Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 4

SULTAN II.

ABDÜLHAMİT’İN İSLAMCILIK
POLİTİKASI

Sultan Abdülhamid’in İslamcılık politikasının bir iç birde dış görünüşü vardır.


Dışarıda Panislamizm olarak tanıtılan bu ideolojinin ana amacı, iddia edildiği gibi
bütün dünya Müslümanlarının halifeliğe olan bağlılıklarını güçlendirmek ve onu
gerektiğinde cihada çevirerek veya tehdit unsuru olarak değerlendirerek İngiltere,
Rusya ve Fransa’nın, Osmanlı’nın iç içlerine karışmalarına karşı baskı aracı olarak
kullanmaktı. İslamcılığın içerideki ana amacı, yurda gelen göçmenlerin ve
kendilerini Osmanlı ve Müslüman sayanların paylaştığı ortak değerleri
vurgulayarak, ortama uygunluk sağlayıp kaynaşmalarını ve millet olarak
dayanışmalarını kolaylaştırmaktadır. Böylece Osmanlı ümmeti, Osmanlı (Türk)
milletine dönüşmekteydi. İslamcılığın diğer amacı 1878’ten sonra Arap dünyasında
baş gösteren bazı ayrılıkçı akımları önlemek ve Arapların da devlet içinde
entegrasyonunu sağlamaktı. Rumeli’de ve Anadolu’da yürütülen İslamcılığın
sosyal, kültürel, demografik, toplumsal entegrasyon amaçları gütmesine karşılık,
Araplar arsında yürütülen İslamcılığın ana amacı Arapların devlet ile siyasi
entegrasyonlarını sağlamaktı. Kısacası Sultan Adbülhamid’in amacı, Arapça
konuşulan bölgelerin devletten kopmalarını önlemekti. Sultan Abdülhamid, 1880-
1900 döneminde Arapları kazanmak amacıyla onlara yakınlaşmak için elinden
geleni yapmışsa da 1900’den sonra Türklüğe önem vermiş ve kendisinin de
hanedanın da ve devlet kurucularının da Türk olduğunu söylemiştir. Onun bu
çelişik tutumunu belirleyen baş güç, devletin temelini oluşturan Rumeli ve Anadolu
vatandaşlarının kendilerine mahsus yeni bir kimliğe kavuşmaları ve bu kimliğin
adını “Türk” olarak belirlemeleridir. “Türk” kimliği ırktan değil, Osmanlı
tarihinden ve siyasi kültüründen ve toplum tecrübesinden geliyordu. Rumeli ve
Anadolu’da göçler sosyal yapıda değişeler meydana getirerek tüm yönleriyle bir
sosyokültürel ve siyasi entegrasyona ve yeni bir toplum meydana çıkmasına yol
açarken, Araplara yönelik entegrasyonun siyasi yönleri ağır basıyordu. Zaten
Suriye’nin ve Irak’ın bazı bölgeleri haricinde Arap ülkelerine de göçmen
yerleştirilmemiştir. Böylece Arap toplumu öteden beri sahip olduğu kültür, dil,
sosyal yapı özelliklerini ve fiili yerel otonomisini korumuştur. Ziya Gökalp’in
belirttiği gibi Araplar da ayrı bir modern millet olarak oluşmaktaydılar. Sultan
Abdülhamid’in yürüttüğü İslamcılık politikası sağlam felsefi temellerden
yoksundur. Pratik yönleri ağır basan bu politikanın ana amacı tüm Müslümanları
memnun ederek halifenin prestijini yükseltmekti. Mekke ve Medine’de, Irak’ta
mukaddes yeri onarmak, okullara ibadete önem vermek, Şazeliye, Rifai, Madani
gibi tarikatların başkanlarıyla işbirliği yapmak gibi birçok girişim İslamcılığın ana
faaliyetleri içinde yer alıyordu. Fakat Abdülhamid halifelik sıfatına öncülük vererek
tüm Müslümanların halifesi olduğunu vurgulamıştır. Zaten saltanat temeli üzerine
oturtulmamış bir halifeliğin siyasi gücü olamazdı. Diğer yandan Abdülhamid,
Avrupa uygarlığının iyi tarafını takdir ettiğini belirtmiş, İslam dünyasının
dogmatikliğe ve hurafelere karşı Batı’nın açtığı ve kazandığı savaş türünden savaş
açmasını önermiştir. Şu da bir gerçektir ki, Abdülhamid döneminde tüm alanlarda
meydana getirilen maddi reformlar Osmanlı devletini ve toplumunu kökünden
değiştirmiştir. (Bu konuların bazıların sonra tekrar ele alacağız.) Diğer yandan
Abdülhamid’in istibdad (mutlakiyetçilik) rejimini alabildiğine geliştirdiğini ve
hatta bir ara onu resmen devlet felsefesi yapmak istediğini de gözden uzak
tutmamak gerek. Ayrıca Abdülhamid, merkeziyetçiliği en yüksek seviyeye
çıkarmıştır.

Sultan Abdülhamid göçlerle çok yakından ilgilenerek Müslümanların göçlerine


öncelik verilmesini önermiş ve göç ve yerleşim politikalarına yeni düzenlemeler
getirmiştir. Göçler, gerçekten Abdülhamid’in İslamcılık politikasını yakından
etkilemiştir. Çünkü göçmenlerin yeni sosyal ortamları ile kaynaşmalarını sağlam
için onlarla ortam arasındaki ortak noktaları ortaya çıkarmak gerekiyordu.
(Cumhuriyet Türkiye’sinde Türkiye’nin Asıl halkı ile yakın ilişkisi olmayan
grupların Türkiye’ye göçmeleri ve vatandaşlığa alınmaları birçok kayda tabi
tutulmuştur. Buna karşılık aslı Türk olan veya Osmanlı devleti idaresinde yaşamış
Müslümanlar Türkiye’ye göç ederek vatandaş olabilmektedir.)

Sultan Abdülhamid’in, siyasi alanda belki istemeyerek getirdiği en büyük yenilik,


ideolojiyi devlete mal etmesi ve devlet eliyle okullarda ürütmesi olmuştur. İdeoloji,
siyasi gücü, bilhassa devlet gücünü ele geçirmek veya elde tutmak için kullanılan
subjektif bir silahtır. Abdülhamid, Osmanlı devleti içinde birliği ve Müslümanların
aynı doğrultuda düşünmelerini sağlamak için dini bir ideoloji olarak kullanmıştır.
İdeolojinin, maddi (yani siyasi) yönü güçlü olduğu için kullandığı her aracı (din
dahil) siyasileştirme yani dünyevileştirme kabiliyeti vardır. Böylece Sultan,
İslamiyeti bir ideoloji olarak kullanınca Müslümanların dini bilincini siyasi bilince
dönüştürmüş ve Müslüman dini kimliğine diğer tüm kimliklerin üstünde siyasi bir
kimlik biçimi vermiştir. Bu arada zaten toplum dini cemaat şeklinde ortaya çıkıp
siyasi bakımdan bilinçlenince modern anlamı ile ulus (millet) biçimine bürünmeye
yüz tutmuştur. İslamcılık, Osmanlılıkla birleşince etnik köken vs. farkların üstünde
yeni bir modern kimlik, ulusal bir siyasi kimlik yaratmıştır. Burada şüphesiz dinin
dünyevileşmesi gibi yeni bir sorun ortaya çıkmaktadır ki modernleşmenin bir
anlamı da budur. Modernleşmenin diğer bir ismi muasırlaşmak (çağa uymak)
olduğuna göre, buna dünyevileşmek demek de doğrudur. Ahireti esas alan dini
görüşün dünyevileşmesi başlı başına bir devrimdir. Böylece din çok kapsamlı
geleneksel anlamının yanında dünyevilikle yeni bir boyut almaktadır. Artık
Osmanlı yalnızca bir hanedanın değil aynı zamanda bir ülkenin ve bir ulusunda
ismidir. Müslüman olmak, İslamiyeti kabul etmek ve tüm Müslümanların paylaştığı
birçok geleneği ve kültürü paylaşmanın yanında yerel ve tarihsel ayrılıkların
bilincini kabullenmeyi de gerektirmektedir. (Ziya Gölalp bu konuları ele almaya
kalkıştığı zaman hem İslamcıların hem de Batıcıların hücumuna uğramıştır.
Gökalp’in hatası konuyu tarihe dayanarak tümevarımsal [endüktif] şeklinde
incelenmemesi ve yeni sosyal siyasal değişmeyi kendi ortamının koşullarına göre
ele almamasıdır. Bunun yerine Gökalp Batı teorilerini kendi toplumuna tatbik etme
yolunu tutmuştur.)

Türk ismi Anadolu ve Rumeli’nin birçok yerinde yaşayan köylerden, aşiretlerden


çok, devleti elinde tutan elitlere ve onların konuştukları dile verilen bir isimdir.
Ziya Gökalp daha sonra Türk ismin millete mal edecektir. Yine Abdülhamit
devrinde evvelce ortaya çıkan ve Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre piyesi ile
ideolojik ifadesini bulan vatan, yani toprak esasına dayanan devlet kavramı
genelleşme ve toplum kültüründe kökleşme yolunu bulmuştur. Vatan, yalnızca
insanların üstünde yaşadığı topraklar demek değildir, bilhassa bu topraklara olan
bağlılığı ve onun uğrunda yapılacak fedakarlığı da kapsamaktadır. Bu yeni anlamı
ile vatan kavramını eski Osmanlı’da bulmak imkansızdır. Eskiden insanlar din ve
padişah için savaşa giderler ve onların uğruna kendilerini feda ederlerdi. Şimdi
Osmanlılar, Namık Kemal’in piyesinde belirttiği gibi milletin üzerinde yaşadığı
toprak, yani vatan için feda olurlar. Namık Kemal aslında toplumda mevcut olan
birçok dini, psikolojik eğilimi ve duyguyu birleştirerek vatana bağlılık ve sadakat
üzerine kurulmuş yeni politik bir duygunun, yani vatanseverliğin kaynağını
yaratmıştır. Vatan Yahut Silistre piyesindeki kahramanlar, Osmanlı devletinin
çeşitli bölgelerini ve geleneklerini temsil eden bu yeni Osmanlı milletini oluşturan
vatansever Müslümanlardır. Göçmenler bu milletin ayrılmaz bir parçasıdır. (piyesin
kadın kahramanı Zekiye, Rumeli kıyafetindedir. Abdullah Çavuş Anadolu Türk
tipini temsil eder.) Daha evvelce de kısaca belirttiğimiz gibi, Abdülhamid’in ilk
devirlerde geliştirmek istediği biçimde ümmet-millet kendi diyalektrik gelişmesiyle
yerini dünyevi siyasi millete bırakmıştır.

Demokrat Parti kurucularından ve Türkiye’nin ilk sivil Cumhurbaşkanı Celal Bayar


Bulgaristan göçmenidir. İsmet İnönü’nün annesi Bulgaristanlıdır. Süleyman
Demirel ve Kenan Evren göçmen kökenlidirler. Adnan Menderes’in dedesi de
ihtimal Kırım’dan gelmiştir. Atatürk’ün kendiside göçmendir fakat o hiçbir zaman
göçmen-yerli farkı gözetmemiştir.Tam tersine, bölge farkları ve gelenekleri yerine
tek milli bir kültür ve kimlik savunmuştur. Birçok bakımdan Atatürk’ün güttüğü dış
ve iç politika ile Sultan Abdulhamit’in yaklaşımı ve felsefesi birbirine
benzemektedir. Abdülhamid’in İslamcılık yolu ve devlet gücü ile birbirine bağlı bir
Müslüman millet yaratmak için çabalamasına karşılık, Atatürk yine devlet gücüne
dayanarak modern bir Türk milleti yaratmak yolunu aramıştır. Aslında gerçekler ve
kullanılan dil farklı olmakla beraber ikisinin de amaçları birbirine çok yakındır.
İkisini de hedefi devlete temel olarak güçlü bir ulus millet yaratmaktadır. Bu ulusu
kuvvetlendirmek için Abdülhamit nasıl Müslüman göçmenlerine Osmanlı
devletinin kucaklarını aşmışsa, Atatürk de ‘Türk’ göçmenlerini Cumhuriyet
Türkiye’sine davet etmiştir. Atatürk milli sınırlar dışında bulunan ve bizimle aynı
ırktan ve kültürden olan kimseleri yurda getirerek nüfusumuzu çoğaltmamız ve
tümüne müreffeh bir hayat sağlamamız gerek demiştir. Mümkün olursa Rusya’dan
ve bilhassa Makedonya ve Batı Trakya’dan göçmen getirilmesini tavsiye eden
Atatürk, tekrar Avrupa’ya hücum için sefer tertip etmek düşüncesinde uzak
durulması gerektiğini de vurgulamıştır. (Andrew Mango, ‘Reflections on the
Atatürkist Origins of Turkish Forcign Policy and Domestic Linkages’, Turkey’s
New World (haz. A. Makovsky- S. Sayarı), Washington 2000, s. 10.) Amerika’nın
kitap tanıtım dergilerinin en önde geleni The New York Review of Books’un son
sayılarından birinde Türkiye ile ilgili üç kitabı tanıtan ve ‘Türkiye’nin Gizli
Geçmişi’ başlığını taşıyan yazısını yazar şu cümle ile bitiriyor: ‘Ders kitapları ne
derse desin Türklerin büyük bir çoğunluğunda hem biraz Atatürk hem biraz
Abdülhamid mevcuttur.’ (NYRB, 8 Mart 2001, s. 40.)

Yazan: Kemal KARPAT -Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi-


http://rudocs.exdat.com

You might also like