamaz; böyle bir vizona toplumsal kuramın eleştirel süzgecinden geçmiş post
modern bir lobotomi aracılığıyla ulaşabileceğimiz düşüncesi ise gülünçtür.
Laclau ve Mouffe, Barry Hindess, Paul Hirst ve diğerleri ile birlikte, politik
istenççilik ve felsefi irrasyonalizme kucak açmak üzere yapısal nedensellik, görece
özerklik ve toplumsal sınıf gibi Yapısal Marksist kavramları reddeden post
Marksist post-modernizmin post-Althuserci cephesini oluşturur. (bkz. Birinci
bölümdeki Hindess ve Hirst değerlendirmem).
1. Bölüm
3. P. Anderson 1976a, 65-66; Patton 1978; Elliot 1987. Althusser'in, Spinoza ile
ilişkisine yönelik kendi yorumlarına rağmen bu yanlış anlamalar devam eder. Ben,
Spinoza'ya yönelik kendi anlayışımı Hampshire (1987), Curley (1988) ve
Macherey'in tartışmalı olduğu kadar ilginç çözümlemesine borçluyum.
386
özdeşliğini," düzensiz gelişme açısından tanımlar. Bu bakış açısı, karşıtlıkların içsel
liğini eğil dışsallığını- karşıtlıkların yapıların içinde değil arasında yer aldığını
savunan Godelier'in de paylaşhğı, Hegelci anlayışa karşıt bir anlayışhr.
387
ekol tarafından ortaya çıkarılmadığı belirtilmelidir. Bu eleştirinin ilk emareleri
İngiltereli eski Troçkist Tony Cliff (1974; ilk yayınlanma tarihi, 1948), C.L.R James'ın
yazıları ve kırklı yılların sonu, ellili yılların başında öne çıkan eski Troçkistlerin
çalışmalarında gözlemlenebilir.
2. Bölüm:
Böyle bir bakış açısında [üretim biçimi kavramında], toplumsal oluşum içerisin
deki "oluşum" tasarımı, daha başka öğelerin tasarlanmasına zemin hazırlar: tarih
sel çözümlemenin tarihsel dönüşümden önce var olan, değişmez esas nitelikleri. Bu
da "ekonomik" kavramının, feodal ya da kapitalist üretim biçiminde, aslına bakılır
sa bütün üretim biçimlerinde aynı anlama geldiği anlamına gelir. Kısacası, politik
ekonomi ve burjuva tarih yazıcılığının ideolojik varsayımlarına geri dönmek gibi
bir tehlike arz eder. (E. Balibar 1974, 230-31).
390
Antropoloji: Başlangıç Niteliğinde bir İnceleme (1978). Kahn, Llobera ve Seddon
tarafından derlenen değerli makalelerin yanı sıra, Bloch 1975 ve Friedman ve
Rowlans 1977, Ayrıca bkz. Yapısal Marksist antropolojiye ayrılmış özel bir cilt olan
Dialectiques 21 (1977).
10. Terray'in üretim güçlerinin önceliğine yönelik ilk savunması ile Rey ve
Meillassoux'nun görüşlerine karşıtlık oluşturan değerlendirmeleri karşılaştırmak
için Marksizm ve " İlkel" Toplumlar eserine odaklanıyorum. Terray'in Batı Afrika' da
ticaret ile politik otoritenin oluşturulması arasındaki ilişki bağlamında birbirine
eklemlenen üretim biçimlerinin baskınlık ve tabiiyet üzerine görüşlerindeki
gelişmeler şu eserlerde takip edilebilir: Terray 1974; 1975; 1977; 1985.
11 . Rey üzerine daha fazla değerlendirme için, bkz. Foster-Carter 1978; Bradby
1980; Brewer 1980. Rey üzerine yapılan incelemelerde, eleştirmenler Rey'in çalış
malarının sadece bir yönüne - akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi,
emperyalizm, feodalizmden kapitalizme geçiş süreci vs.- odaklanarak diğerlerini ya
da hepsini tek bir sorunsalda birleştiren unsurları göz ardı eder.
12. Üretim biçimleri çözümlemesi ile bağımlılık kuramına yönelik küresel sistem
yaklaşımı arasındaki karşıtlığı abartmak istemiyorum. Benim burada savunduğum
sorunsal, her iki çözümleme düzeyine de yer verir; ulusal, bölgesel ve küresel
yapılar arasında önemli ve gözle görülür farklılıklar olmasına rağmen, bu yaklaşım,
tikel toplumsal oluşumlar içerisinde her biri için çözümleme düzeyleri olması
gerektiğini vurgulaması ile aynı nedenden ötürü, her biri için bir çözümlemeye
gidilmesi gerektiğinin altını çizer. Bağımlılık ve küresel kapitalist sistem üzerine
elbette çok fazla şey yazılmıştır. Okuyucuyu, Andre Gunder Frank, Immanuel
Wallerstein, Emesto Laclau, Giovanni Arrighi, Arghiri Emmanuel, Robert Brenner
ve Srnir Amin' in çalışmalarını karşılaştırarak faydalı bir kaynakça sunan Brewer'ın
(1980) eserine yönlendirmek yararlı olabilir.
391
14. Rey'in geçişe yönelik çözümlemesine ilişkin eleştirel bir değerlendirme için,
bkz. Cutler ve Taylor 1972. Robin (1970) ve Postel-Vinay, Rey'in kavramsal
çerçevesini onsekizinci yüzyıl Fransa'sına uygulamayı dener. Comminel (1987),
Yapısal Marksist kavramları yanlış anladığı bir eserinde Rey, Robin ve Postel
Vinay'ı eleştirir. Comminel'in revizyonist eleştirisi- Fransız Devrimine yönelik
geleneksel Marksist yorumların kapitalizm kavramını, hala feodal bir karaktere
sahip üretim güç ve ilişkilerine dikkatsiz bir şekilde uyguladıkları yönündeki
görüşü- Rey' e karşı bir ölçüde bir ölçüde geçerlilik taşısa da, bu gibi konularda çok
dikkatli olan Robin ve Postel' e uygulandığında hedefi tutturamaz. Durum ne olur
sa olsun, bu kuramsal değil deneysel bir konudur ve çözüme kavuşturulmasının,
Comminel'in kavramaktan uzak olduğu Yapısal Marksist anlayışın geçerliliği (ya
da geçersizliği) üzerine hiçbir etkisi olmaz. Son olarak, Comninel'in "eski rejimin
gelişmiş kapitalizm ya a kapitalizmin ortaya çıkışından izler taşımadığı" (1987, 192)
yönündeki iddiası, savunulması imkansız bir abartının ürünüdür. Comninel,
Postel-Vinay' ın üretim ilişkilerinin fermiersten itibaren kazandığı kapitalist doğaya
ilişkin değerlendirmesini geçersiz kılmak konusuna başarısız olmakla kalmaz, aynı
zamanda soyluların Toulouse ve diğer bölgelerde başlattığı yadsınamaz ön-sanay
ileşmeyi göz ardı eder. Comninel, kuzey Fransa'nın kırsal kesimindeki ön sanay
ileşme sürecini de yine aynı şekilde yok sayar ve Bois, Kriedte ve diğerlerinin feo
dal birikimin mantığı ve kapitalizmin ortaya çıkışına ilişkin çalışmalarını dikkate
almaz. Benim bu çalışmalara yönelik değerlendirmem, eksiklikleri ne olursa olsun,
Comninel'in Yapısal Marksizme karşı yönelttiği kuramsal eleştirileri çürütecek
ölçüde yeterlidir. Bana kalırsa Rey, Robin ve Postel-Vinay'ın Yapısal Marksist bakış
açısı, Fransız Devrimini revizyonist iddialar ışığında "yeniden" düşünmek için yeni
bir kavramsal çerçeve sürecine zemin hazırlanmaktadır.
15. Robert Brenner, Brenner Tartışması adı verilen derlemenin bir kısmı şeklinde
yayınlanan makalelerde, Bois'yi tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan
tartışmasından farksız bir başka "politizm" ve "ekonomizm" tartışmasına daha
sokar. Bois, Brenner'ın sınıf mücadelesini temel alan bir bakış açısıyla feodalizm
krizine yönelik Malthusçu yoruma getirdiği eleştiriye verdiği cevapta, Brenner'i
"politisizm" ve feodal üretim biçiminin yapısal dinamiklerini yok saymakla suçlar.
Brenner ise, Bois'yi "ekonomizm günahının bedeli olarak sonsuz cehennem azabı
na mahkum eder. Brener'in Bois'ye karşı yönelttiği argümanlar, diğer eleştirmenlere
karşı ortaya koyduğu iddialardan büyük ölçüde daha zayıftır. Bunun nedeni önce
likli olarak faydalandığı eğreti taktikler değildir. Brenner, Bois'nin feodal vergi sis
teminin "politik" doğasını ve bunun için verilen sınıf mücadelesinin "politik"
392
doğasını" kavradığını kabul etmek istemez ve bu sınıf mücadelesinin bir sonucu
olarak aristokratik politik merkeziyetçiliğin olabilirliği ve kuşkusuz kaçınılmazlığı
na ilişkin argümanlannı reddeder. Brenner'in, derebeylerinin politik iktidarı ve
örgütlenmesine yönelik kendi vurgusu, son makalesinde çok fazla değişikliğe uğra
masına rağmen, politik iktidarı somutlaştırmaya devam eder Brenner, Rey'in ken
disinden çok daha önce seçtiği yolu takip ederek, sınıf iktidarını üretim güç ve ilişk
ilerinden bağımsızmış gibi ele alır. Sınıfları oluşturan üretim güç ve ilişkileri iken,
sınıf iktidardan nasıl ayrı tutulabilir? Brenner, Bois'nin feodalizme yönelik genel
anlayışını böylelikle çürüttüğünü zannederek, Fransa ve İngiltere arasına ilginç ve
ikna edici bir karşılaştırmada bulunur. Fakat tek başarısı, İngiltere ve Fransa' daki
örneklerin farklılık dereceleri, yani feodalizmi mantığı içerisindeki düzensiz ve bir
leşik gelişmeleridir. Bu durumu Bois'nin kendisi de açık bir şekilde kavrar.
Brenner'in temel argümanı -benzer feodal koşullardan farklı sonuçlar açıklanabile
ceği için, bağımsız değişken üretim biçimi değil, sınıf iktidarı olmalıdır- tek
kelimeyle yanıltıcıdır. İngiliz derebeyleri, Fransız muadillerinden daha fazla sınıf
iktidarına sahip olsaydı, bunun tek sebebi İngiltere' deki üretim güç ve ilişkilerinin
Fransa' dakilerden önemli ölçüde farklı olması olurdu.
16. Bu tartışmanın pek çok boyutu vardır; buna karşın temel ayrım, (öncelikle
şehirlerin, tüccarların ve pazarların kapitalist doğasını, ikinci olarak kapitalizmin
evriminde şehirler ve ticaretin önceliğini savunan) Pirenne-Polanyi Wallerstein
cephesi ile (zirai dönüşümün önceliğini olmasa bile önemini vurgulayan ve bütün
ekonomik değişim değerlerinin kapitalist bir tabiata sahip olduğu görüşünü redde
den) Mar-Dobb-Bois-Brenner cephesi arasındadır. Elbette bu tartışmalar, biçimciler
ile özselciler, Marksistler ve Weberciler, üretim biçimi çözümlemesine karşı bağım
lılık teorisi savunucuları vs. arasındaki tartışmaları yansıtır. Kriedte, şehirlerdeki
feodal sınıfların (tüccar ve zanaatkarların) kapitalist sınıflara (mülk sahiplerine ve
işçilere) dönüştüğünü, aynı zamanda derebeyleri ve köylülerin toprak sahiplerine,
kiracılara ve ücretli işçilere dönüşme süreci ile eklemlendiğini vurgulayarak
Bois' nin izinden gider.
393
tıları ile açıkladığı argümanlarla benzerlikler gösterdiğini belirtmenin sakıncası
olmadığı kanısındayım. Bhaskar'ın öne sürdüğü "aşkın realizm" gibi daha güçlü
iddialardan kaçınsam da (Newton-Smith ve Ruben'in argümanlarını daha ikna
edici buluyorum), Althusser'in düşünsel konumunu Bhaskar'ın Naturalizmin
Olanaklılığı kadar başarılı bir şekilde ifade eden başka bir eser bilmiyorum.
Althusser'in konumunu Althusser'in kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya koy
duğu için, Bhaskar'ın ontolojik realizm ve epistemolojik rölativizm kavramlarını
Althusser'in (kuşkusuz Bhaskar' ın ilk çalışmalarına esin kaynağı oluşturan)
materyalist tezlerine uyguladım. Althusser'in bilim felsefesi ile ilgili değer
lendirmelerimi oluştururken, iki muhteşem yazıdan O'Hagan 1981 ile Gordy
1983'ten ve elbette yine Althusser'in felsefi konumundan beslenen, Bachelard ve
Canguilhem üzerine başarılı bir Yapısal Marksist çözümleme olan Lecourt 1975'ten
yararlandım. Son olarak, Kolakowski'nin pozitivizm tarihine yönelik akıcı değer
lendirmesi (1968) ile Novack'ın Dewey'in pragmatizmini ele aldığı başarılı
eleştiriye (1975)teşekkür borçluyum.
2. Althusser üzerine yazılmış en iyi eleştiriler bile, onun erken dönem ve son
dönem eserleri arasındaki bağlantıları tatmin edici ölçüde incelemeyi başaramaz.
Benton'un (1984) Althusser'in bilim anlayışına ilişkin benimsediği yeni felsefi tutu
ma yönelik yorumları, Callinos' un 1982 tarihli çalışması, Althusser' in
(Poulantzas'ın, epistemolojinin tarihsel materyalizme tabi kılındığını söyleyerek
son derece isabetli bir teşhiste bulunduğu) son düşünsel konumunun, bilim/ ideolo
ji ayrımını sürdürmesi nedeniyle tutarsız olduğunu öne sürerek sorunu yanlış bir
şekilde ele alır. Callinicos, Althusser'in en son bilim/ ideoloji ayrımının, epistemolo
jik saltçılığın tüm sahteliklerinden sıyrıldığını ya da Althusser'in bilimin özdeksel
kavramları ile felsefenin mantıksal kategorileri arasında yaptığı ayrımı anlamamış
gözükmektedir. Buna karşın, Callinicos, tarihsel materyalizmi üretkenliğinden
dolayı (Lakatos'un fikirleri temelinde) savunduğu kendi çözümü, Althusser'in
düşünsel hamlesinden farksız olsa da, Althusser'in bu bilgi etkilerini felsefenin
Kampfplatz'ında açıklayan ve savunan materyalist ve realist bir tutumun gereklil
iğine ilişkin duyarlılığından yoksundur.
394
Bu suçlamalar arasında en tartışmalı olan, Stalinizm suçlamasıdır. E.P.
Thompson Althusser'i "Stalinizmi teori düzeyinde yeniden oluşturmaya çalışmak
la" suçlar (Thompson 1978, 323). Alvin Gouldner ise "Stalinizm için bir fırtına
mahzeni" sunduğunu düşünür (Gouldner 1977, 450). Lire Le Capital'in yazarların
dan biri olan Jacques Ranciere, Althusser'in Parti bürokrasisinin gücünü zayıflat
mak ve kuram içerisindeki varlığını ortadan kaldırmaya dayanan ilk projesinin,
"hümanizm" üzerine ortaya attığı görüşleri dolayısıyla kendi kendisini geçersiz
kıldığı görüşündedir. Ranciere' e göre, Althusser bu tartışmalarda kuramın özerk
liğini kesinlikten uzak bir üslupla savunarak Parti liderliğinin çıkarlarına hizmet
etmiştir; bkz. Ranciere 1974. Althusser'in kuramının politik içeriğine ilişkin daha
ölçülü bir eleştiri için, bkz. Gerrata 1977 ve 1977a; ayrıca bkz. Fransız dergisi
Dialectiques'in Althusser özel sayısı, 15-16 (Sonbaha6, 1976) . Althusser'e yöneltilen
Stalinizm suçlamalarına karşı kaleme alınmış bir savunma için bkz. P. Anderson
1980, dördüncü bölüm, Benton 1984, 14-23.
395
5. Decombes, Fransa'daki düşünsel atmosfer üzerine yazdığı popüler
incelemesinde, Althusser'in daha sonraki eserlerinde "Althussercilikten uzak
laşarak politik oluşumun kuramsal oluşumdan önce geldiği düşüncesine dayanan
eski yaklaşıma geri döndüğünü" öne sürer (Descombes 1980 134) . Althusser'in
"Kapital' e ônsöz" çalışmasındaki tartışmasından alıntı yapar. Althusser bu tartış
mada entelektüellerin Kapital'i anlamakta güçlük çekerken, işçilerin kolaylıkla
anlamasının nedenlerini açıklamaya girişir: "Sınıf sömürüsünün üstünü örtmek için
elinden gelen her şeyi yapan burjuva ideolojisi, entelektüellerin gözünü kör eder.
İşçiler ise, küçük burjuva ideolojisinin sırtlarına yüklediği ağırlığa rağmen, bu
sömürüyü gündelik yaşamlarını oluşturduğu için görebilirler" (Althusser 1971,
100). Docombes, bu ifadelerden, "Althusser'in bu şekilde deneyim ve 'yaşanana'
geri dönerek, Marksizme epistemolojik bir temel verme girişimi terk ettiği ve daha
önce iyi yeterince iy.i olduğu düşünülen görüngüsel temele dönüş yaptığı"
çıkarımında bulunur (Descombes 1980, 135) .
396
6. Genel taktik, Althusser'in düşüncesinin, benimsediği politik cephenin bir yan
sıması olduğunu öne sürmektir. Althusser' e karşı yöneltilen Stalinizm suçlamalarını
ele alırken, bu taktikten söz etmiştik Fakat bu tutum, Althusser'in düşünsel gelişi
mini geçirdiği politik aşamalarda- Leninizm, Maoizm, Avrupa Komünizmi ve son
olarak Fransız Komünist Partisi ile yaşadığı moral bozucu kopma- konumlandıran
Elliot'un 1987 tarihli çalışmasında açık bir şekilde görülebilir. Elliot'un ortaya koy
duğu politik kronoloji ile Althusser'in komünist enternasyonalizme duyduğu inanç
ve Fransız Komünist Partisi liderliğine karşı hayal kırıklığının şiddeti inkar edile
mezse de, Elliot'un yaptığı gibi kuramı politikaya indirgeme eylemini mazur
görmek imkansızdır. Althusser'in Fransız Komünist Partisi ile küresel komünizme
olan politik bağlılığı, kuramsal girişimi ile her zaman istikrarsız bir ilişki içerisinde
olmuştur. Kitlelere duyduğu politik inanç ve hayal gücü yüksek bir liderlik ve
kitlelerin taleplerinden uzaklaşmayan bir oluşum" örgütleme kapasitesine sahip
devrimci bir parti arzusu, kendi sorunsalını mevcut komünist toplumsal oluşumlar
ve küresel ekonomiye bilimsel olarak uygulaması ile hiçbir zaman kolay bir şekilde
örtüşmedi. Belki de Althusser, Elliot'un düşündüğü gibi, önce Fransız Komünist
Partisinin Stalinist bürokrasisini, ikinci olarak partinin, bilimsel bir önermeden çok
bir inanç nesnesi olarak gördüğü "kitleleri" harekete geçirmek konusundaki
başarısızlığına ilişkin kuramsal girişimini suçlu tuttu. Belki de Althusser'in kişisel
trajedisinin asıl kaynağı, politik inanç ile nesnel gerçeklik arasındaki gittikçe daha
fazla genişleyen uçurumdu. Bu gibi varsayımlar doğru olsa bile, Althusser'in eser
lerine yönelik kuramsal değerlendirmeler ya da tarihsel materyalizm üzerine
yürütülen kuramsal tartışmalarla ilgisizdir.
397
ilişkisi için, bkz. Bhaskar 1975. Althusser ile Bachelard arasındaki ilişki için, bkz.
Brewster 1971 ve Balibar 1978. Althusser'in sorunsalının matematik tarihine uygu
landığı ilginç bir metin için, bkz. Raymond 1978; 1977; 1973. Bu kez Stalinizm ile
bilim arasındaki ilişkiye ışık tutan bir başka ilginç uygulama için bkz, Lecourt 1977.
2. Hirst (1 979), Althusser'i çağrılmış özneden önce gelen imkansız bir öz (insan
birey) varsaymak ve toplumsal özne kavramını tek bir özne birey ile bir tutmakla
eleştirir. İlk eleştiri ile ilgili olarak, Althusser'in bireyler ile çağrılan özneler arasın
da yaptığı ayrımın, insanların toplumsal varlıklar olarak oluşturulmasını sağlayan
süreci açıklamak için kullandığı bir araçtan ibarettir. Althusser'in karşı çıktığı, bu
ikinci argümanının temelini oluşturan şey, Althusser'in, çağrıların odak noktasının
insanlar olduğu yönündeki iddiasıdır. Hirst, Althusser'in yöneldiği bu "kuramsal
hümanizme" karşı çıkarak, ekonomik oluşumların da toplumsal olarak oluşturul
muş özneler olduğunu, her birinin tikel bir varlığa, haklara ve güçlere sahip
olduğunu savunur. Şirketlerin gerçekliğini ya da iktidarını hafife almak istemem.
Fakat sahip oldukları "öznelliğin" birincil değil ikincil bir öneme sahip olduğunu
belirtmeliyim. Eylemde bulunan sadece insan öznelerdir.
3. Lacan üzerine çok fazla çalışma kaleme alınmıştır. Lacan'ı anlamak için faydalı
398
kaynaklar için, bkz. Lemaire 1977; Bevenuto ve Kennedy 1986; Macey 1988. Lacan
tarafından ya da hakkında yazılmış iki temel yazı derlemesine başvurulmalıdır:
Yale French Studies, 48. ve 55-56. Sayı (1972, 1977). Bu çalışma bağlamına şu eserler
özellikle önemlidir: Jameson 1977; Cowar ve Ellis 1977; Badiou 1982. Althusser'in
Lacan'ın projesine verdiği destek, " Freud ve Lacan (Althusser 1971, 189-219) adlı
çalışmada görülebilir. Althusser, Lacan'ın formülasyonlarından gittikçe daha fazla
uzaklaştı ve en sonunda ona, " muhteşem, patetik bir Harlequin" yakıştırması yaptı
(bkz. Clement 1983, 20, 206-7 n. 14). Benim Lacan üzerine yaptığım özet niteliğinde
ki çözümlemede Lowe' un 1982 tarihli çalışmasından yararlanılmıştır.
5. Althusser, Therbom ile girdiği kişisel bir diyalogda, " Devletin İdeolojik
Aygıtları" kavramının kuramsal gerekliliğini savunmaya artık hazır olmadığını,
önemli olan noktanın ideolojik aygıtlar ile Devlet arasındaki ilişkinin kavranması
olduğunu" açıklar (Althusser, Therbom 1980' de, 85).
6. Yeni Felsefe için, bkz. A Glucksmann 1980 ve Levi 1982. Ayrıca bkz. Chicago
Review'in Yeni Felsefeye ayrılmış özel sayısı (1981). Benim yaptığım eleştirmeler
konusunda özellikle borçlu olduğum çalışmalar için, bkz. Dews 1985; Lecourt 1978;
Poulantzas 1978. Bana göre Ranciere'in solculuğu ile Yeni Felsefecilerin yeni-tutucu
luğunu birbirinden ayırmak önemlidir. Ranciere (1985) Althusser'in bilim-ideoloji
ayrımına yönelik önemli eleştirilerde bulunsa da, bu eleştirilerin çıkış noktası
büyük ölçüde Ranciere'in aşırı istenççiliği ve irrasyonalizmidir. Ranciere, bilimsel
pratiğin görece özerkliğini savunmaya yönelik her türlü girişimi reddeder ve bilim
sel pratiği sadece ideolojiye indirger. Althusser, üniversite aygıtları içerisindeki
teknik ve toplumsal iş bölümlerini birbirinden ayırmaya çalışıp, ilkinin değerini
savunup ikincisinin deforme edilmesini eleştirirken, Ranciere, üniversitenin sınıf
mücadelesinin kendi içinde böldüğü çelişkili bir tabiata sahip bir aygıt olarak değil,
sınıf mücadelesinin nesnesi olan bir baskı unsuru şeklinde değerlendirilmesi gerek
tiğini savunur. Althusser, üniversite aygıtlarının sınıfsal tabiatını hafife almaktan
suçlu bulunabilirse de, Ranciere'in yöntemini takip ederek bilimi ideolojiye indirge
mek için hiçbir sebep yoktur. Ranciere, Çalışma ile Geçen Geceler: On dokuzuncu
Yüzyıl Fransasında İşçilerin Hayali (1989) adlı çalışmasında, ideolojik mücadele ve
işçi sınıf istenççiliğine ayrıcalık tanımaya devam eder. Bu eser, işçi sınıfı bilincine
yönelik genel çözümlemelere karşı yöneltilmiş şiddetli bir saldırı olması açısından
ilginçtir; diğer yandan - bu arada, Althusser'in ideoloji anlayışı ile bütünüyle tutar
lılık gösteren- bu çaba, Ranciere'in yapısal belirlenim ve bilimsel realizme duyduğu
amansız nefret nedeniyle önemli kusurlara sahiptir.
Foucault üzerine çok fazla şey yazılmışhr. İçlerinde en " yetkili" yorum, Dreyfus
ve Rabinow'un 1983 tarihli çalışmasıdır; bir başka başarılı ve kapsamlı inceleme de,
Foucault'nun çevirmeni Alan Sheridan (1980) tarafından gerekleştirilmiştir.
Merquior (1985), Dreyfus ve Rabinow'un aksine, Foucault'nun eserlerindeki neo
anarşist Nietzscheci unsurları dikkatle mercek altına almıştır. Merquior ayrıca,
Fo'ucault'nun düşünsel yaşamı boyunca ortaya çıkan kavramsal çelişkilerine dair
faydalı bir çalışma sunar. Foucault ile Yeni Felsefeciler arasındaki ilişki için, bkz.
Dews 1979 ve 1984; Lecourt 1978; Poulantzas 1978. Ben, Foucault'nun yetmişli yıl
lardaki eserlerinde gözlemlenen İktidar kavramının ontolojik ve korkunç bir
oluşum şeklinde tasarlanmasına ilişkin argümanlarımı Dews ve Poulantzas'ın
görüşleri temelinde oluşturdum. Foucault'nun erken dönem eserleri için, bkz,
White 1978 ve Lecourt'un (1975) eserinde Foucault'ya ayırdığı bölüm. Foucault'nun
son dönem eserleri için, bkz. White 1979 ve Megill 1979. Deleuze'ün Foucault
üzerindeki etkileri için, bkz. Callinicos 1982. Megill (1985), Foucault'yu Nietzsche ve
400
Heidegger geleneği içerisinde konumlandırsa da, Deleuze' ün temsil ettiği neo
Nietzscheci Sol' un özgünlüğüne karşı duyarsız kalır. Rabinow ve Dreyfus'un çalış
malarında, Deleuze ve Althusser'le ilgili ifadelere rastlamayız. Foucault'nun
Althusser'in kavramlarına olan olumsuz bağlılığı (bkz. Lecourt 1075), Birleşik
Devletler' deki Foucault hayranları arasında dışarı vurulmayan büyük bir sırdır.
Sheridan, Althusser'in etkisinin olasılığını kabul eder gibi olsa da, bu durumu
Foucault'nun kendi inkar sözleriyle şiddetli bir şekilde reddeder (bkz. Sheridan
1980, 214). Postmodem Sol içerisinde, Foucault'nun eleştirel tutumdan uzak bir şek
ilde kabul edilmesi, Poster'in (1984) değerlendirmelerinde iyice öne çıkar. Poster'
göre, Foucault, üretim biçimi kavramının yerine geçen "bilgi biçimi" kavramını
keşfeden ilk kişidir ve çağdaş toplumsal teori için en uygun eleştirel kuram budur.
Teknolojik devrimin bilgi işlem ve denetim mekanizmaları açısından taşıdığı önemi
yadsımasam da, üretim biçimi kavramının etkisini buharlı gemi devrimi ya da tel
graf devriminden daha fazla azaltması için bir sebep göremiyorum. Foucault'yu
post-modem bir bakış açısıyla ele alan bir başka değerlendirme için, bkz. Smart
1983. Foucault' nun Sade' dan Battaille' e uzanan düşün geleneği ile olan ilişkisi için,
bkz. Stoekl1985 ve Lash 1985.
2. Çağdaş dilbilimine yönelik kapsamlı bir eleştiri için, bkz. Pecheux 1969;
Pecheux ve Gadet 1981; Ducrot 1972; Henry 1977; Faye 1972. Bu eserlerin hepsi,
söylem ve dile yönelik, benim sadece Pecheux aracılığıyla değerlendirdiğim Yapısal
Marksist bir yaklaşımı paylaşır. Pexheux'ya yönelik başka değerlendirmeler için,
bkz. Macdonell 1986; Macabe 1979; John Thompson 1984. Adı geçen son eser,
yazarının Pecheux, Faye, Bourdieu ve Althusser'ın buluştuğu ortak paydayı teşhis
edememesi nedeniyle kusurlar taşır.
402
6. Bölüm: Sınıf lktidan, Politik İktidar ve Kapitalist Devlet
3. Örneğin, bkz. Bridges 1974 ve Milliband 1973. Bu eleştiri, asıl noktayı, politik
oluşumun, ekonomik oluşum tarafından sınırlandırılmasının konjonktürel olmanın
yanı sıra, tarihsel ve yapısal bir durum (üretim biçiminin matris etkisi ve toplumsal
sınıf ve politik pratik kavramları) olduğunu gözden kaçırır. Mlliband ve
Poulantzas'ın kapitalist devletin sınıfsal doğasına ilişkin ünlü tartışması,
Milliband'ın özne merkezli sınıf iktidarı değerlendirmesi ve Poulantzas'ın yapı
merkezli yaklaşımın ortak bir paydada buluşamaması nedeniyle hiçbir sonuca
403
ulaşamaz. Çünkü her iki taraf da, kendi konumları arasındaki mesafeyi kapatacak
ideolojik çağrı, geçerli etkiler ya da toplumsal sınıf gibi kavramları ortaya atmamak
tadır. Bu tarhşma için, bkz. Milliband 1973; Poulantza 1969; Poulantzas 1976;
Milliband 1970.
Faşizmin yükselişi aynı zamanda işçi sınıfı güçleri ile burjuvazi arasında bir
karşıtlığı içerir, fakat faşizmin yükselmesinde esas rolü küçük burjuvazi oynar.
Politik ve ekonomik krizler küçük burjuvaziyi liberal kapitalizmden uzaklaştırır ve
anti-kapitalizm statükosu," başat bir ideolojik muhalefet teması haline gelir. Bu
11
7. Aglietta, Christian Palloix, Alain Lipietz ve diğer hepsi, kapitalist birikim sis
temleri ve küresel ekonomi ile ilgilenen ecole de regulation' ın üyeleridir.
Althusser' in Yapısal Marksist üretim biçiminden etkilenen öğrencileri, postmodern
izmin saçmalıkları ve bağımlılık teorisinin eksik yönlerine bir alternatif olarak
kuramsal alanda gitgide daha fazla kabul görmektedir. Aglietta'nın (1979) yanı sıra,
bkz. Palloix 1972; Palloix 1976; Lipietz 1977; Lipietz 1983; Lipietz 1987; Aglietta 1982.
Eleştirel bir değerlendirme için, bkz. Brenner ve Glick 1991 .
405
söz edilmelidir: Wolfe 1977; O'Conner 1984; Offe 1984; Offe 1985; Gross 1982. Yeni
kuramsal gelişmelere yönelik faydalı incelemeler için, bkz. Carnoy 1984 ve Jessop
1982.
11 . Bu ifadeler Stuart Hall'a aittir. Hali (1988) ve Leys (1989), Thatcherizmin ide
olojik ve toplumsal-yapısal temeli üzerine kusursuz çözümlemeler sunar.
Poulantzas, üretici emek ile üretici olmayan emeği birbirinden ayırarak, "yeni
küçük burjuvaziyi" işçi sınıfından a ayırır. Üretici emek şu şekilde tanımlanır: artı
değeri üretirken, aynı sırada sömürü ilişkisinin alt katmanı görevini gören maddi
ögeleri yeniden üreten emek: maddi zenginliği artıran kullanım değerlerini üreterek
maddi üretime doğrudan katılan emek" (Poulantzas 1975, 216). Benim Marksist
teorinin üretici ve üretici olmayan emek ayrımından anladığım kadarıyla (bkz.
Gough 1972), " üretici olmayan" işçiler emeklerinin büyük bölümünü kapitalist şir
ketlere satması ve üretim ile dağıtımın entergrasyonu bilimsel ve teknolojik
hizmetlere gittikçe daha fazla bağlı olduğunda, durum söz konusu sistem için git
tikçe daha fazla yararsız hale gelir. Ne olursa olsun, Poulantzas bir ayrım ölçütü
olarak kullandığı ekonomik unsur ile politik ve ideolojik ölçütü hiçbir şekilde
uzlaştıramaz.
Poulantzas' ın, yeni küçük burjuvazinin sınıfsal konumunu kesin bir şekilde
ortaya koymak amacıyla toplumsal sınıf kavramından yararlanma girişiminin
407
yarattığı kafa karışıklığının, zihinsel emek ile el emeğini ideolojik bir bakış açısın
dan değil, ekonomik bir bakış açısından değerlendirilmesi yoluyla ortadan
kaldırılabileceği kanaatindeyim. Elbette Poulantzas zihinsel emek- el emeği
ayrımının hayati öneminin farkındadır. Fakat bu ayrımı üretim güç ve ilişkileri
bağlamında değil, ideoloji bağlamında ele alır. Ben ise tam tersini iddia ediyorum:
hüviyet vesikaları, dereceler, örgütsel konumlar ve beceriler, kişisel olarak sahip
olunan iktisadi değerlerdir ve aşağı yukarı geleneksel küçük burjuvazinin kişisel
mülklerine denk düşer. Yeni küçük burjuvazi, hiçbir kapitalist toplumsal oluşum
içerisinde hegemonik olamaz- işlevsel olarak, sahip oldukları malları, geleneksel
küçük burjuvazinin kişisel mülkü gibi, tekelci sermaye kendi kapsamına alır. Fakat
kapitalistlerin (vasıfsızlaştırma, makineleşme) ve işçi sınıfının (fırsat eşitliği, eşitlik),
sahip oldukları sembolik sermayenin değerini düşürmelerine engel olmak için
büyük bir mücadele ortaya koyabilirler.
408
Kaynakça
Abercrombie, Neal, Stephen Hill ve Bryan S. Turner. 1980. Başat İdeoloji Tezi,
Londra: Allen and Unwin.
Aglietta, Michel. 1982. Seksenli Yıllarda Dünya Kapitalizmi New Left Review ,
no. 136: 5-42.
Althusser, Louis, ve Etienne Balibar. 1970. Kapital'i Okumak . Londra: New Left.
Ambler, J. S., ed. 1985. Fransa'nın Sosyalizm Deneyi. Philadelphia: Institute for
the Study of Human Issues.
Amin, Samir. 1980. Sınıf ve Ulus: Tarih ve Güncel Kriz Bağlamında New York:
Monthly Review.
- - - . 1976. Antonio Gramsci'nin Çelişkileri New Left Review , no. 100: 5-78.
Aston, T. S., ed. 1965. Avrupa' da Krizler, 1560-1660 . Londra: Routledge ve Kegan
Paul.
Bailey, Anne M., and Josep R. Llobera, eds.'1 981 . Asya Tipi Üretim Biçimi: Bilim
ve Politika. Londra: Routledge ve Kegan Paul.
Bali bar, Renee. 1978. Fransa' da bir Yazınsal Eser Örneği: George Sand' ın La mare
au diable/ Şeytanın Havusu eseri, 1846. in Francis Barker, ed. The Sociology of
Literature: 1848 , 27-46. Londra: University of Essex Press.
410
Balibar, Renee, and Dominique Laporte. 1974. Le français national: Politique et
pratique de la langue nationale sous la Revolution . Paris: Hachette.
Berger, John. 1985. Görme Biçimleri John Berger'in Yazıları. New York:
Pantheon.
Bettelheim, Charles. 1983. Les luttes de classes en URSS: Troisieme periode, 1930-
1941 . Vol. 2, Les dominants . Paris: Maspero and Seuil.
Bevenuto, Bice ve Roger Kennedy. 1986. Jacques Lacan'ın Eserleri New York: St.
Martin's.
- - - . 1975. Feyerabend ve Bachelard: İki Bilim Felsefesi New Left Review , no.
94:31-55.
41 1
Blackburn, Robin ve Gareth Stedman Jones. 1972. Louis Althusser ve Marksizm
Mücadelesi. Howard and Klare'de 1972, 365-87.
Bourdieu, Pierre. 1984. Farklılık: Zevk Yargıları Üzerin bir Toplumsal Eleştiri.
Cambridge: Harvard University Press.
Brenner, Robert, and Mark Glick. 1991 . "Düzenleme Yaklaşımı: Kuram ve Tarih"
New Left Review 188:45-120.
Bridges, Amy Beth. 1974. Nicos Poulantzas ve Marksist Devlet Kuramı. Politics
and Society 4:161-90.
412
- - - . 1976. Sur la critique de gauche du stalinisme. Dialectiques 15-16:25-36.
Callinicos, Alex, ed. 1989. Marksist Kuram. Oxford: Oxford University Press.
Caplan, Jane. 1989. Faşizm Kuramları: Bir Tarihçi olarak Nicos Poulantzas. in
Dobkowski ve Wallimann'da. 1989, 128-49.
Carr, E. H. 1979. Lenin' den Stalin'e Rus Devrimi . New York: Free.
413
Cemy, Philip ve Martin Schain, 1985: Fransa' da Sosyalizm, Devlet ve Kamu
Politikaları. New York: Methuen.
Cutler, Antony, Barry Hindess, Paul Hirst ve Athar Hussain. 1978. Marx'ın
Kapital'i ve Günümüzde Kapitalizm. İkinci Cilt. London: Routledge ve Kegan Paul.
Telos 17:70-97.
Davis, Horace B. 1980. Marksist bir Ulusalcılık Kıramına Doğru. New York:
Monthly Review.
414
Davis, Mike. 1986. Amerikan Rüyasının MahkOmlan. Londra: Verso.
de Vries, Jan. 1976. Bir Kriz Çağında Avrupa Ekonomisi, 1600-1750 . Cambridge:
Cambridge University Press.
415
Dowling, William C. 1984. Jameson, Althusser, Marx: Politik Bilinçdışına Giriş.
Ithaca: Cornell University Press.
Ehrenreich, Barbara. 1990. Düşme Korkusu: Orta Sınıfın İç Dünyası. New York:
Harper, Perennial.
- - - . 1986. Paul Hirst'in Düşünsel Yolculuğu. New Left Review , no. 159:81-
105.
Foster, Hal, ed. 1983. Anti-Estetik: Post-modem Kültür Üzerine Yazılar. Port
Townsend, Wash. : Bay Press.
Foster-Carter, Aiden. 1978. Üretim Biçimi Çelişkisi. New Left Review , no. 107:
47-77.
416
Foucault, Michel. 1986. Cinselliğin Tarihi, 3. Cilt, Benlik Kaygısı. New York:
Pantheon, 1986.
- - - . 1985. Cinselliğin Tarihi. 2. Cilt, Arzunun Kullanımı. New York: Random,
Vintage.
- - - . 1980. Cinselliğin Tarihi. Birinci Cilt, Bir Giriş. New York: Random,
Vintage.
Gerratana, Valentino. 1977. Althusser ve Stalinizm. New Left Review , nos. 101-
2:110-21 .
417
Getty, ]. Arch. 1985. Büyük Temizliklerin Kökenleri: Sovyet Komünist Partisi
Üzerine Yeni İncelemeler, 1933-1938 . Cambridge: Cambridge University Press.
Glucksmann, Andre. 1980. Usta Düşünürler. New York: Harper and Row.
Gough, lan. 1972. Marx'ın Üretken ve Üretken Olmayan Emek Teorisi New Left
Review , no. 76:47-72.
Gross, Bertram. 1982. Dost Canlısı Faşizm: Amerika'da İktidarın Yeni Yüzü
Boston: South End.
Guilbaut, Serge. 1983. New York, Modem Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı: Soyut
Ekspresyonizm, Özgürlük ve Soğuk Savaş. Chicago: University of Chicago Press.
Hall, Stuart. 1988. Yeniliğe Giden Zorlu Yol: Thatcherizm ve Solun Krizleri.
Londra: Verso
418
Halpem, Richard. 1991 . İlkel Birikimin Şiir Tekniği: İngiliz Rönesans Kültürü ve
Sermayenin Soykütüğü. lthaca: Comell University Press.
Henry, Paul. 1977. Le mauvais outil: Langue, sujet et discours . Paris: Klincksieck.
Hilton, Rodney, ed. 1976. Feodalizmden Kapitalizme Geçiş. Londra: New Left.
Hindess, Barry ve Paul Hirst. 1977. Üretim Biçimi ve Tarihsel Oluşum. Londra:
Routledge and Kegan Paul.
Hirsch, Arthur. 1981. Fransa' da Yeni Sol Sartre'dan Gorz'a Enelektüel bir Tarih.
Boston: South End.
Holloway, John ve Sol Picciotto, 1979. Devlet ve Sermaye: Marksist bir Tarhşma.
Austin: University of Texas Press.
419
Holub, Robert C. 1984. Alımlama Teorisi. Londra: Methuen.
Howard, Dick ve Kari Klare, 1972. Bilinmeyen Boyut: Lenin' den Bu Yana Avrupa
Marksizmi. Londra: Methuen.
Hoy, David. 1978. Kritik Daire. Berkeley and Los Angeles: University of
California Press.
Jacob, Margaret. 1988. Bilimsel Devrimin Kültürel Anlamı. New York: Knopf
Jameson, Fredric. 1987. Postmodernizm Üzerine: Fredric Jameson ile Bir Söyleşi
Social Text 21 :29-54.
Jenson, Jane ve George Ross. 1984. İçeriden Bakış: Krizdeki Fransız Komünist
Hücresi. Verkeley ve Los Angeles: University of California Press
Jessop, Bob. 1985. Nicos Poulantzas: Marksist Kuram ve Politik Strateji . New
York: St. Martin's.
420
Kaplan, Alice Yaeger. 1986. Bayağılığın Kopyaları: Faşizm, Yazın ve Fransız
Entelektüel Yaşamı. Minneapolis: University of Minnesota Press
Krader, Lawrence. 1975. Asyatik Üretim Biçimi: Kari Mar'ın Yazıları Işığında
Kaynakları, Gelişimi ve Eleştirisi. Assen, The Netherlands: Van Gorcum.
Kula, Witold. 1976. Feodal Sisteme Yönelik bir Ekonomi Kuramı. Londra: Verso.
Kurzweil, Edith. 1980. Yapısalcılık Çağı. New York: Columbia University Press.
42 1
Laclau, Emesto. 1977. Marksist Kuramda Politika ve İdeoloji. Londra: Verso.
Laclau, Emesto veChantal Mouffe. 1985. Tahakküm ve Sosyalist Strateji . Londra:
Verso.
Lane, David. 1 990. Soviet Society under Perestroika . Boston: Unwin Hyman.
Levy, Bemard-Henri. 1982. İnsan Yüzlü Barbarlık. New York: Harper and Row.
Lewin, Moshe. 1 988. The Gorbachev Phenomenon . Berkeley and Los Angeles:
University of California Press.
422
Leys, Colin. 1989. İngiltere'de Politika: Emek Yanlısı Politikaan Thatcherizme.
Toronto: University of Toronto Press.
Lichtheim, George 1 965. Marsizm: Tarihsel ve Eleştirel bir İnceleme. New York:
Praeger.
423
Macpherson, C. B. 1977. Liberal Demokrasinin Yaşam Tarzı ve Dönemleri.
Oxford: Oxford University Press.
Marx, Kari veFriedrich Engels. 1978. Marx-Engels Seçkisi New York: Norton.
Mepham, John. 1985. Tarihi Kim Yapar? Althusser'de Hümanizm Karşıtlığı. Roy
Edgley ve Richard Osbome'da, Radikal Felsefe Seçkisi, 137-57. London: Verso.
424
- - - . 1985. Foucault . Berkeley ve Los Angeles: University of California Press.
Miller, David. 1990. Piyasa, Devlet ve Toplum. Oxford: Oxford University Press.
Milliband, Ralph. 1973. Poulantzas ve Kapitalist Devlet. New Left Review , no.
82:83-92.
- - - . 1970. Kapitalist Devlet: Nicos Poulantas'a bir Cevap. New Left Review ,
no. 59:53-60.
Mulhem, Francis. 1978. Yazınsal Eleştiride Marksizm. New Left Review , no.
108:77-87.
Nield, Keith ve John Seed. 1979. Kuramsal Sefalet ve Sefaletin Kuramı. Economy
and Society 8, no. 4:383-416.
Novack, George. 1975. Pragmatizme karşı Marksizm: John Dewey Felsefesinin
Değeri. New York: Pathfinder.
Nove, Alec. 1987. Piyasalar ve Sosyalizm. New Left Review , no. 161:98-104.
425
Owens, Craig. 1980. The Alegorik İtki: Bir Postmodemizm Kuramına Doğru.
October 12:67-86; 13:59-80.
Pecheux, Michel. 1982. Dil, Göstergebilim ve İdeoloji. New York: St. Martin's.
- - - . 1969. Analyse automatique du discours . Paris: Dunod.
Pijl, Kees van der. 1984. Atlantik'te Yarahlan Yönetici Sınıf. Londra: Verso.
426
- - - . 1973. Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar. Londra: New Left.
- - - . 1973a. Toplumsal Sınıflar Üzerine. New Left Review , no. 78:27-54.
427
Roderick, Rick. 1986. Habermas ve Eleştirel Kuramın Temelleri Londra:
Macmillan.
Ross, George ve Jane Jenson. 1988. Fransız Solunun Trajedisi New Left Review ,
no. 171 :5-45.
Singer, Daniel. 1988. Sosyalizm Yok Olmaya Mahkum mu? Mitterand'ın Anlamı.
Oxford: Oxford University Press.
428
Smith, Steven. 1984. Althusser'i Okumak. Ithaca: Comell University Press.
- - - . 1975, 1976. Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimlerine Genel bir Bakış, Barry
Hindess ve Paul Hirst. Critique of Anthropology 4-5:127-55; 6:56-69.
Taylor, Ronald, ed. 1977. Estetik ve Politika: Emst Bloch, Georg Lukacs, Bertolt
Brecht, Walter Benjamin, Theodor Adomo Arasında Tartışmalar. Londra: New Left.
429
Therborn, Göran. 1984. Öznelliğe İişkin yeni Sorunlar. New Left Review , no.
143:97-107.
Vilar, Pierre. 1973. Marksist Tarih, Yapılmakta Olan Tarih: Althusser'le bir
iyaloğa Doğru. New Left Review , no. 80:65-106.
Walker, Pat, ed. 1979. Emek ve Sermaye Arasında: Profesyonel Orta Sınıf. Boston:
South End.
430
Ware, Robert ve Kai Nielsen, 1989. Marksizmi Analiz Etmek: Analitik Marksizm
Üzerine Yeni Yazılar. Calgary: University of Calgary Press.
Willett, John. 1978. Weimar Döneminde Sanat ve Politika: Yeni Ağırbaşlılık, 1917-
1933 . New York: Pantheon.
Wright, Erik Olin, et al. 1989. Toplumsal Sınıf Tartışması. Londra: Verso.
43 1