Althusser Ve Yeni Marksist Toplumsal Kuram (Robert P. Resch)

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 433

Althusser

ve

Yeni Marksist Toplumsal Kuram

Robert Paul Resch


PALFS YAYINLARI

Parodi Yayın Dağıtım - Kerem Kamil Koç


palesyayinlari@gmail.com

Althusser ve Yeni Marksist Toplumsal Kuram


©Robert Paul Resch
Çeviri: Feyyaz Şahin

Yayıncı Sertifika No: 28767


ISBN 978-605-64273-1-2

Baskı ve C ilt:
Kayhan Matbaacılık: Davutpaşa Mah. Güven Sanayi Sitesi
C Blok No: 244 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 612 31 85
Matbaa Sertifika No: 12156

l. Baskı 2014 - İstanbul

PALES YAYINLARI
Alemdar Mah. Kadınlar Hamamı Sok. 3-E
Cagaloğlu - İstanbul
0212 527 09 92

www.palesyayinlari.com
Althusser
ve

Yeni Marksist Toplums al Kuram

Robert Paul Resch


lçindekiler

Teşekkür ............................................................... . ............................................... 7

Önsöz Niteliğinde Bir Sonuç .................._........... ............................................... 9

Bölüm l.
Yapısal Nedensellik, Aykırılık ve Toplumsal Formasyonlar ...................... 43

Bölüm 2.
Ü retim Tarzları ve Tarihsel Gelişim ............................................................... 95

Bölüm 3.
Bilim, İdeoloji ve Felsefe ............. .......... ......................................................... 171

Bölüm 4.
İdeoloji ve Toplumsal Öznellik. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .219

Bölüm 5.
Edebiyat ve İdeoloji ....................................................................................... 277

Bölüm6.
Sınıf Mücadelesi, Politik Güç ve Kapitalist Devlet. .. ................................ .328

Notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 379

Kaynakça . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 409

5
Teşekkür

Bu kitabın bazı bölümleri daha önce Poetics Today ve Current Perspecti­


ves in Social Theory'de yayınlandı ve burada izinli olarak yayınlanıyorlar.
Steve Best, Cynthia Bouton, Bob Calvert, Fredric Jameson, Martin Jay, Larry
Hickman, Paula Kane, Doug Kellner, Rick Roderick, Micheal Sprinker ve
Larry Yarak'a bir ya da daha fazla bölümün taslaklarını okudukları için ve
makale olarak yayınlandıkları sırada görüşlerimin belli bir kısmına yorum
yapmış olan Ted Benton'a teşekkür etmek isterim. Kuşkusuz bu kişilerden
hiçbiri geriye kalan hatalardan sorumlu değildir. Ayrıca Califomia Press
Üniversitesi'nden isim okuyucularıma yararlı eleştirileri için teşekkür etmek
ve editörlerim Erika Büky ve Dan Gunter'e sıkıcı düz yazımı makul bir İn­
gilizce'ye çevirmekte gösterdikleri yürekli çabaları için memnuniyetimi bil­
dirmek istiyorum. Bitirme tezi yönetmenim Gene Lunn bu kitabın ortaya çı­
kışını görecek kadar yaşayamadığı için son derece mutsuzum. Carey, Drian
ve Paula, anne ve babam Robert ve Dorothy Resch'e adanmış bu kitabın or­
taya çıkışına eşlik eden zorlu sınavlar sırasında yaşamımı büyük oranda
zenginleştirdi.
Giriş Niteliğinde Bir Sonuç

Hem bir giriş, hem de sonuç olarak bu ifadeleri oluştururken, zaman ve


uzam kipliklerini altüst etmeye ya da metin içi ya da metinler arası sınırla­
rın doğruluğunu sorgulamaya çalışmıyorum. Benim amaçlarım daha az yü­
ce ve daha anlamlı. Bu ifadeler giriş niteliğinde bir makale olarak okundu­
ğunda, büyük bir çoğunluğunun, Marksist analizi savunan bir kitabı büsbü­
tün aptalca olmasa da tuhaf bulacağını düşündüğüm okurlar üzerinde bir
fikir uyandırmayı amaçlar. Bu gibi okurları çağdaş post-Marksist ve post­
modem toplumsal teorilerin temel eksiklikleri olarak değerlendirdiğim şey­
lerle, özellikle akıllara durgunluk veren metodolojik ve teorik buluşlarının
büy ük bir kısmının dayandığı bezdirici ideolojik riayetle karşı karşıya getir­
mek istiyorum. Bir sonuç olarak okunduğunda ise, Yapısal Marksist analizin
onu Marksizmin temel, yenilikçi bir yeniden düşünme biçimi olarak diğer­
lerinden ayıran ve benim kişisel görüşüme göre Marksizmin bir bilimsel
araştırma programı olarak sürmekte olan değerini gösteren belli başlı yönle­
rini özetliyorum. Hem giriş hem de sonuç olarak, bu sayfalar okurun dikka­
tini son on yıl içerisinde gerçekleşen, Marksizm ve modernizmin "tükeni­
şi"ne yönelik mevcut post-Marksist ve post-modem fikir birliğine meydan
okuyan çok önemli küresel gelişmelere çeker. Marksizm ve modernizmin
çağdaş meseleler üzerindeki azalan etkisini inkar etmenin bir anlamı olma-
sa da, ben bu azalmayı, açıklamasının toplumsal teoriden çok politikalarda
aranması gerektiği geriye dönük bir sapma olarak görüyorum.

Yapısal Marksizmin Değişiklikleri


Bugün, Louis Althusser'in Marx için ve Kapital'i Okumak kitaplarının Pa­
ris'in ateşli politik kültürüne müdahale etmesi ve altmışlı yıllar sırasında
hızla yükseliş gösteren Saussure'cü göstergebilim, Batı Marksizmi ve çok çe­
şitli post-Marksizmlere bir alternatif olarak Yapısal Marksizmi kurmasının
üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçti 1 . Yapısal Marksizm, kısa yaşam süresinde
kesinlikle il. Dünya Savaşı'ndan beri ortaya çıkmış en geniş ve büyük olası­
lıkla en güçlü teorik proje haline geldi. Althusser'in kendi çalışması, çalışma
arkadaşları ve öğrencilerinin çalışmaları ve ondan etkilenmiş filozoflar, top­
lum bilimcileri, yazın eleştirmenleri ve siyasal aktivistlerden oluşan hetero­
jen topluluğun çabaları, insan kültürü ve kuramsal meselelerin geniş bir
alanına yayılan aşılması zor bir bilgi kütüğü oluşturur. Yapısal Marksizm,
on yıllar içinde, toplumsal teorinin en önemli ekollerinin -en çok öne çıkan­
ları saymak gerekirse, Derrida'nın görüngüsel post-yapısalcılığı, Annales
Okulu'nun yapısal işlevsel tarihselciliği, Deleuze ve Foucault'nun Nietzsc­
he'ci post-modemizmi, Lacan'ın Saussure'cü psikanalizi, Habermas'ın ev­
rensel pragmatizmi ve E.P Thompson'ın hümanist tarihselciliği- çoğu ile bir­
likte kimi zaman verimli, çoğunlukla tehlikeli polemiklerle eski durumunu
korumaktan fazlasını yapmıştır2 .
Böyle bir dayanıklılık çok daha büyük bir önem kazanır, çünkü Althusser
ve meslektaşlarının bir çoğu Fransız Komünist Partisi (PCF: Parti Commu­
niste Français) üyesiydi ve dolayısıyla küresel anti-kapitalist ve anti-emper­
yalist bir hareket olarak komünizme sıkı bir biçimde bağlıydı. Althusserci­
lerin bir çoğu, Avrupa Komünizminin Stalin karşıtı Avrupa Komünizmi ve
Parti içerisinde daha büyük bir katılımın destekçileri olsalar ve "Kaba Mark­
sizmin" kuramsal dogmalarını eleştirseler de, altmışlı yıllarda Avrupa ve
Birleşik Devletler'deki akademik sol içerisinde hakim olan sözde Batı Mark­
sizminin çoğu kuramsal öğretilerini kesin bir biçimde reddediyordu (3) . An­
ti-Stalinist olmanın yanı sıra, Batı Marksizmi Marksist felsefenin -tarihin "di­
yalektik" itici gücü olarak sınıf mücadelesi yerine, ekonomik nedensellik ve
"olumsuzluk" pahasına "bütünselliği" vurgulayan- Hegelci bir yorumunu
benimsedi. Batı Marksizmi, kapitalizmin ekonomik çelişkilerini çözdüğünü

10
ve işçi sınıfını politik açıdan ilgili bir kavram olarak saf dışı bırakhğını iddia
etti. Kapitalizm sömürü değil "hakimiyet" sistemi haline geldi ve Batı Mark­
sizmi bölüntüsüz, özcü bütünsellik kavramını ilk başta tamamlamak, fakat
gittikçe artarak bozmak üzere metodolojik bireyselliğe yöneldi. "Yabancılaş­
mış" insanlar ve basite indirgenmiş kültür, görünüşte ekonomik refah yoluy­
la olumsuzluk diyalektiğini bozmuş olan bir kapitalist toplumla karşı karşı­
ya kalmış radikal teorisyenler için açıklayıcı ilkeler haline geldi.
Kapitalizm daha ele geçirilemez gibi göründükçe, uygulama kavramı da­
ha istenççi ve radikal toplumsal teorinin temelleri daha manhkdışı hale gel­
di; ta ki irrasyonalizm ve istenççilik praksis kavramında birleştirilene dek.
Batı Marksizmi, nesnel bir bilim olarak Marksizm düşüncesini kesin bir bi­
çimde reddederek, post-endüstriyel kapitalizmin her ne kadar yabancılaşh­
rıcı olsa da sınırsız eli açıklığını öne çıkarmak üzere Hegel aracılığıyla
Marx'ın ilk yazılarına, özellikle Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları'na yöneldi.
Bu neo-anarşizm, Yeni Sol'un yaygın ideolojisi haline geldi ve radikal ente­
lektüeller arasında Hegelci Marksizm'den Nietzscheci gauchizme (ultra­
solculuğa) doğru bir değişimin sinyallerini verdi. Irkçılık, cinsiyetçilik, em­
peryalizm, metalaştırma ve bürokrasiyi reddetmekte gözü pek olan Yeni Sol,
buna karşın toplumsal mücadeleyi basit bir biçimde "bireyler" ve "iktidar"
arasındaki bir çekişmeye indirgemesiyle sakat hale gelen bir orta sınıf re­
form hareketiydi. Yeni Sol, ekonomik ana kök ve sınıf iktidar mücadelesine
çok az ilgi göstererek, kapitalizmin hegemonyasına ciddi bir gözdağı verme­
miştir.
Althusser ve takipçileri, Batı Marksizmi ve Yeni Solun kuramsal zayıflık­
larını ve politik yanılsamalarını amansız bir şekilde eleştirirken aynı zaman­
da istenççilik ve iktisadiyatçılık çıkmazı arasında yeni ve kusursuz bir ku­
ramsal rota belirledi. Eleştirmenleri tarafından bilimsel Marksizme yönelti­
len eleştirileri savuşturmak şöyle dursun, Althusserciler tam olarak, Mark­
sist olmayanlar ve Batı Marksislterinin aynı şekilde "geleneksel" marksizmin
kesin bir şekilde çürütülmesi olarak gördükleri bu alanlar -ideoloji ve poli­
tikanın görece özerkliği, epistemolojik rölativizm, toplumsal öznellik ve
pratik, sanat ve edebiyatın üretimi ve alımlanması, demokratik halk devle­
ti, kapitalizm öncesi üretim tarzları- üzerinde yoğunlaştı. Kuşkusuz, Yapısal
Marksizmin Marksist gelenek içerisinde bir yüzyıl boyunca birikmiş sorun­
lara kapsamlı ve büyük ölçüde başarılı bir yanıt sunduğunu söylemek abar­
Jı olmayacaktır.

11
Fakat Althusser, büyük kuramsal başarılarını Fransız Komünist Partisi
içinde eşitlikçi bir reform Avrupa ve dünyadaki komünist hareketlerin yeni­
lenmesi ve dayanışmasına yönelik derinden hissettiği umutları ile birleştir­
meye kalkışarak, onu büyük bir kişisel acıya, sonunda Partinin önderliği ile
ayrışmaya ve kendi çalışmasının politik zayıflığına yönelik gittikçe artan bir
düş kırıklığına sürükleyen trajik bir çıkmaz yarattı4• Zorlama devrimci iyim­
serlik ve keskin Avrupa komünizmi politik retoriği, yapısal Marksist analist
tarafından üretilen ayıltıcı, hatta kötümser çağdaş kapitalizm değerlendir­
mesini dengeleyemedi. Aynı şekilde, Althusser'in Stalincilik eleştirisi ve re­
form çağrısı, Doğu Avrupa'daki diktatörlüğün ve Avrupa komünizmi, özel­
likle Fransız Komünist Partisi üzerindeki Sovyet egemenliği altında geçen
on yılların acı mirası ile zar zor rekabet edebilirdi. Fransız Komünist Partisi
liderliği her defasında politik beceriksizliğini ve aşağı tabakaya olan güven­
sizliğini kanıtladı. 1968 Mayıs'ında Parti liderliği, bütünüyle uzlaşmaya yö­
nelik tavizler karşılığında Fransız tarihindeki en büyük genel grevi bozar­
ken, yetmişli yıllarda Halk Cephesi seçim stratejisine doğru yaşanan opor­
tünist değişimin partinin otoriter bürokratik yapısı üzerinde gözle görülebi­
lir hiçbir etkisi olmadı. Dahası, Fransız Komünist Partisinin Bolşevik dev­
rimci sloganlarından, ulusal ve demokratik toplumsal dönüşümü vurgula­
yan Avrupa Komünizmi diline doğru nihai yönelimi, tam da ulusal bir re­
form stratejisinin uluslar arası ekonomik gelişmeler tarafından olumsuzlan­
ması sırasında gerçekleşti. Orta sınıf ve işçi sınıfının Sosyalist Parti'ye verdi­
ği gittikçe artan desteği ya da Mitterand'ın modernleşme ve özyönetimle
yaptığı çifte evliliğe yönelik karşı-soku coşkuyu durduramayan Fransız Ko­
münist Partisi, yetmişli yılların sonunda bir başka talihsiz değişim, rahatsız
edici derecede ırkçı ve şovenist bir tınıya sahip tutucu, mavi yakalı işçi sis­
temine bir geri dönüş gerçekleştirdi. Beklendiği gibi, PCF'nin (Fransız Ko­
münist Partisi) seçmenlere yönelik talihi -Sosyalist hükümetin reform prog­
ramının başarısızlığa uğraması ve neo-liberalizmin Sosyalist Parti içindeki
özyönetimci sosyalizme karşı kazandığı zafere rağmen - seksenli yıllarda
düşüş göstermeye devam etti.
Durum ne olursa olsun, Althusser PCF'nin yöntemlerine karşı çıksa da,
onun komünizmi hem Sağ hem de solun iftiraları ya da kayıtsızlığı için bir
bahane oluşturdu. Komünizm damgası Althusser'frı eserinin ağzı bozuk
saptırmalarını mazur göstermekle kalmadı, aynı zamanda Yapısal Mark­
sizm eleştirmenlerine Althusser tarafından onların kendi kuramsal varsa-

12
y ımları ve yöntemlerine yöneltilen amansız eleştirileri görmezden gelme
şansı verdi. Onunla aynı duyguları paylaşan eleştirmenler bile Althusser'in
komünizmini yanlış anlamıştır; Yapısal Marksizmin önemini kabul etmek
zorunda kalan ciddi eserler, Alex Callinicos'nun Althusser'in Marksizmi
(1976), Ted Benton'ın Yapısal Marksizmin Yükselişi ve Düşüşü (1984) ve
Gregory Elliot'un Althusser: Teorinin Dolambaçlı Yolu (1987) gibi kitaplar,
Althusser'in kuramsal başarılarını, "Marksizmin krizine" ve son on yılda Sol
tarafından deneyimlenen küresel aksiliklere bir çözüm getirmekte başarısız
olmasından ayırmayı reddetmeleri nedeniyle Yapısal Marksizmin önemini
yeterince kavrayamaz.
Yetmişli yıllarda yaşanan kapitalist birikim krizi ve seksenli yıllar sırasın­
da küresel vahşi kapitalizmin yeniden yapılanması, Althusser'in düşüncesi­
ne bir geriye dönüş ve Yapısal Marksizmin etrafını saran zincirlerin gevşe­
mesi için elverişli koşulları yaratmış olabilir. Kapitalizmin can damarlarında
gerçekleşen bolluktan az yetinmeye doğru ani değişimi açıklamak için, post­
Marksist ve post-modem toplumsal teorinin kuramsal başarısızlıklarını ka­
bul etmek ve Marksist ekonomik nedensellik ve sınıf mücadelesi ilkelerini
yeniden canlandırmak dışında çok az seçeneğimiz vardır. Dahası, son on yı­
lın olayları şimdiye dek Marksist toplumsal teorinin yenilenmesine yönelik
aşılmaz engeller işlevini gören iki yanılgıyı etkili bir şekilde gözden düşür­
müştür: birincisi kapitalizmin bir insan yüzüne ve sınırsız bir eli açıklığa sa­
hip olduğu yanılgısı; ve ikincisi, sosyalizmin bir oligarşik politik diktatörlük
tarafından kontrol edilen devlet güdümlü bir ekonomi olduğu yanılgısı. Ne
yazık ki birbirine son derece benzeyen bu iki yanılgı hala çağdaş toplumsal
teoride birbirini tamamlayan varsayımlar olarak varlığını sürdürmektedir;
ortadan kaldırılana kadar, güncel ve tarihi gelişmeleri anlama yeteneğimize
engel oluşturmaya devam edeceklerdir.

Kıyafetsiz İmparatorlar
Toplumsal Teoride Çağdaş Yönelimler
Marksizmin bastırılması, neo-liberal rasyonalizmden (Rawls, Habermas,
Elster) işlevsel çokçuluk (Annales, Geertz, Tumer) ve istenççi irrasyonaliz­
me (Foucault, Deleuze, Baudrillard) dek uzanan alternatif geleneklerin yeni­
den ortaya çıkmasına sahne oldu5• Bu yönelimler birbirinden ayrılır gibi gö­
zükse de, büyük ölçüde ortak bir temeli paylaşırlar. Elbette hepsi açıklayıcı

13
ilkeler olarak ekonomik nedenselliği ve sınıf mücadelesini reddeder ve hep­
si Marksizme karşı, az ya da çok geleneklerinin temelinde yatan ve önemi
hafife alınamayacak bir düşmanlık duygusunu paylaşır. Ü stelik bu akımla­
rın her biri, çeşitlilik gösteren oranlarda ve kimi zaman kesin bir farklılık
vurgusuyla çoğulculuk, rölativizm ve bireyciliğin metodolojik ilkeleri- son
yıllarda yozlaştırılmasının tarihte olayların neden gerçekleştiğini açıklama
olasılığının yolunu kapayan aşılması zor bir post-Marksist, post-modern bir
üçlü grup- ile aynı fikirlerde buluşur.
Çoğulculuk, rölativizm ve bireycilik birlikte hareket eder ve birbirini des­
tekler, fakat bulgusal amaçlar için onları birbirlerinden ayrı değerlendirebi­
liriz. Çoğulculuk nedensel belirsizliği ifade eder- görece etkileri ya da ne­
densel önemlerine hiçbir şekilde dikkat etmeksizin, çeşitli toplumsal feno­
menlerin birbirleri arasındaki ilişki ve etkileşimin yanı sıra birbirleri arasın­
daki ilişki ve etkileşimin vurgulanması: her şey bir şekilde başka bir şeye ne­
den olur, fakat hiçbir şey herhangi bir belirleyici güce sahip değildir. Her şe­
yin başka her şeye neden olması süreci, ister istemez "kültür" olarak adlan­
dırılan bir şeyi ve zaman içinde "modernlik" (ve şimdi post-modernlik) adı
verilen bir kültürel durumu üretir. Rölativizm, bildiğimiz şeyin kendi kültü­
rümüz ile bağıntılı olduğu ve tarih hakkında bildiklerimizin kültürler ara­
sındaki iletişim kopukluğu ile iki misli kısıtlandığı tarihselci yorumsal bir
bilgi fikrini kabul eder. Sonuç olarak bu düşünce kaba bir rölativizm, tarihi
yazınsal bir türe ya da dönüşmekte olan bir alıştırmaya indirgeyen kolektif
bir bencillik halini alır: Eğer herhangi bir şekilde mümkünse, tarih bilgisi
yalnızca her türlü durumda kesinlikten uzak olan geçerliliği bilimsel açıkla­
manın durumunu amaç edinen ifadeler ile iletişime girme mücadelesinin
ötesine geçmeye yönelik herhangi bir girişimle birlikte hızla düşüşe geçen
parçalar ve izlenimlerde (ya da aynı tür yığılmalarda) varolur. Bireycilik in­
san merkezlidir; Otonom insanı tarihi açıklamanın merkezine yerleştirir ve
tarihi bireylerin bilinci ve pratiğinin bakış açısından kavramlaştırır. Sonuç
olarak böyle bir hümanizm kaba bir bireyciliğe dönüşür: benzersizlikleri
açısından birbirinden ayrılmamış, baskıcı fakat son derece çok yönlü bir "ik­
tidara" karşı temel fakat sınırları belli olmayan "özgürlükler" için mücadele
eden "insanların" mücadelesi olarak tarih.
Eşitlikçi olmayan ve anti-sosyalist düşünsel akımlarla tarihsel ilişkilerini
belirtmek bu ilkelerin doğruluğunu çürütmek anlamına gelmese de, anka
misali Hegelci Marksizm ve Yeni Solun küllerinden yeniden doğmaları kuş-

14
kusuz önemsiz değildir. Hem neo-liberal rasyonalizm hem de postmodem
irrasyonalizmin kökleri, burjuva meritokrasisinin belirgin geleneklerinde­
sırası ile ekonomik bireycilik ve romantik bireycilik- yatar. Bu geleneklerin
soy ağaçları- bir yanda Bentham ve J.S Mill'de politik eşitliğin ekonomik
eşitsizliğe bağlı olması, diğer yanda Goethe'de ve Nietzsche'de kitle sıradan­
lığının bir tin aristokrasisine bağlı olması- onların elitist eğilimleri için yeter­
li bir kanıttır. İ şlevsel çoğulcu eğilimlerin seçkinciliği sadece biraz daha kar­
maşıktır. Aziz Simon ve Comte'den Durkheim ve Parson'a dek bu teknokra­
tik gelenek, hegemonya ve sömürüyü toplumsal iş bölümünün işbirlikçi do­
ğasına yönelik örtülü iddialar ve politik ve ekonomik yapılar ile ilişkisi açı­
sından kültürün özerkliği ile maskeleyerek, seçkinciliği onu basit bir şekilde
inkar ederek kabul etti. Seçkinciliğin ve sömürünün aynı anda her yerde yü­
kümlülüklerinden kaçmasının bu açıkça ifade edilmeyen kabulü, çağdaş
toplumsal teoride Sol ve Sağın yüzeysel karşıtlığının altında yatan bir suç
ortaklığını -ve son yıllardaki genel ve dikkate değer düşüşünün gerçek kay­
nağını- gözler önüne serer.
Post-modernizm, toplumsal teorinin düşüşe geçmesinde özellikle önem­
li bir rol oynamıştır6• Postmodem toplumsal teori, (kültürün özerkliği, sanat
ve kitle kültürü arasındaki ayrımların ortadan kaldırılması ve bohem avan­
gard kesim ile kitle en düstrisinin hizmet verdiği tüketici kitlesinin memnu­
niyetsizlikleri arasındaki varsayılan benzerliklere dayanan) popülist estetik
ile (Nietzsche'nin dirimselci "güç istenci" kavramı ve Heidegger olguculu­
gunun mistisizmini temel alan) neo-anarşist politik felsefeyi bir araya geti­
rir. Postmodernizm, iki aşırı kutup, sinik uyum ve özgürlükçü muhalefet
arasında bocalar. Bunlardan, belki de en iyi Jean Baudrillard'nın eserlerinde
i fade edilen ilki, basit bir şekilde epistemolojik rölativizm ilkesini öne süre­
rek değil, çok daha kökten bir şekilde epistemolojik rölativizmin ötesinde
ontolojik rölativizme yönelerek toplumsal oluşumların nesnel bilgisinin ola­
naklılığını reddeder. Baudrillard 'nın her türlü gösterilen ile (ve kapitalist
üretim tarzının zorunlulukları ile de) ilişkisi koparılmış kendiliğinden orta­
ya çıkan göstergelerden oluşan "hipergerçeklik" kavramı, fikirler ve şeyler
arasındaki anlamlı farklılıkları ortadan kaldırır ve eleştiri ile olumlama ara­
sındaki açık ayrıma son verir. Felsefede böyle bir köktencilik, politikada yal­
nızca edilgenlik doğurabilir. Baudrillard'nın hipergerçeklik kavramı belli bir
açıklayıcı değere sahip olsa bile, çağdaş kültüre yönelik hiçbir açıklama sun­
maz. Kuşkusuz Baudrillard'nııi kavramsal çerçevesi böyle bir açıklama ola-

15
sılığını en baştan engeller ve onu çeken şeyin kaynağının tam da bu oldu­
ğundan şüphelenmemek güçtür. Er ya da geç, açık ya da dolaylı olarak, ta­
sarım ya da kasten ya da yanlışlıkla, postmodem sinikler teoride olduğu gi­
bi toplumda da her şeyin olabileceği sonucunu çıkarırlar.
'Çift yumurta ikizinin' aksine, muhalif postmodernizm, politik isyanın
gürültücü retoriğinden zevk alır. Michel Foucault gibi muhalif postmoder­
nistler, ikti darın tüm toplum içinde kendiliğinden ortaya çıkışı ve yayılma­
sını gözler önüne sererek ve buna direnerek, "sanayi sonrası" toplumda "öz­
gürlüğü" savunmak için en uygun köktencilik biçimini keşfettiklerini iddia
ederler. Fakat postmodem muhalefet, güven belgelerini yüksek bir fiyat kar­
şılığında sahn alır. Belli bir toplumsal olguların tamamlaruri.amış "soyağaç­
larının" sözde "totaliter" küresel çözümlemelerini bir kenara atarak, postmo­
dem isyankarlar hem karşı durdukları "iktidarın" hem de savundukları "öz­
gürlüğün" varlığını kabul etmiş olurlar. İktidar ve hegemonyanın ekonomik
ana kökünü kabul etmeye öncüleri Yeni Soldan çok daha az gönüllü olarak,
muhalif postmodernistler iktidara ad hoc*bir temelde karşı çıkarlar- her yer­
de, her biçimde ve tümü aynı anda-. Sonuç olarak böyle bir direniş, görevi­
nin büyüklüğü ve yönteminin anlamsızlığı alhnda yıkılır. Postmodem mu­
halifler, fikirlerinin tükenmesi noktasında, sinik ve uzlaşhrıcı meslektaşları­
nın daha büyük bilgeliğine teslim olurlar. En sonunda, "her şeye karşı çık­

mak" sadece "her şey mümkündür" madalyonunun diğer yüzüdür. Eğer her
şey kötüyse, kötü, çok geçmeden, tam olarak iyi değilse bile, en azından kar­
şı koyulmc;ız gözükür.
Muhalif postmodernizmin seksenli yıllarda evcilleştirilmesi (Lyotard ve
Foucault'nun ultra-solculuktan "Amerikancılığa" geçişi sadece, Baudril­
lard'nın kariyerinin gülünç bir taklidini oluşturduğu genel bir olgunun da­
ha ciddi örnekleridir) Fredric Jameson'ın postmodemizmin, çok uluslu ka­
pitalizmi eleştirmekten çok yansıttığı düşüncesini haklı çıkarır. Postmodem
direnişin yetmişli yıllardaki kısa ömürlü üstünlüğü, daha ayrınhlı bir çalış­
mayı hak eder. Ben, duruma bağlı olarak muhalif postmodernizmin çok
uluslu kapitalizmin doğum sancıları sırasında sadık bir karşıtlık işlevi gör­
düğü ve bu açıdan yalnızca Yeni Solun diğer ideolojik yüzü olduğunu öne
sürüyorum. Bu bağlamda postmodemizmin Marksizm karşıtı ya da post­
Marksist retoriği kuşkusuz son derece önemlidir. Yetmişli ve seksenli yıllar-

Ad Hoc: Genelde bir soruna yönelik, geçici bir çözümü anlatmak için kullanılır

16
da ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesinin etkileri ne kadar aşikar ise,
postmodern kuramcılar tarafından o kadar inatla reddedilmiştir. Elbette Ye­
ni Sol 'dan geriye kalan şeyin büyük bir kısmı, suçu radikal hareket ve onun
toplumsal kuramı içinde geçerliliğini sürdüren Marksizmin izlerine atarak
ezici ye�!�gisini makul kılmıştır.
Direniş anlamsız hale geldikçe, postrnodernizm yalnızca, gerçekliği a­
çıklamak yerine onu estetize eden asıl meşguliyet alanına yöneldi. Böylece
postmodern toplumsal teorinin son mirası, asimilasyon ve uyarlama olmuş­
tur. Bu sonuç gerçekte pek de şaşırtıcı değildi, çünkü postrnodemizme özgü
bohem bireycilik aslında kültürün özerkliğinin işlevsel çoğulcu iddiasıdır.
Postmodemizm ve işlevsel çoğulculuk arasındaki efektif yakınlık, postmo­
dernistler tarafından Clifford Geertz, Victor Turner ve Mary Douglas gibi
kültürel antropologların kendilerine mal etme biçimlerinde açıkça gösterilir.
Ben bu antropologların belli başlı kavrayışlarının değerini inkar etmesem
de, çalışmalarının dayanak noktasını oluşturan kültürün şeyleştirilmesi du­
rumuna itiraz ediyorum. Bana öyle geliyor ki böyle bir şeyleştirme, kültürel
olguların nedensel olarak açıklanmasının önüne geçer ve sembolik yapılar
ve pratiklerin her ne kadar zekice olsa da yüzeysel açıklama ve yorumları
ile yetinmekle kalır. Bu kitabın tartışma alanlarından biri, kültürün "özerkli­
ği ya da bireylerin "özgürlüğünden" başlayarak bütün saygın toplumsal bi­
limlerin yüzleşmesi gereken, fakat cevaplanmaktan kaçınılmış belli başlı so­
rulardır: sözü geçen kültür ve bireylerin neden süregeldiği şekilde hareket
ettikleri. Ne kadar üstü örtülü bir şekilde olursa olsun, postmodem kültür
antropologları çoğunlukla Durkheimcı ve Weberci öncüllerinin kusurlarını
sadece tekrar etmiş ve hatta artırmışlardır.
Fakat son yirmi yıl sırasında toplumsal teorinin düşüşe geçmesine katkı­
da bulunanlar, yalnızca postrnodemistler değildir. Karlı post-Marksist piya­
sada daha büyük bir pay almak için gayretli bir yarışa giren neo-liberal ras­
yonalist sorunsallar (pragmatizm, toplumsal sözleşmeler, karar kuramı vs.)
da büyük bir yeniden güçlenme yaşamıştır. Jürgen Habermas, John Rawls
ve Jon Elster gibi neo-liberal solun üyeleri, postrnodernizmin retorik tavrına
-çoğulculuk, rölativizm ve bireyciliğin kutsal post-Marksist öncüllerine göz­
dağı vermeden ve ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesine yönelik ilke­
lerin tabularını yıkmadan- akla yatkın, mantıklı bir alternatif sunduklarını
iddia eder. "Akılcılığı" insan iletişiminin aşkın bir yapısı olarak, politik uz­
laşmanın toplumsal açıdan işe yarar bir kurgusu ya da basit bir şekilde mo-

17
dası geçmiş bir ussal seçim teorisi olarak tanımlasalar ya da tanımlamasalar
da, neo-liberalistler şeylerin neden gerçekleştiği -bu durumda bir kültürün
"akılcılığı", üretim biçimleri ile egemen sınıfının hegemonyası arasındaki
ilişki- ile en fazla postmodern meslektaşları kadar ilgilenirler.
Çağdaş ussallık, haklar ve adalet tartışmaları ile ilgili tekinsiz bir şeyler
vardır. Bu tür tartışmalar -sınıf gücü tarafından kirletilmemiş ortak bir us­
sallığa sahip ve çarpıtılmamış iletişim ve karar verme süreçlerine katılan öz­
gür ve eşit bireyler düşüncesi etrafında oluşan-, böyle durumların kapitalist
toplumlarda elde edilmediği ve edilemeyeceği basit gerçeğini kaygısız bir
şekilde göz ardı eder. Kuşkusuz bu gibi tartışmaların seksenli yılların küre­
sel ekonomik Gleichschaltung'u* (ve uyanışını takip eden ideolojik ve poli­
tik yeniden yapılanma) ile bütünüyle ilgisiz olmasının hızla yaygınlaşması­
nı imkansız hale getirebileceği düşünülebilir. İ lgisizliği değilse bile, varsa­
yımlarının kuşkusuz aşikar ideolojik taraflılığı onların güvenilirliğinin altı­
nı kazar. Felsefi alanda ilk deneyimlerini Lukacs ve Frankfurt Okulu ile ya­
şayan bir filozoflar nesli elbette yeni faydacılar tarafından tanımlanmış "bi­
reyi" doğrudan, profesyonel orta sınıfın kendine hizmet eden klişesi olarak
görür. Elbette yeni ussalcılıkta, neo-klasik ekonomik kuram, davranışçı psi­
koloji ve analitik felsefeden gelişigüzel bir şekilde seçilen eklektik, tarihdışı,
sınıf bilincinden yoksun soyaçekimlerden oluşan bir karmaşa görürler. El­
bette "iletişimse! ussalcılığın" yeni kuramsal modellerinde "dağılımsal ada­
let" ve "oyun teorisi", Soğuk savaşın "denge demokrasisi" ve "politik çoğul­
culuk" gibi dobra bir şekilde özür dileyen ve açık açık seçkinci kavramları­
nın mantıksızlık derecesinde iyimsel karikatürlerini görürler.
Belli ki durum bu değildir. Kapitalist toplu iğnelerinin ucunda danseden
demokratik meleklerin imgelemlerinin tacirliğini yapan kimseler belki de
haklı olarak, orta sınıfa arzuların giderilmesini satmakla suçlanabilir, fakat
onların gücünün kaynağı tam da budur. Hakları ciddiye almak, eşitliğe cid­
diye almaya bir alternatiftir. Çarpıtılmamış iletişim ve dağılımsal adaletten
söz etmek, ideolojik hegemonya ve ekonomik sömürüden söz etmemenin
bir yoludur. Karar kuramı ve metodolojik bireycilik, sınıf gücü ve kişisel
özerkliğe dair gerçekleri geçiştirmenin yollarıdır. Toplu olarak değerlendi­
rildiklerinde, çeşitli neo-liberal ussalcılıklar, asla gerçekleşemeyecek şeyle­
rin eğer mümkün olsaydı aslında gerçekleşebilecekleri hakkında tahminler-

Gleichschaltung: Nazi Almanyası terminolojisinde muhalif tüm odakların sustu­


rulup tüm halkın aynı şekilde düşünmesini ve kimi olguları sorgulamamasını sağla­
maya verilen ad. Türkçesi yaklaşık olarak şalter(ler)i aynı anda (şekilde) çevirmedir.

18
de bulunabilmek için toplumsal teorinin ilgisini şeylerin gerçekte nasıl ve
neden böyle oldukları sorusundan başka bir yöne çevirir.
Akıl ve ahlak ile seçkinciliğin etkisini azaltan akademik portföyler görü­
nürde, temkinli liberal yatırımcıların zihinlerinde kuramsal yükümlülükle­
rini yerine getirmekten daha fazlasını gerçekleştiren ideolojik değerler sağ­
lar. Alternatif olarak, postmodernizm, entelektüel sorumluluk tarafından
büyük sorumluluklar yüklenmemiş palavracı köktencilik yoluyla hızlı aka­
demik karşılıklar bekleyen entelektüel yağmacılara daha cüretkar bir giri­
şim alternatifi sunar. İşte bu, Althusser'in neredeyse tek başına teoride sınıf
mücadelesi adını verme cesaretini gösterdiği şeyin bunaltıcı gerçekliğidir.
Çağdaş toplumsal teori, açıklayıcı ilkeler olarak ekonomik belirlenim ve sı­
nıf mücadelesini bir kenara bırakarak, şeylerin neden gerçekleştiğini açıkla­
ma zorunluluğunu büyük bir memnuniyetle terk etmiştir. Bir (eşitsiz) refah
ve Soğuk Savaş çağında böyle bir davranış en azından anlaşılabilirdi; bir kü­
resel tasarruf ve serbest kapitalist yeniden yapılanma çağında ise tek keli­
meyle kınanmayı hak eder. İnsan yüzüne sahip kapitalizmin yıkıma uğra­
ması ve kazançları ona bağlı olan tüm kuramsal girişimlerin iflas etmesin­
den sonra, belki de ideolojik ürünleri açıklayıcı değer tarafından güvence al­
tına alınmayan çürük tahvil kavramlarının değer kaybetmesine şahit olma­
ya başlayabiliriz.

Marksizm ve İnsan Yüzüne Sahip Kapitalizmin Yıkıma Uğraması


Daha nazik ve anlayışlı bir kapitalizmin başarısızlığı, sadece uygulanabi­
lir bir politik ideoloji olarak kapitalist hümanizme olan güvenin sarsılması
ile değil, aynı zamanda az çok vatandaşlık ile eş anlama gelen bir "yaşam
tarzı" olarak değil, ayrı ve diğerlerine nazaran ayrıcalıklı bir sınıf olarak pro­
fesyonel orta sınıfın varlığını büyük oranda açığa çıkararak Marksist top-
1 umsal teorinin yeniden güç kazanmasını olanaklı kılar 7 . Bu sınıf -üretim a­
raçlarına fiili olarak sahip olan egemen sınıf ile işçi sınıfının beyaz ve mavi
yakalı kesiminin arasında var olan- yeni bir küçük burjuvazi sınıfı gibidir.
Sembolik sermaye formunda (ehliyetler, dereceler ve bürokratik konumlar),
geleneksel küçük burjuvazinin kişisel mülklerini andıran mal varlığına sa­
hiptir ve bu mal varlığını aşağıdan (eşit fırsatlar peşinde olan işçi sınıfı) ve
y ukarıdan (daima emek gücünün geçerliliğini reddetmek ve becerilerini ta­
nımamayı arzulayan sermaye sınıfı) gelen 11 devaluasyon11 tehditlerine karşı

19
güçlü bir şekilde savunur. Profesyonel orta sınıf, çelişkili sınıf konumuna
karşın, kapitalizmi kararlı bir biçimde destekler. Kuşkusuz kapitalist siste­
min hegemonyası büyük ölçüde, gerçekliği bu sınıfın varlığında ortaya çı­
kan ve yukarı doğru devinim tam olarak uzak bir olasılık olarak kaldığı sü­
rece baştan çıkarıcılığının işçi sınıfının boyun eğmesini garanti altına aldığı
bir meritokrasi ideolojisine bel bağlar.
Küresel kapitalizmin yeniden yapılanması, dikey hareketliliğin yanılgı ve
sınırlarını daha önce hiç olmadığı kadar anlaşılır hale getirdi. Ne bu yeni kü­
çük burjuvazinin (kamu sektörü, medya ve üniversitelerde yoğunlaşan) kü­
çük özgürlükçü hümanist kesimi, ne de (şirket yöneticileri ve sermayeye
mesleki hizmet sunan kimseler olarak özel sektörde yoğunlaşan) sosyal Dar­
vinist kesiminin "halkı" ve daha da az olarak işçi sınıfını temsil ettiği son de­
rece açıktır. Profesyonel orta sınıfın Darvinci kesimi, beyaz ve mavi yakalı iş­
çilere karşı yürütülen saldırıda gururlu ve insafsız bir biçimde başı çektiyse,
hümanist kesimi şiddetli saldırının "kaçınılmazlığı" ve "ussalığına" nadir gö­
rülen timsah gözyaşları dışında korkakça uymuştur.
Açıklayıcı ilkeler olarak ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesinden
vazgeçerek, ne postmodem ne de neo-liberal sol, küresel kapitalizmin yeni­
den yapılanmasını, ona direnmek şöyle dursun, anlayabilmiştir. Her ikisi de
ekonomik bozulmalar nedeniyle tehlikede olan kişilerin korku ve endişele­
rini utanmaksızın ustalıkla idare etmek üzere Yeni Sağ tarafından yaratılmış
olan küskünlük politikalarına cevap vermekte aynı oranda başarısızdı. Pro­
fesyonel orta sınıfın "radikal" kanadının şaşkınlığı, onun çok daha geniş ve
çok daha sözü geçen "liberal" kesiminin yaşadığı ideolojik travmaya naza­
ran daha sönük kalıyordu. Kapitalizmi eleştirmeye gönülsüz -başka bir de­
yişle, işçi sınıfının yaşam standartlarını yıkıma uğratanın "refah devleti" de­
ğil kapitalizm olduğunu ifade etmeye gönülsüz- liberal politikacılar ve top­
lum kuramcıları olaylar tarafından şaşkına uğratılmıştı. Kapitalizmin birin­
cil sömürü ve hakimiyet ilişkilerini genişletir ve haklı çıkarırken, ikincil "iş­
lev bozukluklarına" saldırmakla (ve bu süreç içerisinde kendileri için rahat
bir sınıfsal konum oluşturarak) geçen onlarca yıldan sonra, profesyonel or­
ta sınıfın özgürlükçü üyeleri -kendilerine karşı yöneltilmiş bir sağ kanat po­
pülist kıyımı olarak-, refah çağının sona ermesini açıklama ve bu durumun
dolaysız politik sonuçlarından kaçma gücünden yoksundu.
Refah çağı sırasında liberaller tarafından örülen bu yanılgı ağı- sınıf mü­
cadelesi ve ekonomik krizlerin sonu ile ilgili yanılgılar, devletin özerkliği ve
20
tarafsızlığı ile ilgili yanılgılar, "insanları " "şahsi menfaatlerden" koruyan ka­
pitalist demokrasi yanılgıları-, seri üretim ile eşgüdümlü kitle tüketimini
destekleyen ve müdahaleci bir devlet tarafından istikrara kavuşturulmuş
özel bir kapitalist birikim rejimini haklı gösterdi.
Yapısal Marksistler tarafından Fordizm olarak söz edilen bu birikim reji­
mi, il. Dünya Savaşı'nın ardından, savaş öncesi bunalımı ve sınıf çatışması­
na geri dönüş korkusu sonucunda ortaya çıktı ve sermayenin ulusal pazar
içinde değerlendirilmesini hızlandırması, tam istihdam ve maaş artışlarının
devamlılığını sağlaması ve kapitalizm için sarsılmaz bir politik uzlaşma or­
tamı yaratması için tasarlandı. Birleşik Devletlerin öncülük ettiği ve savaş­
tan sonra Avrupa'ya ihraç edilen Fordizm, kapitalist metropollerde daha ön­
ce benzeri görüşmemiş -sadece şirket zenginliği ve gücündeki başdöndürü­
cü artış ile günlük yaşamın metalaşma ve bütün insan ilişkilerinin maddi
endekslerle ölçülmesini kapsaması açısından aksayan- bir refah dönemi ge­
tirmedi. Refah, özgürlükçü yanılsama ağlarının inanılırlığını arttırdı -aslın­
da bunu o kadar başarılı bir biçimde yaptı ki, işçi sınıfı proleter konumunun
gerçekliğine inanmayı bıraktı. Beyaz ve mavi yakalı işçiler, ideolojik aygıtla­
rın aşılması zor ağı ile desteklenen, kendilerinin "işçi sınıfı" üreticileri değil,
öncelikle "orta gelirli" tüketiciler oldukları yanılsamasını kabul ettiler.
Fordizm ne yazık ki, uluslararası bir kapitalist üretim biçiminde tasarlan­
mış ulusal bir kapitalist yapıydı. Kapitalizmin Birleşik Devletler tarafından
planlaµan ve Amerikan ekonomik egemenliği tarafından Avrupa ve Japon­
ya'ya dayatılan uluslararası entegrasyonunun, il. Dünya Savaşı'ndan sonra­
_
ki on yılların en önemli oluşumu olduğu ortaya çıktı. Avrupa ve Japonya'nın
kalkınmaya başlaması ile birlikte Fordizm, kapitalist birikim için gittikçe da­
ha "işlevsiz" ve sermayenin bakış açısından daha "akıldışı" hale geldi. Alt­
mışlı y ıllar sırasında enflasyon ve rekabetin oluşturduğu baskı, yetmişli yıl­
larda işçi sınıfının yaşam standartları ve sermayenin karlılığı arasında klasik
bir karşılıklı cepheleşmeye, seksenli yıllarda sonu -sermaye için ekonomik
yeniden yapılanma ve diğer herkes için "tasarruf krizi"- önceden bilinen bir
sermaye birikimi krizine yol açtı. Ne var ki, Fordizmin etrafında örülen ya­
lanlar örgüsü göz önünde tutulursa, uluslararası kapitalizm, çok sayıda işçi
sınıfı seçmenini sorunun gerçek nedeni olan kapitalizme değil, sadece "göz­
le görülür" nedenlere- "aşırı hoşgörülü liberaller" (çalışma etiği ile bağlarını
k oparan kabiliyetsiz yöneticiler) ve "aylak fakirlere" (aynı liberaller gibi, ça­
lışkan Amerikalıların eli açıklığı tarafından sunulan refah durumundan ra-

21
hat bir şekilde faydalanan ekonomik parazitler) karşı kışkırttı. Kapitalist
egemen sınıf, Fordizmin mimarları ve ondan kar eden kimseler, son derece
memnun bir şekilde, -ekonomik yeniden yapılanmanın asıl hedefleri ve en
büyük kurbanları olan- orta gelirli işçilerin şiddetli fakat saptırılmış kızgın­
lıklarını, tek ortak paydaları ekonomik güçten yoksun olmaları olan, özenle
seçilmiş bir dizi politik ve ekonomik günah keçisine yönlendirdi.
Ne yazık ki, Kuzey Amerika ve Avrupa'da kapitalizm için en önemli böl­
gelerdeki yurttaşların büyük bir çoğunluğu, o dönemin Thatcher'ları ve
Reaganlar'ı tarafından kandırıldıklarının ancak şimdi, sermayenin uluslara­
rasılaşmasının onların oylarını önemsiz bir unsura ve orta sınıfın yaşam bi­
çimini yirmi yıl önce düşünülemeyecek standartlara indirgemesinden sonra
farkına varmaya başlıyor
İ şçi sınıfı çoğunluğunun yaşam standartlarının durmaksızın düşmesi,
çok küçük bir kapitalist egemen sınıfın ellerinde biriken ve sürekli artan
zenginlik ve gitgide küçülen bir profesyoneller ve yöneticiler azınlığı karşı­
sında, kapitalizmle ilgili hakikati söylemeyi amaç edinmiş bir toplumsal te­
orinin yeniden ortaya çıkması mümkün müdür? Dikey hareketlilik yanılsa­
maları yerini sınıf kutuplaşmasının gerçekliklerine bıraktıkça, belki de işçi
sınıfı konumlarının farkına varmaları, "halkın" çoğunluğunda inançsızlık,
utanç ya da öfke tepkilerinin ortaya çıkmasını sona erdirecektir.

Marksizm ve İnsanlık Dışı Bir Ytıze Sahip Sosyalizm Düşüncesinin


Yıkılması
Marksist toplumsal teorinin yeniden yapılanmasına yönelik ikinci büyük
engel, sosyalist devlet diktatörlüklerinin -demokratik olmayan bir politik ik­
tidar tekeli yoluyla "devlete ait" üretimin araçlarını ve dağılımını denetleyen
egemen bürokratlar sınıfının karakterize ettiği toplumlar- varlığıdır. Stalin­
ciliğin çöküşü, sonunda, sosyalizmin üretim güçlerinin, onlar üzerindeki ge­
nel denetime bakılmaksızın, geliştirilmesinden ibaret bir sistem olduğu dü­
şüncesini gözden düşürdü8 . Aynı zamanda merkezi olarak planlanan ve uy­
gulanan "devlet güdümlü" ekonomiler, piyasa mekanizmasına yeterince ba­
şarılı bir alternatif sunmakta başarısız oldu. Bu eksikliklerin kabahati bütü­
nüyle ekonomik açıdan gerilik ya da Soğuk Savaş dönemi askeri üretiminin
zorunluluklarına yüklenemez. Dersler yeterince açıktır; demokrasisiz bir
sosyalizm düzmecedir, ve piyasa mekanizmasına sahip olmayan bir sosya-

22
lizmin sürdürülmesi olanaksızdır. Buna karşın, bu dersler, sık sık duyduğu­
muz gibi, kapitalizmin üzerine tarihsel kutsal su serpmez: sosyalizmsiz bir
demokrasi ve ekonomik güç üzerindeki demokratik denetim olmadan piya­
sa mekanizmaları, Stalincilikten pek de az düzmece değildir. Demokrasiye
ilişkin olarak da, sosyalizmin insanlık dışı yüzünün ortadan kalkması, kapi­
talizmin insani yüzünün yıkılmasının diğer yüzünden ibarettir: demokrasi
ya üretim araçları ve sermaye birikimi süreci üzerinde demokratik denetim
anlamına gelir ya da hiçbir anlam ifade etmez. Politik ya da ekonomik eşit­
liğin yokluğu daima sömürüye hizmet eder, ve ekonomik ve politik iktida­
rın eşitsizliklerini politik haklar, toplumsal işbirliği ya da ekonomik etkinlik
·
ile maskeleyen düşünceler, asla sınıf sömürüsünün ussallaştırılmasından
fazlası değildir.
Ü retim araçlarının devlet elinde olması, sosyalizm için gerekli bir koşul
olabilir ya da olmayabilir; ama kuşkusuz yeterli bir koşul değildir. Stalinci­
liğin çöküşü, demokrasi karşıtı ve zorlayıcı araçlara varsayılan eşitlikçi ve
insancıl amaçlar üzerinde öncelik tanıyan devrimci diktatörlük geleneğinin
sona erdiğinin sinyalini verir. Sovyet tipi merkezi planlı devlet güdümlü
ekonomilerin başarısızlığa uğraması da aynı oranda önemli olmuştur. Sov­
yetlerin, çekirdek kadrosunun hareket kabiliyeti ve partinin baskısı yoluyla
"kapitalizmin üzerinden atlama" ve ekonomik gerilikten endüstriyel zengin­
liğe ulaşma girişimi kapitalist kalkınmanın en kötü yönleri ile rekabet et­
mekle kalmamış, aynı zamanda onu geride bırakmak bir yana, kapitalizme
yetişmekte başarısız olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da Bolşe­
vikliğin çöküşü, Stalin'in "tek ülkede sosyalizm" adını verdiği şeyin başarı­
sızlığının ve Mark ve Engels'in, en son gelişmesinin küresel üretim biçimi ol­
duğu dünya çapında bir tarihsel güç olarak kapitalizm kavramına gerekli
bir geri dönüşün işaretlerini verir.
Marx ve Engels, Alman İ deolojisi'nde "tek ülkede sosyalizm" fikrinin ola­
bilirliğini reddetti. Hiçbir ekonomik sistemin kapitalizmden daha fazla üre­
tim yapamayacağını, çünkü akla yatkın hiçbir sistemin işçilerinden bu kadar
artı değer elde edemeyeceği ya da egemen sınıfını bundan daha etkili bir şe­
kilde büyümeye ve yenilikler yapmaya zorlayamayacağı çıkarımında bu­
lundular. Kısacası hiçbir toplumsal sistem kapitalizmden daha totaliter de­
ğildir. Marx ve Engels, kapitalizmin doğasını anlayarak, "yerel bir olgu " -ya­
ni tek ülkede sosyalizm- olarak komünizmin görece geri kalmışlığı, "serma­
yenin kabul edilemez evrenselleşmesi üzerindeki sınırlayıcı etkisi " tarafın-

23
dan yok edileceğini gördüler. Komünizmin olabilirliği, sınıfsal yapısı tam
olarak uluslararası ve homojen bir küresel sistem olarak kapitalizmin geliş­
mesini gerekli kılar. Kapitalizm, tekil bireylerin, etkinliklerinin dünya çapın­
da tarihsel bir etkinliğe dönüşmesi ile, onlara yabancı bir gücün, gittikçe da­
ha da büyüyen ve son tahlilde dünya pazarı olduğu ortaya çıkan bir gücün
egemenliği altında gittikçe daha fazla güç kazandı.
Eğer kapitalizm gerçekten de dünya çapında bir tarihi güçse ve gelişimi
ulusal olmaktan çok küreselse, onun dönüşümü de ulusal değil küresel ola­
rak anlaşılmalıdır. Kapitalizm ancak "üretici güçlerin evrensel gelişimi tüm
uluslarda aynı anda 'mülksüz' kitle olgusunu (evrensel rekabet) ortaya çı­
kardığında [ve] her bir ulusu diğerlerinin devrimlerine bağımlı hale getirdi­
ğinde çözülmeye başlayacaktır" (Marx ve Engels 1978, 161-62) . Kapitalizmin
çelişkileri -yapay kıtlıklar yaratılması yoluyla gerçek kıtlığın ortadan kaldı­
rılması, zenginlik ve güç açısından sınıf eşitsizliklerini yeniden üreterek top­
lumsal üretim unsurlarının birbirlerine bağımlılıklarının bütünleştirilmesi,
üretim teknolojisinin krizler, ani değişimler ve acı getirerek geliştirilmesi-,
kapitalizm rakiplerini safdışı bıraktıkça ve tek gerçek amacı egemen sınıf
için karlılığın geri getirilmesi olan bir "yaratıcı yıkımla" kendi üzerine yıkıl­
dıkça, gittikçe daha akıldışı ve kabul edilemez hale gelir. Buna karşın, küre­
sel alanın her bölgesinde toplumsal yaşamın her safhasını bütünüyle sınıf­
landırana dek� kapitalizm daima ilerleme halinde gözükecek ve yıkımın ya­
nı sıra büyüme yoluyla çelişkilerini geçici olarak ortadan kaldırabilecektir.

Kapitalizmin büyümesi, sınıf mücadelesinden -ücretler ve karlar arasın­


daki, ortaya koyulan en son şeyin üretimin araçları ve dağılımı üzerindeki
demokratik denetim olduğu iktidar mücadelesi- ayrılamaz. Hem Stalincilik
hem de Fordizmin çöküşünden alınacak ders, bu mücadelenin artık bütü­
nüyle ulusal söylemler içerisinde değerlendirilemeyeceğidir. Proleter fabri­
ka işçileri klişeleri yerlerini beyaz ve mavi yakalı işçiler kesimlerine ayrılmış
daha karmaşık işçi sınıfı anlayışlarına bırakmıştır; bu nedenle " Ü çüncü Dün­
ya" devrimlerinin basmakalıp unsurları, sınıf mücadelesinin küresel ölçekte
entegre üretimi ve uluslararasılaşma-çok uluslulaşmasına teslim olmak zo­
rundadır. Kapitalizmin kalbi durumundaki ülkelerde Fordizmin çözülme­
sinden kaynaklanan güçlükler şimdi, profesyonel orta sınıfa ve kapitalist
üretim ilişkilerine geçişin ağır gerçekliğine feda ettikleri demokrasi ve refah
umutlarının yolunu gözleyen Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğindeki işçile­
rin acılarından ayrılamaz durumdadır. Bu küreselleşme sürecinin bugün bi-

24
ze göz korkutucu gözüktüğü ölçüde, kapitalizmin çok uluslu yeniden yapı­
lanmasının akıbeti demokratik sosyalizmi uluslararası ölçekte bir kez daha,
fakat bu kez daha yüksek bir sosyo-ekonomik kalkınma ve entegrasyon dü­
zeyinde öne çıkaracaktır. Kapitalizmin gelişimi, neticede sosyalizmin olabi­
lirliğinin koşullarının gelişmesidir: "Komünizm oluşturulacak şartlar, ger­
çekliğin kendisini uyarlamak zorunda kalacağı bir ideal değil, daha çok bu­
gün gelinen durumu ortadan kaldıran gerçek bir harekettir" (Marks ve En­
gels, 1978, 162) . Eski komünist ülkeler küresel ekonomiye katıldıkça, televiz­
yon reklamlarımızda gösterilen bolluğun ardındaki sömürüyü ve demokra­
siye duyulan ateşli coşkunun arkasına gizlenen sınıf egemenliğini yeterince
çabuk bir şekilde keşfedecektir. Bana öyle geliyor ki, kısa sürede karşı karşı­
ya kalacakları geleceği daha gerçekçi olarak görmek istiyorlarsa, Batı Avru­
pa'ya ya da Birleşik Devletler yerine, en çok Türkiye ya da Brezilya'ya bak­
malılar. Fakat asıl nokta bu değildir, en önemlisi kapitalizmin ve sosyal de­
mokrasinin uluslararasılaşmasına yönelik son zorlu engelin çökmesidir. He­
nüz küresel kapitalizmin başlangıcının sonunda olduğumuz düşüncesiyle
karamsarlığa kapılanlar, aynı zamanda sonun başlangıcına da vardığımız
gerçeğinden cesaret almalıdır.
Unutmayalım ki Stalinizm küresel kapitalizmin gelişimi tarafından yara­
tılmış bir canavardır. Dağılma süreci hiçbir şekilde -Bolşevik Devriminin do­
ğasını anlamak kadar çarpıtmak amacıyla da ortaya çıkarılmış olan bir terim
olan- totalitarizm çevresinde gelişmiş olan Soğuk Savaş retoriğini geçerli kıl­
ınaz 9 . Çoğulculuk, görecilik ve bireycilik kapitalist toplumlarda sınıf sömü­
rüsü ve tahakkümünü inkar eder veya önemsizleştirirken, bu düşünce
akımlarının zararlı antitezi olan totalitarizm, Sovyetler Birliğinin tarihini ka­
pitalizmin yokluğundan kaynaklanan çok daha sert bir baskının distopyan
bir hikayesi olarak lanse eder. Soğuk Savaş yılları sırasında Sovyet çalışma­
ları olarak bilinen düşünsel akım ile modern post-Marksist toplumsal teori
arasındaki tartışmalar dikkate değerdir, çünkü bu durumun sürekliliği
Marksist çözümlemenin yeniden canlanmasına yönelik başlıca ideolojik en­
gel olmayı sürdürmektedir. Kaba çoğulculuk, görecilik ve bireyciliğin kök­
leri seçkinci özgürlük anlayışında yatar; bu anlayışın antitezi olan eşitlikçi
demokrası ve üretim araçlarının ortak mülkiyeti, özgürlüğün yokluğu, tari­
hin sonu ve bireyselliğin kaybı olarak yansıtılmalıdır. Totalitarizm, bu ifade­
yi kullanmam affedilirse, baskının her yerde ve hiçbir yerde olduğu, amaç
eksikliği nedeniyle bütünüyle akıldışı, fakat amaca dayalı uygulamasında

25
korkutucu derecede rasyonel olan son derece çelişkili bir alandır. En önem­
lisi, Totalitarizmde ekonomik sömürü ve sınıf mücadelesi bulunmaz ve bu
yüzden tahakküm yapılarına yönelik Marksist analize olanak tanımaz. Bu­
nun yerine yorum, "özgürlük" ve "baskı" arasındaki Manişeist çelişkiye, et­
kin kılan anlayışının özgürlüğün kendisi için yalnızca talana dayanan bir
meritokrasi -sıfır sonuç getiren bir iktidar mücadelesi- ve baskının "yetenek­
li" seçkinlerin "vasat" kitleyi sömürme hakkıyla her türlü müdahele olarak
var olduğu mücadele halindeki birey olduğu söylencesel bir yarışmadır.
Dünya ile ilgili böyle bir değerlendirme elbette profesyonel orta sınıfa aittir
ve sınıf özgürlüklerinin proleterleşmeye, sınıf iktidarlarının da işçi sınıfına
yaslandığı varsayımları sorgulamaktan kaçınmak konusunda aynı oranda
gönülsüz olan liberal ve tutucu kesimler tarafından coşkuyla desteklenir.
Totalitarizmin anti-Marksist söylencesi, kuramsal iflası "akla hayale sığmaz"
Gorbaçov fenomeni ile gözler önüne serilirken bile, herhangi bir şeyi açıkla­
dığından değil -hiçbir zaman bir şeyi açıklamadı- en düşkün olduğu sınıf
yanılsamasını (Özgürlük ve adalet ilkeleriyle birlikte sınıf menfaatinin kim­
liği) korurken, profesyonel orta sınıfın en derin sınıf korkusu (katılımcı de­
mokrasi ve ekonomik eşitliğin tehlikeleri) ile örtüştüğü için başarısını sür­
dürür. -

Modernizm Kavramı Üzerine


Kuşkusuz Althusser'in düşüncelerinin en az bilinen yönü, modernist ka­
rakteri olmuştur. Althusser, tarihsel bilgiyi bilimsel açıdan geçerli olduğu
yönünde savunurken, indirgemeciliğin ve çoğulculuğun, nesnellik ve öznel­
liğin, mekanikçilik ve istenççiliğin aşırılıklarından başarılı bir şekilde kaçı­
nan, Marksizmin özgün ve güçlü bir modernist yeni yorumuna ön ayak ol­
muştur. Modemist bir tarih bilimi olarak Althusser'in eserini savunurken,
ister istemez modemizmin tükendiği ya da yerini başka düşünce akımları­
na bıraktığı görüşüne karşı çıkıyor ve bu akımın kendisinin öncülü olan po­
zitivist, idealist ve tarihselci eğilimlere yönelik eleştirisini yeniden onaylıyo­
rum. Kuşkusuz modernizm kavramını tanımlamak tartışmaya açıktırıo. Ge­
nel olarak, ondokuzuncu yüzyılın sonundan günümüze (ya da en azından
altmışlı yıllarda postmodernizmin ortaya çıkışına kadar) Avrupalı düşünür­
lerin kültürel bakış açısını ifade eder. Buna karşın böyle bir anlayış 1890 yı­
lından sonra yazılmış ya da üretilmiş kaydadeğer her şeyi kapsayabilecek
kadar panoramik ve analitik amaçlar açısından kendisini neredeyse kulla-
26
nışsız kılacak kadar seçmecidir. Modernizmle ilgili daha kesin ve yeterli bir
kavram oluşturabilmek için, ondokuzuncu yüzyılın sonunda bütünüyle ye­
ni olmasalar da, en azından yeni yeni hakim olmaya başlayan düşünsel ö­
zellikleri açıklamak gerekir.
Modernizm -kübizm ve yapısalcılık, Saussurecü dilbilim, görelilik kura­
mı, quantum mekaniği, Freudyen psikoanaliz, Joyce'un Ulysses'i, Eisenstein
sineması, Brecht tiyatrosu, Weber, Simmel ve Durkheim'ın sosyolojisi, Frege,
Rickert ve Mach'ın felsefesi kadar çeşitlilik gösteren bir fenomene uygun bir
tarihsel anlayış oluşturmak amacıyla- ontolojik gerçekçilik ve epistemolojik
biçimselçiliğin tuhaf bir birleşiminin belirlediği, bilgi, temsil ve deneyime
yönelik bir yaklaşımdır. Modernizm nesneler dünyasının çetrefilliliğine yö­
nelik duyarlılığı büyük ölçüde artırdı; fakat daha da önemlisi, bu yeni kar­
maşıklığı açıklayabilmek için, modernistler ampirik gerçekliğin altında ya­
tan soyut yapılar ve güçlerin varlığını yerine koymaya mecburdu. Hakkın­
daki bilgimizin asla kesin ve tam olamayacağı nedensel mekanizmaların
varlığı, fiziksel ve toplumsal doğa ile insan doğasını ondokuzuncu yüzyıl
düşüncesine gözüktüğünden daha az alışıldık hale getirdi ve sanat ve bilim,
duygu ve mantık, inanç ve bilgi, idealizm ve materyalizm gibi geleneksel
karşıtlıkları büyük oranda değiştirdi. Aynı zamanda temsil sürecinin kendi­
si modernizmin temel meşguliyet alanı oldu. Modernist filozof, sanatçı ya
da bilim insanı, nesnel dünya ile ilgili algılarını ve anlamın üretimi ve ifade
edilmesi için gerekli böyle bir belirlenimin içerimlerini büyük ölçüde etkile­
diğinin gittikçe daha fazla bilincine varıyordu. Sembolik mantıktan temsile
dayanmayan resime, soyutlama gerçekliğe erişmenin daha özenli ve yerle­
şik bir aracını sağlamakla kalmadı; yanı sıra, bu erişimin yapısal kısıtlılıkla­
rı, gerçeklik ve onu kavrama ve iletme kapasitemiz arasındaki kapatılmaz
uçurum ile ilgili farkındalık talep etti. Soyut biçimselcilik, anlam üretimine
uygulandığında, bilimsel pozitivizmden idealist felsefe, romantik sanat ve
edebiyata kadar çeşitlilik gösteren- ve elbette esinini bu kaynaklardan alan
çeşitli politik kuramlar ve tarih anlayışları- kabul edilmiş gelenekler içinde
bir başka gedik yarattı.
Soyutlamaya yönelik modernist eğilimde ortaya çıkan bu ontolojik rea­
lizm ve epistemolojik biçimselcilik sentezi, Avrupa'daki yeni yüzyıl başlan­
gıcına özgü bir şey değildir. Buna karşın, bu dönem, soyut biçimselciliğin bir
a nd a düşünsel ve kültürel üretimin tüm alanlarında hakimiyet kazanması
açısından bir dönüm noktasıdır. Çağdaş tartışmalar ışığında, bu tarihsel bi-

27
linç değişimi ile ilgili iki nokta ortaya konmalıdır. Birincisi, yeni modemist
bakış açısının gerçeklin kendisi tarafından kendisi için yaratıldığı ve gerçek­
liğin hakikatini doğrudan kavrama yeteneği olan bütünlüğe sahip, empirist
ve romantik birey fikri üzerinde ne kadar yıkıcı bir etkisi olduğunu hatırla­
mak önemlidir. Bu açıdan, bireyin rasyonal ya da akıldışı olarak mı değer­
lendirildiği, gerçekliğin akıl ya da sezgi yoluyla mı kavrandığı ya da tarihin
progresif ya da döngüsel olarak mı değerlendirildiği çok az önem taşır: mo­
demizm tüm bu yapılara eşit oranda şüpheyle yaklaşıyordu. Gerçeklliği bir
bütünlük -yani en son anlam, doğa ya da ereksellik- olarak kavrama ve bu­
nun ötesinde onu rasyonel, yansıtıcı ve sezgisel kesinlikle anlama iddiasın­
da olan deneyci ve romantik düşünceler aynı derecede tehlikedeydi. Moder­
nizm karşısında deneycilik öznel faydacılık ve dil çözümlemesi bir estetik
isyan ve felsefi gizemcilik durumuna düşüyordu.
İkincisi, modemizmi tekelci kapitalizm ve daha belirgin olarak bir yanda
teknolojik bilgi, üretim kapasitesi, küresel ve ulusal entegrasyon ile diğer
yandan sınıf sömürüsünün görünüşe bakılırsa kolaylıkla yola getirilemeye­
cek istikrarı, kapitalist ve sosyalist demokrasi idealleri, emperyalist hege­
monya ve uluslararası çekişmeler arasındaki çelişkilerin bağlamına yerleş­
tirmek önemlidir. Ne, tarihsel olarak burjuvazinin aristokratik geleneğe kar­
şı mücadelesi ve kitlelerin eşitlik popülizminin damgasını vurduğu deneyci
gelenek ll , ne de kültürlü burjuva 11duyarlılığının11 rekabetçi materyalizm ve
kendisinin de içinden çıktığı dar kafalı ahlaki höşgörüsüzlüğe karşı ödipal
isyanı olan romantik gelenek, aslında mülksüz ve kültürsüz kitlelerin seç­
kinciliğe karşı bir saldırısını ortaya çıkarmış olan bu yeni çelişkilerle yüzleş­
meyi göze alamadı. Bu nedenle, kapitalist toplumun son derece aşikar ve çe­
lişkileri ve irrasyonelliğini kimi zaman kendisine rağmen açığa çıkarmış o­
lan bu düşünsel akım, modemizm, ilerici toplumsal değişim ve politik solun
unsurları ile ister istemez özdeşleşti (Kaideyi bozmayan istisna ise Lenin'in
modemizmi reddi ve yansıtmacılığın deneyci ilkesine dönmesidir. Althus­
ser, Lenin'in neo-Kantçı ve deneysel-eleştirel felsefede tartışmasız olarak
mevcut olan öznelci ve göreci eğilimlere yönelik doğru olsa da içeriksiz eleş­
tirisinin yanı sıra nesnelcilik ve realizme bağlılığını şiddetle savunur. Buna
karşın, Althusser aynı zamanda Lenin'in bir filozof olmadığını kabul eder ve
Engels'in Marx'ın felsefesini doğanın diyalektiği olarak düşünmesi düşün­
cesinin yanında, Lenin'in modemizm öncesi, deneyci epistemolojiyi kabul
etmesini de reddeder) .

28
Bu nedenlerden ötürü modemizmi, bazı modemist kavrayışları zimmeti­
ne geçirip bu fikirleri çoğulcu, bireyci ve göreci eğilimlerle doldurarak bir
etki ortaya çıkarmayı sürdüren deneyci ve romantik eğilimlerle bağdaşdır­
mak yanlıştır. Modemist bir kimse için, dünyada geçerli olan yapısal belir­
lenimler ne kadar soyut ve karmaşık hale gelmiş olursa olsun, nesnel olarak
gerçekliklerini korurlar. Bunların bilgisi yalnızca mümkün olmakla kalmaz,
aynı zamanda baş döndürücü bir hızda üretilmektedir. Modernist, anlam ve
bilginin üretimi ve aktarılmasının doğasında var olan kısıtlılıklara duyarlı
olsa da, epistemolojik göreciliği ontolojik realizmin daha genel bir ilkesine
bağlı kılar. Başka bir deyişle modemist, bilginin geçerliliğine ve böylece
mevcut gidişatı anlama, eleştirme ve daha iyi hale getirme ve sistematik
eşitsizlik ve sömürüyü ortadan kaldırmanın mümkün olduğu düşüncesine
olan inancını yitirmez. Buna karşılık deneyci rasyonalizm ve romantik irras­
yonalizm, bilginin epistemolojik temelde geçerliliğini reddetmelerinden do­
layı, seçkincilik ve statükoya bağlı kalır. Birbirlerinden ayrı ya da bir arada
konuşlandırılmış olmaları nedeniyle, kaba çoğulculuk, bireycilik ve göreci­
lik, toplumsal gerçekliğe yönelik bilgimizi kesik fragmanlara indirgemek
amacıyla modemist gerçekçilik ve biçimcilik sentezini bir bölünmeye uğra­
tırlar. Bu müdahelelerin ardından gelen tek tepki umutsuzluk, öfke ve en so­
nunda, riayettir.
Benim görüşüm, modernizmin düşünsel olmanın yanı sıra toplumsal
açıdan da ilerici olduğu yönündedir. Yıkıcı olmaktan çok yapıcı olmak, ola­
naklılığını reddetmek yerine bilgi üretmek, modemist ve postmodernist du­
yarlılıklar arasındaki, sıklıkla ondokuzuncu yüzyıl pozitivizminin deneyci
kendini beğenmişliğine duydukları ortak antipati yoluyla örtpas edilen te­
mel farklılıkları açıklığa kavuşturur. Modernizm deneyciliğe karşıttır, fakat
bilimsel devrimin rasyonel, realist ve materyalist geleneği ile olan derin sü­
rekliliğini devam ettirir. Modernizmle olan asalaksal ilişkisine rağmen, post­
modernizmin kökleri başka bir yerde, irrasyonalizm, dirimselcilik ve nihi­
lizmin bilim karşıtı geleneğinde yatar. Neo-liberalizm ise tam tersi bir izle­
nim verse de, genel görünüşü itibariyle modem öncesi durumunu sürdürür.
Neo-liberalizm, deneyciliğin enkazından tarih yanılgıları yeni ve yüksek
teknolojili maskesi ile güçlükle gizlenebilen akıl, haklar ve adaletle ilgili ide­
alist ve bireyci varsayımları kurtarma girişiminde bulunmuştur. Oyun ve
modeller belki şimdi daha çok yönlü hale gelmiştir, fakat hala egemen sını­
fın lehinedir. Neo-liberaller cephesinde gerçek anlamda yeni hiçbir şey -

29
kendi sınıf önyargıları ile ilgili daha yüksek bir bilinç hali bile- olmadığın­
dan, Marx'ın ilk neo-liberal Jeremy Bentham'a uygun gördüğü "burjuva ap­
tallığının dehası" Unvanını onlara yakıştırmaktan çekinmek için hiçbir ge­
rekçe yoktur.
Modernizm ve tarihsel bilgi arasındaki ilişkinin inceleneceği alan bu de­
ğildir; fakat şu kadarı söylenebilir ki, tarihsel düşünce ondokuzuncu yüzyıl
kültürünün merkezindeydi ve modernist düşünceye aykırı geleneklerle do­
luydu. Yapısal nedensellikle tarihsel bilgiyi bir araya getiren ilk kişi Marx'tı,
fakat Marksist modernizm kaçınılmaz olarak, ekonomik belirlenim ve sınıf
mücadelesinin ilkeleri ile tanımlandığından, kapitalist toplumdaki egemen
sınıf arasında kabul edilebilir görülmesi çok güçtü. Aslında modernizmin
sonuçları, modemizm ve toplum bilimleri arasındaki ilişkilerin daima poli­
tik ve ideolojik etkenler tarafından önceden belirlendiği beşeri bilimlerden
başka hiçbir yerde bu kadar kargaşaya sebep olmamıştır. Solda, Marksizmin
modernist bilimsel başarıları aralıksız olarak birbirinden ayrılan politik ha­
reketlerin ihtiyaçlarına feda edilirken, Sağda, Marksizmin itibarını düşür­
meye ve kapitalist topluma alternatif olarak özürlere sığınan alternatif bir
vizyon geliştirmeye yönelik güçlü baskılar toplumsal teoriyi modemizmin
"ötesine" itmiştir. Bilimsel tarih düşüncesine karşı çıkmak aynı zamanda ide­
oloji ve politikanın bir işlevidir: Şimdi tarih ancak yazın eleştirmenleri tara­
fından "kurgulanır", filozoflar tarafından "modellenir", ve tarihçilerin kendi­
si tarafından sayısız soykütüklere ayrılırsa saygı görebilir. Bu gibi tarih kur­
guları, açık olarak eleştirel amaçlara dayanarak gerçekleştirildiklerinde bile,
bir öncül olarak kendi bulgularının bilimsel değerinin yadsınması ve genel
yapılar, karşılıklı ilişkiler ve belirlenimler sorununu gözetmeyi reddetmek
yoluyla kendi çözümlemelerinin güvenilirliğini sarsarlar.
Neyse ki tarihsel düşünce aynı zamanda, çoğunlukla aralarında elbette
Althusser'in de bulunduğu Fransız yapısalcılığının en önemli figürlerinin
oluşturduğu modernist izleğe yakın daha yapıcı ve gerçek temellere daya­
nan eleştiri tarafından ele alınmıştır. Fransız yapısalcılığının Saussurecü dil­
bilimin çeşitli toplumsal fenomenlere uygulanmasından daha fazlası oldu­
ğunu hatırlamak önemlidir12 . Genel olarak soyut yapısal belirlenimler ve
bunların epistemolojik önemini vurgulaması ve deneyci rasyonalite ve oto­
nom insan pratiğini eleştirmesi yönünden tanımlanan yapısalcılık, yirminci
yüzyılın en önemli modernist akımlarından biri olarak kabul edilmelidir.
Yapısalcılık, Althusser, Lacan, Levi Strauss, Foucault, Derrida, Greimas ve

30
Barthes'in eserleri aracılığıyla toplumsal teoriye bir Fransız havası katmak­
tan fazlasını yapmıştır; beşeri bilimler şaşırtıcı derecede kısa bir zamanda
kökten bir şekilde dönüştürülmüştür. Althusser'in Marksizmi yeniden ele
alması, büyük ölçüde bu gelişmelerin merkezinde yer almıştı. Klasik Mark­
sist metinlerdeki kendilerinin açıkça belirtmediği ya da belirtemediği teorik
kavramlardan faydalanmakla kalmadı, o ve onun düşün arkadaşları aynı
zamanda tarihsel materyalizmi modernist ve bilimsel bir pratik olarak yeni­
den Ganlılık kazandıran yeni kavramları bir bütün olarak geliştirdi. Althus­
ser, Marksizm ve Marksist olmayan modernizm arasında daha önce varol­
mamış köprüler kurdu. Bu belki de her şeyden çok Sol ve Sağ kanattan eleş­
tirmenleri kızdırdı: komünist düşünür ve aktivistlerden aralarında Marksiz­
me muhalif çok sayıda düşüncenin de bulunduğu Marksist olmayan kav­
ramlardan yararlanan çok yönlü bir çalışmalar bütünü, akademik filozoflar
ve toplum bilimcilerinden modernist çoğulculuk, görecilik ve bireyciliğin
reddine dayanan küstah bir Marksist sorunsal.

Modemist Bir Tarih Bilimi Olarak Yapısal Marksizm


Althusser ayrıca yapısalcı geleneksel tarihselcilik eleştirisinin -doğrusal
süreklilik, evrime yönelik erekselci yorumların reddedilmesi ile tarihsel sü­
reç ve amaçların, otonom insan etkinliği, birleşik toplumsal öznellik, farklı
toplumsal yapıların belirleyici özellikleri olmayan kavramları, nedenselliğin
doğrudan ya da indirgenmiş biçimleri ve tarihsel bilginin aşikar biçimde
doğru ya da tam olduğu fikrinin kabul edilmesi- en önemli mimarıdır.
Buna karşın, Levi Strauss ve Foucault gibi önde gelen Yapısalcıların çalış­
malarından farklı olarak, Althusser'in hedefi, tarihsel düşünceyi yeniden
canlandırmaktı, onu ortadan kaldırmak değil. Althusser bilimsel fikirler ve
tarihsel söylemin özgün bir şekilde yeniden ele alınması yoluyla tarihin bi­
limselliğini oluşturmak ve sınıf mücadelesine dayanan Marksist bir düşün­
sel çerçeve içerisinde toplumsal formasyonların karmaşıklığını doğru bir şe­
kilde değerlendirecek indirgeyici olmayan bir ekonomik belirlenim düşün­
cesi geliştirmenin yollarını aradı. Bu kitapta tartışılan çok sayıda kişi Althus­
ser'in sorununa yakınlıkları açısından çeşitlilik gösteriyorsa da, hepsi büyük
bir ortak paydayı paylaşır. Ben bu ağı kasıtlı olarakgeniş tutmuş olsam da,
sanıyorum, aşağıdaki özeti az çok bütünlüklü bir sorunsal olarak sunuyo­
rum.

31
Yapısal Marksist çözümlemenin nesnesi, bir üretim tarzı temelinde oluş­
turulmuş bir toplumsal oluşumdur. Yapısalcı Marksistler ekonominin 11son
tahlilde11 belirleyici olduğunda ısrar ederler, fakat ekonomik belirlenimi yan­
sıtmacı bir yöntemle doğrudan değil; çeşitli ekonomik, politik ve ideolojik
işlevleri yerine getiren heterojen, eşit olmayan, fakat birbirleri ile ilişkili ya­
pılar açısından, dolaylı olarak kavramsallaştırırlar. Ü retim araçları açısından
işçiler ve çalışmayanlar arasında el değiştiren mülkiyet ve üretim ilişkilerin­
den oluşan üretim tarzı, ekonomik işlevi tanımlar. Ekonomik işlev belirleyi­
ci olarak ele alınır; yani, üretim tarzı Yapısalcı Marksistler tarafından top­
lumsal formasyonun derin yapısını oluşturan unsur olarak anlaşılır.
Ü retim tarzında bir araya gelen mülkiyet ve üretimin ekonomik işlevleri,
toplumsal formasyonun en üst seviyesinde ayrılabilir. Ekonomik mülkiyetin
işlevleri, ekonomik üretimden ayrı, dolayısıyla doğası itibariyle ekonomik
olmayan kurumsal aygıtlarda uygulanabilir. Gelinen nokta göz önünde tu­
tulursa, ekonomik işlevin belirleyici rolü ve üretim tarzının derin yapısını,
politik, ideolojik ya da ekonomik belli bir kurumsal aygıtın toplumsal for­
masyonun en üst seviyesinde oynayacağı başat rolden ayırmak önemlidir.
Ekonomik mülkiyetin işlevini gerçekleştiren kurumsal aygıtın toplumsal
formasyonun en üst seviyesinde hakim olması tipik bir durumdur. Buna
karşın, toplumsal formasyonun egemenlik seviyesini oluşturan alan daima
üretim tarzının derin yapısıdır.
Yapısal Marksizm ekonomik belirlenimi yapısal nedenselliğin modemist
çerçevesinde düşünür. Toplumsal formasyon, belirli toplumsal yapılar ve
ilişkilerde ortaya konan ekonomik, politik ve ideolojik güçlerin paralelogra­
mıdır. Ekonomik işlev birincil unsurken, politik ve ideolojik işlevler kendi­
lerine özgü özellik ve uygulanabilirliklere sahiptir ve tüm yapı ve ilişkiler -
politik, ideolojik ve ekonomik -eşit düzeylerde olmasalar da, yapısal bir bü­
tün, toplumsal formasyon olarak aynı anda iş başındadır. Bunun yanı sıra,
Yapısal Marksizm, ekonomik belirlenimin toplumsal formasyonu ileri sür­
mesine yönelik herhangi bir ereksel ya da hedeften yoksundur. Ekonomik
belirlenim, bireysel yapı ve ilişkiler üzerine karmaşık bir bütün olarak top­
lumsal formasyonun tarihsel geçerliliği ile ilgilidir. Başka bir deyişle top­
lumsal formasyon, bireysel yapıların varlığının tarihsel matrisini ya da ge­
çişsiz koşullarını oluşturur, fakat onların mevcut ya da geçişli etkinliklerinin
11karmaşık birligi11 olarak varolur. Ekonomik işlev daima tarihi matris içeri­
sinde birincil konumda olduğundan (ayrı bir kurumsal biçim olarak her za-

32
man başat konumda olmasa da), tüm toplumsal yapılar ve pratiklere -son
tahlilde- ekonomi tarafından dolaylı olarak "daima halihazırda" bir yer ve
işlev verilir.
Yapısal Marksizm ayrıca toplumsal yapılar içindeki ve arasındaki, top­
lumsal bütünün istikrarsız gelişmesi ve münferit yapıların göreli özerkliğin­
den kaynaklanan karşıt eğilimleri kabul eder. Ekonominin birincil rolü po­
litik ve ideolojik yapılara sınırlar koyar ya da onları kısıtlar, fakat her bir po­
litik kurumu özgülleştirmez veya aile, üniversite ya da kilise gibi ideolojik
aygıtları doğrudan belirlemez. Politik ve ideolojik aygıtlar, daha önceden
ekonominin gelişimi tarafından eşgüdümlenmeyen göreli bir özerklik ve di­
namiğe sahiptir. Aynı zamanda, nesnel değişikliklerin ekonomik yapılar ve
ilişkiler içinde değişiminin üretimi onların yeniden üretimine doğrudan ola­
nak sağlayamayacağından ekonomik belirlenimin kendisi çelişkiler içer­
mektedir. Bu nedenle ekonomik belirlenim "son tahlilde", özgüllüklerini göz
ardı etmek ya da yeniden üretimlerinin 'fazla mesaisini' varsaymaksızın, sü­
reç içinde geçerli olan nedensel belirlenimlerin çeşitliliğine riayet eder. Bu,
kaba çoğulculuğa düşmeksizin mekanik istatistikler ve erekselci evrimden
kaçınan, karmaşık belirlenime yönelik modernist vizyondur.
Yapısal Marksizm, bir toplumsal formasyonlar bilimidir. Buna karşın Alt­
husser, tarih biliminin tarihin bütünselliğini kesin olarak kavrayabileceği ya
da kendisini yorumsal bir bilgi biçiminden, kestirimci bir bilgi biçimine dö­
nüştürebileceği düşüncesini reddeder. Bireysel ya da "bölgesel" (politik, söy­
lemsel vs.) kuramların birbirleri ile asla kusursuz biçimde uyumlu hale ge­
lemeyeceğini ve kendilerine özgü kuramsal amaç ve sorgulamalarının bir
fonksiyonu olan özgüllüklerini kaybetmeyeceklerini kabul eder. Althusser
felsefi olarak, tarihsel bilginin geçerliliğini, onu klasik modernist üslupla,
nesnesinin gerçekliğine tabi kılarak savunur. Bütün bilginin gelenekselliğini
ve tarihselliğini kabul etse ve gerçeklik ve gerçeklik hakkında düşünce ara­
sındaki ayrımda (gerçeklik hakkında düşüncenin hiçbir zaman tam olarak
yeterli olmadığı, gerçekliğin kendisine hiçbir zaman bütünüyle uymadığın­
da) ısrar etse de, Althusser bu gibi epistemolojik nitelikleri, gerçekliğin ger­
çeklik hakkında düşünceden önce geldiğini savunan ontolojik realizmin il­
kelerine tabi kılar. Bilimsel bilginin geçerliliğini su götürmez şekilde kanıt­
lar gibi görünmeye çalışmaksızın (epistemolojik sorunlara yönelik fikirler
felsefe tarafından asla kanıtlanamaz ya da çürütülemez ve felsefe tarih de
dahil olmak üzere herhangi bir bilimle ilgili öncelikli söz sahibi olma iddia-

33
sında değildir), Althusser felsefede, sorunları açıklama konusundaki güçle­
ri nedeniyle ve karşıtları tarafından öne sürülen bir dizi sönük eleştiriye da­
yanarak bilim ve tarihsel materyalizmin bilimselliğini savunur.
Yapısalcı Marksistler, söylemsel pratiklerin ve diğer toplumsal fenomen­
lerin, herhangi bir nesnel gerçeklik ya da gösterenle çok az ilgili, birbirinden
farklı gösterenlerden oluşan rastlanhsal ve otonom sistemler olarak oluştu­
ruldukları görüşüne karşı çıkar. Yapısalcı Marksistlere göre, söylem sadece
sözdizimsel değil, aynı zamanda semantiktir. Bütün söylemsel pratikler te­
melde toplumsal iktidar ilişkileri ile bağlantılıdır; ne üst-dillerden oluşan ve
'serbest dalgalanan' sistemler (Barthes), ne de tarih dışı aşkın yapılardır (Le­
vi Strauss) . Buna karşın Yapısalcı Marksistler, Foucault gibi, söylemin sade­
ce iktidardan (dolayısıyla anlam, amaç ve kuramsal belirlenimlerin geçerli­
liğinden büyük oranda bağımsız) ibaret olduğunu ve iktidarın kendiliğin­
den (spontan), nedensiz ve sınıfsal menfaatler ile ilgisiz olduğunu savunan
düşünürlerin iddialarını reddederler. Yapısalcı Marksistler bilimsel, felsefi,
ideolojik ve estetik pratiklerinin işlevsel kavramları üzerinde ayrıntılarıyla
durarak, güçlü bir genel söylem kuramı ve toplumsal üretim ve alımlama­
nın tarihsel çözümlemesi için sağlam bir kuramsal temel geliştirmiştir. Son
olarak, Yapısal Marksizm, tarihsel ya da yorumbilimsel tekbencilige düş­
meksizin tarih konusunda söylemsel pratiği temellendirebilir.
Yapısal Marksizm, teknolojik deterministler ve tarihsel gelişimin açıkla­
yıcı ilkesi olarak sınıf mücadelesini savunanlar arasında uzun zamandır sü­
regelen bir tarhşmayı geçersiz hale getirir. Teknoloji yalnızca sınıf mücade­
lesi bağlamında varoldugundan ve sınıfsal güç ve menfaatler sadece üretim
güçleri ve ilişkilerin birlikteliğinde varoldugundan, Yapısalcı Marksistler ta­
rihsel gelişimi özgül üretim biçimleri ve bunların birbirleri ile ilişkileri (ek­
lemlenmeleri) açısından yeniden formüle eder. Her türlü üretim tarzında
üretim ilişkileri hakim unsurdur; çünkü mülkiyetin işlevi toplumsal ürünü
zimmetine almak ve mevcut üretim güçlerini yeniden üretmek amacıyla
bundan bir pay tahsis etmektir. İki farklı üretim tarzının herhangi bir şekil­
de eklemlenmesi durumunda gerçekleşen, daha fazla üretken olanın daha
az üretken olan üzerindeki hakimiyeti ve ikincisinin birincisine bağlı hale
gelmesidir. Bir üretim tarzında mülkiyet işlevini yerine getiren bireyler el­
bette bu oluşumun egemen sınıfını oluşturur ve verili bir eklemlenme duru­
munda hakim üretim tarzının egemen sınıfı diğerine tabi kılınan üretim tar­
zının egemen sınıfı üzerinde egemenlik kuracaktır. Özetle, herhangi bir üre-

34
tim tarzında ilişkilerin güçler üzerindeki egemenliğinden söz edebiliriz, fa­
kat sınıf mücadelesine karşı teknolojik belirlenim sorununu vurgulamak
anlamlı olmaz. Buna karşın, iki üretim tarzının eklemlenmesi söz konusu ol­
duğunda, teknolojik belirlenimden ancak bir üretim tarzının (güç ve ilişkile­
rin birliği ile tek bir sınıf mücadelesi) diğeri üzerinde hakim olması açısın­
dan söz edilebilir.
Üretim tarzı kavram Yapısalcı Marksistlere ayrıca ekonomik belirlenimin
kapitalist olmayan toplumsal formasyonlar için de geçerli olduğunu göster­
me olanağı sağlar. Birincisi, üretim güçleri ilişkilerini üç ayrı unsura ayrılan
-işçiler, teknoloji ve işçi olmayanlar- iki toplumsal ilişki olarak kavramsallaş­
tırarak, Yapısalcı Marksistler, herhangi bir toplumsal formasyonda mülkiye­
tin ekonomik işlevleri ile üretimi birbirinden ayırabilir. İ kincisi, hem ekono­
mik hem de ekonomik olmayan işlevleri bu işlevleri elinde bulunduran ku­
rumlardan (soy, saray vs.), ayırarak, Yapısalcı Marksist çözümleme, kurum
ve davranış kalıplarını açıklamakla yetinen metodolojilerin ayırtına varama­
dığı belirlenim ilişkilerini ortaya çıkarabilir. Üçüncüsü, ilişkiler ve bu ilişki­
lerin birbirleri arasındaki ilişkiyi açıklayarak, Yapısalcı Marksistler, verili bir
zaman ve yerdeki toplumsal formasyonların tarihsel özgüllüklerini gözet­
mekle birlikte, birbirinden farklı çeşitli üretim tarzları ile ilgili genel kav­
ramlar geliştirerek, yarahcı ve etkileşime yönelik bir yöntemle genel kuram
ve somut araşhrma arasında bir denge kurabilir. Kısacası, üretim tarzı kav­
ramı, modernist bir üslupla, yer çekimi kadar nesnel olarak gerçek, fakat
yerçekimi gibi sadece etkileri ile görülen soyut yapısal belirlenimler öne sü­
rer. Yapısal Marksizm, sadece soyut yapısal belirlenimlerin nesnel gerçekli­
ginde ısrar etmesinden dolayı değil, aynı zamanda bilgiyi -yani gerçekliğin
soyut kavramlarını nesnesinden, yani gerçekliğin kendisinden ayıran aşıl­
maz uçurumu kabul etmesi yönüyle de tabiatı gereği modemisttir.

Yapısal Marksizm, çoğunlukla iddia edildiği gibi insanın öznelliğini kö­


tülemek şöyle dursun, önemini her zaman kabul etmiş ve hem öznellik hem
de pratik üzerine kavramlar geliştirmek konusunda büyük bir ilgi göster­
m i ştir. Yapısalcı Marksizm ve onun postmodem ve neoliberal muhalifleri
arasındaki fark, postmodemizm ve neoliberalizme göre insan öznelliği top-
1 u msal kuramın temeli olarak kabul edilmesi, Althusser ve Yapısalcı Mark­
sistler içinse toplumsal özneleri üreten toplumsal yapılar ve ilişkilerin birin­
c i l öneme sahip olmasıdır. Yapısalcı Marksistler öncelikle toplumsal öznele­
ri ü reten yapı ve süreçleri, sonrasında ise toplumsal öznellik, iktidar ve pra-

35
tikleri açıklamak isterler. Yapısal Marksizm, -Toplum tarafından bize verilen
rol ve konumlara uymamızın doğasında bulunan- teslimiyet unsurları ile
aynı rol ve konumlar aracılığıyla toplumsal özneler olarak davranma yete­
neğimizden kaynaklanan güçlendirme unsurları arasındaki gerilimlerin ya­
nı sıra bizi toplumsal özneler olarak 'oluşturan' farklı yöntemler arasındaki
çelişkileri inceler.
Toplumsal aktörler akılsız robotler değildir; eğilimler, söylemler ve men­
faatlerden oluşan, kurallarla sınırlı fakat açık uçlu ve etkileşime dayalı bir
sistemin içindeki yaratıcı, karar verici oyunculardır. Bu sistem, ya da habi­
tus, yetki verici-kısıtlayıcı güçleri faydacılığın özgür iradeye sahip "insan"
görüşüne ya da üretim ilişkilerinin mekanik bir yöntemle yansıtılmasına in­
dirgenemeyecek, yaşanan tarihe göre kendine özgü özellikler kazanan ve sı­
nıfsal bir yapıdır. Toplumsal öznellik, uygulanabilirliği, aralarında bilginin
kendisinin de bulunduğu toplumsal yapıların içindeki ve arasındaki çelişki­
ler kadar açık uçlu olan, aynı toplumsal yapıların bir yoğunlaşmasıdır. Tarih
bilimi, tikel öznesinin, tikel bilgisinin nesnesini değiştirmesi yönüyle, kendi
belirsizlik ilkesine sahiptir. Yapısalcı Marksizm, toplumsal öznelliğin hem
geçişsiz hem de geçişli boyutlarını anlamlandırırken, sadece geçmişin bilgi­
sini değil, aynı zamanda yaşadığımız zamanda etkili bir şekilde hareket et­
me kapasitemizi geliştirir.
Batı Marksizminin çoğu taraftarından farklı olarak Althusser, "sınıf mü­
cadelesinin tarihin itici gücü olduğu" yönündeki "kaba" Marksist önermesi­
ni savunur. Yapısalcı Marksist üretim tarzı kavramı, insan toplumunda sınıf
sömürüsünün aynı anda bir çok yerde bulunduğu varsayımından yola çık­
masa da, sınıf sömürüsünü varolduğu yerlerde ifşa eder, ardında gizlendiği
sayısız biçime nüfuz eder ve onu meşrulaşhran çeşitli ideolojilere kuşkuyla
bakılmasını sağlar. Sınıf mücadelesi açısından Yapısalcı Marksist "Ortodoks­
luğun" son derece "gelenek dışı" olduğu anlaşılır: aslında toplumsal özneler
ontolojisinin sınıfsal özneler olarak yeniden kavramsallaştırılmasından baş­
ka bir şey değildir. Yapısalcı Marksistlere göre bireyler, geleneksel sınıf kav­
ramlarında olduğu gibi, sadece üretim araçları ile nesnel ilişkilerinden dola­
yı sınıfsal nesneler olarak oluşturulmazlar, aynı zamanda ekonomik olma­
yan yapılar ve ilişkiler ile kurdukları bağ nedeniyle toplumsal öznedirler.
Toplumsal alanı oluşturan sayısız konum ve roller daima varoluşun tarihsel
koşulları tarafından önceden oluşturulduğu için, toplumsal formasyon için­
deki ekonomik işlevlerin önceliği ile onlara zorunlu olarak her zaman bir

36
y er ve görev verilir. Bu ilişkiler sistemini içselleştiren ve bu konum ve roller­
de yer edinen toplumsal toplumsal özneler bundan ötürü ister istemez top-
1 umsal sınıfların üyeleri olarak oluşturulurlar.

Sınıf kavramını yapısal konumlar ve roller hiyerarşisinin içselleştirilme­


si açısından tanımlaması, Yapısal Marksizme Sağın yanı sıra Sol kanattan da
düşmanlar kazandırmıştır. Sol düşüncedeki çoğu kişi için böyle bir yakla­
şım, bilimsel açıklama açısından kazanırken, mitik güç, ideolojik çekicilik ve
politik fayda yönünden kaybetmektedir. Yapısalcı Marksist, çağdaş sınıf
mücadelesinin çetrefilliliğini ortaya koyarak ve kapitalist hegemonyanın ne
kadar derinlere kök saldığını göstererek, Solda çağdaş politik düşünceyi
bozmuş olan "anlık doyum" zihniyetini reddeder. Kuşkusuz sınıfsal çözüm­
lemenin süregelen geçerliliğinin herhangi bir şekilde kanıtlanması politik
sol u tehdit eder, fakat Yapısal Marksizm, çok yönlü, indirgenemez bir sınıf­
sal çözümleme üreterek, çağdaş toplumsal kuramın tüm Marksizm karşıtı
fikir birliğinin altını kazar ve diğer taraftan Sol düşünceye sahip çok sayıda
mültecinin de yaptığı gibi Stalin karşıtı Marksizmden kaba liberalizme so­
ru nsuz bir geçişi sekteye uğratır. Son olarak, Yapısalcı Marksist sınıf kavra­
mı, çok sayıda toplum tarihçisinin son zamanlardaki benim "indirgemecilik
karşıtı indirgemecilik" olarak adlandırabileceğim bir taktikle sınıfsal çözüm­
l emeyi tarihsel araştırmadan tasfiye etmeye yönelik girişimlerini gözden
düşürür. Kaba Marksist yansıtmacılığın akla uygun eleştirisi ile başlamış
olan şey, bugün tarihsel olaylara s.ınıfsal temellere dayalı bir çözümleme
su nmaya yönelik her türlü girişimin "indirgemeci" olmakla suçlandığı bir
noktaya ulaşmıştır. Sınıf çözümlemesinin yerini kaba çoğulculuğun alması­
na kafa yoran açıklayıcı gücün kaybı- çünkü indirgemecilik karşıtı indige­
meciliğin özü bu noktada yatmaktadır- gözden kaçırılmış gibidir.
Ö zellikle, gücün açıklanmasının yerine güç tarafından açıklama getiril­
mesini getiren postmodern yöntembilimlerinde durum bu yöndedir. Yapı­
salcı Marksist kuram, postmodern muhalifleri kadar tam olarak bağıntısal
ve ayrımsal bir iktidar anlayışına sahiptir. Buna karşın Yapısal Marksizm, ik­

tidarın her yerde ve hiçbir yerde bulunan, aksi takdirde "özgür" bireyler
olacak kişileri baskı altına almak ve üzerlerinde egemenlik kurmak üzere ta­
rih i n anlamsız akışından kendiliğinden (spontan) patlak veren bir asal enerji
olduğu fikrini savunan postmodern kuramlardan farklı olarak, iktidarın
toplumsal yapılar hiyerarşisinde nasıl temellendirildiğini ve sınıf ilişkileri
tarafından nasıl belirlendiğini - sınıfsal iktidarın, diğer tüm iktidar biçimle-

37
rini, onları doğrudan dönüştürmeden nasıl kısıtladığını- tanıtlar. Yapısalcı
Marksist çözümleme aynca sınıf iktidarının ekonomik ilişkilerden biçimsel
olarak ayrı ve hatta imkanı dahilinde yaygın-demokratik bir kapitalist dev­
let içerisinde nasıl "yoğunlaşhğını" açıklar. Yapısal Marksizm, yaygın-de­
mokratik devletin kapitalist üretim modellerinde neden zorunlu olarak, ön­
celikli işlevi egemen sınıfın hegemonyasını örgütlemek ve sınıf sömürüsüne
dayanan mevcut ilişkilerin yeniden üretilmesi olan bir sınıf devleti olduğu­
nu açıklar.

Demokrasi ve Sosyalizm: Son bir Beklentisel Not


Yapısal Marksizmin toplumsal kuramın modernist bir biçimi olması el­
bette olduğu anlamına gelmez. Bu kitabın yüklendiği sorumluluk, çeşitli
tezler yoluyla okuru dogmatik. olarak iddia edilmiş olan fikirlerin değerine
ikna etmektir. Bundan sonraki bölümlerin Yapısal Marksist kuramın fayda­
lı bir özeti ve daha istekli bir şekilde, Yapısal Marksizmin yeniden değerlen­
dirmesi, sentezi ve savunması olarak ne kadar başarılı olduğuna okur karar
verecek olan, okurdur. Burada tartışılan Yapısalcı Marksit kavram ve iddia­
ların benim düşündüğüm kadar güçlü olup olmadığına ve ekonomik belir­
lenim ve sınıf mücadelesinin bir kez daha toplumsal kuramın esas ilgi alanı
olup olmayacağına okur karar verecektir.
Buna karşın, çok büyük açıklayıcı gücüne rağmen, Yapısal Marksizmin,
Marksizm "krizini" çözüme kavuşturduğu yanılgısında değilim. Ne olursa
olsun bu kriz bir bilimsel açıklama değil, daha çok Fordizm ve Bolşevizme
uygun bir alternatif sunma işlevi görebilecek yeni bir demokrasi idealinin
yokluğu olarak ortaya koyulan bir politik ve ideolojik hayalgücü krizidir. Bu
kitap bir politik program öne sürmez; bir tarih bilimi olarak Yapısal Mark­
sizmin iddiaları için geçerli bir turnusol testi görevi görecek uygun bir poli­
tik stratejinin varlığına ya da yokluğuna inanmıyorum. Buna rağmen, Alt­
husser ve takipçileri, herhangi bir demokratik politik programın mevcut ka­
pitalist düzen ve kapitalist demokrasi eleştirisinin araştırılmasından doğma­
sı gerektiği için ve böyle bir eleştirinin kapitalizmi olduğu gibi -doğası gere­
ği istismarcı ve özünde demokrasi ahlakına aykırı, sınıfsal bir üretim tarzı­
görmemize bağlı olması nedeniyle, bu krizin çözüme kavuşturulmasına yö­
nelik olumlu bir katkıda bulunmaktadır.
Sonuç olarak demokrasi ve sosyalizm birbirinden ayrılamaz. Kapitalist

38
temsili demokrasinin sosyalist katılımcı demokrasi ile aynı doğaya sahipmiş
gibi göstermek amacıyla bu basit gerçeği çarpıtmak ya da kapitalist demok­
ra sinin yavaş fakat kesin olarak sosyalist demokrasiye dönüşmekte olduğu­
nu iddia etmek, kendi kendini kandırmaya yönelik ve kötücül hareketlerdir.
Kapitalist demokrasi sadece bir temsil biçiminden ibaret değildir; demokra­
tik ilkelere olanak tanıyan alanları demokrasiyi hesaba katmayan alanlardan
a yırarak ve sınırlandırarak eşitsizlik ve sömürüyü yansıtan ve yeniden üre­
ten bir iktidar yapısıdır. Aşılması durumunda demokrasinin geliştirilmesi­
nin kapitalizme bir meydan okumaya dönüşeceği sınıfsal engelleri göz ardı
eden ve anlaşılmaz hale getiren hiçbir sosyalist strateji ciddiye alınamaz 13 .
Kapitalist toplumdaki gerçek iktidarın devletin doğrudan denetimine değil,
üretim araçlarının özel mülkiyetinin varlığına ve üreticilerin bu araçlar üze­
rindeki denetimden mahrum bırakılmasına dayandığını göz ardı eden ya da
anlaşılmaz hale getiren hiçbir demokratik strateji ciddiye alınamaz. Politik
haklar kapitalist yönetim altında evrensel ölçüde genişletilebilir ya da geniş­
letilmeyebilir; fakat eğer bu gerçekleşirse, mülkiyet iktidarı politik ve eko­
nomik alanların birbirinden kesin olarak ayrılmasına bağlı olur. Özgürlük­
çü kapitalizm demokrasiyi asla ekonomik alana taşıyamayacağından, "halk"
asla gerçek bir politik iktidara sahip olamaz. Politik iktidarın ana kökü eko­
nomik olduğundan, sorunların ne olduğuna, hangi politikaların kabul edi­
lebilir olduğuna ve adayların kim olacağına ekonomik güce sahip kimseler
karar verir.
Katılımcı demokrasi, kapitalist hegemonyanın gizemli sırrı olan, ekono­
mik ve politik alanların birbirinden ayrılmasını reddeder. Katılımcı demok­
rasi, çeşitlilik ve çelişkilerin politik alandan çıkacağı anlamına gelmez; sade­
ce sınıf iktidarının artık politik çeşitlilik ve çelişkilerin arkasındaki yapısal
unsur olmayacağı anlamına gelir. Buna karşın, C.B Macpherson'un (1977)
uyardığı gibi, yerel düzeyde katılımcı demokrasi ve bunun üzerinde her dü­
zeyde temsili demokrasi (partilerle ya da partiler olmadan), ancak aşağıdan
seçilen karar mercileri ve politik formül üreticileri, yeniden seçilerek ve gö­
reve çağrılarak aşağıdakilerden sorumlu tutulursa işleyebilecektir. Katılımcı
demokrasi belediye meclisinden iş alanlarına doğru yayılmalıdır. Bu neden­
le sos y alizm ve demokrasi birbirlerinden anlamlı bir şekilde ayrı tutulamaz.
Sos y alizm, 'piyasa unsurlarına izin verilmemelidir' anlamına gelmez, sade­
ce birikim süreçleri artık kar peşinde koşarken kimseye karşı sorumlu dav­
ranmayan ve bir işçi sınıfı çoğunluğu üzerinde neredeyse sınırsız bir iktida-

39
ra sahip bir azınlık sınıfı tarafından kontrol edilmeyeceği anlamına gelir. Bir
kapitalist seçkinler sınıfı (özel mülkiyet ile tanımlanan) ya da ("kamu" mül­
kiyeti ile tanımlanan) bürokratik bir sınıf tarafından gerçekleştirilen üretim
araçları ve toplumsal ürünün dağılımın azınlığın kontrolünde olması duru­
mu, onları sorumluluk ve güçten mahrum bırakarak halkın çoğunluğunun
dahil olduğu kahlımcı demokrasiyi imkansız hale getirir. Dağıtıcı adalet,
böyle bir şeyin kararını vermek ve uygulamak uygun olsa bile, yeterli değil­
dir: gelir dağılımına yönelik sınıf eşitsizlikleri ne kadar azaltılırsa azaltılsın,
iktidarla ilgili sınıfsal eşitsizlikler herhangi bir yasal adalet sisteminde orta­
dan kaldırılmak üzere geçerliliğini koruyacaktır. Macpherson bize egemen
sınıfın sadece oylamalarla seçim yapmadığını hatırlatır: para, nüfuz ve güç
ile seçim yapar. Böyle bir durum politik tepkisizliği üretir ve yeniden oluş­
turur: Sınıf iktidarının eşitsizlikleri, kitlesel politik katılımı, onu neredeyse
etkisiz hale getirerek yıldırır; diğer yandan üretim araçları üzerinde demok­
ratik bir kontrolün yokluğu, sınıf iktidarının eşitsizliklerini sürdürerek kısır
döngüyü tamamlar.
Demokratik sosyalizmin yeniden canlanması ancak kapitalizmin bir üre­
tim tarzı ve temsilci demokrasinin de sınıf iktidarının bir ifadesi olarak bi­
limsel bir bakış açısıyla anlaşılması ile başlayabilir. Yapısal Marksizm, eko­
nomik belirlenim ve sınıf mücadelesinin birincil öneminde ısrar ederek yeni
bir -gerçeklere dayanan, fakat bu gerçekliği dönüştürmeyi ve aşmayı hedef­
leyen yaratıcı, ülküsel- demokratik sosyalizm idealini post-Marksist ve post­
modernist rakiplerinden daha fazla ve daha iyi açıklamakla kalmaz, aynı za­
manda bu ideali gerçekleştirilebilir ve kanıtlanabilir şekilde zorunlu hale ge­
tirir. Böyle bir ideal hak ve adaletler gibi kavramları merkez almaz, çünkü
bu ideolojiler en iyi ihtimalle, maddi olmaktan çok biçimsel özgürlüklere sa­
hip büyük bir çoğunluğu aslında yaphrım gücüne sahip olan ve gerçekte öz­
gür olan küçük bir azınlıktan korumaya yönelik yarı gönüllü ve etkisiz ça­
baları ifade eder. Yeni ülküsel ideoloji zorunlu olarak gerçeklere dayanan tek
hak ve adalet kavramı olan (çağdaş tarhşmalarda eşitliğin neredeyse hiç bu­
lunmaması ile fazlasıyla aşikar olan bir gerçek) eşitlik kavramını merkez
alacaktır.
Eşitliğin, sendelemeye başlayan yerel ve uluslararası engellerin baskısı
alhnda dünyanın en geri kalmış bölgelerinde sağlanabileceği fikrinin trajik
anlamsızlığına ve eşitliğin kapitalist toplumların politik bilinçsizliğine başa­
rıyla sızdırılmış tiranlıklarla talihsiz (ve tezat) bir şekilde özdeşleşmesi du-
rumuna rağmen, eşitlik idealinin çoğunluğun menfaatini temsil ettiği bir
toplumda saf dışı bırakabileceğine sadece bir aptal inanabilir. Kapitalizmin
kendisi de eşitlik, demokrasi ve sosyalizm ideallerini zorunlu olarak canlı
tu tar. Althusser'in, Frnasız Komünist Partisi'nin eşitliğe dayanan gerçekleş­
tirilebilir bir politik ideolojinin yeniden oluşturulmasının aracısı olabileceği­
ne dair yanlış umutlarına rağmen, insanlığın kendisini vahşilik düzeyinin

üstüne çıkarabileceği olasılığını yalnızca Marksist proletarya diktatörlüğü


düşüncesinin canlı tutabileceği gerçeği, geçerliliğini korumaktadır.
Buna karşın, Bolşevizm deneyimi sonrasında kuşkuyla bakılmaya başla­
nan eşitlik ideali, neo-liberal rasyonalizm ve postmodern muhalifliğin in­
sancıllık kisvesi tarafından gizlenmiş toplumsal Darwinizm düşüncesini et­
kili bir şekilde açığa çıkarabilecek tek ideolojik ölçüt olmayı sürdürmektedir.
Gerçek anlamda demokrasi ve sosyalizm kaygısı güden kimseler için eşitlik,
başvurulması gereken ilk unsurdur. Bunun alternatifi ise, Yeni Sağ tarafın­
dan öne sürülmüş "tarihin sonu" vizyonunu kabul etmektir: aşırı üretim ve
yeniden yapılanmanın sürekli krizleri, iktidara sahip olmayan işçi sınıfı ço­
ğunluğunun üretim araçlarına sahip bir azınlık tarafından sürekli olarak sö­
mürülmesi, insani ihtiyaçların ve toplumsal refahın meta üretimi ve kapita­
list birikimin ihtiyaçlarına aralıksız olarak bağlı kılınması, halkın politik ik­
tidarı tekeline alan ve politik süreci kontrol eden bir oligarşinin sürekli ta­
hakkümüne maruz kalması; kısacası, kapitalizmin insanlığın yüzüne - son­
suza dek- vuran demir ökçesi.
Demokratik sosyalizme aradönemlerde ulaşılabilirmiş gibi davranmanın
bir anlamı yoktur. Buna karşın, aynı zamanda, düşünsel olarak yanlış yolla­
ra saparak ve kapitalist statüko ile uzlaşarak böyle bir geleceğin olabilirliği­
ne ihanet etmek için de hiçbir sebep yoktur. Bloch, Sartre, Marcuse, Thomps­

ton, Foucault ve Habermas gibi farklı isimler tarafından dile getirilen kapi­
talizme karşı insancıl-ahlaki-ruhsal-etik isyanın, Althusser ve takipçilerinin,
i s ter istemez Marksist temellere dayanan nesnel bir tarih biliminin mümkün
olduğuna yönelik yargılarına karşıt olduğunu düşünmüyorum. Buna rağ­
men, nedensel olmayan umut ilkesi ile analitik bilgi ilkesini bir araya getire­
rek bir kazanıma ulaştırabilecek faydalı hiçbir şey olmadığı düşüncesinde­
yim: bana öyle geliyor ki, en iyi umutlar gerçekten var olan ihtimallerden
d oğar. Başka bir deyişle, toplumsal teorinin yeniden oluşturulmasının ve
günümüzdeki düşünsel kaçamakların leyhine ya da aleyhine, ya da, top-
1 umsal olsun veya olmasın, herhangi bir bilimin asıl görevi yönünde ya da

41
ona karşı bir tutum takınmak aynı zamanda okurun sorumluluğudur: nes­
nesi hakkında gerçeği söylemek

42
1 . Bölüm:
Yapısal Nedensellik, Karşıtlık ve Toplumsal Oluşumlar

Marx için ve Kapital'i okumak eserlerinde Althusser, karşılaşhrmalı tarih­


sel bilginin bilimsel üretimini olanaklı hale getirmek üzere, tarihsel mater­
yalizmin amacı ve yöntemini açıklığa kavuşturmak ve genel, kültürlerarası
kavramlar geliştirmek amacıyla Marx'ın kuramsal çerçevesini sorgular. Bu
nedenle Althusser'in tarih araştırmasının kavramsal temellerine yönelik
kaygısı aynı zamanda, Marx'ın öncülüğünü yaphğı, tarihsel sorgulamanın
bil imsel doğasının açık ve etkin bir şekilde savunulmasını içerir. Althusser,
geleneksel Marksist ve Marksist olmayan tarihsel düşüncenin- indirgemeci
nedensellik kavramların (aynı zamanda toplumun hem yapısal, hem de ön­
c e den belirlenmiş olarak kabul edilmesinin reddedilmesi) belli başlı biçim­
l er in e, insan merkezli ve erekselci ulamların tarihsel sürecin açıklayıcı ilke­
ler i olarak kullanılmasına, kavramlar ve dünyadaki gerçek göndergeler ara­
sın da eksiksiz bir benzerlik ya da ilişkisel kimlik kurmaya dayanan yansıt­
ınac ı e ğilime, (aynı zamanda genel kavramların bir bütün olarak geçerliliği­
n i n re ddedilmesine dayanan tarihselci eğilime) son derece eleştirel yaklaşsa
d a, onun eleştirisi yıkıcı değil, yapıcıdır l . Altusser'e göre nesnel gerçeklik,
t ari hsel olarak göreli bilgi üretiminden önce gelir ve onu çevreler, bu neden­
l e b ilg inin toplumsal belirleniminin yanı sıra o bilginin geçerliliğini kabul
ed en bir felsefi tutum için hem aşırı göreceliği hem de aşırı nesnelliği red-

43
detmek mümkündür. Althusser'in felsefede realist tutumu savunmasına da­
ha sonra değinilecektir; fakat benim Yapısal Marksizm tartışmamın neden
çoğu zaman olduğu gibi onun epistemolojisinden değil, tarih anlayışından
yola çıktığını açıklayabilmek için bu konuya bir giriş yapmak gereklidir.
Açıkça ifade etmek gerekirse, bunun nedeni, Althusser'in, bilimsel bilgi üre­
timinden bağımsız felsefi hakikat garantisini reddetmesidir. Bundan emin
olmak için, Althusser, Marx için ve Kapital'i Okumak'ta tarihsel bilgi için fel­
sefi-epistemolojik garantiye benzer bir anlayış oluşturmaya girişti; fakat bu
çaba onun asıl tasarısının genellikle kabul edildiğinden ve bu metinlerin ya­
yınlanmasından kısa süre sonra Althusser tarafından reddedilmesinden da­
ha az merkezindeydi. Bunun ardından, yanıltıcı olsa da, çoğunlukla "episte­
molojik Marksizm" olarak ifade edilen anlayıştan, Marksist (ya da tarihsel­
gerçekçi) epistemoloji anlayışına geçiş 3. Bölümde ayrıntılarıyla ele alına­
caktır. Burada sadece Althusser'in şu an için doğrulanmamış "bilimlerin onu
tanımlayan belirli bir yöntemle nesnelerinden bilgiler üretirken, söz konusu
nesneyi kurarak bu nesneden bilgi ürettikleri" iddiası ile birlikte, onun tarih­
sel kavramlarına bir giriş yapacağım (Althusser ve Balibar 1970, 46).
Althusser'in mevcut tarih pratiğinde en rahatsız edici bulduğu şey, ku­
ramsal nesnesinin kesin bir şekilde tanımlanması ile bu nesneden bilgi üret­
me yeterliliğine sahip kavramlar ve söylemsel protokollerin belirtilmesinin
bir arada olmamasıdır:
Tarih, kesin olarak bir nesnesi ile ve dolayısıyla kuramsal nesnesi
ile ilgili bir kuram olmaksızın yapabileceği yanılgısı içerisinde ya­
şar. Tarihin yoksun olduğu şey, her bilimin esas sorunlarından biri
ile bilinçli ve cesur bir şekilde yüzleşememesidir: sorunun doğası
ve sorunun kuramının oluşturulması; bununla demek istediğim, bi­
limin kendisi içindeki, bütün yöntem ve pratiklere, hatta deneysel
yöntem ve pratiğe temel oluşturan ve aynı anda onun kuramsal
nesnelerini tanımlayan kuramdır (Althusser ve Balibar 1970, 109) .
Açıkça görülüyor ki, bu eksiklik tarihsel incelemenin yoğun hacmini hiç­
bir şekilde kısıtlamamaktadır. Tam tersine, kuramsal bir nesnenin sorunu
kuramsal olarak geçiştirildiğinde ya da göz ardı edildiğinde bile, farklı tarih
kategorileri ve türlerinin hızla yaygınlık kazanması ile neredeyse çözüme
kavuşturulur. Buna karşın, Althusser'in çalışma arkadaşı Etienne Balibar'ın
gözlemlediği gibi, bu gibi tarihlerin ilginç bir yönü vardır: araştırma nesne­
lerini (kadınların deneyimi- popüler kültür, teknoloji vs.) etkin ve kesin bir

44
biçimde yaratmak yerine, edilgen bir biçimde alımlama eğilimindedirler.
Araşhrma nesnelerinin gerçek oluşumu genellikle, bu tarihlerin kuramsal
pratiğinin dışında, kuramsal ya da başka türlü diğer pratiklerin gerçekliğin­
de yatar. Bu gidişahn talihsiz sonucu, bu çeşitli tarihler arasındaki ilişkiye
dair herhangi bir kavramın olmamasıdır. Bu nedenle Balibar'a göre, her bir
özel tarih, bir tür çelişkiden doğar: "nesnesinin oluşturulması için eleştirel
olmayan bir işleme dayanan bir (sözümona son derece eleştirel) bir söylem.
Bu tarihler kavramsallaşhrma süreçlerinde ve açıklamalarının doğasında,
bu bileşen niteliğindeki tarih ile diğer tarihler, bütünsel tarih arasındaki kar­
şılıklı sınırların çözülemez sorunu ile karşı karşıya kalırlar" (Althusser ve
Balibar 1970, 248-49) . Balibar, tarih, kendi nesnesini edilgen bir biçimde baş­
ka bir yerden kabul etmek yerine fiili olarak oluşturma görevini üstlenene
kadar bu sorunun çözümlenemez olduğunu ve çözülemeyeceğini öne sürer.
Althusser ve Balibar, tarihin "özünü", evrimini ve gerçekleşmesini ayrın­
tıları ile açıklayacak bir "tarih felsefesi" isteğini dile getirmemektedir. Ne de
eksiksiz, bütün ya da hatta doğrudan bilginin tarihsel inceleme açısından
daha bilimsel bir yöntembilimin benimsenmesi sonucunda ortaya çıkaraca­
ğı düşüncesini savunmaktadır. Onlar daha çok gerçek kısıtlılıklara rağmen
bilimsel bilgi ve tarihin mümkün olduğunu iddia etmektedir. Yapısal Mark­
sizm, tarihsel inceleme alanını tanımlayan genel bilimsel kavramların, geniş
zaman ve uzam görüngesinin her alanında yer alan toplumsal fenomenlerin
karmaşıklığını ve özgüllüğüne cevap verebilen kavramların mümkün oldu­
ğunda ısrar eder.
Bu kavramlar yapısının (Althusser buna "sorunsal adını verir) kuramsal
nesnesi, "toplumsal oluşumlardır. " Toplumsal oluşumlar, anlamlı bir bütün
olarak bir bütün haline gelen ya da eklemlenen "yapıların yapılarıdır"; fakat
her bir yapı kendi içinde diğerlerinden farklı bir varoluşa sahiptir. Bir top-
1 u msal oluşum içindeki toplumsal yapılar, kendilerine bir yer ve işlev veren
bir belirlenimler hiyerarşisi içerisinde kaydedilir, fakat bununla beraber her
biri kendi göreli özerkliklerine ve belirlenim kipine sahiptir. Althusser, açık­
lama ilkeleri olarak ekonomik belirlenim ve sınıf mücadelesinde ısrar eder;
fakat aynı zamanda ekonomik ilişkilerin tarihsel olguları açıklamak için tek
başına yeterli olmadıklarının üzerinde durur. Yapısal Marksizmin gücü, bu
görünürde karşıt tutumları üretken bir gerilimde tutup, toplumsal bütünlük
kavramları ile onun tamamlayıcı yapıları arasında sağlam ilişkiler kurarken,
her ikisi için uygun farklı çözümleme seviyeleri belirlemeye devam etme ye­
teneğinde yatar.

45
Althusser: Olayların Bütünlüğü olarak Toplumsal Oluşumlar
Alhusser ve Balibar, Kapital'i Okumak'ta bit toplumsal oluşumu, "belirli
bir üretim tarzı temelinde eklemlenen olayların bütünlüğü" olarak tanımlar
(Althusser ve Balibar, 1970, 207) . Bu tanımı hareket noktası olarak kabul
edelim ve şimdilik "olayların bütünlüğü" olarak toplumsal oluşumlar konu­
suna yoğunlaşalım. Althusser ve ve Balibar'ın atıfta bulunduğu olaylar, top­
lumsal ilişkiler ve "pratiklerin" her biri kendi işlevsel birliğine sahip olan ve
daha özel yapılardan oluşan birbirinden ayn yapısal düzeyleridir. Pratik,
her olayın merkezini oluşturur- toplumsal varoluşun bütün düzeyleri farklı
pratiklerin alanıdır" (Althusser ve Balibar 1970, 58)- fakat Althusser toplum­
sal yapılar, ilişkiler ve pratikler arasında kesin bir aynm yapmaz. Toplumsal
yapılar, Althusser'in basit bir şekilde "belli bir üretim biçiminden yararlanan
belirli bir insan emeği tarafından etkilenen dönüşümler" olarak tanımladığı
kurallara bağlı fakat açık uçlu bir pratik yoluyla ortaya çıkarılır, yeniden
üretilir ve dönüştürülürken, toplumsal ilişkiler toplumsal yapıların somut
olarak gerçekleşmesi ya da deneysel tezahürüdür (Althusser, 1969, 166) . Do­
layısıyla Yapısal Marksizmde "kişilerüstü" yapılar ile "insan" pratikleri ara­
sında bir karşıtlıktan sözetmek anlamsızdır. Althusser'in düşünsel itkisi in­
sani ve insanlık dışı olanı birbirine karşıt temellerde ele almak değil, daha
çok insanları toplumsal özneler olarak oluşturan yapısal ilişkiler ve pratik­
ler içindeki ve arasındaki karşıtlıkları kavramak ve insan pratiğinin zorunlu
olarak gerçekleştiği toplumsal alan olarak mekanları, konumları ve rolleri
oluşturmaktır. Pratiğe atfedilen öncelik, insanların bu pratiklerden bağımsız
özneler olduğuna işaret etmez -Althusser bu tutumu reddeder-, fakat tüm
toplumsal pratikleri insan etkinliği alanına sağlam bir şekilde yerleştirir.
Toplumsal oluşumlar, bir arada bulunmaları bütünüyle göz ardı edileme­
yecek ya da tek bir kapalı sisteme indirgenemeyecek, işlevsel olarak örgüt­
lenmiş kurumlar ya da olayların karmaşık bir hiyerarşisidir2 . Kural olarak,
olayların sayısı kapalı olmaktan çok açıktır ve birbirinden farklı pratiklerin
açıklanması, belitsel olmaktan çok bulgusal bir süreçtir. Althusser öncelikle,
toplumsal oluşumun kavramsallaştırılması için gerekli belirleyici pratikler
olarak üç durumu, ekonomik, politik ve ideolojik durumu ayrıntılı olarak
açıklar; çünkü bunlar, kendileri olmaksızın toplumsal varoluşun idrak edi­
lemeyeceği durumlardır. Ekonomik pratik doğanın toplumsal açıdan fayda­
lı ürünlere dönüştürülmesini; politik pratik, ortak toplumsal ilişkilerin ve
onların kurumsal biçimlerinin yeniden üretilmesini ve yönetilmesini ve ide-

46
olojik pratik toplumsal öznelerin ve onların bilinçlerinin oluşturulmasını i­
fade eder. Elbette Althusser ve diğerleri, söz konusu edilen belli bir toplum
türüne bağlı olarak daha fazla ya da daha az öneme sahip olabilecek geniş­
letilmiş pratik değerlendirmeleri -kuramsal, estetik vs.- önermiştir.
Tüm pratikler Yapısalcı Marksistler tarafından düzensiz gelişmiş ya da
"çelişkili" olarak değerlendirilir. Farklı yazarlar arasında çeşitlilikler olsa da,
her bir oluşumun çelişkilerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:
1- Ekonomik pratikte çelişkiler, emek süreci (üretim güçleri) ve ekonomik
mülkiyet (üretim ilişkileri) içindeki işbirliği ve sömürü ilişkileri arasında va­
rolur. Bu çelişkiler, işçiler ve işçi olmayanların üretim araçları ve üretimin
sonuçları açısından birbirine karşıt sınıfsal çıkarları ve yeterlilikleri olarak
i fade edilir.
2- Politik pratikte çelişkiler, temsil ilişkileri ile tahakküm ilişkileri arasın­
da yer alır; bu durum birbirine karşıt çıkarlara sahip, genel sosyal örgütlen­
me kurumlarını kontrol eden "güç bloğu" niteliğindeki sınıflar ya da sınıfsal
kesimler ile "kitleler", böyle bir kontrole sahip olmayan bir toplumsal olu­
şumda yer alan diğer sınıflar ya da toplumsal gruplar arasındaki karşıt çı­
karlar olarak ortaya çıkar.
3- İ deolojik pratikte çelişkiler vasıf ilişkileri (bireylere toplumsal özne
olarak yetki veren ve olanak tanıyan ilişkiler) ile tabi kılma ilişkilerinde (bi­
reyi belli başlı roller ve yetkilerle sınırlandıran ilişkiler) ve bu ilişkiler ara­
sında gerçekleşir.
Yapısal Marksizm sorunsalına yönelik bir başka yanlış anlamadan kaçın­
mak için ekonomik, politik ve ideolojik işlevlerin evrenselliği ile bu işlevle­
rin tarihsel olarak yer alabileceği belli başlı kurumsal çerçeveler arasındaki
ayrımı akıldan çıkarmamak son derece önemlidir. Her şeyden önce, her bir
toplumsal oluşumda, piyasa, devlet ya da kiliseye tekabül edecek tek bir ku­
ru msal biçimin olduğu yolundaki yanlış düşünceden kaçınmalıyız. Tam ter­
s i ne, bu işlevlerden biri ya da daha fazlası farklı toplumsal kurumlar tara­
fı ndan uygulanabilir ya da kendine özgü bir toplumsal oluşum ya da üretim
ta rzı içinde ortaya koyulabilir. Buna karşın bu işlevlerin tarihsel özgüllükle­
ri (ya da bir arada bulunmaları) her bir işlev için genel kavramların uygula­
nabilirliğini (genel toplumsal özne kav ra mın ın belli bir bireyin işlevlerin
,

birbirinden farklı özelliklerine -anne, işçi, yurttaş vs.- aynı anda sahip olabi­
l ec e ği gerçeği nedeniyle geçersiz hale gelmesinden daha fazla) geçersiz kıl-

47
maz. Her bir işlevin belirli maddi aygıtlar içinde ve bu aygıtlar yoluyla va­
rolması nedeniyle maddi olmasının yanında, herhangi bir aygıt bir dizi işle­
vi bir araya getirebilir ve dolayısıyla birden fazla durumda etkinliğe sahip
olabilir. Son olarak, Yapısal Marksizm sorunsalında farklı soyutlama ve öz­
güllük derecelelerinin bulunduğunun farkına varmak önemlidir. Örneğin,
"belli bir üretim tarzı temelinde olayların bütünlüğü" olarak toplumsal olu­
şum kavramı hiçbir şekilde, belli bir toplumsal oluşumun, örneğin bir Afri­
ka kabilesi ya da Avrupa ulus devletinin, genel kavramlar dolayımıyla yo­
rumlanabileceği anlamına gelmez (daha çok, kavramsal varsayımlar tarafın­
dan "kirlenmemiş" veriler ile nesnel olarak oluşturulabileceğini ifade eder) .
Örneğin nesillere dayanan tarım toplumları ile sanayileşmiş kapitalist dev­
ler arasında reel, niteliksel farklılıklar bulunurken, aynı zamanda bu her iki
toplumsal oluşumun ekonomik ilişkilere sahip olduğunu söyleyebileceği­
miz bir genellik ve soyutlama derecesi vardır.
Farklı pratiklerin çok katlılığı, sadece ve daima belli bir toplumsal oluşu­
mun "karmaşık birliğinde" (kabile ülkelerinden küresel ekonomiye dek çe­
şitlilik gösteren bir araya gelme biçimlerine uygulanabilir bir başka bulgu­
sal terim) varolur. Toplumsal oluşumun çözümlenmesi düzeyinde ekono­
mik, politik ve ideolojik olaylar, Althusser'in "eklemlenme", egemenlik ve ta­
bi kılma ilişkilerinin birliği olarak ifade ettiği, birbiri ile ilişkili, birbirine ba­
ğımlı pratik ve kurumlar sistemi olarak gerçekleşir. Althusser, bu birbirin­
den farklı ve eşit olmayan belirlenim modellerinin aynı anda bir arada bu­
lunuşuna "yapısal nedensellik" adını verir. Buna karşın Althusser aynı za­
manda, olayların "görece özerkliğinin de göz önünde bulundurulmasını ge­
rektiren, çözümlemenin "bölgesel" seviyeleri üzerinde de ısrar eder. Her bir
olayın kendi içinde, kendine özgü gelişme düzenine sahip olduğunu savu­
nur; öyle ki, toplumsal oluşum daima "düzensiz olarak gelişir", nihai sonuç­
ları öngörülemez olan çok katmanlı çelişkilerin takımyıldızı durumundadır.
Althusser, yapısal nedensellik ve görece özerklik arasındaki gerilimi meka­
nik determinizm ya da çoğulcu belirsizlik yönünde "çözümleyecek" herhan­
gi bir akımı reddeder. Her bir olay kendi görece özerkliğine sahip olsa da,
bu özerklik yalnızca toplumsal oluşum yapısal bütünlüğü içerisinde "özgül
bir etkinlik", yani olayların karmaşık birliğinin eşit olmayan, birbirinden
farklı ve aynı anda var olan etkinliklerinin tarihsel sonucu olarak varolur.
Başka bir deyişle her olay, kendisine özgü fakat buna rağmen toplumsal
oluşumun karmaşık birliği içerisinde (her bir olayın tarihsel varolma duru-
mu ya da matrisi), toplumsal oluşum tarafından kendisine verilmiş yere ve
işleve sahip bir görece özerkliğe sahiptir. Althusser, birbirinden farklı ve gö­
reli özerkliğe sahip kurum ve uygulamalarda şekillenmiş bir yapısal belirle­
nimler hiyerarşisinde ısrar ederek, toplumsal formasyonun her şeyin diğer
her şeye neden olduğu bir işlevsel-çoğulcu organizma ya da her bir pratiğin
bütünün küçük evreni olarak kabul edilebileceği yansıtmacı-özcü bütünlük
açısından anlaşılamayacağını ifade eder.

Bir Üretim Tarzı Temelinde Eklemlenen Toplumsal Oluşum


Althusser ve Balibar'ın bir toplumsal oluşumu basitçe olayların bütünlü­
ü
ğ olarak değil, belli bir üretim tarzı temelinde "eklemlenen" olayların bü­
tünlüğü olarak tanımladığını hatırlayalım. Olaylar egemenlik ve tabi kılma
i l işkileri -bir egemenlik yapısı- açısından eklemlenir ve belirli bir toplumsal
o luşum içerisinde belirlenimler hiyerarşisini "son tahlilde" belirleyen, üre­
tim güçleri ve üretim ilişkilerinin önceliğidir. Başlangıçta akıllara yansıtma­
cılık düşüncesini getiren bu formülasyon, gerçekte Yapısalcı Marksistlerin
geleneksel Marksist ekonomik belirlenim ilkesini açıklarken gösterdikleri
dikkat ve çok yönlülüğü gözler önüne serer. Althusser ve Balibar, 'üretim
tarzı' terimi ile yalnızca üretim güçleri ve ilişkilerini değil, aynı zamanda bu
i l işkilerin toplumsal varoluş koşullarını ve bu koşulların yeniden üretilme­
lerini kasteder. Dolayısıyla üretim tarzı kavramı basit bir şekilde ekonomik
d urum, özel üretim güçleri ve ilişkilerine değil, aynı zamanda diğer, ekono­
mik olmayan olayların bu üretim güçleri ve ilişkilerinin yeniden üretimi
için son derece önemli olması nedeniyle toplumsal formasyon düzeyinin
kendisine de atıfta bulunur. Ü retim tarzı terimi toplumsal oluşum terimin­
den daha az kapsamlı olsa da, tek başına ekonomik durumdan daha kap­
samlıdır. Bir yapısal ilişki olarak üretim tarzı, tüm toplumsal yapılar için ge­
�wli olan aynı düzensiz gelişme yasasına, dolayısıyla yeniden üretim ile dö­
nü şüme yönelik eğilimler arasındaki aynı gerilimlere tabidir. Buna rağmen,
politik ekonomik araçlar ya da kurumsal biçimler yoluyla öncelikli olarak
politik ya da ideolojik olsa da, belirli bir toplumsal oluşumda düzenleyici il­
keyi, egemenlik yapısını oluşturan, ekonomik durumun yapısal gereklilikle­
ridir.
Son tahlilde -bir üretim tarzının önceliği ile aynı anlamı taşıyan tüm pra­
tik amaçları kapsayan- ekonomik belirlenim, hiçbir haklı gerekçeyle top-
lumsal oluşumu ekonominin basit bir yansımasına indirgemekle ya da çeliş­
kisel kalkınmanın dinamik etkisini, durağan işlevselci denge lehine tasfiye
etmekle eleştirilemez. Bir çelişki, ekonominin düzensiz gelişimine, toplum­
sal ve ekonomik krizin çeşitli biçimlerinde baş gösteren bir çelişkiye ve üre­
tim güçleri ve ilişkilerindeki birbirinde karşıt sınıf çıkarları arasındaki sü­
rekli mücadeleye bağlıdır. Düzensiz kalkınmanın bir başka türü, belirli bir
toplumsal oluşum içerisinde birden fazla üretim tarzının bulunmasından
kaynaklanabilir. Balibar, Kapital'i Okumak'ta, toplumsal oluşumların birden
fazla üretim tarzı temelinde eklemlenebileceği fikrini ortaya atar ve ileride
göreceğimiz gibi, bu fikir Pierre Philippe Rey ve diğerleri tarafından daha
ayrınblı bir şekilde geliştirilmiştir. Birden fazla üretim tarzının eklemlenme­
si ekonomik belirlenim ilkesinde daha başka karmaşıklıklara yol açmakla
kalmaz, aynı zamanda tarihsel dönüşümü yapısal nedenselliğin parametre­
leri içerisinde düşünmek için son derece önemli bir anlayış sunar.
Ekonomik işlev, üretim güçleri ve ilişkilerinin, yapısal bir bütün olarak
toplumsal oluşum içerisinde "çeşitlilik sınırları" oluşturması açısından belir­
leyicidir. Buna karşın "genel çelişki-yani üretim güçleri ve ilişkileri arasında­
ki sınıfsal karşıtlıklar-, kendilerine özgü etkinlikleri ekonomi üzerinde bir
geri tepkime yaratan diğer toplumsal pratiklerin içindeki ve bu pratikler
arasındaki karşıtlıklardan ayrı tutularak anlaşılamaz: "Genel çelişki, onlar­
dan köklü bir şekilde etkilenir, belirleyicidir, fakat bir ve aynı hareket içeri­
sinde, varlık kazandırdığı toplumsal oluşumun çeşitli seviye ve durumların­
da belirlenir" (Althusser 1969, 101). Althusser bu süreci, farklı etki kuvveti­
ne sahip unsurların, ortaya çıkan etkinin ekonomik çelişkilerin önceliğini,
asla bütünüyle ve basit bir şekilde olmamak üzere yansıtbğı yeni ve farklı
bir gücü ortaya çıkardığı bir "güçler paralelogramına" benzetir. Ü retim tar­
zının matris etkisi yoluyla geçmişten şimdiye aktarılan ekonominin önceli­
ği, çözüme kavuşturulmamış çelişkiler ve henüz ortaya çıkarılmamış olası­
lıkların birliği olarak kendisini geleceğe yansıtır.
Ü retim tarzı ve düzensiz gelişme kavramları, toplumsal yapıların daime
toplumsal ilişkilerde açığa çıkbkları ve toplumsal özneler tarafından gerçek­
leştirildikleri fikrinin anlaşılması ile biraraya getirildiğinde, Althusser'in na­
sıl oluyor da (1972 yılında yazdığı "John Lewis'e Cevap" makalesinde, Alt­
husser, 1976), daha önceki eserleri Marx için ve Kapital'i Okumak'ta savun­
duğu yapısal nedensellik kavramlarını bir yana bırakmaksızın "sınıf müca­
delesinin tarihin itici gücü" olduğunu iddia ettiği anlaşılabilir. Bu yoruma

so
dayanan sorunu çözüme kavuşturmanın anahtar noktası, Althusser için "sı­
nıf mücadelesinin" etkinliğinin son tahlilde ekonomik belirlenime karşıt ya
da aykırı olmamasıdır. Yapısal nedensellik -son tahlilde her ikisi de ekono­
mik belirlenime tabi olan- insan ilişkileri ve işlevsel unsurlar farklı bir bakış
açısı ile değerlendirildiğinde, aslında her ikisi.pin de aynı olgu olduğu anla­
şılır. "Ekonomik olmayan" toplumsal yapılar Althusser tarafından üretim
tarzı olarak -yani üretim ilişkileri ve güçlerinin dönüştürülmesi ve yeniden
üretilmesi ile belirlenmiş fakat çelişkili ilişkileri açısından- kavramsallaştırıl­
dığı için, (yapısal güçlerin maddi dışavurumları olarak) ekonomik olmayan
toplumsal ilişkiler, ekonomik toplumsal ilişkilerin, yani karşıtsal sınıf ilişki­
lerinin dönüştürülmesi ve yeniden üretilmesi açısından özgül etkinlikleri
olarak değerlendirilirler. "Sınıf mücadelesi tarihin itici gücüdür" ifadesi, Alt­
husser'in toplumsal oluşumu "belirli bir üretim tarzı temelinde eklemlenen
olayların bütünlüğü" olarak tanımlaması ile çelişmekten çok, bu tanımı ye­
niden dile getirir. Dahası, üretim tarzının yapısal anlayışı ile örtüşmesi ile,
Althusser'in "toplumsal sınıf" olarak ifade ettiği özgül toplumsal ilişkiler an­
layışıdır; Althusser bu ifade ile ekonomik olmayan toplumsal ilişkilerin sı­
nıfsal temayülü ya da sınıfsal birleşim değerini kasteder. Bireylerin nasıl o­
luyor da toplumsal sınıfların üyeleri olarak oluşturuldukları sorusuna ise
daha sonra geri döneceğiz.
Althusser'in toplumsal oluşum anlayışının bu şematik genel değerlendir­
mesi ile, bu bölümün geri kalan kıs mının ve bir sonraki bölümün altyapısı­
nı ortaya koyarak, bir bütün olarak kitabın belli başlı önemli temaları öne çı­
kardık. Althusser'i okumanın güçlüklerinden biri, yazılarının, birbirini des­
tekleyen fikirlerden oluşan bir ağ oluşturmasıdır (Althusser'in reddettiği
düşünsel tutumlara karşı yöneltilen tartışma biçimlerinde sıklıkla altı çizi­
lir); öyle ki, onun eserini bütünselliği dışında ve bu bütünsellik etrafında bir
kez fikir yürütmeksizin değerlendirmek zordur. Biz bu ilk dönüşü tamam­
ladık ve Yapısal Marksist sorunsalın ana hatlarını kavrayacak ve belki de
Marksist kurama yönelik birtakım köklü eleştirilere, özellikle ekonomik in­
dirgemeciliğe sunduğu ilginç çözümlerin değerini anlayabilecek konumda­
nz. Ü retim tarzı ve toplumsal sınıf ilişkileri gibi kavramlar aracılığıyla bir
İnka başrahibinin, Fransız derebeyinin, Sovyet aparatçığının ve Amerikalı
bir sanayicinin neden sömürü ile varolan bir sınıfın merıfaatlerinde buluştu­
ğunu anlamak ve sürmekte olan sınıf mücadelesinin etkin bir katılımcısı ol­
mak mümkündür.

51
Dahası, toplumsal oluşum ve yapısal nedensellik kavramlarından fayda­
lanılırken belirli bir toplumda dinin, derebeylik sisteminin, parti üyeliğinin
ya da özel mülkiyetin öneminin göz ardı edildiği ya da sınıf mücadelesi ve
ekonomik belirlenim gibi kavramları uygulanabilir hale getirmek amacıyla
özgül toplumsal oluşumların tarihsel karmaşıklığının basitleştirildiği bir an­
layışa ulaşılması gerekmez.

Spinoza'nın Maddeci Rasyonalizmi


Althusser'in yapısal nedensellik kavramının temelleri, Althusser'e göre
"felsefede daha önce görülmemiş, Hegel değil kendisini Marx'ın atası yapan
bir devrimi" gerçekleştirdiği teslim edilmesi gereken Spinoza'nın felsefesin­
de yatar (Althusser ve Balibar, 1970, 102) . Althusser'in, felsefe tarihinde me­
tafizik rasyonalizmin en kararlı savunucusu olaran Spinoza'ya olan büyük
ilgisi, Althusserci eleştiride büyük ölçüde kafa karışıklığına sebep olmuştur.
Althusser, Spinoza'nın felsefi konumunu ya da Althusser'in bu konum içeri­
sinde kabul ettikleri ya da reddettiklerini anlamayan ya da anlama çabasına
girmeyenler tarafından çoğu kez düşünmeksizin mahkum edilir3 . Spino­
za'nın felsefe ve bilim arasındaki ayrımın henüz tam olarak açık hale gelme­
diği, bilimin hala "doğal felsefe" olarak bilindiği ve bilim ve din arasındaki
mücadelenin hala politik ve şiddetli olduğu bir zamanda yazdığını akıldan
çıkarmamalıyız. Althusser'i Spinoza felsefesinde bu kadar güçlü bir biçimde
etkileyen, savunduğu titiz ve son derece özgün maddeci ve realist konum­
lar ve Spinoza'nın nedensellik ve bilgi anlayışının Descartes ve Leibniz'in
felsefi anlayışlarına olan başarısı teslim edilmesi gereken üstünlüğüdür. Alt­
husser Marx Okuyan bir Spinozacı değil, Spinoza okuyan bir Marksisttir. Bu
da her şeyden önemlisi Althusser'in (Spinoza'nın hiç kuşkusuz olduğu gibi)
bir felsefi rasyonalist olmadığı, yani aynı oranda kesin daha ileri bilginin uy­
gun uslamlama yoluyla anlaşılabileceği, manhk çerçevesinde olmaları ge­
rektiği için doğruluğundan şüphe edilemez önermelerden yola çıkmadığı
anlamına gelir.
Althusser için Spinoza felsefesinin devrimci yönü, şeylerin düzenini akıl
yoluyla anlaşılabilir kılmak için gerekli aşkın bir varlık, kaynak ya da ama­
ca başvurmaksızın sonsuz görüngüsel evreni tek bir töz -Tanrı ya da Doğa­
açısından açıklayan bir nedensellik anlayışı sunmasıdır. Spinoza'ya göre,
Tanrı sonsuzdur, fakat doğanın sonsuzluğunda (genişlemeye bağlı olan töz)

52
ve dışında ve ötesinde hiçbir şeyin olamayacağı sonsuz yasalarında içkindir.
Spinoza, Tanrı ya da Doğanın causa soi, yani 'nedeni kendinde' olduğunu
ileri sürer, fakat yalnızca kendi özünün sabit yasalarına tabi olması anlamın­
da. Doğada hiçbir şey, hiçbir yarahm anı ve hiçbir dış müdahele nedensiz
değildir, çünkü Doğanın dışında kavranabilir hiçbir şey yoktur. öy leyse Do­
ğa, etkilerinden (tözün öznitelikleri ve kipleri ya da durumları) başka bir şey
değildir. Görüngüsel öğelerin sonlu varlıkları ve onların nedensel etkileşim­
lerinin sonsuz akışı, Doğanın yansımaları ya da dışavurumları değildir; Do­
ğanın ta kendisidir-Bütünün doğal yasası tarafından düzenlenen ve aynı za­
manda karşılıklı etkinlikleri ile bütünü oluşturan öğeler. Kendi öznitelikleri
ve bu niteliklerin çeşitli hallerinde (Natura Naturans) kendisini etkin bir bi­
çimde yaratan doğa yalnızca, mevcut, kurulu evren yapısı ya da sistemi
olarak Doğanın diğer yüzüdür. Her iki öğe ve bütün, nedenselliğin gerekli
ve tamamlayıcı unsurlarıdır.
Spinoza ayrıca, teklik felsefesi, düşünce ve genişleme nitelikleri ile tek bir
töz fikri lehine, akıl-beden Kartezyen dualizmini reddederek insan doğası i­
le ilgili olarak maddeci konumu benimser. Başka bir deyişle, insan zihni in­
san bedeninden ayrılamaz; insan zekası bedenin fiziksel karmaşıklığının zi­
hinsel bağınbsından fazlası değildir. Bu da insanların doğal bedenler olarak,
dolayısıyla diğer tüm fenomenler için geçerli olan aynı doğal yasalar yoluy­
la anlaşılması gerektiği anlamına gelir. Spinoza'nın insan öznesini evrenin
merkezinden çıkarması ve insan doğasını açıklayıcı ilke olarak ele almanın
gerçekleri tahrif edici etkisinin farkına varması, Althusser tarafından son de­
rece olumlu bir şekilde değerlendirilir. Son olarak, bizi bu noktada doğru­
dan ilgilendirmese de, Spinoza'nın bilgiye ilişkin olarak rasyonalist olmanın
yanı sıra realist bir tutum benimsemesi Althusser için çok önemlidir. Althus­
ser gibi, Spinoza da düşünceler ve bu düşüncelerin nesnelerinin uyumlu ol­
duğu fikrini benimser. Aralarındaki fark, Althusser'in Marksizminin indir­
genemez ve geri alınamaz etkisi, Spinoza bu uyuma ussal bir açıklama geti­
rirken -fikirler ve nesneler tek bir tözün nitelikleri olduğundan, sadece bir­
birleri ile uyumlu değil, aynı zamanda özdeştirler-, Althusser'in rasyonalist
yaklaşımı "kurgusal" olarak görerek reddetmesi ve insan aklının varoluşun
doğası gibi metafizik bilmecelere ilişkin bir kesinliğe ulaşabileceği iddiasını
reddetmesidir. Realist epistemolojinin rasyonalist bir kanıta dayanabileceği­
ni reddetmek, göreceğimiz gibi, bilimsel realizmin rasyonalist savunmasını
bir yana bırakmayı kapsamaz. Buna karşın, Spinoza'nın rasyonalist kesinli-

53
ği ile Althusser'in gerçeğin gerçek hakkında düşünmek karşısındaki önceli­
ğine dayanan materyalist tezi arasındaki belirgin ayrımı ortaya koyar.
Fakat bu değerlendirme bile Althusser'in bakış açısından Spinoza'ya hak­
sızlık eder. Descartes ve Leibniz de rasyonalist düşünürlerdi, fakat Althus­
ser onların düşünsel konumlarını, epistemolojik öznelcilik ve deneyciliğe
(Descartes örneğinde), ve özcü idealizme (Leibniz örneğinde) zemin hazır­
lamaları nedeniyle tarih bilimi için faydasız olmaktan fazlası, zararlı olarak
görür. Bunların tersine, Spinoza'nın rasyonalist maddeciliği Marx'ın tarihsel
maddeciliğine zemin hazırlar - her ne kadar dolaylı olarak gerçekleşmiş ol­
sa da, Hegel'in Spinoza'nın düşünce sistemini idealist ve erekselci bir yakla­
şımla yeniden düzenlemesi ve daha sonra Marx'ın, Spinoza'nın felsefi anla­
yışının belli başlı yönlerini bağımsız olarak iyileştirmesi ile sonuçlanan He­
gelci diyalektik eleştirisi aracılığıyla-. Althusser'e göre, Spinoza'nın Descar­
tes ve Leibniz'den farklı olarak bilgiye yönelik rasyonalist değerlendirmesi
basit bir şekilde reddedilemez; bunun yerine, bu düşüncedeki realist cevher,
rasyonalist kabuğundan çıkarılmalıdır. Spinoza zihinsel etkinlik, hayalgücü
(beden ve bireysel deneyim ile yakından ilişkili düşünceler) ve aklın (düşün­
celere ilişkin düşünceler, tutarlılığa sahip nesnel genel kavramlar ve mantık­
sal ilkelere dayanan düşünceler) farklı düzeylerini birbirinden ayırır. Spino­
za bu ayrımı, hakikat ve yanılgı arasındaki farka değil, "yeterlilik" düzeyle­
ri, yani açıklayıcı gücün nesnelliği, mantıksal tutarlılığı ve kapsamlılığı ara­
sındaki farklara dayandırır. Bu nedenle Spinoza'ya göre mutlak yanılgı diye
bir şey yoktur; çünkü her düşüncenin özdek bir nedeni vardır, ne kadar ye­
tersiz olursa olsun, reel dünyaya yönelik, bir dereceye kadar kavrayış imka­
nını ifade eder. İ nsan zekası için tam ve mutlak bir yeterlilik de söz konusu
değildir; bu ancak, sonsuz olan ve dolayısıyla tüm düşünce ve genişlemeyi
bütünüyle yeterli bilgi çevreleyen tanrı tarafından gerçekleştirilebilir.
İ leride göreceğimiz gibi, Althusser Spinoza'nın yeterli bilginin birbirin­
den farklı seviyelerine yönelik anlayışının realist içerimlerini kabul eder ve
bu ögeleri kendi bilim ve ideoloji ayrımına dahil eder; fakat buna rağmen
Spinoza'nın yeterlilik vasfına sahip düşüncelere kaçınılmaz ve mutlak ger­
çeklik atfettiği rasyonalist kanıt fikrine karşı çıkar. Spinoza basit bir şekilde,
farklı yeterlilik seviyeleri ile hem hayalgücü hem de aklın gerçekliğe denk
düştüğünü savunmamaktadır. Aynı zamanda, önermesinin mantıksal so­
nuçları gereğince, Doğanın düşünce ve genişleme nitelikleri ile tek bir tözü
oluşturduğunu, nesneler ve fikirlerin birbirine kusursuzca denk düşen yapı-

54
lara sahip olması gerektiğini öne sürmektedir. Dahası, Spinoza, akıl sahibi
varlıklar olarak bizlerin, tam olarak emin olduğumuz ve kendilerinden bir
yanılgıya düşme ihtimali olmaksızın başka hakikatler çıkarabileceğimiz ba­
zı sezgilere (o bunlara "ortak fikirler" ismini verir) sahip olduğumuzda ısrar
eder. Althusser'in karşı çıkbğı, bu rasyonalist kesinliktir. Althusser en erken
eserlerinde bile herhangi bir felsefi hakikat garantisini ya da kesinliği redde­
der. Gerçek hakkındaki düşüncenin gerçeğin düşünce karşısındaki üstünlü­
ğü öncülünden yola çıkan materyalist tez, Spinoza'nın düşünce (idea) ile fik­
rin nesnesi olan başka bir şeyi temsil eden şeyin (ideatum) özdeş olduğu yö­
nündeki rasyonalist kanıbndan bütünüyle farklı, "düşüncenin öğelerinin
gerçeğin düzeni ile karıştırılmaması gerektiği"ni dile getiren ısrar ile aynı
yöndedir. "Kuşkusuz, gerçek hakkında düşünce ile bu gerçek arasında bir
ilişki vardır; fakat bu gerçek bir ilişki değil, bilginin yeterliliği ya da yeter­
sizliğinin söz konusu olduğu bir bilgi ilişkisidir, yani hangi düşüncenin (ye­
terli ya da yetersiz) bilgi olduğuna atfedilen bir gerçek ilişkisidir" (Althusser
ve Balibar 1970, 87) .
Althusser, düşünce ve gerçeklik arasında bir özdeşlik değil, karşılıklı iliş­
ki olduğu yolundaki görüşü savunur, fakat bunu kanıtlayamaz ve Spino­
za'nın bu ilişkinin kanıtlanabileceğini öne süren rasyonalist tezini kabul et­
mez. Dolayısıyla, sıklıkla karşılaşılan, Althuser'in genel "pratik" anlayışının,
düşünce ve gerçekliği bir araya getiren aşkın, sözde Spinozacı bir birleştiri­
ci yapı anlayışı işlevinde olduğu düşüncesi, savunulamaz niteliktedir4 . Bu­
na karşın Althusser'in ilk dönemlerinde felsefeyi "kuramsal pratiklerin ku­
ramı" olarak formülleştirmesi, Spinoza'nın, "belirsiz deneyimi" tam bir ke­
sinlikle ussal anlayıştan ayırmanın mümkün olduğu, düşüncenin ikinci dü­
zeni, cognitio reflexiva, ya da "düşüncelerin düşünceleri" anlayışını az çok
anımsabr. Althusser, Marx İçin ve Kapitali Okumak eserlerinde "kuramsal
pratiğin kuramı" olarak diyalektik materyalizmi yerleştirerek, kendisini, ne­
yin bilimsel bilgi olup olmadığına karar verecek olanın bilim değil felsefe ol­
duğunu iddia eden rasyonalist gelenekten bütünüyle ayrı tutmuş olmaz.
Buna karşın, Althusser'in rasyonalizme genel karşıtlığı göz önünde bulun­
durulduğunda, sonunda ulaşbğı felsefi "kuramsal pratiğin kuramı" fikrinin
reddi, kaçınılmaz bir sonuçtu. Aslına bakılırsa Spinoza'nın formülasyonu,
Althusser'in bilim ve bilimin ideolojiyi geriye dönük bir şekilde nitelendir­
mesi arasında gerçekleşen "epistemolojik kopuş" tanımına uygun düşer; fa­
kat aynı zamanda Althusser'in rasyonalist değil, tarihsel materyalizmi nede-

55
niyle onun anlayışından radikal bir biçimde ayrılır. Althusser epistemolojik
kopuş kavra mını asla bir kenara bırakmaz, fakat bu kavramı ileriye dönük
olarak, mutlak hakikat ya da yanılgı düşüncelerini içerimleyen rasyonalist
anlamlamalardan arındırır. Böylece bilimsel gerçekçilik, felsefe tarafından
kanıtlanabilir su götürmez bir önerme değil, felsefede (ne bilim, ne de bili­
min söz sahibi olan felsefe) savunulacak bir düşünsel konum haline gelir.
Ana konumuza yeniden dönecek olursak, Spinoza'nın nedenselliği, ara­
larında insanlığın da bulunduğu fenomenler arasındaki ilişkiye, müdahale­
ci bir Tanrı gibi bir dış unsura başvurmaksızın doğanın yapısı açısından
açıklama getirir. Bu, dinin hala egemen ideolojik güç olduğu ve batıl inanca
karşı doğmaya başlayan muhalefetin, doğal bilimler kadar Rönesans hüma­
nizminden de geldiği onyedinci yüzyıl gibi bir çağ için şaşırtıcı bir başarıdır.
Spinoza'nın "-kaynağı Tanrı ya da İnsan olan- tüm özne felsefelerini reddet­
mesi", Althusser'e göre, hem onun başarısının büyüklüğünü, hem de Tanrı
çağının sonu, ve İnsan çağının başında "onun düşüncesinin muazzam baskı­
cı gücünü açıklar" (Althusser ve Balibar 1970, 102) . Son dörtyüz yıldız, akıl
söylemi, Spinoza'nın kişilerüstü materyalizmi değil, onun hasımları Descar­
tes (Locke, Hume ve Mill aracılığıyla) ve Leibniz'in (Wolff, Kant ve Hegel)
felsefelerinin egemenliği altında kalmıştır. Althusser'e göre, "zihnin yaşamı"
üzerinde verilen toplumsal ve politik mücadelelerin en ufak bir etkisini ka­
bul edecek olan biri için, böyle bir sonucun şaşırtıcı gelmesi güçtür. Fakat
Althusser, bu gelişmelerin hem felsefe hem de tarih biliminde yol açtıkları
olumsuz sonuçların üstüne daha çok gider, daha fazla baskı altına alır.

Geçişken ve Açıklayıcı Nedenselliğin Eleştirisi


Althusser, Spinoza'nın felsefesi ile Descartes ve Leibniz geleneklerini iki
açıdan birbirine karşıt olarak ele alır: birincisi, nedensellik sorununu değer­
lendirme yeterlilikleri; ikincisi, toplumsal olanı doğal fenomene karşıt ola­
rak açıklama yeterlilikleri açısından. Althusser, Kartezyen nedensellik fikri­
ni geçişken nedensellik ifadesi ile karakterize eder; bu tanımlama ile kastet­
tiği "bütünü sonuca ya da onun parçalarının toplamına indirgeyen analitik
etkinliktir"; Leibniz geleneğini ise, parçaların görüngüsel dışavurumlardan
fazlası olmadığı bir öz olarak bütünün önceliğini" vurgulayan anlatımsal ne­
densellik ifadesi ile tanımlar (Althusser ve Balibar 1970, 186-187) . Althusser
bu iki yaklaşımı bu yolla tanımlayarak, geçişken nedenselliği kapsamlı bir
şekilde İngiliz deneyciliğini içerimleyecek, ve çok daha geniş kapsamlı bir
56
genelleme ile, Hegelci diyalektik, çeşitli "kaba" Marksist kuramların ekono­
mizmi ve Gramsci, Lukacs ve Korsch'un (tarihsel çağların kıyaslanamazlık­
larını öncül alan) "mutlak tarihselciliğini" karakterize etmek için anlabmsal
nedensellikten yararlanacak kadar geniş bir gönderge içinde ele almasını
haklı çıkarmak ister gibidir.
Althusser, Descartes ve Leibniz geleneklerinin, birbirinden ayrı fakat ilgi­
siz olmayan bir eksende, bir özne kategorisi -bilgi öznesi, tarih öznesi vs.­
üzerinde temellendiklerini düşünür. Althusser'in amaçları için, Leibniz'de
öznenin, Leibniz'in olabilecek en kusursuz dünyanın her şey kadir, ilahi ba­
kış açısı ile her şeyi bilen ve cömert bir Yarabcısı ya da Descartes'ın İnsanlı­
ğın tarih içinde aklı ortaya çıkarma kahramanca mücadelesini başlatan öz­
gür ve rasyonel insanı olması pek fazla önem taşımaz. Althusser, her iki du­
rumda da, Tanrı (idealizm) ya da İnsan (hümanizm), bir özne kategorisine
bağlı kalmak ister istemez, bilimsel tarih anlayışının erekselci bir biçimde
sapbrılmasına yol · açacağını savunur. Deneycilik, tarihselcilik, idealizm,
ekonomizm ve hümanizm arasındaki ilişkileri vurgularken, Althusser zo­
runlu olarak bu akımları birbirinden ayıran pek çok unsuru göz ardı etmek­
tedir. Şunu da eklemek gerekir ki, eleştirmenler, öne sürdüğü fikirlerin- bu
ilişkilerin varolduğu ve önem taşıdıkları yönündeki- dayanaklarını (kabul
etme sıkınbsına girdikleri nadir anlarda) yadsıyamadan, bu nokta üzerinde
fazlasıyla durmuştur.
Geçişken ya da doğrusal nedenselik Althusser tarafından, ögeler arasın­
da bir yapısal ilişkiler anlayışı ya da farklı yapısal bağlamlar içerisindeki
öğeler arasındaki kökten farklılıklardan yoksun olmaları nedeniyle eleştiri­
lir. Genellikle Locke ve Hume'un deneycilik geleneği ile bağdaşbrılan bu
türden bir nedensellik bakış açısı, nedenselliği türdeş fakat atomlara ayrıl­
mış ögelerin tikel çarpışmalar dizisinin birikimsel etkileri ötesinde herhangi
bir genel yapıdan yoksun doğrusal ve bütünüyle kendine özgü bir ardışık­
lık içinde birbirini sektirdiği bir bilardo oyunu gibi ele alır. Doğrusal neden­
sellik, tarihsel özgüllük ve ögelerin dönüşümü gibi son derece önemli etken­
leri göz ardı etmekle kalmaz, aynı zamanda bu ögelerin tarihsel tikellikleri­
ni açıklayan farklı toplumsal oluşumların bütünlüğünü kavrayamaz. Ger­
çekte doğrusal nedensellik, geçmiş olaylar dizgesine aktarılmış tarihdışı bir
çağdaş kategoriler tarihçesinden daha fazlası olmayacak bir "tarih" oluştura­
bilmek amacıyla belirli bir yapıyı ögelerine ayrışbrır. Althusser, geçişken ne­
denselliğin, kendisinde daima etkin durumda olan üç kuramsal varsayıma
dayandığını öne sürer:

57
İ lk varsayım analitiktir; herhangi bir kuramsal sistem ya da oluştu­
rulmuş düşüncenin öğelerine indirgenebilir olduğunu savunur: bu
ön koşul düşünce sisteminin herhangi bir öğesinin tek başına düşü­
nülmesine ve bir başka sistemin ona benzer bir öğesi ile karşılaşh­
rılabilmesine olanak sağlar. İ kinci ön koşul erekselcidir: içerdiği dü­
şünceleri yargılayan, ya da daha çok, (farklı) sistemlerin öğelerine
ayrıştırılmasına imkan veren, bu öğeleri kendi hakikatleriymiş gibi
kendi normlarına göre değerlendirmeye tabi tutma aşamasına geç­
mek amacıyla öğeler olarak oluşturan gizli bir tarih mahkemesi ku­
rar. Son olarak, bu iki varsayım, düşünceler tarihini kendi ögesi
olarak değerlendiren ve bu alan içerisinde düşünceler tarihinin bir
ürünü olmayan hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceğini savunan üçüncü
bir varsayıma dayanır (Althusser 1969, 56-57)
Açıklayıcı nedensellik geçişken nedenselliğin tersidir. Açıklayıcı neden­
selliğin sorunsalı içerisinde, herhangi bir dönemin tüm fenomenleri-ekono­
mi, yönetim biçimleri, hukuk, felsefe vs.- bu fenomenlerin her biri tarafın­
dan ifade edilen özü olan tek bir içsel ilkenin dışsallaştırmaları olarak değer­
lendirilir. Böyle bir düşünme tarzı materyalist bir biçim, örneğin "ekono­
mizm" (Althusser'in ekonomik yansıtmacılık için kullandığı aşağılayıcı ifa­
de) ve "mekanikçilik" (pozitivist materyalizmin toplumsal süreçleri doğal
süreçlere indirgeyen çeşitli biçimleri-örneğin, toplumsal Darwinizm) biçimi­
ni, ya da Leibniz'in her bir maddi monadda ve bütünü toplam bir parçaymış
gibi kendisinde yoğunlaştıran her bir zihinde ifade edilen "önceden saptan­
mış uyumunun" ruhsal bütünlüğü gibi. daha idealist bir biçim, ya da son o­
larak, Hegelci diyalektiğin (kapsam açısından Hegelci Marksizmin tüm çe­
şitlerini içeren) "zıtların özdeşliği" biçimini alabilir. Açıklayıcı nedensellik,
tüm biçimleri ile, her yerde ve her an söz konusu bütünlüğün kapsamında­
ki fenomenlerin her birine uygulanabilir, içkin bir neden, bir içsel öz varsa­
yımına dayanır.
Açıklayıcı nedensellik genellikle deterministtir, fakat determinizmin bi­
çimlerinden biri olan "tarihselcilik", kökten bir tesadüflere bağlılık fikrini ka­
bul eder. Althusser, Antonio Gramsci'nin "organik bir ideoloji" olarak Mark­
sizm anlayışım çıkış noktası olarak, tarihselciliği tuhaf bir geçişken ve açık­
layıcı nedensellikler karışımı olarak tanımlar (Althusser ve Balibar 1970,
126-36) . Tarihselciliğe göre, bilginin kendisi de dahil olmak üzere bütün fe­
nomenler, bir bütünlüğün organik dışavurumlarına indirgenir; diğer yan-

58
dan bütünler, insan özgürlüğü (Gramsci'ye göre kitlelerin etkinliği ve dene­
yimi) açısından açıklanan rastlantısal, geçişli bir yolla birbirini takip eder.
Althusser düşüncesine göre tarihselcilik, toplumsal eyleme onun varoluşu­
nun yapısal koşulları karşısında ve epistemolojik göreceliğe bilimsel realizm
karşısında öncelik tanır. Tarihselci, tüm toplumsal pratikleri tek bir pratikte,
tarihin otonom itici gücü olarak kabul edilen, belirleyici özellikleri ortaya
konmamış bir tarihsel praksiste özdeşleştirir. Bilgiyi "somut bir bütünlüğün"
açıklayıcı birliğine dayandırarak bilgi üretiminin kendisini göreceleştirme
yoluyla öznelcilik ve istenççiliğe daha da fazla ayrıcalık tanır. Gramsci örne­
ğinde ise bu istenççilik, neo-Hegelci İ talyan "özgürlük" filozofu Benedetto
Croce'un liberal tarihselciliğinin Marksist yöntemle "tersyüz edilmesi" biçi­
mini almıştı, Marksist ya da başka türlü olsun, bütün tarihselcilikler için so­
nuç aynıdır- şimdiki zaman açısından açıklayıcı nedensellik (bütünsellik so­
runsalı), geçmiş açısından geçişken nedensellik (ögeler ve kökenler sorunsa­
lı) ve gelecek açısından "deneysel" bir özgürlüğün (faydacılık sorunsalı: işe
yarayan her şey doğrudur) tuhaf bir kombinasyonu. Althusser, Gramsci'nin
"muazzam tarihsel ve politik dehasına, özellikle hegemonya teorisine büyük
bir saygı duysa da, felsefede gerçekliğin görecilik karşısında önceliği ve ta­
rihte toplumsal yapıların insan pratiği karşısındaki açıklayıcı önceliğini sa­
vunarak, Gramsci'nin "mutlak" tarihselciliğini reddeder.
Açıklayıcı nedensellik kendisini karmaşık bir bütünlük, -Leibniz'in mo­
nadları arasındaki sonsuz ilişkiler, Hegelci bütünlüğün sonsuz dolayımları­
olarak sunar, fakat Althusser'e göre, açıklayıci nedenselliğin ürününün gö­
rünürdeki karmaşıklığı çok daha temel bir basitliği gizler. Açıklayıcı neden­
sellik çok çeşitli fenomenlerin karmaşık yapısını, Geist, önceden saptanmış
uyum, genetik yapı vs. gibi belirleyici özellikleri ortaya koyulmayan tek bir
öze indirger. Geçişken nedensellikte olduğu gibi açıklayıcı nedensellikte de
tarihsel süreç, tek bir içsel ilkenin birbiri ardına gelen anlarını gözler önüne
serdiği doğrusal bir süreklilik olarak değerlendirilir ve birbirini takip eden
çok sayıda bütünlük, bu birbiri ardına gelen anların birbirini takip eden dı­
şavurumları haline gelir. Açıklayıcı nedenselliğin himayesi altında algılan­
dığı biçimiyle tarihsel sürecin herhangi bir noktasındaki bir kesit her zaman,
Althusser'in "özsel kesit" adını verdiği böyle basit bir kesiği gözler önüne se­
recektir: "Tarihsel zamanın herhangi bir anında gerçekleştirilen bir dikey kı­
rılma, tüm parçaların her biri diğerlerini ifade eden çok sayıda 'bütün parça'
olduğu ve dışavurumlarının dolaysız biçimi olan bütünlüğün kendisinin

59
özünü içermeleri nedeniyle her birinin onları kapsayan toplumsal bütünlü­
ğü ifade ettiği bir bütünlüğü ortaya çıkaracaktır" (Althusser ve Balibar 1970,
94).
Yapısal Nedensellik ve Darsellung
Geçişken nedenselliğin tersine açıklayıcı nedenselliğin, toplumsal bütü­
nün öğeleri üzerindeki etkinliği için bir kategoriye sahip değildir; fakat Alt­
husser bu kategorinin, bütünün bir yapı olarak algılanmaması mutlak koşu­
luna dayandırıldığını" savunur. Gerçekte ne geçişken ne de açıklayıcı ne­
densellik, birbirinden ayrı öğelerin yapısal birliğini düşünebilme yeterliğine
sahiptir. "Eğer bütünün yapısal, örneğin ruhsal bütünlüğün birliğinden ol­
dukça farklı bir tür birliğe sahip bir unsur olduğu varsayılırsa, öğelerin be­
lirlenimini geçişken nedenselliğin kategorileri yoluyla düşünmek olanaksız
hale gelmekle kalmaz, aynı zamanda bunu kendi görüngüsünde içkin ev­
rensel bir içsel özün evrensel açıklayıcı nedenselliği kategorisinde düşün­
mek de imkansızlaşır" (Althusser ve Balibar 1970, 187) . Bir bütünün unsur­
larının belirlenimini bütünün yapısı aracılığıyla düşünme önermesi, Althus­
ser'e göre ilk kez Spinoza tarafından farkına varılmış, daha sonra Marx tara­
fından tekrar keşfedilene dek karanlıkta kalmış bir sorun doğurur.
Althusser'in yapısal nedensellik adını verdiği bu üçüncü nedensellik an"'.
layışına göre, bütünün öğeleri ne geçişken nedensellikte öne sürüldüğü gi­
bi bütünden ayrıdır, ne de açıklayıcı nedensellik tarafından dile getirildiği
gibi bütünün içkin ilkesinin dışavurumlarıdır. Bunun yerine, bütün, öğeleri­
nin karşılıklı etkinliklerinden, bu öğeler aynı zamanda bütün tarafından, ya­
ni bütün içerisinde diğer bütün öğelerle ilişkileri tarafından belirlendiğin­
den, öğelerinin çift taraflı etkinliklerinden farklı değildir. Etkilerin nedeni
"bütünün karmaşık düzeni" iken, bütünün karmaşık düzeni "etkiler ve bun­
ların birbirleri arasındaki ilişkilerin toplamıdır". Spinozacı düşüncenin kul­
landığı anlamda bütünün yapısı "kendi etkilerinde içkindir", yani yapının
tüm varoluşu etkilerinden oluşur, kısacası, birbirinden farklı öğelerinin öz­
gül bir kombinasyonundan ibarettir ve etkilerinden ayrı tutulamaz" (Alt­
husser ve Balibar 1970, 188-189) . Bütün, ancak öğelerinin karşılıklı etkinlik­
leri içinde ve bu etkinlikler yoluyla meydana geldiğinden, Althusser'in "va­
rolmayan bütün" adını verdiği şey olur ve Althusser bu fikri ifade etmek
için Marx'ın Darstellung (temsil, mise-en-scene) terimini kullanır. Althusser,
nedensellik kavramının aşamalı gelişimini, Marx'ın içsellik ve dışsallık me-

60
taforlarıyla, yapının etkileri içinde varolması fikrine zemin hazırlayan ne­
densellik anlayışı aracılığıyla açıklar:

Dış ve iç arasındaki sıradan ayrımlar, gözle görülür düzensizlikle­


rine karşılık fenomenlerin içindeki "gizli" bağlanhlar ile birlikte or­
tadan kaybolur: görüngüsel öznelliğin deneyci karşıtlıklarından ve
özsel içeridelikten bütünüyle bağımsız hale gelmiş, farklı bir imge,
neredeyse yeni bir kavram buluruz, en somut belirlenimlerinde ku­
ruluşu (montaj) ve düzeneğinin yasaları, kavramının özellikleri ta­
rafından yönetilen bir nesnel sistem buluruz. Şimdi bu son derece
semptomatik terim "Darstellung"u yeniden adlandırabilir, onu bu
"düzenek" ile karşılaşhrabilir ve onu gerçek anlamıyla, bu düzene­
ğin etkileri içindeki varoluşu olarak ele alabiliriz: Aynı anda kendi
sahnesi, kendi senaryosu, kendi aktörleri olan, izleyicilerin kimi za­
man her şeyden önce aktörleri olmaya zorlandığı ve esas itibariyle
yazarsız bir tiyatro olduğu için yazarları olamadıkları bir senaryo­
nun ve parçaların kısıtlılıkları tarafından alıkoyulduğu tiyatroda
sahne yönetiminin varolma biçimi (Althusser ve Balibar 1970, 193)

Althusser metinlerini çeviren ve Marx için ve Kapital'i Okumak'ın terim­


ler sözlüğünü derleyen Ben Brewster, Althusser'in ömeksemesine yönelik
faydalı bir açıklama sunar: "Eylemi ve etkilerini sahne üzerinde gören de­
ney c i ideolojiler, kendilerini ve yerleşmiş fikirlerini oyun tarafından kendi­

lerine tutulan bir aynada tanıyarak gerçekliğin sadık bir kopyasını gördük­
lerine inanırlar. Hegelci, bundan senaryoyu yazan ve oyunu yöneten Tanrı
ya da Ruhu sezer. Bunun tam tersine, Marksist için bu, ne basit bir gerçekli­
ği ne de aşkın bir hakikati yansıtan, yazarsız bir tiyatrodur; biliminin nesne­
si sahne etkilerini meydana getiren düzenektir (Althusser ve Balibar 1970,
310) .
Yapısal nedensellik toplumsal bütünü, her biri kendi içinde varoluş ko­
şullarını, toplumsal bütünü taşıyan güçlerin paralelogramı olarak kavram­
sallaştırır Althusser'in bütün ve parçaların birbirinden ayrılamaz olduğu ve
.

bütünün etkileri ile ilişkisi içinde meydana geldiği yönündeki ısrarı, bizi ne­
densel ilişkileri basit olmaktan çok karmaşık fenomenler olarak düşünmeye
zorlar. Yapısal nedensellik her şeyden önce nedenselliği bir ilişki olarak dü-

61
şünmemizi sağlar. Alex Callinicos'un ifade ettiği gibi, "Althusser'in bizden
anlamamızı istediği, nedeni bir şey, bir töz, farklı, ayrı bir şekilde tanımlana­
bilir bir oluş olarak değerlendirmekten bir ilişki olarak değerlendirmeye,
doğrudan doğruya ya da son olarak · gösterilebilir, kavranabilir bir şey ola­
rak ele almaktan, öğelerinden oluşmuş bir bütünün yapısı olarak açıklama­
ya geçiştir . . . Gerçeklik, bu görünüşlerin altında yatan şey değil, bu görünüş­
lerin yapısal ilişkileridir. " (Callinicos 1976, 52) . Daha da önemlisi, yapısal ne­
densellik anlayışı bizi toplumsal yapıların, biri yapısal bütünü kendi öğele­
rinin karşılıklı etkinlikleri olarak vurgulayan, fakat aynı zamanda ikincisi
öğelerin kendisinin yapısını özgül etkinliklerini keşfetmek amacıyla incele­
yen iki boyutta kavramsallaştırılmaları gerektiğinin farkına varmaya zorlar.
Bu boyutlar elbette birbirlerinden ayrı varolmazlar. Daha çok, bizi durmak­
sızın bir çözümleme düzeyinden diğerine hareket etmeye zorlayan bir tür
diyalektik oluştururlar. : verili bir genellik düzeyinden daha özgür bir başka­
sına ve verili bir özgüllükten daha genel olana. Dahası, şeyler yeterince kar­
maşık değilmiş gibi, henüz Althusser'in "konjonktür" adını verdiği tek bir
kuramsal anı ele almakta olduğumuzun ve daha öncelikli konjonktürler
problemi ile geçiş ve dönemselleştirme problemlerini değerlendireceğimizin
farkına varmamız gerekir.
Devam etmeden önce, Althusser'in yapısal nedensellik anlayışını Spino­
za'nın rasyonalist metafiziğinden ayıran uzaklığı tekrar düşünmek üzere bir
kez daha durabiliriz. Spinoza, her doğal değişime tek bir nedenler sistemi
içinde bütünüyle belirli bir etki olarak gösterilebilme imkanı veren bir tür
birleşik ve bütün bir bilim öngörür; yani tek bir kuram içerisinde her şey ye­
terince açıklanabilir nitelikte olabilir. Althusser, böyle bir sonucun Spino­
za'nın, yetersizlik ya da düzensiz gelişim kavramlarına izin vermeyen Tanrı
ya da Doğa anlayışından çıkarıldığı düşüncesine karşı çıkmazdı. Althusser
hatta bu varsayımı felsefe içerisindeki en son realist ya da materyalist çıka­
rım olarak kabul edebilirdi. Buna karşın Althusser, bu kadar "spekülatif-ras­
yonalist" biir felsefi çıkarımın bilimsel pratik için çok az faydası olduğunda
ısrar eder. Spinoza, fikirlerimiz üzerinde derinlemesine düşündüğümüz öl­
çüde- yani saf mantığın gerçekliği içerisinde kaldığımız sürece- çok daha
düşük bir seviyede olsa da Tanrı ile aynı yeterlilik/ kesinlik ilişkilerine katıl­
dığımızı savunur. Bunun tersine, Althusser'e göre, bu yeterlilik seviyesinden
bile değişmez bir şekilde emin olamayız. Wittgenstein ya da Derrida'da ol­
duğu gibi Althusser'e göre de, kuramsal pratik, insan aklı Spinoza'nın apa-

62
çık ya da manhksal olarak şüphe duyulamaz önermelerden çıkarılan sonuç­
lar yoluyla ulaşılabilr olduğunu düşündüğü tanrısal yeterlilik/ kesinlik iliş­
kilerine anlamlı olarak yaklaşamayacağı için eksiksiz olarak ortadan kaldı­
rılamayacak ayrımsal yerinden oynamalar ve boşluklar tarafından içsel ola­
rak etkilenir.

Baskın Yapı ve Son Tahlilde Belirlenim


Althusser'in yapısal nedenselliğin ilişkisel doğası üzerindeki ısrarı, tüm
belirlenimlerin eşit oranda gri renkli olduğu bir yapısal alacakaranlığa işa­
ret etmez. Althusser, "her şeyin başka her şeye neden olduğu " çoğulcu apa­
çıklığı kesin olarak reddeder ve egemenlik modellerin ve toplumsal oluşu­
mun birliği içindeki egemenlik kurma süreçlerinin üzerinde durur. Eğer
tüm toplumsal fenomenler ilişkisel olarak varoluyorsa, bundan hepsinin öz­
deş ve eşit etkinliklere sahip olduğu çıkarılamaz. Toplumsal oluşum kavra­
mı içsel bir hiyerarşiyi, bütün içerisindeki ögeler arasındaki karşılıklı ilişki­

lerin kesin ve açıkça ifade edilebilir bir örgüsünü ifade eder. Toplumsal olu­
şumlar daima "egemen yapılardır", çünkü daima bir etkinlik hiyerarşisi ve
bu hiyerarşi içinde baskın bir rol oynayan bir öğe vardır. Bir öğe baskın ro­
lü üstlenmek üzere başka ögenin yerine geçse de, bu gibi değişkenlikle, her
zaman baskın bir öğeye sahip olması ölçüsünde sabit olan bir yapı içerisin­
de gerçekleşir (Althusser 1969, 179) . Bunun tam tersine, bir ögenin diğer
ögelere baskın olması, oluşturduğu karmaşıklığın yapısal bir birliğe sahip
olduğu önermesini ortaya çıkarır.

Egemenlik sadece bağımsız bir gerçek değildir, karmaşıklığın ken­


disi için de gerekli bir gerçektir. Karmaşıklık bu yüzden en gerekli
unsurlarından biri olarak egemenliği içerimler: yapısında içerisin
varolur. Dolayısıyla bu birliğin basit, özgün ve evrensel bir özün
birliği olmadığı ve olamayacağını iddia etmek, "çoğulculuk" suna­
ğında birliği kurban etmek değil, çok daha farklı bir şey iddia et­
mektir: Marksizmlerin tarhştığı birliğin karmaşıklığın birliği oldu­
ğunu, karmaşıklığın örgütlenme biçimi ve·eklemlenmesinin tam o­
larak onun birliğini oluşturan unsur olduğunu iddia etmektir. Kar­
maşık bütünün baskın yapının birliğine sahip olduğunu iddia et­
mektir (Althusser 1969, 201-2) .

63
Baskın yapı, Althusser'in herhangi bir toplumsal oluşumda ekonomik
durum ya da üretim tarzının önceliğini ifade etmek istediği, farklı, fakat ya­
kından ilgili terim son tahlilde belirlenim ile karışhrılmamalıdır. Althusser
altyapı ve üstyapı kavramlarından yararlanır, fakat yansıtmacı bir yaklaşım­
la değil: "ekonomi, ekonomik olmayan ögeler için, kendileri ve birbirleri ile
ilişkileri açısından özerklik/bağımlılık derecelerini, dolayısıyla onların fark­
lılık gösteren özgül etkinlik derecelerini belirler. Belirli bir zamanda kendi­
sini baskın ya da baskın olmayacak şekilde belirleyebilir; ve baskın olmadı­
ğı durumlarda hangi ögelerin baskın olacağını belirler" (Althusser 1969,
255) . Açık bir şekilde, son tahlilde belirlenim tek taraflı bir nedensellik iliş­
kisi olarak tasarlanmamışhr. Üretim tarzı, üretim güçleri ve ilişkilerinin ku­
rumsal olarak ayrıldığı toplumsal oluşumlarda bile ekonomik durumu tam
olarak tanımlaması bakımından toplumsal oluşumun "derin yapısı" ya da
altyapısıdır. Son tahlilde ekonomi tarafından belirlenim, ekonominin önceli­
ğinin, politik ve ideolojik işlevlerin özerkliğine belli sınırlar ya da kısıtlama­
lar getirmesi anlamına gelir. Ekonomi belirli politik ya da ideolojik kurum­
lar seçmez; mevcut üretim güçleri ve ilişkileri ile uyumlu olmayanları dev­
re dışı bırakır. Başka bir deyişle ekonominin önceliği politik ve ideolojik
olayları, üretim tarzının yapısından okunabilecekleri ya da çıkarsanabile­
cekleri şekilde açıklamaz. Son tahlilde ekonomik belirlenim, ekonominin di­
ğer olayların tek belirleyicisi olduğu ya da olacağı bir noktanın (kaynak, he­
def) olduğunu ya da olabileceğini beiirtmez. "Ekonomik diyalektik asla
mutlak durumda etkin değildir; tarihte bu durumların, üst yapıların vs., iş­
leri bittikten sonra, ya da saf fenomeni Diyalektiğin soylu yolunda ilerlerken
Majesteleri Ekonominin önünde dağılma zamanı geldiğinde sırasıyla kena­
ra çekildikleri asla görülmez. İlk andan son ana dek, 'son tahlilin' yalnız sa­
ati asla gelmez (Althusser 1969, 113).
Althusser son tahlilde belirlenimi savunup, diğer yandan "son tahlilde
belirlenimin asla gerçekleşmediğinde" ısrar ederken, kelimeleri çarpıtma­
maktadır. Sadece nedenselliğin aynı derecede kabul edilemez iki türü, yal­
nızca sonsuz bir neden sonuç zinciri (X, Y'nin yüzünden, Y de Z yüzünden
gerçekleşmiştir ve bu şekilde sonsuza dek süren bir döngü) açısından düşü­
nebilen geçişken nedensellik ve ögelerin etkinliklerini bir özün yansımaları­
na indirgeyen (X, Y ve Z, tek, bağımsız ve her yerde ve her zaman mevcut
olan bir değişkenin dışavurumlarıdır) açıklayıcı nedensellik arasında alter­
natif bir konumu tanımlamaya çalışmaktadır. Althusser'in konumu realist

64
bir konumdur: yapısal etkenler ya da yasalar toplumsal oluşumlar içerisin­
de iş başındadır, fakat doğal bilimlerden farklı olarak, tarih bilimi onları as­
la deneysel olarak birbirinden ayıramaz. "Son tahlil asla gelmez" ifadesi, Alt­
husser'in toplumsal yapıların "daimi önceden verililiği" (toujours deja
donne) adını verdiği durumu onayl�. Bu da, ögelerinin bir arada varoluşu,
özgül etkinlikleri ve bu etkinlikler arasında oluşturulan egemenlik ve tabi
kılma iliş:\<ileri ile birlikte bir toplumsal oluşumun "her zaman halihazırda
mevcut" olduğu anlamına gelir. Ekonominin önceliği, mevcut konjonktürün
tarihsel varoluş koşulları içerisinde her zaman halihazırda mevcuttur, fakat
ekonomik işin önceliği yalnızca, ekonomik unsurun kendisinin eklemlendi­
ği bir unsurlar paralelogramı bağlamında ortaya koyulabilir.
Althusser'in belirleyici ve başat yapıları birbirinden ayırması, bize
Marx'ın ünlü "ne orta Çağlar Katoliklik, ne de antik dünya politika olmadan
yaşayabilirdi" sözünü genişletmemize olanak sağlar. Bunun tersine, Marx,
şimdi politikanın, o zamanlar Katolikliğin neden en büyük rolü oynadığını
açıklayan şeyin, geçimlerini sağlayan üretim tarzı olduğunda" ısrar etti
(Marx 1967, 82) . Antropolog Maurice Godelier (1977), akrabalık yapıları ta­
rafından yönetilen sözde ilkel toplumlar bağlamında son tahlilde ekonomik
belirlenimi değerlendirebilmemiz için faydalı bir yorum sunar. 11İlkel11 top­
lumda, akrabalık, Godelier tarafından ekonomik olmayan bir ilişki olarak
kabul edilir, ve bu anormallik, Marksist ekonomik belirlenim düşüncesinin
güvenirliğini düşürmek için sıkça kullanılmışhr. Buna karşın Godelier, hata­
lı olanın ekonomik belirlenim anlayışı değil, antrpologlar ve tarihçilerin so­
yut işlevsel ayrımları (ekonomik, politik, akrabalık ilişkilerini) bu işlevlerin
taşıyıcıları olan somut maddi kurumlar ile karışhrma eğilimi olduğunu sa­
vunur.

Godelier, günümüz toplumlarından daha küçük ve daha karmaşık olan


toplumsal oluşumların, açık bir şekilde daha az sayıda işlevler amacıyla
oluşturulmuş kurumlara sahip olacağını belirtir; bu kurumlar tarihsel geli­
şim sırasında kurumsal olarak birbirinden ayrılacak olan bir dizi işlevi des­
tekleyecektir. Örneğin, "ilkel" toplumlarda altyapı ve üstyapı aramak verim­
li üretken "güçleri" (avcılık, balıkçılık, hayvancılık vs.) açığa çıkarır, fakat ak­
rabalık dışında bir "üretim ilişkisi" açığa çıkmaz. Bireyin toprak ve toprak­
tan elde edilen ürünler üzerindeki haklarını, topluluğun üretim etkinlikleri
açısından zorunluluklarını ve hatta politik ve dini konularda yetkilerini be­
lirler. Godelier, akrabalık ilişkilerinin bu gibi toplumlarda, sadece aile ilişki-

65
leri değil, aynı zamanda üretim ilişkileri, politik ilişkiler ve ideolojik "top­
lumsallaşma" işlevlerini de gören, hem altyapı hem de üstyapı olduğunu
düşünür. Başka bir deyişle, akrabalık başat toplumsal yapıdır, fakat aynı za­
manda belirleyici midir? Godelier'in buna cevabı hayırdır. Ona göre, akraba­
lığın başat, çok işlevli doğası gerçekten de "üretici güçlerin düşük düzeyi,
yaşamlarını idame ettirebilmek ve yaşam tarzlarını yeniden üretebilmek
amacıyla cinsiyetlere dayanan iş bölümü ve hem kadın hem de erkeğin iş­
birliği yapmasını gerektiren düşük bir gelişme seviyesi tarafından belirlenir
(Godelier 1977, 123). Godelier işlevlerin 11birliği11nden yola çıkarak değerlen­
dirme yaparak işlevleri "birbiriyle karıştırmaya" karşı uyarır. Verili bir yapı­
nın, bir dizi işlevin birliğine destek verme görevi görebileceğini kabul et­

mek, her bir işlevin farklı yapısal etkinliklerini karıştırmayı haklı çıkarmaz.
Dolayısıyla yapısal nedensellik, işlevsel ayrımlar ve yapısal nedensellikler
hiyerarşisini, "her durumda bu işlevleri (akrabalık, politika, din) yerine ge­
tiren yapıların doğası ve yapının destekleyebileceği işlevlerin sayısı konu­
sunda peşin hükümlere varmaksızın" kavramsallaştırmalıdır (Godelier
1977, 2) .
Godelier sözlerini, ilkel toplumların evrimini açıklamak istiyorsak, mev­
cut toplumsal yapıların sürdürülmesi ve yeniden üretilmesi ile birlikte orta­
ya çıkan yeni uyumsuz işlevlerin ortaya çıkışını açıklamak zorunda olduğu­
muzu belirterek sürdürür. Yeni üretim tekniklerinin yerleşim alanlarını ya
da işbirliğine dayanan çalışma süreçlerini değişime uğrattığını ya da yeni
üretim ilişkilerini gerektiren bir takım başka değişiklikler ortaya çıkardığını
varsayalım. Belli bir sınırın ötesinde, akrabalık ilişkileri artık yeni toplumsal
koşullarla uyum içinde olamaz. Belki belli başlı toplumsal oluşumlar içeri­
sinde merkezi kabile iktidarına dayanan yeni politik ilişkiler ortaya çıkar. Bu
politik ilişkiler görünürde akrabalık ilişkilerini genişletir -yöneticinin yetki­
si, onun halkının "babası" olduğu düşüncesiyle onaylanır-, ama aslında ak­
rabalık ortadan kalkmıştır. Godelier'in belirttiği gibi, akrabalık kurumu gi­
zemli bir şekilde açık bir politik yapıya dönüştürülmemiştir, daha çok, ön­
celeri akrabalık ilişkileri tarafından uygulanan politik işlev şimdi yeni ege­
menlik ve belirlenim ilişkileri ile yeni bir yapı temelinde geliştirilmektedir.
Yeni başat yapı, kalıtımsal başkanlık, topluluk yöneticisinin üretim araçları
üzerindeki ekonomik mülkiyete sahip olması nedeniyle hakim durumdadır;
fakat yeni emek süreçleri ve yeni mülkiyet ilişkilerinin, yeni yöneticilik sis­
teminin tüm politik işlevleri ve toplumsal oluşum içerisindeki (aile ilişkile-

66
rini de kapsayan) tüm ideolojik işlevlerinin şimdi yeniden örgütlendiği bir
altyapıya dayanan birlik olduğundan, ekonomik işlev belirleyici rolünü ko­
rur. Ekonomik işlev, sürecin tamamı boyunca belirleyici olmuştur, çünkü
egemenliğin akrabalığın aile ilişkilerinden merkezi politik otoriteye geçişini
mümkün hale getiren, bir önceki üretim tarzının çelişkiler içeren gelişimiy­
di. Egemenlik ekonomik gelişme tarafından belirlenir ve üretim araçları
üzerindeki denetim doğası gereği önceliksel olarak ekonomik olmayan ya­
pıların ikamesinde olduğunda bile öncelikli unsurdur.

Althusser'in çabalarının epistemolojik önemi de teslim edilmelidir. Alt­


husser, yansıtmacılığın saf öznelliği ile Weber'in " seçmeci yakınlık" kavramı
gibi pozitivist anlayışlar ve Derrida'nın differance kavramı gibi postmoder­
nist formülasyonların çok yönlü göreceliği arasındaki kuramsal alanı tanım­
lamakta ve savunmaktadır. Althusser'in son tahlilde belirlenim kavramı bu
ba ğlamda da, gerçekçi bir manifesto gibi gözükmektedir: insan dili ve hatta
insan akl ının doğasında bulunan çıkmazların diğer tarafında, hakkında ge­
çerli b il giye sahip olduğumuz gerçek dünyanın varolduğu yönünde bir
inanç bildirgesi. Althusser'e göre, son tahlilde belirlenim, tarih bilimi için,
varlığı olmaksızın bilgi üretiminin kavranılamaz olacağı minimal kuramsal
tutarlılık seviyesini sunar.

Ekonomik belirlenim gibi bir kavram olmadan, tarih sadece radikal bir
dışsallık, her biri birbirine karşıt öğelerin kaotik bir " savaşı ", ya da her öğe­
nin, bütünü öğeleri yoluyla yaratan aşkın bir özün gölge olayları olduğu ra­
dikal bir içsellik olarak tasavvur edilebilir.

Bütünün yapısı, organik, hiyerarşik bir biçimde düzenlenmiş bir


bütünün yapısı olarak eklemlenir. Uzuvların bir arada bulunuşları
ve bütün içindeki ilişkileri, uzuvlar ve ilklerin eklemlenmesine be­
lirli bir düzen getiren başat yapının düzeni tarafından yönetilir. Bir
yapının bu başat durumu, ögeler arasındaki ilişkiden fazla öncelik
taşıyan bir merkeze indirgenemez ve yapı, görüngüsü içerisindeki
özün açıklayıcı birliğine indirgenebilir. Bu hiyerarşi sadece, top­
lumsal bütünün farklı "düzeyleri" ya da durumlarında varolan et­
kinlik hiyerarşisini temsil eder. Her bir düzey kendi başına yapısal
olduğundan, hiyerarşi, bütün içinde mevcut olan farklı yapısal se­
viyeler arasında varolan etkinliğin derecesini ve dizgesini temsil
eder: alt yapılar ve bu yapıların ögeleri üzerinde baskın olan, bir ya­
pının etkinlik hiyerarşisidir . . . Bir konjonktürün birliğinde, bir yapı-

67
nın diğer yapılar üzerindeki "başatlığını" kavrayabilmek için, eko­
nomik olmayan yapıların "son tahlilde ekonomik yapı tarafından
belirlenmeleri" ilkesine başvurmak gerekir . . . bu "son tahlilde belir­
lenim" ilkesi, etkinlik hiyerarşisi içindeki yapıların yer değiştirme­
lerinin ya da bütünün yapısal seviyeleri arasındaki 'başatlık' du­
rul!llarırun yer değiştirmesinin gerekliliğinin ve anlaşılabilirliginin
mutlak koşuludur. (Althusser ve Balibar 1970, 98-99) .

Spinoz.a mı, Hegel mi?


Althusser, Hegel, ve Marx'ın diyalektiğini Hegel'in diyalektiği ile özdeş­
leştiren çeşitli Marksizrnlerden son derece farklı bir çelişki anlayışı geliştirir.
Ne yazık ki Althusser'in Hegelci diyalektiği reddetmesi çoğunlukla, her tür­
lü tarihsel süreç düşüncesinin reddi ya da, daha da kötüsü, Yapısal Marksiz­
min Hegelci çelişki anlayışına alternatif oluşturacak yeni bir anlayış geliştir­
mekteki yetersizliğinin bir göstergesi olarak yorumlanmaktadır. Althus­
ser'in Spinozacılığı, eleştirmenlere bu konuda eleştirmenlere oldukça mal­
zeme vermiştir, çünkü Althusser'in kendisi şunu kabul eder: "ne yaparsanız
yapın, Spinoza'da Hegel'in Marx'a verdiği şeyi bulamazsınız: çelişki" (Alt­
husser 1976, 139) . Spinoza, şeylerin gerekli varoluşları ve nitelikleri ile ilgili
mantıksal önermelere karşılık, tarihsel gelişim ve toplumsal belirlenim.le il­
gilenmemesi nedeniyle karşıtlık kavramından yoksundur. Spinoza'nın yapı­
sal nedensellik anlayışı, gerçekte, mantık yasaları ile ilişkilendirilir ve bu ne­
denle tam bir kuramsal gelişime sahip değildir. Kavramın sonsuzluğu (bu
Althusser'in uygun tanımı ile) ile sınırl anmış olduğundan, Spinoza'nın ras­
yonalist bakış açısına göre, maddi ve toplumsal değişim, ikincil öneme sa­
hip ve ilgilenmeye değmeyen, dünyanın yetersiz bilgisi ile ilişkili sonsuz ne­
den sonuç zincirinin bir parçası olarak devre dışı bırakılır. Zaman, aklın nes­
nelliği değil, hayalgücünün öznelliği ile ilgili olduğundan, Spinoza için ye­
tersiz bir kavramdır. Spinoza zamansal gelişim ve toplumsal belirlenimleri
sadece doğa yasalarına tabi kılmaz, bunun materyalist ve realist bir hareket
olduğuna kuşku yoktur; rasyonalist ontolojinin kuramsal çerçevesi içerisin­
de doğa yasalarını mantık yasalarına bağlı kılarak farklı önem derecelerine
sahip bu kavramların içini boşaltmaya devam eder.
Kuşkusuz Hegel Spinoza'nın sisteminin devinimsizliğini kendisine çıkış
noktası olarak alır. Althusser, Hegel'in, olumsuzlamanın olumsuzlanması

68
diyalektik manhğına dayanan mutlak içerisinde gelişimsel bir süreç ortaya
çıkardığını kabul eder; fakat Hegel1in toplumsal yapıların farklı seviyelerde­
ki etkinliğine yönelik, Althusser1in Marx1ta bulduğu türden bir kavramı Spi­
noza1dan fazla geliştirdiği söylenemez. Buna ek olarak, Althusser Hegel'in
Spinoza1yı ancak felsefi geri dönüş yoluyla, yani açıklayıcı nedensellik ve
özne kategorisini mutlak kavramında yeniden tanıtarak 11etkin hale getir­
miştir11; bu, Spinoza1nın maddeci yapısal nedensellik anlayışının, rasyona­
lizmine rağmen, daha önce çoktan gözden düşürdüğü bir fikirdir. Pierre
Macherey (1979), Hegel1in Spinoza1yı, onu sadece bu açıdan anlamakta ba­
şarısız olarak aşmış olabileceğini iddia edecek kadar ileri gider. Althusser
Macherey ve Godelier gibi Hegel1i eleştiren diğer Yapısalcı Marksistler1e gö­
re, Hegel1in açıklayıcı ya da içkin nedenselliği, toplumsal belirlenim ya da
çelişki gibi kavramları, tüm anlamlı farklarının içini boşaltmadan, yani, Go­
delier1in ifadesiyle, onları yapısal olarak farkların birliği olarak değil, açıkla­
yıcı yöntemle zıtların özdeşliği olarak kavramsallaştırması koşulu dışında
düşünemez (Godelier 1972). (5) Althusser1in benimsediği konum, Marx1ın
ekonomik belirlenim anlayışını sadece Hegel'in idealist diyalektiğini tersine
çevirerek ve aynı biçimle bu diyalektiğin maddeci bir yorumunu yaratarak
oluşturmuş olamayacağı yönündedir. Tam tersine, yapısal nedenselliğin
farklı bir anlayışını, yani çelişki kavramına sahip bir Spinoza düşüncesini
oluşturmayı başarmış olan Marx1ın, Hegel1in açıklayıcı diyalektik anlayışı i­
le ilişkisini kesmesi gerekiyordu.

Althusser1e göre, tarihsel gelişim ve toplumsal belirlenimi toplumsal ku­


ram alanına sokan, Hegel değil, aynı zamanda 11insanın doğa ve geçmişi ile
ilişkileri içinde somut davranışlan11 tanımlamasıyla materyalist tarih anlayı­
şını başlattığının teslim edilmesi gereken Montesquieu1ydı (Althusser 1972,
59). Ayrıca Montesquieu, tarih için yalnızca durağan olmayan (belirli bir hü­
kümetin yasa ve kurumlarının çeşitliliğini açıklayan bir bütünlük), aynı za­
manda devingen olan (doğa ve ilkenin birliğinin yasası, kurumlar ve dönü­
şümlerinin gelişimini gerçek tarihte de düşünebilmeyi mümkün kılan bir
yasa) olgusal bir evrensel açıklama ilkesi öne süren ilk kişiydi. Böylece, or­
taya çıkan ve yok olan sayısız yasaların derinliklerinde, bir hükümetin do­
ğasını ilkesi ile birleştiren sabit bir bağlanh noktası keşfetti; ve bu sabit bağ­
lantı noktasının merkezine, birliğin yeterlilikten yetersizliğe, özdeşlikten çe­
lişkiye geçişleri yoluyla, tarihin somut bütünlükleri içerisinde değişimleri ve
devrimleri anlaşılabilir hale getiren, ilişkinin içsel değişkenliğini yerleştirdi

69
(Althusser 1972, 50). Althusser Montesquieu'da aynı zamanda Marx'ı muş­
tulayan bir tür son tahlilde belirlenim ilkesi bulur; buna karşın Montesquie­
u'da bu kavram "davranışlar ve ahlak kuralları" açısından tanımlanır; Alt­
husser'e göre bu eksiklik, Montesquieu'nun açıkladığı koşullarda, onu tam
bir politik ekonomi önermesine götürecek olan daha derin bir birlik araya­
maması yönünde bir tarihsel koşullanmadan kaynaklanıyordu (Althusser
1972, 59) .
Althusser'e göre Spinoza rasyonalist, fakat aynı zamanda materyalist bir
mutlak anlayışı aracılığıyla varlık ve aklı uzlaşhrdı. Hegel, Spinoza tarafın­
dan halihazırda geliştirilmiş olan mutlak bakış açısını (ve onunla birlikte
sözde özne/ nesne dualizmi sorununun çözüme kavuşturulmasını) "yeni­
den keşfeder" ve bunu Montesquieu'dan türetilmiş bir tarihsel süreç ve top­
lumsal bütünlük anlayışı ile aşılar. Buna karşın, Althusser, Hegelci sentezin
bedelinin yüksek olduğunu belirtir- hem Spinoza hem de Montesquieu'nun
materya l izmini acımasız bir şekilde kaynağı Leibniz'in "önceden saptanmış
uyum" kavramında yatan ve Hegel'e Kant'ın "doğanın gizli planı" şeklinde
dile getirilen ahlaki evrim anlayışları yoluyla Hegel'e aktarılan idealist bir
erekselciliğe tabi kılmak. Althusser'e göre Hegelci düşünce, Spinoza'nın
Tanrısının harekete geçirilmesinden ibaret değildir; tarihin öznesini ve hede­
fini aynı anda oluşturan, özne ve hedef kategorilerinde, ya da daha açık bir
ifadeyle, içkin ve açıklayıcı bir özneleşme, ya da kendini gerçekleştirme an­
layışında somutlaşan Spinoza'nın Tanrısıdır. Fakat kuşkusuz bu hiç de Spi­
nQza'ya özgür bir görüş değildir. Althusser, rasyonalist temelinin ağırbaşlı­
lığına karşın Spinoza'nın mutlak anlayışını savunur, çünkü bu anlayış bizi
belirlenimi, Özne ve Amaç arasındaki, Hegelci diyalektiğin anlaşılmasını
güçleştiren gizli ittifakı önceden ele veren, materyalist ve "içkin olmayan"
bir yöntemle düşünmeye zorlar (Althusser 1976, 136-37) . Althusser'e göre,
bir bilimsel karşıtlık anlayışı geliştirmek, sadece metafizik mutlak kategori­
sini geliştirmek, sadece -Althusser'ın Hegelci idealizmin yanı sıra Spinozacı
rasyonalizminden ayrılma noktası olan- metafizik mutlak kategorisini bir
yana bırakmamızı değil, aynı zamanda Hegel'in süreci mutlağa indirgeme­
sine araç görevi gören ve Hegelci Marksizmin toplumsal oluşumu dışavu­
rumsal bir bütünlük olarak ele almasına zemin hazırlayan dışavurumsal ne­
denlik kavramını da terk etmemiz gerekir.

70
Karşıtlık, Düzensiz Gelişme ve Ostbelirlenim
Toplumsal oluşumun, süreç içinde ortaya çıkan baskın unsurların birara­
ya gelmesi yoluyla ortak amaca çıkan karmaşık bütün olduğu düşüncesi,
açık bir biçimde, Althusser'in Marksist "bütün" anlayışını Hegelci "bütünlük
anlayışından ayırır. Althusser bu ifadeyi ve diyalektik düşüncesini He­
gel'den almış olsa da, Marx'ın Hegel'in bu kavramını, dışvarusumsal ya da
içkin nedenselliğin tüm izlerinden arındıran materyalist bir eleştiriye tabi
tuttuğunda ısrar eder. Sonuç yeni bir içerik, Marx'ın (ve Althusser'in) top­
lum içinde gerçekliğin yam sıra uyuşmazlığın maddeselliğini belirlemesini
sağlayan düzensiz gelişmeydi. Hegel, Montesquieu'den tarihsel bir bütün­
lük içerisinde, ekonomik, politik, ahlaki, hatta askeri, bütün somut belirle­
nimlerin tek bir ilkeyi dışavurduğu fikrini ödünç alarak, tarihi duşavurum­
sal bütünlük kategorisinde değerlendirir. Marx'a göre, uyuşmazlıklar ger­
çektir ve basit bir biçimde etkinlik, uygulamalar ve nesneler üzerinde değil,
yararlılık bağlamında var olur (Althusser 1976, 182) .
Hegel'e göre tarih, her bir alanın "bütünsel bir parça olduğu, her birinin
tüm karmaşıklığı içerisinde tek bir ilkenin nesnelleştirilmesi-yabancılaşhrıl­
ması olan bütünselliğin içsel bütünlüğünü dışavurduğu "çemberler içinde
çemberler, alanlar içinde alanlar"dan oluşur (Althusser 1976, 182) . Althusser,
Marx'ın altyapı ve üstyapı metaforunun, Hegel'in çemberler içinde çember­
ler "dolayımlamalarından" farklılık gösterdiğini savunur. Şöyle ki, "Marx'ın
düşünsel çerçevesi, yapılar arasında ayrımlar yapılması gerektiğini, bu ay­
rımların gerçek ve indirgenemez olduğunu ve yapılar arasındaki belirle­
nimlerin düzeninin değişken olduğunu ifade eder. Hegel'de ise "ayrılıklar
daima reddedilmek üzere onaylanır ve diğer ayrılıklar içerisinde baskın çı­
kar. Her bir farklılık kendi içinde kendisi için bir gelecek taşıdığı için bu
mümkündür" (Althusser 1976, 182). Althusser, Marx'ta dışavurumsal bir bü­
tünlük, tek bir ilke olmadığında ısrar eder: "işte bu yüzden (Marx için ese­
rimde) bir bütünsellikten söz etmedim, çünkü Marksist bütünsellik anlayışı
karmaşık ve düzensizdir ve onu diğer anlayışlardan ayıran şey, bu düzen­
sizliğe son tahlilde belirlenim aracılığıyla ulaşmasıdır. Toplumsal oluşumda
gerçek bir şeyin olabileceği ve politik sınıf mücadelesi yoluyla gerçek tarihin
akışını etkilemenin mümkün olduğunu anlamamıza imkan sağlayan, bu dü­
zensizliktir" (Althusser 1976, 183).
Althusser, karşıtlık ifadesinden anladığı, toplumsal oluşumu "yapıların
yapısı" ve "ayrılıkların bütünlüğü" olarak tanımlayan düzensiz gelişmenin

71
çoklu düzeyleridir. Karşıtlık, yalnızca toplumsal yapıların özgüllüğünü ve
görece özerkliğini değil, aynı zamanda her toplumsal yapının, onun ögeleri
olan düzensiz olarak gelişmiş yapıların etkinlikleri tarafından oluşturulmuş
bir bütünlük olduğunu ifade eder. Dolayısıyla düzensiz gelişme, toplumsal
oluşumların üzerinde bir önceliğe sahip olması ve varlık nedeni onlar olma­
dığı için onların açıklayıcısı olması açısından, Althusser'e göre toplumsal
oluşumların temel yasasıdır (Althusser 1969, 213). Hegelci karşıtlık anlayışı­
nın öne sürdüğünün tersine, düzensiz gelişim ne bütünselliğin işlevidir, ne
de dışavurumsal içkinlikten izler taşır; kendi tarihinden ortaya çıkan ve ken­
di özgül etkileriyle birlikte belirgin bir gelişim tarzına sahip olan her bir uy­
gulamanın, diğer uygulamalar açısından görece bir özerkliğe sahip olduğu­
nu ifade eder. Toplumsal oluşum çok katmanlı karşıtlıklarla harekete geçse
de, karşıtlıklar rastlantısal bir akış olarak değil, ayrılıkların bütünlüğü ola­
rak varolur. Düzensiz gelişim toplumsal oluşumun doğasında olduğundan,
bu düzensizliğin dışavurumu -yani her bir karşıtlık- kendi içinde varlığın
tarihsel koşullarını, yani bir üretim tarzı temelinde eklemlenen karmaşık bü­
tünün düzensizliğinin özgül yapısını taşır.
Bir yandan, olayların genel birliği, tikel karşıtlıklara ve onların düzensiz
gelişimlerine atıfta bulunmaksızın yeterli ölçüde anlaşılmaz: "Eğer her bir
karşıtlık, karmaşık bir bütünlük içindeki bir karşıtlıksa . . . bu karmaşık bü­
tünlük onun karşıtlıkları, temelde düzensiz ilişkileri olmadan tahayyül edi­
lemez. Başka bir deyişle, her bir karşıtlık yapının her bir temel unsuru ve ya­
pının eklemlenmelerinin genel ilişkisi. . . karmaşık bütünün kendisinin varlı­
ğının çok sayıda koşulunu oluşturur" (Althusser 1969, 295). Diğer yandan,
tikel karşıtlıklar ve onların düzensiz gelişimi, onların "üst belirlenimini"
oluşturan güçler paralelogramından bağımsız tutulursa yeterince anlaşıla­
maz: "karşıtlık, onu kuran toplumsal esasın bütünsel yapısından, varlığın bi­
çimsel koşullarından ve hatta yönettiği olaylardan ayrılamaz; bu unsurlar­
dan kökten biçimde etkilenir, tek ve aynı hareket içinde belirler ve belirlenir,
yarattığı toplumsal oluşumun çeşitli aşamaları ve olaylan tarafından belir­
lenir" (Althusser 1969, 191).

Ü stbelirlenim kavramı, Althusser'in karşıtlıkların birliğinin her bir tikel


karşıtlık üzerindeki etkisini ifade etme yoludur: "Karşıtlığın varoluş koşul­
larının, yani karmaşık bütünün başat yapısı içindeki durumunun bir yansı­
ması" (Althusser 1969, 209) . Başka bir deyişle, üst belirlenim, Althusserci ya-

72
pısal nedensellik kavramının ve toplumsal oluşum diyalektiği ile onun aşa­
malarının bir varyasyonudur6 . Karşıtlıkların genel birliği tikel uygulamala­
ra bir yer ve işlev verir, fakat her bir tikel uygulama içerisindeki karşıtlıklar
bu genel birlik ve bunun sonucunda kendisi de dahil olmak üzere her bir ti­
kel uygulama ve karşıtlık üzerinde etkide bulunur.
Üstbelirlenim aynca ekonomik belirlenimi alışıldık Althusserci üslupta
ifade eder. Althusser, refleksiyonizmden ve bunun sonucunda "olayların ço­
ğulluğuna" düşmekten kaçınmak için, son tahlilde ekonomik belirlenim
kavramını geliştirirken, karşıtlıklar alanında sınıf mücadelesinin önceliğini
vurgulamak için, "genel karşıtlık" -temel olarak birbirine karşıt sınıfların ay­
rılıklarında temel bulan, güçler ve üretim ilişkileri arasındaki karşıtlık- kav­
ramını da ortaya çıkarır (Altusser 1969, 99) . Yapıların etkinlikleri toplumsal
ilişkilerde ortaya çıkbğından, Althusser yapılar alanında ekonomik belirle­
nimin önceliği ile toplumsal ilişkiler alanında sınıf mücadelesinin önceliği
arasında bir paralellik kurabilmektedir. Karşıtlığın her iki alanda da "hare­
kete geçirici hüç" olduğu fikri göz önünde bulundurulduğunda, Althus­
ser'in sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu yönündeki çıkarımı
-onun daha az tarbşmalı kavramı son tahlilde ekonomik belirlenim ile tutar­
lı olmanın yanı sıra, bu kavramla her yönüyle benzerlik gösteren bir tez- tam
olarak haklıdır.
Karşıtlık, toplumsal oluşumların temel yasası olduğundan, genel karşıt­
lık temelinde eklemlenen karşıtlıkların birliği, herhangi bir tarihsel an ya da
"konjonktür"de varlık bulan başatlık ve tabiiyeti, karşıtlığı ve birliği tanım­
lar. Buna karşın Althusser, üstbelirlenimin doğası gereği, toplumsal oluşu­
mun devrimci dönüşümü anında bile, genel karşıtlığın belirleyici özellikleri
olmayan doğasından söz edemeyeceğimizde ısrar eder. Devimci toplumsal
dönüşüm anı, Althusser'in "bozulabilir birlik" adını verdiği şeyle sonuçlanır.
Böyle bir anda, "bir kısmı kökten ölçüde çoktürel olan -farklı kökenlerden,
farklı anlamlardan farklı aşama ve uygulama noktalarından oluşan- fakat,
buna karşın bozulabilir bir bütünlüğe 'karışan' karşıtlıkların engin birikimi
devreye girer; arbk genel karşıtlığın tek, eşsiz gücünden söz edemeyiz. El­
bette döneme hakim olan temel karşıtlık, tüm bu karşıtlıklar içerisinde etkin
durumdadır. Fakat, şu da kesin bir şekilde vurgulanmalıdır ki, bu karşıtlık­
lar ve onların toplumsal hareketlilik içerisinde eriyip kaynaşmasının, genel
karşıtlık fenomenini açıkladığı öne sürülemez" (Althusser 1969, 100) .

73
Bunun yanı sıra Althusser, başat ve belirleyici yapıları birbirinden ayır­
masına paralel olarak, genel karşıtlığın, özgül bir konjonktür içrisinde ha­
kim durumda olan "temel karşıtlık" olması gerekmediğini savunur. Althus­
ser'e göre, temel ve genel karşıtlıkta ısrar etmek, mekanik Marksist anlayışın
bir parçası olarak 11ekonomizm11 olarak adlandırılan dışavurumsal düşünü­
şün işlenmemiş halinde sıkışıp kalmaktan farksızdır.

Olaylann hiyerarşisini ilk ve son olarak düzenleyen, her birine bir


esas nitelik ve rol veren ve bu ilişkilerin evrensel anla mını tanımla­
yan, ekonomizmdir. Son tahlilde belirleyici karşıtlığı, baskın karşıt­
lığın rolüyle tanımlayarak bu 11unsuru11 (üretim güçleri, ekonomi,
pratik) birincil role, ve diğer unsuru (üretim ilişkileri, politika, ide­
oloji, teori) ikincil role indirgeyen de ekonomizmdir. Ne var ki ger­
çek tarihte, son tahlilde ekonomi tarafından belirlenim, tam olarak
ekonomi, politika, teori vs. arasındaki temel rolün permütasyonla­
nnda gerçekleşir. (Althusser 1969, 213)
Althusser'le birlikte zikredilegelen, karşıtlıklar arasındaki birincil ve ikin­
cil ilişkiler önceden verilmez. Bunun yerine toplumsal karşıtlıklar, Althus­
ser'in "yer değiştirme" ve "yoğunlaşma" olarak adlandırdığı üst belirlenim
türlerinin etkin olduğu hakimiyet ve tabiiyet ilişkilerinde ele alınır. Yer de­
ğiştirme Althusser tarafından, yapısal bütünlük tarafından yönetilen deği­
şim ilişkisi olarak tanımlanır; hakimiyet ve tabiiyet ilişkileri gelişir ve deği­
şir, fakat görece olarak 11karşıtsal olmayan" görünüşte ilgisiz, bağımsız bir şe­
kilde . . . Ü st belirlenimin baskın hali yer değiştirmeyken, devrimci politik et­
kinlik olasılığı minimumdur: "Daima tek bir temel karşıtlık ve ikincil karşıt­
lıklar vardır, fakat hakim yapı içerisinde ikincil karşıtlıkların rolleri değişir­
ken, temel karşıtlık sabit kalır" (Althusser 1969, 211). Temel karşıtlık, yer de­
ğiştirme süreçleri ile ortaya çıkar, fakat ancak etkinliği "karmaşık bütünü (e­
konomik, politik ve ideolojik) " yansıtan "politik uygulama için düğümlü
stratejik nokta" haline gelen toplumsal karşıtlıklarının "kaynaşmasını" "ger­
çek bir bütünlüğe" dönüştüren yoğunlaşma süreci ile 11karşıtsal11 ya da poli­
tik açıdan 11belirleyici11 hale gelir (Althusser 1969, 214). Yoğunlaşma, üstbelir­
lenimin baskın hali olduğunda, toplumsal oluşumun temel karakteristik
özelliği kararlılıktan çok değişkenliktirz eğer değiştirme ve yoğunlaşmanın
politik açıdan dikkate değer sonucu, "mevcut toplumsal ilişkileri ve onların
küresel yeniden yapılanmasını niteliksel olarak yeni bir temele oturtan dev­
rimci bir patlama, bozulabilir bir birliktir (Althusser 1969, 216) .

74
Yer değişikliği ve yoğunlaşma, karşıtlık ve uzlaşma, hangi durumun bas­
kın olduğuna bakılmaksızın kesintisiz olarak iş başındadır. Althusser, bu iki
unsurun yapısal karşılıklı ilişkisinin, sınıf mücadelesinin karmaşıklığı ve öz­
gürlüğünün yarusıra politik uygulama alanını da oluşturduğunu savunur:
Karşıtlığın harekete geçirici bir güç olduğunu söylemek, onun tam
olarak karmaşık bü tünün y apısınd a mevcut olan gerçek mücadele,
gerçek güçler çarpışması olduğunu söylemektir; güçler çarpışması­
nın konumunun, herhangi bir veriliş durumda hakim olan yapıda­
ki karşıtlıkların ilişkisine göre çeşitlilik gösterebileceğini öne sür­
mektir. Stratejik bir konumda mücadelenin yoğunlaşmasının, bu
karşıtlıklar arasındaki hakim unsurun yer değiştirmesinden ayrı ol­
duğunu, yapısal yoğunlaşma ve yer değiştirme fenomeninin, dönü­
şümün küresel ölçüde gözlemlenebilir formunu ya da bütün yeni­
den belirginleştiğinde devrimci duruma izin veren niteliksel sıçra­
mayı üretene kadar, "karşıtların özdeşliğinin" ta kendisi olduğunu
söylemektir. (Althusser 1969, 215-16)
Ü st belirlenim, yer değiştirme ve yoğunlaşma, karşıtlıkların düzensiz ge­
lişimini, esansiyalist düşünceye ya da öğelerin çoğulluğunun birarada va­
rolmasına indirgemeden açıklar. Bu kavramlar ayrıca karşıtlığı hem bilimsel
hem de politik açıdan ele alır ve Althusser'in Marksist teori ile devrimci is­
tenççilik, pragmatik oportünizm ve evrimci edilgenlik arasında bir ilişki
kurma arayışını yansıhr. Althusser'e göre üstbelirlenim kavramı hem dev­
rimci, hem de gerçekçidir: Verili bir konjonktürde maddesel olarak mevcut
bulunan devrimci olasılıklara odaklanırken, diğer yandan bu olasılıkları
oluşturan maddi koşullar ve nesnel sırurlılıklarla ilişkisini koparmaz. Mad­
di olarak algılanabilir devrimci olasılıklara ulaşmaya yönelik bir arayış, aşı­
n fakat boş ve yönsüz postmodern düşünce biçimlerinden kaçınır ve böyle­

likle kapitazmin kendi hareket yasaları neticesinde yıkıma uğrayacağı inan­


cıyla edilgenliğe ya da kapitalizmle yapılan "gerçekçi" bir uzlaşma ile başla­
yıp kapitalist sömürünün alternatifi sosyalizme ihanet ile sonlanan pragma­
tizme düşmez. Son olarak, Althusser'in yer değiştirme, yoğunlaşma ve dev­
rimci kopma kavramları, Fabians'ın "kademeliliğin kaçınılmazlığı" olarak
adlandırdığı bir üretim biçiminden diğerine yaşanan dönüşümü dile getiren
reformist görüşü reddederek, karşıt unsurların verili bir üretim tarzının ka­
pasitesini en sonunda aşarak dönüşüme sebep olacağında ısrar eder.

75
Ayrımsal ve Sonsuz Zaman
Althusser'in karşıtlık kavramının dehası, toplumsal oluşumların hem
karmaşık çeşitliliği, hem de yapısal bütünlüğünün geçerliliğini teslim etme­
sinde yatar. Her konjonktürde, toplumsal oluşum, bütünlü ğü farklı zaman­
lardaki aynı toplumsal oluşumun (ve dolayısıyla dönemselleştirme ve dö­
nüşüm kavramlarının) karşılaştırmalı bir çözümlemesine, yanı sıra, zaman
ve uzam ile ayrılan farklı toplumsal oluşumların kültürler arası karşılaşhr­
malarına izin veren bir bütündür. Buna karşın, bir toplumsal oluşum içeri­
sindeki göreceli olarak özerk her bir yapı, kendi görece özerk tarihi bağla­
mında anlaşılmalıdır. Althusser buna, karaktetistik özellikleri onun kendi
gelişme düzenleri, düzensiz olarak gelişmiş karşıtlıkları olan "ayrımsal ta­
rih" adını verir. Ayrımsal tarihlerin mevcudiyeti, her bir yapının kendine
ait bir zamansallığa, ya da "ayrımsal bir zamana" sahip olduğunu ifade eder.
Bu da, bilinen tüm tarihler için geçerli bir ölçüt basit ya da homojen zaman
düşüncesi ile bir karşıtlık oluşturur. Althusser'in "tarihsel şimdiki zaman"
olarak adlandırdığı genel zaman kavramı, bütünün tüm unsurlarının daime
tek ve aynı zamanda ve aynı şimdide birarada varolduklarının varsayıldığı,
doğrusal bir süreklilik olarak tarihi varoluşu savunur. (Althusser ve Balibar
1970, 94) . Althusser, esansiyalist olması ve toplumsal oluşumun gerçek kar­
maşıklığını belirsizleştirmesi nedeniyle tarihsel şimdiki zamana karşı çıkar:
tarihsel şimdiki zaman, " esansiyalist prensibin sürekliliğinde mevcudiyet
bulan bir düşünceden başka bir şey değildir. . . Toplumsal bütünsellik ve
onun tarihi varoluşu, doğrudan bir mevcudiyetle ilişki olarak düşünülür. . .
B u da, b u ilişkinin kendisinin doğrudan oldu ğunu anışhrır" (Althusser ve
Balibar 1970, 94) .
Tarihsel şimdiki zaman kavramının temelinde, tarihselciliğin deneyci ve
özcü formları yatar. Tarihsel şimdiki zamanın deneyci ve özcü biçimlerinin
arasındaki fark şudur: deneyci bir dizi olayı doğrusal bir zaman sürekliliği
içine yerleştirirken; özcü, bütünselliğin evriminin çok fazla anını ya da dı­
şavurumunu görür. Yapısal nedensellik ve düzensiz gelişme anlayışına gö­
re, bu yaklaşımların ikisi de kabul edilemez: " Basit zamanın ideolojisi, basit
bir tarihin ideolojisine tekabül eder ve bunun yerine ayrımsal aşamaların
'ayrımsal zamanları' tarafından oluşturulan karmaşık tarihsel zaman anlayı­
şı geçer" (Althusser ve Balibar 1970, 104-5).
Marksist bütünlük anlayışının özgül yapısına dayanarak, bütünün
farklı aşamalarının gelişme sürecini aynı tarihsel zaman içinde ele

76
almanın artık olanaksız olduğunu öne sürebiliriz. Bu farklı "aşama­
ların" her biri aynı tarihsel mevcudiyet türüne sahip değidir. Tam
tersine, her bir aşamaya, diğer aşamaların "zamanlarına" olan ba­
ğımlılığına bakılmaksızın görece olarak özerk ve dolayısıyla görece
olarak bağımsız farklı bir zaman atfetmemiz gerekir. Bu farklı tarih­
lerin her biri farklı düzenlerle noktalanır ve ancak, onun tarihsel za­
mansallığı ve noktalanmasının özgüllüğünü tanımlamamız koşu­
luyla bilinebilir. Bu zamanların ve bu tarihlerin her birinin görece
olarak özerk olduğu gerçeği, onların bütünden bağımsız alanlar ol­
dukları anlamına gelmez: bu zamanların ve tarihlerin her birinin
özgüllüğü -başka bir deyişle, onların görece özerkliği ve bağımsız­
lığı- bütün içindeki belli bir eklemlenme tipine, dolayısıyla bütüne
olan bir bağlılığa dayanır (Althusser ve Balibar 1970, 99-100)
Althusser kesinlikle ayrımsal tarih- yani olaylar ve onların indirgenemez­
liği- fikrinden, bu pratik ve tarihlerin birbirinden mutlak biçimde bağımsız
olduğu çıkarımında bulunmamızı amaçlamamaktadrr. Bağımsızlıkları mut­
lak değil görecelidir ve toplumsal oluşumun üstbelirleyici yapısından ayrı­
lamaz. "Günümüzün en iyi tarihçilerinin yaptığı gibi, farklı zaman ve ritim­
lerin mevcudiyetini gözlemleyip, onları farklılıkları, yani onları bütünün
a şam alarının eklemlenmesinde oluşturan tipik bağlılıkları ile ilişkilendirme­

den tatmin olamayız" (Althusser ve Balibar 1970, 100) . Başka bir deyişle,
farklı zamanların mevcudiyetine dikkat çekmekle kalmak yeterli değildir;
bu zamanların verili bir konjonktürün " sonsuz zamanı," yani gelişmenin
[toplumsal oluşumun] farklı zamanını oluşturan "karmaşık kombinasyon"
içeris inde tekrar biraraya getirilmesi gerekir" (Althusser ve Balibar 1970,
104).
Konjonktörün sonsuz zamanı, mutlak ya da genel zamanın herhangi bir
biçimiyle karıştırılmamalıdır: bu, yapısal bütünlüğün kendisi gibi, esansiya­
list homojenliğin her türlü formuna kesin olarak karşıtlık oluşturur. Althus­
ser, "farklı zamansallıkları kesintisiz göndergesel zamanın yerine koymanın
söz konusu olmadığında" ısrar eder (Althusser ve Balibar 1970, 105) . Daha
çok, ayrımsal zamanlar ve sonsuz zaman arasındaki ilişki bir kez daha Alt­
husser'in toplumsal bütünlüğün tarihsel etkinliği ile verili bir konjonktürde­
ki unsurların diğerlerinden ayrılan, görece olarak özerk ve eşzamanlı etkin­
liği arasındaki diyalektiğini dile getirir. Yapısal bütün yalnızca ögelerinin et­
kisi olarak varolduğundan, sonsuz zaman sadece ayrımsal zamanların işle-

77
vi olarak varolur. Buna karşın, her bir unsur nedensizliği- onun tarihsel mat­
risini oluşturan ve ona diğer bütün unsurlarla ilişkisi açısından bir yer ve iş­
lev veren toplumsal bütün- ile varolduğundan, her bir ayrımsal zaman dai­
ma yapısal bütünün sonsuz zamanında bulunur: "zamansal yapıdaki bu
farklılıkları, farklı unsurların ya da bütünün yapılarının eklemlenme biçim­
lerinin çok sayıdaki nesnel dizinleri olarak görmeliyiz . . . Gerçek tarihsel şim­
diki zamanın yapısında birarada varolan, gelişmenin geride kalmışlığı, iler­
lemişliği, düzensizliği gibi kavramları ancak bütünün karmaşık yapısının
özgül birliğinde düşünebiliriz: bu da konjonktürün şimdiki zamanıdır" (Alt­
husser ve Balibar 1970, 106) .

Öznesiz Bir Süreç Olarak Tarih


Althusser, tarihin " Öznesi ya da tarihin oluşmasına ya da gerçekleşmesi­
ne sebep olan bir amaç olmadığının ısrarla altını çizer. Düzensiz gelişme, ya­
pısal nedensellik anlayışının hiçbir düşüncesinde tek, somut bir nedene in­
dirgenemez ya da başlangıç ve sonlarla açıklanamaz. Ne son tahlilde her şe­
yin belirleyicinin ekonomi olduğu düşüncesi, ne de üretim tarzı anlayışı, in­
sanların neden varoldukları gibi metafizik bilmeceler ya da ne yapmamız
gerektiği gibi etik sorunlara bir çözüm getirmeyi amaçlar. Bu, tarihin rast­
lanhsal olduğu değil, insan bilimlerinin bunun bilgisini tamamlamayı amaç
edinemeyeceği anlamına gelir. Örneğin Avrupa feodalizminin yerini kapita­
lizme bırakması rastlanhsal değil belirli bir durumdur, fakat feodalizm an­
layışında hiçbir şey, kapitalizme manhksal bir kaçınılmaz geçişi gerekli gör­
mez. Belirlenim ile ereksellik arasındaki fark, hemen göze çarpmasa da bü­
yük önem taşır. Bu da, Spinoza'run (ve Hegel'in) tasavvur ettiği türden man­
hksal bir "bilim" olarak algılanan tarih ile bilimsel, tamamlanmamış bir araş­
hrma programı olarak algılanan tarih arasındaki fark sorunsalı ile aynı bağ­
lamda değerlendirilebilir. Althusser'e göre tarihsel bilgi ne mutlak olabilir,
ne de tarih gelecek gerçekleşmeden önce yazılabilir.
Her türlü özne ya da ereğin yapısal nedensellik anlayışından arındırılma­
sı, bizi Althusser'in tarih bilimi anlayışına ve hem Marx için hem de Kapi­
tal'i okumak eserlerinde işlenen önemli bir motife götürür: Althusser'in in­
san bilimlerinde "hümanizm" olarak adlandırdığı, yöntemsel bireycilik ve
istenççil kategorilerin reddi. Althusser, Batı Avrupa'daki sözde Marksist hü­
manizm ve Hegelci Marksizmin insan merkezci idealizmine ve altmışlı yıl­
larda Sovyetler Birliği'nde yürürlüğe sokulan "sosyalist hümanizmin" poli-

78
tik aldatmacasına sert bir tepki göstererek, insan öznesi kategorisinin açıkla­
yıcı değerine şiddetle karşı çıkıp Althusser'in kışkırtıcı bir üslupla "teorik
anti-hümanizm" olarak adlandırdığı karşıt cephede saf tutan Fransız yapı­
salcılarıyla güçlerini birleştirdi 7 . Marx İçin eserinde, insan dünyasının (po­
zitif) bilgisinin ve onun pratik dönüşümünün (negatif) koşulu olduğunu
ilan edecek kadar ileri giderek, " insanlık hakkında, felsefi (teorik) insan söy­
lencesinin küllere karıştığı ön koşulu dışında hiçbir şey bilinemeyeceğinde"
ısrar etti (Althusser 1969, 229) .

Dahası, Althusser, bu düşünsel tutumu daha sonraki yazılarında da tu­


tarlı bir şekilde savunmaya devam etti. Keskin bir şekilde politik olmasının
yanında gittikçe popülistleşen bir dil kullanarak sınıf mücadelesinin yapısal
nedensellikten önce tutmaya başladığında bile, tarihsel süreçte insanın ön­
celiğini kabul etmeyi inatla reddetti. Althusser, İngiltere Komünist Partisi
üyesi John Lewis'in "Tarihi insan yapar" görüşüne karşı, sadece insana yöne­
lik özcü ve istenççi anlayışları değil, tarihin özne "yaratıcılarının" sınıflar ol­
duğunu anıştıran fikirleri reddeden, "sınıf mücadelesi tarihin itici gücüdür"
tezini savundu. Althusser'e göre tarihi kimin yaptığının bir önemi yoktur,
çünkü doğru anlaşıldığında, tarihin bir öznesi yoktur. "Tarih, 'insanların'
toplumsal ilişkilerin belirlenimleri altında özneler olarak rol aldığı belirli ko­
şulların sınıf mücadelelerinin sonucu olduğu Öznesiz ya da Amaçsız bir sü­
reçtir. Dolayısıyla tarih, kelimenin felsefi anlamıyla tarihin sahip olduğu bir
Özne değil, bir itici güçtür: sınıf mücadelesi" (Althusser 1976, 99) .

Althusser'e göre hümanizm, - yani insanı tarihin öznesi olarak ele alan
yaklaşım- iki hatalı varsayıma dayanmaktadır: (1) insanın evrensel bir öze
sahip olduğu varsayımı; (2) bu özün onun gerçek öznesi olan 'her bir bire­
yin' niteliği olduğu varsayımı" (Althusser 1969, 228) . Althusser, bu iki varsa­
yımın varlığı ve birliğinin hem deneyci hem de idealist bir dünya görüşüne
zemin hazırladığını savunur: "insanın özü evrensel bir nitelikse, somut öz­
nelerin mutlak unsurlar olmaları gerekir; bu da özneye yönelik bir deneysel­
ciliği anıştırır. Bu tikel unsurlar insanlarsa, her birinin kendi içinde, gerçek­
te olmasa da en azından prensip olarak, insan özüne dair bütün nitelikleri
taşıması gerekir" (Althusser 1969, 228) .

Toplumsal, ideolojik bir ürün olarak "İnsan" fenomeni şüphesiz ve hatta


ister istemez vardır. Tüm toplumsal oluşumlar, ideolojinin gerçekliği içeri­
sinde- yani, görünüşte kendiliğinden, fakat gerçekte gerçek varoluşları ile
dünya ile deneyimledikleri ya da "yaşadıkları" etkileşim arasında belirlenen

79
ilişkide- kendilerini özne olarak gördükleri bir "bilinçlilik" geliştiren insan
öznelerinin oluşturulması yoluyla işler. Buna karşın, insan bireyler, kelime­
nin felsefi anlamında "özgür" ve " kurucu" özneler değillerdir. Bireyler, "ta­
rihsel varoluş biçimlerinin belirlenimleri" içinde ya da bu belirlenimler ara­
cılığıyla çalışan toplumsal 11aracılar11dır. "Ama hepsi bu değil, bu aracılar an­
cak özne olmaları durumunda aracı olabilirler" (Althusser 1976, 95). "Özne
olmayan hiçbir insan, bir pratiğin aracısı olamaz," der Althusser, fakat " gö­
revlerini yerine getirmek için her bir aracı bireyi özne olmaya zorlayan, top­
lumsal oluşum ve onun ideolojik toplumsal ilişkileridir" (Althusser 1976,
95) . Dolayısıyla Althusser'e göre, "İnsanlar (çoğul), tarih içerisinde özne ola­
rak rol almaları nedeniyle öznelerdir (çoğul) . Fakat tarihin Öznesi (tekil)
yoktur (Althusser 1976, 94) .

Althusser, " İnsan" kavramının burjuva ideolojisinin zamanla kendisini


bir kurama dönüştüren bir söylencesi olduğunu savunur. "Feodalizme, kili­
seye ve onun ideologlarına karşı mücadele edip insana bir mevki ve onur
kazandırmak gibi tarihsel açıdan iyi yanlan olan bu yüce hümanizm benden
uzak olsun, ama bana kalırsa, büyük eserler ve büyük düşünürler yaratan
bu hümanist ideolojinin, amaçlarını dile getirdiği yükselen burjuvaziye ay­
rılmaz bir biçimde bağlı olduğunu inkar etmemeliyiz" (Althusser 1976, 198) .
Tarih "İnsan"dan başlayamaz, çünkü böyle bir düşünce kaçınılmaz olarak
etik bir çarpıtma ortaya çıkarır; Özneler ve tarih, kaçınılmaz bir şekilde ola­
bilecek ya da olması gereken öznelere ve olması gereken tarihe dönüşür.

Çünkü başlangıç noktanız insan olduğunda, özgürlüğün ya da ya­


rahcı emeğin her şeye kadir olduğu yönündeki idealist baştan çıka­
rıcı düşünceden sakınamazsınız: yani tüm "özgür iradenizle," insa­
nın özgürlüğünün gücü kisvesi alhnda, ondan çok daha gerçek ve

çok daha güçlü olan kapitalizmin gücünü gizleyen ve dayatan ha­


kim burjuva ideolosinin her şeye kadirliğini kabul etmiş olursunuz.
Marx insanla başlamıyorsa, toplum ve tarih kuramını insan kavra­
mı temelinde kurmuyorsa, insanlığın dile getirdiği bu aldatmaca,
kapitalist üretim ilişkilerine dayanan ideolojik güç ilişkisi ile dü­
şünsel bağını koparmak istediği içindir. Bu nedenle Marx kuramını,
çıkış noktasının insan olduğu yanılgısını savunan burjuva ideoloji­
sinin etkilerini çözümleyen yapısal nedensellik üzerinden geliştirir.
(Althusser 1976, 205)
Althusser, "İnsan"dan yola çıkmak yerine ısrarla, tarihsel pratiğin "eko­
nomik olarak verili toplumsal dönem" ile başladığım savunur: "Çözümle­
menin sonunda, bu noktaya ulaşbğında, gerçek insanı bulabilir. Dolayısıyla
bu insanlar, çıkış noktası mevcut üretim biçiminin toplumsal ilişkileri, sınıf
ilişkileri ve sınıf mücadelesi olan bir çözümlemenin varış noktasıdır. Bu in­
sanlar, burjuva ideolojisinin 'insan'ından oldukça farklıdır" (Althusser 1976,
52-53). "İnsan tarih yapar" önermesinden yola çıkmak, geçmişte olduğu gibi
ne kadere ya da Tanrı'nın iradesine teslimiyet olarak tarih anlayışına karşı
çıkına görevi görür, ne de aynın gözetmeksizin herkesi insan olarak kabul
eden düşünürlerin amaçlarına hizmet eder. Daha çok, amaçlan kitlelerden,
sınıf ve sınıf mücadelesinden değil insandan bahsetmek olan ideologların
işine yarar. Herşeyden önemlisi, burjuvaziye ve küçük burjuvaziye hizmet
eder" (Althusser 1976, 63) . Saül Karsz'ın belirttiği gibi, "İnsan"ın bakış açısın­
dan tarih, öznenin, özü bir insan özünü özel bir biçim içerisinde dile getir­
diği ölçüde somut ve gerçek olduğu fikrini amşbnr. . . Bu da kliramsal açıdan
insanların her zaman olduklarından farklı bir şey oldukları ve onları anla­
mak için ne yapbklan ve somut bir konjonktür içerisinde ne olduklarım de­
ğil, sergilemeleri gereken insani özü tasavvur etmek gerektiği anlamına ge­
lir. Politik açıdan, üstü kapalı olarak, maddi ekonomik, politik ve ideolojik
mücadeleleri, öncelikli olan sonsuz bir mücadeleden sonra ikincil bir öneme
sahip olduğunu dile getirir: genel olarak insana karşı genel olarak maddi
koşullar" (Karsz 1974, 261). Althusser, politik etkinin mevcut durumu pekiş­
tirdiğinin ısrarla albm çizer: "Eğer işçilere 'tarihi yapanın insan olduğu' söy­
lenirse, bunun er ya da geç onların kafal arını kanşbrmaya ya da onları si­
lahsızlandırmaya yardımcı olacağını anlamak için büyük bir düşünür olma­
nıza gerek yok. Bu, bütün insanlar kadar güçlü olduklarım düşünme eğili­
mi göstermelerini sağlar. Aslında hakimiyeti elinde bulunduran gücün,
maddi koşulları (üretim araçları) ve politik koşulları (devlet) kontrol edip ta­
rihi belirleyen burjuvazinin karşısında silahsız işçilerdir" (Althusser 1976,
63-64) .
Yapısal Marksizmin sorunsalı içerisinde tarihin gerçek baş aktörleri, top­
lumsal oluşumun karmaşık ve düzensiz olarak gelişmiş yapısında insan baş
aktörlere verilen karşıtsal yerleri oluşturan ekonomik, politik ve ideolojik
toplumsal ilişkilerdir. Toplumsal ilişkiler ve felsefi özne kavramları birbirle­
rini dışlar; çünkü insan bireyler yalnızca, toplumsal olarak tanımlanan yer
ve fonksiyonların taşıyıcıları ya da dayanakları oldukları ölçüde "özne­

ler"dir. Althusser, Kapital'i Okumak'ta, bu noktayı ekonomik pratikte vur­


gularken, şu ifadelerde bulunur:
81
İ lişkilerin yapısı, üretimin aracıları tarafından işgal edilen yerler ve
benimsenen işlevleri belirler. Bu aracılar, bu yerleri işgal eden ve bu
işlevlere "dayanak" (Trager) oluşturan unsurlarından fazlası değil­
dir. Dolayısıyla gerçek "özneler" (süreci oluşturan özneler anlamın­
da), tüm insan merkezci açıklamalara, "somut bireyler," "gerçek in­
sanlar" safsatalarına rağmen, bu 'sakinler' ve 'görevliler' değil, bu
yer ve işlevlerin tanım ve dağılımıdır. Gerçek "özneler" bu tanımla­
yıcı ve dağıhcılardır: üretim ilişkileri (ve politik ve ideolojik top­
lumsal ilişkiler) . Fakat bu unsurlar "ilişkiler" oldukları için, özne ka­
tegorisi alhnda düşünülemezler. (Althusser ve Balibar 1970, 198) .
Burada iki noktanın altı çizilmelidir. Birincisi, Althusser'in felsefi özne ka­
tegorisine yönelik saldırısı ve tarihsel süreçlerin "öznelerinin" insanlar değil
toplumsal ilişkiler olduğu iddiası, insan pratiğini karmaşıklığından ya da
toplumu dönüştürme kapasitesinden bağımsız tutmaz. İleride göreceğimiz
gibi, Althusser'in bireylerin toplumsal özne olma süreçlerini ifade eden cel­
betme kavramı, hem karmaşık hem de karşıtsaldır. Celbetme, işlevselci bir
dengeyi ifade etmez; Göran Therbom'un yeterince açık bir şekilde belirttiği
gibi, toplum üyeleri olarak celbolmarnızın farklı biçimleri arasındaki karşıt­
lıkları, toplumun bize biçtiği rollere uymamız sonucunda oluşan itaat güçle­
ri arasındaki gerilimi ve yine aynı roller yoluyla toplumsal öznelere dönüş­
memizin bize sağladığı güçlerin kavramsallaştırılmasına imkan tanır. Pierre
Bourdieu'nun yorumuyla toplumsal aracılar kavramı, beyinsiz robotları de­
ğil, Bourdieu'nun "içselleştirilmiş eğilimler (habitus) adını verdiği kurallara
bağlı fakat açık uçlu, eğilimler, söylemler ve çıkarlardan oluşan interaktif bir
sistemin içindeki arar veren aktörleri ifade eder Başka bir deyişle habitus,
karmaşıklığı "İnsanın " özgür iradesine ya da üretim ilişkilerinin mekanik
yansımasına indirgenemez, tarihsel döneme özgü ve sınıfsal bir üretici-sağ­
layıcı yapıdır.
İ kinci nokta, Althusser'in özne kategorisine yönelik saldırısı ile onun 'sı­
nıf mücadelesi tarihin itici gücüdür' tezi arasındaki ilişki ile ilgilidir. "Tarihi
yapan insandır" düşüncesinin sınıfları ve sınıf mücadelesini nasıl görünmez
hale getireceğini ele almıştık. Althusser bu görüşe, "tarihi yapan kitlelerdir"
tezi ile karşı çıkar. Söz konusu " İnsan" olduğunda, toplumsal çeşitliliği "tür­
ler birliğine" indirgemeksizin, "yaratmak" kelimesinin içini bir somutlukla
doldurmanın olanaksız olduğunu öne sürerek, tek bir özne kategorisinden
mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışarak kitleler ifadesinin üzerinde du-

82
rur. Kitleler düşüncesi karmaşıkhr: "Kitleler aslında hem karmaşık hem de
değişen bir yolla biraraya gelen çok sayıda toplumsal sınıf, toplumsal kat­
mandır. . . ve biz büyük rakamlarla ilgileniyoruz: Fransa'da ya da İngiltere'de
on milyonlarca, Çin'de yüz milyonlarca insan: hala kişiliğinin bütünlüğü ile
tanımlanabilir bir "özne"den söz edebilir miyiz?" (Althusser 1976, 48) . Kitle­
leri bir "özne" düşünebilmenin tek tutarlı yolu, özne kategorisini toplumsal
sınıflar ve onların yapısal ilişkilerine aktarmaktır. Şeyleri "özne"den çok "iti­
ci güç" olarak algılamak, tarihi yapan kimdir sorununu ortadan kaldırır ve
yeterliliğinin henüz yeterince açığa çıkarılmadığı, fakat en azından bizi sü­
reç (sınıflar, sınıf mücadelesinin öncülü değil, sonucudur) ve bu sürecin so­
mut temeli (sınıf mücadelesi yalnızca belirleyici yapılar, değerle ve kurum­
lar içerisinde varolur) açısından konuşmaya zorlayan sınıf mücadelesi dü­
şüncesine zemin hazırlar.

Ekonomizm/Hümanizm İkilisi
Althusser'in sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu yönündeki uz­
laşmacılıktan uzak tezine ne kadar çekinceli yaklaşılırsa yaklaşılsın, hem
hümanist hem de ekonomist politik ideolojilerin böyle bir mücadelenin yok­
luğunun peşinde olduklarını inkaretmek güçtür. Hümanist ve ekonomist ta­
rih anlahlarında sınıf mücadelesinin yok sayılması, Althusser'in, bu düşün­
sel akımların gerçekte birbirlerini "ruhsal" olarak tamamlayan iki unsur ol­
duğu, görünüşte ölçüsüz iddiasında bulunmasına yol açh:

Ekonomizm/ Hümanizm ikilisi, "aynı anda, yani zorunlu olarak, bur­


juva üretim ve sömürü pratiklerinden ve kapitalist üretim ve sömürü
ilişkileri ile onların yeniden üretimine izin veren burjuva hukuku ve o­
nun ideolojisinden doğmuştur." (Althusser 1976, 86) .
Althusser, ekonomizm ve hümanizmin, birbirlerini tamamlayan unsurlar
olarak olmasa da, karşıt unsurlar olarak daima çiftleşik durumda olduğun­
da ısrar eder. Kapitalist ve sözde komünist toplumlarda aynı şekilde bulu­
nurlar ve dahası, her iki örnekte de aynı baskıcı fonksiyonlara, sınıfsal öz ya­
pılarından söz etmeksizin mevcut toplumsal ilişkileri haklı gösterme ama­
cına hizmet ederler. Bu işlevi yerine getirirken, birbirlerine karşıt ya da bir­
birlerini tamamlayıcı aktörler, hakim ideolojinin unsurları ya da bu ideoloji­
ye karşıt unsurlar olup olmadıkları çok az önem taşır. Baskın ideoloji içeri­
sinde ekonomizm ve hümanizm daima, teknolojik determinizmi etik istenç­
çilik ile biraraya getirererek statükoyu Faustvari bir üslupla tasdik eder. Ka-

83
pitalist toplumlarda, arh değerin üreticilerden gasp edilmesinin tekniklerini
geliştirme kaygısı, topluma tüketici özgürlüklerinin artırılması olarak sunu­
lurken, üretim araçlarını az sayıda kişiden oluşan bir oligarşinin özel mülki­
yeti altında tutulması, bireysel özgürlük ve hatta demokrasinin göstergesi
olarak lanse edilir. Kapitalist toplumsal oluşumlar ekonomizm hümanizm
ikilisinin ilk gelişme alanı iken, hümanizm Avrupa Sosyalizmi ve Sovyetler
Birliği içerisinde baskın bir etkiye sahip olmuştur. Sosyalizm, Stalin yöneti­
minde, ekonomist bir bakış açısıyla üretim araçlarının geliştirilmesiyle aynı
şey olarak gösterilmiştir ve 1936 yılı Sovyet anayasası, "En değerli sermaye
insandır," sloganından yola çıkmıştır. Aynı anayasa aracılığıyla, üretim araç­
larının bürokrasinin kontrolünde geliştirilmesinin, aksiyomatik bir şekilde
sınıf mücadelesinin ve sınıf sömürüsünün sonu olduğu ilan edildi ve Kruş­
çev başkanlığında "sosyalist hümanizm" döneminin başladığı duyuruldu.
Althusser, ekonomizm ve hümanizmin birbirlerine karşıt cephelerde ol­
duğu düşünülse bile, birbirleri ile organik bir bağa sahip olduklarında ısrar
eder. Bu durumda görünürdeki bu karşıtlık sahtedir, çünkü (amk teknoloji­
nin denetimini elinde bulundurmayıp, onun baskısı altında olan) insan nes­
nesi öncülünü ve "ekonomizm ve hümanizmde asla yer bulamayan, üretim
ilişkileri ve sınıf mücadelesinin tasfiye edilmesi"ne dayanan aynı dışlama il­
kesini paylaşırlar. (Althusser 1976, 88) . Bunun rastlanbsal ya da şaşırhcı ol­
duğunu söylemek güçtür, çünkü doğrudan burjuva bakış açısının, özellikle
büyük oranda neoliberal muhalifliğin ve liberal tutuculuğun temellerini
oluşturan atomize edilmiş birey ve onun doğal özgürlüğü anlayışının sonu­
cudur. Marksist Althusser için özellikle rahatsız edici olan şey, muhalif libe­
ralizmin ekonomizm ve hümanizmin anlabm dilini kullanması değil, ikinci
Enternasyonalden sonra kurulmuş olan sosyalist partilerin ve SSSC gibi söz­
de komünist rejimlerin "İnsanın Üretici Güçlerini göklere çıkarırken, üretim
ilişkilerini, sınıf mücadelesini ve onların somut biçimlerine sessiz (ya da ya­
n sessiz) kal" düsturunu benimsemesidir (Althusser 1976, 88) .

Her iki rejimin (Birleşik Devletler ve Sovyetler birliği) ahlaki eleştirileri­


nin ötesine geçen önemli bir noktaya değindiğini kabul etmek için, Althus­
ser'in argümanının zayıf yönlerini, yani Birleşik Devletler ve Sovyetler Bir­
liğinde hakim olan üretim biçimleri arasındaki belirsiz, aşikar ve önemli
farklılıkları aşırı genellemelerle ortaya koyduğunu gözardı etmeye gerek
yoktur: teknolojinin kurbanı ya da yararlanıcısı olarak tasvir edilen " İnsan"
kategorisi kullanımı bir aldabcı kisve olarak kalmaya devam etmektedir.
Teknolojinin ne kurbanları, ne de faydalanıcıları vardır. Bab "teknolojisi" ve

84
Sovyet "üretim güçleri," liberal demokrasi ve proleterya diktatörlüğü, üre­
tim araçlarını elinde bulunduran ve işçi sınıfı çoğunluğunu sömüren bir
azınlık sınfıının varlığını gizlemek için tasarlanmış ortak bir ideolojik sorun­
sala sahiptir. Ekonomizm ve hümanizm arasındaki simbiotik ilişki, ekono­
mizm- hümanizm (emeğin özgürlüğü/ "En değerli sermaye insandır") bir­
birini tamamlayıcılığıru ve sözde özgürlükçü karşıtlığı ("tek boyutlu top­
lum"/Totaliter yapı") mümkün hale getirir. Bu iki terimin birbirlerini ta­
mamlayarak biraraya gelmeleri ideolojik açıdan baskınsa, ikili karşıtlık tam
olarak ortadan kalkmışhr. Althusser'e göre ekonomizm/ hümanizmin dü­
şünsel çarpıtmalarını gözler önüne serererek, sadece ekonomizm/ hümaniz­
min açıklamaya çalışır gibi göründüğü politik ve ekonomik ilişkilerin değil,
aynı zamanda ekonomizm/ hümanizm ikilisinin toplumsal temelini ve ide­
olojik işlevini sunacak olan tek şeyin materyalist bir çözümleme, ekonomik
belirlenim ve sınıf mücadelesine dayanan bir çözümlemedir.
Althusser, Stalinizmi proleterya diktatörlüğünün devrimci idealinden -
sömürücü ekonomik ve politik yapıları "imha edip" onların yerine eşitlikçi
ve kahlımcı kurumlar getirmek için kitlelerin desteğiyle devlet gücünü elin­
de bulunduran bir öncü parti- "kopma" ile açıklar8 . Stalin, Althusser tarafın­
dan, Sovyetler Birliğini hızlı sanayileşme, askerileşme ve merkezi yönetime
dayanan bir "ekonomist/ hümanist" politikaya sürükleyerek, üretim araçla­
rını elinde bulunduran yöneticilerle hem üretim araçları hem de devlet gü­
cünden yoksun bırakılan işçi kitleleri arasında yeni yeni ortaya çıkmaya baş­
layan sınıf mücadelesini politik olarak göz ardı etmekle suçlanır. Bu eleştiri,
Charles Bettleheim'in birkaç ciltten oluşan SSCB'de Sınıf Mücadelesi adlı e­
serinde çok daha kapsamlı bir biçimde işlenmiştir (1976, 1978, 1982, 1984) .
Bu değerlendirme, yeni Sovyet rejimini bir sosyalist toplum olarak değil, da­
ha çok birbirine karşı kapitalist (ücretli emek ve maaş farklılıkları) ve komü­
nist (üretim araçlarının devletin kontrolünde olması) eğilimlerin eklemlen­
dirilmesine yönelik bir geçiş süreci olarak görür.
Yeni Ekonomik plan dönemi sırasında köylüler, işçiler ve Parti yönetici­
leri arasında yaşanan mücadeleler, otuzlu yılların travmatik sanayi devrimi
ve yeni "devlet kapitalist" üretim biçimi ile sonuçlandı. Bettelheim, devlet
kapitalizminde sınıf sömürüsünü, ücretli emek ve üretim araçlarını elinde
bulunduran bir yönetici sınıf ya da kitleleri devlet aygırının kontrolünden
mahrum bırakarak "devlet mülkiyetinin" ekonomik gücünü uygulayan
"devlet burjuvazisi" ile ikiye katlanan ücret farklılıkları ile tanımlar.

85
Stalinizmi sınıf mücadelesi açısından yorumlayarak övgüyü haketse de,
Althusser'in bu eleştirisi tehlikeli ölçüde yetersiz ve eksiktir. Birincisi, "Sta­
linci kopma" kavramı, en popülist, Maoist biçiminde bile katılımcı demok­
rasi ve kitlelerin güvenini kazanmı ış parti liderlerinin yerine bir çekirdek
kadro ve kitlelerin sınırlan belli olmayan "dayanışmasını" getiren otoriter
bir öncü parti öncülünü kabul eder. Böyle bir değerlendirme, bir devrim
sonrası egemen sınıfın ortaya çıkmasına izin verenin, Partinin ekonomizmi
değil, kitlelerin parti üzerinde bir denetim hakkına sahip olmaması olduğu­
nu isteyerek gözardı eder. İkincisi, "devlet kapitalizmi" ifadesinin, kclr motif­
leri, piyasa fiyatları, tüketici seçimleri ve çok sayıda işsiz insandan yoksun
bir üretim biçimine uygulanabilirliği son derece şüphelidir. "Devlet kapita­
lizmi" kavramı anlamını olgunluk aşamasına ulaşmış Sovyet üretim biçi­
minden çok, kapitalist ve komünist eğilimlerin "geçişse! eklemlenmesine"
dayanan ereksel anlayışta bulur. Bettelheim, Stalinizmi sömürüye dayanan
bir sınıf sistemi olarak tanımladıktan sonra, onu ya "kapitalist" ya da "komü­
nist" bir rejim olarak adlandırmak durumunda kalır ve görünüşe bakılırsa o,
kuramsal olmaktan çok ideolojik nedenlerle birinci seçeneği tercih etmiştir.
Son olarak, Althusserci eleştiri, üretim güçlerinin değerini hafifser ve ol­
gunluk dönemine ulaşmış Sovyet tipi üretim biçimindeki sınıf mücadelesi­
ni oluşturan hareket yasalarını ve karşıtlıkları gözardı eder. Stalinizmin
(Gorbaçov) ve Maoizmin (Deng Xiaoping) çöküşünü açıklayabilmek için,
devlet güdümlü ekonomilerdeki üretim güçlerinin kaynaklan kısıtlı doğası­
nı ve bu ekonomilerin (kapitalizmin talepten yoksun ve aşırı üretime daya­
nan eğilimlerinin tersine) yetersiz üretime yönelik sistematik eğilimlerini
kabul etmek gerekir. Üretim ilişkileri yönetici sınıfın sömürü kapasitesini ek
ödenekler ve daha yüksek maaşlarla sınırlandırırken, üretim güçleri tüm
nüfusun yaşam standartını sınırlandırır. Dolayısıyla emek süreçlerinin yö­
netimini tek bir merkezden çıkararak ve parayı farklı kaynaklara dağıtarak
üretimi artırma girişimleri, "kapitalist eğilimlerin" varlıklarını sürdürmesin­
den değil, merkezi planlamanın etkisizliklerinden kaynaklanır. Elbette yö­
netici sınıf kitlelerin toplumsal güvenliğine karşıdır ve kendi sömürü kapa­
sitesinin kısıtlanmasından hoşlanmaz. Kitleler devlet aygıtı üzerindeki
kontrol hakkından ve bunun sonucunda üretim araçları ve sonuçlarından
mahrum bırakılmış olsalar da, devrim sayesinde, ekonomi kesin olarak dev­
letin kontrolünde olduğu sürece kolaylıkla tasfiye edilemeyecek belli başlı
güvence ve çıkarlar elde etmiştir. Ne var ki bu haklar, piyasanın kişilerüstü

86
tahakkümü tarafından hızla ve bütünüyle ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle
egemen sınıf doğal olarak gücünün elverdiği ölçüde kapitalizme döner. Fa­
kat böyle bir dönüşümü ancak kitlelerin derin politik ve ekonomik memnu­
niyetsizliklerini sömürerek "satabilirler. 11 Dolayısıyla sınıf mücadelesi, yani
politik güç ve daha yüksek bir yaşam standarhna kavuşma derdinde olan
kitlelerin tek kazanımı, bunun yerine, yeni bir egemen sınıf ve emeklerinin
ve yaşam tarzlarının, kapitalist birikimin para akışına ve zorunluluklarına
teslim edilmesi olur.

Hedefsiz Bir Süreç Olarak Tarih


Althusser'in, ekonomizmin tepeden inme çözümler getirdiğine inanılan
bakış açıları olsun, hümanist-istenççi "İnsanlık draması" olsun, her türlü öz­
ne felsefesini reddetmesinin altında, her türlü erekselci tarih anlayışını red­
detmesi yatar. Althusser'e göre tarih, öznesiz bir süreç olmasının yanında,
hedefsiz bir süreçtir. Althusser böyle bir düşüncenin izlerini Montesquie­
u'da bulur, fakat bu tezi tam olarak geliştirmesini, Marx'ın Hegel eleştirisine
borçludur. Althusser'in Hegelci diyalektiğin, düzensiz gelişme kavramını
Hegelci bütünsellik anlayışının düşünsel çerçevesi içerisinde düşünmeyi
olanaksız kılan, dışavurumsal ve özcü karakterine yönelik eleştirisini ele al­
mışhk. Althusser'e göre özcü erekselciliğin geriye kalan unsurlarını da tasfi­
ye etmeksizin, sadece Hegel'i "ters çevirerek" -Hegelci düşüncenin yerine
ekonomi ya da İnsan gibi "materyalist" kategoriler getirerek- özcü nedensel­
liğin tehlikeli etkilerinden kurtulmak değil, Hegelci diyalektiğin izlerini sil­
mek de mümkün değildir:
Hegelci tarih felsefesini erekselci olduğu için, başlangıç noktalan
bir hedef (Mutlak Bilginin açığa çıkarılması) peşinde olduğu için
eleştirmek, dolayısıyla tarih felsefesinde erekselciliği reddetmek,
fakat aynı zamanda böyle bir Hegelci felsefeye geri dönmek, tuhaf
bir çelişkiye düşmek olur: Çünkü, Hegelci diyalektiğin kendisi de
yapısı gereği erekselcidir. Hegelci diyalektiğin özü, olumsuzlama­
nın olumsuzlanması, "Aufhebung" dur, bu da diyalektik içinde e­
rekselciliğin ta kendisidir. (Althusser 1972, 181).

Althusser'e göre, Hegelci Marksistlerin Hegelci düşüncenin yerine İnsan


ve insanın yabancılaşması sorunsalını getirme çabaları her zaman iki sorun­
la karşılaşır. öncelikle, Hegel'in sisteminde diyalektik daima insan tarihinin

87
sınırlılıklarının dışındadır ve bu sınırlılıklardan önce gelir. Bu nedenle her
türlü yabancılaşma sorunsalı, "insan tarihinin bakış açısından, yabancılaşma
süreci [Hegel tarafından] öznesiz bir yabancılaşma süreci ya da öznesiz bir
diyalektik süreç olarak görülür" düşüncesi ile açıklanmalıdır" (Althusser
1972, 182) . Diyalektiği insan tarihi (ve insanın yabancılaşması) açısından
kavramsallaştırabilmek için, diyalektiği insan tarihine tabi kılmak gerekir;
insan tarihinin dışında konumlanmış ve insan tarihinin içinde gerçekleşecek
bir insan özü olmalıdır. öyleyse Hegelci hümanizmin ilk sorunu, İnsanı do­
ğal ve insan tüm süreçlerin içkin öznesi olarak belirlemek, aynı zamanda
böyle bir özün ister istemez sadece insanla sınırlı olabileceği kaçınılmaz ger­
çeğiyle karşı karşıya kalmaktır.
Bu güçlükler ikinci ve çok daha ciddi bir sorunu, Hegelci İdea ile Hegel­
ci diyalektiğin birbirinden ayrılmaz unsurlar olması, bunun sonucunda İ de­
anın dışavurumsal erekselliğini, aynı zamanda olumsuzlamanın olumsuzla­
masını ortadan kaldırmadan tasfiye etmenin olanaksız olduğu gerçeğini
açığa çıkarır. Başka bir deyişle, Hegel'in felsefesinde bir özne vardır, fakat
Althusser'e göre bu "tuhaf" bir öznedir; yabancılaşma sürecinin tek öznesi,
erekselliği ile sürecin ta kendisidir. 11Hegel'de, öznesiz yabancılaşma süreci
için bir özne olduğunu anlıyorum. Fakat bu tuhaf bir öznedir... özne sürecin
erekselliğidir. Yabancılarşma sürecinde onu İ dea olarak oluşturan şey, İ de­
a'nın ta kendisidir" (Althusser 1972, 183) .
İdea, asla herhangi bir varlıkta vücut bulmayan bir özdür; sadece kendi­
ni gerçekleştirme sürecinde, diyalektiğin kendisinde varolur. Aynı zamanda,
diyalektiğin en yüksek noktası, gerçekliğin sürecin tek öznesi, aynı İ dea ta­
rafından tanınmasında yatar. Mutlak varlık, tanımlanabilir bir bireyselliğe
dayanmaz; sürecin yapısına, varış ve çıkış noktası aynı olan, birbirini takip
eden döngülere dayanır. Mutlak içinde düşünce ve varlığın özdeşliği. Alt­
husser'e göre bu, Hegel'in paradoksudur: Tarihin öznesiz bir süreç olması ve
aynı zamanda onun süreci, olumsuzlamanın olumsuzlanmasının yapısal
açıdan ereksel olması. Son başlangıçtır, fakat onaylandığı anda inkar edilir
ve bu inkar yabancılaşma sürecinin öznesiz bir süreç olmasına imkan tanır:
11Mantık'ın balşangıcı, kökenin başlangıçtan beri varolmayan (non-primordi­
yal) doğasının teorisidir. Hegel'in Mantık'ı, onaylanan ve reddedilen Köken­
dir; Derrida'nın felsefi düşünceye armağan ettiği erasure kavramının ilk bi­
çimidir" (Althusser 1972, 184) .

88
Althusser'e göre, Hegel'in felsefi anlayışında öznesiz süreç ve olumsuzla­
manın olumsuzlanması, huzursuz bir gerilim içinde varolur. Hegel'in felse­
fesini tersine çevirip aynı zamanda diyalektiğine sadık kalmaya yönelik her
türlü girişim, köken sorununu, içkin tarihsel öznenin katlanılmaz yükünü
daha da aşikar hale getirir. Buna karşın, tarihi bilimsel bilgiye açmak için tek
gereken, "uzlaşhrılamaz olandan kopmak" ve olumsuzlamanın olumsuzlan­
masını tasfiye edip " tuhaf özneyi" -yani sürecin kendi kendisini gerçekleştir­
mesini- ortadan kaldırarak diyalektik yapıyı dönüştürmektir.
Gerçek hegelci felsefenin özünde ereksellik vardır. Erekselliği çıkar­
dığınızda, öznesiz süreç felsefi kategorisi kalır. Fakat öznesiz bir sü­
reçten söz etmek, özne düşüncesinin ideolojik bir düşünce olduğu­
nu anışhrır. Fakat, süreç anlayışı bilimsel ve özne kategorisi ideolo­
jikse: (1) bilimlerde ve tarih biliminde bir devrim mümkün hale ge­
lir, (2) felsefede devrim mümkün hale gelir. Çünkü tüm klasik fel­
sefeler, özne ve nesne kategorilerine dayanır. (Althusser 1972, 184-
85)
Althusser'in tezini savunan Karsz, Hegelci felsefede öznesiz sürecin, sü­
recin açıklanmasından çok, sürecin geçici dışavurumu olduğunu öne sürer.
He gel, sürecin merkezinde yatan her şeyin konumunu açıklamaktansa, her
şeyi süreç içerisinde eritirken, der Karsz, Marx şeyleri son derece farklı bir
şekilde yorumlar: " [Kapital'de] [Kapitalist üretim biçiminde] Süreç, sürecin
gerçekleşmesinin yolu olan ve sürecin gerçekleştiği ekonomik, politik ve
ideolojik çözümlemeyi, dolayısıyla bu ilişkilerin birbirine indirgenemezliği­
ni ifade eder. Kapitalist üretim tarzının dışavurumundan çok maddi temel­
leri, onun varoluşunun koşullarıdırlar. 11 (Karsz 1974, 116) . Yapısal etkinliğin
her bir aşamasının özgüllüğünü örtbas eden olumsuzlamanın olumsuzlan­
masının erekselliğinden kurtarıldığında, öznesiz süreç düşüncesi, karşıtlık­
ların özgül eklemlenmesinin, yani verili bir yapıyı oluşturan düzensiz geli­
şimin analizine açılabilir.

Bütünsel Değil, Genel Bir Tarih Olarak Marksizm


Bu bölümü, Althusser'in felsefi anlayışında yapısal bütün ile onun ta­
mamlayıcı yapıları arasındaki yarahcı gerilime bir kez daha geri dönerek
sonlandırmak uygundur. Althusser, Marx İçin'de, tüm eserine diğer hepsin­
den daha fazla hakim olan sorunu açıkça ifade eder: "Marx bize en azından

89
'zincirin iki ucunu' verdi ve aralarında neler olup bittiğini keşfetmemizi söy­
ledi: bir ucunda (ekonomik) üretim biçimi tarafından son tahlilde belirle­
nim; diğer ucunda, üst yapıların ve onların özgül etkinliklerinin görece
özerkliği" (Althusser ve Balibar 1970, 111). Althusser, zincirin iki ucunu bir­
leştirmeye çalışırken, keskin bir geçişli ve dışavurumsal nedensellik eleştiri­
si ve Spinoza'dan Montesquieu ve Marx'a kadar gelen materyalist düşünce­
den aldığı araştırmacı diyaloglardan beslenerek oluşturduğu kavramlar yo­
luyla hareket eder. Bu işlemin sonucu, şaşırtıcı özgünlükte bir kavramsal
sentez, tarihsel nedenselliği farklı ögelere sahip yapısal bir bütünün matris
etkisi ile diğerlerinden ayrılan ve eşit olmayan etkinlikleri verili bir konjonk­
tür içerisinde aynı anda iş başında olan ögelerin indirgenemez özgüllükleri
açısından yeniden düş ünmeye yönelik güçlü bir girişimdir. Gördüğümüz
gibi Althusser, ekonomik belirlenim ilkesini, doğrudan olmaktan çok dolay­
lı bir üslupla değerlendirir. Ekonomik belirlenim, toplumsal bütün içerisin­
de ekonomik işlevin önceliği, her bir öğe ve onun toplumsal özerkliği içeri­
sinde daima mevcuttur. Çünkü toplumsal bütün, her bir ögenin tarihsel
matrisidir ve dolayısıyla her bir elementin yeri ve işlevine bağlıdır.
Ekonomik, ideolojik ve politik olayların görece özerkliği ile ilgili olarak
ekonomik belirlenim sorununa sonraki bölümlerde tekrar döneceğiz. Ben
burada Althusser'in sorunsalının bir başka yönüne, tarihsel bilginin, yani ta­
rih biliminin ve toplumsal yapı ve tarihsel süreç anlayışlarının üretimindeki
epistemolojik sınırlılıklar ve süreksizliklere dikkat çekmek istiyorum. Althu­
isser, dışvurumsal ya da geçişli nedenselliklere dayanan tarihsel söylemle­
rinn açıklayıcı gücünü reddedip, onların yerine yapısal nedenselliğe daya­
nan çok daha karmaşık ve güçlü bir tarihsel söylem olan ayrımsal tarihi ge­
tirerek, bitirilebilir ya da tamamlanabilir bir tarih biliminin varlığma yöne­
lik her türlü iddiayı bir kenara bıraktı. Althusser'in eski bir öğrencisi olan
Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi eserinde Althusser'in "bütünsel" ve
"genel" ifadelerini birbirlerine karşıtlık oluşturacak şekilde ele aldığını usta­
lıklı bir şekilde yakalar (Foucault 1972) .
Foucault'ya göre bütünsel tarih "bir medeniyetin bütün biçimlerini, mad­
di ya da ruhsal ilkelerini, dönemin tüm fenomenlerine hakim önemli unsur­
ları, toplumsal bütünlüğü oluşturan yasaları yeniden oluşturmayı amaçlar
(Foucault 1972, 9) . Daha doğrudan ve özcü bir yorumla bütünsel tarih, eko­
nomik, toplumsal, politik ve dini inanç ve pratikleri aynı tarihsel form için­
de ele alıp onları özünde aynı dönüşümlere tabi kılar. Bunun tersine genel

90
tarih (Foucault'nun Althusser'in ayrımsal tarih anlayışım kendine mal ettiği
terim) dizilerden, bölüınlemelerden, sınırlılıklardan, aşama farklılıkların­
dan, gecikme sürelerinden, anakronistik kalıntılardan, ve olası farklı ilişki
türlerinden söz eder. Bütünsel tarih tüm fenomenleri tek bir merkezin etra­
fında toplamaya çalışırken, genel tarih bu fenomenler arasında ne tür ilişki­
ler kurulabileceğini belirlemeye çalışır.
Bugün kendisini ortaya koyan- ve genel tarihin görevini tanımla­
yan- sorun, bu farklı diziler arasında ne tür bir ilişki olabileceğini,
ne tür dikey sistemler oluşturabileceklerini, aralarında ne tür ilişki
ve hakimiyet etkileşimlerinin olabileceğini, değişimlerin, farklı za­
mansallıkların ve çeşitli yeniden değerlendirmelerin ne gibi etkile­
re sahip olduğunu belirlemektir. (Foucault 1972, 10)
Elbette Foucault ile Althusser'in fikirleri arasında bunun ötesinde bir pa­
ralellik kurmak yanıltıcı olur. Althusser, ekonomik belirlenim, sınıf mücade­
lesi ve bilimsel realizmin ilkelerini savunarak, Foucault'ya kabul edilemez
gözüken, tarihsel bilgi içindeki bütünleştirici hareketi savunmaktadır. İleri­
de göreceğimiz gibi Foucault, genel tarih anlayışından, tarihin oyunbaz, gö­
receli bir şekilde "kurgusallaştırılması" ve toplumsal yapıların daha küçük
parçalar halinde ve kesin olarak sınırlandırılmış "mikro çözümlemesi" ile
karakterize edilen postmodern bir düşünsel konuma geçiş yapacaktır. Sonuç
olarak Foucault, özgül yapıları birbirleri ile anlamlı bir ilişkiye sokabilen ya­
pısal bütünlük anlayışının olabilirliğine karşı çıkacak ve böylelikle şeylerin
birbirleri arasındaki ilişkilerini inkar eden ve bilimsel bilgiyi, fenomenlerin
birarada varolmalarının ve sekanslarının sınıflandırılması, düzenlenmesi ve
özetlenmesi ile sınırlandıran hir anlayışa sahip olacaktır. Bu pozitivist anla­
yış çok geçmeden enstrümantalist bir faydacılığa katılır: gizemli bir yolla in­
sanların fenomenleri etkin bir şekilde pratikte değerlendirmelerine olanak
tanıyan, gelişigüzel seçilmiş formüller olarak algılanan bilim.
Althusser ise tam tersine, genel tarihin modernist anlayışına bağlı kalır:
özgül toplumsal yapıların çeşitliliği ve özerkliğinin yanısıra toplumsal yapı­
ların karmaşık bütünlüğünün bilgisini üretme kapasitesine sahip olduğu­
muzu ve bunu karmaşıklığına rağmen gerçekçiliğini koruyan bir düşünce
sistemi çerçevesinde gerçekleştirebileceğimizi ısrarla vurgular. Althusser'e
göre, geri kalmışlık, ilerlemişlik, tarihte varlığını sürdürme durumlarını ve
hatta düzensiz gelişimi ancak bütünün karmaşık yapısının özgül birliği­
konjonktürün gerçek tarihsel şimdiki zamanında birarada varoluş olarak- i-
91
çerisinde düşünebiliriz. Kuşkusuz genel tarih anlayışı- konjonktür ile ilişki­
si açısından yeterli bir tarih- basit bir şekilde bağımsız- ekonomik politik vs.­
tarihlerin biraraya getirilmesi ya da aralarında benzerlikler ya da ilişkiler
kurmaya yönelik bir arayış olarak düşünülemez. Marksist ve modemist bir
genel tarih anlayışı, ayrıştırmanın yarusıra bütünselleştirmeye de muktedir
olmalıdır.
Modemist bir genel tarih olarak Yapısal Marksizm, tarihin reel karmaşık­
lığının bilincindedir: "Tarihin hakikati," der Althusser, "onun belirgin söyle­
minde okunamaz, çünkü tarih metni, bir sesin (Logos) konuştuğu metin de­
ğil, bir yapının ya da yapıların duyulamaz ya da okunamaz notasyonudur"
(Althusser ve Balibar 1970, 17) . Bunun yanı sıra aynı zamanda bu karmaşık­
lığın kavramsal bilgisine yönelik içsel sırurlılıklarımızın da farkındadır. İçsel
sınırlılıklar konusunda altını çizmek istediğim şey, Althusser'in zincirin iki
ucunun kavramlarını - toplumsal bütün kavramı ile ekonomik, politik ve i­
deolojik olaylar kavramlarını- işlerken, kavramların kuramsal alanı için zin­
cir metaforunun yetersiz olduğunu ve atılması gerektiğini keşfettiğidir. Kav­
ramsal olarak zincirin bir ucundan diğer ucuna hareket ederken, bazı bağ­
lantı parçalarının kayıp olduğunu, aslında tek, kesintisiz bir ardışıklık içine
yerleştirilemeyecek, farklı zincirler olduğunu görürüz. Bunun yerine, dikey
ve yatay yer değişimleri herhangi bir aşamada tasfiye edilemez ya da uzlaş­
tırılamaz çok katmanlı çözümlemelerin, yapıların indirgenemez varlıkları
ile zıt düşmek durumunda kalırız. Herhangi bir verili yapısal bütün için,
onun özgül etkinliği -yani onun daha büyük bir yapı içindeki yeri- he:r za­
man "daha yüksek" ve küreselleştirici bir kavramsallaştırmaya neden olur.
Diğer yandan onun düzensiz gelişen ögelerinin özgül etkinlikleri ister iste­
mez "daha düşük" ya da bölgesel bir çözümleme seviyesine yol açar.
Hakkındaki bilginin, bilgi sağladıkları gerçeklik için asla kusursuz ölçü­
de yeterli olamayacak kavramlar tarafından üretildiği ve sınırlandığı dünya
gerçekliği tarafından sınırlanan tarih bilimi de, bir çözümleme aşamasından
diğerine, bir yapıdan (ve onun görece özerkliğinden) farklı yapılar arasında­
ki karşılıklı ilişkilere, durmak bilmeyen bir diyalektik hareketin üst belirle­
nimine tabidir. Yapısal nedensellik ve görece özerklik, homojenik bir kuram­
sal alana yayılan süreklilik kavramları değildir, çünkü kuramsal alanlar bi­
rarada varolurken, onlar asla biraraya gelmez. Yapısal Marksist diyalektiğin
gerçek karmaşıklığı, bir somut tarih kategorisi olarak varolmaz; aynı zaman­
da bizim o tarihle ilgili bilgimizin kategorisi olarak varolur. Yapısal Mark-

92
sizm, kendi kuramsal pratiğinin etkinlik alanında, gerekli karşılılıklan çeliş­
kili bir biçimde yakınsaklıklannın olanaksızlığı tarafından güvence altına a­
lınan tutarlı, anlamlı, fakat birbirinden farklı açıklama düzeyleri arasındaki
açık uçlu ilişkinin etkisi ya da sonucu işlevini görür.

93
2. Bölüm:

Üretim Biçimleri ve Tarihsel Gelişim

1. Üretim Biçimi Kavramı


Yapısal Marksizm, ekonomik belirlenim ilkesini üretim biçimi kavramı
aracılığıyla geliştirir. Üretim biçimi, mevcut bir konjonktürün " eklemlenme"
ilkesini, yani bir toplumsal oluşum içerisindeki çeşitli olaylar arasındaki
karşılıklı ilişkileri belirleyen yapı ve " dönemselleştirme," yani konjonktür­
lerin tarihsel dizilişlerinin üzerinde temellendiği kavram işlevi görür.
Etienne Baliabar, " Marx'ın üretim biçimi merkezi kavramını kurmasının,
tarih felsefesinin tüm geleneklerinden epistemolojik bir kopma gerçek­
leştirme işlevine sahip olduğunu" ısrarla dile getirir. " Dolayısıyla üretim
biçimi kavramı ve onunla doğrudan ilişkili kavramlar, geçerliliği belirli bir
dönemle ya da toplumla sınırlı olmayan, aksine, bu dönem ve toplumsal
oluşum biçimlerinin somut bilgisinin kendilerine bağlı olduğu ilk soyut
kavramlar olarak gözükmektedir" (Althusser ve Balibar 1970, 201). Balibar,
Kapital'i Okumak eserine önemli katkısı "Tarihsel Materyalizmin Temel
Kavramları" isimli çalışmasında, Marx' ın " tüm toplumsal yapının en gizli
temelini açığa çıkaran her zaman, üretim koşullarının sahiplerinin ilk üreti­
cilerle olan doğrudan ilişkisi" olduğu yönündeki merkezi görüşünü
geliştirir (Marx, Althusser ve Balibar 1970, 221'da aktarılmış)
Balibar'ın ve eserlerini bu bölümde ele alacağımız çeşitli antropolojist,
tarihçi ve sosyologların amacı, farklı genelleme dereceleri ve - " genel
anlamda" (tüm toplumsal oluşumların belirleyici bir ekonomik yapıya
sahip olması anlamında) toplumsal oluşumlardan, farklı üretim biçimleri
(soy, "Asyatik", basit mülkiyet, köle, feodal, kapitalist, vs.) ile birbirinden
ayrılan toplumlar ve tarihsel dönemlere özgü konjonktürlere, (1789'da
Fransa, Sanayi Devrimi sırasında İngiltere vs.) farklı soyutlama aşamalarına
uygulanabilir üretim biçimi kavramları geliştirmektir. Sorun, öncelikli
olarak bir sınıflandırma sorunu değildir; Yapısal Marksistler, ne deneysel
açıklamların bilinen tüm toplumlara uygulanabileceği sınırlı sayıda
sınıflandırmalarla, ne de üretim biçimlerini nihai bir amaç ya da öze uygun
olarak birbirini mekanik olarak takip eden tarihsel aşamalara yerleştirmek­
le ilgilenir. Üretim biçimi kavramı ile hedeflenen, verileri sınıflandırmaktan
çok bilgi üretmektir. Toplumlara bir üretim biçimi ve belli bir soyutlama para­
digmasıyla incelenir, fakat bu, diğer özgüllüklerin, yani daha belirgin bir
tarihsel dönemle ilgili bilginin, genel kavramlar aracılığıyla tümdengelimsel
ya da indirgemeci bir biçimde üretildiği anlamına gelmez. Tümdengelim ya
da indirgeme yöntemlerinin olası tehlikeleri ile ilgili olarak, farklı üretim
biçimlerinin ayrıntılandırmasının açık uçlu, keşifse! bir süreç olduğu vurgu­
lanmalıdır. Yapısal Marksizmin karşı cephesinde yer alan pek çok kuram­
cının görüşlerine karşı, bu felsefi bakış açısının özellikle bilimsel söylemde­
ki, tarihsel açıdan belirleyici üretim biçimlerinin betimsel açıklamalarının
"hızla yayılması" ile tarihsel açıdan belirleyici üretim biçimlerinin kısıtlı
genel biçimlere "indirgenmesi" arasındaki gerilime duyarlı olduğunu öne
sürebilirim. 1

Eti.enne Balibar: Üretim Güçleri ve Üretim İlişkileri


Balibar, Marx'ın Kapital'in ikinci cildinde ele aldığı toplumsal üretim
biçimi kavramını hareket noktası alarak, üretim tarzını en genel anlamıyla
toplumsal açıdan faydalı bir ürün ortaya çıkarma biçimi olarak tanımlar.
Tüm üretim biçimlerinin, biçimsel olarak değişmez, fakat ancak "biraraya
gelmeleri", yani tarihsel olarak özgül içerikleri ve karşılıklı ilişkileri ile
varolan birtakım işlevsel unsurlar yoluyla oluştuğunu düşünür. Bu
değişmez işlevsel unsurlar, (1) emekçi ve doğrudan üretici, yani emek gücü;
(2) üretim araçları, yani, emeğin nesnesi ve araçları; (3) artı değeri kendine
mal eden toplumsal üründür (bkz: Althusser ve Balibar 1970, 212) .

96
Balibar'a göre bu üç unsur, özgül kombinasyonlarının bir üretim biçi­
minin tekliğini oluşturduğu ikili bir " ilişki" içinde yapılanır: " Kendine mal
etme ilişkisi emek sürecinin yapısını, yani emekçinin üretim aracı ile olan
ilişkisini belirler ve doğasının dönüşümünü üstüne alır. Bu ilişki "emeğin
teknik bölümlenmesini" ya da üretim güçlerini oluşturur. 2 Bir mülkiyet
ilişkisi, toplumsal ürünün temellük (kendine mal etme) biçimini belirler. Bu
ilişki, "emeğin toplumsal bölümlenmesi" ya da üretim ilişkileri, ekonomik
mülkiyet yoluyla üretim araçları ve üretici güçlerin yeniden üretimini dene­
timi altında tutan bir birey ya da topluluğa bir müdaheleyi beraberinde
getirir. Dolayısıyla, verili bir biçimde baskın olan, üretim ilişkileridir. (Bkz.
Althusser ve Balibar 1970, 212-13) .
Marx'ın kapitalist üretim tarzı kavramından farklı olarak, Balibar'ın daha
genel kavramı, ne çocuklar, yaşlılar ve sakatların ötesinde emek sürecine
katkıda bulunmayan toplumsal ögeleri, ne de yaşamını sürdürme araçl arını
yeniden üretebilmek için gereken asgari üretim fazlasının ötesinde bir arhk
emeği gerekli görür. Aynı birey hem emekçi hem de mülk sahibi olabilir,
mülkiyet ilişkisi emek süreci üzerinde daha az ya da fazla etkiye sahip ola­
bilir ve mülkiyet işlevi emek süreci ile kurumsal olarak birleştirilmiş ya da
emek sürecinden ayrılmış olabilir. Bunun dışında, ekonomik mülkiyet işle­
vi, bir bireyin ya da topluluğun emek ve üretim araçları üzerindeki deneti­
mi ile özdeşleştirilmemelidir. Ayrıca mülk ve mülkiyet kavramının
ekonomik ilişkiler bağlamında ele alınması ve üretim ilişkilerinden çok,
doğaları gereği ekonomik olmaları gerekmeyen politik ve ideolojik ilişki­
lerin dışavurumları olan hukuksal formlarla (mülkiyet yasalarıyla)
karışhrılmaması önemlidir. Mülkiyet ilişkileri son derece farklı biçimlere
girebilir, fakat tüm mülkiyet ilişkileri üretim araçları ve toplumsal ürünün
dağıtımı üzerinde kontrolü ifade eder. Dolayısıyla, sınıflar ve sömürünün
evrenselliği tartışmaya açık bir mesele olarak kalmaya devam etse de,
mülkiyet ilişkisi ekonomik sınıfların ve sömürünün olabilirliğine işaret eder.
örneğin, akrabalık ilişkilerinin belirlediği ekonomik bir yapıya sahip,
yaşamını idame ettirme seviyesinde işleyen ilkel toplumlarda, sınıf
sömürüsüne dayanmayan her türlü sömürü biçimi (kadının erkeği,
yaşlıların çocukları sömürmesi), Yapısal Marksist antropoloji cephesinde yer
alan düşünürler arasında bile tartışmalı bir konudur.
Akrabalık ilişkilerine dayalı toplumlarda, yağmacılık gibi toplumsal
oluşumun dışında yer alan zorbalık yöntemleri olan toplumsal ürünü

97
düzensiz olarak temellük etme biçimleri, toplumsal oluşumun içindeki
maddi varoluşun üretimini içsel olarak düzenleyen kurumsal temellük etme
biçimlerinden ayn tutulmalıdır. Ancak ikinci yapıya bir üretim biçimi
denilebilir. Ayrıca karşılıklı emek değişimi ya da gereklilik veya faydalılığın
belirlediği ürün tarafından karakterize edilen işbirliğine dayalı iş bölümü,
belli başlı yükümlülük ve sınırlamalara tabi olmayan toplumsal sınıfların
emek gücünü ve ekonomik artı değeri kendine mal ettiği sömürüye dayalı
iş bölümünden ayn tutulmalıdır. Elbette bu ayrımı uygulamada ayrıntıları
ile nitelendirmek çoğunlukla güçtür. Bunun nedeni, hakim sınıfların sahip
oldukları güç ve ayrıcalıkları tarihsel gereklilik, toplumsal faydalılık ya da
her ikisi içerisinde haklı çıkarmak için daima ideolojik gerekçeler geliş­
tirmeleridir. Balibar'ın formülasyonu, sınıf sömürüsünün yapısal bağlantı
noktasına, yani toplumsal öznelerin üretim güç ve ilişkilerini açıklamalarını,
haklı göstermelerini, bu yapılara direnip adapte olmalarını sağlayan ideolo­
jik yapılardan çok, üretim araçları ve toplumsal ürünün dağıtımına erişime
analitik olarak odaklanması açısından faydalıdır. Toplumsal bir oluşum
içerisinde toplumsal ürünün adaletsiz olarak dağıtılması eşitsiz dağıtım
koşulların yeniden üretimine hizmet ederse ve ettiğinde, sınıf mücadelesi ve
sömürüden söz edebiliriz. Doğrudan üreticiler kendi artık emeklerinin mik­
tarını belirleyemiyor ya da bu emeği kendilerine mal edemiyorsa, bir
sömürü düzeninden söz edilebilir ve kesinlikle söz edilmelidir.
Balibar' a göre üretim güçleri ve ilişkileri ancak çalışanlar, üretim araçları
ve çalışmayan imtiyazlı kesim arasındaki "aynı anda fakat birbirinden ayn
olarak işleyen" ilişkiler olarak bir "birlik" içinde varolabilir. Bu unsurlar
sadece diğerleri ile ilişkili değil, aynı zamanda iki farklı boyutta ilişkilidir:
"Bu ikili işlev, benim üretim sırasındaki iş bölümünün ikili doğası ( ' teknik'
iş bölümü ve 'sosyal' iş bölümü) olarak adlandıracağım şeyin dizgesi; aynı
zarri.anda bu iki iş bölümünün birbirine bağlılığı ya da birleşme noktasıdır...
bu iki bağlantı noktası tek bir 'Verbindung' a . . . . tek bir üretim biçimi yapısı­
na aittir" (Althusser ve Balibar 1970, 214) . Balibar, üretim güçleri ve ilişki­
lerinin bütünlüğünü vurgulayarak, tarihin itici gücünün teknolojik gelişme
mi, yoksa sınıf mücadelesi mi olduğuna yönelik uzun yıllara yayılan
Marksist tartışmaya kesin bir çözüm bulmuştur. Balibar' a göre, böyle bir
tartışma, üretici güçlerin teknolojik belirlenimle ve mülkiyet ilişkisinin sınıf
mücadelesi ile özdeşleştirilmesi gibi bir hataya zemin hazırlar2 . Gerçekten
de, teknolojik gelişme sınıf mücadelesinden, sınıf mücadelesi de teknolo-

98
jinin belirli bir aşama ve düzenlemesinden ayn tutulamayacağı için, böyle
bir aynına yönelik her türlü girişim anlamsızd u3 . Teknolojik gelişmenin
aşaması, ancak birbirine rakip üretim biçimleri (yani birbirine rakip güç ve
ilişkiler birliğinde) belirgindir.
Balibar, (mülkiyet işlevi üretici güçlerin yeniden üretiminin kontrolünü
elinde bulundurduğu için) verili bir üretim biçiminde üretim ilişkilerinin
hakim olduğunda ısrar etse de, bu hakimiyet ilişkisi ne istenççi sınıf müca­
delesi anlayışına indirgenebilir, ne de teknolojik gelişme seviyesini göz ardı
etmekle suçlanabilir. Mülkiyet ilişkisinin baskınlığı, mülkiyet işlevini uygu­
layan sınıfın baskınlığını ifade eder; fakat bu, hakim sınıfın istediği her şeyi
yapabileceği ya da onun hakimiyetinin sadece mülkiyetten kaynaklandığı
anlamına gelmez. Balibar' a göre asıl mesele ilişki ya da güçlerin " önceliği"
değil, hem güç hem de ilişkilerin içerisinde sınıf mücadelesidir. Sınıf müca­
delesini bir üretim biçiminin bütünlüğü belirler: ekonomik gelişme seviyesi
sınıf çıkarlarını ve güçleri tanımlar, fakat ekonomik gelişme toplumsal
sınıfların menfaatleri ve güçlerinin dışavurumlanndan başka bir şey değil­
dir. Üretim güçleri ve ilişkileri arasındaki öncelikli karşıtlık, birinin diğerine
-ekonomizm ya da istenççilik- önceliğini değil, her ikisinin ortaya çıkardığı
karşıt sınıfsal çıkarları ve güçleri etkin hale getirir. Sonuç olarak, verili bir
üretim biçimi içerisindeki sınıf mücadeleleri, belli bir zamanda üretici güç­
leri geliştirme kapasitesine en fazla sahip olan sınıfın lehine gelişir.
Hem kapitalist hem de kapitalist olmayan toplumlarda, ekonomik
mülkiyet (üretim ilişkileri) ve emek süreci (üretim güçleri) kombinasyonu,
toplumsal oluşumun belirleyici ekonomik işlevini ya da durumunu açıkça
belirtir. Bir üretim biçimini bu şekilde tanımlamak, genel ve işlevsel
'ekonomik' kavramının, kapitalizmin karakteristik özelliklerini diğer üretim
biçimleri bağlamında okumak gibi talihsiz bir hatanın sonucunda kullanılan
Pazar ekonomileri, özel mülkiyet vs. gibi tarihsel dönemin şartlarına bağlı
ekonomik kavramlardan ayrı tutulmasını sağlar4 . Yapısal Marksist üretim
biçimi kavramı, farklı toplumsal oluşumlar içerisindeki ekonomik belirleni­
min tarihsel özgüllüğünü tasfiye etmek ya da çarpıtmak yerine gün ışığına
çıkartmaya çalışır. Örneğin feodal toplumlarda ekonomik durum, feodal
üretim biçimini oluşturan üretim ilişkileri ve emek süreçlerinin (piyasa
mekanizmaları ve özel mülkiyetin varolduğu yerlerde bile) ne piyasa değer­
leri ne de özel mülkiyet tarafından tanımlanmasına rağmen son tahlilde
belirleyicidir. Toplumsal ve teknik iş bölümlerinin piyasa mekanizmalarına

99
ve özel mülkiyete tabi kılınması (Balibar'ın terminolojisinde bu unsurların
kapsamına alınması), tüm toplumsal oluşumlardaki evrensel ya da gerekli
bir ekonomik belirlenim biçimi değil, kapitalist üretim biçiminin karakteris­
tik bir özelliğidir.
Ekonomik mülkiyet ve emek süreçleri, farklı toplumsal yapılar ve
kurumsal aygıtlara ait olabilir ve bu yapılar ve aygıtlar içerisinde ekonomik
olmayan çeşitli işlevlerle birarada varolabilir. Gördüğümüz gibi bu,
Althusser'in baskınlık ve belirlenim kavramları arasında yaptığı ayrımın
temelini oluşturur: baskın yapı kavramı her zaman ekonomik mülkiyet
işlevini uygulayan yapıyı (bu yapı gerçek üretimin gerçekleşme alanı olsa
da olmasa da) ifade ederken, son tahlilde belirlenim kavramı her zaman
ekonomik işlevin önceliğini, yani üretim biçiminin derin yapısını (mülkiyet
ve üretim işlevlerini uygulayan yapılar öncelikli olarak politik ya da ideolo­
jik olsa da) ifade eder.
Balibar, üç unsurun ve iki ilişkinin birarada bulunmasının, bir üretim
biçimi kavramına önemli bir kuramsal kesinlik kazandırdığını öne sürer:
"Bu unsurların kombinasyonlarını, her üretim biçiminin yapısının parçası
olan iki bağlantıya göre çeşitlendirerek� farklı üretim biçimlerini yeniden
oluşturabilir, yani onların tarihsel mevcudiyetinin koşullarına dair kavram­
lardan ibaret olan onlara dair kuramsal bilgimiz için 'varsayımlar' oluştura­
biliriz. Bu işlemin nihai sonucu, hepsi aynı 'faktörleri' biraraya getiren fark­
lı üretim biçimlerine dair 'karşılaştırmalı biçimler tablosu' olabilir"
(Althusser ve balibar 1970, 216) . Buna karşın Balibar, genel kavramının
"değişmez biçimsel karakteristik özelliklerinin" her bir üretim biçiminin
kendi tarihsel dönemine özgü karakterinin reddedilmesi ile karıştırılma­
ması gerektiğinde ısrar eder. Balibar özellikle kavramların geliştirilmesinin,
farklı belirleyici genellik ve özgüllük düzeylerine uygun olması ve tek bir
düzey ile sınırlı olmaması ile ilgilenir. Marx'ın, her kapitalist sisteme mah­
sus özellikleri ele alan kapitalist üretim tarzı kavramının, aynı ekonomik
temelin sayısız farklı empirik koşullar, doğal çevre, ırksal ilişkiler, dış tarihi
etkiler nedeniyle, ancak empirik olarak belirgin koşulların çözümlenmesi
yoluyla saptanabilecek sayısız farklılıklar ve aşamalar göstermesine engel
olmadığı fikrini onaylayarak alıntılar. (Marx, Althusser ve Balibar, 1970,
256'da aktarılmış) .
Balibar, farklı genellik derecelerinde konumlanan kavramların gerekli­
liğini ve bu kavramların geçerliliğini savunarak, deneyci nominalizmin ve
1 00
özcü biçimlerin aşırılıklarına karşı çıkar. Bir üretim biçimini meydana
getiren unsurların tarihsel özgüllüklerini yadsımanın, üretim biçimi
kavramının Yapısal Marksist "birleşim" kavramına karşıtlık oluşturan Yapı­
salcı "birleşimsel" (combinatoire) kavramına indirgenmesine zemin hazır­
ladığını öne sürer. Bali bar' a göre birinci kavram, çok sayıda Yapısalcı kuram­
cının bir toplumsal sistemin unsurlarını, bu unsurların yerleri ve ilişkileri

değişirken, doğalarının, bir yapı içerisinde bir bütün olarak gerçekleşen


değişimlerin etkilerinden bağımsız olarak sabit kalacak şekilde "tarih" bo­
yunca ortaya çıkan ve yeniden ortaya çıkan gelişigüzel bir biçimsel ilişkiler
yapısı olarak şeyleştirme eğiliminin bir yansımasıdır. Bunun sonucunda,
'birleşimsel' kavramı vasıtasıyla tarihsel olarak özgül unsurları atlayıp,
doğrudan yapının olası tüm eklemlenmelerinin a priori bilgisine ulaşmak
mümkündür. Bunun tam tersine 'birleşim' unsurların doğasının tarihsel ola­
rak özgül yapı tarafından değiştirildiğinde ısrar eder. Balibar, birleşimle "bir
değişkenden diğerine geçtiğimizde aynı kesin unsurları bulmadığımızın"
ısrarla alhnı çizer. " Bu unsurların özgüllüğünü tanımlayan da sadece yer
değil, her seferinde farklılık gösteren yapının etkisi, yani üretim biçimini
oluşturan kombinasyonun etkisidir" (Althusser ve Balibar 1970, 241) .
Balibar'ın Yapısal Marksist birleşim kavramı ile Yapısalcı birleşimsel
kavramı arasında kurduğu karşıtlık tam olarak tatmin edici değild rr5 . Çoğı
Yapısalcı, örneğin Levi Strauss, her toplumsal oluşuma tarihsel olmayan
unsurlardan oluşan bir birleşimsel yapı dayatması nedeniyle haklı olarak
eleştirilebilirse de, çok sayıda diğeri, tikel unsurların sahip olduk.lan karak­
teri içinde bulundukları sisteme borçlu oldukları gerçeğini teslim etmeye,
hatta bu görüşte ısrarcı olmaya hazırdır: ne olursa olsun bu, Saussure' e göre
dilbilimsel gösterge kavra mının temel bir özelliği ve göstergebilimin temel
bir aksiyomudur. Dolayısıyla Balibar'ın birleşim/ birleşimsel karşıtlığı,
Yapısalcılığın asıl zaafını ıskalar. Bu, tikel unsuru belirleyenin bütünün
yapısı olduğunu görmekteki başarısızlığından çok, yapının dönüşümüne
dair bir kuramından, bir karşıtlık, baskınlık ve tabi kılma anlayışından yok­
sun olmasıdır. Yapısalcılığa göre, ögelerin birbirleri ile etkileşim içinde
görülebileceği düşüncesi akla yatkındır. Fakat bu etkileşim, işlevselci sosyo­
lojide olduğu gibi, statiktir; sistem kendini uyarlasa da asla değişmez;
hareketlerini değişmez ilişkiler ya da en azından değişiklikleri yapıya etki
etmeyen ilişkiler belirler.

101
Balibar'ın Yapısal Marksist birleşim kavramını Yapısalcı birleşimsel
kavramından ayırma konusunda yetersiz kalması, onun dönemselleştirme
ve eklemlenme sorunsallarına yönelik kendi çözümlemesinde, her iki
kavramı da Yapısal Marksist karşıtlık anlayışıyla değil, Yapısalcı eşsürem­
lilik ve artsüremlilik kavramlarıyla kuramsallaştırmak gibi rasyonalist ve
özcü bir yaklaşımı takip etme hatasına düşmesinden kaynaklanır. Bu neden­
le, Balibar'ın üretim biçimi kavramını geliştirmesi ve kendisinden sonra
gelen antropolojist ve tarihçilerin bu kavramdan yararlanması yoluyla orta­
ya çıkan olumlu gelişmelere geçmeden önce, Balibar'ın Althusser'in sorun­
salını tarihsel süreç açısından değerlendirme girişimlerini değerlendirmek
faydalı olacakhr. Kuramsal sapmalar konusunda daha az sabırlı olan okuyu­
cular, bir sonraki iki bölümü atlayabilirler.

Yeniden Üretim ve Dönemselleştirme Sorunu


Yapısal Marksizme göre üretim biçimleri, reel tarihin kesintisiz süreklili­
ğinin analitik olarak dönemlere, daha kesin olarak ifade etmek gerekirse,
birbirini takip eden süreksiz yapılara ayrılmasını sağlayan farklılık
ilkeleridir. Değişimi tanımlayan süreklilik değil, farklılık olduğundan, tarih­
sel dönüşüme yönelik anlayışımız daima farklılık gösteİ"ir ve homojen bir
özden oluşan evrimsel bir yörüngenin yeniden oluşturulmasından değil,
farklı, düzensiz olarak gelişmiş konjonktürlerin karşılaşhrılmasından kay­
naklanır. Ayrımsal tarihin dilinde, farklı konjonktürler arasında, örneğin
Fransa' da 1788 ile 1815 yıllarındaki toplumsal oluşumlar arasında daima bir
boşluk ya da kayma vardır. 1788 yılı Fransa'sı ile 1815 yılı Fransa'sı arasın­
daki boşluğu, ara konjonktürlere -1 789, 1 792, 1795, 1799 vs.- yönelik birbiri­
ni takip eden çözümlemeler yoluyla ve her bir konjonktürü kendi yapısal
bütünlüğü açısından açıklamaya çalışırız. Aynı zamanda, farklı konjonktür­
lerde yapısal bütünlük kavramları oluşturabilmek için -örneğin 1788-1815
yılları arasındaki zaman dilimi için Fransız Devrimi kavramını kullanarak
bu döne min eski rejim, Restorasyon dönemi gibi zaman dilimleri ile ayrım­
_
sal bir ilişki içerisinde girmesini sağlamak için- ayrımsal çözümlemenin
diyalektiğine başvurmak zorunda kalırız. Yapısal Marksizme göre, tarihsel
dönüşüme dair bilgimiz, bir yandan birbirini takip eden yapıların süreksiz­
liği arasındaki indirgenemez gerilim ve diğer yandan konjonktürler arasın­
daki yapısal bütünlükle ilgilidir. Toplumsal oluşumların, düzensiz olarak
gelişen yapılar olduğunu, dolayısıyla bu yapıların gelişimine dair bilgimizin

1 02
asla dışavuruınsal bir bütünlüğün evrimine ya da gerçekleşmesine indir­
genemeyeceğini unutmamalıyız. Buna karşın yapısal bütünlerdir ve dola­
yısıyla ortaya çıkışları ile sona ermeleri basit bir biçimde onların tikel unsur­
larına dair soy kütükleri oluşturarak açıklanamaz.
Balibar, Kapital'i Okumak eserinde, bu ayrımsal yaklaşımı tarihsel
gelişme bağlamında ele almak gibi cesurca bir girişimde bulunur ve ne
yazık ki birtakım tuzaklara düşmekten kaçınmayı başaramaz. Marx'ın "ilk
sermaye birikimi" çözümlemesini kendisine örnek alan Balibar, sermayenin
kökeninde "kapitalizmin gelişim yasalarının bilgisinin işe yaramadığı 'fark­
lı bir dünyanın olduğunu,' çünkü bunun aynı koşullara tabi kılınamayacak
farklı bir süreç olduğunu" öne sürer (Althusser ve Balibar 1970, 278) .
İ lk sermaye birikimine yönelik incelemenin esas noktası, kapitalist
yapı çözümlemesinde diğerlerinden ayrılan unsurlardır: bu
unsurlar burada " işçinin üretim araçlarından radikal bir biçimde
ayrılması" başlığı altında toplanır. Bu nedenle çözümleme, kapita­
list yapının kendisini geriye doğru yansıtması açısından değil, bu
hareketin sonucunun bilgisine bağlı olması açısından geriye
dönüktür. Bu durumda, kapitalizmin gelişmesinden önce gelen
olayları sıralamakla yetinen deneycilikten kurtulur: bir yapı için
gerekli olan bağlanhları çıkış noktası alarak kaba açıklamadan kaçı­
nır, fakat bu yapı " mevcut" [kapitalist] yapıdır . . . Dolayısıyla ilkel
birikime yönelik çözümleme aslında, kapitalist üretim biçimini
yapısını oluşturan unsurların soy ütüğünden ibarettir. Bu neden­
den ötürü, ilkel birikime yönelik çözümleme, parçalı bir çözüm­
lemedir: soy kütüğünün izleri, küresel bir sonuç temelinde değil,
öğe öğe, parçalar halinde sürülür (Althusser ve Balbiar 1970, 279) .

"Marx'ın çözümlemesinde," der Balibar, " birleşimin kendisi ve onun bi­


çimleri dışında hiç bir şeyi ele almıyoruz . . . Gelişmenin öznesi, emeğin ör­
gütlenmesinin farklı biçimlerinin birbirini takip etmesi ve bunun ulaşhğı yer
d eğiş tirme ile tanımlanan şeyden başka bir şey değildir (Althusser ve
Balibar 1970, 247) . Bu nedenle, ilkel birikim çözümlemesi, üretim biçiminin
sahip olduğu yapı sayesinde bilinen tarihi ile aynı zamana denk gelmez,
fakat bize bu yapının kendisini, eğilimlerini ve kaşıtlıklarını irdelememize
zemin hazırlar, ki bu da birbirini takip eden iki yapısal bütün ya da kombi­
nasyon arasındaki boşluk ya da kaymanın ta kendisidir. Bir evrimin

1 03
sürekliliği vasıtasıyla bu boşluğun üstüne köprü çekemeyiz, çünkü böyle bir
geçiş ancak unsurlar düzeyinde düşünülebilir, yapılar düzeyinde değil.
Balibar' a göre, gerçek bir tarihi ancak unsurların bir yapı açısından birbirle­
rine karşılıklı bağımlılıkları temelinde, yani yapısal bir kombinasyon olarak
düşünebiliriz, fakat farklı toplumsal-tarihsel kombinasyonlar içerisinde
varolan benzer unsurlar, tam da bu yapısal nedensellikler dolayısıyla bir­
birinden ayrılacaktır. Bu kuramsal çıkmazın önemli bir sonucu da, farklı
üretim biçimlerine yönelik kavramları birbirine bağlayan evrimci gerekli­
liğin- örneğin, kapitalizmin nihai zaferinin, feodalizm tarafından önceden
'nasip edildiği' gibi bir düşüncenin- reddidir. Balibar, bu gibi çıkarımsal
gereklilik biçimlerine karşıt olarak, "kapitalist yapının farklı unsurlarının
oluşumlarının görece bağımsızlıklarını ve bu oluşuma çıkan tarihsel yolların
çeşitliliğini" - başka bir deyişle "kapitalist yapı tarafından biraraya getirilen
unsurların farklı ve bağımsız kökenlere sahip olduğunu" öne sürer
(Althusser ve Balibar 1970, 280). Ne yazık ki Balibar'ın tarihsel gelişime dair
anlayışlarımızın farklı doğasına yönelik kavrayışları, eşsüremlilik ve art­
süremlilik arasındaki Yapısalcı karşıtlık, yapısal nedensellik çerçevesinde
düzensiz gelişmenin önceliğini korumayı en nihayetinde olanaksız hale
getiren bir karşıtlık bağlamında sunulmaktadır. Balibar, eşsüremlilik/ art­
süremlilik ayrımından yola çıkmasının sonucunda, üretim biçiminin özcü
bir manbkla ele almaya başlar; bir üretim biçimi içerisindeki karşıtlıkları
(üretim güç ve ilişkilerinin düzensiz gelişmesini), üretim biçiminin bileşik,
düzenli olarak gelişmiş eşsüremli bir sistem olarak kavramsallaşbrılan
"eğilimlerine" dönüştürür. Bu özcü yaklaşım, unsurların görece özerkliğini
yok edip onlara tek parçadan oluşan, homojen bir bütünsellik niteliği verir.
Buna unsurların eklemlenmesine yönelik felsefi bir rasyonalizm eğilimi
eşlik eder; Balibar, her bir unsurun özgül etkinliğinin kaynağını manbklı,
evrensel, tüm rastlanbsal niteliklerin mutlak temeli olarak görülen bir
bütünsellikte bulabilmek için, farklı çözümleme düzeyleri (bütün ve
unsurların her biri) arasındaki boşluğu saf dışı bırakır.
Balibar'ın sorunları, yeniden üretim kavramına dayalı, bilimsel bir
dönemselleştirme anlayışı geliştirme girişimiyle başlar. Onun temel kaygısı,
tarihsel süreci ve dönemselleştirmeyi daima süreklilik ve doğrusal zaman
bağlamında kavramsallaşbran "basit" tarihin tuzaklarından kaçınmakbr.
Balibar' a göre önemli olan " doğru kopmalar" ya da "en iyi dönemler" gibi,
tarihsel olayın (tek bir özlük ölçütü) ya da " uzun süreli" ve " kısa süreli"

1 04
arasındaki ayrımların önceliğini vurgulayan doğrusal zamanı kesintiye
uğratan yapay (fakat rastlantısal olmayan) yapılan bulmak değil, tarihi, üre­
tim biçimlerinin belirlediği kesintili kombinasyonların karşılaştırmalı bir
bilimi olarak oluşturacak bir "farklılık ilkesi" bulmaktır. Balibar, bu değişik­
lik ilkesini, Marx'ın sermayenin uzatılmış yeniden üretimi çözümlemesinde
bulur: "yeniden üretim, son çözümlemede tüm toplumsal yapıyı küre­
selleştiren, üretimin genel koşull arının sürekliliğinin genel biçimi olarak
gözükmektedir." (Althusser ve Balibar 1970, 259) . Balibar, Marx'ın yöntemi­
ni, kendi varoluş koşullarını yeniden üretebilen eşsüremli bir sistem
içerisindeki kapitalist bir üretim tarzının birbiriyle karşıtlık oluşturan etkin­
liklerini küreselleştiren bir yöntem olarak yorumlar: " soyutlanmış eylem­
den, doğrudan üretim sürecinden tekrara, toplumsal sermaye birikimine,
üretim sürecinin sonucuna ulaşmak, insarun kendisini tüm hareketlerden
daha çağdaş bir kurguya, daha kesin bir dille ifade etmek gerekirse, tüm
hareketlerin bastırıldığı, üretim sürecinin bütün anlarının yanyana, bağım­
lılık ilişkileri içerisinde sergilendiği kurgusal bir uzama yerleştirmesidir"
(Althusser ve Balibar 1970, 264) . Bu nedenle yeniden üretim, eklemlen­
menin, kapitalist dolaşımın tüm çelişkilerini çevreleyen, eşsüremli özüdür:
"Yeniden üretim tek bir harekette şeyleri dönüştürüp onların yerlerini
değiştirirken, ilişkileri süresiz olarak muhafaza eder . . . İ lişkiler . . . şimdiye
kadar parçal anmış olan 'anları' (üretim, dolaşım, dağıtım, tüketim) gerekli
ve tam bir bütünlük içerisinde algılar (Althusser ve Balibar 1970, 268-69) .
Balibar' ın niyetleri yeterince akla uygundur. O sadece "birbirini takip
eden" kombinasyonları birbirinden ayırmasını sağlayacak ölçütü tanımla­
mak iser ve oldukça haklı olarak, bu tanımın yapısal bütünlük ve üretim
ilişkilerine yönelik farklı ilkelerin birbirinden ayrılması yoluyla gerçekleşti­
rilmesi gerektiğini öne sürer. Buna karşın, yapısal bütünlüğü yeniden üre­
tim açısından kavramsallaştırmaya girişerek, Althusser' in yapısal nedensel­
lik anlayışı ile çelişen özcü düşünme biçimine sapar. Yapısal nedensellik
yapısal bütünlüğü onun unsurları açısından, daha açık bir biçimde ifade
etmek gerekirse, her bir unsura onun varoluş koşullan, karmaşık bütün
tarafından verilen yer ve işlev açısından düşünür. Dolayısıyla, her bir unsur
varoluş koşullarını kendi içinde taşıdığı için, toplumsal bütünün yapısal
bütünlüğünü yeniden üretme eğilimi vardır. Buna karşın, her bir unsurun
karmaşık bütünün verdiği yer ve işleve indirgenemeyecek bağımsız doğası
ve yapısal bütünlüğü dolayısıyla sahip olduğu görece özerklikten kay-

1 05
naklanan bir dengeleyici eğilim -karşıtlık ya da hatta düzensiz gelişim­
vardır.

Kısacası, mevcut karmaşık bütünün yeniden üretimi ile yeni ilişkilerin


üretimi arasında indirgenemez bir gerilim vardır. Althusser'e göre tarih,
ister istemez sınırlı ve tamamlanmamış bir bilimdir. Yapısal nedensellik ver­
ili bir konjonktürde güçlerin ilişkilerine dair bilgi sağlar, fakat herhangi bir
sonucun gerekliliği ile ilgili bir genel düşünceye sahip olamaz. Yapısal
nedensellik, bir erekselliğe sahip olmadığından, değişimi bir öz ya da
değişimin özü olarak kavrayamaz. Değişim ancak karşılaştırmalı olarak, iki
konjonktür arasındaki süreksizlik derecelerinin büyüklüğü ya da küçük­
lüğü açısından kavranabilir. Balibar elbette tüm bunlardan habersiz değildir.
Kuşkusuz o da üretim güç ve ilişkileri arasındaki karşılıklılık ve karşılıklı
olmama kavramları ile dönemselleştirme sorununu ereksel olmayan bir
yaklaşımla ele alır. Buna karşın, göreceğimiz gibi, bu ilişkileri yanlış bir
eşsüremlilik (yeniden üretim) artsüremlilik (üretim) ikiliği içinde inceley­
erek büyük bir hataya düşer. Tahmin edilebileceği gibi, eşsüremlilik ile art­
süremlilik arasındaki fark öne çıkarılınca, bu iki unsurun uzlaşbrılması
yapay sorunu da gündeme gelir. Bali bar' ı rasyonalizm ve özcülüğün kaygan
zeminine gönderen de işte bu yapay sorundur.

Bali bar işe, dönemselleştirmeyi " tarihsel sürekliliğin yerine, yapının geçi­
ci olarak sabit kalan hallerinin birbirini takip etmesi olarak açıklanabilecek
süreksizliği getiren, doğrusal olmayan bir artsüremlilik" olarak tanımla­
yarak başlar (Althusser ve Balibar 1970, 204) . Balibar, " geçici olarak sabit
kalan" bir yapının ne olabileceğini, küçük zanaat ve yoğun işgücü gerek­
tiren üretim örneklerinden yararlanıp " geçişse! üretim biçimi" kavramı
ortaya çıkararak açıklamaya girişir. Feodal ve kapitalist üretim biçimleri
arasındaki bir geçiş yapısı olan imalabn feodal ya da kapitalist üretim biçim­
leri kategorilerinde anlaşılamayacağını, bunun bütünüyle farklı bir üretim
biçimi olduğunu öne sürer (Althusser ve Balibar 1970, 278) . Feodalizm ve
kapitalizm arasındaki geçiş döneminin, toplumsal oluşumun yapısal bir
bütün olarak varolmayı sona erdirdiği bir boşluk olarak algılanamayacağın­
dan, böyle olması gerektiğini düşünür. Tüm toplumsal oluşumların yapısal
olması gerektiği için, bu geçiş döneminin kendi başına bir üretim biçimi
olarak algılanması gerekir. Balibar, feodalizm ya da kapitalizm gibi
"eşsürernli" üretim biçimleri ile imalat gibi " artsüremli" ya da geçişse! bir
üretim biçimi arasındaki farkı açıklayabilmak için, üretim ilişkileri ve üretim

1 06
güçleri arasındaki " karşılıklılık" ve " karşılıklı olmama" kavramlarını kulla­
nır. Karşılıklılık durumunda, üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasında " iki
taraflı bir sınırlılığa" dayalı bir ilişki söz konusudur ve toplumsal oluşum
her iki ilişkiyi de aynı şekilde yeniden üretir. Karşılıklı olmama durumunda
ise bunun tam tersine, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi, üretici güçlerin
aşamalı bir biçimde dönüş-türülmesine ve toplumsal oluşum içindeki
durumların yer değiştirmesine yol açar.

Balibar'ın üretim ilişkilerinin önceliğine yönelik iddiasını (daha sonra


yeniden döneceğim sorunu) bir kenara koyarsak, karşılıklılık ve karşılıklı
olmama kavramları, üretim biçiminin kendisinde yer alan düzensiz geliş­
menin dışavurumları olarak gözükmektedir. Fakat sorun, Balibar'ın düzen­
siz gelişmeyi üretim biçimlerini, geliştirdiği geçişsel üretim biçimi kavramı­
na yerleştirememesidir. Çünkü Balibar, üretim biçimlerini, eşsüremli
yeniden üretim kavramları açısından kavramsallaşhrmaya çabalamaktadır.
Balibar'ın eşsüremli üretim biçimleri ile artsüremli geçişse} üretim biçimleri
arasındaki farkı açık bir şekilde ortaya koyabildiğini varsaydığımızda bile,
karşılıklılık durumundan karşılıklı olmama durumuna geçişin hala açıklan­
ması gerekir. Burada argümanları üzerinden hareket etiğim Barry Hindess
ve Paul Hirst, Balibar'ın yapısal belirlenim anlayışının eşsüremli "sonsuz­
luğu" (yapının kendi mevcudiyetinin koşullarını yeniden üretmek üzere
işlemesi) ile artsüremli " sonluluğu" (bu koşulların çözülmelerinin üretimi)
uzlaştırmanın olanaksız olduğunu belirtir: "bir üretim biçiminden başka bir
üretim biçimine geçişe dair her türlü kuram, bir geçişsizlik döneminden bir
geçiş dönemine karşılıklı bir hareketi gerektirir. Balibar' ın sorunsalında
düşünülemez olan da tam olarak bu harekettir" (Hindess ve Hirst, 274-75) .

Geçişsel bir üretim biçimine geçişin bir şekilde gerçekleştiğini


düşündüğümüzde bile bu durum, Balibar'ın geçişsel üretim biçimi de dahil
her türlü üretim biçiminin kendi varoluş koşullarını yeniden üreten,
dolayısıyla içsel çözülme kapasitesinden yoksun birleşik bir sistem olduğu
yönündeki ısrarı nedeniyle doğrudan, değiştirilemez eşsüremli eğilimlere
tabi tutulur: " bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçiş . . .
yapının kendi işleyişi youyla dönüşümünden, bir nicelikten niteliğe
geçişten meydana gelemez" (Althusser ve Balibar 1970, 274) . Balibar,
geçişsel dönemi kendine ait bir üretim biçimine sahip farklı bir toplumsal
oluşum olarak varsayarak, onu karşıtsal niteliğinin karşılıklı olmama duru­
mundan yoksun bırakır ve içsel karşıtlıklara ve bir dönüşüme sahip olma-

1 07
yan statik bir yeniden üretim süreci olarak gösterir: " Esas itibariyle diğer­
lerinden ayrı olarak gördüğümüz [geçişse! üretim biçimi] . . . tek bir süreç
[sonradan gelen üretim biçiminin evriminde bir aşama] olmayacakhr . . . (bir
üretim biçiminden başka bir üretim biçimine) geçiş kavramı, asla kavramın
(içsel farklılıkları sebebiyle olduğundan farklı bir şeye) dönüşümü olamaz"
_
(Althusser ve Balibar 1970, 274) .

Balibar, felsefi rasyonalizm için ayrımsal tarihi bütünüyle bir yana bırak­
mışhr- bu, düzensiz gelişmenin "yetersiz" bilginin bir yanılsaması olmak
dışında hiçbir şekilde varolamadığı bir sorunsaldır. Karşıtlıklar, "yeterli"
ölçüde, yani şimdi bir üretim biçiminin bütünüyle özcü bütünlüğünün bakış
açısıyla kavrandığında, basit bir şekilde " eğilimlere," iç zamansallıklara ve
eşsüremli bir yapının düzenlerine dönüşür. Balibar'a göre, yapının bir eğili­
me, yani etkilerin üretimini (mekanik olarak) dahil etmenin yanında etki­
lerin özgül bir düzene göre üretimini de dahil eden -bir yasaya göre gelişme­
si, yapının özgül iç zamansallığının, yapının kendisine ait bir çözümlemenin
bir parçası olduğu anlamına gelir. Şimdi eğilimle ilgili neyin 'çelişkili'
olduğu son derece açıkbr . . . Marx, aralarında, tek bir nedenin karşıtsal etki­
leri olan kavramları açıklar" (Althusser ve Balibar 1970, 288). Karşıtlık, " bir­
birine karşıt kavramların" yapının doğasında varolan birliğidir" (Althusser
ve Balibar 1970, 289). Böyle bir tanımlama, karşıtlığın yapıya bağlılığını
ifade eder: " karşıtlık sadece etkiler arasındadır, yapı kendi içinde bölüne­
mez ve karşıtlık kavramları vasıtasıyla çözülenemez. Dolayısıyla karşıtlık
esas değil, türevdir" (Althusser ve Balibar 1970, 290). Karşıtlığı üreten neden
karşıtsal olmadığından, karşıtlığın sonucu her zaman belli bir dengedir:
"Karşıtlık, yapının hareketi içerisindeki bir yarışmaya benzer: onun eğilimi­
ni ya da sınırlılıklarını belirlemez; daha çok, etkileri yapı içerisinde önceden
belirlenen yerel, ikincil bir olgudur . . . Karşıtlığın, bütünüyle ekonomik
yapıya içkin olan tek sonucu, karşıtlığın tasfiyesine değil, onun koşullarının
devam etmesine yönelir" (Althusser ve Balibar 970, 290-91) .

Balibar' ın yeniden üretim takınbsı, eşsüremliliğin artsüremlilik pahasına


sistematik olarak genişlemesi ile sonuçlanır. Bir üretim biçimi içerisindeki
karşıtlıklar eşsüremli sürecin bir işlevi ise, artsüremli süreci ayn alanında
belirlenimler olarak gözükemez. Dolayısıyla, bu " karşılıklılıktan" kopmak
için, sınırlanmasının mevcut üretim biçiminde " kesin olarak bulunmadığı"
başka bir yapıya ihtiyaç duyulur. Karşılıklı olmama teriminde anışbnlan
hareket başka bir yerde, sonucu " üretim biçiminin sınırlarını dönüştürülme-

1 08
si ve düzeltilmesi" olan 11müdaheleler sisteminde" aranmalıdır (Althusser
ve Balibar 1970, 306) . Bu hareket tüm sorunu, farklı pratikler arasındaki
yerinden oynamaların bu daha yüksek eşsüremli yapının eğilimlerine dö­
nüştüğü, toplumsal oluşum düzeyine taşır. Balibar, artsüremlilik sorunu ilk
başta hiç varolmamış gibi en sonunda bu sonuca sarılır: /1 artsüremlilik
sorunları . . . . Kuramsal 'eşsüremliliğin' sorunsalında düşünülmelidir: Bir
üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçiş sorunları ve geçiş biçim­
leri, üretim biçiminin sorunları olmaktan çok, genel bir eşsüremliliğin çok
sayıda sistemi ve ilişkilerini küreselleştiren sorunlarıdır" (Althusser ve
Balibar 1970, 307) . Balibar'ın eşsüremlilik ve artsüremliliği felsefi rasyona­
lizm vasıtasıyla uzlaştırma çabası en sonunda Spinoza'nın tözünün basit bir
karikatürü olarak sonlanır. Kuşkusuz Balibar'ın çözümlemesi, Althusser'in
kuramsalcılık olarak adlandırdığı şeyin en açık örneklerinden biridir.
Balibar, Kapital'i Okumak' ta ortaya attığı Spinozacı eğilim kavra mını
eleştirmektedir:
Bu argümanın arkasında eski bir felsefi temsil vardır ve bu çalışma
boyunca Spinozacı formülü hatırlatan düşünsel unsurlardan yarar­
lanmam hiç tesadüf değildir. Özdeşlik ve sürekliliğin açıklamaya
ihtiyacı yoktur, çünkü kendisini kendisiyle açıklar; bir nedene ihti­
yacı yoktur, çünkü kendi nedenine sahiptir. Sadece /1 gerçek" deği­
şim olarak " değişimin, yani özün feshinin-dönüşümünün bir neden
ve açıklamaya ihtiyacı olabilir. Bunun, " durağanlığın" töz ve onto­
loji argümanın "ilkesi" olduğunu söyleyebilirim (Balibar 1973, 65) .
Fakat, eşsüremlilik ve artsüremliliği uzlaştırma sorunu rasyonalist ve
özcü bir karşılık ürettiyse, sorunun ilk kaynağı Yapısalcı eşsüremlilik ve art­
süremlilik kavramlarının kullanılmasıdır. Eşsüremliliğin -hem Spinoza'nın
hem de Yapısalcılığın ortak zemini- nihai zaferi, bütünün yeniden üretimine
unsurların düzensiz gelişimi üzerinde öncelik tanıma özcü girişiminden
kaynaklanır. Karmaşık bütünü ancak unsurlarının aynı andaki etkinlik­
lerinde açığa çıkan /1 olmayan bir neden" olarak değerlendiren Yapısal
nedensellik, böyle bir özcü indirgemeye izin veremez. Alhusser, Yapısal
Marksizm ile yapısalcılık arasında Kapital'i Okumak'ta olduğundan çok
daha keskin bir ayrım oluşturduğu Öz-eleştiri Yazıları eserinde bu hatayı
kabul eder: " Marksizm, sürecin yapı üzerinde önceliğini onayladığından
değil, karşıtlığın süreç üzerindeki önceliğini kabul ettiği için yapısalcılık
değildir" (Althusser 1976, 130).

1 09
Dahası, Yapısalcı Marksizm kavramların özdeşliğini ve dolayısıyla
toplumsal yapıların bilgisine sahip olduğumuz kavramlar ile aynı doğaya
sahip oldukları yönündeki rasyonalist düşünceyi reddeder. Bu nedenle
toplumsal karşıtlıklar, ayrımsal yerinden oynamalar ve bilimsel söylem
içerisindeki epistemolojik sınırlılıkların bir işlevi değildir; toplumsal kar­
şıtlıklar, nesnel olarak gerçek ve söylemin dışında yer alan, alışkanlıklarını
oluşturan sınıfa dayalı yapılar nedeniyle sınıf özneleri haline gelen insan­
ların toplumsal pratiklerine yönelik üretim biçiminin toplumsal yapılar
alanındaki önceliği, sınıf mücadelesinin toplumsal pratikler alanındaki
önceliği olarak yansır. Fakat ne ekonomik belirlenimin sonucu, ne de sınıf
mücadelesinin neticesi, sahip oldukları kökenlerin garantisindedir. Balibar,
Cinq etudes du ma terialisme historique eserinde realist bakış açısını açık bir
şekilde ortaya koyar: 6
Somut toplumsal oluşumun dönüşümüne sahip tek bir tarihsel
diyalektik, farklı toplumsal pratiklerin birbirine olan gerçek bağım­
lılığını (onlara her bir toplumsal pratiğin dönüşüm süreci tarafın­
dan içsel olarak belirlenme biçimi vererek) açıklayan bir süreç
vardır.
Buna karşın, toplumsal oluşumlar basit bir şekilde, soyut, genel
/1
diyalektiğin kendisini gerekleştirdiği somut" bir yer değildir.
Toplumsal oluşumlar daha çok kendi kendilerini dönüştürür,
çünkü sınıf mücadelesi tarihine sahiptir. Bu nokta belirleyicidir
(Balibar 1974, 229) .

Hindess ve Hirst, Tarihin Althusser Sonrası Olumsuzlanması


Balibar'ın üretim biçimi kavramını özcü ve rasyonalist bir bakış açısıyla
ele aldığı söylenebilirse, İngiliz sosyologlar Barry Hindess ve Paul Hirst,
Balibar'ın hatasını Yapısal Marksizmi rasyonalizmin ötesinde, kavramlar ve
gerçekler arasında bir ilişkinin bul unmadığı bir söylem" dünyasına ve
/1

özcülüğün ötesinde yapısal belirlenime dair tüm kavramların reddedildiği


bir düşünsel akıma dönüştürmek için bir gerekçe olarak kullanmıştır.
Kapitalizm öncesi Üretim Biçimleri (1975) ile başlayıp, Üretim Biçimi ve
Toplumsal Oluşum (1977) adlı iki ciltlik bir otokritik ile devam eden ve
Marx'ın Kapital'i ve Günümüzde Kapitalizm (Anthony Cutlr ve Athar
Hussain ile birlikte yazdıkları) adlı eser ile zirve noktasına ulaşhrdıklaı

1 10
çalışmalarında, Hindess ve Hirst, söylemin tüm maddi süreler ve tarihi
koşullardan mutlak bağımsızlığına ve nesnelerin gerçekliğine dair her türlü
iddiayı reddetmeye dayanan kendi uydurdukları bir " post-Althusserci"
post-Marksizmi savundu. Hindess ve Hirst, son derece anti-realist ve anti­
materyalist bir felsefi konuma sahiptir. Realizmin tüm biçimlerinin ya de­
neyci, ya rasyonalist ve her zaman totolojik olduğunu öne sürerler. Hindess

ve Hirst, Alhusser'in kendisinin savunduğu bir düşünsel temel olan bilim­


sel söyleme yönelik her türlü epistemolojik garanti tasavvuruna karşı çık­
makla kalmaz, aynı zamanda Althusser' in materyalist tezi, realizmi
savunurken diğer yandan bunun sabit olarak savunulamayacağını kabul
eden, gerçeğin, gerçek hakkında düşünülen üzerindeki önceliği fikrine de
karşı çıkar. Hindess ve Hirst' e göre, epistemolojinin başarısızlığı tam olarak
realizmin ve materyalizmin çöküşünü açıklar: " Burada söz konusu olan,
söylem nesnelerinin onları belirleyen söylemlerden bağımsız olarak varolup
varo lma d ığı değildir. Söylem nesneleri bu anlamda hiç bir şekilde varolmaz:
Onlara atıfta bulunan söylemin içinde ve bu söylem aracılığıyla oluşurlar"
(Cutler, Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 216-21 7) .
Hindess ve Hirst' e göre, ayrımsal tarihe yöneik bir tasarım sorunsaldır;
çünkü her şey yapılıp söylendikten sonra tarih olarak, yani söylemin
faaliyet alanını sınırlayan geçişsiz bir dünyanın mevcudiyeti temeline daya­
nan bir söylem olarak kalır.

Althusser, tarih anlayışından ayrıldığı anda, bu anlayıştan düşünsel


olarak kopmakta başarısız olur. Althusser, "tarih" diye gerçek bir
nesnenin olmadığını, gerçek, somut bir tarihe yönelik her türlü
düşüncenin yanılsamadan ibaret olduğunu söylemez. Düşünülen
nesne ile gerçek nesne arasında bir ayrıma gitse de, nesneler arasın­
da fark gözetilmesi aralarındaki ilişki biçimleri sorununu ortadan
kaldırmaz; çünkü her ikisinin de varolduğu ve somutun düşü­
nülenden önce geldiği ve bağımsız olduğu, düşünülenin somutun
bilindiği biçim olduğu varsayılır . . . Gerçek nesnenin devam eden ve
eleştiriye tabi tutulmayan mevcudiyeti, kuramsal tarihe paralel,
Althusser'in eleştirdiği tarihin anahatlarıru yeniden üreten bir
gölge " tarihin" ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Gerçek nesne,
tarih, kuramın kendine mal ettiği nesne, bu yeniden ele alma biçi­
minin dizgeleridir (Hindess ve Hirst 1975, 318) .

111
Althusser kuramsal nesnenin gerçek nesneden ayn tutulmasında ısrar
eder ve aralarındaki ilişkiye dair her türlü felsefi güvenceyi reddeder, fakat
(onların kesin bir doğaya sahip oldukl arını reddederken) tarihi gerçeklerin
gerekliliğini ve (tarihin bir özne ya da amaca sahip olmadığını savunurken)
kuramsal bir sorun olarak tarihsel belirlenimin geçerliliğini teslim eder. Bu
görüşler pek çok tarihçi için son derece yanlış olsa da, kavramlar ve kavram­
sal söylemin ön koşulları ve sonuçlarının anlaşılmaz, kesin olarak içsel
çözümlemeleri adına tutarlı ve üzerinde düşünmeye değer bir Çalışma
olarak tarih kavramını kategorik olarak reddeden Hindess ve Hirst kadar
ileri gitmez. Onların görüşüne göre, ne kadar nitelikli olursa olsunlar tarih­
sel gerçeklerin kabulü, tarihin deneyciliğe mahkum edilmesine yol açar,
çünkü bu gibi gerçekler kuramsal nesneye, aslında epifenomen olan belir­
lenimler kazandırır. "Tarihin görünürdeki nesnesi, tarihsel bilgi, geçmiş
üzerinde çalışmaktan çok metinler, bir kayıt statüsüne sahip temsiller
üzerinde çalışır. Tarih yazımı, bu metinleri yorumlayan metinlerin üre­
timidir" (Hindess ve Hirst 19 75, 311).
Tarihsel gerçeklerin mevcudiyeti tarihi, Hindess ve Hirst' in, mevcut
toplumsal ilişkilerin varlığının koşulları temelinde kavrasallaştırılabilecek
mevcut durumun bir çözümlemesi değil, tam tersine " potansiyel olarak son­
suz bir metin" yapar (Hindess ve Hirst 1975, 312) . Mevcut konjonktürün
geçmişten daha kesin bir biçimde kavramsallaştırılabileceği düşüncesi,
kendi anti-epistemolojileri açısından savunulamaz gözükebilir ve Hindess
ve Hirst çağdaş olanın tarihi olan üzerindeki epistemolojik önceliğini savu­
nan açık bir ifadede bulunamamıştır. Aslında onların düşünsel konum­
larının mantığı kuramsal değil, politiktir. Hindess ve Hirst, Kapitalizm
Öncesi Ü retim Biçimleri eserinde, Balibar' ın rasyonalizmini, Gregory
Elliott'un, tartışmalı olsa da doğru bir şekilde " Maocu kuramsalcılık" adını
verdiği anlayışa yaslanarak eleştirir. 7 Balibar' ın üretim biçimi anlayışı (bir­
takım varoluş koşullarının güvence altına alınmasını ve yeniden üretimini
öngören, üretim ilişkileri ve güçlerinin eklemlenmiş kombinasyonu) hala
kabul edilebilirdir ve Hindess ve Hirst, Bali bar' ın kendi öz eleştirisi
üzerinden hareket ederek, sınıf mücadelesinin bir üretim biçiminin varoluş
koşullarının değiştirilmesinin aracısı olduğunda ısrar eder. Buna karşın,
Althusser'in yeterince açık olmayan fakat yine de tarihsel sınıf mücadelesi
anlayışının oldukça ötesine geçerek, gelişigüzel bir şekilde ilerleyen ve
otonom bir güç dışında sınıf mücadelesinin varlığını bütünüyle reddetme-

ll2
yine Elliot'un sözleriyle Kültür Devriminin sınıf istenççiliğine sapma- eğili­
mi gösterir. Bu nedenle tarihin epistemolojik olarak reddedilmesi, politik
pratiğin tüm yapısal ve tarihsel belirlenimlerden "özgürleştirilmesi" için
gerekli bir adımdır. Politik istenççilik arayışı, birincisi, tarihe bir ereksellik
atfeder -tarih felsefesine sahip olmayan bir tarihten söz edilemez" (Hindess
ve Hirst 1975, 311), ikincisi, nedenselliğin toplumsal ilişkilerin dolambaçlı
çözümlemesinden tasfiyesi yoluyla tarihten kaçılmasına olanak sağlar:
"Nedensel doktrinler, söylemsel analiz için gerekli değildir. Onlardan
vazgeçmek, varlıklarından kaynaklanan tarhşma ve sorunlardan da kurtul­
mayı sağlar (Cutler, Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 131).
Hindess ve Hirst' e göre tarihin yerini alan, ne anlama sahip olursa olsun
mevcut durum üzerinden fikir yürüten politika, daha doğrusu politik
amaçlılıktır. "Mevcut durum, zamanda belli bir an içindeki gerçek bir
toplumsal realitede yer alan bir nesne olarak algılanmamalıdır. Mevcut
durum, onu bir nesne olarak oluşturan politik pratikten bağımsız olarak
varolmaz" (Hindess ve Hirst 1975, 322) . Politik pratik, kavramların seçimini
zorunlı kılar ve kavramların ayrıntılandırılması sadece onların mantıksal
varoluş koşullarının anıştırılmasını ve içsel etkilerinin çözülmesini gerek­
tirir; her iki süreç de (her ikisi de nedensel bir etkinlikten kuramsal olarak
yoksun bırakılan) bu varoluş koşullarının nesnel gerçekliğine yönelik her
türlü düşünceden ya da bu etkilerin mantıklı çıkarımları ile herhangi bir
empirik gerçeklik arasındaki ilişkilerden bağımsızdır. Aslına bakılırsa teorik
söylem, "kavramlar aracılığıyla onlara getirilen çözümleme ve çözümlerden
fazlasını kapsamaz. Bu etkileri ortaya çıkarma için düzenli bir sıra içerisinde
kavramlardan yararlanılır. Bu düzen, kuramsal çalışma pratiğinin kendisi
tarafından yaratılan düzendir: Ne bir ' mantık' ya da 'diyalektiğe' ne de
gerçeğin kendisi ile her hangi bir ilişkiye ihtiyar duyar" (Hindess ve Hirst
1977, 7) .
Söylemsel pratiğin gerçeklikten bu kadar radikal bir şekilde ayrılması ve
nedenselliğin kuramsal geçerliliğin bu kadar kesin bir şekilde reddedilmesi
düşüncesinde, elbete Althusser'in kullandığı anlamda bir toplumsal oluşum
anlayışına, yani düzensiz olarak gelişen yapısal bir bütün kavramına yer
yoktur. Hindess ve Hirst, Kapitalizm öncesi Üretim Biçimleri yapıtlarında
ortaya koydukları antirealist istenççilikten, Üretim Biçimleri ve Toplumsal
Oluşum ile Marx'ın Kapital'i ve Günümüzde Kapitalizm eserlerinde hızla
yapısal ilişkilerin kuramsal dışavurumuna yönelir. Daha sonraki eserlerinde

1 13
toplumsal yapı kavramı, Yapısal Marksist görece özerklik kavramının mut­
lak özerkliklerin sonsuzluğuna dönüştürülmesi yoluyla sorumsuz bir şek­
ilde basitleştirilir. Yapısal Marksizmin iddia ettiğinin tersine, arlık farklı
yapısal unsurlardan "yapıların yapısının" karmaşık bütününe kadar
değişiklik gösteren birbirinden ayrı kuramsal düzeylerden söz edilemez,
çünü Hindess ve Hirst' e göre, "bu kavramların toplumsal oluşumun esas
yapısında eklemlenmesini gerektiren gerekli bir form yoktur" (Cutler,
Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 229). Özgül ilişkilerin -örneğin, ekonomik
ilişkilerin- varoluş koşulları manhksal olarak çıkarsanabilirse de, aynı şey
bu varoluş koşullarını sağlayan toplumsal ilişkiler ve pratikler için söz
konusu olamaz: "belirleyici üretim ilişkilerinin varoluş koşullarının güven­
ceye alındığı form, empirik olarak kuram haline getirilebilir bir kategori ya
da varoluş koşullarını güvenceye aldıkları üretim ilişkilerinden türetilebilir
bir unsur olarak algılanamaz" (Hindess ve Hirst 1977, 25-26) .
Balibar'ın üretim biçimi anlayışı, üretim güçleri ve ilişkilerinin karşılık­
lılık ve karşılıklı olmaması kavramları ve elbette üretim güçleri ve ilişkileri­
ne yönelik düşünsel tutumunun tamamı Hindess ve Hirst tarafından, bir
üretim biçiminin varoluş koşullarının onun etkilerinden çıkarsanabileceğine
yönelik ısrardan kaynaklanan hatalı düşünceler olarak görülerek yanlış
anlaşılır. Onlara göre bu görüş, dönüşümün tarihi " gerçeğine" bir açıklama
getirebilmek için rasyonal, birleşik bir toplumsal bütün kavra mının gerekli
olduğu inancının bir sonucudur. Bunun tam tersine, Hindess ve Hirst' e göre
"toplumsal oluşum kavramı, belirleyici bir varlık bütünü olduğunda, ona
denk düşen varoluş terkedilir ve böylece bir yandan empirik olasılık, diğer
yandan son tahlilde belirlenim sorunları ortadan kalkmalıdır" (hindess ve
Hirst 1977, 48) . Hindess ve Hirst, Balibar'ın rasyonalist özcülüğünü, kar­
maşık bütün (toplumsal oluşum) düzeyinde yer alan kavramlar ile görece
özerk unsurlar (ekonomik, politik ve ideolojik olaylar) düzeyindeki
unsurlar arasındaki indirgenemez süreksizlikleri kabul etmek için değil,
toplumsal oluşumu topyekün tasfiye etmek ve onu " toplumsal ilişkileri
oluşturan tek bir yapıya" indirgemek için tersine çevirir (Hindess ve Hirst
1977, 5) .
Hindess ve Hirst, toplumsal oluşumu " ekonomik sınıf ilişkileri, onların
varoluş koşulları ve bu koşulların güvenceye alındığı biçimlerden oluşan
belirleyici bir form" olarak kavrasallaşhrır (Hindess ve Hirst 1977, 50) . Bu
kavrama, Balibar'ın güçler ve ilişkiler arasında yaphğı ayrımı redderederek

1 14
ve birini diğerinde yok ederek varırlar. Üretim biçimi kavramı şimdi üretim
ilişkileri ile özdeş olduğundan, gereksizdir ve tasfiye edilebilir.
Eğer üretim ilişkilerinin, üretim araç ve koşullarının sınıflar arasın­
da toplumsal dağılımını, yani mülkiyetin dağılımı ve üretim araç­
larının ekonomik aktörlerin farklı toplumsal kategorileri arasında
dağıhlmasını kapsadığı düşünülürse, belirleyici üretim ilişkilerinin
açıklanması, belirleyici üretim araçları ve süreçlerine, yani belirleyi­
ci "üretim güçlerinden açık ya da üstü örtülü olarak söz etmeyi
gerektirir. "Üretim güçleri," söz konusu üretim ilişkilerinin varoluş
koşullarına kesinlik kazandırır. Bu nedenle belirleyici "üretim güç­
leri" tanımlaması, belirleyici üretim ilişkilerinin varoluş koşul­
larının güvenceye alındığı formlar tanımlamasına dahil edilmelidir.
Dolayısıyla, eğer üretim biçimi rasyonalist bir bakış açısıyla bir­
birinden ayrı nesnelerin gerekli kombinasyonu olarak algılanmı­
yorsa, "üretim biçimi" kavramı bütünüyle lüzumsuzdur (Hindess
ve Hirst 1977, 54-56) .
Balibar' ın üretim biçimi kavramından geriye kalan tek şey, ekonomik
biçimler ve onların varoluş koşullarıdır. Hindess ve Hirst' e göre bunun
dışındaki her şey, " rasyonalist" nedensellik kuruntusuna girer:

Üretim ilişkileri ve güçlerinin eklemlenmesi, toplumsal ilişkilerle


onların varoluş koşullarının gerçekleştiği biçimler arasındaki ilişki
açısından ya da bir söylem nesnesinin karakterinin, "ilişkilerin" ya
da " güçlerin" diğerinden çıkarsanabildiği bir tür gereklilik
çerçevesinde anlaşılmalıdır. Birinci alternatif, "üretim biçimlerini"
ayrı bir çözümlemeyi gerektiren kategoriler olarak ele almamıza
gerek olmadığı anlamına gelirken . . . İkincisi bizi doğrudan, rasyo­
nalize edilmiş kavramsallaşhrmaların bataklığına çıkarır (Hindess
ve Hirst 1977, 55) .
Hindess ve Hirst'in toplumsal oluşuma yönelik " yeni" anlayışı, toplum­
sal bütün kavramlarından biri olan ekonominin bakış açısından ele alın­
masından başka bir şey değildir. Bu, toplumsal bütünün ve ekonomik
olmayan pratiklerini hiçe sayan nominalist bir harekettir. Hindess ve Hirst
gerçekte ekonomik ilişkilere öncelik vermektedir. Fakat böyle bir önceliğin
altını çizmek ya da bunun diğer pratiklere yayılmaması için hiçbir sebep
yoktur. Hindess ve Hirst, söylemin dışında kalan (Althusser'in materyalist

1 15
tezi de dahil) bütün nesnel gerçeklikleri ve söylemin içindeki tüm belirle­
nim kavramlarını (ayrımsal fakat birbiriyle ilişkili çözümleme düzeylerini)
tasfiye ederek ekonominin söylemsel önceliğini savunmak için hiç bir argü­
man üretemez; bunu yapmaya yönelik her türlü girişim, yapısal nedensel­
liğin karmaşıklığını yeniden gündeme getirir. Hindess ve Hirst, belli bir
" söylemsel" geçerliliği kabul eder: ekonomik ilişkilerin tanımlanması
"ekonomik üretimin dışında kalan diğer toplumsal ilişkilerin ve toplumsal
pratiklerin etkilerine açık ya da üstü örtülü olarak atıfta bulunmayı gerek­
tirir" (Hindess ve Hirst 1977, 25), ve bu ilişkilerin varoluş koşulları " politik,
yasal ve kültürel" biçimler tarafından yerine getirilen "birtakım soyut ve
kültürel biçimleri ortaya çıkarır (Cuter, Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 127).
Buna karşın, olayların eklemlenmesine yönelik her türlü anlayışı reddettik­
leri düşünüldüğünde, bu niteliğin ne gibi bir fark yarattığını arılamak
güçtür.

Balibar' ın üretim güçlerine yönelik özcü anlayışını nominalist bir bakış


açısıyla tersine çevirmeleri, Hindess ve Hirst' i düzensiz gelişmeyi en az
Balibar kadar koşulsuz fakat, ondan çok daha geriye yönelik bir şekilde tas­
fiye etmeye zorlar. Balibar'ın rasyonalizmi, tutarlı ve kesin bilgiye ulaşmak
için karşıtlıkları tasfiye etmeyi (rasyonalizmin izleri geçmişe dayanan,
Tanrı'run mantığına katılarak Tanrı olma arzusu) amaçlıyorsa, Hindess ve
Hirst bilgiyi topyekün reddeder. Sınırsız zekaya karşıt olarak sınırlı zekanın
ilenci- kavramlar ve şeyler arasındaki fark, söylem içerisindeki indirgene­
mez yerinden oynamalar ve çıkmaz sokaklar vs- Hindess ve Hirst tarafın­
dan kuramı, politik iradenin bilişsel epifonemine indirgemek için bir
gerekçe olarak kullanılmaktadır: İnsan bilgi vasıtasıyla Tanrı olamıyorsa,
bilgiyi pratiğe tabi kılarak biraz olsun Tanrılaşabilir. Hindess ve Hirst, bilim­
sel kanıtın ekonomik ilişkiler üzerindeki önceliğinin yerine, politikanın
pragmatik kanıtlarını getirmektedir. " Politika tarafından yaratılan sorun­
lar . . . Marksist söylemde kuramsallaştırma ve sorunsallaştırma nesnelerini
oluşturmaktadır . . . Ekonomik sınıf ilişkilerinin sosyalist dönüşümünün
politik nesneleri, kuramsallaştırmanın birincil nesneleri olarak üretim ilişki­
leri ve bu ilişkilerin poliik ve kültürel varoluş koşullarına yönelik sorunlara
neden olur" (Cutler, Hindess, Hirst ve Hussain 1977, 230) . Bir kez daha
Hindess ve Hirst'in Althusser sonrası post-Marksizm düşüncesinin özünü
oluşturan kavramın nominalizmi ile iradenin istenççiliğinin eşit kılınmasına
şahit olmaktayız. Sonuç olarak sahte " özcülük ya da nominalizmin" altında,

1 16
Hindess ve Hirst' in önce üretim güçleri kavramını, sonra üretim biçimi
kavramının kendisinin Marksist kuramdan tasfiye etmesini sağlayan sınıf
istenççiliği yatmaktadır. Bu kavramlar, (Hindess ve Hirst' in görüşüne göre)
kuramsal olarak lüzumsuz olduklarından değil, varlıkları kuram içerisinde
olmasa da politik pratik üzerinde bir sınırlama oluşturduğu, politik iradenin
(nesnel olarak reel) varoluş koşullan üzerindeki gücünü kısıtladığı için tas­
fiye edilmelidir.

Hindess ve Hirst, olabilecek en uzlaşmaz politik istenççilikle en soyut


kuramsalcılığı birleştirir. (onların deyimiyle) politik " hesap" artık tarihsel
bilginin ya da açık bir şekilde formüle edilmiş politik menfaatler dışında
hiçbir bilginin fonksiyonu değildir. Politik öznenin alanını oluşturan tarih­
sel açıdan belirleyici toplumsal oluşum ve maddi belirlenim ilişkileri,
gelişigüzel olarak gelişen bir sürec olarak politik sınıf mücadelesi kavramı
tarafından geçersiz kılınır: Sınıf çıkarı ve deneyiminin ' sosyalist' olma rolü
verdiği, kendiliğinden (per se) ' sosyalist' konular ve mücadele alanları yok­
tur. Sosyalizm politik bir ideolojidir. Sosyalist politikaların destek temelini,
onu oluşturabilecek konu ve mücadeleler belirler" (Cutler, Hindess, Hirs ve
Hussain 1978, 258-59) . Politik hesap mevcut duruma ve gerçekleştirilecek
olan geleceğe yönelik anlayışları yarahr; politik eylem mevcut durumu yok
eder ve geleceği var eder. Hindess ve Hirst, politikayı bilginin ipotekten kur­
tardığı güç istencine ve toplumsal kuramı realitenin ipotekten kurtardığı
kavramların nominalizmine indirgeyerek, sadece Althusser'in değil, aynı
zamanda Marksizmin " ötesine" geçmiştir. Yapısal nedensellik ve üretim
biçimi anlayışına ne zorlayıcı bir eleştiri, ne de ilgi çekici bir alternatif getire­
bilen post-Marksizm akınhları, post-modernizm adını verdiğimiz daha
geniş bir nehre dökülür.

Balibar ve Wolpe: Bir Dönüşüm Kavramı Olarak Eklemlenme


Balibar, imalata day anan üretim biçiminde emek sürecini ele aldığı tarhş­
malarında, " eklemlenme" ya da üretim güçleri (emek sürecini oluşturan
"reel temellük" ilişkisi) ile üretim ilişkileri (üretim araçlarına ve toplumsal
ürünün dağılımına erişimi belirleyen mülkiyet ilişkisi) arasındaki ilişkiye
dair, hatalı olmakla birlikte anlamlı fikirler öne sürer. Balibar, kapitalizmin
gelişmesinin (ve feodalizmin çökmesinin) iki süreçten oluştuğunu belirtir:
birincisi, Balibar' ın emeğin " formal olarak sermayenin kapsamına girmesi"
adını verdiği toplumsal oluşumda feodal ilişkilerin hakimiyet alanını kapi-

1 17
talist üretim ilişkilerine bırakması, ikincisi Balibar'ın " emeğin reel olarak
sermayenin kapsamına girmesi" olarak tanımladığı, emek sürecinin (üretim
araçlarının tek bir çalışan için uyarlanması anlamında insanın emek gücü ile
üretim araçlarında bir birliğin bulunduğu) küçük zanaate dayanan üretimin
"birliğinden" (birliğin üretim araçları ile üretim nesnesinin arasında olduğu
ve insanın emek gücünün makinelere uyarlandığı) makinelere dayanan üre­
timin "birliğine" dönüşümü. Balibar'a göre, bağımsız bir üretim biçimi olan
"imalat," feodal döneme ait küçük zanaat ile makinelere dayanan, gittikçe
artan iş bölümü ve emeğin vasıfsızlaşhrıldığı kapitalist üretim biçimi arasın­
da bir geçiş aşaması oluşturur. Balibar, kapitalist mül-kiyet ilişkilerinin
emek süreci üzerindeki hakimiyetinin bu dönüşümün dışa vurumu
olduğunu ve emek sadece üretim araçlarının mülkiyetinden değil, aynı ıza­
manda emek süreçleri üzerindeki etkin kontrolünden de ayrılana kadar
böyle bir gelişmenin mümkün olmadığım düşünür. Köylü topluluğunun
toprak üzerindeki ve zanaatkar topluluğun meslekleri üzerindeki devredile­
mez haklarının yerine özel mülkiyet hakkı geçmiştir. Bu noktada emek
sürecinin kontrolü, çağdaş öfemizmden yararlanabilmek için emek
sürecinin kapitalist birikimin menfaatine amansızca yeniden yapılandıran
ekonomik sahiplere geçer.
Balibar' ın bu çözümlemesi, emeğin, üretim araçlarının ve mülkiyetin üre­
tim güçleri ve üretim ilişkilerine "iki taraflı eklemlenmesi" kavramını
başarılı bir şekilde açıklar. Birincisi, gücü emek sürecine sokar ve böylece
emek sürecinin tarafsız olduğu ya da üretkenliğin gelişmesinin sınıf müca­
delesinden bağımsız olduğu görüşüne dayanan " teknikizm" düşüncesini
geçersiz kılar. Balibar, eğer mülkiyet ilişkileri sömürüye dayanıyorsa, emek
sürecinin basit bir şekilde teknik işbirliğinden ibaret olamayacağında ısrar
eder. İ kincisi, Balibar yapısal ilişkileri, yani sadece insanlarla değil,
toplumun insan aktörleri üzerinde etkide bulunan toplumsal güçleri ele
aldığı için, bireyleri sınıflandırmak gibi asılsız bir sorundan kaçınır: Bir kap­
italist, aristokrat ünvanına sahip olabilir mi? Derebeylik haklarına sahip
olan biri burjuvazinin bir üyesi olabilir mi? Bu gibi sorular gerçeklerin
üstünü örtme amacını taşır; sınıf mücadelesi ve tarihsel dönüşümün, yani
üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin doğasını açıklamak için gereken kesin
unsurları gizleme eğilimindedir.
Buna karşın, Balibar' ın argümanında çok açık bir zayıf nokta vardır. Daha
önce ifade edildiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin hiçlikten (ex nihilo)

1 18
doğduğu ve herhang bir kapitalist üretim gücünün desteği olmadan feodal
üretim ilişkilerine " hakim olup" feodal emek süreçlerini " kendi kapsamına
aldığı" düşüncesini anıştırır. Balibar'ın üzerinde ısrarla durduğu ikili
ilişkinin bütün üretim biçimlerini tanımladığı düşünülürse, kapitalist üre­
tim ilişkilerinin kendisine karşılık gelen kapitalist üretim güçleri olmaksızın
ortaya çıkması nasıl mümkün olabilir? Elbette bunun cevabı, böyle bir şeyin
olamayacağı ve olmadığıdır. Balibar, feodalizmin çöküşünü ve kapitalizmin
gelişimini, hem kapitalist hem de feodal üretim biçimlerinin birarada varol­
masını ve aralarındaki karşılıklı ilişkiyi etkin faktörler kategorisinden
çıkararak ele almıştır. Balibar, durumun güçlüğünden habersiz değildir;
uzun yazısının sonunda bu alternatif çözümü " son derece şematik öneriler"
halinde dile getirir. En sonunda, bir toplumsal oluşum içerisindeki karşılık­
lılık ve karşılıklı olmama ilişkilerine dair yeterli bir kavrayışın ancak " iki
üretim biçiminin yapısına iki yönlü bir atıf vasıtasıyla mümkün olduğunu"
kabul eder (Althusser ve Balibar 1970, 307) . Geçiş dönemlerini (imalat döne­
mi gibi) " birkaç farklı üretim biçiminin birarada varolmasıdır;" dolayısıyla
bunlar " asla tek bir üretim biçimi değildir . . . Bu nedenle geçiş dönemlerinde
iki bağlantı ve olay arasındaki yerinden oynama sadece iki (ya da daha
fazla) üretim biçiminin aynı anda birarada varolmasını ve içlerinden birinin
diğeri üzerindeki hakimiyetini yansıtır" (Althusser ve Balibar 1970, 307) .
Bu nedenle Balibar, tarihsel dönüşümü düzensiz gelişim ve iki (ya da
daha fazla) üretim biçimi arasındaki değişen hakimiyet ve bağlılık ilişkileri
açısından düşünebilmemiz için yeni ve güçlü bir yöntem öne sürer. Ü retim
biçimlerinin birbirine eklemlenmesi ile ilgili anlayışını özcü-rasyonalist bir
çerçevede sunması, onun başarısını azaltmaz. Buna karşın eklemlenme
kavramının açıklayıcı potansiyelini açığa çıkarabilmek için, onun özcü ve
rasyonalist çağrışımlarını, özellikle Bali bar' ın böyle bir eklemlenmenin
yapısının " birkaç sistemi ve onların arasındaki ilişkileri küreselleştiren bir
eşsüremlilikten ibaret olduğu" düşüncesini tasfiye etmek gerekir (Althusser
ve Balibar 1970, 307) . Balibar'ın imalata dayanan bir üretim biçimi olarak
ifade ettiği şey, bir toplumsal oluşum içerisindeki, feodalizm ve kapitaliz­
min eklemlenmesinin karakterize ettiği kapitalist bir üretim biçimi olarak
yeniden tanımlanmalıdır. Feodalizmden kapitalizme geçiş, bütün değil, ikili
bir süreç, kapitalizmin yanısıra feodalizmin de çözülmesi olarak kavramsal­
laştırılmalıd ır. Dönüşümü iki üretim biçiminin birbirine eklemlenmesi
açısından değerlendirmek, feodalizme dair, içinde kapitalizmin gelişimini

1 19
taşıyan özcü anlayışın tasfiye edilmesini sağlar. Aynı zamanda eklemlenme
kavramı- düzensiz gelişme ve feodalizmin kendisinin karşıtlıkları çerçe­
vesinde- kapitalizmin ve onun varoluş koşullarının bağlı olduğu sistemden
çıkıp hakim bir yapıya dönüşmesi olasılığını mümkün hale getirir.
Diğer yandan, eklemlenme kapitalizme dair, feodalizmi onun gerekli bir
önkoşulu saymayan ya da feodalizm içerisinde feodal-kapitalist bir eklem­
lenmenin önce hakim, sonra ikincil bir konuma sahip olabileceği ihtimalini
olanaksız görmeyen bir anlayış sunar.
Birden fazla üretim biçiminin eklemlenmesi, ne her bir üretim biçiminin
tikel etkinliklerini ve onların ekonomik bir sistem olarak ilişkilerini, toplum­
sal oluşumun ekonomik durumunu ortadan kaldırır. Eklemlenmeden söz
etmek, düzensiz gelişmeden, karşıtlığın yeniden üretim üzerindeki önce­
liğinden ve bir üretim biçiminin çözülüp, bir başkasının gelişmesinden söz
etmektir. Fakat bu değerlendirme bir sürecin, gizemli bir töz dönüşümü
yoluyla bir başkasının iç manhğı haline geldiği anlamına gelmez. Çünkü
(üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin Balibar' ın ifadesiyle bir " karşılıklılık"
durumunda olduğu ve üretim güçlerinin üretim ilişkilerine bağımlılığının
mevcut üretim ilişkilerine katkıda bulunduğu) gelişme aşamaları ile
(üretkenlik, teknoloji ya da üretimin örgütlenmesinde meydana gelen deği­
şikliklerin mevcut üretim ilişkilerinin yeniden üretimini gittikçe daha fazla
güç hale getirdiği- Balibar'ın "karşılıklı olmama durumu ifadesini kullan­
dığı) çözülme aşamaları arasında üretim biçimlerini birbirinden ayırabiliriz.
Yeniden üretilen tam olarak düzensiz gelişmelerinin karşıtlıkları olduğun­
dan, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ne basit bir tekrar,
ne de doğrusal bir sürekliliktir. Daha çok bir yandan karşıtlıkların biriktiril­
mesi ve yaratılması, diğer yandan düzensiz gelişmenin süregelen sonuçları­
na gittikçe artan bir güçlükle uyum sağlama sürecidir.
Sonuç olarak, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki karşılıklı
olmama durumu o kadar artabilir ki, aralarındaki yapısal ilişkiler çoğu
zaman şiddet yoluyla çözülür (Althusser buna " devrimci kopma" adını
verir) ve mülkiyet ve emek ilişkileri dönüştürülür, yani yeni bir üretim biçi­
mi temelinde yeniden örgütlenir. Bu açık uçlu fakat sınırsız olmayan süreç,
bir üretim biçiminin iç manhğı olarak adlandırabileceğimiz şeyi oluşturur.
Elbette eklemlenme, aksi durumda diğerlerinden ayrılacak üretim biçim­
lerinin aynı anda varolmasından daha fazlasını ifade eder. Aynı zamanda

1 20
onların aralarındaki yapısal ilişkileri ve birinin diğeri üzerindeki baskın­
lığını ifade eder. Baskın üretim biçimi kendisine bağlı olan üretim biçimini
yapılarının sınırları dahilinde kendi gelişiminin ve yeniden üretiminin ge­
rekliliklerine uyum sağlamaya zorladığı ölçüde baskındır. Kuşkusuz baskın­
lık ve bağlılığın etkileri her iki üretim biçiminde de hissedilir. Dolayısıyla
eklemlenme, birbirine eklemlenen üretim biçimlerinin dış mantığını oluştu­
rur. Eklemlenme, her bir üretim biçiminin varoluş koşullarını değiştirir ve
böylelikle onların gelişmelerini ve çözülmelerini etkiler.

İngiliz bir antropolog olan ve Güney Afrika üzerine tarih çalışmaları


yapan Harold Wolpe, eklemlenme ve baskınlık kavramlarını, üretim biçim­
lerine yönelik " sınırlı" ve " genişletilmiş" kavramları arasında yaptığı aynın
vasıtasıyla açıklığa kavuşturur (Wolpe 1 980) . Wolpe' a göre, kısıtlılık
kavramı, tikel ekonomik girişimler ve üretim birimleri içindeki üretim
araçları ve sermaye arasındaki olası ilişkilerin özgülleştirilmesi ile ilgilidir.
Böyle bir kavrasallaştırma, üretim biçiminin " hareket yasaları," yani
ekonomik girişimler ve üretim güçleri ve ilişkilerinin yeniden üretilmesini
sağlayan süreçler arasında ne tür bir ilişki olduğu hakkında hiçbir şey söyle­
memesi anlamında " sınırlıdır." Hareket yasaları ya da üretici mekanizmalar
kavramı, sınırlı üretim güçleri ve ilişkileri kavramına dahil edildiğinde,
"genişletilmiş" üretim biçimi kavramını ortaya çıkarır. Wolpe, iki üretim
biçiminin birbirine eklemlenmesini " kapsamlı olarak" (üretim güçleri ve
ilişkilerinin yanında onların yeniden üretimi için gerekli olan yapılar)
tanımlanan ve " sınırlı olarak" tanımlanan, kendisine bağlı bir üretim biçimi
ile eklemlenen baskın bir yapı açısından açıklar. Dolayısıyla, Wolpe' a göre
bir toplumsal oluşumun birliği, baskın üretim biçiminin hareket yasaları ya
da yeniden üretim mekanizmaları tarafından oluşturulur. İkincil bir üretim
biçimine göre örgütlenen ekonomik girişimler, yeniden üretilmeleri için
baskın üretim biçimine bağlıdır. Bu nedenle baskın üretim biçimi kendisine
bağlı olan üretim biçimi için son derece gerekli hale gelir ve bu bağlılık iliş­
kisi baskınığın özünü oluşturur.

Wolpe, bir üretim biçiminin "hareket yasal arına " mekanik bir üslupla
ahfta bulunmasına rağmen, Balibar' ın eklemlenme kavramını önemli
ölçüde genişletmiş ve zenginleştirmiştir. Wolpe'un kavramları ile yapısal
nedensellik arasındaki uyumluluğu kavrayabilmek için tek gereken, hareket
yasaları ve üretici mekanizmalar kavramlarının, karmaşık bütünün olaylara
verdiği yer ve işlevi ifade ettiğini; Wolpe'un kısıtlı ve kapsamlı üretim

121
biçimleri arasında yaptığı ayrımın sırası ile baskın yapının ekonomik işlevi
ve mevcut ilişkileri ile ekonomik işlevin politik ve ideolojik olaylar
içerisinde açığa çıkmasını sağlayan bağlılık olduğunu ve son olarak, bir
eklemlenme içerisinde · bir üretim biçiminin bir başkası üzerindeki baskın­
lığının, onun politik ve ideolojik işlev olarak açığa çıktığını anlamaktır.
Wolpe'un kavramsal çerçevesi, feodalizmden kapitalizme geçiş sorunu
açısından eklemlenme kavramının açıklayıcı potansiyeline önemli ölçüde
katkıda bulunur (ileride göreceğimiz gibi, emperyalizm sorununun açıklığa
kavuşturulmasına da yardımcı olur) . Feodal üretim biçiminin hareket
yasalarının baskın durumda olduğu, fakat kapitalist üretim biçiminin
hareket yasalarının belli bir ekonomik girişimin feodal özelliklerini ortadan
kaldırmadan feodal hareket yasalarının yerini alabileceği bir toplumsal yapı
içerisinde kapitalizmin gelişiminin kavramsallaştırılmasını mümkün hale
getirir. Wolpe'a göre, girişim düzeyinde baskın olmayan üretim biçiminin
üretim güçleri ve ilişkilerinin yeniden üretimi ile aynı üretim biçiminin
hareket yasalarının kendiliğinden yeniden üretimi arasında bir ilişki olması
gerekmez ve baskın üretim biçiminin hareket yasaları baskın olmayan üre­
tim biçiminin üretim güç ve ilişkilerine engel olmaz. Buna karşın, baskın
üretim biçiminin hareket yasaları, toplumsal oluşumun tüm girişimleri
üzerinde, onların örgütlenme biçimlerine bakılmaksızın, etkide bul unmayı
sürdürür. Bu etki, girişimin doğasına göre değişiklik gösterir: kapitalist giri­
şimler, baskın bir kapitalist üretim biçiminin hareket yasaları altında, orta­
lama kar oranının oluşum süreçleri ve bunun kapitalist hesabı tarafından
koşullanır; çünkü feodal üretim güç ve ilişkilerine göre örgütlenen girişim­
lere karşın, kapitalizmin hareket yasaları koşulların çoğu üzerinde etki etse
de, feodal üretim güçleri ve ilişkileri ile bu unsurlara dayanan ekonomik
hesaplama biçimleri üzerinde etkide bulunması gerekmez.

2. Soya Dayanan Üretim Biçimi Kavramı


Altmışlı yılların başlarında, büyük ölçüde Claude Meillassoux ve
Maurice Godelier' in çabalarının bir sonucu olarak, Fransa' da Marksist
ekoloji kendisini tarihin "beş aşaması" kavramına dayanan Stalinist dog­
madan kurtarıp, Yapısalcılık, İngiliz işlevselciliği ve kültürel ve ekonomik
antropolojiye yönelik diğer yaklaşımlara güçlü alternatifler getirmeye
başladı. Meillassoux'nun iki çalışması, mevcut tartışmamız açısından özel­
likle dikkate değerdir: Akrabalık ilişkilerini ve yaşlı üyelerin sahip olduğu

1 22
gücü üretim ve yeniden üretim ilişkileri açısından yorumlayan 1960 yılında
yazılmış, ( İngilizce tercümesi, 1978) " Kendi Kaynaklarıyla Yetinen Tarım
Toplumlarında Ekonomi: Başlangıç Niteliğinde bir Çözümleme" adlı bir
makale ve Fildişi Sahillerinde yaşayan Guro toplumu ile ilgili ayrıntılı bir
inceleme olan, soya dayanan, kendi kaynaklarıyla yetinen tarım toplum­
larında üretim ve toplumsal örgütlenme araçları ile bu araçların ticaret ve
daha sonra kolonicilik sistemi vasıtsıyla dönüştürülmesi ile ilgili kapsamlı
bir açıklama sunan Anthropologie economique des Gouro de Côte d 'Ivoire9 .
Althusser ve Godelier'in altmışlı yılların başındaki bağımsız fakat birbiriyle
örtüşen çalışmaları, Meillssoux' un betimsel ve empirik çalışmaları için
güçlü bir kuramsal yapı yaratmıştır. 1965 yılından itibaren, başta Em­
manuel Terray ve Pierre-Philippe olmak üzere, Althusser'den etkilenen çok
sayıda genç antropolog, kendi çalışma alanlan için bir düşünsel çerçere
yaratabilmek için Yapısal Marksizmin üretim biçimi anlayışını Meillssoux'
un çalışmasına uygulamaya başladı ve Meillassoux' un daha sonraki çalış­
maları onların kendi çabalarından büyük ölçüde etkilendi. Birarada değer­
lendirildiğinde, Meilllassoux, Terray ve Rey' in çabalarının, Yapısal Marksiz­
min kendi kaynakları ile yetinebilen toplumlar üzerine yapılan çalışmalar
üzerinde önemli katkılar sağlamasına yardımcı olduğu söylenebilir.
Burada Yapısal Marksist antolojiye yönelik kapsamlı bir tartışma söz
konusu olamaz. Bundan sonraki bölümlerde, üretim biçimi kavra mının,
akrabalık ilişkileri temelinde örgütlenen toplumsal oluşumlara uygulan­
ması için en uygun anahtar sorun ve kavramları ile alacağım. Sorunun orta­
ya koyulması için, Terray'in emek süreci ve üretim güçlerinin önceliğinin
alhnı çizen erken dönem çalışması ile başlayıp, daha sonra Rey'in sınıf
mücadelesi ve üretim güçlerinin önceliğini vurgulayan görüşlerini tartışa­
cak ve son olarak Meillassoux' nun, bana göre üretim güçleri ile üretim ilişk­
ileri arasında tam bir denge kurarken, aynı anda ilkel üretim biçimine yöne­
lik sınırlı bir anlayıştan kapsamlı bir anlayışa geçen daha sonraki çalış­
malarına döneceğim.

Terray: Emek Sürecinin önceliği


Emmanuel Terray, 1969 yılında yayınlanan ( İngilizce'ye tercümesi, 1972)
Marksizm ve İlkel Toplumlar eserinde, Meillassoux'nun açıkladığı, Guro
toplumundaki yapısal ilişkileri çözümlemeye girişir. Terray, Meillassoux'
nun eserinin önemini teslim etse de, akrabalık ya da soya dayanan topluluk-

1 23
ların ekonomik sistemine yönelik " genel açıklamanın" eksik ve fazla genel
olduğu fikrindedir. Meillssoux, " kendi kaynaklarıyla yetinen" toplumları
"toprağın işlenmesi, kendi olanaklarıyla geçinme, kısa süreli üretim teknik­
lerinin kullanımı ve temel güç kaynağı olarak insan enerjisi" açısından açık­
lar (Meillssoux, Terray, 1972, 97'de alıntılandı) . Terray'e göre bu kadar genel
bir anlayış, bazı yönleriyle yeterli olsa da, tarihsel özgüllüğü akrabalık iliş­
kilerine dayanan toplumları hem birbiriyle karşılaştırılabilir, hem de
anlaşılabilir hale getirebilecek olan " bir çeşitlilik ilkesi" ya da yapısal karak­
teristik sunmadığı için sorunludur. Terray, bu eksikliği giderebilmek için,
ilkel toplumsal oluşumların çoklu üretim biçimlerinin varlığını kabul etmek
ve bu üretim biçimlerinin eklemlenmeleri ve onları " gerçekleştiren" ya da
" temsil eden" toplumsal ilişkilerin, kavramsallaştırmak gerekir. İ lkel
toplumlarda baskın faktörün ya da faktörlerin keşfedilmesi, onların üretim
biçimi ya da biçimlerinin doğası ile ilgili varsayımların oluşturulabileceği
çeşitli "emek araçl arının" incelenmesine bağlıdır. Terray, "böylece somut
toplumsal oluşumları çözümlemek ve bu yapıların tek bir mantık çerçeve­
sinde gerçekleşmesini sağlayan üretim ilişkilerini yeniden oluşturmak müm­
kün hale gelir" sonucuna varır (Terray 1972, 104) .

Terray daha sonra, her bir etkinlikte yer alan çeşitli işlevsel-teknik ilişki­
leri ya da " işbirliği biçimlerini" belirleyebilmek için avlanma, toprağın işlen­
mesi, hayvancılık ve zanaat gibi ekonomik etkinliklerin ayrıntılı bir
dökümünü çıkarır. Bu etkinlikler, (ağ gibi toplu bir çalışma aracının kul­
lanımının tanımladığı " karmaşık işbirliği" ve (aynı ya da benzer çalışmaları
gerçekleştiren, " üretim topluluklarının" da dahil olduğu, bireylerden oluşan
takımların tanımladığı) " basit işbirliği") olmak üzere iki genel işbirliği biçi­
mi kategorisine ayrılır. Ayrıca ok ile avlanma gibi tek başına gerçekleştirilen
etkinlikler de vardır. Terray, bu emek süreçlerinden iki üretim biçimi çıkar:
"kabile-köy sistemi ve " soya dayanan sistem." Birincisi toplu avlanmalarda­
ki karmaşık işbirliği ilişkilerini " gerçekleştirir ve gönüllü işbirliği, üretim
araçlarının tüm topluluk üyeleri tarafından kullanılabilirliği, eşitlikli iktidar
yapısı (dönüşümlü av liderliği), avdan sonra elde edilen ürünün eşit
dağıtımı ve üretici olmayanların (çocuklar ve yaşlıların) üreticilere bağlı
olması ile karakterize edilir. Öncelikli olarak tarımda kapsamlı işbirliği yo­
luyla " gerçekleşen" soya dayalı sistem, üretim araçları ve toplumsal ürünün
dağıtımının soyun yaşlılarının kontrolünde olması ile karakterize edilir.

1 24
Terray, iki üretim biçiminin eklemlenmesi üzerinde ısrarla dursa da, ikisi
arasında bir baskınlık ve bağlılık ilişkisi kurmaz; daha çok " karşılıklı­
baskınlığa" dayanan karşılıklı bir ilişkiden söz eder. Terray, özeleştiride
bulunduğu daha sonraki bir çalışmasında, kabilköy sisteminin, soya daya­
nan baskın sisteme bağlı olarak bir üretim biçimi olarak daha iyi anlaşıla­
bileceğini kabul eder. Soyun ayine başkanlık eden yaşlı üyeleri, " avı diğer
etkinlik alanlarından ayırıp" onun etkilerini nötr hale getirerek avı, av ağını
kutsal bir nesne, soyun devamlılığının bir sembolü haline getirecek kadar
· kendi denetimleri altına alabilir" (Terray 1979, 32) .ıo. Rey, dolayısıyle
kabile-köy sisteminin marjinal olduğunu ve soy ilişkilerine dayanan üretim
biçiminin yeniden üretiminin, av ve savaş etkinliklerinde kabile-köy siste­
minin sınırlı al anını belirlediğini kabul eder. Meillssaoux gibi Terray de,
Guro toplumunun arkabalık sisteminin, üretim tarafından ekonomik olarak
belirlendiğini, akrabalık sisteminin üretimin gerekliliklerine uyum sağla­
dığını düşünür. Buna karşın Terray, akrabalık ilişkilerinin üretim biçim­
lerinden bağımsız olduğu düşüncesinden kaçınmak istediği kadar, doğru­
dan ekonomiden kaynaklandığı yargısından da uzaklaşmaya çalışmaktadır:
Akrabalık ilişkilerinin sınıf ilişkileri olduğunu söylemiyorum . . .
Her ikisinin de üretim biçiminin ekonomik, hukuki-politik ve ide­
olojik aşamalarının karşılıklı etkileşimlerinin karmaşık sonucu
olduğunu söylüyorum. Böyle bir çözümleme şu unsurları bir­
birinden ayırmalıdır:
- Aşağıdaki tüm unsurların "gerçekleştiği" ekonomik düzey: emek
gücünün üretim birimlerine tekabül eden akrabalık gruplarına
bölünmesi; üretim araçlarının bu birimler arasında bölünmesi;
tüketim birimlerinin örgütlenmesi; yönetim yapıları ve üretimin
denetimi.
- Aşağıdaki unsurların "gerçekleştiği" hukuki-politik düzey: birey­
lerin kişisel statülerinin belirlenmesi; mülkiyet ve mirası
düzenleyen yönetmelikler; genel olarak toplumsal hayatın sorun­
suz bir şekilde işlemesini sağlayan otorite ilişkileri ve onların bu
örgütlenmelerin oluşumu üzerindeki etkileri
- Sistemin işlemesi için ideolojik koşulların " gerçekleştirildiği" ide­
olojik düzey (Terray 1972, 144-45)

125
Terray burada ekonomizm ve politisizmden kaçınmak için üst belirlenim
kavramının kaba çoğulcu yorumundan yararlanır: "somut akrabalık ilişki­
leri, belli bir alt katman [Meillssoux'nun " kalıhmsal temeli"] üzerinde
işleyen üç katmanlı [ekonomik, hukuki-politik, ideolojik] bir nedenselliğin
ürünü, üretim biçiminin üç aşamasının eylemlerinin birleşik etkisi olarak
görülmelidir" (Terray 1972, 143) . Terray, mevcut belirlenimin, karmaşık
bütünün daha önce varolan belirlenimlerinin matris etkisinden sonra
geldiğini düşünmekle haklı olsa da, açıklaması, geçmiş ya da şimdiki
zamandaki belirleyici etkinlikler arasında bir hiyerarşi olduğunu kabul
etmemesi nedeniyle yetersizdir. Terray ayrıca, Godelier'in ekonomik mül­
kiyet ile onu uygulayan kurumun görünüşte ekonomik olmayan karak­
terinin işlevi arasında bir ayrım oluşturduğundan habersiz görünerek, onun
akrabalık ilişkilerinin bir üretim ilişkisi görevi görebileceği iddiasını redde­
der. Gördüğümüz gibi Godelier'in düşünsel çerçevesi, üst belirlenim
bağlamında bir belirlenimler hiyerarşisi formüle etmemize olanak sağlar.
Bunun tam tersine, Terray' in üst belirlenim kavra mını kullanma biçimi, her
şeyin diğer herşey üzerinde bir etkisi olduğu yönündeki basmakalıp
düşüncenin ötesine geçemez. Terray'in metodolojisi, somut emek süreç­
lerinin özgüllüğünün üzerinde ısrarla durması ve Marksist kavramları soy
ilişkilerine dayanan tarım toplumlarına başarıyla uygulaması yönüyle tak­
tiri hak etse de, üretim biçimlerinin birbirine eklemlenmesine yönelik tatmin
edici bir açıklama getirebilmek için üretim güçleri ile üretim ilişkilerini bir­
birinden ayırdığı suçlamasından kurtulamaz.
Terray, üretim araçlarının ve toplumsal ürünün denetiminin topluluğun
yaşlı üyelerine ait olmasının sömürüye değil, işbirliğine dayandığını
düşünür. Yaşlı üyelerin, üretim ve toplumsal ürünün dağıh mını koordine
etme yönetim görevinin ötesinde neredeyse hiç güce sahip olmadığı üretim
ya da mülkiyet ilişkileri eşitlikçi olarak yorumlanır. Terray' e göre iktidar,
üretici topluluğun temsilcisi olarak yaşlı üyelere devredilir. Benzer şekilde
Terray, yaşlı üyelerin seçkin malların-gelişim çağındaki kadınlar için bir
değişim değerine sahip olan alhn, peştemallar, fildişi ve silahlar gibi mallar­
üzerinde kontrol yetkisine sahip olması, sömürü amacı taşıyan bir güçten
çok, işlevsel-işbirliğine dayalı bir sorumluluk olarak görülmelidir. Son
olarak Terray, yaşlı üyelerin kadınların dağıhmı üzerinde kontrol hakkına
sahip olmasını, onların üretim üzerindeki denetimlerine işlevsel olarak bağlı
bir durum olarak değerlendirir: yaşlı üyeler üretimi kontrol ettiği için, bu

1 26
manhksal olarak yeniden üretim üzerinde bir kontrole sahip olacakları
sonucunu doğurur. Bu fikirler Terray' i, yaşlı üyelerin gerçek bir iktidara
sahip olduğunu savunan ve bu iktidarı üretimden çok yeniden üretim
üzerinde belirleyici bir konuma yerleştiren Meillssoux'un düşüncelerinden
büyük ölçüde uzaklaşhrır Meillassoux'ya göre, düşük üretkenlik seviyesi ve
kendi kaynaklarıyla yetinen tarım toplumlarında insan enerjisinin önemi,
insanların ve üretimin fiziksel yeniden üretiminin tüm üretim sürecinin
eksenleri olduğu anlamına gelir. Meillassoux, ekonominin yaşlı üyelerin
kontrolünde olmasının nesnel olarak reel bir durum olduğunu, fakat bunun
üretim araçlarından çok üreticinin kontrolü aracığıyla işlediğini, üreticilerin
kendisinden çok evlilik için uygun kadınlar üzerindeki kontrol vasıtasıyla
gerçekleştiğini ısrarla vurgular. Meillassoux yaşlı üyelerin kadınlar
üzerindeki kontrolünü sömürüye dayalı olarak etiketlemekten kaçınsa da,
bu gücü " kendi kaynaklarıyla" yetinen toplumların içinde önemli bir
karşıtlık olduğunu ve sınıf ilişkilerinin gelişmesinin kaynağı olabileceğini
düşünür. Terray ise yaşlı üyelerin sınırlı bir güce sahip olduğunu ve çocuk­
ların bir eşe sahip olarak soy sistemine girme anını geciktirebileceğini kabul
eder- fakat bunu tam olarak reddedemedikleri için ve çocuklar en sonunda
bağımsızlıklarına kavuştuğu için, yaşlıların kadınlar üzerindeki deneti­
minin son tahlilde işbirliğine dayandığında ısrar eder.

Rey: Sınıf Mücadelesinin önceliği


Pierre-Philippe Rey (1971; 1975) Marksizm ve " İ lkel" Toplumlar'ın
" teknikizmi" olarak adlandırdığı şeyi, yani Terray'in ilkel ekonomi içerisin­
deki ilişkilere yönelik yansıtmacı yorumuna ve hem ekonomik üretim hem
de kadınların dolaşımındaki yaşam döngüsü ilişkilerinin karşılıklı doğası
üzerindeki vurgusuna karşı çıkar. Rey' e göre, Terray' in metodolojisi, soya
dayalı toplumlarda gücün varlığının üstünü örter; Terray işbirliği ilişkileri­
ne teknik iş bölümü) sömürü ilişkileri (toplumsal iş bölümü) üzerinde önce­
lik tanıdığı için güç görünmez hale gelir. Terray' in kabile-köy ve soya
dayanan üretim biçimine yönelik geliştirdiği kavramlar, işbirliği ilişkileri
üzerindeki vurgusu nedeniyle, genel olarak dinamik olmaktan çok statiktir
ve ilkel toplumlardaki karşıtlıkları ve bu toplumların gelişimlerinin iç man­
tığını ayıntılarıyla açıklayamaz. Rey, Kongo Cumhuriyetinde gerçek­
leştirdiği kendi alan çalışması temelinde, soy ilişkilerine dayanan üretim
biçimlerinde üretim ilişkilerinin üretim güçlerinden öncelikli bir konumda

127
bulunduğunu ve yaşlılar ile çocuklar arasındaki ilişkinin karşılıklı olmaktan
çok, sömürüye dayalı olduğunu iddia eder.

Rey, Meillassoux'nun yaşlıların üretim araçlarını (Rey'in belirttiği


toplumsal oluşumda köleleri) kontrol ettiği görüşüne katılır, fakat
Meillassoux'nun aksine Rey, bu gücün sınıf iktidarını oluşturduğunda ısrar
eder. Rey' e göre yaşlı üyeler sadece üretici emek sunmaksızın artık üretim
üzerinde bir denetime sahip oldukları için değil, aynı zamanda bu artı
değeri, en azından büyük bir kısmı, gelecekte kendilerine mal edecekleri arh
değeri güvence altına almak için kullandıkları için bir egemen sınıf oluştu­
rur. Rey, bu durumun ancak sömürü olarak anlaşılabileceğini öne sürer:
"Sömürü, artı değerin üretime katkı sağlamayan bir grup (ya da topluluk)
tarafından kullanılması, üreticilerden gelen artı değerin zorbalık yoluyla
alınmasının koşullarını yarattığı zaman ortaya çıkar" (Dupre ve Rey 1980,
149) . Çok sayıda soyun değişim ağının ötesine geçen yaşlı üyeler, bir sınıf
olarak tüm çocukların eş sahibi olma zamanlarını belirleyerek, Rey'in
incelediği insanlar arasında, çocukları sürekli mevcut toplumsal kuralları
ihlal etmesi durumunda kölelikle tedit ederek onların kaderlerinin kont­
rolünü elinde tutar.

Terray (1979) Rey'in soya dayanan üretim biçimlerinin sınıf doğasına


yönelik görüşlerini kabul etmekle birlikte, kadın ve çocukların " kendileri
için" sınıflar değil, " kendi içlerinde" sınıflar oldukları görüşündedir. Terray,
kadın ve çocukların sömürülmesinin " doğallığının," " kendi kaynaklarıyla
yetinen" toplumlardaki düşük sömürü seviyesinin ve soy ilişkilerine
dayanan topluluklardaki "dikey" birliğin" sınıf konumlarının "yatay" bir­
liği üzerindeki gücünün biraraya gelerek kadın ya da çocukların bir sınıf
olarak hareket etmelerine engel olduğunu savunur. Bunun tersine
Meillassoux (1981), Rey' in erkeklerin kadınlar ve yaşlıların çocuklar
üzerinde bir kontrole sahip olduğu düşüncesini, bu güçlerin toplumsal
statünün ayrımlarına değil yaşam döngüsünün aşamalarına dayanması
sebebiyle reddeder. Meillassoux'ya göre, zamanla yaşlı kadınlar ve dullar
erkeklere özgü roller kazanırken, çocuklar toplum içinde yaşlıların rollerine
sahip olur. Meillassoux, yaşlı-çocuk ilişkisinin, bireylerden oluşan gruplar
arasındaki sömürü ilişkisinden çok bireyler arasındaki patron-müşteri ilişki­
si olarak daha iyi anlaşılabileceği düşüncesindedir. Rey'in sınıf sömürüsü
sorununun cevaplarının kişilerde değil, yapılarda bulunabileceğini, yaşa,
cinsiyete ve soy temelinde değil ekonomik sömürü üzerindeki kurumsal

128
varlık temelinde çözümlenebileceği görüşü, Meillassoux' e karşıtlık oluştu­
rur. Rey ayrıca söz konusu sömürü biçimlerinin yaşam döngüsünün ötesine
uzanan faktörlere dayandığının altını çizer: yaşlı statüsüne az sayıda erkek
sahip olacak ve hiçbir kadın sahip olamayacaktır; diğer yandan eş sahibi
olma zamanındaki gecikme, gelecekteki statünün geçici olarak değil, kalıcı
olarak kısıtlanmasını oluşturur. Sömürüyü özgül aracılar, cinsiyetler ve
yaşam döngüsü aşamaları açısından değil, onun yapısal varlığı açısından
tanımlaması, Rey için en iyi argümanı oluşturabilir. Eğer belli bir yaşa
gelmiş tüm kadın ve erkekler yaşlı statüsüne sahip olsaydı ve mevcut yaş­
lılar grubu çocukların gelecek statülerini kontrol ederek bu " ardıllığı" kon­
trol edemeseydi, Meillassoux' nun argümanı daha güçlü temellere dayanırdı
ve Rey' in sömürü tanımlaması geçerliliğini yitirirdi.

Rey ayrıca, üretim ilişkilerinin üretim güçleri üzerindeki önceliğini,


kendi ifadesiyle " sömürü ilişkilerinin" " işbirliği ilişkileri" üzerindeki
önceliğini savunur. Terray' in işbirliği ilişkilerinin hem baskın hem de taraf­
sız olduğu yönündeki ilk değerlenmesine karşı, " üretim ilişkilerinin
toplumsal üretim ilişkileri" olduğunda ısrar eder. Buna bağlı olarak, hem
doğrudan üreticilerle onları sömüren kişiler arasındaki, hem de doğrudan
üreticilerin kendileri arasındaki ilişkileri kapsar: bir yandan sömürü ilişki­
lerini, diğer yandan işbirliği ilişkilerini . . . Ü retim ilişkilerinde, sömürü ilişki­
leri işbirliği ilişkilerini belirler_ çünkü . . . Sınıf mücadeleleri sadece sömürülen
toplulukların sömürüye karşı verdiği mücadeleyi değil, aynı zamanda
sömürü ilişkilerinin hakimiyeti altına giren işbirliği ilişkilerine karşı
mücadeleyi içerir" (Rey 1979, 42) . Rey, " emek sürecini" " valorizasyon
sürecinden" ayırarak devam eder: " üretim süreci, emek süreci ile valorizas­
yon sürecinin birliği, başka bir ifadeyle, emek süreci ile artı değer yaratımı
arasındaki birliktir. Artı değer yaratımı ya da valorizasyon süreci, emek
sürecini belirler" (Rey 1979, 43) .
Rey, üretim ilişkilerinin üretim güçlerinden önce geldiğini iddia etmekte
haklı olsa da, bu görüşü savunması, Bali bar' ın üretim biçimi çözüm­
lemesinin bakış açısından kabul edilemez niteliktedir. Gördüğümüz gibi,
Balibar, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin bir birlik, aynı üç unsurdan
(işçiler, çalışmayan imtiyazlı kesimler ve üretim araçları) oluşan ve sınıf
mücadelesini (sınıf çıkarlarını ve güçlerini) tanımlayan ikili bir ilişki (mül­
kiyet ilişkisi ve emek süreci) olduğunu savunur. Rey ise üretim ilişkilerini
(işçileri ve mülk sahiplerini) üretim güçlerinden (işçiler ve diğer işçiler)

1 29
ayırır ve üretim ilişkilerini sınıf mücadelesi (sömürü ilişkileri), üretim güç­
lerini teknik örgütlenme (işbirliği ilişkileri) ile özdeşleştirir. Rey, sınıf
mücadelesini her iki gücün ve üretim ilişkilerinin oluşturduğunu kabul
etmeyi reddederek, ekonomizmin görüşlerine yanlış bir yöntemle karşı
çıkar ve Bali bar' ın üretim ilişkilerinin önceliğine yönelik çözümlemesini
dönüştürerek sınıf mücadelesinin önceliğinin savunulduğu istenççilik ceph­
esine kayar. Rey, üretim gücünü sahip olduğu önemden yoksun bırakır, sınıf
mücadelesini şeyleştirir ve sınıf mücadelesinin daima üretici güçlerden önce
geldiği ereksel bir istenççiliğe görülür. " Emek sürecinin kendisi . . . tüm işbir­
liği ilişkileri gibi uyum sağladığı üretim ilişkilerinin taşıyıcısı olduğundan,"
der Rey, " emek süreci üretim ilişkilerinden önce gelemez . . . Belli bir üretim
biçiminde emek süreci ve üretici güçler daima sömürü ilişkilerinden, yani
sınıf mücadelesinden daha yavaş evrim geçirir" (Rey 1979, 43-44) .
Rey' e göre sömürü ilişkilerinin işbirliği ilişkileri üzerindeki hakimiyeti
bütünüyle dışsaldır. Üretim ilişkileri emek süreci için hiçbir yapısal önem
taşımadığı için, sınıf mücadelesi özgürlük için verilen gönüllü bir mücadel­
eye indirgenir. Bunun tam tersine Balibar sömürüyü üretim güç ve ilişki­
lerinin birliğinin ve emek sürecinin ilişkilerin yeniden üretimine tabi kılın­
masının içsel etkisi olarak tanımlar. Bali bar' a göre, mülkiyet ilişkilerinin
haki-miyeti üretim güçlerinin yapısında saklıdır ve sınıf mücadelesi her iki
gücün düzensiz gelişmesi ile onların karşılıklılığı ve karşılıklı olmama duru­
mundan ayrılamaz. Rey' in yaptığı gibi, sınıf mücadelesinin üretici güçler­
den bağımsız olduğunu, ya da daha da kötüsü, ondan her zaman önce
geldiğini belirtmek, hiçbir şey ifade etmez. Devrimci sınıf mücadelesinin
amacı, mevcut işbirliği ilişkilerini sömürü ilişkilerinin zorbalığından kurtar­
mak değil, her ikisini de, yani üretim biçiminin kendisini dönüştürmektir.

Meillassoux: Soy İlişkilerine Dayalı Üretim Biçimlerine Yönelik


Kapsamlı bir Anlayışa Doğru
Terray ve Rey, soy ilişkilerine dayalı üretim biçimlerinde sömürünün
olup olmadığı le ilgili anlaşmazlıklarının yanı sıra, yaşlıların evlenme yaşı­
na gelmiş kadınlar üzerinde kontrol hakkına sahip olmamasının kaynağı
konusunda da farklı fikirdedir. Terray, en azından Marksizm ve " İlkel"
Toplumlar eserinde, yaşlıların evlenme yaşına gelmiş kadınlar üzerinde
denetim hakkına sahip olmasının, onların üretim ve dağıtımı düzenleme
rollerinden kaynaklandığını öne sürer: yaşlılar, ekonomi içerisindeki soy

130
ilişkilerinin temsilcileri oldukları için, kadınların eş olarak dağıtımından
sorumludur ve seçkin mallan tekelleştirmelerine izin verilir. Rey ise tam ter­
sine, yaşlıların kadınların dolaşımı üzerinde denetim gücüne sahip olmaları
nedeniyle doğrudan üreticileri kontrol edebildiğini ve onlardan seçkin mal­
lar biçiminde vergi alabildiğini düşünür. Terray, (böyle bir denetimin sö­
mürücü olduğu anlaşılmasa da) ekonomik denetimin politik denetimi belir­
lediği bir tür ekonomizmi savunuyor gibi gözükürken, Rey politik dene­
timin ekonomik denetim üzerindeki önceliğini savunan daha "politik" bir
düşünsel konumda yer alıyor gibidir. Fakat tüm karşıtlık, Terray ve Rey'in
paylaştığı, bir üretim biçiminin emek süreçleriyle sınırlı olduğu ve bu
nedenle yeniden üretimlerini sağlayan politik ve ideolojik ilişkileri dışladığı
yönündeki yanlış bir varsayımdan kaynaklanmaktadır Yeniden üretimin
yapılarını bir üretim biçiminden çıkarmak, sadece ekonomik belirlenim ve
sınıf mücadelesi ile ilgili kafa karışıklığına neden olur. Daha önce kuramsal
düzeyde savunmuş olduğumuz doğru yaklaşım, soya dayanan üretim
biçimine yönelik kapsamlı bir anlayış geliştirecektir.
Claude Meillassoux, 1975 yılında yazdığı Bakireler, Yemek ve Para
(İngilizce'ye tercümesi, 1981) kitabında böyle bir anlayışa çok yaklaşır.
Terray ve Rey'in, yaşlıların ekonomik-üretici güçleri ile politik-yeniden
üretici güçlerini, birinin diğeri üzerindeki önceliği üzerinde yanıltıcı bir
tartışma başlatabilmek için birbirinden ayırdığı noktada, Meillassoux tartış­
mayı bu ilişki ile ilgili daha verimli bir zemine taşır.
Engels gibi Meillassox da " tarihte son tahlilde belirleyici faktörün,
yaşamın en vazgeçilmez unsurlarının üretimi ve yeniden üretimi olduğu"
görüşündedir (Engels, Meillassoux, 1981' de alıntılanmış) . Meillassoux, bu
ifadeyi doğrudan kullanmasa da, (1) üretim güç ve ilişkilerinden, toprak ve
araçlar üzerindeki kollektif " mülkiyetlerinin" babadan oğula geçen soy
ilişkileri tarafından belirlendiği "kendi kaynaklarıyla geçinebilen" tarıma
dayalı "üretici birimlerden" oluşan bir emek sürecinden (2) her bir birimin
yaşlılarının denetimi altında örgütlenerek seçkin mallar ve evlenme çağın­
daki kadınların oluşturduğu bir değişim ağına dönüşen bir "yerel toplu­
luk," canlı yeniden üretim araçlarının, yani kadınların düzenli manipülas­
yonu için ve bu manipulasyon tarafından kurulan bir sistemden oluşan
"yerel" bir üretim biçimi anlayışı" geliştirir (Meillassoux 1981, xiii) .
Soy ilişkilerine dayanan, "kendi kaynaklarıyla yetinen" tarım toplum­
larındaki üretim güç ve ilişkilerine yönelik böyle sınırlı bir anlayış,

131
ekonomik gelişmenin verili tarihsel seviyesini tanımlar. Fakat tam olarak,
neredeyse sadece insanın gücüne dayanan düşük bir üretkenlik seviyesi
nedeniyle, her bir üretici birimde bulunan insan sayısı her zaman, kabile içi
evliliğe dayanan yeniden üretimi güvence altına almak için gereken asgari
sayıdan daha azdır. Dolayısıyla tikel üretim birimleri arasında evlilik yaşına
gelmiş kadınların değişimi ve kullanılabilirliği Meillassoux' a göre büyük bir
ekonomik önem taşır. Yerel üretim biçiminde emek süreci ile mülkiyet ilişki­
leri arasındaki ilişkiyi düşük üretkenlik düzeyi tarafından belirlenirken, bu
ilişkiye insanın emek gücünün yeniden üretiminin önemi hakimdir.
Meillassoux, düşük üretkenlik bağlamında, [üretim] birimlerinin kümelen­
mesi ve bu gruplar arasındaki ittifakların, yeniden üretimin zorunluluk­
larından çok üretim ve değişimin gerekliliklerine bağlı olduğu" çıkarımında
bulunur. "Eğer bir üretim biçimi varsa, yeniden üretim için örgütlenen üreti­
ci birimlerin bu gruplaşmasında vardır" (Meillassoux 1981, 14) .
Meillassoux' a göre her üretim biçimi, üretici güçleri ve üretim ilişkile­
rinden bağımsız düşünülmemesi gereken, kendi "nüfus yasalarına" sahip­
tir. Nüfus artışını, kadınların üretkenliğinin yanı sıra onlara getirilen kısıtla­
malar da yönetir. Meillassoux, iki " ilkel" üretim biçimini birbirinden aymr:
avcı-toplayıcı gruplar ve tarıma dayalı topluluklar. Avcı-toplayıcı gruplar
için toprak "emeğin" nesnesidir ve üretim etkinliği toprakta orada doğal
olarak bulunanı almaktan oluşur. Üretim ilişkileri ve toplumsal ürünün
dağıtımı az ya da çok kesintisizdir fakat sürekli ya da birleşik toplumsal
etkinliğe çok az gerek duyarlar. Toplum, gruplar arasındaki yetişkinlerin
serbest hareketleri etrafında oluşur, grup içerisindeki bireylerin konumlan
gönüllüdür, değişkendir ve feshedilebilir niteliktedir. Mei�assoux buna
"bağlılık ilişkileri" adını verir. Düşük yatırım seviyesi ve kısa süreli üretici
etkinik, toplumsal ilişkilerin genel üretim ve tüketim etkinliklerine katılım
açısından tanımlanma eğilimi gösterdiği anlamına gelir. Sonuç olarak, akra­
balık ilişkileri çok önemli değildir ve erkek kardeşler, kız kardeşler ve
babalar gibi kavramlar, bir soy ya da akrabalık ilişkisini değil, aynı yaştaki
erkekleri, evlilik yaşına gelmiş tüm kadınlan ve artık avlanamayan erkekleri
ifade eder. Çiftleşme sıkı kurallar çerçevesinde örgütlenmemiştir, fakat
"aynı soydan gelmek," evlilik ve çocukların sonucu olarak ortaya çıkan
"bağlılık ilişkileri" çok az önem taşır.
Bunun tam tersine, tarıma dayalı topluluklarda, toprak emeğin "öznesi"
değil, "nesnesidir." Emek, tarım döngüsü boyunca üreticileri birarada tutan

132
ve diğer şeyler dışında, hasat dönemine kadar üreticilerin geçinmesını
sağlayacak kadar yeterli arh değer gerektiren, birbirini takip eden işlerden
oluşan kesintisiz bir zincir halinde toprağa yahrılmalıdır. Avcı-toplayıcı grup­
ların tersine, tarıma dayalı topluluklar, bağlılıktan çok "aynı soydan gelme"
ilişkileri tarafından karakterize edilir. Meillassoux bu farkı, onların toprak­
tan yararlanma yöntemlerinin radikal ölçüde farklı olması ile açıklar. Tarım,
sürekli ve süresiz olarak yenilenmiş toplumsal bağları ve malların nesiller
arasında dolaş ımını teşvik ederken, tarımın yarathğı dayanışma topluluğun
yapısal yeniden üretimi ile ilişkili kaygılar doğurur. Meillassoux, yeni
yeniden üretici gereklilikleri yerine getirebilmek için gerekli iki olasılığı
karşılaşhrır: kadınların toplulukları ile birlikte kaldığı ve erkeklerin toplu­
luğa katılıp ürediği "jinostatik" toplumlar ve kadınların müttefik topluluk­
lar arasında trampa edildiği jineko-devingen topluluklar. Birincisinde,
topluluğun yeniden üretimi bütünüyle topluluk içinde doğmuş kadınların
yeniden üretim kapasitelerine dayanırken, ikincisinde yeniden üretim
toplulukların her zaman yeterli sayıda kadınla görüşebilme politik kapasite­
sine bağlıdır. Meillassoux, jinostatik ve jineko-devingen ilişkilerin birbirleri­
ni dışladığını, ilki anayanlılık (bir kadının erkek kardeşinin çocuklar
üzerinde otorite sahibi olası) ile ilişkiliyken, ikincisi babayanlılık (çocuklar
üzerindeki kontrolün kadının eşinde olması) ile ilgili olduğuna dikkat çeker.
Meillassoux, anayanlılık ile babayanlılık arasındaki farkın, her iki üretim
biçiminin eklemlenmesi ile karakterize edilen toplumlarda avcı-toplayıcı ve
tana dayalı üretim biçimleri arasındaki hakimiyet ilişkisine karşılık geldiği
hipotezini geliştirir. Tarıma dayalı üretim, üreticilerin sürekli olarak varol­
masını fakat görece olarak az sayıda insan gerektirir; dolayısıyla tarımın
gelişmesiyle birlikte aile üyeleri toplumsal ve işlevsel bir varoluş kazanır.
Buna karşın, avcılık-toplayıcılığın tarıma hakim olduğu yerde, aile üyeleri
az sayıda kalır ve her bir hanenin üyelerinin aracılığıyla biraraya gelir.
Toplumlar görece olarak değişkendir, fakat bu değişkenlik aileler arasın­
dadır ve bireylerden bağımsız değildir. Anayanlı ilişkiler jinostatik olma
eğilimi taşır ve çok fazla kaçırma olayı ve savaş gerektirmez. Meillassoux
şöyle ekler: " Kaçırma olayları, kadınların alçaltılmasına yönelik her türlü
girişim unsurlarını kapsar ve diğer hepsinden önce gelir" (Meillassoux 1981,
29). Çelişkili bir şekilde, erkeklerin sadece savaşçılar olarak üstünlükleri
yüzünden değil, aynı zamanda yeniden üreticiler olarak yeterli niteliklere
sahip olmamaları nedeniyle topluluğun erkeklere bağlı olmasına neden

133
olur: erkekler daha fazla gözden çıkanlabilirdir. Elbette savaş da yetişkin
erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüklerini kabul ettirmenin ve yeniden
üretmenin bir yoludur. Buna karşın politik etkinlik tutarlılıktan hala yok­
sundur ve kesintisiz mecburi otorite, ev üyelerinin ötesine geçmez.
Toplumsal yapıya tarım hakim olduğunda -yani topluluğun ek avlanma
ve toplayıcılığa sınırlı ölçüde ihtiyaç duyarak bir yıl boyunca kendisini
geçindirmesi için yeterince artı değer mevcut olduğunda- yeniden üretim ve
politik otorite alanında buna karşılık gelen bir fark aranır. Meillassoux' a
göre, tarımın baskın üretim biçimi olması, yalnızca üreticinin enerjisinin
çoğunu almasından değil, aynı zamanda diğer ekonomik, toplumsal ve poli­
tik etkinliklerin bağlı olduğu genel toplumsal örgütlenmeyi belirlemesinden
kaynaklanır. Diğer etkinlikler (savaş, avlanma vs.), varlıklarını devam ettire­
bildikleri ölçüde ve kendi eylem alanlarında hakimiyetlerini sürdürür.
Tarlalarda erkeklere ihtiyaç vardır ve bundan dolayı şiddete dayanmayan
evlilik yönetmeliğine yönelik bir baskı vardır. To p luluklar arasındaki ilişki­
ler daha fazla uzlaşmacıdır ve yağmacılığa öncelik verilmez. Anayanlı-jino­
statik sistemlerde demografik ve üretime yönelik gerekliliklere uyum sağla­
mak daha güç olduğu için evlilik ilişkileri babayanlılığa ve jineko-devingen­
liğe yönelir. Kadınların hareketliliği sayesinde topluluğun yeniden üretim
kapasitesi arhk topluluk içinde doğmuş kadınların sayısına değil, yaşlı li­
derlerin onları topluluğa dahil etmeleri için gerekli politik yeterliliklerine
bağlıdır.
Tarım ve babayanlılığın hakim olduğu bir toplumda, yaşlı erkek üyelerin
çocuklar üzerinde ve erkeklerin kadınlar üzerinde politik bir otoriteye sahip
olduğu soy ilişkilerine dayalı kesintisiz bir sistem gelişir. Meillassoux,
üretkenlik üzerindeki kısıtlamaların zamanla sabit kalması nedeniyle,
yeniden üretimin toplumsal oluşum içerisinde baskın bir konum kazanır.
Zirai toplumdan yaşlıların yönettiği toplum biçimine geçişin babayan­
lılık ve yaşlıların kadınlar üzerindeki kontrolü ile birleşmesiyle birlikte,
politik otorite ekonomik otorite üzerinde egemenlik kurar. Kuşkusuz bu
gelişmeler kadınların sömürülmesine zemin hazırlar: yaşlılar çocuklar
üzerindeki yetkilerini kadınlar vasıtasıyla sürdürür; ayrıca çocuklar kendi­
lerini kadınlar aracılığıyla özgürleştirir. Ergenlik çağındaki kadınlar hem
(kocalarına devrettikleri) üretimde, hem de yeniden üretimde (çocuklar her
zaman erkeklerin kontrolündedir) sömürülür. Meillassoux, ataerkilliğin
kökenleri ile ilgili etkileyici bir açıklama sunmakla kalmaz, aynı zamanda

134
toplumsal yeniden üretim ve politik otoriteyi, bağlı oldukları üretim güç ve
ilişkileri ile başarılı bir şekilde bağdaştırır. Soy ilişkilerine dayanan üretim
biçimine yönelik çözümlemesinde, " toplumsal yeniden üretim üzerindeki
denetim biçimlerinin değişiklik gösterdiğini, toplumun politik kapasiteleri­
ne, gittikçe güç kazanan sivil iktidara [devlet] ve sürdürmeye çalışhğı üre­
tim ilişkilerine bağlı olduğunu" gösterir (Meillassoux 1981, 33).
Soy ilişkilerine dayanan toplumlarda ekonomik gelişmenin önündeki
güçlü engellere rağmen, bu engelleri içsel karşıtlıklarından bağımsız . olarak
düşünmek hata olur. Hem Meillassoux hem de Rey' e göre, bir üretim biçi­
minin genel karşıtlığı, ekonomik gelişme ile bir yandan nüfuz arhşı, diğer
yandan soyun yaşlı üyelerinin sahip olduğu güç birikimi arasındaki geri­
limde ifade bulur. Yaşlıların uyguladığı denetimin doğası ile ilgili fikir
aynlıkları bir yana bırakıldığında, Meiltassoux ve Rey arasında yaşlıların
iktidar alanının genişletilmesi ile yerel topluluğun kendisine içeriden yeni­
den üretebilecek kadar büyüdüğü ve zenginleştiği ölçüde gelişmesi arasın­
daki karşıtlığın önemli konusunda genel bir fikir birliği vardır. Yeni teknolo­
jiler, mahsuller, işbirliği ilişkileri vs., soy ilişkilerine dayanan toplumların
ekonomik ve demokrafik durumunu geliştirmekle kalmaz, aynı zamanda
yaşlıların iktidar üzerinde, bu iktidarın üretim ve yeniden üretim alanların­
daki işlevsel yeterliliği kuşku uyandırdığı zaman tehdit oluşturur. Rey
(1979) Gagam toplumundaki yaşlı üyelerin (Hint yer elması ve bezelyenin
tarıma sokulması gibi) yenilikleri denetim alhna alıp mevcut iş bölümüne
bağlı kılma girişimlerini, diğer yandan çocuklar ve kadınların bu ürünlerin
yetiştirmesinin sürdürülmesi ve ekim alanlarının genişletilmesi içni verdik­
leri mücadele ile yaşlıların müdahalesini atlatma çabalarını anlahr.

Meillassoux, artan üretim ve nüfus arhşının, soy ilişkilerine dayanan üre­


tim biçiminin içsel çözülmesine ve " derebeylerinin" " bağımlı" soylar
üzerinde " gerçek" bir sınıf iktidarına sahip olduğu, yani organik olarak
oluşmuş, yaş ve cinsiyetlerine bakılmaksızın tüm üyelerine baskı altına alın­
mış olan topluluklar üzerinde ayrıcalıklar tanıyan topluluklardan oluşan
bir üretim biçiminin ortaya çıkmasına zemin hazırladığı" yönündeki
hipotezini geliştirir. (Meillassoux 1981, 81) . Meillassoux, kendi kaynaklarıy­
la yetinen ve akrabalık ilişkilerine dayanan bir toplumdan, vergi veren, feo­
dal ya da köleliğin hakim olduğu bir üretim biçimine evrimin gerçekleştiği
bir tarihsel örneğimiz olmadığını kabul eder. Akrabalık ilişkilerine dayanan
toplumlarda içsel gelişme olasılıklarının üretilen küçük bir arh değerle sınır-

135
lı kaldığını ve bu toplumların dönüşümüne dair bilinen örneklerin zafer, göç
ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimleri arasındaki ticari ilişkilerin
eklemlenmesinin sonucu olduğunu kabul eder. Buna karşın, en azından
yerel bir topluluğun, yaşlıların kadınlar ve çocuklar üzerindeki hakimiyenin
tehdide uğrayabileceği ölçüde gelişmesinin ve bu durumda böyle bir
otoritenin baskı yoluyla sürdürülerek aşamalı olarak bir yaşlının en büyük
oğlunun yönetime geçtiği, mirasa dayalı bir iktidar sistemine geçilmiş
olmasının mümkün olduğunu düşünür. Meillassoux, topluluğun katman­
lara ayrılması, demografik artış ve politik olarak empose edilen aile içi evli­
liğin de, eğer ilk yaşlının soyunun merkezi kontrolü de katmanlara ayrıl­
mamışsa aynı sonucu doğurabileceği önermesinde bulunur.
Akrabalık ilişkilerine dayanan bir üretim biçiminin dönüşümüne yönelik
böyle bir hipotez, "ilkel" sermaye ve güç birikiminin yaşlılar ve onların
elinde toplandığını varsayar. Meillassoux, bu birikimin sınıfsal karakterini
kabul etmeksizin, (kadınlar karşılığında takas edilen) seçkin malların
dolaşımı ve yaşlıların üretim üzerindeki kontrolü ile bu mallara sahip
olması sonucunda ortaya çıkmış olabileceği tahmininde bulunur. Elbette
seçkin mallar kadınların dolaşımı dışında bir değişim değerine sahip olma­
malıdır, fakat maddi ve dayanıklı -kadınlar " tüketildikten" sonra varolmaya
devam eden ve herhangi bir "kadın standartından" bağımsız olarak biriktir­
ilebilen- malların evlilik alışverişlerine girmesi sisteme yeni bir karşıtlık
unsuru ve değişim potansiyeli sokar. Başlık parası en azından fiziksel olarak
evlilik dışındaki diğer değişim yollarına girebilir. Eğer seçkin mallar insanın
kendisini yükümlülüklerinden özgür kılması için bir araç haline gelirse,
yani genel bir değişim değeri kazanırsa, bu malların üreticileri ya da "sahip­
lerinin" üretim yapmayan ve mülkiyet sahibi olmayan kişiler üzerindeki
hakimiyeti mümkün hale gelir. Meillassoux, sınıf egemenliğinin, başlık
parası mallarının üretim ve dolaşımının bir soyun tekeline girmesinin sonu­
cu olarak ortaya çıkmış olabileceği, aynca bu seçkin azınlığın bu malların
değişim değerinin birikimini elinde tutup, evlilikler ve kadınlar üzerindeki
egemenliğini sürdürmek ve bu başlık parası "biriminin" yerine yeni bir
değişim aracının gelmesini engellemek için baskı gücünü kullanmış olabile­
ceği çıkarımında bulunur.

136
Kapitalist ve Akrabalık llişkilerine Dayanan Üretim
Biçimlerinin Eklemlenmesi Olarak Emperyalizm
Akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimine yönelik kapsamlı bir
anlayış, Marksist çözümlemenin alanının dışında olduğu düşünülen, akra­
balık ilişkileri yoluyla örgütlenen, " kendi kaynakları ile yetinen" tarıma
dayalı toplumsal oluşumlara yönelik uygulanabilir, tarihsel materyalist bir
açıklama sunabilir. Bu bölümde kapsamlı ve sınırlayıcı bir biçimde haki­
miyet ve bağımlılık açısından tanıml anan iki üretim biçiminin eklemlenmesi
kavramının, akrabalık ilişkilerine dayanan toplumların kapitalizm tarafın­
dan dönüşürülmesi ile ilgili aynı ölçüde faydalı bir açıklama sunduğunu
göstereceğim. Tarbşmamı, Rey ve Meillassoux' nun Afrika' daki emperya­
lizme yönelik çözümlemeleri ile sınırlı tutacağım. Rey, Bab-Orta Afrika' da
(köle ticareti döneminden İ kinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gerçek­
leşen) kapitalizme geçiş ile Bab Avrupa' da (onalbncı yüzyıldan onsekizinci
yüzyıla kadar süren, feodalizmden kapitalizme ilk geçiş süreci) kapitalizme
geçiş arasında karşılaştırmalı bir analize gitmesi yönüyle özellikle ilgi çeki­
cidir. Rey'in Colonialisme, neo-colonialisme et transition au capitalisme
(1971 ) adlı kapsamlı çalışması ve daha çok tahminlere dayanan Les alliances
de classes ( 1 973) makalesinde ortaya attığı argüman, öncelikle feodal ve
akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimlerinde sömürü ile değişim
arasındaki yapısal farkları ve her iki üretim biçiminin kapitalizmle olası
eklemlenme biçimlerini, ikinci olarak verili bir konjonktürde hakimiyet ve
bağlılık ilişkilerini ele alır. 11
Rey'in eserinin tersine, Meillassoux'nun kapitalizmin eklemlenmesi ve
kapitalizm öncesi üretim biçimlerine yönelik görüşleri, daha çok çağdaş
küresel ekonomi ve Üçüncü Dünya' da " gelişmemişliğin" doğasına yönelik
tartışmalarla ilgilidir. Kapitalist emperyalizmi küresel bir ekonominin
düzensiz olarak gelişmiş fakat kapitalist sektörleri açısından kavramsal­
laşbran "bağımlılık teorisinin" aksine, Meillssaoux küresel ekonomiyi, kap­
italizmin egemenliğindeki birbirinden farklı fakat birleşik ekonomilerden
oluşan yapısal bir bütün olarak değerlendirir. Meillassoux'ya gore, kapital­
izmin hakimiyeti, bölgesel üretkenlikteki farklılıklardan kaynaklanan eşit
olmayan değişim mekanizmalarının değil, ancak bir yere özgü kapitalizm
öncesi üretim biçimi ve onun eklemlenesinin karmaşık yapısı açık bir şekil­
de tanımlandıktan sonra tam olarak anlaşılabilecek özgül hakimiyet ve
"aşırı sömürü" biçimlerinin bir sonucudur. 12

137
Rey' in argümanı kısaca özetlenebilir. Akrabalık ilişkilerine dayanan üre­
tim biçimlerinin, feodal toplumların aksine, doğrudan sömürü değil, dolaylı
sömürüye dayandığını ileri sürer. Rey' e göre, akrabalık ilişkilerine dayanan
toplumlarda evlilik ya da seçkin malların önceliği -toplumun yaşlı üye­
lerinin sınıf iktidarının değişim mekanizmaları vasıtasıyla sürdürülmesi­
akrabalık ilişkilerine day anan toplumları meta değişimine dayanan küresel
sistemine entegre etmeye çalışan kapitalizm için zorlu bir engel yaratır.
Yaşlılar toplumun yaşamını sürdürmesi için gerekli olan malların üretimini
genişletmekle ve böyle bir şeyi isteseler bile böyle bir genişletmeyi gerçek­
leştirmek için gereken görece zayıf mekanizmalarla ilgilenmezler. Buna
karşın Rey, kapitalizm (1) akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminin
sağlayabildiği ya da sağlayacağından daha büyük bir üretkenlik düzeyine
ulaşmak istediğinde (2) isteklerini akrabalık ilişkilerine dayanan üretim
biçimine empose edebilmesi için gerekli olan teknolojik kapasiteye
ulaşhğında, kapitalist ilişkilerin genellikle şiddet yoluyla " aşılandığını" ve
kapitalizm öncesi üretim biçimiyle bu üretim biçiminin özerkliğini yok edip
onun yeniden üretimini sermayenin yeniden üretimine tabi kılacak şekilde
eklemlendiğini öne sürer.
Rey, Colonialisme, neo-colonialisme et transition a u capitalism adlı çalış­
masında , (şimdi Kongo Cumhuriyeti olan) Kongo-Brazzaville bölgesinde
kapitalist ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimlerinin birbirine
eklemlenmesinin nasıl bir süreç dahilinde gerçekleştiğini açıklar. Rey' e göre,
koloni dönemi öncesinin karakteristik bir özelliği olan imalat ürünleri ile
kölelerin trampa edilmesi, yaşlıların çocukların (köleler olarak) ve kadın­
ların (gelinler olarak) iki yönlü dolaşımı üzerindeki geleneksel kontrolü
aracılığıyla işlediği için akraba ilişkilerine dayanan üretim biçimini
güçlendirmiştir. Topluluk reisleri arasındaki değişim zincirleri, iç bölgeler­
den kıyı bölgelere köle akışına ve Avrupa' dan gelen "seçkin malların" kıyı
bölgelerden iç bölgelere karşı akışına zemin hazırladı. Zincirin kıyı ucunda,
nüfus ve zenginlik yoğunlaşırken, iç kısmında değişim zincirinin parçası
olabilmek için gereken akrabalık ilişkilerine dayanan örgütlenmeden ve
askeri güçten yoksun kalan toplumsal oluşum, gittikçe azalan nüfuz ve
fakirleşmenin kurbanı olur. Zincirin tamamı boyunca topluluk reisleri ve
onların akrabaları kadınları ve Avrupa mallarını biriktirip " gereksiz" erkek­
leri, en büyük üç köle limanının denetimine sahip olan Ngoyo, Akongo ve
Loango kıyı kırallıklarına sürer. (bu bölümde daha sonra açıklanacak neden-

138
lerden ötürü feudal ticaret olarak adlandırdığım) " ticari kapitalizm" ile
akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi arasındaki bu türden değişim,
Rey'in emperyalizmin " ticaret çağı" olarak adlandırdığı dönemin karakte­
ristik bir özelliğidir. Rey' e göre, sözü edilen olaylarda eklemlenme söz
konusu değildir, çünkü her iki üretim biçimi de büyük ölçüde özerk kal­
mıştır: değişim her bir üretim biçimi için normal dolaşım çerçevesinde
gerçekleşti ve her iki durumda da üretim ve yeniden üretim yapısal olarak
değiştirildi. Buna karşın toplam değişim hacmi, akrabalık ilişkilerine
dayanan toplumların sadece yaşlıların seçkin mal ihtiyaçlarım karşılamak
için ticaret yaptığı için sınırlı kaldı.
Kapitalizmin ihtiyaçları (isteklerini empose etme gücü ile birlikte) art­
hkça, bağımsız üretim biçimleri arasındaki " karşılıklı değişim" ilişkileri
kapitalizmin bakış açısından gittikçe daha fazla kabul edilemez hale gelir.
Rey' e gore, Batı Afrika' da akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi,
köleleri yeterince etkin bir biçimde temin edebiliyordu, fakat Avrupalı kapi­
talistlerin zamk, palmiye yağı, kauçuk, yerfıstığı gibi ürünler ve bu ürünleri
daha fazla miktarlarda talep etmeye başlamasıyla birlikte, kısa sürede güç
bir durum ortaya çıktı. Yaşlıların bakış açısından, seçkin mallar yerine
ekonomik açıdan değer taşıyan mallara yönelik talep, üretkenlikte büyük
bir artış anlamına geliyordu. Bu da akrabalık ilişkilerin katmanlaşması ve
bölgenin kontrolünü kaybetmeleri tehlikelerini doğurmakla kalmayıp,
Avrupa' da üretilen mallar üzerindeki tekellerini de tehdit etmeye başladı.
Böyle bir ekonomik " gelişme" etkin bir şekilde kontrol altına alınmazsa,
yaşlıların sınıf iktidarım ve akrabalık ilişkilerine dayanan sistemin kendisi­
ni tehdit edecekti. Buna ek olarak Rey, 1890'lı yıllarda hızla çoğalıp, köle
ticaretine ev sahipliği yapan üç limanın tekelini elinde bulunduran büyük
kırallıkları parçalayan Avrupa işleme fabrikaların önemine dikkat çeker.
Avrupalı gücün Batı Afrika çoğrafyasına yayılması, bu krallıkların çözülüp,
rakip şefler tarafından korunan bitkileri yağmalayıp, farklı bitkileri
" koruyan" şeflerle rekabet etmeye yöneltti. İç bölgelerden kıyı bölgelerdeki
işleme fabrikalarına ulaşabilen ham madde yoğunluğu ile ikiye katlanan,
ticaret limanlarının artışıyla yağma tehlikesine karşı güvenlik ihtiyacı
arasındaki gerilim, Avrupalıların strateji değişikliğine gitmesine yol açtı ve
Rey' in yirminci yüzyılın başlarında " sömürge dönemi" adını verdiği döne­
min başlamasına zemin hazırladı.

1 39
Kendisinden önce gelen ticaret dönemi ve ardından gelen " sömürge son­
rası" dönemden farklı olarak, sömürge dönemini değişimden çok baskı
karakterize eder. Rey' e göre sömürgecilik, kapitalist üretim ilişkilerini baskı
yoluyla "aşılamak" -gerekli altyapıyı oluşturmak, yerel nüfus vasıtasıyla
pazarın yanısıra fabrikaları kurmak, kapitalist girişimler için emek piyasası
yaratmak ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminin özerkliğini yok
etmek- için tasarlanmış politik-askeri bir tahakküm rejimidir. Avrupalı bir
komutanın emirleri altında toprağı kontrol edip vergi toplayacak, yollan
yapmak, demiryollarını inşa etmek ve fabrikaları işletmek için gerekli olan
ilk emek gücünü askere çağıracak, toprak dağıtımını yeniden düzenleyecek,
ortak tarımın "kendi kaynaklarıyla yetinme" gücünü zayıflatacak ve ücretli
işçilik ile piyasa üretimini zorunlu hale getirebilmek için para yoluyla vergi
ve başlık parasını yaygınlaştıracak bir liderler hiyerarşisini muhafaza ede­
bilmek için yerel baskı aygıtının arkasında gelişmiş bir kapitalist devletin
askeri güc ü ve ekonomik kaynakları olmalıdır. Rey, bu politikaların Congo­
Brazzaville bölgesinde 1912'den (askeri zafere ulaşıldığı) 1920'li yılların .
başına kadar nasıl bir acımasızlıkla uygulandığını, bu durumun 1925-1934
yılları arasında Congo-Ocean demiryolunun inşasıyla doruk noktasına
ulaştığını açıklar.

Rey' e göre, sömürgecilik dönemi, ilk başlarda karlı olmasa da kapitalizm


için gerekliydi. Akrabalık ilişkilerine dayanan toplumları "medenileştir­
menin," yani kapitalizmi yabancı bir toprakta " aşılayıp," özerk bir şekilde
gelişmesi ve yeniden üretilmesi için gerekli - Avrupa feodalizminden farklı
olarak akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminin sağlayamadığı­
koşulları oluşturmanın tek yoluydu. 1934 yılından sonra ve günümüze
kadar, Rey'in neo-kolonializm adını verdiği bir aşamada, emek gücünün
"ücretsiz" satılması ve artan meta satışı süreçleri kendi kendini yaratır bir
niteliğe kavuştu. Sömürge dönemi boyunca uygulanan büyük baskı uygula­
malarının sonucu olarak, görece olarak kendi kaynaklarıyla yetinen bir
ekonomideki üretici ve tüketici " birliği" en sonunda bozuldu. Artık kapita­
lizm için zorla işçi ve ürün sağlamaya gerek yoktu; önceleri paraya sahip
asker işçiler maaşlı çalışanlar ve meta tüketicileri haline gelirken, köylerde
·
kalan erkek ve kadınlar yeni emek gücünü sağlayan koşulların satıcıları
oldu. Sömürge dönemine özgü baskı yöntemleri, kapitalizmin kendi
yasalarına göre işlemeye başlaması ve kapitalizmin devlet niteliğine kavuş­
ması ölçüsünde gevşedi. Rey, 1 950'li yıllara gelindiğinde Congo-

140
Brazzaville'in ekonominin yeniden oluşturulma sürecinin tamamlandığını
ifade eder. Akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimleri varolmaya
devam etse de, yeniden üretimleri yabancı bir endüstrinin ihtiyaçlarına tabi
kılınmışh. Sermaye için emek gücü masraflarına ödenek bağlamak ve kapi­
talizmin kendileri için hiçbir işleve sahip olmadığı " amk" nüfusa destek
verebilmek için, akraba ilişkilerine dayanan üretim güç ve ilişkilerinin kalan
bütünlüğü korundu.

Rey' in Colonialisme eserinin sonunda dikkat çektiği gibi, "kabileci" poli­


tikaların ve akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimlerinin varlığını
sürdürmesi, Kongo Cumhuriyeti'nin iç ekonomik gelişmesi için küresel
kapitalist sistemin değişim değerlerinin mantığı açısından bütünüyle
ortadan kaldırılabilir bir " teknik" engel oluşturmaya devam etmektedir:
küresel kapitalizmin öncelikli kaygısı Kongo'nun ekonomik gelişmesi değil,
bu ülkede oluşan arh değere el koymaktır. Meillassoux, Bakireler, Yemek ve
Para çalışmasında Rey' in çözümlemesini genişletir ve modern kapitalizmin
aslınd a ucuz emek gücü kaynaklarını güvence alhna alabilmek için Üçüncü
.
Dünya' da akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimini ve diğer yerel üre­
tim biçimlerini korumaya çalıştığını öne sürer. Kapitalizm, Güney
Afrika' daki " kabile rezerv" sisteminden Birleşik Devletler ve Batı Avru-pa' -
daki göçmen emek gücüne, her türlü " dolaylı" ücreti maaş sözleşme­
lerinden çıkararak bu parayı çalışılan saat üzerinden kazanç sağlayan işçi­
lerin " doğrudan" maaşları ile kısıtlamayı amaçlar. Fakat işçiler bu eğilime
büyük bir direniş gösterir ve Birinci Dünya ülkelerinde bu mücadelelerinin
sonucunu alabilirler. Birinci Dünyada dolaylı ücret sistemi genel olarak ser­
mayenin lehine işlese de, tam anlamıyla kapitalislerin güdümünde değildir.
Buna ek olarak, Meillassoux, kapitalist gelişmenin uzun vadeli mantığının
ailenin ekonomik yapısını bozup aile üyelerini sahip oldukları yaşam stan­
dartlarını koruyabilmek için evlerinden çıkıp emek pazarına kahlmaya zor­
lamasıyla birlikte dolaylı ücretlerin artma eğilimi gösterdiğini öne sürer.
Daha önce aile tarafından çok ucuza ya da ücretsiz olarak sağlanan emek
gücünün yeniden üretimine ilişkin mal ve hizmetlerin artık sahn alınması
gerektiği için, bu süreç emek gücünün yeniden üretiminin masraflarını
artırır.

Bu nedenlerden ötürü Meillassoux, sermayenin kapitalist metropollerin


dışında daha ucuz emek gücü arama manhğı çerçevesinde hareket etmek
zorunda olduğunu düşünür: sermaye basit bir şekilde " düzensiz değişim"

141
koşullarına " tepki göstermez," bu koşullan yaratmaya ya da mevcut duru­
mu sürdürmeye çalışır; dolayısıyla bu koşulların varlığı ancak küresel sınıf
mücadelesi bağlamınca anlaşılabilir. Meillassoux' a göre, kapitalizmin tarım
aracılığıyla kendi kaynaklarıyla yetinen üretim biçimleri ve akrabalık ilişki­
lerine dayanan üretim ilişkileri ile eklemlenmesi, sermayenin Üçüncü
Dünya ülkelerindeki emek gücünün yeniden üretimine çok az para ödediği
ya da hiç ödenek ayırmadığı anlamına gelir. Üçüncü Dünya ülkelerinde
dolaylı ücretlerin yokluğu, emek gücünün " aşırı ölçülerde sömürülmesine,"
kapitalistler için Birinci Dünya ülkelerindeki maaş masrafları ile Üçüncü
dünyada toplumun kendi kaynaklarıyla yetinmesini sağlayan üretim vası­
tasıyla azalan masraflar arasındaki farka eşit bir " nimet" değeri taşır.
Meillassoux'ya göre işçi yerel ekonomi ile ilişkisini sürdürdüğü sürece ser­
maye aşırı sömürüden kar sağlamaya devam eder ve bu ilişki, kapitalist üre­
tim biçimi içerisinde yeniden üretilen " entegre edilmiş" bir işçi sınıfı ve ken­
disini kapitalist sektör içerisinde sadece kısmen yeniden üreten, entegre
edilmiş bir işçinin kabul edemeyeceği kadar düşük ücretlerle çalışan " göç­
men" işçi sınıfından oluşan " ikili emek piyasasının" yaratılması yoluyla
korunur. Son olarak, emek gücünün döngüsel hareketini kontrol eden poli­
tik mekanizmalar, göçmenlerin diğer ekonomik fırsatlara erişimini kısıtlama
ve göçmen işçinin toplumsal bağlar kurup temel insan haklarına kavuş­
masını engelleme işlevi görür.

Meillassoux, sermayenin sorununun, akrabalık ilişkilerine dayanan üre­


tim biçiminin yeniden yaratılmasının bu gibi eklemlenme koşulları altında
kesintisiz olarak baltalanması olduğuna dikkat çeker. Paranın yerel
ekonomiye girmesi ve iki üretim biçiminin birbirine eşit olmayan üretken­
liği, işçileri göç etmeye teşvik etme görevi görür.

Yerel üretim biçimine yeniden giren ücretler, şimdi daha da azalmış emek
gücünün devam ettirdiği, ancak kapitalist sektörden mal satın alınması ya
da kapitalistlerin "bağışlan" yoluyla telafi edilebilecek kayıpları karşılaya­
mayacak kadar yetersizdir. Akrabalık ilişkilerinin bu çözülme sürecinin tat­
sız sonucu, "mutlak proleterleşme"dir. Meillassoux bu durumu, I.G. Farben,
Krupp, Thyssen gibi hala saygı duyulan kapitalist girişimlere neredeyse
ücretsiz emek sağlayan Nazi toplama kamplarına benzer bir barbarlık biçi­
mi olarak görür. Arbeit mach t frei* .

*) Çalışmak özgürleştirir

142
3. feodalizm ve Kapitalizme Geçiş
Avrupa feodalizmi, kapitalizmi kendiliğinden ürettiği ve kapitalist üre­
tim güç ve ilişkilerinin farklı coğrafyalara yayılmasını desteklediği bilinen
tek üretim biçimidir. Bu nedenle feodal toplumsal oluşumların ve feoda­
lizmden kapitalizme geçişin, burada kapsamlı olarak değerlendirilemeye­
cek kadar geniş bir tarihsel yazın ortaya çıkardığını görmek hiç de şaşırtıcı
değildir1 3 . Ben sadece, şematik bir yöntemle, üretim biçimi kavramına
yönelik Yapısal Marksist yorumun bu fenomeni anlamamıza ne kadar katkı
sağladığını ana hatlarıyla tartışacağım. Bir mantıksal düzen oluşturma ve
anlatımdan tasarruf etme amacıyla, Rey tarafından ortaya atılan ve Avrupalı
tarihçiler Guy Bois, Peter Kriedte ve Perry Anderson tarafından geliştirilmiş
olan belli başlı izlekler temelinde oluşturulmuş bireşimsel bir yorum
sunacağım. Okuyucu, akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimine yöne­
lik bir önceki değerlendirmenin tersine, aşağıdaki sayfalarda amacımın
eleştirel olmaktan çok bireşimsel olduğunu gözönünde bulundurmalıdır.
Kuramsal ihtilafları değerlendirmek ya da kavramlar ve kuramsal tutum­
ların kronolojik gelişimlerini takip etmeye yönelik hiçbir girişimde bulun­
mayacağım. Kapsamlı bir değerlendirme zorunlu olarak çok uzun olmanın
yanında, birbirinden ayrılan kavram ve farklı düşünsel tutumların önceki
bölümlerde irdelediğimiz kavramlarla son derece paralel olduğu gerçeği
göz önünde bulundurulduğunda çok fazla tekrara dayalı olurdu. Kendi
düşünsel tutumumu ortaya koyup savunduktan sonra, şimdi de bunu
kuramsal çerçevelerin seçmeci anlabmı aracılığıyla diğer felsefi alanlara
uygulayacağım.

Rey: Derebeyleri ve Kapitalistler Arasında "Sınıf İttifakı"


Rey, Les alliances de classes (1 973) eserinde feodalizmden kapitalizme
geçişi iki üretim biçiminin birbirine eklemlenmesi açısından kavrasal­
laştırır. 14 Rey'e göre, erken dönem modem Avrupasında feodalizm ve kapi­
talizmin birbirine eklemlenmesinin asıl özelliği," kapitalist üretim biçiminin
gelişmesi için gerekli koşulları yaratan, temel (feodal) üretim ilişkisi olan
arazi kirasının geniş ölçekte yeniden üretimidir" (Rey 1 973, 55) . Rey,
Marx'ın ayrımsal ve mutlak kira çözümlemesini (Kapital'in 3. Cildi) çıkış
noktası olarak alarak, arazi kirasının hem toprağın insanın emek gücü
tarafından yaratılmış olması, hem de arazi kirasının artı değere el koyan­
ların, yani kapitalistlerin değil, bunu kapitalist sektörün toplam artı değer

143
fonundan kendine mal eden " parasit" mal sahiplerinin payına düşmesi
açısından kapitalist toplumlarda bir tür anomali olduğunu öne sürer. Rey' e
göre Marx, ( 1) daha az verimli toprak yetiştiriciliğe ayrıldığı sırada en ve­
rimli toprağın sahiplerine düşen nimet olan tüm ayrımsal kiranın kapitalist
çiftçiye ayılması gerektiğinde ve (2) 11 mutlak" kiranın, yani toprağın piyasa
fiyatı ile en az verimli toprak üzerindeki üretimin maliyeti arasındaki farkın
ancak, toprağı artı değer üretmek amacıyla yararlanılabileceği zamana
kadar piyasadan çeken özel arazi sahiplerinin tekelci etkinlikleri nedeniyle
varolabileceğinde ısrar etmekte haklıydı. Bun karşın Rey, Marx' ın kendisin­
den önce aynı konuyu irdeleyen Ricardo gibi arazi mülkiyetinin 11 doğal" bir
piyasa fenomeni olmaktan çok yapay bir fenomen olduğu gerçeğini ayırt
edemediği görüşündedir: arazi kirası kapitalist ilişkilerinden önce gelir ve
aslında, aksi taktirde meta üretimi temelinde geişecek olan kapitalist üretim
ilişkileri ile çelişir. Rey, Marx'ın bu durumu gözardı etmesi nedeniyle, feodal
ve kapitalist üretim biçimlerinin birbirine eklemlenmesini ve feodalizmden
kapitalizme geçişin gerçek gelişme mekanizmalarını kavramakta başarısız
olduğunu düşünür.

Rey' e göre, feodalizmden kapitalizme geçiş, yani feodal kira ve yüküm­


lülüklerin para ile ödenen kiraya dönüşmesi süreci aslında kapitalizmden
bağımsız feodal mülkiyet ilişkilerine dayanır Buna karşın, bu feodal ilişki,
köylülerin arazilerinin istimlak edilmesine, pazar üretiminin gelişmesine ve
henüz kendi iktidarları altında büyüyemeyen şehirli kapitalist sektörünün
talep ettiği emek gücü teminine izin hala feodal nitelikler taşıyan baskı biçi­
mi olduğu için, kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkabilmesi için hayati
önem taşıyordu. Rey' e göre, kapitalist imalatın şehirde doğmasıyla birlikte
toprak sahibi feodal seçkinler ile şehirli kapitalistler arasında yapısal bir
11 sınıf ittifakı" yaratıldı. Bu, kasaba ve köy arasındaki basit ticarete dayanan
feodal ölçülerden büyük ölçüde farklılık gösteren, iki üretim biçiminin bir­
birine eklemlenmesidir. Rey de Balibar gibi Marx' ın izinden giderek, kapi­
talizm ve feodalizm arasındaki eklemlenmenin bu ilk basamağına 11 imalat
aşaması" adını verir. İmalat aşamasında, kapitalist üretim ilişkileri ortaya
çıkmıştı fakat hala feodal üretim biçimine ve hakimiyetini kaybetmemiş
olan tarım sektörüne bağlıydı. Kapitalist imalat, feodal otorite olmaksızın
tarıma dayalı mevcut emek gücünün yerine geçebilecek araçlardan yoksun
olduğu için, feodal mülkiyet ilişkileri kapitalist üretimin devam eden gelişi­
mi için tarihsel açıdan gerekli koşullar olarak kaldı. Feodal lordlar imal

1 44
edilen mallan ve silahları satın alabilmek için köylülerin yükümlülüklerini
paraya dönüştürmeye başlayınca, piyasa için üretim teşvik edildi ve etkisiz
köylüler, feodal patronların daha zengin, daha etkili ve pazara dönük
çiftçilere kiraladığı topraklarını kaybetmeye başladı. Malları elinden alınan
çiftçilerin sayısı arttıkça, şehirlerdeki emek gücü de arttı ve bununla birlikte
ücretler büyük bir düşüş gösterdi. Şehirdeki emek gücü arthkça, zirai ürün­
lere talep arttı ve feodal toprak sahiplerine düşen kira bedeli yükseldi.
Başka bir deyişle Rey, feodalizm ve kapitalizmin birbirine eklemlen­
mesinin ilk aşamasında, feodal ve kapitalist seçkinlerin çıkarlarının genel
olarak örtüştüğünü öne sürer. "Geçiş aşaması, iki yönlü bir gereklilik aşa­
ması olarak gözükmektedir: kirala rının artmasının garantisi bu gelişme
olduğu için, mülk sahipleri için kapitalizmin gelişmesinin gerekliliği; bir
yandan emek gücü ve diğer yandan metaların sağlanmasını garanti edebile­
cek tek faktör bu olduğu için toprak mülkiyetinin sürdürülmesi gerekliliği."
(Rey 1973, 56). Akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçiminde varolmayan,
feodalizmin "barışçıl bir şekilde kapitalizme dönüşmesine olanak sağlayan
da tam olarak bu sınıf ittifakı olasılığıydı. Rey' e göre kapitalizm, şiddet ya
da bir burjuva devrimine gerek duymadan feodalizm içerisinde ortaya çıkar
ve gelişir ve bu sınıfın büyümesiyle birlikte bir burjuva devriminin takip
edebileceği politik ve ideolojik karşıtlıkların olasılığı doğar. Buna karşın, bir
burjuva devrimiyle birlikte ya da böyle bir devrim olmaksızın, toprak sahibi
sınıfların gönüllü ya da gönülsüz, özel mülkiyeti, piyasa kiralarını ve ücretli
emeği kabul ettiği önemli noktaya ulaşılana kadar kapitalist üretim ilişkileri
feodal rakiplerinin gücünü baltalamaya devam etti.
Feodalizm ve kapitalizmin birbirine eklemlenmesinin ikinci safhası olan
"endüstriyel aşamada," hakimiyet ilişkileri kesin bir şekilde kapitalizmin
lehine değişti. Endüstriyel aşama sırasında, şehirdeki zanaat üretimi kapi­
talizm tarafından hızla yok edildi ve geride kalan toprak sahibi köylü sınıfı
üretim ve tüketim araçlarına ulaşabilmek için meta değişimine gittikçe daha
fazla bağlı olmaya başladı. Buna karşın büyük toprak sahipleri, ya da
"toplumun ileri gelen kesimleri," bu aşamada görece olarak ayrıcalıklı bir
sınıf konumuna sahip olmaya devam etti; mülkiyet haklan meşru olarak
olmasa da fiilen kapitalist olduğu için, onlara atfedilen statünün aristokrat
ya da burjuva olmasının pek önemi yoktur. Seçkin kesim ve onların büyük
arazileri, kırsal kesim üzerinde, insanların kendi kaynaklarıyla yetinmesini
sağlayan tarım varolmaya ve " toprağa dönüş" düşüncesi şehirdeki işçi sınıfı

145
ıçın cazip bir alternatif olmaya devam ettikçe gittikçe daha geniş
coğrafyalara yayılan sermayenin yeniden üretimi için büyük bir önem
taşıyan bir güç uyguladı. Başka bir deyişle geniş çaplı toprak mülkiyeti, alt
sınıfları topraklardan çıkararak süregelen şehirleşme ve sanayileşme süreci­
ni garanti altına aldı. Diğer yandan kapitalist ilişkilerin kırsal kesimdeki
hakimiyeti, küçük toprak sahiplerinin mallarının istimlak edilmesi sürecini
hızlandırdı. Böylece kapitalizm kırsal kesimde kesin bir hakimiyete sahip
oldu, fakat toprak henüz diğerleri arasında tek bir üretim faktörüne
indirgenememişti. Bu ancak, Rey'in "zirai kapitalizm" adını verdiği, feodal­
izmin son izlerinin de bütünüyle silindiği üçüncü ve son aşamada gerçek­
leşecekti. Gelişimin bu aşamasında (Rey bu bağlamda Birleşik Devletler
örneğini verir) çiftçilik basit bir şekilde kapitalist girişimin birkaç formun­
dan birisidir ve toprak mülkiyeti artık kendisiyle birlikte politik ve ideolojik
güç getirmez. Kapitalizm kırsal kesime bütünüyle nüfuz ettikten sonra,
insanların kendi kaynaklarıyla yetinmesine olanak tanıyan tarım, alt sınıflar
için çekici, hatta uygulanabilir bir seçenek olarak kaldı.

Rey'in feodal Avrupa'run kapitalist sisteme dönüştürülmesi ile ilgili


genel değerlendirmesi ancak kapsamlı bir yorumun başlangıçı olarak kabul
ledilebilir. Onun kavramsal çerçevesinin, kapitalizmin feodal Avrupa
içerisinde barışçıl evrimi ile Batı-Orta Afrikadaki akrabalık ilişkilerine
dayanan üretim biçimine şiddetli, emperyalist yöntemlerle aşılanması
arasındaki farkı ortaya koymaya yönelik bir açıklama olduğu unutulma­
malıdır. Özellikle bu fenomeni farklı üretim biçimlerinin eklemlenmesi
açısından açıklama girişimiyle bir öncü olması nedeniyle kapitalist
emperyalizmle ilgili karşılaştırmalı çözümlemeler yapabilmek için son
derece faydalı bir hareket noktası oluşturur. Rey' in ifadeleri feodal üreti biçi­
mi ve feodal değişim sistemi ile akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi
kavramı arasında karşılaştırmalı çözümlemeler sunar; kuşkusuz feodal
ticaret ve imalat ile bu yapılara karşılık gelen kapitalist formları bi�birinden
ayıramamıştır. Dahası, şehir kapitalizminin feodal kökenleri ve farklı
toplumsal oluşumlar içerisindeki feodal-kapitalist eklemlenmelerin kar­
maşıklığı ve çeşitliliğine yönelik hiçbir değerlendirme sunmaz. Feoda-lizm­
den kapitalizme geçişe yönelik ikna edici bütün Yapısal Marksist metinler
sadece Avrupa feodalizminin iç dinamiklerini ve karşıtlıklarını değil, aynı
zamanda feodal Avrupa'run kendi içindeki düzensiz ve birleşik gelişmelerin
etkisini ayrıntılarıyla çözümlemek zorunda kalacaktır. Rey'in ifadeleri, feo-

1 46
dal ve kapitalist seçkinlerin "sınır ittifakı" içerisinde ya da egemen ve
sömürülen sınıflar arasındaki- yapısal politik ilişkilerini çok az önemseyip,
Avrupa'nın "küresel" ekonomisinin farklı bölgelerinde konuşlanmı ş farklı
toplumsal sınıfların değişiklik gösteren ekonomik ve politik seçeneklerini
hiç dikkate almazken, egemen sınıfların rakipsiz iktidarını ve mülkiyet iliş­
kilerini gereğinden fazla vurgular. Bu önemli konuları takip edebilmek için,
Bois, Kriedte ve Anderson'ın daha aynnhlı çözümlemelerine başvurmak
gerekir.

Bois: Avrupa feodalizminin Yapısı


Guy Bois'nin ondördüncü ve onbeşinci yüzyıl boyunca etkisini sürdüren
kriz boyunca feodalizmin kalbi durumunda olan Normandiya üzerine yap­
tığı çalışmalardan oluşan Feodalizmin Krizleri (1976, İngilizce tercümesi,
1984) adlı eserinde uzun vadeli nüfus, fiyat ve ücret hareketlenmeleri ile
ilgili ayrınhlı bir mikro-ekonomik çözümleme ile ekonomik özneler olarak
derebeyleri ve köylüler ile ilgili dikkatli bir mikro-analizi biraraya getirir15 .
Bu eser feodal üretim biçiminin doğasında bulunan büyüme, ekonomik
duraklama ve karşıtlıkları ele alması ve feodal üretim güçleri ile üretim ilişk­
ileri arasındaki, yani temel üretim birimi, "küçük ölçekli" köylü ailesi arazi­
leri ile bu arazilerin hmarın sahibi ve " geniş ölçekli" bir egemenliğe sahip
olan derebeyi tarafından el konulması arasındaki karşıtlığı ele alması açısın­
dan faydalıdır.
Bois'ye göre, feodal ekonomi rasyonal bir sistem olarak görülmeli, fakat
bu rasyonalite kendine ait özgül, kapitalizme özgü olmayan bir bağlamda
değerlendirilmelidir. Köylüler arazilerini korumak, topraklarının sürekli­
liğini garanti alhna almak ve ailelerini geçindirme amacı taşırken; derebey­
leri her şeyden önce sahip oldukları toplumsal statüyü korumakla ilgileni­
yordu. Feodal toplumlar hiçbir zaman özerk olmadı, fakat mahsulün sadece
küçük bir oranı ticarileştirilmişti ve Pazar sektörü bütünüyle doğal
ekonomiye tabiydi. Ne derebeyleri ne de köylüler üretkenliği arthrmakla ya
da kara yönelik yahrımlarla ilgilenmiyordu; ikisinin de öncelikli amacı, her
ne kadar karşıt temellere dayanıyor olsa da, mevcut ekonomik durumu
sürdürmekti. Bois aynca feodal üretim biçiminde küçük çaplı üretimin,
köylü ailelerinin çoğunluğunun, onbirinci yüzyıldan onikinci yüzyıla kadar
geniş alanlara yayılan demir saban ile birlikte ortaya çıkan hmar sistemi
üzerindeki önceliğini vurgular. Bois' ye göre, köyün "yetenekli işçileri"

1 47
tarafından çalışbnlan saban ekipleri en etkili üretim birimini oluşturuyordu.
Feodal emek süreci ayrıca çok fazla "yeteneksiz emek gücüne" ihtiyaç
duyuyordu, fakat bu çifçilere (ücretli işçi olarak) yardım eden küçük çiftlik
sahipleri tarafından sağlanıyordu. Saban ile tanımlanan bundan daha
büyük üretim birimleri çok nadir koşullar altında uygulanabilirken, saban
çalışanları serfliği gittikçe daha gereksiz hale getirdi. Derebeyleri serfliği
terk ederek, çoğalan artı değerlerinin büyük bir oranını paraya dönüştürdü.
Teknolojik gelişme yavaşh ve feodal üretim biçiminde ekonomik büyüme
doğası itibariyle geniş alanlara yayılmıştı; ekilebilir topraklardaki nüfus
artışları, genişlemenin belirleyici etkenleriydi.
Küçük ölçekli üretim sistemin eksenini oluştursa da, Bois, üretim güç­
lerinin üretim ilişkilerinden bağımsız olarak anlaşılabileceği düşüncesini
reddeder. Buna karşın, feodal üretim güçlerinin doğası göz önünde tutul­
duğunda, derebeylerinin topraklara el koyması eğiliminin uzun vadede
sürekli düşüş gösterdiğinde ısrar eder. Köylülerin miri arazi üzerinde arhk
emeğe direnişi ve emeklerinin ürününün büyük bölümünü ailelerine ayır­
ma mücadeleleri, feodalizm sistemi altında yaşanan sınıf mücadelesinin
doğasında olan bir özelliktir. Köylü topluluklarının aile parsellerinin düzen­
leyici merkezi olarak gelişmesi ve feodal derebeylerinin dış müdahelelerine
karşı siper görevi görmeleri, özellikle aristokratik politik örgütlenmenin
zayıf olduğu bölgelerde derebeylerinin iktidarını sarsh. Küçük çaplı üretici­
lerin, derebeylerinin sürekli imtiyaz ve hizmet ideolojisinden de destek alan
mücadeleleri, feodalizme özgü topraklara el koyma olayl arını başarıyla
azalttı. Bu durumu dengeleyen tek eğilim, derebeylerinin tepkisel ve ekstra­
ekonomik eylemleriydi: (1) yasal olarak topraklara el koymanın yeni biçim­
lerinin çıkarılması (2) savaş vasıtasıyla gelir dağılımını yeniden oluşturmak
amacıyla harp meydanına başvurmak, ya da (3)" sömürünün politik olarak
yeniden düzenlenmesi" (Bois'nin "merkezi feodalizm" adını verdiği,
merkezi devletin güçlendirilmesi- Normandiya örneğinde, mutlakiyetçi­
liğin yükselmesi ve vergilerin artması. Bu iki durum sivil ve askeri hizmet
aracılığıyla aristokratik hazineye yeniden kazandırılmıştır) . Buna karşın
Bois, feodal üretim biçiminin dinamikleri göz önünde tutulduğunda, dere­
beylerinin bu tepkilerinin hiçbirinin uzun vadede başarılı olamadığı
görüşündedir. Bois'nin " derebeylerinin topraklara el koymasındaki azal­
manın hareket yasalarına" ilişkin argümanını anlayabilmek için, bu
düşünceleri feodal gelişmenin döngüsel mantığı ile ilgili fikirleri bağlamın­
da ele almamız gerekir.

1 48
Bois'nin başarısı, neo-Malthusçu demografik çözümlemeyi, feodalizmin
üretim biçiminine yönelik çözümlemeye entegre edebilmiş olmasında yatar.
Burada ancak özet olarak verilebilecek özenli bir empirik araştırma
aracılığıyla, her biri feodal üretim güç ve ilişkilerinin kendine özgü özellik­
leri tarafından düzenlenen büyüme, ekonomik durgunluk ve karşıtlık aşa­
malarını açıklar. Büyüme aşaması, kendisinden önce gelen düşüş aşaması
"dibe vurduğunda," köylülerin gittikçe artan üretkenlik oranı en sonunda
feodallerin zorunlu vergilerini aştığında başladı. Nüfusun (savaş şokları,
salgın hastalıklar ve düşüş döneminin kıtlık özellikleri artmaya başlamasıy­
la birlikte ekonomik gelişme geniş coğrafyalara yayıldı. Yeni topraklar tarı­
ma yeniden açılınca, toplam üretim arth. Buna karşın, toprak, nüfus ve üre­
timdeki bu artışa (daha yeni, daha az verimli topraklara geri dönüşün, me­
racılığın, hayvancılığın, gübreciliğin vs. azalmasından kaynaklanan) üretken­
likte düşüş eşlik etti. Bois'ye göre, bu nedenle feodal büyüme dönemlerinde
feodal baskı, düşen üretkenlik oranıyla birlikte azaldı. Köylülerin üretken­
liği feodal baskı üzerinde mutlak bir baskı oluşturdu, çünkü feodal toprak
pazarı bağlamında, sadece kendi kaynaklarıyla yetinen köylüler toprak iste­
di ve ürettiklerinden daha fazlasını ödeyemedikleri için, vergi oranlan onla­
rın üretkenliğindeki düşüşü takip etmek zorundaydı. Bois, vergi oranların­
daki düşüş olmaksızın, düşen üretkenliğe rağmen ortaya çıkan demografik
ve ekonomik genişleme anlaşılamayacağı çıkarımında bulunur.
Buna karşın, düşen üretkenlik oranı, tarım ürünlerinin fiyatlarının imal
edilen mallara şehirde biçilen fiyatlara oranla artması anlamına geliyordu.
Bu durum kırsal ekonominin pazar sektörünün leyhine olmakla birlikte
küçük toprak sahipleri için ücretlerin düşmesi ve yoksullaşma anlamına
geliyordu. Büyüme aşamaları sırasındaki ekonomik koşullar toprağın feo­
dal birikimini, yani miri arazinin artması ve çiftçilere daha fazla toprak
kiralarunası sürecini destekledi. Bu da küçük mülk sahiplerinin parsel­
lerinin bölünmesine daha fazla katkı sağladı. Çiftçilerin arazilerinin artması
ve küçük mülk sahiplerinin fakirleşmesi, köylü toplulukları arasındaki
toplumsal katmanlaşmayı arttırmanın yanı sıra �sal kesimde ticaret sek­
törünün artması potansiyelini doğurur. Derebeylerinin ekonomik konumu,
yeni girişimlerden yaratılan gelir hacminin düşen vergi oranlarını den­
gelemesiyle birlikte daha da iyileşti.
Fakat feodal büyüme kendi doğasına aykırı koşullar yarath. Nüfus
baskısının sisteme nüfuz etmeye devam etmesi ve fiyatların yüksek

1 49
kalmasını kısa bir ekonomik durgunluk ya da /1 durgunluk içinde enflasyon"
dönemi takip etti, fakat ekilebilir toprakların tamamı işgal edildiği ve
üretkenliğin düşüş oranı artbğı için toplam üretim durdu hatta düşüş gös­
terdi. Feodal vergilerin hacmi azalma belirtileri gösterince, yani vergi
oranını dengeleyecek yeni toprak kalmayınca, derebeylik sınıfı, sekteye
uğrayan ekonomik konumunu dengeleyebilmek için vergi oranlarını yük­
seltmeye çalışmak zorunda kaldı. Bois'ye göre bu politik eylem, büyüme­
durgunluk içinde enflasyon döngüsü üzerinde /1 çığır açıcı" bir etki yarattı
ve bir karşıtlık aşaması başlattı. Elbette bazı derebeyleri, feodal rejimin
düştüğü açmazın bedelini köylü sınıfına yüklemek yerine üretim üzerinde
kökten bir değişikliğe gitmeye çalışmış olabilir, fakat bu, ileride göreceğimiz
gibi, sadece belli tarihsel koşullar altında, yani feodal ekonominin kapitalist
üretim biçimi ile eklemlenerek geçerliliğini yitirdiği noktada akla uygun (ya
da gittikçe daha da kaçınılmaz) bir seçenek olabilirdi.
Bois'ye göre feodal karşıtlıklar, büyümenin basit bir yansımasından
ibaret değildir. Çünkü büyümenin aksine, tüm toplumu kapsayan şiddetli
bir krize dönüşene kadar yükselir. Demografik kısıtlılıklar kıtlık ve hastalığa
zemin hazırladı, fakat derebeylerinin vergi oranlarını arhrma girişimleri
demografik krizi yoğunlaşhrdı ve köylü sınıflarının ötesine geçirdi. Bunun
sonucu birbirini takip eden felaketler oldu -nüfusun hasat üzerindeki
baskısından kaynaklanan kıtlıklar, nüfusun kötü beslenmesinden kay­
naklanan salgın hastalıklar, köylülerin artan vergilere karşı ortaya çıkan
isyanları, diğer derebeylerinin yok olması pahasına kaybettikleri servetleri­
ni geri kazanmaya çalışan derebeylerinin savaşları, katliamın kırsal kesim
üzerindeki yıkıcı etkisi ile birleşerek feodal ekonominin hızla düşüşe geçme­
sine zemin hazırladı. Bu felaketler kısmi iyileşme dönemleriyle kesintiye
uğramış olabilir, fakat Bois bu gelişmelerin sürekliliğinde ve birikimsel
doğasında ısrar eder: feodalizm kıtlık, salgın hastalık ve savaşı sistematik
olarak üretti, fakat bu olaylar feodal sisteme yönelik dış müdahaleler değil,
feodal üretim biçiminin doğasında var olan eğilimlerdi.
Elbette nüfus artışı iyileşme için son derece önemli bir etken olabilir, fakat
Bois nüfus artışı ve düşüşünün gerçekleştiği üretim biçiminin önceliğini
vurgulaması yönüyle Malthus sonrası ekolden ayrılır. Meillassoux gibi Bois
de, her bir üretim biçiminin kendine özgü demografik yasalara sahip
olduğunu ve feodal bir üretim biçiminde demografik çöküş özünde toplum­
sal krizi nüfus arhşından daha fazla tersine çevirmediğini düşünür. Bois'ye

1 50
göre, nüfus hareketleri ancak feodal üretim biçiminin ve onun birbirini
tamamlayıcı sosyo-ekonomik yasalarının özgül bağlamında anlaşılabilir:
(derebeylerinin arh değeri kendilerine mal etmeleri ile köylülerin toprağı
işlemelerinin tikel karakteri arasındaki karşıtlıktan kaynaklanan) feodal
vergi oranlarındaki (küçük ölçekli üretim ve sadece sadece yoğun büyüme­
ye izin veren teknolojiden kaynaklanan) üretkenlikteki düşüş yasası.
Kıtlık, hastalık ve amansız savaş-vergilendirme-savaş döngüsünün sonu­
cu, nüfusun düşmesi ve tarıma elverişli toprakların daralması oldu. Fakat
bu daralma üretkenliğin artmasına (en iyi topraklara çekilme, meracılık,
hayvancılık, gübrecilikte arhş) ve böylelikle tarım ürünlerinin fiyatlarının
düşüp, ensüstriyel ücretlerin görece olarak yükselmesine neden oldu. Bu
ücret değişimi, reel ücretlerin artması anlamına geldiği ve dolayısıyla zirai
ekonominin ticarileşmiş sektörü, derbeyleri ve çiftçilerin aleyhine işleyen,
diğer yandan (ekonomik ve askeri fırhnalar sona erdikten soma) küçük
arazi sahiplerinin yaşam standartlarını yükselten bir süreçti. Buna karşın
feodal verginin toplam hacmi, derebeylerinin ektra-ekonomik araçlar vası­
tasıyla rekabet alanlarının daralmasıyla birlikte düştü. Dolayısıyla, düşüş
süreci üretkenliğin evriminde kendisine birikimsel olsa da kendi kendisini
düzenleyen bir sınırlayıcı mekanizma buldu: düşüş, üretkenliğin, köylülerin
arazilerinin derebeylilerinin sırtlarına yüklediği vergileri karşılamalarına
imkan tanıdığı noktada durdu ve geniş kapsamlı yeniden üretimi gerçek­
leştirmeye başladı. Bu nedenle başka bir genişleme aşaması için gereken
sosyo-ekonomik koşullar biraraya geldi.
Bois, derebeylerin gelirlerinin, onikinci ve onüçüncü yüzyıldaki
genişleme döneminin ardından, ondördüncü ve onbeşinci yüzyılların kriz­
leri boyunca ve onaltıncı yüzyıldaki yeni bir büyüme döneminin başlan­
gıcında, düşmeye devam ettiğini açıklar. Gördüğümüz gibi bu düşüşün en
temel faktörü, üretim araçlarının mülkiyetinin ve kontrolünün köylü sınıfı­
nın elinde olması, derebeylik gücünün ekstra-ekonomik doğasıdır. Büyüme
dönemlerinde derebeyleri düşen köylü üretkenliğinin toprak vergileri
üzerindeki etkisini dengeleyemedi. Diğer yandan ekonomik doygunluk
anında vergileri yükseltme ya da yeni yükümlülükler yaratma girişimleri
köylü sınıfının sorunlarını ağırlaştırıp, nihai sonucu, azalan nüfusun dere­
beylerinin öfkesini arhrmak olan bir krize yol açmakla kaldı. Savaş ters etki
yaratmaktan çok daha kötü sonuçlar doğurdu ve diğer kaçınılmaz alternatif,
politik yapının yeniden örgütlenmesi, üretim güçlerini değiştirmek ya da

ısı
tarımsal üretkenliği arhrmak ve derebeylik otoritesine güçlü bir rakip yarat­
maya dair hiçbir şey yapmadı. Mutlakiyetçilik kırsal kesimden arh değer
elde etme amacına hizmet eden çok daha etkili bir mekanizma yaratb, fakat
bunu temel feodal üretim ilişkisini, malikanenin sahibinin özel egemenliği­
ni zayıflatarak yaph. Polonya ya da İngiltere örneklerinde olduğu gibi, dere­
beylik sınıfının politik olarak yeniden düzenlenerek mülklere ya parlamen­
tolara dönüştürülmesi gelenesel derebeylik haklarını ve iktidarını pekiştir­
di. Fakat bu gibi politik kurumlar üretim biçimini mutlakiyetçilikten daha
fazla değiştirmediği için, feodal vergideki uzun vadeli düşüşleri tersine
çevirme başarısı sadece geçici olabilirdi. Merkezi feodalizm, tür engellere
rağmen köylü sınıfının sömürülmesini sürdürmeyi başardığı ölçüde, ister
istemez ekonomik büyümenin irtifa kaybetmesine de yol açmıştır. Bu gibi
politikalar tam anlamıyla başarılı olsaydı -ki bu feodal üretim biçimi bağ­
lamında anlaşılması güç bir durumdur- feodal ekonomiyi hiçbir arh değere
sahip olmayan durağan bir fakirlik haline dönüştürürdü. Bildiğimiz gibi bu
Avrupa feodalizminin neticesi olmadığı için, cevaplanması gereken öncelik­
li soru şudur: Neden olmasın?

Bois'ye göre feodalizm içerisinde gerçekleşen değişimin reel endeksi,


derebeylik sınıfının politik yeniden örgütlenmesi değil, kapitalizmin feodal
sektöre nüfuz etmesiydi. Onalhncı yüzyıla gelindiğinde kira ve kar kavram­
ları ayrılmaz bir şekilde birbirine karışmışh : feodal kralların ve para vergi­
lerinin geniş alanlara yayılmasının azalmasının derebeylik otoritesini
zayıflahp köylülerin bağımsızlığını artırmasıyla birlikte yeni ekonomik
yapılar kök salmaya başladı. Mal sahipleri artık köylü sınıfını kira süresi
sözleşmelerine bağlı tutmakla değil, onları kamulaştırmakla ilgileniyordu;
şehirde yaşayan burjuvazi toprak pazarına nüfuz etmeye başladı; başarılı
köylülerin küçük arazi sahiplerinin zararına çoğalmasıyla birlikte, köylü
toplulukları içerisinde çiftlik reisleri ile rençperler arasındaki toplumsal
tabakalaşma arth . Bois, onsekizinci yüzyılda bu eğilimlerin henüz toplum­
sal yapıya hakim olmadığını kabul eder, ama birikimsel gelişimleri oldukça
aşikardır. Her bir genişleme dalgası, mülk sahibi ve çiftlik sahiplerini
çoğalıp ticarileşmeye yöneltti . Her bir dalga, birikime yönelik feodal
engeller tarafından kesintiye uğradı ve toplumsal yapıya bir düşüş hakim
olmaya başladı. Fakat feodal vergi toplama geleneği zaman içinde değişik­
liğe uğradığı için ve derebeylik otoritesi her bir krizle zayıfladığından,
birikim dalgaları daha da kesintiye uğradı. Bunun nedeni daha önceki

1 52
birikimlerin daha sonraki dalgalara yönelik feodal direnişini sekteye uğrat­
masıdır. Her bir genişleme dalgasının arkasında yatan temel itici güçler feo­
dal kaldığı sürece, yani feodal üretim biçimi hakimiyetini koruduğu sürece,
birikim süreci kesintili olarak kaldı. Buna karşın, kırsal kesimin parasallaş­
ması, küçük arazi sahiplerinin yoksullaştırılması ve toprağın pazar değerine
ilişkin feodal otoritenin azalmasıyla birlikte ticari kapitalist dürtüler daha
da belirginlik kazandı. Ticari rant, derebeyliliğin dayattığı maddi yüküm­
lülükleri aşınca, feodal üretim ilişkilerinin kapitalist büyümeye yönelik
temel engeli geri dönülmez bir biçimde ortadan kalktı. Onalhncı yüzyıla
gelindiğinde feodal gelişmenin ulaştığı noktada, mülk sahibinin çıkarları ve
davranışları, Rey tarafından açıklanan yapıya yaklaşmaya başlamıştı.

Bois'nin çalışması için seçtiği dönem ve özellikle Normandiya üzerinde


durması elbette küresel feodal ekonominin düzensiz ve birleşik gelişmesini
ve onalhncı yüzyılın ortalarına doğru gittikçe daha fazla belirgin hale gelen
bölgesel farklılıkları araştırmasını olanaksız hale getirir. Kırsal kesimdeki
üretim güç ve ilişkilerinin dinamiklerine, feodal ekonominin baskın sek­
törüne yönelik ilgisi, Bois'yi şehirleşmenin işlevi, bölgesel ticaret ve feodal
üretim biçiminin yapısı içerisinde kırsal imalata ilişkin önemli sorunlardan
uzaklaştırır. Onaltıncı yüzyıla girildiğinde ilk endüstrileşme döneminin,
uluslararası ticaretin ve ticari toprak pazarının ortaya çıktığına dikkat çekse
de, şehirlerdeki gelişmeler ve " kapitalizmin doğuşu," seçili sınırlarının
dışında kalır. Şehirlerin işlevini feodal üretim biçiminde, kapitalist üretim
ilişkilerinin kökenlerini ve birbirine eklemlenen gelişmelerini feodal yapının
çözülmesinin mantığında konumlandırabilmek için, Kriedte ve Anderson'ın
metinlerine başvurmalıyız. Son olarak, Bois' nin üretici güçlerin önceliğine
odaklanması, politik gelişmelerin ve devletlerin oluşumunun bir ölçüde
gözardı edilmesine yol açar. Kuşkusuz Bois politik merkezileşmenin feodal
gelişmenin neredeyse yasa niteliğinde bir eğilimi olduğunun farkına var­
mıştır. Fakat çözümlemesi, tam doğruya ulaşacağı anda mutlakiyetçilikten
yüz çevirir. Mutlakiyetçi devlet kavramını ' merkezileşmiş feodalizm' olarak
irdelemeli tarihsel açıdan özgül etkinliğini kapitalizme geçiş bağlamında ele
almalıyız. Perry Anderson bu eksik noktaları taktire şayan bir başarıyla
gözler önüne sürer ve bize genel sentezimize dahil edebileceğimiz bir başka
önemli unsur sunar.

1 53
Kriedte: Kapitalizm ve feodalizmin Çözülüşü
Peter Kriedte'nin Köylüler, Toprak Sahipleri ve Tüccar Kapitalistler eseri,
1500-1800 yılları arasında Avrupa' da feodalizmden kapitalizme geçiş üzeri­
ne yapılmış oldukça kapsamlı bir çalışmadır. Bu tartışma içerisinde özel bir
yere sahip olmasının nedeni, Kriedte'nin bu geçişi Bois'nin tarımda feodal
eklemlene kavramı açısından açıklamaya girişmesi ve bunu kendi kavramı
"ilk endüstrileşme" temelinde geliştirdiği ticaret ve imalat çözümlemesi ile
desteklemesidir. Kriedte, feodal gelişme sürecini yaklaşık olarak Bois'nin
bıraktığı yerden alarak, onaltıncı yüzyıldaki ekonomik büyümeyi, onyedin­
ci yüzyıldaki krizi ve onsekizinci yüzyılda feodalizmin son kez yükseliş
göstermesinin yanı sıra hem şehir hem de kırsal sektörlerde ortaya çıkan
feodal birikimin sonucunda feodalizmin nasıl zayıfladığını açıklar -bu son
süreç gittikçe daha geniş alanlara yayılan bölgeler ve uluslararası bir feodal
ekonomi yaratmakla kalmayıp, kapitalist üretim ilişkilerinin doğup
gelişmesi için gereken varoluş koşullarını yaratmıştır. Fakat değerlendir­
memize bu argümanla devam emeden önce, feodal üretim biçiminde imalat
ve ticaretin yerini saptamamız, yani Kriedtke'nin feodalizmden kapitalizme
geçiş sürecinde şehirler ya da kırsal kesimin önceliğine ilişkin tartışmada
hangi düşünsel cephede yer aldığını gözden geçirmemiz gerekmektedir16 .
Kriedtke çözümlemesine, feodal kırsal kesimin görece olarak kendi kay­
naklarıyla yetinse de, hiçbir şekilde otarşik olmadığının altını çizerek başlar.
Yirminci yüzyılda tarımın geniş coğrafyalara yayılmasıyla birlikte, şehirler
ortaya çıkarak hzla coğaldı ve çevrelerindeki kırsal kesim için zanaatkar­
ların üretimi ve tüccarların ticaretine bir merkez görevi gördü. Şehir toplu­
luklarının kökenleri zaman ve yere göre değişiklik gösterdi- kimi kırsal ke­
simlerde nüfus artışı sonucunda, kimi ticaret rotalarında tüccarlar için antre­
po olarak ortaya çıktı. Fakat bunların tümü kapitalist değil, feodal oluşum­
lardı. Avrupa feodalizmi şehirler ve köyler arasında muazzam bir iş bölümü
ortaya çıkarmasının yanı sıra, ticaret ve imalatı önemli ölçüde geliştirdi.
Fakat şehirler feodal ihtiyaçlardan doğdu ve feodal bir yapıya sahipti. İlk
başta, yerel piyasa tekellerinin payına d.üşen düşük fiyatlı imalat ürünü mal­
lar ve gelirleri elde etmeyi arzulayan toprak sahibi sınıfların kontrolünde
olan şehirler, zamanla diğer şehirlerle girdikleri ittifak ve anlaşmazlıklar ya
da çok sık olmasa da iç savaşlar aracılığıyla bağımsızlıklarını kazandılar. İ lk
şehirler, zanaatkarlar ve ticaret loncalarının el ürünü malları imal etmesi ve
bu malları dağıtmasına dayanıyordu. Feodal şehirlerin işlevi kırsal kesim

1 54
için üretim yapmaktı; zanaatkarlar ve şehir ve malikanelere aracılık eden
tüccarlar arasında çok az eşitsizlik vardı.
Buna karşın, feodal üreticiler ve tüketiciler arasındaki ekonomik değişim­
leri kontrol eden tüccar sınıfı olduğu için, feodal gelişimin mantığı
zanaatkarı değil, tüccarı destekliyordu. (Kırsal kesimin alım gücünü kendi
ellerinde toplayan) toprak sahibi seçkinlerin gereksinimlerini karşılayan
lüks mal ticareti tüccarlar için ilk para birikimini sağladı. Bu gelir, hem yerel
üretim hem de hammaddelerin yerel düzeyde tüketiminin geniş alanlara
yayılması vasıtasıyla desteklendi. Bu ticaret etkinliği de ekonominin ve
üretkenliğin geliştirilmesini daha da teşvik etti. Fakat para birikiminin man­
tığı, derebeyleri, köylüler ve zanaatkarlar arasındaki değişim etkinliklerini
daha işler hale getirmekle sınırlı kaldı. Tüccarlar, aristokratların gereksinim­
lerini karşılıyordu ve Avrupa'ya yabancı olan ya da küçük üreticilerin -lon­
calar ve köylü çiftçiler- denetiminde olan üretim üzerindeki kontrolü çok
azdı. Bundan ötürü feodalizm dinamik, kara dayalı bir tüccar sınıfına sahip­
ken, kar birikiminin mantığı üretimden çok piyasalara egemen olmayı
amaçladı.
Kriedke'ye göre feodal tüccarlar, feodal toprak sahiplerinden farksızdı;
zenginliği kendilerine mal ettikleri için, bu zenginliğin üreticileri değillerdi.
Üretim, köylü akranlarının kırsal kesimde yaptığı gibi üretim araçlarını
elinde tutan örgütlü bir zanaatkar sınıfın ellerindeydi ve bu sınıf üretkenliği
ya da kan arttırmakla ilgilenmiyordu. Loncalar, rekabeti ortadan kaldırmak,
piyasadaki fiyat değişimlerini en aza indirmek ve ürünlerin satılabilmesi
için üretimi talepten daha az tutmak için oluşturulmuş tekellerdi.
Tekellerinden yararlanarak refah zamanlarında köylülerden menfaat sağla­
mak, zor zamanlarda ise kayıpları en aza indirip, zararın toplumun farklı
tabakalarına eşit oranda dağılmasını sağlayarak piyasanın teşvik eylemler­
ine çok az karşılık veriyorlardı. Tam tersine tüccarlar, para birikimini ve
ticaret hacmini artırmayı arzulamakla birlikte, hala son tahlilde bağlı olduk­
ları feodal ilişkiler tarafından yönlendiriliyordu: etkinlikleri kendi lonca
tekelleri ve tüzel imtiyazlarına dayanırken, elde ettikleri karın kaynağı,
derebeylik sınıfından elde edilen artı değerdi. Kriedtke, kuşkusuz güçlü bir
Marksist ve Weberci geleneği takip ederek, feodal tüccarlara "ticari kapita­
listler" niteliğini atfeder. Bu terminoloji bana Marksist biçimiyle aşırı dere­
cede erekselci ve Weberci düşünce sistemi açısından tarih dışı gözükmekte­
dir. Kapitalizmin feodalizmden doğuşunun önemi kuşkuya yer bırakmasa

ı ss
da, basit bir şekilde kapitalizmin feodalizmin 'embriyosu' olarak tanımlan­
ması yoluyla açıklanamaz. Kapitalizm sonsuza dek varolacak bir sistem
değildir; ne para birikimi ne de ticari değişimin kapitalist olması gerekmez.
Kar birikimini elinde bulunduran sınıfın üretim araçlarını kontrol etmediği
ve serbest piyasanın ne toprak ne de emek olduğu yerde, mevcut rejimle
"kapitalist" ifadesi arasında bir ilişki görmek güçtür. Bu nedenlerden ötürü
"ticari kapitalizm" ifadesinden kaçınarak, bunun yerine ne olursa olsun
Kriedtke'nin feodal üretim biçimi içerisinde şehir ticareti ve imalatın önemi­
ne ilişkin argümanının ana fikrinden şaşmayan "feodal ticaret" ifadesini ter­
cih ettim.
Feodal tanın gibi feodal imalat ve ticaret de ekstra-ekonomik güç ve ayrı­
calıklar etrafında örgütlendi. Ticaret loncaları, piyasaları kısıtlama ve aynı
zamanda tesis etme yetkisine sahip olmaları ölçüsünde 'asalak' ekonomik
unsurlardı. Tüccarlar fiyat farklılıklarından yararlanarak- ürünleri ucuza
alıp pahalıya satarak- büyük servetlere ulaşsalar da, küçük üreticilerin ham­
maddeler ve tüketicilerden uzaklaşmasını, dolayısıyla kendilerine bağımlı
olmalarını pekiştirmek amacıyla zenginliklerini ve tekel güçlerini kulla­
· narak bu farkları sürdürebiliyor, yeniden üretebiliyor ve hatta artırabiliyor­
lardı. Tüccarların zenginliği, tiaret şartlarını politik yetkisi vasıtasıyla tüc­
carların lehine değiştirerek üretim süreci üzerindeki denetim eksikliklerini
dengeleyebilen şehir "aristokrasisi" tarafından politik kontrole dönüştü­
rüldü. Şehirler üzerindeki ekonomik tekel gücü, tüccarların yabancı reka­
betçileri bölgeden uzaklaşhrmalarına, (yerel ticareti gümrük vergileri,
işgaliye bedelleri ve yerel ticareti kanalize etmeye yönelik diğer yönetmelik­
ler yoluyla) şehirlerin etrafındaki kırsal kesimi kolonileştirmelerine ve (önce
piyasalara ve hammaddelere, ardından, gelirleri yeterli ölçüde azaltıldıktan
sonra kredi ve döner sermayeye erişimlerini kısıtlayarak) yerel üreticilerin
bağımsızlığını azaltmalarına olanak tanıdı. Tüccarların piyasa hakimiyeti,
satın aldıkları ürünlerin fiyatlarının düşük, sattıkları ürünlerin fiyatlarının
ise yüksek kalmasına yaradı. Zanaatkar loncaları köylüler gibi ekonomik
alanda ikincil aktörlere dönüşmelerine büyük bir direniş gösterdi, fakat
köylü sınıfından farklı olarak, üretim araçları üzerinde tüccarların zenginlik
ve örgütlenmelerini uzun vadede dengeleyecek kadar denetime sahip
değillerdi. Kırsal kesimde feodal hakimiyetin düşmesinin tersine, şehirlerin
gelişmesi, tüccarların küçük üreticiler üzerindeki hakimiyetini gittikçe daha
da arttırdı.

1 56
Tüccarların sahip olduğu zenginlik, yalnızca loncaların tüccar hasımları­
na bağlılıklarının değil, aynı zamanda burjuvazi ve aristokrasinin ekonomik
birikimi arasındaki etkileşimin artması anlamına geliyordu (zengin tüccar­
lar vergi ve devlet gelirlerinin toplayıcıları ve yöneticiler olmanın yanında,
toprak sahibi sınıfların ve kilisenin bankaları durumuna geldi) . Tüccarların
maddi birikimi krallığın ve aristokrat sınıfın borçlarına dönüşerek tekel
imtiyazl arının, aristokratik evliliklerin artmasına ve derebeylerinin toprak­
larının ticari burjuvazinin mülkiyetine girmesine zemin hazırladı. Kriedte,
ticari servetlerin artışının, feodal üretim biçimi için devrimci bir tarihsel
ivme yaratmadığı sonucunu çıkarır. Aristokrasinin yaşam tarzı ve toplum­
sal konumu, feodalleşmenin, dererebeylerinin topraklarını sahn almak, aris­
tokratik ünvanlar elde etmek gibi cezbedici unsurlara, ticari ve finansal
etkinliklerden kapitalist imalat sürecine geçmek gibi tehlikeli ve kar
getirmeyen bir görevi yerine getirmekten daha fazla ilgi gösteriyordu. Ticari
oligarşilerin küçük üreticilerin gelirleri üzerinde uyguladığı baskıya rağ­
men, üretimin kendisi büyük ölçüde zanaatkarların elinde kaldı.

Kriedtke, feodal üretim biçimi içerisinde zanaate dayanan üretim ve tüc­


carların ticari etkinliklerinin, toplumun ekonomik yapısına son derece
hakim olan tarım sektörünün hareketlerini takip etme eğilimi gösterdiğini
kabul eder. İ mal edilen ürünlerdeki fiyat değişiklikleri, temel gıda ürün­
lerinin fiyatlarındaki hareketlenmelerle birlikte dalgalanır, fakat imal edilen
ürünler azalan geri dönüşlere daha az maruz kaldığı için ve imal edilen mal­
lara yönelik talebin gıdaya yönelik talepten daha esnek olmasından dolayı
daha az bocalama görülür. Feodal şehirlerin temel etkinlikleri tarım olan kır­
sal kesime bağlılığını, kırsal kesimin düşük alım gücü ve gıda ürünlerinin
görece olarak düşük fiyatları belirler. Kriedtte, onalhncı yüzyılın ekonomik
ilerleme dönemi sırsında arhş gösteren bölgelerarası ticaretin Avrupa' daki
alım gücünü yoğunlaşhrıp farklı ve yeni coğrafyalara dağılmasını sağla­
yarak neredeyse sınırsız olan yabancı pazarlarını o zamana dek sınırlı olan
yerel talebe açhğına dikkat çeker. Yabancı alım gücü aracılığıyla piyasa
talebindeki arhşlara rakip antrepo ağları ve bölgesel üreticiler arasındaki
artan fiyat rekabeti eşlik etti.

Kriedte, onalhncı yüzyıldaki piyasa talebi ve fiyat rekabeti konjonk­


türünün, kırsal kesimlerdeki küçük toprak sahiplerinin ucuz emek gücü ile
ikiye katlanıp, kapitalist üretim ilişkilerinin önkoşullarını ortaya çıkardığını
öne sürer. Onalhncı yüzyıla gelindiğinde, kendilerini çevreleyen bazı der-

1 57
beyleri gibi tüccarlar da, fiyat farklılıklarına dayanan spekülatif kazanımlar­
dan üretim masraflanrun azalhlmasıyla elde edilebilecek kar arayışl arına
yöneldi. Artan talep ve rekabetle karşı karşıya kalan tüccarlar, loncaların
üretim tekellerine artık razı olamazlardı. Loncaların emek gücünün yüksek
masraflarından kurtulmak için üretimi şehirlerden kırsal kesime kaydır­
maya başladılar. Kırsal imalat yönelik bu hamle, ya da Kriedte'nin ifadesiyle
"ön-endüstriyelleşme süreci" feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim
ilişkilerine geçişin atılım noktasını oluşturdu.

Bu nedenle kapitalizmin doğuşu, feodal eğilimlerden kırsal ve şehirsel


ekonomik birikimin birleşmesinin sonucudur. Gördüğümüz gibi ticaretin
yükselişi, derebeylik otoritesinin çözülmesini, ve köylü topluluklar arasın­
daki ekonomik tabakalaşmayı hızlandırdı. Şehir piyasaları gönüllü süvari
alaylarının ve orta sınıfların gelişmesi için büyük bir önem taşıyor ve hem
yoğun tarımın gelişmesi (tek türlü tarım, ürün rotasyonu, hayvancılık vs.)
hem de küçük arazi sahiplerinin mülklerinin kamulaştırılmasının destek­
leyicisi rolünü görüyordu. Aynı süreç şehirlerde sınıfsal farklılıkların ortaya
çıkmasını da teşvik etti. Gördüğümüz gibi, tüccar aristokrasinin artan
zenginliği, derebeylik sınıfının ekstra-ekonomik güçlerine benzeyen yön­
temler aracılığıyla zanaat loncalarına ve kırsal kesimlere hakim olmaya
başladı. Bunun ardından ticaretin geniş alanlara yayılması üretici sınıfların
arasındaki tabakalaşmalan da artırdı. Yerel ekonominin döngüsel büyüme­
si ve karşıtlığının yerini bölgelerarası piyasa rekabetine, tüccarların haki­
miyetine ve ön-endüstriyelleşme sürecini yaşayan köylere bırakmasıyla bir­
likte, efendiler ve " onlara bağlı olan" işçiler - ustabaşılar ve işçiler- arasın­
daki sınır gittikçe daha kolay bir şekilde aşılır hale geldi. Zaman geçtikçe,
mal sahibi zanaatkarlar, ustalık statüsüne ulaşabilmek için aşılması gereken
" aşamaları" gittikçe daha pahalı ve zaman tüketici hale getirerek, çalışan­
ların bu konuma gelmelerini engelleyecek güce ulaştı . Elbette mal sahibinin
kendi oğulları bu engellerden muaftı.

Onaltıncı yüzyıldan itibaren ustalık statüsü gittikçe daha fazla babadan


oğla geçer hale geldi ve sermaye birikimine yönelik fırsatlar buna bağlı
olarak artış gösterdi. Buna karşın, üretici sınıflar üzerinden elde edilen ser­
maye, ustaları için ücretli işçiler olarak çalışmak ya da loncaların yönet­
melikleri ve gözetiminden kaçabilmek için ' arka sokaklar' ve tavan araların­
da çalışmak zorunda kalan gittikçe daha fazla sayıdaki çalışanın yoksullaş­
ması süreci ile örtüşüyordu. Zanaatkar sınıfından çıkan " yeni adamlar"

1 58
ücretli emek gücü çalışhrarak, zenginlikleri kendi emeklerine göre değil,
sahip oldukları sermayeye göre ölçülene kadar kazançlarını arhrmaya
devam etti. Bu kapitalist girişimciler, diğerlerine nazaran sıra dışı bir zen­
ginliğe kavuşmaları durumunda tüccar loncalarına giriyor ya da hatta
kendilerine ait bir lonca kuracak kadar güçlü hale geliyordu. Fakat zengin­
lik ve güce erişimleri büyük ölçüde ticaret oligarşilerinin ayrıcalıkları
tarafından engelleniyordu. Elbette onaltıncı yüzyıl ve onyedinci yüzyıllarda
tekel ayrıcalıkları karlılıklarını korumuştu, fakat aynı zamanda kapitalist
sınıfların farklı cepheleri arasındaki artan gerilimlerin kaynağı da bu ayrı­
calıklardı. Fakat bu karşıtlıklara rağmen, sonradan ortaya çıkan daha küçük
kapitalistler, sermayenin üretim üzerindeki gittikçe artan kontrolünden,
kendilerinden önce varolan rakipleri kadar yararlandı.

Tüccarların üretimin kontrolünü kendi ellerine alma kararlarının sonucu


olan ön-endüstriyelleşme, Kridtke'ye Rey' in ortaya athğı feodal ve kapita­
list üretim ilişkilerinin birbirine eklemlenmesi sürecinin başlangıç noktasını
teşkil eder. Küçük ev sanayileri köylülerin yaşadığı kasabaları, onsekizinci
yüzyıla gelindiğinde tüm Avrupa'yı kaplayan ön-ensütriyel kasabalara
önüştürdü. Bu gibi köylerde küçük üreticiler, uygulanabilir en geniş kap­
samlı iş bölümü ile kesintiye uğrayan etkinliklerde uzmanlaşh ve çağımıza
uygun ifadesiyle onları " işe alıp" " varlıklarını sürdürmelerini sağlayan"
tüccar-üreticilerin sağladığı malzeme ve araçlarla çalışh. Elbette tekstil
imalah, feodal tüketiciler için en temel endüstri olan gıda imalah ile birlikte
yeni kapitalist üretim tekniklerinin ' öncü kıtayı' oluşturuyordu, fakat
madencilik ve diğer endüstrilerdeki kapitalist üretim ilişkileri de onaltıncı
yüzyıldan itibaren gittikçe daha fazla belirgin hale gelmişti. Bu sürecin
başlangıçlarını imlemese de (bu durumun örneklerini kuzey İtalya ve Hol­
landa' da daha onüçüncü yüzyılda görebiliriz), onaltıncı yüzyıl, şehirlerdeki
kapitalist imalahn Avrupa ekonomisi için vazgeçilmez bir unsur haline
gelmesinin başladığı dönemdir. Ticari sermayenin küresel ekonomiye on­
sekizinci yüzyıla kadar hakim olmasına (merkantilist anlayış rhk feodal kır­
sal kesimin şehirdeki sermayederlar tarafından sömürgeleştirilmesinden
ibaretti) rağmen ve kapitalist üretimin genel olarak ticari ve finansal etkin­
liklerden daha az karlı ve dolayısıyla daha az cazip olmasına (İtalya ve
Hollanda' daki kapitalist deneylerin başarısızlığa uğramasının nedeni
budur) karşın, onaltıncı yüzyıl feodal ve kapitalist üretim ilişkileri arasında
sembiyotik bir karşılıklı ilişki başlatmıştır. Kriedtke, bundan itibaren ön-

1 59
endüstriyel kapitalizmin "kırsal kesimi kentlileştirerek" (Marx) küçük arazi
sahiplerini pazar üreticileri ve tüketiciler haline getireceğini, gıda ve diğer
metaların yerel pazarını genişleteceğini düşünür. Gıda pazarının daha geniş
alanlara yayılması, tarımın ticarileşmesini ve zirai tekniklerde uzmanlaş­
maya gidilmesini teşvik ederek feodal olmayan bir toprak piyasası yarattı.
Bu da tarımla uğraşan kesimlerin ekonomik birikimlerinin artması ve köylü
sınıfı içinde toplumsal tabakalaşmalar oluşması sürecini hızlandırdı. Sonuç
olarak küçük mülk sahipleri kapitalistlerin yararlandığı emek gücüne
dönüştü. Küçük toprak sahibi köylü gibi, zanaatkar kapitalist de onalbncı
yüzyılda artan fiyatlar ve düşen ücretlerle birlikte çoğaldı. Son olarak,
örgütsüz rençper ile şehirli lonca işçisinin emek maliyeti arasındaki farklılık­
lar, şehirlerdeki feodal üretim ilişkilerini kesin olarak yok etti. İ şçilerin
ticaret alanındaki feodal hakları en sonunda ortadan kaldırılmışb.
Kriedtke'nin onalbncı yüzyıldaki ekonomik büyüme, onyedinci yüzyıl­
daki kriz, ve onsekizinci yüzyıldaki son feodal büyümeye yönelik muazzam
çözümlemesini değerlendirmek ne mümkün, ne de gereklidir. Yalnız şu
kadarını söyleyebiliriz ki, feodalizm toplumsal yapı içerisindeki hakimiyeti­
ni sürdürürken, hem kendi iç dinamikleri tarafından hem de kapitalist üre­
tim ilişkilerinin daha geniş alanlara yayılmasının sonucu olarak güç kaybet­
ti. Bu süreç, onsekizinci yüzyıla gelindiğinde kapitalizmin hakimiyeti
yeniden kesin olarak ele geçirmeye başlamasıyla birlikte sona erdi. 1 800
yılında, en azından Avrupa ticaretinin kalbinin athğı bölgede, ön-sanayi­
leşme kapitalist üretimin daha da gelişmesine set çekti. Şehirlerde gerçek­
leşen imalat küçük üreticilerin tüccar-üreticilere bağımlılığını büyük ölçüde
artırmış olsa da, ön-endüstriyelleşme hala bağımsız işçiden ücretsiz işçiye
geçememişti. Kriedte, küçük mülk sahiplerinin geçinmelerine yetecek kadar
üretim yapbktan sonra çalışmayı bırakma eğiliminde olduklarını belirtir.
Onsekizinci yüzyılda yaşanan ekonomik büyüme sırasında, iç ve dış talebin
baskısı ile kapitalistlerin randımanı artbrma arzuları, küçük mülk sahip­
lerinin ekonomik büyümeler sırasında üretimi azaltma istekleri ile karşı
karşıya geldi. Kriedte bune ek olarak, küçük çaplı üretim ağlarının düzen­
lenmesi, tüccar kapitalistler için gittikçe daha zor hale geldiğine dikkat
çeker. Küçük ev sanayii, tüccar-imalatçının iş bölümü üzerinde denetim
sahibi olmasına izin verdi ve daha entegre olması nedeniyle daha etkili bir
emek süreci yaratb. Fakat üreticileri etkili bir şekilde kontrol edip denetle­
mek belli bir noktadan sonra olanaksız hale geldi.

1 60
Kriedte, bunun çözümünün daha fazla merkezileşme ve mekanizasyon,
yeni bir emek süreci, yeni bir çalışma disiplini ile sermayenin emek
üzerindeki gücünü kesinleştirecek yeni bir ekonomik düzenin yaratılması
olduğu sonucuna varır. Bu soruna ilk el atan, neredeyse sınırsız bir taleple
karşı karşıya kalan İngiltere pamuk endüstrisiydi. İngiltere' deki pamuk
endüstrisi, fabrika sistemini ortaya çıkardı ve kapitalist üretim biçiminin
hakimiyetini- Rey buna imalattan, feodalizm ve kapitalizmin eklemlen­
mesinin endüstriyel aşamasına geçiş olarak adlandırır- başlattı. Onsekizinci
yüzyılın sonuna gelindiğinde, tarım hala Avrupa' daki en önemli zenginlik
yarabcısıydı, fakat İngiltere'deki emek gücünün sadece %35'ini oluşturu­
yordu (Prusya'da % 65, Rusya'da %90) . İngiltere'deki sanayileşme, lOO'den
sonra kıtadaki üretim biçiminde yaşanan devrime hız kazandıran etken
oldu. Onsekizinci yüzyılda yaşanan yükseliş ekonomik bir krizle nokta­
landı, fakat bu daha önce görülmemiş türden bir krizdi. Ondokuzuncu
yüzyılda tahıl fiyatları nüfusun azalması nedeniyle değil, çok fazla üretim
yapılması nedeniyle düştü; ön-endüstriyelleşme süreci pazarların ortadan
kalkması yüzünden değil, fabrika üretiminden kaynaklanan rekabet
dolayısıyla çıkmaza girdi. Rey' in dikkat çektiği gibi, toprak sahibi sınıfların
özel politik gücü ondokuzuncu yüzyıl boyunca tasfiye edilmese bile,
Avrupa' daki merkezi feodal devletlerin, feodal üretim biçiminin kapitalist
üretim biçimine tabi kılınmasına eşlik eden parlamenter kapitalist rejimlere
dönüştürülmesi aracılığıyla zayıflahlmışh.

Anderson: Mutlakiyetçi Devlet ve feodal Üretim Biçimi


Perry Anderson'ın kaleme aldığı Antikiteden Feodalizme Geçişler
(1974a) ve Mu tlakiyetçi Devletin Kôkenleri (1974), Yunan ve Roma
medeniyetlerine hakim olan köleliğe dayanan üretim biçimini, feodalizmin
ortaya çıkışını, feodal üretim biçiminin ondördüncü yüzyıl ile onyedinci
yüzyıl arasında yaşadığı krizi ve krizin Avrupa' daki farklı bölge ve krallık­
lar üzerindeki toplumsal sonuçlarını kapsayan ansiklopedik eserlerdir.
Burada bizi ilgilendiren, Anderson'ın kapsamlı sentezinin özüdür- feodal
üretim biçiminin iç dinamiği, feodalizm ve kapitalizmin birbirine eklemlen­
mesi ve feodal Avrupa'nın düzensiz ve birleşik gelişimi.
Anderson, feodalizme yönelik sınırlı olmaktan çok kapsamlı bir anlayış
geliştirir. Bois ve Kriedte üretim güç ve ilişkilerine daha belirgin sınırlar
çerçeveinde odaklanırken, Anderson feodal güç ve üretim ilişkilerinin yeni-

161
den üretimini güvence alhna alan, kuramsal olarak gelişmemiş politik ya­
pılar üzerinde durur. Anderson, Antikiteden Feodalizme Geçişler eserinde
feodal toplumlardaki politik durumun en belirleyici özelliklerinin bir tas­
lağını oluşturur: malikhanenin efendisinin "özel egemenliği", politik ve eko­
nomik ilişkilerin entegre olarak feodal piramitleri alaşağı etmesi ve prensin
seçkin hakimiyetinden ayrılan çoklu, bölünmüş ya da " parsellenmiş" ege­
menlikler. Parsellenmiş egemenler, sadece olası köylü direnişinin ve köyle­
rin bağımsızlığının değil, ynı zamanda ortaçağ kasabalarının görece özerk­
liklerinin de kaynağı olan, birbirinden ayrı ve birbiriyle örtüşen hukuk sis­
temlerini ifade ediyordu. Bu egemenlikler aynı zamanda, feodal prenslerin
tüm nüfus üzerinde sahip oldukları üzerine çok fazla doğrudan politik
denetime sahip olmaksızın, kendi feodal kaynaklarıyla yetinmek zorunda
olduğu için, feodal piramitlerin en üst noktasının görece zayıflığını anıştırı­
yordu.
Parsellenmiş egemenlik, Anderson' ın "feodal dinamik" adını verdiği
şeyin en temel unsurunu oluşturur. Feodal toplumsal oluşumların dinamiz­
mi, son derece baskın (fakat daima, soylular tarafından kontrol edilen küçük
bir ticari sektörü kapsayan) bir doğal ekonominin, aristokrat oligarşi yöneti­
cilerinin, loncaların ve tekellerin hakimiyeti albnda olan (fakat aynı zaman­
da meta üretimi ve para yoluyla değişimle karakterize edilen) bir şehir
ekonomisi ile çelişkili bir şekilde eklemlenmesinden kaynaklıyordu. Dahası,
bu çelişkiler (kraliyetin, derebeylerinin ya da din adamlarının empoze ettiği)
sayısız adalet sistemi ve (serflikten serbest mallara kadar çeşitlilik gösteren)
mülkiyet ayrıcalığının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Bu parsellenmiş
egemenlikler içerisinde derbeyleri ve köylüler arasındaki bitmek bilmez
mücadele farklı tarihsel varoluş koşulları, devletin feodal yapı içerisindeki
derebeyleri, prensler, kasabalar, kilise gibi farklı unsurlar arasındaki rekabet
aracılığıyla gelişmesi ve ekonomik gelişmenin çeşitlilik gösteren bölgesel
seviyeleri tarafından şekillendi. Anderson, feodal toplumsal oluşumların
tarihsel özgüllüğünün, feodalizme giden farklı yolların ve somut feodal
toplumlardaki farklılıkların ısrarla altını çizer. Onun çözümlemesi, tarihsel
analizin birbirinden farklı ve münferit düzeylerinin gerekliliğinin ve fay­
dasının bir örneğidir.
Anderson, Antikiteden Feodalizme Geçişler eserinde şehirleşmenin, feo­
dalizmin ondördüncü yüzyılda yaşadığı krizin farklı sonuçları (aşırı nüfus
arbşı, kıtlık, salgın hastalıklar, derebeylerinin ekonomik kayıplarını köylü

1 62
sınıfı aracılığıyla karşılama girişimleri, köylü ayaklanmaları ve bu çabalara
karşı direnişler ve son olarak her biri diğerinin zararı pahasına gasp ve fidye
yoluyla servetlerini gelir kazanmaya çalışan soylu kesimler arasındaki yerel
savaşlar) açısından önemini vurgular. Açık bir şekile ifade etmek gerekirse
Anderson serfliğin Bah Avrupa' da ortadan kalkmasını, feodal egemenliğin
parçalara ayrılması yoluyla yapısal olarak korunan şehirleşmenin,
şehirlerdeki sınıf mücadelesinin sonuçlarım değiştirebilecek noktaya ulaş­
masına bağlar. Şehirler sadece tarımın ticarileştirilmesinin merkezleri ve
derebeylerinin gelirlerini paraya dönüştürmek konusunda en fazla baskı
altında olduğu yerler değil, Anderson' ın belirttiği gibi, aynı zamanda serf­
likten kaçışın durumlarından memnun olmayan köylüler için tek çıkış yolu
olduğu bölgelerdi. Bah Avrupa' da derebeylik sınıfı, kırsal kesimin dönü­
şümünün doğasının ekonomik ve politik yapılara bağlı olarak değişiklik
göstermesine rağmen serfliğin devam etmesini sağlayamadı. İngiltere ve
Kastil' de derebeylerinin politik gücü, çit ve yün üretiminin derebeylerinin
zorla aldığı toprak vergilerinin yerine geçmesine olanak sağladı; köylülerin
örgütlenmesinin ve soylular arasındaki rekabetin derebeylerinin otoritesini
en fazla sarshğı Fransa ve güney-batı Almanya' da, derebeyleri özgürlüğü
tek seferde satmaya razı oldu ve köylülerin mülkiyet hakları güvence alhna
alındı; İtalya' da, komünlerin egemenliği serfliği Fransa ve İngiltere' den iki
üç nesil öne tasfiye etti ve bölge, ticari çiftçiliğin ilk geniş çaplı formları ile
kısa vadeli icar ve toprak kiracısı sistemlerini geliştirdi.

Ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda yaşanan büyük feodal bunalım,


homojen bir fenomen değildi; farklı bölgelerde farklı etkilere sahipti. Buna
karşın, Anderson, Bah Avrupa' daki feodal üretim biçiminin yapısal sınır­
larının aşılmasına dayanan klasik mekanizmalardan kaynaklanan kriz ile
feodal sistemin olası genişlemenin sınırlarına dahi yaklaşamadığı Doğu
Avrupa' daki kriz arasında temel bir ayrım olduğunu savunur. Doğu
Avrupa' daki kriz, Bah Avrupa' daki muadilinden sonra ve bunun sonucu
olarak gelişti . İlk başta zirai bir bunalım olarak tezahür etti : Tahıl fiyatlarının
Batı' da ani bir düşüşe uğraması Doğu ile Bah arasında ortaya çıkan tahıl
ticaretini sekteye uğrath ve bir önceki yüzyıl boyunca Doğu Avrupa' nın
gelişmesini harekete geçiren demografik göç aniden durdu. Vebanın yarat­
tığı geç kalmış kıyım, zirai ve demografik krizleri daha da kötü bir duruma
getirdi. Köyl ülerini kaybeden ve ekonomik olarak büyük zarara uğrayan
Doğu Avrupalı derebeyler, tahmin edilebileceği gibi bu duruma yeni

1 63
toplumsal denetim mekanizmaları oluşturarak, köylülerin üzerindeki
yükümlülükleri artırarak ve iç savaşlara katılarak karşılık verdi.
Anderson' a göre, Doğu ve Batı Avrupa' daki derebeylik sistemlerinin
yaşanan krize çok farklı tepkiler göstermesi, Elbe'nin doğusunda daha az
sayıda ve daha zayıf şehir merkezlerinin olmasından kaynaklanıyordu.
Şehirlerin bu temel zayıflığı, derebeylik sınıfının bölgesel tepkisinde başarılı
olarak şehirleri kendisine tabi kılmasına, köylü haklarını ortadan kaldır­
masına ve kiracıları sistematik olarak serflere dönüştürmesine olanak tanıdı.
Anderson, şehirlerin tarihi yenilgisinin serfliğin onbeşinci ve onaltıncı
yüzyıllarda Doğu Avrupa'ya dayatılmasına eksiksiz bir şekile zemin hazır­
ladığı sonucunu çıkarır. Bu, Batı Avrupa' daki durumun tam tersidir. Köy
örgütlenmeleri görece olarak zayıf olan ve Batıdaki köylülerin ' emniyet suba­
bından' yoksun olan köylü sınıfının düşüşü, Doğu Avrupa' daki Batı
pazarlarına sokulması amaçlanan tarım ihracatı ile paralel olarak gelişti.
Doğudaki derebeylerinin çok fazla toprağa sahip olma avantajları, yün üre­
timi gibi daha az emeğe dayanan tarım türlerindeki fırsat eksiklikleri ile
daha da pekişti. Büyük derebeylik arazileri üzerine gerçekleştirilen tahıl
üretimi açık bir ekonomik eylem alanıydı, fakat bu alan sadece zirai üretken­
liğin artmasını değil, şehirlerin büyümesini ve özerklik kazanmasını da
engelledi. Doğu Avrupa' da serfliğin tarih sahnesinden kalkması, toprak
sahibi aristokratların onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda- feodal üre­
tim biçiminin karşılayabileceğinden daha etkili bir emek gücü gerektiren ve
bu nedenle uygulanabilir bir strateji yoluyla önce Prusya' da, sonra
Avusturya İmparatorluğunda ve son olarak Rusya' da yaşanan devrime
zemin hazırlayan- toprağın işlenmesine yönelik daha yoğun yöntemlerden
yararlanmasını beklemek zorundaydı.
Anderson, Mutlakiyetçi Devletin Kökenleri eserinde bu ekonomik
dönüşümlerin politik sonucu olan, feodal bir devlet olarak tanımladığı mut­
lakiyetçi devleti ele alır. Batı Avrupa' daki mutlakiyetçi devletler, derebeyleri
ve ticari girişimlerin çıkarları arasında bir arabulucu konumunda olsa da,
Anderson' a göre bunları burjuva devletler olarak tasavvur etmek hata olur.
Mutlakiyetçi devletler her şeyden önce feodal egemenliğin, köylü kitlelerini
geleneksel toplumsal konumlarına geri göndermek amacıyla tasarl anmış
"yeniden düzenlenmiş ve zenginleştirilmiş" aygıtlarını temsil ediyordu.
Kısacası mutlakiyetçi devlet "hiçbir zaman aristokrasi ve burjuva arasında
bir hakem olması ve henüz olgunlaşmamış burjuvazinin aristokrasiye karşı

1 64
silahı olmaktan her zaman uzaktı: gerçekte, varlığı tehdit altında olan soylu
sınıfının politik kabuğuydu" (P. Anderson 1974, 18) . Mutlakiyetçi devlet,
derebeylerinin kazançlarının büyük bir düşüşe uğraması ve meta üretimi ve
değişiminin geniş alanlara yayılmasının bir sonucu olarak toplum içerisin­
deki feodal egemenliğin politik olarak yeniden düzenlenmesinden ibaretti.
Anderson, feodal piramitlerin büyük bir sarsıntıya uğrayarak ulusal
monarşilere dönüşmesinin, sermayedarlar ve krallar arasında kin tortuları
bırakan şiddetli bir süreç olduğunu elbette kabul eder. Mutlakiyetçi devletin
gelişmesi, daha önce parçalanmış halde bulunan egemenlik unsurlarını
toplumun en üst kesiminde yoğunlaştırarak -Weber bu eylemi şiddet araç­
larının tekelleştirilmesi olarak kavramsallaştırır- derebeylerinin otoritesinin
çöküşe uğraması ile paralel olarak gelişmiş ve bu süreci hızlandırmış olsa
da, mutlakiyetçi devlet soyluluk statüsüne ve toprak mülkiyetine yeni tem­
inatlar getirmiştir. Egemenlik "kamulaştıkça," mülkiyet daha "özel" hale
geldi, fakat aristokrasilere hakim ve ayrıcalıklı sınıf olarak kalmaya devam
etti. Mutlakiyetçi devlet bu sınıfın süregelen hakimiyetini korumakla
kalmamış, aynı zamanda kraliyete askeri ve yönetimsel hizmet yoluyla aris­
tokratik gelirin artırılmasına yönelik yeni kaynaklar yaratmıştır. Elbette bu
gelirler en nihayetinde vergi vermekle yükümlü soylu olmayan sınıflardan
elde ediliyor ve bu nedenle yerine geçtiği yerel, derebeylik otoritesine karşı
merkezi bir alternatif oluşturuyordu.
Mutlakiyetçi devletlerin yapısını temelde feodal üretim biçimi içerisinde
meydana gelen -serfliğin ortadan kalkması ve aristokratik gücün yeniden
düzenlenmesi gibi- gelişmeler tarafından belirlenmişse, "bir dizi teknik ve
ticari ilerlemenin sonunda endüstri öncesi geniş çaplı imalatın merkezine
dönüşen şehir burjuvazisinin yükselişi, bu süreç üzerinde ikincil bir öneme
sahiptir" (P. Anderson 1974, 23) . Toprak sahibi aristokratlar ile kent burju­
vazisi arasındaki güç ve toplumsal konum farklılıkları, Roma hukukunun
Rönesans Avrupa' sında yayılmasını şekillendirdi. Toplumun üst kesim­
lerinin egemenliğini ve toplumun alt kesimlerinin koşulsuz mülkiyet hak­
kını savunan Roma hukuku, mutlakiyetçi devletler ve kent burjuvazisi
tarafından, parçal anmış egemenliğin ve klasik feodalizmin belirleyici özel­
liklerinin kaybedilmesi pahasına desteklendi. Mutlakiyetçi devletler
hukukun üstünlüğünü kabul etseler de, aynı zamanda feodal savaş
makineleridir. Bu da, feodal üretim biçiminde savaşın egemen sınıfın toprak
kazanarak artı değer kaynaklarını artırmasının hızlı ve rasyonel bir yolu

1 6S
olduğu gerçeğinin yansımasıdır. Dolayısıyla, mutlakiyetçi devletleri moder­
nite ve arkaizmin karşıt unsurları, ruhuyla pekişen biçimsel rasyonalite
karakterize eder. Bu durum, feodal-kapitalist eklemlenmenin özgül koşul­
larından kaynaklanır.

Devlet bürokrasinin ve merkezi vergi sisteminin gelişmesi, parçalara


ayrılmış egemenliğin en belirleyici özelliği olan birbiriyle karşı düşen yetki
alanlarının oluşturduğu karmaşanın tersine bir yandan rasyonalize edilmiş
yönetimlere olanak sağlarken, diğer yandan rüşvet, burjuva sınıfına men­
sup müşterileri ayrıcalıklı konumlarla onurlandıran makamların satılması
aracılığıyla " tımarın monitorize edilmiş bir karikatürünü" yaratıyordu . Bu
sistem elbette eski ve yeni aristokratlar arasında birtakım gerilimlere yol
açtıysa da, burjuvazinin devlet aygıtı ile bütünleşmesini ve soylu sınıfın
toplumsal hiyerarşinin zirvesinde yer aldığı feodal bir yönetim şeklini kabul
etmesini sağlamak gibi etkilere de sahipti. Son olarak, mutlakiyetçiliğin
hakim ekonomik felsefesi olan merkantilizm, feodal egemen sınıfın çelişkili
bir şekilde, yıkıcı bir güç bağlamında bütünleştirilmiş bir pazara uyarlan­
masını yansıtır. Anderson' a göre, merkantilizm devletin üretkenlik ve eko­
nomiye müdahele konusundaki çıkarlarının modem bir yorumunu temsil
etmekle kalmaz, aynı zamanda fetih ve rakip ekonomilerin ele geçirilmesi
yoluyla iç ekonominin büyütülmesine dayanan feodal anlayışa vurgu yapar.
Birbiri ile kesişen zenginlik ve savaş düşünceleri, dünya ticaretine yönelik
sıfır sonuç modeli bağlamında yayılmacı büyüme temelinde varolan feodal
zihniyetten doğmuştur. Ne var ki bu feodal politika ticari ve üretici burjuva
için de mutlu bir haberdi.

Burjuvazi, yağma ile geçinen mutlakiyetçiliğe gemiler, savaş teçhizatları


ve büyük oranlarda mali kaynak sağlarken, mutlakiyetçilik bunun
karşılığında burjuvaziye yukarıya doğru hareketlilik hakkı, daha da önem­
lisi, kapitalist güç ve üretim ilişkilerine önemli ölçüde özerklik tanıdı.

Merkezi feodalizmin ortaya çıkışı, feodalizmden kapitalizme geçişte


önemli fakat çelişkili bir rol oynadı. Mutlakiyetçi devlet, yeniden üretmeye
çalıştığı feodal ve kapitalist üretim ilişkilerinin eklemlenmesinin çelişkileri­
ni yansıtırken, birbirine zıt düşen iki görev arasında kalmıştı: bir yandan
aristokrasiye ekonomik refah ve ideolojik tahakküm hakkı tanırken, diğer
yandan kraliyetin ekonomik gücünü ve üretkenliğini artırması gerekiyordu.
Artan görece özerkliği kendi mali-yönetimsel fonksiyonlarıyla feodal üretim
ilişkilerini ve aristokratik tahakkümü yeniden üretme girişimleri arasındaki

1 66
aykırılığı artbrdı. Gördüğümüz gibi, kraliyetin köylülerden talep ettiği
vergiler, tarımdan artı değer elde etmek için başarılı bir yöntem oluşturuy­
ordu, fakat bu yöntemin sonuçlan krallık temelinde gelişen rekabet karşısın­
da derebeyliklerin topraklara el koyma hakkını daha da zayıflahyor ve aynı
zamanda köylü topluluklarının kendi kaynaklarıyla geçinme şansını
azalhyordu. Devlet tarafından uygulanan şiddet tekeli, aristokrasinin askeri
gücünü sarsmakla kalmamış, aynı zamanda yeni ekonomik kurallara ve
piyasanın tek bir bütün halinde bir araya getirilmesine zemin hazırlayan
araçlar ortaya çıkarmışın. Bu gelişmeler olmasaydı, kapitalizmin geniş alan­
lara yayılması süreci çok daha uzun sürede gerçekleşirdi. Mutlakiyetçi
devletin doymak bilmez borç talepleri, merkantilizm ve ticaret tekelleri,
güçlü yönetim statüleri ve vergi mültezimliğinin karlı ticareti, tüm bu etken­
ler burjuva ticari-finansal imparatorlukların olağanüstü yükselişini daha da
etkin hale getirirken, ticarileşme ve kapitlist imalahn gelişmesi, feodal sis­
teme entegre edilmesi gittikçe daha da güçleşen toplumsal yapılar yarath.
Kraliyet bürokrasisinin sahip olduğu araçlar tarafından uzun süredir ört­
bas edilen atfedici ve kazanılan konumlar arasındaki karşıtlık, gittikçe daha
da kabul edilemez hale geldi. Bölgesel derebeylerinin ve şehir aristokra­
sisinin özel egemenliklerinde somutlaşan parsellenmiş egemenlik, mut­
lakiyetçi devletin merkezileştirici gücünü dizginleme görevi gördüyse de,
aynı zamanda kendisini feodal ayrıcalık ve imtiyazlardan kaynaklanan yeni
"özgürlük" ve "bağımsızlık" taleplerine dönüştürdü.
Anderson'ın burada şematik olarak sunulan mutlakiyetçi devlet anlayışı,
her bir özgül örneğin tarihsel özgüllüğünü göz ardı etmekten çok uzakhr.
Anderson, Elbe'nin doğusundaki mutlakiyetçi rejimin daha sonra ortaya
çıkan, daha tepkisel, daha askeri ve otoriter niteliğini, Bah' dan gelen askeri
baskı fonksiyonunun alhru çizmekle birlikte, Doğu Avrupa'nın görece az
gelişmişliğinin sonuçlarına da dikkat çeker. Bu az gelişmişliği, Bah Avrupa'
dakinden çok daha güçlü ve feodal bir aristokrasi, daha küçük ve zayıf bir
kent burjuvazisi karakterize eder. Ne yazık ki, Anderson' un Bah ve Doğu
Avrupa' daki mutlakiyet sistemleri arasındaki farklara yönelik özgül çözüm­
lemelerini burada yorumlayamayız. Fakat bu farklılıkların Avrupa'nın
düzensiz ve birleşik gelişmesini yansıthğını söylemekle yetinebiliriz.
Dolayısıyla bu gelişmeler, burada işlenen genel kavramsal çerçevenin yad­
sınması değil, farklı bir bağlam içerisinde ortaya çıkmasıdır.

1 67
özet
Bois, Kriedte ve Anderson'la ilgili değerlendirmem, feodalizmden kapi­
talizme geçişe, Rey'in feodalizm ve kapitalizmin eklemlenmesine ilişkin
kavramsallaştırmasından daha somut bir yorum getirmiştir. Buna karşın,
Rey'in bu konuya yönelik belli başlı kavrayışları korundu, düzeltildi ve
geliştirildi. Rey'in ekonomik sömürünün, ekonomik birikim ve değişimin
belirleyici niteliği ile ilgili olarak üretim güç ve ilişkilerine atfettiği merkezi
rol, Bois' nin feodalizm çözümlemesi ile örtüşmektedir. Rey' in " ilkel"
birikimin doğru bir şekilde anlaşılması için kırsal kesimdeki ve şehirdeki
sömürünün birbirine eklemlenmesinin önemi üzerindeki ısrarı, ayrıca kapi­
talist üretim güç ve ilişkilerinin kökenleri ve Rey'in anahatlarıyla değer­
lendirdiği feodalizm ile kapitalizmin birbirine eklemlenmesine ilişkin ikna
edici bir değerlendirme sunan Kriedte'nin görüşleri tarafından doğrulan­
mıştır. Rey'in derebeyi ve burjuva seçkinler arasındaki " sınıf ittifaki"
anlayışı, Kriedte ve Anderson tarafından, feodalizm ve kapitalizmin bir­
birine eklemlenmesinin düzensiz gelişimi ile merkezi feodalizmin çelişkili
doğasıyla ilişkilendirilmiştir. Buna karşın, tarımsal ve kentsel sömürü ilişki­
lerinin simbiyotik doğasına yönelik argümanının doğruluğu, " feodalizm"
ve " kapitalizm" kavramlarının bu ilişkilere uygulanma yöntemi birtakım
düzeltmeler gerektirse de, inkar edilemez. Kapitalizme geçişten en fazla
yararlanan kesimler, mutlakiyetçi devlet aracılığıyla çıkarlarını "ulusal­
laştıran" ve kırsal kesim ile şehirler üzerindeki imtiyazlarını onları özel
mülkiyete dönüştürerek "sermayeye dönüştüren" aristokrat ve burjuva
seçkinlerdi. Geçişin bedelini, küçük toprak sahibi ya da kapitalist girişimci
olarak topluma kendilerine yer bulmayan köylüler ve zanaatkarlar ödedi.
Köylü ve zanaatkarların komünal örgütlenmesi ve direnişi, derebeyi ve tüc­
caların sınıf iktidarına ve feodal ekonomiyi yeniden yapılandırma girişim­
lerine karşıtlık oluşturuyordu; köylülerin rençperlere ve zanaatkar ustaların
ücretli işçilere dönüşmesi, kapitalizmin ortaya çıkıp gelişmesi için feodal
varoluş koşullarını oluşturdu.

Bunu söyledikten sonra, akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimleri


ve feodal üretim biçimlerine yönelik daha önceki tartışmaların, ele aldıkları
sorunların nihai çözümleri olmadıkları konusunda uyarmak isterim. Ben ne
bu gibi yargılara varacak kadar yetkin biriyim, ne de üretim biçimi
kavramının kuramsal değeri ve açıklayıcı gücünü somutlaştırabilmek için
bu kadar kesin iddialara girmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Bu

1 68
bölümde değerlendirdiğimiz eserler, Yapısal Marksizmin toplumsal olu­
şumlarla ilgili, genellikle Marksist çözümlemeye nüfus etmediği düşünülen
güçlü kavramlar ortaya atbğını, bana göre ikna edici bir biçimde göster­
miştir.

Burada yararlanılan Marksist kavramların -sınıf mücadelesi, üretim biçi­


mi, üretim güçleri, üretim ilişkileri- çoğunlukla özdeşleştirildikleri basit bir
yansıtmacılığa yol açhklan da söylenemez. Belki de, feodal ya da akrabalık
ilişkilerine dayanan tüm üretim biçimlerinin birbirine benzer olduğu,
empirik çözümlemenin toplumsal oluşumların anlaşılması için bir önem
teşkil etmediği, sınıf mücadelesinin bireyleri ekonomik ilişkileri açısından
tanımlamaktan ibaret olduğu ve son olarak ekonomik olmayan yapı ve iliş­
kilerin kendi özgül karmaşık ve etkinliklerinden yoksun oldukları konusun­
da ısrar etmeye çalışmadığımı açık olarak ifade etmem gerekir. Ben sadece,
tüm insan topluluklarını anlamanın en iyi yolunun onları üretim biçimleri
olarak ele almaktan geçtiğini, toplumsal oluşumların empirik çözümlemesi­
ni değerlendirmeye yönelik en iyi yaklaşımın yapıların kısıtlılık ve
yeterlilikleri açısından gerçekleştirilebileceğini, kişisel ya da kurumsal tüm
güçleri belirleyenin mevcut üretim biçimleri (onların eklemlenmeleri,
karşıtlıkları, yeniden üretilmeleri ve her bir toplumsal öznenin yarahlması
üzerindeki karmaşık etkileri) olduğunu ve son olarak, top lumsal yapıların
karmaşıklığı ve bizim anlayışımızdaki sınırlar dolayısıyla farklı ve süreksiz
çözümleme düzeyleri olmasına rağmen, bir toplumbilimi düşüncesini red­
detmek için bir neden olmadığını öne sürdüm.

1 69
3. Bölüm

Bilim, İdeoloji ve felsefe

Althusser'in " toplumsal oluşumlar bilimi" anlayışının ortaya koyduğu


kavramlar, aşılması güç bir kuramsal sistem oluşturur. Fakat bilimsel bir sis­
tem, Althusser'in savunduğu gibi kanıtlanabilir açıklamalar sunabilir mi,
yoksa pek çok tarih eleştirmeninin savunduğu gibi idealist bir " tarih felse­
fesi" maddi dünyadan kopmuş ve bu dünyaya dair nesnel bilgi ürete­
bilmekten uzak metafizik bir labirent midir? Başka bir açıdan bakıldığında,
çağdaş bilim felsefesi, dünyaya dair nesnel bir bilgi elde etme ve bilimsel
söylem ile Althusser'in savunmak istediği diğer söylemsel pratikler arasın­
da anlamlı bir ayrıma gitme olasılığını reddeden bir dizi argüman ortaya
atmıştır. İ ronik bir biçimde, Althusser' in bilimin gelenekselci doğasına yöne­
lik iddiaları ve bilimsel pratiğin toplumsal ve tarihsel doğası üzerindeki
ısrarı, bilimsel bilgiye yönelik eleştirileri çürütmekten çok destekler nitelik­
te gözükmektedir. Durumun aslında bu olmadığına yönelik fikrimi,
Althusser'in gelenekselciliğinin, realizmi tarafından sınırlandığını savun­
duğum, yapısal nedenselliği ele aldığım önceki bölümlerde açıkça ortaya
koydum. Bu bölümde ise, Althusser' in tarihsel materyalizmin bilimsel
doğası ve bilimsel ya da nesnel bilginin olabilirliğine ilişkin görüşlerini
savunacağım. Bunu yapmak için, öncelikle Althusser'in düşünce sisteminde
ontolojik realizm ile epistemolojik rölativizm arasındaki ilişkiyi ve

171
Althusser'in bu ilişkiden yaphğı felsefi çıkarımları açıklığa kavuşturmam
gerekiyor. Bu nedenle, Althusser'in felsefi çalışmalarında somutlaşan etki­
leyici "bilim felsefesinin" değerini teslim eden az sayıdaki filozofun
-Dominique Lecourt ve belki de en fazla İngiliz okurların aşina olduğu Roy
Bhaskar- düşünsel safında yer alacağım. 1
Dolayısıyla bu bölüm, Althusser' in 1960-1975 yıllarında yazılmış
makalelerinde işlediği bilimsel, felsefi ve ideolojik pratiklerle ilgili kavram­
ları ve bu kavramların Marx İçin (Fransızca basımı, 1965, ilk 1960-1964 yıl­
ları arasında yazılmış makalelerden oluşur, İngilizce tercümesi, 1969),
Kapital'i· Okumak (ilk Fransızca basımı, 1965; İngilizce tercümesi, 1970)
Felsefe ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi (1967 yılında verilmiş
bir dizi konferanstan oluşan, 1974 yılında kitap olarak basılmış eser;
İngilizce tercümesi, 1990), Lenin ve Felsefe (1971 yılında İngilizce'ye ter­
cüme edilen makale derlemesi, bu bölümde ele alacağımız konularla en
ilişkili olanlar, ilk olarak 1968 ve 1969 yıllarında yayınlanan makaleler), ve
Özeleştiri Yazıları (1976 yılında İngilizce'ye tercüme edilen bir diğer makale
derlemesi, 1973 ve 1975 yıllan arasında Fransızca olarak yayınlanmışhr)
eserlerinde geliştirilen bilimsel içerimlerini ele alır. Tarihlendirmeler, Felsefe
ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi eserine, Althusser' in felsefenin
doğasına ilişkin anlayışının büyük bir değişikliğe uğraması açısından önem­
lidir. Althusser, felsefeyi bilimin bilimi olarak tanımladığı ilk düşünsel ko­
numundan, felsefeyi bilimin içerisinde üretilen bilgi üzerinde gerçekleştiri­
len politik ve ideolojik mücadeleler açısından tanımladığı tarihsel bir
çerçeveye kaydı. Aynı zamanda, Althusser'in ideolojiye olan ilgisi, bilimsel
pratiğe ilişkin epistemolojik konumuna yönelik bir vurgudan, maddi konu­
munun, insan bireylerini toplumsal özneler olarak oluşturan sosyal açıdan
yapısal sembolik bir sistem olarak işleyişini ve belli başlı kurum ya da "ide­
olojik aygıtlardaki" toplumsal temelinin araşhnlmasına kaydı.
Bu gelişmeler, Althusser'in farklı zamanlarda ve farklı amaçlarla ortaya
attığı kavramların birbirine bağdaştırılabilirliği, Althusser'in eserinin
anlaşılır bir yorumu için başvurduğu değişiklikler ve son olarak Althusser'
in yararlandığı çoğunlukla yanılhcı özeleştirilerin anlamına ilişkin tartış­
malara yol açh. Kısacası, Althusser'in "erken dönem" eserleri (1967'den
önce) ile " daha sonraki" (1%7' den itibaren) eserlerinde ortaya koyduğu ide­
oloji, bilim ve felsefe kavramları arasındaki ilişkiye dair kafa karışıklığı,
ancak "Althusser sorunu" olarak adlandırılabilecek bir felsefi probleme

1 72
sebep oldu. Ne Althusser ve onun çalışma arkadaşları, ne de Yapısal
Marksist ekolün çok sayıdaki düşünürü, Althusser'in eserlerine ilişkin kap­
samlı bir açıklama ortaya koymamıştrr2 Bu durum göz önünde tutulursa,
son ürünün değerlendirmesine geçmeden önce, Althusser'in felsefi
anlayışının yörüngesinin bir özetini sunmanın gerekli olduğunu düşünüyo­
rum. Bir sonraki bölümde, Althusser' in düşüncesindeki ilk başta göze çarp­
mayan tutarlılığı savunacağım. Bu argüman, onun bilimsel pratiğe ilişkin
realist ve materyalist anlayışı üzerine temellenir. Marx İçin ve Kapital'i
Okumak eserlerinde göze çarpan rasyonalist eğilimler ve 1967 yılında
"kuramsalcılığın" ani reddi, ancak Althusser' in bilimsel bilgiyi nesnel ola­
rak geçerli fakat tarihsel açıdan kısıtlı olduğu yönündeki şaşmaz görüşü ve
bu iki nitelik arasındaki gerilimleri materyalistik bir üslupla çözme girişim­
leri bağlamında açıklanabilir. Bu temel süreklilik anlaşıldıktan sonra,
Althusser' in "erken dönem" eserleri ve " daha sonraki" eserlerinin birbiri ile
bağdaştırılamaz unsurları, sadece anlaşılabilir değil, aynı zamanda uzlaş­
hrılabilir hale gelir.

"Althusser Sorunu": Kuramsalcılık ve Sonuçları


Althusser'e göre, tarihsel materyalizm bilimsel bir söylemdir ve Marx'ın
ortaya attığı kavramlar, insan toplumlarının daha önceki görüşlerinden
kesin bir kopma noktası oluşturur. Althusser, Marx İçin' de öne sürdüğü ve
Özeleştiri Yazılan'nda tekrar doğruladığı bu düşünsel konumdan hiçbir
zaman şaşmamıştır: " Felsefi yazılarımda savunmak istediğim temel tezi
birkaç kelimeyle açıklamam istenseydi, Marx'ın yeni bir bilim, tarih bilimi­
ni bulduğunu söylerdim. Şöyle eklerdim: bilimsel keşif, insan tarihinde
daha önce başka bir örneğine rastlanmamış, kuramsal ve politik bir olaydır.
Ve bu argümanı daha açık olarak belirtirdim: bu olay geri alınamaz"
(Althusser 1976, 151). Althusser, bilimsel söylemin ne olduğuna ilişkin
görüşünü de değiştirmemiştir. Kapital'i Okumak'ta, bilimsel pratiğin belir­
leyici niteliklerinin, onun kavramsal doğası, kuramsal bir nesne formüle
edebilme ve kendi iç kriterleri aracılığıyla bu kuramsal nesneye dair somut
bilgi sunma kapasitesi olduğunun ısrarla alhnı çizer: "Bilimler, nesnelerini
oluşturarak nesneden bilgi üretirler ve nesnenin bilgisini, onu tanımlayan
özgül biçimde üretirler." (Althusser ve Balibar 1971, 46) . Althusser,
Özeleştiri Yazıları'nda, bilgi üretimin soyutlama yoluyla gerçekleştiği
düşüncesini yeniden tasdik eder: " Bilgi süreci reel nesneyi değil, sadece

173
onun kavramlar ve sonra somut olarak düşünülen unsurlar olarak algılan­
masını dönüştürüyorsa bu, 'düşünce'nin reel nesne açısından, ona dair bir
kavram üretebilmek için bu dönüşüm sürecinde reel nesneyi tasarlayan
geçişse! formlar üzerinde işlediği anlamına gelir" Althusser 1976, 192) .
Althusser aynı zamanda bilime yönelik geleneksel düşüncesini realist ve
materyalist ontolojiye tutarlı bir şekilde yerleştirmiştir: "Varlığın tüm ilkesi
maddeselliktir ve tüm varlık nesneldir, yani onu bilen 'öznellik'ten 'önce'
gelir ve bu öznellikten bağımsızdır" (Althusser 1976, 54) . Kapital' i
Okumak'ta, şeylere dair kavramlar ile. şeylerin kendileri arasındaki farkı ve
ikincisinin birincisi üzerindeki mantıksal önceliğini savunur: "Gerçek olan
bir şey . . . Gerçek hakkında düşünülen başka bir şeydir . . . Bu ayrım ilkesi iki
temel tez içerir: (1) gerçek hakkında düşünülen, gerçek olan şeyin varlığını
bu düşünceden bağımsız olarak önceden varsaydığı için, gerçeğin gerçek
hakkında düşünülen üzerindeki önceliğine yönelik materyalist tez . . . (2)
gerçek ve gerçek süreci açısından düşüncenin ve düşünme sürecinin özgül­
lüğüne yönelik materyalist tez" (Althusser ve Balibar 1970, 87) . Özeleştiri
Yazıları'nda hem " gerçek nesnenin bilginin nesnesi üzerindeki önceliği tezi­
ni", hem de "bu ilk tezin ikincisi üzerindeki önceliğini, gerçek nesne ile bil­
ginin nesnesi arasındaki ayrımı" yeniden onaylar (Althusser 1976, 193) .
Althusser şöyle devam eder: " Bu materyalist tezler, bilimi idealizme
düşmeyecek kadar kesin ve bilimsel pratiği basit bir yansıtmacılıktan kaçı­
nacak kadar "belirsiz" bir şekilde tanımlayabilmek için gereken "asgari
genelleme" işlevini görür." Althusser 1976, 193) .
Buna karşın, Althusser'in düşüncesindeki gelenekselci ve realist eğilim­
ler arasındaki, sadece ikincisinin birincisi üzerindeki önceliğinin kısaca vur­
gulanması yoluyla çözüme kavuşturulan sürekli gerilimi inkar etmek
anlamsızdır. Althusser, erken dönem eserlerinde bu gerilimi, Marksist felse­
feyi (diyalektik materyalizm) "bilimselliğin" bağımsız (bağımsızlıkla kast
edilen, tarih biliminden, tarihsel materyalizmden bağımsızlıktır) bir arabu­
lucusu, epistemolojik açıklamaları bizzat bilimin otoritesine sahip olan
"Kuramın kuramı" olarak tesis ederek rasyonalist bir üslupla çözmeye
çalıştı. "Teoriye (Büyük T ile) genel teori, yani mevcut teorik pratiklerin
Teorisi temelinde değerlendirilen, mevcut 'empirik' pratikleri (insanların
somut etkinlikleri) ideolojik ürünün 'bilgilerine' dönüştüren pratiğin genel
Teorisi adını vereceğim. Bu Teori, diyalektik materyalizmden başka bir şey
olmayan materyalist diyalektiktir" (Althusser 1969, 168) . Böyle bir rasyona-

1 74
list felsefi bakış açısı, Althusser'in tarihsel olarak oluşturulmuş her bir bilim­
in, bilimsel geçerliliğe dair kendi özgül ve tikel ölçütlerine sahip olduğu
yönündeki düşünsel konumu ile çelişir. Dahası, diyalek8k materyalizmin
kesin ve tam bilgiye ulaşabileceği yönündeki çok da gizleme gerekliliği
duyulmayan Spinozacı görüşü, Althusser'in tarihsel materyalizm söylemi­
nin tam olmayan ve ayrımsal doğası üzerindeki ısrarı ile bağdaştırmak
güçtür.
Gelenekselcilik ve realizm arasındaki gerilimi, rasyonalist felsefenin epis­
temolojik mutlakçılığına başvurmadan ortadan kaldırmak için, Althusser' in
realizmin gelenekselcilik üzerindeki önceliğini vurgulaması ve bilim ve
felsefe kavramlarını tarihsel materyalizmin dışına itmek yerine, tarihsel
materyalizmin bağlamına yerleştirmesi, bilim ve felsefeyi "Marksist bilimi
sadece bir bilim olarak gören bakış açısından değil, Tarih bilimi olarak
değerlendiren bakış açısından" tanımlaması gerekiyordu. (Althusser 19 76,
155) . Tarihsel materyalizme göre, bilimsel pratik bilginin geçerli nesnesidir,
fakat bu ancak bilimin toplumsal bir pratik olması ölçüsünde geçerlidir.
Tarih bilimi, bilim tarihini kapsar, fakat bu ancak, bilim tarihinin tarihsel
pratiğin form ve işlevine sahip olan toplumsal bir fenomenin bilimi olması
ölçüsünde söz konusu olabilir. Althusser, ne bilimsel pratiğin, ne de bilim
tarihinin doğruluk ya da yanlışlık gibi felsefi kategoriler bağlamında tanım­
lanabileceğinde ısrar eder3 . Tarih bilimi, (1) gerçek ve yanlış gibi kendi içsel
ölçütlerini içeren, bu ölçütler vasıtasıyla belli bir etki (bilgi) üretebilme kap­
asitesine sahip olan tarihsel açıdan bilinen bir bilimden söz edebilirse de,
bilimsel bilgi için epistemolojik bir garanti, "teorik pratiğin Teorisi" ile açık­
lanan türden bağımsız bir felsefi kesinlik söz konusu olamaz. Marksizmin
sahip olduğu, tarihsel açıdan reel bilimlerin epistemolojisi değil, tarihsel açı­
dan reel epistemolojilerin bilimidir- maddesellikle ilgili bir teorinin bilimsel
ürünü değil, bilim üretiminin maddeselliğine yönelik bir teori. Bu koşullar
altında, bilginin etkilerinin geçerliliğine ilişkin realist iddia, ne felsefe ne de
bilim aracılığıyla kanıtlanabilir ya da çürütülebilir. Fakat bu iddianın ken­
disi Althusser tarafından bir kenara ablmaz; daha çok, (son tahlilde, bilim­
lerin 'vezir'i, rasyonalist felsefe tarafından karara bağlanılacak olan) bilim­
sel bir sorundan, (felsefe "tarihini" oluşturan materyalist ve idealist ilkeler
arasındaki bitmek bilmez kuramsal-ideolojik mücadelede bir "dayanak"
olarak savunulacak) felsefi bir sava dönüştürülür.
Althusser, Özeleştiri Yazıları'nda, erken dönem eserlerindeki, realist

175
bilim tarihinin epistemolojik materyalizmi ile rasyonalist bilim felsefesinin
mutlakçılığı arasındaki uyumsuzluğu kabul eder:

[Marx İçin' de] epistemoloji kavramından ne anladık? Gerçek


anlamıyla, koşulların teorisi ve bilimsel pratik ile onun somut bi­
limler içerisindeki tarihinin biçimleri. Fakat bu tanım iki şekilde
anlaşılabilir: Bizi teorik /1 üretim biçimlerinin" maddi koşullarını
ve mevcut bilginin " üretim süreçlerini" incelemeye yönlendire­
bilecej materyalist bakış açısından: fakat bu yöntem doğal olarak
tarihsel materyalizmin alanına girer. Ya da, epistemolojinin bizi
bilimsel pratiğin teorisini diğer pratiklerden ayn olarak oluştu­
rup geliştirmeye yönlendirebileceğini savunan spekülatif bir
bakış açısından: Peki ama bu, aynı zamanda " teorik pratiklerin
Teorisi" olarak tanımlanan felsefeden nasıl farklılaştı? Şimdi ise,
felsefe epistemolojiden başka bir şey olmadığı için, " Diyalektik
Materyalizmin" alanındaydık. İşte önemli olan bu noktaydı.
(Althusser 1976, 124, 19) .

Althusser sözlerine erken dönem eserlerinde " kuramsalcı eğilim" adını


verdiği kavramı eleştirerek devam eder: " Erken dönem eserleri Marx'ın
'kopmasına' rasyonalist bir açıklama getirdi. Bilim ve ideolojiyi hem özel
hem genel anlamında farklı bağlamlara sokan spekülatif ayrımla aynı yön­
temi takip ederek gerçek ve yanlışı birbirine tezat kavramlar olarak ele aldı.
Bu rasyonalist-spekülatif dramada, sınıf mücadelesi mevcut değildi"
(Althusser 1976, 106) . Bu açıklama, son derece yetersiz olsa da, çok yanlış
sayılmaz- felsefi rasyonalizmin reddi, felsefi pratiğin tarihsel olumsallığıru
ve tarihsel bilimselliğini geri getirir. Althusser'in " rasyonalist/ spekülatif"
eğilimleri eleştirmesi, bilim ve tarih arasındaki ayrıma yönelik rasyonalist
ve spekülatif olmayan bir felsefi savunmayı gerektirir; aynı zamanda, birin­
cisi, ideoloji, bilim ve felsefe gibi rasyonalist ve spekülatif olmayan kavram­
lara dair, ikincisi, bilgi üretimi ile " sınıf mücadelesinde" ortaya çıkan tarih­
sel belirlenim ilişkileri konusunda bilimsel bir sorgulamayı gerektirir.
öyleyse, Althusser' in özeleştirisinde eksik olan, kuramsalcılığı reddetmesi
ve daha da önemlisi, ideoloji, bilim ve felsefeye ilişkin bilimsel kavramların,
gerçek ve yeterlilik gibi felsefi yorumlardan soyutlanmı ş tarihsel-toplumsal
etkinlikler olarak ele alınması ışığında, felsefi savunmasını yeniden değer-

1 76
lendirmesidir. Bu konular tartışılmazsa, Althusser' in kuramsalcılık ve sınıf
mücadelesi arasında kurduğu karşıtlık, erken dönem eserleri ve daha sonra­
ki eserlerinin teori ve pratik arasındaki anlamsız karşıtlık açısından yorum­
lanmasına zemin hazırlar.
Aslına bakılırsa Althusser, sık sık gündeme gelen eleştiriler ve onun ses­
sizliğinden faydalanarak oluşturulan politik çıkarımlara rağmen, bu konu­
lara hiçbir zaman doğrudan cevap vermemiştir. 4 Bazı yorumcular, Alt­
husser' in kendisinin de kabul ettiği "kuramsalcılığın" belirsizliği düşüncesi­
ni, bilim/ ideoloji ayrımının doğası gereği epistemolojik olduğunu ve
Althusser'in 1 96 7'den sonra ortaya attığı, toplumsal aygıtlar içerisinde
kurumsallaştırılan tarihsel ürünler olarak değerler ve inançlar kavramıyla
bağdaştırılamayacağını öne sürmek için kullanmıştır. 5 . Bilim ve ideoloji ay­
rımının onaylanamayacağını kabul eden, fakat bu ayrımın Althusser'in
daha sonraki eserlerinde bile büyük bir önem teşkil ettiğini savunanlar,
Yapısal Marksizmin kendi kendisini yok ettiğini düşünür. 6 . Bu eleştiri
cephelerinin ikisi de, pek çok Fransız ve İngiliz düşünür için, Marksizm' den
neo-liberalizme ya da postmodernizme geçiş için kuramsal bir köprü işlevi
gören istenççi politik savları hakları çıkarmak için kullanılmıştır. Bu gibi
yorumlar bana kötü konumlandırılmış ve Althusser'in kendi açıklamasın­
dan bile daha az tatmin edici gözükmektedir. Kuşkusuz, Althusser' in
eserinde bir tutarsızlık sorunu olduğuna yönelik iddiaların, yeteneksiz ve
kendi çıkarlarına hizmet eden eleştirmenler kadar Althusser' in kendisinden
de kaynaklandığı, haklılık taşıyan bir görüştür. Althusser'in özeleştiri
yazıları, okuyanın arzulayacağı ölçüde açıklık ve anlaşılırlığa sahip olmasa
da, en azından gelişmesinin tutarlı bir genel yorumunun oluşturulabileceği
unsurları sunma niteliğine sahiptir.

Althusser: İdeoloji Kavramı ve Kavramların İdeolojisi


Althusser'in düşünsel gelişiminin genel ve doğru bir yorumuna ulaşmak,
kuramsalcı unsurlarından arındırıldıktan sonra, Althusser' in bilimsel ve
ideolojik unsurlar arasında yaptığı ilk ayrım (toplumsal pratikler olarak
gerçek ve yeterlilik gibi felsefi kategoriler üzerindeki işlevsel niteliklerine
dayanan bir ayrım) ile daha sonraki eserlerinde bilimsel ve ideolojik pratik­
lerin tarihsel özgüllüğü ve toplumsal karakteri üzerindeki ısrarı arasında
kuramsal bir tutarsızlık olmadığını anlamaktan geçer. Althusser, erken
dönem eserlerinde, ideolojinin "iki farklı rol oynadığını" kendisi söyler: "bir

1 77
yandan felsefi bir kategori (yanılgı, yanlış), diğer yandan bilimsel bir
kavram belirler" (Althusser 1976, 119) . Althusser, Özeleştiri Yazıları'nda,
bilim-ideoloji ayrı mını değil, bu ayrımın rasyonalist yorumunu ve bu yoru­
mu reddeder: "Bilim/ ideoloji ayrımına yönelik rasyonalist bakış açısı red­
dedilmelidir. Bu ayrımı bilgi üretiminin karmaşık sürecinin ögelerine ayır­
ması gereken başka bir bakış açısıyla yeniden değerlendirilmelidir"
(Althusser 1976, 148) . Böyle bir "yeniden değerlendirme," bilim ve ideolo­
jiye dair işlevsel kavramlarla ve bu kavramları bilim felsefesine değil, tarihe
yerleştirme girişimiyle başlamalıdır.
Bilimsel ideoloji kavramı, toplumsal öznelerin Lebenswelt'ini, onların
dünya ile ilişkilerine dair bilinçliliklerini ya da "yaşam deneyimlerini" ve
bireyleri toplumsal özneler olarak oluşturan maddi kurumlar ile zihinsel
yapıları ifade eder. Marx İçin ve Kapital'i Okumak' ta özne-merkezli doğası,
"ideolojinin bilginin gerekliliğinin ötesinde başka çıkarların yönettiği, ya da
farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, ideolojinin 'neden' dışında başka
çıkarları yansıthğı açısından tanımlanan" (Althusser ve Balibar 1970, 141)
bu ideoloji anlayışı, Althusser'in diğer tüm eserlerinde tutarlı bir şekilde
sürdürülür. Fakat bu ideoloji anlayışının epistemolojik değil, işlevsel
olduğuna, gerçek ya da yeterliliğe yönelik yan anlamlara sapmaksızın sem­
bolik bir sistemi, toplumsal bir pratiği ve onun etkilerini tanımladığına
dikkat edilmelidir. Althusser'in Özeleştiri Yazıları'nda da savunduğu tarih
bilimi içerisinde ideoloji de dahil, ideolojiye yönelik bilimsel atıfların tümü,
bu tarihsel anlayış temelinde gerçekleştirilmelidir.
Bilimsel pratik, Althusser'in erken dönem eserlerinde, kavram-merkezli
ya da kuramsal çıkarların özne merkezli ya da pratik-çıkarlar üzerindeki
önceliği açısından tanımlanır. Kuramsal pratik, " kuramsal olmayan
süreçlerden dönüştürdüğü nesne, faydalandığı üretim araçlarının türü ve
ürettiği nesnenin (bilgilerin) türü ile ayrılır" Althusser ve Balibar 1970, 59) .
Bilimsel pratiğe yönelik bu anlayış arbk gerçek ya da yeteriilik kategorileri­
ne, ideoloji anlayışından daha fazla bağlı değildir; daha sonraki eserlerinde
bu kavramın açık bir şekilde reddedilmesinin yokluğunda, Althusser'in de
bu düşünsel konumu sürdürmeyi amaçladığını varsaymanın tehlikesiz
olduğu kanaatindeyim. Buna karşın, her bilim kendisini, onun hem varoluş
koşulları hem de "hatalı" olarak reddeddiği kavramlar ve inançlar sistenı.i
olan ideolojik temsillerden "koparak" oluşturur. (Althusser "teorik" ideolo­
jileri "pratik" ideolojilere karşıt olarak ele alır, fakat burada teorik ideoloji

1 78
kullanması uygun değildir. İ leride göreceğimiz gibi, Althusser'in kullandığı
ifade, kuramsal konumları pratik ideolojilerin alanı ile ilişkilendirmeyi
amaçlar. Bu, Althusser'in felsefe anlayışı ve felsefi "bilimsel" kategorisinin
bakış açısından geçerli ve üretken bir hamle olsa da, benim ideoloji/ yanlış
olarak ifade ettiğim aynı fenomen değildir. Kullanışsız gözükse de, bir bilim
içerisinde reddedilen ya da hükümsüz kılınan açıklama ya da açıklayıcı
ilkeler için dile getirilen "yanlış" yargısı için, ideoloji/ yanlış ifadesini kul­
lanacağım.)
İ deoloji/yanlış, bilimin "öteki"si olarak varolduğunda, bilim tarihine
(doğru-yanlış, yeterli-yetersiz gibi) aksiyolojik ayrımlar girer. Elbette
Althuser, Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde, bilime dair bilimsel­
somut kavramları ve ideoloji/yanlış, gerçek ve yanlış gibi felsefi-episte­
molojik kategorilere dönüştürerek, bilime yönelik aksiyolojik iddiaları felse­
fi olarak garanti altına almıştır- ve rasyonalist "bilimin bilimi," teorik
pratiğin Teorisi içerisinde bilimsel önermeler olarak savunmaya başlamıştır.
Althusser bu talihsiz hamleyle, ideoloji ve ideoloji/yanlış kavramları ile
ilgili kafa karışıklığı yaratmakla kalmadı, aynı zamanda hem bilimin tarih­
sel gelişimini (bilim ve ideoloji/yanlış) hem de bilim (bilgi) ve ideoloji
(çıkarlar) arasındaki tarihsel mücadeleyi, felsefenin tarihsel olmayan Düşler
Ülkesine, salt manhğa, ve epistemolojik mutlakçılığa tabi kıldı.
Buna karşın Althusser, bilim ve ideoloji/yanlış arasındaki ayrıma yöne­
lik rasyonalist ya da kuramsalcı ilk yorumunu terk ederek, bilimin felsefe,
tarihsel materyalizmin diyalektik materyalizm üzerindeki önceliğini
yeniden vurgulayıp, bu düşünsel hamleler aracılığıyla felsefeyi yeniden
bilim ve ideoloji arasındaki Kampfplatz* olarak tanımladı. " Bilimin ötekisi"
olarak ideoloji/ yanlış kavramı, kuramsalcı anıştırmalarından soyut­
landığında, bilimin gelişiminin bilgisine ulaşmak için son derece önem
taşıyan bir unsurdur ve bu bağlamda, bilim/ ideoloji ayrımı bilim tarihi
sorunsalı içerisinde sürdürülmelidir. Fakat, tarihsel-bilimsel bir bakış açısın­
dan, bilim ve ideoloji/yanlış arasındaki ayrım, epitemolojik mutlakçılığa ve
dolayısıyla felsefi gerçek ve yeterlilik kategorilerine başvuramaz. Kısacası
ayrım sadece, özgül bir kuramsal özne, bilimsel pratik oluşturmak ve bu
pratiğin gelişiminin tarihsel bilgisini sunmak için yararlanılan bir kavram
olarak varolur. Bilim tarihi sorunsalı içerisinde, verili bir bilim ve
ideoloji/ yanlışın her ikisi de, "bilgi etkileri" dünya hakkında bir şeyi açıkla­
Kampfplatz: Sa vaş Meydanı

1 79
mak işlevi gören kuramsal üretim araçları olarak anlaşılır. Bilim tarihinin
bakış açısından, ikisi arasındaki tek fark, ideoloji/ yanlışın bilim ile girdiği
tarihsel açıdan özgül, bilime karşı her zaman kaybettiği bir ilişki bağlamın­
da varolabileceğidir. Bilim tarihi hem tarhşmayı hem de neticeyi kuramsal
ve tarihsel açıdan anlayabilirken, iki konumdan birinin doğruluğuna ilişkin
bir yargıda bulunamaz. Elbette, bilim ve onun ideoloji arasındaki üstünlük
mücadelesi her zaman bilimin dar alanı ile sınırlı kalmaz: Çoğu kez hem
kuramsal hem da ideolojik, daha geniş çaplı bir mücadeledir ya da böyle bir
mücadeleye dönüşür. Althusser, daha geniş kapsamlı bu mücadelenin, bi­
limsel değil, felsefi olduğunda ısrar eder.
Epistemolojik tarhşmalar, gerçek bilgi üretimi açısından büyük ölçüde
bağlam dışıdır. Bilimler, teorik nesnelerini ve Lakatos' un sorunsalın "çekirde­
ği" adını verdiği unsuru aksiyomatik olarak ele alma eğilimi gösterdikleri
için, epistemolojik tarhşmaları değerlendirme zahmetine nadiren girerler.
Elbette, bilim üzerine felsefi tarhşmalar gerçekleşir ve bu tarhşmalar, özgül
bir bilgi etkisinin, özgül bir kuramsal pratiğin ve hatta belki de bilimsel
pratik kategorisinin kendisinin asimile edilmesini ya da baskı alhna alın­
masını içerdikleri için, tarihsel açıdan büyük önem taşır. Althusser'in
kuramsalcılığı reddetmesi, epistemolojik kesinliğe felsefi araçlar vasıtasıyla
ulaşılabileceği düşüncesi, bilimsel realizme felsefi bağlılığın zayıflaması ya
da felsefi pratiğin kuramsal önemine ilişkin daha önceki görüşlerinin
çürütülmesi anlamına gelmez. Felsefeye yönelik bu yeni anlayış, bu
düşünsel konumlara olan desteğini yoğunlaşhrır. " Bilime yönelik bilimsel
anlayış ile felsefi kategori arasında bir ayrıma gittikten sonra," diye düşünür
Althusser, "felsefi kategorinin kazanmak için savaşılması gereken bir şey
olduğunu ve bu savaşın verildiği alanın felsefe olduğunu görürüz"
(Althusser 1976, 116) . Althusser'e göre, tehlikede olan çağdaş bilim tarafın­
dan yorumlandığı biçimiyle dünyaya dair bilgidir ve mücadelenin felsefi
temeli, bu dünyanın kesin olarak kabulü (ya da reddi) ve tam olarak bu
ölçüttür.
Althusser, daha sonraki eserlerinde felsefeyi "kuram içerisinde sınıf
mücadelesi" olarak karakterize ederek, bilimsel bilginin somut ve nesnel
doğasının inkar etmekten çok onaylamaya ve teorik üretimin anlaşılması
zor gerçekliğinin dışındaki bilgi etkilerinin maddi varlığına dikkat çekmete
çalışır. Althusser' e göre bilgiler, kavrayışın ideolojik düzeylerine karşıt
olarak mevcudiyet kazandıkları için yıkıcı, karşıtsal ve potansiyel olarak

1 80
tahrip edici bir doğaya sahiptir ve bu karşıtlık nedeniyle şeylerin bilimsel
olmayan açıklamalarına bağlı olan maddi çıkarlar ile çabşır. Toplumların
sınıf mücadelesi vasıtasıyla yapılanması ölçüsünde, "şeylerin gerçekte nasıl
işlediğine" yönelik bilgi daima, felsefenin ideolojik ve politik alana girmesi
dolayısıyla bilimin ötesine uzanan bir " dayanağa" sahiptir. Buna karşın,
Althusser'in felsefenin sadece bir kuram olmasının ötesinde sadece bir sınıf
mücadelesi olduğunu ima etmediği unutulmamalıdır. Felsefe, kuramsal
etkinliğine bağlı politik ve ideolojik dayanakları nedeniyle bilimden fark­
lıysa, rasyonel metodolojisi ve bilimsel pratiğin somut sonuçlarına bağlılığı
nedeniyle ideolojiden de farklıdır. Felsefe bilgi üretmese de, bilgi sürecinin
önemli bir unsuru olmaya devam eder. Somut olan ve kuramsal nesne ile
ilişkisi bağlamında mevcudiyet kazanan bilimsel kavramlarına tersine,
felsefi kategoriler biçimseldir ve kuramsal bir nesneye sahip değildir. Fakat
felsefi pratik, üzerinde tarbşbğı bilginin ilk mevcudiyetine bağlı olduğu için
ve tarbşmaların rasyonel bir forma sahip olması dolayısıyla Althusser, bil­
giye yönelik düşünsel konumları yaratan ideolojik çıkarların, bilimin zaferi­
ni destekleyen koşullar bakımından eklemlenmesi gerektiğini savunur.
Althusser'in bilim ve ideoloji toplumsal pratikler olarak görmesi, "teorik
pratiğin Teorisi" nin (bir şeyin gerçekliğini manbk yasalarına göre kurmaya
çalışan) "geniş çaplı rasyonalizminin" tersine ( sadece, olmaması durumun­
da felsefi etkinliğin anlaşılmaz hale geleceği manbğın biçimsel geçerliliğini
varsayan) "sınırlı rasyonalizm" adı verilebilecek bir felsefi pratiği anışbr­
maktadır. Felsefenin epistemolojik mutlakçılığı terk etmesi gerekiyorsa, bi­
limsel kavramlar gerçekliklerinden çok yeterlilikleri açısından savunul­
malıdır. Böyle sınırlı bir rasyonalist konumdan, bilimin ideoloji/yanlış
üzerindeki aksiyolojik üstünlüğü, Althusser'in ontolojik realizm ve (olma­
ması durumunda, bilimin varlık ve anlaşılabilirliğinin ortadan kalkacağı)
epistemolojik rölativizme yönelik materyalist tezleri açısından savunula­
bilirlik özelliğini kaybetmez. Hem ideoloji hem de bilim tarafından doğru
olarak kabul edilen dünyanın gerçekten orada olduğu yönündeki varsayım,
bilimi ideoloji/ yanlıştan ayıran formalizasyon eşiklerinin mutlak hakikati
değil görece hakikati sunduğu yönündeki iddiayı haklı çıkarır. Ontolojik
realizm ve epistemolojik rölativizm, nasıl onun düşünsel karşıtları tarafın­
dan çürütülemiyorsa, Althusser tarafından da kanıtlanamaz, fakat
Althusser'in bilginin üretiminde somut olarak söyleyebileceği hiçbir şey
olmadığı iddiasını terk ettikten sonra bile felsefenin gerekliliğini (ve önemi­
ni) vurgulamasının sebebi de tam olarak budur.

181
Althusser' in kuramsal gelişmesine yönelik bu genel değerlendirme,
ortaya koyduğu konuların daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmesini
gerektirir. Fakat, okuyucuya Althusser'in genel düşünsel konumu ile ilgili,
(Althusser'in erken dönem yazılan ile daha sonraki eserleri arasındaki
sürekliliği göremeyen ve Althusser' in özeleştirilerini sık sık, çoğu kez kasten
yanlış yansıtan) ikinci sınıf eleştiri yazılarındaki yanıltıcı yorumlardan
kaçınabileceği kadar yeterli bilgi verdiği söylenebilir. 7 . Bu konulan az çok
açıklığa kavuşturduktan sonra, Althusser'in, Marx'ın Kapital'ini tarih bili­
minin başlangıcı ve daha sonra bilim, felsefe ve ideoloji kavramlarının
araşbnlmasına yönelik yeni bir yöntem olarak değerlendirmesine geçe­
ceğim. Bu konuya önceki bölümlerde sadece özet olarak değinmiştim.

Marx'ta. "Epistemological Kopma"


Althusser, Marx'ın yeni bir bilim bulmakla kalmayıp, insanla ilgili sahip
olduğumuz bilgiler konusunda üçüncü bir "kıta" açtığında ve bunun
matematik biliminin Yunanlar, fizik biliminin Galileo tarafından bulunması
ile karşılaştırılabilir ölçüde büyük bir başarı olduğunda ısrar eder. Bu kadar
aşırı bir iddiayı tartışmanın anlamı yoktur, fakat Althusser'in kullandığı
metafor dikkate değerdir, çünkü bilgi ve Foucault'nun bu düşünceyi (tüm
Marksist anlamlarından arındırarak) popüler hale getirmesinden yıllar önce
ortaya athğı güç arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir şekilde örnekler. " Metaforik
anlamıyla hiçbir zaman boş olmayan, bu kıtaya ait olduklarını bilmeyen,
birbirinden farklı çok sayıda az ya da çok ideolojik disiplin tarafından 'işgal
edilmiş' bir kıta . . . Marx'tan önce Tarih Kıtası tarih felsefesi, ekonomi vs.
tarafından kuşatma altına al ınmıştı. Kıtasal bir bilim tarafından yeni bir
kıtanın açılması, önceki işgalcilerin hak ve iddiaları hakkında şüphe
uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda 'kıta'nın düzenini eksiksiz olarak
yeniden yapılandırır" (Althusser 19 72, 166) . Marx, bu yeni kıtayı açarak,
Althusser' e göre bilimin oluşumunun tarihsel olarak açıklanması yönünden
genel bir önem taşıyan iki şey yapmıştır. Birincisi, Marx mevcut tarih felse­
felerinden- Feuerbachcı teorik hümanizmi ve Hegelci diyalektiğin özcü ve
erekselci ögelerinden- radikal bir şekilde koptu. İkincisi, bu kopmanın sonu­
cu olarak, çağdaş politik ekonomiyi "semptomatik" bir okumasını yaparak,
Kapital'in ilk cildinin yayınlanmasıyla birlikte yeni bir tarih bilimi sorun­
salının doğmasına zemin hazırladı8 .

1 82
Althusser, 1844 El Yazmaları ile Kapital arasında Marx'ın felsefi
anlayışında radikal bir kopma gerçekleştiğini, bu kopmanın, insan doğasını
bir araya gelen toplumsal ilişkiler açısından tanımlayarak Feuerbach' ın ta­
rihsel olmayan ve soyut "türsel varlık" kavramını reddeden "Feuerbach
Üzerine Altıncı Tez" (1845) çalışmasında duyurulduğunu savunur. Kopma,
üretici güçler ifadesinin Marx' ın düşüncesinde yeni bir stratejik kavram
olarak ortaya çıktığı Alman İdeolojisi'nde (145-46) son derece belirgin hale
gelir. Bu kopma, Marx'ın 1840'lı yıllarda sahip olduğu radikal-demokratik
politik konumdan, 1 743 Ekim'inde Paris'e taşındıktan sonra proleter
sınıfının saflarına geçişinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu geçiş, onu gerçek ve
popüler bir politik harekete -Fransız ve Alman zanaatkarlarının sosyalist
hareketine- ilk kez maruz bırakmıştı.
Althusser' e göre, radikal demokrasiye yönelik memnuniyetsizliğin
tohumları, Marx'ın 1843 yılında yazdığı " Hegel'in Tüze Felsefesinin
Eleştirisine Katkıya önsöz" eserinde bile daha o zamandan mevcuttur. Marx
bu eserinde Hegel'in gerçeklik ve düşünce kavramlarını tersine çevirmesini
sorgulayarak, Hegel'in dünya ile İdea arasındaki ayrımı aşamadığını belir­
tir. Dolayısıyla Marx'a göre, Hegel'in politik devletin toplum ve toplumsal
karşıtlıklara arabuluculuk edip, bu karşıtlıkları uzlaştırdığı yönündeki
görüşü, toplumdaki gerçek karşıtlıkları -bir yanda yurttaş ve kamu yararı ile
diğer yanda rekabetçi, burjuva bireyciliği arasındaki karşıtlıkları- gizleyen
soyutlamalardan bir başkasıdır. Marx'ın Hegel eleştirisi insanın "yabancılaş­
masının" kaynağını bilinçte değil, toplum içerisinde konumlandırır, fakat
Hegelci diyalektikten ya da Feuerbach' ın antropolojik hümanizmden bir
kopma oluşturmaktan hala uzaktır. Buna karşın Althusser, bu felsefi
değişimin, Marx'ın yeni politik konumu ile hala bağlı olduğu hümanist­
Hegelci teorik konum arasında bir karşıtlık biçiminde teorik bir kriz doğur­
duğunu düşünür. Althusser' e göre, 1844 El Yazmaları bu sorunu çözüme
kavuşturmaya yönelik bir girişim, Marx'ın proleter sınıfın mevcut durumu­
na dair materyalist bir açıklama arzusu ile bu açıklamayı düşünsel süzgecin­
den geçirmeye çalıştığı erekselci diyalektik arasındaki karşıtlık nedeniyle
başarısız olmaya mahkum bir çaba olarak anlaşılır.
Marx'ın 1844 El Yazmaları'nda ulaştığı başarı yine de önemsiz değildir.
Marx, Feuerbach'ın " türsel varlıklar" kavramını alarak, tarihsel ve dinamik
bir bağlam içerisinde yeniden düzenledi. Marx'a göre, insan doğasını insan
etkinlikleri -emeğin mevcut dünyanın doğasını ve toplum dünyasını
dönüştüren üretici gücü- tanımlar. İnsan doğasının tarihsel olarak belirlenen
1 83
ve çeşitlilik gösteren bir fenomen olarak değerlendiren bu görüş, Marx' ın
düşüncesinde hala metafizik olan yabancılaşma anlayışı, kapitalist üretim
ilişkilerinin arkasında temel bir eksiklik olduğu fikri ile toplumsal ilişki­
lerin insan doğası ve toplumu tanımlamadaki oluşturucu rolüne yönelik
yeni yeni ortaya çıkan vurgu arasında bir gerilim yaratır Marx ve Engels,
Alman İdeolojisinde, 1844 Elyazmalan'nda gözlemlenen gerilimi, hala belir­
sizlik taşıyan yönleri olsa da çözer. Alman "Sol Hegelciliğinin" yanlışlarının
gözler önüne serildiği bu kapsamlı (600 sayfadan fazla olan) eserde, üretici
güçler kavramı yeni bir toplumsal teori içerisinde açıklayıcı bir ilke olarak
ortaya çıkar. Üretim içerisideki teknik ve toplumsal (sınıfsal) ilişkiler
konusundaki kafa karışıklığı devam etse de -bu kafa karışıklığı Felsefenin
Sefaleti eserinde açıklığa kavuşturulmuştur-, " insan" ya da "yabancılaşma"
kavramı Alman İdeolojisinde açıklayıcı bir rol oynamaz.
Kullanılmaya devam ettiği noktada, tarihsel gelişmenin nedensel açıkla­
ması değil, bir belirti, kapitalist üretim ilişkilerinin bir karakteristiği işevini
görür.
Althusser'e göre 1845-185 7 arasındaki dönem, Marx'ın düşüncesinde bir
geçiş dönemini oluşturur. Bu yıllarda hümanist sorunsalın felsefi reddi, üre­
tim güç ve ilişkilerinin sınıf ilişkileri olarak kavramsallaşhrılmasının ortaya
çıkışı, tarihsel gelişmenin nihai açıklayıcı ilkeleri ve öznesiz bir süreç olarak
tarih kavramı, politik ekonominin sistematik araşhrmasına uygulandı.
Althusser, Marx'ın kuramlarını burjuva ekonomisi yerine başka bir sorun­
sal, yani hala gelişme döneminde olan tarihsel materyalizm üzerinden
geliştirme çabasına girerek, Smith ve Ricardo'nun yaklaşmalarına rağmen
farkına varmadıkları ya da çözemedikleri -çünkü bunu yapabilmeleri, açık­
lamanın yanında savunmaya da çalışhklan kapitalist sistemi sorgulamaları
gerekirdi- sorunları açığa çıkardığını düşünür. Marx, kapitalist toplumu
mevcut arh değer ve emek değeri kuramı açısından inceleyerek ve bunları
doğal olmaktan çok tarihsel-toplumsal unsurlar olarak görerek, kapitalist
sömürü kavramını ücret, emek ve sermaye ilişkileri üzerinden formüle ede­
bildi. Bu yeniden düzenlemeyi, üretim biçimi kavramı ve onunla birlikte
üretim güç ve ilişkileri arasındaki yapısal karşıtlık ile insanların bu karşıtlık­
ların bilincine vanp mevcut toplumsal düzene karşı çıkma biçimlerini
tanımlayan topografik "üstyapı" metaforu takip etti -her iki kavramsal­
laştırma da 1859 yılında yayınlanan " Politik Ekonominin Eleştirisine ,
ônsöz" de açıkça ifade edilmiştir.

1 84
Althusser'e göre, 196 7 yılında Kapital'in ilk cildi yayınlandığında, Marx
yeni tarih bilimini tamamlamış ve tarihsel materyalizmin temel kavram­
larını açık ve kesin hale getirmişti. Arb değer, kapitalist sömürünün man­
hğını ve kapitalist üretim biçiminin mekanizmalarını ayrınblı bir şekilde
ifşa ediyordu. Bu nedenle arb eğer, üretimin toplumsal ilişkilerinde saklı
olan sınıf gücü ilişkilerini açığa çıkardığı için, kapitalist ilişkilere yönelik
genel kavramların geliştirilmesi için büyük bir önem taşıyordu. Bu yeni
kavram, Marx'ın üretim ilişkilerini kapitalist üretim biçiminin dinamik­
lerinin iç unsuru olarak kabul edebilmek için üretim güçlerine ayrıcalık tanı­
ma eğilimini tersine çevirmeye zorlar.
Althusser' e göre, Kapital tarihsel materyalizmin temel kavramlarını içer­
mekle kalmaz, aynı zamanda bu kavramlar ya -üretim biçimi, toplumal
oluşum, arh değer, altyapı ve üstyapı gibi- tam olarak yenidir ya da kavram­
lara yeni ve farklı anlamlar verilmiştir- diyalektik, sınıf ve sınıf mücadelesi
gibi. Kapital' de, çoğunlukla yabancılaşma sorunsalının başka bir bağlamda
sürdürülmesi olarak yanlış yorumlanan " metaların fetişleştirilmesi"
kavramı, Marx tarafından kapitalizmin kaynağı değil bir ürünü olarak
ortaya ahlmışbr. Bu, Marx' ın erken dönem eserlerindeki hümanistik sorun­
salı reddettiğinin en açık örneğidir. Kapital, sunum biçimi açısından Hegelci
olsa da, kapitalizmin karşıtlıklarını uzlaştırmaya çalışmaktan ve ahlaki-etik
erekselcilikten uzak bir eserdir.
Kapital' de yer alan kavramlar sadece yeni anlamlara sahip değildir, aynı
zamanda Althusser' in şu şekilde açıkladığı yeni bir işlev de taşırlar:
Marksist kuramın pratikte, eski Marksist anlayışlardan oldukça
farklı işlediğini gösterdim. Bana öyle geldi ki, Marksist kuramın
temel kavramlar sistemi, bilim kuramı gibi işliyordu: nesnesinin
sınırsızlığına açılan, durmaksızın yeni sorunlar ortaya ahp bu
sorunları çözmek ve yeni bilgi parçalan üretmek üzere tasarlanmış
temel bir kavramsal aygıt olarak. .. belli konjonktürlerde bu ilk haki­
kati yenileme kapasitesine sahip yeni bilginin (bitmek bilmez) fethi
için (geçişi) bir hakikat işlevi taşıyordu. Diğer yandan, eski anla­
yışların yeni bilgi parçalan üretmek için geçişi bir hakikat işlevi
taşımaktan uzak olan temel kuramı, pratikte tarihin hakikatini,
Tarihe yönelik eksiksiz, kesin ve mutlak hakikat rolünü üstlenmeye
çalışıyordu. (Althusser 1976, 154)

1 85
öyleyse Marx'ın başardığı, tarihe yönelik belli başlı görüşlerden­
Feuerbach' ın hümanizmi, Hegelci diyalektik- "epistemolojik" bir kopma,
tarih hakkında yeni bir düşünme biçimine zemin hazırlayan bir kopmaydı.
Althusser, bu yeni düşünme biçiminin, Marx' a sadece alternatif bir açıklama
biçimi ya da sorunsal değil, aynı zamanda yeni ve daha güçlü bir açıklama
düzeyi sağladığı için bilimsel olduğunda ısrar eder. Marx, bu epistemolojik
kopma aracılığıyla, burjuva ekonomisinin meta formunu fetişleştirme gibi
hatalarını eleştirme ve metaların fetişleştirilmesinin burjuva toplumu
içerisinde gerekli bir fenomenolojik form olduğunu açıklama kapasitesine
sahip bir sorunsal yarattı. Althusser, Marx' ın bu reddedilen anlayışları ide­
olojik, yani hatalı olarak etiketlemesine karşı çıkmaz, fakat Marx' ın önemini
tam olarak teslim edemediği bir gerçeği vurgular: böyle bir etiketleme ancak
geriye dönük olarak mümkündür. Politik ekonomi ancak tarihsel materya­
lizmin ortaya çıkmasından sonra, yani ancak Marksist sorunsalın bakış
açısından hatalı görülebilir. " İdeoloji [ideoloji/ yanlış], ancak dışarıdan,
olayın gerçekleşmesinden sonra," diye ısrarla vurgular Althusser, "Marksist
tarih biliminin bakış açısından . . . . basit bir şekilde bir bilim olarak varolan
Marksist bilimin varoluşunun bakış açısından değil, bir tarih bilimi olarak
Marksist bilimin bakış açısından· tanımlanabilir" (Althusser 19 76, 155) .
Althusser'in ideoloji ile bilim arasındaki "kopma" olarak değerlendirdiği
şeyin, hem de Marx'ın düşünsel gelişimine yönelik tartışmalar içerisinde
politik bir konum olarak önemli bir örnek teşkil etse de, Althusser'in Marx
yorumu üzerine yürütülen tartışmaları daha fazla ayrıntılandırmayacağım.
Althusser'in fikirlerinin Marksizmi doğru bir şekilde kavramış düşünürler
taraf)l1dan savunulduğunu ve geliştirdiğini, aynı fikirlere diğerlerinin karşı
çıktığını belirtmenin yeterli olacağı görüşündeyim. Althusser'in hümanizm,
deneyselcilik, tarihselcilik ve Hegelci diyalektiğe yönelik eleştirilerini hali­
hazırda değerlendirmiştik; Marx'ın aynı fikirleri paylaşıp paylaşmadığı bu
bölümün bağlamında zamanımızı alamaz ve bu tartışma içerisinde büyük
bir önem teşkil etmez. Althusser'in Kapital'de bulduğu temel kavramlar,
kaynaklarından bağımsız olarak ayakta kalmalı ya da felsefe sahnesinden
silinmelidir. "Marx gerçekte ne demek istedi?" sorusuna cevap veren felsefi
tartışmalar içerisindeki inkar edilemez politik "tehlikelere" karşın, burada
bu tartışmaların varlığını kabul etmenin ötesinde bir şey yapamayız.

1 86
Yorumbilimin ötesinde: Kapital'e Yönelik ''Semptomatik Bir Okuma"
Althusser'in Marx'ın metnini ve bu yöntemin sembolik yapı ve pratik­
lerin tarihine genel uygulanabilirliğini sorgulamak için geliştirdiği alışıl­
madık "yorumbilimsel" yöntem daha da ilginçtir. Althusser bir metni
okuma sorununu ele alarak başlar. Bir okuyucu, Kapital' in üzerinde somut
bir etki oluşturduğu tarih biliminin genel yapısını keşfetmek için Marx'ı naıl
okumalıdır? "Okuma" konusu halihazırda çetrefilli bir meseledir, çünkü
Althusser, yazarın niyetlerini, metnin özünü ve okuyucunun kavrayışını
uzlaşhrabilmek için yalnızca " doğru bir şekilde bilgilendirilmiş" bir bakışı
gerekli gören her türlü okuma kuramınu reddeder. Althusser, kusursuz bir
Derridacı formülasyonla, metnin belirgin içerik se� iyesinde duran bir oku­
mayı, "yazılı bir söylemi, sesin doğru ve gerçek söyleminin doğrudan şef­
faflığına dönüştüren bir okuma anlayışını" kabul etmez (Althusser ve
Balibar 1970, 16). Buna karşın, Althusser'in açık okumayı reddetmesi, ku­
ramsal hümanizmanın, yorumbilimin belirleyici bir özelliği olan yoruma
yönelik özne-özne modelinin ötesine geçmekle kalmaz, aynı zamanda Alt­
husser' in yorumbilimin babasız çocukları post-yapısalcılık ile post-moder­
nizmin karakteristik bir niteliği olan yorumsal nihilizme olan karşıtlığını da
dile getirir. Althusser' in önerdiği, metnin bilimsel ya da " semptoma tik bir
şekilde okunmasıdır. Bu okuma, öncelikli olarak yapısal ilkelerinin okumayı
yönettiği sorunsal ile metnin bilinçdışı yapısını oluşturan yapısal ilkeler
arasındaki diyalektik, ikinci olarak.: metnin toplumsal-tarihsel bir ürün ola­
rak nesnel gerçekliği ile metni kuramsal bir nesne olarak gören sorunsalın
nesnel geçerliliği arasındaki diyalektik temelinde gelişir.

Geleneksel yorumbilim metodolojisinin savunucularına göre, toplumsal


dünya basit bir şekilde toplumsal aracılar tarafından üretilmez, aynı zaman­
da ancak bu aracıların etkinliklerinin atfettiği anlamlar açısından açıklana­
bilir. Yorumbilimin savunucuları, bilimsel pratiğe pozitivistlerle temelde
aynı tanımı getirerek, insan pratiğinin eşsiz ve otonom doğası göz önünde
bulundurulduğunda, topluma dair bilimsel bir kavrayış geliştirmenin
olanaksız olduğunu iddia eder. Toplumsal fenomenlere yönelik herhangi bir
bilimsel çözümlemenin kendisi de toplumsal bir pratik olduğu için, yani
kuramsal nesnesiyle aynı doğaya sahip olduğu için, böyle bir çözümleme
toplumsal fenomenler üzerinde nesnel bir nüfuza sahip olamaz. Althusser,
yorumbilimin öne sürdüğü epistemolojik rölativizmi kabul etmekle birlikte,
toplumsal gerçekliğin aracılarının düşündüğünün ötesinde hiçbir şey

1 87
olmadığı yönündeki yorumbilimsel iddia temelinde gelişen ontolojik röla­
tivizmi reddeder. Althusser' e göre doğal fenomenler gibi toplumsal
fenomenler de ontolojik olarak gerçektir ve gerçek oldukları için bilimsel
bilgi ve açıklamanın nesnesi olabilirler. Başka bir deyişle epitemolojik röla­
tivizim, Althusser'in saçma bulup reddettiği nihilistik tutumu, yargısal
göreceliliği ifade etmez. Herhangi bir toplumsal pratiğin gerçekleşebilmesi
için, toplumsal aracıyı (bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde) harekete geçiren
nedenler olmalıdır; dahası, eğer bu nedenler (ve onları üreten yapısal 'habi­
tus') bütünüyle yetersizse ve nesnel gerçeklikle ihtilaf içerisindeyse, toplum
varolamaz.
Althusser'e göre, ne " masum okuma," okumanın karakterini en azından
üstü örtülü bir şekilde belirleyen bir kuramdan yoksun bir okuma, ne de
nihai ve eksiksiz bir okuma (ki bu da felsefede epistemolojik mutlakçılığa
denk düşer) diye bir şey söz konusu olabilir. Buna karşın, -Althusser'i
yorumbilimden genel olarak ve postmodenizmden kesin bir şekilde ayıran
da budur-. olası okumaların çeşitliliği, (görece bir açıklayıcı güç ilkesine
sahip olan) okuma sorunsalının yam sıra (özgül tarihsel-toplumsal konjonk­
türün ürünü olarak gerçek bir varoluşa sahip) metnin yapısı dolayısıyla son­
suz değil, sınırlıdır. Derrida'nın da dediği gibi, metnin " dışı" diye bir şey
yoktur, çünkü daima metni bize bir ya da başka bir şekilde erişilebilir kılan
bir anlam gerçekliği içerisindeyizdir. Fakat, Althusser'in epistemolojik röla­
tivizm ile ontolojik realizmi materyalist bir yöntemle bir araya getirdiği göz
önünde tutulursa, tüm anlam gerçeklikleri aynı açıklayıcı güce sahip değil­
dir. Althusser' e göre, okuma süreci ister istemez anlambilimsel bir ana yol
açar, ama sırf bu yüzden anlambilimsel yeterlilik düzeyi ile sınırlı değildir.
En yüzeysel düzeyde, bir metni sanki bizim tarafımızdan yazılmış gibi oku­
ruz; daha sofistike bir düzeyde, metni diyalojik olarak algılayarak, onun
dilini öğrenir ve anlamlarının kendine özgü yapısını keşfederiz. Bu ikinci
okuma kuşkusuz betimsel öncülünden " daha yoğundur", fakat Althusser'in
bakış açısından, " daha derin" olduğu söylenemez. Althusser'in sempto­
matik okuma adım verdiği okuma, öznenin deneyime dayanan dünyasında
değil, bilimin açıklayıcı dünyasında temellenen bir sorunsal tarafından
yönetilmesi ölçüsünde derinleşir. Nesnel olarak gerçek bir tarihsel konjonk­
türün maddi bir ürünü olduğu göz önünde tutulduğunda, bir metin,
yorumbilimsel okumayı olumsuzlayarak metnin nesnel yorumunu ve
nedensel açıklamasını üreten bilimsel bir anlayış düzeyinin nesnesi olabilir.

1 88
Althusser, okuma derinliğine ancak metne bir neden değil, ürün olarak
bakılarak ulaşılabileceğinde ısrar eder.

Elbette metnin anlamı, metnin okunmasına kendi özgül uygulanabilir­


liğini ekler. Semptomatik bir okuma bile, özellikle metnin içindeki sorunsal,
okuma sorunsalından daha fazla açıklayıcı güç taşıdığında, anlambilimsel
anından kimi zaman önemli ölçüde etkilenebilir. Marx İçin ve Kapital' i
Okumak eserleri ile sonuçlanan Kapital okuması, bu ikinci tür okumadır.
Bu, Althusser'in hala görece olarak gelişmemiş olduğunu kabul ettiği,
kuramsal olarak Marksizmden beslenen bir kuramsal çerçeve, aynı zaman­
da, gördüğümüz gibi, Spinoza'nın rasyonalist felsefesi ve kısa bir süre için
geri döneceğimiz Gaston Bachelard ve Georges Canguilhem' in tarihsel epis­
temolojisi tarafından yönetilen bir okumadır. Bu kuramsal çerçevenin ide­
olojik etkileri, güçlü bir şekilde savunulan felsefi tutumlarla (bilimsel bil­
ginin nesnelliği ve anlaşılabilirliği, Marksizmin bilimsel doğası vs.) ortaya
koyulsa da, sorunsalın kendisi sağlam bir yapı ve içsel tutarlılıktan yoksun­
dur. Bunun sonucunda metnin okumasına, Althusser'in erken dönem eser­
lerinin rasyonalist terminolojisinde " felsefi" olarak tanımlanan yorumbilim­
sel an hakim olur: " Biz Kapital'i filozoflar olarak okuduk . . . Onu nesnesi ile
ilişkisi yönünden, dolayısıyla hem nesnesinin özgüllüğü, hem de onun nes­
nesi ile ilişkisinin özgüllüğü, yani söz konusu nesneyi ele almak için fay­
da1anılan söylem türü, bilimsel söylem açısından değerlendirdik. Ve bir
farkın ortaya koyulmadığı bir tanımlama olamayacağı için, Kapital'i hem
nesnesinin hem de söyleminin özgül farklılıkları açısından inceledik."
(Althusser ve Balibar 1970, 14) .

Althusser'in " felsefi" okumasının psikoanalitik terminolojide yattığı


gerçeğinin, bizi çok fazla ilgilendirmesi gerekmez: Althusser, Freud' un
fenomenleri ve olayları onlan yaratan yapısal mekanizmalar açısından açık­
lama becerisine öykünmeye çalışır. Bu, psikoanalize özgü olmayan, bütün
bilimlerin sahip olduğu bir niteliktir. Asıl önemli nokta, okumanın nes­
nesinin, metni olanaklı kılan yapısal mekanizmaların bilgisi olduğudur.
Althusser'in okuması, " okuduğu metin içerisindeki açığa vurulmamış olayı
açığa vurması ve aynı anda onu farklı bir metin ile ilişkilendirmesi" açısın­
dan " semptomatiktir" (Althusser ve Balibar 1970, 28) . Metnin " gizil"
yapısının kimliğini, metnin sorunsalını, onun " açık içeriği," metnin öne
sürdüğü özgül önermeler, hatta yazarın niyeti oluşturmaz; Althusser' e göre
metnin sorunsalını, onun üretimini koşullandıran anlam ilkeleri ve çözüme

1 89
kavuşturması gereken sorunlar oluşturur. Buna karşın, sorunsal görünür
hale getirdiği şeyi, gizil yapının varlığı ve alışılmadık yapısı tarafından
sürdürülen ve kabul edilen bir hariç tutma sistemi aracılığıyla görünür hale
getirebilir. Dolayısıyla semptomatik bir okuma, metnin ne söylediğinin yanı
sıra, ne söylemediğini, ya da daha doğru bir ifadeyle, ne söyleyemediğini
araşhrarak, metnin bilinçdışı altyapısını gözler önüne serer. Hem varlık hem
de yokluk, Althusser tarafından, metnin altyapısı içerisinde birbirine eklem­
lenen karşıtlıkların üstbelirlenmiş ve düzensiz gelişmiş etkileri olarak
yorumlanır.

Semptomatik bir okuma ne masum ne de tam bir okuma olsa da,


Althusser yapısökümcülüğün, yazmanın doğasında tüm anlam yapılarının
ayrımsal ve eninde sonunda eşit doğasını bulan yavan formlarını reddeder.
Eğer hiçbir okuma mutlak anlamda doğru değilse bu, bir okumanın başka
bir okumadan daha iyi olmadığı ya da olamayacağı anlamına gelmez.
Marx'ın İngiltere' deki politik ekonomiye yönelik semptomatik okuması ve
Althusser'in Kapital'e yönelik semptomatik okuması, gelişigüsel değil tarih­
sel olan bir dizi kavramın bünyesinde temellenir. Sonuç olarak, Althusser' in
Marx' a yönelik semptoma tik okuması, Marx' ın metninin sorunsalını hem
açığa çıkarmak hem de geliştirmeyi amaçlaması açısından, hem yorumsal
hem de üretkendir. Hem Marx' ın eserinin hem de Althusser' in okumasının
açık uçlu, sonlandınlmamış karakteri, Althusser'in şu ısrarını açıklar: " Bir
Marx okumasının ön koşulu, teorik oluşumların ve onların tarihinin ayrım­
sal doğasına dair Marksist teorisidir . . . Marksist teorinin Marx' ın kendisine
uygulandığı vazgeçilmez bir döngü, Marx' ı anlamanın mutlak ön koşulu
olarak gözükmektedir" (Althusser 1969, 38).
Buradaki çelişki oldukça açıkhr, çünkü söz konusu olan Kapital' e yöne­
lik tek bir okuma değil, büyük bir kuramsal çaba ve Marx tarafından açıkça
ortaya konan kavramların yorumlanmasını gerektiren, birbirini izleyen oku­
malardır. " Bu eleştirel okuma, Marksist felsefeye kendi uygulamasından
yararlanarak ulaşmayı beklediğimiz için, bir döngü oluşturuyor gibi gözük­
mektedir. Bu bariz döngü bizi şaşırtmamalıdır: tüm bilgi ' üretimi süreç
içinde ona işaret eder . . . Bu ilkelerin Kapital' e uygulanan kuramsal çalış­
masından, güçlüklerinden arınmalarının yanı sıra gelişmelerini ve zengin­
leşmelerini de bekleriz" (Althusser ve Balibar 1970, 74) . Buna karşın, aksi
taktirde benzeyeceği yorumbilimsel döngüden farklı olarak, Althusser
tarafından tanımlanan bilimsel döngü, sonuçlarının eleştirel değerlendirme-

1 90
sine, olabilirliği metnin toplumsal bir ürün, tarihsel materyalizmin bilimsel
bir sorunsal olarak varolmasına bağlı olan bir değerlendirmeye her an açık­
hr. Althusser'in semptomatik okuması bir döngü olmakla birlikte, kısır bir

döngü değildir: "bu işlemle kastedilen döngü . . . nesnesini bir sınamaya tabi
tutarak, kendisini nesnesinin sınamasına tabi tutan kuramsal bir sorunsal
temelinde, doğasına ilişkin nesnesi istenen bir sorunun diyalektik
döngüsüdür" (Althusser 1969, 38).
Bachelard ve Canguilhem' de Tarihsel Epistemoloji
Althusser' in kuramsalcı çıkanmlardan soyutlanan semptoma tik okuma
anlayışı, bilim felsefecisi Gaston Bachelard'ın ortaya attığı ve Paris Üniver­
sitesi Bilim Tarihi Enstitüsü'nun başkanı sıfahyla onun ardılı olan Fransız
filozof Georges Canguilhem tarafından geliştirilen bilgi üretimi sorununa
yeniden dönmeyi gerektirir. Dominique Lecourt' un Marksizm ve
Epistemoloji (1975) eserinde sunduğu, Bachelar ve Canguilhem'in fikirleri­
ne giriş niteliğindeki kusursuz yazıyı burada tekrar etmeye hiç gerek yoksa
da, belki de en fazla Althusser'in borçlu olduğu bu fikirleri özetlemek ve bu
borçluluğun sınırlarını, Lecourt'un başarılı çalışmasına aşina olmayan kişi­
lerin genellikle düşündüğünden çok daha kesin bir şekilde tanımlanan sınır­
ları açıklığa kavuşturmak için kısa bir ara verebiliriz9
Bachelard, aralarında Le nou vel esprit scientifique (1934, İngilizce ter­
cümesi, 1984) ve La philosophie du non (1940, İngilizce tercümesi, 1964)
eserlerinin de bulunduğu bir dizi kitapta, tarihselciliğin bilim tarihi açısın­
dan önemini kavrayan ilk düşünür olarak öne çıkar. Bachelard, tarihin
kuramsal nesnesinin ve bilim felsefesinin, tarihsel açıdan belirleyici bir üre­
tim ilişkileri dizisi olduğunu keşfetmiş ve bilimsel pratiğin özerkliğine saygı
duymak gibi bir filozoftan beklenmeyecek bir adım atmışhr. Kuhn onun
kavrayışlarının bir kıs mını yeniden keşfetmeden önce, Barchelard her bir
özgül bilimin, tarihin her bir anında kendi hakikat normlarını ürettiğini ve
böylelikle bilim felsefesini -kendi ifadesiyle- "felsefecilerin felsefesine"
bağlayan rasyonalist zincirleri çözdüğü önermesini ortaya attı.
Bachelard, mutlak Hakikat kategorisini geçersiz kılarak, felsefeyi bilim­
lerin hakikatini bildirme hakkından mahrum bırakh ve felsefenin bunun
yerine felsefecilerin Hakikati hakkındaki gerçeği söylemelerini önerdi. Bu
daha küçük gerçek, bilgi kuramını içermesi açısından felsefeyi belirleyen
asıl ögenin, felsefenin bilimin gerçek üretimine bağlı olduğu gerçeğiydi.

191
Bachelard, bilimsel söylemin içsel özerkliği, onun kuramsal yapısını ya
da sorunsalını oluşturan kavramların birbirine bağlılığı ve kuramsal üre­
time yönelik kendi içsel yapılarına sahip bir bilim tarihinin gerekliliği
üzerinde ısrarla durdu. Bilimde yaşanan ilerleme ve yenilikler, ne doğrusal
bir evrimin ne de olgusal bilginin tarihsel birikiminin sonucudur. Bu iler­
leme ve yeniliklere daha çok mevcut kavramsal çerçevelerin kapsamlı
dönüşümü, daha önceki kavramsallaşbrmaların reddedildiği, yerlerine
başka kavramların getirildiği ya da yeni kuramsal yapılar aracılığıyla
yeniden formüle edildiği devrimci dönüşümler aracılığıyla ulaşılır.
Bachelard, tarihsel epistemolojiyi ve bilim pratiği kavramının bir üretim
olduğunu savunan bilgi ve epistemoloji felsefelerini reddetti. Ona göre
bilim pratiği filozofların felsefesinden ayrı tutulmalıydı; çünkü filozofların
felsefesi, bilimsel söylemi işgal ederek bilimsel düşünceye yönelik "episte­
molojik engeller" haline gelen, idealizmden deneyselciliğe kadar çeşitlilik
gösteren, bilimsel olmayan bir imge ve düşünce deposu oluşturur.
Bachelard, uygun olan tek bilim felsefesinin, olumsuzlamanın felsefesi, bili­
min tarihsel yorumlarından mutlak bilgiler oluşturmaya çalışan filozofların
felsefesinin reddi olduğu hükmüne varır.
Bachelard' ın epistemolojisinin tarihsel olması gibi, Canguilhem tarafın­
dan uygulanan bilim tarihi de epistemolojiktir. Canguilhem, Normal ve
Patholojik (1943, İngilizce tercümesi, 1978) ve La forma tion du concept de
reflexe a ux XVIIe et XVIIIe siecles (1955) gibi eserlerde, tarihsel epistemolo­
jnin, tarihsel açıdan özgül bilimsel pratiklerin bilimsel çalışmasına yeni bir
bütünlük anlayışı dayatbğı gerçeğini kavramıştır. Canguilhem' e göre, epis­
temoloji arbk biçimsel kesinlik garantileri için gerçekleştirilen felsefi bir
araşbrma olarak anlaşılamaz; daha çok, bilim adamlarının gerçek pratiği
tarafından ortaya çıkarılan ya da göz ardı edilen, çözüme kavuşturulan ya
da çözümsüz bırakılan sorunların devreden çıkarılmasına -keşfedilip
çözümlenmesine- bağlıdır. Canguilhem, bilim adamlarının gerçek pratiği
görece bir özerkliğe sahip olsa da, doğruluğu kanıtlanmış bir düşünsel alan­
da varolmaz; bunun yerine, tarihsel açıdan özgül bir "kültürel arka plan"
içerisinde yazılır. Bu nedenle bilginin gelişimi kesintili bir süreç olsa da, asla
tesadüfi değildir.
Canguilhem'in biyoloji bilimlerinin tarihine ilişkin eseri, tarihsel "olay­
ların" gerçek yönlerini açığa çıkaran ve tarihsel gerekliliği vurgulayan bir
dizi örnekle doludur. Bu görevi başarabilmek için, bilimlerin kuramsal nes-

1 92
nesının özgüllüğünü ortaya çıkarmak ve bilimsel sorunların tarihsel
kavramını formüle etmek gerekir. örneğin, refleks hareketi kavramının tari­
hine yönelik bilgiler, kas hareketi ve sinir faaliyetlerine yönelik bir kuramın
ne gibi düşünceler içermesi gerektiğini sorarak ulaşılabilir. Canguilhem'ın
kavram sorununu bu şekilde ortaya atması, ona refleks hareketinin
Kartezyen sorunsalın yapısında düşünülemez olduğunu göstererek, bu
kavrama atfedilen geleneksel yapıyı, yani Descartes'ın mekanik fizyolojisini
geçersiz kılma imkam sağlar. Canguilhem, kavramın ancak, yaşamın özgül­
lüğünü bütünsel bir üslupla kavrayarak ve yaşamı ışığa benzeterek, sinir ve
kasların hareketini merkezden çevreye ve ardından yeniden başlangıç nok­
tasına hareket eden bir içtepkinin yansıması gibi düşünmeyi olanaklı kılan
Thomas Willis'in dirimselci kuramı ile anlaşılabileceğini gösterir.
Canguilhem bu örnekle iki metodolojik ilke saptar: birincisi, kavramların
tarihi, tarihsel sorunsallar ve bu sorunsalların ortaya koyup çözüme kavuş­
turduğu sorunlar açısından incelenmelidir; ikincisi, bilimin sorunları ortaya
koymasını ve çözüme kavuşturmasını sağlayan kuramsal ve pratik motifler,
bilimsel pratiğin yeterli bir tarihsel açıklamasının bir parçası olarak tanıtlan­
malıdır. Canguilhem' e göre, bilim bir mücadele ya da anlaşmazlığın biçimi­
ni alır ve tarihçinin işlevi, bu sürecin aşamalarını çözümlemektir- ölçütünün
şimdiki zamanın Hakikati olduğu bir denge oluşturmak değil, topolojinin
geçirdiği ani değişikliği, bu tarihi oluşturan tarihsel konjonktürlere rasyonel
bir açıklama getirmektir.
Bu kısa açıklamalar bile, Lecourt' un " gerçekten hesaplanamaz kuramsal
bir borç" olarak adlandırdığı, Althusser'in Kapital okumasını borçlu olduğu
Bachelard ve Canguilhem' in tarihsel epistemolojisini açıklamak için yeter­
lidir. Althusser' in kendisi bile bu borcu "hesaplanamaz" olarak nitelendirir
(Althusser ve Balibar 1970, 323). Buna karşın, Althusser belli belirsiz, çalış­
masının "bazı yönleriyle" Bachelard ve Canguilhem'in düşüncelerinin "öte­
sine geçtiğinde" ısrar eder. Bunu kesin bir dille ifade etmese de, Althusser'in
bahsini ettiği "bazı yönlerin," bilimsel pratiği temellendirdiği tarihsel
materyalist çerçeve olduğu yeterince açıktır. Althusser'e göre, durum
Marksizmin kendi anlayışını zenginleştirmek ve kavramlarının bir kısmını
tahsis etmek için bilim tarihinin bakış açısından epistemolojiye kaymasın­
dan ibaret değildir; aynı zamanda tarihsel epistemolojiyi ve bilim tarihini
genel tarih bilimi içerisinde bölgesel bir alana yerleştirmek söz konusudur.
Tarihsel materyalist sorunsal nedeniyle, Althusser'in Bachelard ve

1 93
Canguilhem' e olan borcu kritik bir doğaya sahiptir ve bu açıdan Marx' ın
Smith ve Ricardo'ya olan bağlılığı ile benzerlikler taşır. Marx nasıl İngiliz
ekonomisini cevaplayamadığı ya da sormadığı sorular açısından inceleye­
bildiyse, Althusser' de Fransız tarihsel epitemolojisini kendi anlayışının
sınırlarının ötesine iter. Tarih biliminden, özellikle de toplumsal bir unsur
olarak ideoloji anlayışından yoksun olan Bacheloard ve Canguilhem, bilim­
sel pratiğin toplumsal doğasına yönelik yeterli bir anlayış geliştiremez.
Bachelard, "nesnel bilginin psikoanalizi" olarak adlandırdığı kendi felse­
fi pratiğinden yararlanarak ve bilimsel hayalgücünü insan ruhunun " doğal
eğilimlerinden" -bu eğilimler arasında şiirsel düşlem ve doğrudan deneyi­
min "sağduyusu" da yer alır- biri olarak tanımlayarak, bilimi psikolojide
temellendirme girişiminde bulunur. Canguilhem, dirimselciliğe yönelik
kusursuz tarihsel araşhrmalarını, yaşam bilimlerini bir "yaşam felsefesi"
içerisinde temellendirmek için, biyolojiyle ilgili felsefi bir düşünsel konum
olarak kullanır. Bu yaşam felsefesi, kendisini DNA'nın bilimsel keşfinde
gösteren, "yaşam kavramı" ile "yaşamın kendisinin" özcü ve erekselci "bir­
liğidir." Althusser, toplumsl yapılarının belirlenimine ilişkin bu gibi psikolo­
jik ve biyolojik açıklamaları reddederek, bilim ve felsefeye yönelik kendi
kavramlarının, Bachelord ya da Canguilhem'in kavramsal anlayışlarına
indirgenemeyeceğini, aynı kuramsal nesneleri ifade etmediklerini ya da tam
olarak aynı işleve sahip olmadıkl arını ikna edici bir şekilde tanıtlar. Ben
Brewster' ın (1971) son derece doğru bir şekilde gösterdiği gibi, artı değer
kavramı Ricardo'nun politik ekonomisine ne kadar uzaksa, Althusser'in
ideoloji kavramı da Bachelard' ın bilim felsefesine o kadar uzaktır.
Althusser'in felsefe kavramını 1967 yılında yeniden formüle etmesinden
kısa süre sonra, Canguilhem'in ideoloji kavramını kendi konuşmalarında
sunmaya başlamış olması (bkz. Canguilhem 1988) dikkate değerdir.
Althusser, Bachelard ve Canguilhem' i ne "burjuva" filozofları olarak gör­
erek reddeder, ne de Marx' ın sorunsalının yerine onların sorunsalını koyar;
daha çok, eserlerini realist ve materyalist bir bakış açısıyla okuyarak, tarih­
sel materyalizmin üslup zenginliğini artıran kavramları kabul eder ve uygu­
larken, bu ölçütleri yerine getirmeyen kavramları reddeder.
Tarihselciliğin ötesinde: Bilimsel Pratiğin Görece Özerkliği
Althusser'in epistemolojik rölativizmi, bilimsel bilginin geçişse! doğası
üzerinde ısrar etse de, tarihselciliğin bir biçimi değildir. Bilimsel pratiğin,
içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik bağlamın basit bir yansımasına,

1 94
kuramsal nesnesinin tarihsel bir yanılsama olduğu ve bilgilerinin sadece
onları üreten özgül tarihsel konjonktür için geçerliliğe sahip olduğu bir
"üstyapıya" indirgenmesini ifade etmez. Marx İçin ve Kapital'i Okumak
eserlerinin hakim temalarından biri, bilimsel pratiğin, etkilerine varoluş
koşullarına nazaran daha belirgin bir özerklik tanıyan özgül etkinlikleridir:

11
Bilim artık, üstyapılar" kategorisinde dilden daha fazla yer ala­
maz . . . Bir bilimi üstyapı yapmak, onu aynı tarihe sahip oldukları
yapıyla bu kadar yakın bir "blok" oluşturan "organik" ideolojiler­
den biri olarak düşünmektir! ... Bilim ise, bir ideolojiden doğabilir,
kendisini bir bilim olarak oluşturabilmek için kendisini ideolojinin
alanından koparabilir, fakat" bir araya gelerek tek bir tarihin ortak
kaderinden yeni bir tarihsel varoluş formu ve zamansallığı, yapı ve
üstyapıyı birleştiren " tarihsel bloku" başlatan da tam olarak bu
kopmadır (Althusser ve Balibar 1970, 133).

Bu erken dönem eserlerindeki sorun, elbette Althusser'in bilim kate­


gorisinin tarihsel savunmasını, toplumsal bir pratik olrak bilim kavramın­
dan ayıran uçurumu tutarlı bir şekilde kavramakta başarısız olmasıdır. Bu
başarısızlık, "teorik bir pratiğin Teorisi" gibi rasyonalist bir anlayış ve Marx
İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde kendisini gösteren epistemolojik mıt­
lakçılığın hayaletiyle sonuçlanır. Buna karşın, önceki sayfalarda göstermiş
olduğum gibi, Althusser'in erken dönem eserleri kuramsalcılığın red­
dedilmesi ışığında yeniden okunduğunda en göze çarpan şey, ilk düşünsel
tutumunun ne kadar el değmemiş olarak kaldığıdır. Bilimsel pratik, felsefi
olarak değil tarihsel olarak tanımlansa da, tarih için geçerli bir kuramsal
nesne, yani " somut bir nesneyi kavrayabilmek için gereken asgari genellik"
olarak kalmaya devam eder (Althusser 1976, 11 2) . Althusser'in, bilimin, ide­
olojinin teori aracılığıyla bilgiye dönüştüğü yönündeki önermesi, bilim ve
ideoloji arasındaki fark rasyonalist olmaktan çok işlevsel bir yorumla
yeniden formüle edildiğinde bile geçerliliğini korur. İdeoloji, bu ilişkinin bir
bilim değil, bir 'habitus' işlevi gördüğü gerçeği açıklığa kavuşturulduğunda
bile, Althusser'in ilk olarak Marx İçin eserinde ortaya athğı gibi, bireyler ve
yaşadıkları dünya arasındaki " deneyimlenen" ilişki olarak kalmaya devam
eder. İdeoloji hem bilincin özgül formu, gem de özgül formun bilincidir: " Bu
ilişki, bilinçsiz olması koşuluyla 'bilinçli' gözükür . . . ilişkiler arsında bir iliş­
ki, ikinci dereceden bir ilişki. Kuşkusuz ideolojide insanlar, kendileri ve

1 95
varoluş koşullan arasındaki ilişkiyi değil, kendileri ile varoluş koşullan
arasındaki ilişkiyi nasıl yaşadıklarını ifade ederler" (Althusser 1969, 233).
Althusser' e göre ideoloji, hem gerçek bir ilişkiyi, hem de 'hayali,' ' dene­
yimlenen' bir ilişkiyi, toplumsal özneler ile ' dünylan' arasındaki ilişkinin
dışavurumunu, yani toplumsal özneler ile onların gerçek varoluş koşullan
arasındaki ilişkinin (üstbelirlenen) birliğini" varsayar (Althusser 1969, 233-
34) . Bilim, bilimsel söylemi özne-merkezli deneyim ve çıkarlardan uzak­
laşhran biçimlendirme eşiklerini aşarak, kendisini ideolojik kökenlerinden
ayırır. Althusser' e göre, ideolojik pratik ile bilimsel pratik arasındaki temel
fark, bilimsel pratiğin açıkça ifade edilen ya da revizyona açık kurallar
çerçevesinde gerçekleştirilmesidir. Bu önermelerin toplumsal gerçeklerle
ilgili olduğu ve herhangi bir bilimin mutlak hakikat değerine ilişkin hiçbir
iddiada bulunmadığı anlaşıldıktan sonra, Althusser' in Kapital'i Okumak
eserinde dile getirdiği, bilimsel kavramların üretim biçimi ve bu üretim biçi­
minin görece özerkliğine yönelik aşağıdaki iddiasını reddetmek için hiçbir
sebep kalmaz:

[Bilimsel pratik] kendi kendisinin ölçütüdür ve ortaya çıkardığı


ürünün niteliğini geçerli kılmasını sağlayan kesin protokolleri, yani
bilimsel pratiğin ortaya koyduğu ürünlerinin bilimselliğine ilişkin
ölçütü kendi içinde taşır. Bilimlerin reel pratiğinde olan da tam
olarak budur: gerçek anlamda oluşup geliştikten sonra, dış pratik­
lerin, ürettikleri ürünlerin " doğru" olup olmadıkları yönündeki
onayına gerek duymazlar. En azından üzerinde uzmanlık
kazandıkları bilgiler için, bilgilerinin geçerlilik ölçütünü kendileri
sağlarlar- bu ölçüt, söz konusu bilimsel pratiğin uygulanmasının
kesin biçimleri ile kusursuz bir şekilde örtüşür. (Althusser ve
Balibar 1970, 59)
Bilimsel söylem, tarih biliminin bakış açısından, anlaksal ve maddi
boyutlarının felsefi gerçek kategorisine başvurmadan anlaşılıp açıklanabile­
ceği görece olarak özerk bir toplumsal pratiktir. Buna karşın, bilim tarihi gibi
bir şeyin varolabilmesi için, bilim ve ideoloji arasında felsefi olmayan bir
aynına gitmek, sahip olduğu önemi korur. Böyle bir aynın Althusser
tarafından bilgi etkisi kavramı, "bilgi olan bu özel ürünlerin tuhaflığı"
aracılığıyla ifade edilir (Althusser ve Balibar 1970, 62). Hiçbir bilim ' hiçlik­
ten' (ex nihilo) ortaya çıkmasa da ve bilim/ ideoloji aynmının retrospektif ve

1 96
ayrımsal doğasına karşın, Althusser, verili bir söylemsel pratik içerisindeki
bilimsel ve ideolojik fonksiyonlar arasında bir karışıklık olamayacağında ya
da hangi fonksiyonun daha hakim olduğu konusunda hataya düşmenin
olanaksız olduğunda ısrar eder. İdeolojik söylem her şeyden önce, insan­
ların toplumsal aracılar olarak varolabilmek mevcut dünyayı tanımlama ve
ya içselleştirme biçimlerini ifade eden, özne-merkezli bir söylemdir. İdeoloji,
kişisel çıkarlar ve grup çıkarl anrun baskın olduğu bir alandır. Tam tersine
bilimsel söylem, ideolojik etkilere sahip olabilir, fakat öncelikli özelliği,
kişisel çıkarlara ve grup çıkarlarına kayıtsızlığıdır. İdeolojiden farklı olarak
bilim, öncelikli amacı doğal ve toplumsal dünyaları oluşturan mekaniz­
maların bilgisine ulaşmak olan görece olarak nesne-merkezli bir alandır.
Bilim, daha üst düzey bir söylem, Althusser'in, ideolojiye ilişkin süreksiz­
liğini, Bachelard'ın epistemolojik kopma kavramı aracılığıyla ifade ettiği bir
üstdildir. Epistemolojik bir kopma aynı zamanda, özgül düşüncelerin tüm
referans sisteminin ve yeni bir " bilimsel" sorunsal oluşturulmasının reddini
gerektirir. Yeni bir bilimin ortaya çıkışının negatif momenti, "hatalı" [ideolo­
ji/ yanlış] olduğu varsayılan, bilişsel iddialarına güvenilmemesi gereken bir
söylemin geriye dönük "yarahmıdır." Başka bir deyişle, ideoloji/ yanlış,
ancak bir bilimin bakış açısından görünür hale gelebilir: " İdeoloji
[ideoloji/ yanlış] asla 'Ben ideolojiyim' demez. 'Ben ideolojinin içerisinde­
yim' diyebilmek için -örneğin bilimsel bilginin-, ideolojinin dışında olmak
gerekir . . . İdeolojinin (kendinden) dışarısı yoktur, fakat aynı zamanda (bilim
için) dışarısı olmaktan başka bir şey değildir" (Althusser 1971, 175).
Dolayısıyla Althusser, yeni bir bilimin ortaya çıkışının pozitif momentinin,
yeni bir kavramsal çerçeve ya da sorunsal aracılığıyla oluşturulan ya da
" görünür kılınan" yeni bir nedensel mekanizma ve yeni bir "kuramsal
nesnedir."
Bir bilimin özgül etkinliğini, sorunsalının doğası belirler. Aynı sorunsal
aynı zamanda bilimin içinden çıktığı ideoloji alanından özerkliğini de oluş­
turur. Bilimsel pratik tarihsel açıdan özgül olduğu için, Althusser, bir bili­
min sorunsalının onun vizyonuna indirgenemez bir sınır oluşturduğunu
ısrarla vurgular: " [Bir bilim] topolojisi üzerinde ancak belli bir kuramsal
yapı çerçevesinde sorunlar ortaya atabilir. Bu kuramsal yapı, mutlak ve
kesin varoluş koşulunu ve dolayısıyla bilimin herhangi bir anında tüm

problemleri ortaya koyan formların mutlak belirlenimini oluşturan sorun-


saldır" (Althusser ve Balibar 1970, 25). Buna karşın, ideolojiden farklı olarak,

1 97
özgül bir nesneye ilişkin belli bir bağlam içerisinde sorunları ortaya koya­
bilmek ve kuramsal araçlar vasıtasıyla çözüme kavuşturabilmek de bilimin
temel karakteristiğidir. Althusser' e göre, bilim sorun değil çözüm ortaya
koyar. önceden bilinen bir çözüm temelinde oluşan, cevabının bir yansı­
masından ibaret olan sorunlar ortaya koyar. Dolayısıyla, ideolojik pratik bir
bilgiyi, bir kavrayış fenomenine indirger: "Bir problemin [ideolojik] for­
mülasyonu, ekstra-teorik durum ve gereklilikler tarafından ortaya abldığı
için bilgi sürecinin dışında üretilen bir çözümün, hem kuramsal bir ayna
hem de pratik bir haklı çıkma vasıtası görevi görmek üzere üretilen yapay
bir sorun içerisinde kendisini kavramasına olanak sağlayan, koşullann
teorik dışa vurumundan ibarettir" (Althusser ve Balibar 1970, 52) .
Althusser' e göre, bilimler bilgiler üretir, fakat bilgiler kendilerini masum
bir şekilde sunmazlar; bu süreç ya da üretim biçimi, bilim tarihinin nesne­
sidir. Bilim pratiğine yönelik genel anlayış, Marx İçin' de Althusser tarafın­
dan, şematik olarak Genellikler I, il ve III şeklinde tasarlanan, formülizas­
yon ya da " genellemenin" eşikleri açısından tamml anmışb. Althusser 1. tip
Genellikten, kavramları, gerçekleri, gözlemleri ve teorik pratiğin "hammad­
desini" oluşturan her şeyi anlar. il. tip Genellikler, yeni bilgiler olan III. tip
Genellikleri üretebilmek için bu hammadde üzerinde gerçekleştirilen teorik
işlemler aracılığıyla sorunsalı belirler. il. ve III. tip Genellikler arbk yeterince
açık hale gelmiş olmalıdır; durum ne olursa olsun, kavramlar olarak değer­
leri, Althusser'in erken dönem eserlerindeki kuramsalcı eğilimleri daha son­
raki çalışmalannda yadsımasından etkilenmez. Diğer yandan, Althusser' in
1. tip Genellikler için ortaya koyduğu öz-eleştiriler o kadar belirgin değildir.
Althusser' in bu "hammaddeye" ilişkin görüşleri belirsizliğini korusa da, en
azından iki noktayı kesin olarak vurgular: birincisi, I. tip Genellikler nes­
neldir, varoluşsal olarak reel toplumsal fenomenlerdir; ikincisi, "halihazırda
işlenmiş" materyallerdir: yani, her zaman, belli bir ölçüde, bir önceki teorik
pratiğin ürünleridir. Bilimsel pratiğin hammaddesinin gerçek olması her
zaman geçerli bir durum olsa da, bilimsel pratik, yeni materyalinin gönder­
mede bulunduğu reel üzerinde bir etkisi olmaz.
Bilgi, bilimsel pratiği oluşturan kopmadan sonra, Althusser'in süreksiz
değişimler ve sıçramalar açısından karakterize ettiği bir içsel süreç vasıtasıy­
la gelişir. Örneğin, Yapısal Marksist söylemin aynmsal doğasının, sorun­
salının her bir düzeyi içerisindeki bilgiyi derinleştirmek ve yeni ve diğer­
lerinden farklı düzeyler oluşturarak bilgiyi geliştirme işlemini nasıl gerçek-

198
leştiğini görmüştük. Herhangi bir sorunsal düzey içerisindeki bilgi, başka
bir düzeyi düzeltse de, bu işlemi diğer bütün düzeyler üzerinde gerçek­
leştirmesi gerekmez. Althusser, bilimsel söylemin gelişme sürecini bu
bağlam içerisine yerleştirerek, bilginin bir yandan değişirken (süreksizlik)
diğer yandan geliştiği (süreklilik) yönündeki aksi taktirde kabul edilemez
olacak bir gerçeği başarılı bir şekilde açıklar. Başka bir ifadeyle, bilgi üretimi
süreci arhk düzensiz gelişmenin karşıtlıklarına diğer toplumsl pratiklerden
daha fazla bağışık değildir. Birincisi, ayrımsal doğası göz önünde tutulursa,
hiçbir bilim, aralarında indirgenemez farklılıklar bulunan açıklama düzey­
leri arasında ortaya çıkan gerilimleri hiçbir şekilde ortadan kaldıramaz.
İkincisi, bir bilim geliştikçe, bilginin yanı sıra kuraldışı durumlar ve
karşıtlıklar da biriktirir. Bu kuraldışı durumlar ve karşıtlıklar içsel olarak
çözüme kavuşturulabilirse de, her zaman böyle bir durum söz konusu
olmaz; durumun bu olmadığı, kuraldışı durumlar ve karşıtlıkların çok fazla
yıkıcı hale geldiği yerde ortaya çıkan sonuç, yeni bir epistemolojik kopma
olabilir.
Althusser'in teorik üretim biçimi kavramı, basitliğine karşın, ya da tam
olarak basitliği dolayısıyla, bilimin hem tarihsel temelini hem de görece
özerkliğini, Marx İçin ve Kapital' i Okumak eserlerinde ortaya athğı episte­
molojik mutlakçılık iddialarından bağımsız bir şekilde açıklayabilir. İdeoloji
basit bir şekilde kuramsal bir girdi ya da bilimin hammaddesi değildir; aynı
zamanda bilimsel pratik için gerekli bir varoluş koşuludur. Bilim, kendisini
kuşatan ideolojik alana sürekli bir karşıtlık oluşturduğu sürece, bilimin
görece özerkliği, içinde yüzdüğü ideoloji havuzuna kesin olarak bağlıdır.
Bilimin nesnelliğini, sorunsalı oluşturur; fakat bir sorunsal her zaman ide­
olojik ve politik bir konjonktür içerisinde işler ve bu alanı asla aşamaz.
Bilim, sorunsalının sınırlarının daima bir şekilde gerisinde ya da uzağın­
dadır ve bu sınırları, kendi pratiğinin tanımladığı anlam dışında asla
kavrayamaz. Bu belirsizliğin bir sonucu olarak, bir bilim ön tarihini daima
reddetmelidir. Althusser ısrarla vurgular: "Geçerliliği kabul edilmiş her
bilim, sadece idelojiden doğmamıştır, aynı zamanda hata olduğunu
düşündüğü şeyi reddederek, bunu yapmaya durmadan devam eder (ön ta­
rihi her zaman çağdaş, bilimin bir tür alter-egosu olarak kalır.) Althusser
1976, 113) . Bilim ancak ideoloji içerisinde ve ideoloji aracılığıyla varola­
bildiği için, bir bilim "genel olarak ideolojiden" asla tam ve geri dönülemez
bir şekilde kopamaz; daha çok, her bilim, özgül bir ideoloji ya da

1 99
ideoloji/ yanlıştan eksik ve sürekli bir şekilde kopar. Sonuç olarak, bilim tari­
hi, kendisini bilim ve ideoloji arasındaki süregelen epistemolojik kopmalar
ve süregelen mücadeleler şeklinde gösteren, teorik ve maddi mücadelelerin
tarihinden ibarettir.
Bu erken dönem eserler, bilimin ideoloji açısından etkinliğini vurgula­
maları açısından fazlasıyla iyimser gözüküyorsa, Althusser'in 196 7 yılından
sonraki eserlerinde ideolojinin bilim üzerindeki etkinliğine ilişkin vurgusu,
daha kötümser bir görüş olarak dikkat çekmektedir. İdeolojinin bilimsel
pratiğe olan müdahalesi kaçınılmazdır, diye düşünür Althusser, çünkü
bilim kuramsal pratiği tarafından oluşturulsa da, bilimsel pratik toplumsal
aracılar olarak oluşturulan ve içinde bulundukları kurum ve ilişkilerin
toplumsal açıdan belirleyici aygıtları içerisinde hareket eden insanlar
tarafından gerçekleştirilir. Althusser, Felsefe ve Bilimadamlannın Ken-dil­
iğinden Felsefesi eserinde, ideolojinin, kuramsal pratiği, bilimsel pratiğin
aracısı olan bilim adamları vasıtasıyla işgal ettiğini ve bu işgalin Truva
atının felsefe, Althusser'in ifadesiyle bilim adamlarının "kendiliğinden
felsefesi" olduğunu öne sürer.
Althusser'in kendiliğinden felsefe ifadesinden anladığı, bilim adam­
larının "dünya görüşünden" daha belirgin bir şeydir; Althusser'in özellikle
vurguladığı, bilim felsefesidir. Althusser' e göre, bilim adamlarının kendil­
iğinden felsefesi iki unsura sahiptir: Althusser'in "bilimlerarası" olarak
adlandırdığı birincisi, bilim adamlarının bilimsel pratikleriyle ilgili sahip
oldukları deneyime dayanır; "ekstra-bilimsel" olan ikinci unsur, bilimsel
pratiğin dışından, felsefeden, dinden, politikadan vs. kaynaklanır.
Althusser, birinci unsur (bilgisinin gerçekliğini her zaman onayladığı için)
her zaman materyalistken, ikinci unsurun, verili bir bilimin bilgi etkilerini
ne ölçüde savunduğuna ya da bu etkilere ne ölçüde saldırdığına bağlı olarak
materyalist ya da idealist olabileceğini düşünür. Althusser'in, Bilimadam­
larının Kendiliğinden Felsefesi eserinde, "ekstra-bilimselin" "bilimler-arası"
unsur üzerindeki hakimiyeti vurgulayarak, Marx İçin ve Kapital'i Okumak
eserlerinde vurguladığı bilgi sürecinin iç saflığını kesin bir yargıyla değer­
lendirmesi önemlidir. Althusser, bilim adamlarının ideolojik mizacı içeri­
sinde toplumsal olanın kuramsal üzerindeki önceliğini öne sürerek, ideoloji
ve felsefenin, bilgi etkilerinin üretimini (ve alımlanmasını) çarpıtma, hatta
bozma gücünü kabul eder. Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde " teo­
rik pratiğin Teorisi," kişilerüstü ve nesnel olarak düşünülen felsefe, Althus-

200
ser' in daha sonraki eserlerinde, diğer şeyler bir yana, bilimin kendisinin
tehlikede olduğu teorik ve ideolojik bir savaş alanı olarak ortaya çıkar.

Rasyonalizmin ötesinde: Teoride Sınıf Mücadelesi Olarak felsefe


Althusser erken dönem eserlerinde felsefeye teorik açıdan sahip
olduğundan daha fazla değer atfetmek konusunda hatalı olmakla birlikte,
ona politik açıdan gerçekte olduğundan daha az önem atfetmiştir. Bunu
Marx İçin' in 196 7 yılında yayınlanan İtalyanca baskısına yazdığı önsözünde
de belirtti. " [Marx İçin' de] felsefeyi, felsefeyi uygun bir şekile oluşturan bi­
limden ayıran farkı belirsiz bıraktım: teorik varoluş ve gereklilik biçimleri
içerisinde bile kuramsal bir disiplin olarak ortaya çıkan her felsefe ile politi­
ka arasındaki ilişki" (Althusser 1969, 15) . Althusser felsefeye yönelik
"teoride bir sınıf mücadelesi" olarak yeni bir anlayış geliştirerek, erken
dönem eserlerine hakim olan genel ve bağımsız bir felsefe tasarımını terk
etmekle kalmaz, aynı zamanda felsefeye yönelik "yeni bir pratiği" savunur.
Bu pratik, ideolojik ve bilimsel pratik arasındaki özel bir topolojide konum­
landırılır. Althusser, Özeleştiri Yazıları'nda, felsefeye yönelik anlayışındaki
bu değişikliği şu şekilde açıklar:

Felsefe Mutlak Bilgi değildir; (1) ne Bilimlerin Bilimi, ne de


Pratiklerin bilimidir . . . Herhangi bir bilim ya da herhangi bir pratik
hakkında Mutlak Gerçeğe sahip değildir. Her şeyden önce, politik
pratik üzerindeki Mutlak Gerçeğe sahip değildir. Tam tersine,
Marksizm politikanın felsefe üzerindeki önceliğini onaylar. (2)
Fakat felsefe, teorideki konumu ve "görece özerkliği" dolayısıyla,
bir zamanlar "teolojinin hizmetçisi" olduğu gibi, "politikanın
hizmetçisi" değildir. (3) Felsefede asıl tehlikede olan, toplumsal
pratiklerin reel problemleridir. Felsefe (bir) bilim olmadığı için, bu
sorunlarla olan ilişkisi, teknik bir uygulama ilişkisi değildir. Felsefe
"uygulanması" gereken bir formül sunmaz. "Felsefe uygulanamaz.
Felsefe son derece farklı bir şekilde işler: sorunların konumlarını
değiştirerek, pratikler ve nesneleri arasındaki ilişkiyi değiştirerek.
(Althusser 1976, 58, n 18)

Althusser' e göre, bilim ve politik bir araya gelerek, tüm felsefi pratiklerin
anlaşılabilirlik ölçütlerinin yanı sıra varoluş koşullarını tanımlar. Buna

201
karşın, felsefe ikisine de indirgenemez; aslında politika ve teori üzerinde
kendi etkisini uygular. Felsefe, " soyutlaması, rasyonalitesi ve sistemi
nedeniyle . . . teorinin alanı 'içerisindedir,' fakat bir bilim değildir" (Althusser
1976, 37) . Felsefenin bilgi üretiminde bir rolü yoktur, fakat "bilimlerle ilişki­
si dışında varolamz" (Althusser 1990, 109) . Althusser, Lenin'in bir ifadesin­
den yararlanarak, felsefenin işlevini bilim ve ideoloji arasında bir "sınır
çizgisi" oluşturmak, Althusser'in sözleriyle eleştirel ayrımlar oluşturmak
olarak açıklar: "yani" düşünceleri 'tasnif eder' ya da birbirinden ayırır, hatta
bu ayrımı ve gerekliliğini görünür hale getirtmek için uygun fikirleri düzen­
ler" (Althusser 1990, 75) . Felsefe, yeni bir şey yaratmak için bilimin ve
"teorik ideolojilerin" alanına müdahale eder- Althusser'e göre, teorik ide­
olojiler "son tahlilde . . . teori içerisinde dönüştürülmüş pratik ideolojinin
biçimleridir." Bu yeni şey, "bilimsel" ve " ideolojik" arasındaki ayrım, teorik­
bilimsel dilde ifade edi-len, politik-ideolojik değerlerin nüfuz ettiği felsefi­
e pistemo loj i k ay rımd ır.

Felsefe bilimlerin, teorik ideolojilerin ve felsefenin anlam kazandı ğı


belirsiz gerçekliğe müdahale eder. Bu felsefi müdahalenin sonucu,
bu belirsiz gerçeklik içerisinde, her bir durumda bilimsel olanı ide­
olojik olandan ayıran bir sınır çizgisi oluşturmakhr. Bu sınır çizgisi
çoğu felsefede gizlenebilir ya da inkar edilebilir: bu, söz konusu
yadsımaya rağmen varoluşları için büyük bir önem taşır. Felsefenin
muamması, müdahalede bulunduğu gerçeklik (bilimlerin+ teorik
ideolojilerin + felsefenin etkinlik alanı) ile bu müdahalenin ortaya
çıkardığı sonuç (bilimsel ve ideolojik arasındaki ayrım) arasındaki
farktır. Bu fark kendisini sözcükler arasındaki fark biçiminde gös­
terir . . . bir yanda isimler, diğer yanda bu isimlerin sıfat halleri . . . bu
basit bir şekilde nominal bir ayrım, terminolojik, dolayısıyla son
derece aşika bir fark değil midir? Felsefenin tamamı, gerçekte
dünyada bulunan şeylerin tekrarından ibaret değil midir? Bu da
yeni bir şey üretmeksizin sözcükleri değiştirmek anlamına gelmez
mi? Evet, felsefenin etkinliği sözcükleri ve sözcüklerin düzenini
değiştirmektir. Fakat bunlar teorik kelimelerdir, gerçekte yeni olan,
gizlenen ve üstü örtülen bir şeyin görülmesine olanak sağlayan da
sözcükler arasındaki farkhr. Bilimsel ifadesi, bilim ifadesi ile aynı
şey değildir; ideolojik ifadesi, teorik ideolojiler ifadesi ile aynı şey

202
değildir . . . 'Bilimsel' ve 'ideolojik,' felsefi kategorilerdir ve oluştur­
dukları karşıtsal çift, felsefe aracılığıyla açığa çıkarılır. . . Felsefi
müdahalenin sonucu, bilimsel ve ideolojik olanı onları birbirinden
ayırarak su yüzüne çıkaran sınır çizgisi, bütünüyle felsefidir.
(Althusser 1990, 106-7).

Felsefe, bilimin toplum tarafından özümsendiği söylemsel bir alandır.


Bu, gerekli bir süreç olsa da, düşünüldüğü kadar sorunsuz değildir. Felsefe
çoğunlukla, bir yandan pratik ve ideolojiler, diğer yandan bilimsel bilgiler
aracılığıyla, politik ve ideolojik alanlar içerisinde temsil edilen birbirine
karşıt konumlar arasında "ayırıcı bir çizgi çeker." Sonuç, Althusser' e göre en
nihayetinde güç mücadeleleri olan, birbiriyle sert bir rekabet içerisine giren
karşıt unsurlar olabilir. Althusser, bunun bizi şaşırtmaması gerektiğini açık­
lar, çünkü bilim nesnel ( ideolojiye nazaran daha az özne-merkezli ve biçim­
sel olarak daha kesin) olsa da, asla tarafsız değildir: bilim ideoloji/ yanlışa
her zaman karşıttır ve ideoloji/ yanlış her zaman maddi koşulları ve pratik
çıkarları yansıtır. Bilgi bilimsel pratiğin doğasını tanımlarken, güç, yeni bilgi
etkilerinin üretiminden doğan " dayanakları" tanımlar ve Althusser' e göre
bu iki unsur birbirinden ayrı düşünülemez. Felsefe her zaman bu güç
mücadelesine yönelik bir müdahale niteliği taşır. Althusser, bilim ve ideolo­
ji arasında bir ayırıcı çizgi çekme sürecinin, " bir güç gaspını ya da güç
donanımını anımsattığını" hahrlatır. Güç gaspı politiktir, bir nesnesi yoktur,
bir dayanağa, bu gücün amacı ve etkisine sahiptir" (Althusser 1971, 58) .
Başka bir ifadeyle, ayrıcı çizgi, bilimin gerçekliğinde değil, teorinin gerçek­
liğinde çekilir. Tam olarak bilim ve ideolojinin kesiştiği noktada çekilir. Bu
durum Althusser'in felsefeyi, teorik formda gerçekleştirilen politik bir
müdahale olarak araşhrmasına neden olur. Politik-ideolojik ve teorik-bilim­
sel yönleri arasındaki gerilim, Althusser'in "felsefe etkisi" adını verdiği
özgül etkinliği oluşturur.

Felsefe işlevini, ideolojik ve bilimsel söylemden farklı bir söylem


aracılığıyla yerine getirir. İdeolojinin tersine, felsefenin özne-merkezli bir
söylemle sınırlı olması gerekmez. Bu da felsefenin teorik olabileceği anlamı­
na gelir. Buna karşın, bilimden farklı olarak, felsefenin söylemi, gelişen bir
bilgi dağarcığı sunabilmek için geliştirilen ya da düzeltilen somut kavram­
ların yanında kuramsal bir nesneden de yoksundur. Althusser, felsefenin ne
ilerleme kaydettiğini, ne de bir kopma gerçekleştirdiğini ısrarla savunur.

203
Kuşkusuz yeni felsefi kategoriler ortaya çıkar, fakat Althusser' e göre bunlar,
idealizm ve materyalizm arasındaki bitmek tükenmek bilmez karşıtlığı işle­
menin yeni yollarından ibarettir.

Felsefe tarihi, iki eğilim arasındaki asırlara dayanan mücadelenin


tarihidir: idealizm ve materyalizm . . . [Buna karşın] [materyalizm ya
da idealizm nihai ilkelerini kanıtlamak olanaksızdır, çünkü, nes­
nelerinin niteliklerini kanıtlayabilen bilimin aksine, idealizm ve
materyalizm bir bilginin nesnesi olamaz. Dolayısıyla felsefenin nes­
nesi yoktur . . . Felsefe içerisinde hiçbir şey gerçekleşmiyorsa, bunun
sebebi felsefenin bir nesneye sahip olmamasıdır. Eğer bilimlerde
gerçekten bir şey gerçekleşiyorsa, bilimler, bilgisinin artabileceği,
onlara bir tarih veren bir nesneye sahip olduğu içindir. Felsefenin
nesnesi olmadığı için, felsefe içerisinde hiçbir şey gerekleşemez.
Tarihinin 'hiçi' sadece nesnesinin 'hiçini' tekrar eder. (Althusser
1971, 54-57)
Felsefenin " nesne" olarak sahip olduğu şey, Althusser'e göre aslında bir
nesne değil, bir konum, bilim ve ideoloji arasında izini sürdüğü sınırdır.
Felsefe, yararlandığı biçimsel mantık yasaları dolayısıyla rasyoneldir, fakat
sabit bir konuma sahip olması ölçüsünde, savunduğu ya da (ideolojik
olmalarından kaynaklanan nedenlerden ötürü) reddettiği etkiler üzerinden
"beslenir." Althusser, kendisininki de dahil tüm felsefi pratiklerin, bilimsel
bir problem biçiminde ifade edilen somut kavramların, savlar biçiminde
ifade edilen dogmatik kategorilere dönüştürülmesi yoluyla işlediğini
düşünür. Althusser' e göre felsefi pratikler, bilimsel bir söylemin somut öner­
melerinden farklı olarak, ne biçimsel açıklamaya ne de empirik kanıta açık
olmaları nedeniyle: " ne tam anlamıyla bilimsel açıklamaya (metematik ya
da mantık yoluyla kanıttan bahsetmemiz bağlamında) ne de tam anlamıyla
bilimsel kanıta (deneysel bilimlerde kanıttan söz etmemiz bağlamında) açık­
tır" (Althusser 1990, 74) . Althusser'e göre felsefi konumlar, Timothy
O'Hagan'ın sözleriyle ifade etmek gerekirse, (a) yaratıldıkları politik ve bi­
limsel konjonktüre bağlı olarak bir işlev ve anlama sahip olmaları açısından
özgül, (b) bilimel bilginin özgül aşamal arının ortaya çıkmasını ve gelişmesi­
ni destekleyen ya da engelleyen, fakat böyle bir bilgiyi kendileri oluştur­
mayan belli başlı kavramsallaştırmaları, analojileri, modelleri ve özellikle
ayrım ve sınır çizgilerinden yararlanmamızı empose etmeleri açısından

204
pratik oldukları için kanıtlanabilir nitelikte değildir ve doğruluk değerinden
yoksundur" (O'Hagan 1981, 244) .
Felsefi söylem bilim ve ideolojinin somut etkilerine bağlı olduğu için,
Althusser felsefi söylemin bilimsel anlamda hiçbir zaman gerçek/yanlış,
yeterli/yetersiz kategorilerinde değerlendirilemeyeceğini, fakat pragmatik
anlamda " gerçek ya da yanlış" kategorilerinde değerlendirebileceğini ısrar­
la savunur. "Doğru kelimesi neyi ifade eder?" diye sorar Althusser retorik
bir üslupla. " Başlangıç niteliğine bir fikir vermek adına: ' gerçek' her şeyden
önce teoriye ilişkinliği ifade ederken, 'doğru' pratiğe ilişkinliği ifade eder"
(Althusser 1990, 75) . Althusser'e göre felsefe daima pratik sorularla ilgilenir:
düşünce ve politikada kendimizi nasıl konumlandırırız? Ne yapılması
gerekir? Fakat felsefe ne karşılıksız bir işlem, ne de spekülatif bir etkinliktir.
"Felsefenin son tahlilde belirleyici görevi, ideoloji içerisindeki sınıf mücade­
lesinin gerekliliği, başka bir ifadeyle, temel hegemonya sorunu, hakim ide­
olojinin oluşumu dışında anlaşılamaz" (Althusser 1990, 258) . Felsefe, bilim
ve diğer söylemleri, "kendi hegemonyası altına almak için bozup yeniden
oluşturur- bu işlem felsefenin tüm etkinliğine büyük bir önem yükler.
Felsefe, nesnelerini bu düzene sokabilmek için, onlara hakim olmak zorun­
dadır. Bu gereklilik felsefeyi, onlar üzerinde bir güce sahip olmaya zorlar"
(Althusser 1990, 252). Felsefe, hakim ideolojinin birleşmesini kolaylaştırmak
ve bu hakim ideolojinin Hakikat olarak kabul edilmesini garanti altına
almak için, bilimsel pratiği kendi Hakikatinin "sistematik birliği" içerisinde
kabul eder.

Althusser'e göre felsefe, "bilimsel" ile " ideolojik" arasındaki ayrımın


tanımlandığı bir Kampfpla tz olarak, teorik gerekliliğinin karşıtından başka
bir şey değildir. Althusser' e göre bir tarih felsefesi söz konusu olamasa da,
felsefenin içinde kesinlikle bir tarih vardır. Felsefe, diye açıklar Althusser,
mevcut teorik araçlarla çözüme kavuşturulamayan ya da (ve) bir önceki
teorinin tiıtarlılığını sorgulayan kriz dönemlerinde bilimsel pratiğe müda­
halede bulunur . . . yeni bir sorun ile mevcut kuramsal araçlar arasındaki bir
karşıtlık ya da (ve) . . . tüm kuramsal yapıda bir arıza" (Althusser 1990, 109-
10) . Althusser çok sayıda " kriz" anından bahseder -Yunan matematiğinde
irrasyonel sayılar krizi, ondokuzuncu yüzyılın sonunda modem fiziğin
yaşadığı kriz, yirminci yüzyılın başlarında kümeler kuramının neden
olduğu modem matematiğin geçirdiği kriz- fakat krizlerin içeriğinden daha

205
çok, bilim adamlarının bu krizlere verdiği kendiliğinden felsefi tepkilerdir.
" Bir krizde," diye belirtir Althusser alaycı bir şekilde, " bilginlerin kendi­
lerinin felsefe 'imal etmeye' başlayabileceklerini keşfederiz. Her bilginin
içinde bir filozof yatar" (Althusser 1990, 111) . Bilimadamlarırun kendiliğin­
den felsefesi, hem idealist hem de materyalist öğelere sahip olduğu için,
belli bir krize, Althusser'in bilim adamlarının bilimsel pratiği ekstra-bilim­
sel, ahlakçı bir bakış açısıyla değerlendirebilmek için bilimin " dışına çıkbğı"
bir " şartlı teslim" adını verdiği tepkiler de dahil çok çeşitli tepkiler veril­
mesini tetikleyebilir.

örneğin fizik biliminin yaşadığı krizde, bilim adamları hem bilimsel bil­
ginin geçerliliğine hem de maddenin varlığına olan inançlarını terk etti.
Althusser bu gibi idealist tepkileri geriye yönelik olarak görerek eleştirir,
fakat bunu felsefenin pratik bir amaç ya da ideolojinin çıkarına felsefeyi
" sömürmesinin" belirtisi olarak görür.

Dini olsun, spiritüel ya da idealist oisun, felsefelerin büyük çoğun­


luğu bilimlerin sömürü lmesi ile bir ilişki taşır. Bu da şu anlama
gelir: bilimler hiç bir zaman gerçekte ne oldukları, varoluşları, sınır­
lılıkları, artan acıları (vaftiz edilen krizleri) ya da mekanizmaları
açısından görülmemiştir; daha çok en bilgili felsefelerin idealist ka­
tegorileri çerçevesinde değerlendirilerek dışarıdan kullanılmışhr;
kabaca ya da incelikli bir şekilde kullanılabilirler, fakat genel kul­
lanımları, söz konusu felsefelerin kendi pratikleri, kendi "sorun­
ları" ve "kuramları" aracılığıyla nesnel olarak hizmet ettiği ekstra­
bilimsel değerlere argüman ya da kesinlik kazandırmak içindir.
(Althusser 1990, 129)

Bunun tersine, materyalist felsefi müdahale, idealizme geçmeye yönelik


bu açık ya da üstü örtülü hamleye direnir ve bilimsel olmayan tüm düşünsel
konumlara karşı savaş açar. Materyalist felsefi müdahale, bilim ve ideoloji
arasında bir ayrım üretmez- bu ayrım bilimsel pratiğin ortaya çıkmasıyla
birlikte mevcudiyet kazanır- fakat bilimsel ve ideolojik arasındaki felsefi (ve
dolayısıyla kategorik) ayrımı belirli bir alana uygulayıp, belli bir söylem
içerisindeki materyalist ve idealist öğeleri su yüzüne çıkararak, bu ayrımın
nerede yatbğını görmemi z i sağlar. Althusser' e göre felsefede materyalist bir
anlayış, şu üç unsurun birliğinden oluşur: nesne/ teori/ yöntem. Althusser

206
nesne kavramından, maddi bir varoluşa sahip harici bir nesneyi, teoriden,
nesnel bir bilimsel bilgi ya da kuramı; yöntemden, bilimsel yöntemi anlar
(Althusser 1990, 135). Materyalizm, deneyimin öznelliğini gerçekliğin nes­
nelliğinden önce tutmaya çalışan idealist eğilime karşı kendisini savun­
malıdır. Kant'tan empirik eleştiriye kadar tüm felsefi modernizmin içinde
gizlenen idealizm tehdidi son olarak, öznel deneyimi, ontolojik realizmin
materyalist ilkesine olan bağlılığından kurtaran postmodem hamlede
görülür. Bunun sonucu, ontolojik realizmdir: nesne/ teori/yöntemden olu­
şan materyalist birliğin yerine, deney/ model/ tekniklerden oluşan idealist
birliğin getirilmesidir. "Deneyim (bu kavramın deney kavramından son
derece farklı olduğuna dikkat edin) en yüksek konuma yerleştirildiğinde ve
teori yerine modellerden söz edildiğinde, karşı karşıya olduğumuz, basit bir
şekilde iki kelimenin değiştirilmesi değildir: bir anlam kaymasına sebep
olunur, daha doğru bir ifadeyle, bir anlam diğerini gizler ve ilk, materyalist
anlam, ikinci, idealist anlamın altında kaybolur" (Althusser 1990, 135) .
Althusser' e göre, felsefede materyalizm, bilimin ilerlemesini her zaman
kolaylaştırır. Marx örneğinde gördüğümüz gibi, felsefede materyalis-y
konum, yeni bir bilimin- bilim içerisinde değil, ideoloji ve felsefe içerisinde
yeni bir krize zemin hazırlayan epistemolojik bir kopmanın -ortaya çık­
masının önkoşuludur. Althusser, bilimin geçirdiği sözde krizleri gerçek kriz­
ler ofarak görmez. örneğin, fizik biliminin maddenin "ortadan kalkması" ile
geçirdiği "krize, fizik biliminin bir kriz değil, gelişme sürecinde olduğunda
ısrar ederek cevap verir. "Madde 'ortadan kalkmamıştır," maddeye yönelik
bilimsel anlayışın içeriği değişmiştir ve bilgi süreci nesnesi açısından sonsuz
olduğu için gelecekte de değişmeye devam edecektir" (Althusser 1971, 49-
50) . Althusser, sorunun fizik biliminde (madde anlayışı) değil, felsefede
(madde kategorisi) olduğunda ısrar eder: "Felsefi madde kategorisi ile buna
yönelik bilimsel anlayış arasındaki farkı ayırd etmek mutlak surette gerek­
lidir . . . Materyalistlerin, felsefi kategorileri, sanki onlara dair kavramlar
hatalı bir özdeşleşdirmenin sonucunda ortaya çıkmış gibi bilimlerin nes­
nelerine uygulaması farklı bir şeydir" (Althusser 1971, 50) .

Althusser' e göre Marksist felsefe bilimi kendi çıkarı · için kullanmaktan


çok, felsefe içerisinde materyalist tutumu savunarak ona hizmet eder.
Marksist felsefe felsefeyi bir bilime dönüştürmeye çalışmaz. Hala bir
felsefedir, fakat idelojinin tarih bilimi vasıtasıyla sahip olduğu bilgi,
Marksist felsefeyi " doğru" bir bilgi haline getirir. " Mutlak bir garantinin (ki

207
idealist felsefe dışında böyle bir şeyin olduğunu savunan düşünce sistemi
yoktur ve biz bununla ilgili nasıl bir çıkarım yapılması gerektiğini biliyoruz)
yokluğunda, sunacağımız argümanlar vardır. Bu argümanlar (bilime suna­
bileceğimiz hizmetlerin karşılaşhrılması aracılığıyla yargılanabilir olmaları
açısından) hem pratik, (ideoloji ve ideolojik mücadelenin felsefe üzerindeki
etkinliklerinin bilgisi aracılığıyla ulaşılan ideoloji ve ideolojik mücadelenin
mekanizmalarının bilgisi vasıtasıyla, ideolojinin felsefe üzerindeki kaçınıl­
maz etkilerinin eleştirel bir şekilde incelenmesi açısından) hem de teoriktir.

Deneyselciliğin ötesinde: Öznesiz Bir Pratik Olarak Bilgi


Althusser'in felsefe anlayışıyla ilgili en doğru tespitlerde bulunan
düşünürlerden biri olan Timothy O'Hagan, Althusser'in felsefe üzerinde iki
yönlü bir müdahalede bulunduğu düşüncesindedir. O'Hagan' a göre,
Althusser " (1) maddi dünyanın bilgisi hakkındaki bilgi üzerindeki önce­
liğine yönelik realist düşünceyle, bilimsel ahlımların kavramsallaşhrmanın
radikal süreksizliğini başlattığı yönündeki, realizmin geçerliliğini sorgu­
layan görüşü bir araya getirmeye ve, (2) ' gerçek nesne' ile 'bilginin nesnesi'
arasında mutlak bir ayrım oluşturup, bu tezi bilgi üretim mekanizmasının
normatik olmayan bir anlahmı bile bir araya getirmeye çalışır" (O'Hagan,
249) .
Althusser, erken dönem eserlerindeki kuramsalcılığı reddederek, bilim­
sel kategorisini bilimin gerçek olmasından çok varolması, daha doğru bir
ifadeyle, varoluşuna dayanan gerçekliği temelinde savunan ilk argümanını
daha keskin hale getirmekten çok törpülemiştir. Althusser'in " Tarih bilgisi,
şekerin tatlı olmasından daha fazla tarihsel değildir" (Althusser ve Balibar
1970, 106) yönündeki tarhşmalı nüktesi, uzlaşımcılıgm merkezi aksiyomu­
nun (örneğin, Fransız Devrimi ile ilgili sahip olduğumuz bilgi ile gerçek
olayla arasındaki fark) alelade bir şekilde onaylanmasından ibaret değildir ;
aynı zamanda ve daha ilginç bir şekilde, bilimsel realizmin (birincisi,
devrimin tarihsel mevcudiyetinin, bu olaya dair bilgimizden bağımsız ve
öncelikli olduğu, ikincisi, tarihsel açıdan belirleyici doğasına karşın,
devrime dair sahip olduğumuz bilgi aslında nesnel olarak geçerli ve öznel
bir yanılgıdan ibaret olduğu ilkesi) onaylanmasıdır.

Althusser'in başından sonuna kadar tüm eserlerinde tutarlı bir şekilde


sürdürdüğü, bilimin felsefi savunması, garantilere yönelik ' Bilim gerçeği
bilebilir mi?' gibi rasyonalist soruları gündeme çıkarmaktan çok, 'Gerçek

208
olanın bilinmesini sağlayan mekanizmalar nelerdir?' gibi üretim yönelik ta­
rihsel sorulan öne çıkarır. " Bilgi, kendi temellük biçimleri aracılığıyla gerçek
dünya ile ilgilenir: bu da, bu fonksiyonun nasıl işlediği ve dolayıyla onu
kesinleştiren mekanizma ile ilgilenir: gerçek dünyanın bilgi, yani bütünüyle
düşüncede gerçekleşmesine karşın, ya da daha çok bütünüyle düşüncede
gerçekleşmesinden dolayı gerçek dünyanın kavranmasını sağlayan bilgi
üretim süreci tarafından temellük edilmesini sağlayan fonksiyon" (Alt-huss­
er ve Balibar 1970, 54) . Gördüğümüz gibi felsefe, bilimsel bilginin geçerlili­
ğini kanıtlayamaz (ya da çürütemez); daha çok, bu geçerliliğe yönelik konu­
munu ortaya koyar. Felsefede tarihsel materyalizmi bir bilim ve bilimsel kat­
egori olarak savunmak, Althusser' i ontolojik realizm ve epistemolojik röla­
tivizmi biraraya getiren bir düşünsel tutum benimsemeye zorlar. Bu
düşünsel konumdan, tarihsel materyalizmi geçersiz kılmaya çalışan ve ide­
olojilerin açıklayıcı gücünü savunmaya çalışan ideoloji/ yanlışları eleştirir.
Althusser, dünyanın bilgi süreci tarafınan temellük edilen ontolojik bir
gerçekliğe sahip olduğunu iddia ettiği için, epistemolojik mutlakçılığa baş­
vurmaksızın, bilgi etkilerinin yeterliliğini rasyonel bir şekilde savunabilir.
Althusser, sorunu materyalist bir bakış açısından yorumlayarak -yani bil­
ginin varolduğu önermesinden yola çıkarak- " garantiler" sorununun
tamamını, ekstra-teorik ya da ideolojik çıkarları daha fazla öne çıkarmak
için sadece gerçek bilginin söylemi dışında ortaya çıkan uydurma sorunlar
olarak görerek reddedebilir. Althusser' e göre bilgi üretimi, tarihsel olarak
(sorulabilecek farklı sorulara) açıktır, (aynı sorulara verilen farklı cevapların
nesnesi olan) bir sorunsal değildir. Bilgiyi sorunsal haline getiren, üretimi
değil, teorik olmasının yanında her zaman toplumsal ve ideolojik olan alım­
lanmasıdır. Bilgiye yönelik garanti arayışı, daima ideolojik bir arayış, gerçek
koşulları, yani bilgi üretim tarihinin gerçek mekanizmasını, onları dini, etik
ve politik amaçların ('inancın,' 'ahlakın' ve 'özgürlüğün,' yani toplumsal
değerlerin korunması) nesnesi haline getirebilmek için gerekirse tahrif etme­
ye çalışmak üzere ihtiyaç duyulan "mistik Özne ve Nesne" arayışıdır"
(Althusser ve Balibar 1970, 55) . Garanti arayışı, küçük felsefi karakterlerden
oluşan, bitmek bilmez bir ideolojik dramadır: bir yanda felsefi özne (bilincin
felsefileştirilmesi), bilimsel özne (bilincin bilinmesi) ve empirik Özne (bi­
lincin algılanması); diğer yanda bu üç Özneyle karşıtlık oluşturan aşkın ya
da mutlak Nesne, bilimin saf ilkeleri ve algılamanın saf biçimleri"
(Althusser ve Balibar 1970, 55) . Bu dramanın işlevi (her bir etkinlikle birlik­
te daha çok algılanabilir olmaktan çok daha az algılanabilir hale gelen) bi-

209
limsel pratiğe yönelik bilgi üretmek değil, bilgi üretiminin etrafını saran ide­
olojik çemberi sürdürmektir. Althussser, böyle bir çemberin, "birbirinden
farklı tüm Özne ve Nesnelerin ilk kaynağı olan " İnsan kategorisi" ve Avrupa
kapitalizminin hakim ideolojisi olan bireyselciliğin felsefi dışavurumu
üzerinde odaklandığını ısrarla vurgular. Descartes'tan (özne-nesne sorunu)
Hume (nedensellik sorunu) ve modem analitik felsefeye kadar uzanan
ampirist geleneğin içinde gizlenen kuramsl hümanizm, bu geleneğin
Althusser'in felsefi bilim savunmasınde neden olumsuz bir referans noktası
oluşturduğunu açıklar.

Althusser' e göre, görece olarak az sayıda merkezi kategori etrafında


örgütlenen ampirist gelenek, bilgi sürecinin deneyimin ontolojisine
dönüşmesi ve bunun sonucunda çözümlenemez bir "bilgi sorununun"
ortaya çıkmasından sorumludur. Bilgi kavramını bir bireyin "vizyonu"
olarak görerek işleyen deneyselcilik, yalnızca bilimsel pratiğin toplumsal bir
ürün olarak görülmesini değil, bilimsel pratiğin tanımlanmasını da
olanaksız hale getirir. Althusser, ampirizme göre bilgi sürecinin başlangıç
noktasının, doğrudan gözleme açık olan "bütünüyle nesnel bir verili unsur"
olduğunu ve bu verili unsurun kendisinin gerçek olması gerektiği için, bil­
ginin somut başlangıç noktası da somut gerçeklik olarak algılanır. Gerçek
nesne ile ilgili açık bir fikir elde edebilmek için, bilgi öznesinin bu gerçeklik
üzerinde bir "özütleme" işlemi gerçekleştirerek, sahip olduğu özü gizleyen
önemsiz ya da da ikinci derecede önem taşıyan bütün unsurları tasfiye
etmesi gerekir. Dolayısıyla, ampirist-bireyciye göre, bilgiyi oluşturan,
öznenin nesnenin özünü görmesi ve bu öze sahip olmasıdır: " Bu nedenle
bilginin tamamı, gerçek nesnesi içerisinde, gerçek nesnenin belirgin
parçalan arasındaki bir ilişki olarak, gerçeğe bağlanır" (Althusser ve Balibar
1970, 31) .
Althusser'in ampirist görüşe yönelik eleştirisi, iki temele dayanır: birin­
cisi, kuramsal pratiğin ilk nesnesini ya da hammaddesini gerçeğin kendisi
olarak aldığı için; ikincisi, kuramsal pratiğin ürünü olan bilgileri, bilinebile­
cek gerçek nesnenin gerçek bir parçası olarak aldığı için. Bu hareketlerden
ilki, savunulması imkansız bir nedensellik anlayışına, fizik yasalarının (bu
olayları yaratan yapısal mekanizmalar değil) fiziksel olayların sabit
bağlaçları olarak özdeşleştirilmesi ile sonuçlanır; ikincisi ise gerçek olan, bil­
ginin nesnesi ile gerçeğin bilgisi, öznenin deneyimi arasındaki ilişkiye yöne­
lik felsefi bir sorun doğururıo .

210
Althusser' in geçişse! nedenselliğe yönelik eleştirisini ve bu görüşe bir
alternatif olarak ortaya koyduğu yapısal nedenselliği önceki bölümlerde ele
almışhk. Bu noktada Althusser'in toplumsal dünyayı, birbirine eklemlenen
fakat aynı zamanda üstbelirlenen yapısal ilişkiler açısından kavramsal­
laşhrarak, toplumsal fenomenleri betimsel (olayların geçişse! düzeni açısın­
dan) olarak değil, nedensel olarak (geçişse! olmayan mekanizma ve güçler
açısından) açıklayabildiğini hatırlamamız yeterlidir. Dolayısıyla, Althusser'
in nedensellik anlayışı, ampirizmin nedenselliği empirik değişmezlikler,
yani kapalı, deneysel olarak kontrol alhnda olan koşullar alhnda deneyim­
lenen fiziksel olayların sabit bağlaçları açısından tanımlama girişimlerinin
yarattığı çelişkilerden kurtulur. Burada Althusserci ampirizm eleştirisinden
yararlandığım Roy Bhaskar (Bhaskar 1979, 5-17), ampirist felsefenin, insan­
ların doğal yasaları yarathğıru iddia eden saçma bir görüş olduğunu göster­
miştir: doğa yasaları olayların basit rastlanhsından ibaretse ve birtakım rast­
lanhlar sadece kapalı koşullar alhnda gerçekleşiyorsa ve son olarak, bu
koşulları ancak bilimadamları yaratabiliyorsa, bilimadamlan doğa yasala­
rını yaratabilir! Dahası, açık sistemlere -deneysel kontrollerin olanaksız
olduğu ve sabit rastlanhların geçerli olmadığı sistemlere- ilişkin olarak,
ampirist üşünce ya da nedensel belirsizliği ve bilimin açık sistemlere uygu­
lanabilir yasaları keşfetmediği (henüz uygulanan bir bilim yoktur) yönünde
saçma bir iddiayı ortaya atar.

Bhaskar, deneysel etkinliğine ilişkin doğru yorumun, bilimsel pratiğin


nesnesinin, olayların düzeni değil, nedensel mekanizmaların bilgisi
olduğunu gösterdiğine dikkat çeker. Doğa yasalarını yarahcı mekanizmalar,
eğilimler ve güçler açısından anlamak, bu gibi yapıların, kapalı koşullar
alhnda birbirinden ayrılsalar da, açık, kontrol edilmeyen sistemlerde de
etkin olabileceğini kabul etmektir. Althusser'in yapısal eğilim ve güçlerin
birbirine eklemlenmesine dayanan yapısal nedensellik anlayışı, nedensel
yasaların açık sistemler içerisindeki işleyişini oldukça başarılı bir şekilde
ifade eder. Yapısal bir mekanizma, toplumsal sistemler içerisinde, empirik
olarak algılanabilir olsa da olmasa da -bu, kendisinin yanı sıra diğer
yapıların etkinliklerine de bağlıdır- bir güç ya da eğilim olarak varolur.
Dahası, bilimin nesnesi, olayların sabit yapılarının değil, nedensel. yapıların
bilgisi ise, bilim kavramının, kontrol edilebilir deneysel ortamlar yaratma
kapasitesine sahip pratiklerle sınırlı tutulması için hiçbir sebep yoktur. Son
olarak, toplumsal oluşumların açık doğası, tarihsel materylizmin tahminlere

211
dayanmayan açıklayıcı bir güce sahip olduğunu ve bu gerçeğin, tarihsel
materyalizmin açıklamalannın bilimsel olduğu gerçeği ile hiçbir şekilde
çelişmediğinin karuhdır.

Althusser, ampirizmin gerçek ile gerçek hakkındaki bilginin birbiriyle


özdeşleştirmesine de karşı çıkar; bilimsel pratiğin görece özerkliğini,
" düşüncede" gerçekleştiği için gerçek olandan kesin olarak ayrıldığını ısrar­
la savunur. Althusser' e göre bilgi süreci, " ampirizm her ne kadar böyle
olduğunu savunsa da" gerçek nesnesi ile özdeş olan saf bir nesne ile
karşıtlık oluşturmaz" (Althusser ve Balibar 1970, 43) .

"Nesne" si üzerinde işlemde bulunan bilgi . . . gerçek nesne üzerinde


değil, "nesnesini" oluşturduğu ve bilginin en ilkel formlarında bile
gerçek nesneden belirgin bir şekilde farklı olan hammadde
üzerinde işlemde bulunur. Çünkü bu hammadde, ne kadar kaba bir
şekilde olursa olsun, onu bilginin nesnesi olarak, dönüştüreceği bir
nesne olarak, sürekli dönüştürülseler de, bilginin nesnesi anlamın­
da nesneleri üzerinde her zaman etkide bulunan bilgiler üretmek
için, gelişme süreci boyunca biçimlerini değiştireceği bir nesne
olarak oluşturan karmaşık yapı tarafından işlenmiş ve
dönüştürülmüş durumdadır. (Althusser ve Balibar 1970, 43)

Althusser, kuramsal pratiğin hammaddesinin (1. Tıp Genellikler) asla


deneyime dayanmadığını, fakat kuramsal bir çerçeve içerisinde "halihazır­
da işlenmiş" fikir ve kavramlardan oluştuğunu öne sürerek, " gerçeklerin"
doğrudanlığına yönelik tarihsel olmayan ve empirist bir bakış açısına karşı,
bilginin toplumsal-tarihsel doğasının (ve bilimin gerçeğinin yapısal bir üre­
tim biçimi olduğunu) vurgulamaktadır. " Elbette ampirizmin, neyin gerçek
olup, neyin gerçek olmadığına yönelik kendi tanımlamaları vardır; bu,
deneyimin bilen özne tarafından "bilinmesinin" arkasındaki gerçek
kuramını gizler. Gerçekler deneyim tarafından doğrudan bilinseydi, bilimin
yapması gereken hiçbir şey kalmazdı (Marx'ın Kapital'de ifade ettiği gibi,
tüm dış görünümler ve şeylerin özü birbiriyle örtüşseydi, tüm bilimler
lüzumsuz hale gelirdi) . Gerçekte, bilimin varoluşu, şeylerin özne-merkezli
deneyimlenmesinden, ampirizmin bilimsel yöntemin özü olarak tanımla­
maya çalışhğı ideoloji ve bireyselciliğin ideoloji/ yanlışından epistemolojik
bir kopma aracılığıyla öngörülür. Althusser' e göre, bilimin sorunsalı (il. Tip
Genellikler), özerk bir nesneye hizmet eden bir araç değil, toplumsal bir

212
öznenin bilinci içerisinde ve bu bilinç aracılığıyla işleyen anlamın tarihsel
yapısıdır. Bu nedenle, bilimin kavrayış gücü, bir bireyin vizyonu ile
karıştırılmamalıdır. "Dolayısıyla görme gücü arlık, dikkatle ya da dikkatini
vermeden uyguladığı 'vizyon' yeteneğine sahip tikel bir öznenin eylemi
olarak değil, onun yapısal koşull arının eylemi, sorunsalın alanı ile onun
nesne ve sorunları arasındaki içkin yansıma ilişkisi olarak değerlendirilir . . .
Gerçek anlamıyla artık öznenin, teorik bir sorunsal tarafından tanımlanan
hala içerisindeki şeyi gören öznenin gözü (zihnin gözü) değildir" (Althusser
ve Balibar 1970, 25-26) .
Bhaskar (1979, 22-28), Althusser'in argümanını daha kapsamlı hale geti­
rerek, bilgi öznesi kategorisinin, insanın öznelliğine yönelik her türlü bilim­
sel açıklamaya direnme işlevini gören kuramsal ortaklık açısından, ampi'."
rizm ve yorumbilimi birleştiren göbek bağı olduğunu öne sürer. Ampirizm,
bilimi temellerinden koparıp deneyime indirgeyerek (nedensel yasalar =
deneysel düzenler = olayların düzeni = deneyimler), kendisinin bile açık­
layamadığı özne merkezli bir anlam dünyası yaratır.
Bhaskar, empirizmin - eğer deneme zahmetine girerse- toplumsl sembo­
lik yapıları, ancak onları uyarıcı -tepki mekanizmaları ya da amaç- araç
hesapları (faydacılık) vasıtsıyla çıkarsanabilen, empirik olarak kanıtlanabilir
davranış yapılarına indirgeyerek değerlendirebildiğini ifade eder.
Ampirizmin bilimsel pratiğe ilişkin hatalı anlayışının sonucu olan bu
kısır kavramsal çerçeve, toplumsal bilimin olabilirliğine karşı yorumbilim­
sel bir tepkiye zemin hazırlar. Ampirizmin doğru varsaydığı bilim tanımını
kesin bir şekilde kabul eden yorumbilim, yorumsal kavrayışa dayanan insan
dünyasının, nedensel açıklamalara dayanan doğal dünyadan kökten bir
biçimde ayrılmasını haklı çıkarmak için, "toplum" içinde ampirik düzen­
lerin olmaması düşüncesinden yararlanır.
Althusser' e göre, toplumsal aracıların tarihin özneleri değil, tarih içineki
özneler olması gerçeği, ampirizm ve yorumbilimin, her birinin kendi yön­
temleriyle, somut toplumsal öznelerin bilgisini bir sorunsal haline
getirmelerini sağlayan ideolojik özne kategorisini ortadan kaldırır.
Althusser, ampirizme karşı çıkararak, insan bilincinin karmaşıklığının tek
bir yönüne ya da onun varoluş koşullarını oluşturan çeşitli yapısal ilişkilerin
yansımasına indirgenmesini reddeder. Bunun yerine ideolojik pratiğin
görece özerkliği ile toplumsal özneler olarak oluşturulmuş aracıların

213
yaşadıkları çevreye açık uçlu bir şekilde tepki gösterdikleri karmaşık ve üst­
belirlenmiş bir anlamlar alanını önerir. Buna karşın, yorumbilimin tersine,
yoruma karşı nedensel açıklamaya karşı yorum antitezini reddeder.
Althusser toplumsal yapıların sürekli olmadığını, insanlar tarafından
yeniden üretilmenin yanında dönüştürüldüklerini ve bilginin doğası gereği
nesnesini oluşturan toplumsal yapılar üzerinde kendi etkisini uyguladığını
elbette bilir. Buna karşın, bu anların varoluşsal bağımsızlıklarında ısrar eder
ve yorumbilimin nedensel yapıların geçişse! olmayan varoluşlarını (ve üret­
tikleri inanç ve anlamları) pratiğin (ve bilginin) geçişse! boyutuna
indirgemesini sağlayan sahte eşzamanlılığa, mutlak zamana karşı çıkar.
Yorumbilim, inanç ve anlamların geçişse! olmayan doğasını inkar ederek,
onlara dair bilginin üretimini, empirizmin yarattığı kısıtlayıcı geçişsizlik
kavramı kadar engeller.
Ampirizm, bilimsel pratiği tanımlamaktan (ve özellikle açıklamaktan)
uzak bir şekilde, bilimsel bilgiyi bir sorunsal haline getirir ve yorumbilim
tarafından felsefi olarak olumsuzlanmasına zemin hazırlar (bu noktada
yorumbilimin erekselci kökenleri kuşkusuz büyük önem taşır). Gerçek
nesne ile nesnenin bilgisi arasındaki ayrım, (hiçbir şeyin çözüme kavuştu­
rulmadığı) felsefe içerisinde çözüme kavuşturulması olanaksız bir felsefi
paradokstur. Althusser, sorunun kaynağının, özne ve nesne kategorilerini
yaratan kuramsal hümanizm olduğunda ısrar eder.
Marksist felsefe sorunu çözüme kavuşturmak yerine, soruna yönelik bir
konum belirler Bu konum, onu yaratan hümanist kuramsal çerçeveyi red­
dederek, sorunu reddeder. Althusser' in gerçeğin, gerçek nesnesi üzerindeki
önceliğine ilişkin görüşleri ve bu tezin gerçek nesne ve bilgi nesnesi arasın­
daki ayrım üzerindeki önceliği, ampirizme karşıtlık oluşturan bir ontolojik
realizm ve yorumbilime karşıtlık oluşturan bir epistemolojik rölativizmi bir
araya getirir. Althusser, bilgi sürecinden " gerçeğin bilişsel olarak temellük
edilmesi" olarak söz ederek, gerçeğin herhangi bir öznenin düşüncesinin,
deneyiminin ya da gözleminin bir fonksiyonu olarak varolduğu görüşünü
reddeder: ancak temellükün eyleminden bağımsız olarak varolan bir şey
temellük edilebilir. Althusser, bilginin gerçekte gizli ya da gerçeğe özdeş
olduğu yönündeki görüşe karşı çıkarak, bilimsel pratiğin tarihsel ve
toplumsal bir üretim biçimi olarak anlaşılmasına olanak sağlar: bir temellük
yapısı olmadan, temellükten söz edilemez.

214
Marksizm ve 0Marksizmin Krizi"
Althusser'in felsefi duruşu elbette bireyselcilik, çoğulculuk ve röla­
tivizmin gittikçe bilimsel olmayan, Marksizm ve modemizm karşıh bir
inanışa dönüştüğü günümüz postmodern eğilimlerin çok uzağında yer alır.
Postmodem eğilimlere yönelik çalışmamın giriş bölümünde ifade ettiğim
eleştirileri burada tekrar etmeyeceğim. Fakat, postmodemizmin Yapısal
Marksizmden ayrıldığı noktalan, teoride bir sınıf mücadelesi olarak felsefe
kavramı ışığında yeniden hatırlamakta yarar var. Postmodem felsefe, bilim­
sel realizme karşı rölativist bir saldın başlatmak için epistemolojik ve
ontolojik rölativizmi bir araya getirir. Postmodernizm, aksiyomatik çekirde­
ğini oluşturan görecelilikten, istenççi bir politik bireycilik ve betimsel bir
kuramsal çoğulçuluk yarabr. Postmodem felsefe küresel kapitalizmin hızla
ve acımasız bir şekile yeniden yapılanmasını - üstü örtülü ya da açık bir
şekilde, üzüntü ya da coşkuyla- kabul eder ve mevcut konjonktüre yönelik
realist, karmaşık ve bilimsel açıklamaları geçersiz kılmak için, bu süreç
içerisinde Marksizmin, modemizmin ve tarihin geçirdiği krizlerden fay­
dalanır. Althusser'in ontolojik realizm ilkesi aracılığıyla epistemolojik röla­
tivizmi sınıflandıran felsefi tutumu, tarihsel materyalizmin hem bilim, hem
de bilimsellik kategorisini savunur. Althusser, bilginin sorunsallaştırılmasını
açık bir şekilde reddederek, Yeni Sol ve Yeni Sağ arasındaki postmodemiz­
min himayesi alhnda gerçekleşen uzlaşma girişimlerini bozguna uğratır.
Althusser, 1977 yılında yaphğı bir konuşmada, Marksizmin yaşadığı
krizi, aralarında demokrasi, sosyalizme giden yolun ulusal mı yoksa enter­
nasyonel mi olduğuna yönelik belirsizlik, proleter diktatörlüğüne karşı par­
lamento reformizmi gibi tarhşmalar etrafında değerlendirdi. Althusser din­
leyicilerine, Marksizmin en temel güçlüklerinin -Stalinizmin açıklanması,
liberal demokratik devlete yönelik tatmin edici bir teorinin yokluğu ya da
modem kapitalist rejim alhnda sınıf mücaelesi- kuramın geçersiz görülmesi
için bir sebep ya da yenilgi olarak değil, önemli bir fırsat olarak görülmesi
gerektiğini söyledi. Krizin göz ardı edilmesini ya da pasif direnişe gidilmesi­
ni haklı çıkarmak için belirsiz bir şekilde tanımlanan bir geleceğe bel bağla­
mak yerine etkin, analitik bir tepki verilmesini savundu ve konuşmasını,
"krizin karakterini, anlamını ve neler ifade ettiğini anlayabilmek için, duru­
mu yeterli bir tarihsel, kuramsal ve politik bakış açısıyla değerlendirmek
çok daha iyidir," sözleriyle sonlandırdı (Althusser 1978, 217) . Althusser'in
mesajı, bugün sosyalistler Stalinizm ve Fordizmin yıkılışı ile karşı
karşıyayken, çok daha büyük bir önem taşır.

215
Marksizme yönelik güç sorular, çağdaş olaylar ışığında, özellikle sosya­
listlerin şimdiye kadar takip ettiği politik stratejilerle bağlantılı olarak sorul­
malıdır. Günümüzde yaşanan kriz, tarihsel materyalizmin karşısına iki
görev çıkarmıştır: birincisi, yeni bir politik vizyonun ortaya çıkmasına
olanak sağlayabilmek için şeylerin gerçekte nasıl işlediğine ilişkin yeni bilgi
üretmeyi içeren bilimsel görev; ikicisi, realizm ve materyalizm kategorileri­
ni, özellikle bilim kategorisini savunarak bilimin yükünü hafifletmeyi içeren
felsefi görev. Althusser, bilim kavramı ile bilimsel kategorisini birbirinden
ayırmanın, felsefenin önemini azaltmaktan çok artırdığını bize ısrarla hatır­
latır. Felsefi bilim kategorisi, verili bir kavram değil, geçerli hale getirmek
için savaşılması gereken bir kavramdır ve bu savaşın gerçekleştiği yer
felsefedir. Althusser, Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerinde, "bilim
ifadesini duydukları anda 'pozitivizm' diye bağıran, her bilimin ya da hatta
her teorinin özü itibariyle 'maddeleştirici,' yabancılaştırıcı ve dolayısıyla
burjuva olduğu gerekçesine sığınarak bilimsel teori düşüncesini, 'bilim'
kelimesini bile reddeden burjuva, özne-merkezli idealistler ve küçük burju­
va Marksistlere karşı çıkabilmek için, Sol düşünce içerisindeki irrasyonalist
ve istenççi eğilimlere karşı bilim kategorisini savundu" (Althusser 1976, 116-
18). "Marksist" çizgiden "postmodernist" çizgiye kaymak- yetmişli yılların
sonunda küresel yeniden yapılanmanın başlamasından itibaren felsefe
içerisinde ortaya çıkan tutucu değişimi kabul etmek dışında, rasyonalizm ve
istenççiliğe karşı verilen felsefi mücadele, Althusser'in yetmişli yıllarda
bıraktığı halde durmaktadır.
Bilimsel pratiğin, ideoloji/ yanlışa saldırarak ve böylelikle felsefeden
politika alanına akseden ideolojik ve kuramsal mücadelelere neden olarak
toplumsal oluşumun ideolojik alanına müdahalede bulunması dolayısıyla,
her zaman kritik bir öneme sahip olduğundan söz etmiştik. Toplumsal bil­
imler bu açıdan özellikle değişkenlık taşır, çünkü toplum içerisinde rol alan
gerçek mekanizmaları açığa çıkararak, bir şeyleri değiştirme olasılığını
görünür hale getirirler. Toplumsal oluşumlar bilimi olan tarihsel materya­
lizm, amansız bir sınıf mücadelesinin nesnesi ve dayanak noktası olmaya
devam eder, çünkü kapitalist üretim biçiminin doğasında var olan sömürü
ve tahakkümü ifşa etmeye devam eder. Althusser bu durumu şöyle açıklar:
"Marksizm, felsefeyi kategorilerini yeni bilim ve onun etkileri ile tutarlı hale
getirebilmek için revizyona gitmeye zorladığı için değil, aynı zamanda ve en
önemlisi, felsefeye, sınıf mücadelesi ile ilişkisini anlaması açısından, kendi

216
pratiğini dönüştürme sorumluluğunu alma araçları vermesinden dolayı,
felsefenin bütünüyle altüst olmasına neden olur." (Althusser 1976, 174).
Althusser, post-Marksist felsefenin bu anlayışın üstünü örtmek ve bu
sorumluluktan kaçınmak için, sadece Marksizme değil, aynı zamanda bilim
kategorisine de saldırması gerektiğini vurgular. Marksist felsefeyi kendisin­
den önce ortaya çıkmış tüm felsefelerden ayıran nokta, diğer felsefelerin ide­
olojik rollerine uyarak, politik doğalarını, politikayla bir ilişkileri olduğunu
inkar edip, buna karşın diğer yandan kuramsal müdahalelerinde politikayı
uygulamaya devam etmeleridir. Marksist felsefe ise tam tersine, bilime bağlı
olduğunu ve politika ile olan ilişkisini açıkça kabul ederek, felsefe içerisinde
hem realist bir tutum benimsediğini, hem de işçi sınıfının saflarında yer
aldığını gizlemez. Althusser'in ideoloji, bilim ve felsefe anlayışı, orta sınıf
akademisyenlerinin göklere çıkardığı, biri bilimsel (bütünüyle kabul edile­
mez), diğeri eleştirel (büyük bir dikkatle kullanılması şartıyla kabul
edilebilir) olan iki farklı Marksizm ayrımını reddeder. Althusser, bunun ye­
rine Marksizmin devrimci bir birlik olduğunda ısrar eder: olayların tarih
içerisinde nasıl gerçekleştiğine yönelik bilgi üretimi ile bu bilginin tavizsiz
bir şekilde savunulması arasındaki gerekli ve büyük bir potansiyel taşıyan
ilişki. Saül Karsz bu anlamda Althusser'in felsefeyi teorik ve politik olanın
politik ve teori içerisinde birbirine eklemlenmesi açısından tanımlamasının,
Marx'ın felsefenin artık dünyayı yorumlamayı bırakıp değiştirmesi gerek­
tiğini öne süren ünlü tezini anlamaya yönelik bir girişim olduğunu düşün­
mekte haksız sayılmaz.

217
4. Bölüm

İdeoloji ve Toplumsal Öznellik

Althusser'in, pratik çıkarlar ve özne merkezli deneyim tarafından


yönetilen toplumsal bir sembolik sistem olarak gören anlayışına rağmen,
Marx İ çin ve Kapital'i Okumak eserlerindeki odak noktası, ideolojik
söylemin neredeyse tek bir yönü, bilimsel söylemle ilişkisi açısından bir
"bilgi etkisi" olarak işlevidir. Althusser, daha sonraki eserlerinde, özellikle
1969 yılında yazdığı " İ deoloji ve Devletin İ deolojik Aygıtları" nda
(Althusser, 1971), genel ideoloji anlayışına ve ideolojinin pratik-toplumsal
işlevine- ideolojinin maddi üretimi ve toplumsal öznelliğin oluşturulması-,
ideolojik pratiği, ekonomik ve özellikle politik pratiklerle ilişkisine geri
döndü. Ben, bu vurgu değişikliğinin yanlış anlaşılmaması gerektiğini
düşünüyorum; bu ne bilim ve ideoloji arasındaki farkın inkar edilmesi, ne
de Althusser'in bilimin toplumsal bir pratik olarak sahip olduğu özerkliği
savunmasını bir yana bırakhğının bir göstergesidir. Bu durum daha çok
Althusser' in felsefi rasyonalizmi reddetmesinin manhksal bir sonucu ve
somut pratikler ile kurumlar içerisinde vücut bulan ve bu unsurlar tarafın­
dan yeniden üretilen yapısal bir anlam sistemi olarak, materyalist ideoloji
anlayışını daha da geliştirmeye yönelik bir girişimdir. Althusser, ideoloji
kavramını, ontolojik realizmin yenilikçi çerçevesi içerisinde formüle ederek,
bilimsel bir söylem olarak Marksizm ile Marksizm karşıh bakış açılarına

219
ilişkin felsefi bir tutum olarak Marksizm arasındaki içsel ilişkiyi açıkça
ortaya koyabilir: " İ deolojiler sadece yanılgılardan (Yanlış) ibaret değildir,,
kurum ve pratikler içerisindeki mevcut temsillerin somut halleridir: üstyapı
içerisinde şekillenir, sınıf mücadelesi içerisinde kökleşirler. Marx tarafından
kurulan bilim, onun ön tarihinin kuramsal anlayışlarını ideolojik olarak gös­
teriyorsa, bunu sadece onları yanlış ilan etmek için yapmaz: aynı zamanda
doğru olduklarını iddia ettiklerine, geçmişte doğru olarak kabul edildikleri­
ne ve doğru olarak kabul edilmeye devam ettiklerine dikkat çekip, bunun
nedenlerini göstermeyi amaçlar" Althusser 1976, 155).
Marksizm, tarihsel pratiği ideoloji/ hata olarak değerlendiren rakip
anlayışları teorik olarak reddederken, bunları, doğruluk ya da yanlışlık­
larının söz konusu olmadığı, nesnel olarak var olan tarihsel-toplumsal
pratikler olarak bilimsel bir şekilde ele almalıdır. Elbette bu yaklaşımın
önemli bir unsuru, Marx İ çin ve Kapital'i Okumak eserlerinde, özellikle
Althusser ideolojiden doğru ya da yanlışlığı açısından değil, "hayal ürünü"
olması açısından söz ettiğinde, halihazirda mevcuttur.

Dolayısıyla ideoloji, insanlar ve yaşadıkları dünya arasındaki


yaşanan ilişki ile ilgilidir. Ancak bilinçsiz olması ölçüsünde "bilinç­
li" gözüken bu ilişki, aynı şekilde, ancak karmaşık, yani basit bir
ilişki değil, ilişkiler arasındaki bir ilişki ikinci dereceden bir ilişki
olması ölçüsünde basit gözükür. Kuşkusuz ideolojide insanlar
kendileri ile varoluş koşulları arasındaki ilişkiyi değil, kendileri ile
içinde bulundukları varoluş koşulları arasındaki ilişkiyi yaşama
biçimlerini dışa vururlar: bu, hem gerçek bir ilişkiyi, hem de "hayal
ürünü," "yaşanan" bir ilişkiyi önceden varsayar (Althusser 1969,
233) .

Hayal ürünü bir ilişki olarak ideolojinin ne doğru, ne de yanlış olması


gerekir; Althusser'in Marx İçin eserinde oldukça başarısız bir şekilde ortaya
koyduğu gibi, "pratik-toplumsal işlevin kuramsal işlevden daha önemli
olduğu" bir bilinçlilik düzeninden ibarettir (Althusser 1969, 231) . Bu "hayal
ürünü" ilişki, bilimin öngördüğü bir ilişki ile denk düşebilir ya da düşmeye­
bilir; tüm ideolojiler "hayal ürünü" olsa da, bu nedenden ötürü yanlış
olmaları gerekmezl . Bu anlamda, bilimlerden farklı olarak toplumsal
oluşumların kavramsallaştırılabilmesi için gereklilik teşkil etmeleri

220
nedeniyle, toplumsal oluşumlar için bilimlerden daha fazla önem taşırlar.
Althusser' e göre ideoloji, "her toplumsal bütünlüğün organik bir par­
çasıdır. . . Bir sapma, tarihin rastlanbsal bir gereksiz unsuru değil, toplumun
tarihsel yaşamı için gerekli bir yapıdır" (Althusser 1969, 232-33). Bilimin
aksine, ideoloji, sosyalist bir toplum da dahil her toplumda yerine getirilme­
si gereken, her yerde ve her yerde bulunan bir toplumsal işlevi yerine getirir.
Çünkü tüm toplumlarda erkekler ve kadınlar, varoluş koşullarına bir tepki
verebilmeleri için oluşturulmalı, dönüştürülmeli ve donablmalıdır. Bu
toplumsallaşma süreci, insanların içinde yaşadıkları dünyayı tutarlı bir
bütün olarak deneyimlemelerini ve bu dünyada özneler olarak kendi yer­
lerini bulmalarını sağlayacak bir fikirler, inançlar ve değerler sistemini
gerekli kılar.
Althusser, " İ deoloji ve Devletin İ deolojik Aygıtları" eserinde, toplumsal
öznelliği, daha önceki eserlerinde değerlendirdiğinden daha karmaşık bir
yerde konumlandırır. Althusserciler'in ilk değerlendirmesi, ideolojinin
işlevini, toplumsal karşıtlıkların toplumsal " tutarlılığı" ve "maskelenmesi"
açısından tanımladı. Aşağıda Nicos Poulantzas'ın Politik Güç ve Toplumsal
Sınıflar (ilk olarak 1969 yılında yayınlandı) eserinden yapılan alınb, buna bir
örnek oluşturur:

Toplumsal yapının bütün düzeylerine sızan ideoloji, tutarlılığın


özgül işlevine sahiptir. Bu işlevi, aracının aşikar olan . . . ve pratik
etkinliklerinin bir oluşumun bütünlüğü içerisinde işlemesine
olanak sağlayan deneyim ilişkileri düzeyinde kurarak yerine
getirir. İdeoloji, gerçek karşıtlıkları gizlemek ve hayali bir düzey
üzerinde aracının deneyiminin ufku görevini gören, görece olarak
tutarlı bir söylemi yeniden oluşturmak gibi kesin bir işleve sahiptir;
bunu, gerçek ilişkilerinin temsillerini şekillendirerek ve bu temsil­
leri üretim ilişkilerinin genel bütünlüğü içerisine sokarak yapar . . .
[İdeolojinin işlevi] bilgi etkileri yaratmak, faillere toplumsal
yapının bilgisini vermek değil, var olan toplumsal oluşumları
destekleyerek, onları pratik etkinliklerinin içerisine oldukları gibi
sokmakhr (Pulantzas 1972, 207-8) .

İ deoloji tutarlılığı amaçlar ve bu amaca toplumsal özne aracılığıyla,


insanların özerk etkinliklerinin bir sonucu olarak değil, insanları toplumsal

22 1
olarak oluşturma yapısal süreci vasıtasıyla ulaşır. Althusser' e göre, bir birey
ya da sınıfa dayalı her türlü ideoloji kuramı, kaçınılmaz olarak özcü
yabancılaşma sorunsalına kaymakla kalmaz, aynı zamanda, ideoloji özne­
leri bozup, onları doğa ya da özlerinden yabancılaştırmaktan çok, yarattığı
için, neden ile sonucu birbirine karıştırır. İdeoloji aynı zamanda mevcut
toplumsal ilişkileri ve toplumsal öznelere bu ilişkileri kaçınılmazmış gibi
sunan hayal ürünü bir söylem içerisinde öznelerin işgal ettiği konumları
doğallaştırarak (böylelikle mevcut durumun daha farklı olabileceği ihtima­
lini hariç tutarak), mevcut toplumsal karşıtlıkları gizler.
İdeolojiye ilişkin bu ilk çözümleme, hem çok fazla hem de çok az iddia­
da bulunur. İdeolojinin tutarlılık ve gizleme ilişkileri açısından bütünüyle
başarılı olduğunu (bu etkilerin gerçekleştiği belli başlı mekanizmaları ayrın­
tılı bir şekilde değerlendirmeden) açık bir şekilde kabul ederek, çok fazla şey
ileri sürmüş olur. Tam tersini işaret eden kesin göstergelere rağmen ideolo­
jinin etkinliğini olumsuz ve baskıcı unsurlar açısından- kapitalizmin o ol­
maksızın hayatta kalamayacağı, " gerçek olmayan bir bilinçlilik halinden"
ibaret tanımlayarak çok az şey iddia eder. Son olarak, tutarlılık ve gizleme
vurgusu, ideoloji alanının düzensiz gelişmesini ve toplumsallaşma süreci
içerisindeki karşıtlıkların varlığını hiçe sayar. Althusser, " İdeoloji ve
Devletin İdeolojik Aygıtları" eserinde, tutarlılık ve gizleme işlevlerine ilişkin
ilk değerlendirmesinin ötesine geçip, özneleri oluşturan düzenekleri ve
sürecin politik içerimlerini açıklar. Althusser' in çabaları, başta Pierre
Buerdieu ve Göran Therbom olmak üzere diğer düşünürler tarafından
geliştirilmiştir ve bu girişimler, Althusser' e olan olumsuz bağımlılığının
meşhur konumu ve Marksizm karşıtlığı ışığında özellikle incelenmeyi hak
ettiği post-modem ikon Michel Foucault'nun eserleri için bir hareket noktası
görevi görür.

Althusser: Toplumsal Öznelerin Çagnlması


Althusser, " İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları" eserinde, sınırları
belli olmayan tutarlılık düşüncesini terk ederek, çok daha somut bir ideolo­
ji anlayışına, yani mevcut üretim ilişkilerinin yeniden üretimi düşüncesine
yöneldi. " Emek gücünün yeniden üretimi, yalnızca becerilerinin yeniden
üretimini değil, aynca, aynı zamanda kurulu düzenin kurallarına uymasını,
işçilerin egemen ideolojiye tabiiyetinin yeniden üretilmesini ve hakim ide­
olojinin sömürücü ve baskıcı unsurların doğru bir şekilde manipüle

222
edilmesini gerektirir" (Althusser 1971, 132) . Althusser'e göre, ideolojinin
işlevi bu tabiiyet durumunu yeniden üretmek değildir. Fakat bu süreci anla­
mak, geleneksel altyapı/ üstyapı metaforunun ele alınmasından daha faz­
lasını gerektirir. Buna karşın, üstyapıya ilişkin yeterli bir kuram geliştirmeye
başlamamızın tek yolu, üstyapının rolünün, üretim biçiminin yeniden
üretilmesinin güvence altına alınma sı olarak kabul edilmesinden geçer.
Althusser bu sürece ilişkin olarak iki tez öne sürer: "Tez 1 : İdeoloji, birey­
lerin içinde bulundukları varoluş koşulları ile olan hayal ürünü ilişkisini
temsil eder. . . Tez 2: İdeoloji, maddi bir varoluşa sahiptir" (Althusser 1971,
153, 155). Halihazırda aşina olduğumuz ilk tez, özne kategorisi aracılığıyla
ikinci tez ile birlikte geliştirilir: " Her insan, yani toplumsal birey, özne
biçimine girmezse bir pratiğin temsilcisi olamaz. 'Özne' aslında her bireyin,
toplumsal pratikleri gerçekleştiren her bir temsilcinin aldığı biçimi oluştu­
rur: çünkü üretim ve yeniden üretim ilişkileri, işlevini yerine getirebilmek
için her bireye toplumsal özne niteliğini yüklemesi gereken, Lenin' in yasal­
ideolojik toplumsa ilişkiler adını verdiği birleştirici unsuru içerir."
(Althusser 1976, 95) .
Mevcut üretim ilişkilerinin yeniden üretilebilmesi için, toplumun
ihtiyaçlarına cevap vermek üzere donatılan bireylere ihtiyaç vardır ve bu
amaca, Althusser'in "çağırma" adını verdiği bir süreç aracılığıyla toplumsal
öznelerin oluşturulması ile ulaşılır. Althusser'e göre özne kategorisi, "tüm
ideolojinin işlevinin, bireyleri özneler olarak ' oluşturmak' olması ölçüsünde,
sadece ideolojiden oluşur" (Althusser 1971, 171). Dolayısıyla tüm ideolojiler
ve ideolojik söylemler, Althusser'in, somut birey üzerinde gerçekleştirilen
özne kategorisi işlemi aracılığıyla, (toplumsal özneye dönüşecek olan)
somut bireyden önce var olduğunu ısrarla vurguladığı özne kategorisi
temeline gelişir.

Bu, somut özneler ancak somut bir birey tarafından destekleniyor


olmaları ölçüsünde var olsa da, somut bireyler ile somut özneleri
birbirinden ayırmamızı gerektiren bir önermedir... İdeoloji öyle bir
şekilde "hareket eder" ya da "işler" ki, bireyler arasından özneler
"toplar" ya da çağrı ya da selamlama adı verilen aynı işlem
aracılığıyla bireyleri öznelere dönüştürür. Bu, polislerin günü­
müzde insanlara en sık seslenme biçimi olan "Hey sen, oradaki!"
çağrısına benzetilebilir. Kendisine seslenilen· birey, 180 derecelik bir

223
dönüşüme uğrayarak, özne haline gelir. Peki neden? Bu "selamla­
manın" "gerçekten" kendisine yönelik olduğunun ve "selaml anan
kişinin gerçekten (bir başkası değil) kendisi olduğunu kabul ettiği
için. (Althusser 9171, 174).

İ deoloji, somut bireyleri, önceden var olan özne kategorileri aracılığıyla


çağırır. Özneleri her seferinde onları nesnelerle ilişkileri açısından tanımla­
yarak yaratır ve kontrol eder. Dolayısıyla, herhangi bir anlamlı toplumsal
pratiğin bakış açısından, geleneksel felsefenin içerisinde dile getirilen özne
nesne "karşıtlığının aksine," özne ile nesne arasında bir ortaklık vardır. Alex
Callinicos' un da belirttiği gibi, " özne, nesnesinden ve özne ile nesne arasın­
daki ilişkiden bağımsız düşünülemez. Bir anlamda, özne ve nesne birbiri
için yaratılmıştır. Bir özneyi algılamak, onun neyin öznesi olduğunu da
anlamaktır. Bir nesneyi algılamak, onun neyin nesnesi olduğunu da anla­
maktır" (Callinicos 1976, 65) . 2 Birey adını verdiğimiz şey aslında, öznellik
ilişkileri ile özne-nesne ilişkilerinin yapısal kombinasyonudur.
Çağırma süreci, Althusser'in sayısız bireylerin/ öznelerin etrafında
çağrıld ığı mutlak bir Özne açısından tanımla d ığı, genel bir merkezleme
çerçevesi aracılığıyla gerçekleştirilir. Althusser, dini bu sürecin klasik bir
göstergesi olarak ele alarak, onları özneler haline getirmek üzere bireylere
seslendiğine dikkat çeker. Buna karşın, bu sürece Tanrı adı verilen bir
merkezi konum hakim olmaz. " Bu kadar çok sayıda dini öznenin var ola­
bilmesinin mutlak koşulu, Eşsiz, Mutlak bir Başka Öznenin, yani Tanrı'nın
varlığıdır" (Althusser 1971, 1 78) . Bu mutlak Özne ile birey özneler arasında,
iki tarafın karşılıklı olarak birbirini tanımasına dayanan bir ilişki söz
konusudur. Bütün teolojik anlayışlar 'Tanrı'nın suretinde yaratılmış insanlar
olduğumuzu' dile getirir. Tanrı, yarattığı kullar olmadan da yapabilirdi
belki. Fakat Tanrı'nın onlara ihtiyacı vardır. Özne'nin diğer öznelere ihtiyacı
vardır. Nasıl insanlık Tanrı'ya ihtiyaç duyuyorsa, özneler de Özneye ihtiyaç
duyar" (Althusser 1971, 179) . Özne ile özneler arasındaki ilişki belki de bir
ayna, daha doğrusu, bir ikili ayna metaforu aracılığıyla anlaşılabilir. Şöyle
ki, özneleri Özne'ye tabi kılarken, diğer yandan onlara her bir öznenin
(şimdiki zamanda ve gelecekte) kendi imgesini yaratabileceği bir mutlak
Özne, bunun gerçekten onları ve O' nu ilgilendireceğine yönelik bir garanti
verir. Yani, Tanrı'yı ve O'na tabi olduklarını kabul edenler, kurtulacaktır"
(Althusser 1971, 180).

224
Ayna ilişkileri ideolojik ilişkilere de yayılır. Özne, biz doğmadan önce
bile oradadır ve anne karnından ayrıldığımız anda bu çağırma sürecinin bir
parçasıyızdır. Althusser' e göre, birey " daima özne d urumundadır" ve hepi­
miz ideolojik tanımanın pratik ve ritüellerinin ağına düşmüş durum­
dayızdır. Dünyevi kurumlarda somutluk kazanan bu ritüeller, bireylerin
çoğunun mevcut üretim ilişkilerini yeniden üreteceğini garanti altına alır.
Onlar, kelimenin her iki anlamıyla da öznelerdir: (1) özgür iradeye sahip
özgür özneler olarak ve (2) bütün özgürlüklerden soyutlanmış özneler
olarak. "İdeolojinin ikili ayna yapısı, aynı anda (1) 'bireylerin' özneler olarak
çağrılmasını, (2) onların mutlak Özne'ye tabi kılınmasını, (3) Özne ile
öznelerin birbirlerini karşılıklı olarak tanımasını, öznelerin birbirlerini tanı­
malarını ve son olarak öznenin kendisini tanımasını; (4) her şeyin bu şekilde
olduğunun, öznelerin ne olduklarını kabul edip, buna göre davranmaları
şartıyla, her şeyin yoluna gireceği düşüncesinin kabul edilmesini garanti
altına alır (Althusser 1971, 180-81).
Çağırma kavramı ile Althusser'in çağdaşı (Freud okuması en az
Althusser'in Marx okuması kadar tartışma yaratmış olan) Lacan'ın öne
sürdüğü "imgesel" ve "sembolik" kavramları ile çağırma kavramı arasında
son derece açık ve önemli bir paralellik vardır3 . Lacan' a göre bilinçdışı,
çocuk, psikolojik gelişmenin Lacan'ın "imgesel aşaması" adını verdiği aşa­
masından, " sembolik aşamasına" geçtiğinde, bir dil gibi - Oedipus komp­
leksi sırasında ortaya çıkan bir dil (bu andan önce var olmayan), özel,
dolayısıyla eşsiz bir dil- gibi şekillenir. İmgesel aşamayı, özdeşleştirme iliş­
kileri karakterize eder; çocuk, kendisini yetişkinlerin dünyasından ayrı tut­
maz ve sesler ve gerçeklik arasında özdeşleştirme mekanizmalarına
dayanan, karmaşık bir ilişki ağı kurar. Çocuğa bir bireysellik duygusu
kazandırma k ve diğer bireylerin arasında kendine ait bir konuma sahip
olduğunun öğretilmesi isteniyorsa, böyle ilişkiler kurmasına engel olun­
malıdır. Lacan'a göre bu kopma, çocuğa her şeyden önce " Ben" kişi zamiri­
ni veren ve imgesel özdeşleştirme sürecini, Lacan'ın " Babanın Yasası," adını
verdiği fallus, yani dilde somutlaşan toplumsal göstergeler, ilişkiler ve
değerlerin etrafında düzenlenen yapısal semboller alanına taşıyan (sembo­
lik) dilin kazanılması yoluyla gerçekleşir. Dilin kazanılması özneyi (egoyu)
yaratır ve buna imgesel aşamanın özel söyleminin bastırılması eşlik eder.
Sembolik olanın kazanılması, hem tümce bilim, hem de anlam bilimle
ilişkili bir süreçtir. Söz dizin öğesi (Ben zamirinin edinimi) çocuğu diğer-

225
lerinden ayım ve ona başkalarının dünyasını sembolik manipülasyon (cüm­
leler) aracılığıyla kontrol etme gücü verir. Buna karşın, semantik öge çocuğa
toplumsal alanda bir yer verir. Çocuk, Althusser'in " Kültür Yasası" adını
verdiği bu toplumsal alanda, -imgesel olandan ikincil özdeşleştirmeler
ağına geçişi- teşhis etmeli ve sorgulamadan kabul etmelidir. Fakat toplum­
sal söylemin çocuğa dışarıdan dayahlan " Ben"i, çocuğun imgesel aşamada
geliştirdiği ve sembolik olanın kazanılması ile göstergelerinin bastırılmadığı
kişisel dil ile örtüşmez ve bilinçdışı olarak kalmayı sürdürür. Bu nedenle,
bilinçdışı ile ego arasında devamlı bir karşıtlık, gerçek (arzu) sembolik ve
imgesel arasında sona ermeyen bir karşıtlıklar süreci vardır.
Lacan' a göre, varlık ve bilinç her zaman bir karşıtlık içerisindedir. Varlık,
kendine dış merkezli olduğu için, özne, bilinçdışının dili ile toplumun sem­
bolik düzeni arasındaki fark temelinde gelişen ve bütün dillerin göstereni ile
gösterileni arasındaki belirsizlik aracılığıyla pekişen temel ayrılık ile karak­
terize edilen birleştirici bir bütün değildir. Ego, belirsiz bir göstergeler zin­
ciri ile ilişkisi içerisinde oluşur. Bu göstergeler, bir araya gelerek, onların
aşkın noktası olan öteki' ni oluşturur. Bireyin egosu, bu Öteki aracılığıyla
kendisini arzulanan şeyin mümkün olduğu bir var oluş içerisinde oluşturur.
Arzu, özneyi motive eder, fakat her zaman Öteki- sembolik olanın söylemi­
tarafından kontrol edilir. Arzu, Öteki'nin etrafını saran, ya da daha doğrusu
öteki'ni dile getiren (imgesel) ikincil özdeşimler ağına yakalanmış durum­
da olduğu için, hiçbir zaman tam olarak doyurulmamaya mahkumdur.
Öznenin koşullan, ego ve bilinçdışı, Öteki'nde mümkün olan şeylerle sınır­
lıdır. Bu bağlamda, Lacan' ın vardığı sonuç şudur: Hepsi, Öteki' nin söylem­
leridir.
Toplumsal dünya ile ruhsal dünya arasındaki önemli bir ayrım olmasına
rağmen, aynı ilişkiler, Althusserci ideoloji anlayışı için de geçerlidir. Birey ve
içinde bulunduğu varoluş koşulları (Lacancı anlayışa göre gerçek) arasında­
ki gerçek toplumsal ilişkiler, 'çağrılan' "ayna ilişkileri" ya da özne-nesne
ilişkileri (Lacancı anlayışa göre imgesel) aracılığıyla deneyimlenir. Alt­
husser' e göre toplumsal özneleri bir merkez açısından tanımlayan yapısal
yerler ve roller sistemini temsil eden Mutlak Özne, Lacan'ın sembolik, Öteki
ya da Baba'nın Yasası kavramına karşılık gelir. İ deolojik celbetme, Lacan' cı
ruh örneğinde olduğu gibi, özne-nesne celbetme süreçlerinin çokluğu,
gerçekte yaşanan ilişkiler ile her zaman örtüşmediği ve bu ilişkiler birbirleri
ile bile uyumlu olmadığı için, birtakım çelişkiler taşır. Althusser, ideolojiyi

226
hem tanıma hem de yanlış tanıma (connaissance ve meconnaissance) olarak
tanımlar. Tanıdığımız (ve biz_e sunulduğu gibi kabul ettiğimiz) şey, özneler
olarak celbedilmemiz ve toplum içerisindeki yerimizdir. Yani, 'sen ve benin
iki ayn özne olduğunu' ve bunun hiçbir soruna yol açmadığını kabul ede­
riz" (Althusser 1971, 172) . Farkına varamadığımız şey (daha doğrusu, ide­
olojik pratiğin görme biçimini oluşturan gerekli bir çarpıtma yoluyla
gördüğümüz) ise, üretim ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinden kaynaklanan
ilişkilerin yeniden üretimidir" (Althusser 1971, 183).
İ deoloji bilimden farklı bir söylem biçimi ya da düzeni olduğundan,
Althusser'in tanıma ve yanlış tanıma kavramları, bilimsel pratiğin ideolo­
ji/ yanlış bilgisi ile karşılaşbrılamaz. İ deolojik tanıma, gerçek olandan ayn
tutulamaz, fakat gerçek olan ile ilişkisi bir imgesel özdeşim biçimini alır ve
bu nedenle aynı zamanda bir yanlış tanımadır; ideoloji, gerçeği sadece onu
kendi pratik amaçlarına uygun bir düzende "temsil etmek" için tanır.
Althusser'in açıkladığı gibi, 'insanların' ideoloji içerisinde kendilerini temsil
ettikleri şey onların gerçek var oluş koşulları değil, onlara orada sunulan,
var oluş koşulları ile olan ilişkileridir . . . Dolayısıyla, ideoloji içerisinde tem­
sil edilen, bireylerin var oluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, bu
bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle olan imgesel ilişkileridir"
(Althusser 1971, 164-65) . İ deolojinin alanında özne, kapitalist ekonominin
alanı içerisindeki meta ilişkilerine karşılık gelen ilişkiler içerisinde var olur:
Nasıl ki Özne (Tanrı, fakat aynı zamanda Manbk) tüm insanları eşit toplum­
sal ilişkiler içerisinde oluşturup, özne formunu doğallaştırıyor ya da
fetişleştiriyorsa, Meta da (Para, değişim değerinin cisimleşmiş hali), tüm
üretimi eşit toplumsal ilişkiler içerisinde oluşturur ve meta biçimini doğal­
laştırır ya da fetişleştirir.

İdeolojik Aygıtlar ve Devlet İktidarı


" İ deolojik aygıt" kavramı, " İ deoloji ve Devletin İ deolojik Aygıtları"
makalesinin en önemli ikinci buluşudur ve Althusser, celbetme sürecini bu
kavram aracılığıyla somut toplumsal pratik ve kurumlar içerisinde temel­
lendirir. Althusser' e göre ideoloji bir bilinçlilik alanıdır, fakat aynı zamanda
somut pratikler ve ritüeller bağlamında mevcudiyet kazanan özdek bir
pratiktir: " Pratiklere eklenen eylemlerden söz edeceğim. Ve bu pratiklerin,
ideolojik bir aygıbn özdeksel varlığı içerisinde, bu pratiklerin yazılı olduğu
ritüeller tarafından, yönetildiğine dikkat çekeceğim" (Althusser 1971, 168) .

227
Bu gibi aygıtlar, geleneksel üstyapı metaforu açısından yeterli bir biçimde
açıklanamaz . Çünkü üst yapı kavramı, onların mevut üretim ilişkilerinin
yeniden üretimi üzerindeki oluşturucu etkisini gizler. Aynca geleneksel
Marksist anlayışın, devletin egemen sınıfın baskı aracı olduğu yönündeki
vurgusunun, egemen sınıfın iktidarının sürdürülmesini sağlayan baskıcı
olmayan pek çok yöntemin üstünü örtmesine izin verilemez. Althusser,
Gramsci'nin izinden giderek, (ikisi arasındaki ilişki için, bkz. Buci­
Glucksmann 1980), egemen sınıfın politik iktidarının yalnızca devletin baskı
aygıtlarının tekelinden (ordu, polis vs.) değil, aynı zamanda onların, top­
lum üzerindeki tahakkümünden oluştuğunu görmemiz gerektiğini düşü­
nür. Bu tahakküm, onların ideolojisinin genellikle "özel" olduğu düşünülen,
Gramsci'nin "sivil toplum" adını verdiği çok sayıda aygıt aracılığıyla
kurumsallaştırılması ile şekillenir. Althusser' e göre, devlet iktidarı, politik
sınıf mücadelesinin hedefi ve devlet aygıh birbirinden ayrılmamalıdır.
İktidar, aygıtı etkilemeden değişebilir ve bir komünist devrim, sadece gücün
el değiştirmesini değil, aynı zamanda bu aygıtın ortadan kaldırılmasını
sağlamalıdır. Fakat bu amaca ulaşabilmek için "sadece Devlet iktidarı ile
Devlet aygıtı arasındaki farkı değil, aynı zamanda açıkça (baskıcı) devlet
aygıtının cephesinde yer alan, fakat onunla kanşhrılmaması gereken bir
başka gerçekliği de dikkate almak gerekir. Bu gerçekliği, şu kavramla
adlandıracağım: Devletin ideolojik aygıtları" (Althusser 1971, 142).
Devletin ideolojik aygıtları, hükümeti, yönetimi, orduyu, polisi,
mahkemeleri, hapishaneleri vs. kapsayan biçimsel devlet aygıtlarından
farklıdır; bu kurumlar, Althusser'in baskıcı devlet aygıtları olarak
adlandırdığı kurumları oluşturur. Devletin ideolojik aygıtları ise, çoğunluk­
la kamusal alanın dışında yer alır ve kiliseler, okullar, aile, politik partiler,
sendikalar, kitle iletişim araçlarını ve kültürü kapsar. Althusser, devletin bu
iki aygıh arasındaki farkları şöyle özetler:
1. Devletin bütün Aygıtları, görevlerini baskı ve ideoloji aracılığıyla yeri­
ne getirir. Tek farkla: (Baskıcı) Devlet Aygıtları görevlerini öncelikli olarak ve
çoğunlukla baskı aracılığıyla yerine getirirken, Devletin İ deolojik aygıtları
öncelikli olarak ve çoğunlukla ideoloji aracılığıyla işler.
2 . Devletin Baskı Aygıtları, farklı parçalarının, Devlet iktidarına sahip
egemen sınıfların politik temsilcileri tarafından uygulanan sınıf mücadelesi
politikalarının birliği altında toplandığı örgütlü bir bütün oluştururken;
Devletin İ deolojik Aygıtları çok sayıdadır, birbirinden ayndır, " görece
228
olarak özerktir" ve sınırlı ya da aşın formlarda, kapitalist sınıf mücadelesi
ile proletaryan sınıf mücadelesi arasındaki çabşmaların ve bu çabşmaların
alt formlarının etkilerini dışa vuran çelişkiler için nesnel bir alan sağlaya­
bilir.

3. Devletin Baskı Aygıtlarının birliği, iktidardaki sınıfların temsilcilerinin


liderliği albndaki birleşik ve merkezi bir örgüt tarafından güvence albna
alınırken, Devletin İdeolojik aygıtlarının birliğini, genellikle çelişkili biçim­
lerde, hakim ideoloji, egemen sınıfın ideolojisi güvence albna alır. (Althusser
1971, 149).
Devletin Baskı aygıtlarının rolü, üretimin yeniden üretiminin politik
koşullarını (fiziksel ya da diğer türden) baskı yoluyla güvence albna almaya
dayanır. Bu koşullar her şeyden önce devletin ideolojik aygıtlarının eylem
alanını oluşturur: Devletin Baskı Aygıtlarının sağladığı " kalkanın" arkasın­
da üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvence alhna alan, aslında
Devletin İ deolojik Aygıtlarıdır. Hakim ideolojinin rolünün, Devlet gücünü
elinde tutan egemen sınıfın rolü, işte burada yoğunlaşır" (Althusser 1971,
150) . Devletin ideolojik aygıtları, çeşitliliklerine ve çelişkilerine rağmen,
hakim ideolojinin, ya da yapısal nedenselli ğin diliyle "baskın ideolojinin"
alhnda "birleşmiş" durumdadır. Bu ideoloji, birbirine karşı ideolojilere bile
nüfuz ederek, her öznenin ortak bir merkeze celbedilmesini sa ğlar.
Althusser'in " öznesiz bir süreç" olarak tarih anlayışı ve ideoloji kuramı,
devletin ideolojik aygıtları kavramı ve mevcut üretim ilişkilerinin baskın
ideolojinin tahakkümü aracılığıyla yeniden üretilmesinin açıklanması ile
ortak bir paydada buluşur. Callinicos'un isabetli bir şekilde belirttiği gibi,
" İ deolojide kadın ve erkekler, yarabcısının kendileri olmadığı bir sürece
kahlmak üzere oluşturulurlar ve ideoloji bu işlevi, onlara tarihin kendileri
için yapıldı ğı yanılgısını vererek yerine getirir" (Callinicos 1976, 70) .
Althusser' in celbetme ve ideolojik aygıtlar kavramları, toplumsal kuram
için son derece ufuk açıcıdır ve ileride göreceğimiz gibi, Yapısal Marksistler
bu kavramları estetik ve politik kuram gibi alanlara uygulamışbr. Fakat bu
kavramlar, 1 969 yılında " İ deoloj i ve Devletin İ deolojik Aygıtları"
makalesinde kaleme alındıklarında, ideolojinin farklı bir biçimini oluşturan
bir ideolojiyi, baskın ideolojiyi tanımlıyorlardı (Althusser'in öncelikle mev­
cut üretim ilişkilerinin yeniden üretimine odaklandığı düşünülürse, bu
yeterince anlaşılır bir durumdur) . Bu indirgemenin talihsiz sonucu, cel­
betme sürecinin karmaşıklığının ve onun çelişkili doğasının hafife alın-

229
masıdır. Buna ek olarak, Althusser'in Marx İçin ve Kapital'i Okumak eser­
lerinde vurguladığı ideoloji ve politika arasındaki ilişkiyi göz ardı ettiği ve
daha sonra yazdığı makalesinde ideoloji ve politikanın birbirinden ayrılmaz
unsurlar haline geldiği düşünülebilir. Tüm ideolojilerin devletin uzan­
hlanymış ve devlete neredeyse yekpare bir yenilmezlik halesine sahipmiş
gibi gözükebilir. İ leride göreceğimiz gibi, bu bakış açısı, sadece ideoloji ve
politikaya ilişkin kavramları çarpıtmakla kalmaz, aynı zamanda bu iki
unsur arasındaki ilişkinin yanlış anlaşılmasına sebep olur4 .

Althusser bu nedenden ötürü makalesine bir ek yazı iliştirip, ideolojilerin


son tahlilde sınıf mücadelesi tarafından belirlendiğini" kabul eder ve
11

hakim ideolojinin bir tür genel ideoloji" olduğunu ve hatta egemen sınıfın
/1 /1

ideolojisinin çelişkilerden bağımsız bir şekilde gerçekleşmesi" olduğu fikri­


ni açık bir şekilde reddeder. Buna karşın, celbetme ve devletin ideolojik
aygıtları kavramlarının verili çerçevesi içerisinde, ideolojik alan içerisindeki
çelişki ve karşıtlık olasılıklarını algılamak, güçlüğünü korur. Sanki bu
(teorik açıdan) boş iki sözcük, iliştirildikleri kuramın (politik açıdan)
zayıflahcı etkilerini ortadan kaldırmaya yetiyormuş gibi, sınıf mücadelesi"
/1

sloganının yardımına başvurulur. İ şin aslı, yeni kavramların öne çıkardığı


sorunların belli bir kısmı, ancak sınıf mücadelesi" ifadesinin retorik
/1

yüzeyinden, onun kuramsal içeriğine nüfus etmek yoluyla çözüme kavuş­


turabilir. Bu görevi, sırası geldiğinde ayrınhları ile ele alacağız. Buna karşın,
diğer bazı sorular, doğrudan ele alınabilir ve bunlardan ilki, birey-öznenin,
baskın ideoloji tarafından yaratılmış bir robottan fazlası olup olmadığı
konusudur: Başka bir deyişle, 'celbetme'yi, tek anlamlı bir süreç olarak değil
de, egemen ideolojinin baskınlığına rağmen çelişkili bir süreç olarak
kavramsallaştırmamızın yolu nedir?

Bourdieu: İdeoloji., Habitus (İçselleştirilmiş Egiliınler) ve Sembolik Sermaye


Fransız kültür antropologu Pierre Bourdieu, toplumsal öznelliğe yönelik,
celbetme sürecinin yapısal belirlenimini, toplumsal pratiğin dinamik, açık
uçlu bağlamına sokan faydalı bir yaklaşım geliştirdi. Bourdieu, Bir Pra tiğin
Teorisi Taslağı eserinde (Fransızca baskısı, 1972; İ ngilizce tercümesi, 1977),
birincil deneyimlere odaklanan görüngüsel yöntemlerle, birincil deneyimi
oluşturan nesnel ilişkiler üzerine odaklanan nesnel yöntemler arasındaki
karşıtlığı, nesnel yapılar ile bu yapıların gerçekleştiği ve onları yeniden
üretme eğilimi gösteren yapısal eğilimler" arasındaki ilişkilere odaklanan
/1

230
"pratik bilginin teorisi" diyalektiği aracılığıyla ortadan kaldırır. Bourdieu'ya
göre, özneler olarak celbedilen bireyler, bir toplumsallık şuuruna ya da bir
üst şema ya da düşünce şeması üzerinde temellenen işlenmiş .bir eğilime"
sahip olsalar da, bir dizi değişmez kural ya da prosedürle damgalan­
mamışlardır. Bu üst şema, her bir öznenin zorluk ve tepki mantığı ile tutar­
lı pratikleri meydana getirmesine olanak sağlar. Bu durum ancak, ritüelin
kalıplaşmış açılımının hiçbir şekilde talep etmeyeceği sayısız icat aracılığıy­
la gerçekleşen pratikler için söz konusu olabilir" (Bourdieu 1977, 15) .
Bourdieu'nun habitus adını verdiği, ideolojik göstergelerin yapısal toplum­
sal-sembolik alanı, öznelerin, bölüntüsüz kurallar, ritüeller ya da ilkeler
olarak oluşturulmaksızın durmadan değişen durumlara uyum sağlayan
sonsuz pratikler geliştirmelerine imkan tanır.
Bourdieu'ya göre, belli bir toplumsal oluşumu meydana getiren yapılar,
toplumsal unsurların çıkarlarının ve bu çıkarlarla birlikte onların işlevleri ile
öznel motivasyonlarının tanımlandığı bir habitus üretir. Habitus, devamlı,
aynı zamanda dönüştürülebilir bir eğilimler sistemi, oluşturucu yapılar
görevi görme, yani kurallara itaatin ürünü olmaksızın nesnel olarak 'düzen­
lenen' ve düzenli' pratik ve temsillerin oluşturulması ve yapılandırılması
işlevini yerine getirme eğilimi gösteren yapısal yapılar sistemidir."
(Bourdieu 1977, 72) . Habitus, tüm pratiklerin var olma koşulu, stratejiler
olarak nesnel bir şekilde tasarlanmış bir dizi hamlenin kaynağıdır ve ne
mekanik bir tepkiye ne de yaratıcı özgür iradeye indirgenebilir.

Habitus . . . kendi meydana getirme ilkelerinin üretilmesinin nesnel


koşulunda içkin olan düzenleri yeniden üretme eğilimi gösteren
pratikleri üretirken, habitusu oluşturan bilişsel ve motive edici
yapılar tarafından tanımlanan durum içerisinde nesnel olasılıklar
olarak değerlendirilen taleplere uyum sağlar. Bu pratiklerin, onları
doğrudan tetiklemiş gibi gözükebilecek uyarıcının anlık toplamı
olarak tanımlanan nesnel koşullardan ya da onların üretiminin
sürekli ilkesini üreten koşullardan çıkarsanamayacağı fikrine
dayanır. Bu pratikler ancak, onları habitusun işlediği koşullara
götüren toplumsal koşulları tanımlayan nesnel yapıyı, kökten
dönüşümden yoksun olduğu için bu yapının belirli bir halini tem­
sil eden konjonktürle ilişkilendirerek açıklanabilir. Pratikte bu iki
ilişki sistemini pratiğin üretimi aracılığıyla ilişkilendiren, doğaya

23 1
dönüştürülen ve böylelikle inkar edilen habitustur. "Bilinçdışı," ta­
rihin,ürettiği nesnel yapılan habitusun alışkanlıkları ile birleştir­
erek ürettiği, tarihin unutulmasından başka bir şey değildir.
(Bourdieu 1977, 78).

Bourdieu'nunki, toplumsal eyleme ilişkin materyalist bir teoridir.


Habitus'un, pratiğin ideolojik bilinçdışı olarak doğası, pratiklerin anlamı
üzerinde varılan bir anlaşma tarafından güvence allına alınım bir nesnelliğe
sahip bir "sağduyu" dünyası ve aslına bakılırsa ne yaptıklarını bilmeyen,
fakat eylemlerinin olası etki ve sonuçlarının farkında olan özneler arasında
var olan bir dünya yaratır. Özneler, toplumsal konumlarının ve bu konu­
mun yörüngesinin, dolayısıyla nesnel konumlar arasındaki, yani konjonk­
türel olarak (toplumsal alanla aynı şey olmayan fiziksel alanda) bir araya
getirilmiş toplumsal kişiler arasındaki toplumsal uzaklığın ve benzer şekil­
de.. . kişinin 'uzaklığını' konnnas ı ya da bu uzaklığı stratejik bir şekilde
manipüle etmesi için gereken tutumun farkındadır (Bourdieu 1977, 82).
Habitus, sınırları üretiminin tarihsel olarak belli koşulları tarafından belir­
lenen pratikler meydana getirme konusunda sonsuz bir kapasiteye sahiptir.
Dolayısıyla, " güvence altına aldığı koşullanmış ve koşullu özgürlük,
öngörülemez bir yeniliğin yaratmak kadar, ilk koşullanmaları mekanik
·

olarak yeniden üretmekten de uzaktır" (Bourdieu 1977, 95) .


Habitus, toplumsal konumlara sahip bir sembolik özdeşim sistemi
olarak, karşıtlığın yanı sıra tutarlılık da sunar. Sembolik nesneler, farklı
bakış açılarının oluşturduğu birbirini izleyen ilişkilere çelişkisiz bir şekilde
girebildikleri için, Bourdieu'nun " belirlenimsizlik yoluyla üst belirlenim"
olarak tanımladığı şeye maruz kalırlar. . . "pratikte hepsi aynı olan farklı
şemalardan oluşan benzer nesne ya da pratiklere uygulanmak, sembolik sis­
tem içerisindeki, tek bir seferde çok sayıda farklı şekilde belirlenen temel
ilişkileri karakterize eden çok anlamlılığın kaynağıdır" (Bourdieu 1977, 110) .
Bu nedenle Bourdieu, pratiğin bakış açısından, sadece yaklaşık ya da kısmi
mantıklar söz konusu olabileceğinde ısrar eder. Tüm pratikler, birbirlerinin
yerine geçebilir, yani pratiğin " mantıklı" taleplerinin bakış açısından eşit
sonuçlar üretebilen az sayıdaki üretici şemanın ürünü olduğu için, durum
budur. Onların "sözde-evrenselliği," üretici şemalara bir mantığa değil
doxa' ya (kanaate) dayanan bir gerel<lilik dayatan pratik çıkarlara bağlıdır.
Bourdieu'ya göre her kurulu düzen, farklı ölçülerde ve farklı araçlarla,

232
kendi buyrultusallığını doğallaştırır. Bu etkiyi yaratma eğilimi gösteren tüm
mekanizmalar arasında en önemlisi ve en iyi gizleneni, genellikle "gerçeklik
duygusu" olarak adlandırılan " sınırlar duygusunu" ortaya çıkaran, 'nesnel
fırsatlar ve kişinin istekleri' diyalektiğidir. Daima bir öznenin algısı duru­
munda olan gerçeklik duygusu, nesnel sınıflar ile içselleştirilmiş sınıflar,
toplumsal yapı ile zihinsel yapılar arasındaki uyuşmadır ve kurulu düzene
kökten bağlılığın temelini oluşturur.

Aşın durumda, yani nesnel düzen ile örgütü öznel ilkeleri arasında
sözde kusursuz bir uyum olduğunda . . . doğal ve toplumsal dünya
tartışmasız bir şekilde ortadaymış gibi gözükür. Farklı ve birbirine
karşı inançlara yönelik duyarlılık ve saygıyı anıştıran geleneksel ve
geleneklere karşı inançtan ayırmak için, bu deneyime doxa adını
vereceğiz. Düşünce ve algı şemaları, nesnelliği, bilişselliğin sınır­
larının yanlış anlaşılmasını sağlayarak üretir ve böylece doxa
kipinde, " doğal dünya" olarak deneyimlenen ve doğru olduğu
kanıksanan gelenek dünyasına doğrudan bir bağlılık yaratır
(Bourdieu 1977, 164) .

Gerçekliğin, özellikle toplumsal gerçekliğin kurgulanması, politik iktidar


için merkezi ölçüyü oluşturur. Bourdieu, tek bir ekonomik rasyonalitenin,
ekonomik çıkar konusunda farklı " düşüncelere" sahip toplumlara tarih dışı
ve soyut bir şekilde uygulanmasına karşı çıksa da, bütün sembolik sistem­
lerin ekonomik bir doğaya sahip olduğunda ısrar eder. Ona göre, bize
ekonomik olarak irrasyonel gözüken toplumlar bile, ilgili hesaplamaların
mantığını terk ederek ve maddi-olmayan bir doğaya sahip, niceliği kolaylık­
la ölçülemeyen unsurlara oynayarak ilgisizliğe dair her türlü izlenimi
verseler bile, ekonomik hesaplamalara uymayı asla kesmezler. Başka bir
deyişle, ekonomik pratik teorisi, pratik ekonomisine yönelik genel b ir
teorinin özgül bir durumu olmaktan ibarettir. "Ekonomizmin etnosentrik
saflıklarından, toplumun daha önceki biçimlerinin cömert saflığının
popülist heyecanlarına düşmeden, ekonomizmin etnosentrik saflıklarından
kaçmanın tek yolu, ekonomizmin kısmen gerçekleştirdiği şeyi eksiksiz bir
şekilde gerçekleştirmek ve ekonomik hesaplamaları, kendilerini az bulunur
ve aranır nitelikte sunan, maddi ya da sembolik tüm mallara ayrım
gözetmeden yaymaktır. 'kibar sözler ve gülümsemeler, el sıkışmalar ve

233
omuz silkmeler, iltifatlar ya da ilgi, meydan okumalar ya da hakaretler,
itibar ya da onurlandırma girişimleri, güçler ya da mutluluklar, dedikodu ya
da bilimsel bilgi, ayrım ya da farklılıklar vs." (Bourieu 1977, 177) . Maddi
"ekonomik" sermayenin dönüştürülmüş ve dolayısıyla gizlenmiş formu
olan sembolik sermaye, varlık nedeni olan etkisini sadece, aynı zamanda
son tahlilde onun etkilerinin kaynağı olan, sermayenin " maddi" formların­
da ortaya çıktığı gerçeğini gizlemesi ölçüsünde üretebilir. Amacı, bir grubun
onurunu korumak ya da artırmak olan -aralarında en çok kan davası ve
evliliğin öne çıktığı- stratejilerin (Bourdieu'nun örneği, Cezayir'deki alan
çalışmasına dayanır), miras ya da doğurganlık stratejilerinden daha az
önemli olmadığı gerçeğini ancak indirgenmiş ve indirgemeci bir materyal­
izm ıskalar. "Bir toplum üyesinin sahip olduğu sembolik sermayeyi savun­
masına neden olan çıkar, ona yaşamının ilk yıllarında aşılanan ve daha son­
raki deneyimler aracılığıyla pekişen, sembolik sermayenin belli bir biçi­
minin takip edilmeye ve korumaya değer olduğu düşüncesini dayatan
ekonomik düzenin kurallarında yazılan belitsel dizgelere duyulan üstü
örtülü bağlılıktan ayrı tutulamaz" (Bourdieu 1977, 182) . Böyle bir nes­
nelleştirme, hakimiyeti doğrudan, kişisel bir şekilde uygulanmasına gerek
olmadığının açık bir göstergesidir. Çünkü hakimiyet, üretim al anının ve
kültürel üretim alanının düzeneklerinin, toplum temsilcilerinin her türlü
kasıtlı müdahalesinden bağımsız bir şekilde uygulanmasını içerir.
Buna karşın, nasılki ekonomik zenginlik ekonomik aygıt ile ilişki içine
sokulana kadar sermaye işlevi göremiyorsa; farklı formlardaki kültürel
yetkinlik de, ekonomik üretim sistemi ile üreticileri üreten sistem arasında­
ki nesnel ilişkilere sokulana kadar sembolik sermayeye dönüşemez.
Habitus, hakim sınıfa Max Weber'in " kendi ayrıcalığının teodisesi" olarak
adlandırdığı şeyi sunar. Bourdieu'ya göre bu teodise kendisini, sembolik
koruma ve sembolik şiddet ilişkilerinde gösterir. Sembolik koruma ve şid­
detin nesnel düzeneklerinin gelişmesi, hakimiyetinin dolaylı araçlarla art­
masına olanak sağlar. Kölelik rejimi, kişilerin doğrudan müdahaleleri yoluy­
la kurulurken, müşteri ilişkilerini "nazik," gizli bir şiddet karakterize eder.
Müşteri ilişkileri, "efendinin" sahip olduğu statü ile örtüşen erdemlere
sahip olduğunu gösteren, cömertlik ve dürüstlüğün kişisel bağları
aracılığıyla alt sınıflara karşı " galip gelmeyi" gerektirir. "Sistem öyle bir şe­
kilde tasarlanmıştır ki, baskın kişiler erdeme kazanılmış bir hak olarak
sahiptir; politik güçlerini ancak kişisel bir bedel ödeyerek artırabilirler . . . .

234
Güçlerinin 'erdemlerine' sahip olmalıdırlar, çünkü güçlerinin tek temeli
'erdemleridir' " (Bourdieu 1977, 194) . Bourdieu'ya göre yetenek, cömertlik,
gösteriş amaçlı tüketim -ki bunun en aşırı hali festivallerdir-, "toplumsal
simyanın" işleyiş manevralarıdır. Bu uygulamalar, aleni fiziksel ya da
ekonomik şiddetin doğrudan bir şekilde uygulanmasının olumsuzlanması
ve ekonomik sermayenin sembolik sermayeye dönüştürülmesinin getirdiği
nazik, gizli sömürünün baş göstermesinin bir sonucu olarak gözlenebilir.

Çağdaş endüstriyel toplumlarda sembolik sermaye, artık biyolojik bi­


reyler arasındaki ilişkilerle değil, daha çok toplumsal alan içerisindeki nes­
nel konumlar arasındaki ilişkilerle bağdaştırılmaktadır. Akademik dereceler
ve diplomalar ve daha genel bir şekilde tüm ehliyet biçimleri aracılığıyla
gerçekleştirilen nesnelleştirme, yasaların biyolojik bireylerden farklı olan
daimi konumları tanımlayarak garanti altına aldığı nesnelleştirmeden ayrı
tutulamaz. Bu şartların oluşturulmasıyla birlikte, güç ve hakimiyet ilişkileri
artık doğrudan bireyler arasında var olamaz; bu ilişkiler artık saf nesnelliğin
bir işlevidir. Böyle toplumlarda .. ekonomik ya da sembolik sermayeye sahip
olan kimseler, onları kendilerinden aşağıdaki kişilerle ve hatta ardıllarıyla
birleştiren hakimiyet ilişkilerini sürdürebilmek için, cömertliği, nezaket ve
inceliği toplum içerisinde kendilerinden daha alt sınıfta bulunan insanlar
üzerinde hesapsızca harcamak yerine, paralarını yatıracakları en iyi kaynağı
ya da çocuklarını okutacakları en iyi okulları seçmeye çalışırlar. "Sembolik
şiddetin, aleni şiddetin uygulanmasının imkansız olduğu durumlarda
ortaya çıkan bir şiddet biçimi olduğu doğruysa, kapitalizm öncesi toplum­
larda bu kadar sıkça rastlanan sembolik hakimiyet ilişkilerinin, nesnel
düzeneklerin oluşturulmasıyla birlikte ortadan kalkmaması anlaşılabilir bir
durumdur. Bu nesnel düzenekler, anlatımsal örtmece çalışmalarını gereksiz
hale getirerek, gelişmelerinin talep ettiği ' gözden üşmüş' eğilimleri üretme
eğilimine girmiştir" (Bourdieu 1977, 196) .

Therbom: İdeolojik Çağırmanın Çelişkileri


Bourdieu, habitus' un ideolojik pratik ile sembolik sermayenin üretici
matrisi olduğunu ve sembolik sermayenin ideolojik ilişkiler alanı içerisinde­
ki ekonomik ilişkilerin üstbelirlenmiş etkinliği olduğunu vurgular. Bunun
tam aksine, İ sveçli toplumbilimci Göran Therbom, Gücün İdeolojisi ve
İdeolojinin Gücü (1980) adlı eserinde, ideolojik çağırmanın çelişkili doğası
üzerinde durur. Althusser'in ideoloji kuramını çıkış noktası olarak almasına

235
rağmen iki şeyi ısrarla vurgular. Birincisi, ideolojik aygıtlar yapısal olarak
bütünleşmiş olmanın yanı sıra, düzensiz gelişmiştir. İkincisi, ideolojilerin
bireyleri mevcut toplumsal düzene tabi kılmakla kalmayp, aynı zamanda
onları bilinçli toplumsal eylem için vasıflandırması nedeniyle, çağırma süre­
ci içerisindeki çelişkiler kesin bir genel hal alır. Tabi kılma ve vasıflandırma
arasında yeterli ölçüde bir uyuşma olmaması dolayısıyla, çağırmanın ikili ·
işleyişi içerisinde bir iç gerilim ortaya çıkar. Therbom' a göre, toplumsal
oluşumların dinamik doğası, kusursuz bir çağrı sürecini olanaksız hale
getirir:

Sömürüye dayalı bir toplum olsun, devrimci bir topluluk olsun, her
türlü toplumsal örgütün yeniden üretimi, tabi kılma ve vasıflandır­
ma arasında bir uyuşmayı gerektirir. Yeteneklerinin belirli bir şe­
kilde yapıladırılması sürecine maruz kalan kişiler, kendilerine
biçilen rolleri yerine getirme vasfına sahiptir ve bu rolleri yerine
getirebilirler. Fakat sürecin doğasında, bu iki unsur arasında bir
çelişki dogması gibi bir olasılık daima mevcuttur. Yeni vasıflar
gerekli hale gelebilir ve sunulabilir, geleneksel tabi kılma biçimleri
ile çahşan yeni beceriler ortaya çıkabilir. Ya da tam tersine, hala
ihtiyaç duyulan vasıfların sağl anması ile çahşan yeni tabi kılma
biçimleri gelişebilir. Tabi kılma ile vasıflandırma arasındaki
çelişkinin etkileri birbirine karşıthr ve birbirini etkisiz kılmaya
çalışır ya da yetersiz performans gösterir ve geri çekilirler.
(Therbom 1980, 1 7) .

Therbom' a göre, ideoloji bireylere neyin varolduğunu, neyin iyi ve neyin


mümkün olduğunu söyleyerek onları vasıflandırır ve kendine tabi kılar.
Fakat bu üç mesaj arasında her zaman bir "uyum eksikliği" vardır. Dahası,
ideoloji içerisindeki bu çelişkiler, ekonomik ve politik ilişkiler içerisindeki ve
arasındaki çok sayıda çelişki ile bir arada bulunur ve onlardan bağımsız·
değildir. Son tahlilde ekonominin belirlediği "üst belirlenim ilişkileri"
yüzünden, birbirleri ile ilişki içerisindedirler. " Marksizm geleneksel olarak
tek bir temel çelişkinin üzerinde durmuştur: üretim güçleri ile üretim ilişki­
leri arasındaki çelişki. . . Fakat politik ve ideolojik çelişkilerin gelişmesi de
mümkündür. Bu çelişkiler, öncelikli olarak toplumsal hakimiyet ilişkileri ile
devlet içindeki toplumsal görevlerin yerine getirilmesini sağlayan güçler

236
arasında, ideolojik olarak ise tabi kılma ile vasıflandırma arasında yer alır"
(Therborn 1980 45-46) .
Therbom, ekonomik çelişkinin baskın olmasının, bu çelişkinin politik ya
da ideolojik araçlarla daimi olarak çözüme kavuşturulması olasılığını
ortadan kaldırdığını öne sürer. "Marksizm, hakimiyet-yürütmenin politik
çelişkileri ile tabi kılma-vasıflandırmanın ideolojik çelişkilerinin, üretim
güçleri ile üretim ilişkilerine indirgenmeseler bile, bu ilişkiler tarafından
yönetildiğini öne sürer. . . Fakat üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında bir
çelişki baş gösterirse, yeni ekonomik özneleri çelişkili ekonomik düzen için
tabi kılma-vasıflandırma görevini hiçbir ideolojik oluşum başarılı bir şekilde
yerine getiremez" (Therbom 1980, 47) . Therbom ayrıca, Althusser'in
devletin ideolojik aygıtı ifadesi ile anıştırdığı, ideolojik ve politik oluşum­
ların bir arada bulunması düşüncesini reddeder. 5 Therbom, ideolojik aygıt­
lar anlayışına sahip çıkmakla birlikte, bu aygıtlar arasında bir ayrıma gider
ve onlara "karşı-aygıtlar" adını verir.

İ deolojik çağırma süreçleri her yerde gerçekleşse de, bu süreçler,


ideolojik aygıtlar olarak adlandırabileceğimiz baskın-yapıların
içerisindeki düğüm noktalarında bir araya gelme eğilimi gösterir.
Bu gibi tüm aygıtlar, sınıf mücadelesinin içinden geçer. Fakat
basitleştirilmiş bir modelde bile, sınıf üyelerinin oluşumu ile ilişkisi
olan iki tür aygıtı birbirinden ayırmalıyız. Bunlardan ilki, hakim
sınıfın iktidar örgütlenmesi ve söylemidir; diğeri ise, farklı derece­
lerde olsa da, yönetilen sınıfların direnişini ve söylemini dile
getiren, karşı-aygıtlar adını verebileceğimiz şeyden oluşur.
(Therborn 1980, 85-86) .

Karşı-aygıt ifadesi, çelişki ve sınıf mücadelesine ideolojik olanın gerçek­


liği içerisinde işlemeleri için bir yer sunması nedeniyle faydalıdır. Bu yer,
Althusser'in makalesinde bulunmaz. Therbom aynca, bireyin geçtiği,
"sınıf" içerikleri Althusser'in ima ettiği kadar şeffaf olmayan karmaşık
oluşumlar olan -aile, komşuluk ilişkileri, okullar, meslekler, partiler,
sendikalar gibi- karmaşık aygıtlar ve karşı aygıtlardan oluşan "biyolojik
yolu" ayrıntıları ile açıklayarak, çağırma kavramını önemli ölçüde geliştirir.
(Therbom 1980, 84-89). Therbom kuşkusuz, tüm ideolojiyi ekonomik sınıf
konumu ile ilişkilendirmenin güçlüğüne karşı özellikle duyarlıdır. İ deolojik

237
çağırmanın dünyasını, biri var�luşsal, diğeri tarihsel iki ayn eksene böler.
Her bir eksen, biri "kapsayıcı" kutup (anlamlı bir bütünün parçası olmak),
diğeri "konumsal" kutup (diğer üyeler ile ilişkili olarak dünyada bir yere
sahip olmak) üzere iki kutupsal konuma sahiptir. Therborn, bu bu tipoloji­
den, ideolojik çağırmanın dört ana türü olduğu sonucunu çıkarır: kapsayıcı­
varoluşsal ideolojiler, örneğin yaşamın ve ölümün anlamı; kapsayıcı-tarihsel
ideolojiler, ulusalcılık ya da etnisite; konumsal-varoluşsal ideolojiler,
örneğin cinsiyet farklılıkları; konumsal-tarihsel ideolojiler, örneğin toplum­
sal sınıf ya da kastlar (Therborn 1980, 22-27) .

Therborn, bunların bulgusal ayrımlar olduğunu ve bazı ideolojilerin aynı


anda ya da farklı bağlamlarda bu boyutlardan birinden fazlasına sahip ola­
bileceğini kabul eder. Fakat bizim amaçlarımız için en ilginç olanı, tüm bu
boyutlar ile sınıf mücadelesi arasında kurduğu ilişkidir. Therborn,
Marksizmin bu unsurları sınıf mücadelesi açısından değerlendirmesi gerek­
tiğinde ısrar etse de, onları sınıf mücadelesine indirgemez: " (Sınıf toplum­
larında) bütün ideolojiler, farklı sınıflara ve sınıf ideolojilerine sahip tarihsel
eklemlenme biçimleri olarak varolur. Bu da bireysellik biçimlerinin, erkek­
liğin (kadınlığın), dinin, seküler ahlak anlayışlarının, coğrafi ve etnik ko­
numsallıkların, ulusalcılığın, farklı sınıf mevcudiyeti ile bağlantılı olduğunu
ve sınıf mevcudiyetinin etkilendiği ve farklı sınıf ideolojileri ile ilişki
içerisinde olup, farklı sınıf ideolojilerinden etkilendiği anlamına gelir . . . Belli
bir ideolojiler dizisinin yapılanması, güce dayanan sınıf ilişkileri ile sınıf
mücadelesi tarafından üst-belirlenir" (Therborn 1980, 38) .
Sınıf ilişkilerine dayanmayan ideoljoiler, baskın üretim biçiminin işleyi­
şine indirgenemeyecek bir tarihsel ve maddi varlığa sahip olsa da, bu ide­
olojilerin görece özerkliği, söz konusu üretim biçimlerinden ve neden
oldukları sınıf mücadelelerinden bağımsız oldukları anlamına gelmez.
Çünkü her zaman sınıfsal konumlarla bağlantılı ve sınıf mücadelesi ilişki­
lerinin belirlediği genel toplumsal oluşumun bir parçasıdırlar. Therborn'ın
sınıf mücadelesine ilişkin atfı belirsiz kalsa da, Althusser' in ideolojinin
ortaya çıkışı sorununa ilişkin ilk fikirlerinin sessizliğini bozması açısından
konuya önemli bir kuramsal katkı sağlar. Therborn, ideolojinin ortaya
çıkışını açıklamak için, şu genel önermelerde bulunur:
1. İnsan toplumlarında ideolojilerin ortaya çıkışı, her zaman toplumsal
bilimin ve tarih yazımının bakış açısından gerçekleşir. Bu, önceden varolan
ideolojilerin değişmesini içeren bir süreçtir.

238
2. İ deolojik değişim ve ideolojilerin ortaya çıkışı, ideolojik olmayan
maddi değişime her zaman bağımlıdır.
3. En önemli maddi değişim, toplumların iç toplumsal dinamikleri ve
üretim biçimleri tarafından oluşturulur.
4. Her üretim biçimi, kendine özgü ekonomik konumsal ideolojileri, ve
sömürüye dayanan her üretim biçiminde özgül sınıf ideolojilerini gerekli
kılar.
5. Her üretim biçimi, yeni ekonomik konumsal ideolojiler ortaya çıkara­
caktır.
6. Bütün insan toplumları, tarihsel-konumsal ideolojilerin yanında
varoluşsal ve tarihsel-kapsayıcı ideolojilerin özelliklerini taşır.
7. Ekonomik ideolojiler dışında varoluşsal, tarihsel-kapsayıcı ve tarihsel­
konumsal ideolojilerin somut biçimleri, üretim biçimleri tarafından doğru­
dan belirlenmezler, fakat bu ideolojilerde gerçekleşen değişiklikler, üretim
biçimleri tarafından üst belirlenir.
8. Yeni üretim biçimleri ve yeni sınıflar, yeni baskın sınıf idelojilerini
destekleyen ve pekiştiren varoluşsal, tarihsel-kapsayıcı ve diğer tarihsel­
konumsal ideolojiler ortaya çıkaracaktır. (Therbom 1980, 41-42) .
Therbom'un dikkat çektiği noktaların genel yapısının ötesine geçmek ve
ideolojik pratik ile politik ve ekonomik oluşumların pratikleri arasındaki
ilişkiyi tam olarak ortaya koymak mümkündür. Biz bu işi, ilerleyen say­
falara bırakacağız. Fakat şimdilik daha olumlu bir noktayı, Althusser'in
sorunsalının gücünün bir örneği olarak Therbom' un çalışmasının değerini
vurgulamak istiyorum. Bu, genellikle sağlam prensiplere dayanan bir
eleştiri olmanın yanı sıra, Althusser'in kavramlarının kapsamını genişleten
bir çalışmadır. Therbom' un ve kendisini bir Marksist olarak bile görmeyen
Bourdieu'nun çabaları, bana Althusser'in eserinin bilimsel doğasına yöne­
lik ikna edici argümanlar olarak gözüküyor; Yapısal Marksizm, katı ve nihai
olarak tamamlanmış dogmalardan değil, düzeltmeye, belirsiz kalan öğelerin
açıklığa kavuşturulmasına ve gelişmeye açık bir araştırma programıdır. Bu
eser, etrafında dönmeye devam eden felsefi ve politik kargaşalara rağmen
gelişmeyi sürdürür ve bu gelişme, hiçbir alanda ideoloji kuramından daha
aşikar değildir.

239
Althusser: utdeolojinin Sonu" İdeolojisi
Kuramsal hümanizm-karşıtlığına ilişkin koparılan öfke fırtınası bir yana
bırakılacak olursa, hiçbir şey Althusser'in ideolojinin sosyalizmin zaferiyle
üstesinden gelinecek geçici bir sapkınlık olmaktan çok, tüm insan toplum­
larının temel bir öğesi olduğu düşüncesi kadar tartışma yaratmamıştır.

Şu önemli sorunu görmemezlik etmeyeceğim: tarihsel materya­


lizm, komünist bir toplumun bile, ahlak anlayışı ya da "dünyaya
bakış açısı" olarak bir ideoloji olmadan yapamayacağı gerçeğini
algılayamaz. İ deolojik biçimleri ve ilişkilerinde gerçekleşen önemli
değişiklikleri ve bazı mevcut formların ortadan kalkışını ya da
işlevlerinin başka biçimlere dönüşmesini önceden görmek
mümkündür; (önceden edinilmiş tecrübeler ışığında) yeni ideolojik
biçimlerin ortaya çıkışını öngörmek de mümkündür ("bilimsel
dünya görüşü" ve "komünist hümanizm" gibi). Fakat kesin sınırlar
içerisinde algılanan Marksist kuramın şu anki halinde, belirleyici
üretim biçimlerini ve üretim ilişkilerini kapsayan bir üretim biçimi
olan komünizmin, toplumsal bir üretim örgütünden ve ona bağlı
ideolojik biçimler olmadan yapabileceğini kavramak mümkün
değildir. (Althusser 1969, 232).

Althusser' e göre ideolojik çağırma asla sonlanmaz. Çünkü böyle bir


durum, insan toplumunun da sona ermesine neden olur. Buna karşın,
Althusser aynı metin içerisinde, ideolojik pratiğin gerekliliğinin, herhangi
bir toplumsal oluşum içerisinde herhangi bir ideolojik çağrı sisteminin
meşru olduğu anl amına gelmediğini açıkça belirtir. Bunun, mülkiyetçi
bireyselliğe dayanan burjuva ideolojisinin varlığını sürdürmesine ilişkin
üstü örtülü bir arguman olduğu sonucunu çıkarmak daha güçtür. Burjuva
ideolojisine tarihin akışına meydan okuma gücü veren temel dayanak bu
olsa bile.

Çoğu eleştirmene göre, felsefi önermeler, gerçek anlamda tutarlılıktan


uzaktır. Althusser'in ideoloji teorisinin açıklayıcı gücü de, diğer felsefi öner­
melerden daha tutarlı sayılamaz. Fakat Althusser'in ideoloji teorisi, ideolo­
jik ya da politik nedenlerden ötürü saldırıya uğrar. örneğin E.P thomson,
Althusser'in kadın ve erkek bireylerin öznel deneyimlerini ideolojik olarak
açıklamasını "onun yapbğı en çirkin şey" olarak adlandırır (Thomson 1 978,

240
174). Jacques Ranciere, Althusser'in bilim ile ideoloji arasında yaphğı
aynının, " bilimin ideoloji ile olan ilişkisinin bir bozukluk değil, eklemlen­
me olduğunu" göremediğini ve " Merkezi Komitenin bilgeliğinin" ve "bur­
juva akademik söyleminin" çıkarına " ideolojik mücadelenin manhğını
bütünüyle çarpıthğını" düşünür (Ranciere 1985, 116) . Her iki örnekte de,
Althusser'in anlayışına yönelik itirazlar, "yabancılaşmış" bir öznenin -
bireyin (Thompson) ya da işçi kitlelerinin (Ranciere) " kendiliğinden felsefe­
si" açısından ve teori ile pratiğin tarihin öznelerinde cisimleştiği " praksis"
açısından dile getirilir.

Althusser, kuramsal ve politik pratiğin birbirine özdeş olduğu düşüncesi­


ni açıkça reddeder. Kuşkusuz, onun tüm eseri, bu iki pratiği bir araya
getirmeye yönelik her türlü girişimin sorunlu doğasını gözler önüne ser­
miştir. Althusser' e göre, praksis felsefeleri, politika ve teoriyi, her ikisini de
kendi temel kategorisi altında eriten ve belirsizleştiren üçüncü bir kavram
altında birleştirmeye çalışır. Bu strateji kimi zaman -örneğin ekonomizm ya
da idealizme karşı yöneltildiğinde- faydalı bir polemik etki yaratabilirse de,
tasarlanan üçüncü kavram praksis, ahlaki bir tarih felsefesine kayarak, daha
önceki başarı ya da başarısızlıkların rasyonelleştirilmesi için çağrıda bulun­
duğu için, bilimsel kavramlar üretemez. Althusser' e göre işçi sınıfı hareketi,
iki ayrı varlığın "birbirine kaynaşhnlmasından" oluşur. Bu bir sömürü
deneyimi ve bu sömürünün teorisidir. Bu iki kavram birbirine özdeş
değildir: işçi sınıfı, sömürüldüğünü Marksizm aracılığıyla keşfetmez; fakat
bu sömürünün düzeneklerini ve yöntemlerini Marksizm aracılığıyla
öğrenir.
"İdeolojinin sonu" yaygaraların arkasında, her zaman yabancılaşma
düşüncesi vardır. Aslına bakılırsa, yabancılaşma, toplumsal değil, insan özü
üzerinde temellenen ontolojik bir kategori, ya da Ettiene Balibar'ın ifade
ettiği gibi, ideolojinin sonu ile birlikte ortadan kalkacak " ilkel bir şeffaflık­
tır. " (Balibar 1974, 226) .

Yabancılaşma kategorisi, bilimsel bir kavramdan beklenen özgüllükten


yoksundur: Bireyler, özel mülkiyet, devlet, çalışma, aile, din vs. dolayısıyla
yabancılaşabilirler. Fakat bu terimin kendisi, bu farklı biçimlerin analitik bir
şekilde incelenmesine yardımcı olmaz. Bunun yerine, Robin Blackburn ve
Gareth Stedman Jones'un (1972, 378) belirttiği gibi, işin içine ideoloji

241
girdiğinde, bu farklı yabancılaşma süreçleri arasında bir tür özdeşlik olduğu
varsayılır ve söz konusu değerlendirme, önyargıların etkisinde kalır.
Althusser' e göre, proleteryanın amacı, özünü açığa çıkarmak değil,
içinde bulunduğu koşulları (varoluşunu) iyileştirmek ve sömürülmesine bir
son vermektir. Elbette bunu yapabilmek eyleme geçmeyi gerektirir. Bu
eylem ise, ancak ideoloji, yani toplumsal bir özne aracılığıyla gerçekleşebilir.
Fakat konjonktür ile ilgili nesnel bilgiye sahip olmak, eylemin başarıya ulaş­
ma olasılığını büyük ölçüde artırır. Marksizmin politik değer, bilgiye
dayanan eylemi mümkün hale getirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle,
Althusser' e göre teori ve pratik asla birbirine özdeş olmasa da, birbirinen
bütünüyle ayrılamaz; teori, pratiğin eleştirel rehberiyken, pratik, teorinin
bitmek tükenmez eleştirisidir. Althusser'in, tüm pratiğin ideoloji içerisinde
gerçekleştiği yönündeki tezi, pratiğin teoriden aşağı olduğu anlamına
gelmez. Althusser, "politik eylem sorunu ortadan kalkmaz," der; ortadan
kalkan, politik eylemin 'aşkınlığın' her şeye kadirliği, yani insanın özgür­
lüğü, farklı koşullar tarafından belirlenmesidir: sınıf mücadelesinin duru­
mu, işçi hareketinin durumu, emek hareketinin ideolojisi ve Marksist teori
ile ilişkisi" (Althusser 1976, 53-54) .

Deleuze ve Yeni felsefe: Postmodernizm ve Yeni Sag


Althusser' e göre, bilim, ideolojik çıkarlar ile politik iktidar tarafından et­
kilenir ve kimi zaman bu etmenler bilime hakim olur. Fakat bu etkiler bilim­
sel pratiğin içinde değil, dışında yer alır; bilimsel pratik kendi anlayışı
içerisinde, bilginin üretimi dışında hiçbir motif tarafından bozulamaz.
Bilimsellik kategorisini savunmakta kararlı olan Yapısal Marksistler, bilim­
sel pratiğin ieolojik etkileri ile çeşitli bilimsel kurumların ideolojik aygıtlar
görevi görmesine nispeten kayıtsız kalmışlardır. Althusser elbette bilginin
kurumsallaştırılmasının (ve yayılmasının) ideolojik bir etmen olduğunu
kabul eder: örneğin, eğitim sisteminin endüstriyel kapitalist toplumlarda
temel bir ideolojik aygıt olduğunda ısrar eder (Althusser 1971, 157) .
Althusser, ideolojinin kuramsal pratiğe bilim adamlarının "kendiliğinden
felsefesi" aracılığıyla hakim olduğunun oldukça farkındadır ve doğası
gereği tarihsel ve toplumsal olan bilimin, ideoloji ve iktidar ile daima belli
bir ilişki içerisinde olduğunu vurgular.

242
Sağın bilimlerin öğretilme tarzı, varlık ve içeriklerinin ideoloji ile
belli bir ilişki içerisinde olduklarının bir göstergesidir. Saf bilginin
öğretiminde, kuramsal ve toplumsal işlevin bilgisi ile nasıl bu bil­
giye göre hareket edilebileceğinin bilgisi asla aynı bağlam içerisine
oturtulmaz . . . Bilimin öğretildiği her türlü ortam, istese de istemese
de, bilimin toplum içerisindeki yerine ve birtakım bilimsel bilgi
alanlarında uzmanlaşmış düşünürlerin rolüne, dolayısıyla el emeği
ile fikir emeği arasındaki ayrıma dayanan bir bilim ideolojisi
aktarır. (Althusser 1990, 94-95).

Buna karşın Althusser, sadece Marksist tarih bilimine değil, aynı zaman­
da bilime de özgürleştirici ve olumlu bir rol atfeder. Bir iktidar biçimi
olduğu, kuşku götürmez bir gerçektir. Fakat Althusser'e göre, dünyayı anla­
maya ve dünyayı değiştirmeye yönelik gizil, potansiyel ve olumlu bir
güçtür. Bilim, iktidar tarafından yozlaştırılabilecek ya da yozlaştırılmaya­
cak bilgi etkileri üretir. Ama iktidarın kendisinin kaynağı başka bir yerdedir.
Bilginin dışında yer alır, bilgi üretiminin özünde bulunmaz. Althusser, bili­
min karanlık yüzü, (Weber'in, rasyonalizasyonun "demir kafesi" adını
verdiği) araçsal mantığın tahakkümü ve bu tahakkümün toplumsal öznellik
üzerindeki normalleştirici etkileri (insan öznelerinin, bilimin nazarında nes­
nelere dönüşmesi) konusunda oldukça sessiz kalmıştır. Marksist düşün­
cenin Bolşevik rejimi tarafından dönüşüme uğratılması ve parti görev­
l i lerinin sınıf iktiarını rasyonalize eden anti-demokratik ideolojinin ışığında,
bilimin -özellikle insan bilimlerinin ve her şeyden önemlisi bir tarihi bilimi
olarak Marksizmin- toplumsal/ politik boyutları göz ardı edilemez.
Althusser'in Marksizmin bir bilim olduğunu savunması ve bilimsel bil­
ginin olumlu yönlerine ilişkin varsayımları, 1968 Mayıs'ından sonra sıklıkla
eleştiriye uğradı. Yetmişli yılların başında, kendiliğindenlik virüsüne
y ak a l a nmış, Maoizm ve Kültürel Devrim yanlısı çok çeşitli "ultra-solculuk"
akımları, Althusser'in bir bilim değerlendirmesi yapmak adına "bilgi
fe t iş i zmine " kaymasını, burjuva toplumunun bir başka baskı unsuru olarak
gö rdü . Lire Le Capital eserinin ilk ortak yazarlarından biri olan Jacques
Ranciere, Le Leçon d' Althusser yazısında, Althusser'in, parti bürokrasisinin
Marksist teori üzerindeki baskısını engelleme yönündeki ilk tasarısına
i hanet edip, parti liderlerinin yerine profesörleri getirerek yeni bir " küçük
burjuva" seçkinciliği geliştirdiğini ve somut toplu msal mücadelelere ilişkin

243
fikirlerini terk ederek, hiçbir anlamı olmayan bir dizi soyut kavramsal
karşıtlık anlayışına kaydığını söylemiştir (Ranciere 1974, 55-111) .
Althusser'in iki eski öğrencisi ve eski Maocular olan Andre Glucksman ve
Bemard-Henry Levy, bilimi yerin dibine sokmak konusunda Ranciere'in
bile ötesine geçip, Marksizmi totaliter politikalar ve özgürlükçü bireyciliğin
Soğuk Savaş retoriğinin yeniden keşfi ile özdeşleştirdi.
Bu kendinden menkul "Yeni Felsefe," kısa süre içerisinde basının ilgisini
uyandırdı ve Paris' teki düşünsel iklimin yetmişli yılların ortasında
Marksizm karşıh post-modem post-sol'a yönelişininin simgesi oldu. 6 . Peter
Dews, yeni felsefenin (nouvelle philosophie) temel prensiplerini kısa ve öz
bir şekilde açıklar: "Sovyet kamplarının dehşetinden Marksizm sorum­
ludur; Devlet, baskının temel kaynağıdır ve dolayısıyla, Devlet gücünün el
değiştirmesine yönelik her türlü politika tehlikeli ve boşunadır. Bilim daima
iktidar ilişkileri içerisinde hareket eder ve bu ilişkileri pekiştirir ya da bu
ilişkilere daha ciddi bir boyut kazandırır. 'Akıl,' doğası gereği totaliterdir;
her türlü politik ideoloji, insanlığa karşı işlenen suçları haklı çıkarmak için
kullanılacağından, politik eylemin tek 'güvenli' hali, insan haklarının
muharip bir şekilde savunulmasıdır" (Dews 1979, 129) .
Fırsatçılığı dışında, yeni felsefenin kaleme aldığı metinlerle ilgili
söylenebilecek çok fazla şey yoktur. Buna karşın, burada iki nedenden ötürü
önem taşırlar: birincisi, Yeni Sağ olarak bilinen uluslararası bir fenomenin,
yeni muhafakar bir düşünsel akımın Fransa' daki kolunu temsil ettikleri için,
ikincisi, düşüncelerinin postmodem Sol ile karşılıklı bir ilişkiyi yansıtması
nedeniyle. Bu ilişki, nadiren kabul edilse de, toplumsal kuramın rahatsız­
lığını anlamak için mutlak bir önem taşır. Dolayısıyla, Yeni Sağ ile postmod­
em solu bir araya getiren "birleşme eğilimini" açıklığa kavuşturmak için,
Fransa örneğine odaklanmak faydalı olacaktır: Yeni Felsefe ile Yeni
Filozofların iktidar söylemini ve eleştirilerinin dayanak noktasını ödünç
aldığı postmodern muhalifler Gilles Deleuze ve Michel Foucault arasındaki
ilişki. Değerlendirmeme, Deleuze ile ilgili kısa bir giriş ile başlayacağım.
Çünkü postmodern muhalifliğin belirleyici özelliklerini en fazla yansıtan,
onun Neo-Nietzscheci solculuğu yansıhr ve Dilleuze, Foucault'nun tarihsel
incelemelerinin belli bir kısmı için temel oluşturur. Foucault'nun çalış­
malarına ise daha fazla odaklanmak gerekir. Çünkü Foucault'nu n
Althusserci ekolü terk etmiş bir düşünür olduğu ve Yapısal Marksist
kavramlara yönelik içkin bir eleştiri geliştiri p, tarih, bilim ve ideolojiye

244
ilişkin Yapısal Marksist kavramlara post-modern alternatifler getirmek için
diğer herkesten daha fazla çaba gösterdiği söylenebilir7 .

Başından beri bir Marksist, düşünsel olarak neo-anarşist bir konuma


sahip ve adı konulmamış [avant la lettre] bir postmodern olan Gilles
Deleuze, son derece özgün ve önemli kitaplara -Difference et repetition
(1 968), Logique du sens (1969) ve psikiyatri karşıtı Felix Guattari ile birlikte
Anti-Oedipus (1972) ve Mille Pla tea ux (1980)- imza atmıştır. Bu eserlerin her
biri, teori ve toplum içerisindeki her türlü yapılaştırmaya, ilk olarak Nietche
et philosophie (1962) eserinde geliştirilmiş neo-Netzscheci bir bakış açısıyla
saldırır. Deleuze' e göre, ontoloji farktır: tüm varlığın özü çoğul ve üreticidir;
daha derin bir bütünlük ve anlamdan yoksundur. Her şeyin ve her
düşüncenin arkasında farklar vardır, ama farkların arkasında hiçbir şey yok­
tur. Deleuze, fark kavramını ontolojinin alanına sokarak, söylemsel pratik­
lere hakim olan varlık ve yokluk labirentinden kurtulmaya çalışır ve onun
düşüncesinin temelini (temel karşıtlığını) bu yokluk yanılgısı oluşturur.
Deleuze' e göre, fark kavramı, basit kavramsal farktan farklıdır: İkincisi,
özdeşliğin genel çerçevesinde oluşturulmuş sözde bir farklılıktır; ilki ise,
gerçek bir farklılığı, özdeşlik ve özdeş olmama durumu arasındaki farklı
ifade eder. Deleuze' e göre, ilk fark " göçebedir" ve "hiç kimsenin toprak­
larında yer almaz," tüm yapı ve sınırlara bütünüyle yabancıdır. Tarihsel fark
koşulu ise, toplum tarafından yapılandırılır ve kodlandırılır. Deleuze bu
sürece "yurtlaştırılma" adını verir. Deleuze' e göre yurtlaştırılma, tüm
toplumsal fenomenleri oluşturur, fakat bütünsel, merkezi bir yörüngeden,
mantıktan ya da anlamdan yoksundur. Ontolojik olarak toplumdan önce
gelen ve topluma zıt olan fark, kodlama sürecine direnir. Bu nedenle yurt­
laştınlmanın bütün biçimleri, doğaları itibariyle değişkendir ve tamamlan­
mışlıktan uzaktır.

Batı felsefesi, tarih boyunca fark kavramını "temsil, benzerlik ve tekrar"


anlayışları etrafında örgütlenen kavram ve yapılar aracılığıyla bastırmaya
ya da gizlemeye çalışmıştır. Deleuze' e göre bu işlemler, yeniden-temsili,
özdeşliği ve "tekrarın tekrarını" vurgulayarak, farklılıkların üretimini (hem
meydana getirilmesini, hem de " gözler önüne serilmesini") anlaşılması güç
hale getirir. Özdeşlik bir yanılsamadan ibarettir, çünkü temsil edilecek bir öz
yoktur; fark kodlamasının gelişigüzel yüzeyinin altııi.da hiçbir şey varolmaz.
Anlam, mevcut maddi durumdur ve bunun altında ilkel kaos, belirleyici
niteliklere sahip olmayan ve biçimsiz bir akış hakimdir. Deleuze'ün göçebe,

245
sonsuz ölçüde üretken ve son tahlilde " derin bir anlam yapısından" yoksun
gördüğü dil de, yapısal düşünce tarafından yurtsallaştırtırılmıştır. Yapısal
düşünce, dile sistematik örgütlenme yanılsaması dayatır ve dil, anlamı bu
yanılsamada bulur. Bunun aksine, Deleuze, iki kodlandırma (gösterenler ve
gösterilenler) üzerinde temelleniyor gibi gözüken dilin, aslında birincil,
çelişkili ve öz gönderimsel bir yanılsamaya, " karanlık bir öncüle" ya d a
"ezoterik bir kelimeye" dayandığında ısrar eder. Bu son ifade, gerçekten
saçmadır, çünkü kendine ilişkin göndermesi, farkın bitmek bilmeyen
çoğalışını gizler. Dil, kendi "mantık duygusunun" dış görünüşünün ardın­
daki farkı gizler. Deleuze'e göre, "mantık duygusu," "olaylara," maddi
dünyayı oluşturan "karışımların" ("melanges") anlamsız konjonktürlerine
dayanır. Fakat sonsuz referans mekanizmaları aracılığıyla bu olayların
gelişigüzelliğini önler. Bir cümlenin anlamı (olayın kendisi) sadece görünüş
itibariyle "göndergeseldir." Gerçekte, olay anlamın ön koşulu olduğu için,
göndergesi ancak başk bir cümlede, sonra bir başkasına bulunabilir. Bu son­
suz bir kaçınma (aynı zamanda baskı) sürecini oluşturur.
Toplumsal kurumların ve insan bilimlerinin dünyasında, buna benzer ve
politika ile daha doğrudan ilişkiler iş başındadır. Deleuze' ün insan
varoluşuna ilişkin yorumunun temel anlam birimi, Nietzscheci terminoloji­
den yararlanarak, " güçler ilişkisi," daha doğrusu "hükmeden" ve
"hükmedilen" güçler arasındaki ilişki olarak tanımladığı "beden" dir.
Gerçekliğin tamamı her zaman, birbirleri ile gerilim içerisindeki güçlerin
çoğalmasından oluşmuş durumdadır. Canlı beden, onu bir "hakimiyet bir­
liği" içerisinde oluşturan güçlerin rastlantısal ürünüdür. "Hakimiyet bir­
liği," hiyerarşik bir birliğe sahip "aktif" ve " tepkisel" niteliklerden oluşan
çoklu bir fenomendir. Bedenin tarihsel durumunun, Nietzscheci küskünlük
deneyiminin "soy kütüğünü" deneyimlemiş olması gerekir. Deleuze bunu,
farkın inkar edilmesi ve tersine çevrilmesi yoluyla, tepkisel, deforme olmuş,
bütün olumlayıcı değerleri içeriden yok eden "hiçlik istencinin" galip
gelmesi olarak yorumlar. Deleuze' e göre, farkın birey tarafından gerçek­
leştirilmesi (yaşayan bedenin güç istenci) olumlayıcı ve sağlıklıdır. Farkın
toplum tarafınan inkar edilmesi ise (tepkisel toplumsal birim) baskıcı ve
sağlıksızdır. Toplumsal birim, temsil ile aynı baskıcı rolü oynar: farkların
göçebe dağılımını sınırlandırarak, tepkisel güçlerin aktif güçlere karşı galip
gelmesini sağlar.

246
Anti-Oedipus eserinde, ruhsal gelişim de büyük ölçüde aynı şekilde
yorumlanır. Freudyen yorumların aksine, Deleuze ve Guattari, "ilkel bir
yoksunluk" ya da Oedipal dönem öncesine, bütünlüğe ulaşmaya yönelik
içgüdüsel bir arzu olduğunu reddeder. Deleuze ve Guattari'ye göre,
Oedipus kompleksi, daha önce varolan, içgüdüsel arzuların neden olduğu
sorunların çözüme kavuşturulmasını sağlamaz; her şeyden önce arzunun
yurtsallaştırılmasına, insanın gerçekliğinin özünü oluşturan, parçalanmış,
farklılaştırılmış "arzu üretiminin" kodlanmasına ve bir düzene kavuşturul­
masına neden olur. Bilinçdışını oluşturan çeşitli "arzu makineleri," önce
ebeveynler tarafından düzenlenir, sonra "çözüme kavuşturularak" toplum­
sel birime dahil edilir ve temsilin bedensel biçimine dönüşür. Deleuze ve
Guattari' ye göre arzu toplumsal "alt yapının" "aktif," üretici fakat aynı
zamanda devrimci bir unsurudur. Çünkü onun "tepkisel," suçluluk duy­
gusuna dayananan bir psikolojik çözümleme vasıtasıyla basıtırılmasını
sorgulamak, toplumsal baskı mekanizmalarının bütünleyici yapılarını her
zaman açığa çıkarır.
Deleuze'ün yorumlarının Althusser'ci düşünceyle oluşturduğu karşıtlık
açıktır. Hem Althusser hem de Deleuze, kendisini kapitalist mülkiyet ilişki­
leri biçiminde gösteren tahakküme karşı çıkıp, bu ilişkilerin sürdürül­
mesinde öznelliğin yaratılmasının önemini teslim etse de, her birinin açıkla­
ma dayanağı radikal bir şekilde farklıdır. Nitzsche'nin izinden giderek,
kaotik bir güç istencinin, tarihin tarih dışı, ontolojik itici gücü olduğunu
düşünür. Bu kaotik düzenin tarihsel olarak yapılandırıldığına şüphe yoktur.
Fakat bu yapılandırmanın ilkesi, tarihin dışında yatar. Nietzsche gibi
Deleuze' e göre de tarih, tarihsel bir biçim alan anlamsız farklara dayatılan
(sahte) anlam yapılarından biridir. Özgürleşme -eğer böyle bir şey Deleuze
için bir anlam ifade ediyorsa- farkın teori, ruhsal dünya ve toplum içerisinde
yurtsallaştırılmasına karşı çıkmayı ve direnmeyi gerektirir. Toplumsal
dünya, merkezi bir yapı ya da kapsayıcı bir yapıdan yoksun olan yapısal
farklılıkların karışımıdır. Direniş, yerelleştirilmemeli, farkın kendisi kadar
göçebe olmalıdır. Oedipus kompleksinin psikolojik reddi olan şizofreni,
arzu üretimi aracılığıyla direnişin pasif bir örneğidir. Deleuze ve Guattari,
bir "aktif şizofreninin," tüm sömürü, tabi kılma ve hiyerarşi yapılarının bil­
inç düzeyinde reddedilmesinin gerekliliğini savunur. Deleuze' e göre,
Marksist toplumsal kuramın açıklayıcı sistemi, umutsuz ölçüde dar bir
bakış açısına sahiptir (sınıflar konu dışıdır ve arzunun bastırılması

247
evrenseldir) ve Marksizm, kuramsal katılığı ve politik anıştırmaları açısın­
dan tehlikelidir (Marksizm de 'farklılığa' dayatılan ögelere sahiptir ve
merkezi ve dolayısıyla yanıltıcı bir baskı yörüngesinde sahiptir; ki bu da
politik eyleme yönelik bir hedef olmanın yanında, yapısallaştırma sürecinin
kökenlerine saldıramaz ve bu süreci tersine çeviremez) .
Marx'ın Fransız düşünürler için temel referans olmaktan çıkıp, yerine
Nietzsche'nin geçtiği yetmişli yıllarda, Deleuze'ün sorunsalının Fransız Solu
üzerinde önemli bir etkisi oldu. 1968 Mayıs'ının ideallerinin, mağlubiyetle­
rine eşlik eden kötümserliği sürdürebileceği bir düşünsel çerçeve sunmuş
gibiydi. Kuşkusuz bu mağlubiyet, devrimin başarısız olmasının ilk sorum­
lusu olarak kabul edilen Marksizmin eksik yönleri vurgulanarak rasyona­
lize edilebilirdi. (Althusser'in kuramı dar rasyonalizm kadar baskıcıydı;
geleneksel, çıkarcı taktikler peşinde koşarak devrimi kaybeden Komünist
Partisi'nin tepkisel doğası vs.) . Neo-Nietzscheci muhalefetin kuramsal
önemi (kısa bir süreliğine) bir yana bırakılacak olursa, olumsuz tepkisinin
hem olumlu, hem de olumsuz sonuçları olduğu açıktır. Tahakkümün yakın
plana alınmasını sağlayan eleştirel bir bakış açısı sunmaya çalışsa da, 1968
yılından sonra Sol' un safları içerisinde ortaya çıkan aşırı hayalkırıklığından
yararlanarak, 1975 yılından sonra tüm Paris' e yayılan Marksizm karşıtlığına
büyük katkıda bulundu. Post yapısalcılık ile birleşerek, Amerika' da post­
modemizm olarak tanınan akımın kuramsal özünü oluşturdu.

foucault: Tarihe Karşı Arkeoloji


Bu önemli düşünsel iklim değişikliklerini, hiç kimse Michel Foucault' dan
daha başarılı bir şekilde bertaraf edememiştir. Yapısalcılığın altın çağının
meşhur kişiliği Foucault, postmodemizm döneminde, tarihsel çözümleme
girişimini, öncülüğünü Deleuze'ün yaptığı Nietzscheci eksene sokarak bir
' süperstar' statüsüne ulaştı. Foucault, Marksist yönelimlere sahip
olmadığını başından beri açık bir şekilde dile getirse de, 1968 yılından önce,
Althusser'inkinden farklı olmayan bir tasarının içerisindeydi. Her iki
düşünür de, bilgiye tarihsel bir problem olarak yaklaşmalarını ve rölativist
epistemoljoilerini, aynı bilim felsefesine borçluydu. İkisi de tarihsel
fenomenin yapısal, açık bir şekilde hümanizm ve Hegelci düşünce karşıtı bir
yöntemle açıklamanın peşindeydi. İkisi de çağdaş toplumu oluşturduğun u
düşündükleri tarihsel olarak yapılanmış tahakküm biçimlerinden söz edi-

248
yor ve bu baskı yöntemlerine karşı çıkıyordu. Foucault, Althusser'in öğren­
cisiydi ve Althusser, Foucault'nun ilk çalışmasını beğeniyle karşılamışh.
Fakat bu iki adam arasında önemli farklılıklar vardı ve bu farklılıklar,
Althusser'in ideolojik çağrı ve ideolojik aygıtlar kavramlarını ortaya atması
ve Foucault'nun bu önermeye Nietzscheci "bilgi/ iktidar" formülasyonu ile
karşılık vermesi ile birlikte, 1969-70 yıllarında kesin bir karşıtlığa dönüştü.
Althusser ve Foucault arasındaki ayrılıklar, genel olarak tarihsel düşünüş
sorunu ve daha belirgin olarak, bilimsel bir söylem olarak tarihsel materya­
lizm konusu etrafında yoğunlaşır. İkisi de benzer sorun ve kısıtlılıkları mev­
cut tarihsel anlarşın biçimleri içerisinde algılasa da, " tarihselciliğin krizine"
ilişkin tepkileri, başından beri birbirine karşıttı. Gördüğümüz gibi
Althusser'in amacı, Marksizmi teorik bir perspektif olarak yeniden gün­
deme oturtmak, Marksizmin iddialarını, bilim ve tarihsel söylemin fikirleri­
ni modemist bir bakış açısı ile yeniden değerlendirerek bir tarih bilimine
dönüştürmek ve toplumsal oluşumlar ile insan öznelliğinin karmaşıklığını
bir ekonomik belirlenim çerçevesi içerisinde anlaşılır bir sisteme oturtacak
bir tarihsel nedensellik ilkesi oluşturmaktı. Foucault ise Althusser'in
Marksizmin sınırlılıklarının üstesinden gelme girişimlerine asla ikna ola­
madı ve Marksizmin doğası gereği basite indirgemeci olduğu için bir çok
noktayı ıskaladığında ısrar etti. Foucault'nun tasarısı, herhangi bir tarihsel
belirlenim kuramına başvurmadan, insan bilgisinin yapılarını, varlığın
kavramsal koşulları ve kurumsal biçimleri ile ilişkisi açısından araştırmakh.
Kuşkusuz, tarihsel açıklamaya karşı tepkisi o kadar güçlüydü ki, Foucault
toplum içerisineki nedensel ilişkilerin ayrıntılarına inmeyi ya da kendi tarih
yazılarının hakikat iddialarını savunmayı reddetti. Bunun sonucunda,
Foucault'nun kendi nevi şahsına münhasır "tarihler" için bir metodoloji
geliştirmeye yönelik girişimleri, sürekli -fakat her zaman verimli olmayan­
bir gerilim içerisinde olduğu Althusser' ci anlayış tarafından olumsuz
yorumlandı.
Foucault, tahmin edilebileceği gibi sıra dışı bir tarihçiydi. O, söylemlerin,
daha doğrusu insan bilimlerinin söylemsel pratiklerinin tarihçisiydi. Bu
söylemler içerisinde neyin söylenebileceğini dikte eden iç kurallar ve norm­
lar, hariç tutma ve hiyerarşi kuralları ile bilimsel söylemi kapsayan, onay­
layan, normalize eden ve sürdüren toplumsal iktidarın maddi alanları olan
kurumlarla ilgileniyordu. İlk eserleri Delilik ve Toplum (1961, İngilizce ter­
cümesi, 1965) ve Kliniğin Doguşu'nda, psikiyatri ve hp bilimlerinin söylem-

249
leri ile bu söylemlerin "akıl sağlığı" ve "sağlık" gibi nesnelerini üretme,
algılama ve dayatma biçimlerini araştırır. Foucault, bu söylemlere özgü
ayrımların, delilik ile akıl sağlığı, hastalık ile sağlık arasında kurulan fark­
lılıkların, bilginin gelişmesine değil, akıl hastaneleri ve klinikler gibi asıl
işlevleri toplumu kontrol altına almak olan -normalleştirme ve yönetme-ve
ne bilimsel ne de insancıl olan kurumsal çerçevelere yerleşmiş yeni ya da
eğişmekte olan dışlama ve dahil etme toplumsal ilişkilerine dayanan keyfi
ayrımlar olduğunu provakatif bir şekilde göstermeye çalışır.
Foucault, söylem ve toplum arasındaki ilişkiye yönelik genel bir açıkla­
mada bulunmaktan kaçınsa da, söylemi onun maddi varoluş koşullarını
oluşturan toplumsal kurumlara ve söylemsel olmayan güçlere indirgediği
düşünülebilir. Deliliğin tarihi, bir hastalığın kuramsal olarak anlaşılmasına
yönelik bir ilerlemeye işaret etmez. Bunun yerine, toplumsal önyargıların ve
endişelerin, belli bir dönemde toplumun genel yapısını tehdit eden toplum­
sal grup ya da kişiliklerin hapsedilmesini haklı çıkarmaya çalışan kuramsal
çerçevelere yansıtılmasına yönelik tutarlı bir eğilimi gözler önüne serer.
Fakirler, muhalifler, suçlular ve deliler, her şeyden önce politik değil, bilim­
sel anlayışlara göre toplumdan tecrid edilir ya da bir araya getirilir, insan ya
da hayvan muamelesi görür, kapatılır ya da özgür bırakılır. Foucault'ya
göre, tıbbi pratik de benzer şekilde toplumsal kaygılara dayanır. Klinik ve
hastaneler, belli bir dönemde toplumun hakim sınıfları arasında rağbet
gören, insan doğasına ilişkin tutumların mikrokozmosu ıi.iteliğindedir.
Althusser'in bu çalışmaları onaylayıp, kendi fikirlerinin ürünleri olarak
görmesinda şaşılacak bir şey yoktur.
Buna karşın Foucault, daha sonraki iki eseri Şeylerin Düzeni: İnsan
Bilimlerinin Arkeolojisi (1966; İngilizce tercümesi, 1973) ve Bilginin
Arkeolojisi' nde (1 969; İngilizce tercümesi, 1 972), bakış açısını sadece
söylemin iç yapısal sınırlarına ve "arkeoloji" adını verdiği yeni bir anti­
materyalist metodolojik stratejiye kaydırır. Söylemi belirleyen kurumsal ve
toplumsal yapılar ortadan kalkar ve yerlerini Foucault'nun "episteme" adını
verdiği ve "belirli bir dönemde epistemolojik değerleri, bilimleri ve belki de
biçimselleşmiş sistemleri meydana getiren söylemsel pratikleri bir araya
getiren ilişkiler bütünü" olarak tanımladığı" unsurlara bırakır. Bu ilişkiler
bütünü, söylemsel süreklilikleri düzeyinde incelendikleri zaman bilimler
arasında keşfedilebilir (Foucault 1 972, 191). Foucault, Şeylerin Düzeni'nde, -
nesneleri yaşam (biyoloji), emek (sosyoloji), ve dil (kültür) olan- sözde insan

250
bilimlerinin Orta Çağ' dan yirminci yüzyıla kadar yaşadığı dört dönemi
karşılaştırır. Bunlardan ilki olan Rönesans dönemini benzeşme, farklı olanın
\
içinde aynıyı bulma arzusu karakterize eder. O kadar ki, insanlar hangi nes-
nelerin birbirine benzediğini ve hangi kelimelerin şeyleri doğru bir şekilde
işaret ettiğini bilmek ister. Şeyler arasındaki benzerliği, her şeyin bir ölçüde
diğer her şeye benzediğini göstermeye yönelik dolambaçlı girişim, onyedin­
ci yüzyıla gelindiğinde kendisini tüketmişti. " Arkeolojik bir değişim"
gerçekleşti ve Foucault'nun Klasik Çağ adını verdiği onyedinci ve onsekiz­
inci yüzyıllara yeni bir episteme hakim oldu. Klasik episteme, Rönesans
döneminin gün ışığına çıkarttığı farklılıklara odaklandı ve bu farklılıkları
karşılaştırma, düzenleme ve temsilden oluşan söylemsel bir protokolle açık­
lamaya çalıştı. Bu prokole göre, temsil kesin ve mantıklıdır; farklılıkların
karşılaştırılması ve düzenlenmesi, yakınlık ve sürekliliğe dayanan, dikkatli
bir şekilde ayarlanmış bir sistem aracılığıyla basitten karmaşığa doğru gider.
Bilincin rolü, dışsaldır. Zihin, bağımsız ve doğrudan olan temsilleri gözlem­
ler ve sınıflandırır. Şeylerin temel düzenini, özdeşlik ve farklılıklarını temsili
açıklamak, aynı zamanda onları kontrol eden bir sistemin keşfi anlamına
gelir. Klasik Çağın inancı şuydu: İlişkilerin doğru bir tablosu çıkarılırsa,
onlara işaret eden göstergelerin manipüle edilmesi aracılığıyla, "yaşam,"
"refah" ve "dil" manipüle edilebilirdi. Fakat klasik çağın düzen ve karşı­
laştırma ilkesi, zamansallık ve şeylerin farklı kökenlerine yönelik algılayışın
etkisiyle zayıfladı. Bu algı biçimi, şeyleri ölçülebilir ve karşılaştırılabilir hale
getiren süreklilik ve yakınlığın zamansız temelini yok eder.
Onsekizinci yüzyılın sonunda, bir başka "arkeolojik dönüşüm" gerçek­
leşti ve zamansallık ve sonluluğun hakim olduğu Modern Çağı başlath.
Düşünce, türlerin, üretim biçimlerinin ve dil kullanımlarının tarihselliği
tarafından özümsendiği için, bilgi bir sorunsal haline geldi. O zamana kadar
görünmez olan "insan," nesneler arasındaki bilen özneye, daha da önemlisi,
kendi tarihsel anlayışının nesnesine dönüştü. İnsan öznesinin sonluluğu ve
sınırlılıkları dikkate alınarak, temsillerin mümkün ya da geçerli olduğu
temelleri araştırmaya yönelik bir girişim olarak epistemoloji ortaya çıktı.
İnsan artık, insanın sınırlılığının farkına varılması ile başlayan ve bu sınır­
lılıkların insan öznesinin epistemik çerçevesi içerisinde aşılmasına yönelik
girişimlerle karakterize edilen Modern Çağın epistemik bir yaratısından
ibarettir. Bu dönemde amaç, Foucault'nun "sonluluğun analitiği" adını
verdiği şey içerisinde anlam ve bilgi dayanağına ulaşmaktır. Modern epis-

25 1
teme, bilmenin aşkın formu ile bilginin tarihsel içeriği, 'cogito' düşünce ile
onun varlık koşulu olan " düşünülmeyen" arka plan ve son olarak, insanın
tarihsel durumu, insanın kökenlerinden kopmuş bir halde tarih içerisinde
bulunuşu ile, insanın tarihin aracısı ya da yapıcısı olarak önceliği arasında­
ki karşıtlıkları ortadan kaldırmaya çalışarak kendisini tüketti. Foucault,
bunun sonucu olarak, İnsanın Çağı'nın sona ererek, yerini sonluluğun anali­
tiğini terk edip, insan öznesinin ortadan kalkışını, dilin anlaşılmazlığını ve
tarihsel anlamın yokluğunu kabul eden dördüncü bir çağın başladığı
çıkarımında bulunur ve yaklaşmakta olan Post-modem çağı öngören ilk
kişinin Niezsche olduğu gerçeğini teslim eder:

Günümüzde, Nietzche'nin uzun bir yolun sonuna gelindiği yönün­


deki görüşü bir kez daha haklılığını kanıtlamıştır. Onun insanlığın
sonu ile kastettiği Tanrı'nın yokluğu ya da ölümü değildi.
Nietzche'nin ilan ettiği, Tanrı'nın ölümünden çok -ya da bu ölü­
mün ardından ve bu ölümle ilintili olarak- onun katilinin sonudur;
insanın kahkaha atan yüzünün infilakı ve maskelerin geri dönü­
şüdür; onu sürüklediğini hissettiği ve baskısını her şeyin başında
hissettiği zamanın dağılmasıdır; insanın mutlak dağılışıyla birlikte
Aynı Olanın Geri Dönüşünün özdeşliğidir. (Foucault 1973, 385).

Yukarıdaki ifadeler, Foucault'nun ufkunun genişliği ile çözümleme­


lerinin özgünlüğü ve keskinliği hakkında bir fikir vermektedir. Fakat aynı
zamanda, retorik zekanın ve tarihsel kavrayış gücünün gizleyemeyeceği
düşünsel ihtilaf ve gerilimleri de açığa vurmaktadır. Birincisi, Foucault, bilgi
etkilerinin içsel (Şeylerin Düzeni) ve dışsal belirleyicilerinin önceliği
konusunda kararsızdır. Eğer böyle bir şey söz konusuysa, son tahlilde
hangisi belirleyicidir? Aralarındaki ilişki nedir? İ kinci soru grubu, bilgi etk­
ilerinin kendileri etrafında yoğunlaşır. Farklı söylemsel pratikleri (bilim, ide­
oloji, felsefe ve ileride göreceğimiz gibi edebiyat) birbirinden ayıran
Althusser'in aksine, Foucault'nun yaklaşımı tüm bu farklılıkları dile
getirmekten kaçınır. Foucault, nesnesi olarak, "sahte bilimi" seçer, fakat
böyle bir ayrımı haklı çıkaracak hiçbir ölçüt sunmaz. Foucault'nun toplum­
sal iktidar ile tıp pratiği arasında kurduğu ilişki ve insan bilimlerinin epis­
teme gibi geniş "zihniyetlere" olan bağımlılığını açıklaması, bizim için
aydınlatıcı olsa da, en sonunda bu söylemlerin sadece bunlardan ibaret olup

252
olmadığını sormalıyız. Althusser, realizm ilkesini ve bilimsel söylemin
geçerliliğini, materyalist tezi ile savunurken, Foucault, bilgi üretici unsurlar
olarak bilgi etkilerini açıklamak konusunda hiç de istekli gözükmemektedir.
Son olarak, Fouault'nun kendi söyleminin doğasına ilişkin bazı soruları
vardır. Foucault, kendi epistemolojik kekine (radikal görecilik) sahip olup
yemek (onun "tarihlerini" ikna edici bulmamızı) ister. Fakat sorulması
gereken soru şudur: Foucault, kendi söylemini felsefenin gerçekliğinde nasıl
savunurdu?
Foucault'nun, havarilerine ve kendilerine özgü bir tarihsellik-karşıtı ya
da materyalizm-karşıtı konuma sahip yorumculara yaptığı açıklamalar
dışında, verdiği cevaplar, hayal kırıklığına uğratır. Foucault, Bilginin
Arkeolojisi'nde, yöntem sorunlarını ele almaya ve bir önceki çalışmasının
sonuçlarını özetlemeye girişir. Bilginin Arkeolojisi'nin yaptığı, çoğunlukla
bir tarih eleştirisi, özellikle bilim tarihinin eleştirisidir. Bu da Althusser'in
tarih eleştirisi ile önemli farklılıklar taşımaz- bu bağımlılık bizi şu an için
ilgilendirmiyor. Bizim için asıl önemli olan, Foucault'nun, tarihin eksik yön­
lerini aşmaya çalışırken, ne bilimsel, ne felsefi, ne de tarihsel olan arkeolojik
bir yöntemden yararlanmasidır. Foucault'ya göre arkeoloji, bir düşünce sis­
temleri " teşhisidir." Görevi ise farklar yaratmak, düşünce sistemlerini nes­
neler olarak oluşturmak, çözümlemek ve kavramlarını tanımlamaktır
(Foucault 1972, 205). Buna karşın, bir farklar teşhisi olarak arkeoloji, bütün­
leştirici bir söylem türü olamaz. Foucault, " arkeolojinin, tek bir farklar sis­
temine indirgenemeyecek, mutlak bir referans ekseni ile ilişkisi olmayan bir
dağılıştan yararlanmaya, herhangi bir merkeze öncelik tanımayan bir
merkezsizleşme işleminde bul unmaya çalışmaktadır." (Foucault 1972, 206).

Arkeolojik yöntemin özellikle ilgilendiği farklılıklar, " ifadeleri açıkla­


maya, taşıyıcıları oldukları anlatımsal işlevleri açıklamaya, bu işlevin
gerçekleştiği koşullan çözümlemeye, bu işlevin önceden varsaydığı farklı
alanları ve bu alanların eklemlendiği yöntemleri kapsamaya yönelik" ifade­
lerle ilgilidir (Foucault 1972, 115) . Geniş ifade "arşivi," gerçekleştirdiği
" seyreltme" sürecini, nasıl oluyor da bazı açıklamaların yapılıp, diğerlerinin
yapılmadığını ve bu açıklamaların ciddiye alınmasını talep eden haklı çıkar­
ma ve yalanlama yöntemlerini anlamak açısından önemlidir. Foucault, tek
bir önemli noktada Althusser'in bir adım önündedir: Althusser'in bilim ve
ideoloji arasında kurduğu ayrımı geliştirerek, "bilimselliğin söylemsel eşik-

253
leri" kavramını ortaya atar. Foucault'ya göre, söylemsel ayrımın çok sayıda
farklı uğrak noktası vardır. Bu ölçütlerin dağılımı, ardışıklığı ve birbiri ile
örtüşmesi, arkeolojinin temel çalışma alanını oluşturur.
Söylemsel bir pratiğin bireyselliğe ve özerkliğe ulaştığı, dolayısıyla
ifadenin oluşumu için tek bir sistemin işleme sokulduğu ya da bu
sistemin dönüşüme uğratıldığı ana, "olumluluk eşiği" adı verile­
bilir. Bir ifade topluluğu, söylemsel oluşum sırasında birbirine
eklemlenir, doğrulama ve tutarlılık normlarını (başarısız da olsa)
geçerli kılmaya çalışır. Bilgi üzerinde (bir model, eleştiri ya da
doğrulama olarak) baskın bir işlev uyguladığında, söylemsel oluşu­
mun, bir epistemolojileştirme eşiğini aştığını söyleyebiliriz.
Böylelikle ana hatlarıyla beliren epistemolojik değer, birtakım
biçimsel ölçütlere uyduğunda, açıklamaları sadece arkeolojik
oluşum kurallarına değil, aynı zamanda önermelerin oluşturulma
yasalarının bazılarına uyduğunda, onun bilimsellik eşiğini aştığını
söyleyebiliriz. Ve bu bilimsel söylem kendisi için gerekli aksi­
yomları, kullandığı ögeleri, onayladığı önerme yapılarını ve kabul
ettiği dönüşümleri tanımlayabildiğinde, böylelikle oluşturduğu
biçimsel yapıdan yararlanmak üzere bir başlangıç noktası rolüne
sahip olduğunda, onun biçimlendirme eşiğini aştığını söyleyebili­
riz. (Foucault 1972, 186-87).

Buna karşın Foucault' da özne-merkezli-, pratik-odaklı söylem ile nesne­


merkezli, bilgi-odaklı söylem arasında işlevsel bir fark yoktur. Dahası,
Foucault'nun kesinlik konusundaki vurgusu, bu sürecin toplumsal bağlamı
sorununu, söylemsel ve toplumsal yapılar arasındaki belirleyici öncelik
sorununu ya da arkeolojinin kendisinin epistemolojik konumu ile ilgili
sorunların çözüme kavuşturmasına yetmiyor. Foucault çoğu kez, söylemsel
pratiklerin, genel bilgi düzeyinin bilime dönüşmesine aracılık ettiğini vur­
gular. " Bir cümlenin bir metne ait olması gibi, bir ifade de söylemsel bir
oluşuma aittir . . . İfadelerin düzenliliği, söylemsel oluşumun kendisi tarafın­
dan tanımlanır. Bir söylemsel oluşuma ait olması ve onu yöneten yasalar, tek
ve aynı şeydir" (Foucault 1972, 116) . Fakat politik ekonominin söylemini ele
alırken olduğu gibi, bazı açıklamaları belirsizliğini korur.

254
Genel olarak konuşmak gerekirse ve tüm arabuluculuk ve özgül­
lükler bir yana bırakıldığında, politik ekonominin kapitalist
toplumlarda burjuva sınıfının çıkarına bir rol oynadığı, bu sınıf için
ve bu sınıf tarafından yarahldığı ve kavramları ve manhksal
mimarisi ile bile kaynağından izler taşıdığı söylenebilir; fakat poli­
tik ekonominin epistemolojik yapısı ile ideolojik işlevi arasındaki
ilişkilerin tam olarak açıklanmasına yönelik her türlü girişim, onu
ortaya çıkaran ideolojik işlevi ve geliştirip sistematize etmek zorun­
da olduğu nesne, kavram ve kuramsal seçim dizgesini dikkate
almalıdır. Öy leyse, böyle bir pozitiviteyi ortaya çıkaran söylemsel
pratiğin, söylemsel olmanın yanında politik ya da ekonomik bir
düzene sahip olabilecek diğer pratikler arasında nasıl işlediğinin
açıklanması gerekir. (Foucault 1972, 185-86) .

Foucault, hala söylemsel pratikleri, tarihsel bağlamları ile ilişkileri açısın­


dan bir konuma oturtamamakta ya da bunu istememektedir. Bu güçlükten,
Marx İçin eserinden 'kopya çekerek' kaçmaya çalışır: " İfadeler alanı,
(bağımlı olsa da) özerk ve (kendisi dışında bir şeyin üzerine eklemlenmesi
gerekse de) kendi düzeyinde açıklanabilir bir pratik alandır" (Foucault 1972,
1 21-22) . Buna karşın, Foucault, ifadeler alanının eklemlendiği bu "kendisi
dışında bir şeyi" açıklama görevini reddedip, kendisini kurnazca bir pozi­
tivist olarak etiketlemeyi tercih eder. Sorun, toplumsal fenomenler arasında
bir ilişki ve hiyerarşi kuran, toplumsal oluşumlara yönelik genel bir kuram
aracılığıyla çözüme kavuşturulamaz. Foucault, Althusser'in aksine, böyle
bir kuramı 'temin etmeyi' reddeder. Bu reddin nedeni, Foucault'nun bütün­
leştirici düşünceden- Foucault'ya göre doğrudan deformasyona neden olan
ve sınırlılığın analitiği tarafından bozulan anlam arayışından- kaçmaya
yönelik kararlı (ve beyhude) arayışında yatar. Arkeoloji ne bir bilim, ne de
bir tarihtir; yüzeysel anlahmların derinliklerine nüfuz etmeye çalışma­
malıdır. Foucault, bir şey iddia etme sorumluluğunu takınhlı bir şekilde red­
detmesinin neden olduğu olumsuz bir mantıkla, söylemsel olguların ve bu
olgular içerisinde oluşan oldukları gibi açıklanmasına yönelik bir tasarıya"
yönelir (Foucault 1972, 27) .
Foucault'ya göre, bu açıklayıcı " ufkun" ötesine geçmek ve daha güçlü bir
açıklayıcı strateji geliştirmek, yanında bazı tehlikeleri getirir. Çünkü bir şey
söylemek, aynı ayrımcı gücü uygulamaktır. Arkeolojinin görevi ise, bu güç

255
ilişkilerini açığa çıkarmak, fakat sürdürmekten kaçınmaktır. Foucault tarih­
sel (ya da arkeolojik) söylem için sağlam bir felsefi temelin yokluğuna ilişkin
olarak, Althusser'le aynı noktaya varır. Foucault, "bilimi açığa çıkarmak ve
değiştirmek için, onun ideolojik işlevini ele almanın, onu söylemsel bir
pratik olarak sorgulamak, onu diğerleri arasında bir pratik olarak görmek
olacağını" açıkça belirtir (Foucault 1972) . Fakat bunun sonuçları ile yüzyüze
gelmekten kaçınır. Vardığı sonuç, etkisizdir ve ikna edici olmaktan uzaktır:
"Şu an için ve görebildiğim kadarıyla, içinde bulunduğu yörüngeyi belir­
lemekten uzak olan söylemim, destek bulacağı bi temelden kaçınmaktadır"
(Foucault 1972, 205) .
Foucault'nun yoğun ve tamamlanmamış metinlerine yönelik yorumlar,
ciddi felsefi yorumlardan, bu metinlerin epistemolojik söylemin bir parodisi
olarak taşıdığı estetik değere ilişkin eleştirilere kadar çeşitlilik gösterdi.
Diğer ögeleri enine boyuna değerlendiren yorumcuların, şaşırtıcı bir şekilde
gözden kaçırdığı tek bir yorumsal strateji vardır: Bilginin Arkeolojisi
eserinde iş başında olan Althusser karşıtı diyalektik. Foucault' nun " arkeolo­
jik yöntemi," büyük ölçüde Althusser' in ayrımsal tarihinin olumsuz bir ima­
jıdır. Her iki yaklaşım da tarihsel söylemin süreksizliği ve tarihsel bilgiye
ilişkin bir dayanağın yokluğuna ilişkin önermelerle yola çıkar. Aradaki fark
şudur: Yapısal Marksizm, bu su götürmez fikirleri bir sorunsalın bünyesine
dahil ederek, geçerliliği felsefi olarak tartışılabilir, fakat felsefenin savaş
meydanında kendisini savunmak için kullanabileceği bilgiler üretir.
Foucault'nun arkeolojik yöntemi ise kendi gelişigüzelliği ile övünüp, bu
buyrultusallığın sonuçlarını kabul etmekten başka bir şey yapamaz. " Aşkın
bir izleğe ulaşmak için dışsallık ilişkilerini açıklamak, bir köken arayışı
içerisinde yığılan verileri çözümlemek ve bütünlüğe ulaşmak yerine seyrek­
likleri analiz etmek pozitivistlik oluyorsa, ben bir pozitivist olmaktan mut­
luyum" (Foucault 1972, 109).
Foucault'nun söylemi, onun kendi isteği sonucu yüzeysel kalmaktadır.
Çünkü anlama ulaşmaya yönelik her türlü değerlendirmesi, modernist
karşıtlıkların sarmalına girmesine neden olur. "Sözünü ettiğimiz bu kural­
lardan çıktıkları için, kendi arşivimizi tanımlamamız mümkün eğildir"
(Foucault 1972, 130) . Buna karşın Foucault kesinlikle bu arşivler adına
konuşur ve ciddiye alınmayı bekler: "Eğer genel bir üretim kuramı oluştur­
mak mümkünse, farklı söylemsel pratiklere uygun kuralların çözümlemesi
olan arkeoloji, kendi "kapsayıcı teorisi" olarak adlandırılabilecek şeyi

256
bulur" (Foucault 1972, 207) . Foucault'yu tutarsızlık, mantıksal çelişki ya da
onun arkeolojik metodunun daha kapsamlı teorik anıştırmaları ile ilgili
sorunları açıklamaya zorlayan kişiler, kuramsal zorbalar olarak etiketlenir.
" Benim kim olduğumu sormayın ve benden değişmememi beklemeyin:
Belgelerimizin usule uygun olup olmadığına, bırakın bürokratlarımız ve
polislerimiz karar versin" (Foucault 1972, 17) . Bu son açıklama, Bilginin
Arkeolojisi'ni en fazla muştulayan yorumdur. Epistemik yapılar aracılığıyla
söylem üretimi ve diğer kavramlardan ayrılan özellikleri ortaya konmamış
bilgi/ iktidar kavramı aracılığıyla düşünce yapılarının toplumsal belirlenimi
arasındaki gerilimin çözüme kavuşturulacağını önceden haber verir.

Arkeolojiden Soybilime
Bilginin Arkeolojisi, Foucault'nun diğer yönlerden büyük önem taşıyan
tarih çalışmalarının kuramsal zaaflarını ortaya çıkarmaktan daha fazlasını
yapmadı. "Althusser'i Althusser'le altetme" girişiminin başarısızlığa uğra­
ması, Foucault'yu, onun için uygulanabilir olan tek yaklaşıma, yani
Nietzsche'ye ve Deleuze'ün postmodem Sol'u neo-Neietzscheciliğe yönel­
meye zorladı. Foucault, yetmişli yılların başında söylemin nadirliği soru­
nuna /1 soybilimsel" bir bakış açısıyla geri döner ve düşünce yapıları ile
toplumsal yapılar arasındaki belirleyici öncelik sorununu, ne yazık ki ikin­
cisi leyhine çözüme kavuşturur. Episteme kavramı terk edilir ve yerine, bilgi
ve tahakkumun birbirine özdeşleştirilmesini temsil eden söylemsel düzen
kavramı getirilir. Foucault, 1977 yılında verdiği bir röportajda şöyle söyler:
[Şeylerin Düzeni'nde] eksik olan, 'söylemsel düzen,' ifadelerin oyununa
özgü güç etkileriydi. Bu kavramı, sistematiklik, kuramsal form ya da bir tür
paradigma ile çok fazla karıştırdım (Foucault 1980a, 113).
"Teorik formlardan" " söylemsel düzen"e geçiş, Althusser'in felsefeyi
yeniden tanımlaması ve ideolojinin maddi aygıtları ile ideolojik çağrı süreci
kavramlarını tepkisel bir şekilde yansıtır. Aynı zamanda Foucault'yu yine .
Yapısal Marksizm ile olumsuz bir bağlılık içerisine sokar. " Nietzsche,
Genbilim, Tarih" adlı önemli makalesi (1971, Foucault 1977 kitabında)
yayınlandığında, Foucault ve Althusser'in düşünsel konumları arasındaki
bir dizi yeni farklılık öne çıkmaya başlıyordu. Althusser'in çok yönlü ideolo-
ji anlayışı ya da toplumsal pratiklerin varlığı ve işleyişine ilişkin genel
çerçevesi ile karşılaştırılmaya değer bir anlayıştan yoksun olan Foucault,
söylemsel pratikleri her zaman tek boyutlu ifadelerle, "bilgi" ya da " iktidar"

257
olarak kavramsallaşhrmıştı. Bundan böyle, bu iki kavramı tek bir bilgi/ ikti­
dar bütünlüğüne kavuşturacakh. Söylemsel düzen, bir araca, (dispositif) sis­
teme, aygıta (Foucault'nun Althusser'e olan kuramsal borçluluğunun daha
açık bir göstergesi olamazdı), bilginin sadece iktidarın etkisi olduğu bir
'gösteren' e dönüşür. Düşünce yapılarını sadece iktidar yarahcı ve bilginin
olabilirlik koşullarını iktidar oluşturur. Foucault, 1971-71 yılında izlediği
düşünsel rotayı ceza kurumlarına özetlerken, şu açıklamalarda bulundu:

Güç ilişkileri (onların içinden geçen mücadeleler ya da onları


sürdüren kurumlarla birlikte) bilgi açısından kolaylaştırıcı ya da
engelleyici bir rol oynamaz; bilgiyi sadece teşvik etmek ya da
harakete geçirmek, çarpıtmak ya da sınırlamaktan memnun
değildir. İktidar ve bilgi, birbirlerine sadece çıkarlar ya da ideoloji­
lerin etkisiyle bağlanmaz. Bu nedenle sorun, iktidarın bilgiyi nasıl
kendi kontrolü altına aldığı ve bilginin kendi amaçlarına hizmet
etmesini nasıl sağladığı; ya da bilgi üzerinde kendi izini bırakıp,
ona ideolojik içerik ya da sınırlılıklar dayattığıdır. Hiçbir bilgi
bütünü, bir iletişim, kayıt, birikim ve yer değiştirme sistemi olmak­
sızın oluşturulmaz. Bu sistem kendi başına bir iktidar biçimidir ve
varlığı ve işlevi ile diğer iktidar biçimleri ile ilişki içerisindedir. Tam
tersine, hiçbir güç, bilginin özütlenmesi, temellük edilmesi, dağıtıl­
ması ya da alıkoyulması gibi işlemler olmaksızın uygulanamaz. Bu
açıdan, bir yandan toplum, diğer yandan devlet diye bir şey yoktur,
sadece bilgi/ iktidarın temel formları vardır. (Foucault, Sheridan,
1980 eserinden, 131).

Foucult'nun bu yorumu, bir geçerlilik payına sahiptir. Toplumsal


teorinin, bilgi üretiminin ideolojik aygıtı içine gömülü çağrı süreci olduğunu
anlaması büyük önem taşır. Buna karşın, Foucault'nun bu noktaya gereğin­
den fazla odaklanıp, bilgiyi açıkça tahakkümün kendisine indirgediğini
söylemek gerekir. Bu tahakküm biçimi, bilim tarihinin ötesine geçip (taraflı
olsa da, bulgusal değeri inkar edilemez) bilim felsefesine (ontolojik bir öze,
iktidara dayanan bir epistemolojik kategori işlevi görür) kadar uzanır.
.
Episteme' den bilgi/ iktidara kavramsal geçişin ardında, Foucault' nun
söylemin içeriğine yönelimi yatar. Bilgi etkileri artık tarafsız şeyler (Bilginin
Arkeolojisi) ya da dışsal " kötü" şeylerin etkileri (Delilik ve Medeniyet)

258
değildir; bilgi, kendi başına tahakkümün baskıcı formu haline gelir.
Foucault'nun, bilginin bir çağrı süreci olduğu yönündeki kavrayışı, onun bu
kavramı Althusser' in bilim, felsefe, ideoloji ve ideolojik aygıtlar kavram­
larını kullanmasından ayıran, basit, farklılıkları ortaya konmamış bir olum­
suzlukta yatar. Foucault'nun kavramsallaştırması, tarihsel olaylara ilişkin
kendi yorumunun felsefi bağlamda savunulmasına yönelik her türlü girişi­
mi önlemekle kalmaz, aynı zamanda bilgi etkilerini kuramsal nesneleri ve
bu nesnelerden ürettikleri bilgilerle ilişkileri açısından ele almaya yönelik
girişimleri engeller.
Aslında Foucault'nun "soybilimsel yöntemi," Althusserci sorunsalın
kötü bir alternatifidir ve teoriye ters düşen (ad hoc), bütünleştirmeye karşı
ön yargı taşıyan arkeolojiye nazaran çok fazla iyileştirilmiş unsur taşımaz.
Bilginin ideolojik bir aygıt olarak ele alınması dışında, soybilimin tüm olum­
lu nitelikleri, kaynağını toplumsal ürünün öznelliği düşüncesinden alır. Bu
da bütünüyle Althusser' den alınıp, Nietzscheci-Deleuzecü bir dirimselcilik
ile aşılanmış bir düşüncedir. Ortaya çıkan sonuç, arkeolojinin metodolojik
ve epistemolojik sorunlarını çözüme kavuşturamaz ve daha yoğun bir şek­
ilde yeniden üretir. Yapısal nedensellik bilgi/ iktidarı bilimsel pratiğin ona
bir yer ve işlev veren (son tahlilde ekonomik tarafından belirlenen) toplum­
sal bir bütün içerisinde eklemlenmesi olarak kolaylıkla yorumlarken,
Foucault bilgi/ iktiarı sadece basite indirgenmiş ve varlığı kabul edilmiş bir
gerçek olarak dile getirebilir. Yapısal Marksizmden aldığı materyalist ögeleri
kendine göre tasnif eden Foucault'nun soybilimi, tarihselciliğin tuhaf bir
erekselci formu ile kendi araştırmasının hakikatini reddeden politize
edilmiş bir estetizm arasında gidip gelen bir dizi retorik süslü sözden daha
fazlası değildir.
Foucault, "Nietzsche, Soybilim, Tarih" adlı çalışmasında, soybilimsel
yöntemin güçlü addettiği yönlerini ayrıntıları ile açıklamaya girişir.
Bunlardan ilki, soybilimin, tıpkı arkeoloji gibi tarihsel belirlenimi ve bilim­
sel realizmi reddetmesidir. Bu, rastlantı ve ardışıklığın dış dünyasından
önce gelen durağan formlara" duyulan bir inançtır. Şöyle der Foucault:
" Eğer soybilim tarihi dinleseydi, şeylerin ardında bütünüyle farklı bir şey
olduğunu bulurdu: zamansız ya da öze ilişkin bir sır değil, onların bir sırra
sahip olmadığı ya da bu sırların yabancı biçimlerden alınan bölük pörçük
üsluplarla üretildiği sırrı" (Foucault 1980a, 142) .

259
Foucault'ya göre soybilim, tarihi tanımlayan "köken arayışlarını" bir
yana bırakıp, "nesep" adını verdiği şeyi çözümlemeye çalışır. Nesep ve
köken arasındaki fark, ilkinin bir "benzerlik" kategorisine dayanmamasıdır.
Soybilim, benzerliğin bütünlüğü yerine, ortaya çıkarılması güç bir iletişim
ağı oluşturmak üzere birbiri ile kesişebilecek alt kategori işaretleri" ile
ilgilenir. Soybilimciler, başlangıçları- belirsiz izleri ve ipuçları tarihin gözü
tarafından görülen sayısız başlangıçları- araştırmaya kalkışır. Nesep çözüm­
lemeleri, benliğin ayrışhnlmasına, teşhis edilmesine ve yer değiştirmesine
imkan sağlar" (Foucault 1980a, 145-46). Aslında kökenler ve "başlangıçlar"
aynını, akıllara Deleuze' e özgü ontolojik ayrımı getirir. Bu hamle, varlığın
rastlanhsal doğasını ve soybilimcinin ayrıcalıklı gözünü ortaya koyar:

Nesep araşhrması aynı zamanda, bir özellik ya da kavramın


kendine özgü yönünün alhnda, onların oluşmasını sağlayan çok
sayıda olayın keşfedilmesini sağlar. Soybilim, unutulmuş şeylerin
dağınık yapısının ötesinde işleyen kesintisiz bir süreklilik yaratmak
üzere zamanda geriye gidiyormuş gibi yapmaz . . . Soybilim, türlerin
evrimine benzemez. Tam aksine, nesebin karmaşık izleğini takip
etmek, gelip geçen olayların -olması gerektiği gibi- dağınık halini
sürdürmek, rastlanhlan, anlık sapmaları- ya da tam tersine- hata­
ları, yanlış değerlendirmeleri ya da bu şeylerin varolmaya devam
etmesine imkan tanıyan yanlış hesaplamaları teşhis etmektir.
(Foucault 1980a, 146)

Foucault şunu söylemek ister gibidir: Soybilim, (varlığın gerçekte ne


olmadığının keşfedilmesine izin veren) yansıtmacılık karşıh bir yansıt­
macılık aracılığıyla, gerçek tarihin (olayların -olması gerektiği gibi- dağınık
halinin), varolan şeylerin erekselcilik karşıh erekselliğinin bilinmesinin yön­
temidir. Yapısal Marksizmin ayrımsal tarih anlayışına karşı Foucault'nun
teoriyi reddeden tarihselci yansıtmacılığını değerlendirmek, okuyucuya
bırakılmalıdır. Bu noktada asıl gereken, soybilimsel girişimin bir bütün
olarak saçmalığını gösterebilmek için, Foucault'nun tarihsel yansıt­
macılığını, onun erekselcilik karşıh epistemolojik rölativizm duruşu ile
karşılaşhrmakhr. Foucault, tarihe -dikkatimizi çekmek istediği gerçek tarih­
sel olaylara- erişme ayrıcalığına sahip olduğunu iddia etmekle kalmaz, aynı
zamanda bilgiye ilişkin iddialarının totaliter anışhrmalarına yönelik her
türlü sorumluluğu reddeder. Eğer bilgi iktidarsa ve iktidar kötüyse, kuram
260
reddedilmelidir: Her türlü teoriyi ve genel söylemin bütün biçimlerini red­
dedin. Bu gereklidir, çünkü kuram, reddediğimiz sistemin hala bir
parçasıdır" (Foucault 1980a, 231) .
Foucault, soy araşhrmal arının, Deleuze ve Guattari'nin rhizeome adını
verdiği şeyin bir parçası olmasını ister. Rhizeome, göçebe bir gerilla gibi
yüzeye çıkan küresel iktidar ağına beklenmedik saldırılar gerçekleştiren,
sonra yeniden ortadan kaybolan, yeralhnda mevzilenmiş bir direnişi temsil
eder. Foucault, kahramanca bir tavırla, şöyle der: "Bu küresel iktidar poli­
tikasına karşı yerel karşı tepkiler, çahşmalar, aktif ve kimi zaman önleyici
nitelikte savunma tasarıları başlahyoruz," (Foucault 1980a, 212). Bilginin
iktidara iddirgenmesinde temellenen bütünleştirme korkusu, Foucault'yu
pragmatizme, soy araşhrmalannın sade retorik değere sahip olduğu politik
manifestolara götürür. "Yazmak," der Foucault," beni sadece kendisini bir
taktik, aydınlanma aracı olarak, bir mücadelenin gerçekliğine sokması
ölçüsünde ilgilendirir. Kitaplarımın bir bakıma neşter, Molotov kokteyli ya
da mayın tarlası işlevini görmesini istiyorum. Tıpkı havai fişekler gibi, kul­
lanıldıktan sonra kendilerini yok etmelerini istiyorum." (Foucault, Megill
1985 eserinden alınhlandı, 243). Manhğın değersiz kılındığı noktada,
manipülasyonun sahteciliği devreye girer ve bununla birlikte retorik ve
istenççiliğe, sahip olduklarından daha fazla değer atfedilir.
Foucault'nun tarihsel-kuramsal ve retorik-pragmatik eğilimleri, ortak bir
amaca hizmet eder: tahakküm yapılarının birbiri ile özdeşleştirilmesi ve bu
yapılara karşı direnmek. Sorun, bu eğilimlerin birbirleri ile uzlaşhnlamaz
karşıtlıklar taşımasıdır. Foucault, teori ve pratik arasında -her birinin gerçek
doğasını ve ayrıldıkları noktalan açığa çıkaracak- üretici bir gerilim kurmak
yerine, aralarındaki antitezi atlayarak bizi bir politik kurgu dünyasında
bırakır. "Kurgular dışında hiçbir şey yazmadığımın bütünüyle farkınday­
dım. Bütün bunlara rağmen, hakikatin dışında hiçbir şey yazmak istemem.
Hakikat içerisinde kurgular yaratmak, kurgusal bir söylem içerisinde
hakikat etkileri sunmak ve söylemin, henüz varolmayan bir şeyi "üretmesi­
ni" yani bir şey "kurgulamasını" sağlamak, bana mümkün gözüküyor. Biri
tarihi, onu gerçek kılan bir politik gerçeklik temelinde 'kurgular;" diğeri
henüz varolmayan bir politikayı, bir tarihsel hakikat temelinde 'kurgular'"
(Foucault 1980a, 193). Foucault'nun geleceğe dair yeni bir vizyon geliştirme
arzusu paylaşılabilirse de, tarihse ulaşmak için onu kurgulama yönte­
minden sakınmak gerekir.

261
Foucault, yetmişli yıllarda kaleme aldığı en önemli eserlerinde (Disiplin
ve Ceza, 1975, İngilizce tercümesi, 1979; Cinselliğin Tarihi, 1976, İngilizce
tercümesi, 1980), hem modern endüstriyel toplumları temsil ettiğini, hem de
toplumsal pratiklerle Marksist çözümleme içerisinde vurgulanan ekonomik
kökenli tahakküm biçimlerinden daha kapsamlı bir ilişki içerisinde
olduğunu düşündüğü / 1 disiplin teknikleri" (normalleştirme teknikleri,
tahakküm biçimleri) üzerinde durur. Foucault'nun Marksizmi sadece tek bir
tahakküm biçimine odaklanarak, /1 iktidarın düzeneklerini" ya da /1 genel
işleyişini" ıskalamakla suçlamak istediği kuşku götürmez. 11Psikiyatrik göz
hapsi, bireylerin ruh sağlığının normalleştirilmesi ve ceza kurumları, sadece
sahip oldukları ekonomik değerler ölçütünde incelendiğinde, kuşkusuz
önemlerini kaybeder. Diğer yandan, iktidarın çarklarının genel işleyişi
açısından çok büyük bir öneme sahiptirler. İktidar konusu, ekonomik olay­
lar ve bu ekonomik olaylara hizmet eden çıkar sistemleri ile sınırlı tutul­
duğu sürece, bu sorunların küçük bir öneme sahip olduğuna yönünde bir
kanı ortaya çıkmıştır" (Foucault 1980a, 116) . Foucault'nun eleştirisinin ras­
yonel temeline (ona aksi takdirde taşıyabileceğinden daha fazla güç veril­
mesine hizmet eden zayıf taktiklere rağmen) karşı çıkmıyor ya da
Foucault'nun çalışmasının taşıdığı çok önemli düzeltici işlevi yadsıyorum.
Foucault'nun hapishaneler ve cinselliğe yönelik çığır açıcı çalışmaları ve
disiplin teknikleri, biyo-iktidar gibi kavramları, toplumsal kurumlar ve
söylemsel pratikler içerisindeki normalleştirme tekniklerine önemli ölçüde
dikkat çekmiştir.
Buna karşın, çok sayıda eleştirmenin belirttiği gibi, Foucault'nun büyük
ölçüde Althusser' e borçlu olduğu Nietzsheci sorunsalı, iktidarın materyalist
bağlam içerisinde anlaşılması ile zıtlıklar taşımaktadır. Bana öyle geliyor ki,
Foucault' nun tarihsel çözümlemelerinin olumlu yönleri, Althusser' in
kavramları ile taşıdıkları tepkisel gerilimden kaynaklanıyor. Foucault'nun
Nietzscheci eğilimi, Yapısal Marksizmi aşmak şöyle dursun, Althusser ve
Foucault'nun paylaştığı ölçütten dah geri, aşağı bir konumdadır. Foucault,
iktidarın maddeselinden uzaklaşıp (çözümlemelerinin çıkış noktası) ,
mitleştirilmiş, tarihdışı ve son olarak özcü bir kavrama yönelir: İktidar.
Focault, İktidar kavramının perspektifinden, güç ilişkilerinin farklı form­
larını birbirinden ayıramaz ve iktidara karşı gerçekleştirilebilecek tutarlı bir
politik direniş anlayışı geliştiremez. Buna karşın Foucault'nun Nietzscheci
' kıyafetinin, özcü İktidar ontolojisinin, ve son derece kaba Marksizm

262
karşıtlığının derinine inecek olursak, bazı kavrayışları Althusser'in Yapısal
Marksist sorunsalı ile uzlaştırılabilecek, ayrımsal tarihin hayalgücü yüksek
bir uygulayıcısı ile karşı karşıya kalırız. Sonuç, sadece ilk bakışta şaşırtıcıdır;
gerçekte ise Althusser ve Foucault'nun altmışlı yıllarda başlattığı ortak pro­
jenin -tarihsel metodolojinin tarihselcilik karşıtı, hümanizm karşıtı, ampi­
rizm karşıtı yöntemlerle yeniden formülleştirilmesi- amacını görürüz.

İktidarın Öznesi Üzerine


Foucault'nun çıkar ve husumetinin nesnesi olan insan bilimleri,
bilgi/ iktidarın paradigmatik örnekleridir. Foucault, Delilik ve Uygarlık ve
Kliniğin Doğuşu eserlerindeki izlekleri geliştirerek, Disiplin ve Ceza ve
Cinselliğin Tarihi'nde, insan söylemlerinin baskıcı karakterini, toplumsal
doğasını ve düzenini daha doğrudan bir şekilde ortaya koyar. Foucault'ya
göre, insanlığa ilişkin bilimsel bilgimizi artırmak, bilimsel ve insancıl retorik
tarafından maskelenen görünmez özünün gerçekte insanlığın karmaşık ve
sonu gelmez bir arayış olduğu bir sürecin ideolojik dış yönüdür. Foucault,
hapishaneler ve kapatmanın rasyonalleştirilmesine ilişkin muhteşem bir
çalışma olan Disiplin ve Ceza' da, fiziksel cezadan modem kapatma ve reha­
bilitasyon yöntemlerine -bütün yasal, psikiyatrik ve insanları hapsetmeye
yönelik aygıtlar- geçişin, bilginin artması temelinde, toplumun sapkın
davranışlara verdiği cezaların " insanileşmesinin" bir sonucu olmadığını öne
sürer. Aslında bu, Foucault'nun " disiplin" adını verdiği şeyin yaratılması ve
geliştirilmesini kapsayan genel bir sürecin parçasıdır. Aksi takdirde bütün
ve bağımsız bir bedenin dışarıdan kontrol altına alınmasına dayanan
"cezanın" aksine disiplin, bedeni içerden ifraz eder ve tabi kılar (dressage).

İnsan bilimlerinin hapishaneden doğduğunu söylemiyorum. Ama


eğer ortaya çıkıp bu kadar şey üretebildilerse, bunun nedeni, ikti­
darın özgül ve yeni bir kipi tarafından aktarılmış olmalarıdır: belli
bir beden politikası, insani birikiminin 'uslu' ve faydalı hale geti­
rilmesine yönelik belli bir yöntem. Bu politika, güce ilişkin belli bir
bilgi ilişkisi gerektiriyordu; özneleştirme ve nesneleştirme süreç­
lerini bir araya getirmeye yönelik bir tekniğe ihtiyacı vardı; ken­
disiyle birlikte yeni bireyselleşme prosedürleri getirdi. Hapishane
ağının oluşturduğu iktidar-bilgi donanımlarından biri, insan bilim­
lerini tarihsel açıdan mümkün hale getirdi. (Foucault 1 979, 305)

263
Foucault, Cinselliğin Tarihi'nde, cinsellikle ilgili söylemin aynı zamanda
bedenin hesap, gözlem ve normatif bir kontrol altına alınmasına hizmet
eden bio-iktidarın örneklerinden biri olduğunu öne sürer. Foucault, seksin
ondokuzuncu yüzyılda Viktoryen ahlak tarafından "bastırıldığı" yönünde­
ki ortak kanıya şiddetle karşı çıkar. Ona göre, 1800 yılından sonra cinsellik­
le ilgili söylemler dah önce görülmemiş bir ölçüde artış gösterdi. Buna
karşın, cinselliğe ilişkin söylemlerin artmasıyla birlikte, bireylerin gerçek
libidinal yaşamı daha da kısıtlayıcı hale geldi. Cinsellik, en güçlü güdü
olarak görülmeye başladı. O kadar güçlü ve (irrasyonel) görülüyordu ki,
onu kontrol edebilmek için kolektif ve bireysel disiplin yöntemlerine ihtiyaç
duyuldu. Bio-iktidar, çeşitli stratejiler (kadınların histerik olarak yeniden
tanımlanması, yetişkinlerin masturbasyon yapmasının aşağılanması, çift­
lerin çoğalmasının toplumsallaştırılması ve cinsel "sapkınlığın" psikiyatri
tarafından " tedavi edilmesi") ve cinselliğin "bilimsel" kavranışı vasıtasıyla
ondokuzuncu yüzyıl boyunca kapsamını genişletti. Bunların yanı sıra, cin­
sellik, Foucault'nun "itiraf teknikleri" adını verdiği şeyin ayrılmaz bir
parçası haline geldi. İtiraf teknikleri, kişinin -elbette uzmanların yardımıy­
la- hakikati söyleyerek kendisini tanıyabileceği ve iyileştirebileceği
düşüncesine dayanıyordu. " Batı insanı," der Foucault "itiraf eden bir hay­
vana dönüştü." Bizim iyileştirici bir süreç olarak değerlendirmeye alışkın
olduğumuz şey, Foucault'nun gözlerinde " Batı'nın hakikati üretmeye yöne­
lik en değerli tekniklerinden biriydi" (Foucault 1980, 59) .
Kuşkusuz bio-iktidar, Althusser'in ideolojik çağrı ve ideolojik aygıtlar
kavramları ile -olumsuz da olsa- ilişkilidir; Foucault'nun anlayışının derin­
liklerinde yatan Althusser karşıtı maksatlar, ister istemez göze çarpar. Fakat
sınır çizgileri açık bir şekilde belirtilmelidir. Yapısal Marksizm insan
öznelerinin çağrılmasını, sürecin hem olumlu hem de olumsuz yönlerini,
hem öznelliğin içsel karmaşıklığı hem de onu belirleyen dış güçler açısından
açıklayan kavramsal bir çerçeveye yerleştirebilir. Foucault ise anlaşılmaz ve
bölüntüsüz bir tahakküm stratejisinin kabul edildiği, bütünüyle olumsuz,
baskıcı bir anlayışta temellenen homojen bir iktidar alanı sunar. Elbette bu,
ona özgü bir strateji değildir. Foucault'nun iktidar ve tahakküm anlayışı,
(Sade' dan Bataille' a kadar uzanan) özgürlükçü-sefih estetik isyan ve
(Michelet' ten Bakunin' e, Sorel' den 68 kuşağına kadar uzanan) neo-anarşist
irrasyonalist popülizm geleneğinin söylemi ile aşılanmıştır. Bu geleneğin
ikna edici karakteri, ona farklı türler ve güç ilişkiler arasında ayrıma gitmek-

264
ten kaçınma kredisi verdi. Farklılıkları ortaya koymak yerine özgürlüğün
(toplumdan önce gelen) tarihdışı özü ile toplum arasındaki karşıtlığı öne
çıkardılar. Elbette bu öze " güç istenci" adını vermek, Nietzsche'nin
başarısıdır. Fakat özgürlük için verilen kahramanca mücadele alanına
(Nietzsche'nin sadece aşağıladığı) kitleleri de dahil eden, onun Fransız
hayranlarıydı.
İdeolojik çağrı her zaman iktidarla ilgili bir mesele olsa da Foucault'nun
aksine Althuser, onun sırf bu nedenden ötürü baskıcı olması gerektiği sonu­
cuna varmaz. İdeolojik çağrıya - buna bilgi/ iktidar ve bio-iktidar da
dahildir-, bir üretim biçiminin matris etkisi, bir yer ve görev verir. Buna
karşın, kendi görece özerkliklerine, belirgin etkinliklere ve iç çelişkilere
sahiptirler. Althusser' e göre çeşitli ideolojik çağrı biçimleri, aralarındaki
somut farklılıklar ve indirgenemez çelişkiler nedeniyle, bölüntüsüz, farklar­
dan yoksun bir bütüne indirgenemezler. Daha da önemlisi, Althusser ide­
olojik çağrı sürecinden kurtarılmayı bekleyen bir " insan özgürlüğü özü"
olduğunu kabul etmez. Aslında insana "özünü," toplum içinde hareket
etme kapasitesini veren, ideolojik çağrıdır ve toplum, ideolojik çağrı olmak­
sızın düşünülemez. Elbette bunu Foucault da bilir, fakat (toplumu iktidar
açısından açıklamak yerine) iktidarı toplum açısından açıklayacak her türlü
Marksist (ve hatta tarihsel) sorunsalı kesin bir şekilde reddettiği göz önünde
tutulursa, onun ideolojik çağırma sürecine ilişkin yargıları olumsuzdur.
Foucault bilgi/ iktidarı, ancak onların varlığını kabul ederek, yani İktidarı
Nietzscheci bir üslupla tarihsel süreçlerin ontolojik ön koşulu haline getire­
rek açıklayabilir. İktidarın bu şekilde somutlaştırılması -iktidarın açıklan­
masından iktidar aracılığıyla açıklamaya geçişi içeren kurnazca bir hamle-,
Foucault'yu, kendi en iyi eserindeki güçlü materyalist ögelere rağmen,
Deleuze'ün idealist ve istenççi cephesine iter. Materyal dünya, Foucault'nun
hiçbir zaman Foucault'nun analizlerinin dışına itilmez -Foucault'yu diğer
Nietzschecilerden üstün kılan, onun iktiar anlayışının maddeselliğidir- fakat
gücün yapılandırılmasına ilişkin her türlü hamlede, öncelik İktidar etkisine
verilir.
İktidarın varlığını kabul etmekle kalmak, bio-iktiar ile toplumsal ikti­
darın diğer biçimleri arasındaki farkı ayrınhları ile açıklayamamanın bir
sonucudur. Örneğin Foucault, bio-iktidar ile kapitalizm arasındaki az ya da
çok güçlü ilişkiyi çoğu zaman kabul eder. İnsanları (aynı zamanda ihtiyacın
dikkatle hazırlanan, hesaplanan ve kullanılan politik bir araç olduğu) bir
265
bağımlılık sistemine soktuktan sonra, onları etkili ve üretken bir şekilde
çalıştırmanın tarihsel olarak mümkün hale geleceğine dikkat çeker. Beden,
üretici ve tabi kılınmış bir beden olması ölçüsünde faydalı bir güç haline
gelir" (Foucault 1979, 26). Daha doğrudan bir şekilde açıklamak gerekirse:
Batı'nın ekonomik sıçraması, sermaye birikimini olanaklı getiren teknikler­
le başlamış olsaydı, insani birikimin yönetilmesine dayanan yöntemlerin
politik bir sıçramayı mümkün kıldığı söylenebilirdi. . . Aslında iki süreç
-insani birikim ve sermaye birikimi- birbirinden ayrılamaz" (Foucault 1979,
220-21) .
Buna karşın Foucault ekonomik iktidar, ekonomik iktidarın yeniden üre.­
timi ile biyo-iktidar gibi diğer iktidar ilişkileri arasındaki belirlenim ilişki­
lerini ayrıntılı bir şekilde açıklayamaz. Biyo-iktidar, kapitalizmin gelişmesi
ile ilişkilidir, fakat bu diğer bütün tarihsel dönüşümlerden önce gelip onları
aştığı için, tüm resim anlaşılırlığını yitirmektedir.

Bu biyo-iktidar, kapitalizmin gelişiminin vazgeçilmez bir ögesidir;


bedenler bir üretim düzeneğine sokulmasaydı ve nüfuzun eko­
nomik süreçlere uyumlu hale getirilmeseydi, kapitalizm mümkün
olmazdı. Fakat tek ihtiyacı olan bu değildi: bu faktörlerin her
ikisinin de gelişmesine, ulaşılabilirliğinin ve uysallığının pekişme­
sine ihtiyacı vardı. Güçlerden, yeteneklerden ve genel olarak
yaşamdan en iyi şekilde yararlanabilecek, aynı zamanda onların
yönetilmesini daha güç hale getirmeyecek yöntemler geliştirmek
zorundaydı. Devletin, İ ktidar kurumları gibi, üretim ilişkilerinin ve
biyo-politikaların sürdürülmesini sağlayan en önemli araçları,
ekonomik süreçler alanında işliyordu. Aynı zamanda toplumsal
ayrılık ve hiyerarşiye hizmet ediyor, her iki akım üzerinde etkileri­
ni uyguluyor ve tahakküm ilişkileri ile hegemonya etkilerini garan­
ti altına alıyorlardı. (Foucault 1980, 140-141)

Foucault'nun çözümlemesi, iktidarın çift yönlü belirlenimlerinin


kavramsal olarak çözüme kavuşturulmasının gerektiği yerde, odak nok­
tasını kaybeder. Belli bir bakış açısından, Foucault'nun sorunsalı, tarihin
"gerçek" karmaşıklığını" nedensel bir bağlantı noktasının yokluğunu, tarih­
sel gösterilenlerin kuramsal göstergelere göre fazla oluşunu vs. dikkate alı­
yor gibi gözükür. Eğer durum bu olsaydı, çözümlemenin neden bu noktada

266
kalıp, soyutlamanın daha yüksek ya da alçak düzeylerine el atmadığını sor­
mamız gerekirdi. Bana kalırsa cevap, ampirik "karmaşıklıktan" çok, ontolo­
jik basitlikle ilgilidir. İktidarın farklı biçimleri arasındaki güç ve hiyerarşik
ilişki farklılıkları Foucault için bir önem teşkil etmez. Çünkü bu gibi ayrım­
lar eninde sonunda İktidarın epifenomenleridir. İktidar Foucault için bir
kaçış, betimlemeden açıklamaya geçme sorumluluğundan kaçış mekaniz­
ması işlevi görür. " İktidar, her şeyden önce, güçlerin görevlerini yerine
getirdiği ve kendi düzenlerini oluşturdukları bir alana içkin olan çok sayıda
güç ilişkisi olarak anlaşılmalıdır. İktidar'ın olabilirlik koşulu . . . merkezi bir
noktanın varlığında, ikincil ve ardıl biçimlerin ortaya çıkacağı eşsiz bir ege­
menlik kaynağında aranmamalıdır. İktidar her yerdedir; her şeyi kuşattığı
için değil, her yerden geldiği için . . . " (Foucault 1980, 92-93) .
" İktidar her yerdedir." Toplumsal yapının her noktasında, ya da noktalar
arasındaki her " güç ilişkisinde" konumlanan İktidar, bireyleri oluşturur ve
onların içinden geçer, bedenin hareketlerini ele geçirir, söylem düzenleri
içerisinde dolaşır, bilgi ve haz etkileri üretir.
İktidar, Foucault'nun " mikro-iktidar" adını verdiği şey aracılığıyla,
toplumsal oluşumun en iyi kanallarına nüfus eder. Foucault burada, -en
önemli örneğinin devlet olduğu- merkezi düzenleyici yapıya yönelik genel
algılayışı ter�ine çevirir. "Mikro-iktidarlar," birtakım küresel tahakküm etki­
ler -örneğin, sınıfsal tahakküm- yaratabilmek için "belirgin hale gelebilir."
Fakat bu "mikro-iktidarlar" ile onlar tarafından desteklenen daha kapsamlı
tahakküm yapıları arasında içkin bir ilişki yoktur. Sömürünün çeşitli biçim­
leri önceden bildirilemez, çünkü İktidar yapıdan önce gelir ve dolayısıyla
onun aracılığıyla çıkarsanamaz. Bu nedenle İktidar, toplumsal oluşumlar
boyunca dolaşan ve toplumsal oluşumlar içn vazgeçilmez nitelikte olan bir
tür güç ya da enerjidir. İdeolojik, politik, ekonomik ya da kuramsal pratik­
ler arasında ayrım yapmak son tahlilde önemsizdir. Çünkü bu gibi ayrımlar
gerçekte bir şey ifade etmez: hepsi, gücün biçimlerinden ibarettir. Foucault
için 'hangi güç?' ve 'hangi amaçla' gibi şeyler asla söz konusu olmaz. Çünkü
güç her zaman oradadır, kendi yasalarına uyar ve tek amacı etki alanını
genişletmektir.
Elbette Foucault'nun sorunu, bu Nietzscheci metafizikten nasıl radikal,
demokratik bir politik pratik oluşturulabileceği ile ilgilidir. Somut belirle­
nim ilişkileri olmadığından, iktidar, her türlü gerçek politik içerikten yoksun
kalır. Fo ucault, sorunsalına Deleuze'ün " direniş" kavramını dahil ederek bu
267
sonuçtan kaçınmaya çalışır. Foucault önce iktidardan direniş yaratmaya,
sonra direnişlerin tahakkümün yeni biçimleri olmadan iktidarı yıkmayı
başarabileceğini kanıtlamaya çalışır. Nietzcheci metodolojinin eksik yönleri,
hiçbir zaman, bu kadar açık bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Uzun bir metin,
fakat eksiksiz olarak alıntılanması gerekiyor:
'

İktidarın olduğu yerde, direniş de vardır. Fakat, ya da daha çok


sonuç olarak, bu direniş asla iktidar karşısında dışsal bir konuma
sahip değildir. Kişinin daima iktidarın "içinde" olduğu, ondan
"kaçmanın" olanaksız olduğu, iktidara gelince mutlak "dışarısı"
diye bir şey olmadığı, çünkü kişinin her halükarda bir yasaya
maruz kaldığı söylenmeli midir? Ya da tarih, mantığın 'tezgah'ı
olduğundan, tarihin tezgahı iktidarın daima galip geldiği? Bu, ikti­
dar ilişkilerinin kesin surette ilişkisel karakterini yanlış anlamak
olurdu. İktidar ilişkilerinin varlığı, çok sayıda direniş noktasına
bağımlıdır: bu direniş noktalan, iktidar ilişkilerinde muhalif, hedef,
destek ya da dayanak rolü oynarlar. İktidar ağının her yerinde mev­
cutturlar. Dolayısıyla Reddetmenin tek bir ekseni, başkaldırının
ruhu,: tüm isyanın kaynağı ya da devrimciliğin mutlak yasası diye
bir şey yoktur. Direnişlerin çokluğu vardır ve her biri kendine özgü
bir örnek oluşturur: mümkün, gerekli, olanaksız olan direnişler;
kendiliğinden, vahşi, münferit, birlikte planlanmış, aşırı boyutlara
varmış ya da şiddetli direnişler; çabuk ödün veren, ilgili, uzlaşmacı
direnişler. . . Doğaları gereği, sadece iktidar ilişkilerinin stratejik
alanında varolabilirler. Fakat bu durum, birkaç heterojen ilkeden
kaynaklanmaz. Aynı zamanda ne bir tuzak, ne de ister istemez
çiğnenen vaattirler. İktidar ilişkilerinde konumlanan indirgenemez
karşıtlıklar, sıra dışı unsurdurlar. Bu nedenle düzensiz bir şekilde
dağılırlar: Direnç noktalan, düğümleri ve odaklan, zamana ve
mekana göre farklı yoğunluklarda yayılırlar. Kimi zaman topluluk
ya da bireyleri harekete geçirir, bedenin belli noktalarını, yaşamın
belli anlarını, belli davranış biçimlerini kışkırtırlar. Öyleyse büyük
radikal uyuşmazlıklar, geniş çaplı ikili bölünmeler yok mudur?
Kimi zaman evet. Ama toplum içerisinde yön değiştiren bölünmel­
er yaratan, birlikleri parçalayıp yeniden gruplaşmaları etkileyen,
bireylerin kendileri üzerinde izler bırakan, onları küçük parçalara
ayırıp yeniden şekillendiren, bedenlerinde ve zihinlerinde
indirgenemez sınır bölgeleri çizen hareketli ve geçişsel direniş nok-

268
taları ile daha sık karşılaşılır. Güç ilişkilerinin, aygıtlara ve kurum­
lara, onların içinde tam olarak konumlanmadan nüfuz eden yoğun
bir ağ oluşturarak sonlanması gibi, direniş noktalarının arı kovanı
da toplumsal tabakalaşmaların ve münferit birliklerin içinden
geçer. (Foucault 1980, 95-96).
Direnişlerin varlığını ve etkilerine dair verilen alışılageldik güvencelere
rağmen, bu metinde en fazla dikkat çeken şey, Foucault'nun direnişi iktidar­
dan kavramsal olarak ayıramaması ve dolayısıyla direnişin olabilirlik
koşullarını ayrınhları ile açıklayamamasıdır. Foucault'nun anlayışına göre
direniş, Poulantzas'ın ifade ettiği gibi, "imkansız bir şekilde doğal" bir
karaktere bürünür. Eğer iktidar direnişin kaynağıysa, yani olumlu ve üreti­
ci olan unsur yalnızca iktidarsa, direniş, iktidarın bir biçimi olmaktan nasıl
çıkabilir? Yukarıdaki metinde belirtildiği gibi bir doğaya sahip olduğunu
varsaydığımızda, eğer direniş her zaman iktidara yönelikse, direnişin
başarıya ulaşması durumunda ne olur? İktidar " mağlup edildikten sonra
direniş, yeni bir direniş biçimi yaratan , yeni bir iktidar biçimine dönüşmez
mi? Direnişler durmaksızın iktidara kahlır ve Foucault onları bu iktidardan
ayırmaya çalışır. Bu çabanın nihai sonucu, kötümserlik ve edilgenliktir.
İktidar her yerde olduğu için, her şeye karşı çıkılabilir; aynı zamanda son­
suz ve her yerde olduğu için, bu mücadelenin sonucu, iktidarın kaçınılmaz
zaferi önceden bellidir.
İşte bu, ferasetli eleştirmenlerin Foucault'nun " mikro-iktidarlarının,"
Deleuze ve Guattari' nin " aktif şizofreni" kavramının ve Yeni Felsefecilerin
ortaya koyduğu, devletin Moloch-iktidarı anlayışının temelinde yatan bir­
liğe dikkat çekmekte gecikmediği noktadır. Her türlü " genel strateji ya da
iktidarı" veya her türlü "genel karşı çıkışı," iktidarın azalması değil artması
olarak görerek reddetmekle kalmaz, aynı zamanda iktidarın homojen ve
canavarsı olduğu yönünde ortak bir kanı taşırlar. İktidarın toplumun özünü
olşturduğunu düşündükleri için, iktidarı ayrımsal, sınırlandırılmış ya da
belirlenmiş olarak göremezler. Deleuze' ün İktidar ontolojisinin talihsiz bir
sonucu olarak Foucault'nun direnişlerinin imkansızlığı, Yeni Felsefenin
devletin İlk Günahın sonsuz dışavuru mu olduğu yönündeki anlayışına zıt­
tır. Bu açıdan, Poulantzas son derece isabetli bir yorumda bulunur: "Yeni
Felsefe, Foucault'nun desteğine başvurabilir: onun düşüncesinin son ürün­
leri olmasının ötesinde, Foucault'nun anlyışının nihai hakikatini oluştu­
rurlar" (Poulantzas 1978, 149) .

269
Foucault'nun direnişlere ilişkin ortaya koyduğu fikirler, aynı zamanda
Yeni Felsefenin kapitalist sömürüyü maskelemesine ve el altından savun­
masına olanak sağlayan köktencilik yanılsamasını da doğrudan destekler.
Yeni Felsefe, bazı radikal davaların savunmasına koşsa da, iktidarın
ekonomik ana kökü olan sınıf mücadelesinden titizlikle kaçınır ve bunun
yerine totalitarizmin eski izleklerini yeniden canlandırır. Foucault ve
Deleuze, hapishane ve psikiyatri yöntemlerinin yeniden düzenlenmesin­
den, homoseksüellerin özgürlüklerine kavuşturulmasına kadar uzanan çok
sayıda ilerici politik davaya aktif bir şekilde katılmalarına rağmen, post­
modem muhalefetten neo-liberal konformizme kolaylıkla dönüşebilecek
bencil bir bireycilik fikrini destekler. Muhalefet ve Marksizm karşıtlığı, Yeni
Felsefecilerin elinde statükonun üstü kapalı bir şekilde savunulmasına
dönüşür. Deleuze, Foucault ve Nietzsceci sol, kendi seçimleri sonucunda
olmasa bile kaçınılmaz olarak, Dominique Lecourt'un "muhalefetin Batı'ya
özgü ideolojisi" olarak tanımladığı geleneğin, küçük burjuva popülizminin
saflarına katılır. (Lecourt 1978, 24) .
Lecourt' ın işaret ettiği gibi bu gelenek, politik ve ideolojik pratik içerisin­
deki her türlü eşitlikçi gelişmeyi engellemek, etkisiz kılmak ya da saptırmak
amacıyla, (bu teori içerisindeki her türlü "krizi" Marksizm karşıtlığının
çıkarı için kullandığı) Marksist kuramın "radikal" bir eleştirisi ile anarşist ya
da özgürlükçü politikaları harmanlar. Her Camus ya da Foucault için,
muhalif eleştiriden uygun gerici çıkarımlar yapmaya hazır bir Aron ya da
Glucksmann vardır. Dionysosçu muhalefet ve Prometeci isyan, Apollon' a
özgü bir konformizm ve Sisifos' a özgü bir umutsuzluğa götürür. Foucault,
ölümünden sonra yayınlanan son çalışması, Hazzın Kullanımı ve Kendilik
Kaygıslnda (Fransızca Baskısı, 1984; İngilizce'ye tercümesi, 1985 ve 1986),
muhalif postmodem konumunu bir anda terk eder ve Amerikalı
akademisyenlerin gittikçe artan etkisinde kalarak, kendisini her şeyden
önce neo-liberal bir hümanist bir kimliğe büründürür. Foucault, İktidara
yönelik özcü değerlendirmesine yapılan eleştirilere, kendisinden bek­
leneceği gibi, düşünsel konumunu yeniden gözden geçirerek değil, tasasız
bir şekilde bütünüyle farklı bir doğrultuda hareket ederek, bilgi/ iktidarın
soy kütüklerini terk edip, yerine yeni bir tasarı, ahlakın soybilimini getirerek
karşılık verir. Yunan ve Roma kültürünü kıyaslanabilir tarihsel örnekler
olarak kullanarak, toplumsal cinsellik yapıları etrafında örgütlenen "benlik"
pratikleri üzerine özne merkezli bir inceleme yapar. Cinsellik, üç ögeden

270
(eylemler, hazlar ve arzular) oluşan ve dört ahlak kategorisi (ahlaki bir
özdek, uyulması gereken insanı nitelikler; bir tabi kılma biçimi, insanları
ahlaki yükümlülükleri kabul etmek üzere " toplumsal olarak teşvik etme
yöntemleri;" bir asketik, ahlaka ulaşılmasını sağlayan benlik pratikleri; bir
telos, aranan ideal ya da model) örgütlenen yapısal bir fenomen olarak
kalmaya devam eder. İktidar, kendisini gerçekleştiren bir öznenin kişisel
seçimlerinin toplumsal arkaplanından daha fazlası olmayan, son derece
sevimli" bir /1 sorunsallaştırma" alanına dönüşmüştür. Ahlak, baskıcı
11

olmaktan çok fırsat tanıyıcıdır: "bir bireyin kendisini ahlak davranışlarının


öznesi haline getirmesine imkan tanıyan bir benlik ilişkisi biçiminin ayrıntı­
landırılması" (Foucault 1986, 251).
Foucault'nun, Yunan, Roma ve Hırıstiyan cinselliği ile ilgili söyleyecek
çok ilginç ve özgün şeyleri vardır. Buna karşın, soybilimsel yöntemi özünde
değişmemiştir. Tarih Foucault için hala, birbirleri ile ilişkisi olmayan bir dizi
fenomenden ibarettir. Tek amacı, şimdiki zamanın politik amaçları için
"yeniden yürürlüğe sokulabilecek" eski davranış biçimlerini açığa çıkar­
maktır.
"Deneyim estetiğine" sahip Yunan cinselliği, özgül toplumsal koşullara
dayanmadığı için ya da bu özgül koşullar tarafından belirlenmediği için,
postmodem "Yeni Tarihselciliğin" çağdaş kapitalist toplumlarda yeniden
yaratılmaması için hiçbir sebep yoktur. Tarihin kendini kendisini oluşturan
öznesi, Foucault'nun postmodern politikalarının değişmeyen istenççiliği ile
daha fazla örtüşür, fakat bu yeni kuramsal hamle, Foucault'nun yetmişli yıl­
larda ortaya attığı iktidar sorununu çözüme kavuşturmaktan çok, daha da
çetrefilli hale getirir. Bir baskı unsuru olan iktidar, "her şeye karşı çık"
düşüncesine dayanan imkansız muhalefet, konformist karşı kutbuna
dönüştükçe, ahlak alanından kaybolur. Foucault'nun, toplumsal yapıları
özerk katmanlara dönüştürmesi ile biraraya gelen özneye yönelik yeni yak­
laşımı, neo-liberal mikro-politikaların tutarlı bir şekilde savunulmasına
hizmet eder. Fakat, politik sorunların karmaşıklığına ya da bu sorunların
çözüme kavuşturulmasını engelleyen unsurlara ilişkin hiçbir çözümleme
sunmaz. Foucault'ya göre kısmi değişikliklere ulaşılabilir, çünkü bir alanda,
örneğin cinsellik alanında gerçekleşen değişiklik, diğer alanlarda aksaklık­
lara ya da cepheleşmelere yol açmaz. Foucault, yeni ahlak soybilimi üzerine
verdiği bir röportajda, /1 Ahlak ve diğer toplumsal, ekonomik ya da politik
yapılar arasında analitik bir ilişki olması gerektiği fikrinden kurtulmamız

271
gerektiğini" ısrarla vurgular (Foucault 1983, 236). Foucault'nun günümüzde
"Yeni Tarihselcilik" olarak adlandırılan yeni metodolojisi, toplumsal kuram
alanına çığır açıcı yenilikler getirmekten çok uzaktır ve liberal kapitalist
statükoya karşı geliştirilen postmodem muhalefetin şartlı tesliminden daha
fazlasını ifade etmez.

Poulantzas: İktidar, Sınıf Mücadelesi ve Devlet


Foucault'nun çeşitli ideolojik aygıtlara ilişkin tarihsel çözümlemeleri,
tüm hatalarına rağmen büyük bir önem taşır ve Yapısal Marksistler tarafın­
dan ciddiye al ınmıştır. Pierrece Macheray, Foucault' dan "bizim Hegel'imiz"
diye söz edecek kadar ileri gitmiştir. Bu, Foucault'nun kavrayışlarını tarih­
sel materyalizmin sorunsalına yerleştirme arzusunu, aynı zamanda
eserindeki irrasyonalist ve istenççi unsurları atma gerekliliğini yansıtan,
ironik olsa da yerinde bir tanımlamadır. Bu noktada en önemli sorunlar,
elbette iktidarla ilgili olanlardır. İktidar nedir? Nereden gelir? Nasıl işler?
Foucault'nun bu sorulara verdiği cevaplara ilişkin ortaya koyduğumuz
sorunlar, en azından son eserlerine kadar, iktidarın ortadan kalktığı yerde,
onu toplumsal oluşumların en eski bileşenine dönüştürmesi, sonra da yık­
mak için bir yöntem geliştirmeye çalışmasından kaynaklanır. Foucault,
diğer yönleriyle sağlam kuramsal temellere dayanan, ideolojik ilişkilere
yönelik tarihsel çözümlemesini Deleuzecü İktidar ontoloj isi ile ilişk­
ilendirdiği için, iktidarı ancak somut toplumsal oluşumlardan önce gelen
dirimsel bir öz olarak algılar. İktidarı, düzenek ve etkilerin nedensel olarak
açıklanabileceği her türlü yapısal bütünün ötesine yerleştirdiği için, ideolo­
jik aygıtların gerekli varlığını, tarihsel açıdan belirleyici yer ve işlevleri
açısından birbirinden ayıramaz.
Dolayısıyla Yapısal Marksist bir sorunsal, toplumsal yapılar içerisindeki
iktidar biçimlerini, Foucault'nun son derece sınırlı Marksizm değer­
lendirmesinden farklı olarak, iktidarın içsel ve bağıntısal karakterini safdışı
bırakmadan ya da tüm iktidarı devlet içerisinde merkezlenmiş sınıf iktidarı­
na indirgemeden, doğru bağlamlara yerleştirmelidir. Yapısal Marksizm, ikti­
darın bağıntısal bir doğaya sahip olduğunu iddia ederek ve tüm tahakküm
biçimlerinin devlet iktidarı ile özdeşletirilmesini eleştirerek, toplumsal belir­
lenimin sınırl arını aşan bir iktidar anlayışına başvurması ya da son tahlilde
üretim biçimi ve sınıf mücadelesi tarafından belirlenen bir iktidar yoğıınlaş­
ması olarak devletin taşıdığı merkezi önemi göz ardı etmez. Foucault'nun

272
son çalışmalarında yaphğı gibi iktidarı değerden düşürerek, uyarlama ve
aşkınlığa dayanan bireyci diyalektiği öne çıkarması, basite indirgeyici ve
konformist yöntemler olarak görülerek reddedilmelidir. Yapısal Marksist
cephede, Nicos Poulantas'ın 1968-1978 yılları arasında yayınlanmış eserleri,
iktidarın kaynağı ve dolaşımına ilişkin Marksist bakış açısıyla kaleme alın­
mış en tutarlı çalışmalardır. Poulantzas ile ilgili kapsamlı bi tarhşmanın
daha sonraya bırakılması gerekse de, Foucalt'nun İktidar anlayışına yönelik
özgün karşı çıkışları ve bu anlayışa getirdiği alternatif bakış açısını burada
ele alabiliriz.
Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm (1978) adlı eserinde, iktidara yöne­
lik kendi ilişkisel değerlendirmesi ile Foucault'nun bazı formülasyonlarında
gözlemlenen politik ve ekonomik iktidarı birbirinden ayırma girişimleri
arasında bir benzerlik olduğunu kabul eder. Buna karşın, Poulantzas ikti­
darın üretim güç ve ilişkilerinden ayrılmasına ve iktidarın doğası ve işleyi­
şinin anlaşılması güç bir hale getirilmesine karşı çıkar. Poulantzas' a göre
bunlar, Foucault'nun biyo-iktidar kavramı ile Yeni Felsefecilerin devlet ikti­
darına ilişkin tek boyutlu değerlendirmesinin birbirine aşılanması için
yararlanılan ortak paydalardır. İktidar toplumsal mücadeleler içerisinde
daima kesin bir maddi temele sahip olmuştur ve maddeselliği iktidarın her­
hangi bir aygıh içinde ya da İktidar olarak tanımlanan bir "öz" de tükenmez.
Poulantzas, bir yanda Yeni Filozoflar, diğer yanda Foucault'ya karşı,
mücadelenin ilk nedeninin ne devlet ne de İktidar olduğunda ısrar eder.
Mücadele daima toplumsal çelişkilerden -üretim güçleri ile üretim ilişki­
leri arasındaki ekonomik çelişkilerden, tahakküm ve yönetim arasındaki
politik çelişkilerden ve özneleştirme ve vasıflandırma arasındaki ideolojik
çelişkilerden- ortaya çıkar. Bunun sonucunda, Poulantzas devlet iktidarını
ne tarihdışı, ne de sınırsız olarak değerlendirir. "İktidar, mücadeleler ve
pratikler arasındaki bir ilişkidir. . . ve devlet her şeyden önce, mücadele
tarafından kesin olarak tanıml anmış güçler ilişkisinin yoğunlaşmasıdır.
Devlet, diğer iktidar mekanizmalarından daha fazla sınırlamayla karşılaş­
maz: Bu, devletin, ötesinde boşluğun yathğı her şeye kadir bir varlık
olmasından kaynaklanmaz; fakat tahakküm altına alınan kişilerin
mücadelelerinin dayathğı iç sınırlılıklar, maddesel doğasının ayrılmaz bir
parçasıdır. Bu mücadeleler Devlet içerisinde (ve daha genel olarak, iktidar
mekanizmalarında) her zaman bulunur. Çünkü Devlet önceden varolsa da,
mücadelenin İlk Sebebi ne devlet ne de iktidardır" (Poulantzas 1978, 151).

273
Poulantzas ayrıca üretim biçimi ve sınıf iktidarının tüm iktidar ilişkile ri-
ni, başka bir yerde başlamış iktidar ilişkilerini bile belirlediğini savunur:
Sınıfa özgü iktidarın ilişkiler alanı, toplumsal iş bölümünün
tamamına yayılan maddi bir yer tahsis etme sistemine gönderme
yapar: Sadece olmasa da, temel olarak bu sömürü tarafından belir­
lenir. Bu da sınıfsal bölünmenin ve dolayısıyla sınıf mücade­
lelerinin varlığını açıklar. Devletin, sınıf iktidarının yerini almak
için tüm iktidardan yaralandığı bir toplumda her mücadelenin,
karakteriktistik anlamını sınıf mücaelelerinin varolması ve diğer
mücadelelerin ortaya çıkmasına imkan sağladığı ölçüde bulduğu
çıkarımında bile bulunabiliriz. (Poulantzas 1978, 148)

Poulantzas burada üç noktaya dikkat çekmektedir: birincisi, bütün ikti­


dar ilişkileri her zaman toplumsal ilişkilerdir; ikincisi, toplumsal ilişkiler,
ekonomik olmayan özellikler gösterenler bile, kendilerine atfedilen "sınıfa
özgü" bir unsura sahiptir; üçüncüsü, devlet, iktidarın kaynağı olmasa da,
iktidarda temellenir ve iktidarın uygulanmasını sağlayan merkezi aygıt
işlevini görür. Poulantzas, Foucault ve Yeni Felsefecilere karşı, devlet ve ikti­
dara ilişkin şu önermelerde bulunur:

(a) Devindirici gücün sınıf mücadelesi olduğu, sınıflara ayrılmış


toplumsal oluşumlarda, sınıf iktidarı iktidarın temel taşıdır;

(b) Politik iktidar, ekonomik iktidar ve üretim ilişkilerinde temel­


lense de, diğer iktidar alanlarının dönüştürülmesinde rol oynaması
nedeniyle primordiyal bir karakter taşır;

(c) Kapitalist üretim biçimlerinde politik iktidar, birbirleriyle nasıl


kesişirlerse kesişsinler, diğer iktidar alanlarından farklı bir alanda
yer alır.

( d) Bu iktidar, iktidar tarafından en üst seviyede yoğunlaşhrılır ve


maddeselleştirilir. Devlet, iktidarın kaynağı olmasa da, iktidarın
merkezi uygulanma alanıdır.
(Poulantzas 1978, 44)

274
Ekonomik ilişkilerin politik ve ideolojik ilişkileri tam olarak nasıl
belirlediği ve devlet aygıhnın nasıl işlediğine ilişkin önemli soruyu kısa bir
süreliğine konumuzun dışında tutacak olursak, Poulantzas'ın iktidara yöne­
l ik yaklaşımının, Foucault'nun anlatımını rahatsız eden sorunlardan
kaçındığını açıkça anlarız. Poulantzas' a göre iktidar, toplumsal mücadeleler
içerisinde bir düzen ve sınıra sahiptir; iktidar, önceden varolan, anlaşılması
güç bir özün özgül bir dışavurumu değildir. Poulantzas, Foucault'nun
aksine, iktidarın kuramsal açıdan farklı noktalarını ortaya koyar; politik ve
ideolojik aygıtları, ekonomik iktidarın basit yansımasına indirgemeden ve
onları hiçbir fark taşımayan, bölüntüsüz bir iktidar ilişkileri ağına
dönüştürmeden açıklar.
Poulantzas'ın iktidar, toplumsal mücadeleler ve devlet arasındaki somut
ilişkilere yönelik argümanları, bu alanların daha ayrıntılı bir şekilde
araştırılmasına zemin hazırlar. Foucault'nun bilgi/ iktidar ile biyo-iktidarı,
karmaşık bir bütün olarak toplumsal oluşumla ilişkilendirmeyi reddetmesi
ise, bu ilişkileri çoğulculuğun" kara kutusuna sokar ve iktidarın maddesel­
fi

liğine yönelik daha ayrınhlı araştırmalar yapılmasının önünü keser.


Son olarak, Foucault'nun mikro-iktidarları dağıtması, iktidar mekaniz­
malarını bağdaşıklaşhrması ve devletin iktidar biçimlerinden biri olduğu
yönündeki ısrarı, derin ve kötümse! politik çıkarımlara sahiptir.
Foucault'nun kanısınının aksine, iktidar yapısal bir bütünlük ve başatlık ve
tabiyet ilişkileri ile ilişkileri içerisinde tanımlanamaz. İktidar seyreldi­
fi

ğinde" ve dağıldığında direniş yerelleşir. Direniş yerelleştiğinde, ya sistemin


bir parçası olur, ya da bashrılır. İktidar, homojen bir unsur olarak kavram­
sallaşhrıldığında, direniş etkin bir şekilde apolitize edilir. Örneğin Yeni
Felsefecilerin devlet karşıtı söylemi, devlete her türlü politik nedenlerden
ötürü karşı çıkar. Fakat bu muhalefet, devletin sınıf mücadelesi içerisindeki
merkezi rolünden değil, devletin iktidarın tipik bir biçimi olmasından kay­
naklanır. Deleuze' den Foucault'ya kadar uzanan Yeni Felsefecilerde eksik
olan, bir politik etkinlik gerekçesi, bir şeylerin nasıl daha farklı olabileceğine
ilişkin kuramsal bir açıklamadır. Foucault'nun iktidar meselesini çözüme
kavuşturmaktan kaçınması, postmodem direnişin iflasının açık bir kanıhdır.

275
5. Bölüm

Edebiyat ve İdeoloji

1966 yılında, Derrida'nın çığır açıcı ilk üç kitabının ortaya çıkmasından


önce, Pierre Machurey'in Yazınsal Üretim Teorisi kitabı yayınlandı
(İngilizce tercümesi, 1978) . Bu kitap, Terry Eagleton'ın sözleriyle, "yapı­
sökümcü teorinin tam olarak geliştirildiği, metinleri parçalarına ayırarak
içlerindeki bulgu niteliğindeki yoklukların ve çıkmaz sokakların, metinlerin
yanıltıcı bir şekilde homojen gözüken güç sistemleri ile belirsiz karşılaş­
malara girerek kendilerini çözüme kavuşturdukları noktaların farkına varan
bir eserdi" (Eagleton 1981, 141). Eagleton, Macherey'in birleşik metinleri
reddederek, edebi söylemin çelişkilerini ve çıkmaz sokaklarını inceleyip
açıklamaya, her şeyden önemlisi, yazınsal söylem üretimini toplumsal bağ­
lamı ile ilişkilendirmeye çalıştığına dikkat çeker. Buna karşın Macherey'in
kitabı, özellikle İngiltere ve Birleşik Devletler' de Derrida'nın eserinin yarat­
tığı yankının sadece birazına yaklaşabildi. Bu çelişkinin politik olmaktan
çok eserlerin niteliklerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Macherey'in
Fransız Komünist Partisi üyesi olması ve kitabının öncelikli esin kaynağının
Althusser' in eserleri olması, kuşkusuz kitabın alımlanması üzerinde
kuşkusuz olumsuz bir etkide bulundu. Macherey'in yapısöküme uğratmayı
amaçladığı söylem, " söz merkezli" değil " ideolojik" olarak etiketlendi. Bu
materyalist vurgunun, Anglo-Amerikan eleştiri dünyasında, Derrida'nın

277
postmodern ikon kırıcılığından daha fazla kabul görmesi imkansızdı. Fakat
Macherey'in kitabı, görece belirsizliğine rağmen önemli bir eser olduğunu
kanıtladı. İ ngiltere ve Fransa'da Althusser'in ideoloji anlayışından yararla­
narak kültürel fenomenleri (özellikle edebiyat ve sinemayı) inceleyen çalış ­
malar için bir çıkış noktası işlevi gördü. Sonuç, sanatın doğası ve işlevine
yönelik yeni bir anlayış, edebiyat tarihi ve eleştirisine ilişkin yenilikçi bir
yaklaşım oldu. Bu yeni yaklaşım, Althusser'in formülleştirdiği ideolojik
pratiğin iki yönlü karakteri üzerine temellenir: temsili mekanizmaları ile bi­
lişsel etkileri ve, öncelikli işlevleri özneleri çağırmak ve özneler ile belli başlı
nesneler arasında pratik bir beceri ilişkisi aşılamak olan belirleyici kurum ve
pratikler içerisindeki maddi varlığı.

Macherey' in eseri, ideolojinin sözü edilen ilk özelliğine odaklanır.


Yazınsal Ü retim Teorisi, söylemin nesnel olarak farklı bir biçimi olarak ede­
biyatla ilgilenir ve edebiyarın biçimsel mekanizmaları ve ideolojik doğasını
çözümlemeye çalışır. Macerey'in edebiyata ilişkin görüşleri, Althusser'in
1967 yılında verdiği derslerin bir derlemesi olan Felsefe ve Bilimadam­
larının Kendiliğinden Felsefesi'nden ve 1968 yılında " İdeoloji ve Devletin
İdeolojik Aygı tları nın yayımlanmasından sonra köklü bir değişim geçirdi.
"

Ondokuzuncu yüzyıl Fransız yazınının ampirik yaklaşımına, Rern�e Balibar


ve arkadaşlarının Les français fictifs (1974) ve kendisinin de kuramsal yeni­
liklerine katkıda bulunduğu Le français national (1 974) dergilerinde
geliştirdiği dilbilimsel pratiklere daha yakın hisseden Macherey, edebiyata
ilişkin daha önceden sahip olduğu nesnelci yaklaşımı terk edip, edebiyatı
-edebiyat kategorisini- sınıfa dayalı alımlama ideolojileri ve okulların ide­
olojik çağrı süreçleri açısından tanımlayan göreci yaklaşımı benimsedi.
İ ngiliz eleştirmen Terry Eagleton 1967 yılında, Macherey'in gelişmesinin
yörüngesi ile görünürde zıtlıkla taşıyan, Eleştiri ve İdeoloji adında önemli
bir kuramsal eser yayınladı. Bu çalışma, Macherey' in ilk sorunsalından
yararlanıyor, bu sorunsalı eleştirip daha kapsamlı hale getiriyordu. Aynı yıl,
Fransız filozof ve dilbilimci Michel Pecheux, Dil, Anlambilim ve İdeolojiyi
(İ ngilizce tercümesi, 1982) yayımladı. Bu, dile bir söylemsel pratik niteliği
atfederek, Macherey'in ilk kitabının kavramsal çerçevesini terk etmekten
çok, bu tasarımı daha sağlam temellere oturtan bir çalışmaydı. Kısacası ,
Yapısal Marksist cephe içerisinde, Althusser' in Marx İ çin ve Kapital' i
Okumak eserlerinde ortaya koyduğu kuramsalcılık eleştirisine iki cevap
özelliği taşıyan, iki eğilim vardır. Ben bu eğilimlerin genel bir değer-

278
lendirmesini yapmanın yanı sıra, iki eğilim -yani yazınsal üretim teorisi ile
yazınsal atılmama teorisi- arasındaki görünürde bir çelişki olduğu iddi­
asının, tehlikeli ve asılsız olduğunu öne süreceğim. 1

Pkheux: Söylemsel Pratik Kavramı


Althusser, " Andre Daspre'ye Cevap Niteliğinde, Sanat Üzerine Mektup"
adlı makalesinde, "gerçekliğe göndermede bulunan bir şeyi görmemizi,
algılamamızı ve hissetmemizi sağlaması açısından sanatın özgünlüğünden
söz eder . . . Sanatın görmemizi sağladığı, dolayısıyla bize (bilme biçiminde
değil) 'görme,' 'algılama' ve 'hissetme' biçiminde sunduğu şey, içinde doğ­
duğu, içinde yüzdüğü, kendisini sanat olarak ayırdığı ve göndermede
bulunduğu ideolojidir" (Althusser 1971, 222) . Althusser'e göre, sanat
bütünüyle ideolojiktir; öznelerin doğrudan, yaşanmış tecrübelerinde temel­
lenen bir ideolojik pratik biçimidir. Fakat ideolojik arka plandan bir şekilde
farklıdır. Aynı zamanda, sanahn ideolojik 'maddelere' göndermede bulun­
ma biçimi, bilimin onları algılamasından kesin olarak farklıdır. Ne yazık ki
Althusser' in terminolojisi belirsizdir ve görme, algılama, bilme ve gönder­
mede bulunma gibi kavramlar, bu argüman değerlendirilmeden önce cevap­
lanması gereken bazı sorular öne çıkarır. Ben, alanımı edebiyat örneği ile
sınırlandırarak, Althusser'in kavrayışlarına daha somut bir nitelik kazandır­
maya çalışacağım.
Belki de başlamak için en uygun yer, söylem sorununun kendisidir.
Althusser' e göre edebiyat "göndermede bulunur" fakat "bilmez." Diğer
yandan " görmemizi, hissetmemizi ve algılamamızı" sağlar. Böyle bir
çelişkinin olabilirliği, iki farklılıktan kaynaklanıyor olabilir: bir yanda ide­
olojik söylem ile bilimsel söylem arasındaki, diğer yanda yazınsal söylem ile
diğer ideolojik söylem türleri arasındaki fark. Michel Pecheux, Dil,
Anlambilim ve İdeoloji eserinde, hem dönemin hakim dilbilim formlarını
eleştiren, hem de dil ile toplumsal arasındaki karşılıklı ilişkiyi ayrıntılı bir
şekilde açıklamaya çalışan, materyalist söylem kuramı adını verdiği yönte­
mi geliştirme işine girişir. 2 Pecheux, dilbilim pratiğinin semantik öğesine
odaklanır; çünkü ona göre semantik, hem Saussurecü dilbilimin, hem de
Chomksy' nin "üretici gramerinin" çelişkilerinin kaynağını oluşturur.
Saussurecü dilbilim, dil sisteminin (langue) uğradığı tarihsel değişimleri, bu
sistemin karmaşık bir bütün olarak toplumsal oluşum ile ilişkisini, bireysel
telaffuzun (parole) doğasını ya da konuşan öznenin varlığını açıklayamaz;

279
Chomsky'nin üretici grameri, tüm semantik olasılıkların kaynağını, sözdi­
zimsel "derin yapılarda" bulmaya çalışır, fakat bu da toplumsal etmenleri
bütünüyle devredışı bırakır. Pecheux'nun eleştirisini burada ayrınhları ile
ele alamayız, fakat söylemlere, söylemsel pratiklere ve söylemsel oluşum­
lara ilişkin yeni bir teori önerisi ve bunların "özne-formu" ile öznelerin
çağrılması ile ilişkisini değerlendirmesi, ideolojik, bilimsel ve yazınsal
söylemlere yönelik araşhrmamız için büyük önem taşır.
Pecheux'ya göre, bu sorunlara yönelik mevcut yaklaşımların temel
güçlüğü, eleştirel yönteme başvurmaksızın, önceden verili konuşan özneyi
kabul etmeleridir. Pecheux'nun " dilbilimcilerin kendiliğinden felsefesi" ile
özdeşleştirdiği, öznenin kesinliği düşüncesi terk edilerek, öznesiz bir
sürecin belirleyici etkisi olarak " özne-formu" (ve daha ayrıntılı olarak,
söylemin öznesi) çözümlenmelidir" (Pecheux 1982, 51). Pecheux, bunu
yapabilmek için, söylem (semantik ögeler) ile dil (söz dizimi, artikülasyon)
arasında bir ayrıma gider. Söylem dili önceden varsayar, fakat dil tarafından
belirlenmez. Söylem daha çok semantik süreçlerin tarihsel belirlenimlerinin
bir işlevidir. (Diğer ideolojik pratikle gibi) Söylemsel bir pratik olarak dil,
kaynağını konuşan öznede bulmaz; ürününü, konuşan özneler olarak oluş­
turulan bireylerde bulur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse söylem
özneleri çağırır; Pecheux'yu dilin özne etkisini ve anlamın doğasını araştır­
maya yönelten de budur. "Benim tüm eserim, anlamın oluşumu ile ideolo­
jik çağrı sürecinde somutlaşan öznenin oluşumunu ilişkilendirmeyi
amaçlar" (Pecheux 1982, 101). Pecheux'ya göre ideofoji, anlama kesinlik
niteliği kazandırırken, aynı zamanda dilin " şeffaflığı" aracılığıyla anlam ve
çağrı arasındaki ilişkiyi gizler. "Anlamın maddi niteliği," Pecheux'nun
söylemsel oluşumlar ve söylemlerararasılık adını verdiği şeyin bir işlevidir.
Aşağıdaki iki önermeyi şu şekilde açıklar:
1 . İlki, bir anlamın, ifadenin, savın anlamının " kendiliğinden" var
olmadığı, kelimelerin, ifadelerin ve savların üretildiği toplumsal-tarihsel
sürecin ortaya çıkardığı ideolojik konumlar t�rafından belirlendiği öner­
mesinden oluşur . . . Kelimeler, ifadeler, savlar, onları kullanan kişilerin ko­
numlarına göre anlamlarını değiştirir. Bu da, anlamlarını bu konumların,
ideolojik oluşumların bağlamında bulduklarının bir göstergesidir. Buna,
ideolojik bir oluşum, yani sınıf mücadelesinin durumunun belirlediği verili
bir konjonktür içerisindeki konumların "neyin söylenip, neyin söylene­
meyeceğine" karar verdiği söylemsel oluşum adını vereceğim . . . Bireylerin,

280
onlara uyan ideolojik oluşumları " dil içerisinde" temsil eden söylemsel
oluşumlar tarafından konuşan özneler (söylemlerinin özneleri) olarak
"çağrıldıklarını" söyleyeceğim.
2. Her bir söylemsel oluşum, içinde oluşan anlamın şeffaflığı aracılığıyla,
söylemsel oluşumların "başat karmaşık bütüne" olan bağımlılığını gizler. Bu
durum, ideolojik oluşumların karmaşıklığı ile birbirine geçmiştir. Söylemsel
oluşumların bu "başat karmaşık bütününe," "söylemlerarasılık" adını vere­
rek, onun da düzensizlik-çelişki-bağımlılık yasasına tabi olduğunu,
dolayısıyla ideolojik oluşumlar karmaşık yapısını karakterize ettiğini
söyleyeceğim (Pecheux 1982, 111-13).
Öznelerin çağrılması, Pecheux'nun önceden yapılanma ve eklemlenme
adını verdiği iki düzenek aracılığıyla, söylemlerarasılık içerisinde gerçek­
leşir. önceden yapılanmış öğe, tüm ideolojik çağrı süreçlerinin belirleyici
özelliği olan "her zaman önceden orada" olmayı" ifade eder. İdeoloji, bireyi
söylemin öznesi olarak çağırır; fakat kendisini önceden özne zanneden birey
için anlaşılabilir nitelikte değildir. Pecheux, bir bataklıktan kendi saçını çe­
kerek çıkmayı düşünen ölümsüz baron benzetmesinden yararlanarak, bu
duruma " Munchausen etkisi" adını verir. Pecheux'ya göre, söylemsel
pratiğin önceden oluşturulmuş öğesi, belli bir söylemin değil, söylemler­
arasılığın işlevi olması dolayısıyla, her zaman oradadır.
Öznenin kendisini özdeşleştirmesi sürecini yaratan, söylem içerisindeki
önceden oluşturulmuş öğedir. İkinci öğe, eklemlenme, öznenin diğer özne­
ler ve Özne ile ilişki kurmasını sağlar. Pecheux'ya göre eklemlenme,
söylemin doğrusal sistemini ifade eder: Söylemin kendisi açısından işleyişi­
ni açıklığa kavuşturan eş-referanslar sistemi. Böylece, bir öznenin söylemi­
nin diğer özneler tarafından tanınır hale gelmesiyle birlikte, bir "söylem
ağı" kurulur. Bu, söylemin kendisine ilişkin bir işlem olduğu için, Pecheux
tarafından söylem içi olarak adlandırılır. Söylem içi, önceden yapılandırma
tarafından oluşturulan, söylemin ham maddesi, ilk malzemesi olan söylem­
sel öğeleri "kesiştirir ve birleştirir." Buna karşın, bu sürecin düzenekleri öyle
bir şekilde işler ki, önceden oluşturulanın önceliği tersine çevrilir; söylem
içi, söylemlerarasılık tarafından belirlenmiş gibi gözükmek yerine, bu belir­
lenimi "unutur" ve bağımsız gözükür. (Söylem öznesinin onu oluşturan
söylemsel oluşum ile özdeşleşmesini sağlayan) özne-formu, söylemler­
arasılığı, söylemiçi içerisinde özümser-unutur; yani, söylemlerarasılığı

281
söylem içi içerisinde taklit eder" (Pecheux 1982, 117) . Bu taklidin sonucun­
da, öznenin (ya da diğer göndergelerin) sabit hüviyeti, onları birleştiren
söylem ağı tarafından güvence altına alınır.
Söylem, tüm bu düzenekler vasıtasıyla öznenin kendisini kendisiyle ve
diğer öznelerle aynı anda özdeşleştirmesini sağlar. Pecheux, bu özdeşleştir­
me süreçlerine özne etkisi ve öznellikler-arası etki adını verir. Birincisinde
özne kendi varlığından eminken, ikincisinde birey özneler birbirlerini bir
ayna aksi olarak tanır ve onaylar. Dolayısıyla söylem, öznenin bağımsızlığı
maskesiyle kendi belirleyici eylemini gizler. Özneler, Özne'ye olan tabiiyet­
lerinin farkına varmaz, çünkü bu tabi kılma-özneleştirme, bir özerklik biçi­
minde gerçekleştirilir: konuşan öznelerin ne isterlerse onu söyleme özgürlü­
ğü. Böylece diğer ideolojik pratiklerde olduğu gibi dil içerisinde de, öznesiz
süreç, özneyi yaratır-oluşturur-gerçekleştirir: özne, onu üreten belirlenim
süreçlerini " unutması" vasıtasıyla yaratılır.
Şimdi yazınsal, bilimsel ve ideolojik söylemler arasındaki farklılıklara
ilişkin ilk sorumuza geri dönebilir ve konuyu özne-formu açısından daha
kesin bir şekilde yeniden formülleştirebiliriz. Eğer genel söylem, ideolojik
söylemin günlük biçimi, az önce tartıştığımız biçimde işliyorsa, yazınsal ve
bilimsel söylemlerden farkı nedir? İlkine ilişkin olarak, yazınsal söylemin
varlığını özne ve benlik ile özne ve diğer özneler arasındaki uyuma borçlu
olduğu kesindir. Pecheux kuşkusuz, yazınsal kurgunun, özne etkisinin "saf
idealist formunu" temsil ettiğini ve bunun sonucu olarak estetik üretimin
maddeselliğini gizleyebildiğini" iddia edecek kadar ileri gider (Pecheux
1982, 119) . Fakat yazınsal söylem, özne-formuna olan bağımsızlığına rağ­
men, genel ideolojik söylemin temel önceden yapılanma-eklemlenme ilişki­
sini üstlenen ve bundan başka bir yeni söylem üreten, söylemin ikinci
seviyesi olması dolayısıyla, genel söylemden ayrılmaya devam eder.
Pecheux'nun yaptığı açıklamalarla adını koyamadığı şey, genel söylemin, bu
yeni söylem için önceden yapılandırıldığı süreçtir. Bu yeni söylem, onun
etkisini oluşturan "yaratıcı" süreç içerisinde unutulan, yazının " daima önce­
den orada olan" ögesidir. Genel söylem örneğinde olduğu gibi, bu görün­
mezlik izini bırakır ya da Derrida'nın ifadesiyle "izini" çağırır; fakat bu yok­
luğun gölgesi, yazınsal söylemin dışında bir yere düşer. Bu da, ne yaptığının
en faz l a bilincinde olan ve en kararlı edebiyatların bile -örneğin Brecht ede­
biyatının- temel düzeyinde -özne formu düzeyinde- varlık yan ı l samas ı nı
neden kıramadığını açıklar. En fazla ikinci düzeydeki -yazınsal söylem

282
düzeyindeki- varlık yanılsamasını kırabilir ya da zayıflatabilir. Fakat bu
etkiye ulaşabilmek için aynı zamanda ilk düzeydeki varlık yanılsamasına
daha fazla dayanması gerekir.
Yazınsal söylem konusuna biraz sonra yeniden döneceğiz, fakat kısa bir
süre için bilimsel söylemden söz etmemiz, belki konuyu biraz daha açıklığa
kavuşturabilir. Eğer ideoloji, Althusser'in iddia ettiği gibi, kendisi için bir
dışarıya sahip değilse, nasıl olur da bilimin dışında yer alabilir? Bilimsel bir
söylem nasıl olabilir? Pecheux'nun yöntemi, tatmin edici olmayan çok sayı­
da yaklaşımı tasfiye eder: öznel söylemden kurtulmak için, bireysel bir çaba
(Husserl) ya da kolektif bir çaba (Habermas) aracılığıyla özne formunun
kullanılması; mutlak bilgiyi garanti altına almak için pozitif olarak (Carnap,
Viyana Ekolü) ya da negatif olarak (Popper' da olduğu gibi, yanlışsanabilir­
lik aracılığıyla) sembolik manhğın kullanılması; bilimsel söylemi pragmatik
bir bakış açısıyla, belli bir an içerisinde en uygun ideoloji olarak değer­
lendirmek - uygunlukla kastedilen, bir " oyun," (Wittgenstein) ya da bilim
adamlarının uzlaşmaya vardığı bir "paradigma" (Kuhn) olabilir. Pecheux'ya
göre, epistemolojik kopma kavramı, Althusser' in tüm pratiğin özneler ve
dolayısıyla ideoloji aracılığıyla gerçekleştiği yönündeki önermesi bağlamın­
da ele alındığında, alternatif bir açıklama için çıkış noktası oluşturur.
Pecheux, bilim(ler) tarihi düzeyinde şu soruyu sorar: Bilim nasıl olur da
tarihsel süreçten doğar? Önermesine, bilgi etkilerinin söylem alanından
bütünüyle bağımsız olduğu bilim öncesi bir "doğa hali" olmadığını söyle­
yerek başlar. (Pecheux 1982, 129-37) . Fakat, belli bir epistemolojik alanda
gerçekleşen kopmadan önce (ampirik, betimsel) bilgilere özgü olan şey,
özne-formunda yer almaları, yani tarihsel destekleyicileri olan özneler için
apaçık ortada bir anlam biçiminde var olmalarıdır. Bu duruma, o anlamı et­
kileyen tarihsel dönüşümler aracılığıyla ulaşırlar. Bunun söylemsellik
açısından sonucu, "bilgi etkisinin, söylemsel oluşumun işlemlerinin mey­
dana getirdiği anlam etkisiyle örtüşmesidir" (Pecheux 1982, 136). Bir episte­
molojik kopma konjonktürüne zemin hazırlayan tarihsel süreç, Pexheux
tarafından, bir "bloğun" aşamalı oluşumu şeklinde karakterize edilir. Yani,
belli bir söylemsel oluşumun karmaşık yapısı içerisinde bilgi ve anlamın
özdeşleşmesi arhk "işe yaramaz." Bu özdeşlik içerisindeki çelişkiler gittikçe
artarak kendilerini döngüsel bir biçimde tekrar eder ve en sonunda, "özne­
formunun (döngüsel bir özne/ nesne ilişkisine sahip olan) yapısı, sürecin
görülebilir 'sınırı' haline gelir" (Pecheux 1 982, 1 36) . Kısacası, belli bir bilimi

283
başlatan bir kopmanın tarihsel anına ister istemez, özne-formunun karşısına
çıkan bir güçlük ve bunun bir parçası olan anlam " aşikarlığı" eşlik eder.
"Her bir kopmaya özgü olan şey, belli bir epistemolojik alan içerisinde,
'düşünce' ile gerçek arasında bir ilişki başlatmasıdır. Bu ilişkide düşünce,
özne tarafından desteklenmez" (Pecheux 1982, 137) .
Bilimsel kavramları ideolojik temsillerden ayıran şey, özne-formunun
yokluğudur. Pecheux'ya göre, bilim anlayışları bir anlama sahip değildir;
daha çok bir anlam ya da bilgi öznesinden yoksun bir süreç içerisinde bir
işleve sahiplerdir. " Bilginin kavramsal sürecinde, bilginin belirlenimi ve
düşünceden bağımsız gerekliliği, birbirine eklemlenen kavramlar aracılığıy ­
la maddeleşir. Bu kavramlar, aynı belirlenimin 'kör' eylemini özne etkisi
olarak kesintiye uğrahr" (Pecheux 1981, 137). Althusser'in bilimsel pratiği
öznesiz bir süreç olarak karakterize ederken demek istediği de budur. Bu
sonuç ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir, çünkü Pecheux bilimsel söylemin var­
lığını -en azından bilimin özneleri arasındaki bir söylem anlamında- red­
deder gibi gözükür. Elbette bilim adamlarının ve diğer bilimsel söylemlerin,
"bilimsel" konuştuklarını ve bilgi etkilerini aktardıklarını inkar etmez. Bunu
yapmakla birlikte, ancak tüm söylemlerin temel koşulu olan özne-formunun
söylemine geri dönerek yapabilirler. Fakat söylemlerin kavramları kendile­
rine mal etmeleri, söylem içerisinde, Pecheux'nun kimliksizleşme adını
verdiği bir çelişki doğurur. Kimliksizleşme, özne-formunun ortadan kalk­
ması değil -ki böyle bir şey imkansızdır- " dönüşmesi-yer değiştirmesidir;
aslında kimliksizleşme, yeni bir çağrı türüdür. Elbette çağrının ideolojik
mekanizması ortadan kalkmaz- bilimin sonucunda "ideolojinin sonu" diye
bir şey yoktur-, fakat birbirine geçen ideolojik ve söylemsel oluşumların
"altüst olması-yeniden düzenlenmesi" aracılığıyla kendine karşı, ters bir
işlev kazanır. Kısacası, Pecheux'ya göre özne-formunun bilimsel kavramları
kendine maletmesi, ideolojik özdeşleştirmeyi zayıflatma eğilimi taşır.
Edebiyat gibi diğer ideolojik söylemler, özne-formu için ve özne formu
tarafından oluşturulmuş bir temsil-anlam alanına sıkışmış oldukları için, bu
süreci gerçekleştiremez.
Pecheux, kimliksizleşme sürecinin kendiliğinden ve zorunlu bir süreç
olduğu sonucunu çıkarmamamız gerektiği konusunda uyarır: " Bilgilerin
öznel olarak mahsup edilmesine dayanan kimliksizleşme sürecine, bu
etkinin hammaddesini sağlayan söylemsel oluşumun doğasına göre değişen
farklı yöntemlerle ulaşılır." (Pecheux 1982, 163) . Hiçbir özne, temsil-anlamın

284
terk edildiği bilim tarafından oluşturulamadığı için, ideolojide ve felsefenin
kuramsal formunda özdeşleştirme ve karşıh arasında her zaman bir çelişki
ortaya çıkar. Tam olarak bilimin ve ideolojinin doğası gereği, bilim " genel
olarak" ideoloji ile değil, özgül bir ideoloji ile bağlarını kesebilir. Söylemsel
pratikler düzeyinde, öznenin bilimsel kavramları kendine mal etmesi,
söylemin özne-formu ve tüm toplumsal özneleri çağıran ideolojik aygıtlar
aracılığıyla tehlikeye uğrar.

Bilgi üretiminin her bir dalına özgü biçimlerde gerçekleşen


kavramsal-deneysel (bilimsel) işlem, gereklilik-gerçeği, gereklilik­
düşünce olarak maddeleştirir (ve bunu yaphğı ölçüde, anlama ve
özne-formuna yerel olarak engel olur), asla "saf bir halde," kavram­
sal-ideolojik muadilinden ayn olarak bulunmaz. Bunun sonucu
olarak, düşüncenin gerçeği kendine maletmesi süreci, öznenin
öznellikten çıkarılmasından oluşamaz, fakat özne-formu içerisinde
ve üzerinde öznel bir mahsup etme sürecini önceden gerekli kılar.
(Pecheux 1982, 191)

öyleyse, kavramsal bilginin ideolojik etkisi, söylemsel pratik düzeyinde


mevcut çağrılan en azından yerel olarak zayıflatmaya çalışhğı için, diğer­
lerinden bağımsız ve farklı bir çağrı sürecinden oluşur. Söylemsel düzeyde
ortaya çıkan çelişkilerin, toplumsal değişim olasılığının bağlı bulunduğu en
önemli çelişki, toplumsal ve hatta ideolojik oluşum içerisinde iş başında
olan tek çelişki olmadığını unutmamalıyız. Tüm toplumsal pratiklerin özne­
formuna bağlı olması anlamında, en temel çelişki niteliğini taşısalar da,
diğer ilişkiler ve son tahlilde sınıflar arasındaki mücadeleler tarafından
belirlenirler. İdeolojik çağrı sürecinin karmaşık, (üst)belirlenmiş doğası,
bireyleri statükoya tabi kılmaktaki "başarısının" neden söylem düzeyinde
bile tamamlanamadığını açıklar. İdeolojik çağrının düzensiz gelişmesi, aynı
zamanda mevcut tahakküm ilişkilerin çelişkilerini yeniden üreten, yeni
çelişkiler doğurur. İşte ideoloji bu yüzden toplumsal ilişkilerin yeniden üre­
timinin yanı sıra dönüştürülmesi açısından tanımlanmalıdır. Aynı zamanda,
tüm ideolojik karşıtlıklar gibi, özdeşleşme kimliksizleşme arasındaki
karşıtlığın da, bu karşıtlığın yerel bölgesinin dışında bulunan iktidar ilişki­
leri tarafından belirlenmesinin sebebi budur.

285
Macherey ve Eagleton: İdeolojik bir Pratik Olarak Yazınsal Söylem
Şimdi yazınsal söylem sorununa geri dönebiliriz. Hem sanat eserlerinin
-bizim tartışmamız içerisinde yazınsal metin- hem de genel ideolojik
söylemlerin, özne-formunun temsil-anlam etkisine bağlı olduğu doğruysa,
ikisi arasındaki farklılıkları ortaya koyamayacağımız sonucuna varmamız
gerekmez. Pierre Macherey, Yapısal Marksizme yönelik ilk eleştirel eser olan
Yazınsal Üretim Teorisinde, yanılsama, kurgu ve teori söylemleri arasında­
ki farkları belirtir. Bu farklar, bizim ideolojik, yazınsal ve bilimsel olarak
belirttiğimiz kategorilerle kabaca örtüşür. Macherey' e göre, kurgusal söylem
yanılsama söylemine dayanır, fakat yanılsama söyleminin dışavurumundan
(mide-en-mots) ibaret değildir; daha çok, yanılsama dilinin bağımsız bir
ürünüdür (mise-en- scene) . Metin, eğer gücünü anlamak istiyorsak
çözmemiz gereken bir yanılsamalar dokusu değildir. İşe koşulan bir yanıl­
sama, basit bir yanılsamadan, aldatmacadan fazlasına dönüşür. Bu, kesin­
tiye uğratılmış, gerçekleştirilmiş, bütünüyle dönüştürülmüş bir yanıl­
samadır" (Macherey 1978, 62).
Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji adlı çalışmasında, edebiyat ve ideoloji
arasındaki ilişkiyi şu şekilde ortaya koyar:

Metin, ideolojinin belli bir ürünüdür. Bu anlamda, metne dramatik


ürün benzetmesi yapmak uygun olabilir. Dramatik bir ürün, bağlı
olduğu dramatik metni " dışa vurmaz," " yansıtmaz" ya da
"yeniden üretmez." Metni üreterek, onu özgün ve indirgenemez bir
varlığa dönüştürür. Dramatik bir ürün, metne sadık kalması
nedeniyle eleştirilemez. Bu, aynadaki görüntünün nesneyi olduğu
gibi yansıtması dolayısıyla eleştirilmesinden farksızdır. Metin ve
ürün, bir arada ele ele alınabilecek, uzaklık ve ilişkileri, iki fiziksel
nesne arasındaki uzaklığın ölçülmesi gibi birimlerle ölçülebilecek
oluşumlar değildir. Metin ve ürün, birbirinden farklı, gerçek ve
kuramsal alanlarda yer almaları dolayısıyla kıyaslanamaz. (Egleton
1976, 64) .

Sanat, ideoloji ile ilişkisi açısından, ürünün ürünü, ya da Eagleton'ın


belirttiği gibi, "ikinci gücün ideolojisidir." Bizim konumuzla ilgili olarak, bu
"ideolojinin ikinci gücü" anlayışı, yazınsal söylem ile genel söylem arasın-

286
daki, Pecheux'nun ayrıntıları ile açıklayamadığı farkı, kesin bir biçimde
ortaya koyar. Pecheux, "varlığın" en saf biçimi olarak, yani söylemin ideolo­
jik biçiminin en saf örneği olarak şiirsel mise-en-scene den söz eder, fakat bu
farkı oluşturan şeyin tam da mise-en-scene olmasına rağmen, "en saf" form
ile genel söylem arasındaki farkı, Eagleton'ın formülasyonu kadar açık ve
kesin bir şekilde ifade edemez. Eğer söylem içi, genel söylem içerisinde,
söylemlerarasılık tarafından belirlendiğini " unutur" ve söylem içinde
söylemlerarasılığı taklit eder-unutursa, yazınsal söylem süreci bir adım
öteye götürür. Edebiyat (genel olarak sanat gibi), genel anlam mekaniz­
masını kendi söylemlerarasılığı olarak devralır ve onu, genel anlamın
"unutma" mekanizmasını daha farklı ve yüksek bir düzeyde taklit eden
yeni bir eklemlenme-söylem içi sürecinde "işe koşar." Bunun sonucunda
yazınsal söylem, anlamın önceden oluşturulmuş " aşikarlığından" bir derece
uzaklaşır ve gerçekten, genel söylemde olduğu gibi " doğrudan olarak değil,
dolaylı -yani kurgusal- bir şekilde söz etmeyi amaçlar.
Genel söylemin konuşan öznenin "özgürlüğünü" üstlenmesine oldukça
benzer bir şekilde, yazınsal söylem de "özgürlüğünü" öznelerin gerçek
dünyasından alır. Estetik söylemin bu görece özerkliği, estetik imgelerin et­
kilerini sanat eserinin bütünselliğinden almalarını ve onlara sahip oldukları
anlamı veren ikinci düzey " söylem ağını" kırmadan bir söylemden diğerine
aktarılamamalannı açıklar. Macherey bunu şöyle açıklar: "Yazınsal metin
içerisine biraraya gelen öğeler, bağımsız bir gerçekliğe sahip olamaz.
Okunabilecekleri tek ufku tanımlayan özgül bağlama bağlıdırlar. öneri güç­
lerini belli bir kitabın çerçevesinden alarak bir temsil niteliğine kavuşurlar:
her türlü yer değişikliği onları zayıflatır" (Macherey 1978, 56) . Elbette bu
ikinci-düzey söylem, imgeler, yani temsil-anlam aracılığıyla konuşmayı
sürdürür. Fakat artık aynı temsil-anlam değildir ve aynı etkiye sahip
değildir. Söylemsel pratiğin genel, günlük düzeyinde, ideolojinin temsil­
anlam etkisi, özneler arasındaki doğrudan ve görece kesinliğe sahip iletişi­
mi hedefler. Estetik ya da yazınsal düzeyse ise, temsil-anlam, daha belirsiz,
daha sembolik bir nitelik kazanır. Yazınsal söylem, uyandırdığı gerçeklik
her zaman ideolojik olduğu için, okurun üzerinde deneysel olarak geçerli ve
aktarılabilir bir " gerçeklik etkisi" yaratır. Ama bu gerçeklik etkisi bir ikinci
düzey ürün olduğu için, aynı zamanda uzaklaştırıcı ve yön şaşırtıcıdır.
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, belirsizlik söylemin özneler
arasılığına edebiyat tarafından sokulur. Bu belirsizliğe Brecht "yabancılaşma

287
etkisi" (Verfremdungseffekt), Shlovksii ise "yabancılaştırma" adını verir.
Yazınsal söylem, uzaklaştırıcı mekanizmalar- metin içerisinde nesnel olarak
bulunan ve alımlanma etkisinden ibaret olmayan mekanizmalar- aracılığıy­
la, Althusser'in ifadesi ile genel söylemden farklı bir biçimde " görmemizi,"
"hissetmemizi" ve "algılamamızı" sağlayan etkiye ulaşır. Bu etki aynı
zamanda bilimsel söylemin etkisinden farklıdır. Çünkü bilimsel söylemin
aksine yazınsal söylem bize yöneliktir ve özneler olarak dünyaya ilişkin
deneyimlerimize dayanır. Yani, bizim öznel gerçekliğimize katıldığı, yani
bizim deneyimimizle aynı ideolojik karaktere sahip olduğu için, tüm
kavranamazlığı ve belirsizliğine rağmen, bize bilimden daha gerçek
gözükür. " Bilimden farklı olarak edebiyat, gerçeği ideolojik biçimlerde
bulunduğu haliyle kendine maleder. Fakat bunu öyle bir şekilde yapar ki,
kendiliğinden, doğrudan bir gerçeklik yanılsaması yaratır," diye açıklar
Eagleton. " Dolayısıyla gerçekliğe olan uzaklığı bilimden daha fazla olsa da,
ona daha yakın gözükür" (Eagleton 1976, 101).
Yazınsal metin ayrıca, ideolojiye karşı eleştirel bir işlev üstlenir gibi
gözükür. Macherey'e göre yazınsal söylem, " ideolojik içeriğine üstü kapalı
bir eleştiri getirir. Diğer yandan ona belirli bir temsil verebilmek için, ideolo­
jinin akışına dahil olmaya direnir" (Macherey 1978, 64). Bu "belirli temsil,"
elbette kendi başına ideolojiktir, fakat yazınsal söylemin kendine özgü
doğası sebebiyle, onun göstere göstere ilan edilen aldatıcı niteliği, daha yük­
sek bir hakikat ile karıştırılır. Örneğin Rus Biçimcileri tarafından doğru bir
şekilde tanımlandığında bile, yazınsal ürünün doğası maddi dünyadan
koparılır ve ona sadece kendi iç yasalarının belirlediği bağımsız bir varlık
atfedilir. Macherey ve Eagleton'ın Rus Biçimcilerinden temel üstünlüğü,
"yabancılaşma" mekanizmasını - geleneksel Marksist açıklamaya özgü yan­
sıtma biçiminde değil, üretim biçiminde- maddi dünya ile ilişkilendire­
bilmeleridir. Yapısal Marksizme göre, tarih metne doğrudan değil, dolaylı
olarak "girer;" metne ideoloji olarak, Eagleton' ın sözleriyle "ölçülebilir yok­
lukları tarafından belirlenen ve çarpıtılan bir varlık" olarak girer. Eeagleton
önermesini şöyle sürdürür: " Metin nesnesi olarak gerçeği değil, gerçeğin
kendisini yaşadığı belli göstergeleri seçer ve ideoloji, metnin içerisinde
'sözde-gerçek' ögelerin karakter ve eğilimlerini belirleyen baskın yapı
haline gelir" (Eagleton 1976, 72) .
Macheey ve Eagleton' a göre, önceden yapılandırılmış unsuru olarak ide­
olojik söylemi alan söylemsel eklemlenme tarafından üretilen yazınsal

288
metin, bir gerçekliğe değil gösterilene sahip olduğu için, ideolojik bir
"sözde-gerçekliktir." Bu sözde gerçeklik de metnin " değgin" olduğu imge­
sel bir durumdur. Bu sözde-gerçek, tarihsel gerçek ile doğrudan ilişkili
değildir; daha çok metnin bütün söylemsel pratiğinin bir etkisi ya da yönü­
dür. Bazı edebi türler -örneğin gerçekçi roman- gerçeğe digerlerinden­
mesela lirik şiirden- daha fazla yaklaşıyor gibi gözükebilir. Fakat iki tür ara­
sında temel bir farklılık yoktur. Gerçekçi roman da, lirik şiir de, gerçek bir
nesneye değil, ideolojik bir anlama göndermede bulunur. Eeagleton,
Dickens' ın Kasvetli Ev romanını örnek olarak alır ve "Dickens 'sözde-gerçe­
ği' daha fazla öne çıkaran ögelerden yararlansa da, buna aldanıp, romanın­
daki hayal ürünü Lonra ile gerçek Londra arasında doğrudan kıyaslamalar
yapmamamız gerektiğini" öne sürer. "Kasvetli Ev'in imgesel Londra'sı,
'Viktorya Dönemi İngiltere'sini değil, Viktorya Dönemi İngiltere' sinin ken­
disini gösterme biçimlerinden bazılarını gösteren bir temsili süreç olarak var
olur" (Eagleton 1976, 77). Bu ilişki, sadece realizm ve lirik şiir için değil,
kendi tekniklerini realist romana aykırı bir şekilde öne çıkarırken, söylem
aracılığıyla gösterge üretmenin genel biçimini sürdüren modern roman da
dahil olmak üzere tüm yazınsal ürünler için geçerlidir.
Metin, ideolojiden (dolayısıyla tarihten) bağımsız bir şekilde algılana­
mazsa da, bu bağımlılık, genel ideolojik temsil-anlamdan görece bir bağım­
sızlığa sahip olmadığı anlamına gelmez. Yazınsal metin, ideolojinin bir yan­
sıması değil ürünü olduğu için, ideolojiyi yeniden üretmenin yanında onun
kapsamını genişletebilir. Ayrıca, yazınsal metin bu ideolojiyi önceden tasar­
lanmamış yöntemlerle, yani ideolojinin kendisi aracılığıyla tanımlasa ve
oluştursa da, ideolojinin kendini yeniden üretmesinin oluşturucu
unsurlarından biri haline gelebilir" (Eagleton 1976, 80). Kısacası, yazınsal
pratik hem sınırlıdır, hem de diğer ideolojik yapılar açısından görece bir
özerkliğe sahiptir. Dramatik ürün son tahlilde dramatik metin tarafından
sınırlandığından, yazınsal pratik de ideoloji tarafından sınırlanır. Yazınsal
metin, ideolojinin yansıması değil bir ürünü olduğu için, Althusser' in söz­
leriyle, " içinde bulunduğu ideolojiyi, içsel bir uzaklık aracılığıyla içerden
görmemizi (ama bilmemizi değil) sağlama kapasitesine sahiptir" (Althusser
1971, 222). Yapısal Marksist eleştiri, yansıtmacılığın ayna yansımalarına,
türdeşliklere ve tipikliklere dayanan her türlü biçiminin aksine, edebiyatın
bize gerçek tarihi değil, tarihin kendisini "yaşanmış bir deneyim" olarak
sunduğu ideolojiyi gösterdiğinde ısrar eder.
Fakat bu önemsiz bir nitelik değildir. Sanat ve edebiyat ideoloji aracılığıy­
la gerçek tarih içerisinde temellendikleri için, Emst Bloch'un ısrarla vurgu­
ladığı gibi, ileriye yönelik ve yaratıcı bir ütopik işlev taşıyabilirler- geçmişin
henüz gerçekleşmemiş potansiyelini temsil edebilir ve şimdiki zamandan
geleceğe uzanan gerçek olasılıklar hakkında önceden fikir verebilirler. Diğer
yandan, sanat ve edebiyat eserleri zengin tarihi belgelerdir; belli bir ideolo­
jik oluşum içerisinde temellendikleri için, içinden çıktıkları toplumsal
oluşumların çok değerli indeksleridirler.
Althusser' e göre, sanat ve bilim arasındaki temel farkı her birinin
konusunun işlevi değildir: "sanat, kendisine özgü bir gerçekliği değil,
gerçekliğin kendisinin bir tekele sahip olduğu özgün bir alanını ele alır;
bilim ise gerçekliğin farklı bir alanı ile ilgilenir" (Althusser 1971, 223) . Eğer
durum bu olsaydı, sadece yazınsal metinleri somut toplumsal oluşumlar
içerisindeki belli koşullar altında üretilmiş belgeler olarak incelemek değil,
aynı zamanda varlıklarının olabilirliğini algılamak da imkansız hale gelirdi.
Althusser'in yaptığı gibi, "sanat ve bilim arasındaki farkın, söylemlerinin
nesnelerinin farklı olmasında değil, bize aynı nesneyi farklı biçimlerde sun­
malarında yattığını" ileri sürmek daha akla yatkındır (Althusser 1971, 223) .
Sonuç olarak, Althusser' e göre bu nesne tarihtir ve biçim farklılığı, imgeler
ve kavramlar arasındadır. Sanat ve edebiyat, diğer ideolojik pratikler
tarafından "yaşanmış bir deneyim" olarak sunulan tarihi kendilerine mal
eder. Yaşanmış deneyim dünyasını, imgelerden oluşan bağımsız bir söylem
içerisinde üretir ve yeniden üretirler. Fakat gerçek tarihin yalnızca belli bir
ideolojik deneyimi ile ilişkiye girdikleri için, temsil ettikleri tarih imgesel
kalmaya devam eder. Örneğin tarihi bir roman, gerçek tarihten söz edebilir.
Fakat tarihsel gerçekleri oldukları gibi aktarmak konusunda ne de kadar
dikkatli olursa olsun, metinsel üretimin yasalarına tabi olduğu için, kurgu
niteliğini kaybetmez.
"Edebiyat," diye açıklar Eagleton," sahip olduğumuz ideolojiye deneysel
olarak ulaşabilmemizin en açıklayıcı yoludur" (Eagleton 1976, 101). Bu,
Lukacs'ın argümanını alıntılayacak olursak, edebiyatın ideolojiyi tarihin
karşısına çıkarıp, görünenin ardındaki gerçeği açığa çıkarmaya zorladığı
anlamına gelmez- bu bakış açısı, ideolojiyi "sahteliğe" indirger ve dolayısıy­
la özne-formunun imgesel doğasını epistemolojik bir kategori ile karıştır­
makla kalmaz, aynı zamanda sanatın bilime benzer yönler taşıdığını, bilim­
in üsluba sahip bir ürünü olduğunu ima eder. Eğer sanat içinde bulunduğu

290
toplumsal oluşuma bağlıysa, bu, onun tarih ile benzerlikler taşımasından ya
da "tipiklikten" kaynaklanmaz. Yapısal Marksizme göre, edebiyatın sun­
duğu kavrayışlar, onun hakikat değerinin değil, ifade biçiminin bir fonksi­
yonudur: " metnin hakikati bir öz değil, pratiktir -İdeoloji ve tarih ile olan
ilişkisinin pratiği. Metin, bu pratik temelinde kendisini bir yapı olarak oluş­
turur; ideolojiyi kendi -görece- özerk koşulları içerisinde yenide oluştur­
mak, onu estetik üretim içerisinde işlemek ve yeniden şekillendirmek için
tahrip eder; aynı zamanda ideolojinin etkisi tarafından değişen ölçülerde
tahribata uğrar" (Eagleton 1976, 98-99) .
Söz konusu olan "aslına uygunluk" ya da daha değerli kavrayışlara
ulaşan daha "bilgili" bir metin değildir. Tam aksine, Eagleton'ın Jane
Austen'ın romanlarından hareketle gözlemlediği gibi, " sahip oldukları
değeri, kavrayış güçleri kadar, bilgisizliklerinden de alırlar: Bunun nedeni,
romanların neyi bildiklerini, kullandıkları biçim içerisinde ne yaphklarını
bilmedikleri çok fazla şey olmasıdır" (Eagleton 1976, 70-71) . Edebiyat tarihin
bir diziniyse, bu, ürettiği yanılsama belirli bir yanılsama olduğu içindi.
Yazınsal söylem gerçekliği deforme etse ve uzaklaştırsa bile, özdeği onu for­
mülleştiren ve aktaran iç yasalar indirgenebilir bir yanılsama oyunu, nesne­
siz bir mesajdan -Barthes'in ünlü sözüyle "yazının sıfır derecesinden" ibaret
değildir. Metnin, tarih bilimi için bir belge niteliği taşımasını sağlayan, onun
anlamlandırma sürecinin belirli doğasıdır. "Yazınsal eser, ideolojik bir ürün
olarak görülebilirse, bu iki yönlü ürünün, kendisini geçersiz kılarak bilgi ile
özdeşleşebileceğini düşünmek mümkündür. Çünkü metin, ideolojik tem­
siller üretirken, bu temsillerin üretildiği kategorilerden alışılmışın dışında
yoğun, sıkıştırılmış ve tutarlı bir biçim açığa çıkarır" (Eagleton 1976, 85).
Sanah bir söylem olarak kavramsallaştırmanın son adımı, sanat eserini
içinde bulunduğu özgül tarihsel mekana yerleştirmek, "yanılsamasına"
özgül ve belirli bir nitelik atfetmek ve "ideolojisini," ideolojilerin tarihsel
açıdan özgün eklemlenmesi içerisinde konumlandırmaktır.

Macherey: Bilimsel Eleştiri ve Metin Sorunu


Macherey, Yazınsal Üretim Teorisi'nde, realist ve materyalist bir yazınsal
pratik anlayışı içerisinde, bilimsel bir yazınsal eleştiri geliştirmeye çalışır.
Böyle bir eleştirinin, iki temel soruya cevap araması gerektiğinde ısrar eder:
eserin ne söylediği sorusu ve "sorunun sorusu," yani metnin ne söylemediği
ve neden söylemediği sorusu. İlk soru, eseri bir dışavurum, bir yapı olarak
ortaya koyar; ikincisi bu etkinin koşulunu -eserin farkında olmadığı

29 1
koşulları- açığa çıkarır. Birinci soru, metnin açık içeriği sorusu ile
karşılaştırılabilirse, ikinci soru, onun bilinçdışırun sorusudur. Macherey'in
de belirttiği gibi, " kritik sorun, iki sorunun arasındaki ilişkide yatar; önem­
li olan ikisinden biri arasında yapılacak seçim değil, birbirlerinden farklı
hale gelmiş gibi gözüktükleri noktadır. Başka bir deyişle, kritik sorunun kar­
maşıklığı, " iki soru arasındaki eklemlenmedir" (Macherey 1978, 90) . Realist
ve materyalist bir eleştiri, (a) yazınsal pratiğe yönelik, eleştiri için kuramsal
bir araştırma nesnesi oluşturan bir yazınsal pratik anlayışı geliştirmeli, (b)
yazınsal metinlerin tarihsel bağlamları (yazınsal etkiye bir bütün olarak
toplumsal oluşum tarafından atfedilen yer ve işlev) içerisinde üretimini ve
alımlanmasını açıklamalı, dolayısıyla eleştiriyi tarih biliminin bölgesel bir
kuramı, ideoloji kuramının alt alanı olarak oluşturmalıdır. Macherey çıkış
noktası olarak, Althusser'in "Sanat Üzerine Mektup" çalışmasındaki, bilim­
sel sanat eleştirisinin olabilirliği ve gerekliliği üzerine tartışmasını alır:
sanatın varlığı ve özgül doğasının bize dayattığı soruların çoğunu cevap­
layabilmek için, bir sanat eserinin 'estetik etkisini' ortaya çıkaran süreçlere
ilişkin yeterli (bilimsel) bir bilgi üretmek zorundayız . . . Sanatın varlığının ve
öneminin (politik de olsa) tanınması, sanata dair bir bilgi oluşturmaz . . . Tüm
bilgiler gibi, sanat bilgisi de ideolojik kendiliğindenliğin dili ile ilişkisinin
kesilmesini ve onun yerine geçecek bilimsel kavramlar yapısı oluşturul­
masını gerektirir" (Althusser 1971, 225-26).
Macherey, Althusser'in izinden giderek, eleştiri ve nesnesinin -onun
örneğinde, yazınsal metnin- birbirinden kesin çizgilerle ayrılması gerek­
tiğinde ısrar eder: bilim, nesnesinin sureti değil, oluşumudur: Nesnenin
dışında bulunan bir bakış açısından, nesnenin kendisini bilemeyeceğinin
farkında olan kuramsal bir nesne. Macherey, bu görüşü, bilimsel eleştiri için
olumsuz referans noktaları görevi görmesi gereken "normatif" ve ampirik"
eleştiri ile karşılaştırır. Macherey' e göre ampirist eleştiri, metni, kendisini
araştıran göze kendiliğinden bir şekilde sunan bir "verili" olarak kabul etme
eğilimindedir; normatif eleştiri ise tam tersine metni, olabileceği bir modele
göre ölçme -onu kendisinden önce gelen ideal bir nesneye göre " düzeltmek"
amacıyla metni reddetme- eğilimindedir. Macherey, her iki örnekte de met­
nin bir tüketim nesnesi olarak ele alındığını ve iki metodoloji arasında ki
karşıtlığın aslında bu meta formunun "yerinden edilmesinden" ibaret
olduğunu vurgular: ampirist eleştiri eseri doğrudan verili bir tüketim nes­
nesi olarak alımlarken, normatif eleştiri aynı nesneyi daha "karlı bir şekilde"
tüketilebilmesi için değiştirmeyi amaçlar.
292
Eleştiri, eseri bir tüketim nesnesi olarak ele alındığını iddia ederek,
ampirist hataya düşer . . . . Çünkü yalnıza verili bir nesnenin nasıl
alımlanabileceğini sorar. Fakat bu hatayı ikinci bir hata, eleştirinin
eseri daha kapsamlı bir şekilde özümseyebilmek için değiştirmeyi
amaçladığı, eserin gerçek varlığını, yerine getirilmemiş bir niyetin
geçici bir versiyonu olarak görerek reddettiği normatif hata takip
eder. İkinci hata, artık ilkinin yerine geçmiş bir hatadan daha fazlası
değildir. Aslında, eserin ampirik özellikleri bir modele -eserle yan
yan bulunan, ona bir tutarlılık ve okunabilirlik niteliği vererek
erişilebilir bir yargı nesnesi haline getiren sabit ve bağımsız bir var­
lık- atfedilerek tersine çevrilir. Normatif hata, nesnesinin yalnızca
daha önce savunulan sınırlar içerisinde dönüştürülmesini tasarlar.
Bu, ampirizmin yüceleşmesi, ideal imgesidir, fakat aynı ilkelere
dayanır. (Macherey 1978, 19)

Macherey, ampirist eleştirinin yazınsal metin açısından edilgenliğini


eleştirir. Ona göre, ampirizm örneğinde, eleştiri nesnesi ile bu nesnenin bil­
gisi arasındaki uzaklık azaltılır ve eleştiri, "yazının" edilgen bir şekilde
alımlanmasına ve tüketilmesine neden olur. Macherey, metnin bu kadar
edilgen ve kendi kendisini sınırlayıcı bir şekilde alımlanması yerine, etkin
ve özerk bir eleştiride ısrar eder. Eleştirinin alanı edebiyatın incelenmesi ise,
bu alanın eleştiri nesnesini oluşturması ya da eleştirel bilginin tüm alanını
önceden kısıtlaması gerekmez: "bilgi, gizli anlamların yeniden keşfedilmesi
değil, içinden çıktığı gerçekliğin eklentisi, yeni oluşturulmuş bir yapıdır"
(Macherey 1978, 6). Macherey, nesne hakkında düşünmenin, asla gerçek
nesne ile özdeş olmadığını hatırlatır. Ampirist eleştiri, yazınsal eserin
" hakikatinin" "keşfedilmesi" aracılığıyla yazınsal metin ile "birleştiğinde,"
kendi pratiğinin bağımsızlığını yok eder. Böyle bir eleştiri, metni bir 'verili,'
doğrudan bir nesne olarak ele aldığı için, onu ne açıklayabilir ne de üre­
timine yönelik kavram ya da yasalar ortaya koyabilir. Metnin görilngilsel
özünün hakikati olarak tasarlanan, daha önceden verili bir model geliştiren
normatif eleştiri, aynı sürece yüzeysel bir karmaşıklık eklemekle kalır.
Macherey'in çıkarımına göre, her iki durumda da eleştiri aksiyolojiye, yargı
ve açıklamaya, zevk ve değerlere ilişkin bir dizi pratik kurala indirgenir.
Macherey'in empirik ve normatik yaklaşımlara yönelik eleştirisinin kap­
samı, yirminci yüzyıla hakim olan pek çok eleştirel pratiği de dahil etmek

293

üzere genişletilebilir. Öme n, Gadamer'in yorumbiliminin yanı sıra Jaus ve
Iser' in, Rezeptionasthetik olarak tanımladıkları estetik tarihselciliğine
seslenir. Bu metodolojiler, " geleneğin otoritesine" ve farklı çağların
"kültürel normlarına," sanatın gerçekliğini, yani sanatın zamana direnen
"görüngüsel" özünü her ne kadar dolaylı ve bütünlükten uzak bir şekilde
olsa da, bilinçli bir şekilde ortaya çıkarma kapasitesine sahip metinsel
yorum olma niteliği atfeder. Böyle bir değerlendirme, yazınsal üretim söy­
lencesini (yaratıcı dehayı), aynı ölçüde söylenceleşmiş yazınsal alımlama
(eleştirmenlerin değer yargılan) ile zoraki bir evliliğe sokar. Bu evliliğin
amacı, kültürel seçkinciliği ve şimdiki zamanı erdemin kendisi olarak yay­
mayı yazınsal ürün ile onun alımlanması arasında gayrimeşru bir ilişki
(metin-gerçeklik ilişkisine dayanan sınıf temayülü) kurmayı tasarlar.
Geçmişin "estetik deneyim" aracılığıyla "kesintisiz olarak bütünleşti­
rilmesi" anlayışına dayanan yorumbilim, geçmişin ve metnin nesnelliğini
reddeder. Diğer yandan, genel bir "yazınsallık" teorisinin yorumbilimin
sınırlamaları içerisinde işlendiği fikri, yazınsal etkiye yönelik bilimsel bir
anlayış geliştirmekten kaçınmaya yarayan idealist yorumu oluşturur.
Yorumbilimin irrasyonalist ve son tahlilde tutucu " gelenek yaklaşımının ter­
sine, edebiyatı ideolojik bir pratik olarak ele alan Yapısal Marksist anlayış,
yazınsal metinlerin üretimini ve alımlanmasını, gerçek tarih içerisinde
temellendirir ve aynı zamanda yazınsal üretim ile onun alımlanmasına
yönelik -geçmişin kölesi, ne de statükonun araçları olan- gerçek bilgiler üre­
tir.
Macherey' in bilimsel eleştirisi, aynı zamanda yapısalcı ve post-yapısalcı
metodolojilere karşı güçlü itirazlarda bulunur. Macherey' e göre, yapısalcı
eleştirel girişim, metnin içerisinden gizemli fakat aynı zamanda tutarlı bir
anlam çıkarabilmek için, "metnin bilmecesinin" çözülmesinin çevresinde
döner (Macherey 1978, 136-56) . Metin bir mesaj olarak ele alınır ve yapısalcı
eleştirmenin işlevi, metnin iç alanından hakikati çıkarmak ve bu hakikati
değişmez göstergesel biçimlerin zamansız "birleşimi" olarak ortaya koymak
için, aktarılan bilgiyi ayırmaktır. Dil sistemi, yazınsal üretimin tek koşulu
değildir. Aynı zamanda tarih dışı bir koşuldur. Dolayısıyla, metnin üretimi,
yapısalcı eleştiri için sadece üretimin 'görünmesi' olabilir. Çünkü gerçek
nesne daima onun arkasındadır. Macherey' e göre, yapısalcı eleştiri, ampi­
rizmin bir başka formundan, bilginin öncelikli nesne, bu bağlamda mesajları
iletme ve yorumlama sanatı ile yeterli tutulmasından ibarettir.

294
Yapısalcılığın bu yönünden gelişen ve anlamı söylemin ayıricı, anlaşıl­
ması zor ve olmayan bir merkezi -merkezleşmeyi hem destekleyen hem de
ondan kaçan göstergeler arasındaki aralıksız ve ilişkisel çelişki- olarak gören
post-yapısalcılık, Macherey için bir bakıma farklı bir sorun oluşturur. Çünkü
her yapı sökümcü gibi o da, tek bir "anlam" fikrine eleştirel yaklaşır.
Kuşkusuz, Macherey'in "yorumsal eleştiri" adını verdiği, eserin çeşitliliğini
tek bir anlama indirgeme işlemi, bilimsel eleştiri tarafından açık bir şekilde
reddedilen üçüncü olumsuz referans noktasını oluşturur. Macherey, yorum­
sal eleştirinin, birbiriyle ilişkili çok sayıda yanılgıya dayandığım açıklar:
"Eseri, ona kendi derinliğini veren bir alanda konumlandırır; eserin kendi­
liğinden yanıltıcı karakterini reddeder; son olarak, eserin çeşitli şekillerde
eklemlenmesi etrafında, tek bir anlamın etkin varlığını önceden varsayar.
Hepsinden önemlisi, eser ve eleştirisi arasındaki içsellik ilişkisini onaylar:
yorum, kendisini eserin kalbinde oluşturur ve onun sımnı açığa çıkarır.
Bilgi (eleştirel söylem) ve nesnesi (yazınsal eser) arasındaki tek mesafe, güç
ve eylem, anlam ve dışavurumu arasındaki mesafedir" (Macherey 1978, 76-
77).
Buna karşın post-yapısalcı eleştiri, kendisini anlamın sonsuz açıklığı,
metnin sayısız çokluğu üzerinde temellendirerek, yazmayı okumaya indir­
ger ve üretimin hafızasını bile ortadan kaldırır. Üretimi bir sır, süreçlerinden
bile bahsedilemeyecek bir gizem haline getirilmesi sonucunda metin, oku­
run başarısına dönüşür. Bu, içkin değerin kaba aksiyolojilerine karşı
yöneltildiğinde kuşkusuz değerli, fakat Macherey' e göre, metnin -belli bir
tarihsel matrisin belli bir ideolojik ürünü olmasından kaynaklanan- gerçek
karmaşıklıkları ile hiçbir ilgisi olmayan bir kavrayıştır. Eserin kuramsal
eksikliklerini tanımlama kisvesi altında, bir 'açık metin' ideolojisine
düşmemeliyiz: eser, kendi yapıntısı gereği, sayısız varyasyonlara sahip olma
ilkesini oluşturur. Bir, fakat çok sayıda anlama sahiptir: Ne var ki, bu olası
sayısız çokluk, okurun ulaştığı nitelik ya da etkinin, kitabın yapısını oluştu­
ran, doğası gereği sınırlı, gerçek karmaşıklık ile bir bilgisi yoktur. Eğer eser,
kendi kapalılık ilkesini üretmiyor ya da içermiyorsa da, kendi sınırları
i çerisinde (bunlar, eserin kendisi tarafından belirlenmiş sınırlar olmasa da)
kesin olarak kapanır" (Macherey 1978, 80) .
Macherey'e göre eser, tamamlanmışlıktan uzak olduğu için sınırlıdır. Bu,
metnin ideolojik kökenlerinden ve ideolojik bir ürün olmasından kay­
naklanan bir çelişkidir. Eserin tamamlanmamışlığı, onun tüketimi açısından

295
değil, üretimi açısından anlaşılmalıdır. Macherey, yorumunu açıklığa kavuş­
turmak için iki kavram ortaya atar: uyumsuzluk (metnin merkezden yok­
sun, çelişkisel doğası) ve kesin yokluk (metnin tabiatında bulunan tamam­
lanmamışlık) . Yazınsal metinler, alımlanmalarının bir işlevi olarak değil,
ideolojik kökenleri ile olan özgün ilişkileri nedeniyle, içsel olarak uyumsuz­
dur. Hakim ideolojinin işlevi, toplumsal özneleri var etmek, onlara mevcut
toplumsal ilişkiler içerisinde konumlandırmak ve bu konum ve ilişkileri
yeniden üretmek olduğu için, bir çarpıtma, hariç bırakma ve çıkarma süreci
aracılığıyla toplumsal çelişkileri gizlemek gibi, doğasında bul unan bir eği­
lim gösterir. Hakim ideoloji bir bakıma, sözü edilmemesi gereken, sadece
ideolojik söylemin sınırlılıkları olarak görülen belli başlı şeyler olduğu için
vardır.
Genel ideolojik söylem içerisindeki bu gibi sessizlikler, kurgu gibi ikinci
dereceden ideolojik ürünlere de zorla sokulur. Macherey' e göre, varlık-yok­
luklar, eleştirinin gerçek nesnesini oluşturan kesin bir biçime bürünür.
" İdeolojiyi sorgulayan bir kişi, onun sınırlılıklarının varlığını keşfeder.
Çünkü bu sınırlılıklarla imkansız bir engel olarak karşılaşılır; oradadırlar,
fakat konuşturulamazlar . . . İdeolojinin kendisi güçlü ve üretken gözükse de,
roman içindeki varlığı, görülebilir ve kesin formu dolayısıyla kendi yokluk­
larından söz etmeye başlar" (Macherey 1978, 132) . Metin, ideolojiye kesin
bir biçim vererek, onun içerisinde, çeşitli anlamları karşıtlık ve çelişkilere
dönüştüren kesin yoklukların izlerini taşır. " Eserin gerekliliği, anlamlarının
çokluğu üzerinde temellenir; bir eseri açıklamak, bu çeşitlilik ilkesinin
farkında varmak ve ayrımlarını ortaya koymaktır . . . Eser içerisinde açıklan­
ması gereken şey, anlamlarının görünürdeki birliğinden kaynaklanan sahte
basitlik değil, anlatım öğeleri ya da oluşum düzeyleri arasındaki bir ilişkinin
ya da karşıtlığın varlığıdır" (Macherey 1978, 78-79) . Eserin hüviyet ilkesini
oluşturan bu kesin yokluk, birleşik bir anlam açısından açıklanamaz.
Anlamın 'genişletilmesi' değildir, onu gergin ve sürekli yenilenen bir
karşıtlık içerisinde gerçeklikle ilişkilendiren "bağı oluşturan çok sayıda
anlamın uyumsuzluğundan ortaya çıkar." (Macherey 1978, 80).
Macherey' e göre, eseri ideolojik kökenlerinden ayıran uzaklık, eseri ken­
disinden ayıran ve aralıksız bir fark ve anlam bölünmesine zorlayan "iç
mesafede" somutlaşır. Metin, ideolojiyi işe koşarak, yoklukları aydınlatır ve
o ideolojinin sessizliklerini "konuşturur." Eserin "söylenmeyenleri" olan
yokluklar, onu içinden çıktığı ideolojiye bağlayan şeyin ta kendisidir. Bu

296
durumda, der Macherey, eleştirinin görevi, normatif ya da ampirik
eleştirinin düşündüğü gibi, kendisini metin ile aynı alana yerleştirerek, met­
nin söylenmemiş bıraktığı şeyleri konuşmasına ya da tamamlamasına izin
vermek olamaz. Tam aksine, söylenmeyen hakkında bir kuram oluştura­
bilmek için, kendisini eserin tamamlanmamışlığı içerisine oturtmalıdır.
Buna karşın, olası dönüşümlerin sayısı sınırsız değildir; Macherey, eserin
içinden çıktığı ideolojinin, onu kesin ve sınırlı hale getirdiğinde ısrar eder.
" Eğer eser, kendi kapalılık ilkesini üretmiyor ya da içermiyorsa bile, kendi
sınırları içerisinde kesin olarak kapanır" (Macherey 1978, 80). Eser ve eserin
söyleyemedikleri arasındaki ilişki kesin bir niteliğe sahip olduğu için,
Macherey metin içindeki yoklukları yapısal çelişkiler ve metni oluşturan
unsurlar olarak karakterize eder. Yapısal çelişkiler metnin içinde değil,
dışında yer alır. Althusser'in "dışlamanın iç karanlığı" (Althusser ve Balibar
1970, 26) olarak adlandırdığı içsel gizleme sürecinin bir parçasıdırlar. Ancak
metin ile olan tüm kendiliğinden, yaşanmış ilişkileri kopararak- yani onay
temeli olarak metnin söylemini reddederek ve bunun yerine onu metnin
kendisine bütünüyle yabancı kuramsal bir pratik içerisindeki bilgi nesnesi
olarak kabul ederek- metne geri gelebilir ve metnin ideoloji ile olan özgün
ilişkisini belirleyen görülebilir yoklukları " görebiliriz."

Veme'in Gizemli Ada Romanında Temsil ve Betimleme


Macherey, geliştirdiği yöntemi, Jules Verne'in Gizemli Ada eseri üzeri
üzerine yazdığı kapsamlı bir makalede uygulamaya sokar (Macherey 1978,
159-240). Veme'in metnini oluşturan ideolojik materyal ve süreçlerden, tem­
sil ("ideolojik tasarım" ya da metnin göstermek " istediği" şey; bu romanda,
insanın doğayı fethetmesi) ile betimleme (metnin kendi " öyküsü," metnin
imgeler, nesneler, mekanlar ve tutumlar aracılığıyla etkin bir şekilde göster­
diği şey) arasındaki çelişkinin nasıl doğduğunu açıklar. Veme'in eseri, açık
içerik düzeyinde, Üçüncü Cumhuriyet Fransa' sının sömürgeci burjuva
sınıfının ideolojisini, doğrusal bir anlatım örgüsü ile temsil etmeye çalışır:
doğanın aşırı koşullarına nüfus etmeyi ve bu koşullara egemen olmayı
engelleyen güçlüklerin üstesinden gelen bilimsel bir yolculuk. Doğanın
insanlık tarafından kahramanca fethedilmesine dayanan bu doğrudan ve
kesin gelişme vizyonu, sömürgeci burjuvazinin " kendisini anlatma"
tasarısını ifade eder. Fakat Macherey, Veme'in eserinde gerçekleşen bir şeyin
sonucunda, bu ideolojinin betimleme düzeyinde onu sınırlayan ve iç çeliş-

297
kilerini açığa çıkaracak bir şekilde "anlatıldığını" öne sürer. Aksi takdirde
birbiri ile tutarlı olacak temsil ve betimleme düzeyleri uyumsuz hale gelir ve
ilk bölümden ikinci bölüme geçildiğinde, ideolojik tema "eksiksiz bir
değişikliğe" uğrar. Fütürist roman, geriye dönük bir anlatıma dönüşür;
fethin ileriye dönük tasarımı, geçmişin tekrarı haline gelir (araştırmacılar,
her zaman kendilerinden önce giden birinin yolunu takip ettiklerini keşfe­
der); yaratılış söylencesi, köken olarak ada, kökenlerin kaybı ve babaya
dönüş haline gelir; "insanlığın" "bakir" topraklara teknoloji aracılığıyla ege­
men olması, insanlığın dışlanmış bir kesimine, adanın "yerlilerine" dolaylı
olarak dikkat çeker vs.
Macherey, Veme'in eserini, -sömürgeciliğin gerçek tarihini gizleyen­
Robinson Crusoe efsanesinin "kökenler söylencesi" ile ilişkilendirerek, met­
nin, bastırdığı gerçek tarihi önceden varsayarak söylenceyi nasıl zayıflat­
tığını vurgular. Macherey' e göre Veme, bu köken söylencesine, sömürgecili­
ğin gerçek tarihini kayda geçirerek ya da bu ideoloji içerisindeki gizil çeliş­
kileri "yansıtarak karşı çıkmaz. İdeoloji kendi çelişkilerini gizlediği için, bu
çelişkiler ancak dışarıdan ifşa edilebilir. Bu nedenle Macherey, Veme' in ide­
olojiyi çelişkiye düşürebilmesinin tek yolunun, "onu işe koşması" olduğu­
nun ısrarla altını çizer. İdeolojinin kusursuz ağı, ancak yazınsal pratiğin
doğasında bulunan üretim mekanizmaları aracılığıyla parçalanabilir.

Yazınsal metin, "hakikatine," ideolojiyi işe koşarak ulaşır ve bunun


sonucunda tasarlanan ile gerçekleşen -metnin kendine verdiği
söylemsel görevi yerine getirememesi- arasında bir gerilim ortaya
çıkar. Bu durumda uyuşmazlık ideoloji içerisinde değil, onu sınır­
layan ilişkinin içerisindedir. Bir ideoloji çelişkiye düşürülebilir: ide­
oloji içerisinde bir çelişkinin varlığının kötü yönlerini açığa vur­
maya çalışmak boşunadır. Ayrıca, Jules Veme' e verilen ideolojik
tasarı, görece olarak homojen ve tutarlı, bir tür analjik kesinlik ile
içsel olarak ilişkili bir temsil düzeyi oluşturur. Kusur, tasarıda aran­
mamalıdır. Benzer şekilde, imgeler envanteri ve bu imgelerin
seçilen öyküye sokulma biçimi son derece tutarlıdır. Veme bir bilim
ideolojisi ile başlar ve bunu bir bilim söylencesine dönüştürür: ne
ideolojinin ne de söylencenin otoritesi ayıplanabilir. Asıl sorgulan­
ması gereken, birinden diğerine götüren yoldur: Kesin bir karşılaş­
ma, eser içerisinde belirgin bir yeri olan bu 'ikisi arasındalıkta'

298
gerçekleşir. İdeoloji, temsil düzeyinden betimleme düzeyine
geçişte, eksiksiz bir değişikliğe uğrar -bakış, eleştirel bir şekilde ter­
sine çevrilmişçesine, arhk içeriden değil dışarıdan görülür: yanılhcı
ve olmayan merkezinden değil. . . onu kontrol altında tutan ve fark­
lı bir ideoloji olmasını ya da ideolojiden başka bir şey olmasını
engelleyerek ona belli bir şekil dayatan sınırlılıklardan (Macherey
1978, 194).

Eserin ideolojiyi, kendi çelişkilerinin tarihsel koşulları yansıtmasını


sağlayacak şekilde "yeniden üretmediği" açıktır. Macherey' e göre, metin
içerisindeki çelişkiler, tam aksine, gerçek çelişkilerin yansımasının ideolojik
olarak belirlenmiş yokluğunun ürünüdür. Eserin ideoloji ile olan sorunlu
ilişkisi, onun iç uyumsuzluklarını üretir. İdeoloji, metin içerisinde kendi
yokluklarından söz etmeye ve sınırlarını ortaya koymaya başlar. Bunu,
eserin estetik gücünün ideolojik dolayımlamalarının ötesine geçmesini ve
tarihsel hakikat ile doğrudan bir karşılaşmaya girmesini sağladığı yönünde­
ki Lukacscı anlamında değil, metin, ideolojiyi yeniden üretmekten çok
dönüştürerek, söylenenin temel yapısını oluşturan " söylenmeyeni" açığa
çıkardığı için yapabilir: "yazınsal eser, bir yansımanın aynı anda hem yansı­
ması hem de yokluğudur (ve bizi ilgilendiren de bu birleşmedir) . Bu neden­
le, eserin çelişkilerinin, tarihsel çelişkilerin yansıması olduğunu söylemek
yanlış olur: daha çok bu yansımasının yokluğunun sonuçlarıdırlar"
(Macherey 1978, 128) . Metin, bir ayna olarak bazı yönleriyle kördür, fakat
körlüğüne rağmen yine de bir aynadır. " Bu bağlamda, edebiyata bir ayna
niteliği atfedilebilir: nesneleri yerlerinden ederken, onların yansımalarını
korur. İnce yüzeyini eser ve tarih üzerine yansıtır. Onlara nüfuz eder ve
onları parçalar. Etkinliklerinden imgeler ortaya çıkar" (Macherey 1978 135) .
Macherey' e göre eleştirinin sorunu, iki yönlü bir zorunluluğu yerine
getirmek, yazınsal metnin görece özerkliğini (diğer anlam süreçlerine
indirgenemezliğini), onun kesin üretim biçimini (diğer ideolojik pratiklere
ve gerçek tarihsel koşullara olan bağımlılığını) gözden kaçırmadan kavram­
sallaşhrmaktır. İdeolojik bir ürün olarak edebiyat, bu amaca kusursuz bir
şekilde hizmet eder. Metni "kendiliğinden mevcut" olarak kabul etmek
(ampirist yanılgı) ya da metnin yerine bir model ya da anlam getirmek (nor­
matif ve yorumsal ya nı lgıla r ) gibi gizli tehlikelerden kaçman eleştirel bir
araştırmaya imkan sağlar. Yazınsal üretim teorisinin metnin dışarısında,
tarih biliminin çalışma alanına yerleştirilmesi yoluyla, kuramsal bir nesne
olarak yazın fikri mümkün hale gelir. Buna karşın, Yazınsal Üretim Teorisi
de birtakım ciddi sorunlardan yoksun değildir. Claude Bouche'un (1981)
dikkat çektiği bir kusur, kitabın, başlığına rağmen, yazınsal pratiğin üretimi­
ni, nesnel belirlenimlerinin bütünselliğini değil, genel koşullarını ya da
temel ilkesini açıklamasıdır. Bu, ciddi fakat kolaylıkla düzeltilebilir bir
sorundur. Bana göre daha ciddi bir sorun, kitabın kavramsal gelişiminin
büyük çoğunluğunun üzerinde temellendiği bölüntüsüz ve birleşik bir ide­
oloji değerlendirmesinden kaynaklanır. Macherey, "ideolojinin çelişkili bir
tartışmayı sürdüremeyeceğini, çünkü çelişkinin bütün izlerini kesin olarak
gizlemek için var olduğunu" (Macherey 1978, 131) ısrarla savunur. Böyle bir
değerlendirme, baskın ideolojiyi, diğerlerinden, rakip ideolojilerden ayıra­
mamakla suçlanabilir; dahası, ideolojik çağrının çelişkili doğasının -baskın
ideolojinin bile daima mücadele içerisinde olduğu ve tüm ideolojiyi mevcut
üretim ilişkilerini yalnızca yeniden üretmeye değil, aynı zamanda değişti­
rilmeye zorlayan iç gerilimin- farkına varamaz.
İdeolojiye yönelik böyle bir değerlendirmenin ve bu değerlendirme ile
örtüşen, sadece -edebiyat gibi- ikinci düzey söylemlerin çelişkili bir doğaya
sahip olabileceği düşüncesinin sonucunda, ideolojiyi "sahte" bir söyleme
indirgemek ve yazınsal söyleme olumsuz anlamda "hakikat" niteliği atfet­
mek daha kolay hale gelir. Macherey, böyle bir yaklaşımla, ideolojinin bir
ürünü olarak edebiyat düşüncesinden, bu uzaklaştırıcı mizansenin ister iste­
mez ve kendiliğinden bir şekilde yıkıcı olduğu düşüncesine ve dolayısıyla
olumsuz yansıtmacılığa kayar: metnin söylemediği doğru, söylediği ise yan­
lıştır. Sorun, doğruluk ya da yanlışlık, özgünlük ya aslına uygun olma ya da
olmama değildir. İdeoloji, bilimin belli bir gerçek ya da olay hakkında
söylediklerine katılabilir ya da karşı çıkabilir. Fakat gösterdiğimiz gibi, ide­
oloji ya da yazınsal söylem için önemli olan bu değildir. Bir metin, mevcut
bir ideolojiyi altüst edebildiği kadar, ideolojinin altına imzasını atabilir, onu
yeniden üretebilir, zayıflatabilir ya da canlandırabilir. Fakat bu gibi yeterlik­
ler, Macherey'in düşünsel çerçevesi içerisinde kendilerine yer bulamaz.
Metnin ideolojik bir ürün olduğu düşüncesini korurken, bütün
metinlerin ideoloji ile ilişkileri aracılığıyla iç düzensizliğe dahil edilmedik­
leri gerçeğini de kabul etmeli, herhangi bir ideoloji gibi yazınsal bir metnin
de hem "doğru" hem de "yanlış" ögeler içerebileceğini unutmamalıyız.
Eegleton'ın Eleştiri ve İ deoloji eserinin dile getirdiği yeni fikirlerden biri de,

300
yazınsal metinlerin ideolojik oluşumun tarihsel olarak değişken değerlerin
kimi zaman yararına, kimi zaman zararına bir işlev taşıdığıdır. Kendisini
görece olarak işlenmemiş formdaki ideolojik bir unsuru kabul edebilecek bir
durumda bulan, fakat bu nedenle onun yerine başka bir ideolojik unsur
getirme gerekliliğini fark eden metin . . . hem kendisinin (ideolojik bir ürün
olarak) hem de ideolojinin içerisinde yeni bir düzensizliğe yol açabilecek bir
iç düzen yaratmak üzere ideolojinin düzenini bozar" (Eagleton 1976, 99).
Böyle karmaşık bir faaliyet, yazınsal metnin ideolojik yapıyı olumlu ya da
olumsuz olarak yeniden ürettiğinde ısrar eden bir formülasyon tarafından
yeterince anlaşılamaz. Eagleton' a göre, yazınsal metin ancak " metnin ide­
oloji üzerinde ve ideolojinin metin üzerindeki karşılıklı kesintisiz işlemi
olarak kavranabilir. . Bu karşılıklı yapılandırma ve yapısöküm sürecinde,
metin kendi belirlenimlerini sürekli olarak üst belirler" (Eagleton 1976, 99).

Eagleton: Kültür İ�inde Sınıf Mücadelesi Olarak F.stetik


Yapısal Marksistler, yazınsal pratiğe yönelik realist ve materyalist bir
anlayış geliştirerek, eleştiri (bilgi üretimi) ile estetik (değer yargısı ya da
öğretisi) arasındaki farkı kesin olarak ortaya koyabilirler. Bu "çeşninin"
Marksist olmayan edebiyat teorilerine sızması hiç de şaşırtıcı değildir -bu
fenomene daha sonra tekrar döneceğiz. Fakat bu eğilim, şaşırhcı bir şekilde,
tarih ve estetik değeri bağdaştırmaya çalışan pek çok Marksist çalışmada da
iş başındadır. Metin, onu üreten tarihin bir dışavurumu olarak ele alındığın­
da bile- bu dışavurumun, yazarın işgal ettiği " sınıfsal konumun" aracılık
ettiği bir aynadaki görüntü ya da metin ve toplumsal oluşumun biçim
ve/ veya içeriği arasındaki benzeşiklik olarak algılanmasının bir önemi yok­
tur-, "üstün" sanat eserini "aslına uygunluk" ya da hakikatle bir tutan nor­
matif bir yargı da sık sık baş gösterir. Bu normatif yargı kendisiyle birlikte,
" üstün" sanat eseri ile tarihin bağdaşhrılması gibi, yirminci yüzyıl Marksist
estetiğinin büyük çoğunluğuna hakim olan sahte bir sorun getirdi. Sorunun
yayılma etkisi, Lukacs, Bloch, Brecht, Adomo ve Benjamin gibi düşünürler
arasındaki ünlü tarhşmalardan daha fazla hiçbir yerde bu kadar açık bir şe­
kilde görülmez. Söz konusu tartışmalar, sanat ve toplumsal gerçeklik arasın­
daki ilişkiden çok, "özgün" sanat ile onu kitlelere yaymanın olasılığı/
imkansızlığı hakkındadır.
Dışavurumculuğun değeri ya da " modernizm mi realizm mi?" veya
"Kafka mı Thomas Mann mi?" gibi sorular üzerine yapılan tartışmalar, ta-

301
rihsel gerçeklik ve politik doğruluk açısından ele alınsalardı, daha fazla
somut açıklamada bulunabilirdi. Gerici ideolog Balzac ile büyük romanc ı
Balzac'ı uzlaştırmak gibi diğer sorunlar, "büyüklüğün" ideolojik olarak
belirlenen sınıf temelli bir kategori olduğunun fark edilmesiyle birlikte
önceliklerini büyük ölçüde kaybeder. Bu "sorunlar" için öne sürülen çözüm­
lerin -örneğin Lukacs'ın, Balzac'ın büyük bir romancı olduğu, çünkü karşıt
ideolojisinin onu kendisine rağmen bir "realist" yaptığı yönündeki argü­
manı, Goldmann'ın, sırf Marksist olduğu için genç Malraux'nun "büyük­
lüğünü" savunma çabası- sanatı, politikayı ve bilimi bir araya getirdiği ve
bunu yapabilmek için umulan sonuçları vermeyen ve üretkenlikten uzak
yöntemler izlediği söylenebilir.
Sanatın "otantik" olması gerektiği yönündeki yaygın kanı, bu tartış­
malara giren katılımcıları, bu "otantiklik-büyüklüğün" neyden oluştuğu
konusunda ne kadar çok ihtilafa düşerlerse düşsünler, bu ya da şu edebiyat
eserinin "büyüklüğünü" onaylamak konusunda birleştirir. Bu düşünürlerin
tamamına göre, sanatın bir şekilde " gerçek" olduğu düşüncesi, bazı eserlere
"büyüklük" niteliği atfedilmesine yol açar. Yansıtma kuramı, ne kadar
ustalıklı bir şekilde geliştirilmiş olursa olsun, kendi aksiyolojisine doğrudan
zemin hazırlar. Tüm romanlar -ideolojik kökenlerine- sadıktır ve Marksist
eleştirmenlerin romanları tarihin hakikatine bağlılıkları açısından savun­
maları, Marksistlere ideolojik bir tatmin duygusu verdiklerini söylemekten
başka bir şey değildir. Sorun elbette, bu tatmin duygusunu, kültürlü estet­
lerin "yüce" ya da " güzel" sanat eserinden aldıkları kişisel haz ya da tutucu
kimselerin beyaz, erkek, bencil ve seçkinci Avrupa edebiyatının
"kaidelerinden" duydukları aşırı ahlakçı huzurdan ayırmanın imkansız
olmasıdır. Bu gerçeğin farkına varmak, Macherey'i " sanatı gerçekliğin bir
sureti olarak gören anlayışın Marksizme özgü değil, tam aksine bütünüyle
yabancı olduğunu ve Marksistler tarafından ancak bir yanlış anlamanın
sonucu olarak benimsenebileceği" konusunda ısrar etmeye yöneltti.
(Macherey 1976, 54-55) .
Eleştiri ve İ deoloji eserinde Althusser' ci cepheden aksiyolojiye karşı en
güçlü argümanı ortaya koyan Eagleton, konu ne zaman edebiyatın büyük­
lüğü olsa, Marksizmin kendisine yabancı olan burjuva kategorilerinin tuza­
ğına düştüğü gözleminde bulunur. Sanatsal büyüklük sorunu, halihazırda
ideolojik olduğu için, bilimsel olarak çözüme kavuşturulamaz. Eagleton,
yazınsal değerin "büyük eserlerle" hiçbir ilgisi olmadığını ısrarla savunur.

302
Böyle bir anlayışı benimsemek, hümanist eleştirinin onları tanımlama girişi­
minden farksızdır. Herhangi bir zaman ya da herhangi bir zaman diliminde
" büyük" olduğu düşünülen " büyük metinlerin" bu şekilde değer­
lendirilmesi, onlara bu niteliği atfeden toplumsal oluşumun güçlü ideolojik
anlamlarını dayatmasından kaynaklanır. (Sınıf temelli bir alımlama/ tüke­
timle ilgili bir sorun olan) Değer ya da büyüklüğü anlamanın yolu,
eleştirinin etkinlik alanının dışına çıkmak ve yazınsal etkiler tarihine odak­
lanmaktan geçer. Metin, üretimi sırasında ideolojik durum tarafından sınır­
lanmışsa, alımlama sorunu daha fazla öne çıkar: "Yazınsal metin, okunduğu
için metindir," der Eagleton, " okumak, ideolojik ürünün ideolojik olarak
çözümlenmesidir" (Eagleton 1976, 62) . Geçişsel olmayan, içkin bir değer
yoktur. "Edebi eğer, metnin ideolojik olarak benimsenmesi, eserin okuma
'tüketimsel üretimi' sırasında üretilen bir fenomendir. Bu tüketimsel üre­
time, okuma sanatı adını veririz . . . Çünkü yazınsal metin, daima ideoloji­
için-metindir. İdeolojik etkisi, yani 'metnin ideolojisi,' metnin katkıda
bulunduğu [fakat belirlemediği], ideolojik olarak yönetilen eleştirel alımla­
ma kuralları tarafından seçilir, okunabilir addedilir ve çözümlenir"
(Eagleton 1976, 166-67) .
Eagleton yazınsal etkinin nesnel varlığını, yazınsal temsilin ideoloji
aracılığıyla nesnel gerçeklik içerisinde temellendiğini ve son olarak,
yazarların belli anlamları tarihsel açıdan özgül okuyuculara aktardığını red­
detmez. Onun asıl yapmak istediği şudur: bir metnin sunabileceği olası
okuma biçimlerinin ve bir toplumsal oluşumun izin vereceği okumalarının
sayısı sınırlı olsa da, ikisinden biri ya da her ikisi hakkında sahip olduğu­
muz bilgi, bize nesnel bir değer ölçüsü vermez. Metnin sunulan üretilebilir­
lik konjonktürü tarafından belirlenen olası okumaların ve okuyucunun ide­
olojik matrisinin sınırlı sayısı, değer sorunu açısından kapalı bir yorumsal
çember oluşturur. Metnin ve okumanın karşılıklı ideolojik suç ortaklığından
çıkarak, bilimsel çözümleme için gereken temele ulaşabiliriz" (Eagleton
1976, 166-67) . Bu nedenlerden ötürü Eagleton, değer konusunun, gerçekliği
dışa vurması ya da güzellik alanı açısından değil, üretimi açısından yeniden
e le alınması gerektiği görüşündedir. Yazınsal yayılma değil, yazınsal üretim,
yeterli bir eleştiri kuramının alanıdır ve böyle bir kuram, ideoloji kuramına
bağlıdır. " Bir bilimsel eleştirinin garantisi, ideolojik oluşumlar bilimidir.
Böyle bir eleştiri, ancak böyle bir bilim temelinde -yazınsal metinlere ilişkin
herhangi bir bilgi iddiasında bulunmamızı sağlayabilecek ideoloji bilgisinin

303
teminah aracılığıyla- oluşturulabilir" (Eagleton 1976, 96) . Bu, yazınsal
eleştirinin, ideoloji kuramının bir uygulamasından ibaret olduğu anlamına
gelmez; daha çok, üstyapılar kuramının belirli bir ögesi niteliğindedir ve
görevi, "ideolojik oluşumun yasalarını değil, ideolojik söylemin yazın
olarak üretilmesinin yasalarını incelemektir" (Eagleton1976, 96) .
Eagleton' a göre, metin ile ilgili olarak y apılacak her türlü bilimsel açıkla­
ma, metnin ideolojik kökenleri ve bir ideolojik ürün olarak özgül etkinlikleri
ile ilgilidir; geleneksel estetik, özgünlük, değer, hakikat vs. üzerine yaptığı
tartışmalarla, sanat içerisinde sınıf mücadelesinin alanından ibarettir.
Estetikte materyalist bir tutum benimsemek, yazınsal değere ilişkin her
türlü "ahlakçılığı" reddetmek ve bunun yerine "eserin niteliği konusunu,
eserin olanaklılık koşulları konusu ile birleştirmek gerekir" (Eagleton 1976,
187) . Elbette bazı eserler bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde bile değersiz­
leştirilir. Eagleton, bazı eserlerin mevcut ideolojileri benimseyerek metinsel
üretim sırasında onları biraz dönüştürdüğünü kabul eder. Diğer metinler ise
tam aksine karmaşık, yoğun ve çok çeşitli ideolojik anlamlar üretir. Bu ide­
olojik anlamlar, metinsel işlemlerinin ikinci derect!den anlamlandırma gücü
sayesinde ideolojiyi canlandırabilir, değiştirebilir, ideolojinin önünü kapaya­
bilir ya da kapsamını genişletebilir. Bu anlamda Eagleton, "tüm metinler
anlamlandırır, fakat bütün metinler anlamlı değildir," yönündeki estetik
görüşü paylaşır (Eagleton 1976, 185) . Fakat bu formülleştirmenin altında da
aksiyoloji yatar. Francis Mulhern'in de dikkat çektiği gibi, Eagleton'ın özgün
eserlere yönelik kendi analizi, kurulu yazınsal eleştiri tarafından belirlenen
halihazırda mevcut İngiliz edebiyatı geleneğinin " genel geçer bir şekilde
onaylanmasından" farksızdır (Mulhern 1978, 86). Eagleton bu görüşü ilginç
bir açıklamayla reddeder:
George Elliot'u Marksist bir bakış açısıyla analiz etmek kesinlikle
mümkün, hatta gereklidir. Fakat kendisini böyle bir analiz açısın­
dan tanımlayan bütün "Marksist eleştiriler," burjuva ideolojisinden
kesin bir şekilde kopmakta başarısız olmuştur. Pratik bir fark oluş­
turabilecek yeni bir kuramsal alan iddiasında bulunmaktan uzak
olan böyle bir eleştiri, aynı sorulara yeni cevaplar sunmakla kalır.
İnsan ürünü geleneksel yapılara yönelik Marksist bir analizin
üretilmesi, zorunlu bir tasarıdır: ne de olsa bu yapılar, egemen
sınıfın üzerinde hakimiyetini dayattığı, dolayısıyla karşı çıkılm a sı
gereken temellerdir. Fakat böyle bir karşı çıkış, Marksist eleştirinin

304
öncelikli nesnesi olamaz. Eğer bu öncelikli nesneyi tanımlamak
güçse, bunun nedeni büyük ölçüde böyle bir nesnenin henüz var
olmamasıdır. (Eagleton 1981, 97) .

Burada iki noktaya değinmek gerekiyor. Birincisi, Mulhem, seçkinciliğin


özel görevi açısından, estetik içerisinde, sınıf temelli "büyük gelenek"
anlayışını reddeden Marksist bir tutumu savunmakta haklıdır. Diğer yan­
dan, Eagleton' ın yazdığı cevapta belirttiği gibi, Marksist eleştiri, "büyük
gelenek" içerisinde işbaşında olan karmaşıklık mekanizmalarını ayrıntıları
ile açıkladığı için, bu karmaşıklığın estetik bir değer oluşturduğu düşüncesi­
ni paylaşmak zorunda değildir. Aslına bakılırsa, bunun tam tersi daha
doğru gözüküyor: Marksist eleştiri, Marksist estetiğin "büyük geleneğe"
sınıf temelli eğitimsel ve kültürel aygıtlar tarafından üretilmiş ideolojik bir
kategori olması dolayısıyla saldırmasını sağlayan kuramsal bir cephane
sunar. Geleneksel estetiğin aksine, Marksist ideoloji, "ikincil" ya da " alter­
natif" metinlerin tarihin çöplüğünden kurtarılmasına olanak tanır ve hatta
destek verir. Marksist eleştiri, her türlü yazınsal metne uygulanabilir olduğu
için, "büyük geleneğin" incelemeye değer tek metin olarak sahip olduğu
' değişmez' statüyü altüst edebilir. Buna karşın, Marksist estetik, Marksist
felsefe ile aynı konumdadır: özgün sanat eserlerinin " değeri" üzerine
yapılan aksiyolojik tartışmalara katılmaktan başka bir seçeneği yoktur.
Çünkü idealizm ve materyalizmin " hakikati" üzerine yapılan tartışmalar
gibi, estetik tartışmaları da, sınıf mücadelesinin dahil olunması ya da kabul­
lenilmesi gereken bir parçasıdır. Felsefede olduğu gibi estetikte de, her bir
kuramsal tutum içerisinde politik bir çıkar vardır. İkincisi, Eagleton'ın
" henüz yanlış bir şekilde var olan" Marksist eleştirinin "öncelikli nesnesine"
yönelik bulunduğu belirsiz atıfla ilgili olarak, Eagleton şimdi bununla ilgili
ne düşünüyor olursa olsun, bu nesnenin zaten var olduğunun açık bir şe­
kilde belirtilmesi gerekir. Bu nesne, tam olarak, metnin bilimsel bir şekilde
açıklanmasıdır. Eagleton'ın cevabında öne sürdüğü gibi, bilimsel eleştiri,
"büyük yapıtları" analiz ederken, ne metni idealize etmeyi, ne de okuyu­
cuyu kazanmayı amaçlar; öncelikli hedefi, metni anlamak ve okuyucuyu
bilgilendirmektir. Eagleton' ın Marksist eleştirinin henüz " doğru bir şekilde
var olmadığını neden söylediği belirsizdir. Nedenleri ne olursa olsun,
Marksist eleştirinin yanlış bir şekilde oluşturulduğu fikri, en hafif deyimiyle
tartışmaya açıktır ve Eagleton, bu ba ğla mda kendi eserinin ona karşı
harekete geçtiğini görür.

305
Macherey: Bilimsel ffieşti.riye Karşı Estetik Tarihi
Yazınsal eleştiri ister istemez metnin biçim ve içeriği ile tarihsel ve ideolo­
jik bağlam arasındaki ilişkiye odaklanır. Fakat yazınsal bir metnin toplum­
sal bir ürün olarak varlığı, onun tarihsel öneminin ya da Marksizmin tarih­
sel bir fenomen olarak edebiyata olan ilgisinin ortadan kalkması için bir
gerekçe olamaz. Realist ve materyalist bir edebiyat anlayışının temel unsu­
ru üretimse, üretim sürecinin mekanizmaları (böyle bir açıklama için gerek­
li koşullar olmayı sürdürseler de), metnin alımlanmasını, yani ideolojik etki­
sini belirlemez ya da yeterince açıklayamaz. Macherey, Yazınsal Ü retim
Teorisi'nde, edebiyatın somut tarihsel varlığını, edebiyatın ancak belli
okuyucularla etkileşime geçme süreci aracılığıyla "yaşayan" bir pratik
olduğunu büyük ölçüde göz ardı eder. Eğer Macherey'in amacı metin ile
gerçeklik arasındaki ilişkinin, çağdaş okuyucuların metin hakkında ne his­
settiği ile hiçbir ilgisi olmadığını göstermektiyse, bu elbette gerekli bir tak­
tikti. Marksizm, bir metni tarihsel bir belge olarak kullanmak için, metnin
değerine ilişkin dışarıdan gelen yargıları kabul etmek zorunluluğunda
değildir. Buna karşın, genel bir tarih kuramı, metnin üretimi ve ideolojik
kökenlerinin yanı sıra, alımlanmasını ve ideolojik etkinliğini de açıklaya­
bilmelidir. Bana kalırsa eleştiri, yazınsal üretimleri toplumsal ürünler olarak
ele alan bilim ile yazınsal etkilerin tarihi olarak adlandıracağım şey arasın­
da bir sentez oluşturulması gerekir. Fakat böyle bir sentez ancak bundan
önceki sayfalarda geliştirilmiş olan yazınsal söylem anlayışının terk
edilmemesi koşuluyla mümkündür. Benim konumum, Macherey' in
Yazınsal Üretim Teorisi kitabından itibaren, edebiyatı farklı bir yazınsal
pratik olarak gören anlayıştan dikkate değer ölçüde uzaklaşan kuramsal
tasarımı ile güçlü karşıtlıklar taşıyor. Macherey, bu hareketiyle, Althusser'in
Marx İçin, Kapital'i Okumak ve İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları eser­
lerinde " kuramsalcılığı" reddetmesinin kesin olarak etkisinde kalmış
gözükmektedir. Macherey, Althusser'in, ideolojinin gerçek olmayan ilişki­
lerden oluşan bfr sistem olduğu vurgusu ve ideoloji ile bilim arasında yap­
tığı ayrımdan, ideolojinin maddi kurumlar içerisinde temellenen ve toplum­
sal özneleri oluşturan maddi bir güç olduğu anlayışına yönelmesine karşılık
olarak, bu iki tasarım arasındaki her türlü süreklilik ve bağdaşıklık fikrini
reddetti. Macherey, 1976 yılında kaleme aldığı Yansıtmanın Sorunları adlı
makalesinde, " tarihsel materyalizmin, ideolojiyi temsillerden, bilinç
düzeyindeki gerçeklerden, düşüncelerden oluşan bir sistem ve söylem
olarak görmeye bir son vermesi gerektiğini" ısrarla savundu. "Materyalist

306
bir bakış açısıyla, ideoloji, devletin belli sayıdaki aygıtı tarafından oluşturu­
lur" (Macherey 1976, 50). Fakat, önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığım
gibi, Althusser'in erken dönem ve son dönem eserleri arasında ilk başta fark
edilmeyen, Althusser'in bilimsel realizme olan şaşmaz bağlılığı etrafında
örgütlenen bir tutarlılık vardır. Böyle bir durum ne yazık ki Macherey için
söz konusu değildir. Macherey, Yazınsal Üretim Teorisi'nden sonraki çalış­
malarında, edebiyatın maddi etkisine, yani yazınsal etkiler tarihine
yönelmekle kalmadı, aynı zamanda edebiyatı sadece tarihsel alımlama
açısından tanımlayacak kadar ileri gitti. Böyle bir tasarım, yazınsal pratiğe
yönelik bilimsel bir anlayışı terk etmese de, bu anlayışın işe yararlığını red­
deder: "Yazınsal süreç incelemesi artık edebiyatın hangi kaynaktan
üretildiğini, varlığının temelini anlamaya yönelik bir araştırma değil, ede­
biyatın ürettiği etkileri belirlemeye yönelik bir girişimdir" (Macherey 1976,
51) .
Macherey, edebiyatı, alımlanma süreçlerinin tarihsel etkilerine indirgeye­
rek, kuramsalcılığı reddetmekle kalmamıştır: Aynı zamanda, tarih biliminin
öncelikli tasarısını terk etmiştir. Bu yeni düşünsel konum, onu
Althusser' den daha çok Hindess ve Hirst' e yaklaştırır. Macherey, -yazınsal
pratiği diğer pratiklerden ayrılan söylemsel doğası açısından açıklayabile­
cek- realist ve materyalist anlayışın yerine, nesnel, bilimsel eleştiriyi redde­
derek, genel bir yazınsal üretim anlayışının tarihselci ve göreci doğasını
inkar eden bakış açısına kucak açan irrasyonalist konumu benimsedi. Bu
cephe değiştirme, Macherey'in düşündüğü gibi alımlamaya yönelik
"materyalist" sorunu çözmeye yetmez. Sadece böyle bir anlayışa olasılığına
şüphe ile yaklaşılmasına neden olur. Macherey, "metin-gerçeklik" ilişkisi ile
"metin etkisi" ilişkisini sentezleyemez ve ikisi arasında hatalı bir antitez
oluşturur: edebiyat, ya da nesnel olarak farklı bir söylemdir (dolayısıyla ide­
olojik kökenleri ve üretim biçimi ile gerçek ile kuramsal açıdan farklı bir iliş­
ki kurar) ya da özneleri çağırma işlevi gören tarihsel açıdan görece bir
söylemdir (ve bu nedenle sadece onun alımlanmasını belirleyen ideolojik
aygıtların bir işlevi olarak var olur) . Macherey, metnin alımlanmasının
gerçekliğini onaylamak için, metin üretiminin gerçekliğini reddederek
antitezi devre dışı bırakır. Fakat alımlanan şeyin ne olduğuna dair hiçbir
anlayışa ulaşamadığı için, materyalist bakış açısından daha da uzaklaş­
mıştır: yazınsal metnin nesnel varlığı, yerini öznel yorumun post-modern,
yorumbilimsel belirsizliğine bırakır.

307
Yazın anlayışı sorunu, Macherey için arhk bir anlam ifade etmemektedir:
" Yazın, bir maddi dönüşüm sürecidir. Bu da yazının belli tarihsel dönem­
lerde farklı formlarda bulunduğu anlamına gelir. Büyük L harfiyle Yazın
diye bir şey yoktur; toplumsal gerçeklik içerisinde 'yazınsal,' yazın ya da
yazınsal görüngü vardır ve incelenip anlaşılması gereken de budur"
(Macherey 1977, 3) . Macherey'e göre yazın ve ideoloji arasındaki ilişki, çok
sayıda Marksist tarhşmanın kendisini içinde bunduğu evrensel öz itiraz­
larının göz ardı ettiği bağlamlarda ortaya konmalıdır" (Macherey ve Balibar
1964, 30) . Macherey, kuramsal söylemin soyut-genelden somut-özgüle
kadar çeşitlilik gösteren farklı düzeyleri olduğu gerçeğini kurnaz bir şekilde
yadsıyarak, " genel anlamda yazın diye bir şeyin olduğu, yazının, değişmez
bir öze uymasını sağlayan tutarlı bir ilkeler sisteminden oluşan bir bütün
olduğu yanılsamasını" reddeder (Macherey 1976, 51) .

Macherey'in yazınsal söylemin üretimi v e alımlanması arasında kurduğu


hatalı antitezi kabul etmek için hiçbir sebep yoktur. Macherey'in argü­
manının görünen yüzünün altında, sanata ilişkin idealist ve irrasyonalist bir
tutum benimseyerek, yazına ilişkin sınıf temelli estetik yargılarla ("eleştiri,
sınıf mücadelesinin ideolojik bir etkisidir") mücadele etme çabası vardır.
Fakat bu estetiğe ilişkin materyalist ve realist tutumla ("estetik, kültür
içerisinde gerçekleşen sınıf mücadelesidir" ) karşıtlık oluşturur. Tony
Bennett, Macherey'in konumunu savunmak amacıyla, sorunu şu şekilde
ortaya koyar:

Asıl tartışma konusu, metinlerin maddi varlığı değil, hangi nesnel


ve maddi varlığa sahip olurlarsa olsunlar, "yazın" olduklarını iddia
ettikleri düşüncesidir. Yazılı metinler, kendilerini "yazınsal" ya da
"yazınsal değil" şeklinde ortaya koymazlar. Onlara bu nitelikleri
sadece eleştiri atfeder. Bu fikir, "yazın" kavramının tarihi tarafın­
dan doğrulanır. Yazın kavramı, ancak on dokuzuncu yüzyılda
[günümüzde kullandığımız] anlam çeşitliliğine ulaştı ve bu sürecin
yazınsal eleştiri ve estetik aracılığıyla pekişmesi sonucunda
akademik inceleme alanlarında kendisine bağımsız ve sağlam bir
yer edindi ( Bennett 1979, 7) .

Böyle bir fikir yürütme tarzı, Macherey'in edebiyatı, edebiyatın alımlan­


masına indirgemesindeki tutarsızlığı gözler önüne serer. Metinlerin kendi-
308
terini alımlanma kategorileri içerisinde ortaya koymadıkları kuşkusuz
doğrudur. Fakat bu, yazınsal metinlerin alımlanmasını düzenleyen bütün
eleştirilerin aynı olduğu; aksiyolojik estetik ile bilimsel eleştiri arasında can
alıcı bir farklılık bulunmadığı anlamına gelmez. Macherey ve Bennett, genel
bir yazın anlayışı olasılığını reddederek, tarihsel materyalizmi, yazınsal
pratiğe yönelik her türlü anlayışı eleştiri süzgecinden geçirmeden kabul
eden bir yaklaşıma indirgemiştir. Bilimsel metin çözümlemesi ile diğer
yorumlar arasında hiçbir fark yoksa, herhangi bir tarihsel fenomene yönelik
bilimsel bir analiz ile aynı fenomene yönelik başka bir yorum arasında da
fark yok demektir. Elbette böyle bir eleştiri, tarih bilgisinin savunduğu nok­
taları çürütür ve yazınsal fenomenleri özgün, somut nesneler olarak incele­
meye yönelik her türlü girişimi anlamsız gösterir. Bennett, bizi " asıl ihtiya­
cımız olan şeyin bir yazın kuramı değil, kurgusal yazının farklı formlarına
ve içinde bulundukları ideolojilere yönelik tarihsel açıdan somut bir çözüm­
leme olduğuna ikna etmeye çalışırken, saçmalamaktadır. Kurgusal yazı
nedir? İ deolojiler derken neyi kastetmektedir? Kavramsal bir sorunsal -yani
kavramlar- olmadan, bu sorulara cevap verilemez. Tarihsel pratik
anlayışlarından söz etmeden "tarihsel açıdan somut bir çözümlemeden"
bahsetmek, tarihsel bilimin diye bir şey olduğunu iddia ederken, onun var­
lı ğının kuramsal koşullarını reddetmekten başka bir şey değildir. 4

Kavramsız bir bilginin olabileceği düşüncesine karşı çıkarken, eleştirinin


bilgi etkisinin, kavramlar olmadan, alımlamanın ideolojik etkisinden
kuramsal açıdan ayırt edilemez hale geleceğini vurgulamalıyız.
Alımlamanın sınıf temelli doğasını inkar etmek istemiyorum, fakat
eleştirinin (bilimsel bir pratiğin), estetiğin sınıf temelli bir biçimine (ideolo­
jik alımlamaya) indirgenmesine itiraz ediyorum. Böyle bir anlayış,
Macherey ve Bennett'in savunduğu tarihselciliğin nihai etkisidir. Eleştiriyi
politik etkilere sahip bir bilimsel pratik olarak görmek yerine, eleştirinin
kendisi politik bir eyleme dönüşür: "Marksist eleştirinin görevi, metnin
içerisinde gizli bir varlık olarak bulunan politikayı gün ışığına çıkarmak
değil, metni politize etmek, metin için politika yapmakhr" (Bennett 1979,
167-68) . Bu gibi açıklamalar, eleştiri ve estetik arasındaki farkı umutsuzca
belirsiz kılmaya çalışır; Marksist eleştirinin görevi tam olarak metin içerisin­
deki " politikanın" varlığını, dahası, metnin alımlanmasının " politikasını"
açıklamaktır. Bennet'in muhtemelen 'eleştiri' ifadesi ile kastettiği Marksist
estetiğin görevi ise metnin etrafını saran ve alımlanma alanını belirleyen
halihazırda politize edilmiş değer biçme ve hariç tutma sistemine savaş
açmaktır. Estetik içerisinde Marksist bir tutum, yazınsal söyleme yönelik bi­
limsel bir bilginin olabilirliğini inkar ederek hiç de ileri gitmiş sayılmaz.
Macherey ve Bennett, istenççi politik baskıların sınıf mücadelesini vurgula­
ma yönündeki baskılarına çok fazla maruz kalmış olacak ki, yazınsal
eleştiriyi ve yazın anlayışını katı, basit bir şekilde algılanan sınıf kutuplaş­
masına ve sınıf tahakkümünün etkilerine indirger.

Macherey, edebiyatın işlevine ideolojik bir aygıt niteliği atfedebilmek için


onun ideolojik bir ürün olarak özerkliğini inkar edecek kadar ileri gider.
Artık sadece metnin anlamlandırıcı gücüne ilgisiz değildir, aynı zamanda
metı1in gerçek ile olan her türlü ve bütün bilişsel ilişkisini yok saymaya
çalışır: "sınıfsal konumların yazınsal üretim içerisinde gerçekleşmesinin
doğasını ve formunu ve bu sürecin sonuçlarını çözümlemek, aynı zamanda
edebiyatın ideolojik kimliğini tanımlamak ve açıklamaktır . . . bu sorun,
yazınsal etkilerin tarihine yönelik bir kuramın bir fonksiyonu olarak ortaya
konmalıdır" (Macherey ve Balibar 1974, 19). Kendi çapında büyük bir önem
ve gereklilik taşıyan, yazınsal etkilerin tarihini oluşturma projesi, yazına
dair ulaşabilecek bütün bilginin başı ve sonu haline gelmiştir. Estetik etkinin
bir şeyi anlamlandırdığı, bu "şeyin" anlamlandırma etkisinin yazınsal
ürünün ideolojik kökenleri ile ilgisini kesin bir şekilde ortaya koyduğu ve
bu " şeyin" bilinebilir (ve bilmeye değer) olduğu birtakım bilgiler,
Macherey'in daha sonraki eserlerinde bütünüyle ortadan kalkmıştır. Aslına
bakılırsa, kaybolan, metnin ta kendisidir. Macherey, uzun zamandır
eleştirinin dayanak noktası olan "metin" ve "eser" anlayışının terk edilmesi
gerektiğinde ısrar ederek, metin ya da eser diye bir şeyin olmadığı argü­
manını daha da ileri götürür: " Materyalist yazın teorisi, ilke olarak, 'eser'
kavramını, yani yazınsal metnin aldatıcı birlik temsilini, bütünselliğini, öz
yeterliliğini ve kusursuzluğunu reddeder. Daha doğrusu 'eser' (ve ona
mütekabil, 'yazar) kavramını sadece, tüm yazınsal üretime eşlik eden yazın
ideolojisinin içinde gizli olan gerekli yanılsamalarını teşhis edebilmek için
kabul eder" (Macherey ve Balibar 1981, 49) . Yazınsal etki Macherey tarafın­
dan, ideolojik tahakkümün bölüntüsüz sürecinin üç boyutuna indirgenir:
" (1) belli toplumsal ilişkiler tarafından üretilmiş yazınsal etki; (2) başat ide­
olojinin yeniden üretiminde bir an olarak (3) ve bunların sonucunda ideolo­
jik tahakkümün kendisi olarak" (Macherey ve Balibar 1 981, 54) .

310
Edebiyatın alımlanma biçimlerine indirgenmesine dayanan böyle safdil
bir yaklaşım, yazın hakkında bilgi üretme tasarısına ihanet etmekle kalmaz,
aynı zamanda felsefe içerisinde materyalist tutumun, kuram içerisinde sınıf
mücadelesinin ve estetik içerisinde sınıf mücadelesinin altına dinamit koyar.
Tam aksine, bilimsel eleştirinin ve estetik alımlamanın birbirini tamamlayıcı
doğasını -aynı zamanda bilimsel ve yazınsal söylem ile yazınsal üretim ve
alımlamanın anlaşılabilir hale gelmesini sağlayan ideolojik pratiği- savu­
narak, hem felsefe hem de estetik alanında materyalist ve realist bir tutum
benimser. Edebiyatı toplumsal oluşumun içerisine yerleştirmek, ideolojik
bir aygıt olarak rolünü ve başat ideoloji ile mevcut üretim ilişkilerinin
yeniden üretilmesi ile ilişkisini araştırmak, geçerli olmanın yanı sıra son
derece önemli bir etkinliktir. Tartışmalı olan konu, bu girişimin geçerliliği
değil, böyle bir etkinliğin sonucunda, yazın anlayışının ve metnin görece
özerkliğinin reddedildiği önermesidir. Böyle bir şey kesinlikle söz konusu
olamaz. İdeolojik bir ürün olarak yazın anlayışına -yani bir şeyi anlam­
landıran yazın anlayışına- ve bu şeyin ne olduğunu açıklayan bir " metin­
gerçeklik" ilişkisi teorisine sahip olmamız şartıyla, yazınsal etkileri ideolojik
aygıtlar olarak çözümleyebiliriz. Ne de olsa alımlamanın görece özerk
alanım açan, metnin ideoloji ile olan özel ilişkisidir. Bir yazın anlayışı olma­
dan, bir metni kuramsal bir nesne olarak oluşturmak için gereken -ve alım­
lamanın esas noktasını oluşturan- 'asgari genelleme' anlaşılamaz.

Ren� Balibar: Sınıf Tahakkümü ve Yazınsal Etki


Renee Bali bar ve arkadaşlarının Fransa' da yazın, dil ve eğitime yönelik
tarih çalışmaları hakkında bilgi vermeden, Macherey' in yazın anlayışı ve
eleştirisi reddi hakkında daha fazla şey söylemek imkansızdır. Macherey,
yeni düşünsel tutumunu açıklamak ve haklı çıkarmak için bu çalışmalardan
yararlanmıştır. 5 Macherey'in kuramsal cephe değişikliği gibi, Balibar'ın
çalışmalarının kaynağı da, Althusser'in " devletin ideolojik aygıtları"
anlayışında bulunur. Ondokuzuncu yüzyılda Fransa' daki eğitim sisteminin
kullandığı yazınsal metinlerin işlevini inceleyen Les français fictivs ve
Fransız Devrimi sırasında ve bu dönemden itibaren geliştirilen tek tip okul
sistemi ile birlikte oluşturulmaya çalışılan birleşik ulusal dil sistemini yakın
plana alan La français na tional'da, yazın, dil ve okullar ideolojik aygıtlar
olarak ele alınır. Ba l ibar' ın tezine göre, birleşik bir ulusal dilin geliştirilmesi
bağlamında, bazı " yazınsal" metinlerin üretimi ve eğitim sistemi içerisinde

31 1
kısıtlı kullanımı, dil alanında sınıf mücadelesinin bir göstergesiydi.
Burjuvazi bu taktik aracılığıyla kendi "kültürel devrimini" yarattı. Bu
kültürel devrimin işlevi de kendi tahakküm alanını korumaktı. Balibar' a
göre, yazının nesnel varlığı, mevcut dil pratiklerinden ayrı tutulamaz. (Eğer
"Fransız" yazını diye bir şey varsa, onun varlık nedeni ulusal bir dil olarak
"Fransızcanın" dilsel pratikleridir.) . Bu formülleştirme aynı zamanda, ede­
biyatın, yazının hem tüketim hem de üretim biçimlerini tanımlayan
akademik eğitim pratiklerinden ayrı tutulamayacağı anlamına gelir. Yazının
nesnel varlığını bu pratikler birliği ile ilişkilendirerek, yazını tarihsel ve
toplumsal bir gerçekliğe dönüştüren " maddi dayanak noktaları" tanımlana­
bilir.
Dominique Laporte ve Renee Balibar, Fransız burjuvazinin Rönesans' tan
itibaren dil ile kurduğu iki yönlü ilişkiyi gözler önüne serer. Fransız
Devriminden önceki dönemde, Fransız aristokratları, yeni yeni gelişmekte
olan ulus devlet yapısı ve ulusalcılığın ideolojik alanında bir iktidar kaynağı
keşfetti. Bu yapılar, kuruluş safhalarında, ulusal dile yönelik " demokratik"
bir anlayış olarak ortaya çıktı. Balibar ve Laporte'a göre, 1. Francis'in 1538
yılında aldığı, tüm yasal-politik yasaların, " halkın" dilinde yazılması
yönünde aldığı karar çok önemliydi, çünkü asil makamına yakın zamanda
yükseltilmiş olan burjuvazinin, aristokrasi üzerindeki erkinin büyük ölçüde
artmasına neden olmuştu. Kralın buyruğunun bir sonucu olarak, yeni aris­
tokrasi, kırsal kesimlerde yaşayan insanların farklı lehçeleri ile merkezi
devlet aygıtı arasında bir arabulucu haline geldi. Bu da geleneksel aristokrat
sınıfının ortadan kalkışını hızlandırdı. Aynı zamanda, bu sözde
" demokratik" reform, burjuvaviziye, konuşan halk tabakası ile yazan
seçkinler arasındaki tek aracı olması nedeniyle tüm nüfus üzerinde üstün­
lük kazandırdı.
Balibar ve La porte' a göre, Fransız Devrimi sırasında, burjuvazinin ayrı­
calıklı konumunu tehlikeye uğratan iki yönlü bir gereklilik doğdu. Halk
tabakasının baskısının sonucunda, eski rejimin sınıf dilinin -bir yandan aris­
tokrasi ve burjuvazinin Fransızcası, diğer yandan popüler lehçeler- tasfiye
edilmesi ve aynı zamanda monarşi döneminin çoklu düzenlemelerinin yeri­
ne geçecek tek bir sistem kurulması yönünde bir talep vardı. Jakobenlerin
devrimci milliyetçiliği bağlamında algılanan bu fikirler, burjuvaziye
yöneltilmiş iki uçlu bir silahtı. Bir yanda kapitalizmin gelişmesi -ulusal bir
ekonomi, eşit yurttaşlar arasındaki sözleşmelere dayanan birleşik bir yasal

312
sistemin geliştirilmesi ve bireylerin " ulus" ile özdeşleşmesine dayanan bir
ideolojik sistem- için gerekli bir önkoşul oluşturuyorlardı. Diğer yandan, bu
reformların eşitlikçi doğası, burjuvazinin elde ettiği aristokratik ayrıcalık­
lara değil, aynı zamanda milliyetçi burjuvazinin yarattığı, yeni yeni
gelişmekte olan sınıf mülkiyeti anlayışı için de bir tehdit oluşturuyordu.
Balibar ve La porte' a göre, seçkinci ve eşitlikçi milliyetçilik arasındaki bu
karşılık, Fransa' da tek bir okul sisteminin Fransız Devriminin neredeyse bir
yüzyıl sonrasına kadar Jules Ferry'nin 1881 yılında özgür eğitimi ve 1882
yılında laik, zorunlu eğitimi çıkarmasıyla birlikte) kurulamamasını ve bur­
juvazinin kültürel devriminin ancak birtakım köklü değişikliklerden sonra
oluşturulabilmesini açıklar (bu da, yeni bir okul sistemi oluşturmanın, bur­
juvazinin tahakkümü için gerekli bir aygıt olduğunu kanıtlar) .
Balibar ve Laporte, Yapısal Marksist sosyologlar Christian Baudelot ve
Roger Establet'in başlattığı incelemelerin (Baudelot ve Establet 1971; ayrıca
bkz: Baudelot, Establet ve Malemort 1 981) izinden giderek, burjuva
okullarının homojenliğinin, daha önce farklı kurumlar biçiminde açıkça
görülen karşıt pratiklerin (zenginler için ayrı, fakirler için ayrı okullar) var­
lığını gizlemeye yaradığını, fakat günümüzde ilköğretim (le resaue pri­
maire-professionel) ve ortaöğretim (le reseau secondaire-superior) şeklinde
iki ayrı eğitim ağına dönüştürüldüğünü ısrarla vurgular. Bu yapılar,
toplumsal oluşum içerisindeki tahakküm ve sömürü ilişkilerini
üretir/ yeniden üretir. Balibar'a göre bu iki eğitim ağı, iki ayrı dilsel pratik
olarak dil düzeyine yansır. Toplumun sınıflara ayrılmasını yeniden üreten
eğitim sistemi, sözde eşitlikçi ulusal topluluk tarafından gizlenir Böylece
aynı ulusal dillerin farklı pratikleri arasında, redactionnarration'ın ("gerçek­
liğin " doğru" kullanımı ve aktarımına dayanan basit bir uygulama) "temel"
pratikleri ile metinlerin algılanması, dissertation-explication de textes
(yazınsal materyallerin kullanımını ve taklit edilmesini öngören sözde
yaratıcı çalışma) arasında dil düzeyinde bir ayrılık ortaya çıkar. İlköğretim
okullarında, aşağı sınıflara mensup kişilerin çocukları eğitimlerini, eski
rejimden kalan metinlerden mekanik bir şekilde öğrenilen bir dizi biçimsel
kuraldan oluşan uygulamalı dilbilgisi biçimindeki ulusal dilde alır. Bu dil­
bilgisinin yaratıcı şeması, Latincenin kurallarının anlaşılmasına dayanır.
Fakat bu kurallar bütünü, burjuvaziye mensup kişilerin çocuklarının
okuduğu ortaöğretim okullarında görünmez bir arka plan olarak tutulur.
Tahakküm altındaki yurttaşların eğitimi, dil kodlarına hakim olmakla

313
sonuçlanmadığı için, ilköğretim düzeyinde eğitim alan tüm bireylere bir
itaat etme etkisi dayatır. Dile aktif bir şekilde hakim olma üzerinde temel­
lenen, ayrıcalıklı azınlığa verilen eğitim ise, sınıf temelli bir tahakküm etkisi
üretir. "Gelişmiş" dilde ustalaşmak, "temel" dile bir karşıtlık oluşturmakla
kalmaz, aynı zamanda o dilin etrafını çevreler. Gelişmiş dilde ustalık
kazanan bireylere, böyle bir yetenekten mahrum kalmış kişiler üzerinde bir
dil ve iktidar ayrıcalığı tanır.
Balibar, Les français fictifs adlı çalışmasında, bu argümanı yazın alanına
da dahil eder. Çok sayıda yazısal metni -Flaubert'in "Un Couer simple"
öyküsü, Peguy'un iki öyküsü, Sürrealist bir comptine (eğitici çocuk şarkısı)
ve Camus'nun Yabancı romanını-, ürettikleri yazınsal etkinin ancak okullar­
daki eğitim süreci ve orada geliştirilen karşıtsal dil pratikleri bağlamında
anlaşılabileceği varsayımıyla çözümlemeye girişir. Balibar' a göre bu
metinlerde iş başında olan temel mekanizma, ilköğretim okullarında
öğretilen "basit" Fransızca ile ortaöğretim okullarında öğretilen yazınsal ya
da "düşünsel" Fransızca arasındaki karşıtlığın bilinçdışına yönelik, daha
doğrusu imgesel ya da kurgusal yöntemlerle gizlenmesidir. Yazınsal
metinler, " dil pratiğinde sonuna kadar yaşanan çelişkilerin yüceltilmesidir"
(R. Balibar 1978, 42) . Yazının özel işlevi, yüceltme ve özgün bir dil formu
yaratılması aracılığıyla, diğer ideolojik oluşumlar ve bu ideolojik oluşumlar
içerisindeki toplumsal pratiklerin çelişkilerini -özellikle karşıt dil pratikleri­
ni- çözüme kavuşturmaktır. Bu eylemin asıl amacı, bu çelişkileri yazınsal
olmayan (felsefi, politik, dini vs) söylemler içerisinde çözülebilir hale
getirmektir. Yazınsal dil, Yazınsal etkiler, ileri düzey Fransızca'nın basit
Fransızca'ya baskın çıkmasını, yani onu kendi bünyesine dahil ederken,
aynı zamanda sıra dışı kullanımlar ve yaratıcı yapıtlar aracılığıyla aşmasını
sağlayan süreçleri yeniden üretir. Bu özümseme ve üstünlük kurma işlemi­
nin tek ve aynı ulusal dil içerisinde gerçekleştirilmesi, Balibar'ın uzlaşma
oluşumu adını verdiği bir ideolojik etki olan tahakkümün varlığını daha da
gizler. Bali bar' a göre yazınsal pratik, başat ideolojinin tahakküm poli­
tikalarını görünür hale getirmek şöyle dursun, bir gizleme ve birleştirme
işlemi oluşturur, böylelikle dil pratiğinde gizil halde bulunan sınıfsal ve ide­
olojik çelişkileri iyileştirmeye ya da yatıştırmaya çalışır. Uzlaşma oluşum­
ları, Fransızca'nın her iki pratiğini de içerebilir. Fakat Balibar, ileri düzey
Fransızcanın varlığının yazınsal etkiyi, "estetik okuma zevkini" yarattığın­
da ısrar eder. Dil içerisindeki bir çelişkiden doğan yazınsal metin, basit bir

314
dilbilgisi ile bu dilbilgisinin dikkat çekici ölçüde yazınsal dili arasındaki
karşılıklı etkileşim tarafından düzenlenir. " Metin etkisinin" işlevi, -hiçbir
zaman tam olarak başarılı olmasa da- bu çelişkinin üstünü örtmek ya da bu
çelişkiyi azaltmak, " tek dil" kurgusunu korumaktır. Yazınsal etkiyi oluştu­
ran, bu gizli/bastırılmış süreçtir.
Balibar'a göre, ileri düzey Fransızca'nın basit Fransızca üzerindeki ege­
menliği, üslup fenomenini de açıklar. Örneğin, Flaubert'in " Un coeur sim­
ple" öyküsünün ilk cümlesinin, (o sıralar ilköğretim öğrencileri tarafından
kullanılan) basit dilbilgisi pratiklerinden alınmış sözlü materyalin, Yunan­
Latin retoriğine özgü (ortaöğretim okullarının üst sınıflarında kullanılan)
construction periodique ile bir araya getirdiğini öne sürer. Tam tersine,
Peguy'ın bitmemiş el yazması Pierre, Commencement d'une vie bour­
geouise, iki üslubu sentezleyerek, hem ilköğretim, hem de ortaöğretim
üslubunu kapsayabilen ya da, ikincisinin birincisi üzerindeki önceliğini vur­
gulayan birleşik bir üslup yaratamadığı için başarısızdır. Balibar' a göre bu
içinden çıkılmaz durum, Fransa' daki üstün zekalı çocukların gönderildiği
Ecole Normale' de eğitim görmeye aday olan, fakat çocukluğunda ve
ilkokulda yaşadıklarını hatırlayarak yaşamım anlamaya çalışması sonucun­
da kişisel bir krize giren başkahramanın durumundan farklı değildir. Diğer
yandan, Peguy'ın Note conjointe eseri, ilkokul derslerinde verilen düşünce­
ler ile ortaokulda öğretilen "felsefi-yazınsal" söylemleri bir araya getirmeye
yönelik başarılı bir girişimdir. Bu birleştirmenin başarısı, ortaokul söylemi­
nin baskın konumuna dayanır. Bu söylemin özgün araçları (Balibar'ın
scholirmes adını verdiği, görünüşte şaşırtıcı etkileriyle basit dile ideal bir
hava veren Latince deyimler, yeni sözcükler, argo ifadeler), bu birleşmenin
çelişkilerini ve tahakküm etkisini gizler.
Balibar' a göre Yabancı eserinin üslubu, basit cümlelerle, "kültürlülerin"
Fransızcasına özgü beylik cümlelerin bir arada kullanılmasına dayanır.
Camus'nun romanında, yazınsal etki özellikle ilgi çekicidir, çünkü ortaya
çıkan şey, edebi cümleler tarafından bastırılmaktan çok onlara egemen olan
basit cümlelere daha fazla değer atfedilmesidir. Balibar, bu görünürdeki
etkinin, Camus'nun, geçmiş zamanın kronolojik-mantıksal söylemine özgü
nesnellik yanılsamasının yetersizliğini ortaya koymaya yönelik bilinçli
hedefi ile tutarlılık gösterir. Camus bunu, geçmiş zamanı karmaşık cümle­
lerde kullanmasının sonucunda ortaya çıkan deformasyonları gözler önüne
sererek başarır. Fakat Camus'nun bu baskınlık ilişkisini tersine çevirmesi,

315
sadece görünürde başarılıdır. Her iki dil pratiği de geçmiş zamanı kendi
bünyesinde barındırdığı için, bu özel zaman, bilmeden de olsa bir uzlaşma
oluşumu işlevi görerek, basit ve edebi Fransızca arasındaki çelişkiyi ortak
bir Fransızca dilbilgisi vasıtasıyla ortadan kaldırır. Balibar ayrıca,
Camus'nun üslubunun, basit dilin edebi dil üzerindeki baskınlığını yeniden
üretmeyi sürdürdüğünü, çünkü arzu ettiği etkinin ancak amaçladığı defor­
masyonların bu şekilde algılanması koşuluyla gerçekleşeceğini öne sürer.
Elbette bu ustalıklı oyunları sadece, Camus'nun Fransızca'ya olan
hakimiyetine nüfuz edebilen okurlar anlayabilir.
Tüm bu örneklerde yazınsal etkinin kaynağı, Balibar'ın basit ve edebi
Fransızca arasında konumlandırdığı değişmez dilsel çelişkilerde yatar.
Yazarın üslubunu oluşturan yazınsal etki, bu çelişki olmadan var olamaz,
fakat ulusal dilde yazılmış bir söylem olarak mevcudiyeti dolayısıyla onu
ortaya çıkaran bu çelişkiyi " unutarak" birleşik bir dil yanılsamasının alhn­
da gizler. Bu bağlamda, yazınsal etki, başat ideolojiye karşıt bir etkiye sahip
değildir. Daha çok ideoloji içerisinde ayrıcalıklı bir alan görevi görür ve bu
ideoloji içerisinde dil düzeyinde açığa çıkan karşıtlıkların gizlenmesi yoluy­
la baskın sistem yeniden üretilir. Dahası, Balibar' a yazınsal metnin kurguya
dahil ettiği motifler, temalar ve durumlar, çözümlediği metinlerin yazınsal
etki mekanizmalarının anlaşılması için çok az değer taşır. Bu unsurlar, asıl
rolü yazınsal etkinin gerçek kaynağı ve metnin tek ön koşulu olan dil
içerisindeki çelişkiye gösterilen dikkati dağıtmak olan metnin görünen
yüzüdür. Bu gibi anlatı öğeleri (Flaubert'ın eserlerindeki toplumsal motifler,
Peguy ve Camus'nun eserlerinin felsefi içeriği), yazınsal metin içerisindeki
çelişkisel dil pratiklerinin varlığını "önemsiz gibi göstermeyi" amaçlayan
kurgu tarafından "harekete geçirilir. Bu nedenle, okurun kurgusal metinde
önemli addettiği öğeler -bilimsel gözlemlerden alınmış materyaller, felsefi
izlenimler, tarihsel bilgi ya da güncel olaylar- aslında kurgusal eserin altta
yatan sınıf temelli üretimini gizlemeye yarayan bir paravandır. Balibar'ın
eserinin son çıkarımı, edebiyatın doğası gereği ve değişmez bir şekilde, dil
düzeyindeki tahakküm mekanizmalarının önemli bir öğesi olduğudur.
Bundan ötürü, yazınsal eserler yıkıcı olamaz, çünkü yazın olarak varlıkları,
tüm yazınsal üslubun kaynağı olan dilsel çelişkiye katılmalarını, bu çelişki­
den yararlanmalarını gerektirir. Flaubert, Peguy ve Camus'nun metinleri,
genellikle kapitalist üretim ilişkilerinin destekçileri olarak değerlendirilmez .
Fakat Balibar'ın ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, tam olarak buna

316
dönüşmüşlerdir: Flaubert'in " Un couer simple' öyküsü, ilk ders kitapların­
da "kolay anlaşılır" bir üslupta nasıl yazılabileceğine ve "anlab tekniğinin"
ya da "bakış açısının" nasıl anlaşılabileceğine yönelik başarılı bir örnek
olarak gösterilir. Peguy'un Pierre eserinde burjuvaziyi yerin dibine sokma
girişimi, orta sınıf eğitimini eleştirmeyi amaçlarken, ondan önce var olan sis­
teme -Katolik kilisesinin kontrolündeki eğitime- daha fazla değer biçer.
Camus, Yabancı romanında, J'effet du française ulaşabilmek için sözlü kul­
lanımı "doğru" bir şekilde öğrenmek zorunda olan Kuzey Amerikalı çocuk­
ların yazı derslerini yeniden üretir. Roman, bu derslerin ürettiği kesinlik
yanılsamasını baltalamayı hedeflerken, bu yanılsamanın günümüzdeki kul­
lanımını benimser ve sürdürür. Söylemsel pratik düzeyinde bu süreci atama
ya da yabancılaştırma olarak kategorize etmek yanlış olur, çünkü bunlardan
daha sinsi ve güçlüdür: ideolojik tahakkümün kümülatif mantığı ve egemen
sınıfın hegemonyasının kapsamı genişletilmiş yeniden üretimidir.

Macherey ve Etienne Balibar: Marksizme karşı Yazın mı?


Renee Balibar ve çalışma arkadaşlarının, kültür ve sınıf tahakkümü
arasındaki ilişkileri anlamamıza önemli katkılan oldu. Yazın ile devlet okul
sistemi ve bu ikisi ile ideolojik hegemonya arasındaki tarihsel bağlantıyı
ortaya koydular. Yazının belli ideolojik kökenlerine odaklanarak, materya­
list teori ile yazınsal üretim analizini geliştirdiler ve Macherey'in Yazınsal
Üretim Teorisi eserinin aşırı "içsel" metodolojisinin yanlışlıklarını düzeltti­
ler. Buna karşın, çalışmalarında birtakım ciddi sorunlar yok değildir. Bu
sorunların kaynağı, öncelikli olarak, Macherey ve Etienne Balibar'ın Les
français fictifs adlı çalışmada ortaya koyduğu kuramsal temele dayanır.

Macherey ve Etienne Balibar, yazının tek bir dilsel mekanizmaya, yalnız­


ca edebi ve ortak dil arasındaki tek çelişkinin belirlediği uzlaşma oluşumu­
na indirgenmesinin albna imza atar. Onlar göre yazın, toplumsal çelişkileri
onlara "hayal ürünü çözümler" sunarak gizleyen tek boyutlu bir süreçtir:
"yazınsal bir oluşum, ortak dilden farklı özel bir dil içerisinde formülize
edilmeleri ölçüsünde ideolojik karşıtlıkların çözümü olan, kendisini oluştu­
ran çelişkiyi bir dizi uzlaştırma aracılığıyla -bütün ideolojik karşıtlıkları dil
düzeyinde tek bir karşıtlığa indirgeyerek- gerçekleştiren ve gizleyen bir
oluşumdur" (Macherey ve Balibar 1981, 51) . Metinsel üretimin diğer bütün
ögeleri ikincil bir öneme sahiptir; "açık ideolojik temalara 'yetki veren' ve
Freud'un kavramlarından biri olan 'ikincil detaylandırma' şeklinde

317
adlandırılabilecek kısıtlılıklara göre etkinliklerini düzenleyen, böylece
onlara anlatımsal -romanesk, alegorik ya da soyut- bir dış görünüş veren,
uzlaşma oluşumudur" (Macherey ve Balibar 1974, 35) . Ortak dil ve yazınsal
dil arasındaki çelişki, okulların ideolojik aygutlarından kaynaklanır;
dolayısıyla "yazın, üretim ve tüketim koşullarını tanımlayan akademik ya
da eğitimsel pratikten ayrı tutulamaz" (Macherey ve Balibar 1981, 46) . Hem
kökeni hem de etkileri açısından yazını belirleyen sadece eğitimsel aygıt­
lardır. Çünkü söyleme sahip olduğu her türlü "yazınsal" niteliği veren,
yazının alımlanması/ tüketilmesidir: " Metin yazındır ve yorumların, eleşti­
rileri ve 'okumaların' dikkatini çektiği zaman ve bunu yaptığı ölçüde tam
olarak bu şekilde tanınır. Bu nedenle metnin yeni koşullar altında yazın
olmaktan çıkması imkansızdır" (Macherey ve Balibar 1974, 44).
Macherey ve Balibar, Macherey'in ideolojiye kesin bir işlev atfeden yazın
kuramının yerine, yazını öne çıkaran daha belirsiz bir ideoloji vizyonu getir­
miştir. Yaptıkları bu atılımın sonucunda, yazınsal üretime yönelik realist ve
materyalist anlayışı terk edip, tarih boyunca değişiklik gösteren ve yazının
nasıl alımlanması gerektiğini kendi ölçütlerine göre tanımlayan estetik ide­
oloji ve aygıtlardan ayırması güç bir anlayışı benimsediler. Böylelikle yazın
anlayışını metnin üretimi değil alımlanması belirler. Yazınsal temsil-anlam
üretiminin çözümlenmesine dayanan bilimsel eleştiri, estetik ideolojinin
yargılarını baskıcı olarak nitelendirebilmek için bu yargıları edilgen bir şe­
kilde kabul eden bir " materyalizme" dönüşerek varlık sebebini kaybeder.
Macherey ve Balibar, yazınsal üretimin görece bir özerkliğe sahip olabileceği
fikrini ve "kurguyu" " metin-gerçeklik" ilişkisi açısından tanımlayan her
türlü yazın anlayışını reddeder:
Kurgu ol arak yazına yönelik bütün genel tanımlamalar, yaşamın
bir y ansım ası y a d a be nz e ş i mi olarak öyküye g ön derm ede
bulunur. . . Yazını bi! kurgu olarak tanımlamak, oldukça eski bir
felsefi tutumu benimsemekle aynı kapıya çıkar. Bu felsefi tutum,
bi l giy e yöne li k bir kuram oluşturarak, kurgusal söylemi -özel likle
gerçek li ğe günlük yaşamın ve ortak deneyimin doğ ru d an
algılanışından farklı bir 'imaj verdiğinde-' gerçeklik ile karşılaştırır.
Marksist sorunsal içerisinde merkezi bir konuma sahip olan yansıt­
ma kategorisi, realizmle değil, realizmden bütünüyle farklı olan
materyalizmle ilgilidir. Marksizm, yazını genel olarak realizm ya da
kurgu şeklinde tanımlayamaz. (Macherey ve Balibar 1981, 51-52)

318
Materyalizmden söz ederken aynı sırada realizmin imkansız olduğunu
dile getiren tuhaf bir metin! Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu argü­
man bizi metin ile gerçeklik arasındaki her türlü doğrudan bir bağlantı kur­
mayı (yansıtmacılık) engellemenin yanı sıra, dolaylı bir ilişki olasılığını (ide­
olojinin ikinci bir güç ile ilişkisini) da yadsıyan bir anlayışa götürür. Peki
geriye ne kalıyor? Anlaşıldığı kadarıyla hiçbir şey, yazının varlığını alımlan­
masının gölgesinde konumlandırarak, alımlanmanın bu etkinin tözü
olduğunu öne süren felsefi bir aldatmaca.

Yazın, karmaşık bir süreç aracılığıyla oluşan, kesin bir gerçekliğin


ürünü, bağımsız değil maddi bir gerçekliktir. . . Bu nedenle yazın
bir kurgu değil, kurguların ürünüdür. Kurgu ve realizm, yazının
üretimine yönelik değil, tam tersine, yazın tarafından üretilmiş
kavramlardır. Bu da önemli sonuçlara yol açar, çünkü modelin­
hem kurgu hem de realizmin önceden varsaydığı söylemin "dışın­
da" yer alan gerçek göndergenin -metinden önce gelen, yazınsal ve
söylemsel olmayan bir dayanak noktası işlevine sahip olmadığı
anlamına gelir . . . fakat [gerçekliği] söylemin bir etkisi işlevini görür.
"Gerçeğin" varlığını bir halüsinasyon biçiminde yansıtan, yazınsal
söylemdir. (Macherey ve Balibar 1981, 52-53)

Bir maddi etki, metnin gerçek olarak alımlanması, yoktan var olur -diler­
seniz buna kusursuz alımlama adını verebilirsiniz- çünkü "kurgu diye bir
şey yok, yalnızca alımlama sürecini oluşturan "kurgu etkisi" vardır; bir
alımlama etkisinden, bir etkinin alımlanmasına ulaşırız. Böyle bir for­
mülleştirme, "karmaşık" olmaktan çok saçmadır ve saçmalığını doğrudan
Macherey ve Balibar'ın yazın kavramını temsil -anlamın farklı bir biçimi
olarak görmeyi reddetmesine borçludur. Yazının üretimi ve alımlanmasının
anlaşılabilirlik ilkesini oluşturan, temsil -anlamın ideolojik doğasıdır.
En azından sorunun bir kısmı, yazını tahakküme indirgemeye dayanan
takıntılı bir tutkudan kaynaklanır. Macherey ve Balibar, yazınsal pratiği tek,
dolaysız bir sınıfsal tahakküm ilişkisi- edebi dilin basit dile baskın çıkması­
açısından tanımlayabilmek için, yazını okulların eğitimsel aygıtlarına tabi
kılar.

319
Yazınsal etki daima bir tahakküm etkisidir: bireylerin başat ideolo­
jiye ve egemen sınıfın ideolojik tahakkümüne tabi kılınması . . .
İ deolojii ilkokul düzeyindeki eğitimde, üzerinde egemenlik kurul­
muş sınıfların "basit" Fransızcasını üretme ve aynı zamanda bölme
ve bastırma görevi görebiliyorsa, bunu basit Fransızcanın yazın
içerisinde çelişkinin, az ya da çok biçimi bozulmuş ya da gizlemiş,
ama aynca kurgusal yeniden yapılandırmalar içerisinde sergilenen
ve kötüye kullanılan bir unsuru olarak bulunması şartıyla gerçek­
leştirebilir. Süreç gerçekten de böyle işler, çünkü yazınsal
metinlerde ortaya konan Franszca, "ortak" dilden farklı (ve ona
karşıt) olmanın yanında, bu dilin içerisindedir. Edebi Fransızca,
eğitim sistemi içerisinde oluşur ve evrilirken, gelişmekte olan bir
burjuva toplumunun maddi gereksinimleri tarafından belirlenir.
İ şte bu yüzden, edebiyatın eğitim sürecindeki yerinin, eğitim
sürecinin yazın içerisindeki yerinin tam tersi olduğunu doğrulaya­
biliriz. Yazınsal etkinin alt yapısını, okulun yapısı ve tarihsel işlevi,
tam olarak başat durumdaki ideolojik devlet aygıtıdır. (Macherey
ve Balibar 1974, 46-48) .

Burada güçlü bir hakikat unsuru vardır. Edebiyatın, okullardaki sınıf


temelli tahakkümün ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine ya da okullarda
kullanılan iki dil pratiği arasındaki sınıfsal çelişkiler göz önünde bulun­
durulduğunda, yazınsal pratiğin bu çelişkiyi yeniden üretip gizleme
yönünde bir eğilime sahip olduğu düşüncesine karşı çıkmıyorum. Fakat
edebiyatın sadece bu sınıfsal temayüle ve bu yeniden üretim işlevine
indirgenmesine, kısacası Macherey ve Bali bar' ın yazınsal pratiğin bu
yönünün, yazın anlayışını ortadan kaldırma rolü atfetmesine itiraz ediyo­
rum. Yazına yönelik böyle bir değerlendirme, Foucault'nun bilgi/ iktidar
anlayışının iç karartıcı özcülüğünün habercisi gibidir. Foucault eleştirimizde
ifade ettiğimiz ideolojik çağrının asla düzenli bir şekilde gelişmediği
gerçeğini tekrar hatırlayalım. İdeolojik çağrı, entegrasyonun yanı sıra çeliş­
ki de yaratır; pratikleri mevcut toplumsal ilişkileri yeniden üretmenin y anı
sıra en azından potansiyel olarak sekteye uğratan toplumsal özneleri oluş­
turur. Macherey ve Balibar, ideolojiyi sınıfsal tahakkümün tek yönlü bir
ilişkisi olarak gördükleri (dolayısıyla başat ideolojinin yansıtmak istediği
gibi nesnel olarak gerçek, bölüntüsüz bir tutarlılık olarak kabul ettikleri)

310
ıçın, Balibar'ın uzlaşma oluşumu kavramının, mevcut tahakküm ilişki­
lerinin yeniden üretimine ilişkin yönünü vurgular.
Macherey ve Balibar' a göre, yazınsal metin, uzlaşma oluşumu aracılığıy­
la hedeflediği tabi kılma etkisine her zaman ulaşan, bölüntüsüz, her türlü
çelişkiden yoksun bir bütündür. Bunu, onu ortadan kaldırmaya yönelik her
türlü yazınsal girişime rağmen varlığını sürdüren bir özdeşleştirme
mekanizması aracılığıyla gerçekleştirir. Bu baskıcı özdeşleştirme sürecinin
en önemli unsuru, uzlaşma oluşumunun gerçek ideolojik sorunlara hayal
ürünü çözümler sunma becerisidir. "Yazın, amansız ideolojik çelişkilere
hayal ürünü çözümler ya da bu çözümlerin temsillerini getirerek 'başlar.'
Fakat yazının tasvir (imgeler, alegoriler, semboller ya da argümanlar)
aracılığıyla sunduğu çözüm, yazınsal temsilden önce var olan bir çözüm
değildir (tekrar etmek gerekirse, yazın, böyle gerçek bir çözüm imkansız
olduğu için üretilmez) . Yazınsal çözüm sadece bir 'mizansen' -çözüm olarak
temsil- anlamında varolur (Macherey ve Balibar 1974, 53). Bir çelişkinin bağ­
daştırılamaz unsurları aynı aşamada sunulabilir, fakat bunu yaparken daha
az ya da çok karmaşık yer değişikliklerin az ya da çok oranda kaybedilmesi
pahasına. Çelişki unsurlarının yazın olabilmek için, söylem düzeyinde aynı
birimle ölçülebilir hale getirilmelidir. "Başlangıçtan itibaren özel bir dilde,
'uzlaşma' dilinde açık bir şekilde ortaya konularak, yakında gerçekleşecek
olan uzlaşmanın kurgusunu gerçekleştirmeleri gerekir. Uzlaşma dili, uzlaş­
manın 'doğal,' gerekli ve kaçınılmaz gözükmesini sağlar" (Macherey ve
Balibar 1974, 33) .
Bu hayal ürünü çözüm, okur üzerinde aynı zamanda bir ideolojik çağrı
niteliği taşıyan bir özdeşleştirme etkisi yaratır:

[Edebi Fransızca], yazınsal söylemin dışında yer alan pratik


içerisinde kullanılan ifadelerden -ikisi de gramatik açıdan doğru
olsa bile- bir ya da daha fazla belirgin ayrıntı ile ayrılan ifadelerin
bir örneğidir. Bunlar, pratikte toplumsal olarak çelişkili ve
dolayısıyla karşılıklı olarak dışlayıcı bir eğilime sahip kullanımları
dil düzeyinde 'uzlaştıran' oluşumlardır. Bu oluşumlar içerisinde,
"herkese konuşan" hatıraları yeniden uyandıran ya da canlandıran,
'doğallık' ve 'gerçeklik' etkisi yaratan "basit," sıradan dilin yeniden
üretilmesi için az ya da çok gizlenmiş fakat fark edilebilir bir yer

321
vardır. Yazın, özneleri daima, herkese görünür özneler yaratır.
Kendine yöntemiyle (somut) bireyleri durmadan öznelere
dönüştürür ve onlara sözde-gerçek, yanılsamaya dayanan bir
bireysellik verir. Karakterleri ya da sadece söylemleri "canlı" hale
getiren ve okuyucuları gerek çelişkilerde olduğu gibi yazınsal
çelişkiler içerisinde de -her ne kadar daha az riskli olsa da- bir
tutum belirlemeye teşvik eden ideolojik çağrının temeli, bu gerçek­
lik etkisidir. (Macherey ve Balibar 1981, 53-54)

Yazınsal etkiye yönelik böyle bir değerlendirme aslında son derece


doğrudur. Macherey ve Balibar'ın açıklamalarında itiraz edilmesi gereken
şey, ne açıkladıkları özdeşleştirme süreci, ne de bu sürecin sınıf mücadelesi
tarafından belirlendiği yönündeki iddialarıdır; varsayımlarındaki yanlış
nokta, özdeşleştirme sürecinin iç çelişkiler taşımadığı ve bunun sonucunda
doğası gereği ve ister istemez baskıcı olduğu fikridir. Macherey ve Balibar' a
göre, yazınsal pratik, sınıf mücadelesinin bir sonucu ve dolayısıyla sınıfsal
tahakkümün bir göstergesi olduğu için, sınıf mücadelesi ile parçalanmaz.
Yazın, egemen sınıf tarafından baskı altına alınmaz; egemen sınıfın
tahakkümünün bir öz niteliklerinden biridir. Bu koşullar altında yazına
ilişkin sınıf temelli estetik yargıları eleştirmek anlamsızdır; asıl konu yazın­
sal pratiği bir bütün olarak ortadan kaldırmaktır.
Bu çözüm, Macherey ve Etienne Balibar'ın, Renee Balibar'ın yöntemini
takip ederek yazını üsluba, uzlaşma oluşumuna ve üslubun, temsili-seman­
tik anlamdan yoksun (okullardaki günlük dil ile yazınsal dil arasındaki sınıf
temelli ayrım tarafından deforme edilmiş) gramatik -sözdizinsel bir sürece
indirgemesinden kaynaklanır. Bu yaklaşım, özdeşleştirme etkisini kendi
başına üretme kapasitesine sahip olan yazınsal üslubun üzerine imkansız
bir ağırlık yükler. Macherey ve Balibar bütün semantik unsurları
epifenomen olarak görerek reddettiği için, bu ağırlığı yüklenmek zorunda
kalır: edebi ve ortak dil pratikleri, aynı birleşik semantik temelin farklı kul­
lanımları aracılığıyla birbirinden ayrılır; bu nedenle aralarındaki çelişki,
içerik ve anlamla ilgili değil, dilbilgisi ve sözdizimi ile ilgilidir. Semantik
unsurlar (temalar, fikirler, karakterler) bir dış görünüşe indirgenir. Bu dış
görünüşün ortak dil içerisindeki bölüntüsüz birliği, doğası gereği, farklı ya
da k armaşık bir al ımla mayı olanaksız hale getirir.

322
Sözdizimine anlamdan daha fazla öncelik tanınması, tehlikeli sonuçlar
doğurur. Yazınsal üslup, dilbilgisinin bir fonksiyonu olmaktan ibaretse,
içerik farklılıkları, örneğin Virginia Woolf ve August Strindberg'in kadın
temsilleri arasındaki farklılıklar ya aldatıcı, ya da en fazla önemsizdir.
Benzer şekilde, eğer temalar, fikirler ve diğer yazınsal öğeler dış görünüşten
ibaretse, benzer üsluplara sahip yazarlar, örneğin Dos Passos ve Celine aynı
şeyi söylüyor ya da en azından benzer çağrı etkileri yaratıyor demektir. Bu
gibi iddiaların saçmalığını ortadan kaldırmak için, dayandıkları kuramsal
indirgemeleri tasfiye etmemiz ve yazınsal pratik içerisindeki çelişkilerin
biçimselliğin ötesinde özellikler taşıdığını kabul etmemiz gerekir: semantik
anlatı ögeleri, yazınsal üslubun işleyişini gizlemeye yarayan 'dış cepheler­
den' çok daha fazlasıdır; ideolojiye ve ideoloji aracılığıyla gerçekliğe gön­
dermede bulunurlar. Bu nedenle yazınsal üretim, tahakkümün yanı sıra
özgürleştirici etkilere de sahip olan kompleks, çelişkili bir toplumsal pratik­
tir.
Yazın, özneleri ideolojik olarak çağırır ve yazınsal pratik en azından bir
dereceye kadar sınıf temelli ideolojik pratik ve aygıtlar tarafından belirlenir.
Fakat yazınsal pratik özdeşleştirme etkisini sadece toplumsal çelişkileri
gizleyerek yaratmaz. Sınıf tahakkümünün yazınsal metinler içerisinde her
zaman ortaya çıkması gerekmez. Yazınsal pratiği gerçekte olduğu gibi, ide­
olojinin özne-formuna ve dünyaya ilişkin öznel -ideolojik deneyimlere
dayandığı için açık uçlu ve çelişkili bir temsil -anlam üretimi olarak görerek,
böyle basit genellemelerden kurtulabiliriz. Yazınsal pratik olağan ideolojiye
"hakim olur," fakat sonucun her zaman baskıcı ya da baskı unsurlarını
gizleyen bir karaktere sahip olması gerekmez. Çünkü olağan ideoloji, nesnel
gerçeklik içerisinde yer etmiş sınıf temelli çelişkilerle parçalanır. Yazınsal
üretim, ona toplumsal oluşum içerisinde bir yer ve işlev veren sınıf mücade­
lesi tarafından (üst)belirlenir. Yazınsal temsil-anlam ise, bilgi/ iktidar kate­
gorisine indirgenemeyecek bir görece özerkliğe sahiptir. Yazınsal pratik,
sınıf temelli bir güç sistemi içerisinde eklemlense de, belH koşullar altında
sınıf tahakkümünü meşrulaştırmanın yanı sıra ifşa edebilir. Yazın, özne-for­
munun sınırlarını aşamaz, fakat özne-formu düzensiz geliştiği ve çelişkisel
olduğu için, yazınsal metne özgü özdeşleştirme mekanizmaları, özneleri
uyumun yanı sıra muhalefete de teşvik edebilir. Son olarak, bütün söylem­
sel pratikler gibi yazınsal üslup da bir anlamsal ve sözdizimsel ilişkiler
ağının içinde yer alır. Yazınsal üslup, semantik ögelerinden dolayı, onları

323
kapsamayı amaçlayan sınıf temelli gramatik pratiklerin dışına taşan çağrı
olanaklarına sahiptir. 6 Renne Balibar' ın başarısı, yazınsal söylemin
ondokuzuncu yüzyıl Fransasının konjonktürü içerisinde ideolojik tahak­
kümün sınıf temelli yapısı içerisindeki işlevini üslup ve uzlaşma oluşumu
gibi kavramlar aracılığıyla açıklamasıydı. Macherey ve Etiene Balibar' ın
daha da pekiştirdiği hatası ise, bu fenomenleri sadece kötü yönleriyle ele
alarak bağdaşık hale getirmek ve yazınsal pratiğin "özü" olarak kabul
etmekti.

324
6. Bölüm

Sınıf Mücadelesi, Politik İktidar ve Kapitalist Devlet

önceki bölümler, Althusser1in yapısal nedensellik anlayışının ve ideolo­


jik çağırma kavramının açıklayıcı gücünü göstermeye çalışh. Birinci ve İkin­
ci bölüm, yapısal nedensellik ve karşıtlık kavramlarının, üretim biçimi kav­
ramına yeni bir kuramsal temel oluşturup, ekonomik ve ekonomik olmayan
yapı ve ilişkilerin görece özerkliği ile ekonomik belirlenime modernist ve
özcü olmayan bir açıklama getirdiğini kanıtlar. 3, 4 ve 5. bölümler, ideoloji­
nin etkinlik alam, psikolojik özdeşleştirme ve özne merkezli söylemsel pra­
tikler aracılığıyla oluşturulan toplumsal özne, belli bir 1habitus' içerisinde
toplumsal pratiğin sahip olduğu sınırlı fakat açık uçlu yapı ve son olarak
yerleşik kurum ve ritüellerin, "yerlerini bilen" toplumsal özneleri (yeniden)
üretme kapasitesi üzerinde durur. Bu bölüm ise politik alana odaklanır.
Özellikle Yapısal Marksizmin politik iktidar anlayışım ayrınhları ile irdele­
yerek çağdaş kapitalizmde devletin görece özerkliğini açıklar. Ayrıca politik
olanın "bölgesel alanım, genel bir yapısal nedensellik, ekonomik belirlenim
ve ideolojik çağrı çerçevesine oturtacağız. Tarhşma, endüstriyel kapitalist
toplumlarda (önceki bölümlerde detaylı bir şekilde çözümlemeye girişmedi­
ğimiz) sınıf ve sınıf mücadelesi kavramları etrafında gelişecek.
Bu bölüm genel olarak, 1979'yılındaki intiharına kadar altmışlı ve yetmiş­
li yıllarda Paris'te politik bir sürgün olarak yaşayan Yunanistanlı Komünist

325
Nicos Poulantzas'ın eseri üzerinde duracak. Poulantzas, Althusser'in politi­
ka anlayışına ilgisiz kalmış olsa da, onun kuramsal çalışmalarından büyük
ölçüde etkilenmiştir. 1968 yılı ile zamansız ölümü arasında yazdığı bir dizi
önemli kitapta, Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar (1973), Faşizm ve Dik­
-

tatörlük (1974), Çağdaş Kapitalizmde Toplumsal Sınıflar, Diktatörlüklerin


Geçirdiği Krizler (1976a) ve Devlet, İktidar ve Sosyalizm (1978)- Yapısal
Marksist politik kuramın temel metinlerini üretti. Aşağıdaki sayfalarda, Po­
ulantzas'ın ortaya koyduğu önemli kavramlardan biri olan, üretim biçimi­
nin matris etkisi olarak toplumsal sınıfı, belirli bir üretim biçiminin karşıtlık­
larının yoğunlaştığı "düğüm noktası" olarak politik oluşum yorumunu, "ik­
tidar bloğu" kavramını ve sınıf iktidarı ile devlet arasındaki ilişkileri ve son
olarak yirminci yüzyılda kapitalizmin uluslararasılaşması bağlamında kapi­
talist devlet ve sınıf mücadelesine ilişkin kusursuz çözümlemesini inceleye­
ceğiz. Poulantzas'ın Marksist politik kuram üzerindeki etkisi yadsınamaz.
Geniş kapsamlı çalışmaları, çok sayıda deneysel ve kuramsal çalışma için
faydalı bir hareket noktası sundu. Benim değerlendirmem ise ister istemez
Poulantzas'ın düşüncesinin mevcut sorunlarımız ile ilişkili olan yönleri ve
Poulantzas'ın sorunsalını tamamlamaları, eleştirmeleri ve daha kapsamlı
hale getirmeleri ölçüsünde Erik Olin Wright, Michel Aglietta ve Göran Ther­
born gibi düşünürlerin çalışmaları ile sınırlı olacak.

Wright Yapısal Nedensellik İçerisinde Belirlenim Biçimleri


Yapısal nedenliği bu kez daha kesin bir şekilde tanımlayarak, özellikle
de, birbirine eklemlenerek toplumsal oluşumun karmaşık bütününü oluştu­
ran belirlenim ilişkileri arasındaki nitel farklılıkları ayrıntılandırarak tanım­
layarak giriş yapacağım. Amerikalı sosyolog Erik Olin Wright, Sınıl Kriz ve
Devlet adlı çalışmasında, yapısal nedenselliğin küresel bir kavram olduğu­
nu ve altı farklı nedensellik ya da belirlenim biçimi kategorisine ayrılabile­
ceğini öne sürmüştür (Wright 1978, 15-25) :
1 . Yapısal sınırlama, belli bir toplumsal yapının, başka bir yapı ya da sü ­
reç üzerinde bir kısıtlama oluşturarak, bu sınırlar içerisinde mümkün olan
belli yapı ve süreçler için olasılıklar oluşturduğu bir belirlenim düzenidir.
2. Seleksiyon, sonuçların çeşitlilik aralığını, ya da aşırı örneklerde, yapı­
sal olarak sınırlı olasılıklar içerisinde özgül sonuçları belirleyen toplumsal
düzenekleri oluşturur. Bir anlamda sınırlamanın ikinci dereceden formudur:
sınırlar içinde sınırları düzenler. Wright, seleksiyonun birbirini tamamlayan

326
iki unsurdan oluştuğunu öne sürer: pozitif seleksiyon (mümkün olan sonuç­
lar arasında özgül sonuçlan belirleyen düzenekler) ve negatif (bazı olasılık­
ları devre dışı bulunan düzenekler).
3. Yeniden üretim / Yeniden Ü retmeme, değişimin bir yapı içerisinde ay­
nı anda etkin hale getirilmesi/ engellenmesini ifade eder. Bir yapının, bir
başka yapıyı yeniden üretme işlevini görmesi, yeniden üretme rolüne sahip
yapının, yeniden üretilen yapının bazı temel unsurlarını değiştirmesine en­
gel olduğu anlamına gelir. Wright'a göre bu süreç sınırlama işleminden fark­
lıdır. Çünkü sınırlamada belirlenen yapının muhakkak değişeceği gibi bir
varsayım yokken, yeniden üretimde bu gibi değişimler çoğunlukla gerçek­
leşir. Dahası, yeniden üretim/ yeniden üretmeme, belirleyen yapının belirle­
nen yapıyla karşılaşınca yeniden üretici olmayan bir yapıya dönüşebileceği
varsayımına dayandığı için, değişken bir belirlenim ilişkisidir.
4. İşlevsel uyumluluğun sınırları, yapısal formların diğer yapısal form­
larla ilişkileri açısından ve belli yöntemlerle işlevsel hale gelmesini sağlayan
düzenekleri, başka bir deyişle, hangi oluşumların yeniden üretici olacağını,
hangilerinin yeniden üretici olmayacağını belirler.
5. Dönüşüm, sınıf mücadelesinin (pratiğin) yapısal sınırlama, seleksiyon
ve yeniden üretim/ yeniden üretmeme süreçlerini doğrudan etkilediği bir
belirlenim biçimini ifade eder.
6. Arabuluculuk (mediasyon), belli bir toplumsal sürecin, diğer top­
lumsal süreçlerin sonuçlarını şekillendirdiği belirlenim biçimidir. Başka bir
ifadeyle, diğer iki değişken arasındaki ilişkinin tabiatını şekillendiren "bağ­
lamlaştırma değişkenidir"
Wright'in belirlenim biçimleri, üst belirlenim, yapısal nedensellik, görece
özerklik, son tahlilde belirlenim ve baskın yapı gibi genel kavramların daha
açık bir şekilde anlaşılmasını sağlar. Wright, ortaya koyduğu kavramların,
detaylandırmaya daha fazla olanak sağladığı için deneysel doğrulamaya da­
ha açık olduğunu çok çeşitli toplumsal oluşumları kuramsal olarak kavrama
kapasitemizi büyük oranda artırdığını düşünür. Sık sık vurguladığımız gibi,
Yapısal Marksizmin yöntemi ne rasyonalist ne de idealisttir; somut toplum­
sal ilişkiler, soyut kavramlar aracılığıyla anlaşılamaz ya da yorumlanamaz.
Yapısal Marksizm, ne indirgemeci ne de özcüdür. Genel aracılığıyla özgür o­
lanı tasfiye etmez; özgül olanı genel aracılığıyla kavrar ve genel olanı özgü­
lü ışığında gözden geçirir.

327
Sınırlama -
-
İktidar Mücadelesi
Ekonomik Mücadele
-
Ü retme/ Ü retmeme

'�

Uyumluluk sınırlan

Şekil 1. Ekonomi ve devlet arasındaki ilişki (Wright 1978, 20).

Yapısal ilişkilerin nesnel, gerçek bir varoluşa sahip olduğu ve bu ilişkiler­


den nesnel bilgilere ulaşabileceğimiz fikrine dayandığı için, realist ve mater­
yalisttir.
Yapısal ilişkiler, nitel olarak farklı olmanın yanı sıra, nicel olarak da bir­
birine eşitsiz olan maddi etkinliklere sahiptir. Bu maddi etkinlikler, görece
belirleyici önem ya da baskınlıklarına göre katmanlaşırlar. Wright'in açıkla­
dığı gibi, farklı belirlenim biçimleri ne yazık ki birbirleri ile hiyerarşik bir i­
lişki içerisinde değildir. Belirleyici ağırlıktan yoksun oldukları için, daha
doğrusu, eklemlenme biçimlerini tanımladıkları ekonomik, politik ve ideo­
lojik oluşumlar, baskınlık ilişkilerinden yoksun olduğu için, Wright'ın açık­
ladığı belirlenim biçimleri, her şeyin bir şekilde başka bir şeye neden oldu­
ğu döngüsel ya da karşılıklı bir ilişki içerisinde var olur. Örneğin Wright,
ekonomi ve devlet arasındaki karşılıklı ilişkiyi, Şekil l 'de gösterildiği gibi
konumlandırır.
Wright'in ekonomi ve devlet arasındaki ilişkiyi karşılıklı olarak tanımla­
masına -ekonomi, devleti bir sınırlama ilişkisi aracılığıyla belirler; devlet,
ekonomiyi bir yeniden üretim/yeniden üretmeme ilişkisi aracılığıyla belirler­
katılınabilirse de hangi yapının, dolayısıyla hangi ilişkinin baskın olduğu ko­
nusu hala belirsizdir. Wright'ın, Şekil 2'de gösterildiği gibi, bu modele "sınıf
mücadelesini" de dahil etmesiyle birlikte, sorun daha da çetrefilli hale gelir.
Şimdi, "sınıf mücadelesi," ekonomi ve devlet içerisindeki dönüşüm ve sınırla­
ma ilişkileri arasındaki nedensel öncelik sorunu ile karşı karşıya kalırız.
Wright bu sorunu, "belirlenim yapılarının diyalektik karakterine" başvu­
rarak çözüme kavuşturmaya kalkışsa da, bu bir açıklamadan çok, kafa karı­
şıklığının itirafıdır: "yapısal olarak sınırlı olan ve çeşitli toplumsal yapılar ta­
rafından seçilen sınıf mücadelesi, eş zamanlı olarak bu yapıları yeniden şe-

328
killendirir. 'Eş zamanlı olarak' ifadesi, bu formülasyonda büyük bir önem ta­
şır: toplumsal yapılar, sınıf mücadelesini önceden sınırlamaz ve seçmez ve
sınıf mücadelesi bu yapılan ilk işlemin sonrasında şekillendirmez. Sınıf mü­
cadelesi tabiah gereği, "yapıların dönüştürülmesinden oluşan, dolayısıyla
aynı anda sınıf mücadelesini sınırlandıran

1 1
� ™""��
Sınıf Mücadelesi

Sınu

�ilm

.------. Sınırlama
Ekonomik Mücadele İ ktidar Mücadelesi

Ü retme/ Ü retmeme

t
Uyumluluk sınırlan

ve bu sınırlanan mücadeleler tarafından dönüştürülen bir süreçtir"


(Wright 1978, 21) . Bu metinde geçen "aynı anda" ifadesi, belirsizdir ve yapı­
sal baskınlık sorununu çözüme kavuşturmaktan kaçınır. Farklı belirlenim
biçimlerinin, eş zamanlı olarak devrede olması, onların birbirine eşit olduk­
ları anlamına gelmez. Wright aynı zamanda yapısal nedensellikten geçişli
nedenselliğe kayarak, sonu gelmez bir neden sonuç zincirine odaklanır ve o­
layların düzenine ilişkin yüzeysel bir açıklamada bulunmanın ötesine geçe­
mez. Böyle geçişli bir 11diyalektik,11 olayların düzeninin ardındaki yarahcı ya­
pısal düzeneklerin varlığını kavramaktan uzakhr. Bazı olayların gerçekleşip,
diğerlerinin gerçekleşmemesini sağlayan da bu düzeneklerin birbirine eşit
olmayan etkinlikleridir. Son olarak, Wright'ın sınıf mücadelesini, mücadele­
leri sınırlayan ve bu mücadeleler tarafından oluşturulan bir süreç olarak ta­
nımlaması, toplumsal özneleri (ve mümkün olan her pratiği) oluşturan ya­
pısal güçlerin geri alınamaz ve geçişsiz eklemlenmesi ile bireylerin etkile­
şimsel, açık uçlu ya da geçişli pratikleri arasındaki önemli ayrımı bularuk­
laşhnr.
Wright'in modelinin anışhrdığı bu döngüsel, geçişli nedenselliği tasfiye
ederek onun "sınıf mücadelesi" anlayışının altında yatan .kuramsal hüma­
nizmin klasik yorum hatasını aşabilmek için, ekonomik, politik ve ideolojik
oluşumların hiyerarşik bir katmanlaşma içerisinde olduğunda ısrar etmek

329
gerekir. Ben burada ne ekonomik oluşumun önceliği ve kurumsal aygıtlar,
toplumsal özneler ve 'habitus'un ideolojik alanının üçüncül etkinliğine yö­
nelik argümanları tekrarlayacak, ne de bu bölümün konusunu oluşturan po­
litik oluşumun arada kalan etkinliğini çözümlemeye girişeceğim. Şimdilik
tek amacım, mevcut haliyle yapısal belirlenimler ile toplumsal özneler ara­
sındaki ilişkiyi aydınlatmaktan çok belirsizleştiren sınıf mücadelesi kavra­
mın açıklık getireceğim. Wright'ın kullandığı biçimiyle sınıf mücadelesi kav­
ramı, ideolojik oluşumu ve dolayısıyla toplumsal öznelerin sınıfsal özneler
olarak oluşturulmasını sağlayan süreci dışladığı için anlamsız bir genelle­
medir. Wright, sınıf mücadelesinin gerçekte ne olduğu sorusunu geçiştir­
mektedir. Sınıf mücadelesinin yalnızca varlığına değil, aynı zamanda önce­
liğine, yani politik ve ekonomik yapılar üzerindeki dönüştürücü etkisine yö­
nelik argümanlar ortaya atabilmek için, onun asıl işlevinin anlaşılması gere­
kir.
Sınıf mücadelesi sorununu ortaya atarken, pratik alanını Wright'ın yaptı­
ğı gibi sadece ekonomik belirlenim ve politik değerlere bağlı ya da politik ve
ekonomik yapılardan bağımsız ve bu yapılara denk görmek yerine, Althus­
ser ve Poulantzas'ı takip edere ekonomik, politik ve ideolojik yapıların bir­
birine eklemlenmesinin toplumsal öznelerinin hareket kapasitesi üzerinde­
ki "matris etkisi" olarak değerlendirmek gerekir. Yani pratik alanı, son tahlil­
de sınıfsal pratiklerin alanıdır ve sınıf mücadelesi, matris etkisinin pratik a­
lanı olduğu oluşumların eklemlenmesi içerisindeki ekonomik ilişkilerin ön­
celiğinden sonra gelir. Başka bir ifadeyle, pratikler, ekonomik, politik ve ide­
olojik oluşumların hiyerarşik eklemlenmesi tarafından çağrılan- ve Polants­
zas'ın (yalnızca ekonomik olmayan) toplumsal sınıflar olarak tanımladığı
yapının üyeleri olarak- toplumsal öznelerin etkinlikleri olmaları ölçüsünde
sınıfsal pratiklerdir. Benzer şekilde, Pierre Bourdieu'nun "toplumsal alan" o­
larak tanımladığı pratik alanı, onu oluşturan konum ve güçlerin yapısının,
aynı eklemlenmenin matris etkisi olması ölçüsünde sınıfsal bir alandır. Top­
lumsal sınıf kavramı, biraz sonra daha ayrıntılı bir şekilde ele alınacak. Bu ­
rada ortaya atmamın sebebi, ideolojik aygıtlar ve 'habitus'tan oluşan ideolo ­
jik oluşum kavramının şekil 3'te neden, Wright'ın kullandığı sınıf mücade­
lesi kavramının yerine kullanıldığını açıklamaktır. Bu noktada bir değişiklik
daha gerekli hale gelir. Çünkü ideolojik oluşumu, toplumsal özneler olarak
çağrılan bireylerden ayırmak için, bu modele insan unsurunun da dahil e­
dilmesi gerekir.

330
1
ekonomik oluşum politik oluşum

sınırlama t
------''----
- --
seçim
....-
. . -----•
- ideolojik oluşum

1 sm�rlama
sınırlama
Dönüşüm

l f seçım
insan ilişkileri
sınırlama

seçim seçim

Dönüşüm Dönüşüm
Şekil 3

Çagdaş Kapitalizmde Belirlenim Biçimleri

Çağdaş Kapitalizmde Belirlenim Biçimleri


Şekil 3, çağdaş kapitalizmde toplumsal oluşumların tipik eklemlenme bi­
çimlerini şematik olarak açıklar. Ekonomik işlev, her toplumsal olumda ol­
duğu gibi son tahlilde öncelikli ve belirleyicidir; buna karşın, kapitalist üre­
tim biçimlerinde (akrabalık ilişkilerine dayanan ve feodal üretim biçimlerin­
den farklı olarak) üretim güç ve ilişkileri, ekonomik oluşumları kapsayan
ekonomik kurumların farklı bileşimi içerisinde �içimsel olarak bir araya ge­
lir. Ekonomik mülkiyet işlevi ekonomik oluşum içerisinde yer aldığından,
kapitalist üretim biçiminin baskın yapısı ekonomik oluşumdur. Şekil 3'te,
ekonomik oluşumun baskınlığı, ekonomik oluşumun politik ve ideolojik
oluşumların çeşitlilik aralığını sınırladığı, fakat onları doğrudan dönüştür­
mediği bir sınırlama ilişkisi şeklinde nitel olarak açıklanır. Ayrıca ekonomik
oluşum, mülkiyet işlevini uyguladığı, yani üretim araçlarına erişimi ve top­
lumsal ürünün dağıtımını kontrol ettiği için, devletin onun üzerinde uygu­
ladığı belirlenim biçimlerinin işlevsel uyumluluğunun sınırlarını- ekonomi­
nin devlet tarafından etkin hale getirilip getirilmeyeceğini (yeniden üretilip
üretilmeyeceğini) tanımlar. Sınırlama ilişkileri ve ekonominin devlet üze­
rinde uyguladığı işlevsel uyumluluk sınırları, elbette birbirine doğrudan
eşit değildir. Toplumsal oluşumun görece özerkliğinin ve düzensiz gelişimi-

33 1
nin bir yansıması olan bu eşitsizlik, devlet ve ekonomi arasındaki karşıtlık­
ların ortaya çıkmasını mümkün, hatta kaçınılmaz hale getirir. Ekonomi, ay­
nı zamanda ideolojik bir işlev uygular. Ekonomik oluşum, seleksiyon biçimi
aracılığıyla toplumsal öznelliği belirler, bireyleri üretim güç ve ilişkileri içe­
risindeki "yerleri" açısından çağırır. Mevcut yerlerin sayısı ve tabiatı ise çağ­
rılan toplumsal öznelerin pratikleri üzerinde nesnel bir kısıtlama oluşturur.
Kapitalist devletin görece özerkliği, politik işlevin ekonomik oluşumdan
ve başat ekonomik sınıfın doğrudan kontrolünden ayrılması şeklinde teza­
hür eder. Kapitalist devlet, ekonominin baskın yapısının dayattığı (birbirin­
den ayrı politik ve ekonomik oluşumların da kapsayan) sınırlar içerisinde
etkinlik gösterse de, sadece anamalcı birikimin temel koşullarını üretecek
kadar değil, aynı zamanda, tekelci kapitalizme geçişte birlikte, ekonomiyi
"düzenleyecek" ve ekonomiye etkin bir şekilde müdahale edebilecek kadar
iktidara sahip olmalıdır. Politik oluşum ekonomik oluşuma tabi olsa da, ide­
olojik oluşum üzerinde baskındır. Kapitalist devlet, başat sınıfın tahakkü­
münün ve sınıfsal fraksiyonların düzenleyicisi görevini üstlenir. Resmi ya­
saları ve yönetim aygıtları aracılığıyla insan öznelerin pratiklerini bu tahak­
küm ile uyumlu etkinlikler içerisinde tutar. Devlet, ideolojik aygıtları, meş­
ru ya gayrimeşru ilan etmesi, işleyişlerini denetlemesi ya da düzenlemesi,
onlara (mali ya da başka türden) destek vermesi ya da onlardan destek çek­
mesi ölçüsünde belirler. Devlet, ideolojik aygıtlar üzerinde uyguladığı bu
özgül seleksiyon ilişkisi aracılığıyla, toplumsal öznelerin çağrılmasını ve
böylelikle bireylerin pratiklerini dolaylı olarak belirler.
Devlet, insan bireylerinin pratiklerini, kendi aygıtlarının, özellikle de bi­
reylerin "iyi yurttaşlar" ve "ulusun" vatansever üyeleri olmalarını sağlayan
okul sisteminin ideolojik çağrı etkisi aracılığıyla doğrudan belirler. Buna
karşın ekonomi gibi politik oluşumun da toplumsal öznellik üzerinde ku­
tuplaştırıcı olmanın yanı sıra birleştirici bir etkisi vardır. Ekonomi, bireyleri
sömürü ve işbirliği ilişkileri etrafında kutuplaştırırken, politika toplumsal
özneleri temsil ve tahakküm ilişkileri etrafında kutuplaştırır. Bu iki kutuplu
ve birbirine karşıt çağrı süreçleri, Poulantzas'ın yaptığı gibi "halk" ve "ikti­
dar bloğu" şeklinde özgülleştirilebilir. Politik iktidara ulaşmak için verilen
mücadeleler, "haklar" ve "adalet" açısından gerçekleşir ve dolayısıyla ekono­
mik/ sınıfsal değil "halka ait-demokratik" bir karakter kazanır.
İdeolojik oluşum ve 'habitus," bireyleri, tüm pratiğin gerçekleşmesi gere-

332
ken toplumsal alan olarak nesnel mevcudiyetleri aracılığıyla sınırlar ve on­
ları özgül, çoğunlukla birbirine karşıt roller, kimlikler ve yeterlikler kombi­
nasyonuna sahip bir toplumsal özne olarak seçer. Ekonomi, devlet ve ideo­
lojik aygıtların bireyler üzerinde uyguladığı belirlenim ilişkileri, arhk dönü­
şüm ilişkileri ile -ekonomi ve devlet arasındaki ilişkide olduğu gibi- eş gü­
dümlü değildir. Dönüşümü olanaklı hale getiren de tam olarak bu koşuldur.
Oluşumların birbirine karşıt biçimde eklemlenmesinin ideolojik çağrı etkisi
olan birey, baskın üretim biçimi ile karşıtlık oluştursa da oluşturmasa da bü­
tün pratiklerin toplumsal öznesidir.
Toplumsal alan içerisindeki konum ve yerleri ekonomik ve politik yapı­
lar belirler. Ekonomik ve politik yapılar, insan bireylerini, kendi işgal ettik­
leri konum ve yerler temelinde çağırırlar. Buna karşın ekonomik ve politik
ilişkiler toplumsal alanı ve bütün politik ve ekonomik pratiklerin temsilcisi
olan insan bireylerini tek başına tanımlamaz. Bu gerilim, ideolojik oluşu­
mun birey açısından etkinliğinin ekonomik ya da politik formlara indirge­
nemeyeceği anlamına gelir. İdeolojik oluşum, hem ekonomik hem de politik
oluşumlara bağlı olmasına rağmen, kendi içindeki ilişkilere aracılık etmekle
kalmaz- aynı zamanda yurttaşlar ya da işçilerden çok fazlası olan toplumsal
özneleri çağırır. Diğer yandan, ideolojik alan, ekonomik ve politik yapıların
baskınlığı tarafından sınırlanır ve bu yapılar tarafından seçilir. Sonuç olarak,
bir toplumsal öznenin ekonomik, politik ya da ideolojik ilişki alanlarında
eylemde bulunma kapasitesi, varoluş koşulunun farklı oluşumların geçişsel
olmayan eklemlenmesi ve onların birbirinden farklı ve eşit olmayan etkin­
likleri olması nedeniyle daima önceden belirlenir. Toplumsal oluşum içeri­
sinde ekonomik yapının önceliği göz önünde bulundurulduğunda, toplum­
sal öznelerin pratikleri daima sınıfsal olarak önceden yapılandırılmış pratik­
lerdir.
Ciddi bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için, Şekil 3'de gösterilen o­
luşumların (ve dolayısıyla çeşitli belirlenim biçimlerinin) her birine görev iş­
levini verenin, bir bütün olarak yapının tarihsel matrisi olduğunu belirtme­
liyim. Başka bir deyişle, oluşumların birbirine eklemlenmesinin geçişsiz et­
kinliği (Althusser bunu "bir üretim biçiminin matris etkisi" olarak adlandı­
rır), geçişli etkinlikleri, ekonomik, politik ve ideolojik yapıların birbirinden
farklı ve eşit olmayan üretim biçimlerini belirler. Benzer şekilde, toplumsal
özneler tarafından içselleştirilmiş ve toplumsal alan (pratiğin alanı) olarak
tezahür eden oluşumların eklemlenmesi, olası tüm pratikleri tanımlar ve on-

333
lara belli bir sınıfsal karakter verir. Bu dolaylı, geçişsiz ve üst belirlenen sı­
nıfsal ilişkiyi ilk olarak teşhis eden ve ona toplumsal sınıf adını veren Pou­
lantzas'dır. Poulantzas aynı zamanda, ekonomik ve toplumsal sınıf ilişkileri
arasındaki aynını kesin olarak ortaya koymuştur. Üretim güçleri ve üreti m
ilişkilerinin belirlediği ekonomik sınıf ilişkileri, politik ve ideolojik oluşum­
lar üzerinde doğrudan ya da geçişli belirlenimler uygular; tarihsel matris ta­
rafından belirlenen toplumsal sınıf ilişkileri ise, karmaşık bütün içerisinde
kendilerine verilen yer ve işlevleri oluşturan ekonomik ilişkiler açısından
her zaman önceden orada olan dolaylı ve geçişsiz bir etki uygular. Bu ne­
denle, ekonomik sınıf ilişkileri her zaman halihazırda toplumsal sınıf ilişki­
leridir; fakat kapitalist üretim biçimlerinde politik ve ideolojik (toplumsal sı­
nıf) ilişkileri üzerindeki baskınlıklarıru ekonomik sınıf ilişkileri olarak uygu­
larlar.
Aynı şekilde, farklı oluşumların birbirine eklemlenmesinin matris etkisi
aracılığıyla, kapitalist devlet her zaman halihazırda bir sınıf devletidir. Çün­
kü kapitalist üretim biçiminin baskın olduğu bir eklemlenme biçimi tarafın­
dan ona bir yer ve işlev verilmiştir. İdeolojik aygıtları, ekonominin önceliği
tarafından sınırlandığı için bir sınıf devleti görevi görür. Toplumsal alan ve
habitus içerisinde toplumsal sınıf özneleri tarafından gerçekleştirilen top­
lumsal sınıf ilişkilerinin baskın sınıf(lar) ve sömürülen sınıf(lar)ın öznel eko­
nomik sınıf çıkarlar etrafında kutuplaşmayı sürdürmesi (yani egemen sını­
fın ideolojik söyleminin ideolojik çağrı alanı içerisinde bir tahakküm oluş­
turmayı amaçlayarak pratikleri mevcut üretim ilişkilerini ve devletin mev­
cut yapısını yeniden üreten özneler yaratması) ölçüsünde bir sınıf devleti o­
larak kalmaya devam eder. Devletin, egemen sınıfın "kuralını" yeniden üret­
me yapısal işlevini yerine getirme becerisi, devletin içerisindeki başatlık ve
uygulama unsurları arasındaki çelişkileri en aza indirme ve ideolojik çağrı
etkilerini, yani iktidar bloğu ile halk arasındaki farklılığı gizleme becerisine
bağlıdır. Kapitalist devlet, kullandığı iktidarın kaynağı olmasa da, ekonomi­
den ayrılması ve böylelikle bu ayrılığın ideolojik sonucu aracılığıyla 'ayrıca­
lıklı bir iktidar hakkı elde etmiştir. Devletin gücünü zayıflatmak, devlet sa­
dece kendi baskı aygıtlarını elde ettiği ve şiddet aracılığıyla tekelleştirdiği i­
çin değil, aynı zamanda devletin görece özerkliğinin, politik iktidarın eko­
nomik temelini, halkçı-demokratik biçimlerin ardına gizlemesi nedeniyle
zordur.
Şekil 3'te gösterilen belirlenim biçimleri geçicidir. Tek bir kurumsal çerçe-

334
vede bira raya gelen ya da farklı kurumsal biçimler alan (devlet, bir ticari gi­
rişim vs) ekonomik, politik ve ideolojik oluşumlar ve onların hiyerarşik ya­
pısı sabit toplumsal gerçeklerdir; yöntemleri ise burada aksiyomlar olarak
değil varsayımlar olarak sunulmuştur. Wright tarafından açıklanan altı un­
suru makul kılmak için üretim biçimlerini dogmatik bir biçimde sınırlamak
ya da bu biçimlerin farklı üretim biçimleri ve toplumsal oluşumlar içerisin­
deki ekonomik, politik ve ideolojik oluşumların değişmeleri ışığında yeni­
den gözden geçirilemeyeceğini ima etmek gibi bir amacım yok. Sadece po­
litik pratik ile kapitalist devletin, ekonominin yansımalarına indirgenme­
den, ekonomik belirlenim açısından açıklanabileceğini göstermeye çalıştım.

Poulantzas: Politik Oluşumun Özgüllüğü


Poulantzas, 1968 Mayıs'ında yaşanan olayların arifesinde tamamladığı
eseri Politik İktidar ve Toplumsal Sınıfla r da, kapitalist toplumsal oluşum­
larda politik yapıya ilişkin "bölgesel bir kuram" oluşturmaya girişir. Özellik­
le de, Marksist toplumsal kuramın en kafa karıştırıcı kuramsal sorunların­
dan birini çözüme kavuşturmaya çalışır: kapitalist devlet nasıl hem bir sınıf
devleti, hem de aynı zamanda ekonomi ve kapitalist sınıfın doğrudan kont­
rolünden biçimsel olarak ayrı olabilir -başka bir ifadeyle, son tahlilde ekono­
mi tarafından belirlenen toplumsal mücadelelerin ürünü olan sınıf iktidarı,
genellikle halkçı-demokratik olan kapitalist devletin politik aygıtlarında na­
sıl yoğunlaşabilir. Poulantzas'ın bu önemli ve güç sorunu çözüme kavuştur­
masının temelinde, Althusser'in yapısal nedensellik, üst belirlenim, baskın­
lık ve son tahlilde ekonomik belirlenim kavramlarını yaratıcı bir şekilde kul­
lanarak, bir üretim biçiminin "matris etkisi," "toplumsal oluşumların baskın
bir üretim biçimi temelinde eklemlenmesi" şeklinde yeniden formülleştir­
mesi yatar (Poulantzas 1973, 15) .
Poulantzas, üretim biçimi ifadesiyle, benim daha önce kapsamı genişle­
tilmiş üretim biçimi olarak tanımladığım şeyden, sadece üretim güç ve iliş­
kilerinden değil, aynı zamanda ekonomik oluşum tarafından dolaylı olarak
belirlenen ve ekonomik oluşumun yeniden üretimi için büyük önem taşıyan
politik ve ideolojik ilişkilerden söz eder. "Üretim biçimi ifadesiyle," diye
açıklar Poulantzas, "genellikle ekonomik unsurlarla sınırlanan bir yapıya
değil, bir araya gelerek çok sayıda oluşum ya da düzey, bu biçimin çok sa­
yı da farklı bölgesel yapısı olarak gözüken çeşitli yapı ve pratiklerin özgül
bir kombinasyonuna işaret edeceğiz. Bir üretim biçimini karakterize eden

335
bütünlük tipi, son tahlilde ekonomi tarafından belirlenen bir karmaşık bütü­
nü ifade eder. Belirlenimin anlamı, bu son tahlilde baskınlık ile sınırlanacak11
(Poulantzas 1973, 13-14).
Poulantzas, kapsamı genişletilmiş üretim biçimi ifadesini kullanmasa da,
üretim güç ve ilişkilerinin yapısını ve özgül etkinliğini (ekonominin politik
ve ideolojik oluşumlar üzerinde uyguladığı geçişli belirlenim biçimini), eko­
nomik, politik ve ideolojik oluşumların kapitalist üretime özgü bir biçimde
birbirine eklemlenmelerinin birleşik ya da üst belirlenmiş etkinliğinden (Ya­
pısal bütünün her bir oluşumun özgül etkinliği üzerindeki geçişsiz belirle­
nimini oluşturan matris etkisinden) kesin bir şekilde ayırır. Dahası, bir üre­
tim biçimine yönelik yeterli bir anlayış geliştirmek için hem ekonomik olu­
şumla sınırlı üretim güç ve ilişkileri, hem de onların toplumsal bütün üze­
rindeki matris etkisi gerekir. Bir üretim biçimini diğerinden ayıran, dolayı­
sıyla onu bir üretim biçimi olarak özgülleştiren şey, onun çeşitli düzeyleri­
nin sürdürdüğü özgül eklemlenme biçimleridir: bundan böyle bu eklemlen­
me biçimine, bir üretim biçiminin matrisi adı verilir. Dolayısıyla bir üretim
biçimini kesin bir şekilde tanımlamak, son tahlilde ekonomi tarafından be­
lirlenimin bu üretim biçimi içerisinde yansıma biçimini açığa vurmakhr. Bu
yansıma, söz konusu üretim biçiminin baskınlık indeksinin ve üst belirleni­
minin sınırlarını oluşturur11 (Poulantzas 1973, 15).
Dolayısıyla, Poulantzas, politik olandan 11diğerlerinden ayrı olarak poli­
tik11 bir 11bölgesel oluşum11 olarak söz ederken, yalnızca politik olanın görece
özerkliğinden, yani politik pratik ve aygıtları ekonomik ve ideolojik pratik
ve aygıtlardan ayıran şeyden değil, aynı zamanda -altını daha fazla çize­
rek- [politik olanın] belli bir üretim biçimini özgülleştiren bir araya gelme bi­
çimi içerisindeki 11yer ve işlevinden11 de söz etmektedir (Poulantzas 1973, 17) .
.. Bir üretim biçiminin matris etkisi, 11onun bölgesel oluşumlarının meydana
gelmesini yönetir11 ve her bir bölgesel oluşumun 11sınırlarının genişletilmesi­
ni tanımladığı için11 (Poulantzas 1973, 17), Poulantzas1ın kapitalist toplumsal
oluşumlarda devletin 11görece özerkliği11- politik olanın kapitalizme özgü e­
konomik aygıtlardan biçimsel olarak ayrılması- üzerinde özellikle durması,
devletin kapitalist üretim biçiminden bağımsızlığı açısından değil, kapitalist
üretim biçiminin yapısının devlete verdiği özgül yer ve işlev açısından anla­
şılmalıdır. 2
Politik oluşumun özgüllüğü, Poulantzas tarafından, bir toplumsal oluşu-

336
mun birliğini sürdürmeye (ya da dönüştürmeye) yönelik "küresel bir işlev"
olarak tanımlanır. "Devletin özgül işlevi, toplumsal oluşumun farklı düzey­
leri arasında bir tutarlılık faktörü yaratmaktır. " Poulantzas'a göre devlet, "bir
'düzen' faktörü ya da bir oluşumun örgütsel ilkesidir" (Poulantzas 1973, 44-
45) . Devlet (benim yeniden üretim/yeniden üretmeme, seleksiyon ve sınır­
lama gibi daha alt belirlenim kategorilerine ayırdığım) bu işlevi, politik olu­
şumun iktidarın "yoğunlaştığı," merkezi "düğüm noktası" ve iktidarın tüm
toplumsal oluşum boyunca yayıldığı alan olması dolayısıyla uygulayabilir.
Devlet, iktidarın biçimsel olarak yoğunlaştığı alan olsa da, bu iktidarın
kaynağı değildir. Poulantzas, iktidarı belli bir kurumsal aygıt içerisinde ko­
numlanmış bir işlev olarak değil, matris etkisi aracılığıyla ekonomik sınıf
ilişkileri ve pratikleri tarafından üst belirlenen toplumsal mücadelelerin ü­
rünü olan yapısal bir etki alanı olarak tanımlar. Tüm toplumsal mücadeleler
ve dolayısıyla tüm iktidar ilişkileri, açık ve üstü örtülü bir şekilde, doğrudan
ve dolaylı olarak üretim biçimi tarafından belirlenen sınıfsal bir karaktere
sahiptir. İktidarın devlet aygıtları içerisinde yoğunlaşması, iktidarın sınıfsal
doğasını ve ekonomik bir temele sahip olduğu gerçeğini değiştirmez. Dev­
letin kendine ait bir iktidara sahip olduğu söylenemezse de, Poulantzas po­
litik iktidarın "önceden var olduğunu," çünkü devletin kurumsallaşmış ikti­
darının, oluşumun birliğinin sürdürüldüğü ya da dönüştürüldüğü "alanı
oluşturduğunu" ısrarlar savunur.
İktidarın, ekonomik sınıf ilişkileri ve pratikler tarafından üst belirlenen
toplumsal mücadelelerden kaynaklanması, iktidarın devletin politik aygıt­
larında yoğunlaşmasının tarafsız bir süreç olamayacağı anlamına gelir. Poli­
tik ve ekonomik aygıtlar arasındaki ayrılığın ölçüsü ne olursa olsun, sınıf
toplumlarında devlet iktidarı her zaman devlet iktidarıdır. Devlet, belli bir
üretim biçiminde görünürde temsili ya da teknik olarak ekonomik, yönetim­
sel, hukuki ve yasal işlevler yerine getirebilir; fakat bu "yerel" işlevler daima
matris etkisi ve toplumsal oluşumun bütünlüğünü düzenleyen ve sürdüren
politik oluşumun "küresel" işlevi tarafından üst belirlenir. Tutarlılık her za­
man baskın sınıfların politik çıkarlarını yansıttığı için, kapitalist üretim bi­
çimlerinin güdümündekiler de dahil tüm sınıf toplumlarında devletin sınıf­
sal karakterini oluşturan da işte bu küresel politik işlevdir:
Devletin ekonomik ya da ideolojik işlevleri, başat sınıfın politik çıkarları
ile örtüşür ve politik işlevleri sadece (a) emek ve eğitimin örgütlenmesi ile
(b) bir sınıfın politik tahakkümü arasında doğrudan ve açık bir ilişki olduğu
337
alanlarda değil, aynı zamanda bu işlevlerin amacının bir oluşumun birliği­
nin sürdürülmesi olduğu alanlarda uygular. Bu birliğin içindeki sınıf, poli­
tik açıdan baskın sınıfhr. Bu işlevler, öncelikli amaçlarının bu birliği sürdür­
mek olması ölçüsünde egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ederler. (Poulant­
zas 1973, 54)

Poulantzas'ın devletin politik aygıtlarını, "bir toplumsal oluşumun çeşit­


li düzeylerinin taşıdığı çelişkilerin, üst belirlenim ve sahip oldukları yerin­
den oynama ve düzensiz gelişim nitelikleri tarafından yönetildiği karmaşık
ilişkilerde yoğunlaştığı düğüm noktası" olarak açıklamasının nedenlerinden
biri de, politik aygıtların iktidarın yoğunlaştığı ve yayıldığı noktayı, aynı za­
manda toplumsal oluşumun tutarlılığının sürdürüldüğü ya da dönüştürül­
düğü alanı oluşturmalarıdır (Poulantzas 1973, 41) . Devlet, çeşitli çelişkilerin
birbirine kaynaştığı stratejik noktayı" oluşturduğu için, amacı bir toplumsal
oluşumun bütünlüğünü sürdürmek ya da dönüştürmek olan politik pratik,
etki noktası ve özgül stratejik erek olarak devletin politik yapılarına sahip
olmalıdır" (Poulantzas 1973, 43) . Politik oluşumun yeri ve işlevi göz önünde
tutulduğunda, politik pratik, "tarihin itici" gücü olarak düşünülmelidir.

[Politik oluşum], başatlık ve bir oluşumu ya da bu oluşumun evre ya da


aşamalarından birini karakterize eden üst belirlenimin indeksini yansıtılmış
halde bulduğumuz yerdir. Devlet aynı zamanda, bir toplumsal oluşumun
birliğini ve yapılarının birbirine eklemlenmesini deşifre edebileceğimiz yer­
dir . . . Bir oluşumun birliğinin bütünleştirici faktörü olarak devlet ile olu­
şumların taşıdığı çeşitli karşıtlıkların yoğunlaştığı yer olarak devlet arasın­
daki ilişki aracılığıyla, politika ve tarih arasındaki ilişki sorununu çözebili­
riz. Bu ilişki, hem bir oluşumun özgül düzeyi hem de dönüşümlerin gerçek­
leştiği yer olarak politik yapı anlayışını oluşturmamıza yardımcı olur: poli­
tik oluşum, "tarihin itici gücüdür ve politik oluşumun nesnesi, karşıtlıkların
yoğunlaştığı yer olan devlettir. (Poulantzas 1 973, 45)

Toplumsal Suuf, Toplumsal İlişkiler ve Suuf Mücadelesi


'Bir üretim biçiminin matris etkisi kavramı,' sınıf mücadelesi kavramına
uygulandığında, Marksist toplumsal kuram içerisinde uzun süredir varlığı­
nı koruyan sorunlarından biri olan, sınıfsal belirlenim ve sınıf pratiği arasın­
daki ilişki sorunu da çözüme kavuşturulmuş olur. Poulantzas, sınıf mücade­
lesi kavramını çözümleyerek, öznelci ve nesnelci sınıf anlayışlarına bir alter­
natif oluşturmaya çalışır. Sınıfı, bir sınıfın üyeleri olarak bireylerin bilinci

338
ile açıklayan öznelci bakış açılarının aksine, bilinçli olarak seçilmiş "sınıfsal
konumlar" olarak değil, yapısal ilişkilerin ya da "sınıfsal belirlenimlerin nes­
nel alanı olarak kavramsallaştırır. Sınıfsal belirlenimlerin "sınıf mücadelesi­
nin "ufkunu belirlediği" düşünülse de, Poulantzas nesnel sınıf çıkarları ile
öznel sınıfsal konumlar arasında kesin ve değişmez bir ilişki olduğu fikrini
reddeder. Dolayısıyla, bilinci sınıfsal çıkarların bir yansımasına indirgemek
için sınıf ile üretim güç ve ilişkileri içerisindeki konumları bir tutan nesnel­
ci bakış açılarının tersine, nesnel ekonomik belirlenimler ile konjonktüre!
politik ve ideolojik konumlar arasındaki çelişkileri kabul eder ve açıklama­
ya çalışır.
Poulantzas, kapitalist üretim biçiminde bir baskınlık hiyerarşisi olduğu­
nu -ekonominin önceliğini ve politik, ideolojik oluşumların etkinliklerinin
ekonomik belirlenimden sonra geldiğini- kabul eder. Bununla birlikte, sınıf­
ların yalnızca ekonomik değil, bir bütün olarak toplumsal oluşum açısından
tanımlanması gerektiğinde ısrar eder: toplumsal sınıflar, ekonomik sınıflar­
dan ibaret değildir.
Marx'ın toplumsal sınıflara yönelik çözümlemesi, sadece ekonomik yapı­
lardan söz etmez, toplumsal yapıların birlikteliğini ve farklı düzeylerdeki
ilişki biçimlerini bir bütün olarak ele alır. Toplumsal sınıfların öncelikli ola­
rak ekonomik, daha sonra politik ve üçüncü olarak ideolojik düzeydeki ya­
pılar ve bu yapıların birbirleri ile olan ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya
çıktığını ve her şeyin bu çerçevede gerçekleştiğini varsayalım. Toplumsal bir
sınıf, ekonomik düzeyde, politik düzeyde ya da ideolojik düzeyde tanımla­
nabilir ve özgül bir oluşum açısından konumlandırılabilir. Fakat bir sınıfı bu
şekilde tanımlamak ve kavramsal içeriğini anlayabilmek için, etkisini oluş­
turduğu bu düzeyleri bir bütün olarak ele almalıyız. (Poulantzas 1973, 64)
Ekonomik sınıflar, matris etkisi dolayısıyla asla sadece ekonomik değil­
dir; bir toplumsal sınıfın öz yapısı içerisinde politik ve ideolojik oluşumlar
da devrededir. "toplumsal" sıfatının Poulantzas tarafından her zaman mat­
ris etkisinin geçişsiz etkinliğini belli bir oluşumun diğeri üzerinde uyguladı­
ğı geçişli etkinlikten ayırmak için kullanıldığını hatırlamakta fayda var. Po­
ulantzas'a göre, toplumsal ilişkiler alanında üretim biçiminin matris etkisi,
toplumsal iş bölümü ile aynı şeydir ve toplumsal sınıf ilişkileri tarafından
örgütlenir. "Toplumsal sınıflar, tek bir yapısal düzeyin -ekonomik yapının­
diğerleri - politik ve ideolojik yapılar- üzerindeki etkisi değildir; dolayısıyla

339
yapı içerisinde değil, toplumsal ilişkiler alanında yapıların küresel etkisi
olarak tezahür ederler. Sınıf toplumlarında bu toplumsal ilişkiler alanına
toplumsal ilişkileri destekleyen/yeniden üreten özneler de dahildir" (Pou­
lantzas 1973, 64) .
Ekonomik, politik ve ideolojik oluşumlar gibi, çağrılan özneler de matris
etkisinin bir ürünüdür. Bireyler, rol ve ilişkilerden oluşan yapısal bir sistem
olarak karmaşık bütünü içselleştirir ve bu sisteme bağlanırlar. Poulantzas,
bu küresel ilişkiler sistemine toplumsal ilişkiler adını verir ve toplumsal
alan, 'habitus' ve toplumsal öznelerin bilincinin yapısı olarak gerçekleşmiş
ya da tezahür etmiş bir halde önceden mevcut olduğu için toplumsal olu­
şum içerisinde temsil edilemeyeceğini ısrarla savunur.
Toplumsal sınıf, yapılar bütününün, bir üretim biçimi matrisinin ya da
bir toplumsal oluşumun onu destekleyen bireyler üzerindeki etkisini açıkla­
yan bir kavramdır: bu kavram, toplumsal ilişkiler alanında küresel yapının
etkilerini açığa vurur. Bu bağlamda, [toplumsal] sınıf bir kavramsa, yapılar
içerisinde konumlandırılabilecek bir gerçeklik tasarımı oluşturmaz: toplum­
sal ilişkileri sınıf ilişkileri olarak tayin eden bir yapılar bütününün etkilerini
belirler. . . Toplumsal ilişkilere işaret eden sınıf kavramı ile yapılara işret eden
kavramlar arasında kuramsal bir türdeşlik yoktur. (Poulantzas 1973, 67-68)
Poulantzas, aynı şeyi biraz daha farklı bir şekilde ifade ederek, iki yönlü
bir sınıfsal belirlenimin iş başında olduğunu söylemektedir: küresel, tarih­
sel, dolaylı ve geçişsiz bir belirlenim ile bölgesel, çağdaş, dolaysız ve geçişli
bir belirlenim. Kapitalist toplumsal oluşumun geçişsiz etkinliği, yani top­
lumsal sınıf ilişkileri ya da "toplumsal iş bölümü," bireyleri kapitalizmin
toplumsal özneleri olarak çağırmıştır -toplumsal oluşumun ekonomik, poli­
tik ya da ideolojik yapılarının etkinliği onları proleterler, Texas vatandaşları,
eşler ya da anneler olarak çağırmış olsa bile. Kapitalizmin bölgesel oluşum­
ları, yer ve ilişkileri nesnel olarak tanımlar. Maddesel etkinlikleri, toplumsal
öznelerin çağrılması açısından selektif ve onların pratikleri açısından sınır­
landıncıdır. Buna karşın bölgesel politik, ideolojik ve ekonomik yapılar her
zaman, kendilerine bir yer ve işlev veren karmaşık bütünün izlerini taşır;
dolayısıyla sadece politik, ideolojik ve ekonomik ilişkiler değil, aynı zaman­
da kapitalist toplumsal ilişkilerdir.
[Bölgesel] yapılar ile toplumsal ilişkileri birbirinden açık bir şekilde ayı­
rıyoruz. Toplumsal ilişkiler, ideolojik olarak çağrılan toplumsal öznelerin

340
toplumsal sınıflara dağıtılmasını ifade eder. Bu iki alan ekonomik düzeyde
sırası ile üretim ilişkileri ve üretimin toplumsal ilişkileri kavramının kapsa­
mındadır. Aynı zamanda politik "toplumsal" ilişkiler ile ideolojik "toplumsal
ilişkilerin katılığından söz edebiliriz. Burada politik ve ideolojik oluşumlar
açısından ayrı tutulan bu -sınıf ilişkileri olarak- toplumsal ilişkiler, politik ve
ideolojik yapıların toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisi olarak tezahür eder.
(Poulantzas 1973, 65-66)
Poulantzas'a göre, sınıf mücadelesi, toplumsal ilişkiler alanında bir bütün
olarak toplumsal oluşumun karşıtlıklarını ve düzensiz gelişiminin küresel
etkisidir. Toplumsal sınıfların oluşumu sadece ekonomik oluşumun etkinli­
ği ile değil, ekonomik ilişkilerin öncelikli bir role sahip olduğu oluşumlar
bütününü matris etkisi ile ilgili olduğundan, bu bütün tarafından yapılanan
toplumsal ilişkiler alanı, her bir pratiğe bir toplumsal sınıf işlevi ve güç ve­
rir. Ekonomik sınıf ilişkileri, politik ve ideolojik ilişkileri üzerinde doğrudan
bir belirlenim uygulasa da, Poulantzas dikkatimizi matris etkisi ve toplum­
sal sınıfın dolaylı belirleniminin daha fazla alana nüfuz ettiği gerçeğine çe­
ker. Toplumsal alan, sınıf mücadelesinin alanıdır: "ekonomik, politik ve ide­
olojik düzeylerde oluşumların örgütlenmesi, toplumsal ilişkilere, ekonomik,
politik ve ideolojik sınıf pratiklerine ve çeşitli sınıfların pratikleri arasındaki
'mücadeleye' yansır. Toplumsal ilişkiler, yapılar sisteminden oluşturulmuş
bir alan etkisi olduğu için, sınıf mücadelesinin düzeylerinin ilişkisi, matris
oluşumları ile benzer bir şekilde örgütlenir" (Poulantzas 1973, 69) .
Toplumsal sınıflar ister istemez birbirlerine karşıttır. Ekonomik, politik ve
ideolojik yapı ve ilişkilerin birbirine eklemlenmesinin yansıması olan top­
lumsal alan, bir birlik oluşturur. Bu birlik, sınıf mücadelesinin alanı olmak­
la birlikte, son tahlilde ekonomik yapı ve ilişkiler tarafından belirlenen ta­
hakküm ve tabiiyet ilişkileri tarafından sarsılır.
Toplumsal ilişkiler, toplumsal sınıfların karşıtlıklarda konumlandırıldığı
sınıf ilişkilerinden oluşur: toplumsal sınıflar sadece sınıfsal pratikler olarak
anlaşılabilir. Bu pratikler bir karşıtlık içerisinde var olur ve oluşturdukları
birlik, sınıf mücadelesinin alanını oluşturur . . . Sınıfsal pratikler ancak sınıf
mücadelesi içerisinde gerçekleşen, karşıtlık ilişkilerinden oluşan, birbirine
karşıt pratikler şekline çözümlenebilir. Her bir düzeyde, farklı sınıfların pra­
tiklerinin karşıtlık ilişkisi, sınıflar arasındaki "mücadele," sınıfların gerçek
varlığı, yapı ilişkilerinin etkisidir. Her bir düzeyde, temel tahakküm ve ba-

341
ğımlılık ilişkilerini tanımlarlar. Bu ilişkiler özgül karşıtlıklar olarak var olur.
(Poulantzas 1973, 86)

Geçerli Etkiler, Sınıf İktidarı ve Politikanın Üstünlüğü


Poulantzas, toplumsal sınıf ve toplumsal ilişkiler kavramları aracılığıyla,
sınıf mücadelesinin, sınıfsal karşıtlıklarla ilgisiz görülen ya da en fazla tarih­
sel bir rastlantı (seçici yakınlık) olarak değerlendirilen politik ve ideolojik
ilişkiler içerisinde var olduğunu göstermiştir. Aynı zamanda, sınıfsal ilişki­
lerin önceliğine dayanan Marksist tezi, yansıtmacılık ya da özcülüğe kayma­
dan yeniden formülleştirdi. Buna karşın, ekonomik ilişkilerin her zaman
toplumsal sınıf ilişkileri olması, toplumsal oluşum içerisinde belirlenim bi­
çimlerini ekonomik sınıf ilişkileri olarak uyguladıkları gerçeğini geçersiz
kılmaz. Bu bağlamda, Poulantzas ekonomik oluşumun diğer oluşumlar içe­
risindeki yansımasını ya da "varlığını" kabul eder. Ekonomik sınıf çıkar iliş­
kilerinin varlığı, ekonomik ilişkilerin politik ve ideolojik yapı ve ilişkileri
üzerindeki, Poulantzas'ın ifadesiyle geçerli etkilerinde seçilebilir.
Geçerli etkilerin "taşıyıcıları, Poulantzas'ın toplumsal kategoriler şeklin­
de tanımladığı sınıfsal olmayan ilişki ve işlevlerdir -örneğin devlet bürokra­
sisi, akademi, basın gazeteciliği. Toplumsal kategoriler ve geçerli etkiler kav­
ramları, politik ya da ideolojik alanlarda genel özellikleri ile politik ya da i­
deolojik ilişki -işlevlerle, politik ya da ideolojik oluşumlar içerisinde ekono­
mik belirlenim biçimlerini yansıtan ilişki-işlevleri birbirinden ayırmamızı
mümkün hale getirir. Geçerli etkiler, ekonomik belirlenim biçimlerinin önce­
liğini ve dışsallığını, söz konusu politik ya da ideolojik yapının bu etkileri
kendi içinde ve kendinden üretemeyeceği gerçeğini yansıtır. "Üretim süre­
cinde yerin diğer düzeylere yansıması, bu düzeylerin o olmadan sunabile­
cekleri tipik bir çerçeve içerisine yerleştirilemeyecek yeni bir öge oluşturur.
Bu öge, 'geçerli etkiler' tarafından yansıtıldığı, yapı ya da sınıf mücadelesi
düzeylerinin sınırlarını dönüştürür ve bu sınırların tek bir varyasyonuna
yerleştirilemez" (Poulantzas 1973, 79) .
Poulantzas ayrıca ekonomik sınıflar ve sınıf fraksiyonlarını birbirinden
ayırır. Ekonomik sınıflar, öncelikli olarak sömüren/ sömürülen ilişkisi ile
ayırt edilirken, sınıf fraksiyonları, ikinci dereceden ekonomik ölçütlerin bir­
araya gelmesi ve bu tür kombinasyonların ürettiği farklı politik ve ideolojik
etkiler ile ayırt edilen bir alt kategori (örneğin, ticari girişimlerin büyüklüğü
ya da genel ni telikleri) olarak tanımlanır. Başka bir ifadey le, ikinci dereceden
342
ekonomik farklılıklar, sınıf fraksiyonlarını, geçerli etkileri üretmeleri ölçü­
sünde ortaya çıkarır. Sınıfsal fraksiyonların üyeleri olarak hareket eden bi­
reylerin geçerli etkileri üretme ve yeniden üretme kapasiteleri, sınıfsal ikti­
dar ilişkilerini ve "toplumsal güçler" olarak sınıf fraksiyonlarını oluşturur.
Tüm toplumsal ilişkiler, baskın üretim biçiminin matris etkisi tarafından
üst belirlendiği için, bütün iktidar dolaylı olarak sınıf iktidarıdır. Böylelikle,
Weber'in klasik iktidar tanımlaması, Poulantzas tarafından "toplumsal sını­
fın hedef çıkarlarını gerçekleştirme kapasitesi" şeklinde yeniden tanımlanır
(Poulantzas 1973, 104) . Poulantzas'a göre sınıf ilişkileri, birinin diğerinin te­
meli olması anlamında değil, "türdeş bir alan," toplumsal ilişkiler ya da en
basit şekliyle sınıf mücadelesi alanı içerisinde oluşmaları anlamında iktidar
ilişkileridir. Dahası, her bir oluşumun özgül etkinliği, ona bir yer ve işlev ve­
ren üretim biçiminin matris etkisi tarafından örgütlendiği için, iktidar son
tahlilde başka bir oluşumun alanına müdahale eden bir oluşumun geçişli et­
kinliğinin değil, toplumsal oluşumun geçişsiz karmaşık bütününün bir etki­
sidir.
İktidar ilişkileri ne kadar sınıf ilişkileri temelliyse, sınıf ilişkileri de o ka­
dar iktidar ilişkileri temellidir. Sınıf kavramının kendisini destekleyen yapı
düzeylerinin etkisine işaret etmesi gibi, iktidar kavramı da bu düzeylerin
mücadele içerisindeki toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerini açıklar. Yapı­
nın, "mücadele" içerisindeki farklı sınıfların pratikleri arasındaki karşıtlık
ilişkileri üzerindeki etkisine işaret eder. Başka bir ifadeyle, iktidar, yapıların
düzeyleri içerisinde konumlanmaz; bu düzeylerin etkisidir ve aynı zaman­
da sınıf mücadelesinin her bir düzeyini karakterize eder. (Poulantzas 1973,
99-100)
Ekonomik, politik ya da ideolojik pratiklerle meşgul olan toplumsal öz­
nelerin sahip olduğu sınıfsal güç, üretim biçiminin geçişsiz matris etkisi ta­
rafından önceden yapılandırılmıştır. Dolayısıyla, iktidar kavramı, yapının
herhangi bir düzeyine uygulanamaz. Poulantzas, söz konusu devlet iktida­
rı olduğunda bile, iktidarın dolaylı, toplumsal sınıf yapısının, onun doğru­
dan konuşlandırılmasından önce geldiğinde ısrar eder. "Örneğin, devlet ik­
tidarından söz ettiğimiz zaman, devletin yapının diğer düzeyleri ile eklem­
lenmesi ve bu düzeylere müdahale etmesini kastedemeyiz; yalnızca kendi
çıkarları ile (diğer toplumsal sınıfların değil) devletin çıkarlarının uyuştuğu
belli bir sınıfın iktidarından söz edebiliriz" (Poulantzas 1 973, 100) .

343
İktidarın temeli geçişsizse de, iktidar tüm toplumsal oluşum boyunca
"küresel olarak dağıtılır" ve bu yüzden konuşlandırılması daima geçişlidir.
Her iktidar uygulaması, sınıf çıkarlarının karşıtlığını doğrudan ya da dolay­
lı olarak yansıtır ve dolayısıyla sınıf mücadelesi alanına bir müdahale nite­
liği taşır. İktidar her zaman bir toplumsal sınıf ya da sınıf fraksiyonunun he­
def çıkarlarını gerçekleştirme kapasitesini belirlediği için, sınıf iktidarı dai­
ma bağıntısal ya da ayrımsaldır: ancak sınıf mücadelesini oluşturan diğer
güç ilişkileri açısından tanımlanabilir. " Bir sınıfın etkin gücünün derecesi,
diğer sınıfların oluşturduğu sınırlar içerisinde ve sınıf pratiklerinin belirle­
nimi çerçevesinde, diğer sınıfların gücüne bağlıdır. Aslını söylemek gerekir­
se, iktidar, bu sınırlar ile ikinci dereceden özdeştir" (Poulantzas 1973, 108).
Poulantzas, politik pratiğe ilişkin "istenççi" ve "yansıtmacı" bakış açıları­
na karşı ikna edici bir alternatif sunar. Poulantzas, devletin sınıf mücadele­
sinin "yoğunlaştığı ve yansıtıldığı" yer olduğu gerçeğini öne çıkararak, poli­
tik mücadelelerin toplumsal ilişkiler alanında öncelikli bir yer ve işleve sa­
hip olduğunu iddia eder. Buna karşın, politik olanın önceliği, matris etkisi
aracılığıyla "kırılan" ekonomik yapının önceliği tarafından belirlenir.
Bu noktada Poulantzas'ın harikulade fakat bir o kadar anlaması güç ar­
gümanını özetlemek faydalı olabilir. Althusser gibi Poulantzas da son tahlil­
de ekonomik belirlenimi, karmaşık bütünün matris etkisi içerisinde ekono­
mik işlev ve ekonomik ilişkilerin önceliğini savunur. Ekonomik belirlenim
biçimlerinin yapılar bütünü içerisinde sadece ekonomik bir işlev olması,
devletin politik aygıtları içerisindeki politik gücün politikanın bir işlevi ol­
masından daha olası değildir. Poulantzas, politik iktidar açısından politika­
nın bir öncelik değil, hakimiyete sahip olduğunu savunur. İktidar, devlet ta­
rafından tekelleştirilmiş ve üretim biçiminin matris etkisi tarafından devle­
te verilmiş değildir. Poulantzas sadece tüm iktidarın bağıntısal olduğunu
değil, aynı zamanda iktidar alanı, toplumsal alanın her zaman toplumsal sı­
nıf mücadelesinin alanı olduğunu ısrarla vurgular. İktidarın yoğunlaşması
ve konuşlanması açısından politik oluşumun merkezi konumu ve işlevi göz
önünde tutulduğunda, politik iktidar mücadeleleri yalnızca toplumsal sınıf
mücadeleleri değildir: toplumsal sınıf mücadelesinin baskın biçimleridir.
Aynı zamanda, toplumsal sınıf mücadelesi alanındaki politik pratiğin bas­
kınlığı matris etkisi tarafından belirlendiği için, geleneksel politik pratik,
mevcut sınıf ilişkilerini sorgulamak yerine yeniden üretme eğilimi gösterir.
Devlet, konuşlandırdığı gücün kaynağı olmadığı için, Poulantzas'ın politik

344
pratiğin baskınlığı yönündeki ısrarı, politik istenççilikle bir tutulamaz. Poli­
tik ve ekonomik oluşum arasındaki karşıtlıklar kritik bir seviyeye ulaşırsa,
bu durum son tahlilde ekonomi içinde yaşanan gelişmelerin bir sonucu ola­
bilir. Devrimci politika, en az geleneksel muadili kadar 'olabilirliğin sanatı­
dır' ve hedefi devlet iktidarına ulaşmak olan devrimci pratik bile yalnızca
devlet iktidarıyla başarıya ulaşamaz.

Kapitalist Sınıf Devletinin Görece özerkliği


Poulantzas ayrıca kapitalist devletin, ekonomi ve kapitalistlerin doğru­
dan kontrolünden biçimsel olarak ayrı kalırken, diğer yandan kapitalist sı­
nıfın çıkarlarına doğrudan hizmet ettiğini açıklamaya çalışır. Poulantzas'ın
kapitalist devlet anlayışı, devletin ekonomi açısından görece özerkliği üze­
rinde temellenir. Politikanın ekonomiye ve ekonominin politika müdahale­
sini ya da etmemesini düzenleyen de bu özerkliktir" (Poulantzas 1973, 143) .
Poulantzas bize, sınıf devleti kavramının, devletin, egemen sınıfın doğru­
dan bir aracı olmasını değil, egemen sınıfı oluşturan hakimiyet ve sömürü
ilişki ve koşullarını meşrulaştırıp yeniden üretmesini gerektirdiğini hatırla­
tır. Kapitalist toplumsal oluşumlarda bu koşullan artı değerin varlığı ve ar­
tı değeri artırmaya yönelik karşı konulmaz dürtü belirler. Özel mülkiyet var
oldukça ve emek gücü metalaştırıldıkça, bu durum devam eder. Dahası, ka­
pitalist toplumsal oluşumlarda, egemen sınıfın üyeleri birbirleri ile ekono­
mik bir rekabet içerisindedir. Rekabet eden çıkarları, onları doğrudan ya da
fikir birliği içerisinde yönetme kapasitesinden uzaklaştırır. Poulantzas'a gö­
re, egemen sınıfın üyelerinin buluştukları tek çıkar paydası, sömürülen sını­
fın politik olarak parçalanması ve mülkiyetsiz işçilerin, emek güçlerini "be­
davaya" satmaları sürecinin devam ettirilmesidir.
Poulantzas, kapitalist üretim biçiminin, egemen sınıfın ekonomik çıkarla­
rını değil, politik çıkarlarını temsil eden bir devlete ihtiyaç duyduğunu sa­
vunur. Kapitalist bir devlet ne kadar demokratik görünürse görünsün, "ege­
men sınıfın politik iktidar merkezi işlevini görür ve politik mücadelelerini
örgütler" (Poulantzas 1973, 190) . Devlet bu işlevi, sınıflara dağılmış olan
üretici güçleri, bireyler olarak dağılan politik özneler şeklinde yeniden ta­
nımlayarak yerine getirir. Sonuç, sınıf ilişkilerini gizlemek amacıyla politik
alandan ekonomiye yöneltilen "bireysel tecrittir. " Kapitalist devlet, tecrit
edilmiş politik öznelerin "haklarının" kaynağı ve garantörüdür. Aynı zaman­
da bu tecrit edilmiş ilişkiler birliğini, yani "halkın" ve "ulusun" politik birli-

345
ğini temsil eder. Başka bir ifadeyle "devlet, ideolojik olanın oynadığı rol ne­
deniyle büyük ölçüde kendi etkisi olan bir tecrit sürecini temsil eder. Birey­
leri yalnızlaştırmaya ve onların birliğini temsil etmeye dayanan bu iki yön­
lü işlev, devletin yapısındaki iç çelişkilerde tezahür eder" (Poulantzas 1973,
134) .
Kapitalist devlet, sınıf mücadeleleri üzerindeki yalnızlaştırıcı etkisi aracı­
lığıyla, egemen sınıflara eşsiz bir düzenek sunar: ulusal-halk devleti. Bu an­
layış, egemen sınıfın politik çıkarlarını genel çıkarlar olarak yansıtıp, kitleler
üzerindeki hegemonik güçlerini örgütler.
Bu devlet, toplumsal-ekonomik ilişkiler üzerindeki yalnızlaştırma etkisi
aracılığıyla, kendisini toplumsal bütün içerisindeki özgül, özel, ekonomik
karşıtlıklarının tek politik birliği olarak sunar. Kapitalist devletin kurumsal­
laştırılmış iktidarı, kendi birliğini sosyo-ekonomik ilişkilerle girdiği ilişkiler
içerisinde sergiler. Özneler, birey/ politik kişiler olarak kurgulanmış temsil­
cilerden oluşan halkın/ ulusun birliğini, başka bir ifadeyle, kendi etkisini
oluşturan ekonomik tecritin politik birliğini temsil eder. Bu durum, devletin
politik sınıf mücadelesi ile ilişkileri düzeyinde, ilk bakışta mantığa aykırı
görünen, fakat ulusal/ halkçı sınıf devletinin "sırrını" oluşturan bir sonuca
zemin hazırlar: kapitalist devletin kurumsallaştırılmış iktidarı, kendi sınıfsal
birliğini, ulusal/ halkçı bir devlet, bir ya da daha fazla sınıfın iktidarını de­
ğil, özel temsilcilerin politik birliğinin iktidarını temsil eden bir devlet gibi
gözükerek temsil edebilir. (Poulantzas 1973, 276)
Kapitalist devletin, ulusal/ halkçı form aracılığıyla sömürülen sınıfları,
onların bir sınıf olarak varlığını inkar ederek ve kendisini onları temsil eden
mecra olarak göstererek örgütsüzleştirdiği yeterince açıksa da, egemen sını­
fın politik çıkarlarına hizmet ettiği gerçeği, en azından Poulantzas'ın çalış­
malarını yorumlayan pek çok kişi için o kadar anlaşılır değildir. Bu eleştir­
menlere göre, devletin görece özerkliğe sahip olduğu bir oluşumda, devlet
ve egemen sınıf arasında gerekli ve "yansıtmacı" bir ilişki olmalıdır. Poulant­
zas, kendisini eleştiren kimselerin, devletin görece özerkliği düşüncesini
vurgulayarak, matris etkisi ve ona eşlik eden sınıf iktidarını göz ardı ettikle­
rini söylemiştir. Kapitalist devletin özerkliği, onun diğer oluşumlar içerisin­
deki yeri ve işlevi ile ilgilidir. Konuşlandırdığı iktidar ise farklı toplumsal sı­
nıflar arasındaki mücadelelerin "yoğunlaşmasıdır. " Aynı zamanda, matris
etkisinin politik oluşum üzerindeki dolaylı ve geçişsiz belirlenimi, egemen

346
sınıfların devletin eylemlerini doğrudan kontrol ettiğini söylemeyi olanak­
sız hale getirir. Bu nedenle, devletin özerkliği, kapitalist bir oluşum içerisin­
de sınıflar arasındaki iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak değerlendirilme­
lidir. Bu bağlamda, kapitalist devlet (politik ve ekonomik oluşumdan ayrı
olarak) kendi kuramsal özgüllüğüne sahiptir. Bu ya da şu sınıfın veya ikti­
dar bloğunun 'ekonomik girişimin' doğrudan dışavurumuna indirgenemez
ve bir sınıf ya da sınıfsal fraksiyonun hegemonisi altındaki iktidar bloğunun
politik birliğini temsil etmelidir" (Poulantzas 1976, 73).
Kapitalist devlet bir sınıf devletidir, çünkü toplumsal sınıf ilişkilerinin ve
toplumsal sınıf iktidarının yoğunlaşmasıdır. Devlet iktidarının varlığı, hege­
monik sınıf ya da sınıf fraksiyonunun çıkarları ile bu anlamda ister istemez
örtüşür. Kapitalist devlet, egemen sınıfın sahip olduğu gücü bir politik bir­
liğe dönüştürmesi sömürülen sınıf üzerindeki politik tahakkümünü yaratıp
devam ettirmesi açısından bir sınıf devletidir. "Kapitalist devlet, önceden
politik olarak bütünleşmiş bir sınıfın aracı olduğu için değil, iktidar bloğu­
nun birleştirici faktörü olduğu için, görece [özgül] özerkliği ile bir araya ge­
len içkin bir bütünlük sunar . . . Devlet iktidarının birliği, son tahlilde devle­
tin hegemonik sınıf ya da fraksiyon ile olan özgül ilişkisinde, devletin o sı­
nıf ve fraksiyonun özel çıkarlarına uyumluluğunda bulunur" (Poulantzas
1973, 39).
Poulantzas, "çok sayıda sınıf ve sınıf fraksiyonunun politik tahakküme
katılmasını," iktidar bloğu kavramı ile tanımlar. Bu kavramla ilgili dikkat e­
dilmesi gereken iki şey vardır. Birincisi, Poulantzas iktidar bloğunu, karşıt
çıkarlara sahip "egemen sınıf ya da fraksiyonların karşıtsal birliği" şeklinde
açıklar. İkincisi, iktidar bloğu, kendi ekonomik çıkarını en küçük ortak pay­
da haline getirmek ve bir bütün olarak iktidar bloğunun genel çıkarlarını sa­
vunan temsilci olabilmek için diğer sınıfların ekonomik çıkarlarını politik a­
çıdan kutupsallaştıran hegemonik bir sınıf ya da fraksiyon tarafından içer­
den domine edilir. Hegemonik sınıf, iktidar bloğu içerisindeki bu ayrıcalık­
lı konumdan, ekonomik sömürü ve politik tahakküm ilişkileri içerisindeki
ayrıcalıklı yerini yeniden üretir. Bu süreç, kitlelerin bir bütün olarak iktidar
bloğu tarafından sömürülüp tahakküm altına alınması ile aynı hızda gerçek­
leşir.
Poulantzas, egemen sınıf ya da fraksiyonun tahakkümünü, "sınıf ittifak­
ları" ve "devlet iktidarının birliği" açısından tanımlar. Gramsci gibi o da, he-

347
gemonik sınıf ya da fraksiyonun sınıfsal liderlik uyguladığını ve politik ik­
tidara sahip olduğunu düşünür: politik iktidar, iktidar bloğu içerisinde ne
paylaşılır ne de dağıtılır. İ ktidar bloğunun hegemonik olmayan öğeleri, ken­
di çıkarlarını (kendi örgütsel araçlarıyla) politik çıkarlara dönüştürme kapa­
sitesinden yoksundur. Böyle bir dönüşüm, iktidar bloğundaki diğer sınıf ve
fraksiyonların çıkarlarını kutuplaştırır" (Poulantzas 1973, 297-98) . İ ktidar
bloğunu oluşturan sınıf ve fraksiyonlar karşı çıkarlara sahip olsa da, kendi­
lerini, gücün farklı sınıflar arasında paylaştırıldığı "politik" birlik düzeyine
değil, gücün hegemonik sınıf ya da fraksiyon tarafından bir birlik olarak tu­
tulduğu politik "ittifak" düzeyine yükseltebilirler.
Kısacası, iktidar bloğunda yer alan çeşitli sınıf ya da fraksiyonlar arasın­
daki ilişkiler, bir hegemonik sınıf ya da fraksiyonun diğerlerinden daha faz­
la pay aldığı bir kurumsallaştırılmış politik iktidar paylaşımı şeklinde teza­
hür edemez" (Poulantzas 1973, 297) .
Poulantzas, iktidar bloğu kavramı aracılığıyla, kapitalist devletin sınıfsal
temelini oluşturdu. Fakat hegemonik sınıf ya da fraksiyonun tahakkümü ve
politik iktidarına yönelik açıklaması, devletin görece özerkliğini bütünüyle
tasfiye etmeye çok yaklaşır. Poulantzas, devletten "iktidar bloğu içerisinde­
ki baskın fraksiyonun tek anlamlı dışavurumu olarak" değerlendirerek, dev­
letin özgül etkinliğini ekonomik sınıfın geçerli etkilerine indirgemiş gibi gö­
zükür. Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar eserinde önemli olan her şey,
devletin dışında, belki daha da önemlisi, sömürülen ve tahakküm altına alı­
nan sınıfların pratiklerinden bağımsız olarak gerçekleşiyor gibidir. Bu son
nokta, Poulantzas'ın politik pratik (iktidar bloğu ile ilgili olan bir kavram) ve
politik sahne (devlet aygıtları, yani politik partiler ve devlet bürokrasisi ile
ilgili bir kavram) arasında kurduğu ayrım şeklinde açıkça ifade edilir.
İ ktidar bloğu kavramı Poulantzas için o kadar önemlidir ki, pratikleri
devlet iktidarı alanının tamamına hakim olur: iktidar bloğu kavramı, politik
düzeyle ilgilidir ve politik pratiklerin alanını kapsar. Bu alan kendi içinde
yoğunlaşır ve sınıf mücadelesinin farklı oluşum ve düzeylerinin birbirine
eklemlenmesini yansıtır" (Poulantzas 1973, 234) . İktidar bloğu devletin dı­
şında var olur, fakat geçerli etkisi devletin yapısını belirler gibidir. İ kisi bir­
biri ile o kadar güçlü bir şekilde özdeşleşmiştir ki, iktidar bloğunun tasfiye­
si ya da dönüşümü, ister istemez devletin biçiminin dönüşümünü de kap­
sar. İ ktidar bloğu, politik pratik ve politik iktidarın alanını oluşturur. Ger­
çek devlet aygıtları ve onları yapısal ilişkileri, politik temsilin farklı fakat i-
348
kindi bir alanı olarak var olur: 11 [Devlet] partilerde sınıf ilişkilerini açıkla­
yan, Marx tarafından genellikle politik sahne olarak tanımlanan ve sınıfların
doğrudan eylemlerinin gerçekleştiği özgül alan içerisinde yer alan bir dizi
kavram tarafından içerimlenir. Politik sınıf pratikleri alanındaki yerinden
oynamaları devlet formu, sınıfların partiler tarafından temsil edilmesini ise
bir rejim formunda sınırlandırabiliriz" (Poulantzas 1973, 234)
Politik sahnenin değerini düşürme eğilimine rağmen, Poulantzas'ın ikti­
dar bloğunun sınıf iktidarının politik sahnenin kendine özgü düzenlerini sı­
nırladığı yönündeki düşüncesi, yadsınamaz bir açıklayıcı güce sahiptir. Di­
ğer şeyler bir yana, politik rejimlerin iktidar bloğunda radikal değişiklikler
olmadan da değişebileceğini, belki de daha önemlisi, iktidar bloğunun başat
kesiminin, politik sahnedeki "egemen sınıfa" uymasına gerek olmadığını
(örneğin, Nazı rejimi ile yönetilen Almanya'da bir küçük burjuva hareketi
siyasal sahnede baskın bir konum elde ederken, tekelci kapitalin kendisini
yeni hegemonik sınıf olarak örgütleyebileceğini) açıklar. Poulantzas, iktidar
bloğu ve geçerli etkiler kavramları ile politik sahnedeki temsilcilerin (politi­
kacılar ve bürokratlar), söz konusu eylemler kendi sınıf çıkarlarına aykırı
düştüğünde bile, iktidar bloğunun çıkarları için hareket edebileceğini açık­
layabilir.
Poulantzas, iktidar bloğunu politik sahneden ayn fakat politik pratik ala­
nında hegemonik bir konuma yerleştirdikten sonra, belli bir konjonktür içe­
risindeki politik konumlar arasındaki karşıtlıkların varlığını ve sınıf çıkarla­
rını, yansıtmacılık ya da istenççilik cephesine kaymadan açıklayabilir. Pou­
lantzas, egemen sınıf ya da fraksiyonun kendi çıkarlarını bir bütün olarak
iktidar bloğunun çıkarları şeklinde yansıtma biçimi, politik sahne içerisinde
iktidar bloğunun uyguladığı etkiler ve kapitalist toplumsal oluşumlar içeri­
sinde devletin uyguladığı yalnızlaştırıcı etki ve sahip olduğu birleştirici iş­
lev nedeniyle, sınıf çıkarları (yapısal belirlenimlerin birliğinin nesnel etkisi)
ile sınıfsal konumlar (belli bir oluşum ya da pratiğin, bu bağlamda politik
sahnenin tanımladığı konjonktüre! konum) arasında bir ayrıma gidilmesi
gerektiğinde ısrar eder.
Toplumsal bir sınıf, fraksiyon ya da zümre, kendi çıkarlarına uymayan ve
sınıf mücadelesinin ufkunu belirleyen sınıfsal belirlenim tarafından tanım­
lanmış bir sınıfsal konuma sahip olabilir. Bunun tipik bir örneği, belli kon­
jonktürler içerisinde aslında burjuva olan sınıfsal konumları işgal eden işçi
aristokrasisidir. Fakat bu, işçi aristokrasisinin bu gibi durumlarda burjuva-
349
zinin bir parçasına dönüştüğü anlamına gelmez; kendi yapısal sınıfsal belir­
lenimi, işçi sınıfı ile olan ilişkisi devam eder . . . Başka bir ifadeyle, sınıfsal be­
lirlenimi, sahip olduğu sınıfsal konuma indirgenemez. (Poulantzas 1975, 15)

Demokratik Devlet İçerisinde Sınıf Mücadeleleri


Poulantzas'ın Politik İ ktidar ve Toplumsal Sınıflar'ı Devlet, İ ktidar, Sos­
yalizm'den ayıran on yıllık düşünce yolculuğunda en dikkate değer geliş­
me, politik sahne ve onun içinde gerçekleşen sınıf mücadelelerine olan ilgi­
sinin gittikçe artmasıydı. Poulantzas, ilk eserinde iktiçlar bloğunun dışsallı­
ğını ve devlet aygıtları ile politik sahne açısından politik pratikler alanını
vurgular. Devlet aygıtlarının sınıfsal karşıtlıklardan içsel olarak etkilenme­
diğini açıklar: "Bu [kapitalist] devlet, sınıfların ve politik sınıf mücadelesinin
ekonomik bir varlıktan yoksun olduğu kurumlan elinde bulundurur" (Pou­
lantzas 1973, 276) . Politik İ ktidar ve Toplumsal Sınıflar'da ise, devlet bürok­
rasisini toplumsal sınıflar açısından değil, toplumsal kategoriler açısından
tanımlayarak, bürokrasilerin, bürokrasi sıfatıyla sınıfsal ayrım ve sınıfsal
karşıtlıklardan bağımsız olduklarını ifade eder. Poulantzas'a göre, bürokra­
siler sınıf iktidarının geçerli etkilerini yansıtır, fakat kendilerine ait gerçek
bir güçten yoksundur: "Sözde bürokratik güç, aslında devlet fonksiyonları­
nın uygulanmasından ibarettir. Bürokrasi, kendisine ait bir sınıf iktidarına
sahip değildir ve ait olduğu sınıfların gücünü doğrudan uygulamaz" (Pou­
lantzas 1973, 336) . Son olarak, politik rejimin formları, Poulantzas'ın ilk çer­
çevesinde ikinci bir öneme sahiptir. Yasal olan (partiler) ile yönetimsel olan
(bürokrasi) arasındaki değişen güç ilişkileri, iktidar bloğu içerisindeki deği­
şimleri yansıtır, fakat ikisinden birinin baskınlığı devlet iktidarının tabiatını
yansıtmaz.
Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm eserinde benimsediği ilk düşünsel
tutumun özünü savunmaya devam eder ve son eserinde ilk sorunsalını terk
ettiğini iddia etmesine yarayacak bir temel yoktur. Buna karşın, ilk çerçeve­
sinin tahakküm altına alınan sınıfların devlet üzerinde ve içindeki etkisini
göz artı etmesi, politik sahne içerisindeki sınıf mücadelelerinin varlığını gö­
rememesi ve bu süreçler içerisinde devletin taşıdığı önemi hiçe sayması ne­
deniyle yetersiz kaldığının farkına varır. Poulantzas bu eksiklikleri, önceki
değerlendirmesini reddederek değil, sınıfsal ilişkilerin geçerli etkileri kavra­
mını, sınıf mücadelesini devletin aygıtlarının merkezine yerleştirecek şekil­
de politik sahneye taşıyarak düzeltir:

350
Devlet, sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki güç ilişkilerinin yoğun­
laşmış halidir. Bu ilişkiler kendilerini ister istemez özgül bir form, devletin
kendisi içerisinde dışa vururlar. Başka bir ifadeyle, devlet her yönüyle sınıf­
sal karşıtlıklar tarafından bölünmüştür. Yönetim ve parlamento, ordu, yar­
gı, çeşitli bakanlıklar, bölgesel, kentsel ve merkezi aygıtlar, ideolojik aygıt­
lar- kendileri de farklı devrelere, ağlara ve gözetleme noktalarına ayrılmış
tüm bu unsurlar, iktidar bloğundaki bir ya da daha fazla fraksiyonun farklı
çıkarlarının en önde gelen temsilcileridir. (Poulantzas 1978, 132-33)
Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar'a hakim olan bölüntüsüz hegemoni
anlayışı, Devlet, İktidar, Sosyalizm eserinde önemli ölçüde sınırlandırılır. Bi­
rincisi, iktidar bloğu alanında hegemonik sınıf ya da fraksiyonun liderliğine
artık diğer sınıfları ve fraksiyonları politik sahneden dışlama kapasitesi at­
fetmez. İktidar bloğu içerisindeki sınıfsal karşıtlıklar, devlet içerisinde de et­
kin durumdadır.
Kuşkusuz, o kadar etkinlerdir ki, devletin özerkliği, "çeşitli karşıtsal ölçü­
lerde somut bir şekilde tezahür eder. Bu sınıf ve fraksiyonlardan her biri,
devlet içerisindeki özgül varlıkları ve bunun sonucunda ortaya çıkan karşıt­
lıklar aracılığıyla devlet politikasına entegre olmayı başarır" (Poulantzas
1978, 135) . İktidar bloğu içerisindeki karşıtlıklar, çeşitli alt oluşum ve aygıt­
lar arasındaki iç karşıtlıklar biçimini alır" (Poulantzas 1978, 132,33) . İkincisi,
devletin yapı ve pratiği, artık Politik İktidar ve Toplumsal Yapılar'da oldu­
ğu gibi iktidar bloğunun tahakkümü ile doğrudan ve kesin olarak örtüşmez.
Poulantzas, ilk düşünsel tutumunu tersine çevirerek, formülleştirmesine
devlet alanında gerçekleşen halk mücadelelerini de dahil eder ve bu müca­
delelerin artık devlet aygıtlarına dışsal ve karşıt olarak değerlendirilmeme­
si gerektiğini ısrarla savunur: "Gerçekte, halk mücadeleleri devleti baştan a­
şağı kat eder. Bu süreç, içsel bir oluşumun dışarıdan nüfuz etmesinden ol­
dukça farklı bir biçimde gerekleşir" (Poulantzas 1978, 141 ) .
Poulantzas, devlet aygıtları içerisindeki karşıtlıklar v e halk mücadeleleri­
nin varlığını kabul ederek, ilk düşünsel tutumunun eksenini terk etmiş ol­
maz: devlet bir bütünlüğe sahiptir, başat sınıf fraksiyonunun tahakkümü al­
tında örgütlenen iktidar bloğunun çıkarlarını temsil eder ve başat sınıf kar­
şısında belli bir özerkliğe sahiptir.
Devlet, çıkarılabilir parçalardan oluşan bir birlikten ibaret değildir: dev­
letin 'ikiye bölünerek üreyen ' birliği ile ilişkili bir aygıt birliği sergiler. Bu

351
ise ifadesini, küresel politikanın büyük ölçüde hegemonik sınıfın -günü­
müzde tekelci sermayenin- çıkarına yönelim göstermesi gerçeğinde bulur.
Fakat devletin birliği, tekelci sermayenin sahiplerinin tutarlı iradesi ya da
onların devlet üzerindeki maddi kontrolü aracılığıyla oluşmaz.
Birliğin merkezileşmesi, toplumsal iş bölümünün devlet içerisinde yeni­
den üretilmesinin etkisi olarak kapitalist devletin hiyerarşik-bürokratikleşti­
rilmiş çerçevesinde gerçekleşir . . . Aynı zamanda devletin güçler ilişkisinin
yoğunlaşması olarak sahip olduğu yapı ve iktidar bloğundaki, devlet içeri­
sinde hegemonik sınıf ya da fraksiyon tarafından yönetilen diğer sınıf ya da
fraksiyonlar üzerindeki hakimiyetin bir sonucu olarak ortaya çıkar. (Pou­
lantzas 1978, 136)
Poulantzas, egemen sınıfların mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerini
devlet aracılığıyla yeniden üreterek dolaylı ve yapısal olarak yönetimi elle­
rinde bulundurduklarını ısrarla savunmaya devam eder. Devlet, egemen sı­
nıf ya da fraksiyonun tahakkümünü örgütlemeye ve yeniden üretmeye
"mahkum eden," devletin yapısal etkinliği, yani yapılar birliğinin kendisine
verdiği işlevler ve belirlenim biçimleridir. Bu sürecin en önemli koşulu, işçi­
lerin üretim araçlarına ulaşmak için verilecek bir mücadeleden uzak tutul­
masıdır. Poulantzas, kapitalist toplumsal oluşumlar içerisinde devletin halk­
çı/ demokratik formunun, bu ayrılığı en başarılı şekilde ve sadece bu for­
mun yeniden üretiyor olması gerçeğinden kaynaklandığında ısrar etmeyi
sürdürür. Martin Carnoy'un isabetli tespitinde dile getirdiği gibi, Poulant­
zas'a göre, "devlet, kapitalist sistemin yasal temellerini yeniden üretip uygu­
lamaya koyduğu için ne politik ne de tüzeldir. Daha çok, burjuvazinin biri­
kimini artırıp sermayeyi kontrol etmesini güvence altına alan koşulların ya­
ratılması için birinci dereceden önemlidir ve mücadele ile karşıtlığı, ekono­
mik alandan politik alana taşır" (Carnoy 1094, 112) .
Tüm bu nedenlerden ötürü, tahakküm altına alınan sınıfların devlet içe­
risindeki varlığı, politik iktidarda katıldıkları ve bu iktidardan bir pay aldık­
ları ya da mevcut devlet aygıtlarının dışarıdan yok edilmek yerine içeriden
yeniden düzenlenebilecekleri anlamına gelmez. Poulantzas, Devlet, İktidar,
Sosyalizm eserinde bu iki fikri de kesin bir şekilde reddeder:
Tahakküm altına alınmış sınıflar, devlet içerisinde, kendilerine ait bir gü­
cü yoğunlaştıran aygıtlar aracılığıyla değil, başat sınıflar ile oluşturdukları
karşıtlık biçiminde var olurlar. Devlet kökten bir biçimde dönüştürülmediği
sürece gücü uzun süre ellerinde tutamazlar. Çünkü onların sömürüye tabi

352
kılınmaları, devletin maddi yapısında temellenir. Bu maddi yapı, tahakküm­
tabiyet ilişkisinin yeniden üretilmesine dayanan iç düzeneklerden oluşur.
Tahakküm altına alınan sınıflar bu yapı içerisinde yer alsalar da, sahip ol­
dukları sıfat hiçbir zaman değişmez . . . Kitlelerin devlet içerisindeki eylemi,
devletin dönüştürülmesi için gerekli, fakat tek başına yeterli olmayan bir ko­
şuldur. (Poulantzas 1978, 142-43)
Egemen sınıflar, Devlet, İktidar, Sosyalizm'de, politik iktidar alanın
hakim olmayı sürdürür ve devletin baskı aygıtları bu iktidarın nihai dışavu­
rumu olarak tezahür eder. Poulantzas, kapitalist devletin baskı aygıtlarının
(ordu, polis vs.) rejimin demokratik ya da totaliter doğasından çok fazla et­
kilenmediğini belirtir: her iki durumda da tam olarak aynı işlevi yerine ge­
tirir, kapitalist devletin mevcut üretim güç ve ilişkilerini yeniden üretmesi­
ni sağlayan ayrılık mekanizmalarını baskı yoluyla desteklerler. Tüm kapita­
list toplumsal oluşumlarda, "iktidar teknikleri ve rıza mekanizmalarının al­
tında, devletin kendi tekeline aldığı fiziksel şiddet yatar: Cezalandırıcı ve
ideolojik araçlar ağında bulunur ve doğrudan uygulanmadığında bile, ta­
hakkümün ortaya çıkmasını sağlayan toplumsal oluşumun maddeselliğini
şekillendirir" (Poulantzas 1978, 81) .

Sınıf Mücadelesinin Politik Sapması


Poulantzas'a göre kapitalist devlet, son çare olarak her zaman şiddete
başvursa da, işçilerin ekonomik iktidara ulaşmak için verdikleri sınıf müca­
delesini, doğrudan baskıcı olmayan işlemlerle engeller. Devlet, İktidar, Sos­
yalizm'de bu süreçlerin dördü ele alınır: bireyleştirme, yasa, ulus ve el eme­
ği ile düşünsel emeğin birbirinden ayrılması. Bireyleştirme, Poulantzas'ın
daha önceki 'yalnızlaştırma' fikrinin ötesinde çok fazla şey söylemez. Kapi­
talist devlet, bu işlem aracılığıyla, bireyleri "özgür ve eşit" yurttaş-bireyler
şeklinde oluşturarak devletin himayesinde birleşmelerini sağlayabilmek
için onları üretim temelli sınıfsal kimliklerinden ayırır. Kapitalist devlet, da­
ha önce olduğu gibi, yurttaşlarının varlığının kaynağı ve garantörü, dolayı­
sıyla aynı şekilde hem totaliter hem de demokratik rejimlerde bir önkoşul
olmayı sürdürür. Fakat bu ilk düşünsel çerçeve, çok önemli bir değişikliğe
uğratılmıştır: Poulantzas şimdi yurttaş-bireylerin iktidar bloğunun tahakkü­
müne ve totaliter kapitalist devletin gelişimine karşı "belli bir sınır" oluştur­
duklarını kabul eder. Bu sınırlama, bireyleştirme süreci er ya da geç, temsili
demokrasiye yönelik karşı koyulmaz baskılar üreteceği için oluşur.

353
Birey, devletin iktidarına karşı mutlak dış engeller oluşturan bir yapıya
sahip olmasa da, devlet içerisindeki sınıf ilişkileri içerisindeki en ayrıcalıklı
modern temsillerden biri olması dolayısıyla bu iktidarı sınırlar. Bu sınırın ta­
biatı herkes tarafından bilinir: temsili demokrasi. Egemen sınıflar ve devle­
tin maddeselliği tarafından ne kadar baltalanmaya çalışılırsa çalışılsın, halk
mücadeleleri ve direnişlerin bu maddesellik içerisinde meydana gelmesini
sağlayan bir oluşum meydana getirir; devlet iktidarına yönelik tek sınırlama
olmasa da, belirleyici bir niteliğe sahiptir. (Poulantzas 1978, 73)
Egemen sınıfların politik iktidarının temsili demokrasi tarafından en
azından bir ölçüye kadar sınırlandığı düşüncesi, tahakküm altına alınan sı­
nıflar ve onların mücadelelerinin politik sahneye yerleştirilmesi ile birlikte
ortaya çıkan karşıtlıklara yönelik artan duyarlılığı yansıtır. Aynı eğilim, Po­
ulantzas yasa kavramını ele alırken de gözlenir. Poulantzas, yasa ile baskı
biçimlerini bağdaştıran ilk değerlendirmesini terk etmez. "yasa her haliyle,
baskıcı düzen ve şiddetin örgütlenmesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayı­
sıyla kapitalist devlet içerisinde yasa ve baskı unsurları arasında temel bir
karşıtlık söz konusu olamaz" (Poulantzas 1978, 77) . Ayrıca ekonomik mülki­
yetin politik iktidardan yasal olarak ayrılmasının, bireyleştirme sürecini sis­
tematize ederek egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ettiğinde ısrar eder.
Devlet, İktidar, Sosyalizm ise yasanın devlet içerisinde bir iktidar mücadele­
sine zemin hazırladığını savunur. Bu mücadele, devlet içerisinde kazanıla­
mayacak bir niteliğe sahip olsa da, en azından tahakküm altına alınmış sı­
nıflara karşı uygulanan iktidarın sınırlandırılmasına olanak sağlayabilir.
Modern hukuk şiddete karşı müdahalede bulunmaz; tam tersine, kitlele­
rin direnişini dikkate alarak şiddetin uygulanmasını örgütler.
Yasalar, devletin iktidarını sahip olduğu aygıtlar aracılığıyla uygulaması­
nı ve bu aygıtlara erişmesini, genel, soyut ve resmi kurallar aracılığıyla dü­
zenler. Devlet içerisindeki karşılıklı ilişkilerine bu şekilde düzen vererek, e­
gemen sınıfların ittifakının yeni bir güç dengesi kazanmasını sağlar. Bu olu­
şum, devlet düzeyinde ifadesini bulurken, ayaklanmalara sebep olmaz. Ka­
pitalist yasa bir bakıma politik krizleri öyle bir yöntemle zayıflatır ve kana­
lize eder ki, bu krizler devlet içerisinde hissedilmez. Diğer yandan, kapita­
list hukuk sistemi, iktidarın uygulanmasını düzenlerken, tahakküm altına a­
lınmış sınıfları da göz önünde bulundurur. Politik düzlemde işçi sınıfı mü­
cadelesi ile karşı karşıya kalan yasa, egemen sınıfların tahakküm altına alın-

354
mış sınıflara sürekli dayattığı uzlaşma dengesi yapısını örgütler . . . Bu yasal
sistemin, bu "biçimsel ve "soyut" özgürlüklerin, aynı zamanda kitlelerin za­
ferleri olduğunu vurgulamalıyız. Bu bağlamda, modern hukuk iktidarın uy­
gulanmasına ve devlet aygıtlarının müdahalelerine birtakım sınırlar koyar.
(Poulantzas 1978, 91-92)
Ulus (devletin karşıtı olarak), kapitalist toplumsal oluşumlar içerisinde
politik ve ekonomik pratikleri birbirinden ayırmak için yararlanılan üçüncü
düzenektir. Kapitalist devlet etkili bir şekilde, "ulusal" ideolojik özdeşleştir­
meler oluşturmaya çalışır. Poulantzas, ulusallaşmayı, kapitalist ekonomik
gelişmenin etkin hale getirilmesi için iç pazarların birleştirilmesine dayanan
tarihsel bir süreç şeklinde değerlendiren Marksist bakış açısının tersine, top­
lumsal öznelliğin yeniden oluşturulmasına dayanan bir ideolojik entegras­
yon işlemi olarak görür. Geleneksel ekonomik argüman, ekonomi tarafın­
dan belirlenen birleşme sürecinin neden bir ulus biçimi aldığını açıklayama­
dığı için yetersiz kalır. Poulantzas'a göre, ulusun gelişimi, yeni bireysel iliş­
kiler ile kapitalizme geçişle birlikte ayrılan, kontrol edilen, bozulan ve sü­
reksiz hale getirilen yeni zaman ve uzam anlayışlarını birleştirmeye yönelik
toplumsal-psikolojik bir ihtiyacın sonucudur.
Bu birlik ihtiyacı, ideolojik olmanın yanı sıra politik ve ekonomiktirde.
Modern ulus, "içeriyi" ve "dışarıyı" yeniden tanımlar ve kapitalist üretim
ilişkileri tarafından bölünen ve farklı tabakalara ayrılan insan varoluşuna
bir amaç ve anlam sunabilmek için doğrusal bir "tarihsellik," yeni bir zaman
anlayışı ortaya koyar. Zaman ve uzanım kapitalizmin şartlarına uygun ola­
rak dönüştürülmesi, bir anlayış ve temsil sorunu değildir. "Gerçekte . . . Za­
mansal-uzamsal matrislerin uğratıldığı dönüşümler, toplumsal iş bölümü­
nün, devletin yapısının, kapitalist ekonomik, politik ve ideolojik iktidarın
pratik ve tekniklerinin maddeselliği ile ilgilidir. Zaman-uzanım söylencesel,
dini, felsefi ya da 'deneysel' temsilinin asıl alt katmanı onlardır" (Poulantzas
1978, 26) .
Ulus devlet, zaman ve mekanı, bireyleşme sürecinin bir parçası şeklinde
yeniden tanımlayarak, bireylerin "tarihsel birliğini", onları gerçek tarihten
-değiştirilen ya da yok edilen eski aile, köy, din vs. kimliklerinden- ayırarak
ortaya çıkarır. Bu nedenle ulusalcılığın tarihselliği, bireyleri içinde bulun­
dukları geleneksel toplumsal uzamdan soyutlayıp, onları ulusun çağdaş
toplumsal alanında yeniden birleştirme işlevi gören yasanın zamansal tür­
deşidir.

355
Poulantzas'ın zaman ve uzanım toplumsal doğasına yönelik kavrayışla­
rı, ulus devletin kapitalist üretim biçimi için taşıdığı öneme ilişkin bir başka
bakış açısı daha sunar:
Şundan kesin olarak emin olabiliriz ki, devlet, gerçek tarihin öznesi de­
ğildir: Çünkü öznesiz bir süreç, sınıf mücadelesinin sürecidir. Fakat modem
ulus devletlerin, gerçek tarihin odak noktalarını ve temel anlarını neden
oluşturduğunu şimdi anlayabiliriz. Devletin tarih ve mekan, uzamsal ve za­
mansal matris arasında kendine özgü bir ilişki kurduğunu göz önünde bu­
lundurursak, bu daha açık hale gelir. Aslına bakılırsa modem ulus, bu mat­
rislerin birbiri ile kesişmesini olanaklı hale getirerek onların bağlanh nokta­
sı işlevini görür; kapitalist devlet içeridekileri (halk/ ulus) oluştururken, bu
kapsama işleminin öncesini ve sonrasını türdeşleştirerek sınırlarını çizer.
Ulusal birlik . . . Bir bölgenin tarihselliği ve bir tarihin bölgeselleştirilmesi o­
lur. (Poulantzas 1978, 114)
Ekonomik sınıf mücadelesinin politik araçlarla saphrıldığı dördüncü me­
kanizma, zihinsel emeğin el emeğinden ayrılmasıdır. Poulantzas'a göre,
böyle bir ayrım, kapitalist toplumlarda bilgi ve iktidar arasındaki organik
ilişkinin doğrudan bir sonucudur. Kapitalist üretim ilişkileri, düşünsel eme­
ği el emeğinden bir teknolojik gereklilik, ortak olarak kabul edilen bir gerek­
çe dolayısıyla değil, kitleleri karar verme merkezlerinden sürekli uzak tut­
ma yöntemi olarak ayırır. Bu ayrım, devlet tarafından desteklenen çeşitli ku­
rumsal araçlar vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bilginin aktarılması ve onaylan­
masını kendi tekeline alan bu kurumsal araçlar, kitlelerin bilgiden ve dola­
yısıyla profesyonel orta sınıftan hariç tutulmasını sağlar. Elbette eğitim sis­
temi bu süreçte öncelikli bir role sahiptir. Fakat Poulantzas dikkatimizi, dü­
şünsel emek ve el emeğinin birbirinden ayrılması sürecinin, sadece eğitimle
ilişkili aygıtlara değil, devletin bütün aygıtlarına nüfuz ettiği gerçeğine çe­
ker:
Düşünsel emek ve politik egemenlik, bilgi ve iktidar arasındaki organik
ilişki, en kusursuz halini kapitalist devlet içerisinde bulur. Bu devlet aygıt­
ları, kapitalizmin ordu, mahkemeler, yönetim ve polis gibi biçimlerinde bil­
ginin pratik üstünlüğünden faydalanarak, kitleleri bilgi alanlarından dışlar­
lar. Aslına bakılırsa, bu fonksiyonlar kitlelerden ayrılmaları yoluyla merke­
zileşirler: böylelikle düşünsel emek (bilgi-iktidar) devlet aygıtları içerisind e
somutlaşır. Diğer kutupta ise el emeği, bu örgütsel işlevlerden hariç tutulan

356
kitleler arasında yoğunlaşma eğilimi gösterir. Devlet ve kitleler arasındaki i­
lişkinin dışa vurulduğu sözde dolaylı, temsili demokrasilerdeki kurumların
pek çoğu, aynı mekanizmaya bağlıdır (Poulantzas 1978, 56)

Therborn: Kapitalist Devletin örgütsel Teknolojisi


İktidar, Devlet, Sosyalizm, kapitalist devletin yapısal etkinliği ve iç çeliş­
kilerine Poulantzas'ın diğer bütün kitaplarından daha fazla odaklanır. Ne
var ki, Poulantzas bu son kitabında bile devlet aygıtlarının bürokratik örgüt­
sel biçimlerine ilişkin somut bir çözümleme sunamaz ve bu örgütlerin ege­
men sınıfların çıkarlarını, egemen sınıf ve halkçı-demokratik devlet temsili
arasındaki çelişkiyi gizleyecek ölçüde korumasını sağlayan mekanizmaları
açıklamaya girişmez. Kısacası, Poulantzas, biçimsel bir örgüt olarak devlet
aygıtına yönelik bir kuramdan yoksundur. Bu nedenle, Göran Therborn'un
Egemen Sınıf İktidara Geldiğinde Ne Yapar? Adlı, örgütsel kuramın bakış
açısından feodal, kapitalist ve sosyalist devletleri karşılaşhrmalı olarak çö­
zümleyen yapıh, Yapısal Marksist politik kuramı içerisinde önemli bir boş­
luğu doldurur. Therborn'a göre devletin sınıfsal karakterine dair herhangi
bir iddiada bulunmanın tek yolu, onu örgütsel görevleri, çalışma kadroları,
kaynakları ve örgütsel teknolojisi açısından incelemektir. "Örgütleri, özgül
girdi mekanizmaları tarafından biçimsel olarak yapılandıran süreçler olarak
değerlendirirsek, onları sürekli gelişerek girdileri sağlayan ve çıktıları elde
eden toplumsal yeniden üretim süreçleri ile ilişkilendirebiliriz. Bu nedenle,
bir örgütün sınıfsal karakteri, sınıf mücadelesinin girdi, dönüşüm ve çıktı
süreçlerine nüfuz edip bu süreçleri şekillendirme biçimleri aracılığıyla belir­
lenebilir" (Therborn 1978, 38) .
Therborn, Poulantzas'ın kapitalist devletin sınıfsal temelini doğru bir şe­
kilde teşhis ettiğine kahlsa da, kapitalist toplumsal oluşumlarda sını( iktida­
rı ile politik iktidar arasındaki karşıtsal etkilerini hafife aldığını düşünür. Po­
ulantzas'ın aksine Therborn, sınıf iktidarının devlet iktidarı içerisinde yo­
ğunlaşması sonucunda ortaya çıkan şeyin bir uyuşma değil, kopma olduğu­
nun altını çizer.
Sınıf mücadelesinin tarihsel akışında, devlet aygıtları, bazı toplumsal iliş­
kileri belirginleştirir ve onlara mevcut devlet politikaları ve sınıf ilişkilerin­
den bir dereceye kadar bağımsız bir maddi varlık, etkinlik ve durağanlık ve­
rir. Devlet iktidarı ile devlet aygıtı arasındaki uyuşmazlık, aynı toplumun sı­
nıf ilişkilerini dışa vurmaları gerçeği dolayısıyla sınırlansa da, herhangi bir

357
anda ikisi arasında önemli kopmalar meydana gelebilir. Uyuşmazlık olası­
lıkları, tek bir devlet sistemi içerisinde birden fazla aygıtın aynı anda bulun­
ması dolayısıyla önemli ölçüde artabilir. Böyle bir durum, farklı sınıfsal iliş­
ki yapılarını açığa çıkarabilir. (Therbom 1978, 35)
Therborn'a göre, ulusal halkçı devlet aygıtları, hem sınıf tahakkümünün
dışavurumu, hem de gerekli toplumsal görevleri yerine getiren, bir bütün
olarak halkın temsilcisi olarak varoluş. Bu iki işlev arasındaki karşıtlık, ka­
pitalist devlete özgü sınırlı fakat açık uçlu örgütsel dinamiği ortaya çıkarır.
"Devletin karşısına çıkan yeni görev ve sorunlar temel olarak, içinde faaliyet
gösterdiği değişmekte olan toplumsal bütünlükten kaynaklanır. Fakat sınıf
tahakkümünün başarılı örgütlenmesi, hükümet, yönetim, yargı sistemi ve
baskı ile ilgili yeni sorunlar doğurur. Bu sorunlar, tahakkümün mevcut ör­
gütsel biçimlerinin yerindeliğini sorgular" (Therbom 1978, 47) . Tahakküm
ile temsil arasındaki karşıtlık, başat üretim biçiminin kapsamı içerisinde ni­
hai olarak çözüme kavuşturulamayacağı için, kapitalist devletin aygıtları
içerisinde değişime yönelik bir itici güç oluşturur. Therbom ayrıca kapitalist
devletin dört ayrı işlevsel aygıtı (karar verme ya da idari, yönetimsel, huku­
ki ve baskıcı devlet aygıtları) arasındaki karşıtlıkların tanımlar. Bu aygıtlar­
dan her biri, kendi iç ritmine ve karşıtlıklarına sahiptir: 11 Devlet aygıtlarının
ortak bir sınıfsal karakter paylaştığı kesin olarak kabul edilemez. Devlet, te­
mel olarak bölüntüsüz bir yapıya sahip olsa da, aygıtlarının entegrasyon dü­
zeyi, büyük ölçüde çeşitlilik gösterir" (Therborn 1978, 41).
Therborn'un kapitalist toplumsal oluşumlar içerisindeki devlet aygıtları­
nın, girdilerini, dönüşüm süreçlerini ve çıktılarına yönelik değerlendirmesi­
ni bütün yönleriyle ele alamayız. Fakat "örgütsel teknoloji" kavramı ile kapi­
talist toplumsal oluşumlarda "temsil biçimleri" ve "arabuluculuk" süreçleri­
ne ilişkin tartışması, bizim şimdiki çözümlememiz ile özellikle ilişkilidir.
Therbom, örgütsel teknoloji ifadesi ile kastettiği, üretici örgütler içerisinde
'işleri halletmenin' özgül tekniğidir- görevlerin yerine getirilmesi, çalışan
kadrosunun yapılandırılması ve maddi kaynakların kullanılmasını düzenle­
yen örgütsel dinamik. Bütün görevler, çalışan kadroları ve maddi kaynaklar
sınıf mücadelesinin ürünü olsa da (Therbom tarafından "sınıf ilişkilerinin
kristalleşmesi" şeklinde açıklanır), örgütsel teknoloji, "dönüşüm sürecinde
uygulandığı, diğer tüm girdi ve çıktıların düzenlenmesini etkilediği" ve
emir ve itaat, liderlik ve yerine getirme gibi eylemlere dayanan kurumsallaş­
mış toplumsal ilişkileri doğrudan kapsadığı için, stratejik bir değişken ola-

358
rak değerlendirilir" (Therborn 1978, 40-41). Kabaca söylemek gerekirse, ör­
gütsel teknoloji devlet aygıtı içerisinde "üretim ilişkilerini" oluşturur.
Therbom, bir yanda geçerli toplumsal ilişkiler arasındaki, diğer yandan
örgütsel teknolojiyi oluşturan "liderlik ve yürütme" ile "emir ve uyma" iliş­
kileri arasındaki ilişkilerle ilgilenir. Liderlik ve yürütme ilişkileri, devlet ay­
gıtları ile toplumun geri kalanı arasındaki ilişkileri ifade eder ve Ther­
born'un "doğrudan dinamik" adını verdiği "bir uyumlanma biçimi ve lider­
lik temeline" işaret eder. Emir ve uyma ilişkileri ise, iç örgütsel hiyerarşileri,
örgüt üyelerinin harekete geçme biçimini ifade eder. Bu işlem aracılığıyla, ü­
yelerin uyumlanma sürecine olan katkısı güvenceye alınır" (Therborn 1978,
62) . Bu kavramlar, Therborn'un feodal ve kapitalist üretim biçimlerinin ör­
gütsel teknolojileri arasında ilginç bir karşılaştırma yapmasını ve kapitalist
üretim biçiminin ortaya çıkışını anlaşılır bir şekilde açıklamasını sağlar.
Therborn, feodal toplumların örgütsel teknolojilerinin görece bir bütün­
lüğe sahip ve karşıtlıklardan yoksun olduğunu belirtir. Aristokratik ayrıca­
lık ve kişisel sadakate dayanan feodal örgütlenmenin doğrudan dinamiği i­
le emir ve uymaya dayanan derebeylik ilişkileri arasında temel bir karşıtlık
görmez. Burjuva devrimleri, feodal toplumların görece bir bütünlüğe sahip
örgütsel teknolojisini, her biri burjuva toplumunun sınıfsal kurallarını belir­
gin ölçülerde taşıyan iki ayrı teknolojiye böler: (1) : kişisel özgürlük ve eşitli­
ği, sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin doğasında bulunan tahakküm bi­
çimleri ile birleştiren "liberal-bireyci" teknoloji ve (2) zihinsel emeği el eme­
ğinden ayıran ve ikincisini birincisine bağlı kılan "rasyonel-bürokratik" tek­
noloji.
Burjuva örgütsel teknolojisi, rekabetçi kapitalizm ve fabrika despotluğu
ile karakterize edilen ilk döneminde, iki yönlü bir forma girer: entelektüel
bilginin çok katmanlı bir şekilde tekelleştirilmesini ifade eden "resmi-yasal"
yönlendirici dinamik form ve devlet aygıtı ile ulus arasındaki ilişkiye aracı­
lık eden "temsili" bir dinamik. Bu yeni yönlendirici dinamikler, Therborn'un
"kişiler üstü bürokrasi" ve "parlamenter politika" olarak adlandırdığı yeni e­
mir ve uyma biçimlerini ortaya çıkarır. Bürokrasiyi uzmanlaşma, hiyerarşi
ve bilginin ideal-tipik bir kombinasyonu şeklinde değerlendiren Weber'in
aksine, Therborn bürokrasilerin "biçimsel rasyonalitesinin" sınıfsal temelini
vurgular. Bu sınıfsal temel, sadece uyguladıkları kuralların içeriğini değil,
aynı zamanda bu kuralların yürürlüğe sokulmasını da "verili" bir durum o-
larak kabul eder. Piyasa, burjuva toplumunun kurallarını koyar, yürürlüğe
sokulmaları için ekonomik kısıtlılıklar sunar. İdeolojik toplumsallaşma iste­
nen seviyede olsa bile, zorlayıcı şiddet son tahlilde gereklidir. Bu toplumsal
dinamik, özel teşebbüs ve sermaye birikiminin alanında yer alır. Devletin
'hesap edilebilir kuralları," bu unsurların ortak ihtiyaçlarını güvenceye al­
mak üzere düzenlenmiştir" (Therbom 1978, 52).
Parlamenter politikanın egemen sınıfı temsil ederken, onun içinde var o­
lan devlet aygıtları ve tahakküm alhna alınmış sınıflar arasındaki bölünme­
lere aracılık etmesini sağlayan mekanizmaları daha önceden açıklamışhk.
Therbom'a göre, burjuva parlamenter politikasına hakim olan temsil biçim­
leri, "hem egemen sınıfın farklı fraksiyonları arasında hem de ekonomik
temsilciler sınıfı ve onun uzmanlaşmış politik personelleri arasında açığa çı­
kan birlik-ayrılık ilişkilerinde toplanır. Arabuluculuk süreçleri ise öncelikli
olarak yönetilen sınıfların gücü ile ilgilenir" (Therbom 1978, 181).
Therbom, yirminci yüzyılda burjuva örgütsel teknolojisinin hem temsil
hem de arabuluculuk biçimlerinde büyük bir değişim gerçekleştiğini düşü­
nür. Bu değişim, rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişle örtüşür.
Rekabetçi kapitalizm ve parlamenter politika döneminde liderlik, konumla­
rını kişisel becerilerine borçlu olan politikacılara veriliyordu. " Parlamenter
politikacının yönetimini idame ettirmesinin temelinde, her biri kendine öz­
gü ayrıksılıklara ve ekonomik ve toplumsal meşguliyetlere sahip üyelerine
başarılı bir şekilde arabuluculuk etmesi yahyordu: onları birbirine düşürü­
yor, çok çekimli ve değişen koalisyonlar yarahyor ve kendine has bir reto­
rikle ikna ediyor ve aldahyordu" (Therbom 1978, 53) .
Parlamenter politikada, kitleler ya 'yasal' ulusun dışında tutuluyor ya da
yerel patronların himayesine giriyordu. Halk mücadelelerinin baskısının yo­
ğunlaşması ve sermayenin tekelcilik aşamasına geçiş yapması ile birlikte,
klasik parlamenter politika yeterli bir temsil ya da arabulucuk aracı olmak­
tan çıkh: yerini, gittikçe özgürleşen kitlelerin etkisini azaltıp, onları bir tabi­
yet ilişkisi içerisine sokabilecek yeni bir liderlik biçimine bırakması gereki­
yordu. Therborn'un " halk oylamasına dayanan politika" adını verdiği bu
yeni burjuva liderliği, parlamenter süreçten gittikçe artan yönetimsel bağım­
sızlık ve duygusal manipülasyon ve özdeşleşmenin yerine politik katılımı
getirmek üzere tasarlanmış yoğun bir politik propaganda programının bir a­
raya gelmesi aracılığıyla faaliyette bulunur. "Kitlelerin cezp edilmesi için,

360
politikanın mesajı ve her şeyden önce imajı ve çekici kişisel nitelikleri, rek­
lam afişleri, yüksek tirajlı gazeteler hoparlörler ve televizyon ekranı aracılı­
ğıyla aktarılır" (Therborn 1978, 53).
Parlamenter politikadan halkoyuna dayanan politikaya geçişe, burjuva
toplumlarına özgü başka bir emir-itaat biçimine, kişiler üstü bürokrasiye ge­
çiş eşlik eder: Burjuva toplumunun resmi-yasal yönlendirici dinamiği, yeri­
ni Therborn'un "yönetimsel teknokrasi" adını verdiği yeni bir örgütsel biçim
içerisindeki "somut-teknik" dinamiğe bırakır.
Yirminci yüzyıl ve özellikle son birkaç on yıl içerisinde, yasal bürokrasi i­
le birlikte yeni bir burjuva devleti örgütlenme biçimi gelişti. Yasal bürokrasi
gibi bu da uzmanlaşma, kişiler üstülük ve entelektüel bilginin profesyonel­
ler tarafından tekelleştirilmesi ile karakterize edilir. Ama hesap edilebilir ku­
rallar ve değişmez hiyerarşilere aynı ölçüde bağlı değildir. Bu yeni oluşuma
yönetimsel teknokrasi adını verebiliriz. Rasyonalitesi biçimsel olmaktan çok
tözeldir ve yasal bilgiden çok teknik ve bilimsel uzmanlığa destek verir. Ki­
şiler üstü bürokrasinin devlet hiyerarşisi, geçici komiteler, çalışma grupları
ve özel araştırmacılar tarafından parçalanır. (Therbom 1978, 54)
Halk oylamasına dayanan politika ve yönetimsel teknokrasinin yeni ör­
gütsel teknolojileri, her şeyden önce tekelci kapitalizmin etkisiyle toplumsal
karakteri gittikçe artan üretici güçler, işçi sınıflarının yükselen muhalefet se­
si ve devletin ekonomik alana müdahale etmesi gerekliliği dolayısıyla orta­
ya çıkar. Therborn'un örgütsel teknoloji, arabuluculuk ve temsile yönelik de­
ğerlendirmeleri, Poulantzas'ın devlet ve ekonomi arasında kurduğu ilişki i­
le rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişle ilgili fikirleri ile örtü­
şür.

Poulantzas: Tekelci Kapitalizmin Uluslararasılaşması


Poulantzas, Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar ve Devlet, İktidar, Sosyalizm e­
serlerinde, tekelci kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılın sonunda ortaya çıkı­
şından itibaren geçirdiği yapısal dönüşümleri inceler. Her şeyden önce, ba­
şat bir uluslararası üretim biçiminin ortaya çıkışı ve uluslararasılaşmanın sı­
nıf yapıları ile ulusal toplumsal oluşumların görece özerk durumları üzerin­
deki etkileri ile ilgilenir. Poulantzas'a göre, uluslararası kapitalist sistem içe­
risinde yaşanan en önemli gelişme, bağımsız ulusal toplumsal oluşumların
ekonomik açıdan ne kadar güçlü olursa olsun çözülmeye başlaması ve en

361
fazla endüstrileşmiş ülkelerin bile ulusal sınırlarının ötesine geçen yeni içsel
tahakküm ve bağımlılık ilişkilerinin ortaya çıkışıdır.
Poulantzas, tekelci kapitalizmin şu anki aşamasını, küresel bir tabiata sa­
hip olan ve ulusal sermaye ile ulusal sınıf ilişkilerini uluslar arası sermaye­
nin gerekliliklerine ve yeniden üretimine tabi kılan toplumsal bir iş bölümü
tarafından belirlendiğinde ısrar eder. Yetmişli yıllarda Amerikan sermayesi
ile Avrupa sermayesi arasındaki ilişkiye odaklanarak, gerek anlamda bütün­
leşmiş çok uluslu, kapitalist bir üretim biçiminin ortaya çıkmasını sağlayan
genel süreci kavrayabilir. Bu nedenden ötürü, yetmişli yılları mercek altına
alan çözümlemesi, seksenli yılların sancılı yeniden yapılandırma süreci ve
doksanlı yılların sonu gelmez küresel Gleichschaltung'unu anlamamızı sağ­
lar. Poulantzas, tekelleşme aşamasını, kapitalist üretim biçiminin daha kap­
samlı bir şekilde yeniden üretilmesi ve önce kök saldığı ve hakimiyetini o­
luşturduğu toplumsal oluşumlar içerisinde yayılma ve sonra bu oluşumun
sınırlarının ötesinde yayılma eğilimi açısından açıklar. İç ve dış genişleme
birbiri ile ilişkili olsa da, Poulantzas dış genişleme, emperyalizmin tekelci
kapitalizm geliştikçe gittikçe daha da baskın hale geldiğini öne sürer. Reka­
betçi kapitalizm aşaması sırasında emperyalizmin karakteristik özelliklerin­
den olan ticari sermaye ve ürünlerin ihtiyacına verilen önemin yerine, tekel­
ci aşama sırasında endüstriyel sermaye ve sermaye ihracatına verilen önem
geçer.
Emperyalizm, tekelleşme aşaması sırasında gittikçe daha da bütünleşmiş
bir yapı haline gelir. Tahakküm ve bağımlılık ilişkileri ile birbirine bağlanan
ulusal oluşumlardan oluşan bir "emperyalist zincirdir. " Her bir parça, "ken­
di toplumsal oluşumunun özgüllüğü içerisinde bir bütün olarak zinciri yan­
sıtır" (Poulantzas 1975, 42) . Tekelci kapitalizm, öncelikli olarak ulusal olmak­
tan çıkarak, öncelikli olarak uluslararası bir üretim biçimine dönüştükçe,
emperyalist zinciri oluşturan her bir toplumsal oluşum uluslararası yapıyı
içselleştirir. En sonunda, ulusal yapıların, "uluslar arası düzeydeki kapitalist
üretim biçiminin hakimiyetinin, bir toplumsal üretim biçimi içerisinde var
olan diğer üretim biçimleri üzerinde verdiği işlevlerden" biraz daha fazlası­
na dönüştüğü bir noktaya ulaşılır" (Poulantzas 1975, 42-43) .
Emperyalist zincir, ortaya çıktığı andan itibaren hakimiyet ve bağımlılık
ilişkileri tarafından desteklenir. Emperyalist "metropolleri, " emperyalizme
bağımlı olan toplumsal oluşumların "dış ekseninden" ilk başta temel bir bö­
lünmeye ayırır. Rekabetçi kapitalizm sırasında metropoller ulusallık ve ba-
362
ğımsızlık özelliklerini büyük ölçüde korur. Diğer yandan çekirdek ile çevre
arasında bir şehir (endüstri) ve kırsal kesim (tarım ve hammaddeler) ilişkisi
kurulur. Tekelci kapitalizme geçişle birlikte, metropol ile çevre bölgeler ve
emperyalist toplumsal oluşumlar arasındaki ilişkilerde bir dönüşüm süreci
başlar. Tekelci kapitalizm, uluslararası çapta yayılmayı daha fazla destekle­
dikçe, emperyalist zinciri bir bütün olarak yeniden yapılandıran, metropol­
lerin ulusal bağımsızlığını zayıflatarak çekirdek ve çevre arasındaki farklı­
lıkları ortadan kaldıran yeni egemenlik ve bağımsızlık ilişkileri doğurur.
Emperyalist zincirin gelişmesinin itici gücü, kapitalizmin metropollerde­
ki düzensiz gelişimidir. Poulantzas, Çagdaş Kapitalizmde Sınıflar adlı ese­
rinde, rekabetçi ve tekelci kapitalizmin aşamalarını birbirinden ayırır ve te­
kelci kapitalizmin farklı aşamalarını açıklar. Rekabetçi kapitalizm, on seki­
zinci yüzyılın sonlarına doğru, en azından Avrupa'da ekonominin kalbinin
attığı yerlere, birbirine eklemlenen feodal ve kapitalist üretim biçimlerinin
büyük ölçüde yerine geçti. Bu, kapitalizme geçiş süresine özgü bir süreçtir.
Rekabetçi kapitalizm Poulantzas tarafından, emeğin sermayeye tabi kılındı­
ğı ve ekonomik oluşumun toplumsal oluşum içerisinde başat ve kesin bir
konuma sahip olduğu ulusal bir üretim biçimi şeklinde tanımlanır.
Ü retim birimleri görece olarak basit ve merkezsizdir. Sermayenin yoğun­
laşması, rekabetçi kapitalizm aşamasında hala oldukça makul düzeylerde­
dir. Emeğin geniş alanlarda sömürülmesi, bir üstünlük derecesine ulaşsa da,
makineleşme arcılığıyla sömürünün başladığı açık bir şekilde hissedilebilir.
Rekabetçi kapitalizm aşamasında sermaye güçlerinin çoğulluğunun birliği
ve tekelci kapitalizm sırasında "birbirlerinden ayrılması," Poulantzas'ın iki
aşama arasında yapmak istediği ayrım açısından özellikle önemlidir. Reka­
betçi kapitalizm, "ekonomik tasarruf etme yetkisi ve mülkiyetin örtüşmesi
ve üretim araçlarına sahip olmaktan kaynaklanan güçlerin birliği" ile karak­
terize edilir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, endüstriyel sermayenin gelişmiş ka­
pitalist toplumsal oluşumlar içerisinde yoğunlaşması ve merkezleşmesi, te­
kelci kapitalizm aşamasının başlangıcını oluşturur. Poulantzas, tekelci kapi­
talizmin gelişmesini üç aşamaya ayırır: " on dokuzuncu yüzyılın sonlarında
başlayan ve 1. Dünya Savaşında sona eren rekabetçi kapitalizmden tekelci
kapitalizme geçiş; tekelci sermayenin ulusal bir üretim biçimi olarak güç ka­
zanması ve yarattığı -Büyük Bunalım ve İ kinci Dünya Savaşı'na zemin ha-

363
zırlamış- iç çelişkiler - ve son olarak, çokuluslu üretim biçiminin dogması ve
gelişmesi ile karakterize edilen şimdiki aşama, Avrupa'run İkinci Dünya Sa­
vaşından sonra "Amerikanlaşması" ile başlayan küresel entegrasyon aşama­
sı. 6 Poulantzas'ın dönemleri birbirinden tarihlerle ayırma biçimi, açıkladığı
genel eğilim, ulusal üretim biçiminden, uluslarararası, daha doğrusu, çok u­
luslu üretim biçimine geçişten daha az önemlidir. Poulantzas'ın değerlendir­
mesini kısaca özetleyelim.
Tekelci kapitalizme geçiş, tekelci sermayenin, hala ulusal bir karaktere sa­
hip olan tekelci ve rekabetçi kapitalizmin istikrarsız eklemlenme ortamında
ortaya çıkıp yayılmasını içerir. Bu aşamaya sermayenin holding şirket ya da
tröstler biçiminde yoğunlaşan ve merkezileşen sermaye hakimdir. Aynı za­
manda bireysel girişimcinin şahsında yoğunlaşan sermayenin çoğulluğu­
nun birliği "büyük ölçüde ayrışmaya" başlar. Anonim şirketlerin piyasaya
hakim olmaya başlaması, ekonomik ve yasal mülkiyetin parçalanmasına ne­
den olur. Holding şirketlerin ortaya çıkması ise kaynağını ekonomik mülki­
yette bulan güçler arasında bir ayrışmaya zemin hazırlar. Ekonomik mülki­
yet çok sayıda üretim biçimini kendisine dahil ederek yoğunlaşır. Fakat bu
birimlere verilen ekonomik mülkiyetin görece bağımsızlığını koruyan güç­
leri tasfiye edilmese de ana sermayeye tabi kılınır ve mülkiyet güçlerinin bü­
yük bir kısmı, tabi kılınmış mülkiyetlerin eline kalır. Sermayenin güçlerini,
bu güçlere sahip olmayan profesyonel yöneticiler, temsilciler biçiminde bir
başka ayrışma biçimi daha ortaya çıkar. Son olarak, önceden var olan üretim
birimi biçimleri, çeşitli sektör ve endüstrilere yayılarak varlıklarını sürdürür.
Emek sömürüsü gittikçe daha yoğun hale gelse de, bireysel üretime daya­
nan emek süreçleri tekelci sermayeye sadece biçimsel olarak tabi kılınır; ger­
çekse ise rekabetçi kapitalizme özgü görece özerkliklerini bir dereceye kadar
korurlar.
Poulantzas'ın başat üretim biçimi olarak tekelci kapitalizmi güçlenmesi
ve bu düzensiz gelişmenin sebep olduğu devrim, karşı devrim, savaş ve e­
konomik bunalım krizleri ile ilgili olarak söyleyebileceği çok fazla şey yok­
tur. Bu, hiç de yerinde bir sessizlik değildir, çünkü iki dünya savaşı arasın­
daki küresel krizi, çok uluslu kapitalizmin doğum sancıları olarak değerlen­
dirmek pek abartılı olmaz. Ayrıca "Fordizm" adı verilen, tekelci kapitalizmin
yeni ekonomik birikim biçimini teşhis etmek önemlidir. Fordizm, ilk olarak
yirminci yüzyılın başında Birleşik Devletler'de ortaya çıktı ve İkinci Dünya
Savaşından sonra tekelci kapitalizm için ideal-tipik bir model haline geldi.

364
Fordizm ve tekelci kapitalizmin güçlenmesine yönelik çığır açıcı bir çözüm­
leme, Kapitalist Düzen Teorisi (1976; İngilizce tercümesi, 1979) isimli, Alt­
husser'in eski öğrencilerinden biri olan Fransız ekonomist Michel Agliet­
ta'nın Çağdaş Kapitalizmde Sınıf adlı eserinden iki yıl sonra yayınladığı, İç
Savaş'tan Carter dönemine kadar Amerikan kapitalizmin geçirdiği değişim­
leri inceleyen çalışmada bulunabilir. 7 Aglietta'ya göre, rekabetçi kapitalizm
ve tekelci kapitalizm arasındaki belirleyici değişim, her bir aşamadaki biri­
kim biçimi ya da artı değeri azami seviyelere çıkarma yönteminde gerçekle­
şir. Aglietta, rekabetçi kapitalizmde ve tekelci kapitalime geçiş döneminde
birikim biçimini "ekstansif" olarak tanımlar: emeğin makineleşme aracılığıy­
la örgütlenmesi, artı değeri azami düzeye çıkarmanın öncelikli yöntemidir;
mevcut toplumsal tüketim yapılan ve "geleneksel yaşam biçimleri" radikal
bir yeniden örgütlenmeye tabi tutulmaksızın devam etmeye ya da çözülme­
ye bırakılır. Tekelci kapitalizmde ise ekstansif birikimsel "intensif" birikime
bir geçiş vardır: Artı değeri maksimum seviyeye çıkarmak için zaman ve
uzamın bütünlüğünün, tüketimin yanı sıra üretimin yeniden örgütlenme­
siyle birlikte, maaş ile geçinen sınıf için bütünüyle yeni bir "yaşam biçimi"
yaratılır.
Aglietta'nın Fordizm adını verdiği bu yeni birikim düzeni, seri üretim ve
kitle tüketiminin "eş zamanlı hale getirilmesine dayanır. " Daha belirgin ola­
rak, emek sürecinin yarı otomatikleşmiş seri üretim hattı ve özel tüketim
için seri üretilmiş metaların bireyler tarafından satın alınması ile karakteri­
ze edilen "yaşam tarzlarının" örgütlediği tüketim yapılarına dayanır. Agliet­
ta'ya göre, Fordizmin kilit noktasını, "ücretlerin demir kanunun" en azından
emek gücünün en önemli kesimleri için tersine çevrilmesi ve ücretleri üret­
kenliğe bağlı kılarak hızla genişleyen iç pazar aracılığıyla geri almak oluştu­
rur. Bunun sonucu olan tüketim toplumu, artı değer oranının daha düzenli
bir hale gelmesi ve hızla artması ile karakterize edilir. Fordizmin uluslarara­
sılarasılaştırılması, Birleşik Devletler'in küresel ekonomik hegemonyasını
başlatmış ve yirminci yüzyıl boyunca devam ettirmiştir.
Poulantzas'a göre tekelci kapitalizmin üçüncü ve günümüzde yaşamakta
olduğumuz aşaması, küresel kapitalizmin İkinci Dünya Savaşından sonra
Birleşik Devletlerin öncülüğünde yeniden yapılandırılmasının etkisi altın­
dadır. Amerika'nın Avrupa ve Japonya'nın politik kaderi üzerinde kontrol
sahibi olması ile hız kazanan Fordizmin uluslararasılaşması süreci, tekelci
kapitalizmi ulusal üretim biçimlerinin yerine geçen çok uluslu bir üretim bi-

365
çımıne dönüştürdü. Savaş sonrası "ekonomik mucizenin" geçici olsa da
muhteşem ekonomik patlaması, bu küreselleşme sürecinin daha az mutlu­
luk verici sonucunun en azından yetmişli yıllara kadar gizlenmesine yaradı:
sömürü yükünün çevre ekonomilerinden metropollere geri dönmesi.
Klasik metropol/ çevre bölgeler ayrımının ortadan kalkmaya başladığı ve
çokuluslu şirketlerin küresel çapta entegre üretim birimlerine dönüşerek bü­
tün coğrafi alanlar ve ekonomik etkinliğin her alanında karlarını maksimum
seviyeye ulaştırdıkları gerçeği, ancak yetmişli yıllarda yaşanan küresel eko­
nomik durgunluk ve seksenli yıllarda gerçekleştirilen ekonomik yeniden ya­
pılanmanın sonucunda açık bir şekilde anlaşılmaya başladı. 8 Poulantzas ay­
rıca çokuluslu tekelci kapitalizmin, tasarruf etme yetkisi ve mülkiyetin ay­
rışma sürecini tersine çevirme eğiliminin altını çizer. Çokuluslu holdingler,
başat örgütler olarak tröst ve holding şirketlerinin yerine geçer ve gerçekte
çokuluslu endüstriyel firmalar olan ekonomik mülkiyet merkezleri oluştu­
rur. Yoğunlaşmış ekonomik mülkiyet, alt kuruluşların reel ekonomik mülki­
yetini ve önceleri özerk olan emek süreçlerinin kendisine tabi kılınmasını
kapsar. Son olarak, Poulantzas yeni kompleks üretim birimlerinin, farklı ül­
kelerdeki çeşitli kuruluşlar arasında bölünen emek süreçlerini birbirine ek­
lemleyip bütünleştirdiğine dikkat çeker. Ekonomik tasarruf etme gücü ve
mülkiyetin farklı düzeyleri arasındaki boşluklar kapanır ve onlarla ilişkili
güç oluşumları yeniden yoğunlaşır.

Uluslararasılaşmanın İçselleştirilmesi
Çokuluslu üretim birimlerinin oluşması, çokuluslu tekel ve ulusal reka­
betçi kapitalizmin endüstrileşmiş toplumsal oluşumlar içerisinde dönüştü­
rür. Rekabetçi ya da tekelci olmayan sermaye, önceden olduğu gibi tekelci
sermayeye bağımlı kalmayı sürdürür, fakat bu kez çokuluslu bir üretim bi­
çimine dönüştürülür ve ona entegre olur. Tekelci kapitalizm içerisinde eko­
nomik tasarruf gücü ile mülkiyet ve kaynağını ekonomik mülkiyette bulan
güçler arasındaki boşlukların kapanması, tekelci olmayan sermayenin mül­
kiyet güçlerinin kaybolmasına neden olur. Poulantzas, bağımsız mülkiyetin
dış görünüşünün ardında, tekelci olmayan sermayenin sınırlarının, yani
ekonomik girişim biçimleri ve üretim birimlerinin çözülmesinin yattığını
düşünmektedir.
Çokuluslu tekelci sermaye, temel ürünlerin standartlaştırılmasını ve ça­
lışma örgütlenmesinin belli normlara bağlanmasını dayattıkça tekelci olma-

366
yan sermeye etkin kontrolünü yitirir. Tekelci olmayan sermayenin tekelci
sermayeye olan bağlılığı, tekelci sermayenin kontrolündeki patent ve lisans­
lar aracılığıyla ortaya çıkarılır. Tekelci olmayan sermaye, onu düşük bir üret­
kenlik düzeyine ve teknolojiye sınırlayan bir toplumsal iş bölümüne tabi kı­
lınır. Küçük çaplı işletmelerin seksenli yıllardaki yeniden yapılanma süre­
cinde tekrar ortaya çıkıp, profesyonel hizmetlerden beceriye dayanan el sa­
natlarına ve çalışma şartlarının kötü olduğu üretime geçiş yapması, Poulant­
zas'ın bu konudaki görüşlerini doğrular. Çokuluslu tekelci sermaye, krizin
faturasını başkalarına çıkarmaya ve maksimum esnekliği kendisine sakla­
maya çalıştıkça, beceriye dayanan ve dayanmayan işlerin taşeronlaşmasın­
da ve geçici, yarı zamanlı ya da sözleşme dışı emek gücünde dikkate değer
bir artış meydana geldi. Bu gibi işletmeler ne atavik ne de özerktir; çokulus­
lu tekelci kapitalizm ve genişletilmiş üretimin gerekliliklerine bağlıdırlar.
Poulantzas'ı eleştiren kimselerin önermelerinin aksine, kapitalizm düzensiz­
leşmekten çok, gittikçe daha da örgütlü hale gelir. Çağdaş kapitalizmin de­
neyimlediği "yaratıcı yıkım, " aslında çokuluslu sermayenin yeni ortaya çık­
mış hegemonyasını yansıtan bir Gleichschaltung'dur. 9
Tekelci kapitalizmin uluslararasılaşması, sınıf ilişkilerini ve politik iktida­
rı, endüstriyel kapitalist metropollerde yeniden yapılandırır. Etkili ekono­
mik mülkiyetin tekelci sermayenin ellerinde yoğunlaşması ve tekelci olma­
yan sermayenin bağımlılığı, kapitalist sınıfın bu iki fraksiyonu arasında cid­
di bir karşıtlık yaratmıştır. Poulantzas'a göre bu sonuç hiç de şaşırtıcı değil­
dir, çünkü burjuvazinin bu fraksiyonları arasında sınıfsal bir bölünme yok­
tur. Çokuluslu üretim biçimi içerisindeki temel karşıtlık, bir bütün olarak
sermaye ile bir bütün emek arasında kalmayı sürdürür. Tekelci ve tekelci ol­
mayan sermaye arasındaki karşıtlık yerine, tekelci olmayan sermayenin top­
lumsal bir güç olarak düşüşe geçtiğini görürüz. Tekelci olmayan sermaye,
yeni küresel iş bölümüne tabi kılınmaya direnmek yerine, bu süreci içselleş­
tirerek, bağımlılığının politik ve ekonomik koşullarının "yeniden üretilmesi­
nin" ayrılmaz bir parçası haline gelir. Küresel ekonominin başatlığı, ulusal
sermayenin ekonomik yeniden yapılanmasını dayattıkça, sınıfsal yapılar ve
iç politika da, küresel ekonominin gelişmiş kapitalist devletlerin ulusal
özerkliği üzerindeki çözülme etkileri sonucunda yeniden örgütlenir. Ulus­
lararası entegrasyon, ulusal emperyalist rakipleri o kadar fazla entegre et­
miştir ki, Poulantzas'a göre emperyalizmler arasındaki karşıtlıklardan değil,
tek bir emperyalist zincir içerisindeki karşıtlıklardan söz etmek daha yerin-

367
de olur. Uluslararası iş bölümü, ulusal toplumsal oluşumlar içerisindeki çe­
şitli fraksiyonların sınırlarını aşıp eski sınıfsal bölünmeleri yeniden tanımla­
yarak yabancı ve yerel sermaye gibi ifadeleri anlamsız hale getirir. Bu süre­
cin düzensiz bir şekilde gelişen fakat açık sonucu, uluslararası sermayenin
ulusal politikaya 11içeriden11 hakim olmasıdır. Poulantzas'a göre, metropolle­
rin 11ulusal11 burjuvazileri, görece özerk sınıf fraksiyonları olmaktan çıkıp,
uluslararası iş bölümü ve sermayenin uluslar arası ölçekte yoğunlaşması ta­
rafından sınırlanan 11yerel11 burjuvazilere dönüşür.
Birinci Dünyanın yerel burjuvazileri kendilerine ait bir ekonomik temel
ve sermaye birikimi üssünde olsalar da, uluslararası sermaye ile bütünleşir
ve küresel ekonomi içerisindeki yer ve işlevlerini içselleştirirler. Emperyalist
güçlerin iktidar blokları içerisindeki uluslararası sermayenin hegemonisi,
benim "uluslararasılaşmanın içselleştirilmesi" adını verdiğim bu süreç aracı­
lığıyla örgütlenir ve uluslar arası sermayenin çıkarları bir bütün olarak bur­
juvazinin ortak çıkarları şeklinde yansıtılır. Ulusal parti politikası, yani her
bir endüstriyel kapitalist devletin politik sahnesi, iktidar bloğunda gerçekle­
şen bu değişimi yansıtmak üzere hızla yeniden yapılandırılmaktadır. Siyasi
alanın bütün partileri, artık Fordist-Keynes'çi refah devletin sınıfsal uzlaş­
malarının etkisinde kalmaz ve kaynaklarını ekonominin kamu sektöründen
uluslararasılaşma eğilimine sahip özel sektöre aktarmaya, işçi sınıfının ya­
şam standardına ve onun gerçek ya da hayal ürünü bütün müttefiklerine
kapsamlı bir saldırıda bulunmaya hazır olduğunu belli eder.
Tekelci sermayenin uluslararasılaşmasının içselleştirilmesi, sadece geliş­
miş kapitalist metropollerin ekonomik ve politik yeniden yapılanmasını de­
ğil, aynı zamanda Üçüncü Dünyanın bağımlı gelişiminin dönüşmesini de a­
çıklar. Yetmişli yıllara hakim olan bağımlılık teorisinin aksine, Poulantzas,
tekelci kapitalizmin metropollerde yayılıp güçlenmesinin, metropol ve çev­
re bölgeler arasındaki "şehir-kırsal kesim ilişkisinin" ortadan kalkmasını
başlattığını ve hızlandırdığını ısrarla vurgular. Başka bir ifadeyle, kapitaliz­
min kapitalizm öncesi toplumsal oluşumlara zorla aşılanması ile başlayan
ve emperyalist sermaye ile bir bağımlılık ilişkisi içerisinde eklemlenen çev­
re ülkelerdeki kapitalist gelişme, istikrarlı bir şekilde devam eder ve bir bü­
tün olarak emperyalist zincirin düzensiz gelişmesi bağlamında gittikçe da­
ha fazla özerklik kazanır. Benzer şekilde, Üçüncü Dünya ülkelerindeki ulu­
sal bağımsızlık hareketleri, sömürgeci politikanın iktidar bloğu içerisinde
bir tahakküm oluşturmak için komprador burjuvazi ile rekabet etme ve kit-

368
leler ile anti-emperyalist bir ittifak içerisine girme kapasitesine sahip ulusal
bir burjuvazi ile birlikte ortaya çıkar.
Buna karşın, Üçüncü Dünya ülkelerindeki ulusal burjuvazi, ekonomik te­
meli uluslararası iş bölümünün ve bağımlı gelişmenin koyduğu sınırlar
dahilinde geliştiği için, emperyalist metropollerdeki muadili ile karşılaştırı­
labilecek bir özerklik düzeyine ulaşamaz. Dolayısıyla, ulusal bağımsızlığını
kazandığı anda bu sınıf fraksiyonunu yerel bir burjuvaziden ayırmak son
derece güçleşir. Yine de çevre ülkelerde yerel burjuvazinin ortaya çıkması,
sadece komprador statüsünden çıkması dolayısıyla önemli değildir. Ağırlık­
lı olarak ulusal bir üretim biçiminden ağırlıklı olarak uluslararası bir üretim
biçimine geçiş, ulusal burjuvazinin yerel burjuvaziye dönüşmesi ile birlikte,
bir eşitleme ve entegrasyon süreci başlatmıştır. Bu sürecin nihai sonucu, çe­
kirdek-çevre ayrımının bütünüyle ortadan kalkması olabilir.
Poulantzas'ın, emperyalist zincir içerisindeki temel karşıtlığın her zaman
bir bütün olarak burjuvazi ve bir bütün olarak işçi sınıfı arasında olduğu yö­
nündeki iddiasını haklı çıkaran da tam olarak bu yakınsamadır. Sermaye ve
işçi sınıfının herhangi bir kesimi arasındaki sömürü ilişkileri gibi, egemen
sınıflar ve fraksiyonlar içerisindeki özgül karşıtlıklar da bu temel karşıtlığa
bağlıdır. Birikim krizleri, işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği sürekli müca­
delenin doğrudan dışavurumudur. Ekonomik yeniden yapılanma ve politik
artçı şoklar ise, son tahlilde burjuvazinin işçi sınıfı mücadelelerine verdiği
tepkidir. Buna karşın, Poulantzas post modem, post-Marksist hassas anla­
yışları ne kadar gücendirirse gücendirsin, bize "sermayenin geniş çaplı ye­
niden üretiminin sınıf mücadelesinden başka bir şey olmadığını, egemen sı­
nıflar ve fraksiyonlar arasındaki karşıtlıkların iktidar bloğu içerisindeki te­
mel karşıtlığın etkileri olduğunu hatırlatarak," aşikar gerçeklerin ötesinde
çok fazla şey söylememektedir (Poulantz"-s 1975, 107) .
Poulantzas bir noktada hatalı bulunacaksa, bana göre b u Birleşik Devlet­
lerin gücündeki görece azalmayı teşhis edememesi ve tekelci kapitalizmin
uluslararasılaşması ve içselleştirilmesini tek bir egemen devlet bağlamında
yorumlamayı sürdürmesidir. Fikirlerini yetmişli yıllarda yazıya döken Pou­
lantzas, Amerikan hegemonyasının Batı Avrupa'da içselleştirilmesinden ve
Amerikan sermayesinin uluslararasılaşma sürecindeki hakimiyetinden an­
laşılabilir biçimde etkilenmişti. Ben burada Amerika'nın düşüşe geçmesine
ilişkin kesin bir yargıya varmadan (yani Birleşik Devletler'in günümüzde

369
ulusal bir toplumsal oluşum olarak yaşadığı sorunları Amerika temelli ulus­
lar arası sermayenin büyük gücünden ve Amerikan pazarının küresel kapi­
talist ekonomi için taşıdığı önemden ayırmaya girişmeden), Poulantzas'ın
Birleşik Devletler'in bir ulus olarak devam eden egemenliğini gördüğü nok­
tada, ulusal kimlik ve sınırlamalardan gittikçe kurtulan uluslararası serma­
yenin egemenliğinden söz etmenin daha yerinde olacağını düşünüyorum.
Bana göre böyle bir formülleştirme, Poulantzas'ın küresel entegrasyon ve
toplumsal sınıfların uluslararasılaşmasına ilişkin çözümlemesi ile daha tu­
tarlıdır.
Bunun dışında, Poulantzas'ın ulus-devletin çağdaş kapitalizm için taşıdı­
ğı büyük öneme yönelik ısrarı hiç de yanlış değildir. Tekelci sermayenin
uluslararasılaşması ve politik olarak içselleştirilmesi, ulus-devletin yürür­
lükten kalktığı, bastırıldığı ya da yerine başka bir oluşumun geçtiği anlamı­
na gelmez. Uluslararasılaşma süreci şimdiye dek, hala belli bir ulusal temel
ile ilişkilendirilen sermayenin hakimiyetinin etkisinde kaldı ve ulusal dev­
let, gerçekleşmekte olan önemli ölçüde yerel yapılanmaya rağmen, hem
uluslar arası hem de iç politikaların ilgili birimlerinden biri olmayı sürdür­
mektedir. Ulus devlet, egemen sınıfların kendi isteklerine göre manipüle
edebilecekleri bir araçtan ibaret değildir. Ekonomik uluslararasılaşma ve po­
litik içselleştirme arasındaki ilişki de, küresel ekonominin politik "uluslar
üstüleşmeye" doğru paralel bir adım atılmasını gerektirecek şekilde kurul­
maz. Durumun neden böyle olmadığını, Poulantzas'ın kendisi de açıklamış­
tır.
Poulantzas, yan yana gelmiş devlet ve sermayeler arasındaki dışsal ve
karşılıklı baskıları tarafından sınırlanmayan ara bağlantı sistemlerine ulus­
devletin politik ve kurumsal oluşumlarını da dahil ederek, küresel ekonomi­
nin bu oluşumları nasıl etkilediğini gözler önüne serer. Poulantzas'ın yerel
burjuvazi ve teşvik edilmiş temsil kavramları, iktidar bloğu ve politik sah­
nenin, devletlerin egemen emperyalist sermayenin çıkarlarını ve ulusal top­
lumsal oluşum içerisindeki gelişimini üstlenmesini sağlayacak şekilde nasıl
yeniden yapılandırıldığını açıklar. İçselleştirme süreci de kendine özgü kar­
şıtlıklar içerir. Şimdi bu karşıtlıkları ele alacağız.

Tekelci Kapitalizm ve Müdahaleci Devlet


Tekelci kapitalizmin gelişmesi, hükümetin sermayenin çıkarı için daha
fazla müdahalede bulunmasını gerektirir. Devletin artan önemi, Poulantzas
370
tarafından o kadar önemli görülür ki, "gece nöbetçisi" devletten "müda hale­
ci" devlete geçişi, egemenliğin ekonomiden politikaya geçmesinden farksız
olarak değerlendirilir. Elbette klasik liberalizmin gece nöbetçisi kapitalist
devletti ve politik ve ekonomik oluşumların rekabetçi kapitalizme özgü bir
şekilde biçimsel olarak birbirinden ayrılmasına rağmen, vergi sistemi, fabri­
ka kanunları, gümrük vergileri ve ekonomik altyapıların inşa edilmesi gibi
önemli ekonomik işlevleri yerine getiriyordu. Poulantzas'a göre, "kapitaliz­
min devlet ve ekonomiyi birbirinden ayrılması, devletin üretim ilişkilerin­
deki varlığının kapitalist biçiminden başka bir şey değildi" (Poulantzas 1978,
167) . Yine de liberal devletin rolü, büyük ölçüde artı değer üretimin genel
koşullarının yeniden üretilmesi, mülkiyet haklarının ve emek gücünü satma
"özgürlüğünün" uygulanması ve mülk sahibi sınıfları temsil edecek bir hü­
kümet oluşturmakla sınırlıydı.
Tekelci kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, özgürlükçü gece bekçisi
devlet, ekonomi ve politik açıdan işlevsiz hale gelir. Toplumsal istikrar ara­
yışı içerisinde olan rejimler için kitlelerin politikaya katılması kaçınılmaz bir
gerekliliğe dönüşür ve halkçı-demokratik kurumlar, hızla gelişen ve devlet
tarafından desteklenen kapitalist endüstrileşme için en azından biçimsel bir
toplumsal meşruiyet maskesi hazırlar. Yoğun üretim tekniklerinden yararla­
nan, pahalı ve kompleks üretim birimlerinin entegrasyonunu içeren ve yurt
içinde ekonomik himaye ve istikrarın yanı sıra uluslararası pazar arayışı i­
çinde olan çok büyük endüstriyel şirketlerin ortaya çıkması, devletin kapi­
talist birikime olan müdahalelerinin gitgide daha da artması anlamına gelir.
Fordizmin gelişmesiyle birlikte müdahaleci devlet, "bir yaşam biçimi" ola­
rak kapitalizmin yeniden üretimine etkin olarak dahil olur ve buna bağlı o­
larak toplumsal oluşumun her alanına müdahalede bulunur. Başka bir de­
yişle, Keynes'çi refah devleti, tekelci sermayenin seri üretim ve kitle tüketi­
mini toplumsal ve ekonomik istikrar koşulları altında koordine eden Fordist
bir rejime yönelik ihtiyaçlarına bağlı olarak dönüşmeye başlar.
Tekelci sermayenin uluslararasılaşması, hükümetin sermayenin çıkarları
için gittikçe daha fazla müdahalede bulunmasını gerektirir ve devletin eko­
nomiden biçimsel "bağımsızlığını" kaybetmesi tehlikesini doğurur. Uluslar
arası sermaye, gelişmiş endüstriyel ülkelerin bile ulusal sınırlarının ötesine
ulaşan içsel ya da "ulusal" tahakküm ve bağımlılık ilişkilerini etkin hale ge­
tirerek, müdahaleci devletin rolünü güçleştirir.

371
Tabiatı gereği ulusal olan devlet iktidarı, kapsam olarak uluslararası hale
gelmiş kapitalist üretim biçimi ile örtüşmez. Fakat müdahaleci devlet şimdi
kapitalizm için daha önce hiç olmadığı kadar gerekli hale gelmiştir. Müda­
haleci devlet, tekelci sermayenin diğer üretim biçimleri üzerindeki üstünlü­
ğünü sadece ulusal bağlamda değil, aynı zamanda uluslararası ölçekte ör­
gütlemelidir. Aynı zamanda, tekelci sermayenin kapsamlı yeniden üretimi­
ni etkin hale getirmek ve krizleri yönetip sermayenin valorizasyonunu ma­
kul bir düzeyde tutmak üzere kamu fonlarını kullanabilmek için ülke için­
deki ekonomik ve politik karşıtlıkları çözüme kavuşturmalıdır.
Uluslar arası üretim biçiminin ulusal politik yapılar aracılığıyla teşvik
edilen yeniden üretimi, yurt içi tekelci sermaye ile emperyalist sermayenin
fraksiyonları arasında bütünüyle yeni bir dizi karşıtlık ortaya çıkarır. Bu
karşıtlıklar, yurt içi tekelci ve tekelci olmayan sermaye arasındaki önceden
var olan karşıtlıklara eklenir. "Ulusal devlet, hegemonyanın düzenleyicisi
olarak rolüne sahip çıkarak, emperyalizmler arası çelişkiler tarafından ön­
cende yapılandırılmış olan ve toplumsal oluşumları içerisindeki egemen
fraksiyonları arasındaki karşıtlıkların uluslar arası çapta yaygınlık kazandı­
ğı yurtiçi alana müdahalede bulunur. " (Poulantzas 1975, 74-75). Bu yeni ek­
lemlenmenin karşıtlıklarını kontrol altında tutma sorununu çözme görevi,
ulus-devletin mevcut aygıtına kalır. Bu aygıt, denetiminin dışında kalan
güçleri idare etmekten gittikçe daha fazla aciz görünür. İktidar bloğu artık
ulusal düzeyde konumlanmaz. Yabancı sermaye, iktidar bloğu içerisindeki
görece özerk bir toplumsal güç olarak doğrudan katılımda bulunmaz, fakat
varlığı yeniden yapılandırılan finans pazarları, endüstrisizleşme, emek ve
sermaye göçü, devletin her düzeyde geçirdiği mali bunalımlar, az yatırım
kaynakları için verilen bölgesel ve şehirsel rekabette artış ve her şeyden
önemlisi emek ve sermaye arasındaki Fordist uzlaşmanın ortadan kalkması
gibi olaylar aracılığıyla hissedilir.
Yeni küresel üretim biçiminin içselleştirilmesi, kapitalist ulus-devletin
politik yeri ve işlevi için çok önemli sonuçlar doğurur. Bu sonuçlar, Fordiz­
min birikim krizi ve tetiklediği küresel ekonomik yeniden yapılanma aracı­
lığıyla son derece açık hale gelir. Poulantzas'ın öngördüğü gibi, çağdaş ka­
pitalist devlet, uluslar arası ve ulusal gelişmeler arasındaki artan karşıtlılık­
ların içinde kaybolur. Bir yandan, burjuvazinin egemenliğini örgütleyen ve
yeniden üreten bir sınıf devleti olarak, uluslararası sermayenin çıkarı için
gittikçe daha fazla ve daha doğrudan müdahalede bulunmaya başlar. Diğer
yandan, halkçı-demokratik bir devlet olarak, "halkın" tamamının çıkarları i­
çin hareket etmelidir. Üzerinde çok az denetim sahibi olduğu uluslar arası e­
konomik baskılar nedeniyle bu görevi yerine getirmekte gitgide daha fazla
zorlanır. Sonuç, yeni bir "demokrasi krizidir. " Poulantzas'a göre bu kriz, de­
mokratik katılım, hatta temsili demokrasiden uzaklaşan, yönetimsel teknok­
rasi ve referandum politikalarının hakim olduğu daha otoriter, sözde de­
mokratik bir yönetime zemin hazırlayabilir. Seksenli yıllarda Fordist devlet­
ten yeni muhafazakar devlete geçiş, bu açıdan hiç de güven verici değildir.
Fordist-Keynes'çi olsun, yeni muhafazakar olsun, bütün müdahaleci dev­
letler, sınıf devleti olma özelliklerini korur. Devletin görevi, sınıflara ayrıl­
mış bir toplumsal oluşumun bütünlük ve tutarlılığını korumaktır. Bu neden­
le tüm toplumsal oluşumun sınıfsal karşıtlıkları öyle bir şekilde yönetir ki,
sonuç, tüm dünyadaki sınıfsal karşıtlıklar bağlamında egemen sınıfların ve
fraksiyonların çıkarlarının meşru kılınması şeklinde gelişir" (Poulantzas
1975, 78) . Fakat Fordizmin yaşadığı kriz ve etkin hale getirdiği uluslararası,
ulusal, bölgesel ve kentsel yeniden yapılanma göz önünde tutulduğunda,
. birlik ve tutarlılığın işlevi özellikle güç (ve çok daha gerekli) hale gelir. Ör­
neğin yeniden yapılanmanın ideolojik etkisi son derece sarsıcıdır. Poulant­
zas, kapitalizmin uluslararasılaşmasının bizim zamana ve uzama yönelik
anlayışımızı dönüştürdüğünü ısrarla savunmaktadır. "Zaman-uzamsal mat­
rislerin dönüşümü, toplumsal iş bölümünün, devletin yapısının ve kapita­
list ekonominin pratik ve tekniklerinin maddeselliği ile ilgilidir; zaman-uza­
nım söylencesel, dini, felsefi ya da 'deneysel' temsillerinin gerçek alt katma­

nı onlardır" (Poulantzas 1978, 26). Kapitalizm, iletişim ve taşıma alanların­


daki teknolojik gelişmeler aracılığıyla sadece küresel bir üretim biçimi ve
uluslar arası bir sınıf mücadelesi değil, aynı zamanda küresel çapta türdeş­
leştirilmiş bir meta kültürü ve ordan kalkan bireyselliğine karşı hissedilen
derin bir nostalji duygusu yaratır. Bu gibi gelişmeler çok ciddi politik etkiler
doğurabilir ve devletin ideolojik ve ekonomik pratikler alanında bu geliş­
melere müdahale etmesi gerekir.
Uluslararası müdahaleci devlet, ne sistematik ne de teknik olduğu için
varlığını sürdürür. Baskıcı ve ideolojik iktidarın toplandığı bağlantı noktası­
dır. Poulantzas, müdahaleci devletin ekonomik ve ideolojik fonksiyonları­
nın, tüm süreci onaylayan ve meşru kılan temsili hükümet yanılsamasını or­
tadan kaldırmadan uluslar üstü ya da devletler üstü aygıtlar rolünü üstlene­
bileceği gerçeğin kavrayamaz. Elbette ulus-devletin varlığını sürdürmesi ve

373
politikanın süregelen hakimiyetinin, uluslararası sermayenin gücü ile bir
karşıtlık oluşturduğu düşünülmemelidir. Ulusal devletin kendine ait bir gü­
cü yoktur; artık uluslar arası bir üretim biçimi olan yapılanma ona bir yer ve
işlev verir. Devlet ve çok uluslu sermayenin artan gücü, kapitalizmin geniş
alanlara yayılması ve yeniden üretimi ile tamamen tutarlıdır. Dahası, Pou­
lantzas'ın görmeye ömrünün yetmediği seksenli yıllarda "büyük hükümete"
karşı gerçekleşen yeni muhafazakar isyanlar, devletin gücünde bir azalma
olduğunun göstergesi olamaz. Reagan ve Thatcher gibi yöneticilerin "devle­
ti geriye çekmeye" yönelik girişimleri, devlet iktidarına karşı bir saldırı de­
ğil, devlet iktidarının Fordizm, Keynes'çilik ve refah sistemine karşı yoğun
bir şekilde uygulanmasıdır. Özelleştirme ve liberalleşme yeterince gerçektir,
fakat Poulantzas'ın tahmin edebileceği gibi kapitalist birikimin gereklilikle­
ri ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilen azal­
mamış hükümet müdahalesi ile işbirliği içerisinde gelişirler. Müdahaleci
devlet ortadan kalkmamakta, kapitalizmin kendisi gibi yeniden yapılan­
maktadır.
Müdahalesi devlet, Fordist de olsa yeni muhafazakar da olsa, tekelci ser­
mayeye karşı görece özerkliğini korur. Poulantzas, devlet ve tekelci serma­
yenin "birbirine kaynaştığı" yönündeki görüşü reddeder. Ona göre devlet,
bir bütün olarak tekelci sermayenin çıkarları için sorumluluk alır, fakat ken­
disini tekelci sermayenin oluşturucu unsurlarından biri ile özdeşleştirmez.
Tekelci sermaye başat sınıf fraksiyonudur; başat sınıf ise bir bütün olarak
burjuvazidir. Devlet, hegemonik fraksiyonun uzun vadeli çıkarlarına hiz­
met eder, fakat sadece sermayenin bir bütün olarak yeniden üretilmesi bağ­
lamında. "Devlet her zaman olduğu gibi günümüzde de iktidar blogunun
politik birleştiricisi ve burjuva sınıfının çok sayıda fraksiyonundan oluşup iç
karşıtlıklar tarafından bölünen iktidar bloğu içerisindeki tekelci sermayenin
hegemonisinin politik örgütleyicisi rolünü oynar. Bugün devlet ve tekeller
arasındaki ilişki, geçmişteki kapitalist fraksiyonların geçirdiği özdeşleşme
ve birbirine karışma sürecinden ibaret değildir. Devlet, hegemonik fraksi­
yon, tekelci sermayenin çıkarları için özel bir sorumluluk alır. Fakat bu frak­
siyonun iktidar bloğunda lider bir konuma sahip olması gerekir. Tahakküm
altına alınmış sınıflar karşısında sermayenin politik çıkarları içerisinde ken­
di çıkarlarının öne çıkmasının yolu budur (Poulantzas 1975, 157) .

374
Demokrasinin Krizi ve Otoriter Devletçilik
Geriye dönüp bakıldığında, Poulantzas'ın kapitalizmin uluslararsılaşma­
sının ulusal Fordist-Keynes'çi devletin istikrarını ne kadar çok sarstığını
kavrayan az sayıdaki Sol yorumcudan biri olduğu anlaşılır. Krizin politik
yönlerine ilişkin ustalıklı çözümlemesine ekonomik unsurları dahil etmemiş
olsa da, küresel ekonominin sınıfsal yapı ve gelişmiş kapitalist toplumsal
oluşumların devlet aygıtları üzerindeki dönüşüm etkisini hiç kimse ondan
daha önce ve daha iyi anlayamamıştır. Poulantzas'ın Fordizmin yaşayacağı
krizin büyüklüğünü öngördüğü söylenemezse de, ortaya çıkardığı "demok­
rasi" krizini ve sağ muhafazakar kesimin bu krizin çözüme kavuşturulması­
nı sağlayan tepkilerini başarılı bir şekilde tahlil ettiği kesindir. Görüşleri Re­
agan'cılık ve Thatcher'cılığın zaferinden önce formülleştirilmesine rağmen,
Poulantzas'ın korktuğu "otoriter devletçiliğe" yönelim ile "otoriter popü­
lizm" şeklinde kavramsallaştırılan -ve gerçekte yaşanan- oluşum arsında bir
karşılaştırma yapar. 11 "Demokrasi krizi" ifadesi, Stalinizmin çöküşünden
sonra biraz anlamsız kaçar. Fakat Poulantzas bu ifadede bir değişiklik yapar
ve kuramsal içeriğini işlevsel olarak tanımlayarak yapısal bir politik rejim
olarak demokrasinin karşıtlıklarını, geniş alanlara yayılan emperyalist bir
üretim biçimi olarak kapitalizmin karşıtlıkları ile ilişkilendirir. Aynı zaman­
da politik sınıf mücadelesine ilişkin dikkatli, gerçekçi ve kimilerine göre kö­
tümser değerlendirmesi aracılığıyla devamlı bir politik içerik verir.
Yeni muhafazakarlık, tahakküm ve uygulamanın kapitalist devlet içeri­
sindeki kaçınılmaz karşıtlığı çok daha fazla şiddetlendirmiştir. Fordizme
saldırı başka ne anlama gelirse gelsin, devletin ekonomik etkinliğinin yo­
ğunlaştırılması ve bu sayede uluslararasılaşma sürecinin yarattığı kaosun en
aza indirgenmesini içerir. Yeni muhafazakar devlet hala müdahalecidir ve
uluslar arası sermayenin yeniden üretilmesinin merkezinde yer alır. Bu, o
kadar açık bir gerçektir ki, Poulantzas'ın "devletin eylemlerinin bütünselli­
ğinin, ekonomik rolü açısından yeniden örgütlendiği" yönündeki argümanı­
na karşı çıkmak güçtür (Poulantzas 1978, 168) . Aynı şekilde, Poulantzas, ka­
pitalist devletin yapısal özerkliğini kısıtlayan ve "devlet içerisindeki belli
başlı temel karşıtlıkları devletin ekonomik rolü ile düzeni sağlama ve rızayı
örgütleme rolüne indirgeyen politik bir krizin ortaya çıktığı" görüşünde
haksız değildir (Poulantzas 1978, 168) . Hızla özelleştirmeye yönelme eğili­
mi, hükümet fonundan toplumsal hizmetlere ayrılan kaynakların azalması
ve örgütle emeğe karşı verilen kesintisiz mücadele, müdahaleci devletin

375
temsili karakterini yaratan kurguyu sürdürmeyi gittikçe daha güç hale geti­
rir. Bu gibi müdahaleler devlet ve ekonomiyi tıpkılaştırırken, devletin etkin­
liklerine yönelik gittikçe daha politik bir tutuma yol açmıştır. "Devlet, eko­
nomik krizlerde devreye giren bir güvenlik dayanağı olmaktan çıkıp, top­
lumsal ilişkiler krizlerinin yeniden üretilmesinin destekçisine dönüştürül­
müştür. Devletin, tekelci kapitalist yeniden üretimin mantığına tabi kılınma­
sı, hiçbir dönemde, devletin kitlelerin ihtiyaçlarının baş gösterdiği her alan­
da müdahalede bulunduğu günümüzdeki kadar daha fazla hissedilmemiş­
tir" (Poulantzas 1975, 172) .
Poulantzas'a göre, devletin tahakküm (iktidar bloğunun hegemonisini
örgütleme) işlevi ile temsil ("halka" hitap eden halkçı-demokratik formlar
aracılığıyla rejimi meşru kılma) işlevi arasındaki karşıtlık, yapısal bir kriz,
bir "demokrasi krizi" oluştur. Bu görüş, Fordizmin yetmişli yılların ortaların­
da geçirdiği krizin politik yönlerini az ya da çok ifade eder. Devletin iktida­
rın kaynağındaki bu gerilimlere olan tepkisi, otoriter bir yöntem takip eder;
toplumsal-ekonomik yaşam üzerindeki devlet kontrolü, politik demokrasi
kurumların görece azalması ile birleşir ve güçlenir. Devlet aygıtları içerisin­
de bürokratik-yönetimsel işlevlerin yükselişe geçip, parlamenter parti siste­
minin düşüş göstermesi, iktidar bloğu ile politik partiler ve yasal-yönetim­
sel aygıtlar arasındaki temsil bağlarının gevşemesi ile paralellik gösterir.
Poulantzas'ın "egemen kitle partileri" adını verdiği yeni otoriter politik
formlar, ustalıklı bir şekilde klasik parlamenter sistem ve yasal-resmi bürok­
rasinin yerine geçer. Bu örgütler, yönetim içerisinde sahip oldukları alt rol­
lerle karakterize edilir ve devlet aygıtı içerisindeki temel işlevleri, devlet yö­
netimini bütünleştirmek ya da homojenize etmektir; devletin çeşitli yan dal­
ları ve alt aygıtlarının tutarlılığını kontrol etmek ya da (genel hükümet poli­
tikasın doğru) yönlendirmektir" (Poulantzas 1978, 233) . Aynı sırada, sadece
yönetimsel tarafından konuşlandırılabilir yeni düzenekler, eski parlamenter
partilerin "çıkar-toplam" işlevlerini yerinden eder. Egemen kitle partileri,
devlet ideolojisinin kitlelere aktarılmasına hizmet eder ve seçim taktikleri
aracılığıyla seçmenlerin rızasının manipüle edilmesine yardımcı olur. Tüm
bu gelişmeler -devletin ekonomiye müdahalesi, demokrasi krizi, egemen
kitle partileri- görece özerkliğini tanımlayan sınırlar içerisinde kapitalist
devletin demokratik kutuptan otoriter kutba kaymasını temsil eder.
Poulantzas'ın "otoriter devletçilik" adını verdiği böyle bir politik rejim,
kendi içeriğini zayıflatarak politik oluşumun ekonomik oluşumdan biçimsel
376
olarak ayrılmasını sürdürmeye çalışır. Bu amaca çok sayıda vasıta ile ulaşı­
lır: "kitlelerin politik karar verme merkezlerinden daha fazla uzak tutulma­
sı; yurttaşlar ile devlet aygıtı arasındaki mesafenin artırılması, benzeri gö­
rülmemiş bir devlet merkeziyeti; 'katılım' tasarıları aracılığıyla kitleleri daha
kolay yönetme stratejileri; özet olarak, politik düzeneklerin otoriter karakte­
rinin daha da keskinleştirilmesi" (Poulantzas 1978, 238).
Poulantzas'ın varsayımının daha iç karartıcı yönü, seksenli yıllardaki po­
litik yeniden yapılanma süreci ile çok yakından örtüşür. öngördüğü daha
iyimser olasılıklar, ne yazık ki gerçekleşmemiştir. Poulantzas, tekelci kapi­
talizmin uluslararasılaşmasının yol açtığı "demokrasi krizinin" politik sınıf
mücadelesi için yeni ve tamamı işçi sınıfının aleyhine sonuçlanacak türden
olmayan koşullar yaratmasını ümit etmişti. Müdahaleci devletin sınıfsal ön­
yargıları gittikçe daha fazla gözler önüne serildiği için, Poulantzas takip
edilen yöntemlerin gittikçe daha da politize edileceğini ve bu artan politik
karşıtlığın sermayenin tahakkümünü güçlendirmekten çok zayıflatabilece­
ğini düşündü. Devletin ekonomik politikalarının, aldığı halk devletinin,
özellikle de kapitalist burjuvazi ile "beyaz-yaka" orta sınıf arasındaki politik
ittifakın sorgulanmasına neden olmasını ummuştu. Poulantzas'a göre böyle
bir ayrılık, kapitalist devletin meşruiyetine hesap edilemez bir darbe indi­
rebilecek ve bürokratik yönetimin daha yüksek katmanlarını kutupsallaştı­
rarak devlet aygıtları için temel bir öneme sahip olacaktı.
Buna karşın, faşizme ilişkin muhteşem çözümlemelerin yazarı olan Pou­
lantzas, ekonomik ve politik kriz bağlamında orta sınıf popülizminin taşıdı­
ğı otoriter potansiyelin oldukça farkındaydı. Seçim politikalarına duyduğu
son dere haklı korku, orta sınıfı işçi sınıfından ayıran ideolojik sınıra yöne­
lik değerlendirmelerine ve Fordizmin burjuva egemenliğinin yapısal kökle­
rini derinleştirmekte gösterdiği başarının farkında olmasına dayanıyordu.
Fordist devlet, Kitle tüketimini ortaya çıkarıp koordine ederek ve Keynesçi
yeni-şirketçi politikalar aracılığıyla ekonomiyi yönlendirerek, çok uluslu ka­
pitalizmin tahakkümüne karşı verilebilecek ulusal politik mücadeleleri tas­
fiye etmiştir. Poulantzas, Fordizmin krizini yaratan ve krize zemin hazırla­
yan yapısal gelişmeleri uzlaşmaz bir bütünlük içerisinde gözler önüne ser­
di. Eğer bugün yaşasaydı, onun umutlarını boşa çıkarıp, korkularının haklı
olduğunu gösteren Yeni Sağın seçim politikalarına pek şaşırmazdı. Ort sınıf,
kapitalist devletin anlaması güç olmayan sınıfsal ön yargıları dolayısıyla ce­
saretsizliğe kapılmak şöyle dursun, kendisini devletle daha önce hiç olma-

377
dığı kadar özdeşleştirebilmek için devletin insancıl damarını söküp atmıştır.
Ekonomik güvencesini ve eski yaşam standarhnı kaybeden orta sınıf, soru­
nun gerçek kaynağı olan kapitalizmin uluslararasılaşma sürecine ya da ye­
ni muhafazakar devletin çıkarlarına en az Fordist öncülleri kadar hizmet et­
tiği tekelci sermayenin tahakkümüne karşı değil, toplumun çoğunluğunu
oluşturan işçi sınıfına ve işçi sınıfının hyali politik ve ideolojik müttefikleri­
ne karşı vahşice bir tepki gösterdi. Orta ve düşük orta sınıf, yirmili ve otuz­
lu yıllardaki Avrupalı seleflerine üstün gelip, altlarında kalan bütün sınıfla­
ra ve sınıf fraksiyonlarına karşı politik ve ideolojik bir kıyım harekatına gi­
rişti. Bunun sonucu faşizm değilse bile, faşizm ile olan aile bağlarını görmek
güç değildir.

378
Notlar
Giriş Niteliğinde Bir Sonuç
1 . Kitap bazındaki incelemeler için şu eserleri öneririm: Karsz 1974 (Althusser'in
tüm yazılarını geç dönem eserlerindeki sınıf mücadelesi vurgusunda konumlandır­
mak açısından önemli bir eser); Callinicos 1976 (yapısal nedensellik üzerine başarılı
bir çalışma olsa da, Althusser'in felsefe, bilim ve ideoloji anlayışına karşıtlık oluştu­
rur); Benton 1984 (Althusser ve Althusser'i eleştiren düşünürleri başarılı bir şekilde
ele alan, Yapısal Marksizm üzerine genel bir bakış); Elliott 1987 (Politik anlayışı
ışığına Althusser'in teorisini ele alan güçlü bir anlahm; fakat Althusser'in kuramını
politikaya indirger) . Eleştirmenler arasında: Ranciere 1 974, Hirst 1 979 ve
Glucksmann 1978 okunma değerini korumaktadır. E. P Thompson'ın 1978 tarihli
çalışması, gereğinden fazla sert bir yaklaşımla olduğu kadar, konu üzerinde yeter­
ince bilgi sahibi olmadan kaleme alınmış olsa da, kült statüsüne kavuşmuştur.
Ayrıca bkz. Vincent ve diğerleri 1974. Althusser'in yayınlanmış çalışmalar üzerine
eksiksiz bir kaynakça için, bkz. Elliott 1987.

2. Derrida'nın Marksizm, tarih ve Althusser üzerine görüşleri için, bkz: Derrida


1981; Marksizm ve yapısökümü birleştirmeye yönelik bir girişim için, bkz: Ryan
1982. Rosaline Coward ve John Ellis (1977) Althusserci, Lacancı ve (Barthes'den
Kristeva'ya kadar uzanan) göstergebilimsel bakış açılarını kusursuz bir şekilde sen­
tezler. Juliet Mitchell (1974), Althusser ve Lacan'ın kuramlarından yararlanarak
feminizm ve psikanaliz arasındaki ilişkiyi inceler. Aynca bkz: Barratt 1980.
Callinicos, Althusser'in de onayladığı bir düşünsel çerçeve içerisinde Deleuze ve
Foucault'ya ilişkin başarılı bir çözümleme sunar. Annales'in üyelerinden biri olan
Pierre Bilar (1973), Althusser üzerine benim birinci bölümde ele aldığım kapsamlı
bir yazı yazmıştır; ayrıca bkz: D' Amico 1973. Habermascı cephenin Althusser'i
değerlendirme girişimleri hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır: Schmidt (1981) yüzey­
seldir; John Thompson daha kapsamlı ve ayrınhlı bir çözümleme sunsa da, eleştir­
meye çalışhğı kavramların açıklayıcı gücünü inatla reddeder. Perry Anderson
(1980), Thomson' ın Althusser' e yönelik polemiğine cevap verir; ayrıca bkz: Nield ve
Sees 1979 ve Benton 1984.

3. Bah Marksizmi üzerine çok fazla yazınsal çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu


alanın önemli kişilikleri ve akımları ile ilgili başlangıç niteliğinde bilgi edinmek
isteyenlere şu eserleri öneririm: Jay 1984; P. Anerson 1976a; Howard ve Klare 1972;
Poster 1975 (Fransa'daki gelişmeler üzerine paha biçilmez bir çalışma); Stedman
Jones ve diğerleri. 1978; D. Harvey 1982; ve Carnoy 1984. Klasik Batı Marksizminin

379
Marx ve Marksizme yönelik değerlendirmeleri için, bkz: Lichteim 1965; Avineri
1968 ve Gouldner 1982. Yapısal Marksizm üzerine başarılı bir değerlendirme için,
bkz: Therbom 1976.
4. Althusser'in yetmişli yıllarda Parti bürokrasisine duyduğu gitgide daha da
artan hayal kırıklığı için, bkz: Althuser 1978a, Althusser 1978 ve 1977. Althusser'in
1968 Mayıs olayları üzerine yazdığı mektuplar, M. Acciocchi 1973'te bulunabilir.
Althuser'in kitlelerin inisiyatifini ve katılımını Parti aygıtının çıkarlarına tabi kılan
Stalinist örgütlenme ve Fransız Komünist Partisinin reformist bir parlamenter par­
tiye dönüşmesine karşı çıkarak üçüncü bir yöntem aradığı anlaşılmalıdır. Ranciere
1974 ve Elliot 1987, Althusser'in politik duruşunun evrimine ilişkin değerli öner­
melerde bulunur.

1976 yılında "proletarya diktatörlüğü" sloganının parti tüzüğünden çıkarılması­


na ilişkin olarak Althusserci cephe içerisinde Leninist ve Gramscici görüşler arasın­
da ince bir karşıtlık vardı. Ettienne Balibar, her ne kadar Stalinist sapmalara sahip
olsa da, mevcut parlamenter demokrasinin sınıfsal doğası ile sosyalizme geçiş
sorunlarına odaklandığı için bu sloganın tasfiye edilmesine karşı çıktı. Bali bar' a
göre bu sorunlar, Sosyalist cephe içerisinde bir strateji ittifakı oluşturmaya çalışan
Fransız Komünist Partisi tarafından göz ardı ediliyordu. Balibar'ın argümanları hiç
de yüzeysel sayılmaz; politikanın zengin kesim tarafından kontrol edildiği kapital­
ist demokrasi ile iktid�ra gerçekten halkın sahip olduğu sosyalist demokrasi arasın­
daki önemli ayrımların altını çizerler. Devrimden sonra kurulan devlet, eski seçkin­
ci kurumları yıkmakla kalmamalı, aynı zamanda yeni halkçı demokratik formları
örgütlemeli ve desteklemelidir. Fakat Balibar, Lenin'in devletin gücüne ilişkin
değerlendirmeleri ve Lenin'in devrim sonrası devletin devrim öncesi toplumun
sorunlarına çözüme kavuşturma kapasitesine duyduğu güvenden ayrılmaz.
Balibar'ın devrimin önceliğine duyduğu inancın otoriterci cepheye sapma potan­
siyeli, Nicos Poulantzas (1978) tarafından tüm ayrıntıları ile irdelenir. Balibar'ın (ve
pek çok Althusser' cinin) aksine Poulantzas, Fransız Komünist Partisine karşı
oldukça eleştirel bir tutum benimsemiştir. Avrupa Komünizmini şiddetli bir
savunucusuydu ve proletarya diktatörlüğünü reddediyordu. Gramscici bir bakış
açısına sahip olan Poulantzas, devrim sonrası olaylardan çok devrim öncesi olaylar­
la ve devrim sonrası toplumun demokratik doğasının güvence altına alınması ile
ilgileniyordu. Amacı sadece devrimci bir kriz yaratmak değil, aynı zamanda mev­
cut özgürlükleri artırmak ve korumak olan ideolojik ve politik mücadeleler
aracılığıyla demokratik bir sosyalizme zemin hazırlanması gerektiği
düşüncesindeydi.

380
Yapısal Marksist cephe içerisinde Leninist ve Gramscici eğilimler arasındaki
Avrupa Komünizmine ilişkin politik farklılıklar, Mandel 1978 (Troçkist bir eleştiri),
Clauin 1978 (Sol-Avrupa Komünizmin bakış açısından) ve Boggs 1982'de (post­
Marksist bir değerlendirme) görülebilir. Fransa'nın tarihsel durumu ve Fransız
Komünist Partisi için, bkz: Ross 1982; Jenson ve Ross 1984. Fransız Komünist Partisi
içerisindeki anlaşmazlıklar, Kelly 1982 ve Vargas 1978'de incelenmiştir. Seksenli yıl­
lardaki politik olaylar için, bkz. Ambler 1985; Cemey ve Schain 1985; Ross ve Jenson
1988; Singer 1988.

5. Neo-liberallere yönelik eleştirel çözümlemeler için, bkz: Callinicos 1988;


Tucker 1980; Levine 1988. Rawls için, bkz. Buchanan 1982; Hamerbas'la ilgili ikna
edici bir eleştiri için, bkz. Roderick 1986. Bu çalışmanın dördüncü bölümünde
Foucault ve Deleuze'ü tartışmıştım; ayrıca bkz. Callinicos 1982; Resch 1989.
Stoianovich (1976), Annales ekolünü eleştirel çözümlemenin süzgecinden geçirerek
tanıtır. İşlevsel olarak düzenlenen sembolik sistemler arasındaki güçlü ayrılıklarla
ilgilenen Victor tumer ile kültürel-sembolik birliğinin önceliğini savunan Clifford
Geertz'in farklı yaklaşımları, kendi makale derlemelerinde (Geertz 1973; Tumer
1974) açık bir şekilde sunulur. Baudrillard'a kendi seçme eserleri (Baudrillard 1988)
giriş yapılabilir; ayrıca bkz. Douglas Kellner'in Baudrillard üzerine dikkatli
incelemesi (Kellner 1989) .

6. Benim postmodernizm üzerine görüşlerim, Fredric Jameson (1984; 1984a;


1987) ve David Harvey'nin kusursuz ve kapsamlı çalışmasından (Harvey 1989)
esinlenmiştir. Hem Jameson hem Harvey, postmodemitenin politik ekonomisine
odaklanır. Özellikle Harvey, postmodemizmin kültürel mantığını, ulusal Fordist
üretim biçimleri ve kapitalizmin küreselleşmesi ile bağdaştırır. Postmodemizmin
kendi varlığını anlamak konusundaki yetersizliği için, bkz. Soja 1989.
Postmodernizme ilişkin kültürel-estetik değerlendirmeler için, bkz. Eagleton 1986;
Foster 1983; Huyssen 1986; Krauss 1985; McHale 1987; owens 1980; Ulmer 1985.

7. Profesyonel orta sınıf- yeni küçük burjuvazinin sınıfsal konumu, bana göre en
iyi, toplumsal sınıf kavramını yeniden formülleştiren Erik Olin Wright tarafından
geliştirilmiştir (Wright 1985; ayrıca bkz Wright ve diğerleri, 1989). Wright'ın çalış­
maları Poulantzas'tan ve John Roemer'in (1986; 1988) geliştirdiği "sömürüye ilişkin
emek teorisinden" etkilenmiştir. Kendisi gibi "analitik" Marksist olan Jon Elster'ın
aksine, Roemer, oyun teorisi ve matematiksel model gelişimi kavramları aracılığıy­
la Marksist toplumsal kurama olumlu katkılarda bulunmuştur. Fakat katkıları, rasy­
onaliteye ilişkin tarih dışı ve bireyci varsayımları tarafından sınırlanmıştır. Son
tahlilde, Roemer'in oluşturduğu modellere tarihsel-geçişsiz bir boyut dahil
381
edemediği söylenebilir. Analitik Marksistler, ilginç bir Marksist tarih eleştirisi ile,
tarih bilimini felsefeye, özellikle de deneyci bilim felsefesine, yani nominalizm ve
metodolojik bireyciliğe tabi kılmaya yönelik neo-pozitivist bir girişim arasında
gidip gelir. Bu hamle, bir tür radikalizme zemin hazırlayabilir. örneğin Roomer
neo-pozitivist yöntemleri tutucu görüşlere karşı kullanır. Daha açık bir örnek ver­
mek gerekirse, John Elster (1985), Marksizme saldırmak ve neo-liberalizmden ayrıl­
ması neredeyse olanaksız bir felsefi tutumu savunmak için metodolojik bireycilik­
ten yararlanır. Analitik Marksizme yönelik eleştirel bir değerlendirme için, bkz.
Ware ve Nielson 1989; Callinicos 1989; Levine, Sober ve Wright 1987.

Poulantzas (1975), profesyoneller ve yöneticilerden oluşan "yeni küçük burju­


vazinin" neden bir işçi sınıfı ittifakı değil, bir sermaye ittifakı olarak değer­
lendirilmesi gerektiğini açıklar. Bu bakış açısının alternatifi olarak, post-Marksist
"profesyonel orta sınıf" anlayışı, profesyonellerin yönettikleri şirketlerin sahipleri
olmadığı, kapitalizme karşıtlık oluşturdukları ve bu şirketlere sahip olan kapitalist
sınıfın gücünü zayıflattıklarına dayanan görüşe dayanır. Son tahlilde, Marksist
ekonomik belirlenim anlayışını çürütmek ve post-endüstriyel ya da post-kapitalist
toplumun "ideolojinin sonu" ideolojisini haklı çıkarmak için profesyonel orta sınıfın
özerkliğinden söz edilir. "yönetimsel devrim" düşüncesine dayanan bu teknokratik
bakış açısının uzun bir geçmişi vardır. Fakat belki de en iyi Gouldner (1979) ve
Walker (1979) tarafından çözümlenmiştir. Profesyonel orta sınıfın bağımsız ve kap­
italizm karşıtı olduğu yanılsaması en sonunda gerçek olmaktadır; Amerikan orta
sınıfının seksenli yıllardaki iç yaşamına yönelik dikkat çekici bir çalışma için, bkz.
Barbara Ehrenreich (1990). Ehrenreich, çok önemli noktaları kavramasına rağmen,
kapitalizmin profesyonel sınıflar içerisinde liberallerle muhafazakarlar arasındaki
mücadeleyi belirlediğini anlayamaz ve bu mücadelenin bağımsız olduğunu inatla
savunmaya devam eder. Perestroika'nın yapısal dinamiklerine ilişkin değer­
lendirmelerimi şu çalışmalardan yararlanarak oluşturdum: Post ve Wright 1989;
Lane 1990; Mandel 1989; Kerblay 1989; Lewin 1988; Alec Nove 1983. Nove'un,
sosyalizm gayesini terk etmeden ya da mevcut konjonktürün nesnel imkanlarının
ötesine sıçramadan Bolşevik tipi ekonomilerin hatalarından kaçınabilecek "verimli"
bir Pazar sosyalizmi tanımlamaya yönelik pragmatik girişimi, Carens 1981 ve Miller
1989 ile paralel olarak okunmalıdır. Nove'un düşünceleri Mandel (1986; 1988)
tarafından eleştirilmiştir. Nove, Mandel'in ilk yazısına cevap verir (Nove 1987);
ayrıca bkz. Elson 1987.
9. Totaliter Sovyet çalışmaları, neredeyse sadece ahlaki tahakküm, bedenin kon­
trolü ve herhangi bir neden ya da açıklamadan bağımsız parti iktidarı ve baskısı ile

382
ilgileniyordu. Rus Devriminde işbaşında olan sınıfsal güçler ya da Bolşevizmi bir
proletarya diktatörlüğünden proletarya üzerinde uygulanan diktatörlüğe
dönüştüren sınıf mücadeleleri ve politik güçlükler, hiçbir zaman araşbrma nes­
nelerini oluşturmamıştır. Troçki'nin "ihanete uğramış devrim" yorumu bile,
Stalin' in "şeytani dehası" ile parti iktidarının totaliter anlayışı temelinde bir çözüm­
leme yapabilmek için sınıfsal çözümlemeyi göz ardı etme eğilimi gösterir. Yapısal
Marksistler, öncelikle halk demokrasisini geliştirmek yerine üretici güçleri geliştir­
ilmesine ağırlık veren Stalinist anlayışı, ikincisi yeni bir teknokratik egemen sınıfın,
devlet burjuvazisinin zaferiyle birlikte sona eren Sovyetler Birliği içerisindeki sınıf
mücadelelerini vurgulayarak daha karmaşık bir çözümleme sunar )bkz. Althusser
1976, 78-93; Bettelheim 1983; 1982; 1978, 1976) . Bu çabalar, totaliter yönetimin dog­
malarından kurtulmaya çalışan Anglo-Amerikan revizyonist düşünürlerin çabaları
ile paralellik gösterir. Bu revizyonizmin yakın zamanlardaki örnekleri için bkz.
Fitzptrick 1982; Getty 1985; Viola 1987; Kromiya 1988. Kuşkusuz bu çalışmalar, on
ciltlik eseri Sovyet Rusyası Tarihi' nin sonularını Carr 1979' de özetlemiş olan ilk
revizyonist E.H. Carr' ın başarıları üzerinde temellenir.

10. Benim modem kültürde biçimselcilik ve realizm birleşmesine yönelik vur­


gum, John Berger'in (1985) görüşlerine dayanır. Berger, modemizmin ilk öğesi ve
modem deneyimin ilk "sentaksının" kübizm oluğunu savunarak muhteşem bir
tespitte bulunur. Benim Solun realist modemizmi ile Sağın irrasyonalist ve seçkinci
akımları arasında yaptığım ayrım, ilk bakışta mantıksız gözükebilir. Fakat kendi
görüşlerime bir dayanak noktası oluşturması için, okuyucunun dikkatini Peter
Bürger'in avantgardı toplumsal statü ve sanatın işlevi açısından tanımlamaya yöne­
lik provakatif girişimine ve John Willett'in 1917-1933 yıllan arasında modemist
politikalara yönelik başarılı incelemesine (Willet 1978) çekmek isterim. Sanat poli­
tikası, sadece biçimsel ölçütler bağlamında okunamaz. Post-modem düşünüler,
"yüksek modemizmin" başarısızlıklarını tarih dışı bir bakış açısıyla eleştirir ve iki
dünya savaşı arası ve soğuk savaş yıllarında Avrupa sanatındaki toplumsal ve poli­
tik bağlamın derin farklılıklarının üstünü örterken, bu gerçekten dikkatle kaçın­
mıştır. Estetik sağ hakkında bilgi edinmek için, bkz. Jameson 1979; Kaplan 1986;
Herf 1984. İkinci Dünya Savaşından sonra modemizmin kapitalizmi özümsemesi
ve içselleştirmesi süreci için, bkz. Guilbaut 1983; Ailen 1983. Burada savunulan
modemizm anlayışından daha kapsamlı bir çözümleme için, bkz. Calinescu 1987.
1880 yılı ile Birinci Dünya Savaşının başlangıcı arasında zaman ve uzamı anlamaya
yönelik yeni anlayış ve deneyimleme biçimlerini yaratan teknolojik ve kültürel
değişiklikler için, bkz. Kem 1983.

383
11 . R. Jacob ve Margaret C. Jacob, bilimsel devrimin toplumsal ve politik bağlamı
ile felsefi ve dini sonuçlarını aydınlahcı ve yenilikçi bir bakış açısıyla çözümler.
Bilimsel bilginin Bah kültürünün ayrılması bir parçası haline gelmesine zemin
hazırlayan tarihsel sürece yönelik genel bir inceleme için, bkz. Margaret Jacob
(1988) .
12. Yapısalcılığa ilişkin faydalı çözümlemeler için, bkz. Hawkes 1977; Jameson
1972; Culler 1975; Coward ve Ellis 1977; Merquior 1986. Post-yapısalcılık ve daha
kapsamlı bir felsefi ve yazınsal bağlam için, bkz. Anderson 1984; Dews 1987;
Descombes 1980; Eagleton 1983; Lentricchia 1980; Gasche 1986 (Derride ve onun
felsefi tasarısına ilişkin en iyi çalışma).

13. Post-Marksist Emesto Laclau ile Chantal Mouffe'nin " demokratik devrim"
anlayışının ölümcül hatası budur (Laclau ve Mouffe 1985). Laclau ve Mouffe, poli­
tik ve ideolojik söylemleri, ekonomik belirlenim ve sınıfsal konumlardan bağımsız
özerk sistemler şekline tanımlar ve insanın doğasında bulunan demokrasi isteği
sonucuna yazılan ve toplumsal belirlenimlerden bağımsız bir "özgürlük hikayesi"
şeklinde özetlenen bir tarih anlayışını savunur. Laclau ve Mouffe'ye göre,
"demokratik devrim" kavramı, ekonomi ve toplumsal sınıflara başvurmadan ide­
olojik ve politik araçlarla "özerk" bir şekilde oluşturulması gereken bir söylenceden
ibarettir. Söyleme yönelik bu kadar mantıksız bir değerlendirme, neden bir
demokrasiye sahip olmadığımızı açıklayamaz ve post modem popülist sloganların
ötesine geçemez. Laclau, daha erken dönemlerde yazdığı bir kitabında (Laclau
1977), popülizmin, sınıf kavramına başvurmadan halkın çıkarlarını "iktidar bloğu­
nun" karşısına çıkaran demokratik bir söylemdir. Fakat Laclau, bir üretim biçiminin
politik pratika "görece özerk" bir yer ve işlev verdiği düşüncesini inatla reddettiği
için, popülist söylem kategorilerin son tahlilde ekonomik yapı ve ilişkiler tarafından
belirlendiği gerçeğini kabul edemez. Sınıf mücadelesi, popülist söylem içerisinde
açık bir şekilde bulunmak şöyle dursun, " halk" gibi kolektif politik kategorilerin
ardına gizlendiği için, popülizm her zaman irrasyonalist bir yaklaşımdır. Fakat
popülist söylem, ideolojik ve politik yapılar aracılığıyla yansıtılan ekonomik sınıf­
sal belirlenimlerin dolaylı bir etkisi olduğu için, popülist irrasyonalizm rasyonel bir
şekilde kavranabilir.

Demokratik ya da başka türlü popülizmler, Laclau ve Mouffe'nin yerine kava


çoğulculuk, rölativizm ve bireyciliği getirmek istediği ekonomik belirlenimi ve sınıf
iktidarını kavrayamadığı için politik açıdan istikrarsız ve tehlikelidir. Ellen
Meiksins Wood'un da belirttiği gibi (Wood 1986), Laclau ve Mouffe, demokrasiyi

384
özellikle kimin isteyebileceğini, bazı insanların demokrasiyi- ya da demokrasinin
farklı unsurlarını- diğerlerinden daha fazla isteyip istemeyeceğini açıklayamaz.
Sosyalizme yönelik yeni, umut verici bir vizyona ihtiyaç duyduğumuz gerçeği yad­
sınamaz; böyle bir vizona toplumsal kuramın eleştirel süzgecinden geçmiş post­
modern bir lobotomi aracılığıyla ulaşabileceğimiz düşüncesi ise gülünçtür.

Laclau ve Mouffe, Barry Hindess, Paul Hirst ve diğerleri ile birlikte, politik
istenççilik ve felsefi irrasyonalizme kucak açmak üzere yapısal nedensellik, görece
özerklik ve toplumsal sınıf gibi Yapısal Marksist kavramları reddeden post­
Marksist post-modernizmin post-Althuserci cephesini oluşturur. (bkz. Birinci
bölümdeki Hindess ve Hirst değerlendirmem).

Post-Althusserci düşünürler arasında, demokrasi anlayışını en eksiksiz şekilde


ortaya koyan kişi Ellen Meiksins Wood' dur. Kapitalizmin temsili demokrasisine
yönelik kısa, anlaşılır ve etkileyici bir eleştiri için bkz. Macpheı:son 1977 ve 1973;
sosyalizme ilişkin güÇlü argümanlar için, bkz. Levine (1988 ve 1987); Miller 1990 ve
Baker 1987.

1. Bölüm

Yapısal Nedensellik, Karşıtlık ve Toplumsal Oluşumlar

1 . Althusser'in fikirleri, tarihin uzmanlık alanı içerisinde çoğu zaman olumsuz


ve yanlış bir şekilde alımlanmıştır. Bu durumun açık bir örneği ne yazık ki E. P.
Thompson' ın polemiğinde görülebilir. Thompson' ın sert eleştirileri, Perry
Anderson'ın (Anderson n1980) sabırla işlenmiş cevabı ile birlikte okunmalıdır.
Thompson'ın kendi tarihsel araşhrmasının, yine kendisine ait kuramsal hümanist
tarih felsefesine karşı kullanılabilir olması en hafif deyimiyle ironiktir. Thompsoncı
ve Althusserci ekollere yönelik bir karşılaştırma için, bkz. Nield ve Seed 1979. Hirst
(1979), Thomson'ı post-Althusserci cephenin bakış açısından kapsamlı bir şekilde
eleştirir. Sınıf mücadelesinin post-Marksist tarihçiler tarafından reddedilmesi ile
ilgili olarak, bkz. Resch 1989a. Anna les ekolü içerisinde çalışmalar yapan az sayıda­
ki Marksist tarihçiden biri olan Pierre Vilar'ın (1973) önemli yazısı da dikkate
değerdir. Fakat Vilar'ın yazısı, Althusser'e belirsiz ve büyük ölçüde ayrıntılandırıl­
mamış bir konumdan saldırıya geçtiği için düş kırıklığına ugratıcıdır. Vilar, bu " kara
kutuyu" gerçek tarih şeklinde sunarak geçiştirir. Vilar'ın dile getirilmemiş öncülleri
arasında, Althusser'in acımasız bir şekilde eleştirmesi nedeniyle açıkça ortaya koy­
madığı öncüllerin de bulunduğu ister istemez hissedilir. Bunların yanı sıra, Vilar'ın
Althusser'in fikirlerine ilişkin çözümlemeleri çoğunlukla kuşkuludur. Ben kendi
385
değerlendirmemi, Vilar'ın makalesinde Emest Labrousse ve Fernand Brauel' ın,
Althusser'in eleştirisindeki tarihsel zamanı kullanmalarını savunduğu kısımla sınır­
landıracağım. Althusser'in "eleştirisi," bu tarihçilerin tarih içindeki farklı zamansal­
lıkları gözlemlemeye başladığı gerçeğini olumlu anlamda kabul ettiğinin bir göster­
gesidir. Asıl eleştirdiği şey, " bu zamansallıkları yapısal bütünün bir işlevi olduğunu
açık bir şekilde belirhnemeleridir" (Althuser ve Balibar 1970, 96). Labrousse'un
Fransız Devrimine yönelik ünlü çözümlemesinde ortaya koyduğu üç ekonomik
dönem, kuşkusuz çok önemli yapısal faktörlerdir. Althusser' e göre sorun,
Labrouse'in açıkladığı şey değil, açıklamasını yeterince detaylandırmaması, bu üç
ayrımsal zamanı gerçekleştikleri genel başat yapı içerisine konumlandırmamasıdır.
Böyle bir eklenti imkansız değildir ve Labrouse' un eseri böyle bir görevi yerine
getirmek için atılan ilk adım niteliğini kaybehnez. Althusser'in tüm söylediği,
sorunu oluşturan şeyin Labrouse'un bunu gerçekleştirmemiş olduğudur. Braudel'in
Akdeniz bölgesi üzerine kaleme aldığı muazzam çalışma da geleneksel tarihçiler
tarafından aynı gerekçelerden ötürü hatalı bulundu: ortaya koyduğu üç kahnan, bir
yapı halinde sentezlenmez. Bu konularla ilgili daha kapsamlı bir değerlendirme için
bkz. Stoianovich 1 976. Althusserci cephe ile Annalistes ekolü arasında bir
karşılaştırma için, bkz. D' Amico 1973.

2. Perry Anderson, toplumsal oluşum kavramının, klasik sosyolojinin standart


kavramlarından biri olan toplum ile Marksist üretim biçimi arasında bir alan oluş­
turur. İlk kavram, toplumsal karşıtlıkları işlevsel normlardan kaynaklanan "yetersi­
zliklere" indirgeyen bir tutarlılık ve birlik öne sürdüğü için tahnin edici değildir.
İkinci kavram ise, toplumsal karşıtlıkları ekonomik fenomenlerin yansımalarına
indirgemek için kullanılmaktadır. Bu eğilim, sadece toplumsal pratiklerin değil,
aynı zamanda ekonominin de görece özerkliğini göz ardı eder. Bkz. P. Anderson
1980, 67.

Klasik sosyoloji ile tarihsel materyalizmin Yapısal Marksist bakış açısından


gelişmesine yönelik karşılaştırmalı bir çalışma için, bkz. Therbom 1976.

3. P. Anderson 1976a, 65-66; Patton 1978; Elliot 1987. Althusser'in, Spinoza ile
ilişkisine yönelik kendi yorumlarına rağmen bu yanlış anlamalar devam eder. Ben,
Spinoza'ya yönelik kendi anlayışımı Hampshire (1987), Curley (1988) ve
Macherey'in tartışmalı olduğu kadar ilginç çözümlemesine borçluyum.

4. Bu bakış açısı, A. Glucksmann'la birlikte (1978) başlar.


5. Lenin (1975, 648-51) "zıtların birliği" ifadesini ortaya atar fakat Hegeki özdeş­
lik kavramı ile Marksist birlik kavramını birbirinden ayıramaz. Althusser, "farkların

386
özdeşliğini," düzensiz gelişme açısından tanımlar. Bu bakış açısı, karşıtlıkların içsel­
liğini eğil dışsallığını- karşıtlıkların yapıların içinde değil arasında yer aldığını­
savunan Godelier'in de paylaşhğı, Hegelci anlayışa karşıt bir anlayışhr.

6. Üst belirlenim kavramı elbette, psikanalizden ödünç alınmışhr. Freud, bu


kavramı, bilinçdışı oluşumların faktörleri belirlemenin çoğulluğuna atfedilebileceği
gerçeğini dile getirmek için kullanır. Freud' a göre bu kavramın iki anlamı vardır:
birincisi, söz konusu oluşumun çok sayıda nedenin bir sonucu olduğunu gösterir;
ikincisi, bilinçdışı ögelerin çokluğunun tek bir oluşumu meydana getirdiği
gerçeğinin, her birinin özgül bir yorumlama düzeyinde kendi tutarlılığına sahip
olduğu farklı ve anlamlı dizilimler halinde örgütlenebileceğini açıklar. Althusser,
"üst belirlenim kavramından çok fazla etkilenmemiş, fakat daha iyi bir kavramın
yokluğunda yararlanmışhr" (Althusser 1969, 101). Althusser, Freud'un indirgeme­
ciliğin aşırılıklarından kaçınma çabası ile bilinçdışı ve dürtülerine yönelik çözüm­
lemesindeki çoğulculuktan etkilenmiş olabilir. Althusserci kavramlarla Freud'un
kavramlarına yönelik kısa bir karşılaştırma için, bkz. Miriam Glucksmann 1974, 99-
103.

Glucksmann Jacques Lacan'ın eserini ve Althusser'in fikirleri- özellikle de ide­


olojik çağrı kuramı- üzerindeki etkilerini dikkate almaz. Freud'un bu kavramı kul­
lanmasına yönelik fikirlerim, Laplanche ve Pontalis'in çalışmalarını (1980, 292-93)
temel alır.

7. Bu tarhşmalar ve bu tartışmaların bağlamı için bkz, Rosen 1971; Kurzweil


1980; Descombes 1980; Hirsch 1981 . Hepsinden önemlisi, Poster' in 1975 tarihli çalış­
ması, Althuser ile Sartre'ı aynı düşünsel kategoriye sokmak gibi saçma bir girişimde
bulunmasına ve 68 yılı Mayıs olaylarını bazı yönleriyle yanlış değerlendirmesine
rağmen, 1945-68 yılları arasında Fransadaki entelektüel gelişmelere yönelik en iyi
inceleme niteliğini korumaktadır. Althusser ve komünist parti içerisindeki hüman­
izm tarhşmaları için, bkz. Kelly 1982. Althusser'in düşünsel konumu Mepham
1985'de ustalıklı bir şekilde savunulmuştur.

8. Althusser'in düşünsel çerçevesine yönelik eleştirel bir değerlendirme için, bkz.


Buci-Glucksmann 1976; Renaut 1983 ve Gerratana 1977. Grahame Lock'un
Althusser'in Ôzeleştiri Yazılarına ilişkin değerlendirmesinde, Althusser'in
anlayışını özenle işler ve geliştirir. Bettelheim (1975; 1976; 1978; 1982; 1983), Sovyet
toplumuna yönelik tarihsel ve kuramsal bir çözümleme sunar. "proleter biyolo­
jinin" "teknolojik istenççiliğine" yönelik ilginç bir değerlendirme için, bkz. Le-court
1976. Sovyetler Birliğinin " devlet kapitalizmi" eleştirisinin, ilk olarak Althusserci

387
ekol tarafından ortaya çıkarılmadığı belirtilmelidir. Bu eleştirinin ilk emareleri
İngiltereli eski Troçkist Tony Cliff (1974; ilk yayınlanma tarihi, 1948), C.L.R James'ın
yazıları ve kırklı yılların sonu, ellili yılların başında öne çıkan eski Troçkistlerin
çalışmalarında gözlemlenebilir.

2. Bölüm:

Üretim Biçimleri ve Tarihsel Gelişim


1 . Üretim biçimi kavramına ilişkin önemli tartışmalar için, bkz. Hindess ve Hirst
1975; Wolpe 1980; Foster-Carter 1978; J. Taylor 1979. Bu bölümde ele alınmamış olan
kölelik ve vergiye dayanan üretim biçimine yönelik tartışmalar için, bkz. P.
Anderson 1974a; Saint-Croix 1981; Wood 1988; Garlan 1988. Asyatik üretim biçimi
için, bkz. Krader 1975; Bailey ve Llobera 1981; Godelier 1978; P. Anderson 1974.

2. Teknolojik belirlenimin önceliği için, bkz. Cohen 1978; "sınıf mücadelesinin"


önceliği için, bkz. Robert Brenner'in Aston ve Philpin 1985'te yer alan yazıları. Her
iki argüman da, üretim güç ve ilişkilerini teknolojik gelişme ve sınıf mücadelesine
indirger. Burada amaç, bu öğeleri birbirinden ayırmak ve birbiri üzerinde üstün kıl­
makhr. Belli bir ekonomik gelişme düzeyinde sınıf mücadelesini oluşturan şeyin
üretim ve ilişkilerin birliği olduğu açık bir şekilde anlaşıldıktan sonra, Cohen'in
teknolojik belirlenime ilişkin savunmasının, üretim güçlerinin üretim ilişkilerinden
önce geldiğini vurgulamaktan çok, gelişmiş bir üretim biçiminin daha az gelişmiş
bir üretim biçimi üzerindeki baskınlığını ifade ettiği anlaşılır. Aynı şekilde,
Brenner'in sınıf mücadelesinin önceliğine ilişkin savunması, politik işlevin
ekonomik işlev üzerindeki inceliğini ya da egemen ya da sömürülen sınıfların sahip
oldukları güçleri oluşturan ve çıkarlarını tanımlayan üretim güç ve ilişkilerinin öte­
sine sıçrama özgürlüklerini değil, belli bir üretim biçiminde ekonomik mülkiyet
işlevine sahip olan üretim ilişkilerinin baskınlığını ifade eder.

3. Emek sürecini bu şekilde kavramsallaştırmak, araşhrma için politik ve ideolo­


jik boyutlara zemin hazırlar. Micheal Burawoy, buna oldukça uygun bir şekilde
" üretim politikası" adını vermiştir.

4. Ekonomik antropoloji içerisindeki "biçimci" ve " içerikçi" bakış açılarına yöne­


lik keskin bir eleştiri için, bkz. Dupre ve Rey 1980. Biçimciler, ilkel toplumları, kap­
italist toplumlara özgü neo-klasik ekonomik kavramlar açısından tasavvur eder
(marjinal fayda, kıt kaynakların en yüksek düzeye çıkarılması vs.) . Karl Polanyi ve
onun takipçileri gibi özselciler, biçimci bir metodolojinin tarih yanılgısında ısrar
eder ve ekonomi kavramını kapitalist Pazar toplumları ile sınırlar. Ôzselcilere göre,
akrabalık, din ve politika, kapitalizm öncesi toplumların "ekonomilerini" açıklamak
için kullanılmalıdır. Dupre ve Rey gibi Yapısal Marksistlere göre, hem biçimci gem
de özselci düşünürler, fenomenleri sadece yüzeysel bir şekilde ele alarak, kapital­
izm öncesi toplumları altta yatan işlevler ve yapılar, her şeyden önemlisi üretim
biçimlerini tanımlayan mülkiyet ilişkileri ve emek süreci açısından açıklamakta
başarısız olurlar. Dupre ve Rey, değişimin ancak değişime dahil olan üretim biçimi
bağlamında anlaşılabileceğini düşüncesindedir.

5. Althusser sık sık ve eleştirellikten uzak bir şekilde Levi-Strauss gibi


Yapısalcılarla birlikte değerlendirilmiştir. Althusser, erken dönem eserlerinde
Yapısal terminoloji ile flört ettiğini kabul etse de, böyle bir karşılaştırma,
Althusser' in düşüncesini açıklamaktan çok anlaşılmaz hale getirir. Miriam
Glucksmann'ın Althusser ve Levi Strauss'u karşılaştırdığı incelemesinde de aynı
durum söz konusudur (Glucksmann 1974). Bu konuyla ilgili başka faydalı metinler
için bkz. Jameson 1972; Coward ve Ellis 1977; Merquior 1986. Levi Strauss'a yönelik
Yapısal Marksist bir eleştiri için, bkz. Godelier 1972, vii-xlii; 1977, 15-98. Aynca bkz.
Sebag 1964 ve Harris'in (1979, 165-215) biraz fazla natüralist olsa da tavizsiz Yapısal
antropoloji eleştirisi.

6. Balibar'ın özeleştirisi, kaş yapayım derken göz çıkartarak, rasyonalizmle bir­


likte, üretim biçimi kavramı da dahil bütün kültürler arası kavramları reddeder:

Böyle bir bakış açısında [üretim biçimi kavramında], toplumsal oluşum içerisin­
deki "oluşum" tasarımı, daha başka öğelerin tasarlanmasına zemin hazırlar: tarih­
sel çözümlemenin tarihsel dönüşümden önce var olan, değişmez esas nitelikleri. Bu
da "ekonomik" kavramının, feodal ya da kapitalist üretim biçiminde, aslına bakılır­
sa bütün üretim biçimlerinde aynı anlama geldiği anlamına gelir. Kısacası, politik
ekonomi ve burjuva tarih yazıcılığının ideolojik varsayımlarına geri dönmek gibi
bir tehlike arz eder. (E. Balibar 1974, 230-31).

Nominalizm ve tarihselciliğe böyle ani bir geri dönüş, genelliğin farklı


seviyelerindeki kavramların eşit ölçüde geçerli olduğu gerçeğini- genel (ekonomik,
politik ve ideolojik) işlevlerin "soyut" kavramlarının, özgül toplumsal oluşumların
(İkinci İmparatorluk yıllarında Fransız kapitalizmi) "somut kavramları ile aynı şek­
ilde bilgi ürettiğini- göz ardı eder. Ekonomik işlev genel kavramı ile İkinci
İmparatorluğun ekonomi kavramının her ikisi de kavramdır; birbirinden daha
"doğru" ya da "gerçek" değillerdir. Diğer yandan, "ekonomik" olanı, somut
toplumsal oluşumlardan ayrı olarak var olan idealist bir öz olarak değerlendirmek-
ten kaçınmalıyız. Buna karşın, idealizmi reddederek, bütün insan toplumlarında
nitel olarak farklı yapı ve kurumlarda gerçekten var olan genel toplumsal işlev
kavramlarını terk etmek zorunda kalmayız.

Balibar'ın özgül olana duyduğu bu coşku, o ve Pierre Macherey'in yetmişli yıl­


ların başında benimsediği istenççi " sınıf mücadelesi taraftarlığından ayrı tutulamaz.
Çarpıhlmış bir Maoizm anlayışından beslenen böyle bir istenççilik, içinde neo-liber­
alizm (Glucksmann, Hirst) ya da postmodem muhalefetin (Ranciere, Laclau)
tohumlarını barındırır. Balibar ve Macherey'in "yeni tarihselciliğinin" ortaya koy­
duğu genel kavramlar sorunu, beşinci bölümde daha ayrıntılı bir şekilde ele alın­
maktadır.

7. Hindess ve Hirst'in "kuramsalcılığı" için, John Taylor'ın iki kısımdan oluşan


Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri (Taylor 1975, 1976) adlı çalışmasına başvurula­
bilir. Söylemin özerkliği ve demokrasi ile olan ilişkisine yönelik kısa bir post­
Althusserci bakış açısı, Laclau ve Chantal Mouffe'nin (1985) yazılarında tüm yön­
leriyle geliştirilmiştir. Bkz. "Giriş Niteliğinde bir Sonuç," 13. Not.

8. Marksist antropolojinin geçirdiği evrimin izlerini Fransa' da Yapısal Marksist


cephenin farklı dalları içerisinde süremeyiz. Yapısal Marksizmin farklı dallarına çok
fazla türdeşlik atfetmekten kaçınmak gerekse de, aralarındaki anlaşmazlıkların bil­
imin dışında başka kaygıların sonucunda ortaya çıktığı sonucuna varmaktan kaçın­
mak güçtür. " İlkel" toplumların neo-klasik ekonomik kavramların uygulanamaya­
cağı ekonomik sistemlere sahip olduğu görüşünü ilk olarak Meillassoux ve
Godelier paylaşmıştır. Her iki düşünür de, Althusser'in üzerlerindeki etkisi ne
kadar açık olursa olsun, çalışmalarını Althusser'in eserleri ile bağdaştırmaktan
kaçındı. Meillassoux, Althusser'in düşünsel cephesinden ayrılamaz bir konuma
ulaştığında bile, Althusser'in "kuramsalcılığın" şüphe ile yaklaşmayı sürdürdü.
Godelier, Althusser'in yapısal nedensellik, üretim biçimi vs. kavramlarının
d üşünsel çerçevesini paylaşsa da, Levi-Strauss'a olan yakınlığını korudu. Daha son­
raki eserlerinde, farklı yapısal işlevlerin birbirine eklemlenmesi olarak toplumsal
oluşum anlayışından uzaklaşarak, işlevsel farklılıkların hiçbir anlama ve dolayısıy­
la hiyerarşiye sahip olmadığı daha özcü bir yapısal bütün anlayışına yöneldi.
Godelier aynca, zihinsel yapılara Yapısal Mrsistlerden daha fazla değer atfederken,
bu zihinsel yapıların değişen üretim biçimlerine uyarlandıklannı ısrarla savunur.
Godelier'in ilk görüşleri Godelier 1977'de sunulurken, değerlendirmelerindeki
değişim, Godelier 1986' da açıkça gözlenir. Marksizm ve antropolojik kurama ilişkin
kusursuz bir değerlendirme için, bkz. Bloch 1985. Fransa'daki gelişmeler için, bkz.
Kahn ve Llobera 1981, 263-329; Jean Copans ve Davis Seddon: " Marksizm ve

390
Antropoloji: Başlangıç Niteliğinde bir İnceleme (1978). Kahn, Llobera ve Seddon
tarafından derlenen değerli makalelerin yanı sıra, Bloch 1975 ve Friedman ve
Rowlans 1977, Ayrıca bkz. Yapısal Marksist antropolojiye ayrılmış özel bir cilt olan
Dialectiques 21 (1977).

9. Meillassoux 1978; 1964; ayrıca bkz. 1980.

10. Terray'in üretim güçlerinin önceliğine yönelik ilk savunması ile Rey ve
Meillassoux'nun görüşlerine karşıtlık oluşturan değerlendirmeleri karşılaştırmak
için Marksizm ve " İlkel" Toplumlar eserine odaklanıyorum. Terray'in Batı Afrika' da
ticaret ile politik otoritenin oluşturulması arasındaki ilişki bağlamında birbirine
eklemlenen üretim biçimlerinin baskınlık ve tabiiyet üzerine görüşlerindeki
gelişmeler şu eserlerde takip edilebilir: Terray 1974; 1975; 1977; 1985.

11 . Rey üzerine daha fazla değerlendirme için, bkz. Foster-Carter 1978; Bradby
1980; Brewer 1980. Rey üzerine yapılan incelemelerde, eleştirmenler Rey'in çalış­
malarının sadece bir yönüne - akrabalık ilişkilerine dayanan üretim biçimi,
emperyalizm, feodalizmden kapitalizme geçiş süreci vs.- odaklanarak diğerlerini ya
da hepsini tek bir sorunsalda birleştiren unsurları göz ardı eder.

12. Üretim biçimleri çözümlemesi ile bağımlılık kuramına yönelik küresel sistem
yaklaşımı arasındaki karşıtlığı abartmak istemiyorum. Benim burada savunduğum
sorunsal, her iki çözümleme düzeyine de yer verir; ulusal, bölgesel ve küresel
yapılar arasında önemli ve gözle görülür farklılıklar olmasına rağmen, bu yaklaşım,
tikel toplumsal oluşumlar içerisinde her biri için çözümleme düzeyleri olması
gerektiğini vurgulaması ile aynı nedenden ötürü, her biri için bir çözümlemeye
gidilmesi gerektiğinin altını çizer. Bağımlılık ve küresel kapitalist sistem üzerine
elbette çok fazla şey yazılmıştır. Okuyucuyu, Andre Gunder Frank, Immanuel
Wallerstein, Emesto Laclau, Giovanni Arrighi, Arghiri Emmanuel, Robert Brenner
ve Srnir Amin' in çalışmalarını karşılaştırarak faydalı bir kaynakça sunan Brewer'ın
(1980) eserine yönlendirmek yararlı olabilir.

13. Aşağıdaki tartışma, feodal üretim biçiminin doğası ve feodalizmden kapital­


izme geçiş sürecine ilişkin, Maurice Dobb'un (dobb 1963) üretim biçimi çözümleme­
si ile başlattığı tartışmaları ele alır. Bu tartışmalara ilişkin temel makale derlemeleri
için bkz, Hilton 1976; Anton ve Philpin 1985; Aston 1965. Üretim biçimi kavramının
feodalizm ile kapitalizme geçişe uygulanmasına yönelik değerlendirmeler için bkz.
Kula 1976; Kriedte, Medick ve Schlumbohm 1981; de Vries 1976; Wallerstein 1974;
Wallerstein 1980; Wallerstein 1983; Wallerstein 1989; Porchnev 1972; Ladurie 1969 ve
Lublinskaya 1968.

391
14. Rey'in geçişe yönelik çözümlemesine ilişkin eleştirel bir değerlendirme için,
bkz. Cutler ve Taylor 1972. Robin (1970) ve Postel-Vinay, Rey'in kavramsal
çerçevesini onsekizinci yüzyıl Fransa'sına uygulamayı dener. Comminel (1987),
Yapısal Marksist kavramları yanlış anladığı bir eserinde Rey, Robin ve Postel­
Vinay'ı eleştirir. Comminel'in revizyonist eleştirisi- Fransız Devrimine yönelik
geleneksel Marksist yorumların kapitalizm kavramını, hala feodal bir karaktere
sahip üretim güç ve ilişkilerine dikkatsiz bir şekilde uyguladıkları yönündeki
görüşü- Rey' e karşı bir ölçüde bir ölçüde geçerlilik taşısa da, bu gibi konularda çok
dikkatli olan Robin ve Postel' e uygulandığında hedefi tutturamaz. Durum ne olur­
sa olsun, bu kuramsal değil deneysel bir konudur ve çözüme kavuşturulmasının,
Comminel'in kavramaktan uzak olduğu Yapısal Marksist anlayışın geçerliliği (ya
da geçersizliği) üzerine hiçbir etkisi olmaz. Son olarak, Comninel'in "eski rejimin
gelişmiş kapitalizm ya a kapitalizmin ortaya çıkışından izler taşımadığı" (1987, 192)
yönündeki iddiası, savunulması imkansız bir abartının ürünüdür. Comninel,
Postel-Vinay' ın üretim ilişkilerinin fermiersten itibaren kazandığı kapitalist doğaya
ilişkin değerlendirmesini geçersiz kılmak konusuna başarısız olmakla kalmaz, aynı
zamanda soyluların Toulouse ve diğer bölgelerde başlattığı yadsınamaz ön-sanay­
ileşmeyi göz ardı eder. Comninel, kuzey Fransa'nın kırsal kesimindeki ön sanay­
ileşme sürecini de yine aynı şekilde yok sayar ve Bois, Kriedte ve diğerlerinin feo­
dal birikimin mantığı ve kapitalizmin ortaya çıkışına ilişkin çalışmalarını dikkate
almaz. Benim bu çalışmalara yönelik değerlendirmem, eksiklikleri ne olursa olsun,
Comninel'in Yapısal Marksizme karşı yönelttiği kuramsal eleştirileri çürütecek
ölçüde yeterlidir. Bana kalırsa Rey, Robin ve Postel-Vinay'ın Yapısal Marksist bakış
açısı, Fransız Devrimini revizyonist iddialar ışığında "yeniden" düşünmek için yeni
bir kavramsal çerçeve sürecine zemin hazırlanmaktadır.

15. Robert Brenner, Brenner Tartışması adı verilen derlemenin bir kısmı şeklinde
yayınlanan makalelerde, Bois'yi tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan
tartışmasından farksız bir başka "politizm" ve "ekonomizm" tartışmasına daha
sokar. Bois, Brenner'ın sınıf mücadelesini temel alan bir bakış açısıyla feodalizm
krizine yönelik Malthusçu yoruma getirdiği eleştiriye verdiği cevapta, Brenner'i
"politisizm" ve feodal üretim biçiminin yapısal dinamiklerini yok saymakla suçlar.
Brenner ise, Bois'yi "ekonomizm günahının bedeli olarak sonsuz cehennem azabı­
na mahkum eder. Brener'in Bois'ye karşı yönelttiği argümanlar, diğer eleştirmenlere
karşı ortaya koyduğu iddialardan büyük ölçüde daha zayıftır. Bunun nedeni önce­
likli olarak faydalandığı eğreti taktikler değildir. Brenner, Bois'nin feodal vergi sis­
teminin "politik" doğasını ve bunun için verilen sınıf mücadelesinin "politik"

392
doğasını" kavradığını kabul etmek istemez ve bu sınıf mücadelesinin bir sonucu
olarak aristokratik politik merkeziyetçiliğin olabilirliği ve kuşkusuz kaçınılmazlığı­
na ilişkin argümanlannı reddeder. Brenner'in, derebeylerinin politik iktidarı ve
örgütlenmesine yönelik kendi vurgusu, son makalesinde çok fazla değişikliğe uğra­
masına rağmen, politik iktidarı somutlaştırmaya devam eder Brenner, Rey'in ken­
disinden çok daha önce seçtiği yolu takip ederek, sınıf iktidarını üretim güç ve ilişk­
ilerinden bağımsızmış gibi ele alır. Sınıfları oluşturan üretim güç ve ilişkileri iken,
sınıf iktidardan nasıl ayrı tutulabilir? Brenner, Bois'nin feodalizme yönelik genel
anlayışını böylelikle çürüttüğünü zannederek, Fransa ve İngiltere arasına ilginç ve
ikna edici bir karşılaştırmada bulunur. Fakat tek başarısı, İngiltere ve Fransa' daki
örneklerin farklılık dereceleri, yani feodalizmi mantığı içerisindeki düzensiz ve bir­
leşik gelişmeleridir. Bu durumu Bois'nin kendisi de açık bir şekilde kavrar.
Brenner'in temel argümanı -benzer feodal koşullardan farklı sonuçlar açıklanabile­
ceği için, bağımsız değişken üretim biçimi değil, sınıf iktidarı olmalıdır- tek
kelimeyle yanıltıcıdır. İngiliz derebeyleri, Fransız muadillerinden daha fazla sınıf
iktidarına sahip olsaydı, bunun tek sebebi İngiltere' deki üretim güç ve ilişkilerinin
Fransa' dakilerden önemli ölçüde farklı olması olurdu.

16. Bu tartışmanın pek çok boyutu vardır; buna karşın temel ayrım, (öncelikle
şehirlerin, tüccarların ve pazarların kapitalist doğasını, ikinci olarak kapitalizmin
evriminde şehirler ve ticaretin önceliğini savunan) Pirenne-Polanyi Wallerstein
cephesi ile (zirai dönüşümün önceliğini olmasa bile önemini vurgulayan ve bütün
ekonomik değişim değerlerinin kapitalist bir tabiata sahip olduğu görüşünü redde­
den) Mar-Dobb-Bois-Brenner cephesi arasındadır. Elbette bu tartışmalar, biçimciler
ile özselciler, Marksistler ve Weberciler, üretim biçimi çözümlemesine karşı bağım­
lılık teorisi savunucuları vs. arasındaki tartışmaları yansıtır. Kriedte, şehirlerdeki
feodal sınıfların (tüccar ve zanaatkarların) kapitalist sınıflara (mülk sahiplerine ve
işçilere) dönüştüğünü, aynı zamanda derebeyleri ve köylülerin toprak sahiplerine,
kiracılara ve ücretli işçilere dönüşme süreci ile eklemlendiğini vurgulayarak
Bois' nin izinden gider.

3. Bölüm: Bilim, İdeoloji ve felsefe

1 . Bu bölümün temel argümanı, şu eserlerden etkilenmiştir: Bhaskar 1978;


Bhaskar 1979; Ruben 1979; Newton-Smith 1981 . Bu çalışmaların her biri çağdaş
bilim felsefesine yönelik bir araştırma eleştirisi sunar ve farklı fakat bir noktada bir­
leşen yollar aracılığıyla, epistemolojik saltçılığa başvurmadan bilimsel realizmi ve
bilimin rasyonelliğini savunmaya girişir. İçlerinden hiçbiri Althuser' den açıkça söz
etmese e, bu eserlerde ortaya koyulan argümanlarla Althusser'in daha önce ayrın-

393
tıları ile açıkladığı argümanlarla benzerlikler gösterdiğini belirtmenin sakıncası
olmadığı kanısındayım. Bhaskar'ın öne sürdüğü "aşkın realizm" gibi daha güçlü
iddialardan kaçınsam da (Newton-Smith ve Ruben'in argümanlarını daha ikna
edici buluyorum), Althusser'in düşünsel konumunu Bhaskar'ın Naturalizmin
Olanaklılığı kadar başarılı bir şekilde ifade eden başka bir eser bilmiyorum.
Althusser'in konumunu Althusser'in kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya koy­
duğu için, Bhaskar'ın ontolojik realizm ve epistemolojik rölativizm kavramlarını
Althusser'in (kuşkusuz Bhaskar' ın ilk çalışmalarına esin kaynağı oluşturan)
materyalist tezlerine uyguladım. Althusser'in bilim felsefesi ile ilgili değer­
lendirmelerimi oluştururken, iki muhteşem yazıdan O'Hagan 1981 ile Gordy
1983'ten ve elbette yine Althusser'in felsefi konumundan beslenen, Bachelard ve
Canguilhem üzerine başarılı bir Yapısal Marksist çözümleme olan Lecourt 1975'ten
yararlandım. Son olarak, Kolakowski'nin pozitivizm tarihine yönelik akıcı değer­
lendirmesi (1968) ile Novack'ın Dewey'in pragmatizmini ele aldığı başarılı
eleştiriye (1975)teşekkür borçluyum.

2. Althusser üzerine yazılmış en iyi eleştiriler bile, onun erken dönem ve son
dönem eserleri arasındaki bağlantıları tatmin edici ölçüde incelemeyi başaramaz.
Benton'un (1984) Althusser'in bilim anlayışına ilişkin benimsediği yeni felsefi tutu­
ma yönelik yorumları, Callinos' un 1982 tarihli çalışması, Althusser' in
(Poulantzas'ın, epistemolojinin tarihsel materyalizme tabi kılındığını söyleyerek
son derece isabetli bir teşhiste bulunduğu) son düşünsel konumunun, bilim/ ideolo­
ji ayrımını sürdürmesi nedeniyle tutarsız olduğunu öne sürerek sorunu yanlış bir
şekilde ele alır. Callinicos, Althusser'in en son bilim/ ideoloji ayrımının, epistemolo­
jik saltçılığın tüm sahteliklerinden sıyrıldığını ya da Althusser'in bilimin özdeksel
kavramları ile felsefenin mantıksal kategorileri arasında yaptığı ayrımı anlamamış
gözükmektedir. Buna karşın, Callinicos, tarihsel materyalizmi üretkenliğinden
dolayı (Lakatos'un fikirleri temelinde) savunduğu kendi çözümü, Althusser'in
düşünsel hamlesinden farksız olsa da, Althusser'in bu bilgi etkilerini felsefenin
Kampfplatz'ında açıklayan ve savunan materyalist ve realist bir tutumun gereklil­
iğine ilişkin duyarlılığından yoksundur.

3. Balibar buna yönelik kusursuz fakat tarihsel materyalizmin "epistemolojik


kopmaya" dair " genel bir kavrama" sahip olamayacağı düşüncesi ile nedeniyle
eksik bir değerlendirme sunar (E. Balibar 1978, 231) . Balibar'ın genel kavramlara
ilişkin eleştirisini (Althusser'in kuramsalcılığı reddetmesine gösterdiği aşırı tepkiyi)
beşinci bölümde ele alacağız.

394
Bu suçlamalar arasında en tartışmalı olan, Stalinizm suçlamasıdır. E.P.
Thompson Althusser'i "Stalinizmi teori düzeyinde yeniden oluşturmaya çalışmak­
la" suçlar (Thompson 1978, 323). Alvin Gouldner ise "Stalinizm için bir fırtına
mahzeni" sunduğunu düşünür (Gouldner 1977, 450). Lire Le Capital'in yazarların­
dan biri olan Jacques Ranciere, Althusser'in Parti bürokrasisinin gücünü zayıflat­
mak ve kuram içerisindeki varlığını ortadan kaldırmaya dayanan ilk projesinin,
"hümanizm" üzerine ortaya attığı görüşleri dolayısıyla kendi kendisini geçersiz
kıldığı görüşündedir. Ranciere' e göre, Althusser bu tartışmalarda kuramın özerk­
liğini kesinlikten uzak bir üslupla savunarak Parti liderliğinin çıkarlarına hizmet
etmiştir; bkz. Ranciere 1974. Althusser'in kuramının politik içeriğine ilişkin daha
ölçülü bir eleştiri için, bkz. Gerrata 1977 ve 1977a; ayrıca bkz. Fransız dergisi
Dialectiques'in Althusser özel sayısı, 15-16 (Sonbaha6, 1976) . Althusser'e yöneltilen
Stalinizm suçlamalarına karşı kaleme alınmış bir savunma için bkz. P. Anderson
1980, dördüncü bölüm, Benton 1984, 14-23.

4. Bu düşünsel konum, en iyi ifadesini Callinicos'un 1976 tarihli çalışmasında


bulur. Callinicos' a göre, çözüm, bilimin ötekisi olarak ideoloji anlayışını kesin
olarak terk ederek, ideolojiyi yalnızca maddi pratiklerin sonucu olarak ele almayı
sürdürmektir. Bu, son tahlilde bilim anlayışını ve bilimsel söylemin (ya da aynı
nedenden ötürü diğer bütün söylemlerin) özgüllüğünü yadsıdığı için irrasyonalist
bir tutumdur. Böyle bir hamle aynı zamanda bilim ve Marksizme ilişkin felsefi
tartışmaların gerçekleştiğini ve realist ve felsefi bir düşünsel konum olan
ideoloji/ yanlıştan bağımsız olarak formülleştirilemeyeceği gerçeğini göz ardı eder.
Callinicos' a göre Althusser' in fikirlerini ideolojinin maddeselliği bağlamında ele
almalı ve erken dönem eserlerinin "epistemolojik kalıntılarını" tasfiye etmeliyiz.
İdeoloji, toplumsal temsilcilerin içinde "düşündükleri" ve "kendilerini temsil ettik­
leri alandır. Hakkında düşündükleri ise ekonomik ve politik alandır. Marksizm,
ekonomik ve politik olanı farklı bir yöntem aracılığıyla tanımladığı için, kuram
içerisinde bir bilim-ideoloji ayrımı yapılmak zorundadır. Marksizm, ideolojiyi
toplumsal olarak üretilmiş fikirler şeklinde açıklamakla kalmaz, aynı zamanda
hatalı (ideoloji-yanlış) gördüğü bu fikir ve inançlara karşı savaş açar. Dolayısıyla
konu, Callinicos'un düşündüğü gibi- ideoloji ve bilim arasındaki ilişkiyi ve araların­
daki işlevsel ayrılıkları "arkamızda bırakarak" değildir. Çünkü Marksizm bilimi
ideoloji ve ideoloji/yanlış kavramı olmadan kavramsallaştıramaz ve bilimsel kate­
gorisini savunan bir düşünsel tutum geliştirmeden kendi bilgi etkilerini savuna­
maz.

395
5. Decombes, Fransa'daki düşünsel atmosfer üzerine yazdığı popüler
incelemesinde, Althusser'in daha sonraki eserlerinde "Althussercilikten uzak­
laşarak politik oluşumun kuramsal oluşumdan önce geldiği düşüncesine dayanan
eski yaklaşıma geri döndüğünü" öne sürer (Descombes 1980 134) . Althusser'in
"Kapital' e ônsöz" çalışmasındaki tartışmasından alıntı yapar. Althusser bu tartış­
mada entelektüellerin Kapital'i anlamakta güçlük çekerken, işçilerin kolaylıkla
anlamasının nedenlerini açıklamaya girişir: "Sınıf sömürüsünün üstünü örtmek için
elinden gelen her şeyi yapan burjuva ideolojisi, entelektüellerin gözünü kör eder.
İşçiler ise, küçük burjuva ideolojisinin sırtlarına yüklediği ağırlığa rağmen, bu
sömürüyü gündelik yaşamlarını oluşturduğu için görebilirler" (Althusser 1971,
100). Docombes, bu ifadelerden, "Althusser'in bu şekilde deneyim ve 'yaşanana'
geri dönerek, Marksizme epistemolojik bir temel verme girişimi terk ettiği ve daha
önce iyi yeterince iy.i olduğu düşünülen görüngüsel temele dönüş yaptığı"
çıkarımında bulunur (Descombes 1980, 135) .

Descombes burada iki yorum hatasından sorumludur. Birincisi, Althusser'in


daha sonraki eserlerinde kuramsalcılığı reddederek, kuramın görece özerkliği
düşüncesinden vazgeçtiğini ima eder gibidir. Bu, açık bir şekilde yanlış bir değer­
lendirmedir. İkincisi, Althusser'in görüngüsel Marksizme döndüğü düşüncesi,
Descombes'in argümanını kanıtlamak için seçtiği metin içerisinde bile sürdürüle­
mez. Descombes, alıntıladığı metinde Althusser'in proletaryanın sınıfsal konumun­
dan değil sınıfsal içgüdüsünden söz ettiği gerçeğini görmezden gelir. Bu, çok önem­
li bir ayrımdır. Çünkü Althusser' e göre sınıfsal içgüdü ideolojikken, sınıfsal konum
kuramsaldır. Sınıfsal içgüdü, işçi sınıfının Marksist kuramın öznesi olarak alımlan­
ması açısından önemli bir faktör olsa da, kuramın alımlanacağı (ya da reddedile­
ceğinin) ya da yaratılabileceğinin bir garantisi değildir. "Sınıfsal içgüdü öznel ve
kendiliğindendir. "Sınıfsal konum ise nesnel ve rasyoneldir. Proleter sınıfsal kon­
umlara ulaşabilmek için, proletaryanın sınıfsal içgüdüsünün sadece eğitilmesi
gerekir; küçük burjuvazinin ve dolayısıyla entelektüellerin sınıfsal içgüdüsünün ise
kökten değiştirilmesi gerekir" (Althusser 1971, 13). Descombes, sınıfsal konum ve
sınıfsal içgüdü kavramlarının, Althusser'in ideoloji ve bilimin farklı kipliklere sahip
olduğuna ilişkin (değişime uğramamış) düşünsel konumu ile son derece tutarlı
olduğu gerçeğini kavrayamamıştır. İşçi sınıfı sömürüyü deneyimler, fakat bu
sömürüyü çok sayıda farklı nedene yorabilir: Tanrı'nın takdiri, kötü talih, doğal
yoksunluk ve belki de kapitalizm; bu nedenler hakkında bildikleri ise bütünüyle
farklı bir şeydir.

396
6. Genel taktik, Althusser'in düşüncesinin, benimsediği politik cephenin bir yan­
sıması olduğunu öne sürmektir. Althusser' e karşı yöneltilen Stalinizm suçlamalarını
ele alırken, bu taktikten söz etmiştik Fakat bu tutum, Althusser'in düşünsel gelişi­
mini geçirdiği politik aşamalarda- Leninizm, Maoizm, Avrupa Komünizmi ve son
olarak Fransız Komünist Partisi ile yaşadığı moral bozucu kopma- konumlandıran
Elliot'un 1987 tarihli çalışmasında açık bir şekilde görülebilir. Elliot'un ortaya koy­
duğu politik kronoloji ile Althusser'in komünist enternasyonalizme duyduğu inanç
ve Fransız Komünist Partisi liderliğine karşı hayal kırıklığının şiddeti inkar edile­
mezse de, Elliot'un yaptığı gibi kuramı politikaya indirgeme eylemini mazur
görmek imkansızdır. Althusser'in Fransız Komünist Partisi ile küresel komünizme
olan politik bağlılığı, kuramsal girişimi ile her zaman istikrarsız bir ilişki içerisinde
olmuştur. Kitlelere duyduğu politik inanç ve hayal gücü yüksek bir liderlik ve
kitlelerin taleplerinden uzaklaşmayan bir oluşum" örgütleme kapasitesine sahip
devrimci bir parti arzusu, kendi sorunsalını mevcut komünist toplumsal oluşumlar
ve küresel ekonomiye bilimsel olarak uygulaması ile hiçbir zaman kolay bir şekilde
örtüşmedi. Belki de Althusser, Elliot'un düşündüğü gibi, önce Fransız Komünist
Partisinin Stalinist bürokrasisini, ikinci olarak partinin, bilimsel bir önermeden çok
bir inanç nesnesi olarak gördüğü "kitleleri" harekete geçirmek konusundaki
başarısızlığına ilişkin kuramsal girişimini suçlu tuttu. Belki de Althusser'in kişisel
trajedisinin asıl kaynağı, politik inanç ile nesnel gerçeklik arasındaki gittikçe daha
fazla genişleyen uçurumdu. Bu gibi varsayımlar doğru olsa bile, Althusser'in eser­
lerine yönelik kuramsal değerlendirmeler ya da tarihsel materyalizm üzerine
yürütülen kuramsal tartışmalarla ilgisizdir.

7. Althusser'in Marx'ın düşünsel gelişmesine ilişkin dönemselleştirmesi,


Althusser'in 1969 tarihli çalışmasında ayrıntıları ile açıklanır ve aynı eserin giriş
bölümünde özetlenir. Althusser, yeniden formülleştirdiği felsefi anlayışının ışığında
bu soruna 1970 tarihli "Marx'ın Hegel'le İlişkisi" makalesinde yeniden odaklandı.
(Althusser 1972'de, 153-86) . Marx'ın teorik çalışmasının Althusser'in bakış açısı ile
örtüştüğü noktaları ortaya koyan kusursuz metinler için, bkz. Therbom 1976, 317-
413; Callinicos 1983, 26-60. Ben, Althusser'in Marx'ın gelişmesine ilişkin kaleme
aldığı yorumlar üzerine yaptığım değerlendirmeyi bu çalışmalara borçluyum.
Althusser'in Hegel ile Marx'ın bilimselliği arasındaki ilişkiye yönelik düşünceleri
üzerine bir başka ilginç değerlendirme için, bkz. Levine 1981 .

8. Lecourt' un 1975 yılında Althusserci bir bakış açısıyla yazdığı eseri,


Foucault'nun Nietzscheci çizgiye kaymadan önceki dönemine ilişkin en iyi değer­
lendirmelerden birini sunar. Bachelar'ın Anglo-Amerikan bilim felsefesi ile olan

397
ilişkisi için, bkz. Bhaskar 1975. Althusser ile Bachelard arasındaki ilişki için, bkz.
Brewster 1971 ve Balibar 1978. Althusser'in sorunsalının matematik tarihine uygu­
landığı ilginç bir metin için, bkz. Raymond 1978; 1977; 1973. Bu kez Stalinizm ile
bilim arasındaki ilişkiye ışık tutan bir başka ilginç uygulama için bkz, Lecourt 1977.

9. Bu nedenle, Althusser'in asıl tasarısının "epistemolojik bir Marksizm" yarat­


mak olduğu yönündeki sık sık dile getirilen iddia hatalıdır. Althusser aslında, bil­
gisini kendisi dışında bir felsefi söylem içerisinde temellendirmeye çalışan
Marksizmden kurtulmaya çalışır. Andre Glucksmann (1978), Althusser'in ilk
kuramsalcılık özeleştirisini, Althusser'in ilk düşünsel konumunun realist boyut­
larını kabul etmeden değerlendirmeye girişti. Glucksmann'ın yeni muhafazakarlık
dolaylarında gezinen entelektüel kariyerinin ekseni göz önünde tutulursa, böyle tek
taraflı bir eleştiri hiç şaşırbcı değildir. Smith'in değerlendirmesi, ne yazık ki sadece
Marx İçin ve Kapital'i Okumak eserlerin, dolayısıyla sadece Althusser'in kendisini
ele alır. Elliott 1987 ve Pattan 1978 eserlerinde Althusser'in epistemolojisine ilişkin
çözümlemelerin de yetersiz olduğunu belirtmeliyim.

4. Bölüm: İdeoloji ve Toplumsal Öznellik

1 . Althusser bu noktada Spinoza'nın experienta vaga kavramına çok şey


borçludur. Althusser, Spinoza'nın ideolojiyi (1) kendi imgesel 'gerçekliği, (2) kendi
iç tersi; (3) merkezi, özne yanılsaması" açısından düşünen ilk filozof olduğunu
belirtir.

2. Hirst (1 979), Althusser'i çağrılmış özneden önce gelen imkansız bir öz (insan
birey) varsaymak ve toplumsal özne kavramını tek bir özne birey ile bir tutmakla
eleştirir. İlk eleştiri ile ilgili olarak, Althusser'in bireyler ile çağrılan özneler arasın­
da yaptığı ayrımın, insanların toplumsal varlıklar olarak oluşturulmasını sağlayan
süreci açıklamak için kullandığı bir araçtan ibarettir. Althusser'in karşı çıktığı, bu
ikinci argümanının temelini oluşturan şey, Althusser'in, çağrıların odak noktasının
insanlar olduğu yönündeki iddiasıdır. Hirst, Althusser'in yöneldiği bu "kuramsal
hümanizme" karşı çıkarak, ekonomik oluşumların da toplumsal olarak oluşturul­
muş özneler olduğunu, her birinin tikel bir varlığa, haklara ve güçlere sahip
olduğunu savunur. Şirketlerin gerçekliğini ya da iktidarını hafife almak istemem.
Fakat sahip oldukları "öznelliğin" birincil değil ikincil bir öneme sahip olduğunu
belirtmeliyim. Eylemde bulunan sadece insan öznelerdir.

3. Lacan üzerine çok fazla çalışma kaleme alınmıştır. Lacan'ı anlamak için faydalı

398
kaynaklar için, bkz. Lemaire 1977; Bevenuto ve Kennedy 1986; Macey 1988. Lacan
tarafından ya da hakkında yazılmış iki temel yazı derlemesine başvurulmalıdır:
Yale French Studies, 48. ve 55-56. Sayı (1972, 1977). Bu çalışma bağlamına şu eserler
özellikle önemlidir: Jameson 1977; Cowar ve Ellis 1977; Badiou 1982. Althusser'in
Lacan'ın projesine verdiği destek, " Freud ve Lacan (Althusser 1971, 189-219) adlı
çalışmada görülebilir. Althusser, Lacan'ın formülasyonlarından gittikçe daha fazla
uzaklaştı ve en sonunda ona, " muhteşem, patetik bir Harlequin" yakıştırması yaptı
(bkz. Clement 1983, 20, 206-7 n. 14). Benim Lacan üzerine yaptığım özet niteliğinde­
ki çözümlemede Lowe' un 1982 tarihli çalışmasından yararlanılmıştır.

4. Abercrombie, Hill ve Turner, Başat İdeoloji Tezi eserinde, Althusser'i ideolojiyi


bölüntüsüz bir yapı olarak değerlendirmekle suçlar. Fakat Althusser'in ideolojinin
normatif olmaktan uzak tabiatına yönelik vurgusunu gözden kaçırırlar. Bu vurgu,
Therbom'un geliştirdiği tabi kılma/ vasıflandırma karşıtlığına zemin hazırlar. Başat
İdeoloji Tezi'ne hakim olan tezde ise, ideoloji bir önem taşımaz, herhangi bir
toplumsal oluşum içerisindeki sömürülen sınıfları hiçbir zaman asimile etmemiştir
ve kapitalist üretim biçimlerinde toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden
üretilmesinin özünü oluşturmaz (çünkü kapitalizm çeşitliliği teşvik eder ve bu
çeşitliliği " güvenli" sınırlar içerisinde tutması için ekonomik zorunluluğa bel
bağlar). "Özgür bireyin" kitabın yazarları tarafından öne çıkarılması, başat ideolo­
jinin varlığının reddedilmesinden çok kabul edilmesinin bir göstergesidir.
Abercrombie, Hill ve Tumer' a ilişkin daha kapsamlı bir eleştiri için, bkz. Therbom
1984. Bireyciliğin başat ideolojisi ile günümüzde Amerika'da yaşanan bir örneği
içerisindeki karşıtlıklarının daha ayrıntılı bir şekilde çözümlendiği bir çalışma için,
bkz. O'Conner 1984.

5. Althusser, Therbom ile girdiği kişisel bir diyalogda, " Devletin İdeolojik
Aygıtları" kavramının kuramsal gerekliliğini savunmaya artık hazır olmadığını,
önemli olan noktanın ideolojik aygıtlar ile Devlet arasındaki ilişkinin kavranması
olduğunu" açıklar (Althusser, Therbom 1980' de, 85).

6. Yeni Felsefe için, bkz. A Glucksmann 1980 ve Levi 1982. Ayrıca bkz. Chicago
Review'in Yeni Felsefeye ayrılmış özel sayısı (1981). Benim yaptığım eleştirmeler
konusunda özellikle borçlu olduğum çalışmalar için, bkz. Dews 1985; Lecourt 1978;
Poulantzas 1978. Bana göre Ranciere'in solculuğu ile Yeni Felsefecilerin yeni-tutucu­
luğunu birbirinden ayırmak önemlidir. Ranciere (1985) Althusser'in bilim-ideoloji
ayrımına yönelik önemli eleştirilerde bulunsa da, bu eleştirilerin çıkış noktası
büyük ölçüde Ranciere'in aşırı istenççiliği ve irrasyonalizmidir. Ranciere, bilimsel
pratiğin görece özerkliğini savunmaya yönelik her türlü girişimi reddeder ve bilim­
sel pratiği sadece ideolojiye indirger. Althusser, üniversite aygıtları içerisindeki
teknik ve toplumsal iş bölümlerini birbirinden ayırmaya çalışıp, ilkinin değerini
savunup ikincisinin deforme edilmesini eleştirirken, Ranciere, üniversitenin sınıf
mücadelesinin kendi içinde böldüğü çelişkili bir tabiata sahip bir aygıt olarak değil,
sınıf mücadelesinin nesnesi olan bir baskı unsuru şeklinde değerlendirilmesi gerek­
tiğini savunur. Althusser, üniversite aygıtlarının sınıfsal tabiatını hafife almaktan
suçlu bulunabilirse de, Ranciere'in yöntemini takip ederek bilimi ideolojiye indirge­
mek için hiçbir sebep yoktur. Ranciere, Çalışma ile Geçen Geceler: On dokuzuncu
Yüzyıl Fransasında İşçilerin Hayali (1989) adlı çalışmasında, ideolojik mücadele ve
işçi sınıf istenççiliğine ayrıcalık tanımaya devam eder. Bu eser, işçi sınıfı bilincine
yönelik genel çözümlemelere karşı yöneltilmiş şiddetli bir saldırı olması açısından
ilginçtir; diğer yandan - bu arada, Althusser'in ideoloji anlayışı ile bütünüyle tutar­
lılık gösteren- bu çaba, Ranciere'in yapısal belirlenim ve bilimsel realizme duyduğu
amansız nefret nedeniyle önemli kusurlara sahiptir.

7. Fransız Nietzscheciler Deleuze, Foucault ve Lyotard'ın görüşleri, Descombes


(1980) ve Callinicos (1982) tarafından eleştirel bir bakış açısıyla ele alınır.
Foucault'nun Deleuze' e yönelik olumlu değerlendirmeleri için, bkz. Foucault 1980a,
165-96. Deleuze'ün Foucault'ya ilişkin olumlu görüşleri için, bkz. Deleuze 1972.
Foucault' dan esinlenerek kaleme alınmış en iyi çalışmalardan birine imza atmış
olan Donzelot (1979), Foucault ve Deleuze'ün düşünsel yakınlığını başarılı bir şe­
kilde gösterir.

Foucault üzerine çok fazla şey yazılmışhr. İçlerinde en " yetkili" yorum, Dreyfus
ve Rabinow'un 1983 tarihli çalışmasıdır; bir başka başarılı ve kapsamlı inceleme de,
Foucault'nun çevirmeni Alan Sheridan (1980) tarafından gerekleştirilmiştir.
Merquior (1985), Dreyfus ve Rabinow'un aksine, Foucault'nun eserlerindeki neo­
anarşist Nietzscheci unsurları dikkatle mercek altına almıştır. Merquior ayrıca,
Fo'ucault'nun düşünsel yaşamı boyunca ortaya çıkan kavramsal çelişkilerine dair
faydalı bir çalışma sunar. Foucault ile Yeni Felsefeciler arasındaki ilişki için, bkz.
Dews 1979 ve 1984; Lecourt 1978; Poulantzas 1978. Ben, Foucault'nun yetmişli yıl­
lardaki eserlerinde gözlemlenen İktidar kavramının ontolojik ve korkunç bir
oluşum şeklinde tasarlanmasına ilişkin argümanlarımı Dews ve Poulantzas'ın
görüşleri temelinde oluşturdum. Foucault'nun erken dönem eserleri için, bkz,
White 1978 ve Lecourt'un (1975) eserinde Foucault'ya ayırdığı bölüm. Foucault'nun
son dönem eserleri için, bkz. White 1979 ve Megill 1979. Deleuze'ün Foucault
üzerindeki etkileri için, bkz. Callinicos 1982. Megill (1985), Foucault'yu Nietzsche ve

400
Heidegger geleneği içerisinde konumlandırsa da, Deleuze' ün temsil ettiği neo­
Nietzscheci Sol' un özgünlüğüne karşı duyarsız kalır. Rabinow ve Dreyfus'un çalış­
malarında, Deleuze ve Althusser'le ilgili ifadelere rastlamayız. Foucault'nun
Althusser'in kavramlarına olan olumsuz bağlılığı (bkz. Lecourt 1075), Birleşik
Devletler' deki Foucault hayranları arasında dışarı vurulmayan büyük bir sırdır.
Sheridan, Althusser'in etkisinin olasılığını kabul eder gibi olsa da, bu durumu
Foucault'nun kendi inkar sözleriyle şiddetli bir şekilde reddeder (bkz. Sheridan
1980, 214). Postmodem Sol içerisinde, Foucault'nun eleştirel tutumdan uzak bir şek­
ilde kabul edilmesi, Poster'in (1984) değerlendirmelerinde iyice öne çıkar. Poster'
göre, Foucault, üretim biçimi kavramının yerine geçen "bilgi biçimi" kavramını
keşfeden ilk kişidir ve çağdaş toplumsal teori için en uygun eleştirel kuram budur.
Teknolojik devrimin bilgi işlem ve denetim mekanizmaları açısından taşıdığı önemi
yadsımasam da, üretim biçimi kavramının etkisini buharlı gemi devrimi ya da tel­
graf devriminden daha fazla azaltması için bir sebep göremiyorum. Foucault'yu
post-modem bir bakış açısıyla ele alan bir başka değerlendirme için, bkz. Smart
1983. Foucault' nun Sade' dan Battaille' e uzanan düşün geleneği ile olan ilişkisi için,
bkz. Stoekl1985 ve Lash 1985.

5. Bölüm: Edebiyat ve İdeoloji

1 . Benim değerlendirmem, Bennett'in değerlendirmesi (1979) ile doğrudan


karşıtlık oluştursa da, Sprinkler'in değerlendirmesi ile az ya da çok örtüşür; ayrıca
bkz. Kavanagh 1982. Macherey (1982), her ne kadar istemese de bir yazınsal pratik
anlayışı geliştirilmesi gerektiğini kabul eder. Eagleton' ın "Althusserciliğe" olan
bağlılığı ise zaman içerisinde sürekli değişiklik gösterir; bkz. Eagleton (1986)
eserinin önsözü ve röportaj (Eagleton 1982).

2. Çağdaş dilbilimine yönelik kapsamlı bir eleştiri için, bkz. Pecheux 1969;
Pecheux ve Gadet 1981; Ducrot 1972; Henry 1977; Faye 1972. Bu eserlerin hepsi,
söylem ve dile yönelik, benim sadece Pecheux aracılığıyla değerlendirdiğim Yapısal
Marksist bir yaklaşımı paylaşır. Pexheux'ya yönelik başka değerlendirmeler için,
bkz. Macdonell 1986; Macabe 1979; John Thompson 1984. Adı geçen son eser,
yazarının Pecheux, Faye, Bourdieu ve Althusser'ın buluştuğu ortak paydayı teşhis
edememesi nedeniyle kusurlar taşır.

3. Gadamar ve Alımlama Estetiği üzerine, bkz. Hoy 1978; Holub 1984;


Hohendahl 1977 ve 1983.
4. "Yazınsal alımlama kategorilerinin" tarih içerisinde değişiklik göstermesi, ide­
olojik üretim gibi bir tür nesnel, belirli bir bilişsel etkinliğin varlığının göstergesidir.
Estetik alımlama ve tüketim ideolojileri, ideolojik Sınırlama çizgilerini bu etkinlik
etrafında çizer ve yeniden üretir. Yapısal Marksizm, hem metnin özgül yazınsal
etkinliğini (diğer pratikler karşısında sahip olduğu görece özerkliği) hem de üretim
ve alımlamanın belli koşullarını (yazının bir dizi ideolojik pratiğe olan bağım­
lılığını) kavramsallaştırabilir. Böyle bir bilgi, metnin anlamına ilişkin Ingarden,
Poulet ve !ser' in nesnel idealist yöntemi ile benzerlik gösteren mutlak ya da kesin
bir yorum getiremese de, Heidegger, Gadamer ve Jauss'un öznel idealist yaklaşımı
ile anlaşılmaz hale getirilemez. Yapısal Marksizm, üretim ve alımlama arasındaki
ilişkinin "ölçülemez" olduğunun varsayılmasından kaçınır. Böyle bir yaklaşım,
Greenblatt, Montrose ve Company'nin sözde Yeni Tarihselciliğinden farksızdır
(bkz. Veeser 1989). Yeni Tarihselciliğe karşı, metin ile bağlamı, yazın ile yazınsal
olmayan fenomenleri "bir arada ele almanın" yeterli olmadığını, tarihin " indirgen­
emez karmaşıklığı gibi kuramsal gerekçelere dayanan yetersiz açıklamalara başvu­
rulmaması gerektiğini savunmalıyız. Aynı zamanda, tarihi metinselleştirmek adına
bilgi ve sanat arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya dayanan ideolojik arzunun
haklı çıkarılabilecek hiçbir yanı yoktur. Yeni Tarihselcilik, Berkeleyli profesyonel bir
orta sınıf akademisyeninin, kendisini Thomas More'un bedeninde bulduğu ana
nasıl hissedebileceği gibi "kritik" sorulara yanıt bulabilir. Fakat bu gibi düşünce
deneylerini meşru kılmanın ötesinde, Yeni Tarihselcilik girişiminde kuramsal bir
değer bulmak güçtür. (Bu yaklaşıma alternatif olarak, bkz. İngiliz Rönesansına
ilişkin "Kültürel Materyalist değerlendirme, bkz. Dollimore 1984; Halpem 1991;
Dollimore ve Sinfield 1985) . Son olarak, yansıtma teorisinin kaba materyalist nesnel­
liğinin yerine tarihselci alımlama teorisinin aynı ölçüde kaba materyalist öznelciligi­
ni getiren Marksist alımlama estetiğinin de ortaya koyabileceği çok fazla yeni fikir
yoktur.

5. Renee Balibar'ın kitaplarına ilişkin değerlendirmelerimi, Bouche'ye (1981)


borçluyum.

6. Fredric Jameson (1981), semantik ögelerin Balzac, Gissing ve Conrad gibi


yazarların eserlerinde nasıl bir işlev taşıdığını ikna edici bir şekilde açıklar.
Jameson'ın önemli kitabını, Althusser'in kavramlarının üzerindeki güçlü etkisine
rağmen bu bölümdeki çözümlemelere dahil etmedim. Bunun nedeni öncelikli
olarak yer sorunu değil, James'in eseri üzerinde başka pek çok etkinin bulun­
masıdır. Jameson'a ilişkin daha kapsamlı değerlendirmeler için, bkz. Eagleton 1986
ve Dowling 1984.

402
6. Bölüm: Sınıf lktidan, Politik İktidar ve Kapitalist Devlet

1 . Poulantzas, Althusser'in yapısal nedensellik kavramında, Lenin, Gramsci ve


Weber'in ortaya koyduğu politik iktidar ve tahakküm sorunlarının çözüme kavuş­
turulmasının anahtarını bulur. Althusser'in sorunsalı ahldığında, Poulantzas'ın tüm
eseri anlaşılmaz hale gelir. Bazı eleştirmenlerin (Carnoy 1984; Jesop 1985), Gramsci
ve Foucault'yu Poulantzas'ın " asıl" referans kaynakları şeklinde açıklama- ve
dolayısıyla Althusserci "aşamayı" hiçbir öneme sahip olmayan geçici bir döneme
indirgeme- eğilimi, Poulantzas'ın kendi açıklamalarında (bkz. Poulantzas 1980;
1976a; 1979) hiçbir şekilde desteklemediği saçma bir yanlış aktarım sorununa
dayanır. Gramsci ve Foucault isimleri, Althusser'in toplumsal kuram üzerindeki
etkilerinin izlerini silmek için çıkış noktası görevi görmüş ve ne yazık ki Poulantzas
bu sürece alet edilmiştir. Daha önce de belirttiğim gibi, Foucault, Yapısal
Marksizmin haramzadesi vasfına layık görülebilir; Foucault, Foucault'nun sadece
Althusser'den aldığı düşünsel ögeleri kabul etmiştir. Poulantzas'ın, Foucault'nun
neo-Nietzscheci, post-modern, post-Marksist eğilimlerini kesin olarak reddettiğini
de gördj.i.k. Gramsci'nin Poulantzas (ya da bu konuda Yapısal Marksizm) için
taşıdığı önemi küçümsemek gibi bir çabam yok. İkisi arasındaki önemli etkileşimler
için, bkz. Buci-Glucksmann 1980; Macciocchi 1974; Mouffe ve Sassoon 1977;
Anderson 1977. Poulantzas'ın Gramsci ile ilgili görüşleri için bkz. Poulantzas 1965.
Poulantzas'ın Althusser-Gramsci ilişkisine yönelik görüşleri için, bkz. Poulantzas
1966. Weber'in Poulantzas için taşıdığı önem, ikincil edebiyat içerisinde göz ardı
edilmiştir. Althusser ve Poulantzas' ın Weber ile olan ilişkileri bağlamında sistem­
atik olarak karşılaşhrılması gerekiyor.

2. Poulantzas'ın, üretim biçiminin matris etkisi anlayışı, Poulantzas'ın


"döngüselliğini" görüp dehşete düşen çoğu eleştirmeni yanıltır. (örneğin bkz.
Milliban 1973; Connell 1979) . Ernesto Laclau'nun Poulantzas üzerine kaleme aldığı
metinler bu açıdan diğer tümünden üstündür. Fakat Laclau bile Poulantzas'ın
kavramsal çerçevesinin tek yönlü olduğunu ve dolayısıyla matris etkisinin dolaylı
belirlenimini "sınıfsal indirgemecilik" şeklinde yanlış aktardığını savunur.

3. Örneğin, bkz. Bridges 1974 ve Milliband 1973. Bu eleştiri, asıl noktayı, politik
oluşumun, ekonomik oluşum tarafından sınırlandırılmasının konjonktürel olmanın
yanı sıra, tarihsel ve yapısal bir durum (üretim biçiminin matris etkisi ve toplumsal
sınıf ve politik pratik kavramları) olduğunu gözden kaçırır. Mlliband ve
Poulantzas'ın kapitalist devletin sınıfsal doğasına ilişkin ünlü tartışması,
Milliband'ın özne merkezli sınıf iktidarı değerlendirmesi ve Poulantzas'ın yapı
merkezli yaklaşımın ortak bir paydada buluşamaması nedeniyle hiçbir sonuca

403
ulaşamaz. Çünkü her iki taraf da, kendi konumları arasındaki mesafeyi kapatacak
ideolojik çağrı, geçerli etkiler ya da toplumsal sınıf gibi kavramları ortaya atmamak­
tadır. Bu tarhşma için, bkz. Milliband 1973; Poulantza 1969; Poulantzas 1976;
Milliband 1970.

4. Kısaca açıklamak gerekirse, Poulantzas' a göre, Almanya ve İtalya' da karşıtlık­


ların artış göstermesi faşizmin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Almanya' daki
iktidar bloğu içerisindeki karşıtlığın kaynağı, politik tahakkümün hala toprak
sahibi aristokrasinin kontrolünde olduğu ülkede, sermayenin geniş alanlara
yayılarak yoğunlaşmasıydı. Tekelci sermaye, devletten Prusya aristokrasisinin
oransız politik gücüne engel olmak için müdahale etmesini talep etti. Fakat iktidar
bloğunun yapısı ve tekelci olmayan toplulukların görece gücü böyle bir müdahal­
eye karşı engel teşkil ediyordu. İtalya' da ise durum çok daha şiddetliydi. İktidar
bloğu kuzeyli fabrika sahipleri ile Mezzogiorno'lu toprak sahiplerinden oluşuyor,
toprak sahipleri güney bölgesindeki tarımın feodal karakterini sürdürerek kendi
hegemonik konumlarını koruyordu.

Faşizmin yükselişi aynı zamanda işçi sınıfı güçleri ile burjuvazi arasında bir
karşıtlığı içerir, fakat faşizmin yükselmesinde esas rolü küçük burjuvazi oynar.
Politik ve ekonomik krizler küçük burjuvaziyi liberal kapitalizmden uzaklaştırır ve
anti-kapitalizm statükosu," başat bir ideolojik muhalefet teması haline gelir. Bu
11

ideolojik alt-grup, başat burjuva ideolojisinin "yerine geçerek," toplumsal oluşumu


"eski gücüne kavuşturur." Poulantzas'a göre faşizmin işlevi, bu tarihsel koşullar ve
politik-ekonomik krizlerde, tekelci sermayenin hegemonisini oluşturma ve
örgütleme kapasitesine sahip bir devlet biçimi meydana getirmektir. Bu olağanüstü
kriz koşullarında küçük burjuvazi politik yaşamın en üst basamaklarına yükse­
lebilir. Fakat kriz ancak küçük burjuvazinin etkisiz hale getirilmesi ve tekelci ser­
mayenin hegemonisinin oluşturulması ile çözüme kavuşturulabilir.

Poulantzas' a göre devlet ve ekonominin birbirinden biçimsel olarak ayrılması,


sadece parlamenter demokrasilere değil, tüm kapitalist oluşumlara özgü bir
durumdur. Poulantzas, kapitalist devletin "sıra dışı" ya da parlamenter olmayan
biçimleri hakkında iki kitap yazı: Diktatörlüklerin Krizleri'nde askeri bir diktatör­
lük ve Faşizm ve Diktatörlük'te faşizmi (Poulantzas 1976a; 1974). 1973 tarihli çalış­
masında bunun üçüncü bir türünü, " Bonapartçılığı" ele alır. Poulantzas'ın faşizm
çözümlemelerine ilişkin en iyi değerlendirmeler için, bkz. Laclau 1977; Jessop 1095;
Faye 1973; ayrıca bkz. Caplan 1989. Abraham (1986), Poulantzas'ın araştırma alanı­
na, Alman faşizminin yükselişinin politik dinamiklerini de dahil ederek başarılı bir
çözümleme sunar. Ayrıca bkz. Dobkowski ve Walliman'ın (1989) önemli derlemesi.
Poulantzas ' ın çözümlemesini bağımsız bir şekilde destekleyen ve eksik yönlerini
tamamlayan çok sayıda çalışma arasında, bana göre söz edilmeyi hak eden en iyi
ikisi, Wehler 1985 ve Broszat 1981 .

5. Poulantzas'ın çalışması, Althusserci ideoloji, ideolojik çağrı ve habitus gibi


kavramların nasyonalizm çözümlemelere uygulanabileceğinin başarılı bir
örneğidir. Geertz (1973) ve Gellner'in (1983) kültürel işlevselciliğini özümser ve
aşar. Bkz. B. Anderson 1983; Naim 1981; Howell 1986, nasyonalizme yönelik
geleneksel Marksist çözümlemelere yönelik genel bir değerlendirme için, bkz. H.
Davis 1980, 1967.

6. Savaş sonrası " Amerikan Yüzyılı" - Avrupa'nın yeniden canlanması, Soğuk


Savaş, Fordist Devlet, gibi konuların küresel kapitalizmin gelişmesi bağlamında ele
alındığı çözümlemeler için, bkz. Kolko 1972; Bloch 1977; Pijl 1984; Mandel 1986;
Mandel 1970; Schurmann 1974.

7. Aglietta, Christian Palloix, Alain Lipietz ve diğer hepsi, kapitalist birikim sis­
temleri ve küresel ekonomi ile ilgilenen ecole de regulation' ın üyeleridir.
Althusser' in Yapısal Marksist üretim biçiminden etkilenen öğrencileri, postmodern­
izmin saçmalıkları ve bağımlılık teorisinin eksik yönlerine bir alternatif olarak
kuramsal alanda gitgide daha fazla kabul görmektedir. Aglietta'nın (1979) yanı sıra,
bkz. Palloix 1972; Palloix 1976; Lipietz 1977; Lipietz 1983; Lipietz 1987; Aglietta 1982.
Eleştirel bir değerlendirme için, bkz. Brenner ve Glick 1991 .

8. Küresel yeniden yapılanma ve metropol ile çevre bölgeler üzerindeki etkisi


için, Mandel 1975; Lipietz 1987; Warren 1980; Amin 1980; J. Kolko 1988. J. Kolko
1988. Lash ve Urry'nin (1987) "örgütlü" kapitalist devletlere yönelik tarihsel
incelemesi olukça da aydınlatıcı olsa da, kapitalizmin "örgütsüzleştiği" yönündeki
Habermasçı tezi pek ikna edici değildir. Daha başarılı bir çözümleme için, post­
modem kültürü küresel ekonomik yeniden yapılanma ve Fordist sermaye biriki­
minden "esnek" sermaye birikimine geçiş açısından değerlendiren Harvey'nin 1989
tarihli incelemesine başvurulabilir.

9. Kentleşmenin kapitalist birikim açısından ve toplumsal alanın kapitalist


tahakküm açısından önemini değerlendiren Yapısal Marksist coğrafyacılar David
Harvey ve Manuel Castells'in eserlerinden söz etmek bu noktada faydalı olabilir.
Bkz. D. Harvey 1989a; Castells 1977

10. Poulantzas'ın eseri, çağdaş kapitalizmde devlete ilişkin Marksist ve neo­


Marksist çözümlemelerin alanını tüketmez. Bu noktada en azından şu eserlerden

405
söz edilmelidir: Wolfe 1977; O'Conner 1984; Offe 1984; Offe 1985; Gross 1982. Yeni
kuramsal gelişmelere yönelik faydalı incelemeler için, bkz. Carnoy 1984 ve Jessop
1982.

11 . Bu ifadeler Stuart Hall'a aittir. Hali (1988) ve Leys (1989), Thatcherizmin ide­
olojik ve toplumsal-yapısal temeli üzerine kusursuz çözümlemeler sunar.

12. Poulantzas, beyaz yakalı işçiler, teknisyenler, müfettişler ve memurların "orta


sınıfının,'' küçük burjuvazinin yakın zamanda ortaya çıkmış bir fraksiyonu
olduğunu öne sürerek bu tespitini haklı çıkarır. Poulantzas'ın argümanı, toplumsal
sınıf kavramına- bugünün sınıf ilişkilerinin matris etkisi aracılığıyla dünün politik,
ideolojik ve politik ilişkilerinden izler taşıdığı gerçeğine- dayanır. İlk bakışta
ekonomik ilişkiler içerisinde farklı yerleri işgal ettiği düşünülen "belli gruplaş­
maların" aynı sınıfa [küçük burjuvaziye] ait olduğunun düşünülebileceğini
savunur. Çünkü bu yerler her ne kadar farklı olsa da, politik ve ideolojik düzeyde
aynı etkilere sahiptir" (Poulantzas 1975, 205). Aslında Poulantzas'a göre, yeni
geleneksel küçük burjuvaziler, üretim güç ve ilişkilerinde farklı konumlara sahip
olsalar da, benzer politik de ideolojik konumlara sahiptir ve bu benzerlikler onları
aynı toplumsal sınıfın fraksiyonları şeklinde tanımlamayı haklı çıkartır.

Poulantzas ilk bakışta, politik ve ideolojik etkilerin ekonomik ilişkiler üzerinde­


ki üstünlüğünü öne çıkarmak üzere toplumsal ilişkiler ile geçerli etkileri arasındaki
nedensiz ilişkiyi tersine çevirmiş gibi gözükür. Günümüzde birbirine benzer ideolo­
jik ve politik konumlar, yarının matris etkisinin oluşturulmasında rol alsa da,
Poulantzas, bu politik ve ideolojik konumların matris etkisini kendi başlarına değil,
belirlenim biçimleri kapitalist üretim biçimi içerisinde baskın olan ekonomik ilişkil­
erle eklemlenerek oluşturacağı gerçeğini gözden kaçırmış gibidir.

Poulantzas'ın politik ve ideolojik ilişkileri, toplumsal sınıfı oluşturan matris etk­


isinin bünyesine dahil etme girişimi, ekonomik ilişkilerinin önceliğinin reddedilme­
si şeklinde değerlendirilmemeliydi. Çünkü böyle bir okuma, Poulantzas'ın tüm
metinlerini anlaşılmaz hale getirir. Fakat ne yazık ki böyle bir okuma, toplumsal
sınıf kavramını yanlış yorumlayan post-Althusserci, Post-Marksist bir yaklaşıma
zemin hazırladı. Laclau, bu yaklaşımı benimseyen düşünürlere örnek gösterilebilir.
Poulantzas'ın "ekonomik indirgemeciliğini" eleştirirken, ideolojinin özerkliği ve
politikanın ekonomik ilişkilerden önce gelmesine dayanan bir toplumsal sınıf
anlayışı geliştirir. Bu yaklaşım, mantıksal çıkarımına Laclau ve Mouffe'nin 1985 tar­
ihli çalışmasında ulaşır. Laclaou ve Mouffet, tarihi, tarihsel motorunun "demokrasi
söylemi" olduğu bir " özgürlük hikayesi" şeklinde değerlendirir. Saussurecü dilbil-
imin en yanıltıcı öğeleri (toplumsal gerçeklik diye bir şey yoktur, sadece söylemin
ayrımsal gerçekliği vardır) ile Lacancı psikolojinin çarpıtılmış bir formunu bir­
leştiren irrasyonalist bir bireycilik anlayış sunarlar. Lacan'ın Gerçek (bireyin arzu­
ları, ihtiyaçları ve duygulan), İmgesel (psikolojik özdeşleşme süreci) ve Sembolik
(toplumun söylemsel kod ve pratikleri) kavramları, belli bir bireyin ruhu ile belli bir
toplumsal gereklik arasındaki nesnel gerilimi ifade eder. Laclau ve Mouffe ise,
Sembolik ve İmgesel arasında- bireyin Gerçeğinin ve toplumsal yapıların bulun­
madığı- gelişigüzel bir ilişki kurabilmek için, Lacan' ın sorunsalını gülünç bir şekle
sokarlar. Bu noktadan itibaren, politik kuramı aynı ölçüde yetersiz ideolojik konum­
ların gelişigüzel dağılımına ve politik iktidarı toplumsal alan içerisinde ister iste­
mez yoğunlaşan " düğüm noktalarının" gelişigüzel yapısına indirgemeleri çok
kolaydır.

Poulantzas, üretici emek ile üretici olmayan emeği birbirinden ayırarak, "yeni
küçük burjuvaziyi" işçi sınıfından a ayırır. Üretici emek şu şekilde tanımlanır: artı
değeri üretirken, aynı sırada sömürü ilişkisinin alt katmanı görevini gören maddi
ögeleri yeniden üreten emek: maddi zenginliği artıran kullanım değerlerini üreterek
maddi üretime doğrudan katılan emek" (Poulantzas 1975, 216). Benim Marksist
teorinin üretici ve üretici olmayan emek ayrımından anladığım kadarıyla (bkz.
Gough 1972), " üretici olmayan" işçiler emeklerinin büyük bölümünü kapitalist şir­
ketlere satması ve üretim ile dağıtımın entergrasyonu bilimsel ve teknolojik
hizmetlere gittikçe daha fazla bağlı olduğunda, durum söz konusu sistem için git­
tikçe daha fazla yararsız hale gelir. Ne olursa olsun, Poulantzas bir ayrım ölçütü
olarak kullandığı ekonomik unsur ile politik ve ideolojik ölçütü hiçbir şekilde
uzlaştıramaz.

Ne var ki, bu hatalar Poulantzas'ın argümanının genel yapısını zayıflatmaz.


Geleeksel ve yeni küçük burjuva arasında, tam da Poulantzas'ın belirttiği nedenler­
den ötürü ortak bir ideolojik bir birleşme noktası (reformizm, bireycilik, güç fetişiz­
mi) mevcuttur: her iki fraksiyon a, kapitalist sınıfın hegemonik sınıf çıkarları ile
onun antitezi olan işçi sınıfının sınıf çıkarları arasındaki karşıtsal sınıfsal konum­
ların arasında kalır. Kapitalist çalışan sınıf karşıtlığının önceliği göz önünde bulun­
durulduğunda, yeni küçük burjuvazinin konumu ister istemez çelişkilidir ve kapi­
talizm ile sosyalizm arasındaki değişkenler arasında gidip gelir. Poulantzas'ın, yeni
küçük burjuvazinin, ender durumlar dışında, ideolojik spektrumun kapitalist kut­
buna doğru yöneldiği yönündeki görüşüne karşı çıkmak güçtür.

Poulantzas' ın, yeni küçük burjuvazinin sınıfsal konumunu kesin bir şekilde
ortaya koymak amacıyla toplumsal sınıf kavramından yararlanma girişiminin

407
yarattığı kafa karışıklığının, zihinsel emek ile el emeğini ideolojik bir bakış açısın­
dan değil, ekonomik bir bakış açısından değerlendirilmesi yoluyla ortadan
kaldırılabileceği kanaatindeyim. Elbette Poulantzas zihinsel emek- el emeği
ayrımının hayati öneminin farkındadır. Fakat bu ayrımı üretim güç ve ilişkileri
bağlamında değil, ideoloji bağlamında ele alır. Ben ise tam tersini iddia ediyorum:
hüviyet vesikaları, dereceler, örgütsel konumlar ve beceriler, kişisel olarak sahip
olunan iktisadi değerlerdir ve aşağı yukarı geleneksel küçük burjuvazinin kişisel
mülklerine denk düşer. Yeni küçük burjuvazi, hiçbir kapitalist toplumsal oluşum
içerisinde hegemonik olamaz- işlevsel olarak, sahip oldukları malları, geleneksel
küçük burjuvazinin kişisel mülkü gibi, tekelci sermaye kendi kapsamına alır. Fakat
kapitalistlerin (vasıfsızlaştırma, makineleşme) ve işçi sınıfının (fırsat eşitliği, eşitlik),
sahip oldukları sembolik sermayenin değerini düşürmelerine engel olmak için
büyük bir mücadele ortaya koyabilirler.

Dolayısıyla benzer ekonomik ilişkiler (ekonomik değerlere şahısların sahip


olması), geleneksel ve yeni küçük burjuvazinin paylaştığı benzer geçerli etkileri
açıklar. Matris etkisini ve toplumsal sınıfı oluşturan toplumsal ilişkiler bütünü
içerisinde politik ve ideolojik konumların etkinliğinin kabul ederken, aynı zamanda
bu bütün içindeki ekonomik ilişkilerin önceliğini e kabul etmeliyiz. Böyle bir yak­
laşım, Poulantzas'ın, "orta sınıfın" küçük burjuvazinin bir sınıf fraksiyonu olduğu
yönündeki görüşünün geçerliliğini kanıtlar.
Son olarak, politik spektrumun son tahlilde küçük burjuvazinin çelişkili sınıfsal
konumu değil, kapitalist ve işçi sınıfı kutupları tarafından tanımlandığı yönündeki
Yapısal Marksist görüş, post-modem, post-Marksist toplumsal teoristlerin ortaya
attığı, sınıfsal belirlenimler ve sınıfsal değerlerden yoksun " gelişigüzel" göstergeler
evreninden daha ikna edicidir.
Bu post-modemist tutum, orta sınıfın isteklerinin pazarlamacılığını yapmaktan
sorumludur. Her şeyden önemlisi küresel kapitalizmi ideolojik olarak meşru kılmak
ve Solu "vefakar muhalefetin umutsuz konumuna ve Yeni Sağın "şamar oğlanına"
indirgemekle suçlanabilir.
Ben, yeni küçük burjuvaziye yönelik kendi değerlendirmelerimi, Wright (1985)
ve Larson'a (1977) borçluyum. Yapısal Marksist cephe içerisindeki alternatif bakış
açıları için, bkz. Baudelot, Establet ve Malemoty 1981; Carchedi 1977. Burjuvazinin
çeşitli sınıf fraksiyonları ile işçi sınıfı arasındaki ideolojik farklılıkları, habitus ve
sembolik sermaye kavramlarından yararlanarak ele alan kusursuz bir sosyolojik
çözümleme için, bkz. Bourdieu. Poulantzas'ın yeni küçük burjuvazi anlayışına
ilişkin tartışmalar için, bkz. Wood 1986; Connell 1979; Ross 1979; Jessop 1985.

408
Kaynakça
Abercrombie, Neal, Stephen Hill ve Bryan S. Turner. 1980. Başat İdeoloji Tezi,
Londra: Allen and Unwin.

Abraham, David. 1986. Weimar Cumhuriyetinin Çöküşü 2. Baskı, New York:


Holmes and Meier.

Aglietta, Michel. 1982. Seksenli Yıllarda Dünya Kapitalizmi New Left Review ,
no. 136: 5-42.

- - - . 1979. Kapitalist Düzen Teorisi. Londra: New Left.

Allen, James Sloan. 1983. Ticaret ve Kültür Masalı: Kapitalizm, Modernizm ve


Chicago The Romance of Commerce and Culture: Capitalism, Modernism, and the
Chicago-Aspen Kültürel Reform Haçlı Seferi Chicago: University of Chicago Press.

Althusser, Louis. 1990. Felsefe ve Bilimadamlannın Kendiliğinden Felsefes.


Londra: Verso.

- - - . 1978. Marksizmin Krizi, Marxism Today, Temmuz, 215-20, 227.

- - - . 1978a. Partide Değişmesi Gerekenler, New Left Review , no. 109:19-45.

- - - . 1977. Fransız Komünist Partisinin Yirmi ikinci Kongresi Üzerine New


Left Review , no. 104:3-22.

- - - . 1976 Ôzeleştiri Yazılan. Londra: New Left.

- - - . 1972. Politika ve Trih Politics and History . Lonra: New Left.

- - - . 1971 . Leni ve Felsefe. New York: Monthly Review.

- - - . 1969. Marx İçin . Londra: New Left.

- - - . 1969a. A propos de l'article de Michel Verret sur "mai etudiant." La pen­


see , no. 145:3-14.

Althusser, Louis, ve Etienne Balibar. 1970. Kapital'i Okumak . Londra: New Left.

Ambler, J. S., ed. 1985. Fransa'nın Sosyalizm Deneyi. Philadelphia: Institute for
the Study of Human Issues.

Amin, Samir. 1980. Sınıf ve Ulus: Tarih ve Güncel Kriz Bağlamında New York:
Monthly Review.

Anderson, Benedict. 1983. Hayal Edilen Topluluklar: Ulusalcılığın Kökenleri ve


--

Yayılması Üzerine Düşünceler. Londra: Verso.


Anderson, Perry. 1984. Tarihsel Materyalizmin İzlerinde. Chicago: University of
Chicago Press.
- - - . 1980. İngiliz Marksizmi Üzerine Tezler. Londra: Verso.

- - - . 1976. Antonio Gramsci'nin Çelişkileri New Left Review , no. 100: 5-78.

- - - . 1976a. Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler. Londra: Verso.

- - - . 1974. Mutlakiyetçi Devletin Kökenleri. Londra: Verso.

- - - . 1974a. Antikiteden Feodalizme Geçişler. Londra: Verso.

Aston, T. S., ed. 1965. Avrupa' da Krizler, 1560-1660 . Londra: Routledge ve Kegan
Paul.

Aston, T. S., ve C. H. E. Philpin, eds. 1985. Brenner Tartışması: Tarımsal Sınıf


yapısı ve Endüstri Dönemi Öncesi Avrupa' da Ekonomik Gelişme. Cambridge:
Cambridge University Press.

Avineri, Shlomo. 1968. Kari Marx'ın Toplumsal ve Politik Anlayışı. Cambridge:


Cambridge University Press.

Bachelard, Gaston. 1984. Yeni Bilimsel Ruh. Boston: Beacon.

- - - . 1968. 'Hayır' Felsefesi. New York: Orion.

Badiou, Alain. 1982. Theorie du sujet . Paris: Editions du Seuil.

Bailey, Anne M., and Josep R. Llobera, eds.'1 981 . Asya Tipi Üretim Biçimi: Bilim
ve Politika. Londra: Routledge ve Kegan Paul.

Baker, John. 1987. Eşitliği Savunmak. Londra: Verso.

Balibar, Etienne. 1978. Bachelard'dan Althsser'e: Epistemolojik Kopma Kavramı


Economy and Society 7:207-37.

- - - . 1977. Proleterya Diktatörlüğü Üzerine. Londra: New Left.

- - - . 1974. Cinq etudes du materialisme historique . Paris: Maspero.

- - - . 1973. Öz-eleştiri Self-Criticism. Kuramsal Pratik 7-8:56-72.

Bali bar, Renee. 1978. Fransa' da bir Yazınsal Eser Örneği: George Sand' ın La mare
au diable/ Şeytanın Havusu eseri, 1846. in Francis Barker, ed. The Sociology of
Literature: 1848 , 27-46. Londra: University of Essex Press.

- - - . 1974. Les français fictifs: Le rapport des styles litteraires au français


national . Paris: Hachette.

410
Balibar, Renee, and Dominique Laporte. 1974. Le français national: Politique et
pratique de la langue nationale sous la Revolution . Paris: Hachette.

Barratt, Michele. 1980. Kadınların Günümüzde Uğradığı Baskılar. Londra: Verso.

Baudelot, Christian, ve Roger Establet. 1971 . L'ecole capitaliste en France . Paris:


Maspero.

Baudelot, Christian, Roger Establet, ve Jacques Malemort. 1981 . La petite bour­


geoisie en France . Paris: Maspero.

Baudrillard, Jean. 1988. Seçilmiş Yazılar. Stanford: Stanford University Press.

Bennett, Tony. 1979. Biçimselcilik ve Marksizm. Londra: Methuen.

Benton, Ted. 1984. Yapısal Marksizmin Yükselişi ve Çöküşü: Althusser ve Etkisi.


New York: St. Martin's.

Berger, John. 1985. Görme Biçimleri John Berger'in Yazıları. New York:
Pantheon.

Bettelheim, Charles. 1983. Les luttes de classes en URSS: Troisieme periode, 1930-
1941 . Vol. 2, Les dominants . Paris: Maspero and Seuil.

- - - . 1982. Les luttes de classes en URSS: Troisieme periode, 1930-1941 . Vol. 1,


Les domines . Paris: Maspero and Seuil.

- - - . 1978. SSCB'de Sınıf Mücadelesi: İkinci Dönem, 1923-1930 . New York:


Monthly Review.

- - - . 1976. SSCB'de Sınıf Mücadelesi: Birinci Dönem ,1917-1923 . New York:


Monthly Review.

- - - . 1975. Ekono !l'ik Öngörü ve Mülkiyet Biçimleri . New York: Monthly


Review.

Bevenuto, Bice ve Roger Kennedy. 1986. Jacques Lacan'ın Eserleri New York: St.
Martin's.

Bhaskar, Ray. 1979. Naturalizmin Olanaklılığı, Atlantic Highlands, N.J.:


Humanities.

- - - . 1978. Gerçekçi bir Bilim Kuramı 2. baskı Sussex: Harvester.

- - - . 1975. Feyerabend ve Bachelard: İki Bilim Felsefesi New Left Review , no.
94:31-55.

41 1
Blackburn, Robin ve Gareth Stedman Jones. 1972. Louis Althusser ve Marksizm
Mücadelesi. Howard and Klare'de 1972, 365-87.

Bloch, Maurice. 1985. Marsizm ve Antropoloji. Oxford: Oxford University Press.

- - - , ed. 1975. Marksist Çözümleme ve Toplumsal Antropoloji. New York:


Wiley.

Block, Fred L. 1977. Uluslar arası Ekonomik Düzensizliğin Kökenleri: İkinci


Dünya Savaşından Günümüze Kadar Birleşik Devletler'in Uluslar arası Para
Politikası Üzerine Bir İnceleme. Berkeley ve Los Angeles: University of California
Press.

Boggs, Cari. 1982. Avrupa Komünizminin Çıkmazları. Boulder: Westview.

Bois, Guy. 1984. Feodalizm Krizi. Cambridge: Cambridge University Press.

Bouche, Claude. 1981 . Fransa' da Materyalist Kuram, 1965-1975. Praxis 5:3-20.

Bourdieu, Pierre. 1984. Farklılık: Zevk Yargıları Üzerin bir Toplumsal Eleştiri.
Cambridge: Harvard University Press.

- - - . 1977. Bir Pratik Kuramı Taslağı. Cambridge: Cambridge University


Press.

Bradby, Barbara. 1980. Doğal Ekonominin Yıkımı. Wolpe'de, 1980, 93-127.

Brenner, Robert, and Mark Glick. 1991 . "Düzenleme Yaklaşımı: Kuram ve Tarih"
New Left Review 188:45-120.

Brewer, Anthony. 1980.Marksist Emperylizm Kuramları. Londra: Routledge ve


Kegan Paul.

Brewster, Ben. 1971 . Althusser ve Bachelard. Kuramsal Pratik. 3-4:25-37.

Bridges, Amy Beth. 1974. Nicos Poulantzas ve Marksist Devlet Kuramı. Politics
and Society 4:161-90.

Broszat, Martin. 1981 . Hitler Devleti: Üçüncü Reich'in İç Yapısının Temeli ve


Gelişimi Londra: Longman.

Buchanan, Allen E. 1982. Marx ve Justice: Radikal bir Liberalizm Eleştirisi.


Totowa, N.J.: Rowman and Littlefield.

Buci-Glucksmann, Christine. 1980. Gramsci ve Devlet. Londra: Lawrence ve


Wishart.

412
- - - . 1976. Sur la critique de gauche du stalinisme. Dialectiques 15-16:25-36.

Bürger, Peter. 1984. Avantgard Kuramı. Minneapolis: University of Minnesota


Press.

Burawoy, Michael. 1983. Üretim Politikası: Kapitalizm ve Sosyalizmde Fabrika


Düzenleri. Londra: Verso.

- - - . 1979. Üretim Rızası: Tekelci Kapitalizm Altında Emek Süreçlerinin


Geçirdiği Değişimler. University of Chicago Press.

Calinescu, Matei. 1987. Modernitenin Beş Yüzü: Modernizm, Avantgard,


Dekadans, Kitsch, Post-modernizm . Durham: Duke University Press.

Callinicos, Alex, ed. 1989. Marksist Kuram. Oxford: Oxford University Press.

- - - . 1988. Tarih Yapmak: Toplumsal Kuramda Temsil, Yapı ve Değişim.


lthaca: Comell University Press.

- - - . 1983. Marksizm v Felsefe. Oxford: Oxford University Press.

- - - . 1982. Marksizmin için bir Gelecek Var mı? Londra: Macmillan.

- - - . 1976. Althusser's Marksizmi . London: Pluto.

Canguilhem, Georges. 1988. Yaşam Bilimlerinin Tarihinde İdeoloji ve


Rasyonalite. Cambridge: MiT Press.

- - - . 1978. Normal ve Patolojik Üzerine. Dordrecht, Holland: Reidel.

- - - . 1955. La formation du concept de reflexe aux XVIIe et XVIIIe siecles .


Paris: Presses Universitaires de France.

Caplan, Jane. 1989. Faşizm Kuramları: Bir Tarihçi olarak Nicos Poulantzas. in
Dobkowski ve Wallimann'da. 1989, 128-49.

Carchedi, Guglielmo. 1 977. Toplumsal Sınıfların Ekonomik Olarak


Tanımlanması Üzerine. Londra: Routledge ve Kegan Paul.

Carens, Joseph H. 1981 . Eşitlik, Ahlaki Güdüleyiciler ve Pazar: Ütopyacı Politik­


Ekonomik Kuram Üzerine bir Yazı. Chicago: University of Chicago Press.

Camoy, Martin. 1984. Devlet ve Politik Kuram. Princeton: Princeton University


Press.

Carr, E. H. 1979. Lenin' den Stalin'e Rus Devrimi . New York: Free.

Castells, Manuel. 1977. Şehir Sorunu. Cambridge: MiT Press.

413
Cemy, Philip ve Martin Schain, 1985: Fransa' da Sosyalizm, Devlet ve Kamu
Politikaları. New York: Methuen.

Claudin, Femando. 1978. Avrupa Komünizmi ve Sosyalizm. Londra: New Left.

Clement, Catherine. 1983. Jacques Lacan'ın Yaşamları ve Lacan Efsaneleri The


Lives. New York: Columbia University Press.

Cliff, Tony. 1974. Rusya' da Devlet Kapitalizmi. Londra: Pluto.

Cohen, G. A. 1978. Kari Marx'ın Tarih Kuramı: Bir Savunma. Princeton:


Princeton University Press.

Comninel, George C. 1987. Fransız Devrimini Yeniden Düşünmek: Marksizm ve


Revizyonizm Engeli. Londra: Verso.

Connell, R. W. 1979. Althusserci Sınıf Anlayışı Üzerine bir Eleştiri. Kuram ve


Toplum 8:303-45.

Coward, Rosalind ve John Ellis. 1977. Dil ve Materyalizm: Göstergebilimde


Gelişmeler ve Özne Kuramı. Boston: Routledge ve Kegan Paul.

Culler, Jonathan, ed. 1975. Yapısalcı Şiir Tekniği: Yapısalcılık, Dilbilim ve


Edebiyat İncelemesi. Ithaca: Cornell University Press.

Curley, Edwin. 1988. Geometrik Yöntemin Ötesinde: Spinoza'nın Ethica'sı Üzer­


ine bir Okuma. Princeton: Princeton University Press.

Cutler, Antony, Barry Hindess, Paul Hirst ve Athar Hussain. 1978. Marx'ın
Kapital'i ve Günümüzde Kapitalizm. İkinci Cilt. London: Routledge ve Kegan Paul.
Telos 17:70-97.

- - - . 1977. Marx'ın Kapital'i ve Günümüzde Kapitalizm . 1 . Cilt. London:


Routledge ve Kegan Paul.

Cutler, Anton ve John Taylor. 1972. Feodalizmden Kapitalizme Geçiş Kuramı


Üzerine Kuramsal Yorumlar. Kuramsal Pratik 6:20-31 .

D'Amico, Robert. 1973. Yapısalcı Kuramın Sınırları. Telos 17:70-97.

Davis, Horace B. 1980. Marksist bir Ulusalcılık Kıramına Doğru. New York:
Monthly Review.

- - - . 1967. Ulusalcılık ve Sosyalizm: 1917'ye kadar Marksist Ulusacılık


Kuramları 1917 . New York: Monthly Review.

414
Davis, Mike. 1986. Amerikan Rüyasının MahkOmlan. Londra: Verso.

de Vries, Jan. 1976. Bir Kriz Çağında Avrupa Ekonomisi, 1600-1750 . Cambridge:
Cambridge University Press.

Deleuze, Gilles. 1972. Un nouvel archiviste . Paris: Fata Morgana.

- - - . 1969. Logique du sens . Paris: Presses Universitaires de France.

- - - . 1968. Difference et repetition . Paris: Presses Universitaires de France.

- - - . 1962. Nietzsche et la philosophie . Paris: Presses Universitaires de


France.

Deleuze, Gilles, ve Felix Guattari. 1987. Kapitalizm ve Şizofreni. Minneapolis:


University of Minnesota Press.

- - - . 1977. Anti-Oedipus . New York: Viking.

Derrida, Jacques. 1981 . Konumlar . Chicago: University of Chicago Press.

Descombes, Vincent. 1980. Modem Fransız Felsefesi. Cambridge: Cambridge


University Press.

Dews, Peter. 1987. Çözülmenin Mantığı: Post-Yapısalcı Anlayış ve Eleştirel


Kuramın İddialan. Londra: Verso.

- - - . 1985. "Yeni Felsefeciler " ve Solculuğun Sonu. in Roy Edgley ve Richard


Osbome'da, Radikal Felsefe Okuyucusu, 361-84. Londra: Verso.

- - - . 1984. İktidar ve Öznellik. New Left Review , no. 144, 72-95.

- - - . 1979. Yeni Felsefe ve Foucault. Economy and Society 8, no. 2:127-71 .

Dobb, Maurice. 1963. Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler. New York:


lntemational.

Dobkowski, Michael N., ve Isidor Wallimann, 1989. Faşizmin Yükselişi Üzerine


Radikal Perspektifler, 1919-1945 . New York: Monthly Review.

Dollimore, Jonathan. 1984. Radikal Trajedi: Shakespare ve Çağdaşlarında Din,


İdeoloji ve İktidar. Chicago: University of Chicago Press.

Dollimore, Jonathan ve Alan Sinfield, 1985. Politik Shakespeare: Kültürel


Materyalizm Üzerine Yeni Yazılar. lthaca: Cornell University Press.
Donzelot, Jacques. 1979. Ailelerin Polislik Faaliyetleri. New York: Pantheon.

415
Dowling, William C. 1984. Jameson, Althusser, Marx: Politik Bilinçdışına Giriş.
Ithaca: Cornell University Press.

Dreyfus, Hubert L ve Paul Rabinow. 1983. Michel Foucault: Yapısalcılığın ve


Anlambilimin Ötesinde. Chicago: University of Chicago Press.

Ducrot, Oswald. 1972. Dire ou ne pas dire . Paris: Hermann.

- - - . 1966. Logique et linguistique. Langages 2:3-30.

Eagleton, Terry. 1986. Doğasına Aykırı: Seçilmiş Makaleler. London: Verso.

- - - . 1983. Yazın Kuramı: Bir Giriş. Minneapolis: University of Minnesota


Press.

- - - . 1982. Terry Eagleton ile Röportaj. Diacritics no. 12, 1 :53-64.

- - - . 1981 . Walter Benjamin ya da Devrimci bir Eleştiriye Doğru. Londra:


Verso.

- - - . 1976. Eleştiri ve İdeoloji. London: New Left.

Ehrenreich, Barbara. 1990. Düşme Korkusu: Orta Sınıfın İç Dünyası. New York:
Harper, Perennial.

Elliott, Gregory. 1987. Althusser: Kuramın Dolambaçı Yolu. Londra: Verso.

- - - . 1986. Paul Hirst'in Düşünsel Yolculuğu. New Left Review , no. 159:81-
105.

Elson, Diane. 1988. Piyasa Sosyalizmi mi yoksa Piyasanın Toplumsallaştırılması


mı? New Left Review , no. 172:3-44 .

Elster, Jon. 1985. Marx'ı Anlamak. Cambridge: Cambridge University Press.

Faye, Jean-Pierre. 1973. La critique du langage et son economie . Paris: Editions


Galilees.

- - - . 1972. Theorie du recit . Paris: Hermann.

Fitzpatrick, Sheila. 1982. Rus Devrimi, 1917-1932 . Oxford: Oxford University


Press.

Foster, Hal, ed. 1983. Anti-Estetik: Post-modem Kültür Üzerine Yazılar. Port
Townsend, Wash. : Bay Press.

Foster-Carter, Aiden. 1978. Üretim Biçimi Çelişkisi. New Left Review , no. 107:
47-77.

416
Foucault, Michel. 1986. Cinselliğin Tarihi, 3. Cilt, Benlik Kaygısı. New York:
Pantheon, 1986.
- - - . 1985. Cinselliğin Tarihi. 2. Cilt, Arzunun Kullanımı. New York: Random,
Vintage.

- - - . 1983. Ahlakın Soykütüğü Üzerine. Dreyfus ve Rabinow'da 1983, 229-52.

- - - . 1980. Cinselliğin Tarihi. Birinci Cilt, Bir Giriş. New York: Random,
Vintage.

1980a. Bilgi/ İktidar: Seçilmiş Yazılar ve Diğer Yazılar. New York:


Pantheon.

1979. Disiplin ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu. New York:


Random, Vintage.

- - - . 1977. Dil, Karşı-bellek, Pratik. Ithaca: Comell University Press.

- - - . 1973. Kliniğin Doğuşu. New York: Pantheon.

- - - . 1973a. Şeylerin Düzeni: İnsan Bilimlerinin Arkeolojisi New York:


Random, Vintage.

- - - . 1972. Bilginin Arkeolojisi New York: Harper, Colophon.

- - - . 1965. Delilik ve Uygarlık: Mantık Çağında Deliliğin Tarihi. New York:


Random.

Friedman, Jonathan ve M. J. Rowlands, 1977. Toplumsal Sistemlerin Evrimi.


Londra: Duckworth.

Garlan, Yvon. 1988. Antik Yunan Uygarlığında Kölelik. lthaca: Cornell


University Press.

Gasche, Rodolphe. 1986. Ayna Sırı: Derrida ve Yansıtma Felsefesi. Cambridge:


Harvard University Press.

Geertz, Clifford. 1973. Kültürlerin Yorumlanması. New York: Basic

Gellner, Emest. 1983. Uluslar ve Ulusalcılık. Ithaca: Comell University Press.

Gerratana, Valentino. 1977. Althusser ve Stalinizm. New Left Review , nos. 101-
2:110-21 .

- - - . 1977a. Stalin, Lenin, Leninizm. New Left Review , no. 103:59-71 .

417
Getty, ]. Arch. 1985. Büyük Temizliklerin Kökenleri: Sovyet Komünist Partisi
Üzerine Yeni İncelemeler, 1933-1938 . Cambridge: Cambridge University Press.

Glucksmann, Andre. 1980. Usta Düşünürler. New York: Harper and Row.

- - - . 1978. Kamından Konuşan bir Yapısalcılık. Stedman Jones ve diğer­


lerinde. 1978, 273-314.

Glucksmann, Miriam. 1974. Çağdaş Toplumsal Düşünce Üzerine Yapısalcı bir


Çözümleme S. London: Routledge ve Kegan Paul.

Godelier, Maurice. 1986. Zihinsel ve Maddi . Londra: Verso.

- - - . 1978. " Asyatik Üretim Biçimi" Kavramı ve Marksist Toplumsal Evrim


Örnekleri. in Seddon 1978, 209-57.

- - - . 1977. Marksist Antropoloji Üzerine Bakış Açıları. Cambridge: Cambridge


University Press

- - - . 1972. Ekonomide Rasyonalite ve İrrasyonalite. New York: Monthly


Review.

Gordy, Michael. 1983. Althuser'i Okumak: Zaman ve Toplumsal Bütün. History


and Theory 22:1-21 .

Gough, lan. 1972. Marx'ın Üretken ve Üretken Olmayan Emek Teorisi New Left
Review , no. 76:47-72.

Gouldner, Alvin. 1982. İki Marksizm: Kuramsal Gelişim İçerisinde Çelişki ve


Anomaliler. New York: Oxford University Press.

- - - . 1979. Entelektürllerin Geleceği ve Yeni Sınıfın Yükselişi. New York:


Oxford University Press.

- - - . 1977. Althusser'in Öz-eleştiri Yazıları Üzerine bir Değerlendirme. Theory


and Society 6:450-54.

Gross, Bertram. 1982. Dost Canlısı Faşizm: Amerika'da İktidarın Yeni Yüzü
Boston: South End.

Guilbaut, Serge. 1983. New York, Modem Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı: Soyut
Ekspresyonizm, Özgürlük ve Soğuk Savaş. Chicago: University of Chicago Press.

Hall, Stuart. 1988. Yeniliğe Giden Zorlu Yol: Thatcherizm ve Solun Krizleri.
Londra: Verso

418
Halpem, Richard. 1991 . İlkel Birikimin Şiir Tekniği: İngiliz Rönesans Kültürü ve
Sermayenin Soykütüğü. lthaca: Comell University Press.

Hampshire, Stuart. 1987. Spinoza: Felsefi Düşücesine Bir Giriş. Harmondsworth:


Penguin.

Harris, Marvin. 1979. Kültürel Materyalizm: Kültür Bilimi Mücadelesi. New


York: Random, Vintage.

Harvey, David . 1 989. Post-modemitenin Koşulu: Kültürel Değişimin


Kökenlerine Yönelik bir Araşhrma. Oxford: Basil Blackwell.

- - - . 1982. Şehir Deneyimi: Sermayenin Sınırlılıkları. Chicago: University of


Chicago Press.

Harvey, Sylvia. 1980. 68 Mayıs'ı ve Film Kültürü. London: BFI.

Hawkes, Terence. 1977. Yapısalcılık ve Göstergebilim. Berkeley and Los Angeles:


University of California Press.

Henry, Paul. 1977. Le mauvais outil: Langue, sujet et discours . Paris: Klincksieck.

Herf, Jeffrey. 1984. Tepkisel Modemizm: Weimar ve Üçüncü Reich Dönemlerinde


Teknoloji, Kültür ve Politika. Cambridge: Cambridge University Press.

Hilton, Rodney, ed. 1976. Feodalizmden Kapitalizme Geçiş. Londra: New Left.

Hindess, Barry ve Paul Hirst. 1977. Üretim Biçimi ve Tarihsel Oluşum. Londra:
Routledge and Kegan Paul.

- - - . 1975. Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri. Londra: Routledge and Kegan


Paul.

Hirsch, Arthur. 1981. Fransa' da Yeni Sol Sartre'dan Gorz'a Enelektüel bir Tarih.
Boston: South End.

Hirst, Paul. 1979. Yasa ve İdeoloji Üzerine. Londra: Macmillan.

- - - . 1979a. Kuramın Gerekliliği. Economy and Society 8:417-45.

Hohendahl, Peter. 1983. Alımlama Estetiğinin ötesinde. New German Critique


28:108-46.

- - - . 1977. Alımlama Estetiğine Giriş. New German Critique 10:29-63.

Holloway, John ve Sol Picciotto, 1979. Devlet ve Sermaye: Marksist bir Tarhşma.
Austin: University of Texas Press.

419
Holub, Robert C. 1984. Alımlama Teorisi. Londra: Methuen.

Howard, Dick ve Kari Klare, 1972. Bilinmeyen Boyut: Lenin' den Bu Yana Avrupa
Marksizmi. Londra: Methuen.

Howell, David. 1986. Kayıp Sol: Sosyalizm ve Ulusalcılık Üzerine Üç İnceleme.


Chicago: University of Chicago Press.

Hoy, David. 1978. Kritik Daire. Berkeley and Los Angeles: University of
California Press.

Jacob, Margaret. 1988. Bilimsel Devrimin Kültürel Anlamı. New York: Knopf

Jameson, Fredric. 1987. Postmodernizm Üzerine: Fredric Jameson ile Bir Söyleşi
Social Text 21 :29-54.

- - - . 1984. Kuram Politikaları: Postmodernizm Tartışmasında İdeolojik


Konumlar. New German Critique 33:53-65.

- - - . 1984a. Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı. New


Left Review , no. 146:53-92.

- - - . 1981 . Politik Bilinçdışı: Toplumsal Açıdan Sembolik bir Eylem Olarak


Anlatı. Ithaca: Cornell University Press.

- - - . 1979. Saldırganlık Masalları: Faşist Modernist Wyndham Lewis.


Berkeley ve Los Angeles: University of California Press.

- - - . 1977. Lacan' da İmgesel ve Sembolik: Marksizm, Psiko-analitik eleştiri ve


Özne Sorunu. Yale French Studies 55-56:338-95.

- - - . 1972. Dil Hapishanesi. Princeton: Princeton University Press.

Jay, Martin. 1984. Marksizm ve Bütünsellik. Berkeley ve Los Angeles: University


of Califomia Press.

Jenson, Jane ve George Ross. 1984. İçeriden Bakış: Krizdeki Fransız Komünist
Hücresi. Verkeley ve Los Angeles: University of California Press

Jessop, Bob. 1985. Nicos Poulantzas: Marksist Kuram ve Politik Strateji . New
York: St. Martin's.

- - - . 1982. Kapitalist Devlet. Marksist Kuramlar ve Yöntemler. Oxford: Martin


Robertson.

Kahn, Joel S. ve Josep R. Llobera, 1981 . Kapitalizm Öncesi Toplumlarda


Antropoloji . Atlantic Highlands, N .J.: Humanities.

420
Kaplan, Alice Yaeger. 1986. Bayağılığın Kopyaları: Faşizm, Yazın ve Fransız
Entelektüel Yaşamı. Minneapolis: University of Minnesota Press

Karsz, Saül. 1974. Theorie et politique: Louis Althusser . Paris: Fayard.

Kavanagh, James H. 1982. Marksizmin Althsser'i: Bir Yazın Kuramı Politikasına


Doğru. Diacritics 12, no. 1 :25-45.

Kellner, Douglas. 1989. Jean Baudrillard: From Marxism to Postmodernism and


Beyond . Stanford: Stanford University Press.

Kelly, Michael. 1982. Moem Fransa' da Marksizm Oxford: Basil Blackwell.

Kerblay, Basile. 1989. Gorbaçov'un Rusya'sı . New York: Pantheon.

Kem, Stephen. 1983. Zaman ve Uzam Kültürü, 1880-1918 . Cambridge: Harvard


University Press.

Kolakowski, Leszek. 1968. Aklın Yabancılaşması: Pozitivist Düşüncesnin Tarihi.


New York: Doubleday.

Kolko, Joyce. 1988. Yeniden Yapılandırılan Dünya Ekonomisi. New York:


Pantheon.

Kolko, Joyce, ve Gabriel Kolko. 1972. İktidarın Sınırları: Dünya ve Birleşik


Devletler' in Dış Politikası, 1945-1954 . New York: Harper and Row.

Krader, Lawrence. 1975. Asyatik Üretim Biçimi: Kari Mar'ın Yazıları Işığında
Kaynakları, Gelişimi ve Eleştirisi. Assen, The Netherlands: Van Gorcum.

Krauss, Rosalind E. 1985. Avantgardın Özgünlüğü ve Modemizmin Diğer


Söylenceleri. Cambridge: MiT Press.

Kriedte, Peter. 1983. Köylüler, Derebeyleri ve Ticari Kapitalistler: Avrupa ve


Dünya Ekonomisi, 1500-1800. Cambridge: Cambridge University Press.

Kriedte, Peter, Hans Medick ve Jürgen Schlumbohm. 1981 .


Endüstiriyelleşmeden önce Endüstriyelleşme: Kırsal Endüstri ve Kapitalizmin
Doğuşu. Cambridge: Cambridge University Press.

Kula, Witold. 1976. Feodal Sisteme Yönelik bir Ekonomi Kuramı. Londra: Verso.

Kuromiya, Hiroaki. 1988. Stalin'in Endüstri Devrimi: Politika ve İşçiler, 1928-


1932 . Cambridge: Cambridge University Press.

Kurzweil, Edith. 1980. Yapısalcılık Çağı. New York: Columbia University Press.

42 1
Laclau, Emesto. 1977. Marksist Kuramda Politika ve İdeoloji. Londra: Verso.
Laclau, Emesto veChantal Mouffe. 1985. Tahakküm ve Sosyalist Strateji . Londra:
Verso.

Ladurie, Emmanuel Le Roy. 1 969. Les paysans de Languedoc . Paris:


Flammarion.

Lane, David. 1 990. Soviet Society under Perestroika . Boston: Unwin Hyman.

Laplanche, Jean, and J. B. Pontalis. 1980. The Language of Psycho-analysis .


London: Hogarth.

Larson, Magali Sarfatti. 1 977. Profesyonelliğin Yükselişi: Sosyolojik bir Çözüm­


leme . . Berkeley ve Los Angeles: University of California Press.

Lash, Scott. 1985. Postmodernite ve Arzu. Theory and Society 14:1-33.


Lash, Scott, veJohn Urry. 1987. örgütlü Kapitalizmin Sonu. Madison: University
of Wisconsin Press.

Lecourt, Dominique. 1978. Dissidence ou revolution? Paris: Maspero.

- - - . 1977. Proleterya Devrimi? Lysenko Örneği. Londra: New Left.

- - - . 1975. Marksizm ve Epistemoloji. Londra: New Left.

Lemaire, Anika. 1977. Jacques Lacan . Londra: Routledge ve Kegan Paul.

Lenin, V. 1. 1975. Lenin Antolojisi . New York: Norton.

Lentricchia, Frank. 1980. Yeni Eleştiriden Sonra. Chicago: University of Chicago


Press.

Levine, Andrew. 1988. Sosyalizmi Savunmak: Kuramsal Faktörler. Londra:


Verso.

- - - . 1987. Devletin Sonu. Londra: Verso.

- - - . 1981 . Althusser'in Marksizmi. Economy and Society 10:243-83.

Levine, Andrew, Elliott Sober ve Erik Olin Wright. 1987. "Marsizm ve


Metodolojik Bireysellik " New Left Review 162:67-84.

Levy, Bemard-Henri. 1982. İnsan Yüzlü Barbarlık. New York: Harper and Row.

Lewin, Moshe. 1 988. The Gorbachev Phenomenon . Berkeley and Los Angeles:
University of California Press.

422
Leys, Colin. 1989. İngiltere'de Politika: Emek Yanlısı Politikaan Thatcherizme.
Toronto: University of Toronto Press.

Lichtheim, George 1 965. Marsizm: Tarihsel ve Eleştirel bir İnceleme. New York:
Praeger.

Lipietz, Alain. 1987. Seraplar ve Mucizeler: Küresel Fordizmin Krizleri. Londra:


Verso.
- - - . 1983. Tılsımlı Dünya. Londra: Verso.

- - - . 1977. Le capital et son espace . Paris: Maspero.

Lowe, Donald. 1982. Burjuva Algısının Tarihi. Chicago: University of Chicago


Press.

Lublinskaya, A. D. 1968. Fransız Mutlakiyetçiliği: önemli Aşama, 1620-1629.


Cambridge: Cambridge University Press.

Macabe, Colin. 1979. Söylem Üzerine. Economy and Society 8:279-307.

Macciocchi, Maria Antonietta. 1974. Pour Gramsci . Paris: Editions du Seuil.

- - - . 1973. İtalyan Komünist Partisinden Louis Althusser' e Mektuplar.


Londra: New Left.

Macdonell, Diane. 1986. Söylem Teorileri. Londra: Basil Blackwell.

Macey, David. 1988. Bağlamlarda Lacan. Londra: Verso.

McHale, Brian. 1987. Postmodem Kurgu. New York: Methuen.

Macherey, Pierre. 1 982. Etienne Balibar ve Pierre Macherey ile Röportaj .


Diacritics 12, no. 1 :46-52.
- - - . 1979. Hegel ou Spinoza . Paris: Maspero.

- - - . 1978. Yazınsal Üretim Kuramı. Londra: Routledge and Kegan Paul.

- - - . 1977. Macherey ile Röportaj. Red Letters 5:3-9.

- - - . 1976. "Yansıtmanın Sorunları" Fransız Barker'da. Yazın, Toplm ve Yazın


Sosyolojisi, 41-54. London: University of Essex Press.
Macherey, Pierre, and Etienne Balibar. 1981 . İdeolojik bir Form Olarak Yazın:
Bazı Marksist önermeler. Praxis 5:43-58.
- - - . 1974. "Presentation" to Les français fictifs , Renee Balibar. Paris: Librairie
Hachette.

423
Macpherson, C. B. 1977. Liberal Demokrasinin Yaşam Tarzı ve Dönemleri.
Oxford: Oxford University Press.

- - - . 1973. Demokratik Teori. Oxford: Oxford University Press.

Mandel, Ernest. 1989. Perestroika'nın Ötesinde: Gorbaçov'un SSCB'sinin


Geleceği. London: Verso.

- - - . 1988. Piyasa Sosyalizmi Söylencesi. New Left Review , no. 169:108-121 .


- - - . 1986. Toplumsal Planlama Savunması New Left Review , no. 159:5-38.
- - - . 1986a. İkinci Dünya Savaşının Anlamı Londra: Verso.

- - - . 1978. Stalinizmden Avrupa Komünizmine. Londra: New Left.


- - - . 1975. Geç Kapitalizm. Londra: Verso.

1970. Avrupa'ya Karşı Amerika? Emperyalizmin Çelişkileri. Londra:


New Left.

Marx, Kari. 1967. Kapital . 1 . Cilt New York: Intemational.

Marx, Kari veFriedrich Engels. 1978. Marx-Engels Seçkisi New York: Norton.

Megill, Allan. 1985. Aşırılığın Peygamberleri. Berkeley ve Los Angeles:


University of California Press.

- - - . 1979. Foucault, Yapısalcılık ve Tarihin Sonları. Joumal of Modem History


51, no. 3:451-503.

Meillassoux, Claude. 1981 . Bakireler, Yemek ve Para: Kapitalizm ve İç Topluluk.


Cambridge: Cambridge University Press.

- - - . 1980. Yeniden Üretimden Üretime: Antropolojiye Yönelik Marksist bir


Yaklaşım. Wolpe'da 1980, 189-201 .

- - - . 1978. Kendi Kaynaklarıyla Yetinen Tarım Toplumlarında Ekonomi:


Başlangıç Niteliğine bir Çözümleme. Seddon'da 1978, 127-57.

- - - . 1964. Anthropologie economique des Gouro de Côte d'lvoire . Paris:


Mouton.

Mepham, John. 1985. Tarihi Kim Yapar? Althusser'de Hümanizm Karşıtlığı. Roy
Edgley ve Richard Osbome'da, Radikal Felsefe Seçkisi, 137-57. London: Verso.

Merquior, J. G. 1986. Prag'dan Parise. Yapısalcı ve Post-Yapısalcı Anlayışa


Yönelik bir Eleştiri. Londra: Verso.

424
- - - . 1985. Foucault . Berkeley ve Los Angeles: University of California Press.

Miller, David. 1990. Piyasa, Devlet ve Toplum. Oxford: Oxford University Press.

Milliband, Ralph. 1973. Poulantzas ve Kapitalist Devlet. New Left Review , no.
82:83-92.

- - - . 1970. Kapitalist Devlet: Nicos Poulantas'a bir Cevap. New Left Review ,
no. 59:53-60.

Mitchell, Juliet. 1974. Psikoanaliz ve Feminizm: Freud, Reich, Laing ve Kadınlar.


New York: Random, Vintage.

Molina, Gerard ve Yves Vargas. 1978. Dialogue a l'interieur du Parti communiste


français . Paris: Maspero.

Mouffe, Chantal ve Anne S. Sassoon. 1977. Fransa ve İtalya'da Gramsci.


Economy and Society 6:31-68.

Mulhem, Francis. 1978. Yazınsal Eleştiride Marksizm. New Left Review , no.
108:77-87.

Naim, Tom. 1981 . İngiltere'nin Parçalanması 2. Baskı. Londra: Verso.

Newton-Smith, W. H. 1981 . Bilimin Rasyonelliği. Boston: Routledge and Kegan


Paul.

Nield, Keith ve John Seed. 1979. Kuramsal Sefalet ve Sefaletin Kuramı. Economy
and Society 8, no. 4:383-416.
Novack, George. 1975. Pragmatizme karşı Marksizm: John Dewey Felsefesinin
Değeri. New York: Pathfinder.
Nove, Alec. 1987. Piyasalar ve Sosyalizm. New Left Review , no. 161:98-104.

- - - . 1983. Uygulanabilir Sosyalizmin Ekonomik Yapısı. Boston: Ailen and


Unwin.

O'Conner, James. 1984. Birikim Krizi. Oxford: Basil Blackwell.

Offe, Claus. 1985. örgütsüz Kapitalizm. Cambridge: MIT Press.

- - - . 1984. Refah Devletinin Çelişkileri. Cambridge: MIT Press.

- - - . O'Hagan, Timothy. 1981 . Althusser: Felsefede Nasıl Marksist Olunur?


How to Be a Marxist in Philosophy. G. H. R. Parkinson' da, Marx ve Marksizmler ,

243-64. Cambridge: Cambridge University Press.

425
Owens, Craig. 1980. The Alegorik İtki: Bir Postmodemizm Kuramına Doğru.
October 12:67-86; 13:59-80.

Palloix, Christian. 1976. Le proces du travail: Du fordisme au neofordisme. La


pensee 185:40-66.

- - - . 1972. L'economie capitaliste mondiale . Paris: Maspero.


Patton, Paul. 1978. Althusser'in Epistemolojisi: Kuramsal Pratik Kuramının
Sınırlılıkları. Radical Philosophy 19 (Spring): 8-18.

Pecheux, Michel. 1982. Dil, Göstergebilim ve İdeoloji. New York: St. Martin's.
- - - . 1969. Analyse automatique du discours . Paris: Dunod.

Pecheux, Michel ve Françoise Gadet. 1981 . La langue introuvable . Paris:


Maspero.

Pijl, Kees van der. 1984. Atlantik'te Yarahlan Yönetici Sınıf. Londra: Verso.

Porchnev, Boris. 1972. Les soulevements populaires en France au XVIIe siecle .


Paris: Flammarion.

Post, Ken, and Phil Wright. 1989. Sosyalizm ve Az Gelişmişlik. London:


Routledge.

Postel-Vinay, Gilles. 1974. La rente fonciere dans le capitalisme agricole . Paris:


Maspero.

Poster, Mark. 1984. Foucault, Marksizm ve Tarih. Oxford: Polity.

- - - . 1975. Sartre'dan Althusser'e, Savaş Sonrasında Fransa' da Varoluşçu.


Princeton: Princeton University Press.

Poulantzas, Nicos. 1980. Reperes: Hier et aujourd'hui . Paris: Maspero.


- - - . 1979. Nicos Poulantzas'la Röportaj. Marxism Today , July, 194-201.

- - - . 1978. Devlet, İktidar, Sosyalizm. London: Verso.

- - - . 1976. Kapitalist Devlet: Milliband ve Laclau'ya bir Cevap. New Left


Review , no. 95:63-83.
- - - . 1976a. Diktatörlüklerin Geçridiği Krizler. Londra: New Left.

- - - . 1975. Çağdaş Kapitalizmde Toplumsal Sınıflar. Londra: New Left.

- - - . 1974. Faşizm ve Diktatörlük. Londra: New Left.

426
- - - . 1973. Politik İktidar ve Toplumsal Sınıflar. Londra: New Left.
- - - . 1973a. Toplumsal Sınıflar Üzerine. New Left Review , no. 78:27-54.

- - - . 1969. Kapitalist Devlet Sorunu. New Left Review , no. 58:67-78.


- - - . 1966. Vers une theorie marxiste. Les temps modemes , no. 240: 1952-82.

- - - . 1965. Preliminaires a l'etude de l'hegemonie dans l"etat. Les temps mod-


emes , no. 234:862-96; no. 235:1048-69.
Ranciere, Jacques. 1989. Çalışma ile Geçen Geceler: On dokuzuncu Yüzyıl
Fransasında İşçilerin Hayali The Nights of Labor:. Philadelphia: Temple University
Press.
1985. İdeoloji Kuramı Üzerine: Althusser'in Politika Anlayışı. Roy
Edgley ve Richard Osbome, Radical Philosophy Reader , 101-36. London: Verso.

- - - . 1974. La leçon d'Althusser . Paris: Gallimard.


Raymond, Pierre. 1978. L'histoire et les sciences . Paris: Maspero.

- - - . 1977. Materialisme dialectique et logique . Paris: Maspero.


- - - . 1973. Le passage au materialisme . Paris: Maspero.

Renaut, Alain. 1983. Marxisme et "deviation stalinienne": Remarques sur l'inter­


pretation althusserienne du stalinisme. in Evelyne Pisier-Kouchner, ed. Les inter­
pretations du stalinisme , 199-226. Paris: Presses Universitaires de France.
Resch, Robert Paul. 1992. Postmodem Coğrafyalara Genel bir Bakış.Edward
Soja. Theory and Society 21, no. 1

- - - . 1989. Modemizm, Post-modemizm ve Toplumsal Teori: Bir Althusser­


Foucault Karşılaştırması. Poetics Today 10:511-49.

- - - . 1989a. " Sınıf Öznesi Üzerine: Tarih, Politika ve Ekonomik Belirlenim.


Current Perspectives in Social Theory 9:91-122.

Rey, Pierre-Philippe. 1 979. Soy İlişkilerine Dayalı Toplumlarda Sınıfsal


Karşıtlıklar. Critique of Anthropology 4:41-60.
- - - . 1973. Les alliances de classes . Paris: Maspero.

- - - . 1971 . Colonialisme, neo-colonialisme et transition au capitalisme . Paris:


Maspero.

Robin, Regine. 1970. La societe française en 1789: Semur-en-Auxois . Paris: Plon.

427
Roderick, Rick. 1986. Habermas ve Eleştirel Kuramın Temelleri Londra:
Macmillan.

Roemer, John. 1988. Free to Lose: An Introduction to Marxist Economic


Philosophy . Cambridge: Harvard University Press.

- - - , ed. 1986. Analitik Marksizm. Cambridge: Cambridge University Press.

Rosen, Lawrence. 1971 . Dil, Tarih ve Levi-Strauss ve Sartre'da Araşhrma


Manhğı. History and Theory 10:369-94.

Ross, George. 1982. Fransa'da İşçiler ve Komünistler. Berkeley ve Los Angeles:


University of California Press.
- - - . 1979. Marksizm ve Yeni Orta Sınıflar. Theory and Society 5:163-90.

Ross, George ve Jane Jenson. 1988. Fransız Solunun Trajedisi New Left Review ,
no. 171 :5-45.

Ruben, David-Hillel. 1979. Marksizm ve Materyalizm : Marksist Bilgi Kuramı


Üzerine Bir İnceleme. 2. Baskı. Sussex: Harvestcr.

Ryan, Michael. 1982. Marksizm ve Yapısöküm. Baltimore: Johns Hopkins


University Press.

Saint-Croix, G. E. M. de. 1981 . Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi. lthaca:


Comell University Press.

Schmidt, Alfred. 1981 . Tarih ve Toplumsal Yapılar.Cambridge: MiT Press, 1981 .

Schurmann, Franz 1974. Dünya İktidarının Mantığı: Dünya Politikasının


Kökenleri, Güncel Durumu ve Karşıtlıkları Üzerine Bir İnceleme. New York:
Pantheon.

Sebag, Lucien. 1964. Marxisme et Structuralisme . Paris: Payot.

Seddon, David, ed. 1978. Üretim İlişkileri: Ekonomik Antropolojiye Yönelik


Marksist Yaklaşımlar Londra: Frank Cass.

Sheridan, Alan. 1980. Michel Foucault: Hakikat İstenci Londra: Tavistock.

Singer, Daniel. 1988. Sosyalizm Yok Olmaya Mahkum mu? Mitterand'ın Anlamı.
Oxford: Oxford University Press.

Smart, Barry. 1983. Foucault, Marksizm ve Eleştiri. London: Routledge and


Kegan Paul.

428
Smith, Steven. 1984. Althusser'i Okumak. Ithaca: Comell University Press.

Soja, Edward W. 1989. Postmodem Coğrafyalar. Londra: Verso.


Sprinker, Michael. 1987. İmgesel İlişkiler: Tarihsel Materyalizm Kuramında
Estetik ve İdeoloji. Londra: Verso.

Stedman Jones, Gareth, ve diğerleri. 1978. Mah Marksizmi. Londra: Verso.


Stem, Steven J. 1988. Latin Amerika ve Karayipler örneğinde Feodalizm,
Kapitalizm ve Dünya Sistemi, American Historical Review 93:829-72.

Stoekl, Allan. 1985. Politics, Writing, Mutilation . Minneapolis: University of


Minnesota Press.

Stoianovich, Traian. 1976. Fransa'da Tarihsel Yöntem: Annales Paradigması.


Ithaca: Comell University Press.
Sturrock, John, ed. 1979. Yapısalcılık ve Sonrası: Levi-Strauss'tan Derrida'ya.
Oxford: Oxford University Press.

Taylor, John G. 1979. Modernleşmeden Üretim Biçimlerine: Gelişme ve Geri


Kalmışlık Sosyolojilerine Yönelik bir Eleştiri. Londra: Macmillan.

- - - . 1975, 1976. Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimlerine Genel bir Bakış, Barry
Hindess ve Paul Hirst. Critique of Anthropology 4-5:127-55; 6:56-69.

Taylor, Ronald, ed. 1977. Estetik ve Politika: Emst Bloch, Georg Lukacs, Bertolt
Brecht, Walter Benjamin, Theodor Adomo Arasında Tartışmalar. Londra: New Left.

Terray, Emmanuel. 1985. Societes segmentaires, chefferies, etats: Acquis et prob­


lemes. Canadian Joumal of African Studies 19:106-15.

- - - . 1979. Sömürü Üzerine: Özeleştirinin Öğeleri. Critique of Anthropology


4:29
- - - . 1977. Olay, Yapı ve Tarih: Gyaman Abron Krallığının Oluşumu 1700-
1780. Friedman and Rowlands'ta 1977, 279-301 .

- - - . 1975. Abron Gyaman Krallığında Toplumsal Sınıflar ve sınıf Bilinci.


Bloch'da 1975, 85-135.

- - - . 1974. Uzun Mesafe Değişim Değeri ve Devletin Oluşumu. Economy and


Society 3:315-45.

- - - . 1972. Marksizm ve "İlkel" Toplumlar: İki İnceleme. New York: Monthly


Review.

429
Therborn, Göran. 1984. Öznelliğe İişkin yeni Sorunlar. New Left Review , no.
143:97-107.

- - - . 1980. İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı . London: New Left.


- - - . 1978. Egemen Sınıf İktidara Geldiğinde Ne Yapar? Londra: New Left.

- - - . 1976. Bilim, Sınıf ve Toplum. Londra: Verso.

Thompson, E. P. 1978. Teorinin Sefaleti ve Diğer Yazılar. New York: Monthly


Review.

Thompson, John B. 1984. İdeoloji Kuramı Üzerine İncelemeler. Berkeley ve Los


Angeles: University of California Press.
Tucker, D. F. B. 1980. Marksizm ve Bireycilik. Oxford: Basil Blackwell.

Turner, Victor. 1974. Dramalar, Alanlar ve Metaforlar: İnsan Toplumunda


Sembolik Eylem. Ithaca: Cornell University Press.

Ulmer, Gregory L. 1985. Uygulamalı Gramatoloji. Baltimore: Johns Hopkins


University Press.
Veeser, H. Aram, ed. 1989. Yeni Tarihselcilik: Routledge and Kegan Paul.

Vilar, Pierre. 1973. Marksist Tarih, Yapılmakta Olan Tarih: Althusser'le bir
iyaloğa Doğru. New Left Review , no. 80:65-106.

Vincent, Jean-Marie, et al. 1974. Contre Althusser . Paris: Union Generale


d'Editions.

Viola, Lynne. 1987. Anavatanın En İyi Evlatları: Sovyet Kolektifleşme Sürecinde


İşçiler. New York: Oxford University Press.

Walker, Pat, ed. 1979. Emek ve Sermaye Arasında: Profesyonel Orta Sınıf. Boston:
South End.

Wallerstein, lmmanuel. 1989. Modern Dünya Sistemi: Kapitalist Dünya


Ekonomisinin İkinci Büyüme Çağı, 1730-1840'lı yıllar. New York: Academic
- - - . 1983. Tarihsel Kapitalizm. Londra: Verso

- - - . 1980. Modern Dünya Sistemi: Merkantilizm ve Güçlenen Avrupa Dünya


Ekonomisinin, 1600-1750. New York: Academic.

- - - . 1974. Modern Dünya Sistemi: Kapitalist tarım ve Avrupa Dünya


Ekonomisinin Kökenleri. New York: Academic.

430
Ware, Robert ve Kai Nielsen, 1989. Marksizmi Analiz Etmek: Analitik Marksizm
Üzerine Yeni Yazılar. Calgary: University of Calgary Press.

Warren, Bill. 1980. Emperyalizm: Kapitalizmin Öncüsü. Londra: Verso.

Wehler, Hans-Ulrich. 1985. Almanya İmparatorluğu, 1871-1918. Leamington Spa,


Eng.: Berg.

White, Hayden. 1979. Michel Foucault. Sturrock'ta 1979, 81-115.

- - - . 1978. Foucault Deşifre Etti: Yeraltından Notlar. Söylemin


Dönenceleri'nde , 230-61 . Baltimore: Johns Hopkins University Press.

Willett, John. 1978. Weimar Döneminde Sanat ve Politika: Yeni Ağırbaşlılık, 1917-
1933 . New York: Pantheon.

Williams, Raymond. 1977. Marksizm ve Edebiyat. Oxford: Oxford University


Press.

Wolfe, Alan. 1977. Meşruiyetin Sınırları: Çağdaş Kapitalizmin Politik Çelişkileri.


New York: Free.

Wolpe, Harold, ed. 1980. Üretim Biçimlerinin Eklemlenmesi. Londra: Routledge


and Kegan Paul.

Wood, Ellen Meiksins. 1988. Köylü-Yurttaş ve Köle. Londra: Verso.

- - - . 1986. Sınıftan Geri . Çekilmek: Yeni bir "Gerçek" Sosyalizm. Londra:


Verso.

- - - . 1982. Teori Politikaları ve Sınıf Kavramı: E. P. Thompson ve Eleştirileri.


Studies in Political Economy 9 (Fall):45-75.

Wright, Erik Olin. 1985. Toplumsal Sınıflar. Londra: Verso.

- - - . 1978. Sınıf, Kriz ve Devlet. Londra: New Left

Wright, Erik Olin, et al. 1989. Toplumsal Sınıf Tartışması. Londra: Verso.

43 1

You might also like