Ahiret Hazirligi - Sadik Dana

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 68

İstanbul / h. 1438 - m.

2017
© Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı
anlaşmalı olarak Erkam Yayın San. ve Tic. A.Ş.’ne aittir. İzinsiz,
kısmen ya da
tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz.

ÂHİRET HAZIRLIĞI
Sâdık Dânâ

Erkam Yayın No : 85
Yayın Yönetmeni : Salih Zeki Meriç
İç Tasarım : altınolukgrafik / Mustafa Erguvan
Kapak Tasarım : altınolukgrafik / Muzaffer Çalışkan

ISBN No : 978-9944-381-62-8
Yayın ve Matbaa Sertifika No : 19891
Baskı - Cilt : Erkam Yayın San. ve Tic. A.Ş.
İkitelli Organize San. Bölg. Mah.
Atatürk Bulvarı Haseyad 1. Kısım
No: 60/3 Başakşehir / İstanbul
Tel : (0212) 671 07 00
Faks : (0212) 671 07 48
Baskı Tarihi : İstanbul / 2017
Okuyucularımıza !..
Merhûm Üstaz Musa Topbaş (k.s) hazretlerinin “Sâdık Dana”
müstear adıyla kaleme aldıkları muhtelif konulardaki dînî yazıları,
aylık sohbetler halinde “Altınoluk” mecmuasında neşredilmişti.
Bu müessir yazılar, “Erkam Yayınevi” tarafından “Altınoluk
Sohbetleri” adıyla altı cild olarak kitap haline getirildi.
Okuyucularımızdan gelen taleb üzerine bu sohbetlerden bazılarının
müstakil kitap halinde basılması uygun görüldü. Konu konu basılan
cep kitapcıklarının hem istifadeye medâr olacağı, hem de hediye
olarak dağıtılmasını kolaylaştıracağı düşünüldü.
Yayınevimiz bu düşünceden yola çıkarak “Rehber Kitaplar” adı
altında bu serîyi okuyucusuna sundu.
Muhterem müellifin kendi ifadeleriyle bu sohbetler; “Büyük bir ihlâs,
aşk ve vecd içinde, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin rızâsını
taleb ve din kardeşlerimize bir hizmet gayesi ile yazılmıştır.
Abdestsiz bir nokta dahi konmamıştır. Âyet-i kerîme, ehâdis-i şerife
ve Hak dostlarının nasihatlerinden istifade edilerek yazılmıştır.”
Bu eserlerin, bunalan insanımıza bir rehber vazifesi görmesini,
okuyanların, dinleyenlerin gönüllerini durultup, zihinlerdeki
tereddütlerini gidermesini ve istifâdeye medar olmasını Cenab-ı
Hak’tan niyaz ederiz.

Erkam Yayınları
ÂHİRET HAZIRLIĞI
Muhterem Üstaz hazretleri bazı günler uyandırıcı, intibaha getirici,
korkutucu âyet-i kerimeler, ehâdis-i şerifeler okurlar, muhtelif misaller
verirlerdi.
Hatta vefatlarından takriben iki sene kadar önce, Harre-i
Şarkiyye’deki devlethanelerinde, huzurlarına kabul edildiğimde,
kendilerini melûl ve neşesiz gördüm. Biraz sükuttan sonra, aşağıdaki
âyet-i kerimeyi yazmamı emir buyurdular ve meâlen Türkçe olarak
okudular:
“Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın, emzirdiğinden geçer
ve her yüklü kadın çocuğunu doğurur, insanları hep sarhoş
görürsün! Halbuki sarhoş değillerdir, fakat Allah’ın azabı çok
şiddetlidir.” (el-Hac, 2)
Aşağıdaki iki âyet-i kerimeyi sık sık tekrar ederlerdi:
“Yapdıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler çok
ağlasınlar” (Tevbe, 82)
“Eğer küfretdiğiniz takdirde, çocukları ak saçlı ihtiyarlara
döndürecek günden nasıl korunacaksınız.” (Müzzemmil, 17)

“Bildiklerimi Bilse İdiniz”


Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretlerinin
– “Benim bildiklerimi bilse idiniz, az güler çok ağlardınız.”
Hadis-i şerifini okuyarak daima, günahlardan sakınmanın, Kur’an
emirleri karşısında, lâkayd olmayıb tedbirli bulunmanın önemliliğini
belirtirlerdi.
Tabiînden Hasan Basrî -kuddise sirruh- hazretleri, yetmiş sene
abdestsiz yere basmamış; “velîler sadrı, ferîd-i asr” diye şöhret
bulmuşdur.
Bu makamına rağmen, Hak Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinden
ziyadesiyle korkardı. Her halinden melûllük ve mahzunluk sezilir,
üzüntüsünden hiç güldüğü görülmezdi.
Cehennemden bin yıldan sonra en son çıkacak olan Hannâd adlı
bir kişidir.
“Keşke bin yılda tamudan çıkan Hannâd ben olsaydım” derdi.
Aşere-i mübeşşere -radıyallahu anhum- hazerâtı (Cennetle tebşir
edilen on sahabe-i güzîn) -Hâce-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-
efendimiz tarafından cennetle müjdelendikleri halde, hata etmekden
çok korkarlar, vakitlerini daimî istiğfarla geçirirlerdi.

Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri buyurur:


“Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler biribirine
katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman;
insanoğlu yapıp gönderdiklerini ve yapamayıp geride
bırakdıklarını bir bir anlar.”
“Ey insan seni yokdan yaratan, düzgün yapılı ve endamlı kılan,
sana ölçülü dengeli davranma imkânı veren (maddî, aklî yapıda
seni en üstün kılan) seni dilediği en güzel şekil ve biçimde
terkib eden ihsanı bol Rabbına karşı seni aldatan nedir?”
“Evet, gerçek o ki; ısrarla dini yalanlıyorsunuz, şunu iyi bilin ki
üzerinizde muhafızlık eden değerli kâtipler vardır. Onlar
yapmakda olduklarınızı bilir yazar.”
“İyiler muhakkak cennet içinde olurlar. Kötüler de cehennem
içinde. Onlar en büyük mahkemenin kurulduğu kıyamet
gününde oraya girerler. Onlar hiç bir şekilde ateşten uzak
kalamazlar.”
“Ceza günü nedir? Bilir misin? Nedir acaba o ceza günü, hiç
kimsenin başkasına hiç bir hususda fayda ya da zarar vermeye
mâlik olmadığı gündür, o gün emir Allah’ındır.” (el-İnfitar, 1-19)
Gene buyuruyor:
– “Gök yarıldığı, Rabbini dinleyip ona yaraşır şekilde boyun
eğdiği, yer uzatılıp düzlendiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı,
böylece Rabbını dinleyip ona hakkıyla itaat etdiği vakit
(insanoğlu yapdıkları ile karşılaşır).
Ey insan oğlu! Şüphe yok ki sen Rabbına doğru çaba
göstermektesin (ve ona varacaksın) kimin kitabı sağından
verilirse kolay bir hesabla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak
ailesine dönecek. Kimin hesabı arkasından verilirse, derhal yok
olmayı tercih edecek ve alevli bir ateşe girecek. Bilinsin ki
dünyada ailesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarıkdı.” (İnşikak, 1-
13)
Bu âyet-i kerimelerde, dünyada zengin olup etrafına yardım
etmeyen hodbin olarak yaşayan zenginliği kendisi için bir imtiyaz
vesilesi kılan, yoksulları fakirleri hiç düşünmeyen kimselerin
âhiretteki acıklı hali sergilenmektedir. Bu âyetlerden gerekli ibret
dersi almayanlar, ölümle kendilerini azabın ve ateşin içinde
bulacaklar. Halbuki onlar zenginlik ve refah halinin devam edeceğini,
yeniden dirildikleri takdirde dünyadaki durumlarına göre
dirileceklerini sanıyorlardı. Sonuç umdukları gibi olmayacak.

Süfyan Sevrî -kuddise sirruh- hazretlerinin gençliğinde beli


bükülmüş, ihtiyar gibi olmuşdu. Sebebini soranlara:
– Kendisinden ilim öğrendiğim bir hocam vardı. Ölüm halinde
kendisine imân telkin etdiğim halde, kelime-i tevhidi getiremedi,
imansız gitdi. Bunun üzerine nasıl olur da belim bükülmez? derdi.

Anlatıldığına göre Ömer İbni Abdilaziz hazretleri, bir gece namaz


kılıyordu. Namazda, Fatihâ’dan sonra aşağıdaki âyetleri okumuşdu.
Bu esnada çok hislendi. Ağlamaya başladı. Daha sonra aynı ayetleri
tekrar tekrar okudu, hem de ağladı ve böylece sabahı etdi.
Okuduğu âyetler şunlardı:
– “Boyunlarında, boyunduruklar ve zincirler bulunduğu halde
ki onlar bu vaziyette önce sıcak suyun içinde sürüklenecekler,
sonra da ateşde yakılacaklardır.” (Mü’min, 71, 72)

Hakim -kuddise sirruh- buyurur ki:


– Şu üç şeyden başka bir şeye ihtimam gösteren veya o üç şeyden
başka bir şey için kederlenen kişi hüznü de sürûru da bilmiyor
demektir.
Bunlardan biri: Ömrünün imanlı olarak son bulup bulmayacağı
hususunda kederlenmek ve endişelenmekdir. Kişi bu hususda
kederlenmeli, endişelenmeli ve bu dünyadan imanlı olarak
göçebilmek için her türlü gayret ve ihtimamı göstermelidir.
İkincisi; Allah’ın emirlerini tam olarak yerine getirip getirmediği
hususunda kederlenip endişelenmektir. Kişi bu hususlara
kederlenmeli, endişelenmeli. Ve Allah’ın emirlerini tam olarak, yerine
getirebilmek için, her türlü ihtimam ve gayreti göstermelidir.
Üçüncüsü: Hasımlarından yakasını kurtarıp kurtaramayacağı
hususunda kederlenip endişelenmektir.

Hasret ve Nedamet Günü


Temim Dârî hazretlerinin aşağıdaki âyet-i kerimeyi bir gece sabaha
kadar tekrar tekrar okuduğu ve ağladığı rivayet edilir:
“– Yoksa kötülükleri işleyenler, kendilerini, imân ederek iyi
amel ve hareketlerde bulunanlar gibi yapacağımızı dirim ve
ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Hükmedegeldikleri bu şey
ne fena!” (Câsiye, 21)
Yahya Râzî bin Muaz -kuddise sirruh- buyurdu ki:
– Ey İnsanlar! Unutmayınız, yarın mahşer yerine bölük bölük, dört
bir yandan geleceksiniz. Allah Teâlâ’nın huzurunda hesaba
çekileceksiniz, yaptıklarınızın hesabını harfi harfine vereceksiniz.
Hesabını veremeyen günahkârlar, yaya olarak ve sıkıntı içinde
bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Hesabını veren Allah Teâlâ’nın
sevgili kulları ise, rahat içinde cennete sevk edilirler.
Kardeşlerim! Mahşer günü hasret ve nedamet günüdür. O gün tarif
edilemeyen büyük bir gündür. O gün amellerin tartıldığı, dünyada
yapılan bütün iyiliklerin, ortaya döküldüğü, gizli saklı hiç birşeyin
kalmadığı bir gündür. O gün feryatların yükseldiği bir gündür.
O gün hilekârların, riyakârların ortaya çıkacağı, kimin ne
olduğunun, belli olacağı bir gündür.
O gün bir takım insanların, yüzleri beyaz, bir kısmının ise, simsiyah
olacağı bir gündür.
O gün hiç kimsenin bir başkasına yardım edemeyeceği ve hiç
kimsenin, hîle yapıp tuzak kuramıyacağı bir gündür.
O gün ananın babanın evlâddan ve evlâdın ana babadan
kaçacağı, birbirine hiç yardım edemeyeceği bir gündür.
O gün zalimlerin yalvarmalarının, sızlanmalarının fayda
vermeyeceği, her nefsin ancak kendini düşüneceği bir gündür.
Muaz bin Cebel -radıyallahu anh-’ın bildirdiği bir hadis-i şerifte
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır ki:
– Kişi kıyamet günü dört şeyden sorguya çekilmedikçe bir tarafa
adım atamaz:
1. Ömrünü nerede tükettin?
2. Bedenini nerede yıprattın?
3. İlminle hangi hususda amel ettin?
4. Mal ve servetini nerede kazanıp nerede harcadın?
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri buyurur:
“– Onlardan birine ölüm gelince, “Yâ Rab! beni dünyaya
döndür de bırakdığım amellere mukabil iyi işler yapayım” der.
Hayır, hayır! Bu onun diline doladığı bir sözdür.
Haşrolunacakları güne kadar onların arkalarında berzah vardır -
dönemezler-.
Sûr üfürülünce, o günde aralarında nesebler kalmaz.
Birbirlerinin hallerini araşdırıp soramazlar.
Her kimin mizanı ağır gelirse, işte onlar, felah bulmuşlardır.
Her kimin mizanı (tartısı) hafif gelirse, işte onlar da kendilerini
ziyana uğratmışlardır. Cehennemde daim kalırlar.
Bunların yüzlerini ateş yalar da sırıtır, dururlar.
Onlara, “Benim âyetlerim size okunurdu da onları yalanlar
dururdunuz” denir.
Onlar da derler ki “Ey bizim Rabbımız! Şakâvetimiz -
bedbahtlığımız- galebe etdi de sapkın bir kavim olduk.”
“Ey Rabbımız! Bizi buradan çıkar; eğer tekrar evvelki halimize
-küfre dönersek kendimize zulm etmiş oluruz.”
Allah buyurur ki, “orada zelîl ve hakîr bir halde susunuz; bir
şey demeyiniz.
Çünkü kullarımdan bir taife, Ey Rabbımız! İmân etdik, bizi
yarlığa ve bize acı. Sen merhamet edenlerin hayırlısısın”
dedikleri halde siz onları, o derece alaya aldınız ki, onlar size
benim zikrimi unutturdular. Onlara gülerdiniz.
Sabretdiklerinden dolayı bugün onları mükâfatlandırdım. Onlar
muradlarına ermişlerdir.” (Mü’minûn, 99-111)
Allah Teâlâ ve Takeddes hazretleri buyurur:
“– Ey mü’minler! Mallarınız, çoluğunuz çocuğunuz, sizi Allah’ı
zikretmekden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa muhakkak o
hüsrana uğrayandır.
Birinize ölüm çatıp da “Ya Rab! benim ölümümü biraz
gecikdirsen de sadaka verip sülehâdan olsam” demeden evvel,
bizim size vermiş olduğumuz rızıkdan infak edin.
Allah belirli zamanı gelince bir nefsi bırakmaz. Allah
yapdıklarınızdan haberdardır.” (Münafikun, 9-11)

Mü’min ve Hüzün
Ebû Zer Gifârî -radıyallahu anh-’dan:
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kudsî hadis-i şerifde
şöyle buyurmuşdur:
– Ey kullarım!, Ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin, birbirinize
zulm ve haksızlık etmenizi haram kıldım. Binaenaleyh, birbirinize
zulmetmeyiniz.
Ey kullarım, benim hidayete erdirdiklerim müstesna, hepiniz
dalâletdesiniz. Binaenaleyh, benden hidayet isteyiniz. Ta ki size
hidayet vereyim. Sizi doğru yola sevkedeyim.
Ey kullarım benim doyurduklarım müstesna hepiniz açsınız.
Benden yemek isteyiniz, ta ki sizi doyurayım.
Ey kullarım, benim giydirdiklerim müstesna hepiniz çıplaksınız.
Benden kisve isteyiniz, ta ki sizi giydireyim.
Ey kullarım siz gece-gündüz günahlar işlemekde, hatalar
etmekdesiniz. Ben ise bütün günahları affetmekdeyim. O halde
benden mağfiret dileyiniz. Ta ki günahlarınızı mağfiret edeyim.
Ey kullarım, eğer ilk insandan son insana kadar bütün insanlar ve
cinler, sizden en takva sahibi, birinin kalbinin takvası gibi takva
yolunu tutmuş olsa bu durum, benim mülkümde, hiç bir şeyi artırmaz.
Ey kullarım! İlk insandan son insana kadar bütün insanlar ve bütün
cinler geniş bir arazide toplansalar da aynı anda her biri bütün
yiyeceklerini isteseler ve ben de isteklerinin tamamını vermiş olsam,
bunun benim mülkümden eksilteceği, ancak denize sokulub çıkarılan
bir iğne ucunun denizden eksilteceği kadardır.
Ey kullarım! Amellerinizi teker teker saymakdayım. Kıyamet günü,
her birinin karşılığını mutlaka vereceğim. Kim ki o günü hayırla
karşılarsa Allah’a hamdetsin! Kim de hayırdan başka bir şeyle
karşılaşırsa, o da kendisinden başkasında kusur bulmasın. Zira
dünyada iken ne işledi ise, o gün orada ancak onu bulacaktır.”

Allah rahmet eylesin İbrahim Teymî şöyle der:


– Mü’min olub da hüzünlenmeyen ve korku içinde bulunmayan
birisinin cennet ehlinden olmamasından endişe edilir. Zira ehl-i
cennet, cennete girince şöyle derler:
“– Biz bundan önce dünyada, ailelerimiz içinde akıbetimizden
korkanlardık.” (Tûr, 26)

Burada Ağlamak Faydasızdır


Birgün Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Cebrail
aleyhisselâm’dan cehennemi sordu.
Cebrail aleyhisselâm uzun uzun cehennemi anlatdı. Peygamber
Efendimiz anlatılanlara dayanamayıp bayıldı. Ayıldığında buyurdu ki:
– “Ey Cebrail, böyle şiddetli, felâketli yere benim ümmetim girecek
mi?”
– Evet, ümmetinin büyük günah işleyenleri cehenneme girecekdir.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz, çok ağladı. Sonra odasına çekildi, sadece namaz için
dışarı çıkıyor, bunun dışında kimseyle görüşmüyordu.
Peygamber Efendimizin dışarı çıkmamasının üçüncü günü Hazret-i
Ebû Bekir -radıyallahu anh- kapusunun önüne gelerek:
– Rasûlullah’ı görmek mümkün mü? diye seslendi, fakat içeriden
bir cevab gelmeyince, ağlayarak oradan ayrıldı.
Sonra Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- gelip, aynı sözleri söyledi.
Ona da cevab gelmeyince, ağlayarak oradan ayrıldı.
Sonra Selmân-ı Fârisî -radıyallahu anh- geldi. Ona da bir cevab
verilmeyince, ağlayarak Hazret-i Ali -radıyallahu anh-’ın evine gidib
durumu anlatdı. Hazret-i Fâtımâ -radıyallahu anhâ- hane-i saadete
koşdu:
– Ey Allah’ın Rasûlü, ben kızınız Fâtımâ’yım dedi. Rasûl-i Ekrem
efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, o anda secdeye kapanmış
ümmeti için ağlıyordu.
Hazret-i Fâtımâ, kapı açılıb içeri girince babasının ağlamakdan
yüzünün sarardığını, avurdlarının çökmüş olduğunu gördü:
– Babacığım! Size böyle ne oldu? diye sordu.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
– Ey Fâtımâ! Bana Cebrail gelib, cehennemi, tabakalarını anlatdı.
Ümmetimden büyük günah işleyenlerin, cehenneme atılacağını
bildirdi. İşte beni ağlatan kederlendiren budur.
Sonra Hazret-i Fâtımâ ümmetinden günah işleyenlerin cehenneme
nasıl gireceklerini sordu. Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle anlatdı:
– Günahkârlar tutulub cehenneme götürülürken ‘Ya Muhammed...
Ya Muhammed...’ diye bağırarak giderler. Fakat cehenneme yaklaşıb
cehennem melekleri görününce, bunu unuturlar.
Melekler:
– Sizler kimlersiniz? diye sorarlar.
– Biz kendilerine, Kur’an inmiş olanlardan ve Ramazan’da oruç
tutanlardanız, derler.
Melekler de:
– Kur’ân-ı Kerîm Muhammed aleyhisselâmın ümmetine inmişdir,
derler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-
in ismini hatırlayıb:
– Bizler Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz, derler.
Melekler de:
– Kur’ân-ı Kerîm’deki Allah Teâlâ’ya âsî olan kimselerin hallerini
bildiren âyetlerden, haberiniz yok muydu, diye sorar. Onlar da:
– Vardı. Fakat gaflete geldik, şeytana uyduk, derler. Hallerine çok
üzülürler. Meleklerden izin isteyib hallerine uzun uzun ağlarlar.
Gözyaşları kalmaz, gözlerinden kan akmaya başlar.
Sonra melekler onlara derler ki:
– Bu ağlamanız boşunadır. Eğer dünyada böyle ağlasaydınız,
faydası olurdu. Şimdi burada ağlamazdınız.
Sonra meleklere emir gelir:
– “Atın onları cehenneme!”
MAHŞER YERİ
O müthiş günde mahlukâtın o andaki izdihamını düşün! Yedi kat gök
ve yedi kat yer ehli, melekler, cinler, insanlar, şeytanlar, vahşi
hayvanlar, kuşlar orada toplanacaklar.
Güneş sıcaklığı artmış olarak üzerlerine vuracak, mahlukâtın
tepesine iki yay kadar yaklaşacak.
Mahşer yerinde, kâinatın mutlak sahibi Allah’ın arşının gölgesinden
başka hiç bir gölge kalmayacak.
Onunla da ancak Allah’a yakın olanlar, Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklananlar gölgelenebilecek.
Güneşin harareti, eritecek derecede olacak. Kişi sıcakdan şiddetle
sıkılacak.
Sonra mahlûkat itişip-kakışacak, izdihamdan birbirlerini itecekler,
birbirlerini çiğneyecekler.
Bu izdihama, bir de Allah’ın huzuruna sevk edilirken, utanma
hissinden meydana gelen sıkıntı eklenecek.
Her kılın dibinden ter fışkıracak. O mahşer yerinin temiz toprağı
üzerine akacak.
Bu terlerden su birikintileri hasıl olacak. Herkesin Allah yanındaki
derecesine göre yükselecek. Bazılarının dizlerine kadar, bazılarının
beline, bazılarının kulak memelerine kadar çıkar. Bazıları da içinde
kaybolacak derecede ter suyuna batarlar.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:
– Kıyamet günü güneş yere yaklaşır. İnsanlar terler. Bazılarının teri
topuklarına kadar yükselir. Bazılarınınki baldırlarının yarısına,
bazılarınınki dizine, bazılarınınki kalçasına, bazılarınınki de koltuk
altına, bazılarınınki de ağzına kadar. (Bu sırada Rasûl-i Ekrem eliyle
işaret edip ağızını kapıyordu.)
Hiç sevabı olmayanlar için:
Cehennemden siyah bir boyun uzanır. Kuşun yem devşirdiği gibi
bunları toplar, devşirir ve ateşe atar. Ateş onları eskitir, çürütür. Bu
arada onlara, bedbaht olduklarına, artık bundan sonra saadet
görmeyeceklerine dair nidada bulunurlar.
Hiç günahı olmayanlar için:
Bir nidacı bunlara nida eder ve der ki:
– Her hâl ü kârda Allah’a şükredenler ayağa kalksın!
Bazan iyi ameller, bazan da günah işleyenler:
Bunlar çoğunluğu teşkil ederler. Sevablarının mı, yoksa
günahlarının mı çok olduğunu bilmezler. Allah Teâlâ kimin sevabının
veya günahının çok olduğunu bilir. Fakat kullara da bildirmek için,
amellerini onların gözleri önünde karşılaşdırır. Ta ki affederse bunun
bir lütfu olduğunu, cezalandırırsa bunun da kendisinin adaletinin
icabı olduğunu göstermiş olsun.
Mizan kurulur, gözler amel defterlerine dikilir. Bu an öyle korkulu bir
andır ki akıllar durur.”

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:


– “Kıyamet günü en hafif azab görene ateşten iki nâlin giydirilir. Bu
nâlinlerin hararetinden beyni kaynar.”
Ebû Said el-Hudrî -radıyallahu anh- rivayet eder. Rasûl-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:
– “Eğer ehl-i cehennemin vücudundan akan kanlı irinden bir kova
dünyaya serpilmiş olsaydı, ehl-i dünyayı kokuturdu.” (Mükâşefetü’l-
Kulûb tercümesinden)

Âhiretin dehşeti hakkında Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve


sellem- şöyle buyurmaktadır:
– “Cehennemde öyle yılanlar vardır ki, deve boynu
büyüklüğündedir. Sokar. Acısının şiddeti kırk sene devam eder.
Gene cehennemde öyle akrepler vardır ki semerli katır gibidirler.
Öyle bir sokuş sokarlar ki acısı kırk sene sürer.”
Gene buyururlar ki:
Enes -radıyallahu anh- rivayet eder:
– Kıyamet günü ehl-i cehenneme bir ağlama verilir. Öyle ki göz
yaşları tükeninceye kadar ağlarlar. Kan yüzlerinde bir yarık bir çatlak
gibi görülür. Öyle ki eğer gemiler bırakılsa yürüyecek derecede olur.
Kendilerine ağlamak, sızlanmak, ah vah etmek için izin verildiği
müddetçe ağlayıp sızlarlar. Bunda onlar için bir rahatlama vardır.
Fakat biraz sonra bu ağlama sızlamalardan da men edilirler. Ve
derler ki:
– Ey Rabbımız! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin.
Günahlarımızı bilip itiraf etdik. Fakat çıkmaya bir yol var mı ?
(Mü’min, 11)
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- hadislerinde şöyle
buyuruyorlar:
– “Ben sizin görmediklerinizi görüyor, işitmediklerinizi işitiyorum.
Gök gıcırdıyor, hakkıdır da. Gökde dört parmaklık boş bir yer yok ki,
oraya bir melek secde etmiş olmasın.
Nefsim kudreti elinde olan Allah’a yemin ederim ki benim bildiğimi
bilse idiniz az güler çok ağlardınız. Döşekler üzerinde kadınlarla
telezzüz edemezdiniz.” (Ebû Zer Gıfari r.a’den. Ramûz el-Ehâdis)

Sâdık Dostun Fedakârlığı


İnsan başı boş olarak yaratılmamışdır. Yapdıklarından bir gün
hesaba çekilecekdir. Hesab günü hiç bir kimsenin kimseye faidesi,
yardımı olmayacaktır. Herkes kendi hesabını kendi verecekdir.
Muhterem Üstadımız Sultanü’l-Ârifîn Mahmûd Sâmî hazretleri o
günün halini sık sık şöyle anlatırdı:
– Hesab günü kişi Allah Teâlâ’nın huzuruna götürülür. İyilikleri,
kötülükleri tartılır. Hesabı görülen kimse Allah Teâlâ’nın o anda yalnız
kendisi ile meşgul olduğunu zanneder. Aslında o anda milyonlarca
kimsenin hesabı görülmekdedir.
Hesab gününün o dehşetli anında bir oğul babasına gelerek der ki:
– Babacığım günahlarım hayli çokdur. Günahlarımın bir mikdarını
olsun üzerine al ki, günahım senin sevabların sayesinde azalsın der.
Buna mukabil babanın cevabı şöyle olur:
– O sevaba ben senden daha çok muhtacım, diyerek sırt çevirir,
halbuki o baba hayatda iken, oğlunu büyütmüş, yedirmiş giydirmiş
her türlü ihtiyacını görmüşdü. Fakat hesab gününün şiddeti anında
ana-baba, kardeş evlât kimse biribirini tanıyamaz hale gelecekler,
herkes kendi derdinin çabasına, telaşına düşecektir.
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de:
– “İşte o gün kişi kardeşinden, anasından, babasından,
eşinden ve çocuklarından kaçar.” (Abese sûresi, 34-36) buyurarak,
hesab gününün o şiddetli halini haber vermekdedir.
Babasının yardımını isteyen o genç hayatda iken bir manevî
kardeşinin olduğunu hatırlıyor ve ondan yardım istiyor. O genç de
cevaben:
– Kardeşim, benim de günahım çok, sen ne kadar istersen benim
sevablarımdan al. Çünkü ben nasıl olsa müflisim. Beni düşünme,
diyor.
Halbuki anası ve babası hayatda iken o gence ne kadar ihtimam
ediyorlar, onun terbiyesi, giyimi, yiyimi için her fedakârlığa
katlanıyorlardı. Fakat kıyamet ve hesab günü müstesna. Çünkü
herkes o gün kendi canının derdindedir.
Annenin babanın yapamadığı fedakârlığı ancak manevî kardeş
başarmıştır. Allah için manevî kardeşleri çoğaltmaya çalışmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği hesab günü elbette gelecek;
herkesin hesabı teker teker görülecekdir. Zerre kadar iyilik yapan
mükâfatını ve zerre kadar da günah işleyen mücazatını görecektir.

“Meşârik”deki bir hadis-i şerifde -sallallahu aleyhi ve sellem-


efendimizin kerime-i muhteremeleri Fâtımâ-i Zehra’ya karşı ne kadar
merhamet ve sevgilerinin bulunduğuna şâhid oluyoruz.
Buyurmuşlardır ki:
– “Ey benim kızım Fâtımâ-ı Zehra! Canını cehennem ateşinden
kurtarmaya çalış. Zira ben ahiretde farz ve vacibleri terk ve yasak
olan şeyleri işlemeniz sebebiyle, azaba sürüklenmenizi, -Allah
dilerse üzerinize gelecek azab ve cezayı- def edib uzaklaşdırmaya
muktedir değilim.
Yine de ben dünyada akrabalığı terkedemem. Onlara ikram ve
iyilikde bulunurum.
Size nisbetle ben öyle bir kimseye benzerim ki evlad ve ailesi
üzerine gelecek bir düşmanı gördüğü zaman saldırısından aile ve
çocuklarını korumak için “kaçınız” veya “gizleniniz” diye nasıl bağırıp
çağırırsa ben de size ancak bu kadar yapabilirim. Artık ötesi size
aiddir.”
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz bu mübarek
kelamları ile, ehl-i beytinin, akrabalık ve hısımlığa dayanarak imân ve
itikadda zayıflık ve kararsızlık, müslümanlık vazifelerinde tembellik
ve ihmal göstermemelerini, güzel ve iyi amelleri terk etmemelerini
buyurmaktadır.
Rasûl-i Ekrem efendimizin -sallallahu aleyhi ve sellem- Fâtımâ-i
Zehra -radıyallahu anhâ- validemize karşı istisnaî bir sevgisi vardı.
Daima ridalarını serer, Fâtımâ-i Zehra’yı onun üzerine oturtur
sevgisini izhar ederdi. Hatta sefer dönüşlerinde mescide uğrar iki
rekat namaz kıldıktan sonra ilk defa muhtereme kerime-i âlîleri
Fâtımâ-i Zehra’yı ziyaret ederler daha sonra da muhterem ailelerini
yani ezvâc-ı tâhiratı.
Buna rağmen muhtereme kızına daima yokluğa karşı sabır, her
hususda dünyaya karşı meyl etmemesi, Allah’dan gelene rıza
göstermesi telkinatında bulunmuşlardır. Hatta kendilerine ne bir
hizmetkar vermişler ne de boyunlara asacak sun’i de olsa bir
gerdanlık.

Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Fâtımâ-i Zehra


(r. anhâ)’nın evine gitdi. İçeri girmeden geri döndü. Hazret-i Ali -
radıyallahu anh- sebebini sorduklarında:
– Ben Fâtımâ’nın kapısında öyle bir perde gördüm ki, üzerinde bir
takım resim ve nakışlar vardı.
“Ondan hoşlanmadığım için geri döndüm. Zira benimle dünya
arasında hiç bir ilgi yoktur. Benim bu kadar aşırı süs ve faydasız
şeylerle, israflarla hiçbir alâkam yok” buyurdu ve şöyle ilave etdi:
“Kızım Fâtımâ bu perdeyi çok ihtiyaç sahibi olan filan kişinin evine
göndersin.” (Fâtımâtüz-Zehrâ R. A, H. M. Cemal Öğüt)

Kendimize Çeki Düzen Vermeliyiz


O şiddet gününde mazlumlar, zalimlerden haklarını alacaklardır.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretleri
ashab-ı kirâm hazretlerine hitaben:
– Zalim olmayınız, mazlum da olmayınız” buyurmuşlardır. Zaruret
olursa mazlum olmayı tercih etmelerini tenbih buyurmuşlardır.
Kimsenin kimseye faidesi olmadığı o zaman için hazırlık
yapmalıyız. Bu sebeble tam ihlas üzere Allah Teâlâ’nın emrettiği
şekilde kulluk vazifemizi ifa etmeliyiz.
İhlâsı ve itikadı zayıf kimseler niyetlerinin çürüklüğü yüzünden
amellerinden istifade edemez ve cehenneme sürüklenirler.
İtikadı sağlamlaşdırdıktan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmını
harfiyyen yerine getirmeye, yani Cenâb-ı Vacibu’l-Vücud
hazretlerinin yasak kıldığı şeylerden kaçınmaya ve emretdiği feraiz
ve teferruatını ifa etmeye gayretli olmalıyız.
Namazlarımıza, oruçlarımıza büyük bir engin gönülle devam
ederken, kul hakkından korkmalıyız, ancak zalimler Allah’dan
korkmadıkları için kul hakkı yemekden, kula eziyet etmekden
kendilerini alamazlar.
Ahlâkî durumumuzun inkişafına, tealisine ihtimam etmeliyiz.
Sonra ailemiz, çoluk çocuğumuz, Allah Teâlâ’nın yedimizdeki
emanetleridir. Her hususda onlarla meşgul olmak ve onlara hakikati
bildirmek ve onu tatbik etdirmekle yükümlüyüz.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimizin gözbebeği
Fâtımâ-i Zehra’ya karşı rıfk ile o nezih muamelesinin yanında Allah
yolunda şiddet göstermesinden ibret alalım.
Yavrularımızın kalblerine Allah Teâlâ hazretlerinin ve Rasûl-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisini, muhabbetini zerk edelim.
Allah nedir?
Peygamber nedir? suallerine karşı çocuklarına ve kendilerine tâbi
olanlara bilgiler veremeyen ana babalar, o şiddet gününde peşiman
olacaklardır. Amma iş işden geçmiş olacakdır.
Ey önü, sonu, evveli, ahiri, bidayeti, nihayeti olmayan, her türlü
mekândan, zamandan, cihetden münezzeh olan, ulular ulusu,
yüceler yücesi, kâinatın yaratıcısı Allahım!
Şan, şeref, kuvvet, kudret bütün âlî sıfatlar sana aid.
Bizler mahlûk kullar olarak, senin o ince san’atını ve hududsuz
derin ahlâkını nasıl idrak edebiliriz.
Kerem et, lûtf et de basîret penceremiz açılsın da bir şemme olsun
nasibimize göre seni anlayabilelim.
Aşkımızı, ziyadeleştir de, sayende kulluğumuzu büyük bir şevk ve
edeb içinde îfâ edebilelim.
Tamamlık, kemâl senin sıfatın, noksanlık ise bizim sıfatımız.
Bizleri bağışla, hatalarımız sebebiyle yakma!
Allahım! ancak senin afvına, rahmanlığına, gaffarlığına
güveniyoruz. Adaletinle muamele etmene değil.
TEVBE KAPISI
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:
– Kul, Allah Teâlâ’ya itaat etdiği zaman Allah ona marifetullahı
bahşeder. Taatı terkedince, daha önce vermiş bulunduğu bu
marifetullahı geri almaz. Bilakis kıyamet gününde, aleyhinde bir delil
olarak kullanmak üzere kalbinde bırakır. Kıyamet günü olunca da
kendisine der ki:
– Seni marifetullah ile mümtaz kılmış onu sana bahşetmiştim.
Bildiğinle niçin amel etmedin? İlminle niçin âmil olmadın?
Ömrünü fuzûli, boş arzular peşinde geçirmiş bir ihtiyar vardı. En
sonunda yaptıklarına peşiman olarak tevbe etti. Melekler:
– Ey ihtiyar! Elden ayaktan düşdün, kuvvetden kesildin, arzun
kalmadı, şimdi de tevbe etdin, dediler.
Cenâb-ı Hakk’ın emri ulaşır:
– Ey Melekler, benim ihtiyar kulumu bırakın, onu ayıplamayın! İzzet
ve celâlime yemin ederim ki yüz sene sonra gelseydi, beni kerim ve
mağfiret edici bulurdu. Ey melekler şâhid olun! Onun tevbesini kabul
eyledim ve bağışladım. Onu cennet ve cemâlime lâyık eyledim
buyurur.
Ey saçı ve sakalı beyaz
Dergâh-ı ilâhiden kaçan bu halin ile
Allah Teâlâ diyor, çokdur benim keremim
Ümidsiz olma ve gel, tevbe et özür dile.
İhtiyacını Rabbın dergâhına sen arzet,
Lutf-ı ilâhî sana, hiç çirkinlik göstermez
İşlesen bin günah ve bin türlü rezâlet
Tevbe etsen makbuldür, hiç biri red edilmez. (Rıyazü’n-Nasihin)

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz buyurdu ki:


– İblis tard edildiği zaman, “izzetine yemin ederim ki, insanların
canı bedenlerinde durdukça kalblerinden çıkmam” dedi.
Allah Teâlâ da buna karşılık “canları bedenlerinde bulundukça,
izzetime yemin ederim ki, tevbe kapısını onlara kapamam” buyurdu.
Bir hadis-i şerifde:
– “Kul vardır ki günah sebebi ile cennete girer” buyurdu.
– Bu nasıl olur ey Allah’ın Rasûlü? dediler. Gene buyurdular:
– “Günah işler ve sonra pişman olur ve onu hep gözünün önünde
tutar, nihayet cennete girer, o zaman şeytan, keşke onu bu günaha
sokmasaydım der.” (Kimya-yı Saadet’den)

Rasûl-i Ekrem efendimiz:


– “Size en büyük derdinizi haber vereyim mi?” buyurdular.
Ashab-ı kirâm:
– Bizim en büyük derdimiz nedir? dediler.
– “Derdiniz günah derdidir” buyurdular. Ashab-ı kirâm:
– Bunun ilâcı nedir? dediler. Rasûl-i Ekrem efendimiz:
– “Günah işleyenin gece karanlığında dili ile istiğfar etmesidir”
buyurdular. (Riyâzü’n-Nasihîn)

Ya Rab! Günahımız çok, sayıya gelmez. Fakat senin rahmetin,


affediciliğin nihayetsiz, sınırsız.
Hem bizleri tevbe kapında daim eyle, hem de işlemiş olduğumuz
günahları tekrar ettirme, bizleri hıfz eyle. Âmin.

Rasûl-i Ekrem efendimiz hazretleri buyurur:


– Kıyamet günü Allah Teâlâ meleklere:
“Kalbinde bir dinar ağırlığında imanı olanı cehennemden çıkarın”
diye emreder. Onlar da bir çok kimseleri cehennemden çıkarır. Allah
Teâlâ’ya:
– Emretdiklerinden cehennemde kimseyi bırakmadık, derler.
Bu sefer Allah Teâlâ:
– Gidin bakın, kalbinde yarım dinar ağırlığında imanı olanı
cehennemden çıkarın, buyurur. Onlar da gider bir çok kimseleri
çıkarır. Allah Teâlâ’ya:
– Emretdiğinizden kimseyi cehennemde bırakmadık, derler.
Gene Allah Teâlâ:
– Gidin zerre kadar imanı olanı dahi cehennemden çıkarın, diye
emreder.
Melekler de:
– Bu defa emretdiğin kişilerden kimseyi cehennemde bırakmadık
hepsini çıkardık, derler, (İhya’ül-Ulum, Buhârî, Müslim)

Allah Teâlâ Karşısında Tezellül


Yüksek dereceli bir velînin, tezellül göstermesi sebebiyle, Allah
Teâlâ’nın mağfiretine nail olması:
Ebû Hasan Ali anlatıyor: (Kendisi Ahmed er-Rüfaî hazretlerinin
kız kardeşinin oğludur)
– Bir gün Ahmed er-Rüfaî hazretlerinin halvethanesinin kapısında
duruyordum. Bakdım içeride hiç görmediğim birisi ile oturuyordu. Bu
mülakatları bir saat kadar sürmüştü.
Bundan sonra bu zat halvethanenin penceresinden çıkdı.
Uçarcasına gitdi. Ve havada kayboldu. Merak edip Üstaza bunun kim
olduğunu sorduğumda cevaben buyurdu ki:
– Sen onu gördün mü?
– Evet gördüm, dedim. Şöyle anlatdılar:
– O öyle bir kimsedir ki, Hak celle ve âlâ hazretleri, Bahr-i Muhît’i
onunla korur. Ricâl-i erbâadandır. (Yani dörtlerden) Sonra ilâve
olarak buyurdular ki:
Üç günden beri kendisine küsülmüşdür. Amma kendisinin henüz
haberi yok.
Sebebini sorduğumda şöyle buyurdular:
– Bahr-i Muhît adalarından birinde kalır. Orada üç gün üç gece
yağmur yağdı. Hatırından şöyle geçdi:
– Keşke bu yağmur, mamur yerlere, şehirlere, meskûn bölgelere
yağsaydı. Sonra mağfiret dileyip, bağışlanmasını istedi. Ama
hatırından geçen bu şey dolayısıyla Allah Teâlâ kendisine dargındır.
– Kendilerine küsüldüğünün sebebini anlatdınız mı?
Buyurdu ki:
– Hayır, söylemeye utandım. Dedim ki:
– Eğer emrederseniz, ben kendisine bildirebilirim.
Buyurdular ki:
– Bunu yapabilir misin? Dedim ki:
– Evet yapabilirim.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
– Başını yakanın içine çek! Çektim. Kulağıma şöyle bir ses geldi: -
Ya Ali! Başını kaldır.
Başımı kaldırdığım vakit, kendimi Bahr-i Muhît adalarından birinde
buldum. Bu işe ben de hayret etdim. Bir mikdar yol gittikten sonra o
şahısla karşılaşdım. Kendisine selâm verib vaziyeti anlatdım.
Bunun üzerine bana yemin verdirib şöyle dedi:
– Sana her ne dersem yerine getir. Dedim ki:
– Olur, yerine getiririm. Sonra şöyle dedi:
– Hırkamı başıma dola ve beni yerde sürükle. Sonra şöyle bağır:
İşte bu Yüce Hakka itiraz edenin cezasıdır. Bundan sonra hırkayı
onun boğazına doladım. Onu böylece sürüklemek istediğim zaman,
hatiften bir ses duydum.
– Ey Ali! Onu bırak! Semânın melekleri onun için ağlaşıyorlar,
feryad figan ediyorlar, Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri ondan razı
oldu.
Bu sözü işitir işitmez kendimden geçtim. (Nefahat’ül-Üns’den)
TEVBE - İSTİĞFAR
Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurur:
– Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki, felah bulasınız.
(Nur, 31)
– Ey mü’minler! Bir daha dönmeyecek tevbe ile Allah’a tevbe
ediniz. (Tahrim, 8)
– Rabbınızdan mağfiret dileyin ve O’na tevbe edin...” (Hud,3)
– Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin
öbür kabahatlerinizi de örter ve sizi şerefli bir mevkie sokarız.
(Nisa, 31)
– Şirkten tevbe edib iyi amel ve hareketde bulunan kimseleri,
Allah kötülüklerden iyiliklere çevirir, Allah çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir. (Furkan, 70)
– Rabbınız kendi üzerine şu rahmeti yazdı. İçinizden kim
bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve
düzelmiş ise, şüphesiz ki O (Allah) gafur ve rahimdir. (En’am, 54)
– Ve bir günah işledikleri yahud kendilerine zulm etdikleri
vakit, Allah’ı hatırlayarak günahlarına mağfiret istiyenlerdir.
Günahları Allah’dan başka kim affedebilir? Bir de onlar
işledikleri günah üzerinde bilib dururlar iken ısrar etmeyenlerdir.
(Âl-i İmran, 135)
– O, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini
bağışlayan, ne işlerseniz bilendir. (Şûra, 25)
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz buyurdular:
– Allahım! İkâbından afvına, gadabından rızana, senden yine sana
sığınırım. Sana lâyık bir senâ etmekten acizim. Sen kendini nasıl
senâ etdi isen öylesin Ya Rab. (Müslim.)
– Kalbime öyle şeyler gelir ki, her gün ve gece yetmiş defa Allah’a
istiğfar ederim.
– Günahlardan halis olarak tevbe eden kişi hiç günah işlememiş
gibidir.
– Kul günahından tevbe etdiği zaman, Cenâb-ı Hak bu günahı,
kirâmen kâtibin meleklerine, kulun günah işlediği azalarına ve kulun
günah işlediği mekâna ve o zamana unutturur ve böylece de kıyamet
gününde o tevbe eden kulun işlediği günah için bir şâhid bulunmaz.
– İstiğfar mü’minin sahife-i âmâlinde nur gibi parlar. (Ramuz)
– Günahdan tevbe eden kimse günah işlememiş gibi olur. Fakat bir
taraftan istiğfar diğer taraftan da günahda ısrar eder ise el-iyazü
billah Cenâb-ı Hak ile istihza eden kimse gibi olur. (Müs lim)
– Gündüz günah işleyenin tevbe etmesi için, Allah geceleyin elini
açar (tevbeyi kabul eder) gece günahkâr olanların tevbe etmeleri için
de gündüzün elini açar, bu hal güneş batdığı yerden doğuncaya
kadar (yani kıyamete kadar) devam eder. (Müslim)
– Ey insanlar! Allah’a tevbe ve istiğfar ediniz, ben günde yüz kere
istiğfar ediyorum.
Ebû’d-Derdâ -radıyallahu anh-’dan: Rasûl-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem- hazretleri bir Cuma günü bir hutbe irad ederek
buyurdular ki:
– “Ey insanlar! Hâlâ sizde hayat varken, yani ölümünüzden evvel
günahlarınıza nedamet ederek Allah’ın tâatine koşunuz, dönünüz ve
masivâ gafletinden, Allah’ın zikrine avdet ediniz.”
Ve Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri buyurur: “Tevbe-i nasuh ile
Allah’a tevbe ediniz.” (Tahrim, 8)
Tevbe; isyandan rücû, gafletden dönüştür.
TEVBE VE ŞARTLARI
Tevbenin tarifi: Kendi ihtiyariyle geçmiş olan günahın mislini tazimli
bir halde terketmektir.
Günahkârın, günahını kalben kendi ihtiyarı ile terketmesi lâzımdır.
Eğer yalnız dili ile tevbe edib, kalbinden günahının terki için kararlı
olmazsa, tevbesi sahih olamaz.
Nitekim Şair Sâib divanında diyor ki:
– Elde tesbih, dudakda tevbe, kalb ise günahların şevk ve
muhabbeti ile dolu olursa, o masiyet ve günahlar, kişinin tevbe ve
istiğfarı ile alay ederler.
Tevbe, Allah’a ta’zim ve gazab-ı ilâhisinden kaçınmak için olmalıdır.
Eğer başka bir niyet için olursa bu tevbe kabul olunmaz.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî -kuddise sirruh- tevbeyi şöyle tarif
etmiştir:
– Tevbe nasıl olur? İşte tevbe böyle olur. Yani günahkâr, yapdığı
günahlardan nedamet eder, Hak Celle ve Âlâ dergâhında yeniden
müslüman olub kemâl-i tazarru ve niyaz ile ibadete başlar ve
mecazdan yüz çevirip hakikate yönelir.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh-:
– Tevbe altı şeye bağlıdır buyurmuşlardır:
1. Geçmiş günahlar üzerine nedâmet.
2. Kazaya kalmış olan ferâizi iade.
3. Hukûk-u ibâda, yani kul hakkına olan mezâlimi reddetmek, yani
borcunu ödemek, gönlünü almak, helâlleşmek.
4. Adem-i iadeye azmetmek.
5. Nefsini Allah’ın tâatiyle terbiye etmek.
6. Haramdan beslediği etini eritmek. (Kırk Hutbe-i Şerife, Es-Seyyid
Mehmed Şefik Arvâsî)
Ebû’l-Fazl Muhammed bin Hasen Halebî -kuddise sirruh- der ki:
– Allah Teâlâ bu insanoğlundan bir kimseye, keramet tacı
giydireceği zaman, ona tevbe nasib eder. Bir sevdiğinin hizmeti ile de
meşgul eder. İş bu hizmet de, onun ikrama nail olmasına sebeb olur.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur: (Hazret-i Ali -
radıyallahu anh-’den)
– “Mahlûkat yaratılmazdan dört bin sene önce, Arş’ın etrafına şöyle
yazılmıştır: Ben (Allah) günahlarına tevbe edib imân eden ve salih
ameller işleyen, sonra da istikamete gelen kullarımın günahlarını çok
mağfiret ediciyim”.
Gene buyurdular: (Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-’den)
– Bir kimse herhangi bir suretle günah işlemiş duruma düşer fakat
hemen peşinden nâdim olub tevbe istiğfar eder ve bir daha
işlememeye azmederek “Ya Rabbi, ben bir günah işledim. Beni
mağfiret eyle!” derse Allah da şöyle buyurur:
– Kulum bir günah işledi. Hemen peşinden, kendisinin bu günahını
affedebilecek bir Rabbı bulunduğunu düşünerek işlemiş olduğu
günahdan dolayı peşimanlık duydu. Tevbe istiğfar etdi. Ve bir daha
işlememeye azmetdi. Ben de bu kulumu mağfiret eyledim.”

Ebû Hüreyre -radıyallahu anh- anlatır:


– Bir gece Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile yatsı
namazını kıldıktan sonra çıkmıştım. Yolda, ayakda durmakta olan
yaşmaklı bir kadınla karşılaştım. Bana ya Eba Hüreyre, “Ben büyük
bir günah işledim. Tevbe etsem kabul olur mu?” dedi. Ben “Nedir
günah?” diye sordum “Zina etdim. Bu zinadan doğan çocuğu da
öldürdüm” dedi. Ben de “Kendini de çocuğu da mahvetmişsin. Vallahi
senin için tevbe etmek mümkün değil. Tevbe etmeye hakkın yok”
dedim. Benim bu sözlerim üzerine bir çığlık attı, bayılarak yere
düştü. Ben gitdim. Giderken de şöyle düşündüm:
– Ben fetva verdim. Halbuki Rasûlullah yakınımızda idi. Ona
sorsaydım.
Sabahleyin hemen Rasûl-i Ekrem efendimize koşdum ve Ya
Rasûlallah, dün gece bir kadın benden şöyle bir fetva istedi. Ben de
şöyle şöyle fetva verdim, dedim. Cevaben buyurdular ki:
– “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Vallahi yâ Ebâ Hureyre sen
kendini de, kadını da mahvetmişsin. Sen şu ayetleri hatırlamadın mı:
“Onlar ki Allah’ın yanına başka bir ilâh katıp tapmazlar.
Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler,
kim bunlardan birisini yaparsa cezaya uğrar.
Kıyamet günü azabı kat kat olur ve o azabın içinde hor ve
hakir olarak ebedi kalır.
Meğer ki tevbe ve imân edib salih ameller işlemiş ola. İşte
Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah çok mağfiret
edici, çok merhametlidir.” (Furkan, 68-70)
Haris bin Süeyd anlatıyor: Abdullah ibni Mes’ud -radıyallahu anh-
bize iki hadis rivayet etti. Bunlardan biri Hz. Peygamber -
aleyhissalâtu vesselâm-’dandı, diğeri de kendisinden. Dedi ki:
– “Mü’min; günahını şöyle görür: O, sanki üzerine her an düşme
tehlikesi olan bir dağın dibinde oturaktadır. Dağ düşer mi diye korkar
durur. Fâcir ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi
görür.”
İbni Mes’ud bunu söyledikten sonra eliyle, “şöyle” diyerek,
burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.
Sonra dedi ki: “Ben Rasûlullah -aleyhissalâtu vesselâm-’ın şöyle
buyurduğunu işittim:
“Allah, mü’min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir: Bir
adam hiç bitki bulunmayan ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde
yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş oludğu bineği ile birlikte
seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunuktan) başını yere koyup uyur.
Uyandığı zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta
arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp:
“Hayvanımın koybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar
uyuyayım” der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine
başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı
ucunda hayvanı duraktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte
Allah’ın, mü’min kulunun tevbesinden duyduğu sevin, kaybolan
bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın sevincinden daha
fazladır.”
Müslim’in bir rivayetind eşu ziyâde var:
“Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: «Ey
Allah’ım, sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim.»” (Buhârî,
Deavat, 4. M. Sami Ramazanoğlu (k.s.) un Dualar ve Zikirler kitabından)

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdular:


– “Sizin hastalığınızın ve şifanızın ne olduğunu söyleyeyim mi?
Hastalığınızın günahlar, ilacınızın da istiğfar olduğunu unutmayınız.”
(Ramûz ei-Ehâdis)
Muhammed İbni Şîrîn şöyle der:
– Aman bir hayır işleyip de sonra onu terk etmekten sakın. Zira
tevbe edib de sonra tevbesini bozan ve iflah bulan bir kimse
görülmemiştir.
Günahlardan dönen kişiye yaraşan; tevbesini bozmamak için
ecelini gözlerinin önüne getirmek, geçmişde işlemiş olduğu günahlar
üzerinde düşünmek, tevbe istiğfarı çok yapmak, tevbe nimetini
verdiği ve ona muvaffak etdiği için Allah’a şükretmek ve kıyamet
gününün sevabı hakkında tefekkür eylemekdir. Zira şüphesiz ki
âhiret sevabını düşünen güzel amelleri işlemeye daha çok rağbet
eder. Âhiret azabını düşünen de kötü, çirkin ve haram fiillerden
kendisini alıkoyar.

Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- buyurur:


– Ey ahali! Hayat kapısı açık bulunduğu müddetçe onu ganimet
bilin. Hayatta oldukça onu değerlendirin. Zira yakında o kapı size
kapanacak. Ömürleriniz tamamlanacak, hayatınız sona erecekdir.
Hayırlar işlemeye kadir olduğunuz müddetçe onları işlemeyi
ganimet bilin.
Tevbe kapısı açık iken bu kapıyı ganimet bilin ve oradan girin.
Dua kapısı açık iken onu ganimet bilin ve ihlâslı yakarışlarla Allah’a
dua edin.
Salih mü’min kardeşlerinizin sıkıntılı anlarını ganimet bilin. Böyle
anlarda, sırf Allah rızası için onların yardımına koşun...
Gene buyuruyorlar:
– Günahlarınızdan ve kötü tavırlarınızdan dönünüz. Tevbe ediniz!
Bu tevbe sizin kalblerinizde dikilmiş fidanlardır. Yanınızdaki binaların
temelleridir.
Şeytanın binasını yıkınız. Allah’ın binasını yapınız. İşte o zaman
Mevlâ’ya ulaşırsınız. Rabbınıza kavuşursunuz.
Ben öz-esas üzerinde duruyorum. Kabuk-posa üzerinde
durmuyorum. Şu zahirî dış haller bir posadan ibarettir. Ben onun
terbiyesi üzerinde durmuyorum. Bilakis, özünüzün, ruhunuzun,
kalbinizin, sırrınızın terbiyesi üzerinde duruyorum. Kışır, kabukdan
ibaret zahirlerinizi ise bir kenara atıyorum. Sizi terbiye ediyorum. Tâ,
Peygamberimizin gözü sizi tutuncaya kadar...
Vaktiyle âbidlerden birisini, zamanın hükümdarına medh etmişlerdi.
Hükümdar medhini duyduğu âbidi sarayına çağırıb kendisiyle sohbet
etmek istemiş idi. Âbid daveti kabul edip saraya geldiğinde ilk sözü
şu oldu:
– Ey hükümdar istediğin güzel. Fakat bir gün sarayına geldiğinde
beni cariyelerinden biri ile oynaşır bulursan ne yaparsın?
Bu söze öfkelenen hükümdarın:
– Ey ahlâksız adam, bana böyle şeyler söylemeye nasıl cür’et
edersin? deye öfkelenmesi üzere, âbid cevaben dedi ki:
– Benim kerim bir Rabbım var. O derece kerim o derece cömert ki,
aynı günde yetmiş defa günah işlesek gene affeder. Beni kapısından
kovmaz. Nimetinden mahrum etmez. Böyle olunca ben onun
kapısından nasıl ayrılırım?
Henüz bir suç işlemediğim halde bana öfkelenen birisinin kapısına
nasıl gelirim.
Henüz bir suç işlemeden kızan kimse, acaba suç işlediğim zaman
neler yapar, diye söylenerek çıktı gitti.

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdular: Ebû


Hureyre -radıyallahu anh-’dan:
– Tevbe havada asılıdır. Gece-gündüz oradan şöyle seslenir:
– Bana yönelene azab olunmaz!... Güneş’in batıdan doğacağı
günün sabahına kadar o böylece havada kalır ve seslenişine devam
eder. Güneş batdığı yerden doğduğu gün ise oradan alınır.

Birisi Hazret-i Ali -radıyallahu anh-’a sordu:


– Ben bir günah işledim.
Hazret-i Ali kerremallahü vecheh buyurdu:
– Tevbe ve istiğfar et. Allah’a dön, bir daha da o günahı işleme.
Adam dedi:
– Ben tevbe istiğfar ettim, fakat sonra gene günah işledim. Hazret-i
Ali -radıyallahu anh- cevab verdi:
– Allah’a dön, o günahı bir daha işleme. Adam sordu:
– Ne zamana kadar? Hazret-i Ali -radıyallahu anh-:
– Şeytan sana vesvese verib, günah işlemekden yoruluncaya ve
usanıncaya kadar.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’den buyurulmuştur ki:
– Göklere kadar yükselen günahı işleseniz de sonra nedamet
etseniz Allah Teâlâ tevbelerinizi kabul eder. (İbni Mâce)
Gene buyurdular:
– Kul işlediği günah sebebiyle cennete girer. Bu nasıl olur diye
soranlara:
– Çünkü işlediği günaha pişman olur ve daima ondan uzak
kalmaya dikkat eder de bu sayede cennete girer. (İbni Mübarek)
Gene buyurulmuştur ki: Günahdan tevbe eden, sanki hiç günah
işlememiş gibidir. (İbni Mâce)
SEYYİDÜ’L-İSTİĞFAR
Allahümme ente Rabbî, la ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve
ene âlâ ahdike ve va’dike mesteta’tü. Eûzü bike min şerri mâ
sana’tü. Ebûu leke bi ni’metike aleyye ve ebûu bizenbî, fağfirlî
zünûbî feinnehû la yağfiru’z-zünûbe illâ ente.
Bu duanın hulâsa-i meali:
“Ya Rab ben cürüm ve kusurlarımı itiraf eylerim. Tevbe ve istiğfar
ederim, nimetlerinin şükründen âcizim, beni afvü mağfiret eyle”
demektir.
Şeddad bin Evs -radıyallahu anh-’de rivâyetle: Rasûl-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
İstiğfarın en üstünü kulun şöyle demesidir: “Allah’ım! Sen benim
Rabbimsin. Sen’den başka ibâdete lâyık ilâh yoktur. Beni Sen
yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve
vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların
şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda
minnetle anar, günâhımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki
günahları Sen’den başka affedecek yoktur.”
Bir kimse bu Seyyidü’l-istiğfarı ihlâs ve yakîn itikadıyla gündüz okur
da o günde akşam olmadan evvel vefat ederse o kimse ehl-i
cennetdendir.
Ve eğer bu duayı yakin itikadıyla gece okur da sabah olmazdan
evvel vefat ederse, yine ehl-i cennettendir. Yani cennete ilk
girecekler ile cehennemi görmeksizin ol kimse cennete dâhil olur,
demektir.
Ehemmiyetine binaen bu seyyidü’l-istiğfar duasını her müslüman
ezberleyip, sabah ve akşam okumaya devam etmelidir.

Günahlar Üç Kısımdır
Günahlar üçe ayrılır:
Bir kısım günahlar vardır ki, affı muhtemeldir. Bir kısım günahlar
vardır ki, mağfiret edilmez. Bir kısım günahlar vardır ki, terk edilmez.
Mağfireti umulan günahlar kul ile Allah Teâlâ’nın arasında olan
günahlardır.
Mağfiret edilmeyen günah ise şirktir. Terk edilmeyen ve cezası
verilecek olan günah da kul hakkıdır.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdular:
– “Yer yüzünde her hangi bir kimse ‘La ilahe illallahü vallahu ekber
velâ havle velâ kuvvete illa billah’ derse hatalarına keffaret olur. Bu
hataları deniz köpükleri kadar da olsa.” (Keşfü’l-Hafa, Hadis-i Beyhakî)
Gene buyurdular:
– “Ya Ali, sana bir dua öğreteyim ki, zerreler adedince günahın olsa
sen de beraber olmak üzere mağfiret olunur.”
Şöyle söyle:
Allahümme La ilahe illa ente’l-halîmü’l-hakîmü, tebarekte
sübhâneke Rabbi’l-arşi’l-azîm.
Türkçe mânâsı:
– İlâhî! Senden başka tanrı yoktur. Sen halimsin, hikmet sahibisin,
şânın yücedir. Seni tesbih ederim ey Arş’ın yüce Rabbı.”

Yahya İbni Muaz -kuddise sirruh- buyurmuşdur ki:


Samimi bir tevbenin alâmeti üçdür:
Oruç tutmak için az yemek. Namaz kılmak için az uyumak. Hak
Teâlâ’yı zikretmek için az konuşmak.
Gene buyurdular:
– Tevbe, günahların hepsini yok eder. Tevbe bunu yaparsa, acaba
onun rızası ne yapar? Rızası bunu yaparsa, sevgisi ne yapmaz ki,
sevgisi akılları dehşete düşürür. Sevgisi bunu yaparsa, dostluğu ne
yapmaz ki. Dostluğu ondan gayrı her şeyi unutturur. Dostluğu bunu
yaparsa, lütfü ne yapmaz ki?

Cüneyd Bağdadî -kuddise sirruh- buyurdular:


– Tevbenin üç mânâsı ve merhalesi vardır:
İlk olarak peşimânlık duymak, ikinci olarak yapılan kötü işi tekrar
etmemeye azmetmek. Üçüncü olarak da yapılan haksızlıkları (kul
haklarını) helâl etdirib husûmetden arınmakdır.

Mevlânâ Sâdeddîn Kaşgârî -kuddise sirruh- buyurur:


– İlâç diye öte-beri yemekden ise, perhiz etmek daha yerindedir.
Çok yiyende çok hastalık olur. Onları def etmek için de ilâç alırlar.
İyileşince de gene tıka basa yemeğe koyulurlar. Yine ilaç, yine
sıhhat, yine yemek. Neticede ilaç da faide vermez ve marazı
artırmakdan başka bir işe yaramaz.
Günah ile tevbe de böyledir. Günah, arkasından tevbe, yine günah
yine tevbe.. Neticede bu türlü tevbe de ayrı bir günah olub çıkar.
Onun içindir ki, Allah ehl-i herşeyde perhizi severler. Ve her şeyi
bırakıb Allah ile meşgul olurlar. Ve bir gaflet anında öbür dünyaya
göçmemek için çok dikkatli bulunurlar.
Şam muhaddislerinden Süfyan şöyle dedi:
– Mağribde bir kapı vardır. Bu kapının eni kırk yahud yetmiş yıllık
yoldur. Yahud atlı olan kimse onun bir tarafından diğer tarafına kırk
veya yetmiş yılda varır.
– Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratdığı gün, o kapıyı tevbe için açık
yaratmıştır. Güneş batıdan doğuncaya kadar o kapı
kapanmayacaktır. (Tirmizî)
Bir müslüman şeytana uyub da bir günah işlediği zaman derhal
tevbe etmesi lâzımdır.
Bir günah işleyen derhal tevbe ederse, Allah Teâlâ ve Tekaddes
hazretleri çok merhametli, çok affedici olduğu için o tevbeyi kabul
eder. Yalnız tevbe eden kimse üç hususa riayet etmelidir:
Birincisi; günah işleyenin işlediği günahından dolayı, samimi bir
şekilde pişman olmasıdır.
İkincisi; o günahı derhal terketmelidir.
Üçüncüsü; istikbâlde o günahı bir daha işlememeye azimli
olmalıdır.
Mü’min işlemiş olduğu günahını daima büyük görmelidir. Allah
dostları en ufak zellelerini dahi, dağlar gibi cesim görmüşler, derin bir
mahviyet içinde, Rabbımız zül-celal vel kemâl hazretlerine gözyaşları
ve büyük bir teessür içinde istiğfar etmişlerdir.
Halbuki itikadı zayıf, imânı kemâle ermemiş kişiler ise dağlar gibi
büyük büyük günahlar işlerler, hatalı sözler sarfederler, o işledikleri
cesim günah ve kabahatlerini nefisleri kendilerine basit, küçük ve
ehemmiyetsiz gösterir ve istiğfar etmeye dahi lüzum görmezler.
Bütün peygamberân-ı izam, ashab-ı güzîn -radıyallahu anhum-
ecmaîn hazerâtı, büyük velîler, Allah dostları, işlemiş oldukları pek
ufacık zellelerini dahi büyük görmüşler, nedamet üzere, Allah Teâlâ
ve Tekaddes hazretlerine affedilmeleri için iltica ve istiğfar etmişlerdir.
Sahâbe-i güzîn hazerâtının en güzîdesi, gözbebeği mesabesinde
olan Ebû Bekri’s-Sıddîk -radıyallahu anh- hazretleri Cenâb-ı Hakk’a
hitaben:
“Ya Rab! Suçlarım kumlar gibi sayılmaz. Sen bu günahkâr âsî
kulunu affet” diyerek yalvarmış ve daimi olarak tevbe ve istiğfar
etmişdir.
Biz, âciz kullara düşen, yapmakda olduğumuz günah, isyan ve
nisyanlarımıza, daimi olarak tevbe ve istiğfar etmek ve yapmış
olduğumuz günahları nasıl olsa affolunuyor diyerek, ikinci defa
işlemeye cür’et etmeyib, tevbemizde ihlâs üzere sebatkâr olmak
olmalıdır.
Nitekim Sâdeddin Kaşgârî hazretlerinin kelâm-ı kibarlarında bu
hususa işaret vardır.
Bilerek işlediğimiz günah ve hatalar yanında, göremediğimiz,
idrakimizin dışında da bir çok nisyan ve hatalarımız vardır. Kul
hatasız olamaz. Rabbımız azze ve celle hazretleri gafûrdur, rahîmdir.

Ebû Osman -kuddise sirruh- hazretlerinin Ebû Amr isminde bir


talebesi anlatır:
– Bir zamanlar hocamın huzurunda tevbe etmiş ama sonradan yine
bazı günahlara başlamıştım. Ve dolayısıyla da yanından ayrılmış,
uzaklaşmıştım. Halimden utanıyor, nerede görsem hocamdan
kaçıyordum. Ama bir gün aniden yüz yüze geldim. Kaçmak imkânı
kalmadı. O merhamet hazinesi bana acıyarak şunları söyledi:
– Yavrum, günahsız ve temiz olmadığın zaman, düşmanlarla
oturup kalkma! Çünkü onlar sendeki kusuru görür ve buna sevinirler.
Bu sebeble sen günah işlediğin zaman yine bizim yanımıza gel ki
derdine çare bulalım ve belâna canla başla katlanalım.
Hocam bir taraftan bana bu sözleri söylerken, bir taraftan da bana
öyle bir manevî iltifatta bulundular ki, bende artık hiç bir günaha karşı
en ufak bir alâka ve heves kalmadı. Ve hocamın himmeti ile samimi
bir şekilde tevbe ettim. Bir daha da yanından ayrılmadım.
Birgün sarhoş bir kimse, elinde sazı olduğu halde giderken birden
Ebû Osman hazretlerini görünce, sazını abasının içine gizledi.
Kendisine nasihat edeceğini zannetmişti. Onun bu haline acıyan Ebû
Osman hazretleri:
– Evlât hiç çekinme, Allah Teâlâ günahları affeder, tevbeleri kabul
eder” buyurdu. Genç bu sözler karşısında, ihlâsla, kırık kalble tevbe
edip talebeleri arasına girdi.
Birgün muhterem Üstaz Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- fakire
hitaben buyurdular ki:
– Filan kişi ne yapıyor? Ondan haber getirseniz memnun olurum.
Araştırdım, adresini buldum. Yanına girdiğimde, kendisini ayakta
duramayacak derecede sarhoş gördüm. Halinden kendisi de
üzülüyordu. Nedamet içinde:
– Aman beni bu halimde n kurtarın, diye yalvarmaya başladı.
Sözlerinde samimi idi. Kendisini mahcub etmeyecek şekilde nasihat
ettim. Büyük bir üzüntü ve nedamet içinde tevbe etti. Dönüşümde
gördüklerimi Üstazımız hazretlerine bildirdim. Kendilerine dua ettiler.
Kısa bir zaman içinde bu alkolik olan kişi, eski günahsız, temiz haline
rücû etti. Bundan sonra tekrar müslümanlar arasına girip, sevilir,
sayılır insanlardan oldu.
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri, cümlemizi imân zayıflığından,
günahlardan muhafaza etsin! Tevbe ve istiğfarımızı, çoğaltsın.
Amin. Bi hürmeti TÂHÂ ve YÂSÎN.
TEFEKKÜR-İ MEVT
(Ölümü Düşünmek)
Hiç bir gün yokdur ki, bir ahbabımızın veya tanıdığımızın ölümünü,
ahırete intikal ettiğini duymuş olmıyalım.
Omuzumuzda cenazeleri kabristana götürmemize rağmen
kendimiz için bir ibret dersi alıp; mütenebbih olabiliyor muyuz? Bu
bizim basîret gözümüzü açıb da, Allah Teâlâ’nın rızası yolunda,
ahıret için hazırlıklı olmamıza sebeb teşkil ediyor mu? Aynı ölümü
kendimizin de tadacağımızı unutuyor muyuz?
Basîret sahibleri için cenaze bir ibret levhasıdır. Ne yazık ki
insanoğlu gafildir. Kendisinin fani olduğunu bildiği halde, sanki hiç
ölmeyecekmiş gibi var kuvvetiyle dünyaya çalışır. Ne kadar kaçınırsa
kaçınsın akıbet kara toprağa gömülecektir.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashab-ı
kirâm hazeratına hitaben:
– Doğru söyleyin, bizim üzerimize bu ölümü yazmadılar mı, doğru
söyleyin! Götürülen bu cenazeler, çabuk dönen misafirler midir?
Onları toprağa koyarız, miraslarını yeriz, kendimizin onlar gibi
olacağını hatırımıza getirmeyiz.
Tefekkür-i mevte devam etmek pek mühim ibadetlerdendir. Ölümü
anmaya devam edenin kalbinde, dünyaya karşı olan meyl-i
muhabbet azalır. Daimi olarak tefekkür eden, dünyanın, değer
verilmeyecek bir mekân olduğunu yakînen bilir. Bu bilgi kendisinde
hasıl olunca, dünyaya değeri kadar önem verir. Asıl çaba ve gayretini
ahıret hazırlığına hasreder. Fani dünyamızda, kısa bir müddete
sıkışan istikbalimiz için her türlü zahmetlere katlanarak hazırlık
yapıyor isek, daimi bir hayatımız için neden elimizden gelen gayreti
sarfetmiyelim?
Bâkî’yi, fâni’ye tercih etmeliyiz.
Bu sözlerimizden dünyayı terk manası anlaşılmamalıdır. Bir mü’min
hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışacak, yarın ölecekmiş gibi
âhırete hazırlanmış olacakdır. Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, ihlâs
ile Allah Teâlâ’nın rızasını celb için yapılan ibadetler, içtimâî
hizmetler ve hayratlar ahıret hazırlıklarındandır.
Dünya, her ne kadar zemmedilmiş ise, âhıretin tarlası
mesabesinde olduğu için, vazifelerimizi en faideli şeylere
hasretmesini bilirsek işte o vakit dünyaya aldananlar değil dünyadan
istifade edenlerden oluruz ve dünyanın bize hizmet ettiğini görürüz.
Rasûl-i Ekrem salallahu aleyhi ve sellem buyurdular. (Râvi Ebû Zer r.
anh’den)
– Mezarları ziyaret et ki, bu sayede âhıreti hatırlarsın. Ölüleri yıka!
Çünkü düşmüş olan bedenlerle uğraşmak insana öğüttür. Cenaze
namazını kıl, belki o senin kalbine hüzün verir. Mahzun insanlar ise,
Allah’ın himâyesindedir. (İbn-i Ebi’d-Dünya’dan)
Gene buyurdular: (Hazret-i Âişe -radıyallahu anha-’dan)
– Kim bir kardeşinin mezarını ziyaret eder ve onun başında oturur
ise, ölü onunla ünsiyet eder. Kalkıncaya kadar onu dinler, kalkınca
onu uğurlar. (İbn-i Abdülber)
İbn-i Melik’den, İbn-i Abbas’dan:
– Ölülerinizi ziyaret edin ve onlara selâm verin. Zirâ sizin için
onlardan ders almak vardır. (İbn-i Ebi’d-Dünya)
Hazret-i Âişe -radıyallahu anha-’dan:
– Ölülerinizi ancak iyilikle yâd ediniz! Şayed onlar cennetlik ise,
onlar hakkında kötü söylemekle günahkar olursunuz. Cehennemlik
iseler, zaten bulundukları hal kendilerine yeter. (İbn-i Ebi’d-Dünya)
– Bir adamı övdünüz, cennete girmeyi hak etdi. Ötekini de yerdiniz.
O da cehennemi hak etdi. Zira yeryüzünde Allah’ın şahidlerisiniz.
(Buhârî, Müslim)
Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-:
– Bir adam ölür, Allah Teâlâ onun kötü bir kimse olduğunu bildiği
halde cemaat hep onun iyiliğine şehadet eder ise Allah Teâlâ
buyurur:” Ey meleklerim şâhid olun; Ben kullarımın bu kulum
hakkındaki şehadetlerini kabul etdim ve onun hakkında kendi
bildiklerimden vaz geçtim, buyurur. (Ahmet Basralı)
– Sizden biriniz öldüğü vakit; varacağı yeri, akşam sabah kendisine
gösterilir. Cennetlik ise, cennetteki yeri, cehennemlik ise,
cehennemdeki yeri gösterilir, ve “İşte kıyamet günü dirilip gideceğin
yer burasıdır” denir, (İbn-i Ebi’d-Dünya)
– Ölü mezarında oturur, kendisini defnedip dağılanların ayak
seslerini bile duyar. Kendisiyle yalnız mezarı konuşur ve der ki “ey
âdemoğlu yazıklar olsun sana, benimle seni hiç korkutan olmadı mı?
Benim darlığımı, benim kokduğumu, kurt, böcek ve şiddet yeri
olduğumu sana anlatan olmadı mı? Benim için ne hazırladın? (İbn-i
Dünya)
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri buyurur:
– Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında
yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacak bir
halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? (En’am /122)
– Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi, âhıretde de
yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsan
etdiğimiz şeyleri de sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır.
(En’am/94)
Ebû Bekir Sıddık -radıyallahu anh-’ın son hastalığında, Selman-ı
Farisî -radıyallahu anh- kendisinden nasihat istediğinde şöyle
buyurdu:
– Allah Teâlâ size fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz
ihtiyacınızdan fazlasını almayınız. Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan
kimse, Allah’ın himayesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zira
seni suçüstü cehenneme atar.
Ömer b. Abdülaziz; ölüm yatağına yatınca ağlamaya başladı.
Etrafındakiler:
– Senin için ağlanacak ne var? Allah Teâlâ seninle beraber nice
sünnetleri ihya etmişdir. Adaletin ise son haddine yükselmişdir,
dediler.
O ağlamasına devam ederek dedi ki:
– Değil mi Allah Teâlâ’nın huzurunda bütün bu milletin hesabını
vermek için durdurulacağım. Hepsi hakkında âdil davranabildiğimden
emin değilim.
Yapdığım kusurlar da ayrı. Elbette bunlardan dolayı korkar ve
ağlarım deyerek ağlamasına devam etdi, az sonra da vefat etdi.
Ebû Süleyman ed-Dârânî ölüm döşeğine yatdığı vakit ziyaretine
gelenler ona:
– Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah’a
gidiyorsun, dediler. Cevaben:
– Öyle demeyiniz! İğneden ipliğe her şeyin hesabını görüb,
kusurlarından dolayı, seni azâb edecek olan Allah’ın huzuruna
gidiyorsun, deyiniz demişdir.
Ölüm döşeğine yatan Kettanî -kuddise sirruh-’a:
– Ne gibi amelin var, diye sorduklarında:
– Ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk
yıl kalbimin kapusunu bekledim. Ne zaman Allah’dan başka bir şey
kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum, demişdir.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh- buyurur:
– Ey Allah’ın kulları, ölüme dikkat, ölüme dikkat... Ondan kurtuluş
yokdur. Ona karşı çıkarsanız, sizi kıskıvrak yakalar... Kaçsanız
peşinizden kovalar. Ölüm sizin alınlarınıza bağlıdır. Acele edin, acele
edin! Ölüme çabuk hazırlanın. Zira arkanızda size tâlib olan haris
birisi vardır. O kabirdir. Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya
cehennem çukurlarından bir çukurdur. Haberiniz olsun! O her gün üç
defa nida ederek der ki:
– Ben zulmet eviyim! Ben vahşet eviyim! Ben böcek, kurt, haşerat
eviyim...
– Ey Allah’ın kulları, bu günün arkasında, ondan daha sıkıntılı bir
gün vardır. Bu, öyle bir gündür ki onda, gençler ihtiyarlayıverir.
Büyükler sarhoş hale gelir. O günde emzikli bir kadın, kendi başının
derdiyle, emzirdiğini unutur. O günde hamile bir kadın çocuğunu
düşürür, insanlar sarhoş olmuş görünürler, halbuki onlar sarhoş
olmuş değildirler. Fakat Allah’ın azabı pek çetindir.
Uyanın ey insanlar! Bu gün ertesinde de ateş vardır. Onun harareti
pek şiddetli, derinliği çok büyükdür. Zîneti demir, suyu irindir. O
günde inkarcılara merhamet olunmaz.
Hazret-i Ali kerremellahü vecheh hazretleri bunları anlatırken
yanında, kendisini dinleyen müslümanlar için için ağladılar. Daha
sonra buyurdu ki:
– Bu günün ertesinde de, mü’minler için cennet vardır. Onun
genişliği göklerle yer kadardır. Ve takva sahibleri için hazırlanmışdır.
Allah, bizi de sizi de acıklı azabdan muhafaza etsin! Bize de, sizlere
de cenneti nasib etsin!
Bir defa Osman İbni Affan bir kabrin başında durdu ve ağladı.
Yanındakiler kendisine dedi ki:
– Sen cenneti cehennemi hatırladığında ağlamıyorsun da bu kabri
görünce niçin ağlıyorsun?
Osman Zinnureyn -radıyallahu anh- cevaben:
– Kabir âhıret yolculuğundaki konakların ilkidir. Eğer kişi bu ilk
konakta paçayı kurtarabilir ise ondan sonrası daha kolaydır. Eğer
orada paçayı kurtaramaz ise ondan sonrası daha zordur.
Semmakoğlu Muhammed -kuddise sirruh- mezara bakarak şöyle
derdi:
– Bu mezarların sessizliği sizi aldatmasın. Orada pek çok gamlılar
vardır. Onların müsavi görü nüşleri sizi aldatmasın! Onlar arasında
biribirinden çok farklı olanlar vardır.
İmam Gazalî -kuddise sirruh- buyurur:
– Ölüm büyük bir işdir. Büyük bir tehlikedir. İnsanlar bunu
bilmiyorlar. Hatırlasalar da kalblerine fazla tesir etmiyor.. Çünkü
kalbleri dünya meşgalesine öyle dalmışdır ki, kalblerinde başka bir
şeye yer kalmamışdır. Bundan kurtuluş çaresi, bazen bir yere
çekilmek ve bir saat kadar dünya meşgalesinden uzak durmakdır.
Nitekim ıssız sahralarda dolaşan bir kimse, başkalarından
kendisine bir yardım geleceğini düşünmez. Başının çaresine bakar.
Önceden tedbir alır. İşte tenha bir yerde oturub kendi kendine
demelidir ki:
Ölüm yaklaşdı. Belki bugün gelir. Eğer sana bilmediğin karanlık bir
mağaraya gir deseler” İçerisinde kuyu var mı? Yoksa zehirli veya
yırtıcı hayvana rastlar mıyım? Veya ne var, ne yok bilmiyorum”
diyerek, dizlerinizin bağı çözülür.
Ölümden sonraki işin, mezardaki korkulu hâlinin bundan aşağı
olmadığı gün gibi meydandadır. Bunu düşünmemek ne biçim bir
cesarettir.
Bunun en güzel çaresi, ölen arkadaşlarına bakmak, onları
düşünmekdir. Onları hatırlayıp dünyada her birinin mevkiini,
zenginliğini, işlerini, sıkıntılarını, neşelerini, dünyada neye
kavuşduklarını, ölümü nasıl unutduklarını ve beklemedikleri bir
zamanda, âhıret için ellerinde hiç bir azık yok iken, ölümün ansızın
gelip onları götürdüğünü düşün. Şimdi mezardaki hallerinin nasıl
olduğunu, azalarının biri birinden nasıl ayrıldığını, etlerini derilerini,
gözlerini ve dillerini, böceklerin, kurtların nasıl yediğini; onlar bu
halde iken varislerinin mallarını taksim edib, rahat rahat yediğini göz
önüne getir. Sonra teker teker bütün arkadaşlarını düşün.
Gülmekden, gafletden ve onların gece gündüz meşgul oldukları
faidesiz işlerinden vaz geç, sen de onlar gibisin. Halbuki onların
senden önce gitmesiyle sana ibret alıb kurtulmak sâadeti verildi. (Ne
mutlu o kimseye ki bir başkasını ona nasihate gönderdiler)
buyurulmuşdur.
Bir gün gelip de kendilerinin de tabuta girib taşınacaklarını hesaba
katmazlar. Bunu düşünseler de çok daha sonra olacağını sanırlar.
Tabutlarda taşınan ahbablarının da, hayatda iken aynı görüş ve
düşüncede olduklarını hesaba katmazlar. Halbuki onların da bu
zanları boşa çıkdı. Bir tabutun geçdiğini gören kimseye yaraşan,
tabut içerisinde kendisini farzetmesidir. Çünkü mutlak suretde kendisi
de oradan geçecektir.
Abdülkadir Geylanî -kuddise sirruh- buyurur:
– Ey ahali! Yakında hepiniz öleceksiniz. Ölünce peşinizden size
ağlanmadan önce, siz kendinize, kendi halinize ağlayınız! Akıbeti
belirsiz bir çok günahlarınız var. Bunlar affedilir mi? Yoksa
cezalarınızı çeker misiniz? Kalbleriniz dünya sevgisi ve dünya hırsı
ile dolu. Onları, haramları ve kötülükleri terk ederek ve Allah Teâlâ’ya
yönelmek suretiyle tedâvî ediniz.
Gene buyurur:
– Uzun emelleri kısalt, hırsını azalt. Her namazı veda namazı
olarak kıl! Sanki bir dahaki namaz vaktine çıkamayacakmış şekilde
kıl! Yazılmış vasıyyeti yastığının altında hazır olmadıkça uyumak bir
mü’mine yakışmaz. Eğer Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri ona
afiyet içinde uykudan kalkmayı nasib ederse ne âlâ, ne mübarek,
aksi halde aile efradı vasiyyetini bulur. Ölümünden sonra ne
yapacakları ve nasıl hareket edecekleri hususunda ondan
faydalanırlar, kendisine rahmetler okurlar.
Yeyip içmen veda yeyip içmesi olsun! Aile efradının arasındaki
bulunuşun veda bulunuşu olsun! Kalbine hep emanet, eğreti
olduğunu iyice hakket, iyice çak. Kaderi başkalarının elinde bulunan
bir kimse nasıl emânet ve veda halinde olmasın? Zira kişi, yarın ne
olacağını, işlerinin nereye varacağını, kaderinin kendisine neler
getireceğini bilmemektedir.
Gene buyuruyor:
– Ölümü hatırlamak, kalbini temizler. Seni, dünyaya ve insanlara
bağlanma felâketinden kurtarır, yalnız Allah sevgisine bağlar,
kalbinden perdeyi kaldırır. Neticede görürsün ki insanlar da, diğer
varlıklar da fânidir, yok olmaya mahkûmdur, âcizdir, ne zararları
vardır ve ne de faydaları!....
Hz. Ali kerremallahu vecheh buyurur:
– Ey Allahın kulları! Vallahi ölümden kurtuluş yokdur. Önüne
dursanız yakalar, kaçarsanız yetişir. Kurtuluş yoluna koşunuz, acele
ediniz! Acele ediniz. Arkanızda sizi isteyen kabir vardır. Onun
sıkmasından, karanlığından ve yalnızlığından korununuz.”
Eşref Rûmî -kuddise sirruh- buyurur:
– Herkesin ecel denilen, öleceği bir vakti vardır ve o vakit, o saat
geldi mi, ölüm ne bir an gecikir ve ne de bir an önce olur. Yani Azrail
aleyhisselam vazifesini tam zamanında ifâ eder. O halde yapacağın
hayırları, yapacağın ibadetleri bir an evvel yapmaya gayretli ol.
Bugün yahut yarın yaparım diye oyalanma.
Bir de ölmeden evvel ölenler, yani ölmeden bu dünya nimetlerinden
ve dünya zevklerinden el çekerek, kendilerini ibadete verenler vardır.
Onlar kendilerini toprak telâkki etmişlerdir. Onlar, fukara-i sâbirîn
denilen bahtiyarlardır.
Şöyle bir düşünsen anan gitti, baban gitti, oğlun, kızın gitti,
kardeşlerin, komşuların gitti. Eşden, dostdan, ahbabdan niceleri gitti.
Senden önce gelenler gitti, senden sonra gelenler gitti. Bu demektir
ki sen de elbet gideceksin. O halde bu fani, muvakkat dünyaya ,
gitmeyecekmiş gibi bağlanmanın makûl tarafı var mıdır? Lüzumlu
olan, bu dünyada âhıret hazırlığı yapmakdır.
Ölüm ile kıyamet birbirleri ile alâkalı olduklarından, ölümü
hatırlarken biraz da kıyametten bahsetmek isabetli olacakdır.
Kıyametin başlangıcı İsrafil aleyhisselamın sûrunu üfürmesi ile bütün
ölülerin dirilmesidir. Sûrun üfürülmesi ile daha evvel yaşamış sonra
ölmüş olan ölüler dirilecekdir ve mahşer yerinde daha önce kendileri
için tesbit edilen yere gelecektir.
Râbia-yı Adeviyye -kuddise sirruh-aya, Süfyan-ı Sevrî -kuddise
sirruh- şöyle demişdir:
– “Senin ömrün ancak sayılı günlerden ibarettir. Bir gün geçince
senin ömrünün bir kısmı gider. Ömrünün bir kısmı gidince, yakında
tamamı gidecektir. Sen bilgili insansın, amel işle, düşün. ‘Dinarım,
dirhemim gitdi, malım makamım zayi’ oldu deme. Bilakis günüm
gitdi, ne yapdım, zira bir günle ömür biter’ de.
Âbid bir zat ölüm gelince şöye demiştir:
– “Hüzünler yurdu olan dünyadan ayrılacağıma üzülmüyorum.
Ancak uyuduğum bir gece, oruç tutmıyarak geçirdiğim gün ve
Allah’ın zikrinden gafil bırakdığım bir saat için üzülüyorum.”

Âlâ b. Ziyad rahmetullahi aleyh şöyle demiştir:


Dünya günlerinden her biri muhakkak gelir, konuşur ve şöyle der:”
Ey insanlar! Şüphesiz ki ben yeni bir günüm. Bende işlenen amellere
şâhidlik edeceğim. Güneşin battığında, kıyamete kadar size
dönmiyeceğim.”
“İnsanların en hayırlısı kimdir Ey Allah’ın Rasûlü? sualine Rasûl-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
– “Ömrü uzun, ameli güzel olandır” “İnsanların en şerlileri kimdir”
sualine de:
– “Ömrü uzun, ameli kötü, şerrinden korkulan ve hayrı umulmayan
kimsedir” buyurmuşlardır.
Ebû’d-Derdâ -radıyallahu anh-’den rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir:
– “Güneş doğan her gün, iki melek nida ederler. İns ve cin’den
başka yer yüzünde bulunan bütün canlılara duyururlar ve şöyle
derler:
“Ey insanlar Rabbınıza yöneliniz, az olup kâfi gelen, çok olup
meşgul edenden daha hayırlıdır.”
Güneş batan her gün yine iki melek nida eder. Yeryüzünde ins ve
cin dahil bütün canlılara duyururlar;
“Allah’ım, başkalarına, malını harcayarak yardım edene derhal
karşılığını ver, harcamayıp cimrilik yapanın malını da helak et.”
Kula gereken bu dünya hayatını bir ganimet bilip; ibadet, taat,
güzel ahlâk gibi vesilelerle Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya say
u gayret etmekdir.

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mescide


teşriflerinde bir topluluğun, konuşup, gülüşdüklerini gördü ve onlara
hitaben buyurdular ki:
– “Ölümü unutmayın, ölümü hatırlayın, varlığım kudret elinde olan
Allah’a yeminle söylerim ki eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler,
çok ağlardınız.”
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bir adamı medh ü
senâda bulunmuşlardı.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-: -“Arkadaşınız ölümü
anar mı?” buyurdu. Onu medh edenlerin:
– “Biz onun hiç ölümü andığını işitmedik” demeleri üzerine sevgili
Peygamberimiz:
– “Sizin arkadaşınız övdüğünüz gibi değil” buyurur.
İbn-i Ömer -radıyallahu anh- anlatır:
– “Bir gün ben de içlerinde olduğum halde on kişi Rasûlullah’a
gelmişdik. Ensardan birisi dedi ki:
– “Ey Allah’ın Rasûlü insanların en ferasetlisi ve şereflisi kimdir?”
Buyurdular ki:
– “Ölümü en çok ananlar, ölüm için en çok hazırlananlar.”
İşte ferasetliler ve şerefliler bunlardır. Bunlar, dünyadan âhıret
kerâmetini kazanmış olarak geçerler.”
Ata Horasânî anlatır:
– “Bir gün Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bir topluluğa
uğradı. Bunlar kahkahalarla gülüyorlardı. Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-:
– “Zevk ve eğlence arzularını giderecek şeyi anarak meclisinizi
kokulandırınız” buyurdular.
Meclisdekiler sordular:
– “Zevk ve eğlence arzularını giderecek şey nedir?”
Buyurdular ki:
– “Ölüm.”
Daimî olarak tefekkür-i mevtle meşgul olanların, kalblerinden aşırı
ölüm korkusu ve dünya muhabbeti çıkar. Onun yerine Cenâb-ı
Hakka yakınlık duygusu belirir. İbadetlerine büyük bir itina gösterirler.
Bu sûretle ölümü bekleyenler olduğu söylenir.
GÖZYAŞI
Muhterem Üstazımız Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu -kuddise sirruh-
hazretlerinin, sîmâ-i âlileri, vech-i mübarekleri mütebessim olmasına
rağmen; için için, içden içden ağlarlardı.
Ümmet-i müslimenin zalimlerin elinden necat bulmaları için
ağlarlardı.
Günahkârların kurtuluşu, affı için ağlarlar, yaşlarını içlerine
akıtırlardı.
Kur’ân-ı Kerîm tilâvet edilirken huşu içinde dinlerler, bazen göz
yaşları süzüle süzüle yanaklarına akardı.
Bilhassa hac esnasında Medine-i Münevvere ile Mekke-i
Mükerreme arasında vasıta içinde refiklerinin uyuduğu zaman, ay
ışığı altında, gözlerinden inci daneleri gibi göz yaşlarının akdığı
görülürdü.
Tasvire sığmayan bu lâhûti manzara, şairlerin, ediblerin tarifini
yapmakda güçlük çekecekleri bir güzellikte idi.
Merhum, meşhur şair Kemal Edib Kürkçüoğlu, muhterem Üstaz
hakkında yazmış olduğu şiirinin bir yerinde:
”Sîmâsı bir âyine-i envar-ı cihandır” diye tasvir etmişlerdir.

Gözyaşı; sâlikler için baha biçilmez manevî bir hazinedir.


Gözyaşı; kalbin hassasiyetine, rakikliğine bir delildir.
Gözyaşı; sâlikin tekâmülüne bir işaretdir.
Muhterem Üstaz hazretlerinin gözyaşı hakkında Musahabe
kitablarında, tafsilatlı şöyle bir yazıları vardır:
Gözyaşı; Hak yolcularının Cenâb-ı Allah’a yaklaşabilmeleri için
yegâne sığınakdır.
Gözyaşı; için tehassür ifadesi ve gözün niyazıdır.
Gözyaşı; nedamet manasını taşır, Allah’a bir nevi tevbedir.
Gözyaşı; aşkın derûni (iç) hislerini coşduran kelimesiz ve sadasız
lisanıdır.
Gözyaşı; ârifin kalbinin tercümanıdır.
Gözyaşı; mağfiret için Allah’ın kullarından istediği istirhamıdır.
Gözyaşı; hakk’ın rahmetini tahrik ve merhametini celbeder.
Gözyaşı; günahkârların sıdk ve ihlâs ile Rablarına eyledikleri
ubudiyet incisinin dâneleridir.
Gözyaşı; yokluğa erenlerin saadet sermayeleridir.
Gözyaşı; Allah için öyle bir sermaye-i sadefdir ki, rahmet,
merhamet ve mağfiret habbelerini içinde taşıyan seyyidü’l-istiğfar ve
tevbe-i nasûhdur.
Gözyaşı; günahların gufranıdır.
Gözyaşı; muhlisin habbe-i ihlâsıdır.
Gözyaşı; âsînin kurtuluş ipidir.
Gözyaşı; hulâsa, vuslata erenlerin yegâne istinâdgâhıdır
(dayanağıdır).

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- buyurur:


– Ey aziz! Darda kalmak, biraz sıkışmak şart... Darda kalmayan
can u gönülden yalvaramaz; çıkış kapısı aramaz. İşte bu gerekçe
iledir ki, sana deriz:
Iztırar alnını, aciz ve zillet toprağına değdirmedikden sonra ve göz
bulutlarından, hasret ve nedamet yağmuru yağdırmadığın müddet,
özlediğin manevî hayatın hoş nebatı bitmez.
Zilletini, acizliğini bilenlere ne mutlu.
Gereği ile amel edenlere ne mutlu.
Gözyaşı dökebilenler ne mutlu kişilerdir
Gözyaşı âriflerin, âşıkların sürmesidir
Allah için akıtılan bir gözyaşı, sırasına göre dağlar kadar yapılan
ibadetlerden daha üstündür.
Gözyaşı; manevî hayatın anahtarıdır.
Gözyaşı; kalb-i selime vâsıl olanların süsüdür.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki: (Hz Müslim
ibn Yesu’dan)
– “Bir göz yaşarır ise, Allah o gözü taşıyan bedeni ateşe haram
kılar. Yanağına bir damla akarsa, o yüze karalık ve horluk ârız olmaz.
Eğer ağlayan kimse acıdığı ümmetlerden bir ümmet için ağlarsa, o
ümmet mağfiret olur. Göz yaşına değer yokdur ve onunla ateşten
denizler söndürülür.” (Ramuz el-Ehâdis)
Ebû Süleyman Darânî -kuddise sirruh- buyurur:
– Gözlerinize ağlamayı, kalblerinize de tefekkürü âdet edindiriniz!
Şeyh Muhammed Muhyiddin Üftâde -kuddise sirruh- buyurur:
– Âdem’in cennetden çıkması şu vechiledir. Âdem orada tevhid
mertebelerinden bir mertebeyi gördü. Cennetdeki mertebelerin en
yücesi idi. Allah’dan oraya varmayı istedi. Allah da cevaben:
– “Oraya ancak ağlamakla vasıl olabilirsin!” buyurdu. Bu sebeble
Âdem ağlamayı çok severdi.
Halbuki cennet ağlama yeri değil, sürûr yeridir. Bu sebeble
ağlamak için dünyaya inmeyi istedi.
Ahmed er-Rufâî -kuddise sirruh-:
– İrfân sahiblerinin başta gelen nişanı, göz yaşıdır. İrfân sahibleri,
hallerini düşündükçe, gözlerinden seller gibi yaş akıtırlar.
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri, onların vasfını şöyle anlatır:
– “Onlar ağlar ve yüzleri üzerine kapanırlar.” (İsrâ:109)
Gene buyururlar:
– Ağlamak bir kaç çeşid olur:
Zahirdeki gözün ağlaması
Kalbin ağlaması
Sırrın, iç âlemin ağlaması.
Gözün ağlaması, Hakk’a dönmek niyetinde olanlar içindir.
Kalbin ağlaması, kendini Hak yoluna verenler içindir.
Sırrın ağlaması, Hak sevgisini ruhlarına sindirmiş olanlar içindir.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:
– Bir ümmet içinde Allah için ağlayan bir kimse bulunursa, Allah
Teâlâ onun hürmetine, bütün ümmete rahmeti ile tecellî eder.
Ka’b el-Ahbâr şöyle buyurur:
– Allah korkusundan akan bir damla göz yaşını, bir dağ altın
sadakası vermekden daha çok severim.

Birgün Rabia Hatun şehirde geziniyordu. Oluklardan üzerine bir


yaş düşdü... Durumu anlamayanlar sordular:
– Yağmur yağmıyor, oradan su dökülmedi. O halde bu yaşlık nedir?
Rabia Hatun:
– Bu yaş Hasan Basrî’nin göz yaşıdır, dedikten sonra devam etdi:
– Gidin Hasan Basrî’ye söyleyin, Allah için ağlıyorsa göz yaşları
arşa kadar ulaşsa dahi yine azdır.

Zünnûn Mısrî -kuddise sirruh- buyurur:


– Mekke’de birisi vardı. İrfân sahiblerine has bir ağlamakla ağlardı.
Bir gün onun yanına vardım.
– Senin bir sevdiğin mi var? dedim. Bunun üzerine bana:
– Evet, dedikten sonra aramızda bazı sorular ve cevablar oldu.
Sordum, cevab verdi:
– O sevgili sana yakın mı? Yoksa uzak mı?
– Yakındır.
– Seni istiyor mu? Yoksa senden hoşlanmıyor mu?
– Bana yakın ve beni istiyor.
– Sübhanallah. O halde neden ağlıyorsun. Ne var ağlayacak?
– Sen bilemezsin, yakın olana ve arzulayana sevgilinin cefası daha
şiddetlidir.
Mâlik b. Dinar çok zamanlar ağlar ve şunları söylerdi:
– Ey nefsim! Cebbar olmak istersin; herkesin arzusu olan Allah’a
kavuşmak istersin. Ama, hangi kötülüğü bırakdın? Hangi uzakdakini
yakına getirdin? Hangi Allah dostunu sevdin? Hangi Allah
düşmanına, onun için düşman oldun? Hangi öfkeni Allah için
yutkundun? Allah’ın afv ve merhameti olmasaydı; senin halin nice
olurdu?
Bunları söyledikten sonra bayılırdı.

Şöyle bir hikâye vardır:


– Hasan Basrî’nin asrında bir zatın kızı vardı. Çok ağlardı. Bu
ağlamak onun gözünü görmez hale getirmişdi. Hasan Basrî’ye geldi:
– Kızımın yanına gel; ona bir şeyler söyle de ağlamasın, bana
acısın dedi.
Hasan Basrî o kızın yanına gitti:
– Ağlama, babana acı, deyince o kız şöyle dedi:
– Ey üstad! Gözlerim iki halin dışında değil. Birincisi onu
görmemek, onu görmedikten sonra, bana başkasını görmek ne
gerek? Görmesin, daha iyi... Bir de onu görmek var. Eğer onu
görmek bana bu halimle nasipse, bir değil, binlerce göz ona feda
olsun! Onun için ağlarım.
Onu dinledikten sonra, Hasan Basrî -kuddise sirruh- şöyle dedi:
– Seni tedaviye geldim, beni tedavi ettin. Sana tabib olarak
getirildim, ama sen tabibim oldun.
Şuâyb aleyhisselâm, aşkından, muhabbetinden daima ağlardı. Üç
defa gözleri görmez hale gelmişdi. Her seferinde Cenâb-ı Hak
şifasını vermekde idi. Sonunda şu vahy ile karşılaşdı:
– Ey Şuâyb! Ateşten korkarak ağlıyorsan, ağlama artık, seni
ateşten korudum. Cennet arzusu ile ağlıyorsan, onu da sana nasip
ettim.
Bunun üzerine Şuâyb aleyhisselâm şöyle yalvardı:
– Ya Rabbî! Onlar için ağlamıyorum. Sana kavuşmak için,
ağlıyorum.
Bu sefer ikinci bir vahy geldi:
– Ağla ya Şuâyb! Beni isteyenlere, bu alemde ağlamak düşer. Bu
ağlamaya, bana kavuşmakdan başka çare yokdur.

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur: Enes İbni


Mâlik -radıyallahu anh-’den:
– Dökülen yaşlar sebebiyle ağaran ve zayıflayan bir gözü
yakmasını Allah cehenneme haram kılar. Cehennem Allah için yaş
döken gözleri asla yakmaz.
Allah için dökülen göz yaşlarının aktığı yüzler zillet ve sıkıntı yüzü
görmez. Her iyi amelin mutlaka bir sevabı, bir karşılığı vardır. Allah
için dökülen göz yaşlarının karşılığı ise cehennem alevini
söndürmeleridir.
Eğer bir milletin içinde, sırf, Allah için ve Allah korkusundan göz
yaşı döken bir tek kişi bulunursa Allah bu bir kulun gözyaşları yüzü
suyu hürmetine o milletin bütün fertlerine merhamet eder. (Tenbihü’l-
Gafilin’den)

Hasan Basrî hazretleri anlatır:


Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:
– Allah nazarında şu iki damladan daha sevimli bir damla yoktur.
Bunlardan biri, gecenin karanlığında sırf Allah aşkı ve Allah korkusu
için dökülen gözyaşı damlasıdır. Diğeri de Allah yolunda mücadelede
dökülen kan damlasıdır.
Abdullah ibni Mes’ud -radıyallahu anh-’ın rivayet ettiği bir hadis-i
şerifde, Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz şöyle
buyurmuşdur:
– “Allah korkusu sebebiyle, gözünden bir sinek kadar veya bir
sineğin başı kadar yaş akan ve yüzüne dökülen, hiç bir kimseyi
cehennem ateşi yakmaz.”
Mikâil aleyhisselam, bana dünyadan üç şey sevdirildi:
– Ağlayan göz, zikreden lisan, titreyen kalb, buyurmuşdur.

Nuh aleyhisselamın ismi Şâkir idi. Kendi haline çok ağladığı için,
“NUH” denildi.
Ağlamasının sebebleri hakkında denildi ki:
1. Bir yerde merhameti azalıp “Rabbim yeryüzünde kâfirlerden olup
da yurt tutan kimse bırakma!” dediğine Allah razı olmadığı için
nedamet etmesi sebebiyle ağlamasıdır.
2. Bir köpeği görüp de beğenmediği için, Allah’ın itabına maruz
kalıp, kendine taraf-ı ilâhîden “Beni mi ayıbladın onu mu”
denildiğinde nedamet edip ağlamış ve dağlara kaçıp gitmişdir.
3. Oğluna meyli ve hakkında Rabbına münacaat edip “oğlum
ehlimdendir” dediğinde “o senin ehlinden değildir” buyurulmasına
ağlamıştır.
Enbiyâ ve evliyanın ağlamaları, Allah’ın onların kalblerini tutan
Celâlinden ve heybetindendir.
Yahya aleyhisselamı görmez misin ki, hiç bir günah işlemediği
halde zamanında, ondan fazla ağlayan kimse görülmemiştir.
Yakub aleyhisselamın ağlaması da sadece Yusuf’un firakından
dolayı değil, dünyadaki ayrılığı ahirette de ayrılığına sebep olur,
korkusuyla idi.
Allah Teâlâ kulunun ağlamasını, inlemesini, Cenâb-ı İzzetine
yalvarmasını arzu ettiği vakit, onu sevdiklerinden ayırmakla, yahud
açlıkla ve benzeri şeylerle müptela kılar. Bunlar kalb ve gönül
ehillerince bilinir. Bunlarda acâib terakkîler garib tecellîler vardır. Ehl-i
kemâlin hallerinde bunlar açıkça sezilir müşahede edilir. (Ruhu’l-Beyan,
2/76)
EHL-İ BEYTİ SEVMEK
Sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ömürlerinin
sonuna doğru birgün Medine-i Münevvere’de mescidde minbere
çıkarak kalabalık bir dinleyici kitlesine hitaben, evvela Allah Teâlâ’ya
hamd ve senada bulundukdan sonra şöyle buyurdu:
– “Ben görüyorum ki içimizde bazı kimseler, ashabım ve ehl-i beytim
hakkında yakışıksız ve ağır sözler söylemektedirler. Ashabımı ve ehl-i
beytimi böyle hafife alanlar, acaba bilmiyorlar mı ki beni, ashabımı ve
ehl-i beytimi sevmek benim ümmetimin üzerine farzdır. Bugün için
böyle olduğu gibi, kıyamete kadar da böyledir.”
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- bu sözleri söyledikten
sonra cemaate hitaben:
– Ebû Bekir nerededir? buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekir hemen oturduğu yerden, ayağa kalkarak:
– Buradayım ya Rasûlallah, dedi. Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem-:
– “Buraya gel yâ Ebâ Bekir” buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekir minberin yanına geldi. Rasûl-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-:
– “Minbere çık ve bana yaklaş yâ Ebâ Bekir!” buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekir minbere çıktı. Sevgili peygamberimiz ona yer
açtı ve onu yanına alarak Ebû Bekir’in başını mübarek göğsü üzerine
koydu. Ebû Bekir’in yüzünü kendi yüzüne sürdü ve sonra da Ebû
Bekir’in iki gözü arasından öptü.
Ve bu esnada ağlamaya başladılar ve o kadar çok ağladılar ki
mübarek sakallarından süzülen göz yaşları Hazret-i Ebû Bekir’i ıslattı.
Sevgili peygamberimiz daha sonra mübarek yüzlerini cemaate
dönerek şöyle buyurdular:
– Ey müslümanlar! Benim yanımda gördüğünüz bu adam Ebû Bekr-
i Sıddîk’tır. O muhacirlerin de ensarın da en yükseği ve büyüğüdür.
Allah Teâlâ bana Ebû Bekir’i dünyada ve âhirette de baba bilmenizi
emretmiştir. Ve âhirette de ben onu ebedî olarak dost edindim.
O, bu dünyada da benim arkadaşımdır. Herkes bana “sen yalancı
peygambersin” dediği zaman o bana “Sen hak peygambersin”
demiştir.
Herkes beni yanından kovduğu zaman Ebû Bekir bana barınacak
yer verdi.
Herkes beni yanlarından kovdukları zaman o benimle bol bol
arkadaşlık ederdi.
Yine herkes benden kaçar ve nefret ederken Ebû Bekir malını,
canını benim için feda etti.
Herkes can-ı gönülden benim oradan kalkmamı isterken, o kızını
bana nikahladı. Ve yüksek bir ücret ödeyerek Bilal’i benim için satın
aldı. Yani onu kölelikten kurtardı.
O halde ben de diyorum ki her kim Ebû Bekir’i sevmez ve ona
düşmanlık ederse, Allah Teâlâ’nın ve bütün meleklerin ve bütün
varlıkların laneti onun üzerine olsun.
Allah Teâlâ Ebû Bekr’e düşmanlık edenlerden şikayetçidir. Ve ben
de Ebû Bekr’e düşmanlık edenlerden şikayetçiyim.
– Ey benim bu sözlerimi duyan ve benim bu sözlerime şahit olan
müslümanlar! Sizler benim bu sözlerimi burada olmayıp, bu sözleri
duymayanlara elinizden geldiği kadar ulaştırmaya çalışınız.
Sevgili Peygamberimiz bu sözleri söyledikten sonra Hazret-i Ebû
Bekir’e:
– “Yâ Ebâ Bekr! Haydi geri dön, git yerine otur!” buyurdular. Sonra
sözlerine devamla Hazret-i Ebû Bekr’e hitaben:
– “Yâ Ebâ Bekr! Allah Teâlâ biliyor ki senin derecen benim
söylediklerimden çok yüksektir” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz sözlerini tamamlayınca Hazret-i Ebû Bekir
minberden indi ve gidip yerine oturdu.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
– “Hattab oğlu Ömer nerededir?” buyurdular.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer hemen ayağa kalkıp:
– Buradayım Ya Rasûlallah, dedi.
Rasûl-i Ekrem --sallallahu aleyhi ve sellem-- efendimiz:
– “Buraya gel Ya Ömer!” buyurdular.
Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- hemen minberin yanına gitti.
Sevgili Peygamberimiz:
– “Ya Ömer minbere çık, bana yaklaş” buyurdular.
Hazret-i Ömer minbere çıkınca Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- efendimiz onun başını kendi mübarek göğüsleri üzerine
koydular. İki gözünün arasını öptüler.
Rasûl-i Ekrem sallalahu aleyhi ve sellem o esnada ağlıyordu ve göz
yaşları Hazret-i Ömer’in üzerine dökülüyordu.
Sonra sevgili Peygamberimiz cemaate dönerek yüksek sesle şöyle
buyurdular:
– “Ey müslümanlar! Bu gördüğünüz zât Ömer bin Hattab’dır.
Muhacirlerin de ensarın da büyüğüdür.
Allah Teâlâ çok karışık işleri ona danışarak halletmeyi bana
emretmiştir.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Ömer’in hükmüne göre ayetler
göndermiştir.
Ömer öyle bir insandır ki, acı da olsa hakkı kabul eder. Bu adam
Allah Teâlâ’nın emirlerini yayarken de hiç kimseden korkmaz.
Ömer’den şeytan bile korkar ve kaçar. Ömer yarın cennetliklerin
nuru olacaktır. Cennet ehl-i Ömer’le iftihar ederler.
Allah Teâlâ’nın, bütün meleklerin ve bütün lanet edenlerin laneti,
onu sevmeyip de ona düşmanlık edenlerin üzerine olsun.
Ömer’e düşmanlık edenler Allah Teâlâ’nın rahmetinden ve
rızasından çok uzakta kalmışlardır.”
Sevgili Peygamber Efendimiz bu sözleri söyledikten sonra Hazret-i
Ömer’i yerine göndererek yüksek sesle:
– “Osman bin Affan nerededir?” buyurdular.
Hazret-i Osman hemen yerinden kalkarak:
– Buradayım ya Rasûlallah! dedi.
Sevgili peygamberimiz:
– “Buraya gel ya Osman!” buyurdular.
Hazret-i Osman hemen sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve
sellem-in yanına giderek minbere çıktı. Rasûl-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-, Hazret-i Osman’ı da mübarek göğsüne doğru
çekip, onun da iki gözünün arasını öptüler. Daha sonra ağlamaya
başladılar ve o kadar ağladılar ki, orada bulunanlar diyor ki “Biz
sevgili peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimizin göz
yaşlarının Hazret-i Osman’ın üzerine düştüğünü gördük.”
Sevgili Peygamberimiz sonra yine cemaate dönerek yüksek sesle
şunları söylediler:
– “Ey müslümanlar! Bu gördüğünüz zât Osman Bin Affan’dır. Bu zat
muhacirlerin de ensarın da büyüğüdür.
Allah Teâlâ’nın emri ile ben onu kendime senet edindim. Ve iki
kızımı ona vermek ile de onu kendime damat edindim ve iki kızımın
ölümünden sonra eğer üçüncü bir kızım olsaydı, onu da yine hiç
düşünmeden seve seve Osman’a verirdim. Çünkü Osman öyle bir
insandır ki, ondan gökteki melekler bile haya ederler, çekinirler.
Allah Teâlâ’nın ve bütün lanet edicilerin laneti, onu sevmeyenlerin
ve ona düşmanlık edenlerin üzerine olsun.”
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz bu sözleri
söyledikten sonra Hazret-i Osman’ı yerine gönderdiler. Ve daha sonra
yüksek sesle:
– “Ali bin Ebî Talib nerededir?” buyurdular.
Hazret-i Ali hemen yerinden kalkarak:
– “Buradayım ya Rasûlallah!” dedi.
Sevgili Peygamberimiz
– Buraya gel ya Ali! buyurdular.
Bunun üzerine Hazret-i Ali hemen minberin yanına gitti.
Peygamberimiz, Hazret-i Ali’ye hitaben:
– “Ya Ali minbere çık, bana yaklaş” buyurdular.
Hazret-i Ali minbere çıkıp yüzünü sevgili peygamber efendimizin
göğsüne koydu.
Sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’nin
iki gözünün arasından öptü ve daha sonra ağlamaya başladı. Ve o
kadar çok ağladılar ki, mübarek gözlerinin yaşı Hazret-i Ali’nin üzerine
döküldü. Daha sonra Hazret-i Ali’nin elinden tutup yüksek sesle şöyle
buyurdu:
– “Ey müslümanlar! Bu gördüğünüz Ali bin Ebi Tâlib’dir. Ali
muhacirlerin de ensarın da yükseklerindendir.
Ali benim kardeşimdir. Amcamın oğludur, benim damadımdır.
Ali benim etimden, benim kanımdan ve benim tüyümdendir.
Ve Hasan, Hüseyin gibi iki torunumun babasıdır. Bu iki torunum
cennet gençlerinin efendisidir.
Ali beni çok dertlerden kurtarmıştır. Ve benim çok düşmanımı
başımdan uzaklaştırmıştır.
Allah Teâlâ’nın ve bütün lanet edicilerin laneti onu sevmeyenlerin ve
ona düşmanlık edenlerin üzerine olsun. Allah Teâlâ’nın rızâsı ve
rahmeti, Ali’ye düşmanlık edenlerden çok uzaktır.
Burada hazır bulunup da benim bu sözlerimi işitenler, onları burada
bulunmayanlara anlatsınlar.”
Sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bu sözleri
söyledikten sonra Hazret-i Ali’yi yerine gönderdiler. Sonra da cemaate
hitaben buyurdular ki:
– “Allah Teâlâ biliyor ki, Ali’nin Allah katındaki derecesi benim
burada söylediklerimden çok fazladır.
Ey müslümanlar! Siz Allah Teâlâ’ya beliniz bükülene kadar ibadet
etseniz, öte taraftan ehl-i beytimden veya ashabımdan birine, biraz
düşmanlık etseniz, sizin bu ibadetlerinizin Allah katında hiçbir kıymeti
yoktur. Ve Allah Teâlâ yarın kıyamette zebanilere emreder. Ve
zebaniler de sizi doğru cehenneme sürüklerler.”

Mâlik bin Dinar -kuddise sirruh- buyurur:


– Din bakımından faydalanmadığın kimse ile dostluğu terk et.
Amellerin en güzeli ihlâsla yapılan ameldir. Alim bildiği ile amel
etmediği zaman, yağmur damlasının, yalçın kayadan kayması gibi
va’z ve nasihati gönüllerden silinir gider.
“Bahar yağmurundan yeryüzü yeşillendiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm de
kalbin yağmurudur, ve onu canlandırır.”
Ve yine buyurdu ki: Şu üç şey dünyada en güzel kazançdır.
1. Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din
kardeşleriyle sohbet etmek.
2. Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı Kerîm
okumak.”
3. Allah Teâlâ’yı hiç unutmayıp onu zikretmek.
Şu beş şey de bedbahtlığın alametidir.
1. Gözün yaşarmaması.
2. Kalbin katı olması.
3. Hayasızlık.
4. Dünyaya düşkün olmak.
5. Dünya için canından endişe etmekdir.
Mü’min olan kimse Allah Teâlâ’dan korkar, boş sözlerden dilini korur
(Tenbihu’l-Müğterin’den)

İmam-ı Şa’rânî -kuddise sirruh- dinimizin güzîdeleri için şöyle


buyurur:
– Onların kalbleri yufka, gözleri yaşlı idi. Allah’ın haklarına riayetde
kusur ettikleri zaman esirgenmeleri için çok yalvarıp ağlarlardı.
Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, Hazret-i Ömer el-Faruk, Hazret-i Ebû’d-
Derdâ -radıyallahu anhum- ecmaîn hep bu makamda idiler. Ömer -
radıyallahu anh-’ın yüzünde, akan göz yaşlarından husule gelmiş iki
hat vardı. Abdullah bin Abbas -radıyallahu anh- da böyle idi. Ömer bin
Abdülaziz, Yezid el-Rakkâşî, Fudayl bin İyad, Bişr-i Hafî, Mâruf el-
Kerhî de bu hal ve makamda idiler. Hak celle ve alâ hazreteri,
hepsinden razı olsun!
Yezid el-Rakkaşî, evine girdiği ve sofraya oturduğu zaman hep
ağlardı. Arkadaşlarının yanına geldiğinde ağlar ve onları da ağlatırdı.
Derdi ki:
– Cehennem benim gibileri için yaratılmıştır.
Ömer bin Abdülaziz, de bütün gece ağlardı, çoğu zaman bayılıp
düşerdi. Rabia el-Adeviyye de çok ağlar hatta etrafını ıslatacak kadar
gözyaşı dökerdi.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh- buyurur:
– İyilerin alâmeti, rengin sarılığı, gözlerin yaşlılığı, dudakların
solgunluğudur.
Fudayl bin İyâd -kuddise sirruh- buyurur:
– Ağlamak, yalnız gözün ağlaması değil, ancak kalbin ağlamasıdır.
Adam var ki gözleri ağlar fakat kalbi hastadır. Çünkü münafıkların
ağlaması kalbden ve içden değil, sadece başdaki gözden gelir.
Adamın biri Sile bin Üşeym hazretlerinin meclisinde gösteriş için
ağlamıştı. Oradakiler ona acımışlar ona Allah’dan rahmet dilemişler.
O gece rüyasında o adama denilmiş ki: “Seni ağlarken görmelerini
istediğin kimseler var ya, ağlamanın sevabını işte onlardan alırsın!”
Salih el-Merrî -kuddise sirruh- buyurur:
– Günahlar kalbi karartır. Bunu ancak ağlamak giderir.
İsa aleyhisselam, yanında kıyamet günü anıldığı zaman, o
yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi ağlar ve:
– Kıyametden söz edilince sükût etmek, Meryem oğluna yakışmaz
buyururdu.

Süfyân Sevrî -kuddise sirruh- buyurur:


– Ağlamak on kısımdır. Bunlardan dokuzu riyadır. Ancak bir tanesi
Allah içindir. İşte bu Allah için ağlamak, senede bir defacık dahi olsa
kulun cehennemden kurtulmasına inşaallah vesile olur.
Müellif buyuruyor ki:
– Bu hususda ben de derim ki: Kulun makamı ancak hem kalbi,
hem de gözü ile ağlamakla kemâle erer. Bunlardan yalnız biri ile
ağlayan kemâle ermemişdir.
Bilhassa başkalarına rehberlik makamında bulunan zevat, şahsen
kendileri muhtaç olmasalar bile, kendilerine uyanların ihtiyaçları
bakımından göz ile de ağlamak zorundadırlar. Selefin bu ahlâkını terk
edemezler. Çünkü kalb ile ağlamaya, başkaları muttali olamaz. Daha
doğrusunu Allah bilir.

Ebû İmran el-Cüvenî buyurur ki:


– Hayvanlar kıyamet gününde âdemoğullarının başına gelenleri
gördüğü zaman:
– Hamdolsun Allah’a ki bizi âdemoğlu olarak yaratmamış,
diyecekler.
Mekhul el-Dımeşkî -kuddise sirruh- buyurur:
– Birini ağlar iken gördüğünüz zaman onunla beraber siz de
ağlayınız. O kimsenin riya yaptığı zannına kapılmayınız. Ben bir
adam hakkında böyle bir zanna kapılmışdım da, bunun cezası olarak
bir sene ağlamak faziletinden mahrum kaldım.
Anlaşılmış oluyor ki Kur’ân-ı Kerîm’i dinlerken kalben ağlamadığı
halde salihlik iddiasında bulunan her şahıs, bu iddiasında yalancı
olmuş oluyor. Çünkü katı kalblilik salihlerin ahlâkına aykırıdır. Sen
bunu, böylece bil.

Ebû Hasan Harakânî -kuddise sirruh- buyurur:


– Hep sevindirici şeyleri arama; bazen seni üzecek şeyleri ara ki
ağlayasın, göz yaşların görüle. Allah ağlayanları sever.

Bilhassa seyr u sülûk yolunda olanların, bidayet hallerinde


gözlerinden şakır şakır göz yaşı akıtmaları (Allah’ın izniyle) gerekir.
Otuz, kırk sene evvelki sâliklerin kısm-ı âzamında bu güzel hal
görülüyordu.
Maalesef bu günkü kazançların gayr-ı meşru yani şübheli, karışık
olması ve bunun tesiriyle, yiyeceklerin, içeceklerin haram-helâl tefrik
edilmeden yenilmesinden dolayı, kalb ve gönül âlemi tekâmül
edemiyor. Ve matlûb olan, aranılan o güzel göz yaşından mahrum
kalınıyor.
Göz yaşından gaye, Allah sevgisi, Allah korkusu, Allah’ın azamet ve
ceberûtunu tefekkür ederek akıtılan göz yaşıdır.

Üstazımız hazretlerinin hulefasından Mustafa Doğanay


buyurmuşdur ki:
– Bundan sonra keramet ve gözyaşı beklemeyin, çünkü yenilenler
içilenler hep şüpheli.
O bu sözlerini takriben otuz küsur sene evvel söylemişdi. Halbuki o
seneden beri kazançların ne hale geldiğini düşünelim. Allah Teâlâ’nın
dostlarından birinin:
– Sen çocuğuna helal lokma yedir, gerisi için endişe etme, sözü
meşhurdur.
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin emirlerine ve yasaklarına yani
Kur’an ahkamına uymayan her hareket bâtıl ve dalâletdir.
Takriben otuz sene kadar evvel İzmir’de, gene Mustafa Doğanay
amca fakire hitaben:
– Bazı tesettüre riayet etmeyen kadınların letâiflerinde yani manevî
yolda terakki etdikleri söylenilmekdedir, buyurdu.
Halbuki Rabbımız zülcelal vel kemâl hazretlerinin emirlerine riayet
etmeyenler nasıl manevî derece alırlar? Hatta zühd üç kısımdır.
Avamın zühdü, haramdan ve helalden kaçınmakdır, buyurulmaktadır.
Bir kul ki temel mesabesinde olan bunlara dikkat etmezse, nasıl olur
da velîler yolundan istifade eder?
Fakir de cevaben:
– Bu mühim bir husus. Muhterem Üstazımız yandaki odada
bulunduklarına göre gidiniz, müsaade alarak huzurlarına giriniz, sizi
bu hususda tenvir ederler, dedim. Huzura çıkıp yarım saat sonra
döndüklerinde:
– Zayıf temele bina inşa edilmez. O vaziyetde olduklarını zan
edenler istidraçdan kendilerini kurtaramazlar, buyurulduğunu
söylediler. Hakka vasıl olmak isteyenler bu hususlara, yani Allah
Teâlâ’nın Kur’an’daki emirlerine yasaklarına riayet etmezlerse
aradıklarını nasıl bulurlar?
Ashab-ı kirâm -radıyallahu anhum- hazerâtının hemen hemen
hepsinin gözleri yaşlı idi. Ufak bir hata işlediklerinde onu büyük
görürler, hemen göz yaşlarıyla istiğfar ederlerdi. Cenâb-ı Hakk’ın
haşyeti karşısında daima uyanık olurlar, onun gaffarlığını settarlığını
yakinen bildikleri halde kulluk vazifelerinde en ufak ihmalleri
görülmezdi. Cennetle tebşir edilen aşere-i mübeşşere -radıyallahu
anhum- ecmaîn hazerâtı dahi bu iltifat-ı ilâhîyeye mazhar oldukları
halde gözleri yaşlı gönülleri Rablarına sımsıkı bağlı idi.
Gözyaşı dökerek dua ve istiğfar etmek pek faziletli olduğu gibi,
Kur’an okurken dinlerken ağlamak müstehabdır.
Zira Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kur’an okurken ağlayın. Eğer ağlayamazsanız ağlar gibi yapın.”
(İbni Mace, Sa’d bin Ebî Vakkas’dan)
“Kur’an’ı hüzünlenerek (duygulanarak) okumayan bizden değildir.”
(Buhari, Ebû Hureyre’den)
Diğer bir hadis-i şeriflerinde:
“Kur’ân-ı Kerîm hüzün ile inmiştir. Onu okurken kusurlarınıza ve
ilerideki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz.” buyurmuşlardır. (Ebû
Ya’la ibn-i Ömer’den)
Salih Merrî hazretleri diyor ki:
– Rüyamda Kur’ân-ı Kerîm’i, Rasûl-i Ekrem’in huzurunda hatmettim.
Rasûl-i Ekrem:
“Ya Salih! Kur’an’ı okudun, fakat göz yaşın hani?” diye buyurdular.

İbni Abbas: “Sübhanellezi”nîn secde ayetini okuduğunuz zaman


ağlamadan secde etmeyin. Eğer gözünüz ağlamıyorsa buna üzülerek
kalbiniz ağlasın, sonra secde edin” buyurmuşlardır.
Üzüntüsünü açıklamanın yolu, oradaki korkutucu ve azab verici
mîsak ve muâhede ayetlerini sonra da nehy ve emirlerine karşı
kusurlarını düşünmekle olur.
Hem de ağlar. Şayet temiz kalbli insanlar gibi ağlayamıyorsa,
ağlayamadığına mahzun olmalıdır. Çünkü Kur’an’ın bu gibi ayetlerine
hüzün duymamak büyük bir musibetliktir.
Secde ayetlerinin hakkına riayet etmelidir. Secde ayeti okunduğu
zaman hemen secdeye kapanmalı, başkasından secde ayetini
duyduğu zaman onunla secde etmeli. Abdestsiz secde etmemelidir.
Secdeye vardığı zaman da:
“Bizim âyetlerimize ancak öyle kimseler iman ederler ki,
kendilerine nasihat edildiği vakit. Allah korkusundan secdeye
kapanır ve Rablerine hamdederek onu noksan sıfatlardan tenzih
ederler ve onlar kibir etmezler.” (Secde, 15) ayetini okumalıdır.
İşte ashab-ı kirâm hazerâtı, Fahri Kâinat Efendimiz hazretlerinin bir
kerre olsun huzur-ı âlilerinde bulundukları için sahabilik mertebesi ile
şereflenmişler ve nasiblerine göre Rasûl-i Ekrem Efendimizin güzel
hal ve ahlâkından istifade etmişlerdir.
En mühimlerinden olan gözyaşı hemen hemen hepsinde görülürdü.
Neş’eli neş’esiz zamanlarında gözlerinden seller gibi yaş akıtırlardı.

Âşıklardan biri ne güzel nasihat ediyor: Yûnus Emre hazretleri olsa


gerek.

Bu fenâda bir garibsin


Gülme gülme ağla gönül.
Derdin dahi çoktur senin
Gülme gülme ağla gönül.

İşin gücün cevr u cefâ


Bu dünya kime kıldı vefa
Hani Muhammed Mustafa
Gülme gülme ağla gönül.

Ebû Bekir Sıddık veli


Ömer, Osman Hazret-i Ali
Onlar peygamberin yâri
Gülme gülme ağla gönül.

Onlar cihana geldiler


Hep gittiler kalmadılar
Ağladılar gülmediler
Sen de gülme ağla gönül.
AĞLAMASINI BİLEN
BİR CUMHURBAŞKANI
Sayın Yavuz Bülent Bakiler Beyefendi’den:
“Türkiye Gazetesi’nde Servet Kabaklı da yazdı. Mücahid Ören de.
Merhum Cumhurbaşkanımız, son Orta Asya gezisinde, Buhara’da
Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin kabrini de ziyaret etmiştir. Sonra da o
kabrin hemen yanıbaşında bulunan bir mescidde iki rekat şükür
namazı kılmışlar. Cumhurbaşkanımız göz yaşları içinde secdeye
kapanıp niyazda bulunmuşlar.
Merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın bütün Türk dünyasının
gönlünde, bir kutub yıldızının güzelliğiyle parlayıp duran Hâce
Muhammed Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin manevî huzurlarında
gözyaşı dökmesi, beni çok duygulandırdı. Aklıma Peygamber -
sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretlerinin binbir türlü
incelikler ve güzelliklerle ürpertici duası geldi:
“Allahım! Bana ağlamasını bilen bir çift göz ver.”
Ağlamasını bilmek, bence insan olmanın dolayısıyla merhametin,
asaletin, adaletin, saadetin ve billurdan medeniyetin ilk şartı. Ömer
Öztürkmen ağabeyimin bir kitabı, şimdi bir gül güzelliğiyle
gönlümdedir. İslâm Gözyaşı Medeniyeti!
Şimdi gözyaşı medeniyeti de ne demekmiş? diyenler çıkabilir.
İnsanları bir ot gibi, bir böcek gibi görenlere, merhametten nasibi
olmayanlara gözyaşı medeniyetini nasıl anlatabilirim.
Milyonlarca insanın gönlü üzerinde tepinip duranlar, zulüm
kanunlarıyla ve zulüm hafiyeleri ile, gönüllerimizi çarmıha germek
isteyenler ağlayabilmenin ne demek olduğunu nereden bilecekler.
Geçen yıl Buhara’yı, Kasr-ı Ârifân’ı ben de ziyaret etdim. Sevenleri
Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin kabrini siyah taşlarla yapmışlar, yerden
iki metre yüksekliğinde dört veya beş metre uzunluğunda. Geniş
cepheli heybetli bir kabir.
Şâh-ı Nakşbend hazretlerini tanıdıktan sonra, onu sevmemek,
aydınlığında savrulmamak, gözyaşı dökmemek mümkün değil.
Nitekim beraber bulunduğum şair arkadaşım Mehmed Akif İnan da
kabrin bir tarafında el-pençe divan durarak, sol yanı ve kafasını siyah
taşlara adeta yapıştırarak, için için ağlamaya başladı. Ben de
gözyaşlarımı tutamadım.
Merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın Buhara’daki
gözyaşlarından ve niyazından haberdar olunca, içimdeki bir büyük
boşluğun birden bire dolduğunu hissettim.
Anladımki merhum Turgut Özal “Ağlamasını bilen gözlerle” Hakka
el açan ve kendi halkıyla birlikde Hakk’ın huzurunda secdeye
kapanan bizim ilk Cumhurbaşkanımızdır.
Bu çok mu önemli? diyeceksiniz. Devlet ve millet bütünlüğünün
önemini bilenler için elbette çok önemli.
“Allah diyenleri, yallah diye zindanlara tıkmak isteyen” kart kafalar,
bir cumhurbaşkanının milletiyle bütünleşmesini, kulluğunu idrak
ederek Hakk’ın karşısında gözyaşlarıyla secdeye kapanmasını
elbette anlayamazlar.
Ben bu teslimiyetin, bu inancın güzelliğini, huzurunu... “Dinsiz ilim
kördür; ilimsiz din ise topaldır” diyen meşhur atom âlimi Aynstain-
enstein ile konuşabilirim, ama şu yirminci asırda bile, laikliği hâlâ
ruhsuz, köksüz, ipsiz yaşamak şeklinde anlayan modern yobazlarla
iki laf bile edemem.
Orta Asya Türklüğünün, komünizmin anlatılmaz zulmüne rağmen
“Ruh köklerine” bağlı kalmalarında Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin
büyük tesirleri var.
O bakımdan Ruslar, uzun yıllar, onun kabrini Müslüman Türklere
hep yasaklayıp durmuşlardır. Buhara da bir yaşlı Türk’ün söyledikleri
hala kulağımdadır:
– Bir zamanlar, bizim demir perdemiz de işte bu Kasr-ı Ârifan
duvarlarıydı. Komünistler Şâh-ı Nakşbend’i ziyarete gelenleri burada
kurşuna diziyorlardı.”
Peki ne demişdi sağlığında Şâh-ı Nakşbend hazretleri? Ruslar
neden Orta Asya Türklüğünü ondan koparmaya çalışıyorlardı?
Türkiye’de bir takım ağızlar, Şâh-ı Nakşbend yolunda yürüyenlere
neden Gericiler! Yobazlar! İnkilap ve ilke düşmanları” diye saldırıp
duruyorlar?
Mezhebler ve tarikatlar tarihi, Nakşbendî tarikatının sekiz ana
temelini şöyle açıklıyor:
Nakşbendî yoluna giren bir kimse:
1. Daima mütebessim (güler yüzlü) olacakdır.
2. Şefkatte güneş gibi olacakdır.
3. Tevâzûda (alçak gönüllülükde) toprak gibi olacakdır.
4. Allah’a teslimiyette ölü gibi olacakdır.
5. Daima sabırlı ve terbiyeli olacakdır.
6. Ayıbları örtmekde geceler gibi olacakdır.
7. Cömerdlikde sular gibi olacakdır.
8. Kalbini Allah’ın adını anarak nurlandıracakdır (zikr-i dâimîye
devamlı olmaya gayretli olacakdır).

Hollanda’nın Amsterdam şehrinde bir Yûnus Emre sohbetinde,


bir papaz ve bir çok Hollandalı bu sekiz prensibi defterlerine not
ederek bana şöyle dediler:
– 21. yüzyılda insanlığın kurtulması, işte bu ana esaslara
bağlanmasıyla mümkündür.
İçimizdeki Rus yeniçerilerinin merhum cumhurbaşkanımıza
inancından ve yürüdüğü aydınlık yoldan ötürü neden saldırdıklarını
bilmem anlatabildim mi?
Rahmet olsun O’na ve selam olsun ağlamasını bilenlere.

Allahım beni senin rızan için secde edenlerden, sana hamd edip,
seni noksan sıfatlardan tenzih edenlerden kıl! Senin emirlerine veya
dostlarına karşı kibirli olmakdan sana sığınırım ve ilave olarak:
Allahım beni rızân uğrunda gözyaşı döken ve sana karşı huşû
gösteren kullarından eyle, diye dua ederim. (İhya ül Ulum tercümesi, c. 1,
s,783)

Bir defa Muaz bin Cebel -radıyallahu anh-’ı ağlarken gördüler ve


niçin ağladığını sordular. Buyurdu:
– İnsanlar iki grubdur. Biri cennetlik diğeri cehennemlik. Acaba ben
hangisinden olacağım diye ağlıyorum.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh- hazretleri sabahlara kadar
gözyaşı döker, ümmet-i müslimînin affı için dua ederdi.
Hazret-i Ebû Musa el-Eş’arî -radıyallahu anh- buyurur:
Ey insanlar ağlayınız! Şayet ağlayamıyorsanız ağlar gibi olunuz.
Zira cehennem halkı, göz yaşları bitinceye kadar ağlarlar, ondan
sonra kan ağlarlar ve öyle olur ki, kan deryasında gemiler yüzdürülse
yüzebilir.

Allah için gözyaşı akıtan üç bahtiyar bilirim:


Biri ilk intisab ettiğim, Gümüşhaneli kolu meşayihinden Hacı Hasib
Efendi hazretleridir. Gönlü mahzun gözü daima yaşlı idi. Halim,
selim ahlâk-ı hamîde sahibi idi. Onu gören ilk bakışda Cenâb-ı
Hakk’ı hatırlardı. Şüphesiz ki Allah’ın has velî kullarındandı.
İkincisi; Kırşehirli Hacı Kâmil Efendi (Halk onu Ağlar Baba) diye
isimlendirirdi. İki gözü iki çeşme idi, sohbetlerin başından sonuna
kadar gözlerinden şakır şakır yaşlar akardı.
Üçüncüsü muhterem pederim Hacı Ahmed Efendi idi. Hicaz
sülehâsından âlim kâmil, Türk muhibbi, sahib-i edeb Cafer Fakih
Efendi’yi her ziyaret ettiğimde hasbihal arasında buyururdu ki:
– Pederinizi çok severdim, Mescidi Nebevî’ye girip çıkıncaya kadar
hep ağlardı, hep ağlardı.

You might also like