Professional Documents
Culture Documents
3 TSKT 1908-1920
3 TSKT 1908-1920
3 TSKT 1908-1920
• -V______
■Sl'
••:3,
\
!;i
::i!
-■■s
K: mi'
ff. rl
,-vg
-■•5
i:: ■
.
■■ ■':' • î'=
%
■ =;--İiSî;*' ' "S
■ ■ %sr.S^r4
I
I
îi
t'
^■ıMo 0-tcKol
Demirbaş.: OO0Dİ23O tc
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI
ANKARA
2100549090001B02
ANKARA
GENELKURMAY BASIM EVÎ
19 9 6
Demirbaş.; oocoii.sc>
İ39fe
V r
' .C *
SUNUŞ V
GİRİŞ 1
BİRİNCİ BÖLÜM
SİYASÎ, COĞRAFÎ DURUM VE GELİŞMELER
(1908-1920)
A. İKİNCİ MEŞRUTIYET’IN İLÂNINA KADAR SİYASÎ
DURUM .................................................................................... 7
1. İç Siyasî Durum ve Meşrutiyet’in İlânı ........................... 7
2. Dış Siyasî Durum .............................................................. 22
B. COĞRAFÎ DURUM ................................................................ 27
1. 1908 Yılında Osmanlı Devleti ve Sınırlan ...................... 27
2. OsmanlI Devletd’nin Yüzölçümü ve Nüfusu ................... 28
3. OsmanlI Devleti’nin Jeopolitik ve Jeostratejik Durumu 30
4. OsmanlI Devleti’nin İktisadî ve Malî Durumu ............... 32
5. Genel Sosyal Durum .......................................................... 34
C. 1908-1920 DEVRESİNDE SİYASÎ VE COĞRAFÎ DURUM 36
1. Siyasî Durum .................................................................... 36
2. Coğrafî Durum ........................................................... 60
3. Sosyal Durum .................................................................. 68
İKİNCİ BÖLÜM
teşkilat
(1908-1920)
A. MÜLKÎ TEŞKİLÂT ............................... 71
1. Ülkenin Mülkî Teşkilât ve Dağılımı , 71
— I —
B. ASIKERÎ TEŞKİLÂT .............................................................. 75
1. 1909 Yılı Öncesiiıd© Silâhlı Kuvv^etler ....................... 75
2. İkinci Meşrutiyet Döneminde Silâhlı Kuvvetlerin Islâhı 90
3. İkinci Meşrutiyet Döneminde İlk Ordu Teşkilâtı ........... 99
4. Kurulan Ordunun Manevî Cephesi ve Siyasî Akımların
Orduyu Etkilemesi .......................................................... 100
5. Silâhlı Kuvvetlerde» Subayların Önemi .......................... 103
6. 1913 Yılı Askerî Teşkilâtı ve Alman Askerî Islâh Heyeti 107
7. 1914-1918 Yılları Arasında Kuruluş ve Konuştaki De
ğişiklikler .......................................................................... 114
8. Asker Alma Sistemleri ............... 114
9. Yüksek Askerî Makamlar ......... 122
10. Ordu, Kolordu, Tümen ve Eşitleri Karargâhlarmda Teş
kilât ve» Gelişmeler .......................................................... 137
11. Kara Kuvvetleri Sınıfları .............................................. 141
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARA KUVVETLERİ’NDE SEFERBERLİK, YIĞINAK,
SEVK VE İDARENİN GENEL PRENSİPLERİ,
PERSONEL, İSTİHBARAT, EĞİTİM, LOJİSTİK
(1908-1920)
—n—
5. Muharebe Şekilleri .......................................................... 175
6. Oyalama Muharebesi ...................................................... 184
7. Geri Çekilme ...................................................................... 185
8. Müstehkem Mevki (Kale) Muharebeleri ...................... 186
9. Özel Hallerde Muharebeler .............................................. 192
10. Çıkarmalar ...................................................................... 193
—m—
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DENİZ VE HAVA KUVVETLERİ
SONUÇ ..........................................................................................
— rv —
SUNUŞ
Alper AKSELİ
Hv. Pit. Korgeneral
As. T. ve Str. E. Başkanı
— V —
f-' h ■ ’
şr"■
r rr'-
b"VT._
“^â,ikî::P
.«-> i; z^fÂ^ ■' ■/. ''T
■'.j/ i-' T ::■' T.
^ „ ^âiV-„İ^!t '^'li İ:fîi7
Iv.i: • ,:"' izL
■- ■'"'^- '-t c>/ı ■
>1? ;a
«■'î II fl —
5 ^ P^‘A
- .vif:'' \
L ■'•iS'-'’3'i".\ ■■**''' t’ 'r '
V
pil ’ -1?’ ;ii‘ îi
i -■* ^ V!. » r X»
f’ı -I liftikV
.'f i'ı
GİRİŞ
— 1 —
ATASI Bfk.
ASİ
Ancak Yeniçeri ve sipahi ocaklarının reforma karşı direnmeleri so
nucu imparatorluk modern savaş karşısında eskiden olduğu kadar hazır
lıksızdı. m. Selim bunu telâfi etmek için Nizam-ı <^edid adında yeni bir
ordu kurmuştu, III. Selim’in iktidarı sonunda Nizam-ı Cedid, yeni silâh
larla donanmış, AvrupalI komutanlar tarafından eğitilen ve yönetilen bü
yük bir ordu haline gelmişti.
III. Selim’in reformları istenilen hedefe ulaşmamışsa da halefleri için
yol gösterici olmuştu.
Askerî alanda yapılan reformlar II. Mahmut döneminde hız kazandı.
II, Mahmut askerî projelerin plânlanmasmda ve uygulanmasında doğru
dan doğruya kendisi rol aldı. Kışlaları, eğitim alanlarını, kaleleri, okul
ları ve fabrikaları ziyaret etti, askerî birlikleri denetledi.
II. Mahmut askerî reformlara Yeniçeri Ocağı nı kapatarak başladı.
Böylece ük kez eski bir kurum ortadan kaldırılarak bir reform yapılmış,
yeni kurumların artık çağı geçmiş uygulamalarla kösteklenmesine izin
verilme<mişti.
n. Mahmut Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra merkezî örgüt
lenmeyi genişletmeye başladı. Seraskerin gücünü artırmak için nazırlık
makamı kaldırıldı. Yerine malî ve ikmal kanunlarında yardımcılıktan
başka bir görevi olmayan bir kâtip getirildi. Seraskerlik Başkomutanlık
haline getirildi.
Bu dönemde Donanma hâlâ Kaptan-ı Derya komutasında ayrı bir bi
rim halinde idi. Eskiden bağımsız olan “tersane eminliği” şimdi ikmal ve
askerî konularda bağımsız müdürlüklere verilmişti. Kaptan-ı Derya da
yönetim ve siyasal konularda yardımcı olarak sivil bir müsteşar atan
mıştı. Kaptan-ı Derya askerî görevleri yüklenir olmuş, zamanla bakan
lığı gerçekten bu müsteşar yönetmeye başlamıştı.
II. Mahmut’un hükümdarlığında askerî alanda kaydedilen diğer bir
ilerleme de«, 1833’den sonra gerçek bir askerî yedek milis kuvvetinin (re
dif) kurulması olmuştu.
II. Mahmut’un, Osmanlı Hükûmeti’nin kapsamını geleneksel sınırla
rının dışına taşırıp, tüm yaşam biçimJerini düzenleme görev ve hakkını
da kapsayacak şekilde genişletmesi, Osmanlı reform ka\u’amını çeki ku
rumlan koruma ve yeniden canlandırma gereğinden ajcrılıp bunların ye
rine bir bölümü batıdan ithal edilen yenUerini getirmesi Tanzimat hare»-
ketini mümkün kılmıştı.
_ 2 —
3 Kasım 1839’da ilân edilen Tanzimat Fermam ile tebanın yaşam,
onur ve mal mülklerinin güvence altına alınması, verginin bir sisteme
bağlanması ve silâMı kuvvetlerde askere alma, eğitimde yeni yöntemler
geliştirilmesi yeni kuruluşların oluşturulması bir kurala bağlanmıştı.
Ancak padişahın vaadlerini yerine getirmesi için yasaların çıkarıl
ması ve yürütülmesi gerekmekte idi. Bu görev 1838’de Bâb-ı Âli’de ku
rulan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’ye vorilmişti.
Tanzimatın politik niteliği ise BabIâli’nin saray üzerindeki egemen
liği idi. Bunu Reşit Paşa başlatmıştı. Ali ve Fuat Paşalar uygulamışlar
ve hatta yaygınlaştırmışlardı. Dönemin hükümdarlarının ikisi de, tüm is
teklerine karşın, Tanzimatçıların liderliğine karşı koyamamışlardı. Hor
iki hülmmdar da gerçek yetki sahibi olamamışlardı. Fermanlar imzala
mışlar yabancı temsilcileri karşılamışlar, toplumun batılılaşma hareke
tinde işbirliği yapmışlardı. Abdülmecit’in başka bir seçeneği yoıktu. An
cak Bâb-ı Âli’nin egemen liderlerinin ölümüyle Abdülaziz iktidarı yeni
den ele geçirmek için iyi bir fırsat ele geçirmiştir. Ali Paşa’nın politika
sına karşı genel Osmanlı tepkisi bu konuda kendisine özellikle yardımcı
olmuştu. 1861 yılmda Abdülmecit’in yerine padişah olan Abdülaziz, ka
rakteri itibariyle istibdada taraftardı. O da hemen hemen bütün Osmanlı
padişahları gibi düşünce ve kararlarında serbest ve bağımsız olmayı, sal
tanatının bir gereği olduğunu düşünmekte idi. Onun bu tutucu görüşün
den dolayı, Abdülmecit’in ölümü ile ıslâhat hareketlerinin hızında bir du
raklama başlamıştı. Bu tutum genç Osmanlüarı sinirlendirmişti. Abdü
laziz, Genç OsmanlIların tertipleri ve özellikle silâhlı kuvvetlerin etki ve
desteği ile tahttan indirilmişti. 30 Mayıs 1876 tarihinde Abdülaziz yerine
padişah olan V. Murat, meşrutiyet taraflısı bir padişah olmasına rağ
men, devleti idare edebUme gücünden yoksundu. Bu yüzden 31 Ağustos
1876 tarihinde tahtından indirilmiş ve bunun yerine meşrutiyetin ilânına
söz veren II. Abdülhamit, aynı tarihte padişah olmuştu. Padişah, 18 Mart
1877’de Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni açmışsa da, 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı’ndan sonra yenilgiye sebebiyet verenlerin cezalandırılması konu
sunda yapılan Meclis tartışmaları Abdülhamit’i ürkütmüştü. Abdülhamit,
bu bakımdan kendisini tehlikede gördüğünden. Meclisi 13 Şubat 1878’de
bir daha açılmamak üzere kapatmıştı. Bu suretle Abdülhamit, 33 yıla ya
kın bir zaman, memleketi korkunç bir istibdat idaresine sürüklemişti.
Ancak “Genç OsmanlIlar” ülküsünü ortaya atan Mithat Paşa’nın Taif’
— 3 —
deki zindanda boğüıırulmasma rağmen, ülkü boğ^ulamamış, bilakis daha
fazla gelişmiş ve sertleşmişti. 1889 yılında tttihad-ı 0-smanî Comiyed’ni
kuran idealistler, genişleyerek aynı yıl Paris’te ittihat ve Terakki Omi-
yeti’ni kurmuşlardı. Bu cemiyet ikinci Meşrutiyot’in ilânına kadar Abiül-
hamit’le içteı ve dışta mücadeleden geri durmamıştı.
Bu yıllarda en çok zarar gören başlıca organ, Türk Silâhlı Ku'vret-
leri olmuştu. Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde birinci derecede etken
olan silâhlı kuvvetler, Abdülhamit’in öfkesine uğramıştı. Vehim ve korku
içinde yaşayan hükümdar, silâhlı kuvvetleri bir taraftan özel çıkarları ve
saltanatı uğrmıda felce uğratırken, diğer taraftan da siyaset oyunlarıyla
memleketi yavaş yavaş çürütmüştü. Memleketin silâhlı kuvvetleriyle sağ
layamadığı prestijini, siyasî tavizlerle gidermeye çalışmıştı. 1882 yiluda
Fransızlar Tunus’u işgal ederken, Mısır’da Ingüizler işgallere girişiyor
lardı. Berlin Antlaşması’yla Osmanlı Devleti “hasta adam” durumuna dü
şürülmüş, Balkanlar’da hükümdarlıklar tanınmış, Bulgar Prensliği doğ
muştu. Girit sorununun çözümlenmesi için Abdülhamit’in siyaseti yeterli
olmamıştı. Yunanlılarla savaşa girmeye 1897’de zorunlu kalan Türk Si
lâhlı Kuvvetleri, karadaki üstünlüklerine dayanarak Yunan kara ordu
larını Dömeke Meydan Muiharebesi’nde yenilgiye uğratmışlar, bunun üze
rine bu savaşın komutanı olan Müşir İbrahim Ethem Paşa’ya gazilik ın-
vanı verilmişti.
Bu sırada Deniz Kuvvetleri bir faaliyet gösterememişti. Yıllarca ra
caları tütmeyen, makineleri paslanan donanma parçaları, Marmara gibi
bir iç denizde hiçbir düşman tehlikesi olmadan dahi darmadağın olmış-
lardı. Her türlü eğitimden yoksım bulunan donanma parçalan, hapsedil
dikleri Haliç’ten çıkarken Galata köprüsüne çarpanları olmuş ve Marma
ra’ya açılanlardan birçoğu deniz ortasında bozularak hareketsiz kalırış-
lardı. Birçokları ise zor belâ ve gelişigüzel Marmara iskelelerine sığııa-
bilmişlerdi. Çanakkale’ye varan birkaç gemi ilo Yunan Deniz Kuvvethri’
ne karşı bir hareket yapmanın imkânı kalmamıştı. Savaşın sonucu üzücü
olmuştu. Büyük devletlerin müdahalesi, hükümdarların gerilemesiyle so
nuçlanmıştı. Bundan sonra 1899’da Kuveyt, IngUiz himayesine girerken
Osmanlı idaresi buna ancak seyirci kalmıştı, imparatorlukta devam eden
ve bastırılamayan Do'ğu Anadolu ayaklanmalarına paralel olarak 1£00
yılında Osmanh Devleti, Kuşlara Doğu Anadolu’da demir yolu yapma y-*t-
kisi de vermekte idi. 1901 yılında Fransa iki Fransız uyruklunun alacığı
yüzünden Midilli adasını donanmasıyla sarmış ve gümrüklerinden aldğı
paralarla alacaklı Fransızları tatmin etmişti. Fransızlar bu tecaidizle ie
yetinmeyerek BabIâli’den daha başka ağır isteklerde bulunmuşlardı.
— 4 —
1902 yılında Fransızlar, Fizan'da ttalyanlara hak tanırken, 1903 yı
lında da Makedonya ayaklanmaları devleti sarsmakta, Arap yarımada
sında yer yer ayaklanmalar birbirini izlemekte idi.
1905 yılında devletin Makedonya’daki mali tasarrufu, yabancı dev
letlerin denetlemesine girmişti. Bu yüzden Midilli ve Limni adaları bir
süre büyük devletlerin donanmaları tarafından işgal olunmuşlardı.
1906 yılmda, Sina ve Akabe bölgesi üzerinde İngiltere egemenlik
sağlayarak bu bölgenin Mısır’a ait olduğunu kabul ettirmişti.
1907 yılının sonlarında büyük devletler, Makedonya’da yabancı su-
baylarm idare ve komutasında 'Türk jandarmasının verilmesini kabul et
tirmişlerdi. Artık Osmanlı Devleti’nin iç idaresine yabancıların karışma
ları padişah tarafından kabul edilmişti. Nihayet 9/10 Haziran 1908’de
meydana gelen “Reval Mülakatı” ile Rusya ve Ingiltere, Osmanlı Dev
leti’nin geleceği üzerinde anlaşarak konbinezonlara girişmeğe karar ver
mişlerdi.
Bütün bu olayları, dikkatle izleyen Türk aydınları ve başta Silâhlı
Kuvvetler mensupları, memleketin parçalanmasmı önlemek ve 33 yıl va
tanı ve milleti felâketler uçurumunun kenarına g'ötüren padişahı ve istib
dat rejimini süâh zoruyla yıkmaya ve yerine meşrutiyet rejimini getir
meye karar vermişlerdi.
— 5 —
BİRÎNCÎ BÖLÜM
— 7 —
Bu rejim, Anayasaya aykırı hafiyolik ve sansüi' müessesesine dayalı
olarak yaşatılmı§tır. Bu iki müessese de kamu hürriyetini hedeflemiş
tir. [2]
Abdühamit’in istibdadının yanısıra dışarıdan gelen baskılarda bu dö
nemin daha çok kötüleşmesini sağlamıştır. Özellikle yabancı devletler,
Osmanlı Devleti’ni batılı tarzdaki yöntemleri almak için zorlamaya baş
lamışlardı. Ancak bu zorlamalar, çıkarları ile uzlaşır göremedikleri meş
rutiyet idaresinin yeniden kurulması için olmuştur. Bütün bunlar sadece
siyasî ve bencil amaçlarla Balkanlar’daki Hristiyanlarla, Doğu Anadolu’
daki Hristiyan halkın özerkliğini ve hatta bağımsız.iığını sağlamak ama
cıyla yapılmıştır. [3] Ülkenin içinde bulunduğu bu durum karşısında duy
dukları üzüntüleri dile getiren ve kurtuluş çareleri arayan Türk vatan
severleri istibdada, acze ve sömürgeciliğe karşı, gizli ve açık mücadele
bayraklarını açmışlardı.
AbdüLhamit’in hükümdarlığı boyunca imparatorluk içinde ve dışında
çeşitli protesto grupları oluşturan bu liberaller Avrupa’da Genç Türkler
adı altında birleşmişlerdir. Bunlardan biri olan İttihat ve Terakki Cemi
yeti, 1908’de padişahı, parlemantoyu açmaya ve daha sonra da tahttan
çekilmeye zorlamışlardı.
Genç Türkler çeşitli yerlerden geliyorlar ve muhalefetlerini çeşitli
yollardan açıklıyorlardı. Bunlarm çoğu, Abdülhamit’in akademilerinden,
Galatasaray Lisesi’nden, Harp Akademisi’nden, Mülkiye’den ve Askeri
Tıp Okulu’ndan çıkmışlardı. Genç Türkler’in büyük çoğunluğu da Mithat
Paşa’nın sadrazamlığından ve Anayasa’dan hayal kırıklığına uği’amış
Genç OsmanlIlardı. Bunlar Paris, Londra, Cenevre, Bükreş ve İngiliz iş
galinden sonra Mısır’a gitmişler, düşüncelerini,, Paris’te Lübnanlı bir Ma
nini olan 1877 Meclisi üyelerinden Halil Ganim’in bastığı La Jeune Tur-
quie adlı broşürlerde yayınlamışlar ve hareket de adını buradan almıştır.
Abdülhamit de Genç Türkler’in çalışmalanna tepki olarak; tüm dün
ya Müslümanları arasındaki birliği diriltmek için Müslümanlığın değer
ve geleneklerine dönüşünü vurgulayan Islâmcılık ve Osmanlı kültürünün
Türk geleneğini vurgulayan, dünya Türkleri arasında birlik duygusunu
uyandırmaya yönelik Türkçülük hareketini canlandırmaya çalışmıştı. [4J
[2] Tank Zafer Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hııküku, İstanbul, 1975,
s. 328-329.
[3] Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi, c. VII, Ankara, 1962, s. 267.
[4] Shaw; s. 310 - 311 - 314. Aynca bu konuda aynntılı bilgi için bkz. Ednest Ed-
mondson Ramsour; Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. Nuray ilken; İstanbul,
1972. Ahmet Bedevi Kuran; İnkilap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul, 1945.
İttihat ve Terakki Cemiyeti için ayrıntılı bilgi için de bkz. Tank Zafer Tımaya;
Türkiye’de Siyasî Partiler c. I, İstanbul, 1988.
— 8 —
Ancak bu politika da sonucu değiştiremedi. Hızla gelişen tethlikeli
olaylar, zamanı iyice daralttığmdan imparatorluğun dağılma tehlikesi
daha da arttı. Örneğin Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Romanya-Sırbistan
ve Karadağ Osmanlı împaratorluğu’ndan tamamen ayrılıp bağımsızlık
larını elde ettiler. Aynı savaşın yakın bir sonucu olarak İngiltere Kıbrıs’ı,
Avusturya Bosna Hersek’i işgal etti. Bu işgallor sözde, adı geçen yerler
de Osmanlı hakimiyetinin devam edeceği kaydıyla yapılmıştı. Uygulama
da ise, yabancı bir ordunun bulunduğu ve yabancı bir idarenin yerleştiği
bu yerde Osmanlı hakimiyeti boş bir sözden ibaretti. İngiltere’nin Mısır’ı
işgal etmesi, Fransa’nın Tunus’a sahip çıkması, daha önce Rusya’nın
Kars, Ardahan ve Batum’a yerleşmiş olması, Osmanlı İmparatorluğu’nun
hızla dağılmakta olduğunu gösteren başlıca olaylardı. Bunlara ek olarak,
Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Bulgaristan Prensliği, özerklik verilmek
şartıyla bir doğu Rumeli vilâyeti kurulmuş, ayrıca Doğu Anadolu’da Er-
meniler lehine özerklik haklarının sağlanmasını isteyen tasarılar veril
meye Girit adasında Rumlar için imtiyazlar temin eden yab?Ancı müda
haleleri yer almaya başlamıştı. [5]
Yabancı ülkelerin müdahaleleri, Abdülhamit’in istibdat politikası,
ülkenin içinde bulunduğu kötü durum dolayısıyla harekete geçen liberal
lerin, hürriyet mücadelesine, memleketin uğradığı her türlü iç ve dış teh
dit ve saldırılar karşısında, vatanın savunma zorunluluğunu omuzların
da taşıyan silâhlı kuvvetleri de duyarsız kalmamış bu yola gümeyi bir
vatan borcu saymıştır.
a. İkinci Meşrutiyeti Hazırlayan Olaylar
Makedonya Olayları
Abdülhamit’in karşılaştığı en güç, en karmaşık ve en uzun süren so
run, Balkan komşularının Makedonya’ya egemen olma isteklerinden do
ğan Makedonya sorunu idi. Berlin Kongresi’nden Birinci Dünya Savaşı’na
kadar bu konu Osmanlı ve Avrupa diplomatlarını diğer bütün diplomatik
sorunlardan daha çok uğraştırmış, yirminci yüzyılın başlarında bölgeyi
saran rekabet çatışmalarına ve savaşlara önemli katkıda bulunmuştur.
OsmanlIlar için Makedonya yalnızca bir mUyon Müslüman teba de
ğil, aynı zamanda önemli vergi gelirleri vo daha doğudaki Osmanlı top
raklarına göz diken Yunanlılar ile aralarında tampon bir bölge de demek
ti. AvrupalI güçler ise Makedonya’nın İstanbul’a ve boğazlara yakınlı
ğından dolayı sorunla ilgileniyordu. Yunanistan ordusu, İslâv komşula
rına kıyasla çok güçsüzdü. Ancak Ortodoks kilisesi aracılığıyla Make
donya’ya el atabiliyordu. Bulgar Eksarhlığımn kurıümasıyla (1870) bir
denge yaratıldı, buna Bulgaristan’ın malî vo askerî gücü de katümca za
— 9 —
fer Bulgarlara yönelir gibi oldu. Makedonya’da kendi soyundan gelenler
olduğunu kanıtlaması çok güç olduğu için en zayıf durumda olan Sırbis
tan’dı. Elindeki tek koz bir Sırp Zaferi ile etkisini Ege’ye kadar yaymak
isteyen Avusturya idi. Romanya da silâhların varlıklarını ileri sürerek
Makedonya üzerinde iddiada bulundu, ancak bunların sayısı çok az ol
duğu için bu davranılın Bulgaristan’ın yayılmasını engelleme girişimi ol
duğu düşünülebilir. Tartışma genişledikçe ortaya bir ayrılıkçı Makedonya
hareketi çıktı. Bunlar, Bulgar, Sırp ya da Yunanlı olmadıklarını, kendi
dillerine sahip ayrı bir ırk olduklarını vo bu yüzden bağımsızlıklarını is
tediklerini ileri sürüyorlardı. [6]
1900 yılından başlayarak çeşitli gruplar ülkeyi kasıp kavurmaya,
kendi görüşlerini benimseyen memurlarla, halkı Müslüman, Hristiyan ayı
rımı gözetmeksizin, öldürmeye giriştiler. Osmanlı Devleti düzeni yemden
kurmaya ve halkın tümünü korumaya çalışıyorsa da, teröristlerin tüm
eylemlerinden hükümet sorumlu tutuluyordu. Bu durum karşısında Ber
lin Antlaşması’nı imzalayan devletler bu bölgede reform yapılmasını is
tediler. Reform plânı ilân edilip de uygulam.ak üzere memurlar gönderi
lince Makedonya’da iç ihtilal Örgütü Manastır’da merkezlenen genol bir
isyan başlattı. Bu isyan üzerine yine yeni bir reform hazırlandıysa da bu
hazırlanan reform plânları çeşitli sebeplerle uygulanamadı ve Makedonya
sorunu bir türlü sonuca ulaştırılamadı.
Ingiliz Kralı ilo Rus Çarı Estonya’nın Reval kentinde buluşarak
(9 Haziran 1908) Almanya’nın giderek artan gücüne karşı bir ittifak
kurduklarında Makedonya sorununun da son aşamasına gelinmiş oldu.
Keval Görüşmesi ve Yarattığı Tepkiler
Ingiliz Kralı ile Rus Çarı’nın Revai’de yaptıkları görüşmede Osmanlı
İmparatorluğu ve boğazlar sorunu ele alındı. Ancak görüşme sırasında
yayınlanan bildiride, diğor konulardan bahsedUmejûp, yalnızca Makedon
ya’da ıslâhat yapılması zorunluluğundan bahsedildi. Reval görüşmeleri ve
Makedonya konusundaki bildiri, ittihat ve Terakki Cemiyeti liderini kor
kuttu ve İngiltere ile Rusya’nm Osmanlı împaratorluğu’nu parçalamaya
karar verdikleri fikrini uyandırdı. [7] Bu devletlorin, ıslâhat projesini
daha ileri götürmüş olmaları, Rumeli’deki üç vilâyetin elden gideceği en
dişesini de doğurdu. Cemiyet, bu millî heyecandan yararlanmayı büerek
teşkilâtını genişletti. [8] ittihat ve Terakki Cemiyeti, bu kötü durumdan
kurtulmanın tek yolunun 1876 Anayasası’nm yeniden yürürlüğe konul
ması İnancında idi.
— 10 —
Bu inançladır ki, Rumeli’de bulunan 3 ncü Ordu subaylarından Kol
ağası Niyazi Boy, yanına aldığı 150 kadar sivil fedailerle 3 Temmuz
1308’de Bosna’dan ayrılıp dağa çıktı ve Anayasa ilân edilmedikçe dağdan
inmeyeceğini bildirdi. Bu bir çeşit askerî ayaldanma idi. Niyazi Bey’in bu
hareketi, büyük bir hareketin başlangıcı oldu. [9]
[91 Bu konuda aynntılı bilgi için bkz. Yusuf Hikmet Baynr; Türk İnkılâbı Tarihi,
c. II, Kısım rv, Ankaxa, 1952, s. 170-179, Ahmet Niyazi; (Resneli), Hatırat-ı
Niyazi, İstanbul, 1326, Ahmet Bedevi Kuran; inkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler.
İstanbul, 1915, s. 252-‘25I.
[10] Bayur; s. 179-185.
— 11 —
§emsi Paşa’nın muhafızları arasında öldüı-ülmesi ve öldürenin de ya
kalanmaması, sadık komutanları ve< hükümeti oldukça şaşırttı ve korkut
tu.
Durum çok önemli bir safhaya girmişti. Yıllardan beri devam eden
hüriyet mücadelesine artık süâhlı kuvvetler mensupları da karışmaya
başlamıştı.
— 12 —
Direktife göre alınacak önlemleri belirleyen pa.şalar, kararlarını bir
telgrafla saraya bildirmişlerdi. Abdülhamit bu görüş ve önlemleri uygun
bularak uygulanmasını emretti.
Abdülhamit’in türlü nimet ve ihsanlarından doymamış bulunan bu
gibi paşalar, padişaha karşı bağlüıklarım gösterme gününün geldiğini an
layarak biribirleriyle yarış ve daha üstün gelecek hayallere düşmüşlerdi.
Mareşal Tatar Osman Paşa, henüz barut kokusu içinde bulunan Ma-
nastır’a giderek yeni görevine başlamıştı. Manastır’da durumun karışık
olduğu bir gerçekti. Bu itibarla 10 Temmuz 1908’de 3 ncü Ordu Komu
tanı Mareşal İbrahim Paşa, Manastır Bölge Komutanı Osman Hidayet
Paşa’ya çektiği telgrafında Mareşal Tatar Osman Paşa’nın hayatının ko
runması için gerçekten her türlü önlemin alınmasını ve doğacak olaylar
dan sorumlu olacağını ağır bir dille bildirmişti. [12] Böyle bir görev alan
Manastır Bölge Komutanı ise 11 Temmuz 1908’de 3 ncü Ordu Mareşali’
ne verdiği cevapta Osman Paşa’nın hayatının korunması sorumluluğunu
kabul edemeyeceğini bUdirmişti.
Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden büyük heyecan duyan ve telâş için
de kıvranan saray vo komutanlar bu işin bir an önce bastırılması için
Makedonya’daki kuvvetleri yeter görmeyerek İzmir ve Selânik’e asker
göndermeye başlamışlardı. Alınan önlemlerin ciddiyetini gözönünde bu
lunduran İttihat vo Terakki Cemiyeti, Anadolu’dan gelecek kuvvetlerin,
Kolağası Niyazi üzerine gitmelerini önlemek kararını almıştı. Bu amaçla
İttihat ve Terakki Cemiyeti, değerli üyelerinden Doktor Nazım Bey’i
propaganda için İzmir’e göndermişti. Doktor Nazım, Halil Beyin (Men-
toş) aracılığı ile, Selânik’e tertip olunan birliklerin komutanlarından Kur
may Yarbay Selâhattin ve Bur salı Tahir ile tanışmış ve redif subayları
ile anlaşmıştı.
Takip ve tenkil (ayaklanmayı bastırma) kuvvetleri komutanı olarak
Selânik’e gelen Kurmay Yarbay Selâhattin, kuvvetleriyle Manastır’a ha
reket odeceği sırada. Manastır Bölge Komutanlığı refakâtine atanan Kur
may Binbaşı Haşan Tosun’la beraber ortadan kaybolmuştu. Bu şekilde
îttiihat ve Terakki, İzmir’den düzenlenen kuvvetlerin komutanlarını uyar
mış ve hükümetin hürriyeti boğmak için aldığı ilk önlemi boşa çıkarmayı
başarmıştı.
Subaylarla birlikler arasında beliron olağanüstü bazı hareketlerin baş
gö'Stermesi, padişahı, endişeye düşürdüğünden, gerek subay ve gerekse
erlere öğütte bulunmak üzere Şükrü Paşa vo Birinci Ferik (Orgeneral)
— 13 —
Rami Paşaların başkanlıklarında Selânik, Manastır ve Kosova vilâyet
lerine öğütçü heyetler gönderilmişti. Ancak bunları dinleyen olmamıştı.
İhtilâl fikrinin subaylar arasında yaygın olduğu hakkında padişahın
aldığı bilgiler, endişelerini çoğaltmıştı. Fakat önlem almak ve muhalefeti
ezmek için giriştiği bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlanmakta idi. Pa
dişah, muhalif subay miktarının ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Bu
amaçla 3 ncü Ordu Komutanlığı’ndan ve üst subaylardan olmak üzere
iki subayın hemen İstanbul’a gönderilmesini emretmişti. [13]
Abdülhamit hâlâ ordunun elinden tamamıyla çıkmış olduğunu bir
türlü anlamak istemiyor vo etrafında bulunan birkaç büyük rütbeli ko
mutanlarla orduyu ele alabileceğini sanıyordu. Fakat durumu d.aha fazla
alevlendirmemek için. Manastır Olağanüstü Komutanı Tatar Osman Pa-
şa’nın daha fazla şiddet göstermesini de istemiyordu. Mareşal Tatar Os
man Paşa, aldığı talimata göre şiddet göstermemiş ve af ilân e*tmek su
retiyle îttihat ve Terakki Cemiyeti ile asker mensuplarını oyalamak ve
faaliyetlerini frenlemek v© dağıtmak gibi bir siyaseti uygun görmüştü.
Ancak bir taraftan bu siyaseti izlerken diğer taraftan da Manastır’ gel
miş bulunan Anadolu birliklerini Ohri’ye doğru sevketmişti. Paşa’nm bu
iki yüzlü siyaseti, hürriyet taraftarlarının gözünden kaçmamıştı. Bunun
üzerine îttihat ve Te<rakki fedaî subaylarından bazıları. Mareşal Tatar
Osman Paşa’nın da öldürülmesini istemişlerdi. Ancak çoğunluk, Paşa’nm
dağa kaldırılarak etkisinin yok edilmesine karar vermişti. Bu kararı uy
gulama görevi, Ohri îttihat ve Terakki Cemiyeti Şubesi’ne verilmişti.
[13] Tahsin Paşa; Abdülhamit Yıldız Hatıraları, İstanbul, 1931, s, 253, 254.
— 14 —
ve kaputsuz bulımduğımdan hasta olacaklarını aracı ile Osman Paşa’ya
bildirmişti. Nihayet taburların hepsinin bir adım ileri gitmeyeceklerini,
zorlandıkları takdirde çıkacak vahim sonuçlardan dolayı sorumluluk ka
bul etmeyoceklerini de bildirmişlerdi. Bu durum açıkça bir uyarıydı. Ar
tık Osman Paşa’nın da oynayacak rolü kalmamıştı. Osman Paşa, durumu
saraya bildirdikten sonra, Selanik’te ikinci kademe olarak toplanmakta
olan kuvvetlerin, ya Selânik’te veya uygun görülecek bir yerde toplan
malarını teklif etmişti. Teklif uygun görüldüğü takdirde bu konunun
3 ncü Ordu Komutanlığı’na da bildirilmesini arz etmişti. [14] Saraya ve
rilen bu raporla Osman Paşa’nın yıldığı ve bu yılgınlığı sebebiyle sorum
luluğun biraz da 3 ncü Ordu Komutanı tarafından alınmasını ve padişa
hın da bir karar vermesini istiyordu.
[14] Cemal Kutay; Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, c. XVI, İstanbul
1961, s. 9375, (22 Temmuz 1908 tarihli ve 3178 sayılı şifre).
— 15 —
23 Temmuz 1908 gecesi Resne’ye götürmüşlerdi. Manastır’a yapılan bas
kının başarı ile sonuçlanmasından sonra, Kolağası Eyüp Sabri, saraya
çektiği telgrafında ise : Cemiyetin Millî Alayı 1 nci Ohri Taburu’ndan
kendi komutasında ve 2 nci Taburu’nun ise Resneli Kolağası Niyazi’nin
komutasında olduğunu. Mareşal Osman Paşa’nın alaylarında misafir bu
lunduğunu, bu gece saat 00.15’te ikâmetine ayrılan yere hareket ettiril
diğini bildirmişti. Bu olay. Genel Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa, 3 ncü
Ordu Komutanı İbrahim Paşa ve Manastır Valisi Hıfzı Paşa tarafından
mabeyne, sadarete. Harbiye Dahiliye Nazırlıklarına acele olarak bildiril
miş vo durumun gerçekliği doğrulanmıştı.
Firzovik Olayları
Vilâyet merkezi Üsküp’te bulman yabancılar için öğretim yapan
Avusturya Okulu’nun müdürü, okulun öğrencilerini açık hava kampına
çıkarmak amacıyla, güzel bir eğlence yeri olan Sarayışta mevkiini seç
mişti. Firzovik civarında bir koruluk olan Sarayışta’ya işçi ve marangozlar
gönderilerek kamp yerinin düzeltilmosine ve gerekli hazırlıkların yapıl
masına başlanmıştı. Yapılan bu hazırlıkların ülke içişlerine karıştığı bili
nen AvusturyalIların Kosova’yı işgal etmesinin bir başlangıcı olduğu ha
berlerinin Arnavutlar arasında yayılması, ortalığı heyecana vermişti. Te
laşa düşen Arnavutlar hemen kamp yerinde yapılan tesisleri tahrip et
mişlerdi. Bu olayın Arnavutları ayaklandıracak bir durum arzetmesi üze
rine, Kosova valisi durumu yerinde inceletmek için. Jandarma Alay Ko
mutanı Yarbay Galip’i, Sarayıştay’a göndermişti. Yapılan soruşturmalar
sonuçlarına göre, toplanan ve heyecana kapılan Arnavutların tam ve açık
bir fikre sahip olmadıkları anlaşılmıştı. Aralarında belli bir fikir birliği
yoktu. Her biri ayrı bir görüş ileri sürüyordu. Kimisi, o sırada öldürülen
Arnavut asıllı Şemsi Paşa’nın kanına kan istiyor ve kimisi de Abdülha
mit lehinde konuşuyordu. [15]
İttihat ve Terakki’ye mensup bulunan Jandarma Komutanı, bu du
rumu cemiyete de bildirmişti. Cemiyet, halkın bu toplantı ve heyecanını
meşrutiyet lehinde kullanmak istemiş ve propagandaya girişmişti. İlk
iş olarak, Arnavutlar arasmda çok sevilen ve sözü dinlenen Hacı Şaban
Efendi ikna edilmişti. Hacı Şaban Efendi toplanan halkla görüşmüş ve
verdiği söylevinde : Müslümanlığın esas prensiplerinden olan danışmak
bir meclisin açılmasının şart olduğunu açıklamış, gasbedilen Kanûn-ı
Esâsî’nin tekrar yürürlüğe konmasının gerektiğini ileri sürmüş ve bunun
için çalışmanın bütün Müslümanlar için bir din borcu olduğunu belirt-
[15] Bu konuda aynntıh bilgfi için, bkz. Süleyman Külçe; Firzovik Toplantısı ve
Meşrutiyet, İzmir, 1944.
— 16 —
inişti. Yapılan bu inandırıcı vc aydınlatıcı konuşma üzorine, derhal pa
dişaha bir telgraf çekilerek Anayasa’nın iadesi ve hürriyetin ilânı isten
mişti.
Çekilen telgrafa 24 saat beklendiği halde bir cevap gelmediğinden
halk kızmış ve Firzovik’te toplanan binlerce Arnavut, Üsküp’e gitmek
için demiryolu idaresinden vagon istemişlerdir. Arnavutlar, istekleri
kabul edilinceye kadar, Üsküp’e gitmeyeceklerini, etraftaki Arnavut köy
lerinde oturacaklarını ve ancak olumlu cevap alamadıkları takdirde Üs
küp’e gireceklerini bildirmişlerdir. [16]
Vilâyet-i Selâse (Üç Vilayet Selânik, Manastır, Kosova) (jenel Mü
fettişi Hüseyin Hilmi Paşa, 21 Temmuz 1908’de saraya çektiği bir telg
rafında : Üsküp’teki subayların istisnasız denecek şekilde halkla birlikte
ve hatta onların bu hareketlerine ön ayak olduklarını, bundan dolayı Üs
küp’e gelecek Arnavutlar aleyhine hareket etmenin mümkün olmadığını
ve güvenilemeyeceğini de bildirmiştir. Padişah telgrafa rağmen direnmek
kararında idi.
Aslında Abdülhamit, Arnavutlara çok güvenirdi ve saray muhafız
larının çoğu da Arnavut’tu. Ancak onlann da meşrutiyet istemeleri ve
kalabalık bir Arnavut kütlesinin dağ bölgesinden inip Üsküp, Selânik ve
belki de daha öteye inmeye kalkışması onun için ayrıca bir kaygı ve kor
ku sebebi idi. [17]
— 17 —
ister kabul etsin ister etmesin, 23 Temmuz 1&08 günü Meşrutiyet’in ilâ
nına kesin olarak karar verilmiştir. Karar, Manastır’a bildirilmiş ve Ge
nel Merkez üyolerinden Mithat Şükrü Bey de Serez’e gönderilmişti.
Serez Mutasarrıfı Reşit Bey’le Tümen Komutanı Haşan Paşamın bir
leşik telgrafları padişahı bu ilânı kabule zorluyordu. Serez, hürriyetin
ilân olduğımu bildiriyor ve padişahtan kabul cevabı bekliyordu. Muta
sarrıf ve komutanın saat 08.30 işaretli telgrafında • “Hükümet dairesinde
ve telgrafhanede toplanan silâhlı asker ve ahali. Yaşasın Mület! diye
bağırmakta ve çekilmesi için verdikleri telgrafın çekilip takdim kılındı
ğına inanmayarak bizleri tehdit ve alınacak cevabın çabuklaştırmasını
ifade etmektedirler. Sizin yüksek rızanıza aykırı, elem verici olaylara
meydan vermemek üzere bu yolda verilecek irade-i seniyenin süratle ve
rilmesi” vurgulanıyordu.
Saat 09.45’te tekrar bir telgraf çekildi. Bütün bunlar karşısında şüp
he içinde bocalayan padişah, Serez mutasarrıfı ile Tümen Komutanı’nm
çektikleri telgraflara inanmak istemediğinden, bunun doğrıüuk derecesini
Serez telgrafnamesi memurlarından sormuştu. Telgrafhane ise, “Halkın,
mutasarrıf ve komutanın dağılmak için verdikleri emirlere karşı geldik
lerini, terhisleri emrolunan redif erlerinin dahi silâhlarını bırakmadık
ları, heyecanm sükûnet bulması için seri ve olumlu bir cevabın beklen
mekte olduğunu” bildirmişti.
Tereddüt içinde bocalayan Abdülhamit, işi bir çıkmaza sokmak ve
karar vermek için kendisiyle hemfikir olacak bir heyet arıyordu. Bunun
için durumun incelenmesini vükelâsına havale etmişti. Durumun Vükelâ
Heyeti’nce (Bakanlar Kurulu) İncelenmekte olduğunu öğrenen Serez, bu
na itiraz ederek, bunım \hkelâca görüşülmesine gerek olmadığını bildir
mişlerdi. Serez’de'ki nizamiye ve redif tümenleri. Harbiye Nezareti’ne
telgraf çekerek Serez halkı ile birlikte istedikleri Kanûn-ı Esâsi’nin yeni
den ilân olduğunu ve bu arzuların yerine getirilmesini rica ediyorlardı. [18]
Diğer taraftan Genel Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa’nm Serez’den al
dığı aracılık telgrafları da saraya sunulmuştu. Hüseyin Hilmi Paşa’nm
aracılığıyla yapılan bu başvuru padişahı sarsan en etkili müracaattı.
Abdülhamit daha çok ordunun İstanbul’a yürüyeceğinden korkmakla
beraber yine Serez mutasarrıfı ve komutanına Vükelâ Heyeti üyelerinin
imzalarını taşıyan kaçamak bir cevap verdirmiş ve Anayasa’nın uygu
lanmaya konacağından bahsettiraıemişti. Ancak alınacak kararın Genel
Müfettiş kanahyla bildirileceği yazılmıştı. [19]
— 18 —
Bu arada padişah, Rumeli’den gelen şifreleri bir ker© daha okuduk
tan sonra, bunları Sait ve Kâmil Paşalara göndererek görüşmek istemiş
ti. Nihayet Anayasa’nm ilânından bir gün önce meşrutiyete taraftar ol
duğunu ifade ettiği için gör&vden alınmış olan Sadrazam Ferit Paşa’nın
yerine Sait Paşa yedinci defa olarak Sadrazamlığa getirilmişti. Kâmil
Paşa ise Vükolâ Meclisi’ne memur edilmişiti. [20]
Albdülhamiıt ile Sait Paşa, Anayajsa’mn ve hıürriyetin aleyhinde olma
larına rağmen, durum düşündüklerinin aksine olarak gelişmiştir
Hatıralarında, “AJbdülhamit” Anayasa’yı ilân ve Meclis-i Melbûsân’ı
toplanmaya davet ettiren en büyük, en önemli ve en kuvvetli selbelbin or
du olduğu tereddütsüz iddia olunur” diyen BaşkaJtip Tahsin Paşa, buna
ilaveten, ‘İşte ordunun azmi, şiddetli kararı, bunları altüst etmiştir” de
mekle işin gerçek yüzünü açıldamıştır. [21]
b. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet’in İlânı
23 Temmuz 1908 sabahı Millî Ohri Alayı; Manastır’daki askerlerle
halk tarafmdan içten gelen heyecan göslterileriyle karşılanmıştı. Manas-
tır’daki Topçu Alayı, 21 pare top atışıyla Meşrûtiyet rejimini ve hürriyeti
selâmlamıştı. Artık Manastır hürriyet taraftarlarının kalesi ve bayrağı
olmuştu. O gün hükümet idaresine el konmuştu. Manastır’daki Müslüman
ve her mezhepten Hristiyan halk kütleleri birbirlerini kutlamaya başla
mışlardı. Hocalar papazlar kucaklaşıyorlardı.
Manastır’da bulunan bütün piyade, süvari ve topçu birliklerîyde Oh
ri ve Resne’den gelen taburlar, İzmir Redif Tugayı’m oluşturan yedi ta
bur, Harp Okulu, Askerî Lise ve diğer okullar öğrencileri ile polis ve jan
darmadan başka, gerek vilâyet merkezi ve gerekse yakından gelen, İs
lam, Rum, Yahudi ve Ulah binlerce Osmanlı teıbası, vali ve komutanlarla
bütün askerî ve mülkî erkan hocalar, papazlar ve memleket Ueri gelenle
rinin 23 Temmuz saat 04.00’de kışlalarının büyük meydanında toplandık
ları ve sokaklarda dolaşarak hürriyet, adaleit, eşitlik hakkında söylevler
verdiler; dualar yapıldığı ve törenin sonunda 21 pare top atüarak hürri
yetin ilânı şenliklerini tamamladıklarını Manasbr Bölge Komutanı Ve
kili Tuğgeneral Tâki ve Merkez Komultanı Cemal Paşaların 3 noü Ordu
Komutanlığı’na çektikleri telgraflardan ve ordu komatanlığmdan sara
ya ve Harbiye Nezareti’ne verdikleri bilgilerden anlaşılmaktadır.. ,[22]
Abdülhamit, aldığı bu haberlere ve uğradığı şaşkınlığa rağmen Ana-
yasa’nın tekrar uygaılanmasım istemiyor ve direniyordu.
— 19 —
îttihat ve Terakki Cemiyeıti, 23 Temmiiız 1908 saat 02.13’te Anaya
sa’nm ilânmı tekrar padişahtan istemiş ve 26 Temmuz 1908 pazar günü
ne kadar kendisine bir süre tamnmışıtı. Bir tehdidi de kapsayan müra
caatta: “Hürriyetin ilânı padişah tarafından kabul edilmediği takdirde
veliahtm padişah tanınacağı bundan dolayı padişah rızasına aykırı olay
larm meydana geleceğini, bütün Manastır vilâyeti askerî ve sivü halkı
adına arz edildiğini ve bunun için de and içildiğini” bildirmişti. [23]
Abdülhamit, Rumeli’den gelen telgrafları huzurunda başkatip Tahsin
Paşa’ya okutarak, ikinci katip Arap İzzet Paşa ile sarayda bulunan Sait
Paşa’ya gıöndormiş ve vükelânın konuyu görüşmesi için sarayda toplan
masını istemiştir. [24]
Tahsin Paşa hatıratında olaylarm gelişimini şöyle anlatmaktadır.
“9 Temmuz 324 (1908) günü akşama yaklaştığı halde henüz Meclis-i Vü-
ıkelâ’nm ne karar verdiği hakkında bir arz vakî olmamış, İzzet Paşa hu
zura gelmemişti. Bunun üzerine hünkâr musahip Nadir Ağayı göndere
rek İzzet Paşa’yı çağırttı, sordu. İzzet Paşa telgrafnameleri okuyorlar,
daha bir karar vermediler cevabında bulundu. Hünkâr ayakta duruyordu.
Karşısında İzzet Paşa ve ben ayakta bekliyorduk. Sultan Hamit gözlerini
sabit bir noktaya rekzederek (dikerek) bir müddet düşündü
...Bir müddet sonra İzzet Paşa’ya tevcih-i hitap ederek Kanûn-ı Eteâ-
si’nin ilânı benim zamanımda olmuştur. Bunun müessisi benim, bir müd
det hasbel lüzum meriyeti (yürürlüğü) tatil edümişti. Heyet-i Vükelâ’ya
gidiniz, bunları söyleyiniz ve ilâm için mazbatanın yazılmasını ifade et
tiğimi tebliğ ediniz.” ,[25]
Bu emir doğr'iltusunda hazırlanan tutanakta; .
“Rumeli’nin Manastır, Kosova ve Selânik vilâyetlerinde cereyan eden
fesatçı harekâta ait bulunan 21,22 ve 23 Temmuz 1908 tarihli olarak ge
len 67 adet telgraf, padişah ve halifemizin emirlerine göre teker teker in
celendi. Padişahımızın daha çok iyi bildikleri olayların nedenleri şimdilik
zamamn yetersizliğinden dolayı açıklanmamaktadır. Ancak bu cihetin
gerekçesi, ayrıca hemen düzenlenmek üzere bulunan bir tutanakla arz
edilecek ise de, sürat sağlamak için imzalı olarak sunulan iki nüsha ya
zıya uygun olarak genel müfettişliklere, valilere süratle telgraflar çekil
mesi ve bu kararın diğer vilâyetlerle, bağımsız vilâyetlerde yayım ya
pılması, padişahımız tarafmdan irade buyrulduğu takdirde emre göre ha
reket olunacağı” demekle yetinilmişti. ,[26] Bu da gösteriyor ki Vekiller
Heyeti hâlâ pasifti.
— 20 -
Albdıülhamit’e çoğunlukla sadık görünen, gerçekte korkak ve çıkar
cı olan kadrosunun hazırladığı gerekçe de şöyle idi :
Manastır, Kosova ve Selânik vilâyetlerinin büitün halkının ve 3 ncü
Ordu’nun bazı bölgelerinde bulunan subay ve erlerin şu son günlerde
tuıttukları serkeşçe hareketlere dair, vilâyetlerle bu bölgedeki komutan
lardan ve Genel Müfettişliklerden alınan 8, 9, 10 Temmuz 1324 (1908)
tarihli 67 adet telgraf, padişahımız ve Halifemizin emirleriyle biz bende
leri tarafından teker teker incelenmiştir. Gelen yazılara göre, birçok yer
lerdeki halk ayaklanmış ve birçok yerlerde sulbay ve erler de bunlara ka
tılmışlardır. Bazı askerî depoların kapıları kırılmış, birçok silâh ve cep
hane alınmış ve tabur sandıklarındaki paralar da gaspedilmiştir. Kendi
lerine muhalefet edenlere karşı en şiddetli cezaları uygulamışlar, hatta
ölümle tehdit e'tmişler ve öldürmüşlerdir. Nihayet toplar atarak ve söy
levler vererek hürriyeti ilân için bir takım göSterUerde bulunmuşlardır.
Hatta dün gece Mareşal Osman Paşa’mn ikâmet ettiği yeri sararak pa
şayı evinden alıp tevkif etmişlerdir. Bu isyancı harekâtın. Anayasa hü
kümlerinin uygulanması ve Melbûsân Meclisi’nin toplantıya davet edilme
si esasına dayandığı anlaşılmaktadır Bu hususta her türlü öğütleri ye
rine getirmeyen ve gittikçe anarşiyi genişletmek isteyen kişiler olduğu
anlaşılmıştır. (3erçi Anayasa yürürlükte olup, ancak Meclis geçici bir sü
re için (33 yıl) tatil edümişti. Bu tatU keyfiyeti ise, durumun ve mem
leketin içinde bulunduğu icaplar ve çıkarlar dolayısıyla olmuştur. Şimdi
ise, halk arasında kan dökülmesinin önüne geçmek ve yabancı devletle
rin müdahalelerine yol açmamak için, Meclis’in açılmasımn zorunlu ol
duğa, müzakere edüerek anlaşılmıştır. Bu ise padişahımızın emirleridir.
Memleketin asayişsizlikten huzura kavuşması için padişahımızm bu emir
lerinde isabet vardır. Meclise seçilme hakkında zaten mevcut bulunan
usuller de bulunduğundan, gereken niteliğe haiz bulunan üyelerin seçil
mesi ile bunların peyderpey bildirilmesinin vüâyetlere ve bağımsız vüâ-
yetlere duyurulması ve halka anlatılması, özellikle cemiyetlerin dağıltıl-
ması müzakere edilmiş ve uygun görülmüştür. Nihayet padişahımız ne
suretle emir buyururlarsa anda isabelt bulunmakla emir ve irade her hal
de velinimet Efendimizindir.” [27]
Padişah, beğendiği bu gerekçeli tultanak üzerine. Başkatip Tahsin
Paşa’mn kalemiyle şu iradeyi Sadrazama tebliğ ettirmişti:
“Mucibinde irade-i seniyye Cenab-ı Padişahı şerefsudûr buyurulmuş
olmakla emr-ü fermân Hazret-i Veliyy-ül-emrindir.” [28]
— 21 —
tşte ıbu belge, bürriydtîn nasıl elde edildiğini ve silâblı kuvn^etîer
menısuplarmm bundaki rollerinin ne kadar büyük olduğunu göstermesi
bakımından çok önemlidir. ..
— 22 —
ve idare edece>kti. Bu da yetmemişti. Bulgaristan Prensliği ile Doğu Ru
meli eyaletinde altı piyade ve iki süvari tümeninden kurulu 50 000 kişilik
bir Rus Ordusu, bu bölgede dokuz ay süre ile kalacaktı. Bu suretle Rusya,
Bulgar Prensliği’nin yapmak istediği he<r türlü ilhakçı teşkilât ve hazır
lıklarını silâh zoru ve tehdidi ile destekleyecek ve gerçekleştirecekti.
Berlin Antlaşması’na göre, Osmanlı Devleti ilo Yunanistan sınırları
da düzeltilecek ve Girit adasının 1868 yılı nizâmnâmesinin güya haklı gö
rünen tadUâtı, Osmanlı Hükûmeti’nce kabul edilecekti.
Kendileri için özel bir teşkilât belirtilmemiş bulunan diğer Rumeli
eyaletlerinde de ihtiyaçlara uygun nizâmnâmelerin yapılması sağlana
caktı. Bu nizâmnâmeleri idare edecek üyelerin çoğunluğu, yerli ahaliden
kurulu özel komisyonlar tarafmdan kontrol edilecekti. Buradaki teşkilât,
emirnâme ve fermânlarla desteklenerek uygulanacaktı. Bu duruma göre
bütün Rumeli Türk egemenliğinden çıkıyor demekti.
Bosna-Hersek eyaleti de, Avusturya-Macaristan tarafından yerleşti
rilecek askerlerin desteğinde idare edUecekti. Ancak, Avusturya-Maca
ristan Devleti, Sırbistan ile Karadağ arasında vo Metroviç’in öte tara
fına uzanan Yenipazar sancağının idaresini üzerine almak istemediğin
den, bm’ada Osmanlı idaresi devam edecekti. Avusturya-Macaristan’ın bu
bölgenin idaresini OsmanlIlara bırakmasının amacı, gereğinde Yenipazar’
m iki yanında asker bulundurabilmek ve üstün strateji sağlamaktı.
Berlin Antlaşması’na kadar, Karadağ, Sırbistan ve Romanya’nın ba
ğımsızlıkları henüz onaylanmamıştı. Grerek Osmanlı Devleti ve gerekse
Avrupa, bundan sonra bu devletlerin bağımsızlıklarını onaylamışlardı.
Abdülhamit, Asya kıtasında, Ardahan, Kars ve Batum’u Ruslara ver
miş, bunlara karşılık ancak Doğubeyazıt’ı almıştı.
İran sınırını tehdide memur İngiliz ve Rus üyelerinden kurulu kar
ma bir komisyonun aldığı kararla, Kotur kasâbası İranlIlara verilmişti.
8 Şubat 1879’da Rusya ile imzalanan İstanbul Antlaşması’yla Berlin
Antlaşması’na göre, Rusya’ya bırakılan arazinin değeri hesaplandıktan
sonra, geriye kalan 82 500 000 frank da harp tazminatı olarak verilmişti.
Bu tazminat ise yedi yılda yirmi bir taksitle ödenecekti. Ortalama, her
taksit 350 000 000 altın lira idi.
1878 yılında Bosna ve Hersek’i Avusturya-Macaristan’m idaresine,
1881’de Teselya’nın büyük bir kısmını Yunanistan’a veren antlaşmalar
imzalanmıştı. Bu bir yağma idi. Abdülhamit’in hisse vermediği devlet
kalmamıştı. Devletler içinde en ileri gideni Rusya idi. Bununla beraber
fırsattan faydalanmak ve bir şeye sahip olmak isteyen İngiltere, Osman
lIları güya Rusya’ya karşı korumak ve garanti etmek üzere, Kıbrıs ada
sını geçici kaydıyla işgal etmek yetkisini, Sultan Abdülhamit’ten almıştı.
— 23 —
Sonnıç olarak Abdülhamit’in kötü, idaresi ve dı§ siyaseti geleceğin
harp felâketlerini hazırlayan tohumlar olmuştu.
Berlin Antlaşması’nm hükümlerini uygulamak birçok güçlükler mey
dana getirmişti. Girit isyan etmişti. Girit asileriyle müzakere yapmak ve
antlaşmanın içerdiği ıslâhatı kararlaştırmak üzere, Ahmet Muhtar Paşa
Girit’e gönderilmişti. Paşa, “Halep’e Tadilât Fermanı” adıyla ünlü olan
nizâmnâmeyi hazırlamıştı. Bunun uygulanması ancak on yıl kadar de
vam edebilmiş, adada sükûn ve asayiş sağlanamamıştı. ,
Berlin Antlaşması’yla Karadağ’a bırakılan bölgede pek az Karadağlı
bulımduğımdan, bu bölgede bulunan Arnavutlar isyan etmişti. Bosna -
Hersek’te, Avusturya-Macaristan işgaline karşı bir isyan patlak vermişti.
Avusturya-Macaristan, sanki yeniden bir memleket fethediyormuş gibi,
insafsızca birçok masum halkın kanma girmişti. [29]
26 Nisan 1879’da Doğu Rumeli’nin nizâmnâmesi düzenlenmişti. Bul
garistan, bir süredir Rusya’nın askerî ve mülkî idaresi altında iken, 22
Şubat 1879’da 'Tırnova’da toplanan Bulgar ileri gelenlerinin kurdukları
bir millî meclis ile devletlerinin anayasalarım hazıılamışlar ve 29 Nisan
1879’da Prens Alexander Jozef Fon Battenberg’i de Bulgaristan Prensi
seçmişlerdi. Ayrıca, İstanbul’da toplanan ve Avrupa temsilcilerinin de
katıldığı bir komisyonda. Doğu Rumeli eyaletinin nizâmnâmesi düzenlen
miş ve beş yıl süre ile, Aleko Vugandis Paşa, Doğu Rumeli Valiliği’no
atanmıştı. Bu sürenin sonunda Garsil Kristoviç Paşa vali olmuştu. [30]
22 Nisan 1896’da Rumeli vilâyetlerinde bir fermân ile bir takım ıslâ
hat sorumluluğunu 3Ûiklenen Osmanlı Devleti, tamamen şaşkın bir du
ruma geçmişti. Memleket her gün bir felâkete doğru sürükleniyordu. Ab
dülhamit, Yunanlılara taviz vermeye hazırdı. Ancak askerlerin baskısı
ile nihayet savaşa karar verilebilmişti (1897).
Savaş, ’Türklerin galibiyeti ile sonuçlanmıştı. Ancak Avrupa devlet
leri işe karışmışlardı. Galip bulunan OsmanlIlar mağlup gibi bir duruma
sokulmuşlardı. Bu arada Halep’te ıslâhat formanı da feshedilmiş ve Gi
rit’te anarşi artmıştı. Girit’te muhtariyet kurulmuş ve Yunan Krah’nın
oğlu Yorgi ile Yunan nazırlarından Zajnmisi geçici olarak Girit’e komi
ser olarak atanmışlardı. Bütün bunlar ve daha sonra Osmanlı Devleti’
nin başına gelenler, Abdülhamit’in idaresinden ve güttüğü dış siyasetten
doğmuş ve büyümüştü. Abdülhamit silâhlı kuvvetlere dayanmaksızm si
yaset yapmak istemiş ve bu suretle beraber 3Ûirütülmesi gereken strate
jiyi bir türlü hazmedememişti. Padişah, yakın geçmişte kendisine bağlı
— 24 —
olan Yunan Devleti’nin Deniz Kuvvetleri karşısında donanmasıyla Girit’i
savunmak ve kara ordusunu desteklemek şöyle dursun Çanakkale’den
dışarı bile çıkamamıştı. Haliç’te bağladığı donanmanın hazin halinden
üzüntü de duymamıştı.
Abdülhamit, 1896’da Rumeli vilâyetleri için sorumluluk altına girer
ken, özellikle Rusya ile Avusturya-^Macaristan, 1897’de aralarında yap
tıkları bir anlaşmayla da Balkan statükosunun korunmasında ve bura
daki emellerinin karşılıklı olarak tanınmasında anlaşmışlardı. Öte yan
dan İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya da her biri kendi çıkarlan açı
sından, bu bölgeye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğini zedeleyen
meselelere karışmaya başlamışlardı.
Balkan devletlerinden Sırbistan, Yunanistan ve diğer taraftan Bul
gar Prensliği Osmanlı Devleti’ni rahat bırakmıyorlardı. Osmanlı toprak
larında bulunan Sırp, Bulgar ve Rumlar, bu devletler tarafından silâh-
landırılmakta ve Osmanlı Devleti’ne karşı saldırmaya kışkırtılmakta idi.
Selânik, Manastır ve Üsküp vilâyetlerini kendi topraklarına katmak ama
cını güdüyorlardı (1902). [31] Bu çete faaliyetlerinin geliştirilmesinde ve
genişletilmesinde, Avusturya-^Macaristan ve özellikle Rusya’nın rolü çok
önemli idi. Rusya, OsmanlIları bu üç vilâyetten çıkarıp, bölgeyi Bulga
ristan’a katmak ve bu suretle eski Bulgar Krallığı’nı kurdurmak istiyor
du. Avusturj^a-Macaristan ise, Bosna demiryolunu Metroviç’e kadar uza
tarak Selânik-Üsküp-HMetroviç hattına bağlamak istiyordu. Askerî bir
hedef olan bu demiryolunun yapılması arzusu, Rusya’nın izlediği siya
setin gerçekleşmesine engeldi. Buna karşılık Rusya’nın Tuna’dan Adri
yatik denizine kadar uzatmak istediği demiryolu da, Avusturya-Maca
ristan çıkarlarıyla çatışan askerî bir demiryolu olarak görülmekte idi.
Buna rağmen Rusya ve Avusturya-Macaristan bir birleriyle anlaşmış ve
Murzsteg (Mörsteg) programı diye ortaya attıkları projeyi diğor dev
letlere de kabul ettirmişlerdi. Avrupa, Makedonya halkını güya, Osmanlı
Devleti’nin mezaliminden kurtararak insanlığa hizmet edeceklerini ileri
sürüyordu. Özellikle İngiltere’nin Rusya’ya olan yardımı, aralarında Orta
Asya hakkında imzaladıkları anlaşmadan ileri geliyordu.
1908 yüının Ocak ayında İngiltere Kralı, Avam kamarasındaki söy
levinde Makedonya’nın halinden şikâyete, ıslâhat işinin yeniden ele alın
ması gereğine işaret ediyordu. Bâb-ı âli, müdahaleleri önlemek üzere 28
Ocak 1908’de bir irade Ue Makedonya’daki bütün milletler arası mahi
yetindeki teşkilâtın faaliyetlerini 1914 yılma kadar, yani gümrüklere ya
pılan % 5 ilâvenin devamını kabul ediyor ve bunun gelirini Makedonya
[31] Hilmi Kâmil Bajoır; Sadra.zam Kâmil Paşa - Siyasî Hayatı, Ankara 1945, s. 236.
— 25 —
ıslâhatına harcamayı tahahhüt ediyordu. Fakat siyasî durum dolayısıyla
Osmanlı Devleti yalnız kalmakta idi. Hiç bir devlet OsmanlIları dinlemi
yordu.
Rusya ve İngiltere’nin Reval’de yaptıkları buluşma, dünya kamuoyu
na Makedonya sorunu ve ıslâhatı olarak gösterilmişse de, bu buluşma
gerçekte, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını ve bu paylaşımın
nasıl bir programla gerçekleştirileceğini ana batlarıyla plânlayan bir zir
ve buluşması idi. Rusya Deli Petro’nun vasiyetnamesi peşinde idi. Baş
lıca istek, İstanbul’u almak, boğazlara hakim olmaktı. İngiltere, Reval’
deki Rus isteklerine yakın yetkiler vermişti. Makedonya’daki buhranları
sebep olarak ileri sürüp, fiilî müdahalede bulunmak isteyen Rusya’ya İn
giltere yardımda bulunmayı vaat etmişti.
Rusya, Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (1877-1878) önce de, Osmanlı Dev
leti’nin paylaşılması için tasarladığı plânının uygulanmasım İngiltere’den
istemiş idi. Fakat o tarihlerde İngiltere, bu Rus teklifini reddetmişti.
Bunun üzerinedir ki plânında kararlı bulunan Rusya, Balkanlar’da ve
Anadolu’nun doğusunda yaşayan ve Ruslarca mazlum ve mağdur kabul
edUen bir kısım Hıristiyan azınlığı kurtarmak bahanesiyle 1877 -1878
(1293) seferine girişmişti. Ancak aradan 32 yıl geçtikten sonra İngilte
re’nin Rusya ile Reval’de anlaşmaya varması da sebepsiz değildi.
İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülhamit’iıı elinde iyice ze*-
delenmesini bekliyordu. Bu arada Rusların OsmanlIlarla bir harbe gir
mesini de kendi çıkarlarına uygun görüyordu. Ingütere fırsat kolluyordu.
Artık Osmanlı Devleti’nde Mithat Paşa gibi bir devlet adamı olmadığını,
aynoa meşrutiyet rejiminin sade ismiyle değil, düşünce ve kurumlarıyla
birlikte yaşayıp devam edeceğini kavrayan bir devlet adamının da kal
madığını görmüştü. Yeni Osmanlılılc akımlarının yok edUmekte ve mem
leket dışına kaçırümakta olduğunu, bu suretle millî uyanış ve kurtuluş
ümitlerinin tamamıyla zedeJendiğini anlamıştı. Osmanlı bünyesi içindeki
çeşitli unsurların ayrılık hareketlerini de izleyen İngiltere, bunları des
teklemenin kendi çıkarları için uygun olduğunu görerek harekete geç
mişti. İşte İngiltere, durumun bu şekilde olgun bir hale geldiğini gördük
ten sonradır ki, 32 yıl sonra Rusya ile birlikte imparatorluğun paylaşıl-
masma razı olmuştu. Abdülhamit ise, vatanın ve Türklüğün aleyhine so
nuçlar veren keyfî ve tavizci siyaseti ile, İmparatorluğu tam bir hasta du
rumuna düşürmüştü. Memleketi artık şifası güç bir halde, Rusya’nın ve
özellikle sinsi bir siyaset izleyen İngiltere’nin müdahalesine hazır bir du
ruma getirmişti.
İngiltere’nin Şark meselesini gözden kaçırmayan Almanya, “Doğuya
doğru yayılma” siyasetini fülî sahaya dökerek Abdülhamit’e yanaşmış,
Bağdat demiryolunun imtiyazını ve daha sonra da başka imtiyazları ko
— 26 —
parmıştı. Almanya, îngilt&re’nin Doğu üzerindeki siyasetini çok iyi bili
yordu. Osmanlı imparatorluğu gibi bir devletin Rusya ile İngiltere tara
fından parçalanarak yutulmasmı, çıkarına uygun bulmuyordu. İngiltere’
yi Alman iktisadi gelişme ve genişlemesine en tehlikeli bir rakip gören
Alman imparatoru, bizzat Abdülhamit’in ayağına kadar gelerek istekle
rini bildirmiş ve bunları sağlamıştı. Gerek karada ve gerek denizdeki
kuvvetleriyle İngiltere ile rekabet halinde bulunan Almanya’nın, İngiliz
İktisadî alanlarından biri ve on önemlisi ile bağlantı kurması, İngiltere
için büyük bir tehlike olmuştu. 32 yıl bekledikten sonra, Almanya’nın
OsmanlIlarla samimiyet kurması ve bunun altmda bazı çıkarlar elde et
mesi, İngiltere için soğuk bir duş olmuştu. Osmanlı împaratorluğu’nu ve
özellikle boğazları sırf bir siyaset oyunu olarak Ruslara peşkeş çeken
İngiltere, Rusların arzularına isteksiz dahi olsa, razı olmuş ve Rusya’yı
kendine durumun gereği olarak müttefik kabul etm^ek zorunda kalmıştı.
Alman İmparatoru’nun Türkiye’nin jeopolitik durumundan ve ham
madde kaynaklarından faydalanmak, Alman sanayii ürünlerine pazar bul
mak için OsmanlIlara yanaşması, kendi çıkarı bakımından çok doğru bir
hareket olduğu gibi, Türkiye’nin jeopolitik durumunu değerlendirmesi de
çok doğru idi.
Osmanlı Devleti’nin paylaşılması konusundaki anlaşmalardan yete
rince bilgi edinemeyen Osmanlı İmparatorluğu, Roval görüşmesinin ne
denlerini ve kararlarını kısmen olsun Alman basınından öğrenebilmişti.
Almanya basın yolu ile vei’diği bilgi ile, OsmanlIlara bir taraftan dest
olduğunu göstermek istemiş, diğer taraftan bu dostluk gösterileriyle* elde
etmek istediği İktisadî çıkarları daha fazla genişletmek ve sağlamlaştır
mak yoluna girmişti. Bu haberin başka kaynaklardan da doğrulanması
OsmanlIları, Almanya’ya daha çok bağlamıştı. Bu şuada İngiltere par
lamentosunda çok gürültülü bir oturum yapılmış, Makedonya sorunu tar
tışılmıştı. Parlamento Makedonya’daki malî ıslâhatın, adlî ıslâhat ile ta
mamlanmasını istiyordu. Bu istek dahi, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine
karışma ve egemenliğine karşı bir tecavüzden başka bir şey değildi. îşte
bu manzara, 1908 yılının dış siyasî görünüşü idi.
— 27 —
ülkenin on kuzey noktası, Kosova vilâyetinde 43 derece 50 dakika
kuzey enleminde ve en güney noktası da 13 derece kuzey enlemindeki
Aden kısmında bulunmakta idi. Kuzeyden güneye doğru uzunluğu, 30
derece 50 dakika idi. Boylam 10 derece ile 60 derece 30 dakika arasında
bulunduğuna göre, doğudan batıya genişliği 50 derece 30 dakika idi.
Osmanlı Devleti ile belli başlı kara sınırları olan devletler : Doğu
Anadolu’da Rusya ile İran; Balkan yarımadasında Avusturya-Macaristan,
Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan idi
Afrika’daki Mısır Hidivliği arazisini imparatorluk topraklarından
ayıran özel bir sınır çizgisi vardı ki, buna “hattı-ı imtiyaz” denmekte idi.
Akdeniz’de İngiltere ile Kıbrıs adası dolayısıyla yakın bir komşuluk bu
lunmakta idi. Fransa Tunus’u işgal etmiş bulunduğundan Trablusgarp
vilâyetiyle komşu oluyordu. Sudan, Mısır Hidivliği’ne bağlı bulunuyordu.
Yukarıda smırları belirtilen Devlet, Türk ırkına dayanmak suretiyle
çeşitli uluslardan kurulu bir topluluk olduğu gibi, memleketin iklimi de
çok değişik bir özelliğe sahipti.
Devletin doğal yapısı, genel olarak dağlık olmasına karşın Arap ya
rımadasına inildikçe düzlükler ve çöllere hakim bir coği’afî yapı idi. Bu
yapmın iklimi de denizlerden uzaklaşıldığı oranda kara iklimi idi. Sıcak
lar kışın sıfırın altmda 1 dereceden 20 dereceye düştüğü gibi, yazın + 30
dan + 60 dereceye kadar yükselmesi (Trablusgarp’ta Gadamis’te) de
memleketin ne kadar değişik bir iklime sahip olduğunu gösterir.
2. Osmanb Devleti’nin Yüzölçümü ve Nüfusu
Doğrudan doğruya Osmanlı egemenliği ve idaresi altında bulunan
toprakların yüz ölçümü 3 375 547 km^ kadardı. Bunun 264 400 km-’si Av
rupa’da, 789 005 km^'si Anadolu’da, diğer kalanı da Arap memleketlerin
de idi.
Devletin nüfusu, 32.101.384 kişi olarak tahmin edilmekte idi. Bu nü
fusun 5.569.472’si Avrupa’da, 13.353.000’ı Anadolu’da 4.868.912’si Suriye,
Filistin ve Irak’ta 8.310.000’i de Hicaz, Yemen ve Afrika’da bulunuyordu
(Ayrmtüı bilgi için EK : l’e bakınız).
Buna göre 32.101.384 olarak tahmin edilen genel nüfusun 26.625.993’ü
Müslüman 'Türkler, Araplar ve bir kısım Arnavut ve Boşnaklar ve Kült
lerdi. Geri kalan 5.475.391 insan da çeşitli millet ve mezheplerle Hristi-
yanlardı.
Avrupa’da yaşan 5.569.472 nüfusun 3.047.724’ünü Türkler Ue Müs
lüman Arnavut ve Boşnaklar oluşturuyordu. 2.521.748 insan ise Müslü
man olmayanlardı. Bunlar, Romenler, Yahudiler, Ermeniler ve az olarak
da KaradağlUar idi.
— 28 —
Anadolu Yarımadası’nda yaşayan 13.353.000 insanın büyük bir ço
ğunluğunu Türkler oluşturuyordu. Anadolu nüfusundan 2.290.507 kişi ise,
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve diğer din ve mezhepteki milletlerdendi.
Ermeniler, çoğunlukla Anadolu’nun doğusunda, Adana ve dolaylannda,
Halep’te bulunuyorlardı. Rumlar ise, daha çok Ege denizi kıyılarında,
adalarda ve bir azınlık olarak da; Karadeniz kıyı vilâyetlerinde ve özel
likle ticaret merkezlerinde toplanmışlardı. Bunlardan başka bir takım
mezheplere bağlı azınlıklar da bulunmakta idi.
Suriye, Filisıtin ve Irak’ta bulunan 4.868.912 nüfus, çoğunlukla
Arap’tı. Burada bir kısım Türkler, Çerkesler, Çeçenler ve Kültlerde ya
şamakta idi. Ayrıca 528.136 çeşitli din ve mezhepten Hristiyanlar ve
Yahudiler bulunuyordu. Hicaz, Yemen, Asir Ti’ablusgarp ve Bingazi’de
çoğunluk Araplarda olup, 8.175.000 kadar olan nüfusun ancak 135.000’i
çeşitli din ve mezheplerden kimselerdi.
17 Aralık 1908’de, İkinci Meşrutiyet Meclisi açıldığı zaman toplanan
275 milletvekilinin 142’si Türk, 60’ı Arap, 25 Arnavut, 23’ü Rum, 12’si
Ermeni, 5’i Yahudi, 4’ü Bulgar, 3’ü Sırp ve l’i Romendi. Milletvekilleri her
50.000 erkeğe bir milletvekili hesabıyla seçilmişlerdi. [32] Bu itibarla 275
milletvekili 13.750.000 erkeği temsil etmekte idi. Geri kalan nüfusun
18.351.384’ü kadın ve çocuklardı. Genel nüfus içinde, 142 mebusluk Türk-
lerde bulunduğuna göre, Türk erkeklerinin sayısı, 710.000 demekti.
Araplar, 3.000.000, Arnavutlar 1.250.000, Rumlar, 1.150.000, Erme
niler 600.000, Yahudiler 250.000, Bulgarlar 200.000, Sırplar 150.000, Rö-
menler ise 50.000 veya biraz daha fazla idüer. Bu rakamlara 'Türklerin
ve Türklerden başka unsurların kadın ve çocukları eklenecek olursa,
herhalde çoğunluğun Türkler de olduğu anlaşılabilir
1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girmezden önce, Osmanlı Devleti’nin
genel nüfusu 32.101.384 kişiden, 1911-1912 Trablusgarp Savaşı dolayısıy
la 1.310.000 nüfus elden çıkmıştı. Geriye 30.791.384 insan kalmıştı. 1912
1913 Balkan Savaşı’nda ise, kaybedilen Rumeli ile birlikte (Edime, Ça
talca ve İstanbul hariç) 3.490.656 insan kaybedilmişti. Bu suretle Osmanlı
Devleti Birinci Dünya Savaşı’na 27.300.728 insanla girmişti.
Yabancı kaynaklar ise, Osmanh Devleiti’nin nüfusunu 20-22 milyon
arasmda göstermekte ve bu nüfusun % 41’nin Türk, % 2S’nin Arap,
% 5’nin Kürt olduğunu belirtmektedir. Bu sureltle nüfusun 15-16 milyo
nu İslâm ve geri kalanı Müslüman olmayanlardı.
— 29 —
1919 yılı Şulbatı’nda ise, îstanlbul Hükûıineıti’nin barış konferansına
hazırlık olmak üzere, 'büyük devletler temsilcilerine verdiği muhtırada,
Anadolu vilâyetlerinde kalan nüfusun % 78’i (9.291.346) Müslüman
Türkler ve Kürtler, % 9’u (1.014.612) Rum, % 5’i (542.572) Ermeni %
8’i Musevi ve çeşitli yabancı unsurlar olarak gösiterilmişti ki Anadolu
genel nüfusu 11.750.000 civarında bulunuyordu. Bu sırada genel nüfu
sun bir kısmı Auıadolu’nun kontrolü dışında kahyordu. işgal altında bu
lunan îstanburda 580.483 Türk’e karşılık 242.559 Rum ve Ermeni bu
lunmakta idi. Bunun toplamı 823.041 idi. îstanlbul’dan ayrı Doğu Trak
ya’da kalan 631.094 nüfus da Anadolu’nun kontrolü dışında idi.
Hükümetin resmî ifadesiyle az çok tarafsız sayılabilecek yabancı
kaynakların verdiği rakamlar arasında büyük bii' fark görülmemişti.
Bu sırada Anadolu’nun doğu vilâyetlerinde ve diğer vilâyetlerde, yarım
milyon Ermeni bulunmakta idi. Bunlar ise, çoğunlukla Rusya’dan Türk
lerle döğüsmek üzere Doğu Anadolu’ya gelip yerleşenlerle yerli bir kı
smı Ermenilerdi Bunların Türk ulusu için hiç bir faydaları yoktu. Ta
mamıyla düşmanlarla birleşmişlerdi. Ayrıca Karadeniz kıyılarıyla, Eige
denizi kıyılarında bulunan bir milyondan fazla Rum da. Yunanlılar ve
diğer yaJbancı devletlerle işbirliği halinde bulunuyorlardı. Bu suretle bir-
buçuk milyona yakın bulunan Rum ve Ermeniler, esas Türk nüfusundan
ayrı düşünülünce, istiklâl Savaşı’nın Türk nüfusu, 9.441.894 kadar ol
duğu anlaşılır. Bu duruma göre Osmanh Devleti, 1908 yılmdan 1920 palı
na kadar 12 yıl içinde 22.659.490 insanını kaybetmişti. Bununla beraber
denilebilir ki 1911-1912 Osmanh-îtalyan Savaşı’nın genel insan kayıpları
pek korkunç olmuştu. Bu savaşlarda uğranılan ihanetler bir yana, veri
len kayıplar, pek az milletin başına gelen bir felâketti.
— 30 —
hayet Çanakkale ve Karadeniz boğazlarının değeri, daka bariz bir şekil
de belirmişti Bu surötle Boğazlar, Osmanlı Avrupa’sının uzun yıllar Os
manlIlar elinde kalmasını sağlamıştı. Dolayısıyla Rumeli de, Anadolu’nun
ayrılmaz bir vatan parçası baline getirilmişti. Harekât alanları genişle
diğinden serbesti sağlanmış ve devletin dayanma imkânı ve gücü de ge
niş ölçüde artmıştı.
Boğazların elde bulundurulması zorunluğu da emniyet kuşağının Bal-
kanlar’dan gelecek bir harekâta karşı Tuna’da ve nihayet Balkan dağla
rında bulundurulmasını gerektirmişti. Bu suretle boğazlarla birlikte Ru
meli, Avrupa doğrultusunda yapılan genişlemelerin ve tutunabilmelerin
hem selbebi ve hem de egemenliğin hinlterlandı olmuştu. Bununla beraber
boğazlar, yalnız A^Tupa doğrultusunda hedef göstermekle kalmamış,
Karadeniz devleitlerinin de açık denizlere çıkmalarına, geniş istilâlar yap
malarına engel olmuş ve bu durum Anadolu’da doğu ve kuzey yönlerin
den gelecek tehlikeleri iç maneArralarla karşılayabilir bir strateji de ya
ratmıştı. Özellikle bu stratejik mihver, Anadolu ile Arap yarımadasım
korumuştu. Arap Yarımadasının da elde bulunması, Anadolu’ya güney
den gelecek bir istilâya karşı, emniyet sağlayan hinterland olmuştu.
'Akdeniz’i Kızıldeniz yoluyla Hint Okyanusu’na bağlayan Süveyş Ka
nalı, Babülmendep Boğazı ve Basra Körfezi’nin Hürmüz Boğazı İmpara
torluk güney emniyelt kuşağının dış sınırını oluşturmuş ve bölgeyi Uzak
Doğu’ya bağlamıştı. Akdeniz, bu sureitle güvenilir bir ulaştırma yolu ha
line gelmişti.
Tarih boyunca olduğu gibi, gerek Asya’dan Avrupa’ya ve gerek
Avrupa’dan Asya’ya doğru gelişen mücadelelerde, Anadolu yarımadası
da emin bir mihver olarak, başarılı hareketlerin başlıca etkeni ve geçidi
olmuştu. Özellikle Irak ve Arap Yarımadası’mn son zamanlarda petrol
kaynakları bakımından çok zengin olduğunun da öğrenilmesi, bölgenin
önemini bir kat daha aı^ttırmıştı. Bunun sonucudur ki, gelişen ve petrole
fazlasıyla ihtiyaç duyan milletlerin her türlü siyasî emellerinin Osmanlı
Devleti toprakları üzerinde toplanmasına da sebep olmuştu. îşte bu
önemli jeopolitik durum, milletler için bir hedef ve ihtiras kaynağı ol
muştur. Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan bu önemli bölge, dolayısıyla,
millî hedef, millî strateji, millî siyaset ve millî güç gibi konuların doğ
masını hazırlamış ve geliştirmişti. Bunların olumlu ve olumısuz bir şekil
de uygulanmaları oranında da başarılar ve başarısızlıklar görülmüştü.
İmparatorluğun bu durumu, asırlarca kanlı mücadeleleri kamçılamış
ve 'bölge, münferit ve toplu taarruzların başlıca hedefi olmuştu Devlet
yakın ve uzak yabancı devletlerle mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Devlet gücünün zayıflamasıyla birlikte, milletlerarası siyasî mücadele
— 31 —
lerde çıkar çaJtışmaîarı başlamıştı. Bu siyasî-askerî Ihltiras ve düşmanlık
lar ile O'Simanlı Devlöti’nin bu düşmanlıklar karşısındaki tepkileri hazin
durumlar yaratmıştı.
1908 Meşrutiyet devrimine kadar bu jeopolitik durumu muhafaza
eden Osmanlı Devleti, birçok ihtirasların toplandığı bir bölge olmaktan
kurtulamamıştı. Bununla beraber jeopolitik durumu dolayısıyla İmpara
torluğun yok edilerek parçalanması ve bölüşülmesini hedef tutan Birinci
Dünya Harbi’ni dört yıl gibi bir süre devam ettirebilmiş ve müttefikle
rinin de kısa zamanda yıkılmalarının önüne geçebilmişti. Ancak 1918 ye
nilgisini müteakip, Arap Yarımadası ile Suriye ve İrak e>lden çıkmış ve
boğazlar, İtilâf silâhlı kuvvetlerinin kontrolüne geçmişti. Bu önemli böl
genin elden çıkması sonucu olarak İtilâf DevJetleıı orduları Anadolu’ya
yayılma imkânı bulmuş ve özellikle Yunan ordularının İzmir’e çıkarıl
malarıyla İstiklâl Harbi, artık bir zorunluluk haline getmişti. Türk ana
vatanı Anadolu, aynen 1299’da kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk zaman
ları durumuna düşmüştü. Osmanlı Türklerini içinde bulundukları dar çev
relerinden İmparatorluğa doğru iten bu jeopolitik durum, Mustafa Ke
mal Atatürk’ü de kurduğu Türk Devleti’nin egemenliği ve bu egemenliğin
devamlılığı için İstanbul ile boğazlara doğru zorlamış ve bundan da hiç
bir özveride bulunulmamıştı.
— 32 —
lardı, Osmanlı Devleti’ni ıslâhata zorlamaları ve arkasından da alkışla
maları, taktikleri gereği idi. Onlar, Osmanlı Devleti’ni yavaş yavaş ikti
sadi ve malî yönden kendilerine tabii bir devlet kılmak istiyoı lardı. Böy
lece büyük hedefleri olan paylaşma gerçekleşecekti. Esasen idari, adlî,
İktisadî ve malî istiklâli zedeleyen kapitülasyonlar da, Osmanlı Devleti’ni
yarı sömürge haline getirmişti.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu İktisadî ve malî sıkıntı yaban
cı devletlerin irili ufaklı hemen hepsini harekete geçirmişti. Özellikle or
taya atılmış bulunan ve adına “Şark Meselesi” denilen davanın bir an
önce çözümlenmesini isteyen devletler, artık Abdülhamit’in siyasî ma
nevralarını ve tavizlerini yeter derecede doyurucu bulmuyorlardı. Her
yabancı devlet, kendi siyasî ve İktisadî çıkarlarına uygun olaraîk ve ser
bestçe Osmanlı Devleti’ne saldırmakta bir sakınca görmüyordu. Bundan
dolayı hiç bir siyasî antlaşma da bu duruma bir çözüm getiremiyordu.
Örneğin Paris (30 Mart 1856) ve Londra (13 Mart 1871) antlaşmaları,
Osmanlı haklarına ve varlığına saygı göstermek için yeterli sayılamaz
dı. [33] '
Osmanlı Devleti’nin malî güçsüzlüğü arttıkça tehlikeler de aratmaya
ve saldırılara karşı memleketi savunma imkân] an zorlaşmaya başlamıştı.
Devlet, İkinci Meşrutiyet’in ilâm tarihine gelinceye kadar çığ gibi büyü
yen İktisadî ve malî sıkıntılar içinde boğulmuş, elindeki topu ve» tüfeğine
rağmen yok olacak duruma gelmişti.
[33] İsmail Hakkı Yeniay; Yeni Osmanh Borçlan Tarihi, İstanbul, 1964, s. 19-101.
Ahmet Bedevi Kuran; İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakki, İstanbul, 1948,
s. 35-37. Ahmet Bedevi Kuran; Osmanh İmparatorluğıı’nda İnkılâp Hareketleri
ve Millî Mücadele, İstanbul, 1959, s. 88.
— 33 —
manii Devleti ise, bu devletleri taîkip edememiştir. Osmanlı Dovleti’nin
bu duruma düşmesinde etken olan nedenlerin biri, birka)Ç asırdan beri
süregelen olaylar, İkincisi de* Abdülhamit’in şahsına ait sebeplerdi, özet
olarak denebilir ki Osmanlı Devleti’nin varlığı yalnız padişahlara bağ
lanmış durumda idi. Abdülhamit her yenilikten ürkmüş, uyanık ve mü
teşebbis kimselerden korkmuş, îstaribul’u aydınlatan elektriği bile, bir
suikast olur kaygısıyla Yıldız Sarayı’na sokmamıştı.
'Kajpitülâsyonların ağırlığı devleti kımıldayamaz hale getirmişti. Os
manlI Hükümetleri, meşrutiyetin ilânı sonrasında bile, memlekete giren
eşyadan değerlerinin ancak % Il’i oranında gümrük alabilmişti. Gümrük
ler himaye edilmemiş ve bu yüzdon memleket sadece fakir bir tarım ül
kesi olarak kalmıştı. Buna karşılık yabancılar, Osmanlı gümrük vergile
rinin hemen hepsinden affedilmişlerdi.
c. Malî Durum
İkinci Meşrutiye’te devletin malî durumu boziık idi. Devletin içinde
bulunduğu iktisaxiî sıkıntının düzeltilebilmesi için, malî imkânların sağ
lanmasına ihtiyaç vıardı. Halbuki meşrutiyet idarecileri bütün iyi niyet
ve çabalara rağmen, İktisadî ve malî buhranları düzeltebilecek kudreti
gösterememişlerdi. İmparatorluğun bütün gelir kaynakları, “Duyun-u
Umumiye” denilen Genel Borçlar İdaresi’nin elinde bulunuyordu. Osman
lI Devloti’nin başkentinde kurulan bu malî kale, bir işgal ordusundan da
ha tehlikeli manzara arzediyordu. Kırım seferinden başlayan ve Abdül
hamit’in saltanat devresine de sirayet ederek devam eden dış ve iç borç
lanmaların genel toplamı 318 625 425 altın lira olmuştu. Devletin elinde
bulunan kaynaklar, alınan borçların faizlerini bile ödeyememekte idi. Bu
sebeple Abdülhamit idaresinin son yülarına kadar İktisadî bir kalkınma
yapılamamış ve çok zaman silâhlı kuvv'etler dahi beslenememişti. Subay
maaşları ancak üç-dört ayda veya padişahın doğum ve cülûs günlerinde bi
rer ihsan olarak verilen nesne olmuştu. Galata sarrafiarına maaşlarını kır
dıran subay ve memurların ellerine geçen paralar da işe yaramamakta idi.
Devletten maaş alanlar da sarrafların birer sömürgesi halinde bulunu
yorlardı. [34]
5. Genel Sosyal Dunun
Osmanh Devleti’ni oluşturan Grekler, Slavlar, Ermeniler, Yahudiler,
Araplar, Çerkesler, Kürtler ve diğer bir takım unsurlar Türklerin kont
rol ve idaresinde yaşıyorlardı. Bunlar, Türkler kadar hak ve imtiyazlara
sahip bulunuyorlardı. Ancak Türklerin fazlaca hoşgörülü siyasetlerinden
dolayı, her ırk veya ırk bölümü, kendi dil, din ve geleneklerini fazlasıyla
— 34
muhafaza ediyorlardı. Bu yüzden devlette bir dil, din ve kültür birliği
yoktu ve sağlanamamıştı. İslâmlık, Hristiyanlık ve Musevilik İmpara
torluğun belli başlı inançları idi. Duruma birçok mezhepler hakim oldu
ğundan, bu üç inanç toplulukları içinde de kronik anlaşmazlıklar vardı.
Islâmlar, Sünnî, Şiî gibi kısımlara, diğer dinlerin mensuplan da kendi
aralarında çeşitli mezheplere ayrümışlardı. Özellikle Müslümanlar ara
sındaki Sünnî ve Şiî çatışmaları büyük zararlara neden olmakta, bu hâl
ise, sosyal bünyede* derin yaralar açmakta idi.
Hristiyanlar da, genel olarak Katolik, Ortodoks ve Protestan; Mu-
seviler ise Hamiler, Talmutçular ve Karainiler olarak farklı mezheplere
ayrılıyordu.
Bu topluluklar içinde* İslâmlar çoğunlukta oldukları gibi, özellikle
Türkler, Sünnî olarak en büyük kısmı teşkil ediyorlardı. Devletin ve* Is-
lâmm tek dayanağı da Türklerdi. Bu bakımdan devletin teşkilâtı, İslâmî
temellere dayandığı için, devlet kamuoıyunda İslâm ana unsuru teşkil et
mekte* idi. [35] Bımunla beraber devletin büyük topluluğunu teşkü eden
İslâm milletlerinde tam bir birlik yoktu. Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez
gibi ırklar, kendi hesaplarına çalışan ve ancak kendi kendilerini geliştir
meye uğraşan topluluklar halinde bulunuyorlardı. Bunların içinde, en seht
milliyetçil&r Araplardı. Devletin kuvvetli bulunduğu zamanlarda, en itaatli
tebaa görünmeyi ihmal etmeyen azınlıklar, devletin zayıf zamanlarında
en azgın unsurlar olmuşlardı. Devletin yapısına zarar veren tehlikeli
ideallerden başka ,en büyüli tehlike* de bizzat Türk sosyal hayatının bo
zulan ve dağılan görüş ve anlayışından da doğmakta idi.
Meşrutiyet ilân edilmeden önce, yalnız eskimiş bir anayasayı getirip
uygulanmasını istemekten başka bir amaç gütmeyen ve* bundan sonrası
için de programlan olmayan bazı devrimciler, karşüarmda duran Türk
sosyal hayat yapısının temellerindeki tehlikeleri ya görmemişler veya gör
mek isteme-mişlerdi. Çünkü bunu onlara duj^urmak için seslenen Kolağası
Mustafa Kemal’i kendilerine rakip görerek duymazlıktan gelmişlerdi. [36]
Mustafa Kemal’den ajm düşünenler, yalnız Meşrutiyet’in ilân edilmesiyle
her zorluğun çözümk*neceğini ve her tülü düzensizliklerin kaldırılabile
ceğini sanmışlardı. Halbuki Meşrutiyet ve onun geleceğini tehdit eden
önemli bazı sosyal sorunlar, basit görüş ve önerilerle çözümlenemez du
rumda idi. kliUet sosyal hayatının be*lirlenmiş ve programlanmış ve he
deflerinin karar altına aiınmış olması gerekti. Anesk böyle bir programı
yapacak ve gerçekleştirecek kudrette bir lider yoktu. Hiç kimse kendin-
— 35 —
de böyle bir kudreti g^örmodiğinden, lider olmak için kendini ileri süre-
miyordu. Hatta böyle bir liderin çıkmasını dahi istemiyorlardı. İttihat ve
Terakki genel merkezinin bütün üyeleri birer lider olarak birbirlerini al
kışlıyorlardı. Hiç biri kendilerini uyaran Kolağası Mus,tafa Kemal çapın
da değildi.
Bunlar, halk kitlelerini de peşlerinde sürüklemekte idi. Geniş halk
tabakalarını peşlerinde sürükleyen diğer bir zümre de memleketi sömüren
zorbalardı. Bu kişiler köylerdeki ağalar ve şehirlerdeki zengin ileri ge
lenlerdi. Köydeki ağanın ve şehirdeki eşrafın tek düşüncesi, sahip olduğu
bol toprakları elinde tutabilmek, bu topraklar üzerinde saltanatlarını de
vam ettirebümekti. Ağalar ve eşraf ilân olunan hürriyeti, kendilerine tabi
bulunan bir sürü insanı diledikleri gibi kullanmak anlamında yorumla
mışlardı. Ellerindeki bol ve zengin toprakları ve sayısız altınları kaybet
memek amacmda olan sömürücüler, çıkarlarına dckunmak eğilimi gös
teren meşrutiyet rejimini, kötü olarak değerlendirilmiş ve çıkar bakımın
dan ulema ile birleşmişlerdi. Onlara bu servetlerin bağışlanmasına etken
olan hükümdar, ne şekilde bir rejim uygularsa uygulasın, o hükümdar,
en iyi idi. Onlara göre, memleketin ve milletin refahının, onlarınkinden
daha ileri olmaması lazımdı. Bütün nüfuz ve servetlerinin kaybolduğu
gün yok olacaklarını düşünerek, irtica ve zulüm idareleriyle birleşmekte
bir sakınca görmüyorlardı. İlerlemelere yeniliklere ve demokrasi idare
lerine düşman kesildikleri gibi, kendi aralarında, çıkar kavgaları eksik
değildi. Bu nedenle de millet birlik ve beraberliği ile birleşik bir sosyal
yaşam düzeni sağlanamamıştı. Devletin, milletin ve dinin varlığı ve de
vamlılığını, kendi varlıklarının devamında arıyorlardı. Bunların her dü
şünce ve hareketlerinde bir çıkar olduğu gibi, itaatli veya itaatsiz görün
meleri, bir menfaate dayanmakta idi. Bol servetlore sahip oldukları için,
fakir halk, bunlara padişaha itaat eder gibi bağlı idi. Köylü bunlar saye
sinde karnını doyurabiliyordu. Bu sebeple köydeki veya şehirdeki eşraf
ya da ağa ne düşünüyor ve ne tarafa sempati gösteriyorsa o yöre halkı
da aynı düşünce ve sempatiyi taşır görünüyordu.
— 36 —
dız’a çekilen telgraflar sonuç vermiş, Me^şrutiyet yeniden ilân edilmişti.
Anayasa tekrar yürürlüğe girmişti. [37] Fakat bütün sevinçlere ve çe
şitli mUletlerin birbirleriyle kucakliaşmalanna, bağlılık gösterilerine rağ
men, beslenen ümitlerin yavaş yavaş kaybolduğu görülmeye başlamıştı.
Afların ilânından sonra, İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde bulunan ve
her türlü siyasî amaçlar peşinde koşan komitacılar, eşkiyalar şehirlere
inerek halkın arasına katılmışlardı. Basın, her türlü sansürden uzak, di
lediğini yazmaya başladığından zararlı propagandalar, yaygaralar ve is
tekler, memlekette geniş ölçüde etkiler yaratmış ve karışıklığı artırmıştı.
Hristiyan unsurlar, meşrutiyet idaresini kendi çıkınlarına göre yorum
luyorlardı. Bulgarlar, özellikle Müslüman-Hristiyan eşitliği sayesinde ge
rek kültür ve gerek İktisadî bakımdan ilerleyeceklerini ve< bu durumun
sağlayacağı gelişme ile Makedonya’da aradıkları muhtariyeti bulacakla
rını düşünüyorlardı. [38] Bu düşüncede bulunan Bulgarlardan başka,
Rum ve Ermeniler de, kültür vo İktisadî görüş ve bügilerinin üstün ol-
masmdan kuvvet alarak özellikle ileride yapılacak mebus seçimlerinde
beceriklilik göstermeyi ve devlet idaresinde büyük mevkiler elde etmeyi
düşünüyorlardı. Nihayet bunlar da, Ege’de Karadeniz kıyılarında ve Ana
dolu’nun doğu ve güneydoğu kesimlerinde Özerk devletler kurmayı ta
sarlıyorlardı. Arap ve Arnavutlarla beraber, bütün azınlıkların tek bir
leşik düşünceleri Osmanlı Devleti’nden ayrılmak ve devleti parçalamaktı.
Ayrıca, istibdat idaresinden çıkarları dolayısıyla hcşlananlar, çıkarlarını
kaybedince, sızl^anmaya ve homurdanmaya başlamışlardı. Bunlar şeriat
elden gidiyor” parolası ile harekete geçmişlerdi. Bu bahane ile, meşru
tiyet devrinin ilk hareketi Eylül 1908’de Trablusgarp’te ve Güney Ana
dolu’da başgöstermişti. Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk), Trablus
garp’te görülen geçici hareketleri önlemeye ve yatıştırmaya memur edil
mişti. Gerek bu olay ve gerekse Millî Aşiret Reisi İbrahim Paşa’nm (Bu
paşalık rütbesi bir askerî rütbe olmayıp, çoğunlukla kabineye giren ba
kanlara ve üeri golen kim.selere ve hatta kabile reisi ve eşkiyalara veri
len bir padişah paşalığı idi), ayaklanması hemen bastırılmıştı.
5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafmdan
topraklarına katıldığının ilân olunması ve aynı tarihte Bulgar Prensliği’
nin bağımsızlığını ilân etmesi, Girit’m de Yunanistan’a katıldığının du
yulması, memlekette büyük heyecanların vo kanşıklıkların değmasma ne
den olmuştu. [39] Halk bu üç devlete ateş püskürmeye başlamıştı. 7 Ekim
— 37 —
1908’de bir taraftan Avusturya malı fese karşı boykotlar yapılırken, di
ğer taraftan da ülke içinde çeşitli olaylar meydana gelmekte idi. Hemen
herkes hürriyeti kendine göre anlamaya ve buna bir anlam vermeye ça
lışıyordu. Kanun ve nizamlara itaat etmek zorunda bulunulduğunun ve
hürriyetin bir sınırı bulunduğunu söyleyenler, derhal hain damgasıyla
damgalanıyordu. “Hürriyet devrinde vergi verilir mi?” diyerek birçok
vilâyetler vergi vermekten kaçınmaya başlamıştı. 22 Temmuz 1908’den
beri sadrazam bulunan Sait Paşa istifa etmiş vo 5 Ağustos 1908’de Kâ
mil Paşa, sadrazam olmuştu. [40] Padişah II. Abdülhamit, Sait Paşa’nın
ayrılmasıyla kabineye girecek Harbiye ve Bahriye Nazırlarının bizzat
kendisi tarafından seçilmesini istiyordu. Padişah da bu şekilde süâhlı
kuvvetleri elinde tutmak ve isteğine göre kullanmak istiyordu. Yeni Sad
razam Kâmil Paşa ise. Anayasa, “Padişah Başkomutandır” diyorsa da
Harbiye ve BaJhriye Nazırlarını padişah ta3Ün eder veya azl eder diye bir
açıklama yoktur. Kanunu yapan ve gereğinde onu yorumlayaJbilecek olan
meclistir. Bu madde meclisin yorumlanmasından geçinceye kadar bir şey
yapılamaz” diyordu. Kâmil Paşa Harbiye ve Bahri^^^e Nazırlarının şim
dilik sorumlu bulunan sadrazam (Hükümet Başkanı = Başbakan) tara
fından atanmalarının gerektiğini padişaha arz etmiş ve atamalarmı 3’ap-
mıştı. [41] Kâmil Paşa’nın bu hareketi özellikle ittihat ve Terakki tara
fından da desteklenmişti. Kâmil Paşa, diğer taraftan özeliikle istibdat
devrinin iltimaslı birçok devlet memurlarını işlerinden çekmeye başlamış
tı. Bunlar, çok kere bir işe yaramayan ve batta ancak maaştan maaşa
daire»lerine uğrayan imtiyazlılardı. Silâhlı kuvvetlerde ise, hanedan ve
padişah yakını birçok paşa (general) ve amiral çocukları, daha küçük
yaşlarda yüksek askerî rütbelerde bulunuyorlardı. Sadrazam Kâmil Pa
şa, bu durumun düzeltUmesini ele almıştı.
Bu sırada (17 Eylül 1908) Prens Sabahattin “Adem-i Merkeziyet”
propagandalarına başlamıştı. [42] klizan Gazetesi sahibi Murat Bey, dinî
duyguları ayaklandınnaya ve heyecanlı yazılar yazmaya başlamıştı. Bu
gazete yazılarında özellikle okul programlarırdan din derslerinin kaldı-
nlacağını, Hristiyanlardan asker alınması halinde, kışlalarda ve askerî
okullarda kUiseder kurulacağını belirtiyordu. Bu iç düzensizlikler sıra
sında bir de önemli olan seçim davası vardı. Kâmil Paşa, memlekette
— 38 —
başlayan ve kamçılanan taassubu ezmek istemekle berab&r, mebus seçimi
işlerini de tam bir tarafsızlık içinde yürütmek amacındaydı. Bu sırada
(Kasım - Aralık 1908) şiddetli seçim mücadeleleri başlamıştı. İttihat ve
Terakki’nin karşısında dikilen Türk muhalifleri bir yana, ©n tehlikeli mu
halefet Türk olmayan unsurlardan gelmeye başlamıştı. Bunlar dıştan al
dıkları talimatlara göre hareket ediyorlardı. Rumlar, Atina’ya dayanı
yorlar, Yunan Hükümeti, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bu zayıf
ve karışık durumdan yararlanarak Osmanlı ülkesinde yaşayan Rumların
6,5 milyon olduklarını iddia ediyordu. Bu suretle Osmanlı Meclisi’ne gi
recek milletvekillerinin sayısı için, bunun esas alınması gerektiğini ileri
sürüyordu. Hatta Rumca’nın da Türkçe üe resmî dil olmasını istiyorlardı.
Bu amaçla 22 Kasım 1908’de 15 000 - 20 000 kadar îstanbul Rumu, Bey-
oğlu’nda bir gösteri yapmıştı. Gösterilerin Türk muhalifler tarafından
tertiplendiği yayılmışsa da, bunun gerçek kışkırtıcıları Yunanlılar ve
özellikle Yunan İçişleri Bakanlığı’na alet olan patrikhane idi. Yunanis
tan Hükümeti, patrikhane vasıtasıyla Osmanlı Meclisi’nin seçim işlerine
karışmıştı.
Seçim mücadeleleri devam ederken, bu arada Abdülhamit’in ünlü
hafiyelerinden İsmail Tahir Paşa öldürülmüş, Fehim Paşa da, Yenişehir
(Bursa)’da linç edilmişti.
Yunanlılar, seçim mücadelelerine o derece karışmışlardı ki, Kasım
1908’de, Yunan Başbakanı Rallis, Rumeli’de bir geziye çıkarak, bazı yer
lerde Rum metropolitleri ile görüşmüş vo Osmanlı devlet memurlarının
önünde, dinî bölgelerin yakında bir Yunan vUâyeti olması düeğini belir
terek teşviklerde bulunmuştu. [43] Yunanlılar yalnız Rumları kışkırt
makla yetinmemişler, daha sonra Arnavut İsmail Kemal Bey’e para ve
rerek, Arnavutluk’ta propaganda yapmasını ve seçimde Arnavutların da
çoğunluk sağlamasını istemişlerdi. Bütün bunlar, Osmanlı Meclisi’ni bir
azınlıklar meclisi haline getirmek ve devletin kontrolünü ellerinde tut
mak istedikleri içindi.
Seçim mücadeleleri sırasında silâhlı kuvv^etlerin durumu ise büsbü
tün başka bir hava içinde bulunuyordu. Bir defa, dinî kendilerine alet
edenler, sUâhlı kuvvetlerde özellikle cahil erleri ve alaylı subayları kış
kırtmaya çalışıyorlardı. Ayrıca yıllardan beri muvazzaf hizmet sürelerini
tamamlamış bulunan erlerin terhis edilmemelerini propagandaları için
bir araç olarak kullanıyorlardı. Bu suretle rejimi tehlikeye sokmak için
ne yapmak gerekiyorsa yapıyorlardı.
— 39 —
Bu tehlike karşısında, İttihat ve Terakki ve buna mensup subaylar,
rejimin bekçiliğini ve korunmasını yapmak üzere, inkılâba sadık dört
avcı taburunu Selânik’ten İstanbul’a getirmek ihtiyacını duymuşlardı.
Bunlar Taşkışla’ya yerleştirilmişlerdi. Bu taburlar aynı zamanda yapıla
cak seçimlerde bir emniyet unsuru da olacaklardı. Ordu bu sıralarda si
yasete iyice girmişti. Ordunun siyasete karışmaması fikrini savunanla
rın başında bulunan Kolağası Mustafa Kemal ve arkadaşlarmı dinleyen
yoktu. Siyasî akımlar dolayısıyla askerlerin itaati da bozulmuştu. Nitekim
Ekim 1908 sonlarında henüz askerlik hizmetlerini tamamlamamış 87 er,
gönderilmek istenilen Hicaz’a gitmeyi reddetmişlerdi. Taşkışla’da bulu
nan bu erler, emre karşı gelerek silâhlarına sarılıp kendilerini zorla gön
dermek isteyenlere karşı ateş açmışlar, ancak kısa zamanda yok edilmiş
lerdi. Bu esnada alaylı subayların da ordudan çıkarılacakları sözleri üze
rine, bunlar da aralarında toplantılara başlamışlardı. Kendilerine ön ayak
olan 1 nci Süvari Tümeni Komutanı Tuğgeneral Refik yakalanmış ve
altı ay hapse mahkûm edilmişti. Aralık 190S’de Köprülü’de erler tiyat
roya girmek istemişlerdi. Erlerin tiyatroya girmeleri yasak olduğundan
men edilmişti. Buna kızan erler, tiyatroyu basarak birçok tahripler yap
mışlardı. Erler, “Madem ki bize yasaktır, subaylara da yasak olmalıdır”
diyerek subayları da tiyatroya sokmak istememişlerdi. Her ne kadar bu
olaylar basit gibi görünürlerse de içinde bulunulan durumda önemli işa
retlerdi. İşte, memleketin bu karışık durumunda mebusların seçimleri ya
pılmış ve meclis, 17 Aralık 1908’de Ayasofya'daki adliye binasında açıl
mıştı.
Meclis’in karakteri hazindi. 275 olarak sayılan mebuslarm 142’sinin
Türk ve 133’nün başka milletlerden olduğu görülmüştü. Bu sonuca göre,
yalnız Hristiyan mebuslarından 23’ünün Rum ve 12’sinin Ermeni olarak
görülmesi, hem hile hem de bütün bu unsurların seçime canla başla ve
son oylarma kadar katılmış bulunmalarının sonucuydu. Gerçekte ne bu
milletvekilleri sayısı meşru idi; ne de İmparatorluktaki nüfus miktarları
ile orantılı idi. Azınlıklar genel Türk nüfusu karşısında çok düşük bir
derecede idi. Bulgar, Sırp, Romen ve Musevi milletvekilleri ile beraiber
Arnavut ve Arap milletvekilleri, meclisi bir anarşi topluluğu haliae ge
tirmişlerdi. Türklerden İttihat ve Terakki’ye muhalif olanlar da ayn bir
hava içinde bulunuyorlardı. Bunlar Osmanlı Devleti’nde yaşayan ihanet
lerle dolu milletlerden karma bir Osmanlı Devleti ve Hükümeti hurma
tezini savunuyorlardı. Bu durum karşısında Türk olmayan milletvekilleri
de onları destekleyerek amaçlarına varma çabasmdaydılar. Bundar. endi
şe duyan askerler işlere karışmaya giriştiklerinden İttihat ve Terakki ile
Kâmil Paşa’nm arası da laçılıyordu. Bu nedenle de İttihat ve Terakki ken
disine baş eğecek bir sadrazam aramaya koyulmuştu.
— 40 —
Esasen dış ve iç buhranlara bir çare bulamayan Sadrazam Kâmil
Paşa’nın durumu da iyice sarsılmıştı. Bu arada Bahriye Nazırı Arif Hik
met Paşa, bir vapurun batması yüzünden Meclis’te sıkıştırılmış ve üzü
lerek 31 Ocak 1909’da istifa etmişti. Yerine ve«kU olarak Hüsnü Paşa ge
tirilmişti. Hafbiye Nazırı bulunan Ali Rıza Paşa da, ordunun içinde bu
lunduğu disiplinsizlikten üzgün olduğundan ve bunun düzeltilmesi için
Kâmil Paşa üe anlaşmaya varamadığmdan 10 Şubat 1909’da görevinden
alınmıştı. Ali Rıza Paşa, Mısır’a fevkalâde komiser olarak atanmıştı. Bu
tarihte Haribiye Nazırlığı’na 2 nci Ordu (Edirne) Komutanı Nazım Paşa
atanmıştı. Hanbiyo ve Bahriye Nazırlarının sadrazam tarafından atan
maları, bu defa, meclisi ile sadrazamın arasını açmjştı. Abdülhamit, Ali
Rıza Paşa’nın uzaklaştınlmasmdan memnundu. Fakat Nazım Paşa’mn
hürriyetçi olduğu düşünüldüğünden bu atanma padişaha hoş görünme
mişti. İttihat ve Terakki ise, subayların siyasî hayattan ve faaliyetlerden
çektirilmeleri teşebbüslerinin comiyete zarar vereceğini ve dolayısıyla or
dunun desteğinden yoksun kalacağını ve bu sebeple de irticanm kuvvet
leneceğini hesap ediyordu. Bu sıralarda Yanya’da “Etniki Eterya” çe
telerinin faaliyetleri dikkati çekmeye başlamıştı. Buradaiki çetelerin faa
liyetlerini yok etmek için kuvvet gönderilmesinin istenmesi, orduyu zaafa
uğratacağı korkusuyla tereddüt ediliyordu. Bu tereddüdü kaldırmak ama
cıyla Sadrazam Kâmil Paşa, 8 Şubat 1909’da Harbiye Nezareti’ne yaz
dığı bir tezkere üe “Etniki Eterya” faaliyetlorini bastırmak için 3 ncü
Ordu’dan (Selânik) kuvvet gönderümesinden korkuluyorsa da esasen
3 ncü Ordu’nun kuruluşunda bulunan ve İstanbul’a getirümiş olan avcı
taburlarının gönderilebileceğini bildirmişti. Bu tezkere, İttihat ve Terakki
ile subaylarm korkularını artırmıştı. İttihat ve Terakki’nin dayandığı bu
kuvvetin İstanbul’dan uzaklaştırılması suretiyle rejimin tehlikeye soku
lacağı kanısını kuvvetlendirmişti. Gerek bu setoop ve gerekse diğer se
bepler Kâmil Paşa’ya olan güveni azaltmıştı. Meclis, 11 Şubat 1909’da
yaptığı bir toplantıda. Kâmil Paşa’nm 13 Şubatta meclise gelerek açık
lamada bulunmasını istemişti. 12 Şubat 1909’da ise, Dalıiliye Nazırı Hü
seyin Hilmi, Adliye Nazırı Refik vo Şûray-ı Devlet Reisi Haşan Fehmi
Paşalar Harbiye ve Bahriye Nazırlarının değiştirilmesinin kendilerine ön
ceden haber verilmemesini protesto ederek istifa etmişlerdi. Bu arada
İstanbul’da bulunan harp gemilerinin komutanları, Harbiye ve Bahriye
Nazırlarının değiştirilmesini protesto etmişler ve bunun meşrutiyete dar
be olduğunu, donanmanın meşrutiyete yemin ettiğini, bu sebeple galeyan
da bulunduklarını hükümete büdirerek tehditlerde bulunmuşlardı.
13 Şubat 1909 günü mecliste büyük bir heyecan hüküm sürmekte
idi. Bazı subaylar, meclis koridorlarında dolaşmakta ve Kara Kuvvet-
leri’nden de tehditler gelmekte idi. Fakat sadrazam, önemli işleri oldu
— 41 —
ğnnu bahane ederek meclise gelmek istememiş ve açıklamanm ertelenme
sini talep etmişti. Meclis ordu ve donanmanın ayaklanacağı korkusuyla
sadrazamın derhal meclise geimesini istemiş ve zorlamıştı. Fakat sad
razam gelmeyince, Hüseyin Cahit Bey tarafından verilen ve hükümet
başkanına güvenmediği konusundaki takrir oya konmuş ve çoğunlukla
aleyhte oy kullanılmıştı (198 aleyhte ve 8 lehte oy). Bunun üzerine Kâ
mil Paşa, 13 Şubat 1909’da istifa etmişti. 13/14 Şubat 1909’da hüküme
tin kurulması görevi Hüseyin Hilmi Paşa’ya veriimişti. Hüseyin Hilmi
Paşa, memleketin içinde bulunduğu buhranları çözümleyebilmek için ön
ce, pürüzlü dış sorunları elo almış, özellikle bunların en önemlilerinden
olan Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Girit işleriyle uğraşmaya koyulmuştu.
Fakat yeni Sadrazam ve Hariciye Nazırı Noradonkiyan Efendi, 26 Şu
bat 1909’da Bosna-Hersek’in Avusturya-Maoaristan tarafından yapılan
ilhakmı tanımışlar ve buna karşılık Avusturya-Macaristan Hükümeti de,
Yenipazar sancağı üzerinde Berlin Antlaşması’yla kendisine verilmiş bu
lunan hakkından vazgeçmişti. [44] Ayrıca Avustui'yahlarla Avrupa genel
hukukuna uygun bir ticaret anlaşmjası da yapılmıştı. Avusturya-Maca
ristan, Bosna-Kersek’teki gayri menkullerin karşılığı olarak, Osmanlı Hü-
kûmeti’ne 2,5 milyon altın liralık bir para vermeyi de taahhüt etmişti.
Hükümet, Bulgaristan’daki haklarmdan vazge-çmek için 140 müyon
frank verilmesi halinde, anlaşmaya vararak Bulgaristan’ın istiklâlini ta
nıyacağını bildirmişti. Bulgaristan ancak 80 milyon frank vereibileceğini
büdirdiğinden görüşmeler zor bir duruma girm.işti. Bu sebeple Bulgaris
tan askerî tedbirler almiaya bile başlamıştı. Ancak Rusya’nın işe karış
ması ile görüşmelere bir çözüm yolu bulunmuştu. Rusya, aradaki 60 mil
yonluk farkı kendisi kabul etmişti. Bu fark, OsmanlIların Rusya’ya ver
mekte olduğu 1877-1878 seferinin savaş tazminatından mahsup edilmişti.
Girit sorunu ise bir sonuca bağlanamam:ş ve iç buhranları artıran
nedenlerden biri olmaya başlamıştı. Memleketin her tarafında Girit için
gösteriler yayılmakta idi. Hükümetin Bcsna-Hersek’in Avusturya-Maca
ristan tarafından ilhakını ve Bulgaristan’ın istiklâlini de kabul etmesi,
halk tarafından protesto edilmeye başlamıştı. Hükümet, “Bosna-Hersek
esasen onu ilhak eden Avusturya-Macaristan’ın elinde idi. Geı-çekte yapı
lan şey, bir ad değiştirmekten ibarettir” diyordu. Bulgaristan için de
“Esasen prenslik, çoktan beri bağımsız bir duruma gelmiş ve vergi ver
memekte idi. Hatta Abdülhamit, herhangi bir bağımsız devletle yapabi
leceği ittifak antlaşmaları gibi bir antlaşmayı Bulgaristan’la müzakere
büe etmiştir. Aradaki gerçek ve fiilî bağ. Doğu Rumeli Eyaleti’nin dü-
2sensiz bir şekilde vermekte olduğu bir vergiden ibaretti” deniyordu. Bu
— 42 —
suretle de halkın heyecanı yatıştırılmak isteniyordu. Gerçekte hükümet
de bu çözüm şeklinden memnun değildi. Fakat Abdülhamit’in istediği
silâhlı bir müdahaleye yanaşmamak ve memleketi bir savaşa sürükleme.-
mek için, bunu kabul etmek zorunluluğunda kalmnştı. Eğer Abdülhamit’in
istediği gibi silâhlı bir müdahale olsaydı, meşrutiyet rejimi tehlikeye gi
recek ve böylece padişah tekrar memleketi kontrolü altma alacaktı. Ni
tekim 1877-1878 seferinden sonra, meydana gelen yenilgiyi bahane ede
rek bu konuda baş sorumluların araştırılmasını istemişti. Bu sorunda
kendisinin baş sorumlu olacağını sezmesi üzerine de, bunu meclis or-taya
çıkarmadan meclisi kapatmıştı. Bu defa da, Bulgaristan veya diğer Bal
kan Devletleri’yle başlayacak bir savaşın kötü sonuçlarından sonra so
rumlu arayacak, gene kabahati millete yükleyerek meclisi kapatacaktı.
Bu sıralarda Kanûn-i Esâsî (Anayasa) gereğince meclisin dört aylık
toplantı süresi bitmiş olduğundan, bir süre fermanla uzatılmıştı. Bu sı
rada Yıldız Sarayı’nda muihafız olarak bulunan fesli Zuhaf (Arnavut)
askerlerinin bir kısmı değiştirilerek yerlorine Anadolu askerleri konmak
istenmişti. Arnavutlar, Anadolu’nun Türk evlatlarını istemediklerinden
büyük bir olay patlak vermişti. 1 nci Ordu Müfettişi Mahmut Muhtar
Paşa’yı (Ahmet Muhtar Paşa’mn oğlu) sinirlendiren bu olay, Taşkışla’da
bulundurulan avcı taburlarıyla bastırılmak istenmişti. Padişahın ve do
layısıyla Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın işo karışmalarıyla bir felâket
önlenmişti. Arnavılt muhafızları, 29 Mart 1909 günü, yani 31 Mart ola-
ymdan (13 Nisan 1909) 16 gün önce Taşkışla’ya aldırılmışlardı. Daha
sonra, bu Arnavut taburları 6 Nisan 1909’da saray muhafızı ve Abdül
hamit’in baş adamı Tâhir Paşa’nm komutasında olarak Selânik’e gönde
rilmişlerdi, Bu arada saray mulıafızlarmdan sarıklı Arap askerleri de
Suriye’ye gönderilmek üzere vapurlara bindirilmişlerdi. Bu günlerde ise
bir kısım askerler, eğitimin çokluğundan, namaz kılmaya ve hamama
gitmeye vakit bulamadıklarmdan, padişaha şikâyette bulunmuşlardı. Pa
dişah, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nm dikkatini çekmiş ve bu gibi olay
lara meydan verilmemesini istemişti. Gerçekte, böyle bir şeyin aslı yoktu.
Bunun bir tertip olması olası idi.
Olağanüstü bir hava esmekte idi. Padişahın, askerlerin kendisi ta
rafından korunduklarını propaganda ettirmek suretiyle, onları elde et-
me*k istediği anlıaşıhyordu. Nitekim, 13 Nisan 1909’da patlak veren 31
Mart harekotinden sonra, 16 Nisan 1909 günü yapılan cuma selâmlığının
akşamı, bazı askerler saray önüne gelerek, yemek yemediklerini ve aç
olduklarını bildirmişlerdi. Bunlara derhal etli pilav verilmiş ve padişahın
selâmlarıyla dağıtılmıştı. Ancak ertesi haftanın cuma selâmlığı (23 Nisan
1909) Hareket Ordusu’nun İstanbura girmek üzere bulunmasından do
layı sönük (geçmiş ve durum padişahın aleyhine dönmeye başlamıştı. Ha
— 43 —
reket Ordusu’nun İstanbul üzerine yürümesi karşısında ise, saray etra
fında bulunan 2 nci Tümen de savunma hazırlıklarında bulunuyordu. 31
Mart ayaklanması üzerine padişah, Sadrazam Hüsf3yin Hilmi Paşa’yı az
letmiş ve yerine Tevfik Paşa’yı getirmişti. Bu arada Harbiye Nazırı Rıza
Paşa’nın yerine de. Gazi Ethem Paşa’yı bizzat se^’erek görevlendirmişti.
Ancak olay, Harekot Ordusu tarafından bastırılmış ve ayaklanmaya bü
yük bir cesaret verdiren Aibdülhamit tahttan indirilmişti. 27 Nisan 1909
günü tahttan indirilen Abdülhamit’in yerine Veliaht Mehmet Reşat Efen
di, V. Mehmet Reşat adıyla padişah yapılmış ve Abdülhamit Selânik’e
gönderilmişti. Bundan sonra, sadrazamlığa 5 Ma3us 1909’da tekrar Hü
seyin Hilmi Paşa getirilmiş ve Hareket Ordusu Komutanı Mahmuit Paşa
da 1 nci, 2 nci ve 3 ncü Orduların Genel Müfettişliği’ni üzerine almış
tı. [45]
Bu olay yeni bir İttihat ve Terakki egemenliği dönemini değil de,
perde arkasında Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu meşrutiyeti ve de
mokratik bir rejimin üstünlüğünü getirmişti. Mahmut Şevket Paşa, İs
tanbul’dan sıkıyönetim komutanlığının yanısıra 1 nci, 2 nci, 3 ncü Ordu
Müfettişliklerini de kendi elinde toplayarak, o günden beri zaman zaman
ordunun politikaya sınırlı da olsa katılma dönemini başlatmıştı. [46]
Ülke büyük bir tehlike atlatmış ve İttihat ve Terakki de daha kuv
vetli bir durum sağlamıştı. Kabine bir İttihat ve Terakki iktidarı olarak
belirmişti. Irak’ta, Suriye’de, Yernen’de ve Hicaz’da karışıklıklar eksik
olmuyordu. Bütün bunlar, millî bir uyanışın belirtileri olmakla beraber,
dış kışkırtmaların da etkisi olarak görünüyordu. Dava, Osmanlı İmpara
torluğunu parçalamaktı. Bu sırada en büyük zorluk Yemen bölgesinde
idi. Buna bir çare ve çözüm bulmak için. Temmuz ve Ağustos 1909 ay
larında mecliste bir Yemen Islâhat Encümeni kurulmuştu. Arnavutlar da,
Arap (Yemen) ayaklanmasına paralel olarak Ağustos vo Eylül 1909 ay-
larmda ayaklanmışlardı. Arnavut ayaklanmalarının gerçek nedeni, ida
reden memnun olmamakla beraber, daha çok siyasî îdi. Bu yılm en bu
nalımlı devresi olan 31 Mart ayaklanmasının ertesi günü, Ermeniler de
Arap vo Arnavut ayaklanmalarının amacını güden bir ayaklanma üe
Adana ve dolaylarını kana boyamışlardı (14 Nisan 1909).
Meşrutiyet Hükümetlerinin, Arap, Arnavut ve diğer unsurları ida
rede becerisizlikler göstermeleri ve gerekse çok zaman hoş görülü bir
siyaset uygulamaları, imparatorluk topluluklarını azdırmıştı. Azınlıklar
dolayısıyla, alınan köklü tedbirler, çok zaman olumsuz sonuçlar getir-
[45] Ayrıntılı bilgi için Ekz. Ali Cevat Bey; İkinci Meşrutiyet’in İlânı ve Otuzbir
Mart Hadisesi, s. 48-56.
[46] Slıaw; s. 341.
— 44 —
mişti. Süikûn ve huzurun sağlanması için girişilen tedbirlerin gevşekliği,
nihayet, Hüseyin Hilmi Paşa’nm kabinesini de sarsmıştı. Özellikle, henüz
daha hürriyet anlamı bütün yurtta arılaşılmadan ve meşrutiyet rejimi
benimsenip yerleştirilmeden, basına verilen geniş hürriyet yetkisiyle es
kinin ve yeninin yaralan deşilmişti. Bu sebeple türlü akımlar içinde bu
lunan topluluklar, kendilerine hak veren bu yazıların ve yayınların etkisi
altında, rejimi ve devleti boğmaya vo yok etmeye kalkışmışlardı. Bu en
önemli dava dururkenı aşırı bir gururla “sen ben” mücadelelerine de gi
rilmişti. Herkes herşeyden şikâyetçi idi. Islâhat ve b£-nzeri sebeplerle
Meclis Dilekçe Encümeni pek çok dilek karşısında kalmıştı. Muhalefet,
bunlan hükümetin sosyal adalet prensiplerinin ihlâli şeklindo yorumlaya
rak ortaya atmakta ve propaganda yapmakta idi. Patrikhanelerin adam
ları olan Rum ve Ermeni mebusları ve özellikle en yaygaracı Arap me-
buslan ile Arnavutlar, meclisi bir muharebe meydanına çevirmişlerdi.
Yakın zamana kadar dağlarda eşkiyalık yapanlar, şimdi meclisin içinde
dokunulmazlık kalkanı altında kötülüklerine hız vermişlerdi. Meclisi ve
hükümeti idare etmek zor bir problem olmuştu. Nihayet Fırat ve Dicle
nehirleri üzerinde her türlü gemi işletme hakkının “Linç Ingiliz Şirketi”
ne verilmesi, Hüseyin Hilmi Paşa’nın 28 Aralık 1909’da istifasına neden
olmuştu. 12 Ocak 1910’da Roma Elçisi İbrahim Hakkı Bey, paşalık pa
yesiyle Sadrazam olarak atanmıştı. Kurulan İbrahim Hakkı Paşa Kabi-
nesi’nde. Harbiye Nazırlığı Mahmut Şevket ve Bahriye Nazırlığı da Halü
Paşalara verilmişti. İbrahim Hakkı Paşa .iktidara “adlî ihsan” parolası
ile gelmişti. Ancak tecrübesiz sadrazanı, bir hukuk profesörü olmiasına
rağmen, ne Meclis’te ne memleketin idaresinde olumlu bir düzen kura
mamıştı. 1910 yılı, Arap ve Arnavut Ayaklanmalannm bastırılmalan ile
geçiyordu. Meclis, 25 Haziran 1910’da, kiliseler kaaunu ile okullar kanu
nunu gdrüşmeye başlamış ve 3 Temmuz 1910’da, “Rumeli’deki külse ve
mektepler hakkmdaki” kanunu çıkarmıştı. Bu konu ise, Bulgar millî var
lığının Yunan mane\û nüfuzundan kurtarılması idi. İstanbul’daki Rum
Patrikhanesiyle Rum mebusları bu kanunun çıkmasını önlemek için di
renmişlerdi. Buna karşüık Bulgar mebusları yakın bir gelecekte çıkar
mak isltedikleri bir savaş ve millî amaçlarına ulaşabilmek için kanun çık
masını istemişler ve desteklemişlerdi. Bu suretle hükûmot, Bulgar ve
Rum anlaşmazlıklarını çözümlemek suretiyle, yanlış bir adım atmıştı.
1 Kasım 1910’da, meclisin yeni toplantı devresindf, meclisi selâmlayan
padişalı, “Her ne cins ve mezhepten olursa olsun, tebaayı sevdiğini, ordu
ve donanmanın kuvvetlendirilmesinin gerektiğini” söylüyor ve söyleti
yordu. “Devletlerle olan ilişküerin dostça olduğu ve dış siyasetin de dik
katle izlendiği” bildiriliyordu. Halbuki bu anda Rumeli ve Arabistan’da
karışıklıklar devam etmekte idi. Özellikle 1911 yüında da ayaklanmış bu-
— 45 —
liman Arnavutların devlete ısmdınlması amacıyla, Padişah Mehmet Re
şat, 5 Haziran 1911’de Kosova vilâyetine yaptığı gezi ile de umduğu olum
lu sonucu alamamıştı. İtalya, Trablusgarp savaşı için hararetli bir şe
kilde çalışmakta ve hazırlanmakta idi. İç kavga ve çekişmeler içinde
memleket kendini Trablusgarp ve Bingazi Savaşı içinde bulmuştu. İyim
ser olan sadrazamla padişah, tam bir sürprizle karşılaşmışlardı, librahim
Hakkı Paşa, istifa ederek çekilmişti. Sadrazamlığa Sait Paşa gelmiş ve
1 Ekim 1911’de göreve başlamıştı. Yeni sadrazam, bir yandan savaşın
sorunlarıyla uğraşırken, bir yandan da 13 Kasım 1911’de açılması gere
ken meclisin, 13 Ekim’de açılması hususunda padişah emirlerini almıştı.
Sadrazamın meclisi biran önce açtırmak istemesinin sebepleri arasında
özellikle Anayasa’nın 35 nci maddesinin değiştirilmesi isteği de vardı.
1876 yılı Anayasası’nda meclisi feshetmek hakkı padişaha tanınmıştı.
Meşrutiyet inkılâbından sonra meydana gelen 31 Mart olayı ve bu olayla
birlikte Abdülhamit’in bazı davranışları şüphe ve korku yaratmıştı. Sait
Paşa bu kuşkujnı kaldırmak istiyordu. Ancak bu dt-ğişiklik için meclisin
-üçte ikisinin ittifakı şarttı. Halbuki, daha dört yıllık dovre bitmemiş, he
nüz üçüncü yılda bulunulmakta idi. ittihat ve Terakki de zayıf bir du
ruma düşmemek için kuvvetli bir çoğunluk sağlamak istiyordu. Meclis
feshedilecek olursa, yeni bir seçime gidilecekti. Bu sırada Hürriyet ve
itilâf Partisi, birçok milletvekillerini kendi tarafına çekmiş ve azınlık
milletvekilleriyle de beraberlik sağlanmıştı, ittihat ve Terakki ise, Ab
dülhamit’in vaktiyle kullandığı bir anayasa hakkını eleştirirken, şimdi
aynı anayasa hakkını Sultan Mehmet Reşat’a yaptırtmak ve meclisi fes
hettirerek yeni seçimlere gitmek istiyordu. Muhalefet, bu durumu bildiği
için, her defasında meclis salonunu terk edorek, toplantıları baltalamaya
başlamıştı. Zor durumda kalan Sait Paşa, 1 Ocak 1912’de istifa ettiyse
de, 18 Ocak’ta tekrar sadrazam olarak atanmıştı. Ancak bu defa, padi
şahın emirlerini alarak meclisi feshettirmişti. Yapılan genel seçimlerde
ise, çok çekişmeli olmakla beraber, iktidar, Ittiha^t Terakki tarafından
çoğunlukla kazanılmıştı. Bu seçimler sırasında muhaliflerin yaptıkları
zararlı propagandalar halk arasında Trablusgarp Savaşı kadar etkiler
yaratmıştı. Halk, ittihat Tetrakki Partisini dinsiz bir parti olarak gör
meye başlamıştı. Özellikle 35 nci maddeyi halka anlatan muhalefet, bunu
şöyle propaganda etmişti :
“35 nci madde demek ; 30 Ramazan, 5 de beş vakit namazdır, itti
hat Terakki, ramazanı ve namazı kaldırmak istemektedir.” Bu sebeple
memlekette huzursuzluk genişlemiş ve ittihat Terakki düşmanlığı yayıl
mıştı. Aluhalefetçe ittihat Terakki bir sürü ithamlarla ezilmek iste-nir-
ken diğer taraftan da Hareket Ordusu’nun Komutanı olarak gericileri
ezen kmvetlerin başı ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı da it
— 46 —
ham ediyorlardı. Dedikodular yayılıyordu. Yapılan çirkin dedikodulardan
çok üzülen Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, 12 Temmuz 1912’de
istifa etmişti. Değerli bir generalin Harbiye Nazırlığı’ndan ayniması Sad
razam Sait Paşa’yı da sarsmıştı, Sait Paşa daha fazla direnemeyeceğini
anladığından 16-17 Temmuz 1912’de istifaya mecbur kalmıştı. Kabinenin
kurulması görevi, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya verilmişti. Kabine eski
sadrazamlardan, nazırlardan ve ünlü komutanlardan kurulmuştu. Harbi
ye Nazırlığı’na “Halâskâr Zabitan (Kurtarıcı Subajlar) Grubu’nun sem
patizanı Nazım Paşa ve Bahriye Nazırlığı’na da Sadrazam Ahmet Muh
tar Paşa’nm oğlu Mahmut Muhtar Paşa geltirilmişti. Kabinenin önenüi
bir bakanlığı olan Dışişleri Bakanlığı, yine Ermeni asıllı Gabriel Nora
donkiyan Efendiye verilmişti.
Büyük kabine veya baba-oğul kabinesi adım alan bu kabine önce
Arnavutluk’itaiki şikâyef ve olaylara sebep olan hususları ele almıştı, Ar
navutları bazı tavizlerle tatmin etmeyi düşünerek sükûneti sağlayacak
bir siyaset izlemeye girişmişti. Özellikle muhalif subaylar grubunun mec
lisi feshettirme istekleriyle uğraşmaya başlamıştı. Sıkıyönetim idaresi
kaldırılmıştı. Fakat bu sırada özellikle “Halâskâr Zabitan Grubu” sUâhlı
kuvvetler bünyesinde büyük bir perişanlık yaratmıştı. Subaylar, muhalif
siyasî partilere alet olmuşlardı. [47]
Subayların siyasete karışmaları, büyük bir tehlike olmuştu. Bu teh
likede, Türk Ordusu’nda bulunan muhtelif ırk ve milletlerden olan su
baylarm da aykırı hareketleri söz konusu idi. Bu subayların amaçları,
yalnız siyasî partilere girip memlekette bir iş görmek değil, daha 2siyade
bu partileri kalkan yaparak, kendi millî davalarını gerçekleştirmekti. Bun
lar pek çoktu. Partiler bunu sezmelerine rağmen önemsememişlerdi. Os
manlılık ve Islâmcılık akımları ile bunlara hakim olacaklarını sanmışlardı.
Bu iki akıma karşılık Türkçülük güden İttihat Terakki (ki bu sırada 25
Mart 1912’de Türk Ocaklan açılmıştı) ile bir çatışma meydana getire
ceğinin ve bu arada millî bir birlikten yoksun hale gelineceğinin farkına
varılamamıştı. Özellikle Halâskâr Zabitan Grubu’nun teşekkülünden son
ra, bu tehlike, ancak Türk milliyetçiliği için zararlı olmuştu. Bu durum,
Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve ordunun dağılması için bir etken olmuştu.
Subaylarm bir kısmı İttihat Terakki’nin tutumu ve siyasetini des
teklerken, bu subaylara muhalif olanlar da. Hürriyet ve İtilâf Partisi’nin
tutum ve siyasetini destekler olmuşlardı. Ancak Hürrriyct vo İtilâf Par-
[47] Halâskâr Zabitan Grubu için Ekz. Tank Zafer Tunaya; Türkiye’de Siya.sî Par
tiler, c. I, s. 313-336.
Ahmet Turan Alkan; lldnci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ankara, 1992,
s. 133-149.
— 47 ~
tisi’yle birleşenler, kurdukları teşkilâtlarıyla kendilerini bir program ve
tüzüğe bağlayarak plânlı çalışma yoluna girmişlerdi. Mayıs^Haziran 1912’
de teşkilâtlanan Halâskâr Zabitan Grubu’nu, Kurmay Binbaşı Gelibolu’lu
Kemal kurmuş v© Grup Başkanlığı’m ele almışsa da, gerçekte bunun li
deri ve destekleyicisi Nazım Paşa idi. Grup, beyannamesini yayınlamış
ve itibar görmüştü. Bunun üzerinedir ki, memleketin bazı bölgelerinde
bulunan kıtalardan sempati telgrafları alınmıştı. Bu arada Selânik’to Ga
lip Paşa’nın başkanlığında toplanan suibaylarla, İzmir’deki birliklerin ta
bur komutanlarından Binbaşı Hüseyin Avni’nin önderliğinde toplanan
Prens Aziz Paşa Tümeni subayları, beyannamedeki isteklerle hemfikir
olduklarını açıklamışlardı.
Memleketin içinde bulunduğu iç buhranlara fazlasıyla etki yapan bu
suJbay topluluğu, beyannamelerinde; hükümetin değişmesini, meclisin fes
hedilmesini, »eçimlorin meşru olmadığını ve yenilenmesini istiyordu. Bu
suretle iç siyasî akımlara kapılan ve siyasetin türlü oyunlarına dalan bu
subaylar grubu, silâhlı kuvvetleri de tam bir anarşiye sürüklemeye baş
lamıştı. Bu sırada Arnavutluk’ltaki ayaklanmalar son derece tehlikeli bir
durum yaratmıştı. Bu kötü durumdan faydalanmak isteyon ayrıca îttihat
ve Terakki’yi daha zor bir duruma düşürmek amacıyla hareket eden Kur
may Binbaşı Kemal, hazırladığı beyannamesini Skaliyeri adında bir Rum’
un aracılığı ile siyasî muhalefet liderlerinden Prens Sabahattin’e arzc<tmiş
ve onun da bu husustaki onayını almıştı.
Makedonya olaylarının yarattığı kırgınlık, Girit’in elden gitmesi, Bul
garistan’ın bağımsızlığmı ilân eitmesi, Avusturya - Macaristan’ın Bosna-
Hersek’i kendi ülkesine katması ve Trablusgarp Savaşı’nın da doğması
gibi üzücü olaylardan faydalanan muhalif subaylar grubu, propaganda
larında başarıya ulaşmış ve kendine birçok subiayı taraftar olarak çek
mişti. Muhalif subaylar, bilhassa Prens Sabahattin’in destek olacağı hak-
kındaki vaadini öğrendikten sonra, çalışmalarına hız vermişlerdi. Kur
may Yusuf’un faaliyeti ile Üsküdar’da Bağlarbaşı’nda, Bostancı’da, Hey-
beliada’da ve Beyoğlu’nda toplantılar yapılmıştı. Hükümeti devirmek ve
iktidara gelmek amacını güden muhalif subaylar, particilik zihniyetlerini
gizlemek için, mümkün olduğu kadar Hürriyet ve İtilâf partisiyle temas
etmiyorlardı. Gerçekte siyasî muhalefetin geniş topluluğundan ve kitlo
psikolojisinden istifade ederek kurulan ve gelişen bu grup, bir askerî
ihtilâl komitesi olmuştu. Askerî bir ayaklanma hazırlayan bu grup, be
yannamesini ayrıntılı olarak gazetelerde de yayınlamaya ve bunları ordu
safları içine sokmaya başlamıştı. [48]
— 48 —
• Halâskâr Zabitan Grubu, daba da ileri gitmeye ba§lamıştı. Özellikle
îtühat Terakki iktidarının devrilmesinden biraz ew’’el Arnavutluk’taki
ayaklanmalan önlemek ve güvenliği sağlamak üzere İstanbul’dan Arna-
vutluk’a gönderilen kuvvetleri hükümet aleyhine ayaklandırmaya giriş
mişlerdi. Bu suretle ço.k disiplinli ve muntazam olan 1 nci Tümen bu iç
siyasî hastalığa tutulan subayların kışkırtılmalarıyla çürütülmüştü. Ni
hayet bu tümende, erat subaylarını, subaylar da komutanlarmı dinleme
meye başlamışlardı. Durumu çok nazik bir safhaya sokmuşlardı. Yalova
telgrafhanesinden 1 nci Tümen Halâskâr Zabitam (Kurtarıcı Subayları),
Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı telgraf başına çağırarak bir takım siyasî is
teklerde bulunmuşlardı. İstanbul’daki arkadaşlarının ve Prens Aziz Paşa
Tümeni’nin de bu isteklerinde ısrar etmeleri, durumu iyice karıştırmış ve
hükümeti sarsmıştı. İttihat Terakki’nin dört muhalif oya karşı, 194 iti
mat oyu almasına rağmen hükümet istifa ederek çekilmek zorunda kal
mıştı. Bu suretle de 22 Temmuz 1912’de Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nm
başkanlığında bir hükümet kurulmuştu. İttihat ve Terakki iktidarmın hü
kümeti muhaliflerine devretmesinin başlıca nedeni, ordu birliklerinden
bir kısmının hükümete karşı olması ve bir kısım subayların da, ayaklan
mış bulunan Arnavut asileriyle birlik olmasıydı. Dağa çıkarak ayaklanan
subaylar, Arnavutlarla birlikte hükümetin değişmesini istemişlerdi. Muh
tariyet peşinde koşan Arnavutlarla, îttihat Terakıd iktidarını devirmek
isteyen asi sulbaylar, ÜSküp’e giderek adam öldürmeye başlamışlar ve
yağmalara girişmişlerdi. 21/22 Haziran 1912’de, bir kısım erlerle dağa
çıkan bu subaylar. Yüzbaşı Tayyar, Mümtaz ve Tahsin’den başka. Teğ
men Celâl, Kâsım, Melek, Hamza vo Nafiz adındaki subaylardı. [49]
Halâskâr Zabitan Grubu’nun îstanbul ve Rumeli’nin diğer vilâyetle
rinde gösterdikleri asi hareketlerine bu iki tümen subaylarından bir kıs
mının da katılması ve muhalefeti dc^steklemeleri îttihat Terakki iktidarı
nı ürkütmüştü. Daha doğrusu iktidar, bir askerî ihtilâlden çekinmişti. Bu
sebeple iktidar, 16 Temmuz 19>12’de, görevini muhalefete bırakmışitı. Bun
dan sonra, padişah, bütün orduya yayınlanan bir iradesini Hurşit Paşa’ya
okutmuştu. Padişah bu iradesinde, Londra Büyükelçiliği’nde buluan Tov-
fik Paşa’yı sadrazamlığa davet ettiğini bildirmişti. Ancak ordu içinde
gruplaşan muhalif subaylar, îttihat Terakki’ye muhalif bir sadrazam is
tiyorlardı. Bunun için, bir intikâl kabinesi kurmak ve özellikle herkesin
itimadını kazanmış bir kişi olan Gazi Ahmet Aluhtar Paşa’nm hükümeti
kurması uygun görülmüştü. Eski devrin, yeni devrin no kakadr bol ni
şanlı, gögsü sırmalı kişileri varsa, hepsi kabineye alınmışlardı. Artık hü
kümetin ve memleketin İdarî işlerine Halâskârlar hakim olmuş ve rolle-
[49] Teğmen Nafiz; Bab-ı âli Baskmı sırasında, Nazım Paşa’mn yaveri idi. Bu baskın
sırasmda öldürülmü.ştü.
— 49 —
rini oynamaya başlamışlardı. Bu askerî cunta, meclisten kurtularak ken
di anraıçlarma hizm.&t edecek bir meclisin kurulması sevdasına düşmüştü.
Bu amaçla hareketlerini sertleştiriyorlardı. Hükûnıct, askerlerin siyaset
le bu derece uğraşmalarmı memleket için tehlikeli görmeye başladığın
dan, askerlerin siyasetle uğraşmalarını yasaklayan 8 Ekim 1912 (25 Ey
lül 1328) tarihli bir kanunu çıkarmıştı. Bu kanuna göre siyasetle uğra
şan subaylar ordudan uzaklaştırmıakla beraber ağır cezalara da çarptı
rılacaklardı.
Iç durumun bu halde olmasına karşılık, Trablusgarp Savaşı da, de
vam ediyordu. Bu vatan parçasmm savunulması kadere ve beş on vatan
sever suibaym eline bırakılmıştı. Rusya’nın kışkırtması ile 1912 sonbaha-
rmda Balkan Savaşı da başlayacaktı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, doğan
ve felâketlerle gelişen iç ve dış buhranlara bir çözüm yolu aramaya baş
lamıştır. İtalyanlarla bir barış yapmak istiyordu. Savaş devam ederken
bunun yanmda olası bir Balkan Harbi doğmak üzere iken, ordu subay
ları İlci kamp halinde birbirini yıpratmaktaydı. Memleketin iç tansiyonu
yükselmişti. Çok geçmeden İtalyanlarla yapılan barış antlaşmasını Bal
kan Savaşı izlemişti. Komutanlar, subaylar, gerek İdarî ve gerek askerî
harekât sorunları üzerinde birbirleriyie çekişmeye de başlamışlardı. Bi
rinin dediğini diğeri kabul etmiyordu. Biri “savunma” derken, diğeri
“taarruz” veya “gen çekilme” diyordu. Başkom.utan durumunda bulunan
padişahın hiç bir şeyden haberi yoktu. Başkomutan orduya hakim olma
dığı gibi, acz içinde bulunan hükümete de bir yol gö.sterebilecek yetenekte
değildi. Hükümet içinde en ufak bh* anlaşma olmadığı gibi, otoritesi de
kalmamıştı. Halâskâr Zabitan Grubu, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın mu
halefete yanaşacağından endişe ederek onun da değişmesini ve yerine
Kâmil Paşa’nm getirilmesini istiyorlardı. Bunu padişahtan istemeye baş
lamışlardı. Padişah ise, “Ben şimdiye kadar hiç bir sadrazam azletmedim.
Siz kendisini ikna edin, ben muvâfıakat ederim” diyordu. Nihayet Halâs
kâr subayların dUekleri gerçekleşmiş ve 30 Ekim 1912’de îttihat Terakki’
ye muhalif bulunan Kâmil Paşa, Sadrazam olmuştu. Harbiye Nazm Na
zım Paşa, Kâmil Paşa kabinesinde yerini muhafaza etmişti.
Balkan Savaşı başlayalı henüz 14 gün olmuştu ki, memleket kabine
değişikliği gibi önemli bir duruma düşüıülmüştü (16 Ekim 1912 - 30 Ekim
1912). Fakat bu kez Hürriyet ve itilâf iktidarı, savaşı kaybetmekten
başka bir iş görmemişti, sadrazam barış için yollar aramaya girişmişti.
Memleketin içinde bulunduğu buhranlar arasında, fırsat kollayan İttihat
Terakki, 23 Ocak 1913’te hükümeti devirmek ve iktidarı ele almak için
Babiali baskınını yapmıştı. Bu baskın sonucunda Kâmil Paşa kabinesinin
Harbiye Nazın ve Başkomutan Veküi Nazım Paşa ile birlikte birkaç su
bay öldürülmüş ve Kâmil Paşa istifaya zorlanmıştı. Aynı gün iktidar It-
— 50 —
tihat Torakki’nin eline geçmiş, Mahmut Şevket Paşa, Harbiye Nazırlığı
uhdesinde olmak üzere Sadrazam olmuştu. Bahriye Nazırlığı’na ise, Çü-
rüksulu Mahmut Paşa getirilmişti. Bu sırada düşman. Çatalca mevzii
önünde bulunuyordu. İttihat Terakki Edirno’yi millî sınırlar içinde bıra
kacak bir barış arıyordu. Fakat 24 Mart 1913’te Edirne’nin düşman eline
geçmesi durumu değiştirmişti. Mahmut Şevke-t Paşa hükümeti, düşman
ların teklif ettikleri barış şartlarını kabul etmek zorunda kalarak Midye-
Enez hattını sınır kabul etmişti.
Boş durmayan muhalefet ve özellikle muhalif subaylar, Babiali bas
kınının öcünü almak ve hükümeti devirmeh; için türlü teşe'blbüslere baş
vurmuşlardı. Bu arada en önemli olay; Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mah
mut Şevket Paşa’nm 11 Haziran 1913’te Beyazıt Meydanı civarında öl
dürülmesi olmuştu. Fakat muhalifler hükümeti devirmeyi ve iktidarı ele
goçirmeyi başaramamışlardı. Hariciye Nazırı olan Mısırlı Prens Sait Ha
lim Paşa, aynı gün sadrazam atanmıştı. Alman sıkı tedbirlerle duruma
hakim olunmuştu. Bu sırada da, Balkan Devletleıi, Osmanlı toıprakları-
nın bölüşülmesi hususunda bir anlaşmaya varamadıklarından aralarmda
İkinci Balkan Savaşı başlamıştı. Bu durum karşısında 29/30 Haziran
1913’te Edirne’nin kurtarılması fikri doğmuştu. Yabancı devletlerden
özellikle İngiltere’nin tehditlerine rağmen, 15 Temmuz 1913’te Türk kı
talarının bir kısmı Çatalca mevziinden ilerletilmiş ve Midye-Enez hattı
İşgal olunmuştu. Osmanlı Hükümeti bununla da yetinmeyerek Meriç’e
doğru ilerlemiş ve Edirne kurtarılmıştı. Bu arada milis kuvvetler, Batı
Trakya’ya girmiş ve geçici Batı Trakya Cumhuriyeti’ni kurmuşlardı. Bun
dan sonra, Edirne Türklerde kalmak üzere barış antlaşmaları imzalan
mıştı.
Balkan Savaşı’mn barışla sona ermesinden sonra Osmanlı Devleti’
nin bütün teşkilâtında olduğu gibi silâhlı kuvvetlerde de bir düzen sağ
lamak ve yenilik geçtirmek gerektiği bir kez daha acı denemelerle anla
şılmıştı. Bunun için evvelâ silâhlı kuvvetlerde bulunan “alaylı subaylar”
sorununun çözümlenmesi istenmiş ve subaylarm siyasetle uğraşmaları,
memleketin zararlı akımlardan korunması işleri ele alınmıştı. ParticUik,
silâhlı kuvvetlerin bünyesini tahrip etmişti. Bu hâl, o derecede idi ki,
ittihatçı ve itUâfçı subaylarm giydikleri kalpakların giyiniş şekilleri bile
ayrılmıştı. Orduyu siyasetin dışında tutmak, geleceği görenler için temel
bir dava idi. Bu fikri özellikle Mustafa Kemal (Atatürk), Ali Fethi (Ok-
yar). Kâzım Karabekir, İsmet (İnönü), Ali Fuat (Oebesoy) gibi genç ve
aydın subaylar temsil ediyordu.
Meclis’in kadrosu içindeki Hristiyan ve Türk olmayan Müslüman mü-
letvekillerininı ordunun gizli bazırhklanm bilmelerinin nasıl büyük felâ
ketlere seibebiyet verdiği ve vereceği iyice anlaşılmıştı. Özelhkle Mahmut
— 51 —
Şevket Paşa’nm sadrazamlığı sırasında “Babam Osmanlı Hükümeti ise,
anam Yunanistan’dır” diyebilen bir Rum milletvekili Almanya’dan satın
alınan savaş silâh, araç ve gereçlerinin miktarı halikında sual takriri ve
rerek, istihbarat yaptıkları gerçeği hatırlanmıştı. Bu ise, e<lb8tteki millî
sorunların millet adına denetlenmesi gibi yüce bir görev değildi. Bunla
rın Osmanlı Devleti’ni paylaşmak isteyen devletlerin moclis içindeki ajan
ları olduğu anlaşılmıştı. îttihat ve Terakki, bir taraftan memleketin sa
vunulmasını sağlayacak silâhlı kuvvetlerini düzenlemek isterken, bir ta
raftan da güvenhğini sarsacak olaylara vo bunların kışkırtıcılarına bir
set çekmek zorunluluğunu duymaya başlamıştı. Ancak, bütün bunların
yapılabilmesi için güçlü bir komutana ihtiyaç vardı. Bu kom.utan Mus
tafa Kemal (Atatürk) idi. Fakat Atatürk, îttihat Terakki için pek isten
meyen adamdı. Onlar, Kurmay Yarbay Enver üzerinde duruyorlardı. Ge
nel olarak. Yarbay Enver üzerinde duranlar, ihtilâlci genç subaylardı. Bu
sırada Harbiye» Nazırı bulunan Ahmet îzzet Paşa’mn yerine getirilmek
üzere Kurmay Yarbay Enver generalliğe yükseltilmiş ve Harbiye Nazın
yapılmıştı. Bunun gibi Kurmay Yarbay Cemal de (Bahriye Nazırı ve 1 nci
Dünya Harbi’nde 4 ncü Ordu Komutanı) Nafia Nazırhğı’na getirilmiş
ve bundan sonra da Bahriye Nazın yapılmıştı. İttihat ve Terakki’nin iki
kuvvetli asker üyesi böylece sUâhlı kuvvetleri eline ahnışlardı.
Enver Paşa’mn Harbiye Nazırlığı’na gelmesinden beş gün sonra Al
manya’dan gelmesi beklenen General Liman von Sanders başkanlığın
daki ıslâh heyeti İstanbul’a gelmişti (14 Aralık 1913). General Liman
von Sanders’in ve heyetinin Türkiye’ye getirilmeleri teşebbüsü, Mahmut
Şevket Paşa’nın Harbiye Nazırlığı zamanında hazırlanmış ve General
Liman von Sanders, anlaşmasını 27 Ekim 1913’te imzalamıştı. Bu sıra
larda hükümet, 6 Şubat 1914 tarihli Yeniköy anlaşmasmı da imza etmişti.
Fakat Birinci Dünya Savaşı çıktığında bu anlaşma, 31 Araiık 1914’te bir
irade üe yürürlükten kaldırılmıştı. Bu özellikle kapitülasyonların kaldı-
nlmasınm ilânı ile açık bir şekil almıştı. Kapitülasyonların kaldırılması,
9 Eylül 1914’te de*vletlere bildirilmişti. Devletler, bunu protesto ve red
detmişlerse de, bunun artık bir manası kalmamıştı.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girerken geleceğini şansa
bağlamış, içinde bulımduğu iç ve dış sorunların ağırlığını dikkate alma
dan savaşa atılmıştı. Buna rağmen, “İslâm İttihadı” vo “Turancılık” gibi
hayallere de saparak büyük sarsıntılar goçirUmiştir. Daha savasın ba-
şmdan itibaren işlenen siyasî ve askerî hatalar yüzünden memleket pe
rişan bir duruma girmişti. Özellikle 1917 yılında başlayan buhranlar,
devletin yıkılmak üzere bulunduğunu göstermeye başlamıştı. Önce Sad
razam Sait Halim Paşa ile kabinesi arasında ihtüâflar başlamış ve her
şeye hakim duruma gelen Enver Paşa, sadrazamın otoritesini büsbütün
— 52 —
zedelemişti. Oıtoritesini kaybede-n sadrazam, 3 §ubat 1917’de istifa ede
rek, yerini Dahiliye Nazın Talat Paşa’ya bırakmıştı. 3 Temmuz 1918’de
Sultan Mehmet Reşat ölmüş ve 4 Temmuz 1918’de Vahdettin Padişah ol
muştu. Sadrazam Talat Paşa, usulen hükümetin istifasını vermişse, de,
padişah hükümetin görevine devamını emretmişti.
Harbin genel durumu İtilâf Devletleri yaranna gelişmeye başlamıştı.
Türk ordularının tek olumlu hareketlori, Kafkasya’da ilerlemeleri idi.
Ruslar Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamıştı. Bu sırada Kars, Ardahan
ve Batum anavatana dönmüştü. Almanlarla müttefik olmamıza rağmen,
Kafkasya’daki Türk ordularının başarıları Alman kuvvetlerinin muka
vemeti üe karşılaşmıştı. Diğer cephelerde ve özellikle Suriye, ve Irak’ta
durum hiç iyi değüdi. Almanya ile dostluk sarsümaya başlamıştı. Bozu
lan ilişküerin bir daha gözden geçirilmesi için, Sadrazam Talat Paşa,
Berlin’e gönderilmişti. Almanya dönüşünde, durumun daha da felâkete
doğru gittiğini gören sadrazam, padişahın da isteklerine uyarak istifa
etmişti. Sadarete Ahmet îzzet Paşa getirilmişti. Harbiye Nazırlığı’nı da
uhdesinde tutan Ahmet İzzet Paşa, Bahriye Nazırlığı’na da Deniz Albayı
Rauf (Orbay)’u getirmişti. 14 Ekim 1918’de kabinesini kuran Ahmet İz
zet Paşa, ilk iş olarak İtilâf Devletleri’yle bir mütareke ar'amaya başla
mıştı. Bu amaçla İstanbul’da Büyükada’da esir bulunan İngiliz General
Tawsend’in aracüığmı sağlamış ve mütareke hazırlanmıştı. [50] Bu su
retle 30 Ekim. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Mütarekeyi
müteakip, 2/3 Kasım 1918’de Enver, Talat ve Cemal Paşalarla bazı üeri
gelen İttihatçılar memleketi bırakarak Rusya ve Almanya’ya kaçmışlardı.
İtilâf Devletleri mütareke hükümlerine aykırı olarak bazı işgallere
girişmişlerdi. Mütarekenin imzalanmasmdan daha iki üç gün geçmeden
Türk Ordusu’nun elinde bulunan Musul’u işgal etmişlerdi. Mütarekena-
menin 7 nci maddesinden faydalanılarak stratejik noktaları işgali ve
memleketi paylaşmaya başlamışlardı. Ancak, müterakenin imzalanma
sından dokuz gün sonra, Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de istifa ede
rek çekümişti. Sadrazamlığa 11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa getirilmişti.
3 Mart 1919’a kadar sadrazamlık mevkiini işgal eden Tevfik Paşa, mem
lekete faydalı bir iş yapmadan, yerini Damat Ferit Paşa’ya bır'akmıştı.
Bundan sonra ise, memleket iyice felâketlere sürüklenmiş Damat Ferit
Paşa ve başta Padişah Vahdettin, bir ihanet şebekesi kurarak düşman
larla işbirliği içine girmişlerdi.
İzmir Yunanlılar tarafından 15 Mayıs 1919’da işgal olunmuş ve is
tiklâl Savaşı’nın ük süâhı patlayarak Mondros Mütarekesi bozulmuştu.
[50] Geniş tailgi için Bkz. Mondros Mütarelkesi ve Tatbikatı, c. I, Ankara, 1962.
— 53 —
Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ha
reketle 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ayak basinıştı. Amasya’da ver
diği son ihtilâl kararını millete duyurmak ve millete mal etmek için önce
Erzurum ve arkasından Sivas Kongrelerini açmış ve Millî Mücadelenin
prensipleri ve kararlarını tescU ettirmişti. Nihayet Mustafa Kemal Paşa,
23 Nisan 1920’de topladığı Türkiye Büyük Millet Meclisi üe, 'Türk Dev
letinin temelini atmış ve Türk milletinm kaderini bizzat Türk milletinin
eline vermişti. Bu suretle 621 yıl süren Osmanlı Devleti, tarihe karışmış
ve yeni bir 'Türk Devleti doğmuştu.
Yeni Türk Devleti, elinde kalan topraklarından anavatanı, Anadolu
da iç ve dış düşmanlarla giriştiği İstiklâl Savaşı mücadelesini top yekûn
bir ölüm kalım savaşı olarak yürütmüş ve Birinci Dünya Harbi’nin galip
devletleri tarafmdan kabul ettirilmek istenen Sevr Muahedesi’ni reddet
mişti.
— 54 —
Avusturya’nın politikasının başlıca amaçlarından birîı Slavların ko
ruyucusu olarak geçinen Rusya’nın da rızasını alaıak vo ona boğazlarda
ödün vererek, Bosna-Iiersek’i ilhak etmekti. Bu amaç doğrultusunda
Avusturya ve Rusya Dışişleri Bakanlan 15-16 Eylül 1908’de Bohemya’da
buluştular. Bu görüşmede, Rusya, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafın
dan ilhakını, Avustury^a da boğazların Rus savaş gemilerine açılmasını
prensip olarak kabul etti.
Avusturya, Almanya’nın da rızasını alıp, diğer devletlere de durumu
bUdirdikten sonra, 9 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i ilhak etti.
Avusturya’nın bu hareketi, Osmanlı Devleti tarafından tepkiyle kar
şılandı. Ancak diğer devletlerin tutumu ve IngUterri’nin tavsiyesi üzerine,
sorunun devletlerarası bir konferansta görüşülmesi konusu ortaya atıldı.
Bu ise Avusturya’nın, Osmanlı Devleti’yle anlaşmak üzere harekete geç
mesine neden oldu. Osmanlı Devleti de, bu konuda yalnız kaldığını gör
düğünden anlaşmaya gitmeyi uygun buldu.
Bunun üzerine, Osmanlı Devleti, iki buçuk milyon altın karşılığında
Bosna-Hersek üzerindeki egemenlik hakkından Avusturya lehine vazgeç
meyi kabul etti. [51]
Osmanlı Devleti’nin önemli problemlerinden biri de Bulgaristan’ın
bağımsızlığını ilân etmesi idi.
Bilindiği gibi, 1878’de Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Bulgaristan Prens
liği kurulmuştu. 1885’de de Doğu Rumeli bu prensliğe katümıştı. Bu ta
rihlerden itibaren Bulgaristan, Ayastafanos Anlaşması’ndaki smırlarına
ulaşmayı ve bağımsızlığmı ilân etmeyi hedef almıştı. Bu amacına ulaş
mak için de, Rusya’dan fazla bir destek görmediğinden dolayı Balkanlar
da etkin bir rol oynayan ve Sırbistan’a karşı olan Avusturya’ya yaklaş
mıştı. 1905’den itibaren iki devlet arasındaki ilişkiler daha da güçlenmişti.
Özellikle Avusturya, Bosna-PIersek’i ilhak etmek amacıyla uygun or
tamın oluşması için Bulgaristan’ın bağımsızlığını desteklemişti. Bu des
teği elde eden Bulgaristan, Avusturya’nm Bosna-Hersek’i ilhak ettiği
gün (9 Ekim 1908) bağımsızlığını ilân etti.
Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmedi. îlişkUer son derece gergin
bir hale geldi. Öyle ki bu anlaşmazlık sonucu smıra asker yığdı. Ancak
sonuçta Osmanlı Devleti, büyük devletlerin baskısına karşı koyamadığın
dan ve bir savaşı göze alamadığmdan Rusya’nın önerileri doğrultusunda
anlaşma yoluna gitmek zorunda kaldı. [52]
— 55 —
Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti, Avusturya-Macaristan’la Bosna^Mer-
sek sorunu, Bulgaristan’la da Rusya’nın müdahelesiyle Bulgar bağımsız
lığı sorununu çözümledikten sonra Girit sorunuyla ilgilenmeyo başladı.
Girit’in Yunanistan’a katılmasının ardından, Osmanh ülkesinde bu ada
için birçok gösteri başlamıştı. Bu sırada ada, İngiliz, Fransız, Rus ve
İtalyan askerlerinin işgalinde bulunuyordu. 24 Temmuz 1909’da bu as
kerlerin Girit adasından çıkmaları kararlaştırılmıştı. Bir Yunanlı komi
ser tarafından idare edilmekte olan Girit adasında Türk varlığmı gös
teren tek işaret Türk bayrağınm adada dalgalanmasından ibaretti. Ya
bancı işgal kuvvetlerinin adadan çekilmeleri halinde, ada fülen Yunanis
tan’ın olacaktı. Bu sdbeple Osmanlı Hükümeti, adada 30 Mart 1909’da
dört büyük devlete başvurarak askerlerinin Girit Adası’ndan çekilmeme
lerini ve bu kararın ertelenmesini istemişti. Halbuki Hanya’daki dört
devlet konsolosları ise, Girit halkının heyecan içinde bulunduklarını ve
adanın verilen kararlara göre zamanında boşaltılmasını tavsiye ediyor
lardı. Bu tavsiyelere uyularak ada boşaltılmıştı. Ancak bu tarih Osmanh
meşrutiyetinin ilâmna rastlayan bir tarihte bulunmasından dolayı boşalt
ma, bir saygısızlık olmaması için 27 Temmuz 1909’da yapılmıştı. Bu olay
karşısmda Osmanlı ülkesindeki gerginlik çok yükselmişti. Mahmut Şev
ket Paşa, hükümet ve millet karar verirse, harbe girileceğini basma açık
lamıştı. Büyük Devletler, Girit’te dalgalanan Osmanh bayrağını bekle
mek ve Müslüman halkı korumak amacıyla küçük bir savaş gemisini ada
da bırakmışlardı. Bunun nedeni, ne bayrağı ve ne de halkı korumaktı.
Gerçek sebep, Osmanlılarm bir savaş açarak adayı işgale kalkmalarını ve
bir Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasını önlemekti.
Büyük Devletler, Girit sorununun ileride bulunacak bir çözüm şek
liyle halledüebUeceğini vaat ederek işi önemsememişlerdi.
Girit’in Büyük Devletler tarafmdan boşaltılmasından sonra, bütün
resmi ve özel daire ve binalar Yunan bayrakları ile donatılmıştı. 4 Ağus
tos 1909’da Büyük Devletler, hiç değüse resmî dairelere olsun. Yunan
bayrağınm çekümemesini istemişlerse de, ada halkı bunu kabul etme
mişti. Bu sırada Osmanlı ülkesinde protestolar başlamıştı. 14 Ağustos
1909’da Osmanlı tehditlerinden korkan Yunanistan, Girit’teki Yunan bay-
raklarmm çekilmesinde kendisinin hiç bir suçu olmadığımı büjdik dev
letlere bildirmekle beralber, 17 Ağustos 1909’da durumu bir nota üe Os
manh Hükûmeti’ne büdirmişti. Bu sorunda Yunanistan’ın değil, Girit’in
OsmanlIlarla muhatap olması gerektiğini belirtmişti. Durumun ciddî bir
safhaya girdiğini gören büyük devletlerden 250 denizciyi Hanya’ya çıka-
rümıştı. Bunlar Hanya limanmda çekili bulunan Yunan bayrağını indir
mişlerdi. Bayrağın bir daha çekümemesi için de 22 kişilik bir nöbetçi
kıtasını Hanya limanmda bekletmişlerdi. Bu olay Osmanhlar için başarı
— 56 —
ve ada için bir felâkot sayılmıştı. Fakat 28 Ağustos 1909’da Yunanistan’
da Albay Zorbas’m başkanlığındaki bir askerî cunta, Rallis Hükûmeti’ni
devirmişti. Yeni Başvekil Mavramilhalis, askerî isteklere göre hükümeti
idare etmeyi kabul etmişti. Öte taraftan askerî cunta, Yunan Ordusu’nu
kuvvetlendirmeye girişmişti. Osmanlı Hükümeti ise, devletlerden, Girit
sorunu için kesin bir karar alınmasmı 3 Kasım 1909’da tekrar istemişse
de, bunun için henüz zamanın gelmediği cevabını almışlardı. Böylece bu
dava Balkan Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiş ve bir sonuca da bağ
lanamamıştı.
Avrupa’nın Osmanlı Devleti hakkında hasta adam görüşü, bir türlü
değişmemekte idi. Osmanlı ülkesinin paylaşılması için görüşmeler ve an
laşmalar bihbirini izlemekte idi. Rus Çarı ile İtalyan Kralı 24 Ekim 1909’
da anlaşmışlardı. Rusya, İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi üzerindeki
isteklerine razı olmuştu. Buna karşılık İtalya da Ruslarm boğazlar ve
İstanbul üzerindeki isteklerini ve iddialarmı destokleyeceğini vaat etmiş
ti. Ayrıca Balkanlarda kendi nülliyet ve din fikirlerine aykırı düşecek
Osmanh müdahalelerini birlikte karşılayaoaklarma dair söz vermişlerdi.
İkinci anlaşma ile, İtalya, Avusturya-Macaristan’ın Bosna^Hersek’i top-
raklarma katmasına izin veriyordu. Balkanlarda Slav yayılmasına karşı
Avusturya^Macaristan’m alacağı tedbirler desteklenecekti. Buna karşılık
Avusturya-Macaristan da İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi üzerindeki
isteklerine ve nüfuzuna engel olmayacağını vaat edij^rdu.
Almanlarm yaptığı Bağdat domir yolu, 1909’d? ihtilâflara neden ol
maya başlamıştı. Ingllizler, Arap Yarımadası’ndaki egemenliklerini teh
likeye sokan bu sorunu ele alarak, Dicle vadisini Akdeniz’e bağlayacak
ikinci hattın yapılmasına siyasî yollarla engel olmuşlardı. Bu sebeple Al
manya, telâşlanmış ve günün adamı Mahmmt Şevket Paşa. Alman ma
nevralarında bulunmak üzere Almanya’ya davet edilmişti. Mahmut Şev
ket Paşa, İmparator tarafından büyük itibarla karşılanmıştı. Bunun so
nucu olarak, Bağdat demir yolu imtiyazının devamı Almanlara verilmiş
ve Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti bunu kabul etmişti. Bu suretle Alman
ya, Türkiye’de kaybetmiş olduğunu zannettiği nüfuzunu tekrar elde et
mişti.
1909 yıh sonlarında Fransa, bir bildiri yayınlayarak Fas’ın toprak
bütünlüğüne uyulacağım büdirmişti. Yine bugünleıde Rusya, Fransa ve
İngiltere arasında bir görüşme olmuş ve Birinci Dünya Savaşı’nda tam
beliren ttüâf zümresinin temeli atılmıştı. Bu suretle dünya ve özelliklo
Osmanh Devletli büyük tehlikelerin odak noktası haline getirilmeye baş
lanmıştı.
— 57 —
Saxlrıazam tbraıhim Hakkı Paşa, Girit sorununu ele almış ve bu so
runda direnerek Yunanistan’ı tehdit etmeye başlamıştı. Fakat sadrazam
hazırlanmakta olan İtalyan saldırışım göremiyordu. Ayrıca Girit soru
nundaki tutumunu de\^am ettirmekle de, Yunanistan’ın İslâv devletleri
ittifakma bağlanmasına neden olmuştu.
Bu sıralarda Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, devrinin en hazin dış
siyasî olayı olan Trablusgarp Savaşı’yla karşı karşıya gelmişti. Bu olay,
Avrupa devletlerinin birleşik olarak Osmanlı Devleti’ni parçalamaya az
metmiş olduklarını göstermişti.
Orta Avrupa’mn büyük devletleri ve Balkan devletleri, Osmanlı Dev-
leti’nin Avrupa kıtasındaki egemenliğine son vermek için birleşmiş gö
rünüyorlardı. Afrika kıtasmda kalan ve son Osmanlı vilâyeti olan Trab
lusgarp ile bağımsız Bingazi mutasarrıflığı, îtalyanlara verilmişti. 'Trab
lusgarp Savaşı’ndan sonra, Balkan devletleri birleşik olarak Osmanlı Ru
meli vilâyetlerine saldırmışlar ve amaçlarına ulaşmışlardı. Avrupa büyük
devletleri, yalnız Avrupa kıtasından çıkarılmış, tamamiyle sUinmiş ve
tarihe geçmiş bir Osmanlı Devleti istiyorlardı. Bu sebeple Osmanlı Dev
leti, bütün samimi isteklerine rağmen Avrupa’da oluşan İtilâf Devletleri
zümresine ve ittifakma alınmamış ve Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya
tarafında kalmaya mecbur edümişti. İtilâf Devletleri, daha Birinci D,ünya
Savaşı’na girmeden Osmanlı Devleti’nin paylaşılması hususu konusunda
anlaşmışlardı. Bu anlaşmaları, nihayet 1916 yılında tespit edilen Sykes-
Picot Anlaşması’yla teyit olunmuştu.
Sykes-Picot Antlaşması’na göre, Kafkasya’dan Kilikya’ya kadar olan
yerler, Ermenüore vatan olarak verilmişti. Ancak Rusya, Erzurum ve
Van dolaylarını Ermenüere vermeyeceğini belirterek, buraların kendisine
bırakılmasını istemiş ve bunu anlaşmacılara kabul ettirmişti. Bu sebeplo
de Ermeni sorunu, bir süre için kapanmıştı.
Arabistan’da bir Arap krallığının kurulması ve başma da Mekke
Emiri Şerif Hüseyin’in getirilmesi vaat edilmişti. Irak, Suriye ve Filistin
kurulacak Arap Devleti’nin sınırları dışmda kalacaktı. Irak’ı İngiltere
alacaktı. Bu suretle İngiltere, Rusya ile komşu olmayı arzu etmediğinden
her iki devlet arasında bir Ermeni veya Kürt devletinin kurulmasını is
temekte idi. Bu sebeple de Ermenilerle Kürtleri kışkırtmaya başlamıştı.
Bu amaçla Güney Anadolu vilâyetleri üe Musul ve dolaylarında tampon
devletler kurulması için tavizler vermişti. Ingütere’nin bu siyaseti, Fran-
sa’nm İngiltere’ye başvurmasına sebep olmuştu. Fransa “Mademki bü
yük Ermenistan kurulmakta ve îngütere Rusya üe komşu olmak isteme
mektedir, o halde Ermenistan ve Kürdistan devletlerinin kurulmasından
— 58 —
tamamiyle sarfmazar edilerek Suriye’ye ilâve olarak Kilikya’dan Kuzey
Suriye ve Kuzey Irak’tan (Musul dahil) Bitlis ve Van güneyinde bir ko
ridorun da İran’a kadar olan bölgenin kendisine verilmesini” istemişti.
Sykes-Picot Antlaşması’yla paylaşılma sınırları kesin olarak tespit
edilmemişse de, Osmanlı D&vleti bu anlaşma ile bölüşülmüştü.
Rusya, İstanbul ve Boğazlarla Doğu Anadolu’yu; Yunanistan, İzmir
ve dolaylarım; İtalya, Antalya ve hinterlandını; Fransa, Adana vilâyeti
üe Suriye’yi ve Güneydoğu Anadolu koridorunu; İngiltere, Irak ve Füis-
tin’i alıyordu. Arabistan ise, ayrıca bir devlet oluyordu.
Rusya Kominist ihtilâlinin patlak vermesi ve Osmanlı Devleti ile
Brest litovsk’ta mütareke imzalanması, durumu değiştirmişti. Bu se
beple Arabistan’da tam birleşik bir Arap Devleti kurulması konusundaki
vaatlerden vazgeçUmişti. Boğazlar bölgesi üe Doğu Anadolu’nun alacağı
şekil askıda kalmıştı. Savaşa Amerika katılmış ve Orta Doğu sorunlan
ile ilgilenmeye başlamıştı. Îngütere ise, İtalya’ya fazlasıyla yanaşmaya
başlamış, İtalya’ya, Antalya, Burdur, Muğla ve Konya dolaylarından baş
ka İzmir’i de vermeyi kabul etmişti. Doğu Anadolu ise, Ermenistan’a ve-
rüecekti. Fransa artık Adana vilâyetini malı gibi görmeye başlamıştı.
Ancak Rus tehlikesi kalkmış olduğundan Güney Anadolu koridoru Fran
sa’dan almıyordu. İngiltere büyük Ermenistan ile Güneydoğu Anadolu
da bir Kürdistan devletinin kurulması fikrini yeni baştan ele almıştı.
îngütere, Fransa ve İtalya Orta Doğu’nun kaderini istedikleri gibi
çiziyorlardı. Birleşik bir Arap devletinin kurulmasından vazgeçmekle be
raber ayrıca Anadolu da binbirine rakip Ermenistan, Kürdistan, 'Türkiye,
Pontus ve Boğazlar devletleri gibi, beş küçük devlet kuruluyordu. Bun
lardan artan Anadolu toprakları, İtalya, Yunanistan ve Fransa’ya veri
liyordu. Bunun gibi Arabistan’da da Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün,
Suudi Arabistan, Hicaz, Yemen, Kuveyt, Fladrakut ve Umman gibi küçük
devletçikler kuruluyordu. Bu suretle Orta Doğu’nun birçok İslâm mület-
leri ve özellikle Araplar Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile parçalanması
pahasına, İngiltere’nin oyumuna gelerek aldanmışlardı.
Savaşın sonuna doğru Amerika Cumhurbaşkanı Wilson ise, Aıuupa’
nın düzenlediği gizli anlaşmalara karşı olduğunu ilân etmişti. Amerikan
Cumhurbaşkanı’nm ortaya attığı prensiplerine göre, “Her millet kendi
mukadderatma kendisi hâkim olacaktı.” Esaret altında ve bilhassa var
lıklarını kaybetmek üzere bulunan milletler, bu prensiplerine inanmış vo
güvenmişlerdi. Osmanlı Devleti ise, buna daha çok bel bağlamıştı. Çünkü
Amerika “Türklerle meskûn bulunan bölgelorde Osmanlı Devleti egemen
liğinin tam ve emin bir şekilde bulundurulacağını, ancak Osmanlı idare
— 59 —
sindeki diğer mUletleriin de hayatlarından emin olarak muhtar bir şekilde
gelişmelorinin emniyet altma almacağmı” bildirmekte idi. “Boğazlar’m
milletlerin teminatı altında ve bütün milletlerin gemilerine açık bulundu
rulacağı” fikir ve prensibi ileri atılmıştı. [53]
Wilson prensipleri, Osmanlı Hükûmeti’nce elverişli karşılandığından,
bu adü pr&nsipler esası içerisinde barışa kavuşmak arzu ve zorunhığu
duyulmuştu. Bu sebeple de İtilâf Devletleri’ne mütareke teklifinde bulu
nulmuştu. Fakat ne yazık ,ki, Wilson’ım miUetlere yaptığı bu çağnnm da
samimi olmadığı çok geçmeden anlaşılmıştı. Barış konferanslaiina Wilson
prensiplerine dayanarak giden OsmanlIlar, tam manasıyla aldanmış ol
duklarım bir gerçek olarak anlamışlardı. Bu aldanış, mütarekenin imza
lanmasıyla birlikte de görülm.üştü. Avrupa Osmanlı Devleti için hazır
ladığı gizli plân ve kararlarını uygulamaya başlamıştı. Galip devletler, ne
Wilson prensiplerine kulak asmışlar ve ne de mütareke hükümlerine uy
maya gerek görmüşlerdi. Rusya da aradan çıktığı için, meydan diğer ga
lip devletlerine kalmıştı. Galipler, gerek Avrupa’da ve gerekse Osmanlı
ülkesinde istedikleri gibi hareket etmeye başlamışlardı. Özellikle Ingilte
re, geniş Müslüman topluluklarına hâkim bir sömürgeci devlet olduğun
dan, kötü örnek olmaması için, Türk istiklâl ve egemenliğine son vermek
istemiş ve Islâm alemini parçalamak amacıyla ileri atılmıştı. Bu neden
lerle Mustafa Kemal Paşa’nm “Ya istiklâl, ya ölüm” bayrağı altında bir
leşen 'Türk Mületi ile mücadeleye girişmişti.
2. Coğrafî Durum
a. Bu Devrede Elden Çıkan Topraklar
İtalya ile yapılan 1911-1912 Trablusgarp Savaşı’ndan sonra 3 Ekim
1912’de Uşi Barış Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmaya göre, Osmanlı
Devleti, Afrika kıtasında kalan son toprağım da îtalyanlara bırakmıştı.
Buna karşüık Italyanlar, Anadolu kıyılarında bulunan ve işgal edUen Ro
dos ve çe\mesindeki oniki adayı OsmanlIlara iade edecekti. Fakat barış
antlaşmasınm imzalanmasmı takip eden gün, Balkan Savaşı başladığın
dan, bu adalar Balkan Savaşı’nm sonuna değin İcalyanların emanetinde
bırakılmıştı. Bu suretle Osmanlı Devleti, Anadolu ve Arabistan yarım
adasından ibaret kalmıştı. [54] Balkan Savaşı’ndan yeni çıkılmıştı. Os
manh Devletıi’nin Bulgaristan’la imzaladığı 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul
Antlaşması’na göro, batıda Edirne, Dimetoka ve Kırkkilise ('Kırlareli)
[53] Esat Uras; Tarihte Ermeniler ve Eîrmeni Meselesi, Ankara, 1950, s. 667. Coşkun
Üçok; Siyasal Tarih, Ajıkara, 1967, s. 313.
[54] Osmanlı Devletinin Trablusgarp ve Binga2â Bağımsız Mutasarrıflığı hariç, geri
kalan ülkenin sımrlan için (1) nuımarah haritaya bakınız.
— 60 —
OsmanlIlarda kalmak üzere, Meriç Nehri sınır olmuştu. Daha batıda ka
lanı Rumeli toprakları ise Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve
Arnavutluk Devletleri arasında paylaşılmıştı. 14 Ekim 1913’te Yunanlı
larla Atina’da, 14 Mart 1914’de Sırplarla İstanbul’da imzalanan antlaş
malarla Rumeli’deki haklardan vazgeçilmişti. Bu suretle küçük Balkan
devletleri doğmuş ve Osmanlı Devleti’nin emniyet kuşağı daralarak, dev
let, Trakya, Anadolu ve Arabistan yarımadasından ibaret kalmıştı.
Yunanlılarla yapılan barış antlaşması gereğince, Balkan Savaşı’nda
Yunanlılar tarafından işgal edilen Ege Adaları hakkmdaki karar büyük
devletlerin hakemliğine bırakılmıştı. Büyük Devletler iso, işgal olunan
adaların Yunanistan’a verilmesi gerektiği hakkında karar vermişti. An
cak Çanakkale boğazının hemen dışında bulunan Bozcaada ise İmroz
Adası ve Anadolu kıyısına çok yakın bir mesafede bulunan Meis Adası’
nın Osmanlı Devletd’ne verUmesi uygun görülmüştü. Bu suretle, İngiltere,
Anadolu’nun en yakın emniyet kuşağını Yunanlılara bırakmıştı. Osmanlı
Devleti, bu karan reddetmiş ve adalar bir ihtilâf konusu olarak devam
etmişti.
Balkan Savaşı’nın bitmesinden bir yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’na
(1914-1918) girilmişti. Savaş, Osmanlı Devleti’nin bulunduğu tarafın ye-
nilmesıiyle sonuçlanmıştı. Osmanlı orduları, Anadolu’ya çekilmek zorun
da kalmıştı. Arap Yanmadası, Suriye, Filistin ve Irak tamamen İtilâf
Devletlori’nin işgaline geçmişti. Devlet, yalnız Trakya ve Anadolu’dan
ibaret kalmıştı. Fakat galip devletler, bu kez Anadolu’ya da saldırmaya
ve yer yer işgallere girişmişlerdi. Avrupa devletlerinin tasarılarına göre,
Anadolu’nun durumu, (2) numaralı haritada görüldüğü şekle sokulacak
tı. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nm ’Türk milleti ile el ve fikir birliği ede
rek çizdiği Misak-ı Millî smırları savunulmuş ve Türk vatamnm istilâcı
ların elinden kurtarılması için savaş başlamıştı.
Türkiye Büyük Millet Mechsıi kurulduğu zaman (23 Nisan 1920),
Türk vatanseverleri, henüz düşman kuvvetlerini anavatandan çıkarama
mışlardı. Memleketin batısında ve güneyinde düşmanlar bulunmakta vo
mücadeleler devam etmekte idi. Anavatanı kontrolleri altına alan yabancı
devletler memleketin her tarafını işgal etmek için çalışıyorlardı (Kroki :1).
— 61 —
ATA0I tfi.
silâhı araç ve gereçlerinin Avrupa’dan para ile satın alınması gerekiyor
du. Bu nedenle-rle meşmtiyeıt idaresi de, eskiden beri devam edip gelen
borç alma sisteminden kendini kurtaramamıştı. Meşrutiyet’in ilânından
henüz iki ay geçmemişti ki, devlet 19 Eylül 1908’de Osmanlı Bankası ile
bir borç alma sözleşmesi imzalamıak zorunluluğunda kalmıştı. Ancak söz
leşme, 16 Mart 1909’da çıkan bir kanım ile yürürlüğe girmiş vo % 4 faizle
4 711124 altın liralık borç alınmıştı.
Meşrutiyet idaresinin aldığı bu borçla, bir taraftan bütçe açıkları,
bir taraftan da eski devlet borçlarının faizleri (Düyun-u Umumiye borç
ları) ödenecek ve öte yandan da silâhlı kuvvetler için gereken ihtiyaçlar
karşılanacaktı. Fakat bu borç da, ihtiyaçlara yetmemişti. Bu sebeple hü
kümet, 14 Ağustos 1909’da onaylanan bir kanunla tekrar Osmanlı Ban-
kası’na başvurmuş ve 7 000 004 altın liralık bir borç alma sözleşmesi da
ha imzalamıştı. Alman bu borç da % 4 faizli idi. Buna rağmen hükümet
sıkıntıdan kurtulamamıştı. Dolayısıyla 3 Aralık 1910’da, Îzmir-Bandırma
Demiryolu Şirketi ile de bir borç alma sözleşmesi imzalanmış ve 1 712 304
a’tm lira almıştı. Bıı borç da, 1992 yılında ödenecekti.
Anadolu bir harabe halinde iken, hükümet bu defa yapılacak Hu-
deyde-San’a demir yolu birinci kısım inşaatı için, 9 Mart 1911’de, Hu-
deyde-San’a Demiryolu Şirketi’nden % 4 faizli 1 OCO 010 liralık bir borç
almıştı. Bu borç ise, 2006 yılında tamamiyle ödenmiş olacaktı. [55]
Memleketin içinde ayaklanmalar, savaşlar birbirini izlediğinden dev
let bir türlü kendine gelemiyordu. İktisadi ve dolamasıyla malî sıkıntılar,
bütçe açıkları, her yıl biraz daha artmakta idi. Çöküntüye gidiliyordu.
Memleket malî güçlükler ve bunu tamamlayan siyasî sıkıntıların ağırlığı
altında şaşkın bir duruma girmişti. Maliye Nazırı Cavit Bey’in Fransa’
dan borç alma girişimleri, ağn* şartlar ve tekliflerle karşılanıyordu. Fran
sa vereceği borca karşılık, Osmanlı mâliyesini tamamiyle kontrol altına
almak için tekilflerde bulunuyordu. Ayrıca vereceği paralarla., satın alı
nacak savaş silâh, araç v& gereçlerinin Fransa’dan alınmasını şart koşu
yordu. Tunus ve Cezayir’in Fransa’ya katıldığının Osmanlı Devleti ta
rafından resmen onaylandığının ilân edilmesini de istiyordu. Kısaca, bu
şartları Osmanlı mâliyesine değil, devletin esas egemenliğine de bir el
uzatma oluyordu. Bu sebeple Fransa’dan borç almadan vazgeçilmişti.
Şüphesiz Fransa’nın bu ağır şartları ileri sürmesinin bir amacı vardı. Bu
nun başlıca sebebi, yakın bir zamanda patlak vermesi olası bir dünya
savaşı ve verilecek paraların kaptırılmaması idi. Bunun ikinci sebebi de,
müttefikleri darıltmamaktı. Çünkü Fransa, müttefikleri ile birlikte Os
manh Devleti’ni paylaşmalk konusunda anlaşmıaya varmıştı. Özellikle
[55] AjTintılı bilgi için ~Bkz. Yeniay; Yeni Osmanlı Harçları Tarihi, s. 103-111.
^ 62 —
Rusya’yı darıltmak hiç işine gelmemekte idi. Osmanlı Devleti’nin sorun
larında Rusya’nın onaymı almadan hiç bir anlaşmaya giremiyordu. Al
man tehlikesi karşısında Rusya’dan yardım umuyordu. Fransa’nın bu
tutumu ile müttefiklerin siyaseti Osmanlılarca anlaşılmış bulunduğundan,
Almanya’ya başvurulmuştu. Almanlar da bunu kabul etmişlerdi.
1914 yılında Osmanlı Devleti’nin geliri 32 607 490 lira olarak tahmin
edilmekte idi. Buna karşılık masraf ise, 34 012 003 lira olarak hesaplan
mıştı. Arada 1 404 513 liralık açık görülmüştü. Ancak bu yıl devlet borç
larına (Düyun-u Umumiye’yo) 14 996 077 lira ödenecek, silâhlı kuvvetlere
9 975 817 verilecekti (Bu paranın 5 989 056 lirası Kara Kuşetleri'nin,
450 612 Lirası İmalâtı Harbiye’nin, 2 217 397 lirası Jandarma’nm ve
1318 752 lirası Deniz Kuvvetleri’nin). Bu suretle silâhlı kuvvetlere ve
devletin borçlarına verilmesi zorunlu paranın miktarı, 24 971894 lira
tutmakta idi. Devletin bu yıllki gehrine göre geri kalan 7 635 59d lira di
ğer kamu hizmetleri için yeterli değildi. Bununla beraber Osmanlı Har
biye Nezareti ve Başkomutanlığı, büyük bir dünya savaşının eşiğinde bu
lunulduğu bir sırada, silâhlı kuvvetlere ayrılan bu az para üe 800 000
kişihk bir Osmanh kuvvetinin seferi duruma getirilmesinin, ordu birlik
lerinin tasarlanan yığınak bölgelerine ulaştırılmaılarının ve nihayet kuv
vetle olası bir savaşın büyük masraflarının karşılanam.ayacağım hesap
lamakta idi. Bu yüzden Maliye Nezareti üe Harbiye Nezareti arasmda
devamlı bir tartışma ve pazarlık sürüp gidiyordu. İVtaliye Nezareti diğer
nezaretlerin de paraya ihtiyacı olduğunu ileri sürüyordu. [56]
2 Ağustos 1914’te çıkarılan “Tekâlîf-i Harbiye Kanunu” ile silâhlı
kuvvetlerin ihtiyaçları karşılanmak istemişse de, bu tedbir silâhlı kuv
vetlerin ihtiyaçlarını tam karşılayamamıştı. Harbiye Nazırı Enver Paşa,
silâhlı kuvvetlerin beslenmesi, ayakta tutunabilmesi, gereken ihtiyaçla
rın sağlanabilmesi için 9 875 817 liralık bütçeye ek olarak daha 5 500 000
lira istiyordu. Devletin geliri buna yetmiyordu. Fakat, bunun aksi halin
de ordunun dağıtüması gerekecekti. Nihayet Harbiye ve Maliye Neza
reti arasındaki tartışmalar bir sonuca bağlanmış ve Maliyo Nezareti,
Harbiye Nezareti emrine her ay 500 000 liralık bir ödeneğin verilmesine
razı olmuştu. Ayrıca “Tekâlîf-i Harbiy’8”den de faydalanmaya devam edi
lecekti. Bu arada bedeli nakit olarak ihtiyacın karşüanmasına çalışıla
caktı. Ancak süâhlı kuvvetlerin ihtiyaçlarının en güzel karşüığı, devlet
borçlarına verilmesi kararlaşan 14 996 907 liralık paraydı. Oysa Maliye
Nezareti bu paraya el sürülmesini istemiyordu. Daha doğrusu Maliye Na
zın Cavit Bey, süâhlı kuvvetlerin sıkıntıya düşmesini vo bunun neticesi
[56] Yusuf Hükmet Bayur; Türk İnkîlâbı Tarihi, c. III, 1 nci Ks., Ankara, 1953,
s. 185-191.
— 63 —
olarak, terhisin yapılmasını ve savaşa girilmenıesini, böylece, savaşın ön
lenmesini istiyordu. Cavit Bey’in düşüncesi anlaşılmış olduğundan, Enver
Paşa, Cavit Bey’i bir kenara bırakmış, Almanya ile görüşmelero girişerek
uzlaşm a sağlamıştır. Almanya Türkiye’nin jeopolitik dm umundan ve si
lâhlı hüviyetlerinden faydalanmak için gayretlerini esirgemiyordu. Türk
Ordusu’nun kahramanca savaşacağından emindi. Balkan Savaşı felâke
tinin siyasî bir bozgunun sonucu olduğunu biliyordu. Çok hesaplı davra
nan Almanya, Türk Ordusu’nun değerini ve Türk’ün cevherini takdir et
memiş olsaydı, Osmanlı Devleti ile kader birliği yapmayı hemen redde
derdi. Bu nedenle Enver Paşa’nm Almanya’ya yaptığı başvuru uygun
karşılanmıştı. Varılan anlaşmaya göre. Alman Hükümeti, 1915 yılından
itibaren her yıl 31 Aralık’ta ödenmek üzere % 6 faizle 5 000 000 altın
lira vermeyi taahhüt etmişti. Bu borçlanmanın 50 000 lirası, sözleşmenin
imzasından on gün sonra, 750 000 lirası, Rusya veya İngiltere ile savaşa
girdiğimizden on gün sonra, geri kalanı da savaşın ilânından 30 gün son
ra verilecekti. Savaş bitince bu ödemelor kesilecekti.
Almanya ile yapılan bu borç alma anlaşması, 20 Ekim 1914’te En
ver, Talat ve Cemal Paşalarla Halil Bey (Menteş) tarafmdan onaylan
mıştı. Enver Paşa ile arkadaşlarmm bu temasları gizli tutmaları bin bir
siyasî akım içinde bulunanları şaşırtmış ve “Bu nasıl meşrutiyettir? Ka
binenin hiç bir şeyden haberi yoktur. Meclis yok mu?” gibi gürültülerin
kopmasına sebep olmuştu. Ancak o zamaniki Meşrutiyet Meclisi’nin % 50’
si düşman taraftarı insanlarla dolu olduğu gibi, kabinede bulunan nazır
ların ve Avrupa’daki birçok elçilerimizin eşleri yabancı ırklardan kadın
lardı ve bunlarm çoğu sırf istihbarat yapmak için evlendirilmişlerdi. Nor
mal bir kabineye veya meclis toplantısı yapmaya ve her şeyi açık açık
konuşmaya imkân olmadığı, özellikle Balkan Savaşı’nda pek acı tecrü
belerle öğrenilmişti. 'Türk vatanseverlerinin bu tutumlarının eleştirilme
sinde bu yönün gözönünde tutulması ve buna göre bir karara varılması
önemlidir. İleride görüleceği gibi, devletin Birinci Dünya Savaşı’na sokul
ması durumunun eleştirilmesinde de bunun gözönürde tutulması bir zo
runluluktur.
Almanya ile yapılan anlaşmaya göre ilk borç paralar 26 Ekim 1914’
te, İstanbul’a gelmiş, Doyçe Bank’ın kasalarına yerleştirilmiş ve banka
korum.a altına alınmıştı. Bu suretle Enver Paşa, muhaliflerin arzu ettik
leri siyasî manevralarım suya düşürmüş ve orduyu ayakta tutmuştu.
OsmanlI Devleti’nin iktidar sorumluları, İtilâf Devletlerinin kesin
kararlarmı ve düşmanca siyasetlerini çok iyi biliyorlardı. Onlar Almanya
ile birleşmekten başka bir çare olmadığına inanmışlardı.
— 64 —
Almanya’nın savaş harcamalarına karşılık olarak verdiği paradan
başka, ayrıca Avusturya^Mıacaristan da 5 000 000 liralık bir avans ver
mişti. Gerçekte alınan bu paralarla büyük bir savaşın bütün harcamala
rını karşılamaya imkân yoktur. Türk ordusu, birbirinden binlerce kilo
metre uzak birçok cephelerde savaşacaktı.
Savaşa girilmiş ve bütün cephelerde savaşlar başlamıştı. Bütün sı
kıntı ve kısmtılara rağmen eldeki paralar yetmiyoidu.
1915, 1916 ve 1917 yıllarında devletin gelirleri her yıl biraz daha
azalmış ve harcamalar çoğalmıştı. Silâhlı kuvvetlerin 10 000 000 altm lira
gibi az bir para ile savaşın devam ettirilmesi imkânsız bir hale gelmişti.
Bu sebeple ve özellikle 1917 yılında, iki milyar kuruşluk olağanüstü bir
kanun kabul edilmişti. [57] Bu kanuna göre silâhlı kuvvetler, 28 Mart
1334 (1918) yılı bütçe kanunu ile 9 Mayıs 1918’de 30 000 000 [58] ve
3 Ekim 1918’de de 10 000 000 liralık olağanüstü bir ödenek almıştı. [59]
Fakat bu para değerini kaybetmişti. Devlet paraya fazlasıyla muhtaç
olduğundan 1918 yıhna kadar 158 000 OOO liralık kağıt para bastırılmıştı.
Meşrutiyet hükümetleri, savaşın uzun süreceğini hesaplayamamış
lardı. Savaş harcamaları için müttefiklerden yeterli bir yardım taahhüdü
sağlamadan harfbe girmişlerdi. Bu sebeple de kağıt para bastırılmış ve
paramn değeri düşürülmüş, memleket top yekûn büyük sıkıntılara gir
mişti. Ancak Almanlarla yapılan sözleşmelere göre, bastırılan birinci ter
tip kağıt paralar karşılığı olarak 5 000 000 altın lira alınmıştı. Bu altın
lar karşılığı olarak bastırılan kağıt paralar, banşm imzalanmasından altı
ay sonra hamilleriyle değiş-tokuş edilecekti. Bu am.açla altınlar Düyun-u
Umumiye İdaresi’ne. teslim edilmişti. Diğer tertiplerin karşılığı da ba
rışın yapılmasından sonra çeşitli tarihlerde bedeli ödenmek üzere Alman
hazine taJhvüatı ile birlikte, Düyun-u Umumiye’nin emrine verilmişti. [60]
Buna dayanılarak çıkarılan kağıt paralar, îngilizlerin savaş sonrasmda
altınları Londra’ya götürmeleri yüzünden karşılıksız kalmış ve hiç bir
değer taşımayan kağıt paralar, Türk Milleti’nin omuzlarına yükletilmiştd.
Devlet “Tekâlif-^i Harbiye” dolayısıyla 45 000 000 liralık bir borç al
tında bulunuyordu. 1918 yılı sonlarında memleket tahammül edüemeye-
cek derece İktisadî ve malî bir sefalete düşmüştü. Silâhlı kuvvetler de
tam bir sarsıntı geçirmeye başlamıştı. Ne halkın, ne de silâhlı kuvvetle-
— 65 —
rin beslenmesi mümkün olmuyordu. Hayat felce uğramıştı. Memleket iç
vo dış borçlannm toplamı hiç bir suretle karşılanmayacak gibi korkung
bir rakama ulaşmıştı. Bu miktar 454 000 OOO’du. [61]
Birinci Dünya Savaşı döneminde, hükümet gereksinimlerini karşıla
yabilmek için, 18 000 000 altın liralık bir iç borçlanma da yapmış idi. Bu
borcun ancak bir yıl faizi verilebilmiş ve sonraki yıllarda faiz verilemez
olmuşıtu. Faizlerle birlikte, borç miktarı yükselmişti.
İstiklâl Savaşı’na başlanıldığı zaman, devletin malî durumu, sıfır
denikbüecek bir hale gelmişti. Memleketin her kaynağı ve geliri tam bir
haciz altına girmiş bulunuyordu. Bu durum, kurtuluş hareketine atılan
Büyük Adam’ı ve milleti düşmandan daha fazla düşündüren bir sorun
olmuştu. MUlî Mücadele’ye girildiği zaman, bütün koşullar cesaret kırıcı
idi. Anadolu bir savaşı karşılamak için yeteri kadar zengin olmadığı gibi,
ne büyük sanayi müesseseleri no de paralarına el konacak zengin banka
ları vardı. Osmanlı Bankası’mn Anadolu’da bulunan 43 Şulbesi’ndeki mev
duat pek azdı. Ziraat Bankası’nm 1920 yılındaki bütün sermayesi ve mev
duatı 11 500 000 lira kadardı. Bu da karşılığı olmayan kağıt paralardan
ibaretti. Bir ölüm-kahm savaşma bÜ3rük bir para sıkmtısı içinde girili
yordu. Nitekim, Kara Vasıf, Sivas Kongresi’nde “Parasız, ordusuz ne
yapabiliriz?” demekle memleketin içinde bulunduğu malî durumu ve aczi
ifade etmek istemişti. Birçok kimseler ise, 500 000 OOO’luk muazzam bir
borç dururken, istiklâl ve zafer kazamlsa dahi, bağımsız bir devlet ola
rak yaşamanın imkânsızlığına inanmışlardı. Bu sebeple manda yönetimi
istiyorlardı. Daima parasızlık ileri sürülüyordu. Fakat büyük önder ve
dâhî Mustafa Komal Paşa, bütün bunlara karşı gelmiş ve her şeyi büyük
Türk Milleti’nin yeneceğine inanmıştı. Bu inanışla milistin hiç bir zaman
yenilmemiş vatanseverliğine ve azmine baş vurmuştu. Halktan nakdî ve
aynî yardım istemişti. Mületin yer yer giriştiği mücadelelore paı-alel ola
rak yardımlar da devam ettirilmişti. Ancak Türkiye Büyülk Millet Mec-
lisi’nin açılmasına ve hükümetin kurulmasına kadar memleket savunması
için sağlanan bu yardımlar, Kuvay-ı Millîye ve Müdafaa-i Hukuk’un tak
dir ölçülerine göro idare edilmişti. Fakat bu durum zaman zaman halkı
bir takım zorluklara ve sıkıntılara düşürmüştü. Bu anormal durumların
başğöstermesi, Müdafaa-i Hukuk teşkilâtını bir takım adil kararlar al
maya zorlamıştı. Nitekim 31 Temmuz 1919’da Balıkesir, Alaşehir ve Na
zilli Kongreleri, yardım sorunlarım ciddî ve esaslı foraıüllere bağlamış
lardı. Bütçe başlığım taşıyan kararlarda, “İzmir Şimal Mıntıkası Kuvay-ı
Müliye Heyeti Umumiyesi” için 300 000 liralık bir bütçe ayrılmıştı. Bu
bütçenin geliri, belediye vergilerinin muhammen varidat (tahmin edilen
— 66 —
gelir) fazlasının yarısına, mezbaha ve pazar vergilerinin ithalât ve ihra
cattan alınacak belirli bir vergiye dayatılmıştı. Her yiyecek maddesine
bir miktar vergi konmuştu.
Müdafaa-i Hukuk teşkilâtlarının bütün çabalarına rağmen, memle
ket sa^/unması için gereken para sağlanamıyordu. Millî mücadele hare
ketinin lideri dahî, hem şahsen parasızdı, hem de mcaileketin kurtarıl
ması için yapmakta olduğu gezilerine gereken parayı sağlayabilecek du
rumda değildi. Nitekim, Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas’a gidecek
olan Mustafa Komal Paşa’nm seyahati için gereken 1000 lirahk bir yol
luk Erzurum Müdafaa-i Hukuk teşkilâtı tarafından sağlanmıştı. Erzurum
Müdafaa-i Hukuk’un elinde bulunan paranın miktarı ancak 80 liradan
ibaretti. Yolluk parası işi, Erzurum’da bulunan Emekli Binbaşı Süley
man’ın 900 lirasıyla çözümlenmişti. [62]
İstiklâl Savaşı’nm malî sorunları için, ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin açılmaısmdan sonra kalıcı çözüm yolları aranmıştı. İlk iş ola
rak, Anadolu’da develtin bütün gelir kaynaklarına el konmuştu. Fakat
buna rağmen Duyun-u Umumiye gelirlerine dokunulmamıştı. Ancak Tür
kiye Büyük Millot Meclisi Hükümeti Maliye Vekili, Duyun-u Umumiye’
nin Ankara’da bulunan temsUcisi Ali Cevdet Bey’e şöyle demişti ; “Biz
harp halindeyiz. Vergileri toplayıp bize veriniz. Ancak masraflarınızı alı
nız. Barış olunca hesaplaşırız” Duyun-u Umumiye’nin işine gelen bu tek
lif, millî hükümeti büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Böylece 'Türkiye Bü
yük Millet Meclisi Hükümeti Düyun-u Umumiye’nin gelinlerine el koy
muştu ki, bu gelir en azından 8-10 milyon lira kadardı. Ayrıca damga
pulu gelirleri ile Reji idaresine el konmuştu. Fakat bütün bu tedbirler
do yeter miktarda değildi. Bmıu çok iyi bilen büyük önder Mustafa Ke
mal Paşa, Heyet-ıi Temsiliye adına daha 18 Mart 1920’de imzaladığı ve
kolordularla vilâyetlore, bağımsız mutasarrıfljklara Şile, Gebze ve Kar
tal kaymakamlıklarına yazdığı şifrelerinde : “Osmanlı ülkesinde bulunan
Osmanlı Bankalarıyla Düyun-u Umumiye ve Roji idareleri, mevcutlarını
bulundukları yerlerin en büyük mülkîye ve malîye memurlarına haber
vereceklerdir. Herhangi bir tarafa yapılacak irsalât, bu iki memur tara
fından kontrol edilecek ve üst makamlara bilgi vorilecektir. Ziraat Ban
kaları da aynı suretle mevcutlarını büdirmekle beraber, İstanbul merke
zinden başka merkezlerle olan muamelâtına devam edeceklerdir. Bu mües-
seselerin İstanbul’a irsalât yapması menedilecektir. Yerli müesseselerle
mal sandıklarında vo Evkâf sandıklarında bulunan paraların cins ve re
hin olarak saklanan bütün kıymetler, 18 Mart 1920 tarihi esas kabul edi
lerek baliğ olan miktarlar derhal bildirilecektir” denmekte idi. Bu suretle
[62] Geniş bilgi için Bkz. Cevat Dursunoflu; Millî Mücadele Erzurum, Ankara, 1946.
-- 67 —
kurulacak yeni Türk devletinin malî cephesi de oluşturulmak istoniyordu.
Bu tedbirlerin alınması kesin bir zorunluluktu. Görüldüğü gibi, girişilen
millî mücadele hareketinin mimarları, bir taraftan düşman saldırılarını
durdurmak için tedbirler alınırken, bir taraftan da savaş için gereken
paraların nerelerden sağlanması gereği üzerinde önemle durmuşlardı.
Bundan sonra, Rusya ile ilişki kurulmuş ve Rusya’dan bir miktar harp
silâh ve gereçleri ile üç partide (200 000, 500 000 ve 300 000) olmak
üzere 1 000 000 Rus altını alınmıştı. Ayrıca Hindistan Müslümanları, Kı-
zılaya 300 000 liralık bir yardım yapmışlardı. (Bu 300 000 liranın 110 000
lirası, Yunanlılarm bozgunda yaktıkları köylerin Türk halikına. Garp Cep
hesi Komutanlığı eliyle dağıtılmış ve geri kalan 190 000 lira, sonradan Iş
Bankası’nın sermayesino katümıştı.)
İçinde bulunulan bu İktisadî ve malî durum, Osmanlı Devleti’ni her
bakımdan bağlamış ve memleketi büyük bir sıkıntıda bırakmıştı. Bu sı-
kıntmm başlıca nedeni, bir defa ticaretin kısır ve mahallî oluşu, mem
leket üretiminin iç ve* dış pazarlarda değerlendirilmemesi idi.
Memleketin büyük çaptaki ticaret faaliyeti Türk olmayan zümrele
rin ve yabancı tekelinde idi. Bu da Türk ekonomisinin, yani ticaretinin
gelişmesine en büyük engeldi. Küçük ticaret adamlarmın faaliyetleri ise,
sömürücü zengin ve bakim zümrelerle rekabet ©dilecek yeterlikte olma
dığı gibi bu husustaki bilgileri de çok zayıftı. Herhangi bir yatırım söz
konusu doğüdi. Halkın büyük kısmınm faaliyeti ziraat ve küçük sanat
lardan ibaretti. Türklerin çalışıp, yabancıların kazanması, özellikle dev
letin malî esaret içinde bulunması, yani başlıca kaynaklarım yabancıların
kontrotüne bırakması ve hatta gümrüklerine bile hakim olmaması, ba
ğımsız bir ticaret politikası güdebilmesine engel olmuştu. Buna millî ulaş
tırma imkânsızlıklarının da oklenmesi ile durum daha da ağır bir hale
gelmişti. Memleket karayolları az ve yetersiz olduğu gibi, demir ve de
nizyolları da ticaret faaliyetlerini ve gelişmeyi sağlayabilecek bir halde
değildi. Momleketin bir tarafından diğer herhangi bir bölgesine veya ih
raç iskelelerine ulaşmak bir problemdi. Demir yollan yabancı kumpan
yaların elinde olduğu gibi, denizlerde yabancı ticaret gemileri hakimdi.
Bu sebeplerle me'mloketin ticaret hayatı, Avrupa’nın elinde kalmıştı. Bu
hâl, Osmanh Devleti’nin tarihe karışmasına kadar aynı şekilde devam
etmiş ve bu durum nihayet tam bir esarete kadar ulaştırılmak istenmişti.
3. Sosyal Durum
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sosyal bünye, hiç bir olumlu
gelişme ve fark göstermeden 1903 yılına kadar aynı şeküde devam et
mişti. 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla sosyal bünye daha faz
lasıyla zedelenmiş ve içine düşülen bunalımların yarattığı sarsıntılar, top
— 68 —
luluğunun g^orüş ve tutumunıda döğişiklikler yapmıştı. Halk cehalet içinde
idi. Okuma yazma oranı % lO’dan fazla değildi. Hristiyan tebaada oku
ma yazma oranı Müslümanlara nazaran daha fazla idi. Pek az sayıda bu
lunan aydınların çoğu, yeniliklerden, uzak koyu moıhafazakârdı. Halk ce
halet içinde bulunduğundan geri düşünceler ve hurafelere bağlı bulunu
yordu. Memleketin biricik kuvvöti, çok itaatli, zorluklara dayamkh cesur
Türk köylüsünün kendisi idi. Osmanlı Devleti’nde dil ve gelenekler bir
birinden farklı idi. Devlet, birçok milletlerin karışımı olduğundan her
mület kendine göre bir amaç peşinde idi. Toplumda milliyetçilik akım
ları hakimdi. Meşrutiyet devrimini yapan aydın Türkler ise, Osmanlı Dev-
leti’ndeki milletleri Osmanlıhk ülküsü etrafında toplamak istiyorlardı.
Ancak bu istek gerçekleşememişti. Balkan Savaşı felâketinden sonra be
liren Türkçülük akımı kuvvetle yürütülmüşse de, bu akım öyle bir doğ
rultu almıştı ki, durum Turancüığa kadar gitmişti. Bunu yabancılar, Türk
emparyalizmi ve Türklerin İslâm ümmetinden ayrılması gibi göstererek
Arapları da Türk egemenliği aleyhine kışkırtmaya başlamışlardı. Bu ara
da Türk toplummıda muhafazakârlar da “İslâm Birliği” fikrine iyice
saplanmışlardı. İşte Türk toplumu böyle bu sosyal bünye içinde Birinci
Dünya Savaşı’na da girmiş oluyordu. Bu sosyal bünye nihayet etkilerimi
çok tehlikeli bir şekilde göstermişti. Özellikle şeriatçılar, zorbalar ve hat
ta en son olarak padişah ve Halife Vahdettin de sırf çıkarları için dev
let, mület ve din düşmanlarıyla birleşmekten çekinmemişti.
İstiklâl Savaşı’nda şeriatçıların, zorba, ağa ve eşrafm ve yabancı
propagandaların Türk sosyal bünyesinde yaptığı zararları çok iyi gören
ve bilen Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında ve
bundan sonraki devrede, halk topluluklarını uyarmaya, kökleşen zararlı
zihniyetleri yumuşatmaya büyülk önem vermişti. Büyük dâhi, başlangıçta
cahil halkı kendi amaç ve çıkarlarma göre kontrol altında tutan zorba
ları ürkütmeden, bunları miUetin çıkarları etrafında toplamaja başar
mıştı. Bunları miUî ahlâk, millî istiklâl ve şuura yanaştırmıştı. ÖzeUikle
halk üzerinde büyük etkileri olan din adamlarını da kontrolü altına al
mayı İhmal etmemişti. Çünkü halkın gözünde, din adamı din kadar say-
gıh idi. Halk din adammm söyleyeceği her sözün doğru olduğuna inan-
dırılmıştı. Din adamlarının söylediklerinin hurafelerle dolu olduğu bir
gerçek idiyse de, halk bunu düşünüp bir sonuç çıkarabilecek güçte değü-
di. Din adamı ne derse, sarıklı ve< sakallı olduktan sonra sözleri de doğru
kabul edilmekte idi. Bu itibarla halk üzerinde büyük etki yapabilecek
güçte bulunan sarıklıların ihmal edümesi mümkün olamazdı. Bu maksat
la Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’nun İstanbul’a karşı çıkarttığı fetvalar,
dinî vaazlar, söylevler ve türlü davranışlar, gerçek görüşlorle olumlu bü
yük faydalar sağlamıştı. Savaşın kazanılması için seçilen bu yol, bütün
— 69 —
sakıncalarına rağmen geçici olarak değerlendirilmişti. Bu yol ile halk
yavaş yavaş gerçeği görmeye başlamıştı. Anadolu’nun bu tutumunun ya
ratacağı olumlu etkiyi çok iyi bilen Avrupalı düşmanlar, ajanlar ve ha
life. üsıtün maddî kuvvetlerine paralel olarak, halkın aiılâkını ve haklı da-
vasmı tahrip etmek için din silâhlarına sarılarak saldırmışlardı. Bu sal
dırıların da o derecede başarı sağlamışlardı ki, Anadolu’nun her tara-
fmda yer yer ayaklanmalar görülmeye başlamıştı. Kardeşi kardeşe vur
duran Halife, nihayet hain damgasını da yemişti.
Mustafa Kemal Paşa’nın davası ise* açıktı. O’nun giriştiği büyük Kur
tuluş mücadelesi yalnız Türk tcplumunu değil, aynı zamanda îslâm dün
yasını da mutlak bir esaretten, yok olmaktan kurtarmak hususunda bir
örnekti. Bu amaçla da hareket eden Musetafa Kemal Atatürk, Anadolu’
daki gerçek din adamlarınm yardımı ile geri zihniyeıt temsilcilerini ve
Halife’yi yenmişti. Gerçeği görmekte gecikmeyen Anadolu, Mustafa Ke
mal Paşa’ya inanarak onun hür ve gerçek bayrağı altında toplanmış ve
bütün ayaklanmaılar söndürülmüştü.
Gerek Meşrutiyet ve gerekse Millî mücadele devirlerinde, halkı elde
edebilmek ve bu suretle vatanın kurtarılmasına yönelebilmek için yapı
lan mücadelenin çeşitli dönemlerinde, en başta gelen sorunu, ağa, eşraf,
din adamlarım yola getirmek davası idi. Bu dava, dış düşmanlardan daha
etkili bir konu idi. Bunun çözümlendiği gün, vatan nasıl olsa kurtarıla
caktı. Gerçek aydınların birleştiği bu sosyal düşünce, ancak Mustafa Ke
mal Paşa’nm liderliğinde gerçekleşebilmişti. Başlangıçta Selanik’te İtti
hat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleriyle anlaşamayan Kolağası Mustafa
Kemal, milletin sağduyusu ve kendisinin ruhunda plânladığı programla,
Türk’ün gerçek lideri ve kurtarıcısı olduğunu göstermişti. Subaylar ve
halk Mustafa Kemal Paşa ile işbirliği yapmayı ve emrinde çalışmayı gö
rev bilmişlerdi.
■Millet kısa zamanda ordulaşmış ve Türk ailesi, kışlalarını kendi yu
vası kadar kutsal bir ocak olarak görmüştü. Türk toplumu dünya uygar-
lığma bu yol ile adım atmıştı. Köylü, şehirli, sosyal gelişmeyi kendi ordu-
sımda görmüş ve bu görüşünü değerlendirmişti. Bu suretle Mustafa Ke
mal Atatürk, Türk sosyal hayatının geliştirilmesine ve geri kalmış mil
letlere örnek olmuştu.
— 70 —
İKİNCİ BÖLÜM
TEŞKİLAT
(1908 -1920) .
A. MÜLKÎ TEŞKİLÂT ^
— 71 —
VİLÂYETLER VİLÂYETLERE BAĞLI SANCAKLAR
Edime Edime, Kırklareli (Kırikkilise), Gelibolu,
Tekirdağ,
Dedeağaç, Giimülcine
İstanbul İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar
Selânik Selânik, Serez, Drama
Kosova Kosova, Üsküp, Priştine, Seniça, İpek,
Taşlıca
Pizren
Manastır Manastır, Görieo, Serfiçe, Debre
Yanya Yanya, Ergiri, Preveze, Berat
Işkodra Işkodra, Draç
Cezair-i Bahrîsefid Limni, Midilli, Sakız, Rodos, Girit
Bursa (Hüdavendigâr) Bursa, Balıkesir (Karesi), Afyonkarahi-
sar.
Kütahya, Bdlecik (Ertuğrul)
Aydın İzmir (vilâyet merkezi) Aydın, Manisa
(Saruhan),
Muğla (Menteşe), Denizli
Ankara Ankara, Yozgat, Kayseri, Kırşehir, Çorum
Konya Konya, Niğde, İsparta (Hamidabat) An
talya (Teke),
Burdur
Kastamonu Kastamonu, Bolu, Sinop, Çankırı
Sivas Sivas, Amasya, Şebinkarahisar, Tokat
Trabzon Trabzon, Gümüşhane, Samsun (Canik),
Rize
Erzurum Erzurum, Erzincan, Doğubeyazıt, Hınıs,
Van Van, Hakkâri
— 72 —
Diyarbakır (Diyarbokir) Diyarbakır, Mardin, Ergânî
Bitlis Bitlis, Muş, Siirt, Genç
Elazığ (Mamuretülaziz) Elazığ, Malatya, Dersim
Suriye Şam, Hama, Havran, Maan
Adana Adana, Osmaniyo (Cebelibereket), Mer
sin (İçel)
Halep Halep, Urfa, Maraş
Trablusgârp Trablusgârp, Fizan, Cebel, Hums
Bağdat Bağdat, Kerbela, Divaniye
Musul ’ Musul, Kerkük, Süleymaniye
Basra Basra, Müntefik (Nasıriye), Necit, Amara
Yemen San’a, Hudeyde, Asir-Taif
Mekke Emareti Mekke, Medine, Cidde
Bağımsız Sancaklar :
Beyrut, AJkka, Trablusgârp, Lâzkiye
Nablus, Cebel-i Lübnan, Kudüs, Bingâzi
Zor, İzmit, Bigâ (Mutasarrıflık Merkezi Çanakkale), Çatalca
Mümtaz Eyaletler :
Sisam
Doğu Rumeli (Rumel-i Şarkî)
Osmanlı Devleti gerek istibdat ve gerekse meşnııtiyet devirlerinde
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında bulunan ülkesinden önemli bir kısmı,
özellikle 1911-1912 Osmanlı-ltalyan Savaşı’nda Trablusgârp vilâyeti ile
Bingâzi Sancağım, Rodos Adası başta olmak üzere Oniki adayı; 1912-1913
Balkan Savaşı’nda Doğu Trakya hariç olmak üzere bütün Rumeli ile Ege
Adalarının büyük bir 'kısmını kaybetmişti. 1914-1918 Birinci Dünya Sa-
vaşı’nda ise, bütün Arap Yarımadası’m kaybettiğinden koca imparatorluk
küçülmüştü. Elde ancak Doğu Trakya ile İstanbul ve Anadodu kalmıştı.
Bu suretle 1919 yılmda memleket 15 vilâyet ve 15 bağımsız mutasarrıflık
olarak mülkî ve İdarî dağüıma tabi olmuştu ki, bu bölünme şöyle idi
(Harita : 4) :
— 73 —
VİLÂYETLERE BAĞLI
VİLÂYETLER MUTASARRIFLIKLAR
Edirne Kırklareli (Kırkkilise)
Tekirdağ, Geliıbolu
İstanbul Beyoğlu, Üsküdar
Bursa Büecik (Ertuğrul)
Aydın (Merkez İzmir) Manisa (Saruhan), Denizli
Konya İsparta (Hamddabait)
Burdur
Ankara Çorum, Yozgat, Kırşehir
Kastamonu Çankırı
Sivas Amasya, Tokat, Şebinkarahisar
Trabzon Rize, Gümüşhane
Erzurum Erzincan
Elâzığ Malatya
Bitlis Muş, Siirt
Van 'Hakkâri '
Diyarbakır Ergâni, Siverek, Mardin
Adana Kozan, Osmaniye (Cebelibereket) [63]
BAĞIMSIZ MUTASARRIFLIKLAR
Çatalca
İzmit
Bigâ (Merkez Çanakkale)
Bolu
Eskişehir
^yonkarahisar
Balıkesir (Karesi)
Kayseri
Muğla (Menteşe)
Niğde
Antalya
Mersin (İçel)
Urfa
Samsun (Canik)
— 74 —
Bu mülkî dağılım, İstiklâl Savaşı sürosince genel olarak değişme.-
mişti. Devreden mülkî İdarî teşıkilâtm değiştirilmesine ve dalıa uygun bir
şekil verilmeısine savaşın olağanüstü durumu müsaade etmemişti. Birgok
vüâyetlerin bölgeleri çok genişti. İdarî güçlükİGrine rağmen, bu durum
korunmuş ve düzeltilmesi savaşın sonuna bıraikılmıştı. Bugün olduğu gibi,
ilçeler, ilçelere bağlı bucaklar, bucaklara bağlı köyler vardı. Bütün bun
lar İdarî dağılımda ıbelirtUmiştir.
İlçe ve vilâyetler arasında bulunan ve adına “Liva” veya “Sancak”
denilen teşkilât, vilâyetlerin idaresine nazaran daha pratikti ve savaş
amaçlarına daha uygun düşmekte idi. Memleket içinde her türlü ikmal
kolaylıkla yapılabilmişti. Liva veya sancak denilen teşkilâtın başmda bu
lunan devlet memuruna da “Mutasarrıf” denilmelkteydi.
Bağımsız mutasarrıflıkların çoğu vilâyetler gibi doğrudan doğruya
Dalıiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanhğı’na) bağlı bulunuyordu. Bunlar, yu
karıda adları yazılan bağımsız mutasarrıflıklardı.
TeşkUâtta bazı vilâyet ve sancaklar, diğerleri gibi, merkez şehrin
ismini değil, bir takım tarihî isimleri taşımaktaydıiar. Bursa “Hüdaven
digâr”, Manisa “Saruilıan”, Balıkesir “Karesi” diye adlandırılmışlardı.
Yine bazı vilâyet ve sancaklara, kendisine bağlı başka bir şehrin ismi
verilmişti ki. Aydın, İzmir’e bağlı bir mutasarrıflık olduğu halde, vilâ
yetin adı Aydın vilâyeti idi.
B. ASKERÎ TEŞKİLÂT
I. 1909 Yıb Öncesinde Silâhlı Kuvvetler
a. Kara Kuvvetleri '
1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı’nm yenilgi ile sonuçlanması üzerine,
silâhlı kuvvetlerin bünyesinde bir ıslâhat yapılması zorunluğu duyulmuş
tu. Özellikle bu zamana kadar, Türk Ordusu’nda uygulanmakta bulunan
Fransız teşkilât ve taktiği bırakılmış, bunun yerine Alman teşkilât ve
taktiğinin daha uygun olacağı kararma varılarak sistem değişikliğine
gidilmişti. Bu maksatla da 1882 yılından başlayaralk Alman subayların
dan faydalanma yoluna gidilmiş ve ilk defa Alman süvari subaylarından
Klöhler’in başkanlığında bir Alman subaylar heyeti IstanıbuTa getirilmiş
ti. Bu heyet Türk Ordusu’nda öğretmenlik yapacak ve gereken tavsiye
lerde bulunacaktı.
II. Abdülhamit heyet başfkamm kendisine özel danışman olarak al
mış ve rütbesini generalliğe yükselterek Yıldız sarayında oturmasına
izin vermişti. Ancak, yaver-i ekremlik (padişah yaverliği) ile de taltif
— 75 —
odilen heyet başkanı ve heyet üyeleri, padişah tarafından göz hapsine
alınmışlardı. Bu yüzden heyetten bir yarar sağlanamamış ve bunlar sa
rayda bir süs olarak kalmışlardı.
1883 yılında heyet başkanı General Köhler ölmüştü. Almanya bu
nun yerine Kurmay Yarbay von Der Golç’u göndermişti. îlk defa Tür
kiye’ye gelen Golç’e generallik rütbesi verilmiş ve Askerî Okullar Müfet
tişi olmuştu. Daha sonra Genelkurmay’da, Genelkurmay 2 nd Başkan
lığı görevini alan General Gkılç, ordunun kalkınması işin gereken her türlü
tedbirleri almaya başlamıştı. Fakat Abdülhamit’in kafiyeleri tarafından
jurnal edilmişti. Böylece General von Der Golç ve heyeti, bir büro adam
ları durumuna getirilmişlerdi. [64] Buna rağmen dar yetkiler içinde ça
lışan General Golç, bir süre sonra patlak veren 1897 (1313) Osmanh-Yu-
nan Savaşı’mn kazanılmasında, teşkilât ve sefer plâm bakımından olduk
ça faydalı olmuştu. Golç, Alman İmparatoru’nun isteği üzerine 1896’da
memleketine dönmüştü.
1897 seferi kazanılmış olmasına rağmen, Tüık Ordusu’nda birçok
eksikler ve teşkilâtta birçok sakıncalar görülmüş, esaslı bir kalkınmanın
şart olduğu anlaşılmıştı. Fakat padişah izin vermemişti. Yapılması arzu
edilen askerî ıslâhatm yerinde sayması devlet adamları ve özellikle Sad
razam Sait Paşa’yı endişelendirmişti. Sait Paşa, padişahı ıslâhat konu
sunda bir türlü ikna edememişti.
Sait Paşa, silâhlı kuvvetlerin her parçasmı sevk ve idare edecek ko
mutan ve subayların okullardan j^tiştirilmelerini ve bunların en son as
kerî bilgilere sahip olmalarını ve hatta diplomasiye bUe vakıf olmalarını
istiyordu.
Sait Paşa görüşlerinde, özellikle komutanlarla subay sayılarımn si
lâh altmda tutulacak er sayısı ile orantılı olmasını, bunun eksik veya faz
la olmasmın zararlı olacağını açıklıyordu. Özellikle küçük-büyük rütbeli
amirlerin seçilmesinin bir kurala bağlanmasını istiyordu. Seçimlerde kı
deme ve sınav usullerine de uyulması gerektiğini ileri sürüyordu. O askerî
kademelerle alınan rütbelerin çaba harcanarak alınmaması halinde, rüt
bede, şeref ve haysiyet kalmayacağını, ordu disiplininin de bozulacağını
belirtiyordu. Ayrıca subaylarla komutanların ihtiyaçlarıyla orantılı uy
gun maaşlar almaları gerektiğine inanıyordu.
Sait Paşa, askerin durumu, elbiselerini düzgün olmasıyla ölçmüyor
du. O, yukarıda behrtilen esaslar sağlanmadıkça memleketin savunula-
mayacağını ve devletin başka devletler yanmda itibarı olmayacağım ve
nihayet muharebede sayı bakımından üstünlük sağlansa dahi sonuçta ba
şarısız olunacağım söylüyordu.
— 76 —
AbdUlhamit, Sait Paşa’nm bu doğru fikir ve görüşlerine karşı birşey
söyleyebilecek güçte değOdi. Fakat, Abdülhamit’in silâhlı kuvvetlerin ge
lişmesi konusundaki endişesi devam ediyordu. Dedesinin, babiasının ve
nihayet amcasının başına gelenlerin kendisinin de başına geleceğinden
son derece ürküyordu. Düşündükçe vehmi ve zulmü artıyordu.
Balkan Savaşı’nın felâketini, o devurdeki ordunun yalnız taktik veya
stratejik hatalarmda aramak yetmez. Bunun nedenlerini Türk Silâhlı
Kuvvetleri’nin daha önceki m.anevî çöküntüsünde aramak ve derinliklere
inmek gerekir.
Süâ'hlı kuvvetlerle ilgilenilmemişti. Bir milletin maddî ve manevî
bakımdan yıkıldıktan sonra, kısa bir zaman içinde toparlanmasının çok
güç olacağı tarihî bir gerçekti. Nitekim Serasker Rıza Paşa da, ordu için
şöyle bir tablo çizmişti : “Ordu hâzinesinin mevcudu 260 kui’uştan iba
retti. Buğday ambarlarında buğday kalmamıştı. Ordunun çeşitli ihtiyaç
ları memleket dışından sağlanmakta idi. Çuha, çorap, ayakkabı, kösele,
fes, giyim eşyası vo hatta buğday arpa bile Romanya’dan ve Rusya’dan
getirilmekte idi. Yağ da dışardan geliyordu. Maaşlar düzensiz bir şekilde
verilmekte idi. Yılda ancak İstanbul’da beş altı defa, ajdık verileibiliyordu.
Ekmekler gayet fena çıkmakta idi. Askerî binalar çok noksan, depolar
boş harap ve noksandı. Subayların durumu perişandı. Asker sefil ve çıp
laktı. Malîye bu durumu ortadan kaldırmak için olağanüstü ödenek iste
mesi gerekirken, tespit edilmiş olan haftalık ödenekleri dahi vermekten
acizdi. Nereye bakılırsa, fakirlik yokluk ve sıkıntı göze çarpıyordu.” Bu
tablonun ayrıntılarına dikkat edince şu görüntü ortaya çıkmakta :
“İstanbul’da padişahın muhafız birlikleri müstesna, merkezden çev
reye gittikçe, askerin perişanlığı artmakta idi. Gıdasızlıktan çehreler so
luk, yorgun, bezgin ve hastalıklı idi. Üst baş yoktu. Yırtık, pırtık kundu
ralar ve çarıklar, renkli yamalı pantolonlar, püskülsüz fesler.” [66]
îşte Abdülhamit’in meşrutiyete devrettiği ordunun manzarası bu idi.
Ordu eğitim bakımından da tam bir çöküntü içinde idi. Eğitimden
şüphesiz ki, subay sorumlu idi. Harp Okulu az subay yetiştiriyordu. Bu
yüzden subay boşluğunu doldurmak için sözde kabiliyet v© hyakât dik
kate alınarak “alaylı subay” yetiştirmek yolu tutulmuştu. Esasen alaylı
subaylar vehim içindeki padişaha fazla güven veriyordu. Orduda gerekh
birlik ve beraberlik kalmamış ve eğitim ilımal edilmişti.
Orduda subayların terfi işleri hiçbir kurala bağlı değUdi. Terfiler
keyfi ve gelişigüzeldi. Bu suretle terfi eden ve yüksek komuta kademe
lerine geçenler, ordunun kudret v© moralini büsbütün bozuyorlardı. Ordu
— 77 —
kademelerinde yükselme, bilıgi ve beceriden uzüktı. Terfiler, P'adişahın,
saray adamlarının, nüfuzlu paşalarla nazırlann isteğine göro yapılmaJkta
idi. Himaye derecesine göre terfiler boldu. Aynı yılda Harp Oknlu’ndan
teğmen olarak çıkan subaylardan bir kısmı, bir yıl içinde kolağası ('kıdem
li yüzbaşı) olabüiyor, arka sağlayamayan çoğunluk ise, bir rütbede uzun
jnllar bekliyordu. Ordunun disiplinine ddkunan bu durum, görevin gere
ğini yerine getiremeyeceklerin başa geçmesindendı. Değerli subayların
haklı başvuruları boşa gidiyordu. Özellikle îstanbul’dan uzak yerlerde bu
lunan subaylar, tamamiyle unutulmuş ve ihmal edilmiş kimselerdi. Me
sela 3 ncü Ordu Müfettişi Müşir (Mareşal) İbrahim Paşa, terfiye hak
kazanmış subaylar hakkında, saraya 13 defa baş\o'rmuş ve nihayet an
cak 14 ncü başvurusunda tam sonuç elde etmişti. [66] Bu durum, hak
ları yenmekte olan subayların morallerini bozmakta ve ciddiyetle görev
lerine sarılmalarına engel olmaktaydı. Gerçekte İkinci Meşrutiyet’in ilâ
nının bir seıböbi de bu idi.
Serasker Rıza Paşa, bu durumu çok iyi kavrayan bir paşa (general)
idi. Yetkili olması bakımından da, duyduklarını şöyle anlatıyor'du :
“Silâh arkadaşlarımın terfi ve istikballeri gece gündüz hatırımdan
çıkmıyordu. Ordularda, merkez ve okullarda bir takım lüzumsuz ve hak
sız terfilerin yer alması, en kıdemli ve fedakâr subaylarımızın ne derece
mağdur olduklarmı ve sonuçlarını düşündükçe tüylerim ürperiyordıı. Su
bayların bir kısmı sınır boylarında vatanın selâmetini sağlamak için can
larını ve hayatlarını vermeye hazırken, birçok güçlüklere ve yokluklara
göğüs gererke<n, onlar terfi ve terfihten (refah içinde yaşamaktan) mah
rum bır'akılıyorlardı. Bir takım kimseler ise, bu kutsal görevi görmedik
leri halde terfi ediyor ve söz sahibi oluyorlardı. [67]
Abdülhamit döneminde orduda o derece çok pasa vardı ki, bunun tek
sorumlusu padişah idi. Ordu bir “Paşalar ordusu haline getirilmişti. Ab
dülhamit’in paşaları, 31 müşir (mareşal), 184 ferik ve birinci ferik (tüm
general ve korgeneral) ve 284 mirliva (tuğgeneral) idi. Üst subaylardan
özellikle albayların miktarı 284, yarbayların 625 idi. [68]
Yüksek rütbeler, alın teri dökerek kazanılmış olmadığından, bu şiş
kin general ve üstsubaylar kalabalığı, ordunun gelişmesi için bir tıkaç
olduğu gibi, bunların subayları yetiştirecek kudretleri de yoktu. Bu se-
beble General von Der Golç; askerî eğitiminin ve harbe hazırlannanm
bir fen ve sanat değil, fakat bir oyun gibi olduğunu” ifade etmişti. [69]
— 78 —
Asikere yalnız günlük talimler gösterilmekte idi. Yedeklerle (ihtiyat
larla) kafiyen uğraşılmamakta idi. Harbiye Mektebi’nde (Haıp Okulu),
yetiştirilen subaylara bUe atış yaptırılmamakta, hele harp oyunları, tat
bikat ve manevralar, topçu atışları tamamen ihmal edilmekte idi. [70]
Afbdiilhamit, satın aldığı mükemmel tüfek ve toplan depo etmekle bir
savaşı kazanaibileceğini sanmıştı. Fakat bu modenı toplarla tüfeklerin
kullanılması anC'Ok padişah iradesiyle mümkündü. Askerin elinde cepha
nesiz eski model tüfekler bulunuyordu. Aydın vilâyetinde Çakıcı eşkiya-
sınm elinde mavzer bulımmasına karşüıkı jandarma takip kuvvetlerinde
martini vardı. [71]
Ordu manevî olarak da çöküntü içerisindeydi. Bu moral çöküntüsü,
korku ve itimatsızlıktan, kişisel teşdbbüs yokluğundan ileri geliyordu. [72]
Etraf kafiyelerle dolu idi. Herkes gölgesinden korkar duruma gelmişti.
Her hareket kötü olarak yorumlanmakta idi. Bu koşullar altmda, subay
lar kışlalarma veya bürolarına kapanıp kırtasiye işleri veya zararsız boş
şeylerle uğraşıyorlardı.
Subayların kendi aralarında ve erleriyle üişkiîerindo çekimser dav-
ranmalan ,ordumm moral kuvvetlerinden biri olan silâh arkadaşlığını
imkânsız bir hale getirmişti. Bu silâh arkadaşlığını zedeleyen diğer bir
sebep de, alayh-mektepli sorunu idi. Mektepten yetişme subaylar, alay
dan yetişmiş olanları beğenmiyor ve onlardan nefret ediyorlardı.
Erleri ve sübayları yalnız din faktöm ile birbirini yaklaştırmak ve
kayn'aştırmak da çok zordu. En çok dil ve âdet faikları nedenleriyle* Ar-
navutlar ve özeUikle Araplar, Türkleri sevmiyorlardı. Aralarında sık sık,
grup halinde kavgalar ve silâhlı çatışmalar bile oluyordu. Bu anlaşama
ma askerî ida<hlerde (askerî liselerde), harp okullarında bile vardı. Her
ırk ayrı bir grup oluşturuyordu. Padişah muihafız birlikleri arasında da
çatışmalar eksik olmamıştı. Bütün bu manevî eksiklikler, orduya en çok
lâzun gelen teşebbüs kabüiyetlerini vo sorumluluk duygularım öldürmüştü.
Padişah, özellikle Almanya’da veya Avrupa’nın herhangi bir ordu
sundan yetişmiş subaylara da güvenmezdi. Alman împaratoru’nun ve
diğer ilgili büyük kişilerin Türk subayları hakkmdaki olumlu düşüncele
rini, kompliman kabul ederdi. Abdülhamit’in kendine göre sağlam kabul
ettiği kaynaklardan elde ettiği bilgilere göre, Avrupa’da yetişmiş olan
subayların öğrendikleri başlıca şeyler, ahlâksızlıkla içkiden ibaret olduğu
idi. Kitaplardan öğrenilen teorik bilgüerin bir şeye yaramadığına inan-
— 79 —
mış ve inandırılmıştı. O, savaşta, bir insan için gerekli olan niteliklerin
s-ağduyu, cesaret, dayanıklılık ve Tanrı’ya imandan ibaret bulunduğuna
inanmakta idi. Bunun yanında dünya görüşü ve bilime ayak uydurma
aranan niteliklerden değildi. [73]'
Padişah ve başkomutan, silâhlı kuvvetlerin birliğ-ini kudret ve ka
biliyetini geliştirecek prensiplerden halbersizdi. O, ortaçağ zihniyetine sa
hipti. Halbuki yabancı tarihçilerden Paul de Regla, Türkiye hakkında
ya2idığı eserinde şöyle diyordu : “Türk Ordusu düşman ateşi karşısında
o kadar cesur ve muhteşemdir ki, iyi komuta edildiği, iyi teşkilâtlandı-
rıldığı gün, zaferleri ve başarılarıyla eski ve yeni dünyayı tekrar hay
rete düşürecektir. Eğer, hükümetin hataları yüzünden boğazların öte
tarafına geçip bir Asya kuvveti olmak mecburiyetinde kalırsa, itimat
ediniz ki, bu da ancak kanlı bir zafer kazanmadan olmayacaktır.” De
ğerli tarihçi çok derin ve isabetli bir görüşle gerçeği ve Türkü görebil
mişti. [74] .......
b. Deniz Kuvvetleri
' Padişah Abdülaziz, Abdülhamit’e güçlü bir deniz kuvveti bırakmıştı.
Fakat Abdülhamit Kara Ordusu’nun gelişmesini nasıl engelledi ise. Deniz
Kuvvetleri’ni de aynı şekilde hareketsiz bırakmış ve çürütmüştü. A'bdül-
hamit’in tahta çıktığı 1876 yılındaki Türk Deniz Kuvvetleri, savaş gü
cüne sahip, büyükçe bir kuvvet idi. Bu kuvvet, 15 zırhlı, 11 kruvazör, 40
torpidobo<t, yedi gambot ve 57 yardımcı gemiden ibaretti. 21 yıl Haliç
sularında yatan bu kuvvet 1897 (1313) Osmanlı-Yunan Seferinde, harap
bir durumda olduğundan kullanılamamış, ancak büyük zorluklarla Ça
nakkale’ye» kadar gidebilmişti. Donanmanın gemi ve personeli de görev
yapabilecek niteliğini kaybetmişti. [75]
1908 yılında meşrutiyet idaresi, 5351 subay, 7419 denizci er dev
ralmıştı. Ancak bunlar da gemileri gibi hareketsiz bırakılmış insanlardı.
Deniz kuvvetlerindeki subay mevcudu ile er mevcutlarının biribirine ya
kın ohnası da dikkate değer bir durumdu. Donanmıa hareket ve görev
yapamadığı için fazla ere ihtiyaç duyulmamakta idi. Subaylar terhis edi
lemediğinden gün geçtikçe çoğalıyor, fakat erler azalıyordu. Donanmada
görevler genel olarak karada yapılıyordu. Gemiler deniz kuvvetleri için
ancak kışla olarak kullanılıyordu.
Donanmanın bu hareektsizliği ve iş göremez durumda olması, dev
letin siyasî prestijini 1897’de kırmıştı.
— 80 —
Albdiilhamit’in kullanılmasına engel olduğu donanma yüzünden sa
vaş ve 'barış berbat bir hale getirilmişti. Bu hâl nihayet A'bdül'hamift ta
rafından da büyük bir utanç ile anlaşıldıktan sonra donanmanın takviyesi
için emir verilmiş ve bu amaçla, 1901-1903 yıllarında Mesudiye ve Asar-ı
Tsvfik Zırhlıları İtalya’da tamir ettirilmişti. Muin-i zafer tipi üç koın^t
(Muin-i zafer, Avnillah, Feth-i bülend) Ansaldo işçileriyle İstanbul’da ta
mire sokulmuştu. 1903 yılından önce, Hamidiye, Mecidiye kruvazörleri
alınmış ve Drama Italyanlara sipariş edilmişti. [76]
1906 yılında Antalya, Musul, Kütahya, Draç, Akhisar, Alpagot, An
kara, Hamidiye ve Yunus torpidobotları İtalya’dan alınmıştı. 1907 yılın
da Taşoz, Basra ve Sultanhisar Fransa’ya, Berkisatvet ve Peyk-i şevket
torpido kruvazörleri de Almanya’ya sipariş edilmiş ve Haliç’te Abdülha
mit ve Abd'ülmecit adına iki denizaltı gemisi yapdmıştı. Fakat bu iki
denizaltı gemisinin Dolmabahçe Sarayı önünde ve Abdülhamit’in huzur
larında yapılan dalma denemelerinden Abdülhamit pek çok heyecanlan
mış ve vehmi büslbütün artmıştı. Derhal, bütün bu yeni ve eski gemiler
tekrar Haliç’in bulanık sularında çürümek üzere hapsedilmişlerdi. Esa
sen padişahın benimsemediği ve istemediği bu kuvvetin ocakları söndü
rülmüştü. Gemilerdeki topların kamaları çıkarılmış ve cephaneleri kara
ya çekilerek depolara kilitlenmişti. Yeni alman gemiler, erlere ancak çok
konforlu bir kışla olmuştu. Bu durum 1908’o kadar devam etmiş ve meş
rutiyetin idaresi, gemilerin bir kısmmı tamamiyle ölmüş ve bir kısmım
da ölmek üzere teslim almıştı.
Meşrutiyet idaresinin Devraldığı Silâhlı Kuvvetler İse Şeyledir :
a. Nizamiye Birlikleri
Meşrutiyet ilân olunduğu sırada Türk Kara Kuvvetleri, 13 777 su
bay, 280 926 er ve 35 677 hayvandan oluşan yedi ordu ile bağımsız iki
tümenden ibaretti.
Genel olarak her ordu, iki veya daha fazla piyade tümeninden, bir
süvari tümeni veya tugayından, bir topçu tümeni veya tugayından ordu
bağlı birliklerinden, ordular kuruluşlarında bulunan müstahkem mevki
veya kalelerden meydana gelmiş bulunuyordu.
Kara kuvvetlerinin, iskeletini ve çekirdeğini oluşturan yedi ordu ve
iki bağımsız tümen, “nizamiye” denilon en genç ve güvenilir askerlerden
oluşmakta idi. Bütün kara kuvvetleri, 21 piyade, altı süvari, beş topçu
nizamiye tümeninden ibaretti.
— 81 —
Ordularla bağımsız tümenlerin insan ve hayvan mevcutları ile kuru
luşların ayrıntıları ve konuşları şöyle idi (EK : 1) :
— 82 —
3 ncü Ordu : Birinci Ferik (Korgeneral) Mahmut Şevket Paşa’nın
emir ve komutasında bulunan 3 ncü Ordu, 5 nci, 6 ncı, 17 nci ve 18 nci
Piyade, 3 ncü Süvari vo 3 ncü Top^u Tümenlerinden kurulmuştu.
Tümenlerde birer nişancı taburları vardı. Bu nişancı taburları tü
menlerin numaralrını taşımakta idiler.
3 ncü Ordu’nun bağlı birlikleri, iki istihkâm taburu (taburlar iki
kazmacı, bir köprücü ve bir lağımcı bölüğünden kurulu) ile üçer bölüklü
iki ulaştırma taburundan ve bir sanayi taburu ve bir telgraf bölüğünden
ibaretti.
Bölgedeki kaleder ve müstahkem mevkiler, 3 ncü Ordu’nun kurulu
şunda ve emrinde idi. Bunlar Selânik ve Selânik’e bağlı kaleler (Selânik,
Kavala, Karaburun) Kosova kaleleri (Yenipazar, Senice, Berana, Pizren)
Işkodra kaleleri (îşkodra, Akçahisar, Tuz) ile Preveze Kaleleri (Preveze
iç kaleleri ile Hızır Kalesi, Parga, Salahın*, Beşpınar, Yanya, Meçova, Be
rat, Palermo, Faksul ve Aya) idi.
4 ncü Ordu : Müşir (Mareşal) Abdullah Paşa’nın emir ve komuta
sında bulunan 4 ncü Ordu, 7 nci, 8 nci, 19 ncu Piyade Tümenleri ile 4 ncü
Süvari ve 4 ncü Topçu Tümenlerinden kurulmuştu. Her piyade tümenin
de birer nişancı talburu (7 nci, 8 nci ve 19 ncu Nişancı Taburları) bu
lunmakta idi.
5 nci Ordu : Müşir (Mareşal) Osman Fevzi Paşa’nın emir ve komu
tasında bulunan 5 nci Ordu, 9 ncu, 10 ncu Piyade Tümenleriyle 5 nci
Süvari ve 5 nci Topçu Tümenlerinden kurulmuştu.
6 ncı Ordu : Birinci Ferik (Korgenoral) Dağıstanlı Fazıl Paşa’nın
emir ve komutasında bulunan 6 ncı Ordu, 11 nci ve 12 nci Piyade, 6 ncı
Süvari Tümenleri ile 16 ncı Topçu Tugayı’ndan ibaretti.
Ordu bağlı birlikleri, bir istihkâm, bir ulaştırma ve bir sanayi tabu
rundan ibaretti.
7 nci Ordu : Birinci Ferik (Korgeneral) Haşan Taksin Paşa’nın emir
ve komutasında bulunan 7 nci Ordu, 13 ncü, 14 ncü Piyade Tümenleri
ile, 7 nci Süvari, 7 nci Topçu Alaylarından ibaretti.
Ordu bağlı birlikleri, iki ulaştırma taburu, bir istihkâm bölüğü ve bir
muharebe (pırıldak) müfrezesi idi.
Trablusgârp ve Bingâzi kaleleri, tümenin emir ve komutasında bu
lunuyordu. Kalelerde 36 adet ku3nruktan ve 76 adet ağızdan dolan adi
ateşli top bulunmakta idi.
_ 83 ~
- Bağımsız 16 ncı Hicaz Tümeni : Müşir (Mareşal) Kâzım Paşa’nm
emir ve komutasında bulunan 16 ncı Tümen, 31 nci ve 32 nci Piyade Tu
gaylarından kurulmuştu. Alayları sıra ile 61 nci, 62 nci, 63 ncü ve 64
ncü Piyade Alayları idi. Tümenin kendi numarasını taşıyan bir nişancı
taburu vardı.
Tümende bataryaların dörder toplu iki dağ topçu taburu bulunmakla
beraber, Mekke ve Medine Kaleleri ve topçuları tümene bağlı idi.
Yukarıda kuruluşlarmı verdiğimiz yedi ordu ve iki bağımsız tümen
den ayrıca Tophane-i Amire’ye mensup kale topçü alaylarıyla istihkâm
ve sanayii alayları da vardı. Bunlar da Akdeniz (Çanakkale) Boğazı 1 nci,
2 nci Topçu Alaylarıyla Bolayır Topçu Alayı, Cezair-i Bahrisefit Topçu
1 nci, 2 nci Alayları ile Karadeniz Boğazı Topçu Ala3u İstihkâm Alayı
ve 1 nci, 2 nci İdadi Sanayii Alayları idiler.
b. Redif Birlikleri
Prusyah Yüzibaşı Graf Helmuth von Moltke (Feldmareşal Molitke),
daha İstanbul’a gelmeden (Istanıbul’a golişi 23 Kasım 1835) Padişah II.
Mahmut, 1834 yıh son yarısında tenkiline karar verdiği ihtiyat ordusuna
“Asakir-i Redife-i Mansure” adını vermişti. Zamanın Seraskeri Hüsrev
Paşa’nm gayretleriyle 1834-1835’de Karahisar’ı Sahip (Afyonkarahisar),
Ankara, Çankırı, Serez ve Menteşe (Muğla) sancaklarından ilk redif ta
burları kurulmuştu. Bu amaçla büyük gayret harcanmakta idi. Bu sırada
İstanbul’a sırf gezi vo inceleme maksadıyla gelen Kurmay Yüzbaşı Moltke,
İstanbul’un Alman Büyükelçisi Königsmark tarafından Serasker Hüsrev
Paşa’ya takdim edilmiş ve tamştırılmıştı. Genç kurmay ;yüzbaşının üstün
'kabiliyetini sezen Serasker Hüsrev Paşa, kendisinin redif teşkilâtı çalış
malarında müşavir olmasını istemişti. İstek önce üç ay için kabul edilmiş,
daha sonra süre uzatılmıştı. 1836-1837 yıllarında redif birlikleri teşkilâ-
tımn geliştirilmesinde Moltke’nin büyük etkisi olmuştu. Moltke dört yıl
sekiz ay ve 16 gün Osmanlı Devleti’nde kalmış bu süre içinde büyük hiz
metleri olmuştu. [77]
Başlangıçta piyade ve süvari sınıflarından ibaret olarak kurulan bu
kuvvetin süvari sınıfı 6 Aralık 1908’de kaldırılmış, yalnız piyade sınıfı
bırakılmıştı. Ancak 31 Ağustos 1912 (18 Ağustos 1328)’de çıkarılan bir
kanunla bozulmuş duruma gelen redif teşkilâtının devamı sağlanmış ve
Balkan Savaşı’na da bu teşkilâtla girilmişti. Teşkilât, Balkan Savaşı’ndan
sonra tamamiyle kaldırılmıştı. Redif tümenlerinin iç bünyelerindeki teş-
— S4 —
kilât, nizamiye tümenlerinin aynı idi. Ancak çoğımlakla tümenler, tugay
lar, alaylar ve taburlar numara almazlar, numara yerine mensup olduk
ları bölgelerin şehir ve kasaba isimleri verilirdi. Bununla b&raber, bu tü
menlere numara da verilmişti.
Yedi ordudan ibaret bulunan Türk Kara Kuvvetleri’nde (Türk Niza^
miye Birlikleri) ancak altı ordu bölgesinde redif toşkilâtı bulunmakta
idi. 7 nci Ordu’da redif teşkilâtı ydktu.
c. Müstahfız Teşkilâtı ^
Barışta hiç bir teşkilâtı ve kadrosu (çekirdeği) olmayıp plân halinde
bulunan bu bölüm, seferde silâh altına alınan yaşlı kimselerden kurulu bir
kuvvetti. Bunların ne miktarda olacağını seferin ihtiyacı tayin etmekte
idi.
Müstahfızlardan kurulan birlikler, memleket içi ve cephe gerilerinde
muhafızlık görevlerinde kullanılırlardı. Müstahfız teşkUâtı da redif teş
kilâtının kaldırılmasıyla lağvedilmiştir.
[78] Mehmet Şerif Fırat; Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Ankara, 1961, s. 95-122.
— 85 —
pa§a payesini almışlardı. Bunlardan Viranşehir’de vo çölünde dolaşan Millî
Aşiroti Reisi İbrahim Ağa, Patnos’ta oturan Haydaran Aşireti Reisi Hü
seyin Ağa ve Zeylanlı Selim Ağa Mistoyii-Miran, Abdülihamit’in sadık
aşiret paşaları olmuşlardı. Okuma yazma bilmeyen bu cahil insanlar, bir
anda rütbelere ve bol maaşlara kavuşmuşlardı.
Abdülhamit kurduğu bu teşkilâtın başına getirdiği komutan ve* su
bayları, biraz olsun okur yazar bir duruma getirmek ve özellikle teğmen
veya yüzbaşı rütbesiyle takım ve bölüklere komuta edeeek aşiret ileri
gedenlerinin çocuklarını okutmak üzere İstanbul’da da bir “Hamidiye
Aşiret Okulu” açtırmıştı. Fakat gerek bu teşkilât ve gerekse bu rütbeli
elebaşılar, meşrutiyetin ilânına kadar Doğu Anadolu’nun başbelalan ol
muşlardı. Meşrutiyetin ilânından sonra bu süvari teşkilâtı da zorunlu ola
rak tamamiyle kaldırılmak istenmişse do bazı siyasî düşüncelerle kaldı
rılmamış, ancak bir değişikliğe tabi tutulmuşlardı. 4 Ağustos 1326 (17
Ağustos 1910)’da çıkarılan bir nizamname ile Hamidiye hafif süvari alay
ları, nizamiye ordularının süvarUeri gibi, bir düzene sokulmuş ve görev
leri ile yetkileri sınırlandırılmıştı. [79] Yayınlanan 1910 yılı nizamna
mesine göre, memleketin çeşitli köşelerinde savaşçılık ile ün salmış bu
lunan göçebe ve yarı göçebe tanınmış aşiret ve kabilelerden gerek görülen
mevkilerde ve gerektiği miktarda aşiret süvari alayları kurulması ka-
rarlaştırlmıştı. Bunlar özel bir eğitime tabi tutulacaklardı Kurulacak
alaylar, gereğinde devletin her türlü hizmetlerinde ve bölgelerinde* kul
lanılacaklardı. Bu suretle eski Abdülhamit devri imtiyazları ve teşkilât
siıstemi kaldırılmıştı.
Eski imtiyazlı askerlik kanuna göro, redifleıın askerlik hizmetine
tabi tutulmalarına karşılık, aşiret halkı, muvazzaf askerlik hizmetinden
affediliyorlardı. Bunlar ancak bir sefer halinde rediflerle birlikte göreve
davet olunuyorlardı. Bundan dolayı teşkilâtta muvazzaflık hizmeti yap
mayan aşiret halkı erlerinden 12 yıllık nizamiye eıieri üe alaylar kurul
ması uygun görülmüş ve kurulacak her alay bölgesi bir “alay dairesi”
olmuştu. Alay dairelerinde redif yaşlarında bulunan 12 yıllık erlerden ise,
bir sefer halinde ayrıca aşiret redif süvari bölükleri tG*şkili kararlaştırıl
mıştı. Barışta redif süvari teşkilâtı olmayacak, yalnız muvazzaf aşiret
süvari alayları bulunacaktı.
Kurulan alaylar dörder bölükten eksik ve altışar bölükten fazla ku
rulamamıştı. Ve her bölük, dört takım olarak kurulmuş ve takımlar, 32-40
er arasında değişmişti.
[79] “Aşiret Hafif Süvari Alayları Nizamnamesi”, Düstur; II nci Tertip, c. II,
s. 649, No. 155, ikinci Fasıl, 14 ncü madde.
— 86 —
Kurulan aşiret alaylarının, aynı aşirot halkından olması gözönünde
bulundurulmuştu. Ancak, bir aşiret bir alay kuramayacak kadar zayıf
olduğu hallerde, alayların karışık aşiretlerden kuı ulmasmda bir sakınca
görülmemişti.
Birbirleriyle yakın münasebetleri olan bir kaç alay dairesi bir mü
fettişlik bölgesi kabul edilmişti. Bundan başka aşiret alaylarında güçlü
subaylar yetişinceyo kadar, her müfettişlik maiyetine iki yılda bir değiş
tirilmek üzere, 4 ncü Ordu’ya bağlı süvari alaylarından birer nizamiye
süvari bölüğü bunlara katılacaktı.
Her müfettişlik kadroları bir bölge müfettişi (albay-tuğgeneral) bir
kurmay (yüzbaşı-binbaşı) ile iki yardımcı (teğmen-yüzbaşı) subaydan
kurulmuş ve bunlar Ordu Süvari Müfettişi’nin emrine verilmişlerdi.
Bir aşiret süvari alayı ise, bir nizamiye süvari binlbaşısı veya yarba
yın komutasına verilmişti. Yani aşiret süvari alaylarının komutası, ni
zamiye ordusu subaylarının ellerine verilmişti. Ancak aşiret reisleri, bin
başı rütbesiyle alay komutanına yardımcı olarak verilmişlerdi. Alaya ni-
zamiyeden bir alay katibi, bir doktor, bir veteriner ve bir eczası ile bir
tüfekçi ustası verilmiş, alay imamı aşiretten alınmıştı.
Süvari bölüklerinin komutanları (yüzbaşı) ile bölüklerin 1 nci Ta
kım Komutanları (teğmen-üsıteğmen) nizamiye süvari alaylarından ka
bul edilmiş ve 2 nci, 3 ncü, 4 ncü Takımların Komutanları aşiret ileri
gelenlerine bırakılmıştı. Nizamiyeden aşiret süvari alaylarma verilen su
bayların dört yıldan önce değiştirilmemelori prensip olarak kararlaştı
rılmıştı.
Kurulacak alayların her türlü silâh, giyim ve gereçleri nizami}^ sü
vari alayları gibi hesap olunacak ve devlet tarafından verilecekti. Ancak
binek hayvanlarını aşiret erlori sağlayacaklardı. Bu hayvanların ölmeleri
halinde sahiplerine değerleri verilecekti.
Süvari alayları için aşiretlerden alınacak erlerin muvazzaflık hizmet
süreleri 27 yü olarak belirlenmişti. Muvazzaflık hizmeti, 18 yaşında baş
layacaktı. 27 yıllık sürenin ilk üç yılı iptidaiye, bunu takip eden 12 yılı
nizamiye ve son 12 yılı redif olmak üzere üçe bölünmüştü. Bu suretle 45
yaşındaki er, çağ dışı kalmakta idi.
Her aşiret süvari müfettişliğinde, bir askerlik şube*si kadrosu ile bir
şube kurulacak ve bölge süvari müfettişi bu şubenin de başkanı olacaktı.
Şube gerek muvazzaf ve gerek redif işlemlerini yürütecekti. [80]
[80] “Aşiret Half Süvari Alayları Nizamnamesi”, Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 649,
No. 155, İkinci Fasıl, 14 ncü madde.
— 87 —
Kurulacak süvari alaylarının erleri, 12 yıllık erlerden ilk dört yıl
lıkları, her yıl üç dört ay ve ikinci dört yıllıkları bir iki ay süre ile eğitim
amacıyla süâjh altma alınacaklardı.
Süvari alaylannm erl&rine acemi eğitimi uygulamakla beraber, özel
likle, uzun yürüyüşler, keşif eğitim hizmetleri ve büyük sulardan geçiş
ve yüzme eğitimi yaptırılacaktı. ^
Redif erlerinin ilk dört yıllıkları, iki yılda bir defa olmak üzere silâh
altına almacak ve bunlara bir iki ay süre* ile yaya eğitimi ve silâh kul
lanılması öğretilecekti. İkinci dört yülık erat ise, ilk dört yıllık eratm
sUâh altma çağrılmadıkları yıllarda, silâh altına ahi'arak, bir ay süre ile
aynı eğitime tabi olacaklardı. Üçüncü dört yıllık erat, barışta, silâh altı
na alınmayacaktı. > il
ihtiyat sırasında bulunan bütün aşiret üstsubayiarıyla subayları her
iki yüda bir iki ay süre ile eğitime tabi olacaklardı.
Meşrutiyet idaresinin bütün bu tedbirleri almasının amacı, aşiretleri
bir disiplin altına almak ve ordu bünyesine uydurmaktı. Bu şekilde ta
mamlanan düzenleme sonunda oluşan genel kuruluşları şu şekli almıştı :
— 88
İstibdat devrinin bu disiplini zayıf süvari alayları, disiplin sağlaya
cak yeni bir teşkilâta tabi tutulmaları dolayısıyla bir dereceye kadar el
altına alınabilmişlerse de, bu durum ancalk 1912 yılına kadar devam ede
bilmişti. Her türlü imtiyazları tahdit edilen ve eşkiyalıkları önlenen bu
alayların mensupları memnun olmamışlardı. Bunlar derhal Abdülhamit
devrini ve idaresini aramağa başlamışlar ve meşrutiyet idaresine düşman
kesUmişlerdi.
Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, 3 ncü Ordu’nun kuruluşuna
verilen ve savaşa sokulan aşiret süvari alayları, bilhassa Sarıkamış ye
nilgisinden sonra kütleler halinde silâhlarıyla kaçmağa ve memleket için
de dağlara sığınmaya başlamışlardı. Ancak, kaçan bu erler rahat dur
mamışı gerek halkı ve gerekse ordunun gerilerini vurmağa başlamışlardı.
Bu sırada Ermenilerle de çetin bir mücadeleye giren Kürtlerin mücade
leleri 3 ncü Ordu tarafından da önlenememişti. Bu sebeple de Ermeni-
Kürt mücadelesi önce 3 ncü Ordu’nun ve bundan sonra da 15 nci Kolor-
du’nun işe karışmasına kadar devam etmişti ki, bunun sonucu aşiret sü
vari alayları tarihe karışmıştı.
— 89 —
Her vilâyette bulunan taburlardan hepsine, o vilâyetin adı verilmiş
ve bunlara vilâyet jandarma alayları denilmişti. Ayrıca jandarma alay
larına bağlı olmak üzore bazı vilâyetlerde seyyar jandarma taburları da
eiklemnişti. Seyyar taburlar yanlız eşkiya kovalamasına ve yok edilme
sine memur edilmişlerdi. Gereğinde bunları kullanmak valilerin yetkisin
de idi. Bağımsız mutasarrıflıklara birer jandarma taburu verilmişti. Ge
nel olarak jandarmanın her türlü İdarî ve disiplinle ilgili işlemleri Har
biye Nezareti’ne bağlı Jandarma Dairesi’ne aitti. [81]
Meşrutiyet ilân olunduğu tarihte jandarma birlikleri, 30 alayla beş
bağımsız taburdan ibaret olarak devralınmıştı. Bu sırada jandarmanm
toplam insan mevcudu 2371 subay ile 39 268 astsubay ve erdi. Hayvan
mevcudu ise; 75 395 idi.
İstibdat devri silâhlı kuvvetlerinde hiçbir yenilik ve düzen yapılma
mış ve statüko muhafaza edUmişti. Her ne kadar bazı ıslâhat girişimle
rine girişümişse de, bu girişimler esash ıslâhat hareketleri olmamıştı.
2. İkinci Meşrutiyet Döneminde Silâhlı Kuv\ etlerin Islâhı
Muşrutiyet’in ilânından sonra her alanda olduğu gibi özellikle silâhlı
kuvvetler bünyesinde de ıslâhat yapmak, öncelikli olarak ele alınmıştı.
Ancak bu düzenin süratle sağlanması mümkün değildi. Düşünmeye, plân
yapmaya ve ıslâhatın imkânlarını hazırlamaya ihtiyaç vardı. Bu yü^zden
1326 (1910) yılı Eylülü’ne kadar silâhlı kuvvetler bünyesinde köklü bir
değişiklik yapılmamış, geçici önlemlerle yetinilmişti. Çünkü çözümlenmesi
gereken sorunlar pek çoktu.
a. Silâhlı Kuvvetler Teşkilâtı’nm Değiştirilmesini Gerektiren Baş-
hca Nedenler
Ordunun Genel Durumu
Elde bulunan silâhlı kuvvetler, modorn anlamda memleket savunma-
smı yapabilecek her türlü imkândan yoksundu. OrdLnun her türlü silâh,
araç ve gereci özellikle topçu silâhları çok eski modellerdendi. Sayı ba
kımından da yeterli değUdi. Her no kadar Abdülhamit devrinin son za
manlarında bir miktar modern hafif ve ağır silâhla»- alınmışsa da, bunlar
depolara konulmuş ve kilitlenmişlerdi. Aynı zamanda ordu bu silâhlan
kullanabilecek eğitim yeterliliğinde değildi.
Deniz kuvvetleri, Haliç’to yatıyordu. Gemiler iş göremez halde idi.
Dolayısıyla silâhlı kuvvetleri her bakımdan kalkındırmak devet için ha
yati önem taşıyordu.
— 90 —
Askerlik Hizmeti
Askerlik hizmeti, devletteki azınlıklara İlmîye sınıfına (din adam
larına) ve İstanbul halkına (İstanbul’da doğmuşlara) verilen imtiyazlar
nedeniyle daha çok Anadolu Türkü’nün yapacağı bir görev olarak kabul
edilmişti. Bu sebeple imparatorluk topraklarının savunulması, yalnız
Türk milletinin omuzlarına yüklenmişti. Ardı arkası kesilmeyen Arna
vutluk ve Arabistan’daki ayaklanmalar wzünden, yıllarca askerlik yapan
ve redif olarak sık sık silâıh altına çağrılan yalnız Anadolu’nun Türk’ü
olmuştu. Bu hâl ise, Anadolu’nun fakir ve gori kalmasına sebep olurken,
askerlik hizmetinden uzak bırakılan unsurlar da zengin ve müreffeh ol-
muşlaıdı. Devletin iç ve dış proıblemleri dolayısıyla üç yıllık muvazzaflık
hizmet süresi, zorunlu olarak yedi sekiz yıldan aşağı düşmemişti. Buna
engel olacak hiç bir kuvvet yoktu. Kanun bir laftan ibaretti. Padişah ira
desi olmadıkça hiç bir erin terhisine imkân yoktu. Padişah dilediği kadar
askerî silâh altında tutuyordu. Para israfları yüzünden, askerlik hizmeti,
bedel-i nakdi yoluyla gelir sağlayan bir kaynak haline getirilmiş ve öyle
sanılmıştı. Zenginleşen azınlıklar para verdikçe imtiyazları da katmer
leşmekte idi. Askerî hizmet karşılığında alınan bede<l-i nakdi, yalnız bir
hizmet karşıhğı (bir silâh altına alınma) sayılmış ve redif toplanmasmda
bu 'bedel-i nakdi tekrar edilerek gelirlerin çoğalmasmdan memnuniyet
duyulmuştu. Memloket savunması ve şerefli askerlik hizmeti hususun
daki anlayış devamlı olarak zedelenmiş ve vatandaş eşit bir işlem gör
memişti.
İdarî Yolsuzluklar
Ordu iyi beslenemiyordu. Sağlık durumu kötü idi. Bulaşıcı hastalık-
larm önlenememesi yüzünden çok defa insan ve hayvan kajnpları olmak
ta idi. Subay maaşları yetersiz olmakla beraber ancak beş altı ayda bir
defa verilmekte idi. Buna karşılık dilediğine padişahın ihsanları boldu.
Saray masraflarının ülkede yarattığı malî sıkıntılar silâhlı kuvvetleri bü
yük bir perişanlığa ve sefalete sürüklemişti. Subaylara verilen bir miktar
erzak vo ekmek bir aylık geçim için yeterli değildi. Bu jüizden özellikle
alaylı subaylarm bir takım tutumları, yolsuzlukları genişletmişti. Eğiti
mi düşünen pek azdı. Subay geleceğinden emin değildi. Subayın gelece
ğini garanti eden hiç bir pratik çözüm yoktu. Terfi etmek için mutlaka
bir iltimas sağlamak gerekiyordu. Bir rütbede 10-15 yıl bekleyen subay
pek çoktu. Subay ve dolayısıyla silâhlı kuvvetler maddî ve manevî olarak
sarsılmış bir durumda idi.
Silâhlı Kuwetleriıı Birlik ve Beraberlik Gücü
Dışarıdan çok büyük ve güçlü sanılan silâhlı kuvvetlerin, iç durumu
göründüğü gibi değildi. Silâhlı kuvvetler birbiriyle koordineli ortak bir
— 91 —
komuta altında de-ğildi. Ülkenin sorumlu devlet adamlarıyla komutan ve
karargâhlarında ne siyasî ve ns de askerî bir amaç yoktu. Kuvvetler
arasında koordine yoktu. Kara kuvvetlerinin birlikleri dağınık bir halde
idi. Merkezi Şam’da olan 5 nci Ordu’nun 9 ncu Tiimeni’nden 34 ncü, 35
nci Alaylar Serez’de, Nişancı Taburu Medine’de, 10 ncu Tümen’in 36 ncı
Alayı Gevgili, Priştine ve Usturumca’da idi. Bunun gibi daha birçok tü
menlerin birlikleri, ülkenin çeşitli yerlerine gönderilmişti. Rumeli’de gö
rev almış bir birlik, Arabistan’da olan bir tümenin kuruluşunda görül
mekte idi. .
mauk.
Komutanların birlikleri üzerinde hiç bir etkisi yoktu. Bir tümenin
kuruluşuna dahü bulunan birliklerin bir komuta altında ve toplu olarak
görülmesi ve işbirliği, takdire değer bir hareket değüdi. Bütün orduda
görülen bu durum askerî birlik ve beraberliği bozmuştu. Ordu birlikleri
İstanbul’da toplu oldukları halde birbirlerini tanımazlardı. Tanımak, ta
nışmak ve bh'likler arasında işbirliği sağlamak ad^:t değUdi. Ordu ve tü
men komutanları, emir ve komutalarında bulıman çeşitli sınıflardan ku
rulu birliklerini, ancak padişahın cmna namazı veya diğer törenlerde bir
sinema şeridi gibi görürlerdi. Bir tümenin çeşitli sınıflarına mensup bir
likleri bile, kendi bünyeleri ve çevreleri içinde yaşarlardı ve yaşatılırlardı.
Her türlü bakım, eğitim ve atış denetlemeleri de, padişahın iradesino
(emrine) bağh idi.
Kara ve Deniz kuvvetlerinin çeşitli kademelerindeki komutan ve su
bayları genel bir gevşeklik sarmıştı. Komutan ve subaylarda hiç bir in-
siyatif bırakılmamıştı.
Ordular Bölgelerinde Asker Alma Çağı Nüfus Sonmu
1908 yılındaki teşkilâta göre, altı ordu dairesindeki nüfus, ortalama
eşit olduğu halde, orduların bir kısmında iki-üç ve bir kısmında dört ni
zamiye tümeni bulunmakta idi. Bu durum pek tabii olarak ordu bölgeleri
kaynaklarında ya fazla insan kalmasına veya hiç kalmamasına neden ol
makta idi. Bu da kaynakların iyi kullamimamasıni ve nihayet adaletsiz
liği yaratmaikta idi.
Topçu Sınıfının Durumu
Piyade ve süvari sınıflarında henüz plânlı vo esaslı bir değişiklik
düşünülmemesine karşılık, topçu silâhlarımn gelişmesi, ateş sürat ve et
kilerinin artması, atış menzillerinin büyümesi ve topçunun diğer smıflarla
birliklere yakın işbirliği yapılması konusunda beliren doğal ihtiyaçları,
topçunun aıTık bağımsız topçu tümenleri halinde değil de, destekleyeceği
smıfm hemen yakınında ve ajmı kuruluş içinde bulunmasmı gerektirmişti.
1908 yılına kadar bağımsız topçu tümenleri halinde bulunan bu sımfın
— £2 —
destekleyeceği birliklerle işbirliği yapabilecek bir şekilde bir teşkilâta
bağlanması ön iş olarak tasarlanmış ve nihayet silâhlı kuv\^etler bünye
sinde esaslı bir değişiklik yapmak gerektiği kararına varılmıştı. Bu yol
daki hazırlıklar 1910 yılı Eylülü’ne kadar aralıksız devam etti.
— 93 —
Bu teklife göre, ordunun genel piyade eri mevcudu 165 000 ere, Has
sa Tümeni ile birlikto bu miktar 171 OOO’e yükselecekti.
Siyasî olaylar dolayısıyle 1 nci, 5 nci Ordulardan birer tümenin yi
ne Makedonya’da bırakılması ve kuruluşlarında değişiklik yapılması, teş
kilâtın yeni bir düzene sokulmasının uygun olacağı düşünülmüştü.
İkinci teklife göre ise, 1 nci, 2 nci, 3 ncü, 4 ncü ve 5 nci Ordular
dairelerinden barışta ikişer, seferde üçer taburlu üç alay ve bir avcı ta
burundan kurulu üçer tümenin oluşturulması düşünülmekte idi. Ordu ile
tümen kademesi arasında kolordu kademesinin de oluşturulmasına ge
rek görüldüğünden, her ordu dairesinden oluşturulacak üçer tümenin
kolordulara bağlanması istenmişti. Ayrıca her kolorduya bağh olmak
üzere barışta iki ve seferde üç taburlu birer nişancı alaylarının da ku
rulması düşünülmüştü.
Trablusgarp Tümeni’nin, 13 taburdan ibaret (Taburun biri tümene
bağlı birliği olmak üzere) ve üç alay (dörder taburlu alaylar) halinde
oluşturulması istenmekte idi. Hicaz Tümeni ise, üçer taburlu üç piyade
alayı ve bir bağımsız nişancı taburundan (toplam 10 Tb.) ibaret olacaktı.
Yemen’de kurulacak kolordunun da onar taburlu iki tümen ve bir nişancı
alayından oluşmak üzere 33 taburdan kurulması teklif olunmuştu. Bu
suretle oluşturulması zorunlu görülen 10 taburlu Hassa Tümeni ile bera
ber, ordunun barış kadrosu 317 tabur olacaktı. Bu ise, 147 600 (33
Tb. X 600 = 19 800) + (284 Tb. x 450 = 127 800) = 147 600 insan ola
caktı.
Bir sefer halinde her alaya üçüncü bir tabuı- ekleyerek tümenler,
birer nişancı taburlarıyla birlikte lO’ar taburdan, kolordular ise 33’er
taburdan ibaret olacaklardı. Tabur mevcutlarının 1050 er olabilmesi için
de ihtiyatlık süresinin yedi yıla çıkarılması da gerekmekte idi.
Teşkilâttan tugay kademesi kaldırılmakta, tümenlere ilk ihtiyat ol
mak üzere birer nişancı taburu, kolordulara da birer nişancı alayı veril
mekte idi. Bu ihtiyat birlikler, muharebede komutanları birliklere bir
ihtiyat sağlaması için yardım istemekten kurtaracaktı.
Her piyade alayına en az dörder tüfekli birer ağır makineli tüfek
bölüğü verilmesi de tasarlanmıştı. Redifler için hiç olmazsa her tümende
dörder tüfekli bir ağır makineli tüfek bölüğü bulundurmak dahi isten
mişti. Hesaba göre 608 makineli tüfeğe ihtiyaç vardı.
Süvari hakkındaki görüşe gelince : Her ordu dairesindeki süvari bir
liklerinden herbir nizamiye kolordusuna birer alay bırakıldıktan sonra,
ordulara dört beş süvari alayından ibaret bir süvari kuwetinin verilmesi
— 94 —
düşiinülmüştlü. Bundan başka, Haniidiye hafif süvari alaylarının da za
yıflarının birleştirilmesi suretiyle 24 süvari alayının kurulması teklif
edilmişti.
Topçu teşIkUâtı hakkında ileri sürülen öneri ise şöyle idi :
Seferde piyade tümenlerine dörder toplu üçer bataryadan oluşan
ikişer taiburlu (24 top) birer topçu alayının verilmesi istenmişti. A3n'ica
kolordulara bağlı bulunan nişancı alaylarının emrine de dörder toplu üçer
bataryadan oluşan birer dağ topçu taburunun verilmesi uygun olarak
değerlendirilmişti.
Redif tümenlerine ise, yalnız üçer bataryalı (12 top) birer dağ topçu
taburunun verilmesinin faydalı olacağı ileri sürülmüştü.
Bütün bu hesaplar teorik idi. Elde bu kadar top bulunmadığı gibi,
bunların süratle sağlanması da mümkün değildi.
Meşrutiyet Ordusunda Askerî Teşkilât Tüzüğünün Kabulü ve Uygu
lanması
9 Temmuz 1910 tarihinde yayınlanan “Devlet-î Âliye-i Osmaniye Or-
dusu’nun Teşkilât-ı Esasiye Nizamnamesi” (Askerî Teşkilât Nizamname
si) nin kabulünden sonra, teşkilâtın yemlenmesine ve ıslâhatın pratik
olarak uygulanmasına geçUmişti. [82]
Mutlakiyet dererinde depolara 3uğılan ve paslanmaya bırakılan her
nevi silâh ve gereç depolarının kapıları açılarak ordulara dağıtım başla
mıştı. Özellikle 1 nci, 2 nci, 3 ncü Ordular, tamamen çabuk ateşli sUâh-
1ar ve teknik gereçlerle donatılmıştı. Teşkilâttaki yenilikler birbirini iz
lemeye başlamıştı.
Bu yeni teşkUâtm dayandığı başlıca yenilikler ve esaslar şunlardır :
— Ordu komutanlıkları kaldırılmış, yerlerine ordu müfettişUkleri
kurulmuştu, Ordu Müfettişliklerine yalnız eğitim ve seferberlik işleri ve
hazırlıkları ile uğraşmaları sorumluluğu verilmişti.
— Ordu, eskiden olduğu gibi nizamiye, redif ve müstahfız birlikle
rinden oluşmak üzere bırakılmıştı.
— Genel olarak üçer piyade tümenli ve birçok bağlı birliklerden olu
şan kuvvetli kolordular kurulmuştu. [83] Bu şekilde Türk Ordusu’nda
kolordu teşkilâtı, ilk defa olarak 8 Ocak 1911 tarihinde kabul edilmiş
oluyordu.
— 95 —
— Normal bir piyade tümeni, üç piyade alayı ile bir nişancı tabu
rundan, bir sahra topçu alayından ve bir mızıka bölüğünden ibaret ola
rak kurulmuştu.
— Kabul edilen kadrolara göre bir nizamiye kolordusunun insan
mevcudu ortalama 41 000 insan ve 6700 hayvandan ibaret oluyordu.
— Redif tümenleri duruma göre redif kolorduları oluşturacak ve
bunlara muvazzaf (nizamiye) kolorduların zararına olarak süvarii topçu
ve diğer yardımcı sınıflar verilecekti.
— Nizamiye birlikleri savaş ve barışta bağlı oldukları ordu müfet
tişlikleri kaynaklarından, yani bir asker alma daiıesindon asker alacak
lardı. Nizamiye birlikleri, savaşta genç ihtiyat erleri ile desteklenecekıti.
— Redif tümenleri rediflerden ve müstahfız birlikleri de müstahfız
erlerinden oluşacaktı.
— Müslüman ve Müslüman olmayan bütün OsmanlIların askerlik
sorumlulukları vardı. Bedelli askerlik yine devam edecekti.
Böyleco modern teşkilât bir acemilik devresi içinde kuruluyordu.
Şöyle ki : Ordu komutanlıkları ve geniş karargâhlar kaldırılmış ve bun
ların yerine dar yetkili ufak karargâhlar getirilmişti. Ordu komutanlık
larının bütün şubeleriyle diğer kısımlarının görevlerini genel olarak ya
pabilmek şartıyla bu değişiklik uygun olabilirdi. Fakat daha ilk defa
esash bir teşkilât değişikliğine giden bir ordu için bu şekildeki değişiklik
oldukça zor bir uygulamaydı. Yetişmiş elemanlara ve çekirdeklere ihti
yaç vardı. Ordu komutanlıklarının ve karargâhlarının dağıtılması zararlı
olmuştu. Ye<ni teşkilâta uyum sağlayıncaya ve karargâh işlerinin kavra
nılmasına kadar eski durumun korunması yararlı olurdu.
Savaşta rediflerin ayrı büyük birlikler (tümen, kolordu) oluştura
rak muvazzaf ordular birlikleriyle yan yana kullanılması fikri ise, çok
tehlikeli olmuştu. Barışta kurulmuş muvazzaf birlikler ile, savaşta yeni
baştan ve hemen hiç yoktan kurulacak redif kolordularının ağır savaş
görevlerini yapmaları mümkün değildi. Nitokim meşrutiyeti takiben dü
zenlenen manevralarda ve özellikle bazı memleket içi harekâtta bunların
zararları görülmüştü. Bu nedenle sakıncaları görülen redif teşkilâtının
kaldırılması ve bunun yerine uygun bir teşkilât sistemi kurulması gerekti.
Büyük mevcutlu ve çok sayıda kolordular oluşturmak da yararlı de
ğildi. Kolordu gibi büyük birliklerin sevk ve idaresi, özellikle henüz ye
tişmemiş komutanlar için ağır bir sorumluluktu. Düşman olması olası
ordular, tugay ve tümen kademelerinden daha ileri gitmemişlerdi.
— 96 —
Oluşturulan kolorduların yürüyüş derinlikleri, büyük ağırlıklarıyla
beraber 44 km, kol ve katarlarıyla ise 62 kilometreyi tutmakta idi. Bun
dan dolayı bir kolorduyu gayet kuvvetli bir yürüyüş disiplini a/ltında yü
rütebilmek güçlüğ^’ünden başka, o zamanın kötü yolları üzerinde birgün
içinde kolordunun bütün kuvvetiyle savaşa girmesi imkânsızdı. Bunun
için daha fazla hareket kabiliyeti gösterecek teşkilâta gitmek yararlı olu
yordu.
Seferberlik ve asker alma işleri bakımından büyük bir hataya dü
şülmüştü. Şöyle ki : Muvazzaf birlikler sınırlara yığılmıştı. Bu plân hem
tehlikeli ve hem de yararsızdı. Gerçi asker almanın bölge usulüne göre
yapılması gereciydi. Fakat seefrberliğin en kritik anlarında kadro ha
linde ve sınır boylarında bulundurulacak birliklerin yanında bulunan silâh
ve gerecin kurtarılması zordu. Birliklerin sınır boylarında bulunan erle
rini beklemesi uygun olmayacaktı. Savaşı yapacak asıl birliklerin daha
gerilerde, seferberlikk'rini kolaylıkla ve emniyetle yapabilecekleri bölge
lerde olmaları daha iyi olabilirdi. Sınırların özel birliklere bıraküması ve
buna göre teşkilât yapılması yararlı olabilirdi.
Türk Ordusu’nım Islâhında Alman Kurmay Yarbay Von Der Golç*
tan Faydalanma İsteği
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgi ile sonuçlanmasından son
ra, Abdülhamit Türk Ordusu’nun ıslâhına gerek duymuştu. Bu amaçla
padişahın Türkiye’ye getirttiği ve generallik rütbesine yükselttiği Alman
Albay Köhler öldüğünden yine Alman subaylarından Kurmay Yarbay
von Der Golç, padişahın kendisine verdiği generallik rütbesiyle, 1883
yılında Türk Ordusu’nun hizmetine alııumştı. General Golç, tekrar Türk
Ordusu hizmetine ahnmasına kadar (1909) uzun yıllar Türk Ordusu’nda
çok samimi şekilde hizmet etmişti. Unutulmayan hizmetlerinden dolayı
orduca çok sevilen ve birçok Türk kurmay subaylarım yetiştiren Gene
ral Golç’tan özellikle Meşrutiyet ordusunun ıslâhı için faydalanılmak is
tenmişti. Bu konu. Harbiye Nezareti tarafından düşünülmüş ve zamanm
Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa tarafından Sultan Mehmıet Reşat’a arz
ve teklif olunmuştu. Teklif uygun görülmüş ve General Golç’un tekrar
Türkiye’ye getirtilmesi için Harbiye Nezareti’ne izin verilmişti. [84]
Haribiye Nazırı Ali Rıza Paşa 1909 yılında Berlin’e Türk Ordusu ata-
şemiliteri olarak atanan Kurmay Binbaşı Enver’e verdiği talimatta, Ge
neral Golç üe görüşerek Türk Ordusu’nda tekrar hizmet kabul etmesi
için görüşm.esini istemişti.
[Si] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 26, îrade-i Seniyye Defteri, 30 Nisan
1325 (13 Mayıs 1909) tarihli Hazine Eîvrak.
No. 26, 20 Rebiyülevvel 1327 (29 Mart 1325 = 11 Nisan 1909) tarihli (Harbiye
Nezareti Mektubî Kalemi, Sayı : 204) iradeler.
— 97 —
Yapılan görüşmede, Geoıeral Golç, Alman Ordusu’nda emekliliğine
iki yıl kaldığından, bundan önce Türkiye’ye gelemeyeceğini, geldikten son
ra da bir Türk mareşaline verilen ödenekle bu görevi kabul odebileceğini
ileri sürmüştü. Fakat 'Türkleri ve Türk Ordusu’nu çek sevdiğinden, bu
iki yıl içinde, o da ancak her yıl yapılmakta olan Alman sonbahar ma-
nevralarmdan sonra dörder aylık izinle Türkiye’ye gelebileceğini, bunun
için de masraflarmın ödenmesini istemişti. Türk Harbiye Nezareti ise,
ileri sürülen şartlan kabul etmiş ve generale hor izinli gelişinde 250 Os
manlI altın lirasım maaş olarak vermeyi uygun görmüş ve bu para}^ büt
çesine koymuştu. Bu şekilde General Golç Türkiye’ye gelmişti.
Genoral Golç, Türk Ordusu’na yararlı hizmetler yapmıştı. Önce or
duda çeşitli sınıf ve silâihlarm eğitiminde birlik ve beraberliği sağlamak
için “Numune Alayları’’nı kurdurmuştu. Numune alayları, çeşitli sınıfların
ihtiyacı olan eğitim için birer okul haline getirilmişti. Bu ise, ordunun
ıslâh ve sayısımn azaltılmiasmda önemli rol oynamıştı. Ancak ordunun
önemli birer eğitim merkezi haline gelecek bu alaylarda önderlik ve öğ
retmenlik yapabilecek Türk subaylarından başka yabancı subaylardan da
faydalanması gerekli görülmüştü. Bu nedenle Harbiye Nezareti, bu alay
lar için Türk subaylarım seçerken, diğer taraftan Alman subaylarının da
seçilmesi yetkisini General Golç’a bırakmıştı. General Gclç’un tekhfine
göre, yüzbaşı-yarbay rütbesinde bazı Alman subaylarının getirtilmesi uy
gun olacaktı. Golç, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü Ordularda kurulacak piyade,
süvari ve topçu alaylarının herbirine birer; 1 nci Ordu’da oluşturulacak
numune süvari alayına bir. Topçu Okulu sınıfları (Topçu, istihkâm) için
iki, ordu istihkâm birhkleri için iki olmak üzere toplam 14 Alman suba
yına ihtiyaç olduğunu hesaplamıştı. Bu teklif Harbiye Nezaretince ve
hükümetçe uygun görülmüştü.
•Berlin’de Osmanh Büyükelçüiği’nde yapılan kontratlarla İstanbul’a
gelen Alman subaylarının herbirine yılda 2300 Frank maaş veriecekti.
Dönüşlerinde de herbirine iki aylık maaş oranında yolluk verihn«si ka
rarlaştırılmıştı. Bu gelecek subaylar Türk Ordusu’nda bir üst rütbe ile
hizmet edeceklerdi. [85]
General Golç, îmhof, Ditfort, Havşilt, Ober vi. subayların faahyet-
leri bir hayli yararlı olmuşsa da, sağlanan yararlar teorik eğitimden üeri
gitmemişti. Bu eğitim, ordunun genel eğitim ve muharebe güç ve yete
neğine sınırı ölçüde etkih olmuştu. [86]
[85] Başbaıkaıüık Arşhd; Hazine Evrak No. 27, 30 Nisan 1325 (13 Mayıs 1909)
tarihli belge.
[86] General Golç’un TüıMye’ye son gelişi 12 Aralık 1914’tedir, 18 Nisan 1916’da
6 ncı Ordu Komutanı iken Irak Cephesi’nde lekeli hummadan ölmüştür.
— 98 —
Türk Ordusu’mın geniş ölçüde kalkınmasını sağlamak amacıyla da
ha başka çarelere de başvurulmuştu. Özellikle Avrupa’nın askerlik^çe ileri
gitmiş memleketlerine Türk subaylarının gönderilmesi de kararlaştırıl
mıştı. [87]
Hazırlanmış ve uygulamasına başlanan talimata göre, kıtada en az
iki yıl hizmet etmiş teğmen-kıdemli yüzbaşı rütbelerindeki kurmay, pi
yade, süvari, topçuı istihkâm ve tabip sınıflarında subaylar, sınavla ayrı
larak Avrupa’ya gönderilmeye başlanmıştı. Paris, Berlin, Viyana, Roma,
Londra ve Petersburg’a gönderilen subaylar, arzu edilen amacı sağlaya
mamışlardı. Subaylarm değişik doktrin güden ordulara gönderilmeleri
yanlış sonuç vermişti. Türk Ordusu’nda birlik ve beraberliği sağlayacak
bir eğitim sistemi gerekliydi. Bu duruma göre, A\rupa’nın çeşitli ordu
larında staj ve öğrenim yapan subaylarm birleşik bir anlayışa dayanan
bir teşkilât ve eğitim sistemi kurmalarına imkân yoktu. Gerçi bu şekilde
bütün Avrupa Ordularıyla ayırt etmeden ilişki kurulması iyi idiyse de,
şimdilik bunun zamanı değildi. Ordunun hızla ve bir doktrine bağlanarak
kalkınması gerekti. Bu sırf Avrupa devletlerine hoş görünmek, darılt
mamak ve Almanya’ya yanaşılmadığı hissini verdirmek amacını güden
tutum ise, Abdülhamit’in kökleştirdiği bir siyasetti ki, meşrutiyet idare
cileri dahi henüz bunun etkisinden kurtulamamışlardı.
Türk Donanması’nm ıslâhı ise, İngiliz Amirali Limpus’a ve emrin
deki İngiliz subay ve uzmaniarma verilirken, jandarmanm ıslâhı da bir
Fransız Generali olan Bauman’a verilmişti.
Silâhlı kuvvetlerin ıslâhı amacıyla alınan önlemler, her türlü etki
lerden uzak, pratik ve devletin çıkarlarını sağlayan bir tutum değildi.
Bu suretle 1910 yılının sonlarına gelinmişti ki, bu yılın Teşkilât-ı Aske^
rîye (Esasiye) Nizamnamesi yayınlanmış ve özellikle kolordu teşkilâtı
nın kabul edilmesinden sonra (8 Ocak 1911) ordu teşkilâtının kuruhna-
sına ve nizamnamenin uygulanmasına girişilmişti. Genel olarak 1910 ku
ruluşu denilen bu teşkilât, gerçdkte 1911 yılında uygulanmaya başlanan
1911 kuruluşu idi. [88 ] Bu, 1913 yılmda “Teşkilât-ı Umumiye-i Askerîye
Nizamnamesi”nin. yaymlanmasma kadar devam etmişti.
3. İkinci Meşrutiyet Döneminde İlk Ordu Teşkilâtı
Aslı bozulmayan ordu teşkilâtı Balkan Savaşı’nm yapıldığı ordu teş
kilâtı idi. Nizamiye, redif ve mustahfızlara dayanan ordunun kuruluş ve
konuşu şöyledir :
[87] Düstur; II nci Tertip, c. I, s. 108, No. 14, Takvim-i Vekâyi No. 821 (30 Nisan
1325), (Avrupa’ya Gönderilecek Subayların Seçilme Şartlan ve E3c ödenekleri
'Hakkında Talimat)
[88] Düstur; II nci Tertip, c. III, s. 30.
— 99 —
a. Nizamiye Ordusu
1 nci, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü Ordu Müfettişlikleriyle bunlara bağlı
kolordıüardan ve doğruca Harbiye Nezareti’ne bağlı (Bağımsız) 14 ncü
Yemen Kolordusu, 41 nci Asir, 42 nci Trablusgarp ve 43 ncü Hicaz Tü
menlerinden ibaretti.
Nizamiye Ordusu’nun 1911 yılı konuşu ise genel olarak komşu dev
letlerle olan siyasî duruma ve bu devletlerin askerî güçlerine göre düzen-
lenmişiti. Bunda ülkenin iç güvenliği ile iskân, iaşe (yiyecek, içecek) ve
ulaştırma imkânları dikkate alınmıştı. Böylece dört ordu, bir bağımsız
kolordu ve üç bağımsız tümen halinde yeniden teşkilâtlanmıştı.
1 nci ve 2 nci Ordular Rumeli’ye, 3 ncü Ordu Doğu Anadolu’ya,
4 ncü Ordu Suriye, Irak ve Arabistan’a tahsis olunmuştu.
b. Redif Ordusu
Yeni ordu teşkilâtına göre, Osmanlı ülkesi önce 57 Redif Tümeni ile
bir alaydan (Çanakkale) ibaret olmak üzere beş m.üfettişlik halinde teş
kilâtlanmıştı. Ancak kısa bir süre sonra redif tümenleri 54’e indirilmiş
ve Havran Askerlik Dairesi’yle birlikte bu teşıkilât altı müfettişlik ha
linde kurulmuştu.
— 100 —
Silâhlı 'kuvvetlerin bîı'birine paralel olarak maddî ve manevî ıslâhı
ve özellikle subayların siyasettenı karışık işler vo özel çıkarlar hırsından
kurtarılmaları gerekliydi. Nitekim, İttihat ve Terakki’nin Selanik Kong-
resi’nde, cemiyetin bir siyasî fırka (parti) haline getirilmesi esnasında,
aske«r üyelerinin bu partiden ayrılarak mesleki görevlerine dönmeleri ge
rektiğini, Kurmay Önyüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) teklif etmişse
de, bu teklif uygun görülmemişti.
Meşrutiyet’in ilânından sonra, Selânik ve Manastır’da faaliyet gös
teren İttihat ve Terakki genel merke^zi, İstanbul’a taşınarak hükümeti
kontrol altına alm.ak istemişti. Bu amaçla İttihat ve Terakki, silâhlı kuv
vetler mensuplarım, partinin birer icra kuvveti olmak üzere kullanmak
ve onlara dayanmak suretiyle siyasî omellerine alet etmeyi ihmal etme
mişti.
Albay Sadık (sonradan muhalif Hürriyet ve İtilâf Partisi’nin kuru-
cularmdan). Yarbay Omal (Birinci Dünya Savaşı’nda Bahriye Nazırı ve
4 ncü Ordu Komutanı), Binbaşı Enver (HaPbiye Nazırı vo Başkomutan
VekUi) ve Binbaşı Hafız Hakkı ('Birinci Dünya Savaşı’nda 3 ncü Ordu
Komutanı) dan başka, bunlarla kader birliğine girişmiş bulunan bazı su
baylar, partideki faaliyetlerine devam etmeleri için, siyaset adamları ta
rafından bir hayli şımartılmışlar^ ve İttihat ve Terakki Partisi’nin belli
başlı elemanlan ve fedaîleri olmuşlardı. Bu suretle meşrutiyet rejimine
de hiç de uymayan siyasî olaylara askerler de karıştırılmıştı. Bu sebeple
de devletin ve memleketin siyasî iç huzuru bozulmuş, dış tehlikeler daha
çabuk yaklaştırılmıştı. Partinin, subayların atılganlık ve cesaretlerinden
çok samimî vatanseverlik duygularından ve hatta silâhlarından geniş öl
çüde faydalanmayı düşündüğü do bir gerçekti. Nitekim, bu düşünce, bir
çok hazin olaylarla kanıtlanmıştı.
Subaylar, parti ile kurdukları müşterek ilişkilerin devamında özel
faydalar sağlayabilecekleri düşüncesinde birleşmişlerdi. Devletin yüksek
ve hayatî çıkarlarının sevk ve idarosinde askerlerin siyaset adamlarıyla
bu yanlış birleşme ve anlaşmaları, iki başlı ve nihayet zor dayanan kapalı
bir idare tarzının meydana gelmesine de sObep olmuştu. Bu durumun
memlekete büyük zararlar getireceği pek tabiî idi. Gerçi genel tarihin he
men her safhasında silâhlı kuvvetlerin ayaklanmaları ve siyasete karış
maları her milletin başından geçmiş olağan şeylerdi. Nitekim 1908 Meş
rutiyet harekoti de bu gibi olaylardan biri idi. Yapılan hareket, meşrû
bir hareketti ve gerekliydi. Ancak hareketin başarıya ulaşmasından son
ra, mevcut bulunması gereken prensiblero sadık kalınması ve başarının
dejenere edilmemesi şarttı. 1908 hareketinin başarıya lüaştırılmasından
ve Meşrutiyet Meclisi’nin açılmasından sonra askerlerin asıl görevlerine
— 101 —
dönmeleri, siyasetle uğraşmamaları gerekirdi. Silâlılı kuvvetler mensup-
larmın siyasete karışması, silâhlı kuvvetlerin maddî ve manevî cephele
rini yıkan biir hareket olmuştu. Tarihe geçmiş birçok Yeniçeri ayaklan
malarını ve bunların sonuçlarını çok iyi bilen sivil ve asker aydınların, bu
gibi ihtiras yollarına sapmamaları gerekti. Bu hâl, askerî disiplini boz
muştu. özellikle küçük rütbeli subayların teşebbüsü ile meydana gelen
inkılâp hareketi, daha ük günlerinden başlayarak astlarla üstler arasında
derin bir uçurum açmıştı. Birçok yerlerde üstlere karşı yapılan çir*kin ve
yakışıksız davramşlar, silâhlı kuvvetlerin düzenini bozmuştu. Bir Ferik
(Tümgeneral)’in bir kolağası tarafından rütbelerinin sökülmesi, bir ordu
komutanına subaylar topluluğu tarafından yemin ettirilmesi gibi olaylar
çak çirkin olmuştu. Üstlorin emir vermesi bir yana, hatta astmın emrine
dahi girdiği olmuştu. Ordu disiplini ile bağdaşmayan bu haller, silâhlı
kuvvetler mensuplarını çok kötü bir düşünceye ve doğrultya doğru sü
rüklemişti. Bu suretle silâhlı kuvvetlerin asıl olan insan ve ruh bünyesi
temelinden baltalanmış ve bütün maddî ıslâhat gayretk>ri daha baştan
öldürülmüştü. Disiplinsiz bir silâhlı kuvvetten faydalı eğitim ve başarılı
bir savaş kudreti beklenemezdi. Nitekim Balkan Savaşı’nın sonuna ka
dar geçen süre zarfında bu tehlikeli durumdan kurtulunamamıştı. Silâhlı
kuvvetler, çok acı derslerle karşılaşmıştı. Bir ara kendine gelen ve bün
yesini toparlamak isteyen silâhlı kuvvetler, bir takım gayretlere giriş
mişse de bu kez partiler silâhlı kuvvetler mensuplarmın yakasını bir türlü
bırakmak istememişlerdi. İktidar ve muhalefet mücadelelerine karıştırı
lan askerler de kendilerini bir çıkmazdan kurtaramamışlardı. O derece
ki, 21/22 Haziran 1912’de, muhalif Hürriyet ve İtilâf Partisi’ne giren
bazı subaylar ve bunlara katılan bir kısım kandırılmış erler, hükümeti
devirmek için Manastır’da silâhlı olarak dağa da çıkmışlardı. Bir süre
sonra, Yakova dolaylarındaki kıtalardan bazı sübaylar, hükümete karşı
ayaJdanmış bulunan Arnavutlarla birleşmişlerdi. Böylece Batı Rumeli
illerinde kargaşahk son haddini bulmuştu.
Karadağ Ordusu’na komuta eden Başkomutan General Yanko Vul-
kotiç, Işkodra’nın tarafımızdan bırakılmamasından sonra, “Türkiye’ye
karşı hareket, komşu hükümetlerle aramızda bahis konusu edüdi. Lâkin
ben buna cesaret edemiyorum. Vuku bulan birçok müzakerelerde karşı
koydum. Fakat Yakova’daki subayların dağa çıktığını ve îsa Bolatin’in
de duruma hakim olduğunu görünce, derhal 'Türkiye’ye karşı komşularla
birleşik olarak harekete muvafakat ettim” demişti [89] Bu hazin gerçek
karşısında siyaset adamlarmm büyük bir vicdan azabı duymaları gerekti.
Fakat iş işten geçmiş silâhlı kuvvetler mensupları birbirine düşürülmüştü.
— 102 —
Subaylar “Halâskâran” ve "Abrar” gibi çeşit çeşit hiziplere ve siyasî
partilore dağılmış herkes kendi başınm çaresini aramaya başlamıştı. Su
baylar yavaş yavaş birbirine düşman gözü ile bakan gruplara ayrılmış
lardı. Bu durum biraz da devam etmiş olsaydı, silâhlı kuvvetler mensup
lan hiç şüphesiz birbirleriyle süâhlı çatışmaya da girişeceklerdi. Bu tür
davranışlarda o derece ileri gidUmişti ki, bu durum Harp Okulu’nım genç
subay axiaylanna kadar sirayet ettirilmişti.
Uzun yıllar Türk Ordusu’nda hizmet etmiş Türk dostu Alman Gene
rali von Der Golç ise şöyle diyordu : “Hareket Ordusu’na verilen müm
taz mevki, diğer askerî kişiler üzerinde bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. İs
tanbul’daki ayaklanmaiyı (31 Mart Ayaklanması) bastırmak için, bu ordu
ile beraber gelen subaylardan bir gurur ve azemet vardı. Bunlar tasfiye
ahkâmınca diğerlerine memnu olan rütbelere de mazhar olmuşlardı. Diğer
subaylar da bu hakkı almış bulunanların derecelerine ulaşmak hevesi
uyandı. Bunun için hükümetin nüfuzlu erkânına yanaşanlar olduğu gibi,
aralarında ittifak, grub ve cemiyet teşıkil edenler bulundu. İşte subaylar,
vaki olan mesaiye ve bu bapta yapılan bir kanuna rağmen devamlı ola
rak siyasetle uğraşıyorlardı. Avrupa’da bu hâl, ordunım uğradığı felâke
tin sebebi gösterUdi. [90]
Ge*neral Golç, 1908 inkılâbımn aydın fikirli ve 30-35 yaşlarındaki
genç ’Türk subaylarının eseri olduğunu takdir etmekle beraber bu konuda
eski idare tarzından genel olarak herkesin hoşnut olmadığını ve gençle
rin bu genel memnuniyetsizlikten yararlandıklarını bildirmişti. General
Golç, fikirleri teorilerle dolmuş olan genç subayların hakimiyetini ve yaş
lı generallere emir vererek sırf kendi hüküm ve arzularının geçerli oldu
ğunu bedirteretk bu devrin bu olayını açıkça ıbelirtmişti. [91]
[90] General Colmar von Der Goltz; Genç Türkiye’nin Hezimeti ve îmkân-ı İtilâsı,
s. 51-52.
[91] a.g.e.; s. 5-7.
— 103
■Kaj^a Ordusu ve Deniz Kuvvetleri’ndeki subaylarm büyük bir kısmı
kıtadan ve erlikten yetişmiş “alaylı” subaylardı. Bunlar çoğunlukla okur
yazar değillerdi. Değerleri, er psikolojilerini bilmeleri ve pratik olmaları
idi. Ancak erler üzerinde kurdukları disiplin bilgiye dayanmıyordu. [92]
Taktik fikrinden yoksun olan bu subayların askerlikleri, bölük seviye
sinde geleneksel bir askerlik hayatından ibaretti. Buna karşılık “mektep
li” subayların da okur yazarlııklarmdan, nazarî bilgUere sahip olmala-
rmdan başka bir meziyetleri yoktu. Harp Okullarında verilen kıta bilgisi
dersleri ve pratikleri yetersizdi.
Kıtalarda mektepli subaylara misafir sUbay da denirdi. [93] “Had
dinizi bilin” sözü ile karşılanan, bölük odasmm kapı dibindeki kerevette
yatırılan mektepli subaylar az değUdi.
Gerek bilgi ve gerek yaş bakımından birbirine tamamiyle zıt iki ku
tup halinde olan subay kitlesi arasında sinsi bir geçimsizlik, daha meş
rutiyetten önce başlamış ve meşrutiyetten sonra da anlaşmazlık derin
leşmiş ve açığa vurulmuştu. Alaylı subaylar, mekteplileri kendi mevki
lerine göz diken ve geleceklerini söndürmek için uğraşan bir rakip ola
rak görüyorlardı. Mektepliler alaylıların yetersizliklerinden bUgisizUkle-
rinden şikâyet etmekte idiler. Her iki tarafın da bu olumsuz görüş ve
tutumları, orduya ve memlekete büyük felâketler hazırlayan etkenlerdi.
Bu sırada orduya siyaset do karışmış bulunduğundan, kısa bir zaman için
de disiplin büsbütün bozulmuş ve bu durumdan düşmanlar faydalanmıştı.
Alaylı ve mektepli subay davası oı-dunun önexUİi bir sorunu halinde
bulunurken, sübay kütlesini rahatsız eden ve sinirlendiren diğer bir dava
da, daha dünyaya gelir gelmez askerî bir rütbeye sahip olan sübaylar
zümresinin varlığı idi. Bunlar genel olarak şehzadeler ve bazı devlet bü
yükleri üe saray bendelerinin doğduğundan itibaren subay kabul edüen
çocuklarıydı. Daha okul sıralarında iken kordonlu (padişah yaverleri) ve
rütbeli idiler. İmtiyazlı olan bu asilzadeler, diğer halk çocukları ile aynı
zamandan okuldan çıktıkları halde ve prensip olarak teğmen çıkılması
lâzım gelirken, sorumsuz padişahların emir ve ihsanları ile yüzbaşı, bin
başı, yarbay ve hatta albay rütbeleri alıyorlardı. Bu sistem, hoşnutsuz
luğu artıran ve ordu disiplinini 2iedeleyen önemli nedenlerden de biri idi.
[92] Abdullah Pa^a; 1328 Balkan Harbi’nde Şark Ordusu Kumandan Abdullah Pa-
şa’mn Hatıratı, İstanbul 1336, Mehmet ıNihat; 1328-1329 Halkan Harbi Trak
ya Seferi, c. I, İstanbul 1340.
[93] “Misafir subay” terimi, mektepli subayın bir kıtada uzun kalmamasından ve
kısa bir zamanda başka bir kıtaya atanması dolayısıyla kullanılan bir terimdir.
— 104 —
Subayları hoşnutsuzluğa ve geçimsizliğe sevk eden diğer önemli bir
sebep de erkâniharplik (kurmaylık) idi.
Kurmay subaylar da alaylı ve mektepli subaylar tarafından antipati
ile karşılanıyordu. .
b. Subaylarda Yaş Durumu
Türk Ordusu yaş bakımından da genç ve dinamik değildi.
Alaylı subaylardan 5S yaşında teğmenler, 62 yaşında üsteğmenler,
65 yaşında yüzbaşılar ve 80 yaşında binbaşılar bulunuyordu.
1908 yılında orduda bulunan eski binbaşıların orduya girişleri 1264
(1848), yüzlbaşılarm 1282 (1866), üsteğmenlerin 1279 (1863) ve teğmen
lerin iso 1286 (1870) idi. Salnamelere göre, 1317 (1901) 3ulına kadar or
duya alayh subay alınmışsa da bu yıldan sonra alınmadığı görülmüştür.
Mektepli subaylarda ise durum şöyle idi : Binbaşüar 59, yükbaşı ve
üsteğmenler 42, teğmenler 31 yaşında idiler. Alaylı subaylara nazaran
yaşları küçük olmakla beraber, ordunun mektepli subayları da pek genç
değülordi.
c. Silâhlı Kuvvetlerde Tasfiye Hareketleri
Yıpranmış orduyu gençleştirmek bir zorunluluk haline gelmişti. İlk
teşebbüs olaraJk, mutlakiyet devrinde, padişahın orduya ve memlekete
faydalı elmadan verdiği rütbelerin geri alınmasıyla başlanmıştı.
Meşrutiyet devTİmini yapan devrimci subaylar, 1909 yılında Mebu-
san Meclisi’no bir “Tasfiye-i Rütep” (Rütbe Tasfiyesi) kanununu kabul
ettirmişlerdi. [94] Ancak orduda mukavele ile kullanılan yabancı subay
larla şehzadeler bu kanunun dışında tutulmuşlardı. Kanunun uygulan
masına ordunun bütün general, amirajl, üstsubay ve subaylarıyla askerî
memurlar dahil edilmişti. Süâhlı kuvvetler me<nsupları iki gruba ayrıl
mışlardı. Bunlardan bir kısmı, tasfiyeye tabi tutlanlar; diğer bir kısmı
da tamamiyle askerlikten ilgileri kesilerek emekli maaşları dahi veril
meden ihraç olunanlardı. Bu ikinci katagoriys dahil olanlar, özellikle mut
lakiyet devrinde hafiyelik yapmış, kötü ahlâk sahibi oldukları bilinen
kimselerdi. Bunlar hakkında inceleme kurulları karar vermiş ve nihayet
kurullarm gösterdikleri lüzum üzerine yine özel surette teşkil olunan
divanibarplere verilerek ordudan uzaklaştırma kararları alınmıştı. Ancak
meşrutiyet devriminden sonra emekliye ayrılmış olanlar arasında hafi
yelik yapmış olanlarda tespit olunarak bunlar hakkında da uzaklaştırma
kararlan uygulanmış ve emekli maaşları kesilmişti. Yalnız gerek bunlar
[94] “Tasfiye-i Rütep K^ıınu” - 25 Temmuz 1325 (7 Asustos 1909), Düstur; II nci
Tertip, c. I, s. 421, No. 114.
— 105 —
Ve gerekse bunlardan daha önce ordudan uzaklaştırılmış kimsesiz ve ge
çimleri zor durumda bulunan hafiye subayların dul ve yetimlerine usul
ve kanuna göre aile maaşı bağlanmıştı.
Okuldan ve alaydan çıkmayıp, hiç bir nizamiye veya redit kıtasında
ve Deniz Kuvvetleri’nde görev almamış olanlar da, kafiyeler ve kötü ah
lâk sahibi subaylar gibi, ordu ile ilişkileri kesilmiş ve tasfiye olunmuş
lardı. Hademe-i hassa (padişah sarayı hizmetçileri) ve Mızıka-i Hümâ
yûn (padişahm özel mızıkası) general, üstsubay ve subayları bu kanun
dan istisna edilmişlerdi.
Okuldan veya alaydan çıkmayarak hethangi bir rütbe ile askerliğe
girmiş olanlardan Kara ve Deniz Kuv\7-etlerıi’nde görev almamış alanlar
da askerliğe giriş tarihleri esas kabul edilerek, alaylı subay kabul edil-
mişJerdi. Bunlardan vaktiyle silâhendazhk (muvazzaf askerlik hizmeti)
sürelerini bedenen veya nakden ifa etmiş olanların hakları saklı tutul
muştu. Ayrıca vaktiyle siyasî bir gorek üzerine ve Bab-ı âli’ce onaylanmış
bulunan veya geçmiş seferlerde veya eşkiya takiplerinde fedakârlıkla
hizmet etmiş olanlara verilen rütbeler saklı tutulm'^ıştu. Ancak bu gibi
lerin durumlarını resmî bc<lgelerle ispat etmeleri şart koşulmuştu. Askerî
okullarda öğrenimde iken rütbe almış öğrencilerin rütbeleri kaldırılmış,
bunlardan öğrenimlerini tamamlayanlar, rütbeleri ne olursa olsun, bera
ber mezun oldukları sınıf arkadaşlarıyla ayrı rütbede kabul edilmişlerdi.
Buna göre birçok subaylar, bihbaşılıktan teğmenliğe veya albaylıktan
binbaşılığa indirilmişti.
Aşiret süvari alaylarmdaki aşiret mensubu subaylarm rütbeleri, özel
bir kanuna göre ayarlanmıştı.
Mektepli subayların okuldan çıktıkları tarihlerde kazandıkları rüt-
beierle alaylı subaylarm askerliğe giriş tarihleri, tasfiye hesabına bir
başlangıç noktası olarak ele alınmış ve bu suretle bütün general, üstsu
bay ve subayların rütbe tasfiyeleri için, her rütbe sahibinin sahip olması
gereken rütbe ve kıdemlerinin h€<saplanması cetveline göre yapılmıştı.
d. Subayların Gençleştirilmesi
Silâhlı kuvvetler mensuplarını gerek bilgi ve gerek yaş bakımından
bir düzene koyan yaş haddi kanununa göre alaylı subayların büyük bir
kısmı (7500 subay) emekliye sevkediılmişti. Kanun teğmen ve üsteğmen
lerle korvet ve birlik katipleri için azamî yaş sınırını 41, yüzbaşı vekili
(Bu yalnız süvaride olan bir rütbe idi) yüzbaşı, katip muavinİ€<ri ve fir
kateyn katipleri işin, 46, tabur ve alay katipleri ile kolağası (Kd. Yüz
başı), alay emini ve bihbaşılar için 52, yarbaylar için 55, albaylar için
— 106 —
58, mirlivalar (tuğgeneraller) için 60, ferik ve birinci ferikler (tümge
neral, korgeneral) için 65 vo müşirler için 68 senelik bir yaş haddini
hizmet için yeter olarak kabul etmişti. Bu suretle 1908 yılı Aralık ayında
düzenlenen genel kuvve özetine göre. Kara Ordusu’nda (Jandarma ve
Deniz Kuvvetleri hariç) 26 310 subay bulunurken, 1911 yılı Ocak kuv
vesinde bu miktar 16 121 subaya indirilmek suretiyle Kara Ordusu’ndan
10 189 subay çıkarılmıştı, [95]
Yaş haddi kanunu ile ordu subayları arasınıdaiki yaş farkları bir dü
zene sokulmuşsa da, ordunun dayanağı geniş barış teşkilât ve kadrola
rında yeterince subay sağlamak mümkün oh man işti. Subay bulmakta
zorluğa düşülmüştü. Okullardan kısa bir zaman zarfında subay yetiştir
mek ve kadroları tamamlamak imkânsızdı. Subay yetersizliği özellikle
bir savaş halinde daha da artacaktı. Ancak bir sefer halinde emekliye
ayrılan subaylardan tekrar faydalanma düşünülmüş ve plânlanmıştı.
Ordunun teşkilâtı kurulmadan ve kadro ihtiyaçları hesap edilmeden
bu derece geniş bir tasfiye hareketine girişmenin büyük zararları olacağı
düşünülmemişti. Tasfiyenin aşama aşama ve bir plâna göre olması daha
faydalı olabilirdi.
[95] Düstur; II nci Tertip, c. I, s. 324, No. 87, Takvim-i Vekayi; sayı 718, (9 Mu
harrem 1329=28 Aralık 1326 = 11 Ocak 1911).
— 107 —
Harbiye Nezareti ve Genelkurmay Başkanlığı, bir yandan Kara Or
dusu’nun düzeltilmesi için çabalar barcarken öte yandan da hükümet bir
Alman Askerî Islâh Heyeti’nin Türkiye’ye getirtümesi için Almanya
ile temasları sıklaştırm-akta idi. Yapılan görüşmeler olumlu bir sonuç
vermişti. Alman İmparatoru. II. Wilhelm Osmanlılarm bu arzularını uy
gun gbrerek Türkiye’ye bir ıslâh heyetinin gönderilmesine kesin surette
karar vermişti. Alman İmparatoru, gönderilecek heyetin başkanlığına
Kassel’deki 22 nci Prusya Tümeni’nin Komutanı Tümgeneral Liman von
Sanders (Leyman Van Sanders)’i seçmişti. Bu sırada Türkiye’de Türk
Donanması’nm ıslâhı için İngiliz Amirali Limpus ve jandaimianın düzel
tilmesi için de Fransız Generali Mujen bulunmakta idi. Osmanh Hükü
meti, İngiltere ve Fransa’dan getirttiği ıslâh heyetlerine paralel olarak.
Kara Orduları’nın ıslâhı için de Alman Askerî Islâh Heyeti’nin Türkiye’
ye gelmesinde hiç bir siyasî sakınca görmemekte idi, hükümet bu suretle
hemen hemen bütün büyük devletlerle dost bir ilişki kuracağmı ve bu
devletlerden büyük faydalar sağlayabileceğini mnmakta idi.
Osmanh Hükûmeti’nin verdiği izin ve talimata göre General Liman
von Sanders’in hizmet sözleşmesi. Bahriye Nazırı ve Harbiye Nazın Ve
kili Çürülksulu Mahmut Paşa tarafından karşılıklı olarak 14 Ekim 1329
(27 Ekim 1913)’te imza edilmişti. [96]
İmzalanan hizmet sözleşmesi beş yıllıktı. Tümgeneral Sanders, Türk
Ordusu’nda Korgeneralliğe yükseltilecek ve Türkiye’de bulunduğu süre
içinde bir kolordu komutanı yetkisine sahip bulunacaktı. Aynı zamanda
Askerî Şura’da üye olacak vo ordunun disiplin, terfi, mükâfat ve ceza
landırma, ıslâhat, eğitim, donatım, silâhlanma, giydirme, levazım, iaşe,
sağlık, veteriner, remont, asker alma, kura, sofertoerlik hazırlıkları istih-
kâmat, istatistik, demiryolları, telefon, telgraf, ulaştırma, tayyarecüik ve
balonculuk sorunlarının müzakerelerinde kendisinin Askerî Şura’daki
oyuna önem verilecekti. Ancak bu sorunların karara bağlanmasında ço
ğunluğun oyu geçerh olacaktı.
Sözleşme gereğince (4eneral Sanders’e 1 ncıi Kolordu’nun (İstanbul)
Komutanlığı verileceği gibi, bütün askerî okulların, numune alay v© ta-
limgâhlarm, Osmanh hizmetinde bulunan bütün yabancı subayların doğ
rudan doğruya amiri olma yetkisi de tanınmıştı.
Osmanh idarecileri, geçmiş yıUarda Türk Ordusu’nun kalkındırılması
için Almanya’dan askerî uzman ve müşavir olarak getirilen General von
Der Golç ve bonzerii Alman subaylarının dar bir çerçeve içinde, yetkisiz
olarak çalışmalarının sakıncalarına inanmışlardı. Bu nedenledir ki, Türk
Ordusu’nda hizmete alınan General Sanders’in yetkileri geniş tutulmuştu.
[96] SözleşiTıenin aslı için Bkz. Vandenür; Büyük Harpte Kafkajs Cephesi, c. I, İs
tanbul, 1933, Eserin Ekine Bkz.
— 108 —
General Liman von Sanders, beraberlinde Türkiye’ye getireceği ıslâh
heyeti üyeleri subaylar için Almanya’da bir süre meşgul olmuş ve nihayet
muhtelif rütbede 10 sübayla birlikte 14 Aralık 1913’te îstanbul’a gel
mişti. [97] Heyet, Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa ve protokola dahil
suibay ve generaller tarafmdan Sirkeci istasyonunda karşılanmıştı.
îstanbul’a gelen ıslâh heyeti subaylarının görev yapacakları yerler
tespit edilmiş bulunduğundan derhal görevlerine başlatılmışlardı. [98]
Heyet-i İslâhiye Reisi unvanıyla işe başlayan Birinci Ferik (Korge
neral) Liman von Sanders, 1 nci Kolordu Komutanlığı’m da üstlene
cekti. Bu kolordunun 3 ncü Tümen Komutanlığı rütbesi tuğgeneralliğe
yüfcseltüen Boronzart von Şellendorf’a verilmişti. Rütbesi yarbaylığa
yükseltilen von Ştrumlbel, Islâh Heyeti Kurmay Başkanı olmuştu. Rüt
besi yarbaylığa yüıksoltilen Feldman, Genelkurmay 3 ncü Şube Müdür-
lüğü’ne, geri kalan yedi Alman subayı da rütbeleri birer derece yüksel
tilerek karargâhlara ve okullara verilmişlerdi. Bu on Alman subaymdan
başka, dalha önce Türkiye’ye gelmiş bulunan Alman subaylarıyla birlikte
Türkiye’de bulunan Alman sulıaylarının sayısı. Heyet Başkanı dahil 41
olmuştu.
Alman Askerî Islâh Heyeti’nin İstanbul’a gelmesinden önce, İngiliz
ve Fransız askerî ıslâh heyetlerinin Türkiye’de bulunmaları yabancı mem
leketlerde ve siyasî alanda hiç bir olumsuz etki yaratmamışken, Alman
ların Türkiye’ye gelmesiyle şikâyetler ve sızlanmalar başlamıştı. Özel
likle Boğazlar’da gözü olan Rusya, bu itirazcıların önderliğini yapmaya
başlamış, İstanbul’da bulunan 1 nci Kolordu’nun Komutanlığı’na getiri
len Alman generali için şiddetli protestoda bulunm.uştu. Rusya’nın karşı
koymasma İngiltere ve Fransa da katılmışlardı . Halbuki bu sırada
Osmanh Hükümeti ile Almanya arasında geleceğe ait en ufak ıbir
askerî anlaşma olmadığı gibi, boğazların Almanların kontroluna verilme
si gibi bir düşüncede yoktu. Osmanh idarecileri aksine, Fransız ve İngi
liz devlet merkezlerînde ittifak arıyor ve Ruslarla dahi bir anlaşma ortamı
hazırlamak için çalışıyorlardı. Hatta Alman Askerî Islâh Heyeti Başkanı
ile imzalanan sözleşmenin 9 ncu maddesiyle, Alman Ordusu’nun Avrupa’
daki bir harbe katılması halinde Islâh Heyeti personeliyle yapüan muka
velelerin feshedileceği belirtilmişti. Bu sebeple ne bir Osmanh-Alman an
laşması vo ne de boğazların Alman kontroluna bırakılması gibi bir iddia
yoktu. Alman Askerî Islâh Heyeti de, İngiliz ve Fransız askerî heyetle-
[97] M. Larchere; Büyük Harpte Türk Harbi, Çev.: Mehmet Nihat, c. III, İstanbul,
1928, s. 148.
[98] Başbakanlık Arşivi; Heızine Evrak No. 119, 10 Muharrem 1332,. (17 Ekim
1329 = 30 Eîkim 1913) tarihli kararname.
— 109 —
rinin bir benzeri idi. Alman Heyeti, Kara Ordusu’nun tsşküât ve eğitim
sorunlarım çözümlerken, öteki yabancı heyet de donanmanın ve jandar
manın sorunları ile uğraşmakta idi,
1913 yılında OsmanlIlar, Almanlarla herhangi bir ittifak siyasetini
de kesinlikle gjitmüyorlardı. Buna karşılık îtUâf Devletleri topluluğu Al
manların Türkiye’de bu kadarcık olsun kalmalarına bile tahammül ede-
miyorlardj. Bu onların ileride gerçekleştirmeyi düşündükleri amaçla-
larına aykırı gelmişti. Yaptıkları prctestolarm tek hedefi, Türkiye’nin
kalkınmasmı kösteklemekti. Türkiye’yi zayıf, teşkilâtsız ve kudretsiz
bulundurmak istiyorlardı. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin memekket savun
masını yapamaz durumda olması gerekli idi, Osmanh Devleti’nin kimse
nin toprağmda gözü yoktu. Bütün gayesi memleketi savunabiloeek bir
silâhlı kuvveti teşkilâtlandırmak ve meydana getirmekti. Bunun için de
büyük devletlerden faydalanmak istiyordu. Bu amaçladır ki, Harbiye Ne
zareti de Genelkurmayı, en mükemmel deniz kuvvetlerine sahip bulunan
İngiliz denizcilerinden faydalanmak istediği gibi. Kara Ordusu için de,
en ileri derecede bulunan Alman Kara Ordusu subaylarından istifade et
meyi düşünmüştü. Bununla beraber Alman Islâh Heyc'ti fiilen işe başla
yıncaya kadar, Türk Genelkurmayı kendi gayretiyle de teşkilât, silâh
lanma ve seferberlik hazırlıkları bakımından birçok hususları plânlamış
ve çalışmalara hız vermişti.
14 Aralık 1913’te İstanbul’a varan ve göreve, başlayan Alman Islâh
Heyeti, hazırlanmış bulunan proje, yönetmelik ve tüzükler üzerinde fazla
yorulmadan başarı sağlamış gibi görünmüşlerdi. Bununla beraber Alman
Heyeti, özellikle Harbiye Nezareti ve Genelkurmay Başkanlığı’nın iç bün
yelerinin teşkilâtı konusunda üeri adımlar atarak bu ve benzeri büyük
karargâhlara modern bir hüviyet verdikleri gibi, ordunun eğitimini yük
seltmeye başlamışlardı. Öze.llikle askerî okular, atış okulları ve talimgâh-
ların ciddî programlar dahilinde geliştirilmeleri için gayretlerini esirge
memişlerdi.
Korgeneral Liman von Sandors’e Türkiye’de hizmet edeceği beş yıl
zarfında Türk Ordusu için lazım gelen yabancı subayların getirtilmeleri,
atanmaları yetkisi de verilmişti. Nitekim sözleşmeye göre, Korge.neral
Liman von Sanders, 1914 yılının ilk yarısında Türkiye’de topladığı Al
man subaylannm sayısını 70’e kadar yükseltmişti. [99]'
İmzalanan sözleşmeye göre. Harbiye Nezareti’nce Korgeneral Liman
von Sanders’in emri altına girecek Türk subaylarının gereğinde kendisi
nin rızası olmadan başka bir yere atanmamaları kabul edilmişti. Alman-
— 110 —
ya’ya öğrenime (gidecek Türk subaylarmm seçilmesi, Yalnız Korgenerale
tanınan bir yetki olarak kararlaştırılmıştı. Terfi edecek sübayların sınav-
lan için gerekli programlarda Korgeneral tarafından düzenlenecekti. Bu
suretle Korgeneral Liman Von Sanders, Türk Ordusu içinde Harbiye Ne-
zareti’nden sonra gelen bir makam ve yetki sahibi yapılmıştı. Ancak Ge
nelkurmay Başkam, Korgeneral’den daha kıdemli olduğu takdirde, ondan
sonra gektbUecekti ki, bu halde Korgeneral Liman von Sanders üçüncü
derecede bir makam sahibi oluyordu. Bütün bu yetkiler, ordunun kalkın
dırılması m;aksadıyla verilmiş bulunmakta idi. General, bütün kurmay su
bayların strateji ve taktik bilgilerini artırmakla görevlendirilmişti. Or
duda hiç bir şey ondan gizli tutulmayacaktı. Buna karşılık General de edi
neceği her türlü bilgileri gizM tutmayı taahhüt etjnişti.
Korgeneral Liman von Sanders’in göstereceği gayret ve çalışmala
rına karşılık, kendisine ayda 275 Osmanlı lirası (altm), maaş verilecek,
ayrıca yolluk ve tayın bedelleri hariç olmak üzere, her yıl için kendisine
50 000 liralık bir banka kredisi açık bulundurulacaktı. Hizmeti esnasında
bir kazadan dolayı malul olduğu takdirde de bir yıllık maaş tutarı taz
minat olarak ödenecekti. Ancak kaza, altı ay içinde* ölümüne sebebiyet
verecek olursa, bir buçuk yıllık maaş tutarının, dul kalacak eşine veya
çocuklarına tazminat olarak verilmesi kararlaştırılm.'ştı. Bunun gibi diğer
Alman subaylannm maaşları ve hizmet şartları da mukavelerle tespit
olunmuştu. Bu suretle üstoğmenlerin maaşları 40, yüzbaşıların 60, bin
başıların 80, yarbay ve albayların 100, generallerin ise 125 Osmanlı lira
sından aşağı olmayacaktı.
Korgeneral Liman von Sanders’in özellikle 1 nci Kolordu Komutan-
lığı’na atanması, siyasî havayı bozmuştu. İtilâf Devletleri’nin topluca iti
razlarına uğranılmıştı. Alman İmparatoru, İtilâf Devletleri’nin yarattık-
lan bu üzücü havayı önlemek amacıyla, Goneral’in Edirne’deki 2 nci Ko
lordu Komutanlığı’na atanmasını Osmanlı Hükûmeti’ne tavsiye etmişti.
Fakat General, Askerî Islâh Heyeti merkezinin İstanbul'da olduğunu, bu
heyetin başından ayrılmasının doğru olmayacağını ileri sürmüştü. Niha
yet, bu değişiklik bilhassa Ruslarm baskısıyla yapılmış olacağından, bu
nun OsmanlIlar için bir gerilemo sayılacağını iddia etmiş ve Osmanlı ida
recilerine etki yapmaya başlamıştı. Durumun nazik bir safhaya girmesi
üzerinedir ki. Alman İmparatoru, Alman Ordusu’nda tümgeneral bulunan
Liman von Sanders’i korgeneralliğe terfi ettirerek bir çözüm yolu bul
muştu. Osmanlı Hükümeti ise Türk Ordusu’nda korgeneral olarak çalış
tırdığı Liman von Sanders’i mareşalliğe yükseltmek zorunda kalmıştı.
Bu suretle Mareşal Askerî Islâh Heyeti’nin başkanı kalmakla beraber
Türk Ordusu Genel Müfettişliği’ne atanmış ve Istnnbul’da görevine de
vam imkâmnı bulmuştu.
— 111 —
b. 1913 Yılı Kuruluş ve Teşkilâtının Gelişmesi ve Buna Etki Ede
Olaylar
' 1913 yılı teşkilâtı ile redif ve müstahfız teşkilâtının kaldırılmasın
dan, ordu teşkilâtında kolordu kademcei kurulduktan ve her kolorduya
günün ihtiyacına yeter kuvvetle bağlı birlikler verildikten başka, Harbi
ye ve Bahriye Nezaretleri Karargâhlarında geniş ölçüde yeniMklero gi
dilmişti. İleride ğörüleceği gibi 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’mn mo
dem ordusunun temeli ve çekirde<ği meydana getirilmişti. Bu oi’dunun
kalkındırılmasında genç kurmayların ve özellikle Harbiye Nazırlığı’na ge
len Kurmay Yarbay Enver’in (Enver Paşa) büyük rolü olmuştu.
— 112 —
hazırlamaktı. Bu düşünce ile ordu, genel olarak her biri üçer tümenlıi ko
lordulardan vo tümenler de üçer piyade ve birer topçu alayından ve diğer
sınıflardan ibaret bağh birliklerden kurulmuştu.
Tasarlanan bu kuruluşa ve yapılan hesaplara göre ise, kadroların
tamamlanabilmesi için 450 000 insana ihtiyaç görülmekte idi. Halbu'ki
ordunun uygulanması istenen bu kuruluşu ve kadrosu karşısında eldeki
insan iaşe mevcudu 200 OOO’i aşmamakta idi. Bu sebeple ordunun bün
yesi zayıf kalmakta idi. Kadro eksiklikleri ise ancak bir sefer halinde
silâh altına alınacak personel ile tamamlanabilecekti.
Kabulü kararlaştırılan yeni teşkilâtla önceden olduğu gibi her piyade
alayının üçer taiburlu ve taburların dörder bölüklü olması ve her alaya
dörder tüfekli bir ağır makinalı tüfek bölüğü verilmeöi esastı. Genel ola
rak topçu alaylarının ikişer bataryalı (bataryalar dörder toplu) üçer ta
bur halinde kurulmaları tasarlanmıştı. Tümenlerin piyade ve topçu alay
larının 3 ncü Taburları ve piyade taburlarının dördüncü piyade bölükleri
bir sefer halinde kurulacaktı.
Bu kuruluşta bulunan ordu, ancak mevcut bulunan silâh, araç vo
gereç oı-anında donatılabilmişti. Bu sebeble de ordu zayıftı. Ordunun bu
haliyle taarruz ve manevra kabiliyeti azdı. Memleketin sanayii, malî ve
İktisadî kaynakları yeterli olmadığından, bu kuruluştaki ordunun bir se
fer halinde dovamlı ayakta tutulabilmesi şüpheli idi. Ordunun eğitim du
rumunun düzeltilebilmesi için çok çalışmaya ve zamana ihtiyaç vardı.
Ordu içinde bazı siyasî akımlar belirmişti. Partizanlık, moral üzerinde çok
zararlı olmakta idi. Bu da düzeltilmesi gereken önemli sorunlardan biri
idi. Bu sebeple, Haıibiye Nazırı Enver Paşa, siyasetin ön sıralarında ça
lışan bir suibay olmasına rağmen. Harbiye Nazırı olduktan sonra, bu so
run üzerinde önemle durmuş ve orduyu siyasetten kurtarmak için ted
birler almaya başlamıştı. Alınan tedbirlerle ordu, siyasetten uzaklaştı
rılmıştı.
Ordunun disiplinine büyük önem veren Hahbiye Nazırı, ordu men
suplarını, ordu dışı hiç bir sorun ile uğraşmayacak derecede çok sıkı bir
eğitim faaliyeti devresine sokmuştu. Bir taraftan inisiyatifi teşvik edi
yor, diğer taraftan da terfi, mükâfatlandırma ve cezalandırma kuralla
rını da kesin bir şekilde uyguluyordu. Harbiye Nazırı’nm bu sorunlar
üzerinde aldığı tedbirlerin isabeti, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda gö
rülen büyük başarılarla sabit olmuştu. Ancak önemli komuta mevkileri
nin Almanlar tarafından işgal edilmiş olması, ordunun eğitim ve teşki
lâtında Balkan Savaşı’na nazaran üstünlük sağlamış ise de, bu hâl Al-
manlann memlekette nüfuzlarımn artmasına sebep olmuştu.
113 —
7. 1914-1918 Yılları Arasında Kuruluş ve Konuştaki Değişiklilder
.- V■ j
— 114 —
a. Zorunlu Askerî Yükümlülük Sistemi
Mesrutiyet’in ilânına kadar askerî yükümlülük, 13 Kasım 1302 (25
Kasım 1886)’da yayınlanan “Ahz-ı Asker Kanımname-i Hümâyûnu” (As
ker Alma Kanunu)’na göre yürütülmekte idi. Aslı 1886 yılı Asker Alma
Kanunu olmak üzore, 1909 yılmda da müsvedde halinde hazırlanan As
ker Alma Kanunu ile bazı yenilikler ve değişiklikler getirilmişti. Özellikle
Kanun-u Esâsî’nin 17 nci maddesi, bütün Osmanlı uyruklularının, din,
mezhep ve milliyet farkı gözetmeksizin orduda hizmet etmelerini zorunlu
kıldığından, gerek Osmanlı ülkesinde ve gerek yabancı memleketlerde bu
lunan Müslüman ve Hristiyan bütün Osmanhlar (Şehzadelerin askere
alınmaları padişah iradesine bağlı) şahsen askerlik hizmeti ile mükellef
tutulmuşlardı.
Kabul edilen yeni kanun hükmüne göre askerlik hizmeti her şaihsm
20 yaşına girdiği mart ayının ilk gününden başlayacaktı. Bu şekilde 1304
(1888) yılında doğanlar, 1325 (1909) yılının mart ayııun birinci günü
askerî yükümlülüğe tabi oluyor demekti Kanun kara ordusunda, hizmet
edecek askerlerin hizmet sürelerini 25 yıla çıkartmıştı. Bu sürenin üç
yılı muvazzaflık hizmeti olacaktı. Ihtiyatlık altı, rediflik dokuz, müstah-
fazlık ise yedi yıl olarak belirlenmişti. Deniz Kuvvetleri’nde ise, askerlik
hizmet süresi 20 yıla çıkarılmıştı. Bu sürenin beş yüı muvazzaflık 10 yılı
ihtiyatlık ve beş yılı da rediflik olmuştu. Doniz Kuvvetleri’nde müstah-
fızhk yoktu.
Bu şekUde kanun, her yıl askerlik çağına giren erleri iki kısma ayır
makta idi. Birinci kısım erler, hiç bir sağlık problemi ve askerlik hizmet
lerini yapmaya engel bir özürleri olmayan erlerden ibaret oluyordu. İkinci
kısım erler ise, maluller ve memleketlerinde ailelerine bakacak yardım
cıları olmayanlar oluşturuyordu. Bunlar, yardımcı buluncaya, problemleri
kalkıncaya kadar evlerinde İ2dnli kalıyorlardı. Bunlardan tam sakat olan
lar, asker alma meclislerinin kararlarıyla tamamiyle askerlik hizmetin
den affediliyorlardı.
Birinci kısmı oluşturan erler de birinci ve ikinci tertip erleri olmak
üzere ikiye ayrılmakta idiler. Birinci tertipler, her yıl orduya gerekli olan
kadro erlerini oluşturuyorlardı. Yani ordudan her yıl terhis mahiyetinde
izinli bırakılan erler veya tehhise tabi olacak erlenin yerlerini doldurmak
üzere ihtiyacı karşılayacak €<rler olacaklardı. Örneğin; orduyu yılda
100 000 er gerekliyse ve her yıl başında askerlik çağına giren erlerin mik
tarı 150 000 ise, bu miktarın hepsi celp edilmeyecekti Fazla olan 50 000 er
den 30 OOO’i indirilmekte ve 120 000 erin 100 000 birinci tertibe almırken
geri kalan 20 000 er ikinci tertibe alınıyordu. Her celpte ihtiyaçtan fazla
ne kadar erin birinci tertibe alınacağı Harbiye Nezareti'nce belirlenip
— 115 —
emrolunmakta idi. Buna göre, askerlik daireleri de askerlik çağına giren
erlerini birinci ve ikinci tertibe ayırabilmek için numara çektirmeıkte idi
ler. Belirlenen numara kadar numara çekenler birinci tertip ve tayin olu
nan miktardan fazla kalan numaraları çekenler de ikinci tertip oluyor
lardı.
Hei'hangi bir askerlik dairesinin o yıl askerlik çağına giren 500 er
den % 80’nin askere alınması emredilmişse, önce bu 500 erin 400 numa-
rasma kadar numara çektirilmekte idi. Bunlar birinci tertip olurken, geri
kalan 100 er de ikinci tertip erler olarak ayrılmakta idiler. Bu şekilde
ayrılan birinci tertip erler (acemi erler), o yılın eylül ayı sonunda mü-
rettep oldukları kıtalara ulaştırılacaklardı. Bunların askerlik hizmetleri
bağlı oldukları kıtalara vardıkları tarihten başlamak üzere üç yıl olacak
tı. Ancak piyade ve ulaştırma sınıflarına ayrılan erler üç yıllık bir as
kerlik hİ2nnetine tabi tutulurken, süvari, topçu ve diğer sınıfların muvaz
zaflık hizmet süereleri dört yıl yapılmıştı. îhtiyatlıli ise, piyade ve ulaş
tırma için altı, süvari topçu için beş yıl oluyordu. Rediflik, piyade için
dokuz, süvari ve topçu için sekiz yıl olarak kabul edilmişti. Müstahfızlık
ise, yedi yıl olarak kararlaştırılmıştı. İkinci tertip olarak kadro ihtiya
cından fazla celp edilen erlerin askerlik süreleri ise, altı aydan dokuz aya
kadar kalbul edilmiş ve bunların nizamiye piyade kıtalarında eğitime tabi
tutulmaları esas kabul edilmişti.
Bu arada Aşiret Süvari Alayları Nizamnamesi’ne göre de aşiretler
süvari alayları için asikerlik yükümlülük süresi 27 yıl olarak kabul odil-
mişti. [100] Her aşiret ferdi, 18 yaşma girdiği yıh takip eden mart ayı-
nm birinci günü esas alınarak 45 yaşına kadar asker kabul edilmişti. Bu
yılın ilk üç yılına iptidaiye, onu izleyen 12 yıllık süreye nizamiye ve son
12 yülık devreye d© redif devresi deniyordu. İptidaiye erleri ile son 12
yıUık redif erleri, seferde depo kıtalarmı teşkil edecekleri belirtildiği gibi,
redif erlerinden kurulu redif süvari bölüklerinden dahi gerektiği kadar
seferde sUâh altına alınacakları, nizamname hükümlerine konmuştu.
1909 yılmda yeni asker alma kanunu kabul edilmiş ve uygulanma-
sma geçilmiş ise de, Osmanlı Devleti’nin her tarafında uygulanamamıştı.
30 milyon kadar tahmin olıman bütün Osmanlı Devleti nüfusunun 5 mil
yon kadarım oluşturan Hristiyanlarm askerlikleri birçok tartışmalara
sebep olmuş ve bunların askere almmamalan için karşı konulmuştu. İtti
hat ve Terakki bu sorunda direnmişti. Fakat Hristiyanlarm orduya so
kulmaları sayıyı çoğaltmayı sağlamışsa da manevî ve sonradan da maddî
birçok sıkıntıların doğmasma sebep olmuştu. Askere alman Hristiyanlar,
[100] "Aşiret Hafif Süvari Alayları Nizamnamesi" Düstur; II nci Tertip, c. II,
s. 649, No. 155.
— 110 ~
bulundukları görevde bir ihanetten diğerine* atılarak yapmadıklarını bı
rakmamışlardı. Kanun bütün OsmanlIların askere ahnmasına yetkili ol
duğu halde, 10 milyona yakın fctir Islâm küçük nüfusu da askerlikten
muaf tutulmuştu.
Askerî yükümlülükten muaf tutulan nüfusun durumu şöyle idi :
Ortalama Nüfus
Miktarı
Istanlbul ve civarı 600 000
Tiran ve Draç ilçelerinden başka Işködra ili 200 000
Yemen ili 2 500 000
Hicaz ili 2 000 000
Basra ilinin Necit Sancağı 285 000
Trablusgârp ili ve Bingâzi Sancağı 1200 000
Arabistan’a komşu olan illerin çöle yakın
ıbölgelerinde oturan ahali ve Arap Aşiretleri 3 200 000
TOPLAM 9 985 000
Bundan başka kanuna ayrıca birçok muafiyetler de getirmişti. Bun
lar sürekli ve geçici olmak üzere iki kısma ayrılmıştı.
Kanuna göre* askerhkten tamamiyle affedilenler şunlardı : •
Padişah fermanı ile askerlikten affolunanlar ve bizzat padişaihm ya
kın hizmetinde bulunan kişüer. _
Sarayda ve saraym daire ve şubelerinde kullanılan Hazine-i Hassa
(Hükümdarlık makamına ait tahsisat ile mal ve emlak)’ya isimleri ka
yıtlı bulunan memurlar, hadomeler ile Musıka-i Hümâyûn mensupları.
Padişah çiftliklerinde çalışanlar.
İlmiye sınıfının üeri gelenleri, görev yapan şer’iye hakimleri, din
ilimleriyle uğraşan ders-i âm hocaları (profesör) sınavla diploma almış
olanlar, müritler hariç tarikat şeyhleri. Camî ve mescitlerde imamlık
edenler ve hutbelere çıkanlar.
Askerlik çağına girmeden Nuvvep’te öğrenimlerini tamamlayarak
diploma almış bulunanlar.
Harem-i şerifin berat (Rütbe, nişan ve imtiyaz verildiğini bildiren
ferman) lı hademeleriyle Resül-ü Ekrem’in vo büyük peygamberler haz
retlerinin beratlı bulunan türbedarları. „
İslâm dinini kabul edenlerin çocukları, diğor Müslümanlar gibi işlem
görürlerdi.
— 117 —
• ‘ Müslüman olmayan ahali, yabancı devlet uyruklu olup, Osmanlı ülke
sinde evlenen ve yerleşenlerin çocukları,
Enaz beş yıl pranga cezası görmüş olan suçlular.
Geçici olarak affa tabi olanlar da sırasıyla şunlardı ;
Mülkiye Mekteibi (Siyasal Bügiler) yüksek sınıflarıyla, tıp, veteriner,
mühendis okuUarmda öğrenimde bulunan taşralı öğrencilerden birinci ter
tip numarası çekmiş olanlar, izinli erler arasına kaydolunurlardı. Ayrı
ca öğrenimlerini tamamlayarak diploma alanlardan devlet hizmetine gi
renler, hizmette bulundukları sürece veya Maarif Nezareti’nin onayı ile
çeşitli okullarda öğretmen olarak çalışanlar, öğretmen oldukları sürece,
ikinci tertipte sayılırlardı. Sivü tıtlbiyede okuyan taşralı tabip, eczacı,
cerrah ve sivil veterinerler, ihtiyaca göre sağlık hizmetlerinde çalışmaya
mecıbur tutulmuşlardı.
Medreselerde bulunan din öğrencileri ıbelli program gereğince her sı-\
navda başarı göstermeleri şartıyla muvazzaflık hizmetinin yalnız silâh
altmda geçecek kısmından muaf tutulmuşlardı. Bunlar izinli erler sınıfı
na almmışlardı. Altı yıl istenildiği gibi smavda başan gösterenler redif '
Binıfma alınıyorlardı. Sınavlarda başarı gösteremedikleri takdirde, geçj
miş yıllar dikkate alınmayarak askerlik hizmetleri o yıldan itibaren baş
lardı.
Osmanlı ülkesinin askerî yükümlülük altında bulunan yerlerine göçle
oralarda yorleşenler, yerleştikleri tarihten itibaren altı yıl geçinceye ka
dar geçici muaf tutulup, bu sürenin sonunda yaşlarına göre askerî işleme
tabi tutulurlardı. Askerlik çağına girenlerden sakat veya malul olanlar,
muayene sonunda maluliyetleri ve sakatlıkları sabit olanların ellerine ih
raç tezkereleri verilmek suretiyle salıverilirlerdi-
Bu suretle 15 milyona varan bir nüfusun askerî yükümlülük kanunu
nun dışmda kalması sonucu olarak imparatorluğun bütün zahmetleri ve
memleketin savunulması görevi 15 milyon Anadolu Türküne yeklenmişti.
Bütün bu muafiyetlere ek olarak kanun, bir de nakdî bedel sistemi
ni tekrar getirmişti.
lYeni kanım, nakdî bedel sistemini ve ödenmesi adet olan elli Osman
lIal'tınmı kabullenmişti. Ancak eski kanundan farklı olarak, nakdî be
del verenlerin en yakın nizamiye piyade alaymda üç aylık bir eğitime tabi
tutulmalarmı şart koymuştu. Bu üç aylık eğitim, üç yıllık muvazzaf hiz
metine karşüık olmuştu. Nakdî bedel verenler aynı zamanda askere alı
nan emsalleri ne zaman redife nakledilirse, bunlar da o vakit redife geç
miş sayılacaklardı. Redifler silâh altma çağrıldıkları zaman, nakdî be
— 118 —
del verenler de çağrılacaktı. Ancak ıbu takdirde otuz Osmanlı altınmını
bedel vermeleri halinde redif hmnetinden kurtulmak mümkündü. Bu du
rum redif çağrılmasında tekrarlanmıştı.
Balkan Savaşı’na girildiği sırada 1909 yılı askerî yükümlülük kanu
nu uygulanmıştı. Ancak Balkan Savaşı yenilgisi ve birçok toprakların el
den çıkması, yeni bir asker alma kanummun çıkarılmasım zorunlu kılmış
tı. Balkan Savaşı’ndan sonra ordumm yeniden bir teşkilâta tabi tutulması
ve ordunun büyümesi de buna birinci derecede etken olmuştu. Bu sebep
lerle 16 Cemaziyelâhır 1332 (29 Nisan 1330 = 12 Mayıs 1914)’de bir ge
çici askerî yükümlülük kanunu ‘Mükellefiyeti Askerîye Kanunu Muvak
kati) çıkarılmış ve bu kanunla Birinci Dünya Harbi seferberliği yapıl
mıştı [101] Kanun, ufak tefek bazı değişikliklerle 1111 Sayılı Askerî Yü
kümlülük Kanunu’nun çıkarılmasına kadar devam etmiş v-e uygulanmıştı.
Çıkarılan 29 Nisan 1330 (12 Mayıs 1914) tarihli askerî yükümlülük
kanununda Osmanlı sülâlesi hariç olmak üzere her şahsm 18 yaşını ta
mamladığı yılı izleyen mart ayı başmda askerhğin bağlayacağı açıklan
mıştı. 18 yaşını tamamlayanlarm ilk muayene ve 20 yaşlarmı tamamla
yanların da ikinci muayeneye tabi tutulacakları ıbeltrtilmişti. Ancak 19
ve 20 yaşlarında bulunan mükelleflerin savaş halinde silâh altma davet”
edilebilecekleri kanun gereği olarak kararlaştırılmıştı- Barışta 20 yaşını,
tamamlayan mükellefin, bu yılı izleyen mart aynım birinci gününden iti
baren ta;bi olacağı işlem “zorunlu askerlik” olarak kabul edilmişti.
Kanun redifi kaldırmış ve 25 yıl kabul edilen askerlik hizmetinin 20
yılını muvazzaf ve beş yılmı müstahfızlık kabul etmişti. Bu süre piyade
smıfı içindi. Kara ordusunun diğer sınıflarıyla mızıka ve jandarmaların
muvazzaf hizmet süreleri 20 yıl ohnuştu. Deniz Kuvvetleri’nde 17 3u! ola
rak tespit olunan askerlik hizmet sürelerinin 12 yılı muvazzaf ve beş yılı
karada geçmek üzere müıstahfız hizmet olmuştu.
Kanuna göre silâh altmda tutulacak piyade erlerinin ilk muvazzaflık
hizmet süresi iki yıl, kara ordusunun diğer sınıfları için üç yıl. Deniz
Kuvvetleri’nde ise bu süre 5 yıl olarak kabul edilmişti. Ayrıca her yıl 20
yaşını tamamlayan mükellefler, ekim aymda kıtalarda bulunmak üzere
celp olacaklardı. Bunlardan muvazzaf hizmet sürelerini tamamlayanlar
terhis olunacaklardı. Yalnız muvazzaf hizmet süresi hükümetçe uzatıldığı
takdirde üç yıldan fazla olarak yaptırılan hizmetler, ihtiyatlığa mahsup
edilecekti. Bu sürenin uzatılması yetkisi padişahın iradesine tabi idi. Bun
lardan aynı yaşta olup izinli kabul edilenlerle belirli hizmetlerini tamam
layanlar veya para ödeyenler doğruca ihtiyata geçirilirlerdi.
— 119 —
Kamın, erin kıtaya katılabilmesini sağlamak amacıyla bir aylık bir
zamanı tolerans olarak bırakmıştı. Bu bir ay içinde kıtaya katılanlar,
arkadaşlarıyla birlikte gelmiş kabul olunurlardı. Ancak bir aydan fazla bir
zaman geçirenler, geçirdikleri süre kadar arkadaşlarından geç terhis olu
nurlardı.
Kanun, Osmanlı ülkesini kolordular ahz-ı asker (asker alma) daire
lerine (kolorduların asker alma heyeti) kolordular dairelerini tümen asker
alma kalemlerine (bazı tümenlerde asker alma dairesi), asker alma ka
lemlerini de asker alma şubelerine bölmüştü. Bütün asker alma işlemleri
(muvazzaf, ihtiyat ve müstahfız) bu daire, kalem ve asker alma şubele
rinde cereyan edecekti- ı[102] Bu esasa göre kurulan asker alma teşki
lâtı ve kurumlan büyük değişiklik olmamak üzere devletin yıkılmasına
kadar aym şekilde devam etmişti. [103]
Kolordular asker alma daireleri, her kolordunun kuruluşunda niza
miye tümenleri sayısmca tümen asker alma dairelerine (ahz-ı asker ka
lemlerine) ayrılmakta idi. Bu daireler, nizamiye tümenlerinin numaraları
üe de anılmakta idiler. Yalnız nüfusunun derecesine göre, bir nizamiye
tümenine tahsis olunan asker alma şubelerinin bir merkezden idaresi
mümkün olmayan yerlerde, o tümene bağlı olmak üzere birden fazla as
ker alma kalemleri bulundurulmakta idi. Bunların ayırt edilmesi için nu
maralarıyla birlikte merkezleri de söylenirdi (25 nci Fıkra Şam Ahz-ı
Asker Dairesi gibi).
[102] Başbakanlık Arşivi; Hazine evrak No. 122, 11 Muharrem 1332 (28 Kasım
1329 = 11 Aralık 1913 tarihli irade-i seniyye.
[103] Kolordu Dairesi veya asker alma heyeti terimi ile tümen asker alma kalem
leri ve şubeleri için ;
a. Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak numarası 122 olan 11 Muharrem
1332 (28 Kasım 1329 = 11 Aralık 1913) tarihli irade-i seniyye;
b. 16 Cemaziyelâhır 1332 (29 Nisan 1330 = 12 Mayıs 1914) tarihinde
çıkarılan “Mükellefiyet-i Askerîye Kanun-u Muvakkâtma (Bu kanunun 10 ncu
maddesine göre, Memalik-i Osmaniye, kolordu ahz-ı asker dairelerine ve
kolordu alız-ı asker dairelerine ve kolordu ahz-ı asker daireleri fırka (tümen)
ahz-ı asker dairelerine, fırka ahz-ı asker daireleri ahz-ı asker şubelerine bölün
müştür) .
c. Ordu emirnamesi; 1330 (1914), sayı 6’da yayınlanan Umum Erkân-a
Harbiye Dairesi’nin (1 nci şube) 29 Nisan 1330 (12 Mayıs 1914) tarih ve
405 sayıh emrine (Bu emrin 1 nci maddesinde: Ahz-ı asker heyeti kolordu
erkân-ı hartûyyesinm bir şubesi* değildir. Kolordu komutanmın nezareti al
tmda müstakilen ifayı vazife eder bir heyettir. Tümen ahz-ı asker kalemleri
de böyle bir heyettir).
d. Kolordularda asker ahna dairelerinin de bulunduğu için: Başbakanlık
Arşivi; Hazine Evrak No. 172 olan 24 Aralık 1329 (6 Ocak 1914) tarihli irade-i
seniyyeye bakmız.
— 120 —
b. Gönüllü Sistemi
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde gönüllü sistemi çok eski bir sistemdi. Bu
sistem ordu bünyesi içinde asırlarca devam etmiş ve türlü değişikliklere
uğramıştı. Nihayot 1877-1878 Savaşı’ndan sonra da değeri azalmıştı.
İkinci 'Meşrutiyet devriminden sonra orduya asker sağlamada özel
likle zorunlu yükümlülük sistemi öncelik kazanmıştı Askerî yükümlülük
kanunlarmm titizlikle uygulanması, silâhlı kuvvetlere yeni bir düzen ve
rilmek istenmesi, gönüllü sistomini ikinci plânda bırakmıştı. Ancak dev
let, halkm, gönüllü olarak savaşma azim ve arzusuna olanak sağlamış ve
halkın şevk ve hevesini zsdelememişti. Nitekim 1911-1912 0smanlı4tal-
yan Savaşı’nda çoğunluklıa yerli halkın ve bu savaşa katılmak isteyen gö--
nüllü subayların isteklorini reddetmemişti. Denilebilir ki, bu savaş gönül
lülerle idare edilmiş ve devam ettirilmişti.
Balkan Harbi sonlanna doğru Edirne doğrultusunda yapılan heri
harekâta gönüllüler de katılmıştı. Bunlar özellikle Batı Trakya goçici
hükümetini de kurmuşlardı. Bu da Bulgarlarla yapılan son barış antlaş
masında olumlu etki yapmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nda ise, gönüllü sistomi gene ortaya çıkmış ve
bir kısım halk, gönüllü olarak savaşmak isteğini göstermişti. Bu şekilde
savaşmak isteyenlerin başmda Konya Mevlevileri ile Kadiriler gelmekte
idi. Bunların oluşturdukları birliklerinden başka, bir kısım Kafkas ve
Rumeli Türklori (Kurmay Yarbay Süleyman Askeri ile Irak’a giden Os
mancık Taburu), Irak ve Sina harekâtına katılmışlardı. Türk gönüllü
lerinden ayn olarak bazı Arap ve Bedeviler de Mısır’a karşı girişilen
Kanal Harekâtı’na katılmışlardı. Ancak bunların iki amacı vardı. Biri
parasal ve diğeri siyasî idi. Bu sebeple Arap ve Bedeviler hiç bir fayda
sağlamadan kısa zamanda dağılmışlardı. Pek az olan Türk gönüllüleri
ise, esaslı bir eğitime tabi tutulmadıklarından erimiş ve yok olmuşlardı.
Bu suretle Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde gönüllü olarak sa
vaşlara katılan kalmamış vo bu sistem de kendiliğinden kalkmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkan Türk Orduları pek yor
gundu. Savaş sonunda Türk ordusu tasfiye edilmiş ve anavatana çeki-
leibilen Türk evlatlarının oluşturdukları ordular birer iskelet halinde kal
mışlardı. Bu zayıf ordudan bile çekinen düşmanlar orduyu bütün silâh
lardan arındırmaya başlamıştı. Anadolu her taraftan istilâlara uğruyor
du. Memlekettin savunulması için ordunun yeniden teşkilâtlandırılmasına
zaman uygun değildi. Düşmanların her gün bir Anadolu şehrini işgal ede
rek derinliklere dalmak istemeleri tehlikenin büyük olduğımu gösteri
yordu. Millet kaygılanmaya başlamıştı. Bu nedenle- millet yer yer gönüllü
olarak silâha sarılmış ve düşmanlarla dövüşmeye başlamıştı. Bu gönüUü
hareket, 'Türk Silâhlı Kuvvetleri esaslı bir şekilde kuruluncaya kadar de
— 121 —
vam etmişti. Ancak kesin sonucun, gönüllü sistemin tekrar ikinci plâna
alınması ile mümkün olacağı anlaşılmış ve gönüllü sistom bir disiplin
içinde smırlandırılmıştı. Tek ve faydalı sistem olan zorunlu yükümlülük
sistemi tekrar işlemiş ve devam ettirilmişti.
9. Yüksek Askerî Makamlar
a. Başkomutanlık ve Başkomutanlık Vekâleti
1908 yılı Meşrutiyet devrimindo ve bunu izleyen Trablusgarp Savaşı,
Balkan Savaşı (1912-1913) ve Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1918)
Başkomutanbk, gelenek ve Anayasa gei’eğine göre padişahların elinde
bulunmakta idi. Ancak son padişahlardan II. Abdülhamit, V. Mehmet Re
şat ve VI. Mehmet Vahdettin Başkomutanlık görev ve sorumluluklarını
nazarî olarak korumuşlardı. Padişahlar gerçekte bu görevi ya yakınla-
rmda bulundurdukları bir kurmay heyetiyle yürütmüşler veya kendUeri-
ne vekil olarak atadıkları ve değerli kabul ettiklc.ri bir komutana devret
mişlerdi. Nitekim II. Abdülhamit tahttan indirilmesine kadar memleke
tin kaderini elinde tutmakla beraber, yetkilerin bir kısmmı etrafında top
ladığı bir kurmay kadrosuna bırakmıştı. Bu kurmay heyeti bir müşir
(mareşal), dört ferik ve birinci ferik (Tümgeneral, Korgeneral), üç Mir
liva (Tuğgeneral) ve sekiz büyük rütbeli kurmay subaydan oluşmaktay
dı. 1906 yılından 1908 yılına kadar Mareşal Sadettin Paşa’nın başkan
lığında bulunan bu general ve kurmaylar topluluğu, doğrudan doğruya
Başkomutan olan II. Abdülhamit’e bağlı bulunuyorlardı.
Başkomutanlık kurmay topluluğuna paralel olarak Harbiye Nezare-
ti’ne bağlı bulunan Erkân-ı Harbiye Dairesi (Genelkurmay Başkanlığı)
de vardı. Bu nedenle her iki kurmay heyetleri, büyük bir huzursuzluk
içinde bulunuyorlardı. İki kurmay topluluğu arasında hiç bir anlaşma ol
madığı gibi, birinin bildiğini diğeri bilmez durumda idiler. Bu yüzden her
iki karargâh, geniş bir kayıtsızlık içinde de bulunuyorlardı. Gerici kur
may subayların hemen hepsi General Golç’un öğrencileri olarak modern
kurmay görevlerini ve hizmetlerini öğrenmiş iseler de, herhangi bir tek
lif, uyarlama ve işarette bulunmaları mümkün değildi. Bunun nedeni bil
gisizlikten çok, Abdülhamit korkusu idi. Çünkü Başkomutan her şeye set
çeken, her yeniliği boğan bir siyaset gütmekte idi Bunu bUen her gene
ral ve kurmay subay, hatta padişahın itilâflarma mazhar olanlar büe,
endişe duymaktan kendilerini alamiazlardı. Gerçeği konuşmak mahvolmak
için yeterdi. Bu seb&ple hürriyetin ilânı mUletle beraber Türk Genelkur-
mayı’nm da benliğine kavuşması sağlanmıştı. Düşünemez gibi görünen
fcurmaylarm bir kısmı, derhal kendilerine gelmişlerdi.
b. Harbiye Nezareti
İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, iş gdremoz durumda bulunan
silâhlı kuvvetlerin teşkilât ve düzenini sağlamak için sarfedilen büyük
— 122 —
gayretler, ihtiraslarla karışık bilgisizlik ve iç ayaklanmalarla beraber
birbirini kovalayan savaşlar nedeniyle istenilen sonuca ulaşmamıştı. îç vo
dış buhranlara rağmen yürütülmek iste-nen zoraki kalkınma hareketleri
daha kapsamlı kalmış ve sonuç olarak 1911-1912 Trablusgarp ve bunu
izleyen 1912-1913 Balkan Savaşı, büyük kayıplarla ve yenilgi ile kapan
mıştı. Gerçi geçirilen denemeler pek başarılı sonuçlar getirmemişse de,
silâhlı kuvvetlerin sonraki ıslâhat gayret ve çalışmalarında oldukça olum
lu safhalar yaratmıştı. Silâhlı kuvvetlerin teşkilât, eğitim, sevk ve idare,
asker alma, seferberlik, silâh, araç ve gereç, kılık, kıyafet, kanun ve her
türlü personel hakları bakımlıanndan faydalı olmuştu. Bununla beraber
silâMı kuvvetlerin tam güvenilir bir duruma ulaştırılabilmesi, bir zaman
meselesi idi. İç ve dış düşmanlar iso, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin gerek
sinim duyduğu bir zamam vermemek için bütün gayretlerini harcamak
tan geri durmuyorlardı. Aslında buhranlı devreler yaşanırken, başarılı
ıslâhat hareketleri beklemek do ancak bir mucize ile olabilirdi ki, bu mu
cizeyi yaratacak ne büyük çapta bir devlet adamı, ne de büyük bir komu
tan vardı. Plânlı bir çalışma, kalkınmak için birinci şarttı.
Silâhlı kuvvetlerin eski kuruluş ve teşkilâtı zayıf olduğundan, bu
bünye üzerinde kurulacak bir toşkilâtın faydası da yoktu. Silâhlı kuvvet
lerin yeni baştan teşkilâtlandırılması gerekiyordu. Bunun için de ilk ham
lede, silâhlı kuvvetler teşkilâtını kuracak ve geliştirecek bir müessese
olan Harbiye Nezareti’nin ıslâhı lazımdı. Eski Haıbiye Nezareti ise, ge
rek toşküât ve gerek eleman bakımından yetersiz bir durumda idi.
Yeniçeri teşkilâtının kaldırılmasından (1826) sonra kurulan ve adı
na Bâb-ı Seraskerî denik<n en yüksek sevk ve idare makamı (Harbiye Ne
zareti), 23 Temmuz 1908 tarihine kadar, zamamn gereklerine uygun ge
lişme gösterememişti. İkinci Meşrutiyet’te Harbiye Nezareti adını alan
Bâb-ı Seraskerî, piyade, süvari ,topçu dairelerinden oluşuyordu. Her daire
kendi sınıfının her türlü savaş ve barış işlomleriyle uğraşırdı. Daireler
arasında bir koordinasyon yoktu. Bunları ortak bir hedef etrafında top
layabilecek bir koordinatör olmadığı gibi, bir prensip de yoktu. Ordunun
top yekûn, barış ve seferdeki subay, er, hayvan, araç, gereç ve silâhım,
teşkilât, düzen ve eğitimini düşünen, hesaplayan ve bilen bir kimse de
yoktu. Kurmay subaylar, devam edip giden bu gelenek, alışkanlık ve bas
kı içinde pasif idiler.
Önemli bir dsıire olan Erkân-ı Harbiye4 Umumiye (Genelkurmay),
asker alma ve redif işlemlori gibi görevlerle uğraşmakta idi. Bu sebep
lerle pek geri bir zihniyet ve yetersiz bir teşkilât içinde bulunan Bâb-ı
Seraskerî hemen ele alınmış vo Sadrazam Sait Paşa’nın kurduğu ük meş
rutiyet kabinesinde verilen bir kararla Bâb-ı Seraskeri’nin adı, “Harbiye
Nezareti” ne çevrilmiş ve serasker adı da harbiye nazırı olmuştu. Bu
suretle meşrutiyetin ilk Harbiye Nazırı Ömer Rüştü Paşa olmuş ve bunua
eski devrim paşalarından (generallerinden) Recop Paşa izlemişti. 1908
yılından 1920 yılına kadar Harbiye Nazırlığı yapan komutanlar ise sıra
sıyla şöyledir :
— 123 —
* ■ GÖREVDEN
GÖREVE
HARBİYE BAŞLAMA AYRILMA DÜŞÜNCELER
NAZIRLARI TARİHİ TARİHİ
Mekk6İio|"lu Ömer
Rüştü Paşa 22 Temmuz 1908 7 Ağustos 1908
Recep Paşa 7 Ağxıstos 1908 19 Ağustos 1908
Ali Rıza Paşa 27 Ağustos 1908 10 Şubat 1909
Nazam Paşa 10 Şubat 1909 13 Şubat 1909
Ali Rıza. Paşa 13 Şubat 1909 14 Nisan 1909 2 nci Defa
İbrahim Ethem Paşa 14 Nisan 1909 28 Nisan 1909
Salih Hulusi Paşa 28 Nisan 1909 12 Ocak 1910
Mahmut Şevket Paşa 12 Ocak 1910 9 Temmuz 1912
Hurşit Paşa 9 Temmuz 1912 29 Temmuz 1912 Vekil olarak
Nâzım Paşa 29 Temmuz 1912 22 Ocak 1913 2 nci Defa
Mahmut Şevket Paşa 23 Ocak 1913 11 Haziran 1913 2 nci Defa
Ahmet İzzet Paşa 18 Haziran 1913 5 Ekim 1913
Çürüıksulu Mahmut
Paşa 5 Ekim 1913 3 Ocak 1914 Vekil olarak
Enver Paşa 3 Ocak 1914 4 Ekim 1918
Ahmet İzzet Paşa 14 Ekim 1918 11 Kasım 1918 Sadrazamlıkla
Abdullah Paşa 11 Kasun 1918 19 Aralık 1918
Cevat Paşa (Çobanlı), 19 Aj^alık 1918 13 Ocak 1919
Ali Rıza Paşa 13 Ocak 1919 20 Ocak 1919 Vekil olarak
Ömer Yaver Paşa 20 Ocak 1919 24 Şubat 1919
Ferit Paşa 25 Şubat 1919 4 Mart 1919
Ahmet Avni Paşa 4 Mart 1919 8 Mart 1919 Vekil olarak
Ahmet Abuk Paşa 8 Mart 1919 2 Nisan 1919
Şakir Paşa 2 Nisan 1919 19 Mayıs 1919
Şevket Turgut Paşa 19 Mayıs 1919 29 Haziran 1919
Ferit Paşa 29 Haziran 1919 21 Temmuz 1919 2 nci Defa
Nâzım Paşa 21 Temmuz 1919 13 Ağustos 1919
Süleyman Şe",ik Paşa 13 Ağustos 1919 2 Ekim 1919
Cemal Paşa (Mersinli) 2 Ekim 1919 21 Ocak 1920
Salih Hulusi Paşa 21 Ocak 1920 3 Şubat 1920 Vekil olarak
Mustafa Fevzi Paşa
(Çakmak) 3 Şubat 1920 18 Nisan 1920
Kara Sait Paşa 18 Nisan 1920 10 Haziran 1920 Vekil olarak
Ahmet Hamdi Paşa 10 Haziran 1920 28 Ağustos 1920
Hüseyin Hüsnü Paşa 28 Ağustos 1920 22 Elcim 1920
Ziyaeddin Paşa 22 Ekim 1920 4 Kasım 1922
— 124 —
Devrin ilk iki Harbiye Nasırı, Harbiye N'ozareti bünyesinde esaslı
bir değrişiklik ve yenilik yapmamışlardı. Harbiye Nezareti uzun zaman
yalnızca bir isim değiştirmekle kalmıştı. Meşrutiyeti getiren genç aydm-
larla silâhlı kuvvetler mensupları, silâhlı kuwe4:leıde çabuk bir değişik
lik yapmak için sabırsızlanıyorlardı. Bu amaçla silâhlı kuvvetlerin yöne
ticisi durumunda bulunan Harbiye Nezareti’nin teşkilât yapısında deği
şiklik ve yenilik yapmak görevi, zamanın en çok sevilen ve güvenilen ko
mutanı olan Mahmut Şevket Paşa’ya verilmişti. 1912 yılına kadar esaslı
bir teşkilât düzeni kurma çabası içinde bocalayan Harbij^e Nezareti, Mah
mut Şeviket Paşa’nın gayreti ve genç kurmayların çalışmalarıyla bir şekle
sokulmuştu.
Harbiye Nezareti, eskiden adı “Meclis-i Meham-ı Harbiye*” olan As
kerî Şura da kuruluşuna dahil olmak üzere bir Harbiye Nezareti Müste-
şarlığı’ndan ve bu müsteşarlığa bağlı bir tahrirat dairesi (şifre, tercüme,
mcımurlar sicilleri, personel ve evrak kalemleri) ile hukuk müşavirliğin
den ibaretti. [104]
Harbiye Nezareti’nin başlıca daireleri ise; Erkân-ı Harbiye-i Umu
miye Dairesi (Genelkurmay Başkanlığı) ile piyade, süvari, sahra, topçu
ve nakliye (ulaştırma), ağır topçu, sıhhîye (sağlık), baytar (veterinor),
fennî kıtalar (muharebe ve istihkâm) ve müstahkem mevkiler genel mü
fettişlikleri muıhakemat (yargılama) mulhasebed umumiye*, levazımat-ı
umumiye (levazun) dairelerinden kurulmakta idi. Ayrıca, doğruca Har
biye Nazırı’na bağlı, bağımsız inşaat ve evrak mahzeni (Arşivi) şubeleri
bulımmakta idi. lntihalb-.ı Küttap-ı Askerîye Komisyonu (Askerî Katipler
Soçme Komisyonu), Borç Verme Komisyonu, Askerî Basımevi ve İstan
bul Merkez Komutanlığı da Harbiye Nazırlığı’na bağlı kurumlar olarak
kurulmuşlardı.
Harbiye Nezareti’ne bağlı önemli dairelerden biri ise. Terbiye ve
Tedrisat Müfettiş-i Umumiliği idi. Bu genel müfettişlik bütün askorî okul
ları idare etmekte idi. Harbiye Nezareti’ne bağlı diğer önemli bir müfet
tişlik de. Muhtelif Smıf Okullar Müfettişliği idi ki, Sunuf-u Muhtelif©
Müfettişliği adı altında bulunan bu müfettişliğin başlıca okulları. Piyade
Endaht Mektebi (Piyade Atış Okulu), Sahra Topçu Endaht Mektebi
(Sahra Topçu Atış Okulu), Ağır Topçu Endaht Mektebi (Ağır Topçu
Okulu), Süvari Binicilik ve Tatbikat Okulu, Dersaadet (İstanbul) ve Se
lanik Zabitan (subay) Talimjgâhları idi. Levazım Okıüu, İhtiyat Zabitan
Mektebi (Yedeksubay Okulu)’den başka, Piyade, Süvari ve Topçu Astsu
bay Okulları da. Muhtelif Sınıf Okulları Müfettişliği’nin başlıca okulları
idiler. Astsubay okulları, Selânik, Edirne, Erzincan ve Beyrut’ta idüer.
— 125 —
Harıbiya Nezareti’nin diğer bir genel müfettişliği de îmalât-ı Harbi
ye (Fen-Sanat = Askerî Fabrikalar) Genel Müdürlüğü idi. [105] Bu mü
dürlüğün tüfek, top fabrikaları ile piyade ve topçu mermisi ile tapa fab
rikaları, belli başlı kurumlan idi. Ve hemen hepsi İstanfourda Ataköy
bölgesinde bulunuyorlardı.
Jandarma Genel Komutanlığı, Jandarma Kuvvetleriyle, Harbiye Ne-
zaretin’in bir parçası idi. Bu komutanlık. Umum Jandarma Müfettişliği
adını taşıyordu. Jandarma Kuvvetleri’nin gereksinim duyduğu subay, ast
subay ve erleri yetiştirmek üzere teşkil olunan okullar bu komutanlığa
bağlı idi. Bunlar, subay ve namzetleri (adayları) okuUanyla acemi erat
okullarından oluşuyordu.
c. Askerî Şura
Sadrazam Kâmil Paşa’nın zamanında (8 Eylül 1908’de) Vekiller He
yeti, özel bir toplantı yaparak Harbiye Nezareti’nde Meclisd Meham-ı
Harbiye (Askerî Şura) adıyla bir komisyon kurulmasını görüşmüş ve bu
komisyonun kurulmasmı padişah iradesine (emrine) arz etmişti. [108]
Padişah tarafından kabul edilen bu komisyonun şimdilik. Harbiye Nazı-
rı’nın Başkanlığı’nda Müşir Ahmet Mulıtar ve İbrahim Ethem Paşalar
ve Tophane Nazın ile Hassa Ordusu (1 nci Ordu) Komutanı ve Genel
kurmay Başkanı’yla topçu ve istihkâm erkânından (generallerinden) oluş
turularak göreve başlaması uygun görülmüştü.
Bu komisyonun kurulmasınm nedeni, Osmanlı ülkesinin korunma ve
savunulmasını sağlayacak silâhlı kuvvetlerin gereksinimlerini tamamla
makla beraber, gereken tedbirleri karaılaştırmak ve silâıhlı kuvvetlerin
ıslâhı için hazırlanacak kanun lâyihalarını incelemekti. Her na kadar ku
rulan bu meclis, bazı tedbir ve faaliyetlere girişmişse de, faydalı olabile
cek önemli bir sonuç elde edememişti. Pasif bir devrin yetiştirdiği ele
manlardan kurulan bu topluluk, yoni görüşlere göre kurulmak istenen
Meşrutiyet ordusu için çok muhafazakâr davranmıştı. Durumun düzeltil
mesinin pasif davranmakla mümkün olamayacağını gören Erkân-ı Har-
biyye-d Umumiye Reisi (Gnkur. Bşk.) Ahmet İzzet Paşa, Askerî Şura’nm
adıyla beraber, faaliyetini de değiştirerek çalışmalara girişmişti. Özellikle
Erkân-ı Harbiyyo-i Umumiye Dairesi 1 nci Şubesi’nin 29 Temmuz 1325
(11 Ağustos 1909) tarihli ve 1845 sayılı yazısıyla Harbiye Nezareti’ne
— 126 —
padişah tarafından onaylanmak üzere sunduğu bir kanun taslağını 14
Ağustos 1909’da uygulamaya başlamıştı. Askerî Şura Taslağı adıyla çı
kan bu taslak 20 maddeden oluşuyordu, [107]
Taslak özet olarak şunları belirtmekte idi : Sürekli ve geçici üyeler
den kurulacak olan Askeırî Şura; bir başkan, bir ikinci başkan ve çeşitli
üyelerden Başkan Harhiye Nazırı oluyordu. Bununla beraber ordu ve do
nanma (Kara ve Deniz Kuvvetleri) Başkomutanı (Süâhlı Kuvvetler Baş
komutanı) sıfat ve sorumluluğu taşıyan, padişah, Askerî Şura’nın top
lanmasını emrettiği gibi, arzu ettiği takdirde bizzat görüşmeleri açmak
ve şuraya başkanlık etmek yetkisinde idi.
Devlet hizmetinde bulunduğu sürece. Askerî Şura ikinci başkanlığı
görevi. Alman Generali von Der Golç’a verilmekte idi.
Askerî Şura’nm daimi üyeleri, Erkân-ı Har*biyye-i Umumiye Reisi
(Gnkur, Bşk.) ile 1 nci, 2 nci ve 3 ncü Ordu Müfettişlikleri ve îstanibul’
da bulundukça ferik (tümgeneral) Nazım Paşa ve 1 nci Süvari Tümeni
Komutanı olmuştu.
Geçici üyeler ise, 1 nci, 3 ncü Ordular Süvıari Müfettişleri (Ordular
Süvari Komutanları) ile Genelkurmay ikinci başkanı idi. Bunların Askerî
Şura toplantılarına katılmaları ancak gerektikçe olacaktı. Bununla bera
ber Harbiye Nezareti daire başkanları ile Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye’
nin konulaıia ilgili şube müdürleri, oy hakları olmamak şartıyla görüş
melere katılacaklardı. Bunlardan ancak herhangi bir konu hakkında gö
rüş alınacaktı.
Askerî Şura toplantılarına rütbe farkı gözetmeksİ2iin, uzman veya
bilir kişi sıfatıyla ordudan diğer subaylar da davet olunabilecekti. Bun
lar da oy vermeye yetkili değiUer-di.
Askerî Şura, bir müstahkem mevkiin yeniden kurulması ve3^a kal
dırılmasını görüşmeye aldığı takdirde, mümkün ise, o müstahkem mev
kiin bulunduğu bölgedeki kolordu komutanı ile Kale Topçu ve İstihkâm
Genel Müfettişleri de (Topçu ve İstihkâm Komutanları) Askorî Şura’ya
gireceklerdi. Şayet konu, kıyıların savunulmasına ait ise. Bahriye Nazın
ve Bahriye Nezareti Kurmay Başkanı ile Deniz Kuşetleri’nden gereken
kimseler de, oy haklan olmamak üzere toplantılara katılacaklardı.
Genel olarak Askerî Şura’nın görevi. Harbiye Nezareti veya Genel
kurmay Başkanlığı tarafından üeri sürülen önemli ve savaş hazırlıkla
rına ait sorunları incelemek ve bunlar hakkmdakl kararlarını bildirmekti.
[107] Başbakanlık Arşivi; Hazine evraik No, 66. 1 Ağustos 1325 (14 Ağustos 1909)
tarihli irade-t seniyye.
— 127 —
özellikle ordumm ve memleket savunmasının güçlendirilmesi ve gelişti
rilmesi için girişilen bütün tasarıları bir fikir ve amaç etıafında düzen
leyecekti. Bu konuda Haılbiye Nezareti ve Erkân-ı Harfbiyye-i Umumiye
Reisliği, şuraya karar vere<bilmek için her türlü bilgileri verecekti.
^ Askerî Şura, Harbiye Nezareti ile Genelkurmay’ın lüzum gördükleri
durumlarda, ordunun teşkilâtı ve seferberlik hazırhklarma ait sorunlar,
yeni stratejik yollar, eğitim usulleri, yeni savaş siiâh vo araçları, müs
tahkem mevkiilerin inşaları veya lağvları, kıyıların savunulması, tuğge
nerallerin tümgeneralliğe, tümgenerallerin korgeneralliğo yükselmeleri,
bu rütbelerde bulmıan generallerin nakil, atanma ve yer değiştirmelori,
açığa çıkarılmaları ve emekliye ayrılmaları hakkmda karar verebilecekti.
Askerî Şura’da görüşülecek konulai', şura üyelerinin her birine ayn
ayrı olmak üzere, toplantılardan en az üç gün önce bildirilecekti. Acele
olarak, bir karara vanlması gerektiği dunmılarda, bu süre söz konusu
olmayacaktı.
Askerî Şura tcplantıları gerekli görüldüğü zaman yapılabildiği gibi,
her ayın ilk pazartesi günleri toplanarak kaç kero tcplanılacağına karar
veril ebileceikti.
Askerî Şura görüşmelerine başkanın veya ikinci başkanın aç;§ ko
nuşmasıyla başlanırdı. Gereken bilgi verildikten sonra, üyelerin mosele
haikkındaki görüş ve düşüncelerini belirtmeleri istenirdi. Söz istemek baş
kanın iznine bağlıydı. Ve bu izin bir sıraya tabi olmak üzere üç defadan
fazla olmazdı. Hiçbir şura üyesinin görüşlerini bildiren diğer bir üyenin
sözünü kesmeye hakkı yoktu. Buna karşılık yalnız başkan veya ikinci
başkan zorunluk duyduğunda, konuşan üyenin sözünü kesmek, uyarıda
bulunmak veya konu dışına çıkılmaması için tavsiyede bulunmak hakkına
sahipti.
Her toplantıdaki görüşmeler sonunda alınan kararlar, müsvedde ha
linde ve imzalı olarak saklandığı gibi, ikinoi temiz nüshası da Harbiye
Nezareti’ne veya Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Reislıği’ne sunulurdu. Her
toplantıda bir önceki toplantıda alınan kararların müsveddeleri okunmak
suretiyle görüşmelere başlanırdı.
Askerî Şura toplantılarmın kararları ile üyeleıün herhangi bir sorun
hakkmdakıi görüşlerinin açığa vurulması yasaklanmıştı. Görüşülen her
konu üyelerin görüşleri sona erdikten sonrıa, başkan veya ikinci başkan,
üyeleri oy vermeyo davet eder ve son karar çoğunluğa veya oybirliğine
dayanırdı. Oyların eşit olması halinde, başkan iki oya sahip bulunduğun
dan çoğunluk sağlanırdı.
— 128 —
Asıksrî Şura’nın yazı işleri ve her türlü habei’leşmeler, şuraya memur
edilen kurmay sübaylar tarafından idare edilirdi. Bu subaylar evrak ve
kayıtların tutulmasından ve gizli dosyaların korunmasından sorumlu bu
lunurlardı. Bütün evrak ve kararlar dosyalandıktan sonra, başkan ta
rafından Askerî Şura ibaresi yazılı mühürle mühürlenirdi. Dosya zarf
ları da balmumu ile mühürlendikten sonra, Harbiye Nezareti’nin evra
kına verilirdi.
14 Ağustos 1909 tarihli padişah iradosiyle kurulan Askerî Şura En
ver Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’na kadar devam etmişse de, Enver Paşa
buna gerek görmemiş ve her işin kendisi tarafından yapılması gerektiği
ne inanarak Askerî Şura’yı kaldırmıştı. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’
nın sonuna dak devam etmişti.
Mondros Mütarokesi’nden sonra 31 Temmuz 1919’da Sadrazam Da
mat Ferit Paşa ve bakanlan tarafından askerî teşkilâtın, askerî ihtiyaç
larımıza uygun bir şekilde uygulanması ile orduda devamlı bir teşkilât
meydana getirilmesi için bir askerî şuranın kurulması padişahtan isten
miş ve hazırlanan kararname 2 Ağustos 1919’da padişah Vahdettin ta
rafından onaylanmış ve Askerî Şura teşkil edilmişti. [108]
Bu kararnameye göre Askerî Şura, ordunun teşkilâtı üe Plarbiye
Nezareti’ni bütçesini, ordunun seferberlik, yığınak ve harekât hazırlık
larını, eğitimini, silâhı cephane vo gereçlerin değiştirihnesiri, müstah
kem mevkiilerin kurulmasını veya lâğvedilmesini, kıyıların korunması
için gereken tedbirleri düzenleyecekti. Ayrıca, Askerî Şura, tümen ko
mutanları vo bu makamın yetkisinde bulunan kişiler dahil olmak üzere
daha büyük maıkamlarda bulunanların atanma, oçığa çıkarma, nasıp,
emekliye sevk veya emekliden muvazzaf hizmete alınma, terfi işlerini
düzenleyecekti. Genelkurmay Başkam’mn değiştirilmesi vo yenisinin atan
ması da Askerî Şura’ya verilmişti.
Askerî Şui’a’ya Harbiye Nazırı başkanlık edecekti. Üyeleri dokuz
kişiden ibaret olacaktı. Bunlar, başta Harbiye Nazırı olmak üzere. Ge
nelkurmay Başkanı, ordu komutanları olacaktı. Bununla beraber gerek
emekli ve gerek muvazzaf olsun Plarbiye Nezareti’nde veya ordu komu
tanlığı ve müfettişlikle.rinde bulunmuş olanlardan seçilecek komutanlarla
şuranın üye sıayısı dokuza çıkarılacaktı. Gerek görüldüğü takdirde Bah
riye Nazırı ile kurmayı Askerî Şura’ya katılabilecek ve oy kullanabüe-
ceıkti. Bazı uzmanların fikirlerinden faydalanılmak üzere davet edilenle
rin oy verme haklan olmayacaktı.
[108] Başbakanlük Arşivi; Devair Teşkilâtı kartonu, 5 Zilhicce 1337 = 1 Eylül 1335
(1919) tarihli irade-i seniyye.
— 129 —
Askerî Şura haftada en az iki defa toplanacak ve gereğinde daha
fazla toplanmak için karar verdbilecekti.
Askorî Şura üyelerinden olan ordu komutanlan İstanbul’da bulun
dukları sürece müzakerelere katılacaklar ve bulunmadıkları zamanlarda
da gereken konular haikkmda kendilerinden yazı ile bilgi alınacaktı.
Harbiye Nazırı sorumluluğu üzerine alarak şura kararlarım kabul
etmekte voya etmemekte serbest ve yetkili idi. Ancak bu kararnameye
göre kurulan Askerî Şura’nın ömrü çok sürmemiş, 1 Eylül 1335 (1919)’te
lağvedilmişti. [109] Bunu takiben Askerî Şura, 1920’de tekrar teşekkül
etmişti. [110] Bu Askerî Şura’nın da ömrü çok uzun olmamış, 18 Nisan
1920’de tekrar lağvedilmiş ve Osmanlı Devleti’nin son Askerî Şurası ol
muştu. [111]
[109] Başbakanbk Arşivi; Devair Teşkilât Kartonu, 5 Zilhicce 1337 = 1 Eylül 1335
(1919) tarihli irade-i seniyye.
[110] Başbakanlık Arşivi; Devair Teşkilât Kartonu, 22 Rebiyülevvel 1338 = 1 Kanu
nuevvel 1336 (1920) tarihli irade.
[111] Başbakanlık Arşivi; Devair Teşkilât Kartonu, 28 Recep 1338 = 18 Nisan 1336
(1920) tarihti irade.
— 130 —
başaracak yetenekte olduğu bilinen Ferik (Tümg.) Ahmet İzz-et Paşa’yı
15 Ağustos 1908’de Genelkurmay Başkanlığı’na getirmişti. Meşrutiyet’in
ilân edildiği tarihte Cebeli Lübnan’da hava değişiminde bulunan Ahmet
İzzet Paşa, emir alır almaz derhal görevi başma geçmişti. Ahmet İzzet
Paşa, orduda yapıhnasım zorunlu gördüğü ıslâhatiar arasında özellikle
önce Genelkurmay Başkanlığı’nın yeniden modern esaslara ve gereksi
nimlere göre teşkil edilmesinii düşünmüştü. Bu amaçla 10 Kasım 190S’de
Harbiye Nazırı Müşir Ali Rıza Paşa’ya sunduğu bir gerekçe taslağıyla
İstibdat döneminden devr alınan Genelkurmay Başkanlığı’nm yedi şube
den beş şubeye indirilmesini teklif etmişti. Bu teklif, zamanın Sadrazamı
KâmU Paşa tarafından da uygun görülerek iradesi alınmıştı. [112] Bu
şekilde Genelkurmay Başkanlığı yine eskiden olduğu gibi Harbiye Ne
zareti’ne bağlı bir daire olarak teşkU edilmişti. Dairenin teşkilât kadro
ları saptanmış ve Genelkurmay Başkanlığı’mn boş bulıman 2 nci Baş-
kanlığı’na 1903 yılından beri yer yer sürgünde gezen ve nihayet Sivas’ta
ikamete mecbur edilmiş olan Mirliva (Tuğgeneral) Salih Paşa (Salih
Paşa, Mondros mütarekesinden sonra İstanbul Hükûmeti’nin sadrazam-
larmdandır) atanmıştır. Bu şekilde Genolkurmay Başkanlığı Ferik
(Tümg.) Ahmet İzzet Paşa’nın Başkanlığı’nda ve Salih Paşa’nın 2 nci
Başkanhğı’nda ohnak üzere beş şube halinde kurulmuştur.
Genelkurmay Başkanlığı Harbiye Nezareti’nin teşkilât bünyesi içinde
bir daire olarak kaldıkçaı silâhlı kuvvetlerin kalkınmayacağı kuvvetli bir
kanı olarak yerleşmiş bulunuyor ve bu fikir devamlı olarak savunulu
yordu. Özelhkle ilk iş olarak padişaha yakın kurmay heyetinin lâğvedil
mesi isteniyor ve düşünülüyordu. Nihayet, 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909)’
te “31 Mart Vakası’’ patlak vermişti. Bu olay “Hareket Ordusu” tarafın
dan bastırıldıktan sonra Padişah II. Abdülhamid, tahtından indirilmiş ve
etrafında bulunan Maliyet-i Seniyye Erkân-ı Harbiyyesi (Kurmay Heyeti)’
de dağıtılmıştı. Bu şekilde Genelkurmay Başkanhğı, seviyesine ve kuru
luş amacma uygun görevleri daha geniş bir yetki üe yürütmeye başla
mıştı.
Kurmay subaylarm büyük bir kısmı. Alman askerlik yöntemlerino
göre yetişmiş olduklarından. Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulmasında
ve geliştirilmesinde üeri sürdükleri başlıca fikir, bağımsız bir Genelkur
may oluşturulması ve teşkilâtlandırılması idi.
Ahmet İzzet Paşa, başkan olarak görevine» başladığı tarihten itibaren
bir taraftan Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde değişiklikler yaparken.
[112] Başbaıkanli'k Arşivi; Hazine evrak No. 50, irade defteri, 23 Şevval 1326 (6
Kasun 1324 = 19 Kasun 1908) tarihli ve 2599 sayılı irade-i seniyye.
— 131 —
bir taraftan da kurmay sınıfına öğrenci ayrılması yöntemleri ile Erkân-ı
Harbiyye-i Mektebi’nin (Harp Akademisi) ıslâhı, askerî teşkilât proje*-
lerinin hazırlanması, Edirne Kalesi’nin takviyesi, îşkcdra ve Yanya’nm
yeniden tahkimi, silâhların çoğaltılması ve türlü olasılıklara göre harp
plânlannm düzenlenmesi! için büyük çaba harcıyordu. Açtığı çığır gele-
ce*k için bir ümit veriyordu. Ancak başarılı çalışmaları sırasında çok ya-
km dostu ve arkadaşı bulunan Hahbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa üe
birçok konuda anlaşmazlığa düşmüştü. Bu iki dost, hizmet rekabeti yü
zünden birbirlerinin düşüncelerini reddederek birbirlerinii incitmişlerdi.
Islâhat fconularm'da giriştikleri şiddetli tartışmalar, hor iki dostu birbi
rinden uzaklaştırıyordu. Bu nedenle Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’yı
kendisine zararlı görmeye başlamış olduğundan onu îstanbul’dan uzak
laştırmak istemişti. O esnada Yemen ve Asir ayaklanmaları birden alev
lenmişti. Bu ayaklanmaların Kuzey Arabistan’a sıçraması ve hatta Su
riye ve Irak’ı büe etkilemesi olası görülmüştü. Ciddî görülen Yemen ayak
lanmasının vakit kaybetmeden bastırüması. Vekiller Heyeti’nce önemli
bir karar konusu olarak ele almmıştı. Voküler Heyeti toplantısında Mah
mut Şevket Paşa, “Ahmet İzzet Paşa Yemen’de bulunmuştur. Bölgenin
ve Yemen halkının özelliklerini çok iyi büirler. Eğer onu gönderirsek,
eminim ki az zamanda çok büyük başan elde edilebilir” dsnüşti. VekiUer
Heyeti de Ahmet İzzet Paşa’nm ayaklanmayı bastıracak bir kuvvetin
başında Yemen’e gönderilmesine karar vermişti. Fakat Ahmet İzzet Pa
şa, ıbu görevin bir memleket hizmeti olması itibarıyla kabulünde tereddüt
göstermemişse de. Genelkurmay Başkanlığı görevi de kendisinde olmak
şartıyla kabul edeceğini üeri sürmüş ve bu şartı kabul edümîşti. [113]
Ancak bu atanma sebebiyle Genelkurmay Başkanhğı’nm ve genel olarak
silâhlı kuvvetler kalkınmasının hızı kesilmiş ve bir duraklama başlamıştı.
Bilgili, zeki ve yeterli bir komutan ve bir Genelkurmay Başkanı olan
Ahmet İzzet Paşa’mn, Osmanh-ltalyan Savaşı’nın (1911-1912) patlak
vermesi olası buhranlı bir devrede, “Yemen Kuvva-yı Umumiye Kuman
danı” unvanıyla bir ayaklanmanın bastırümasıyla görevlendirilmesi, sırf
rekabetin, ileri göremeniezliğin sonucu idi. Nitekim aynı durum, Trablus
gârp Vali ve Komutanı Müşir İbrahim Paşa’nm da başına gelmişti. İtal
yanların Trablusgarp vilâyeti ve Bingâzi sancağı hakkındaki isteklerini
çok iyi bilen ve gören İbrahim Paşa’mn Yemen’e gönderüscek kuvvetlerin
teşkili sırasmda Trablusgrap Tümeni’nden de büyük bir kısım kuvvetin
Yemen’e gönderilmesinin sakıncalı olacağmı söylemesi ve buna muhale-
[113] Başbakanlık Arşivi; Dosya No. 289, 269, Harbiye İstizan Defteri, 15 Safer
1329 (2 Şubat 1326 = 15 Şubat 1910) tarihli irade-i seniyye. Ziya Şakir; Mah
mut Şevket Paşa, İstanbul, 1944, s. 83-85.
— 132 —
fet etmesi Haribiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı sinirlendirmişti. Haklı
ve yerinde yapılan bu uyarma, nihayet Trablusgrap Vali ve Komutanı-
nında görevinden uzaklaştırılmasına sebep olmuştu. Bununla da kalma
yan Harbiye Nazırı, Kuloğullarının (yoniçerilerinin bu bölgede bıraktık
ları torunları) silâhlandmılmaması için depolarda bulunan bir hayli mar
tini tüfeklerini cephaneleriyle birlikte. Sabah gazetesi sahibi Mihran’ın
vapurlarıyla İstanbul’a taşıttırmıştı. [114]
Ahmet İzzet Paşa’nm Yemen Kuvva-yı Umumiye Kumandanlığı’na
atanmasından sonra Genelkurmay’ın başsız bırakılmaması için, 2 nci Or
du Müfettişi Ferik (Tümg.) Hadi Paşa 13 Mart 1911’de Genelkurmay
Başkan Vekilliği’ne atanmıştı. [115]
Ahmet İzzet Paşa ,silâhlı kuvvetlerin kaJkınmasınm, her şeyden ön
ce, Genelkurmay’ın bağımsızhğma dayandığı kanısında idi. Bu tarz, ger
çekte Anayasa’ya uygun düşmüyordu. Anayasa’ya göre padişah, başko
mutan olmakla beraber, yaptığı herhangi bir hatadan sorumlu da tutu-
lamıyordu. Oysa memleketin savunulmasında birinci derecede sorumlu
olması gereken Genelkurmay’ın, kanunla sorumlu olmayan bir hüküm
dara bağlanması da uygun değildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı kay
bedildikten sonra, yenilgiden başkomutan olan padişah değil, yediü'giyle
ilgisi olmayanlar sorumlu tutulmuştu. Meşrutiyet i’ân olunup MUlî Mec
lis kurulduktan yürütme ve yasama yetkileri hükümdarın elinden
ahndıktan sonra, milletin Genelkurmay gibi önemli bir kuruluşunun, gene
millotin eliyle tekrar bir padişaha verilmesi uygun görülmüyordu. Mülî
Meclis kurulduktan sonra, başkomutanlığın MecMs’in manevî şahsiyetin
de olması, devrimin de esas prensiplerinden biri olması gerekiyordu. Ni
hayet Anayasa’ya göre sorumlu olan kabine olduğundan, Genelkurmay’ın
sorumlu bir nazıra (bakana) bağlı olması gerekiyordu ki, bu da Harbiye
Nazırı idi. Eğer Harbiye Nazırı’na bağlanmak durumu tatmin etmiyor
idiyse, bu kuruluşun bağımsız kalmak suretiyle ya doğruca memleketin
idaresinden birinci derecede sorumlu bulunan Sadrazama (Başbakana)
veya bizzat kanun yapan Meclise bağlanması vo Genelkurmay Başkanı’
mn kabineye alınmak suretiyle sormnluluğa katılması lâzımdı.
Meşrutiyet’in ilk yıllarında Genelkurmay Başkanlığı’nın bağımsız ol
ması için ileri sürülen fikirler, kanun çerçevesinde ve derinliğino inilerek
düşünülmüş değillerdi. Harbiye Nezareti’nin eskimiş zihniyetinden ve
bürokrasisinden aydın kurmay subaylar memnun doğülerdi.
— 133 —
Meşrutiyet idaresinin ilk Genelkurmay Başkanı olan Ahmet İzzet
Paşa, bir taraftan ordunun savaş ve barış teşkilâtı üzerinde çalışırken
diğer taraftan da Genelkurmay’a yeni bir ruh vermeyo ve bunun olanak
larını hazırlamaya çalışıyordu. Ahmet İzzet Paşa’nın yaptığı çalışmalar
sonunda Genelkurmay Başkanhğı teşkilât olarak bir düzene girmişti.
Ordunun yeniden kurulması ve düzenlenmesini sağlayacak Gene>lkur-
may Başkanlığı’nm bu teşkilâtı yetersizdi. Harp tarihi yazma işleri, bir
çok eğitim görevleri arasında mümkün olmuyordu. Harp Tarihi için ayrı
bir şubenin kurulması bir zorunluluktu.
Osmanlı Devletd’nin denizden ve karadan kuvvetli devletlerle çevril
miş olması ve ülkenin jeopolitik durumu dolayısıyla çok hareketli, faal
bir halber alma sistemine geerksinimi olduğu bir gerçekti. Bundan dolayı
haber alma işlerinin yalnız bir şubeye sıkıştırılması yeter değildi. En ba
sit bir iş bölümü üe biri doğu ve diğeri batı devletleriyle olmak üzere iki
istihbarat şubesine ve bunları koordine edecek bm başa gereksinim ol
duğu düşünülebilirdi.
Bütün bu zorunluluklar ve ihtiyıaçlar Genelkurmay Başkanlığı’nm ye
ni bir düzene gereksinim duyduğunu gösteriyordu. Bu nedenlerle Balkan
Savaşı’nın başlamasından önce Genelkurmay Başkanlığı yeni bir doğişik-
liğe tabu tutulmuş ve daire yedi şubeye ayrılmıştı. [116]
Bu teşkilât için çalışılırken Balkan Savaşı’na girilmiş ve seferber
lik emrinin verilmesi ile Gonelkurmay Başkanhğı Başkomutan Vekili
Nazım Paşa’nm karargâhını oluşturmuştu. [117]
Ancak Balkan Savaşı yenilgisinden sonra Genelkurmay teşkilâtında
yeniden bir değişiklik yapılması gerekmişti. Bu değişiklik özellikle Har
biye Nazırlığı ile Genelkurmay Başkanhğı’nı ehnde bulunduran Ahmet
İzzet Paşa’nm istifasından sonra olmuştu. Rütbesi tuğgeneralliğe yük
seltilen Enver Paşa, 3 Ocak 1914’te Harbiye Nazırhğı’nm yanı sıra Genel
kurmay Başkanı olmuştu. [118]
Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Türkiye’de bu-
lun'an Almanlarm da tavsiyelerine uyarak Harbiye Nezareti’nde yaptığı
teşkilât değişikliklerindon başka. Genelkurmay Başkanlığı teşkilâtında
da değişiklik yapmıştı. ]119[
— 134 —
Genallairmay Başkanlığı’nın bu teşkilâtı, Birinci Dünya Savaşı’nın
seferberliğine kadar devam etmişti.
Birinci Dünya Savaşı seferberliğinin uygulanmaya başlandığı 3
Ağustos 1914’te bir irade ile Başkomutanlık Vekâleti kurulmuş ve özel
likle Alman Islâh Heyeti’nin de tavsiyelerine U3nılarak, olası savaşın ge-
reiksinimlerine uyan bir Genelkurmay teşıkilâtı meydana getirilmişti-
[120] Bu şekUde Başkanlığa 7 Mayıs 1914’te Tümgeneral olan Bronzart
von Şellendorf getirilmiş; Genelkurmay Birinci Başkan Yardımcılığı’na
Kurmay Yarbay Hafız Hakkı ve İkinci Başkan Yardımcılığı’na da Kur
may Yarbay Bahattin atanmışlardı. Bu sırada Başkomutanlık Genelkur
mayı (Karargâh-1 Umumi) başlangıçta yedi şubeye göre kurulmuştu.
[121]
[120] Başkanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 45, Harbiye irade defteri, sayı 1464, 11
Ramazan 1332 (21 Temmuz 1330) =3 Ağustos 1914 Tarihli irade.
[121] Başbakanlık Arşivi; Dosya No. 321182, Harbiye istizan Defteri.
— 135 —
3 ncü Şubeısi*yİe Şimendifer ve Menzil, 4 noü Şulbesi’yle Teşkilât, 5 nci Şu
besi’yle ikmal, 6 ncı Şubesi’yle Eğitim, 7 nci Şulbesi’yle Askerî Kanunlar,
8 nci Şubesi’yle Harp Tarihi, 9 ncu Şubesi’yle Zat İşleri, 10 ncu Şubesi’yle
de Evrak ve Kütüphane Müdürlüğü olmuştu. Fakat İstanbul Hükûmeti’ne
Sevr Antlaşması’nm imzalatılmasından sonra Erkân-ı Harbiyye dört şu
beye indirilmişti. Para darlığı içinde bulunan İstanbul Hükümeti, 29 Ma
yıs 1920’de mevcut bulunan Personel Şuibesi’ni lâğvederek bu şubenin gö
revlerini Evrak Şulbesi’ne devretmişti- 30 Mayıs 1920’de Şimendifer, İk
mal, Eğitim, Askerî Kanunlar ve Harekât Şubelerini lâğvetmişti.
Buna karşıhk, Anadolu’da İstiklâl Savaşı’nı yürütenler için Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasına (23 Nisan 1920) kadar henüz bir
Genelkurmay Dairesi veya Başkanlığı yoktu. Elde pek az km-may subay
bulunmakta idi. Büyüli Savaş’a katılan kurmay subaylarm bir kısmı şe
hit ve bir kısmı da esir düşmüşlerdi. Kalanlarla esaretten dönenler de İs
tanbul’da toplanmışlardı. Gerek kurmay subayların ve ıgerek diğer sınıf
subaylarmm Anadolu mücadelesine katılmaları için zaman ve imkâna ge
reksinim vardı. Bu nedenle Anadolu’da hemen bir Genelkurmay’ın kurul-
masma olanak olmadığı gibi, gecikme de doğal idi. Bu nedenle Anadoılu’
da Genelkurmay, ancak Yunanlıların İzmir’e çıkarma yapmalarından (15
Mayıs 1919) bir yıl sonra kurulabilmişti.
'Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduktan dokuz gün sonra (2 Ma
yıs 1920) Hükümet, kabul edUen 30 numaralı kanun ile Genolkurmay Baş-
kanlığı’nı kurmuştu. Ancak Anadolu’nun kurduğu Genelkurmay, eskiden
olduğu gibi Harbiye Nezareti’ne bağlı değildi (Anadolu’da M.M.V.). Ge
nelkurmay, bir vekâlet (Bakanlık) olarak kabineye dahü odilmiş ve bu
vekâlet Ankara’da Ziraat Mektebi’nde Kurmay Albay îsmet’in (î. İnönü)
emrinde ve başkanl,ğında kurulmuştu. Bu suretle Erkân-ı Harbiyye-i
Umumiye Vekâleti, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı sorumlu bir
duruma getirilmişti. Anadolu Erkân-ı Harbiyye-d Umumiye Vekâleti’nin
vereceği kararlar, Türk mületinin ve hükümetinin geniş yetkisine daya
nacak ve her durumda da destokleneoekti. Memleketin savunuİmasmdan
sorumlu, yalnız Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Vekâleti değil, bizzat Ve
killer Heyeti ve Meclis olacaktı. Nitekim İstiklâl Savaşı’nın büyük başa
rıya ulaşmasının sırrı da bu idi. Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Vekâleti
ne istomişse, yani savaşın gereği neyi gerektirmişse, 'Türkiye Büyük Mil
let Meclisi, bunu vermekte bir an dahi tereddüt etmemişti. Top yekûn
savaşın ilk belirtileri de bu suretle Anadolu’da doğmuş oluyordu.
Özetle, Meşrutiyet ilânından Türkiye Büyük IMiUet Meclisi’nin açıl
masına ve hükümetin kurulmasına kadar geçen devre içinde, Erkân-ı
Harbiyye-i Umumiye Dairesi, gerek teşkilât, gerek bağlantı ve gorek
— 136 —
başkanları yönünden birçok değişiklikler göstermiş ve Mekkelioğlu Müşir
Ömer Rüştü Paşa’nın 18 günlük meşrutiyet devri reisliği (Gnkur. Bşk.)
hariç); adlan aşağıda yazılı paşalar (generaller) Erkân-ı Harbiyye-i Umu
miye Reisliği yaparak tarihe mal olmuşlardı.
Erkân-ı Harbiyye-i
Umumiye Reisleri Göreve Başlama Görevden Ayrılma
(Genelkurmay Başkanları) Tarihi Tarihi
Aıhmet İzzet Paşa 15 Ağustos 1908 1 Ocak 1914
Enver Paşa 3 Ocak 1914 4 Ekim 1918
Ahmet İzzet Paşa 4 Ekim 1918 3 Kasım 1918
Cevat Paşa (Çobanlı) 3 Kasım 1918 24 Aralık 1918
Mustafa Fevzi Paşa (Çakmak) 24 Aralık 1918 14 Mayıs 1919
Cevat Paşa (Çoıbanh) 14 Mayıs 1919 2 Ağustos 1919
Hadi Paşa (Bağdatlı) 2 Ağustos 1919 12 Eylül 1919
Fuat Paşa 12 Eylül 1919 9 Ekim 1919
Cevat Paşa (Çobanh) 9 Ekim 1919 16 Şubat 1920
Şevket Turgut Paşa 16 Şubat 1920 19 Nisan 1920
Nazif Paşa (vekil olarak) 19 Nisan 1920 2 Mayıs 1920
Hadi Paşa 2 Mayıs 1920 19 Mayıs 1920
— ^37 —
liklerine atandiıklan bile oluyordu. Bu gibi görevlere atanan kurmay su
baylar, kıta kurmaylarından fazla imtiyazlara sahip oluyorlardı. Bu gi
bilerin maaşlarma zamlar yapıldığı gibi, maaşlarını her ay düzenli bir
ş£(kilde almaları da Aıbdiilhamid’in bir lütuf ve ihsanı idi. Bu sebeple bir
kısım kurmay subaylar, kıta kurmay hizmet ve görevleri yerine bu gibi
hizmetleri tercih etmekte idi. Bununla beraber ordulardaki kurmay su
bayların hizmet alanları da dar ve yetkisizdi. Bunların seferberlik, €*ği-
tim ve harekât işleriyle uğraşmaları gerekirken, çoğunlukla divan-ı harp
evrakım incelemek, dilekçelere* tatminkâr olmayan cevaplar hazırlamak
ve havale etmek, günlük karargâh işlerini çevirmek gibi basit işlerle gö
revlendirilirlerdi. Böylece ordu ve tümenler, asli görevlerini ihmal eder
duruma düşürülmüşlerdi.
Ordu Komutanlıkları
Her ordu karargâhı bir kurmay başkanın idaresinde olmak üzere,
bir kısım ihtisas şubelerinden kurulmuştu. Bunlardan başlıca şubeler
1-4 ncü şubeler olup, diğer şubeler destek şubeleri idi.
1 nci Şube Harekât; 2 nci Şube İstihbarat; 3 ncü Şube Menzil ve
Kuvve; 4 ncü ŞUbe Personel Şubesi idi. Diğer karargâh şubeleri iso leva
zım grubu ile sıhhiye ve veteriner şubeleri idiler.
Her ordu kadrosuna yaver ve omir subayı olmak üzere beş subay
konmuştu. Karargâh komutanlığı ve buna bağlı piyade, süvari bölük ve
ya takımları, 12 erden ibaret saJhra jandarma mangası, posta telgraf he
yeti, ordu karargâhlarmın o günkü ihtiyaçlarını karşılıayabilmişti.
Kolordu Komutanlıkları
İlk defa 26 Aralık 1327 (8 Ocak 1911)’de ordular kuruluşlarına ko
lordu kademesi girmiş ve bu kademe ordularla rümenlor arasında bir
bağlantı kurmuştu. [122] Bu yeni teşkilâtta da, kolordu karargâhının
— 138 —
idaresi bir kurmay başkanına verilmiş ve karargâh, ordu karargâhları
teşkilâtına paralel şubelerle donatılmıştı. Ancak kolordu karargâhlarına
fazladan olarak bir yargılama heyeti eklenmişti. Fakat yargılama, doğ
ruca kolordu komutanlarına bağlanmıştı.
— 139 —
Şark Ordusu, Çatalca mevziine çeikildikten sonra, Şark Ordusu adı
kalkmı§ ve bu orduya Çatalca Ordusu denmişti. Başkomutan Vekili Na
zım Paşa, aym zamanda Çatalca Ordusu Komutarlığı’nı da üzerine al
mıştı. Bu Ordu Komutanlığı’nm Karargâhı, dört şubeden ibaret olmak
üzere kurulmuştu. Bunlar, sırasıyla 1 nci Şube Harekât, 2 nci Şube İs
tihbarat; 3 ncü Şube Şimendifer ve 4 ncü Şube Personel şubesi idi.
Şark Ordusu’nım Çatalca mevziine çekilmesi safhasında, kolordu ve
tümen karargâhlarında bir teşkilât değişikliği yaıpıimanuş ve karargâh
lar daha önceki teşkilât durumlarım korumuşlardı.
— 140 —
Şube Menzil Ce»plıane Park Kumandanlığı; 7 nci Şube Menzil Nakliye
(ulaştırma) Komutanlığı; 8 nci Şulbe Menzil Ootmobil Birlikleri Kuman
danlığı; 9 ncu Şube Menzil ve Tamirat Müdürlüğü; 10 ncu Şube Menzü
Mehakim (yargılama) ve divan-ı harbi; 11 nci Şube Menzil Posta ve Telg
raf; 12 nci Şuibe Evrak idi. Her menzil müfettişliğinin karargâh komu
tanlığı €'mrinde gerektiği kadar muhafız birlikleri bulundurulmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nda kolordu komutanlıklarıyla tümen komu
tanlıkları karargâh teşkilâtında büyük bir değişiklik olmamış ve savaşm
bitmesine kadar aynı teşkilâtta çalışılmıştı. Bu suretle her kolordu ko
mutanlığı karargâhı, bir kurmay başkanmın idaresinde olarak şöyle bir
teşkilât manzarası arz etmişti : 1 nci Şubeler Harekât Şubeleri idi. 2 nci
Şuboler Zat işleri (personel); 3 ncü Şubeler Yargılama; 4 ncü Şubeler
Levazmı; 5 nci Şubeler Kolordular Başkatiplikleri; Kolordular Başbay-
tarhkları; 7 nci Şubeler Evrak; 8 nci Şubeler Topçu Komutanlıkları;
9 ncu Şubeler İstihkâm Komutanlıkları; 10 ncu Şubeler posta idiler. Her
kolordu karargâhında birer karargâh komutanlıkları (bir piyade, bir sü
vari bölüğü ile sahra jandarması) bulunmakta idi.
Tümen komutanlıkları karargâhlarında ise, birer kurmay başkanı
idarC'Sİnde altı şube bıüunmakta idi. 1 nci Şubeler Harekât (personel iş
leri bir kısım halinde); 2 nci Şubeler, istihbarat; 3 ncü Şubeler, yargı
lama; 4 ncü Şubeler Levazım; 5 nci Şubeler Sağlık; 6 ncı Şubeler Vete
riner Şubeleri idiler.
Tümenlor düzeyinde, müstahkem mevki komutanlıklarıyla kalelerin
karargâh teşküâtı, tümen karargâhlarının aynı idiler. Ancak bunlarda
fazladan, birer evrak şubeleri topçu komutanlıklarıyla, istihkâm ve fennî
kıtalar memurlukları, haberleşme ve ulaşım memurlukları, projektör
(ışıldak) memurlukları bulunmakta idi.
Birinci Dünya Savaşı’nda Kara Ordusu teşkilâtı çeşitli gelişmeler
göstermiş ve istiklâl Savaşı’na kadar devam etmişti.
— 141 —
darma sınıfları idi. Bu sınıflar esas sınıf olan piyade, süvari ve topçu sı
nıflarına her alanda yardım eden destek sınıfları idiler. Bunlara “asakir-i
fenniye veya sunuf-u fenniyo” kıtaları da denilmekte idi.
a. Piyade Sınıfı
— 142 —
ağır makinalı tüfek bölüğü verilmesi kabul edilmişti. Piyade, ihtiyacı
olan ilk yakın ateş desteğine sahip olmuş ve çarpışma unsuru ile ateş
unsuru, kuvvetli bir şekilde birleşme yolunu tutmuştu.
Balkan Savaşı’nda elde edilen tecrübelerden yararlanan sevk ve ida
re makamları, özellikle 1913 yılımn teşkilâtında makinalı tüfe'klerd, piya
denin bölünmez bir parçası haüne getirmişti. Artan önemi sebeıbiyle bu
süâhın, piyade sınıfı ve teşkilâtı içinde zamanla yeıi değişmeye başlamış
ve doğruca alaylara bağlı birer bölük halinde bulunan ağır makinalı tü
fekler, bölük halinde piyade tâburlarmın kuruluşlarına sokulmuştu. Bi
rinci Dünya Savaşı’nda piyadenin daha başka silâhlarla da donatılma
sına ihtiyaç duyulmuş ve bu suretle piyade birliklerine yeter sayıda ma-
kinalı tüfekler, tüfek bombaları, havanlar da verilmişti.
b. Süvari Sınıfı
Bir manevra unsuru olan süvari sınıfı, piyadeden daha çok eski ve
şanlı bir geçmişe sahipti. Eski Osmanlı sevk ve idare makamları, manev
raya ve sürate çok değer verildiklerinden, süvari sınıfını çok üstün tut
muşlar ve kesin sonuçları bu smıfın vuracağı son darbelerle* elde etmeye
çalışmışlardı. Bu sınıfın muharebelerde oynadığı önemli ve etkili rol uzun
zaman devam etmişse de, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda gelişen ve
çoğalan çabuk ateşli silâhların etkisi karşısında, yavaş yavaş değerini
kaybetmeye ve birinci derecede bir sınıf olmaktan çıkmaya başlamıştı.
Süvarinin kütleler halinde kullanılması usulü ve özellikle doğan mevzi
harpleri ve hava kuvvetlerinin derinlikl&re kadar keşif ve taarruzlara
katılmaya başlamaları dolayısıyla faaliyetlerinin smırlandınimasını zo
runlu kılmıştı. Bununla beraber bu sınıf, düşmanı uzaktan keşfetmek,
ilerleyen düşman kuvvetlerini oyalamak ve geciktirmek, elverişli olan
hallerde yalnız kalmış düşman kuvvetlerine baskın tarzında hücum et
mek, büyük ölçüdeki hareketlerde ordu ve kolorduların açık yanlarım ko
rumak ve boşluklarını kapamak, çevik ihtiyatlar teşkil ederek bir başa
rının genişletilmesinde kullanılmak, nihayet düşmanı takip ederek kesin
sonuçların alınmasına yardam etmek gibi oldukça önemli görevleri başar
maya çalışmıştı. Balkan Savaşı’nda büyük bir faaliyet göısterememiş bu
lunan bu sınıf, özellikle İstiklâl Savaşı’nda uygun şartlar dolayısıyla ge
rek stratejik ve gerek taktik alanlarda büyük faydalar sağlamıştı.
Süvari sınıfı, ordunun % 15’ini teşkil etmekte idi. Süvari : Hafif, saf
(kata) ve ağır süvari olmak üzere üçe ayrılmakta idi. Bu ayırım, eldeki
talimnamelerin bir gereği idi. Hafif süvariyi, memleket kaynaklarmdan
— 143 —
sağlanan ve yüıkseklikleri 150 cm olan küçük yapılı hayvanlar te^şkil
mekte idi. Bu süvariyi daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kuru
lan aşiret süvari birlikleri teşkil etmekte idi. Saf süvarileri, 157 cm yük
sekliğindeki hayvanlarla kurulan birlikler teşkü ediyordu. Bunlar daha
çok nizamiye birlikleri idiler. Ağır Süvari ise, iri ve yükseklikleri 160 cm
olan hayvanlar oluşturmakta idi. Bu süvari daha çok atlı hücumlarla ça
tışma sağlamak içindi. Talimnamenin önerdiği bu süvari, Osmanlı Or
dusu’nda hemen hemen hiç kurulamamış (Bu süvarimi teşkil edecek hay-
vanlarm memleket kaynaklarında bulunmaması ve bunların dış memle
ketlerden satın alınmaları da büyük paralara ihtiyaç göstormesi nede
niyle) ve kullanılamam-iştı. Ancak, gerek Osmanh devrinde gerek İstiklâl
Savaşı’nda Türk Orduları, bu tür süvarinin yapacağı muharebe görev
lerini kıta süvarilerine yaptırmışlardı.
c. Topçu Sınıfı
Topçu sınıfı, özeUikle XIX ncu >mzyıhn sonlarına doğru büyük bir
gelişme sağlayarak, etkili ateş kudretiyle muharebe meydanlarının ha
kimi olma durumuna girmeye başlamıştı.
Balkan Savaşı’ndan önce, genel olarak düşman topçusu ile muharebe
etmeyi ve evvela bunu yok etmeyi hedef tutan topçu, piyadeden ayrı vo
bir topçu tümeni kuruluşu halinde bulunmakta idi. Balkan Savaşı’na gir
meden önce, 1911 yılında yapılan teşkilâtla topçu tümenleri lâğvedilmiş
ve topçu, piyade tümenleri içinde yer almıştı. Bu suretle her piyade tü
menine birer topçu alayı verilmiş ve bu teşkilât, 1912-1913 Balkan, 1914
1918 Birinci Dünya Savaşı’yla İstiklâl Savaşı’nda aynen uygulanmıştı.
Türk Ordusu’nda topçu-piyade işbirliği fikri Balkan Harbi’nde baş
lamış, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı’nda da en mükemmel şek
lini bulmuştu. Bu suretle topçu sınıfı, hemen hemen bütün başarı vo za
ferlerin kazanılmasında birinci derecede etkili bir sınıf olduğunu göster
mişti.
Topguı 75 milimetrelik toplardan 306 milimetrelik toplara kadar
muhtelif cins top, obüs ve havanlardan kurulmuştu. Bu sınıf, bir sahra
(seyyar) ve diğeri kale (ağır) topçusu olmak üzere ikiye ayrılmakta idi.
Sahra ordularıyla birlikte hareket eden ve manevra kabiliyeti yük
sek bulunan küçük çaplı toplardan oluşan topçuya (75-105 mm’lik) sah
ra ve seyyar topçu denmekte idi. 105 mm ve daha yukarı çaplarda olup
— 144 —
j ‘t ,
: . YA
kalelerde, kıyılarda çakılı ve muilıasaralarda kuUanıJaıı ağır harekettli ko
şulu büyük çaplı topların teşkü ettiği topçuya da kale topçusu denmekte
idi. Ancak 1910 yüında çıkarılan bir irade-i seniyye ile koşulu ağır ba
taryaların gereğinde sahra ve muihasara muharebolerinde ve kısmen kıyı
savunmalarında dahi kullanacaklarına nazaran, kale topçu sımfınm adı
nın ağır topçu olarak adlandırılması uygun görülmüş ve bu suretle topçu,
sahra ve ağır topçu olmak üzere iki ,ad altında anılmaya başlanmıştı. [123]
Salhra topçu sınıfının erleri toplarma binerek veya binmeyerek yaya
hareket ederlerdi. Aynı nitelikte bulunan süvari tümenlerine bağlı sahra
topçusunun erleri ise, süvari gibi atlara binerlerdi. Sahra topçusunun
hayvanla çekilenlerine sahra, hayvan sırtında taşınanlarına da dağ top
çusu denmekte idi.
Genel olarak her topçu bataryası dörder toptan ibaret bir birlik ola
rak kabul edilmişti. Bu durum Balkan Savaşı’ndan istiklâl Savaşı’na ka
dar olan devrede de uygulanmıştı.
Topçu sımfınm ağır endüstriye ihtiyaç gösteren pahalı bir sınıf ol
masından, teşküâtlanması ve donatılması imkânlar dahilinde değişik man
zaralar göstennişti. Bu sebeple Türk Ordusu hemen hemen her devrede
topçu silâhlarmın ve cephanesinin tedarikinde büyük zorluklarla karşı
laşmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda topçu cephanesi sayı ile ve emirle kul
lanılmış ve ateş yoğunluğu çoğunlukla sağlanamamıştı. İstiklâl Savaşı’nda
ise durum daha çok zorluklarla idare edilmişse de, iyi kullanış, sayı ek
sikliklerini oldukça telafi etmişti.
d. İstihkâm Sınıfı
Kurulması çok eski bir tarihe dayanan istihkâm sınıfı, muharip sı-
nıflarm yaptıkları muharebeleri kolaylaştıran bir sınıf olarak orduya gir
mişti. Bu smıf, barutun ve ateşli silâhların icadmdan önce meydana gel
miş ve Türk Orduları’nm Doğu’dan Batı’ya yayılmalarına büyük hizmet
ler sağlamıştı. Köprücülük, lâğımcılık hizmetleriyle işe başlayan istihkâm
sımfı son devirlerde kazmacılık (tahkimat) hizmetleriyde de görevlen
dirilmişti.
XIX ncu yüzyılın sonlarma doğru istikâm sınıfı, modern bir şekil
almaya başlamış ve taarruzlara katılarak düşman tarafından kurulan
her türlü engeilerin kaldırüarak yok edümesi, kaldırılamayan engeller-
[123] Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 648, No. 154, 11 Şubat 1328 (3 Ağustos 1326
= 16 Ağustos 1910) tarihli irade-i seniyye.
— 145 —
den muharip birliklerin aşmalannın sağlanması, düşmanın tahrip e.ttiği
köprü ve her çeşit sınaî inşaatı tamiri veya yeniden yapılması gibi gö
revlerle sorumlu tutulmuştu. Savunma muharebelerinde düşman Uerleme-
sini geciktirecek; engelleri meydana getirmek, suları taşırmak, gereken
yerlerde tahkimat faaliyetlerinde bulunmak, düşmanın istifade etmesi
olası olan geçit ve köprüleri tahrip etmek, başlıca görevleri idi.
İstihkâm sınıfı teşkilât itibanyla piyade gibi bir teşkilâta sahipti.
Bu sınıfm en büyük birliği, tabur kademesine kadar yükselebilmiş; ta
burlar kolordulara ve bölükler tümenlerin kuruluşlarına verUmişlerdi.
Genel olarak her tabur 3-4 bölükten kurulmakta idi. Birinci Dünya Sa-
vaşı’na girmeden önceki devirlerde istihkâm taburlarının 1 nci bölükleri
kazmacı, 2 nci bölükleri lağımcı, 3 ncü ve 4 ncü bölükleri köprücü bölük
leri idi. Birinci Dünya Savaşı içinde istihkâm taburları üçer istihkâm bö
lüğünden kurulmuş ve köprücü birlikleri istihkâm sınıfı içinde olmak
Ü2före aynı teşekküller haline sokulmuşlardı.
e. Muhabere Sınıfı
— 146 —
olunmuştu. 14 kolordu ve üç bağımsız tümene gerekli olan 17 telgraf
bölüğü için yeter muhabere subayı bulunmadığından diğer sınıfların su
baylarından faydanılarak muihaJbero subayı ihtiyacı giderilmişti.
Muhabere sınıfının yalnız telgraf ve telefonla donatılması yeter gö
rülmemiş ve telsiz telgraftan da faydalanma düşünülmüştü. Bu düşünce
ile 1911 yılı başından önce 50 kilometre sahalı Markoni tipi iki dağ tel
sizi ve bımu takiben 150 kilometre sahalı Markoni tipi dört sahra telsiz
telgraf istasyonu satın alınmıştı. Bunlarla 1 nci Ordu’da bir telsiz telgraf
bölüğü kurulmuştu. Aynca PTT idaresinin Trablusgarp’la Anavatan ara
sındaki irtibatı sağlamak üzere aldığı ve Deme üe İzmir’de kurduğu iki
telsiz telgraf istasyonu da ordu telsizleri için bir destek olmuştu ve mu
habere sahasını genişle'tmişti. Okmeydanı telsizi de yararlı bir telsiz va
sıtası olmuştu.
1 Ağustos 1922’de Telsiz Telgraf Bölüğü tabur haline getirilmiş ve
bulunduğu Ertuğrul Kışlası’nda yer değiştirmişti. Taburdaki telsiz sayısı
15 dağ ve sahra telsizine çıkarılmıştı. Balkan Savaşı’ndan kısa bir süre
önce, 1 nci ve 3 ncü Ordulara ve büyük komuta karargâhlarına bu telsiz
taburundan telsiz postaları verUmişti. Bu arada Edime kalesine de bir
telsiz postası verilmişti.
Balkan Savaşı’nda telsizlerin çoğu elden çıktığından, savaştan sonra
İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan’dan bir kısım telsiz alınmıştı.
Bununla yeniden telsiz tabum kurulmuştu.
1913 teşkilât esaslarına göre ordu, dört ordı müfettişliği halinde
kurulmuştu. Kuruluşta mevcut bulunan 13 kolordu ve iki bağımsız tüme
ne birer telgraf bölüğü verildikten başka Edirne, Çanakkale, Karadeniz
Boğazı, Çatalca ve İzmir Müstahkem Mevkilerine birer telgraf bölüğü ve-
rilmıişti. Bu dumm Birinci Dünya Savaşı’nın seferberliğine kadar devam
etmişti. Savaşa girdikten kısa bir süre sonra ordu komutanlıkları birer
muharebe biirliğine ihtiyaçlarımn olduğunu bildirmişlerdi. Bu sebeple 1 nci
ve 4 ncü Ordularda kolordulardan alınan çekirdeklerle (birer takım) or
du telgraf bölükleri meydana getirilmişti. Bu bölüklerin komutanlıkları
a.ym zamanda ordu muhabere komutanlıklarının görevlerini de üzerine
almışlardı. Bu sırada Başkomutanlık vekâleti karargâhı için de ir
tibat vasıtası olarak Okmeydanı’ndaki 1100 kilometresi alıcı ve verici
telsiz istasyonu emrine verilmişti. Aynca Osmaniye telsiz istasyonunun
da kurulmasına başlanmıştı. Başkomutanlık vekâleti bütün savaş süre
since ordularla irtibat sağlanmasında bu telsiz istasyonlarından favdala-
nılmıştı.
— 147 —
12 Ocak 1331 (25 Ocak 1915)’de teşekkül eden 5 nci Ordu Komu
tanlığı emrine bir telgraf bölüğü verilmişti. 1915-1916 jnllarmda muha
rebe sınıfına ve teşkilâtma olan ihtiyaç birden büyümüştü. Bu suretle
kurulan ordulara ve tümenlerin hemen hepsine muhabere takımları ka
tılmıştı.
Mondros Mütarekesi ile diğer ordu birlikleri gibi muhabere sınıfı da
yorgun ve bitkin bir hale gelmişti. Bu suretle muhabere sınıfı ancak Tür
kiye Büjük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra yeniden kurulmaya
başlamıştı.
g. Jandarma Sınıfı
Jandarma sınıfı eski zaptiye teşkilâtmm yerine geçmek üzere 1903
yıh Ocak ayında çıkarılan nizamname ile kurulan bir sınıftı. [124] Bu
sınıf piyade ve süvari olmak üzere ikiye bölündüğü gibi, süvariyi daha
çok seyyar jandarma oluşturmuştu.
— 148 —
Jandarma, gerek Balkan Savaşı’nda ve gerek sonraki savaşlarda
memle^ketin güvenliği üe görevlendirdiği gibi memleketin savunulmasın
da, ordu birlikleri arasında başarılı hizmetler almıştı.
Meşrutiyet’ten sonra doğruca Harbiye Nezareti’ne bağlanan bu sı
nıf, her bakımdan ordu tarafından deeteklenmiş ve muharip sınıflardan
farksız bir hale getirilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nm devamı süresince
ve İstiklâl Savaşında memleketin güvenlik hizmetine en başarılı bir şe
kilde katılan Jandarma sınıfında en büyük teşkilât alaydı. Alaylar çeşitli
taburlardan oluştuğu gibi, taburlar da bir kaç bölükten kurulmuştu.
[125] 3 Ramazan 1328 (25 A|:ustos 1326 = 7 Eylül 1910) tarihli “Sıhhiye Nizamna
mesi’’, Takvim-i Vekayi, sayı 675 (14 Zilkade 1328=3 Kasım 1326=16 Ka-'
sim 1910).
— 149 —
fettiş, her kolorduda bir albay, her tümende bir yarbay veya albay baş
hekim veya başveteriner bulundurulması esas olarak kabul edilmişıti. Bin
başı veya yarbay rütbesinde bir tabip ve veteriner, baştabip ve başvote-
riner olarak alaylara, üsteğ‘men-yÜ23başı rütbesindeki tabip ve veteriner
subaylar da taburlara verihneleri kural olmuştu. Barıştaki ufak kıta ro-
virleri ise sabit askerî hastahaneler, sıhhiye smıflarınm başlıca kurum
lan idi. Seferde ise, ordu, kolordu ve tümen sıhhiye bölükleri ile sabit
(memlekot için harp menzil hastahaneler! ile Kızılay hastahaneleri) ve
seyyar hastaneler ordu sağlık teşkilâtının başlıca faaliyet merkez ve ku
rumlan olarak teşkilât ve kuruluşlara konmuşlardı. Sağlık subayları ile
birlikte sıhhiye erleri olarak aynlanlar da sıhhiye sınıfının birer parçası
olarak kabul olunmuşlardı. Bu sebeple ordudaki sıhhiye sınıfı erlerinin
hepsi Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi’nin gözetimi ve kontrolü altında
bulundurulmuşlardı (Birinci Dünya Savaşı’nın başından itibaren gerek
Harbiye Nezareti’nde ve gerek orduda bulunan sıhhiye ve veteriner smıfı
subay ve erlerinin bağlantı dummlannda teşküât değişikliği yapılmış ve
Harbiye Nezareti ile ordularda bağımsız sıhhiye ve veteriner daireleri üe
ordu, kolordu, tümen ve alay baştabip ve başveterineri bulundurmuştu.
Ancak daireler Harbiye Nezareti’ne bağlanırken, birlikler baştabip ve
baş veterinerleri fennî bakımdan amirlerine bağlanmış ve fakat İdarî ba
kımdan bağlı oldukları kıtaların komutanları emrinde tutulmuşlardı). Bu
suretle daireler, her yıl muvazzaf ordu üe ihtiyat ve redifte bulunacak
sıhhiye erlerinin miktarlarım ve terhis mahiyetinde izinli gideceklerin
yerlerine muvazzaf ordunun ihtiyacına göre ne miktar sıhhiye eri yetiş-
tirileceğmi kolordularla muhabere ederek tayin ve tespit etmekte idi.
— 150 —
Başarı gösteremeyenler ise, muharip kıtalara iade olunurlar veya askerî
hastahanelerde hasta bakıcı (hadome) olarak ayrılırlardı. Bununla bera
ber ihtiyaca göre hasta bakıcı olarak bir kısım erler de doğrudan doğ
ruya kur’a eratı (muharip sınıf) arasından ayrılırdı ki bu erler genel
olarak silâh altında kullanılmaya elverişli olmayan erler olurlardı. Kur’a
arasından hasta bakıcı olarak ayrılan erlerin sağhk hizmetleri eğitimleri,
kıtalarda altı hafta devam ederdi. Bu gibi erler askerlik hizmetlerini de
vamlı olarak sabit hastanelerde yaparlardı. Bunlarm hepsi, sıhhiye sımfı
erleri olarak düşünülür ve askerlik şubelerinde künyelerine işlenirdi.
Seferde bütün sağlık kurumlan ve bu kurum'.arda çalışan personel
Cenevre Mukavelesi hükümleri gereğince her türlü taarruzdan korunmuş
oldukları kabul edilirdi.
Mızıka
— 151 —
ordu merkezl&rinde ikişer bando bulunmakta idi. Ancak bu taşra bando
larının elemanları % 90 alaylı subayların elinde bulunduklarından diğer
alay bandolarma nazaran zayıf durumda bulunuyorlardı.
1908 devriminden sonra bütün alay mızıkalaruıda bir değişiklik baş-
lamış'tı. 2 nci ve 4 ncü Tümenlere bağlı olan ve İstanbul’un Rumeli ya
kasında bulunan mızıkaları belli başlı mızıkalardı. Bunlardan Maçka’daki
6 ncı Piyade Alayı Mızıkası Yüdız’da, 5 nci Piyade Alayı Mızıkası ile
Taşkışla’da bulunan 7 nci vo 8 nci Piyade Alaylarının Mızıkaları Seli
miye Kışlasi’nda idi. 3 ncü Piyade Alayı Mızıkası ile Harbiye Nezareti
içindeki 4 ncü Alay klızıkası bölgenin başta gelen mızıkaları idiler. Top
hane’nin Sanayii Alayı Mızıkası, II. Meşrutiyet döneminde lâğvedildiğin-
den bunun elemanları diğor mızıkalara verilmişlerdi.
'1911 yılında mızıka teşküâtı ordulardan tümenlere devr olunmuştu.
Bu durum son devre kadar devam eden bir teşkilât olarak kalmıştı. Yani
bandolar tümenlerde kurulmuştu.
Meşrutiyet’te piyade alaylarında olduğu gibi süvari alaylarında da
birer bando bulunmakta idi. Bu bandolar 1911 yüında kaldırılmışlardı.
Alman Islâh Heyeti, ’Türk Ordusu’nda eğitim işleri ve teşküâtını dü
zenlemeye başladığında, bandolar konusunu da ele almıştı. Bu amaçla bir
Askerî Mızıkalar Komisyonu kurulmuş ve bir ıslâhat programı Harbiye
Nezarobi’ne sunulmuştu. Harbiye Nezareti Kavanin Şubesine bağlı olarak
kurulan Komisyon’da Piyade Albay llyas Hamdi başkan idi. Mızıkad
Hümayun şeflerinden Saffet ve Zati Beylerle Bahriye Mızıkası Şefi Al
man Pol (Paul) Lange, Harbiye Nezareti Mızıkası’nm öğretmem Binbaşı
Ali ve Mızıkayı Hümayun’dan Adil, komisyon üyeleri olmuşlardı. Bundan
sonra komisyon. Veli, Mustafa Reşit ve Rauf Yekta Beylerle takviye edil
mişti. Komiısyon ilk çalışmalarına tam kadro halinde Gümüşsüyü Kışla-
sı’nda (şimdiki Gümüşsüyü Askerî Hastâhanesi binasında) başlamış ve
ordu mızıkaları için bir nizamname hazırlanmıştı. Bu nizamname ile,
mızıka subay ve erlorinin terfileri, tayin, kıyafet ve eğitim işleri görü
şülerek belirlenmişti. Komisyonunun tespit ettiği nizamnameye göre (80
nci madde) askerî mızıkalar tamamen eşit teşkilâta bağlanmıştı. O za-
mamn bando öğretmenleri rütbe sahibi muvazzaf mızıka subayı duru
munda bulunuyorlardı. Askerî bandolardaki erler ise, mümtaz erler, mu
vazzaf erler ve usta erler olarak üç dereceye ayrılmışlardı. Mümtaz erler
sınıfı, 1 nci, 2 nci, 3 ncü sınıf usta mızıka bölümlerine, muvazzaf erler
ise, er, onbaşı, çavuş, başçavuş yardımcısı ve başçavuş olmak üzere beş
— 152 —
dereceye yarılmışlardı. Aynı nizamnameye göre de : As'kerî mızıkalar,
bayramlarda, törenlerde, sancak ve ant içme törenlerinde merasim ge
çitlerinde görev almışlardı. Ayrıca komutanlık makamına özel olmak üze
re geleneksel ikindi nöbetlerinde marşlar çalacaklardı. Şehirlerin uygun
yerlerinde halka müzik dinletilecekti. Mızıkalar g-ünlük çalışmalarını bir
program dahilinde yürütecekler ve bunu titizliklo devam ettireceklerdi.
Mehter
[126] Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bkz. Mahmut Rıza Gazimihal; Türk Mızıkalar
Tarihi, Ankara, 1951.
— 153 —
üç bölüklü taburlarda, bölükleran borazan ve trampeıtçilerin toplamı
olan 12 ve< dört bölüklü taburlardaki 16 erle birer mehter takımının ku
rulması emred'ümişti. [127] Buna göre de, üc bölüklü taburlarda tabur
erkânmın borazan çavuşu bir işaret değneği taşıyacak ve yine tabur er-
kânmın iki borazan onibaşısınm her biri “çakandaı ” olacak ve 12 erden
çalgıcılar kurulacaktı. Bunlar hem çalgı çalacak hem de şarkı söyleye-
cedderdi. 12 erden biri klarnet, beşi zurnacı, üçü davulcu, ikisi nakkareci
ve biri zilci olacaktı. 16 erli çalgıcılar takımlarmda ise, biri klarnet, yedi
zuma, dört davul, iki nakkare ve iki zilci bulunacaktı. Takımm başı işa
ret değneği taşırken tabur erkâmndan olan ild onbaşı da çevgan taşı
yacaklardı. [128]
Yönetmeliğe göre bu mehtercUer, a3mı zamanda boru muhabereoilik
hizmeltleriiyle de uğraşacaklardı. Her tabur, mehter takımım teşkil ettiği
andan itibaren fifre ve trampet takımları lâğvodilecekti.
[127] Ordu-yu Hümayun Mehter taikımlarmm teşkiMne dair 1333 (1&17) basmiı ta
limatnameye bakımz.
[128] Çevgan, mehter takımlarmda kullamlan çatal başlıklı, etrafı zincir ve çıngı
raklarla donatılmış olan saph aletlere verilen isimdir. Bunlar fasıl arasında
usule göre sağ:a, sola ve aşağı yukarı sallanarak çmgırak sesleri çıkarılırdı.
Bak. : Mehmet Zeki Pakalın; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri S-izlüğü,
c. I, İstanbul 1946-1950, s. 359-361.
— 154 —
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARA KUVVETLERİNDE SEFERBERLİK, YIĞINAK, SEVK VE
İDARENİN GENEL PRENSİPLERİ, PERSONEL,
İSTİHBARATI EĞİTİM, LOJİSTİK
(1908 -1920)
1. Seferberlik Esasları
— 155 —
altına çaği’ilan erlerle kurulacak birliklerin maddî seferiberliklerini teşkil
etmekte idi. Bu ihtiyaçlar da sağlandıktan sonra, seferberlik hazırlık
larının tamamlanmış ve bitmiş olduğu kabul edilmekte idi.
Nizamiye birlikleri de aym seferberlik esaslarına tabi bulunuyorlardı.
Her sefenberlik emriyle birlikte hangi yıl erlerin silâh altma girmesi ge
rektiği ilân olunmakta ve bütün ordunun erleri redif taburları tarafın
dan celb edilmeleri suretiyle yapılmakta idi. Bu sırada bölgelerdeki hay
van ve araçlarla her türlü yiyecek ihtiyaçlannın toplanmasına da baş-
lamyordu.
Sefeı^barliklerini bu suretle tamamlamış kabul edilen birlikler, za
man kaybetmeden hemen yığınak bölgesi olarak gösterilen bölgelere doğ
ru yürüyüşe geçiyorlardı. Her redif ve muvazzaf birlik, yığınak bölgesine
üerledikçe büyümekte ve sefer orduları kurulmakta idi.
Yığınak yürüyüşlerine geçmeden, nizamiye kıtalarının barış garni
zonlarında ikmıal erlerini beklemeleri e<sastı. Ancak bunların da çok kere
ikmal erlerini beklemeden veya almadan yürüyüşe geçtikleri olurdu. Ço
ğunlukla kıtalar, yarı sefer mevcutlarında oldukları halde garnizonlarını
bırakmış olurlardı. Bir bakıma nizamiyo kıtalarmm yarı mevcutlarla ha
reketlerine esas olan konu da, redif taburlarmm ikmallerini yapar yap
maz harekete geçmeleri ve asker alma işleriyle göıevM ve sorumlu kim-
selorin bırakılmaması idi.
İşte seferi^erlik denüen bu olay, birliklerini garnizonlarından ayır
malarından sonra da bitmiş oluyordu. Her birlik harekât alanlarına doğ
ru ilerlemeye başladıktan sonra, birçok eksikliklerin belirmesi, küçük
büyük bütün birlikler ve makamlar arasında sonu gelmeyen bir haber
leşme faaliyetini gerektirirdi. Bu sırada hiçbir kimse ne yaptığını bilmez
duruma girerdi. Çok defa birbirine zıt emir ve talimatlar mevcut şaşkın
lıkları büsbütün artırırdı.
Redif alay, tugay ve tümenlerino komuta edecek komutan ve karar
gâhlar ise kendi kıtaları yollara çıktıkça harekete geçerlerdi. Karargâh
larla komutanlar, kıtalarıyla ancak yığınak bölgelerinde buluşurlardı. Bu
sureltle yığınak bölgesine varan biri Rumeli ve diğeri Anadolu redif böl
gelerinden gelen iki taburdan başka, biri 3 ncü ve diğeri 4 ncü Ordu’ya
mensup iki nizamiye taburundan, teşkilât gereğince dört taburlu karışık
bir alay kurulurdu. Bu alaya da 4 ncü Ordu’dan gelen bir redif alay ko
mutam vei'ilirdi. Bu suretle 20-40 yaş arasında bulunan ve değişik değer
ve nitelikte bulunan erler bir arada toplanmış olurdu. Barıştaki birlik
numaraları ve kuruluşlar tamamıyla değişir ve yepyeni sefer birlikleri
meydana gelirdi. Nitekim 1313 (1897) Osmanlı-Yunan Savaşı’nda böyle
— 156 —
olmuştu. Bu tarzdaki seferberHk şekli, İkinci Meşrutiyet’in ikinci yılma
k'Eudar devam etmiş ve seferberlik esaslarında olumlu bir yenilik ve de
ğişiklik yapılmıştı.
Mea^cut birçok belgelerden alınan özet bilgilere göre, seferberlik ha
zırlıkları, ancak 1910 yılmda bir sisteme bağlanmış ve 1911-1912 sefer
berlik hazırlıkları plânlanmıştı. Bundan sonra da 1912 yılı başında, se
ferberliği 1914 yılına kadar devam etmek üzere 1912-1913 yılı seferber
lik hazırlıkları yapılmıştı. Bu son seferberlik hazırhkları için ise, 1912
yılı bütçe mevcudu esas alınmıştı. Gerçekle hiç bir ilgisi olmayan bu büt
çe mevcutlan nedeniyle, seferberlik faydalı ve pratik olmamıştı. Balkan
Savaşı’nda bunun ne kadar yetersiz bir seferberlik olduğu da acı bir şe
kilde görülmüştü. Balkan Savaşı’nda kağıt üzerinde ve kavranmamış na
zarî esaslara göre plânlanan büyük mevcutlar hiç bir zaman gerçekleşe
memiş ve kıitalar yığınak bölgelerinde zayıf mevcutlarla bulunabümiş-
lerdi. Hazırlanan 5 numaralı projeye göre. Şark (Doğu) ve Garp (Batı)
Ordularının yığınak bölgelerinde bulundurulması istenen kuvvet miktarı
(Şark Ordusu için 801277 ve Garp Ordusu için 288 606 mevcudunda)
nazarî kalmıştı. [129] Ayrıca Şark Ordusu’nun çok ileride* yığınak yap
ması ve seferberliğin tamamlanımasını beklemeden taarruzî harekâta gi
rişmesi, Garp Ordusu’nun ise ikmal erlerini İzmir ve dolaylarından gemi
lerle Selânik’e taşınmasımn plânlanması vo özellikle Ege Denizi’ne hakim
Yunan Donanması karşısında buna teşebbüs edilerek herhangi bir tedbir
alınmaması, seferberliğin ve harekâtın olumsuz sonuçlar doğurmasma
neden olmuştu. Ordunun seferberlik hazırlıklarında işlenen hatalar, bü
tün sefer süresince düzeltilmemiş ve seferberlikteki bo25ukluk, hezimet
lerin bsışhca nedenlorinden biri ve önemlisi olmuştu.
Balkan Savaşı seferberliği 18 Eylül 1328 (1 Ekim 1912)’de Vekiller
Heyeti’nce kabul edilmiş ve padişahın iradesiyle uygulanmıştı. Aynı gün
Harbiye Nezareti, ordu müfettişliklorine ordunun 5 numarah projeye
(Bulgar, Sırp, Karadağ ve Yunanlılarla muharip olunacağına göre uygu
lanacak sefer plânı) göre seferberlik yapılacağı ve yığmağa başlanacağı
emredilmişti. Seferberlik emri, 8 nci Kolordu (Şam) hariç, yanlız 1 nci
ve 2 nci Ordu Müfettişliklerine, 1 nci, 2 nci ve 6 ncı Redif Müfettişlik
lerine, 3 ncü Ordu Müfettişliği’nden 29 ncu ve 30 ncu 'Tümenlere, 3 ncü
Redif Müfettişliği’nden Trabzon Redif Tümeni’ne, 8 nci Kolordu’nun 26
ncı Tümeni’ne, 5 nci Redif Müfettişliği’nden Adana vo Halep Redif 'Tü
menlerine gönderilmişti. Elde geriye kalan d^iha 140 redif ve 136 niza-
[129] ATAŞE Arşivi; Dosya, 172/177 (Şark Or.) ve Dosya, 62 (Garp Ordusu Harp
Ceridesi).
— 157 —
miye taJburu olduğu halde bu kuvvetler seferb€»rlik emrinin dışında bıra
kılmışlardı. Gerçi Yemen, Asdr ve Hicaz’daki kuvı^etlerin alınmaması bir
zorunluluk idiyse de, Irak ve kısmen Doğu An'adolu bölgesindeki kuvvet
lerin alınmaması ve bunlara seferberlik emrinin verilmemesi yerinde de
ğildi. Ancak du^mlan ihtiyaç dolayısıyla hata edilmiş olduğu anlaşılmış
ve 3 ncü Redif Müfettişliği’nden Amasya Tümeni, 5 nci Redif Müfettâş-
liği’nden Antep ve Kudüs Tümenleri ele alınmış ve bunlara 24 Eylül 1328
(7 Ekim 1912)’de seferberlik emri verilmişti. Bundan sonra Samsun, Si
vas, Elaziz (Elazığ), Akka Tümenlerinin seferberlikleri emredilmişti. Bu
nun gibi, aşiret süvari kuvvetleri de seferberlik emri almamış, ancak bun
lardan bir kaç alay seferberliğe iştirak ettirilerek harekat bölgesine son
radan getirtilmişlerdi. Görüldüğü gibi Balkan Savaşı seferberliği parça
parça emirlerle de tamamlanmak istenmişti ki, bu da eksikti.
Seferberlik emrinde seferberliğin birinci gününün hangi gün olduğu
bildirilmediği gibi hangi yıl erlerinin celp edileceği de kesin olarak bil
dirilmemişti. Bu söbeple kıtaların, üst makamlara yaptığı başvurulara
kesin bir cevap almmcaya kadar 12 günlük bir zaman geçmişti.
5 numaralı projeye göre sefer plânının uygulanması emredilmiş iken
ve bu plâna göre de, 3 ncü Ordu Müfettişliği’ne tabi Samsun Tümeni’nden
Rumeli’ye birçok asker mürettep iken, bu müfettişliğe verilmesi gereken
tebligat mıutuhnuş ve ancak sorulan soru üzerine 10 Ekim 1912’de emir
verilmişti. Seferberliğin ük gününün de 19 Eylül 1328 (2 Ekim 1912)
olarak dikkate alınması geı^tiği bildirilmişti. Bu sebeple bir çok kıtalar
“erler gelmiyor, eksik mevcutlarla belirli zamanda hareket edelim mi?
Yoksa seferberliğin sonunu bekleyelim mi?” diye sormaya başlamışlardı.
Buna karşılık 23 Eylül 1328 (6 Ekim 1912)’de “mevcutlar ne olursa ol
sun uygun zamanda hareket edilmesinin gerektiği” emredilmişti. Bu ara
da kömür ocaklarının işletüöbilmesi için işçiye ihtiyaç bulunduğu, bun
dan dolayı kömür işçüerinin askere alınmamaları istenmiş ve nihayet
Ereğli ve Bartın taburlarmm, madenlerde çahşan erlerin silâh altma alın
mamaları da 10 Ekim 1912’do emredümişti. Seferberlik genel olarak bü
yük kanşıkhk içinde cereyan etmişti. Seferberliğin sürat derecesi değişik
olduğu gıiıbi, şekh de değişik olmuştu. Bazı redif taburları en az bir za
manda hazırlanarak hemen demiryolu istasyonlarına ve iskelelere gele
rek harekât bölgesine taşınmalarım istemişlerdi. Ancak ne demiryolları
ve ne de deniz yolları için pratik ve uygulanabilir bir nakliyat plânı vardı.
Gerçi bu yapümıştı. Fakat nazarî idi. Bu sebeplo birlikler istasyon ve is
kelelerde beklemek zorunda kalmışlardı. Bazı redif taburları ise, eksik
mevcutlarla emrolunan günlerde gamizonlarmdan hareket ederek hare
kât alanlarına yönelmişlerdi. Birçok redif taburları ise haftalarca bir
türlü seferberliklerini tamamlamadıklarmdan hareket edememişlerdi.
— 158 —
özellikle Batı Rumeli müstahfız teşkilâtınm seferberliği önemli bir sorun
olmuştu. Makedonya’da müstalhfızlar adına 90 000 kadar tüfek depo edil
mişken, kimsenin bundan haberi yoktu. Bu sebeple de İstanbul makamları
zorlanmış, müstahfızlar için martini ve cephane istenmişti. Nihayet Ma
kedonya’daki depolarda tüfekler bulunmuştu. Ancak bunlar kapamn elin
de* kalmış ve sUâhları alanlar da bir daha ortada görünmemişlerdi. Buna
rağmen İstanbul’dan tüfek istenmiş ve 30 000 tüfek Batı Rumeli’ye gön
derilmişti. Kimse bu kadar müstahfız er olmayacağını ve tüfeklerin ne
den fazla istendiğini sormamıştı.
Devletin sivil memurları da sef&rberük işlerinden habersiz ve bilgisiz
idiler. Bu nedenle insan, hayvan ve diğer ihtiyaçhırın sağlanması konu
sunda bir yardım mümkün olamamıştı. Aksine birçok işlerde memurlar
zorluk çıkarmaktan başka bir şeye yaramamışlardı.
Batı Rumeli’deki nizamiye ve redif kıtalarmm seferberlikleri de çok
kötü bir şekilde gerçekleşmişti. Her türlü ikmal yerine getirilmemişti.
Buna karşıhk Trakya’da (Şark Ordusu’nda) birçok ikmal erleri başı boş
bir halde, aç ve çıplak, perişan bir durumda, kendilerini alacak bir kıta
beklemişlerdi. Bir çok ikmal erleri, kıtalarca “bunlar bize bağlı değildir”
diyerek geri çevirmişlerdi. Erler bir kıtadan diğerine gidip gelmişlerdi.
En önemli sevk merkezi olan Murath’da, 10 Ekim 1912’ye kadar en ufak
bir sevk ve dağıtma teşkilâtı kurulmamıştı. Muhtelif kolordular, “falan
proje gereğince bunun teşkili size aittir” diyerek işi birbirinin üzerine
atıp durmuşlardı. Tekirdağ’da sahipsiz birçok ikmal erleri dururken, bu
radaki kıtalar ikmal erleri beklemekte idiler. Tekirdağ’da bulunan 2 nci
Kolordu, bir türlü seferberliğini tamamlayamıyordu. İkmal erlerini seç
mekte güçlük çıkarıyor ve kolordu kendisine bağlı erleri beklemekte ıs
rar ediyordu. Mürettep erlerin zamanında gelmemesi yüzünden Kırkkilise
(KIrklareli) muharebesine yarım mevcutlarla girmek zorunda kalınmıştı.
Bununla beraber bir an gelmiş, ole geçen ikmal erleri gelişi güzel bir
liklere verilmeye başlanmıştı. Piyade olan bir er topçuya, topçu olan bir
er piyadeye, süvariler topçu veya piyadeye, bahriyeliler süvariye v&ril-
ni'işlerdi. Bu suretle nizamiye kıtalarmda çeşitli smıflardan erler bir ara
ya toplanmışlardı. Çok iyi nişancı olan erlerle tüfeğin doldurulmasmı
bilmeyen erler bir mangaya düşmüşlerdi. Hiç bir zaman hayvana binme
miş ömründe top görmemiş erler, topçu ve süvan birliklerinde bulım-
durulmuşlardı.
İkmal eri ve gereç seferberliğinin aksaklığı gibi, hayvan tedariki ve
ikmali de gereği gibi olamamıştı. Barışta dört top koşamayan batarya
lar, sefer gereçlerine göre 11 parçadan koşulacaktı. Bunlar için gereken
— 159 —
hayvan metmlekette bulunmadığından İstanbul Tramvay İdaresi’nin 800
ila -1000 kadar lagar kadanasına el konmuş, fakat bunlar bataryalar iğin
iyi bir koşum hayvanı olamamışlardı. Bu sebeple de topçu sınıfının se
ferberliği tam yapılamamıştı. Topçunun hafif cephane kolları çoğunlukla
kurulamamıştı. Birçok bataryalar dörder top ve dörder cephane araba
sından ibaret kalmışlardı. Hafif cephaı:'© kollannın yerine ancak beşer
öküz arabası verilebilmiş ve bunlarla da pek az cephane taşınabilmişti.
Topçu cephanesinin büyük kısmı gerilerde depolarda kalmıştı.
Ordu geri hizmet teşkilâtı için Anadolu’da bir çok hayvan toplan
mıştı. Ancak bunların Trakya’ya geçirilmeleri mümkün olmamıştı. Plân-
sızhk yüzünden varlık içinde yokluk çekilmişti. Örneğin, 2 nci Kolordu
için toplanan 5000 hayvandan ancak 500’ü yerine ulaştırılabilmişti.
Seferberlik esnasında iaşe durumu da plânsızlık içinde bulunuyordu.
Kıtalar ve geriden gelen ikmal erleri hiç bir yerde devamlı bir yiyecek
bulamamışlardı. Daha soferberlik devresinde büyük bir sıkıntıya düşen
kıtalar nerede ve kime ait olursa olsun buldukları maddeleri yağma et
mişlerdi. Nitekim 4 ncü Kolordu yiyeceğiz kaldığından muhasara edil
mesi muhtemel bulunan Edirne Kalesi için gerekli yiyecek maddelerini
yoldan çevirerek almıştı. Bunun gibi her kıta, cephaneden önce yiyecek
istiyor ve feryat ediyordu. Diğor maddeler gibi, yiyecek maddelerini sağ
layacak ve dağıtacak bir teşkilât ise ortada yoktu. Kimse de nereden ne
alacağım bilmiyordu. Mevcut bütün plânlar kağıt üzerinde ve teorik idi.
Sefer birliklerindo yeteri kadar para da olmadığından ihıtiyaçlarmı
satın almaları da imkânsızdı. .
Redif kıtalarmm durumu ve teşkilâtı pek basit bırakılmış bulundu
ğundan bunların hali daha da acıklı idi.
Seferberliğin her bakımdan tamamlanması için büyük önemi bulu
nan vapur ve demiryolu ulaştırması da tamamiyle plânsızdı. Lokomotifler
için ihtiyaç duyulan suyu bile bulmak zorlaşmıştı İstasyonlarda bulun
ması gereken su pompıaları işlemiyordu. Lokomotiflerin suları kovalarla
ikmal edilmeye başlanmıştı. Bu yüzden de seferberliğin hızı düşmüştü.
Demiryolları işletmesinin, yabancılar elinde bulunması da ayrıca büyük
bir sakıncaydı. Bunun da seferberlik nakliyat plânlarının hazırlanmasın
da dikkate alınması gerekli idi. Yabancı işletmecilerin çıkardıkları zor
lukları hisseden subaylar demiryollarma karışmaya başlamışlardı. Bu
sebeple demiryollarında işletme disiplini de tamamiyle bozulmuştu. Se-
— 160 —
ferberliğin 20 nci gününe kadar 247 sefer yapması g€rekG<n Şark (Doğu)
Demiryoilan ile ancak 87’Si kıta ve 45’i ikmal eri taşıyan 132 tren hare
ket ettirilebilmişti.
Deniz ulaştırması da demiryollarmdan daha iyi değildi. Bunun belli
bir makam, bir soferiberlik hazırlığı da yoktu. Birçok vapurlar, “eşya ve
asker koyacak yerim yoktur” sözleriyle iskelelerden ayrılmışlar, bir kıs
mı da iskelelere uğramadan ve yüklerini dahi almadan harekât bölgele
rine yakm iskelelorden uzaklarşmışlar veya bu iskelelere yanaşmamış
lardı. Buna karşılık birçok vatansever gemi süvarileri de gemilerinin ala
bileceğinden kat kat fazla yüklerle ve erlerle yola çıkmaktan çekinme*-
mişlerdi.
— 161 —
Temmuz 1914’te dünya buhranlı anlar yaşamaya başlamıştı. Birinci
Dünya Savaşı’mn çıkacağı iyice sezilmekte idi. Bu sırada Osmanlı Kara
Kuvvetleri’nin barış ordusunu teşkü eden birlikler henüz yeni bir teşkilât
düzenine girmiş ve barış ordusunun mevcudu genel olarak 200 000 kadar
olmuştu. Birhklerde 1307 (1891), 1308 (1892) ve 1309 (1893) doğumlu
erler silâh altında bulunmakta idi. Ancak Avrupa’da siyasî havanın ka
rarmaya başlaması sebebiyle birliklerin eksik bulunan kadrolarının ta
mamlanması istenmişti. Özellikle herhangi bir tehlike karşısında kalın
mamak için bazı ihtiyat erlerinin dört haftalık bir eğitim'O tabi tutulma
ları emri verilmişti. Cîerçekte bu bir seferberlik değildi. Sırf eksiksiz bu
lunan kadroların tamamlanması idi. Seferberliğe ancak 2 Ağustos 1914’
te imzalanan Osmanh-Alman ittifak antlaşmasından sonra karar veril
mişti. Osmanh Devleti aynı gün sefehberhk ilân etmişti. Ancak bu sefer
berliğin ihtiyatî bir tedbir olduğu ve devletin bu suretle silâhlı bir taraf
sızlık güdeceğini ilân etmiş ve 3 Ağustos 1914 günü de seferberliğin bi
rinci günü kabul edilmişti. Harbiye Nezareti tarafından Kara, Deniz ve
Hava Kuvvetleri’ne yayınlanan ve uygulanması emrolunan seferberliğe
göre; Yemen’de bulunan Bağımsız 7 nci Kolordu ile Asir’deki 21 nci ve
Hicaz’daki 22 nci Bağımsız Tümenler hariç ohnak üzere bütün silâhlı
kuvvetlere seferberlik tatbikatma geçmeleri emri verilmişti.
Seferberlikle beraber, barışta silâh altında bulunan 1307 (1891),
1303 (1892) ve 1309 (1893) doğumlulardan başka, 1291-1306 (1875-1800)
doğumlu 16 sınıf ihtiyat er, silâh altına davet edilmiş ve bunları yedi do
ğum (1284 = 1290, 1868-1874) müstahfız erler izlemişti ki, bu suretle
muvazzaf ordımun üç doğum hariç, 45 yaşına kadar olan 22 doğum silâh
altına çağrümıştı. Memleketin her tarafından aske^’e çağrılan erler şube
lerine akın etmeye başlamıştı. Gelişi hızlandırmak ve bir an önce sefer
berliği tamamlamak amacıyla emirler yayınlanmış ve nihayet bir hafta
içinde mazeretsiz olarak davete uymayanların veya askerlik hizmetinden
kaçanJarm idam edilecekleri ilân olunmuştu. Ayrıca memleketin her ta-
rafmda sıkıyönetim de kurulmuştu. Bu suretle kaçak bulunanlar da şu
belerine en kısa zamanda teslim olmuşlardı. Bununla beraber hemen her
kes, vatanın savunulması için üân olunan seferberliğe- karşı büjdik bir
ilgi göstermişti. Seferberlik ilerledikçe silâh altına gelenlerin miktarı,
ümit edildiğinden fazla oranda olduğu görülmeye başlamıştı. Kıtaların
sefer mevcutlan dolmaya başladığından, gelen fazla erler için depo teş
kilâtı kurulmaya başlamıştı. Ancak, depo teşkilâtmm daha fazla kurul
ması imkânsız olduğundan, silâh altına gelen erlerden özellikle büyük bir
yekûn tultan yaşlı olanların gereğinde tekrar çağnimalan şartıyla ter
hislerine karar verilmişti. Bu durum, soferberlik hazırhklannm barışta
doğru düzenlenmediğini göstermişti. Barışta seferberlik hazırhkları üze-
— 162 —
rine birinci derecede Alman subaylarının çalışmalarına rağmen, bunun bu
şekilde belirmcGİnin önemli sebepleri vardı. Bir defa memlekette doğru
bir nüfus kaydı olmadığı gibd, esaslı yoklamalar da yapılmamıştı. Silâh
altına çağrılan erlerin ne kadar tutacağı, bunlardan ne miktannm davete
uyacakları ne kadarmm yabancı ülkelerde bulundukları, kaç sınıf erlerle
sefer kadrolarının doldurulacağı, büyük bir sorun olarak kalmıştı. Seferi
birlikler geri hizmet teşkUâtmm (cephane ve erzak kolları) ne dereceye
kadar kurulacağı, sefer kuruluş ve kadroları ihtiyacından fazla ne kadar
or ve hayvan kalacağı kestirilememişti. Bu sebeple de depo teşkilâtından
başka ayrıca ihtiyat sefer teşkilâtı, yani özel ihtiyat tümen veya kolor
dularının yapılıp yapılmayacağı hesap edilememişti. [130]
Genel olarak seferberlik hazırlıkları bakmamdan Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye (Genelkurmay) Seferberlik Şulbesi ile Harbiye Nezareti daire
leri arasında da tam bir işbirliği ve koordinasyon bulunmaması, sefer
berlik hazırlıklarının iki başlı 3ürütülmesine etken olmuş, bu yüzden bir
çok aksaklıklar doğmuştu. Bir taraftan da memleketi kendi memleket
leri şartlarına ve bilgilerine göre idare etmek isıteyen Alman sulbaylannın
geniş ölçüde makamları ellerine alarak işleri yürütmeye kalkmaları ve
özellikle Türk Ordusu’nu kısa bir zaman içinde savaşa sokmak gibi siyasî
bazı düşüncelerde seferberlik hazmhklarma yön vermek istemelerii karı
şıklıkların daha fazla olmasına önemli derecede etki yapmıştı.
3 Ağustos 1914’te uygulanmaya başlayan seferberlik, 25 Eylül 1914’
te birçok eksikleriyle tamamlanmış olduğu gibi kabul edümişti. 53 gün
devam eden bu devre, gerçekte hızlı bir seferberlilî: olmamakla beraber,
Balkan Savaşı seferberliğinden daha iyi ve çabuk cereyan etmiş ve uy
gulanmıştı. Ancak bu seferberlik, Balkan Savaşı seferberliği gibi sıkışık
bir durum içinde yapılmamış, daha rahat bir zaman ve imkân bulmuştu.
Seferberlik silâhlı bir tarafsızlık maskesi altında gereken zamanı kazan
mış; gerek seferberlik ve gerek yığınak devrelerinde doğan bir çok pü
rüzlerin sükunet içinde çözümlenmesine imkân bulunmuştu.
Seyyar ordu, kale ve müstahkem mevkilor ve menzil teşkilâtıyla bir
likte Türk Ordusu’nun 1914 yılı Eylül ayı sonunda, harbe hazır kuvvet
leri ortalama bir milyon insanı bulmuştu. Fakat bunun savaşa hazır olanı,
ancak 477 SöS’di. Bununla beraber seferberlik durmamış ve savaşın so
nuna kadar devam etmişti. Savaş süresince birçok yeni teşkiller için silâh
altına er alınmış, hayvan ve araç sağlanmıştı. Bu suretle ordu gün geç
tikçe büyümüştü.
[130] Balkan Harbi teşkilât ve seferberliğinde redif tümenleri vardı. Birinci Dün-'
ya Savaşı’na girmeden önce yapılan teşkilâtta redif tümenleri lâğvedilmiş ve
fakat bunlann yerine ihtiyat tümen veya kolordular teşkilâtı düşünülmüştü.
— 163 —
1914 yılında dört ordudan (1-4 ncü Ordular), ibaret olan Türk Or
dusu 24 Mart 1915’te 5 nci ve Aralık 1915’te 6 ncı Ordu’yu teşkil etmişti.
1917 yılında 7 nci, 8 ncd ve 9 ncu Ordularla Yıldırım ve Kafkas Ordular
Gruplan kurulmuştu. Ancak numaraları ile büyüyen ordu, özellikle 1917
yılmda bütün kaynaklarıyla kurumuş ve iskelet haline gelmişti.
'Birinci Dünya Savaşı, imzalanan Mondros Mütarekesi’yle durmuş ve
fakat memleketi yıpratmış, silâhlı kuvvetleri de bir kadro haline getir
mişti.
2. Yığmak
OsmanlIların îkincd Meşrutiyet dcAU^ine girdikleri sırada, dünyanın
hemen hemen her ordusunda, esasları geliştirerek uygulanan yığınak,
genellikle seferberlik hazırlıklanmn uygulanmasmdan sonra işleyen ve
soferb'erliği takip eden bir hareketti. Ancak bu gerçek kural, unutulmuş
ve ihmal edilmişti. Meşrutiyet devrinin büyük askerî idare makamları,
çok kural dışı bir juğmak uygulamışlardı. Özellikle 1908 devriminden kısa
bir zaman sonra patlak veren 1912-1913 Balkan Savaşı’nda, seferberlik
ile yığınak harekâtı birbirine karışık olarak kullanılmıştı. Bir taraftan
seforfberliğin gerektirdiği uygulama ile uğraşılırken, bir taraftan da yığı
nak hareketlerine girişmişler ve ikisini bir arada yürütmek istemişlerdi.
Böyle birbirine girmiş ve kesin şekilde sınırlandırılmamış bir uygulama
da hakim olan ana fikir, kısa bir zamanda hem seferberliği tamamlamak,
hem de yığınak için geçecek zamanı kazanmaktı. Memleketin geniş oluşu
o zaman ki ulaştırma imkân ve vasıtalarının da sınırlı bulunması; çeşitli
bölgelerdeki nüfus yoğunluğunun aynı olmayışı gibi sebepler; bu fikrin
doğmasına etki yapmıştı. Bu durum, seferberliğin gerektirdiği diğer nak
liyatla yığınak nakliyat ve hareketlerind aksatmış ve kazanılmak istenen
zaman, aksine olarak uzamıştı. Bu sebeple sefeıiberlik ve yığınak önemli
muharebeler başlamış olduğu halde, hiç biri plânlandığı gibi uygulanma
mış ve tamamlanamamıştı. Seferin başında işlenen bu ilk hatalar, savaşın
sonuna kadar devam etmiş ve bir türlü düzeltüememişti. Devrin Başko
mutan Vekili olan Nazım Paşa, kontrolü altında bulunan vasıta ve imkân
larının yetersizliğine önem vermeyerek ve elinde mevcut bulunan önce
den hazırlanmış plânı uygulamadan bir taarruz stratejisi kaıbul etmiş ve
taarruz yapılabilir yeterlUikte olan orduların kullanacağı yığınak bölge
lerini seçmişti. Yani kuvvetlerini düşmana yakın bölgelerde yığmıştı ki,
bu durum henüz seferberliğini tamamlayamayan bir ordu için hatalı ve
tehlikeli bir hareketti. Düşman ordularımn Türk Ordusu’ndan önce se
ferberlik ve yığmak yapabildiğine ve yapabilece<ğine göre, Türk Oriiusu
yığınak bölgesinin her bakımdan elverişli olan daha gerideki bölgelerden
seçilmesi başlangıçta savunmada kalmması en esaslı bir kuraldı.
— 164 —
Düşmanın nereden büyük kuvvetleriyle taarruz edeceği düşünülerek
bunu karşılayacak bir yığınak plânı uygulamak da sevk ve idarenin bir
zorunluluğu idi. Genel olarak Osmanlı sevk ve idare makamları bu ku
rallardan ayrılmışlar, en elverişli yığınak bölgeleri seçmek yerine, aksine
en etiverişsiz bölgeleri seçmişlerdi. Ancak, bir kısım arazinin elden çıka
cağı ve dolayısıyla mahallî kaynakların elden gideceği düşüncesi, hare
kâtın hedef ve amacına hakim olmuş ve bir ileri strateji tercih olunmuş
tu. Bu suretle de Şark (Doğu) ve Garp (Batı) ordularının yığınakları
henüz tamamlanmamış bulunurken, düşman taarruzları karşısında çok
kısa bir zamanda bozguna uğramışlardı. Kural olarak Türk Ordusu’nun
düşmanla nerede kesin sonuçlu bir meydan muharebesi verebileceğini he
saplaması gerekirdi.
Türk Ordusu önceden bir taarruz stratejisi uygulayamayacağma gö
re üeri bir strateji, sevk ve idare esaslarına uygun düşmezdi.
O günkü Türk sevk ve idare makaraları ordunun büyük kütleler ha
linde yığmak bölgelerinde toplanmalarını ve beklemelerini, özellikle bes
lenme, konaklama zorluklarından dolayı da arzu etmiyorlardı. Böyle bir
durumda ordu birliklerinin yürüyüş ve manevra yeteneğinin azalacağına
ve harekâtta da etkili şeküde kuLLamlmalarmm imkânsızlıklarına inan
mışlardı. Bu nedenle büyük birlikler halinde yığınak yapmayı ancak zo
runlu olmadıkça uygulamak işitemiyorlardı.
Tüi'kler, oıdulaıını sınır ve yığınak bölge<!erinde birbiri gerisinde de
rinliğine düzenlemekten çok, mümkün oldukça muharebe cephesine karşı
olmak üzere diğer yanında düze<nlemeye ve muharebeye sokmayı daima
göz önünde bulundurmuşlardı. Yığınak bölgelerindeki toplanmaları, düş
manın kara gözetlemesine ve keşiflerine karşı koruyan yoterü genişlikte
ve çatışmalara meydan vermeyecek şekilde tespit olunan bölglerde yap
mayı başarı için yete^rli görmüşlerdi.
Görüldüğü gibi Türk sevk ve idaresi, Balkan Savaşı’nda ne seferber
lik, ne yığınak, ne de harekâta başlama bakımından isabetli bir durum
yaratmıştı. Komutanlar muharebeleri zamanın taktik gereklerine uygun
düşmeyecek şekilde yürütmüşlerdi. Bu da ancak başarısızlıklar yarat-
nuştı. Balkan Savaşı’nm Başkomutan Vekili Nâzmı Paşa’nm Türk Şark
(Doğu) Ordusu’nun yığmağı hakkmdaki isabetsiz kararlan bu ordunun
bozguna uğrayıp Çaltalca’ya kadar çekümesine neden olmuştu.
Yığınak bölgelerinde düşmana üstün kuvvetler toplamak ve bundan
sonra gerekli harekâta girişmek, stratejinin ortaya koyduğu başlıca ku
raldı. Her komutan prensip koyamayacağına göro, ikinci ve hatta birinci
derecedeki komutanların dalhi geçmiş devirlerden gelen denenmiş olumlu
prensipleri sadakatla uygulamaları ve bu suretle İlmî gelişme*lerm ışığı
ile hareket etmeleri de en büyük kuraldı.
— 165 —
Birinci Dünya Savaşı başında Türk Genclkurnıay Başkanlığı II nci
Yarbaşkanı bulunan Kurmay Yarfcay Hafız Hakkı ile Alman Islâh Heye-
ti’nde Kurmay Başkanı bulunan General Branzart von Şellendorf, 7 Ha
ziran 1914’te, Türklerin Ruslar ve Balkan Devletleriyle yalnız başına bir
savaşa girmesi haline göre bir sefer plânı hazırlamıştı. Bunda, Trakya’da
yapılacak yığmağın genel olarak Çatalca Müsıtalhkem Mevkii gerisinde
yapılması sonucuna varılmış ve bu plân zamanm Harbiyo Nazırı Enver
Paşa tarafından da kabul edilmişti. General Bronzart, plânında ordunun
Kırklareli-Edirne-Lüleburgaz ve Ergene gerisinde toplanmasını mümkün
görmemişti. Bununla berâber Birinci Dünya Savaşı yığınağı da, General
Bronzart’m hazırladığı sefer plânı esas olmak üzore Boğazlar bölgesinde
yapılmıştı. Ancak Osmanlı-Alman ittifakının imzalanmasından (2 Ağus
tos 1914) sonra durum değişmiş ve 20 Ağustos 1914’te yığınak için esas
olacak sefer plânı yeniden bir düzeltmeye tabi tutulmuştu. Fakat bu defa
yığmak, daha çok Alman çıkarlarma uygun düşecek şekilde değişmişti.
Nitekim General Bronzart’m hazırladığı bu yığmak plânma göreı Türk
Orduları; sıklet merkezi batı bölgesinde bulundurulmak istenmiş, plân
larda Odesa çıkarması ve nihayet Bulgaristan üzerinden geçerek Roman
ya ve Rusya harekâtı düşünülmüştü. Bir taraftan da Avrupa Cephesine
yardım sağlayacağı düşüncesiyle 7 Eylül 1914’te 8 nci ve 12 nci Kolor
dulardan kurulan 4 ncü Ordu’nun Mısır’a karşı bir taarruzda bulunmak
üzere Suriye ve Filistin bölgesinde toplanması uygun görülmüştü. Irak’ta
bir yığınak düşünülmemiş ve Doğu Cephesi’nde 3 ncü Ordu bırakılmıştı.
1. Genel Prensipler
Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk), daha meşrutiyet döneminde, ül
kenin yapısına uygun millî bir talimname yapılmasının gerekli olduğunu,
uygulanması imkânsız bir talimname ile başarıya ulaşmanın mümkün
olamayacağını behrtmişti. Bu sıralarda Türk Ordusu’nun elinde “Seferiye
Nizamnamesi’’ adı verilen çeşitli sınıflarm Sevk ve Muharebe Talimna
mesi, diğeri ise “MenzÜ Hidemâtı Talimnamesi’’ denilen idare talimna
mesi vardı. Bunlar ise zamanın en mükemmel nizamname ve talimna
meleri idiler. Ancak 'Türk Ordusu’nda uygulanmaları ile meydana gele
cek sonuçlar, çok önemli ve kritikti. Temel esaslarını yıllarca evvel kendi
geleneklerine ve gelişen İktisadî ve malî imkânlarma göre devamlı bir
şeküde mükemmelleştiren Alman milletinin bu sevk ve idare esaslarını
ve onun geroktirdiği zengin teşkilâtı aynen alarak 'Türk Ordusu’na uy
gulamak ve bundan olumlu sonuç beklemek hayaldi. Uzunca bir zaman
çalışmaya, mületçe zenginleşmeye, sanayüeşmeye ve her bakımdan ge-
— 166 —
üşmeye ihtiyaç vardı. Bu nedenle uygulanacaİc talimname ve nizamna
melerin genel esaslai’inda değişiklik yapmak şartıyla, teşkilât yönünden
daha mütevazi ve memleketin maddî imkânlarıyla orantılı olunması ge
rekli idi. Teşküât, sevk idare bakımından uygulanması sağlanamayacak,
istekleri yerine getirilemeyecek bir talimname ve nizamnamenin fayda
yerine zarar getireceği çok doğaldı. Örneğin Türk Silâhlı Kuvvetleri ise;
Kara Kuvvetleri için her bakımdan yüksek ve olgun bir duruma ulaşmış
bulunan Alman Kara Kuvvetleri’nin, Deniz Kuvvetleri için Ingihz Deniz
Kuvvetleri’nin, jandarma için Fransızların talimname ve tüzüklerine özen
miş ve aynen almıştı. Fakat bu talimname ve tüzükler m'emleketin için
de bulunduğu şartlara uymadığından ağır bir yük teşkil etmiş ve
uzun zaman uygulanamamıştı. Bu sebeple 1316 (1900) yılından itibaren
Türk Kara Kuvvetleri’ne giren “Seferiye Nizamnamesi” ordunun anlaşıl
maz bir talimnamesi olarak kalmış, ordu birliklerince ortak bir talim
name olmamış ve bu durum Birinci Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen
birçok komutan ve subaylar tarafmdan kavranılmamıştı. Uygulaniması
maddeten imkânsız olan bu üstün dereceli talimname ile de Balkan Sa-
vaşı’na girilmişti. Bu sebeple de Türk Ordusu’nun büyük küçük her bir
liği Balkan Savaşı’nda çok kötü anlar yaşamış ve bütün komutanlar ve
karargâhları en değerli zamanlarını anlamadıkları esaslar ve bu esaslara
dayanılarak verilen emirler karşısmda açıklama, bir sorunun açıklanma
sını iŞteme ve izin dilekleriyle oyalanarak yitirmişlerdi. Herkesin kendi
mantığına ve bilgisine göre yorumladığı emirler karışıklıklara da sebep
olmuştu. Bu yetmemiş gibi herkesin birbirini eleştirmesiyle de disiplin
kökünden sarsılmıştı. Bilgisizlik, anlaşmazlık, becerisizlik ve türlü maddî
imkânsızlıklar yüzünden de hiç bir başarılı sonuç elde edilmemişti. Dola
yısıyla Balkan Savaşı, Osmanlı Devleti’ne çok pahalıya mal olmuştu.
İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Türkleri, dedelerinin dün
yaya örnek verdikleri harp sanatım ve uyguladıkları sevk ve idare esas
larını unutmuşlar ve son asırlarda ise bunları öğrenen AvrupalIlardan
aktarma durumıma düşmüşlerdi.
2. Harekât Prensipleri
1908 yıhndan 1918 yılına kadar olan devrede Türk Silâhlı Kuvvet-
leri’nm elinde bulunan ve Almanca’dan dilimize çevrilerek yürürlüğe ko
nan talimnamelerin belirlediği esaslara göre harekât prensipleri (hedef,
sadelik, işbirliği, imha, manevra, sıklet meıkezi, kuvvet tasarrufu, bas-
km, emniyet) genel olarak her seferde uygulanmak istenmiş ve bu değiş
mez önemli prensipler üzerinde durulmuşsa da çok zaman bunların uy
gulanmasında yetersizlik görülmüştür. Bu yüzden de felâketler birbirini
izlemişti.
— 167 —
Türk Silâhlı Kuvvetleri, 1911-1912 Osmanlı-İLalyan, 1912-1913 Bal
kan ve 1914-1918 Birinci Dünya Savaşlarını kaybetmişti.
Türklerin, Balkan Savaşı’nda Balkan DevJetleri’nin ulaşmak istedik
leri heedfleri gibi kestin bir savaş hedefleri yoktu. Balkanlı müttefikler,
Türkleri Balkan Yarımadası’ndan çıkarmak ve tasarladıkları mUlî hedef
lerine ulaşmak için Türk Süâhlı Kuvvetleri’ni yenmek amacıyla savaşa
girmişler vo Türk Ordularım bozguna uğratabilmişlerdi. Buna karşılık
Türklerin hedefleri. Başkomutan Vekilinin ağzmda Sofya idiyse de, bu
hedefe ulaşmak için pratik hiç bir imkân mevcut değildi. Savaşın sevk
ve idaresi için düzenlenen harekât plânlarında, sadelik ve esneklik olma
dığı gibi muhtelif ordular (Şark ve Garp Orduları) arasmda bir işbirliği
de sağlanmamıştı. İşbirliği sağlanacak taarruz (imha), aksi şekilde be
lirmiş ve ordular teker teker yenUmişlerdi. Savunulacak yerde* taarruz,
veya taarruz edilecek yerde savunmaya geçme gibi görüşler bu sonucu
doğurmuştu. Her yerde taarruz arayan Türk Ordusu, €*sasen mevcut ol
mayan hareket ve manevra kabiliyetini de büsbütün kaybetmişti. Hiç bir
cephe kesiminde belli bir sıklet merkezi görülmediği gibi, bunun sonucu
olarak kuvvet tasarrufu, baskın vo emniyet prensipleri de uygulanama
mıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nda da amaca uygun millî biı* savaş hedefi tes
pit edilmemişti. Osmanlı Devleti savaşın kaderini Almanların kaderine
bağlamıştı. Alman Silâhlı Kuvvetleri’nin amaç edindiği hedef etrafında
bocalamış ve nihayet bütün sevk vo idare Almanlara bırakılmıştı. Bunun
en güzel örneği 16 Ekim 1332 (29 Ekim 1916)’da Genel Harp Harekâtı
hakkında çıkarılan irade üe belirmişti. Sadrazam Sait Halim ve Harbiye
Nazın, Bahriye Nazır Vekili ve Başkomutan Vekili Enver Paşaların ve
kabine* üyelerinin imzalarmı taşıyan bu belgenin gerekçesi özetle şöyle
idi :
“Bugünkü harpte işbirliği ettiğimiz, emel ve kaderimizi bağladığıımz
müttefiklerimizle fikir ve harekât bakımından anlaşmış olmamız bir zo
runluluktur. En son ve kesin başannın elde edilmesi için, fikir ve hare
kâtta birleşik olma vo yardımlaşma lazımdır. Bunun da sarf edilecek
himmetin şiddet ve genişliğine tabi olacağı şüphesizdir. Bundan öbürü
gerek Osmanlı Devleti, gerek müttefiklerimiz mühimmat, harp araç ve
gereçleri, asker vo subay itibariyle birbirlerine karşılık olarak yardımda
bulunarak zafere ulaşmaya riayet ettikleri halde, fikir ve askerî harekât
bakımmdan da sıkı bir anlaşma sağlamış olmaları pek gereklidir. Bu ol
madığından geçen yaz mevsiminde Avusturya-Macaristan Dovleti, müt
tefiklerinin fikirlerini almadan Tirol taarruzunu yapmak üzere Rus cep
hesinden önemli kuvvetler alarak bu cepheyi zayıf bırakmıştı. Bu ise,
— 168 —
Rusların şiddetli taarruzlarını davet öttiği gibi İtalya cephesinde arzu
ettikleri başarıyı da sağlamamıştı. Eu hal Ruslarm Karpatlara kadar iler
lemelerine sebep olmuştu. Ruslarm bu taarruzlarını kırmak için ise, müt
tefik orduların harekât plânlarında değişiklik yapılması gerekmişti. Ay
rıca bu sebep, Romanya’nm da haribe katılmasıyla bir fazla düşmanm kar
şımızda bulunm^asma amil olmuştu.
Müşterek harp çıkarlarınm birleşik olarak müzakere edilmesi ve
harp durumlarına göre birleşik olarak karar vermedeki zorunluk, bu
misal ile de belli olmuştur. Muharebenin cereyan ettiği alanların tek cep
he sayılması ve önemli askerî harekât için genel karargâhlar arasında
müzakere yapılması lazımdır. Harp harekâtının genel sevk ve idaresinin
birleştirilmesi ile bunun Alman İmparatoru tarafından deruhte edilmesi,
Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan hükümetlerince kabul olunduğu.
Alman Genel Karargâhı Kurmay Başkanlığı’nm yazılarından da anlaşıl
mıştır. Osmanlı Devleti’nin de bu kararlara uyarak hareket etmesi isten-
I mekte olduğundan bu konuda düzenlenen esaslar Devlet-i Âliyyelerino su
; nulmuştur...”
Padişah ve Başkomutan V. Mehmet Reşat ise, onayladığı bu “Harp
, Harekâtı’nm ve genel sevk ve idarenin birleştirilmesi” hakkmdaki belge
- ye göre, genel sevk ve idarenin Almanya înparatoru tarafından idare
edilmesini kabul ve emretmişti. [131]
Osmanlı Hükûmeti’ne kabul ettirilen bu kararlar, Osmanlı cephele
rindeki harekâtın sevk ve idaresinde Alman harekât amaç ve niyetlerinin
hakim olduğunu göstermişti. Her ne kadar kararlarm 2 nci maddesi,
Türk sevk ve idaresine bir rahatlık verir gibi olsa da, gerçekte herşey
onların istedikleri şekilde yürütülmüştü. Başkomutan Vekili Enver Paşa
ile sıkı irtibat kurulacağını bildiren 4 ncü maddeden başka, Türkiye’de
bulunan Alman komutan ve subayları da duruma hakim olmuşlardı. Or
du, Kolordu Kurmay Başkanhklarınm başlıcalan Alman subaylarının el
lerinde bulunduğu gibi, bazı büyük birliklerin komutanlıkları da Alman
lara verilmişti. Genelkurmay Başkanlığı ile bu karargâhın önemli şube
müdürl'ülîleri Almanlarda idi. 5 nci maddeye göre, başkomutan ve vekil
lerinden alınacak görüşün ifade ettiği anlam özellikle Osmanlı Başko
mutan vokili için görünüşten ibaretti. Duruma her defasmda Alman Ge-
nelkurmayinm tutum ve görüşü hakim olmuştu. 6 ncı madde ile de, Türk
Silâhlı Kuvvetleri’nin her türlü hareket serbestisi ve karar verebilme
yetkisi elinden ahıımıştı. Yapılacak her türlü hareket için Alman Genel
Karargâhı’mn izni esas kabul edilmişti.
[131] Başbakanlık Arşivi; Karton No. 68, 2 Muharrem 1330 (29 Ekim 1916) tarih
ve 223 numaralı irade-i seniyye.
— 169 —
Harekâtın birleştirilmesi sevk ve idarenin bir elden yürütülmesi esa
sına dayanan bu kararlar zayıf ve her türlü imkân ve vasıtalardan yok-
sım Osmanlı Devleti için bir zorunluk haline de getirilmişti. Bu durum
Mondros Mütarekesi’ne, Osmanh Devleti’nin yıkılmasına kadar devam
etmişti. .
3. Yürümüş
— 170 —
Büyük ibirlilklerin yürüyüşe geçmeden önce bir noktada toplanma-
smdan sakındırdı. Bir kolla yapılan yürüyüşlerde kıtaların belli bir ge
çiş noktasından geçecek şekilde birbirlerini takip eden gruplar halinde
ilerlemeleri kuraldı. Ayrıca muhtelif kollarla yürümek ve hedef bölge
sinde birleşmek de esastı.
Yürüyüş koluna giren birlikler düzgün adımlardan çok “yol adımı”
dedikleri bir tarzda yürürlerdi. Erlerin konuşmalarına, şarkı söylemele
rine, sigara içmelerine, ceket yakalarıyla, ceket ön düğmelerinden bir
kaçmm açılmasma, tüfeklerin istenildiği gibi sağ vo sol omuzlarda veya
sırtta taşınmasına izin verilirdi. Diğer sınıflarm da rahat bir şekilde yü
rümeleri esastı. Bu halde esas duruş ve selâmlama yapılmaz ve yürüyüş
kolları yolun en iyi tarafmdan yürürlerdi. Ancak kural, yolun sağını ta
kip etmek ve yolun sol tarafım trafiğe açık tutmaktı.
Piyade ve süvari smıfları yürüyüşlerde yol kolu nizammda (dörderli
kolda) yürürlerdi. Ancak süvarinin ikişerli kol nizamında yürütülmesi
usul idiyse de, bu hal yürüyüş kolunun uzamasına sdbebiyet verdiğinden
özel hallerde uygulanırdı. Yüklü mıakmeH tüfek, sahra ve ağır topçu bir
liklerinin tek kol nizammda yürümeleri kuraldı.
Yürüyüş sırasmda olabilecek duraklamalarm önlenmesi için çeşitli
birlikler arasında bir mesafe bırakılırdı. Bir piyade ve süvari bölüğünden
sonra 10, bir piyade tâburu, bir makineli tüfek bölüğü ve topçu batarya
sından sonra 15, bir piyade alayı ve sahra topçu taburundan sonra 20, bir
ağır topçu taburu ve bir tugaydan sonra 40, bir tümenden sonra 120
adımlık bir mesafe korunurdu. Yürüyüş hızı mevsime, hava ve yolların
hallerine, birliklerin büyüklüğüne, yürüyüş idmanma ve yürünecek me
safeye tâbi tutulurdu. Bir piyade tümeni için ortalama yürüyüş hızı gün
de 20-25 -kilometre kabul edilirdi. Mola zamanları hariç olmak üzere piya
denin bir kilometreyi 12 dakikada, idmansız kıtalarm bir kilonıetreyi 15
dakikada yürümeleri istenirdi.
En fazıla 24 saat içinde süvari ve süvari topçusundan istenen yürü
yüş mesafesi 80 ve piyade ile diğer sınıflar için 50 kilometre idi. [133]
Buna göre süvari ve süvari topçusu, öğleden altı saat evvel yürüyüşe
başlayarak ilk beş saatte 30 km ve dört saatlik bir moladan sonra da 20
km yol alıp, bımdan sonra ıbeş saatlik ikinci bir dinlenme verilir gece ya
rısından sonra kalan 30 km mesafeyi yürürdü. Piyade ve diğer smıflar
aym şekilde öğleden altı saat evvel yürüyüşe başlayıp ük dört saatte 20
km ve dört saat dinlenmeden sonra 15 km yol alır; altı saatlik ikinci bir
moladan sonra kalan 15 km. lik mesafeyi yürürlerdi.
— 171 —
48 saait içinde süvari ve süvari topçusu, için en çok yürüyüş mesafesi
100-130 kilometre kadardı. Yaya birlikler için bu zaman içinde yürünmesi
istenen mesafe 80 kilometıre kadardı. Bu tarzdaki yürüyüşlere “cebri yü
rüyüş” denirdi. Bu gibi durumlarda yürüyüşe geçmeden önce birliklere
yeterli bir gece istirabati yaptırılmış olması ve hareketten evvel de sıcak
yemek verilmesi istenirdi. Yapılacak sıkı yürüyüşlerin vereceği yorgun
luğu gidermek için kıtalarm hemen dinlenmeye geçmelerini sağlamak
amacıyla mola ve konak yerlerini belirleyecek keşif heyetlerinin önden
gönderilmeleri ve her birliğin nerede dinlenmeye geçeceğinin daha yürü
yüşte iken bildirilmesi en esaslı kuraldı.
İlk yürüyüşlere geçişte, 45 dakikahk bir mesafe alındıktan sonra 15
dakikalık bir mola verilmesi üşüldü. Bu molada ayakkabılar, nallar, ko
şum takımları ve donatım muayeneden geçerdi. Büyük molalar, yolun ya-
nsmdan fazlası yüründükten sonra verilirdi. Bu molanın süresi iki saat
veya daha fazla olurdu. Mesafe 20-25 kilometre ise, yürüyüş mesafesinin
yarısından fazlası yüründükten sonra yarım saat mola verilmesi yeterli
görülürdü.
Devamlı yürüyüşler yapılması halinde her üç-dort günde tam bir gün
dinlenme verUmesi kuraldı. Bu gibi istirahat günlerinde her türlü eksik
lerin tamamlanmasına çalışılırdı.
Gece yürüyüşleri, yorucu olması nedeniyle eıtesi günü muharebe
edecek askerin kuvvetini kıracağı için her zaman yapılması istenmeıyen
bir yürüyüştü. Ancak gece yürümek gerektiği zamanlarda fenerler kul
lanılması, mevkü&r ve yolları bilen klavuzların birlikte bulundurulması ve
düşman yakımndaki yürüyüşlerde tam bir sessizlik sağlanması istenirdi.
Karda ve soğuk havalarda yapılacak yürüyüşlerde ise, kulakların ya
nak ve ellerin, ayakların korunmasına önem verilirdi. Özellikle durakla
malar uzun sürdüğü takdirde yaya askere kaput (yağmurluk) giydiril
mesi ve sıcak çay verümesü çiğnenmemiş derince kar üzerinden veya
sert rüzgara karşı yürürken öndeki kıtanın yorulacağı göz önüne alına
rak zaman zaman değiştirilmesi kuraldı.
Dağlarda yapılan yürüyüşlerde her 300 metre ve inişlerde her 450
metre rakım farkı için bir saat hesap olurdu. Bununla berkber beş dere
celik (1/12) meyillerde çeşitli sınıfların çıkaibileceği ancak süvari hücu
munun güç olacağı kabul edilmekte idi. 10 derecelik (1/6) meyillerde pi
yade ve süvarinin yanaşık nizamda yürümesinin mümkün olduğu, topla-
rm ise yokuşları zorlukla çıkabileceği ve inişleri de ancak top tekerlek
lerinin frenlenmesi suretiyle yapılabüeceği belirtilmişti. 15 derecelik (1/4)
meyillerde piyadenin yanaşık nizamda ancak kısa mesafeler yürüyebile
ceği ve topçuların da zikzak şeklinde hareket edebileceği; 20 derecelik
— 172 —
(1/3) meyillerde de piyadenin ancak avcı hatları halinde hareket ede
bileceği, süvarinin bu gibi meyülere çıkabilmesine karşılık inişleri ancak
kontrol ile yapabilecoği ve topçunun <çok zorlukla çıkabileceği, 25 dere
celik piyade ve süvarinin dağınık nizamda hareket edebilmesine karşı
lık topçunun ancak yollardan yürüyebileceği tespit olunmuştu. 30 dere
celik (1/2) meyillerde ise ancak usta atlıların yumuşak zeminde çıka
bileceği ve 20-45 derecelik meyillerde ancak piyadelerin pek güçlükle yü
rüyebilecekleri kabul edilmiş ve bunlar kural olarak talimnamelere gir
mişti.
4. Keşif ve Emniyet Hizmetleri
Düşmanla çatışma olasılığına karşı yürüyüşe geçen birlikler, keşif ve
emniyet hizmetlerine büyük önom verirlendi. Bu amaçla bir taraftan sü
vari genel uzak keşif ve emniyet görevlerini yaparken, diğer taraftan
da piyade, kendini yakın emniyet birlikleriylo koıaırdu. Düşmanın keşfi
amacıyla ileride sm^-ari bulunsa dahi, düşman etkisi büsbütün yok edil
mediği sürece bir emniyet kıtası çıkarmak kuraldı. Buna pişdar (öncü)
denirdi.
Hidemat-ı Seferiye (Sefer Hizmetleri) Nizamnamesi’nin 164 ncü
maddesine göre öncülerin görevleri, büyük kısımların durmalarına sebep
olacak engelleri ortadan kaldırmak, kendini büyük kısmını düşman bas-
kınlarmdan korumak, düşmana rasitlamldığında bÜ3nik kısımlara muha
rebeye ıgirmek için gereldi zaman ve yeri kazanmak, beklenmeyen muka
vemetleri süratle kırarak kaldırmak ve nihayet elde edilen önemli arazi
parçalarım kesin bir şekilde savunmaktı.
Yürüyüş koUan öncülerinin, genel olarak bütün piyade kuvvetlerinin
1/3-1/6’sı oranında bulunması tespit olunmuştu. Bir piyade tümeni ön
cüsünün bir topçu taburu ve bir istihkâm bölüğü veya takımı ile taikviyeli
bir piyade alayı olması kuraldı.
Takiplerde de öncülere çok kuvvetli süvari ve ıtopçu verilmesi iste
nirdi. Öncülerin bu şekilde kuvvetli düzenlenmelerinde amaç, düşmana ye
tişerek durdurmak ve büyük kısmm da yetişerek onu yenilgiye uğratma-
smı sağlamaktı.
Öncülerin yürüyüş düzenlerinin kural olarak kendi komutanları ta
rafından saptanması istenirdi. Bununla beraber emirlerin sadeleştirilmesi
için bu düzen kıtaat komutanları tarafından da tayin ve emredilebilirdi.
Büyük kısımların yürüyüş düzenleri, daima kıitaat komutanları tarafın
dan saptanırdı. Ancak kıtaat komutanları büyük kısmm yanında bulun
mayacak olursa, «büyük kısımlara bir büyük kısım komutanı seçUmesi
esastı. Büyük kısım komutanları çeşitli yürüyüş gruplarmrn vakit kaybet
meden emredilen zamanda yürüyüşe başlamalarına ve yürüyüş sırasında
— 173 —
irtibat ve uyumun sağlanmasına nezaret ederlerdi. Öncü ile irtibat sağlan
dığı gibi, eğer bir yancı (oanibdar) çıkarılması da gerekiyorsa onunla da
devamlı bağlantının kurulması için özen gösterilirdi. Birliklerin muharebe
için açılmağa başlaması ile ıbüyük kısım koımutanların görevleri sona erer
di. Grenel olarak biriliklerin açılma süreleri için bir zaman faktörü vardı.
Buna göre, 100 metre derinliğinde bulunan bir birliğin açılma süresi için
bir dakikalık zaman kabul edilmekte idi. [134]
Bir tümenin emniyet düzeni almış olarak yürüyüp derinliği 20 kilo
metre, iki tümenli bir kolordunun bir yol üzerindeki yürüyüş derinliği ise
45 kilometre idi. Buna göre bütün birlikleriyle tümenin üç buçuk saatten
ve kolordunun da yedi saatten önce muharebeye girmesi mümkün değildi.
Bir piyade alayının öncüsü olan bir piyade taburu 800-1000 ve bir
tümenin öncüsü olan bir piyade alayı da 1500-2000 metre mesafe ile bü
yük kısmın ilerisinde yürürdü.
Pişdar denilen öncü, pişdar kısmı küllisi (öncü büyük kısmı), pişdar
pişdarı (öncü öncüsü) kısımlarına ayrılırdı. Öncü büjûik kısmını, öncü pi
yadesinin büyük kısmıyla topçunun öncü emrine verilen büyük kısmı ve
bazen istihkâm birlikleri teşkil ederdi. Öncü bir piyade alayı olduğu za
manlarda, öncü emrine verilen üç bataryalı bir hafif sahra topçu taburu
nun bir bataryası öncü öncüsünün gerisinde ve diğer ik] batarya da öncü
büyük kısmının iki piyade taburu arasında yürütülürdü.
Öncü öncüsü, öncü büyük kısmından 1000-1500 metre kadar ileride
yürür ve öncü büyük kısmınm ansızın etkili tüfek ateşine uğramamasım
sağlardı. Genel olarak bir piyade taburundan ibaret olan bir öncü öncüsü
nün 400-500 metre ilerisinde bir uç bölüğü yürütülürdü. Yine aynı mesa
fede ve uç bölüğünün ilerisinde bir sulbay komutasında bir mangadan iba
ret bir uç bulunduruldu. Bu manga uç bölüğünden çıkarılırdı. Piyade ucu
nu teşkil eden manga, düşman durumuna göre yanaşık veya dağınık dü
zende ilerlerken, öncünün bütün kısımları yürüyüş (kolunda hareket eder
lerdi.
Keşif amacıyla Öncü emrine verilen süvari, bir bölgeden diğerine sıç
ramak suretiyle ilerlerdi. Bir bölükten ibaret oilan bu süvari, üeri yürü
yüşte emniyetin sağlanması için ilerisine bir sübay komutasında bir uç
mangası çıkarmakla yeıtinirdi.
Yürüyüş koilarmm yanlarını korumak için bir yancı (canibdar) çı
karılırdı. Yancılar, yürüyüş koilarmm çeşitli kısımlarından çıkarıldığı gibi
ileri yürüyüşten yan yürüyüşe geçildiği zamanlarda da evvelce öncü olan
— 174 —
kuvvet veya onun 'bir parçası yancı olurdu. Yancıların kuvvetleri ve dü
zenleri gözetleme veya koruma yapacaklarına göre değişik olurdu. Zaman
kazanılmak istenildiğinde, öncünün bir geçitten çıkarılması gerektiğinde
kullanmaya elverişli yollar bulunmadığmdan mevcut yollar ana caddeden
iki kilometreden fazla uzak olmadığından ve bir takım engeller kesimlerle
ayrılmamış bulunulduğundan, yürüyüş kollarının muharebe için yayılma
larım hazırlamak ve muharebe için gereken araziyi zamanmda kazanmak
ve bazen kuşatma hareketleıiıiyle düşmanın yanlarına etki yapmak istenil
diğinde, yancılar çeşitli sınıflardan oluşturulurdu. Yancılar, yürüyüşlerde
cepheleri ve dış yanlan, öncülerin alacakları düzene benzer düzenlerde
örterlerdi. Çoğunlukla bunlar gerUeri de korurlardı. Yancılar ya örtmeğe
memur oldukları kol ile irtibat gözeterek yürür veya uygun bir mevzi tu
tup büyük kısmm geçmesini beklerdi. Bundan sonra yancılar büyük kı-
sımlarm sonlarm^a katıhrlardı.
Emniyet tertibat ve kademelerinden biri de artçı (dümdar) idi. Artçı,
geri giden kıtayı düşmanın rahatsız etme taarruzundan korunmak, düş
manı geciktirmek ve geri çekilen kuvvetlerin rahat çekilmelerini sağlamak
için çıkarılırlardı. Geri çekilmelerde artçılar, öncülerden daha kuvvetli bir
şekilde düzenlenirlerdi. Öncülerin büyük kısımlardan yardım görmelerine
karşılık, artçılar bu yardımı göremezlerdi. Bu sebeple artçılar kuvvetli
topçu, süvari ve makineli tüfek birlikleriyle desteklenerek düzenlenirlerdi.
Muharebe için yapılan ileri yürüyüşlerde topçunım yürüyüşe geçile
cek cadde veya caddeler üzerinde toplanması esastı. İçinde bulunduğu pi
yade kuvvetlerini destekleyebilmesi için, zamanmda esaslı bir keşfe ihti
yaç olduğu göz önüne alınırdı. Bu amaçla düşman kuvvetini, yayümasmı
ve işgal edeceği ateş mevzilerini keşif için subay keşif kolları çıkarılması
kuraldı. Bunlar emniyet düzeniyle hareket eden piyade yürüyüş kollan
ilerisine sürülen süvari ile birlikte yürütürlerdi. Bununla beraiber bizzat
topçu komutanlan da keşif yapmaktan geri kalmazlardı. Dıüşman görün
mediği sürece de ileri arazide yanaşma yolları, mevzi ve gözetleme yer
lerinin keşfine çalışılırdı.
Topçunun yakın emniyeti, daima piyade birlikleri tarafmdan sağla
nırdı. [135]ı ■ :
5. Muharebe Şekilleri
a. Taamız
Yürüyüş kollarından açılarak yapılacak taarruzla, savunmaya karar
vermiş bir düşmana yapılacak taarruz ve uzunca bir süre zaman kazan-
— 175 —
mak için kuvvetli bir şekilde tahkim edilmiş bir savunma mevziine yapı
lacak taarruzların birbirlerinden farklı hazırlık ve düzenlere ihtiyacı ol
duğu bilinmekte idi. Bunlar kısaca şöyle idiler :
[136] Piyade Talimnamesi; İstanbul, 1328, 352, 361 nci madde ve Sahra Topçu Ta-
limnamesi’nin 362-369 ncu maddelerine bakınız.
[137] 1328 (1912) basımh Piyade Talimnamesi’nin 362-374 ncü ve Sahra Topçu Ta-
limnamesi’nin 370-374 ncü maddelerine bakımz.
— 176 —
şanya ulaşamayacağını meydana koyarsa; taarruz talimnamenin emret
tiği esaslara göre geceye bırakılırdı. Fakat bu durumda keşfin sonu geco
kranlığı basmadan bitirilmiş olması esastı. Taarruzun gündüz yapılması
mümkün görülür, taarruz hedefi ve topçu mevzilenmesi tamamlanırsa,
düşman ateşlerinin etkisinden koruyan bir bölgede taarruzdan önce* bir
hazırlık mevzu almak kuraldı. Bu hazırlık mevziin düşmana olan mesa
fesi 3-4 kilometre kadar olurdu.
Birlikler keşfedilen hazırlık mevzülerine zayıf bir emniyet perdesi
nin himayesinde yanaştırılırdı. Bu amaçla hazırlık mevzime gelen yollar
keşfedilerek işaretlenirdi. Hor tümene bir taarruz bölgesi ve taarruz he
defi verilmesi esastı. Harekâtm birleştirilmesi ve irtibat sağlanması için
taarruz birliklerinden biri, irtibat kıtası olurdu. Taarruz birlikleri bu ir
tibat kıtasma göre taarruzlarını yöneltirlerdi. Yapılan hor taarruzda her
birlikte bir ihtiyat ayrılması kuraldı. İhtiyatın komutam, ya bizzat kıtaat
komutanının yanında bulunur veya bu birlikten bir irtibat subayı muha
rebe idare yerinde bulundurulurdu. Sahra topçusu ve mevcutsa ağır top
çu tamamiyle hazır olunca, birlikte ve ani olarak ateş açılırdı. Topçu iler
leyen piyado3d desteksiz bırakmamak için kademeh şekilde mevzi değiş
tirirdi.
Taarruzda kural olarak cephe taarruzu, kuşatma ile birlikte yapı
lırdı. Dıüşman cepheden saptanırken bir kanattan kuşatma hareketine ge-
çUirdıi. Bu hallerde elde fazla kuvvet bulunduğu takdirde iki kanat da
kuşatıhrdı. Kuşatma taarruzu, kuşatma birliklori yürüyüş kollarının da
ha başlangıçtan itibaren düşmanm yanına yöneltilmesi suretiyle uygu
lanırdı. Cephedeki birliklerden kuvvet kaydırılması suretiyle yapılacak bir
kuşatma hareketi, ancak karanlıkta yapılabilirdi.
Açılma ve yayılmanın kısmen veya tamamen bitmesinden sonra asıl
taaruz başlardı. Bu sırada süvari, arazinin haline ve taarruz olanaklarına
göre, ya düşmanın geri yollarına taarruz ettirilir veya sonradan kulla
nılmak üzere büyük kısmın gerisinde uygun yerde tutulurdu. Süvarinin
büyük kısmının bir kanadı gerisinde toplanması halinde, diğer kanat ge
risinde de bir miktar kuvvet bulundurulması kuraldı.
İlerleyen avcı hatlarınm geriden takviye edilmeleri ve avcı hatlarının
sıklaştırılması esastı. Birlikte hareket ve etki yapabilmek için muharebe
bölgeleri kesin olarak belirtilirdi. Yan yana muharebe eden birlikler daima
birbirleriyle irtibatı muhafaza etmeye çalışırlardı. Birliklerin taarruz
sevk vo heveslerinin kırılmasına sebebiyet verecek bir merkeziyetçilik sis
temi istenmezdi. Topçu, piyadenin taarruzunu başarıya ulaştırmak için
özellikle düşman topçusunu sindirmekle görevlendirildi. Sahra topçusu
savunan düşman topçusunun kapah mevzilerde olmayan kısımlarını ve
— 177 —
'kapalı mevzilerde bulıman ağır topçularım ezmeyo çalışırdı. Taarruz iler
ledikçe düşman topçusu taciz eidilmekle beraber tcpçu ateşi büyük kıs-
mmın, dıüşman piyadesi üzerinde ve özellikle hücum edüecek yerlerin en
çok direnen kısımlarında toplanmasına gayre;: edilirdi. Eu amaçla özel
likle bağımsız bataryaların en yakın mesafelere sokularak taarruza ka
tılmaları ve hücum noktalarını ezm'eleri istenirdi. Bu suretle piyade, hü
cum mesafesine sokulur ve kısa zamanda hücuma geçerdi. Dik mermi
yollu topçu silahları, hücum noktalarını piyade düşman mevziine girin
ceye kadar ateş altında bulundururlardı. Sahra topçusu, piyadenin düş
man hatlarına 300 metre mesafeye sokulmasına kadar hücum noktala
rına ateş ederdi. Hücumun başlamasıyla, sahra topçusu ateşlerini düş
man ihtiyatlarına ve düşman hatlarının gerisine kaydırırdı.
Genel olarak topçu üe desteklenmiş bir piyade alayma ortalama 1000
metro, tugay dahilinde 600-700 metre, karışık bir tugayda 1500 metre
taarruz cephesi verilirdi. Bir piyade tümeninin taarruz cephesinin geniş
liği 2500-3000 metre kadardı. Bir kolorduya 6000-7000 metre cephe ve
rilmesi kuraldı. Kolordu dahilinde bulunan bir piyade tümenine 2500 met
relik bir cephe verüdiği gilbd, ordu dahüinde bulunan bir kolorduya da
5000 metrelik bir taarruz cephesi yeter sayılırdı.
Hazırlanmış Bir Mevzie Taamız
Hazırlanmış mevzide bulıman bir düşmanın önce işgal ettiği mev
ziinden açık sahraya çıkarümasma olanak aranırdı. Bunun olanaksızlığı
karşısında hazırlanmış mevzie taarruza karar verUir di. Bu amaçla da özel
tedbir ve hazırlıklara baş vurulurdu. Bu takdirde düşman mevzu üzerin
de geniş ölçüde bir keşfe girilirdi. Keşif için, geniş görüş sağlayan arazi
noktalarına harita, düribün vo düşman ordusunda uygulanan tahkimat
usul ve şekillerini kapsayan broşürlerle donatümış subaylar çıkarılırdı.
Bu keşif subayları, savunma mevziinin durumu üe düzenini ve işgal tar-
zmı keşfe çalışırlardı. Süvari, mevzun uzunluğunu kanatlarının sınırlarım
üeri mevzilerin olup ohnadığmı keşifle görevlendirilirdi. Muliarobe ileri
karakollarımn bulundukları arazi kısımları meydana çıkardırdı. Süvari
nin bu keşfi, piyade ve toıpçunım keşifleriyle de tamamlanırdı.
O zaman elde mevcut bulunan Piyade Talimnâmesi’nin 375-391 nci
maddelerinin verdiği bügiye göre, hazırlanmış mevzilere karşı yöneltilen
keşif unsurlarmın getirdikleri bügüerden edinilen sonuçlardan sonra ba
ğımsız piyade birlikleri bölgeden bölgeye sıçramalarla düşman menziline
doğru yanaştırılırdı. Yaklaşma yoUarı ve varümak istenen hatlar, gece
leyin yanaşmak için gündüzden keşif yapüarak belirtilir ve işaretlenirdi.
Bunu, ateşe hazırlanabüen topçunun destek ateşleri altında yaparlardı.
İleri araziye hakim olunduktan sonra piyade saatte ortalama 2,5 kilo
— 178 —
metrelik bir süratle geceleyin hücum mesafeline yanaştırılnxiı. Burada
siporler kazılarak yuvalanırdı. Gece karanlığından faydalanılaı-ak düş
man mevzu önünde bulıman engellerin kaldırılması görevi de istihkâm
birliklerine verilirdi.
Plazırlanmış mevzilere yapılan taarruzlarda, taarruzun kaç gün de
vam edeceği kestirilemeyeceğinden erlere birkaç günlük yiyecek ve cep
hane verildiği gibi, yük olmaması için arka çantaları da sırtiarmdan alı
nırdı.
Genel olarak topçunun mevzie sokulması ve muharebesi en kıdemli
topçu komutanının emriyle yaptırılırdı. Topçunun mevzie sokulmasına
önce sahra topçusu ile başlanır ve bu topçu ile ağır topçunun nerelerde
mevzilenecekleri saptamrdı.
Düşman mevziinin en önemli direnekleri ve hücum edilecek mevki
leri, obüs ve ağır topçu bataryalarına hedef verilirdi. Bununla beraber
sahra topçu bataryalarının ateşleri de bu noktalar üzerinde toplattırılırdı.
Topçular, ileri kıtaların himayesinde gizlice ve mümkünse günd;üzden
mevzilerine sokulurlardı. Ancak gündüz düşman ateşleri dolayısıyla mev-
2sie girme imkânsız lolursa topçu bataryaları, mevzilerine doğru yanaş
makla yetinir ve gece karanlığından yararlanarak saptanan mevzilere
gia^rierdi.
Topçunım ateş açma zamanı topçu komutamnm ihbarı üzerine bir
likler komutanı tarafmdan emredilirdi. Ateş çok defa gün ağarmasıyla
başlardı. Açılan ateşler sırasında piyade ileri sürülür ve düşman karşı
harekete mecbur edilerek hedeflerin meydana çıkarılmasına çalışılırdı.
Düşman piyadeleri önemli hedefler göstermedikleri takdirde devam eden
tox>çu ateşi, mesafe tahminlerine ve ateşin kon'troluna göre yapılırdı. Bu
nunla beraber savunma düzeninin az çok görünen kısımları da ateş altı
na alınırdı. GörüleibUen piyade hedeflerine karşı sahra topçusunun şarap
nel ateşleriyle etki yapmaya çahşılırdı. Düşman makineli tüfekleri özel
likle aranırdı. Düşman topçusu ateşe başladığında derhal üst:ün vo kuv
vetli bir topçu ateşine geçilirdi. Ateşe ara sıra ara verilir ve ancak belli
bir zamanda tekrar ve baskın tarzmda devam olmıurdu. Topçunun ateş
arası sırasında piyade, düşmanı ateşle sarsmak konusunda hor fırsattan
yararlanırdı.
Çoğunlukla düşman siperlerinden çıkmaya mecbur bırakarak şarap
nel ateşine maruz bırakmak için piyadenin ilerlemesi kuraldı. Topçu mu
harebesinin devamı sırasmda istihkâm subayları aracılığıyla mevziler ve
mevziler önündeki engellerin keşfedilmesine özellikle çaba gösterilirdi.
Gece vakitlerinde de savunan tarafı taciz etmek, tahrip edilen tahkünâ-
— 179 —
tın onarılmasına engel olmak için topçu ateşlerino devam edilirdi. Sabaha
karşı ise, ateş şiddatlenirdi. Bu sırada bazı sahra bataryaları önceden
keşfedilen mevzilere sürülüp siperler kazılarak yerleştirilirlerdi. Günün
ışıması ile baskın tarzında ve mümkün olduğunca yakın mesafelerden
ateş açılarak düşmanın şaşkmhğa düşmesine çalışılırdı. Taarruz son za
mana kadar dik mermi yollu ağır topçu ateşi ile desteklenirdi.
Hücum sırasında topçu, piyade ve makineli tüfek ateşleriyle birlikte»
düşman şiddetli bir ateşe tutulurdu. Ateşin şiddeti o derece artırılırdı ki
düşmanın bir erinin bile siperden başım çıkarmasına imkân verilmeızdi.
Ağır topçu, düşman topçusunu ezmeye çalışırdı. Bu suretle de düşman
mevzii hücuma hazır bir duruma getirilirdi. İhtiyat kuvvetleri ileri alı
nırken piyadenin ileri kısımları da hücuma kalkacağı 150 metrelik hü
cum mesafesine yaklaştırılırdı. Bu sırada ise bütün topçunun en şiddetli
ateşleri hücum noktaları üzerinde toplanırdı. Piyadenin hücuma kalk
ması ile topçu ateşleri gerilere» kaydırüır ve özellikle düşman topçusu ve
yanaşan ihtiyat kuvvetleri üzerinde toplamrdı. Topçunun ateş kaydırması
ya belli bir zamana göre ayarlanır veya piyadenin vereceği işaretler üze
rin© kaydırılırdı.
Piyade ile hareekt eden istihkâm birlikleri ise, engellerin talıribi gö
revlerini alır ve hücum için gereken gereçleri (merdiven, iskele, yanıcı
maddeler, el ıbombaları ve kum torbalan gibi) hazırlardı. Hücumun gün
düz yapılmaması halinde, geceleyin yapılmasına karar verilirdi. Plücum-
ların baskın tarzmda yapılmasına özellikle dikkat edilirdi.
işgal olunan her mevzi, bir karşı taarruza karşı savunma haline
sokulurdu.
b. Sa\ımma
Sar-unma, ancak üstün bir düşman karşısında, başka bir cephede
veya ileride taarruz imkânı elde etmek amacıyla yapılmak istenirdi. Bu
nun için araziden ustahkla yararlanarak uygun mevziler tutmak ve karşı
taarruzlar için kuvvetli ihtiyatlar elde bulundurmak kuraldı. [138]
Savunma mevzUeri özellikle birhkler komutanlan tarafından çok
büyük bir dikkatle seçilir ve keşfedilirdi. Bu keşifk;rde topçımun nerede
mevzie gireceği, piyade ateş hattmın (asıl muharebe hattı) neresi ola
cağı ve düşman topçusunun nerelerde mevzUenebileceği özellikle İncele
nirdi. Genel olarak her türlü şartlara sahip bir savunma mevzii bulmak
imkânsız görüldüğünden, bir savunma mevziinde olması gereken şartla-
[138] 1328 (1912) basımlı Piyade TalLmnarnesi’nin, 397-416 ncı maddeleriyle Sahra
Topçu Talimnamesi’nin, 388-401 nci maddelerine bakmız.
— 180 —
rm baılunabilenleri ile yetiniiirdi. Bu halde seçilecek mevziin bir defa
düşmanm yürüyüş doğrultusunda dikey olması, yani düşman ilerkmesini
kapatan bir mevzi olması birinci şart olarak aranırdı. Mevzi kanatları
nın engellere dayalı olması ve kuşatmalara olanak vermemesi istenirdi.
Mevziin geri ile bağlantı yollannın iyi olması ve bütün birlikler için ka-r
palı mevzüerin bulunması önemli bir şart olarak göz önünde bulundu
rulurdu. Mevziden uzaklara kadar etki yapabilecek topçu mevzilerinin
bulunmasına özen verilirdi. Mevziin önündeki arazinin karşı taarruza
geçmeyi kolaylaştırıcı olması ve mevzi işinde hareketleri güçleştiren en
gellerin bulunmaması özellikle istenirdi.
Her savunma mevziinin bir parçası olmak üzere bir üeri mevziin se-
çümesi ana kuraldı. Bu mevziler düşmanı oyalamak, zaman kazanmak
için tutulurdu.
Her savunma mevziinde genel olarak bir piyade bölüğüne 200, piya
de taburuna 600, alaya 1200, karışık bir tugaya 2000, piyade tümenine
3500, kolorduya 7500 metrehk bir savunma cephesi verilirdi Savunma
mevziinin elverişli ateş meydanı olan bölgelsrinde nispeten geniş ateş
meydanı olmayan ve yakın mesafelere kadar düşmanın gizlice sokulması
mümkün olan bölgelerde dhha dar cephelere verilmesi kuraldı
'Ayrılan destekler (taiburdan küçük birliklerin ihtiyatları) üe bölge
ihtiyatları cepheye mümkün oldukça yakm tutulurdu. Mevziin genel ih
tiyat kuvvetinin yeri, kural olarak dayalı bulunmayan kanat gerisi olur
du. Her iki kanat da dayalı bulunmadığı haUerde, ihtiyatın yeri en kritik
kanat gerisi olup diğer kanatta da ihtiyattan veya başka bir yerden sağ
lanacak küçük bir kuvvet olması kuraldı.
Topçudan ihtiyat ayrılması diye bir şey yoktu. Türk Ordusu’nun,
Alman teşkilât, sevk ve idare esaslarma göre düzenlenmesi için Alman
talimnamelerinin alınması dolayısıyla topçunun da bir ihtiyat ayıracağı
gibi ortaya atüan fikir, taktik alan için değildi. Bh tümen veya kolordu
kuruluşunda bulunan topçudan bir ihtiyat ayrılması söz konusu değüdi.
Almanca’dan düimize çevrilen talimnamelerde bir topçu ihtiyatının ayrı
lacağı büdirümeısi, daha çok bir teşkilât sorunu idi. Talimname gerek
özel amaçlar (kale ve muihasaralarda, dağ muharebelerinde) ve gerek
tümen ve kolordular topçıüarmın muhtaç olacakları daha üstün ateş des
teğini sağlamak içindi. Bu ihtiyat, hafif (sahra ve dağ) ve ağır topçu
birliklerinden kurulan bir teşküâttı.
Savunmada piyade, düşmanın taarruz doğrultusu meydana çıkmca,
mevzu kuvvetli bir şeküde işgal eder ve uzak mesafelerden elverişli he
deflere karşı ateşe başlardı. Düşmanın seyrek ve iağınık avcı hatları ile
— 181 —
ilerlemosi halinde geçilecek arazinin yoğun bir ateş altına alınması baş
lıca kuraldı. Düşman yaklaştıkça ateş şiddetlendirilir ve en ileri piyade
birlikleri desteklenirdi. Destekler yaklaştırıldjğı gibi, düşmanın hücumu
halinde bütün sUâhlarm ateşleri hücum edon düşman piyadesi üzerinde
toplanırdı. Karşı taarruzlar, özellikle düşmanın yürüyüş kolları üe iler
lemekte veya henüz açılmakta bulunduğu zaman, veya taarruz için bü
tün kuv’vetlerini sevk ve yöneltmesindon sonra yapılırdı. Cephenin uzun
luğu fazla, muharebe meydanmda görüş olanakları az olduğu oranda
karşı taarruz için karar vermek ve zamanım tayin etmek güç kabul edi
lirdi. Özellikle düşman cepheden pek çok açılmış ve cephede pek az kuv
vet bırakarak büyük ölçüde kuşatmalara kalkışmış ve taarruzda başarı
sağlayamamışsa, bir başan sağlanacağı düşünülerek karşı taarruza ge-
çülrdi. Kuşatmaya karşı koymanın en uygun çaresi bu olduğu kabul
edilirdi.
Eldeki makineli tüfekler, cephedeki ateş tutmayan yerleri dövmek
üzere verilmemişlerse, özelhıkle geride bulunan ihtiyatların veya genel ih
tiyatın yanında bulundurulurdu. Bu suretle bunlar tehdit olunan nokta
ların desteklenmesinde kuşatmaları karşüamada ve karşı taarruzlarda
kullanılırlardı. Bu kural titizlikle uygulanırdı.
Savunma topçusu imkân oldukça düşman topçusunun yaklaşma yol
larını ateş altına almakla görevine başlardı. Ne vakit ve nerede mevzie
gireceği ve ateş açacağı birlikler komutanı tarafından emredilirdi. Topçu
muharöbelerinin kapalı mevzilerden yapılması kural olmıasma rağmen,
düşman piyadesi ilerledikçe ve mevzie yakliaştıkça kapah mevzilerden
vazgeçUmesino izin verilirdi.
Savunma topçusunun taarruz topçusu üe muharebesinde üstünlük
sağlaması için bütün topçıunun bir anda muharebey'e sokulması ve baskın
tarzında ateş açması istenirdi. Ancak daha başlangıçtan itibaren fazla
■üstün düşman topçusu karşısmda kalan savunma topçusunun boş yere
kayıplara uğramaması için kısmen veya toptan geride bulundurulması
ve ancak düşman piyadesi taarruza geçince, piyadenin ateş altına alın
ması gerekliydi. Bunun için de kapalı mevzilerden çıkarak sejTek ve dü
zensiz avcı hatianyla ilerleyen düşmanm geçeceği araziyi ateş altına alır
dı. Topçudan, bir taraftan düşman topçusu üe meşgul olurken, bir kısmı
ile de hücuma kalkan piyade üzerine ateş açması istenirdi. Düşmanm
taarruzda başarı sağlaması halinde, topçunun ihtiyatla birlikte düşmanı
mevziden püskürtmeye gayret etmesi ve son ana kadar dilenerek da
yanması ve hatta bu uğurdu toplarım feda etmekten çekinmemesi topçu
için bir şeref sayılırdı. '[139]
— 382 —
c. Takip
Taarruzun bir devamı olan takibin amacı düşmanın yok ©dilmesidir.
Talimnamelerin ifadelerine göre komutan, yapılması mümkün olmayan
isteklerde bulunsa dahi, isteği yerine getirilirdi. Muharehede kayıplar ver
mek düşüncesi muharebe amacından vazgeçmeyi gerektirmeyeceği gibi,
bir kısım askerin yollarda dökülüp kalarak kaybolması kaygısıyle takip
ten vazgeçmek asla uygun görülmemekte idi. [140]
Takipte, piyadenin zaptettiği mevzi önce kullanılmaya az elverişli
olan birlik tarafından tutulmak suretiyle düşman ateşi© takip olunmakta
idi. Çabucak düzene sokulan birlikler ise bu ateşin himayesi altında hızla
Lİerletihnekte idi. Makineli tüfeklerin ise, piyadenin yakınlarına kadar
sürülerek faydalı şeküde kullanılmalarının unutulmaması önerilen kural
dı.
Topçuda, hareket kabiliyeti olan bataryalarm tüm olarak, hızla ele
geçirilen düşman mevziinde mevzie girmesi kuraldı. Düşman mevziinin
müsaadesi halinde batarya aralıkları azaltılarak imkâna göre çok topun
ateşe katılması istenirdi. Topçuya özeüikle çop cephane verümesi şarttı.
Topçunun bir kısmı geri çekilen düşmanı toplu 'ateşlerle hırpalarken, di
ğer bir kısmı ile de takip eden piyade ve süvariye verilmesi kuraldı. Ağır
topçunun bir mevziden uzak mesafelere uzun zaman ateş etmesi istenirdi.
Mevzi değiştirmelerde, düşmanın ateşten kurtulacağı düşünüldüğünden
kademeli mevzi değiştirme kuraldı.
Süvarinin takip hareketleri, piyade ve topçunun hareketlerine engel
olmayacak şeküde düşman geri çekilme yollarınm yaıüarında ohnası iste
nirdi. Makineli tüfek ve topçu ile de desteklenmiş süvari birliklerinim düş
manın geçeceği geçitlere zamanında yetişip bölgeyi tutması ve buralarda
düşmanı elverişsiz koşullar altında muharebeJere mecbur etmesi, köprü
lerin tahrip edilmesi istenirdi. Takip için daha önemli bir görev yoksa,
düşmanın büyük ağırlıklarma, cephane kollarına, ulaştırma katarlarına
saldırması başlıca görevleriydi.
Süvarinin düşmanla hiç bir şeküde bağlantıyı kesmesi doğru kabul
edilmezdi. Süvarinin verdiği raporlarda, hangi ana yollarda düşman bu
lunmadığının bildirilmesi pek önemli görülürdü.
Takipte, düşman, dost birliklerin ateş ve hareket etkisinin dışına
çıkınca, çeşitli sınıflardan ve özellikle taze ve çabuk hareket edebilecek
kuvvetlerden bir öncü oluşturulması istenirdi. Bir öncünün düşman üe
tekrar bağlantıya geçmesi ve yakalaması istenirdi.
183 —
6. Oyalama Muharebesi
1328 (1912) basımlı Hidemat-ı Seferiye Nizamnamesa ile Piyade ve
Topçu Talimııameleri, oyalama mıihareıbesini “setir (örtme) ve işgal mu
harebesi” olarak adlandırmaktadır. [141]
Bu muharebe şekli ile, düşmanm saptama ve aldatılmasıyla beraber
geciktirilmesi ve yıpratılması istenirdi. İşgal muharebesinin, gereğine gö
re taarruzî ve çoğunlukla savunma şeklinde sevk ve idare edilmesi ku
raldı. [142] Bu muıharebeye muharip sınıfların hemen hepsi katılabil
mekle beraber, başlıca sınıf olarak süvari tercih edilmekte idi. Muhare
belerin seri bir şekilde cereyan ötmesi, manevra kabiliyeti yüksek bulu
nan süvariyi birinci derecede bulundurmakta idi. Her ne suretle olursa
olsun oyalama muharebesi daima kuvvet tasarrufu gerektirdiğinden ço
ğunlukla ve bile bUe az kuvvetle düşmanm oyalanması istenirdi.
Oyalama muharebesinde uygulanan gerek taarruz ve gerek savunma
genel esaslarmda bir değişiklik yoktu. Bu muharebelerde taarruz ve sa-
vunmanm bütün esasları aynen uygulanırdı. Ancak araziden fazlasıyla
yararlanmak ve düşmanın geçmesi olası bulunan yol ve geçitler üzerinde
bulunmak ve özellikle mevzUeri geniş atış alanları verebilen yüksek sırt
lar üzerinde bulundurmak başlıca yerleşme taktiği idi.
Oyalama muharebesinin geniş cepheler üzerinde yapUması ve uzak
mesafelerden düşmana ateş açılması önemli bir kuraldı. Muharebelerin
geniş cepheler üz€<rinde grup gibi mevzüenmek suı-etiyle idare edUmesin-
den amaç da, düşmanın aldatılması, zamansız açılma ve yayılmaya zor
lanması ve zaman kazanılması idi. Topçunun özellikle hareket kabUiye-
tinden ve menzUinden faydalanarak ve bol cephane kullanarak muhare
beye katılması istenirdi. MenzUden azami derecede yararlanmak ve düş
man yürüyüş kollarım açUma ve yayılmaya zorlamak için, topçu mevzi
lerinin birinci hatlan işgal eden piyade ve süvari birliklerine çok yakın
bulundurulması istenirdi.
Muharebeye büyük bir oynaklık verebilmek için, yaya muharebesine
İnmiş süvarinin binekleriyle topçunun top, toparlak ve cephane taşıma
araçlarınm desteklenen birliklere yakm tutulması da muharebenin ka-
rekterine uygun bir kuraldı.
İstihkâm smıfmdan geniş ölçüde tahribat yapması ve düşmanm iler
lemesini geciktirecek her türlü engelleri kurması istenirdi.
— 184 —
Genel olarak boı muharebe şeklinde düşmanla kesin sonuçlu bir mu-
hareibeye tutuşmaktan sakmılırdı. Muharebenin bir mevziden diğerine at
lamak surotiyle idaresi esastı. Savunma halinde araziyi elde tutmak esas
olmayıp, mümkü nolduğu kadar az kayıplarla muharebeyi devam ettirmek
ve düşmana fazla kayıplar verdirmek kuraldı. Muharebenin bir mevziden
diğerine sıçramak suretiyle idare edilmesi ve elden çıkan arazi parça
larının geri alınması amacıyla ihtiyatların kullanılması genel olarak uy-
gım görülmezdi. Mümkün olduğu kadar az kuvvet kullanılmiası suretiyle
düşmanı azami kuvvet ve zaman kayıplarına uğratmak bu muharebe şek
linin başlıca ayırt edici özelliği idi.
7. Geri Çekilme
Geri çekilme ya istekle veya düşman zoru ile yapılan bir hareketti.
Düşman zoru karşısında geri çekilmenin birinci şartı, yakm mesafedeki
piyadeyi mümkün oldukça gece veya bir silâh başarısından sonra çekmek
ti. [143] Ana kurallardan biri, asıl kuvvetleri çabucak düşman etkisinden
kurtarmak; ikinci kural, nizam ve intizamna girmek, yürüyüş kolu oluş
turmak ve tekrar harekât serbestisini elde etmekti.
Gece geri çekilmede kullanılan vasıtaların başında geleni, aldatma
idi. Bunun için en ileride bulunan postaları yerinde bırakarak hareket ve
faaliyet hissettirmek ve ordugâh ateşleri göstermeik başlıca geri çekilme
vasıtalarındandı. Geri çekilmelerde ağırhklarm, kol ve katarın hızla geri
gönderilmeleri, sıhhiye bölükleri ile seyyar hastanelerin geri yürüyüşe
geçmeğe ha.zır bir hale getirilmeleri ve taşınmaları mümkün olmayan ya
ralıların gereği kadar tabip üe yerlerinde bırakılmaları, geçitlerden geç
mek için gereken düzenlerin zamanmda aldırılması ve tahriplerin hazır
lanması başlıac önlemlerdi.
Gündüz piyadenin geri çekilmesi halinde muharebe düzeninde ve cep
heye dikey doğrultuda çekümesi istenirdi. Çekilme özellikle düşmanm en
az sıkıştırdığı bölgelerden başlardı. Bu sırada topçu, muharebeye devam
edebüdiği takdirde, çeküen kısımlar koruma ile yükümlü idi. Geri çekil
melerde düşmanla mesafenin çabuk açılmasına özellikle büyük önem veri
lirdi. Bu amaçla daha önceden çekilecek kuvvetleri korumak için koruma
mevzileri keşfedilir ve hazırlanırdı. Koruma mevzüerinin geri çekilme
hatlarmm yan taraflarında seçilmeesi, aranan şartların başında gelen
bir konuydu.
Koruma mevzileri birliğin elinde bulunan veya toplanan üıtiyatiarla
tutturulurdu. Koruma mevzilerinde bulunan kuvvetlerin muharebeleri ke
sin sonuçlu olmayıp oyalama muharebesi şeklinde devam ettirildi. Koruma
[143] Piyade Talimnamesi, madde 426-433 ve Süvari Topçu Talimnamesi; madde 405
408.
— 185 —
mevzilerinde 'buılnndurulan kuvvetler, ania kuvvetler çekilip yürüyüş kol
ları oluşturulunoaya kadar görevlerinde bulunur ve ancak bundan sonra
geri çekilen büyük kısımlar için artçı olarak geri çekilirlerdi.
~ 186 —
Kaleler çoğunlukla bir iç çevre ve daha ilerisi talbyalıardan oluşmuş
bir dış çevre ile çevrili odımdu. Tabyalarla çevrili olan müstahkem mev
kilere “müfrez tabyalı müstahkem mevki” adı verilirdi. Bımlar savunula
cak hayati bölgeyi düşman bombardımanından korumak ve düşmam müs
tahkem mevkie yanaştırmamıaik içindi. Hücumlar kalelerin her tarafla
rından olabileceğinden her tabya kapalı bir çevre oluştururdu. Her kale
nin, derinliğine savunmayı dia sağlayalbilmesi için iç kale veya istinat
mevzii adıyla adlandırılan bir çevre ile daha kuvvetlendirilirdi ki bu çevre
müstahkem mevkiin en kuvvetli bir savunma çemberi olurdu. Ancak ka
lelerin birinci tabyalar çevresiyle iç kale tabyalar çevresinden başka, düş
mam daha birinci hat tabyalarından uzak tutmak ve düşmanm üerleme-
sini geciktirmek amacıyla kurulan tabyaları da bulunurdu ki, bunlara da
tevkif (durdurma) tabyaları adı verilirdi.
Gîenel olarak düşmanın uzak mesafelerde tutulabümesi için müfrez
tabyaların (kalenin ilk savunma tabyaları) merkezi kuvvetli mevzi kıs
mına (İç kale taibyalan) olan mesafesi 6000 metre kadar olurdu. Ayrıca
her müfrez tabya arasındaki aralıklar iso önemlerine göre 4000 - 6000
metre arasında değişik bulunurdu. Bu suretle bu tabyalarda bulunduru
lan 40-50 adet çeşitli çapta (75-155 mm.) topun her birinde 12-13 mu
hafız er bulundurulurdu. Dolayısıyla her talbyamn muhafız er miktarı
480-650 arasında değişirdi.
b. Müstahkem Mevkilerde Taamız ve Savunma
Genel Kurallar
Genel olarak müstahkem mevkilerde uygulanan taarruz ve savunma
kural ve metotları, hazırlanmış bir sahra mevzime karşı uygulanan taar
ruz ve savunma kuraUannm aym idi. Ancak müstahkem mevkiler barış
tan itibaren geniş zaman ve bol olanaklarla sağlam bir şekilde kuvvstlen-
dirildiklerinden bunlar etrafmda meydana gelen muharelbelerde kesin so
nuca ulaşılabilmesi için uzun zamana, kuvvet ve araçlara ihtiyaç olurdu.
Bu muharebelerde yine piyade sınıfı laısü rolü oynamakla beraber; savaş
silâh ve araçlarmın sıklet merkezini topçu sınıfı oluşturmakta idi. Bu
amaçla uygulanan taarruz harejkâtmda özellikle muhasara (kuşatma)
topçusu adını alan topçu sUâhlan önemli idi. Bu silâhları yatık mermi
yollu 100-150 milimetrelik toplar ile dik mermi yollu ağır sahra obüsleri
ve 210 milimetrelik havanlar oluştururdu.
‘Savunulan her kalede ise, uzun menzilli toplar ve genel ihtiyatlar,
az veya çok geniş bir bölgeye hâkim bulunurdu. Hâkim olunan bu bölge
de müstahkem mevlkiinin (etki alanı) adım ahrdı. Kalenin hâkim olduğu
etki alam düşman harekât bölgesini daraltacak ve geri île irtibatlarma
engel olacak derecede saptanırdı. Bu suretle de düşman kuvvetlerinin bir
— 187 —
kısmı kalelere bağlanmak ve parçalanmak istenirdi ki, kurulan kalelerin
bir amacı bu olurdu. Buna rağmen düşman, başka bir man&vra ile kalelerin
etki alanlarmdan ve uzağmdan dolaşmaJk isterdi. Bu durumda savunucu
kuvvetlere iç hatlar manevrası kullanmak fırsatı doğardı ki, kaleler bu
suretle yalnız bir savunma tesisi olmaktan çıkar ve taarruz için faydalı
oılurdu. Taarruzda başarı sağlayamayan kale kuvvetleri, kalelerine döne
rek bağladıkları düşman kuvvetlerine karşı savunmaya geçerlerdi. Ancak
sahra ordularmın bir yenilgi halinde kalelere sığınmalarma iziin verilmez
di. Bu durumda kalelerin jk'uşafılması söz konusu olduğundan sahra ordu-
larmın da yok olacağı göz önünde ıbulundurulurdu. Taarruz eden taraf,
kalelere mümkün olduğu kadar az kuvvet ayırmak suretiyle bunlarm dur
durucu ve kuvvetleri bağlayıcı etkisinden sakmmaya çok dikkat ederdi-
Ancak kaleler taarruz eden seyyar ordunun hareket serbestisine önemli
derece engel oluyorsa, (kuşatılarak düşürülmesi bir zorunluluk olurdu. Bu
durumda taarruz eden taraf, önemli miktarda kuvvet, zaman, silâh ve
gereç kaybetmek zorunluğuna katlanırdı. Bu ise kalelere karşı yapılacak
taarruzların en zoru kabul edilirdi. Bu nedenle taarruz edenler, yaptığı
keşiflere ve «İde edilen bilgilere göre, taarruzu ya düzensiz hücumlar ve
ya düzenli kuşatma usulü ile yaptırırdı.
Müstahkem Mevkilere Taarruz
Bir müstahkem mevkiin zaptı için uygulanan başlıca hücum sistemleri
düzensiz hücum, baskm hücumu, cöbri hücum, ıbombardıman ve abluka şek
linde olurdu.
Baskın hücumu, ancak kale, mevkii itibariyle zayıf harp silâh ve araç
ları yönünden yetersiz bulunursa, savunucular dikkatli değillerse, kale için
de elde edilmiş hainler varsa uygulanırdı. Bu gibi kalelere karşı yapılan
taarruzlarda sahra tahkimatıyla donatılmış sahra mevzilerine karşı ya
pılan taarruz kuralları uygulanırdı.
Cebri hücumda ise, özellikle mevziin en zayıf kısımlarına karşı bas
kın hücumlarında uygulanan usullerle taarruz edilirdi.
Bombardıman usulüyle hücumda başlıca unsur topçu ateşi idi. Böy-
lece müstahkem mevki zayıf bir kuvveitle çevrildikten sonra büyük çaplı
toplarla bombardımana geçilirdi. Bombardımanla savunucuların moral
leri kırılmak ve kalenin teslimi sağlanmak istenirdi.
Ablukada ise, kalenin dış ile bağlantıları kesilir ve kale çevrilerek
açhğa mahkum edUirdi. Ancak bunun sonunda şiddetli bir bombardıman
la birlikte ve cebri hücumla kale düşürülürdü. Yukarıda belirtilen düzen
siz hücumlarla müstahkem mevki düşürülemeyecek olursa, düzenli ku
şatmaya karar verilirdi. Bu durumda kuşatmayı yapacak kuvvetin mik
tarı, savunucu kuvvetlerin üç dört katı olması şarttı.
— 188 —
ıKuşatmaya ayrılan kuvvetlerin 'büyük kısmı redif ve müstahfız ol
mak üzere piyade ve süvariden çoğaltılmış çeşitli çap ve cinste topçu bir
liklerinden ve özellikle istihkâm birliklerinden oluşurdu. Bu durumda
taarruz eden kuvvetler müsıtahkem mevkiin 5-10 kilometre ilerisine çı
karılmış olması olası savunucu kuvvetlerle sahra muharebeleri yapardı.
Taarruz eden kuvvetler üstün bulunduğundan kısa bir süre sonra bu mu
harebeler sona erer ve savunucu kuvveltler çekilmek zorunda kalırdı. Ka
leye yaklaşıldığında kalenin her taraftan dışla bağlantısınm kesilmesi
birinci kuraldı. Bu kuşatma devresinde süvari önemli derecede rol alırdı.
Kale civarındaki bağlantı noktaları tutuluT, telgraf, demiryolu köprüleri
tahrip edilir ve asıl ordunun kuşatma hareketi kolaylaştırılırdı.
Kuşatmaya girişen kuvvetler, ileri arazide pek az piyade kuvvetle
riyle işgal ettiği köyleri ve mevzileri elde ettikten sonradır ki, kalenin
büyük çevresi üzerinde birinci kuşatma hattı çemberi kırardı. [144] Bun
dan sonra tabyaların 2500 metre mesafesine sokulunur ve bir gözetleme
hattı gerisinde ikinci kuşatma hattı kurulurdu. İkinci kuşatma hattı, bir
takun köylerin ve kritik arazi kesimlerinin kuvvetli bir şekilde savunma
haline konulmasından oluşurdu. Bu hatta yapılan tahkimat, gene>l olarak
avcı siperleri ve engellerden oluşurdu. Bu hattın ilerisinde kurulan üeri
karakol düzenleri ise, kale tarafından yapılması olası bir çıkışın uzak
laştırılması için düşünülürdü. Bu hattın 2-3 kilometre gerisinde çekilme
hattı veya genel ihtiyat hattı tesis ve tahkim olunurdu. Genel ihtiyatlar
tarafından işgal olunan bu hatta düşmanın bir taarruz hareketi durdu
rulmazsa ikinci hat üzerinde durdurulmaya çalışüırdı.
Kuşatma hattı belli başlı caddeler ve kesimlorle bir takım bölgelere
bölünür ve her bölge bir birliğin sorumluluğuna verilirdi. Genel olarak
kuşatmalarda her tümene dört kilometrelik bir taarruz şeridi verilmesi
kuraldı. Yapılan keşifler sonuçlarına göre, kalelere yapılacak taarruz
plânlarında birinci derecede ve ikinci derecede nereye taarruz edileceği
belirlenirdi. Topçu mevzilerinin durumu, topçunun yayılıp mevzi almasını
sağlamak için koruma mevzileri, topçunun bölümü kuşatma aletleri ve
malzemesinin getirilmesi başlıca düşüncelerdendi. Bu suretle özellikle ka
le ileri mevzUerinin, sahra ordusu ağır topçusu kullanılarak seri bir şe
kilde zapt edilmesi kuraldı. Bundan sonradır ki, taarruz eden kuvvetli
piyade ile düşman asıl mevzileri (tabyalar) hattına 3-4 kilometreye ka
dar yanaşır ve burada topçunun yayıhp yerleşmesi için dayanak noktala
rı kurardı. Topçunun yayılması güç olduğundan çoğunlukla ancak önce
den mevzie sokulan ağır seyyar havanların korunması da yapılırdı. Ge
nel olarak taarruz cephesinin her 500 metrelik kısmına bir topçu taburu
189 —
düşecek şekilde topçu kurulurdu. Ağır havanların betonlu, zırhlı tahki
mata ve hendek sığınaklarına ateş edecek şekilde mevzilendirilmesi ge
rekirdi. Yatık mermi yollu toplar, önemli yolları dövmek ve kuvvetlerin
kanatlarını korumakla görevlendirilirlerdi. Sahra topçuları, görünen ya
tık mermi yollu toplara, gözetleme yerlerine, görülen piyade mevzilerine,
cephane taşıyan dekcn^il hatlarma karşı kullanılırlardı. Bütün kuşatma
topçusu genel topçu komutanının emrinde bulundui’ulur ve ateşin baskın
şeklinde açılması için hazırlıklar yapıhrdı. Bundan sonra 2000-3000 met
reye kadar yanaştırılan ve mevzilendirilen birinci dovre topçu batarya
larının muharebeleri başlardı. Bu sırada taarruz eden piyadenin ileri
karakolları düşmana 1000 metre mesafeye kadar ilerletilir ve< yerleştiri
lirdi. İkinci devre topçu bataryaları da ateş muharebesine giriştikten son
ra, piyadenin ileri kısımları tabyalara 600 metre mesafeyo yaklaştırılırdı.
Topçu ateşinin birkaç gün devam eden ateşleri sırasında istihkâm, tab
yalar hattından 800 metre mesafede birinci korunma hendeğini hazır
lardı. Sonra piyade büyük kısmının yaklaşması için gizli v& zikzak ya
naşma hendekleri açılırdı. Bunu ikinci koruma hendeğinin kazılması iz
lerdi, Bundan sonra da gizli yanaşmıa hendekleri hazırlanırdı. Bir taraf
tan da birlikler ileri hatlara yanaştırılır ve hücum için her türlü hazır
lıklar tamamlanırdı.
Hücum zamanı, sisli, puslu veya şiddetli yağmurlu havalarda alaca
karanlık zamanlara denk getirilirdi. Topçu ve piyadenin ortak ateşleriyle
hücum yapılır ve piyade 150 metrelik hücum mesafesine sokulurdu. Hü
cumun hazırlanması için topçuya aralıklı olarak ateş ettirilirdi. Savunu
cuların siperlerini işgal ettikleri görüldüğünde bütün ateş bunlar üzerin-
do tcplattırılır'dı. Hücuma kalkıldığında ateşin geri taraftaki araziye kay
dırılması ve düşman dayanak ve ihtiyatlarının yanaştınlması engellenir
di. Düşman mevziinin ilk tabyaları hattına giren hücum kollan buralar
da yerleşirken, kale derinliklerine yapılacak hücunjlar piyade, topçu ve
istihkâm sınıflannın ortak çabalarıyla ve aynı metodla devam ettirilir
di. [145]
— 190 —
adnn axiım savunma yapılması kuraldı. Bu durumda büyük piyade birlik
lerinin de taarruz eden kuvvetlerin gerilerine hücum ettirilmesi istenirdi.
Geri hücumlarda ise, özellikle taarruz eden kuvvetlerin topçusunun sus-
turuhnasma çalışılırdı. Bombardımana karşı savunmada ise, öncelikle sı
ğınaklar hazırlanmış olduğundan buralarda sığınılır ve ahaliye öğütler
verilerek bombardımanların etkisiz olduğu kendilerine anlatılırdı. Yan
gınlara ve çapulculuğa karşı olağanüstü tedbirler almırdı. Düşmanın ka
leyi kuşatma harekâtma karşı engel olmak için çıkış yapılması isıtenirdi.
Bütün savunucu topçu da ateşlerini bomlbardıman topçuısumm üzerine
toplamaya gayret ederdi. Aıblükalarda ise, savunma çevresinin kapatıl
masına çıkışlarla engel olunması kuraldı.
Düzenli kuşatmaya karşı savunmada genel olarak savunma kuvvet
lerinin bölünmesinde başlıca kural, tabyalardan geçen dış savunma hat
tının her kilometresine 750 er hesap edilmesi ve tahsisi idi. Bu kuvvetin
2/3’nü piyade 1/4 - 1/5’ini topçu vo geri kalanını istihkâm ve süvari oluş
tururdu. Muvazzaf piyade asıkerinin miktarı 1/4 kadar hesaplanır ve ge
risi redif ve müstahfız olurdu. Her top için lOOO’er atımhk bir cephane
payı dikkate almması birinci kuraldı. Genel olarak her taibyanm kuvveti
250 er olarak hesaplamrdı.
İleri araziden itibaren başlayan muharebelerden sonra tabyalar hat
tına çeküinirdi. Eğer kale abluka edilirse, abluka hattının yanlmıası için
büyük kuvvetlerle çıkışlar daha önceden plânlanudı.
Topçu muharebeleri sırasında savunma topçusunun büyük bir şid
detle ateşe devam etmesi ve teker teker düşman topçu bataryalarmı yok
etmesi başlıca görevdi. Taarruz edilen ikinci devrede batarya mevzileri
nin hazırlanmasma başlandığı zaman çıkışlar yapmak suretiyle düşma
nın rahatsız edilmesi ana kural idi. Düşmanın açtığı gedikler tamir edil
mekle bera'ber bu gediklere ateş açan düşman bataryalarını susturmak
da başhca isteklerdendi,
D'üşmanm birinci ve ikinci koruma hendeklerinin hazırlanması sıra
sında topçu faaliyeti artırıldı. Üçüncü koruma hendeğinin açılması sıra
sında ise* piyade ateşi de topçu ateşine katıldı. Düşmanın tabyalara hü
cumundan önce tabyalardaki bataryalar birinci hatta çekilir ve tabyalar
piyade tarafından adım adım savunulurdu. Buradaki savunma başarısız
lığa uğradığı takdirde ikinci hatta çekilinilirdi. İkinci hattan sonra da
merkezî çevreye çekilmek kural ve bir zorunluktu. Burada da savunma
yapılamazsa ya kuşatma hattı yarılarak bir taraftan çıkış yapılır veya
teslim olunurdu.
— 191 —
9. Özel Hallerde Muharebeler
a. Yerleşim Yerlerinde Savunma ve Taamız
Yerleşim Yerlerinde Savunma
Yerleşim yerlerinin savunulmasında asıl muharebe hattı, birlikler
ateş meydanlarının durumuna göre yerleşim yerinin çevresinde ve bazı
yerlerde biraz ileride tutulmıası kuraldı. Konar (asıl muharebe hattı)
bölgelere ayrılarak her bölgeye tam bir birlik verilmesi ve ner bölgede
küçük ihtiyat kuvvetler bulundurulması ve nihayot yerleşim yeri içinde
ve gerisinde genel bir ihtiyat bulundurulması kuraldı. Yerleşim yeri çev
resinin gereken yerlerine hendekler çitler konulması, evlerin ve duvarla
rın berkitilmesi suretiyle kuvvetlendirilmesi ve evler arasının tel örgü
ve ağaç gövdeleriyle kapatılması başlıca önlemlerdi. Yerleşim yerleri
içinde sığınaklar, irtibat yolları yapılması ve özellikle küit noktası ola
bilecek sağlam binalarm esaslı bir şekilde kuvvetlendirilmesi ve tutul
ması, savunmanın başlıca düşüncesi idi. Düşmanın bu yerlere girmesi
halinde, sokak muharebeleri ile savunulması ve düşman taarruzunun sün
gü hücumu ile püskürtülmesi başlıca hareket tarzı idi.
Yerleşim Yerlerinde Taarruz
Yerleşim yeri muharebelerindeki taarruzların yapılış şekli genel
olarak sahra tahkimatıyla desteklenmiş mevzilere karşı uygulanan taar
ruz kurallarının aynı idi. Ancak birbirini destekleyen bir takun ev grup
ları direnekler topluluğu manzarası arz ettiğinden piyadenin yakın me
safelerden ağır silâhlarla desteklenmeleri ve muharebelerin ufak taarruz
grupları halinde derinliklere göitürülmesi ana kuraldı.
Piyadenin dik ateşli silâlılarla desteklenmesiyle beraber, çevrenin
zaptından sonra düşmanın karşı kenara kadar sokaklardan ve bahçeler
den geçilerek süngü ile kovalanması ve yanlardan kuşatıcı hareketlere
başvurulması bir kuraldı. Karşı kenara gelmeden önce savunmaya geç
mek ve bir düzene girmeye çalışmak göz önünde tutulan bir noktaydı.
b. Ormanlarda Savunma ve Taarruz
Ormanlarda Savunma
Ormanlarda yapılan savunmalarda, asıl muharebe hattının orman
kenarlarından doğil de, ağaçlar seyrek ise, biraz gerisinden geçirilmesi
kuraldı.
Ormanların çıkıntı oluşturan yerlerine makineli tüfekler yerleştiril
mesi ve savunma gücünün artırılmasına çok dikkat edilirdi. Savunma
bölge bölge yapıldığı gibi, düşmanın ormana girmesi halinde yanlardan
karşı taarruzlarla taarruzun püskürtülmesine çalışılırdı.
— 192 —
Ormanlarda Taarruz
Taarruz önce orman kenarlarında bulunan ve ileri çıkmış bulunan
düşman birliklerine yöneltilmekle beraber, orman kenarında ve gerisinde
ihtiyat bulunması olası yerlerin topçu ateşleriyle dö\dilmesi göz önünde
bulundurulurdu. Ormana girildiğinde bozulan düzenin tekrar elde edil
mesi için yeniden muharebe düzoni alınması ve taaıruzun sık avcı hat
ları ve dar cephelerle yürütülmesi başlıca kuraldı. Birlik istinatlarının
yakından takip ettirilmesi ve ihtiyatların kademelendirilmesi suretiyle
ormanlann öteki kenarlarına kadar taarruzun aynı şeküde devam etti
rilmesi başlıca taktikti.
Geçitlerde Taarruz
Savunucu, geçit ilerisinde mevzilenmiş ise; düşman kuwetlerinin
atılmasında kullanılan kural, cepheden taarruzdur. Düşman geçitten
ayırmak istendiğinde kuşatmaya çalışılırdı. Geçit içindeki veya gerisin
deki savunuculara gece baskınları yapılması en kolay bir şekil olarak ka
bul edilirdi. Bununla beraber cephe taarruzlarının çok zor çevirmelerin
ise fazla zaman kaybına söbep olmasına rağmen çoğunlukla başarıya ula
şan usulün cephe taarruzu olduğu kabul edilirdi.
10. Çıkarmalar
Türk Silâhlı Kuvvetleri, 1908 yılından 1918 yılına kadar devam eden
savaşlar süreeince, 1912-1913 Balkan Savaşı’nda yapılan Şarköy çıkar
ması hariç olmak üzere hiç bir bölgede bir çıkarma hareketine girişme
mişti. Elde bulunan talimnamelerin çıkarmalar hakkmdaki kayıtları ve
kuralları bir yana, silâhlı kuvvetler herhangi bir çıkarmayı yapmak için
gereken olanaklara sahip olmadığı gibi bu konuda bir eğitimi de yoktu.
Şarköy’e* yapılan çıkarma hareketi herhangi bir düşman etkisi ve ateşi
altında yapılmadığı halde büyük zorluklarla uygulanan başarısız bir ha
reket olarak kalmıştı.
— 193 —
C. HARP CERİDELERİ VE PERSONEL İŞLERİ
1. Harp Cerideleri ve Muharebe Raporları
OsmanlI Devleti’nin dağılma devrine kadar, orduların muharebe
meydanlarında yaptıkları muharebe harekâtını ve bu har&kâtın kuvvet,
imkân ve araçlarıyla her türlü kayıpların, cetveller, kayıtlar ve rapor
larla tespit edilen modern anlamda bir harp ceridesi tutulmuyordu. An
cak harp ceridelerinin içerdiği bilgileri fayda ve işlemleri daha çok mu
harebelere katılan vak’a-nüvisierle idare etmişlerdi. Bunlar katıldıkları
seferlerde meydana gelen olay ve muharebeleri görerek ve işiterek yaz
dıkları eserlerle dile getirmişlerdi. Bu eserlerden Fındıklı Mehmet Ağa’
nın “Silâhtar Tarihi” ve buna benzeyen birçok eserler, çok defa seferler
içinde meydana gelen olaylarla muharebelerin genel ve özel ayrıntılarını
aydınlığa çıkarabilecek bazı bilgileri içermektendir. Ancak bunlar genel
likle başkomutan bulunan padişahla diğer önemli görevler almış komu
tanları övmekten daha ileri gidememişlerdi. Böylece birçok ihsanlar ve-
rUen bu yazarların gayretleri artmış ve gün geçtikçe övgüler genişlemiş
ve rivayetler çoğalmıştı. Bu durum ise, gerçekleri çok zaman yok etmiş
ve yazarlar tarafsız olmaktan çıkmışlardı. Bunun yamsıra orduların bün
yesi ve cephelerin genişlemesi, vakanüvislerin görüş ve duyuş açılarını
daraltmıştı. Bu nedenle de muharebelerin bütün faaliyetleri ayrıntılarıyla
saptanamaz bir duruma gelmeye başlamıştı. Bundan sonra olaylar içinde
yaşayan ve görevli bulunan sorumlu komutanliarın özel anılan da, ger
çekleri yeterlikle aydmlatmaktan çok kendi faaliyetlerinin birer savun
ması şeklinde belirmeye ve dolayısıyla gerçeklerin çeşitli şekillere bürün
mesine sebep olmaktan başka bir şeye yaramaz bir hale gelmeye baş
lamıştı. Birçok komutanlar sorumlulukları birbirlerinin üzerine atmaktan
çekinmemişlerdi. 1877-1878 Rus ve 1912-1913 Balkan Savaşlan dahi bu
gibi anılarla ayaktadır. Bu sebeplerle Avrupa Ordulannda olduğu gibi
muharebelerin aynhtılarımn belgelere dayanılarak saptanması ihtiyacı
karşısında kalınmıştı. Bunun için harp ceridelerinin tutulmasına ve bun-
larm muhare:beye giren her birlikten istenmesine karar verilmişti.
a. Harp Ceridesi
Subaylar tarafından tutulması esas olarak kabul edilen harp ceri
delerinden amaç, askerî tarihin yazümasında komutanlar ile birliklerin
ve savaşa etki yapan teşkiller ve kurumların yetenek, ve faaliyetleri kar
şısında doğru hükümler verilebilmesi için elde sağlam bir ana kaynak
bulundurmak; gerek savaş meydanında gerek savaş alanı dışında yapılan
bütün hareketlerden ve işlerden çıkan tecrübelerin toplanarak incelen
mesiyle ordunun zaferini sağlamak ve başarısızhk sebeplerini mümkün
olduğu kadar gidererek bir takım yeni usuller ve kurallar çıkar iknasına
hizmet etmekti.
— 194 —
Harp oeridek<ri, savaşa neden olayların, savaşı ve savaşın akışını
göste<rmesi bakımından önemli görülmüştü.
Türk Ordusu özellikle Alman sevk ve idare doktrinlerini kabul et
tikten sonra bu iş bir ödev olarak ele alınmıştı. Özellikle Balkan Sava-
şı’ndan önce yayınlanan emir vo talimatlara göre, bir sefer halinde her
karargâh ve birliğin harp ceridesi tutması emredilmişti. Bıma göre Bal
kan Sav'aşı’nda harp ceridelerinin tutulmasına 18 Eylül 1328 (1 Ekim
1912) da başlanmıştı. Bununla beraber Balkan Savaşı’nda harp ceride
lerini doğru ve zamanında tutan pek az birlik görülmüş ve bir çok birlik
ve karargâhlar bu corideleri ya eksik tutmuş, veya tutmamışlardı. Niha
yet günü gününe tutulması gereken harp ceridelerinin muharebelerden
bir zaman sonra subaylardan soruşturulmak suretiyle yazdırılması isten
mişti. [146]
Balkan Savaşı’ndan sonra. Birinci Dünya Savaşı’nda harp ceridele
rinin eksiksiz olarak tutulması istenmiş ve bu amaçla da öğretici ve ay
dınlatıcı emir ve talimnameler yaymlanarak ordu bu hizmete sokulmak
istenmişti. Bu şekilde yaymlanan talimatların en yenisi 1333 (1917)’te
yayınlananı olmuştu. Yaymlanan talimatla her ordu, kolordu, tümen, tu
gay ve alay karargâhlarıyla müstahkem mevkilerin ve önemli bağımsız
müfreze ve grup komutanlıkları karargâhlarının, menzU müfettişlikleri
ile Başkomutanlık Vekâleti Karragâhı (Karargâh-ı Umumi)’nin ve Har
biye Nezareti şubelerinin, piyado ve topçu taburlarıyla süvari alayları,
makineli tüfek istihkâm ve diğer fennî sınıf bölüklerinin ve bölükten kü
çült bağımsız görev alan teşkillerin harp ceridelerini tutmalan istenmişti.
Sıhhiye bölükleriyle seyyar hastanelerin ve katar komutanlıklarıyla er
zak ve cephane kollarının, amele taburları ile ekmekçi kollannm da harp
cerideleri tutmaları emredümişti. Harp ceridelerinin tutulması için baş
langıç tarihi de 3 Ağustos 1914 olarak almmış ve bu Mondros Mütare-
kesi’nin imzalanmasına kadar devam etmişti.
Harp ceridelerinin işlenmesinde önceleri yalmz muharebelerin nasıl
yapıldığını hikaye etmekle yetinilmişse de, zamanla ve özellikle Birinci
Dünya Savaşı’nın harp ceridelerinde, muharetbelere katılan birliklerin ko
nuş, kuruluş, kuvve, subay durumu, genel kayıp ve iaşe durumlarıyla
önemli muharebe raporlarına yer verilmişti. Bu şekilde harp cerideleri
nin tutulması ve buna eklenecek “vesâik-i harbiye” (harp belgeleri) dos
yalarının düzenlenmesi görevi, büyük karargâhlarda komutanlara veya
kurmay başkanlarma verilmiş ve bu karargâhlar, ya bir kurmay subayı
[146] Ordu Emirnamesi; No. 9 (24 Mayıs 1330), s. 190. Bu ordu emirnamesinde harp
ceridelerini tutan, tutmayan veya eksik tutan karargâh ve birliklerin bir lis
tesi mevcuttur.
~ 195 —
veya yaverleri, veya da ibunu yapmaya yeterli bir subayı bu göreve ayır
mışlardı. [147] Gerektiğinde ve özellikle küçük birliklerde bu görevin
bizzat komutanlar tarafından yapılması bir sorumluluk olarak verilmişti.
Ancak bu işle görevlendirilmiş subayların yaralanmaları, şehit olmaları
veya görevlerinin değiştirilmesi nedenleriyle olayların oluşum ve buna
etki yapan faktörlerin zamanla unutulması ve nihayet başka bir şekilde
hatırlanar'ak hataya düşülmemesi için, her olayın günü gününe harp ce
ridelerine geçirilmesi bir zorunluluk haline getirilmek istenmişti. Bunun
da devamlı olarak izlenmesi komutanlara kurmay başkanlarma bir so
rumluluk olarak verilmişti. Böylece her karargâh ve birliğin seferber
liğin birinci gününden seferin bitmesine kadar olan olayları saptamaları
titizlikle izlenmişti. Yazılacak olayların gerçeğe uygun şekilde yazılm.a-
smm ordu vo vatanın çıkarları bakımından önemli olacağı ve gerçeklerin
aydınlatılmasının da asker namus ve şerefin bir gereği olduğu bütün ordu
mensuplarına hatırlatılmıştı.
Her harp ceridesinin bir seferin bitimine kadar, birbirine bağlı ola
rak tutulması ve biribiri ardınca sayı alması kuraldı. Harp cerideleri belli
başlı harekât dönomlerinin bitiminde ve bu gibi dönemler olmadığı halde
mart, haziran, eylül ve aralık aylan sonlarında kapatılırdı. Her ceride
nin hangi tarihte ve nerede kapatıldığı aşağısına yazılarak komutan ta
rafından imza edilirdi. Kapatılan harp cerideleri ile bunlara bağlı belge
lerin, gizli olarak doğruca Erkân-ı Har<biye-i Umumiye Harp Tarihi Şube
veya Encümeni’ne (ATAŞE Bşk. hğı) gönderilmesi ana kuraldı.
Harp Cendeleri Balkan Savaşı’na nazaran Birinci Dünya Savaşı ile
îstiklâl Savaşı’nda oldukça iyi tutulmuş ve bunlar Harp Tarihi (ATAŞE
Bşk. lığı) Arşivine gönderilmiş ancak Filistin Cephesi’nde mulıarebe edon
orduların harp cerideleri çoğunlukla elden çıkmıştı (Balkan Savaşı’nda
Garp Ordusu’nda olduğu gibi). Bu itibarla Birinci Dünya Savaşı’nda tu
tulan harp ceridelerinin en mükemmelleri Çanakkale, Irak ve Şark (Kaf
kas) Cephelerine ait olanlar idi.
b. Muharebe Raporları
Hidemât-ı Seferiye Talimnamesi’ne göre muharebe raporları genel
olarak ordular, kolordular, tümenler, tugaylar, alaylar ve değişik çapta
bağımsız müfrezelerle bağımsız tabur komutanlıkları tarafından verüirdi.
Muharebe raporu vermek hor birliğin devamlı bir sorumluluğu idi. Ve
rilen muharebe raporlarının her defasında ayrıca birliklerin harp ceride
lerine de geçirilmesi iŞtenirdi.
— 196 —
Muharebe raporlarında Özellikle, her muharebei}in başlamasından bi
raz Önceki dost ve düşman durumlarını, muharebeden önceki genel kuvve
ile bu alandaki düşman kuvvetlerine dair bilgileri, hareketlerin gidiş
şekli ilo sonuçlarını belirtmek ana kuraldı. Hareketler (yürüyüş, taarruz,
savunma, takip, geri çekilme) sırasıyla, saat ve dakikalarıyla yazılırdı.
Alınan raporlar ağızdan veya yazılı olarak belirtilirdi. Kuruluş, ko
nuş, kayıplar ve her türlü tüketim, düşmamn gelişen durum ve kuvveti
ve bunların hareketlerine karşı alınan tedbirler, hareketlerin bitmesi ve
bunların sonuçları açıklanırdı. Bu şeküde muharebe raporları harp ce
ridelerini de tamamlayacağından askerî tarih yazıknası için başlıca kay
nak kabul edilirlerdi. Özellikle muharebe raporlarında başarı ve başarı
sızlıkların nedenlerini de belirtmek, istenen önemli bir hasustu. Ancak
yazdan muharebe raporlarında tarafsız olmak da titizlikle istenen bir
konu idi.
3. Personel İşleri
a. Kuvve ve Raporları
Her türlü kuv\"e kayıtlarının, verilmesi emredilmiş bulunan muha
rebe raporlarıyla da belirtilmesi kuraldı. Clenel olarak kuvvelerin gös
terilmesinde kuUanılan çe§itli cetvellerin örnekleri bir forma bağlanmıştı
ki, bunlar her ayın birinde ve on beşinde düzenlenirdi. Bu cetvellerin
başlıkları genel olarak insan, hayı^an ve her türlü taşıt araçlarını elde
bulunan silâhların cephanesini ve miktarını içerirdi.
Düzenlenen bu genel kuvve cetvelleri, her birlik tarafından doğrudan
doğruya bağlı olduğu komutanlığa sunulurdu. Bunlaı son olarak en yük
sek kademede toplanırdı. Ayrıca her birliğin iaşe (yiyecek) kuvvetleri de
eklenmekle beraber, bu cetvellerde ne miktar subay ve orin şehit olduğu,
yaralandığı veya hava değişimine gittiği, esir düştüğü ve ne kadar ikmal
eri aldığı da belirtilirdi. Özellikle muharebelerde ve diğer zamanlarda
meydana gelen her çeşit insan ve hayvan kayıplarınm da birer çizelge
halinde yukarı kademelere sunulması istenen önemli bir faaliyetti.
b. Er İkmali
Elr ikmalinin ilk kaynağı askerlik şulbeleri idi. Şubelerden depo bir
liklerine veya doğrudan doğruya ordu dairesinin seferi sevk komisyon-
larmda yapüan sevkiyat, er ikmalinin normal şekli idi. Seferi sevk ko
misyonlarında veya depo birliklerinde toplanan erler, özelükle memleket
içinde teda\d olan hasta ve yaralı erlerle firardan yakalananlarla daha
çok artar ve oluşan er ikmal kafileleri ordu menzil noktalarındaki depo
larda toplanırdı. Burada ordu menzil hastanolerinden gelenlerin de katıl
masıyla ikmal erlerinin sayısı daha büyük bir miktara yükselirdi. Bura
dan cephelerdeki birliklerin ihtiyaçlarına göre dağıtım yapılırdı.
— 197 —
c. Subay İkmali
Suibay ikmalinin ilk kademesi askerî okullardı. Ancak harpler do
layısıyla harp okulları kapatıldığından subay ikmali, kısa devreli talim
gahlara yüklenmişti.
Talimgahların yetiştirdiği küçük rütbeli muvazzaf ve yedek subay
lar yetmediğinden özellikle Birinci Dünya Savaşı içinde birliklerdeki kabi
liyetli çavuşlar ve başçavuşlar takım komutanı olarak subay görevlerinde
kullanılmışlardı. Bu dunun harbin sonuna kadar devam etmişti. [148]
d. Moral
Yurt İçi İzinleri
SilâJhlı kuvvetlerde morali kuvvetlendiren ve geliştiren faktörlerin
başında gelen izin, istiıbdat devrinde bir esasa bağlanmayan keyfe bağlı
bir sorundu. Meşrutiyetin ilânma kadar bir maddî ve manevî sıkıntı ve
zahmetler içinde bocalayan Türk Silâhlı Kuvvetleri mensupları, izin ve
istirahat gibi tabiî bir haktan mahrum edilmişlerdi. Askere çağrılan er,
köyünden çıkarken bir daha dönmeyecek şekilde abesiyle vedalaşarak
ayrılırdı. Yıllarca süren uzun bir askerlik hizmetinden sonra memleket
lerine dönmeyen askerler pek çoktu. Bu yüzden Anadolu, kan ağlamış ve
ağıtlar yakarak feryat etmişti.
Bir subayın ve erin askerlik hizmeti süresi içinde bir defa olsun
mctmleketine belirli bir süre izinli gönderilmesi meonleket ve aile has
retinin giderilmesi, idarecüerce anlaşılmayan bir şeydi. Bunun nedonle-
rinden biri yol durumu ve ulaştırma araçlarının yokluğu idi. İdarecüerce
söylenen tek söz, “pazarlık ölünceye kadar” gibi moral anlamından uzak
bir düşünce idi. İzinin hem hak ve< hem de yeni bir enerji kaynağı oldu
ğunu kavrayamayan İstibdat Devri, askerliğe karşı olan heves ve şevki
de yok etmişti. Bu durum Türk Silâhh Kuvvetleri bünyesinde tedavi edü-
mesi gereken önemli bir hastalık halinde idi. Hürriyet Devrimi’ni yapan
ve idareyi ellerine alan idareciler, bir ordu mensuibunun da insan olup, bir
makine olmadığını, makinenin bile bakıma ve dinlenmeye ihtiyacı bulun
duğunu kabul etmişlerdi.
Savaşı robotlarm değil, taze ve enerjik insan ruhunun ^apacağma
inancı zamanın Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği (Genelkurmay Baş
kanlığı) gerekçesiyle bir izin nizamnamesini (tüzüğünü) Askerî Şura’mn
incelemesine sımmuştu. 24 Haziran 1325 (7 Temmuz 1909)’te padişahın
onayından geçen İzin Nizamnamesi, sUâhlı kuvvetlerin morali üzerinde
— 198 —
olumlu etkisini gösltermeye başlamıştı. [149] Bu nizamname ile ordunun
general, üstsubay, subay ve erlerine de izin verilebileceği bolirtilmişti.
Memleket içine ve hatta yabancı ülkelere de izin verilebUeoeğini açıkla
yan nizamname, izinlerin ne zamanda ve hangi şartlar altında verilece
ğini, izin sürelerini, verUece«k izinlerin çeşitlerini ve izin vermeye yetkili
makamları ayrı ayrı belirtmekte idi. Ancak izin vermeye yetkili olan ko
mutan ve kurum amirlerinin izin vermelerinde veya verilen izinlorin uza
tılmasında hizmeti aksatacak bir engelin bulunup bulunmadığını göz
önünde tutmaları şart koşulmuşitu. Askerî hizmetlerin aksamaması ve
hizmetin devamını sağlama bakımından izinli gideceklerin, âdil bir sıraya
göre ayarlanması prensip olarak kabul edümişti. Bu durumda kıta ve
kurumlardan izinli gidece'klerin miktarı birMklerdeki mevcudun dörtte
birini aşmayacaktı.
izinlerin piyadenin alay-tugayı süvarinin alay, topçunun atış, fennî
birliklerin (muharebe, istihkâm) büyük ölçüde fennî eğitim ve nakliye
(ulaştırma) birliklerinin ulaştırma, eğitim ve tatbikat devrelerine rast-
latılmaması şarttı. Birliklerden birisinin mııhareibe eğitim ve tatbikatları
yapmak üzere herhangi bir yerde toplanmaları emrolunduğu zamanlarda,
izinlere sımr konmakta idi. Ancak eğitim, atış tatbikatı ve manevralar
devrelerinde sağlık durumlarından veya diğer önemli ve haklı sebepler
den dolayı izin almaları gerekenler istisna edilmişlerdi.
Her silâhh kuvvetler mensubımun, bir yıl içinde, bir defada veya
birkaç defa olmak üzere birbuçuk ay (45 gün) süre ile izinli gitmesi esas
tı, bu durumda izinli gidecek subaya maaş ve yiyecek maddeleri veril
mekte ve bu hak kesilmemekte idi. Bir yıl içinde izin alamayanların ikinci
yılda iki ay (60 gün) ve iki yıl hiç izin almayanların, üçüncü yılda üç ay
(90 gün) izin almaları bir hak olarak kabul edilmişti. Ancak üç aydan
fazla izin verümemesi kararlaştırılmıştı. Verüecek bu izin sürelerine gi
diş ve geliş dola3asıyla geçecek günler toplamınm mevcut ulaştırma araç
larına ve en kısa yola göre, 15 günden fazla 45-90 günlük izin sürelerine
eklenmekte idi. Gidiş ve geliş süresi en kısa yollar hesabiyle bir ayı aşan
yerlere gidecek sulbaylara, bir yıl izinli gitmezlerse, ikinci yılda üç ay izin
verilmesi uygun görülmüştü. Bunlarm yollarda geçirecekleri süre için de
15 gün ayrıca bir izin süresi eklenmekte idi.
Diğer izin şekli ise, maaşsız ve yiyecek içeceksiz olan izin şeklidir ki,
suibay altı aydan fazla izinli gittiği takdirde, maaş ve yiyecek içeceği
kesilmekte idi.
[149] Başbakanlık Arşivi; Hazine Eîvrak No. 121; OsmanlI Ordusu için izin Nizam
namesi hakkmda 24 Haziran 1325 (7 Temmuz 1909) tarihli irade-i Seniyye.
— 199 —
Î2İin Nizamnamcöi’ne g"öre, izin vermeye yetkili olanların başında ge
len kişi padişahtı. Padişah, şehzadelere, Harhiye Nazırı’na Istabl-i Âmire
(Padişahm at ve arabalarımn bulımduğaı ahırlar) Müdürü’ne, maiyetin
deki birlik komuıtanlarına doğrudan doğruya izin vermeye ve uzatmaya
yetkili bulunuyordu. Ayrıca Hahbiye Nazırı aracılığı ile Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye Roisi’ne (Gnkur. Bşk. m) Ordu Genel Müfettişi’ne ve Ordu
Müfettişlerine izin verme ve uzatma yetkisi padişaha aitti.
Padişahtan sonra izin vermede en yetkili kişi. Harbiye Nazırı idi.
Harbiye Nazırı, Tümen Komutanlarına, Harbiye Nezareti Daire Reisle
rine (başkanlarma) Süvari ve Topçu Müfettişlerine izin vermeye yetkili
idi.
İzin vermede üçüncü yetkili kişi, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi
(Gnkur. Bşk. m) idi. Erkân-ı HaTbiye-i Umumiye Reisi, Reis-i Sâni’ye
(İkinci Başkana), dairedeki şube müdürlerine ve bu şubelerdeki üstsu
bay, suibay ve memurlara izin vermeye yetkili kılınmıştı. Ancak ordu ve
tümen komutanlarının yetkileri dışmda kalan hizmetlerde bulunan ordu
erkân-ı harp reislerine (ordu kurmay başkanı) ve taşradaki (İstanbul
dışında) erkân-ı harp zabitlerine (kurmay subaylara) izin verme yetkisi.
Harbiye Nazırı’nm yetkisi kadardı.
Ordu Gonel Müfettişi, doğrudan doğruda yanında bulunan üstsubay
ve memurlarına izin vermek konusunda Harbiye Nazırının yetkisine sa
hipti.
Ordu komutanalrı veya müfettişleri emir ve kuruluşundaki birlik
komutanlarına, erkân-ı harp reislerine 15 gün, alay komuıtanlarına bir ay
ve diğer subaylar'a üç ay izin verebUirlordi.
Tümen komutanları, tugay komutanlarına yedi, alay komutanlarına
15 ve diğer subaylara 45 gün izin verme yetkisinde idi.
— 200 —
Şebbsnderlik ve komiserliklorine 24 saat içinde başvnırTnaları ve kimlik
lerini bildirmeleri gerekti. Yabancı memleketlere veya eyalât-ı m^ümtaze-
ye gidecek oi’^du mensuplarının askerî elbise giymeleri ancak izne bağlı
bulunmakta idi. Askerî elbise giyecek olan sulbayların gittikleri mevkide
bulunan devletin de en büyük askerî komutanını ziyaret etmeleri bir zo
runluluk ve nezaket gereği idi. Ayrıca suibayların gittikleri yabancı ülke
lerde casusluk gibi şüpheyi davet edecek hallerden sakınmaları gerekirdi.
Otellerde ve polis dairelerinde isim ve rütbelerini ve ait oldukları devleti
bildirmeleri gerekti.
Yabancı ülkelerde ve eyalât-ı mümtazede bulunan subayların, askerî
birlik ve kurumlan ziyaret etmek ve birlik eğitimlerinde bulunmak için
elçiliklerden izin almalan gerekirdi. Bu gibi sıibaylann bir seferberlik
haberini aldıklarında emir beklemeden hemen yurda dönmeleri zorunlu
idi.
— 201 —
izinleri onaylaması şarttı. Taibıır ve alay hastanelerinde bulunan hasta
bakıcılar, tımarcılar, sıhhiye üstsubay ve subaylarının yetkileri dışındaki
izinler için amirlerinin izinlerini alarak bağlı oldukları birlik komutan
larına baş vururlarıdı.
Nişancı taburları, istihkâm ve nakliye (ulaştırma) tabur]arı, maki
neli tüfek bölük komutanları bağh oldukları tümen komutanlarından izin
alabilirlerdi.
Harbiye Nazırı, Erkân-ı Har*biye-i Umumiye Reisi (Gnkur. Bşk.nı)
Ordu Umum (Genel) Müfettişi, ordu ve bağımsız tümen komutanları,
OsmanlI ülkesinde izin istemeye gerek kalmaksızın memuriyetten ayrı
labilirdi. Bu konu için îzin Nizamnamesi’nin verdiği bir yetki idi. Ancak
Harbiye Nazırlan ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisleri görevlerinden
ayrılmadan önce bu aynlışı padişaha arz edordi. Diğer komutanlar. Har
biye Nazırı’na bilgi verirlerdi. Memleket dışında bulunan ataşemiliterler
izin konusunda yalnız Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’ne başvururlar
ve elçilerine bilgi verirlerdi.
îzin Nizamnamesi, dil öğrenmek, manevra ve bazı denemelerde bu
lunmak ve yabancı ordularda hizmet etmek gi'bi hallerde izin isteyen ge
neral, üstsubay ve subaylara bir yıl izni kabul etmişti. Bu süre içinde
maaş tayınat tam olarak verilirdi. Yabancı ülkelerde geçen bir ylılık izin
süresi, askerî kıdem hizmetlerinden indirilmezdi.
1909 yılında kabul edilen îzin Nizamnamesi, genel esaslarıyla 1920
yılına kadar ufak tefek bazı önemsiz değişikliklerle uygulanmıştı. Ajıcak
bu nizamnamede yapılan değişiklikler. Birinci Dünya Savaşı’nm uzun sür
mesi nedeniyle yapılmıştı. Bu sebeple alay komutanlarma kadar olan
erkân, üstsuibay ve subaylara ve bunlara denk sağlık subay ve memurla
rına ordu komutanları tarafından izin verilmesine yetki tanınmıştı. Sa
vaş içinde verUen bu izinlerin süreleri iki haftadan fazla değildi. Ancak
memlekete gidiş ve dönüş süreleri izne dahil değildi. [151]
— 202—
değerde kaftan), kürk, murassa kılıç (mıücerviherli kılıç) sorguç veya
çelenk gilbi bir çok ödül çeşitleri gelip geçımişlti. Ancak bunlar zamanla
terk edilmiş ve bu şeref göstergelerinin yerine sonradan nişan ve madal
yalar verümeye başlanmıştı.
1908 yılında ve bu yıldan sonraki zamanlarda da takılmakta olan
nişan ve madalyalarm başlıcalan şunlardı :
“Murassa Hanedan-ı Âli Osman Nişanı (bu nişan 1852 yılında ve-
rilmişiti. Sultan AbdüJmecit’in yaptırdığı bir nişandı).
Altın Ertuğnıl Nişam (yıldız şeklinde olup, bunu da Abdülmecit
yaptırmıştı).
Murassa İftihar Nişanı (Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılmış
tır) . Murassa Osmani Nişam (Bu nişanın 1 nci, 2 nci, 3 ndü ve 4 ncü rüt
beleri vai’dı. Bunları Sultan Abdülaziz yaptırmışitı)
Murassa Altın İmtiyaz Nişanı (Bu nişan, II. Abdülhamit tarafın
dan yaptırılmıştı).
II. Abdülhamit’in yaptırdığı nişanlardan biri de. Murassa Mecidi
nişanı idi. Bu nişan da beş rütbeye Ibölünm'üşıtlü. En son nişan ise, dört
rütbe üzerinden yapılan Murassa Osmani Nişanı idi. ,[152]
Meşrutiyet’in ilâmndan sonra, 1910 yılmda mevcıit nişanlara ek
olarak Sultan V. Mehmet Reşat tarafından Meziyet Nişam verilmişti.
Meşrultiyet Devri’nin başta gelen madalyası ise. Birinci Dünya Sa-
vaşı’nm başında ortaya çıkarılan harp madalyası idi. Bu madalya harpte
yararlık gösterenlere verilirdi. 16 Şulbat 1330 (1 Mart 1915)’ta bir ni
zamname ile verilmişti. |[153] Harp madalyası, taşıma hakkı olmamak
üzere ailelere ihtikal edebilirdi. Madalya, Birinci Dünya Savaşı’nm biti
mine kadar devam etmiş ve yürürlükte kalmıştı. Birinci Dünya Sava-
şı’nda müttefik devletler de, harp madalyalarından Türk Silâhlı Kuv
vetler mensuplarına karşılıklı olarak madalyalarını vermişlerdi. Bun
lardan özellikle Alman Demir Salip Harp Madalyası, Osmanlı Harp Ma-
dalyası’nm hizasına ve ceketin sol tarafına taktırılmıştı.
Muharebelerde cesaret ve fe-dakârlıkla doğüşen kahramanlara veri
len Harp madalyasından sonra, tekrar fedakârlık gösterenlere sırasıyla
Gümüş Muharebe Liyakat ve İmtiyaz madalyaları. Altın Muharebe Li
yakât ve İmtiyaz Madalyaları verilirdi. ,[154]
— 203 —
Harp madalyaları Alay komutanları ve daha büyük komutanlar ta
rafından izin almadan verilirdi Ancak Gümıüş ve Altın Liyakat ve İm
tiyaz Muhareıbe Madalyalarının verilmesi, padişah iradesine (emrine)
bağlı idi. ,[15ö] (Nişan ve madalyalarm takılma şekli için 1 ve 2 numa
ralı resimlere bakınız.)
Nişan ve madalyalar verilecek subaylar için aşağıdaki üç maddenin
uygulanması gerekti :
Öneri yazısı, piyade için birliklerde alay komutam ve daha büyük
komutanlar, diğer sınıflar daire ve kurumlarda bu makamda bulunan
amirler tarafından düzenlenir.
Düzenlenen öneri yazısının üst iki makam tarafından onaylanması
gerekir.
Komutanların bulunmadıkları zamanlarda, kurmay başkanları ve
diğer maiyet memurlarının öneri yazışım imzaya yetkileri yoktur.
Özel kişilere verilen bütün nişan ve madalyaların beratları bir harca
(masrafa) taJbi idi. Mecidi ve Osmani Nişanlarımn üçüncü rütbelerine ait
beratların alınması için 50 kuruşluk bir harç vermek gerekti. Bu nişan
ların ikinci rütbesi için 100, birinci rütbesi için 50 ve diğer nişanların
hepsinden 100 kuruş harç almak gerekmekte idi. Madalya harçları için
ödenecek para miktarı ise pek azdı. Alltm İmtiyaz, Altın Liyakat, Altın
İftihar, Altın Sanayi 50; Gümüş İmtiyaz, Gümüş Liyakat, Gümüş İfti
har ve Gümüş Sanayi 10 kuruş harca tabiî idi. Tahlisiye Madalyası ile
diğer gümüş madalyalardan beş kuruş alınmakta idi. Bü>tün harp madal
yaları ise hiç bir harca tabiî değillerdi.
Yabancı subaylara verilen her türlü nişan ve madalyalardan hiç bir
harç alınmazdı.
Nişan ve madalyalar özel olarak şahıslara verildiği gibi, alay san
caklarına nişan ve madalyalar verilmesi uygun görülmüştü. Alayların
topluca göstermiş oldukları fedakârlık ve hizmeltleri bu suretle yüceltil
mek istenmişti. ,[156] Birinci Dünya Savaşı’nda bir çok alaylar, çeşitli
nişan ve madalyalarla ödüllendirilmişlerdi.
İstiklâl Savaşı’na başlandığı 15 Mayıs tarihinden 23 Nisan 1920’de
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar, eski nişan ve madalya
larla yetinilmişti, İstiklâl Savaşı’nda ancak büyük MUlet Meclisi’nin açıl
masından sonra, Osmanlı nişanlarma son verilmiş ve bunların yerine
bir Harp madalyası verilmeye başlanmıştı.
— 204 —
istiklâl Madalyası, kırmızı, beyaz, yeşil ve yarısı kırmızı, yarısı ye
şil şeritli olmak üzere dört türlü idi
Her ne kadar îstiklâl Madalyası’mn meydana çıkışından sonra, Os
manlI Devleti’nin bütün nişan ve madalyaları kaldınimışsa da. Kılıçlı Al
tın Liyakât Madalyası bir süre devam etmişti. Zaman zaman, Mustafa
Kemal Paşa’nın ('ATATÜRK) savaş içi ve savaştan sonraki resimlerin
de ve daima gögsünıde taşıdığı madalya. Kılıçlı Altın imtiyaz Madalyası
idi. Bu madalya 23 Eylül 1917’de Padişah V. Meiimst Reşat tarafından
Musitafa Kemal’e verilmiştir.
(İstiklâl Madalyası ile, Osmanlı nişan ve madalyalarının şekilleri
için Resim 3’e bakınız.)
f. Dinî Faaliyetler
Memleketin inancı ve anayasa gereği olarak teokratik bir sistem
içinde bulunan Osmanlı Devleti’nin her ıtürlü teşkilâtı gibi silahlı kuv
vetleri de din kurallarının daima etkisi altında kalmış ve din kuvvetin
den faydalanma, birinci derecede göz önünde bulundurulmuştu. Her as
kere anlatılan başhca din kuralları arasında özellikle din uğrunda ölen
lerin şehit ve muharebelerden sağ dönenlerin de gazi olacağı idi. Aslın
da halkın dindar olmasından da geniş ölçüde bir çıkar sağlamak isteyen
devlet, her sıkışık durumu dinî kural ve faaliyetlerle çözümlemeyi bir
prensip haline getirmişti. Devletin din esaslarına göre kurulan ve işle
tilen her türlü faaliyet ve icraatı, gerek iç ve gerek dış siyasette en et
kili bir silâh ve başarı prensibi idi. Bunun böyle olmasının nedeni devle
tin anayasasının ve bu anayasaya dayanan diğer devlet kanunlarının
varlığı idi. Bu sebeple her askerî birlik ve teşkilâtta da dinî faaliyetler
bir zorunluluk olmakla beraber, dinî faaliyetleri yöneltecek kadroların
da en küçük birlik ve teşkillere kadar sokulmuş bulunması, doğal bir du
rum olarak devam etmişti. Bu şekilde gerek halka ve gerek silahlı kuv
vetler mensuplarına cihatın mukaddes ve dinî bir zorunluluk olduğu ya
pılacak savaşların İlahî bir emir olduğu yayılmış ve geliştirilmişti. Da
ha eski tarihî olaylarda din telkinleriyle elde edilen olumlu sonuçlan
gözönünde bulunduran Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda da bu
moral kuvvetten faydalanmayı düşünmüş ve 14 Kasım 1914’te cihat-ı
mukaddes fetvasını ilân etmişti. Müslümanlar sancak-ı şerif altında top
lanmaya davet edilmiş ve bu amaçla da fetvalar çıkarılmış ve yaymlan-
mıştı. Bu fetvaların belli başlı örneklerinden biri idi. Hemen hemen bü
tün devlet örgütleri, din yolunda faaliyet göstermekle bu moral kuvve
tin her proıgramma dahil etmişlerdi. Özellikle okullarla orduya ayn bir
önem verilmiş ve imamlarla müftüler bunun elemanları olmuşlardı. Ger
çekte bu hocaların asker üzerinde yaptıkları telkinler bazen olumlu ve
205 —
bazen de olumsuz etkiler yaratmıştı Hocaların çoğunlukla cahil olması
bunun başlıca sebeıbi olmuştu. Dinî çıkarlarına alet edenler, memleketi
tehlikeli bunalımlara süımkleonişlerdi. .
h. Emeklilik ve İstifa
Son zamanlara kadar devlete uzun zaman hizmet ederek yaşlanmış
veya hizmet edemeyecek bir duruma gelmiş bulunan general, üstsubay
ve subaylar, ancak kendi istekleriyle ordudan ayrılırlardı. Bunun için bir
kanun veya sistem olmadığı gibi, yaş haddi diye bir sorun da ydktu. Her
ordu mensubu, padişahın öfkesine uğramamak şartıyla ölünceye kadar
orduda kalabilirdi. Ancak ilk defa “Asâkir-i Berriye-i Mülükâne Tekaüt
Muamelesi (Kara Kuvvetlerinin Emeklilik İşlemleri) adı altında 1864’de
kanun çıkarılmış ve 30 yıl hizmet edenlerin emekli olmaya ve mıaaş al
maya hajk kazandıkları bildirilmişlti. Bununla beralbar ıbu kanuna ek bir
yaş sının kanunu olmadığmdan sUbaylar yaşlı idi. Bu nedenle Meşruti
yetten önceki günlere kadar 60-65 yaşlarında aksalkallı yüzbaşılar ve
batta teğmenler bulunmakta idi. Büyük rütbeli komutanların çoğu pek
yaşlı kimselerdi.
— 206 —
Bir generalin veya suibayın eşitli seibeplerle doğrudan doğruya emek
liye sevk ediLmesi çok sık görülmezdi. Esasen ordu mensuplarınm emek
liye sevk edildikleri takdirde, geçimlerini sağlayacaik maddî imkanları
yeterli olmadığındıan, ne idare bir sübayı emekliye sevk etmeyi düşünmüş
ve ne de subay emekli oilmayı istemişti. Ordudan ayrılacak bir kimse, ya
sağladığı bol servete güvenerek ayrılmış veya taJbiat tam olarak onu ordu
saflarından ve kadrosundan ayırmıştı. Bu nedenle her türlü hareket ka
biliyetini ve düşüncesini kaybetmiş çok yaşlılar ve âcizler bile hizmete
devamda ısrar etmişlerdir- Gerçi padişahlar emektarlara diledikleri dere
cede ve zamanda bir emekli maaşı lütuf ve ihsan etmişlerse de, bu iş
genelleştirilememiş, belli ıbir kanun veya nizama bağlanmamıştı. Ordu
mensubu, korkunç bir gelecek kaygısı içinde yaşamıştı. Meşrutiyet rejimi
ise, orduya hizmet etmiş emektarlan bu korkunç durumdan ve düşünce
den kurtarmış ve top yekûn soısyal bir ladalet sistemi kurmak istemişti.
Meşrutiyet idaresi, sübayları türlü yolsuzluklara sapmaktan korumuş ve
orduda hizmet edeceklerin geleceklerini güvence altına almıştı. Bu ye
rinde anlayış ve düşünce ile orduda hizmet edeceklerin önce bü yaş haddi
ile hizmetlerinin süresi sınırlandınlmıştı. Çıkarılan emekli kanunu ile de
emekler değerlendirilmiş ve bu şekilde ordu, genç ve dinamik ellere bıra-
kulmıştı.
Meşrutiyet idarecilerinin çıkardıklan ilk emekli kanunu ile istibdat
idaresinden devralınan personel dunımımım kaüte bakımcından ıslâhı ve
devlet mekanizması işletecek elemanların seçilmesi, esas hedef olarak ele
alınmıştı. SUâhlı kuvvetlerdeki âciz ve faydasız durumda bulunan kimse
lerin temizlenmesi bir zorunluluk olarak görülmüştü. Bir taraftan bu te
mizliği sağlayan kanun hükümleri uygulamrken, bir taraftan da orduda
halanlara gelecek ümidi verilmiş ve ferahlık yaratılmıştı. Bu suretle su
bayın, ileride karşUaşacağı her türlü sıkıntı ve yoksunlujktan uzak olarak
görevine bağlanması sağlanmıştı, 3 Temmuz 1910’da çıkarılan yeni emek
lilik kanunu ile suibay, üstsubay ve generallerin orduda hizmet edebile
cekleri süreler sınırlanıdırılmıştı. Buna göre subay ve üstsubaylann 25,
gene railerin 30 yıl hizmetten (Harp Okulu dahil) sonra emekliye ayrıla
bilecekleri bir ölçü dahilinde karar altma alınmıştı. Kanun gereğince is
tifa süreleri de 15 yıl yapılmış ve bu 15 yıla okulda (Harp okulunda) ge
çen öğrenim süresi de dahil edilmişti. 15 yıldan önce istifa etmek isteyen
lere devletçe yapılan okul masraflarmın ödenmesi şart (konmuştu. i[157]
[157] Düstur; tkinci Tertip, c. II, s. 434, No. 134; 20 Haziran 1326 (3 Temmuz 1910)
"■.arihli irade-i seniyye. Ordu Emirnamesi; No. 6 (12 Nisan 1330), s. 106 ve
No. 26 ( 29 Şubat 1331), s. 424. Ordu Emirnamesi; No. 6 (12 Nisan 1330), s.
:06 ve No. 26 (29 Şubat 1331), s. 424.
207
Çıkarılan emeklilik kanununun bîr maddesine göre de, emeklilik hiz
met sürelerinin hesabmda savaş durumları da dikkate ahnmıştı. Bu duru
ma göre savaşın bir 3nldan az sürmesi halinde, savaş katılan subaya bir
yıl hizmet zammı verilmişti- Savaşın bir yıldan fazla sürmesi halinde ilki
yıl ve daha fazla sürmesi halinde bu orantı ile zam yapılarak hizmet
müddetleri ilerle tilmişlti. Yani her yıla karşı iki yıl kıdem zammı kabul
edilmiş oluyordu.
Emejkliye sevk edilen veya istifa edenlerin rütbeleri saklı tutulmuş
ve bir savaş halinde bu gibilerin yedek suibay olarak hizmete alınmaları
sağlanmıştı. Nitekim meşrutiyet idaresi, gerek Balkan ve gerek Birinci
Dünya Savaşlarında, sağlık durumları iyi olan emekli subayları hizmete
çağırmıştı.
1910 yılı emeikli ve istifa kanunları, genel olarak esaslı bir değişik-
hğe uğratılmadan uygulanmış ve bu kanunun hükümleri 1930 yılında
1638 sayılı barem kanununun çıkarılmasına jkadar devam ettirilmişti.
Meşrutiyet idaresi, emekli müessesesini ve sandığını kanunla saptar
ken özellikle emeklilerin geçimini karşılayabilecek maaş konulan üze
rinde de durmuştu. Bu suretle emekli subaylar için kabul edilen maaş
formülü de onları memnun etmişti. Artık subay emekli olmaktan kork
maz olmuştu. Bir subay emekli olduğu zaman, muvazzaf hayatında aldığı
maaş kadar bir maaş almaya da başlamıştı. Kanuna göre, emekliye ay
rılacak subaylar için bir emeklilik maaşı formülü uygulanmıştı. Bu for
müle göre, subayın emekliye sevk edildiği tarihte bulunduğu rütbesinin
maaş tutan, subayın orduda geçen hizmet süresi ile çarpılmış ve saptanan
bir emsale bölünmüştü. Bundan çıkan sonuç, o subaym alacağı emekli
maaşı olmuştu. 1910 yılında kabul edilen emekli (kanununa göre ise emsal,
subaylar (teğmen ve yüzbaşı) için 40, üstsUbaylar (Binbaşı ve Albay)
için 45 ve generaller için 55 idi. [158]
(Görüldüğü gibi emekli subaylar muvazzaflıklarında aiamadıklan
maaşı dahi almaya başlamışlardı. Bu durum, her yerde subayın itibannı
yüceltmişti. Meşrutiyet devri 1910 yılı emekh maaş kanunu ayrıca öyle
bir alt tavan maaşı miktarı dikkate alınmıştı ki, hiç bir emekli 300 kuruş
tan (üç altm lira) daha aşağı bir emekli maaşı almayacaktı- Bu nedenle
de en aşağı maaş alacak subay bile tatmin olmuştu.
— 208 —
Meşrutiyet’te emekli suibaylar yalnız maddî bakımından değil, moral
bakımından da onore edilmişlerdi. Emekli subayiar ordunun en yakın ve
dost destekleyicileri olarak değerlendirilmişti. Bunlar ancak sivil elbise
giymiş subaylar olarak kabul edilmişlerdi. Nitekim Harbiye Nezareti
emekli subaylar için bir semibol de kabul etmiş ve bu sembolleri emekli
subaylara ismen vererek taltif etmiş; ayrıca emekli subaylarla her ba
kımdan ilgilenmişti. Özellikle emekli generaller, resmî törenlere ve şölen
lere manevra ve tatbikatlara davet edilmişlerdi.
Harbiye Nezareti’nden emekli subay sembolü alan eski askerler, bun
ları iftiharla taşımışlardı. Emekli sUbaylarm sivil elbiselerinin sol yaka
iliklerine iliştirdikleri bu semboller, sivil hayatta da bir askerî hiyerarşi
ve bağ kurmuştu. (Bu amaçla çıkarılan sembol nizamnamesine göre,
emekli general, üstsubay ve sUbay sembolleri resim : 4’te olduğu gibi
idi.) [159]
Bu sembolleri taşıyan emekli subaylar aynen resmî üniforma taşıyan
muvazzaf subaylar gibi saygı ve sevgi görürlerdi.
Emekli subayın vefatı halinde sembol. Harbiye Nezareti’ne iade
edUir ve başka bir kimsenin bunu taşımasına izin verilmezdi. Aynca hiç
bir emekli subay kendi rütbesine ait olmayan bir sembolü taşımaya yet
kili değildi.
[159] Ordu îlmdmamesi; No. 42, (Sİ Teşrinievvel 1332), s. 188; Mütekait Zabitan
için İhdas Olunan. Alâ-metni Farika Nizamnamesi’’ 26 Teşrinievvel 1332 (8
Kasun 1916).
209
MAAŞLAR
— 210 —
Erlerin Günlük Tayinatı
Er tayinaıtmın en önemli maddesi ekmekiti. Bu nedenle ere günde ve
rilen ekmek miktarı 960 gramdı. Et ise 256 gram kadardı. Cuma ve pa-
zar^tesi gecelerinde para karşılığı ve bu gecelerin dışında ise 192 gramdı.
Bunun 64 dir^hemi satın alınacak selbzeye karşılık olmak üzere verilirdi.
Erin çoPbalık pirinç hakkı 43 gramdı. Pilavlık pirinç 256 gramdı. Pilav,
cuma ve pazartesi günlerine özeldi. Günlük soğan vo tuz hakkı 20’şer
gramdı. Erin günlük sabim hakkı üç gramdı. Sabun her ayın sonunda
verilirdi. Erin çamaşır yıkaması için odun hakkı, piyade ve topçu sınıf
ları için 80 gramdı. Süvari sınıfı için ise 96 gramdı. Mütfak odunu 702
gram ve kömür 291 gramdı. .
Ramazan aylarmda erlere verilen yiyecek durumunda bir değişiklik
kabul edilmişti. Değişiklik, verilen şeker, zeytin, peynir ve reçel gibi
maddelerden dolayı idi. Şeker hakkı 74 gramdı. Zeytin ise 14 gramdı.
Reçel, zeytinyağı ve peynir gilbi maddeler, satın alınmak suretiyle sağla
nırdı.
Er tayını için, ayda kaç gün varsa (28, 30, 31) hak ona göre hesap
edilirdi.
Askerî okullardaki öğrencilere verilen yiyecek maddelerinin mikta
rı er haklarından farklı idi. Harp Okulları ile tıbbiye ve veteriner okul
larında bulunan öğrencilerin günlük yiyecek hakları da şöyle idi :
Ekmek 1,231’er olarak verilirken, et 320, pirinç 256, sadeyağ 54,
soğan 80, tuz, 14, sebze 640, toz şeker 74, reçel 32, zeytin 32, şerbetlik
32, rezâki kuru üzüm 32, zeytinyağı 32 dirhemdi. Bunlardan son altı
madde. Ramazanda eklenirdi.
Yukarıda gösterilen erzak hariç olmak üzere maaşlar nazarî kal
mıştı II. Abdülhamit devrinin son yıllarında subaylar bile ancak üç-dört
ayda bir maaş alabilmişlerdi. Bu selbeple ordu mensupları büyük bir sı
kıntıya düşmüşlerdi. Geçim darlığı ise bazı subayları çıkar kavgalarına
sürüklemişti, işte böyle zor bir durum içinde bulunan silâhlı kuvvetler
mensuplarının geçim darlıklarını gidermek ve memleketin savunulma
sında olumlu bir adım atabilmek için özellikle 'bu davaca ele almak ge
rektiği iyice anlaşılmıştı. Bu amaçla meşrutiyet idârecileri, ilk iş olarak
verilecek olan maaşların düzgün bir şekilde ödenmesine ve hayat sevi
yesinin düzeltilmesine karar vermişlerdi. Bu karar gereğince, subaylara
her ay düzgün maaş vermekle beraber, bu hususun bütün devlet me
murlarını da içermesi istenmişti. Ayrıca emekli, dul ve yetimlerin de
âdil esaslara göre maaşlarının bir düzene sokulması bir plâna bağlan
mıştı. Buna göre 1910 yılından itibaren subay maaşları ile yem haklan
şöyle saptanmıştı :
— 211 —
Kesintilerden Sonra Verilecek Yem
Ele Geçen Maaş İstihkakının
Rütbe Maaş (Kuruş) Kaç Hayv^anlı
(Kuruş) Olduğu
Müşir (Orgeneral Mareşal) 12.500 10.875 6
1. Ferik (Korgeneral) 7000 6090 4
Ferik (Tümgeneral) 5000 4350 4
Mirliva (Tuğgeneral) 3000 2610 4
Miralay (Albay) 2000 1740 2
Kaymakam (Yarbay) 1500 1305 2
Binbaşı 1250 1088 2
Kolağası (Kd. Yzıb.) 800 706 1
Yüzbaşı 600 522 0
Yüzbaşı Vekili (Süvaride) 525 457 1
Mülazım-ı Eîvvel (Ütğm.) 450 392 0
Mülâzım-ı Sani (Teğmen) 375 327 0
Tabur Katibi 500 435 1
Tabur İmamı 416 362 1
Katip Muavini 240 209 0
Korgeneral ve tümgenerallerden orduya komuta edenlerin maaşla
rı ayrım yapılmaksızın 11.000 kuruş olarak belirlenmiştir. Normal
maaşlardan farklı olan bu maaş, bulundukları makamın maaşı idi. [160]
Yeni maaş formülüne göre, atlı sınıflarda bütün subayların birer
hayvan yemi almaları da kabul edilmişti.
Maaşlardan % 5’i emekli, % 3’ü harp vergisi olarak kesilirdi. Ay
rıca her yılın ağustos ayında 22 kuruş yol vergisi kesilmesi kabul edil
mişti.
Yılda, generallerden 60, üstsubaylardan 5Û kuruş Mecmua-i Fünun-u
Askeriye (Askeri Mecmua) bedeli olarak bir kesinti yapılmakta idi. Ta
bip ve veteriner subaylardan Mecmua-i Tıbbiye ve Baytariye için 10 ku
ruş kesilmesi kararlaştırılmıştı
Maaşları 2500 kuruştan 3nıkarı olanlardan, maaşlarının % lO’u yıl
da Haremejm ikramiyesi olarak kabul edilmişti. Nispî yol bedeli 100 ku
ruştan 1000 kuruşa kadar 20 para (yarım kuruş), 1000 kuruştan 10.000
kuruşa kadar da bir kuruştu.
oi 9
Verilen bu maaşlardan % 12,5’i eanekli, % 3’ii harp vergisi kesene
ği idi. [161[ Ayrıca her yıl ağustos ayında 40 kuruş pul bedeli ve % 5
vilâyetler için yol vergisi kesilirdi. General, üstsubay, tabip ve veteriner
subaylardan kesilmekte olan mecmua (dergi) ücretleri değişmemiş ve
alınmaya devam etmişti.
iki hayvan beslemek zorunda olan general ve üstsubaylann maaş
larından % 2 ve bir hayvan beslemek zorunda olanlardan ise % 1 nis-
betinde para kesilmesi karar altına alınmıştı.
Maaşı 25.000 kuruşitan fazla olanlardan, yılda maaşlarının % lO’nun
Haremeyn ikramiyesi olarak alınması esastı. Hicaz demiryolu için ayda
iki kuruş bir vergi konmuştu. Nispî yol bedeli, 100 kuruştan 1000 kuru
şa kadar 20 para (yarım kuruş) ve 1000 kuruştan 10.000 kuruşa kadar
bir kuruş idi.
1914 yılı Mart ayında yapılan maaş kanununa ek bir geçici kanım
maddesiyle Aralık 1329 (1913) aylıkları tamamen yardım olarak Do
nanma Cemiyeti’ne gelir kaydedilmişti. Tayın bedellerinin alınmaması
isteğe bırakılmıştı. ,[162]
1914 yılmdan itibaren verilmesi kararlaştırılan maaşlara, özellikle
sıcak yerlerde (Yemen, Asir, Hicaz ve Neoit bölgelerinde) görev alacak
general, sütsubay, suibay ve askeri memurlara aldıkları eski maaşlarm
yansı oranında bir maaş zammı eklenmesi, bir kanun ile kararlaştırılmış
tı. [163]
Yine bu kanım gereğince, kolordulara komuta eden tümgenerallere
sıcak ülikoler zammı da dahil ohnak üzere 3750 kuruş mâkam tazminatı
verilmişti. Kolordulara komuta eden tuğgenerallere 3250 ve albaylara 3000
kuruş makam tazminatı kabul edilmişti. Tümenlere komuta eden albaylar
1250 ve yaı^baylar 1120 kuruş alacaktı.
Kara Ordusu mensuplan gibi Deniz Kuvvetleri menısuplarmm da
maaş durumları bir düzene bağlanmıştı. [164]
[161] Ordu Elmimamesi; No. 2 (4 Mart 1330), s. 24; 27 Şubat 1329 (12 Mart 1914)
Tarihli irade-i seniyye sureti. Bu geçici kanun, 11 Ocak 1332 (24 Ocak 1917)’
de Meclis tarafından onaylanmıştır. Bkz. Ordu Bmimamesi, No. 47 (15 Ka
nunusani 1332), s. 239.
[162] Ordu Emirnamesi; No. 4 (28 Mart 1330), s. 74, Düstur II nci Tertip c. II,
s. 140, No. 215.,
[163] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 347, No. 215, Ordu Emirsaraesi; No. 6, (12 Ni
san 1330), s. 106-'107.
[164] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 381, No. 230.
— 213 —
Bu maaşlara, güıüük olarak yapılan maaş zamları ise, Donanma Ko-
muıtam’na 100, Deniz kuvvetleri 2 nci Komutanı’na 50, Filo Komutanı’na
35, kalyon süvarilerine 25, firkateyn süvarilerine 20, korvet süvarilerine
15 ve diğer ıbütün subaylara beşer kuruştu-
Makam sahilbi jkabul edilen Bahriye Nezareti 1 noi Daire Başkanı’na
2000, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü Daireler Başkanlarma ayda 1000 kuruş makam
tazminatı verilmesi kararlaştırılmıştı.
Deniz Harp Okulu 4 ncü sınıf öğrencilerinin 47 kuruş 20 para vo dieğr
sınıflar öğrencileri île öğrenci adaylannm lise 28 kuruş 20 para ayhk maaş
almaları kararlaştırılmıştı.
Meşrutiyetin ilâmndan sonra, gerek 13 Haziran 1325 (26 Haziran
1909)’te Kara ve Deniz Erkâm, üsıtsUbay ve subayları halklarında çıka^
rılan yaş haddi kanunu ve gerek 25 Temmuz 1325 (7 Ağustos 1909)’te
kabul edilen “Tasfiye-i Rüteb-i Askeriye Kanunu”, birçok general, üst-
subay ve subayı kadro dışmda bırakmaya başlamıştı. [165] Bu nedenle
fiilî kadrolar dışmda ve açıkta kalanlarm emekli işlemlerinin sonuçlan
dırılmasına kadar bir maaş almaları kararlaştırılmıştı. Bu amaçla çıkarı
lan 9 Ağusitos 1325 (22 Ağustos 1909) tarihinde açıjkta kalanlar için bir
maaş kanunu çıkarılmıştı. ,[166]
Açıkta bulunan subaylar hakkmdaki maaş kanunu, 1330 (1914) yılı
nın mali yılbaşı olan mart ayından itibaren kaldırılmıştı. İncelemeler so
nunda emekliye ayrılmaları uygun görülmeyenler, kadro boşlukları olma
sa dahi, îstanbuTda bulunanlar 1 nci Kolordu’ya ve taşrada bulunanlar
bağlı oldukları [kolordulara misafir edilmeleri ve maaşlarmı fülî hizmette
bulunan diğer subaylar gibi normal bir şekilde almaları kararlaştırılmış
ve emirleri verilmişti. [167] .
1 Mart 1330 (14 Mart 1914)’ten geçerli olmak üzere 27 Şubat 1329
(12 Mart 1914) tarihli subay ve erlerin maaş kanunu, 19 Temmuz 1330
(1 Ağustos 1914) da geçici bir kanunla teyit edilmişti. Bu kanuna göre
belirgin değişiklik, makam maaşlarında olmuştu. [168]
Makama lait maaş zammı alanlardan biri, yaralanma dolayısıyla bir
liğinden ayrılırsa, yerine diğer bir komutan asil olarak atansa da eski
komutanm makama ait maaş zammım alması kabul edilmişti. [169]
[165] Ordu Eîmimaimesi; No. 2 (4 Mart 1330), s. 25, Ordu Emirnamesi; No. 5 (3
Nisan 1330), s. 92.
[166] Ordu Elmimamesi; No. 10, (12 Haziran 1330), s. 224.
[167] Ordu Emirnamesi; No. 6, (12 Nisan 1330), s. 120.
[168] Ordu Emirnamesi; No. 53, (1 Mayıs 1333), s. 291.
[169] Ordu Emirnamesi; No. 29 (15 Nisan 1332), s. 41.
— 214 —
Birinci Dünya Savaşı içinde maaşlarda büyük bir değişiklik olma
mıştı. Başlıca değişikli|k, Yemen’de bulunan 7 nci Kolordu, Asir ve Hicaz
Tümenleri ile Necit’te bulunan general, üstsulbay ve suibay maaşlarmda
olmuştu. Kabul edilen 14 Ocak 1331 (27 Ocak 1916) tarihli kanuna göre
maaşlarmdan başka sıcak ülkeler maaş zammım almışlardır. Bu arada
1917 yümda erlerin maaşlarında da ıbdr değişiklik olmuştu. 5 Nisan 1333
(1917)’te kabul edUen kanuna göre, kıdemsiz astsubaylarla sanatkâr er
lerin maaşlarma seferberliğin devanu süresince beşer kuruş zam yapıl
ması uygun görülmüş ve birinci yıl erlerinin maaşları da seferberlik süre
since, ayda 10 kuruş olması [kabul edilmişti- [170]
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, 1 Ağustos 1914 tarihinde ka
bul edilen maaş devam etmişti. Bu maaş oranlan İstiklâl Savaşı’nm baş-
larmda da aym şekilde olmuştu. Bununıla beraber Birinci Dünya Savaşı’
nm özellikle son yıllarmda düzenli maaş verilmediğinden sıkıntılar baş
göstermişti. Düzenli maaş verilmesi ancak Türkiye Büyük Mület Meclisi
Hükûmeti’nin kurulmasmdan sonra yeni formüllerle bir düzene sokulmuş,
subay ve erlerin para ihtiyaçlan sağlanmıştı.
Genel olarak alınan maaşlar, rütbe ve memuriyetlerin derecelerine
göre yapılan hizmetler karşılığı olarak verilen bir ücret kabul edilmekte
idi. Maaş ancak hizmet süresince verilirdi. Bu da her aym ilk günü, geçen
bir aym süresine aitti. Aym son ıgünü ve ertosi ilk günü tatil gününe
rastladığı takdirde, maaş bir önce verilirdi.
Yeniden orduya katılan, atanan veya terfi eden subaylar, atanma
veya terfi tarihlerinden itibaren ulaşmış oldukları rütbenin maaşına hak
kazanırlardı. Maaşa hak kazanmış olanlar, bağlı oldukları birlik daire
veya karargâhlardan maaşlarım alırlardı. Maaşlara yapılan her türlü
zamlar ve farklar normal maaşlarla birlijkte verilirlerdi.
Mülkî hizmetlerde bulunan askerî kişilerden, vali mutasarrıf ve kay
makam ıgibi memuriyetlerde bulunanlar, bulundukları memuriyetin veya
askerî rütbenin maaşlarmı alırlardı. Bunda tercih, maaşm fazla olam idi.
Ayan üyeliğine atanan askerî ayan üyeliğine ait maaş ve zamları alacak-
larmdan askerî maaş kesUirdi.
Askerî kişilerden ailelerini atandıkları yerlere götürmeyenlerin asıl
maaşlarmın % 75’ine kadar ailelerine sipariş bırakmaları hakları idi.
İzinli ve hava değişimi ile memleketlerine ve aileler yanma giden askerî
kişilerin maaşları, istekleri üzerine ya aileleri adma veya kendilerine
makbuz karşılığı posta ile gönderilirdi.
[170] Ordu Emimamesi; No. 25, (1 Şubat 1331), s. 407, Ordu Eauimamesi; No. 53,
(1 Mayıs 1333), s. 295.
— 215 —
İzin veya hava değişiminde ıbulımanlar, sürelerini geçirdikleri ve haklı
mazeretlerini belgelerle ve onıbeş gün içinde behrtmedljkleri takdirde maaş
ları derhal kesilirdi, Onbeş gün geçtikten (Sonra getirilen belgeler geçerli
sayılmazdı.
Evinden çBkamayacaik derecede hasta olan ve evinde tedavi edilen
askerî kişilere hastalıkları süresince maaşları tam olarak verilirdi. Bir
3^1 devam eden hastalık ve tedavi sonunda, askerî hastane raporu almak
şarttı. Bu hastalık süresi, hastane taJbipler heyetince verilecek bir karar
la uygun bir süre uzatılabilirdi. Bundan sonra iyi olmayanlar; Emekli
Sandığı’ndan yararlanmaya davet olunurlardı. Bu süre hiç bir zaman
iki yıh aşamazdı.
Hava değişiminde veya izinde bulunan asjkerî şahıslarm rütbelerine
ait maaşları dışmda aldıkları zamlar kesilirdi. Hicaz ve Yemen birlik
lerine mensup olup da izin ve hava değişimilerini bulundukları bölgeler
de geçirenlerin maaş zamları devam ederdi.
Bir birliğe yeniden atanan general, iistsubay ve subaylarla askerî
memurların maaşları atandıkları ayda yeni ıbirliklerinde maaş bordro-
larma dahil edilirdi. Suibay o aym bordrosuna dahil edilmediği takdirde,
ertesi ay bordroya dahil edilir ve maaş, geçmiş aym maaşlı ile birlikte
verilirdi.
General, üstsubay, subay ve askerî memurlar, atandıkları yerlere git
mek istemezler ve bunu haklı bir mazeretle açıklamazlarsa, maaşları der
hal ve tamamiyle kesilirdi.
Esir düşenlerin maaşları kesilir ve ancak memlekete dönüşlerinde
maaşları verihrdi- Bu gibilerin ailelerine siparişler varsa verilirdi. Sipa
riş bağlamayanlara, ancak ailelerinin başvurulan halinde yarım maaş
oranında bir maaş verilirdi. Bu da esir subaym memlekete dönmesinde
maaşmdan kesilirdi.
Emekliye aynlanların maaşlan, emekli oldukları günden itibaren
kesilirdi. O günden itibaren Emekli Sandığı’ndan almaya başlarlardı.
Belirli süreyi tamamlayarak emekliye ayrılmalarını dileyen ve görevin
den ayriilanlara, emekli olmasına kadar kendilerine açılkta bulunan subay
lara verilen açık maaşı verilirdi.
Esjki ve yeni nizamnamelere güre emekliye aynlmış olan emekli su
baylardan orduda kullanılanlara, hangi maaş ile emekliye aynlmışlarsa,
o maaşın tamamı verilirdi.
General, üstsuibay ve subaylarla asker; memurlardan vefat eden
lerin aüelerine, üç aylık muvazzaf maaşları topluca verilecek ailenin
geçim sıkıntısı giderilir ve bu süre içinde de yetim maaşlarının bağlan
ması sağlanırdı.
^ 216 —
Hiç izin almadan görevlerini terk edenlerin maaşları kesilirdi. Sanık
olarak mahkemeye verilen general, üstsulbay, subay ve askerî memurlar,
yargılanmalarının de\^amı süresince açık maaşları alırlardı. Beraat ettik
leri takdirde maaş farkları [kendilerine iade edilirdi.
General, üstsubay ve subaylarla asikerî memurlardan altı ay hapis
cezası alanlarm maaşları, açık maaşı olarak verilirdi. Ancak bu ceza ile
birlikte uzaiklaştırma cezası almamış olmaları şarttı.
Er Tajanatı (Yiyecek, içecek) ve Hayvan Yemleri Haklan
Meşrutiyet devrinden önceki yiyecek ve yem haJkları yeniden çıka
rılan “Askerî Tayınat ve Yem kanunu” ile değiştirilmişti. [171] Özellikle
Birinci Dünya Savaşı’nm seferberliğini takiben uygulanmaya başlayan
yeni kanun, tayınat ve yem bölümü olmak üzere iki kısımda ele alınmıştı.
Taymat bölümüne göre, bir erin günlük tayını 3149,25 kalori olarak hesap
edilmiş ve 8 Ekim 1914’te yürülüğe girmişti- Bu durumda erin bir gün
lük yiyecek hajkkı şöyle olmuştu :
Ekmek 900 igram
Et 250 gram
Bulgur 150 gram
Sadeyağ 20 gram
Tuz 20 gram
Sabun 9 gram
Gaz 30 gram
Mutfak için odun 700 gram
Çamaşır yıkamaodunu 80 gram
Hamam içinodun 20 gram
Kış mevsimlerinde ise 1000 gram soba odunu verilecekti Odun ve
rilmediği takdirde bunun yerine 250 gram soba kömürü (taşkömürü)
verümesi esastı.
Erin ramazan ayına mahsus olmak üzere ayrı bir hakkı vardı. Bu
hak 3340, 50 kalori olarak hesaplanmıştı. Bu suretle erin ramazan ayı is
tihkakının 700 gram ekmek olup, diğer yiyecek maddelerinden et 200,
pirinç 250, sadeyağ 40, tuz 20, şeker 50, hurma veya zeytin 15 gramdı.
Kanuna göre ekmek verilmediği zamanlarda 600 gram peksimet ve
ya 600 gramdan 630 grama kadar un verilmekte idi. Unun ekmek haline
getirilebilmesi için yeterli miktarda tuz ve pişirme için odun verilirdi.
Erlere verilen un, ancak saç veya karavanada ekmek pişirmeye elverişli
[171] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 1286, No. 54.2, “Asökerî Tayinat ve Yem Ka-
mmu” 12 Eylül 1330 (25 Eylül 1914).
— 217 —
olan zamanlarda verilirdi. Zamamn elverişli bulunmadığı hallerde ek
meklik un yerine peksimet veriliyordu. Peksimetten başka erzak veril
mediği hallerde de peksimetin miktarı 1000 gramdı. Bununla beraher
haftada iki gün, ekmek yerine 600 gram peksimeit perilmesi usuldendi.
Peksimet, erlere papara şeklinde verilirdi. Bu suretie yedek olarak
depo edilmiş bulunan peksimetlerde yenilenmiş oluyordu.
Erin günlük sığır elti hakkının taze verilmesi esaistı. Taze et bulun
madığı takdirde, et hakkımn yarısı kavurma verilirdi. Yeteri kadar sığır
eti sağlanamadığı nisan-ağustos aylarında koyun ve kuzu eti verilmesi
kanunlaşmıştı.
Bulgur bulunmadığı takdirde, bunun yerine pirinç veya pirinç olma
dığı zamanlarda da bunun yerine sebze, patates, havuç, enginar, şalgam,
lahana, pırasa, ıspanak, lahana turşusu, yeşü salata ve bunlara benzer
sebze ve konserveler verilirdi. Sebze bulunmayan yerlerde kuskus, arpa
şehriyesi, tarhana, irmik, kestane ve her nevi kuru sebzeler verilmesi
mümkündü.
Sadeyağ bulunmadığı zamanlarda yağlı et, zeytinyağ, kuyruk ve iç
yağları verilirdi. Şeker, pekmez, çay, süt, yoğurt, tahin helvası değişme
suretiyle sağlanıyordu.
Sabun hakkı barış ve seferde her er için 9 gramdı. Sıcak ülkelerde
(Yemen, Asir, Plicaz ve Necit’te) kömür kullanılmadığından her ere gün
de 30 gram gaz verilirdi. Her ere verilen 30 gramlık gaz hakları ile iç
ve dış lambaların ihtiyacı karşılanmakta idi.
Yemek pişirmek için odun haklan günlük ve çamaşır yıkama için
haftalık ve'riliyordu. Hamam için verilen odun, duruma göre ayarlan
makta idi.
Er bazı hallerde kumanya atmakta idi. Kumanya ise şöyle idi :
600 gram peksimet (Bir iki günlük mesafeler için taze ekmek tercih
olunmakta idi.)
160 gram zeytin (zeytin olmadığı takdirde 160 gram peynir)
80 gram soğan veya sanmsak
32 gram sirke
3 gram zeytinyağ
Ancak birkaç erden ibaret parekende erler için, her yerde kumanya
sağlamak mümkün olmadığından bu gibi durumlarda her ere yemeklik
adıyla üç kuruş gündelik verilmesi kabul edilmişti.
— 218 —
Kanıma göre hayvanlara verilen yem hakları da şöyle idi :
Tuz Arpa Ot Saman
Gr. Kğ. Gr. Kğ. Gr. Kğ. Gr.
Rus ve Macar top koşum
hayvanları için (günde) 5500 3500 3000 5
Top koşumlarından başka Rus
ve Macar hayvanları 5000 3COO 3500 5
Yorli ırka mensup süvari
hayvanlarıyla bütün binek,
saka, nakliye koşum beygirleri,
dağ topçusu ve makineli tüfek
koşum esterleri 2500 2000 3000 4,5
Bütün mekkâre (yük hayviam)
beygir ve esterleri nakliye
koşum esterleri 2500 2000 2000 3,5
Seferde bu yem haklarına iki kğ. ot ve saman eklenmekte idi.
Orduda çeşitli amaçlarla kullanılan hayvanlarda vardı. Bunlar
dan özellikle manda, öküz, deve ve merkeplere verilen gıdaların miktar
ları 21 Şubat 1328 (5 Mart 1912) tarihli bir nizamname ile belirtilmiş
tir. [172]
— 219 —
nülmiişbü. Hayvan sırtında yapılacak yolculuklarda verilecek yolluldara
esas olacak para miktarı iğin öl^çü yolcunun yapacağı her beş kilometrelik
yol bir saat olarak kabul edilmişti. Böyleco çeşitli rütbelerde bulunan
general, üstsubay ve subaylara saat başına verilecek para miktarları,
mareşaller ve hangi rütbeden olursa olsun Harbiye Nazırları ve Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye Reisleri (Gnkur. Bşk. lan) ve Ordu Müfcıttişliklerine
40, Tümgeneral ve Korgenerallerle hangi rütbede olursa olsunlar Redif
Müfettişlerine, Kolordu ve Tümen Komutanlarına 30, Tuğgonerallere 25,
Albaylara 20, Yarbaylara 15, Binıbaşılara 12,5, Teğmen, Üsteğmen, Yüz
başı ve Kolağalarına (Kd. Yzb.) 7,5 kuımş idi.
Demiryolları ve vapurlarla yapılacak yolculuklarda ise' durum bam
başka idi. Bir defa, gerek demir\mlu ve gerek vapurla yolculuk yapan
bütün general, üstsulbay, alay emini ve müftüleri ile kıdemli kurmay yüz
başılara yemeksiz 1 nci mevki tren veya kamara parası ödenmekte idi.
Diğer rütbe sahibi subay ve askerî memurlara ödenen tren ve vapur pa
raları yemeksiz 2 nci mevki üzerinden idi.
Demiryollarıyla yapılan yolculukların her 300 kilometresi ve vapurla
olan her 192 deniz mili, bir günlük yolculuk olarak kabul edilmişti.
Genel olarak sürekli memuriyetle bir yere atananlara ailekcine su
bayın yolculuk ettiği aracın aynı mevkilerinde seyahat için gereken pa
ralar verilmekte idi. Ancak bu seyahatin ve vapuı- yolculuğu olması ha
linde ailenin her ferdine sübayın aldığı harcırahın dörtte biri, karadan
yolculuk yapıldığında her aile ferdine harcırahın yarısı kadar bir para
ödenmekte idi. Subayın ailesi ne kadar kalabahk olursa olsun, verilen
harcırahların toplamı subayın aldığı harcırahın yansın göçmemesi şarttı.
Kanuna göre, geçici görevle gönderilen subay veya askerî memura
gidiş ve dönüş harcırahlarmdan ayrı memuriyeti süresince (yolda geçen
günler hariç) her bir gün için maaşının altmışta biri tutarında yevmiye
verilirdi.
Redif üstsubaylarıyla subayları, asker alma vc redif kanunnameleri
gereğince daireleri dahilindeki gezilerinde nizamnameye göre binek hay
vanı olanlar hariç, diğerlorine yani bineği olmayanlara yalnız bir mek
kâre (yük hayvanı) ücreti, tren veya vapur ücreti verilirdi. Ayrıca yev
miye olarak alacakları da maaşlarının altmışta biıi kadar oluyordu ki,
bu gibi gezi bölgelerinde ne kadar süre ile bulunacakları tümenlerce emir
olunması kanun goi’eği idi.
Verilen görevin gidiş ve dönüş dahil, bir günde yapılması mümkün
olan ve nihayet üç saatlik mesafede (15 km.) bulunan yerlerdeki hiz
metlere memur edilenlere yalmz binmeleri için bir hayvan veya şehir
rayicine göre bir mekkâre ücreti verilmesi kanunlaşmıştı. Ancak atlı sı
— 220 —
nıflara mensup general, üsbsnbay ve subaylarla eşitlerine* bir şey veril
mezdi. Tren veya vapurla bir günde gidiş geliş mümkün olan yerlere gi
decek bütün ordu mensuplarına yalnız tren ve^^a vapur ücretle*ri ödenirdi.
1911 yılında çıkarılan kanundan sonra, son yıllara kadar büyük bir
değişiklik olmamıştı. Genel olarak yapılan değişiklikler, bazı ai3n-ıntılara
aitti. Örneğin, bir birlikten diğerine atanan veya türlü sebeplerle bir gö-
rovle bir yere gönderilen subayların harcırahlarım ayrıldıkları birlikden
almaları ve birliğinden harcırahlarını almayanların da başka yerlerden
biç bir suretle harcırah almayacakları emredilmişti. [174]
Yalbancı subaylar emıdnde veya refakatinde bulunan üstsubay ve
subaylara zamlı bir yevmiye vs. verilmeyecoği emredihnişti. [175] Bu
suretle 1 nci mevkide seyahat eden bir yabancı subayın, emrinde veya
refakatinde bulunan Türk subayı, 2 nci mevkide seyahat otmekte idi.
Bunu istemeyen ve uygun görmeyen subay, cebinden para vererek bir
üst mevkie geçmekte* veya refakatten ayrılmakta serbestti.
Ordu mensuplarının harcırah ve yevmiyelerinin halledilmesi gibi,
ücret konuları da 22 Nisan 1330 ('5 Mayıs 1914)’te çıkarılan bir emirle
çözümlenmişti. [176]
i. Rütbe ve Kıyafet
Kütbeîer ve Unvanlar
Meşrutiyet’in ilânmda ordudaki rütteler ve unvanlar en büyüğünden
en küçüğüne kadar şöyle idi :
Ordunun en büyük rütbesi müşir (mareşal) idi. Ancak bu müşir rüt
besi, hem orgeneralliğe ve he*m de mareşalliğe karşüık bir rütbe idi. Mü
şirlerin unvanı “devletin” idi. Çoğunlukla müşirler, ordulara komuta et
mişler ve bunlara ordu müşiri demişlerdi (4 ncü Ordu Müşiri gibi). Bun
lardan bir kısmı ise, müşir rütbesi ile beraber gazi unvanını da almışlardı
(Müşir Gazi Ahmet Muhtar, Gazi Osman ve Gazi Ethem Paşalar gibi).
Müşir (Orge*neral - mareşal) rütbesinden aşağı olan rütbe, birinci fe
rik rütbesi idi. Bu rütbe korgeneralliğin karşılığı idi. Birinci ferik ve fe
riklerin unvanı “utufetlu” idi. Meşrutiyet’ten önce bu rütbede bulunan
generaller, bazen ordu bazen tüme*nlere komuta etmişlerdi. Meşrutiyet’in
hânından ve özeUdkle ordu teşkilâtında kolordu kademesinin kurulmasın
dan sonra kural olarak bu rütbe, kolordulara komuta edecek generallere
ait olmuştu.
[174] Ordu Emirnamesi; No. 3, (14 Mart 1330), s. 48, 6 Mart 1330 (19 Mart 1914)
tariiıli emir.
[175] Ordu Emimamesi; No. 58, (15 Temmuz 1333), s. 331.
Ordu Emimamesi; No. 3, (14 Mart 1330), s, 24.
[176] Ordu Emimamesi; No. 8 (30 Nisan 1330), s. 149.
— 221 —
‘ Ferik, tümgeneralliğin karşılığı idi. Mirliva ise tuğgenerallikti. Ku
ral olarak ferikler tümenlere ve mirlivalar tugaylara komuta etmekte
idiler. Mirlivaların unvanı “saadetin” idi. Bununla beraber bir mirlivanın
tugaya komutan verildiği gibi, tümen, kolordu ve orduya da komuta et
tiği olmuştu.
Mirlivadan müşire kadar olan rütbelerde bulunan genarellere “er
kân” denmekte idi. Erkânı, “ümera” denilen rütbe bölümü izlerdi. Ümera
(üstsubaylar) d€<nUen bölümde miralay (albay). Kaymakam (yarbay) ve
binbaşılar bulunurdu. Binbaşıdan teğmene kadar olan subaylar grubuna
“zabitan” denirdi. Subay rütbesinin en büyüğü kolağası (Kd. Yzb.) idi.
Bu rütbeyi yüZbaşı izlerdi. Ancak süvari sınıfına özel olarak, bir yüzbaşı
vekili rütbesi de bulunmakta idi. Yüzbaşı rütbesinin kü.çüğü mülâzım-ı
evvel (üsteğmen) ve bunun da küçüğü mülâzım-ı sâni (teğmen) idi.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar, 'Harp Okulu’ndan mezun olanlar,
mülâzım-ı sâni rütbesiyle orduya çıkarlarken; Birinci Dünya Savaşı’nın
başlarmda subay rütbeleri arasına zabit vekili (asteğmen) ve zabit nam
zedi (subay adayı) adıyla bir kademe daha eklenmişti.
Genel olarak albay rütbesinde bulunanlar alay komutanlıklarına,
yarbaylar alay komutan muavinliklerine verilirlerdi. Bunların unvanı
“izzeitlu” idi. Binlbaşılar taburlara, kolağaları (tabur ve bölük komutan
lıklarına asteğmen ve subay adayları, takım komutanlıkları görevlerin
de kullanılırlardı. Unvan olarak binbaşılara “rifatlu”, yüzbaşı ve kıdem
li yüzbaşılara “fütüvvetlu”, asteğmen, teğmen ve üsteğmenlere “hami
yetin, gayretlu” denirdi.
19 ve 21 Mayıs 1910’da Mebusan Meclisi ile Ayan Meclisi’nde kabul
edilen bir kanun ile kolağası ve süvarideki yüzbaşı vekilliği rütbeleri
kaldırılmıştı. ,[1T7] Kanuna göre, okuldan yetişen subayların mezun ol-
duklan tarih ve alaydan ybtişen subaylarm ise mülâzım-ı sâniliğe (teğ
menliğe) yükselme tarihleri esas alınmış ve her sınıfta, kolağası ile yüz
başılar kıdem sırasına konulmuşlardı. En kıdemi* kolağalarla yüzbaşı
lardan başlanarak, kadro içinde boş bulunan binbaşı mevkilerine atan
mışlar ve rütbelerini binbaşılığa yükseltmişlerdi. Ancak kadroda 'boş
binbaşılık bulunamamışsa, bu gibiler rütbelerinin diğer mevkilerinde kul-
lamhnışlar, fakat yüzbaşı maaşlarının dörtte biri kadar fazla bir maaşla
tatmin olunmuşlardı. Bu durum ise zamanla düzeltilmiş ve normal hale
getirilmişti.
[177] Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 382, No. 111, 12 Haziran 1326 (25 Haziran
1910) tarihli irade-i seniyye.
_ 222 —
Erkân, üstsubay ve suibay rütbelerindeki kademelenme, bu şekilde
1928 yılı dil inkılâbına kadar aynen devam etmişti. Herhangi bir değişik
lik olmamış ve rütbe sahipleri, mülâzım-ı evvel Ahmet Efendi, Binbaşı
Mehmet Bey ve Mirliva Kâzım Paşa diye çağrılmışlardı. Buradan da an
laşılacağı üzere asteğmenden yüzbaşıya kadar olan rütbelerde olanlara
“efendi” binbaşıdan albaya kadar olan rütbelerdeki üstsubaylara “bey”,
mirlivadan müşir rütbesine kadar yükselmiş olan erkâna da “paşa” de
nilmişti.
Orduda subay, üstsubay ve erkân topluluğundan başka aynca bir
de askerî memur topluluğu vardı. Bunlar da kendi aralarında bir rütbe
esasma göre kademelendirümişlerdi. Binbaşı ile kolağası rütbeleri ara
sında bir sıra takip eden bu rütbeler, alay emini, alay müftüsü ve alay
imamları idUer. Kolağası ile yüzbaşı rütbeleri arasında bulunan ve kendi
aralarında bir kademelemneye tabi tutulan rütbeler ise, tabur katibi ta
bur imamı ve tabur katip muavinliği idi. Bunlar genel olarak rütbe sa
hibi askerî memurlardı. |[178]
Bununla beraber ordu kadrolarında kullanılan fakat sivil olup dere
celeri olan memurlar da vardı. Bunlara genel olarak “küttâb-ı askeriye”
(askerî sekreterler) deniyordu. Askerî sekreterler; memımlar, mümey
yizler ve kâtipler (sekreterler) olmak üzere üç kategoriye ayrılmışlardı.
Memurlar da üçe bölünmüşitü. Bunlar müdürler, başkâtipler ve müdür
yardımcıları idi Mlümeyyizler; kısm-ı evvel (birinci kısım), kısm-ı sâni
(ikinci kısım) ve kısm-ı sâlis (üçüncü kısım) mürnej^yiz olmak üzere
kademelendirilmişti. Kâtipler ise dört kademeye ayrılmışlardı. Bunlara
sırasıyla 1 nci, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü sınıf kâtip denirdi. Küttâb-ı askerî
ye adını alan bu memurlar. Harbiye Nezareti ile diğer askerî kurum ve
karargâhlarda yazı ve hesap işlerinde kullanılırlardı. Gerek askerî me
murlar ve gerek askerî kâtipler, 1920 yılına kadar orduda ve her türlü
askerî teşkilâtta görev yapmışlar, rütbe ve kıdemlerini korumuşlardı.
Meşrutiyet’in ilâmndan; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış ta
rihine (23 Nisan 1920) kadar getrek subay ve gerek askerî memurların
taşıdıkları rü'tbe işaretlerinde bÜ3dik bir değişiklik olmamıştı. (Bu rüt
be işaretleri için Resim : 5’e bakınız).
. Kıyafet (Resim : 5a-f)
Genel olarak Meşrutiyet dönemine kadar olan devirde Türk Ordu-
su’nun siyah aba kumaştan ve kırmızı festen oluşan bir küık ve kıyafeti
vardı. Meşrutiyet’ten sonra. Harbiye Nezareti’nde kurulan bir komisyon
[178] ıDüstur; II nci Tertip, c. V, s. 247, No. 146, 31 Mart 1329 (13 Nisan 1913) tarihli
irade-i seniyye.
^ 223 —
ordu için yeni <bir Elbise-i Askeriye (Kıyafet) Nizamnamesi hazırlamış
tı. Erkân-ı Hahbiye-i Umumiye Dairesi’nce incelenen ve uygun görülen
bu nizamname, uygulanmak üzere padişalım iradesine arz edilmişti.
([179] Çıkarılan yeni nizamnameye göre erlerle subaylar için kabul edi
len elbise kumaşının rengi hâki olmuştu. Subay elbiseleri şayaktan ve
erlerinki ise abadan yapılmağa başlanılmıştı. Subay kaput ve pelerin
renkleri koyu kurşunî çuha, erat kaputları ise hâkî aba olmuştu.
Üniforma genel olarak, fes yerine serpuş denilen bir başlık, cekeıt,
setre, düz ve küloit pantolan, kaput, pelerin, ayakkabı ve çizmeden oluş
maktaydı. Gerek subay ve gerek er ceketlerinin boyu, kollar doğal ola
rak yanlara sahverildiği ve eller yumulduğu halde, baş parmağın ikinci
boğumu hizalarına gelecek derecede kenarlan zıhsız, arkalan 25 santi
metre boyunda tek sıra büzmeli ve 15-20 santimetre boyunda yırtmaçlı
idi. Yalnız er ceketlerinin, palaska takıldığı zaman arka tarafın kalkıp;
ön tarafı uzaitmaması için arka eteklerinin iki santimetre kadar uzun tu
tulmasına önem verilmiş ve bu konuda dikimhanelerin dikkatleri çekil
mişti.
Muharip sınıfların erkân (generaller), ümerâ ('üs.tsubaylar) ve za
bitan (subaylar) ceketlerinin önünde altı tane yaldızlı sarı düğme bu
lundurulmuştu Tabip ve diğer sağlık suibay ve memurları, askerî kâtip
ve sanayi üstsubaylarıyla suibay cekeitlerinin önünde ise, altı tane beyaz
düğme bulundurulmuştu. Er ceketlerinde ise beş düğme vardı. Bunlar
bakırdandı. Ceketlerin son düğmeleri göıbek üzerine gelecek şekilde di
kilmekte idi.
Ordunun bütün sınıf subaylarının ceket yakalan 3-4 santimetre
yüksekliğinde ve kenarlarında tek sıra bir dikiş vardı. Yaka devrik idi.
Er ceketlerinin yakaları düz ve önden iki kopça ile iliklenmekte idi.
Çeşitli muharip sınıfların birbirinden ayırt edilebilmesi için, er,
astsubay, subay ve üstsubaylarla generallerin yakaları üzerine 2-3 san
timetre eninde ve 7 santimetre boyunda renkli bir çuha dikilmekte idi.
(Sınıf renkleri için Resim : 6’ya bakınız.) [180]
Kale topçu subaylarının yaka çulhası renkleri sahra topçu subayla
rının yaka çuhası renginde olmakla beralber, yakalarında ayrıca bir ya
nar gülle bulunmakta idi. İtfaiye sınıfı piyade sınıfının aynı yaka rengi
ni taşımakta idi. Ancak bir itfaiye sembolü yakayı süslemekte bulunu
yordu. Baloncuların yaka renkleri, tayyare sınıfındaki gibi idi. Bunun
üzerine bir balon işareti konmakta idi.
[179] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 108, 29 Cemaziyelevvel 1327 (5 Hazi
ran 1325 - 18 Haziran 1909) tarihili irade-i seniyye.
[180] TalkvLnı-i Vekayi; No. 827 (7 Mayıs 1325)’de ya3anlanmıştır.
— 224 —
Redif su(bay ve üsıtsuıbaylarmın ceket ve setre yakaları, yedi santi
metre uzunluğunda koyu nefti idi.
Tabip ve veterinerlerin yakaları üzerinde bir değneğe sarılı beyaz
bir yılan işareti vandı. Eczacıların yakaları üzerinde küçük bir defne da
lı bulunmakta idi.
Erlerin yakalarında alay ve bölük numaralarını gösteren rakamlar
bulunuyordu. Subaylar yalnız alay numaralarını taşıyorlardı Bu numa
ralar apoletlerin omuz tarafına iki sanltimetre mesafede ve omuz hattına
dikey olarak bulunmakta idi. Numaralar yaldızlı sarı bakırdandı.
Ceket kollarının ucunda bir yırtmaç bulunuyordu. Subaylarm bu
yırtmaçlara taktıkları düğmeler, cekete takılan düğmelerin cinsinden ve
ufağından olmak üzere dikilmekte idi. Erlerin bu düğmeleri kemiktendi.
Her ceketin dışında dört cep vardı. Üstteki cepten üçüncü düğme
hizasında ve alttaki cepler en son düğmeden bir düğme mesafe miktarı
kadar aşağıda idi. Cep düğmeleri cekeît kollarındaki düğmelerin aynı
idiler.
Subay ceketlerinde kılıç kayışım çıkarmak için sol taraftaki cebin
kapağı altında kılıç kayışının geçmesi için altı buçuk santimetre geniş
liğinde yatay bir delik bıüunmakta idi.
Setre, günlük cekbtten başka bir merasim ceketi idi. Bu setre, koyu
lacivert renkte bir çuha Mi. Setre, resmî ve teklifli ziyaret ve davetlerle
padişahın cuma günü selâmlıklarında, bayram günlerinde yapılan kutla
malarda ve dinî törenlerde kullanılrıdı. Genel olarak sivillerin redingot
giydikleri zamanlarda, bütün general, üstsubay ve subaylar setre giyme
ye mecburdu. Bununla beraber subayların eğitim ve diğer karargâh hiz
metleri zamanlarında, ceket giymeleri gerektiği halde, eski devirden kal
ma kullanılmış setrelerin de kullanılmasına geçici bir süre için izin ve
rilmişti. Bunun amacı da, eski setrelerin kullanılmasıyla tasarrufu sağ
lamaktı. Ancak seferi bir halde bulunan birliklerle manevralara katıla
cak birlikler subaylarının setre giymeleri yasak edilmişti. Birlik eğitim
lerinde, manevra ve denetlemelerde ve merasim geçitleriyle her türlü nö
bet hizmetlerinde, hâkî renk ceket giymek zorunluluğu konmuştu.
Setrenin boyu, kol uzatıldığı zaman baş parmağm ucıma kadar gelirdi.
Yakası 4-6 santimetre yüksekliğinde oilan setrenin önünde, bir sıra üze
rinde sekiz ve arkasında birbirinden 10-11 santimetre mesafede iki sıra
üçer düğme bulunurdu. Generallerle piyade, şimendifer, telgraf (muha
bere) baloncu, mitralyöz (makineli tüfek), itfaiye, nakliye (ulaştırma)
ve sanayi subay ve üstsubaylarmın setre düğmeleri, ay yüdızlı sarı düğ
— 225 —
melerdi. Kurmay sulbaylarila süvari suibay ve üstsubaylarının düğmeleri
düz san idi. İstihkâm subay ve üstisubaylarınm taktı(kları düğmeler, eski
devirde kullanılan düğmelerin aynı idi. Topçularm general, üstsubay ve
subayları gerek setre ve gerek ceketlerinde çifte top namlusu bulunan
düğmeler takıyorlardı.
Askerî tabiplerin setreleri bir önlü olup, rengi neftî idi. Düğmeleri
beyaz, yaJka ve kollan düz siyah kadife ve yaka etrafındaki zıh neftî,
göğüs ve kol etrafındalki zıhlan kırmızı idi. Yajkalannda sırmadan defne
dallı düz beyaz bir yılan sembolü vardı. Kollardaki kadifenin genişliği 10
santimetre kadardı.
Veterinerleriın setreleri taJbiplerinkine benzemekte idi. Yalnız yaka
larında bir işaret yoktu. Ekzacıllarm yakalannda küçük beyaz bir defne
dalı vardı.
Askerî memurlarrn setreleri de koyu lacivertti. Cerrahlar (operatör
ler) , mızılka ve sanayi subaylan ile tüfefkçi ustaları ve diğer askerî esnaf
grubu setre giymemelkte idi.
Paşaların (generallerin) setre yakaları angudi (kırmızı), üstsubay
ve subaylarm ise ceket yâkalan gibi bağlı oldukları smıflarm renginde idi-
Kurmay subaylarm setre yakaları vişne çürüğü renginde idi. Yaka
nın üst kenarı, setre kumaşı renginde, koyu lacivert ince bir zıh ile çev
rili İdi.
Muharip sınıf subaylarmm yaka ve kolları kenarlarına 13 milimetre
genişliğinde yalnız bir sırma şerit diikilmektte idi. Üstsubaylar bu şeridin
altına 5 milimetre genişliğinde diğer bir sırma şerit ve generaller için
setre yakalarının bağlandığı yerde dahi, bir şerit bulımmakta idi.
General ve üstsubaylarm yaka ve kollarındaki ince sırma şeridin
belirli bir yerinde bir büküm bulunmakta idi. Kolların sırmalı kısmının
genişliği 10 santimietre idi. Setrenin göğsünde ve eteğinin ön kenarında ve
arka tarafındaki zırhlar yaka renginde idi. Yani generallerin angudi,
üstsubay ve subaylarınki kendi smıflan renginde idi. Kurmay subay
larm ise vişne çürüğü idi.
Setreden kılıç kayışım çıkarmalk için, seitrenin sol tarafında kılıç
kayışının kolu hizasında ve bel dikişinden 10 santimetre aşağıda ve altı
santimetre genişliğinde kapaklı yatay bir delik bulunmakta idi.
Sanayi subay ve üstsubalan ile talbipler, askerî kâtipler gibi beyaz
apolet ve eşit oldukları rütnbenin yıldızım san olarak takarlardı. Tabip
generaller muharip sınıf generallerine özel apolet biçiminde apolet tâkar^
lardı. Fakat örgüleri oluşturan iki sırma kaytan beyazdı.
— 226 —
Ordu ve alay müftüleri ile alay ve tabur imamilannm rüfbe işaret
leri eskisi gibi idi. Ordu müftÜKÜnün kolımda dört ve alay müftüsıünün
kolunda üç, alay imamının iki ve tabur imammm kolunda beş milimetre
genişliğinde beyaz bir sırma şerit bulunurdu.
Üstsubay ve subaylar törende kullanılmalk üzere bir büyük apolet
takarlardı. Bu apoletlere takılacaik yıldızların sayısı ve rengi küçük apo
letlerde olduğu gibi idi.
Köpıü denilen ve boyu 6-7 cm. uzunluğunda olan bir sırma, setre
giyildiği zaman apoletin altma konulurdu.
Onbaşı ve çavuşların rütbeleri eski usulde olarak devam etmekte idi.
Ancak piyadenin şeridi neftî, diğerleri smıflan renginde olup omuz diki
şinden baş santimetre aşağıda ve sol kolda bulunurdu.
Kâtip muavini çavuşlann alâmetleri, başçavuş alâmetlerinin benzeri
olup, yalnız üstteki şerit kırmızı idi. Alay cephane çavuşılarmın sırmaları
aynı biçimde devam etmişti. Ohbaşılarm şeritleri iki, çavuşlarınki bir
buçulk santimetre genişliğinde idi.
Üniformada pantolan ve külotlar vardı. Pantolon düz olup, özellikle
piyade erlerine özeldi. Külot, atlı smıflara aitti. Gerek pantolon ve gerek
külotların renkleri ceketlerin aynı idi.
General, üstsubay ve subayların giydi|kleri pantolonlardan, general
lere özel olanlar, kojru lacivert idi. Subaylar hâkî trikodan uzun pantolan
giyerlerdi. Sâkî (getr) ile de hâkî renk külot giyilirdi. Erlerin pantolon
larında eyere temas eden kısım üzerine aynı kumaştan bir parça daha
kaplanmakta idi. Subaylar için ise, aynı renkte olmak üzere külotlarına
meşin veya çuha koyup koymamala-rı serbestti.
Üstsubay ve subayların (bütün sağlık memurları ve subayların) pan
tolon ve külotlarında ince ve angudi renkte bir zıh bulunurdu. General
lerin pantolonlarındaki bu zıb ise, ikilbuçuk santimetre idi. Bunun sağ ve
solunda yine angudi renkte ve dörder santimetro genişliğinde iki zıh bu
lunmakta idi. Kurmay subayların zıhları generallerinkine benzemekte
idi. Yalnız renk, vişne çürüğü idd. Süvari ve topku subay ve üstsubay-
larmın pantolon ve külotlarında beşbuçuk santimetre eninde tek angudi
bir parçadan zıh bulunurdu.
Ordunun bütün srnıflannda erlere ait pantolon ve külotlarda zıh bu-
lundurulmamıştı.
5 nci (Şam), 6 ncı (Bağdat) Ordular ve 7 nci (Yemen) Kolordu ile
Trablusgârp ve Hicaz Bağımsız Tümenlerinde zıhsız hâkî renkte bezden
yapılmış pantolon ve külot giyilmesi emredilmişti.
— 227 ^
Kapult, general, üstsubay ve subaylar için koyu kurşinî çuhadan ve
erler için aynı renkte abadandı. Kaputların önünde iki sıra olmak üzere
altışar düğme bulunmakta idi. Kaputlarm arkasında bir yırtmaç bulun
makta idi. Subay kaputlarının yajkalarmda, dış kısmı setre ve ceketlerde
öldüğü gibi, bağlı oldukları smıflarm renkleri bulundurulmuştu. Muharip
sınıflara mensup olan generallerin yaka renkleri angudi idi. Erlerin
kaput yakalarında, ceketlerinde olduğu gibi sınıflarının renkleri bulu
nurdu.
Pelerin, elbisg parasma dahil olmayıp, yaptıri'iması subaylar için
zorunlu değildi. Kaput kumaşı renginde olan pelerinin uzunluğu diz kapak
larına kadardı. Yakaları kaputlarda olduğu gibi idi- ,
Generallerin yakaiları angudi (kırmızı) olup, müşirler (orgeneral)
üç, birinci feri'kler (Ikorgeneraller) iki, ferikler (tümgeneraller) bir yıl
dız takarlardı. Tuğgenerallerin yakalarında yıldız bulunmazdı.
Askerî memurların yaka işaretleri de bu şekilde olup, yıldızları sarı
ve sırma şeritleri vardı.
Kıyafetin bir parçası da başa giyilen başlıktı. Buna “serpuş” den
mekte idi. Yem kıyafet nizamnamesinin çılkanimasma kadar, orduda
türlü türlü ve çeşitli renklerde başlıklar kullanılmakta idi. Genel olarak
piyade erlerinin bir kısmı kırmızı ve diğer bir kısmı da hâkî renkte fes
giyiyorlardı. Ayrıca bazı erler, laz başlıkları gibi kollu başlıklar giyiyor
lardı. Süvari ve topçülann başlıkları kalpaktı. Sıcak memleketlerde
(Hicaz, Irak ve Yemen’de) kefiye denilen bir örtü başa geçirilmekte idi.
Gerçi kefiye Arabistan bölgesindeki, bazı birliklerde eskiden beri kulla
nılmışsa da, bu başlıklar, 1909 yılı yeni kıyafet nizamnamesiyle bir düzene
sokulmuştu. Bununla beraber 3 Ağustos 1910’da bir askerî serpuş talimat
namesi çılkarılmış ve durum bir dereceye kadar düzeltilmişti. Talimat
nameye göre, erler için hâkî kalpak ve hâkî çuhadan fes kabul edil
mişti. [181]
Kalpak, hâkî astragandandı. Tepeliği her sınıfın rengini taşıyordu.
Kalpak veya fesin tepesinde ufak sarı bir bir düğme bulunmakta idi. Hâkî
çuhadan yapılan fes, dikişli iki parçadan oluşmaktaydı. Hâkî fes, kışla
larda, eğitim sırasında ve manevralarda giyiliyordu. Hâkî kalpak ise,
resmî günlerle normal tatil günlerine özeldi. Emirle bazı manevralarda
giyilmesine imkân bırakılmıştı. Kalpakların bir parçası vardı ki ,buna
sakandırılk deniyordu. Bu adî meşindendi. Er kalpaklarının süresi birbu-
çuk yıldı. Fesin süresi ise altı aydı.
— 228 —
Talimatnameıye göre, askerî dkuıllar öğrencileri de kalpak ile bir de
hâkî fes giyeceklerdi. Buna göre Harp Okulu, askerî idadî ve rüştiye
mektepleri (askeri lise ve ortaokullar) öğrencUerinîn, okulları içinde, eği
timlerinde erler gibi hâkî fes giymeleri esas kabul edilmişti. Kalpak ise
Ö27el günlerde giyilirdi. Piyade ve Topçu Harp Okulları ile Tıbbiye, Vete
riner ve Eczacı Okulları öğrencileri, izinli bukınduklan hafta tatillerinde
kalpak giyerlerdi. Siyah astragandan olan bu kalpaklarm tepelikleri giy
dikleri setre ile yakalarınm renginde ve aynı kumaştan olurdu- Kalpak
tepelerinde sarı bir düğme bulunurdu. Tıbbiye, Veteriner ve Eczacı Okul
ları öğrencilerinin kalpak tepelerinde bulunan düğmelerin rengi beyazdı.
Öğrenci kalpaklarmda ön kısmm alt orta hizasma gelmek üzere üç
santimetre çapmda, kabartma bir yarım ay bulundurulmuştu. Aym ağzı
yukarı idi. Piyade ve Topçu Harp Okulu öğrencilerinin kalpak ayları sarı
ve diğerlerindeki beyazdı.
Yatılı asjkerî idadî ve rüştiye mektepleri öğrencilerinin kalpak tepe
leri kırmızı (angudi) çuhadandı. Kalpalk tepelerinde sarı bir düğme vardı.
Hava akımını sağlamak için kalpakların tepelerinde, hâkî kemikten üç
milimetre çapında dört delik bulundurulmuştu.
Çeşitli smıf subaylarmm kalpakları san astragandı. Kalpaklarm te
peleri her smıfm yakası renginde idi. Astragan kısmm yükseıkliği 10-12
santimetre kadardı. Tepelik birbuçuk santimetre yüksekliğinde idi. Hava
akımmı sağlamâk için, tepelik ile astragan ara hattmda en çok üç mili
metre çapmda dört deilik vardı.
Subay kalpaklanmn tepeleri üzermde beş milimetre genişliğinde bir
kırmızı ibrişim vardı- Bununla beraber i|ki sanltimetre genişliğinde çap-
razvari üç tane sırma şerit bulunmakta idi. Generallerin bu sırmaları üç
santimetre genişliğinde idi. Muharip sınıflarm bu sırmaları sarı ve diğer
sınıfların ise beyazdı. Sırma şeritlerin birleştiği noktalarda sarı ve beyaz
düğmeler bulunmakta idi.
Subay ve erlerin ayakkabıları, ikisa konçlu, bağlı sarı renkte kundura,
sâkî (getr) ve çizme idi. Atlı olmayan smıflarm enleri kundura ve sâkî
giymeikte idiler. Süvari, topçu ve nakliye (ulaştırma) erlerine önce uzun
konçlu sâ^î verilmişti. Ancak 1911 yılı teçhizat talimatına göre, piyade
erlerine verilen kısa konçlu sâkî yerine dolak kabul edilmi.şti. Bu yıl içinde
süvari ve topçu subay ve erleri tarafmdan giyilmekte olan uzun sâkî
yerine çizme kabul edilmişti. Er çizmeleri san vâketadan, subay çizme
leri siyah rungan veya deve derisinden yapılmaya başlanmıştı. Çizme gi
yenlerin bir mahmuz takması kabul edilmişti. Subaylar için kabul edilen
rugan çekme fotinlerin topuklarına düz ve üç santimetre olan bir mah
muz eklenmişti. Subaylar, her türlü merasim günlerinde rugan çekme
— 229 —
fotin giymeğe meoburdıılar. Ancak siyah fotin giymek de mümkündü.
Merasim zamanları dışmda siyah ayakkabı giyildiği gibi galoş (ayakkabı
üzerine giyilen ikinci hir ayakkabı) da giyilebilirdi- Galoşun topuğunda
ve arkada pirinçten bir yuvarlak uç bulunurdu ki, buna basmak suretiyle
kundura galoştan çıkanlırdı. Ancak galloş çok geçmeden terk edilmişti.
Ünifirma da kılıç, aynı zamanda ıbir şeref sembolü idi. Generallerle
üstsubay ve subaylar, savaş ve barışta ve her durumda kılıç taşırlardı.
Ancak kılıçlar, her sınıfa göre değişik boy ve biçimde idiyler.
Generallerle kurmay subaylar, bağlı oldukları sımfm kılıcını takar
lardı.
Her kılıç kabzasmda sarı sırmadan bir püskül bulunurdu. Bu püskül
sonradan köseleden veya hakiki yünden yapılmıştı. Sırmalı püskül yalnız
tören günlerinde takılmıştı.
Süvari ve topçu erlerinin taşıdıkları kılıçlarda da bir püskül vardı.
Süvari ve topçu subay ve erleri ata binmiş oldukları zamanlarda kılıçlarını
eyer takımlannda bulunan özel bir kılıç bağlama cebine iliştirirlerdi. Ge
nel olarak yaya bulunulduğu zamanlarda sol tarafta taşman kılıç, kılıç
kayışı ile setre veya ceketin altında gizli olarak bağlanırdı. Kılıç kayı-
şmda ve kılıca bağlanmak üzere 28 santimetre uzunluğunda çelikten ya
pılmış bir askı kolu zinciri bulunurdu.
Her subay, tatbikat ve manevralarda ve muharebelerde tabancala
rını takmak için ceket üzerine bağlanan bir bel kayışı takarlardı.
Nizamnameye göre kurmay subaylarla yaverler (emir subayları)
göğüslerine kordon takarlardı Padişah yaverlerinin kordonları, kalın
çekme sim kordondu. Makam yaverlerinin kordonları, kalın çekme ör
gülü nikem kordonlardı. Kurmay subayların ise, ince çekme sim kor
don takmaları kabul edilmişti. Kurmay subaylarm bu kordonları Birin
ci Dünya Harbi’nin ikinci yılına (1916) kadar devam etmişti. (Resim :
7’ye bakınız. Burada Kurmay Yarbay İsmet (İnönü) 5 nci Ordu Karar-
gâhı’nda General Liman von Sanders ile birlikte görülmektedir. Göıgsün-
de taşıdığı kordon, kurmay subayların taşıdıkları kordondu).
Kıyafet nizamnamesine göre, her türlü tören ve tören dışı zaman
larda subaylarm eldiven takmaları emredilmişti. Bu eldivenler kırmızım-
trak renkte, kalın ve parlak eldivenlerdi. Tören günlerinde ve setre gi
yildiği zamanlarda, düz siyah fotin veya çekme rugan fotin lacivert pan
tolon ve beyaz eldiven giymek, kordon, nişan ve madalya takmak bir
mecburiyet idi.
Tören ve olağanüstü hallerde takılan nişan ve madalyalann takılış
sırası şöyle belirlenmişti :
— 230 —
Nişanların takılış sırası; önce Murassa İmtiyaz Nişanı, bundan son
ra Mecidi, Osmani ve İftihar nişanları şeklinde idi.
Madalyalar ise, Altın İmtiyaz (Bu madalya Büyük Atatürk’ün bir
çok resimlerinde göğsünde takılı görülen madalyadır). Altın Liyakât,
Gümüş imtiyaz ve Gümüş Liyakât olarak sıralanıyordu.
Eskilikleri itibariyle ve sıra ile muharebe madalyaları da, Yunan
Muharebe Madalyası, Eyalet Madalyası, Sanayi Madalyası, İftihar Ma
dalyası ve İane Madalyaları idi.
Bu kıyafet nizamnamesi, Osmanlı Ordusu’nda yapılan kıyafet de
ğiştirmenin ilk adımı ve esası olmuştu. Ancak zamanla kıyafet nizamna
mesinde parça parça değişiklikler olmuştu. İlk değişiklik, 11 Şubat 1329
(23 Şubat 1913)’de çıkarılan ek nizamname ile yapümıştı. ([182] Bu eke
göre generaller, üstsubaylar ve subaylarla bütün askerî memurlar, yal
nız bir tür hâkî elbise giymeye zorunlu tutulmuşlardı. Cuma selâmlıkla
rında hâkî ceketin üzerine sırma kemer ve büyük üniforma giyilmesi ge
rektiği zamanlarda ise, sırma kemerle 'büyük apolet takılacaktı.
Kalpakların her zaman için hâkî renkte kuzu derisinden olması ve
bundan sonra yaptırılacak hâkî renk ceketlerde yalmz iki cep bulundu
rulması kararlaştırılmıştı. Ceketin üst cepleri kaldırılmış (5 nci Ordu
Karargâhı subaylarmm elbiselerini gösteren 7 numaralı resme bakınız)
Ancak dört cepli ceketlerin giyilmesine daha bir süre devam olunmuştu.
Generaller, üstsubaylar, subaylarla erler, bağlı siyah fotin giyecek
lerdi. Bu nizamnameye göre, bütün sıhhiye üstsubay ve subaylarmm ce
ket yakaları ve kalpaklanmn üstü, güvez renkte kadife olacak ve yaka
larında bulunan özel işaretler, apoletlerinin üst kısmına ve apolet düğ
mesine yakın bir yere konacaktı.
Kullanılmakta olan setre ve lacivert pantolonlarla siyah kalpak ve
sarı düz siyah fotinler 1914 yılı sonuna kadar eğitim, manevra ve cuma
selâmlıklarında ve büyük üniforma giyilmesi gerektiği zamanlar dışın
da kullamlacaklardı.
Karargâh, daire müessese ve birliklerde görev yapan askerî memur
lar ve hesap memurları, subaylar gibi elbise giyeceklerdi. Bunların giye
cekleri ceket, pantolon, kaput ve pelerinler, tıpkı subaylarm giydikleri
renk ve biçimde olacak yalnız yakaları kahverengi kadife ile belli edile
cekti. Düğmeler tamamen beyaz olacaktı. Bu memurların kalpakları su-
baylannki gibi idi. Yalmz tepelikleri kahverengi olup, tepedeki sırmalar
beyazdı. Takacakları kılıçlar subay kılıçlarımn aynı idi. Resmî günlerde
taktıkları sırmalı apolet ve kemerler beyazdı.
— 231 —
27 Ocak 1916’da, 5 Haziran 1325 (18 Haziran 1909) tarihli Elbise-i
Askerîye Nizamnameısi’ne (Askeri Elbise Nizamnamesine) ek 3 Ocak
1916 tarihli nizamnamenin bazı maddeleri değiştirildi. [183]
Buna göre, eczacıların ceket yakalarında defne dalı bulundurulma
sı emredilmiş ve yakalarındaki zıhlar, fıstıkî yeşil yapılmışitı. Levazım
sınıfındaki kalpak tepelerinin çulha kısımları ve yaka zıhları açık eflâ
tun olmuştu. Nakliye (ulaştırma) sınıfının rengi mor ve mızıka sınıfının
ise koyu sarı çuha olmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’na böylece girilmiş ve bu durum genel olarak
bir değişikliğe uğramadan 1920 yılına kadar devam etmişti. Türkiye Bü
yük Millet Meclisi açıldıktan ve Türk Ordusu kıyafetinde bazı değişiklik
ler yapıldıktan sonraya kadar, eski kıyafet korunmuştu.
D. istihbarat
— 232 —
düşman derinliklerine gidememişti. Bu suretle silâhlı kuvvetler, daha
barıştan itibaren alınması gereken savunma tedbirlerinden yoksun bıra
kılmışlardı. Birçok hallerde silâhlı kuvvetler, içinde bulundukları durum
larda bilinmezlikler içinde iş görme^k zorunluğunda kalmışlardı.
Balkan Savaşı’nm sonuna kadar, silâhlı kuvvetlerde geniş bir istih
barat yapan veya onu destekleyen bir teşkilât yoktu. Bu faaliyet ancak
Balkan Savaşı’nın getirdiği kötü sonuçlardan sonra, zayıf bir teşkilât
olarak kurulmaya başlamıştı. Her ne kadar Enver Paşa’nın Harbiye Na-
zırlığı’na gelmesinden sonra kurulan teşkilât, savaş ve barış amaçlarına
hizmet edecek yeter bir hale sokulmak istenmişse de, olağanüstü olarak
bazı ataşemiliterlerin faaliyet ve raporları hariç alınan haberler yeterli
değildi. Genel olarak devleti koruyacak süâhlı kuvvetler, Balkan Savaşı’
na düşmanları hakkında derin bir bilgisizlik içinde girmişlerdi. Birinci
Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar Genelkurmay Başkanlığı ile ordu,
kolordu ve tümen karargâhlarında istihbarat işleriyle uğraşmak üzere
birer kurmay suibay bulundurulmuş ve bunlardan görev istenmişti. Bu
sırada istihbarata ait teşkilâtm en büyük makamı. Genelkurmay Başkan-
lığı’ndaki İstihbarat Şubesi idi. Zayıf bir kadro halirde kurulan bu şube
nin esas görevleri de belirlenmişti. Buna göre şube, barışta düşman ol
ması muhtemel orduların konuş, kuruluş ve eğitim esaslarmı, silâhlarını
kara ve demiryollarıyla bunların kabiliyetlerini, düşman arazi ve iklim
lerini, insan, hayvan ve araçlarının ve subaylarmm durumunu, büyük
komutanların kişiliklerini ve bunların halk ve hükümet tarafından tutu
luş derecelerini memleketlerin servetlerini inceleyecekti. Aynca düşman
olması olası ordulann sefenber olma derecelerini, genel seferi kuvvet ve
kuruluşlarını, yığmak durumlarını değerlendirerek düşmanın ilk harekât
amaçlarını ve olası harokât tasarüanm öğrenecekti. Bu şekilde yapılacak
istihbarat, genel olarak hükümetin de izleyeceği siyasete ışık tutmakla
beraber silâhlı kuvvetlerin de karşı hazırlıklar için tutanak olacaktı. Al-
manca’dan dilimize çevrilmiş bulıman “Hidemât-ı Seferiye Nizamnamesi"
bunları içeriyordu. Ancak bu bilgiler kolaylıkla elde edilemeyeceğinden
bunların sağlanması için esaslı teşkilâta ve bol para}-a ihtiyaç vardı. Türk
Silâhlı Kuvvetleri’nde ne bunu gerçekleştirecek teşkilât ve ne de para
bulunmaktaydı. Buna rağmen iki yol vardı. Bunlardan biri casus ve muh
birler (haber verenler) ve diğeri casuslukla ilgileri olmayıp resmi görev
yapan elçilerle ateşemiliterlerdi. Bu yol işin ucuz tarafı idi. Yabancı mem
leketler hakkmdaki istihbarat ancak oralardaki resmî görevliler kana
lıyla elde edilen bilgiyi kapsıyordu. Bu da zamanına göre yetersizdi. Dev
letin genel politikası ve silâhlı kuvvetler sevk ve idaresine yön verecek
bilgileri kapsamıyordu. Crenel olarak elçilikler, daima yapmak istedikleri
istihbaratla düşman tarafından aldatümışlar ve yanlış yönlere ve kanı
— 233 —
lara saptırılmışlardı. Bunlar özellikle düşman amaçlarına yarar bilgileri
hükümete aktarmışlar ve istihbarat yaptıklarmı sanmışlardı. Nitekim
1911-1912 Osmanlı-îtalyan savaşı sırasında Roma elçisi bulunan İbrahim
Hakkı Bey (sonradan Sadrazam), İtalyanların hor türlü hazırlıklarından
bilgisiz kalmış, taarruz hazırlıklarını kesinlikle fark edemediği gibi. Roma
Ataşemüiteri Kurmay Binlbaşı Ali Fuat (Cehesoy)’ın vermiş olduğu ra
porlarla da çelişkiye düşmüştü. Balkan Savaşı’nda Hariciye Nazın Asım
Bey, Balkan ittifakının doğmasıyla Balkan Devletleri’nin girişecekleri sa
vaşını görememiş ve Balkanlardan gelecek tehlikeyi görebilenlerin soru
ları karşısmda, Balkan Devletleri’nin samimiyet ve dostluklarından emin
olduğunu ifade etmekten çekinmemişti. Buna karşılık Genelkurmay Baş
kanlığı, kendi edindiği bulgularla ve istihbarat yapmaya çalışmıştı. Bu
konuda gerek Trablusgarp Savaşı’ndan önce ve gerek Balkan Savaşı’nm
ilk günlerinde, Sofya ve Roma ateşemiliterlerinin raporları oldukça olum
lu sonuçlar sağlamıştı.
İkinci istihbarat yolu casusluktu. Bunun için başta paraya ihtiyaç
vardı. Hükümet avuç dolusu harcamalar yaparken, bu amaca para ayır
manın gereğini değerlendirememişti. Bu şekilde istihbarat faaliyetinin
önemli bir unsuru aksatılnuştı. Bu yolla sağlanacak istihbarat, daha çok
vatansever kişilerin parasız olarak yapacakları istihbaratla çözümlenmek
istenmişti. Gîerek İkinci Meşrutiyet’in ilânından önce ve gerek bundan son
raki devirlerde ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç günlerinde yapıl
ması gereken istihbarat olumlu bir gelişme kaydetmemişti. Her ne kadar
Genelkurmay Başkanlığı’nın silâhlı kuvvetlorde kısmen kurduğu askerî
istihbarat teşkilâtı bir sisteme bağlanmak istenmişse de, bu konu ancak
sınırlı karargâhlarda belirmişti. Bu teşkilât. Genelkurmay İstihbarat
Şubesi’nden başka, ordu ve kolordu karargâhlarmda görülebilmişti. Ya
pılan teşkilât basit olduğu gibi, pek zayıf bir kadro halinde bulundurul
muştu. Tümen, tugay, alay seviyesinde bir istihbarat teşkilât ve faaliyeti
yoktu. Bu kademeler, ancak daha yukarı kademeleıden alabilecekleri bil
gilerle uyarılâbUeceklerdi. Bu bakımdan tümen istihbarat teşkilât ve
faaliyetleri yönünden (taktik alanda) ilk istihbarat kademesini oluştu
ruyordu, Gerçi eldeki Hidemât-ı Seferiye Nizamnamesi istihbarat konu-
sımda temel bilgileri ve faaliyetleri açıklamakta idi Fakat komutanların
çoğu, bu bakımdan bilgisiz ve tecrübesiz bulunduklarından, gereken teş
kilâtın kurulması konusunda bir çaba harcamamışlardı. Nitekim Balkan
Savaşı’nda bazı komutanlar, karargâhlarmda bulunan istihbarat subay
larının taşıdıkları görev adlarına bakarak buularm arzu edilen haberleri
getirebileceklerini düşünerek bunları birliklere ve cephelere göndererek
birer irtibat subayı şeklinde kullanmışlardı. Bu anlayış içinde Birinci
— 234 —
Dünya Savaşı’nm başlangıcına kadar gelinmişti. 1914 yılının ilk günle
rinde bile silâhlı kuvvetler© geniş ölçüde faydalı olabilecek bir teşkilât
kurulamamıştı. Ancak Almanlarla sıkı bir işbirliğine girildikten sonra,
istihbarat teşkilâtı geliştirilmiş ve haber alma ve yarJış haber yayma
şeklindeki ilk olumlu sonuçlara Birinci Dünya Savaşı’nda başlanabilmişti.
2. Haberlerin Ulaştırılması
— 235 —
4. Düşman Haber Almasına Karşı Koyma ve Propaganda
a. Düşman Haber Almasına Karşı Koyma
Gerek Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ve gerek bu savaş içinde düş
man istiihbaratına karşı alınan tedbirler çok basit olmakla beraber bu
konuda hiç kimse yetiştirilmemişti. Kimse tarafından bunun önemi anla
şılamamış ve özellikle düşman küçüms-enmişti. Çok kimseler bir bilgiçlik
ve boşboğazlık içinde bulunuyorlardı. Hemen hemen herkes ve her yetkili
açıkça konuşuyordu. Memleket içinde düşmamn casuslarından bir iki
değil, binlercesi mevcuttu. Bunlar Türk olmayan diğer sınıfların büyük
çoğunluğu idiler. Kumlar, Ermenüer, Yahudüer, Suplar, Bulgarlar, Ulah-
1ar ve hatta Müslüman olan Arnavutlar ve Araplar, düşmanlar tarafın
dan aldatılmış ve satın alınmışlardı. Bunlar, elde ettikleri paralar ve si
yasî vaatlerle düşmanlarla birleşmişlerdi. Memleket içindo ne olursa he
men düşmanlara ulaştırmada birbirleriyle yarışmışlardı. Meşrutiyet Mec
lisi’nde toplanan çeşitli mUletlere mensup miUetvokjİleri en gizli memle
ket sırlarım devlet düşmanlarına ulaştırmakta tereddüt etmemişlerdi.
Araplar bUe Müslüman oldukları halde düşmanlarla işbirhğine girişmiş
lerdi. Nitekim düşmanla işbirliğine giren bazı Arap mebuslarının Âliye
Divan-ı Hahbi’nin (Osmanlı Harp Divanı) kararlarıyla 4 ncü Ordu Ko
mutanı Cemal Paşa tarafından astırılmalan, düşmanlarla yapılan anlaş-
malannın bir sonucu olarak doğmuştu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’
nm sonuna kadar ve İstiklâl Savaşı’nın Uk yıllarında bir takım düşmanlar
da içimizde beslenmekte ve yaşamakta idi.
b. Propaganda
Meşrutiyet’in ilânından sonra işleyen basit istihbarat faaliyetleri için
de propaganda bir konu olarak ele alınmıştı. Ancak bunun nasıl yapıla
cağı bihnmemekte idi. Her ne kadar bu konu ile de düşmanın savaş ve
barışta dikkatinin başka taraflara çevrilmesi, dostun kuvveth ve düşma
nın zayıf olduğu çeşitli kanallarla yayılmak istenmişse de, Türkler için
ancak bunun tersi olmuştu. Düşman propagandası çeşitli alanlarda (İkti
sadî, sıhhî, dinî, ahlakî ve askerî) etkisini göstermeye başlamıştı. Özel
likle Balkan Savaşı’ndan önce Bulgar Genelkurmayı tarafından yazılarak
dağıtılmış bulunan “Sofya^dan Selânik’e Doğru” adi; eser, Türk kamuoyu
nu yanlış yönlere çevirmişti. Yine Balkan Savaşı’ndan önce, Balkan Dev-
letleri’nin siyasetlerinden emin olduğumuz için yapüan propagandalarla,
Bulgar Ordusu’nun Şumnu ve dolaylarında yaptığı ilk yığınak harekâ
tının ,kale manevraları gereği olarak gösterilmesi de Osmanlı Genelkur-
mayı’nı gafil avlamaya yetmişti. Ayrıca Balkan Savaşı’nın Uânı sırasın
da, Türk Ordusu’nun başarı kazanacağını üeri süren Avrupa Devletleri
nin bir kısmmın da özellikle “savaşın sonucu ne olursa olsun statüko
~ 236 -
ımıhafaza olunacaktır” şeklindeki dekloras3''onları, Türklerin Balkan Sa-
vaşı’na gıöstermesi gereken gayretini savaş hazırlık ve tutumunu zayıf
latmış ve sonuç olarak da sevk ve idare gevşetilmişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce “Tavaliyül-Mülk” adındaki eser üze
rinde derinlemesine incelemeler yapmamış bulunan pek çok aydınlar,
buna kanarak koyu bir Alman taraftarı kesilmişlerdi. Bu kitapta Türk
lerin Birinci Dünya Savaşı’na girdikleri takdirde, tekrar Mısır’ı alacak
ları, her ne pahasına olursa olsun Almanların mutlaka savaşı kazana
cakları belirtilmekte idi. Nitekim zamamn Basın v-. Yayın Müdürü dahi
bu kitaba tamamiyle inanmış ve basında Almanların amacına yarar ma
kaleler yazılmış ve halk da bu amaca hazırlanarak Alman taraftarlığına
yanaştınlmıştı. Böylece Almanlar, girişocekleri büyük savaş düşüncesine
hazırlanmış ve propagandalarım başarıya ulaştırmışlardı. Bımun sonucu
Türklerin müttefik olarak Büyük Harbe girmelerini kolaylaştırmışlardı.
Müslüman dinini ve mensuplarını kendi amaçlarına faydalı bir propagan
da aracı olarak kullanmak amacıyla harekete geçmişlerdi ki, 14 Kasım
1914 günü, Fatih camiinde ciıhad-ı mukaddesi bütün İslâm âlemine ilân
ottirmişlerdi. Osmanlı Hükûmeti’ni buna zorlayan konu. Tuğgeneral Bron-
zart von Şallendorf’un Alman Karargâhı Umumisi’nden (Genel Karar-
gâhı’ndan) aldığı direktife göre 20 Ekim 1914’te Harbiye Nazırı ve Baş
komutan Vekili Enver Paşa’ya yaptığı ve kabul ettirdiği “Rusların harp
ilân etmesi üzerine Zat-ı Şahane, Devlet-i Âliye (Osmanlı Devleti) ile Al
manya ve Avusturya-Macaristan düşmanlarına karşı cihad-ı mukaddes
ilân edecektir” taahhüdü olmuştu. [185] Bu suretle propaganda yalnız
düşmanlar tarafından dsğU, dostlar tarafmdan da yapılmış ve bundan
Osmanlı Devleti ve İslâm alemi de zarar görmüştü.
İngineler Birinci Dünya Savaşı’nda yaptıkları propagandalarla özel
likle Müslüman sömürgeler halkım zehirleyerek Türklere karşı savaşa
sürükleyebilmişlerdi- îngiıhzlerin Çanakkale Savaşlarma giriştikleri sırada
Müslüman Hintli askerlerlle, bu ceplhede Almanlarla savaşacaMarını ve
Almanların Müslüman Halifesi’ni esaretleri altında bulundurduklarını,
bunun kurtarılmasınm Hint Müslümanlanna dinî bir borç olduğunu be
lirtmiş ve inandırmışlardı. Bu nedenle bu askerler Çanakkale Cephesi’nde
çok kanlı savaşlara itilebilmişlerdi. Ancak çok sonra bu propagandayı
sezen Türikler, cephede karşı propagandaya başlamışlar ve bunu ezan
okutmakla yapmışlardı. Ezan sesini duyan Hintliler irkilmiş, gerçeği
anlamış ve savaş çabalarım gevşetmişlerdi. Bu şekilde îngihzlerin bu
cephede giriştikleri propaganda iflas ettirilebilmişti. Bundan sonra Ingiliz-
1er Çanakkale Cephesinde Hintli Müslüman asker bulunduramamışlardı.
[185] Cemal Kutay; Türkiye istiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, 18, Sayı
(1961), s. 10222.
— 237 —
Düşman devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı giriştiMeri etkili pro
pagandaların en kuvvetlisi Miislüimanlığı istismar propagandası olmuştu.
Düşman devletlerin elinde büyük bir Müslüman topluğu bulunduğundan
bunlara hitap etmeyi birinci derecede önemli görmüşlerdi. İslâm alemi
nin İngiliz ve Fransızlara faydalı olmaması için, Müslümanların cihad-ı
mukaddes bayrağı altında toplanması gerektiği Türklerce de kabul edil
mişti. Halbuki düşman devletler ellerinde bulunan cahil Müslüman toplu-
luiklarmı giriştikleri telknik propagandalarla da aldatmışlar ve Müslüman-
1ar, bu Osmanlı çağrısına kulak asmamışlardı. Düşmanların karşı propa
gandaları o derece ileri bir başarıya Ulaşmıştı ki, bir çok Müslüman mil
letler, kraldan fazla kral taraftan kesilmişlerdi. Osmanlı Devleti içinde
bulunan Araplar bile, üstün düşman propagandalan ve paraları yüzünden
ihanet yollarma sapmışlardı. Osmanldar, Araplara îngilizlerden daha az
para dağıtabildi'klerinden başarıya ulaşamamışlardı. Osmanlı Devleti’nin
yalnız sancak-ı şerifi çıkarması, bir istihbarat yolunu açması, resimli
savaş dergileri çıkartması, yeterli bir etki yaratamamıştı- Gerçi savaş
içinde yapılan bazı propaganda faaliyetleri, bazen düşmanı aldatmışsa
da, bu ufak ve mevzi faaliyetler, savaşm Ikazanılmasma yardım ede
memişti.
Birinci Dünya Hahbi’nde özellikle Amerikalılarm savaşa karışmasın
dan sonra, ortaya atılan barış ve insanlık hak ve hukukuna uyulacağı
konusundaki çağrılar, en büyük propaganda aracı olmuş ve etkisini bütün
alanlarda göstermişti. Bu nedenle gerek Osmanlı Devleti gerek onun
müttefikleri, bu son propaganda ile de sarsılmış ve sonuçta aldanmış-
lardı.
Düşman devletler Birinci Dünya Savaşı mütarekesinden sonra da
Osmanlı bünyesini propagandalarıyla zehirlemeye devam etmişlerdi. Dev
leti dağıtmayı başaran düşmanlar. Anavatana girmişler ve bu defa Hali
feyi de propagandalarına alet etmişler ve etkilerini çoğaltmışlardı. Bu
nedenle istiklâl Savaşı’nm ilk yıllarında düşman propagandasının da et
kisiyle memleket tam bir (buhrana sokulmuş ve birçok yerlerde onların
amaçlarma hizmet eden hain ayaklanmalar da çıkartmışlardı. Fakat bu
defa basan sağlayamamışlar ve yok olmuşlardı.
E. EĞİTİM
1. Eğitim Teşkilâtı
Türk Silâhlı Kuvvetleri eğitim teşkilâtı, biri İkinci Meşrutiyet’e ka
dar ve diğeri bundan sonra olmak üzere iki devrede oluşmuştu. İkinci
Meşrutiyet’ten önceki teşkilât, sımrlı programlara tabi verimsiz teşkilât
lı bir takım askerî oikullardı. Bu eğitim teşkilâtı. Meşrutiyet devrine ka
— 238 —
dar modem hiç bir gelişme sağlayamamıştı. Meşmtiyet devrinde ise,
devralınan eğıi'tim teşkilâtmda ıslâhat yapılmış ve buna Ö2:elliikle ihtisas
okullarıyla talimgahlar eiklenmişti-
İkinci Meşmtiyet’ten önce kurulan her çeşit eğitim teşMlâtmda bi
lim daha çok teorilere ve Fransız öğretim metotlanna dayanmakta idi.
Bunlarda hiç bir pratik yön yoktu. Genel olarak olarak Meşrutiyet ida
resinin devraldığı eğitim teşkilâtında büyük bir ıslâhat başlamıştı. İlk iş
olarâk hazırlayıcı askerî okullar azaltılmış birçok askerî ortaokullar ile
askeri liseler kapatılmıştı. Bu arada Bursa Lisesi ile Topçu Okulu’na kay
nak bulunan Askerî Lise de kaldırılmış ve birçok yerlerde kapatılan okul-
lann binaları genel maarife devrolunmuştu. Ancak buna karşılık, meslek
okullarının her bâkımdan geliştirilmesine pek çok gayret sarfedilmişti.
Bu suretle meslek ve İhtisas teşkilâtı meşrutiyet devrinin başlıca eserleri
olmuştu. Bu ıslâhat sırasında özellikle Topçu Okulu’nun yetiştirdiği
seçkin sınıflar teşkilât düzeninin yok edilmesi (1910), ordunun ihtiyacı
olan çok faydalı askerî mühendis teşkilât ve düzenini yıkmıştı. Es!ki dev
rin fabrikaları tamamen bu sımftan yetişen seçkin subayların eserleri
olarak kumlmuştu. îmaJlât-ı Harbiye (asikerî fabrikalar) bu subaylara
dayanmakta idi. Memleketin savunulmasına yarayan araç, gereç ve si
lâhları hazırlayan ve her türlü cephane ve patlayıcı maddeleri yapanlar,
satm almalarda öncü olanlar bunlardı. Meşrutiyet’te bunların yerini dol
duracak bir bilim ocağı ve teşkilâtı kurulamadığından, bu subayların kö
kü zamanla kurumuştu. Yalnız Askerî Fabrikalar sanayi alayları hesa
bına usta okulu öğrencilerinden bir kısmının Almanya ve Avusturya -
Macaristan fabrikalarına gönderilmeleri ve oralarda yetiştirilmeleri gibi
basit önlemler boşluğu dolduramamıştı.
Meşrutiyet idarecilerinin özellikle sivil elemanları, bazı askerî hazır
layıcı olkullann kapatılmasma etken olmuşlardı- Bunların dayandığı ve
bir türlü hazmedemedikleri başlıca konu ülke eğitiminin % 50’sinden
fazlasının askerlerin elinde bulunması idi. Ayrıca bütçe tasarrufları da
bu okulların kapatılmasına bir neden olmuştu. Meşrutiyet idaresi her tür
lü tekelci amaç ve düşünceleri kaldırarak genel eğitime yeterli olanak
sağlamak istiyordu. Bu nedenle aŞkerî eğitim teşkilâtında azaltmalar ve
düzeltmeler baş göstermişti.
Meşrutiyet idarecileri özellikle sevk ve idare ile görevli personelin
yetiştirilmesi için büyük bir titizlik göstermişlerdi. Ancak okullarda öğ
rencileri yetiştirmek için Alman Islâh Heyeti de dahil olduğu halde yeter
öğretmen bulmakta güçlükle karşılaşmıştı. 1914 yılı istatistiklerine göre,
ordunun o zamanki subay ve askerî memuTlarmm genel mevcudu orta
lama olarak 25 000 kadardı. Astsubay ve er mevcudu ise* 150 000 civa-
— 239 —
nnda bulunuyordu. Okullann öğrenci milktarı 10.000, öğernci astsubay
miktarı ise 15.000 kadardı. Ancak gelecek günler, bu dkullann mezun
edecekleri subay ve astısulbay sayısmdan daha çok sayıda eleman beklen
mekte idi. 25-000 subay ve askerî memur mevcuduna nazaran her yıl or
dudan çeşitli şekillerde ayrılacak olanlar ve kadro dikkate almarak en az
750 subayın orduya yeniden katılması gerekmekte idi. Halbuki 1910’dan
1912’ye kadar 400 subay yeltiştirilebılmişti. Trablusgarp ve Balkan Sa
vaşlarında ve bir takım iç ayaklanmalarda bir çok subaylar kaybedil
mişti. Bunilarm yerlerine kısa devrelerle genç yedek subaylar yetiştiril
mişse de, bunlar mesleik kurallarına uymayan önlemler olmuştu. Banş
devri dahi, orduyu küçük rütbeli subaylar bakımımdan büyük bir sıkın
tıya düşürmüştü. O zaman ki 150.000 mevcudundaki barış ordusunun
bile en az 15.000 kişihk bir subay kütlesine ihtiyaç gösterdiği tecrübeler
le anlaşılmıştı. Elde bulunan subay ve askerî memur mevcudunun üçte
biri kadar öğernci yetiştinillmediği takdirde ise, bu ihtiyacın sağlanması-
nm mümkün olamayacağı görülmüştü, Mutlakiyet devrinde olduğu gibi
Meşrutiyet devrinde de çeşitli aŞkerî okulların öğrenim ve öğretim yılları
sürelerinde değişiklikler yapılarak bazı önlemler almmıştı. Bu şekilde
çabuk subay yetiştirilerek ordu kadrolarmm doldurulaıbileceği kanısı
hâkim olmuştu. Ancak gerek hazırlayıcı okullarda ve gerek meslek okul
larındaki süreler ne kadar amaca uygun uzunlukta olursa o oranda de
ğerli subaylar çıkacağı gerçeği gözden kaçırılmıştı. Bu gerçek Piyade ve
Topçu Harp Okullarmda denenmiş ve verimin düşük olıduğu anlaşılmıştı-
Birinci Dünya Savaşı’nm patlak verme>k üzere obuası ve nihayet
savaş, bir takım Okulları talimgahların açılmasını zorunlu kılmıştı. Bu
sebeple de öğrenim devreleri kısaltılmıştı. Bunlardan özellikle topçu ölçme,
topçu hava gözetlemesi Okullarıyla hücum, istihkâm teknik smıflar talim-
gâhları ve gaz kursları ayrıca birer talim ve bilim teşkilâtı olarak belir
mişti. Ancalk buralardaki genç elemanlar gereği gibi yetişememiş bulun
malarından, daha asteğmen rütbelerinde bülundukları sıralarda bir çoğru
şehit düşmüşler veya bir daha cephelerde yapamayacak derecede malul
olmuşlardı. Bunun etkileri özellikle Mondros Mütarekesinden sonra, pek
acı bir şekilde hissedilmişti. ,
— 240 —
da Başkomutan olan II. AMülhamit eğitimli ve savaş gücüne sahip bir
kuvvetten daima endişe du3unuştu. Bununla beraber diğer yüksek rüt
beli komutanlar da başkomutana uyarak görevlerini ihmal etmişlerdi.
Bu şekilde Osmanlı Süâhlı Kuvvetleri, eğitimi olmayan büyük bir insan
topluluğu olarak muhafaza edilmekte idi. Eğitime yarayan tek faaliyet,
özellikle Rumeli ve Araibistan bölgelerinde çıkan ayaklanmaların ve eş-
kiya takiplerinin verileibildiği sınırlı pratikti. Bol 'bol yürüyüş güç ve
yeteneklerinin artırılmasından, tüfek doldurup ıboşaltmaktan, nişan al
maktan ve türlü zahmet ve yoksulluklara katlanmaktan ibaretti. Bu ise
ordunun, er, astsubay ve subay kütlesini yetiştirmek için yeterli değildi.
Gerçi 1877 -1878 ve 1897 seferlerin sonuçlarından bazı olumlu ve ço
ğunlukla olumsuz birçok acı harp ve muharebe dersleri alınmış ise de,
Meşrutiyet’e gelinceye kadar, Ruslarla yapılan savaş üzerinden 31, Yu
nanlılarla yapılan savaş üzerinden de 11 yıl gibi uzun bir zaman geçmiş
ti. Er, astsubay ve subaylarla komutanlarm elde ettikleri birçok muha
rebe bilgileri ve pratikleri üzerinde durulmamıştı. Her bilgi üzerine bir
sünger çekilmişti. Meşrutiyet ilân olunduğu zamanda, bu seferlerde bu
lunanlar, ya hayat sahnesinden çekilmişler veya yaşlanarak maddî ve
manevî güç ve kabiliyetlerini kaybetmişlerdi. Yeni yetişen kuşaklar ise,
kendilerine rehber olacak bir komutan veya yazılı bilgi bulamamışlardı.
Bu yüzden Meşrutiyet’e kadar olan devrede, gerçek anlamda esaslı bir
eğitim sistemi kurulamamıştı. Bir eğitim vardı. Fakat bu eğitimin ağır
lık merkezi genel olarak yanaşık düzen hareketlerine verdirilmişti. Eği
tim, kışla meydanlarında sebt komutanlarla idare edilen hareketlerdi.
Eğitimin bu olduğu sanılmakta idi. Amaçsız ve faydasız olan bu hare
ketler, ancak bir yorgunluktan ibaretti. Tüfek eğitimleri mekanizmasız
ve toplar kamasızdı. Atış eğitimi olanaksızdı. Bir atış yaptırabilmek için
padişahın iradesini (emrini) almak şarttı. İstanbul’da bulunan birlikle
rin mekanizmasız tüfek ve kamasız toplarıyla yapılan nişancılık eğitim
lerinde dahi tüfek ve top namlularmm Yıldız sarayı yönüne çevrilmesi
bile sürgüne gitmek için bir nedendi. Bımdan dolayı, İstanbul kışlaları
meydanlarında nişancılık eğitimleri için yerler ayrılmış ve bu yerler du
varlarla Yıldız’a karşı kapatılmıştı. Top nişancılık eğitimleri çoğunluk
la top hangarlarında ve namlular Yıldız yönünün tersi yönünde yaptırı
lırdı. Sıkı bir disiplin altında ve titizlikle uygulanan bir eğitim veya tö
ren varsa, o da her akşam kışla meydanlarında :bütün birliklerin tam
topluluğu ile yapılan akşam yoklamaları ve geçit resimleri idi. Bunda,
her akşam padişaha dua edilir ve “Padişahım çok yaşa” diye bağırılırdı.
Bunun dışında erle uğraşmak ve erin cevher ve kabiliyetini geliştirmek
affedilmeyen suçlardandı. Bu geri görüş orduyu muhareıbe kudret ve ka
biliyetinden mahrum etmişti.
241 —
Meşrutiyetken sonra, bir taraftan silâhlı kuvvetlerin yeni metotlar
la teşkilâtlandırılmasına çalışılırken, diğer taraftan da eğitime büyük
bir önem verilmişti. Eğitimin sağlanması için ilk iş olarak çeşitli sınıf
lar için öğretici uyum talimıgâhları açılmış ve askerî okulların eğitim me
totları modernleştirilerek değiştirilmişti. Ayrıca numune birlikleri oluş
turulmuştu. Muharebe eğitimleri ve atış tatbikatlarıyla erin, asıtsubayın
ve sulba^nn yeteneği geliştirilmişti. Arazide kıta tatbikatlan ve büyük
birliklerle manevralar yapılması, eğitimin amacı ve hedefi olarak plân
lanmıştı.
Meşrutiye't idaresinin büyük bir gayret göstererek silâhlı kuvvetle
rin top yekûn savaş güç ve yeteneğini artırmak amacıyla giriştikleri
eğitim problemleri, gerçekte çözümlenmesi zor konulardan biri olmuştu.
Nitekim Balkan Savaşı felâketi, bu problemlerin başarı ile çözümlene
mediğini göstermişti. Bununla beraber Balkan Savaşı’nm yarattığı acı
ve uyanıklık, geri kalmış düşüncenin sonu olarak belirmeye başlamıştı.
Çok kere Balkan Savaşı felâketinin sorumluları olarak Meşrutiyet ida
recileri ve özellikle ordu gösterilmişse de, bu sorumluluğun silâhlı kuv-
veitlere ait bulunmadığı Birinci Dünya Savaşı’nda gösterilen üstün yete
nek ve başarılarla sabit olmuŞtu. Uzun bir zaman istibdat idaresi altın
da inleyen bir milletin, bir ordunun, üç-dört yıl gibi kısa bir zaman için
de başarıya ulaşması top yekûn milletin buna hazırlanması m'ümkün ola
mazdı. Bu ise ancak bir hayaldi.
— 242 —
şık düzen eğitimleri birinci plâna alınmıştı. Süngüleşme gibi gelonefesel
bir eğitime önem verilmekle beraber, uygulanan m.etot, 1909 3nlmda ka
bul edilen süngüleşme talimnamesinin bilo esaslarına aykırı idi. [186]
Kabul edilen atış talimatnamesi ve talimatına rağmen, erin bir yılda
sarfettiği atış eğitimi mermi miktarı 20-30 mermiden jnıkarı çıkarılama
mıştı. Elde modem bir talimnamenin olması yetm.omekte idi. Talimna
menin her bakımdan istediğini yerine getirmek lazımdı. Ancak maddî
olanaksızlık buna engel olmaktaydı ve ülkenin gücü talimnamelerin is
tekleri ile orantılı doğildi. Bu sebeple tek erin ve birliklerin eğitimi daha
çok alışılmış bir yön almıştı. Erin ve subayın boş bırakılmaması için de
vamlı çalışmalar programa bağlanmıştı. Bol bol yatmak, kalkmak ve yer
de sürünerek ilerlemek büyük ve başarılı bir eğitim sayılmıştı. Atış yap
mak üzere mevzilenmek, hiç bir taktik amaç vo düşünceye dayanmamakta
idi. Ere ve birliğe bir inisiyatif tanınmamakta idi. Bütün eğitim hareket
leri sert komutlarla idare olunmakta idi. Er ne için gizlendiğini bilme
den bir anlaşmazlık içinde harekot ettiriliyordu. Tek erin yetiştirilememe
si yüzünden manga, takım, bölük, tabur ve alayda yetişmiş olmuyordu.
Eğitim progıamlarmda arazide muharebe eğitimine ayrılmış zaman
lar bulunmakta idi. Fakat bu zamanlar içinde meydana gelen eğitim de
amaçsız ve faydasızdı. Bir bölüğün ve hatta bir taburun sürünerek iler
lemesi, faydalı bir eğitim sanılmakta idi. Topçu sınıfı da piyadeden fark
sızdı. Topçu, çeşitli arazide ve gerçek muharebe dorumlarına uygun ha
reketlerin zararına olarak ve kışla meydanlarında koşulu, yanaşık düzen
eğitimine saplanmıştı. Bataryaların dört nalla ve düzgün hareketlerle
mevzilere giriş ve çıkış eğitimleri, hoş ve başarılı bir eğitim olarak sey
redilmekte idi. Topçu sulbaylannm çoğu, çevik hareketlerle mevzie gir
me ve süratle ateş açma gibi eğitim hareketlerine çok önem veriyorlardı.
Girilen mevziler çoğunlukla açık mevzilerdi. Kapalı mevzilere girmek için
gereken atış hazırlıkları külfetine katlanmamak, bir bakıma da bilgisiz
likten ileri gelmekto idi. Halbuki talimnameler, kapalı mevzilere girerek
mUliarebe etmeyi esas kabul etmişti.
Süvari, maneje çok önem veriyordu. Takım, bölük eğitimleri daha
çok kışlalar civarında yapılıyordu. Nadir olarak keşif ve habercilik gö-
revl&ri için bir zaman ayrılmakta ve uygulanmakta idi.
İstihkâm sınıfına verilecek meslekî görevlerin gereği gibi bilinme
mesi bu sınıfın değerini zayıflatmıştı. İstihkâm sımfınm yalnız köprü
—- - - - - - - - - - - - - - - - - i
[186] Başbakanlık Arşivi; Haczine Evrak No. 122; 30 Haziran 1325 (13 Temmuz
1909) tarihli irade-i seniyye (Süngüleşme Talimnamesinin kabulü Hk.).
— 243 —
kuran ve diğer sınıfların yapacakları ta'hkimatı yapan ve nihayet bir mu
harebenin buhranlı anlarında piyade* gibi kullanılan bir ihtiyat kuvvet
olarak kabul edilmekte idi.
Telgraf sınıfının eğitimi de kışlalar arasında hat çekmekten ibaretti.
Bu muharebe durumuna göre, muhabere ağının kurulması ve işletilmesi
önemli görülen bir eğitim değildi.
1912 yılı talimnamelerine göre, acemi erlerin eğitimleri her birliğin
kendi bünyesi içinde yapılırdı. Acemi erler bölüklere ayrılır ve eğitim
başlangıcı hor yılın ekim ayma rastlatılırdı. Bu kış devresinde acemi eği
tim yapılır, ilkbaharda bölük eğitim devri başlardı. Yaz devresi tabur ve
alay eğitimi devresini kapsardıki bu devrede tabur eğitimi en az 20 ve
alay eğitimi 10 defa yapılmak istenirdi. Her sonbahardan önce müfreze*
ve bundan sonra tümen ve kolordu manevraları yapılırdı. Sonbahardan
sonraki eğitim devresinde, hafif talimlere devam edUmekle beraber, silâh
ve donatım ile elbiseler gözden geçirilir ve yeni gelecek erlerin öğretim
heyetleri uygulanacak eğitim proğramlarma göre yetiştirilirdi. Fakat
bütün bunlar talimnamelerin istekleri idi. Gerçekte bütün eğitim acemi
ile sona ererdi.
Bu şekilde yetişen ordu, Balkan Savaşı’nı acı derslerle bitirmişti.
Savaştan edinilen tecrübelere göre, Harbiye Nezareti eğitime daha çok
önem verilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Özellikle Ahnan Islâh He-
yeti’nin İstanbul’a getirilmesinden sonra, bu konu daha fazla hızlanmış
ve ordu daha pratik ve uygun proğramlarla gelişmeye başlamıştı. Birinci
Dünya Hahbi öncesinde, yer yer açılmış olan talimgahlar ve kurulan nu
mune birliklerinde yetiştirilen astsubay ve subaylar, olgun bir duruma
gelmeye başlamışlardı. Almanların savaş içindeki bazı sert hareketleri
bir yana, Osmanlı-Alman işbirliği faydalı sonuçlar vermiş, iyi sevk ve
idare edilen Türk subay ve erleri üstün güç yetenek ve fc*dakârlık gös
termişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’mn yarattığı bazı moral bozuklukları
ve sıkıntılara rağmen, bu savaşın sonunda Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin er,
astsubay, subay ve komutanlarının eğitim sevk ve idare durum ve yete
nekleri üstün bir dereceye ulaşmıştı. Denilebilir ki. Birinci Dünya Savaşı
Türk Silâ'hlı Kuvvetleri için en faydalı bir okul olmuştu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra, silâhlı kuvvetlerin elinde bulunan
her türlü silâh ve araçları alınmış tersane ve fabrikalarına girilmiş, si
lâhlı kuvvetlerin büyük bir kısmı dağıtılmıştı. Çok kısa bir mütereke dev
resinden sonra, İstiklâl Savaşı’nı yapmaya zorunlu bırakılan Türk Ordu
su, milletle beraber top yekûn bir savaşa girmişti Her türlü savunma
olanaklarından yoksun bırakılan Türk Milleti bütün olanakları yaratmış
ve “savaşı yapan insandır” parolası ve azmiyle düşmanlarının karşısında
— 244 —
tekrar dikilmişti. Anadolu, silâih ve cephaneye sahip değildi. Fakat çok
kuvvetli bir imanı çok üstün bir komutan kademesi, subayları ve ye
tişmiş erleri vardı. AHUet tamamen eğitimli ve imanlı idi. Türk İstiklâl
Savaşı, bir mületi ve o milletin ordusunu her türlü tehlikelere karşı ko
ruyan kalkanın eğitim ve iman olduğunu açıkça göstermiştir. Gerek ba
nş ve gerek sefer içinde kurulan ve iyi işletilen her eğitim müessesesinin
verimi olumlu çıkmaktadır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’na girerken
çeşitli sınıflar için açılan sınıf okullarıyla, talimgah ve kurslar, başarı-
larm başlıca etkenleri olmuşlardı. Bu gerçek. Birinci Dünya Savaşının ga
lip devletlerince çok iyi bUindiğinden, Mondros Mütarekesi’nden sonra,
derhal okullara talimgahlara ve her türlü eğitim müesseselerine saldı
rarak bunların kapatılmasına gayret etmişlerdi.
[187] ıDiistur; II nci Tertip, c. II, s. 77, No. 24, 30 Kâmınusani 1325 (12 Şubat 1909)
tarihli Piyade Endaht Mektebi Nizamnamesi.
[188] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 68, 23 Aiustos 1325 (5 Eylül 1909)
tarihli irade-i seniyye.
— 245 —
okuldaki geçici öğrenim devresi ila saflıaya ayrılmıştı. Bımlardan
biri, piyade ve süvari subayları öğrenim devresi, diğeri de üstsulbay ve
generaller için atış ve tatbikat devresi idi. Subaylardan ders devresine
katılacaklar ordunun her nizamiye piyade ve süvari tugayından birer
yüzîbaşı her piyade ve süvari alayından birer teğmen veya üsteğmen ola
caktı. Gerek görüldüğü talkdirde de donanmadan 4 yüzîbaşı ve 12 teğmen-
üsteğmen bu devreye katılabilecekti.
Subayların atış güç ve yeteneklerinin artırılmasını sağlayacak olan
okul, aynı zamanda bazı görevlerle de uğraşacaktı. Bir defa. Harbiye Ne-
zareti’nden atışlar hakkmda golecek soruları cevaplandıracak ve düşün
celerini bildirecekti. Yabancı ordular talimnamelerini ve atışa dair yazıl
mış eserleri inceleyecek ve bunları denedikten sonra, goreken görüşleri
Haribiye Nezareti’ne sunacaktı. Orduda bulunan silâh ve teçhizat denene
cek ve sonuçlar bildirilecekti. Özet olarak, bkul Harbiye Nezareti’nin ay-
m zamanda bir atış ve deneme labaratuvarı görevini yapacaktı.
Yapılan denemelerden sonra, okul nizamnamesinin değiştirilmesine
gerek görülmüş ve yeni nizamname, 24 Mayıs 1911’de uygulanmaya baş
lamıştı. [189] Bu nizamnamo ile Piyade Atış Okulu doğruca Harbiye Ne
zareti emrinde iken. Piyade Okulları Müfettişliği’ne bağlanmıştı. [190]
Balkan Savaşı’na kadar faaliyetine bu şekilde devam eden Piyade
Atış Okulu, Balkan Savaşı’ndan sonra tekrar faaliyete girişmişse de Bi
rinci Dünya Savaşı’nm başında tamamiylo kapatılmıştı. Okul binaları
önce 5 nci Kolordu’nun bulaşıcı hastalıklar hastanesi olarak kullanılmış
ve bundan sonra da Yedek Sulbay Adayları Talimgâhı üe Askerî Liseler’
den subay olmak üzere öğrenime gelen muvazzaf subay adaylarmın ta
limgahı olmuştu,
[189] ûDüstur; II nci Tertip, c. II, s. 395, No. 132, 11 Mayıs 1327 (24 Mayıs 1991)
tarihli irade-i seniyye.,
[190] Piyade Okulları Müfettişliği için; Başbakanlık Arşivi; Hazine Eîvrak No. 39,
6 Ağustos 1325 (19 Ağustos 1909) tarihli irade-i seniyye.
— 246 —
c. Sahra ve Ağır Topçu Atış Okulları
Sahra Topçu Atış Okulu 1910 yılında İstanbul’da Metris Çiftliği’nde
Ağır Sahra Topçu Okulu ise 1911 yılında Rami Kışlası’nda kurulmuştu.
Bu atış okullarına takım ve batarya komutanları sıra ile gotirilmeye baş
lamıştı. En az üçer aylık devreler halinde devam ettirilen çalışmalara
başlanmış ve bu amaçla atış oküUarmm topçu birlikleri 1 nci Ordu Mü
fettişliği topçu birliklerinden verilmişti. Balkan Savaşı sırasında atış okul
ları faaliyetlerine ara vermişlordi. Balkan Savaşı’ndan sonra tekrar faa
liyete geçümişse de, Birinci Dünya Savaşı’nm başında, okullar tekrar
kapatılmıştı. Yalnız Birinci Dünya Savaşı sırasmda askerî liselerden me
zun olan öğrencilerden topçu sınıfına ayrılanİEir, “Topçu Subay Adayı”
adıyla topçu atış okullarma verilmişlerdi. Bunlar ise*, altışar aylık dev
relerle sulbay yetiştirilmişlerdi.
d. Levazım Okulu
Levazım Okulu, 1912 yılında İstanbul’da açılmıştı. Bir sınıflı ve do
kuz ay öğrenim süreli bir okuldu. Okul, 14 Nisan 1914’te çıkarılan bir
nizamname ile Efkân-ı Harbiyed Umumiye 2 nci Reisliği’ne (Gnkur.
2 nci Bşk.) bağlanmıştı. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla
okul kapatılmıştı. Bundan sonra ordunun ihtiyacı levazım subaylar, çe*-
şitli sınıflardan ahnan subaylarla karşılanmış ve bu durum İstiklâl Sa-
vaşı’nm sonuna kadar devam etmişti.
e. Jandarma Okulu
İlk defa 1903 yılında Selânik’te Fransız sutoaylarımn önderliği ile
açılan Jandarma Okulu 1909 yılında İstanbul’a taşınarak Yıldız’da Or
haniye Kışlası’nda öğretime başlamıştı. 1912 yılında teşkilâtı genişletilen
okul, beş kısmı üzerine düzenlenmişti. Birinci kısım, muvazzaf subaylar
dan jandarma sınıfına geçmek isteyenlere özeldi. Bu kısmın öğrenim sü
resi üç aydı. îkinci kısım, jandarma subayı olacaklara özel bir kısımdı
ki, öğrenim süresi bir yıldı. Üçüncü ve dördüncü kısımlar, lise öğrenimini
tamamlayan veya yüksek okullardan olup jandarma subayı olmaya istokli
öğrencUer içindi. Önce üçüncü ve sonra da dördüncü yılların öğrenimini
başarı ile tamamlayanlar, jandarma teğmeni rütbesiyle subay yapılmış
lardı. Okul, son kısmından ilk mezunu 1914 yılında vermişti. Bundan son
ra bu şekilde jandarma subayı mezun ohnamıştı. Beşinci kısım ise, jan
darma hesap memurlarını yetiştirmeye özeldi. Bu kısmın öğrenim süresi
de üç aydı. Ateşkesten sonra (1918) bir ara Çır ağan Sarayı’na bitişik
binada da faaliyette bulunan Jandarma Okulu, İstiklâl Savaşı’nın sonuna
kadar faydalı bir hizmette bulunmamıştı.
— 247 —
4. Talimgah ve Kurslar
Meşrutiyet’in ilânından sonra girişilen teşkilât ve düzenleme hare
ketleri ancak 1911 yılından itibaren esaslı bir şekilde yapılmaya başlan
dığından, (bunların yapılmasına geç başlandığından) ve bunlara ilave
olarak memlekete ve orduya fayda getirmeyen siyasî didişmelerden Bal
kan Savaşı yenilgiyle sonuçlanmıştı. Bu savaşta özellikle eğitim v& disip
lin eksiği kerıdini açık bir şekilde göstermişti. Ordunun muiıarebelerde
başarı sağlayabilmesi için, yalnız teşkilâtlanıp silâhlanması yeterli olma
mıştı. Elde bulunan silâh, gereç ve kurulan teşkilâtın, muharebelerin ge
reğine göre kullanılması büyük bir zorunluktu. Teşkilât ve silâhlar, bu
harbin kazamimasında önemli birer faktör oldukları bilinmekle beraber,
bu etkenlerin olumlu bir sonuç verebilmesi için, harbi ve muharebeleri
yapacak olan insanın maddî ve manevî yeterliği birinci derecede önemli
idi. İşte Balkan Savaşı’ndan sonra bu gerçek iyice anlaşılmış vo gereken
ders alınmıştı. Bu sebeple ordunun esas unsuru olan insanın yetiştiril
mesinin şart olduğu kabul edilmiş ve özellikle önce subaylar üzerinde du
rulmuştu. Subaylara kısa bir süre içinde, günün askerî yeniliklerini öğ
retmek isteyen Harbiye Nezareti, talimgah ve kursların açılmasına karar
vermişti. Bu amaçla bir talimat ya-yınlanmışti. [191]
Hazırlanan talimata göre, her ordu bölgesinde birer subay talim-
gâhı açılmıştı. Ancak bu talimgâhlarm bir hedefi de, subayları görevo
bağlılığa alıştırmak, itaat, fedakârlık ve arkadaşlık hislerini geliştirmek
özellikle vatan sevgisini daha esaslı bir şekilde vermekti.
Her ordu merkezinde (îstanbul, Erzincan ve özel olarak ordu böl
gesinde bulunan Halep’te) açılan talimgâhlara öğretmen olarak sulbay
verilmesi ordulara bırakılmıştı. Her ordu kendi talimgâhmın öğretim ve
eğitim kadrosunu vermişti. Talimata göre talimgânlar birer albayın ko
mutasına verilmişti. Ayrıca hor ordu, öğretmenlik yapmak üzere birer
binbaşı Ue beşer piyade ve birer süvari yüzibaşısım bu göreve verecekti.
Ancak bu kadar subayla görevin yapılamayacağı dikkate alınmış ve ta
limgaha katılarak çök iyi not alan ve yetenekli suıbaylardan önyüzbaşı,
teğmenlerin öğretmen yardımcısı olarak talimgâhlarda alıkonulmasına
izin verilmişti.
Her talimgâhm süresi üçer ay olarak kabul edilmişti. Her devre ara
sında 14’er günlük birer tatil arası bırakılmıştı. Grenel olarak bir yılda üç
defa subay yetiştirecek talimgâhlarm her birinde en çok 150 subay bu
lundurulmuştu.
— 248 —
Talimgâhlara katılan tG-ğmenkr bîr takımın, yüzbaşılar bir bölüğün
sevk ve idaresini mükemmel olarak öğrenecek şekilde eğitime tabi tu-
tulmuşlarıdı. Üsteğmenlerin bir bölüğün, yüzbaşıların da bir ta:bıırun sevk
ve idare bilgileri ve pratiği ile« yetiştirilmeleri hedef alınmıştı.
Doğruca ordu müfettişliklerine bağlı bulunan subay talimgâhları
1 Nisan 1330 (14 Nisan 1914)’lte İstanbul’daki talimgah, 1 nci Kolordu’
nun Erzincan’daki talimıgâh, 10 ncu Kolordu’nun vo Halep'teki talimgah
ta 6 ncı Kolordu’nun Kurmay Başkanlıklarına bağlanmışlardı. Ayrıca
bu tarihte İstanbul’da açılan Erkân ve Ümera (general ve üstsutoaylar)
Talimgahı da Genelkurmay 2 nci Başkam’na bağlanmıştı. [192] Ancak
gerek subay ve gerek üstsubay ve generallere ait özel talimgâlhlar, Bal
kan Savaşı’ndan önce devam ettiği gibi, bir duraklamadan sonra, tekrar
faaliyeite geçmiş, fakat Birinci Dünya Savaşı’nm seferberliğiyle kapatıl
mışlardı. Bu tip talimgahlar bir daha açılmamıştı. Subaylar için gaz, ha
van, uçaksavar gibi özel ve kısa süreli bazı kurslar açılmışsa da, bunlar
bir talimatla değil, emirlerle ve gerek duyulan birliklerde açılmış ve ka
patılmışlardı.
5. Tatbikat ve Manevralar
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilânından sonra özellikle, Trakya’da
bulunan birlikler arasında karşılıklı olarak muharebe tatbikat ve manev
ralar yapılmasına gerek görülmüş ve hemon bunların düzenlenmesine baş
lanmıştı. Ancak birliklerin henüz esaslı bir temel eğitime bile tabi tutul
madan tatbikait ve manevralara katılmaları faydasız olmuştu. Bundan
başka ordunun da derin bir bilgisizlik içinde olduğu görülmüştü. Bunun
nedenleri üzerinde durulmuş ve özellikle eğitime gereken önem verilmişti.
Bu nedenle 1909 yılında daha esaslı çalışmalar yapılması sayesinde dü
zenlenen tatbikat ve manevralar daha düzenli ve verimli olmaya başla
mıştı. Von Der Golç Paşa’nm idare ottiği 12 (K)0 kişilik kolordu manevrası
faydalı olmuştu. Birliklerin eğitimlerine paralel olarak ayarlanan tatbi
kat ve manevralar, 1910 yılında ölçü itibariyle daha fazla büyümüş ve
özellikle 70 000 kişiden kurulan 1 nci ve 2 nci Ordular arasında ordu
manevraları yapılmıştı. Fakat esaslı bir hazırlığa dayanmadan yapılan
ordu manevraları, sevk ve idare ve tecrübesizlikten hemen hemen pek az
şey öğrenilmesine karşılık, ordunun bir çok eksiklikler içinde bulunduğu
nu dost ve düşmana göstermişti. Bununla beraber eski devirlerde bir ta
burun tatbikatma dahi izin verilmezk&n 1910 yılı tatbikat ve manevra
larının bu kadar çok kuvvetlerle yapılması büyük bir ilerleme idi. Bu bü
yük manevranın yapılmasına 1909 yılı Ekim aymda Edirne dolaylarında
kolordu manevrasından sonra karar verilmişti.
[192] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 529, No. 254, 1 Nisan 1330 (14 Nisan 1914)
tarihli irade-i seniyye. Ordu Emirnamesi; No. 7, (27 Nisan 1330), s. 130.
_ 249 —
Manevraları daha faydalı bîr hale getirmek için, 1330 (1914) yılı
başında geçici olmak üzere bir talimat hazırlanmış ve uygulanmasına ge*-
çilmişti. [193] Yaymlanan talimata göre manevralar, tümen, kolordu ve
ordu manevraları olmak üzere plânlanmıştı. Tümen manevraları, tümen
komutanlarmın emirleri altında ve tümenler dahilinde yapılan manevra
lar olmuştu. Yani tümen komutanları harekât müdürü idi.
Kolordu manevraları, ordu müfettişlerinin idaresi altında ve ordu
müfettişlikleri bölgelerinde yapılan manevralar olmuştu. Ordu manevra
larının üçe<r gün olarak yapılması kararlaşbrılmıştı.
Manevralara ağır topçudan bir kısmının katılması veyahut teşkilâtta
süvari tümenleri olmadığından ve ordularda birer süvari tugayı bulun
duğundan, süvari tümenlerinin oluşumu için her yıl özel emir verilmesi
kabul edilmişti.
Ordu müfettişlerinin, her yıl 1 Mayısta Genelkurmay Başkanlığı’na
bir rapor vermesi ve bunda yapacağı manevralar için bir plân sunması
manevra plânlarınm Harbiye Nezareti’nce de onaylanması gerekirdi. Or
du müfettişlerinin manevra yapılacağını ve bu konudaki düzeni kolordu
larına bildirmesi ve onlara gereken zamanı sağlaması, manevraların han
gi bölgede ve hangi tarihlerde başlayıp biteceğini açıklamaları kuraldı.
Bunu ayrmtılı talimat ve emirler izlerdi. Manevralar hakkında verilen
bütün emir ve talimatların gizliliğine son derece dikkat edilirdi. Zamanı
gelip de uygulanan her tatbikat ve manevranın bir eleştiri ile sona er
dirilmesi usuldendi. 1914 yılında henüz Birinci Dünya Savaşı’na girme
den Edirne, Dimetoka, Kırklareh, Tekirdağ, Gelibolu ve Çanakkale böl
gelerinde yaptırılan tatbikat ve manevralar da birer eleştiri ile sona er-
dirümişlerdi. Bu tatbikat ve manevralarda özellikte Harbiye Nazırı En
ver Paşa bulunmuş ve eleştirilerini bizzat kendisi yapmıştı.
6. Askerî Okullar
a. Genel
Savaş gücüne büyük ölçüde etki yapan ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’
nin modern bir şekilde teşküâtlanmasını sağlayan, kuruldukları tarihten
itibaren çeşitli smıf subay ve astsubay ihtiyaçlarının tamamlanmasında
en önemli kaynak olmuşlardı. Şöyleki ; 20 Temmuz 1909’a kadar “Mekâ-
tibi Askerîye Nezareti” denile*n bir makam tarafından idare edilen bir
eğitim-öğretim ocakları, bütün iyi niyet ve gayretlerine rağm*en modern
silâhlı kuvvetin ihtiyacı olan askerî bilgileri verebilecek yeterlikte bulun-
— 250 —
m a diki arından ve çağ-daşlarma nazaran geri kalmış oldukları görüldü
ğünden, bunların da düzeltilmeleri, Meşrutiyet devresinde önemle ele alın
mıştı. Özellikle 31 Mart Vakası’ndan ve II. Abdül'hamit’in tahtan indiril
mesinden sonra, Hareket Orduöu Komutanlığı, askerî okulların düzoltil-
mesi konusunda Harbiye Nezareti’ne öneride bulunmuştu.
Askerî Şura tarafından incelenen bu öneri uygun görülmüş ve Me-
kâtib-i Askeriye Nezareti kapatılmış ve yerine “Terbiye ve Tedrisat Mü-
fettiş-i Umumiliği (Eğitim ve Öğretim Gonel Müfettişliği)” adıyla bir
makamın ve teşkilâıtmın oluşlturulması konusunda padişah iradesi alın
mıştı. [194] Askerî Şura’mn aldığı kararlar arasında özellikle harp okul
ları gözönünde bulundurulmuş ve Edime ile ManaStır’da bulunan harp
okulları kapatılarak bunların öğrencileri İstanbul Harp Okulu’na nakle
dilmişlerdi. Alınan karar gereğince, bütün askerî okullar Eğitim ve Öğ
retim Genel Müfettişliği’ne bağlanmışlardı. İlk defa bu müfettişliğe Edir
ne Kalesi Komutanı Ferik Zeki Paşa atanmıştı. ,[1®'5] Her ne kadar Er
zincan, Şam ve BağdatÜa da harp okulları bulundurulmuşsa da, bunlar
1908 Meşruitiyeit devriminden önce kapaitılmış bulunuyorlar.
[194] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 12; 7 Temmuz 1325 (20 Temmuz 1909)
tarihli irade-i seniyye.
[195] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 165. 23 Eylül 1325 (6 Ekim 1909) ta
rihli irade-i seniyye,
— 251 —
İlk defa çıkarılan bir irade ile ordunun astsuibay ihtiyacını sağla
mak ve tamamlamak üzere iki sistemin kurulması emredilmişti. [196]
Bunlardan birincisi okullardan astsuibay yetiştirmek, İkincisi de birlik
lerde hizmette bulunan erlerden gerekli nitelikte olanların sınavlara tabi
tutularak başarı gösterenlerin seçilip astsubay olarak orduya verilmele
ri idi. Bununla beraber orduya okuldan yetişmiş astsubay verilmesi de
birinci derecede önemli görülmüştü. Bu amaçla biri “Astsubay İlkokul
ları’' ve diğeri “Astsubay Okulları” olmak üzere iki kademeli okullar
açılmasına karar verilmişti.
[196] BaşbaJtanlık Arşivi; Hazine No. 165, 23 Eylül 1325 ( 6 EMm 1909) tarihli
irade-i seniyye.
[197] EInver Ziyla Karal; Osmanlı Tarihi, c. VII, Ankara, 1956, s. 193-194.
— 252 —
Ortaokul öğrencileri askerî elibise gilbi bir elbise giymelerine rağmen
asker sayılmazlardı. Ortaokulu bitirenler istedikleri zaman (yatılı olan
lar hariç) askerî liselere girebilecekleri gibi sivil okullara da girebilirler
di. önce Maarif (Milli Eğitim) okulları yeterli olmadıkları için, asker ol
mak istemeyenlerin de bu okullardan faydalanmaları sağlanmıştı. Bu ba
kımdan askerî ortaokullar ülke Icültürünün geliştirilmesinde büyük rol
oynamışlardı. Askerî ortaokulların düzen ve disiplinleri ile ders proğram-
ları mülkiye ortaokullarından üsltün derecede bulunduklarından, askerî
ortaokullara genel bir rağbet vardı. Bu nedenle 1909 yılında bütün as
kerî ortaokullarda okuyan öğrencilerin miktarı 8000 kadardı.
d. Askerî İdadiler (Askerî Liseler)
Harp Okullarının ilk kaynağım oluşturan askerî lise, 1884 yılı ıslâ
hatında dörder sınıflı olarak kurulmuşken, bundan sonra üçer sınıfa in
dirilmiş ve yalnız Kuleli (İstanbul-Çengelköy) Lisesi dört sınıflı olarak
bırakılmıştı.
Her ordu merkezinde üçer sınıflı olarak kurulup devam edegelen
askerî liseleri bitiren öğrenciler, İstanbul’daki dördüncü sınıfı da oku
duktan sonra harp okullanna girmeye başlaımşlardı.
Askerî lise mezunu öğrencilerin altı-yedi aylık birlik hizmetlerini,
ordu müfettişlikleri içinde bulunan numune alaylarında yapması karar
laştırılmıştı. Askerî liseleri başarı ile tamamlayan fakat birlik stajları
na gidemeyecek derecede vücutça zayıf ve yaşça küçük bulunan öğren
ciler birliklere çıkarılmayıp oluşturulan bir dördüncü sınıfta bırakılmış
lardı. Sınıf geçmiş ve ortaokulu bitirmiş olmalarına rağmen, tekrar son
sınıfları okumaları ve bu sırada vücutlarının gelişitirilmesi birinci dere
cede önemli gbrülmüştü. Bu o zaman için alınmış bir önlemdi. Bu gibi
öğrenciler tamamen İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesi’nde toplattırıl-
mışlardı. Ancak bunlardan vücutça gelişenler, yıl sonunda altı-yedi aylık
staj için birliklerine sevk edilmişlerdi. Vücutça gelişmeyenler ve zayıf
kalanlar, bir yıl daiha Kuleli Askeri Lisesi’nde 5 nci sınıf olarak bırakıl
mışlardı. iki yıl içinde sağlık durumları düzelmeyen öğrenciler, okuldan
çıkarılmışlar ve bunlara sivil okullara giriş hakkı verilmişti.
Birliklerde 6-7 aylık hizmetlerini tamamlayan ve yetişen subay aday
ları, her yılın nisan ayı başında öğrenime başlamak üzere harp okulla
rına alınacaklardı. Bu gibilerin Harp Okulu’ndaki öğrenim süreleri 11 ay
kadar sürecekti. Bu süre sonunda başarı ile sınavı verenler zabit (subay)
vekili adıyla ve sulbay görevlerinde kullanılmak üzere Harbiye Nezare
ti’nce alaylara atanacaklardı. Alaylarda da 6-7 ay daha hizmet yapan
zabit (subay) vekillerinden, hizmet ahlâk ve yetenek gösterenlerin su
baylığa alınmaları alay komutanlıklarınca önerilebilecekti. Tümen ve
— 253 —
kolordu komutanları ise, sulbaylığa terfi etmeye hak kazanan subay ve
killerinin isim listelerini Harp Okulu Müdürlüklerine göndermeye başla
mıştı. Harp Okulu Müdürlükleri, bu katılmaları Harbiye Nezareti’ne su
narak sübaylık kararlannı aldırmışlardı. Ancak vücut yapıları ve sağ
lık durumları dolayısıyla bir-iki yıl Kuleli’de alıkonan öğrencilerden son
radan subay olanlar, öğrenim süreleri uzatıldığından bir zarar görme
mişler ve bunların da bitiriş tarihleri, bir veya iki yıl öncesine alınarak
kendilerinden önce sulbay olmuş sınıf arkadaşlarıyla bir düzeye getiril
mişlerdi. Bu sistem Balkan Savaşı’nm sonuna kadar devam etmişti. Bal
kan Savaşı’nın kaybedilmesinden sonra Edirne ve Manastır Liseleri
dağılmış, geri kalan liseler. Harp Okullarına kaynak olmuştu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra, 'Kuleli Lisesi geçici bir süre için
açık kalmışsa da, bütün askeri liseler gibi bu da elden çıkmış ve kapan
mıştı.
e. Harp Okullan
Ordunun ihtiyacı olan okuldan yetişmiş sübay kadrosunu tamamlamak
amacıyla açılan Harp Okulları 1908 yılına kadar, teşkilât, iskân ve ders
proğramları bâkımından birçok değişiklikler geçirmiş, Meşrutiyet’in ilâ
nından sonra daha olgun kimlik verme ihtiyacı hissedilmişti. [198]
Meşrutiyet’in ilânından ve özellikle 31 Mart Hareiketi’nden sonra, harp
okullarında esaslı bir değişiklik yapma zorunluluğu görülmüştü. Bu sıra
da Piyade ve Süvari Hahbiyesi öğrencileri disipline aykırı bazı hareketlere
saparak Okul Müdürü olan Mirliva (Tuğgeneral) Fazü Paşa’ya bazı su
bay ve öğretmenlere karşı gelmeye başlamışlardı. Okul Müdürü, öğrenci
ler üzerinde kesin bir disiplin uygulayamamıştı. Harp Okulu öğrencileri,
hürriyetin dlde edilmesinde kendilerine de verilen itibarm şeviki ve özellik
le 31 Mart Hareketi’nin bastırılmasmdalki olumlu müdahalelerin verdiği
gurur ile aşın taşkınlıklara girişmişlerdi. Öğrencilerin, okulun müdürü
ve bazı subajdarmrn değiştirilmelerini istemeileri, yemekleri beğenmeyip
yememeleri gibi, askerliğe sığmayan hareketleri tehlikeli bir şekilde ge
lişmeye başlamıştı. Bu sırada Askerî Şûra, aldığı bir kararla Edime ve
Manastır Harp Okullarının lâğvedilmelerine ve öğrencilerinin Pangaltı
Piyade Harp Okulun’da toplanmalarına kadar vermişti. Ekkat bu durum,
durumu büslbütün ağırlaştırmıştı- Çeşitli akımlar içinde bulunan bazı harp
okulu öğrencilerinin Pangaltı Harp Okullıı’nda toplanmaları, mevcutları
artırdığı gibi taşkınhklan da genişletmişti. Bu yüzden tamamiyle bozu
lan disiplinin düzeltilmesi için esaslı bir icraata ve ıslâhata ihtiyaç var-
[198] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 12, 7 Temmuz 1325 (20 Temmuz 1909)
tarihli irade-d seniyye.
— 254 —•
dı. Bu amaçla, 29 Ağustos 1909’dan önce, Manastır Harp Okulu’nda ders
nazırı bulunan Kurmay Binibaşı Vehip, İsmail Fazıl Paşa’nın yerine
Pangaltı Harp Okulu Müdürlüğü’ne atanmıştı. Halıcıoğlu Topçu Harp
Okulu Müdürü bulunan Topçu Ferik (Tümgeneral) Ali Rıza Paşa da bu
arada değiştirilmiş ve yerine Kurmay Binbaşı Nihat atanmıştı. Geniş
yetkilerle Harp Ökullan müdürlüklerine gelenlerden Kurmay Binbaşı
Vehip, Piyade Harp Okuiu’nım düzeltilmeısinde ve bozulan disiphnin iade
sinde büyük bir başarı göstermişti. Çok kısa bir zaman içinde okulun çeh
resi tamamiyle değişmiş ve tekrar gelecek için ümit verici bir öğrenim,
eğitim ve disiplin yuvası haline gelmişti.
Piyade Harp Okulu bu sırada iki sınıftan kurulu bir askeri okuldu.
Askerî Şûra aldığı bir kararla piyade öğrencileriyle iki taburdan bir grup
teşkil ettirmiştir. Okula alay, tabur ve bölük komutanları olarak ordu
nun en değerli subayllarmdan faydalanma imlkânı verilmişti. Bu suretle
okuldaki teorik öğrenime paralel olarak özellikle pratik eğitime de ön
plânda yer verilmişti.
Kurmay Binbaşı Vehip’in Piyade Harp Okulu’nu üstün disiplinli bir
okul haline getirmesinde alay teşkilâtınm ve pratik çalışmaların önemli
etkisi olmuştu. İdarî teşkilât kadroları hariç olmak üzere yalnız alay
teşkilâtı için sağlanan subayların adedi, 35 piyade ve 10 süvari subayı idi.
Kurmay Binibaşı Vehip’in başansınm tek sebebi, bizzat kendisinin
çdk çalışkan, sert disiplinli bir subay olması ve geniş yetkilerle de göreve
baŞlattırılması idi- Binbaşı Vehip Piyade Harp Okulu’nu üstün disiplinli
bir okul haline getirmesine karşılık, sırf İttihat ve Terakki Partisi’nin
bir üyesi olması dolayısıyla, mulhalifler tarafından tutulmamıştı. Bu yüz
den 12 Ağustos 1912’de hükümet içindeki parti ve iktidar değişikliği ne
deniyle Harp Okulu Müdürlüğü’nden alınmıştı. Ancak rütbesi yarbay
lığa yükseltilen Vehip, Yanya Kalesi Topçu Komutanlığı’na atanmış ye
rine ise, îşkodra Kalleşi Komutam Albay Ali Kemal, 21 Ağustos 1912’de
Harp Okul Müdürlüğü’ne getirilmişti. Yeni müdürün göreve başlamasın
dan ve 1912 öğrenim yıJhna giıümesinden çok kısa süre sonra Balkan Sa
vaşı çıkmıştı. Bu seibeple okulun eğitim heyetinden birçok subaylar ve
hatta Okul Müdürü de cepheye atanmışlardı. Bu durum derslerin düzenli
bir şekilde yürütülmesine engel olmuş ve öğrenciler daha çok pratik eği
timle uğraştırılmışlıardı.
Balkan Savaşı kısa bir zaman içinde buhranlı devreler geçirmeye
başlamıştı. Bu durum İstanbul’da da geniş ölçüde güvensizliğe yol aç
mıştı. Birliklerin cephelerde bulunmaları ve nihayet İstanlbul’daki güven
lik kuvvetlerinin de asayiş için yetersiz olması sebebiyle Harp Okulu
alayından faydalanmak zorunluğu karşısmda kalınmıştı. Harp Okulu
— 255 —
Alayı özellikle Beyoğlu bölgesi ile yabancı devletler elçilikierinin korun
ması ve olası yolsuzlukların önlenmıesi görevini almıştı. Ancak muhare
beler daha geniş ölçüde gelişerek düşman Çatalca’ya ilerlediğinden ve
burada şiddetli muharebelerin başlamasmdan kaygılanan Başko^mutanlık
Vekâleti, Çatalca ve İstanbul arasında ikinci bir sa'^uınma hattının hazır
lanmasını ve tahikim edilmesini istemişti. Bu tahkimat (bölgesinde subay
yerine kullanılmak üzere Harp Okulu 2 nci smıfm öğrencileri görevlen
dirilmişlerdi, 1 nci smıfm ise, ©Skisi gibi tstanlbulün güvenliği görevlerin
de kullamlmal'an uygun olarak değerlendirilmişti. Bu sebeple Harp Oku-
lu’uda her türlü eğitim öğretim faaliyeti de tam bir duraklama safhasına
girmişti. Esasen Hollanda Kraliçesd tarafından gönderilen bir sağlık he
yeti de okul binasında açılan hastanede, gelen yaralı ve hastaların teda
visine başladığmdan, öğrencilerin okul binalarından faydalanmaları da
zorlaşmıştı-
Topçu Harp Okulu da Piyade Harp Okulu gibi değişik aşamalardan
geçmişti. Meşrutiyet’in üânmıdan sonra Topçu Harp Okulu Müdürü Topçu
Tümgeneral Ali Rıza’nm yerine atanan Kurmay Binbaşı Nihat’tan pek
az bir süre sonra müdürlüğe getirilen Mümtaz Topçu Binbaşı Haşan
(Tatar Haşan Paşa) da Kurmay Binbaşı Vehip gibi büyük gayretler sar-
fetmiş ve Topçu Harp Okulu teşkilâtının goliştirilmesinde etken olmuştu.
Teorik öğrenimle birlikte pratiğe de önem veren Topçu Harp Okulu, ye
tiştirdiği topçu subaylarıyla övünecek üstün bir duruma gelmişti. Bu
Harp Okulu da yeniden bir düzene sokulmuş ve okulda alay teşkilâtı
kurulmuştu. Alay, üç bataryalı bir seyyar (Sahra) topçu taburu bir ağır
topçu bataryası (105 mm. obüs : o zaman bu çaptaki toplarla donatılmış
topçuya ağır topçu denirdi) ve bir istihkâm bölüğünden kurulu bir birlik
olmuştu. Bu alayı oluşturan öğrencilerin üçte ikisi sahra ve üçte biri de
kale topçusu olarak ayrılmakta idi. Bu sırada Topçu Harp Okulu üç sı
nıflı idi. Okul, 1910’da iki sınıfa indirilmiş ve Balkan Savaşı’na kadar öğ
renime normal bir şekilde devam edilmişti. Balkan Savaşı’nda okul kapa
tılmışsa da, savaştan sonra tekrar açılmıştı.
Balkan Savaşı dolayısıyla 'Topçu Harp Okulu’nda da dersler bir du
raklama devresi geçirmiştir. Bu selbeple topçu 2 nci sınıf öğrencileri,
Çatalca’daki topçu bataryalannm subay eksiğini tamamlamak üzere cep
heye gönderilmişlerdi. Topçu 1 nci smıf öğrencilerinden bir kısmı, Ça
talca gerisinde kurulmakta olan ikinci hat tahkimatm hazırlanmasında
ve sulbay yerine küUanılmak üzer© cepheye gönderilmişlerdi.
Piyade ve Topçu Harp Okulu öğrencilerinin gerek güvenlik hizmet
lerinde ve gerek cephe gerisi ve özellikle bilfiil cephedelki fedakârlıkları
harbiyelilerin şan ve şerefine yakışır görülmüştü. Bu durum Balkan Sava-
şı’nm sonuna kadar devam etmişti
— 256 --
1912 yılında öğrenim süresi normal bir şekilde devam etmediğinden
yıl sonunda sınavlar yapılmamış ve bu yüzden Harbiye 2 nci sınıf öğren
cileri subay çıkmamışlardı. Halbuki askerî liseler normal öğrenim yap
tıklarından bunların son sımf öğrencilerinin tamamı Piyade Harp Okulu’
na verilmiş ve Topçu Harp Okulu’na hiç bir öğrenci verilmemişti. Bu şe
kilde askerî liselerin bütün öğrencileri Piyado Harp Okulu’nda toplan
mışlardı. ,
1913 yılı sonunda Alman Islâh Heyeti, ordunun yeniden ıslâh ve dü
zenleme işlerine katılınca, Harp Okullarında da bazı değişiklikler yapıl
maya başlamıştı. Bu zamana kadar Tebbiye vo Tedrisat Umum Müfet
tişliği emrinde bulunan Harp Okulları yeniden kurulan Askerî Mektep
ler Umum Müdürlüğü’ne bağlanmış ve Terbiye ve Tedrisat Umum Mü
fettişliği lâğvedilmişti. Askerî Mektepler Umum Müdürlüğü’ne ve Piyade
Harp Okulu Müdürlüğü’ne Alman Yarbaylarmdan Bak von Erlih (Back
von Erlioh) atanmıştı. Alman Yarbay 19 Kasım 1912’de cepheden yaralı
dönen Kurmay Albay Ali Kemal’in yerine verilmişti. Böylece Piyade Harp
Okulu ile beraber diğer bütün askerî okullar. Alman Islâh Heyeti’nin
emrine girmişlerdi.
Yapüan değişikliklere göre Piyade Harp Okulu'nda bulunan iki tane
1 nci sınıflar ikiye ayrılmış, birine kıdemli ve diğerine kıdemsiz 1 nci
sınıflar denmişti. Kıdemsiz 1 nci sınıflar normal öğrenime devam etmiş
ve bunların yü sonunda yapılan sınavlarında başarı gösterenlerine, subay
rütbelerine bir kademe eklenen “zabit vekilliği’’ rütbesi verilmiş ve kıta
lara atanmışlardı. Böylece kıdemli 1 nci sınıfla kıdemsiz 1 nci sınıf ara
sında bir fark meydana getirilmişti. Bundan sonra, yeniden askerî lise
lerden mezun olanlar Harp Okulu’na verilmeyerek kıtalarda altı aylık
bir staj yapmak üzere binliklere verilmişlerdi. Zabit namzeti (subay ada
yı) adıyla birliklere verüen bu öğrenciler kıtalarda er eğitimi üe meşgul
olmuşlardı.
Tcpçu Harp Okulu’nda da 1 nci sınıf için acele bir proıgram uygu
lanmıştı. Ancak topçu ve istihkâm öğrenciler yeter sayıda olmadıkların
dan Piyade Harp Ckulu’ndan bir miktar piyade, süvari öğrencileri, topçu
ve istihkâm sınıflarma geçirilmişlerdi. Verilen süvari öğrencüeri sahra
topçusuna, piyade öğrencileri ise, ağır topçu ve istihkâm sınıflarına ay-
rılmışlaıdı. Bunlar da kısa bir kursa tabi tutularaık subay yapılmışlar ve
bu sınıflara kaydedilmişlerdi, istihkâm sınıfı için ayrılan öğrencilerden
bir kısmı da muharebe ve demiryol sınıflarına verilmişlerdi.
Balkan Savaşı dolayısıyla Harp Okulu 2 nci sınıf öğreniminde ol
mayan ve zamanında subay çıkmayan öğrenciler, Plarp Okulu’nu Birinci
Dünya Savaşı’nın başlangıcında tamamlayabilmişlerdi. Bunlara mülazım-ı
— 257 —
sâni (teğmen) rütbesi verilmiş ve diplomaları 30 Temmuz 1914’te dağı
tılmıştı. Aynı gün, kıdemli 1 nci sınıf da diplomalarını almış vo daha
önce alınan karar gereğince bunlarm rütbeleri zabit vekili (asteğmen)
olmuştu ki, Birinci Dünya Savaşı seferberliği de bu sırada ilân olunmuştu.
Birinci Dünya Savaşı ihtimalinin başgöstermesi ve subay ihtiyacının
fazlalaşması dolayısıyla Piyade Harp Okulu’nun 1 nci sınıfını tamamla
yan kıdemsiz 1 nci sınıfın da okuldan mezun edilerek, zabit vekili rüt
besiyle kıtalara verilmelerine karar verilmişti. Ancak kıdemli ve kıdemsiz
1 nci sınıfların kıdemlerine bir fark yapılmak üzere, kıdemli 1 nci sınıf
lara altı aylık bir kıdem zammı kalbul edilmişti. Bu şekilde Piyade Harp
Ckulu’ndan mezun olan sulbayların büyük bir kısmı birliklere atanmış
lardı. Ancak bunlardan 50 kadar asteğmen (zabit vekili) 9 Ağustos 1914’
te kurulan İstanbul ihtiyat zabit namzetleri (yedek subay adayları) nı
yetiştirmek üzere ihtiyat zabit talimgâhma öğretmen olarak verilmişlor-
di. Bu talimgah 5 Nisan 1915 tarihine kadar Piyade Harp Okulu’nda
(Pangaltı’da) çalışmış ve 1915 yılı Mart ayı içinde de Piyade Harp Okulu
binasının hastaneye çevrilmesi üzerine, Maltepo’dekı Piyade Endâht Mek
tebi (Piyade Atış Okulu), Yakacık’a nakledilmişti. Talimgâh için gerekli
olan binalar tekâlif-i haribiye yoluyla işgal olunmuş ve bu işgal genişle
tilerek yavaş yavaş Pendik’tC'n Kızıltcprak’a kadar yayılmıştı. Bu şekUde
Harp Okulu binasında yalnız Mekâtib-i Askeriye (Askerî Okullar) Mü
dürlüğü kalmıştı.
Birinci Dünya Savaşı genel seferberliğinin ilk haftası içinde, gaze
telerde Harbiye Nezareti’nin bir omri yayınlanmıştı. Bu Uân ile yedek
subay adayları hizmete çağrılmakta; bütün yüksek okul mezunları ve
eşitlerinin medreseler mezunlarından bu derecede olanların yedek subay
olmak üzere Harp Okulu Müdürlüğü’ne başvurmaları emrediîmekte idi.
Verilen kısa süre içinde müracaat otmeyenlerin ağır cezalara çarptırıla
cakları ve hatta kurşuna dizilecekleri bildirilmekte idi. Ayrıca subay adayı
olarak altı aylık stajla kıtalara verilen askerî lise mezunlan da Harp
Okulu’na girmeden zabit vekUi yapılmışlardı. Bu durum, artık Harp Oku
lu’nun resmen kapatılması demekti. Buna göre 1915 yılından sonra askerî
liselerle bunlara eşit diğer sivil okullar mezunları da kıtalara zabit nam
zedi (subay adayı) olarak verilmişlerdi. Bunlar da İstanbul yedeksubay
adayları talimgahlarına gönderilerek oralarda, yetiştirilmişlerdi. Bu şekil
de muvazzaf vo yedek sUbay adaylan, bir çatı altında toplanmış oluy-or-
lardı. Bu öğrenciler, talimgahtan kıtalara, kazandıkları ehliyetlerine göre
A, B, C sınıflarına ayrılıp zabit namzedi olarak verilmişlerdi. Bunlar an
cak üç ay sonra kıtalarında zUbit vekilliğine (asteğmenliğe) yükseltil
mişlerdi. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nm sonuna kadar bu şekilde
dovam etmişti.
— 258 —
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Mondros Mütarekesi’nde, 1915 yılı
Mart ayından itibaren muvazzaf ve yedek subay adayları talimg'âMarı
olarak piyadeler için Maltepe, Yakacık, Pendik ve Kızıl toprak bölgelerin
de, sahra topçuları için Metris çiftliği, ağır topçular için Rami Kışlası ve
süvariler için Ealmumcu’da faaliyetto bulunan talimgahlar lâğ\"edilmiş ve
adayları terihis edilmişlerdi. [199]
1915 yılından beri, hastane olarak kuUamlmakta bulunan ve bir bö
lümü de Mekâtib-i Askerîye Müdürlüğü’nün işgalinde olan Pangaltı Harp
Okulu binası, Mondros Mütarekesi’nden sonra İngiliz Generali Wilson ta
rafından boşaltılmış ve 13 Aralık 1918’de İngiliz kuvvetlsriyle işgal olun
muştu. Diğer taraftan îstanbul Rumlarının istek ve ısrarları sonucunda
talimgahın işgal etiği Pendik ve Maltepe bölgesinin 24 saat içinde boşal
tılması emredilmişti. Ancak verilen 24 saatlik zaman, 48 saate çıkarılmış
ve bu süre içinde boşaltma yapılmadığı takdirde her ne görülürse zorla
alınacağı, İtilâf Devletleri Başkomutanlığı’nca kesin olarak bildirilmişti.
Gerek Pangaltı Harp Okulu binasının ve gerek Pendik ve Maltepe
bölgesinin boşaltılmasının hedefi ve am.acı. talimgahın dağıtılması vo bu
suretle subay kaynağının kmuıtulması idii. Çaresizlik içinde Pangaltı’da
bulunan bina boşaltılmış ve burada bulunan Mekâtib-i Askerîye Müdür
lüğü, Çengelköy’deki Kuleli Askeri Lisesi binasına taşınmıştı. Ancak ta
limgah bölgesinin boşaltılması hemon olacak gibi değildi. 16 Aralık 1918
günü mevsimin kış olması nedeniyle birçok sıkıntılara katlanılarak Mal
tepe ve Pendik bölgesi boşaltılmış; Bostancı, Erenköy ve Göztepe bölge
sine gelinmişti. Verilen bu pok kısa zaman içinde yapılan taşınmada ta
limgahın gösterdiği gayret, her türlü takdirin üstünde idi.
16 Mart 1920’de îstanbul, İtilâf Devletleri’nce işgal olunmuştu. İşgal
olunan birçok askerî kurumlar arasında, Halıcıoğlu’nda yeniden açılan
Harbiye Mektebi de, 1920 yılı Nisanı’nın ilk haftasmda işgal olunmuş vo
okul kapatılmıştı. Bu defa okulun basüması ve kapatılması konusunda
büyük rol oynayan şahıs, Anzavur’un kayınbiraderi M,ülâzım-ı Evvel
(Üsteğmen) Ali olmuştu. Kendisi bu sırada okulun Ağır Makineli Tüfek
Eölüğü’nde bulunmakta idi. Ali, okul eğitim heyetinin ve öğrencilerinin
Kuva-yi Millîyo ruhu taşıdıklarını vs Anadolu ruhu taşıdıklarını ve Ana
dolu hareketini benimseyerek desteklediklerini, işgal kuwetleri komutan
lığına jurnal etmişti. Esasen bu hain subay, eniştesi Ahmet Anzavur gibi,
işgal kuvvetleri komutanhğınm bir maşası idi. Onu böyle bir ihbar yap
maya sovk edenler de İngiliz istiıhbaratmdan başka kimseler değüdi. (Ger
çek amaç. Harp Okulu’nun tamamiyle dağıtılması idi. Yapılan ihbar üze-
— 259 —
rine harelkete geçen îşgai Kuvvetlleri Komutanlığı, Harp Okulu öğrenci
lerini izinli sayarak evlerine göndermişlerdi. Evlen İstanbul’da bulun
mayan öğrencilor de Kuleli Askerî Lisesi’ne misafir olarak yerleştiril
mişlerdi. Ancak bununla da yetinmeyen işgal Kuvvetleri Başkomutanlığı,
5 Temmuz 1920’de Çengelköy Kuleli Askerî Lisssi’nde toplanan bu Harp
Okulu öğrencilerini ve bu arada Kuleli Lisesi öğroncilerini Kağıthane’ye
naklettirerek Kuleli Lisesini Ermeni yetimhanesi olarak kullanmaya baş
ladılar.
Kağıthane’ye taşınan bu öğrenciler, ordugâhta 25 günlük bir sefalet
hayatına tabi tutulmalarından sonra 1 Ağustos 1920’de, Eyüp’teki İplik
haneye nakledilmişlerdi. Ancak Kuleli’nin öğrencileri harbiyelilerden ay
rılarak Maçka Kışlası’na yerleştirilmişlerdi. Fakat henüz yerlerine alışa
mamışlardı ki bu defa 26 Aralık 1920’de Boylerbeyi’ne taşınmışlar ve
bunların boşalttığı Maçka Kışlası’na da İplikhane’de bulunan harbiyeliler
getirilmişlerdi. Bu tarihte harbiyelilerin Maçka Kışlası’ndaki bu toplu
luklarına “Zabitan Mektebi” adı verilmişti.
12 Eylül 1921’e kadar burada öğrenim j-^apümış ise de, burası da
tekrar itilâf kuvvetleri tarafından işgal olunmuştu. Zabitan Mektebi
(Harp Okulu), nihayet bu yıl içinde tamamiyle lâğvedilmişti.
Müterekeden sonra ve özellikle İstanbul’un işgaliyle beraber binbir
zorluk ve sıkmtüara sokulan Harp Okulu öğrencileri ile Kuleü ve Bursa
Askerî Lise öğrencileri, millî harekete katümak üzere Anadolu yollarına
düşmüşlerdi. Gerçekte İstanbul’daki askerî okullarda öğrenci kalmamıştı.
Harp Okulu ile diğer askerî okullar öğrencilerinin Anadolu’ya kaç
maları çok isabetli ve faydalı olmuştu. Daha İzmir’in işgali (15 Mayıs
1919) ile beraber, Osmanlı Hükümeti ile Türk milleti arasında maddî ve
manevî derin bir uçurum belirmeye başlamıştı. Artık Osmanlı Hükûme-
ti’nin İstanbul’da kurduğu Zabitan Mektebi’nden ve Askerî Liselerden bir
fayda beklenemezdi. Harp Okulu çekirdek halinde ve bir talimgâh şek
linde 1 Temmuz 1920’de Ankara’da Cöbeci’de Abidın Paşa Köşkü’nde ku
rulmuştu. Burada açılan talimgâh, çeşitli sınıflar için zabit namzetleri ta-
limgâhı olmuştu. 250 kadar öğrencisi olan bu ilk çekirdek, yedek subay
adaylarıyla da takviye olunarak genişletilmiş ve bu talimgâhtan çıkanlar
cepheye koşmuşlardı.
Cebeci Talinugâhı üç devreye göre teşkil olunmuştu. Birinci devreyi
İstanbul Zabitan Mektebi (Harp Okulu) öğrencileri, ikinci devreyi lise
lerin 3 ncü sımf (son sınıflar) öğrencileri ve üçüncü devreyi de liselerin
ikinci sınıf öğrencileri oluşturmuştu.
— 260 —
1 Temmuz 1920’de açılan talimgâh, ilk mezununu Ekim 1920’de ver
mişti. İstiklâl Savaşı’nm sonuna kadar çalışmalarına devam eden bu ta
limgâhtan yetişen genç 'Türk kahramanları, vatana olan borçlarını öde
mek için canla başla çalışarak mücadoleye katılmışlar ve Harbiye adını
yükseltmişlerdi.
Talimgâh, yalnız piyade ve süvari subayı değil, topçu subayları da
yetiştirmişti. Topçular, 1921’de Konya’da açılan Topçu Zabit Namzetleri
Talimgâhı’na alınmışlar ve ilk mezunlarını 1 Ekim 1921’de verip cephe
deki görevlere gönderilmişlerdi. Cebeci Talimgâhı’ndan mezun olanlar,
kıtalarında bir ay kadar çalıştıktan sonra, zabit vekili (asteğmen) rüt
besine yükseltilmişlerdi. Cebeci Talimgahı üç piyade bölüğü, bir makineli
tüfek bölüğü ve bir süvari bölüğünden kurulmuştu. Taiimgâhın ilk komu
tanı Piyade Yüzbaşı Rusuıhi, son komutanı da Binbaşı Cemal (Esmor) idi.
1 Nisan 1923’te Anlkara Talimgâhı, Harbiye Mektebi adım almış ve
27 Eylül 1923’te İstanibul’a gelerek Pangaltı’daki eski binasına yerleş
mişti.
Harbiye, dokuz yıllık bir aradan sonra tekrar İstanbul’da subay ye
tiştirmeye başladı.
— 261 —
İkinci Meşrutiyct’in ilânına kadar Askerî Tıbbiye Okulu’nda askerlik
bakımından esaslı bir reform yapılmamıştı. Bu durum 1909 yılına kadar
aynı şekilde devam etmişti. Ancak Meşrutiyet idarecileri Askerî Tıbbiye
Okulu’nu bir askerî kimliğe sokma gereğini hissetmişlerdi. Verilen karar
gereğince Askerî Tıbbiye öğrencilerine askerî eğitim yönüncien olduğu
gibi, askerî tıp yönünden de bir ders proğramı uygulamayı ele almışlardı.
Bu amaçladır ki, Gülhane Askerî tıp proğramlarmda gereken çalışmalar
dikkate alınmıştı.
23 Şubat 1909’da Askerî Tıbbiye 0<kulu için çıkarılan bir talimatla
öğrenim Tıp Fakültesi’ne bağlanırken, okulun idaıesi Harbiye Nezareti
Suhlıiye (Sağlık) Dairesi’ne bağlanmıştı. [200] Bu aurum, askerî hekim
liğin askerleştirilmesinin birinci basamağı olmuş ve Osmanlı İmparator-
luğu’nun yıkılmasına kadar devam etmişti.
Ülkücü öğrenci yetiştiren Askerî Tıibbiye, gerek 1911-1912 Osmanlı-
îtalyan, 1912-1913 Balkan ve gerek 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı bo
yunca öğrenime kesintisiz devam etmiş ve ordunun ihtiyacı olan askerî
hekimleri yetiştirmişti. İstiklâl Savaşı süresince İstanbul’da kalan Askerî
Tıbbiye Okulu kaldırılmamışsa da askerî kimliğinden ayrılmıştı.
[200] Düstur; II nci Tertip, c. ni, s. 89, No. 29, 10 Şubat 1325 tarihli Mektebi-
Tıbbıye-i Askeriye Talimat-ı Dâhiliyesi”.
[201] Bkz. Harbiye Nezareti Baytar Müfettiş-i Umumiliği külUyatmdan “Nevsal-i
Baytarı”.
— 262 —
nusu ortaya atılmıştı. Bu amaçla Ziraat Nezareti üyelerinin de katıldığı
ve Topçu Generali Haşan Paşa’nın başkanlığında toplanan komisyonda,
veteriner okullarının (askerî ve sivil) durumları incelenmiş ve tartışıl
mıştı. Ziraat Nezareti üyeleri Askerî Veteriner Okulu’nun Mülkiye Ve
teriner Okulu ile birleştirilmesini önermişlerdi. Bu durum karşısında As
kerî Veteriner Okulu Müdürü Biribaşı Nuri, Askerî Veteriner Okulu’nun
ayrı bir okul halinde kalması konusunda direnmiş ve ileri sürdüğü inan
dırıcı nedenlere Komisyon Başkanı Haşan Paşa da katılmıştı. Bu şeMlde
Ziraat Nezareti’nin önerisi reddedilmiş ve Askerî Veteriner Okulu bağım
sız olarak kalmıştı. Okul, Selimiye Kışlası’nm yakmmda bulunan taş bi
naya taşınmıştı. Burada okul, her türlü laboratuarlarla donatılmış ve
mesleği ilgilendiren dersler daha modern konular üzerinde durularak
plânlanmıştı. Okul dört sımf olarak düzenlenmiş ve İdarî personeli yanı-
sıra öğretmenleri veteriner sulbayların en bilgililerinden seçilmişlerdi.
Okulun dört yıllık öğrenimini başarı ile tamamlayan öğrenciler dok
tor öğronciler gibi yüzbaşı rütbesiyle ordulara atanırlardı. Ancak birlik
lere katılmadan önce “Tatbikat-ı Baytariye” (Veterinerlik Tatbikatı) adı
altında kurulan bir okulda staja tabi tutulurlardı.
Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşu’mn sonuna kadar bu şekilde
devam eden ve pek az değişiklikler gösteren Veteriner Okulu, orduya çok
değerli veteriner subaylar yetiştirmişti. İstiklâl Savaşı’nın başlaması üze
rine İstanbul’da kalan okul, Anadolu mücadeelsino çok faydalı olmamışsa
da, bu tarihe kadar yetişmiş veteriner subaylar savaşa katılarak vatan
borçlarını yerine getirmişlerdir. Askerî Veteriner Okulu ile Tatbikat-ı
Baytariye Mektebi 16 Temmuz 1918’de kaldırılmış ve bu okullar Ticaret
ve Ziraat Nezareti’ne bağlanmışlardı. [202]
[202] Düstur; II nci Tertip, c. XII, s. 685, No. 373; Vekiller Heyeti kararı.
— 263 —
1849 yılından itibaren Harp Akademisi iki sınıflı olarak oluşturulmuş
ve bu smıflar Harp Okulu’nun 3 ncü ve 4 noü smıfları olarak değerlen
dirilmişlerdi. 1877 -1778 Osmanlı - Ruıs seferinden sonra üç sınıf olarak
öğretime başlanmış ve bu tarihe kadar Fransız teknik ve taktiğini uygu
layan Harp Akademisi, daha sonra Alman teknik ve taktiğini uygula
maya başlamıştı. Özellikle 1884’te, Ahnanyia’dan getirilen Kurmay Yar
bay von Der Golç, Osmanlı Ordusu hizmetine alınmış ve kendisine askerî
okulların düzeltilmesi görevi verilmişti. Kurmay Yarbay von Der Golç’un
Harp Okulu ve özellikle Harp Akademisi’nin gelişmesi için aldığı tedbir
ler büyük faydalar sağlamış ve Türk Kurmay subaylarmm yetiştirilme
sinde başlıca etken olmuştu. Bu sırada yapılan ıslâhatla okul, askerî ve
teknik olmak üzere iki kısma ayrılmış ve 1898’den itibaren de, “Mekteb-i
Fünun-u Harbiye-i Şahane” ‘‘Erkân-ı Harbiye Namzet Smıfları” adıyla
anılmaya başlamıştı. Bu şekilde okulun üç smıfmı çok iyi derece ile ta
mamlayan subaylara “Brkân-ı Harp” (kurmay) ve diğerlerine “mümtaz”
unvanı verilmişti. Bu yöntem İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar 60 yıl
devam etmiş ve bu zaman içinde ise, 613^ü erkân-ı harp ve 194’ü mümtaz
olmak üzere 807 yüksek öğrenimli subay yetiştirilmişti.
1 Ekim 1909’a kadar Harp Okulu’nun bir şubesi halinde bulunan okul,
24 Ekim 1909’da Harp Okulu topluluğundan ayrılarak, ayrı bir kimlik
almıştı. [203] Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanan bu sımflara “Erkân-ı
Harbiye Mektebi” adı verilmişti-
Çeşitli çalışmalardan sonra 1909 yılmm Ekim aymdan itibaren, Er-
kân-ı Harbiye Mektebi birinci sınıfına smavla öğrenci almmaya başla
mıştı.
Erkân-ı Harbiye Mektebine girmek için teğmen veya üsteğmen ol
mak şartı konmuştu. Ancak bu yıl için bir defaya mahsus olmak üzere
Erkân-ı harp (kurmay) ihtiyacmın karşılanması için 35 yaşına kadar
olan yüzbaşılardan faydalanılmış ve sınavlara girmelerine izin verilmişti.
Teğmen ve üsteğmen rütbesinde olan genç subayların Erkân-ı Har
biye Mdktebi’ne kabul edilmeleri prensibi, yerinde bir karar olarak onay
lanmıştı. Bu düşüncede hakim olan ana fikir, özellikle kurmay subayların
komutanlık görevleri alınıncaya kadar kurmay görevlerinin her kademe
sinde yetişmeleri idi. Bu şekilde bir kurmay subay, general oluncaya ka
dar uzun bir süre kurmaylık yapacaktı. Erkân-ı Harbiye Mektebi 1910,
1911, 1912, 1913, 1914 yıllarmda iki sınıf mezun etmişti. Bunlardan biri
1328 (1912) ve diğeri 1330 (1914) yılları mezunları idi. 1914 yih sonlarına
[203] Harp Akademileri Arşivi; Erkân-ı Harbiye Mektebine kabul için yarışma sı
navlarına dahil olan subayların künye defteri.
— 264 —
doğru Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine ökul kapatılmıştı.
Bu şekilde Meşrutiyet devrinin yetiştirdiği 138 genç kurmay subayla
Birinci Dünya Savaşı’na girilmişti. Ancak Meşrutiyetten önce yetişen
kurmay subaylarla birlikte, bütün kurmay suıbayların mevcudu 290’ı geç
miyordu. Bu miktar, Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla seferi duruma
geçen büyük oMunun ihtiyacına yetecek kadar değildi. Özellikle kurmay
görevlerinde çalıştırılacak küçük rütbeli kurmay subaylara çok ihtiyaç
vardı. Meşrutiyetten önce yetişmiş bulunan kurmay subayların çoğu
yarbay, albay ve general rütbelerine yükseilmişler'di . Bunlar daha çok
komuta mevkiilerinde bulunuyorlardı- Karargâhlarm kurmay ihtiyaç-
larmı kısmen olsun tamamlamak için, Erkân-ı Harbiye Mektebi’nin üç
sınıfını tamamlayıp da “Erkân-ı harp olamaz” sicili almayanlara ikinci
ve üçüncü sınıflara geçen subaylar, karargâhlara verilmişlerdi. Bu arada
“mümtaz” unvanı ile okuldan çıkmış olanlardan da faydalanılmıştı. Buna
rağmen kurmay sıkmtıısı giderilememişti.
Birinci Dünya Savaşı’nda verilen kurmay subay kayıplarından başka,
özellikle Arap ırkından olan kurmay subayların Arap asi kuvvetlerine
katılmaları ve bir kısım kıu-maylarla kurmay komutanların İstanbul’da
kalmaları yüzünden, İstiklâl Savaşı’nda pek az kurmay subayla giril
mişti. Bu nedenlerle de kurmay subaya olan ihtiyaç büsbütün artmıştı.
İstiklâl Savaşı idarecileri. Meşrutiyet devrinde Erkân-ı Harbiye Mekte
bi’ni tamamlayıp da “Erkân-ı harp olamaz” kaydıyia refüze edilen subay
ları kurmay subay olarak göreve başlatmışlardı. Ayrıca Ehkân-ı Harbiye
Mektebi’ne devam etmiş, fakat okulu bitirememiş subaylar da kurmay
görevlerinde kullamlmışlardı. Burada bir nokta önemli idi. Meşrutiyet
devrinde yetiştirilen 1912 -1913 mezunu subaylar arasmda “Erkân-ı
harp olamaz” kaydıyia reddedilen subaylar, hiç de fena ve bilgisiz subay
lar değülerdi. Yarıya yakm bir oranda reddedilen subaylann çoğu, ya
bir hiç yüzünden, ya da bir kapris uğruna feda edilmişlerdi. [204] Kur
may olamaz denilen bu subaylar, istiklâl Savaşı’nda dinamik ve değerli
subaylar olduklarım göstermişlerdi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Erkân-ı Harbiye Mektebi, bir ara
(1919 yılında) Teşvikiye cami karşısında Şerif Paşa konağında açılarak
öğretime başlamıştı. Kurmay Albay Sedat (Korgeneral Sedat Doğruel)ın
müdürlüğü ve idaresinde başlayan bu öğretim, kısa sürmüş ve okul bura
dan Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Bu yer değiştirmede amaç, okulun öğreti
mini baltalamak ve okulu dağıtmaktı- Ancak bu sırada istiklâl Savaşı
devam etmekte olduğundan, öğrenci subaylar okulu terk ederek grup
grup Anadolu’ya kaçmaya başlamışlardı.
[204] Harp Aıkademileri Personel Şb. sİ Arşivi; Öğrenci subaylar künye defteri.
— 265 ~
Birinci Dünya Savaşı sonunda bir ara açılıp, kusa bir süre sonra ka
panan Erkân-ı Harbiye Mökteıbi, ancak 1 Ekim 1923’te îstanbul’da yeni
den eski Harbiye Nezareti bugünkü üniversite binasında “Mekteb-i Âli-i
Askerî” adıyla açılmış ve müdürlüğüne Kurmay Albay Kenan (Korgeneral
Kenan) verilmişti. 24 Mart 1924'te tekrar Yıldız sarayına taşınan okulun
adı 1927 jnimda “Harp Akademisi” olmuş ve komutanlığma Tuğgeneral
Basri atanmıştı.
Harp Akademisi zamanla teşkilâtını genişleterek bugünkü halini al
mış ve “Harp Akademileri” (Kara, Deniz, Hava, Silâhlı Kuvvetler ve Millî
Güvenhk Akademileri) adıyla anılmaya bağlamıştır.
F. LOJİSTİK
a. Silâh ve Mühimmat
19 nou yüzyılm başlarına doğru savaş süâh ve araçlarmda dikkati
çökecek derece önemli gelişmeler başgöstermişti. Orta Avrupa devletleri
ve bu arada bazı Balkan Devletleri de modem sUâJhlanmaya doğru gitmek
üzere plânlar yapmaya ve hazırlanmaya başlamışlardı. Bu yüzyılm son
larında seri ateşli tüfekler icat olunmuş ve adi ateşli toplar da tarihe ka
rışmaya başlamıştı. Bütün Avrupa fabrikaları, seri ateşli hafif ve ağır
silâhlar üzerinde çalışmakta ve bunları geliştirmeye uğraşmaktaydılar.
(4eniş ölçüde denemeler yapılmakta idi. Bu sırada Osmanlı Ordularmm
elinde bulunan hafif ve ağır silâhlar, gerök ateş hızı, gerek menzil ve
gerek etki bakımdan düşük nitelikte idi. Dolayısıyla ordu, çıkması olası
bir savaşta düşman ordularmm kullanaoaklan silâhlara karşı koyabilecek
durumlarmı kaybetmek üzere bulunuyordu. Bu konuyu düşünen II. Abdül-
hamit, yaptırdığı incelemeler sonunda, yeni icat olunan hafif ve ağır seri
ateşli silâhlardan bir miktar satın almaya karar vermişti. Bu amaçla, ilk
defa değerh matematikçilerden Vidinli Tevfik Paşa’nm başkanlığında
kurduğu bir heyeti. Alman yapımı “mavzer” tüfeklerinden satın almak
üzere Almanya’ya göndermişti. Bu sırada Türk Ordusu’nda hizmet et -
me'kte bulunan von Der Golç Paşa ise, Albdülhamit’e sunduğu bir mektup
ta, Kurmay Binbaşı Mahmut Şevket’i (Mahmut Şeıket Paşa) bu heyete
üye olarak tavsiye etmişti.
Yapılan anlaşma ile almacak tüfekler, 9,5 mm. çapmda ve 1877 mo
deli tüfeklerdi. Ancak tüfek çaplarmm küçültülmesini silâh tekniğine
daha uygun gören Bnb. Mahmut Şevket, henüz deneme safhasında buiu-
— 266 —
nan 1903 modeli 7,65 mm. çapmdaki tüfekler padişaha öneri olarak sun
muştu . Bu uyarmadan memnun kalan padişah, tüfek çaplarımn 7,65 mm.
olarak değiştirilmesini istemişti. Bu ana kadar 84.732 adet 18.7 model
tüfek yapılmış bulunmakta idi. Ancak bundan sonra yapılacak 643.672
adet tüfeğin 1903 modeli 7,65 mm- çapmda yapılmasına başlanmıştı. Bu
uyarma dolayısıyla da Bnb. Mahmut Şevket’in rütbesi yarbaylığa yük*
seltilmişti.
Zaman kaybetmeden Türk Ordusu’nun silâhlanması için II. Abdül-
hamit tarafından gösterilen anlayış ve gayret çok yerinde idi. Ancak alı
nan bu yeni silâhların tamamen ve hızla orduya dağıtılması ve bunlarla
eğitime girişilmesi gerekliydi. Oysa bu yapüraamıştı. Silâhlar birliklere
dağıtılmayarak depolara konmuş ve sıkı bir muhafaza ve kontrol altına
alınmışlardı. Bu ise hiç bir şekilde modern bir silâhlanma demek değildi.
Padişah, silâhlı kuvvetlerden korkan vo ürken bir kişiydi. Nitekim
oldukça kuvvetli teslim aldığı donanmayı Haliçe bağlatmış ve çürüt
müştü. Eğer kısa bir süre sonra İkinci Meşrutiyet ilân edilmemiş olsaydı,
eldeki savaş silâh ve araçları tamamiyle elden çıkacak ve bütün harcama
lar bir hiç olacaktı.
Padişah, bir savaş halinde silâh depolannın kapılarını açmakla ve
silâhları kıtalara dağıtmakla işin çözümlenebileceğini sanmakta idi. [205]
Meşrutiyet ilân olunduğu zaman, ordunun elinde kullanılmakta olan
silâhlar tamamiyle adi ateşli silâhlardı. Pek az miktarda seri ateşli si
lâhlar birliklere verilmiş bulunmakta idi. Piyade ve süvari sınıflarmm
hafif silâhları, 1874 modeli kuyruktan dolan Amerikan yapısı Hanri Mar
tini tüfeği idi. 126 om- boyunda ve 11.43 mm. çapında idi. Tüfeğin orijinal
fişeğinin ağırlığı 49,2 gramdı. Zeytinlbumu Fişek Fabrikası’nm yaptığı
fişekler ise 45,2 gram'dı. Tüfeğin süngü ve kasaturaları vardı. Süngü ta
kıldığı zamanlarda ağırhğı 4.4 kilogramdı. Kasatura takıldığı zamanlarda
ise ağırlığı 5 kilogram gelmekte idi. Süngüler üç köşeli bir şişti. Kasa
turaları tüfekler genellikle avcı taburlarmın tüfekleri idi.
Süvari sınıfının da kullandığı bu tüfeklerden başka 11.3 mm. çapmda
Vincister karabinaları bu sınıfın başlıca tüfekleri idi.
Orduda piyade ile işbirliği yapan makineli tüfek teşkilâtı olmadığı
gilbi tüfek de yoktu. Bu cins silâhlar çoğunlukla gemilerde ve kıyı savun
malarında kullanılmakta idi. Bunlar da Nordenfelt silâhlan olup, pek az
sayıda idiler. Genel olarak orduda bulunan eski model Hanri Martini ve
Vincisterlerin mevcudu 233 145 adet idi.
— 267 —
Ağır silâh olarak kıülanılmakta olan topların büyük kısmı ise, adi
ateşli sahra ve dağ topları idi.
Meşrutiyet devrinin başlangıcından Birinci Dünya Savaşı’nın sonla
larına kadar Türk Ordusu’na giren bütün topların genel toplamı, 3133
adet idi. Ancak cephane miktarı yet&r derecede değildi. Cephane sıkıntısı
Balkan ve özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda cereyan eden muharebeler
de kendini göstermişti.
Hafif Silâhlar
Eski model 263145 tüfekle beraber ordunun bütün tüfek adedi
901 549 idi. Ancak cephane stokları pek azdı. Bunım tüfek başına 1000
mermiye çıkarılması isteniyordu.
Mevcut Amerikan Hanri Martini tüfeklerinden büyük kısmının 7,65
mm. çapına çevrilmelerine. Meşrutiyet’in ilânıyla başlanmış ve tek ateş
yapmak suretiyle de namluları değiştirilmişti. Bu nedenle 7.65 mm. ça
pında mermi ihtiyacı fazlalaşmıştı. Bu ihtiyat mermi satın alınmasıyla
giderilememişti.
Yapılan eksiltme ve artırma ile satın ahnacaik cephanelerden
250 000 000 sivri uçlu muharebe fişeği üe 10 000 000 manevra fişeği Al
manya’da Karlsrohe’de bulunan Dentsohe* Vafen und Münisyonis Fabri-
kası’na ve 50 000 000 sivri uçlu muharebe fişekleri ise Erhart ve Polne
Fabrikalarına ihale edilmişti. Üç ayrı fabrikada yapılacak muharebe fi
şeklerinin satın alma şartları birbirlerinin aynı idi. Fabrikalara yapılan
anlaşmalar gereğinco satın alınacak cephane parasımn bütün tutarının
% 15’i sözleşmenin imza tarihinde peşin olarak ödenecekti. Cephanenin
bedeli 1 698 700 altın lira tutmakta idi ki bunun % 15’i 254 805 altın lira
oluyordu. Daha sonra ödenmesi gereken para, her ay 25 000 altın liralık
taksitler halinde düzenli olarak ödenecekti. Yalnız cephanelerin tam ola
rak teslim alınmasından sonra geri kalacak borçlar için yılda % 6 faiz
yürütülmekle beraber aylık belirli taksitler de ödenecekti. Erhart ve
Polne Fabrikalarının aylık taksitleri her birine 4000 liradan 8000 lira
tutuyordu. Bu suretle her üç fabrikaya ödenecek aylık taksit miktarı
toplamı 33 000 altın lira olacaktı. Bütün ödemelerin dört yılda tamam
lanacağı anlaşılmış ve Maliye Nezareti’nin bu yolda işlem yapması da
padişah tarafından emredilmişti. [206]
Piyade cephanesinin gerek memleket dışından sağlananlar ve* gerek
yerli askerî fabrikalarda yapılanlarla birlikte miktarı yüksek bir sevi
yeye çıkarılmıştı. Nitekim bu miktar 1912 yılında 885 929 400 fişeğe ka-
[206] Başbakanlık Arşivi; Hazine EivTak No. 61; 9 Kasım 1324: (22 Kasım 1908)
tarih ve 3316 sayılı Vekiller Heyeti karan,
— 268 —
dar varmıştı. Bu seviye, yeter bir stok olmasına karşılık, topçu cephanesi
top başına hiç denecek derecede azdı. Özellikle 7,5 cm. lik çabuk ateşli
sahra ve dağ toplarının mermi mevcudu pek yetersizdi. Erhart Fabrika-
sı’nın verdiği fiyat fabrikaların verdiği fiyattan daha aşağı ve elverişli
görüldüğünden 277 700 altın lira karşılığında 167 000 adet şarapnel ve
tahrip danesinin alınma sözleşmesi imzalanmıştı. [207]
Ancak silâhlı kuvvetlerin teşkilâtı geliştikçe, gereksinimler fazlasıyla
kendini göstermeye başlamıştı. 3 Temmuz 1910’da kabul olunan diğer
bir kanun ile 1910, 1911 ve 1912 yılları için olağanüstü gider bütçesi,
yıllık normal bütçelere eklenmiş; normal Kara Kuvvetleri bütçelerine,
yılda 175 000 000 kuruşun harcanmasına izin verilmişti. [208] Kanuna
göre, 1910 yılında harcanmayan paralar 1911 yılında harcanacağı gibi,
1911 yılında harcanmayan paralar 1912 yılında harcanacaktı. Böyleco
tahsis olunan paralardan ordımun ihtiyacı olan silâh, mühimmat, araç
ve gereçlere harcanmaya başlanmıştı. Tahsisat yerinde kullanılmış ve
ordu eski halinden daha iyi bir duruma gelmişti.
1912 yılına kadar donatılan ordu ile 1911-1912 yılları içinde iki sa
vaşa girmişti. Bunlardan Trablusgarp Savaşı ülkeyi ve orduyu Balkan
Savaşı devresi kadar sarsmamıştı. Trablusgarp ve Bingazi harekât alam,
donizaşırı bir bölge idi. Türk Donanması yapılması gereken her türlü
yardımı yapabilecek ve devam ettirebilecek bir güçte değildi. Yardım an
cak kaçak olarak ve* pek az miktarda yapılabilmişti. Savaş, bölgede bulu
nan barış kuvvetleri ve yerli kuvvet ve kaynaklarla idare- edilmişti.
Trablusgarp Savaşı başlamadan önce, bölgenin barış km veti de za
yıflatılmış ve hatta buradaki kuvvetlerden bir kısmı Yemen ayaklanması
dolayısıyla Yemen’e gönderilmişti. Ağır silâh olarak Trablusgarp’ta an
cak 12 ade-t 7,5/13 çaplı adi ateşli çelik dağ topu bulunmakta idi. Bu top
ların da cephanesi pek azdı. Bir savaş haline karşı bölgedeki her bir topa
500 mermi gönderilmesi tasarlanmışsa da, gönderilen miktar 300 mermi
den daha yukan çıkarılamamıştı. Fakat ayrıca Selânik tahkimatından
24 adet 8,7/24 çaplı mantelli top ve az sayıda cephane göndorilebilmişti.
Bu şekilde de Trablusgarp Savaşı’na katılan ağır silâhlarla cephane bun
dan ibaret kalmıştı. [209]
Trablusgarp Savaşı’ndan sonra, Balkan Savaşı patlak vermişti. Bu
savaşta ise birçok silâh, cephane ve savaş malzemesi kaybedilmişti. Dev-
[207] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 70, 22 Kasım 1324 (5 Aralık 1908) ta
rihli irade.
[208] Düstur; II nci tertip, c. II, s. 620, No. 138.
[209] Başbakanlık Arşivi; Haizine Evralc No. 15, 21 Recep 1326 (5 Ag^J-Stos 1324 =
18 Ağaıstos 1908) tarihli irade-i seniyye.
— 269 —
lötin büyük bir emek ve para sarfı ile donattığı ordusundan yalnız îşkod-
ra, Yanya, Selânik ve Edirne kalelerinde birçok silâh bırakmak zorunda
kalınmıştı. îşkodra’da bulunan çeşitli çapta 94 top ve 13 761 mermi, Yan-
ya’da 45, Selânik’te (Karaburun) 20, Edirne’de 430 top kaybedilmişti.
Çeşitli çapta adi ateşli toplar dışında, yalnız seri aieşli top olmak üzere
kaybedilen top sayısı 80 (44 adedi 7,5/30 çaplı Krup seri sahra, 18 adedi
15 cm. lik Krup seri obüs ve 18 adedi 10,5 cm. lik Krup sahra topu) idi.
Piyade tüfeği kaybı ise çok büyüktü. Bu kayıpla, her iki savaş da meyda
na gelen sarsmtının derecesini göstermektedir.
1913 yılında yeniden yapılan teşkilât ile ordu, tekrar bir düzene so
kulmak istenmiş ve büyük gayret ve emeklerle bir dereceye kadar bunda
başarı sağlanmıştı. Ancak 1914 yılı başında ve Birinci Dünya Savaşı’na
girmeden ordunun elinde kalan silâh miktarı göz önüne alındığında, kay
bedilenlerin önemi daha iyi anlaşılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’na girmeden evvel ordu]arda bulunan silâh
miktarları şöyle idi :
1 nci Ordu’nun üçer tümenli beş kolordusunda (1 nci, 2 nci, 3 ncü,
4 ncü ve 5 nci Kolordular) 61 sahra, 25 dağ, 3 sahra obüs, 2 ağır obüs
ve 4 süvari bataryası olmak üzere 95 batarya, yani 380 top vardı.
2 nci Ordu’nun üçer tümenli iki kolordusunda (6 ncı ve 8 nci Ko
lordular) 19 sahra, 12 dağ bataryası vardı ki, bu orduya bağlı bulunan
Bağımsız Hicaz Tümeni’nde 4 dağ bataryasıyla birlikte, batarya adedi
35 ve bütün top adedi 140 kadardı.
3 ncü Ordu’nun üçer tümenli üç kolordusunda (9 ncu, 10 ncu ve 11
nci Kolordular) ve bu orduya bağlı Süvari Tümeninde 17 sahra, 28 dağ,
5 süvari sahra ve 1 (15 cm. lik seri) sahra obüs bataryasıyla beraber 51
batarya, yani 204 adet top bulunmakta idi.
4 ncü Ordu’da bulunan ikişer tümenli iki kolorduda (12 nci ve 13
ncü Kolordular) 9 sahra ve 12 dağ bataryası vardı. Ayrıca Bağımsız
7 nci Yemen (San’a) Kolordusu’nda (39 ncu ve 40 ncı 'Tümenler) 1 sahra
ve 7 dağ bataryası bulunmakta idi. Asir’de bulunan tümende ise 4 dağ
bataryası bulunuyordu ki, bu suretle 4 ncü Ordu ve Bağım'sız 7 nci Ko
lordu bölgesinde toplam olarak 33 batarya, yani 132 adet top bulunmakta
idi.
Bu duruma göre seyyar ordunun elinde çeşitli cins ve çapta olmak
üzere toplam 858 adet top vardı. Ayrıca Müstahkem Mevki ve kalelerde
(Çatalca, Çanakkale ve Karadeniz Boğazı, Edirne ve Erzurum) de 1912
adet top bulunmakta idi. Böylece ordunun bütün top mevcudu 2156 ad&t
toptan ibaretti.
— 270 ~
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu, hafif vc ağır silâh bakımın
dan desteklenmiş ve bu suretle dört yıllık (1914-1918) mmhareibeler de
vam ettirilebilmişti.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, 27 Ocak 1919’da
o zaman Harbiye Nazırı bulunan Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak),
General Milne’e yazdığı bir yazı ile Türk Ordusu’nun elinde 40 801 tüfek,
756 ma^kinalı tüfek ve 632 top bulundurulmasını teklif etmişti. Birçok
tartışmalardan sonra, 29 Mayıs 1919’da tüfek sayısı 40 878 olmuşsa da
makineli tüfek sayısı 240’a ve top sayısı 256’ya indirilmişti. [210] Bu
silâh kadrosundan sonra, ordunun elinde Birinci Dünya Savaşı’ndan geri
kalan hafif ve ağır silâhlarla cephanelerin İtilâf Orduları’na teslim edil
mesi istenmişti. Bu şekilde İtilâf Ordularına birçok silâh ve cephane tes
lim edilmişti. [211] Bu nedenle İstiklâl Savaşı’na girildiğinde ordunun
elinde bulunan silâh yeterli durumda değildi. Kullanılan silâhlar çok çe
şitli idi. Bir örnek olarak İstiklâl Savaşı’nda kullanılan tüfeklerin 15
cins olduğunu ve bunlarm çoğunda süngü ve kasatura olmadığını söy
leyebiliriz.
Genel olarak tüfekler, seri ateşli mavzer, anahtarlı mavzer, kasalı
mavzer, kasalı İngiliz, Rus, Japon, Fransız, Bulgar tüfelkleri. Yunan Gıra
tüfeği. Amerikan Vincister, Hanri Martini, Mnadd-1 Martin ve Romanya
tüfe'ği idi. Bunun gibi cephane de değişikti. Toplar da değişik ve az olduğu
gibi, bir bataryada bulunan dört toptan ikisi başka ikisi başka toplar
olarak kullanıldıkları da görülmüştü.
b. Donatım (Teçhizat)
(1) Er Donatımı
1911 yılında kabul olunan Teçhizat Nizamnamesi’yle bir erin dona
tımı esaslı bir şekilde belirlenmiş ve böylece bu donatım, Birinci Dünya
Savaşı’nda kullanıldığı gibi İstiklâl Savaşı’nda da kullanılmuştı. Genel ola
rak bir ere ayrılan donatımın başlıcaları : arka ç ın tası, ekmek torbası,
matara, palaska, süngülük ve küftüklük, portatif tahkim alotleri (portatif
kazma veya balta ve kürek), karavana, beylik, kilim, portatif çadır ve
10-12 ere bir adet olmak üzere çadır idi.
[210] Harbiye Nezareti Topçu Şubesinin 28 Nisan 1919 tarih ve 2076 sayılı yayını.
[211] Teslim olunan silâh ve cephanenin ayrıntıları için Bkz.: T. C. Gnkur. ATAŞE
Bşk., Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara, Gnkur Basım Evi, 1962.
— 271 —
GNCVİ
ATASBBfk.
■tttllAa»—t
sınıfların erlerine arka çantası verilmesi usul değilcii. Piyade erlerine ve
rilen arka çantaları üzerine yağmurluk (kaput), portatif çadır ve beylik
bağlanır ve sırtta taşınırdı. Karavana çantanın üstüne kayışla bağlanırdı.
Her manga için bir kara;vana bulunduruldu.
Genel olarak boş arka çantasının ağırlığı 1330 gr. idi. Çantaya bağ
lanan yağmurluk 3625 gr., kilim 1450 gT., portatif çadır 1193 gr., portatif
çadır kazık, direk ve torbası 0450 gr., karavana ise 2 kg. kadardı.
Ekmek torbası içine ekmek vs. yiyecek maddeleri konan bir er do
natımı idi. Palaska kuşanmadan önce takılır ve sağ kalça üzerinde bulun
durulurdu. Matara ekm.ek torbasında bulunan bir halkaya bir kanca ile
bağlanırdı. Palaskaya her biri üç fişeklikli iki kütüklük ile bir süngülük
takılırdı. Pler fişeklik üç bağ (15 adet) mormi alacak büyüklükte idi ki,
altı fişekliğin alma kabiliyeti 90 mermi idi. Kütüklüklerde cephane bu
lundurulmaması için tahtadan yapılmış “fişeklik safrası” kabul edilmiş
ti. [212] Süâh, cephane, istihkâm aletleri ve yedek erzak hariç ohnak
üzere er arka çantasının dolu olarak ağırlığı 22 kilo'gramd).
— 272 —
Subayların üzerinde ise, piyade teğmenleri için bir arka çantası esas
olmakla beraber, her subaya bir harita çantası, bir tabanca, bir dürbün,
bir matara ve bir düdük taşımaları kuraldı.
Subayların bir portatif karyolası ile battaniye, yastık ve yatağımn
su geçme«z ve çadır bezinden yapılmış bir kılıf içine konması kabul edil
mişti. Bu yatak hurcunun ağırlığı 13,5 kg. kadardı. Hurcun üzerine su
bayın isminin yazılması usuldendi.
c. Sancaklar
Csmanlı hanedanının Türk gücüne dayanarak kurduğu büyük Os
manlI İmparatorluğu’nun tarihe karışmasına kadar, Türk Milleti’ne dev
rettiği birçok sancak vardır.
Genel olarak piyade, süvari ve topçu alaylarına verilen bu sancaklar,
özellikle 1877-1878 OsmanÜHRus Savaşımdan sonra, savaş ve barışta bir
kadro ilo bağlanmış subaylar tarafından taşınmaya başlanmış ve sancak
lara daha çok değer verUmişti. Alay sancakları alayların birinci tabur
larının birinci bölüklerinin korunmasına verilmişti. Bu durum ikinci Meş
rutiyet’in ilâmndan sonra da devam etmişti. Ancak meşrutiyet dönemin
de başlayan ordu teşkilâtı ve girişilen geniş ölçüdeki azaltma dolayısıyla
subay ihtiyacı artmıştı. Subay tasarrufunu sağlamak amacıyla sancakla
rın Almanya’da olduğu gibi çavuşlar tarafından taşınması uygun görül
müş ve bu konu için padişahın da iradesi alınmıştı. [213]
İkinci Meşrutiyet’ten önce padişahla beraber herhangi bir selâmlık
ta veya bir toplulukta bulunanlar padişahı Türk sancağından daha üstün
bir varhk kabul ettiklorinden sancağı selâmlamazlardı. Fakat Meşrutiyet’
ten sonra bu konu Padişah Mehmet Reşat’a kabul ettirilmiş ve alınan
bir irade ile düzeltilmişti. Alınan iradeye göre, padişahla birlikte gidildiği
zaman dahi bütün general, üstsubay ve subayların sancakları el ile selâm
lamaları omredilmiş ve dolayısıyla orduyu temsü eden sancak jdiceltil-
mişti. [214] Bununla da kalınmamış, sancağın şan ve şerefini yükselt
mek ve gereğinde onun uğruna ölmeyi göze almak için, alaylara giren
her askerin bu sancak altında ant içmesinin bir vatan ve millet borcu
olduğu kabul ettirilmişti. Bu şekilde sancaklar, büjnik törenlerde alay
lara verilirken, ant içmeler de gelenek olmuştu. [215]
Bu sancaklar, İstiklâl Savaşı’nda da kullanılmış ve ancak Cumhuriyet
devrinde bir kanım ile şeklinde 'değişiklik yapılmıştı.
[213] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 24, 28 Şubat 1325, (13 Mart 1909) ta
rihli özel irade-'i seniyye.
[214] Ordu Emirnamesi; No. 1, (1 Mart 1330), s. 12.
[215] Ordu Emirnamesi; No. 22, (15 Kanunuevvel 1331), s. 378.
— 273 —
d. Ta§ıt Araçları
ikinci Meşrutiyet’in ilânından önce olduğu gilbi, bundan sonra gelen
buhranlı devreler içinde de ordunun her türlü yiyecek, yakacak eşya, do
natımcı, gereç ve cephanesinin taşınması için kullanılan ve teşkilâta bağ
lanan araçlar yüksek kapasitede olmayan bir takım araçlardan ibareitti.
Her ne kadar Balkan Savaşı’ndan sonra ve özellikle Birinci Dünya Savaşı
sırasında Almanlar tarafmdan yapılan yardımlara orduya bir miktar
moıtorlu araç katılmışsa da, ordu taşıma araçlarmın çoğunluğunu hayvanlı
araçlar oluşturmakta idi, Genc'i olarak bunlar, bir çift özükle çekilen iki
tekerlekli kağnılar, tek atla çekilen iki teikerlekli arabalar, bir çift öküz,
manda veya atla çekilen dört tekerlekli arabalarla tek at, katır, merkep
ve develerdi.
Beş veya on ton gücünde birçok kollardan kurulu katarlar, tümen ve
kolordular erzak ve cep'hane kol ve katarlarını oluşturuyordu. Bunlar
kural olarak çift beygirli ve dört tekerlekli arabalarla yük hayvanlan
ve deve köllarmdan ibaretti. Menzil kollan ise, daha çok develerle öküz
ve manda araba kollan idi. Ancak merkep, yük hayvanı ve tek atlı araba
larla kağnılar da menzil kollarmı destekleyen araçlardı.
Piyade, makinalı tüfek ve dağ topçusu gibi yaya ve hayvanlı kıta
ların ağırhklan yük hayvanlarından kurulmakta idi. Sahra topçusu ve
buna benzer atlı kıtalara dört tekerlekli at arabaları verilmesi kuraldı.
En iyi ve randımanlı araçlar motorlu araçlar olmasına rağmen ülke
elverişli yollardan yoksundu. Bu sebeple gerek Balkan ve gerek Birinci
Dünya Savaşı ve istiklâl Savaşı’nda halkın elinde bulunan yerli her cins
ve türde araçlardan faydalanılmıştı. Bu arada Anadolu’nun en ilkel aracı
olan kağnılardan da faydalam'imıştı- Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas
(Doğu) Cephesi’yle Filistin Cephesi’nde insandan da faydalanılmış ve
bu amaçla hamal kollan da oluşturulmuştu. Pek sınırlı yetenek gösteren
bu kollar özel amaçla kullanılmışlardı.
— 274 —
leketin her türlü servet kakmakları zevk ve sefaya dalan bazı padişahlar
(Başkomutan) ve başkomutan vekiüeri durummıda bulunan bazı sadra
zamlar ve vezirler elinde eritilmişti. Bu durum İkinci Viyana kuşatmasm-
dan sonra başlayan ve birbirini kovalayan bitmez felâketleri hazırlamıştı.
Bu felâketler sonucudur ki silahlı kuvvetler, çeşitli yoksulluklarla başbaşa
kalmıştı. Bu tutum 1908 yılına kadar devam etmişti. İkinci Meşrutiyet’in
ilânıyla beraber devletin kalkındırılması için çare ve tedbirler aramaya
ve alınmaya başlanmıştı. Bunun ise kısa bir zaman içinde yapılabileceği
samlmıştı. Devletin hemen her alanında yeniden kalkınmaya girişilmiş,
özellikle Türk Silâhlı Kuvvetleri üzerine eğilinmişti. Bu itibarla Balkan
Savaşı’na girmeden önce, Osmanlı Genelkurmayı, ilk iş olarak Alman
büyük sevk ve idare esaslarına göre hazırladığı savaş harekâtı projeleri
nin bir tamamlayıciisı olan ikmal (lojistik) sistemin düzenlenmesine de
başlamıştı. Bu amaçla birçok tüzük, emir, cetvel ve hesaplar yapılmıştı-
Ancak 1908’den Balkan Savaşı’nın başladığı 1912 yılma kadar devam
eden bu çalışma devresi içinde yapılan işler ülke olanaklarıyla orantılı
olmayan. Alman talimname ve tüzüklerini Türkçeye çevirmekten ibaret
kalmıştı. Millî bünyeye uymayan bu modern esasla-^a dayanılarak yapılan
türlü hazırlıklar, ülke ve ordu için bir özenti olmaktan daha ileri gideme
mişti.
Kabul edilen esaslara göre, ordu, kolordu, tümen ve bağımsız kıta
ların lojistik desteği için geri bölgelerde m er zil roktaları, tesisleri ve
hatları plânlanmıştı. Ordu, kolordu ve tümenler de birço^k erzak ve cep
hane kollarıyla ve diğer gerekli destek tesisleriyle donatılmışlardı. An
cak bunların hemen hepsj kâğıt üzerinde kalmış şeylerdi. Bundan dolayı
Balkan Savaşı seferberliğinde ve harekâtında bu plânların hiç biri işle
memiş meydana getirilebilenler de bilgisizlik yüzünden işletilememişlerdi.
Kâğıt üzerinde hazırlanarak uygulanmak istenen harekât projesinin lo
jistik plânları da teoride kalmıştı.
Balkan Savaşı’ndaki çabük yenilgi, geri hizmetlerinin işletilmesi için
çekirdek halinde kurulan teşkilâtı da karmakarışık bir hale sokmuş ve
bütün ordunun geri hizmet işlerini altüst etmişti. Başkomutanlık Karar-
gâhı’nda bulunan Menzil Müfettişliği, şube ve kadrolarıyla birlikte ne
yapacağını bilmez bir duruma düşmüştü. Birlikler kendi başlarına ve türlü
ihtiyaçlarını sağlamak için inisiyatiflerini kullanmak zorunda bırakılmış
lardı. Cîeri hizmet işlerinin yapılmasının bilinmemesi ve kavranmamış bir
teşkilâtla işe girişilmesinden savaşın acı sonu ve kaderi değiştirilmemişti.
Seferberliğin ilân edildiği tarihte menzil nokta komutanlığı görevlerini
alan subaylar, atandıkları menzil noktalarında ne yapacaklarını bilmi
yorlardı. Menzil kelimesini sözlük anlamıyla yorumluyorlardı. Bundan
dolayı Çatalca Muharebelerinin başlamasına kadar ordunun geri hizmet
— 275 —
faaliyetleri bağımsız faaliyetler ve gyretlerie çözümlenmeye çalışmıştı.
Ordu, Balkan Savaşı’nda 15 yıl öncesi 1897 Osmanlı - Yunan Savaşı’ndaki
yeterliliği bile gösterememişti. Smır muhareibeleriyle Çatalca ve Dömeke
Muharebeleri sırasında Yenişehir, bir ikmal meı^kezi halinde bulundurul
muş ve her biblik mevcut araçlanyla buradan ikmalini rahatlıkla yapabil
mişti- Balkan Savaşı’nda ise, bu kadar basit bir şey dahj yapılamamıştı.
Her ne kadar birliklerin yanında muharebe ağırlıkları ve büyük ağırlıklar
mevcutsa da, plânsızlık içinde muharebeye giren birlikler özellikle muha
rebelerin çabuk gelişmesi karşısmda, bu ağırlıklannın tümünü kaybet
mişlerdi. Gerek Şark (Doğu) Ordusu ve gerek Garp (Batı) Ordusu Cep
helerinde esaslı bir ikmal merkezi kurulamamıştı.
Cîeri bölgelerde olduğu gibi harekât alanlarında da, bir elden ve an
laşmalı bir geri hizmet çalışması görülmemişti. Her birlik kendi özel
faaliyeti ile kendini idare etmek zorunluğunu duymuştu. Nitekim Şark
(Doğu) Ordusu’nun doğu kanadında beliren yiyecek sıkıntısını düzenlemek
üzere. Başkomutanlık Vekâleti Karargâhı’ndan kurmay stajeri Manas-
tır’lı Kâzım’a (General Kâzım DÎRÎK) 28 Ekim 1912 günü verilen tali
matta kısaca şöyle deniyordu. : “Ne yaparsan yap, yiyecek bul.” Bu “ne
yaparsan yap” emri Başkomutanlık Vekâleti Karargâhı’nm şaşırmış bir
durumda bulunduğunu göstermekte ve daha barıştan itibaren hazırlan
mış plânların pratik olmadığım göstermekte idi. Yiyecek sağlamak ama
cıyla 28 Ekim 1912’de Istranca’ya gönderilen Yüzbaşı Kâzım, burada 3ü-
yecek kaynaklarını incelemiş ve bulabildiği 60 ton kadar yiyecek mad
desinin sahiplerini razı ederek 30 Ekim 1912’de dönmüştü. Bu sırada
Saray kasabasında Mevki Komutanı görevi ile bulunan Kurmay Yüzibaşı
Rüştü (Filibeli General Rüştü AKIN)’nün gayretleriyle de bir miktar
yiyecek maddesi toplanabilmişti. Buna karşılık ikmal ve geri hizmet teşki-
lâtınm yürütülmesinden ve her türlü ikmal maddelerinin sağlanmasından
sorumlu ve görevli bulunan Menzil Genel müfettişi Hıfzı Paşa ise bir şey
yapamamış ve iş görememişti. Vize ve Çer*keıskiöy Menzil Müfettişleri de
ne yapacaklarını bilmez bir durumda kuru birer kadrodan ibaret bulunu
yorlardı.
Savaşın başlamasından orduların Çatalca mevziine çekilip yerleş
melerine kadar büyük bir karışıklık ve sefalet devam etmişti. Bu ön dev
rede birçok erler sırf yiyecek bulabilmek için köylere dağılmı.şlardı.
Yiyecek bulabilenlerin bir kısmı tekrar birliklerine dönmüşler, bulama
yanlar ise, firar halinde kalmışlardı. Bu da ordunun maddî ve manevî
gücünü zedelemişti. Bu koşullar içinde yapılan muharebelerde, ordunun
sağlık durumu da sarsılmıştı- Bulaşıcı hastalıklar orduyu etkilemeye ve
yok etmeye başlamıştı. Kısa bir zaman içinde hastalııklardan verilen ka
yıplar, muharebelerds verilen kayıplardan üstün bir duruma gelmişti.
— 276 —
ölenler kurtulmuş, yaralananlar ise, güya açılan sargı yerlerinde can ver
mişlerdi. Esasen hiç bir subay ve er, en azından sargı yerlerinin nerelerde
açıldıklarını bile bilmiyorlardı. Herkes başmm çaresine düşmüş durumda
İdi. Sabit ve seyyar hastanelerin nerelerde olduklarını bilen kıta yoktu.
Yaralı ve hastalar yollara düşmüş ve her birinin yanına hasta ve yaralıya
yardım etmek bahanesiyle sağlam birkaç er de katılmıştı. Demiryolu is
tasyonlarına akın yapan bu askerler, vagonlar üstünde ve basamaklarda
îstanbura gelmişlerdi. Fakat ortada görülen bu keşmekeşe karşılık,
Genelkurmay’ca kabul edilmiş bulunan 1911 (1327) basımh Menzil Hide-
mâtı (Hizmetleri) Nizamnamesi vardı. Buna göre uygulanması mümkün
olmayan plânlar da vardı.
Balkan Savaşı’nda kuüanihnak istenen 1327 (1911) basımh Menzil
Hidemâtı Nizamnamesi’nin esasları. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Sa-
vaşı’nda da esas kurallar olarak uygulanmıştı. Nizamnamenin esasları
genel olarak üç bölgede yürütülmüştü. Bu bölgeler; ordu harekât, men
zil ve memleket içi bölgeleri idi.
— 277 —
Koloı^du karargâilılannda fcuımay başkanları bizzat geri hizmetle
riyle uğraşırlardı. Kolordu karargâhlarında ayrıca ikmal şubeleriyle iş
birliği halinde çalışmak üzere çeşitli smıflarm geri hizmet amirleri bulun
durulmakta idi.
Tümen karargâhlarında ise, tümen kurmay başkanları geri hizmet
lerinin yürütülmesinden bizzat sorumlu idiler. Yalnız bu hizmetlerin yü
rütülmesi için basit bir personel kadrosu bulund'urulmakta idi. Örneğin
piyade, makinalı tüfek, süvari, topçu, istihkâm, muhabere, otomobil,
ulaştırma ve uçak hizmetleri, bir kurmay subayın idare ettiği 1 nci Şu
belerde (Harekât Şulbesi ) toplanmıştı*
~ 278 —
Tümenlerde bîr sabra postası bulundurulmamıştı. Tümende bulundu
rulan posta memuru, yanında bulundurduğu bir posta çantasıyla posta
görevini yapardı. Postanın taşınması içm posta memuru emrine bir ara
ba verilirdi.
Tümenler, ancak özel taktik görevler almaları halinde ayrıca kolor
du erzak ve cephane kollarından destelkleniyordu.
— 279
Kolordular ve muharip birlikler araçlarının menzil sınıflarından da
ha ileri hiç bir sdbeple gitmelerine izin verilmezdi.
Muharip kıtaların her türlü, ihtiyaçları, kolordular kol ve katarla
rıyla menzil noktalarından alınarak tümenıler gerilerine kadar sevk olu
nurdu. Buralarda çalışan geçici erzak, cephane ve malzeme dağıtma mer
kezleri araçlarıyla tümenler ikmallerini yaparlardı. Tümenler tarafmdan
kolordu bölgelerine getirilen hasta ve yaralılar, esirler işe yaramaz hale
gelmiş veya harap olmuş, silâh, araç ve gereçler, kolordular tarafından
teslim almarak boş kollarla geriye gönderilirdi.
Tümenler, karargâh kadrolarının basit olmasına ve muharebe gö
revleri gerilerle pek uğraşmaya elverişli olmamasına rağmen kıta ihti
yaçlarının zamanında sağlanmasından sorumlu tutulurlardı. Ellerindeki
belirli erzak, cephane ve malzemeyi sarf ederken, kolorduların kendi ya
kınlanma kadar getirdiği kaynaklardan, boşalan araçlarını doldururlardı.
Ancak bazen tümen araçlarının bir kısmı bulundukları bölgelerden yap
tıkları satın alma ilo yiyecek maddelerini sağlarlardı. Genel olarak bir
tümenin elindeki araçlar, kendisinden yarım günlük bir yürüyüş mesa
fesinden (12,5 km.) daha fazla bir mesafeye göndeıilmezlerdi. Muhare
be ağırlıkları, hafif cephane kolları ve cephane kademeleri ise, muharip
kıtaların birer parçaları idi. Bunlar her zaman kolordunun açtığı cepha
ne dağıtım morkezleriyle kendi kıtaları arasında çalıştırılırlardı. Bazen
kolordu kolları daha yakınlarına sokularak birliklerin yiyecek ve cepha
nelerini tamamlarlardı.
Büyük ağırlıklar muharebe yürüyüşlerinde ve muharebe zamanların
da kıtalardan oldukça uzak kalırlardı. Fakat bu uzaklık kıtanın o akşam
dinlenme sırasında yanına yetişebilecek bir mesafe içinde olurdu.
— 280 —
Kural olarak ordu bölgesinden geriye beş dönen cephane kol ve katar
ları veya trenler, bir emir almasalar dahi hasta ve yaralıları ve işe yara
mayan maddeleri me-nzil bölgesine boşaltırlardı.
— 281 —
(4) Onarım İşleri
Ordudan düzeltilmeik veya onarılmak üzere geri gönderden her türlü
gerecin düzeltilmesi, menzil müfettişliğ'inin başlıca görevi idi. Bunlardan
onarımlan imkânsız olanlar ya yok edilir veya ilkel maddelerden fayda
lanılmak üzere ülke içine gönderilirdi.
— 282 —
Ordunun sağlık bakımından sorumlu bulunduğu bu iki sorun, iki
önemli failıtörün etkisi altında bulunmakta idi. Bunlardan biri para ve
diğeri bilgi idi. Türk Ordusu, özellikle para bakımından çok büyük im
kânsızlıklar içinde bulunduğundan, ne koruyucu tabiplik, ne de tedavi
bakımından büyük bir başan sağlayabilmişti, Balkan Savaşı’ndan önce
başlayan ve Balkan Savaşı’nda da geniş ölçüde tahribat yapan koleraya
karşı osaslı bir tedbir almak mümkün olmamıştı. Balkan Savaşı kayıp
larının büyük kısmının hastalıklardan ve yeterli bir tedavi sağlanama
masından ileri geldiği anlaşılmıştı. Hastalıkların bulaşması önlenememiş,
hasta ve yaralıların muhtaç olduklan ilaç ve özellikle besin maddeleri
sağlanamamıştı. Bu halin doğurduğu acıklı manzara hemen hemen bütün
ordu sorumlularınca bilindiği halde* bir çare bulunamamaış ve bu durum
Birinci Dünya Savaşı’nda da aynen devam edip gitmişti. Denilebilir ki.
Birinci Dünya Savaşı’nda verilen kayıpların % 50’si sağlık oianaklarımn
yetersizliğinden ileri gelmişti. Bulaşıcı hastalıklar konusunda belli başlı
tedbir olarak sadece 1914 yılında Sihıhiye Dairesi’nce bir ”Lekoli Tifo ile
Humma-i Raciaya (ateşli hastalıklara) karşı Harp Talimatı” hazırlanıp
orduya yayınlanmıştı. [216] Başka da önemli bir çaba ve girişimde bu
lunulmamıştı.
g. Ulaştırma İşleri
1908 yılından 1920 yılına kadar dev^am eden dönem içinde memleke
tin ulaştırma teşkilâtı ile her türlü araç ve tesisleri çök ilkel bir durumda
idi. Mevcut karayollarıyla bu yollar üzerinde hareket ettirilen taşıma
araçları çok yetersizdi.
Kara Yolları
Ülkenin her tarafla bağlantısını sağlayan karayolları çoğunlukla adi
yollardı.
Birinci Dünya Savaşı’nda gerek Doğu Cephesi (Kafkas Cîephesi)’nde
ve gerek Irak ve Filistin (Cephelerindeki yol durumu, harekâta ve harekât
bölgeleri gerilerine kurulan menzil hizmeti teşkillerinin faaliyetlorine bü
yük ölçüde kötü etki yapmış ve bu etki devam etmişti. Doğuya giden yollar,
bazı yerlerde şose olmakla beraber, birçok kısımlarda adi araba yolları
halinde idiler. Yollar, Doğu Anadolu yaylasına gelinceye kadar atlı ara
baların hareketlerine elverişli idiyse de, bundan sonraki kısımlarında an-
— 283 —
cak kağnılar kullanabiliyordu. Doğu x\nadolu’da kışlar şiddeltli olduğun
dan ve arazi de engebeli olduğundan, kağnıların bile hareketleri zor olu
yordu. Özellikle dağ gegitlerinin karla kaplandığı zamanlarda ulaştırma
büsbütün durmuş, hamal kıtaları ile yapılan taşıma pek verimli olmamış
vo bu nedenle de Doğu Cephesi destekten yoksun kalmıştı. Bu durumda
bir değişiklik yapmak mümkün olmadığından zorluklar savaşın sonuna
kadar devam etmişti. İstanlbul’dan Konya’ya ve buradan Ulukışla’ya ka
dar uzanan yol, ulaştırmayı büyük ölçüde zorlaştırmamışsa da, bundan
sonraki kısımlarda hemen hemen her yerde güçlüklerle karşılaşılmıştı.
Ulukışla’dan güneye ve Filistin Cephesi’ne doğru gidon yollar da birçok
yerlerde adi araba yolları olarak kalmıştı. Özellüıle Osmaniye’den Halep’e
(Katma İstasyonuna) kadar olan yol hemen hemen arabaların işlemosine
elverişli bulunmadığından, Anadolu-^Filistin bağlantısı burada kesik kal
makta idi ki, bu yol Anadolu’yu güneye bağlayan tek yoldu. Birinci Dün
ya Savaşı’na girildikten sonra, özellikle Bahriye Nazırı Cemal Paşa’mn
4 ncü Ordu Komutanlığı’na atanmasıyla, yolların onarımına başlanmışsa
da, bağlantı daima aksak bir manzara göstermişti. Daha güneyde Suriye
V0 Filistin yolları da kötü bir durumda bulunuyordu. Bu yollar savaşın
devamınca gerek harekât ve gerekse menzil teşkilât ve ulaştırmasını 25or
durumlara sokmuştu. Sina çölünde ise harekât tamamiyle yolsuz bölgede
cereyan etmiş vo yararlanılabilen istikametler ancak bir izden ibaret ol
muştu.
Irak Cephesi’nin yolları da diğer cephelerdeki yollardan daha iyi
değildi. Özetle, Türk Orduları daima düşmandan başka, doğal engellerle
ve arızalarla boğuşmuş ve bu yüzden birçok şoyler kaybetmişti.
Deniz Yollan
Osmanlı ülkesinin üç tarafı denizlerle çevrili bulunması ve 8600 de
niz mili uzunluğunda sahile sahip olması dolayısıyla deniz yollarından
en iyi şekilde faydalanılması bir zorunluluktu. Fakat devlet denizlerine
ve kıyılarına tamamiyle hakim değildi. Bu nedenle deniz ulaştırmasının
sağlayacağı faydalardan yoksundu. Bu durum özellikle Trablusgarp Sa-
vaşı’nda (1911-’1912) açık bir şekilde görüldüğü gibi, Balkan Savaşı’nda
da görülmüştü. Her iki savaşın kaybedilmesinde etken olan nedenlerin
başlıca!arından biri de, denizyollarının Osmanlı Devleti’nin kontrolü al
tında olmayışı idi. Balkan Savaşı’ndan sonra, bu savaşın verdiği ders ve
acı ile özellikle donanmanın kuvvetlendirilmesine ve denizlere kısmen ol
— 284 —
sun hakim olmaya çalışılmışsa da, satın alman savaş gemilerins elko-
nulması yüzünden Büyılük Savaş’a da zorluk içinde girilmişti. Her ne ka
dar savaşa ginnedon önce katılan Gdben (Yavuz) ve Breslav (Midilli)
adlarındaki Alman savaş gemileri Türk Donanması’nı bir dereceye kadar
takviye etmişse de, bu gemilerde tam bir deniz hakimiyeti sağlayama
mışlardı. Midilli gemisinin bir mayın tarlasına düşerek batması, Yavuz’un
Karadeniz’de yaptığı mevzii faaliyetlerinden sonra yaralanm-ası ve özel
likle inisiyatifin Rus Donanması’nm eline geçm.esi yüzünden, deniz ulaş
tırması Karadeniz’de aksamış ve Doğu Csphesi’nin her türlü ulaştırması,
yukarıda belirtilen yetersiz uzun karayollarma çevrilmJşti. Bu yüzden do
İstanbul’dan Erzurum’a gidecek her türlü ikmal maddeleri, Ulukışla’ya
taşınmış, burada boşaltılmış ve buradan da yetersiz kara araçlarıyla Kay-
seri-Sivas üzerinden Erzurum’a günderümişti. Bir top mermisi 40 günde
Erzurum Cophesi’ne varmış oluyor, fakat bir saniyede sarf ©diliyordu.
Demir Yollan
— 285 —
idareye bağlanmışsa da, Genelkurmay’m 4 ncü Şubesi’na bağlı bulıman
V8 1909 yılında kurulan demiryolu Askerî Komiserlikleri, pratik işletme
ve idare bakımından büyük bir başarı sağlayamanıiştı. Ayrıca ilk oluş
turulan demiryolu birlikleri de tamamen sivil amaçlar için kunılmuş ol
duklarından, bir seferin ihtiyaçlarına faydalı olamamışlardı. Gerçekte bu
birlikler ilk defa olarak Hicaz demiryolunun yapımı için kurulmuş ve
“Hicaz Demiryolları Hatt-ı Âlisi İnşaat Nazırlığı”nm enirine verilmişler
di. Ancak sonradan bu birlikler askerî amaçlara hizmet edebilecek bir
liklere çekirdek olmuşlardı. Balkan Savaşı’nda, haıeket ve yol yapım
işleri bir arada yürütülmüş ve teşkilât genişletilmişti. Savaşın sonuna
doğru bu birlikler 20 bölüğe kadar yükselmişti. Mütarekede Kağıthane’
deki bir bölük hariç, bütün demiryol birlikleri kaldırılmış ve esasen bü
tün demiryolları itilâf Devletleri tarafından kontrol altına almmışlardı.
— 286 —
cm dış ülkelerden para ile satın alınması zorunluluğu karşısında kalm-
makta idi. Birinci Dünya Savaşı sefer^b^rliğinin ilânından sonra, bu amaç
la Almanya’dan iki ayda teslim edilmek ve bedeli hemen ödenmek üzere
304 000 sahra ve 175 000 dağ topçu mermisi, 250 000 sandık (250 000 000)
piyade tüfeği fişeği ve 200 000 tüfek satın alınmıştı. Bu arada a3n'ica
150 000 kaput ve 150 000 kat elbise de satm alınmıştı. Almanya’dan ya
pılan bu satın almalardan başka, İtalya’dan 100 kadar kamyon alınma
sına da girişUmişti.
Silâh ve her türlü harp araç ve gereçlerinin onarımı ise, Zeytinburnu
Fabrikası’na vorilmiş bir görevdir. Bu amaçla gereken atölyeler de Zey-
tinburnu’nda kurulmuştu. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı sırasında ordu,
kolordu ve müstahkem mevkilerin her birinde ellerindeki silâhların ge
rektiği zaman acele olarak onarılması için birer süâh tamirhanesi kurul-
masma çalışılmış ve kısmen gerçekleştirilmişti. [217] Ancak bolirtUen
onarım tesisleri, ordunun ihtiyacına yetmediği gibi, onarılması gerekli
araç, gereç ve silâhların cephelerden İstanbul’a kadar getirilmesi d© bü
yük bir problem olmuştu. Bu nedenle ordu elinde tamire muhtaç pek çok
silâh, gereç birikmiş; bunlar çoğunlukla bulundukları yerlerde eriyerek
yok olmuşlardı.
Ordunun daha barışitan benimsetilen sistemi, bir dereceya kadar du
rumu kurtarmıştı. O da, bakıma verilen büyük önemdi. Gerek subay ve
gerek er için silâh bir namustu. Bu zihniyet içinde beslenen ve gelişen
ordu, elinden silâhları alındığı ve hiç bir silâh fabrikası ve tamirhanesi
olmadüğı İstiklâl Savaşı devresinde bile, başarı sağlanmış ve en eski si
lâhlarla en modern silâhlara karşı durmasını bilmişti.
3. Kışla ve Ordugâhlar
a. Kışlalar
Türk Ordusu’nun barıştaki barınması, yıllardan beri ülkenin önomli
merkezlerinde yaptırılan kışlalarda sağlanmıştı. Bu kışlalar Meşrutiyet
Devri’nden önce yapılmış ve bundan sonra ise kışla yapımı durmuştu.
Ordu, imparatorluğun yıkılmasına kadar eskiden yapılmış bulunan kışla
lardan faydalanmıştı. Meşrutiyet’in ilânından kısa bir süre sonra ordu
birliklerinin çoğu birçok ayaklanmaları bastırmak ve eşkiyalığı yok et
mek için görevler almışlardı. Bunun peşinden kısa sürelerle girilen sa
vaşlar dolayısıyla birlikler kışlalara pek girememiş ve daha çok ordugâh
larda yaşamıştı.
— 287 —
b. Ordugâhlar
Genel olarak piyade tümenlerinin ordugâhları, hava taarruzları pek
etkili olmadığından, iki hat üzerinde ve ortalama 2000 metrelik bir cephe
ve 500 metrelik bir derinlikte kurulmak suretiyle kurulmuştu. Tümen vo
tümenlere bağlı bulunan küçük birliklerin ordugâhları düzenli bir halde
ve talimnamelerin gösterdiği şekillerde olmuştu. [218]
— 288 —
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM,
DENİZ VE HAVA KUVVETLERİ
1. Bahıiye Nezareti
— 289 —
askerî düşünceden çok siyasî idi. Siyasdt adamları, adı geçen üç yaıbancı
devidte bir sempati beslediklerini gösltermek bakımından Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin ıslâhını bunlara vermekle başarılı bir siyaset yaptıklarına
inanmışlardı. Bu suretle de yabancı devletlerden yakınlık ve fayda sağ
layabileceklerini sanıyorlardı. Bu görüş ve anlayışla, Türk Deniz Kuv
vetleri, İkinci Meşrütiyet’in ilânından sonra, 1909 yılı başından itibaren
Amiral Gambei Başkanlığındaki bir Ing'liz heyetinin emir ve kontroluna
verilmişti. Osmanh Hükümeti, Deniz Kuvvetleri’nin ıslâhı amacıyla ge
tirttiği Amiral Gambei ile iki yıl süreli bir sözleşme imzalamıştı. Bu söz
leşmeye göre de Amiral’e yılda 3000 İngiliz Lirası ödenek kabul edilmişti.
Amiral Gambel’in yanında ise, çeşitli sınıftan ve meslekten beş kişilik
bir uzmanlar heyeti bulunmakta idi.
Amiral Gambei, göreve başladıktan sonra ilk iş olarak Bahriye Ne-
zareti’ni ele almış ve bu nezaretin teşkilâtını hazırladığı tasarıda dört
daireye ayırmıştı :
Bunlardan : 1 nci Daire Erkân-ı Harbiye-i Bahriye,
2 nci Daire Muamelât-ı Zatiye (Personel),
3 noü Daire Malzeme,
4 ncü Daire Levazım Dairesi idi. Bu daireye bağlı bir
sıhhiye şubesi vardı. Ayrıca nezarette bir danışmanlık bir müsiteşarhk ve
bir hukuk müşa\drliği bulundurulacaktı.
Amiralin teklif ettiği bu teşkilâtta bazı karışıklıklar olduğu ve özel
likle eski teşkilata göre bir kısım büyük ımtibeli subayların mevkileri
kaldırdığından, engellerle karşılaşmıştı. Bu karışıklıkları düzeltmek ve
itirazları önlemek amacıyla Bahriye Nezareti, Gambel’in teklifini ertele
miş teşkilâta farklı bir şekil vermişti.
Bu teşkilât; Amiral Garabsl’in istifa tarihi olan Şubat 1910 başına
kadar ve ona halef olan Amiral Wilyams’ın memuriyeti süresince (Ma
yıs 1910 - Şubat 1911) yürürlükte kalmıştı. Amiral Wilyams’ı değiştiren
Amiral Limpus zamanında (30 Nisan 1912 - 14 Eylül 1914) ve ondan
sonra ise Gambel’in teklifi aynen uygulanmıştı.
— 290 —
Türk Donanması’nm düzenlenmesi ve ıslâhı amacıyla göreve başla
yan Amiral Gambei donanmayı 1909 yılında yeni bir düzen ve teşkilâta
tabi tutmuştu. Şöyle ki: Donanma iki fırka, bir filctilla, bir faJbrika ge
misi ve bir amiral yatı olarak teşkilâtlanmıştı.
Tir-i Müjgan fabrika gemisi, Ihsaniye Amiral yatı olarak ayrılmıştı.
Ancak korvetler ve Draç sınıfı torpidclbotlardan bazıları iıse Yunus,
Berk-ı Efşan torpidobotları, bazı ganabot, motor gambot ve silâhlı yat
lar, Amiral Gamıbel’in halefi olan Amiral Wilyams’ın 1910 yılı Mayıs ayı
sonundaki teklifi üzerine, 1911 - 1912 Osmanlı-italyan Savaşı’ndan önce
çeşitli komodorluklar (İzmir, Kızıldeniz, Basra, Selânik, Preveze, Trab-
lusgarp Komodorluklan) emrine verilmiş ve bazıları da Merkez Liman
Başkanlıkları (Beyrut Merkez Liman Başkanlığı) bölgelerinde karakol
görevleri almışlardı.
Ağustos 1910 ortalarında Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis mu
harebe gemilerinin donanmaya katılmasından sonraki kuruluşa rastlan
mamıştır.
1912-1913 Balkan Savaşı’nda ise Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis
muharebe gemileriyle Mesudiye ve Asar-ı Tevfik muharebe gemileri
Türk Donanması’nm ana kuvvetini oluşturmuştu. Bu kuvvete Sultanhi-
sar sınıfı dört torpidobot da katılmış ayrıca 1912 yılı ortalarında iki
muharip fırkası eklenmişti ki; bu fırkalardan Birinci Fırkayı Berk-i Sat-
vet torpido kruvazörü. Yadigâr-ı Millet, Muavenet-i kiillîye, Taşoz ve Bas
ra mühripleri; İkinci Fırkayı Mecidiye Kruvazörü, Numune-i Hamiyyet
Gayret-i Vataniye, Yarhisar ve Samsun muhripleri oluşturmuştu.
Bu durum Birinci Dünya Savaşı seferberliğine kadar devam etmişti.
Ancak seferberlikle (2 Ağustos 1912) beraber Donanma’nm kuruluşun
da değişiklik yapılmıştı. Şöyle ki; Mesudiye m^uharebe gemisi Donanma
Komutanlığı gemisi, Berk-i Satvet torpido kruvazörü komodor gemisi
olmak suretiyle Donanma, iki muharip ve iki torpidobot fırkalar halinde
kurulmuştu.
Bu tarihte elde bulunan Barbaros Hayrettin, Turgut Reis muharebe
gemileriyle Hamidiye ve Mecidiye kruvazörleri ve Peyk-i Şevket torpido
kruvazörü ancak 1914 Eylül ayı başında Donanıma’ya katılmışlardı.
Şubat 1915’ten itibaren Barbaros Hayrettin, Turgut Reis ve Mesu
diye gemilerinden ikisi Donanma İkinci Komutanı Yarbay Arif’in emir
ve komutasına verilerek Çanakkale Cephesi’ne gönderilmişlerdi. Eylül’de
Mesudiye muharebe gemisi de diğerleri gibi Çanakkale Cephesi’nin sa
vunulmasına ayrılmıştı. Bu gemiler Donanma’nın ana kuvv^etinden çıka
rılmışlardı.
— 291
TorpidoıT30tlarla gamıbotlar ise, daha çok &yı İstihkâm ve Mayın
Müfettişliği emrinde olarak İstanbul - Çanakkale deniz ulaştu’masmın
korunmasında, Marmara Denizaltı Karakolunda ve boğazlarda kullanıl
mışlardı.
3. Eğitim
Amiral Gambel’in 1909 yılından itibaren Donanmada yaptırmaya
başladığı eğitim başlangıçta gemi görevleri, nöbet hizmetleri, gemicilik
disiplini, gidiş-geliş hizmetleri gibi temel eğitimden ibaret olmuştu. 30
yıllık duraklamanın doğal bir sonucu olarak işe temel hizmet ve görev
lerden başlanmıştı. Bu sırada Girit ve İzmir sularına kadar da uzanıl-
mıştı.
Esas muharebe eğitimine geçiş bir sonuç almak ise uzun bir zama
na bağlıydı. Araya 1911-1912 Osmanh-îtalyan vo 1912-1913 Balkan Sa
vaşlarının girmesiyle, muıharebe eğitiminde istenilen hedefe tam olarak
varılamamıştı. Bu hedefe ancak Birinci Dünya Savaşı’nda ulaşılmış ve
Türk Donanması aldığı her türlü görevi başarı ile yapmıştı.
4. Lojistik
Donanmanın silâh ve gemi donatımı her bakımdan yetersizdi. Deniz
Kuv\’'etleri bütçesi, ancak yiyecek, maaş ve diğer masraflarına yetecek
kadardı.
Silâh ve gereç ikmali, Avrupa fabrikalarına ve nihayet Avrupa dev
letlerinin istek ve siyasetlerine bağlı idi. Bu nedenle malî olanaksızlık
lar olmasa dahi, kuvvetli ve hatta veterli bir donanmanın kısa zamanda
sağlanması mümkün değildi. Ayrıca Osmanh Devleti’nde, Bonanma’yı
geliştirecek, yaşatacak bir endüsitri de yoktu.
Donanmanın kömür ve su ihtiyacı bile sağlanamamakta idi. Kömür
stokları da yoktu. Ereğli Kömür İşletmesi Şirketi işçi yokluğu yüzün
den ihtiyacı tam karşılayabilecek durumda değildi. Kazan suyu tedariki
daha önemli bir problemdi. Hamidiye Knıvazlörü’nün Akdeniz akını sıra
sında, Antalya kıyılarından tenekelerle su taşımak suretiyle yaptığı ik
mal, en ilkel bir sistem idi. Kıyılarda kömür, su vs. ihtiyacı verebilecek
üsler ve araçlar yoktu. lOsacası, Donanma için lojistik diye bir şey yok
tu. Olanaksızlıklar nedeniyle ilkel tedbirlerden yardım bekleniyordu.
— 292 —
letin değil denizaşırı ülkelerini anavatan kıyılarını dahi savunacak bir
halde değildi. Esasen İtalyanları Trablusgrap’a taarruza cesaretlendiren
nedenlerden biri de bu idi. İtalya’ya Trablusgarp’ı kazandıran kuvvet,
İtalyan Kara Kuvvetleri’nden çok, üstün Deniz Kuvvetleri idi. Bu durum,
Balkan Savaşı’nda da etkisini göstermiş ve Yunan Donanması dahi Türk
Donanması’na üstün gelmişti. Yunan Donanm'ası Akdeniz’de serbestçe
dolaşabilirken Türk Donanması açik denizlere çıkacak güçte olmadığın
dan düşman donanması bulunmayan Karadeniz ve Marmara Denizi’nde
Çatalca mevziinin iki yanlarında muhareibeleri ateşleriyle desteklemekten
başka bir görev yapamamıştı. 1 Aralık 1912’de, Çanakkale Boğazı’ndan
çıkan Donanma, İmroz açıklarında Yunan Donanması’yla karşılaşmışsa
da Yunan Donanması savaşı keserek çekildiği halde bundan faydalanma
yarak geri dönmüşitü. Bundan bir ay sonra, 18 Ocak 1913’teki karşılaş
mada yani Mondros Savaşında ise. Yunan Donanması yüksek bir savaş
gücü göstermiş, bu defa da Türk Donanması savaşı keserek Boğaza dön
mek zorunda kalmıştı. Bu sonuçta, Yunan Donanması’nda İngiliz perso
nelinin bulunması başlıca etken olmuştu, Hamidiye Kruvazörü’nün bu
muharebenin dört gün öncesinden başlayan ve Türk Milleti’nin 3dizünü
bir dereceye kadar güldüren yediibuçuk aylık korsan harekâtı ise, harbin
sonucuna etkili olmamakla beraber dünya denizcilerince dikkatle takip
edilmişti.
Sonuç olarak gerek Trablusgarp ve gerek Balkan Savaşlarının kay
bedilme nedenlerinden biri de Donanma’nın ihmal edilmiş olmasıydı. Elde
kuvvetli bir donanma bulunsaydı, Ege Denizi’nde kurulacak bir deniz
hakimiyeti ile düşmanların adaları işgal etmelerine olanak verilmeyecek
ve Balkan Savaşı’nda Batı Rumeli’nin de denizden desteklenmesi mümkün
olacaktı.
Türk Donanması ile Yunan Donanması arasında meydana gelen İmroz
ve Mondros Savaşlarından sonra, mütarekenin yapıldığı 16 Nisan 1913
tarihine kadar Türk Donanması’nm başlıca harekâtı ise, 8 Şubat 1913’
teki Şarköy Çikarması ve aynı zamanda Bolayır harekâtmı desteklemek
ve Mart sonlarından Nisan ortalarına kadar Çatalca Muharebelerine ka
tılmak olmuştu. Bunlardan birincisi, Bolayır’daki Türk taarruzunun daha
önceden başlamış ve bir çıkarma için gereken hazırlıkların esasları olarak
hazırlanmamış olmasından dolayı sonuçsuz kalmıştı. Buna rağmen gerek
çıkarmada, gerekse Bolayır Cephesi’ne nakli iştenen çikarma kuvvetlerinin
bir kayba uğramadan tekrar gemilere bindirilmesinde donanma ateşinin
etkisi olmuştu- İkincisinde, mütarekenin sonuç vermesi üzerine yeniden
başlayan Çatalca Muharebelerinde Donanma yan himayesine 13 Nisan
1913 tarihine kadar devam etti. İki gün sonra mütarekenin imzalanma
sıyla bu harekât sona erdi. Bu harekât sırasında Karadeniz’de Podima’ya
— 293 —
bir müfrezenin çıkarılması, üstün kuvvetler karşısında bu müfrezenin ba
şarıyla geri alınması ve Köstence’den yapılan naMiyatın pürüzsüz olarak
devam ettirilmesi, Donanma’mn diğer hareketleri olmuştu.
Sonuç olarak Tüi’k Donanması’nm ikinci Meşrutiyet’in ilânından Bal
kan Savaşı sonuna kadar durumu özetleyecek olursak, Donanma’nın bir
savaş gücü olmadığı, daha Meşrutdyet’in ilânından itibaren bilinmekte idi.
Amiral Gambel’de bu donanmayı ancak bir eğitim donanması olarak de
ğerlendirmişti, Bunun takviye edilmesi ve ıslâhı için gayretler sarfedil-
miş ve buna halk da katılmıştı. Devletin malî gücü, donanmayı kalkındır
maya yeterli olmadığı gibi, özellikle Yunanistan’m Avrupa Devletleri nez-
dinde Osmanh Devleti aleyihine yaptığı olumsuz propagandalar da, Türk
Deniz Kuvvetleri’inin gelişmesini büyük ölçüde engellemişti. Buna rağ
men, milletin hükümete yardımı sonucunda, gemi satın almak için Avru
pa’ya baş vurulmuştu. Milletin Donanmaya karşı gösterdiği ilginin sonucu
olarak Donanma Cemiyeti kurulmuş ve herkes dişinden tırnağından ar
tırabildiğini Donanma Oemiyeti’ne vermeye başlamıştı. Kuvvetli bir do
nanmaya sahip ohnak, herkeste sabit bir fikir olmuştu. Bu amaçla, bazı
aydınlar 19 Temmuz 1909’da Donanma Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Cemi
yetin kurucuları, hazırladıkları tüzüğü 22 Ağustos 1909’da hükümete
vererek padişahın onayından geçirmişlerdi. Padişahın da himayesine
aldığı cemiyetin başkanlığına ayan üyesi Sait Paşa getirilmişti. Bundan
sonradır ki bütün ülke, cemiyete elinden gelen yardımı yapmaya başla
mıştı. Bu suretle cemiyetin topladığı paralar bu yıl içinde 750-576 altın
liraya yükselmişti.
Diğer taraftan hükümet de on yıllık bir program hazırlamış ve bu
nun gerçekleşmesi için gerekli 5.000.000 liranın on yılda kullanılması için
Maliye Nezareti’ni görevlendirmişti. 28 Şubat 1910’da meclisin bu amaçla
kabul ettiği kanuna paralel olarak da kibrit ve sigara kâğıdı imtiyazı
Donanma Cemiyeti’ne verilmiş, ikramiyeli donanma piyangosu düzenlen
miş, kurban derileri ile fitre ve zekât paralarmm da bu cemiyete verilmesi
için yapılan çağrılar olumlu sonuçlar vermişti. Bu arada Osmanh Ban-
kası’nda, saklı bulunan mücevflıerler satılmak ve paraları cemiyete veril
mek üzere alınmışlardı. Bunların satılmasıyla elde edilen para miktarı
1.710.229 altın hra tutmuştu. [219]
Bundan sonra, yabancı bahriyelerde incelemeler başlamış ve parası
Cemiyet tarafından ödenmek üzere gemi satm alınmasına girişilmişti.
Bu sırada İtalya’da yapılmakta olan bir zırhlı kruvazörünün satın alın
masına talip olunmuşsa da pazarlıkta anlaşılamamış ve 10.000 tonluk
bir gemi (Averof) Yunanlılar tarafmdan satınalmmı^tı.
— 294
Osmanh Hükümeti, modern savaş gemisi satm almak yolundaki giri
şimlerinin sonuçsuz kalmasıyla, Alman Donanması’nm yedeğe a3urdığı
20 yaşmdailci iki savaş gemisini Ağustos 1910’ıda satın almak zorımda
kalmıştı. Bu şekilde Yunanlılar Averof gibi yeni bir gemiyi satm alırken,
Türk Donanması da Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis adlı iki eski ge
miye sahip olmuştu. Bunun ardından Almanya’dan henüz bir yaşında olan
dört muhrip de satm alınmış ve bmılara Yadigâr-ı Millet, Gayret-i Vata
nîye, Nummıei Hamiyyet, Muavenet-i Millîye adları verilmişti. Taşıt ge
misi olarak da İngiltere’den üç gemi satm alınmıştı.
Yunanlılar aldıkları, Averof’tan başka İngiltere’den de altı muhrip al
mışlardı ki, bu suretle hafif kuvv^etler bakımından da Türk Donanması’na
karşı bir üstünlük sağlamışlardı. Alman gemlilere rağmen Osmanh Do
nanması yeterli bir güçte donanma değildi. Bu nedenle 1911 yümda
23 400 tonilatoluk bir muharebe gemisinin İngiltere’de yaptırılması konu
sunda anlaşmaya varıılmış ve adı Reşadiye konmuştu. Ayrıca 20 Ocak
1913’te çıkarılan geçici bir kanun ile, bir diğer muharebe gemisinin satm
alınması kararlaştırılmış ve adma Sultan Osman I. denmişti. 28.000 toni
latoluk olan bu geminin bedeli 338.747.500 kuruş olarak tespit olunmuştu.
Bu kanuna göre donanma için yıllık ödenecek paranın toplamı 500 000
lirayı geçebilecekti. [220]
28 Şubat 1909 tarihli kanunla bahriyeye ayrılan on yıllık olağanüstü
tahsisat ile, yukarıda adı geçen sipariş ve satın almalardan başka İngil
tere’ye Fatih adında bir muharebe gemisi iki adet büyük muhrip, altı
muhrip ve iki denizaltı; Fransa’ya da altı mulhrip ve iki denizaltı sipariş
edilmişti. Fakat bu gemilerin hiç biri Osmanh Hükûmeti’ne teslim edil
memiş ve birinci Dünya Savaşı arifesinde bunlardan iki muharebe gemisi,
son taksitleri ödenmiş olduğu halde Ingilizler tarafından el konulmuştu.
SONUÇ
Türk Donanması gemi kapasitesi, personel sevk ve idare bakım-
larmdan, eski haliyle herhangi bir savaşın kaderine olumlu şekilde etki
yapabilecek bir güçte değildi. Her ne kadar Meşrutiyet’le beraber Balkan
Savaşı’na kadar ve sonra, Donanma’nm kalkındırılması için büyük gayret
gösterilmiş ve fedakârlıklara katlamimışsa da, bir deniz kuvvetinin pek
kısa bir zamanda meydana getirilmesi mümkün değildi- Diğer taraftan
Meşrutiyet’e kadar, ayrı bir kuvvet olarak değerlenıdirîlip, sevk ve idare
edilen Deniz Kuvvetleri’nin bir savaş halinde ortak hedef etrafında ba
şarı sağlanması da mümkün değildi. Ancak Balkan Savaşı’na girerken
Deniz Kuvvetleri’nin Kara Kuvvetleri ile birlikte koordinasyon ve hare-
- _ 295 —
kâta girmesi ihtiyacı hissedıilmiş ve bu amaçla da bir irade-i seniyye çı
karılmıştı. [221] Bu irade ile Donanma genel amaç etrafında başkomu
tanlığın emrine tabi tutulmuş ve bir Deniz Kurmay Heyeti, Başkomutan
lık Vekâleti Karargâhı’na katılmıştı. Deniz Kurmay Heyeti ile kara - deniz
işbirliğinin sağlanması istenmişse de, birleşik kurmay heyetleri, birbir
lerinin sanat ve mesleklerinden bilgisiz olduklarından, tam bir anlaşmaya
varamamışlardı. Bunun başlıca sebebi kara - deniz işbirliği hakkında or
tak bir plânın olmaması ve buna göre tatbikat yapılmamış olması idi. Bu
yüzden ve özellikle güçlü bir donanmanın olmayışından Trablusgrap ve
anavatanın önemli bir parçası Olan Rumeli ve Anadolu kıyılarındaki bü
tün adalar elden çıkmıştı.
Balkan Savaşı’nın deniz cephesinde de güçsüz kalan Osmanh Dev
leti, gerek Rusya’ya karşı Karadeniz’de ve gerek Yunanistan’a karşı Ak
deniz’de, bir öç alma hissine düşmüş ve Deniz Kuvvetleri’nin kalkındırıl
ması için büyük gayret sarfetmişti. Bu sırada şüphesiz, Rus Karadeniz
Filosu da göz önüne alınmıştı. Ancak bütün ümitler, Reşadiye ve Sultan
Osman I. gemilerinde idi. Osmanh Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı se
ferberliğinden önce bu gemileri almayışı, hayalleri kırmıştı. Birinci
Dünya Savaşı’nm başlarında, Almanların Göiben (Yavuz) ve Breslav
(Midilli) adlı savaş gemilerinin Türk Donanması’na katılması, bir deniz
üstünlüğünün sağlanabileceği fikrini uyandırmışsa da bu gemiler Rus
Filosu’na karşı tam bir üstünlük sağlayamadığı gilbi, bunların Türkiye’ye
gelmeleri Türklerin İtilâf Devletleri aleyhine savaşa sürüklenmesine baş
lıca bir etken olmuştu.'
Birinci Dünya Savaşı’nda düşman donanmaları karşısında pek zayıf
durumda olan Türk Donanması, Balkan Savaşı’ndaki duruma oranla da
ha olumlu işler görmüş ve varlığını çok yerlerde göstermişti. Karadeniz’
de ulaştırmayı korumuş, Çanakkale Boğazı’nı savunmuş, düşman kıyı
larına akınlar yapmış, ve bu arada Rus Filosu ile birkaç defa karşılaş
mıştı.
Marmara’da İstanbul - Çanakkale ulaşımını korumuş ve devam ettir
miş, bunu baltalamak isteyen düşman denizaltı gemileriyle mücadele
etmişti.
Çanakkale’de boğazın savunulmasında, özellikle 18 Mart 1915’te
boğaz muharebelerine mayınlarla etkili olmuş ve düşman çıkarmaların
dan sonra da kara muharebelerini yapan kuvvetlerle işbirliği yaparak
destek olmuştu-
[221] Ba'ibakajılık Arşivi: 1330 (1914) yılı trade-i Seniyye Defteri, No. 1874, 24 Ey
lül 1328 (7 Eîkim 1912) tarihli irade-i seniyye.
— 298 —
Sina Cephesi’nde Kanal Harekâtı sırasında mayın ile düşman donan
masına etki yapmaya çalıştığı gibi, Irak Cepheısi’nde de maym ve nehir
füotüalarıyla düşmanla mücadele etmişti. Bütün bu harekât alanlarında
Alman personeli ile birlikte çalışmış vo dünyada ikinci gelen bir donan
maya bağlı olan bu personelden eğitim alanmda çok faydalar sağlamıştı.
Yavuz ve Midilli’nin Türk Donanması’na katılışından sonra, eldeki
savaş gemileri ve yardımcı savaş gemileri tonajı 100.279’a yükselmişti.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Donanması’nm kayıplan ise, oldukça
büyük olmuştu. Bu kayıpların bir kısmı savaştan önce düşmanlarımız
tarafından el konularak, bir kısmı savaşta batırılarak ve diğer bir kısmı
da zarara uğrayarak meydana gelmiştir.
El konan bu savaş gemileri 28.000 tonluk Sultan Osman I. ve 23.400
tonluk Reşadiye savaş gemileri idi. Bu iki gemiye el konımasınm hiç bir
hukukî dayanağı yöktu. Toplam olarak 51.400 tonu el konularak 83.618
ton tutarmda harp gemisi kaybedilmişti. Bundan başka yardımcı savaş
gemilerinin kayıpları ise, 7124 tonu bulmuştu. Hepsi 26-309 ton tutan
yedi savaş gemisi de yaralanmıştı. Ticaret gemilerine gelince; hepsi
110.542 ton tutan vapur ve yelkenli batmış, 23.000 tonu bulan 11 vapur
yaralanmıştı. Buna karşılık Rus Karadeniz Filosu’ndan 7900 ton tutan
üç savaş gemisi batırılmış. Temmuz 1916 ortalarına kadar, hepsi 66.676
ton tutan 29 vapur ve 20 yelkenli batırıılmış vc iki vapur ele geçirilmiştir.
Çanakkale Cephesi’nde batan ve hepsi 92 273 ton tutan İngiliz ve
Fransız savaş gemilerinden (16 gemi) 27 875 tonu Türk sularındaki Al
man denizaltıları tarafından, 41155 tonu mayın ile, 13 150 tonu Muave
net mühribi tarafından, 800 tonu Sultanhisar torpidobotu ve 1115 tonu
da karakol gemileri ile batırılmıştı.
İngiltere’de teslim edilmek üzere olan Reşadiye ve Sultan Osman I.
savaş gemileri ile tezgâhta bulunan Fatüı savaş gomisine Osmanh Dev
leti savaşa girmeden (21 Temmuz 1914)'te Ingilizler el koymuştu.
Türk Deniz Kuvvetleri Birinci Dünya Savaşı’nda çok yıpranmıştı.
Elde kalan deniz kuvvetleri, Mondros Mütarekesi’nden sonra, İtilâf Dev
letleri tarafından enterne edilmiş ve ancak birkaç günlük gemi, karakol
ve emniyet görevlerinde bırakılmıştı. [222]
İstiklâl Savaşı başladığı zaman Tür^k Doniz Kuvvetleri diye bir şey
kalmamıştı. Türk Deniz Kuvvetleri ancak zamanla kurulmaya ve geliş
meye başlayacaktı. Bu da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından
sonra olmuştu. .
[222] Türk İstiklâl Harbi; 2 nci c., 1 nci Kısım (İzmir’in İşgali ve Milli Mukaveme
tin Doğuşu), Ankara, 1963, s. 38.
297 —
B. HAVACILIĞIN DOĞMASI, ÜÇÜNCÜ KUVVET OLARAK SİLÂHLI
KUVVETLERE GÎRlMESÎ, TEŞKİLÂTLANMASI, EĞİTİM;, SAVAŞ
FAALİYETİ
1. Havacılığın Doğması
— 298 —
Yarbayı Refik ve İstihkâm Binbaşısı Mehmet Ali ve Zeki, bu komisyona
üye olmuşlardı, Böylece bu komisyon ordumuzda haA’acüığm ilk resmî ku
ruluşu olmuştu.
Tayyare Komisyonu’nun ilk işi çeşitli Avrupa ülkelerindeki ataşe-
mUiterler aracılığıyla tayyarecilik hakkında bilgi toplamsak olmuştu. Ko
misyonun incelemeleri iki ay kadar devam etmişti. Sonunda İstanbul’da
bir tayyare okulunun kurulmasına karar verilmişti. Bu konu komisyonca
Harbiye Nazın Mahmut Şeviket Paşa’ya arz edilmiş ve onun bu konu
daki görüşü alınmak istenmişti. Ancak Harbiye Nazın, bir uçağın değe
rinin 1000 Osmanh altın lirası olması ve bunun için bütçede para bulun
maması nedeniyle, ileride gereği yapılmak üzere beklenmesini emretmişti.
Bununla beraber gerekirse iki subayın daha Avrupa’ya gönderilmesinin
mümkün olabileceğini bildirmişti. Ancak Avrupa’ya suîbay gönderip ye
tiştirmek daha pahalı idi, Avrupa’da bulunan iki havacı subayın Bileryo
Tayyare Okulu’nda kırdıkları uçakların tazminat tutarları ile iki subayın
diğer masrafları iki üç bin lira tutmakta idi. Bu nedenle Avrupa’ya su
bay göndermektense, bunların İstanbul’da yetiştirilmeleri daha ekonomik
görülmekte idi, Mahmut Şevket Paşa, bu gerçeğe kısa zamanda inanmış
ve bu amaçla bir miktar parayı Maliye Nezareti’nden alabilmişti.
Harbiye Nazırı Ma'hmut Şevket Paşa, Tayyare Okulu’nun Üsküdar
doğusunda kurulmasını istiyordu, Alemdağ, Şamandıra bölgeleri incelen
miş, buralarda uçak için alan bulunamamış ve gereken arazinin de özel
likle sahipli olması dolayısıyla buralardan vazgeçilmişti, İncelemeler Ru
meli yakasında yapılmış ve Yeşilköy’de* amaca uygun bir alan bulunmuş
ve 1912 yıh başlarında burada hemen inşaata başlanmıştı. Diğer taraftan
da Avrupa’dan iki kişilik bir Döperdüssen uçağıyla, bir adet bir kişilik
okul uçağı satın ahnmıştı. Bu iki uçak, Avrupa’dan dönen ilk hava subay
ları olan Yüzbaşı Fesa ile Teğmen Kenan’a teslim edilmişlerdi. Her iki
uçak Biloryo Fabrikası’ndan satın alınmışlardı.
Yüzbaşı Fesa ve Teğmen Kenan’ın İstanbul’a gelmelerinden sonra,
Paris ataşemiliteri Yüzbaşı Tevfik, Harbiye Nazın’na yazdığı bir mektup
la Rep Fabrikası’nm Müdürü Mr, Simon’u takdim etmiş ve tekliflerimin
dinlenmesine izin verilmesini rica etmişti. Müdür, Türk Ordusu için Rep
Fabrikası’ndan uçak satm alınması şartıyla, sekiz subayla bir miktar
marangozun, mıakinist vs erlerin fabrikasında parasız olarak yetiştirile-
büeceğini ileri sürmüştü. Fabrikanın şartları uygun görülmüş ve ikinci
kafile olarak yeri subayı Avrupa’ya göndermişlerdi. Bu subaylar, teğmen
ve yüzbaşı rütbelerinde idiler,
— 290 —
ülkeye giren iki Bileryo uçağı ve havacı suibaylarımız (Yüzbaşı Fesıâ
ve Teğmen Kenan) Yeşilköy Tayyare Okulu’na yerleşmiş ve görevlerine
başlamışlardı. Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, bu okulu ziyaret et
miş, gösterilen gayretleri takdir etmiş ve okulun büyütülmesini emret
mişti. Fakat bunun için para yoktu. Maliye Nezareti zorlanmış ve bir
miktar para daha ahnmıştı. Alınan bu para da bütçeye dahil bir para
değildi. Fazla paraya ihtiyaç vardı. Bu nedenle Tayyare Komisyonu mil
letin vatan sevgisine başvurulması gerektiğini teklif etmeye başlamıştı.
Bu amaçla Genelkurmay, Yarbay Süreyj^a’nın Ceride-i Askerîye adlı as
kerî dergide bir makale yayınlamasına izin vermişti. 21 Mart 1912’de
Çürüksulu Mahmut Paşa’nın ona3uyla uygulanan bu makale, hemen et
kisini göstermiş ve bu yolda birçok bağış yapılmıştı.
— 300 —
Alınan bir uçağın değeri 30 000 Frank idi. Uçağın hızı saatte 90-100
kilometre kadardı. Pervanesi daikikada 1200 devir yapıyordu. Motor sis
temi Gnom sistemi idi. Boyu 12, kanattan kanata genişliği 12,5 metre» idi.
[223] -Süreyya İlmen; Türlüye’de Tayyarecilik ve Bal onculuk Tarihi, İstanbul 1947,
s. 50-'51.
— 301
Heyetin 21 Mayıs 1912’de Berlin’den Harbiye Nazırı Mahmut Şevket
Paşa’ya gönderdiği cevapta Harlen Fabrikası’nda yeni inşa edilmiş olan
ilk uçağın 20 kğ. lık bomba atabileceği söylenmekte ise de henüz bun
ların Almanya’da yapılmasına izin verilmediği, Hamburg’daki Nöbel ku
ruluşunun bomba işini halledeceğini, satın alınacak uçaklar ve sözleşme
ile gönderilecek püoit ve makinist hakkında anlaşmaya varıldığı bildiril
mişti.
Harlen Fabrikası’ndan satın alınan iki uçak ile beraber 20’şer kilog-
ragmlık 50 adet bombaya 45 000 mark verilmişti. Uçakların herbiri
20 000 marktı. Her bomba 100 marka geliyordu, Osmanlılar ilk defa
havadan yere karşı bomba kullanacaklardı.
Bu sırada heye*t, Rep Fabrikası’ndan da ısmarlanan iki adet uçağı
yola çıkarmıştı. Bir buçuk ay sonra iki uçak daha teslim edilecekti. Ya
pılan teklif üzerine altı stajer Türk subayına ek olarak iki subayın daha
kontrat dışı ücretsiz tayyarecilik eğitimi teklif edilmişti. Bu iki subayın
biri esasen topçuluk eğitiminde bulunan Teğmon Mithat’tı.
13 Haziran lS12’de İstanbul’da Tayyare Okulu’nda öğretmenlik yap
mak üzere Mösyö Bresson ile bir sözleşme de imzalanmıştı. Sözleşme bir
yıllıktı. Bu öğretmene* de ayda 1000 Fransız Frangı verilecekti. Ayrıca
Fransa’dan 500 Frank maaşlı bir uçak marangozu da tutulmuştu.
Heyet, 20 Haziran 1912’de Îngilizlerin Bristol Fabrikası’ndan iki uçak
ile iki pilot, iki makinist temin etmiş ve 15 kiloğramlık 60 ve üç kiloğ-
ramlık 120 hava torpili için sözleşme imzalannuştı. Pilotlar altışar ay
sözleşmeli olup her biri ayda 50 İngiliz lirası maaş alacaklardı. Makinist
ler 25’şer İngiliz lirası ile çalışacaklardı. Bristol’dan alınan uçakların her
biri 1200 İngiliz lirasına alınmıştı.
Heyetin İstanbul’a dönüşüne kadar çeşitli Avrupa ülkelerinden Rep,
Döperdüssen, Bristol, Harlen ve Bileryo sisteminde uçaklarla ayrıca de
ğeri 50 000 lira olan 2500 metreküp gaz alır hacimde küçük bir sevkedi-
lebilir balon alınmıştı.
Bu şekilde 1912 yılı içinde Türk Ordusu’nun elinde 17 uçak bulun
makta idi. Buna karşılık Avrupa’da yetiştirilen havacı suJbayların sayısı
da 18 idi. Bunlardan ikisi (Yüzbaşı Fesa ve Teğmen Kenan) Bileryo Tay
yare Okulu’nda, sekizi (Salim, Fevzi, Nuri, Refik, Mithat, Şükrü, Salim
ve Cemal) Rep Tayyare Okulu’mda, diğerleri (Fethi, Aziz, Saffet, Fazıl,
Abdullah, Sabri ve Mehmet Ali) ise, İngiltere’de Bristol Tayyare Okulu’
nda yetişmişlerdi.
— 302 —
4. Tayj-are Okıılımım Kurulması
Tayyare Okulu için müdürlüık binası ile bir tayyare öğrenci subay
dairesine (dersaneleriyle), hangarlara, tamirhaneye ve benzin depolarına
ihtiyaç vardı. Tayyare Okulu’nun kadro erleri için kışlalar lazımdı. Has
tane, mutfak, hamam ve çamaşırihane gerefkiyordu. Ta57yare Bölüğii’nün
uçaklarım taşıyan aralbalar için bir arabalığa, araba hajrvanlarını koru
yacak bir ahıra ve genel depo binasına ihtiyaç vardı. Bu sıralarda okulun
iskân plânları yapılmış ve hazırlanm^tı. Fakat bu sıralarda Halâskâr
Zabitan Grubu duruma hakim olmuş ve her şeyi altüst etmişlerdi. Gazi
Muhtar Paşa iktidara gelmiş ve çekirdek halinde olan havacılık da sar
sılmıştı. Eski gayret kalmamıştı. Nâzım Paşa, Hartbdye Nâzırhğı’na gel
dikten sonra, inşaat için gereken para verilmemiş ve böylece Türk askerî
havacılığının gelişmesi için girişilen çalışmalar sonuçsuz kalmıştı. Niha
yet temmuz ve ağustos ayları hiç bir şey yapılmadan geçmişti. Eylül aym-
da Balkanlar’da siyasî durumun gerginleşmesi üzerine 18 Eylül 1912’de
Balkan Savaşı seferberliği ilân edilmiş, havacılıkla uğraşanlar dağılmış
lardı.
— 303 —
kaç defa başarılı uçuşlar yapıuııştı. Yapılan bu başarılı uçuşlardan dolajn
Teğmen Nuri, 5000 kui'uşlu ödüllendirilmişti. Bu ödüllendirme, diğer
havacı subaylar için de örnek ve teşvik aracı olmuştu. Bunu izleyen iki
aylılk zaman içinde Üsteğmen Fethi ve Yüzbaşı Salim, Çatalca’da başarılı
uçuşlar yapmışlar ve ödüllendıirilmişlerdi. Yüzbaşı Fesa ve Üsteğmen Fazıl
da uçaklarıyla görev yapacak duruma gelmişlerdi.
Birbiri arkasına gelen Trablusgarp ve Balkan Savaşları bitmişti. Bu
savaşlar sırasında hava kuvvetleri, tasarlanan keşif, bombardıman ve
savaş görevlerini tam yapamamışlardı. 1911’den 1913 3nlına kadar, daha
doğrusu Alman Islâh Heyeti’nin Türkiye’ye gelmesine ve yeni ıslâhat ve
teşkilâtın başlamasına kadar, gerek okul ve gerek havacı subay ve hava
teşkilâtı tam anlamıyla hazırlanamamıştı. Havacılık ancak 1913 yılından
sonra ele alınımış ve gelişmeler sağlanalbihnıişti.
6 Kasım 1912’de Edirne kalesindeki sabit balon, personeli olmayışın
dan kullanılamamıştı. Topçu gözetlemesi için iki uçağın Edirne’ye gönde
rilmesi istenmişse de havacı subayların uzun uçuşlara alışık olmamaları
nedeniyle gönderilememişlerdi. Edirne’ye iki uçak trenle gönderilmek
istenmişti- Fakat Bulgarlann ileri harekâtı dolayısıyla yol kesildiğinden
Çorlu’ya eritmeleri emredilmişti. Bu defa, tren tspartakule’den daha ileri
hareket etmemesi emredilmiş bulunduğundan. Başkomutanlık Vekâleti’y-
le bağlantı kuramayan havacılar tekrar Yeşilköy’e dönmüşlerdi.
Balkan Savaşı’nın ikinci safhasında Balkan Müttefiklerinin birbirine
girmelerinden faydalanan 'Türk Ordusu, 12/13 Temmuz 1913’te Edirne ve
KIrklareli doğrultularında ileri harekâta geçmişti. Bu harekât sırasında
uçakların keşif amacıyla harekâta katılmaları emredilmiş ve uçaklar bir
alandan diğerine atlamak suretiyle kara kuvvetlerini takip etmişlerdi,
îlk hareket 18 Temmuz 1’13’ıte olmuş ve uçaklar Çorlu’ya inmişlerdi. 22
Temmuz 1913’te Babaeski’ye gidecek uçaklar, havanın elverişli olmama
sından uçamamışlar, ancak 23 Temmuz 1913’te uçarak Edirne’ye varmış
lardı.
Bu harekât sırasında kara kuvvetleri ve kara birlikleri arasında b'?
anlaşma olmadığından, yürüyüş kollarının açtıkları ateşlerden uçaklar
etkilenmiş ve bir uçak önemsiz isabetler almıştı. Bu safhada uçaklar ka
ra ordusuna keşif konusunda faydalı olmuşlardı. Balkan Savaşı’nın sona
ermesi dolayısıyla, uçaklar 29 Eylül 1913’'te Yeşilköy’e dönerek bakım,
ve onanma sokulmuşlar ve yeni bir teşkilâtla eğitime başlamışlardı.
Balkan Savaşı’ndan sonra gerek Kara, gerek Deniz ve Hava Kuv
vetleri’nin yetersizliği bütün çıplaklığıyla görülmüştü. Bu nedenle silahlı
kuvv'etlerin yeniden bir teşkilâtlanmaya tabi tutulması gerektiği gerçeği
— 304 —
herkes tarafından kabul edilmişti. Teşkilât için paraya fazlasıyla gerek
sinim vardı. Bunun için Fransa’ya baş vurulmuş ve borç para istenmişti
Ancak Fransa borç para verirken, bu paraların bir kısmıyla Fransa’dan
uçak vs. gereç alınmasını şarlt koşmuştu. Fakat kesin girişim yapılma
dan önce, Alman Islâh Heyeti’nin de fikri alınmış ve kısa bir zaman için
de Avrupa’ya sulbay gönderilerek havacılığın bir daha incelenmesi uygun
görülmüştü. Avrupa’ya gönderilen havacı sulbaylar, Fransız havacılığı
nın ileri bir seviyede olduğunu görerek raporlarını vermişlerdi. Türk Ha
va Kuvvetleri’nin ıslâhı amacıyla ve yalnızca inceleme yapmak üzere İs
tanbul’a gelen Fransız Hava Kuvvetleri Komutanı General Bemard da
Türk Hava Kuvvetleri’nin kalkınması için Fransız Hava Yüzbaşısı Dog-
yos’u önermişti. 4 Mayıs 1914’te Türkiye’ye gelen Yüzbaşı Dogycs, Bin
başı rütbesiyle Türk Hava Kuvvetlerinin kalkınmasında büyük çaba gös
termişti. Bu sırada 'Türkiye’de gerek uçak ve gerek pilot pek azdı. Bu
nun giderilmesi için Tayyare Okulu’na 14 subay alınmış ve yetişitirilme-
sine başlanmıştı. Subayların yetiştirilmesi için okula üç eğitim uçağıda
sağlanmıştı. Yüzbaşı Fesa, Fazıl ve Mithat, dil bilmeleri dolayısıyla yar
dımcı öğretmen olarak okula verilmişlerdi.
Yüzbaşı Dogycs İstanbul’a geldiği zaman, İstanbul’da yalnız Kara
Tayyare Okulu bulunmakta idi. Bahriye Nezareti de Donanma için bir
Deniz Tayyare Okulu’nun açılmasına karar vermişti. Okulun Yeşilköy
fenerine yakın bir yerde açılması tasarlanıyordu. Fakat deniz ve hava
subaylarını yetiştirmek için öğretmen bulunamadığından, bunların önce
Kara Tayyare Okulu’nda yetiştirilmelerine karar verilmişti.
4 Haziran 1'914’te Fransa’dan altı Gordon, altı Moran ve nihayet 9
Temmuz 1914’te yapılan bir sözleşme ile de üç çift satıhlı Ferman uçağı
satın alınmıştı. Bu sırada Avusturya-Macaristan Veliahdı öldürülmüş ve
A\Tupa devletleri birbirine girmişti. Osmanh Devleti de Almanya’ya ya
naşmaya başladığından Fransa’dan satın alman uçaklar Türklere veril
memiş ve Yüzbaşı Dogycs da Fransa’ya dönmüştü. Böylece Hava Kuv
vetleri’nde başlayan ıslâhat durmuştu. Elde az sayıda pilot bulunmakta
idi.
Osmanh Devleti Birinci Dünya Savaşı seferberliğini ilân ettiği za
man, seferberliğe dahil bulunan Hava Kuvvetleri’nin elinde dört adet
uçak bulunmaktaydı.
Hava Kuvvetleri bu durumda iken. Birinci Dünya Savaşı başlamış
ve Ruslar Doğu Cephesi’ne taarruza başlamışlardı. 3 ncü Ordu, düşman
keşfi için uçak istemişti. Bunun üzerine hazırlanan Tarık Bin Zeyyat ve
Edremit adlarındaki iki Bileryo uçağı. Yüzbaşı Salim ve Fesa’nın idare
— 305 —
sine verilerek deniz yolu üe Trafbzon’a g^önderilmişse de, uçakları götü
ren vapurlar Ruslar tarafından batırılmıştı. Bu sırada pilot subaylar eısir
edilerek Sibirya’ya götürülmüşlerdi. Savaşın başlamasına rağmen, elde
uçak olmadığından Irak ve Filistin Cephelerine uçak verilmemişti. Her
ne kadar 11 Kasım 1914’te Almanya’dan Tiürkiye’ye bir miktar uçak ve
havacı subay gönderüeceği bildirilmişse de, 1915 yılına kadar hava bir
liklerinin durumunda bir değişiklik olmamıştı.
1915 yılında Türk Başkomutanlık Vekâleti’nin Alman Genelkurma-
yı’na yaptığı başvuru üzerine, Türk havacılığının kurulması için Alman
hava Üsteğmeni Serno memur edilmişti. 12 uçak, pilot ve makinistlerle
İstanbul’a gelen Üsteğmen Semo, Başkomutanlık Vekâleti’nin emri ile
3 Şubat 1915’te Yüı^başı rütbesiyle Hava Okulu Müdürlüğü’ne atanmıştı.
Bu tarihten itibaren ciddî çalışmalar ve kalkımna başlamıştı. Zamanla
Yüzbaşı Serno’nun Alman Genelkurmayı’na yaptığı olumlu teklifler iyi
karşılanmış ve uçak malzemesinin çoğaltılmasına başlanmıştı. Ancak bu
sırada Almanya fazla pilota gereksinim duyduğundan 'Türkiye’ye pilot
yardımında bulunamamıştı. Bunun için gelen ve gelecek uçakların Türk
hava subayları tarafından kullanılması zorunluluğu doğmuştu. Tayyare
Okulu, yılda ancak 15 pilotu yetiştirelbiliyordu. Bunun için Türk Hava
Kuvvetleri ancak 1916 yılında iş görebilecek bir duruma gelebilmişti.
Tayyare Okulu bir taraftan pilot yetişıtirirken. Genelkurmay Baş
kanlığı da 1915 yılında giriştiği hava teşkilâtı bakımından da ön almış
durumda idi. Genelkurmay, Çanakkale, Uzunköprü, Keşan, Adana ve
Şam’da, Irak ve Kafkas Cephelerinde yedi uçak bölüğü teşkilâtmı kur
muş ve plânlamıştı. Bu teşkilâtın pilotları Alman ve 'Türk subayların
dan hazırlanmıştı. Bundan başka. Bahriye Nezareti de iki adet Niyoport
eğitim uçağıyla bir adet Körtis ve sekiz adet Gota uçağını teşkilâtlan
dırmış ve hazırlamıştı.
Çanakkale’ye düşman çıkarması başladığı zaman, Çanakkale Müs
tahkem Mevki Komutanlığı emrinde üçü kara ve biri deniz olmak üzere
dört uçaktan oluşan bir bölük bulundurulabilmişti. Bu bölük, Müstah
kem Mevki’in emrinde bulunduğundan, ancak Müstahkem Mevki Komu-
tanlığı’nın emir ve arzularını yerine getirmiş fakat 5 nci Ordu’nun düş
manı karşılaması sırasında faydalı olmuştu. Ancak 1915 yılı Temmuz
ayında Uçak Bölüğü’nün 5 nci Ordu ile işbirliği yapması emredildikten
sonra, bölük, keşif, gözetleme ve destekleme hizmetlerinde faydalı olma
ya başlamıştı.
1915 yılı başlarında Doğu Cephesi’nde 3 ncü Ordu kötü bir duruma
girmişti. Sankamış felâketi olmuştu. 26 Aralık 1914’te Yavuz muharebe
gemisi bir mayına çarparak yaralanmıştı. Bu nedenle 3 noü Ordu’nun
— 306 —
Karadeniz ikmal yolu telıiikeye girmiş ve her türlü ikmal yapılmaz olmuş
tu. ikmal yolunun Ulukışla-KayBeri-Sivas-Erzurum yoluna çevrilmesi or
dunun durumunu büsbütün ağırlaştırmış ve bu yol dolayısıyla ikmal hızı
azalmış ve zamanı uzamıştı. Bu nedenle ordunun her türlü destekten yok
sun olması ve ikmalin gecikmesi tehlikesi ile karşılaşılmıştı. Dolayısıyla
Doğu Cephesi’ne uçak da göndermek mümkün olmamıştı- Bundan dolayı
Doğu Cephesi’nde 1915 yılmda hiç bir hava faaliyeti olmamıştı.
1915’te PilMin’de Kanal Harekâtı hazırlandığından, bu cepheyi des
teklemek üzere dört uçaktan oluşan bir bölük tahsis edilmişti. Bölük,
Dikmar adında bir Alman hava subayınm komutasına verilmiş ve Üsteğ
men Fa,zû da bu bölüğe atanmıştı. Cephe Komutanlığı (4 ncü Ordu) em
rine verilen uçaklardan biri, uçuş sırasında anza yapmış ve zorunlu iniş
sırasında kırılmıştı. Diğerleri ise, harap denecek derecede olduklarından
iş g^örememişler ve cephe uçaksız kalmıştı.
Irak Cephesi’ne ise, hiç bir uçak verilememişti. Ancak Irak’ta Ingiliz
uçaiklarmın isabet alma ve arızalanma dolayısıyla zorunlu inişler yapma
ları, Irak Komutanlığı için bir uçak kaynağı olmuştu. Sağlam olarak ele
geçirilen uçaklardan faydalanılmak istenmiş, bu amaçla da Üsteğmen
Fazıl, Filistin Cephesi’nden, Irak Cephesi’ne gönderilmişti. Ele geçen
İngiliz uçaklarının birçok parçalan eksik görüldüğünden uçurulamamış
lardı. Irak Ceplhesi’ne ancak 1915 yılı Aralık ayında bir tayyare bölüğü
gönderebilmişti.
Türk Hava Km’vetleri ancak 1916 yümda toparlanabilmiş etkili ola
rak göreve başlayabilmişti. Bu yılın kasım ve aralık aylarında Hava Kuv
vetleri’nin genel mevcudu 90 uçak, 81 pilot ve 58 rasıt (gözetleyici) ola
bilmişti.
Müterekenin imzalanmasına (30 Ekim 1918)’e kadar bu durum, biraz
azalm.a ve çoğalma ile devam ettirlilmiş ve havacılığın idaresine Alman
lar hakim olmuşlardı. Hava Kuvvetleri’nin idaresi için kurulan Kuvay-i
Havaiye Müfettiş-i Umumiliği (Hava Kuvvetleri Genel Müfettişliği) ta-
mamiyle Alman personeli ile kadrolandınimıştı. [224]
Müterekenin imzalanmasından sonra, Suriye Cephesi’ne çekilen bir
kısım Hava Kuvvetleri Konya’da Irka Cephesi’nden çekilen ufak bir Hava
Kuvveti de Elazığ’da toplanmışlardı- Önemli denecek derecede bir kısun
malzeme de İstanbul’da Yeşilköy’de bulunuyordu. Almanlar memleket
lerine çekilme için hazırlığa girdiklerinden Hava Kuvvetleri başsız kalmış
tı. Bu sırada Istanlbul’a giren Ingiliz ve Fransızlar ilk iş olarak Yeşilköy
— 307
kuzayindeki Safra K5yü yanında bulunan tayyare istasyonuna el koya
rak işgal etmişlerdi. Bu sırada Türk hava subayları bir kısım malzemeyi
ve uçakları Anadolu yakasına taşımışlardı Yeşilköy’deki deniz feneri
doğusunda bulunan deniz tayyare istasyonu da Haliç’te Bahriye Neza-
reti’nin deniz ambarlarına taşınmıştı.
1919 yılında Habbiye Nezareti’nce, günün şartlarına uygun yeni bir
hava teşkilâtı kurulması zorunluluğu hissedilerek; îstahbul, İzmir, Konya
ve Erzurum’da birer tayyare istasyonu, Elazığ ve Diyarbakır'da birer
tayyare bölüğü kurulmıuştu.
1920 yılının ilk aylarında ise, Anadolu’da millî hareket başlamıştı.
İstanbul’da bulunan hava birliğinin, millî mücadele hareketinin aleyhine
kullanılmak istenmesi üzerine burada toplanan hava subayları uçaklarıyla
Anadolu’ya katılmak istemişlerse de, uçaklarının arıza yapması dolayı
sıyla başaramamışlardı. Bundan sonradır ki, hava suibayları toplu ve
bağımsız olarak Anadolu’ya katılmaya başlamışlardı. [225]
Millî Ordu’nun hava teşkilâtı ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
açılmasından sonra, Anadolu’da kalan uçak enkazı üzerine kurulmaya
başlamış ve geliştirilmişti.
[225] Bu konuda fazla bilg’i için Bkz. Türk İstiklâl Harbi; c. V (Deniz Cephesi ve
Hava Harekâtı) Ankara, 1964.
— 308 —
KRONOLOJİ
9/10 Haziran 1908 İngiltere Kralı VII nci Edward ile Rus Çarı II.
Nikola’nın Reval’de buluşarak görüşmeleri (Re-
val Mülakatı).
— 309 —
13 Eylül 1908 Meclis-i Mebam-ı Harbîye (Askerî Şura) nin lik
defa toplanması ve silâhlı kuvvetlerin düzenlen
mesi için gdriişmelerin başlaması.
5 Ekim 1908 Bulgaristan Prensi ve Doğu Rumeli Valisi Fer-
dinand’m Tırnova’da Bulgaristan Çan (Kralı)
olarak bağımsızlığmı ilân etmesi. Bunun Abdül
hamit’e bildirilmosi ve Osmanh Hükümeti tara
fından protesto edilmesi.
Bosna-ıHersek’in Avusturya-Macaristan tarafın
dan ilhâk olunması ve ilhâkın Osmanh Hükû
meti’ne bildirilmesi.
6 Ekim 1908 Girit’in Yunanlılara katıldığının ilânı.
13 Ekim 1908 5 Ekim 1908’den beri meydana gelen olağanüs
tü olaylar üzerine İstanbul’da Sultanahmet mey
danında büyük bir miting yapılması.
17 Aralık 1908 İkinci Meşrutiyet Meclisi’nin Açılması.
3 Şubat 1909 Donanmanm düzene sokulması ve eğitimi için
İngiltere’den Amiral Gambel’in İstanbul’a gel
mesi.
12 Şubat 1909 Piyade Atış Okulu’nun açdması.
21 Mart 1909 Ordu Kıyafet Nizamnamesi’nin kabulü ve üni-
formanm değişmesi.
6/7 Nisan 1909 Serbesti Gazetesi Başyazarı Haşan Fehmi Bey’
in Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi.
13 Nisan 1909 31 Mart Vakası’nm başlaması.
14 Nisan 1909 Ermenüerin Adana’da bir devlet kurmak ama
cıyla ayaklanmaları.
15/16 Nisan 1909 Selânik’ten Hareket Ordusu’nun ilk kademesini
teşkil eden birliğin Kurmay Binbaşı Mulıtar
(ıbu zat ayaklanmanm bastırılması sırasında şe
hit olmuştur) komutasmda İstanbul’a hareket
etmesi.
Asar-ı Tevfik Zırhlısı Komutanı Ali Kabuli Bey’
in Yüdız Saraju kapısında Padişah Abdülha
mit’in gözleri önünde asi askerler tarafından
süngülünerek şehit edilmesi.
— 310 —
19 Nisan 1909 Hareket Ordusu Komutan Hüseyin Hüsnü Pa-
şa’nın imzasını taşıyan ve fakat Hareket Ordu
su Kurmay Başkanı Kolağası Mustafa Kemal
(Atatürk) tarafından kaleme alman “İstanbul
Halkma Beyanname” nin yayınlanması.
— 311 —
9 Temmuz 1910 Osmanh Ordusu’nun Teşkilâtı Esasiye Nizam
namesinin kabulü.
— 312 —
3 Aralık 1912 İlk Balkan Harbi mütarekceinin imzalanması.
— 313 —
2 Ağustos 1Ö14 OsmanlI ve Alman devletleri arasmda askerî
ittifak antlaşmasının imzalanması.
Türk Ordusu’nun ihtiyatî ve bir tedıbir olarak
seferberlik ilân etmesi, tarafsız kalmacağının
açıklanması, silâhlı kuvvetlerin ihtiyaçlarmı
karşılamak üzere Tekâlif-i Harbiye Kanunu’nun
çıkarılması.
Harbiye Nazın Enver Paşa'nın Başkomutan
VekiUiği’ne atanması.
— 314 —
3 Kasım 1914 Ingilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazı’m
bombardıman etmeleri.
— 315 —
15 Mayıs 1919 İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi ve
İstiklâl Savaşı’nın başlaması.
— 316
BİBLİYOGRAFYA
2. HATIRALAR
Abdullah Paşa; 1328 Balkan Harbinde Şark Ordusu Kumandanı Abdul
lah Paşa’nm Hatıratı. İstanbul, Erkânıharbiye Mektebi Matbaa
sı, 1336 (1920).
Ahmet Niyazi; Hatırat-ı Niyazi (veya Tariıhçe-i İnkılâb-ı Kelbire-i Os-
maniden Bir Sahife), İstanbul, Sabah Matbaası, 1326 (i910).
Ali Cevat; II. Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Haz. Faik
Reşit Unat, Ankara, 1960.
Tahsin Paşa; Abdülhamit-Yıldız Hatıraları. İstanbul, A. Halit Kütüpha
nesi, 1931.
Zeki Paşa; 1912 Balkan Harbine Ait Hatıralarım. İstanbul, Askeri Mat
baa, 1337 (1921).
— 317 —
3. KİTAPLAR, MAKALELER
SAİP Ahmet; Tarih-i Meşrutiyet ve Şark Mesele-i Hazırası, îstarıbul,
Necm-i îstiktoal Matbaası, 1328,
— 318 —
İLMEN, Süreyya; Türkiye’de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, İstan
bul, 1947.
SOKO, Ziya Şakdr; Mahmut Şevket Paşa, İstanbul, Anadolu Türk Ki
tabevi, 1944.
— 319 —
; Hürriyet ilânı - ikinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakış
lar, Istanlbaıl, Baha Matbaası, 1959.
— 320 —
1908 Yılında Osmanlı İmparatorluğu
G nkur.
As.T.ve Str.E Bşk. ( Avrupa KiSmi ) Harita:3/B
-324-
*1908 Yılında Osmanlı İmparator
luğuna Bağlı Adalar
Gnkur.
As.T.ve Str.E.Bşk. Harita; 3/C
-325-
Horito: 4
RUSYA
• Kars
/■ f •Kayseri
»Kayseri ( / ! \
• ı
■ ' Malatva
/
.Ergani
-4-
» , ^siirt
0 Dıyarbek^ ^
i
J
Hakkari
»
Niğde \-\ i I ' '* /rv
(DiyaıbakTr")"-I
:..—1
/
N. • ■ i y ''.•4'Siverek
\
Mardin/
• Urta
S U R I Y E
IRAK
ÖZEL İŞARETLER
-328-
Resim :. 1 — Osmanlı ni*^aıı ve madalyalarının takılış şekilleri
-329-
Resim : 2 — Osmanlı nişan ve madalyalarımn topluca takıhş şekli
ilim
-330-
OsnıanJı İmtiyaz Nişanı
(1879)
uimat Um f*^t<xom
MlZtlla Süvari
( Koyu sui'i i^uhd ı ıUUinıt)fi cuhM)
-340-
R^^bn ; 7 — Kurmay Hubaylann taktıkları kordon ile subayların giydik
leri elbiselerin şeklini gösterir resim (Şanlı Çanakkale Muharelıelerini klare
eden 5 nni Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, o ramaııki ordu
komutanları General Esat ve General Vehip ile lıeraher.)
-341 -
S5 Tl«KT7. 190e*DK ntPK KARA CmUnSIRHIR AYHIRTILI KOKtlŞTmo
1 nol Ordu IOi.t* baAli blrliltlarl latanbul 1. Birinci Ferik Mahmut Muhtar Paça
Kur.Bçk.Ferik Halli Paça
1 ncl Rlınnijra Piyade Tümeni tetanbııl K. Ferik Yaver Paça
? nol Nlzanlye Piyade Tümeni tatanbul K. Ferik Cevdet Paça
1 nol Rlznnılye SUrarl Tümeni latanbul K. Mirliva Salih Paça
1 nol ttfalye Alayı latanbul K, Birinol Feırlk Zl.tnl Paça
1 ncl Topçu Tümeni latanbul K. Mirliva Şevket Paça
Rl-tu^(rul SUrarl Alayı latanbul K. Ferik Süleyman Paça
1 ncl T# 2 ncl “amldlye Sr.Alıyları latanbul K. Mirliva Ahmet Paça
Çatalça Kietehlcaın Markll Çatalca K. Mirliva Refik Pmça
Çatalca Met.f^.l 1 ncl ? nol Top. A. Çatalca K. Mirliva lamall Ilaadl Paça
? nol Ordu Kh.re haftlı birlikleri Edime K. Birinci Ferik Nüeım Paça
Kur.Rçk .Ferik Haann Paça
5 noil Rlzemiye Piyade Tümeni Edime K. Ferik Mehmet Terfik Paça
4 noU Rlsaalye Piyade Tümeni Muatafapaça K. Mirliva Alı Rıta Paça
20 fıoi Hleamiye Tümeni Kırkkilioe K. Mirliva Enver Paça
?1 nol Hleamiye Piyade Tümmi Edime K. Mirliva Memduh Paça
? nol Nleaalje SUrari Tümeni Edime K. Ferik Akil Paça
2 nol Topçu Tümeni Edime K. Mirliva Mehmet Ali Paça
3 noU Ordu Kh.re ba^I'’’ birlikleri SalHnlk K. Birinci Ferik Mahmut Şevket Paça
Kur.Bçk.rtırlk Pertev Paça
5 nol Hleamiye Piyade Tümeni ttaküp K. Ferik Mehmet Şaklr Paça
6 1101 Hieamlye Plynde Tümeni Manaatır K. Ferik Fuat Paça
17 nol Hleamiye Piyade Tümeni Selanik K. Ferik Oeman Rifat Paça
18 nol Hleamiye Piyade Tümeni Me troTİç K. Mirliva Cevld Paça
3 noü Hleamiye SUrarl Tümeni Selftnik
3 noü Topçu Tümeni SolSnik K. Mirliva Hanen Paça
4 noü Ordu Kh. Te baftlı birlikleri Ere İncen K. MUçir Abdullah Paça
Kur.Bçk.Ferik Eaet Paça
7 nol Hleamiye Piyade Tümeni Erzurum K. Ferik Yueuf ^lya Paçe
8 nol Nieaffliye Piyade Tümeni Rrelncan K. Ferik Mahmut Pnça
19 ncu Hleamlve Piyade Tümeni Harput K. Ferik Emin Paça
4 noü Hleamiye SUrari Tümeni EreIncan K. Ferik Ahmet Fevzi Paça
4 noü Topçu Tümeni Erzincan X. Ferik Mehmet Fuat Paça
5 nol Ordu Kh. to bnftlı birlikleri Sam K. MUçir Ooman Fevzi Paça
Kur.Bçk.Miralay Mnhmnt 111 Boy
9 nou Hleamiye Piyade Tümeni Sam
10 nou Hliemiye Piyade Tümeni Halep K. Ferik Ahmet Kemal Paça
5 nci Nizamiye Süvari Tümeni Sara K. Mirliva Muetafa Huru Paça
5 nol Topçu Tümeni San K. ParUc Hacı Mahran t Tifvfik
6 ncı Or.lu Kh. Te baftlı birlikleri Pftİhiat K. Birinci Ferik Baltiotanlı Fazıl Paça
Kur.Bçk.Mirliva Zeki Paça
11 I oi NlsaiBİjrA Pljradfi TiJmani Baftdnt K. Mirliva Ahdtilaollra VAh Paça
12 ncl Nlsamlya Plyadı* Tümeni Kerkük
6 noı ^ieamlye SUrarl Tümeni Baftdat K. ferik ^hraat Ali Paça
16 noı Topçu TuKayı Bağdat K. Mirliva Muharrem Ziya Paça
7 nol Ordu Kh. to baftlı birlikleri San' a K. Birinci Ferik Hanan Talıeln Paça
Kur.Bçk.Mirliva Muetafa Paça
13 noü Hleamiye Piyade Tümeni San'a K. Mirliva Ahmet Rifat Paça
14 noü Hieamlye Piyade Tümeni Ab İr K. Mirliva Arif Hikmet Paça
-343-
■ ■ 'V '
,:î>.
■ ^ -V'). , ■','
-t'-’. • *V'
ATAŞE