3 TSKT 1908-1920

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 361

•,ö..

• -V______

■Sl'

••:3,
\

!;i
::i!
-■■s
K: mi'
ff. rl
,-vg
-■•5
i:: ■
.
■■ ■':' • î'=
%
■ =;--İiSî;*' ' "S
■ ■ %sr.S^r4

I
I
îi
t'
^■ıMo 0-tcKol

Demirbaş.: OO0Dİ23O tc
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI
ANKARA

Gnkur. ATAŞE ve Dent.


Bşk.lığı Kütüphanesi
Kayıt fJo
Yer No
Kopya ,^so
Geliş Tarihi

TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ


TARİHİ
III NCÜ CİLT
6 Ncı Kısım
(1908 - 1920)
CKNKI.KUk.MAS ATASK HA.'jKAM.ICI Kİ Tl"IMIANKSİ

2100549090001B02

Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejili Etüt Başkanlığı Yayınlan

ANKARA
GENELKURMAY BASIM EVÎ
19 9 6
Demirbaş.; oocoii.sc>
İ39fe

V r
' .C *

GENELKURMAY BASIM EVÎ


ISBN 409-088-2
YAYIN NUMARASI : 77/96
İÇtNDEKİLEK

SUNUŞ V
GİRİŞ 1

BİRİNCİ BÖLÜM
SİYASÎ, COĞRAFÎ DURUM VE GELİŞMELER
(1908-1920)
A. İKİNCİ MEŞRUTIYET’IN İLÂNINA KADAR SİYASÎ
DURUM .................................................................................... 7
1. İç Siyasî Durum ve Meşrutiyet’in İlânı ........................... 7
2. Dış Siyasî Durum .............................................................. 22
B. COĞRAFÎ DURUM ................................................................ 27
1. 1908 Yılında Osmanlı Devleti ve Sınırlan ...................... 27
2. OsmanlI Devletd’nin Yüzölçümü ve Nüfusu ................... 28
3. OsmanlI Devleti’nin Jeopolitik ve Jeostratejik Durumu 30
4. OsmanlI Devleti’nin İktisadî ve Malî Durumu ............... 32
5. Genel Sosyal Durum .......................................................... 34
C. 1908-1920 DEVRESİNDE SİYASÎ VE COĞRAFÎ DURUM 36
1. Siyasî Durum .................................................................... 36
2. Coğrafî Durum ........................................................... 60
3. Sosyal Durum .................................................................. 68

İKİNCİ BÖLÜM
teşkilat
(1908-1920)
A. MÜLKÎ TEŞKİLÂT ............................... 71
1. Ülkenin Mülkî Teşkilât ve Dağılımı , 71

— I —
B. ASIKERÎ TEŞKİLÂT .............................................................. 75
1. 1909 Yılı Öncesiiıd© Silâhlı Kuvv^etler ....................... 75
2. İkinci Meşrutiyet Döneminde Silâhlı Kuvvetlerin Islâhı 90
3. İkinci Meşrutiyet Döneminde İlk Ordu Teşkilâtı ........... 99
4. Kurulan Ordunun Manevî Cephesi ve Siyasî Akımların
Orduyu Etkilemesi .......................................................... 100
5. Silâhlı Kuvvetlerde» Subayların Önemi .......................... 103
6. 1913 Yılı Askerî Teşkilâtı ve Alman Askerî Islâh Heyeti 107
7. 1914-1918 Yılları Arasında Kuruluş ve Konuştaki De­
ğişiklikler .......................................................................... 114
8. Asker Alma Sistemleri ............... 114
9. Yüksek Askerî Makamlar ......... 122
10. Ordu, Kolordu, Tümen ve Eşitleri Karargâhlarmda Teş­
kilât ve» Gelişmeler .......................................................... 137
11. Kara Kuvvetleri Sınıfları .............................................. 141

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARA KUVVETLERİ’NDE SEFERBERLİK, YIĞINAK,
SEVK VE İDARENİN GENEL PRENSİPLERİ,
PERSONEL, İSTİHBARAT, EĞİTİM, LOJİSTİK
(1908-1920)

A. SEFERBERLİK ESASLARI, YIĞINAK VE UYGULAN­


MASI ........................................................................................ 155
1. Seferberlik Esasları 155
2. Yığınak ............... 164

B. SEVK VE İDARENİN GENEL PRENSİPLERİ .............. 166


1. Genel Prensipler .............................................................. 166
2. Harekât Prensipleri .......................................................... 167
3. Yürüyüş .......................................................... 170
4. Keşif ve EmniyetHizmetleri ............................................. 173

—n—
5. Muharebe Şekilleri .......................................................... 175
6. Oyalama Muharebesi ...................................................... 184
7. Geri Çekilme ...................................................................... 185
8. Müstehkem Mevki (Kale) Muharebeleri ...................... 186
9. Özel Hallerde Muharebeler .............................................. 192
10. Çıkarmalar ...................................................................... 193

C. HARP CERIDEİjERİ VE PERSONEL İŞLERİ ................ 194


1. Harp Cerideleri ve Muharebe Raporları ...................... 194
2. Personel İşleri .................................................................. 197

D. İSTİHBARAT ........................................................................ 232


1. Haberlerin Toplanması veDeğerlendirilmesi ................ 232
2. Haberlerin Ulaştırılması .................................................. 235
3. Düşman Hakkında Alınan HaberlerinUlaştırılması ... 235
4. Düşman Haber Almasma Karşı Koymave Propaganda 236

E. EĞİTİM .................................................................................... 238


1. Eğitim Teşkilâtı .............................................................. 238
2. Er, Astsubay ve Subay Eğitimi ...................................... 240
3. Sınıf Okullan (1908-1920) 245
4. Talimgah ve Kurslar ...................................................... 248
5. Tatbikat ve Manevralar .................................................. 249
6. Askerî Okullar .................................................................. 250

F. LOJİSTİK ................................................................................ 266


1. Silâh, Mühimmat, Donatım, Araç ve Gereçlerin Özel­
likleri ve Gelişmeleri ........................................................ 266
2. İkmal ve Geri Hizmet ...................................................... 274
3. Kışla ve Ordugâhlar ........................................................ 287

—m—
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DENİZ VE HAVA KUVVETLERİ

A. BAHRÎYE NEZARETİ VE DONANMADA TEŞKİLÂT,


ISLÂHAT, EĞİTİM, LOJİSTİK VE MUHAREBE DEĞERİ 289
1. Bahriye Nezareti ............................................................ 289
2. Islâhat ve Kuruluş Değişiklikleri ................................... 290
3. Eğitim ............................................................................... 292
4. Lojistik .............................................................................. 292
5. Deniz Kuvvetleri’nin Muharebe Kapasitesi ve Değeri 292

SONUÇ ..........................................................................................

B. HAVACILIĞIN DOĞMASI, ÜÇÜNCÜ KUVVET OLARAK


SİLÂHLI KUVVETLERE GİRİŞİ, TEŞKİLÂTLANMASI,
EĞİTİM VE SAVAŞ FAALİYETİ ...................................... 298
1. Havacılığın Doğması ...................................................... 298
2. İlk Türk Uçağının Uçuşu ................................................. 300
3. Ordunun Uçaklarla Desteklenmesi ............................... 301
4. Tayyare Okulunun Kurulması ......................................... 303
5. Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı Sırasında Türk
Havacılığı ve Sonuç .......................................................... 303

KRONOLOJİ .................................................................................. 309

BÎBLIYOĞRAFYA ......................................................................... 317

EKLER ........................................................................................... 321

— rv —
SUNUŞ

Türk Silahlı Kuvvetleri Tariıhi serisinin in ncü Cilt, 6 ncı Kısmı’nı


oluşturan bu eser, İkinci Meşrutiyetin ilânından (23 Temmuz 1908) Bi­
rinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar (23 Nisan 1920)
olan dönemini kapsamaktadır.
OsmanlI Devleti’nin ilk toprak kaybı ile orduda birtakım yenilikle­
rin yapılması, Avrupa ordu sisteminin örnek almarak uzman kişilerin ge­
tirilip orduda yeni bir düzenlemenin yapılması gereği hissedilmişti. Bu
amaçla 1877-1878 Osmanlı-iRus Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması üze­
rine, Kara Kuvvetleri’nde Fransız teşküât ve taktiği bırakılmış. Alman
teşkilât ve taktiğinin alınmasına karar verilmişti. Bu karar doğrultusun­
da yurt dışından heyetler getirtilerek ordu teşkilâcmda yeni düzenleme»-
lere gidilmiştir.
Eserde Osmanh Devleti’nin askerî teşküâtı vc bu perspektif içinde
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin gelişimi diğer siyasî olaylarla paralel olarak
incelenmiştir. Ayrıca İkinci Meşrutiyet’in ilâm, İttihat ve Terakki yöne­
timinin faaliyetleri, Osmanh Devleti’nin bu dönemdeki siyasî, coğrafî ve
sosyal yapısı ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
Türk tarihinde önemli bir yer tutan, İkinci Meşrutiyet, Balkan Sa­
vaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Dönemini kapsayan 1908 -1920
yılları arasmda Türk Süâhlı Kuvvetleri’nin yapısını anlatmak ve ordu-
siyaset ilişkisini vurgulamak açısından bu eserin yararlı olacağı kanısın­
dayız. Daha önce Emekli General Selâhattin Karatamu tarafından yazd-
ımş olan bu eser Askerî Tarih Uzmanı Hülya Toker tarafından yeniden
gözden geçirilerek yayma hazırlanmıştır.

Alper AKSELİ
Hv. Pit. Korgeneral
As. T. ve Str. E. Başkanı

— V —
f-' h ■ ’

şr"■
r rr'-
b"VT._

“^â,ikî::P
.«-> i; z^fÂ^ ■' ■/. ''T
■'.j/ i-' T ::■' T.
^ „ ^âiV-„İ^!t '^'li İ:fîi7
Iv.i: • ,:"' izL
■- ■'"'^- '-t c>/ı ■

ı ' ■»- ^-^ '•'* i#-*: -C'r>i: • ‘îiihL*


'i’-'';■■■:"■■■' ''■'
■«çi^ ; ■ V jÂ^b!;

.^w: --f^' Jr-’',


' V’"^V:İ - ,. . V- : I .'l^'■4^.■ «ı.">, '"u'UJi-. .''.1,'îhT!
Tıt-;'-r, -,. , ı!,[

‘ ■■■'',' ■|.M."^;>';'/i.) ,V ,^. V t' ' . ,":^■',^'■■ "•■■ _:C


'»#-^' :ı'f '-r>i^-' Z m . i'>. . il' -' 1 ^*, . J,:.’’ - . .' ■ .t '*-i|.' .j 1- ■'.
S-
' ' ■ ■-Uvf7Tl''İ*---ıi(ı . .«îtJ — i'- 'ıaT/';■i^ i'--^ ıj’-;^''
A:r '4-y'.";-.
,'T' rî bu'> 1 '-ı,r-: ^r.
|^•‘,■to' ;îfe' >■■-"....-j(-:'?? II - ^!‘-~tp ’ ’:\^ ’i z -r
,\,,,^,, ’«-?-*ıı''.,ııjJıWJı;:..'i*3iı:..>J^., .‘u. 'tıaı / 1^-

g,.-, V .iii,::-:: VJ;'^.:;-'...a;:*; .k-i-.- • V: -'•■■


"■ 'irZ:' '. !:rljir]‘ --\^£
■.^, %,, pljlî#!|!! ,; ■ I,', ’ * \,T 'V^^r ^ ■ r .' j i ■ '■
„> ' f I.. ■ 7 kji'1 >■ .7^1 -■ l. ii-f ■ j. sı<ih-1' ı'.
!' f : .. ,. ■ ,., -1 „^..|
J'­

>1? ;a

«■'î II fl —
5 ^ P^‘A

■» '' ..' I n ^.. I 11 1 ' ^ 1 I ,c ’ '■

- .vif:'' \
L ■'•iS'-'’3'i".\ ■■**''' t’ 'r '

V
pil ’ -1?’ ;ii‘ îi
i -■* ^ V!. » r X»
f’ı -I liftikV
.'f i'ı
GİRİŞ

Osmanh Devleti 1699 Karlofça Antlaşması’yla Avrupa ile olan iliş­


kilerinde bir dönüm noktasına geldiği gibi iç yapısında da hızlı bir çökü­
şe doğru gitmeye başladı. Yüzyıllardır imparatorluğun ayrılmaz parça­
ları sanılan toprakların kayıbedilmesi, Osmanh moralini çökertmişti ki,
pok çok kimse imparatorluğu kurtarma çabasının bile olanaksızlığına
inanmaktaydı. Osmanhlar ilk kez Avrupa’nın bu üstünlüğünü neyle sağ­
ladığını öğrenmek ve bunu Osmanh düzenine uydurarak bir reform yap­
mak gereğini duydular. Ancak reformcular Avrupa’nın geliştirdiği belirli
tekniklerin, geleneksel yöntemleri, özellikle ordu düzeni ve silâhların ye­
nilenmesiyle, orduyu güçlendirme ve koruma yolunda kullanılabileceğini
düşünüyorlardı. Böylece gelenekçi reform yoni Ue eskinin bir alaşımı ola­
rak kendi başına başarılı olmadıysa da, 19 ncu yüzyılda çağdaş reform
biçiminin yolunu açmış oldu.
Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu dm’umu görüp
çözüm aramaya başlayanlardan biri de ITT. Selim’dir. III. Selim ülkenin
içinde bulunduğu durumu bildirir raporlar hazırlanmasmı istemiş, bu doğ­
rultuda yeni kadrolar oluşturmuş ve bu reformcu kadro ile işe başlamış­
tır. İlk iş olarak birliklerden yüksek verimlilik elde etmek için yeni ör­
gütler kurmuştur. Subaylar ve erler sınavdan geçirilmiş, kışlalar da bü­
yütülmüş ve modernleştirilmişti. Ücretler artırılmış ve aydan aya ödeme
yapılmaya başlamıştı.
Tüm birlikleri kapsayan bu reform hareketlerinin yanısıra her bir­
liğin özel gereksinmelerine uygun reformlar da yapılıyordu. 'Tımarlı si­
pahiler için özel olarak kurulan denetleme kurulları yeteneksiz ya da
uyumsuz olanları içlerinden ayıklıyor, kurulan yedek asker kurumların-
dan bunların barış zamanı yardımı almaları sağlanıyor, savaşta da yedek
asker verebilme olanakları artıyordu.
Diğer silâhlı kuvvetlere uygulanan reformlar daha da köklüydü. Ye­
niçeri sayısı yarı yarıya, (30 000) kişiye indirilmişti. Eyalet valilerinden
maiyetlerindeki gençlerden yedek asker yetiştirmeleri istenmişti. Yeni-
çeriler’e yeni Avrupa tipi silâh ve cepihane verilmesine çalışılmış, her ala­
ya da eğitmen olarak sekiz eğitilmiş tüfekli er verilmişti.

— 1 —

ATASI Bfk.
ASİ
Ancak Yeniçeri ve sipahi ocaklarının reforma karşı direnmeleri so­
nucu imparatorluk modern savaş karşısında eskiden olduğu kadar hazır­
lıksızdı. m. Selim bunu telâfi etmek için Nizam-ı <^edid adında yeni bir
ordu kurmuştu, III. Selim’in iktidarı sonunda Nizam-ı Cedid, yeni silâh­
larla donanmış, AvrupalI komutanlar tarafından eğitilen ve yönetilen bü­
yük bir ordu haline gelmişti.
III. Selim’in reformları istenilen hedefe ulaşmamışsa da halefleri için
yol gösterici olmuştu.
Askerî alanda yapılan reformlar II. Mahmut döneminde hız kazandı.
II, Mahmut askerî projelerin plânlanmasmda ve uygulanmasında doğru­
dan doğruya kendisi rol aldı. Kışlaları, eğitim alanlarını, kaleleri, okul­
ları ve fabrikaları ziyaret etti, askerî birlikleri denetledi.
II. Mahmut askerî reformlara Yeniçeri Ocağı nı kapatarak başladı.
Böylece ük kez eski bir kurum ortadan kaldırılarak bir reform yapılmış,
yeni kurumların artık çağı geçmiş uygulamalarla kösteklenmesine izin
verilme<mişti.
n. Mahmut Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra merkezî örgüt­
lenmeyi genişletmeye başladı. Seraskerin gücünü artırmak için nazırlık
makamı kaldırıldı. Yerine malî ve ikmal kanunlarında yardımcılıktan
başka bir görevi olmayan bir kâtip getirildi. Seraskerlik Başkomutanlık
haline getirildi.
Bu dönemde Donanma hâlâ Kaptan-ı Derya komutasında ayrı bir bi­
rim halinde idi. Eskiden bağımsız olan “tersane eminliği” şimdi ikmal ve
askerî konularda bağımsız müdürlüklere verilmişti. Kaptan-ı Derya da
yönetim ve siyasal konularda yardımcı olarak sivil bir müsteşar atan­
mıştı. Kaptan-ı Derya askerî görevleri yüklenir olmuş, zamanla bakan­
lığı gerçekten bu müsteşar yönetmeye başlamıştı.
II. Mahmut’un hükümdarlığında askerî alanda kaydedilen diğer bir
ilerleme de«, 1833’den sonra gerçek bir askerî yedek milis kuvvetinin (re­
dif) kurulması olmuştu.
II. Mahmut’un, Osmanlı Hükûmeti’nin kapsamını geleneksel sınırla­
rının dışına taşırıp, tüm yaşam biçimJerini düzenleme görev ve hakkını
da kapsayacak şekilde genişletmesi, Osmanlı reform ka\u’amını çeki ku­
rumlan koruma ve yeniden canlandırma gereğinden ajcrılıp bunların ye­
rine bir bölümü batıdan ithal edilen yenUerini getirmesi Tanzimat hare»-
ketini mümkün kılmıştı.

_ 2 —
3 Kasım 1839’da ilân edilen Tanzimat Fermam ile tebanın yaşam,
onur ve mal mülklerinin güvence altına alınması, verginin bir sisteme
bağlanması ve silâMı kuvvetlerde askere alma, eğitimde yeni yöntemler
geliştirilmesi yeni kuruluşların oluşturulması bir kurala bağlanmıştı.
Ancak padişahın vaadlerini yerine getirmesi için yasaların çıkarıl­
ması ve yürütülmesi gerekmekte idi. Bu görev 1838’de Bâb-ı Âli’de ku­
rulan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’ye vorilmişti.
Tanzimatın politik niteliği ise BabIâli’nin saray üzerindeki egemen­
liği idi. Bunu Reşit Paşa başlatmıştı. Ali ve Fuat Paşalar uygulamışlar
ve hatta yaygınlaştırmışlardı. Dönemin hükümdarlarının ikisi de, tüm is­
teklerine karşın, Tanzimatçıların liderliğine karşı koyamamışlardı. Hor
iki hülmmdar da gerçek yetki sahibi olamamışlardı. Fermanlar imzala­
mışlar yabancı temsilcileri karşılamışlar, toplumun batılılaşma hareke­
tinde işbirliği yapmışlardı. Abdülmecit’in başka bir seçeneği yoıktu. An­
cak Bâb-ı Âli’nin egemen liderlerinin ölümüyle Abdülaziz iktidarı yeni­
den ele geçirmek için iyi bir fırsat ele geçirmiştir. Ali Paşa’nın politika­
sına karşı genel Osmanlı tepkisi bu konuda kendisine özellikle yardımcı
olmuştu. 1861 yılmda Abdülmecit’in yerine padişah olan Abdülaziz, ka­
rakteri itibariyle istibdada taraftardı. O da hemen hemen bütün Osmanlı
padişahları gibi düşünce ve kararlarında serbest ve bağımsız olmayı, sal­
tanatının bir gereği olduğunu düşünmekte idi. Onun bu tutucu görüşün­
den dolayı, Abdülmecit’in ölümü ile ıslâhat hareketlerinin hızında bir du­
raklama başlamıştı. Bu tutum genç Osmanlüarı sinirlendirmişti. Abdü­
laziz, Genç OsmanlIların tertipleri ve özellikle silâhlı kuvvetlerin etki ve
desteği ile tahttan indirilmişti. 30 Mayıs 1876 tarihinde Abdülaziz yerine
padişah olan V. Murat, meşrutiyet taraflısı bir padişah olmasına rağ­
men, devleti idare edebUme gücünden yoksundu. Bu yüzden 31 Ağustos
1876 tarihinde tahtından indirilmiş ve bunun yerine meşrutiyetin ilânına
söz veren II. Abdülhamit, aynı tarihte padişah olmuştu. Padişah, 18 Mart
1877’de Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni açmışsa da, 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı’ndan sonra yenilgiye sebebiyet verenlerin cezalandırılması konu­
sunda yapılan Meclis tartışmaları Abdülhamit’i ürkütmüştü. Abdülhamit,
bu bakımdan kendisini tehlikede gördüğünden. Meclisi 13 Şubat 1878’de
bir daha açılmamak üzere kapatmıştı. Bu suretle Abdülhamit, 33 yıla ya­
kın bir zaman, memleketi korkunç bir istibdat idaresine sürüklemişti.
Ancak “Genç OsmanlIlar” ülküsünü ortaya atan Mithat Paşa’nın Taif’

— 3 —
deki zindanda boğüıırulmasma rağmen, ülkü boğ^ulamamış, bilakis daha
fazla gelişmiş ve sertleşmişti. 1889 yılında tttihad-ı 0-smanî Comiyed’ni
kuran idealistler, genişleyerek aynı yıl Paris’te ittihat ve Terakki Omi-
yeti’ni kurmuşlardı. Bu cemiyet ikinci Meşrutiyot’in ilânına kadar Abiül-
hamit’le içteı ve dışta mücadeleden geri durmamıştı.
Bu yıllarda en çok zarar gören başlıca organ, Türk Silâhlı Ku'vret-
leri olmuştu. Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde birinci derecede etken
olan silâhlı kuvvetler, Abdülhamit’in öfkesine uğramıştı. Vehim ve korku
içinde yaşayan hükümdar, silâhlı kuvvetleri bir taraftan özel çıkarları ve
saltanatı uğrmıda felce uğratırken, diğer taraftan da siyaset oyunlarıyla
memleketi yavaş yavaş çürütmüştü. Memleketin silâhlı kuvvetleriyle sağ­
layamadığı prestijini, siyasî tavizlerle gidermeye çalışmıştı. 1882 yiluda
Fransızlar Tunus’u işgal ederken, Mısır’da Ingüizler işgallere girişiyor­
lardı. Berlin Antlaşması’yla Osmanlı Devleti “hasta adam” durumuna dü­
şürülmüş, Balkanlar’da hükümdarlıklar tanınmış, Bulgar Prensliği doğ­
muştu. Girit sorununun çözümlenmesi için Abdülhamit’in siyaseti yeterli
olmamıştı. Yunanlılarla savaşa girmeye 1897’de zorunlu kalan Türk Si­
lâhlı Kuvvetleri, karadaki üstünlüklerine dayanarak Yunan kara ordu­
larını Dömeke Meydan Muiharebesi’nde yenilgiye uğratmışlar, bunun üze­
rine bu savaşın komutanı olan Müşir İbrahim Ethem Paşa’ya gazilik ın-
vanı verilmişti.
Bu sırada Deniz Kuvvetleri bir faaliyet gösterememişti. Yıllarca ra­
caları tütmeyen, makineleri paslanan donanma parçaları, Marmara gibi
bir iç denizde hiçbir düşman tehlikesi olmadan dahi darmadağın olmış-
lardı. Her türlü eğitimden yoksım bulunan donanma parçalan, hapsedil­
dikleri Haliç’ten çıkarken Galata köprüsüne çarpanları olmuş ve Marma­
ra’ya açılanlardan birçoğu deniz ortasında bozularak hareketsiz kalırış-
lardı. Birçokları ise zor belâ ve gelişigüzel Marmara iskelelerine sığııa-
bilmişlerdi. Çanakkale’ye varan birkaç gemi ilo Yunan Deniz Kuvvethri’
ne karşı bir hareket yapmanın imkânı kalmamıştı. Savaşın sonucu üzücü
olmuştu. Büyük devletlerin müdahalesi, hükümdarların gerilemesiyle so­
nuçlanmıştı. Bundan sonra 1899’da Kuveyt, IngUiz himayesine girerken
Osmanlı idaresi buna ancak seyirci kalmıştı, imparatorlukta devam eden
ve bastırılamayan Do'ğu Anadolu ayaklanmalarına paralel olarak 1£00
yılında Osmanh Devleti, Kuşlara Doğu Anadolu’da demir yolu yapma y-*t-
kisi de vermekte idi. 1901 yılında Fransa iki Fransız uyruklunun alacığı
yüzünden Midilli adasını donanmasıyla sarmış ve gümrüklerinden aldğı
paralarla alacaklı Fransızları tatmin etmişti. Fransızlar bu tecaidizle ie
yetinmeyerek BabIâli’den daha başka ağır isteklerde bulunmuşlardı.

— 4 —
1902 yılında Fransızlar, Fizan'da ttalyanlara hak tanırken, 1903 yı­
lında da Makedonya ayaklanmaları devleti sarsmakta, Arap yarımada­
sında yer yer ayaklanmalar birbirini izlemekte idi.
1905 yılında devletin Makedonya’daki mali tasarrufu, yabancı dev­
letlerin denetlemesine girmişti. Bu yüzden Midilli ve Limni adaları bir
süre büyük devletlerin donanmaları tarafından işgal olunmuşlardı.
1906 yılmda, Sina ve Akabe bölgesi üzerinde İngiltere egemenlik
sağlayarak bu bölgenin Mısır’a ait olduğunu kabul ettirmişti.
1907 yılının sonlarında büyük devletler, Makedonya’da yabancı su-
baylarm idare ve komutasında 'Türk jandarmasının verilmesini kabul et­
tirmişlerdi. Artık Osmanlı Devleti’nin iç idaresine yabancıların karışma­
ları padişah tarafından kabul edilmişti. Nihayet 9/10 Haziran 1908’de
meydana gelen “Reval Mülakatı” ile Rusya ve Ingiltere, Osmanlı Dev­
leti’nin geleceği üzerinde anlaşarak konbinezonlara girişmeğe karar ver­
mişlerdi.
Bütün bu olayları, dikkatle izleyen Türk aydınları ve başta Silâhlı
Kuvvetler mensupları, memleketin parçalanmasmı önlemek ve 33 yıl va­
tanı ve milleti felâketler uçurumunun kenarına g'ötüren padişahı ve istib­
dat rejimini süâh zoruyla yıkmaya ve yerine meşrutiyet rejimini getir­
meye karar vermişlerdi.

— 5 —
BİRÎNCÎ BÖLÜM

SİYASÎ, coğrafi durum VE GELİŞMELER


(1908 -1920)

A. İKİNCİ IVIEŞRUTÎYET’IN İLÂNINA KADAR SİYASÎ DURUM

I. İç Siyasî Dunun ve MeşnıtiyeUin iîânı

II. Abdülhamît, tahta meşrutiyeti desteklemeye söz vererek çıkmış,


ancak sarayla ilişkisi olan devlet adamlarına olan güvensizliği, İmpara­
torluğun içinde bulunduğu kötü durum dolayısıyla her geçen gün daha
kişisel, otokrat ve mutlakiyetçi bir politika izlemeye başlamıştı. Abdü-
laziz’in ölümünü ve V. Murat’ın aklî dengesinin düzelmiş olduğunu ha­
tırlamak onu güvensizliğe itiyordu. Ayrıca tüm Osmanlı devlet adamla­
rının çıkarcı ve yolsuzluğa yönelik olduklarını, Osmanlı memurlarının hal­
kın yararını düşünmediklerine inanıyordu. 1877-1878 Türk-Rus Savaşı ve
Berhn Kongreisi’ni izleyen kargaşa, terör çetelerinin eylemleri, AvrupalI
devletlerle Balkan komşularının oluşturduğu tehditler, padişahı etkili bir
yönetimin ancak merke*zci bir yönetim olacağına inandırmıştı. [1]
Bu amaçla Anayasa’nın kendine verdiği hakkı kullanarak parleman-
toyu kapatmış. Birinci Meşrutiyeti sona erdirip mutlakiyet rejimini baş­
latmıştır.
Siyasî açıdan bakıldığında, Abdülhamit rejiminin katıksız totaliter
bir rejim olduğu ve tekçi bir siyasî hayata dayandığı görülür. Bu rejim­
de kişi, en doğal haklarını kullanamadığı gibi, özel hayatı da padişah ta­
raftarlarının denetimi altında kalmıştır. Gerçi Abdülhamit, Kanun-i Esa-
si’yi (Anayasa) kaldırmamış ve salnamelerini de (yıllıklarını da) her yıl
yayınlamıştır. Fakat, Anayasa, hiçbir şekilde uygulanmadığı gibi. Ana­
yasanın sözüne ve ruhuna tamamen aykırı olan bir Yıldız rejimi kurul­
muştur. Bab-ı âli’deki resmî hükümetin yanında, sarayda fiilî bir maibeyn
hükümeti kurulmuştur.

Stanford J. Ezel Kural Shaw; Osmanlı Imparatorluğn ve Modem Türkiye, Çev.


Mehmet Harmancı, c. II, İstanbul, 1983, s. 263.

— 7 —
Bu rejim, Anayasaya aykırı hafiyolik ve sansüi' müessesesine dayalı
olarak yaşatılmı§tır. Bu iki müessese de kamu hürriyetini hedeflemiş­
tir. [2]
Abdühamit’in istibdadının yanısıra dışarıdan gelen baskılarda bu dö­
nemin daha çok kötüleşmesini sağlamıştır. Özellikle yabancı devletler,
Osmanlı Devleti’ni batılı tarzdaki yöntemleri almak için zorlamaya baş­
lamışlardı. Ancak bu zorlamalar, çıkarları ile uzlaşır göremedikleri meş­
rutiyet idaresinin yeniden kurulması için olmuştur. Bütün bunlar sadece
siyasî ve bencil amaçlarla Balkanlar’daki Hristiyanlarla, Doğu Anadolu’
daki Hristiyan halkın özerkliğini ve hatta bağımsız.iığını sağlamak ama­
cıyla yapılmıştır. [3] Ülkenin içinde bulunduğu bu durum karşısında duy­
dukları üzüntüleri dile getiren ve kurtuluş çareleri arayan Türk vatan­
severleri istibdada, acze ve sömürgeciliğe karşı, gizli ve açık mücadele
bayraklarını açmışlardı.
AbdüLhamit’in hükümdarlığı boyunca imparatorluk içinde ve dışında
çeşitli protesto grupları oluşturan bu liberaller Avrupa’da Genç Türkler
adı altında birleşmişlerdir. Bunlardan biri olan İttihat ve Terakki Cemi­
yeti, 1908’de padişahı, parlemantoyu açmaya ve daha sonra da tahttan
çekilmeye zorlamışlardı.
Genç Türkler çeşitli yerlerden geliyorlar ve muhalefetlerini çeşitli
yollardan açıklıyorlardı. Bunlarm çoğu, Abdülhamit’in akademilerinden,
Galatasaray Lisesi’nden, Harp Akademisi’nden, Mülkiye’den ve Askeri
Tıp Okulu’ndan çıkmışlardı. Genç Türkler’in büyük çoğunluğu da Mithat
Paşa’nın sadrazamlığından ve Anayasa’dan hayal kırıklığına uği’amış
Genç OsmanlIlardı. Bunlar Paris, Londra, Cenevre, Bükreş ve İngiliz iş­
galinden sonra Mısır’a gitmişler, düşüncelerini,, Paris’te Lübnanlı bir Ma­
nini olan 1877 Meclisi üyelerinden Halil Ganim’in bastığı La Jeune Tur-
quie adlı broşürlerde yayınlamışlar ve hareket de adını buradan almıştır.
Abdülhamit de Genç Türkler’in çalışmalanna tepki olarak; tüm dün­
ya Müslümanları arasındaki birliği diriltmek için Müslümanlığın değer
ve geleneklerine dönüşünü vurgulayan Islâmcılık ve Osmanlı kültürünün
Türk geleneğini vurgulayan, dünya Türkleri arasında birlik duygusunu
uyandırmaya yönelik Türkçülük hareketini canlandırmaya çalışmıştı. [4J

[2] Tank Zafer Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hııküku, İstanbul, 1975,
s. 328-329.
[3] Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi, c. VII, Ankara, 1962, s. 267.
[4] Shaw; s. 310 - 311 - 314. Aynca bu konuda aynntılı bilgi için bkz. Ednest Ed-
mondson Ramsour; Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. Nuray ilken; İstanbul,
1972. Ahmet Bedevi Kuran; İnkilap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul, 1945.
İttihat ve Terakki Cemiyeti için ayrıntılı bilgi için de bkz. Tank Zafer Tımaya;
Türkiye’de Siyasî Partiler c. I, İstanbul, 1988.

— 8 —
Ancak bu politika da sonucu değiştiremedi. Hızla gelişen tethlikeli
olaylar, zamanı iyice daralttığmdan imparatorluğun dağılma tehlikesi
daha da arttı. Örneğin Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Romanya-Sırbistan
ve Karadağ Osmanlı împaratorluğu’ndan tamamen ayrılıp bağımsızlık­
larını elde ettiler. Aynı savaşın yakın bir sonucu olarak İngiltere Kıbrıs’ı,
Avusturya Bosna Hersek’i işgal etti. Bu işgallor sözde, adı geçen yerler­
de Osmanlı hakimiyetinin devam edeceği kaydıyla yapılmıştı. Uygulama­
da ise, yabancı bir ordunun bulunduğu ve yabancı bir idarenin yerleştiği
bu yerde Osmanlı hakimiyeti boş bir sözden ibaretti. İngiltere’nin Mısır’ı
işgal etmesi, Fransa’nın Tunus’a sahip çıkması, daha önce Rusya’nın
Kars, Ardahan ve Batum’a yerleşmiş olması, Osmanlı İmparatorluğu’nun
hızla dağılmakta olduğunu gösteren başlıca olaylardı. Bunlara ek olarak,
Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Bulgaristan Prensliği, özerklik verilmek
şartıyla bir doğu Rumeli vilâyeti kurulmuş, ayrıca Doğu Anadolu’da Er-
meniler lehine özerklik haklarının sağlanmasını isteyen tasarılar veril­
meye Girit adasında Rumlar için imtiyazlar temin eden yab?Ancı müda­
haleleri yer almaya başlamıştı. [5]
Yabancı ülkelerin müdahaleleri, Abdülhamit’in istibdat politikası,
ülkenin içinde bulunduğu kötü durum dolayısıyla harekete geçen liberal­
lerin, hürriyet mücadelesine, memleketin uğradığı her türlü iç ve dış teh­
dit ve saldırılar karşısında, vatanın savunma zorunluluğunu omuzların­
da taşıyan silâhlı kuvvetleri de duyarsız kalmamış bu yola gümeyi bir
vatan borcu saymıştır.
a. İkinci Meşrutiyeti Hazırlayan Olaylar
Makedonya Olayları
Abdülhamit’in karşılaştığı en güç, en karmaşık ve en uzun süren so­
run, Balkan komşularının Makedonya’ya egemen olma isteklerinden do­
ğan Makedonya sorunu idi. Berlin Kongresi’nden Birinci Dünya Savaşı’na
kadar bu konu Osmanlı ve Avrupa diplomatlarını diğer bütün diplomatik
sorunlardan daha çok uğraştırmış, yirminci yüzyılın başlarında bölgeyi
saran rekabet çatışmalarına ve savaşlara önemli katkıda bulunmuştur.
OsmanlIlar için Makedonya yalnızca bir mUyon Müslüman teba de­
ğil, aynı zamanda önemli vergi gelirleri vo daha doğudaki Osmanlı top­
raklarına göz diken Yunanlılar ile aralarında tampon bir bölge de demek­
ti. AvrupalI güçler ise Makedonya’nın İstanbul’a ve boğazlara yakınlı­
ğından dolayı sorunla ilgileniyordu. Yunanistan ordusu, İslâv komşula­
rına kıyasla çok güçsüzdü. Ancak Ortodoks kilisesi aracılığıyla Make­
donya’ya el atabiliyordu. Bulgar Eksarhlığımn kurıümasıyla (1870) bir
denge yaratıldı, buna Bulgaristan’ın malî vo askerî gücü de katümca za­

[5] Karal; s. 571.

— 9 —
fer Bulgarlara yönelir gibi oldu. Makedonya’da kendi soyundan gelenler
olduğunu kanıtlaması çok güç olduğu için en zayıf durumda olan Sırbis­
tan’dı. Elindeki tek koz bir Sırp Zaferi ile etkisini Ege’ye kadar yaymak
isteyen Avusturya idi. Romanya da silâhların varlıklarını ileri sürerek
Makedonya üzerinde iddiada bulundu, ancak bunların sayısı çok az ol­
duğu için bu davranılın Bulgaristan’ın yayılmasını engelleme girişimi ol­
duğu düşünülebilir. Tartışma genişledikçe ortaya bir ayrılıkçı Makedonya
hareketi çıktı. Bunlar, Bulgar, Sırp ya da Yunanlı olmadıklarını, kendi
dillerine sahip ayrı bir ırk olduklarını vo bu yüzden bağımsızlıklarını is­
tediklerini ileri sürüyorlardı. [6]
1900 yılından başlayarak çeşitli gruplar ülkeyi kasıp kavurmaya,
kendi görüşlerini benimseyen memurlarla, halkı Müslüman, Hristiyan ayı­
rımı gözetmeksizin, öldürmeye giriştiler. Osmanlı Devleti düzeni yemden
kurmaya ve halkın tümünü korumaya çalışıyorsa da, teröristlerin tüm
eylemlerinden hükümet sorumlu tutuluyordu. Bu durum karşısında Ber­
lin Antlaşması’nı imzalayan devletler bu bölgede reform yapılmasını is­
tediler. Reform plânı ilân edilip de uygulam.ak üzere memurlar gönderi­
lince Makedonya’da iç ihtilal Örgütü Manastır’da merkezlenen genol bir
isyan başlattı. Bu isyan üzerine yine yeni bir reform hazırlandıysa da bu
hazırlanan reform plânları çeşitli sebeplerle uygulanamadı ve Makedonya
sorunu bir türlü sonuca ulaştırılamadı.
Ingiliz Kralı ilo Rus Çarı Estonya’nın Reval kentinde buluşarak
(9 Haziran 1908) Almanya’nın giderek artan gücüne karşı bir ittifak
kurduklarında Makedonya sorununun da son aşamasına gelinmiş oldu.
Keval Görüşmesi ve Yarattığı Tepkiler
Ingiliz Kralı ile Rus Çarı’nın Revai’de yaptıkları görüşmede Osmanlı
İmparatorluğu ve boğazlar sorunu ele alındı. Ancak görüşme sırasında
yayınlanan bildiride, diğor konulardan bahsedUmejûp, yalnızca Makedon­
ya’da ıslâhat yapılması zorunluluğundan bahsedildi. Reval görüşmeleri ve
Makedonya konusundaki bildiri, ittihat ve Terakki Cemiyeti liderini kor­
kuttu ve İngiltere ile Rusya’nm Osmanlı împaratorluğu’nu parçalamaya
karar verdikleri fikrini uyandırdı. [7] Bu devletlorin, ıslâhat projesini
daha ileri götürmüş olmaları, Rumeli’deki üç vilâyetin elden gideceği en­
dişesini de doğurdu. Cemiyet, bu millî heyecandan yararlanmayı büerek
teşkilâtını genişletti. [8] ittihat ve Terakki Cemiyeti, bu kötü durumdan
kurtulmanın tek yolunun 1876 Anayasası’nm yeniden yürürlüğe konul­
ması İnancında idi.

[6] Shaw; s. 258, 259, 260.


[7] Fahir H. Armao|-lu; Siyasî Tarih 1789-1960, Ankara, 1964, s. 309.
[8] Celal Bayar; Ben de Yazdım, İstanbul, 1967, s. 133.

— 10 —
Bu inançladır ki, Rumeli’de bulunan 3 ncü Ordu subaylarından Kol­
ağası Niyazi Boy, yanına aldığı 150 kadar sivil fedailerle 3 Temmuz
1308’de Bosna’dan ayrılıp dağa çıktı ve Anayasa ilân edilmedikçe dağdan
inmeyeceğini bildirdi. Bu bir çeşit askerî ayaldanma idi. Niyazi Bey’in bu
hareketi, büyük bir hareketin başlangıcı oldu. [9]

ittihat ve Terakki Cemiyeti’ııiıı Mücadelesinin Son Safhası ve Ab­


dülhamit’in Aldığı önlemler
Milletin hürriyeti ve Türk varlığının korunması uğrunda ölümü göze
alarak dağa çıkan Kolağası Niyazi’nin ayaklanması, 3 ncü Ordu Komu­
tanı İbraiıim Paşa tarafından, Mabeyn Başkâtipliği’ne hemen bildirilmiş
bulunuyordu. Abdülhamit, bu olay karşısında çok ürkmüş ve telaşlan-
mıştı. Padişah bu asi subayın ve yanmdakilerin yok edilmeleri için, en
çok güvendiği, alaydan yetişme sadık adamı Tümgeneral Şemsi Paşa’yı
görevlendirdi.

Padişah, merkezi Matroviç’de bulunan 18 nci Tümen Komutanı Tüm­


general Şemsi Paşa’ya, mevcut kuvvetleriylo Kolağası Niyazi kuvvetleri­
nin yok edilmesi harekâtına girişmesini emretti.
Şemsi Paşa, padişahın emirlerini aldıktan sonra 500 mevcutlu iki
taburuyla ve Pizran Bleediye Reisi’nin 20 kadar muhafız taJburuyla he­
men Selânik’e geldi. 7 Temmuz 1908’de Manastır’a ulaşan Şemsi Paşa
bölgedeki durum hakkında hemen soruşturmalara girişti. Bu soruştur­
malarda olumlu sonuç alamamasına rağmen, padişahın emrini yerine ge­
tirmiş olmak için, emirdeki taburları Resne yönünde harekete geçirdi.
Makedonya’da zulmü ve sertliği ile tanınan Şemsi Paşa’nın Manas-
tır’a gelmesi İttihat vo Terakki mensupları ile subaylar arasında büyük
korku yarattı.
Ancak Şemsi Paşa 7 Temmuz günü saraya telgraf çektikten sonra
Bigah Teğmen Atıf tarafından öldürüldü. [10] Şemsi Paşa’nın öldürül­
mesinden sonra, geniş bir nefes alındı ve Teğmen Atıf’ın kendi inisiyatifi
ile giriştiği bu hareket takdirle karşılandı. Şemsi Paşa’nın yakınları dahi
bu duruma üzülmemişlerdi. Böyle bir olayın olabileceğini sezdikleri halde,
kendisine herhangi bir bilgi vermemişlerdi.

[91 Bu konuda aynntılı bilgi için bkz. Yusuf Hikmet Baynr; Türk İnkılâbı Tarihi,
c. II, Kısım rv, Ankaxa, 1952, s. 170-179, Ahmet Niyazi; (Resneli), Hatırat-ı
Niyazi, İstanbul, 1326, Ahmet Bedevi Kuran; inkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler.
İstanbul, 1915, s. 252-‘25I.
[10] Bayur; s. 179-185.

— 11 —
§emsi Paşa’nın muhafızları arasında öldüı-ülmesi ve öldürenin de ya­
kalanmaması, sadık komutanları ve< hükümeti oldukça şaşırttı ve korkut­
tu.
Durum çok önemli bir safhaya girmişti. Yıllardan beri devam eden
hüriyet mücadelesine artık süâhlı kuvvetler mensupları da karışmaya
başlamıştı.

Müşir, (Mareşal) Tatar Osman Paşa’ıım Manastır Fevkalâde (Ola­


ğanüstü) Komutanlığına Atanması
Manastır’da meydana gelen olayların ayrıntıları, Manastır Valisi
Hıfzı Paşa tarafından da İstanbul’a bildirümesi ve gerekli önlemlerin
alınması konusundaki başvurusu, padişahı iyice harekete geçirdi.
9 Temmuz 1908’de padişah, yaverlerinden ve “Teftiş-i Askerî Ko-
misyon-u Âlisi” (Yüksek Askerî Denetleme Komisyonu) üyelerinden Ma­
reşal Tatar Osman Paşa’yı Manastır Fevkalâde Komutanlığı’na tayin
ederek buradaki durumun düzeltilmesini emretti.
Verilen direktife göre. Mareşal Tatar Osman Paşa, Müfettiş Hüseyin
Hümi, 3 ncü Ordu Komutanı Mareşal İbrahim Paşalarla birlikte alına­
cak önlemleri yerinde inceleyecek ve bir karara varılacaktı. Ancak önce
Şemsi Paşa’yı öldüren subay, mutlaka yakalanacak ve idam edilecekti.
Bu yapılmadığı takdirde, bölgede hükümet nüfuzu kalmayacak ve bu gibi
cinayetler çoğalacaktı.
Rumeli’de Türk egemenliğinin yaşaması ve güvenliğin korunması, an­
cak askerle mümkün olabileceğinden, ordudaki anarşinin ve padişaha kar­
şı beliren sadakatsizliğin önüne geçümesinin farz olduğu belirtilmişti.
Yabancıların Rumeli’de Türk Ordusu’nun iş göremeyeceğinden sızlandık­
ları bir sırada, meydana gelen olayların bastırılmaması onlara hak ve­
receğinden, hükümetin kendini göstermesi gerekliydi. Avrupa devletleri
Rumeli’deki güvenliğin sağlanması için ordu birlikleri yerine jandarma­
nın kullanılmasını önermek düşüncesinde idiler. Hükümdar ve üç paşa­
lar, nizamiye birlikleriyle güvenliği sağlayamadıkları takdirde, Avrupa
devletlerinin bu tekliflerine de engel olamayacaklarmı düşünüyorlardı.
Yapılan tartışmalar ve varılan kararlara göre : “Yabancılar bütün dün­
yada Islâmlar arasında ayrılık çıkarmaya çalışmaktadırlar. Buna engel
olmak gereklidir. Sonunda buraları işgal etmeye yöneleceklerdir. Bulga­
ristan’dan Ekiirne’ye ve daha ileriye doğru hareket için bu durumdan
faydalanmaya gayret edecekleri doğaldır” sonucuna varmaktaydılar. [11]

[11] a. g. e.; s. 188-190.

— 12 —
Direktife göre alınacak önlemleri belirleyen pa.şalar, kararlarını bir
telgrafla saraya bildirmişlerdi. Abdülhamit bu görüş ve önlemleri uygun
bularak uygulanmasını emretti.
Abdülhamit’in türlü nimet ve ihsanlarından doymamış bulunan bu
gibi paşalar, padişaha karşı bağlüıklarım gösterme gününün geldiğini an­
layarak biribirleriyle yarış ve daha üstün gelecek hayallere düşmüşlerdi.
Mareşal Tatar Osman Paşa, henüz barut kokusu içinde bulunan Ma-
nastır’a giderek yeni görevine başlamıştı. Manastır’da durumun karışık
olduğu bir gerçekti. Bu itibarla 10 Temmuz 1908’de 3 ncü Ordu Komu­
tanı Mareşal İbrahim Paşa, Manastır Bölge Komutanı Osman Hidayet
Paşa’ya çektiği telgrafında Mareşal Tatar Osman Paşa’nın hayatının ko­
runması için gerçekten her türlü önlemin alınmasını ve doğacak olaylar­
dan sorumlu olacağını ağır bir dille bildirmişti. [12] Böyle bir görev alan
Manastır Bölge Komutanı ise 11 Temmuz 1908’de 3 ncü Ordu Mareşali’
ne verdiği cevapta Osman Paşa’nın hayatının korunması sorumluluğunu
kabul edemeyeceğini bUdirmişti.
Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden büyük heyecan duyan ve telâş için­
de kıvranan saray vo komutanlar bu işin bir an önce bastırılması için
Makedonya’daki kuvvetleri yeter görmeyerek İzmir ve Selânik’e asker
göndermeye başlamışlardı. Alınan önlemlerin ciddiyetini gözönünde bu­
lunduran İttihat vo Terakki Cemiyeti, Anadolu’dan gelecek kuvvetlerin,
Kolağası Niyazi üzerine gitmelerini önlemek kararını almıştı. Bu amaçla
İttihat ve Terakki Cemiyeti, değerli üyelerinden Doktor Nazım Bey’i
propaganda için İzmir’e göndermişti. Doktor Nazım, Halil Beyin (Men-
toş) aracılığı ile, Selânik’e tertip olunan birliklerin komutanlarından Kur­
may Yarbay Selâhattin ve Bur salı Tahir ile tanışmış ve redif subayları
ile anlaşmıştı.
Takip ve tenkil (ayaklanmayı bastırma) kuvvetleri komutanı olarak
Selânik’e gelen Kurmay Yarbay Selâhattin, kuvvetleriyle Manastır’a ha­
reket odeceği sırada. Manastır Bölge Komutanlığı refakâtine atanan Kur­
may Binbaşı Haşan Tosun’la beraber ortadan kaybolmuştu. Bu şekilde
îttiihat ve Terakki, İzmir’den düzenlenen kuvvetlerin komutanlarını uyar­
mış ve hükümetin hürriyeti boğmak için aldığı ilk önlemi boşa çıkarmayı
başarmıştı.
Subaylarla birlikler arasında beliron olağanüstü bazı hareketlerin baş
gö'Stermesi, padişahı, endişeye düşürdüğünden, gerek subay ve gerekse
erlere öğütte bulunmak üzere Şükrü Paşa vo Birinci Ferik (Orgeneral)

[12] a. g. e.; s. 190-191.

— 13 —
Rami Paşaların başkanlıklarında Selânik, Manastır ve Kosova vilâyet­
lerine öğütçü heyetler gönderilmişti. Ancak bunları dinleyen olmamıştı.
İhtilâl fikrinin subaylar arasında yaygın olduğu hakkında padişahın
aldığı bilgiler, endişelerini çoğaltmıştı. Fakat önlem almak ve muhalefeti
ezmek için giriştiği bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlanmakta idi. Pa­
dişah, muhalif subay miktarının ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Bu
amaçla 3 ncü Ordu Komutanlığı’ndan ve üst subaylardan olmak üzere
iki subayın hemen İstanbul’a gönderilmesini emretmişti. [13]
Abdülhamit hâlâ ordunun elinden tamamıyla çıkmış olduğunu bir
türlü anlamak istemiyor vo etrafında bulunan birkaç büyük rütbeli ko­
mutanlarla orduyu ele alabileceğini sanıyordu. Fakat durumu d.aha fazla
alevlendirmemek için. Manastır Olağanüstü Komutanı Tatar Osman Pa-
şa’nın daha fazla şiddet göstermesini de istemiyordu. Mareşal Tatar Os­
man Paşa, aldığı talimata göre şiddet göstermemiş ve af ilân e*tmek su­
retiyle îttihat ve Terakki Cemiyeti ile asker mensuplarını oyalamak ve
faaliyetlerini frenlemek v© dağıtmak gibi bir siyaseti uygun görmüştü.
Ancak bir taraftan bu siyaseti izlerken diğer taraftan da Manastır’ gel­
miş bulunan Anadolu birliklerini Ohri’ye doğru sevketmişti. Paşa’nm bu
iki yüzlü siyaseti, hürriyet taraftarlarının gözünden kaçmamıştı. Bunun
üzerine îttihat ve Te<rakki fedaî subaylarından bazıları. Mareşal Tatar
Osman Paşa’nın da öldürülmesini istemişlerdi. Ancak çoğunluk, Paşa’nm
dağa kaldırılarak etkisinin yok edilmesine karar vermişti. Bu kararı uy­
gulama görevi, Ohri îttihat ve Terakki Cemiyeti Şubesi’ne verilmişti.

İzmir’den Makedonya’ya Getirilen Kuvvetlerin Tenkil (Bastırma)


Harekât Emrine Karşı Gelmeleri
îttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hürriyet için yaptığı propagandalar­
dan olumlu sonuç alınmaya başlanmıştı. Selânik ve Manastır’da toplanan
kuvvetlerin hürriyet taraftarlarını destekleyecekleri anlaşılmıştı. Her ne
kadar Manastır Olağanüstü Komutanı, İzmir’den Solânik’e çıkarılan kuv­
vetlerden beş taburu Manastır’a getirmiş ve bunları Ohri’ye göndermişse
de, kuvvetleri plânladığı harekâta yöneltmemişti. Birlikler önce yorgun­
luklarını ileri sürerok dinlenmeye muhtaç olduklarını bildirmek suretiyle
ilk direnmede bulunmuşlardı. îşin, inceliğini kavrayan Osman Paşa, bu
durumu saraya bildirmekle beraber, îzmir ve Tire Taburlarının gizlice
elde edildiklerini ve bunları yola çıkaracağını padişaha arz etmişti. An­
cak bu da mümkün olmamış ve verdiği söz yerine gelmemişti. Bu defa,
gizlice elde ettiğini sandığı Tire Redif Taburu Komutanı, askerin kilimsiz

[13] Tahsin Paşa; Abdülhamit Yıldız Hatıraları, İstanbul, 1931, s, 253, 254.

— 14 —
ve kaputsuz bulımduğımdan hasta olacaklarını aracı ile Osman Paşa’ya
bildirmişti. Nihayet taburların hepsinin bir adım ileri gitmeyeceklerini,
zorlandıkları takdirde çıkacak vahim sonuçlardan dolayı sorumluluk ka­
bul etmeyoceklerini de bildirmişlerdi. Bu durum açıkça bir uyarıydı. Ar­
tık Osman Paşa’nın da oynayacak rolü kalmamıştı. Osman Paşa, durumu
saraya bildirdikten sonra, Selanik’te ikinci kademe olarak toplanmakta
olan kuvvetlerin, ya Selânik’te veya uygun görülecek bir yerde toplan­
malarını teklif etmişti. Teklif uygun görüldüğü takdirde bu konunun
3 ncü Ordu Komutanlığı’na da bildirilmesini arz etmişti. [14] Saraya ve­
rilen bu raporla Osman Paşa’nın yıldığı ve bu yılgınlığı sebebiyle sorum­
luluğun biraz da 3 ncü Ordu Komutanı tarafından alınmasını ve padişa­
hın da bir karar vermesini istiyordu.

Kolağası Eyüp Sabri Olayı ve Müşir Tatar Osman Paşa’nın Dağa


Kaldırılması
3 Temmuz 1908’den itibaren Manastır ve Ohri dolaylarında dolaş­
makta ve hareketini geliştirip genişletmekte bulunan Kolağası Niyazi’nin
ortadan kaldırılması için toplanan Anadolu Redif taburlarından başka,
Rumeli’deki redif taburlarından da faydalanılması Osman Paşa’ya em­
redilmişti. Bu amaçla Ohri Redif Alayı silâh altına çağrılmıştı.
İzmir’den Selânik’e ve buradan da Manastır’a getirilen redif tabur­
ları, Kolağası Niyazi üzerine yürümek istemediklerinden ve ayaklanacak
dereceye geldiklerinde-n dolayı, toplanmış ve seferi duruma gelmiş bulu­
nan Ohri rediflerinin de diğer birliklere uymaları gözönüne alınarak bun­
ların derhal terhisleri emredilmişti. Bu alayın silâhları depolarına kon­
mak üzere* bulunuyordu. Bu sırada İkinci Redif Alay komutan vekili bu­
lunan Kolağası Eyüp Sabri (Akgöl), îttihat ve Terakki Cemiyeti’nden
aldığı talimat üzerine, asker ve halktan oluşturduğu Ohri Mülî Alayı
1 nci Tabur Komutanhğı’nı ele alarak o da Kolağası Niyazi gibi dağa
çıkmaya karar verdi. Kolağası Eyüp Sabri 20 Temmuz 1908’de isyan
bayrağını çekerek Ohri’den ayrıldı.
Eyüp Sabri’nin birinci görevi, Manastır olağanüstü Komutanı Mare*-
şal Tatar Osman Paşa’yı dağa kaldırmaktı.
Eyüp Sabri’nin de dağa çekildiği haberinin Manastır’da bulunan re­
dif subayları ile Metroviç’den gelen nizamiye taburlarının subayları (18
nci Taburu) tarafından duyulması, bazı subayları da harekete geçirmiş,
subaylar da bu vatansever harekâta katılmışlar ve Paşa’yı muhafızlarla

[14] Cemal Kutay; Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, c. XVI, İstanbul
1961, s. 9375, (22 Temmuz 1908 tarihli ve 3178 sayılı şifre).

— 15 —
23 Temmuz 1908 gecesi Resne’ye götürmüşlerdi. Manastır’a yapılan bas­
kının başarı ile sonuçlanmasından sonra, Kolağası Eyüp Sabri, saraya
çektiği telgrafında ise : Cemiyetin Millî Alayı 1 nci Ohri Taburu’ndan
kendi komutasında ve 2 nci Taburu’nun ise Resneli Kolağası Niyazi’nin
komutasında olduğunu. Mareşal Osman Paşa’nın alaylarında misafir bu­
lunduğunu, bu gece saat 00.15’te ikâmetine ayrılan yere hareket ettiril­
diğini bildirmişti. Bu olay. Genel Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa, 3 ncü
Ordu Komutanı İbrahim Paşa ve Manastır Valisi Hıfzı Paşa tarafından
mabeyne, sadarete. Harbiye Dahiliye Nazırlıklarına acele olarak bildiril­
miş vo durumun gerçekliği doğrulanmıştı.

Firzovik Olayları
Vilâyet merkezi Üsküp’te bulman yabancılar için öğretim yapan
Avusturya Okulu’nun müdürü, okulun öğrencilerini açık hava kampına
çıkarmak amacıyla, güzel bir eğlence yeri olan Sarayışta mevkiini seç­
mişti. Firzovik civarında bir koruluk olan Sarayışta’ya işçi ve marangozlar
gönderilerek kamp yerinin düzeltilmosine ve gerekli hazırlıkların yapıl­
masına başlanmıştı. Yapılan bu hazırlıkların ülke içişlerine karıştığı bili­
nen AvusturyalIların Kosova’yı işgal etmesinin bir başlangıcı olduğu ha­
berlerinin Arnavutlar arasında yayılması, ortalığı heyecana vermişti. Te­
laşa düşen Arnavutlar hemen kamp yerinde yapılan tesisleri tahrip et­
mişlerdi. Bu olayın Arnavutları ayaklandıracak bir durum arzetmesi üze­
rine, Kosova valisi durumu yerinde inceletmek için. Jandarma Alay Ko­
mutanı Yarbay Galip’i, Sarayıştay’a göndermişti. Yapılan soruşturmalar
sonuçlarına göre, toplanan ve heyecana kapılan Arnavutların tam ve açık
bir fikre sahip olmadıkları anlaşılmıştı. Aralarında belli bir fikir birliği
yoktu. Her biri ayrı bir görüş ileri sürüyordu. Kimisi, o sırada öldürülen
Arnavut asıllı Şemsi Paşa’nın kanına kan istiyor ve kimisi de Abdülha­
mit lehinde konuşuyordu. [15]
İttihat ve Terakki’ye mensup bulunan Jandarma Komutanı, bu du­
rumu cemiyete de bildirmişti. Cemiyet, halkın bu toplantı ve heyecanını
meşrutiyet lehinde kullanmak istemiş ve propagandaya girişmişti. İlk
iş olarak, Arnavutlar arasmda çok sevilen ve sözü dinlenen Hacı Şaban
Efendi ikna edilmişti. Hacı Şaban Efendi toplanan halkla görüşmüş ve
verdiği söylevinde : Müslümanlığın esas prensiplerinden olan danışmak
bir meclisin açılmasının şart olduğunu açıklamış, gasbedilen Kanûn-ı
Esâsî’nin tekrar yürürlüğe konmasının gerektiğini ileri sürmüş ve bunun
için çalışmanın bütün Müslümanlar için bir din borcu olduğunu belirt-

[15] Bu konuda aynntıh bilgfi için, bkz. Süleyman Külçe; Firzovik Toplantısı ve
Meşrutiyet, İzmir, 1944.

— 16 —
inişti. Yapılan bu inandırıcı vc aydınlatıcı konuşma üzorine, derhal pa­
dişaha bir telgraf çekilerek Anayasa’nın iadesi ve hürriyetin ilânı isten­
mişti.
Çekilen telgrafa 24 saat beklendiği halde bir cevap gelmediğinden
halk kızmış ve Firzovik’te toplanan binlerce Arnavut, Üsküp’e gitmek
için demiryolu idaresinden vagon istemişlerdir. Arnavutlar, istekleri
kabul edilinceye kadar, Üsküp’e gitmeyeceklerini, etraftaki Arnavut köy­
lerinde oturacaklarını ve ancak olumlu cevap alamadıkları takdirde Üs­
küp’e gireceklerini bildirmişlerdir. [16]
Vilâyet-i Selâse (Üç Vilayet Selânik, Manastır, Kosova) (jenel Mü­
fettişi Hüseyin Hilmi Paşa, 21 Temmuz 1908’de saraya çektiği bir telg­
rafında : Üsküp’teki subayların istisnasız denecek şekilde halkla birlikte
ve hatta onların bu hareketlerine ön ayak olduklarını, bundan dolayı Üs­
küp’e gelecek Arnavutlar aleyhine hareket etmenin mümkün olmadığını
ve güvenilemeyeceğini de bildirmiştir. Padişah telgrafa rağmen direnmek
kararında idi.
Aslında Abdülhamit, Arnavutlara çok güvenirdi ve saray muhafız­
larının çoğu da Arnavut’tu. Ancak onlann da meşrutiyet istemeleri ve
kalabalık bir Arnavut kütlesinin dağ bölgesinden inip Üsküp, Selânik ve
belki de daha öteye inmeye kalkışması onun için ayrıca bir kaygı ve kor­
ku sebebi idi. [17]

Serez ve Selânik Olayları


Hürriyet uğrunda ayaklanan Manastır, Firzovik ve Gre'bene’den son­
ra Serez’de de hareketler başlamıştı. Selânik bu bölgelere nazaran biraz
daha ağır hareket ediyordu. Ancak Seiânik’te hürriyet leıhinde yazılmış
afişler duvarlardan eksik olmuyordu. Daha başlangıçta, genel merkezi
Selânik’te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir tehlikeye düşmesi
arzu edilmediğinden olaylarm ağırlık merkozi başka bölgelere kaydırıla­
rak hükümetin dikkati oralara çektirilmekte idi. Ancak, Selânik, durumu
idare ile geçiştiriyordu.
İttihat ve Terakki merkezi yaptığı toplantılar sonunda, artık hürri­
yetin ilânı zamanı geldiğine inanmış ve durumun olgunlaştığını görmeye
başlamıştı. Ordu mensuplan hareketin bir an önce yapılmasını istemeye
başlamışlardı. Bu itibarla 21/22 Temmuz 1908 gecesi Genel Merkez üye­
lerinden Kurmay Yarbay Cemal’in (Birinci Dünya Savaşı’nda Bahriye
Nazırı ve 4 ncü Ordu Komutanı) evinde yapılan bir toplantıda padişah

[16] Tahsin Paşa; s. 267-269.


[17] Bayur; s. 200.

— 17 —
ister kabul etsin ister etmesin, 23 Temmuz 1&08 günü Meşrutiyet’in ilâ­
nına kesin olarak karar verilmiştir. Karar, Manastır’a bildirilmiş ve Ge­
nel Merkez üyolerinden Mithat Şükrü Bey de Serez’e gönderilmişti.
Serez Mutasarrıfı Reşit Bey’le Tümen Komutanı Haşan Paşamın bir­
leşik telgrafları padişahı bu ilânı kabule zorluyordu. Serez, hürriyetin
ilân olduğımu bildiriyor ve padişahtan kabul cevabı bekliyordu. Muta­
sarrıf ve komutanın saat 08.30 işaretli telgrafında • “Hükümet dairesinde
ve telgrafhanede toplanan silâhlı asker ve ahali. Yaşasın Mület! diye
bağırmakta ve çekilmesi için verdikleri telgrafın çekilip takdim kılındı­
ğına inanmayarak bizleri tehdit ve alınacak cevabın çabuklaştırmasını
ifade etmektedirler. Sizin yüksek rızanıza aykırı, elem verici olaylara
meydan vermemek üzere bu yolda verilecek irade-i seniyenin süratle ve­
rilmesi” vurgulanıyordu.
Saat 09.45’te tekrar bir telgraf çekildi. Bütün bunlar karşısında şüp­
he içinde bocalayan padişah, Serez mutasarrıfı ile Tümen Komutanı’nm
çektikleri telgraflara inanmak istemediğinden, bunun doğrıüuk derecesini
Serez telgrafnamesi memurlarından sormuştu. Telgrafhane ise, “Halkın,
mutasarrıf ve komutanın dağılmak için verdikleri emirlere karşı geldik­
lerini, terhisleri emrolunan redif erlerinin dahi silâhlarını bırakmadık­
ları, heyecanm sükûnet bulması için seri ve olumlu bir cevabın beklen­
mekte olduğunu” bildirmişti.
Tereddüt içinde bocalayan Abdülhamit, işi bir çıkmaza sokmak ve
karar vermek için kendisiyle hemfikir olacak bir heyet arıyordu. Bunun
için durumun incelenmesini vükelâsına havale etmişti. Durumun Vükelâ
Heyeti’nce (Bakanlar Kurulu) İncelenmekte olduğunu öğrenen Serez, bu­
na itiraz ederek, bunım \hkelâca görüşülmesine gerek olmadığını bildir­
mişlerdi. Serez’de'ki nizamiye ve redif tümenleri. Harbiye Nezareti’ne
telgraf çekerek Serez halkı ile birlikte istedikleri Kanûn-ı Esâsi’nin yeni­
den ilân olduğunu ve bu arzuların yerine getirilmesini rica ediyorlardı. [18]
Diğer taraftan Genel Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa’nm Serez’den al­
dığı aracılık telgrafları da saraya sunulmuştu. Hüseyin Hilmi Paşa’nm
aracılığıyla yapılan bu başvuru padişahı sarsan en etkili müracaattı.
Abdülhamit daha çok ordunun İstanbul’a yürüyeceğinden korkmakla
beraber yine Serez mutasarrıfı ve komutanına Vükelâ Heyeti üyelerinin
imzalarını taşıyan kaçamak bir cevap verdirmiş ve Anayasa’nın uygu­
lanmaya konacağından bahsettiraıemişti. Ancak alınacak kararın Genel
Müfettiş kanahyla bildirileceği yazılmıştı. [19]

[18] Kutay; s. 93S6-9337.


[19] a. g. e,; s. 9341.

— 18 —
Bu arada padişah, Rumeli’den gelen şifreleri bir ker© daha okuduk­
tan sonra, bunları Sait ve Kâmil Paşalara göndererek görüşmek istemiş­
ti. Nihayet Anayasa’nm ilânından bir gün önce meşrutiyete taraftar ol­
duğunu ifade ettiği için gör&vden alınmış olan Sadrazam Ferit Paşa’nın
yerine Sait Paşa yedinci defa olarak Sadrazamlığa getirilmişti. Kâmil
Paşa ise Vükolâ Meclisi’ne memur edilmişiti. [20]
Albdülhamiıt ile Sait Paşa, Anayajsa’mn ve hıürriyetin aleyhinde olma­
larına rağmen, durum düşündüklerinin aksine olarak gelişmiştir
Hatıralarında, “AJbdülhamit” Anayasa’yı ilân ve Meclis-i Melbûsân’ı
toplanmaya davet ettiren en büyük, en önemli ve en kuvvetli selbelbin or­
du olduğu tereddütsüz iddia olunur” diyen BaşkaJtip Tahsin Paşa, buna
ilaveten, ‘İşte ordunun azmi, şiddetli kararı, bunları altüst etmiştir” de­
mekle işin gerçek yüzünü açıldamıştır. [21]
b. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet’in İlânı
23 Temmuz 1908 sabahı Millî Ohri Alayı; Manastır’daki askerlerle
halk tarafmdan içten gelen heyecan göslterileriyle karşılanmıştı. Manas-
tır’daki Topçu Alayı, 21 pare top atışıyla Meşrûtiyet rejimini ve hürriyeti
selâmlamıştı. Artık Manastır hürriyet taraftarlarının kalesi ve bayrağı
olmuştu. O gün hükümet idaresine el konmuştu. Manastır’daki Müslüman
ve her mezhepten Hristiyan halk kütleleri birbirlerini kutlamaya başla­
mışlardı. Hocalar papazlar kucaklaşıyorlardı.
Manastır’da bulunan bütün piyade, süvari ve topçu birliklerîyde Oh­
ri ve Resne’den gelen taburlar, İzmir Redif Tugayı’m oluşturan yedi ta­
bur, Harp Okulu, Askerî Lise ve diğer okullar öğrencileri ile polis ve jan­
darmadan başka, gerek vilâyet merkezi ve gerekse yakından gelen, İs­
lam, Rum, Yahudi ve Ulah binlerce Osmanlı teıbası, vali ve komutanlarla
bütün askerî ve mülkî erkan hocalar, papazlar ve memleket Ueri gelenle­
rinin 23 Temmuz saat 04.00’de kışlalarının büyük meydanında toplandık­
ları ve sokaklarda dolaşarak hürriyet, adaleit, eşitlik hakkında söylevler
verdiler; dualar yapıldığı ve törenin sonunda 21 pare top atüarak hürri­
yetin ilânı şenliklerini tamamladıklarını Manasbr Bölge Komutanı Ve­
kili Tuğgeneral Tâki ve Merkez Komultanı Cemal Paşaların 3 noü Ordu
Komutanlığı’na çektikleri telgraflardan ve ordu komatanlığmdan sara­
ya ve Harbiye Nezareti’ne verdikleri bilgilerden anlaşılmaktadır.. ,[22]
Abdülhamit, aldığı bu haberlere ve uğradığı şaşkınlığa rağmen Ana-
yasa’nın tekrar uygaılanmasım istemiyor ve direniyordu.

[20] Kanal; s. 300.


[21] Tahsin Paşa; s. 259-260.
[22] İsmail Halkkı Uzımçarşılı; “1908 Yılında İkinci Meşrutiyetin Ne Surette İlan
Edileceğine Dair Vesikalar” Belleten c. XX, Sayı 77, Ocak 1956, Ankara 1956,
s. 120-121.

— 19 —
îttihat ve Terakki Cemiyeıti, 23 Temmiiız 1908 saat 02.13’te Anaya­
sa’nm ilânmı tekrar padişahtan istemiş ve 26 Temmuz 1908 pazar günü­
ne kadar kendisine bir süre tamnmışıtı. Bir tehdidi de kapsayan müra­
caatta: “Hürriyetin ilânı padişah tarafından kabul edilmediği takdirde
veliahtm padişah tanınacağı bundan dolayı padişah rızasına aykırı olay­
larm meydana geleceğini, bütün Manastır vilâyeti askerî ve sivü halkı
adına arz edildiğini ve bunun için de and içildiğini” bildirmişti. [23]
Abdülhamit, Rumeli’den gelen telgrafları huzurunda başkatip Tahsin
Paşa’ya okutarak, ikinci katip Arap İzzet Paşa ile sarayda bulunan Sait
Paşa’ya gıöndormiş ve vükelânın konuyu görüşmesi için sarayda toplan­
masını istemiştir. [24]
Tahsin Paşa hatıratında olaylarm gelişimini şöyle anlatmaktadır.
“9 Temmuz 324 (1908) günü akşama yaklaştığı halde henüz Meclis-i Vü-
ıkelâ’nm ne karar verdiği hakkında bir arz vakî olmamış, İzzet Paşa hu­
zura gelmemişti. Bunun üzerine hünkâr musahip Nadir Ağayı göndere­
rek İzzet Paşa’yı çağırttı, sordu. İzzet Paşa telgrafnameleri okuyorlar,
daha bir karar vermediler cevabında bulundu. Hünkâr ayakta duruyordu.
Karşısında İzzet Paşa ve ben ayakta bekliyorduk. Sultan Hamit gözlerini
sabit bir noktaya rekzederek (dikerek) bir müddet düşündü
...Bir müddet sonra İzzet Paşa’ya tevcih-i hitap ederek Kanûn-ı Eteâ-
si’nin ilânı benim zamanımda olmuştur. Bunun müessisi benim, bir müd­
det hasbel lüzum meriyeti (yürürlüğü) tatil edümişti. Heyet-i Vükelâ’ya
gidiniz, bunları söyleyiniz ve ilâm için mazbatanın yazılmasını ifade et­
tiğimi tebliğ ediniz.” ,[25]
Bu emir doğr'iltusunda hazırlanan tutanakta; .
“Rumeli’nin Manastır, Kosova ve Selânik vilâyetlerinde cereyan eden
fesatçı harekâta ait bulunan 21,22 ve 23 Temmuz 1908 tarihli olarak ge­
len 67 adet telgraf, padişah ve halifemizin emirlerine göre teker teker in­
celendi. Padişahımızın daha çok iyi bildikleri olayların nedenleri şimdilik
zamamn yetersizliğinden dolayı açıklanmamaktadır. Ancak bu cihetin
gerekçesi, ayrıca hemen düzenlenmek üzere bulunan bir tutanakla arz
edilecek ise de, sürat sağlamak için imzalı olarak sunulan iki nüsha ya­
zıya uygun olarak genel müfettişliklere, valilere süratle telgraflar çekil­
mesi ve bu kararın diğer vilâyetlerle, bağımsız vilâyetlerde yayım ya­
pılması, padişahımız tarafmdan irade buyrulduğu takdirde emre göre ha­
reket olunacağı” demekle yetinilmişti. ,[26] Bu da gösteriyor ki Vekiller
Heyeti hâlâ pasifti.

[23] a. g. m.; s. 121.


[24] Talisin Paşa; s. 258.
[25] a. g. e.; s. 266.
[26] a. g. e.; s. 267. Uzunçarşılı; s. 140-'141.

— 20 -
Albdıülhamit’e çoğunlukla sadık görünen, gerçekte korkak ve çıkar­
cı olan kadrosunun hazırladığı gerekçe de şöyle idi :
Manastır, Kosova ve Selânik vilâyetlerinin büitün halkının ve 3 ncü
Ordu’nun bazı bölgelerinde bulunan subay ve erlerin şu son günlerde
tuıttukları serkeşçe hareketlere dair, vilâyetlerle bu bölgedeki komutan­
lardan ve Genel Müfettişliklerden alınan 8, 9, 10 Temmuz 1324 (1908)
tarihli 67 adet telgraf, padişahımız ve Halifemizin emirleriyle biz bende­
leri tarafından teker teker incelenmiştir. Gelen yazılara göre, birçok yer­
lerdeki halk ayaklanmış ve birçok yerlerde sulbay ve erler de bunlara ka­
tılmışlardır. Bazı askerî depoların kapıları kırılmış, birçok silâh ve cep­
hane alınmış ve tabur sandıklarındaki paralar da gaspedilmiştir. Kendi­
lerine muhalefet edenlere karşı en şiddetli cezaları uygulamışlar, hatta
ölümle tehdit e'tmişler ve öldürmüşlerdir. Nihayet toplar atarak ve söy­
levler vererek hürriyeti ilân için bir takım göSterUerde bulunmuşlardır.
Hatta dün gece Mareşal Osman Paşa’mn ikâmet ettiği yeri sararak pa­
şayı evinden alıp tevkif etmişlerdir. Bu isyancı harekâtın. Anayasa hü­
kümlerinin uygulanması ve Melbûsân Meclisi’nin toplantıya davet edilme­
si esasına dayandığı anlaşılmaktadır Bu hususta her türlü öğütleri ye­
rine getirmeyen ve gittikçe anarşiyi genişletmek isteyen kişiler olduğu
anlaşılmıştır. (3erçi Anayasa yürürlükte olup, ancak Meclis geçici bir sü­
re için (33 yıl) tatil edümişti. Bu tatU keyfiyeti ise, durumun ve mem­
leketin içinde bulunduğu icaplar ve çıkarlar dolayısıyla olmuştur. Şimdi
ise, halk arasında kan dökülmesinin önüne geçmek ve yabancı devletle­
rin müdahalelerine yol açmamak için, Meclis’in açılmasımn zorunlu ol­
duğa, müzakere edüerek anlaşılmıştır. Bu ise padişahımızın emirleridir.
Memleketin asayişsizlikten huzura kavuşması için padişahımızm bu emir­
lerinde isabet vardır. Meclise seçilme hakkında zaten mevcut bulunan
usuller de bulunduğundan, gereken niteliğe haiz bulunan üyelerin seçil­
mesi ile bunların peyderpey bildirilmesinin vüâyetlere ve bağımsız vüâ-
yetlere duyurulması ve halka anlatılması, özellikle cemiyetlerin dağıltıl-
ması müzakere edilmiş ve uygun görülmüştür. Nihayet padişahımız ne
suretle emir buyururlarsa anda isabelt bulunmakla emir ve irade her hal­
de velinimet Efendimizindir.” [27]
Padişah, beğendiği bu gerekçeli tultanak üzerine. Başkatip Tahsin
Paşa’mn kalemiyle şu iradeyi Sadrazama tebliğ ettirmişti:
“Mucibinde irade-i seniyye Cenab-ı Padişahı şerefsudûr buyurulmuş
olmakla emr-ü fermân Hazret-i Veliyy-ül-emrindir.” [28]

[27] Tahsin Paşa; s. 270.


[28] a. g. e.; s. 271.

— 21 —
tşte ıbu belge, bürriydtîn nasıl elde edildiğini ve silâblı kuvn^etîer
menısuplarmm bundaki rollerinin ne kadar büyük olduğunu göstermesi
bakımından çok önemlidir. ..

2. Dış Siyasî Durum


1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’mn sonucu olarak 13 Temmuz 1878
tarihinde imzalanan Berlin Anltlaşması’yla, Abdülhamit, Rumeli’nin son­
radan elden çıkmasma yol açan belgeyi imzalamıştı. Anıtlaşma hükümle­
rine göre, Balkan dağlarının kuzeyinde, sözde padişaha tabii ve vergi
verecek bir Bulgar Prenısliği’nin kurulması kabul edilmişti. Bu prensli­
ğin bir hükûmelti ve millî bir ordusu olacaktı. Bulgaristan’ın kuracağı
hükümetiyle ordusunun oluşturulmasına ve iç düzenin tamamlanmasına
kadar, bu prenslik geçici olarak bir Rus komiseri tarafından idare edile­
cekti. Ancak bir Osmanlı komiseri ile bu anıtlaşmaya imza koyan devlet­
lerin komiserleri de Rus komiserine yardımcı olacaklardı. Bu suretle
Balkan dağlarımn kuzeyinde kurulan Prenshk’te Osmanlı askerleri bu­
lunmayacak ve Tuna kaleleri, en çok bir yıl içinde yıkılarak malzeme ve
yıkıntıları Osmanlılarca taşınacaktı.
Balkan dağlarının güneyinde ise “Rumeli-i Şarki” adıyla bir eyalet
(Doğu Rumeli Vilâyeti) kurulacak ve bu eyaletin valisi, bir Hristiyan
olacaktı Gerçekte bu bölge de nihayet bir gün, Bulgaristan’ın olacaktı.
Böyle olacağı esasen alınan önlemlerle de belli oluyordu. Şöyle ki; Doğu
Rumeli’de iç güvenlik yerlilerden oluşturulacak jandarma ile sağlana­
caktı. Padişah, ancak eyaletin Karadeniz sınırı ile bu eyaletin kara sınırı
üzerinde sınır bekçiliğini yapacaktı. Yani, Osmanlı kuvvetleri bu eyale­
tin gerisinde kalacak, her türlü ihanet yuvaları serbestçe kurulacak ve
güya bölge böylece Osmanlı sayılacaktı. Buradaki yerli jandarma ve sı-
mr askerlerinin düzeninde, yerine göre halkın mensup olduğu mezhepler,
gözönünde tutulacaktı.
Sımrlara gidecek Osmanlı askerleri, eyaletten, transit olarak geçe­
cek, hiçbir halde halkın evlerinde konaklamayacaklardı. Eyaletin iç ve
dış güvenliği tehdit altında olduğu takdirde, Hıristiyan vali Osmanlı as­
kerlerinden yardım isteyecekti. Böyle bir istek halinde, Bâb-ı âli, bu ko­
nuda verilen karar ile sebeplerini İstanbul’daki yabancı devlet elçilikle­
rine bildirecekti. Bu da tamamıyla yabancı devletlerin müdahalesini ka­
bul etmek demekti. İşte Doğu Rumeli Eyaleti, böylesine bir Osmanlı ül­
kesi haline getirilmişti. Durum bu kadarla da kalmamıştı. Vali, Avrupa-
lılarm onayı ile beş yıl için Osmanlı Hükûmeti’nce tayin olunacakken, bir
Avrupa komisyonu da eyaletin mülkî, adlî ve malî işlerini düzenleyecek

— 22 —
ve idare edece>kti. Bu da yetmemişti. Bulgaristan Prensliği ile Doğu Ru­
meli eyaletinde altı piyade ve iki süvari tümeninden kurulu 50 000 kişilik
bir Rus Ordusu, bu bölgede dokuz ay süre ile kalacaktı. Bu suretle Rusya,
Bulgar Prensliği’nin yapmak istediği he<r türlü ilhakçı teşkilât ve hazır­
lıklarını silâh zoru ve tehdidi ile destekleyecek ve gerçekleştirecekti.
Berlin Antlaşması’na göre, Osmanlı Devleti ilo Yunanistan sınırları
da düzeltilecek ve Girit adasının 1868 yılı nizâmnâmesinin güya haklı gö­
rünen tadUâtı, Osmanlı Hükûmeti’nce kabul edilecekti.
Kendileri için özel bir teşkilât belirtilmemiş bulunan diğer Rumeli
eyaletlerinde de ihtiyaçlara uygun nizâmnâmelerin yapılması sağlana­
caktı. Bu nizâmnâmeleri idare edecek üyelerin çoğunluğu, yerli ahaliden
kurulu özel komisyonlar tarafmdan kontrol edilecekti. Buradaki teşkilât,
emirnâme ve fermânlarla desteklenerek uygulanacaktı. Bu duruma göre
bütün Rumeli Türk egemenliğinden çıkıyor demekti.
Bosna-Hersek eyaleti de, Avusturya-Macaristan tarafından yerleşti­
rilecek askerlerin desteğinde idare edUecekti. Ancak, Avusturya-Maca­
ristan Devleti, Sırbistan ile Karadağ arasında vo Metroviç’in öte tara­
fına uzanan Yenipazar sancağının idaresini üzerine almak istemediğin­
den, bm’ada Osmanlı idaresi devam edecekti. Avusturya-Macaristan’ın bu
bölgenin idaresini OsmanlIlara bırakmasının amacı, gereğinde Yenipazar’
m iki yanında asker bulundurabilmek ve üstün strateji sağlamaktı.
Berlin Antlaşması’na kadar, Karadağ, Sırbistan ve Romanya’nın ba­
ğımsızlıkları henüz onaylanmamıştı. Grerek Osmanlı Devleti ve gerekse
Avrupa, bundan sonra bu devletlerin bağımsızlıklarını onaylamışlardı.
Abdülhamit, Asya kıtasında, Ardahan, Kars ve Batum’u Ruslara ver­
miş, bunlara karşılık ancak Doğubeyazıt’ı almıştı.
İran sınırını tehdide memur İngiliz ve Rus üyelerinden kurulu kar­
ma bir komisyonun aldığı kararla, Kotur kasâbası İranlIlara verilmişti.
8 Şubat 1879’da Rusya ile imzalanan İstanbul Antlaşması’yla Berlin
Antlaşması’na göre, Rusya’ya bırakılan arazinin değeri hesaplandıktan
sonra, geriye kalan 82 500 000 frank da harp tazminatı olarak verilmişti.
Bu tazminat ise yedi yılda yirmi bir taksitle ödenecekti. Ortalama, her
taksit 350 000 000 altın lira idi.
1878 yılında Bosna ve Hersek’i Avusturya-Macaristan’m idaresine,
1881’de Teselya’nın büyük bir kısmını Yunanistan’a veren antlaşmalar
imzalanmıştı. Bu bir yağma idi. Abdülhamit’in hisse vermediği devlet
kalmamıştı. Devletler içinde en ileri gideni Rusya idi. Bununla beraber
fırsattan faydalanmak ve bir şeye sahip olmak isteyen İngiltere, Osman­
lIları güya Rusya’ya karşı korumak ve garanti etmek üzere, Kıbrıs ada­
sını geçici kaydıyla işgal etmek yetkisini, Sultan Abdülhamit’ten almıştı.

— 23 —
Sonnıç olarak Abdülhamit’in kötü, idaresi ve dı§ siyaseti geleceğin
harp felâketlerini hazırlayan tohumlar olmuştu.
Berlin Antlaşması’nm hükümlerini uygulamak birçok güçlükler mey­
dana getirmişti. Girit isyan etmişti. Girit asileriyle müzakere yapmak ve
antlaşmanın içerdiği ıslâhatı kararlaştırmak üzere, Ahmet Muhtar Paşa
Girit’e gönderilmişti. Paşa, “Halep’e Tadilât Fermanı” adıyla ünlü olan
nizâmnâmeyi hazırlamıştı. Bunun uygulanması ancak on yıl kadar de­
vam edebilmiş, adada sükûn ve asayiş sağlanamamıştı. ,
Berlin Antlaşması’yla Karadağ’a bırakılan bölgede pek az Karadağlı
bulımduğımdan, bu bölgede bulunan Arnavutlar isyan etmişti. Bosna -
Hersek’te, Avusturya-Macaristan işgaline karşı bir isyan patlak vermişti.
Avusturya-Macaristan, sanki yeniden bir memleket fethediyormuş gibi,
insafsızca birçok masum halkın kanma girmişti. [29]
26 Nisan 1879’da Doğu Rumeli’nin nizâmnâmesi düzenlenmişti. Bul­
garistan, bir süredir Rusya’nın askerî ve mülkî idaresi altında iken, 22
Şubat 1879’da 'Tırnova’da toplanan Bulgar ileri gelenlerinin kurdukları
bir millî meclis ile devletlerinin anayasalarım hazıılamışlar ve 29 Nisan
1879’da Prens Alexander Jozef Fon Battenberg’i de Bulgaristan Prensi
seçmişlerdi. Ayrıca, İstanbul’da toplanan ve Avrupa temsilcilerinin de
katıldığı bir komisyonda. Doğu Rumeli eyaletinin nizâmnâmesi düzenlen­
miş ve beş yıl süre ile, Aleko Vugandis Paşa, Doğu Rumeli Valiliği’no
atanmıştı. Bu sürenin sonunda Garsil Kristoviç Paşa vali olmuştu. [30]
22 Nisan 1896’da Rumeli vilâyetlerinde bir fermân ile bir takım ıslâ­
hat sorumluluğunu 3Ûiklenen Osmanlı Devleti, tamamen şaşkın bir du­
ruma geçmişti. Memleket her gün bir felâkete doğru sürükleniyordu. Ab­
dülhamit, Yunanlılara taviz vermeye hazırdı. Ancak askerlerin baskısı
ile nihayet savaşa karar verilebilmişti (1897).
Savaş, ’Türklerin galibiyeti ile sonuçlanmıştı. Ancak Avrupa devlet­
leri işe karışmışlardı. Galip bulunan OsmanlIlar mağlup gibi bir duruma
sokulmuşlardı. Bu arada Halep’te ıslâhat formanı da feshedilmiş ve Gi­
rit’te anarşi artmıştı. Girit’te muhtariyet kurulmuş ve Yunan Krah’nın
oğlu Yorgi ile Yunan nazırlarından Zajnmisi geçici olarak Girit’e komi­
ser olarak atanmışlardı. Bütün bunlar ve daha sonra Osmanlı Devleti’
nin başına gelenler, Abdülhamit’in idaresinden ve güttüğü dış siyasetten
doğmuş ve büyümüştü. Abdülhamit silâhlı kuvvetlere dayanmaksızm si­
yaset yapmak istemiş ve bu suretle beraber 3Ûirütülmesi gereken strate­
jiyi bir türlü hazmedememişti. Padişah, yakın geçmişte kendisine bağlı

[29] Shaw; s. 238-240. A5Tica bkz. Fahir Armao|:lıı; s. 274-280.


[30] Ayrıntılı bilgi için bkz. Shaw; s. 240-247.

— 24 —
olan Yunan Devleti’nin Deniz Kuvvetleri karşısında donanmasıyla Girit’i
savunmak ve kara ordusunu desteklemek şöyle dursun Çanakkale’den
dışarı bile çıkamamıştı. Haliç’te bağladığı donanmanın hazin halinden
üzüntü de duymamıştı.
Abdülhamit, 1896’da Rumeli vilâyetleri için sorumluluk altına girer­
ken, özellikle Rusya ile Avusturya-^Macaristan, 1897’de aralarında yap­
tıkları bir anlaşmayla da Balkan statükosunun korunmasında ve bura­
daki emellerinin karşılıklı olarak tanınmasında anlaşmışlardı. Öte yan­
dan İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya da her biri kendi çıkarlan açı­
sından, bu bölgeye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğini zedeleyen
meselelere karışmaya başlamışlardı.
Balkan devletlerinden Sırbistan, Yunanistan ve diğer taraftan Bul­
gar Prensliği Osmanlı Devleti’ni rahat bırakmıyorlardı. Osmanlı toprak­
larında bulunan Sırp, Bulgar ve Rumlar, bu devletler tarafından silâh-
landırılmakta ve Osmanlı Devleti’ne karşı saldırmaya kışkırtılmakta idi.
Selânik, Manastır ve Üsküp vilâyetlerini kendi topraklarına katmak ama­
cını güdüyorlardı (1902). [31] Bu çete faaliyetlerinin geliştirilmesinde ve
genişletilmesinde, Avusturya-^Macaristan ve özellikle Rusya’nın rolü çok
önemli idi. Rusya, OsmanlIları bu üç vilâyetten çıkarıp, bölgeyi Bulga­
ristan’a katmak ve bu suretle eski Bulgar Krallığı’nı kurdurmak istiyor­
du. Avusturj^a-Macaristan ise, Bosna demiryolunu Metroviç’e kadar uza­
tarak Selânik-Üsküp-HMetroviç hattına bağlamak istiyordu. Askerî bir
hedef olan bu demiryolunun yapılması arzusu, Rusya’nın izlediği siya­
setin gerçekleşmesine engeldi. Buna karşılık Rusya’nın Tuna’dan Adri­
yatik denizine kadar uzatmak istediği demiryolu da, Avusturya-Maca­
ristan çıkarlarıyla çatışan askerî bir demiryolu olarak görülmekte idi.
Buna rağmen Rusya ve Avusturya-Macaristan bir birleriyle anlaşmış ve
Murzsteg (Mörsteg) programı diye ortaya attıkları projeyi diğor dev­
letlere de kabul ettirmişlerdi. Avrupa, Makedonya halkını güya, Osmanlı
Devleti’nin mezaliminden kurtararak insanlığa hizmet edeceklerini ileri
sürüyordu. Özellikle İngiltere’nin Rusya’ya olan yardımı, aralarında Orta
Asya hakkında imzaladıkları anlaşmadan ileri geliyordu.
1908 yüının Ocak ayında İngiltere Kralı, Avam kamarasındaki söy­
levinde Makedonya’nın halinden şikâyete, ıslâhat işinin yeniden ele alın­
ması gereğine işaret ediyordu. Bâb-ı âli, müdahaleleri önlemek üzere 28
Ocak 1908’de bir irade Ue Makedonya’daki bütün milletler arası mahi­
yetindeki teşkilâtın faaliyetlerini 1914 yılma kadar, yani gümrüklere ya­
pılan % 5 ilâvenin devamını kabul ediyor ve bunun gelirini Makedonya

[31] Hilmi Kâmil Bajoır; Sadra.zam Kâmil Paşa - Siyasî Hayatı, Ankara 1945, s. 236.

— 25 —
ıslâhatına harcamayı tahahhüt ediyordu. Fakat siyasî durum dolayısıyla
Osmanlı Devleti yalnız kalmakta idi. Hiç bir devlet OsmanlIları dinlemi­
yordu.
Rusya ve İngiltere’nin Reval’de yaptıkları buluşma, dünya kamuoyu­
na Makedonya sorunu ve ıslâhatı olarak gösterilmişse de, bu buluşma
gerçekte, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını ve bu paylaşımın
nasıl bir programla gerçekleştirileceğini ana batlarıyla plânlayan bir zir­
ve buluşması idi. Rusya Deli Petro’nun vasiyetnamesi peşinde idi. Baş­
lıca istek, İstanbul’u almak, boğazlara hakim olmaktı. İngiltere, Reval’
deki Rus isteklerine yakın yetkiler vermişti. Makedonya’daki buhranları
sebep olarak ileri sürüp, fiilî müdahalede bulunmak isteyen Rusya’ya İn­
giltere yardımda bulunmayı vaat etmişti.
Rusya, Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (1877-1878) önce de, Osmanlı Dev­
leti’nin paylaşılması için tasarladığı plânının uygulanmasım İngiltere’den
istemiş idi. Fakat o tarihlerde İngiltere, bu Rus teklifini reddetmişti.
Bunun üzerinedir ki plânında kararlı bulunan Rusya, Balkanlar’da ve
Anadolu’nun doğusunda yaşayan ve Ruslarca mazlum ve mağdur kabul
edUen bir kısım Hıristiyan azınlığı kurtarmak bahanesiyle 1877 -1878
(1293) seferine girişmişti. Ancak aradan 32 yıl geçtikten sonra İngilte­
re’nin Rusya ile Reval’de anlaşmaya varması da sebepsiz değildi.
İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülhamit’iıı elinde iyice ze*-
delenmesini bekliyordu. Bu arada Rusların OsmanlIlarla bir harbe gir­
mesini de kendi çıkarlarına uygun görüyordu. Ingütere fırsat kolluyordu.
Artık Osmanlı Devleti’nde Mithat Paşa gibi bir devlet adamı olmadığını,
aynoa meşrutiyet rejiminin sade ismiyle değil, düşünce ve kurumlarıyla
birlikte yaşayıp devam edeceğini kavrayan bir devlet adamının da kal­
madığını görmüştü. Yeni Osmanlılılc akımlarının yok edUmekte ve mem­
leket dışına kaçırümakta olduğunu, bu suretle millî uyanış ve kurtuluş
ümitlerinin tamamıyla zedeJendiğini anlamıştı. Osmanlı bünyesi içindeki
çeşitli unsurların ayrılık hareketlerini de izleyen İngiltere, bunları des­
teklemenin kendi çıkarları için uygun olduğunu görerek harekete geç­
mişti. İşte İngiltere, durumun bu şekilde olgun bir hale geldiğini gördük­
ten sonradır ki, 32 yıl sonra Rusya ile birlikte imparatorluğun paylaşıl-
masma razı olmuştu. Abdülhamit ise, vatanın ve Türklüğün aleyhine so­
nuçlar veren keyfî ve tavizci siyaseti ile, İmparatorluğu tam bir hasta du­
rumuna düşürmüştü. Memleketi artık şifası güç bir halde, Rusya’nın ve
özellikle sinsi bir siyaset izleyen İngiltere’nin müdahalesine hazır bir du­
ruma getirmişti.
İngiltere’nin Şark meselesini gözden kaçırmayan Almanya, “Doğuya
doğru yayılma” siyasetini fülî sahaya dökerek Abdülhamit’e yanaşmış,
Bağdat demiryolunun imtiyazını ve daha sonra da başka imtiyazları ko­

— 26 —
parmıştı. Almanya, îngilt&re’nin Doğu üzerindeki siyasetini çok iyi bili­
yordu. Osmanlı imparatorluğu gibi bir devletin Rusya ile İngiltere tara­
fından parçalanarak yutulmasmı, çıkarına uygun bulmuyordu. İngiltere’
yi Alman iktisadi gelişme ve genişlemesine en tehlikeli bir rakip gören
Alman imparatoru, bizzat Abdülhamit’in ayağına kadar gelerek istekle­
rini bildirmiş ve bunları sağlamıştı. Gerek karada ve gerek denizdeki
kuvvetleriyle İngiltere ile rekabet halinde bulunan Almanya’nın, İngiliz
İktisadî alanlarından biri ve on önemlisi ile bağlantı kurması, İngiltere
için büyük bir tehlike olmuştu. 32 yıl bekledikten sonra, Almanya’nın
OsmanlIlarla samimiyet kurması ve bunun altmda bazı çıkarlar elde et­
mesi, İngiltere için soğuk bir duş olmuştu. Osmanlı împaratorluğu’nu ve
özellikle boğazları sırf bir siyaset oyunu olarak Ruslara peşkeş çeken
İngiltere, Rusların arzularına isteksiz dahi olsa, razı olmuş ve Rusya’yı
kendine durumun gereği olarak müttefik kabul etm^ek zorunda kalmıştı.
Alman İmparatoru’nun Türkiye’nin jeopolitik durumundan ve ham­
madde kaynaklarından faydalanmak, Alman sanayii ürünlerine pazar bul­
mak için OsmanlIlara yanaşması, kendi çıkarı bakımından çok doğru bir
hareket olduğu gibi, Türkiye’nin jeopolitik durumunu değerlendirmesi de
çok doğru idi.
Osmanlı Devleti’nin paylaşılması konusundaki anlaşmalardan yete­
rince bilgi edinemeyen Osmanlı İmparatorluğu, Roval görüşmesinin ne­
denlerini ve kararlarını kısmen olsun Alman basınından öğrenebilmişti.
Almanya basın yolu ile vei’diği bilgi ile, OsmanlIlara bir taraftan dest
olduğunu göstermek istemiş, diğer taraftan bu dostluk gösterileriyle* elde
etmek istediği İktisadî çıkarları daha fazla genişletmek ve sağlamlaştır­
mak yoluna girmişti. Bu haberin başka kaynaklardan da doğrulanması
OsmanlIları, Almanya’ya daha çok bağlamıştı. Bu şuada İngiltere par­
lamentosunda çok gürültülü bir oturum yapılmış, Makedonya sorunu tar­
tışılmıştı. Parlamento Makedonya’daki malî ıslâhatın, adlî ıslâhat ile ta­
mamlanmasını istiyordu. Bu istek dahi, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine
karışma ve egemenliğine karşı bir tecavüzden başka bir şey değildi. îşte
bu manzara, 1908 yılının dış siyasî görünüşü idi.

B. COÖRAFÎ DURUM (1908)


1. 1908 Yılında Osmanlı Devleti ve Sınırlan
Osmanlı Dovleti, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının bitbirine en çok
yaklaşan parçalarından oluşmak üzere. Doğu Akdeniz’i kısmen çevrele­
yen bölge ile, Karadeniz’in güney ve batı kıyılarında bulunuyordu. Üç kı­
tada bulunan devletin Avrupa’daki kısmına “Osu-snlı Avrupası”, Asya’
daki kısmına “Osmanlı Asyası”, Afrika’daki kısmına da “Osmanlı Af-
rikası” isimleri verilmekte idi.

— 27 —
ülkenin on kuzey noktası, Kosova vilâyetinde 43 derece 50 dakika
kuzey enleminde ve en güney noktası da 13 derece kuzey enlemindeki
Aden kısmında bulunmakta idi. Kuzeyden güneye doğru uzunluğu, 30
derece 50 dakika idi. Boylam 10 derece ile 60 derece 30 dakika arasında
bulunduğuna göre, doğudan batıya genişliği 50 derece 30 dakika idi.
Osmanlı Devleti ile belli başlı kara sınırları olan devletler : Doğu
Anadolu’da Rusya ile İran; Balkan yarımadasında Avusturya-Macaristan,
Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan idi
Afrika’daki Mısır Hidivliği arazisini imparatorluk topraklarından
ayıran özel bir sınır çizgisi vardı ki, buna “hattı-ı imtiyaz” denmekte idi.
Akdeniz’de İngiltere ile Kıbrıs adası dolayısıyla yakın bir komşuluk bu­
lunmakta idi. Fransa Tunus’u işgal etmiş bulunduğundan Trablusgarp
vilâyetiyle komşu oluyordu. Sudan, Mısır Hidivliği’ne bağlı bulunuyordu.
Yukarıda smırları belirtilen Devlet, Türk ırkına dayanmak suretiyle
çeşitli uluslardan kurulu bir topluluk olduğu gibi, memleketin iklimi de
çok değişik bir özelliğe sahipti.
Devletin doğal yapısı, genel olarak dağlık olmasına karşın Arap ya­
rımadasına inildikçe düzlükler ve çöllere hakim bir coği’afî yapı idi. Bu
yapmın iklimi de denizlerden uzaklaşıldığı oranda kara iklimi idi. Sıcak­
lar kışın sıfırın altmda 1 dereceden 20 dereceye düştüğü gibi, yazın + 30
dan + 60 dereceye kadar yükselmesi (Trablusgarp’ta Gadamis’te) de
memleketin ne kadar değişik bir iklime sahip olduğunu gösterir.
2. Osmanb Devleti’nin Yüzölçümü ve Nüfusu
Doğrudan doğruya Osmanlı egemenliği ve idaresi altında bulunan
toprakların yüz ölçümü 3 375 547 km^ kadardı. Bunun 264 400 km-’si Av­
rupa’da, 789 005 km^'si Anadolu’da, diğer kalanı da Arap memleketlerin­
de idi.
Devletin nüfusu, 32.101.384 kişi olarak tahmin edilmekte idi. Bu nü­
fusun 5.569.472’si Avrupa’da, 13.353.000’ı Anadolu’da 4.868.912’si Suriye,
Filistin ve Irak’ta 8.310.000’i de Hicaz, Yemen ve Afrika’da bulunuyordu
(Ayrmtüı bilgi için EK : l’e bakınız).
Buna göre 32.101.384 olarak tahmin edilen genel nüfusun 26.625.993’ü
Müslüman 'Türkler, Araplar ve bir kısım Arnavut ve Boşnaklar ve Kült­
lerdi. Geri kalan 5.475.391 insan da çeşitli millet ve mezheplerle Hristi-
yanlardı.
Avrupa’da yaşan 5.569.472 nüfusun 3.047.724’ünü Türkler Ue Müs­
lüman Arnavut ve Boşnaklar oluşturuyordu. 2.521.748 insan ise Müslü­
man olmayanlardı. Bunlar, Romenler, Yahudiler, Ermeniler ve az olarak
da KaradağlUar idi.

— 28 —
Anadolu Yarımadası’nda yaşayan 13.353.000 insanın büyük bir ço­
ğunluğunu Türkler oluşturuyordu. Anadolu nüfusundan 2.290.507 kişi ise,
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve diğer din ve mezhepteki milletlerdendi.
Ermeniler, çoğunlukla Anadolu’nun doğusunda, Adana ve dolaylannda,
Halep’te bulunuyorlardı. Rumlar ise, daha çok Ege denizi kıyılarında,
adalarda ve bir azınlık olarak da; Karadeniz kıyı vilâyetlerinde ve özel­
likle ticaret merkezlerinde toplanmışlardı. Bunlardan başka bir takım
mezheplere bağlı azınlıklar da bulunmakta idi.
Suriye, Filisıtin ve Irak’ta bulunan 4.868.912 nüfus, çoğunlukla
Arap’tı. Burada bir kısım Türkler, Çerkesler, Çeçenler ve Kültlerde ya­
şamakta idi. Ayrıca 528.136 çeşitli din ve mezhepten Hristiyanlar ve
Yahudiler bulunuyordu. Hicaz, Yemen, Asir Ti’ablusgarp ve Bingazi’de
çoğunluk Araplarda olup, 8.175.000 kadar olan nüfusun ancak 135.000’i
çeşitli din ve mezheplerden kimselerdi.
17 Aralık 1908’de, İkinci Meşrutiyet Meclisi açıldığı zaman toplanan
275 milletvekilinin 142’si Türk, 60’ı Arap, 25 Arnavut, 23’ü Rum, 12’si
Ermeni, 5’i Yahudi, 4’ü Bulgar, 3’ü Sırp ve l’i Romendi. Milletvekilleri her
50.000 erkeğe bir milletvekili hesabıyla seçilmişlerdi. [32] Bu itibarla 275
milletvekili 13.750.000 erkeği temsil etmekte idi. Geri kalan nüfusun
18.351.384’ü kadın ve çocuklardı. Genel nüfus içinde, 142 mebusluk Türk-
lerde bulunduğuna göre, Türk erkeklerinin sayısı, 710.000 demekti.
Araplar, 3.000.000, Arnavutlar 1.250.000, Rumlar, 1.150.000, Erme­
niler 600.000, Yahudiler 250.000, Bulgarlar 200.000, Sırplar 150.000, Rö-
menler ise 50.000 veya biraz daha fazla idüer. Bu rakamlara 'Türklerin
ve Türklerden başka unsurların kadın ve çocukları eklenecek olursa,
herhalde çoğunluğun Türkler de olduğu anlaşılabilir
1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girmezden önce, Osmanlı Devleti’nin
genel nüfusu 32.101.384 kişiden, 1911-1912 Trablusgarp Savaşı dolayısıy­
la 1.310.000 nüfus elden çıkmıştı. Geriye 30.791.384 insan kalmıştı. 1912­
1913 Balkan Savaşı’nda ise, kaybedilen Rumeli ile birlikte (Edime, Ça­
talca ve İstanbul hariç) 3.490.656 insan kaybedilmişti. Bu suretle Osmanlı
Devleti Birinci Dünya Savaşı’na 27.300.728 insanla girmişti.
Yabancı kaynaklar ise, Osmanh Devleiti’nin nüfusunu 20-22 milyon
arasmda göstermekte ve bu nüfusun % 41’nin Türk, % 2S’nin Arap,
% 5’nin Kürt olduğunu belirtmektedir. Bu sureltle nüfusun 15-16 milyo­
nu İslâm ve geri kalanı Müslüman olmayanlardı.

[32] Kutay; s. 9463.

— 29 —
1919 yılı Şulbatı’nda ise, îstanlbul Hükûıineıti’nin barış konferansına
hazırlık olmak üzere, 'büyük devletler temsilcilerine verdiği muhtırada,
Anadolu vilâyetlerinde kalan nüfusun % 78’i (9.291.346) Müslüman
Türkler ve Kürtler, % 9’u (1.014.612) Rum, % 5’i (542.572) Ermeni %
8’i Musevi ve çeşitli yabancı unsurlar olarak gösiterilmişti ki Anadolu
genel nüfusu 11.750.000 civarında bulunuyordu. Bu sırada genel nüfu­
sun bir kısmı Auıadolu’nun kontrolü dışında kahyordu. işgal altında bu­
lunan îstanburda 580.483 Türk’e karşılık 242.559 Rum ve Ermeni bu­
lunmakta idi. Bunun toplamı 823.041 idi. îstanlbul’dan ayrı Doğu Trak­
ya’da kalan 631.094 nüfus da Anadolu’nun kontrolü dışında idi.
Hükümetin resmî ifadesiyle az çok tarafsız sayılabilecek yabancı
kaynakların verdiği rakamlar arasında büyük bii' fark görülmemişti.
Bu sırada Anadolu’nun doğu vilâyetlerinde ve diğer vilâyetlerde, yarım
milyon Ermeni bulunmakta idi. Bunlar ise, çoğunlukla Rusya’dan Türk­
lerle döğüsmek üzere Doğu Anadolu’ya gelip yerleşenlerle yerli bir kı­
smı Ermenilerdi Bunların Türk ulusu için hiç bir faydaları yoktu. Ta­
mamıyla düşmanlarla birleşmişlerdi. Ayrıca Karadeniz kıyılarıyla, Eige
denizi kıyılarında bulunan bir milyondan fazla Rum da. Yunanlılar ve
diğer yaJbancı devletlerle işbirliği halinde bulunuyorlardı. Bu suretle bir-
buçuk milyona yakın bulunan Rum ve Ermeniler, esas Türk nüfusundan
ayrı düşünülünce, istiklâl Savaşı’nın Türk nüfusu, 9.441.894 kadar ol­
duğu anlaşılır. Bu duruma göre Osmanh Devleti, 1908 yılmdan 1920 palı­
na kadar 12 yıl içinde 22.659.490 insanını kaybetmişti. Bununla beraber
denilebilir ki 1911-1912 Osmanh-îtalyan Savaşı’nın genel insan kayıpları
pek korkunç olmuştu. Bu savaşlarda uğranılan ihanetler bir yana, veri­
len kayıplar, pek az milletin başına gelen bir felâketti.

3. Osmanlı Devleti’nin Jeopolitik ve Jeostratejik Durumu


Osmanlı Devleti, özel jeopolitik yapısı ve kıtalar arasındaki konu­
mu ile dünyada meydana gelen mücadelelerin odak noktasını oluştur­
muştu. Bu jeopolitik ve jeostratejik durum, Osmanh fetihlerini gerekti­
ren sebep olmuş ve ülkelerin kapılarını ardına kadar açtırmıştı. Bu önem­
li jeopolitik konum, Osmanhlar elinde ve gelişen faktörlerin (nüfus, tabii
kaynaklar, kara ve deniz ulaşitırm şartları, üstün siyasî ve askerî güç ve
sosyal yapı) değişmeleri oranında başarılar devam etmiş ve dünya ege­
menliği ile milletlerarası dengede değişik görünüşler arzeltmiş'ti.
Karadeniz-Hazar Denizi - Basra Körfezi, kısmen Hint Okyanusu -
Kızıldeniz - Doğu Akdeniz ile çevrili bu bölgede, Rumeli, Anadolu, Arap
Yarımadası ve Kuzey Afrika ile hakim durum sağlanmıştı. Bir iç deniz
olan Karadeniz, Ege ve Akdeniz aracılığıyla Atlantik’e bağlanmış ve ni­

— 30 —
hayet Çanakkale ve Karadeniz boğazlarının değeri, daka bariz bir şekil­
de belirmişti Bu surötle Boğazlar, Osmanlı Avrupa’sının uzun yıllar Os­
manlIlar elinde kalmasını sağlamıştı. Dolayısıyla Rumeli de, Anadolu’nun
ayrılmaz bir vatan parçası baline getirilmişti. Harekât alanları genişle­
diğinden serbesti sağlanmış ve devletin dayanma imkânı ve gücü de ge­
niş ölçüde artmıştı.
Boğazların elde bulundurulması zorunluğu da emniyet kuşağının Bal-
kanlar’dan gelecek bir harekâta karşı Tuna’da ve nihayet Balkan dağla­
rında bulundurulmasını gerektirmişti. Bu suretle boğazlarla birlikte Ru­
meli, Avrupa doğrultusunda yapılan genişlemelerin ve tutunabilmelerin
hem selbebi ve hem de egemenliğin hinlterlandı olmuştu. Bununla beraber
boğazlar, yalnız A^Tupa doğrultusunda hedef göstermekle kalmamış,
Karadeniz devleitlerinin de açık denizlere çıkmalarına, geniş istilâlar yap­
malarına engel olmuş ve bu durum Anadolu’da doğu ve kuzey yönlerin­
den gelecek tehlikeleri iç maneArralarla karşılayabilir bir strateji de ya­
ratmıştı. Özellikle bu stratejik mihver, Anadolu ile Arap yarımadasım
korumuştu. Arap Yarımadasının da elde bulunması, Anadolu’ya güney­
den gelecek bir istilâya karşı, emniyet sağlayan hinterland olmuştu.
'Akdeniz’i Kızıldeniz yoluyla Hint Okyanusu’na bağlayan Süveyş Ka­
nalı, Babülmendep Boğazı ve Basra Körfezi’nin Hürmüz Boğazı İmpara­
torluk güney emniyelt kuşağının dış sınırını oluşturmuş ve bölgeyi Uzak
Doğu’ya bağlamıştı. Akdeniz, bu sureitle güvenilir bir ulaştırma yolu ha­
line gelmişti.
Tarih boyunca olduğu gibi, gerek Asya’dan Avrupa’ya ve gerek
Avrupa’dan Asya’ya doğru gelişen mücadelelerde, Anadolu yarımadası
da emin bir mihver olarak, başarılı hareketlerin başlıca etkeni ve geçidi
olmuştu. Özellikle Irak ve Arap Yarımadası’mn son zamanlarda petrol
kaynakları bakımından çok zengin olduğunun da öğrenilmesi, bölgenin
önemini bir kat daha aı^ttırmıştı. Bunun sonucudur ki, gelişen ve petrole
fazlasıyla ihtiyaç duyan milletlerin her türlü siyasî emellerinin Osmanlı
Devleti toprakları üzerinde toplanmasına da sebep olmuştu. îşte bu
önemli jeopolitik durum, milletler için bir hedef ve ihtiras kaynağı ol­
muştur. Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan bu önemli bölge, dolayısıyla,
millî hedef, millî strateji, millî siyaset ve millî güç gibi konuların doğ­
masını hazırlamış ve geliştirmişti. Bunların olumlu ve olumısuz bir şekil­
de uygulanmaları oranında da başarılar ve başarısızlıklar görülmüştü.
İmparatorluğun bu durumu, asırlarca kanlı mücadeleleri kamçılamış
ve 'bölge, münferit ve toplu taarruzların başlıca hedefi olmuştu Devlet
yakın ve uzak yabancı devletlerle mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Devlet gücünün zayıflamasıyla birlikte, milletlerarası siyasî mücadele­

— 31 —
lerde çıkar çaJtışmaîarı başlamıştı. Bu siyasî-askerî Ihltiras ve düşmanlık­
lar ile O'Simanlı Devlöti’nin bu düşmanlıklar karşısındaki tepkileri hazin
durumlar yaratmıştı.
1908 Meşrutiyet devrimine kadar bu jeopolitik durumu muhafaza
eden Osmanlı Devleti, birçok ihtirasların toplandığı bir bölge olmaktan
kurtulamamıştı. Bununla beraber jeopolitik durumu dolayısıyla İmpara­
torluğun yok edilerek parçalanması ve bölüşülmesini hedef tutan Birinci
Dünya Harbi’ni dört yıl gibi bir süre devam ettirebilmiş ve müttefikle­
rinin de kısa zamanda yıkılmalarının önüne geçebilmişti. Ancak 1918 ye­
nilgisini müteakip, Arap Yarımadası ile Suriye ve İrak e>lden çıkmış ve
boğazlar, İtilâf silâhlı kuvvetlerinin kontrolüne geçmişti. Bu önemli böl­
genin elden çıkması sonucu olarak İtilâf DevJetleıı orduları Anadolu’ya
yayılma imkânı bulmuş ve özellikle Yunan ordularının İzmir’e çıkarıl­
malarıyla İstiklâl Harbi, artık bir zorunluluk haline getmişti. Türk ana­
vatanı Anadolu, aynen 1299’da kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk zaman­
ları durumuna düşmüştü. Osmanlı Türklerini içinde bulundukları dar çev­
relerinden İmparatorluğa doğru iten bu jeopolitik durum, Mustafa Ke­
mal Atatürk’ü de kurduğu Türk Devleti’nin egemenliği ve bu egemenliğin
devamlılığı için İstanbul ile boğazlara doğru zorlamış ve bundan da hiç
bir özveride bulunulmamıştı.

4. Osmanlı Devleti’nin İktisadî ve Malî Durumu


a. Genel
Osmanlı Devleti’nin idarecileri, özellikle “Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu”
nun ilânıyla bir taraftan yabancı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işle­
rine karışmalarını önlemek ve diğer taraftan memleketin her yönden dü-
zeltUmeeini ve kalkındırılmasını sağlamak için büyük gayretlerin har­
canması gerektiğini anlamışlardı. Ancak Devletin siyasî, kültürel ve as­
kerî gelişmesine yön verebilmek için, İktisadî ve malî bağımsızlığa sahip
olması şarttı. Oysa devletin durumu buna yeterli olmadığından tasarla­
nan bütün güzel projeler ve harcanan çabalar olumlu bir sonuç verme­
mekte idi. Gerekli kalkınma hareketleri için ihtiyaç duyulan paranın bu­
lunamaması, durumu her gün biraz daha kötüye götürüyordu. Bu hâl,
Osmanlı Devleti’ni İktisadî ve malî yolla, yavaş yavaş yabancı devletle­
rin kucağına sürüklüyordu. Gerçekte de momleketin bozuk İktisadî ve
malî durumu çoğalan yabancı müdahalelerinin başlıca sebebi oluyordu.
Bunun için, yabancıların Osmanlı Devleti’ni bazı ıslâhata zorlamaları da
dostça değildi. Zdemleketin Avrupa biçiminde bir düzene sokulmak isten­
diğini bilen yabancılar, devletin bu sıkıntılı durumundan faydalanarak,
sömürgeci zihniyetlerine hız vermeye ve bu hızlarını artırmaya başlamış­

— 32 —
lardı, Osmanlı Devleti’ni ıslâhata zorlamaları ve arkasından da alkışla­
maları, taktikleri gereği idi. Onlar, Osmanlı Devleti’ni yavaş yavaş ikti­
sadi ve malî yönden kendilerine tabii bir devlet kılmak istiyoı lardı. Böy­
lece büyük hedefleri olan paylaşma gerçekleşecekti. Esasen idari, adlî,
İktisadî ve malî istiklâli zedeleyen kapitülasyonlar da, Osmanlı Devleti’ni
yarı sömürge haline getirmişti.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu İktisadî ve malî sıkıntı yaban­
cı devletlerin irili ufaklı hemen hepsini harekete geçirmişti. Özellikle or­
taya atılmış bulunan ve adına “Şark Meselesi” denilen davanın bir an
önce çözümlenmesini isteyen devletler, artık Abdülhamit’in siyasî ma­
nevralarını ve tavizlerini yeter derecede doyurucu bulmuyorlardı. Her
yabancı devlet, kendi siyasî ve İktisadî çıkarlarına uygun olaraîk ve ser­
bestçe Osmanlı Devleti’ne saldırmakta bir sakınca görmüyordu. Bundan
dolayı hiç bir siyasî antlaşma da bu duruma bir çözüm getiremiyordu.
Örneğin Paris (30 Mart 1856) ve Londra (13 Mart 1871) antlaşmaları,
Osmanlı haklarına ve varlığına saygı göstermek için yeterli sayılamaz­
dı. [33] '
Osmanlı Devleti’nin malî güçsüzlüğü arttıkça tehlikeler de aratmaya
ve saldırılara karşı memleketi savunma imkân] an zorlaşmaya başlamıştı.
Devlet, İkinci Meşrutiyet’in ilâm tarihine gelinceye kadar çığ gibi büyü­
yen İktisadî ve malî sıkıntılar içinde boğulmuş, elindeki topu ve» tüfeğine
rağmen yok olacak duruma gelmişti.

b. İktisadi Durum (1908)


Abdülhamit devrinde, İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar memlekette
bazı İktisadî hareketler yapılmış ise de başarılı olunamamıştır. Örneğin
Rusya ile bir karşılaştırma yapıldığında Rus kömür üretimi 1908 yılı 26
milyon tona yaklaşmışken, Osmanlı kömür üretimi 800 000 tondan aşağı
bir durumda bulunuyordu. Rusların dökme demir üretimi 5 500 000 ton,
ham demir ve çelik ise 2 800 000 ton idi. Buna karşılık Osmanlı üretimi
ise sıfıra yakm bir durumda bulunuyordu.
Sanayiin gelişmesine bir ölçü olan bu maddelerin tüketin miktarla­
rında ise, Osmanlı ülkesi ve sanayii, bu alanda mületlerarası istatistik­
lerde yer tutacak bir durumda bulunmuyordu. Rusya, Avrupa devletle­
rinin en gerisinde gelen bir devlet olmasına rağmen, eski sanayii ülkeleri
olan Ingiltere, Fransa ve Almanya’nın arkasından yürüyebilmişti. Os-

[33] İsmail Hakkı Yeniay; Yeni Osmanh Borçlan Tarihi, İstanbul, 1964, s. 19-101.
Ahmet Bedevi Kuran; İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakki, İstanbul, 1948,
s. 35-37. Ahmet Bedevi Kuran; Osmanh İmparatorluğıı’nda İnkılâp Hareketleri
ve Millî Mücadele, İstanbul, 1959, s. 88.

— 33 —
manii Devleti ise, bu devletleri taîkip edememiştir. Osmanlı Dovleti’nin
bu duruma düşmesinde etken olan nedenlerin biri, birka)Ç asırdan beri
süregelen olaylar, İkincisi de* Abdülhamit’in şahsına ait sebeplerdi, özet
olarak denebilir ki Osmanlı Devleti’nin varlığı yalnız padişahlara bağ­
lanmış durumda idi. Abdülhamit her yenilikten ürkmüş, uyanık ve mü­
teşebbis kimselerden korkmuş, îstaribul’u aydınlatan elektriği bile, bir
suikast olur kaygısıyla Yıldız Sarayı’na sokmamıştı.
'Kajpitülâsyonların ağırlığı devleti kımıldayamaz hale getirmişti. Os­
manlI Hükümetleri, meşrutiyetin ilânı sonrasında bile, memlekete giren
eşyadan değerlerinin ancak % Il’i oranında gümrük alabilmişti. Gümrük­
ler himaye edilmemiş ve bu yüzdon memleket sadece fakir bir tarım ül­
kesi olarak kalmıştı. Buna karşılık yabancılar, Osmanlı gümrük vergile­
rinin hemen hepsinden affedilmişlerdi.
c. Malî Durum
İkinci Meşrutiye’te devletin malî durumu boziık idi. Devletin içinde
bulunduğu iktisaxiî sıkıntının düzeltilebilmesi için, malî imkânların sağ­
lanmasına ihtiyaç vıardı. Halbuki meşrutiyet idarecileri bütün iyi niyet
ve çabalara rağmen, İktisadî ve malî buhranları düzeltebilecek kudreti
gösterememişlerdi. İmparatorluğun bütün gelir kaynakları, “Duyun-u
Umumiye” denilen Genel Borçlar İdaresi’nin elinde bulunuyordu. Osman­
lI Devloti’nin başkentinde kurulan bu malî kale, bir işgal ordusundan da­
ha tehlikeli manzara arzediyordu. Kırım seferinden başlayan ve Abdül­
hamit’in saltanat devresine de sirayet ederek devam eden dış ve iç borç­
lanmaların genel toplamı 318 625 425 altın lira olmuştu. Devletin elinde
bulunan kaynaklar, alınan borçların faizlerini bile ödeyememekte idi. Bu
sebeple Abdülhamit idaresinin son yülarına kadar İktisadî bir kalkınma
yapılamamış ve çok zaman silâhlı kuvv'etler dahi beslenememişti. Subay
maaşları ancak üç-dört ayda veya padişahın doğum ve cülûs günlerinde bi­
rer ihsan olarak verilen nesne olmuştu. Galata sarrafiarına maaşlarını kır­
dıran subay ve memurların ellerine geçen paralar da işe yaramamakta idi.
Devletten maaş alanlar da sarrafların birer sömürgesi halinde bulunu­
yorlardı. [34]
5. Genel Sosyal Dunun
Osmanh Devleti’ni oluşturan Grekler, Slavlar, Ermeniler, Yahudiler,
Araplar, Çerkesler, Kürtler ve diğer bir takım unsurlar Türklerin kont­
rol ve idaresinde yaşıyorlardı. Bunlar, Türkler kadar hak ve imtiyazlara
sahip bulunuyorlardı. Ancak Türklerin fazlaca hoşgörülü siyasetlerinden
dolayı, her ırk veya ırk bölümü, kendi dil, din ve geleneklerini fazlasıyla

[34] Yeniay; s. 19-101.

— 34
muhafaza ediyorlardı. Bu yüzden devlette bir dil, din ve kültür birliği
yoktu ve sağlanamamıştı. İslâmlık, Hristiyanlık ve Musevilik İmpara­
torluğun belli başlı inançları idi. Duruma birçok mezhepler hakim oldu­
ğundan, bu üç inanç toplulukları içinde de kronik anlaşmazlıklar vardı.
Islâmlar, Sünnî, Şiî gibi kısımlara, diğer dinlerin mensuplan da kendi
aralarında çeşitli mezheplere ayrümışlardı. Özellikle Müslümanlar ara­
sındaki Sünnî ve Şiî çatışmaları büyük zararlara neden olmakta, bu hâl
ise, sosyal bünyede* derin yaralar açmakta idi.
Hristiyanlar da, genel olarak Katolik, Ortodoks ve Protestan; Mu-
seviler ise Hamiler, Talmutçular ve Karainiler olarak farklı mezheplere
ayrılıyordu.
Bu topluluklar içinde* İslâmlar çoğunlukta oldukları gibi, özellikle
Türkler, Sünnî olarak en büyük kısmı teşkil ediyorlardı. Devletin ve* Is-
lâmm tek dayanağı da Türklerdi. Bu bakımdan devletin teşkilâtı, İslâmî
temellere dayandığı için, devlet kamuoıyunda İslâm ana unsuru teşkil et­
mekte* idi. [35] Bımunla beraber devletin büyük topluluğunu teşkü eden
İslâm milletlerinde tam bir birlik yoktu. Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez
gibi ırklar, kendi hesaplarına çalışan ve ancak kendi kendilerini geliştir­
meye uğraşan topluluklar halinde bulunuyorlardı. Bunların içinde, en seht
milliyetçil&r Araplardı. Devletin kuvvetli bulunduğu zamanlarda, en itaatli
tebaa görünmeyi ihmal etmeyen azınlıklar, devletin zayıf zamanlarında
en azgın unsurlar olmuşlardı. Devletin yapısına zarar veren tehlikeli
ideallerden başka ,en büyüli tehlike* de bizzat Türk sosyal hayatının bo­
zulan ve dağılan görüş ve anlayışından da doğmakta idi.
Meşrutiyet ilân edilmeden önce, yalnız eskimiş bir anayasayı getirip
uygulanmasını istemekten başka bir amaç gütmeyen ve* bundan sonrası
için de programlan olmayan bazı devrimciler, karşüarmda duran Türk
sosyal hayat yapısının temellerindeki tehlikeleri ya görmemişler veya gör­
mek isteme-mişlerdi. Çünkü bunu onlara duj^urmak için seslenen Kolağası
Mustafa Kemal’i kendilerine rakip görerek duymazlıktan gelmişlerdi. [36]
Mustafa Kemal’den ajm düşünenler, yalnız Meşrutiyet’in ilân edilmesiyle
her zorluğun çözümk*neceğini ve her tülü düzensizliklerin kaldırılabile­
ceğini sanmışlardı. Halbuki Meşrutiyet ve onun geleceğini tehdit eden
önemli bazı sosyal sorunlar, basit görüş ve önerilerle çözümlenemez du­
rumda idi. kliUet sosyal hayatının be*lirlenmiş ve programlanmış ve he­
deflerinin karar altına aiınmış olması gerekti. Anesk böyle bir programı
yapacak ve gerçekleştirecek kudrette bir lider yoktu. Hiç kimse kendin-

[35] Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara, 1961, s. 1.


[36] Şevket Süreyya Aydemir; Tek Adam, c. I, îstanbul 1963. Yusuf Hikmet Bayur;
Atatürk Hayatı ve Eseri, c. I, Ankara 1963, s. 27, 28.

— 35 —
de böyle bir kudreti g^örmodiğinden, lider olmak için kendini ileri süre-
miyordu. Hatta böyle bir liderin çıkmasını dahi istemiyorlardı. İttihat ve
Terakki genel merkezinin bütün üyeleri birer lider olarak birbirlerini al­
kışlıyorlardı. Hiç biri kendilerini uyaran Kolağası Mus,tafa Kemal çapın­
da değildi.
Bunlar, halk kitlelerini de peşlerinde sürüklemekte idi. Geniş halk
tabakalarını peşlerinde sürükleyen diğer bir zümre de memleketi sömüren
zorbalardı. Bu kişiler köylerdeki ağalar ve şehirlerdeki zengin ileri ge­
lenlerdi. Köydeki ağanın ve şehirdeki eşrafın tek düşüncesi, sahip olduğu
bol toprakları elinde tutabilmek, bu topraklar üzerinde saltanatlarını de­
vam ettirebümekti. Ağalar ve eşraf ilân olunan hürriyeti, kendilerine tabi
bulunan bir sürü insanı diledikleri gibi kullanmak anlamında yorumla­
mışlardı. Ellerindeki bol ve zengin toprakları ve sayısız altınları kaybet­
memek amacmda olan sömürücüler, çıkarlarına dckunmak eğilimi gös­
teren meşrutiyet rejimini, kötü olarak değerlendirilmiş ve çıkar bakımın­
dan ulema ile birleşmişlerdi. Onlara bu servetlerin bağışlanmasına etken
olan hükümdar, ne şekilde bir rejim uygularsa uygulasın, o hükümdar,
en iyi idi. Onlara göre, memleketin ve milletin refahının, onlarınkinden
daha ileri olmaması lazımdı. Bütün nüfuz ve servetlerinin kaybolduğu
gün yok olacaklarını düşünerek, irtica ve zulüm idareleriyle birleşmekte
bir sakınca görmüyorlardı. İlerlemelere yeniliklere ve demokrasi idare­
lerine düşman kesildikleri gibi, kendi aralarında, çıkar kavgaları eksik
değildi. Bu nedenle de millet birlik ve beraberliği ile birleşik bir sosyal
yaşam düzeni sağlanamamıştı. Devletin, milletin ve dinin varlığı ve de­
vamlılığını, kendi varlıklarının devamında arıyorlardı. Bunların her dü­
şünce ve hareketlerinde bir çıkar olduğu gibi, itaatli veya itaatsiz görün­
meleri, bir menfaate dayanmakta idi. Bol servetlore sahip oldukları için,
fakir halk, bunlara padişaha itaat eder gibi bağlı idi. Köylü bunlar saye­
sinde karnını doyurabiliyordu. Bu sebeple köydeki veya şehirdeki eşraf
ya da ağa ne düşünüyor ve ne tarafa sempati gösteriyorsa o yöre halkı
da aynı düşünce ve sempatiyi taşır görünüyordu.

C. 1908-1920 DEVRESİNDE SİYASÎ VE COĞRAFÎ DURUM


1. Siyasî Durum
a. İç Siyasî Durum
İkinci Meşrutiyet, köklü değişmeler yapmak isteyen her büyük siyasî
hareket gibi, büyük bir ümitle başlamıştı. Büyük ümit hürriyetin ilânı
ile birlikte sadece neşe ve heyecan değil, her türlü asayişi de silip süpü­
ren bir sarhoşluk devresi yaratmıştı. Özellikle Osmanlı Türklerine bir
bayram havası yaratmıştı. 1876’dan beri istenenler gerçekleşmişti. Yıl­

— 36 —
dız’a çekilen telgraflar sonuç vermiş, Me^şrutiyet yeniden ilân edilmişti.
Anayasa tekrar yürürlüğe girmişti. [37] Fakat bütün sevinçlere ve çe­
şitli mUletlerin birbirleriyle kucakliaşmalanna, bağlılık gösterilerine rağ­
men, beslenen ümitlerin yavaş yavaş kaybolduğu görülmeye başlamıştı.
Afların ilânından sonra, İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde bulunan ve
her türlü siyasî amaçlar peşinde koşan komitacılar, eşkiyalar şehirlere
inerek halkın arasına katılmışlardı. Basın, her türlü sansürden uzak, di­
lediğini yazmaya başladığından zararlı propagandalar, yaygaralar ve is­
tekler, memlekette geniş ölçüde etkiler yaratmış ve karışıklığı artırmıştı.
Hristiyan unsurlar, meşrutiyet idaresini kendi çıkınlarına göre yorum­
luyorlardı. Bulgarlar, özellikle Müslüman-Hristiyan eşitliği sayesinde ge­
rek kültür ve gerek İktisadî bakımdan ilerleyeceklerini ve< bu durumun
sağlayacağı gelişme ile Makedonya’da aradıkları muhtariyeti bulacakla­
rını düşünüyorlardı. [38] Bu düşüncede bulunan Bulgarlardan başka,
Rum ve Ermeniler de, kültür vo İktisadî görüş ve bügilerinin üstün ol-
masmdan kuvvet alarak özellikle ileride yapılacak mebus seçimlerinde
beceriklilik göstermeyi ve devlet idaresinde büyük mevkiler elde etmeyi
düşünüyorlardı. Nihayet bunlar da, Ege’de Karadeniz kıyılarında ve Ana­
dolu’nun doğu ve güneydoğu kesimlerinde Özerk devletler kurmayı ta­
sarlıyorlardı. Arap ve Arnavutlarla beraber, bütün azınlıkların tek bir­
leşik düşünceleri Osmanlı Devleti’nden ayrılmak ve devleti parçalamaktı.
Ayrıca, istibdat idaresinden çıkarları dolayısıyla hcşlananlar, çıkarlarını
kaybedince, sızl^anmaya ve homurdanmaya başlamışlardı. Bunlar şeriat
elden gidiyor” parolası ile harekete geçmişlerdi. Bu bahane ile, meşru­
tiyet devrinin ilk hareketi Eylül 1908’de Trablusgarp’te ve Güney Ana­
dolu’da başgöstermişti. Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk), Trablus­
garp’te görülen geçici hareketleri önlemeye ve yatıştırmaya memur edil­
mişti. Gerek bu olay ve gerekse Millî Aşiret Reisi İbrahim Paşa’nm (Bu
paşalık rütbesi bir askerî rütbe olmayıp, çoğunlukla kabineye giren ba­
kanlara ve üeri golen kim.selere ve hatta kabile reisi ve eşkiyalara veri­
len bir padişah paşalığı idi), ayaklanması hemen bastırılmıştı.
5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafmdan
topraklarına katıldığının ilân olunması ve aynı tarihte Bulgar Prensliği’
nin bağımsızlığını ilân etmesi, Girit’m de Yunanistan’a katıldığının du­
yulması, memlekette büyük heyecanların vo kanşıklıkların değmasma ne­
den olmuştu. [39] Halk bu üç devlete ateş püskürmeye başlamıştı. 7 Ekim

[37] Tank Zafer Tunaya; Hürriyetin İlâm, İstanbul, 1959, s. 53-‘54.


[38] Yusuf Hikmet Bayur; Türk İnkılâbı Tarihi, c. I, Kısım 1, Ankara 1943,
s. 183-194.
[39] Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafmdan ilhakı Hk. Bkz. Reşat Halli,
Balkan Harbi (1912-1913), c. I, Ankara, 1993, s. 43-44.

— 37 —
1908’de bir taraftan Avusturya malı fese karşı boykotlar yapılırken, di­
ğer taraftan da ülke içinde çeşitli olaylar meydana gelmekte idi. Hemen
herkes hürriyeti kendine göre anlamaya ve buna bir anlam vermeye ça­
lışıyordu. Kanun ve nizamlara itaat etmek zorunda bulunulduğunun ve
hürriyetin bir sınırı bulunduğunu söyleyenler, derhal hain damgasıyla
damgalanıyordu. “Hürriyet devrinde vergi verilir mi?” diyerek birçok
vilâyetler vergi vermekten kaçınmaya başlamıştı. 22 Temmuz 1908’den
beri sadrazam bulunan Sait Paşa istifa etmiş vo 5 Ağustos 1908’de Kâ­
mil Paşa, sadrazam olmuştu. [40] Padişah II. Abdülhamit, Sait Paşa’nın
ayrılmasıyla kabineye girecek Harbiye ve Bahriye Nazırlarının bizzat
kendisi tarafından seçilmesini istiyordu. Padişah da bu şekilde süâhlı
kuvvetleri elinde tutmak ve isteğine göre kullanmak istiyordu. Yeni Sad­
razam Kâmil Paşa ise. Anayasa, “Padişah Başkomutandır” diyorsa da
Harbiye ve BaJhriye Nazırlarını padişah ta3Ün eder veya azl eder diye bir
açıklama yoktur. Kanunu yapan ve gereğinde onu yorumlayaJbilecek olan
meclistir. Bu madde meclisin yorumlanmasından geçinceye kadar bir şey
yapılamaz” diyordu. Kâmil Paşa Harbiye ve Bahri^^^e Nazırlarının şim­
dilik sorumlu bulunan sadrazam (Hükümet Başkanı = Başbakan) tara­
fından atanmalarının gerektiğini padişaha arz etmiş ve atamalarmı 3’ap-
mıştı. [41] Kâmil Paşa’nın bu hareketi özellikle ittihat ve Terakki tara­
fından da desteklenmişti. Kâmil Paşa, diğer taraftan özeliikle istibdat
devrinin iltimaslı birçok devlet memurlarını işlerinden çekmeye başlamış­
tı. Bunlar, çok kere bir işe yaramayan ve batta ancak maaştan maaşa
daire»lerine uğrayan imtiyazlılardı. Silâhlı kuvvetlerde ise, hanedan ve
padişah yakını birçok paşa (general) ve amiral çocukları, daha küçük
yaşlarda yüksek askerî rütbelerde bulunuyorlardı. Sadrazam Kâmil Pa­
şa, bu durumun düzeltUmesini ele almıştı.
Bu sırada (17 Eylül 1908) Prens Sabahattin “Adem-i Merkeziyet”
propagandalarına başlamıştı. [42] klizan Gazetesi sahibi Murat Bey, dinî
duyguları ayaklandınnaya ve heyecanlı yazılar yazmaya başlamıştı. Bu
gazete yazılarında özellikle okul programlarırdan din derslerinin kaldı-
nlacağını, Hristiyanlardan asker alınması halinde, kışlalarda ve askerî
okullarda kUiseder kurulacağını belirtiyordu. Bu iç düzensizlikler sıra­
sında bir de önemli olan seçim davası vardı. Kâmil Paşa, memlekette

[40] Tunaya; s. 57, Uzunçarşılı; s. 138-151.


Feroz Ahmed; îttihatçıliiktan Kemalizme, Çev: Fatanagül Berktay, İstanbul,
1985, Ali Cevat, II. Meyrutiyet’in ilânı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Haz. Faile
Reşit UNAT; Anleara 1960, s. 8.
[41] Ali Cevat; s. 8, 9.
Ahmet Turan Alkan; II Meşrutiyet Ordu ve Siyâset, Ankara 1992, s. 88.
[42] Prens Sabahattin’in Fikirleri için Bltz. Şerif Arif Mardin; Jön Türklerin Siyâsî
Fikirleri, 1895-1905, Ankara, 1964, s. 216--224.

— 38 —
başlayan ve kamçılanan taassubu ezmek istemekle berab&r, mebus seçimi
işlerini de tam bir tarafsızlık içinde yürütmek amacındaydı. Bu sırada
(Kasım - Aralık 1908) şiddetli seçim mücadeleleri başlamıştı. İttihat ve
Terakki’nin karşısında dikilen Türk muhalifleri bir yana, ©n tehlikeli mu­
halefet Türk olmayan unsurlardan gelmeye başlamıştı. Bunlar dıştan al­
dıkları talimatlara göre hareket ediyorlardı. Rumlar, Atina’ya dayanı­
yorlar, Yunan Hükümeti, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bu zayıf
ve karışık durumdan yararlanarak Osmanlı ülkesinde yaşayan Rumların
6,5 milyon olduklarını iddia ediyordu. Bu suretle Osmanlı Meclisi’ne gi­
recek milletvekillerinin sayısı için, bunun esas alınması gerektiğini ileri
sürüyordu. Hatta Rumca’nın da Türkçe üe resmî dil olmasını istiyorlardı.
Bu amaçla 22 Kasım 1908’de 15 000 - 20 000 kadar îstanbul Rumu, Bey-
oğlu’nda bir gösteri yapmıştı. Gösterilerin Türk muhalifler tarafından
tertiplendiği yayılmışsa da, bunun gerçek kışkırtıcıları Yunanlılar ve
özellikle Yunan İçişleri Bakanlığı’na alet olan patrikhane idi. Yunanis­
tan Hükümeti, patrikhane vasıtasıyla Osmanlı Meclisi’nin seçim işlerine
karışmıştı.
Seçim mücadeleleri devam ederken, bu arada Abdülhamit’in ünlü
hafiyelerinden İsmail Tahir Paşa öldürülmüş, Fehim Paşa da, Yenişehir
(Bursa)’da linç edilmişti.
Yunanlılar, seçim mücadelelerine o derece karışmışlardı ki, Kasım
1908’de, Yunan Başbakanı Rallis, Rumeli’de bir geziye çıkarak, bazı yer­
lerde Rum metropolitleri ile görüşmüş vo Osmanlı devlet memurlarının
önünde, dinî bölgelerin yakında bir Yunan vUâyeti olması düeğini belir­
terek teşviklerde bulunmuştu. [43] Yunanlılar yalnız Rumları kışkırt­
makla yetinmemişler, daha sonra Arnavut İsmail Kemal Bey’e para ve­
rerek, Arnavutluk’ta propaganda yapmasını ve seçimde Arnavutların da
çoğunluk sağlamasını istemişlerdi. Bütün bunlar, Osmanlı Meclisi’ni bir
azınlıklar meclisi haline getirmek ve devletin kontrolünü ellerinde tut­
mak istedikleri içindi.
Seçim mücadeleleri sırasında silâhlı kuvv^etlerin durumu ise büsbü­
tün başka bir hava içinde bulunuyordu. Bir defa, dinî kendilerine alet
edenler, sUâhlı kuvvetlerde özellikle cahil erleri ve alaylı subayları kış­
kırtmaya çalışıyorlardı. Ayrıca yıllardan beri muvazzaf hizmet sürelerini
tamamlamış bulunan erlerin terhis edilmemelerini propagandaları için
bir araç olarak kullanıyorlardı. Bu suretle rejimi tehlikeye sokmak için
ne yapmak gerekiyorsa yapıyorlardı.

[43] E3dward Driaulte; et Michel L’Heritier, Historire Diplomatiqe de la Grece de


1821’a nas Jours, c. V, s. 8.

— 39 —
Bu tehlike karşısında, İttihat ve Terakki ve buna mensup subaylar,
rejimin bekçiliğini ve korunmasını yapmak üzere, inkılâba sadık dört
avcı taburunu Selânik’ten İstanbul’a getirmek ihtiyacını duymuşlardı.
Bunlar Taşkışla’ya yerleştirilmişlerdi. Bu taburlar aynı zamanda yapıla­
cak seçimlerde bir emniyet unsuru da olacaklardı. Ordu bu sıralarda si­
yasete iyice girmişti. Ordunun siyasete karışmaması fikrini savunanla­
rın başında bulunan Kolağası Mustafa Kemal ve arkadaşlarmı dinleyen
yoktu. Siyasî akımlar dolayısıyla askerlerin itaati da bozulmuştu. Nitekim
Ekim 1908 sonlarında henüz askerlik hizmetlerini tamamlamamış 87 er,
gönderilmek istenilen Hicaz’a gitmeyi reddetmişlerdi. Taşkışla’da bulu­
nan bu erler, emre karşı gelerek silâhlarına sarılıp kendilerini zorla gön­
dermek isteyenlere karşı ateş açmışlar, ancak kısa zamanda yok edilmiş­
lerdi. Bu esnada alaylı subayların da ordudan çıkarılacakları sözleri üze­
rine, bunlar da aralarında toplantılara başlamışlardı. Kendilerine ön ayak
olan 1 nci Süvari Tümeni Komutanı Tuğgeneral Refik yakalanmış ve
altı ay hapse mahkûm edilmişti. Aralık 190S’de Köprülü’de erler tiyat­
roya girmek istemişlerdi. Erlerin tiyatroya girmeleri yasak olduğundan
men edilmişti. Buna kızan erler, tiyatroyu basarak birçok tahripler yap­
mışlardı. Erler, “Madem ki bize yasaktır, subaylara da yasak olmalıdır”
diyerek subayları da tiyatroya sokmak istememişlerdi. Her ne kadar bu
olaylar basit gibi görünürlerse de içinde bulunulan durumda önemli işa­
retlerdi. İşte, memleketin bu karışık durumunda mebusların seçimleri ya­
pılmış ve meclis, 17 Aralık 1908’de Ayasofya'daki adliye binasında açıl­
mıştı.
Meclis’in karakteri hazindi. 275 olarak sayılan mebuslarm 142’sinin
Türk ve 133’nün başka milletlerden olduğu görülmüştü. Bu sonuca göre,
yalnız Hristiyan mebuslarından 23’ünün Rum ve 12’sinin Ermeni olarak
görülmesi, hem hile hem de bütün bu unsurların seçime canla başla ve
son oylarma kadar katılmış bulunmalarının sonucuydu. Gerçekte ne bu
milletvekilleri sayısı meşru idi; ne de İmparatorluktaki nüfus miktarları
ile orantılı idi. Azınlıklar genel Türk nüfusu karşısında çok düşük bir
derecede idi. Bulgar, Sırp, Romen ve Musevi milletvekilleri ile beraiber
Arnavut ve Arap milletvekilleri, meclisi bir anarşi topluluğu haliae ge­
tirmişlerdi. Türklerden İttihat ve Terakki’ye muhalif olanlar da ayn bir
hava içinde bulunuyorlardı. Bunlar Osmanlı Devleti’nde yaşayan ihanet­
lerle dolu milletlerden karma bir Osmanlı Devleti ve Hükümeti hurma
tezini savunuyorlardı. Bu durum karşısında Türk olmayan milletvekilleri
de onları destekleyerek amaçlarına varma çabasmdaydılar. Bundar. endi­
şe duyan askerler işlere karışmaya giriştiklerinden İttihat ve Terakki ile
Kâmil Paşa’nm arası da laçılıyordu. Bu nedenle de İttihat ve Terakki ken­
disine baş eğecek bir sadrazam aramaya koyulmuştu.

— 40 —
Esasen dış ve iç buhranlara bir çare bulamayan Sadrazam Kâmil
Paşa’nın durumu da iyice sarsılmıştı. Bu arada Bahriye Nazırı Arif Hik­
met Paşa, bir vapurun batması yüzünden Meclis’te sıkıştırılmış ve üzü­
lerek 31 Ocak 1909’da istifa etmişti. Yerine ve«kU olarak Hüsnü Paşa ge­
tirilmişti. Hafbiye Nazırı bulunan Ali Rıza Paşa da, ordunun içinde bu­
lunduğu disiplinsizlikten üzgün olduğundan ve bunun düzeltilmesi için
Kâmil Paşa üe anlaşmaya varamadığmdan 10 Şubat 1909’da görevinden
alınmıştı. Ali Rıza Paşa, Mısır’a fevkalâde komiser olarak atanmıştı. Bu
tarihte Haribiye Nazırlığı’na 2 nci Ordu (Edirne) Komutanı Nazım Paşa
atanmıştı. Hanbiyo ve Bahriye Nazırlarının sadrazam tarafından atan­
maları, bu defa, meclisi ile sadrazamın arasını açmjştı. Abdülhamit, Ali
Rıza Paşa’nın uzaklaştınlmasmdan memnundu. Fakat Nazım Paşa’mn
hürriyetçi olduğu düşünüldüğünden bu atanma padişaha hoş görünme­
mişti. İttihat ve Terakki ise, subayların siyasî hayattan ve faaliyetlerden
çektirilmeleri teşebbüslerinin comiyete zarar vereceğini ve dolayısıyla or­
dunun desteğinden yoksun kalacağını ve bu sebeple de irticanm kuvvet­
leneceğini hesap ediyordu. Bu sıralarda Yanya’da “Etniki Eterya” çe­
telerinin faaliyetleri dikkati çekmeye başlamıştı. Buradaiki çetelerin faa­
liyetlerini yok etmek için kuvvet gönderilmesinin istenmesi, orduyu zaafa
uğratacağı korkusuyla tereddüt ediliyordu. Bu tereddüdü kaldırmak ama­
cıyla Sadrazam Kâmil Paşa, 8 Şubat 1909’da Harbiye Nezareti’ne yaz­
dığı bir tezkere üe “Etniki Eterya” faaliyetlorini bastırmak için 3 ncü
Ordu’dan (Selânik) kuvvet gönderümesinden korkuluyorsa da esasen
3 ncü Ordu’nun kuruluşunda bulunan ve İstanbul’a getirümiş olan avcı
taburlarının gönderilebileceğini bildirmişti. Bu tezkere, İttihat ve Terakki
ile subaylarm korkularını artırmıştı. İttihat ve Terakki’nin dayandığı bu
kuvvetin İstanbul’dan uzaklaştırılması suretiyle rejimin tehlikeye soku­
lacağı kanısını kuvvetlendirmişti. Gerek bu setoop ve gerekse diğer se­
bepler Kâmil Paşa’ya olan güveni azaltmıştı. Meclis, 11 Şubat 1909’da
yaptığı bir toplantıda. Kâmil Paşa’nm 13 Şubatta meclise gelerek açık­
lamada bulunmasını istemişti. 12 Şubat 1909’da ise, Dalıiliye Nazırı Hü­
seyin Hilmi, Adliye Nazırı Refik vo Şûray-ı Devlet Reisi Haşan Fehmi
Paşalar Harbiye ve Bahriye Nazırlarının değiştirilmesinin kendilerine ön­
ceden haber verilmemesini protesto ederek istifa etmişlerdi. Bu arada
İstanbul’da bulunan harp gemilerinin komutanları, Harbiye ve Bahriye
Nazırlarının değiştirilmesini protesto etmişler ve bunun meşrutiyete dar­
be olduğunu, donanmanın meşrutiyete yemin ettiğini, bu sebeple galeyan­
da bulunduklarını hükümete büdirerek tehditlerde bulunmuşlardı.
13 Şubat 1909 günü mecliste büyük bir heyecan hüküm sürmekte
idi. Bazı subaylar, meclis koridorlarında dolaşmakta ve Kara Kuvvet-
leri’nden de tehditler gelmekte idi. Fakat sadrazam, önemli işleri oldu­

— 41 —
ğnnu bahane ederek meclise gelmek istememiş ve açıklamanm ertelenme­
sini talep etmişti. Meclis ordu ve donanmanın ayaklanacağı korkusuyla
sadrazamın derhal meclise geimesini istemiş ve zorlamıştı. Fakat sad­
razam gelmeyince, Hüseyin Cahit Bey tarafından verilen ve hükümet
başkanına güvenmediği konusundaki takrir oya konmuş ve çoğunlukla
aleyhte oy kullanılmıştı (198 aleyhte ve 8 lehte oy). Bunun üzerine Kâ­
mil Paşa, 13 Şubat 1909’da istifa etmişti. 13/14 Şubat 1909’da hüküme­
tin kurulması görevi Hüseyin Hilmi Paşa’ya veriimişti. Hüseyin Hilmi
Paşa, memleketin içinde bulunduğu buhranları çözümleyebilmek için ön­
ce, pürüzlü dış sorunları elo almış, özellikle bunların en önemlilerinden
olan Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Girit işleriyle uğraşmaya koyulmuştu.
Fakat yeni Sadrazam ve Hariciye Nazırı Noradonkiyan Efendi, 26 Şu­
bat 1909’da Bosna-Hersek’in Avusturya-Maoaristan tarafından yapılan
ilhakmı tanımışlar ve buna karşılık Avusturya-Macaristan Hükümeti de,
Yenipazar sancağı üzerinde Berlin Antlaşması’yla kendisine verilmiş bu­
lunan hakkından vazgeçmişti. [44] Ayrıca Avustui'yahlarla Avrupa genel
hukukuna uygun bir ticaret anlaşmjası da yapılmıştı. Avusturya-Maca­
ristan, Bosna-Kersek’teki gayri menkullerin karşılığı olarak, Osmanlı Hü-
kûmeti’ne 2,5 milyon altın liralık bir para vermeyi de taahhüt etmişti.
Hükümet, Bulgaristan’daki haklarmdan vazge-çmek için 140 müyon
frank verilmesi halinde, anlaşmaya vararak Bulgaristan’ın istiklâlini ta­
nıyacağını bildirmişti. Bulgaristan ancak 80 milyon frank vereibileceğini
büdirdiğinden görüşmeler zor bir duruma girm.işti. Bu sebeple Bulgaris­
tan askerî tedbirler almiaya bile başlamıştı. Ancak Rusya’nın işe karış­
ması ile görüşmelere bir çözüm yolu bulunmuştu. Rusya, aradaki 60 mil­
yonluk farkı kendisi kabul etmişti. Bu fark, OsmanlIların Rusya’ya ver­
mekte olduğu 1877-1878 seferinin savaş tazminatından mahsup edilmişti.
Girit sorunu ise bir sonuca bağlanamam:ş ve iç buhranları artıran
nedenlerden biri olmaya başlamıştı. Memleketin her tarafında Girit için
gösteriler yayılmakta idi. Hükümetin Bcsna-Hersek’in Avusturya-Maca­
ristan tarafından ilhakını ve Bulgaristan’ın istiklâlini de kabul etmesi,
halk tarafından protesto edilmeye başlamıştı. Hükümet, “Bosna-Hersek
esasen onu ilhak eden Avusturya-Macaristan’ın elinde idi. Geı-çekte yapı­
lan şey, bir ad değiştirmekten ibarettir” diyordu. Bulgaristan için de
“Esasen prenslik, çoktan beri bağımsız bir duruma gelmiş ve vergi ver­
memekte idi. Hatta Abdülhamit, herhangi bir bağımsız devletle yapabi­
leceği ittifak antlaşmaları gibi bir antlaşmayı Bulgaristan’la müzakere
büe etmiştir. Aradaki gerçek ve fiilî bağ. Doğu Rumeli Eyaleti’nin dü-
2sensiz bir şekilde vermekte olduğu bir vergiden ibaretti” deniyordu. Bu

[44] Albin Les Grands Traites Politiques, s. 237.

— 42 —
suretle de halkın heyecanı yatıştırılmak isteniyordu. Gerçekte hükümet
de bu çözüm şeklinden memnun değildi. Fakat Abdülhamit’in istediği
silâhlı bir müdahaleye yanaşmamak ve memleketi bir savaşa sürükleme.-
mek için, bunu kabul etmek zorunluluğunda kalmnştı. Eğer Abdülhamit’in
istediği gibi silâhlı bir müdahale olsaydı, meşrutiyet rejimi tehlikeye gi­
recek ve böylece padişah tekrar memleketi kontrolü altma alacaktı. Ni­
tekim 1877-1878 seferinden sonra, meydana gelen yenilgiyi bahane ede­
rek bu konuda baş sorumluların araştırılmasını istemişti. Bu sorunda
kendisinin baş sorumlu olacağını sezmesi üzerine de, bunu meclis or-taya
çıkarmadan meclisi kapatmıştı. Bu defa da, Bulgaristan veya diğer Bal­
kan Devletleri’yle başlayacak bir savaşın kötü sonuçlarından sonra so­
rumlu arayacak, gene kabahati millete yükleyerek meclisi kapatacaktı.
Bu sıralarda Kanûn-i Esâsî (Anayasa) gereğince meclisin dört aylık
toplantı süresi bitmiş olduğundan, bir süre fermanla uzatılmıştı. Bu sı­
rada Yıldız Sarayı’nda muihafız olarak bulunan fesli Zuhaf (Arnavut)
askerlerinin bir kısmı değiştirilerek yerlorine Anadolu askerleri konmak
istenmişti. Arnavutlar, Anadolu’nun Türk evlatlarını istemediklerinden
büyük bir olay patlak vermişti. 1 nci Ordu Müfettişi Mahmut Muhtar
Paşa’yı (Ahmet Muhtar Paşa’mn oğlu) sinirlendiren bu olay, Taşkışla’da
bulundurulan avcı taburlarıyla bastırılmak istenmişti. Padişahın ve do­
layısıyla Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın işo karışmalarıyla bir felâket
önlenmişti. Arnavılt muhafızları, 29 Mart 1909 günü, yani 31 Mart ola-
ymdan (13 Nisan 1909) 16 gün önce Taşkışla’ya aldırılmışlardı. Daha
sonra, bu Arnavut taburları 6 Nisan 1909’da saray muhafızı ve Abdül­
hamit’in baş adamı Tâhir Paşa’nm komutasında olarak Selânik’e gönde­
rilmişlerdi, Bu arada saray mulıafızlarmdan sarıklı Arap askerleri de
Suriye’ye gönderilmek üzere vapurlara bindirilmişlerdi. Bu günlerde ise
bir kısım askerler, eğitimin çokluğundan, namaz kılmaya ve hamama
gitmeye vakit bulamadıklarmdan, padişaha şikâyette bulunmuşlardı. Pa­
dişah, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nm dikkatini çekmiş ve bu gibi olay­
lara meydan verilmemesini istemişti. Gerçekte, böyle bir şeyin aslı yoktu.
Bunun bir tertip olması olası idi.
Olağanüstü bir hava esmekte idi. Padişahın, askerlerin kendisi ta­
rafından korunduklarını propaganda ettirmek suretiyle, onları elde et-
me*k istediği anlıaşıhyordu. Nitekim, 13 Nisan 1909’da patlak veren 31
Mart harekotinden sonra, 16 Nisan 1909 günü yapılan cuma selâmlığının
akşamı, bazı askerler saray önüne gelerek, yemek yemediklerini ve aç
olduklarını bildirmişlerdi. Bunlara derhal etli pilav verilmiş ve padişahın
selâmlarıyla dağıtılmıştı. Ancak ertesi haftanın cuma selâmlığı (23 Nisan
1909) Hareket Ordusu’nun İstanbura girmek üzere bulunmasından do­
layı sönük (geçmiş ve durum padişahın aleyhine dönmeye başlamıştı. Ha­

— 43 —
reket Ordusu’nun İstanbul üzerine yürümesi karşısında ise, saray etra­
fında bulunan 2 nci Tümen de savunma hazırlıklarında bulunuyordu. 31
Mart ayaklanması üzerine padişah, Sadrazam Hüsf3yin Hilmi Paşa’yı az­
letmiş ve yerine Tevfik Paşa’yı getirmişti. Bu arada Harbiye Nazırı Rıza
Paşa’nın yerine de. Gazi Ethem Paşa’yı bizzat se^’erek görevlendirmişti.
Ancak olay, Harekot Ordusu tarafından bastırılmış ve ayaklanmaya bü­
yük bir cesaret verdiren Aibdülhamit tahttan indirilmişti. 27 Nisan 1909
günü tahttan indirilen Abdülhamit’in yerine Veliaht Mehmet Reşat Efen­
di, V. Mehmet Reşat adıyla padişah yapılmış ve Abdülhamit Selânik’e
gönderilmişti. Bundan sonra, sadrazamlığa 5 Ma3us 1909’da tekrar Hü­
seyin Hilmi Paşa getirilmiş ve Hareket Ordusu Komutanı Mahmuit Paşa
da 1 nci, 2 nci ve 3 ncü Orduların Genel Müfettişliği’ni üzerine almış­
tı. [45]
Bu olay yeni bir İttihat ve Terakki egemenliği dönemini değil de,
perde arkasında Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu meşrutiyeti ve de­
mokratik bir rejimin üstünlüğünü getirmişti. Mahmut Şevket Paşa, İs­
tanbul’dan sıkıyönetim komutanlığının yanısıra 1 nci, 2 nci, 3 ncü Ordu
Müfettişliklerini de kendi elinde toplayarak, o günden beri zaman zaman
ordunun politikaya sınırlı da olsa katılma dönemini başlatmıştı. [46]
Ülke büyük bir tehlike atlatmış ve İttihat ve Terakki de daha kuv­
vetli bir durum sağlamıştı. Kabine bir İttihat ve Terakki iktidarı olarak
belirmişti. Irak’ta, Suriye’de, Yernen’de ve Hicaz’da karışıklıklar eksik
olmuyordu. Bütün bunlar, millî bir uyanışın belirtileri olmakla beraber,
dış kışkırtmaların da etkisi olarak görünüyordu. Dava, Osmanlı İmpara­
torluğunu parçalamaktı. Bu sırada en büyük zorluk Yemen bölgesinde
idi. Buna bir çare ve çözüm bulmak için. Temmuz ve Ağustos 1909 ay­
larında mecliste bir Yemen Islâhat Encümeni kurulmuştu. Arnavutlar da,
Arap (Yemen) ayaklanmasına paralel olarak Ağustos vo Eylül 1909 ay-
larmda ayaklanmışlardı. Arnavut ayaklanmalarının gerçek nedeni, ida­
reden memnun olmamakla beraber, daha çok siyasî îdi. Bu yılm en bu­
nalımlı devresi olan 31 Mart ayaklanmasının ertesi günü, Ermeniler de
Arap vo Arnavut ayaklanmalarının amacını güden bir ayaklanma üe
Adana ve dolaylarını kana boyamışlardı (14 Nisan 1909).
Meşrutiyet Hükümetlerinin, Arap, Arnavut ve diğer unsurları ida­
rede becerisizlikler göstermeleri ve gerekse çok zaman hoş görülü bir
siyaset uygulamaları, imparatorluk topluluklarını azdırmıştı. Azınlıklar
dolayısıyla, alınan köklü tedbirler, çok zaman olumsuz sonuçlar getir-

[45] Ayrıntılı bilgi için Ekz. Ali Cevat Bey; İkinci Meşrutiyet’in İlânı ve Otuzbir
Mart Hadisesi, s. 48-56.
[46] Slıaw; s. 341.

— 44 —
mişti. Süikûn ve huzurun sağlanması için girişilen tedbirlerin gevşekliği,
nihayet, Hüseyin Hilmi Paşa’nm kabinesini de sarsmıştı. Özellikle, henüz
daha hürriyet anlamı bütün yurtta arılaşılmadan ve meşrutiyet rejimi
benimsenip yerleştirilmeden, basına verilen geniş hürriyet yetkisiyle es­
kinin ve yeninin yaralan deşilmişti. Bu sebeple türlü akımlar içinde bu­
lunan topluluklar, kendilerine hak veren bu yazıların ve yayınların etkisi
altında, rejimi ve devleti boğmaya vo yok etmeye kalkışmışlardı. Bu en
önemli dava dururkenı aşırı bir gururla “sen ben” mücadelelerine de gi­
rilmişti. Herkes herşeyden şikâyetçi idi. Islâhat ve b£-nzeri sebeplerle
Meclis Dilekçe Encümeni pek çok dilek karşısında kalmıştı. Muhalefet,
bunlan hükümetin sosyal adalet prensiplerinin ihlâli şeklindo yorumlaya­
rak ortaya atmakta ve propaganda yapmakta idi. Patrikhanelerin adam­
ları olan Rum ve Ermeni mebusları ve özellikle en yaygaracı Arap me-
buslan ile Arnavutlar, meclisi bir muharebe meydanına çevirmişlerdi.
Yakın zamana kadar dağlarda eşkiyalık yapanlar, şimdi meclisin içinde
dokunulmazlık kalkanı altında kötülüklerine hız vermişlerdi. Meclisi ve
hükümeti idare etmek zor bir problem olmuştu. Nihayet Fırat ve Dicle
nehirleri üzerinde her türlü gemi işletme hakkının “Linç Ingiliz Şirketi”
ne verilmesi, Hüseyin Hilmi Paşa’nın 28 Aralık 1909’da istifasına neden
olmuştu. 12 Ocak 1910’da Roma Elçisi İbrahim Hakkı Bey, paşalık pa­
yesiyle Sadrazam olarak atanmıştı. Kurulan İbrahim Hakkı Paşa Kabi-
nesi’nde. Harbiye Nazırlığı Mahmut Şevket ve Bahriye Nazırlığı da Halü
Paşalara verilmişti. İbrahim Hakkı Paşa .iktidara “adlî ihsan” parolası
ile gelmişti. Ancak tecrübesiz sadrazanı, bir hukuk profesörü olmiasına
rağmen, ne Meclis’te ne memleketin idaresinde olumlu bir düzen kura­
mamıştı. 1910 yılı, Arap ve Arnavut Ayaklanmalannm bastırılmalan ile
geçiyordu. Meclis, 25 Haziran 1910’da, kiliseler kaaunu ile okullar kanu­
nunu gdrüşmeye başlamış ve 3 Temmuz 1910’da, “Rumeli’deki külse ve
mektepler hakkmdaki” kanunu çıkarmıştı. Bu konu ise, Bulgar millî var­
lığının Yunan mane\û nüfuzundan kurtarılması idi. İstanbul’daki Rum
Patrikhanesiyle Rum mebusları bu kanunun çıkmasını önlemek için di­
renmişlerdi. Buna karşüık Bulgar mebusları yakın bir gelecekte çıkar­
mak isltedikleri bir savaş ve millî amaçlarına ulaşabilmek için kanun çık­
masını istemişler ve desteklemişlerdi. Bu suretle hükûmot, Bulgar ve
Rum anlaşmazlıklarını çözümlemek suretiyle, yanlış bir adım atmıştı.
1 Kasım 1910’da, meclisin yeni toplantı devresindf, meclisi selâmlayan
padişalı, “Her ne cins ve mezhepten olursa olsun, tebaayı sevdiğini, ordu
ve donanmanın kuvvetlendirilmesinin gerektiğini” söylüyor ve söyleti­
yordu. “Devletlerle olan ilişküerin dostça olduğu ve dış siyasetin de dik­
katle izlendiği” bildiriliyordu. Halbuki bu anda Rumeli ve Arabistan’da
karışıklıklar devam etmekte idi. Özellikle 1911 yüında da ayaklanmış bu-

— 45 —
liman Arnavutların devlete ısmdınlması amacıyla, Padişah Mehmet Re­
şat, 5 Haziran 1911’de Kosova vilâyetine yaptığı gezi ile de umduğu olum­
lu sonucu alamamıştı. İtalya, Trablusgarp savaşı için hararetli bir şe­
kilde çalışmakta ve hazırlanmakta idi. İç kavga ve çekişmeler içinde
memleket kendini Trablusgarp ve Bingazi Savaşı içinde bulmuştu. İyim­
ser olan sadrazamla padişah, tam bir sürprizle karşılaşmışlardı, librahim
Hakkı Paşa, istifa ederek çekilmişti. Sadrazamlığa Sait Paşa gelmiş ve
1 Ekim 1911’de göreve başlamıştı. Yeni sadrazam, bir yandan savaşın
sorunlarıyla uğraşırken, bir yandan da 13 Kasım 1911’de açılması gere­
ken meclisin, 13 Ekim’de açılması hususunda padişah emirlerini almıştı.
Sadrazamın meclisi biran önce açtırmak istemesinin sebepleri arasında
özellikle Anayasa’nın 35 nci maddesinin değiştirilmesi isteği de vardı.
1876 yılı Anayasası’nda meclisi feshetmek hakkı padişaha tanınmıştı.
Meşrutiyet inkılâbından sonra meydana gelen 31 Mart olayı ve bu olayla
birlikte Abdülhamit’in bazı davranışları şüphe ve korku yaratmıştı. Sait
Paşa bu kuşkujnı kaldırmak istiyordu. Ancak bu dt-ğişiklik için meclisin
-üçte ikisinin ittifakı şarttı. Halbuki, daha dört yıllık dovre bitmemiş, he­
nüz üçüncü yılda bulunulmakta idi. ittihat ve Terakki de zayıf bir du­
ruma düşmemek için kuvvetli bir çoğunluk sağlamak istiyordu. Meclis
feshedilecek olursa, yeni bir seçime gidilecekti. Bu sırada Hürriyet ve
itilâf Partisi, birçok milletvekillerini kendi tarafına çekmiş ve azınlık
milletvekilleriyle de beraberlik sağlanmıştı, ittihat ve Terakki ise, Ab­
dülhamit’in vaktiyle kullandığı bir anayasa hakkını eleştirirken, şimdi
aynı anayasa hakkını Sultan Mehmet Reşat’a yaptırtmak ve meclisi fes­
hettirerek yeni seçimlere gitmek istiyordu. Muhalefet, bu durumu bildiği
için, her defasında meclis salonunu terk edorek, toplantıları baltalamaya
başlamıştı. Zor durumda kalan Sait Paşa, 1 Ocak 1912’de istifa ettiyse
de, 18 Ocak’ta tekrar sadrazam olarak atanmıştı. Ancak bu defa, padi­
şahın emirlerini alarak meclisi feshettirmişti. Yapılan genel seçimlerde
ise, çok çekişmeli olmakla beraber, iktidar, Ittiha^t Terakki tarafından
çoğunlukla kazanılmıştı. Bu seçimler sırasında muhaliflerin yaptıkları
zararlı propagandalar halk arasında Trablusgarp Savaşı kadar etkiler
yaratmıştı. Halk, ittihat Tetrakki Partisini dinsiz bir parti olarak gör­
meye başlamıştı. Özellikle 35 nci maddeyi halka anlatan muhalefet, bunu
şöyle propaganda etmişti :
“35 nci madde demek ; 30 Ramazan, 5 de beş vakit namazdır, itti­
hat Terakki, ramazanı ve namazı kaldırmak istemektedir.” Bu sebeple
memlekette huzursuzluk genişlemiş ve ittihat Terakki düşmanlığı yayıl­
mıştı. Aluhalefetçe ittihat Terakki bir sürü ithamlarla ezilmek iste-nir-
ken diğer taraftan da Hareket Ordusu’nun Komutanı olarak gericileri
ezen kmvetlerin başı ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı da it­

— 46 —
ham ediyorlardı. Dedikodular yayılıyordu. Yapılan çirkin dedikodulardan
çok üzülen Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, 12 Temmuz 1912’de
istifa etmişti. Değerli bir generalin Harbiye Nazırlığı’ndan ayniması Sad­
razam Sait Paşa’yı da sarsmıştı, Sait Paşa daha fazla direnemeyeceğini
anladığından 16-17 Temmuz 1912’de istifaya mecbur kalmıştı. Kabinenin
kurulması görevi, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya verilmişti. Kabine eski
sadrazamlardan, nazırlardan ve ünlü komutanlardan kurulmuştu. Harbi­
ye Nazırlığı’na “Halâskâr Zabitan (Kurtarıcı Subajlar) Grubu’nun sem­
patizanı Nazım Paşa ve Bahriye Nazırlığı’na da Sadrazam Ahmet Muh­
tar Paşa’nm oğlu Mahmut Muhtar Paşa geltirilmişti. Kabinenin önenüi
bir bakanlığı olan Dışişleri Bakanlığı, yine Ermeni asıllı Gabriel Nora­
donkiyan Efendiye verilmişti.
Büyük kabine veya baba-oğul kabinesi adım alan bu kabine önce
Arnavutluk’itaiki şikâyef ve olaylara sebep olan hususları ele almıştı, Ar­
navutları bazı tavizlerle tatmin etmeyi düşünerek sükûneti sağlayacak
bir siyaset izlemeye girişmişti. Özellikle muhalif subaylar grubunun mec­
lisi feshettirme istekleriyle uğraşmaya başlamıştı. Sıkıyönetim idaresi
kaldırılmıştı. Fakat bu sırada özellikle “Halâskâr Zabitan Grubu” sUâhlı
kuvvetler bünyesinde büyük bir perişanlık yaratmıştı. Subaylar, muhalif
siyasî partilere alet olmuşlardı. [47]
Subayların siyasete karışmaları, büyük bir tehlike olmuştu. Bu teh­
likede, Türk Ordusu’nda bulunan muhtelif ırk ve milletlerden olan su­
baylarm da aykırı hareketleri söz konusu idi. Bu subayların amaçları,
yalnız siyasî partilere girip memlekette bir iş görmek değil, daha 2siyade
bu partileri kalkan yaparak, kendi millî davalarını gerçekleştirmekti. Bun­
lar pek çoktu. Partiler bunu sezmelerine rağmen önemsememişlerdi. Os­
manlılık ve Islâmcılık akımları ile bunlara hakim olacaklarını sanmışlardı.
Bu iki akıma karşılık Türkçülük güden İttihat Terakki (ki bu sırada 25
Mart 1912’de Türk Ocaklan açılmıştı) ile bir çatışma meydana getire­
ceğinin ve bu arada millî bir birlikten yoksun hale gelineceğinin farkına
varılamamıştı. Özellikle Halâskâr Zabitan Grubu’nun teşekkülünden son­
ra, bu tehlike, ancak Türk milliyetçiliği için zararlı olmuştu. Bu durum,
Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve ordunun dağılması için bir etken olmuştu.
Subaylarm bir kısmı İttihat Terakki’nin tutumu ve siyasetini des­
teklerken, bu subaylara muhalif olanlar da. Hürriyet ve İtilâf Partisi’nin
tutum ve siyasetini destekler olmuşlardı. Ancak Hürrriyct vo İtilâf Par-

[47] Halâskâr Zabitan Grubu için Ekz. Tank Zafer Tunaya; Türkiye’de Siya.sî Par­
tiler, c. I, s. 313-336.
Ahmet Turan Alkan; lldnci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ankara, 1992,
s. 133-149.

— 47 ~
tisi’yle birleşenler, kurdukları teşkilâtlarıyla kendilerini bir program ve
tüzüğe bağlayarak plânlı çalışma yoluna girmişlerdi. Mayıs^Haziran 1912’
de teşkilâtlanan Halâskâr Zabitan Grubu’nu, Kurmay Binbaşı Gelibolu’lu
Kemal kurmuş v© Grup Başkanlığı’m ele almışsa da, gerçekte bunun li­
deri ve destekleyicisi Nazım Paşa idi. Grup, beyannamesini yayınlamış
ve itibar görmüştü. Bunun üzerinedir ki, memleketin bazı bölgelerinde
bulunan kıtalardan sempati telgrafları alınmıştı. Bu arada Selânik’to Ga­
lip Paşa’nın başkanlığında toplanan suibaylarla, İzmir’deki birliklerin ta­
bur komutanlarından Binbaşı Hüseyin Avni’nin önderliğinde toplanan
Prens Aziz Paşa Tümeni subayları, beyannamedeki isteklerle hemfikir
olduklarını açıklamışlardı.
Memleketin içinde bulunduğu iç buhranlara fazlasıyla etki yapan bu
suJbay topluluğu, beyannamelerinde; hükümetin değişmesini, meclisin fes­
hedilmesini, »eçimlorin meşru olmadığını ve yenilenmesini istiyordu. Bu
suretle iç siyasî akımlara kapılan ve siyasetin türlü oyunlarına dalan bu
subaylar grubu, silâhlı kuvvetleri de tam bir anarşiye sürüklemeye baş­
lamıştı. Bu sırada Arnavutluk’ltaki ayaklanmalar son derece tehlikeli bir
durum yaratmıştı. Bu kötü durumdan faydalanmak isteyon ayrıca îttihat
ve Terakki’yi daha zor bir duruma düşürmek amacıyla hareket eden Kur­
may Binbaşı Kemal, hazırladığı beyannamesini Skaliyeri adında bir Rum’
un aracılığı ile siyasî muhalefet liderlerinden Prens Sabahattin’e arzc<tmiş
ve onun da bu husustaki onayını almıştı.
Makedonya olaylarının yarattığı kırgınlık, Girit’in elden gitmesi, Bul­
garistan’ın bağımsızlığmı ilân eitmesi, Avusturya - Macaristan’ın Bosna-
Hersek’i kendi ülkesine katması ve Trablusgarp Savaşı’nın da doğması
gibi üzücü olaylardan faydalanan muhalif subaylar grubu, propaganda­
larında başarıya ulaşmış ve kendine birçok subiayı taraftar olarak çek­
mişti. Muhalif subaylar, bilhassa Prens Sabahattin’in destek olacağı hak-
kındaki vaadini öğrendikten sonra, çalışmalarına hız vermişlerdi. Kur­
may Yusuf’un faaliyeti ile Üsküdar’da Bağlarbaşı’nda, Bostancı’da, Hey-
beliada’da ve Beyoğlu’nda toplantılar yapılmıştı. Hükümeti devirmek ve
iktidara gelmek amacını güden muhalif subaylar, particilik zihniyetlerini
gizlemek için, mümkün olduğu kadar Hürriyet ve İtilâf partisiyle temas
etmiyorlardı. Gerçekte siyasî muhalefetin geniş topluluğundan ve kitlo
psikolojisinden istifade ederek kurulan ve gelişen bu grup, bir askerî
ihtilâl komitesi olmuştu. Askerî bir ayaklanma hazırlayan bu grup, be­
yannamesini ayrıntılı olarak gazetelerde de yayınlamaya ve bunları ordu
safları içine sokmaya başlamıştı. [48]

[48] Bu konudaki belgeler için Bkz. Tunaya; s. 337-380.

— 48 —
• Halâskâr Zabitan Grubu, daba da ileri gitmeye ba§lamıştı. Özellikle
îtühat Terakki iktidarının devrilmesinden biraz ew’’el Arnavutluk’taki
ayaklanmalan önlemek ve güvenliği sağlamak üzere İstanbul’dan Arna-
vutluk’a gönderilen kuvvetleri hükümet aleyhine ayaklandırmaya giriş­
mişlerdi. Bu suretle ço.k disiplinli ve muntazam olan 1 nci Tümen bu iç
siyasî hastalığa tutulan subayların kışkırtılmalarıyla çürütülmüştü. Ni­
hayet bu tümende, erat subaylarını, subaylar da komutanlarmı dinleme­
meye başlamışlardı. Durumu çok nazik bir safhaya sokmuşlardı. Yalova
telgrafhanesinden 1 nci Tümen Halâskâr Zabitam (Kurtarıcı Subayları),
Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı telgraf başına çağırarak bir takım siyasî is­
teklerde bulunmuşlardı. İstanbul’daki arkadaşlarının ve Prens Aziz Paşa
Tümeni’nin de bu isteklerinde ısrar etmeleri, durumu iyice karıştırmış ve
hükümeti sarsmıştı. İttihat Terakki’nin dört muhalif oya karşı, 194 iti­
mat oyu almasına rağmen hükümet istifa ederek çekilmek zorunda kal­
mıştı. Bu suretle de 22 Temmuz 1912’de Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nm
başkanlığında bir hükümet kurulmuştu. İttihat ve Terakki iktidarmın hü­
kümeti muhaliflerine devretmesinin başlıca nedeni, ordu birliklerinden
bir kısmının hükümete karşı olması ve bir kısım subayların da, ayaklan­
mış bulunan Arnavut asileriyle birlik olmasıydı. Dağa çıkarak ayaklanan
subaylar, Arnavutlarla birlikte hükümetin değişmesini istemişlerdi. Muh­
tariyet peşinde koşan Arnavutlarla, îttihat Terakıd iktidarını devirmek
isteyen asi sulbaylar, ÜSküp’e giderek adam öldürmeye başlamışlar ve
yağmalara girişmişlerdi. 21/22 Haziran 1912’de, bir kısım erlerle dağa
çıkan bu subaylar. Yüzbaşı Tayyar, Mümtaz ve Tahsin’den başka. Teğ­
men Celâl, Kâsım, Melek, Hamza vo Nafiz adındaki subaylardı. [49]
Halâskâr Zabitan Grubu’nun îstanbul ve Rumeli’nin diğer vilâyetle­
rinde gösterdikleri asi hareketlerine bu iki tümen subaylarından bir kıs­
mının da katılması ve muhalefeti dc^steklemeleri îttihat Terakki iktidarı­
nı ürkütmüştü. Daha doğrusu iktidar, bir askerî ihtilâlden çekinmişti. Bu
sebeple iktidar, 16 Temmuz 19>12’de, görevini muhalefete bırakmışitı. Bun­
dan sonra, padişah, bütün orduya yayınlanan bir iradesini Hurşit Paşa’ya
okutmuştu. Padişah bu iradesinde, Londra Büyükelçiliği’nde buluan Tov-
fik Paşa’yı sadrazamlığa davet ettiğini bildirmişti. Ancak ordu içinde
gruplaşan muhalif subaylar, îttihat Terakki’ye muhalif bir sadrazam is­
tiyorlardı. Bunun için, bir intikâl kabinesi kurmak ve özellikle herkesin
itimadını kazanmış bir kişi olan Gazi Ahmet Aluhtar Paşa’nm hükümeti
kurması uygun görülmüştü. Eski devrin, yeni devrin no kakadr bol ni­
şanlı, gögsü sırmalı kişileri varsa, hepsi kabineye alınmışlardı. Artık hü­
kümetin ve memleketin İdarî işlerine Halâskârlar hakim olmuş ve rolle-

[49] Teğmen Nafiz; Bab-ı âli Baskmı sırasında, Nazım Paşa’mn yaveri idi. Bu baskın
sırasmda öldürülmü.ştü.

— 49 —
rini oynamaya başlamışlardı. Bu askerî cunta, meclisten kurtularak ken­
di anraıçlarma hizm.&t edecek bir meclisin kurulması sevdasına düşmüştü.
Bu amaçla hareketlerini sertleştiriyorlardı. Hükûnıct, askerlerin siyaset­
le bu derece uğraşmalarmı memleket için tehlikeli görmeye başladığın­
dan, askerlerin siyasetle uğraşmalarını yasaklayan 8 Ekim 1912 (25 Ey­
lül 1328) tarihli bir kanunu çıkarmıştı. Bu kanuna göre siyasetle uğra­
şan subaylar ordudan uzaklaştırmıakla beraber ağır cezalara da çarptı­
rılacaklardı.
Iç durumun bu halde olmasına karşılık, Trablusgarp Savaşı da, de­
vam ediyordu. Bu vatan parçasmm savunulması kadere ve beş on vatan­
sever suibaym eline bırakılmıştı. Rusya’nın kışkırtması ile 1912 sonbaha-
rmda Balkan Savaşı da başlayacaktı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, doğan
ve felâketlerle gelişen iç ve dış buhranlara bir çözüm yolu aramaya baş­
lamıştır. İtalyanlarla bir barış yapmak istiyordu. Savaş devam ederken
bunun yanmda olası bir Balkan Harbi doğmak üzere iken, ordu subay­
ları İlci kamp halinde birbirini yıpratmaktaydı. Memleketin iç tansiyonu
yükselmişti. Çok geçmeden İtalyanlarla yapılan barış antlaşmasını Bal­
kan Savaşı izlemişti. Komutanlar, subaylar, gerek İdarî ve gerek askerî
harekât sorunları üzerinde birbirleriyie çekişmeye de başlamışlardı. Bi­
rinin dediğini diğeri kabul etmiyordu. Biri “savunma” derken, diğeri
“taarruz” veya “gen çekilme” diyordu. Başkom.utan durumunda bulunan
padişahın hiç bir şeyden haberi yoktu. Başkomutan orduya hakim olma­
dığı gibi, acz içinde bulunan hükümete de bir yol gö.sterebilecek yetenekte
değildi. Hükümet içinde en ufak bh* anlaşma olmadığı gibi, otoritesi de
kalmamıştı. Halâskâr Zabitan Grubu, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın mu­
halefete yanaşacağından endişe ederek onun da değişmesini ve yerine
Kâmil Paşa’nm getirilmesini istiyorlardı. Bunu padişahtan istemeye baş­
lamışlardı. Padişah ise, “Ben şimdiye kadar hiç bir sadrazam azletmedim.
Siz kendisini ikna edin, ben muvâfıakat ederim” diyordu. Nihayet Halâs­
kâr subayların dUekleri gerçekleşmiş ve 30 Ekim 1912’de îttihat Terakki’
ye muhalif bulunan Kâmil Paşa, Sadrazam olmuştu. Harbiye Nazm Na­
zım Paşa, Kâmil Paşa kabinesinde yerini muhafaza etmişti.
Balkan Savaşı başlayalı henüz 14 gün olmuştu ki, memleket kabine
değişikliği gibi önemli bir duruma düşüıülmüştü (16 Ekim 1912 - 30 Ekim
1912). Fakat bu kez Hürriyet ve itilâf iktidarı, savaşı kaybetmekten
başka bir iş görmemişti, sadrazam barış için yollar aramaya girişmişti.
Memleketin içinde bulunduğu buhranlar arasında, fırsat kollayan İttihat
Terakki, 23 Ocak 1913’te hükümeti devirmek ve iktidarı ele almak için
Babiali baskınını yapmıştı. Bu baskın sonucunda Kâmil Paşa kabinesinin
Harbiye Nazın ve Başkomutan Veküi Nazım Paşa ile birlikte birkaç su­
bay öldürülmüş ve Kâmil Paşa istifaya zorlanmıştı. Aynı gün iktidar It-

— 50 —
tihat Torakki’nin eline geçmiş, Mahmut Şevket Paşa, Harbiye Nazırlığı
uhdesinde olmak üzere Sadrazam olmuştu. Bahriye Nazırlığı’na ise, Çü-
rüksulu Mahmut Paşa getirilmişti. Bu sırada düşman. Çatalca mevzii
önünde bulunuyordu. İttihat Terakki Edirno’yi millî sınırlar içinde bıra­
kacak bir barış arıyordu. Fakat 24 Mart 1913’te Edirne’nin düşman eline
geçmesi durumu değiştirmişti. Mahmut Şevke-t Paşa hükümeti, düşman­
ların teklif ettikleri barış şartlarını kabul etmek zorunda kalarak Midye-
Enez hattını sınır kabul etmişti.
Boş durmayan muhalefet ve özellikle muhalif subaylar, Babiali bas­
kınının öcünü almak ve hükümeti devirmeh; için türlü teşe'blbüslere baş­
vurmuşlardı. Bu arada en önemli olay; Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mah­
mut Şevket Paşa’nm 11 Haziran 1913’te Beyazıt Meydanı civarında öl­
dürülmesi olmuştu. Fakat muhalifler hükümeti devirmeyi ve iktidarı ele
goçirmeyi başaramamışlardı. Hariciye Nazırı olan Mısırlı Prens Sait Ha­
lim Paşa, aynı gün sadrazam atanmıştı. Alman sıkı tedbirlerle duruma
hakim olunmuştu. Bu sırada da, Balkan Devletleıi, Osmanlı toıprakları-
nın bölüşülmesi hususunda bir anlaşmaya varamadıklarından aralarmda
İkinci Balkan Savaşı başlamıştı. Bu durum karşısında 29/30 Haziran
1913’te Edirne’nin kurtarılması fikri doğmuştu. Yabancı devletlerden
özellikle İngiltere’nin tehditlerine rağmen, 15 Temmuz 1913’te Türk kı­
talarının bir kısmı Çatalca mevziinden ilerletilmiş ve Midye-Enez hattı
İşgal olunmuştu. Osmanlı Hükümeti bununla da yetinmeyerek Meriç’e
doğru ilerlemiş ve Edirne kurtarılmıştı. Bu arada milis kuvvetler, Batı
Trakya’ya girmiş ve geçici Batı Trakya Cumhuriyeti’ni kurmuşlardı. Bun­
dan sonra, Edirne Türklerde kalmak üzere barış antlaşmaları imzalan­
mıştı.
Balkan Savaşı’mn barışla sona ermesinden sonra Osmanlı Devleti’
nin bütün teşkilâtında olduğu gibi silâhlı kuvvetlerde de bir düzen sağ­
lamak ve yenilik geçtirmek gerektiği bir kez daha acı denemelerle anla­
şılmıştı. Bunun için evvelâ silâhlı kuvvetlerde bulunan “alaylı subaylar”
sorununun çözümlenmesi istenmiş ve subaylarm siyasetle uğraşmaları,
memleketin zararlı akımlardan korunması işleri ele alınmıştı. ParticUik,
silâhlı kuvvetlerin bünyesini tahrip etmişti. Bu hâl, o derecede idi ki,
ittihatçı ve itUâfçı subaylarm giydikleri kalpakların giyiniş şekilleri bile
ayrılmıştı. Orduyu siyasetin dışında tutmak, geleceği görenler için temel
bir dava idi. Bu fikri özellikle Mustafa Kemal (Atatürk), Ali Fethi (Ok-
yar). Kâzım Karabekir, İsmet (İnönü), Ali Fuat (Oebesoy) gibi genç ve
aydın subaylar temsil ediyordu.
Meclis’in kadrosu içindeki Hristiyan ve Türk olmayan Müslüman mü-
letvekillerininı ordunun gizli bazırhklanm bilmelerinin nasıl büyük felâ­
ketlere seibebiyet verdiği ve vereceği iyice anlaşılmıştı. Özelhkle Mahmut

— 51 —
Şevket Paşa’nm sadrazamlığı sırasında “Babam Osmanlı Hükümeti ise,
anam Yunanistan’dır” diyebilen bir Rum milletvekili Almanya’dan satın
alınan savaş silâh, araç ve gereçlerinin miktarı halikında sual takriri ve­
rerek, istihbarat yaptıkları gerçeği hatırlanmıştı. Bu ise, e<lb8tteki millî
sorunların millet adına denetlenmesi gibi yüce bir görev değildi. Bunla­
rın Osmanlı Devleti’ni paylaşmak isteyen devletlerin moclis içindeki ajan­
ları olduğu anlaşılmıştı. îttihat ve Terakki, bir taraftan memleketin sa­
vunulmasını sağlayacak silâhlı kuvvetlerini düzenlemek isterken, bir ta­
raftan da güvenhğini sarsacak olaylara vo bunların kışkırtıcılarına bir
set çekmek zorunluluğunu duymaya başlamıştı. Ancak, bütün bunların
yapılabilmesi için güçlü bir komutana ihtiyaç vardı. Bu kom.utan Mus­
tafa Kemal (Atatürk) idi. Fakat Atatürk, îttihat Terakki için pek isten­
meyen adamdı. Onlar, Kurmay Yarbay Enver üzerinde duruyorlardı. Ge­
nel olarak. Yarbay Enver üzerinde duranlar, ihtilâlci genç subaylardı. Bu
sırada Harbiye» Nazırı bulunan Ahmet îzzet Paşa’mn yerine getirilmek
üzere Kurmay Yarbay Enver generalliğe yükseltilmiş ve Harbiye Nazın
yapılmıştı. Bunun gibi Kurmay Yarbay Cemal de (Bahriye Nazırı ve 1 nci
Dünya Harbi’nde 4 ncü Ordu Komutanı) Nafia Nazırhğı’na getirilmiş
ve bundan sonra da Bahriye Nazın yapılmıştı. İttihat ve Terakki’nin iki
kuvvetli asker üyesi böylece sUâhlı kuvvetleri eline ahnışlardı.
Enver Paşa’mn Harbiye Nazırlığı’na gelmesinden beş gün sonra Al­
manya’dan gelmesi beklenen General Liman von Sanders başkanlığın­
daki ıslâh heyeti İstanbul’a gelmişti (14 Aralık 1913). General Liman
von Sanders’in ve heyetinin Türkiye’ye getirilmeleri teşebbüsü, Mahmut
Şevket Paşa’nın Harbiye Nazırlığı zamanında hazırlanmış ve General
Liman von Sanders, anlaşmasını 27 Ekim 1913’te imzalamıştı. Bu sıra­
larda hükümet, 6 Şubat 1914 tarihli Yeniköy anlaşmasmı da imza etmişti.
Fakat Birinci Dünya Savaşı çıktığında bu anlaşma, 31 Araiık 1914’te bir
irade üe yürürlükten kaldırılmıştı. Bu özellikle kapitülasyonların kaldı-
nlmasınm ilânı ile açık bir şekil almıştı. Kapitülasyonların kaldırılması,
9 Eylül 1914’te de*vletlere bildirilmişti. Devletler, bunu protesto ve red­
detmişlerse de, bunun artık bir manası kalmamıştı.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girerken geleceğini şansa
bağlamış, içinde bulımduğu iç ve dış sorunların ağırlığını dikkate alma­
dan savaşa atılmıştı. Buna rağmen, “İslâm İttihadı” vo “Turancılık” gibi
hayallere de saparak büyük sarsıntılar goçirUmiştir. Daha savasın ba-
şmdan itibaren işlenen siyasî ve askerî hatalar yüzünden memleket pe­
rişan bir duruma girmişti. Özellikle 1917 yılında başlayan buhranlar,
devletin yıkılmak üzere bulunduğunu göstermeye başlamıştı. Önce Sad­
razam Sait Halim Paşa ile kabinesi arasında ihtüâflar başlamış ve her
şeye hakim duruma gelen Enver Paşa, sadrazamın otoritesini büsbütün

— 52 —
zedelemişti. Oıtoritesini kaybede-n sadrazam, 3 §ubat 1917’de istifa ede­
rek, yerini Dahiliye Nazın Talat Paşa’ya bırakmıştı. 3 Temmuz 1918’de
Sultan Mehmet Reşat ölmüş ve 4 Temmuz 1918’de Vahdettin Padişah ol­
muştu. Sadrazam Talat Paşa, usulen hükümetin istifasını vermişse, de,
padişah hükümetin görevine devamını emretmişti.
Harbin genel durumu İtilâf Devletleri yaranna gelişmeye başlamıştı.
Türk ordularının tek olumlu hareketlori, Kafkasya’da ilerlemeleri idi.
Ruslar Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamıştı. Bu sırada Kars, Ardahan
ve Batum anavatana dönmüştü. Almanlarla müttefik olmamıza rağmen,
Kafkasya’daki Türk ordularının başarıları Alman kuvvetlerinin muka­
vemeti üe karşılaşmıştı. Diğer cephelerde ve özellikle Suriye, ve Irak’ta
durum hiç iyi değüdi. Almanya ile dostluk sarsümaya başlamıştı. Bozu­
lan ilişküerin bir daha gözden geçirilmesi için, Sadrazam Talat Paşa,
Berlin’e gönderilmişti. Almanya dönüşünde, durumun daha da felâkete
doğru gittiğini gören sadrazam, padişahın da isteklerine uyarak istifa
etmişti. Sadarete Ahmet îzzet Paşa getirilmişti. Harbiye Nazırlığı’nı da
uhdesinde tutan Ahmet İzzet Paşa, Bahriye Nazırlığı’na da Deniz Albayı
Rauf (Orbay)’u getirmişti. 14 Ekim 1918’de kabinesini kuran Ahmet İz­
zet Paşa, ilk iş olarak İtilâf Devletleri’yle bir mütareke ar'amaya başla­
mıştı. Bu amaçla İstanbul’da Büyükada’da esir bulunan İngiliz General
Tawsend’in aracüığmı sağlamış ve mütareke hazırlanmıştı. [50] Bu su­
retle 30 Ekim. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Mütarekeyi
müteakip, 2/3 Kasım 1918’de Enver, Talat ve Cemal Paşalarla bazı üeri
gelen İttihatçılar memleketi bırakarak Rusya ve Almanya’ya kaçmışlardı.
İtilâf Devletleri mütareke hükümlerine aykırı olarak bazı işgallere
girişmişlerdi. Mütarekenin imzalanmasmdan daha iki üç gün geçmeden
Türk Ordusu’nun elinde bulunan Musul’u işgal etmişlerdi. Mütarekena-
menin 7 nci maddesinden faydalanılarak stratejik noktaları işgali ve
memleketi paylaşmaya başlamışlardı. Ancak, müterakenin imzalanma­
sından dokuz gün sonra, Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de istifa ede­
rek çekümişti. Sadrazamlığa 11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa getirilmişti.
3 Mart 1919’a kadar sadrazamlık mevkiini işgal eden Tevfik Paşa, mem­
lekete faydalı bir iş yapmadan, yerini Damat Ferit Paşa’ya bır'akmıştı.
Bundan sonra ise, memleket iyice felâketlere sürüklenmiş Damat Ferit
Paşa ve başta Padişah Vahdettin, bir ihanet şebekesi kurarak düşman­
larla işbirliği içine girmişlerdi.
İzmir Yunanlılar tarafından 15 Mayıs 1919’da işgal olunmuş ve is­
tiklâl Savaşı’nın ük süâhı patlayarak Mondros Mütarekesi bozulmuştu.

[50] Geniş tailgi için Bkz. Mondros Mütarelkesi ve Tatbikatı, c. I, Ankara, 1962.

— 53 —
Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ha­
reketle 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ayak basinıştı. Amasya’da ver­
diği son ihtilâl kararını millete duyurmak ve millete mal etmek için önce
Erzurum ve arkasından Sivas Kongrelerini açmış ve Millî Mücadelenin
prensipleri ve kararlarını tescU ettirmişti. Nihayet Mustafa Kemal Paşa,
23 Nisan 1920’de topladığı Türkiye Büyük Millet Meclisi üe, 'Türk Dev­
letinin temelini atmış ve Türk milletinm kaderini bizzat Türk milletinin
eline vermişti. Bu suretle 621 yıl süren Osmanlı Devleti, tarihe karışmış
ve yeni bir 'Türk Devleti doğmuştu.
Yeni Türk Devleti, elinde kalan topraklarından anavatanı, Anadolu
da iç ve dış düşmanlarla giriştiği İstiklâl Savaşı mücadelesini top yekûn
bir ölüm kalım savaşı olarak yürütmüş ve Birinci Dünya Harbi’nin galip
devletleri tarafmdan kabul ettirilmek istenen Sevr Muahedesi’ni reddet­
mişti.

b. Dış Siyasî Dunım


Osmanlı Devleti’nde, İkinci Meşrutiyet’ten sonra dış politika da ük
anlardan itibaren bazı olaylar ve sorunlar meydana gelmeye başlamıştı.
Avusturya’nm Bosna-Horsek’i ühakı Rusya’nın boğazlar statüsünü lehine
değiştirmek istemesi, Bulgaristan’ın bağımsızlığmı üânı, Girit’in Yuna­
nistan’a katılmak istemesi bu dönemin başlıca problemlerindendi.
İkinci Meşrutiyet’in ilânı. Batı kamuoyunda olumlu karşılanmakla be­
raber, Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı izlodikleri poütikalarda
önemli bir değişiklik meydana getirmemiştir. Bu nedenle devletlerarası
ilişkilerde sorunlar devam etmiş ve bunlara yenileri eklenmişti.
Üçlü îtüâf ve Üçlü İttifak bloklannm artık açık olarak ortaya çıktığı
bu dönemde, Osmanlı Devleti, dış politikada İngiltere’ye daha yakın ol­
mak eğüiminde bulunmak istemekle benaiber, bu devlet 1907’de Rusya
üe anlaşmış bulunuyordu. Rusya ise, Osmanlı Devleti’ne karşı güttüğü
eski politikasını sürdürüyordu. Fransa da, daha önce yapılan bir anlaş­
mayla Rusya’ya bağlanmıştı. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti üzerinde
çeşitli çıkarları ve emelleri bulunan Almanya. îstanbul Hükûmeti’ne ya­
kın görünmek çabası içindeydi. Ancak, Üçlü îttifak içerisindeki iki müt-
tefikden Avusturya’nın Bosna-Hersek, İtalya’nın da Trablusgarp üzerin-
rindeki emellerine karşı çıkmaktaydı. Bu sırada ön hazırlıkları yapılmak­
ta olan sorunlar ortaya çıkmaya başladı.
Bu sorunların en önemlüerinden biri Bosna-Hersek sorunu idi. Bi­
lindiği gibi, Avuısturya-'Macaristan İmparatorluğu, 1878 Berlin Antlaşma-
sı’na dayanarak 1879 yılında Bosna-Hersek’i geçici olarak işgal etmişti.

— 54 —
Avusturya’nın politikasının başlıca amaçlarından birîı Slavların ko­
ruyucusu olarak geçinen Rusya’nın da rızasını alaıak vo ona boğazlarda
ödün vererek, Bosna-Iiersek’i ilhak etmekti. Bu amaç doğrultusunda
Avusturya ve Rusya Dışişleri Bakanlan 15-16 Eylül 1908’de Bohemya’da
buluştular. Bu görüşmede, Rusya, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafın­
dan ilhakını, Avustury^a da boğazların Rus savaş gemilerine açılmasını
prensip olarak kabul etti.
Avusturya, Almanya’nın da rızasını alıp, diğer devletlere de durumu
bUdirdikten sonra, 9 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i ilhak etti.
Avusturya’nın bu hareketi, Osmanlı Devleti tarafından tepkiyle kar­
şılandı. Ancak diğer devletlerin tutumu ve IngUterri’nin tavsiyesi üzerine,
sorunun devletlerarası bir konferansta görüşülmesi konusu ortaya atıldı.
Bu ise Avusturya’nın, Osmanlı Devleti’yle anlaşmak üzere harekete geç­
mesine neden oldu. Osmanlı Devleti de, bu konuda yalnız kaldığını gör­
düğünden anlaşmaya gitmeyi uygun buldu.
Bunun üzerine, Osmanlı Devleti, iki buçuk milyon altın karşılığında
Bosna-Hersek üzerindeki egemenlik hakkından Avusturya lehine vazgeç­
meyi kabul etti. [51]
Osmanlı Devleti’nin önemli problemlerinden biri de Bulgaristan’ın
bağımsızlığını ilân etmesi idi.
Bilindiği gibi, 1878’de Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Bulgaristan Prens­
liği kurulmuştu. 1885’de de Doğu Rumeli bu prensliğe katümıştı. Bu ta­
rihlerden itibaren Bulgaristan, Ayastafanos Anlaşması’ndaki smırlarına
ulaşmayı ve bağımsızlığmı ilân etmeyi hedef almıştı. Bu amacına ulaş­
mak için de, Rusya’dan fazla bir destek görmediğinden dolayı Balkanlar
da etkin bir rol oynayan ve Sırbistan’a karşı olan Avusturya’ya yaklaş­
mıştı. 1905’den itibaren iki devlet arasındaki ilişkiler daha da güçlenmişti.
Özellikle Avusturya, Bosna-PIersek’i ilhak etmek amacıyla uygun or­
tamın oluşması için Bulgaristan’ın bağımsızlığını desteklemişti. Bu des­
teği elde eden Bulgaristan, Avusturya’nm Bosna-Hersek’i ilhak ettiği
gün (9 Ekim 1908) bağımsızlığını ilân etti.
Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmedi. îlişkUer son derece gergin
bir hale geldi. Öyle ki bu anlaşmazlık sonucu smıra asker yığdı. Ancak
sonuçta Osmanlı Devleti, büyük devletlerin baskısına karşı koyamadığın­
dan ve bir savaşı göze alamadığmdan Rusya’nın önerileri doğrultusunda
anlaşma yoluna gitmek zorunda kaldı. [52]

[51] a. g. e.; s. 336-338.


[52] a. g. e.; s. 338-340.

— 55 —
Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti, Avusturya-Macaristan’la Bosna^Mer-
sek sorunu, Bulgaristan’la da Rusya’nın müdahelesiyle Bulgar bağımsız­
lığı sorununu çözümledikten sonra Girit sorunuyla ilgilenmeyo başladı.
Girit’in Yunanistan’a katılmasının ardından, Osmanh ülkesinde bu ada
için birçok gösteri başlamıştı. Bu sırada ada, İngiliz, Fransız, Rus ve
İtalyan askerlerinin işgalinde bulunuyordu. 24 Temmuz 1909’da bu as­
kerlerin Girit adasından çıkmaları kararlaştırılmıştı. Bir Yunanlı komi­
ser tarafından idare edilmekte olan Girit adasında Türk varlığmı gös­
teren tek işaret Türk bayrağınm adada dalgalanmasından ibaretti. Ya­
bancı işgal kuvvetlerinin adadan çekilmeleri halinde, ada fülen Yunanis­
tan’ın olacaktı. Bu sdbeple Osmanlı Hükümeti, adada 30 Mart 1909’da
dört büyük devlete başvurarak askerlerinin Girit Adası’ndan çekilmeme­
lerini ve bu kararın ertelenmesini istemişti. Halbuki Hanya’daki dört
devlet konsolosları ise, Girit halkının heyecan içinde bulunduklarını ve
adanın verilen kararlara göre zamanında boşaltılmasını tavsiye ediyor­
lardı. Bu tavsiyelere uyularak ada boşaltılmıştı. Ancak bu tarih Osmanh
meşrutiyetinin ilâmna rastlayan bir tarihte bulunmasından dolayı boşalt­
ma, bir saygısızlık olmaması için 27 Temmuz 1909’da yapılmıştı. Bu olay
karşısmda Osmanlı ülkesindeki gerginlik çok yükselmişti. Mahmut Şev­
ket Paşa, hükümet ve millet karar verirse, harbe girileceğini basma açık­
lamıştı. Büyük Devletler, Girit’te dalgalanan Osmanh bayrağını bekle­
mek ve Müslüman halkı korumak amacıyla küçük bir savaş gemisini ada­
da bırakmışlardı. Bunun nedeni, ne bayrağı ve ne de halkı korumaktı.
Gerçek sebep, Osmanlılarm bir savaş açarak adayı işgale kalkmalarını ve
bir Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasını önlemekti.
Büyük Devletler, Girit sorununun ileride bulunacak bir çözüm şek­
liyle halledüebUeceğini vaat ederek işi önemsememişlerdi.
Girit’in Büyük Devletler tarafmdan boşaltılmasından sonra, bütün
resmi ve özel daire ve binalar Yunan bayrakları ile donatılmıştı. 4 Ağus­
tos 1909’da Büyük Devletler, hiç değüse resmî dairelere olsun. Yunan
bayrağınm çekümemesini istemişlerse de, ada halkı bunu kabul etme­
mişti. Bu sırada Osmanlı ülkesinde protestolar başlamıştı. 14 Ağustos
1909’da Osmanlı tehditlerinden korkan Yunanistan, Girit’teki Yunan bay-
raklarmm çekilmesinde kendisinin hiç bir suçu olmadığımı büjdik dev­
letlere bildirmekle beralber, 17 Ağustos 1909’da durumu bir nota üe Os­
manh Hükûmeti’ne büdirmişti. Bu sorunda Yunanistan’ın değil, Girit’in
OsmanlIlarla muhatap olması gerektiğini belirtmişti. Durumun ciddî bir
safhaya girdiğini gören büyük devletlerden 250 denizciyi Hanya’ya çıka-
rümıştı. Bunlar Hanya limanmda çekili bulunan Yunan bayrağını indir­
mişlerdi. Bayrağın bir daha çekümemesi için de 22 kişilik bir nöbetçi
kıtasını Hanya limanmda bekletmişlerdi. Bu olay Osmanhlar için başarı

— 56 —
ve ada için bir felâkot sayılmıştı. Fakat 28 Ağustos 1909’da Yunanistan’
da Albay Zorbas’m başkanlığındaki bir askerî cunta, Rallis Hükûmeti’ni
devirmişti. Yeni Başvekil Mavramilhalis, askerî isteklere göre hükümeti
idare etmeyi kabul etmişti. Öte taraftan askerî cunta, Yunan Ordusu’nu
kuvvetlendirmeye girişmişti. Osmanlı Hükümeti ise, devletlerden, Girit
sorunu için kesin bir karar alınmasmı 3 Kasım 1909’da tekrar istemişse
de, bunun için henüz zamanın gelmediği cevabını almışlardı. Böylece bu
dava Balkan Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiş ve bir sonuca da bağ­
lanamamıştı.
Avrupa’nın Osmanlı Devleti hakkında hasta adam görüşü, bir türlü
değişmemekte idi. Osmanlı ülkesinin paylaşılması için görüşmeler ve an­
laşmalar bihbirini izlemekte idi. Rus Çarı ile İtalyan Kralı 24 Ekim 1909’
da anlaşmışlardı. Rusya, İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi üzerindeki
isteklerine razı olmuştu. Buna karşılık İtalya da Ruslarm boğazlar ve
İstanbul üzerindeki isteklerini ve iddialarmı destokleyeceğini vaat etmiş­
ti. Ayrıca Balkanlarda kendi nülliyet ve din fikirlerine aykırı düşecek
Osmanh müdahalelerini birlikte karşılayaoaklarma dair söz vermişlerdi.
İkinci anlaşma ile, İtalya, Avusturya-Macaristan’ın Bosna^Hersek’i top-
raklarma katmasına izin veriyordu. Balkanlarda Slav yayılmasına karşı
Avusturya^Macaristan’m alacağı tedbirler desteklenecekti. Buna karşılık
Avusturya-Macaristan da İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi üzerindeki
isteklerine ve nüfuzuna engel olmayacağını vaat edij^rdu.
Almanlarm yaptığı Bağdat domir yolu, 1909’d? ihtilâflara neden ol­
maya başlamıştı. Ingllizler, Arap Yarımadası’ndaki egemenliklerini teh­
likeye sokan bu sorunu ele alarak, Dicle vadisini Akdeniz’e bağlayacak
ikinci hattın yapılmasına siyasî yollarla engel olmuşlardı. Bu sebeple Al­
manya, telâşlanmış ve günün adamı Mahmmt Şevket Paşa. Alman ma­
nevralarında bulunmak üzere Almanya’ya davet edilmişti. Mahmut Şev­
ket Paşa, İmparator tarafından büyük itibarla karşılanmıştı. Bunun so­
nucu olarak, Bağdat demir yolu imtiyazının devamı Almanlara verilmiş
ve Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti bunu kabul etmişti. Bu suretle Alman­
ya, Türkiye’de kaybetmiş olduğunu zannettiği nüfuzunu tekrar elde et­
mişti.
1909 yıh sonlarında Fransa, bir bildiri yayınlayarak Fas’ın toprak
bütünlüğüne uyulacağım büdirmişti. Yine bugünleıde Rusya, Fransa ve
İngiltere arasında bir görüşme olmuş ve Birinci Dünya Savaşı’nda tam
beliren ttüâf zümresinin temeli atılmıştı. Bu suretle dünya ve özelliklo
Osmanh Devletli büyük tehlikelerin odak noktası haline getirilmeye baş­
lanmıştı.

— 57 —
Saxlrıazam tbraıhim Hakkı Paşa, Girit sorununu ele almış ve bu so­
runda direnerek Yunanistan’ı tehdit etmeye başlamıştı. Fakat sadrazam
hazırlanmakta olan İtalyan saldırışım göremiyordu. Ayrıca Girit soru­
nundaki tutumunu de\^am ettirmekle de, Yunanistan’ın İslâv devletleri
ittifakma bağlanmasına neden olmuştu.
Bu sıralarda Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, devrinin en hazin dış
siyasî olayı olan Trablusgarp Savaşı’yla karşı karşıya gelmişti. Bu olay,
Avrupa devletlerinin birleşik olarak Osmanlı Devleti’ni parçalamaya az­
metmiş olduklarını göstermişti.
Orta Avrupa’mn büyük devletleri ve Balkan devletleri, Osmanlı Dev-
leti’nin Avrupa kıtasındaki egemenliğine son vermek için birleşmiş gö­
rünüyorlardı. Afrika kıtasmda kalan ve son Osmanlı vilâyeti olan Trab­
lusgarp ile bağımsız Bingazi mutasarrıflığı, îtalyanlara verilmişti. 'Trab­
lusgarp Savaşı’ndan sonra, Balkan devletleri birleşik olarak Osmanlı Ru­
meli vilâyetlerine saldırmışlar ve amaçlarına ulaşmışlardı. Avrupa büyük
devletleri, yalnız Avrupa kıtasından çıkarılmış, tamamiyle sUinmiş ve
tarihe geçmiş bir Osmanlı Devleti istiyorlardı. Bu sebeple Osmanlı Dev­
leti, bütün samimi isteklerine rağmen Avrupa’da oluşan İtilâf Devletleri
zümresine ve ittifakma alınmamış ve Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya
tarafında kalmaya mecbur edümişti. İtilâf Devletleri, daha Birinci D,ünya
Savaşı’na girmeden Osmanlı Devleti’nin paylaşılması hususu konusunda
anlaşmışlardı. Bu anlaşmaları, nihayet 1916 yılında tespit edilen Sykes-
Picot Anlaşması’yla teyit olunmuştu.
Sykes-Picot Antlaşması’na göre, Kafkasya’dan Kilikya’ya kadar olan
yerler, Ermenüore vatan olarak verilmişti. Ancak Rusya, Erzurum ve
Van dolaylarını Ermenüere vermeyeceğini belirterek, buraların kendisine
bırakılmasını istemiş ve bunu anlaşmacılara kabul ettirmişti. Bu sebeplo
de Ermeni sorunu, bir süre için kapanmıştı.
Arabistan’da bir Arap krallığının kurulması ve başma da Mekke
Emiri Şerif Hüseyin’in getirilmesi vaat edilmişti. Irak, Suriye ve Filistin
kurulacak Arap Devleti’nin sınırları dışmda kalacaktı. Irak’ı İngiltere
alacaktı. Bu suretle İngiltere, Rusya ile komşu olmayı arzu etmediğinden
her iki devlet arasında bir Ermeni veya Kürt devletinin kurulmasını is­
temekte idi. Bu sebeple de Ermenilerle Kürtleri kışkırtmaya başlamıştı.
Bu amaçla Güney Anadolu vilâyetleri üe Musul ve dolaylarında tampon
devletler kurulması için tavizler vermişti. Ingütere’nin bu siyaseti, Fran-
sa’nm İngiltere’ye başvurmasına sebep olmuştu. Fransa “Mademki bü­
yük Ermenistan kurulmakta ve îngütere Rusya üe komşu olmak isteme­
mektedir, o halde Ermenistan ve Kürdistan devletlerinin kurulmasından

— 58 —
tamamiyle sarfmazar edilerek Suriye’ye ilâve olarak Kilikya’dan Kuzey
Suriye ve Kuzey Irak’tan (Musul dahil) Bitlis ve Van güneyinde bir ko­
ridorun da İran’a kadar olan bölgenin kendisine verilmesini” istemişti.
Sykes-Picot Antlaşması’yla paylaşılma sınırları kesin olarak tespit
edilmemişse de, Osmanlı D&vleti bu anlaşma ile bölüşülmüştü.
Rusya, İstanbul ve Boğazlarla Doğu Anadolu’yu; Yunanistan, İzmir
ve dolaylarım; İtalya, Antalya ve hinterlandını; Fransa, Adana vilâyeti
üe Suriye’yi ve Güneydoğu Anadolu koridorunu; İngiltere, Irak ve Füis-
tin’i alıyordu. Arabistan ise, ayrıca bir devlet oluyordu.
Rusya Kominist ihtilâlinin patlak vermesi ve Osmanlı Devleti ile
Brest litovsk’ta mütareke imzalanması, durumu değiştirmişti. Bu se­
beple Arabistan’da tam birleşik bir Arap Devleti kurulması konusundaki
vaatlerden vazgeçUmişti. Boğazlar bölgesi üe Doğu Anadolu’nun alacağı
şekil askıda kalmıştı. Savaşa Amerika katılmış ve Orta Doğu sorunlan
ile ilgilenmeye başlamıştı. Îngütere ise, İtalya’ya fazlasıyla yanaşmaya
başlamış, İtalya’ya, Antalya, Burdur, Muğla ve Konya dolaylarından baş­
ka İzmir’i de vermeyi kabul etmişti. Doğu Anadolu ise, Ermenistan’a ve-
rüecekti. Fransa artık Adana vilâyetini malı gibi görmeye başlamıştı.
Ancak Rus tehlikesi kalkmış olduğundan Güney Anadolu koridoru Fran­
sa’dan almıyordu. İngiltere büyük Ermenistan ile Güneydoğu Anadolu
da bir Kürdistan devletinin kurulması fikrini yeni baştan ele almıştı.
îngütere, Fransa ve İtalya Orta Doğu’nun kaderini istedikleri gibi
çiziyorlardı. Birleşik bir Arap devletinin kurulmasından vazgeçmekle be­
raber ayrıca Anadolu da binbirine rakip Ermenistan, Kürdistan, 'Türkiye,
Pontus ve Boğazlar devletleri gibi, beş küçük devlet kuruluyordu. Bun­
lardan artan Anadolu toprakları, İtalya, Yunanistan ve Fransa’ya veri­
liyordu. Bunun gibi Arabistan’da da Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün,
Suudi Arabistan, Hicaz, Yemen, Kuveyt, Fladrakut ve Umman gibi küçük
devletçikler kuruluyordu. Bu suretle Orta Doğu’nun birçok İslâm mület-
leri ve özellikle Araplar Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile parçalanması
pahasına, İngiltere’nin oyumuna gelerek aldanmışlardı.
Savaşın sonuna doğru Amerika Cumhurbaşkanı Wilson ise, Aıuupa’
nın düzenlediği gizli anlaşmalara karşı olduğunu ilân etmişti. Amerikan
Cumhurbaşkanı’nm ortaya attığı prensiplerine göre, “Her millet kendi
mukadderatma kendisi hâkim olacaktı.” Esaret altında ve bilhassa var­
lıklarını kaybetmek üzere bulunan milletler, bu prensiplerine inanmış vo
güvenmişlerdi. Osmanlı Devleti ise, buna daha çok bel bağlamıştı. Çünkü
Amerika “Türklerle meskûn bulunan bölgelorde Osmanlı Devleti egemen­
liğinin tam ve emin bir şekilde bulundurulacağını, ancak Osmanlı idare­

— 59 —
sindeki diğer mUletleriin de hayatlarından emin olarak muhtar bir şekilde
gelişmelorinin emniyet altma almacağmı” bildirmekte idi. “Boğazlar’m
milletlerin teminatı altında ve bütün milletlerin gemilerine açık bulundu­
rulacağı” fikir ve prensibi ileri atılmıştı. [53]
Wilson prensipleri, Osmanlı Hükûmeti’nce elverişli karşılandığından,
bu adü pr&nsipler esası içerisinde barışa kavuşmak arzu ve zorunhığu
duyulmuştu. Bu sebeple de İtilâf Devletleri’ne mütareke teklifinde bulu­
nulmuştu. Fakat ne yazık ,ki, Wilson’ım miUetlere yaptığı bu çağnnm da
samimi olmadığı çok geçmeden anlaşılmıştı. Barış konferanslaiina Wilson
prensiplerine dayanarak giden OsmanlIlar, tam manasıyla aldanmış ol­
duklarım bir gerçek olarak anlamışlardı. Bu aldanış, mütarekenin imza­
lanmasıyla birlikte de görülm.üştü. Avrupa Osmanlı Devleti için hazır­
ladığı gizli plân ve kararlarını uygulamaya başlamıştı. Galip devletler, ne
Wilson prensiplerine kulak asmışlar ve ne de mütareke hükümlerine uy­
maya gerek görmüşlerdi. Rusya da aradan çıktığı için, meydan diğer ga­
lip devletlerine kalmıştı. Galipler, gerek Avrupa’da ve gerekse Osmanlı
ülkesinde istedikleri gibi hareket etmeye başlamışlardı. Özellikle Ingilte­
re, geniş Müslüman topluluklarına hâkim bir sömürgeci devlet olduğun­
dan, kötü örnek olmaması için, Türk istiklâl ve egemenliğine son vermek
istemiş ve Islâm alemini parçalamak amacıyla ileri atılmıştı. Bu neden­
lerle Mustafa Kemal Paşa’nm “Ya istiklâl, ya ölüm” bayrağı altında bir­
leşen 'Türk Mületi ile mücadeleye girişmişti.

2. Coğrafî Durum
a. Bu Devrede Elden Çıkan Topraklar
İtalya ile yapılan 1911-1912 Trablusgarp Savaşı’ndan sonra 3 Ekim
1912’de Uşi Barış Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmaya göre, Osmanlı
Devleti, Afrika kıtasında kalan son toprağım da îtalyanlara bırakmıştı.
Buna karşüık Italyanlar, Anadolu kıyılarında bulunan ve işgal edUen Ro­
dos ve çe\mesindeki oniki adayı OsmanlIlara iade edecekti. Fakat barış
antlaşmasınm imzalanmasmı takip eden gün, Balkan Savaşı başladığın­
dan, bu adalar Balkan Savaşı’nm sonuna değin İcalyanların emanetinde
bırakılmıştı. Bu suretle Osmanlı Devleti, Anadolu ve Arabistan yarım­
adasından ibaret kalmıştı. [54] Balkan Savaşı’ndan yeni çıkılmıştı. Os­
manh Devletıi’nin Bulgaristan’la imzaladığı 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul
Antlaşması’na göro, batıda Edirne, Dimetoka ve Kırkkilise ('Kırlareli)

[53] Esat Uras; Tarihte Ermeniler ve Eîrmeni Meselesi, Ankara, 1950, s. 667. Coşkun
Üçok; Siyasal Tarih, Ajıkara, 1967, s. 313.
[54] Osmanlı Devletinin Trablusgarp ve Binga2â Bağımsız Mutasarrıflığı hariç, geri
kalan ülkenin sımrlan için (1) nuımarah haritaya bakınız.

— 60 —
OsmanlIlarda kalmak üzere, Meriç Nehri sınır olmuştu. Daha batıda ka­
lanı Rumeli toprakları ise Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve
Arnavutluk Devletleri arasında paylaşılmıştı. 14 Ekim 1913’te Yunanlı­
larla Atina’da, 14 Mart 1914’de Sırplarla İstanbul’da imzalanan antlaş­
malarla Rumeli’deki haklardan vazgeçilmişti. Bu suretle küçük Balkan
devletleri doğmuş ve Osmanlı Devleti’nin emniyet kuşağı daralarak, dev­
let, Trakya, Anadolu ve Arabistan yarımadasından ibaret kalmıştı.
Yunanlılarla yapılan barış antlaşması gereğince, Balkan Savaşı’nda
Yunanlılar tarafından işgal edilen Ege Adaları hakkmdaki karar büyük
devletlerin hakemliğine bırakılmıştı. Büyük Devletler iso, işgal olunan
adaların Yunanistan’a verilmesi gerektiği hakkında karar vermişti. An­
cak Çanakkale boğazının hemen dışında bulunan Bozcaada ise İmroz
Adası ve Anadolu kıyısına çok yakın bir mesafede bulunan Meis Adası’
nın Osmanlı Devletd’ne verUmesi uygun görülmüştü. Bu suretle, İngiltere,
Anadolu’nun en yakın emniyet kuşağını Yunanlılara bırakmıştı. Osmanlı
Devleti, bu karan reddetmiş ve adalar bir ihtilâf konusu olarak devam
etmişti.
Balkan Savaşı’nın bitmesinden bir yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’na
(1914-1918) girilmişti. Savaş, Osmanlı Devleti’nin bulunduğu tarafın ye-
nilmesıiyle sonuçlanmıştı. Osmanlı orduları, Anadolu’ya çekilmek zorun­
da kalmıştı. Arap Yanmadası, Suriye, Filistin ve Irak tamamen İtilâf
Devletlori’nin işgaline geçmişti. Devlet, yalnız Trakya ve Anadolu’dan
ibaret kalmıştı. Fakat galip devletler, bu kez Anadolu’ya da saldırmaya
ve yer yer işgallere girişmişlerdi. Avrupa devletlerinin tasarılarına göre,
Anadolu’nun durumu, (2) numaralı haritada görüldüğü şekle sokulacak­
tı. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nm ’Türk milleti ile el ve fikir birliği ede­
rek çizdiği Misak-ı Millî smırları savunulmuş ve Türk vatamnm istilâcı­
ların elinden kurtarılması için savaş başlamıştı.
Türkiye Büyük Millet Mechsıi kurulduğu zaman (23 Nisan 1920),
Türk vatanseverleri, henüz düşman kuvvetlerini anavatandan çıkarama­
mışlardı. Memleketin batısında ve güneyinde düşmanlar bulunmakta vo
mücadeleler devam etmekte idi. Anavatanı kontrolleri altına alan yabancı
devletler memleketin her tarafını işgal etmek için çalışıyorlardı (Kroki :1).

b. İktisadî ve Malî Durum, Ticaret ve Ulaştırma

1908 yılında devletin idaresini ele alanlar, memleketi Avrupa’ya muh­


taç bir durumda ve her türlü İktisadî imkân ve kaynaklardan yoksun
malî bir güçlük içindo devralmışlardı. Bu sebeple gösterdikleri her türlü
samimi ve dürüst çalışma ve kalkınma çabaları daima boşa çıkmakta idi.
Memleketin her türlü ihtiyaçları ve özellikle silâhlı kuvvetlerin savaş

— 61 —

ATA0I tfi.
silâhı araç ve gereçlerinin Avrupa’dan para ile satın alınması gerekiyor­
du. Bu nedenle-rle meşmtiyeıt idaresi de, eskiden beri devam edip gelen
borç alma sisteminden kendini kurtaramamıştı. Meşrutiyet’in ilânından
henüz iki ay geçmemişti ki, devlet 19 Eylül 1908’de Osmanlı Bankası ile
bir borç alma sözleşmesi imzalamıak zorunluluğunda kalmıştı. Ancak söz­
leşme, 16 Mart 1909’da çıkan bir kanım ile yürürlüğe girmiş vo % 4 faizle
4 711124 altın liralık borç alınmıştı.
Meşrutiyet idaresinin aldığı bu borçla, bir taraftan bütçe açıkları,
bir taraftan da eski devlet borçlarının faizleri (Düyun-u Umumiye borç­
ları) ödenecek ve öte yandan da silâhlı kuvvetler için gereken ihtiyaçlar
karşılanacaktı. Fakat bu borç da, ihtiyaçlara yetmemişti. Bu sebeple hü­
kümet, 14 Ağustos 1909’da onaylanan bir kanunla tekrar Osmanlı Ban-
kası’na başvurmuş ve 7 000 004 altın liralık bir borç alma sözleşmesi da­
ha imzalamıştı. Alman bu borç da % 4 faizli idi. Buna rağmen hükümet
sıkıntıdan kurtulamamıştı. Dolayısıyla 3 Aralık 1910’da, Îzmir-Bandırma
Demiryolu Şirketi ile de bir borç alma sözleşmesi imzalanmış ve 1 712 304
a’tm lira almıştı. Bıı borç da, 1992 yılında ödenecekti.
Anadolu bir harabe halinde iken, hükümet bu defa yapılacak Hu-
deyde-San’a demir yolu birinci kısım inşaatı için, 9 Mart 1911’de, Hu-
deyde-San’a Demiryolu Şirketi’nden % 4 faizli 1 OCO 010 liralık bir borç
almıştı. Bu borç ise, 2006 yılında tamamiyle ödenmiş olacaktı. [55]
Memleketin içinde ayaklanmalar, savaşlar birbirini izlediğinden dev­
let bir türlü kendine gelemiyordu. İktisadi ve dolamasıyla malî sıkıntılar,
bütçe açıkları, her yıl biraz daha artmakta idi. Çöküntüye gidiliyordu.
Memleket malî güçlükler ve bunu tamamlayan siyasî sıkıntıların ağırlığı
altında şaşkın bir duruma girmişti. Maliye Nazırı Cavit Bey’in Fransa’
dan borç alma girişimleri, ağn* şartlar ve tekliflerle karşılanıyordu. Fran­
sa vereceği borca karşılık, Osmanlı mâliyesini tamamiyle kontrol altına
almak için tekilflerde bulunuyordu. Ayrıca vereceği paralarla., satın alı­
nacak savaş silâh, araç v& gereçlerinin Fransa’dan alınmasını şart koşu­
yordu. Tunus ve Cezayir’in Fransa’ya katıldığının Osmanlı Devleti ta­
rafından resmen onaylandığının ilân edilmesini de istiyordu. Kısaca, bu
şartları Osmanlı mâliyesine değil, devletin esas egemenliğine de bir el
uzatma oluyordu. Bu sebeple Fransa’dan borç almadan vazgeçilmişti.
Şüphesiz Fransa’nın bu ağır şartları ileri sürmesinin bir amacı vardı. Bu­
nun başlıca sebebi, yakın bir zamanda patlak vermesi olası bir dünya
savaşı ve verilecek paraların kaptırılmaması idi. Bunun ikinci sebebi de,
müttefikleri darıltmamaktı. Çünkü Fransa, müttefikleri ile birlikte Os­
manh Devleti’ni paylaşmalk konusunda anlaşmıaya varmıştı. Özellikle

[55] AjTintılı bilgi için ~Bkz. Yeniay; Yeni Osmanlı Harçları Tarihi, s. 103-111.

^ 62 —
Rusya’yı darıltmak hiç işine gelmemekte idi. Osmanlı Devleti’nin sorun­
larında Rusya’nın onaymı almadan hiç bir anlaşmaya giremiyordu. Al­
man tehlikesi karşısında Rusya’dan yardım umuyordu. Fransa’nın bu
tutumu ile müttefiklerin siyaseti Osmanlılarca anlaşılmış bulunduğundan,
Almanya’ya başvurulmuştu. Almanlar da bunu kabul etmişlerdi.
1914 yılında Osmanlı Devleti’nin geliri 32 607 490 lira olarak tahmin
edilmekte idi. Buna karşılık masraf ise, 34 012 003 lira olarak hesaplan­
mıştı. Arada 1 404 513 liralık açık görülmüştü. Ancak bu yıl devlet borç­
larına (Düyun-u Umumiye’yo) 14 996 077 lira ödenecek, silâhlı kuvvetlere
9 975 817 verilecekti (Bu paranın 5 989 056 lirası Kara Kuşetleri'nin,
450 612 Lirası İmalâtı Harbiye’nin, 2 217 397 lirası Jandarma’nm ve
1318 752 lirası Deniz Kuvvetleri’nin). Bu suretle silâhlı kuvvetlere ve
devletin borçlarına verilmesi zorunlu paranın miktarı, 24 971894 lira
tutmakta idi. Devletin bu yıllki gehrine göre geri kalan 7 635 59d lira di­
ğer kamu hizmetleri için yeterli değildi. Bununla beraber Osmanlı Har­
biye Nezareti ve Başkomutanlığı, büyük bir dünya savaşının eşiğinde bu­
lunulduğu bir sırada, silâhlı kuvvetlere ayrılan bu az para üe 800 000
kişihk bir Osmanh kuvvetinin seferi duruma getirilmesinin, ordu birlik­
lerinin tasarlanan yığınak bölgelerine ulaştırılmaılarının ve nihayet kuv­
vetle olası bir savaşın büyük masraflarının karşılanam.ayacağım hesap­
lamakta idi. Bu yüzden Maliye Nezareti üe Harbiye Nezareti arasmda
devamlı bir tartışma ve pazarlık sürüp gidiyordu. İVtaliye Nezareti diğer
nezaretlerin de paraya ihtiyacı olduğunu ileri sürüyordu. [56]
2 Ağustos 1914’te çıkarılan “Tekâlîf-i Harbiye Kanunu” ile silâhlı
kuvvetlerin ihtiyaçları karşılanmak istemişse de, bu tedbir silâhlı kuv­
vetlerin ihtiyaçlarını tam karşılayamamıştı. Harbiye Nazırı Enver Paşa,
silâhlı kuvvetlerin beslenmesi, ayakta tutunabilmesi, gereken ihtiyaçla­
rın sağlanabilmesi için 9 875 817 liralık bütçeye ek olarak daha 5 500 000
lira istiyordu. Devletin geliri buna yetmiyordu. Fakat, bunun aksi halin­
de ordunun dağıtüması gerekecekti. Nihayet Harbiye ve Maliye Neza­
reti arasındaki tartışmalar bir sonuca bağlanmış ve Maliyo Nezareti,
Harbiye Nezareti emrine her ay 500 000 liralık bir ödeneğin verilmesine
razı olmuştu. Ayrıca “Tekâlîf-i Harbiy’8”den de faydalanmaya devam edi­
lecekti. Bu arada bedeli nakit olarak ihtiyacın karşüanmasına çalışıla­
caktı. Ancak süâhlı kuvvetlerin ihtiyaçlarının en güzel karşüığı, devlet
borçlarına verilmesi kararlaşan 14 996 907 liralık paraydı. Oysa Maliye
Nezareti bu paraya el sürülmesini istemiyordu. Daha doğrusu Maliye Na­
zın Cavit Bey, süâhlı kuvvetlerin sıkıntıya düşmesini vo bunun neticesi

[56] Yusuf Hükmet Bayur; Türk İnkîlâbı Tarihi, c. III, 1 nci Ks., Ankara, 1953,
s. 185-191.

— 63 —
olarak, terhisin yapılmasını ve savaşa girilmenıesini, böylece, savaşın ön­
lenmesini istiyordu. Cavit Bey’in düşüncesi anlaşılmış olduğundan, Enver
Paşa, Cavit Bey’i bir kenara bırakmış, Almanya ile görüşmelero girişerek
uzlaşm a sağlamıştır. Almanya Türkiye’nin jeopolitik dm umundan ve si­
lâhlı hüviyetlerinden faydalanmak için gayretlerini esirgemiyordu. Türk
Ordusu’nun kahramanca savaşacağından emindi. Balkan Savaşı felâke­
tinin siyasî bir bozgunun sonucu olduğunu biliyordu. Çok hesaplı davra­
nan Almanya, Türk Ordusu’nun değerini ve Türk’ün cevherini takdir et­
memiş olsaydı, Osmanlı Devleti ile kader birliği yapmayı hemen redde­
derdi. Bu nedenle Enver Paşa’nm Almanya’ya yaptığı başvuru uygun
karşılanmıştı. Varılan anlaşmaya göre. Alman Hükümeti, 1915 yılından
itibaren her yıl 31 Aralık’ta ödenmek üzere % 6 faizle 5 000 000 altın
lira vermeyi taahhüt etmişti. Bu borçlanmanın 50 000 lirası, sözleşmenin
imzasından on gün sonra, 750 000 lirası, Rusya veya İngiltere ile savaşa
girdiğimizden on gün sonra, geri kalanı da savaşın ilânından 30 gün son­
ra verilecekti. Savaş bitince bu ödemelor kesilecekti.
Almanya ile yapılan bu borç alma anlaşması, 20 Ekim 1914’te En­
ver, Talat ve Cemal Paşalarla Halil Bey (Menteş) tarafmdan onaylan­
mıştı. Enver Paşa ile arkadaşlarmm bu temasları gizli tutmaları bin bir
siyasî akım içinde bulunanları şaşırtmış ve “Bu nasıl meşrutiyettir? Ka­
binenin hiç bir şeyden haberi yoktur. Meclis yok mu?” gibi gürültülerin
kopmasına sebep olmuştu. Ancak o zamaniki Meşrutiyet Meclisi’nin % 50’
si düşman taraftarı insanlarla dolu olduğu gibi, kabinede bulunan nazır­
ların ve Avrupa’daki birçok elçilerimizin eşleri yabancı ırklardan kadın­
lardı ve bunlarm çoğu sırf istihbarat yapmak için evlendirilmişlerdi. Nor­
mal bir kabineye veya meclis toplantısı yapmaya ve her şeyi açık açık
konuşmaya imkân olmadığı, özellikle Balkan Savaşı’nda pek acı tecrü­
belerle öğrenilmişti. 'Türk vatanseverlerinin bu tutumlarının eleştirilme­
sinde bu yönün gözönünde tutulması ve buna göre bir karara varılması
önemlidir. İleride görüleceği gibi, devletin Birinci Dünya Savaşı’na sokul­
ması durumunun eleştirilmesinde de bunun gözönürde tutulması bir zo­
runluluktur.
Almanya ile yapılan anlaşmaya göre ilk borç paralar 26 Ekim 1914’
te, İstanbul’a gelmiş, Doyçe Bank’ın kasalarına yerleştirilmiş ve banka
korum.a altına alınmıştı. Bu suretle Enver Paşa, muhaliflerin arzu ettik­
leri siyasî manevralarım suya düşürmüş ve orduyu ayakta tutmuştu.
OsmanlI Devleti’nin iktidar sorumluları, İtilâf Devletlerinin kesin
kararlarmı ve düşmanca siyasetlerini çok iyi biliyorlardı. Onlar Almanya
ile birleşmekten başka bir çare olmadığına inanmışlardı.

— 64 —
Almanya’nın savaş harcamalarına karşılık olarak verdiği paradan
başka, ayrıca Avusturya^Mıacaristan da 5 000 000 liralık bir avans ver­
mişti. Gerçekte alınan bu paralarla büyük bir savaşın bütün harcamala­
rını karşılamaya imkân yoktur. Türk ordusu, birbirinden binlerce kilo­
metre uzak birçok cephelerde savaşacaktı.
Savaşa girilmiş ve bütün cephelerde savaşlar başlamıştı. Bütün sı­
kıntı ve kısmtılara rağmen eldeki paralar yetmiyoidu.
1915, 1916 ve 1917 yıllarında devletin gelirleri her yıl biraz daha
azalmış ve harcamalar çoğalmıştı. Silâhlı kuvvetlerin 10 000 000 altm lira
gibi az bir para ile savaşın devam ettirilmesi imkânsız bir hale gelmişti.
Bu sebeple ve özellikle 1917 yılında, iki milyar kuruşluk olağanüstü bir
kanun kabul edilmişti. [57] Bu kanuna göre silâhlı kuvvetler, 28 Mart
1334 (1918) yılı bütçe kanunu ile 9 Mayıs 1918’de 30 000 000 [58] ve
3 Ekim 1918’de de 10 000 000 liralık olağanüstü bir ödenek almıştı. [59]
Fakat bu para değerini kaybetmişti. Devlet paraya fazlasıyla muhtaç
olduğundan 1918 yıhna kadar 158 000 OOO liralık kağıt para bastırılmıştı.
Meşrutiyet hükümetleri, savaşın uzun süreceğini hesaplayamamış­
lardı. Savaş harcamaları için müttefiklerden yeterli bir yardım taahhüdü
sağlamadan harfbe girmişlerdi. Bu sebeple de kağıt para bastırılmış ve
paramn değeri düşürülmüş, memleket top yekûn büyük sıkıntılara gir­
mişti. Ancak Almanlarla yapılan sözleşmelere göre, bastırılan birinci ter­
tip kağıt paralar karşılığı olarak 5 000 000 altın lira alınmıştı. Bu altın­
lar karşılığı olarak bastırılan kağıt paralar, banşm imzalanmasından altı
ay sonra hamilleriyle değiş-tokuş edilecekti. Bu am.açla altınlar Düyun-u
Umumiye İdaresi’ne. teslim edilmişti. Diğer tertiplerin karşılığı da ba­
rışın yapılmasından sonra çeşitli tarihlerde bedeli ödenmek üzere Alman
hazine taJhvüatı ile birlikte, Düyun-u Umumiye’nin emrine verilmişti. [60]
Buna dayanılarak çıkarılan kağıt paralar, îngilizlerin savaş sonrasmda
altınları Londra’ya götürmeleri yüzünden karşılıksız kalmış ve hiç bir
değer taşımayan kağıt paralar, Türk Milleti’nin omuzlarına yükletilmiştd.
Devlet “Tekâlif-^i Harbiye” dolayısıyla 45 000 000 liralık bir borç al­
tında bulunuyordu. 1918 yılı sonlarında memleket tahammül edüemeye-
cek derece İktisadî ve malî bir sefalete düşmüştü. Silâhlı kuvvetler de
tam bir sarsıntı geçirmeye başlamıştı. Ne halkın, ne de silâhlı kuvvetle-

[57] Düstur; İkinci Tertip, c. X, s. 21, İNo. 10.


[58] Düstur İkinci Tertip, c. X, s. 179, No. 105.
[59] Düstur; İkinci Tertip, c. X, No. 215.
[60] İstanbul Itüâf Devletleri tarafından işgal olununca, bilhassa Ing-iltere, Düyun-u
Umumiye İdaresi’ne emanet edilen 5.000.000 altın lirayı Londra’daki kasalarına
taşımıştı.

— 65 —
rin beslenmesi mümkün olmuyordu. Hayat felce uğramıştı. Memleket iç
vo dış borçlannm toplamı hiç bir suretle karşılanmayacak gibi korkung
bir rakama ulaşmıştı. Bu miktar 454 000 OOO’du. [61]
Birinci Dünya Savaşı döneminde, hükümet gereksinimlerini karşıla­
yabilmek için, 18 000 000 altın liralık bir iç borçlanma da yapmış idi. Bu
borcun ancak bir yıl faizi verilebilmiş ve sonraki yıllarda faiz verilemez
olmuşıtu. Faizlerle birlikte, borç miktarı yükselmişti.
İstiklâl Savaşı’na başlanıldığı zaman, devletin malî durumu, sıfır
denikbüecek bir hale gelmişti. Memleketin her kaynağı ve geliri tam bir
haciz altına girmiş bulunuyordu. Bu durum, kurtuluş hareketine atılan
Büyük Adam’ı ve milleti düşmandan daha fazla düşündüren bir sorun
olmuştu. MUlî Mücadele’ye girildiği zaman, bütün koşullar cesaret kırıcı
idi. Anadolu bir savaşı karşılamak için yeteri kadar zengin olmadığı gibi,
ne büyük sanayi müesseseleri no de paralarına el konacak zengin banka­
ları vardı. Osmanlı Bankası’mn Anadolu’da bulunan 43 Şulbesi’ndeki mev­
duat pek azdı. Ziraat Bankası’nm 1920 yılındaki bütün sermayesi ve mev­
duatı 11 500 000 lira kadardı. Bu da karşılığı olmayan kağıt paralardan
ibaretti. Bir ölüm-kahm savaşma bÜ3rük bir para sıkmtısı içinde girili­
yordu. Nitekim, Kara Vasıf, Sivas Kongresi’nde “Parasız, ordusuz ne
yapabiliriz?” demekle memleketin içinde bulunduğu malî durumu ve aczi
ifade etmek istemişti. Birçok kimseler ise, 500 000 OOO’luk muazzam bir
borç dururken, istiklâl ve zafer kazamlsa dahi, bağımsız bir devlet ola­
rak yaşamanın imkânsızlığına inanmışlardı. Bu sebeple manda yönetimi
istiyorlardı. Daima parasızlık ileri sürülüyordu. Fakat büyük önder ve
dâhî Mustafa Komal Paşa, bütün bunlara karşı gelmiş ve her şeyi büyük
Türk Milleti’nin yeneceğine inanmıştı. Bu inanışla milistin hiç bir zaman
yenilmemiş vatanseverliğine ve azmine baş vurmuştu. Halktan nakdî ve
aynî yardım istemişti. Mületin yer yer giriştiği mücadelelore paı-alel ola­
rak yardımlar da devam ettirilmişti. Ancak Türkiye Büyülk Millet Mec-
lisi’nin açılmasına ve hükümetin kurulmasına kadar memleket savunması
için sağlanan bu yardımlar, Kuvay-ı Millîye ve Müdafaa-i Hukuk’un tak­
dir ölçülerine göro idare edilmişti. Fakat bu durum zaman zaman halkı
bir takım zorluklara ve sıkıntılara düşürmüştü. Bu anormal durumların
başğöstermesi, Müdafaa-i Hukuk teşkilâtını bir takım adil kararlar al­
maya zorlamıştı. Nitekim 31 Temmuz 1919’da Balıkesir, Alaşehir ve Na­
zilli Kongreleri, yardım sorunlarım ciddî ve esaslı foraıüllere bağlamış­
lardı. Bütçe başlığım taşıyan kararlarda, “İzmir Şimal Mıntıkası Kuvay-ı
Müliye Heyeti Umumiyesi” için 300 000 liralık bir bütçe ayrılmıştı. Bu
bütçenin geliri, belediye vergilerinin muhammen varidat (tahmin edilen

[61] Kutay; Türkiye istiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, c. XIX, s. 10663.

— 66 —
gelir) fazlasının yarısına, mezbaha ve pazar vergilerinin ithalât ve ihra­
cattan alınacak belirli bir vergiye dayatılmıştı. Her yiyecek maddesine
bir miktar vergi konmuştu.
Müdafaa-i Hukuk teşkilâtlarının bütün çabalarına rağmen, memle­
ket sa^/unması için gereken para sağlanamıyordu. Millî mücadele hare­
ketinin lideri dahî, hem şahsen parasızdı, hem de mcaileketin kurtarıl­
ması için yapmakta olduğu gezilerine gereken parayı sağlayabilecek du­
rumda değildi. Nitekim, Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas’a gidecek
olan Mustafa Komal Paşa’nm seyahati için gereken 1000 lirahk bir yol­
luk Erzurum Müdafaa-i Hukuk teşkilâtı tarafından sağlanmıştı. Erzurum
Müdafaa-i Hukuk’un elinde bulunan paranın miktarı ancak 80 liradan
ibaretti. Yolluk parası işi, Erzurum’da bulunan Emekli Binbaşı Süley­
man’ın 900 lirasıyla çözümlenmişti. [62]
İstiklâl Savaşı’nm malî sorunları için, ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin açılmaısmdan sonra kalıcı çözüm yolları aranmıştı. İlk iş ola­
rak, Anadolu’da develtin bütün gelir kaynaklarına el konmuştu. Fakat
buna rağmen Duyun-u Umumiye gelirlerine dokunulmamıştı. Ancak Tür­
kiye Büyük Millot Meclisi Hükümeti Maliye Vekili, Duyun-u Umumiye’
nin Ankara’da bulunan temsUcisi Ali Cevdet Bey’e şöyle demişti ; “Biz
harp halindeyiz. Vergileri toplayıp bize veriniz. Ancak masraflarınızı alı­
nız. Barış olunca hesaplaşırız” Duyun-u Umumiye’nin işine gelen bu tek­
lif, millî hükümeti büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Böylece 'Türkiye Bü­
yük Millet Meclisi Hükümeti Düyun-u Umumiye’nin gelinlerine el koy­
muştu ki, bu gelir en azından 8-10 milyon lira kadardı. Ayrıca damga
pulu gelirleri ile Reji idaresine el konmuştu. Fakat bütün bu tedbirler
do yeter miktarda değildi. Bmıu çok iyi bilen büyük önder Mustafa Ke­
mal Paşa, Heyet-ıi Temsiliye adına daha 18 Mart 1920’de imzaladığı ve
kolordularla vilâyetlore, bağımsız mutasarrıfljklara Şile, Gebze ve Kar­
tal kaymakamlıklarına yazdığı şifrelerinde : “Osmanlı ülkesinde bulunan
Osmanlı Bankalarıyla Düyun-u Umumiye ve Roji idareleri, mevcutlarını
bulundukları yerlerin en büyük mülkîye ve malîye memurlarına haber
vereceklerdir. Herhangi bir tarafa yapılacak irsalât, bu iki memur tara­
fından kontrol edilecek ve üst makamlara bilgi vorilecektir. Ziraat Ban­
kaları da aynı suretle mevcutlarını büdirmekle beraber, İstanbul merke­
zinden başka merkezlerle olan muamelâtına devam edeceklerdir. Bu mües-
seselerin İstanbul’a irsalât yapması menedilecektir. Yerli müesseselerle
mal sandıklarında vo Evkâf sandıklarında bulunan paraların cins ve re­
hin olarak saklanan bütün kıymetler, 18 Mart 1920 tarihi esas kabul edi­
lerek baliğ olan miktarlar derhal bildirilecektir” denmekte idi. Bu suretle

[62] Geniş bilgi için Bkz. Cevat Dursunoflu; Millî Mücadele Erzurum, Ankara, 1946.

-- 67 —
kurulacak yeni Türk devletinin malî cephesi de oluşturulmak istoniyordu.
Bu tedbirlerin alınması kesin bir zorunluluktu. Görüldüğü gibi, girişilen
millî mücadele hareketinin mimarları, bir taraftan düşman saldırılarını
durdurmak için tedbirler alınırken, bir taraftan da savaş için gereken
paraların nerelerden sağlanması gereği üzerinde önemle durmuşlardı.
Bundan sonra, Rusya ile ilişki kurulmuş ve Rusya’dan bir miktar harp
silâh ve gereçleri ile üç partide (200 000, 500 000 ve 300 000) olmak
üzere 1 000 000 Rus altını alınmıştı. Ayrıca Hindistan Müslümanları, Kı-
zılaya 300 000 liralık bir yardım yapmışlardı. (Bu 300 000 liranın 110 000
lirası, Yunanlılarm bozgunda yaktıkları köylerin Türk halikına. Garp Cep­
hesi Komutanlığı eliyle dağıtılmış ve geri kalan 190 000 lira, sonradan Iş
Bankası’nın sermayesino katümıştı.)
İçinde bulunulan bu İktisadî ve malî durum, Osmanlı Devleti’ni her
bakımdan bağlamış ve memleketi büyük bir sıkıntıda bırakmıştı. Bu sı-
kıntmm başlıca nedeni, bir defa ticaretin kısır ve mahallî oluşu, mem­
leket üretiminin iç ve* dış pazarlarda değerlendirilmemesi idi.
Memleketin büyük çaptaki ticaret faaliyeti Türk olmayan zümrele­
rin ve yabancı tekelinde idi. Bu da Türk ekonomisinin, yani ticaretinin
gelişmesine en büyük engeldi. Küçük ticaret adamlarmın faaliyetleri ise,
sömürücü zengin ve bakim zümrelerle rekabet ©dilecek yeterlikte olma­
dığı gibi bu husustaki bilgileri de çok zayıftı. Herhangi bir yatırım söz
konusu doğüdi. Halkın büyük kısmınm faaliyeti ziraat ve küçük sanat­
lardan ibaretti. Türklerin çalışıp, yabancıların kazanması, özellikle dev­
letin malî esaret içinde bulunması, yani başlıca kaynaklarım yabancıların
kontrotüne bırakması ve hatta gümrüklerine bile hakim olmaması, ba­
ğımsız bir ticaret politikası güdebilmesine engel olmuştu. Buna millî ulaş­
tırma imkânsızlıklarının da oklenmesi ile durum daha da ağır bir hale
gelmişti. Memleket karayolları az ve yetersiz olduğu gibi, demir ve de­
nizyolları da ticaret faaliyetlerini ve gelişmeyi sağlayabilecek bir halde
değildi. Momleketin bir tarafından diğer herhangi bir bölgesine veya ih­
raç iskelelerine ulaşmak bir problemdi. Demir yollan yabancı kumpan­
yaların elinde olduğu gibi, denizlerde yabancı ticaret gemileri hakimdi.
Bu sebeplerle me'mloketin ticaret hayatı, Avrupa’nın elinde kalmıştı. Bu
hâl, Osmanh Devleti’nin tarihe karışmasına kadar aynı şekilde devam
etmiş ve bu durum nihayet tam bir esarete kadar ulaştırılmak istenmişti.
3. Sosyal Durum
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sosyal bünye, hiç bir olumlu
gelişme ve fark göstermeden 1903 yılına kadar aynı şeküde devam et­
mişti. 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla sosyal bünye daha faz­
lasıyla zedelenmiş ve içine düşülen bunalımların yarattığı sarsıntılar, top­

— 68 —
luluğunun g^orüş ve tutumunıda döğişiklikler yapmıştı. Halk cehalet içinde
idi. Okuma yazma oranı % lO’dan fazla değildi. Hristiyan tebaada oku­
ma yazma oranı Müslümanlara nazaran daha fazla idi. Pek az sayıda bu­
lunan aydınların çoğu, yeniliklerden, uzak koyu moıhafazakârdı. Halk ce­
halet içinde bulunduğundan geri düşünceler ve hurafelere bağlı bulunu­
yordu. Memleketin biricik kuvvöti, çok itaatli, zorluklara dayamkh cesur
Türk köylüsünün kendisi idi. Osmanlı Devleti’nde dil ve gelenekler bir­
birinden farklı idi. Devlet, birçok milletlerin karışımı olduğundan her
mület kendine göre bir amaç peşinde idi. Toplumda milliyetçilik akım­
ları hakimdi. Meşrutiyet devrimini yapan aydın Türkler ise, Osmanlı Dev-
leti’ndeki milletleri Osmanlıhk ülküsü etrafında toplamak istiyorlardı.
Ancak bu istek gerçekleşememişti. Balkan Savaşı felâketinden sonra be­
liren Türkçülük akımı kuvvetle yürütülmüşse de, bu akım öyle bir doğ­
rultu almıştı ki, durum Turancüığa kadar gitmişti. Bunu yabancılar, Türk
emparyalizmi ve Türklerin İslâm ümmetinden ayrılması gibi göstererek
Arapları da Türk egemenliği aleyhine kışkırtmaya başlamışlardı. Bu ara­
da Türk toplummıda muhafazakârlar da “İslâm Birliği” fikrine iyice
saplanmışlardı. İşte Türk toplumu böyle bu sosyal bünye içinde Birinci
Dünya Savaşı’na da girmiş oluyordu. Bu sosyal bünye nihayet etkilerimi
çok tehlikeli bir şekilde göstermişti. Özellikle şeriatçılar, zorbalar ve hat­
ta en son olarak padişah ve Halife Vahdettin de sırf çıkarları için dev­
let, mület ve din düşmanlarıyla birleşmekten çekinmemişti.
İstiklâl Savaşı’nda şeriatçıların, zorba, ağa ve eşrafm ve yabancı
propagandaların Türk sosyal bünyesinde yaptığı zararları çok iyi gören
ve bilen Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında ve
bundan sonraki devrede, halk topluluklarını uyarmaya, kökleşen zararlı
zihniyetleri yumuşatmaya büyülk önem vermişti. Büyük dâhi, başlangıçta
cahil halkı kendi amaç ve çıkarlarma göre kontrol altında tutan zorba­
ları ürkütmeden, bunları miUetin çıkarları etrafında toplamaja başar­
mıştı. Bunları miUî ahlâk, millî istiklâl ve şuura yanaştırmıştı. ÖzeUikle
halk üzerinde büyük etkileri olan din adamlarını da kontrolü altına al­
mayı İhmal etmemişti. Çünkü halkın gözünde, din adamı din kadar say-
gıh idi. Halk din adammm söyleyeceği her sözün doğru olduğuna inan-
dırılmıştı. Din adamlarının söylediklerinin hurafelerle dolu olduğu bir
gerçek idiyse de, halk bunu düşünüp bir sonuç çıkarabilecek güçte değü-
di. Din adamı ne derse, sarıklı ve< sakallı olduktan sonra sözleri de doğru
kabul edilmekte idi. Bu itibarla halk üzerinde büyük etki yapabilecek
güçte bulunan sarıklıların ihmal edümesi mümkün olamazdı. Bu maksat­
la Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’nun İstanbul’a karşı çıkarttığı fetvalar,
dinî vaazlar, söylevler ve türlü davranışlar, gerçek görüşlorle olumlu bü­
yük faydalar sağlamıştı. Savaşın kazanılması için seçilen bu yol, bütün

— 69 —
sakıncalarına rağmen geçici olarak değerlendirilmişti. Bu yol ile halk
yavaş yavaş gerçeği görmeye başlamıştı. Anadolu’nun bu tutumunun ya­
ratacağı olumlu etkiyi çok iyi bilen Avrupalı düşmanlar, ajanlar ve ha­
life. üsıtün maddî kuvvetlerine paralel olarak, halkın aiılâkını ve haklı da-
vasmı tahrip etmek için din silâhlarına sarılarak saldırmışlardı. Bu sal­
dırıların da o derecede başarı sağlamışlardı ki, Anadolu’nun her tara-
fmda yer yer ayaklanmalar görülmeye başlamıştı. Kardeşi kardeşe vur­
duran Halife, nihayet hain damgasını da yemişti.
Mustafa Kemal Paşa’nın davası ise* açıktı. O’nun giriştiği büyük Kur­
tuluş mücadelesi yalnız Türk tcplumunu değil, aynı zamanda îslâm dün­
yasını da mutlak bir esaretten, yok olmaktan kurtarmak hususunda bir
örnekti. Bu amaçla da hareket eden Musetafa Kemal Atatürk, Anadolu’
daki gerçek din adamlarınm yardımı ile geri zihniyeıt temsilcilerini ve
Halife’yi yenmişti. Gerçeği görmekte gecikmeyen Anadolu, Mustafa Ke­
mal Paşa’ya inanarak onun hür ve gerçek bayrağı altında toplanmış ve
bütün ayaklanmaılar söndürülmüştü.
Gerek Meşrutiyet ve gerekse Millî mücadele devirlerinde, halkı elde
edebilmek ve bu suretle vatanın kurtarılmasına yönelebilmek için yapı­
lan mücadelenin çeşitli dönemlerinde, en başta gelen sorunu, ağa, eşraf,
din adamlarım yola getirmek davası idi. Bu dava, dış düşmanlardan daha
etkili bir konu idi. Bunun çözümlendiği gün, vatan nasıl olsa kurtarıla­
caktı. Gerçek aydınların birleştiği bu sosyal düşünce, ancak Mustafa Ke­
mal Paşa’nm liderliğinde gerçekleşebilmişti. Başlangıçta Selanik’te İtti­
hat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleriyle anlaşamayan Kolağası Mustafa
Kemal, milletin sağduyusu ve kendisinin ruhunda plânladığı programla,
Türk’ün gerçek lideri ve kurtarıcısı olduğunu göstermişti. Subaylar ve
halk Mustafa Kemal Paşa ile işbirliği yapmayı ve emrinde çalışmayı gö­
rev bilmişlerdi.
■Millet kısa zamanda ordulaşmış ve Türk ailesi, kışlalarını kendi yu­
vası kadar kutsal bir ocak olarak görmüştü. Türk toplumu dünya uygar-
lığma bu yol ile adım atmıştı. Köylü, şehirli, sosyal gelişmeyi kendi ordu-
sımda görmüş ve bu görüşünü değerlendirmişti. Bu suretle Mustafa Ke­
mal Atatürk, Türk sosyal hayatının geliştirilmesine ve geri kalmış mil­
letlere örnek olmuştu.

— 70 —
İKİNCİ BÖLÜM

TEŞKİLAT
(1908 -1920) .

A. MÜLKÎ TEŞKİLÂT ^

1. Ülkenin Mülkî Teşkilât ve Dağılımı ^

Osmanlı Devleti’nin 1868’de yaptığı idari ve mülkî dağılımı, İkinci


Meşnıtiyet’ten bir süre sonra yürürlükten kalkmıştı.
Mevcut bulunan sözleşme ve antlaşmalara göre Bulgar Prensliği Do­
ğu Rumeli Eyaleti, Girit, Bosna^Hersek, Tunus, Kıbrıs Adası, Sisam Bey­
liği, Mısır Hidivliği ve nihayet Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Hicaz, Ye­
men ve Asir emirlikleriyle imamlıkları, îbnüssuut. îbnürreşit. Umman,
Hadraınut ve Kuveyt şeyhlikleri, görünürde Osmanlı Devlelti’yle ilişkile­
rini koruyorlardı. Fakat gerçekte bunlar bağımsız gibi idiler. Bunlar çok
kere ülkeye sinsice nüfuz etmiş ve ortada görünmeyen bazı yabancı dev­
letlerin kontrolleri altında bulunuyordu. Bu bölgelerin Osmanlı Devleti
ile ilişkileri ve samimiyetleri bir gösterişten ibaretti. Mümtaz ve muhtar
eyaletler diye adlandırılan bazı memleket parçalarını ilgilendiren idari iş­
ler için ise, hiç bir fonksiyonu olmayan “Eyalet-i Iviümtaze Kalemi” diye
bir müdürlük, 1908 yılında Babiali’de kurulmuştu. Bu müdürlük gerçekte
kağıt üzerinde kalmıştı.
Girit, muhtar bir ada olup, Rusya, İngiltere Fransa ve İtalya Dev-
Mleri’nin işgalinde ve himayesinde bulunuyordu. Kıbrıs Adası İngiltere’
ye 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı’ndan sonra emanet edilmişti. Sisam
Beyliği, Osmanlı Devleti tarafından atanan bir Rum vali ile idare edil­
mekte idi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyunun elinde olan Mısır ise, dev­
lete başkaldıran bir hidivlik haline gelmişti. Kıbrıs adasına yerleşen ve
Akdeniz’de kurduğu köprünün bu en son ayağı ile Mısır’a yaklaşan İn­
giltere, Mısır ile dostluğu bir hayli ilerletmişti. Nihayet Rusya’nın des­
teklediği Bulgar Prensliği de gelişmekte idi (3/A, 3/B ve 3/C No.lu ha­
ritalara bakınız). Bu suretle 1908 yılında Osmanlı împaratorluğu’nun mül­
kî dağılımı şöyle bir manzara arz ediyordu.

— 71 —
VİLÂYETLER VİLÂYETLERE BAĞLI SANCAKLAR
Edime Edime, Kırklareli (Kırikkilise), Gelibolu,
Tekirdağ,
Dedeağaç, Giimülcine
İstanbul İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar
Selânik Selânik, Serez, Drama
Kosova Kosova, Üsküp, Priştine, Seniça, İpek,
Taşlıca
Pizren
Manastır Manastır, Görieo, Serfiçe, Debre
Yanya Yanya, Ergiri, Preveze, Berat
Işkodra Işkodra, Draç
Cezair-i Bahrîsefid Limni, Midilli, Sakız, Rodos, Girit
Bursa (Hüdavendigâr) Bursa, Balıkesir (Karesi), Afyonkarahi-
sar.
Kütahya, Bdlecik (Ertuğrul)
Aydın İzmir (vilâyet merkezi) Aydın, Manisa
(Saruhan),
Muğla (Menteşe), Denizli
Ankara Ankara, Yozgat, Kayseri, Kırşehir, Çorum
Konya Konya, Niğde, İsparta (Hamidabat) An­
talya (Teke),
Burdur
Kastamonu Kastamonu, Bolu, Sinop, Çankırı
Sivas Sivas, Amasya, Şebinkarahisar, Tokat
Trabzon Trabzon, Gümüşhane, Samsun (Canik),
Rize
Erzurum Erzurum, Erzincan, Doğubeyazıt, Hınıs,
Van Van, Hakkâri

— 72 —
Diyarbakır (Diyarbokir) Diyarbakır, Mardin, Ergânî
Bitlis Bitlis, Muş, Siirt, Genç
Elazığ (Mamuretülaziz) Elazığ, Malatya, Dersim
Suriye Şam, Hama, Havran, Maan
Adana Adana, Osmaniyo (Cebelibereket), Mer­
sin (İçel)
Halep Halep, Urfa, Maraş
Trablusgârp Trablusgârp, Fizan, Cebel, Hums
Bağdat Bağdat, Kerbela, Divaniye
Musul ’ Musul, Kerkük, Süleymaniye
Basra Basra, Müntefik (Nasıriye), Necit, Amara
Yemen San’a, Hudeyde, Asir-Taif
Mekke Emareti Mekke, Medine, Cidde

Bağımsız Sancaklar :
Beyrut, AJkka, Trablusgârp, Lâzkiye
Nablus, Cebel-i Lübnan, Kudüs, Bingâzi
Zor, İzmit, Bigâ (Mutasarrıflık Merkezi Çanakkale), Çatalca

Mümtaz Eyaletler :
Sisam
Doğu Rumeli (Rumel-i Şarkî)
Osmanlı Devleti gerek istibdat ve gerekse meşnııtiyet devirlerinde
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında bulunan ülkesinden önemli bir kısmı,
özellikle 1911-1912 Osmanlı-ltalyan Savaşı’nda Trablusgârp vilâyeti ile
Bingâzi Sancağım, Rodos Adası başta olmak üzere Oniki adayı; 1912-1913
Balkan Savaşı’nda Doğu Trakya hariç olmak üzere bütün Rumeli ile Ege
Adalarının büyük bir 'kısmını kaybetmişti. 1914-1918 Birinci Dünya Sa-
vaşı’nda ise, bütün Arap Yarımadası’m kaybettiğinden koca imparatorluk
küçülmüştü. Elde ancak Doğu Trakya ile İstanbul ve Anadodu kalmıştı.
Bu suretle 1919 yılmda memleket 15 vilâyet ve 15 bağımsız mutasarrıflık
olarak mülkî ve İdarî dağüıma tabi olmuştu ki, bu bölünme şöyle idi
(Harita : 4) :

— 73 —
VİLÂYETLERE BAĞLI
VİLÂYETLER MUTASARRIFLIKLAR
Edirne Kırklareli (Kırkkilise)
Tekirdağ, Geliıbolu
İstanbul Beyoğlu, Üsküdar
Bursa Büecik (Ertuğrul)
Aydın (Merkez İzmir) Manisa (Saruhan), Denizli
Konya İsparta (Hamddabait)
Burdur
Ankara Çorum, Yozgat, Kırşehir
Kastamonu Çankırı
Sivas Amasya, Tokat, Şebinkarahisar
Trabzon Rize, Gümüşhane
Erzurum Erzincan
Elâzığ Malatya
Bitlis Muş, Siirt
Van 'Hakkâri '
Diyarbakır Ergâni, Siverek, Mardin
Adana Kozan, Osmaniye (Cebelibereket) [63]

BAĞIMSIZ MUTASARRIFLIKLAR
Çatalca
İzmit
Bigâ (Merkez Çanakkale)
Bolu
Eskişehir
^yonkarahisar
Balıkesir (Karesi)
Kayseri
Muğla (Menteşe)
Niğde
Antalya
Mersin (İçel)
Urfa
Samsun (Canik)

[63] Koful; Osmaıüı Tarihi, c. VH, s. 337-341.

— 74 —
Bu mülkî dağılım, İstiklâl Savaşı sürosince genel olarak değişme.-
mişti. Devreden mülkî İdarî teşıkilâtm değiştirilmesine ve dalıa uygun bir
şekil verilmeısine savaşın olağanüstü durumu müsaade etmemişti. Birgok
vüâyetlerin bölgeleri çok genişti. İdarî güçlükİGrine rağmen, bu durum
korunmuş ve düzeltilmesi savaşın sonuna bıraikılmıştı. Bugün olduğu gibi,
ilçeler, ilçelere bağlı bucaklar, bucaklara bağlı köyler vardı. Bütün bun­
lar İdarî dağılımda ıbelirtUmiştir.
İlçe ve vilâyetler arasında bulunan ve adına “Liva” veya “Sancak”
denilen teşkilât, vilâyetlerin idaresine nazaran daha pratikti ve savaş
amaçlarına daha uygun düşmekte idi. Memleket içinde her türlü ikmal
kolaylıkla yapılabilmişti. Liva veya sancak denilen teşkilâtın başmda bu­
lunan devlet memuruna da “Mutasarrıf” denilmelkteydi.
Bağımsız mutasarrıflıkların çoğu vilâyetler gibi doğrudan doğruya
Dalıiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanhğı’na) bağlı bulunuyordu. Bunlar, yu­
karıda adları yazılan bağımsız mutasarrıflıklardı.
TeşkUâtta bazı vilâyet ve sancaklar, diğerleri gibi, merkez şehrin
ismini değil, bir takım tarihî isimleri taşımaktaydıiar. Bursa “Hüdaven­
digâr”, Manisa “Saruilıan”, Balıkesir “Karesi” diye adlandırılmışlardı.
Yine bazı vilâyet ve sancaklara, kendisine bağlı başka bir şehrin ismi
verilmişti ki. Aydın, İzmir’e bağlı bir mutasarrıflık olduğu halde, vilâ­
yetin adı Aydın vilâyeti idi.

B. ASKERÎ TEŞKİLÂT
I. 1909 Yıb Öncesinde Silâhlı Kuvvetler
a. Kara Kuvvetleri '
1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı’nm yenilgi ile sonuçlanması üzerine,
silâhlı kuvvetlerin bünyesinde bir ıslâhat yapılması zorunluğu duyulmuş­
tu. Özellikle bu zamana kadar, Türk Ordusu’nda uygulanmakta bulunan
Fransız teşkilât ve taktiği bırakılmış, bunun yerine Alman teşkilât ve
taktiğinin daha uygun olacağı kararma varılarak sistem değişikliğine
gidilmişti. Bu maksatla da 1882 yılından başlayaralk Alman subayların­
dan faydalanma yoluna gidilmiş ve ilk defa Alman süvari subaylarından
Klöhler’in başkanlığında bir Alman subaylar heyeti IstanıbuTa getirilmiş­
ti. Bu heyet Türk Ordusu’nda öğretmenlik yapacak ve gereken tavsiye­
lerde bulunacaktı.
II. Abdülhamit heyet başfkamm kendisine özel danışman olarak al­
mış ve rütbesini generalliğe yükselterek Yıldız sarayında oturmasına
izin vermişti. Ancak, yaver-i ekremlik (padişah yaverliği) ile de taltif

— 75 —
odilen heyet başkanı ve heyet üyeleri, padişah tarafından göz hapsine
alınmışlardı. Bu yüzden heyetten bir yarar sağlanamamış ve bunlar sa­
rayda bir süs olarak kalmışlardı.
1883 yılında heyet başkanı General Köhler ölmüştü. Almanya bu­
nun yerine Kurmay Yarbay von Der Golç’u göndermişti. îlk defa Tür­
kiye’ye gelen Golç’e generallik rütbesi verilmiş ve Askerî Okullar Müfet­
tişi olmuştu. Daha sonra Genelkurmay’da, Genelkurmay 2 nd Başkan­
lığı görevini alan General Gkılç, ordunun kalkınması işin gereken her türlü
tedbirleri almaya başlamıştı. Fakat Abdülhamit’in kafiyeleri tarafından
jurnal edilmişti. Böylece General von Der Golç ve heyeti, bir büro adam­
ları durumuna getirilmişlerdi. [64] Buna rağmen dar yetkiler içinde ça­
lışan General Golç, bir süre sonra patlak veren 1897 (1313) Osmanh-Yu-
nan Savaşı’mn kazanılmasında, teşkilât ve sefer plâm bakımından olduk­
ça faydalı olmuştu. Golç, Alman İmparatoru’nun isteği üzerine 1896’da
memleketine dönmüştü.
1897 seferi kazanılmış olmasına rağmen, Tüık Ordusu’nda birçok
eksikler ve teşkilâtta birçok sakıncalar görülmüş, esaslı bir kalkınmanın
şart olduğu anlaşılmıştı. Fakat padişah izin vermemişti. Yapılması arzu
edilen askerî ıslâhatm yerinde sayması devlet adamları ve özellikle Sad­
razam Sait Paşa’yı endişelendirmişti. Sait Paşa, padişahı ıslâhat konu­
sunda bir türlü ikna edememişti.
Sait Paşa, silâhlı kuvvetlerin her parçasmı sevk ve idare edecek ko­
mutan ve subayların okullardan j^tiştirilmelerini ve bunların en son as­
kerî bilgilere sahip olmalarını ve hatta diplomasiye bUe vakıf olmalarını
istiyordu.
Sait Paşa görüşlerinde, özellikle komutanlarla subay sayılarımn si­
lâh altmda tutulacak er sayısı ile orantılı olmasını, bunun eksik veya faz­
la olmasmın zararlı olacağını açıklıyordu. Özellikle küçük-büyük rütbeli
amirlerin seçilmesinin bir kurala bağlanmasını istiyordu. Seçimlerde kı­
deme ve sınav usullerine de uyulması gerektiğini ileri sürüyordu. O askerî
kademelerle alınan rütbelerin çaba harcanarak alınmaması halinde, rüt­
bede, şeref ve haysiyet kalmayacağını, ordu disiplininin de bozulacağını
belirtiyordu. Ayrıca subaylarla komutanların ihtiyaçlarıyla orantılı uy­
gun maaşlar almaları gerektiğine inanıyordu.
Sait Paşa, askerin durumu, elbiselerini düzgün olmasıyla ölçmüyor­
du. O, yukarıda behrtilen esaslar sağlanmadıkça memleketin savunula-
mayacağını ve devletin başka devletler yanmda itibarı olmayacağım ve
nihayet muharebede sayı bakımından üstünlük sağlansa dahi sonuçta ba­
şarısız olunacağım söylüyordu.

[64] Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi, c. VIII, s. 366-375’den özet.

— 76 —
AbdUlhamit, Sait Paşa’nm bu doğru fikir ve görüşlerine karşı birşey
söyleyebilecek güçte değOdi. Fakat, Abdülhamit’in silâhlı kuvvetlerin ge­
lişmesi konusundaki endişesi devam ediyordu. Dedesinin, babiasının ve
nihayet amcasının başına gelenlerin kendisinin de başına geleceğinden
son derece ürküyordu. Düşündükçe vehmi ve zulmü artıyordu.
Balkan Savaşı’nın felâketini, o devurdeki ordunun yalnız taktik veya
stratejik hatalarmda aramak yetmez. Bunun nedenlerini Türk Silâhlı
Kuvvetleri’nin daha önceki m.anevî çöküntüsünde aramak ve derinliklere
inmek gerekir.
Süâ'hlı kuvvetlerle ilgilenilmemişti. Bir milletin maddî ve manevî
bakımdan yıkıldıktan sonra, kısa bir zaman içinde toparlanmasının çok
güç olacağı tarihî bir gerçekti. Nitekim Serasker Rıza Paşa da, ordu için
şöyle bir tablo çizmişti : “Ordu hâzinesinin mevcudu 260 kui’uştan iba­
retti. Buğday ambarlarında buğday kalmamıştı. Ordunun çeşitli ihtiyaç­
ları memleket dışından sağlanmakta idi. Çuha, çorap, ayakkabı, kösele,
fes, giyim eşyası vo hatta buğday arpa bile Romanya’dan ve Rusya’dan
getirilmekte idi. Yağ da dışardan geliyordu. Maaşlar düzensiz bir şekilde
verilmekte idi. Yılda ancak İstanbul’da beş altı defa, ajdık verileibiliyordu.
Ekmekler gayet fena çıkmakta idi. Askerî binalar çok noksan, depolar
boş harap ve noksandı. Subayların durumu perişandı. Asker sefil ve çıp­
laktı. Malîye bu durumu ortadan kaldırmak için olağanüstü ödenek iste­
mesi gerekirken, tespit edilmiş olan haftalık ödenekleri dahi vermekten
acizdi. Nereye bakılırsa, fakirlik yokluk ve sıkıntı göze çarpıyordu.” Bu
tablonun ayrıntılarına dikkat edince şu görüntü ortaya çıkmakta :
“İstanbul’da padişahın muhafız birlikleri müstesna, merkezden çev­
reye gittikçe, askerin perişanlığı artmakta idi. Gıdasızlıktan çehreler so­
luk, yorgun, bezgin ve hastalıklı idi. Üst baş yoktu. Yırtık, pırtık kundu­
ralar ve çarıklar, renkli yamalı pantolonlar, püskülsüz fesler.” [66]
îşte Abdülhamit’in meşrutiyete devrettiği ordunun manzarası bu idi.
Ordu eğitim bakımından da tam bir çöküntü içinde idi. Eğitimden
şüphesiz ki, subay sorumlu idi. Harp Okulu az subay yetiştiriyordu. Bu
yüzden subay boşluğunu doldurmak için sözde kabiliyet v© hyakât dik­
kate alınarak “alaylı subay” yetiştirmek yolu tutulmuştu. Esasen alaylı
subaylar vehim içindeki padişaha fazla güven veriyordu. Orduda gerekh
birlik ve beraberlik kalmamış ve eğitim ilımal edilmişti.
Orduda subayların terfi işleri hiçbir kurala bağlı değUdi. Terfiler
keyfi ve gelişigüzeldi. Bu suretle terfi eden ve yüksek komuta kademe­
lerine geçenler, ordunun kudret v© moralini büsbütün bozuyorlardı. Ordu

[65] Rıza Paşa; Hülâsa-i Hatırat, İstanbul 1324, s. 11-12.

— 77 —
kademelerinde yükselme, bilıgi ve beceriden uzüktı. Terfiler, P'adişahın,
saray adamlarının, nüfuzlu paşalarla nazırlann isteğine göro yapılmaJkta
idi. Himaye derecesine göre terfiler boldu. Aynı yılda Harp Oknlu’ndan
teğmen olarak çıkan subaylardan bir kısmı, bir yıl içinde kolağası ('kıdem­
li yüzbaşı) olabüiyor, arka sağlayamayan çoğunluk ise, bir rütbede uzun
jnllar bekliyordu. Ordunun disiplinine ddkunan bu durum, görevin gere­
ğini yerine getiremeyeceklerin başa geçmesindendı. Değerli subayların
haklı başvuruları boşa gidiyordu. Özellikle îstanbul’dan uzak yerlerde bu­
lunan subaylar, tamamiyle unutulmuş ve ihmal edilmiş kimselerdi. Me­
sela 3 ncü Ordu Müfettişi Müşir (Mareşal) İbrahim Paşa, terfiye hak
kazanmış subaylar hakkında, saraya 13 defa baş\o'rmuş ve nihayet an­
cak 14 ncü başvurusunda tam sonuç elde etmişti. [66] Bu durum, hak­
ları yenmekte olan subayların morallerini bozmakta ve ciddiyetle görev­
lerine sarılmalarına engel olmaktaydı. Gerçekte İkinci Meşrutiyet’in ilâ­
nının bir seıböbi de bu idi.
Serasker Rıza Paşa, bu durumu çok iyi kavrayan bir paşa (general)
idi. Yetkili olması bakımından da, duyduklarını şöyle anlatıyor'du :
“Silâh arkadaşlarımın terfi ve istikballeri gece gündüz hatırımdan
çıkmıyordu. Ordularda, merkez ve okullarda bir takım lüzumsuz ve hak­
sız terfilerin yer alması, en kıdemli ve fedakâr subaylarımızın ne derece
mağdur olduklarmı ve sonuçlarını düşündükçe tüylerim ürperiyordıı. Su­
bayların bir kısmı sınır boylarında vatanın selâmetini sağlamak için can­
larını ve hayatlarını vermeye hazırken, birçok güçlüklere ve yokluklara
göğüs gererke<n, onlar terfi ve terfihten (refah içinde yaşamaktan) mah­
rum bır'akılıyorlardı. Bir takım kimseler ise, bu kutsal görevi görmedik­
leri halde terfi ediyor ve söz sahibi oluyorlardı. [67]
Abdülhamit döneminde orduda o derece çok pasa vardı ki, bunun tek
sorumlusu padişah idi. Ordu bir “Paşalar ordusu haline getirilmişti. Ab­
dülhamit’in paşaları, 31 müşir (mareşal), 184 ferik ve birinci ferik (tüm­
general ve korgeneral) ve 284 mirliva (tuğgeneral) idi. Üst subaylardan
özellikle albayların miktarı 284, yarbayların 625 idi. [68]
Yüksek rütbeler, alın teri dökerek kazanılmış olmadığından, bu şiş­
kin general ve üstsubaylar kalabalığı, ordunun gelişmesi için bir tıkaç
olduğu gibi, bunların subayları yetiştirecek kudretleri de yoktu. Bu se-
beble General von Der Golç; askerî eğitiminin ve harbe hazırlannanm
bir fen ve sanat değil, fakat bir oyun gibi olduğunu” ifade etmişti. [69]

[66] Tahsin Paşa; Abdülhamit - Yıldız Hatıraları, s. 98-99.


[67] Rıza Paşa; Hulâsa-i Hatırat, s. 22-23.
[68] Rıza Paşa; aynı eser, ek çizelge.
[69] General Colmar von İDer Goltz; Le Defalt de la Junt Turquie, s. 10-11.

— 78 —
Asikere yalnız günlük talimler gösterilmekte idi. Yedeklerle (ihtiyat­
larla) kafiyen uğraşılmamakta idi. Harbiye Mektebi’nde (Haıp Okulu),
yetiştirilen subaylara bUe atış yaptırılmamakta, hele harp oyunları, tat­
bikat ve manevralar, topçu atışları tamamen ihmal edilmekte idi. [70]
Afbdiilhamit, satın aldığı mükemmel tüfek ve toplan depo etmekle bir
savaşı kazanaibileceğini sanmıştı. Fakat bu modenı toplarla tüfeklerin
kullanılması anC'Ok padişah iradesiyle mümkündü. Askerin elinde cepha­
nesiz eski model tüfekler bulunuyordu. Aydın vilâyetinde Çakıcı eşkiya-
sınm elinde mavzer bulımmasına karşüıkı jandarma takip kuvvetlerinde
martini vardı. [71]
Ordu manevî olarak da çöküntü içerisindeydi. Bu moral çöküntüsü,
korku ve itimatsızlıktan, kişisel teşdbbüs yokluğundan ileri geliyordu. [72]
Etraf kafiyelerle dolu idi. Herkes gölgesinden korkar duruma gelmişti.
Her hareket kötü olarak yorumlanmakta idi. Bu koşullar altmda, subay­
lar kışlalarma veya bürolarına kapanıp kırtasiye işleri veya zararsız boş
şeylerle uğraşıyorlardı.
Subayların kendi aralarında ve erleriyle üişkiîerindo çekimser dav-
ranmalan ,ordumm moral kuvvetlerinden biri olan silâh arkadaşlığını
imkânsız bir hale getirmişti. Bu silâh arkadaşlığını zedeleyen diğer bir
sebep de, alayh-mektepli sorunu idi. Mektepten yetişme subaylar, alay­
dan yetişmiş olanları beğenmiyor ve onlardan nefret ediyorlardı.
Erleri ve sübayları yalnız din faktöm ile birbirini yaklaştırmak ve
kayn'aştırmak da çok zordu. En çok dil ve âdet faikları nedenleriyle* Ar-
navutlar ve özeUikle Araplar, Türkleri sevmiyorlardı. Aralarında sık sık,
grup halinde kavgalar ve silâhlı çatışmalar bile oluyordu. Bu anlaşama­
ma askerî ida<hlerde (askerî liselerde), harp okullarında bile vardı. Her
ırk ayrı bir grup oluşturuyordu. Padişah muihafız birlikleri arasında da
çatışmalar eksik olmamıştı. Bütün bu manevî eksiklikler, orduya en çok
lâzun gelen teşebbüs kabüiyetlerini vo sorumluluk duygularım öldürmüştü.
Padişah, özellikle Almanya’da veya Avrupa’nın herhangi bir ordu­
sundan yetişmiş subaylara da güvenmezdi. Alman împaratoru’nun ve
diğer ilgili büyük kişilerin Türk subayları hakkmdaki olumlu düşüncele­
rini, kompliman kabul ederdi. Abdülhamit’in kendine göre sağlam kabul
ettiği kaynaklardan elde ettiği bilgilere göre, Avrupa’da yetişmiş olan
subayların öğrendikleri başlıca şeyler, ahlâksızlıkla içkiden ibaret olduğu
idi. Kitaplardan öğrenilen teorik bilgüerin bir şeye yaramadığına inan-

[70] Baki Vaiüdenür; Ne İdik? Ne Olduk?, Ne Yapaca|:ız, İstanbul, 1963, s. 3.


[71] Talisin Pa§a; s. 149,
[72] Karal; s. 374.

— 79 —
mış ve inandırılmıştı. O, savaşta, bir insan için gerekli olan niteliklerin
s-ağduyu, cesaret, dayanıklılık ve Tanrı’ya imandan ibaret bulunduğuna
inanmakta idi. Bunun yanında dünya görüşü ve bilime ayak uydurma
aranan niteliklerden değildi. [73]'
Padişah ve başkomutan, silâhlı kuvvetlerin birliğ-ini kudret ve ka­
biliyetini geliştirecek prensiplerden halbersizdi. O, ortaçağ zihniyetine sa­
hipti. Halbuki yabancı tarihçilerden Paul de Regla, Türkiye hakkında
ya2idığı eserinde şöyle diyordu : “Türk Ordusu düşman ateşi karşısında
o kadar cesur ve muhteşemdir ki, iyi komuta edildiği, iyi teşkilâtlandı-
rıldığı gün, zaferleri ve başarılarıyla eski ve yeni dünyayı tekrar hay­
rete düşürecektir. Eğer, hükümetin hataları yüzünden boğazların öte
tarafına geçip bir Asya kuvveti olmak mecburiyetinde kalırsa, itimat
ediniz ki, bu da ancak kanlı bir zafer kazanmadan olmayacaktır.” De­
ğerli tarihçi çok derin ve isabetli bir görüşle gerçeği ve Türkü görebil­
mişti. [74] .......
b. Deniz Kuvvetleri
' Padişah Abdülaziz, Abdülhamit’e güçlü bir deniz kuvveti bırakmıştı.
Fakat Abdülhamit Kara Ordusu’nun gelişmesini nasıl engelledi ise. Deniz
Kuvvetleri’ni de aynı şekilde hareketsiz bırakmış ve çürütmüştü. A'bdül-
hamit’in tahta çıktığı 1876 yılındaki Türk Deniz Kuvvetleri, savaş gü­
cüne sahip, büyükçe bir kuvvet idi. Bu kuvvet, 15 zırhlı, 11 kruvazör, 40
torpidobo<t, yedi gambot ve 57 yardımcı gemiden ibaretti. 21 yıl Haliç
sularında yatan bu kuvvet 1897 (1313) Osmanlı-Yunan Seferinde, harap
bir durumda olduğundan kullanılamamış, ancak büyük zorluklarla Ça­
nakkale’ye» kadar gidebilmişti. Donanmanın gemi ve personeli de görev
yapabilecek niteliğini kaybetmişti. [75]
1908 yılında meşrutiyet idaresi, 5351 subay, 7419 denizci er dev­
ralmıştı. Ancak bunlar da gemileri gibi hareketsiz bırakılmış insanlardı.
Deniz kuvvetlerindeki subay mevcudu ile er mevcutlarının biribirine ya­
kın ohnası da dikkate değer bir durumdu. Donanmıa hareket ve görev
yapamadığı için fazla ere ihtiyaç duyulmamakta idi. Subaylar terhis edi­
lemediğinden gün geçtikçe çoğalıyor, fakat erler azalıyordu. Donanmada
görevler genel olarak karada yapılıyordu. Gemiler deniz kuvvetleri için
ancak kışla olarak kullanılıyordu.
Donanmanın bu hareektsizliği ve iş göremez durumda olması, dev­
letin siyasî prestijini 1897’de kırmıştı.

[73] Ali Vehbi; Abdülhamit, s. 39. -■I

[74] Paul de Regla; La Turquie Officiella, Paris 1891, s. 277.


[75] ATAŞE Arşivi; No. 1324 (1908) yılı umumi kuvve defteri.

— 80 —
Albdiilhamit’in kullanılmasına engel olduğu donanma yüzünden sa­
vaş ve 'barış berbat bir hale getirilmişti. Bu hâl nihayet A'bdül'hamift ta­
rafından da büyük bir utanç ile anlaşıldıktan sonra donanmanın takviyesi
için emir verilmiş ve bu amaçla, 1901-1903 yıllarında Mesudiye ve Asar-ı
Tsvfik Zırhlıları İtalya’da tamir ettirilmişti. Muin-i zafer tipi üç koın^t
(Muin-i zafer, Avnillah, Feth-i bülend) Ansaldo işçileriyle İstanbul’da ta­
mire sokulmuştu. 1903 yılından önce, Hamidiye, Mecidiye kruvazörleri
alınmış ve Drama Italyanlara sipariş edilmişti. [76]
1906 yılında Antalya, Musul, Kütahya, Draç, Akhisar, Alpagot, An­
kara, Hamidiye ve Yunus torpidobotları İtalya’dan alınmıştı. 1907 yılın­
da Taşoz, Basra ve Sultanhisar Fransa’ya, Berkisatvet ve Peyk-i şevket
torpido kruvazörleri de Almanya’ya sipariş edilmiş ve Haliç’te Abdülha­
mit ve Abd'ülmecit adına iki denizaltı gemisi yapdmıştı. Fakat bu iki
denizaltı gemisinin Dolmabahçe Sarayı önünde ve Abdülhamit’in huzur­
larında yapılan dalma denemelerinden Abdülhamit pek çok heyecanlan­
mış ve vehmi büslbütün artmıştı. Derhal, bütün bu yeni ve eski gemiler
tekrar Haliç’in bulanık sularında çürümek üzere hapsedilmişlerdi. Esa­
sen padişahın benimsemediği ve istemediği bu kuvvetin ocakları söndü­
rülmüştü. Gemilerdeki topların kamaları çıkarılmış ve cephaneleri kara­
ya çekilerek depolara kilitlenmişti. Yeni alman gemiler, erlere ancak çok
konforlu bir kışla olmuştu. Bu durum 1908’o kadar devam etmiş ve meş­
rutiyetin idaresi, gemilerin bir kısmmı tamamiyle ölmüş ve bir kısmım
da ölmek üzere teslim almıştı.
Meşrutiyet idaresinin Devraldığı Silâhlı Kuvvetler İse Şeyledir :

a. Nizamiye Birlikleri
Meşrutiyet ilân olunduğu sırada Türk Kara Kuvvetleri, 13 777 su­
bay, 280 926 er ve 35 677 hayvandan oluşan yedi ordu ile bağımsız iki
tümenden ibaretti.
Genel olarak her ordu, iki veya daha fazla piyade tümeninden, bir
süvari tümeni veya tugayından, bir topçu tümeni veya tugayından ordu
bağlı birliklerinden, ordular kuruluşlarında bulunan müstahkem mevki
veya kalelerden meydana gelmiş bulunuyordu.
Kara kuvvetlerinin, iskeletini ve çekirdeğini oluşturan yedi ordu ve
iki bağımsız tümen, “nizamiye” denilon en genç ve güvenilir askerlerden
oluşmakta idi. Bütün kara kuvvetleri, 21 piyade, altı süvari, beş topçu
nizamiye tümeninden ibaretti.

[76] Drama Kruvazörü ttalyanlarca inşaatı geciıktirilmiş ve özellikle Trablusgârp


savaşı dolayısıyla gemi OsmanlIlara verilmemişti.

— 81 —
Ordularla bağımsız tümenlerin insan ve hayvan mevcutları ile kuru­
luşların ayrıntıları ve konuşları şöyle idi (EK : 1) :

Kara Kuvvetlerinin 1908 Yılı Kuvvesi

BİRLİKLER SUBAY ER HAYVAN


1 nci Ordu 2492 40 308 3969
2 nci Ordu 2419 70 898 8972
3 ncü Ordu 2500 53 321 10 811
4 ncü Ordu 1832 36 417 3023
5 nci Ordu 1510 19 126 3249
6 ncı Ordu 1258 12 554 2616
7 nci Ordu 683 17 184 1578
15 nci Bağımsız Tümen 592 6639 789
16 ncı Bağımsız 'Tümen 440 13 705 625
TOPLAM 13 726 270 352 35 632

Orduların ve Bağımsız Tümenlerin Kuruluşları


1 nci Ordu : Birinci Ferik (Korgeneral) Mahmut Muhtar Paşa’nm
emir ve komutasında bulunan 1 nci Ordu’nun başlıca kıtaları, 1 nci ve
2 nci Nizamiye Piyade, 1 nci Süvari, 1 nci Topçu 'Tümenleriyle Çatalca
Müstahkem Mevkii’nden ve ordu bağlı birliklerinden ibaretti.
Piyade Tümenleri, ikişer tugaydan ve tugaylar da ikişer alaydan
oluşmaktaydı. Her piyade ala>u, dört taburdan, taburlar dörder piyade
bölüğünden ve her piyade bölüğü dört piyade takımından, takımlar ise,
dörder mangadan ibaretti. Her tümende ayrıca bir nişancı taburu da
vardı.
1 nci Nizamiye Tümeni, 1 nci, 2 nci Tugaylardan, Tugaylar da sı­
rasıyla 1 nci, 2 nci, 3 ncü, 4 ncü Alaylardan kurulu idi. Taburlar alay
dahilinde, bölükler taburlar içinde ve takımlarla mangalar bölükler için­
de sıra ile numara almakta idi.
2 nci Ordu : Ferik ('Tümgeneral) Nazım Paşamın emir ve komuta­
sında bulunan 2 nci Ordu, 3 ncü, 4 ncü, 20 nci ve 21 nci Piyade Tü­
menleri ile 2 nci Süvari ve 2 nci Topçu Tümenlerinden oluşuyordu.
2 nci Ordu bağlı birükleri bir istihkâm, bir ulaştırma, bir sanayi
taburu ile bir telgraf bölüğünden ibaretti.
Edime Kalosi, 2 nci Ordu emir ve komutasında idi.

— 82 —
3 ncü Ordu : Birinci Ferik (Korgeneral) Mahmut Şevket Paşa’nın
emir ve komutasında bulunan 3 ncü Ordu, 5 nci, 6 ncı, 17 nci ve 18 nci
Piyade, 3 ncü Süvari vo 3 ncü Top^u Tümenlerinden kurulmuştu.
Tümenlerde birer nişancı taburları vardı. Bu nişancı taburları tü­
menlerin numaralrını taşımakta idiler.
3 ncü Ordu’nun bağlı birlikleri, iki istihkâm taburu (taburlar iki
kazmacı, bir köprücü ve bir lağımcı bölüğünden kurulu) ile üçer bölüklü
iki ulaştırma taburundan ve bir sanayi taburu ve bir telgraf bölüğünden
ibaretti.
Bölgedeki kaleder ve müstahkem mevkiler, 3 ncü Ordu’nun kurulu­
şunda ve emrinde idi. Bunlar Selânik ve Selânik’e bağlı kaleler (Selânik,
Kavala, Karaburun) Kosova kaleleri (Yenipazar, Senice, Berana, Pizren)
Işkodra kaleleri (îşkodra, Akçahisar, Tuz) ile Preveze Kaleleri (Preveze
iç kaleleri ile Hızır Kalesi, Parga, Salahın*, Beşpınar, Yanya, Meçova, Be­
rat, Palermo, Faksul ve Aya) idi.
4 ncü Ordu : Müşir (Mareşal) Abdullah Paşa’nın emir ve komuta­
sında bulunan 4 ncü Ordu, 7 nci, 8 nci, 19 ncu Piyade Tümenleri ile 4 ncü
Süvari ve 4 ncü Topçu Tümenlerinden kurulmuştu. Her piyade tümenin­
de birer nişancı talburu (7 nci, 8 nci ve 19 ncu Nişancı Taburları) bu­
lunmakta idi.
5 nci Ordu : Müşir (Mareşal) Osman Fevzi Paşa’nın emir ve komu­
tasında bulunan 5 nci Ordu, 9 ncu, 10 ncu Piyade Tümenleriyle 5 nci
Süvari ve 5 nci Topçu Tümenlerinden kurulmuştu.
6 ncı Ordu : Birinci Ferik (Korgenoral) Dağıstanlı Fazıl Paşa’nın
emir ve komutasında bulunan 6 ncı Ordu, 11 nci ve 12 nci Piyade, 6 ncı
Süvari Tümenleri ile 16 ncı Topçu Tugayı’ndan ibaretti.
Ordu bağlı birlikleri, bir istihkâm, bir ulaştırma ve bir sanayi tabu­
rundan ibaretti.
7 nci Ordu : Birinci Ferik (Korgeneral) Haşan Taksin Paşa’nın emir
ve komutasında bulunan 7 nci Ordu, 13 ncü, 14 ncü Piyade Tümenleri
ile, 7 nci Süvari, 7 nci Topçu Alaylarından ibaretti.
Ordu bağlı birlikleri, iki ulaştırma taburu, bir istihkâm bölüğü ve bir
muharebe (pırıldak) müfrezesi idi.
Trablusgârp ve Bingâzi kaleleri, tümenin emir ve komutasında bu­
lunuyordu. Kalelerde 36 adet ku3nruktan ve 76 adet ağızdan dolan adi
ateşli top bulunmakta idi.

_ 83 ~
- Bağımsız 16 ncı Hicaz Tümeni : Müşir (Mareşal) Kâzım Paşa’nm
emir ve komutasında bulunan 16 ncı Tümen, 31 nci ve 32 nci Piyade Tu­
gaylarından kurulmuştu. Alayları sıra ile 61 nci, 62 nci, 63 ncü ve 64
ncü Piyade Alayları idi. Tümenin kendi numarasını taşıyan bir nişancı
taburu vardı.
Tümende bataryaların dörder toplu iki dağ topçu taburu bulunmakla
beraber, Mekke ve Medine Kaleleri ve topçuları tümene bağlı idi.
Yukarıda kuruluşlarmı verdiğimiz yedi ordu ve iki bağımsız tümen­
den ayrıca Tophane-i Amire’ye mensup kale topçü alaylarıyla istihkâm
ve sanayii alayları da vardı. Bunlar da Akdeniz (Çanakkale) Boğazı 1 nci,
2 nci Topçu Alaylarıyla Bolayır Topçu Alayı, Cezair-i Bahrisefit Topçu
1 nci, 2 nci Alayları ile Karadeniz Boğazı Topçu Ala3u İstihkâm Alayı
ve 1 nci, 2 nci İdadi Sanayii Alayları idiler.
b. Redif Birlikleri
Prusyah Yüzibaşı Graf Helmuth von Moltke (Feldmareşal Molitke),
daha İstanbul’a gelmeden (Istanıbul’a golişi 23 Kasım 1835) Padişah II.
Mahmut, 1834 yıh son yarısında tenkiline karar verdiği ihtiyat ordusuna
“Asakir-i Redife-i Mansure” adını vermişti. Zamanın Seraskeri Hüsrev
Paşa’nm gayretleriyle 1834-1835’de Karahisar’ı Sahip (Afyonkarahisar),
Ankara, Çankırı, Serez ve Menteşe (Muğla) sancaklarından ilk redif ta­
burları kurulmuştu. Bu amaçla büyük gayret harcanmakta idi. Bu sırada
İstanbul’a sırf gezi vo inceleme maksadıyla gelen Kurmay Yüzbaşı Moltke,
İstanbul’un Alman Büyükelçisi Königsmark tarafından Serasker Hüsrev
Paşa’ya takdim edilmiş ve tamştırılmıştı. Genç kurmay ;yüzbaşının üstün
'kabiliyetini sezen Serasker Hüsrev Paşa, kendisinin redif teşkilâtı çalış­
malarında müşavir olmasını istemişti. İstek önce üç ay için kabul edilmiş,
daha sonra süre uzatılmıştı. 1836-1837 yıllarında redif birlikleri teşkilâ-
tımn geliştirilmesinde Moltke’nin büyük etkisi olmuştu. Moltke dört yıl
sekiz ay ve 16 gün Osmanlı Devleti’nde kalmış bu süre içinde büyük hiz­
metleri olmuştu. [77]
Başlangıçta piyade ve süvari sınıflarından ibaret olarak kurulan bu
kuvvetin süvari sınıfı 6 Aralık 1908’de kaldırılmış, yalnız piyade sınıfı
bırakılmıştı. Ancak 31 Ağustos 1912 (18 Ağustos 1328)’de çıkarılan bir
kanunla bozulmuş duruma gelen redif teşkilâtının devamı sağlanmış ve
Balkan Savaşı’na da bu teşkilâtla girilmişti. Teşkilât, Balkan Savaşı’ndan
sonra tamamiyle kaldırılmıştı. Redif tümenlerinin iç bünyelerindeki teş-

[77] J. Beny; “Redif” maddesi, ÎA, c. IX, s. 666-667,


Düstur; II nci Tertip, c. IV, s. 1615.

— S4 —
kilât, nizamiye tümenlerinin aynı idi. Ancak çoğımlakla tümenler, tugay­
lar, alaylar ve taburlar numara almazlar, numara yerine mensup olduk­
ları bölgelerin şehir ve kasaba isimleri verilirdi. Bununla b&raber, bu tü­
menlere numara da verilmişti.
Yedi ordudan ibaret bulunan Türk Kara Kuvvetleri’nde (Türk Niza^
miye Birlikleri) ancak altı ordu bölgesinde redif toşkilâtı bulunmakta
idi. 7 nci Ordu’da redif teşkilâtı ydktu.

c. Müstahfız Teşkilâtı ^
Barışta hiç bir teşkilâtı ve kadrosu (çekirdeği) olmayıp plân halinde
bulunan bu bölüm, seferde silâh altına alınan yaşlı kimselerden kurulu bir
kuvvetti. Bunların ne miktarda olacağını seferin ihtiyacı tayin etmekte
idi.
Müstahfızlardan kurulan birlikler, memleket içi ve cephe gerilerinde
muhafızlık görevlerinde kullanılırlardı. Müstahfız teşkUâtı da redif teş­
kilâtının kaldırılmasıyla lağvedilmiştir.

d. Hamidiye Aşiret Hafif Süvari Teşldlâtı


n. Abdülhamit Jön Türklerin Avrupa ve Rumeli’deki gizli hürriyet
faaliyetlerine karşı, saltanat ve istibdadını devam ettirebilmek için, yur­
dun doğu ve güneydoğu bölgeleri halkından faydalanmak ve bunlara da­
yanmak istemişti. Bu teşkilât her ne kadar Rus Kazaklarına karşılık, bir
süvari kuvveti olarak kurulduğu iddia edilirse de, gerçek bu değildi. Ab­
dülhamit, kendine en elverişli 'bölge olarak burayı seçmişti. Bu amaçla
4 ncü Ordu Müşiri Zeki Paşa’nm kurdurduğu bu teşkilât, Doğu Anadolu
aşiret halkından kurulduğu gibi, güneyin Arap aşiretlerind€«n de kurul­
muş ve faydalanılmıştı. [78]
Her biri 12(X) atlıdan ibaret olarak teşkil edilen aşiret süvari alay-^
lan, aşiretlerin ileri gelenlerinden birine teslim edilmişti. Birden rütbeleri
kadroya göre yarbayhğa yükseltilen bu alay komutanlarına aynı aşiret­
ten iki binbaşı, dört yüzbaşı ve sekiz mülazım (teğmen) teklif edihneei
yetkisi verilmişti.
Her biri iki süvari grubundan kurulan alaylar, dörder bölüklü olmuş­
lardı. Birkaç alay birleştirilmiş, bunlarla tugaylar kurulmuştu. Tugay
komutanları ise, bölgenin en nüfuzlu kişUeri idUer. Bu ağalar doğrudan

[78] Mehmet Şerif Fırat; Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Ankara, 1961, s. 95-122.

— 85 —
pa§a payesini almışlardı. Bunlardan Viranşehir’de vo çölünde dolaşan Millî
Aşiroti Reisi İbrahim Ağa, Patnos’ta oturan Haydaran Aşireti Reisi Hü­
seyin Ağa ve Zeylanlı Selim Ağa Mistoyii-Miran, Abdülihamit’in sadık
aşiret paşaları olmuşlardı. Okuma yazma bilmeyen bu cahil insanlar, bir
anda rütbelere ve bol maaşlara kavuşmuşlardı.
Abdülhamit kurduğu bu teşkilâtın başına getirdiği komutan ve* su­
bayları, biraz olsun okur yazar bir duruma getirmek ve özellikle teğmen
veya yüzbaşı rütbesiyle takım ve bölüklere komuta edeeek aşiret ileri
gedenlerinin çocuklarını okutmak üzere İstanbul’da da bir “Hamidiye
Aşiret Okulu” açtırmıştı. Fakat gerek bu teşkilât ve gerekse bu rütbeli
elebaşılar, meşrutiyetin ilânına kadar Doğu Anadolu’nun başbelalan ol­
muşlardı. Meşrutiyetin ilânından sonra bu süvari teşkilâtı da zorunlu ola­
rak tamamiyle kaldırılmak istenmişse do bazı siyasî düşüncelerle kaldı­
rılmamış, ancak bir değişikliğe tabi tutulmuşlardı. 4 Ağustos 1326 (17
Ağustos 1910)’da çıkarılan bir nizamname ile Hamidiye hafif süvari alay­
ları, nizamiye ordularının süvarUeri gibi, bir düzene sokulmuş ve görev­
leri ile yetkileri sınırlandırılmıştı. [79] Yayınlanan 1910 yılı nizamna­
mesine göre, memleketin çeşitli köşelerinde savaşçılık ile ün salmış bu­
lunan göçebe ve yarı göçebe tanınmış aşiret ve kabilelerden gerek görülen
mevkilerde ve gerektiği miktarda aşiret süvari alayları kurulması ka-
rarlaştırlmıştı. Bunlar özel bir eğitime tabi tutulacaklardı Kurulacak
alaylar, gereğinde devletin her türlü hizmetlerinde ve bölgelerinde* kul­
lanılacaklardı. Bu suretle eski Abdülhamit devri imtiyazları ve teşkilât
siıstemi kaldırılmıştı.
Eski imtiyazlı askerlik kanuna göro, redifleıın askerlik hizmetine
tabi tutulmalarına karşılık, aşiret halkı, muvazzaf askerlik hizmetinden
affediliyorlardı. Bunlar ancak bir sefer halinde rediflerle birlikte göreve
davet olunuyorlardı. Bundan dolayı teşkilâtta muvazzaflık hizmeti yap­
mayan aşiret halkı erlerinden 12 yıllık nizamiye eıieri üe alaylar kurul­
ması uygun görülmüş ve kurulacak her alay bölgesi bir “alay dairesi”
olmuştu. Alay dairelerinde redif yaşlarında bulunan 12 yıllık erlerden ise,
bir sefer halinde ayrıca aşiret redif süvari bölükleri tG*şkili kararlaştırıl­
mıştı. Barışta redif süvari teşkilâtı olmayacak, yalnız muvazzaf aşiret
süvari alayları bulunacaktı.
Kurulan alaylar dörder bölükten eksik ve altışar bölükten fazla ku­
rulamamıştı. Ve her bölük, dört takım olarak kurulmuş ve takımlar, 32-40
er arasında değişmişti.

[79] “Aşiret Hafif Süvari Alayları Nizamnamesi”, Düstur; II nci Tertip, c. II,
s. 649, No. 155, ikinci Fasıl, 14 ncü madde.

— 86 —
Kurulan aşiret alaylarının, aynı aşirot halkından olması gözönünde
bulundurulmuştu. Ancak, bir aşiret bir alay kuramayacak kadar zayıf
olduğu hallerde, alayların karışık aşiretlerden kuı ulmasmda bir sakınca
görülmemişti.
Birbirleriyle yakın münasebetleri olan bir kaç alay dairesi bir mü­
fettişlik bölgesi kabul edilmişti. Bundan başka aşiret alaylarında güçlü
subaylar yetişinceyo kadar, her müfettişlik maiyetine iki yılda bir değiş­
tirilmek üzere, 4 ncü Ordu’ya bağlı süvari alaylarından birer nizamiye
süvari bölüğü bunlara katılacaktı.
Her müfettişlik kadroları bir bölge müfettişi (albay-tuğgeneral) bir
kurmay (yüzbaşı-binbaşı) ile iki yardımcı (teğmen-yüzbaşı) subaydan
kurulmuş ve bunlar Ordu Süvari Müfettişi’nin emrine verilmişlerdi.
Bir aşiret süvari alayı ise, bir nizamiye süvari binlbaşısı veya yarba­
yın komutasına verilmişti. Yani aşiret süvari alaylarının komutası, ni­
zamiye ordusu subaylarının ellerine verilmişti. Ancak aşiret reisleri, bin­
başı rütbesiyle alay komutanına yardımcı olarak verilmişlerdi. Alaya ni-
zamiyeden bir alay katibi, bir doktor, bir veteriner ve bir eczası ile bir
tüfekçi ustası verilmiş, alay imamı aşiretten alınmıştı.
Süvari bölüklerinin komutanları (yüzbaşı) ile bölüklerin 1 nci Ta­
kım Komutanları (teğmen-üsıteğmen) nizamiye süvari alaylarından ka­
bul edilmiş ve 2 nci, 3 ncü, 4 ncü Takımların Komutanları aşiret ileri
gelenlerine bırakılmıştı. Nizamiyeden aşiret süvari alaylarma verilen su­
bayların dört yıldan önce değiştirilmemelori prensip olarak kararlaştı­
rılmıştı.
Kurulacak alayların her türlü silâh, giyim ve gereçleri nizami}^ sü­
vari alayları gibi hesap olunacak ve devlet tarafından verilecekti. Ancak
binek hayvanlarını aşiret erlori sağlayacaklardı. Bu hayvanların ölmeleri
halinde sahiplerine değerleri verilecekti.
Süvari alayları için aşiretlerden alınacak erlerin muvazzaflık hizmet
süreleri 27 yü olarak belirlenmişti. Muvazzaflık hizmeti, 18 yaşında baş­
layacaktı. 27 yıllık sürenin ilk üç yılı iptidaiye, bunu takip eden 12 yılı
nizamiye ve son 12 yılı redif olmak üzere üçe bölünmüştü. Bu suretle 45
yaşındaki er, çağ dışı kalmakta idi.
Her aşiret süvari müfettişliğinde, bir askerlik şube*si kadrosu ile bir
şube kurulacak ve bölge süvari müfettişi bu şubenin de başkanı olacaktı.
Şube gerek muvazzaf ve gerek redif işlemlerini yürütecekti. [80]

[80] “Aşiret Half Süvari Alayları Nizamnamesi”, Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 649,
No. 155, İkinci Fasıl, 14 ncü madde.

— 87 —
Kurulacak süvari alaylarının erleri, 12 yıllık erlerden ilk dört yıl­
lıkları, her yıl üç dört ay ve ikinci dört yıllıkları bir iki ay süre ile eğitim
amacıyla süâjh altma alınacaklardı.
Süvari alaylannm erl&rine acemi eğitimi uygulamakla beraber, özel­
likle, uzun yürüyüşler, keşif eğitim hizmetleri ve büyük sulardan geçiş
ve yüzme eğitimi yaptırılacaktı. ^
Redif erlerinin ilk dört yıllıkları, iki yılda bir defa olmak üzere silâh
altına almacak ve bunlara bir iki ay süre* ile yaya eğitimi ve silâh kul­
lanılması öğretilecekti. İkinci dört yülık erat ise, ilk dört yıllık eratm
sUâh altma çağrılmadıkları yıllarda, silâh altına ahi'arak, bir ay süre ile
aynı eğitime tabi olacaklardı. Üçüncü dört yıllık erat, barışta, silâh altı­
na alınmayacaktı. > il
ihtiyat sırasında bulunan bütün aşiret üstsubayiarıyla subayları her
iki yüda bir iki ay süre ile eğitime tabi olacaklardı.
Meşrutiyet idaresinin bütün bu tedbirleri almasının amacı, aşiretleri
bir disiplin altına almak ve ordu bünyesine uydurmaktı. Bu şekilde ta­
mamlanan düzenleme sonunda oluşan genel kuruluşları şu şekli almıştı :

BİRLİK ALAY ADEDİ BÖLÜK ADÎ

Karakilise Tugayı 11 Alay 45 Bölük


Malazgirt Tugayı 7 Alay 32 Bölük
Hınıs Tugayı 10 Alay 42 Bölük
Erciş Tugayı 9 Alay 36 Bölük
Van Tugayı 9 Alay 36 Bölük
Mardin Tugayı 10 Alay 43 Bölük
Urfa Tugayı 5 Alay 20 Bölük
40 ncı Süvari Alayı 1 Alay 6 Bölük
63 ncü Süvari Alayı 1 Alay 6 Bölük
64 ncü Süvari Alayı 1 Alay 6 Bölük
TOPLAM 64 Alay 272 Bölük

— 88
İstibdat devrinin bu disiplini zayıf süvari alayları, disiplin sağlaya­
cak yeni bir teşkilâta tabi tutulmaları dolayısıyla bir dereceye kadar el
altına alınabilmişlerse de, bu durum ancalk 1912 yılına kadar devam ede­
bilmişti. Her türlü imtiyazları tahdit edilen ve eşkiyalıkları önlenen bu
alayların mensupları memnun olmamışlardı. Bunlar derhal Abdülhamit
devrini ve idaresini aramağa başlamışlar ve meşrutiyet idaresine düşman
kesUmişlerdi.
Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, 3 ncü Ordu’nun kuruluşuna
verilen ve savaşa sokulan aşiret süvari alayları, bilhassa Sarıkamış ye­
nilgisinden sonra kütleler halinde silâhlarıyla kaçmağa ve memleket için­
de dağlara sığınmaya başlamışlardı. Ancak, kaçan bu erler rahat dur­
mamışı gerek halkı ve gerekse ordunun gerilerini vurmağa başlamışlardı.
Bu sırada Ermenilerle de çetin bir mücadeleye giren Kürtlerin mücade­
leleri 3 ncü Ordu tarafından da önlenememişti. Bu sebeple de Ermeni-
Kürt mücadelesi önce 3 ncü Ordu’nun ve bundan sonra da 15 nci Kolor-
du’nun işe karışmasına kadar devam etmişti ki, bunun sonucu aşiret sü­
vari alayları tarihe karışmıştı.

e. Zaptiye ve Jandarma Teşkilâtı


Memleketin iç güvenliği ile ilgili kuvvetlerden zaptiye teşkilâtının
zararlı faaliyetlerinin yarattığı sonuçlar, devlet yöneticilerinin gözünden
kaçmamıştı. 1877-1878 Osmanlı-^Rus Seferi’nden sonra yapılan teşkilât ve
ıslâhatta, güvenlik kuvvetlerinin de bir düzene sokulması dikkate alın­
mıştı. Bu amaçla yabancı memleketler Jandarma Teşkilâtı’ndan ve su­
baylardan faydalanmak üzere harekete geçmişlerdi
Zaptiye teşkilâtı yerine Fransız Jandarma Teşkilâtı seçilmişti. An­
cak zaptiye teşkilâtının alınmasını çıkarlarına aykırı bulanlarla aydın
ıslâhatçılar arasındaki tartışmalar yıllarca devam, etmişti. Bu sebeple
Jandarma Teşkilâtı Nizamnamesi ancak 1903 3ulı Ocak aymda yürürlüğe
girebilmişti.
Yürürlüğe giren nizamname esaslarına göre, her ilde piyade ve sü­
variden kurulu jandarma alayları bütün memleket düzeyini kapsamaya
başlamıştı. Her sancakta (mutasarrıflıkta) bir tabur, ilçelerde, bir bölük
bulundurulmuştu. Bölükler takımlara bölünmüş ve takımlar duruma göre
karakol itibariyle bucaklara ve köylere dağıtılmışlardı. Bölüklerin insan
mevcutlan mensup oldukları ilçelerin önem derecelerine ve ihtiyaçlarına
göre, piyade ve süvari erlerinden tertip ve tayin olunmuştu. Karakollar
genel olarak 4-10 erden ibaret olmak üzere hesap edilmişti.

— 89 —
Her vilâyette bulunan taburlardan hepsine, o vilâyetin adı verilmiş
ve bunlara vilâyet jandarma alayları denilmişti. Ayrıca jandarma alay­
larına bağlı olmak üzore bazı vilâyetlerde seyyar jandarma taburları da
eiklemnişti. Seyyar taburlar yanlız eşkiya kovalamasına ve yok edilme­
sine memur edilmişlerdi. Gereğinde bunları kullanmak valilerin yetkisin­
de idi. Bağımsız mutasarrıflıklara birer jandarma taburu verilmişti. Ge­
nel olarak jandarmanın her türlü İdarî ve disiplinle ilgili işlemleri Har­
biye Nezareti’ne bağlı Jandarma Dairesi’ne aitti. [81]
Meşrutiyet ilân olunduğu tarihte jandarma birlikleri, 30 alayla beş
bağımsız taburdan ibaret olarak devralınmıştı. Bu sırada jandarmanm
toplam insan mevcudu 2371 subay ile 39 268 astsubay ve erdi. Hayvan
mevcudu ise; 75 395 idi.
İstibdat devri silâhlı kuvvetlerinde hiçbir yenilik ve düzen yapılma­
mış ve statüko muhafaza edUmişti. Her ne kadar bazı ıslâhat girişimle­
rine girişümişse de, bu girişimler esash ıslâhat hareketleri olmamıştı.
2. İkinci Meşrutiyet Döneminde Silâhlı Kuv\ etlerin Islâhı
Muşrutiyet’in ilânından sonra her alanda olduğu gibi özellikle silâhlı
kuvvetler bünyesinde de ıslâhat yapmak, öncelikli olarak ele alınmıştı.
Ancak bu düzenin süratle sağlanması mümkün değildi. Düşünmeye, plân
yapmaya ve ıslâhatın imkânlarını hazırlamaya ihtiyaç vardı. Bu yü^zden
1326 (1910) yılı Eylülü’ne kadar silâhlı kuvvetler bünyesinde köklü bir
değişiklik yapılmamış, geçici önlemlerle yetinilmişti. Çünkü çözümlenmesi
gereken sorunlar pek çoktu.
a. Silâhlı Kuvvetler Teşkilâtı’nm Değiştirilmesini Gerektiren Baş-
hca Nedenler
Ordunun Genel Durumu
Elde bulunan silâhlı kuvvetler, modorn anlamda memleket savunma-
smı yapabilecek her türlü imkândan yoksundu. OrdLnun her türlü silâh,
araç ve gereci özellikle topçu silâhları çok eski modellerdendi. Sayı ba­
kımından da yeterli değUdi. Her no kadar Abdülhamit devrinin son za­
manlarında bir miktar modern hafif ve ağır silâhla»- alınmışsa da, bunlar
depolara konulmuş ve kilitlenmişlerdi. Aynı zamanda ordu bu silâhlan
kullanabilecek eğitim yeterliliğinde değildi.
Deniz kuvvetleri, Haliç’to yatıyordu. Gemiler iş göremez halde idi.
Dolayısıyla silâhlı kuvvetleri her bakımdan kalkındırmak devet için ha­
yati önem taşıyordu.

[81] Hikmet Tongıır; “Türkiye’de Genel Kolluk ve Kolluk Teşkil ve Görevlerinin


Gelişmesi”’, Ankara, 1916, s. 219-'238.

— 90 —
Askerlik Hizmeti
Askerlik hizmeti, devletteki azınlıklara İlmîye sınıfına (din adam­
larına) ve İstanbul halkına (İstanbul’da doğmuşlara) verilen imtiyazlar
nedeniyle daha çok Anadolu Türkü’nün yapacağı bir görev olarak kabul
edilmişti. Bu sebeple imparatorluk topraklarının savunulması, yalnız
Türk milletinin omuzlarına yüklenmişti. Ardı arkası kesilmeyen Arna­
vutluk ve Arabistan’daki ayaklanmalar wzünden, yıllarca askerlik yapan
ve redif olarak sık sık silâıh altına çağrılan yalnız Anadolu’nun Türk’ü
olmuştu. Bu hâl ise, Anadolu’nun fakir ve gori kalmasına sebep olurken,
askerlik hizmetinden uzak bırakılan unsurlar da zengin ve müreffeh ol-
muşlaıdı. Devletin iç ve dış proıblemleri dolayısıyla üç yıllık muvazzaflık
hizmet süresi, zorunlu olarak yedi sekiz yıldan aşağı düşmemişti. Buna
engel olacak hiç bir kuvvet yoktu. Kanun bir laftan ibaretti. Padişah ira­
desi olmadıkça hiç bir erin terhisine imkân yoktu. Padişah dilediği kadar
askerî silâh altında tutuyordu. Para israfları yüzünden, askerlik hizmeti,
bedel-i nakdi yoluyla gelir sağlayan bir kaynak haline getirilmiş ve öyle
sanılmıştı. Zenginleşen azınlıklar para verdikçe imtiyazları da katmer­
leşmekte idi. Askerî hizmet karşılığında alınan bede<l-i nakdi, yalnız bir
hizmet karşıhğı (bir silâh altına alınma) sayılmış ve redif toplanmasmda
bu 'bedel-i nakdi tekrar edilerek gelirlerin çoğalmasmdan memnuniyet
duyulmuştu. Memloket savunması ve şerefli askerlik hizmeti hususun­
daki anlayış devamlı olarak zedelenmiş ve vatandaş eşit bir işlem gör­
memişti.
İdarî Yolsuzluklar
Ordu iyi beslenemiyordu. Sağlık durumu kötü idi. Bulaşıcı hastalık-
larm önlenememesi yüzünden çok defa insan ve hayvan kajnpları olmak­
ta idi. Subay maaşları yetersiz olmakla beraber ancak beş altı ayda bir
defa verilmekte idi. Buna karşılık dilediğine padişahın ihsanları boldu.
Saray masraflarının ülkede yarattığı malî sıkıntılar silâhlı kuvvetleri bü­
yük bir perişanlığa ve sefalete sürüklemişti. Subaylara verilen bir miktar
erzak vo ekmek bir aylık geçim için yeterli değildi. Bu jüizden özellikle
alaylı subaylarm bir takım tutumları, yolsuzlukları genişletmişti. Eğiti­
mi düşünen pek azdı. Subay geleceğinden emin değildi. Subayın gelece­
ğini garanti eden hiç bir pratik çözüm yoktu. Terfi etmek için mutlaka
bir iltimas sağlamak gerekiyordu. Bir rütbede 10-15 yıl bekleyen subay
pek çoktu. Subay ve dolayısıyla silâhlı kuvvetler maddî ve manevî olarak
sarsılmış bir durumda idi.
Silâhlı Kuwetleriıı Birlik ve Beraberlik Gücü
Dışarıdan çok büyük ve güçlü sanılan silâhlı kuvvetlerin, iç durumu
göründüğü gibi değildi. Silâhlı kuvvetler birbiriyle koordineli ortak bir

— 91 —
komuta altında de-ğildi. Ülkenin sorumlu devlet adamlarıyla komutan ve
karargâhlarında ne siyasî ve ns de askerî bir amaç yoktu. Kuvvetler
arasında koordine yoktu. Kara kuvvetlerinin birlikleri dağınık bir halde
idi. Merkezi Şam’da olan 5 nci Ordu’nun 9 ncu Tiimeni’nden 34 ncü, 35
nci Alaylar Serez’de, Nişancı Taburu Medine’de, 10 ncu Tümen’in 36 ncı
Alayı Gevgili, Priştine ve Usturumca’da idi. Bunun gibi daha birçok tü­
menlerin birlikleri, ülkenin çeşitli yerlerine gönderilmişti. Rumeli’de gö­
rev almış bir birlik, Arabistan’da olan bir tümenin kuruluşunda görül­
mekte idi. .
mauk.
Komutanların birlikleri üzerinde hiç bir etkisi yoktu. Bir tümenin
kuruluşuna dahü bulunan birliklerin bir komuta altında ve toplu olarak
görülmesi ve işbirliği, takdire değer bir hareket değüdi. Bütün orduda
görülen bu durum askerî birlik ve beraberliği bozmuştu. Ordu birlikleri
İstanbul’da toplu oldukları halde birbirlerini tanımazlardı. Tanımak, ta­
nışmak ve bh'likler arasında işbirliği sağlamak ad^:t değUdi. Ordu ve tü­
men komutanları, emir ve komutalarında bulıman çeşitli sınıflardan ku­
rulu birliklerini, ancak padişahın cmna namazı veya diğer törenlerde bir
sinema şeridi gibi görürlerdi. Bir tümenin çeşitli sınıflarına mensup bir­
likleri bile, kendi bünyeleri ve çevreleri içinde yaşarlardı ve yaşatılırlardı.
Her türlü bakım, eğitim ve atış denetlemeleri de, padişahın iradesino
(emrine) bağh idi.
Kara ve Deniz kuvvetlerinin çeşitli kademelerindeki komutan ve su­
bayları genel bir gevşeklik sarmıştı. Komutan ve subaylarda hiç bir in-
siyatif bırakılmamıştı.
Ordular Bölgelerinde Asker Alma Çağı Nüfus Sonmu
1908 yılındaki teşkilâta göre, altı ordu dairesindeki nüfus, ortalama
eşit olduğu halde, orduların bir kısmında iki-üç ve bir kısmında dört ni­
zamiye tümeni bulunmakta idi. Bu durum pek tabii olarak ordu bölgeleri
kaynaklarında ya fazla insan kalmasına veya hiç kalmamasına neden ol­
makta idi. Bu da kaynakların iyi kullamimamasıni ve nihayet adaletsiz­
liği yaratmaikta idi.
Topçu Sınıfının Durumu
Piyade ve süvari sınıflarında henüz plânlı vo esaslı bir değişiklik
düşünülmemesine karşılık, topçu silâhlarımn gelişmesi, ateş sürat ve et­
kilerinin artması, atış menzillerinin büyümesi ve topçunun diğer smıflarla
birliklere yakın işbirliği yapılması konusunda beliren doğal ihtiyaçları,
topçunun aıTık bağımsız topçu tümenleri halinde değil de, destekleyeceği
smıfm hemen yakınında ve ajmı kuruluş içinde bulunmasmı gerektirmişti.
1908 yılına kadar bağımsız topçu tümenleri halinde bulunan bu sımfın

— £2 —
destekleyeceği birliklerle işbirliği yapabilecek bir şekilde bir teşkilâta
bağlanması ön iş olarak tasarlanmış ve nihayet silâhlı kuv\^etler bünye­
sinde esaslı bir değişiklik yapmak gerektiği kararına varılmıştı. Bu yol­
daki hazırlıklar 1910 yılı Eylülü’ne kadar aralıksız devam etti.

b. Kara Ordusunun Islâhı İçin Düşünülen Teşkilât Plânları ve


Ordunun Yeniden Kurulması
Meşrutiyet’in ilânından sonra çok sıkı çalışmaya başlayan Türk
Genelkurmayı birçok etütler ve tasarılar hazırlamıştı. Bunlardan en uy-
gmıu, Askerî Şura’da görüşülmek üzore Harbiye Nezareti’ne ancak 1910
yılı sonlarında sunulmuştu.

Hazırlanan İîlî Tasan


Mali güçlükle<r, barış ordusu mevcudunu fazla miktara çıkarmaya uy­
gun olmadığı gibi, askerî ihtiyaçlara da yetmiyordu. Bu sebeple, ordunun
350’yi aşan taJburdan ibaret olan barış mevcudu gözönünde tutularak iki
değişiklik ve teklifte bulunulmuştu.
Birinci teklife göre, 1 nci, 2 nci, 3 ncü, 4 ncü ve 5 nci Oıüular dai-
reJerinin herbirinden barışta üçer taburlu ve ikişer alaylı bir tümen ve
bir avcı taburu oluşturulması ve bu suretle her orduda dörder tümenin
oluşturulması, 6 ncı Ordu için ise aynı şekilde yalnız üç tümenin oluş­
turulması düşünülmüştü. Yemen Hicaz ve Trablusgârp’taki tümenler üçer
taburlu alaylara indirilerek barış mevcudunmı 351 tabur olarak yapıl­
ması tasarlanmıştı. Ayrıca îstanburda bir hassa tümeninin kurulması
gorektiğinden bu mevcut 364 tabur olacaktı. Bu suretle mutlakiyet dev­
rinde nüfusları eşit olduğu halde 2 nci ve 3 ncü Ordulardan alınan 68-70
taburluk kuvvetten doğan eşitsizlik ve adaletsizlik giderilmiş olacaktı.
Çünkü 1 nci ve 6 ncı Ordular 34 tabur alınacaktı.
Barışta üçer bölüklü olan taburlar, seferde dörder bölüklü olacaktı.
Taburun sefer kadrosu 1050, barış kadrosu ise 450 olacaktı. Bir tabur
için teklif edilen 450 erlik barış kadrosu ise, ibelirlenecek en az olan mik­
tardı. Bundan daha aşağı bir kadronun verilmesi halinde, bölük ve tabur
savaş eğitimlerinin yapılamayacağı, subay ve erlere verilmesi istenen
sefer pratiğinin verilemeyeceği ileri sürülmüştü. Bundan başka, seferde
her taburda oluşturulacak dördüncü piyade bölükleri için yeterli muvaz­
zaf erin çekirdek olarak verilmesi de münikün olamayacaktı. Seferde
alınacak ihtiyat erlerle muvazzaf erler arasında büyük bir farkın olma­
ması da düşünülmekte idi. Ancak Arabistan ve Afrika’daki tabur sayı­
larının azaltümasına karşılık ise, taburların barış kadro mevcutlan 600
erden oluşacaktı.

— 93 —
Bu teklife göre, ordunun genel piyade eri mevcudu 165 000 ere, Has­
sa Tümeni ile birlikto bu miktar 171 OOO’e yükselecekti.
Siyasî olaylar dolayısıyle 1 nci, 5 nci Ordulardan birer tümenin yi­
ne Makedonya’da bırakılması ve kuruluşlarında değişiklik yapılması, teş­
kilâtın yeni bir düzene sokulmasının uygun olacağı düşünülmüştü.
İkinci teklife göre ise, 1 nci, 2 nci, 3 ncü, 4 ncü ve 5 nci Ordular
dairelerinden barışta ikişer, seferde üçer taburlu üç alay ve bir avcı ta­
burundan kurulu üçer tümenin oluşturulması düşünülmekte idi. Ordu ile
tümen kademesi arasında kolordu kademesinin de oluşturulmasına ge­
rek görüldüğünden, her ordu dairesinden oluşturulacak üçer tümenin
kolordulara bağlanması istenmişti. Ayrıca her kolorduya bağh olmak
üzere barışta iki ve seferde üç taburlu birer nişancı alaylarının da ku­
rulması düşünülmüştü.
Trablusgarp Tümeni’nin, 13 taburdan ibaret (Taburun biri tümene
bağlı birliği olmak üzere) ve üç alay (dörder taburlu alaylar) halinde
oluşturulması istenmekte idi. Hicaz Tümeni ise, üçer taburlu üç piyade
alayı ve bir bağımsız nişancı taburundan (toplam 10 Tb.) ibaret olacaktı.
Yemen’de kurulacak kolordunun da onar taburlu iki tümen ve bir nişancı
alayından oluşmak üzere 33 taburdan kurulması teklif olunmuştu. Bu
suretle oluşturulması zorunlu görülen 10 taburlu Hassa Tümeni ile bera­
ber, ordunun barış kadrosu 317 tabur olacaktı. Bu ise, 147 600 (33
Tb. X 600 = 19 800) + (284 Tb. x 450 = 127 800) = 147 600 insan ola­
caktı.
Bir sefer halinde her alaya üçüncü bir tabuı- ekleyerek tümenler,
birer nişancı taburlarıyla birlikte lO’ar taburdan, kolordular ise 33’er
taburdan ibaret olacaklardı. Tabur mevcutlarının 1050 er olabilmesi için
de ihtiyatlık süresinin yedi yıla çıkarılması da gerekmekte idi.
Teşkilâttan tugay kademesi kaldırılmakta, tümenlere ilk ihtiyat ol­
mak üzere birer nişancı taburu, kolordulara da birer nişancı alayı veril­
mekte idi. Bu ihtiyat birlikler, muharebede komutanları birliklere bir
ihtiyat sağlaması için yardım istemekten kurtaracaktı.
Her piyade alayına en az dörder tüfekli birer ağır makineli tüfek
bölüğü verilmesi de tasarlanmıştı. Redifler için hiç olmazsa her tümende
dörder tüfekli bir ağır makineli tüfek bölüğü bulundurmak dahi isten­
mişti. Hesaba göre 608 makineli tüfeğe ihtiyaç vardı.
Süvari hakkındaki görüşe gelince : Her ordu dairesindeki süvari bir­
liklerinden herbir nizamiye kolordusuna birer alay bırakıldıktan sonra,
ordulara dört beş süvari alayından ibaret bir süvari kuwetinin verilmesi

— 94 —
düşiinülmüştlü. Bundan başka, Haniidiye hafif süvari alaylarının da za­
yıflarının birleştirilmesi suretiyle 24 süvari alayının kurulması teklif
edilmişti.
Topçu teşIkUâtı hakkında ileri sürülen öneri ise şöyle idi :
Seferde piyade tümenlerine dörder toplu üçer bataryadan oluşan
ikişer taiburlu (24 top) birer topçu alayının verilmesi istenmişti. A3n'ica
kolordulara bağlı bulunan nişancı alaylarının emrine de dörder toplu üçer
bataryadan oluşan birer dağ topçu taburunun verilmesi uygun olarak
değerlendirilmişti.
Redif tümenlerine ise, yalnız üçer bataryalı (12 top) birer dağ topçu
taburunun verilmesinin faydalı olacağı ileri sürülmüştü.
Bütün bu hesaplar teorik idi. Elde bu kadar top bulunmadığı gibi,
bunların süratle sağlanması da mümkün değildi.
Meşrutiyet Ordusunda Askerî Teşkilât Tüzüğünün Kabulü ve Uygu­
lanması
9 Temmuz 1910 tarihinde yayınlanan “Devlet-î Âliye-i Osmaniye Or-
dusu’nun Teşkilât-ı Esasiye Nizamnamesi” (Askerî Teşkilât Nizamname­
si) nin kabulünden sonra, teşkilâtın yemlenmesine ve ıslâhatın pratik
olarak uygulanmasına geçUmişti. [82]
Mutlakiyet dererinde depolara 3uğılan ve paslanmaya bırakılan her
nevi silâh ve gereç depolarının kapıları açılarak ordulara dağıtım başla­
mıştı. Özellikle 1 nci, 2 nci, 3 ncü Ordular, tamamen çabuk ateşli sUâh-
1ar ve teknik gereçlerle donatılmıştı. Teşkilâttaki yenilikler birbirini iz­
lemeye başlamıştı.
Bu yeni teşkUâtm dayandığı başlıca yenilikler ve esaslar şunlardır :
— Ordu komutanlıkları kaldırılmış, yerlerine ordu müfettişUkleri
kurulmuştu, Ordu Müfettişliklerine yalnız eğitim ve seferberlik işleri ve
hazırlıkları ile uğraşmaları sorumluluğu verilmişti.
— Ordu, eskiden olduğu gibi nizamiye, redif ve müstahfız birlikle­
rinden oluşmak üzere bırakılmıştı.
— Genel olarak üçer piyade tümenli ve birçok bağlı birliklerden olu­
şan kuvvetli kolordular kurulmuştu. [83] Bu şekilde Türk Ordusu’nda
kolordu teşkilâtı, ilk defa olarak 8 Ocak 1911 tarihinde kabul edilmiş
oluyordu.

182] “Teşkilât-ı Askerîye” ve “Teşkilât-ı Esasiye” terimleri eş anlam olarak yer


yer kullanılmıştır.
[83] Düstur; ikinci tertip, c. III, s. 30, No. 25. (iradeni seniyye).

— 95 —
— Normal bir piyade tümeni, üç piyade alayı ile bir nişancı tabu­
rundan, bir sahra topçu alayından ve bir mızıka bölüğünden ibaret ola­
rak kurulmuştu.
— Kabul edilen kadrolara göre bir nizamiye kolordusunun insan
mevcudu ortalama 41 000 insan ve 6700 hayvandan ibaret oluyordu.
— Redif tümenleri duruma göre redif kolorduları oluşturacak ve
bunlara muvazzaf (nizamiye) kolorduların zararına olarak süvarii topçu
ve diğer yardımcı sınıflar verilecekti.
— Nizamiye birlikleri savaş ve barışta bağlı oldukları ordu müfet­
tişlikleri kaynaklarından, yani bir asker alma daiıesindon asker alacak­
lardı. Nizamiye birlikleri, savaşta genç ihtiyat erleri ile desteklenecekıti.
— Redif tümenleri rediflerden ve müstahfız birlikleri de müstahfız
erlerinden oluşacaktı.
— Müslüman ve Müslüman olmayan bütün OsmanlIların askerlik
sorumlulukları vardı. Bedelli askerlik yine devam edecekti.
Böyleco modern teşkilât bir acemilik devresi içinde kuruluyordu.
Şöyle ki : Ordu komutanlıkları ve geniş karargâhlar kaldırılmış ve bun­
ların yerine dar yetkili ufak karargâhlar getirilmişti. Ordu komutanlık­
larının bütün şubeleriyle diğer kısımlarının görevlerini genel olarak ya­
pabilmek şartıyla bu değişiklik uygun olabilirdi. Fakat daha ilk defa
esash bir teşkilât değişikliğine giden bir ordu için bu şekildeki değişiklik
oldukça zor bir uygulamaydı. Yetişmiş elemanlara ve çekirdeklere ihti­
yaç vardı. Ordu komutanlıklarının ve karargâhlarının dağıtılması zararlı
olmuştu. Ye<ni teşkilâta uyum sağlayıncaya ve karargâh işlerinin kavra­
nılmasına kadar eski durumun korunması yararlı olurdu.
Savaşta rediflerin ayrı büyük birlikler (tümen, kolordu) oluştura­
rak muvazzaf ordular birlikleriyle yan yana kullanılması fikri ise, çok
tehlikeli olmuştu. Barışta kurulmuş muvazzaf birlikler ile, savaşta yeni
baştan ve hemen hiç yoktan kurulacak redif kolordularının ağır savaş
görevlerini yapmaları mümkün değildi. Nitokim meşrutiyeti takiben dü­
zenlenen manevralarda ve özellikle bazı memleket içi harekâtta bunların
zararları görülmüştü. Bu nedenle sakıncaları görülen redif teşkilâtının
kaldırılması ve bunun yerine uygun bir teşkilât sistemi kurulması gerekti.
Büyük mevcutlu ve çok sayıda kolordular oluşturmak da yararlı de­
ğildi. Kolordu gibi büyük birliklerin sevk ve idaresi, özellikle henüz ye­
tişmemiş komutanlar için ağır bir sorumluluktu. Düşman olması olası
ordular, tugay ve tümen kademelerinden daha ileri gitmemişlerdi.

— 96 —
Oluşturulan kolorduların yürüyüş derinlikleri, büyük ağırlıklarıyla
beraber 44 km, kol ve katarlarıyla ise 62 kilometreyi tutmakta idi. Bun­
dan dolayı bir kolorduyu gayet kuvvetli bir yürüyüş disiplini a/ltında yü­
rütebilmek güçlüğ^’ünden başka, o zamanın kötü yolları üzerinde birgün
içinde kolordunun bütün kuvvetiyle savaşa girmesi imkânsızdı. Bunun
için daha fazla hareket kabiliyeti gösterecek teşkilâta gitmek yararlı olu­
yordu.
Seferberlik ve asker alma işleri bakımından büyük bir hataya dü­
şülmüştü. Şöyle ki : Muvazzaf birlikler sınırlara yığılmıştı. Bu plân hem
tehlikeli ve hem de yararsızdı. Gerçi asker almanın bölge usulüne göre
yapılması gereciydi. Fakat seefrberliğin en kritik anlarında kadro ha­
linde ve sınır boylarında bulundurulacak birliklerin yanında bulunan silâh
ve gerecin kurtarılması zordu. Birliklerin sınır boylarında bulunan erle­
rini beklemesi uygun olmayacaktı. Savaşı yapacak asıl birliklerin daha
gerilerde, seferberlikk'rini kolaylıkla ve emniyetle yapabilecekleri bölge­
lerde olmaları daha iyi olabilirdi. Sınırların özel birliklere bıraküması ve
buna göre teşkilât yapılması yararlı olabilirdi.
Türk Ordusu’nım Islâhında Alman Kurmay Yarbay Von Der Golç*
tan Faydalanma İsteği
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgi ile sonuçlanmasından son­
ra, Abdülhamit Türk Ordusu’nun ıslâhına gerek duymuştu. Bu amaçla
padişahın Türkiye’ye getirttiği ve generallik rütbesine yükselttiği Alman
Albay Köhler öldüğünden yine Alman subaylarından Kurmay Yarbay
von Der Golç, padişahın kendisine verdiği generallik rütbesiyle, 1883
yılında Türk Ordusu’nun hizmetine alııumştı. General Golç, tekrar Türk
Ordusu hizmetine ahnmasına kadar (1909) uzun yıllar Türk Ordusu’nda
çok samimi şekilde hizmet etmişti. Unutulmayan hizmetlerinden dolayı
orduca çok sevilen ve birçok Türk kurmay subaylarım yetiştiren Gene­
ral Golç’tan özellikle Meşrutiyet ordusunun ıslâhı için faydalanılmak is­
tenmişti. Bu konu. Harbiye Nezareti tarafından düşünülmüş ve zamanm
Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa tarafından Sultan Mehmıet Reşat’a arz
ve teklif olunmuştu. Teklif uygun görülmüş ve General Golç’un tekrar
Türkiye’ye getirtilmesi için Harbiye Nezareti’ne izin verilmişti. [84]
Haribiye Nazırı Ali Rıza Paşa 1909 yılında Berlin’e Türk Ordusu ata-
şemiliteri olarak atanan Kurmay Binbaşı Enver’e verdiği talimatta, Ge­
neral Golç üe görüşerek Türk Ordusu’nda tekrar hizmet kabul etmesi
için görüşm.esini istemişti.

[Si] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 26, îrade-i Seniyye Defteri, 30 Nisan
1325 (13 Mayıs 1909) tarihli Hazine Eîvrak.
No. 26, 20 Rebiyülevvel 1327 (29 Mart 1325 = 11 Nisan 1909) tarihli (Harbiye
Nezareti Mektubî Kalemi, Sayı : 204) iradeler.

— 97 —
Yapılan görüşmede, Geoıeral Golç, Alman Ordusu’nda emekliliğine
iki yıl kaldığından, bundan önce Türkiye’ye gelemeyeceğini, geldikten son­
ra da bir Türk mareşaline verilen ödenekle bu görevi kabul odebileceğini
ileri sürmüştü. Fakat 'Türkleri ve Türk Ordusu’nu çek sevdiğinden, bu
iki yıl içinde, o da ancak her yıl yapılmakta olan Alman sonbahar ma-
nevralarmdan sonra dörder aylık izinle Türkiye’ye gelebileceğini, bunun
için de masraflarmın ödenmesini istemişti. Türk Harbiye Nezareti ise,
ileri sürülen şartlan kabul etmiş ve generale hor izinli gelişinde 250 Os­
manlI altın lirasım maaş olarak vermeyi uygun görmüş ve bu para}^ büt­
çesine koymuştu. Bu şekilde General Golç Türkiye’ye gelmişti.
Genoral Golç, Türk Ordusu’na yararlı hizmetler yapmıştı. Önce or­
duda çeşitli sınıf ve silâihlarm eğitiminde birlik ve beraberliği sağlamak
için “Numune Alayları’’nı kurdurmuştu. Numune alayları, çeşitli sınıfların
ihtiyacı olan eğitim için birer okul haline getirilmişti. Bu ise, ordunun
ıslâh ve sayısımn azaltılmiasmda önemli rol oynamıştı. Ancak ordunun
önemli birer eğitim merkezi haline gelecek bu alaylarda önderlik ve öğ­
retmenlik yapabilecek Türk subaylarından başka yabancı subaylardan da
faydalanması gerekli görülmüştü. Bu nedenle Harbiye Nezareti, bu alay­
lar için Türk subaylarım seçerken, diğer taraftan Alman subaylarının da
seçilmesi yetkisini General Golç’a bırakmıştı. General Gclç’un tekhfine
göre, yüzbaşı-yarbay rütbesinde bazı Alman subaylarının getirtilmesi uy­
gun olacaktı. Golç, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü Ordularda kurulacak piyade,
süvari ve topçu alaylarının herbirine birer; 1 nci Ordu’da oluşturulacak
numune süvari alayına bir. Topçu Okulu sınıfları (Topçu, istihkâm) için
iki, ordu istihkâm birhkleri için iki olmak üzere toplam 14 Alman suba­
yına ihtiyaç olduğunu hesaplamıştı. Bu teklif Harbiye Nezaretince ve
hükümetçe uygun görülmüştü.
•Berlin’de Osmanh Büyükelçüiği’nde yapılan kontratlarla İstanbul’a
gelen Alman subaylarının herbirine yılda 2300 Frank maaş veriecekti.
Dönüşlerinde de herbirine iki aylık maaş oranında yolluk verihn«si ka­
rarlaştırılmıştı. Bu gelecek subaylar Türk Ordusu’nda bir üst rütbe ile
hizmet edeceklerdi. [85]
General Golç, îmhof, Ditfort, Havşilt, Ober vi. subayların faahyet-
leri bir hayli yararlı olmuşsa da, sağlanan yararlar teorik eğitimden üeri
gitmemişti. Bu eğitim, ordunun genel eğitim ve muharebe güç ve yete­
neğine sınırı ölçüde etkih olmuştu. [86]

[85] Başbaıkaıüık Arşhd; Hazine Evrak No. 27, 30 Nisan 1325 (13 Mayıs 1909)
tarihli belge.
[86] General Golç’un TüıMye’ye son gelişi 12 Aralık 1914’tedir, 18 Nisan 1916’da
6 ncı Ordu Komutanı iken Irak Cephesi’nde lekeli hummadan ölmüştür.

— 98 —
Türk Ordusu’mın geniş ölçüde kalkınmasını sağlamak amacıyla da­
ha başka çarelere de başvurulmuştu. Özellikle Avrupa’nın askerlik^çe ileri
gitmiş memleketlerine Türk subaylarının gönderilmesi de kararlaştırıl­
mıştı. [87]
Hazırlanmış ve uygulamasına başlanan talimata göre, kıtada en az
iki yıl hizmet etmiş teğmen-kıdemli yüzbaşı rütbelerindeki kurmay, pi­
yade, süvari, topçuı istihkâm ve tabip sınıflarında subaylar, sınavla ayrı­
larak Avrupa’ya gönderilmeye başlanmıştı. Paris, Berlin, Viyana, Roma,
Londra ve Petersburg’a gönderilen subaylar, arzu edilen amacı sağlaya­
mamışlardı. Subaylarm değişik doktrin güden ordulara gönderilmeleri
yanlış sonuç vermişti. Türk Ordusu’nda birlik ve beraberliği sağlayacak
bir eğitim sistemi gerekliydi. Bu duruma göre, A\rupa’nın çeşitli ordu­
larında staj ve öğrenim yapan subaylarm birleşik bir anlayışa dayanan
bir teşkilât ve eğitim sistemi kurmalarına imkân yoktu. Gerçi bu şekilde
bütün Avrupa Ordularıyla ayırt etmeden ilişki kurulması iyi idiyse de,
şimdilik bunun zamanı değildi. Ordunun hızla ve bir doktrine bağlanarak
kalkınması gerekti. Bu sırf Avrupa devletlerine hoş görünmek, darılt­
mamak ve Almanya’ya yanaşılmadığı hissini verdirmek amacını güden
tutum ise, Abdülhamit’in kökleştirdiği bir siyasetti ki, meşrutiyet idare­
cileri dahi henüz bunun etkisinden kurtulamamışlardı.
Türk Donanması’nm ıslâhı ise, İngiliz Amirali Limpus’a ve emrin­
deki İngiliz subay ve uzmaniarma verilirken, jandarmanm ıslâhı da bir
Fransız Generali olan Bauman’a verilmişti.
Silâhlı kuvvetlerin ıslâhı amacıyla alınan önlemler, her türlü etki­
lerden uzak, pratik ve devletin çıkarlarını sağlayan bir tutum değildi.
Bu suretle 1910 yılının sonlarına gelinmişti ki, bu yılın Teşkilât-ı Aske^
rîye (Esasiye) Nizamnamesi yayınlanmış ve özellikle kolordu teşkilâtı­
nın kabul edilmesinden sonra (8 Ocak 1911) ordu teşkilâtının kuruhna-
sına ve nizamnamenin uygulanmasına girişilmişti. Genel olarak 1910 ku­
ruluşu denilen bu teşkilât, gerçdkte 1911 yılında uygulanmaya başlanan
1911 kuruluşu idi. [88 ] Bu, 1913 yılmda “Teşkilât-ı Umumiye-i Askerîye
Nizamnamesi”nin. yaymlanmasma kadar devam etmişti.
3. İkinci Meşrutiyet Döneminde İlk Ordu Teşkilâtı
Aslı bozulmayan ordu teşkilâtı Balkan Savaşı’nm yapıldığı ordu teş­
kilâtı idi. Nizamiye, redif ve mustahfızlara dayanan ordunun kuruluş ve
konuşu şöyledir :

[87] Düstur; II nci Tertip, c. I, s. 108, No. 14, Takvim-i Vekâyi No. 821 (30 Nisan
1325), (Avrupa’ya Gönderilecek Subayların Seçilme Şartlan ve E3c ödenekleri
'Hakkında Talimat)
[88] Düstur; II nci Tertip, c. III, s. 30.

— 99 —
a. Nizamiye Ordusu
1 nci, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü Ordu Müfettişlikleriyle bunlara bağlı
kolordıüardan ve doğruca Harbiye Nezareti’ne bağlı (Bağımsız) 14 ncü
Yemen Kolordusu, 41 nci Asir, 42 nci Trablusgarp ve 43 ncü Hicaz Tü­
menlerinden ibaretti.
Nizamiye Ordusu’nun 1911 yılı konuşu ise genel olarak komşu dev­
letlerle olan siyasî duruma ve bu devletlerin askerî güçlerine göre düzen-
lenmişiti. Bunda ülkenin iç güvenliği ile iskân, iaşe (yiyecek, içecek) ve
ulaştırma imkânları dikkate alınmıştı. Böylece dört ordu, bir bağımsız
kolordu ve üç bağımsız tümen halinde yeniden teşkilâtlanmıştı.
1 nci ve 2 nci Ordular Rumeli’ye, 3 ncü Ordu Doğu Anadolu’ya,
4 ncü Ordu Suriye, Irak ve Arabistan’a tahsis olunmuştu.

b. Redif Ordusu

Yeni ordu teşkilâtına göre, Osmanlı ülkesi önce 57 Redif Tümeni ile
bir alaydan (Çanakkale) ibaret olmak üzere beş m.üfettişlik halinde teş­
kilâtlanmıştı. Ancak kısa bir süre sonra redif tümenleri 54’e indirilmiş
ve Havran Askerlik Dairesi’yle birlikte bu teşıkilât altı müfettişlik ha­
linde kurulmuştu.

4. Kurulan Ordunun Manevî Cephesi ve Siyasî Alumlann Orduyu


Etkilemesi

Meşrutiyet’in ilânıyla başlayan ve 1911 yılı Eylülü’ne kadar devam


eden silâhlı kuvvetlerin ıslâhatı ve bunun tatbikatı için sarfedilen gay­
retler ve yapdan değişiklikler, istibdat devrine göre tamamiyle baskısız
ve hür bir atmosfer içinde yapılmıştı. Ordunun ıslâhında yabancı ordu­
ların teşkilâtından da örnekler alınmıştı. Bununla beraber ordu, herhangi
bir ciddî görevi derhal ve yeterlikle yapabilecek bir duruma getirileme­
mişti. Bunun sebebi de, hürriyet inkılâbı dolayısıyla ordunun siyasete
bulaşmış olması idi.

Siyaset ve çeşitli akımların doğurduğu rekabetler, kısa za-


layaoağı konusundaki yanlış inanç, silâhlı kuvvetleri ve dolayısıyla mem­
leketi büyük bir tehlikeye sürüklomişti.

Siyaset ve çeşitli akımlarm doğurduğu rekabetler, kısa zamanda


Türk Genelkurmayı’nm silâhlı kuvvetlerini kalkındırmak için mey­
dana getirmek istediği m-addî imkânlaı, manevî cephenin sarsılmasıyla
zedelenmiş ve başarıları baltalanmıştı.

— 100 —
Silâhlı 'kuvvetlerin bîı'birine paralel olarak maddî ve manevî ıslâhı
ve özellikle subayların siyasettenı karışık işler vo özel çıkarlar hırsından
kurtarılmaları gerekliydi. Nitekim, İttihat ve Terakki’nin Selanik Kong-
resi’nde, cemiyetin bir siyasî fırka (parti) haline getirilmesi esnasında,
aske«r üyelerinin bu partiden ayrılarak mesleki görevlerine dönmeleri ge­
rektiğini, Kurmay Önyüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) teklif etmişse
de, bu teklif uygun görülmemişti.
Meşrutiyet’in ilânından sonra, Selânik ve Manastır’da faaliyet gös­
teren İttihat ve Terakki genel merke^zi, İstanbul’a taşınarak hükümeti
kontrol altına alm.ak istemişti. Bu amaçla İttihat ve Terakki, silâhlı kuv­
vetler mensuplarım, partinin birer icra kuvveti olmak üzere kullanmak
ve onlara dayanmak suretiyle siyasî omellerine alet etmeyi ihmal etme­
mişti.
Albay Sadık (sonradan muhalif Hürriyet ve İtilâf Partisi’nin kuru-
cularmdan). Yarbay Omal (Birinci Dünya Savaşı’nda Bahriye Nazırı ve
4 ncü Ordu Komutanı), Binbaşı Enver (HaPbiye Nazırı vo Başkomutan
VekUi) ve Binbaşı Hafız Hakkı ('Birinci Dünya Savaşı’nda 3 ncü Ordu
Komutanı) dan başka, bunlarla kader birliğine girişmiş bulunan bazı su­
baylar, partideki faaliyetlerine devam etmeleri için, siyaset adamları ta­
rafından bir hayli şımartılmışlar^ ve İttihat ve Terakki Partisi’nin belli
başlı elemanlan ve fedaîleri olmuşlardı. Bu suretle meşrutiyet rejimine
de hiç de uymayan siyasî olaylara askerler de karıştırılmıştı. Bu sebeple
de devletin ve memleketin siyasî iç huzuru bozulmuş, dış tehlikeler daha
çabuk yaklaştırılmıştı. Partinin, subayların atılganlık ve cesaretlerinden
çok samimî vatanseverlik duygularından ve hatta silâhlarından geniş öl­
çüde faydalanmayı düşündüğü do bir gerçekti. Nitekim, bu düşünce, bir­
çok hazin olaylarla kanıtlanmıştı.
Subaylar, parti ile kurdukları müşterek ilişkilerin devamında özel
faydalar sağlayabilecekleri düşüncesinde birleşmişlerdi. Devletin yüksek
ve hayatî çıkarlarının sevk ve idarosinde askerlerin siyaset adamlarıyla
bu yanlış birleşme ve anlaşmaları, iki başlı ve nihayet zor dayanan kapalı
bir idare tarzının meydana gelmesine de sObep olmuştu. Bu durumun
memlekete büyük zararlar getireceği pek tabiî idi. Gerçi genel tarihin he­
men her safhasında silâhlı kuvvetlerin ayaklanmaları ve siyasete karış­
maları her milletin başından geçmiş olağan şeylerdi. Nitekim 1908 Meş­
rutiyet harekoti de bu gibi olaylardan biri idi. Yapılan hareket, meşrû
bir hareketti ve gerekliydi. Ancak hareketin başarıya ulaşmasından son­
ra, mevcut bulunması gereken prensiblero sadık kalınması ve başarının
dejenere edilmemesi şarttı. 1908 hareketinin başarıya lüaştırılmasından
ve Meşrutiyet Meclisi’nin açılmasından sonra askerlerin asıl görevlerine

— 101 —
dönmeleri, siyasetle uğraşmamaları gerekirdi. Silâlılı kuvvetler mensup-
larmın siyasete karışması, silâhlı kuvvetlerin maddî ve manevî cephele­
rini yıkan biir hareket olmuştu. Tarihe geçmiş birçok Yeniçeri ayaklan­
malarını ve bunların sonuçlarını çok iyi bilen sivil ve asker aydınların, bu
gibi ihtiras yollarına sapmamaları gerekti. Bu hâl, askerî disiplini boz­
muştu. özellikle küçük rütbeli subayların teşebbüsü ile meydana gelen
inkılâp hareketi, daha ük günlerinden başlayarak astlarla üstler arasında
derin bir uçurum açmıştı. Birçok yerlerde üstlere karşı yapılan çir*kin ve
yakışıksız davramşlar, silâhlı kuvvetlerin düzenini bozmuştu. Bir Ferik
(Tümgeneral)’in bir kolağası tarafından rütbelerinin sökülmesi, bir ordu
komutanına subaylar topluluğu tarafından yemin ettirilmesi gibi olaylar
çak çirkin olmuştu. Üstlorin emir vermesi bir yana, hatta astmın emrine
dahi girdiği olmuştu. Ordu disiplini ile bağdaşmayan bu haller, silâhlı
kuvvetler mensuplarını çok kötü bir düşünceye ve doğrultya doğru sü­
rüklemişti. Bu suretle silâhlı kuvvetlerin asıl olan insan ve ruh bünyesi
temelinden baltalanmış ve bütün maddî ıslâhat gayretk>ri daha baştan
öldürülmüştü. Disiplinsiz bir silâhlı kuvvetten faydalı eğitim ve başarılı
bir savaş kudreti beklenemezdi. Nitekim Balkan Savaşı’nın sonuna ka­
dar geçen süre zarfında bu tehlikeli durumdan kurtulunamamıştı. Silâhlı
kuvvetler, çok acı derslerle karşılaşmıştı. Bir ara kendine gelen ve bün­
yesini toparlamak isteyen silâhlı kuvvetler, bir takım gayretlere giriş­
mişse de bu kez partiler silâhlı kuvvetler mensuplarmın yakasını bir türlü
bırakmak istememişlerdi. İktidar ve muhalefet mücadelelerine karıştırı­
lan askerler de kendilerini bir çıkmazdan kurtaramamışlardı. O derece
ki, 21/22 Haziran 1912’de, muhalif Hürriyet ve İtilâf Partisi’ne giren
bazı subaylar ve bunlara katılan bir kısım kandırılmış erler, hükümeti
devirmek için Manastır’da silâhlı olarak dağa da çıkmışlardı. Bir süre
sonra, Yakova dolaylarındaki kıtalardan bazı sübaylar, hükümete karşı
ayaJdanmış bulunan Arnavutlarla birleşmişlerdi. Böylece Batı Rumeli
illerinde kargaşahk son haddini bulmuştu.
Karadağ Ordusu’na komuta eden Başkomutan General Yanko Vul-
kotiç, Işkodra’nın tarafımızdan bırakılmamasından sonra, “Türkiye’ye
karşı hareket, komşu hükümetlerle aramızda bahis konusu edüdi. Lâkin
ben buna cesaret edemiyorum. Vuku bulan birçok müzakerelerde karşı
koydum. Fakat Yakova’daki subayların dağa çıktığını ve îsa Bolatin’in
de duruma hakim olduğunu görünce, derhal 'Türkiye’ye karşı komşularla
birleşik olarak harekete muvafakat ettim” demişti [89] Bu hazin gerçek
karşısında siyaset adamlarmm büyük bir vicdan azabı duymaları gerekti.
Fakat iş işten geçmiş silâhlı kuvvetler mensupları birbirine düşürülmüştü.

[89] Abdurrahman Nafiz (Gnl. Gürman) - Gnl. Keramettin (Kocaman); 1912-1913


Balkan Harbi’nde tşkodra Müdafaası, İstanbul, 1933, s. 210.

— 102 —
Subaylar “Halâskâran” ve "Abrar” gibi çeşit çeşit hiziplere ve siyasî
partilore dağılmış herkes kendi başınm çaresini aramaya başlamıştı. Su­
baylar yavaş yavaş birbirine düşman gözü ile bakan gruplara ayrılmış­
lardı. Bu durum biraz da devam etmiş olsaydı, silâhlı kuvvetler mensup­
lan hiç şüphesiz birbirleriyle süâhlı çatışmaya da girişeceklerdi. Bu tür
davranışlarda o derece ileri gidUmişti ki, bu durum Harp Okulu’nım genç
subay axiaylanna kadar sirayet ettirilmişti.
Uzun yıllar Türk Ordusu’nda hizmet etmiş Türk dostu Alman Gene­
rali von Der Golç ise şöyle diyordu : “Hareket Ordusu’na verilen müm­
taz mevki, diğer askerî kişiler üzerinde bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. İs­
tanbul’daki ayaklanmaiyı (31 Mart Ayaklanması) bastırmak için, bu ordu
ile beraber gelen subaylardan bir gurur ve azemet vardı. Bunlar tasfiye
ahkâmınca diğerlerine memnu olan rütbelere de mazhar olmuşlardı. Diğer
subaylar da bu hakkı almış bulunanların derecelerine ulaşmak hevesi
uyandı. Bunun için hükümetin nüfuzlu erkânına yanaşanlar olduğu gibi,
aralarında ittifak, grub ve cemiyet teşıkil edenler bulundu. İşte subaylar,
vaki olan mesaiye ve bu bapta yapılan bir kanuna rağmen devamlı ola­
rak siyasetle uğraşıyorlardı. Avrupa’da bu hâl, ordunım uğradığı felâke­
tin sebebi gösterUdi. [90]
Ge*neral Golç, 1908 inkılâbımn aydın fikirli ve 30-35 yaşlarındaki
genç ’Türk subaylarının eseri olduğunu takdir etmekle beraber bu konuda
eski idare tarzından genel olarak herkesin hoşnut olmadığını ve gençle­
rin bu genel memnuniyetsizlikten yararlandıklarını bildirmişti. General
Golç, fikirleri teorilerle dolmuş olan genç subayların hakimiyetini ve yaş­
lı generallere emir vererek sırf kendi hüküm ve arzularının geçerli oldu­
ğunu bedirteretk bu devrin bu olayını açıkça ıbelirtmişti. [91]

5. Silâhlı Kuvvetlerde Subayların önemi

a. Subayların Genel Durumu

23 Temmuz 1908 (10 Temmuz 1324)’den sonra düzene sokulması


düşünülen ilk işler arasında özeUiklo süâhlı kuvvetler ele alınmıştı. Bu
amaçla silâhlı kuvvetlerin gerçek değerini meydana getiren subay duru­
mu üzerinde önemle durulmuştu. Subay kütlesini düzeltmekle orduyu ta­
ze* bir ruh ve canhlik verüebüeceği fikri, başlıca hakim düşünce idi. Teş­
his, çok doğru ve tam bir gerçekti.

[90] General Colmar von Der Goltz; Genç Türkiye’nin Hezimeti ve îmkân-ı İtilâsı,
s. 51-52.
[91] a.g.e.; s. 5-7.

— 103
■Kaj^a Ordusu ve Deniz Kuvvetleri’ndeki subaylarm büyük bir kısmı
kıtadan ve erlikten yetişmiş “alaylı” subaylardı. Bunlar çoğunlukla okur
yazar değillerdi. Değerleri, er psikolojilerini bilmeleri ve pratik olmaları
idi. Ancak erler üzerinde kurdukları disiplin bilgiye dayanmıyordu. [92]
Taktik fikrinden yoksun olan bu subayların askerlikleri, bölük seviye­
sinde geleneksel bir askerlik hayatından ibaretti. Buna karşılık “mektep­
li” subayların da okur yazarlııklarmdan, nazarî bilgUere sahip olmala-
rmdan başka bir meziyetleri yoktu. Harp Okullarında verilen kıta bilgisi
dersleri ve pratikleri yetersizdi.
Kıtalarda mektepli subaylara misafir sUbay da denirdi. [93] “Had­
dinizi bilin” sözü ile karşılanan, bölük odasmm kapı dibindeki kerevette
yatırılan mektepli subaylar az değUdi.
Gerek bilgi ve gerek yaş bakımından birbirine tamamiyle zıt iki ku­
tup halinde olan subay kitlesi arasında sinsi bir geçimsizlik, daha meş­
rutiyetten önce başlamış ve meşrutiyetten sonra da anlaşmazlık derin­
leşmiş ve açığa vurulmuştu. Alaylı subaylar, mekteplileri kendi mevki­
lerine göz diken ve geleceklerini söndürmek için uğraşan bir rakip ola­
rak görüyorlardı. Mektepliler alaylıların yetersizliklerinden bUgisizUkle-
rinden şikâyet etmekte idiler. Her iki tarafın da bu olumsuz görüş ve
tutumları, orduya ve memlekete büyük felâketler hazırlayan etkenlerdi.
Bu sırada orduya siyaset do karışmış bulunduğundan, kısa bir zaman için­
de disiplin büsbütün bozulmuş ve bu durumdan düşmanlar faydalanmıştı.
Alaylı ve mektepli subay davası oı-dunun önexUİi bir sorunu halinde
bulunurken, sübay kütlesini rahatsız eden ve sinirlendiren diğer bir dava
da, daha dünyaya gelir gelmez askerî bir rütbeye sahip olan sübaylar
zümresinin varlığı idi. Bunlar genel olarak şehzadeler ve bazı devlet bü­
yükleri üe saray bendelerinin doğduğundan itibaren subay kabul edüen
çocuklarıydı. Daha okul sıralarında iken kordonlu (padişah yaverleri) ve
rütbeli idiler. İmtiyazlı olan bu asilzadeler, diğer halk çocukları ile aynı
zamandan okuldan çıktıkları halde ve prensip olarak teğmen çıkılması
lâzım gelirken, sorumsuz padişahların emir ve ihsanları ile yüzbaşı, bin­
başı, yarbay ve hatta albay rütbeleri alıyorlardı. Bu sistem, hoşnutsuz­
luğu artıran ve ordu disiplinini 2iedeleyen önemli nedenlerden de biri idi.

[92] Abdullah Pa^a; 1328 Balkan Harbi’nde Şark Ordusu Kumandan Abdullah Pa-
şa’mn Hatıratı, İstanbul 1336, Mehmet ıNihat; 1328-1329 Halkan Harbi Trak­
ya Seferi, c. I, İstanbul 1340.
[93] “Misafir subay” terimi, mektepli subayın bir kıtada uzun kalmamasından ve
kısa bir zamanda başka bir kıtaya atanması dolayısıyla kullanılan bir terimdir.

— 104 —
Subayları hoşnutsuzluğa ve geçimsizliğe sevk eden diğer önemli bir
sebep de erkâniharplik (kurmaylık) idi.
Kurmay subaylar da alaylı ve mektepli subaylar tarafından antipati
ile karşılanıyordu. .
b. Subaylarda Yaş Durumu
Türk Ordusu yaş bakımından da genç ve dinamik değildi.
Alaylı subaylardan 5S yaşında teğmenler, 62 yaşında üsteğmenler,
65 yaşında yüzbaşılar ve 80 yaşında binbaşılar bulunuyordu.
1908 yılında orduda bulunan eski binbaşıların orduya girişleri 1264
(1848), yüzlbaşılarm 1282 (1866), üsteğmenlerin 1279 (1863) ve teğmen­
lerin iso 1286 (1870) idi. Salnamelere göre, 1317 (1901) 3ulına kadar or­
duya alayh subay alınmışsa da bu yıldan sonra alınmadığı görülmüştür.
Mektepli subaylarda ise durum şöyle idi : Binbaşüar 59, yükbaşı ve
üsteğmenler 42, teğmenler 31 yaşında idiler. Alaylı subaylara nazaran
yaşları küçük olmakla beraber, ordunun mektepli subayları da pek genç
değülordi.
c. Silâhlı Kuvvetlerde Tasfiye Hareketleri
Yıpranmış orduyu gençleştirmek bir zorunluluk haline gelmişti. İlk
teşebbüs olaraJk, mutlakiyet devrinde, padişahın orduya ve memlekete
faydalı elmadan verdiği rütbelerin geri alınmasıyla başlanmıştı.
Meşrutiyet devTİmini yapan devrimci subaylar, 1909 yılında Mebu-
san Meclisi’no bir “Tasfiye-i Rütep” (Rütbe Tasfiyesi) kanununu kabul
ettirmişlerdi. [94] Ancak orduda mukavele ile kullanılan yabancı subay­
larla şehzadeler bu kanunun dışında tutulmuşlardı. Kanunun uygulan­
masına ordunun bütün general, amirajl, üstsubay ve subaylarıyla askerî
memurlar dahil edilmişti. Süâhlı kuvvetler me<nsupları iki gruba ayrıl­
mışlardı. Bunlardan bir kısmı, tasfiyeye tabi tutlanlar; diğer bir kısmı
da tamamiyle askerlikten ilgileri kesilerek emekli maaşları dahi veril­
meden ihraç olunanlardı. Bu ikinci katagoriys dahil olanlar, özellikle mut­
lakiyet devrinde hafiyelik yapmış, kötü ahlâk sahibi oldukları bilinen
kimselerdi. Bunlar hakkında inceleme kurulları karar vermiş ve nihayet
kurullarm gösterdikleri lüzum üzerine yine özel surette teşkil olunan
divanibarplere verilerek ordudan uzaklaştırma kararları alınmıştı. Ancak
meşrutiyet devriminden sonra emekliye ayrılmış olanlar arasında hafi­
yelik yapmış olanlarda tespit olunarak bunlar hakkında da uzaklaştırma
kararlan uygulanmış ve emekli maaşları kesilmişti. Yalnız gerek bunlar

[94] “Tasfiye-i Rütep K^ıınu” - 25 Temmuz 1325 (7 Asustos 1909), Düstur; II nci
Tertip, c. I, s. 421, No. 114.

— 105 —
Ve gerekse bunlardan daha önce ordudan uzaklaştırılmış kimsesiz ve ge­
çimleri zor durumda bulunan hafiye subayların dul ve yetimlerine usul
ve kanuna göre aile maaşı bağlanmıştı.
Okuldan ve alaydan çıkmayıp, hiç bir nizamiye veya redit kıtasında
ve Deniz Kuvvetleri’nde görev almamış olanlar da, kafiyeler ve kötü ah­
lâk sahibi subaylar gibi, ordu ile ilişkileri kesilmiş ve tasfiye olunmuş­
lardı. Hademe-i hassa (padişah sarayı hizmetçileri) ve Mızıka-i Hümâ­
yûn (padişahm özel mızıkası) general, üstsubay ve subayları bu kanun­
dan istisna edilmişlerdi.
Okuldan veya alaydan çıkmayarak hethangi bir rütbe ile askerliğe
girmiş olanlardan Kara ve Deniz Kuv\7-etlerıi’nde görev almamış alanlar
da askerliğe giriş tarihleri esas kabul edilerek, alaylı subay kabul edil-
mişJerdi. Bunlardan vaktiyle silâhendazhk (muvazzaf askerlik hizmeti)
sürelerini bedenen veya nakden ifa etmiş olanların hakları saklı tutul­
muştu. Ayrıca vaktiyle siyasî bir gorek üzerine ve Bab-ı âli’ce onaylanmış
bulunan veya geçmiş seferlerde veya eşkiya takiplerinde fedakârlıkla
hizmet etmiş olanlara verilen rütbeler saklı tutulm'^ıştu. Ancak bu gibi­
lerin durumlarını resmî bc<lgelerle ispat etmeleri şart koşulmuştu. Askerî
okullarda öğrenimde iken rütbe almış öğrencilerin rütbeleri kaldırılmış,
bunlardan öğrenimlerini tamamlayanlar, rütbeleri ne olursa olsun, bera­
ber mezun oldukları sınıf arkadaşlarıyla ayrı rütbede kabul edilmişlerdi.
Buna göre birçok subaylar, bihbaşılıktan teğmenliğe veya albaylıktan
binbaşılığa indirilmişti.
Aşiret süvari alaylarmdaki aşiret mensubu subaylarm rütbeleri, özel
bir kanuna göre ayarlanmıştı.
Mektepli subayların okuldan çıktıkları tarihlerde kazandıkları rüt-
beierle alaylı subaylarm askerliğe giriş tarihleri, tasfiye hesabına bir
başlangıç noktası olarak ele alınmış ve bu suretle bütün general, üstsu­
bay ve subayların rütbe tasfiyeleri için, her rütbe sahibinin sahip olması
gereken rütbe ve kıdemlerinin h€<saplanması cetveline göre yapılmıştı.

d. Subayların Gençleştirilmesi
Silâhlı kuvvetler mensuplarını gerek bilgi ve gerek yaş bakımından
bir düzene koyan yaş haddi kanununa göre alaylı subayların büyük bir
kısmı (7500 subay) emekliye sevkediılmişti. Kanun teğmen ve üsteğmen­
lerle korvet ve birlik katipleri için azamî yaş sınırını 41, yüzbaşı vekili
(Bu yalnız süvaride olan bir rütbe idi) yüzbaşı, katip muavinİ€<ri ve fir­
kateyn katipleri işin, 46, tabur ve alay katipleri ile kolağası (Kd. Yüz­
başı), alay emini ve bihbaşılar için 52, yarbaylar için 55, albaylar için

— 106 —
58, mirlivalar (tuğgeneraller) için 60, ferik ve birinci ferikler (tümge­
neral, korgeneral) için 65 vo müşirler için 68 senelik bir yaş haddini
hizmet için yeter olarak kabul etmişti. Bu suretle 1908 yılı Aralık ayında
düzenlenen genel kuvve özetine göre. Kara Ordusu’nda (Jandarma ve
Deniz Kuvvetleri hariç) 26 310 subay bulunurken, 1911 yılı Ocak kuv­
vesinde bu miktar 16 121 subaya indirilmek suretiyle Kara Ordusu’ndan
10 189 subay çıkarılmıştı, [95]
Yaş haddi kanunu ile ordu subayları arasınıdaiki yaş farkları bir dü­
zene sokulmuşsa da, ordunun dayanağı geniş barış teşkilât ve kadrola­
rında yeterince subay sağlamak mümkün oh man işti. Subay bulmakta
zorluğa düşülmüştü. Okullardan kısa bir zaman zarfında subay yetiştir­
mek ve kadroları tamamlamak imkânsızdı. Subay yetersizliği özellikle
bir savaş halinde daha da artacaktı. Ancak bir sefer halinde emekliye
ayrılan subaylardan tekrar faydalanma düşünülmüş ve plânlanmıştı.
Ordunun teşkilâtı kurulmadan ve kadro ihtiyaçları hesap edilmeden
bu derece geniş bir tasfiye hareketine girişmenin büyük zararları olacağı
düşünülmemişti. Tasfiyenin aşama aşama ve bir plâna göre olması daha
faydalı olabilirdi.

6. 1913 Yıh Askerî Teşkilâtı ve Alman Askerî Islâh Heyeti


a. Genel Olaylar
1912-1913 Balkan Savaşı’ndan ağır bir yenilgi ile çıkılmıştı. Rumeli
kaybedilmiş ve silâhlı kuvvetler maddî ve manevî bakımdan zedelenmişti.
Bu sebeple, özellikle Kara Ordusu’nun kuruluş ve konuşunun yeni baştan
düzeltilmesi ve orduya yeni bir ruh ve canlılık verilmesi zorunluğu kar­
şısında kalınmıştı. Yine bu nedenledir ki, daha henüz Balkan Savaşı ba­
rışma dahi geçilmeden ordunun düzeltilmesi hazırlıklarına sefer hah de­
vam ederken girişihnişti. Ancak, daha meşrutiyetin ilânmdan itibaren,
ordunun yeni baştan ıslâh ve teşkilâtlandırılması konusunda Harbiye Ne*-
zareti ve Genelkurmay Başkanhğı’na hakim olan bir ana düşünce vardı.
Bu da, tasarlanan ıslâhatm mutlaka Alman subaylarının fülî rehberlik­
leriyle yapılması düşüncesi idi. Bilhassa Mahmut Şevket Paşa’mn Sad­
razamlığı ve Harbiye Nazırlığı zamanında doğan bu fikir etrafındaki
siyasî temaslar Balkan Savaşı’nın yenilgi ile bitmesinden sonra daha da
çoğalmıştı. Nihayet bu düşünce. Sadrazam Sait Halim ve Harbiye Nazırı
Ahmet İzzet Paşaların zamanında gerçekleştirilmiştir.

[95] Düstur; II nci Tertip, c. I, s. 324, No. 87, Takvim-i Vekayi; sayı 718, (9 Mu­
harrem 1329=28 Aralık 1326 = 11 Ocak 1911).

— 107 —
Harbiye Nezareti ve Genelkurmay Başkanlığı, bir yandan Kara Or­
dusu’nun düzeltilmesi için çabalar barcarken öte yandan da hükümet bir
Alman Askerî Islâh Heyeti’nin Türkiye’ye getirtümesi için Almanya
ile temasları sıklaştırm-akta idi. Yapılan görüşmeler olumlu bir sonuç
vermişti. Alman İmparatoru. II. Wilhelm Osmanlılarm bu arzularını uy­
gun gbrerek Türkiye’ye bir ıslâh heyetinin gönderilmesine kesin surette
karar vermişti. Alman İmparatoru, gönderilecek heyetin başkanlığına
Kassel’deki 22 nci Prusya Tümeni’nin Komutanı Tümgeneral Liman von
Sanders (Leyman Van Sanders)’i seçmişti. Bu sırada Türkiye’de Türk
Donanması’nm ıslâhı için İngiliz Amirali Limpus ve jandaimianın düzel­
tilmesi için de Fransız Generali Mujen bulunmakta idi. Osmanh Hükü­
meti, İngiltere ve Fransa’dan getirttiği ıslâh heyetlerine paralel olarak.
Kara Orduları’nın ıslâhı için de Alman Askerî Islâh Heyeti’nin Türkiye’
ye gelmesinde hiç bir siyasî sakınca görmemekte idi, hükümet bu suretle
hemen hemen bütün büyük devletlerle dost bir ilişki kuracağmı ve bu
devletlerden büyük faydalar sağlayabileceğini mnmakta idi.
Osmanh Hükûmeti’nin verdiği izin ve talimata göre General Liman
von Sanders’in hizmet sözleşmesi. Bahriye Nazırı ve Harbiye Nazın Ve­
kili Çürülksulu Mahmut Paşa tarafından karşılıklı olarak 14 Ekim 1329
(27 Ekim 1913)’te imza edilmişti. [96]
İmzalanan hizmet sözleşmesi beş yıllıktı. Tümgeneral Sanders, Türk
Ordusu’nda Korgeneralliğe yükseltilecek ve Türkiye’de bulunduğu süre
içinde bir kolordu komutanı yetkisine sahip bulunacaktı. Aynı zamanda
Askerî Şura’da üye olacak vo ordunun disiplin, terfi, mükâfat ve ceza­
landırma, ıslâhat, eğitim, donatım, silâhlanma, giydirme, levazım, iaşe,
sağlık, veteriner, remont, asker alma, kura, sofertoerlik hazırlıkları istih-
kâmat, istatistik, demiryolları, telefon, telgraf, ulaştırma, tayyarecüik ve
balonculuk sorunlarının müzakerelerinde kendisinin Askerî Şura’daki
oyuna önem verilecekti. Ancak bu sorunların karara bağlanmasında ço­
ğunluğun oyu geçerh olacaktı.
Sözleşme gereğince (4eneral Sanders’e 1 ncıi Kolordu’nun (İstanbul)
Komutanlığı verileceği gibi, bütün askerî okulların, numune alay v© ta-
limgâhlarm, Osmanh hizmetinde bulunan bütün yabancı subayların doğ­
rudan doğruya amiri olma yetkisi de tanınmıştı.
Osmanh idarecileri, geçmiş yıUarda Türk Ordusu’nun kalkındırılması
için Almanya’dan askerî uzman ve müşavir olarak getirilen General von
Der Golç ve bonzerii Alman subaylarının dar bir çerçeve içinde, yetkisiz
olarak çalışmalarının sakıncalarına inanmışlardı. Bu nedenledir ki, Türk
Ordusu’nda hizmete alınan General Sanders’in yetkileri geniş tutulmuştu.

[96] SözleşiTıenin aslı için Bkz. Vandenür; Büyük Harpte Kafkajs Cephesi, c. I, İs­
tanbul, 1933, Eserin Ekine Bkz.

— 108 —
General Liman von Sanders, beraberlinde Türkiye’ye getireceği ıslâh
heyeti üyeleri subaylar için Almanya’da bir süre meşgul olmuş ve nihayet
muhtelif rütbede 10 sübayla birlikte 14 Aralık 1913’te îstanbul’a gel­
mişti. [97] Heyet, Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa ve protokola dahil
suibay ve generaller tarafmdan Sirkeci istasyonunda karşılanmıştı.
îstanbul’a gelen ıslâh heyeti subaylarının görev yapacakları yerler
tespit edilmiş bulunduğundan derhal görevlerine başlatılmışlardı. [98]
Heyet-i İslâhiye Reisi unvanıyla işe başlayan Birinci Ferik (Korge­
neral) Liman von Sanders, 1 nci Kolordu Komutanlığı’m da üstlene­
cekti. Bu kolordunun 3 ncü Tümen Komutanlığı rütbesi tuğgeneralliğe
yüfcseltüen Boronzart von Şellendorf’a verilmişti. Rütbesi yarbaylığa
yükseltilen von Ştrumlbel, Islâh Heyeti Kurmay Başkanı olmuştu. Rüt­
besi yarbaylığa yüıksoltilen Feldman, Genelkurmay 3 ncü Şube Müdür-
lüğü’ne, geri kalan yedi Alman subayı da rütbeleri birer derece yüksel­
tilerek karargâhlara ve okullara verilmişlerdi. Bu on Alman subaymdan
başka, dalha önce Türkiye’ye gelmiş bulunan Alman subaylarıyla birlikte
Türkiye’de bulunan Alman sulıaylarının sayısı. Heyet Başkanı dahil 41
olmuştu.
Alman Askerî Islâh Heyeti’nin İstanbul’a gelmesinden önce, İngiliz
ve Fransız askerî ıslâh heyetlerinin Türkiye’de bulunmaları yabancı mem­
leketlerde ve siyasî alanda hiç bir olumsuz etki yaratmamışken, Alman­
ların Türkiye’ye gelmesiyle şikâyetler ve sızlanmalar başlamıştı. Özel­
likle Boğazlar’da gözü olan Rusya, bu itirazcıların önderliğini yapmaya
başlamış, İstanbul’da bulunan 1 nci Kolordu’nun Komutanlığı’na getiri­
len Alman generali için şiddetli protestoda bulunm.uştu. Rusya’nın karşı
koymasma İngiltere ve Fransa da katılmışlardı . Halbuki bu sırada
Osmanh Hükümeti ile Almanya arasında geleceğe ait en ufak ıbir
askerî anlaşma olmadığı gibi, boğazların Almanların kontroluna verilme­
si gibi bir düşüncede yoktu. Osmanh idarecileri aksine, Fransız ve İngi­
liz devlet merkezlerînde ittifak arıyor ve Ruslarla dahi bir anlaşma ortamı
hazırlamak için çalışıyorlardı. Hatta Alman Askerî Islâh Heyeti Başkanı
ile imzalanan sözleşmenin 9 ncu maddesiyle, Alman Ordusu’nun Avrupa’
daki bir harbe katılması halinde Islâh Heyeti personeliyle yapüan muka­
velelerin feshedileceği belirtilmişti. Bu sebeple ne bir Osmanh-Alman an­
laşması vo ne de boğazların Alman kontroluna bırakılması gibi bir iddia
yoktu. Alman Askerî Islâh Heyeti de, İngiliz ve Fransız askerî heyetle-

[97] M. Larchere; Büyük Harpte Türk Harbi, Çev.: Mehmet Nihat, c. III, İstanbul,
1928, s. 148.
[98] Başbakanlık Arşivi; Heızine Evrak No. 119, 10 Muharrem 1332,. (17 Ekim
1329 = 30 Eîkim 1913) tarihli kararname.

— 109 —
rinin bir benzeri idi. Alman Heyeti, Kara Ordusu’nun tsşküât ve eğitim
sorunlarım çözümlerken, öteki yabancı heyet de donanmanın ve jandar­
manın sorunları ile uğraşmakta idi,
1913 yılında OsmanlIlar, Almanlarla herhangi bir ittifak siyasetini
de kesinlikle gjitmüyorlardı. Buna karşılık îtUâf Devletleri topluluğu Al­
manların Türkiye’de bu kadarcık olsun kalmalarına bile tahammül ede-
miyorlardj. Bu onların ileride gerçekleştirmeyi düşündükleri amaçla-
larına aykırı gelmişti. Yaptıkları prctestolarm tek hedefi, Türkiye’nin
kalkınmasmı kösteklemekti. Türkiye’yi zayıf, teşkilâtsız ve kudretsiz
bulundurmak istiyorlardı. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin memekket savun­
masını yapamaz durumda olması gerekli idi, Osmanh Devleti’nin kimse­
nin toprağmda gözü yoktu. Bütün gayesi memleketi savunabiloeek bir
silâhlı kuvveti teşkilâtlandırmak ve meydana getirmekti. Bunun için de
büyük devletlerden faydalanmak istiyordu. Bu amaçladır ki, Harbiye Ne­
zareti de Genelkurmayı, en mükemmel deniz kuvvetlerine sahip bulunan
İngiliz denizcilerinden faydalanmak istediği gibi. Kara Ordusu için de,
en ileri derecede bulunan Alman Kara Ordusu subaylarından istifade et­
meyi düşünmüştü. Bununla beraber Alman Islâh Heyc'ti fiilen işe başla­
yıncaya kadar, Türk Genelkurmayı kendi gayretiyle de teşkilât, silâh­
lanma ve seferberlik hazırlıkları bakımından birçok hususları plânlamış
ve çalışmalara hız vermişti.
14 Aralık 1913’te İstanbul’a varan ve göreve, başlayan Alman Islâh
Heyeti, hazırlanmış bulunan proje, yönetmelik ve tüzükler üzerinde fazla
yorulmadan başarı sağlamış gibi görünmüşlerdi. Bununla beraber Alman
Heyeti, özellikle Harbiye Nezareti ve Genelkurmay Başkanlığı’nın iç bün­
yelerinin teşkilâtı konusunda üeri adımlar atarak bu ve benzeri büyük
karargâhlara modern bir hüviyet verdikleri gibi, ordunun eğitimini yük­
seltmeye başlamışlardı. Öze.llikle askerî okular, atış okulları ve talimgâh-
ların ciddî programlar dahilinde geliştirilmeleri için gayretlerini esirge­
memişlerdi.
Korgeneral Liman von Sandors’e Türkiye’de hizmet edeceği beş yıl
zarfında Türk Ordusu için lazım gelen yabancı subayların getirtilmeleri,
atanmaları yetkisi de verilmişti. Nitekim sözleşmeye göre, Korge.neral
Liman von Sanders, 1914 yılının ilk yarısında Türkiye’de topladığı Al­
man subaylannm sayısını 70’e kadar yükseltmişti. [99]'
İmzalanan sözleşmeye göre. Harbiye Nezareti’nce Korgeneral Liman
von Sanders’in emri altına girecek Türk subaylarının gereğinde kendisi­
nin rızası olmadan başka bir yere atanmamaları kabul edilmişti. Alman-

[99] M. Larchere; s. 147.

— 110 —
ya’ya öğrenime (gidecek Türk subaylarmm seçilmesi, Yalnız Korgenerale
tanınan bir yetki olarak kararlaştırılmıştı. Terfi edecek sübayların sınav-
lan için gerekli programlarda Korgeneral tarafından düzenlenecekti. Bu
suretle Korgeneral Liman Von Sanders, Türk Ordusu içinde Harbiye Ne-
zareti’nden sonra gelen bir makam ve yetki sahibi yapılmıştı. Ancak Ge­
nelkurmay Başkam, Korgeneral’den daha kıdemli olduğu takdirde, ondan
sonra gektbUecekti ki, bu halde Korgeneral Liman von Sanders üçüncü
derecede bir makam sahibi oluyordu. Bütün bu yetkiler, ordunun kalkın­
dırılması m;aksadıyla verilmiş bulunmakta idi. General, bütün kurmay su­
bayların strateji ve taktik bilgilerini artırmakla görevlendirilmişti. Or­
duda hiç bir şey ondan gizli tutulmayacaktı. Buna karşılık General de edi­
neceği her türlü bilgileri gizM tutmayı taahhüt etjnişti.
Korgeneral Liman von Sanders’in göstereceği gayret ve çalışmala­
rına karşılık, kendisine ayda 275 Osmanlı lirası (altm), maaş verilecek,
ayrıca yolluk ve tayın bedelleri hariç olmak üzere, her yıl için kendisine
50 000 liralık bir banka kredisi açık bulundurulacaktı. Hizmeti esnasında
bir kazadan dolayı malul olduğu takdirde de bir yıllık maaş tutarı taz­
minat olarak ödenecekti. Ancak kaza, altı ay içinde* ölümüne sebebiyet
verecek olursa, bir buçuk yıllık maaş tutarının, dul kalacak eşine veya
çocuklarına tazminat olarak verilmesi kararlaştırılm.'ştı. Bunun gibi diğer
Alman subaylannm maaşları ve hizmet şartları da mukavelerle tespit
olunmuştu. Bu suretle üstoğmenlerin maaşları 40, yüzbaşıların 60, bin­
başıların 80, yarbay ve albayların 100, generallerin ise 125 Osmanlı lira­
sından aşağı olmayacaktı.
Korgeneral Liman von Sanders’in özellikle 1 nci Kolordu Komutan-
lığı’na atanması, siyasî havayı bozmuştu. İtilâf Devletleri’nin topluca iti­
razlarına uğranılmıştı. Alman İmparatoru, İtilâf Devletleri’nin yarattık-
lan bu üzücü havayı önlemek amacıyla, Goneral’in Edirne’deki 2 nci Ko­
lordu Komutanlığı’na atanmasını Osmanlı Hükûmeti’ne tavsiye etmişti.
Fakat General, Askerî Islâh Heyeti merkezinin İstanbul'da olduğunu, bu
heyetin başından ayrılmasının doğru olmayacağını ileri sürmüştü. Niha­
yet, bu değişiklik bilhassa Ruslarm baskısıyla yapılmış olacağından, bu­
nun OsmanlIlar için bir gerilemo sayılacağını iddia etmiş ve Osmanlı ida­
recilerine etki yapmaya başlamıştı. Durumun nazik bir safhaya girmesi
üzerinedir ki. Alman İmparatoru, Alman Ordusu’nda tümgeneral bulunan
Liman von Sanders’i korgeneralliğe terfi ettirerek bir çözüm yolu bul­
muştu. Osmanlı Hükümeti ise Türk Ordusu’nda korgeneral olarak çalış­
tırdığı Liman von Sanders’i mareşalliğe yükseltmek zorunda kalmıştı.
Bu suretle Mareşal Askerî Islâh Heyeti’nin başkanı kalmakla beraber
Türk Ordusu Genel Müfettişliği’ne atanmış ve Istnnbul’da görevine de­
vam imkâmnı bulmuştu.

— 111 —
b. 1913 Yılı Kuruluş ve Teşkilâtının Gelişmesi ve Buna Etki Ede
Olaylar
' 1913 yılı teşkilâtı ile redif ve müstahfız teşkilâtının kaldırılmasın­
dan, ordu teşkilâtında kolordu kademcei kurulduktan ve her kolorduya
günün ihtiyacına yeter kuvvetle bağlı birlikler verildikten başka, Harbi­
ye ve Bahriye Nezaretleri Karargâhlarında geniş ölçüde yeniMklero gi­
dilmişti. İleride ğörüleceği gibi 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’mn mo­
dem ordusunun temeli ve çekirde<ği meydana getirilmişti. Bu oi’dunun
kalkındırılmasında genç kurmayların ve özellikle Harbiye Nazırlığı’na ge­
len Kurmay Yarbay Enver’in (Enver Paşa) büyük rolü olmuştu.

Kurmay Yarbay Enver’in Harbiye Nazırlığı


' İttihat ve Terakki Partisi’ne meoısup bulunan bir kısım ihtilâlci ve
fedaî subayların hükümet üyeleri ve özellikle Sadrazam Sait Halim Paşa’
ya yaptıkları baskı ve kullandıkları zoı-^ba metodlarla Kurmay Yarbay
Enver’i Harbiyo Nazırlığı’na getirmek için harekete geçmişler ve teşeb­
büslerinde başarı sağlamışlardı. Ancak Kurmay Yarbay Enver, bulundu­
ğu rütbe ile Harbiye Nazın olamayacağından, yeni bir formül (Trablus­
garp ve Balkan Savaşı dolayısıyla verilmesi gereken kıdem zamları) ile
mirlivalığa (Tuğgeneralliğe) yükseltilmişti. 2 Aralık 1329 (15 Aralık
1913) de albaylığa yükseltilen Kurmay Yarbay Enver, 21 Aralık 1329
(3 Ocak 1914)’da da paşa olmuştu.
Bu surcitle Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, ordunun kalkındırılması
için işe ilk defa subaylarm tasfiyesiyle başlamıştı. Özellikle Balkan Sa-
vaşı’nda başarı gösteremeyen subay ve generalleri, yaşlı, ehliyetsiz vo
bilgisiz olanlan emekliye sevketmişti. Bunlardan boş kalan komuta mev­
kilerine genç suibayları yerleştirmişti. Harbiye Nazın, ordunun dinamik
ve bilgili subay ve komutanlar elinde yükselebiileceğine kesin olarak ina­
nıyordu. Bu konuda Alman asıkerî heyetinden de azamî faydalanmayı dü­
şünüyordu. Kurulu bulunan Askerî Şura’yı lâğvetmiş ve bütün otoritenin
kendi elinde bulunmasını istemişti. O, kurulmasını tasarladığı teşkilâtın
bütün sorumluluğunu üzerine almaktan çekinmemişti. Kısa zamanda ça-
hşmalarmı hızlandırmış ve Kara kuvvetlerinin kuruluş ve teşkilâtında de­
ğişikliklere girişmişti. Bu suretle 1913 kuruluş ve< teşkilâtını geliştirmiş
ve 1914 yılı kuruluş ve konuşunu meydana getirmişti.

' Hazırlanan 1914 Yılı Kuruluş ve Konuşu


Harbiye Nazırı Enver Paşa’nm geliştirmek istediği 1913 yılı kuruluş,
teşkilât ve konuşunım başlıca hedefi, bir sefer halinde yeniden tümenler
teşkil etmeden orduyu barıştan itibaren bir sefer ordusu kuruluşunda

— 112 —
hazırlamaktı. Bu düşünce ile ordu, genel olarak her biri üçer tümenlıi ko­
lordulardan vo tümenler de üçer piyade ve birer topçu alayından ve diğer
sınıflardan ibaret bağh birliklerden kurulmuştu.
Tasarlanan bu kuruluşa ve yapılan hesaplara göre ise, kadroların
tamamlanabilmesi için 450 000 insana ihtiyaç görülmekte idi. Halbu'ki
ordunun uygulanması istenen bu kuruluşu ve kadrosu karşısında eldeki
insan iaşe mevcudu 200 OOO’i aşmamakta idi. Bu sebeple ordunun bün­
yesi zayıf kalmakta idi. Kadro eksiklikleri ise ancak bir sefer halinde
silâh altına alınacak personel ile tamamlanabilecekti.
Kabulü kararlaştırılan yeni teşkilâtla önceden olduğu gibi her piyade
alayının üçer taiburlu ve taburların dörder bölüklü olması ve her alaya
dörder tüfekli bir ağır makinalı tüfek bölüğü verilmeöi esastı. Genel ola­
rak topçu alaylarının ikişer bataryalı (bataryalar dörder toplu) üçer ta­
bur halinde kurulmaları tasarlanmıştı. Tümenlerin piyade ve topçu alay­
larının 3 ncü Taburları ve piyade taburlarının dördüncü piyade bölükleri
bir sefer halinde kurulacaktı.
Bu kuruluşta bulunan ordu, ancak mevcut bulunan silâh, araç vo
gereç oı-anında donatılabilmişti. Bu sebeble de ordu zayıftı. Ordunun bu
haliyle taarruz ve manevra kabiliyeti azdı. Memleketin sanayii, malî ve
İktisadî kaynakları yeterli olmadığından, bu kuruluştaki ordunun bir se­
fer halinde dovamlı ayakta tutulabilmesi şüpheli idi. Ordunun eğitim du­
rumunun düzeltilebilmesi için çok çalışmaya ve zamana ihtiyaç vardı.
Ordu içinde bazı siyasî akımlar belirmişti. Partizanlık, moral üzerinde çok
zararlı olmakta idi. Bu da düzeltilmesi gereken önemli sorunlardan biri
idi. Bu sebeple, Haıibiye Nazırı Enver Paşa, siyasetin ön sıralarında ça­
lışan bir suibay olmasına rağmen. Harbiye Nazırı olduktan sonra, bu so­
run üzerinde önemle durmuş ve orduyu siyasetten kurtarmak için ted­
birler almaya başlamıştı. Alınan tedbirlerle ordu, siyasetten uzaklaştı­
rılmıştı.
Ordunun disiplinine büyük önem veren Hahbiye Nazırı, ordu men­
suplarını, ordu dışı hiç bir sorun ile uğraşmayacak derecede çok sıkı bir
eğitim faaliyeti devresine sokmuştu. Bir taraftan inisiyatifi teşvik edi­
yor, diğer taraftan da terfi, mükâfatlandırma ve cezalandırma kuralla­
rını da kesin bir şekilde uyguluyordu. Harbiye Nazırı’nm bu sorunlar
üzerinde aldığı tedbirlerin isabeti, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda gö­
rülen büyük başarılarla sabit olmuştu. Ancak önemli komuta mevkileri­
nin Almanlar tarafından işgal edilmiş olması, ordunun eğitim ve teşki­
lâtında Balkan Savaşı’na nazaran üstünlük sağlamış ise de, bu hâl Al-
manlann memlekette nüfuzlarımn artmasına sebep olmuştu.

113 —
7. 1914-1918 Yılları Arasında Kuruluş ve Konuştaki Değişiklilder
.- V■ j

Enver Paşa nın Harbiye Nazırlıgı’na gelmesiyle yeniden düzenleme­


ye tabi tutulan kara orduları, tespit edilen 1914 yılı seferi kuruluşundan
fazla büjnitülmeyeceği kararıyla işe başlamıştı. Ancak Birinci Dünya Sa-
vaşı’na girilir girilmez savaşın gereği ve ihtiyacı Almanların etkisi ve
Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın sınırsız isteklciri, ordunun genel kuru­
luşunda değişiklikler yapılmasını zorunlu kılmıştı. Cepheler çoğaldıkça ve
istekler arttıkça, ordunun sayısı artmıştı. Bu sırada Kafkas ve Yıldırım
Ordular Grubu da kurulmuştu. Ancak bu durum o ıradar abartılmıştı ki,
memleketin bütün kaynaklan harcandığı halde kurulan teşkilâtın kadro
ihtiyaçlan karşılanamamıştı. Bu şekilde Türk Ordusu dokuz ordu (61
Tümen) olmuşsa da, bu orduların hor biri kuvvet itibariyle bir barış ko­
lordusu kadar bile olamamışlardı.
Birinci Dünya Savaşı’na girmeden önce 38 piyade tümeninden iba­
ret olan kara kuvvetleri. Kasım 1914’te Trakya’da ilk 'defa olarak teşkil
olunan 19 ncu ve 20 nci Tümenlerle 40 piyade tümenine yükselmiştir.
Bunu 1915 yılı Martı’nda Suriye Cephesi’nde ve 4 ncü Ordu emrinde teş­
kil edilen 41 nci, 42 nci, 43 ncü, 44 ncü ve Irak Cephesi’nde kurulan
45 nci Tümon’le Anadolu’da ihtiyat olarak kurulan 47 nci, 48 nci, 49 ncu,
50 nci Tümenlerle Doğu Cephesi’nde 3 ncü Ordu emrinde kurulan 51 nci
ve 52 nci Tümenler izlemişti.
1918 yılına kadar yeni tümenler kurulmuş ancak 1918 yılında yeni
teşkilât yapılmamış, yeni lâğvIar birbirini izlemişti. Bu yılın martından
itibaren Yıldırım Ordular Grubu emir ve kuruluşunda bulunan tümenler­
den 3 ncü, 26 ncı, 54 ncü Tümenlerle Hicaz’da bulunan 58 nci Tümen
lâğvedilmişti. Bu şekilde ordu 44 Tümen olarak kalmıştı. 1918 yılı Ey-
lül’ünde, 6 ncı Ordu kuruluşunda bulunan 6 ncı Tümen ve 8 nci Ordu
kuruluşunda bulunan 7 nci Tümen ile Romanya Cephesi’nden dönmüş
bulunan 25 nci Tümen îstanbul’da lâğvedilmişti. Bunları yine* 6 ncı Or­
du’da, 51 nci ve 52 nci Tümenler izlemişti. Bu sırada ordunun genel tü­
men sayısı savaşa girerken mevcut bulunan 38 tümene inmişti. Savaş
sonunda ve İstiklâl Savaşı’nın başlarında Türk Ordusu zayıf kadrolar
halinde 20 tümen olarak görülmüştü.

8. Asker Alma Sistemleri


Türk Ordularının kurulmalarından itibaren asker alma sistemleri iki
esasa dayanmıştı. Bu esasların başlıca ve önemlisi mecburi sistem olmakla
beraber, bu sistem zaman zaman görülen lüzum ve ihtiyaca göre gönüllü
ve ücretli sistemlerle de destekle'nmişti.

— 114 —
a. Zorunlu Askerî Yükümlülük Sistemi
Mesrutiyet’in ilânına kadar askerî yükümlülük, 13 Kasım 1302 (25
Kasım 1886)’da yayınlanan “Ahz-ı Asker Kanımname-i Hümâyûnu” (As­
ker Alma Kanunu)’na göre yürütülmekte idi. Aslı 1886 yılı Asker Alma
Kanunu olmak üzore, 1909 yılmda da müsvedde halinde hazırlanan As­
ker Alma Kanunu ile bazı yenilikler ve değişiklikler getirilmişti. Özellikle
Kanun-u Esâsî’nin 17 nci maddesi, bütün Osmanlı uyruklularının, din,
mezhep ve milliyet farkı gözetmeksizin orduda hizmet etmelerini zorunlu
kıldığından, gerek Osmanlı ülkesinde ve gerek yabancı memleketlerde bu­
lunan Müslüman ve Hristiyan bütün Osmanhlar (Şehzadelerin askere
alınmaları padişah iradesine bağlı) şahsen askerlik hizmeti ile mükellef
tutulmuşlardı.
Kabul edilen yeni kanun hükmüne göre askerlik hizmeti her şaihsm
20 yaşına girdiği mart ayının ilk gününden başlayacaktı. Bu şekilde 1304
(1888) yılında doğanlar, 1325 (1909) yılının mart ayııun birinci günü
askerî yükümlülüğe tabi oluyor demekti Kanun kara ordusunda, hizmet
edecek askerlerin hizmet sürelerini 25 yıla çıkartmıştı. Bu sürenin üç
yılı muvazzaflık hizmeti olacaktı. Ihtiyatlık altı, rediflik dokuz, müstah-
fazlık ise yedi yıl olarak belirlenmişti. Deniz Kuvvetleri’nde ise, askerlik
hizmet süresi 20 yıla çıkarılmıştı. Bu sürenin beş yüı muvazzaflık 10 yılı
ihtiyatlık ve beş yılı da rediflik olmuştu. Doniz Kuvvetleri’nde müstah-
fızhk yoktu.
Bu şekUde kanun, her yıl askerlik çağına giren erleri iki kısma ayır­
makta idi. Birinci kısım erler, hiç bir sağlık problemi ve askerlik hizmet­
lerini yapmaya engel bir özürleri olmayan erlerden ibaret oluyordu. İkinci
kısım erler ise, maluller ve memleketlerinde ailelerine bakacak yardım­
cıları olmayanlar oluşturuyordu. Bunlar, yardımcı buluncaya, problemleri
kalkıncaya kadar evlerinde İ2dnli kalıyorlardı. Bunlardan tam sakat olan­
lar, asker alma meclislerinin kararlarıyla tamamiyle askerlik hizmetin­
den affediliyorlardı.
Birinci kısmı oluşturan erler de birinci ve ikinci tertip erleri olmak
üzere ikiye ayrılmakta idiler. Birinci tertipler, her yıl orduya gerekli olan
kadro erlerini oluşturuyorlardı. Yani ordudan her yıl terhis mahiyetinde
izinli bırakılan erler veya tehhise tabi olacak erlenin yerlerini doldurmak
üzere ihtiyacı karşılayacak €<rler olacaklardı. Örneğin; orduyu yılda
100 000 er gerekliyse ve her yıl başında askerlik çağına giren erlerin mik­
tarı 150 000 ise, bu miktarın hepsi celp edilmeyecekti Fazla olan 50 000 er­
den 30 OOO’i indirilmekte ve 120 000 erin 100 000 birinci tertibe almırken
geri kalan 20 000 er ikinci tertibe alınıyordu. Her celpte ihtiyaçtan fazla
ne kadar erin birinci tertibe alınacağı Harbiye Nezareti'nce belirlenip

— 115 —
emrolunmakta idi. Buna göre, askerlik daireleri de askerlik çağına giren
erlerini birinci ve ikinci tertibe ayırabilmek için numara çektirmeıkte idi­
ler. Belirlenen numara kadar numara çekenler birinci tertip ve tayin olu­
nan miktardan fazla kalan numaraları çekenler de ikinci tertip oluyor­
lardı.
Hei'hangi bir askerlik dairesinin o yıl askerlik çağına giren 500 er­
den % 80’nin askere alınması emredilmişse, önce bu 500 erin 400 numa-
rasma kadar numara çektirilmekte idi. Bunlar birinci tertip olurken, geri
kalan 100 er de ikinci tertip erler olarak ayrılmakta idiler. Bu şekilde
ayrılan birinci tertip erler (acemi erler), o yılın eylül ayı sonunda mü-
rettep oldukları kıtalara ulaştırılacaklardı. Bunların askerlik hizmetleri
bağlı oldukları kıtalara vardıkları tarihten başlamak üzere üç yıl olacak­
tı. Ancak piyade ve ulaştırma sınıflarına ayrılan erler üç yıllık bir as­
kerlik hİ2nnetine tabi tutulurken, süvari, topçu ve diğer sınıfların muvaz­
zaflık hizmet süereleri dört yıl yapılmıştı. îhtiyatlıli ise, piyade ve ulaş­
tırma için altı, süvari topçu için beş yıl oluyordu. Rediflik, piyade için
dokuz, süvari ve topçu için sekiz yıl olarak kabul edilmişti. Müstahfızlık
ise, yedi yıl olarak kararlaştırılmıştı. İkinci tertip olarak kadro ihtiya­
cından fazla celp edilen erlerin askerlik süreleri ise, altı aydan dokuz aya
kadar kalbul edilmiş ve bunların nizamiye piyade kıtalarında eğitime tabi
tutulmaları esas kabul edilmişti.
Bu arada Aşiret Süvari Alayları Nizamnamesi’ne göre de aşiretler
süvari alayları için asikerlik yükümlülük süresi 27 yıl olarak kabul odil-
mişti. [100] Her aşiret ferdi, 18 yaşma girdiği yıh takip eden mart ayı-
nm birinci günü esas alınarak 45 yaşına kadar asker kabul edilmişti. Bu
yılın ilk üç yılına iptidaiye, onu izleyen 12 yıllık süreye nizamiye ve son
12 yülık devreye d© redif devresi deniyordu. İptidaiye erleri ile son 12
yıUık redif erleri, seferde depo kıtalarmı teşkil edecekleri belirtildiği gibi,
redif erlerinden kurulu redif süvari bölüklerinden dahi gerektiği kadar
seferde sUâh altına alınacakları, nizamname hükümlerine konmuştu.
1909 yılmda yeni asker alma kanunu kabul edilmiş ve uygulanma-
sma geçilmiş ise de, Osmanlı Devleti’nin her tarafında uygulanamamıştı.
30 milyon kadar tahmin olıman bütün Osmanlı Devleti nüfusunun 5 mil­
yon kadarım oluşturan Hristiyanlarm askerlikleri birçok tartışmalara
sebep olmuş ve bunların askere almmamalan için karşı konulmuştu. İtti­
hat ve Terakki bu sorunda direnmişti. Fakat Hristiyanlarm orduya so­
kulmaları sayıyı çoğaltmayı sağlamışsa da manevî ve sonradan da maddî
birçok sıkıntıların doğmasma sebep olmuştu. Askere alman Hristiyanlar,

[100] "Aşiret Hafif Süvari Alayları Nizamnamesi" Düstur; II nci Tertip, c. II,
s. 649, No. 155.

— 110 ~
bulundukları görevde bir ihanetten diğerine* atılarak yapmadıklarını bı­
rakmamışlardı. Kanun bütün OsmanlIların askere ahnmasına yetkili ol­
duğu halde, 10 milyona yakın fctir Islâm küçük nüfusu da askerlikten
muaf tutulmuştu.
Askerî yükümlülükten muaf tutulan nüfusun durumu şöyle idi :

Ortalama Nüfus
Miktarı
Istanlbul ve civarı 600 000
Tiran ve Draç ilçelerinden başka Işködra ili 200 000
Yemen ili 2 500 000
Hicaz ili 2 000 000
Basra ilinin Necit Sancağı 285 000
Trablusgârp ili ve Bingâzi Sancağı 1200 000
Arabistan’a komşu olan illerin çöle yakın
ıbölgelerinde oturan ahali ve Arap Aşiretleri 3 200 000
TOPLAM 9 985 000
Bundan başka kanuna ayrıca birçok muafiyetler de getirmişti. Bun­
lar sürekli ve geçici olmak üzere iki kısma ayrılmıştı.
Kanuna göre* askerhkten tamamiyle affedilenler şunlardı : •
Padişah fermanı ile askerlikten affolunanlar ve bizzat padişaihm ya­
kın hizmetinde bulunan kişüer. _
Sarayda ve saraym daire ve şubelerinde kullanılan Hazine-i Hassa
(Hükümdarlık makamına ait tahsisat ile mal ve emlak)’ya isimleri ka­
yıtlı bulunan memurlar, hadomeler ile Musıka-i Hümâyûn mensupları.
Padişah çiftliklerinde çalışanlar.
İlmiye sınıfının üeri gelenleri, görev yapan şer’iye hakimleri, din
ilimleriyle uğraşan ders-i âm hocaları (profesör) sınavla diploma almış
olanlar, müritler hariç tarikat şeyhleri. Camî ve mescitlerde imamlık
edenler ve hutbelere çıkanlar.
Askerlik çağına girmeden Nuvvep’te öğrenimlerini tamamlayarak
diploma almış bulunanlar.
Harem-i şerifin berat (Rütbe, nişan ve imtiyaz verildiğini bildiren
ferman) lı hademeleriyle Resül-ü Ekrem’in vo büyük peygamberler haz­
retlerinin beratlı bulunan türbedarları. „
İslâm dinini kabul edenlerin çocukları, diğor Müslümanlar gibi işlem
görürlerdi.

— 117 —
• ‘ Müslüman olmayan ahali, yabancı devlet uyruklu olup, Osmanlı ülke­
sinde evlenen ve yerleşenlerin çocukları,
Enaz beş yıl pranga cezası görmüş olan suçlular.
Geçici olarak affa tabi olanlar da sırasıyla şunlardı ;
Mülkiye Mekteibi (Siyasal Bügiler) yüksek sınıflarıyla, tıp, veteriner,
mühendis okuUarmda öğrenimde bulunan taşralı öğrencilerden birinci ter­
tip numarası çekmiş olanlar, izinli erler arasına kaydolunurlardı. Ayrı­
ca öğrenimlerini tamamlayarak diploma alanlardan devlet hizmetine gi­
renler, hizmette bulundukları sürece veya Maarif Nezareti’nin onayı ile
çeşitli okullarda öğretmen olarak çalışanlar, öğretmen oldukları sürece,
ikinci tertipte sayılırlardı. Sivü tıtlbiyede okuyan taşralı tabip, eczacı,
cerrah ve sivil veterinerler, ihtiyaca göre sağlık hizmetlerinde çalışmaya
mecıbur tutulmuşlardı.
Medreselerde bulunan din öğrencileri ıbelli program gereğince her sı-\
navda başarı göstermeleri şartıyla muvazzaflık hizmetinin yalnız silâh
altmda geçecek kısmından muaf tutulmuşlardı. Bunlar izinli erler sınıfı­
na almmışlardı. Altı yıl istenildiği gibi smavda başan gösterenler redif '
Binıfma alınıyorlardı. Sınavlarda başarı gösteremedikleri takdirde, geçj
miş yıllar dikkate alınmayarak askerlik hizmetleri o yıldan itibaren baş­
lardı.
Osmanlı ülkesinin askerî yükümlülük altında bulunan yerlerine göçle
oralarda yorleşenler, yerleştikleri tarihten itibaren altı yıl geçinceye ka­
dar geçici muaf tutulup, bu sürenin sonunda yaşlarına göre askerî işleme
tabi tutulurlardı. Askerlik çağına girenlerden sakat veya malul olanlar,
muayene sonunda maluliyetleri ve sakatlıkları sabit olanların ellerine ih­
raç tezkereleri verilmek suretiyle salıverilirlerdi-
Bu suretle 15 milyona varan bir nüfusun askerî yükümlülük kanunu­
nun dışmda kalması sonucu olarak imparatorluğun bütün zahmetleri ve
memleketin savunulması görevi 15 milyon Anadolu Türküne yeklenmişti.
Bütün bu muafiyetlere ek olarak kanun, bir de nakdî bedel sistemi­
ni tekrar getirmişti.
lYeni kanım, nakdî bedel sistemini ve ödenmesi adet olan elli Osman­
lIal'tınmı kabullenmişti. Ancak eski kanundan farklı olarak, nakdî be­
del verenlerin en yakın nizamiye piyade alaymda üç aylık bir eğitime tabi
tutulmalarmı şart koymuştu. Bu üç aylık eğitim, üç yıllık muvazzaf hiz­
metine karşüık olmuştu. Nakdî bedel verenler aynı zamanda askere alı­
nan emsalleri ne zaman redife nakledilirse, bunlar da o vakit redife geç­
miş sayılacaklardı. Redifler silâh altma çağrıldıkları zaman, nakdî be­

— 118 —
del verenler de çağrılacaktı. Ancak ıbu takdirde otuz Osmanlı altınmını
bedel vermeleri halinde redif hmnetinden kurtulmak mümkündü. Bu du­
rum redif çağrılmasında tekrarlanmıştı.
Balkan Savaşı’na girildiği sırada 1909 yılı askerî yükümlülük kanu­
nu uygulanmıştı. Ancak Balkan Savaşı yenilgisi ve birçok toprakların el­
den çıkması, yeni bir asker alma kanummun çıkarılmasım zorunlu kılmış­
tı. Balkan Savaşı’ndan sonra ordumm yeniden bir teşkilâta tabi tutulması
ve ordunun büyümesi de buna birinci derecede etken olmuştu. Bu sebep­
lerle 16 Cemaziyelâhır 1332 (29 Nisan 1330 = 12 Mayıs 1914)’de bir ge­
çici askerî yükümlülük kanunu ‘Mükellefiyeti Askerîye Kanunu Muvak­
kati) çıkarılmış ve bu kanunla Birinci Dünya Harbi seferberliği yapıl­
mıştı [101] Kanun, ufak tefek bazı değişikliklerle 1111 Sayılı Askerî Yü­
kümlülük Kanunu’nun çıkarılmasına kadar devam etmiş v-e uygulanmıştı.
Çıkarılan 29 Nisan 1330 (12 Mayıs 1914) tarihli askerî yükümlülük
kanununda Osmanlı sülâlesi hariç olmak üzere her şahsm 18 yaşını ta­
mamladığı yılı izleyen mart ayı başmda askerhğin bağlayacağı açıklan­
mıştı. 18 yaşını tamamlayanlarm ilk muayene ve 20 yaşlarmı tamamla­
yanların da ikinci muayeneye tabi tutulacakları ıbeltrtilmişti. Ancak 19
ve 20 yaşlarında bulunan mükelleflerin savaş halinde silâh altma davet”
edilebilecekleri kanun gereği olarak kararlaştırılmıştı- Barışta 20 yaşını,
tamamlayan mükellefin, bu yılı izleyen mart aynım birinci gününden iti­
baren ta;bi olacağı işlem “zorunlu askerlik” olarak kabul edilmişti.
Kanun redifi kaldırmış ve 25 yıl kabul edilen askerlik hizmetinin 20
yılını muvazzaf ve beş yılmı müstahfızlık kabul etmişti. Bu süre piyade
smıfı içindi. Kara ordusunun diğer sınıflarıyla mızıka ve jandarmaların
muvazzaf hizmet süreleri 20 yıl ohnuştu. Deniz Kuvvetleri’nde 17 3u! ola­
rak tespit olunan askerlik hizmet sürelerinin 12 yılı muvazzaf ve beş yılı
karada geçmek üzere müıstahfız hizmet olmuştu.
Kanuna göre silâh altmda tutulacak piyade erlerinin ilk muvazzaflık
hizmet süresi iki yıl, kara ordusunun diğer sınıfları için üç yıl. Deniz
Kuvvetleri’nde ise bu süre 5 yıl olarak kabul edilmişti. Ayrıca her yıl 20
yaşını tamamlayan mükellefler, ekim aymda kıtalarda bulunmak üzere
celp olacaklardı. Bunlardan muvazzaf hizmet sürelerini tamamlayanlar
terhis olunacaklardı. Yalnız muvazzaf hizmet süresi hükümetçe uzatıldığı
takdirde üç yıldan fazla olarak yaptırılan hizmetler, ihtiyatlığa mahsup
edilecekti. Bu sürenin uzatılması yetkisi padişahın iradesine tabi idi. Bun­
lardan aynı yaşta olup izinli kabul edilenlerle belirli hizmetlerini tamam­
layanlar veya para ödeyenler doğruca ihtiyata geçirilirlerdi.

[101] “Mükellefiyet-i Askerîye Kanunu Muvakkâtı”; Düstur; II nci Tertip, c. VT,


s. 662, No. 296.

— 119 —
Kamın, erin kıtaya katılabilmesini sağlamak amacıyla bir aylık bir
zamanı tolerans olarak bırakmıştı. Bu bir ay içinde kıtaya katılanlar,
arkadaşlarıyla birlikte gelmiş kabul olunurlardı. Ancak bir aydan fazla bir
zaman geçirenler, geçirdikleri süre kadar arkadaşlarından geç terhis olu­
nurlardı.
Kanun, Osmanlı ülkesini kolordular ahz-ı asker (asker alma) daire­
lerine (kolorduların asker alma heyeti) kolordular dairelerini tümen asker
alma kalemlerine (bazı tümenlerde asker alma dairesi), asker alma ka­
lemlerini de asker alma şubelerine bölmüştü. Bütün asker alma işlemleri
(muvazzaf, ihtiyat ve müstahfız) bu daire, kalem ve asker alma şubele­
rinde cereyan edecekti- ı[102] Bu esasa göre kurulan asker alma teşki­
lâtı ve kurumlan büyük değişiklik olmamak üzere devletin yıkılmasına
kadar aym şekilde devam etmişti. [103]
Kolordular asker alma daireleri, her kolordunun kuruluşunda niza­
miye tümenleri sayısmca tümen asker alma dairelerine (ahz-ı asker ka­
lemlerine) ayrılmakta idi. Bu daireler, nizamiye tümenlerinin numaraları
üe de anılmakta idiler. Yalnız nüfusunun derecesine göre, bir nizamiye
tümenine tahsis olunan asker alma şubelerinin bir merkezden idaresi
mümkün olmayan yerlerde, o tümene bağlı olmak üzere birden fazla as­
ker alma kalemleri bulundurulmakta idi. Bunların ayırt edilmesi için nu­
maralarıyla birlikte merkezleri de söylenirdi (25 nci Fıkra Şam Ahz-ı
Asker Dairesi gibi).

[102] Başbakanlık Arşivi; Hazine evrak No. 122, 11 Muharrem 1332 (28 Kasım
1329 = 11 Aralık 1913 tarihli irade-i seniyye.
[103] Kolordu Dairesi veya asker alma heyeti terimi ile tümen asker alma kalem­
leri ve şubeleri için ;
a. Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak numarası 122 olan 11 Muharrem
1332 (28 Kasım 1329 = 11 Aralık 1913) tarihli irade-i seniyye;
b. 16 Cemaziyelâhır 1332 (29 Nisan 1330 = 12 Mayıs 1914) tarihinde
çıkarılan “Mükellefiyet-i Askerîye Kanun-u Muvakkâtma (Bu kanunun 10 ncu
maddesine göre, Memalik-i Osmaniye, kolordu ahz-ı asker dairelerine ve
kolordu alız-ı asker dairelerine ve kolordu ahz-ı asker daireleri fırka (tümen)
ahz-ı asker dairelerine, fırka ahz-ı asker daireleri ahz-ı asker şubelerine bölün­
müştür) .
c. Ordu emirnamesi; 1330 (1914), sayı 6’da yayınlanan Umum Erkân-a
Harbiye Dairesi’nin (1 nci şube) 29 Nisan 1330 (12 Mayıs 1914) tarih ve
405 sayıh emrine (Bu emrin 1 nci maddesinde: Ahz-ı asker heyeti kolordu
erkân-ı hartûyyesinm bir şubesi* değildir. Kolordu komutanmın nezareti al­
tmda müstakilen ifayı vazife eder bir heyettir. Tümen ahz-ı asker kalemleri
de böyle bir heyettir).
d. Kolordularda asker ahna dairelerinin de bulunduğu için: Başbakanlık
Arşivi; Hazine Evrak No. 172 olan 24 Aralık 1329 (6 Ocak 1914) tarihli irade-i
seniyyeye bakmız.

— 120 —
b. Gönüllü Sistemi
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde gönüllü sistemi çok eski bir sistemdi. Bu
sistem ordu bünyesi içinde asırlarca devam etmiş ve türlü değişikliklere
uğramıştı. Nihayot 1877-1878 Savaşı’ndan sonra da değeri azalmıştı.
İkinci 'Meşrutiyet devriminden sonra orduya asker sağlamada özel­
likle zorunlu yükümlülük sistemi öncelik kazanmıştı Askerî yükümlülük
kanunlarmm titizlikle uygulanması, silâhlı kuvvetlere yeni bir düzen ve­
rilmek istenmesi, gönüllü sistomini ikinci plânda bırakmıştı. Ancak dev­
let, halkm, gönüllü olarak savaşma azim ve arzusuna olanak sağlamış ve
halkın şevk ve hevesini zsdelememişti. Nitekim 1911-1912 0smanlı4tal-
yan Savaşı’nda çoğunluklıa yerli halkın ve bu savaşa katılmak isteyen gö--
nüllü subayların isteklorini reddetmemişti. Denilebilir ki, bu savaş gönül­
lülerle idare edilmiş ve devam ettirilmişti.
Balkan Harbi sonlanna doğru Edirne doğrultusunda yapılan heri
harekâta gönüllüler de katılmıştı. Bunlar özellikle Batı Trakya goçici
hükümetini de kurmuşlardı. Bu da Bulgarlarla yapılan son barış antlaş­
masında olumlu etki yapmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nda ise, gönüllü sistomi gene ortaya çıkmış ve
bir kısım halk, gönüllü olarak savaşmak isteğini göstermişti. Bu şekilde
savaşmak isteyenlerin başmda Konya Mevlevileri ile Kadiriler gelmekte
idi. Bunların oluşturdukları birliklerinden başka, bir kısım Kafkas ve
Rumeli Türklori (Kurmay Yarbay Süleyman Askeri ile Irak’a giden Os­
mancık Taburu), Irak ve Sina harekâtına katılmışlardı. Türk gönüllü­
lerinden ayn olarak bazı Arap ve Bedeviler de Mısır’a karşı girişilen
Kanal Harekâtı’na katılmışlardı. Ancak bunların iki amacı vardı. Biri
parasal ve diğeri siyasî idi. Bu sebeple Arap ve Bedeviler hiç bir fayda
sağlamadan kısa zamanda dağılmışlardı. Pek az olan Türk gönüllüleri
ise, esaslı bir eğitime tabi tutulmadıklarından erimiş ve yok olmuşlardı.
Bu suretle Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde gönüllü olarak sa­
vaşlara katılan kalmamış vo bu sistem de kendiliğinden kalkmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkan Türk Orduları pek yor­
gundu. Savaş sonunda Türk ordusu tasfiye edilmiş ve anavatana çeki-
leibilen Türk evlatlarının oluşturdukları ordular birer iskelet halinde kal­
mışlardı. Bu zayıf ordudan bile çekinen düşmanlar orduyu bütün silâh­
lardan arındırmaya başlamıştı. Anadolu her taraftan istilâlara uğruyor­
du. Memlekettin savunulması için ordunun yeniden teşkilâtlandırılmasına
zaman uygun değildi. Düşmanların her gün bir Anadolu şehrini işgal ede­
rek derinliklere dalmak istemeleri tehlikenin büyük olduğımu gösteri­
yordu. Millet kaygılanmaya başlamıştı. Bu nedenle- millet yer yer gönüllü
olarak silâha sarılmış ve düşmanlarla dövüşmeye başlamıştı. Bu gönüUü
hareket, 'Türk Silâhlı Kuvvetleri esaslı bir şekilde kuruluncaya kadar de­

— 121 —
vam etmişti. Ancak kesin sonucun, gönüllü sistemin tekrar ikinci plâna
alınması ile mümkün olacağı anlaşılmış ve gönüllü sistom bir disiplin
içinde smırlandırılmıştı. Tek ve faydalı sistem olan zorunlu yükümlülük
sistemi tekrar işlemiş ve devam ettirilmişti.
9. Yüksek Askerî Makamlar
a. Başkomutanlık ve Başkomutanlık Vekâleti
1908 yılı Meşrutiyet devrimindo ve bunu izleyen Trablusgarp Savaşı,
Balkan Savaşı (1912-1913) ve Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1918)
Başkomutanbk, gelenek ve Anayasa gei’eğine göre padişahların elinde
bulunmakta idi. Ancak son padişahlardan II. Abdülhamit, V. Mehmet Re­
şat ve VI. Mehmet Vahdettin Başkomutanlık görev ve sorumluluklarını
nazarî olarak korumuşlardı. Padişahlar gerçekte bu görevi ya yakınla-
rmda bulundurdukları bir kurmay heyetiyle yürütmüşler veya kendUeri-
ne vekil olarak atadıkları ve değerli kabul ettiklc.ri bir komutana devret­
mişlerdi. Nitekim II. Abdülhamit tahttan indirilmesine kadar memleke­
tin kaderini elinde tutmakla beraber, yetkilerin bir kısmmı etrafında top­
ladığı bir kurmay kadrosuna bırakmıştı. Bu kurmay heyeti bir müşir
(mareşal), dört ferik ve birinci ferik (Tümgeneral, Korgeneral), üç Mir­
liva (Tuğgeneral) ve sekiz büyük rütbeli kurmay subaydan oluşmaktay­
dı. 1906 yılından 1908 yılına kadar Mareşal Sadettin Paşa’nın başkan­
lığında bulunan bu general ve kurmaylar topluluğu, doğrudan doğruya
Başkomutan olan II. Abdülhamit’e bağlı bulunuyorlardı.
Başkomutanlık kurmay topluluğuna paralel olarak Harbiye Nezare-
ti’ne bağlı bulunan Erkân-ı Harbiye Dairesi (Genelkurmay Başkanlığı)
de vardı. Bu nedenle her iki kurmay heyetleri, büyük bir huzursuzluk
içinde bulunuyorlardı. İki kurmay topluluğu arasında hiç bir anlaşma ol­
madığı gibi, birinin bildiğini diğeri bilmez durumda idiler. Bu yüzden her
iki karargâh, geniş bir kayıtsızlık içinde de bulunuyorlardı. Gerici kur­
may subayların hemen hepsi General Golç’un öğrencileri olarak modern
kurmay görevlerini ve hizmetlerini öğrenmiş iseler de, herhangi bir tek­
lif, uyarlama ve işarette bulunmaları mümkün değildi. Bunun nedeni bil­
gisizlikten çok, Abdülhamit korkusu idi. Çünkü Başkomutan her şeye set
çeken, her yeniliği boğan bir siyaset gütmekte idi Bunu bUen her gene­
ral ve kurmay subay, hatta padişahın itilâflarma mazhar olanlar büe,
endişe duymaktan kendilerini alamiazlardı. Gerçeği konuşmak mahvolmak
için yeterdi. Bu seb&ple hürriyetin ilânı mUletle beraber Türk Genelkur-
mayı’nm da benliğine kavuşması sağlanmıştı. Düşünemez gibi görünen
fcurmaylarm bir kısmı, derhal kendilerine gelmişlerdi.
b. Harbiye Nezareti
İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, iş gdremoz durumda bulunan
silâhlı kuvvetlerin teşkilât ve düzenini sağlamak için sarfedilen büyük

— 122 —
gayretler, ihtiraslarla karışık bilgisizlik ve iç ayaklanmalarla beraber
birbirini kovalayan savaşlar nedeniyle istenilen sonuca ulaşmamıştı. îç vo
dış buhranlara rağmen yürütülmek iste-nen zoraki kalkınma hareketleri
daha kapsamlı kalmış ve sonuç olarak 1911-1912 Trablusgarp ve bunu
izleyen 1912-1913 Balkan Savaşı, büyük kayıplarla ve yenilgi ile kapan­
mıştı. Gerçi geçirilen denemeler pek başarılı sonuçlar getirmemişse de,
silâhlı kuvvetlerin sonraki ıslâhat gayret ve çalışmalarında oldukça olum­
lu safhalar yaratmıştı. Silâhlı kuvvetlerin teşkilât, eğitim, sevk ve idare,
asker alma, seferberlik, silâh, araç ve gereç, kılık, kıyafet, kanun ve her
türlü personel hakları bakımlıanndan faydalı olmuştu. Bununla beraber
silâMı kuvvetlerin tam güvenilir bir duruma ulaştırılabilmesi, bir zaman
meselesi idi. İç ve dış düşmanlar iso, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin gerek­
sinim duyduğu bir zamam vermemek için bütün gayretlerini harcamak­
tan geri durmuyorlardı. Aslında buhranlı devreler yaşanırken, başarılı
ıslâhat hareketleri beklemek do ancak bir mucize ile olabilirdi ki, bu mu­
cizeyi yaratacak ne büyük çapta bir devlet adamı, ne de büyük bir komu­
tan vardı. Plânlı bir çalışma, kalkınmak için birinci şarttı.
Silâhlı kuvvetlerin eski kuruluş ve teşkilâtı zayıf olduğundan, bu
bünye üzerinde kurulacak bir toşkilâtın faydası da yoktu. Silâhlı kuvvet­
lerin yeni baştan teşkilâtlandırılması gerekiyordu. Bunun için de ilk ham­
lede, silâhlı kuvvetler teşkilâtını kuracak ve geliştirecek bir müessese
olan Harbiye Nezareti’nin ıslâhı lazımdı. Eski Haıbiye Nezareti ise, ge­
rek toşküât ve gerek eleman bakımından yetersiz bir durumda idi.
Yeniçeri teşkilâtının kaldırılmasından (1826) sonra kurulan ve adı­
na Bâb-ı Seraskerî denik<n en yüksek sevk ve idare makamı (Harbiye Ne­
zareti), 23 Temmuz 1908 tarihine kadar, zamamn gereklerine uygun ge­
lişme gösterememişti. İkinci Meşrutiyet’te Harbiye Nezareti adını alan
Bâb-ı Seraskerî, piyade, süvari ,topçu dairelerinden oluşuyordu. Her daire
kendi sınıfının her türlü savaş ve barış işlomleriyle uğraşırdı. Daireler
arasında bir koordinasyon yoktu. Bunları ortak bir hedef etrafında top­
layabilecek bir koordinatör olmadığı gibi, bir prensip de yoktu. Ordunun
top yekûn, barış ve seferdeki subay, er, hayvan, araç, gereç ve silâhım,
teşkilât, düzen ve eğitimini düşünen, hesaplayan ve bilen bir kimse de
yoktu. Kurmay subaylar, devam edip giden bu gelenek, alışkanlık ve bas­
kı içinde pasif idiler.
Önemli bir dsıire olan Erkân-ı Harbiye4 Umumiye (Genelkurmay),
asker alma ve redif işlemlori gibi görevlerle uğraşmakta idi. Bu sebep­
lerle pek geri bir zihniyet ve yetersiz bir teşkilât içinde bulunan Bâb-ı
Seraskerî hemen ele alınmış vo Sadrazam Sait Paşa’nın kurduğu ük meş­
rutiyet kabinesinde verilen bir kararla Bâb-ı Seraskeri’nin adı, “Harbiye
Nezareti” ne çevrilmiş ve serasker adı da harbiye nazırı olmuştu. Bu
suretle meşrutiyetin ilk Harbiye Nazırı Ömer Rüştü Paşa olmuş ve bunua
eski devrim paşalarından (generallerinden) Recop Paşa izlemişti. 1908
yılından 1920 yılına kadar Harbiye Nazırlığı yapan komutanlar ise sıra­
sıyla şöyledir :

— 123 —
* ■ GÖREVDEN
GÖREVE
HARBİYE BAŞLAMA AYRILMA DÜŞÜNCELER
NAZIRLARI TARİHİ TARİHİ
Mekk6İio|"lu Ömer
Rüştü Paşa 22 Temmuz 1908 7 Ağustos 1908
Recep Paşa 7 Ağxıstos 1908 19 Ağustos 1908
Ali Rıza Paşa 27 Ağustos 1908 10 Şubat 1909
Nazam Paşa 10 Şubat 1909 13 Şubat 1909
Ali Rıza. Paşa 13 Şubat 1909 14 Nisan 1909 2 nci Defa
İbrahim Ethem Paşa 14 Nisan 1909 28 Nisan 1909
Salih Hulusi Paşa 28 Nisan 1909 12 Ocak 1910
Mahmut Şevket Paşa 12 Ocak 1910 9 Temmuz 1912
Hurşit Paşa 9 Temmuz 1912 29 Temmuz 1912 Vekil olarak
Nâzım Paşa 29 Temmuz 1912 22 Ocak 1913 2 nci Defa
Mahmut Şevket Paşa 23 Ocak 1913 11 Haziran 1913 2 nci Defa
Ahmet İzzet Paşa 18 Haziran 1913 5 Ekim 1913
Çürüıksulu Mahmut
Paşa 5 Ekim 1913 3 Ocak 1914 Vekil olarak
Enver Paşa 3 Ocak 1914 4 Ekim 1918
Ahmet İzzet Paşa 14 Ekim 1918 11 Kasım 1918 Sadrazamlıkla
Abdullah Paşa 11 Kasun 1918 19 Aralık 1918
Cevat Paşa (Çobanlı), 19 Aj^alık 1918 13 Ocak 1919
Ali Rıza Paşa 13 Ocak 1919 20 Ocak 1919 Vekil olarak
Ömer Yaver Paşa 20 Ocak 1919 24 Şubat 1919
Ferit Paşa 25 Şubat 1919 4 Mart 1919
Ahmet Avni Paşa 4 Mart 1919 8 Mart 1919 Vekil olarak
Ahmet Abuk Paşa 8 Mart 1919 2 Nisan 1919
Şakir Paşa 2 Nisan 1919 19 Mayıs 1919
Şevket Turgut Paşa 19 Mayıs 1919 29 Haziran 1919
Ferit Paşa 29 Haziran 1919 21 Temmuz 1919 2 nci Defa
Nâzım Paşa 21 Temmuz 1919 13 Ağustos 1919
Süleyman Şe",ik Paşa 13 Ağustos 1919 2 Ekim 1919
Cemal Paşa (Mersinli) 2 Ekim 1919 21 Ocak 1920
Salih Hulusi Paşa 21 Ocak 1920 3 Şubat 1920 Vekil olarak
Mustafa Fevzi Paşa
(Çakmak) 3 Şubat 1920 18 Nisan 1920
Kara Sait Paşa 18 Nisan 1920 10 Haziran 1920 Vekil olarak
Ahmet Hamdi Paşa 10 Haziran 1920 28 Ağustos 1920
Hüseyin Hüsnü Paşa 28 Ağustos 1920 22 Elcim 1920
Ziyaeddin Paşa 22 Ekim 1920 4 Kasım 1922

— 124 —
Devrin ilk iki Harbiye Nasırı, Harbiye N'ozareti bünyesinde esaslı
bir değrişiklik ve yenilik yapmamışlardı. Harbiye Nezareti uzun zaman
yalnızca bir isim değiştirmekle kalmıştı. Meşrutiyeti getiren genç aydm-
larla silâhlı kuvvetler mensupları, silâhlı kuwe4:leıde çabuk bir değişik­
lik yapmak için sabırsızlanıyorlardı. Bu amaçla silâhlı kuvvetlerin yöne­
ticisi durumunda bulunan Harbiye Nezareti’nin teşkilât yapısında deği­
şiklik ve yenilik yapmak görevi, zamanın en çok sevilen ve güvenilen ko­
mutanı olan Mahmut Şevket Paşa’ya verilmişti. 1912 yılına kadar esaslı
bir teşkilât düzeni kurma çabası içinde bocalayan Harbij^e Nezareti, Mah­
mut Şeviket Paşa’nın gayreti ve genç kurmayların çalışmalarıyla bir şekle
sokulmuştu.
Harbiye Nezareti, eskiden adı “Meclis-i Meham-ı Harbiye*” olan As­
kerî Şura da kuruluşuna dahil olmak üzere bir Harbiye Nezareti Müste-
şarlığı’ndan ve bu müsteşarlığa bağlı bir tahrirat dairesi (şifre, tercüme,
mcımurlar sicilleri, personel ve evrak kalemleri) ile hukuk müşavirliğin­
den ibaretti. [104]
Harbiye Nezareti’nin başlıca daireleri ise; Erkân-ı Harbiye-i Umu­
miye Dairesi (Genelkurmay Başkanlığı) ile piyade, süvari, sahra, topçu
ve nakliye (ulaştırma), ağır topçu, sıhhîye (sağlık), baytar (veterinor),
fennî kıtalar (muharebe ve istihkâm) ve müstahkem mevkiler genel mü­
fettişlikleri muıhakemat (yargılama) mulhasebed umumiye*, levazımat-ı
umumiye (levazun) dairelerinden kurulmakta idi. Ayrıca, doğruca Har­
biye Nazırı’na bağlı, bağımsız inşaat ve evrak mahzeni (Arşivi) şubeleri
bulımmakta idi. lntihalb-.ı Küttap-ı Askerîye Komisyonu (Askerî Katipler
Soçme Komisyonu), Borç Verme Komisyonu, Askerî Basımevi ve İstan­
bul Merkez Komutanlığı da Harbiye Nazırlığı’na bağlı kurumlar olarak
kurulmuşlardı.
Harbiye Nezareti’ne bağlı önemli dairelerden biri ise. Terbiye ve
Tedrisat Müfettiş-i Umumiliği idi. Bu genel müfettişlik bütün askorî okul­
ları idare etmekte idi. Harbiye Nezareti’ne bağlı diğer önemli bir müfet­
tişlik de. Muhtelif Smıf Okullar Müfettişliği idi ki, Sunuf-u Muhtelif©
Müfettişliği adı altında bulunan bu müfettişliğin başlıca okulları. Piyade
Endaht Mektebi (Piyade Atış Okulu), Sahra Topçu Endaht Mektebi
(Sahra Topçu Atış Okulu), Ağır Topçu Endaht Mektebi (Ağır Topçu
Okulu), Süvari Binicilik ve Tatbikat Okulu, Dersaadet (İstanbul) ve Se­
lanik Zabitan (subay) Talimjgâhları idi. Levazım Okıüu, İhtiyat Zabitan
Mektebi (Yedeksubay Okulu)’den başka, Piyade, Süvari ve Topçu Astsu­
bay Okulları da. Muhtelif Sınıf Okulları Müfettişliği’nin başlıca okulları
idiler. Astsubay okulları, Selânik, Edirne, Erzincan ve Beyrut’ta idüer.

[KH] Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 117. No. 35.

— 125 —
Harıbiya Nezareti’nin diğer bir genel müfettişliği de îmalât-ı Harbi­
ye (Fen-Sanat = Askerî Fabrikalar) Genel Müdürlüğü idi. [105] Bu mü­
dürlüğün tüfek, top fabrikaları ile piyade ve topçu mermisi ile tapa fab­
rikaları, belli başlı kurumlan idi. Ve hemen hepsi İstanfourda Ataköy
bölgesinde bulunuyorlardı.
Jandarma Genel Komutanlığı, Jandarma Kuvvetleriyle, Harbiye Ne-
zaretin’in bir parçası idi. Bu komutanlık. Umum Jandarma Müfettişliği
adını taşıyordu. Jandarma Kuvvetleri’nin gereksinim duyduğu subay, ast­
subay ve erleri yetiştirmek üzere teşkil olunan okullar bu komutanlığa
bağlı idi. Bunlar, subay ve namzetleri (adayları) okuUanyla acemi erat
okullarından oluşuyordu.

c. Askerî Şura
Sadrazam Kâmil Paşa’nın zamanında (8 Eylül 1908’de) Vekiller He­
yeti, özel bir toplantı yaparak Harbiye Nezareti’nde Meclisd Meham-ı
Harbiye (Askerî Şura) adıyla bir komisyon kurulmasını görüşmüş ve bu
komisyonun kurulmasmı padişah iradesine (emrine) arz etmişti. [108]
Padişah tarafından kabul edilen bu komisyonun şimdilik. Harbiye Nazı-
rı’nın Başkanlığı’nda Müşir Ahmet Mulıtar ve İbrahim Ethem Paşalar
ve Tophane Nazın ile Hassa Ordusu (1 nci Ordu) Komutanı ve Genel­
kurmay Başkanı’yla topçu ve istihkâm erkânından (generallerinden) oluş­
turularak göreve başlaması uygun görülmüştü.
Bu komisyonun kurulmasınm nedeni, Osmanlı ülkesinin korunma ve
savunulmasını sağlayacak silâhlı kuvvetlerin gereksinimlerini tamamla­
makla beraber, gereken tedbirleri karaılaştırmak ve silâıhlı kuvvetlerin
ıslâhı için hazırlanacak kanun lâyihalarını incelemekti. Her na kadar ku­
rulan bu meclis, bazı tedbir ve faaliyetlere girişmişse de, faydalı olabile­
cek önemli bir sonuç elde edememişti. Pasif bir devrin yetiştirdiği ele­
manlardan kurulan bu topluluk, yoni görüşlere göre kurulmak istenen
Meşrutiyet ordusu için çok muhafazakâr davranmıştı. Durumun düzeltil­
mesinin pasif davranmakla mümkün olamayacağını gören Erkân-ı Har-
biyye-d Umumiye Reisi (Gnkur. Bşk.) Ahmet İzzet Paşa, Askerî Şura’nm
adıyla beraber, faaliyetini de değiştirerek çalışmalara girişmişti. Özellikle
Erkân-ı Harbiyyo-i Umumiye Dairesi 1 nci Şubesi’nin 29 Temmuz 1325
(11 Ağustos 1909) tarihli ve 1845 sayılı yazısıyla Harbiye Nezareti’ne

[105] Bu müdürlülc Meşrutiyet’in ilânından önce Tophane-i Amire adı altmda ve


bir müşire (Mareşale) bai:lı idi. Buna “Tophane Müşirliğ-i” denirdi. Meşruti-'
yet'in ilânmdan sonra bu müşirlik lâğvedilmiş ve adı “İmalât-ı Harbiye Mü-
diriyet-i Umumiyesi” olmuştu,
[106] Düstur; II nci Tertip, c, 1, s. 75, No. 28, 26 A^stos 1324 (8 Eylül 1908) ta­
rihli trade-i seniyye.

— 126 —
padişah tarafından onaylanmak üzere sunduğu bir kanun taslağını 14
Ağustos 1909’da uygulamaya başlamıştı. Askerî Şura Taslağı adıyla çı­
kan bu taslak 20 maddeden oluşuyordu, [107]
Taslak özet olarak şunları belirtmekte idi : Sürekli ve geçici üyeler­
den kurulacak olan Askeırî Şura; bir başkan, bir ikinci başkan ve çeşitli
üyelerden Başkan Harhiye Nazırı oluyordu. Bununla beraber ordu ve do­
nanma (Kara ve Deniz Kuvvetleri) Başkomutanı (Süâhlı Kuvvetler Baş­
komutanı) sıfat ve sorumluluğu taşıyan, padişah, Askerî Şura’nın top­
lanmasını emrettiği gibi, arzu ettiği takdirde bizzat görüşmeleri açmak
ve şuraya başkanlık etmek yetkisinde idi.
Devlet hizmetinde bulunduğu sürece. Askerî Şura ikinci başkanlığı
görevi. Alman Generali von Der Golç’a verilmekte idi.
Askerî Şura’nm daimi üyeleri, Erkân-ı Har*biyye-i Umumiye Reisi
(Gnkur, Bşk.) ile 1 nci, 2 nci ve 3 ncü Ordu Müfettişlikleri ve îstanibul’
da bulundukça ferik (tümgeneral) Nazım Paşa ve 1 nci Süvari Tümeni
Komutanı olmuştu.
Geçici üyeler ise, 1 nci, 3 ncü Ordular Süvıari Müfettişleri (Ordular
Süvari Komutanları) ile Genelkurmay ikinci başkanı idi. Bunların Askerî
Şura toplantılarına katılmaları ancak gerektikçe olacaktı. Bununla bera­
ber Harbiye Nezareti daire başkanları ile Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye’
nin konulaıia ilgili şube müdürleri, oy hakları olmamak şartıyla görüş­
melere katılacaklardı. Bunlardan ancak herhangi bir konu hakkında gö­
rüş alınacaktı.
Askerî Şura toplantılarına rütbe farkı gözetmeksİ2iin, uzman veya
bilir kişi sıfatıyla ordudan diğer subaylar da davet olunabilecekti. Bun­
lar da oy vermeye yetkili değiUer-di.
Askerî Şura, bir müstahkem mevkiin yeniden kurulması ve3^a kal­
dırılmasını görüşmeye aldığı takdirde, mümkün ise, o müstahkem mev­
kiin bulunduğu bölgedeki kolordu komutanı ile Kale Topçu ve İstihkâm
Genel Müfettişleri de (Topçu ve İstihkâm Komutanları) Askorî Şura’ya
gireceklerdi. Şayet konu, kıyıların savunulmasına ait ise. Bahriye Nazın
ve Bahriye Nezareti Kurmay Başkanı ile Deniz Kuşetleri’nden gereken
kimseler de, oy haklan olmamak üzere toplantılara katılacaklardı.
Genel olarak Askerî Şura’nın görevi. Harbiye Nezareti veya Genel­
kurmay Başkanlığı tarafından üeri sürülen önemli ve savaş hazırlıkla­
rına ait sorunları incelemek ve bunlar hakkmdakl kararlarını bildirmekti.

[107] Başbakanlık Arşivi; Hazine evraik No, 66. 1 Ağustos 1325 (14 Ağustos 1909)
tarihli irade-t seniyye.

— 127 —
özellikle ordumm ve memleket savunmasının güçlendirilmesi ve gelişti­
rilmesi için girişilen bütün tasarıları bir fikir ve amaç etıafında düzen­
leyecekti. Bu konuda Haılbiye Nezareti ve Erkân-ı Harfbiyye-i Umumiye
Reisliği, şuraya karar vere<bilmek için her türlü bilgileri verecekti.
^ Askerî Şura, Harbiye Nezareti ile Genelkurmay’ın lüzum gördükleri
durumlarda, ordunun teşkilâtı ve seferberlik hazırhklarma ait sorunlar,
yeni stratejik yollar, eğitim usulleri, yeni savaş siiâh vo araçları, müs­
tahkem mevkiilerin inşaları veya lağvları, kıyıların savunulması, tuğge­
nerallerin tümgeneralliğe, tümgenerallerin korgeneralliğo yükselmeleri,
bu rütbelerde bulmıan generallerin nakil, atanma ve yer değiştirmelori,
açığa çıkarılmaları ve emekliye ayrılmaları hakkmda karar verebilecekti.
Askerî Şura’da görüşülecek konulai', şura üyelerinin her birine ayn
ayrı olmak üzere, toplantılardan en az üç gün önce bildirilecekti. Acele
olarak, bir karara vanlması gerektiği dunmılarda, bu süre söz konusu
olmayacaktı.
Askerî Şura tcplantıları gerekli görüldüğü zaman yapılabildiği gibi,
her ayın ilk pazartesi günleri toplanarak kaç kero tcplanılacağına karar
veril ebileceikti.
Askerî Şura görüşmelerine başkanın veya ikinci başkanın aç;§ ko­
nuşmasıyla başlanırdı. Gereken bilgi verildikten sonra, üyelerin mosele
haikkındaki görüş ve düşüncelerini belirtmeleri istenirdi. Söz istemek baş­
kanın iznine bağlıydı. Ve bu izin bir sıraya tabi olmak üzere üç defadan
fazla olmazdı. Hiçbir şura üyesinin görüşlerini bildiren diğer bir üyenin
sözünü kesmeye hakkı yoktu. Buna karşılık yalnız başkan veya ikinci
başkan zorunluk duyduğunda, konuşan üyenin sözünü kesmek, uyarıda
bulunmak veya konu dışına çıkılmaması için tavsiyede bulunmak hakkına
sahipti.
Her toplantıdaki görüşmeler sonunda alınan kararlar, müsvedde ha­
linde ve imzalı olarak saklandığı gibi, ikinoi temiz nüshası da Harbiye
Nezareti’ne veya Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Reislıği’ne sunulurdu. Her
toplantıda bir önceki toplantıda alınan kararların müsveddeleri okunmak
suretiyle görüşmelere başlanırdı.
Askerî Şura toplantılarmın kararları ile üyeleıün herhangi bir sorun
hakkmdakıi görüşlerinin açığa vurulması yasaklanmıştı. Görüşülen her
konu üyelerin görüşleri sona erdikten sonrıa, başkan veya ikinci başkan,
üyeleri oy vermeyo davet eder ve son karar çoğunluğa veya oybirliğine
dayanırdı. Oyların eşit olması halinde, başkan iki oya sahip bulunduğun­
dan çoğunluk sağlanırdı.

— 128 —
Asıksrî Şura’nın yazı işleri ve her türlü habei’leşmeler, şuraya memur
edilen kurmay sübaylar tarafından idare edilirdi. Bu subaylar evrak ve
kayıtların tutulmasından ve gizli dosyaların korunmasından sorumlu bu­
lunurlardı. Bütün evrak ve kararlar dosyalandıktan sonra, başkan ta­
rafından Askerî Şura ibaresi yazılı mühürle mühürlenirdi. Dosya zarf­
ları da balmumu ile mühürlendikten sonra, Harbiye Nezareti’nin evra­
kına verilirdi.
14 Ağustos 1909 tarihli padişah iradosiyle kurulan Askerî Şura En­
ver Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’na kadar devam etmişse de, Enver Paşa
buna gerek görmemiş ve her işin kendisi tarafından yapılması gerektiği­
ne inanarak Askerî Şura’yı kaldırmıştı. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’
nın sonuna dak devam etmişti.
Mondros Mütarokesi’nden sonra 31 Temmuz 1919’da Sadrazam Da­
mat Ferit Paşa ve bakanlan tarafından askerî teşkilâtın, askerî ihtiyaç­
larımıza uygun bir şekilde uygulanması ile orduda devamlı bir teşkilât
meydana getirilmesi için bir askerî şuranın kurulması padişahtan isten­
miş ve hazırlanan kararname 2 Ağustos 1919’da padişah Vahdettin ta­
rafından onaylanmış ve Askerî Şura teşkil edilmişti. [108]
Bu kararnameye göre Askerî Şura, ordunun teşkilâtı üe Plarbiye
Nezareti’ni bütçesini, ordunun seferberlik, yığınak ve harekât hazırlık­
larını, eğitimini, silâhı cephane vo gereçlerin değiştirihnesiri, müstah­
kem mevkiilerin kurulmasını veya lâğvedilmesini, kıyıların korunması
için gereken tedbirleri düzenleyecekti. Ayrıca, Askerî Şura, tümen ko­
mutanları vo bu makamın yetkisinde bulunan kişiler dahil olmak üzere
daha büyük maıkamlarda bulunanların atanma, oçığa çıkarma, nasıp,
emekliye sevk veya emekliden muvazzaf hizmete alınma, terfi işlerini
düzenleyecekti. Genelkurmay Başkam’mn değiştirilmesi vo yenisinin atan­
ması da Askerî Şura’ya verilmişti.
Askerî Şui’a’ya Harbiye Nazırı başkanlık edecekti. Üyeleri dokuz
kişiden ibaret olacaktı. Bunlar, başta Harbiye Nazırı olmak üzere. Ge­
nelkurmay Başkanı, ordu komutanları olacaktı. Bununla beraber gerek
emekli ve gerek muvazzaf olsun Plarbiye Nezareti’nde veya ordu komu­
tanlığı ve müfettişlikle.rinde bulunmuş olanlardan seçilecek komutanlarla
şuranın üye sıayısı dokuza çıkarılacaktı. Gerek görüldüğü takdirde Bah­
riye Nazırı ile kurmayı Askerî Şura’ya katılabilecek ve oy kullanabüe-
ceıkti. Bazı uzmanların fikirlerinden faydalanılmak üzere davet edilenle­
rin oy verme haklan olmayacaktı.

[108] Başbakanlük Arşivi; Devair Teşkilâtı kartonu, 5 Zilhicce 1337 = 1 Eylül 1335
(1919) tarihli irade-i seniyye.

— 129 —
Askerî Şura haftada en az iki defa toplanacak ve gereğinde daha
fazla toplanmak için karar verdbilecekti.
Askorî Şura üyelerinden olan ordu komutanlan İstanbul’da bulun­
dukları sürece müzakerelere katılacaklar ve bulunmadıkları zamanlarda
da gereken konular haikkmda kendilerinden yazı ile bilgi alınacaktı.
Harbiye Nazırı sorumluluğu üzerine alarak şura kararlarım kabul
etmekte voya etmemekte serbest ve yetkili idi. Ancak bu kararnameye
göre kurulan Askerî Şura’nın ömrü çok sürmemiş, 1 Eylül 1335 (1919)’te
lağvedilmişti. [109] Bunu takiben Askerî Şura, 1920’de tekrar teşekkül
etmişti. [110] Bu Askerî Şura’nın da ömrü çok uzun olmamış, 18 Nisan
1920’de tekrar lağvedilmiş ve Osmanlı Devleti’nin son Askerî Şurası ol­
muştu. [111]

d. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi (Genelkurmay (1908-1920)


İkinci Meşru'tiyet’in ilân olunduğu 10 Temmuz 1324 (23 Temmuz
1908)’te Türk Genelkurmay Başkanlığı, Harbiye Nezareti’nin teşkilât
bünyesi içinde “Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi” adı altında bir daire
olarak bulunmakta idi. Bu daire, istibdat idaresinin son Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye Reisi (Gıikur. Bşk.) Mekkelioğlu Müşir (Mareşal Ömer Rüştü)
Paşa’nm başkanlığında ve yedi şubeden ibaret olmak üzere meşrutiyet
idaresine intikal etmişti.
İstibdat idaresince tamamıyla adalete bırakılmış olan bu daire, daha
çok asker alma, redif işlemleri, genel kuvve, yargılama, harita tercümesi
ve basımı gibi ikinci derecede işlerle uğraşmakta idi. Buna karşılık Ge­
nelkurmay Başkanlığı’nın elinde bulunması gereken belli başlı kurmay
görevleri II. Abdülhamit’in yakın kontrolü altmda bir kurmay heyet ta­
rafından yönetilmekte idi. Bu heyet iso, her türlü teşıkilât, eğitim, hare­
kât, seferberlik, istihbarat ve ikmal (lojistik) plânlarını düzenlemektey­
di. Ancak meşrutiyet idaresinin kurulmasmdan ve özellikle Sait Paşa’nm
13 günlük sadrazamhğmdan sonra, 5 Ağustos 1908’de Sadrazamlığa ata­
nan Kâmil Paşa, orduda bir düzeltme ve kalkınma yapılması gereğine
inanmış bulunduğundan Genelkurmay Başkanı Müşir Ömer Rüştü Paşa’yı
10 Ağustos 1908’de görevinden uzaklaştırmış ve yerine bu düzeltmeyi

[109] Başbakanbk Arşivi; Devair Teşkilât Kartonu, 5 Zilhicce 1337 = 1 Eylül 1335
(1919) tarihli irade-i seniyye.
[110] Başbakanlık Arşivi; Devair Teşkilât Kartonu, 22 Rebiyülevvel 1338 = 1 Kanu­
nuevvel 1336 (1920) tarihli irade.
[111] Başbakanlık Arşivi; Devair Teşkilât Kartonu, 28 Recep 1338 = 18 Nisan 1336
(1920) tarihti irade.

— 130 —
başaracak yetenekte olduğu bilinen Ferik (Tümg.) Ahmet İzz-et Paşa’yı
15 Ağustos 1908’de Genelkurmay Başkanlığı’na getirmişti. Meşrutiyet’in
ilân edildiği tarihte Cebeli Lübnan’da hava değişiminde bulunan Ahmet
İzzet Paşa, emir alır almaz derhal görevi başma geçmişti. Ahmet İzzet
Paşa, orduda yapıhnasım zorunlu gördüğü ıslâhatiar arasında özellikle
önce Genelkurmay Başkanlığı’nın yeniden modern esaslara ve gereksi­
nimlere göre teşkil edilmesinii düşünmüştü. Bu amaçla 10 Kasım 190S’de
Harbiye Nazırı Müşir Ali Rıza Paşa’ya sunduğu bir gerekçe taslağıyla
İstibdat döneminden devr alınan Genelkurmay Başkanlığı’nm yedi şube­
den beş şubeye indirilmesini teklif etmişti. Bu teklif, zamanın Sadrazamı
KâmU Paşa tarafından da uygun görülerek iradesi alınmıştı. [112] Bu
şekilde Genelkurmay Başkanlığı yine eskiden olduğu gibi Harbiye Ne­
zareti’ne bağlı bir daire olarak teşkU edilmişti. Dairenin teşkilât kadro­
ları saptanmış ve Genelkurmay Başkanlığı’mn boş bulıman 2 nci Baş-
kanlığı’na 1903 yılından beri yer yer sürgünde gezen ve nihayet Sivas’ta
ikamete mecbur edilmiş olan Mirliva (Tuğgeneral) Salih Paşa (Salih
Paşa, Mondros mütarekesinden sonra İstanbul Hükûmeti’nin sadrazam-
larmdandır) atanmıştır. Bu şekilde Genolkurmay Başkanlığı Ferik
(Tümg.) Ahmet İzzet Paşa’nın Başkanlığı’nda ve Salih Paşa’nın 2 nci
Başkanhğı’nda ohnak üzere beş şube halinde kurulmuştur.
Genelkurmay Başkanlığı Harbiye Nezareti’nin teşkilât bünyesi içinde
bir daire olarak kaldıkçaı silâhlı kuvvetlerin kalkınmayacağı kuvvetli bir
kanı olarak yerleşmiş bulunuyor ve bu fikir devamlı olarak savunulu­
yordu. Özelhkle ilk iş olarak padişaha yakın kurmay heyetinin lâğvedil­
mesi isteniyor ve düşünülüyordu. Nihayet, 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909)’
te “31 Mart Vakası’’ patlak vermişti. Bu olay “Hareket Ordusu” tarafın­
dan bastırıldıktan sonra Padişah II. Abdülhamid, tahtından indirilmiş ve
etrafında bulunan Maliyet-i Seniyye Erkân-ı Harbiyyesi (Kurmay Heyeti)’
de dağıtılmıştı. Bu şekilde Genelkurmay Başkanhğı, seviyesine ve kuru­
luş amacma uygun görevleri daha geniş bir yetki üe yürütmeye başla­
mıştı.
Kurmay subaylarm büyük bir kısmı. Alman askerlik yöntemlerino
göre yetişmiş olduklarından. Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulmasında
ve geliştirilmesinde üeri sürdükleri başlıca fikir, bağımsız bir Genelkur­
may oluşturulması ve teşkilâtlandırılması idi.
Ahmet İzzet Paşa, başkan olarak görevine» başladığı tarihten itibaren
bir taraftan Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde değişiklikler yaparken.

[112] Başbaıkanli'k Arşivi; Hazine evrak No. 50, irade defteri, 23 Şevval 1326 (6
Kasun 1324 = 19 Kasun 1908) tarihli ve 2599 sayılı irade-i seniyye.

— 131 —
bir taraftan da kurmay sınıfına öğrenci ayrılması yöntemleri ile Erkân-ı
Harbiyye-i Mektebi’nin (Harp Akademisi) ıslâhı, askerî teşkilât proje*-
lerinin hazırlanması, Edirne Kalesi’nin takviyesi, îşkcdra ve Yanya’nm
yeniden tahkimi, silâhların çoğaltılması ve türlü olasılıklara göre harp
plânlannm düzenlenmesi! için büyük çaba harcıyordu. Açtığı çığır gele-
ce*k için bir ümit veriyordu. Ancak başarılı çalışmaları sırasında çok ya-
km dostu ve arkadaşı bulunan Hahbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa üe
birçok konuda anlaşmazlığa düşmüştü. Bu iki dost, hizmet rekabeti yü­
zünden birbirlerinin düşüncelerini reddederek birbirlerinii incitmişlerdi.
Islâhat fconularm'da giriştikleri şiddetli tartışmalar, hor iki dostu birbi­
rinden uzaklaştırıyordu. Bu nedenle Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’yı
kendisine zararlı görmeye başlamış olduğundan onu îstanbul’dan uzak­
laştırmak istemişti. O esnada Yemen ve Asir ayaklanmaları birden alev­
lenmişti. Bu ayaklanmaların Kuzey Arabistan’a sıçraması ve hatta Su­
riye ve Irak’ı büe etkilemesi olası görülmüştü. Ciddî görülen Yemen ayak­
lanmasının vakit kaybetmeden bastırüması. Vekiller Heyeti’nce önemli
bir karar konusu olarak ele almmıştı. Voküler Heyeti toplantısında Mah­
mut Şevket Paşa, “Ahmet İzzet Paşa Yemen’de bulunmuştur. Bölgenin
ve Yemen halkının özelliklerini çok iyi büirler. Eğer onu gönderirsek,
eminim ki az zamanda çok büyük başan elde edilebilir” dsnüşti. VekiUer
Heyeti de Ahmet İzzet Paşa’nm ayaklanmayı bastıracak bir kuvvetin
başında Yemen’e gönderilmesine karar vermişti. Fakat Ahmet İzzet Pa­
şa, ıbu görevin bir memleket hizmeti olması itibarıyla kabulünde tereddüt
göstermemişse de. Genelkurmay Başkanlığı görevi de kendisinde olmak
şartıyla kabul edeceğini üeri sürmüş ve bu şartı kabul edümîşti. [113]
Ancak bu atanma sebebiyle Genelkurmay Başkanhğı’nm ve genel olarak
silâhlı kuvvetler kalkınmasının hızı kesilmiş ve bir duraklama başlamıştı.
Bilgili, zeki ve yeterli bir komutan ve bir Genelkurmay Başkanı olan
Ahmet İzzet Paşa’mn, Osmanh-ltalyan Savaşı’nın (1911-1912) patlak
vermesi olası buhranlı bir devrede, “Yemen Kuvva-yı Umumiye Kuman­
danı” unvanıyla bir ayaklanmanın bastırümasıyla görevlendirilmesi, sırf
rekabetin, ileri göremeniezliğin sonucu idi. Nitekim aynı durum, Trablus­
gârp Vali ve Komutanı Müşir İbrahim Paşa’nm da başına gelmişti. İtal­
yanların Trablusgarp vilâyeti ve Bingâzi sancağı hakkındaki isteklerini
çok iyi bilen ve gören İbrahim Paşa’mn Yemen’e gönderüscek kuvvetlerin
teşkili sırasmda Trablusgrap Tümeni’nden de büyük bir kısım kuvvetin
Yemen’e gönderilmesinin sakıncalı olacağmı söylemesi ve buna muhale-

[113] Başbakanlık Arşivi; Dosya No. 289, 269, Harbiye İstizan Defteri, 15 Safer
1329 (2 Şubat 1326 = 15 Şubat 1910) tarihli irade-i seniyye. Ziya Şakir; Mah­
mut Şevket Paşa, İstanbul, 1944, s. 83-85.

— 132 —
fet etmesi Haribiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı sinirlendirmişti. Haklı
ve yerinde yapılan bu uyarma, nihayet Trablusgrap Vali ve Komutanı-
nında görevinden uzaklaştırılmasına sebep olmuştu. Bununla da kalma­
yan Harbiye Nazırı, Kuloğullarının (yoniçerilerinin bu bölgede bıraktık­
ları torunları) silâhlandmılmaması için depolarda bulunan bir hayli mar­
tini tüfeklerini cephaneleriyle birlikte. Sabah gazetesi sahibi Mihran’ın
vapurlarıyla İstanbul’a taşıttırmıştı. [114]
Ahmet İzzet Paşa’nm Yemen Kuvva-yı Umumiye Kumandanlığı’na
atanmasından sonra Genelkurmay’ın başsız bırakılmaması için, 2 nci Or­
du Müfettişi Ferik (Tümg.) Hadi Paşa 13 Mart 1911’de Genelkurmay
Başkan Vekilliği’ne atanmıştı. [115]
Ahmet İzzet Paşa ,silâhlı kuvvetlerin kaJkınmasınm, her şeyden ön­
ce, Genelkurmay’ın bağımsızhğma dayandığı kanısında idi. Bu tarz, ger­
çekte Anayasa’ya uygun düşmüyordu. Anayasa’ya göre padişah, başko­
mutan olmakla beraber, yaptığı herhangi bir hatadan sorumlu da tutu-
lamıyordu. Oysa memleketin savunulmasında birinci derecede sorumlu
olması gereken Genelkurmay’ın, kanunla sorumlu olmayan bir hüküm­
dara bağlanması da uygun değildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı kay­
bedildikten sonra, yenilgiden başkomutan olan padişah değil, yediü'giyle
ilgisi olmayanlar sorumlu tutulmuştu. Meşrutiyet i’ân olunup MUlî Mec­
lis kurulduktan yürütme ve yasama yetkileri hükümdarın elinden
ahndıktan sonra, milletin Genelkurmay gibi önemli bir kuruluşunun, gene
millotin eliyle tekrar bir padişaha verilmesi uygun görülmüyordu. Mülî
Meclis kurulduktan sonra, başkomutanlığın MecMs’in manevî şahsiyetin­
de olması, devrimin de esas prensiplerinden biri olması gerekiyordu. Ni­
hayet Anayasa’ya göre sorumlu olan kabine olduğundan, Genelkurmay’ın
sorumlu bir nazıra (bakana) bağlı olması gerekiyordu ki, bu da Harbiye
Nazırı idi. Eğer Harbiye Nazırı’na bağlanmak durumu tatmin etmiyor
idiyse, bu kuruluşun bağımsız kalmak suretiyle ya doğruca memleketin
idaresinden birinci derecede sorumlu bulunan Sadrazama (Başbakana)
veya bizzat kanun yapan Meclise bağlanması vo Genelkurmay Başkanı’
mn kabineye alınmak suretiyle sormnluluğa katılması lâzımdı.
Meşrutiyet’in ilk yıllarında Genelkurmay Başkanlığı’nın bağımsız ol­
ması için ileri sürülen fikirler, kanun çerçevesinde ve derinliğino inilerek
düşünülmüş değillerdi. Harbiye Nezareti’nin eskimiş zihniyetinden ve
bürokrasisinden aydın kurmay subaylar memnun doğülerdi.

[114] Ziya Şakir; Mahmut Şevket Paşa, s. 35.


[115] Başbakanlık Arşivi; Dosya No. 300989 Harbiye İstizan Defteri.

— 133 —
Meşrutiyet idaresinin ilk Genelkurmay Başkanı olan Ahmet İzzet
Paşa, bir taraftan ordunun savaş ve barış teşkilâtı üzerinde çalışırken
diğer taraftan da Genelkurmay’a yeni bir ruh vermeyo ve bunun olanak­
larını hazırlamaya çalışıyordu. Ahmet İzzet Paşa’nın yaptığı çalışmalar
sonunda Genelkurmay Başkanhğı teşkilât olarak bir düzene girmişti.
Ordunun yeniden kurulması ve düzenlenmesini sağlayacak Gene>lkur-
may Başkanlığı’nm bu teşkilâtı yetersizdi. Harp tarihi yazma işleri, bir
çok eğitim görevleri arasında mümkün olmuyordu. Harp Tarihi için ayrı
bir şubenin kurulması bir zorunluluktu.
Osmanlı Devletd’nin denizden ve karadan kuvvetli devletlerle çevril­
miş olması ve ülkenin jeopolitik durumu dolayısıyla çok hareketli, faal
bir halber alma sistemine geerksinimi olduğu bir gerçekti. Bundan dolayı
haber alma işlerinin yalnız bir şubeye sıkıştırılması yeter değildi. En ba­
sit bir iş bölümü üe biri doğu ve diğeri batı devletleriyle olmak üzere iki
istihbarat şubesine ve bunları koordine edecek bm başa gereksinim ol­
duğu düşünülebilirdi.
Bütün bu zorunluluklar ve ihtiyıaçlar Genelkurmay Başkanlığı’nm ye­
ni bir düzene gereksinim duyduğunu gösteriyordu. Bu nedenlerle Balkan
Savaşı’nın başlamasından önce Genelkurmay Başkanlığı yeni bir doğişik-
liğe tabu tutulmuş ve daire yedi şubeye ayrılmıştı. [116]
Bu teşkilât için çalışılırken Balkan Savaşı’na girilmiş ve seferber­
lik emrinin verilmesi ile Gonelkurmay Başkanhğı Başkomutan Vekili
Nazım Paşa’nm karargâhını oluşturmuştu. [117]
Ancak Balkan Savaşı yenilgisinden sonra Genelkurmay teşkilâtında
yeniden bir değişiklik yapılması gerekmişti. Bu değişiklik özellikle Har­
biye Nazırlığı ile Genelkurmay Başkanhğı’nı ehnde bulunduran Ahmet
İzzet Paşa’nm istifasından sonra olmuştu. Rütbesi tuğgeneralliğe yük­
seltilen Enver Paşa, 3 Ocak 1914’te Harbiye Nazırhğı’nm yanı sıra Genel­
kurmay Başkanı olmuştu. [118]
Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Türkiye’de bu-
lun'an Almanlarm da tavsiyelerine uyarak Harbiye Nezareti’nde yaptığı
teşkilât değişikliklerindon başka. Genelkurmay Başkanlığı teşkilâtında
da değişiklik yapmıştı. ]119[

[116] 1327 (1911) yılı salnamesi. Seri No. 392.


[117] 19 ŞewaJ 1330 (18 Eylül 1328 = 1 E3dm 1912) Bak: Başbakanlık Arşivi; Dos­
ya No. 306730, Harbiye Defteri.
[118] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 2777 Harbiye istizan defteri.
[119] Başbakanlık Arşivi; Dosya No. 318514 Harbiye Iztizan Defteri 29 Aralık
1329 (11 Ocak 1914) Tarihli irade.

— 134 —
Genallairmay Başkanlığı’nın bu teşkilâtı, Birinci Dünya Savaşı’nın
seferberliğine kadar devam etmişti.
Birinci Dünya Savaşı seferberliğinin uygulanmaya başlandığı 3
Ağustos 1914’te bir irade ile Başkomutanlık Vekâleti kurulmuş ve özel­
likle Alman Islâh Heyeti’nin de tavsiyelerine U3nılarak, olası savaşın ge-
reiksinimlerine uyan bir Genelkurmay teşıkilâtı meydana getirilmişti-
[120] Bu şekUde Başkanlığa 7 Mayıs 1914’te Tümgeneral olan Bronzart
von Şellendorf getirilmiş; Genelkurmay Birinci Başkan Yardımcılığı’na
Kurmay Yarbay Hafız Hakkı ve İkinci Başkan Yardımcılığı’na da Kur­
may Yarbay Bahattin atanmışlardı. Bu sırada Başkomutanlık Genelkur­
mayı (Karargâh-1 Umumi) başlangıçta yedi şubeye göre kurulmuştu.
[121]

Karargâh-ı Umumi’nin bu teşkilâtı savaşın sonuna kadar devam et­


mişti. Ancak, Padişah Vahdettin’in bir iradesiyle Başkomutanbk Vekâ­
leti 7 Ekim 1918’de lâğvedilmiş ve rütbesi korgeneralliğe kadar jniksel-
miş bulunan Enver (Enver Paşa), Başkomutanlığı eline alan Vahdettin’
in Kurmay Başkanı olmuştu. Bu durumda 27 şulbeden kurulmuş bulunan
Karargâh-ı Umumi Harbiye Nezareti’ne bağlı yedi şubeye indirilmişti.
Yeniden teşkilâtlanan Genelkurmay Başkanhğı, 1 nci Şubesi’yle Ha­
rekât, 2 nci Şubesi’yle îstihlbarat, 3 ncü Şubesi’yle Şimendifer, 4 ncü Şu­
besi’yle Eğitim, 5 nci Şulbesi’yle Harp Tarihi, 6 ncı Şubesi’yle Zat İşleri
(Personel), 7 nci Şuibesi’yle de Evrak ve Kütüphane Müdürlüğü olmuştu.
Ancak bu durum mütarekenin imzalanmasına kadar devam etmişti. Baş­
komutanlık Kurmay Başkanı Enver Paşa ise, mütarekenin imzalanmasın­
dan (30 Ekim 1918) iki gün sonra (2/3 Kasım 1918) bir kısım arkadaş­
larıyla memleketi terk ettiğinden Genelkurmay Başkanlığı makamı bo­
şalmıştı. Bu sebeple 14 Kasım 1918’de Ferik (Tümg.) Fevzi Paşa (Mare­
şal F. Çakmak) Genelkurmay Başkanlığı’na atanmış ve bunu da beş ay
sonra 17 Nisan 1919’da Ferik Cevat Çobanlı izlemişti.
Mütarekeden sonra Genelkurmay Başkanhğı yapan gerek Fevzi ve
gerek Cevat Paşaların Mustafa Kemal Paşa ile işbirliği halinde Anadolu’
yu destekler durumda bulunmaları, konumlarını sarsmıştı. Bu nedenle
Fevzi Paşa Anadolu’ya katılmışsa da, Cevat Paşa îngilizler tarafından
Malta’ya sürülmüştü, işte bu iki (Genelkurmay Başkanı zamanlarında, Er-
kân-ı Harbiyye-i Umumiye Dairesinde çeşitli düzenlemeler yapılmış, bir
ara 29 Ekim 1919’da 1 nci Şubesi’yle Harekât, 2 nci Şubesi’yle istihbarat,

[120] Başkanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 45, Harbiye irade defteri, sayı 1464, 11
Ramazan 1332 (21 Temmuz 1330) =3 Ağustos 1914 Tarihli irade.
[121] Başbakanlık Arşivi; Dosya No. 321182, Harbiye istizan Defteri.

— 135 —
3 ncü Şubeısi*yİe Şimendifer ve Menzil, 4 noü Şulbesi’yle Teşkilât, 5 nci Şu­
besi’yle ikmal, 6 ncı Şubesi’yle Eğitim, 7 nci Şulbesi’yle Askerî Kanunlar,
8 nci Şubesi’yle Harp Tarihi, 9 ncu Şubesi’yle Zat İşleri, 10 ncu Şubesi’yle
de Evrak ve Kütüphane Müdürlüğü olmuştu. Fakat İstanbul Hükûmeti’ne
Sevr Antlaşması’nm imzalatılmasından sonra Erkân-ı Harbiyye dört şu­
beye indirilmişti. Para darlığı içinde bulunan İstanbul Hükümeti, 29 Ma­
yıs 1920’de mevcut bulunan Personel Şuibesi’ni lâğvederek bu şubenin gö­
revlerini Evrak Şulbesi’ne devretmişti- 30 Mayıs 1920’de Şimendifer, İk­
mal, Eğitim, Askerî Kanunlar ve Harekât Şubelerini lâğvetmişti.
Buna karşıhk, Anadolu’da İstiklâl Savaşı’nı yürütenler için Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasına (23 Nisan 1920) kadar henüz bir
Genelkurmay Dairesi veya Başkanlığı yoktu. Elde pek az km-may subay
bulunmakta idi. Büyüli Savaş’a katılan kurmay subaylarm bir kısmı şe­
hit ve bir kısmı da esir düşmüşlerdi. Kalanlarla esaretten dönenler de İs­
tanbul’da toplanmışlardı. Gerek kurmay subayların ve ıgerek diğer sınıf
subaylarmm Anadolu mücadelesine katılmaları için zaman ve imkâna ge­
reksinim vardı. Bu nedenle Anadolu’da hemen bir Genelkurmay’ın kurul-
masma olanak olmadığı gibi, gecikme de doğal idi. Bu nedenle Anadoılu’
da Genelkurmay, ancak Yunanlıların İzmir’e çıkarma yapmalarından (15
Mayıs 1919) bir yıl sonra kurulabilmişti.
'Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduktan dokuz gün sonra (2 Ma­
yıs 1920) Hükümet, kabul edUen 30 numaralı kanun ile Genolkurmay Baş-
kanlığı’nı kurmuştu. Ancak Anadolu’nun kurduğu Genelkurmay, eskiden
olduğu gibi Harbiye Nezareti’ne bağlı değildi (Anadolu’da M.M.V.). Ge­
nelkurmay, bir vekâlet (Bakanlık) olarak kabineye dahü odilmiş ve bu
vekâlet Ankara’da Ziraat Mektebi’nde Kurmay Albay îsmet’in (î. İnönü)
emrinde ve başkanl,ğında kurulmuştu. Bu suretle Erkân-ı Harbiyye-i
Umumiye Vekâleti, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı sorumlu bir
duruma getirilmişti. Anadolu Erkân-ı Harbiyye-d Umumiye Vekâleti’nin
vereceği kararlar, Türk mületinin ve hükümetinin geniş yetkisine daya­
nacak ve her durumda da destokleneoekti. Memleketin savunuİmasmdan
sorumlu, yalnız Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Vekâleti değil, bizzat Ve­
killer Heyeti ve Meclis olacaktı. Nitekim İstiklâl Savaşı’nın büyük başa­
rıya ulaşmasının sırrı da bu idi. Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Vekâleti
ne istomişse, yani savaşın gereği neyi gerektirmişse, 'Türkiye Büyük Mil­
let Meclisi, bunu vermekte bir an dahi tereddüt etmemişti. Top yekûn
savaşın ilk belirtileri de bu suretle Anadolu’da doğmuş oluyordu.
Özetle, Meşrutiyet ilânından Türkiye Büyük IMiUet Meclisi’nin açıl­
masına ve hükümetin kurulmasına kadar geçen devre içinde, Erkân-ı
Harbiyye-i Umumiye Dairesi, gerek teşkilât, gerek bağlantı ve gorek

— 136 —
başkanları yönünden birçok değişiklikler göstermiş ve Mekkelioğlu Müşir
Ömer Rüştü Paşa’nın 18 günlük meşrutiyet devri reisliği (Gnkur. Bşk.)
hariç); adlan aşağıda yazılı paşalar (generaller) Erkân-ı Harbiyye-i Umu­
miye Reisliği yaparak tarihe mal olmuşlardı.
Erkân-ı Harbiyye-i
Umumiye Reisleri Göreve Başlama Görevden Ayrılma
(Genelkurmay Başkanları) Tarihi Tarihi
Aıhmet İzzet Paşa 15 Ağustos 1908 1 Ocak 1914
Enver Paşa 3 Ocak 1914 4 Ekim 1918
Ahmet İzzet Paşa 4 Ekim 1918 3 Kasım 1918
Cevat Paşa (Çobanlı) 3 Kasım 1918 24 Aralık 1918
Mustafa Fevzi Paşa (Çakmak) 24 Aralık 1918 14 Mayıs 1919
Cevat Paşa (Çoıbanh) 14 Mayıs 1919 2 Ağustos 1919
Hadi Paşa (Bağdatlı) 2 Ağustos 1919 12 Eylül 1919
Fuat Paşa 12 Eylül 1919 9 Ekim 1919
Cevat Paşa (Çobanh) 9 Ekim 1919 16 Şubat 1920
Şevket Turgut Paşa 16 Şubat 1920 19 Nisan 1920
Nazif Paşa (vekil olarak) 19 Nisan 1920 2 Mayıs 1920
Hadi Paşa 2 Mayıs 1920 19 Mayıs 1920

10. Ordu, Kolordu, Tümen ve Eşitleri Karargâhlarında Teşkilât ve


Gelişmeler

a. Meşrutiyet’in ilânmdan önceki Durum


Mutlakıyet devrinin son zamanlarında Türk Ordusu’nun önemli iki
büyük sevk ve idare kademesi vardı. Bunlardan biri ordu, diğeri tümen
idi. Tümenler doğrudan doğruya ordulara bağlı bulunuyordu. Arada bir
kolordu kademesi yoktu. Her ordunun banş ve sefer kadrolarında bir
erkân-ı harp reisi (kurmaybaşkanı) üe buna bağlı “erkân-ı harbiye he­
yeti” adı altmda birkaç kurmay sulbaydan ibaret bir karargâh bulunmak­
ta idi. Her ordu karargâhı, levazım, sıhhiye ve veteriner subayların ida­
resinde bulunan şubelerle de desteklenmekto idi. Ordularda kolordu ka­
demeleri bulunmadığından doğruca ordulara bağlı bulunan tümenlerde
yalnız bir kurmay başkanı ve yardımcüan vardı. Ordu ve tümen kade-
metleri karargâhlarındaki kurmay subay kadroları pek az tutulmuşitu. Bu­
na rağmen mevcut kurmay subaylardan bir çoğu, görevleriyle ilgili hiz­
metlere atanmıyorlardı. Çok kere bir kurmay subayın padişahın özel çift­

— ^37 —
liklerine atandiıklan bile oluyordu. Bu gibi görevlere atanan kurmay su­
baylar, kıta kurmaylarından fazla imtiyazlara sahip oluyorlardı. Bu gi­
bilerin maaşlarma zamlar yapıldığı gibi, maaşlarını her ay düzenli bir
ş£(kilde almaları da Aıbdiilhamid’in bir lütuf ve ihsanı idi. Bu sebeple bir
kısım kurmay subaylar, kıta kurmay hizmet ve görevleri yerine bu gibi
hizmetleri tercih etmekte idi. Bununla beraber ordulardaki kurmay su­
bayların hizmet alanları da dar ve yetkisizdi. Bunların seferberlik, €*ği-
tim ve harekât işleriyle uğraşmaları gerekirken, çoğunlukla divan-ı harp
evrakım incelemek, dilekçelere* tatminkâr olmayan cevaplar hazırlamak
ve havale etmek, günlük karargâh işlerini çevirmek gibi basit işlerle gö­
revlendirilirlerdi. Böylece ordu ve tümenler, asli görevlerini ihmal eder
duruma düşürülmüşlerdi.

b. Meşnıtiyet’in İlânından Sonraki Durum


Meşrutiyet’in hânından sonra, ordunun her alanında geniş bir ıslahat
başlamıştı. Yapılan çok gayretli çalışmalar sonunda ve özellikle 1911­
1912 Osmanh-ltalyan Savaşı sebebdyle ordular seferi duruma sokulduk­
larından, ordunun gerçek hüviyeti belirmeye başlamış ve ordu karargâh­
ları zamana göre modernleştirUmişlerdi.

Ordu Komutanlıkları
Her ordu karargâhı bir kurmay başkanın idaresinde olmak üzere,
bir kısım ihtisas şubelerinden kurulmuştu. Bunlardan başlıca şubeler
1-4 ncü şubeler olup, diğer şubeler destek şubeleri idi.
1 nci Şube Harekât; 2 nci Şube İstihbarat; 3 ncü Şube Menzil ve
Kuvve; 4 ncü ŞUbe Personel Şubesi idi. Diğer karargâh şubeleri iso leva­
zım grubu ile sıhhiye ve veteriner şubeleri idiler.
Her ordu kadrosuna yaver ve omir subayı olmak üzere beş subay
konmuştu. Karargâh komutanlığı ve buna bağlı piyade, süvari bölük ve­
ya takımları, 12 erden ibaret saJhra jandarma mangası, posta telgraf he­
yeti, ordu karargâhlarmın o günkü ihtiyaçlarını karşılıayabilmişti.

Kolordu Komutanlıkları
İlk defa 26 Aralık 1327 (8 Ocak 1911)’de ordular kuruluşlarına ko­
lordu kademesi girmiş ve bu kademe ordularla rümenlor arasında bir
bağlantı kurmuştu. [122] Bu yeni teşkilâtta da, kolordu karargâhının

[122] Düstur; II nci tertip, c. III, s. 30.

— 138 —
idaresi bir kurmay başkanına verilmiş ve karargâh, ordu karargâhları
teşkilâtına paralel şubelerle donatılmıştı. Ancak kolordu karargâhlarına
fazladan olarak bir yargılama heyeti eklenmişti. Fakat yargılama, doğ­
ruca kolordu komutanlarına bağlanmıştı.

Tümen Komutaıılıklan ve Eşitleri (Müstahlıem Mevkii veya Kale


Komutanlıkları)
Her tümende bir kurmay başkanı ve iki yardımcı subaydan başka
bir e-mir subayı, karargâhın esas kurmay heyetini teşkil etmişti. İdare
heyeti adı altında bir levazım grubu (bir başkan, bir yardımcı subay, bir
tabur katibi ve ika sivil memur) ile baştabip ve başveterinorden ibaretti.
Tümen karargâh komutanlığı içinde muhafız birliği olarak, altı sü­
vari ve altı sahra jandaıana eri bulundurumuştu.

c. Balkan Savaşı’ndalii Durum (1812-1913)


Balkan Savaşı’na girildiği zaman, her ordu komutanlığı karargâhı,
bir kurmay başkanının idaresinde olmak üzere; sekiz şube, sahra posta
ve telgraf heyeti, emir subaylan ile yaverlerden ve karargâh muhafız bir­
liklerinden (bir piyade, bir süvari, bir ulaştırma bölüğü ile sahra jandar­
ması) ibaretti.
Şark (Doğu) ve Garp (Batı) Orduları olarak bölünen orduların ka­
rargâh teşkilâtı, bıirbirinden farklı idi. Sekiz şubeli olarak savaşa giren
Şark Ordusu’nda (Trakya); 1 ned Şube, Harekât; 2 nci Şube îstihbarat;
3 ncü Şube MenzU vo Kuvve; 4 ncü Şube Evrak; 5 nci Şube Zat işleri
(Personel); 6 ncı Şube, Levazım; 7 nci Şube Sağlık ve Veteıiner, 8 nci
Şube, Yargılama idi.
Garp Ordusu (Makedonya ve Arnavutlulî) Komutanlık Karargâhı’
nın. Şark Ordusu’ndan biraz farklı olarak : 4 ncü Şubesi Personel Şubesi
idi. 5 nci Şube, Devazım; 6 ncı Şulbo ise Sağlık ve Veteriner idi. Genel
olarak her orduya bağlı olmak üzere birer menzil müfettişliği vardı. Bu
kademenin üstü ise. Menzil Genel Müfettişliği idi.
Merxzil Müfettişliği Karargâiu, bir kurmay başkanına bağlanmıştı.
Karargâhta menzil ulaştırma komutanlığı ve menzil nokta komutanlıkları
vardı. Bu karargâlılardan ayrıca lovazım gruplan, menzil sağlık ve vete­
riner şubeleri ile yargılama şUbeleıû bulunmakta idi. Karargâhlarında mu­
hafız olarak jandarma erlerinden ibaret 12 erlik mangalar bulundurul­
muştu.

— 139 —
Şark Ordusu, Çatalca mevziine çeikildikten sonra, Şark Ordusu adı
kalkmı§ ve bu orduya Çatalca Ordusu denmişti. Başkomutan Vekili Na­
zım Paşa, aym zamanda Çatalca Ordusu Komutarlığı’nı da üzerine al­
mıştı. Bu Ordu Komutanlığı’nm Karargâhı, dört şubeden ibaret olmak
üzere kurulmuştu. Bunlar, sırasıyla 1 nci Şube Harekât, 2 nci Şube İs­
tihbarat; 3 ncü Şube Şimendifer ve 4 ncü Şube Personel şubesi idi.
Şark Ordusu’nım Çatalca mevziine çekilmesi safhasında, kolordu ve
tümen karargâhlarında bir teşkilât değişikliği yaıpıimanuş ve karargâh­
lar daha önceki teşkilât durumlarım korumuşlardı.

d. Birinci Dünya Savaşı’nda Komutalnıklarm Teşkilât Durumları


Birinci Dünya Savaşı’nda birkaç orduyu bünyesine alan büyük ko­
muta kademeleri ve karargâhlar meydana gelmişti. Bunlar, ordular grup­
ları ve komutanlıkları ve karargâhları idUer. Bunların başlıcası Yıldırım
Ordular Grubu Komutanlığı ve Karargâhı idi. Şark Ordular Grubu da
bundan aşağı değildi. Yüdınm Ordular Grubu Karargâhı 15 ve Şark Or­
dular Grubu Karargâhı 14 şubeden kurulmuştu. Genel olarak her iki or­
dular grubu komutanhk karargâhları birbirinin aym idiler.
Ordular grupları karargâhlarmdan birer kurmay başkanı, birer yar-
başkan ve ayrıca birer kurmay başkan yarduncılarımn kurmay yardım­
cıları vardı. Yıldırım Ordular Grubu Karargâhı’nda kurmay başkanlığı
ve önemli mevkiler, Filistin Cephesi’nde meydana gelen bozguna ve 7 nci
Ordu Komutam Mustafa Kemal Paşa’nın (Atatürk) Yıldırım Ordular
Grubu Komutanlığı’na atanmasma kadar Almanların elinde bulunuyordu.
Hatta bu ordular grubu karargâhındaki yazışmaların çoğu Almanca ola­
rak yapılmakta idi.
Ordu Komutanlıkları karargâhları ise, bir kurmay başkanı ve bir
kurmay yarbaşkamnın emrinde olmak üzere genel olarak yedi şubeden
bir topçu, bir istihkâm müfettişinden kurulmuştu.
Her ordu için ayrıca birer ‘ordu menzil müfettişliği karargâhı” ile
lojistik destek sağlanmıştı.
Ordular menzü müfettişlikleri karargâhlanndaı kurmay başkanlan-
na bağlı 12 şube bulunmakta idi. Bu şubeler sırası ile : 1 nci şube Men­
zil erkân-ı harbiyyesi (kurmayı) adı altında bulunmakta idi. 2 nci şube
Personel; 3 ncü Şube Menzil İdare Heyeti (levazım); 4 ncü Şube Menzil
Sıhhiye Heyeti; 5 nci Şube Menzü Serbaytarlığı (başvetertnerliği); önci

— 140 —
Şube Menzil Ce»plıane Park Kumandanlığı; 7 nci Şube Menzil Nakliye
(ulaştırma) Komutanlığı; 8 nci Şulbe Menzil Ootmobil Birlikleri Kuman­
danlığı; 9 ncu Şube Menzil ve Tamirat Müdürlüğü; 10 ncu Şube Menzü
Mehakim (yargılama) ve divan-ı harbi; 11 nci Şube Menzil Posta ve Telg­
raf; 12 nci Şuibe Evrak idi. Her menzil müfettişliğinin karargâh komu­
tanlığı €'mrinde gerektiği kadar muhafız birlikleri bulundurulmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nda kolordu komutanlıklarıyla tümen komu­
tanlıkları karargâh teşkilâtında büyük bir değişiklik olmamış ve savaşm
bitmesine kadar aynı teşkilâtta çalışılmıştı. Bu suretle her kolordu ko­
mutanlığı karargâhı, bir kurmay başkanmın idaresinde olarak şöyle bir
teşkilât manzarası arz etmişti : 1 nci Şubeler Harekât Şubeleri idi. 2 nci
Şuboler Zat işleri (personel); 3 ncü Şubeler Yargılama; 4 ncü Şubeler
Levazmı; 5 nci Şubeler Kolordular Başkatiplikleri; Kolordular Başbay-
tarhkları; 7 nci Şubeler Evrak; 8 nci Şubeler Topçu Komutanlıkları;
9 ncu Şubeler İstihkâm Komutanlıkları; 10 ncu Şubeler posta idiler. Her
kolordu karargâhında birer karargâh komutanlıkları (bir piyade, bir sü­
vari bölüğü ile sahra jandarması) bulunmakta idi.
Tümen komutanlıkları karargâhlarında ise, birer kurmay başkanı
idarC'Sİnde altı şube bıüunmakta idi. 1 nci Şubeler Harekât (personel iş­
leri bir kısım halinde); 2 nci Şubeler, istihbarat; 3 ncü Şubeler, yargı­
lama; 4 ncü Şubeler Levazım; 5 nci Şubeler Sağlık; 6 ncı Şubeler Vete­
riner Şubeleri idiler.
Tümenlor düzeyinde, müstahkem mevki komutanlıklarıyla kalelerin
karargâh teşküâtı, tümen karargâhlarının aynı idiler. Ancak bunlarda
fazladan, birer evrak şubeleri topçu komutanlıklarıyla, istihkâm ve fennî
kıtalar memurlukları, haberleşme ve ulaşım memurlukları, projektör
(ışıldak) memurlukları bulunmakta idi.
Birinci Dünya Savaşı’nda Kara Ordusu teşkilâtı çeşitli gelişmeler
göstermiş ve istiklâl Savaşı’na kadar devam etmişti.

11. Kara Kuvvetleri Sınıflan


1908 yılında askeri sınıflar, muharip veya esas sınıflar, gayri muha­
rip veya muavin (yardımcı) sımflar olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu
ayırmada göz önünde tutulan üç esas : çarpışma, manevra ve ateş un­
surları idi. Bu şekilde bilfiil muharebeyi yapan sınıflar, piyade (çarpış­
ma), süvari (manevra) ve tcpçu (ateş) sınıfları idi.
Muharip olmayan veya yardımcı sınıf olarak adlandınlanlar ise, is­
tihkâm, telgraf, haberleşme, sıhhiye, baytar (veteriner), ulaştırma ve jan­

— 141 —
darma sınıfları idi. Bu sınıflar esas sınıf olan piyade, süvari ve topçu sı­
nıflarına her alanda yardım eden destek sınıfları idiler. Bunlara “asakir-i
fenniye veya sunuf-u fenniyo” kıtaları da denilmekte idi.

a. Piyade Sınıfı

İkinci Mesrutiyet’in ilânından sonra da ordunun başta gelen önemli


sınıfı yine piyade idi. Hemen hemen her devirde olduğu gibd 1908 yılın­
dan sonraları da piyade sınıfı, muharebelerin en ağır yükünü taşımakta
idi. Piyade en zor şartlar işinde dahi düşman mevziilerine girerelk kesin
sonuç almak ve işgal ettiği yerlori elinde bulundurmak gibi önemli gö­
revlerini yapmada büyük kayıplara uğrayan ve ka3nplar verdiren bir sı­
nıf olarak görünüyordu. Bu sebeple kazanılan her başarı ve zaferde pi­
yadenin büyük etkisi bulunduğundan, şan ve şerefin büyük payı da piya­
de sımfınm oluyordu. Balkan Savaşı’ndan önceki muharebelerde piyade­
nin silâhlarıyla düşmana verdirilen insan kayıpları ortalam-a % 90 ora­
nında iken; süvari % 2 ve topçu % 8 oranında idi. Ancak bu oran kısa
bir zaman içinde topçu smıfı lelıine değişmeye başlamıştı. Balkan Sava-
şı’ndan itibaren özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda birçok çabuk ateşli ve
kısmen otomatik silâhlar ordulara girmişti. Bımlar geniş ölçüde etki yap­
mağa başlamışlardı. Ağır makinalı tüfeklerin piyade ve süvari teşkilâtı
arasına girmesi ve özellikle topçu sınıfının artan top sayısı ve etkisi do­
layısıyla muiharebe meydanlarına hakim olmaya başlaması, durumu de-
ğiştirmıişti. Çabuk ateşli ağır silâıhların büyük insan kayıplarına sebep
olmalanna rağmen, temel smıf kabul edilen piyadenin değerinde bir de­
ğişiklik olmamıştır. Aksine piyade smıfmm muharebe görevlerini yapa­
bilmek için ihtiyaç duyduğu ateş desteği sağlanmıştı. Bu suretle piyade
muharebe görevlerini daha iyi yapmaya başlamıştı. Her smıtm, piyade
sınıfının başarıyla ulaşması için büyük ga-yret sarfetmesi gerektiği, özel­
likle Balkan Savaşı felâketinden sonra iyice anlaşılmıştı. Piyade sınıfının
göstereceği başarılar veya başarısızlıklar, maharebenin kesin sonuçlan
üzerinde olumlu yada olumsuz etkUer yaratmakta idi. Piyadenin daha
etkili desteklenememesii halinde meydana gelen yenilgilerden bütün sı-
nıflann etküendiği de açıkça görülmeye başlanmıştı.
Gelüşe*n etkili silâhlar ve bu süâhlara göre değişen taktik esaslar
karşısında piyadenin yalnız tabanca, tüfek, süngü ve bomba gibi basit
silâhlarla donatılmış olması da yetmez olmuştu. Bu anlayışladır ki, Bal­
kan Savaşı’na girmeden önce, piyadenin muharebelerini en yakından des­
tekleyecek olan ağır makinalı tüfekieo:, bu sınıfın teşkilâtına ve emrine
girmişti. Bu suretle her piyade alayına genel olarak dörder tüfekli birer

— 142 —
ağır makinalı tüfek bölüğü verilmesi kabul edilmişti. Piyade, ihtiyacı
olan ilk yakın ateş desteğine sahip olmuş ve çarpışma unsuru ile ateş
unsuru, kuvvetli bir şekilde birleşme yolunu tutmuştu.
Balkan Savaşı’nda elde edilen tecrübelerden yararlanan sevk ve ida­
re makamları, özellikle 1913 yılımn teşkilâtında makinalı tüfe'klerd, piya­
denin bölünmez bir parçası haüne getirmişti. Artan önemi sebeıbiyle bu
süâhın, piyade sınıfı ve teşkilâtı içinde zamanla yeıi değişmeye başlamış
ve doğruca alaylara bağlı birer bölük halinde bulunan ağır makinalı tü­
fekler, bölük halinde piyade tâburlarmın kuruluşlarına sokulmuştu. Bi­
rinci Dünya Savaşı’nda piyadenin daha başka silâhlarla da donatılma­
sına ihtiyaç duyulmuş ve bu suretle piyade birliklerine yeter sayıda ma-
kinalı tüfekler, tüfek bombaları, havanlar da verilmişti.

b. Süvari Sınıfı
Bir manevra unsuru olan süvari sınıfı, piyadeden daha çok eski ve
şanlı bir geçmişe sahipti. Eski Osmanlı sevk ve idare makamları, manev­
raya ve sürate çok değer verildiklerinden, süvari sınıfını çok üstün tut­
muşlar ve kesin sonuçları bu smıfın vuracağı son darbelerle* elde etmeye
çalışmışlardı. Bu sınıfın muharebelerde oynadığı önemli ve etkili rol uzun
zaman devam etmişse de, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda gelişen ve
çoğalan çabuk ateşli silâhların etkisi karşısında, yavaş yavaş değerini
kaybetmeye ve birinci derecede bir sınıf olmaktan çıkmaya başlamıştı.
Süvarinin kütleler halinde kullanılması usulü ve özellikle doğan mevzi
harpleri ve hava kuvvetlerinin derinlikl&re kadar keşif ve taarruzlara
katılmaya başlamaları dolayısıyla faaliyetlerinin smırlandınimasını zo­
runlu kılmıştı. Bununla beraber bu sınıf, düşmanı uzaktan keşfetmek,
ilerleyen düşman kuvvetlerini oyalamak ve geciktirmek, elverişli olan
hallerde yalnız kalmış düşman kuvvetlerine baskın tarzında hücum et­
mek, büyük ölçüdeki hareketlerde ordu ve kolorduların açık yanlarım ko­
rumak ve boşluklarını kapamak, çevik ihtiyatlar teşkil ederek bir başa­
rının genişletilmesinde kullanılmak, nihayet düşmanı takip ederek kesin
sonuçların alınmasına yardam etmek gibi oldukça önemli görevleri başar­
maya çalışmıştı. Balkan Savaşı’nda büyük bir faaliyet göısterememiş bu­
lunan bu sınıf, özellikle İstiklâl Savaşı’nda uygun şartlar dolayısıyla ge­
rek stratejik ve gerek taktik alanlarda büyük faydalar sağlamıştı.
Süvari sınıfı, ordunun % 15’ini teşkil etmekte idi. Süvari : Hafif, saf
(kata) ve ağır süvari olmak üzere üçe ayrılmakta idi. Bu ayırım, eldeki
talimnamelerin bir gereği idi. Hafif süvariyi, memleket kaynaklarmdan

— 143 —
sağlanan ve yüıkseklikleri 150 cm olan küçük yapılı hayvanlar te^şkil
mekte idi. Bu süvariyi daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kuru­
lan aşiret süvari birlikleri teşkil etmekte idi. Saf süvarileri, 157 cm yük­
sekliğindeki hayvanlarla kurulan birlikler teşkü ediyordu. Bunlar daha
çok nizamiye birlikleri idiler. Ağır Süvari ise, iri ve yükseklikleri 160 cm
olan hayvanlar oluşturmakta idi. Bu süvari daha çok atlı hücumlarla ça­
tışma sağlamak içindi. Talimnamenin önerdiği bu süvari, Osmanlı Or­
dusu’nda hemen hemen hiç kurulamamış (Bu süvarimi teşkil edecek hay-
vanlarm memleket kaynaklarında bulunmaması ve bunların dış memle­
ketlerden satın alınmaları da büyük paralara ihtiyaç göstormesi nede­
niyle) ve kullanılamam-iştı. Ancak, gerek Osmanh devrinde gerek İstiklâl
Savaşı’nda Türk Orduları, bu tür süvarinin yapacağı muharebe görev­
lerini kıta süvarilerine yaptırmışlardı.

c. Topçu Sınıfı

Topçu sınıfı, özeUikle XIX ncu >mzyıhn sonlarına doğru büyük bir
gelişme sağlayarak, etkili ateş kudretiyle muharebe meydanlarının ha­
kimi olma durumuna girmeye başlamıştı.
Balkan Savaşı’ndan önce, genel olarak düşman topçusu ile muharebe
etmeyi ve evvela bunu yok etmeyi hedef tutan topçu, piyadeden ayrı vo
bir topçu tümeni kuruluşu halinde bulunmakta idi. Balkan Savaşı’na gir­
meden önce, 1911 yılında yapılan teşkilâtla topçu tümenleri lâğvedilmiş
ve topçu, piyade tümenleri içinde yer almıştı. Bu suretle her piyade tü­
menine birer topçu alayı verilmiş ve bu teşkilât, 1912-1913 Balkan, 1914­
1918 Birinci Dünya Savaşı’yla İstiklâl Savaşı’nda aynen uygulanmıştı.
Türk Ordusu’nda topçu-piyade işbirliği fikri Balkan Harbi’nde baş­
lamış, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı’nda da en mükemmel şek­
lini bulmuştu. Bu suretle topçu sınıfı, hemen hemen bütün başarı vo za­
ferlerin kazanılmasında birinci derecede etkili bir sınıf olduğunu göster­
mişti.
Topguı 75 milimetrelik toplardan 306 milimetrelik toplara kadar
muhtelif cins top, obüs ve havanlardan kurulmuştu. Bu sınıf, bir sahra
(seyyar) ve diğeri kale (ağır) topçusu olmak üzere ikiye ayrılmakta idi.
Sahra ordularıyla birlikte hareket eden ve manevra kabiliyeti yük­
sek bulunan küçük çaplı toplardan oluşan topçuya (75-105 mm’lik) sah­
ra ve seyyar topçu denmekte idi. 105 mm ve daha yukarı çaplarda olup

— 144 —

j ‘t ,
: . YA
kalelerde, kıyılarda çakılı ve muilıasaralarda kuUanıJaıı ağır harekettli ko­
şulu büyük çaplı topların teşkü ettiği topçuya da kale topçusu denmekte
idi. Ancak 1910 yüında çıkarılan bir irade-i seniyye ile koşulu ağır ba­
taryaların gereğinde sahra ve muihasara muharebolerinde ve kısmen kıyı
savunmalarında dahi kullanacaklarına nazaran, kale topçu sımfınm adı­
nın ağır topçu olarak adlandırılması uygun görülmüş ve bu suretle topçu,
sahra ve ağır topçu olmak üzere iki ,ad altında anılmaya başlanmıştı. [123]
Salhra topçu sınıfının erleri toplarma binerek veya binmeyerek yaya
hareket ederlerdi. Aynı nitelikte bulunan süvari tümenlerine bağlı sahra
topçusunun erleri ise, süvari gibi atlara binerlerdi. Sahra topçusunun
hayvanla çekilenlerine sahra, hayvan sırtında taşınanlarına da dağ top­
çusu denmekte idi.
Genel olarak her topçu bataryası dörder toptan ibaret bir birlik ola­
rak kabul edilmişti. Bu durum Balkan Savaşı’ndan istiklâl Savaşı’na ka­
dar olan devrede de uygulanmıştı.
Topçu sımfınm ağır endüstriye ihtiyaç gösteren pahalı bir sınıf ol­
masından, teşküâtlanması ve donatılması imkânlar dahilinde değişik man­
zaralar göstennişti. Bu sebeple Türk Ordusu hemen hemen her devrede
topçu silâhlarmın ve cephanesinin tedarikinde büyük zorluklarla karşı­
laşmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda topçu cephanesi sayı ile ve emirle kul­
lanılmış ve ateş yoğunluğu çoğunlukla sağlanamamıştı. İstiklâl Savaşı’nda
ise durum daha çok zorluklarla idare edilmişse de, iyi kullanış, sayı ek­
sikliklerini oldukça telafi etmişti.

d. İstihkâm Sınıfı
Kurulması çok eski bir tarihe dayanan istihkâm sınıfı, muharip sı-
nıflarm yaptıkları muharebeleri kolaylaştıran bir sınıf olarak orduya gir­
mişti. Bu smıf, barutun ve ateşli silâhların icadmdan önce meydana gel­
miş ve Türk Orduları’nm Doğu’dan Batı’ya yayılmalarına büyük hizmet­
ler sağlamıştı. Köprücülük, lâğımcılık hizmetleriyle işe başlayan istihkâm
sımfı son devirlerde kazmacılık (tahkimat) hizmetleriyde de görevlen­
dirilmişti.
XIX ncu yüzyılın sonlarma doğru istikâm sınıfı, modern bir şekil
almaya başlamış ve taarruzlara katılarak düşman tarafından kurulan
her türlü engeilerin kaldırüarak yok edümesi, kaldırılamayan engeller-

[123] Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 648, No. 154, 11 Şubat 1328 (3 Ağustos 1326
= 16 Ağustos 1910) tarihli irade-i seniyye.

— 145 —
den muharip birliklerin aşmalannın sağlanması, düşmanın tahrip e.ttiği
köprü ve her çeşit sınaî inşaatı tamiri veya yeniden yapılması gibi gö­
revlerle sorumlu tutulmuştu. Savunma muharebelerinde düşman Uerleme-
sini geciktirecek; engelleri meydana getirmek, suları taşırmak, gereken
yerlerde tahkimat faaliyetlerinde bulunmak, düşmanın istifade etmesi
olası olan geçit ve köprüleri tahrip etmek, başlıca görevleri idi.
İstihkâm sınıfı teşkilât itibanyla piyade gibi bir teşkilâta sahipti.
Bu sınıfm en büyük birliği, tabur kademesine kadar yükselebilmiş; ta­
burlar kolordulara ve bölükler tümenlerin kuruluşlarına verUmişlerdi.
Genel olarak her tabur 3-4 bölükten kurulmakta idi. Birinci Dünya Sa-
vaşı’na girmeden önceki devirlerde istihkâm taburlarının 1 nci bölükleri
kazmacı, 2 nci bölükleri lağımcı, 3 ncü ve 4 ncü bölükleri köprücü bölük­
leri idi. Birinci Dünya Savaşı içinde istihkâm taburları üçer istihkâm bö­
lüğünden kurulmuş ve köprücü birlikleri istihkâm sınıfı içinde olmak
Ü2före aynı teşekküller haline sokulmuşlardı.

e. Muhabere Sınıfı

Muhabere smıfmm teknik bir sınıf olarak teşkilâtlanması, 1877-1878


Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra 1882 yılında 1 nci Ordu kuruluşunda
(İstanbul Hassa Ordusu’nda) “Telgraf-ı Askerî Bölüğü” adı altında Se­
limiye Elışlası’nda kurulmuştu.
1882 yılından 1908 yılı meşrutiyet devrimine kadar yedi ordunun her
birinde birer “Telgraf-ı Askerî bölüğü” kurulmuştu. Ancak bu bölükle<rıin
teknik araç ve gereçleri eksikti. Bu sebeple ordunun her smıfmda yeni
teşkilâta girişen Meşrutiyet idarecileri muharebe sınıfının ihtiyacı olan
teknik araç ve gereçleri Almanya’dan satın almak suretiyle modern bir
muhabere sınıfı meydana getirmeye çahşmışlardı. Ayrıca 1910 yılından
itibaren bölükle-rin adı da yalnız “Telgraf Bölüğü” olmuştu. Almanya’dan
satın ahnan malzeme arasında telefon da alınmış ve bu suretle telefon
orduya 1910 yılında girmişti. Her bölüğün 1 nci ve 2 nci takımları telg­
raf ve telefonla donatılmış (6 telgrafı 12 telefon ve 21 km kablo) idi.
3 ncü takımlar asma hat inşa ve 4 ncü takımları ise helyosta (pırıldak)
olmuştu. Ayrıca her bölüğe birer güvercin müfrezesi da eklenmişti.
1910 yılında ordularda birer bölük olarak bulundurulan telgraf bö­
lükleri, 1911 yılı teşküâtı esnasında, özellikle kolordu kademesinin teşkil
edihneGİnden sonra muhabere sınıfının ordudaki kuruluş bağlantısı de-
ğiştirümiş ve her kolordu ile bağımsız tümene birer telgraf bölüğü tahsis

— 146 —
olunmuştu. 14 kolordu ve üç bağımsız tümene gerekli olan 17 telgraf
bölüğü için yeter muhabere subayı bulunmadığından diğer sınıfların su­
baylarından faydanılarak muihaJbero subayı ihtiyacı giderilmişti.
Muhabere sınıfının yalnız telgraf ve telefonla donatılması yeter gö­
rülmemiş ve telsiz telgraftan da faydalanma düşünülmüştü. Bu düşünce
ile 1911 yılı başından önce 50 kilometre sahalı Markoni tipi iki dağ tel­
sizi ve bımu takiben 150 kilometre sahalı Markoni tipi dört sahra telsiz
telgraf istasyonu satın alınmıştı. Bunlarla 1 nci Ordu’da bir telsiz telgraf
bölüğü kurulmuştu. Aynca PTT idaresinin Trablusgarp’la Anavatan ara­
sındaki irtibatı sağlamak üzere aldığı ve Deme üe İzmir’de kurduğu iki
telsiz telgraf istasyonu da ordu telsizleri için bir destek olmuştu ve mu­
habere sahasını genişle'tmişti. Okmeydanı telsizi de yararlı bir telsiz va­
sıtası olmuştu.
1 Ağustos 1922’de Telsiz Telgraf Bölüğü tabur haline getirilmiş ve
bulunduğu Ertuğrul Kışlası’nda yer değiştirmişti. Taburdaki telsiz sayısı
15 dağ ve sahra telsizine çıkarılmıştı. Balkan Savaşı’ndan kısa bir süre
önce, 1 nci ve 3 ncü Ordulara ve büyük komuta karargâhlarına bu telsiz
taburundan telsiz postaları verUmişti. Bu arada Edime kalesine de bir
telsiz postası verilmişti.
Balkan Savaşı’nda telsizlerin çoğu elden çıktığından, savaştan sonra
İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan’dan bir kısım telsiz alınmıştı.
Bununla yeniden telsiz tabum kurulmuştu.
1913 teşkilât esaslarına göre ordu, dört ordı müfettişliği halinde
kurulmuştu. Kuruluşta mevcut bulunan 13 kolordu ve iki bağımsız tüme­
ne birer telgraf bölüğü verildikten başka Edirne, Çanakkale, Karadeniz
Boğazı, Çatalca ve İzmir Müstahkem Mevkilerine birer telgraf bölüğü ve-
rilmıişti. Bu dumm Birinci Dünya Savaşı’nın seferberliğine kadar devam
etmişti. Savaşa girdikten kısa bir süre sonra ordu komutanlıkları birer
muharebe biirliğine ihtiyaçlarımn olduğunu bildirmişlerdi. Bu sebeple 1 nci
ve 4 ncü Ordularda kolordulardan alınan çekirdeklerle (birer takım) or­
du telgraf bölükleri meydana getirilmişti. Bu bölüklerin komutanlıkları
a.ym zamanda ordu muhabere komutanlıklarının görevlerini de üzerine
almışlardı. Bu sırada Başkomutanlık vekâleti karargâhı için de ir­
tibat vasıtası olarak Okmeydanı’ndaki 1100 kilometresi alıcı ve verici
telsiz istasyonu emrine verilmişti. Aynca Osmaniye telsiz istasyonunun
da kurulmasına başlanmıştı. Başkomutanlık vekâleti bütün savaş süre­
since ordularla irtibat sağlanmasında bu telsiz istasyonlarından favdala-
nılmıştı.

— 147 —
12 Ocak 1331 (25 Ocak 1915)’de teşekkül eden 5 nci Ordu Komu­
tanlığı emrine bir telgraf bölüğü verilmişti. 1915-1916 jnllarmda muha­
rebe sınıfına ve teşkilâtma olan ihtiyaç birden büyümüştü. Bu suretle
kurulan ordulara ve tümenlerin hemen hepsine muhabere takımları ka­
tılmıştı.
Mondros Mütarekesi ile diğer ordu birlikleri gibi muhabere sınıfı da
yorgun ve bitkin bir hale gelmişti. Bu suretle muhabere sınıfı ancak Tür­
kiye Büjük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra yeniden kurulmaya
başlamıştı.

f. Nakliye (Ulaştırma) Sınıfı


Ulaştırma sınıfı ordunun her türlü ihtiyaçlannın taşınması için çök
eskiden kurulmuş bir smıftı. Barışta ancak sefer teşkilâtma bir çekirdek
olmak üzere bir eğitim birliği olarak bulunurdu. Bu çekirdek teşkiller
sefer halinde plânlanan teşkilât ve kuruluşlara göre genişletilirler ve kı­
taların desteklenmesine verilirlerdi.
Birliklerin barış ihtiyaçlannın taşınması genel olarak her birliğin
kadrolarında bulunan mekkâre (yük hayvam) vo araba gibi vasıtalarla
taşınırdı. Bu gibi resmî vasıtalar bulunmadığı veya yetmediği hallerde
ise, ücreti karşılığında çeşitli halk araçlarıyla taşımak kuraldı.
Bir sefer halinde birliklerde taşıma vasıtası olarak teşekkül eden
yiyecek ve eşya ağırlıklanyla hafif kol (Piyade) ve hafif cephane (topçu)
kollarından başka, tümen, kolordu ve orduların bünyelerinde kurulan pi­
yade topçu cephane kolları ve erzak kolları, nakliye sınıfının başlıca teş­
kilâtım meydana getirirdi.
Birliklerin kadro ihtiyaçlarına göre kurulan çeşitli ilımal maddesi
koLlannm katarlar halinde birleştirilmeleri de esastı. Kol ve katarlar
memleket kaynaklarında bulunan her türlü araç ve hayvanlarla teşkil
olurdu ki, bunları memleket dışından sağlanabilen motorlu araçlar da
desteklerdi.

g. Jandarma Sınıfı
Jandarma sınıfı eski zaptiye teşkilâtmm yerine geçmek üzere 1903
yıh Ocak ayında çıkarılan nizamname ile kurulan bir sınıftı. [124] Bu
sınıf piyade ve süvari olmak üzere ikiye bölündüğü gibi, süvariyi daha
çok seyyar jandarma oluşturmuştu.

[124] Hikmet Tongur; Türkiye’de Genel Kollıik Teşkil ve Görevlerinin Gelişmesi.

— 148 —
Jandarma, gerek Balkan Savaşı’nda ve gerek sonraki savaşlarda
memle^ketin güvenliği üe görevlendirdiği gibi memleketin savunulmasın­
da, ordu birlikleri arasında başarılı hizmetler almıştı.
Meşrutiyet’ten sonra doğruca Harbiye Nezareti’ne bağlanan bu sı­
nıf, her bakımdan ordu tarafından deeteklenmiş ve muharip sınıflardan
farksız bir hale getirilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nm devamı süresince
ve İstiklâl Savaşında memleketin güvenlik hizmetine en başarılı bir şe­
kilde katılan Jandarma sınıfında en büyük teşkilât alaydı. Alaylar çeşitli
taburlardan oluştuğu gibi, taburlar da bir kaç bölükten kurulmuştu.

Tabur ve bölük sayıları genel olarak bulundukları bölgelerin geniş­


liğine göre değişik bir manzara arzetmiş ve güvenlik zorunlukları bun-
larm miktarlannı azaltmış veya çoğaltmıştı.

h. Sıhhiye ve Veteriner Sınıfları


Ordudaki insan ve hajrvanlann sağlıklarının korunması ve onlarm
iyi beslenerek muharebe güçlerinin artırüması, her türlü iklim etkilerine
karşı koyacak şekilde giydirilmesi ve donatümış olması, sıhhiye ve ve­
teriner smıflarmm başlıca görevleri idi. Muharebelerde yaralanan ve has­
talanan insan ve hayvanların kurtarılması da aynı şekilde bu sınıfların
görevleri idi.

Genel olarak sıhhiye ve veteriner sınıflan çeşitli uzmanlardan tabip,


cerrah (operatör), eczacı, dişçi, kimyager, veteriner ve yardımcı tımarcı
(pansumancı) ve hasta bakıcılardan ibaretti.

Bütün sağlık teşkilâtı (sıhhiye ve veteriner) Ferik (Tümgeneral)


Rütbesinde ve Harbiye Nezareti’ne bağlı bir tabip sıhhiye reisinin (Sağlık
Başkanı) emrine verUmişti. [125] Bu suretle gerek sıhhiye ve gerek ve­
teriner sınıfları Harbiye Nezareti Sağlık Dairesi Başkanlığı’nm bünyesi
içinde birleştirümıişlerdi. Ayrıca bir veteriner dairesi yoktu.

Bu her iki smıfm barıştaki görevleri kıtalarla birlikte askerî hastane


ve laboratuvarlarda geçerdi. Kıtalann kadrolanna verilen tabip ve vete­
rinerler ilk sağlık kademeleri olarak görev yaparlardı. Seferde ise, bu
sağlık teşkilâtı büyütülürdü ki, her orduda tabip ferik rütbesinde bir mü-

[125] 3 Ramazan 1328 (25 A|:ustos 1326 = 7 Eylül 1910) tarihli “Sıhhiye Nizamna­
mesi’’, Takvim-i Vekayi, sayı 675 (14 Zilkade 1328=3 Kasım 1326=16 Ka-'
sim 1910).­

— 149 —
fettiş, her kolorduda bir albay, her tümende bir yarbay veya albay baş­
hekim veya başveteriner bulundurulması esas olarak kabul edilmişıti. Bin­
başı veya yarbay rütbesinde bir tabip ve veteriner, baştabip ve başvote-
riner olarak alaylara, üsteğ‘men-yÜ23başı rütbesindeki tabip ve veteriner
subaylar da taburlara verihneleri kural olmuştu. Barıştaki ufak kıta ro-
virleri ise sabit askerî hastahaneler, sıhhiye smıflarınm başlıca kurum­
lan idi. Seferde ise, ordu, kolordu ve tümen sıhhiye bölükleri ile sabit
(memlekot için harp menzil hastahaneler! ile Kızılay hastahaneleri) ve
seyyar hastaneler ordu sağlık teşkilâtının başlıca faaliyet merkez ve ku­
rumlan olarak teşkilât ve kuruluşlara konmuşlardı. Sağlık subayları ile
birlikte sıhhiye erleri olarak aynlanlar da sıhhiye sınıfının birer parçası
olarak kabul olunmuşlardı. Bu sebeple ordudaki sıhhiye sınıfı erlerinin
hepsi Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi’nin gözetimi ve kontrolü altında
bulundurulmuşlardı (Birinci Dünya Savaşı’nın başından itibaren gerek
Harbiye Nezareti’nde ve gerek orduda bulunan sıhhiye ve veteriner smıfı
subay ve erlerinin bağlantı dummlannda teşküât değişikliği yapılmış ve
Harbiye Nezareti ile ordularda bağımsız sıhhiye ve veteriner daireleri üe
ordu, kolordu, tümen ve alay baştabip ve başveterineri bulundurmuştu.
Ancak daireler Harbiye Nezareti’ne bağlanırken, birlikler baştabip ve
baş veterinerleri fennî bakımdan amirlerine bağlanmış ve fakat İdarî ba­
kımdan bağlı oldukları kıtaların komutanları emrinde tutulmuşlardı). Bu
suretle daireler, her yıl muvazzaf ordu üe ihtiyat ve redifte bulunacak
sıhhiye erlerinin miktarlarım ve terhis mahiyetinde izinli gideceklerin
yerlerine muvazzaf ordunun ihtiyacına göre ne miktar sıhhiye eri yetiş-
tirileceğmi kolordularla muhabere ederek tayin ve tespit etmekte idi.

Genel olarak sıhhiye erleri barışta merkez hastahaneleriyle kıtaların


sağlık hizmetlerinde her piyade, topçu, süvari ve diğer sınıfların bölük­
lerinde birer sıhhiye eri veya onbaşısı bulunurdu. Hastahanelerde, sıhhiye
depolarında karargâh ve dairelerde bulundurulurlardı. Seferde ise, sey­
yar ve sabit harp menzil hastahanelerinde görev yapmaları kuraldı.

Sıhhiye sınıfına ayrılan erlerin görevleri, hastalara bakmak ameli­


yatlarda bulunmak, hasta ve yarakların hizmetlerinde bulunmaktı.

Sıhhiy’e erleri süâh altında büfül ve en az altı ay eğitim görmüş ve


sağlık işleri için gerekli niteliklere sahip erlerden seçümeleri şarttı. Bu
sebeple sıhhiye sınıfına ayrılan erlerin ayrılma iş-emleri her yü ekim
ayunda sona eredi. Bu gibi erler önce hastanelere verüirdi. Buraları onlar
için birer eğitim merkezi olurdu. Hastahanelerde altı ay devam eden bir
eğitimden sonra smavlarda başarı gösterenler onbaşıhğa terfi ederlerdi.

— 150 —
Başarı gösteremeyenler ise, muharip kıtalara iade olunurlar veya askerî
hastahanelerde hasta bakıcı (hadome) olarak ayrılırlardı. Bununla bera­
ber ihtiyaca göre hasta bakıcı olarak bir kısım erler de doğrudan doğ­
ruya kur’a eratı (muharip sınıf) arasından ayrılırdı ki bu erler genel
olarak silâh altında kullanılmaya elverişli olmayan erler olurlardı. Kur’a
arasından hasta bakıcı olarak ayrılan erlerin sağhk hizmetleri eğitimleri,
kıtalarda altı hafta devam ederdi. Bu gibi erler askerlik hizmetlerini de­
vamlı olarak sabit hastanelerde yaparlardı. Bunlarm hepsi, sıhhiye sımfı
erleri olarak düşünülür ve askerlik şubelerinde künyelerine işlenirdi.
Seferde bütün sağlık kurumlan ve bu kurum'.arda çalışan personel
Cenevre Mukavelesi hükümleri gereğince her türlü taarruzdan korunmuş
oldukları kabul edilirdi.

i. Türk Ordusunda Mızdia ve Mehter

Mızıka

Türk Ordusu’nda müzik takımlarını teşkil eden m_ehterlerin resmen


lâğvından sonra (1826) bu takımlar, İstanbul ve taşralarda hır süre da­
ha devam etmişti (1830). Ancak mehterler 1840’ta tamamıyla ortadan
kalkmış ve bunların yerine Avrupa usulünde mızıkalar kurulmuştu. Mı­
zıka, 17 Eylül 1826’da İstanbul’a getirtilon Italyan asıUı Maestro Giusep-
pe Donizetti tarafından kurulmuştu. Donizetti, ölümüne kadar (12 Şubat
1856) albay ve bir yıl tuğgeneral rütbesiyle Osmanlı Ordusu’nda hizmet
ederek birçok eleman yetiştirmişti. Donizetti’nin yetiştirdiği gençler öğ­
retmenlik yapabilecek olgunluğa eriştiklerinden yabancı öğretmenlerin
görevlerine son verUmiş (1871) ve böylece bir çok bandolaı meydana
getirilmiştir.
Meşrutiyet’in ilân edildiği tarihe kadar kurulan bandolar içinde en
kuv^'e.tli bando, Mızıka-i Hümâyûn idi. Abdülhamid devrinde 90 kişiden
ibaret olan bando, meşrutiyetten sonra da bir hayli büyümüş ve geliş­
mişti. Bununla beraber, meşrutiyet devrine girildiği zamanlarda mevcut
askerî bandoların kuvvet ve kudretleri eşit derecede değildi. Meşrutiyet’in
İlânında İstanbul’da 4 ncü Piyade AJıayı’nm 50-60 kişilik bir bandosu bu­
lunmakta idi. Bu bando İstanbul’daki bandoların en i^ûsi idi. Bunu 5 nci
Piyade Alayı’nın bandosu izlemekte* idi. 6 ncı, 7 nci ve 8 nci Piyade Alay­
larının bandoları ise nispeten daha zayıf durumda bulunuyorlardı.
Meşrutiyet’in ilânından önce, her alayda bir mızıka bulundurulmak­
ta idi. istibdat devrinin hemen son yıhnda İstanbul’da bulunan bando­
ların sayısı 35 kadardı. Bunlardan başka her sancak merkezinde bir ve

— 151 —
ordu merkezl&rinde ikişer bando bulunmakta idi. Ancak bu taşra bando­
larının elemanları % 90 alaylı subayların elinde bulunduklarından diğer
alay bandolarma nazaran zayıf durumda bulunuyorlardı.
1908 devriminden sonra bütün alay mızıkalaruıda bir değişiklik baş-
lamış'tı. 2 nci ve 4 ncü Tümenlere bağlı olan ve İstanbul’un Rumeli ya­
kasında bulunan mızıkaları belli başlı mızıkalardı. Bunlardan Maçka’daki
6 ncı Piyade Alayı Mızıkası Yüdız’da, 5 nci Piyade Alayı Mızıkası ile
Taşkışla’da bulunan 7 nci vo 8 nci Piyade Alaylarının Mızıkaları Seli­
miye Kışlasi’nda idi. 3 ncü Piyade Alayı Mızıkası ile Harbiye Nezareti
içindeki 4 ncü Alay klızıkası bölgenin başta gelen mızıkaları idiler. Top­
hane’nin Sanayii Alayı Mızıkası, II. Meşrutiyet döneminde lâğvedildiğin-
den bunun elemanları diğor mızıkalara verilmişlerdi.
'1911 yılında mızıka teşküâtı ordulardan tümenlere devr olunmuştu.
Bu durum son devre kadar devam eden bir teşkilât olarak kalmıştı. Yani
bandolar tümenlerde kurulmuştu.
Meşrutiyet’te piyade alaylarında olduğu gibi süvari alaylarında da
birer bando bulunmakta idi. Bu bandolar 1911 yüında kaldırılmışlardı.
Alman Islâh Heyeti, ’Türk Ordusu’nda eğitim işleri ve teşküâtını dü­
zenlemeye başladığında, bandolar konusunu da ele almıştı. Bu amaçla bir
Askerî Mızıkalar Komisyonu kurulmuş ve bir ıslâhat programı Harbiye
Nezarobi’ne sunulmuştu. Harbiye Nezareti Kavanin Şubesine bağlı olarak
kurulan Komisyon’da Piyade Albay llyas Hamdi başkan idi. Mızıkad
Hümayun şeflerinden Saffet ve Zati Beylerle Bahriye Mızıkası Şefi Al­
man Pol (Paul) Lange, Harbiye Nezareti Mızıkası’nm öğretmem Binbaşı
Ali ve Mızıkayı Hümayun’dan Adil, komisyon üyeleri olmuşlardı. Bundan
sonra komisyon. Veli, Mustafa Reşit ve Rauf Yekta Beylerle takviye edil­
mişti. Komiısyon ilk çalışmalarına tam kadro halinde Gümüşsüyü Kışla-
sı’nda (şimdiki Gümüşsüyü Askerî Hastâhanesi binasında) başlamış ve
ordu mızıkaları için bir nizamname hazırlanmıştı. Bu nizamname ile,
mızıka subay ve erlorinin terfileri, tayin, kıyafet ve eğitim işleri görü­
şülerek belirlenmişti. Komisyonunun tespit ettiği nizamnameye göre (80
nci madde) askerî mızıkalar tamamen eşit teşkilâta bağlanmıştı. O za-
mamn bando öğretmenleri rütbe sahibi muvazzaf mızıka subayı duru­
munda bulunuyorlardı. Askerî bandolardaki erler ise, mümtaz erler, mu­
vazzaf erler ve usta erler olarak üç dereceye ayrılmışlardı. Mümtaz erler
sınıfı, 1 nci, 2 nci, 3 ncü sınıf usta mızıka bölümlerine, muvazzaf erler
ise, er, onbaşı, çavuş, başçavuş yardımcısı ve başçavuş olmak üzere beş

— 152 —
dereceye yarılmışlardı. Aynı nizamnameye göre de : As'kerî mızıkalar,
bayramlarda, törenlerde, sancak ve ant içme törenlerinde merasim ge­
çitlerinde görev almışlardı. Ayrıca komutanlık makamına özel olmak üze­
re geleneksel ikindi nöbetlerinde marşlar çalacaklardı. Şehirlerin uygun
yerlerinde halka müzik dinletilecekti. Mızıkalar g-ünlük çalışmalarını bir
program dahilinde yürütecekler ve bunu titizliklo devam ettireceklerdi.

Mızıka Komisyonu bir mızıka okulunun da açümasını kararlaştırmış


ve bunu Harbiye Nezareti’ne kabul ettirmişti. Habbiye Nezareti, okul için
ihtiyaç olan nota ve ders malzemesini Almanya’ya ısmarlamış ve bir kıs­
mını hemen getirmişti.
Askeri Mızıka Komisyonu, eldeki mUlî marşları o zamanki tümen
bandolannın adetlerine göre askerî basımevinde bastırarak dağıtmış ve
mızıkacüarın sakallarını traş ettirmişti. Paris Topçu Okulu’nun mızıkası
örnek alınmış ve çalışma saatleri her sabah saat 09.00’dan akşam 17,00’
ye kadar tespit olunmuştu. Öğleden önce ayrı ayrı müzik ile uğraştırılan
bandolar, öğleden sonraki zamanlarında toplu çalışmalara katılmıştı.
Bandoların kadroları bir çalgıcılar yığınından çıkarılmış ve birçok rüt­
beler, “Tasfiyeü Rütep Kanunu”na göre de düzenlenmişti. Bir çök mızı­
kacı albaylar binbaşılığa indirilmişlerdi.
Avrupa tarzında kurulan bandolara paralel olarak yeniden Mehter
Takımı, Askerî Müz&’de 1911 yüında sembolik ve tarihi bir Türk bandosu
olarak kurulmuştu. Askerî Müze Müdürü Ahmet Muhtar Paşa’nın kur­
maya muvaffak olduğu takım, Servet-i Fünun Mecmuası’mn 1911 yıh
özel sayısında belirttiği gibi, Yeniçerilerin tarihi durumlarını yaşatmak
amacına dayanmakta idi.
Askerî bandoların düzeltilmesi ve kalkındırüması. Birinci Dünya Sa-
vaşı’nm sonunda tam bir duraklama devresine girmişti. Osmanh ordula­
rının terhis edilmesi ve diğer bilinen sebeplerden dolayı tümen bando-
larıda küçültülmüştü. Bunun için de ancak her kolorduya bir bando ve­
rilebilmişti. istiklâl Savaşı’nın başlarında durum böyle idi. [126]

Mehter

Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nm imzasını taşı­


yan yönetmeliğe göre :

[126] Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bkz. Mahmut Rıza Gazimihal; Türk Mızıkalar
Tarihi, Ankara, 1951.

— 153 —
üç bölüklü taburlarda, bölükleran borazan ve trampeıtçilerin toplamı
olan 12 ve< dört bölüklü taburlardaki 16 erle birer mehter takımının ku­
rulması emred'ümişti. [127] Buna göre de, üc bölüklü taburlarda tabur
erkânmın borazan çavuşu bir işaret değneği taşıyacak ve yine tabur er-
kânmın iki borazan onibaşısınm her biri “çakandaı ” olacak ve 12 erden
çalgıcılar kurulacaktı. Bunlar hem çalgı çalacak hem de şarkı söyleye-
cedderdi. 12 erden biri klarnet, beşi zurnacı, üçü davulcu, ikisi nakkareci
ve biri zilci olacaktı. 16 erli çalgıcılar takımlarmda ise, biri klarnet, yedi
zuma, dört davul, iki nakkare ve iki zilci bulunacaktı. Takımm başı işa­
ret değneği taşırken tabur erkâmndan olan ild onbaşı da çevgan taşı­
yacaklardı. [128]
Yönetmeliğe göre bu mehtercUer, a3mı zamanda boru muhabereoilik
hizmeltleriiyle de uğraşacaklardı. Her tabur, mehter takımım teşkil ettiği
andan itibaren fifre ve trampet takımları lâğvodilecekti.

[127] Ordu-yu Hümayun Mehter taikımlarmm teşkiMne dair 1333 (1&17) basmiı ta­
limatnameye bakımz.
[128] Çevgan, mehter takımlarmda kullamlan çatal başlıklı, etrafı zincir ve çıngı­
raklarla donatılmış olan saph aletlere verilen isimdir. Bunlar fasıl arasında
usule göre sağ:a, sola ve aşağı yukarı sallanarak çmgırak sesleri çıkarılırdı.
Bak. : Mehmet Zeki Pakalın; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri S-izlüğü,
c. I, İstanbul 1946-1950, s. 359-361.

— 154 —
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARA KUVVETLERİNDE SEFERBERLİK, YIĞINAK, SEVK VE
İDARENİN GENEL PRENSİPLERİ, PERSONEL,
İSTİHBARATI EĞİTİM, LOJİSTİK
(1908 -1920)

A. SEFERBERLİK ESASLARI, YIĞINAK VE UYGULANMASI

1. Seferberlik Esasları

a. Balkan Savaşı Seferberlik Hazırlığı ve Uygulaması

İkinci Meşrutiyet devrine gelinceye kadar, yıpranmış ve unutulmuş


olan seferberlik esasları, ancak çok acı bir şekilde duyulan ihtiyaç sonun­
da, bir yenilik olarak Avrupa’dan memlekete girmeye başlamıştı. Bu sı­
rada Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin uygulamakta olduğu bu prensip, “silâh
altı” terimi ile ifade edilmekte idi. Ve tatbikatıyla da genel seferberlik
yapılmak istendiyse de, bu ifade ve tatbikat hiç bir zaman genel sefer­
berliğin kapsadığı anlamı tam bir şekilde ifade etmemekte idi. Eski ve
modası geçmiş bir seferberlik tatbikatı içinde bulunan Türk Silâhlı Kuv­
vetleri, meşrutiyet devriminden iki yıl sonraya kadar aynı durumu ko­
rumuştur.
Seferberlik; uygulanmakta olan 1886 tarihli askerî yükümlülük ka­
nununa göre, aynı zamanda redif ve müsbahfızlarm asker alma işlemleri
ile görevli bulaman redif taburlarının yapacakları seferberlik hazırlıkla­
rına dayanmakta idi.
Redif taburları, alay, tugay ve tümenler bölgelerinde bulunup da o
yıl askerlik çağına girmiş bulunan muvazzaf erlerin celplerini sağlamak,
redif ve müstahfız değişikliklerini düzenlemek, yani bamların her yü def­
terlerini hazırlamak, kontrollerini yapmak ve bölgede orduya yarar mik­
tarda ne kadar hayvan bulımduğımu ortalama bdr hesapla tahmin etmeye
çalışıyorlardı. Seferberlik çalışmalarının ük ve son hazırlıkları bamlardan
ibaretti. Bu hazırlıklarm tamamlamp üst makamlara bildirilmesinden
sonra, silâh altma alınacak erler için gereken silâh, cephane, araç ve ge­
reçler, genel depolarda ve özellikle rediflerin ihtiyâçları, kendi tabur mer­
kezlerindeki depolarda bulundurulmakta, idi. Bu da savaş halinde silâh

— 155 —
altına çaği’ilan erlerle kurulacak birliklerin maddî seferiberliklerini teşkil
etmekte idi. Bu ihtiyaçlar da sağlandıktan sonra, seferberlik hazırlık­
larının tamamlanmış ve bitmiş olduğu kabul edilmekte idi.
Nizamiye birlikleri de aym seferberlik esaslarına tabi bulunuyorlardı.
Her sefenberlik emriyle birlikte hangi yıl erlerin silâh altma girmesi ge­
rektiği ilân olunmakta ve bütün ordunun erleri redif taburları tarafın­
dan celb edilmeleri suretiyle yapılmakta idi. Bu sırada bölgelerdeki hay­
van ve araçlarla her türlü yiyecek ihtiyaçlannın toplanmasına da baş-
lamyordu.
Sefeı^barliklerini bu suretle tamamlamış kabul edilen birlikler, za­
man kaybetmeden hemen yığınak bölgesi olarak gösterilen bölgelere doğ­
ru yürüyüşe geçiyorlardı. Her redif ve muvazzaf birlik, yığınak bölgesine
üerledikçe büyümekte ve sefer orduları kurulmakta idi.
Yığınak yürüyüşlerine geçmeden, nizamiye kıtalarının barış garni­
zonlarında ikmıal erlerini beklemeleri e<sastı. Ancak bunların da çok kere
ikmal erlerini beklemeden veya almadan yürüyüşe geçtikleri olurdu. Ço­
ğunlukla kıtalar, yarı sefer mevcutlarında oldukları halde garnizonlarını
bırakmış olurlardı. Bir bakıma nizamiyo kıtalarmm yarı mevcutlarla ha­
reketlerine esas olan konu da, redif taburlarmm ikmallerini yapar yap­
maz harekete geçmeleri ve asker alma işleriyle göıevM ve sorumlu kim-
selorin bırakılmaması idi.
İşte seferi^erlik denüen bu olay, birliklerini garnizonlarından ayır­
malarından sonra da bitmiş oluyordu. Her birlik harekât alanlarına doğ­
ru ilerlemeye başladıktan sonra, birçok eksikliklerin belirmesi, küçük
büyük bütün birlikler ve makamlar arasında sonu gelmeyen bir haber­
leşme faaliyetini gerektirirdi. Bu sırada hiçbir kimse ne yaptığını bilmez
duruma girerdi. Çok defa birbirine zıt emir ve talimatlar mevcut şaşkın­
lıkları büsbütün artırırdı.
Redif alay, tugay ve tümenlerino komuta edecek komutan ve karar­
gâhlar ise kendi kıtaları yollara çıktıkça harekete geçerlerdi. Karargâh­
larla komutanlar, kıtalarıyla ancak yığınak bölgelerinde buluşurlardı. Bu
sureltle yığınak bölgesine varan biri Rumeli ve diğeri Anadolu redif böl­
gelerinden gelen iki taburdan başka, biri 3 ncü ve diğeri 4 ncü Ordu’ya
mensup iki nizamiye taburundan, teşkilât gereğince dört taburlu karışık
bir alay kurulurdu. Bu alaya da 4 ncü Ordu’dan gelen bir redif alay ko­
mutam vei'ilirdi. Bu suretle 20-40 yaş arasında bulunan ve değişik değer
ve nitelikte bulunan erler bir arada toplanmış olurdu. Barıştaki birlik
numaraları ve kuruluşlar tamamıyla değişir ve yepyeni sefer birlikleri
meydana gelirdi. Nitekim 1313 (1897) Osmanlı-Yunan Savaşı’nda böyle

— 156 —
olmuştu. Bu tarzdaki seferberHk şekli, İkinci Meşrutiyet’in ikinci yılma
k'Eudar devam etmiş ve seferberlik esaslarında olumlu bir yenilik ve de­
ğişiklik yapılmıştı.
Mea^cut birçok belgelerden alınan özet bilgilere göre, seferberlik ha­
zırlıkları, ancak 1910 yılmda bir sisteme bağlanmış ve 1911-1912 sefer­
berlik hazırlıkları plânlanmıştı. Bundan sonra da 1912 yılı başında, se­
ferberliği 1914 yılına kadar devam etmek üzere 1912-1913 yılı seferber­
lik hazırlıkları yapılmıştı. Bu son seferberlik hazırhkları için ise, 1912
yılı bütçe mevcudu esas alınmıştı. Gerçekle hiç bir ilgisi olmayan bu büt­
çe mevcutlan nedeniyle, seferberlik faydalı ve pratik olmamıştı. Balkan
Savaşı’nda bunun ne kadar yetersiz bir seferberlik olduğu da acı bir şe­
kilde görülmüştü. Balkan Savaşı’nda kağıt üzerinde ve kavranmamış na­
zarî esaslara göre plânlanan büyük mevcutlar hiç bir zaman gerçekleşe­
memiş ve kıitalar yığınak bölgelerinde zayıf mevcutlarla bulunabümiş-
lerdi. Hazırlanan 5 numaralı projeye göre. Şark (Doğu) ve Garp (Batı)
Ordularının yığınak bölgelerinde bulundurulması istenen kuvvet miktarı
(Şark Ordusu için 801277 ve Garp Ordusu için 288 606 mevcudunda)
nazarî kalmıştı. [129] Ayrıca Şark Ordusu’nun çok ileride* yığınak yap­
ması ve seferberliğin tamamlanımasını beklemeden taarruzî harekâta gi­
rişmesi, Garp Ordusu’nun ise ikmal erlerini İzmir ve dolaylarından gemi­
lerle Selânik’e taşınmasımn plânlanması vo özellikle Ege Denizi’ne hakim
Yunan Donanması karşısında buna teşebbüs edilerek herhangi bir tedbir
alınmaması, seferberliğin ve harekâtın olumsuz sonuçlar doğurmasma
neden olmuştu. Ordunun seferberlik hazırlıklarında işlenen hatalar, bü­
tün sefer süresince düzeltilmemiş ve seferberlikteki bo25ukluk, hezimet­
lerin bsışhca nedenlorinden biri ve önemlisi olmuştu.
Balkan Savaşı seferberliği 18 Eylül 1328 (1 Ekim 1912)’de Vekiller
Heyeti’nce kabul edilmiş ve padişahın iradesiyle uygulanmıştı. Aynı gün
Harbiye Nezareti, ordu müfettişliklorine ordunun 5 numarah projeye
(Bulgar, Sırp, Karadağ ve Yunanlılarla muharip olunacağına göre uygu­
lanacak sefer plânı) göre seferberlik yapılacağı ve yığmağa başlanacağı
emredilmişti. Seferberlik emri, 8 nci Kolordu (Şam) hariç, yanlız 1 nci
ve 2 nci Ordu Müfettişliklerine, 1 nci, 2 nci ve 6 ncı Redif Müfettişlik­
lerine, 3 ncü Ordu Müfettişliği’nden 29 ncu ve 30 ncu 'Tümenlere, 3 ncü
Redif Müfettişliği’nden Trabzon Redif Tümeni’ne, 8 nci Kolordu’nun 26
ncı Tümeni’ne, 5 nci Redif Müfettişliği’nden Adana vo Halep Redif 'Tü­
menlerine gönderilmişti. Elde geriye kalan d^iha 140 redif ve 136 niza-

[129] ATAŞE Arşivi; Dosya, 172/177 (Şark Or.) ve Dosya, 62 (Garp Ordusu Harp
Ceridesi).

— 157 —
miye taJburu olduğu halde bu kuvvetler seferb€»rlik emrinin dışında bıra­
kılmışlardı. Gerçi Yemen, Asdr ve Hicaz’daki kuvı^etlerin alınmaması bir
zorunluluk idiyse de, Irak ve kısmen Doğu An'adolu bölgesindeki kuvvet­
lerin alınmaması ve bunlara seferberlik emrinin verilmemesi yerinde de­
ğildi. Ancak du^mlan ihtiyaç dolayısıyla hata edilmiş olduğu anlaşılmış
ve 3 ncü Redif Müfettişliği’nden Amasya Tümeni, 5 nci Redif Müfettâş-
liği’nden Antep ve Kudüs Tümenleri ele alınmış ve bunlara 24 Eylül 1328
(7 Ekim 1912)’de seferberlik emri verilmişti. Bundan sonra Samsun, Si­
vas, Elaziz (Elazığ), Akka Tümenlerinin seferberlikleri emredilmişti. Bu­
nun gibi, aşiret süvari kuvvetleri de seferberlik emri almamış, ancak bun­
lardan bir kaç alay seferberliğe iştirak ettirilerek harekat bölgesine son­
radan getirtilmişlerdi. Görüldüğü gibi Balkan Savaşı seferberliği parça
parça emirlerle de tamamlanmak istenmişti ki, bu da eksikti.
Seferberlik emrinde seferberliğin birinci gününün hangi gün olduğu
bildirilmediği gibi hangi yıl erlerinin celp edileceği de kesin olarak bil­
dirilmemişti. Bu söbeple kıtaların, üst makamlara yaptığı başvurulara
kesin bir cevap almmcaya kadar 12 günlük bir zaman geçmişti.
5 numaralı projeye göre sefer plânının uygulanması emredilmiş iken
ve bu plâna göre de, 3 ncü Ordu Müfettişliği’ne tabi Samsun Tümeni’nden
Rumeli’ye birçok asker mürettep iken, bu müfettişliğe verilmesi gereken
tebligat mıutuhnuş ve ancak sorulan soru üzerine 10 Ekim 1912’de emir
verilmişti. Seferberliğin ük gününün de 19 Eylül 1328 (2 Ekim 1912)
olarak dikkate alınması geı^tiği bildirilmişti. Bu sebeple bir çok kıtalar
“erler gelmiyor, eksik mevcutlarla belirli zamanda hareket edelim mi?
Yoksa seferberliğin sonunu bekleyelim mi?” diye sormaya başlamışlardı.
Buna karşılık 23 Eylül 1328 (6 Ekim 1912)’de “mevcutlar ne olursa ol­
sun uygun zamanda hareket edilmesinin gerektiği” emredilmişti. Bu ara­
da kömür ocaklarının işletüöbilmesi için işçiye ihtiyaç bulunduğu, bun­
dan dolayı kömür işçüerinin askere alınmamaları istenmiş ve nihayet
Ereğli ve Bartın taburlarmm, madenlerde çahşan erlerin silâh altma alın­
mamaları da 10 Ekim 1912’do emredümişti. Seferberlik genel olarak bü­
yük kanşıkhk içinde cereyan etmişti. Seferberliğin sürat derecesi değişik
olduğu gıiıbi, şekh de değişik olmuştu. Bazı redif taburları en az bir za­
manda hazırlanarak hemen demiryolu istasyonlarına ve iskelelere gele­
rek harekât bölgesine taşınmalarım istemişlerdi. Ancak ne demiryolları
ve ne de deniz yolları için pratik ve uygulanabilir bir nakliyat plânı vardı.
Gerçi bu yapümıştı. Fakat nazarî idi. Bu sebeplo birlikler istasyon ve is­
kelelerde beklemek zorunda kalmışlardı. Bazı redif taburları ise, eksik
mevcutlarla emrolunan günlerde gamizonlarmdan hareket ederek hare­
kât alanlarına yönelmişlerdi. Birçok redif taburları ise haftalarca bir
türlü seferberliklerini tamamlamadıklarmdan hareket edememişlerdi.

— 158 —
özellikle Batı Rumeli müstahfız teşkilâtınm seferberliği önemli bir sorun
olmuştu. Makedonya’da müstalhfızlar adına 90 000 kadar tüfek depo edil­
mişken, kimsenin bundan haberi yoktu. Bu sebeple de İstanbul makamları
zorlanmış, müstahfızlar için martini ve cephane istenmişti. Nihayet Ma­
kedonya’daki depolarda tüfekler bulunmuştu. Ancak bunlar kapamn elin­
de* kalmış ve sUâhları alanlar da bir daha ortada görünmemişlerdi. Buna
rağmen İstanbul’dan tüfek istenmiş ve 30 000 tüfek Batı Rumeli’ye gön­
derilmişti. Kimse bu kadar müstahfız er olmayacağını ve tüfeklerin ne­
den fazla istendiğini sormamıştı.
Devletin sivil memurları da sef&rberük işlerinden habersiz ve bilgisiz
idiler. Bu nedenle insan, hayvan ve diğer ihtiyaçhırın sağlanması konu­
sunda bir yardım mümkün olamamıştı. Aksine birçok işlerde memurlar
zorluk çıkarmaktan başka bir şeye yaramamışlardı.
Batı Rumeli’deki nizamiye ve redif kıtalarmm seferberlikleri de çok
kötü bir şekilde gerçekleşmişti. Her türlü ikmal yerine getirilmemişti.
Buna karşıhk Trakya’da (Şark Ordusu’nda) birçok ikmal erleri başı boş
bir halde, aç ve çıplak, perişan bir durumda, kendilerini alacak bir kıta
beklemişlerdi. Bir çok ikmal erleri, kıtalarca “bunlar bize bağlı değildir”
diyerek geri çevirmişlerdi. Erler bir kıtadan diğerine gidip gelmişlerdi.
En önemli sevk merkezi olan Murath’da, 10 Ekim 1912’ye kadar en ufak
bir sevk ve dağıtma teşkilâtı kurulmamıştı. Muhtelif kolordular, “falan
proje gereğince bunun teşkili size aittir” diyerek işi birbirinin üzerine
atıp durmuşlardı. Tekirdağ’da sahipsiz birçok ikmal erleri dururken, bu­
radaki kıtalar ikmal erleri beklemekte idiler. Tekirdağ’da bulunan 2 nci
Kolordu, bir türlü seferberliğini tamamlayamıyordu. İkmal erlerini seç­
mekte güçlük çıkarıyor ve kolordu kendisine bağlı erleri beklemekte ıs­
rar ediyordu. Mürettep erlerin zamanında gelmemesi yüzünden Kırkkilise
(KIrklareli) muharebesine yarım mevcutlarla girmek zorunda kalınmıştı.
Bununla beraber bir an gelmiş, ole geçen ikmal erleri gelişi güzel bir­
liklere verilmeye başlanmıştı. Piyade olan bir er topçuya, topçu olan bir
er piyadeye, süvariler topçu veya piyadeye, bahriyeliler süvariye v&ril-
ni'işlerdi. Bu suretle nizamiye kıtalarmda çeşitli smıflardan erler bir ara­
ya toplanmışlardı. Çok iyi nişancı olan erlerle tüfeğin doldurulmasmı
bilmeyen erler bir mangaya düşmüşlerdi. Hiç bir zaman hayvana binme­
miş ömründe top görmemiş erler, topçu ve süvan birliklerinde bulım-
durulmuşlardı.
İkmal eri ve gereç seferberliğinin aksaklığı gibi, hayvan tedariki ve
ikmali de gereği gibi olamamıştı. Barışta dört top koşamayan batarya­
lar, sefer gereçlerine göre 11 parçadan koşulacaktı. Bunlar için gereken

— 159 —
hayvan metmlekette bulunmadığından İstanbul Tramvay İdaresi’nin 800
ila -1000 kadar lagar kadanasına el konmuş, fakat bunlar bataryalar iğin
iyi bir koşum hayvanı olamamışlardı. Bu sebeple de topçu sınıfının se­
ferberliği tam yapılamamıştı. Topçunun hafif cephane kolları çoğunlukla
kurulamamıştı. Birçok bataryalar dörder top ve dörder cephane araba­
sından ibaret kalmışlardı. Hafif cephaı:'© kollannın yerine ancak beşer
öküz arabası verilebilmiş ve bunlarla da pek az cephane taşınabilmişti.
Topçu cephanesinin büyük kısmı gerilerde depolarda kalmıştı.
Ordu geri hizmet teşkilâtı için Anadolu’da bir çok hayvan toplan­
mıştı. Ancak bunların Trakya’ya geçirilmeleri mümkün olmamıştı. Plân-
sızhk yüzünden varlık içinde yokluk çekilmişti. Örneğin, 2 nci Kolordu
için toplanan 5000 hayvandan ancak 500’ü yerine ulaştırılabilmişti.
Seferberlik esnasında iaşe durumu da plânsızlık içinde bulunuyordu.
Kıtalar ve geriden gelen ikmal erleri hiç bir yerde devamlı bir yiyecek
bulamamışlardı. Daha soferberlik devresinde büyük bir sıkıntıya düşen
kıtalar nerede ve kime ait olursa olsun buldukları maddeleri yağma et­
mişlerdi. Nitekim 4 ncü Kolordu yiyeceğiz kaldığından muhasara edil­
mesi muhtemel bulunan Edirne Kalesi için gerekli yiyecek maddelerini
yoldan çevirerek almıştı. Bunun gibi her kıta, cephaneden önce yiyecek
istiyor ve feryat ediyordu. Diğor maddeler gibi, yiyecek maddelerini sağ­
layacak ve dağıtacak bir teşkilât ise ortada yoktu. Kimse de nereden ne
alacağım bilmiyordu. Mevcut bütün plânlar kağıt üzerinde ve teorik idi.
Sefer birliklerindo yeteri kadar para da olmadığından ihıtiyaçlarmı
satın almaları da imkânsızdı. .
Redif kıtalarmm durumu ve teşkilâtı pek basit bırakılmış bulundu­
ğundan bunların hali daha da acıklı idi.
Seferberliğin her bakımdan tamamlanması için büyük önemi bulu­
nan vapur ve demiryolu ulaştırması da tamamiyle plânsızdı. Lokomotifler
için ihtiyaç duyulan suyu bile bulmak zorlaşmıştı İstasyonlarda bulun­
ması gereken su pompıaları işlemiyordu. Lokomotiflerin suları kovalarla
ikmal edilmeye başlanmıştı. Bu yüzden de seferberliğin hızı düşmüştü.
Demiryolları işletmesinin, yabancılar elinde bulunması da ayrıca büyük
bir sakıncaydı. Bunun da seferberlik nakliyat plânlarının hazırlanmasın­
da dikkate alınması gerekli idi. Yabancı işletmecilerin çıkardıkları zor­
lukları hisseden subaylar demiryollarma karışmaya başlamışlardı. Bu
sebeple demiryollarında işletme disiplini de tamamiyle bozulmuştu. Se-

— 160 —
ferberliğin 20 nci gününe kadar 247 sefer yapması g€rekG<n Şark (Doğu)
Demiryoilan ile ancak 87’Si kıta ve 45’i ikmal eri taşıyan 132 tren hare­
ket ettirilebilmişti.
Deniz ulaştırması da demiryollarmdan daha iyi değildi. Bunun belli
bir makam, bir soferiberlik hazırlığı da yoktu. Birçok vapurlar, “eşya ve
asker koyacak yerim yoktur” sözleriyle iskelelerden ayrılmışlar, bir kıs­
mı da iskelelere uğramadan ve yüklerini dahi almadan harekât bölgele­
rine yakm iskelelorden uzaklarşmışlar veya bu iskelelere yanaşmamış­
lardı. Buna karşılık birçok vatansever gemi süvarileri de gemilerinin ala­
bileceğinden kat kat fazla yüklerle ve erlerle yola çıkmaktan çekinme*-
mişlerdi.

b. Birinci Dünya iSavaşı Seferberlik Hazırlıkları ve Uygulanması

1912-1913 Balkan Savaşı yenUgi ile sonuçlanmıştı. Osmanlı Devleti,


Rumeli ile birlikte büyük bir nüfusunu da kaybetmişti. Uğranılan felâ­
ket, ordunun da düzenini tamamiyle bozmuştu. Orduya olumlu bir yön
vermek zorunluluğu karşısında kalınmıştı. Bu amaçla genç subaylar ve
komutanlar, büyük ölçüde bir teşkilât ve kalkınma hareketlerine giriş­
mişlerdi. Ordunun modern bir şekilde düzenknmesi için daha Mahmut
Şevket Paşa’nın Harbiye Nazırlığı zamanında başlayan ve fakat bir türlü
gerçekleşmeyen çalışmalar, Enver Paşa’mn Hahbiye Nazırlığı sırasında
gerçekleşmişti. Bu amaçla birçok Alman subaylarından kurulu bir askerî
ıslâh heyeti. General Uman von Sanders’ın başkanlığında îstanbura ge­
tirilmişti. Heyet, İstanbul’a geldikten sonra ordu ile ilgilenmiş ve her
alanda rehber olmaya başlamıştı. Ordunun birçok sorunları ele alınmış
ve bu arada özellikle seferberlik hazırlıklarının modern esaslara göro
plânlanması konusu başlıca sorun olarak görülmüştü- Bu konuda yapılan
çalışmalarm zamanla olumlu sonuçlar vereceği kanısı belirmeye başla­
mıştı. Seferberlik hazırlıkları bakımından ilk iş, seferberliği kolaylaştır­
mak vo çabuklaştırmak için, memleket düzeyine yayılmış bulunan kolor­
duların sınırlan belirtilmiş ve her kolordu bölgesi, asker alma ve sefer­
berlik yönünden bir asker alma heyetiyle donatılmış; heyetler bir sefer­
berliğin tatbikat vo düze,ninden sorumlu tutulmuşlardı. Bu suretle yeni
seferberlik hazırhklarınm, Balkan Savaşı seferberlik hazırlıklarından
farklı olarak bölge esasına göre yapılması kabul edilmişti. Yani her ko­
lordu bir seferberlik halinde, genel olarak sefero ait insan, hayvan ve
araçlarını kendi bölgesinden alacaktı. Bunun başlıca sebebi, memleketin
geniş ve özellikle ulaştırma imkân ve* vasıtalarının az ve sınırlı olması
idi. Bu suretle seferberlik hazırhklarınm, Balkan Savaşı seferberliğine
nazaran daha pratik vs kolay olacağı düşünülmüştü. Denilebilir ki, Türk
SUahlı Kuvvetleri’nin ilk modern seferberliği, bu seferberlik olmuştu.

— 161 —
Temmuz 1914’te dünya buhranlı anlar yaşamaya başlamıştı. Birinci
Dünya Savaşı’mn çıkacağı iyice sezilmekte idi. Bu sırada Osmanlı Kara
Kuvvetleri’nin barış ordusunu teşkü eden birlikler henüz yeni bir teşkilât
düzenine girmiş ve barış ordusunun mevcudu genel olarak 200 000 kadar
olmuştu. Birhklerde 1307 (1891), 1308 (1892) ve 1309 (1893) doğumlu
erler silâh altında bulunmakta idi. Ancak Avrupa’da siyasî havanın ka­
rarmaya başlaması sebebiyle birliklerin eksik bulunan kadrolarının ta­
mamlanması istenmişti. Özellikle herhangi bir tehlike karşısında kalın­
mamak için bazı ihtiyat erlerinin dört haftalık bir eğitim'O tabi tutulma­
ları emri verilmişti. Cîerçekte bu bir seferberlik değildi. Sırf eksiksiz bu­
lunan kadroların tamamlanması idi. Seferberliğe ancak 2 Ağustos 1914’
te imzalanan Osmanh-Alman ittifak antlaşmasından sonra karar veril­
mişti. Osmanh Devleti aynı gün sefehberhk ilân etmişti. Ancak bu sefer­
berliğin ihtiyatî bir tedbir olduğu ve devletin bu suretle silâhlı bir taraf­
sızlık güdeceğini ilân etmiş ve 3 Ağustos 1914 günü de seferberliğin bi­
rinci günü kabul edilmişti. Harbiye Nezareti tarafından Kara, Deniz ve
Hava Kuvvetleri’ne yayınlanan ve uygulanması emrolunan seferberliğe
göre; Yemen’de bulunan Bağımsız 7 nci Kolordu ile Asir’deki 21 nci ve
Hicaz’daki 22 nci Bağımsız Tümenler hariç ohnak üzere bütün silâhlı
kuvvetlere seferberlik tatbikatma geçmeleri emri verilmişti.
Seferberlikle beraber, barışta silâh altında bulunan 1307 (1891),
1303 (1892) ve 1309 (1893) doğumlulardan başka, 1291-1306 (1875-1800)
doğumlu 16 sınıf ihtiyat er, silâh altına davet edilmiş ve bunları yedi do­
ğum (1284 = 1290, 1868-1874) müstahfız erler izlemişti ki, bu suretle
muvazzaf ordımun üç doğum hariç, 45 yaşına kadar olan 22 doğum silâh
altına çağrümıştı. Memleketin her tarafından aske^’e çağrılan erler şube­
lerine akın etmeye başlamıştı. Gelişi hızlandırmak ve bir an önce sefer­
berliği tamamlamak amacıyla emirler yayınlanmış ve nihayet bir hafta
içinde mazeretsiz olarak davete uymayanların veya askerlik hizmetinden
kaçanJarm idam edilecekleri ilân olunmuştu. Ayrıca memleketin her ta-
rafmda sıkıyönetim de kurulmuştu. Bu suretle kaçak bulunanlar da şu­
belerine en kısa zamanda teslim olmuşlardı. Bununla beraber hemen her­
kes, vatanın savunulması için üân olunan seferberliğe- karşı büjdik bir
ilgi göstermişti. Seferberlik ilerledikçe silâh altına gelenlerin miktarı,
ümit edildiğinden fazla oranda olduğu görülmeye başlamıştı. Kıtaların
sefer mevcutlan dolmaya başladığından, gelen fazla erler için depo teş­
kilâtı kurulmaya başlamıştı. Ancak, depo teşkilâtmm daha fazla kurul­
ması imkânsız olduğundan, silâh altına gelen erlerden özellikle büyük bir
yekûn tultan yaşlı olanların gereğinde tekrar çağnimalan şartıyla ter­
hislerine karar verilmişti. Bu durum, soferberlik hazırhklannm barışta
doğru düzenlenmediğini göstermişti. Barışta seferberlik hazırhkları üze-

— 162 —
rine birinci derecede Alman subaylarının çalışmalarına rağmen, bunun bu
şekilde belirmcGİnin önemli sebepleri vardı. Bir defa memlekette doğru
bir nüfus kaydı olmadığı gibd, esaslı yoklamalar da yapılmamıştı. Silâh
altına çağrılan erlerin ne kadar tutacağı, bunlardan ne miktannm davete
uyacakları ne kadarmm yabancı ülkelerde bulundukları, kaç sınıf erlerle
sefer kadrolarının doldurulacağı, büyük bir sorun olarak kalmıştı. Seferi
birlikler geri hizmet teşkUâtmm (cephane ve erzak kolları) ne dereceye
kadar kurulacağı, sefer kuruluş ve kadroları ihtiyacından fazla ne kadar
or ve hayvan kalacağı kestirilememişti. Bu sebeple de depo teşkilâtından
başka ayrıca ihtiyat sefer teşkilâtı, yani özel ihtiyat tümen veya kolor­
dularının yapılıp yapılmayacağı hesap edilememişti. [130]
Genel olarak seferberlik hazırlıkları bakmamdan Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye (Genelkurmay) Seferberlik Şulbesi ile Harbiye Nezareti daire­
leri arasında da tam bir işbirliği ve koordinasyon bulunmaması, sefer­
berlik hazırlıklarının iki başlı 3ürütülmesine etken olmuş, bu yüzden bir­
çok aksaklıklar doğmuştu. Bir taraftan da memleketi kendi memleket­
leri şartlarına ve bilgilerine göre idare etmek isıteyen Alman sulbaylannın
geniş ölçüde makamları ellerine alarak işleri yürütmeye kalkmaları ve
özellikle Türk Ordusu’nu kısa bir zaman içinde savaşa sokmak gibi siyasî
bazı düşüncelerde seferberlik hazmhklarma yön vermek istemelerii karı­
şıklıkların daha fazla olmasına önemli derecede etki yapmıştı.
3 Ağustos 1914’te uygulanmaya başlayan seferberlik, 25 Eylül 1914’
te birçok eksikleriyle tamamlanmış olduğu gibi kabul edümişti. 53 gün
devam eden bu devre, gerçekte hızlı bir seferberlilî: olmamakla beraber,
Balkan Savaşı seferberliğinden daha iyi ve çabuk cereyan etmiş ve uy­
gulanmıştı. Ancak bu seferberlik, Balkan Savaşı seferberliği gibi sıkışık
bir durum içinde yapılmamış, daha rahat bir zaman ve imkân bulmuştu.
Seferberlik silâhlı bir tarafsızlık maskesi altında gereken zamanı kazan­
mış; gerek seferberlik ve gerek yığınak devrelerinde doğan bir çok pü­
rüzlerin sükunet içinde çözümlenmesine imkân bulunmuştu.
Seyyar ordu, kale ve müstahkem mevkilor ve menzil teşkilâtıyla bir­
likte Türk Ordusu’nun 1914 yılı Eylül ayı sonunda, harbe hazır kuvvet­
leri ortalama bir milyon insanı bulmuştu. Fakat bunun savaşa hazır olanı,
ancak 477 SöS’di. Bununla beraber seferberlik durmamış ve savaşın so­
nuna kadar devam etmişti. Savaş süresince birçok yeni teşkiller için silâh
altına er alınmış, hayvan ve araç sağlanmıştı. Bu suretle ordu gün geç­
tikçe büyümüştü.

[130] Balkan Harbi teşkilât ve seferberliğinde redif tümenleri vardı. Birinci Dün-'
ya Savaşı’na girmeden önce yapılan teşkilâtta redif tümenleri lâğvedilmiş ve
fakat bunlann yerine ihtiyat tümen veya kolordular teşkilâtı düşünülmüştü.

— 163 —
1914 yılında dört ordudan (1-4 ncü Ordular), ibaret olan Türk Or­
dusu 24 Mart 1915’te 5 nci ve Aralık 1915’te 6 ncı Ordu’yu teşkil etmişti.
1917 yılında 7 nci, 8 ncd ve 9 ncu Ordularla Yıldırım ve Kafkas Ordular
Gruplan kurulmuştu. Ancak numaraları ile büyüyen ordu, özellikle 1917
yılmda bütün kaynaklarıyla kurumuş ve iskelet haline gelmişti.
'Birinci Dünya Savaşı, imzalanan Mondros Mütarekesi’yle durmuş ve
fakat memleketi yıpratmış, silâhlı kuvvetleri de bir kadro haline getir­
mişti.

2. Yığmak
OsmanlIların îkincd Meşrutiyet dcAU^ine girdikleri sırada, dünyanın
hemen hemen her ordusunda, esasları geliştirerek uygulanan yığınak,
genellikle seferberlik hazırlıklanmn uygulanmasmdan sonra işleyen ve
soferb'erliği takip eden bir hareketti. Ancak bu gerçek kural, unutulmuş
ve ihmal edilmişti. Meşrutiyet devrinin büyük askerî idare makamları,
çok kural dışı bir juğmak uygulamışlardı. Özellikle 1908 devriminden kısa
bir zaman sonra patlak veren 1912-1913 Balkan Savaşı’nda, seferberlik
ile yığınak harekâtı birbirine karışık olarak kullanılmıştı. Bir taraftan
seforfberliğin gerektirdiği uygulama ile uğraşılırken, bir taraftan da yığı­
nak hareketlerine girişmişler ve ikisini bir arada yürütmek istemişlerdi.
Böyle birbirine girmiş ve kesin şekilde sınırlandırılmamış bir uygulama­
da hakim olan ana fikir, kısa bir zamanda hem seferberliği tamamlamak,
hem de yığınak için geçecek zamanı kazanmaktı. Memleketin geniş oluşu
o zaman ki ulaştırma imkân ve vasıtalarının da sınırlı bulunması; çeşitli
bölgelerdeki nüfus yoğunluğunun aynı olmayışı gibi sebepler; bu fikrin
doğmasına etki yapmıştı. Bu durum, seferberliğin gerektirdiği diğer nak­
liyatla yığınak nakliyat ve hareketlerind aksatmış ve kazanılmak istenen
zaman, aksine olarak uzamıştı. Bu sebeple sefeıiberlik ve yığınak önemli
muharebeler başlamış olduğu halde, hiç biri plânlandığı gibi uygulanma­
mış ve tamamlanamamıştı. Seferin başında işlenen bu ilk hatalar, savaşın
sonuna kadar devam etmiş ve bir türlü düzeltüememişti. Devrin Başko­
mutan Vekili olan Nazım Paşa, kontrolü altında bulunan vasıta ve imkân­
larının yetersizliğine önem vermeyerek ve elinde mevcut bulunan önce­
den hazırlanmış plânı uygulamadan bir taarruz stratejisi kaıbul etmiş ve
taarruz yapılabilir yeterlUikte olan orduların kullanacağı yığınak bölge­
lerini seçmişti. Yani kuvvetlerini düşmana yakın bölgelerde yığmıştı ki,
bu durum henüz seferberliğini tamamlayamayan bir ordu için hatalı ve
tehlikeli bir hareketti. Düşman ordularımn Türk Ordusu’ndan önce se­
ferberlik ve yığmak yapabildiğine ve yapabilece<ğine göre, Türk Oriiusu
yığınak bölgesinin her bakımdan elverişli olan daha gerideki bölgelerden
seçilmesi başlangıçta savunmada kalmması en esaslı bir kuraldı.

— 164 —
Düşmanın nereden büyük kuvvetleriyle taarruz edeceği düşünülerek
bunu karşılayacak bir yığınak plânı uygulamak da sevk ve idarenin bir
zorunluluğu idi. Genel olarak Osmanlı sevk ve idare makamları bu ku­
rallardan ayrılmışlar, en elverişli yığınak bölgeleri seçmek yerine, aksine
en etiverişsiz bölgeleri seçmişlerdi. Ancak, bir kısım arazinin elden çıka­
cağı ve dolayısıyla mahallî kaynakların elden gideceği düşüncesi, hare­
kâtın hedef ve amacına hakim olmuş ve bir ileri strateji tercih olunmuş­
tu. Bu suretle de Şark (Doğu) ve Garp (Batı) ordularının yığınakları
henüz tamamlanmamış bulunurken, düşman taarruzları karşısında çok
kısa bir zamanda bozguna uğramışlardı. Kural olarak Türk Ordusu’nun
düşmanla nerede kesin sonuçlu bir meydan muharebesi verebileceğini he­
saplaması gerekirdi.
Türk Ordusu önceden bir taarruz stratejisi uygulayamayacağma gö­
re üeri bir strateji, sevk ve idare esaslarına uygun düşmezdi.
O günkü Türk sevk ve idare makaraları ordunun büyük kütleler ha­
linde yığmak bölgelerinde toplanmalarını ve beklemelerini, özellikle bes­
lenme, konaklama zorluklarından dolayı da arzu etmiyorlardı. Böyle bir
durumda ordu birliklerinin yürüyüş ve manevra yeteneğinin azalacağına
ve harekâtta da etkili şeküde kuLLamlmalarmm imkânsızlıklarına inan­
mışlardı. Bu nedenle büyük birlikler halinde yığınak yapmayı ancak zo­
runlu olmadıkça uygulamak işitemiyorlardı.
Tüi'kler, oıdulaıını sınır ve yığınak bölge<!erinde birbiri gerisinde de­
rinliğine düzenlemekten çok, mümkün oldukça muharebe cephesine karşı
olmak üzere diğer yanında düze<nlemeye ve muharebeye sokmayı daima
göz önünde bulundurmuşlardı. Yığınak bölgelerindeki toplanmaları, düş­
manın kara gözetlemesine ve keşiflerine karşı koruyan yoterü genişlikte
ve çatışmalara meydan vermeyecek şekilde tespit olunan bölglerde yap­
mayı başarı için yete^rli görmüşlerdi.
Görüldüğü gibi Türk sevk ve idaresi, Balkan Savaşı’nda ne seferber­
lik, ne yığınak, ne de harekâta başlama bakımından isabetli bir durum
yaratmıştı. Komutanlar muharebeleri zamanın taktik gereklerine uygun
düşmeyecek şekilde yürütmüşlerdi. Bu da ancak başarısızlıklar yarat-
nuştı. Balkan Savaşı’nm Başkomutan Vekili Nâzmı Paşa’nm Türk Şark
(Doğu) Ordusu’nun yığmağı hakkmdaki isabetsiz kararlan bu ordunun
bozguna uğrayıp Çaltalca’ya kadar çekümesine neden olmuştu.
Yığınak bölgelerinde düşmana üstün kuvvetler toplamak ve bundan
sonra gerekli harekâta girişmek, stratejinin ortaya koyduğu başlıca ku­
raldı. Her komutan prensip koyamayacağına göro, ikinci ve hatta birinci
derecedeki komutanların dalhi geçmiş devirlerden gelen denenmiş olumlu
prensipleri sadakatla uygulamaları ve bu suretle İlmî gelişme*lerm ışığı
ile hareket etmeleri de en büyük kuraldı.

— 165 —
Birinci Dünya Savaşı başında Türk Genclkurnıay Başkanlığı II nci
Yarbaşkanı bulunan Kurmay Yarfcay Hafız Hakkı ile Alman Islâh Heye-
ti’nde Kurmay Başkanı bulunan General Branzart von Şellendorf, 7 Ha­
ziran 1914’te, Türklerin Ruslar ve Balkan Devletleriyle yalnız başına bir
savaşa girmesi haline göre bir sefer plânı hazırlamıştı. Bunda, Trakya’da
yapılacak yığmağın genel olarak Çatalca Müsıtalhkem Mevkii gerisinde
yapılması sonucuna varılmış ve bu plân zamanm Harbiyo Nazırı Enver
Paşa tarafından da kabul edilmişti. General Bronzart, plânında ordunun
Kırklareli-Edirne-Lüleburgaz ve Ergene gerisinde toplanmasını mümkün
görmemişti. Bununla berâber Birinci Dünya Savaşı yığınağı da, General
Bronzart’m hazırladığı sefer plânı esas olmak üzore Boğazlar bölgesinde
yapılmıştı. Ancak Osmanlı-Alman ittifakının imzalanmasından (2 Ağus­
tos 1914) sonra durum değişmiş ve 20 Ağustos 1914’te yığınak için esas
olacak sefer plânı yeniden bir düzeltmeye tabi tutulmuştu. Fakat bu defa
yığmak, daha çok Alman çıkarlarma uygun düşecek şekilde değişmişti.
Nitekim General Bronzart’m hazırladığı bu yığmak plânma göreı Türk
Orduları; sıklet merkezi batı bölgesinde bulundurulmak istenmiş, plân­
larda Odesa çıkarması ve nihayet Bulgaristan üzerinden geçerek Roman­
ya ve Rusya harekâtı düşünülmüştü. Bir taraftan da Avrupa Cephesine
yardım sağlayacağı düşüncesiyle 7 Eylül 1914’te 8 nci ve 12 nci Kolor­
dulardan kurulan 4 ncü Ordu’nun Mısır’a karşı bir taarruzda bulunmak
üzere Suriye ve Filistin bölgesinde toplanması uygun görülmüştü. Irak’ta
bir yığınak düşünülmemiş ve Doğu Cephesi’nde 3 ncü Ordu bırakılmıştı.

B. SEVK VE İDARENİN GENEL PRENSİPLERİ

1. Genel Prensipler
Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk), daha meşrutiyet döneminde, ül­
kenin yapısına uygun millî bir talimname yapılmasının gerekli olduğunu,
uygulanması imkânsız bir talimname ile başarıya ulaşmanın mümkün
olamayacağını behrtmişti. Bu sıralarda Türk Ordusu’nun elinde “Seferiye
Nizamnamesi’’ adı verilen çeşitli sınıflarm Sevk ve Muharebe Talimna­
mesi, diğeri ise “MenzÜ Hidemâtı Talimnamesi’’ denilen idare talimna­
mesi vardı. Bunlar ise zamanın en mükemmel nizamname ve talimna­
meleri idiler. Ancak 'Türk Ordusu’nda uygulanmaları ile meydana gele­
cek sonuçlar, çok önemli ve kritikti. Temel esaslarını yıllarca evvel kendi
geleneklerine ve gelişen İktisadî ve malî imkânlarma göre devamlı bir
şeküde mükemmelleştiren Alman milletinin bu sevk ve idare esaslarını
ve onun geroktirdiği zengin teşkilâtı aynen alarak 'Türk Ordusu’na uy­
gulamak ve bundan olumlu sonuç beklemek hayaldi. Uzunca bir zaman
çalışmaya, mületçe zenginleşmeye, sanayüeşmeye ve her bakımdan ge-

— 166 —
üşmeye ihtiyaç vardı. Bu nedenle uygulanacaİc talimname ve nizamna­
melerin genel esaslai’inda değişiklik yapmak şartıyla, teşkilât yönünden
daha mütevazi ve memleketin maddî imkânlarıyla orantılı olunması ge­
rekli idi. Teşküât, sevk idare bakımından uygulanması sağlanamayacak,
istekleri yerine getirilemeyecek bir talimname ve nizamnamenin fayda
yerine zarar getireceği çok doğaldı. Örneğin Türk Silâhlı Kuvvetleri ise;
Kara Kuvvetleri için her bakımdan yüksek ve olgun bir duruma ulaşmış
bulunan Alman Kara Kuvvetleri’nin, Deniz Kuvvetleri için Ingihz Deniz
Kuvvetleri’nin, jandarma için Fransızların talimname ve tüzüklerine özen­
miş ve aynen almıştı. Fakat bu talimname ve tüzükler m'emleketin için­
de bulunduğu şartlara uymadığından ağır bir yük teşkil etmiş ve
uzun zaman uygulanamamıştı. Bu sebeple 1316 (1900) yılından itibaren
Türk Kara Kuvvetleri’ne giren “Seferiye Nizamnamesi” ordunun anlaşıl­
maz bir talimnamesi olarak kalmış, ordu birliklerince ortak bir talim­
name olmamış ve bu durum Birinci Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen
birçok komutan ve subaylar tarafmdan kavranılmamıştı. Uygulaniması
maddeten imkânsız olan bu üstün dereceli talimname ile de Balkan Sa-
vaşı’na girilmişti. Bu sebeple de Türk Ordusu’nun büyük küçük her bir­
liği Balkan Savaşı’nda çok kötü anlar yaşamış ve bütün komutanlar ve
karargâhları en değerli zamanlarını anlamadıkları esaslar ve bu esaslara
dayanılarak verilen emirler karşısmda açıklama, bir sorunun açıklanma­
sını iŞteme ve izin dilekleriyle oyalanarak yitirmişlerdi. Herkesin kendi
mantığına ve bilgisine göre yorumladığı emirler karışıklıklara da sebep
olmuştu. Bu yetmemiş gibi herkesin birbirini eleştirmesiyle de disiplin
kökünden sarsılmıştı. Bilgisizlik, anlaşmazlık, becerisizlik ve türlü maddî
imkânsızlıklar yüzünden de hiç bir başarılı sonuç elde edilmemişti. Dola­
yısıyla Balkan Savaşı, Osmanlı Devleti’ne çok pahalıya mal olmuştu.
İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Türkleri, dedelerinin dün­
yaya örnek verdikleri harp sanatım ve uyguladıkları sevk ve idare esas­
larını unutmuşlar ve son asırlarda ise bunları öğrenen AvrupalIlardan
aktarma durumıma düşmüşlerdi.

2. Harekât Prensipleri
1908 yıhndan 1918 yılına kadar olan devrede Türk Silâhlı Kuvvet-
leri’nm elinde bulunan ve Almanca’dan dilimize çevrilerek yürürlüğe ko­
nan talimnamelerin belirlediği esaslara göre harekât prensipleri (hedef,
sadelik, işbirliği, imha, manevra, sıklet meıkezi, kuvvet tasarrufu, bas-
km, emniyet) genel olarak her seferde uygulanmak istenmiş ve bu değiş­
mez önemli prensipler üzerinde durulmuşsa da çok zaman bunların uy­
gulanmasında yetersizlik görülmüştür. Bu yüzden de felâketler birbirini
izlemişti.

— 167 —
Türk Silâhlı Kuvvetleri, 1911-1912 Osmanlı-İLalyan, 1912-1913 Bal­
kan ve 1914-1918 Birinci Dünya Savaşlarını kaybetmişti.
Türklerin, Balkan Savaşı’nda Balkan DevJetleri’nin ulaşmak istedik­
leri heedfleri gibi kestin bir savaş hedefleri yoktu. Balkanlı müttefikler,
Türkleri Balkan Yarımadası’ndan çıkarmak ve tasarladıkları mUlî hedef­
lerine ulaşmak için Türk Süâhlı Kuvvetleri’ni yenmek amacıyla savaşa
girmişler vo Türk Ordularım bozguna uğratabilmişlerdi. Buna karşılık
Türklerin hedefleri. Başkomutan Vekilinin ağzmda Sofya idiyse de, bu
hedefe ulaşmak için pratik hiç bir imkân mevcut değildi. Savaşın sevk
ve idaresi için düzenlenen harekât plânlarında, sadelik ve esneklik olma­
dığı gibi muhtelif ordular (Şark ve Garp Orduları) arasmda bir işbirliği
de sağlanmamıştı. İşbirliği sağlanacak taarruz (imha), aksi şekilde be­
lirmiş ve ordular teker teker yenUmişlerdi. Savunulacak yerde* taarruz,
veya taarruz edilecek yerde savunmaya geçme gibi görüşler bu sonucu
doğurmuştu. Her yerde taarruz arayan Türk Ordusu, €*sasen mevcut ol­
mayan hareket ve manevra kabiliyetini de büsbütün kaybetmişti. Hiç bir
cephe kesiminde belli bir sıklet merkezi görülmediği gibi, bunun sonucu
olarak kuvvet tasarrufu, baskın vo emniyet prensipleri de uygulanama­
mıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nda da amaca uygun millî biı* savaş hedefi tes­
pit edilmemişti. Osmanlı Devleti savaşın kaderini Almanların kaderine
bağlamıştı. Alman Silâhlı Kuvvetleri’nin amaç edindiği hedef etrafında
bocalamış ve nihayet bütün sevk vo idare Almanlara bırakılmıştı. Bunun
en güzel örneği 16 Ekim 1332 (29 Ekim 1916)’da Genel Harp Harekâtı
hakkında çıkarılan irade üe belirmişti. Sadrazam Sait Halim ve Harbiye
Nazın, Bahriye Nazır Vekili ve Başkomutan Vekili Enver Paşaların ve
kabine* üyelerinin imzalarmı taşıyan bu belgenin gerekçesi özetle şöyle
idi :
“Bugünkü harpte işbirliği ettiğimiz, emel ve kaderimizi bağladığıımz
müttefiklerimizle fikir ve harekât bakımından anlaşmış olmamız bir zo­
runluluktur. En son ve kesin başannın elde edilmesi için, fikir ve hare­
kâtta birleşik olma vo yardımlaşma lazımdır. Bunun da sarf edilecek
himmetin şiddet ve genişliğine tabi olacağı şüphesizdir. Bundan öbürü
gerek Osmanlı Devleti, gerek müttefiklerimiz mühimmat, harp araç ve
gereçleri, asker vo subay itibariyle birbirlerine karşılık olarak yardımda
bulunarak zafere ulaşmaya riayet ettikleri halde, fikir ve askerî harekât
bakımmdan da sıkı bir anlaşma sağlamış olmaları pek gereklidir. Bu ol­
madığından geçen yaz mevsiminde Avusturya-Macaristan Dovleti, müt­
tefiklerinin fikirlerini almadan Tirol taarruzunu yapmak üzere Rus cep­
hesinden önemli kuvvetler alarak bu cepheyi zayıf bırakmıştı. Bu ise,

— 168 —
Rusların şiddetli taarruzlarını davet öttiği gibi İtalya cephesinde arzu
ettikleri başarıyı da sağlamamıştı. Eu hal Ruslarm Karpatlara kadar iler­
lemelerine sebep olmuştu. Ruslarm bu taarruzlarını kırmak için ise, müt­
tefik orduların harekât plânlarında değişiklik yapılması gerekmişti. Ay­
rıca bu sebep, Romanya’nm da haribe katılmasıyla bir fazla düşmanm kar­
şımızda bulunm^asma amil olmuştu.
Müşterek harp çıkarlarınm birleşik olarak müzakere edilmesi ve
harp durumlarına göre birleşik olarak karar vermedeki zorunluk, bu
misal ile de belli olmuştur. Muharebenin cereyan ettiği alanların tek cep­
he sayılması ve önemli askerî harekât için genel karargâhlar arasında
müzakere yapılması lazımdır. Harp harekâtının genel sevk ve idaresinin
birleştirilmesi ile bunun Alman İmparatoru tarafından deruhte edilmesi,
Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan hükümetlerince kabul olunduğu.
Alman Genel Karargâhı Kurmay Başkanlığı’nm yazılarından da anlaşıl­
mıştır. Osmanlı Devleti’nin de bu kararlara uyarak hareket etmesi isten-
I mekte olduğundan bu konuda düzenlenen esaslar Devlet-i Âliyyelerino su­
; nulmuştur...”
Padişah ve Başkomutan V. Mehmet Reşat ise, onayladığı bu “Harp
, Harekâtı’nm ve genel sevk ve idarenin birleştirilmesi” hakkmdaki belge­
- ye göre, genel sevk ve idarenin Almanya înparatoru tarafından idare
edilmesini kabul ve emretmişti. [131]
Osmanlı Hükûmeti’ne kabul ettirilen bu kararlar, Osmanlı cephele­
rindeki harekâtın sevk ve idaresinde Alman harekât amaç ve niyetlerinin
hakim olduğunu göstermişti. Her ne kadar kararlarm 2 nci maddesi,
Türk sevk ve idaresine bir rahatlık verir gibi olsa da, gerçekte herşey
onların istedikleri şekilde yürütülmüştü. Başkomutan Vekili Enver Paşa
ile sıkı irtibat kurulacağını bildiren 4 ncü maddeden başka, Türkiye’de
bulunan Alman komutan ve subayları da duruma hakim olmuşlardı. Or­
du, Kolordu Kurmay Başkanhklarınm başlıcalan Alman subaylarının el­
lerinde bulunduğu gibi, bazı büyük birliklerin komutanlıkları da Alman­
lara verilmişti. Genelkurmay Başkanlığı ile bu karargâhın önemli şube
müdürl'ülîleri Almanlarda idi. 5 nci maddeye göre, başkomutan ve vekil­
lerinden alınacak görüşün ifade ettiği anlam özellikle Osmanlı Başko­
mutan vokili için görünüşten ibaretti. Duruma her defasmda Alman Ge-
nelkurmayinm tutum ve görüşü hakim olmuştu. 6 ncı madde ile de, Türk
Silâhlı Kuvvetleri’nin her türlü hareket serbestisi ve karar verebilme
yetkisi elinden ahıımıştı. Yapılacak her türlü hareket için Alman Genel
Karargâhı’mn izni esas kabul edilmişti.

[131] Başbakanlık Arşivi; Karton No. 68, 2 Muharrem 1330 (29 Ekim 1916) tarih
ve 223 numaralı irade-i seniyye.

— 169 —
Harekâtın birleştirilmesi sevk ve idarenin bir elden yürütülmesi esa­
sına dayanan bu kararlar zayıf ve her türlü imkân ve vasıtalardan yok-
sım Osmanlı Devleti için bir zorunluk haline de getirilmişti. Bu durum
Mondros Mütarekesi’ne, Osmanh Devleti’nin yıkılmasına kadar devam
etmişti. .

3. Yürümüş

Ordu birliklerinin yaptıkları muharelbe ve harekât faaliyetlerinin bü­


yük kısmım yürüyüşler oluşturduğundan, kıtaların yürüyüş kabiliyetle­
rinin artırılması ve yürüyüşlerin çok sıkı bir disiplin altında yaptırıkna-
sma son derece önem verilirdi. [132]
Yürüyüş kabiliyetinin artırılması için ayakkabılarla elbise ve teçhi-
zatm erleri, koşum takımlarıyla semerlerin ve naUarm hayvanları rahat­
sız etmemesine büyük özen gösterilirdi. Genel olarak kıtaların vere*cekleri
döküntülerden özellikle sakmılırdı. Bu döküntü miktarları, yürüyüş id­
manları ve sarf edilen dikkat için bir ölçü sajulırdı. Döküntülerin azal­
ması için de, korunması gereken zayıf bünyeli erlerden yürüme gücünü
kaybedenlerin zaman zaman birlik hayvan ve arabalarıyla taşınmaların­
dan başka, arka çantaları mümkün oldukça birlik araçlarıyla taşınırdı.
Mola ve konaklamalarda erlerin ve hayvanların her türlü dinlenmeleri
sağlanarak yeniden enerji kazanmalarına imkân verilirdi. Bu konuda
özellikle subaylar örnekti. Subaylar erlerini büyük bir şefkatle korurlardı.
Bir yürüyüşten sonra dinlenmeye geçişte erlerin çadırları kurulmadan ve
yiyecekleri sağlanmadan hiç bir subaym dinlenmeye geçtiği görülmezdi.
Bu tutum orduda zevkli bir gelenek haline geltirümişti. Subayların bu iç­
ten gelen ilgi ve şefkatleri sayesinde yürüyüşler sürekli düzgün bir şekil­
de devam eder ve hedefine zamanında varırdı. Bu gerçek, gerek Balkan
Savaşı ve gerek Birinci Dünya Savaşı ve özellikle İstiklâl Savaşı’nda çok
görülmüş ve kıtalar büyük yürüyüş kabüiyetleri göstermişlerdi.
Genel olarak yürüyüşler, biri düşman etkisi dışında ve diğeri de etki
içinde cereyan ederdi. Düşman etkisi dışında yapılan yürüyüşlere adi yü­
rüyüş denirdi. Bu tür yürüyüşlerde birliğin dinlenmesi ve sağlığınm ko­
runması birinci derecede göz önünde bulımdurulurdu. Ancak, düşmana
rastlamak ihtimali olan hallerde muharebeye hazır ohnak düşüncesi her
şeyden önce tutulurdu. Bu halde ise, birlikler taktik ve amaçlara göre
bölünür ve emniyet tedbirleri alınırdı. Bu tür yürüyüşlere de harp yürü­
yüşü denirdi.

[132] 1328 (1912) basımlı Hidemât-ı Seferiye Nizamnamesi, Madde 331-373.

— 170 —
Büyük ibirlilklerin yürüyüşe geçmeden önce bir noktada toplanma-
smdan sakındırdı. Bir kolla yapılan yürüyüşlerde kıtaların belli bir ge­
çiş noktasından geçecek şekilde birbirlerini takip eden gruplar halinde
ilerlemeleri kuraldı. Ayrıca muhtelif kollarla yürümek ve hedef bölge­
sinde birleşmek de esastı.
Yürüyüş koluna giren birlikler düzgün adımlardan çok “yol adımı”
dedikleri bir tarzda yürürlerdi. Erlerin konuşmalarına, şarkı söylemele­
rine, sigara içmelerine, ceket yakalarıyla, ceket ön düğmelerinden bir
kaçmm açılmasma, tüfeklerin istenildiği gibi sağ vo sol omuzlarda veya
sırtta taşınmasına izin verilirdi. Diğer sınıflarm da rahat bir şekilde yü­
rümeleri esastı. Bu halde esas duruş ve selâmlama yapılmaz ve yürüyüş
kolları yolun en iyi tarafmdan yürürlerdi. Ancak kural, yolun sağını ta­
kip etmek ve yolun sol tarafım trafiğe açık tutmaktı.
Piyade ve süvari smıfları yürüyüşlerde yol kolu nizammda (dörderli
kolda) yürürlerdi. Ancak süvarinin ikişerli kol nizamında yürütülmesi
usul idiyse de, bu hal yürüyüş kolunun uzamasına sdbebiyet verdiğinden
özel hallerde uygulanırdı. Yüklü mıakmeH tüfek, sahra ve ağır topçu bir­
liklerinin tek kol nizammda yürümeleri kuraldı.
Yürüyüş sırasmda olabilecek duraklamalarm önlenmesi için çeşitli
birlikler arasında bir mesafe bırakılırdı. Bir piyade ve süvari bölüğünden
sonra 10, bir piyade tâburu, bir makineli tüfek bölüğü ve topçu batarya­
sından sonra 15, bir piyade alayı ve sahra topçu taburundan sonra 20, bir
ağır topçu taburu ve bir tugaydan sonra 40, bir tümenden sonra 120
adımlık bir mesafe korunurdu. Yürüyüş hızı mevsime, hava ve yolların
hallerine, birliklerin büyüklüğüne, yürüyüş idmanma ve yürünecek me­
safeye tâbi tutulurdu. Bir piyade tümeni için ortalama yürüyüş hızı gün­
de 20-25 -kilometre kabul edilirdi. Mola zamanları hariç olmak üzere piya­
denin bir kilometreyi 12 dakikada, idmansız kıtalarm bir kilonıetreyi 15
dakikada yürümeleri istenirdi.
En fazıla 24 saat içinde süvari ve süvari topçusundan istenen yürü­
yüş mesafesi 80 ve piyade ile diğer sınıflar için 50 kilometre idi. [133]
Buna göre süvari ve süvari topçusu, öğleden altı saat evvel yürüyüşe
başlayarak ilk beş saatte 30 km ve dört saatlik bir moladan sonra da 20
km yol alıp, bımdan sonra ıbeş saatlik ikinci bir dinlenme verilir gece ya­
rısından sonra kalan 30 km mesafeyi yürürdü. Piyade ve diğer smıflar
aym şekilde öğleden altı saat evvel yürüyüşe başlayıp ük dört saatte 20
km ve dört saat dinlenmeden sonra 15 km yol alır; altı saatlik ikinci bir
moladan sonra kalan 15 km. lik mesafeyi yürürlerdi.

[133] Hideanât-ı Seferiye Nizamnamesi; 1328 (1912), Madde 331-373.

— 171 —
48 saait içinde süvari ve süvari topçusu, için en çok yürüyüş mesafesi
100-130 kilometre kadardı. Yaya birlikler için bu zaman içinde yürünmesi
istenen mesafe 80 kilometıre kadardı. Bu tarzdaki yürüyüşlere “cebri yü­
rüyüş” denirdi. Bu gibi durumlarda yürüyüşe geçmeden önce birliklere
yeterli bir gece istirabati yaptırılmış olması ve hareketten evvel de sıcak
yemek verilmesi istenirdi. Yapılacak sıkı yürüyüşlerin vereceği yorgun­
luğu gidermek için kıtalarm hemen dinlenmeye geçmelerini sağlamak
amacıyla mola ve konak yerlerini belirleyecek keşif heyetlerinin önden
gönderilmeleri ve her birliğin nerede dinlenmeye geçeceğinin daha yürü­
yüşte iken bildirilmesi en esaslı kuraldı.
İlk yürüyüşlere geçişte, 45 dakikahk bir mesafe alındıktan sonra 15
dakikalık bir mola verilmesi üşüldü. Bu molada ayakkabılar, nallar, ko­
şum takımları ve donatım muayeneden geçerdi. Büyük molalar, yolun ya-
nsmdan fazlası yüründükten sonra verilirdi. Bu molanın süresi iki saat
veya daha fazla olurdu. Mesafe 20-25 kilometre ise, yürüyüş mesafesinin
yarısından fazlası yüründükten sonra yarım saat mola verilmesi yeterli
görülürdü.
Devamlı yürüyüşler yapılması halinde her üç-dort günde tam bir gün
dinlenme verUmesi kuraldı. Bu gibi istirahat günlerinde her türlü eksik­
lerin tamamlanmasına çalışılırdı.
Gece yürüyüşleri, yorucu olması nedeniyle eıtesi günü muharebe
edecek askerin kuvvetini kıracağı için her zaman yapılması istenmeıyen
bir yürüyüştü. Ancak gece yürümek gerektiği zamanlarda fenerler kul­
lanılması, mevkü&r ve yolları bilen klavuzların birlikte bulundurulması ve
düşman yakımndaki yürüyüşlerde tam bir sessizlik sağlanması istenirdi.
Karda ve soğuk havalarda yapılacak yürüyüşlerde ise, kulakların ya­
nak ve ellerin, ayakların korunmasına önem verilirdi. Özellikle durakla­
malar uzun sürdüğü takdirde yaya askere kaput (yağmurluk) giydiril­
mesi ve sıcak çay verümesü çiğnenmemiş derince kar üzerinden veya
sert rüzgara karşı yürürken öndeki kıtanın yorulacağı göz önüne alına­
rak zaman zaman değiştirilmesi kuraldı.
Dağlarda yapılan yürüyüşlerde her 300 metre ve inişlerde her 450
metre rakım farkı için bir saat hesap olurdu. Bununla berkber beş dere­
celik (1/12) meyillerde çeşitli sınıfların çıkaibileceği ancak süvari hücu­
munun güç olacağı kabul edilmekte idi. 10 derecelik (1/6) meyillerde pi­
yade ve süvarinin yanaşık nizamda yürümesinin mümkün olduğu, topla-
rm ise yokuşları zorlukla çıkabileceği ve inişleri de ancak top tekerlek­
lerinin frenlenmesi suretiyle yapılabüeceği belirtilmişti. 15 derecelik (1/4)
meyillerde piyadenin yanaşık nizamda ancak kısa mesafeler yürüyebile­
ceği ve topçuların da zikzak şeklinde hareket edebileceği; 20 derecelik

— 172 —
(1/3) meyillerde de piyadenin ancak avcı hatları halinde hareket ede­
bileceği, süvarinin bu gibi meyülere çıkabilmesine karşılık inişleri ancak
kontrol ile yapabilecoği ve topçunun <çok zorlukla çıkabileceği, 25 dere­
celik piyade ve süvarinin dağınık nizamda hareket edebilmesine karşı­
lık topçunun ancak yollardan yürüyebileceği tespit olunmuştu. 30 dere­
celik (1/2) meyillerde ise ancak usta atlıların yumuşak zeminde çıka­
bileceği ve 20-45 derecelik meyillerde ancak piyadelerin pek güçlükle yü­
rüyebilecekleri kabul edilmiş ve bunlar kural olarak talimnamelere gir­
mişti.
4. Keşif ve Emniyet Hizmetleri
Düşmanla çatışma olasılığına karşı yürüyüşe geçen birlikler, keşif ve
emniyet hizmetlerine büyük önom verirlendi. Bu amaçla bir taraftan sü­
vari genel uzak keşif ve emniyet görevlerini yaparken, diğer taraftan
da piyade, kendini yakın emniyet birlikleriylo koıaırdu. Düşmanın keşfi
amacıyla ileride sm^-ari bulunsa dahi, düşman etkisi büsbütün yok edil­
mediği sürece bir emniyet kıtası çıkarmak kuraldı. Buna pişdar (öncü)
denirdi.
Hidemat-ı Seferiye (Sefer Hizmetleri) Nizamnamesi’nin 164 ncü
maddesine göre öncülerin görevleri, büyük kısımların durmalarına sebep
olacak engelleri ortadan kaldırmak, kendini büyük kısmını düşman bas-
kınlarmdan korumak, düşmana rasitlamldığında bÜ3nik kısımlara muha­
rebeye ıgirmek için gereldi zaman ve yeri kazanmak, beklenmeyen muka­
vemetleri süratle kırarak kaldırmak ve nihayet elde edilen önemli arazi
parçalarım kesin bir şekilde savunmaktı.
Yürüyüş koUan öncülerinin, genel olarak bütün piyade kuvvetlerinin
1/3-1/6’sı oranında bulunması tespit olunmuştu. Bir piyade tümeni ön­
cüsünün bir topçu taburu ve bir istihkâm bölüğü veya takımı ile taikviyeli
bir piyade alayı olması kuraldı.
Takiplerde de öncülere çok kuvvetli süvari ve ıtopçu verilmesi iste­
nirdi. Öncülerin bu şekilde kuvvetli düzenlenmelerinde amaç, düşmana ye­
tişerek durdurmak ve büyük kısmm da yetişerek onu yenilgiye uğratma-
smı sağlamaktı.
Öncülerin yürüyüş düzenlerinin kural olarak kendi komutanları ta­
rafından saptanması istenirdi. Bununla beraber emirlerin sadeleştirilmesi
için bu düzen kıtaat komutanları tarafından da tayin ve emredilebilirdi.
Büyük kısımların yürüyüş düzenleri, daima kıitaat komutanları tarafın­
dan saptanırdı. Ancak kıtaat komutanları büyük kısmm yanında bulun­
mayacak olursa, «büyük kısımlara bir büyük kısım komutanı seçUmesi
esastı. Büyük kısım komutanları çeşitli yürüyüş gruplarmrn vakit kaybet­
meden emredilen zamanda yürüyüşe başlamalarına ve yürüyüş sırasında

— 173 —
irtibat ve uyumun sağlanmasına nezaret ederlerdi. Öncü ile irtibat sağlan­
dığı gibi, eğer bir yancı (oanibdar) çıkarılması da gerekiyorsa onunla da
devamlı bağlantının kurulması için özen gösterilirdi. Birliklerin muharebe
için açılmağa başlaması ile ıbüyük kısım koımutanların görevleri sona erer­
di. Grenel olarak biriliklerin açılma süreleri için bir zaman faktörü vardı.
Buna göre, 100 metre derinliğinde bulunan bir birliğin açılma süresi için
bir dakikalık zaman kabul edilmekte idi. [134]
Bir tümenin emniyet düzeni almış olarak yürüyüp derinliği 20 kilo­
metre, iki tümenli bir kolordunun bir yol üzerindeki yürüyüş derinliği ise
45 kilometre idi. Buna göre bütün birlikleriyle tümenin üç buçuk saatten
ve kolordunun da yedi saatten önce muharebeye girmesi mümkün değildi.
Bir piyade alayının öncüsü olan bir piyade taburu 800-1000 ve bir
tümenin öncüsü olan bir piyade alayı da 1500-2000 metre mesafe ile bü­
yük kısmın ilerisinde yürürdü.
Pişdar denilen öncü, pişdar kısmı küllisi (öncü büyük kısmı), pişdar
pişdarı (öncü öncüsü) kısımlarına ayrılırdı. Öncü büjûik kısmını, öncü pi­
yadesinin büyük kısmıyla topçunun öncü emrine verilen büyük kısmı ve
bazen istihkâm birlikleri teşkil ederdi. Öncü bir piyade alayı olduğu za­
manlarda, öncü emrine verilen üç bataryalı bir hafif sahra topçu taburu­
nun bir bataryası öncü öncüsünün gerisinde ve diğer ik] batarya da öncü
büyük kısmının iki piyade taburu arasında yürütülürdü.
Öncü öncüsü, öncü büyük kısmından 1000-1500 metre kadar ileride
yürür ve öncü büyük kısmınm ansızın etkili tüfek ateşine uğramamasım
sağlardı. Genel olarak bir piyade taburundan ibaret olan bir öncü öncüsü­
nün 400-500 metre ilerisinde bir uç bölüğü yürütülürdü. Yine aynı mesa­
fede ve uç bölüğünün ilerisinde bir sulbay komutasında bir mangadan iba­
ret bir uç bulunduruldu. Bu manga uç bölüğünden çıkarılırdı. Piyade ucu­
nu teşkil eden manga, düşman durumuna göre yanaşık veya dağınık dü­
zende ilerlerken, öncünün bütün kısımları yürüyüş (kolunda hareket eder­
lerdi.
Keşif amacıyla Öncü emrine verilen süvari, bir bölgeden diğerine sıç­
ramak suretiyle ilerlerdi. Bir bölükten ibaret oilan bu süvari, üeri yürü­
yüşte emniyetin sağlanması için ilerisine bir sübay komutasında bir uç
mangası çıkarmakla yeıtinirdi.
Yürüyüş koilarmm yanlarını korumak için bir yancı (canibdar) çı­
karılırdı. Yancılar, yürüyüş koilarmm çeşitli kısımlarından çıkarıldığı gibi
ileri yürüyüşten yan yürüyüşe geçildiği zamanlarda da evvelce öncü olan

[134] Hidemat-ı Seferiye Nizamnamesi; 1328 (1912), Madde 170.

— 174 —
kuvvet veya onun 'bir parçası yancı olurdu. Yancıların kuvvetleri ve dü­
zenleri gözetleme veya koruma yapacaklarına göre değişik olurdu. Zaman
kazanılmak istenildiğinde, öncünün bir geçitten çıkarılması gerektiğinde
kullanmaya elverişli yollar bulunmadığmdan mevcut yollar ana caddeden
iki kilometreden fazla uzak olmadığından ve bir takım engeller kesimlerle
ayrılmamış bulunulduğundan, yürüyüş kollarının muharebe için yayılma­
larım hazırlamak ve muharebe için gereken araziyi zamanmda kazanmak
ve bazen kuşatma hareketleıiıiyle düşmanın yanlarına etki yapmak istenil­
diğinde, yancılar çeşitli sınıflardan oluşturulurdu. Yancılar, yürüyüşlerde
cepheleri ve dış yanlan, öncülerin alacakları düzene benzer düzenlerde
örterlerdi. Çoğunlukla bunlar gerUeri de korurlardı. Yancılar ya örtmeğe
memur oldukları kol ile irtibat gözeterek yürür veya uygun bir mevzi tu­
tup büyük kısmm geçmesini beklerdi. Bundan sonra yancılar büyük kı-
sımlarm sonlarm^a katıhrlardı.
Emniyet tertibat ve kademelerinden biri de artçı (dümdar) idi. Artçı,
geri giden kıtayı düşmanın rahatsız etme taarruzundan korunmak, düş­
manı geciktirmek ve geri çekilen kuvvetlerin rahat çekilmelerini sağlamak
için çıkarılırlardı. Geri çekilmelerde artçılar, öncülerden daha kuvvetli bir
şekilde düzenlenirlerdi. Öncülerin büyük kısımlardan yardım görmelerine
karşılık, artçılar bu yardımı göremezlerdi. Bu sebeple artçılar kuvvetli
topçu, süvari ve makineli tüfek birlikleriyle desteklenerek düzenlenirlerdi.
Muharebe için yapılan ileri yürüyüşlerde topçunım yürüyüşe geçile­
cek cadde veya caddeler üzerinde toplanması esastı. İçinde bulunduğu pi­
yade kuvvetlerini destekleyebilmesi için, zamanmda esaslı bir keşfe ihti­
yaç olduğu göz önüne alınırdı. Bu amaçla düşman kuvvetini, yayümasmı
ve işgal edeceği ateş mevzilerini keşif için subay keşif kolları çıkarılması
kuraldı. Bunlar emniyet düzeniyle hareket eden piyade yürüyüş kollan
ilerisine sürülen süvari ile birlikte yürütürlerdi. Bununla beraiber bizzat
topçu komutanlan da keşif yapmaktan geri kalmazlardı. Dıüşman görün­
mediği sürece de ileri arazide yanaşma yolları, mevzi ve gözetleme yer­
lerinin keşfine çalışılırdı.
Topçunun yakın emniyeti, daima piyade birlikleri tarafmdan sağla­
nırdı. [135]ı ■ :

5. Muharebe Şekilleri
a. Taamız
Yürüyüş kollarından açılarak yapılacak taarruzla, savunmaya karar
vermiş bir düşmana yapılacak taarruz ve uzunca bir süre zaman kazan-

[135] Sahra Topçu Talimnamesi; İstanbul 1328, Mad. 282-'283.

— 175 —
mak için kuvvetli bir şekilde tahkim edilmiş bir savunma mevziine yapı­
lacak taarruzların birbirlerinden farklı hazırlık ve düzenlere ihtiyacı ol­
duğu bilinmekte idi. Bunlar kısaca şöyle idiler :

(1) Tesadüf Muharebesi


Bu mııharebe şekli, çoğunlulda iki taraf düşman yürüyüş kollarının
birbirleriyle temasa gelmeleriyle oluşurdu. Bu muharebe şeklinde özellik­
le hazırlıkta ön almak ve düşmana üstünlük .sağlamak başlıca esastı. Bu
durumda komutan, uzun keşiflerle oyalanmadan taarruza geçerdi. Taar­
ruz önce kuvvetin öncüsü tarafından yapılır ve düşmanın hazırlıksız ola­
cağı muhtemel olan bu durumdan faydalanılmak istenirdi.
Öncü, büyük kısım topçusunun emniyetini elde etmek suretiyle taar­
ruzu ilerletir ve üstün bir düşman karşısmda da önemli arazi kesimlerini
elde bulundurmak suretiyle savunurdu. Öncünün, özellikle topçusunun
hızla mevzie girmesini sağlayabilmesi ve büyük kısma gereken araziyi
elde etmesi için geniş cepheler üzerinde muharebeye girmesi kuraldı. Düş­
manm muharebe hazırlığında ön almış olduğu anlaşıldığında ihtiyatlı dav-
ranılırdı. Başlangıçtan itibaron kuşatılmamak ve üstün kuvvetler karşı­
sında muharebe etmemek için, büyük kısmın yayılmasına kadar ciddî
muharebelere girişmemek başlıca kuraldı. Bazı hallerde büyük kayıplara
se'bep olacak bir muharebeden korunmak ve yayılma süresini azaltmak
için, öncünün daha elverişli geri hatlara çekilerek savunması uygundur.
Büyük kısmın taarruza geçmesi, genel olarak ancak öncü muhare­
beleriyle yeterli derecede bUgi elde edildikten sonra mümkün görülürdü.
Topçımun muharebeyo girmesi, piyadenin muharebeye başlamak üzere
ilerlemesiyle birlikte ve aynı zamanda yapılırdı. Bu sırada büyük kısım
topçusunun tamamen mevzie sokulmuş olması da kuraldı. Yeterli topçu
kuvveti hazır olmadan ciddî bir muharebeye girişmekten kaçındırdı. [136]
i

(2) Saiımma için Yayılmış Bir Düşmana Taamız


Savunmaya karar vermiş düşmanın hareket serbestisini bırakmış
fakat tertibat almakta ön almış bulunmasından, taarruza bir düşman
keşfiyle başlamak kuraldı. Keşiflerle düşman kanatlarının nerelerde bu-
lımduğu, kuvvetlerin nasıl bölünmüş olduğu, ihtiyatları, taarruz arazisi
ve engellerii atlı subaylar ve piyade keşif kollarıyla meydana çıkarılır­
dı. [137] Yapılan keşif sonuçları taarruzun derhal yapılmasıyla bir ba-

[136] Piyade Talimnamesi; İstanbul, 1328, 352, 361 nci madde ve Sahra Topçu Ta-
limnamesi’nin 362-369 ncu maddelerine bakınız.
[137] 1328 (1912) basımh Piyade Talimnamesi’nin 362-374 ncü ve Sahra Topçu Ta-
limnamesi’nin 370-374 ncü maddelerine bakımz.

— 176 —
şanya ulaşamayacağını meydana koyarsa; taarruz talimnamenin emret­
tiği esaslara göre geceye bırakılırdı. Fakat bu durumda keşfin sonu geco
kranlığı basmadan bitirilmiş olması esastı. Taarruzun gündüz yapılması
mümkün görülür, taarruz hedefi ve topçu mevzilenmesi tamamlanırsa,
düşman ateşlerinin etkisinden koruyan bir bölgede taarruzdan önce* bir
hazırlık mevzu almak kuraldı. Bu hazırlık mevziin düşmana olan mesa­
fesi 3-4 kilometre kadar olurdu.
Birlikler keşfedilen hazırlık mevzülerine zayıf bir emniyet perdesi­
nin himayesinde yanaştırılırdı. Bu amaçla hazırlık mevzime gelen yollar
keşfedilerek işaretlenirdi. Hor tümene bir taarruz bölgesi ve taarruz he­
defi verilmesi esastı. Harekâtm birleştirilmesi ve irtibat sağlanması için
taarruz birliklerinden biri, irtibat kıtası olurdu. Taarruz birlikleri bu ir­
tibat kıtasma göre taarruzlarını yöneltirlerdi. Yapılan hor taarruzda her
birlikte bir ihtiyat ayrılması kuraldı. İhtiyatın komutam, ya bizzat kıtaat
komutanının yanında bulunur veya bu birlikten bir irtibat subayı muha­
rebe idare yerinde bulundurulurdu. Sahra topçusu ve mevcutsa ağır top­
çu tamamiyle hazır olunca, birlikte ve ani olarak ateş açılırdı. Topçu iler­
leyen piyado3d desteksiz bırakmamak için kademeh şekilde mevzi değiş­
tirirdi.
Taarruzda kural olarak cephe taarruzu, kuşatma ile birlikte yapı­
lırdı. Dıüşman cepheden saptanırken bir kanattan kuşatma hareketine ge-
çUirdıi. Bu hallerde elde fazla kuvvet bulunduğu takdirde iki kanat da
kuşatıhrdı. Kuşatma taarruzu, kuşatma birliklori yürüyüş kollarının da­
ha başlangıçtan itibaren düşmanm yanına yöneltilmesi suretiyle uygu­
lanırdı. Cephedeki birliklerden kuvvet kaydırılması suretiyle yapılacak bir
kuşatma hareketi, ancak karanlıkta yapılabilirdi.
Açılma ve yayılmanın kısmen veya tamamen bitmesinden sonra asıl
taaruz başlardı. Bu sırada süvari, arazinin haline ve taarruz olanaklarına
göre, ya düşmanın geri yollarına taarruz ettirilir veya sonradan kulla­
nılmak üzere büyük kısmın gerisinde uygun yerde tutulurdu. Süvarinin
büyük kısmının bir kanadı gerisinde toplanması halinde, diğer kanat ge­
risinde de bir miktar kuvvet bulundurulması kuraldı.
İlerleyen avcı hatlarınm geriden takviye edilmeleri ve avcı hatlarının
sıklaştırılması esastı. Birlikte hareket ve etki yapabilmek için muharebe
bölgeleri kesin olarak belirtilirdi. Yan yana muharebe eden birlikler daima
birbirleriyle irtibatı muhafaza etmeye çalışırlardı. Birliklerin taarruz
sevk vo heveslerinin kırılmasına sebebiyet verecek bir merkeziyetçilik sis­
temi istenmezdi. Topçu, piyadenin taarruzunu başarıya ulaştırmak için
özellikle düşman topçusunu sindirmekle görevlendirildi. Sahra topçusu
savunan düşman topçusunun kapah mevzilerde olmayan kısımlarını ve

— 177 —
'kapalı mevzilerde bulıman ağır topçularım ezmeyo çalışırdı. Taarruz iler­
ledikçe düşman topçusu taciz eidilmekle beraber tcpçu ateşi büyük kıs-
mmın, dıüşman piyadesi üzerinde ve özellikle hücum edüecek yerlerin en
çok direnen kısımlarında toplanmasına gayre;: edilirdi. Eu amaçla özel­
likle bağımsız bataryaların en yakın mesafelere sokularak taarruza ka­
tılmaları ve hücum noktalarını ezm'eleri istenirdi. Bu suretle piyade, hü­
cum mesafesine sokulur ve kısa zamanda hücuma geçerdi. Dik mermi
yollu topçu silahları, hücum noktalarını piyade düşman mevziine girin­
ceye kadar ateş altında bulundururlardı. Sahra topçusu, piyadenin düş­
man hatlarına 300 metre mesafeye sokulmasına kadar hücum noktala­
rına ateş ederdi. Hücumun başlamasıyla, sahra topçusu ateşlerini düş­
man ihtiyatlarına ve düşman hatlarının gerisine kaydırırdı.
Genel olarak topçu üe desteklenmiş bir piyade alayma ortalama 1000
metro, tugay dahilinde 600-700 metre, karışık bir tugayda 1500 metre
taarruz cephesi verilirdi. Bir piyade tümeninin taarruz cephesinin geniş­
liği 2500-3000 metre kadardı. Bir kolorduya 6000-7000 metre cephe ve­
rilmesi kuraldı. Kolordu dahilinde bulunan bir piyade tümenine 2500 met­
relik bir cephe verüdiği gilbd, ordu dahüinde bulunan bir kolorduya da
5000 metrelik bir taarruz cephesi yeter sayılırdı.
Hazırlanmış Bir Mevzie Taamız
Hazırlanmış mevzide bulıman bir düşmanın önce işgal ettiği mev­
ziinden açık sahraya çıkarümasma olanak aranırdı. Bunun olanaksızlığı
karşısında hazırlanmış mevzie taarruza karar verUir di. Bu amaçla da özel
tedbir ve hazırlıklara baş vurulurdu. Bu takdirde düşman mevzu üzerin­
de geniş ölçüde bir keşfe girilirdi. Keşif için, geniş görüş sağlayan arazi
noktalarına harita, düribün vo düşman ordusunda uygulanan tahkimat
usul ve şekillerini kapsayan broşürlerle donatümış subaylar çıkarılırdı.
Bu keşif subayları, savunma mevziinin durumu üe düzenini ve işgal tar-
zmı keşfe çalışırlardı. Süvari, mevzun uzunluğunu kanatlarının sınırlarım
üeri mevzilerin olup ohnadığmı keşifle görevlendirilirdi. Muliarobe ileri
karakollarımn bulundukları arazi kısımları meydana çıkardırdı. Süvari­
nin bu keşfi, piyade ve toıpçunım keşifleriyle de tamamlanırdı.
O zaman elde mevcut bulunan Piyade Talimnâmesi’nin 375-391 nci
maddelerinin verdiği bügiye göre, hazırlanmış mevzilere karşı yöneltilen
keşif unsurlarmın getirdikleri bügüerden edinilen sonuçlardan sonra ba­
ğımsız piyade birlikleri bölgeden bölgeye sıçramalarla düşman menziline
doğru yanaştırılırdı. Yaklaşma yoUarı ve varümak istenen hatlar, gece­
leyin yanaşmak için gündüzden keşif yapüarak belirtilir ve işaretlenirdi.
Bunu, ateşe hazırlanabüen topçunun destek ateşleri altında yaparlardı.
İleri araziye hakim olunduktan sonra piyade saatte ortalama 2,5 kilo­

— 178 —
metrelik bir süratle geceleyin hücum mesafeline yanaştırılnxiı. Burada
siporler kazılarak yuvalanırdı. Gece karanlığından faydalanılaı-ak düş­
man mevzu önünde bulıman engellerin kaldırılması görevi de istihkâm
birliklerine verilirdi.
Plazırlanmış mevzilere yapılan taarruzlarda, taarruzun kaç gün de­
vam edeceği kestirilemeyeceğinden erlere birkaç günlük yiyecek ve cep­
hane verildiği gibi, yük olmaması için arka çantaları da sırtiarmdan alı­
nırdı.
Genel olarak topçunun mevzie sokulması ve muharebesi en kıdemli
topçu komutanının emriyle yaptırılırdı. Topçunun mevzie sokulmasına
önce sahra topçusu ile başlanır ve bu topçu ile ağır topçunun nerelerde
mevzilenecekleri saptamrdı.
Düşman mevziinin en önemli direnekleri ve hücum edilecek mevki­
leri, obüs ve ağır topçu bataryalarına hedef verilirdi. Bununla beraber
sahra topçu bataryalarının ateşleri de bu noktalar üzerinde toplattırılırdı.
Topçular, ileri kıtaların himayesinde gizlice ve mümkünse günd;üzden
mevzilerine sokulurlardı. Ancak gündüz düşman ateşleri dolayısıyla mev-
2sie girme imkânsız lolursa topçu bataryaları, mevzilerine doğru yanaş­
makla yetinir ve gece karanlığından yararlanarak saptanan mevzilere
gia^rierdi.
Topçunım ateş açma zamanı topçu komutamnm ihbarı üzerine bir­
likler komutanı tarafmdan emredilirdi. Ateş çok defa gün ağarmasıyla
başlardı. Açılan ateşler sırasında piyade ileri sürülür ve düşman karşı
harekete mecbur edilerek hedeflerin meydana çıkarılmasına çalışılırdı.
Düşman piyadeleri önemli hedefler göstermedikleri takdirde devam eden
tox>çu ateşi, mesafe tahminlerine ve ateşin kon'troluna göre yapılırdı. Bu­
nunla beraber savunma düzeninin az çok görünen kısımları da ateş altı­
na alınırdı. GörüleibUen piyade hedeflerine karşı sahra topçusunun şarap­
nel ateşleriyle etki yapmaya çahşılırdı. Düşman makineli tüfekleri özel­
likle aranırdı. Düşman topçusu ateşe başladığında derhal üst:ün vo kuv­
vetli bir topçu ateşine geçilirdi. Ateşe ara sıra ara verilir ve ancak belli
bir zamanda tekrar ve baskın tarzmda devam olmıurdu. Topçunun ateş
arası sırasında piyade, düşmanı ateşle sarsmak konusunda hor fırsattan
yararlanırdı.
Çoğunlukla düşman siperlerinden çıkmaya mecbur bırakarak şarap­
nel ateşine maruz bırakmak için piyadenin ilerlemesi kuraldı. Topçu mu­
harebesinin devamı sırasmda istihkâm subayları aracılığıyla mevziler ve
mevziler önündeki engellerin keşfedilmesine özellikle çaba gösterilirdi.
Gece vakitlerinde de savunan tarafı taciz etmek, tahrip edilen tahkünâ-

— 179 —
tın onarılmasına engel olmak için topçu ateşlerino devam edilirdi. Sabaha
karşı ise, ateş şiddatlenirdi. Bu sırada bazı sahra bataryaları önceden
keşfedilen mevzilere sürülüp siperler kazılarak yerleştirilirlerdi. Günün
ışıması ile baskın tarzında ve mümkün olduğunca yakın mesafelerden
ateş açılarak düşmanın şaşkmhğa düşmesine çalışılırdı. Taarruz son za­
mana kadar dik mermi yollu ağır topçu ateşi ile desteklenirdi.
Hücum sırasında topçu, piyade ve makineli tüfek ateşleriyle birlikte»
düşman şiddetli bir ateşe tutulurdu. Ateşin şiddeti o derece artırılırdı ki
düşmanın bir erinin bile siperden başım çıkarmasına imkân verilmeızdi.
Ağır topçu, düşman topçusunu ezmeye çalışırdı. Bu suretle de düşman
mevzii hücuma hazır bir duruma getirilirdi. İhtiyat kuvvetleri ileri alı­
nırken piyadenin ileri kısımları da hücuma kalkacağı 150 metrelik hü­
cum mesafesine yaklaştırılırdı. Bu sırada ise bütün topçunun en şiddetli
ateşleri hücum noktaları üzerinde toplanırdı. Piyadenin hücuma kalk­
ması ile topçu ateşleri gerilere» kaydırüır ve özellikle düşman topçusu ve
yanaşan ihtiyat kuvvetleri üzerinde toplamrdı. Topçunun ateş kaydırması
ya belli bir zamana göre ayarlanır veya piyadenin vereceği işaretler üze­
rin© kaydırılırdı.
Piyade ile hareekt eden istihkâm birlikleri ise, engellerin talıribi gö­
revlerini alır ve hücum için gereken gereçleri (merdiven, iskele, yanıcı
maddeler, el ıbombaları ve kum torbalan gibi) hazırlardı. Hücumun gün­
düz yapılmaması halinde, geceleyin yapılmasına karar verilirdi. Plücum-
ların baskın tarzmda yapılmasına özellikle dikkat edilirdi.
işgal olunan her mevzi, bir karşı taarruza karşı savunma haline
sokulurdu.

b. Sa\ımma
Sar-unma, ancak üstün bir düşman karşısında, başka bir cephede
veya ileride taarruz imkânı elde etmek amacıyla yapılmak istenirdi. Bu­
nun için araziden ustahkla yararlanarak uygun mevziler tutmak ve karşı
taarruzlar için kuvvetli ihtiyatlar elde bulundurmak kuraldı. [138]
Savunma mevzUeri özellikle birhkler komutanlan tarafından çok
büyük bir dikkatle seçilir ve keşfedilirdi. Bu keşifk;rde topçımun nerede
mevzie gireceği, piyade ateş hattmın (asıl muharebe hattı) neresi ola­
cağı ve düşman topçusunun nerelerde mevzUenebileceği özellikle İncele­
nirdi. Genel olarak her türlü şartlara sahip bir savunma mevzii bulmak
imkânsız görüldüğünden, bir savunma mevziinde olması gereken şartla-

[138] 1328 (1912) basımlı Piyade TalLmnarnesi’nin, 397-416 ncı maddeleriyle Sahra
Topçu Talimnamesi’nin, 388-401 nci maddelerine bakmız.

— 180 —
rm baılunabilenleri ile yetiniiirdi. Bu halde seçilecek mevziin bir defa
düşmanm yürüyüş doğrultusunda dikey olması, yani düşman ilerkmesini
kapatan bir mevzi olması birinci şart olarak aranırdı. Mevzi kanatları­
nın engellere dayalı olması ve kuşatmalara olanak vermemesi istenirdi.
Mevziin geri ile bağlantı yollannın iyi olması ve bütün birlikler için ka-r
palı mevzüerin bulunması önemli bir şart olarak göz önünde bulundu­
rulurdu. Mevziden uzaklara kadar etki yapabilecek topçu mevzilerinin
bulunmasına özen verilirdi. Mevziin önündeki arazinin karşı taarruza
geçmeyi kolaylaştırıcı olması ve mevzi işinde hareketleri güçleştiren en­
gellerin bulunmaması özellikle istenirdi.
Her savunma mevziinin bir parçası olmak üzere bir üeri mevziin se-
çümesi ana kuraldı. Bu mevziler düşmanı oyalamak, zaman kazanmak
için tutulurdu.
Her savunma mevziinde genel olarak bir piyade bölüğüne 200, piya­
de taburuna 600, alaya 1200, karışık bir tugaya 2000, piyade tümenine
3500, kolorduya 7500 metrehk bir savunma cephesi verilirdi Savunma
mevziinin elverişli ateş meydanı olan bölgelsrinde nispeten geniş ateş
meydanı olmayan ve yakın mesafelere kadar düşmanın gizlice sokulması
mümkün olan bölgelerde dhha dar cephelere verilmesi kuraldı
'Ayrılan destekler (taiburdan küçük birliklerin ihtiyatları) üe bölge
ihtiyatları cepheye mümkün oldukça yakm tutulurdu. Mevziin genel ih­
tiyat kuvvetinin yeri, kural olarak dayalı bulunmayan kanat gerisi olur­
du. Her iki kanat da dayalı bulunmadığı haUerde, ihtiyatın yeri en kritik
kanat gerisi olup diğer kanatta da ihtiyattan veya başka bir yerden sağ­
lanacak küçük bir kuvvet olması kuraldı.
Topçudan ihtiyat ayrılması diye bir şey yoktu. Türk Ordusu’nun,
Alman teşkilât, sevk ve idare esaslarma göre düzenlenmesi için Alman
talimnamelerinin alınması dolayısıyla topçunun da bir ihtiyat ayıracağı
gibi ortaya atüan fikir, taktik alan için değildi. Bh tümen veya kolordu
kuruluşunda bulunan topçudan bir ihtiyat ayrılması söz konusu değüdi.
Almanca’dan düimize çevrilen talimnamelerde bir topçu ihtiyatının ayrı­
lacağı büdirümeısi, daha çok bir teşkilât sorunu idi. Talimname gerek
özel amaçlar (kale ve muihasaralarda, dağ muharebelerinde) ve gerek
tümen ve kolordular topçıüarmın muhtaç olacakları daha üstün ateş des­
teğini sağlamak içindi. Bu ihtiyat, hafif (sahra ve dağ) ve ağır topçu
birliklerinden kurulan bir teşküâttı.
Savunmada piyade, düşmanın taarruz doğrultusu meydana çıkmca,
mevzu kuvvetli bir şeküde işgal eder ve uzak mesafelerden elverişli he­
deflere karşı ateşe başlardı. Düşmanın seyrek ve iağınık avcı hatları ile

— 181 —
ilerlemosi halinde geçilecek arazinin yoğun bir ateş altına alınması baş­
lıca kuraldı. Düşman yaklaştıkça ateş şiddetlendirilir ve en ileri piyade
birlikleri desteklenirdi. Destekler yaklaştırıldjğı gibi, düşmanın hücumu
halinde bütün sUâhlarm ateşleri hücum edon düşman piyadesi üzerinde
toplanırdı. Karşı taarruzlar, özellikle düşmanın yürüyüş kolları üe iler­
lemekte veya henüz açılmakta bulunduğu zaman, veya taarruz için bü­
tün kuv’vetlerini sevk ve yöneltmesindon sonra yapılırdı. Cephenin uzun­
luğu fazla, muharebe meydanmda görüş olanakları az olduğu oranda
karşı taarruz için karar vermek ve zamanım tayin etmek güç kabul edi­
lirdi. Özellikle düşman cepheden pek çok açılmış ve cephede pek az kuv­
vet bırakarak büyük ölçüde kuşatmalara kalkışmış ve taarruzda başarı
sağlayamamışsa, bir başan sağlanacağı düşünülerek karşı taarruza ge-
çülrdi. Kuşatmaya karşı koymanın en uygun çaresi bu olduğu kabul
edilirdi.
Eldeki makineli tüfekler, cephedeki ateş tutmayan yerleri dövmek
üzere verilmemişlerse, özelhıkle geride bulunan ihtiyatların veya genel ih­
tiyatın yanında bulundurulurdu. Bu suretle bunlar tehdit olunan nokta­
ların desteklenmesinde kuşatmaları karşüamada ve karşı taarruzlarda
kullanılırlardı. Bu kural titizlikle uygulanırdı.
Savunma topçusu imkân oldukça düşman topçusunun yaklaşma yol­
larını ateş altına almakla görevine başlardı. Ne vakit ve nerede mevzie
gireceği ve ateş açacağı birlikler komutanı tarafından emredilirdi. Topçu
muharöbelerinin kapalı mevzilerden yapılması kural olmıasma rağmen,
düşman piyadesi ilerledikçe ve mevzie yakliaştıkça kapah mevzilerden
vazgeçUmesino izin verilirdi.
Savunma topçusunun taarruz topçusu üe muharebesinde üstünlük
sağlaması için bütün topçıunun bir anda muharebey'e sokulması ve baskın
tarzında ateş açması istenirdi. Ancak daha başlangıçtan itibaren fazla
■üstün düşman topçusu karşısmda kalan savunma topçusunun boş yere
kayıplara uğramaması için kısmen veya toptan geride bulundurulması
ve ancak düşman piyadesi taarruza geçince, piyadenin ateş altına alın­
ması gerekliydi. Bunun için de kapalı mevzilerden çıkarak sejTek ve dü­
zensiz avcı hatianyla ilerleyen düşmanm geçeceği araziyi ateş altına alır­
dı. Topçudan, bir taraftan düşman topçusu üe meşgul olurken, bir kısmı
ile de hücuma kalkan piyade üzerine ateş açması istenirdi. Düşmanm
taarruzda başarı sağlaması halinde, topçunun ihtiyatla birlikte düşmanı
mevziden püskürtmeye gayret etmesi ve son ana kadar dilenerek da­
yanması ve hatta bu uğurdu toplarım feda etmekten çekinmemesi topçu
için bir şeref sayılırdı. '[139]

[139] Sahra Topçu Talimnamesi; Madde 388-401.

— 382 —
c. Takip
Taarruzun bir devamı olan takibin amacı düşmanın yok ©dilmesidir.
Talimnamelerin ifadelerine göre komutan, yapılması mümkün olmayan
isteklerde bulunsa dahi, isteği yerine getirilirdi. Muharehede kayıplar ver­
mek düşüncesi muharebe amacından vazgeçmeyi gerektirmeyeceği gibi,
bir kısım askerin yollarda dökülüp kalarak kaybolması kaygısıyle takip­
ten vazgeçmek asla uygun görülmemekte idi. [140]
Takipte, piyadenin zaptettiği mevzi önce kullanılmaya az elverişli
olan birlik tarafından tutulmak suretiyle düşman ateşi© takip olunmakta
idi. Çabucak düzene sokulan birlikler ise bu ateşin himayesi altında hızla
Lİerletihnekte idi. Makineli tüfeklerin ise, piyadenin yakınlarına kadar
sürülerek faydalı şeküde kullanılmalarının unutulmaması önerilen kural­
dı.
Topçuda, hareket kabiliyeti olan bataryalarm tüm olarak, hızla ele
geçirilen düşman mevziinde mevzie girmesi kuraldı. Düşman mevziinin
müsaadesi halinde batarya aralıkları azaltılarak imkâna göre çok topun
ateşe katılması istenirdi. Topçuya özeüikle çop cephane verümesi şarttı.
Topçunun bir kısmı geri çekilen düşmanı toplu 'ateşlerle hırpalarken, di­
ğer bir kısmı ile de takip eden piyade ve süvariye verilmesi kuraldı. Ağır
topçunun bir mevziden uzak mesafelere uzun zaman ateş etmesi istenirdi.
Mevzi değiştirmelerde, düşmanın ateşten kurtulacağı düşünüldüğünden
kademeli mevzi değiştirme kuraldı.
Süvarinin takip hareketleri, piyade ve topçunun hareketlerine engel
olmayacak şeküde düşman geri çekilme yollarınm yaıüarında ohnası iste­
nirdi. Makineli tüfek ve topçu ile de desteklenmiş süvari birliklerinim düş­
manın geçeceği geçitlere zamanında yetişip bölgeyi tutması ve buralarda
düşmanı elverişsiz koşullar altında muharebeJere mecbur etmesi, köprü­
lerin tahrip edilmesi istenirdi. Takip için daha önemli bir görev yoksa,
düşmanın büyük ağırlıklarma, cephane kollarına, ulaştırma katarlarına
saldırması başlıca görevleriydi.
Süvarinin düşmanla hiç bir şeküde bağlantıyı kesmesi doğru kabul
edilmezdi. Süvarinin verdiği raporlarda, hangi ana yollarda düşman bu­
lunmadığının bildirilmesi pek önemli görülürdü.
Takipte, düşman, dost birliklerin ateş ve hareket etkisinin dışına
çıkınca, çeşitli sınıflardan ve özellikle taze ve çabuk hareket edebilecek
kuvvetlerden bir öncü oluşturulması istenirdi. Bir öncünün düşman üe
tekrar bağlantıya geçmesi ve yakalaması istenirdi.

[140] Hidemat-ı Seferiye Nizamnamesi, Madde 402-404. Piyade Talimnamesi, mad­


de 421-425.

183 —
6. Oyalama Muharebesi
1328 (1912) basımlı Hidemat-ı Seferiye Nizamnamesa ile Piyade ve
Topçu Talimııameleri, oyalama mıihareıbesini “setir (örtme) ve işgal mu­
harebesi” olarak adlandırmaktadır. [141]
Bu muharebe şekli ile, düşmanm saptama ve aldatılmasıyla beraber
geciktirilmesi ve yıpratılması istenirdi. İşgal muharebesinin, gereğine gö­
re taarruzî ve çoğunlukla savunma şeklinde sevk ve idare edilmesi ku­
raldı. [142] Bu muıharebeye muharip sınıfların hemen hepsi katılabil­
mekle beraber, başlıca sınıf olarak süvari tercih edilmekte idi. Muhare­
belerin seri bir şekilde cereyan ötmesi, manevra kabiliyeti yüksek bulu­
nan süvariyi birinci derecede bulundurmakta idi. Her ne suretle olursa
olsun oyalama muharebesi daima kuvvet tasarrufu gerektirdiğinden ço­
ğunlukla ve bile bUe az kuvvetle düşmanm oyalanması istenirdi.
Oyalama muharebesinde uygulanan gerek taarruz ve gerek savunma
genel esaslarmda bir değişiklik yoktu. Bu muharebelerde taarruz ve sa-
vunmanm bütün esasları aynen uygulanırdı. Ancak araziden fazlasıyla
yararlanmak ve düşmanın geçmesi olası bulunan yol ve geçitler üzerinde
bulunmak ve özellikle mevzUeri geniş atış alanları verebilen yüksek sırt­
lar üzerinde bulundurmak başlıca yerleşme taktiği idi.
Oyalama muharebesinin geniş cepheler üzerinde yapUması ve uzak
mesafelerden düşmana ateş açılması önemli bir kuraldı. Muharebelerin
geniş cepheler üz€<rinde grup gibi mevzüenmek suı-etiyle idare edUmesin-
den amaç da, düşmanın aldatılması, zamansız açılma ve yayılmaya zor­
lanması ve zaman kazanılması idi. Topçunun özellikle hareket kabUiye-
tinden ve menzUinden faydalanarak ve bol cephane kullanarak muhare­
beye katılması istenirdi. MenzUden azami derecede yararlanmak ve düş­
man yürüyüş kollarım açUma ve yayılmaya zorlamak için, topçu mevzi­
lerinin birinci hatlan işgal eden piyade ve süvari birliklerine çok yakın
bulundurulması istenirdi.
Muharebeye büyük bir oynaklık verebilmek için, yaya muharebesine
İnmiş süvarinin binekleriyle topçunun top, toparlak ve cephane taşıma
araçlarınm desteklenen birliklere yakm tutulması da muharebenin ka-
rekterine uygun bir kuraldı.
İstihkâm smıfmdan geniş ölçüde tahribat yapması ve düşmanm iler­
lemesini geciktirecek her türlü engelleri kurması istenirdi.

[14.1] Hidemat-ı Seferiye Nizamnamesi; madde 194-198.


[142] Eski Türk taktiğinde bu muharebe şekline, it’lerin birileri bir geri boğuşma­
larına benzetilerek, “it muharebesi” denmekte idi.

— 184 —
Genel olarak boı muharebe şeklinde düşmanla kesin sonuçlu bir mu-
hareibeye tutuşmaktan sakmılırdı. Muharebenin bir mevziden diğerine at­
lamak surotiyle idaresi esastı. Savunma halinde araziyi elde tutmak esas
olmayıp, mümkü nolduğu kadar az kayıplarla muharebeyi devam ettirmek
ve düşmana fazla kayıplar verdirmek kuraldı. Muharebenin bir mevziden
diğerine sıçramak suretiyle idare edilmesi ve elden çıkan arazi parça­
larının geri alınması amacıyla ihtiyatların kullanılması genel olarak uy-
gım görülmezdi. Mümkün olduğu kadar az kuvvet kullanılmiası suretiyle
düşmanı azami kuvvet ve zaman kayıplarına uğratmak bu muharebe şek­
linin başlıca ayırt edici özelliği idi.
7. Geri Çekilme
Geri çekilme ya istekle veya düşman zoru ile yapılan bir hareketti.
Düşman zoru karşısında geri çekilmenin birinci şartı, yakm mesafedeki
piyadeyi mümkün oldukça gece veya bir silâh başarısından sonra çekmek­
ti. [143] Ana kurallardan biri, asıl kuvvetleri çabucak düşman etkisinden
kurtarmak; ikinci kural, nizam ve intizamna girmek, yürüyüş kolu oluş­
turmak ve tekrar harekât serbestisini elde etmekti.
Gece geri çekilmede kullanılan vasıtaların başında geleni, aldatma
idi. Bunun için en ileride bulunan postaları yerinde bırakarak hareket ve
faaliyet hissettirmek ve ordugâh ateşleri göstermeik başlıca geri çekilme
vasıtalarındandı. Geri çekilmelerde ağırhklarm, kol ve katarın hızla geri
gönderilmeleri, sıhhiye bölükleri ile seyyar hastanelerin geri yürüyüşe
geçmeğe ha.zır bir hale getirilmeleri ve taşınmaları mümkün olmayan ya­
ralıların gereği kadar tabip üe yerlerinde bırakılmaları, geçitlerden geç­
mek için gereken düzenlerin zamanmda aldırılması ve tahriplerin hazır­
lanması başlıac önlemlerdi.
Gündüz piyadenin geri çekilmesi halinde muharebe düzeninde ve cep­
heye dikey doğrultuda çekümesi istenirdi. Çekilme özellikle düşmanm en
az sıkıştırdığı bölgelerden başlardı. Bu sırada topçu, muharebeye devam
edebüdiği takdirde, çeküen kısımlar koruma ile yükümlü idi. Geri çekil­
melerde düşmanla mesafenin çabuk açılmasına özellikle büyük önem veri­
lirdi. Bu amaçla daha önceden çekilecek kuvvetleri korumak için koruma
mevzileri keşfedilir ve hazırlanırdı. Koruma mevzüerinin geri çekilme
hatlarmm yan taraflarında seçilmeesi, aranan şartların başında gelen
bir konuydu.
Koruma mevzileri birliğin elinde bulunan veya toplanan üıtiyatiarla
tutturulurdu. Koruma mevzilerinde bulunan kuvvetlerin muharebeleri ke­
sin sonuçlu olmayıp oyalama muharebesi şeklinde devam ettirildi. Koruma

[143] Piyade Talimnamesi, madde 426-433 ve Süvari Topçu Talimnamesi; madde 405­
408.

— 185 —
mevzilerinde 'buılnndurulan kuvvetler, ania kuvvetler çekilip yürüyüş kol­
ları oluşturulunoaya kadar görevlerinde bulunur ve ancak bundan sonra
geri çekilen büyük kısımlar için artçı olarak geri çekilirlerdi.

8. Müstahkem Mevki (Kale) Muharebeleri


a. Genel
Sevk ve idarenin genel prensipleri içinde önemli bir yer tutan müs­
tahkem mevki muharebeleri konusu, tahkimatm inşa şekilleri ve dayamk-
hkları bakımmdan değişiklikler gösterirler. Tahkimat, tahıkimât-ı daime
(kaleler), istihkâmât-ı muvakkate (geçici istihkâm) ve istihkâmât-ı ha­
fife (kısa sürede muharebe meydanında hazırlanan sahra tahkimatı) ola­
rak değerlendirilmektedir.
Daime tahkimatmdan amaç, stratejik önem taşıyan bölgeleri veya
korunması istenen büyük şehirleri uzun zaman elde bulundurmaktı. Daha
barıştan itibaren yapılan bu daime tahkimatınm, en tehlikeli ve en etkili
taarruz araçlarına karşı koyabilecek derecede kuvvetli olarak yapılmaları
çok eski bir kuraldı. Bunlar, büyük toprak yığınları ve gayet kuvvetli
kargirler, demir, funt (dökme) vs. ile yapılırlardı ki, bu inşa malzemesi
daime tahkimâtmm foaşhca özelliği idi.
Tahkimât-ı muvakkate (geçici tahkimat) ise, ıkısmen daime tahkima-
tmm yerini tutmak üzere zamanm ve eJde bulunan malzemeye göre müm­
kün oldukça kuvvetli olarak yapılan bir tahkimat idi. Bu gibi takhimata
ait projeler ile malzeme, daha barıştan hazırlanır ve dikkate almırdı.
îstihkâmat-ı hafife (sahra tahkimatı) muharebe meydanlarmda ya­
pılan ve hareket esnasmda belli bir amacm elde edilmesi veya kuvvet ta­
sarrufu için yapüan !bir tahkimattı. Bu çeşit tahkimatta kullanılan mal­
zeme, genel ilarak toprak ve bir kısım ahşaptan ibaretti. Bu suretle daime
tahkimatıyla sahra tahkimatı arasmda büyük farklar bulunm^du. Örne­
ğin, daime tahkimatmda engeller daha kuvvetli ve çokça ve hendekler
daha geniş ve derin olduğu gibi şivleri rokaylı (Taşörmeli) olur; müstah­
kem mevkün ön hattmı oluşturan beden kalın ve yüksek olur, mevkiin
çeşitli kısımlarındaki kolltük savunmaları daha ço'k sağlanır, erlere cep­
hane ve malzemeye özel olmak üzere birçok sığmaklar yapüır. Müstah­
kem mevki savunacak silâhlardan toplar özellikle büyük çaplılardan olu­
şurdu. Bu sebeplerle kuvvetlendirilmiş noktaların zaptı için sahra ordu­
larında mevcut bulunan silâhlar yeterli olmayıp ayrıca özel kuvvet ve
silâhlar gerekirdi. Bu suretle de daime tahkimatıyla çevrili olan her yer­
leşim yeri ve müstahkem mevki kale adını alırdı. Bir kalenin veya müs­
tahkem mevkiinin içinde veya gerisinde bir şehir bulunursa, bu gibi şe­
hirlere müstahkem şehir de denirdi.

~ 186 —
Kaleler çoğunlukla bir iç çevre ve daha ilerisi talbyalıardan oluşmuş
bir dış çevre ile çevrili odımdu. Tabyalarla çevrili olan müstahkem mev­
kilere “müfrez tabyalı müstahkem mevki” adı verilirdi. Bımlar savunula­
cak hayati bölgeyi düşman bombardımanından korumak ve düşmam müs­
tahkem mevkie yanaştırmamıaik içindi. Hücumlar kalelerin her tarafla­
rından olabileceğinden her tabya kapalı bir çevre oluştururdu. Her kale­
nin, derinliğine savunmayı dia sağlayalbilmesi için iç kale veya istinat
mevzii adıyla adlandırılan bir çevre ile daha kuvvetlendirilirdi ki bu çevre
müstahkem mevkiin en kuvvetli bir savunma çemberi olurdu. Ancak ka­
lelerin birinci tabyalar çevresiyle iç kale tabyalar çevresinden başka, düş­
mam daha birinci hat tabyalarından uzak tutmak ve düşmanm üerleme-
sini geciktirmek amacıyla kurulan tabyaları da bulunurdu ki, bunlara da
tevkif (durdurma) tabyaları adı verilirdi.
Gîenel olarak düşmanın uzak mesafelerde tutulabümesi için müfrez
tabyaların (kalenin ilk savunma tabyaları) merkezi kuvvetli mevzi kıs­
mına (İç kale taibyalan) olan mesafesi 6000 metre kadar olurdu. Ayrıca
her müfrez tabya arasındaki aralıklar iso önemlerine göre 4000 - 6000
metre arasında değişik bulunurdu. Bu suretle bu tabyalarda bulunduru­
lan 40-50 adet çeşitli çapta (75-155 mm.) topun her birinde 12-13 mu­
hafız er bulundurulurdu. Dolayısıyla her talbyamn muhafız er miktarı
480-650 arasında değişirdi.
b. Müstahkem Mevkilerde Taamız ve Savunma
Genel Kurallar
Genel olarak müstahkem mevkilerde uygulanan taarruz ve savunma
kural ve metotları, hazırlanmış bir sahra mevzime karşı uygulanan taar­
ruz ve savunma kuraUannm aym idi. Ancak müstahkem mevkiler barış­
tan itibaren geniş zaman ve bol olanaklarla sağlam bir şekilde kuvvstlen-
dirildiklerinden bunlar etrafmda meydana gelen muharelbelerde kesin so­
nuca ulaşılabilmesi için uzun zamana, kuvvet ve araçlara ihtiyaç olurdu.
Bu muharebelerde yine piyade sınıfı laısü rolü oynamakla beraber; savaş
silâh ve araçlarmın sıklet merkezini topçu sınıfı oluşturmakta idi. Bu
amaçla uygulanan taarruz harejkâtmda özellikle muhasara (kuşatma)
topçusu adını alan topçu sUâhlan önemli idi. Bu silâhları yatık mermi
yollu 100-150 milimetrelik toplar ile dik mermi yollu ağır sahra obüsleri
ve 210 milimetrelik havanlar oluştururdu.
‘Savunulan her kalede ise, uzun menzilli toplar ve genel ihtiyatlar,
az veya çok geniş bir bölgeye hâkim bulunurdu. Hâkim olunan bu bölge­
de müstahkem mevlkiinin (etki alanı) adım ahrdı. Kalenin hâkim olduğu
etki alam düşman harekât bölgesini daraltacak ve geri île irtibatlarma
engel olacak derecede saptanırdı. Bu suretle de düşman kuvvetlerinin bir

— 187 —
kısmı kalelere bağlanmak ve parçalanmak istenirdi ki, kurulan kalelerin
bir amacı bu olurdu. Buna rağmen düşman, başka bir man&vra ile kalelerin
etki alanlarmdan ve uzağmdan dolaşmaJk isterdi. Bu durumda savunucu
kuvvetlere iç hatlar manevrası kullanmak fırsatı doğardı ki, kaleler bu
suretle yalnız bir savunma tesisi olmaktan çıkar ve taarruz için faydalı
oılurdu. Taarruzda başarı sağlayamayan kale kuvvetleri, kalelerine döne­
rek bağladıkları düşman kuvvetlerine karşı savunmaya geçerlerdi. Ancak
sahra ordularmın bir yenilgi halinde kalelere sığınmalarma iziin verilmez­
di. Bu durumda kalelerin jk'uşafılması söz konusu olduğundan sahra ordu-
larmın da yok olacağı göz önünde ıbulundurulurdu. Taarruz eden taraf,
kalelere mümkün olduğu kadar az kuvvet ayırmak suretiyle bunlarm dur­
durucu ve kuvvetleri bağlayıcı etkisinden sakmmaya çok dikkat ederdi-
Ancak kaleler taarruz eden seyyar ordunun hareket serbestisine önemli
derece engel oluyorsa, (kuşatılarak düşürülmesi bir zorunluluk olurdu. Bu
durumda taarruz eden taraf, önemli miktarda kuvvet, zaman, silâh ve
gereç kaybetmek zorunluğuna katlanırdı. Bu ise kalelere karşı yapılacak
taarruzların en zoru kabul edilirdi. Bu nedenle taarruz edenler, yaptığı
keşiflere ve «İde edilen bilgilere göre, taarruzu ya düzensiz hücumlar ve­
ya düzenli kuşatma usulü ile yaptırırdı.
Müstahkem Mevkilere Taarruz
Bir müstahkem mevkiin zaptı için uygulanan başlıca hücum sistemleri
düzensiz hücum, baskm hücumu, cöbri hücum, ıbombardıman ve abluka şek­
linde olurdu.
Baskın hücumu, ancak kale, mevkii itibariyle zayıf harp silâh ve araç­
ları yönünden yetersiz bulunursa, savunucular dikkatli değillerse, kale için­
de elde edilmiş hainler varsa uygulanırdı. Bu gibi kalelere karşı yapılan
taarruzlarda sahra tahkimatıyla donatılmış sahra mevzilerine karşı ya­
pılan taarruz kuralları uygulanırdı.
Cebri hücumda ise, özellikle mevziin en zayıf kısımlarına karşı bas­
kın hücumlarında uygulanan usullerle taarruz edilirdi.
Bombardıman usulüyle hücumda başlıca unsur topçu ateşi idi. Böy-
lece müstahkem mevki zayıf bir kuvveitle çevrildikten sonra büyük çaplı
toplarla bombardımana geçilirdi. Bombardımanla savunucuların moral­
leri kırılmak ve kalenin teslimi sağlanmak istenirdi.
Ablukada ise, kalenin dış ile bağlantıları kesilir ve kale çevrilerek
açhğa mahkum edUirdi. Ancak bunun sonunda şiddetli bir bombardıman­
la birlikte ve cebri hücumla kale düşürülürdü. Yukarıda belirtilen düzen­
siz hücumlarla müstahkem mevki düşürülemeyecek olursa, düzenli ku­
şatmaya karar verilirdi. Bu durumda kuşatmayı yapacak kuvvetin mik­
tarı, savunucu kuvvetlerin üç dört katı olması şarttı.

— 188 —
ıKuşatmaya ayrılan kuvvetlerin 'büyük kısmı redif ve müstahfız ol­
mak üzere piyade ve süvariden çoğaltılmış çeşitli çap ve cinste topçu bir­
liklerinden ve özellikle istihkâm birliklerinden oluşurdu. Bu durumda
taarruz eden kuvvetler müsıtahkem mevkiin 5-10 kilometre ilerisine çı­
karılmış olması olası savunucu kuvvetlerle sahra muharebeleri yapardı.
Taarruz eden kuvvetler üstün bulunduğundan kısa bir süre sonra bu mu­
harebeler sona erer ve savunucu kuvveltler çekilmek zorunda kalırdı. Ka­
leye yaklaşıldığında kalenin her taraftan dışla bağlantısınm kesilmesi
birinci kuraldı. Bu kuşatma devresinde süvari önemli derecede rol alırdı.
Kale civarındaki bağlantı noktaları tutuluT, telgraf, demiryolu köprüleri
tahrip edilir ve asıl ordunun kuşatma hareketi kolaylaştırılırdı.
Kuşatmaya girişen kuvvetler, ileri arazide pek az piyade kuvvetle­
riyle işgal ettiği köyleri ve mevzileri elde ettikten sonradır ki, kalenin
büyük çevresi üzerinde birinci kuşatma hattı çemberi kırardı. [144] Bun­
dan sonra tabyaların 2500 metre mesafesine sokulunur ve bir gözetleme
hattı gerisinde ikinci kuşatma hattı kurulurdu. İkinci kuşatma hattı, bir
takun köylerin ve kritik arazi kesimlerinin kuvvetli bir şekilde savunma
haline konulmasından oluşurdu. Bu hatta yapılan tahkimat, gene>l olarak
avcı siperleri ve engellerden oluşurdu. Bu hattın ilerisinde kurulan üeri
karakol düzenleri ise, kale tarafından yapılması olası bir çıkışın uzak­
laştırılması için düşünülürdü. Bu hattın 2-3 kilometre gerisinde çekilme
hattı veya genel ihtiyat hattı tesis ve tahkim olunurdu. Genel ihtiyatlar
tarafından işgal olunan bu hatta düşmanın bir taarruz hareketi durdu­
rulmazsa ikinci hat üzerinde durdurulmaya çalışüırdı.
Kuşatma hattı belli başlı caddeler ve kesimlorle bir takım bölgelere
bölünür ve her bölge bir birliğin sorumluluğuna verilirdi. Genel olarak
kuşatmalarda her tümene dört kilometrelik bir taarruz şeridi verilmesi
kuraldı. Yapılan keşifler sonuçlarına göre, kalelere yapılacak taarruz
plânlarında birinci derecede ve ikinci derecede nereye taarruz edileceği
belirlenirdi. Topçu mevzilerinin durumu, topçunun yayılıp mevzi almasını
sağlamak için koruma mevzileri, topçunun bölümü kuşatma aletleri ve
malzemesinin getirilmesi başlıca düşüncelerdendi. Bu suretle özellikle ka­
le ileri mevzUerinin, sahra ordusu ağır topçusu kullanılarak seri bir şe­
kilde zapt edilmesi kuraldı. Bundan sonradır ki, taarruz eden kuvvetli
piyade ile düşman asıl mevzileri (tabyalar) hattına 3-4 kilometreye ka­
dar yanaşır ve burada topçunun yayıhp yerleşmesi için dayanak noktala­
rı kurardı. Topçunun yayılması güç olduğundan çoğunlukla ancak önce­
den mevzie sokulan ağır seyyar havanların korunması da yapılırdı. Ge­
nel olarak taarruz cephesinin her 500 metrelik kısmına bir topçu taburu

[144] 2 Numaralı Krokiye bakınız.

189 —
düşecek şekilde topçu kurulurdu. Ağır havanların betonlu, zırhlı tahki­
mata ve hendek sığınaklarına ateş edecek şekilde mevzilendirilmesi ge­
rekirdi. Yatık mermi yollu toplar, önemli yolları dövmek ve kuvvetlerin
kanatlarını korumakla görevlendirilirlerdi. Sahra topçuları, görünen ya­
tık mermi yollu toplara, gözetleme yerlerine, görülen piyade mevzilerine,
cephane taşıyan dekcn^il hatlarma karşı kullanılırlardı. Bütün kuşatma
topçusu genel topçu komutanının emrinde bulundui’ulur ve ateşin baskın
şeklinde açılması için hazırlıklar yapıhrdı. Bundan sonra 2000-3000 met­
reye kadar yanaştırılan ve mevzilendirilen birinci dovre topçu batarya­
larının muharebeleri başlardı. Bu sırada taarruz eden piyadenin ileri
karakolları düşmana 1000 metre mesafeye kadar ilerletilir ve< yerleştiri­
lirdi. İkinci devre topçu bataryaları da ateş muharebesine giriştikten son­
ra, piyadenin ileri kısımları tabyalara 600 metre mesafeyo yaklaştırılırdı.
Topçu ateşinin birkaç gün devam eden ateşleri sırasında istihkâm, tab­
yalar hattından 800 metre mesafede birinci korunma hendeğini hazır­
lardı. Sonra piyade büyük kısmının yaklaşması için gizli v& zikzak ya­
naşma hendekleri açılırdı. Bunu ikinci koruma hendeğinin kazılması iz­
lerdi, Bundan sonra da gizli yanaşmıa hendekleri hazırlanırdı. Bir taraf­
tan da birlikler ileri hatlara yanaştırılır ve hücum için her türlü hazır­
lıklar tamamlanırdı.
Hücum zamanı, sisli, puslu veya şiddetli yağmurlu havalarda alaca
karanlık zamanlara denk getirilirdi. Topçu ve piyadenin ortak ateşleriyle
hücum yapılır ve piyade 150 metrelik hücum mesafesine sokulurdu. Hü­
cumun hazırlanması için topçuya aralıklı olarak ateş ettirilirdi. Savunu­
cuların siperlerini işgal ettikleri görüldüğünde bütün ateş bunlar üzerin-
do tcplattırılır'dı. Hücuma kalkıldığında ateşin geri taraftaki araziye kay­
dırılması ve düşman dayanak ve ihtiyatlarının yanaştınlması engellenir­
di. Düşman mevziinin ilk tabyaları hattına giren hücum kollan buralar­
da yerleşirken, kale derinliklerine yapılacak hücunjlar piyade, topçu ve
istihkâm sınıflannın ortak çabalarıyla ve aynı metodla devam ettirilir­
di. [145]

(3) Müstahkem Mevkilerde Savunma


Kalelerde savunma, düzensiz usulde hücumlara karşı düzenli kuşat­
ma esaslarına göre hazırlanırdı. Düzensiz hücumda herhangi bir baskına
karşı kale çevresinin üerisinde bulunan köyler, çiftlikler savunulacak şe­
kilde desteklendiği gibi, ileri karakol kuvvetleri de yoğunlaştırıldı. Taar­
ruz eden merkezi (iç) çevreye doğru her ne şekUde ilerlemiş olursa olsun

[145] KülMyat-ı ulum ve Fünun-u Harbiyedeffi Rehber-i Feım-i Istahkâm, İstanbul


1328, s. 8, 152 SaJıra Tahkimati Talimnamesi; Madde 113-151.

— 190 —
adnn axiım savunma yapılması kuraldı. Bu durumda büyük piyade birlik­
lerinin de taarruz eden kuvvetlerin gerilerine hücum ettirilmesi istenirdi.
Geri hücumlarda ise, özellikle taarruz eden kuvvetlerin topçusunun sus-
turuhnasma çalışılırdı. Bombardımana karşı savunmada ise, öncelikle sı­
ğınaklar hazırlanmış olduğundan buralarda sığınılır ve ahaliye öğütler
verilerek bombardımanların etkisiz olduğu kendilerine anlatılırdı. Yan­
gınlara ve çapulculuğa karşı olağanüstü tedbirler almırdı. Düşmanın ka­
leyi kuşatma harekâtma karşı engel olmak için çıkış yapılması isıtenirdi.
Bütün savunucu topçu da ateşlerini bomlbardıman topçuısumm üzerine
toplamaya gayret ederdi. Aıblükalarda ise, savunma çevresinin kapatıl­
masına çıkışlarla engel olunması kuraldı.
Düzenli kuşatmaya karşı savunmada genel olarak savunma kuvvet­
lerinin bölünmesinde başlıca kural, tabyalardan geçen dış savunma hat­
tının her kilometresine 750 er hesap edilmesi ve tahsisi idi. Bu kuvvetin
2/3’nü piyade 1/4 - 1/5’ini topçu vo geri kalanını istihkâm ve süvari oluş­
tururdu. Muvazzaf piyade asıkerinin miktarı 1/4 kadar hesaplanır ve ge­
risi redif ve müstahfız olurdu. Her top için lOOO’er atımhk bir cephane
payı dikkate almması birinci kuraldı. Genel olarak her taibyanm kuvveti
250 er olarak hesaplamrdı.
İleri araziden itibaren başlayan muharebelerden sonra tabyalar hat­
tına çeküinirdi. Eğer kale abluka edilirse, abluka hattının yanlmıası için
büyük kuvvetlerle çıkışlar daha önceden plânlanudı.
Topçu muharebeleri sırasında savunma topçusunun büyük bir şid­
detle ateşe devam etmesi ve teker teker düşman topçu bataryalarmı yok
etmesi başlıca görevdi. Taarruz edilen ikinci devrede batarya mevzileri­
nin hazırlanmasma başlandığı zaman çıkışlar yapmak suretiyle düşma­
nın rahatsız edilmesi ana kural idi. Düşmanın açtığı gedikler tamir edil­
mekle bera'ber bu gediklere ateş açan düşman bataryalarını susturmak
da başhca isteklerdendi,
D'üşmanm birinci ve ikinci koruma hendeklerinin hazırlanması sıra­
sında topçu faaliyeti artırıldı. Üçüncü koruma hendeğinin açılması sıra­
sında ise* piyade ateşi de topçu ateşine katıldı. Düşmanın tabyalara hü­
cumundan önce tabyalardaki bataryalar birinci hatta çekilir ve tabyalar
piyade tarafından adım adım savunulurdu. Buradaki savunma başarısız­
lığa uğradığı takdirde ikinci hatta çekilinilirdi. İkinci hattan sonra da
merkezî çevreye çekilmek kural ve bir zorunluktu. Burada da savunma
yapılamazsa ya kuşatma hattı yarılarak bir taraftan çıkış yapılır veya
teslim olunurdu.

— 191 —
9. Özel Hallerde Muharebeler
a. Yerleşim Yerlerinde Savunma ve Taamız
Yerleşim Yerlerinde Savunma
Yerleşim yerlerinin savunulmasında asıl muharebe hattı, birlikler
ateş meydanlarının durumuna göre yerleşim yerinin çevresinde ve bazı
yerlerde biraz ileride tutulmıası kuraldı. Konar (asıl muharebe hattı)
bölgelere ayrılarak her bölgeye tam bir birlik verilmesi ve ner bölgede
küçük ihtiyat kuvvetler bulundurulması ve nihayot yerleşim yeri içinde
ve gerisinde genel bir ihtiyat bulundurulması kuraldı. Yerleşim yeri çev­
resinin gereken yerlerine hendekler çitler konulması, evlerin ve duvarla­
rın berkitilmesi suretiyle kuvvetlendirilmesi ve evler arasının tel örgü
ve ağaç gövdeleriyle kapatılması başlıca önlemlerdi. Yerleşim yerleri
içinde sığınaklar, irtibat yolları yapılması ve özellikle küit noktası ola­
bilecek sağlam binalarm esaslı bir şekilde kuvvetlendirilmesi ve tutul­
ması, savunmanın başlıca düşüncesi idi. Düşmanın bu yerlere girmesi
halinde, sokak muharebeleri ile savunulması ve düşman taarruzunun sün­
gü hücumu ile püskürtülmesi başlıca hareket tarzı idi.
Yerleşim Yerlerinde Taarruz
Yerleşim yeri muharebelerindeki taarruzların yapılış şekli genel
olarak sahra tahkimatıyla desteklenmiş mevzilere karşı uygulanan taar­
ruz kurallarının aynı idi. Ancak birbirini destekleyen bir takun ev grup­
ları direnekler topluluğu manzarası arz ettiğinden piyadenin yakın me­
safelerden ağır silâhlarla desteklenmeleri ve muharebelerin ufak taarruz
grupları halinde derinliklere göitürülmesi ana kuraldı.
Piyadenin dik ateşli silâlılarla desteklenmesiyle beraber, çevrenin
zaptından sonra düşmanın karşı kenara kadar sokaklardan ve bahçeler­
den geçilerek süngü ile kovalanması ve yanlardan kuşatıcı hareketlere
başvurulması bir kuraldı. Karşı kenara gelmeden önce savunmaya geç­
mek ve bir düzene girmeye çalışmak göz önünde tutulan bir noktaydı.
b. Ormanlarda Savunma ve Taarruz
Ormanlarda Savunma
Ormanlarda yapılan savunmalarda, asıl muharebe hattının orman
kenarlarından doğil de, ağaçlar seyrek ise, biraz gerisinden geçirilmesi
kuraldı.
Ormanların çıkıntı oluşturan yerlerine makineli tüfekler yerleştiril­
mesi ve savunma gücünün artırılmasına çok dikkat edilirdi. Savunma
bölge bölge yapıldığı gibi, düşmanın ormana girmesi halinde yanlardan
karşı taarruzlarla taarruzun püskürtülmesine çalışılırdı.

— 192 —
Ormanlarda Taarruz
Taarruz önce orman kenarlarında bulunan ve ileri çıkmış bulunan
düşman birliklerine yöneltilmekle beraber, orman kenarında ve gerisinde
ihtiyat bulunması olası yerlerin topçu ateşleriyle dö\dilmesi göz önünde
bulundurulurdu. Ormana girildiğinde bozulan düzenin tekrar elde edil­
mesi için yeniden muharebe düzoni alınması ve taaıruzun sık avcı hat­
ları ve dar cephelerle yürütülmesi başlıca kuraldı. Birlik istinatlarının
yakından takip ettirilmesi ve ihtiyatların kademelendirilmesi suretiyle
ormanlann öteki kenarlarına kadar taarruzun aynı şeküde devam etti­
rilmesi başlıca taktikti.

c. Geçitlerde Savunma ve Taarruz


Geçitlerde Savımma
Geçitler genel olarak ilerisinden, içinden ve gerisinden savunulmak
suretiyle kapatıbrdı. Geriden gelen birliklerin yayılmasını sağlamak ve
geri çekilen birliklerin geçmesini olası kılmak için ise, bu halde geçit
ağzının düşmanca ateş altına alınamayacak kadar ilerisinden savunul­
ması dikkate alınırdı. Bununla beraiber yan taraflarda mevzi tutmak da
istenirdi.

Geçitlerde Taarruz
Savunucu, geçit ilerisinde mevzilenmiş ise; düşman kuwetlerinin
atılmasında kullanılan kural, cepheden taarruzdur. Düşman geçitten
ayırmak istendiğinde kuşatmaya çalışılırdı. Geçit içindeki veya gerisin­
deki savunuculara gece baskınları yapılması en kolay bir şekil olarak ka­
bul edilirdi. Bununla beraber cephe taarruzlarının çok zor çevirmelerin
ise fazla zaman kaybına söbep olmasına rağmen çoğunlukla başarıya ula­
şan usulün cephe taarruzu olduğu kabul edilirdi.

10. Çıkarmalar
Türk Silâhlı Kuvvetleri, 1908 yılından 1918 yılına kadar devam eden
savaşlar süreeince, 1912-1913 Balkan Savaşı’nda yapılan Şarköy çıkar­
ması hariç olmak üzere hiç bir bölgede bir çıkarma hareketine girişme­
mişti. Elde bulunan talimnamelerin çıkarmalar hakkmdaki kayıtları ve
kuralları bir yana, silâhlı kuvvetler herhangi bir çıkarmayı yapmak için
gereken olanaklara sahip olmadığı gibi bu konuda bir eğitimi de yoktu.
Şarköy’e* yapılan çıkarma hareketi herhangi bir düşman etkisi ve ateşi
altında yapılmadığı halde büyük zorluklarla uygulanan başarısız bir ha­
reket olarak kalmıştı.

— 193 —
C. HARP CERİDELERİ VE PERSONEL İŞLERİ
1. Harp Cerideleri ve Muharebe Raporları
OsmanlI Devleti’nin dağılma devrine kadar, orduların muharebe
meydanlarında yaptıkları muharebe harekâtını ve bu har&kâtın kuvvet,
imkân ve araçlarıyla her türlü kayıpların, cetveller, kayıtlar ve rapor­
larla tespit edilen modern anlamda bir harp ceridesi tutulmuyordu. An­
cak harp ceridelerinin içerdiği bilgileri fayda ve işlemleri daha çok mu­
harebelere katılan vak’a-nüvisierle idare etmişlerdi. Bunlar katıldıkları
seferlerde meydana gelen olay ve muharebeleri görerek ve işiterek yaz­
dıkları eserlerle dile getirmişlerdi. Bu eserlerden Fındıklı Mehmet Ağa’
nın “Silâhtar Tarihi” ve buna benzeyen birçok eserler, çok defa seferler
içinde meydana gelen olaylarla muharebelerin genel ve özel ayrıntılarını
aydınlığa çıkarabilecek bazı bilgileri içermektendir. Ancak bunlar genel­
likle başkomutan bulunan padişahla diğer önemli görevler almış komu­
tanları övmekten daha ileri gidememişlerdi. Böylece birçok ihsanlar ve-
rUen bu yazarların gayretleri artmış ve gün geçtikçe övgüler genişlemiş
ve rivayetler çoğalmıştı. Bu durum ise, gerçekleri çok zaman yok etmiş
ve yazarlar tarafsız olmaktan çıkmışlardı. Bunun yamsıra orduların bün­
yesi ve cephelerin genişlemesi, vakanüvislerin görüş ve duyuş açılarını
daraltmıştı. Bu nedenle de muharebelerin bütün faaliyetleri ayrıntılarıyla
saptanamaz bir duruma gelmeye başlamıştı. Bundan sonra olaylar içinde
yaşayan ve görevli bulunan sorumlu komutanliarın özel anılan da, ger­
çekleri yeterlikle aydmlatmaktan çok kendi faaliyetlerinin birer savun­
ması şeklinde belirmeye ve dolayısıyla gerçeklerin çeşitli şekillere bürün­
mesine sebep olmaktan başka bir şeye yaramaz bir hale gelmeye baş­
lamıştı. Birçok komutanlar sorumlulukları birbirlerinin üzerine atmaktan
çekinmemişlerdi. 1877-1878 Rus ve 1912-1913 Balkan Savaşlan dahi bu
gibi anılarla ayaktadır. Bu sebeplerle Avrupa Ordulannda olduğu gibi
muharebelerin aynhtılarımn belgelere dayanılarak saptanması ihtiyacı
karşısında kalınmıştı. Bunun için harp ceridelerinin tutulmasına ve bun-
larm muhare:beye giren her birlikten istenmesine karar verilmişti.
a. Harp Ceridesi
Subaylar tarafından tutulması esas olarak kabul edilen harp ceri­
delerinden amaç, askerî tarihin yazümasında komutanlar ile birliklerin
ve savaşa etki yapan teşkiller ve kurumların yetenek, ve faaliyetleri kar­
şısında doğru hükümler verilebilmesi için elde sağlam bir ana kaynak
bulundurmak; gerek savaş meydanında gerek savaş alanı dışında yapılan
bütün hareketlerden ve işlerden çıkan tecrübelerin toplanarak incelen­
mesiyle ordunun zaferini sağlamak ve başarısızhk sebeplerini mümkün
olduğu kadar gidererek bir takım yeni usuller ve kurallar çıkar iknasına
hizmet etmekti.

— 194 —
Harp oeridek<ri, savaşa neden olayların, savaşı ve savaşın akışını
göste<rmesi bakımından önemli görülmüştü.
Türk Ordusu özellikle Alman sevk ve idare doktrinlerini kabul et­
tikten sonra bu iş bir ödev olarak ele alınmıştı. Özellikle Balkan Sava-
şı’ndan önce yayınlanan emir vo talimatlara göre, bir sefer halinde her
karargâh ve birliğin harp ceridesi tutması emredilmişti. Bıma göre Bal­
kan Sav'aşı’nda harp ceridelerinin tutulmasına 18 Eylül 1328 (1 Ekim
1912) da başlanmıştı. Bununla beraber Balkan Savaşı’nda harp ceride­
lerini doğru ve zamanında tutan pek az birlik görülmüş ve bir çok birlik
ve karargâhlar bu corideleri ya eksik tutmuş, veya tutmamışlardı. Niha­
yet günü gününe tutulması gereken harp ceridelerinin muharebelerden
bir zaman sonra subaylardan soruşturulmak suretiyle yazdırılması isten­
mişti. [146]
Balkan Savaşı’ndan sonra. Birinci Dünya Savaşı’nda harp ceridele­
rinin eksiksiz olarak tutulması istenmiş ve bu amaçla da öğretici ve ay­
dınlatıcı emir ve talimnameler yaymlanarak ordu bu hizmete sokulmak
istenmişti. Bu şekilde yaymlanan talimatların en yenisi 1333 (1917)’te
yayınlananı olmuştu. Yaymlanan talimatla her ordu, kolordu, tümen, tu­
gay ve alay karargâhlarıyla müstahkem mevkilerin ve önemli bağımsız
müfreze ve grup komutanlıkları karargâhlarının, menzU müfettişlikleri
ile Başkomutanlık Vekâleti Karragâhı (Karargâh-ı Umumi)’nin ve Har­
biye Nezareti şubelerinin, piyado ve topçu taburlarıyla süvari alayları,
makineli tüfek istihkâm ve diğer fennî sınıf bölüklerinin ve bölükten kü­
çült bağımsız görev alan teşkillerin harp ceridelerini tutmalan istenmişti.
Sıhhiye bölükleriyle seyyar hastanelerin ve katar komutanlıklarıyla er­
zak ve cephane kollarının, amele taburları ile ekmekçi kollannm da harp
cerideleri tutmaları emredümişti. Harp ceridelerinin tutulması için baş­
langıç tarihi de 3 Ağustos 1914 olarak almmış ve bu Mondros Mütare-
kesi’nin imzalanmasına kadar devam etmişti.
Harp ceridelerinin işlenmesinde önceleri yalmz muharebelerin nasıl
yapıldığını hikaye etmekle yetinilmişse de, zamanla ve özellikle Birinci
Dünya Savaşı’nın harp ceridelerinde, muharetbelere katılan birliklerin ko­
nuş, kuruluş, kuvve, subay durumu, genel kayıp ve iaşe durumlarıyla
önemli muharebe raporlarına yer verilmişti. Bu şekilde harp cerideleri­
nin tutulması ve buna eklenecek “vesâik-i harbiye” (harp belgeleri) dos­
yalarının düzenlenmesi görevi, büyük karargâhlarda komutanlara veya
kurmay başkanlarma verilmiş ve bu karargâhlar, ya bir kurmay subayı

[146] Ordu Emirnamesi; No. 9 (24 Mayıs 1330), s. 190. Bu ordu emirnamesinde harp
ceridelerini tutan, tutmayan veya eksik tutan karargâh ve birliklerin bir lis­
tesi mevcuttur.

~ 195 —
veya yaverleri, veya da ibunu yapmaya yeterli bir subayı bu göreve ayır­
mışlardı. [147] Gerektiğinde ve özellikle küçük birliklerde bu görevin
bizzat komutanlar tarafından yapılması bir sorumluluk olarak verilmişti.
Ancak bu işle görevlendirilmiş subayların yaralanmaları, şehit olmaları
veya görevlerinin değiştirilmesi nedenleriyle olayların oluşum ve buna
etki yapan faktörlerin zamanla unutulması ve nihayet başka bir şekilde
hatırlanar'ak hataya düşülmemesi için, her olayın günü gününe harp ce­
ridelerine geçirilmesi bir zorunluluk haline getirilmek istenmişti. Bunun
da devamlı olarak izlenmesi komutanlara kurmay başkanlarma bir so­
rumluluk olarak verilmişti. Böylece her karargâh ve birliğin seferber­
liğin birinci gününden seferin bitmesine kadar olan olayları saptamaları
titizlikle izlenmişti. Yazılacak olayların gerçeğe uygun şekilde yazılm.a-
smm ordu vo vatanın çıkarları bakımından önemli olacağı ve gerçeklerin
aydınlatılmasının da asker namus ve şerefin bir gereği olduğu bütün ordu
mensuplarına hatırlatılmıştı.
Her harp ceridesinin bir seferin bitimine kadar, birbirine bağlı ola­
rak tutulması ve biribiri ardınca sayı alması kuraldı. Harp cerideleri belli
başlı harekât dönomlerinin bitiminde ve bu gibi dönemler olmadığı halde
mart, haziran, eylül ve aralık aylan sonlarında kapatılırdı. Her ceride­
nin hangi tarihte ve nerede kapatıldığı aşağısına yazılarak komutan ta­
rafından imza edilirdi. Kapatılan harp cerideleri ile bunlara bağlı belge­
lerin, gizli olarak doğruca Erkân-ı Har<biye-i Umumiye Harp Tarihi Şube
veya Encümeni’ne (ATAŞE Bşk. hğı) gönderilmesi ana kuraldı.
Harp Cendeleri Balkan Savaşı’na nazaran Birinci Dünya Savaşı ile
îstiklâl Savaşı’nda oldukça iyi tutulmuş ve bunlar Harp Tarihi (ATAŞE
Bşk. lığı) Arşivine gönderilmiş ancak Filistin Cephesi’nde mulıarebe edon
orduların harp cerideleri çoğunlukla elden çıkmıştı (Balkan Savaşı’nda
Garp Ordusu’nda olduğu gibi). Bu itibarla Birinci Dünya Savaşı’nda tu­
tulan harp ceridelerinin en mükemmelleri Çanakkale, Irak ve Şark (Kaf­
kas) Cephelerine ait olanlar idi.

b. Muharebe Raporları
Hidemât-ı Seferiye Talimnamesi’ne göre muharebe raporları genel
olarak ordular, kolordular, tümenler, tugaylar, alaylar ve değişik çapta
bağımsız müfrezelerle bağımsız tabur komutanlıkları tarafından verüirdi.
Muharebe raporu vermek hor birliğin devamlı bir sorumluluğu idi. Ve­
rilen muharebe raporlarının her defasında ayrıca birliklerin harp ceride­
lerine de geçirilmesi iŞtenirdi.

[147] Ordu EJmimamesi; No. 9 (24 Ma^as 1S30), s. 190’a baikınız.

— 196 —
Muharebe raporlarında Özellikle, her muharebei}in başlamasından bi­
raz Önceki dost ve düşman durumlarını, muharebeden önceki genel kuvve
ile bu alandaki düşman kuvvetlerine dair bilgileri, hareketlerin gidiş
şekli ilo sonuçlarını belirtmek ana kuraldı. Hareketler (yürüyüş, taarruz,
savunma, takip, geri çekilme) sırasıyla, saat ve dakikalarıyla yazılırdı.
Alınan raporlar ağızdan veya yazılı olarak belirtilirdi. Kuruluş, ko­
nuş, kayıplar ve her türlü tüketim, düşmamn gelişen durum ve kuvveti
ve bunların hareketlerine karşı alınan tedbirler, hareketlerin bitmesi ve
bunların sonuçları açıklanırdı. Bu şeküde muharebe raporları harp ce­
ridelerini de tamamlayacağından askerî tarih yazıknası için başlıca kay­
nak kabul edilirlerdi. Özellikle muharebe raporlarında başarı ve başarı­
sızlıkların nedenlerini de belirtmek, istenen önemli bir hasustu. Ancak
yazdan muharebe raporlarında tarafsız olmak da titizlikle istenen bir
konu idi.
3. Personel İşleri
a. Kuvve ve Raporları
Her türlü kuv\"e kayıtlarının, verilmesi emredilmiş bulunan muha­
rebe raporlarıyla da belirtilmesi kuraldı. Clenel olarak kuvvelerin gös­
terilmesinde kuUanılan çe§itli cetvellerin örnekleri bir forma bağlanmıştı
ki, bunlar her ayın birinde ve on beşinde düzenlenirdi. Bu cetvellerin
başlıkları genel olarak insan, hayı^an ve her türlü taşıt araçlarını elde
bulunan silâhların cephanesini ve miktarını içerirdi.
Düzenlenen bu genel kuvve cetvelleri, her birlik tarafından doğrudan
doğruya bağlı olduğu komutanlığa sunulurdu. Bunlaı son olarak en yük­
sek kademede toplanırdı. Ayrıca her birliğin iaşe (yiyecek) kuvvetleri de
eklenmekle beraber, bu cetvellerde ne miktar subay ve orin şehit olduğu,
yaralandığı veya hava değişimine gittiği, esir düştüğü ve ne kadar ikmal
eri aldığı da belirtilirdi. Özellikle muharebelerde ve diğer zamanlarda
meydana gelen her çeşit insan ve hayvan kayıplarınm da birer çizelge
halinde yukarı kademelere sunulması istenen önemli bir faaliyetti.
b. Er İkmali
Elr ikmalinin ilk kaynağı askerlik şulbeleri idi. Şubelerden depo bir­
liklerine veya doğrudan doğruya ordu dairesinin seferi sevk komisyon-
larmda yapüan sevkiyat, er ikmalinin normal şekli idi. Seferi sevk ko­
misyonlarında veya depo birliklerinde toplanan erler, özelükle memleket
içinde teda\d olan hasta ve yaralı erlerle firardan yakalananlarla daha
çok artar ve oluşan er ikmal kafileleri ordu menzil noktalarındaki depo­
larda toplanırdı. Burada ordu menzil hastanolerinden gelenlerin de katıl­
masıyla ikmal erlerinin sayısı daha büyük bir miktara yükselirdi. Bura­
dan cephelerdeki birliklerin ihtiyaçlarına göre dağıtım yapılırdı.

— 197 —
c. Subay İkmali
Suibay ikmalinin ilk kademesi askerî okullardı. Ancak harpler do­
layısıyla harp okulları kapatıldığından subay ikmali, kısa devreli talim­
gahlara yüklenmişti.
Talimgahların yetiştirdiği küçük rütbeli muvazzaf ve yedek subay­
lar yetmediğinden özellikle Birinci Dünya Savaşı içinde birliklerdeki kabi­
liyetli çavuşlar ve başçavuşlar takım komutanı olarak subay görevlerinde
kullanılmışlardı. Bu dunun harbin sonuna kadar devam etmişti. [148]

d. Moral
Yurt İçi İzinleri
SilâJhlı kuvvetlerde morali kuvvetlendiren ve geliştiren faktörlerin
başında gelen izin, istiıbdat devrinde bir esasa bağlanmayan keyfe bağlı
bir sorundu. Meşrutiyetin ilânma kadar bir maddî ve manevî sıkıntı ve
zahmetler içinde bocalayan Türk Silâhlı Kuvvetleri mensupları, izin ve
istirahat gibi tabiî bir haktan mahrum edilmişlerdi. Askere çağrılan er,
köyünden çıkarken bir daha dönmeyecek şekilde abesiyle vedalaşarak
ayrılırdı. Yıllarca süren uzun bir askerlik hizmetinden sonra memleket­
lerine dönmeyen askerler pek çoktu. Bu yüzden Anadolu, kan ağlamış ve
ağıtlar yakarak feryat etmişti.
Bir subayın ve erin askerlik hizmeti süresi içinde bir defa olsun
mctmleketine belirli bir süre izinli gönderilmesi meonleket ve aile has­
retinin giderilmesi, idarecüerce anlaşılmayan bir şeydi. Bunun nedonle-
rinden biri yol durumu ve ulaştırma araçlarının yokluğu idi. İdarecüerce
söylenen tek söz, “pazarlık ölünceye kadar” gibi moral anlamından uzak
bir düşünce idi. İzinin hem hak ve< hem de yeni bir enerji kaynağı oldu­
ğunu kavrayamayan İstibdat Devri, askerliğe karşı olan heves ve şevki
de yok etmişti. Bu durum Türk Silâhh Kuvvetleri bünyesinde tedavi edü-
mesi gereken önemli bir hastalık halinde idi. Hürriyet Devrimi’ni yapan
ve idareyi ellerine alan idareciler, bir ordu mensuibunun da insan olup, bir
makine olmadığını, makinenin bile bakıma ve dinlenmeye ihtiyacı bulun­
duğunu kabul etmişlerdi.
Savaşı robotlarm değil, taze ve enerjik insan ruhunun ^apacağma
inancı zamanın Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği (Genelkurmay Baş­
kanlığı) gerekçesiyle bir izin nizamnamesini (tüzüğünü) Askerî Şura’mn
incelemesine sımmuştu. 24 Haziran 1325 (7 Temmuz 1909)’te padişahın
onayından geçen İzin Nizamnamesi, sUâhlı kuvvetlerin morali üzerinde

[148] Ordu Emirnamesi; No. 32 (31 Ma30S 1332), s. 82.

— 198 —
olumlu etkisini gösltermeye başlamıştı. [149] Bu nizamname ile ordunun
general, üstsubay, subay ve erlerine de izin verilebileceği bolirtilmişti.
Memleket içine ve hatta yabancı ülkelere de izin verilebUeoeğini açıkla­
yan nizamname, izinlerin ne zamanda ve hangi şartlar altında verilece­
ğini, izin sürelerini, verUece«k izinlerin çeşitlerini ve izin vermeye yetkili
makamları ayrı ayrı belirtmekte idi. Ancak izin vermeye yetkili olan ko­
mutan ve kurum amirlerinin izin vermelerinde veya verilen izinlorin uza­
tılmasında hizmeti aksatacak bir engelin bulunup bulunmadığını göz
önünde tutmaları şart koşulmuşitu. Askerî hizmetlerin aksamaması ve
hizmetin devamını sağlama bakımından izinli gideceklerin, âdil bir sıraya
göre ayarlanması prensip olarak kabul edümişti. Bu durumda kıta ve
kurumlardan izinli gidece'klerin miktarı birMklerdeki mevcudun dörtte
birini aşmayacaktı.
izinlerin piyadenin alay-tugayı süvarinin alay, topçunun atış, fennî
birliklerin (muharebe, istihkâm) büyük ölçüde fennî eğitim ve nakliye
(ulaştırma) birliklerinin ulaştırma, eğitim ve tatbikat devrelerine rast-
latılmaması şarttı. Birliklerden birisinin mııhareibe eğitim ve tatbikatları
yapmak üzere herhangi bir yerde toplanmaları emrolunduğu zamanlarda,
izinlere sımr konmakta idi. Ancak eğitim, atış tatbikatı ve manevralar
devrelerinde sağlık durumlarından veya diğer önemli ve haklı sebepler­
den dolayı izin almaları gerekenler istisna edilmişlerdi.
Her silâhh kuvvetler mensubımun, bir yıl içinde, bir defada veya
birkaç defa olmak üzere birbuçuk ay (45 gün) süre ile izinli gitmesi esas­
tı, bu durumda izinli gidecek subaya maaş ve yiyecek maddeleri veril­
mekte ve bu hak kesilmemekte idi. Bir yıl içinde izin alamayanların ikinci
yılda iki ay (60 gün) ve iki yıl hiç izin almayanların, üçüncü yılda üç ay
(90 gün) izin almaları bir hak olarak kabul edilmişti. Ancak üç aydan
fazla izin verümemesi kararlaştırılmıştı. Verüecek bu izin sürelerine gi­
diş ve geliş dola3asıyla geçecek günler toplamınm mevcut ulaştırma araç­
larına ve en kısa yola göre, 15 günden fazla 45-90 günlük izin sürelerine
eklenmekte idi. Gidiş ve geliş süresi en kısa yollar hesabiyle bir ayı aşan
yerlere gidecek sulbaylara, bir yıl izinli gitmezlerse, ikinci yılda üç ay izin
verilmesi uygun görülmüştü. Bunlarm yollarda geçirecekleri süre için de
15 gün ayrıca bir izin süresi eklenmekte idi.
Diğer izin şekli ise, maaşsız ve yiyecek içeceksiz olan izin şeklidir ki,
suibay altı aydan fazla izinli gittiği takdirde, maaş ve yiyecek içeceği
kesilmekte idi.

[149] Başbakanlık Arşivi; Hazine Eîvrak No. 121; OsmanlI Ordusu için izin Nizam­
namesi hakkmda 24 Haziran 1325 (7 Temmuz 1909) tarihli irade-i Seniyye.

— 199 —
Î2İin Nizamnamcöi’ne g"öre, izin vermeye yetkili olanların başında ge­
len kişi padişahtı. Padişah, şehzadelere, Harhiye Nazırı’na Istabl-i Âmire
(Padişahm at ve arabalarımn bulımduğaı ahırlar) Müdürü’ne, maiyetin­
deki birlik komuıtanlarına doğrudan doğruya izin vermeye ve uzatmaya
yetkili bulunuyordu. Ayrıca Hahbiye Nazırı aracılığı ile Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye Roisi’ne (Gnkur. Bşk. m) Ordu Genel Müfettişi’ne ve Ordu
Müfettişlerine izin verme ve uzatma yetkisi padişaha aitti.
Padişahtan sonra izin vermede en yetkili kişi. Harbiye Nazırı idi.
Harbiye Nazırı, Tümen Komutanlarına, Harbiye Nezareti Daire Reisle­
rine (başkanlarma) Süvari ve Topçu Müfettişlerine izin vermeye yetkili
idi.
İzin vermede üçüncü yetkili kişi, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi
(Gnkur. Bşk. m) idi. Erkân-ı HaTbiye-i Umumiye Reisi, Reis-i Sâni’ye
(İkinci Başkana), dairedeki şube müdürlerine ve bu şubelerdeki üstsu­
bay, suibay ve memurlara izin vermeye yetkili kılınmıştı. Ancak ordu ve
tümen komutanlarının yetkileri dışmda kalan hizmetlerde bulunan ordu
erkân-ı harp reislerine (ordu kurmay başkanı) ve taşradaki (İstanbul
dışında) erkân-ı harp zabitlerine (kurmay subaylara) izin verme yetkisi.
Harbiye Nazırı’nm yetkisi kadardı.
Ordu Gonel Müfettişi, doğrudan doğruda yanında bulunan üstsubay
ve memurlarına izin vermek konusunda Harbiye Nazırının yetkisine sa­
hipti.
Ordu komutanalrı veya müfettişleri emir ve kuruluşundaki birlik
komutanlarına, erkân-ı harp reislerine 15 gün, alay komuıtanlarına bir ay
ve diğer subaylar'a üç ay izin verebUirlordi.
Tümen komutanları, tugay komutanlarına yedi, alay komutanlarına
15 ve diğer subaylara 45 gün izin verme yetkisinde idi.

Yurt Dışı İzinleri


Yabancı ülkelere ve “eyalât-ı mümtaze”ye izin vec^me yetkisi yalnız
Harbiye Nazırı’na verilmişti. [150] Yabancı memleketlere izinh gidecek
subayların bir pasaportla seyahet etmelori ve izinli bulundukları yabancı
memleket veya eyalât-ı mümtazede en yakın Osmanlı sefaret (elçilik).

[150] Eyalât-ı mümtaze: İdare işleri ve şekilleri antlaşma ve imtiyaızlarla ve iç


idareleri özel kanunlara tabi olan yerler haMunda kullanılan bir terimdir.
Bımlar haJckmda eyalât-ı muhatare terimi de kullamldıtı olmuştur. 1908 yılı
încinci Meşrutiyet devrimine kadar bu tür imtiyazlara erişmiş olan yerler
şunlardı; Mısır Hidivliğ-, Sisam Beyliği, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflıgrı, Kıb­
rıs Adası, Bulgaristan Prensliğ-i ve Bosna Hersek.

— 200 —
Şebbsnderlik ve komiserliklorine 24 saat içinde başvnırTnaları ve kimlik­
lerini bildirmeleri gerekti. Yabancı memleketlere veya eyalât-ı m^ümtaze-
ye gidecek oi’^du mensuplarının askerî elbise giymeleri ancak izne bağlı
bulunmakta idi. Askerî elbise giyecek olan sulbayların gittikleri mevkide
bulunan devletin de en büyük askerî komutanını ziyaret etmeleri bir zo­
runluluk ve nezaket gereği idi. Ayrıca suibayların gittikleri yabancı ülke­
lerde casusluk gibi şüpheyi davet edecek hallerden sakınmaları gerekirdi.
Otellerde ve polis dairelerinde isim ve rütbelerini ve ait oldukları devleti
bildirmeleri gerekti.
Yabancı ülkelerde ve eyalât-ı mümtazede bulunan subayların, askerî
birlik ve kurumlan ziyaret etmek ve birlik eğitimlerinde bulunmak için
elçiliklerden izin almalan gerekirdi. Bu gibi sıibaylann bir seferberlik
haberini aldıklarında emir beklemeden hemen yurda dönmeleri zorunlu
idi.

Astsubay, Onbaşı, Çavuş ve Erlerin Memleket izinleri

Astsubay ve erler, birinci yıl eğitimlerinden sonra, bir defada veya


ayn ayrı zamanlarda olmak üzere, toplam 15 günü geçmemek koşuluyla
izin alabilirlerdi. İkinci ve üçüncü yülarda, yıllık 15’er günlük (ikinci yıl­
da 30, üçüncü yıl sonunda 45 gün) izinlerinden başka üç aya kadar izin
isteğinde bulunanların geçerli mazeretleri olması gerekirdi. Bu mazeret­
lerin belgelerle belirtilmesi gerekli idi. Bu sebeple memleketlerinde çiftçi
olan erlere öncolik verilirdi. Bu gibi erlere özellikle ikinci ve üçüncü hiz­
met yıllarından sonra ve harman zamanlarında izin verilebilirdi. Ordu ko­
mutanları, bu zamanlarda ne kadar erin izinli bırakılmasının uygun oldu­
ğunun bildirilmesini birliklerden emirle isterlerdi,
İzin verme yetkisi, müfreze ve bölük komutanları için bir hafta, ta­
bur komutanları için iki hafta, alay komutanları için bir ay, tugay ko­
mutanları için birbuçuk ay kadardı. İzinde bulunan astsubay ve erlerin
tayınatı kesildiği gibi maaşları da kesilirdi. Gerek İstanbul’da ve gerek
ordularda dairelere verilmiş olan astsubay ve erlere daire başkanları ta­
rafından ve daha büyük makamlarda görevli olanlara başyaverler tara­
fından iki aya kadar izin verilebilirdi. Üç ay gibi uzun süre izinli gönde­
rilmek için erlerin mensup oldukları ordu komutanhklanna veya m'üfet-
tişliklerino baş vurulması gerekirdi.

Askerî hastanelerde çalışan erlere ve tımarcılara (uzman pansuman­


cı erlere) tabur tabipleri üç gün, alay tabipleri bir ay, baştabipler iki
ay, ordu sıhhiye müfettişleri üç ay izin verme yettkisine sahip bulunu­
yorlardı, Bununla beraber bağlı bulundukları birlik komutanlarının bu

— 201 —
izinleri onaylaması şarttı. Taibıır ve alay hastanelerinde bulunan hasta­
bakıcılar, tımarcılar, sıhhiye üstsubay ve subaylarının yetkileri dışındaki
izinler için amirlerinin izinlerini alarak bağlı oldukları birlik komutan­
larına baş vururlarıdı.
Nişancı taburları, istihkâm ve nakliye (ulaştırma) tabur]arı, maki­
neli tüfek bölük komutanları bağh oldukları tümen komutanlarından izin
alabilirlerdi.
Harbiye Nazırı, Erkân-ı Har*biye-i Umumiye Reisi (Gnkur. Bşk.nı)
Ordu Umum (Genel) Müfettişi, ordu ve bağımsız tümen komutanları,
OsmanlI ülkesinde izin istemeye gerek kalmaksızın memuriyetten ayrı­
labilirdi. Bu konu için îzin Nizamnamesi’nin verdiği bir yetki idi. Ancak
Harbiye Nazırlan ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisleri görevlerinden
ayrılmadan önce bu aynlışı padişaha arz edordi. Diğer komutanlar. Har­
biye Nazırı’na bilgi verirlerdi. Memleket dışında bulunan ataşemiliterler
izin konusunda yalnız Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’ne başvururlar
ve elçilerine bilgi verirlerdi.
îzin Nizamnamesi, dil öğrenmek, manevra ve bazı denemelerde bu­
lunmak ve yabancı ordularda hizmet etmek gi'bi hallerde izin isteyen ge­
neral, üstsubay ve subaylara bir yıl izni kabul etmişti. Bu süre içinde
maaş tayınat tam olarak verilirdi. Yabancı ülkelerde geçen bir ylılık izin
süresi, askerî kıdem hizmetlerinden indirilmezdi.
1909 yılında kabul edilen îzin Nizamnamesi, genel esaslarıyla 1920
yılına kadar ufak tefek bazı önemsiz değişikliklerle uygulanmıştı. Ajıcak
bu nizamnamede yapılan değişiklikler. Birinci Dünya Savaşı’nm uzun sür­
mesi nedeniyle yapılmıştı. Bu sebeple alay komutanlarma kadar olan
erkân, üstsuibay ve subaylara ve bunlara denk sağlık subay ve memurla­
rına ordu komutanları tarafından izin verilmesine yetki tanınmıştı. Sa­
vaş içinde verUen bu izinlerin süreleri iki haftadan fazla değildi. Ancak
memlekete gidiş ve dönüş süreleri izne dahil değildi. [151]

e. Nişan Madalya ve Diğer Ödiillendirmeler (Moral)


Hizmette yararlılığın artırılması ve moralin geliştirilmesi bakımın­
dan önemli rol oynayan nişan ve madalya gibi şeref göstergeleri Os­
manlI Silâhlı Kuvvetleri’nde ve milleitlte eskiden ıberi büyük bir yer tut­
muştu. 1908 yılına gelinceye kadar, Osmanlı Devleti’nde büyük hizmet­
ler yapmış ve yararlılık göŞtermiş olanların üstün bir şeref payesine
ulaştırılmaları için ödül yollan aranmıştı. Bu amaçla hirat (çok ağır

[151] Ordu Eîmimamesi; No. 57, (1 Temmuz 1333) s. 323.

— 202—
değerde kaftan), kürk, murassa kılıç (mıücerviherli kılıç) sorguç veya
çelenk gilbi bir çok ödül çeşitleri gelip geçımişlti. Ancak bunlar zamanla
terk edilmiş ve bu şeref göstergelerinin yerine sonradan nişan ve madal­
yalar verümeye başlanmıştı.
1908 yılında ve bu yıldan sonraki zamanlarda da takılmakta olan
nişan ve madalyalarm başlıcalan şunlardı :
“Murassa Hanedan-ı Âli Osman Nişanı (bu nişan 1852 yılında ve-
rilmişiti. Sultan AbdüJmecit’in yaptırdığı bir nişandı).
Altın Ertuğnıl Nişam (yıldız şeklinde olup, bunu da Abdülmecit
yaptırmıştı).
Murassa İftihar Nişanı (Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılmış­
tır) . Murassa Osmani Nişam (Bu nişanın 1 nci, 2 nci, 3 ndü ve 4 ncü rüt­
beleri vai’dı. Bunları Sultan Abdülaziz yaptırmışitı)
Murassa Altın İmtiyaz Nişanı (Bu nişan, II. Abdülhamit tarafın­
dan yaptırılmıştı).
II. Abdülhamit’in yaptırdığı nişanlardan biri de. Murassa Mecidi
nişanı idi. Bu nişan da beş rütbeye Ibölünm'üşıtlü. En son nişan ise, dört
rütbe üzerinden yapılan Murassa Osmani Nişanı idi. ,[152]
Meşrutiyet’in ilâmndan sonra, 1910 yılmda mevcıit nişanlara ek
olarak Sultan V. Mehmet Reşat tarafından Meziyet Nişam verilmişti.
Meşrultiyet Devri’nin başta gelen madalyası ise. Birinci Dünya Sa-
vaşı’nm başında ortaya çıkarılan harp madalyası idi. Bu madalya harpte
yararlık gösterenlere verilirdi. 16 Şulbat 1330 (1 Mart 1915)’ta bir ni­
zamname ile verilmişti. |[153] Harp madalyası, taşıma hakkı olmamak
üzere ailelere ihtikal edebilirdi. Madalya, Birinci Dünya Savaşı’nm biti­
mine kadar devam etmiş ve yürürlükte kalmıştı. Birinci Dünya Sava-
şı’nda müttefik devletler de, harp madalyalarından Türk Silâhlı Kuv­
vetler mensuplarına karşılıklı olarak madalyalarını vermişlerdi. Bun­
lardan özellikle Alman Demir Salip Harp Madalyası, Osmanlı Harp Ma-
dalyası’nm hizasına ve ceketin sol tarafına taktırılmıştı.
Muharebelerde cesaret ve fe-dakârlıkla doğüşen kahramanlara veri­
len Harp madalyasından sonra, tekrar fedakârlık gösterenlere sırasıyla
Gümüş Muharebe Liyakat ve İmtiyaz madalyaları. Altın Muharebe Li­
yakât ve İmtiyaz Madalyaları verilirdi. ,[154]

[152] Salname-d Devlet-i Aliye-i Osmaniye; 1326 (1910), s. 42.


[153] Ordu Emirnamesi; No. 19 (1 Teşrinisâni 1331), s. 352.
[154] Ordu Emirnamesi; No. 16 (15 Eylül 1331), s. 325, 18 Mayıs 1331 (31 Mayıs
1915) tarüı ve 8/1028 sayılı irade-i seniyye.

— 203 —
Harp madalyaları Alay komutanları ve daha büyük komutanlar ta­
rafından izin almadan verilirdi Ancak Gümıüş ve Altın Liyakat ve İm­
tiyaz Muhareıbe Madalyalarının verilmesi, padişah iradesine (emrine)
bağlı idi. ,[15ö] (Nişan ve madalyalarm takılma şekli için 1 ve 2 numa­
ralı resimlere bakınız.)
Nişan ve madalyalar verilecek subaylar için aşağıdaki üç maddenin
uygulanması gerekti :
Öneri yazısı, piyade için birliklerde alay komutam ve daha büyük
komutanlar, diğer sınıflar daire ve kurumlarda bu makamda bulunan
amirler tarafından düzenlenir.
Düzenlenen öneri yazısının üst iki makam tarafından onaylanması
gerekir.
Komutanların bulunmadıkları zamanlarda, kurmay başkanları ve
diğer maiyet memurlarının öneri yazışım imzaya yetkileri yoktur.
Özel kişilere verilen bütün nişan ve madalyaların beratları bir harca
(masrafa) taJbi idi. Mecidi ve Osmani Nişanlarımn üçüncü rütbelerine ait
beratların alınması için 50 kuruşluk bir harç vermek gerekti. Bu nişan­
ların ikinci rütbesi için 100, birinci rütbesi için 50 ve diğer nişanların
hepsinden 100 kuruş harç almak gerekmekte idi. Madalya harçları için
ödenecek para miktarı ise pek azdı. Alltm İmtiyaz, Altın Liyakat, Altın
İftihar, Altın Sanayi 50; Gümüş İmtiyaz, Gümüş Liyakat, Gümüş İfti­
har ve Gümüş Sanayi 10 kuruş harca tabiî idi. Tahlisiye Madalyası ile
diğer gümüş madalyalardan beş kuruş alınmakta idi. Bü>tün harp madal­
yaları ise hiç bir harca tabiî değillerdi.
Yabancı subaylara verilen her türlü nişan ve madalyalardan hiç bir
harç alınmazdı.
Nişan ve madalyalar özel olarak şahıslara verildiği gibi, alay san­
caklarına nişan ve madalyalar verilmesi uygun görülmüştü. Alayların
topluca göstermiş oldukları fedakârlık ve hizmeltleri bu suretle yüceltil­
mek istenmişti. ,[156] Birinci Dünya Savaşı’nda bir çok alaylar, çeşitli
nişan ve madalyalarla ödüllendirilmişlerdi.
İstiklâl Savaşı’na başlandığı 15 Mayıs tarihinden 23 Nisan 1920’de
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar, eski nişan ve madalya­
larla yetinilmişti, İstiklâl Savaşı’nda ancak büyük MUlet Meclisi’nin açıl­
masından sonra, Osmanlı nişanlarma son verilmiş ve bunların yerine
bir Harp madalyası verilmeye başlanmıştı.

[155] Ordu ESmimamesi; No. 20 (15 Teşrinisani 1331), s. 366.


[156] Ordu Emirnamesi; No. 19, (1 Teşrinisani 1331), s. 353.

— 204 —
istiklâl Madalyası, kırmızı, beyaz, yeşil ve yarısı kırmızı, yarısı ye­
şil şeritli olmak üzere dört türlü idi
Her ne kadar îstiklâl Madalyası’mn meydana çıkışından sonra, Os­
manlI Devleti’nin bütün nişan ve madalyaları kaldınimışsa da. Kılıçlı Al­
tın Liyakât Madalyası bir süre devam etmişti. Zaman zaman, Mustafa
Kemal Paşa’nın ('ATATÜRK) savaş içi ve savaştan sonraki resimlerin­
de ve daima gögsünıde taşıdığı madalya. Kılıçlı Altın imtiyaz Madalyası
idi. Bu madalya 23 Eylül 1917’de Padişah V. Meiimst Reşat tarafından
Musitafa Kemal’e verilmiştir.
(İstiklâl Madalyası ile, Osmanlı nişan ve madalyalarının şekilleri
için Resim 3’e bakınız.)
f. Dinî Faaliyetler
Memleketin inancı ve anayasa gereği olarak teokratik bir sistem
içinde bulunan Osmanlı Devleti’nin her ıtürlü teşkilâtı gibi silahlı kuv­
vetleri de din kurallarının daima etkisi altında kalmış ve din kuvvetin­
den faydalanma, birinci derecede göz önünde bulundurulmuştu. Her as­
kere anlatılan başhca din kuralları arasında özellikle din uğrunda ölen­
lerin şehit ve muharebelerden sağ dönenlerin de gazi olacağı idi. Aslın­
da halkın dindar olmasından da geniş ölçüde bir çıkar sağlamak isteyen
devlet, her sıkışık durumu dinî kural ve faaliyetlerle çözümlemeyi bir
prensip haline getirmişti. Devletin din esaslarına göre kurulan ve işle­
tilen her türlü faaliyet ve icraatı, gerek iç ve gerek dış siyasette en et­
kili bir silâh ve başarı prensibi idi. Bunun böyle olmasının nedeni devle­
tin anayasasının ve bu anayasaya dayanan diğer devlet kanunlarının
varlığı idi. Bu sebeple her askerî birlik ve teşkilâtta da dinî faaliyetler
bir zorunluluk olmakla beraber, dinî faaliyetleri yöneltecek kadroların
da en küçük birlik ve teşkillere kadar sokulmuş bulunması, doğal bir du­
rum olarak devam etmişti. Bu şekilde gerek halka ve gerek silahlı kuv­
vetler mensuplarına cihatın mukaddes ve dinî bir zorunluluk olduğu ya­
pılacak savaşların İlahî bir emir olduğu yayılmış ve geliştirilmişti. Da­
ha eski tarihî olaylarda din telkinleriyle elde edilen olumlu sonuçlan
gözönünde bulunduran Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda da bu
moral kuvvetten faydalanmayı düşünmüş ve 14 Kasım 1914’te cihat-ı
mukaddes fetvasını ilân etmişti. Müslümanlar sancak-ı şerif altında top­
lanmaya davet edilmiş ve bu amaçla da fetvalar çıkarılmış ve yaymlan-
mıştı. Bu fetvaların belli başlı örneklerinden biri idi. Hemen hemen bü­
tün devlet örgütleri, din yolunda faaliyet göstermekle bu moral kuvve­
tin her proıgramma dahil etmişlerdi. Özellikle okullarla orduya ayn bir
önem verilmiş ve imamlarla müftüler bunun elemanları olmuşlardı. Ger­
çekte bu hocaların asker üzerinde yaptıkları telkinler bazen olumlu ve

205 —
bazen de olumsuz etkiler yaratmıştı Hocaların çoğunlukla cahil olması
bunun başlıca sebeıbi olmuştu. Dinî çıkarlarına alet edenler, memleketi
tehlikeli bunalımlara süımkleonişlerdi. .

g. Sivil Hallda İlişkiler


İkinci Meşrultiyet’in ilânından Birinci Dünya Savaşı’nın somma ka­
dar olan devrede (1908-1918) halkla ilişkiler, kamuoyuna değer verme,
halkı tanıma ve halkla işibirliği sağlama gibi bir sorun bilinmemekte idi.
Bir halk hareketti olan Türk İstiklâl Savaşı devresi hariç olmak üzere
Osmanlı Devleti hiç bir zaman halka inmemiş ve halkla ilgilenmemişti.
Bu nedenledir ki, halk ile Osmanlı Devleti ayrı iki kutup halinde kalmış
ve ancak çok büyük ihtiyaçlar ve zorunluluklar karşısında devlet halka
başvurmuştu.
Bu tutum içinde durumun gün geçltikçe tehlikeli olmaya başlaması
üzerinedir ki halk, ordu ve memleketin çekmekte olduğu acıları dindir­
mek ve sırf moral sağlamak desteği devam eittirmek amacıyla özellikle
hükümet ve ordu ile halk arasında bir ilişki kurma yoluna girme gereği
duyulmuştu. Şöyle ki; Çanakkale muharebelerinin yapıldığı sıralarda,
mebuslar, gazeteciler ve şairler (Mehmet Emin ve Mehmet Akif) ara­
cılığıyla ordulara ziyaret yapılarak gerek halkın ve gerek ordunun mo­
ral üzerinde etki yapacak yazılar ve şiirler yazılarak içinde bulunulan
bunalımın hafifletilmesine çalışılmıştı. Ancak bu tedibirler ufak ölçüde
hareketler halinde kalmış ve genişletilmemişti. Bu konu ancak İstiklâl
Savaşı’nda büyük önder Mustafa Kemal Paşa’nın dehasıyla geliştirilmiş
ve bu şekilde kaynaşmış halk ve devlet bünyesi sağlam bir zaferin sebe­
bi olarak belirmişti.

h. Emeklilik ve İstifa
Son zamanlara kadar devlete uzun zaman hizmet ederek yaşlanmış
veya hizmet edemeyecek bir duruma gelmiş bulunan general, üstsubay
ve subaylar, ancak kendi istekleriyle ordudan ayrılırlardı. Bunun için bir
kanun veya sistem olmadığı gibi, yaş haddi diye bir sorun da ydktu. Her
ordu mensubu, padişahın öfkesine uğramamak şartıyla ölünceye kadar
orduda kalabilirdi. Ancak ilk defa “Asâkir-i Berriye-i Mülükâne Tekaüt
Muamelesi (Kara Kuvvetlerinin Emeklilik İşlemleri) adı altında 1864’de
kanun çıkarılmış ve 30 yıl hizmet edenlerin emekli olmaya ve mıaaş al­
maya hajk kazandıkları bildirilmişlti. Bununla beralbar ıbu kanuna ek bir
yaş sının kanunu olmadığmdan sUbaylar yaşlı idi. Bu nedenle Meşruti­
yetten önceki günlere kadar 60-65 yaşlarında aksalkallı yüzbaşılar ve
batta teğmenler bulunmakta idi. Büyük rütbeli komutanların çoğu pek
yaşlı kimselerdi.

— 206 —
Bir generalin veya suibayın eşitli seibeplerle doğrudan doğruya emek­
liye sevk ediLmesi çok sık görülmezdi. Esasen ordu mensuplarınm emek­
liye sevk edildikleri takdirde, geçimlerini sağlayacaik maddî imkanları
yeterli olmadığındıan, ne idare bir sübayı emekliye sevk etmeyi düşünmüş
ve ne de subay emekli oilmayı istemişti. Ordudan ayrılacak bir kimse, ya
sağladığı bol servete güvenerek ayrılmış veya taJbiat tam olarak onu ordu
saflarından ve kadrosundan ayırmıştı. Bu nedenle her türlü hareket ka­
biliyetini ve düşüncesini kaybetmiş çok yaşlılar ve âcizler bile hizmete
devamda ısrar etmişlerdir- Gerçi padişahlar emektarlara diledikleri dere­
cede ve zamanda bir emekli maaşı lütuf ve ihsan etmişlerse de, bu iş
genelleştirilememiş, belli ıbir kanun veya nizama bağlanmamıştı. Ordu
mensubu, korkunç bir gelecek kaygısı içinde yaşamıştı. Meşrutiyet rejimi
ise, orduya hizmet etmiş emektarlan bu korkunç durumdan ve düşünce­
den kurtarmış ve top yekûn soısyal bir ladalet sistemi kurmak istemişti.
Meşrutiyet idaresi, sübayları türlü yolsuzluklara sapmaktan korumuş ve
orduda hizmet edeceklerin geleceklerini güvence altına almıştı. Bu ye­
rinde anlayış ve düşünce ile orduda hizmet edeceklerin önce bü yaş haddi
ile hizmetlerinin süresi sınırlandınlmıştı. Çıkarılan emekli kanunu ile de
emekler değerlendirilmiş ve bu şekilde ordu, genç ve dinamik ellere bıra-
kulmıştı.
Meşrutiyet idarecilerinin çıkardıklan ilk emekli kanunu ile istibdat
idaresinden devralınan personel dunımımım kaüte bakımcından ıslâhı ve
devlet mekanizması işletecek elemanların seçilmesi, esas hedef olarak ele
alınmıştı. SUâhlı kuvvetlerdeki âciz ve faydasız durumda bulunan kimse­
lerin temizlenmesi bir zorunluluk olarak görülmüştü. Bir taraftan bu te­
mizliği sağlayan kanun hükümleri uygulamrken, bir taraftan da orduda
halanlara gelecek ümidi verilmiş ve ferahlık yaratılmıştı. Bu suretle su­
bayın, ileride karşUaşacağı her türlü sıkıntı ve yoksunlujktan uzak olarak
görevine bağlanması sağlanmıştı, 3 Temmuz 1910’da çıkarılan yeni emek­
lilik kanunu ile suibay, üstsubay ve generallerin orduda hizmet edebile­
cekleri süreler sınırlanıdırılmıştı. Buna göre subay ve üstsubaylann 25,
gene railerin 30 yıl hizmetten (Harp Okulu dahil) sonra emekliye ayrıla­
bilecekleri bir ölçü dahilinde karar altma alınmıştı. Kanun gereğince is­
tifa süreleri de 15 yıl yapılmış ve bu 15 yıla okulda (Harp okulunda) ge­
çen öğrenim süresi de dahil edilmişti. 15 yıldan önce istifa etmek isteyen­
lere devletçe yapılan okul masraflarmın ödenmesi şart (konmuştu. i[157]

[157] Düstur; tkinci Tertip, c. II, s. 434, No. 134; 20 Haziran 1326 (3 Temmuz 1910)
"■.arihli irade-i seniyye. Ordu Emirnamesi; No. 6 (12 Nisan 1330), s. 106 ve
No. 26 ( 29 Şubat 1331), s. 424. Ordu Emirnamesi; No. 6 (12 Nisan 1330), s.
:06 ve No. 26 (29 Şubat 1331), s. 424.

207
Çıkarılan emeklilik kanununun bîr maddesine göre de, emeklilik hiz­
met sürelerinin hesabmda savaş durumları da dikkate ahnmıştı. Bu duru­
ma göre savaşın bir 3nldan az sürmesi halinde, savaş katılan subaya bir
yıl hizmet zammı verilmişti- Savaşın bir yıldan fazla sürmesi halinde ilki
yıl ve daha fazla sürmesi halinde bu orantı ile zam yapılarak hizmet
müddetleri ilerle tilmişlti. Yani her yıla karşı iki yıl kıdem zammı kabul
edilmiş oluyordu.
Emejkliye sevk edilen veya istifa edenlerin rütbeleri saklı tutulmuş
ve bir savaş halinde bu gibilerin yedek suibay olarak hizmete alınmaları
sağlanmıştı. Nitekim meşrutiyet idaresi, gerek Balkan ve gerek Birinci
Dünya Savaşlarında, sağlık durumları iyi olan emekli subayları hizmete
çağırmıştı.
1910 yılı emeikli ve istifa kanunları, genel olarak esaslı bir değişik-
hğe uğratılmadan uygulanmış ve bu kanunun hükümleri 1930 yılında
1638 sayılı barem kanununun çıkarılmasına jkadar devam ettirilmişti.
Meşrutiyet idaresi, emekli müessesesini ve sandığını kanunla saptar­
ken özellikle emeklilerin geçimini karşılayabilecek maaş konulan üze­
rinde de durmuştu. Bu suretle emekli subaylar için kabul edilen maaş
formülü de onları memnun etmişti. Artık subay emekli olmaktan kork­
maz olmuştu. Bir subay emekli olduğu zaman, muvazzaf hayatında aldığı
maaş kadar bir maaş almaya da başlamıştı. Kanuna göre, emekliye ay­
rılacak subaylar için bir emeklilik maaşı formülü uygulanmıştı. Bu for­
müle göre, subayın emekliye sevk edildiği tarihte bulunduğu rütbesinin
maaş tutan, subayın orduda geçen hizmet süresi ile çarpılmış ve saptanan
bir emsale bölünmüştü. Bundan çıkan sonuç, o subaym alacağı emekli
maaşı olmuştu. 1910 yılında kabul edilen emekli (kanununa göre ise emsal,
subaylar (teğmen ve yüzbaşı) için 40, üstsUbaylar (Binbaşı ve Albay)
için 45 ve generaller için 55 idi. [158]
(Görüldüğü gibi emekli subaylar muvazzaflıklarında aiamadıklan
maaşı dahi almaya başlamışlardı. Bu durum, her yerde subayın itibannı
yüceltmişti. Meşrutiyet devri 1910 yılı emekh maaş kanunu ayrıca öyle
bir alt tavan maaşı miktarı dikkate alınmıştı ki, hiç bir emekli 300 kuruş­
tan (üç altm lira) daha aşağı bir emekli maaşı almayacaktı- Bu nedenle
de en aşağı maaş alacak subay bile tatmin olmuştu.

[158] Siyah Kitap; (Türkiye Eski Mıüıaripler Cemiyeti yaymlanndan) Ankara,


Gnkur. Basımevi, 1963, s. 2.

— 208 —
Meşrutiyet’te emekli suibaylar yalnız maddî bakımından değil, moral
bakımından da onore edilmişlerdi. Emekli subayiar ordunun en yakın ve
dost destekleyicileri olarak değerlendirilmişti. Bunlar ancak sivil elbise
giymiş subaylar olarak kabul edilmişlerdi. Nitekim Harbiye Nezareti
emekli subaylar için bir semibol de kabul etmiş ve bu sembolleri emekli
subaylara ismen vererek taltif etmiş; ayrıca emekli subaylarla her ba­
kımdan ilgilenmişti. Özellikle emekli generaller, resmî törenlere ve şölen­
lere manevra ve tatbikatlara davet edilmişlerdi.
Harbiye Nezareti’nden emekli subay sembolü alan eski askerler, bun­
ları iftiharla taşımışlardı. Emekli sUbaylarm sivil elbiselerinin sol yaka
iliklerine iliştirdikleri bu semboller, sivil hayatta da bir askerî hiyerarşi
ve bağ kurmuştu. (Bu amaçla çıkarılan sembol nizamnamesine göre,
emekli general, üstsubay ve sUbay sembolleri resim : 4’te olduğu gibi
idi.) [159]
Bu sembolleri taşıyan emekli subaylar aynen resmî üniforma taşıyan
muvazzaf subaylar gibi saygı ve sevgi görürlerdi.
Emekli subayın vefatı halinde sembol. Harbiye Nezareti’ne iade
edUir ve başka bir kimsenin bunu taşımasına izin verilmezdi. Aynca hiç­
bir emekli subay kendi rütbesine ait olmayan bir sembolü taşımaya yet­
kili değildi.

1. Maaş ve Tayinat, Ücret ve Harcırah

Maaş ve Tayinat (Yiyecek, İçecek, Erzak)

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan 23 yıl sonra, silâhlı kuvvetler


mensuplarına verilmek üzere, belli bir maaş ve tayinat miktarı belirlen­
miş ve bu konu yayınlanmıştı.
Belirlenen nizamnamelere göre verilmesi kararlaştırılan maaş, ayni
yiyecek ve yem maddelerinin miktarları değişmeden 1908 yılı Meşrutiyet
devrimine kadar devam etmişti. Bu dönemde özet olarak subay ve er
maaşlarıyla er ve hayvanlarm günlük yiyecek miktarları ve diğer hak­
ları şöyle idi :

[159] Ordu îlmdmamesi; No. 42, (Sİ Teşrinievvel 1332), s. 188; Mütekait Zabitan
için İhdas Olunan. Alâ-metni Farika Nizamnamesi’’ 26 Teşrinievvel 1332 (8
Kasun 1916).

209
MAAŞLAR

(Kuruş) (Kuruş) (Kuruş)


Müşir (Orgeneral-Mareşal) 15.000 750 14.250
Ferik (Tümgeneral) 6000 300 5700
Mirliva (Tuğgeneral) 4000 200 3800
Miralay (Albay) 2000 100 1900
Kaymakam (Yarbay) 1250 62,5 1187,5
Binbaşı 1000 50 950
Alay Emini 750 37,5 712,5
Alay Müftüsü 750 37,5 712,5
Kolağası Alay İmamı 650 32,5 612,5
Kolağası (Kıdemli Y^.) 600 30 570
Tabur Katibi 416 20,5 395,5
Tabur İmamı 300 15 285
Tabur Kâtip Muavini 240 12 228
Yüzîbaşı 400 20 380
Yzb. Vekili (süvaride) 350 17,5 332,5
Mülâzım-ı evvel (Üsteğmen) 300 15 285
Mülâzım-ı sâni (Teğmen) 250 12,5 237,5
Çavuş harbende (mekkâreoi) 86
Onbaşı harbende 76
Alay ve cephaneci çavuşu 57
Nalbant Onbaşı 66,5
Serçavuş (Başçavuş) 47,5
Borazan çavuşu 47,5
Saraç, nalbant ve harbende
(Mekkareci) eri 47,5
Süvari ve topçu çavuşu 47,5
Piyade çavuşu, demirci ve •
marangoz erleri, çavuş vekili
Bölük emini, borazan onbaşı,
Sv. ve Top, saka ve onbaşılan 33,25
Piyade ve topçu onbaşıları, s£tka
erleri, borazan erleri ve piyade
onbaşıları 28,5
Piyade Saka eri 23,25
Süvari ve topçu eri
Piyade eri 23,25

— 210 —
Erlerin Günlük Tayinatı
Er tayinaıtmın en önemli maddesi ekmekiti. Bu nedenle ere günde ve­
rilen ekmek miktarı 960 gramdı. Et ise 256 gram kadardı. Cuma ve pa-
zar^tesi gecelerinde para karşılığı ve bu gecelerin dışında ise 192 gramdı.
Bunun 64 dir^hemi satın alınacak selbzeye karşılık olmak üzere verilirdi.
Erin çoPbalık pirinç hakkı 43 gramdı. Pilavlık pirinç 256 gramdı. Pilav,
cuma ve pazartesi günlerine özeldi. Günlük soğan vo tuz hakkı 20’şer
gramdı. Erin günlük sabim hakkı üç gramdı. Sabun her ayın sonunda
verilirdi. Erin çamaşır yıkaması için odun hakkı, piyade ve topçu sınıf­
ları için 80 gramdı. Süvari sınıfı için ise 96 gramdı. Mütfak odunu 702
gram ve kömür 291 gramdı. .
Ramazan aylarmda erlere verilen yiyecek durumunda bir değişiklik
kabul edilmişti. Değişiklik, verilen şeker, zeytin, peynir ve reçel gibi
maddelerden dolayı idi. Şeker hakkı 74 gramdı. Zeytin ise 14 gramdı.
Reçel, zeytinyağı ve peynir gilbi maddeler, satın alınmak suretiyle sağla­
nırdı.
Er tayını için, ayda kaç gün varsa (28, 30, 31) hak ona göre hesap
edilirdi.
Askerî okullardaki öğrencilere verilen yiyecek maddelerinin mikta­
rı er haklarından farklı idi. Harp Okulları ile tıbbiye ve veteriner okul­
larında bulunan öğrencilerin günlük yiyecek hakları da şöyle idi :
Ekmek 1,231’er olarak verilirken, et 320, pirinç 256, sadeyağ 54,
soğan 80, tuz, 14, sebze 640, toz şeker 74, reçel 32, zeytin 32, şerbetlik
32, rezâki kuru üzüm 32, zeytinyağı 32 dirhemdi. Bunlardan son altı
madde. Ramazanda eklenirdi.
Yukarıda gösterilen erzak hariç olmak üzere maaşlar nazarî kal­
mıştı II. Abdülhamit devrinin son yıllarında subaylar bile ancak üç-dört
ayda bir maaş alabilmişlerdi. Bu selbeple ordu mensupları büyük bir sı­
kıntıya düşmüşlerdi. Geçim darlığı ise bazı subayları çıkar kavgalarına
sürüklemişti, işte böyle zor bir durum içinde bulunan silâhlı kuvvetler
mensuplarının geçim darlıklarını gidermek ve memleketin savunulma­
sında olumlu bir adım atabilmek için özellikle 'bu davaca ele almak ge­
rektiği iyice anlaşılmıştı. Bu amaçla meşrutiyet idârecileri, ilk iş olarak
verilecek olan maaşların düzgün bir şekilde ödenmesine ve hayat sevi­
yesinin düzeltilmesine karar vermişlerdi. Bu karar gereğince, subaylara
her ay düzgün maaş vermekle beraber, bu hususun bütün devlet me­
murlarını da içermesi istenmişti. Ayrıca emekli, dul ve yetimlerin de
âdil esaslara göre maaşlarının bir düzene sokulması bir plâna bağlan­
mıştı. Buna göre 1910 yılından itibaren subay maaşları ile yem haklan
şöyle saptanmıştı :

— 211 —
Kesintilerden Sonra Verilecek Yem
Ele Geçen Maaş İstihkakının
Rütbe Maaş (Kuruş) Kaç Hayv^anlı
(Kuruş) Olduğu
Müşir (Orgeneral Mareşal) 12.500 10.875 6
1. Ferik (Korgeneral) 7000 6090 4
Ferik (Tümgeneral) 5000 4350 4
Mirliva (Tuğgeneral) 3000 2610 4
Miralay (Albay) 2000 1740 2
Kaymakam (Yarbay) 1500 1305 2
Binbaşı 1250 1088 2
Kolağası (Kd. Yzıb.) 800 706 1
Yüzbaşı 600 522 0
Yüzbaşı Vekili (Süvaride) 525 457 1
Mülazım-ı Eîvvel (Ütğm.) 450 392 0
Mülâzım-ı Sani (Teğmen) 375 327 0
Tabur Katibi 500 435 1
Tabur İmamı 416 362 1
Katip Muavini 240 209 0
Korgeneral ve tümgenerallerden orduya komuta edenlerin maaşla­
rı ayrım yapılmaksızın 11.000 kuruş olarak belirlenmiştir. Normal
maaşlardan farklı olan bu maaş, bulundukları makamın maaşı idi. [160]
Yeni maaş formülüne göre, atlı sınıflarda bütün subayların birer
hayvan yemi almaları da kabul edilmişti.
Maaşlardan % 5’i emekli, % 3’ü harp vergisi olarak kesilirdi. Ay­
rıca her yılın ağustos ayında 22 kuruş yol vergisi kesilmesi kabul edil­
mişti.
Yılda, generallerden 60, üstsubaylardan 5Û kuruş Mecmua-i Fünun-u
Askeriye (Askeri Mecmua) bedeli olarak bir kesinti yapılmakta idi. Ta­
bip ve veteriner subaylardan Mecmua-i Tıbbiye ve Baytariye için 10 ku­
ruş kesilmesi kararlaştırılmıştı
Maaşları 2500 kuruştan 3nıkarı olanlardan, maaşlarının % lO’u yıl­
da Haremejm ikramiyesi olarak kabul edilmişti. Nispî yol bedeli 100 ku­
ruştan 1000 kuruşa kadar 20 para (yarım kuruş), 1000 kuruştan 10.000
kuruşa kadar da bir kuruştu.

[160] Hakkı; Osmanlı Ordusunun AJıvali ve Tensilkat-ı Askeriyesi, İstanbul, 1325


(1909).

oi 9
Verilen bu maaşlardan % 12,5’i eanekli, % 3’ii harp vergisi kesene­
ği idi. [161[ Ayrıca her yıl ağustos ayında 40 kuruş pul bedeli ve % 5
vilâyetler için yol vergisi kesilirdi. General, üstsubay, tabip ve veteriner
subaylardan kesilmekte olan mecmua (dergi) ücretleri değişmemiş ve
alınmaya devam etmişti.
iki hayvan beslemek zorunda olan general ve üstsubaylann maaş­
larından % 2 ve bir hayvan beslemek zorunda olanlardan ise % 1 nis-
betinde para kesilmesi karar altına alınmıştı.
Maaşı 25.000 kuruşitan fazla olanlardan, yılda maaşlarının % lO’nun
Haremeyn ikramiyesi olarak alınması esastı. Hicaz demiryolu için ayda
iki kuruş bir vergi konmuştu. Nispî yol bedeli, 100 kuruştan 1000 kuru­
şa kadar 20 para (yarım kuruş) ve 1000 kuruştan 10.000 kuruşa kadar
bir kuruş idi.
1914 yılı Mart ayında yapılan maaş kanununa ek bir geçici kanım
maddesiyle Aralık 1329 (1913) aylıkları tamamen yardım olarak Do­
nanma Cemiyeti’ne gelir kaydedilmişti. Tayın bedellerinin alınmaması
isteğe bırakılmıştı. ,[162]
1914 yılmdan itibaren verilmesi kararlaştırılan maaşlara, özellikle
sıcak yerlerde (Yemen, Asir, Hicaz ve Neoit bölgelerinde) görev alacak
general, sütsubay, suibay ve askeri memurlara aldıkları eski maaşlarm
yansı oranında bir maaş zammı eklenmesi, bir kanun ile kararlaştırılmış­
tı. [163]
Yine bu kanım gereğince, kolordulara komuta eden tümgenerallere
sıcak ülikoler zammı da dahil ohnak üzere 3750 kuruş mâkam tazminatı
verilmişti. Kolordulara komuta eden tuğgenerallere 3250 ve albaylara 3000
kuruş makam tazminatı kabul edilmişti. Tümenlere komuta eden albaylar
1250 ve yaı^baylar 1120 kuruş alacaktı.
Kara Ordusu mensuplan gibi Deniz Kuvvetleri menısuplarmm da
maaş durumları bir düzene bağlanmıştı. [164]

[161] Ordu Elmimamesi; No. 2 (4 Mart 1330), s. 24; 27 Şubat 1329 (12 Mart 1914)
Tarihli irade-i seniyye sureti. Bu geçici kanun, 11 Ocak 1332 (24 Ocak 1917)’
de Meclis tarafından onaylanmıştır. Bkz. Ordu Bmimamesi, No. 47 (15 Ka­
nunusani 1332), s. 239.
[162] Ordu Emirnamesi; No. 4 (28 Mart 1330), s. 74, Düstur II nci Tertip c. II,
s. 140, No. 215.,
[163] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 347, No. 215, Ordu Emirsaraesi; No. 6, (12 Ni­
san 1330), s. 106-'107.
[164] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 381, No. 230.

— 213 —
Bu maaşlara, güıüük olarak yapılan maaş zamları ise, Donanma Ko-
muıtam’na 100, Deniz kuvvetleri 2 nci Komutanı’na 50, Filo Komutanı’na
35, kalyon süvarilerine 25, firkateyn süvarilerine 20, korvet süvarilerine
15 ve diğer ıbütün subaylara beşer kuruştu-
Makam sahilbi jkabul edilen Bahriye Nezareti 1 noi Daire Başkanı’na
2000, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü Daireler Başkanlarma ayda 1000 kuruş makam
tazminatı verilmesi kararlaştırılmıştı.
Deniz Harp Okulu 4 ncü sınıf öğrencilerinin 47 kuruş 20 para vo dieğr
sınıflar öğrencileri île öğrenci adaylannm lise 28 kuruş 20 para ayhk maaş
almaları kararlaştırılmıştı.
Meşrutiyetin ilâmndan sonra, gerek 13 Haziran 1325 (26 Haziran
1909)’te Kara ve Deniz Erkâm, üsıtsUbay ve subayları halklarında çıka^
rılan yaş haddi kanunu ve gerek 25 Temmuz 1325 (7 Ağustos 1909)’te
kabul edilen “Tasfiye-i Rüteb-i Askeriye Kanunu”, birçok general, üst-
subay ve subayı kadro dışmda bırakmaya başlamıştı. [165] Bu nedenle
fiilî kadrolar dışmda ve açıkta kalanlarm emekli işlemlerinin sonuçlan­
dırılmasına kadar bir maaş almaları kararlaştırılmıştı. Bu amaçla çıkarı­
lan 9 Ağusitos 1325 (22 Ağustos 1909) tarihinde açıjkta kalanlar için bir
maaş kanunu çıkarılmıştı. ,[166]
Açıkta bulunan subaylar hakkmdaki maaş kanunu, 1330 (1914) yılı­
nın mali yılbaşı olan mart ayından itibaren kaldırılmıştı. İncelemeler so­
nunda emekliye ayrılmaları uygun görülmeyenler, kadro boşlukları olma­
sa dahi, îstanbuTda bulunanlar 1 nci Kolordu’ya ve taşrada bulunanlar
bağlı oldukları [kolordulara misafir edilmeleri ve maaşlarmı fülî hizmette
bulunan diğer subaylar gibi normal bir şekilde almaları kararlaştırılmış
ve emirleri verilmişti. [167] .
1 Mart 1330 (14 Mart 1914)’ten geçerli olmak üzere 27 Şubat 1329
(12 Mart 1914) tarihli subay ve erlerin maaş kanunu, 19 Temmuz 1330
(1 Ağustos 1914) da geçici bir kanunla teyit edilmişti. Bu kanuna göre
belirgin değişiklik, makam maaşlarında olmuştu. [168]
Makama lait maaş zammı alanlardan biri, yaralanma dolayısıyla bir­
liğinden ayrılırsa, yerine diğer bir komutan asil olarak atansa da eski
komutanm makama ait maaş zammım alması kabul edilmişti. [169]

[165] Ordu Eîmimaimesi; No. 2 (4 Mart 1330), s. 25, Ordu Emirnamesi; No. 5 (3
Nisan 1330), s. 92.
[166] Ordu Elmimamesi; No. 10, (12 Haziran 1330), s. 224.
[167] Ordu Emirnamesi; No. 6, (12 Nisan 1330), s. 120.
[168] Ordu Emirnamesi; No. 53, (1 Mayıs 1333), s. 291.
[169] Ordu Emirnamesi; No. 29 (15 Nisan 1332), s. 41.

— 214 —
Birinci Dünya Savaşı içinde maaşlarda büyük bir değişiklik olma­
mıştı. Başlıca değişikli|k, Yemen’de bulunan 7 nci Kolordu, Asir ve Hicaz
Tümenleri ile Necit’te bulunan general, üstsulbay ve suibay maaşlarmda
olmuştu. Kabul edilen 14 Ocak 1331 (27 Ocak 1916) tarihli kanuna göre
maaşlarmdan başka sıcak ülkeler maaş zammım almışlardır. Bu arada
1917 yümda erlerin maaşlarında da ıbdr değişiklik olmuştu. 5 Nisan 1333
(1917)’te kabul edUen kanuna göre, kıdemsiz astsubaylarla sanatkâr er­
lerin maaşlarma seferberliğin devanu süresince beşer kuruş zam yapıl­
ması uygun görülmüş ve birinci yıl erlerinin maaşları da seferberlik süre­
since, ayda 10 kuruş olması [kabul edilmişti- [170]
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, 1 Ağustos 1914 tarihinde ka­
bul edilen maaş devam etmişti. Bu maaş oranlan İstiklâl Savaşı’nm baş-
larmda da aym şekilde olmuştu. Bununıla beraber Birinci Dünya Savaşı’
nm özellikle son yıllarmda düzenli maaş verilmediğinden sıkıntılar baş
göstermişti. Düzenli maaş verilmesi ancak Türkiye Büyük Mület Meclisi
Hükûmeti’nin kurulmasmdan sonra yeni formüllerle bir düzene sokulmuş,
subay ve erlerin para ihtiyaçlan sağlanmıştı.
Genel olarak alınan maaşlar, rütbe ve memuriyetlerin derecelerine
göre yapılan hizmetler karşılığı olarak verilen bir ücret kabul edilmekte
idi. Maaş ancak hizmet süresince verilirdi. Bu da her aym ilk günü, geçen
bir aym süresine aitti. Aym son ıgünü ve ertosi ilk günü tatil gününe
rastladığı takdirde, maaş bir önce verilirdi.
Yeniden orduya katılan, atanan veya terfi eden subaylar, atanma
veya terfi tarihlerinden itibaren ulaşmış oldukları rütbenin maaşına hak
kazanırlardı. Maaşa hak kazanmış olanlar, bağlı oldukları birlik daire
veya karargâhlardan maaşlarım alırlardı. Maaşlara yapılan her türlü
zamlar ve farklar normal maaşlarla birlijkte verilirlerdi.
Mülkî hizmetlerde bulunan askerî kişilerden, vali mutasarrıf ve kay­
makam ıgibi memuriyetlerde bulunanlar, bulundukları memuriyetin veya
askerî rütbenin maaşlarmı alırlardı. Bunda tercih, maaşm fazla olam idi.
Ayan üyeliğine atanan askerî ayan üyeliğine ait maaş ve zamları alacak-
larmdan askerî maaş kesUirdi.
Askerî kişilerden ailelerini atandıkları yerlere götürmeyenlerin asıl
maaşlarmın % 75’ine kadar ailelerine sipariş bırakmaları hakları idi.
İzinli ve hava değişimi ile memleketlerine ve aileler yanma giden askerî
kişilerin maaşları, istekleri üzerine ya aileleri adma veya kendilerine
makbuz karşılığı posta ile gönderilirdi.

[170] Ordu Emimamesi; No. 25, (1 Şubat 1331), s. 407, Ordu Eauimamesi; No. 53,
(1 Mayıs 1333), s. 295.

— 215 —
İzin veya hava değişiminde ıbulımanlar, sürelerini geçirdikleri ve haklı
mazeretlerini belgelerle ve onıbeş gün içinde behrtmedljkleri takdirde maaş­
ları derhal kesilirdi, Onbeş gün geçtikten (Sonra getirilen belgeler geçerli
sayılmazdı.
Evinden çBkamayacaik derecede hasta olan ve evinde tedavi edilen
askerî kişilere hastalıkları süresince maaşları tam olarak verilirdi. Bir
3^1 devam eden hastalık ve tedavi sonunda, askerî hastane raporu almak
şarttı. Bu hastalık süresi, hastane taJbipler heyetince verilecek bir karar­
la uygun bir süre uzatılabilirdi. Bundan sonra iyi olmayanlar; Emekli
Sandığı’ndan yararlanmaya davet olunurlardı. Bu süre hiç bir zaman
iki yıh aşamazdı.
Hava değişiminde veya izinde bulunan asjkerî şahıslarm rütbelerine
ait maaşları dışmda aldıkları zamlar kesilirdi. Hicaz ve Yemen birlik­
lerine mensup olup da izin ve hava değişimilerini bulundukları bölgeler­
de geçirenlerin maaş zamları devam ederdi.
Bir birliğe yeniden atanan general, iistsubay ve subaylarla askerî
memurların maaşları atandıkları ayda yeni ıbirliklerinde maaş bordro-
larma dahil edilirdi. Suibay o aym bordrosuna dahil edilmediği takdirde,
ertesi ay bordroya dahil edilir ve maaş, geçmiş aym maaşlı ile birlikte
verilirdi.
General, üstsubay, subay ve askerî memurlar, atandıkları yerlere git­
mek istemezler ve bunu haklı bir mazeretle açıklamazlarsa, maaşları der­
hal ve tamamiyle kesilirdi.
Esir düşenlerin maaşları kesilir ve ancak memlekete dönüşlerinde
maaşları verihrdi- Bu gibilerin ailelerine siparişler varsa verilirdi. Sipa­
riş bağlamayanlara, ancak ailelerinin başvurulan halinde yarım maaş
oranında bir maaş verilirdi. Bu da esir subaym memlekete dönmesinde
maaşmdan kesilirdi.
Emekliye aynlanların maaşlan, emekli oldukları günden itibaren
kesilirdi. O günden itibaren Emekli Sandığı’ndan almaya başlarlardı.
Belirli süreyi tamamlayarak emekliye ayrılmalarını dileyen ve görevin­
den ayriilanlara, emekli olmasına kadar kendilerine açılkta bulunan subay­
lara verilen açık maaşı verilirdi.
Esjki ve yeni nizamnamelere güre emekliye aynlmış olan emekli su­
baylardan orduda kullanılanlara, hangi maaş ile emekliye aynlmışlarsa,
o maaşın tamamı verilirdi.
General, üstsuibay ve subaylarla asker; memurlardan vefat eden­
lerin aüelerine, üç aylık muvazzaf maaşları topluca verilecek ailenin
geçim sıkıntısı giderilir ve bu süre içinde de yetim maaşlarının bağlan­
ması sağlanırdı.

^ 216 —
Hiç izin almadan görevlerini terk edenlerin maaşları kesilirdi. Sanık
olarak mahkemeye verilen general, üstsulbay, subay ve askerî memurlar,
yargılanmalarının de\^amı süresince açık maaşları alırlardı. Beraat ettik­
leri takdirde maaş farkları [kendilerine iade edilirdi.
General, üstsubay ve subaylarla asikerî memurlardan altı ay hapis
cezası alanlarm maaşları, açık maaşı olarak verilirdi. Ancak bu ceza ile
birlikte uzaiklaştırma cezası almamış olmaları şarttı.
Er Tajanatı (Yiyecek, içecek) ve Hayvan Yemleri Haklan
Meşrutiyet devrinden önceki yiyecek ve yem haJkları yeniden çıka­
rılan “Askerî Tayınat ve Yem kanunu” ile değiştirilmişti. [171] Özellikle
Birinci Dünya Savaşı’nm seferberliğini takiben uygulanmaya başlayan
yeni kanun, tayınat ve yem bölümü olmak üzere iki kısımda ele alınmıştı.
Taymat bölümüne göre, bir erin günlük tayını 3149,25 kalori olarak hesap
edilmiş ve 8 Ekim 1914’te yürülüğe girmişti- Bu durumda erin bir gün­
lük yiyecek hajkkı şöyle olmuştu :
Ekmek 900 igram
Et 250 gram
Bulgur 150 gram
Sadeyağ 20 gram
Tuz 20 gram
Sabun 9 gram
Gaz 30 gram
Mutfak için odun 700 gram
Çamaşır yıkamaodunu 80 gram
Hamam içinodun 20 gram
Kış mevsimlerinde ise 1000 gram soba odunu verilecekti Odun ve­
rilmediği takdirde bunun yerine 250 gram soba kömürü (taşkömürü)
verümesi esastı.
Erin ramazan ayına mahsus olmak üzere ayrı bir hakkı vardı. Bu
hak 3340, 50 kalori olarak hesaplanmıştı. Bu suretle erin ramazan ayı is­
tihkakının 700 gram ekmek olup, diğer yiyecek maddelerinden et 200,
pirinç 250, sadeyağ 40, tuz 20, şeker 50, hurma veya zeytin 15 gramdı.
Kanuna göre ekmek verilmediği zamanlarda 600 gram peksimet ve­
ya 600 gramdan 630 grama kadar un verilmekte idi. Unun ekmek haline
getirilebilmesi için yeterli miktarda tuz ve pişirme için odun verilirdi.
Erlere verilen un, ancak saç veya karavanada ekmek pişirmeye elverişli

[171] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 1286, No. 54.2, “Asökerî Tayinat ve Yem Ka-
mmu” 12 Eylül 1330 (25 Eylül 1914).

— 217 —
olan zamanlarda verilirdi. Zamamn elverişli bulunmadığı hallerde ek­
meklik un yerine peksimet veriliyordu. Peksimetten başka erzak veril­
mediği hallerde de peksimetin miktarı 1000 gramdı. Bununla beraher
haftada iki gün, ekmek yerine 600 gram peksimeit perilmesi usuldendi.
Peksimet, erlere papara şeklinde verilirdi. Bu suretie yedek olarak
depo edilmiş bulunan peksimetlerde yenilenmiş oluyordu.
Erin günlük sığır elti hakkının taze verilmesi esaistı. Taze et bulun­
madığı takdirde, et hakkımn yarısı kavurma verilirdi. Yeteri kadar sığır
eti sağlanamadığı nisan-ağustos aylarında koyun ve kuzu eti verilmesi
kanunlaşmıştı.
Bulgur bulunmadığı takdirde, bunun yerine pirinç veya pirinç olma­
dığı zamanlarda da bunun yerine sebze, patates, havuç, enginar, şalgam,
lahana, pırasa, ıspanak, lahana turşusu, yeşü salata ve bunlara benzer
sebze ve konserveler verilirdi. Sebze bulunmayan yerlerde kuskus, arpa
şehriyesi, tarhana, irmik, kestane ve her nevi kuru sebzeler verilmesi
mümkündü.
Sadeyağ bulunmadığı zamanlarda yağlı et, zeytinyağ, kuyruk ve iç
yağları verilirdi. Şeker, pekmez, çay, süt, yoğurt, tahin helvası değişme
suretiyle sağlanıyordu.
Sabun hakkı barış ve seferde her er için 9 gramdı. Sıcak ülkelerde
(Yemen, Asir, Plicaz ve Necit’te) kömür kullanılmadığından her ere gün­
de 30 gram gaz verilirdi. Her ere verilen 30 gramlık gaz hakları ile iç
ve dış lambaların ihtiyacı karşılanmakta idi.
Yemek pişirmek için odun haklan günlük ve çamaşır yıkama için
haftalık ve'riliyordu. Hamam için verilen odun, duruma göre ayarlan­
makta idi.
Er bazı hallerde kumanya atmakta idi. Kumanya ise şöyle idi :
600 gram peksimet (Bir iki günlük mesafeler için taze ekmek tercih
olunmakta idi.)
160 gram zeytin (zeytin olmadığı takdirde 160 gram peynir)
80 gram soğan veya sanmsak
32 gram sirke
3 gram zeytinyağ
Ancak birkaç erden ibaret parekende erler için, her yerde kumanya
sağlamak mümkün olmadığından bu gibi durumlarda her ere yemeklik
adıyla üç kuruş gündelik verilmesi kabul edilmişti.

— 218 —
Kanıma göre hayvanlara verilen yem hakları da şöyle idi :
Tuz Arpa Ot Saman
Gr. Kğ. Gr. Kğ. Gr. Kğ. Gr.
Rus ve Macar top koşum
hayvanları için (günde) 5500 3500 3000 5
Top koşumlarından başka Rus
ve Macar hayvanları 5000 3COO 3500 5
Yorli ırka mensup süvari
hayvanlarıyla bütün binek,
saka, nakliye koşum beygirleri,
dağ topçusu ve makineli tüfek
koşum esterleri 2500 2000 3000 4,5
Bütün mekkâre (yük hayviam)
beygir ve esterleri nakliye
koşum esterleri 2500 2000 2000 3,5
Seferde bu yem haklarına iki kğ. ot ve saman eklenmekte idi.
Orduda çeşitli amaçlarla kullanılan hayvanlarda vardı. Bunlar­
dan özellikle manda, öküz, deve ve merkeplere verilen gıdaların miktar­
ları 21 Şubat 1328 (5 Mart 1912) tarihli bir nizamname ile belirtilmiş­
tir. [172]

Yolluk (Harcırah), Gündelik (Yevmiye) ve Ücret


İkinci Meşrutiyet’ten sonra girişilen bir çok olumlu kalkınma hare­
ket ve haml&lerinin yapılması sırasında, general, üstsubay ve subaylarla
orduda çalışan hizmetlilerin aldıkları harcırah, yevmiye ve ücretlerin de
yeterli olmadığı görülmüştü. Bu konuları Önemle ele alan Meşrutiyet ida­
recileri, eskiden beri duyulan ve çekilen sıkıntıları gidermek ve bir çok
yolsuzluklara engel olmak için, yeni bir harcırah kanununun çıkarıhna-
sını zorunlu görmüşlerdi. Bu amaçla 22 Mayıs 1327 (4 Haziran 1911)’de
padişahın onayından geçirilen bir kanımla bu konulara bir çözüm yolu
bulunmuş ve olanaklar dahilinde rahatlık yaratılmıştı. [173]
Yayınlanan kanun, harcırahı gidiş ve gelişi bir günden fazla bir za­
manı içeren yolculuklar için verilen bir yol masrafı olarak kabul etmişti.
Genel olarak yapılacak yolculukların kara ve deniz yollarıyla olmak
üzere iki şekilde yapılabileceği dikkate alınmıştı. Kara yolculukları ya
hayı^an sırtlarında veya demiryollarıyla yapılacak yolculuk olarak düşü-

[172] Düstur; II noi Tertip, c. V, s. 149, No. 92.


[173] Düstur; II nci Tertip, c. III, s. 430, No. 149.

— 219 —
nülmiişbü. Hayvan sırtında yapılacak yolculuklarda verilecek yolluldara
esas olacak para miktarı iğin öl^çü yolcunun yapacağı her beş kilometrelik
yol bir saat olarak kabul edilmişti. Böyleco çeşitli rütbelerde bulunan
general, üstsubay ve subaylara saat başına verilecek para miktarları,
mareşaller ve hangi rütbeden olursa olsun Harbiye Nazırları ve Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye Reisleri (Gnkur. Bşk. lan) ve Ordu Müfcıttişliklerine
40, Tümgeneral ve Korgenerallerle hangi rütbede olursa olsunlar Redif
Müfettişlerine, Kolordu ve Tümen Komutanlarına 30, Tuğgonerallere 25,
Albaylara 20, Yarbaylara 15, Binıbaşılara 12,5, Teğmen, Üsteğmen, Yüz­
başı ve Kolağalarına (Kd. Yzb.) 7,5 kuımş idi.
Demiryolları ve vapurlarla yapılacak yolculuklarda ise' durum bam­
başka idi. Bir defa, gerek demir\mlu ve gerek vapurla yolculuk yapan
bütün general, üstsulbay, alay emini ve müftüleri ile kıdemli kurmay yüz­
başılara yemeksiz 1 nci mevki tren veya kamara parası ödenmekte idi.
Diğer rütbe sahibi subay ve askerî memurlara ödenen tren ve vapur pa­
raları yemeksiz 2 nci mevki üzerinden idi.
Demiryollarıyla yapılan yolculukların her 300 kilometresi ve vapurla
olan her 192 deniz mili, bir günlük yolculuk olarak kabul edilmişti.
Genel olarak sürekli memuriyetle bir yere atananlara ailekcine su­
bayın yolculuk ettiği aracın aynı mevkilerinde seyahat için gereken pa­
ralar verilmekte idi. Ancak bu seyahatin ve vapuı- yolculuğu olması ha­
linde ailenin her ferdine sübayın aldığı harcırahın dörtte biri, karadan
yolculuk yapıldığında her aile ferdine harcırahın yarısı kadar bir para
ödenmekte idi. Subayın ailesi ne kadar kalabahk olursa olsun, verilen
harcırahların toplamı subayın aldığı harcırahın yansın göçmemesi şarttı.
Kanuna göre, geçici görevle gönderilen subay veya askerî memura
gidiş ve dönüş harcırahlarmdan ayrı memuriyeti süresince (yolda geçen
günler hariç) her bir gün için maaşının altmışta biri tutarında yevmiye
verilirdi.
Redif üstsubaylarıyla subayları, asker alma vc redif kanunnameleri
gereğince daireleri dahilindeki gezilerinde nizamnameye göre binek hay­
vanı olanlar hariç, diğerlorine yani bineği olmayanlara yalnız bir mek­
kâre (yük hayvanı) ücreti, tren veya vapur ücreti verilirdi. Ayrıca yev­
miye olarak alacakları da maaşlarının altmışta biıi kadar oluyordu ki,
bu gibi gezi bölgelerinde ne kadar süre ile bulunacakları tümenlerce emir
olunması kanun goi’eği idi.
Verilen görevin gidiş ve dönüş dahil, bir günde yapılması mümkün
olan ve nihayet üç saatlik mesafede (15 km.) bulunan yerlerdeki hiz­
metlere memur edilenlere yalmz binmeleri için bir hayvan veya şehir
rayicine göre bir mekkâre ücreti verilmesi kanunlaşmıştı. Ancak atlı sı­

— 220 —
nıflara mensup general, üsbsnbay ve subaylarla eşitlerine* bir şey veril­
mezdi. Tren veya vapurla bir günde gidiş geliş mümkün olan yerlere gi­
decek bütün ordu mensuplarına yalnız tren ve^^a vapur ücretle*ri ödenirdi.
1911 yılında çıkarılan kanundan sonra, son yıllara kadar büyük bir
değişiklik olmamıştı. Genel olarak yapılan değişiklikler, bazı ai3n-ıntılara
aitti. Örneğin, bir birlikten diğerine atanan veya türlü sebeplerle bir gö-
rovle bir yere gönderilen subayların harcırahlarım ayrıldıkları birlikden
almaları ve birliğinden harcırahlarını almayanların da başka yerlerden
biç bir suretle harcırah almayacakları emredilmişti. [174]
Yalbancı subaylar emıdnde veya refakatinde bulunan üstsubay ve
subaylara zamlı bir yevmiye vs. verilmeyecoği emredihnişti. [175] Bu
suretle 1 nci mevkide seyahat eden bir yabancı subayın, emrinde veya
refakatinde bulunan Türk subayı, 2 nci mevkide seyahat otmekte idi.
Bunu istemeyen ve uygun görmeyen subay, cebinden para vererek bir
üst mevkie geçmekte* veya refakatten ayrılmakta serbestti.
Ordu mensuplarının harcırah ve yevmiyelerinin halledilmesi gibi,
ücret konuları da 22 Nisan 1330 ('5 Mayıs 1914)’te çıkarılan bir emirle
çözümlenmişti. [176]
i. Rütbe ve Kıyafet
Kütbeîer ve Unvanlar
Meşrutiyet’in ilânmda ordudaki rütteler ve unvanlar en büyüğünden
en küçüğüne kadar şöyle idi :
Ordunun en büyük rütbesi müşir (mareşal) idi. Ancak bu müşir rüt­
besi, hem orgeneralliğe ve he*m de mareşalliğe karşüık bir rütbe idi. Mü­
şirlerin unvanı “devletin” idi. Çoğunlukla müşirler, ordulara komuta et­
mişler ve bunlara ordu müşiri demişlerdi (4 ncü Ordu Müşiri gibi). Bun­
lardan bir kısmı ise, müşir rütbesi ile beraber gazi unvanını da almışlardı
(Müşir Gazi Ahmet Muhtar, Gazi Osman ve Gazi Ethem Paşalar gibi).
Müşir (Orge*neral - mareşal) rütbesinden aşağı olan rütbe, birinci fe­
rik rütbesi idi. Bu rütbe korgeneralliğin karşılığı idi. Birinci ferik ve fe­
riklerin unvanı “utufetlu” idi. Meşrutiyet’ten önce bu rütbede bulunan
generaller, bazen ordu bazen tüme*nlere komuta etmişlerdi. Meşrutiyet’in
hânından ve özeUdkle ordu teşkilâtında kolordu kademesinin kurulmasın­
dan sonra kural olarak bu rütbe, kolordulara komuta edecek generallere
ait olmuştu.

[174] Ordu Emirnamesi; No. 3, (14 Mart 1330), s. 48, 6 Mart 1330 (19 Mart 1914)
tariiıli emir.
[175] Ordu Emimamesi; No. 58, (15 Temmuz 1333), s. 331.
Ordu Emimamesi; No. 3, (14 Mart 1330), s, 24.
[176] Ordu Emimamesi; No. 8 (30 Nisan 1330), s. 149.

— 221 —
‘ Ferik, tümgeneralliğin karşılığı idi. Mirliva ise tuğgenerallikti. Ku­
ral olarak ferikler tümenlere ve mirlivalar tugaylara komuta etmekte
idiler. Mirlivaların unvanı “saadetin” idi. Bununla beraber bir mirlivanın
tugaya komutan verildiği gibi, tümen, kolordu ve orduya da komuta et­
tiği olmuştu.
Mirlivadan müşire kadar olan rütbelerde bulunan genarellere “er­
kân” denmekte idi. Erkânı, “ümera” denilen rütbe bölümü izlerdi. Ümera
(üstsubaylar) d€<nUen bölümde miralay (albay). Kaymakam (yarbay) ve
binbaşılar bulunurdu. Binbaşıdan teğmene kadar olan subaylar grubuna
“zabitan” denirdi. Subay rütbesinin en büyüğü kolağası (Kd. Yzb.) idi.
Bu rütbeyi yüZbaşı izlerdi. Ancak süvari sınıfına özel olarak, bir yüzbaşı
vekili rütbesi de bulunmakta idi. Yüzbaşı rütbesinin kü.çüğü mülâzım-ı
evvel (üsteğmen) ve bunun da küçüğü mülâzım-ı sâni (teğmen) idi.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar, 'Harp Okulu’ndan mezun olanlar,
mülâzım-ı sâni rütbesiyle orduya çıkarlarken; Birinci Dünya Savaşı’nın
başlarmda subay rütbeleri arasına zabit vekili (asteğmen) ve zabit nam­
zedi (subay adayı) adıyla bir kademe daha eklenmişti.
Genel olarak albay rütbesinde bulunanlar alay komutanlıklarına,
yarbaylar alay komutan muavinliklerine verilirlerdi. Bunların unvanı
“izzeitlu” idi. Binlbaşılar taburlara, kolağaları (tabur ve bölük komutan­
lıklarına asteğmen ve subay adayları, takım komutanlıkları görevlerin­
de kullanılırlardı. Unvan olarak binbaşılara “rifatlu”, yüzbaşı ve kıdem­
li yüzbaşılara “fütüvvetlu”, asteğmen, teğmen ve üsteğmenlere “hami­
yetin, gayretlu” denirdi.
19 ve 21 Mayıs 1910’da Mebusan Meclisi ile Ayan Meclisi’nde kabul
edilen bir kanun ile kolağası ve süvarideki yüzbaşı vekilliği rütbeleri
kaldırılmıştı. ,[1T7] Kanuna göre, okuldan yetişen subayların mezun ol-
duklan tarih ve alaydan ybtişen subaylarm ise mülâzım-ı sâniliğe (teğ­
menliğe) yükselme tarihleri esas alınmış ve her sınıfta, kolağası ile yüz­
başılar kıdem sırasına konulmuşlardı. En kıdemi* kolağalarla yüzbaşı­
lardan başlanarak, kadro içinde boş bulunan binbaşı mevkilerine atan­
mışlar ve rütbelerini binbaşılığa yükseltmişlerdi. Ancak kadroda 'boş
binbaşılık bulunamamışsa, bu gibiler rütbelerinin diğer mevkilerinde kul-
lamhnışlar, fakat yüzbaşı maaşlarının dörtte biri kadar fazla bir maaşla
tatmin olunmuşlardı. Bu durum ise zamanla düzeltilmiş ve normal hale
getirilmişti.

[177] Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 382, No. 111, 12 Haziran 1326 (25 Haziran
1910) tarihli irade-i seniyye.

_ 222 —
Erkân, üstsubay ve suibay rütbelerindeki kademelenme, bu şekilde
1928 yılı dil inkılâbına kadar aynen devam etmişti. Herhangi bir değişik­
lik olmamış ve rütbe sahipleri, mülâzım-ı evvel Ahmet Efendi, Binbaşı
Mehmet Bey ve Mirliva Kâzım Paşa diye çağrılmışlardı. Buradan da an­
laşılacağı üzere asteğmenden yüzbaşıya kadar olan rütbelerde olanlara
“efendi” binbaşıdan albaya kadar olan rütbelerdeki üstsubaylara “bey”,
mirlivadan müşir rütbesine kadar yükselmiş olan erkâna da “paşa” de­
nilmişti.
Orduda subay, üstsubay ve erkân topluluğundan başka aynca bir
de askerî memur topluluğu vardı. Bunlar da kendi aralarında bir rütbe
esasma göre kademelendirümişlerdi. Binbaşı ile kolağası rütbeleri ara­
sında bir sıra takip eden bu rütbeler, alay emini, alay müftüsü ve alay
imamları idUer. Kolağası ile yüzbaşı rütbeleri arasında bulunan ve kendi
aralarında bir kademelemneye tabi tutulan rütbeler ise, tabur katibi ta­
bur imamı ve tabur katip muavinliği idi. Bunlar genel olarak rütbe sa­
hibi askerî memurlardı. |[178]
Bununla beraber ordu kadrolarında kullanılan fakat sivil olup dere­
celeri olan memurlar da vardı. Bunlara genel olarak “küttâb-ı askeriye”
(askerî sekreterler) deniyordu. Askerî sekreterler; memımlar, mümey­
yizler ve kâtipler (sekreterler) olmak üzere üç kategoriye ayrılmışlardı.
Memurlar da üçe bölünmüşitü. Bunlar müdürler, başkâtipler ve müdür
yardımcıları idi Mlümeyyizler; kısm-ı evvel (birinci kısım), kısm-ı sâni
(ikinci kısım) ve kısm-ı sâlis (üçüncü kısım) mürnej^yiz olmak üzere
kademelendirilmişti. Kâtipler ise dört kademeye ayrılmışlardı. Bunlara
sırasıyla 1 nci, 2 nci, 3 ncü ve 4 ncü sınıf kâtip denirdi. Küttâb-ı askerî­
ye adını alan bu memurlar. Harbiye Nezareti ile diğer askerî kurum ve
karargâhlarda yazı ve hesap işlerinde kullanılırlardı. Gerek askerî me­
murlar ve gerek askerî kâtipler, 1920 yılına kadar orduda ve her türlü
askerî teşkilâtta görev yapmışlar, rütbe ve kıdemlerini korumuşlardı.
Meşrutiyet’in ilâmndan; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış ta­
rihine (23 Nisan 1920) kadar getrek subay ve gerek askerî memurların
taşıdıkları rü'tbe işaretlerinde bÜ3dik bir değişiklik olmamıştı. (Bu rüt­
be işaretleri için Resim : 5’e bakınız).
. Kıyafet (Resim : 5a-f)
Genel olarak Meşrutiyet dönemine kadar olan devirde Türk Ordu-
su’nun siyah aba kumaştan ve kırmızı festen oluşan bir küık ve kıyafeti
vardı. Meşrutiyet’ten sonra. Harbiye Nezareti’nde kurulan bir komisyon

[178] ıDüstur; II nci Tertip, c. V, s. 247, No. 146, 31 Mart 1329 (13 Nisan 1913) tarihli
irade-i seniyye.

^ 223 —
ordu için yeni <bir Elbise-i Askeriye (Kıyafet) Nizamnamesi hazırlamış­
tı. Erkân-ı Hahbiye-i Umumiye Dairesi’nce incelenen ve uygun görülen
bu nizamname, uygulanmak üzere padişalım iradesine arz edilmişti.
([179] Çıkarılan yeni nizamnameye göre erlerle subaylar için kabul edi­
len elbise kumaşının rengi hâki olmuştu. Subay elbiseleri şayaktan ve
erlerinki ise abadan yapılmağa başlanılmıştı. Subay kaput ve pelerin
renkleri koyu kurşunî çuha, erat kaputları ise hâkî aba olmuştu.
Üniforma genel olarak, fes yerine serpuş denilen bir başlık, cekeıt,
setre, düz ve küloit pantolan, kaput, pelerin, ayakkabı ve çizmeden oluş­
maktaydı. Gerek subay ve gerek er ceketlerinin boyu, kollar doğal ola­
rak yanlara sahverildiği ve eller yumulduğu halde, baş parmağın ikinci
boğumu hizalarına gelecek derecede kenarlan zıhsız, arkalan 25 santi­
metre boyunda tek sıra büzmeli ve 15-20 santimetre boyunda yırtmaçlı
idi. Yalnız er ceketlerinin, palaska takıldığı zaman arka tarafın kalkıp;
ön tarafı uzaitmaması için arka eteklerinin iki santimetre kadar uzun tu­
tulmasına önem verilmiş ve bu konuda dikimhanelerin dikkatleri çekil­
mişti.
Muharip sınıfların erkân (generaller), ümerâ ('üs.tsubaylar) ve za­
bitan (subaylar) ceketlerinin önünde altı tane yaldızlı sarı düğme bu­
lundurulmuştu Tabip ve diğer sağlık suibay ve memurları, askerî kâtip
ve sanayi üstsubaylarıyla suibay cekeitlerinin önünde ise, altı tane beyaz
düğme bulundurulmuştu. Er ceketlerinde ise beş düğme vardı. Bunlar
bakırdandı. Ceketlerin son düğmeleri göıbek üzerine gelecek şekilde di­
kilmekte idi.
Ordunun bütün sınıf subaylarının ceket yakalan 3-4 santimetre
yüksekliğinde ve kenarlarında tek sıra bir dikiş vardı. Yaka devrik idi.
Er ceketlerinin yakaları düz ve önden iki kopça ile iliklenmekte idi.
Çeşitli muharip sınıfların birbirinden ayırt edilebilmesi için, er,
astsubay, subay ve üstsubaylarla generallerin yakaları üzerine 2-3 san­
timetre eninde ve 7 santimetre boyunda renkli bir çuha dikilmekte idi.
(Sınıf renkleri için Resim : 6’ya bakınız.) [180]
Kale topçu subaylarının yaka çulhası renkleri sahra topçu subayla­
rının yaka çuhası renginde olmakla beralber, yakalarında ayrıca bir ya­
nar gülle bulunmakta idi. İtfaiye sınıfı piyade sınıfının aynı yaka rengi­
ni taşımakta idi. Ancak bir itfaiye sembolü yakayı süslemekte bulunu­
yordu. Baloncuların yaka renkleri, tayyare sınıfındaki gibi idi. Bunun
üzerine bir balon işareti konmakta idi.

[179] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 108, 29 Cemaziyelevvel 1327 (5 Hazi­
ran 1325 - 18 Haziran 1909) tarihili irade-i seniyye.
[180] TalkvLnı-i Vekayi; No. 827 (7 Mayıs 1325)’de ya3anlanmıştır.

— 224 —
Redif su(bay ve üsıtsuıbaylarmın ceket ve setre yakaları, yedi santi­
metre uzunluğunda koyu nefti idi.
Tabip ve veterinerlerin yakaları üzerinde bir değneğe sarılı beyaz
bir yılan işareti vandı. Eczacıların yakaları üzerinde küçük bir defne da­
lı bulunmakta idi.
Erlerin yakalarında alay ve bölük numaralarını gösteren rakamlar
bulunuyordu. Subaylar yalnız alay numaralarını taşıyorlardı Bu numa­
ralar apoletlerin omuz tarafına iki sanltimetre mesafede ve omuz hattına
dikey olarak bulunmakta idi. Numaralar yaldızlı sarı bakırdandı.
Ceket kollarının ucunda bir yırtmaç bulunuyordu. Subaylarm bu
yırtmaçlara taktıkları düğmeler, cekete takılan düğmelerin cinsinden ve
ufağından olmak üzere dikilmekte idi. Erlerin bu düğmeleri kemiktendi.
Her ceketin dışında dört cep vardı. Üstteki cepten üçüncü düğme
hizasında ve alttaki cepler en son düğmeden bir düğme mesafe miktarı
kadar aşağıda idi. Cep düğmeleri cekeît kollarındaki düğmelerin aynı
idiler.
Subay ceketlerinde kılıç kayışım çıkarmak için sol taraftaki cebin
kapağı altında kılıç kayışının geçmesi için altı buçuk santimetre geniş­
liğinde yatay bir delik bıüunmakta idi.
Setre, günlük cekbtten başka bir merasim ceketi idi. Bu setre, koyu
lacivert renkte bir çuha Mi. Setre, resmî ve teklifli ziyaret ve davetlerle
padişahın cuma günü selâmlıklarında, bayram günlerinde yapılan kutla­
malarda ve dinî törenlerde kullanılrıdı. Genel olarak sivillerin redingot
giydikleri zamanlarda, bütün general, üstsubay ve subaylar setre giyme­
ye mecburdu. Bununla beraber subayların eğitim ve diğer karargâh hiz­
metleri zamanlarında, ceket giymeleri gerektiği halde, eski devirden kal­
ma kullanılmış setrelerin de kullanılmasına geçici bir süre için izin ve­
rilmişti. Bunun amacı da, eski setrelerin kullanılmasıyla tasarrufu sağ­
lamaktı. Ancak seferi bir halde bulunan birliklerle manevralara katıla­
cak birlikler subaylarının setre giymeleri yasak edilmişti. Birlik eğitim­
lerinde, manevra ve denetlemelerde ve merasim geçitleriyle her türlü nö­
bet hizmetlerinde, hâkî renk ceket giymek zorunluluğu konmuştu.
Setrenin boyu, kol uzatıldığı zaman baş parmağm ucıma kadar gelirdi.
Yakası 4-6 santimetre yüksekliğinde oilan setrenin önünde, bir sıra üze­
rinde sekiz ve arkasında birbirinden 10-11 santimetre mesafede iki sıra
üçer düğme bulunurdu. Generallerle piyade, şimendifer, telgraf (muha­
bere) baloncu, mitralyöz (makineli tüfek), itfaiye, nakliye (ulaştırma)
ve sanayi subay ve üstsubaylarmın setre düğmeleri, ay yüdızlı sarı düğ­

— 225 —
melerdi. Kurmay sulbaylarila süvari suibay ve üstsubaylarının düğmeleri
düz san idi. İstihkâm subay ve üstisubaylarınm taktı(kları düğmeler, eski
devirde kullanılan düğmelerin aynı idi. Topçularm general, üstsubay ve
subayları gerek setre ve gerek ceketlerinde çifte top namlusu bulunan
düğmeler takıyorlardı.
Askerî tabiplerin setreleri bir önlü olup, rengi neftî idi. Düğmeleri
beyaz, yaJka ve kollan düz siyah kadife ve yaka etrafındaki zıh neftî,
göğüs ve kol etrafındalki zıhlan kırmızı idi. Yajkalannda sırmadan defne
dallı düz beyaz bir yılan sembolü vardı. Kollardaki kadifenin genişliği 10
santimetre kadardı.
Veterinerleriın setreleri taJbiplerinkine benzemekte idi. Yalnız yaka­
larında bir işaret yoktu. Ekzacıllarm yakalannda küçük beyaz bir defne
dalı vardı.
Askerî memurlarrn setreleri de koyu lacivertti. Cerrahlar (operatör­
ler) , mızılka ve sanayi subaylan ile tüfefkçi ustaları ve diğer askerî esnaf
grubu setre giymemelkte idi.
Paşaların (generallerin) setre yakaları angudi (kırmızı), üstsubay
ve subaylarm ise ceket yâkalan gibi bağlı oldukları smıflarm renginde idi-
Kurmay subaylarm setre yakaları vişne çürüğü renginde idi. Yaka­
nın üst kenarı, setre kumaşı renginde, koyu lacivert ince bir zıh ile çev­
rili İdi.
Muharip sınıf subaylarmm yaka ve kolları kenarlarına 13 milimetre
genişliğinde yalnız bir sırma şerit diikilmektte idi. Üstsubaylar bu şeridin
altına 5 milimetre genişliğinde diğer bir sırma şerit ve generaller için
setre yakalarının bağlandığı yerde dahi, bir şerit bulımmakta idi.
General ve üstsubaylarm yaka ve kollarındaki ince sırma şeridin
belirli bir yerinde bir büküm bulunmakta idi. Kolların sırmalı kısmının
genişliği 10 santimietre idi. Setrenin göğsünde ve eteğinin ön kenarında ve
arka tarafındaki zırhlar yaka renginde idi. Yani generallerin angudi,
üstsubay ve subaylarınki kendi smıflan renginde idi. Kurmay subay­
larm ise vişne çürüğü idi.
Setreden kılıç kayışım çıkarmalk için, seitrenin sol tarafında kılıç
kayışının kolu hizasında ve bel dikişinden 10 santimetre aşağıda ve altı
santimetre genişliğinde kapaklı yatay bir delik bulunmakta idi.
Sanayi subay ve üstsubalan ile talbipler, askerî kâtipler gibi beyaz
apolet ve eşit oldukları rütnbenin yıldızım san olarak takarlardı. Tabip
generaller muharip sınıf generallerine özel apolet biçiminde apolet tâkar^
lardı. Fakat örgüleri oluşturan iki sırma kaytan beyazdı.

— 226 —
Ordu ve alay müftüleri ile alay ve tabur imamilannm rüfbe işaret­
leri eskisi gibi idi. Ordu müftÜKÜnün kolımda dört ve alay müftüsıünün
kolunda üç, alay imamının iki ve tabur imammm kolunda beş milimetre
genişliğinde beyaz bir sırma şerit bulunurdu.
Üstsubay ve subaylar törende kullanılmalk üzere bir büyük apolet
takarlardı. Bu apoletlere takılacaik yıldızların sayısı ve rengi küçük apo­
letlerde olduğu gibi idi.
Köpıü denilen ve boyu 6-7 cm. uzunluğunda olan bir sırma, setre
giyildiği zaman apoletin altma konulurdu.
Onbaşı ve çavuşların rütbeleri eski usulde olarak devam etmekte idi.
Ancak piyadenin şeridi neftî, diğerleri smıflan renginde olup omuz diki­
şinden baş santimetre aşağıda ve sol kolda bulunurdu.
Kâtip muavini çavuşlann alâmetleri, başçavuş alâmetlerinin benzeri
olup, yalnız üstteki şerit kırmızı idi. Alay cephane çavuşılarmın sırmaları
aynı biçimde devam etmişti. Ohbaşılarm şeritleri iki, çavuşlarınki bir
buçulk santimetre genişliğinde idi.
Üniformada pantolan ve külotlar vardı. Pantolon düz olup, özellikle
piyade erlerine özeldi. Külot, atlı smıflara aitti. Gerek pantolon ve gerek
külotların renkleri ceketlerin aynı idi.
General, üstsubay ve subayların giydi|kleri pantolonlardan, general­
lere özel olanlar, kojru lacivert idi. Subaylar hâkî trikodan uzun pantolan
giyerlerdi. Sâkî (getr) ile de hâkî renk külot giyilirdi. Erlerin pantolon­
larında eyere temas eden kısım üzerine aynı kumaştan bir parça daha
kaplanmakta idi. Subaylar için ise, aynı renkte olmak üzere külotlarına
meşin veya çuha koyup koymamala-rı serbestti.
Üstsubay ve subayların (bütün sağlık memurları ve subayların) pan­
tolon ve külotlarında ince ve angudi renkte bir zıh bulunurdu. General­
lerin pantolonlarındaki bu zıb ise, ikilbuçuk santimetre idi. Bunun sağ ve
solunda yine angudi renkte ve dörder santimetro genişliğinde iki zıh bu­
lunmakta idi. Kurmay subayların zıhları generallerinkine benzemekte
idi. Yalnız renk, vişne çürüğü idd. Süvari ve topku subay ve üstsubay-
larmın pantolon ve külotlarında beşbuçuk santimetre eninde tek angudi
bir parçadan zıh bulunurdu.
Ordunun bütün srnıflannda erlere ait pantolon ve külotlarda zıh bu-
lundurulmamıştı.
5 nci (Şam), 6 ncı (Bağdat) Ordular ve 7 nci (Yemen) Kolordu ile
Trablusgârp ve Hicaz Bağımsız Tümenlerinde zıhsız hâkî renkte bezden
yapılmış pantolon ve külot giyilmesi emredilmişti.

— 227 ^
Kapult, general, üstsubay ve subaylar için koyu kurşinî çuhadan ve
erler için aynı renkte abadandı. Kaputların önünde iki sıra olmak üzere
altışar düğme bulunmakta idi. Kaputlarm arkasında bir yırtmaç bulun­
makta idi. Subay kaputlarının yajkalarmda, dış kısmı setre ve ceketlerde
öldüğü gibi, bağlı oldukları smıflarm renkleri bulundurulmuştu. Muharip
sınıflara mensup olan generallerin yaka renkleri angudi idi. Erlerin
kaput yakalarında, ceketlerinde olduğu gibi sınıflarının renkleri bulu­
nurdu.
Pelerin, elbisg parasma dahil olmayıp, yaptıri'iması subaylar için
zorunlu değildi. Kaput kumaşı renginde olan pelerinin uzunluğu diz kapak­
larına kadardı. Yakaları kaputlarda olduğu gibi idi- ,
Generallerin yakaiları angudi (kırmızı) olup, müşirler (orgeneral)
üç, birinci feri'kler (Ikorgeneraller) iki, ferikler (tümgeneraller) bir yıl­
dız takarlardı. Tuğgenerallerin yakalarında yıldız bulunmazdı.
Askerî memurların yaka işaretleri de bu şekilde olup, yıldızları sarı
ve sırma şeritleri vardı.
Kıyafetin bir parçası da başa giyilen başlıktı. Buna “serpuş” den­
mekte idi. Yem kıyafet nizamnamesinin çılkanimasma kadar, orduda
türlü türlü ve çeşitli renklerde başlıklar kullanılmakta idi. Genel olarak
piyade erlerinin bir kısmı kırmızı ve diğer bir kısmı da hâkî renkte fes
giyiyorlardı. Ayrıca bazı erler, laz başlıkları gibi kollu başlıklar giyiyor­
lardı. Süvari ve topçülann başlıkları kalpaktı. Sıcak memleketlerde
(Hicaz, Irak ve Yemen’de) kefiye denilen bir örtü başa geçirilmekte idi.
Gerçi kefiye Arabistan bölgesindeki, bazı birliklerde eskiden beri kulla­
nılmışsa da, bu başlıklar, 1909 yılı yeni kıyafet nizamnamesiyle bir düzene
sokulmuştu. Bununla beraber 3 Ağustos 1910’da bir askerî serpuş talimat­
namesi çılkarılmış ve durum bir dereceye kadar düzeltilmişti. Talimat­
nameye göre, erler için hâkî kalpak ve hâkî çuhadan fes kabul edil­
mişti. [181]
Kalpak, hâkî astragandandı. Tepeliği her sınıfın rengini taşıyordu.
Kalpak veya fesin tepesinde ufak sarı bir bir düğme bulunmakta idi. Hâkî
çuhadan yapılan fes, dikişli iki parçadan oluşmaktaydı. Hâkî fes, kışla­
larda, eğitim sırasında ve manevralarda giyiliyordu. Hâkî kalpak ise,
resmî günlerle normal tatil günlerine özeldi. Emirle bazı manevralarda
giyilmesine imkân bırakılmıştı. Kalpakların bir parçası vardı ki ,buna
sakandırılk deniyordu. Bu adî meşindendi. Er kalpaklarının süresi birbu-
çuk yıldı. Fesin süresi ise altı aydı.

[181] Düstur; II nci Tertip, c. U, s. 641, No. 148.

— 228 —
Talimatnameıye göre, askerî dkuıllar öğrencileri de kalpak ile bir de
hâkî fes giyeceklerdi. Buna göre Harp Okulu, askerî idadî ve rüştiye
mektepleri (askeri lise ve ortaokullar) öğrencUerinîn, okulları içinde, eği­
timlerinde erler gibi hâkî fes giymeleri esas kabul edilmişti. Kalpak ise
Ö27el günlerde giyilirdi. Piyade ve Topçu Harp Okulları ile Tıbbiye, Vete­
riner ve Eczacı Okulları öğrencileri, izinli bukınduklan hafta tatillerinde
kalpak giyerlerdi. Siyah astragandan olan bu kalpaklarm tepelikleri giy­
dikleri setre ile yakalarınm renginde ve aynı kumaştan olurdu- Kalpak
tepelerinde sarı bir düğme bulunurdu. Tıbbiye, Veteriner ve Eczacı Okul­
ları öğrencilerinin kalpak tepelerinde bulunan düğmelerin rengi beyazdı.
Öğrenci kalpaklarmda ön kısmm alt orta hizasma gelmek üzere üç
santimetre çapmda, kabartma bir yarım ay bulundurulmuştu. Aym ağzı
yukarı idi. Piyade ve Topçu Harp Okulu öğrencilerinin kalpak ayları sarı
ve diğerlerindeki beyazdı.
Yatılı asjkerî idadî ve rüştiye mektepleri öğrencilerinin kalpak tepe­
leri kırmızı (angudi) çuhadandı. Kalpalk tepelerinde sarı bir düğme vardı.
Hava akımını sağlamak için kalpakların tepelerinde, hâkî kemikten üç
milimetre çapında dört delik bulundurulmuştu.
Çeşitli smıf subaylarmm kalpakları san astragandı. Kalpaklarm te­
peleri her smıfm yakası renginde idi. Astragan kısmm yükseıkliği 10-12
santimetre kadardı. Tepelik birbuçuk santimetre yüksekliğinde idi. Hava
akımmı sağlamâk için, tepelik ile astragan ara hattmda en çok üç mili­
metre çapmda dört deilik vardı.
Subay kalpaklanmn tepeleri üzermde beş milimetre genişliğinde bir
kırmızı ibrişim vardı- Bununla beraber i|ki sanltimetre genişliğinde çap-
razvari üç tane sırma şerit bulunmakta idi. Generallerin bu sırmaları üç
santimetre genişliğinde idi. Muharip sınıflarm bu sırmaları sarı ve diğer
sınıfların ise beyazdı. Sırma şeritlerin birleştiği noktalarda sarı ve beyaz
düğmeler bulunmakta idi.
Subay ve erlerin ayakkabıları, ikisa konçlu, bağlı sarı renkte kundura,
sâkî (getr) ve çizme idi. Atlı olmayan smıflarm enleri kundura ve sâkî
giymeikte idiler. Süvari, topçu ve nakliye (ulaştırma) erlerine önce uzun
konçlu sâ^î verilmişti. Ancak 1911 yılı teçhizat talimatına göre, piyade
erlerine verilen kısa konçlu sâkî yerine dolak kabul edilmi.şti. Bu yıl içinde
süvari ve topçu subay ve erleri tarafmdan giyilmekte olan uzun sâkî
yerine çizme kabul edilmişti. Er çizmeleri san vâketadan, subay çizme­
leri siyah rungan veya deve derisinden yapılmaya başlanmıştı. Çizme gi­
yenlerin bir mahmuz takması kabul edilmişti. Subaylar için kabul edilen
rugan çekme fotinlerin topuklarına düz ve üç santimetre olan bir mah­
muz eklenmişti. Subaylar, her türlü merasim günlerinde rugan çekme

— 229 —
fotin giymeğe meoburdıılar. Ancak siyah fotin giymek de mümkündü.
Merasim zamanları dışmda siyah ayakkabı giyildiği gibi galoş (ayakkabı
üzerine giyilen ikinci hir ayakkabı) da giyilebilirdi- Galoşun topuğunda
ve arkada pirinçten bir yuvarlak uç bulunurdu ki, buna basmak suretiyle
kundura galoştan çıkanlırdı. Ancak galloş çok geçmeden terk edilmişti.
Ünifirma da kılıç, aynı zamanda ıbir şeref sembolü idi. Generallerle
üstsubay ve subaylar, savaş ve barışta ve her durumda kılıç taşırlardı.
Ancak kılıçlar, her sınıfa göre değişik boy ve biçimde idiyler.
Generallerle kurmay subaylar, bağlı oldukları sımfm kılıcını takar­
lardı.
Her kılıç kabzasmda sarı sırmadan bir püskül bulunurdu. Bu püskül
sonradan köseleden veya hakiki yünden yapılmıştı. Sırmalı püskül yalnız
tören günlerinde takılmıştı.
Süvari ve topçu erlerinin taşıdıkları kılıçlarda da bir püskül vardı.
Süvari ve topçu subay ve erleri ata binmiş oldukları zamanlarda kılıçlarını
eyer takımlannda bulunan özel bir kılıç bağlama cebine iliştirirlerdi. Ge­
nel olarak yaya bulunulduğu zamanlarda sol tarafta taşman kılıç, kılıç
kayışı ile setre veya ceketin altında gizli olarak bağlanırdı. Kılıç kayı-
şmda ve kılıca bağlanmak üzere 28 santimetre uzunluğunda çelikten ya­
pılmış bir askı kolu zinciri bulunurdu.
Her subay, tatbikat ve manevralarda ve muharebelerde tabancala­
rını takmak için ceket üzerine bağlanan bir bel kayışı takarlardı.
Nizamnameye göre kurmay subaylarla yaverler (emir subayları)
göğüslerine kordon takarlardı Padişah yaverlerinin kordonları, kalın
çekme sim kordondu. Makam yaverlerinin kordonları, kalın çekme ör­
gülü nikem kordonlardı. Kurmay subayların ise, ince çekme sim kor­
don takmaları kabul edilmişti. Kurmay subaylarm bu kordonları Birin­
ci Dünya Harbi’nin ikinci yılına (1916) kadar devam etmişti. (Resim :
7’ye bakınız. Burada Kurmay Yarbay İsmet (İnönü) 5 nci Ordu Karar-
gâhı’nda General Liman von Sanders ile birlikte görülmektedir. Göıgsün-
de taşıdığı kordon, kurmay subayların taşıdıkları kordondu).
Kıyafet nizamnamesine göre, her türlü tören ve tören dışı zaman­
larda subaylarm eldiven takmaları emredilmişti. Bu eldivenler kırmızım-
trak renkte, kalın ve parlak eldivenlerdi. Tören günlerinde ve setre gi­
yildiği zamanlarda, düz siyah fotin veya çekme rugan fotin lacivert pan­
tolon ve beyaz eldiven giymek, kordon, nişan ve madalya takmak bir
mecburiyet idi.
Tören ve olağanüstü hallerde takılan nişan ve madalyalann takılış
sırası şöyle belirlenmişti :

— 230 —
Nişanların takılış sırası; önce Murassa İmtiyaz Nişanı, bundan son­
ra Mecidi, Osmani ve İftihar nişanları şeklinde idi.
Madalyalar ise, Altın İmtiyaz (Bu madalya Büyük Atatürk’ün bir­
çok resimlerinde göğsünde takılı görülen madalyadır). Altın Liyakât,
Gümüş imtiyaz ve Gümüş Liyakât olarak sıralanıyordu.
Eskilikleri itibariyle ve sıra ile muharebe madalyaları da, Yunan
Muharebe Madalyası, Eyalet Madalyası, Sanayi Madalyası, İftihar Ma­
dalyası ve İane Madalyaları idi.
Bu kıyafet nizamnamesi, Osmanlı Ordusu’nda yapılan kıyafet de­
ğiştirmenin ilk adımı ve esası olmuştu. Ancak zamanla kıyafet nizamna­
mesinde parça parça değişiklikler olmuştu. İlk değişiklik, 11 Şubat 1329
(23 Şubat 1913)’de çıkarılan ek nizamname ile yapümıştı. ([182] Bu eke
göre generaller, üstsubaylar ve subaylarla bütün askerî memurlar, yal­
nız bir tür hâkî elbise giymeye zorunlu tutulmuşlardı. Cuma selâmlıkla­
rında hâkî ceketin üzerine sırma kemer ve büyük üniforma giyilmesi ge­
rektiği zamanlarda ise, sırma kemerle 'büyük apolet takılacaktı.
Kalpakların her zaman için hâkî renkte kuzu derisinden olması ve
bundan sonra yaptırılacak hâkî renk ceketlerde yalmz iki cep bulundu­
rulması kararlaştırılmıştı. Ceketin üst cepleri kaldırılmış (5 nci Ordu
Karargâhı subaylarmm elbiselerini gösteren 7 numaralı resme bakınız)
Ancak dört cepli ceketlerin giyilmesine daha bir süre devam olunmuştu.
Generaller, üstsubaylar, subaylarla erler, bağlı siyah fotin giyecek­
lerdi. Bu nizamnameye göre, bütün sıhhiye üstsubay ve subaylarmm ce­
ket yakaları ve kalpaklanmn üstü, güvez renkte kadife olacak ve yaka­
larında bulunan özel işaretler, apoletlerinin üst kısmına ve apolet düğ­
mesine yakın bir yere konacaktı.
Kullanılmakta olan setre ve lacivert pantolonlarla siyah kalpak ve
sarı düz siyah fotinler 1914 yılı sonuna kadar eğitim, manevra ve cuma
selâmlıklarında ve büyük üniforma giyilmesi gerektiği zamanlar dışın­
da kullamlacaklardı.
Karargâh, daire müessese ve birliklerde görev yapan askerî memur­
lar ve hesap memurları, subaylar gibi elbise giyeceklerdi. Bunların giye­
cekleri ceket, pantolon, kaput ve pelerinler, tıpkı subaylarm giydikleri
renk ve biçimde olacak yalnız yakaları kahverengi kadife ile belli edile­
cekti. Düğmeler tamamen beyaz olacaktı. Bu memurların kalpakları su-
baylannki gibi idi. Yalmz tepelikleri kahverengi olup, tepedeki sırmalar
beyazdı. Takacakları kılıçlar subay kılıçlarımn aynı idi. Resmî günlerde
taktıkları sırmalı apolet ve kemerler beyazdı.

[182] Düstur; II nci Tertip, c. II, s. 223, No. 124.

— 231 —
27 Ocak 1916’da, 5 Haziran 1325 (18 Haziran 1909) tarihli Elbise-i
Askerîye Nizamnameısi’ne (Askeri Elbise Nizamnamesine) ek 3 Ocak
1916 tarihli nizamnamenin bazı maddeleri değiştirildi. [183]
Buna göre, eczacıların ceket yakalarında defne dalı bulundurulma­
sı emredilmiş ve yakalarındaki zıhlar, fıstıkî yeşil yapılmışitı. Levazım
sınıfındaki kalpak tepelerinin çulha kısımları ve yaka zıhları açık eflâ­
tun olmuştu. Nakliye (ulaştırma) sınıfının rengi mor ve mızıka sınıfının
ise koyu sarı çuha olmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’na böylece girilmiş ve bu durum genel olarak
bir değişikliğe uğramadan 1920 yılına kadar devam etmişti. Türkiye Bü­
yük Millet Meclisi açıldıktan ve Türk Ordusu kıyafetinde bazı değişiklik­
ler yapıldıktan sonraya kadar, eski kıyafet korunmuştu.

D. istihbarat

1. Haberlerin Toplanması ve Değerlendirilmesi

Geçmişteki Türk başkoımutan ve komutanları, iŞtihbaratın değer ve


önemini çok iyi anlayarak ıbu gereği kalbul etmiş ve uygulamış oldukla­
rından ülkeyi bir zaferden diğerine ulaştırarak başarılar sağlamışlardı.
Ancak son asırlarda bu konu ihmal edilmişti. Özellikle 19 ncu yüzyılın
sonlarına doğru istihbaratın sıklet merkezi çoğunlukla özel çıkarlara hJz-
met eden araç haline getirilmişti. Bunda da en çok ileri giden hükümdar
ve başkomutan II nci Abdülhamit olmuştu. Abdülhamit istihbaratın
özellikle memleket içi haJber alınımıyla ilgilenmekle yetinmiş ve geniş
hafiye teşkilâtım, genel ve askerî istihbaratın aleyhine olarak geliştir­
mişti. Denilebilir ki, bu devirde ülke içi istihbaratı kadar kuvvetli hiç
bir istihbarat teşkilâtı yoktu.
Genel olarak ülkenin savunma gücüne yön verecek barış ve sefer
istihbaratı (coğrafî, politik, İdarî, İktisadî, sosyal ve askerî) dikkate
alınmamış ve bunlar saltanat ve özel çıkarlara bir darbe oluşturur kor­
kusuyla bir kadro ve metoda bağlanmak îstenmemişti. Ülke, dünyanın
attığı ileri adımlardan ve hamlelerden daima haibersiz bırakılmıştı. Si­
lâhlı kuvvetlerin ise, ancak bir savaş içinde askerî keşif araçlarının (ke­
şif kolları ve muhâbere olanakları oranında) istihbarat yapmalarına izin
ver»ilirdi. Bu yüzden silâhlı kuvvetlerin stratejik alandaki faaliyetleri ak-
satılmıştı. Ancak bir savaş halinde yapılması yeterli görülen istihbarat,
tam anlamını bulamamıştı. Bu sebeple hemen hemen her savaşta, silâh­
lı kuvvetlerin müharebe ederek yaptıkları istihbarat faaliyet alanları

[183] Ordu Nizamnamesi; No, 25, (1 Şubat 1331), s. 403 j 404.

— 232 —
düşman derinliklerine gidememişti. Bu suretle silâhlı kuvvetler, daha
barıştan itibaren alınması gereken savunma tedbirlerinden yoksun bıra­
kılmışlardı. Birçok hallerde silâhlı kuvvetler, içinde bulundukları durum­
larda bilinmezlikler içinde iş görme^k zorunluğunda kalmışlardı.
Balkan Savaşı’nm sonuna kadar, silâhlı kuvvetlerde geniş bir istih­
barat yapan veya onu destekleyen bir teşkilât yoktu. Bu faaliyet ancak
Balkan Savaşı’nın getirdiği kötü sonuçlardan sonra, zayıf bir teşkilât
olarak kurulmaya başlamıştı. Her ne kadar Enver Paşa’nın Harbiye Na-
zırlığı’na gelmesinden sonra kurulan teşkilât, savaş ve barış amaçlarına
hizmet edecek yeter bir hale sokulmak istenmişse de, olağanüstü olarak
bazı ataşemiliterlerin faaliyet ve raporları hariç alınan haberler yeterli
değildi. Genel olarak devleti koruyacak süâhlı kuvvetler, Balkan Savaşı’
na düşmanları hakkında derin bir bilgisizlik içinde girmişlerdi. Birinci
Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar Genelkurmay Başkanlığı ile ordu,
kolordu ve tümen karargâhlarında istihbarat işleriyle uğraşmak üzere
birer kurmay suibay bulundurulmuş ve bunlardan görev istenmişti. Bu
sırada istihbarata ait teşkilâtm en büyük makamı. Genelkurmay Başkan-
lığı’ndaki İstihbarat Şubesi idi. Zayıf bir kadro halirde kurulan bu şube­
nin esas görevleri de belirlenmişti. Buna göre şube, barışta düşman ol­
ması muhtemel orduların konuş, kuruluş ve eğitim esaslarmı, silâhlarını
kara ve demiryollarıyla bunların kabiliyetlerini, düşman arazi ve iklim­
lerini, insan, hayvan ve araçlarının ve subaylarmm durumunu, büyük
komutanların kişiliklerini ve bunların halk ve hükümet tarafından tutu­
luş derecelerini memleketlerin servetlerini inceleyecekti. Aynca düşman
olması olası ordulann sefenber olma derecelerini, genel seferi kuvvet ve
kuruluşlarını, yığmak durumlarını değerlendirerek düşmanın ilk harekât
amaçlarını ve olası harokât tasarüanm öğrenecekti. Bu şekilde yapılacak
istihbarat, genel olarak hükümetin de izleyeceği siyasete ışık tutmakla
beraber silâhlı kuvvetlerin de karşı hazırlıklar için tutanak olacaktı. Al-
manca’dan dilimize çevrilmiş bulıman “Hidemât-ı Seferiye Nizamnamesi"
bunları içeriyordu. Ancak bu bilgiler kolaylıkla elde edilemeyeceğinden
bunların sağlanması için esaslı teşkilâta ve bol para}-a ihtiyaç vardı. Türk
Silâhlı Kuvvetleri’nde ne bunu gerçekleştirecek teşkilât ve ne de para
bulunmaktaydı. Buna rağmen iki yol vardı. Bunlardan biri casus ve muh­
birler (haber verenler) ve diğeri casuslukla ilgileri olmayıp resmi görev
yapan elçilerle ateşemiliterlerdi. Bu yol işin ucuz tarafı idi. Yabancı mem­
leketler hakkmdaki istihbarat ancak oralardaki resmî görevliler kana­
lıyla elde edilen bilgiyi kapsıyordu. Bu da zamanına göre yetersizdi. Dev­
letin genel politikası ve silâhlı kuvvetler sevk ve idaresine yön verecek
bilgileri kapsamıyordu. Crenel olarak elçilikler, daima yapmak istedikleri
istihbaratla düşman tarafından aldatümışlar ve yanlış yönlere ve kanı­

— 233 —
lara saptırılmışlardı. Bunlar özellikle düşman amaçlarına yarar bilgileri
hükümete aktarmışlar ve istihbarat yaptıklarmı sanmışlardı. Nitekim
1911-1912 Osmanlı-îtalyan savaşı sırasında Roma elçisi bulunan İbrahim
Hakkı Bey (sonradan Sadrazam), İtalyanların hor türlü hazırlıklarından
bilgisiz kalmış, taarruz hazırlıklarını kesinlikle fark edemediği gibi. Roma
Ataşemüiteri Kurmay Binlbaşı Ali Fuat (Cehesoy)’ın vermiş olduğu ra­
porlarla da çelişkiye düşmüştü. Balkan Savaşı’nda Hariciye Nazın Asım
Bey, Balkan ittifakının doğmasıyla Balkan Devletleri’nin girişecekleri sa­
vaşını görememiş ve Balkanlardan gelecek tehlikeyi görebilenlerin soru­
ları karşısmda, Balkan Devletleri’nin samimiyet ve dostluklarından emin
olduğunu ifade etmekten çekinmemişti. Buna karşılık Genelkurmay Baş­
kanlığı, kendi edindiği bulgularla ve istihbarat yapmaya çalışmıştı. Bu
konuda gerek Trablusgarp Savaşı’ndan önce ve gerek Balkan Savaşı’nm
ilk günlerinde, Sofya ve Roma ateşemiliterlerinin raporları oldukça olum­
lu sonuçlar sağlamıştı.
İkinci istihbarat yolu casusluktu. Bunun için başta paraya ihtiyaç
vardı. Hükümet avuç dolusu harcamalar yaparken, bu amaca para ayır­
manın gereğini değerlendirememişti. Bu şekilde istihbarat faaliyetinin
önemli bir unsuru aksatılnuştı. Bu yolla sağlanacak istihbarat, daha çok
vatansever kişilerin parasız olarak yapacakları istihbaratla çözümlenmek
istenmişti. Gîerek İkinci Meşrutiyet’in ilânından önce ve gerek bundan son­
raki devirlerde ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç günlerinde yapıl­
ması gereken istihbarat olumlu bir gelişme kaydetmemişti. Her ne kadar
Genelkurmay Başkanlığı’nın silâhlı kuvvetlorde kısmen kurduğu askerî
istihbarat teşkilâtı bir sisteme bağlanmak istenmişse de, bu konu ancak
sınırlı karargâhlarda belirmişti. Bu teşkilât. Genelkurmay İstihbarat
Şubesi’nden başka, ordu ve kolordu karargâhlarmda görülebilmişti. Ya­
pılan teşkilât basit olduğu gibi, pek zayıf bir kadro halinde bulundurul­
muştu. Tümen, tugay, alay seviyesinde bir istihbarat teşkilât ve faaliyeti
yoktu. Bu kademeler, ancak daha yukarı kademeleıden alabilecekleri bil­
gilerle uyarılâbUeceklerdi. Bu bakımdan tümen istihbarat teşkilât ve
faaliyetleri yönünden (taktik alanda) ilk istihbarat kademesini oluştu­
ruyordu, Gerçi eldeki Hidemât-ı Seferiye Nizamnamesi istihbarat konu-
sımda temel bilgileri ve faaliyetleri açıklamakta idi Fakat komutanların
çoğu, bu bakımdan bilgisiz ve tecrübesiz bulunduklarından, gereken teş­
kilâtın kurulması konusunda bir çaba harcamamışlardı. Nitekim Balkan
Savaşı’nda bazı komutanlar, karargâhlarmda bulunan istihbarat subay­
larının taşıdıkları görev adlarına bakarak buularm arzu edilen haberleri
getirebileceklerini düşünerek bunları birliklere ve cephelere göndererek
birer irtibat subayı şeklinde kullanmışlardı. Bu anlayış içinde Birinci

— 234 —
Dünya Savaşı’nm başlangıcına kadar gelinmişti. 1914 yılının ilk günle­
rinde bile silâhlı kuvvetler© geniş ölçüde faydalı olabilecek bir teşkilât
kurulamamıştı. Ancak Almanlarla sıkı bir işbirliğine girildikten sonra,
istihbarat teşkilâtı geliştirilmiş ve haber alma ve yarJış haber yayma
şeklindeki ilk olumlu sonuçlara Birinci Dünya Savaşı’nda başlanabilmişti.

2. Haberlerin Ulaştırılması

Yabancı silâhlı kuvvetler hakkında elde oiüen istihbarat bilgileri


genel olarak tarafsız ülkelerden ve bunların elçüikleri ile ataşemiliterle-
rinden alınmak suretiyle olumlu bir hale sokulduğu bir gorçekti. Birinci
Dünya Savaşı’nda bu istihbaratı özellikle Almanlar elde ederek ulaştır­
mışlardı.

3. Düşman Hakkında Alman Haberlerin Ulaştırılması

Elde edilen bilgilerin küçük büyük karargâhlar arasında ulaştırıl­


ması ise genel olarak canlı v© cansız araçlarla sağlanmakta idi. Bunlar­
dan canlı araçlar sulbaylar, astsubylar ve bu amaçla yetiştirilmiş erlerdi.
Bunların tümüne birden haberci denirdi. Haberciler yaya, atlı ve motorlu
olurlardı. Yaya habercilerin bir kilometrelik bir mesafeyi 10 dakikada
gitmeleri istenirdi. Atlı habercUerin bir kUometrelik mesafeyi ne kadar
zamanda gidecekleri, kullanacakları sürate bağlıydı. Haber zarfmı alan
haberci, zarf üzerinde bir çarpı işareti (x) görmesi halinde bir kilometre
mesafeyi 7-8 dakikada alacağını anlardı. Haber zarfı üzerinde iki çarpı
işareti (xx) gördüğünde, bununla bir kilometreyi 6-7 dakikada alacağı
anlaşılırdı. Üç çarpı işareti (xxx), bir kilometrenin 3-4 dakikada alına­
cağını gösterirdi.
Haberlerin ulaştınlmasmda birbirine zincirleme bağlı muhabere pos­
talarından da faydalanılırdı. Bunlar yaya olduğu gibi atlı ve motorlu da
olurdu (bu usul eski Türk haber ulaştırmasında da çok uzak mesafeler
için kurulmuştu). Adi hallerde ve uzun mesafelerde atlı muhabere pos­
taları arasındaki mesafeler 15-20 kilometre kadar olurdu. Motorlu araç­
larla oluşturulan posta mesafelerinin 30-40 kilometre olması kuraldı. Ya­
ya, atlı ve motorlu habercilere güvercin, köpek gibi haberleşme araçla­
rından başka gereğinde özel habercüerde kullanılırdı.
Haberlerin ulaştırılmasında kullanılan diğer haberleşme araçları ise,
teknik araçlardı. [184] Bunlar, başta telgraf, telefon, telsiz telgraf ve
pırıldaktı. Ayrıca teknik olmayan duman ve ateşli ilkel işaretlerde kul­
lanılırdı.

[184] Hidemât-ı Seferiyye Nizamnamesi; İstanbul 1329, Madde 76-94.

— 235 —
4. Düşman Haber Almasına Karşı Koyma ve Propaganda
a. Düşman Haber Almasına Karşı Koyma
Gerek Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ve gerek bu savaş içinde düş­
man istiihbaratına karşı alınan tedbirler çok basit olmakla beraber bu
konuda hiç kimse yetiştirilmemişti. Kimse tarafından bunun önemi anla­
şılamamış ve özellikle düşman küçüms-enmişti. Çok kimseler bir bilgiçlik
ve boşboğazlık içinde bulunuyorlardı. Hemen hemen herkes ve her yetkili
açıkça konuşuyordu. Memleket içinde düşmamn casuslarından bir iki
değil, binlercesi mevcuttu. Bunlar Türk olmayan diğer sınıfların büyük
çoğunluğu idiler. Kumlar, Ermenüer, Yahudüer, Suplar, Bulgarlar, Ulah-
1ar ve hatta Müslüman olan Arnavutlar ve Araplar, düşmanlar tarafın­
dan aldatılmış ve satın alınmışlardı. Bunlar, elde ettikleri paralar ve si­
yasî vaatlerle düşmanlarla birleşmişlerdi. Memleket içindo ne olursa he­
men düşmanlara ulaştırmada birbirleriyle yarışmışlardı. Meşrutiyet Mec­
lisi’nde toplanan çeşitli mUletlere mensup miUetvokjİleri en gizli memle­
ket sırlarım devlet düşmanlarına ulaştırmakta tereddüt etmemişlerdi.
Araplar bUe Müslüman oldukları halde düşmanlarla işbirhğine girişmiş­
lerdi. Nitekim düşmanla işbirliğine giren bazı Arap mebuslarının Âliye
Divan-ı Hahbi’nin (Osmanlı Harp Divanı) kararlarıyla 4 ncü Ordu Ko­
mutanı Cemal Paşa tarafından astırılmalan, düşmanlarla yapılan anlaş-
malannın bir sonucu olarak doğmuştu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’
nm sonuna kadar ve İstiklâl Savaşı’nın Uk yıllarında bir takım düşmanlar
da içimizde beslenmekte ve yaşamakta idi.
b. Propaganda
Meşrutiyet’in ilânından sonra işleyen basit istihbarat faaliyetleri için
de propaganda bir konu olarak ele alınmıştı. Ancak bunun nasıl yapıla­
cağı bihnmemekte idi. Her ne kadar bu konu ile de düşmanın savaş ve
barışta dikkatinin başka taraflara çevrilmesi, dostun kuvveth ve düşma­
nın zayıf olduğu çeşitli kanallarla yayılmak istenmişse de, Türkler için
ancak bunun tersi olmuştu. Düşman propagandası çeşitli alanlarda (İkti­
sadî, sıhhî, dinî, ahlakî ve askerî) etkisini göstermeye başlamıştı. Özel­
likle Balkan Savaşı’ndan önce Bulgar Genelkurmayı tarafından yazılarak
dağıtılmış bulunan “Sofya^dan Selânik’e Doğru” adi; eser, Türk kamuoyu­
nu yanlış yönlere çevirmişti. Yine Balkan Savaşı’ndan önce, Balkan Dev-
letleri’nin siyasetlerinden emin olduğumuz için yapüan propagandalarla,
Bulgar Ordusu’nun Şumnu ve dolaylarında yaptığı ilk yığınak harekâ­
tının ,kale manevraları gereği olarak gösterilmesi de Osmanlı Genelkur-
mayı’nı gafil avlamaya yetmişti. Ayrıca Balkan Savaşı’nın Uânı sırasın­
da, Türk Ordusu’nun başarı kazanacağını üeri süren Avrupa Devletleri­
nin bir kısmmın da özellikle “savaşın sonucu ne olursa olsun statüko

~ 236 -
ımıhafaza olunacaktır” şeklindeki dekloras3''onları, Türklerin Balkan Sa-
vaşı’na gıöstermesi gereken gayretini savaş hazırlık ve tutumunu zayıf­
latmış ve sonuç olarak da sevk ve idare gevşetilmişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce “Tavaliyül-Mülk” adındaki eser üze­
rinde derinlemesine incelemeler yapmamış bulunan pek çok aydınlar,
buna kanarak koyu bir Alman taraftarı kesilmişlerdi. Bu kitapta Türk­
lerin Birinci Dünya Savaşı’na girdikleri takdirde, tekrar Mısır’ı alacak­
ları, her ne pahasına olursa olsun Almanların mutlaka savaşı kazana­
cakları belirtilmekte idi. Nitekim zamamn Basın v-. Yayın Müdürü dahi
bu kitaba tamamiyle inanmış ve basında Almanların amacına yarar ma­
kaleler yazılmış ve halk da bu amaca hazırlanarak Alman taraftarlığına
yanaştınlmıştı. Böylece Almanlar, girişocekleri büyük savaş düşüncesine
hazırlanmış ve propagandalarım başarıya ulaştırmışlardı. Bımun sonucu
Türklerin müttefik olarak Büyük Harbe girmelerini kolaylaştırmışlardı.
Müslüman dinini ve mensuplarını kendi amaçlarına faydalı bir propagan­
da aracı olarak kullanmak amacıyla harekete geçmişlerdi ki, 14 Kasım
1914 günü, Fatih camiinde ciıhad-ı mukaddesi bütün İslâm âlemine ilân
ottirmişlerdi. Osmanlı Hükûmeti’ni buna zorlayan konu. Tuğgeneral Bron-
zart von Şallendorf’un Alman Karargâhı Umumisi’nden (Genel Karar-
gâhı’ndan) aldığı direktife göre 20 Ekim 1914’te Harbiye Nazırı ve Baş­
komutan Vekili Enver Paşa’ya yaptığı ve kabul ettirdiği “Rusların harp
ilân etmesi üzerine Zat-ı Şahane, Devlet-i Âliye (Osmanlı Devleti) ile Al­
manya ve Avusturya-Macaristan düşmanlarına karşı cihad-ı mukaddes
ilân edecektir” taahhüdü olmuştu. [185] Bu suretle propaganda yalnız
düşmanlar tarafından dsğU, dostlar tarafmdan da yapılmış ve bundan
Osmanlı Devleti ve İslâm alemi de zarar görmüştü.
İngineler Birinci Dünya Savaşı’nda yaptıkları propagandalarla özel­
likle Müslüman sömürgeler halkım zehirleyerek Türklere karşı savaşa
sürükleyebilmişlerdi- îngiıhzlerin Çanakkale Savaşlarma giriştikleri sırada
Müslüman Hintli askerlerlle, bu ceplhede Almanlarla savaşacaMarını ve
Almanların Müslüman Halifesi’ni esaretleri altında bulundurduklarını,
bunun kurtarılmasınm Hint Müslümanlanna dinî bir borç olduğunu be­
lirtmiş ve inandırmışlardı. Bu nedenle bu askerler Çanakkale Cephesi’nde
çok kanlı savaşlara itilebilmişlerdi. Ancak çok sonra bu propagandayı
sezen Türikler, cephede karşı propagandaya başlamışlar ve bunu ezan
okutmakla yapmışlardı. Ezan sesini duyan Hintliler irkilmiş, gerçeği
anlamış ve savaş çabalarım gevşetmişlerdi. Bu şekilde îngihzlerin bu
cephede giriştikleri propaganda iflas ettirilebilmişti. Bundan sonra Ingiliz-
1er Çanakkale Cephesinde Hintli Müslüman asker bulunduramamışlardı.

[185] Cemal Kutay; Türkiye istiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, 18, Sayı
(1961), s. 10222.

— 237 —
Düşman devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı giriştiMeri etkili pro­
pagandaların en kuvvetlisi Miislüimanlığı istismar propagandası olmuştu.
Düşman devletlerin elinde büyük bir Müslüman topluğu bulunduğundan
bunlara hitap etmeyi birinci derecede önemli görmüşlerdi. İslâm alemi­
nin İngiliz ve Fransızlara faydalı olmaması için, Müslümanların cihad-ı
mukaddes bayrağı altında toplanması gerektiği Türklerce de kabul edil­
mişti. Halbuki düşman devletler ellerinde bulunan cahil Müslüman toplu-
luiklarmı giriştikleri telknik propagandalarla da aldatmışlar ve Müslüman-
1ar, bu Osmanlı çağrısına kulak asmamışlardı. Düşmanların karşı propa­
gandaları o derece ileri bir başarıya Ulaşmıştı ki, bir çok Müslüman mil­
letler, kraldan fazla kral taraftan kesilmişlerdi. Osmanlı Devleti içinde
bulunan Araplar bile, üstün düşman propagandalan ve paraları yüzünden
ihanet yollarma sapmışlardı. Osmanldar, Araplara îngilizlerden daha az
para dağıtabildi'klerinden başarıya ulaşamamışlardı. Osmanlı Devleti’nin
yalnız sancak-ı şerifi çıkarması, bir istihbarat yolunu açması, resimli
savaş dergileri çıkartması, yeterli bir etki yaratamamıştı- Gerçi savaş
içinde yapılan bazı propaganda faaliyetleri, bazen düşmanı aldatmışsa
da, bu ufak ve mevzi faaliyetler, savaşm Ikazanılmasma yardım ede­
memişti.
Birinci Dünya Hahbi’nde özellikle Amerikalılarm savaşa karışmasın­
dan sonra, ortaya atılan barış ve insanlık hak ve hukukuna uyulacağı
konusundaki çağrılar, en büyük propaganda aracı olmuş ve etkisini bütün
alanlarda göstermişti. Bu nedenle gerek Osmanlı Devleti gerek onun
müttefikleri, bu son propaganda ile de sarsılmış ve sonuçta aldanmış-
lardı.
Düşman devletler Birinci Dünya Savaşı mütarekesinden sonra da
Osmanlı bünyesini propagandalarıyla zehirlemeye devam etmişlerdi. Dev­
leti dağıtmayı başaran düşmanlar. Anavatana girmişler ve bu defa Hali­
feyi de propagandalarına alet etmişler ve etkilerini çoğaltmışlardı. Bu
nedenle istiklâl Savaşı’nm ilk yıllarında düşman propagandasının da et­
kisiyle memleket tam bir (buhrana sokulmuş ve birçok yerlerde onların
amaçlarma hizmet eden hain ayaklanmalar da çıkartmışlardı. Fakat bu
defa basan sağlayamamışlar ve yok olmuşlardı.

E. EĞİTİM
1. Eğitim Teşkilâtı
Türk Silâhlı Kuvvetleri eğitim teşkilâtı, biri İkinci Meşrutiyet’e ka­
dar ve diğeri bundan sonra olmak üzere iki devrede oluşmuştu. İkinci
Meşrutiyet’ten önceki teşkilât, sımrlı programlara tabi verimsiz teşkilât­
lı bir takım askerî oikullardı. Bu eğitim teşkilâtı. Meşrutiyet devrine ka­

— 238 —
dar modem hiç bir gelişme sağlayamamıştı. Meşmtiyet devrinde ise,
devralınan eğıi'tim teşkilâtmda ıslâhat yapılmış ve buna Ö2:elliikle ihtisas
okullarıyla talimgahlar eiklenmişti-
İkinci Meşmtiyet’ten önce kurulan her çeşit eğitim teşMlâtmda bi­
lim daha çok teorilere ve Fransız öğretim metotlanna dayanmakta idi.
Bunlarda hiç bir pratik yön yoktu. Genel olarak olarak Meşrutiyet ida­
resinin devraldığı eğitim teşkilâtında büyük bir ıslâhat başlamıştı. İlk iş
olarâk hazırlayıcı askerî okullar azaltılmış birçok askerî ortaokullar ile
askeri liseler kapatılmıştı. Bu arada Bursa Lisesi ile Topçu Okulu’na kay­
nak bulunan Askerî Lise de kaldırılmış ve birçok yerlerde kapatılan okul-
lann binaları genel maarife devrolunmuştu. Ancak buna karşılık, meslek
okullarının her bâkımdan geliştirilmesine pek çok gayret sarfedilmişti.
Bu suretle meslek ve İhtisas teşkilâtı meşrutiyet devrinin başlıca eserleri
olmuştu. Bu ıslâhat sırasında özellikle Topçu Okulu’nun yetiştirdiği
seçkin sınıflar teşkilât düzeninin yok edilmesi (1910), ordunun ihtiyacı
olan çok faydalı askerî mühendis teşkilât ve düzenini yıkmıştı. Es!ki dev­
rin fabrikaları tamamen bu sımftan yetişen seçkin subayların eserleri
olarak kumlmuştu. îmaJlât-ı Harbiye (asikerî fabrikalar) bu subaylara
dayanmakta idi. Memleketin savunulmasına yarayan araç, gereç ve si­
lâhları hazırlayan ve her türlü cephane ve patlayıcı maddeleri yapanlar,
satm almalarda öncü olanlar bunlardı. Meşrutiyet’te bunların yerini dol­
duracak bir bilim ocağı ve teşkilâtı kurulamadığından, bu subayların kö­
kü zamanla kurumuştu. Yalnız Askerî Fabrikalar sanayi alayları hesa­
bına usta okulu öğrencilerinden bir kısmının Almanya ve Avusturya -
Macaristan fabrikalarına gönderilmeleri ve oralarda yetiştirilmeleri gibi
basit önlemler boşluğu dolduramamıştı.
Meşrutiyet idarecilerinin özellikle sivil elemanları, bazı askerî hazır­
layıcı olkullann kapatılmasma etken olmuşlardı- Bunların dayandığı ve
bir türlü hazmedemedikleri başlıca konu ülke eğitiminin % 50’sinden
fazlasının askerlerin elinde bulunması idi. Ayrıca bütçe tasarrufları da
bu okulların kapatılmasına bir neden olmuştu. Meşrutiyet idaresi her tür­
lü tekelci amaç ve düşünceleri kaldırarak genel eğitime yeterli olanak
sağlamak istiyordu. Bu nedenle aŞkerî eğitim teşkilâtında azaltmalar ve
düzeltmeler baş göstermişti.
Meşrutiyet idarecileri özellikle sevk ve idare ile görevli personelin
yetiştirilmesi için büyük bir titizlik göstermişlerdi. Ancak okullarda öğ­
rencileri yetiştirmek için Alman Islâh Heyeti de dahil olduğu halde yeter
öğretmen bulmakta güçlükle karşılaşmıştı. 1914 yılı istatistiklerine göre,
ordunun o zamanki subay ve askerî memuTlarmm genel mevcudu orta­
lama olarak 25 000 kadardı. Astsubay ve er mevcudu ise* 150 000 civa-

— 239 —
nnda bulunuyordu. Okullann öğrenci milktarı 10.000, öğernci astsubay
miktarı ise 15.000 kadardı. Ancak gelecek günler, bu dkullann mezun
edecekleri subay ve astısulbay sayısmdan daha çok sayıda eleman beklen­
mekte idi. 25-000 subay ve askerî memur mevcuduna nazaran her yıl or­
dudan çeşitli şekillerde ayrılacak olanlar ve kadro dikkate almarak en az
750 subayın orduya yeniden katılması gerekmekte idi. Halbuki 1910’dan
1912’ye kadar 400 subay yeltiştirilebılmişti. Trablusgarp ve Balkan Sa­
vaşlarında ve bir takım iç ayaklanmalarda bir çok subaylar kaybedil­
mişti. Bunilarm yerlerine kısa devrelerle genç yedek subaylar yetiştiril­
mişse de, bunlar mesleik kurallarına uymayan önlemler olmuştu. Banş
devri dahi, orduyu küçük rütbeli subaylar bakımımdan büyük bir sıkın­
tıya düşürmüştü. O zaman ki 150.000 mevcudundaki barış ordusunun
bile en az 15.000 kişihk bir subay kütlesine ihtiyaç gösterdiği tecrübeler­
le anlaşılmıştı. Elde bulunan subay ve askerî memur mevcudunun üçte
biri kadar öğernci yetiştinillmediği takdirde ise, bu ihtiyacın sağlanması-
nm mümkün olamayacağı görülmüştü, Mutlakiyet devrinde olduğu gibi
Meşrutiyet devrinde de çeşitli aŞkerî okulların öğrenim ve öğretim yılları
sürelerinde değişiklikler yapılarak bazı önlemler almmıştı. Bu şekilde
çabuk subay yetiştirilerek ordu kadrolarmm doldurulaıbileceği kanısı
hâkim olmuştu. Ancak gerek hazırlayıcı okullarda ve gerek meslek okul­
larındaki süreler ne kadar amaca uygun uzunlukta olursa o oranda de­
ğerli subaylar çıkacağı gerçeği gözden kaçırılmıştı. Bu gerçek Piyade ve
Topçu Harp Okullarmda denenmiş ve verimin düşük olıduğu anlaşılmıştı-
Birinci Dünya Savaşı’nm patlak verme>k üzere obuası ve nihayet
savaş, bir takım Okulları talimgahların açılmasını zorunlu kılmıştı. Bu
sebeple de öğrenim devreleri kısaltılmıştı. Bunlardan özellikle topçu ölçme,
topçu hava gözetlemesi Okullarıyla hücum, istihkâm teknik smıflar talim-
gâhları ve gaz kursları ayrıca birer talim ve bilim teşkilâtı olarak belir­
mişti. Ancalk buralardaki genç elemanlar gereği gibi yetişememiş bulun­
malarından, daha asteğmen rütbelerinde bülundukları sıralarda bir çoğru
şehit düşmüşler veya bir daha cephelerde yapamayacak derecede malul
olmuşlardı. Bunun etkileri özellikle Mondros Mütarekesinden sonra, pek
acı bir şekilde hissedilmişti. ,

2. Er, Astsubay ve Subay Eğitimi


OsmanlI Devleti, 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı’ndan sonra, 1897
yılında Yunanistan’la savaşa girmişti. Bu iki sefer dışmda Türk Silâhlı
Kuvvetleri, ancak bazı kısmî seferberliklerle zaman zaman, iç ayaklan­
maların bastırılması ile uğraşmıştı, ikinci Meşrutiyet’in ilâmna kadar
Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne savaş gücü kazandıracak ve ufak bir barış
eğitimi nasip olmamış ve daima yasak edilmişti. Padişah ve aynı zaman­

— 240 —
da Başkomutan olan II. AMülhamit eğitimli ve savaş gücüne sahip bir
kuvvetten daima endişe du3unuştu. Bununla beraber diğer yüksek rüt­
beli komutanlar da başkomutana uyarak görevlerini ihmal etmişlerdi.
Bu şekilde Osmanlı Süâhlı Kuvvetleri, eğitimi olmayan büyük bir insan
topluluğu olarak muhafaza edilmekte idi. Eğitime yarayan tek faaliyet,
özellikle Rumeli ve Araibistan bölgelerinde çıkan ayaklanmaların ve eş-
kiya takiplerinin verileibildiği sınırlı pratikti. Bol 'bol yürüyüş güç ve
yeteneklerinin artırılmasından, tüfek doldurup ıboşaltmaktan, nişan al­
maktan ve türlü zahmet ve yoksulluklara katlanmaktan ibaretti. Bu ise
ordunun, er, astsubay ve subay kütlesini yetiştirmek için yeterli değildi.
Gerçi 1877 -1878 ve 1897 seferlerin sonuçlarından bazı olumlu ve ço­
ğunlukla olumsuz birçok acı harp ve muharebe dersleri alınmış ise de,
Meşrutiyet’e gelinceye kadar, Ruslarla yapılan savaş üzerinden 31, Yu­
nanlılarla yapılan savaş üzerinden de 11 yıl gibi uzun bir zaman geçmiş­
ti. Er, astsubay ve subaylarla komutanlarm elde ettikleri birçok muha­
rebe bilgileri ve pratikleri üzerinde durulmamıştı. Her bilgi üzerine bir
sünger çekilmişti. Meşrutiyet ilân olunduğu zamanda, bu seferlerde bu­
lunanlar, ya hayat sahnesinden çekilmişler veya yaşlanarak maddî ve
manevî güç ve kabiliyetlerini kaybetmişlerdi. Yeni yetişen kuşaklar ise,
kendilerine rehber olacak bir komutan veya yazılı bilgi bulamamışlardı.
Bu yüzden Meşrutiyet’e kadar olan devrede, gerçek anlamda esaslı bir
eğitim sistemi kurulamamıştı. Bir eğitim vardı. Fakat bu eğitimin ağır­
lık merkezi genel olarak yanaşık düzen hareketlerine verdirilmişti. Eği­
tim, kışla meydanlarında sebt komutanlarla idare edilen hareketlerdi.
Eğitimin bu olduğu sanılmakta idi. Amaçsız ve faydasız olan bu hare­
ketler, ancak bir yorgunluktan ibaretti. Tüfek eğitimleri mekanizmasız
ve toplar kamasızdı. Atış eğitimi olanaksızdı. Bir atış yaptırabilmek için
padişahın iradesini (emrini) almak şarttı. İstanbul’da bulunan birlikle­
rin mekanizmasız tüfek ve kamasız toplarıyla yapılan nişancılık eğitim­
lerinde dahi tüfek ve top namlularmm Yıldız sarayı yönüne çevrilmesi
bile sürgüne gitmek için bir nedendi. Bımdan dolayı, İstanbul kışlaları
meydanlarında nişancılık eğitimleri için yerler ayrılmış ve bu yerler du­
varlarla Yıldız’a karşı kapatılmıştı. Top nişancılık eğitimleri çoğunluk­
la top hangarlarında ve namlular Yıldız yönünün tersi yönünde yaptırı­
lırdı. Sıkı bir disiplin altında ve titizlikle uygulanan bir eğitim veya tö­
ren varsa, o da her akşam kışla meydanlarında :bütün birliklerin tam
topluluğu ile yapılan akşam yoklamaları ve geçit resimleri idi. Bunda,
her akşam padişaha dua edilir ve “Padişahım çok yaşa” diye bağırılırdı.
Bunun dışında erle uğraşmak ve erin cevher ve kabiliyetini geliştirmek
affedilmeyen suçlardandı. Bu geri görüş orduyu muhareıbe kudret ve ka­
biliyetinden mahrum etmişti.

241 —
Meşrutiyetken sonra, bir taraftan silâhlı kuvvetlerin yeni metotlar­
la teşkilâtlandırılmasına çalışılırken, diğer taraftan da eğitime büyük
bir önem verilmişti. Eğitimin sağlanması için ilk iş olarak çeşitli sınıf­
lar için öğretici uyum talimıgâhları açılmış ve askerî okulların eğitim me­
totları modernleştirilerek değiştirilmişti. Ayrıca numune birlikleri oluş­
turulmuştu. Muharebe eğitimleri ve atış tatbikatlarıyla erin, asıtsubayın
ve sulba^nn yeteneği geliştirilmişti. Arazide kıta tatbikatlan ve büyük
birliklerle manevralar yapılması, eğitimin amacı ve hedefi olarak plân­
lanmıştı.
Meşrutiye't idaresinin büyük bir gayret göstererek silâhlı kuvvetle­
rin top yekûn savaş güç ve yeteneğini artırmak amacıyla giriştikleri
eğitim problemleri, gerçekte çözümlenmesi zor konulardan biri olmuştu.
Nitekim Balkan Savaşı felâketi, bu problemlerin başarı ile çözümlene­
mediğini göstermişti. Bununla beraber Balkan Savaşı’nm yarattığı acı
ve uyanıklık, geri kalmış düşüncenin sonu olarak belirmeye başlamıştı.
Çok kere Balkan Savaşı felâketinin sorumluları olarak Meşrutiyet ida­
recileri ve özellikle ordu gösterilmişse de, bu sorumluluğun silâhlı kuv-
veitlere ait bulunmadığı Birinci Dünya Savaşı’nda gösterilen üstün yete­
nek ve başarılarla sabit olmuŞtu. Uzun bir zaman istibdat idaresi altın­
da inleyen bir milletin, bir ordunun, üç-dört yıl gibi kısa bir zaman için­
de başarıya ulaşması top yekûn milletin buna hazırlanması m'ümkün ola­
mazdı. Bu ise ancak bir hayaldi.

Süâhlı kuvvetlerin muharebe görevlerini yapalbilmeleri için yalnız


1909 yılında Alman Silâhlı Kuvvetleri’nin talimnamelerini ve tüzüklorini
tercüme edip aynen orduya kabul etmek yeterli değildi. Bunların millî
bünyeye uydurulması bir zorunluluktu. Alman Süâhlı Kuvvetleri’nin millî
bünyelerine uyun esaslarını Türk Ordusu için de uygun görmek doğru
olamazdı. Bu esasların uzun bir barış denemesinden sonra değişikliklerle
orduya kabul edilmesi, uygulanmasını ve memleketin savaş potansiyelini
düşünmek gerekti. Ve gerçek bu idi. Birliklerin büyük bir gayretle günde
on saat gibi uzun bir zaman eğitime sarılmaları dahi başarıyı sağlaya­
mamıştı. Kavranmamış taliırmame ve tüzüklerle bir gelişme beklemek
zordu. Talimnamenin olanakları sağlanamadığından, subay yavaş yavaş
ümitsizliğe de düşmeye başlamıştı. Bu sebeple çalışmak isteyen subay,
yine eski metotlara ve basit eğitim hareketlerine kaymıştı. Dola3Usıyla
yapüan hareketler, muharebe gücünü arttıracak hareketlerden çok, şevk
ve hevesi baltalayan yorucu sert gösteriş eğitimlerine dönmüştü. Yana­

— 242 —
şık düzen eğitimleri birinci plâna alınmıştı. Süngüleşme gibi gelonefesel
bir eğitime önem verilmekle beraber, uygulanan m.etot, 1909 3nlmda ka­
bul edilen süngüleşme talimnamesinin bilo esaslarına aykırı idi. [186]
Kabul edilen atış talimatnamesi ve talimatına rağmen, erin bir yılda
sarfettiği atış eğitimi mermi miktarı 20-30 mermiden jnıkarı çıkarılama­
mıştı. Elde modem bir talimnamenin olması yetm.omekte idi. Talimna­
menin her bakımdan istediğini yerine getirmek lazımdı. Ancak maddî
olanaksızlık buna engel olmaktaydı ve ülkenin gücü talimnamelerin is­
tekleri ile orantılı doğildi. Bu sebeple tek erin ve birliklerin eğitimi daha
çok alışılmış bir yön almıştı. Erin ve subayın boş bırakılmaması için de­
vamlı çalışmalar programa bağlanmıştı. Bol bol yatmak, kalkmak ve yer­
de sürünerek ilerlemek büyük ve başarılı bir eğitim sayılmıştı. Atış yap­
mak üzere mevzilenmek, hiç bir taktik amaç vo düşünceye dayanmamakta
idi. Ere ve birliğe bir inisiyatif tanınmamakta idi. Bütün eğitim hareket­
leri sert komutlarla idare olunmakta idi. Er ne için gizlendiğini bilme­
den bir anlaşmazlık içinde harekot ettiriliyordu. Tek erin yetiştirilememe­
si yüzünden manga, takım, bölük, tabur ve alayda yetişmiş olmuyordu.
Eğitim progıamlarmda arazide muharebe eğitimine ayrılmış zaman­
lar bulunmakta idi. Fakat bu zamanlar içinde meydana gelen eğitim de
amaçsız ve faydasızdı. Bir bölüğün ve hatta bir taburun sürünerek iler­
lemesi, faydalı bir eğitim sanılmakta idi. Topçu sınıfı da piyadeden fark­
sızdı. Topçu, çeşitli arazide ve gerçek muharebe dorumlarına uygun ha­
reketlerin zararına olarak ve kışla meydanlarında koşulu, yanaşık düzen
eğitimine saplanmıştı. Bataryaların dört nalla ve düzgün hareketlerle
mevzilere giriş ve çıkış eğitimleri, hoş ve başarılı bir eğitim olarak sey­
redilmekte idi. Topçu sulbaylannm çoğu, çevik hareketlerle mevzie gir­
me ve süratle ateş açma gibi eğitim hareketlerine çok önem veriyorlardı.
Girilen mevziler çoğunlukla açık mevzilerdi. Kapalı mevzilere girmek için
gereken atış hazırlıkları külfetine katlanmamak, bir bakıma da bilgisiz­
likten ileri gelmekto idi. Halbuki talimnameler, kapalı mevzilere girerek
mUliarebe etmeyi esas kabul etmişti.
Süvari, maneje çok önem veriyordu. Takım, bölük eğitimleri daha
çok kışlalar civarında yapılıyordu. Nadir olarak keşif ve habercilik gö-
revl&ri için bir zaman ayrılmakta ve uygulanmakta idi.
İstihkâm sınıfına verilecek meslekî görevlerin gereği gibi bilinme­
mesi bu sınıfın değerini zayıflatmıştı. İstihkâm sımfınm yalnız köprü
—- - - - - - - - - - - - - - - - - i
[186] Başbakanlık Arşivi; Haczine Evrak No. 122; 30 Haziran 1325 (13 Temmuz
1909) tarihli irade-i seniyye (Süngüleşme Talimnamesinin kabulü Hk.).

— 243 —
kuran ve diğer sınıfların yapacakları ta'hkimatı yapan ve nihayet bir mu­
harebenin buhranlı anlarında piyade* gibi kullanılan bir ihtiyat kuvvet
olarak kabul edilmekte idi.
Telgraf sınıfının eğitimi de kışlalar arasında hat çekmekten ibaretti.
Bu muharebe durumuna göre, muhabere ağının kurulması ve işletilmesi
önemli görülen bir eğitim değildi.
1912 yılı talimnamelerine göre, acemi erlerin eğitimleri her birliğin
kendi bünyesi içinde yapılırdı. Acemi erler bölüklere ayrılır ve eğitim
başlangıcı hor yılın ekim ayma rastlatılırdı. Bu kış devresinde acemi eği­
tim yapılır, ilkbaharda bölük eğitim devri başlardı. Yaz devresi tabur ve
alay eğitimi devresini kapsardıki bu devrede tabur eğitimi en az 20 ve
alay eğitimi 10 defa yapılmak istenirdi. Her sonbahardan önce müfreze*
ve bundan sonra tümen ve kolordu manevraları yapılırdı. Sonbahardan
sonraki eğitim devresinde, hafif talimlere devam edUmekle beraber, silâh
ve donatım ile elbiseler gözden geçirilir ve yeni gelecek erlerin öğretim
heyetleri uygulanacak eğitim proğramlarma göre yetiştirilirdi. Fakat
bütün bunlar talimnamelerin istekleri idi. Gerçekte bütün eğitim acemi
ile sona ererdi.
Bu şekilde yetişen ordu, Balkan Savaşı’nı acı derslerle bitirmişti.
Savaştan edinilen tecrübelere göre, Harbiye Nezareti eğitime daha çok
önem verilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Özellikle Ahnan Islâh He-
yeti’nin İstanbul’a getirilmesinden sonra, bu konu daha fazla hızlanmış
ve ordu daha pratik ve uygun proğramlarla gelişmeye başlamıştı. Birinci
Dünya Hahbi öncesinde, yer yer açılmış olan talimgahlar ve kurulan nu­
mune birliklerinde yetiştirilen astsubay ve subaylar, olgun bir duruma
gelmeye başlamışlardı. Almanların savaş içindeki bazı sert hareketleri
bir yana, Osmanlı-Alman işbirliği faydalı sonuçlar vermiş, iyi sevk ve
idare edilen Türk subay ve erleri üstün güç yetenek ve fc*dakârlık gös­
termişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’mn yarattığı bazı moral bozuklukları
ve sıkıntılara rağmen, bu savaşın sonunda Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin er,
astsubay, subay ve komutanlarının eğitim sevk ve idare durum ve yete­
nekleri üstün bir dereceye ulaşmıştı. Denilebilir ki. Birinci Dünya Savaşı
Türk Silâ'hlı Kuvvetleri için en faydalı bir okul olmuştu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra, silâhlı kuvvetlerin elinde bulunan
her türlü silâh ve araçları alınmış tersane ve fabrikalarına girilmiş, si­
lâhlı kuvvetlerin büyük bir kısmı dağıtılmıştı. Çok kısa bir mütereke dev­
resinden sonra, İstiklâl Savaşı’nı yapmaya zorunlu bırakılan Türk Ordu­
su, milletle beraber top yekûn bir savaşa girmişti Her türlü savunma
olanaklarından yoksun bırakılan Türk Milleti bütün olanakları yaratmış
ve “savaşı yapan insandır” parolası ve azmiyle düşmanlarının karşısında

— 244 —
tekrar dikilmişti. Anadolu, silâih ve cephaneye sahip değildi. Fakat çok
kuvvetli bir imanı çok üstün bir komutan kademesi, subayları ve ye­
tişmiş erleri vardı. AHUet tamamen eğitimli ve imanlı idi. Türk İstiklâl
Savaşı, bir mületi ve o milletin ordusunu her türlü tehlikelere karşı ko­
ruyan kalkanın eğitim ve iman olduğunu açıkça göstermiştir. Gerek ba­
nş ve gerek sefer içinde kurulan ve iyi işletilen her eğitim müessesesinin
verimi olumlu çıkmaktadır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’na girerken
çeşitli sınıflar için açılan sınıf okullarıyla, talimgah ve kurslar, başarı-
larm başlıca etkenleri olmuşlardı. Bu gerçek. Birinci Dünya Savaşının ga­
lip devletlerince çok iyi bUindiğinden, Mondros Mütarekesi’nden sonra,
derhal okullara talimgahlara ve her türlü eğitim müesseselerine saldı­
rarak bunların kapatılmasına gayret etmişlerdi.

3. Sınıf Okulları (1908-1920)

a. Piyade Atış Okulu

Çeşitli sınıf subaylarınm teorik vo pratik bilgilerini geliştirmek ama­


cıyla açılan meslek akullanmn ilki “Piyade Endâht ve Tatbikat Mektebi”
(Piyade Atış ve Tatbikat Okulu) idi. Bu okul 12 Şubat 1909’da ya3unla-
nan bir nizamname ile Anadolu Maltepesi’nde Rıza, Paşa Köşkü’nde res­
men açılmıştı. [187] Yaymlanan nizamnameye göre Piyade Atış Okulu’
na piyade ve süvari subayları katılacaktı. Öğrenim delmeleri yıllık ve ge­
çici bir süre için olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Eğitim heyetini oluştura­
cak subaylarla okul emrine verilecek piyade birliği, subay ve astsubay­
ları yıllık eğitim-öğretrm devresine dahil etmişlerdi. Bunlar ordulardan
geçici olarak öğrenime gelecek bütün subay ve astsubaylara öğretmen
olacaklardı. Nizamnameye göre, o-kula yarbay-tuğgeneral rütbesinde bir
subayın komutan olarak verilmesi kararlaştırılmıştı. Okul komutan yar-
dımcılığma, bir yarbay-albay verilecekti. Buna göre okula ilk defa ola­
rak rütbesi yarbaylığa yükseltilen Alman Binbaşısı von Biren atanmış­
tı. [188] Ayrıca okul birliği belirlenmiş ve ük defa tabur komutanı ola­
rak bir Türk binbaşısı verilmişti. Depo ve atış yerleri komutanı olarak
verilen 1 yüzbaşıdan başka, öğretmen ve bölük komutanı olarak 5 yüz­
başı ve 11 takım komutanı teğmen-üsteğmen atanmıştı. Okula binbaşı
rütbesinde bir doktor verilmiş ve kadro bir eczacı, bir imam, bir tüfekçi
ve bir tabur kâtibi ile tamamlanmıştı.

[187] ıDiistur; II nci Tertip, c. II, s. 77, No. 24, 30 Kâmınusani 1325 (12 Şubat 1909)
tarihli Piyade Endaht Mektebi Nizamnamesi.
[188] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 68, 23 Aiustos 1325 (5 Eylül 1909)
tarihli irade-i seniyye.

— 245 —
okuldaki geçici öğrenim devresi ila saflıaya ayrılmıştı. Bımlardan
biri, piyade ve süvari subayları öğrenim devresi, diğeri de üstsulbay ve
generaller için atış ve tatbikat devresi idi. Subaylardan ders devresine
katılacaklar ordunun her nizamiye piyade ve süvari tugayından birer
yüzîbaşı her piyade ve süvari alayından birer teğmen veya üsteğmen ola­
caktı. Gerek görüldüğü talkdirde de donanmadan 4 yüzîbaşı ve 12 teğmen-
üsteğmen bu devreye katılabilecekti.
Subayların atış güç ve yeteneklerinin artırılmasını sağlayacak olan
okul, aynı zamanda bazı görevlerle de uğraşacaktı. Bir defa. Harbiye Ne-
zareti’nden atışlar hakkmda golecek soruları cevaplandıracak ve düşün­
celerini bildirecekti. Yabancı ordular talimnamelerini ve atışa dair yazıl­
mış eserleri inceleyecek ve bunları denedikten sonra, goreken görüşleri
Haribiye Nezareti’ne sunacaktı. Orduda bulunan silâh ve teçhizat denene­
cek ve sonuçlar bildirilecekti. Özet olarak, bkul Harbiye Nezareti’nin ay-
m zamanda bir atış ve deneme labaratuvarı görevini yapacaktı.
Yapılan denemelerden sonra, okul nizamnamesinin değiştirilmesine
gerek görülmüş ve yeni nizamname, 24 Mayıs 1911’de uygulanmaya baş­
lamıştı. [189] Bu nizamnamo ile Piyade Atış Okulu doğruca Harbiye Ne­
zareti emrinde iken. Piyade Okulları Müfettişliği’ne bağlanmıştı. [190]
Balkan Savaşı’na kadar faaliyetine bu şekilde devam eden Piyade
Atış Okulu, Balkan Savaşı’ndan sonra tekrar faaliyete girişmişse de Bi­
rinci Dünya Savaşı’nm başında tamamiylo kapatılmıştı. Okul binaları
önce 5 nci Kolordu’nun bulaşıcı hastalıklar hastanesi olarak kullanılmış
ve bundan sonra da Yedek Sulbay Adayları Talimgâhı üe Askerî Liseler’
den subay olmak üzere öğrenime gelen muvazzaf subay adaylarmın ta­
limgahı olmuştu,

b. Süvari Binicilik ve Tatbikat Okulu


Bu okul 1911 yılında İstanbul Bakırköy’de açılarak çalışmalarına
başlamıştı. 1913 yılmda Davutpaşa Kışlası’na taşınmış ve az sonra da
Orhaniye Kışlası pavyonlarında yorleşmişti. Buradan Haydarpaşa'da yeni
yapılan Şimendifer Kışlası’na taşınmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın baş­
lamasıyla okul kapatılmıştı. 1911 yılından 1914 yılına kadar geçen süre
içinde Süvari Binicilik ve Tatbikat Okulu’nda yapılan öği’enim daha fazla
biniciliğe dönüşmüş, atış ve taktik öğrenim konuları Piyade Atış ve Tat­
bikat Okulu’nda yaptırılmıştı.

[189] ûDüstur; II nci Tertip, c. II, s. 395, No. 132, 11 Mayıs 1327 (24 Mayıs 1991)
tarihli irade-i seniyye.,
[190] Piyade Okulları Müfettişliği için; Başbakanlık Arşivi; Hazine Eîvrak No. 39,
6 Ağustos 1325 (19 Ağustos 1909) tarihli irade-i seniyye.

— 246 —
c. Sahra ve Ağır Topçu Atış Okulları
Sahra Topçu Atış Okulu 1910 yılında İstanbul’da Metris Çiftliği’nde
Ağır Sahra Topçu Okulu ise 1911 yılında Rami Kışlası’nda kurulmuştu.
Bu atış okullarına takım ve batarya komutanları sıra ile gotirilmeye baş­
lamıştı. En az üçer aylık devreler halinde devam ettirilen çalışmalara
başlanmış ve bu amaçla atış oküUarmm topçu birlikleri 1 nci Ordu Mü­
fettişliği topçu birliklerinden verilmişti. Balkan Savaşı sırasında atış okul­
ları faaliyetlerine ara vermişlordi. Balkan Savaşı’ndan sonra tekrar faa­
liyete geçümişse de, Birinci Dünya Savaşı’nm başında, okullar tekrar
kapatılmıştı. Yalnız Birinci Dünya Savaşı sırasmda askerî liselerden me­
zun olan öğrencilerden topçu sınıfına ayrılanİEir, “Topçu Subay Adayı”
adıyla topçu atış okullarma verilmişlerdi. Bunlar ise*, altışar aylık dev­
relerle sulbay yetiştirilmişlerdi.

d. Levazım Okulu
Levazım Okulu, 1912 yılında İstanbul’da açılmıştı. Bir sınıflı ve do­
kuz ay öğrenim süreli bir okuldu. Okul, 14 Nisan 1914’te çıkarılan bir
nizamname ile Efkân-ı Harbiyed Umumiye 2 nci Reisliği’ne (Gnkur.
2 nci Bşk.) bağlanmıştı. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla
okul kapatılmıştı. Bundan sonra ordunun ihtiyacı levazım subaylar, çe*-
şitli sınıflardan ahnan subaylarla karşılanmış ve bu durum İstiklâl Sa-
vaşı’nm sonuna kadar devam etmişti.

e. Jandarma Okulu
İlk defa 1903 yılında Selânik’te Fransız sutoaylarımn önderliği ile
açılan Jandarma Okulu 1909 yılında İstanbul’a taşınarak Yıldız’da Or­
haniye Kışlası’nda öğretime başlamıştı. 1912 yılında teşkilâtı genişletilen
okul, beş kısmı üzerine düzenlenmişti. Birinci kısım, muvazzaf subaylar­
dan jandarma sınıfına geçmek isteyenlere özeldi. Bu kısmın öğrenim sü­
resi üç aydı. îkinci kısım, jandarma subayı olacaklara özel bir kısımdı
ki, öğrenim süresi bir yıldı. Üçüncü ve dördüncü kısımlar, lise öğrenimini
tamamlayan veya yüksek okullardan olup jandarma subayı olmaya istokli
öğrencUer içindi. Önce üçüncü ve sonra da dördüncü yılların öğrenimini
başarı ile tamamlayanlar, jandarma teğmeni rütbesiyle subay yapılmış­
lardı. Okul, son kısmından ilk mezunu 1914 yılında vermişti. Bundan son­
ra bu şekilde jandarma subayı mezun ohnamıştı. Beşinci kısım ise, jan­
darma hesap memurlarını yetiştirmeye özeldi. Bu kısmın öğrenim süresi
de üç aydı. Ateşkesten sonra (1918) bir ara Çır ağan Sarayı’na bitişik
binada da faaliyette bulunan Jandarma Okulu, İstiklâl Savaşı’nın sonuna
kadar faydalı bir hizmette bulunmamıştı.

— 247 —
4. Talimgah ve Kurslar
Meşrutiyet’in ilânından sonra girişilen teşkilât ve düzenleme hare­
ketleri ancak 1911 yılından itibaren esaslı bir şekilde yapılmaya başlan­
dığından, (bunların yapılmasına geç başlandığından) ve bunlara ilave
olarak memlekete ve orduya fayda getirmeyen siyasî didişmelerden Bal­
kan Savaşı yenilgiyle sonuçlanmıştı. Bu savaşta özellikle eğitim v& disip­
lin eksiği kerıdini açık bir şekilde göstermişti. Ordunun muiıarebelerde
başarı sağlayabilmesi için, yalnız teşkilâtlanıp silâhlanması yeterli olma­
mıştı. Elde bulunan silâh, gereç ve kurulan teşkilâtın, muharebelerin ge­
reğine göre kullanılması büyük bir zorunluktu. Teşkilât ve silâhlar, bu
harbin kazamimasında önemli birer faktör oldukları bilinmekle beraber,
bu etkenlerin olumlu bir sonuç verebilmesi için, harbi ve muharebeleri
yapacak olan insanın maddî ve manevî yeterliği birinci derecede önemli
idi. İşte Balkan Savaşı’ndan sonra bu gerçek iyice anlaşılmış vo gereken
ders alınmıştı. Bu sebeple ordunun esas unsuru olan insanın yetiştiril­
mesinin şart olduğu kabul edilmiş ve özellikle önce subaylar üzerinde du­
rulmuştu. Subaylara kısa bir süre içinde, günün askerî yeniliklerini öğ­
retmek isteyen Harbiye Nezareti, talimgah ve kursların açılmasına karar
vermişti. Bu amaçla bir talimat ya-yınlanmışti. [191]
Hazırlanan talimata göre, her ordu bölgesinde birer subay talim-
gâhı açılmıştı. Ancak bu talimgâhlarm bir hedefi de, subayları görevo
bağlılığa alıştırmak, itaat, fedakârlık ve arkadaşlık hislerini geliştirmek
özellikle vatan sevgisini daha esaslı bir şekilde vermekti.
Her ordu merkezinde (îstanbul, Erzincan ve özel olarak ordu böl­
gesinde bulunan Halep’te) açılan talimgâhlara öğretmen olarak sulbay
verilmesi ordulara bırakılmıştı. Her ordu kendi talimgâhmın öğretim ve
eğitim kadrosunu vermişti. Talimata göre talimgânlar birer albayın ko­
mutasına verilmişti. Ayrıca hor ordu, öğretmenlik yapmak üzere birer
binbaşı Ue beşer piyade ve birer süvari yüzibaşısım bu göreve verecekti.
Ancak bu kadar subayla görevin yapılamayacağı dikkate alınmış ve ta­
limgaha katılarak çök iyi not alan ve yetenekli suıbaylardan önyüzbaşı,
teğmenlerin öğretmen yardımcısı olarak talimgâhlarda alıkonulmasına
izin verilmişti.
Her talimgâhm süresi üçer ay olarak kabul edilmişti. Her devre ara­
sında 14’er günlük birer tatil arası bırakılmıştı. Grenel olarak bir yılda üç
defa subay yetiştirecek talimgâhlarm her birinde en çok 150 subay bu­
lundurulmuştu.

[191] Zabıtan Talimgahları Talimnameai; İstanbul, Askerî Matbaa, 1329 (1913).

— 248 —
Talimgâhlara katılan tG-ğmenkr bîr takımın, yüzbaşılar bir bölüğün
sevk ve idaresini mükemmel olarak öğrenecek şekilde eğitime tabi tu-
tulmuşlarıdı. Üsteğmenlerin bir bölüğün, yüzbaşıların da bir ta:bıırun sevk
ve idare bilgileri ve pratiği ile« yetiştirilmeleri hedef alınmıştı.
Doğruca ordu müfettişliklerine bağlı bulunan subay talimgâhları
1 Nisan 1330 (14 Nisan 1914)’lte İstanbul’daki talimgah, 1 nci Kolordu’
nun Erzincan’daki talimıgâh, 10 ncu Kolordu’nun vo Halep'teki talimgah­
ta 6 ncı Kolordu’nun Kurmay Başkanlıklarına bağlanmışlardı. Ayrıca
bu tarihte İstanbul’da açılan Erkân ve Ümera (general ve üstsutoaylar)
Talimgahı da Genelkurmay 2 nci Başkam’na bağlanmıştı. [192] Ancak
gerek subay ve gerek üstsubay ve generallere ait özel talimgâlhlar, Bal­
kan Savaşı’ndan önce devam ettiği gibi, bir duraklamadan sonra, tekrar
faaliyeite geçmiş, fakat Birinci Dünya Savaşı’nm seferberliğiyle kapatıl­
mışlardı. Bu tip talimgahlar bir daha açılmamıştı. Subaylar için gaz, ha­
van, uçaksavar gibi özel ve kısa süreli bazı kurslar açılmışsa da, bunlar
bir talimatla değil, emirlerle ve gerek duyulan birliklerde açılmış ve ka­
patılmışlardı.
5. Tatbikat ve Manevralar
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilânından sonra özellikle, Trakya’da
bulunan birlikler arasında karşılıklı olarak muharebe tatbikat ve manev­
ralar yapılmasına gerek görülmüş ve hemon bunların düzenlenmesine baş­
lanmıştı. Ancak birliklerin henüz esaslı bir temel eğitime bile tabi tutul­
madan tatbikait ve manevralara katılmaları faydasız olmuştu. Bundan
başka ordunun da derin bir bilgisizlik içinde olduğu görülmüştü. Bunun
nedenleri üzerinde durulmuş ve özellikle eğitime gereken önem verilmişti.
Bu nedenle 1909 yılında daha esaslı çalışmalar yapılması sayesinde dü­
zenlenen tatbikat ve manevralar daha düzenli ve verimli olmaya başla­
mıştı. Von Der Golç Paşa’nm idare ottiği 12 (K)0 kişilik kolordu manevrası
faydalı olmuştu. Birliklerin eğitimlerine paralel olarak ayarlanan tatbi­
kat ve manevralar, 1910 yılında ölçü itibariyle daha fazla büyümüş ve
özellikle 70 000 kişiden kurulan 1 nci ve 2 nci Ordular arasında ordu
manevraları yapılmıştı. Fakat esaslı bir hazırlığa dayanmadan yapılan
ordu manevraları, sevk ve idare ve tecrübesizlikten hemen hemen pek az
şey öğrenilmesine karşılık, ordunun bir çok eksiklikler içinde bulunduğu­
nu dost ve düşmana göstermişti. Bununla beraber eski devirlerde bir ta­
burun tatbikatma dahi izin verilmezk&n 1910 yılı tatbikat ve manevra­
larının bu kadar çok kuvvetlerle yapılması büyük bir ilerleme idi. Bu bü­
yük manevranın yapılmasına 1909 yılı Ekim aymda Edirne dolaylarında
kolordu manevrasından sonra karar verilmişti.

[192] Düstur; II nci Tertip, c. VI, s. 529, No. 254, 1 Nisan 1330 (14 Nisan 1914)
tarihli irade-i seniyye. Ordu Emirnamesi; No. 7, (27 Nisan 1330), s. 130.

_ 249 —
Manevraları daha faydalı bîr hale getirmek için, 1330 (1914) yılı
başında geçici olmak üzere bir talimat hazırlanmış ve uygulanmasına ge*-
çilmişti. [193] Yaymlanan talimata göre manevralar, tümen, kolordu ve
ordu manevraları olmak üzere plânlanmıştı. Tümen manevraları, tümen
komutanlarmın emirleri altında ve tümenler dahilinde yapılan manevra­
lar olmuştu. Yani tümen komutanları harekât müdürü idi.
Kolordu manevraları, ordu müfettişlerinin idaresi altında ve ordu
müfettişlikleri bölgelerinde yapılan manevralar olmuştu. Ordu manevra­
larının üçe<r gün olarak yapılması kararlaşbrılmıştı.
Manevralara ağır topçudan bir kısmının katılması veyahut teşkilâtta
süvari tümenleri olmadığından ve ordularda birer süvari tugayı bulun­
duğundan, süvari tümenlerinin oluşumu için her yıl özel emir verilmesi
kabul edilmişti.
Ordu müfettişlerinin, her yıl 1 Mayısta Genelkurmay Başkanlığı’na
bir rapor vermesi ve bunda yapacağı manevralar için bir plân sunması
manevra plânlarınm Harbiye Nezareti’nce de onaylanması gerekirdi. Or­
du müfettişlerinin manevra yapılacağını ve bu konudaki düzeni kolordu­
larına bildirmesi ve onlara gereken zamanı sağlaması, manevraların han­
gi bölgede ve hangi tarihlerde başlayıp biteceğini açıklamaları kuraldı.
Bunu ayrmtılı talimat ve emirler izlerdi. Manevralar hakkında verilen
bütün emir ve talimatların gizliliğine son derece dikkat edilirdi. Zamanı
gelip de uygulanan her tatbikat ve manevranın bir eleştiri ile sona er­
dirilmesi usuldendi. 1914 yılında henüz Birinci Dünya Savaşı’na girme­
den Edirne, Dimetoka, Kırklareh, Tekirdağ, Gelibolu ve Çanakkale böl­
gelerinde yaptırılan tatbikat ve manevralar da birer eleştiri ile sona er-
dirümişlerdi. Bu tatbikat ve manevralarda özellikte Harbiye Nazırı En­
ver Paşa bulunmuş ve eleştirilerini bizzat kendisi yapmıştı.

6. Askerî Okullar
a. Genel
Savaş gücüne büyük ölçüde etki yapan ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’
nin modern bir şekilde teşküâtlanmasını sağlayan, kuruldukları tarihten
itibaren çeşitli smıf subay ve astsubay ihtiyaçlarının tamamlanmasında
en önemli kaynak olmuşlardı. Şöyleki ; 20 Temmuz 1909’a kadar “Mekâ-
tibi Askerîye Nezareti” denile*n bir makam tarafından idare edilen bir
eğitim-öğretim ocakları, bütün iyi niyet ve gayretlerine rağm*en modern
silâhlı kuvvetin ihtiyacı olan askerî bilgileri verebilecek yeterlikte bulun-

[193] Manevraların Suret-i terasına Dair Talimat-ı Muvakkate; İstanbul, Askeri


Matbaa, 1330 (1914).

— 250 —
m a diki arından ve çağ-daşlarma nazaran geri kalmış oldukları görüldü­
ğünden, bunların da düzeltilmeleri, Meşrutiyet devresinde önemle ele alın­
mıştı. Özellikle 31 Mart Vakası’ndan ve II. Abdül'hamit’in tahtan indiril­
mesinden sonra, Hareket Orduöu Komutanlığı, askerî okulların düzoltil-
mesi konusunda Harbiye Nezareti’ne öneride bulunmuştu.
Askerî Şura tarafından incelenen bu öneri uygun görülmüş ve Me-
kâtib-i Askeriye Nezareti kapatılmış ve yerine “Terbiye ve Tedrisat Mü-
fettiş-i Umumiliği (Eğitim ve Öğretim Gonel Müfettişliği)” adıyla bir
makamın ve teşkilâıtmın oluşlturulması konusunda padişah iradesi alın­
mıştı. [194] Askerî Şura’mn aldığı kararlar arasında özellikle harp okul­
ları gözönünde bulundurulmuş ve Edime ile ManaStır’da bulunan harp
okulları kapatılarak bunların öğrencileri İstanbul Harp Okulu’na nakle­
dilmişlerdi. Alınan karar gereğince, bütün askerî okullar Eğitim ve Öğ­
retim Genel Müfettişliği’ne bağlanmışlardı. İlk defa bu müfettişliğe Edir­
ne Kalesi Komutanı Ferik Zeki Paşa atanmıştı. ,[1®'5] Her ne kadar Er­
zincan, Şam ve BağdatÜa da harp okulları bulundurulmuşsa da, bunlar
1908 Meşruitiyeit devriminden önce kapaitılmış bulunuyorlar.

b. Astsubay Yetiştirme Okulları


Meşrutiyet’in ilânına kadar birliklerden yetiştirilen astsubaylar, or­
dunun küçük kademelerindeki hizmetler için yeterli değillerdi. Bu astsu­
baylar, kıdemli ve kıdemsiz olmak üzere iki grup halinde bulunmakta
idiler. Bunlardan kıdemsiz olanlar belirli askerlik süreleri içinde görev­
lerini yapanlar grubunu oluştururken; kıdemliler belirli askerlik hizme­
tinden sonra fazladan askerlik hizmetine istekli olanlar grubunu oluştu­
ruyorlardı. Gerek kıdemli ve gerek kıdemsiz astsulbay adayları, birlik­
lerde gösterdikleri yeteneğine göre onlbaşı (bölük emini) çavuş ve baş­
çavuşluğa kadar yükseliyorlardı. Bu astsubaylar, aynı zamanda alaylı
subaylar için de birer kaynak oluyorlardı.
Erlerle en yakın bağlantıyı sağlayan, disiplin ve eğitimede birinci
derecede etkili olacak astsubayların modern esaslara göre yetiştirilme­
lerinin göz önünde bulundurulması bir zorunluluk olarak görülmüştü.
Bu nedenle, Meşrutiyet’in ilânından sonra, yalnız birliklerden astsubay
yetiştirmek usulünün kaldırılması tasarlanmış ve bu konu plânlanarak
astsubay müessesesinin düzeltilmesi olarak ele alınmıştı.

[194] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 12; 7 Temmuz 1325 (20 Temmuz 1909)
tarihli irade-i seniyye.
[195] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 165. 23 Eylül 1325 (6 Ekim 1909) ta­
rihli irade-i seniyye,

— 251 —
İlk defa çıkarılan bir irade ile ordunun astsuibay ihtiyacını sağla­
mak ve tamamlamak üzere iki sistemin kurulması emredilmişti. [196]
Bunlardan birincisi okullardan astsuibay yetiştirmek, İkincisi de birlik­
lerde hizmette bulunan erlerden gerekli nitelikte olanların sınavlara tabi
tutularak başarı gösterenlerin seçilip astsubay olarak orduya verilmele­
ri idi. Bununla beraber orduya okuldan yetişmiş astsubay verilmesi de
birinci derecede önemli görülmüştü. Bu amaçla biri “Astsubay İlkokul­
ları’' ve diğeri “Astsubay Okulları” olmak üzere iki kademeli okullar
açılmasına karar verilmişti.

c. Askerî Rüştiye Mektepleri (Askerî Ortaokullar) ,


Askerî Liseye öğrenci yetiştirmek amacıyla açılan askerî ortaokul­
lar ilkokullardan mezun olan öğrencilere bir tür orta öğrenim vermek ve
askerî öğrenci sağlamak için kurulmuş ilk kademe askerî okullardı.
Bunların öğrenim süreleri önce iki yıl iken, daha sonra dört yıla çıkarıl­
mışlardı. Başlıca ders proğramları, sübyan mekteblerinin ders proğram-
larmdan daha üstün olan bu okullarda genel olarak yazı çeşitleri, Arap­
ça gramer, derdini anlatacak kadar Türkçe, hesap, Kur’an ve ahlâk ders­
lerinden ibaretti. ,[197]
Ük kuruluşları 1845 yılına kadar uzanan askerî ortaokulların ilki.
Yatılı Hasköy (îstanbul) Askerî Ortaokul’u idi. Bunu yatısız olmak üze­
re Soğukçeşme, Gülhane, Kocamustafapaşa, Fatih, Kasımpaşa, Beşiktaş,
Üsküdar, Paşakapısı, Toptaşı (İstanbul) Askeri Obtaokul’u izlemişti.
Ancak bu orta okullar, askerî liseye yeiterli öğrenci verebilecek yeterlik­
te görülmediklerinden, bütün ülke dahilinde açılmaları uygun olarak de­
ğerlendirilmiş ve bu amaçla ordu bölgelerinde askerî ortaokullar açılmış­
tı.
Her ortaokul, kolağası (yüzîbaşı) rütbesinde bir müdürün emir ve
komutasına verilmişti. Okullarda askerî idare ve öğretim için birer kad­
ro bulundurulmuştu. Bunlardan biri, dahiliye zabiti adı altındaki bir yüz­
başı ile üç teğmen veya üsteğmenden ibaretti. Görevleri, İdarî işleri yü­
rütmek ve disiplini sağlamaktı. Kadronun diğer kısmı ise öğretmenler­
di. Bunlar arasında sivil öğretmenler de bulunurdu ki, miktarları dört
kadardı. Bu öğretmenlerden ikisi Arabî (Arapça), biri Fârisî (Farsça),
biri Hüsnübat (güzel yazı yazma) ve imlâ öğretmeni idiler. Resim, ya­
bancı dil, riyaziye (matematik) dersleri öğreitmenleri, askerî kişilerden
oluşmaktaydı.

[196] BaşbaJtanlık Arşivi; Hazine No. 165, 23 Eylül 1325 ( 6 EMm 1909) tarihli
irade-i seniyye.
[197] EInver Ziyla Karal; Osmanlı Tarihi, c. VII, Ankara, 1956, s. 193-194.

— 252 —
Ortaokul öğrencileri askerî elibise gilbi bir elbise giymelerine rağmen
asker sayılmazlardı. Ortaokulu bitirenler istedikleri zaman (yatılı olan­
lar hariç) askerî liselere girebilecekleri gibi sivil okullara da girebilirler­
di. önce Maarif (Milli Eğitim) okulları yeterli olmadıkları için, asker ol­
mak istemeyenlerin de bu okullardan faydalanmaları sağlanmıştı. Bu ba­
kımdan askerî ortaokullar ülke Icültürünün geliştirilmesinde büyük rol
oynamışlardı. Askerî ortaokulların düzen ve disiplinleri ile ders proğram-
ları mülkiye ortaokullarından üsltün derecede bulunduklarından, askerî
ortaokullara genel bir rağbet vardı. Bu nedenle 1909 yılında bütün as­
kerî ortaokullarda okuyan öğrencilerin miktarı 8000 kadardı.
d. Askerî İdadiler (Askerî Liseler)
Harp Okullarının ilk kaynağım oluşturan askerî lise, 1884 yılı ıslâ­
hatında dörder sınıflı olarak kurulmuşken, bundan sonra üçer sınıfa in­
dirilmiş ve yalnız Kuleli (İstanbul-Çengelköy) Lisesi dört sınıflı olarak
bırakılmıştı.
Her ordu merkezinde üçer sınıflı olarak kurulup devam edegelen
askerî liseleri bitiren öğrenciler, İstanbul’daki dördüncü sınıfı da oku­
duktan sonra harp okullanna girmeye başlaımşlardı.
Askerî lise mezunu öğrencilerin altı-yedi aylık birlik hizmetlerini,
ordu müfettişlikleri içinde bulunan numune alaylarında yapması karar­
laştırılmıştı. Askerî liseleri başarı ile tamamlayan fakat birlik stajları­
na gidemeyecek derecede vücutça zayıf ve yaşça küçük bulunan öğren­
ciler birliklere çıkarılmayıp oluşturulan bir dördüncü sınıfta bırakılmış­
lardı. Sınıf geçmiş ve ortaokulu bitirmiş olmalarına rağmen, tekrar son
sınıfları okumaları ve bu sırada vücutlarının gelişitirilmesi birinci dere­
cede önemli gbrülmüştü. Bu o zaman için alınmış bir önlemdi. Bu gibi
öğrenciler tamamen İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesi’nde toplattırıl-
mışlardı. Ancak bunlardan vücutça gelişenler, yıl sonunda altı-yedi aylık
staj için birliklerine sevk edilmişlerdi. Vücutça gelişmeyenler ve zayıf
kalanlar, bir yıl daiha Kuleli Askeri Lisesi’nde 5 nci sınıf olarak bırakıl­
mışlardı. iki yıl içinde sağlık durumları düzelmeyen öğrenciler, okuldan
çıkarılmışlar ve bunlara sivil okullara giriş hakkı verilmişti.
Birliklerde 6-7 aylık hizmetlerini tamamlayan ve yetişen subay aday­
ları, her yılın nisan ayı başında öğrenime başlamak üzere harp okulla­
rına alınacaklardı. Bu gibilerin Harp Okulu’ndaki öğrenim süreleri 11 ay
kadar sürecekti. Bu süre sonunda başarı ile sınavı verenler zabit (subay)
vekili adıyla ve sulbay görevlerinde kullanılmak üzere Harbiye Nezare­
ti’nce alaylara atanacaklardı. Alaylarda da 6-7 ay daha hizmet yapan
zabit (subay) vekillerinden, hizmet ahlâk ve yetenek gösterenlerin su­
baylığa alınmaları alay komutanlıklarınca önerilebilecekti. Tümen ve

— 253 —
kolordu komutanları ise, sulbaylığa terfi etmeye hak kazanan subay ve­
killerinin isim listelerini Harp Okulu Müdürlüklerine göndermeye başla­
mıştı. Harp Okulu Müdürlükleri, bu katılmaları Harbiye Nezareti’ne su­
narak sübaylık kararlannı aldırmışlardı. Ancak vücut yapıları ve sağ­
lık durumları dolayısıyla bir-iki yıl Kuleli’de alıkonan öğrencilerden son­
radan subay olanlar, öğrenim süreleri uzatıldığından bir zarar görme­
mişler ve bunların da bitiriş tarihleri, bir veya iki yıl öncesine alınarak
kendilerinden önce sulbay olmuş sınıf arkadaşlarıyla bir düzeye getiril­
mişlerdi. Bu sistem Balkan Savaşı’nm sonuna kadar devam etmişti. Bal­
kan Savaşı’nın kaybedilmesinden sonra Edirne ve Manastır Liseleri
dağılmış, geri kalan liseler. Harp Okullarına kaynak olmuştu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra, 'Kuleli Lisesi geçici bir süre için
açık kalmışsa da, bütün askeri liseler gibi bu da elden çıkmış ve kapan­
mıştı.

e. Harp Okullan
Ordunun ihtiyacı olan okuldan yetişmiş sübay kadrosunu tamamlamak
amacıyla açılan Harp Okulları 1908 yılına kadar, teşkilât, iskân ve ders
proğramları bâkımından birçok değişiklikler geçirmiş, Meşrutiyet’in ilâ­
nından sonra daha olgun kimlik verme ihtiyacı hissedilmişti. [198]
Meşrutiyet’in ilânından ve özellikle 31 Mart Hareiketi’nden sonra, harp
okullarında esaslı bir değişiklik yapma zorunluluğu görülmüştü. Bu sıra­
da Piyade ve Süvari Hahbiyesi öğrencileri disipline aykırı bazı hareketlere
saparak Okul Müdürü olan Mirliva (Tuğgeneral) Fazü Paşa’ya bazı su­
bay ve öğretmenlere karşı gelmeye başlamışlardı. Okul Müdürü, öğrenci­
ler üzerinde kesin bir disiplin uygulayamamıştı. Harp Okulu öğrencileri,
hürriyetin dlde edilmesinde kendilerine de verilen itibarm şeviki ve özellik­
le 31 Mart Hareketi’nin bastırılmasmdalki olumlu müdahalelerin verdiği
gurur ile aşın taşkınlıklara girişmişlerdi. Öğrencilerin, okulun müdürü
ve bazı subajdarmrn değiştirilmelerini istemeileri, yemekleri beğenmeyip
yememeleri gibi, askerliğe sığmayan hareketleri tehlikeli bir şekilde ge­
lişmeye başlamıştı. Bu sırada Askerî Şûra, aldığı bir kararla Edime ve
Manastır Harp Okullarının lâğvedilmelerine ve öğrencilerinin Pangaltı
Piyade Harp Okulun’da toplanmalarına kadar vermişti. Ekkat bu durum,
durumu büslbütün ağırlaştırmıştı- Çeşitli akımlar içinde bulunan bazı harp
okulu öğrencilerinin Pangaltı Harp Okullıı’nda toplanmaları, mevcutları
artırdığı gibi taşkınhklan da genişletmişti. Bu yüzden tamamiyle bozu­
lan disiplinin düzeltilmesi için esaslı bir icraata ve ıslâhata ihtiyaç var-

[198] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 12, 7 Temmuz 1325 (20 Temmuz 1909)
tarihli irade-d seniyye.

— 254 —•
dı. Bu amaçla, 29 Ağustos 1909’dan önce, Manastır Harp Okulu’nda ders
nazırı bulunan Kurmay Binibaşı Vehip, İsmail Fazıl Paşa’nın yerine
Pangaltı Harp Okulu Müdürlüğü’ne atanmıştı. Halıcıoğlu Topçu Harp
Okulu Müdürü bulunan Topçu Ferik (Tümgeneral) Ali Rıza Paşa da bu
arada değiştirilmiş ve yerine Kurmay Binbaşı Nihat atanmıştı. Geniş
yetkilerle Harp Ökullan müdürlüklerine gelenlerden Kurmay Binbaşı
Vehip, Piyade Harp Okuiu’nım düzeltilmeısinde ve bozulan disiphnin iade­
sinde büyük bir başarı göstermişti. Çok kısa bir zaman içinde okulun çeh­
resi tamamiyle değişmiş ve tekrar gelecek için ümit verici bir öğrenim,
eğitim ve disiplin yuvası haline gelmişti.
Piyade Harp Okulu bu sırada iki sınıftan kurulu bir askeri okuldu.
Askerî Şûra aldığı bir kararla piyade öğrencileriyle iki taburdan bir grup
teşkil ettirmiştir. Okula alay, tabur ve bölük komutanları olarak ordu­
nun en değerli subayllarmdan faydalanma imlkânı verilmişti. Bu suretle
okuldaki teorik öğrenime paralel olarak özellikle pratik eğitime de ön
plânda yer verilmişti.
Kurmay Binbaşı Vehip’in Piyade Harp Okulu’nu üstün disiplinli bir
okul haline getirmesinde alay teşkilâtınm ve pratik çalışmaların önemli
etkisi olmuştu. İdarî teşkilât kadroları hariç olmak üzere yalnız alay
teşkilâtı için sağlanan subayların adedi, 35 piyade ve 10 süvari subayı idi.
Kurmay Binibaşı Vehip’in başansınm tek sebebi, bizzat kendisinin
çdk çalışkan, sert disiplinli bir subay olması ve geniş yetkilerle de göreve
baŞlattırılması idi- Binbaşı Vehip Piyade Harp Okulu’nu üstün disiplinli
bir okul haline getirmesine karşılık, sırf İttihat ve Terakki Partisi’nin
bir üyesi olması dolayısıyla, mulhalifler tarafından tutulmamıştı. Bu yüz­
den 12 Ağustos 1912’de hükümet içindeki parti ve iktidar değişikliği ne­
deniyle Harp Okulu Müdürlüğü’nden alınmıştı. Ancak rütbesi yarbay­
lığa yükseltilen Vehip, Yanya Kalesi Topçu Komutanlığı’na atanmış ye­
rine ise, îşkodra Kalleşi Komutam Albay Ali Kemal, 21 Ağustos 1912’de
Harp Okul Müdürlüğü’ne getirilmişti. Yeni müdürün göreve başlamasın­
dan ve 1912 öğrenim yıJhna giıümesinden çok kısa süre sonra Balkan Sa­
vaşı çıkmıştı. Bu seibeple okulun eğitim heyetinden birçok subaylar ve
hatta Okul Müdürü de cepheye atanmışlardı. Bu durum derslerin düzenli
bir şekilde yürütülmesine engel olmuş ve öğrenciler daha çok pratik eği­
timle uğraştırılmışlıardı.
Balkan Savaşı kısa bir zaman içinde buhranlı devreler geçirmeye
başlamıştı. Bu durum İstanbul’da da geniş ölçüde güvensizliğe yol aç­
mıştı. Birliklerin cephelerde bulunmaları ve nihayet İstanlbul’daki güven­
lik kuvvetlerinin de asayiş için yetersiz olması sebebiyle Harp Okulu
alayından faydalanmak zorunluğu karşısmda kalınmıştı. Harp Okulu

— 255 —
Alayı özellikle Beyoğlu bölgesi ile yabancı devletler elçilikierinin korun­
ması ve olası yolsuzlukların önlenmıesi görevini almıştı. Ancak muhare­
beler daha geniş ölçüde gelişerek düşman Çatalca’ya ilerlediğinden ve
burada şiddetli muharebelerin başlamasmdan kaygılanan Başko^mutanlık
Vekâleti, Çatalca ve İstanbul arasında ikinci bir sa'^uınma hattının hazır­
lanmasını ve tahikim edilmesini istemişti. Bu tahkimat (bölgesinde subay
yerine kullanılmak üzere Harp Okulu 2 nci smıfm öğrencileri görevlen­
dirilmişlerdi, 1 nci smıfm ise, ©Skisi gibi tstanlbulün güvenliği görevlerin­
de kullamlmal'an uygun olarak değerlendirilmişti. Bu sebeple Harp Oku-
lu’uda her türlü eğitim öğretim faaliyeti de tam bir duraklama safhasına
girmişti. Esasen Hollanda Kraliçesd tarafından gönderilen bir sağlık he­
yeti de okul binasında açılan hastanede, gelen yaralı ve hastaların teda­
visine başladığmdan, öğrencilerin okul binalarından faydalanmaları da
zorlaşmıştı-
Topçu Harp Okulu da Piyade Harp Okulu gibi değişik aşamalardan
geçmişti. Meşrutiyet’in üânmıdan sonra Topçu Harp Okulu Müdürü Topçu
Tümgeneral Ali Rıza’nm yerine atanan Kurmay Binbaşı Nihat’tan pek
az bir süre sonra müdürlüğe getirilen Mümtaz Topçu Binbaşı Haşan
(Tatar Haşan Paşa) da Kurmay Binbaşı Vehip gibi büyük gayretler sar-
fetmiş ve Topçu Harp Okulu teşkilâtının goliştirilmesinde etken olmuştu.
Teorik öğrenimle birlikte pratiğe de önem veren Topçu Harp Okulu, ye­
tiştirdiği topçu subaylarıyla övünecek üstün bir duruma gelmişti. Bu
Harp Okulu da yeniden bir düzene sokulmuş ve okulda alay teşkilâtı
kurulmuştu. Alay, üç bataryalı bir seyyar (Sahra) topçu taburu bir ağır
topçu bataryası (105 mm. obüs : o zaman bu çaptaki toplarla donatılmış
topçuya ağır topçu denirdi) ve bir istihkâm bölüğünden kurulu bir birlik
olmuştu. Bu alayı oluşturan öğrencilerin üçte ikisi sahra ve üçte biri de
kale topçusu olarak ayrılmakta idi. Bu sırada Topçu Harp Okulu üç sı­
nıflı idi. Okul, 1910’da iki sınıfa indirilmiş ve Balkan Savaşı’na kadar öğ­
renime normal bir şekilde devam edilmişti. Balkan Savaşı’nda okul kapa­
tılmışsa da, savaştan sonra tekrar açılmıştı.
Balkan Savaşı dolayısıyla 'Topçu Harp Okulu’nda da dersler bir du­
raklama devresi geçirmiştir. Bu selbeple topçu 2 nci sınıf öğrencileri,
Çatalca’daki topçu bataryalannm subay eksiğini tamamlamak üzere cep­
heye gönderilmişlerdi. Topçu 1 nci smıf öğrencilerinden bir kısmı, Ça­
talca gerisinde kurulmakta olan ikinci hat tahkimatm hazırlanmasında
ve sulbay yerine küUanılmak üzer© cepheye gönderilmişlerdi.
Piyade ve Topçu Harp Okulu öğrencilerinin gerek güvenlik hizmet­
lerinde ve gerek cephe gerisi ve özellikle bilfiil cephedelki fedakârlıkları
harbiyelilerin şan ve şerefine yakışır görülmüştü. Bu durum Balkan Sava-
şı’nm sonuna kadar devam etmişti­

— 256 --
1912 yılında öğrenim süresi normal bir şekilde devam etmediğinden
yıl sonunda sınavlar yapılmamış ve bu yüzden Harbiye 2 nci sınıf öğren­
cileri subay çıkmamışlardı. Halbuki askerî liseler normal öğrenim yap­
tıklarından bunların son sımf öğrencilerinin tamamı Piyade Harp Okulu’
na verilmiş ve Topçu Harp Okulu’na hiç bir öğrenci verilmemişti. Bu şe­
kilde askerî liselerin bütün öğrencileri Piyado Harp Okulu’nda toplan­
mışlardı. ,
1913 yılı sonunda Alman Islâh Heyeti, ordunun yeniden ıslâh ve dü­
zenleme işlerine katılınca, Harp Okullarında da bazı değişiklikler yapıl­
maya başlamıştı. Bu zamana kadar Tebbiye vo Tedrisat Umum Müfet­
tişliği emrinde bulunan Harp Okulları yeniden kurulan Askerî Mektep­
ler Umum Müdürlüğü’ne bağlanmış ve Terbiye ve Tedrisat Umum Mü­
fettişliği lâğvedilmişti. Askerî Mektepler Umum Müdürlüğü’ne ve Piyade
Harp Okulu Müdürlüğü’ne Alman Yarbaylarmdan Bak von Erlih (Back
von Erlioh) atanmıştı. Alman Yarbay 19 Kasım 1912’de cepheden yaralı
dönen Kurmay Albay Ali Kemal’in yerine verilmişti. Böylece Piyade Harp
Okulu ile beraber diğer bütün askerî okullar. Alman Islâh Heyeti’nin
emrine girmişlerdi.
Yapüan değişikliklere göre Piyade Harp Okulu'nda bulunan iki tane
1 nci sınıflar ikiye ayrılmış, birine kıdemli ve diğerine kıdemsiz 1 nci
sınıflar denmişti. Kıdemsiz 1 nci sınıflar normal öğrenime devam etmiş
ve bunların yü sonunda yapılan sınavlarında başarı gösterenlerine, subay
rütbelerine bir kademe eklenen “zabit vekilliği’’ rütbesi verilmiş ve kıta­
lara atanmışlardı. Böylece kıdemli 1 nci sınıfla kıdemsiz 1 nci sınıf ara­
sında bir fark meydana getirilmişti. Bundan sonra, yeniden askerî lise­
lerden mezun olanlar Harp Okulu’na verilmeyerek kıtalarda altı aylık
bir staj yapmak üzere binliklere verilmişlerdi. Zabit namzeti (subay ada­
yı) adıyla birliklere verüen bu öğrenciler kıtalarda er eğitimi üe meşgul
olmuşlardı.
Tcpçu Harp Okulu’nda da 1 nci sınıf için acele bir proıgram uygu­
lanmıştı. Ancak topçu ve istihkâm öğrenciler yeter sayıda olmadıkların­
dan Piyade Harp Ckulu’ndan bir miktar piyade, süvari öğrencileri, topçu
ve istihkâm sınıflarma geçirilmişlerdi. Verilen süvari öğrencüeri sahra
topçusuna, piyade öğrencileri ise, ağır topçu ve istihkâm sınıflarına ay-
rılmışlaıdı. Bunlar da kısa bir kursa tabi tutularaık subay yapılmışlar ve
bu sınıflara kaydedilmişlerdi, istihkâm sınıfı için ayrılan öğrencilerden
bir kısmı da muharebe ve demiryol sınıflarına verilmişlerdi.
Balkan Savaşı dolayısıyla Harp Okulu 2 nci sınıf öğreniminde ol­
mayan ve zamanında subay çıkmayan öğrenciler, Plarp Okulu’nu Birinci
Dünya Savaşı’nın başlangıcında tamamlayabilmişlerdi. Bunlara mülazım-ı

— 257 —
sâni (teğmen) rütbesi verilmiş ve diplomaları 30 Temmuz 1914’te dağı­
tılmıştı. Aynı gün, kıdemli 1 nci sınıf da diplomalarını almış vo daha
önce alınan karar gereğince bunlarm rütbeleri zabit vekili (asteğmen)
olmuştu ki, Birinci Dünya Savaşı seferberliği de bu sırada ilân olunmuştu.
Birinci Dünya Savaşı ihtimalinin başgöstermesi ve subay ihtiyacının
fazlalaşması dolayısıyla Piyade Harp Okulu’nun 1 nci sınıfını tamamla­
yan kıdemsiz 1 nci sınıfın da okuldan mezun edilerek, zabit vekili rüt­
besiyle kıtalara verilmelerine karar verilmişti. Ancak kıdemli ve kıdemsiz
1 nci sınıfların kıdemlerine bir fark yapılmak üzere, kıdemli 1 nci sınıf­
lara altı aylık bir kıdem zammı kalbul edilmişti. Bu şekilde Piyade Harp
Ckulu’ndan mezun olan sulbayların büyük bir kısmı birliklere atanmış­
lardı. Ancak bunlardan 50 kadar asteğmen (zabit vekili) 9 Ağustos 1914’
te kurulan İstanbul ihtiyat zabit namzetleri (yedek subay adayları) nı
yetiştirmek üzere ihtiyat zabit talimgâhma öğretmen olarak verilmişlor-
di. Bu talimgah 5 Nisan 1915 tarihine kadar Piyade Harp Okulu’nda
(Pangaltı’da) çalışmış ve 1915 yılı Mart ayı içinde de Piyade Harp Okulu
binasının hastaneye çevrilmesi üzerine, Maltepo’dekı Piyade Endâht Mek­
tebi (Piyade Atış Okulu), Yakacık’a nakledilmişti. Talimgâh için gerekli
olan binalar tekâlif-i haribiye yoluyla işgal olunmuş ve bu işgal genişle­
tilerek yavaş yavaş Pendik’tC'n Kızıltcprak’a kadar yayılmıştı. Bu şekUde
Harp Okulu binasında yalnız Mekâtib-i Askeriye (Askerî Okullar) Mü­
dürlüğü kalmıştı.
Birinci Dünya Savaşı genel seferberliğinin ilk haftası içinde, gaze­
telerde Harbiye Nezareti’nin bir omri yayınlanmıştı. Bu Uân ile yedek
subay adayları hizmete çağrılmakta; bütün yüksek okul mezunları ve
eşitlerinin medreseler mezunlarından bu derecede olanların yedek subay
olmak üzere Harp Okulu Müdürlüğü’ne başvurmaları emrediîmekte idi.
Verilen kısa süre içinde müracaat otmeyenlerin ağır cezalara çarptırıla­
cakları ve hatta kurşuna dizilecekleri bildirilmekte idi. Ayrıca subay adayı
olarak altı aylık stajla kıtalara verilen askerî lise mezunlan da Harp
Okulu’na girmeden zabit vekUi yapılmışlardı. Bu durum, artık Harp Oku­
lu’nun resmen kapatılması demekti. Buna göre 1915 yılından sonra askerî
liselerle bunlara eşit diğer sivil okullar mezunları da kıtalara zabit nam­
zedi (subay adayı) olarak verilmişlerdi. Bunlar da İstanbul yedeksubay
adayları talimgahlarına gönderilerek oralarda, yetiştirilmişlerdi. Bu şekil­
de muvazzaf vo yedek sUbay adaylan, bir çatı altında toplanmış oluy-or-
lardı. Bu öğrenciler, talimgahtan kıtalara, kazandıkları ehliyetlerine göre
A, B, C sınıflarına ayrılıp zabit namzedi olarak verilmişlerdi. Bunlar an­
cak üç ay sonra kıtalarında zUbit vekilliğine (asteğmenliğe) yükseltil­
mişlerdi. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nm sonuna kadar bu şekilde
dovam etmişti.

— 258 —
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Mondros Mütarekesi’nde, 1915 yılı
Mart ayından itibaren muvazzaf ve yedek subay adayları talimg'âMarı
olarak piyadeler için Maltepe, Yakacık, Pendik ve Kızıl toprak bölgelerin­
de, sahra topçuları için Metris çiftliği, ağır topçular için Rami Kışlası ve
süvariler için Ealmumcu’da faaliyetto bulunan talimgahlar lâğ\"edilmiş ve
adayları terihis edilmişlerdi. [199]
1915 yılından beri, hastane olarak kuUamlmakta bulunan ve bir bö­
lümü de Mekâtib-i Askerîye Müdürlüğü’nün işgalinde olan Pangaltı Harp
Okulu binası, Mondros Mütarekesi’nden sonra İngiliz Generali Wilson ta­
rafından boşaltılmış ve 13 Aralık 1918’de İngiliz kuvvetlsriyle işgal olun­
muştu. Diğer taraftan îstanbul Rumlarının istek ve ısrarları sonucunda
talimgahın işgal etiği Pendik ve Maltepe bölgesinin 24 saat içinde boşal­
tılması emredilmişti. Ancak verilen 24 saatlik zaman, 48 saate çıkarılmış
ve bu süre içinde boşaltma yapılmadığı takdirde her ne görülürse zorla
alınacağı, İtilâf Devletleri Başkomutanlığı’nca kesin olarak bildirilmişti.
Gerek Pangaltı Harp Okulu binasının ve gerek Pendik ve Maltepe
bölgesinin boşaltılmasının hedefi ve am.acı. talimgahın dağıtılması vo bu
suretle subay kaynağının kmuıtulması idii. Çaresizlik içinde Pangaltı’da
bulunan bina boşaltılmış ve burada bulunan Mekâtib-i Askerîye Müdür­
lüğü, Çengelköy’deki Kuleli Askeri Lisesi binasına taşınmıştı. Ancak ta­
limgah bölgesinin boşaltılması hemon olacak gibi değildi. 16 Aralık 1918
günü mevsimin kış olması nedeniyle birçok sıkıntılara katlanılarak Mal­
tepe ve Pendik bölgesi boşaltılmış; Bostancı, Erenköy ve Göztepe bölge­
sine gelinmişti. Verilen bu pok kısa zaman içinde yapılan taşınmada ta­
limgahın gösterdiği gayret, her türlü takdirin üstünde idi.
16 Mart 1920’de îstanbul, İtilâf Devletleri’nce işgal olunmuştu. İşgal
olunan birçok askerî kurumlar arasında, Halıcıoğlu’nda yeniden açılan
Harbiye Mektebi de, 1920 yılı Nisanı’nın ilk haftasmda işgal olunmuş vo
okul kapatılmıştı. Bu defa okulun basüması ve kapatılması konusunda
büyük rol oynayan şahıs, Anzavur’un kayınbiraderi M,ülâzım-ı Evvel
(Üsteğmen) Ali olmuştu. Kendisi bu sırada okulun Ağır Makineli Tüfek
Eölüğü’nde bulunmakta idi. Ali, okul eğitim heyetinin ve öğrencilerinin
Kuva-yi Millîyo ruhu taşıdıklarını vs Anadolu ruhu taşıdıklarını ve Ana­
dolu hareketini benimseyerek desteklediklerini, işgal kuwetleri komutan­
lığına jurnal etmişti. Esasen bu hain subay, eniştesi Ahmet Anzavur gibi,
işgal kuvvetleri komutanhğınm bir maşası idi. Onu böyle bir ihbar yap­
maya sovk edenler de İngiliz istiıhbaratmdan başka kimseler değüdi. (Ger­
çek amaç. Harp Okulu’nun tamamiyle dağıtılması idi. Yapılan ihbar üze-

[199] Harbiye Nezaretinin Ordu Dairesi; 1-D-34-219M Sayılı ve “Harpten Sonra


Mekâtib ve Müessesatı” başlığı altındciki emrin ilk fıkrası,

— 259 —
rine harelkete geçen îşgai Kuvvetlleri Komutanlığı, Harp Okulu öğrenci­
lerini izinli sayarak evlerine göndermişlerdi. Evlen İstanbul’da bulun­
mayan öğrencilor de Kuleli Askerî Lisesi’ne misafir olarak yerleştiril­
mişlerdi. Ancak bununla da yetinmeyen işgal Kuvvetleri Başkomutanlığı,
5 Temmuz 1920’de Çengelköy Kuleli Askerî Lisssi’nde toplanan bu Harp
Okulu öğrencilerini ve bu arada Kuleli Lisesi öğroncilerini Kağıthane’ye
naklettirerek Kuleli Lisesini Ermeni yetimhanesi olarak kullanmaya baş­
ladılar.
Kağıthane’ye taşınan bu öğrenciler, ordugâhta 25 günlük bir sefalet
hayatına tabi tutulmalarından sonra 1 Ağustos 1920’de, Eyüp’teki İplik­
haneye nakledilmişlerdi. Ancak Kuleli’nin öğrencileri harbiyelilerden ay­
rılarak Maçka Kışlası’na yerleştirilmişlerdi. Fakat henüz yerlerine alışa­
mamışlardı ki bu defa 26 Aralık 1920’de Boylerbeyi’ne taşınmışlar ve
bunların boşalttığı Maçka Kışlası’na da İplikhane’de bulunan harbiyeliler
getirilmişlerdi. Bu tarihte harbiyelilerin Maçka Kışlası’ndaki bu toplu­
luklarına “Zabitan Mektebi” adı verilmişti.
12 Eylül 1921’e kadar burada öğrenim j-^apümış ise de, burası da
tekrar itilâf kuvvetleri tarafından işgal olunmuştu. Zabitan Mektebi
(Harp Okulu), nihayet bu yıl içinde tamamiyle lâğvedilmişti.
Müterekeden sonra ve özellikle İstanbul’un işgaliyle beraber binbir
zorluk ve sıkmtüara sokulan Harp Okulu öğrencileri ile Kuleü ve Bursa
Askerî Lise öğrencileri, millî harekete katümak üzere Anadolu yollarına
düşmüşlerdi. Gerçekte İstanbul’daki askerî okullarda öğrenci kalmamıştı.
Harp Okulu ile diğer askerî okullar öğrencilerinin Anadolu’ya kaç­
maları çok isabetli ve faydalı olmuştu. Daha İzmir’in işgali (15 Mayıs
1919) ile beraber, Osmanlı Hükümeti ile Türk milleti arasında maddî ve
manevî derin bir uçurum belirmeye başlamıştı. Artık Osmanlı Hükûme-
ti’nin İstanbul’da kurduğu Zabitan Mektebi’nden ve Askerî Liselerden bir
fayda beklenemezdi. Harp Okulu çekirdek halinde ve bir talimgâh şek­
linde 1 Temmuz 1920’de Ankara’da Cöbeci’de Abidın Paşa Köşkü’nde ku­
rulmuştu. Burada açılan talimgâh, çeşitli sınıflar için zabit namzetleri ta-
limgâhı olmuştu. 250 kadar öğrencisi olan bu ilk çekirdek, yedek subay
adaylarıyla da takviye olunarak genişletilmiş ve bu talimgâhtan çıkanlar
cepheye koşmuşlardı.
Cebeci Talinugâhı üç devreye göre teşkil olunmuştu. Birinci devreyi
İstanbul Zabitan Mektebi (Harp Okulu) öğrencileri, ikinci devreyi lise­
lerin 3 ncü sımf (son sınıflar) öğrencileri ve üçüncü devreyi de liselerin
ikinci sınıf öğrencileri oluşturmuştu.

— 260 —
1 Temmuz 1920’de açılan talimgâh, ilk mezununu Ekim 1920’de ver­
mişti. İstiklâl Savaşı’nm sonuna kadar çalışmalarına devam eden bu ta­
limgâhtan yetişen genç 'Türk kahramanları, vatana olan borçlarını öde­
mek için canla başla çalışarak mücadoleye katılmışlar ve Harbiye adını
yükseltmişlerdi.
Talimgâh, yalnız piyade ve süvari subayı değil, topçu subayları da
yetiştirmişti. Topçular, 1921’de Konya’da açılan Topçu Zabit Namzetleri
Talimgâhı’na alınmışlar ve ilk mezunlarını 1 Ekim 1921’de verip cephe­
deki görevlere gönderilmişlerdi. Cebeci Talimgâhı’ndan mezun olanlar,
kıtalarında bir ay kadar çalıştıktan sonra, zabit vekili (asteğmen) rüt­
besine yükseltilmişlerdi. Cebeci Talimgahı üç piyade bölüğü, bir makineli
tüfek bölüğü ve bir süvari bölüğünden kurulmuştu. Taiimgâhın ilk komu­
tanı Piyade Yüzbaşı Rusuıhi, son komutanı da Binbaşı Cemal (Esmor) idi.
1 Nisan 1923’te Anlkara Talimgâhı, Harbiye Mektebi adım almış ve
27 Eylül 1923’te İstanibul’a gelerek Pangaltı’daki eski binasına yerleş­
mişti.
Harbiye, dokuz yıllık bir aradan sonra tekrar İstanbul’da subay ye­
tiştirmeye başladı.

f. Askerî Tıbbiye Okulu


1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıhnasından sonra oluşturulma­
ya başlanan düzenli ordu ile beraber Askerî Tıbbiye’nin açılmasına karar
verilmiş ve ordunun askerî doktor ihtiyacının karşılanması istenmişti.
Okulun adı Askerî Tıbbiye olmasına rağmen 1908 yılı 2 nci Meşru­
tiyet devrine kadar okulda askerî doktorlukla ügili ne bir derS, ne de
bir askerî eğitim gözönüne alınmıştı. Askerî Tıbbiye öğrencilerinin kim­
likleri asker olduğu halde okudukları dersler tamanüyle meslekî kalmıştı.
Bununla beraber okulu tamamlayan öğrencilerin orduya yüzbaşı rütbe­
siyle verilmeleri padişah iradesiyle kararlaştırılmıştı. Ancak orduya ka­
tılan doktor yüzbaşıların ordu hakkmda hiç bir bilgilerinin olmadığı za­
manla dikkati çekmişti. Bu nedenle Askerî Tıbbiyejd tamamlayan ve yüz­
başı olarak diploma alan öğrencilere askerî doktorluk hakkmda bir fikir
vermek amacıyla 1897 yılında Sarayburnu’nda kumlan Gülhane hasta­
nesinde staj yaptırılmak istenmiş, fakat bundan da olumlu ve yeterli bir
sonuç elde edilememişti. Öğrenciler askerlik ve sivillik arasında bocala­
mışlar, bu arada siyasetle de uğraşmaya girişmişlerdi. Öğrencile*rden bir
grup, Gülhane Hastanesi’nin açılmasmdan beş yıl önce 1892 yılında Os­
manlI Devleti’nin kaderinde büyük rol oynayan ve nihayet 2 nci Meşru­
tiyet’in hânını hazırlayan İttihat ve Terakki Cemiyoti’ni kurmuşlardı.

— 261 —
İkinci Meşrutiyct’in ilânına kadar Askerî Tıbbiye Okulu’nda askerlik
bakımından esaslı bir reform yapılmamıştı. Bu durum 1909 yılına kadar
aynı şekilde devam etmişti. Ancak Meşrutiyet idarecileri Askerî Tıbbiye
Okulu’nu bir askerî kimliğe sokma gereğini hissetmişlerdi. Verilen karar
gereğince Askerî Tıbbiye öğrencilerine askerî eğitim yönüncien olduğu
gibi, askerî tıp yönünden de bir ders proğramı uygulamayı ele almışlardı.
Bu amaçladır ki, Gülhane Askerî tıp proğramlarmda gereken çalışmalar
dikkate alınmıştı.
23 Şubat 1909’da Askerî Tıbbiye 0<kulu için çıkarılan bir talimatla
öğrenim Tıp Fakültesi’ne bağlanırken, okulun idaıesi Harbiye Nezareti
Suhlıiye (Sağlık) Dairesi’ne bağlanmıştı. [200] Bu aurum, askerî hekim­
liğin askerleştirilmesinin birinci basamağı olmuş ve Osmanlı İmparator-
luğu’nun yıkılmasına kadar devam etmişti.
Ülkücü öğrenci yetiştiren Askerî Tıibbiye, gerek 1911-1912 Osmanlı-
îtalyan, 1912-1913 Balkan ve gerek 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı bo­
yunca öğrenime kesintisiz devam etmiş ve ordunun ihtiyacı olan askerî
hekimleri yetiştirmişti. İstiklâl Savaşı süresince İstanbul’da kalan Askerî
Tıbbiye Okulu kaldırılmamışsa da askerî kimliğinden ayrılmıştı.

g. Askerî Veteriner Okulu


Ordunun askerî veteriner ihtiyacını karşılamak üzere, kurulan Aske­
rî Veteriner Okulu 1908 yılına kadar Harp Okulu’nun çatısı ve idaresi
altında bulunmakta idi. Meşrutiyet’in ilânına kadar Harp Okulu ve Askerî
Tıibbiye’nin himayesinde yaşayan bu okul, bağımsız kimliğine ancak Tıp
Fakültesi’nin kurulmasıyla kavuşmuştu, [201] 1910 yılına kadar Askerî
Tıbbiye’nin bir birimi halinde öğretime devam eden Askerî Baytar Mek­
tebi (Veteriner Okulu), ancak 1910 yılında bağımsız bir okul haline gel­
miş ve Haribiye Nezareti Veteriner Müfettişliği’ne bağlanmıştı. Okulun
kuruluşundan (1850) itibaren 60 yıl içinde bir olkulun idaresinden diğer
bir okulun idaresi altına devredilerek yaşaması, gelişmesini aksatmıştı.
Ancak 1910 yılında bağımsız bir duruma gelebilen okul ilk defa, Haydar­
paşa’da eski istasyon civarında bulunan Dar-ül eytam (Ycksullar Yurdu)
Yapıcı Mektebi binasına taşınarak öğretime başlanuştı. Okulun ilk mü­
dürü Albay Minas olmuşsa da kısa bir süre sonra bu makama Binbaşı
Nuri atanmıştı. 1910 yılında fakülte teşkilâtının yapılması sırasında Ve-
te»riner ve Tıbbiye Okullarının nasıl bir düzene göre idare edilmeleri ko-

[200] Düstur; II nci Tertip, c. ni, s. 89, No. 29, 10 Şubat 1325 tarihli Mektebi-
Tıbbıye-i Askeriye Talimat-ı Dâhiliyesi”.
[201] Bkz. Harbiye Nezareti Baytar Müfettiş-i Umumiliği külUyatmdan “Nevsal-i
Baytarı”.

— 262 —
nusu ortaya atılmıştı. Bu amaçla Ziraat Nezareti üyelerinin de katıldığı
ve Topçu Generali Haşan Paşa’nın başkanlığında toplanan komisyonda,
veteriner okullarının (askerî ve sivil) durumları incelenmiş ve tartışıl­
mıştı. Ziraat Nezareti üyeleri Askerî Veteriner Okulu’nun Mülkiye Ve­
teriner Okulu ile birleştirilmesini önermişlerdi. Bu durum karşısında As­
kerî Veteriner Okulu Müdürü Biribaşı Nuri, Askerî Veteriner Okulu’nun
ayrı bir okul halinde kalması konusunda direnmiş ve ileri sürdüğü inan­
dırıcı nedenlere Komisyon Başkanı Haşan Paşa da katılmıştı. Bu şeMlde
Ziraat Nezareti’nin önerisi reddedilmiş ve Askerî Veteriner Okulu bağım­
sız olarak kalmıştı. Okul, Selimiye Kışlası’nm yakmmda bulunan taş bi­
naya taşınmıştı. Burada okul, her türlü laboratuarlarla donatılmış ve
mesleği ilgilendiren dersler daha modern konular üzerinde durularak
plânlanmıştı. Okul dört sımf olarak düzenlenmiş ve İdarî personeli yanı-
sıra öğretmenleri veteriner sulbayların en bilgililerinden seçilmişlerdi.
Okulun dört yıllık öğrenimini başarı ile tamamlayan öğrenciler dok­
tor öğronciler gibi yüzbaşı rütbesiyle ordulara atanırlardı. Ancak birlik­
lere katılmadan önce “Tatbikat-ı Baytariye” (Veterinerlik Tatbikatı) adı
altında kurulan bir okulda staja tabi tutulurlardı.
Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşu’mn sonuna kadar bu şekilde
devam eden ve pek az değişiklikler gösteren Veteriner Okulu, orduya çok
değerli veteriner subaylar yetiştirmişti. İstiklâl Savaşı’nın başlaması üze­
rine İstanbul’da kalan okul, Anadolu mücadeelsino çok faydalı olmamışsa
da, bu tarihe kadar yetişmiş veteriner subaylar savaşa katılarak vatan
borçlarını yerine getirmişlerdir. Askerî Veteriner Okulu ile Tatbikat-ı
Baytariye Mektebi 16 Temmuz 1918’de kaldırılmış ve bu okullar Ticaret
ve Ziraat Nezareti’ne bağlanmışlardı. [202]

h. Erkân-ı Harbiye Mektebi (Harp Akademisi)


İlk defa “Mekteb-i Pünun-u Harbiye-i Şahane” olaralk adlandırılan
Harp Akademisi 20 Temmuz 1848’de İsıbanbııl’da Pangaltı Piyade ve Sü­
vari Harp Okulu’nda kurulmuştu. Bu yıl içinde Harp Okulu’ndan mezun
olan ve üstün başarı sağlayan beş öğrenci ile öğrenime başlamıştı. Rütbe­
leri hemen yüzbaşılığa yükseltilen bu öğrenciler, bir defaya mahsus olmak
üzere bir yıllık öğrenime tabi tutularak kurmay sulbay yapılmışlardı. 1849
yılında kurmay olan bu yüzbaşılar, kolağalığma da terfi ettirilmişlerdi.
Orduya verilmeyen bu kurmay subaylar, Mekteb-i Fünım^ Harbiye-i
Şahane’nin ilk öğretmen kadrolarını oluşturmak üzere okulda bırakılmış­
lardı.

[202] Düstur; II nci Tertip, c. XII, s. 685, No. 373; Vekiller Heyeti kararı.

— 263 —
1849 yılından itibaren Harp Akademisi iki sınıflı olarak oluşturulmuş
ve bu smıflar Harp Okulu’nun 3 ncü ve 4 noü smıfları olarak değerlen­
dirilmişlerdi. 1877 -1778 Osmanlı - Ruıs seferinden sonra üç sınıf olarak
öğretime başlanmış ve bu tarihe kadar Fransız teknik ve taktiğini uygu­
layan Harp Akademisi, daha sonra Alman teknik ve taktiğini uygula­
maya başlamıştı. Özellikle 1884’te, Ahnanyia’dan getirilen Kurmay Yar­
bay von Der Golç, Osmanlı Ordusu hizmetine alınmış ve kendisine askerî
okulların düzeltilmesi görevi verilmişti. Kurmay Yarbay von Der Golç’un
Harp Okulu ve özellikle Harp Akademisi’nin gelişmesi için aldığı tedbir­
ler büyük faydalar sağlamış ve Türk Kurmay subaylarmm yetiştirilme­
sinde başlıca etken olmuştu. Bu sırada yapılan ıslâhatla okul, askerî ve
teknik olmak üzere iki kısma ayrılmış ve 1898’den itibaren de, “Mekteb-i
Fünun-u Harbiye-i Şahane” ‘‘Erkân-ı Harbiye Namzet Smıfları” adıyla
anılmaya başlamıştı. Bu şekilde okulun üç smıfmı çok iyi derece ile ta­
mamlayan subaylara “Brkân-ı Harp” (kurmay) ve diğerlerine “mümtaz”
unvanı verilmişti. Bu yöntem İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar 60 yıl
devam etmiş ve bu zaman içinde ise, 613^ü erkân-ı harp ve 194’ü mümtaz
olmak üzere 807 yüksek öğrenimli subay yetiştirilmişti.
1 Ekim 1909’a kadar Harp Okulu’nun bir şubesi halinde bulunan okul,
24 Ekim 1909’da Harp Okulu topluluğundan ayrılarak, ayrı bir kimlik
almıştı. [203] Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanan bu sımflara “Erkân-ı
Harbiye Mektebi” adı verilmişti-
Çeşitli çalışmalardan sonra 1909 yılmm Ekim aymdan itibaren, Er-
kân-ı Harbiye Mektebi birinci sınıfına smavla öğrenci almmaya başla­
mıştı.
Erkân-ı Harbiye Mektebine girmek için teğmen veya üsteğmen ol­
mak şartı konmuştu. Ancak bu yıl için bir defaya mahsus olmak üzere
Erkân-ı harp (kurmay) ihtiyacmın karşılanması için 35 yaşına kadar
olan yüzbaşılardan faydalanılmış ve sınavlara girmelerine izin verilmişti.
Teğmen ve üsteğmen rütbesinde olan genç subayların Erkân-ı Har­
biye Mdktebi’ne kabul edilmeleri prensibi, yerinde bir karar olarak onay­
lanmıştı. Bu düşüncede hakim olan ana fikir, özellikle kurmay subayların
komutanlık görevleri alınıncaya kadar kurmay görevlerinin her kademe­
sinde yetişmeleri idi. Bu şekilde bir kurmay subay, general oluncaya ka­
dar uzun bir süre kurmaylık yapacaktı. Erkân-ı Harbiye Mektebi 1910,
1911, 1912, 1913, 1914 yıllarmda iki sınıf mezun etmişti. Bunlardan biri
1328 (1912) ve diğeri 1330 (1914) yılları mezunları idi. 1914 yih sonlarına

[203] Harp Akademileri Arşivi; Erkân-ı Harbiye Mektebine kabul için yarışma sı­
navlarına dahil olan subayların künye defteri.

— 264 —
doğru Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine ökul kapatılmıştı.
Bu şekilde Meşrutiyet devrinin yetiştirdiği 138 genç kurmay subayla
Birinci Dünya Savaşı’na girilmişti. Ancak Meşrutiyetten önce yetişen
kurmay subaylarla birlikte, bütün kurmay suıbayların mevcudu 290’ı geç­
miyordu. Bu miktar, Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla seferi duruma
geçen büyük oMunun ihtiyacına yetecek kadar değildi. Özellikle kurmay
görevlerinde çalıştırılacak küçük rütbeli kurmay subaylara çok ihtiyaç
vardı. Meşrutiyetten önce yetişmiş bulunan kurmay subayların çoğu
yarbay, albay ve general rütbelerine yükseilmişler'di . Bunlar daha çok
komuta mevkiilerinde bulunuyorlardı- Karargâhlarm kurmay ihtiyaç-
larmı kısmen olsun tamamlamak için, Erkân-ı Harbiye Mektebi’nin üç
sınıfını tamamlayıp da “Erkân-ı harp olamaz” sicili almayanlara ikinci
ve üçüncü sınıflara geçen subaylar, karargâhlara verilmişlerdi. Bu arada
“mümtaz” unvanı ile okuldan çıkmış olanlardan da faydalanılmıştı. Buna
rağmen kurmay sıkmtıısı giderilememişti.
Birinci Dünya Savaşı’nda verilen kurmay subay kayıplarından başka,
özellikle Arap ırkından olan kurmay subayların Arap asi kuvvetlerine
katılmaları ve bir kısım kıu-maylarla kurmay komutanların İstanbul’da
kalmaları yüzünden, İstiklâl Savaşı’nda pek az kurmay subayla giril­
mişti. Bu nedenlerle de kurmay subaya olan ihtiyaç büsbütün artmıştı.
İstiklâl Savaşı idarecileri. Meşrutiyet devrinde Erkân-ı Harbiye Mekte­
bi’ni tamamlayıp da “Erkân-ı harp olamaz” kaydıyia refüze edilen subay­
ları kurmay subay olarak göreve başlatmışlardı. Ayrıca Ehkân-ı Harbiye
Mektebi’ne devam etmiş, fakat okulu bitirememiş subaylar da kurmay
görevlerinde kullamlmışlardı. Burada bir nokta önemli idi. Meşrutiyet
devrinde yetiştirilen 1912 -1913 mezunu subaylar arasmda “Erkân-ı
harp olamaz” kaydıyia reddedilen subaylar, hiç de fena ve bilgisiz subay­
lar değülerdi. Yarıya yakm bir oranda reddedilen subaylann çoğu, ya
bir hiç yüzünden, ya da bir kapris uğruna feda edilmişlerdi. [204] Kur­
may olamaz denilen bu subaylar, istiklâl Savaşı’nda dinamik ve değerli
subaylar olduklarım göstermişlerdi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Erkân-ı Harbiye Mektebi, bir ara
(1919 yılında) Teşvikiye cami karşısında Şerif Paşa konağında açılarak
öğretime başlamıştı. Kurmay Albay Sedat (Korgeneral Sedat Doğruel)ın
müdürlüğü ve idaresinde başlayan bu öğretim, kısa sürmüş ve okul bura­
dan Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Bu yer değiştirmede amaç, okulun öğreti­
mini baltalamak ve okulu dağıtmaktı- Ancak bu sırada istiklâl Savaşı
devam etmekte olduğundan, öğrenci subaylar okulu terk ederek grup
grup Anadolu’ya kaçmaya başlamışlardı.

[204] Harp Aıkademileri Personel Şb. sİ Arşivi; Öğrenci subaylar künye defteri.

— 265 ~
Birinci Dünya Savaşı sonunda bir ara açılıp, kusa bir süre sonra ka­
panan Erkân-ı Harbiye Mökteıbi, ancak 1 Ekim 1923’te îstanbul’da yeni­
den eski Harbiye Nezareti bugünkü üniversite binasında “Mekteb-i Âli-i
Askerî” adıyla açılmış ve müdürlüğüne Kurmay Albay Kenan (Korgeneral
Kenan) verilmişti. 24 Mart 1924'te tekrar Yıldız sarayına taşınan okulun
adı 1927 jnimda “Harp Akademisi” olmuş ve komutanlığma Tuğgeneral
Basri atanmıştı.
Harp Akademisi zamanla teşkilâtını genişleterek bugünkü halini al­
mış ve “Harp Akademileri” (Kara, Deniz, Hava, Silâhlı Kuvvetler ve Millî
Güvenhk Akademileri) adıyla anılmaya bağlamıştır.

F. LOJİSTİK

1. Silâh, Mülıimmat, İDonatım, Gereç ve Araçların özellikleri ve


Gelişmeleri

a. Silâh ve Mühimmat
19 nou yüzyılm başlarına doğru savaş süâh ve araçlarmda dikkati
çökecek derece önemli gelişmeler başgöstermişti. Orta Avrupa devletleri
ve bu arada bazı Balkan Devletleri de modem sUâJhlanmaya doğru gitmek
üzere plânlar yapmaya ve hazırlanmaya başlamışlardı. Bu yüzyılm son­
larında seri ateşli tüfekler icat olunmuş ve adi ateşli toplar da tarihe ka­
rışmaya başlamıştı. Bütün Avrupa fabrikaları, seri ateşli hafif ve ağır
silâhlar üzerinde çalışmakta ve bunları geliştirmeye uğraşmaktaydılar.
(4eniş ölçüde denemeler yapılmakta idi. Bu sırada Osmanlı Ordularmm
elinde bulunan hafif ve ağır silâhlar, gerök ateş hızı, gerek menzil ve
gerek etki bakımdan düşük nitelikte idi. Dolayısıyla ordu, çıkması olası
bir savaşta düşman ordularmm kullanaoaklan silâhlara karşı koyabilecek
durumlarmı kaybetmek üzere bulunuyordu. Bu konuyu düşünen II. Abdül-
hamit, yaptırdığı incelemeler sonunda, yeni icat olunan hafif ve ağır seri
ateşli silâhlardan bir miktar satın almaya karar vermişti. Bu amaçla, ilk
defa değerh matematikçilerden Vidinli Tevfik Paşa’nm başkanlığında
kurduğu bir heyeti. Alman yapımı “mavzer” tüfeklerinden satın almak
üzere Almanya’ya göndermişti. Bu sırada Türk Ordusu’nda hizmet et -
me'kte bulunan von Der Golç Paşa ise, Albdülhamit’e sunduğu bir mektup­
ta, Kurmay Binbaşı Mahmut Şevket’i (Mahmut Şeıket Paşa) bu heyete
üye olarak tavsiye etmişti.
Yapılan anlaşma ile almacak tüfekler, 9,5 mm. çapmda ve 1877 mo­
deli tüfeklerdi. Ancak tüfek çaplarmm küçültülmesini silâh tekniğine
daha uygun gören Bnb. Mahmut Şevket, henüz deneme safhasında buiu-

— 266 —
nan 1903 modeli 7,65 mm. çapmdaki tüfekler padişaha öneri olarak sun­
muştu . Bu uyarmadan memnun kalan padişah, tüfek çaplarımn 7,65 mm.
olarak değiştirilmesini istemişti. Bu ana kadar 84.732 adet 18.7 model
tüfek yapılmış bulunmakta idi. Ancak bundan sonra yapılacak 643.672
adet tüfeğin 1903 modeli 7,65 mm- çapmda yapılmasına başlanmıştı. Bu
uyarma dolayısıyla da Bnb. Mahmut Şevket’in rütbesi yarbaylığa yük*
seltilmişti.
Zaman kaybetmeden Türk Ordusu’nun silâhlanması için II. Abdül-
hamit tarafından gösterilen anlayış ve gayret çok yerinde idi. Ancak alı­
nan bu yeni silâhların tamamen ve hızla orduya dağıtılması ve bunlarla
eğitime girişilmesi gerekliydi. Oysa bu yapüraamıştı. Silâhlar birliklere
dağıtılmayarak depolara konmuş ve sıkı bir muhafaza ve kontrol altına
alınmışlardı. Bu ise hiç bir şekilde modern bir silâhlanma demek değildi.
Padişah, silâhlı kuvvetlerden korkan vo ürken bir kişiydi. Nitekim
oldukça kuvvetli teslim aldığı donanmayı Haliçe bağlatmış ve çürüt­
müştü. Eğer kısa bir süre sonra İkinci Meşrutiyet ilân edilmemiş olsaydı,
eldeki savaş silâh ve araçları tamamiyle elden çıkacak ve bütün harcama­
lar bir hiç olacaktı.
Padişah, bir savaş halinde silâh depolannın kapılarını açmakla ve
silâhları kıtalara dağıtmakla işin çözümlenebileceğini sanmakta idi. [205]
Meşrutiyet ilân olunduğu zaman, ordunun elinde kullanılmakta olan
silâhlar tamamiyle adi ateşli silâhlardı. Pek az miktarda seri ateşli si­
lâhlar birliklere verilmiş bulunmakta idi. Piyade ve süvari sınıflarmm
hafif silâhları, 1874 modeli kuyruktan dolan Amerikan yapısı Hanri Mar­
tini tüfeği idi. 126 om- boyunda ve 11.43 mm. çapında idi. Tüfeğin orijinal
fişeğinin ağırlığı 49,2 gramdı. Zeytinlbumu Fişek Fabrikası’nm yaptığı
fişekler ise 45,2 gram'dı. Tüfeğin süngü ve kasaturaları vardı. Süngü ta­
kıldığı zamanlarda ağırhğı 4.4 kilogramdı. Kasatura takıldığı zamanlarda
ise ağırlığı 5 kilogram gelmekte idi. Süngüler üç köşeli bir şişti. Kasa­
turaları tüfekler genellikle avcı taburlarmın tüfekleri idi.
Süvari sınıfının da kullandığı bu tüfeklerden başka 11.3 mm. çapmda
Vincister karabinaları bu sınıfın başlıca tüfekleri idi.
Orduda piyade ile işbirliği yapan makineli tüfek teşkilâtı olmadığı
gilbi tüfek de yoktu. Bu cins silâhlar çoğunlukla gemilerde ve kıyı savun­
malarında kullanılmakta idi. Bunlar da Nordenfelt silâhlan olup, pek az
sayıda idiler. Genel olarak orduda bulunan eski model Hanri Martini ve
Vincisterlerin mevcudu 233 145 adet idi.

[205] 1897 Osmanlı-Yunan Harbi; Ankara 1965, s. 67.

— 267 —
Ağır silâh olarak kıülanılmakta olan topların büyük kısmı ise, adi
ateşli sahra ve dağ topları idi.
Meşrutiyet devrinin başlangıcından Birinci Dünya Savaşı’nın sonla­
larına kadar Türk Ordusu’na giren bütün topların genel toplamı, 3133
adet idi. Ancak cephane miktarı yet&r derecede değildi. Cephane sıkıntısı
Balkan ve özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda cereyan eden muharebeler­
de kendini göstermişti.
Hafif Silâhlar
Eski model 263145 tüfekle beraber ordunun bütün tüfek adedi
901 549 idi. Ancak cephane stokları pek azdı. Bunım tüfek başına 1000
mermiye çıkarılması isteniyordu.
Mevcut Amerikan Hanri Martini tüfeklerinden büyük kısmının 7,65
mm. çapına çevrilmelerine. Meşrutiyet’in ilânıyla başlanmış ve tek ateş
yapmak suretiyle de namluları değiştirilmişti. Bu nedenle 7.65 mm. ça­
pında mermi ihtiyacı fazlalaşmıştı. Bu ihtiyat mermi satın alınmasıyla
giderilememişti.
Yapılan eksiltme ve artırma ile satın ahnacaik cephanelerden
250 000 000 sivri uçlu muharebe fişeği üe 10 000 000 manevra fişeği Al­
manya’da Karlsrohe’de bulunan Dentsohe* Vafen und Münisyonis Fabri-
kası’na ve 50 000 000 sivri uçlu muharebe fişekleri ise Erhart ve Polne
Fabrikalarına ihale edilmişti. Üç ayrı fabrikada yapılacak muharebe fi­
şeklerinin satın alma şartları birbirlerinin aynı idi. Fabrikalara yapılan
anlaşmalar gereğinco satın alınacak cephane parasımn bütün tutarının
% 15’i sözleşmenin imza tarihinde peşin olarak ödenecekti. Cephanenin
bedeli 1 698 700 altın lira tutmakta idi ki bunun % 15’i 254 805 altın lira
oluyordu. Daha sonra ödenmesi gereken para, her ay 25 000 altın liralık
taksitler halinde düzenli olarak ödenecekti. Yalnız cephanelerin tam ola­
rak teslim alınmasından sonra geri kalacak borçlar için yılda % 6 faiz
yürütülmekle beraber aylık belirli taksitler de ödenecekti. Erhart ve
Polne Fabrikalarının aylık taksitleri her birine 4000 liradan 8000 lira
tutuyordu. Bu suretle her üç fabrikaya ödenecek aylık taksit miktarı
toplamı 33 000 altın lira olacaktı. Bütün ödemelerin dört yılda tamam­
lanacağı anlaşılmış ve Maliye Nezareti’nin bu yolda işlem yapması da
padişah tarafından emredilmişti. [206]
Piyade cephanesinin gerek memleket dışından sağlananlar ve* gerek
yerli askerî fabrikalarda yapılanlarla birlikte miktarı yüksek bir sevi­
yeye çıkarılmıştı. Nitekim bu miktar 1912 yılında 885 929 400 fişeğe ka-

[206] Başbakanlık Arşivi; Hazine EivTak No. 61; 9 Kasım 1324: (22 Kasım 1908)
tarih ve 3316 sayılı Vekiller Heyeti karan,

— 268 —
dar varmıştı. Bu seviye, yeter bir stok olmasına karşılık, topçu cephanesi
top başına hiç denecek derecede azdı. Özellikle 7,5 cm. lik çabuk ateşli
sahra ve dağ toplarının mermi mevcudu pek yetersizdi. Erhart Fabrika-
sı’nın verdiği fiyat fabrikaların verdiği fiyattan daha aşağı ve elverişli
görüldüğünden 277 700 altın lira karşılığında 167 000 adet şarapnel ve
tahrip danesinin alınma sözleşmesi imzalanmıştı. [207]
Ancak silâhlı kuvvetlerin teşkilâtı geliştikçe, gereksinimler fazlasıyla
kendini göstermeye başlamıştı. 3 Temmuz 1910’da kabul olunan diğer
bir kanun ile 1910, 1911 ve 1912 yılları için olağanüstü gider bütçesi,
yıllık normal bütçelere eklenmiş; normal Kara Kuvvetleri bütçelerine,
yılda 175 000 000 kuruşun harcanmasına izin verilmişti. [208] Kanuna
göre, 1910 yılında harcanmayan paralar 1911 yılında harcanacağı gibi,
1911 yılında harcanmayan paralar 1912 yılında harcanacaktı. Böyleco
tahsis olunan paralardan ordımun ihtiyacı olan silâh, mühimmat, araç
ve gereçlere harcanmaya başlanmıştı. Tahsisat yerinde kullanılmış ve
ordu eski halinden daha iyi bir duruma gelmişti.
1912 yılına kadar donatılan ordu ile 1911-1912 yılları içinde iki sa­
vaşa girmişti. Bunlardan Trablusgarp Savaşı ülkeyi ve orduyu Balkan
Savaşı devresi kadar sarsmamıştı. Trablusgarp ve Bingazi harekât alam,
donizaşırı bir bölge idi. Türk Donanması yapılması gereken her türlü
yardımı yapabilecek ve devam ettirebilecek bir güçte değildi. Yardım an­
cak kaçak olarak ve* pek az miktarda yapılabilmişti. Savaş, bölgede bulu­
nan barış kuvvetleri ve yerli kuvvet ve kaynaklarla idare- edilmişti.
Trablusgarp Savaşı başlamadan önce, bölgenin barış km veti de za­
yıflatılmış ve hatta buradaki kuvvetlerden bir kısmı Yemen ayaklanması
dolayısıyla Yemen’e gönderilmişti. Ağır silâh olarak Trablusgarp’ta an­
cak 12 ade-t 7,5/13 çaplı adi ateşli çelik dağ topu bulunmakta idi. Bu top­
ların da cephanesi pek azdı. Bir savaş haline karşı bölgedeki her bir topa
500 mermi gönderilmesi tasarlanmışsa da, gönderilen miktar 300 mermi­
den daha yukan çıkarılamamıştı. Fakat ayrıca Selânik tahkimatından
24 adet 8,7/24 çaplı mantelli top ve az sayıda cephane göndorilebilmişti.
Bu şekilde de Trablusgarp Savaşı’na katılan ağır silâhlarla cephane bun­
dan ibaret kalmıştı. [209]
Trablusgarp Savaşı’ndan sonra, Balkan Savaşı patlak vermişti. Bu
savaşta ise birçok silâh, cephane ve savaş malzemesi kaybedilmişti. Dev-

[207] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 70, 22 Kasım 1324 (5 Aralık 1908) ta­
rihli irade.
[208] Düstur; II nci tertip, c. II, s. 620, No. 138.
[209] Başbakanlık Arşivi; Haizine Evralc No. 15, 21 Recep 1326 (5 Ag^J-Stos 1324 =
18 Ağaıstos 1908) tarihli irade-i seniyye.

— 269 —
lötin büyük bir emek ve para sarfı ile donattığı ordusundan yalnız îşkod-
ra, Yanya, Selânik ve Edirne kalelerinde birçok silâh bırakmak zorunda
kalınmıştı. îşkodra’da bulunan çeşitli çapta 94 top ve 13 761 mermi, Yan-
ya’da 45, Selânik’te (Karaburun) 20, Edirne’de 430 top kaybedilmişti.
Çeşitli çapta adi ateşli toplar dışında, yalnız seri aieşli top olmak üzere
kaybedilen top sayısı 80 (44 adedi 7,5/30 çaplı Krup seri sahra, 18 adedi
15 cm. lik Krup seri obüs ve 18 adedi 10,5 cm. lik Krup sahra topu) idi.
Piyade tüfeği kaybı ise çok büyüktü. Bu kayıpla, her iki savaş da meyda­
na gelen sarsmtının derecesini göstermektedir.
1913 yılında yeniden yapılan teşkilât ile ordu, tekrar bir düzene so­
kulmak istenmiş ve büyük gayret ve emeklerle bir dereceye kadar bunda
başarı sağlanmıştı. Ancak 1914 yılı başında ve Birinci Dünya Savaşı’na
girmeden ordunun elinde kalan silâh miktarı göz önüne alındığında, kay­
bedilenlerin önemi daha iyi anlaşılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’na girmeden evvel ordu]arda bulunan silâh
miktarları şöyle idi :
1 nci Ordu’nun üçer tümenli beş kolordusunda (1 nci, 2 nci, 3 ncü,
4 ncü ve 5 nci Kolordular) 61 sahra, 25 dağ, 3 sahra obüs, 2 ağır obüs
ve 4 süvari bataryası olmak üzere 95 batarya, yani 380 top vardı.
2 nci Ordu’nun üçer tümenli iki kolordusunda (6 ncı ve 8 nci Ko­
lordular) 19 sahra, 12 dağ bataryası vardı ki, bu orduya bağlı bulunan
Bağımsız Hicaz Tümeni’nde 4 dağ bataryasıyla birlikte, batarya adedi
35 ve bütün top adedi 140 kadardı.
3 ncü Ordu’nun üçer tümenli üç kolordusunda (9 ncu, 10 ncu ve 11
nci Kolordular) ve bu orduya bağlı Süvari Tümeninde 17 sahra, 28 dağ,
5 süvari sahra ve 1 (15 cm. lik seri) sahra obüs bataryasıyla beraber 51
batarya, yani 204 adet top bulunmakta idi.
4 ncü Ordu’da bulunan ikişer tümenli iki kolorduda (12 nci ve 13
ncü Kolordular) 9 sahra ve 12 dağ bataryası vardı. Ayrıca Bağımsız
7 nci Yemen (San’a) Kolordusu’nda (39 ncu ve 40 ncı 'Tümenler) 1 sahra
ve 7 dağ bataryası bulunmakta idi. Asir’de bulunan tümende ise 4 dağ
bataryası bulunuyordu ki, bu suretle 4 ncü Ordu ve Bağım'sız 7 nci Ko­
lordu bölgesinde toplam olarak 33 batarya, yani 132 adet top bulunmakta
idi.
Bu duruma göre seyyar ordunun elinde çeşitli cins ve çapta olmak
üzere toplam 858 adet top vardı. Ayrıca Müstahkem Mevki ve kalelerde
(Çatalca, Çanakkale ve Karadeniz Boğazı, Edirne ve Erzurum) de 1912
adet top bulunmakta idi. Böylece ordunun bütün top mevcudu 2156 ad&t
toptan ibaretti.

— 270 ~
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu, hafif vc ağır silâh bakımın­
dan desteklenmiş ve bu suretle dört yıllık (1914-1918) mmhareibeler de­
vam ettirilebilmişti.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, 27 Ocak 1919’da
o zaman Harbiye Nazırı bulunan Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak),
General Milne’e yazdığı bir yazı ile Türk Ordusu’nun elinde 40 801 tüfek,
756 ma^kinalı tüfek ve 632 top bulundurulmasını teklif etmişti. Birçok
tartışmalardan sonra, 29 Mayıs 1919’da tüfek sayısı 40 878 olmuşsa da
makineli tüfek sayısı 240’a ve top sayısı 256’ya indirilmişti. [210] Bu
silâh kadrosundan sonra, ordunun elinde Birinci Dünya Savaşı’ndan geri
kalan hafif ve ağır silâhlarla cephanelerin İtilâf Orduları’na teslim edil­
mesi istenmişti. Bu şekilde İtilâf Ordularına birçok silâh ve cephane tes­
lim edilmişti. [211] Bu nedenle İstiklâl Savaşı’na girildiğinde ordunun
elinde bulunan silâh yeterli durumda değildi. Kullanılan silâhlar çok çe­
şitli idi. Bir örnek olarak İstiklâl Savaşı’nda kullanılan tüfeklerin 15
cins olduğunu ve bunlarm çoğunda süngü ve kasatura olmadığını söy­
leyebiliriz.
Genel olarak tüfekler, seri ateşli mavzer, anahtarlı mavzer, kasalı
mavzer, kasalı İngiliz, Rus, Japon, Fransız, Bulgar tüfelkleri. Yunan Gıra
tüfeği. Amerikan Vincister, Hanri Martini, Mnadd-1 Martin ve Romanya
tüfe'ği idi. Bunun gibi cephane de değişikti. Toplar da değişik ve az olduğu
gibi, bir bataryada bulunan dört toptan ikisi başka ikisi başka toplar
olarak kullanıldıkları da görülmüştü.
b. Donatım (Teçhizat)
(1) Er Donatımı
1911 yılında kabul olunan Teçhizat Nizamnamesi’yle bir erin dona­
tımı esaslı bir şekilde belirlenmiş ve böylece bu donatım, Birinci Dünya
Savaşı’nda kullanıldığı gibi İstiklâl Savaşı’nda da kullanılmuştı. Genel ola­
rak bir ere ayrılan donatımın başlıcaları : arka ç ın tası, ekmek torbası,
matara, palaska, süngülük ve küftüklük, portatif tahkim alotleri (portatif
kazma veya balta ve kürek), karavana, beylik, kilim, portatif çadır ve
10-12 ere bir adet olmak üzere çadır idi.

Arka çantası, içine erin çamaşırını, demirbaş erzakını (gereğinde


emirle tüketilen yedek yiyecek) ve yedek cephanesini koymak içindi. Bu
yedek cephane erin kütüklüğünde bulundurulan 90 mermiden başka, beş-
on mermiden ibaretti. Bu arka çantası yalnız piyade erlerine özeldi. Diğer

[210] Harbiye Nezareti Topçu Şubesinin 28 Nisan 1919 tarih ve 2076 sayılı yayını.
[211] Teslim olunan silâh ve cephanenin ayrıntıları için Bkz.: T. C. Gnkur. ATAŞE
Bşk., Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara, Gnkur Basım Evi, 1962.

— 271 —
GNCVİ
ATASBBfk.
■tttllAa»—t
sınıfların erlerine arka çantası verilmesi usul değilcii. Piyade erlerine ve­
rilen arka çantaları üzerine yağmurluk (kaput), portatif çadır ve beylik
bağlanır ve sırtta taşınırdı. Karavana çantanın üstüne kayışla bağlanırdı.
Her manga için bir kara;vana bulunduruldu.
Genel olarak boş arka çantasının ağırlığı 1330 gr. idi. Çantaya bağ­
lanan yağmurluk 3625 gr., kilim 1450 gT., portatif çadır 1193 gr., portatif
çadır kazık, direk ve torbası 0450 gr., karavana ise 2 kg. kadardı.
Ekmek torbası içine ekmek vs. yiyecek maddeleri konan bir er do­
natımı idi. Palaska kuşanmadan önce takılır ve sağ kalça üzerinde bulun­
durulurdu. Matara ekm.ek torbasında bulunan bir halkaya bir kanca ile
bağlanırdı. Palaskaya her biri üç fişeklikli iki kütüklük ile bir süngülük
takılırdı. Pler fişeklik üç bağ (15 adet) mormi alacak büyüklükte idi ki,
altı fişekliğin alma kabiliyeti 90 mermi idi. Kütüklüklerde cephane bu­
lundurulmaması için tahtadan yapılmış “fişeklik safrası” kabul edilmiş­
ti. [212] Süâh, cephane, istihkâm aletleri ve yedek erzak hariç ohnak
üzere er arka çantasının dolu olarak ağırlığı 22 kilo'gramd).

(2) Subay Donatımı ve Eşyası


Çeşitli sınıflara mensup general, üstsubay ve subayların bir sefer ha­
linde üzerlerinde ve ağırlıklarda taşınmasına izin verilen eşya ve dona­
tımı ise şöyle idi :
Asteğm.onden yüzibaşıya kadar olan subaylar için azamî 10 kğ çeken
bir manevra sandığını beraberlerinde bulundurıüması kabul edilmişti.
Manevra sandığı 70 cm boyunda, 40 cm eninde ve 30 cm derinliğinde idi.
(Genel olarak manevma sandığmda taşınacak eşya, iki kışlık fanila, dört
yazlık fanila veya gömlek, üç don, iki frenk gömleği veya mintan, iki
gecelik (entari) altı çorap, altı mendil, üç havlu, iki ceket ve pantolon,
iki çift dolak, iki kalpak, iki çizme, getrle birlikte fotin, bir elbise fırçası,
bir diş fırçası veya misvak, bir ustura, bir ayna, iğne iplik, iki madenî
taibak, çatahkaşık ve bıçak, bir sabun, mum ve portatif fenerdi. Eşyanın
subaylar için 50 kiloyu geçmemesi nizamnamenin gereği idi. Binbaşılar
için taşınacak eşya ağırlığı 100, yarbay ve albaylar için 150 kilogramdı.
Tugay komutanı yarbay ve albaylarla mirlivalar (tuğgeneraller) için 200
kg., tümen komutanı mirliva (tuğgeneral) ve feriklerin (tümgenoral) be­
raberlerinde bulundurâbüecekleri eşya ağırlığı ise 250 kg kadardı.
Subaylara eşyanın taşınması için ayrılan yük hayvanı miktarı ya­
rım, üstsubaylara bir ve generaller© ise üç yük hayvanı idi.

[212] Ordu Emirnamesi; No. 7, (28 Nisan 1330), s. 139,

— 272 —
Subayların üzerinde ise, piyade teğmenleri için bir arka çantası esas
olmakla beraber, her subaya bir harita çantası, bir tabanca, bir dürbün,
bir matara ve bir düdük taşımaları kuraldı.
Subayların bir portatif karyolası ile battaniye, yastık ve yatağımn
su geçme«z ve çadır bezinden yapılmış bir kılıf içine konması kabul edil­
mişti. Bu yatak hurcunun ağırlığı 13,5 kg. kadardı. Hurcun üzerine su­
bayın isminin yazılması usuldendi.
c. Sancaklar
Csmanlı hanedanının Türk gücüne dayanarak kurduğu büyük Os­
manlI İmparatorluğu’nun tarihe karışmasına kadar, Türk Milleti’ne dev­
rettiği birçok sancak vardır.
Genel olarak piyade, süvari ve topçu alaylarına verilen bu sancaklar,
özellikle 1877-1878 OsmanÜHRus Savaşımdan sonra, savaş ve barışta bir
kadro ilo bağlanmış subaylar tarafından taşınmaya başlanmış ve sancak­
lara daha çok değer verUmişti. Alay sancakları alayların birinci tabur­
larının birinci bölüklerinin korunmasına verilmişti. Bu durum ikinci Meş­
rutiyet’in ilâmndan sonra da devam etmişti. Ancak meşrutiyet dönemin­
de başlayan ordu teşkilâtı ve girişilen geniş ölçüdeki azaltma dolayısıyla
subay ihtiyacı artmıştı. Subay tasarrufunu sağlamak amacıyla sancakla­
rın Almanya’da olduğu gibi çavuşlar tarafından taşınması uygun görül­
müş ve bu konu için padişahın da iradesi alınmıştı. [213]
İkinci Meşrutiyet’ten önce padişahla beraber herhangi bir selâmlık­
ta veya bir toplulukta bulunanlar padişahı Türk sancağından daha üstün
bir varhk kabul ettiklorinden sancağı selâmlamazlardı. Fakat Meşrutiyet’
ten sonra bu konu Padişah Mehmet Reşat’a kabul ettirilmiş ve alınan
bir irade ile düzeltilmişti. Alınan iradeye göre, padişahla birlikte gidildiği
zaman dahi bütün general, üstsubay ve subayların sancakları el ile selâm­
lamaları omredilmiş ve dolayısıyla orduyu temsü eden sancak jdiceltil-
mişti. [214] Bununla da kalınmamış, sancağın şan ve şerefini yükselt­
mek ve gereğinde onun uğruna ölmeyi göze almak için, alaylara giren
her askerin bu sancak altında ant içmesinin bir vatan ve millet borcu
olduğu kabul ettirilmişti. Bu şekilde sancaklar, büjnik törenlerde alay­
lara verilirken, ant içmeler de gelenek olmuştu. [215]
Bu sancaklar, İstiklâl Savaşı’nda da kullanılmış ve ancak Cumhuriyet
devrinde bir kanım ile şeklinde 'değişiklik yapılmıştı.

[213] Başbakanlık Arşivi; Hazine Evrak No. 24, 28 Şubat 1325, (13 Mart 1909) ta­
rihli özel irade-'i seniyye.
[214] Ordu Emirnamesi; No. 1, (1 Mart 1330), s. 12.
[215] Ordu Emirnamesi; No. 22, (15 Kanunuevvel 1331), s. 378.

— 273 —
d. Ta§ıt Araçları
ikinci Meşrutiyet’in ilânından önce olduğu gilbi, bundan sonra gelen
buhranlı devreler içinde de ordunun her türlü yiyecek, yakacak eşya, do­
natımcı, gereç ve cephanesinin taşınması için kullanılan ve teşkilâta bağ­
lanan araçlar yüksek kapasitede olmayan bir takım araçlardan ibareitti.
Her ne kadar Balkan Savaşı’ndan sonra ve özellikle Birinci Dünya Savaşı
sırasında Almanlar tarafmdan yapılan yardımlara orduya bir miktar
moıtorlu araç katılmışsa da, ordu taşıma araçlarmın çoğunluğunu hayvanlı
araçlar oluşturmakta idi, Genc'i olarak bunlar, bir çift özükle çekilen iki
tekerlekli kağnılar, tek atla çekilen iki teikerlekli arabalar, bir çift öküz,
manda veya atla çekilen dört tekerlekli arabalarla tek at, katır, merkep
ve develerdi.
Beş veya on ton gücünde birçok kollardan kurulu katarlar, tümen ve
kolordular erzak ve cep'hane kol ve katarlarını oluşturuyordu. Bunlar
kural olarak çift beygirli ve dört tekerlekli arabalarla yük hayvanlan
ve deve köllarmdan ibaretti. Menzil kollan ise, daha çok develerle öküz
ve manda araba kollan idi. Ancak merkep, yük hayvanı ve tek atlı araba­
larla kağnılar da menzil kollarmı destekleyen araçlardı.
Piyade, makinalı tüfek ve dağ topçusu gibi yaya ve hayvanlı kıta­
ların ağırhklan yük hayvanlarından kurulmakta idi. Sahra topçusu ve
buna benzer atlı kıtalara dört tekerlekli at arabaları verilmesi kuraldı.
En iyi ve randımanlı araçlar motorlu araçlar olmasına rağmen ülke
elverişli yollardan yoksundu. Bu sebeple gerek Balkan ve gerek Birinci
Dünya Savaşı ve istiklâl Savaşı’nda halkın elinde bulunan yerli her cins
ve türde araçlardan faydalanılmıştı. Bu arada Anadolu’nun en ilkel aracı
olan kağnılardan da faydalam'imıştı- Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas
(Doğu) Cephesi’yle Filistin Cephesi’nde insandan da faydalanılmış ve
bu amaçla hamal kollan da oluşturulmuştu. Pek sınırlı yetenek gösteren
bu kollar özel amaçla kullanılmışlardı.

2. İlmal ve Geri Hizmet


a. ikmal Maddelerinin Belirlenmesi, Elde Edilmesi, Depolama ve
Dağıtmu

Asırlarca Avrupa Asya ve Afrika kıtalarına hakim olan Türk Silâhlı


Kuvvetleri başan ve zaferlerini, askerlik sanatlarının olumlu birçok fak­
törleriyle birlikte, başta gelen ikmal sistemlerinde gösterdikleri yeter­
lilik ve pratik uygulamalarla kazanmışlardı. Devlet yönetiminde meydana
gelen olumsuz gelişmeler Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni de olumsuz etkilemiş
millet ve ülke ve dolayısıyla silâhlı kuvvetler de ihmale uğramıştı. Mem­

— 274 —
leketin her türlü servet kakmakları zevk ve sefaya dalan bazı padişahlar
(Başkomutan) ve başkomutan vekiüeri durummıda bulunan bazı sadra­
zamlar ve vezirler elinde eritilmişti. Bu durum İkinci Viyana kuşatmasm-
dan sonra başlayan ve birbirini kovalayan bitmez felâketleri hazırlamıştı.
Bu felâketler sonucudur ki silahlı kuvvetler, çeşitli yoksulluklarla başbaşa
kalmıştı. Bu tutum 1908 yılına kadar devam etmişti. İkinci Meşrutiyet’in
ilânıyla beraber devletin kalkındırılması için çare ve tedbirler aramaya
ve alınmaya başlanmıştı. Bunun ise kısa bir zaman içinde yapılabileceği
samlmıştı. Devletin hemen her alanında yeniden kalkınmaya girişilmiş,
özellikle Türk Silâhlı Kuvvetleri üzerine eğilinmişti. Bu itibarla Balkan
Savaşı’na girmeden önce, Osmanlı Genelkurmayı, ilk iş olarak Alman
büyük sevk ve idare esaslarına göre hazırladığı savaş harekâtı projeleri­
nin bir tamamlayıciisı olan ikmal (lojistik) sistemin düzenlenmesine de
başlamıştı. Bu amaçla birçok tüzük, emir, cetvel ve hesaplar yapılmıştı-
Ancak 1908’den Balkan Savaşı’nın başladığı 1912 yılma kadar devam
eden bu çalışma devresi içinde yapılan işler ülke olanaklarıyla orantılı
olmayan. Alman talimname ve tüzüklerini Türkçeye çevirmekten ibaret
kalmıştı. Millî bünyeye uymayan bu modern esasla-^a dayanılarak yapılan
türlü hazırlıklar, ülke ve ordu için bir özenti olmaktan daha ileri gideme­
mişti.
Kabul edilen esaslara göre, ordu, kolordu, tümen ve bağımsız kıta­
ların lojistik desteği için geri bölgelerde m er zil roktaları, tesisleri ve
hatları plânlanmıştı. Ordu, kolordu ve tümenler de birço^k erzak ve cep­
hane kollarıyla ve diğer gerekli destek tesisleriyle donatılmışlardı. An­
cak bunların hemen hepsj kâğıt üzerinde kalmış şeylerdi. Bundan dolayı
Balkan Savaşı seferberliğinde ve harekâtında bu plânların hiç biri işle­
memiş meydana getirilebilenler de bilgisizlik yüzünden işletilememişlerdi.
Kâğıt üzerinde hazırlanarak uygulanmak istenen harekât projesinin lo­
jistik plânları da teoride kalmıştı.
Balkan Savaşı’ndaki çabük yenilgi, geri hizmetlerinin işletilmesi için
çekirdek halinde kurulan teşkilâtı da karmakarışık bir hale sokmuş ve
bütün ordunun geri hizmet işlerini altüst etmişti. Başkomutanlık Karar-
gâhı’nda bulunan Menzil Müfettişliği, şube ve kadrolarıyla birlikte ne
yapacağını bilmez bir duruma düşmüştü. Birlikler kendi başlarına ve türlü
ihtiyaçlarını sağlamak için inisiyatiflerini kullanmak zorunda bırakılmış­
lardı. Cîeri hizmet işlerinin yapılmasının bilinmemesi ve kavranmamış bir
teşkilâtla işe girişilmesinden savaşın acı sonu ve kaderi değiştirilmemişti.
Seferberliğin ilân edildiği tarihte menzil nokta komutanlığı görevlerini
alan subaylar, atandıkları menzil noktalarında ne yapacaklarını bilmi­
yorlardı. Menzil kelimesini sözlük anlamıyla yorumluyorlardı. Bundan
dolayı Çatalca Muharebelerinin başlamasına kadar ordunun geri hizmet

— 275 —
faaliyetleri bağımsız faaliyetler ve gyretlerie çözümlenmeye çalışmıştı.
Ordu, Balkan Savaşı’nda 15 yıl öncesi 1897 Osmanlı - Yunan Savaşı’ndaki
yeterliliği bile gösterememişti. Smır muhareibeleriyle Çatalca ve Dömeke
Muharebeleri sırasında Yenişehir, bir ikmal meı^kezi halinde bulundurul­
muş ve her biblik mevcut araçlanyla buradan ikmalini rahatlıkla yapabil­
mişti- Balkan Savaşı’nda ise, bu kadar basit bir şey dahj yapılamamıştı.
Her ne kadar birliklerin yanında muharebe ağırlıkları ve büyük ağırlıklar
mevcutsa da, plânsızlık içinde muharebeye giren birlikler özellikle muha­
rebelerin çabuk gelişmesi karşısmda, bu ağırlıklannın tümünü kaybet­
mişlerdi. Gerek Şark (Doğu) Ordusu ve gerek Garp (Batı) Ordusu Cep­
helerinde esaslı bir ikmal merkezi kurulamamıştı.
Cîeri bölgelerde olduğu gibi harekât alanlarında da, bir elden ve an­
laşmalı bir geri hizmet çalışması görülmemişti. Her birlik kendi özel
faaliyeti ile kendini idare etmek zorunluğunu duymuştu. Nitekim Şark
(Doğu) Ordusu’nun doğu kanadında beliren yiyecek sıkıntısını düzenlemek
üzere. Başkomutanlık Vekâleti Karargâhı’ndan kurmay stajeri Manas-
tır’lı Kâzım’a (General Kâzım DÎRÎK) 28 Ekim 1912 günü verilen tali­
matta kısaca şöyle deniyordu. : “Ne yaparsan yap, yiyecek bul.” Bu “ne
yaparsan yap” emri Başkomutanlık Vekâleti Karargâhı’nm şaşırmış bir
durumda bulunduğunu göstermekte ve daha barıştan itibaren hazırlan­
mış plânların pratik olmadığım göstermekte idi. Yiyecek sağlamak ama­
cıyla 28 Ekim 1912’de Istranca’ya gönderilen Yüzbaşı Kâzım, burada 3ü-
yecek kaynaklarını incelemiş ve bulabildiği 60 ton kadar yiyecek mad­
desinin sahiplerini razı ederek 30 Ekim 1912’de dönmüştü. Bu sırada
Saray kasabasında Mevki Komutanı görevi ile bulunan Kurmay Yüzibaşı
Rüştü (Filibeli General Rüştü AKIN)’nün gayretleriyle de bir miktar
yiyecek maddesi toplanabilmişti. Buna karşılık ikmal ve geri hizmet teşki-
lâtınm yürütülmesinden ve her türlü ikmal maddelerinin sağlanmasından
sorumlu ve görevli bulunan Menzil Genel müfettişi Hıfzı Paşa ise bir şey
yapamamış ve iş görememişti. Vize ve Çer*keıskiöy Menzil Müfettişleri de
ne yapacaklarını bilmez bir durumda kuru birer kadrodan ibaret bulunu­
yorlardı.
Savaşın başlamasından orduların Çatalca mevziine çekilip yerleş­
melerine kadar büyük bir karışıklık ve sefalet devam etmişti. Bu ön dev­
rede birçok erler sırf yiyecek bulabilmek için köylere dağılmı.şlardı.
Yiyecek bulabilenlerin bir kısmı tekrar birliklerine dönmüşler, bulama­
yanlar ise, firar halinde kalmışlardı. Bu da ordunun maddî ve manevî
gücünü zedelemişti. Bu koşullar içinde yapılan muharebelerde, ordunun
sağlık durumu da sarsılmıştı- Bulaşıcı hastalıklar orduyu etkilemeye ve
yok etmeye başlamıştı. Kısa bir zaman içinde hastalııklardan verilen ka­
yıplar, muharebelerds verilen kayıplardan üstün bir duruma gelmişti.

— 276 —
ölenler kurtulmuş, yaralananlar ise, güya açılan sargı yerlerinde can ver­
mişlerdi. Esasen hiç bir subay ve er, en azından sargı yerlerinin nerelerde
açıldıklarını bile bilmiyorlardı. Herkes başmm çaresine düşmüş durumda
İdi. Sabit ve seyyar hastanelerin nerelerde olduklarını bilen kıta yoktu.
Yaralı ve hastalar yollara düşmüş ve her birinin yanına hasta ve yaralıya
yardım etmek bahanesiyle sağlam birkaç er de katılmıştı. Demiryolu is­
tasyonlarına akın yapan bu askerler, vagonlar üstünde ve basamaklarda
îstanbura gelmişlerdi. Fakat ortada görülen bu keşmekeşe karşılık,
Genelkurmay’ca kabul edilmiş bulunan 1911 (1327) basımh Menzil Hide-
mâtı (Hizmetleri) Nizamnamesi vardı. Buna göre uygulanması mümkün
olmayan plânlar da vardı.
Balkan Savaşı’nda kuüanihnak istenen 1327 (1911) basımh Menzil
Hidemâtı Nizamnamesi’nin esasları. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Sa-
vaşı’nda da esas kurallar olarak uygulanmıştı. Nizamnamenin esasları
genel olarak üç bölgede yürütülmüştü. Bu bölgeler; ordu harekât, men­
zil ve memleket içi bölgeleri idi.

b. Karargâhlar ve Geri Hizmet Teşkilâtı


Her ordu karargâhında pek karışık olan geri hizmetlerini yürütmek­
ten sorumlu bir kurmay subay bulundurulmuştu- Bu subay, ordu kurmay
başkanının ve ordu komutanının genel emirlerine göre geri hizmetlerin
işleyişini belirler ve idare ederdi. Bu suretle kurmay başkanı ve ordu ko-
mutanmı ayrmtılarla uğraşmaktan kurtarırdı. Kolordu komutanlarına
tebliğ edilecek otan emirlerden başkasmı ordu komutam emriyle birlikle­
re yaymlardı.
Ordu menzil ikmal şubesi, bu kurmay subaym esaslı bir şubesi idi.
Bu şube, ordu bölgesinde demiryolu, disiplin, bina ve yol yapımı, harita
ikmali, er ikmali ve depo alayları hizmetleriyle uğraşırdı. Kolordulara ve
menzil müfettişlerine verilecek geri hizmet emirlerini düzenler, hazırlar
ve uygulanmasını takip ederdi. Ordu kurmay yarbaşkanınm gözetimi al­
tında geri hizmetlerini ayrıca birer şube halinde işleten hizmet amirleri
vardı. Bunlar, piyade, süvari, makinalı tüfek, topçu istihkâm, muhaibere,
otomobil levazım, sıhhiye, veteriner, personel, ulaştırma idi. Bu şubeler
arasında görevlerin pek itinalı bir şekilde bölünmesi esastı. Örneğin;
topçu şubesinin ikmali ile görevli bulunduğu fennî topçu gereçlerinin le­
vazıma yükletilmemesi; piyadeye ait silâh, cephane ve el bombaları gibi
işlerin topçuya verilmemesi gibi konulara dikkat ederdi.

— 277 —
Koloı^du karargâilılannda fcuımay başkanları bizzat geri hizmetle­
riyle uğraşırlardı. Kolordu karargâhlarında ayrıca ikmal şubeleriyle iş­
birliği halinde çalışmak üzere çeşitli smıflarm geri hizmet amirleri bulun­
durulmakta idi.
Tümen karargâhlarında ise, tümen kurmay başkanları geri hizmet­
lerinin yürütülmesinden bizzat sorumlu idiler. Yalnız bu hizmetlerin yü­
rütülmesi için basit bir personel kadrosu bulund'urulmakta idi. Örneğin
piyade, makinalı tüfek, süvari, topçu, istihkâm, muhabere, otomobil,
ulaştırma ve uçak hizmetleri, bir kurmay subayın idare ettiği 1 nci Şu­
belerde (Harekât Şulbesi ) toplanmıştı*

c. Geri Hizmet Uğraşlarını Yürütme Organları


Ordu, doğrudan doğruya bir ikmal kademesi değildi. Ancak çok
miktarda topçusu mevcut bulunduğu hallerde ve ağır topçu cephane kol-
larınm kolordulara bölünmesi uygun görülmediği zamanlarda, cephane
miktarlarının azlığı halinde sarfiyatm bir elden idare edilebilmesi için
ordu cephane depolan ordularoa açılırdı.
Buna karşılık kolordular esas ikmal kademeleri geri hizmetlerin yo­
ğunlaştığı birer karargâh olarak kabul edilmişti. Kolorduların nizamna­
melerde belirtilen erzak ve cephaneleri, bu amaç için hazırlanan kol ve
katarlarla taşmırdı. Bu kolordulara erzak ve cephane kollan denirdi. Her
kolorduda kolordunun bir günlük ekmeği hazırlamaya yeterli bir ekmekçi
kolu bulundurulurdu. Kolordularm gereğinde en az bir kaç su geçidinden
geçebilmesini sağlayabilecek güçte köprücü takımları bulundurulmasi
kuraldı. Her kolorduya seyyar hastaneler, hayvan hastaneleri ve kolor­
dularm hayvan eksiğini tamamlamak üzere hayvan depolan bulundurul­
ması bir zorunluktu. Kolordular istihkâm aleitleri ve muhabere gereçleri­
ni taşıyan kollardan başka etlik hayvan (mevaşi) depolan sürüler halin'
de verilirdi. Nihayet kolordular, sahra jandarma müfrezeleri ve sahra
postaneleriyle desteklenirdi.
Tümenlerde ise, nizamnamelerle belirtilen maddeleri taşımaya özel
olmak üzere kıtaların muharebe ve büyük ağırlıklan vardı. Cephane taşı­
mak için kullanılan araçlara, cephane kademeleri ve daha üst kademele­
rine hafif cephane kollan denirdi. Bu son kollar piyade, topçu ve istih­
kâm gibi sınıflarda bulunurdu. Ayrıca erler üzerinde taşınan belirli bir
kısım hafif silâh piyade ve cephanesi, demirbaş erzak, sargı paketleri,
sıhhiye çantaları ve tezkereleri hayvanlar üzerinde yedek (demirbaş)
yem, nal ve mıh bulundurulması kural idi*

~ 278 —
Tümenlerde bîr sabra postası bulundurulmamıştı. Tümende bulundu­
rulan posta memuru, yanında bulundurduğu bir posta çantasıyla posta
görevini yapardı. Postanın taşınması içm posta memuru emrine bir ara­
ba verilirdi.
Tümenler, ancak özel taktik görevler almaları halinde ayrıca kolor­
du erzak ve cephane kollarından destelkleniyordu.

d. Ordu Harekât Bölgelerinde Geri Hizmetlerin Yapılışı ; '


Genel olarak her kıtanın, geçirdiği günün olaylarını ve kendisine
gerekli olan ikmal maddelerini ve bunlardan ne kadarını kendi araçla­
rıyla o gün tamamlamak zorunda olduğunu, tahliye edilecek (geri alına­
cak veya boşaltılacak) canlı ve cansız maddeler için ne kadar yardıma
ihtiyacı olduğunu tümene ve nihayet kolorduya bildirmesi kuraldı. Bu
bilgiler üzerine, tümen, kolordu ve ordu kurmayları, ertesi günkü hare­
kât amaçlarını da düşünerek ikmal ve tahliyeyi gerektiren emir ve plân­
larını düzenler ve alt kademelere bildirirlerdi. Kural olarak muharip bir­
liklerin beraber taşıdıkları belirli demirbaş yem ve erzak; büyük ağırlık­
taki günlük yiyecek, içecek, sıhhî malzeme aletleri ile tüfek ve top ba­
şına ayrılan cephane, muharip birliklerin subay, er ve hayvan mevcut-
larınm daima tamam olarak konmması gözîönünde bulundurulurdu. Er­
zak, cephane diğer ikmal maddeleri, kural olarak her kolordu gerisinde
bir veya birkaç kolorduya birer hesabıyla tesis olunan menzil depo am­
barlarından ordu komutanının emir ve talimatına göre ikmal olunurdu.
Her kolordunun tahliyeyi kendi gerisinde ve menzil bölıgesinin son
noktasında kurulan insan ve hayvan hastanelerine, esir kamplarma, ordu
komutanının talimatına göre yapması esastı.
Ordu komutanları, ordu sahra postanesi, ya menzilde veya menzil­
den ayrı bir yerde kurardı. Kolordular kendi araçlarıyla ordu komutam-
nm talimatına göre postaneden resmî ve resmî olmayan evrakı ve her
türlü kolüeri alırlardı.
Her kolordu, ordu tarafmdan kendisine ayrılan geri bölgeyi tümen­
leri arasında böler ve sınıflarını belli ederdi. Yollar üzerinde kolordu
sahra jandarması bulundurulurdu. Bunlar muharip birliklere gelen er
kafilelerini menzil noktalarına teslim ederlerdi. İkmal erleri buralardan
menzil noktalarına teslim olunurlardı.
Menzilden ve anavatandan gelerek orduca kolordulara dağıtılan su­
baylar da kolordularm araçlarıyla menzil noktalarından alınarak atan­
dıkları birliklere ulaştırılırlardı.

— 279
Kolordular ve muharip birlikler araçlarının menzil sınıflarından da­
ha ileri hiç bir sdbeple gitmelerine izin verilmezdi.
Muharip kıtaların her türlü, ihtiyaçları, kolordular kol ve katarla­
rıyla menzil noktalarından alınarak tümenıler gerilerine kadar sevk olu­
nurdu. Buralarda çalışan geçici erzak, cephane ve malzeme dağıtma mer­
kezleri araçlarıyla tümenler ikmallerini yaparlardı. Tümenler tarafmdan
kolordu bölgelerine getirilen hasta ve yaralılar, esirler işe yaramaz hale
gelmiş veya harap olmuş, silâh, araç ve gereçler, kolordular tarafından
teslim almarak boş kollarla geriye gönderilirdi.
Tümenler, karargâh kadrolarının basit olmasına ve muharebe gö­
revleri gerilerle pek uğraşmaya elverişli olmamasına rağmen kıta ihti­
yaçlarının zamanında sağlanmasından sorumlu tutulurlardı. Ellerindeki
belirli erzak, cephane ve malzemeyi sarf ederken, kolorduların kendi ya­
kınlanma kadar getirdiği kaynaklardan, boşalan araçlarını doldururlardı.
Ancak bazen tümen araçlarının bir kısmı bulundukları bölgelerden yap­
tıkları satın alma ilo yiyecek maddelerini sağlarlardı. Genel olarak bir
tümenin elindeki araçlar, kendisinden yarım günlük bir yürüyüş mesa­
fesinden (12,5 km.) daha fazla bir mesafeye göndeıilmezlerdi. Muhare­
be ağırlıkları, hafif cephane kolları ve cephane kademeleri ise, muharip
kıtaların birer parçaları idi. Bunlar her zaman kolordunun açtığı cepha­
ne dağıtım morkezleriyle kendi kıtaları arasında çalıştırılırlardı. Bazen
kolordu kolları daha yakınlarına sokularak birliklerin yiyecek ve cepha­
nelerini tamamlarlardı.
Büyük ağırlıklar muharebe yürüyüşlerinde ve muharebe zamanların­
da kıtalardan oldukça uzak kalırlardı. Fakat bu uzaklık kıtanın o akşam
dinlenme sırasında yanına yetişebilecek bir mesafe içinde olurdu.

e. Menzil Bölgesinde Geri Hizmetlerinin Cereyan Tarzı

(1) Silâh ve Cephane


Menzil bölgelerinde desteklenen ordunun ihtiyacı oranında silâh ve
cephane bulundurmak ve bu amaçla da depolar tesis etmek kuraldı. Ya­
pılan harcama dolayısıyla azaJan silâh ve cephane miktarlarını ülke içi
depolarından getirtmek ve özellikle cephane standartlarını korumak esas­
tı. Ordunun istediği cephane, monzil araçlarıyla ve varsa demiryollarıyla
ordu gerisinde kurulan bir menzil cephane deposuna veya ordunun taü-
matına göre her kolordu gerisinde kurulan cephane depolarına ulaştırı­
lırdı. Birlikler kendi araçlarıyla bu depolardan ikmallorini yaparlardı.

— 280 —
Kural olarak ordu bölgesinden geriye beş dönen cephane kol ve katar­
ları veya trenler, bir emir almasalar dahi hasta ve yaralıları ve işe yara­
mayan maddeleri me-nzil bölgesine boşaltırlardı.

(2) İaşe (Yiyecek)


Menzil erzak depolarında kural olarak ordu genel mevcudunun men­
zil genel mevcudunun, ordu mevcudunun ayrıca % lO’nunun 15 günlük
erzakının her zaman hazır bulundurulması esastı. Orduya dağıtılan yiye-
cok maddelerinin belirli standardı memleket içinde yapılan bütünleme­
lerle tamamlanırdı. Her türlü yiyecek maddeleri menzil müfettişliği elin­
deki araçlarla kolorduların gerisinde kurulan menzil yiyecek ambarla­
rına taşınırdı. Kolordular ise, kendi kollarıyla ikmallerini yaparlardı. Yi­
yecek maddelerinden et ya canh olarak gönderilir veya kavurma olarak
ulaştırılırdı. Ekmek ordulstr bölgelerinde kolorduların ve verilmişse tü­
menlerin ekmekçi kolları tarafmdan pûşirilirdi. Menzil ambarlarında ay­
rıca bir miktar peksimet bulundurmak da esastı. Bununla beraber büyük
muharebe günle*rinde kolorduların ekmeklerinin menzil bölgelerinde bu­
lunan fırınlarda pişirilerek gönderilmesi bir zorunluktu.
Menzil bölgelerinde geçici olarak bulunan er kafilelerine ve kıtalara
sıcak yemek vermek bir görevdi. Bu gibi geçici birhk ve kafilelere iki
günden fazla kumanya vermek yasalklanmıştı. Tren yolculuklarında da
durum aynı idi.

(3) İnsan ve Haj^an Sağlık İşleri


Muharip ordunun hasta ve yaralılarının menzil bölgelerine alınma­
ları ordu insan mevcudunun % lO’unun m.enzil hastanelerinde tedavi
edilmeleri esastı. Ancak bu hastanelere girenlerden tedavileri uzun süre­
cek olanların memleket içi hastanelerine nakledUmeleri bir zorunluluktu.
Bunlarm taşınması için monzil elinde bulunan hasta ve yaralılara ayrıl­
mış tren ve gemilerden, yoksa kollardan faydalamhrdı.
Menzil hastanelerinde tedavi olanlar, en yakın nokta komutanlıkları
tarafından kıtalarına sevk olunurlardı. Hasta ve yaralı hayvanların tabi
oldukları işlemde, aynı idi. Ancak tedavi olan hayvanlar, hayvan depo­
larına ve oralardan da ikmal hayvanı olarajk ihtiyacı olan kıtalara dağı­
tılırdı.

— 281 —
(4) Onarım İşleri
Ordudan düzeltilmeik veya onarılmak üzere geri gönderden her türlü
gerecin düzeltilmesi, menzil müfettişliğ'inin başlıca görevi idi. Bunlardan
onarımlan imkânsız olanlar ya yok edilir veya ilkel maddelerden fayda­
lanılmak üzere ülke içine gönderilirdi.

(5) Ulaşhrma İşleri


MonzU ulaştırma kolları menzillerin en önemli icra araçları kabul
edilirdi. Bunlar ülkedeki hayvanlarm ve araçların cinsine (at, öküz, man­
da koşulu arabalar; develer, merkepler ve mekkâre esterleri) göre oluş­
turulurdu. Kural olarak tek cins hayvan veya hayvan koşulu olmak üzo-
re beş on koldan oluşan bir grup, bir menzil nakliye katarı adını alırdı.
Menzil kol ve katarları menzil kuruluşu içinde sıra ile numara alırlardı.
Menzil nakliye katarları işleyecekleri menzil hatları üzerinde bulunan nok­
ta kumandanlıklarının emirlerine verilirlerdi. Bunların işletilmesi nokta
komutanlarına eğitim ve denetlemeleri ile ikmalleri menzil n aküye ko-
mutanlıklarma aitti.

(6) Posta İşleri


Her menzil müfettişliği bölgesinde ve ordu yakınında bir Ordu Sahra
Postası bulundurulması kuraldı. Memlekef içinden orduya ve menzile ait
evrak bir çanta içinde postaneye gelirdi. Evrak burada ayrılır ve kolor­
dulara ait olanlar kolordular postaları tarafmdan alınırlardı.

f. Sıiîlıiye ve Veteriner İşleri

1908-1920 yılları içinde yürürlükte bulunan talimname ve nizamna­


melere göre, ordudaki insan ve hayvan sağlığınm korunması ve onların
en iyi bir şekilde beslenerek muharebe güçlerinin artırılması her türlü
etkilere karşı gelebilecek şekilde giydirilmesi ve donatılması sıhhiye ve
veteriner teşkilâtınm başlıca görevlerinden idi. Bu konular daha çok ko­
ruyucu tabiplik kapsamındaydı. Koruyucu tabiplik komutanlarıyla kıta­
ların sağlık personeline karşı birinci derecede sorumlu bulunmakta idi.
Ancak ordunun koruyucu tabiplik hizmetine paralel olarak gerek barış
ve gerek seferde hastalanan veya yaralanan insan ve hayvanların kur­
tarılması da aynı şeklide büyük önemi olan bir sorundu ve ordu sağlık
teşkilâtı bu iki esasa göre kurulmuştu.

— 282 —
Ordunun sağlık bakımından sorumlu bulunduğu bu iki sorun, iki
önemli failıtörün etkisi altında bulunmakta idi. Bunlardan biri para ve
diğeri bilgi idi. Türk Ordusu, özellikle para bakımından çok büyük im­
kânsızlıklar içinde bulunduğundan, ne koruyucu tabiplik, ne de tedavi
bakımından büyük bir başan sağlayabilmişti, Balkan Savaşı’ndan önce
başlayan ve Balkan Savaşı’nda da geniş ölçüde tahribat yapan koleraya
karşı osaslı bir tedbir almak mümkün olmamıştı. Balkan Savaşı kayıp­
larının büyük kısmının hastalıklardan ve yeterli bir tedavi sağlanama­
masından ileri geldiği anlaşılmıştı. Hastalıkların bulaşması önlenememiş,
hasta ve yaralıların muhtaç olduklan ilaç ve özellikle besin maddeleri
sağlanamamıştı. Bu halin doğurduğu acıklı manzara hemen hemen bütün
ordu sorumlularınca bilindiği halde* bir çare bulunamamaış ve bu durum
Birinci Dünya Savaşı’nda da aynen devam edip gitmişti. Denilebilir ki.
Birinci Dünya Savaşı’nda verilen kayıpların % 50’si sağlık oianaklarımn
yetersizliğinden ileri gelmişti. Bulaşıcı hastalıklar konusunda belli başlı
tedbir olarak sadece 1914 yılında Sihıhiye Dairesi’nce bir ”Lekoli Tifo ile
Humma-i Raciaya (ateşli hastalıklara) karşı Harp Talimatı” hazırlanıp
orduya yayınlanmıştı. [216] Başka da önemli bir çaba ve girişimde bu­
lunulmamıştı.

g. Ulaştırma İşleri
1908 yılından 1920 yılına kadar dev^am eden dönem içinde memleke­
tin ulaştırma teşkilâtı ile her türlü araç ve tesisleri çök ilkel bir durumda
idi. Mevcut karayollarıyla bu yollar üzerinde hareket ettirilen taşıma
araçları çok yetersizdi.

Kara Yolları
Ülkenin her tarafla bağlantısını sağlayan karayolları çoğunlukla adi
yollardı.
Birinci Dünya Savaşı’nda gerek Doğu Cephesi (Kafkas Cîephesi)’nde
ve gerek Irak ve Filistin (Cephelerindeki yol durumu, harekâta ve harekât
bölgeleri gerilerine kurulan menzil hizmeti teşkillerinin faaliyetlorine bü­
yük ölçüde kötü etki yapmış ve bu etki devam etmişti. Doğuya giden yollar,
bazı yerlerde şose olmakla beraber, birçok kısımlarda adi araba yolları
halinde idiler. Yollar, Doğu Anadolu yaylasına gelinceye kadar atlı ara­
baların hareketlerine elverişli idiyse de, bundan sonraki kısımlarında an-

[216] Ordu Emirnamesi; No, 3 (14 Mart 1330), s. 50-51.

— 283 —
cak kağnılar kullanabiliyordu. Doğu x\nadolu’da kışlar şiddeltli olduğun­
dan ve arazi de engebeli olduğundan, kağnıların bile hareketleri zor olu­
yordu. Özellikle dağ gegitlerinin karla kaplandığı zamanlarda ulaştırma
büsbütün durmuş, hamal kıtaları ile yapılan taşıma pek verimli olmamış
vo bu nedenle de Doğu Cephesi destekten yoksun kalmıştı. Bu durumda
bir değişiklik yapmak mümkün olmadığından zorluklar savaşın sonuna
kadar devam etmişti. İstanlbul’dan Konya’ya ve buradan Ulukışla’ya ka­
dar uzanan yol, ulaştırmayı büyük ölçüde zorlaştırmamışsa da, bundan
sonraki kısımlarda hemen hemen her yerde güçlüklerle karşılaşılmıştı.
Ulukışla’dan güneye ve Filistin Cephesi’ne doğru gidon yollar da birçok
yerlerde adi araba yolları olarak kalmıştı. Özellüıle Osmaniye’den Halep’e
(Katma İstasyonuna) kadar olan yol hemen hemen arabaların işlemosine
elverişli bulunmadığından, Anadolu-^Filistin bağlantısı burada kesik kal­
makta idi ki, bu yol Anadolu’yu güneye bağlayan tek yoldu. Birinci Dün­
ya Savaşı’na girildikten sonra, özellikle Bahriye Nazırı Cemal Paşa’mn
4 ncü Ordu Komutanlığı’na atanmasıyla, yolların onarımına başlanmışsa
da, bağlantı daima aksak bir manzara göstermişti. Daha güneyde Suriye
V0 Filistin yolları da kötü bir durumda bulunuyordu. Bu yollar savaşın
devamınca gerek harekât ve gerekse menzil teşkilât ve ulaştırmasını 25or
durumlara sokmuştu. Sina çölünde ise harekât tamamiyle yolsuz bölgede
cereyan etmiş vo yararlanılabilen istikametler ancak bir izden ibaret ol­
muştu.
Irak Cephesi’nin yolları da diğer cephelerdeki yollardan daha iyi
değildi. Özetle, Türk Orduları daima düşmandan başka, doğal engellerle
ve arızalarla boğuşmuş ve bu yüzden birçok şoyler kaybetmişti.

Deniz Yollan
Osmanlı ülkesinin üç tarafı denizlerle çevrili bulunması ve 8600 de­
niz mili uzunluğunda sahile sahip olması dolayısıyla deniz yollarından
en iyi şekilde faydalanılması bir zorunluluktu. Fakat devlet denizlerine
ve kıyılarına tamamiyle hakim değildi. Bu nedenle deniz ulaştırmasının
sağlayacağı faydalardan yoksundu. Bu durum özellikle Trablusgarp Sa-
vaşı’nda (1911-’1912) açık bir şekilde görüldüğü gibi, Balkan Savaşı’nda
da görülmüştü. Her iki savaşın kaybedilmesinde etken olan nedenlerin
başlıca!arından biri de, denizyollarının Osmanlı Devleti’nin kontrolü al­
tında olmayışı idi. Balkan Savaşı’ndan sonra, bu savaşın verdiği ders ve
acı ile özellikle donanmanın kuvvetlendirilmesine ve denizlere kısmen ol­

— 284 —
sun hakim olmaya çalışılmışsa da, satın alman savaş gemilerins elko-
nulması yüzünden Büyılük Savaş’a da zorluk içinde girilmişti. Her ne ka­
dar savaşa ginnedon önce katılan Gdben (Yavuz) ve Breslav (Midilli)
adlarındaki Alman savaş gemileri Türk Donanması’nı bir dereceye kadar
takviye etmişse de, bu gemilerde tam bir deniz hakimiyeti sağlayama­
mışlardı. Midilli gemisinin bir mayın tarlasına düşerek batması, Yavuz’un
Karadeniz’de yaptığı mevzii faaliyetlerinden sonra yaralanm-ası ve özel­
likle inisiyatifin Rus Donanması’nm eline geçm.esi yüzünden, deniz ulaş­
tırması Karadeniz’de aksamış ve Doğu Csphesi’nin her türlü ulaştırması,
yukarıda belirtilen yetersiz uzun karayollarma çevrilmJşti. Bu yüzden do
İstanbul’dan Erzurum’a gidecek her türlü ikmal maddeleri, Ulukışla’ya
taşınmış, burada boşaltılmış ve buradan da yetersiz kara araçlarıyla Kay-
seri-Sivas üzerinden Erzurum’a günderümişti. Bir top mermisi 40 günde
Erzurum Cophesi’ne varmış oluyor, fakat bir saniyede sarf ©diliyordu.

Demir Yollan

Osmanlı Devleti 292 kilometre olan Îstanbul-Edirne demiryolu hariç


olmak üzere Balkan Savaşı’nda kaybedilen Rumeli ile birlikte 2383 kilo­
metrelik demiryoluna sahipti.
Bu dönemde Bağdalt demiryolu tam doğildi. Trenler İstanbul’dan
TcrcsIara kadar ulaşmakta ve burada 35 kilometre tutan Toros tünelleri
dolayısıyla aktarma yapılmak zorundaydı. Yapılmakta olan bu tünelden
bşka, Adana’dan Halep’e gitmekte olan demiryolu da Amancs (Nur)
dağlarında kesilmekte ve burada da tünel yapılmakta idi. Bu he.r iki böl­
gedeki tünellerin yapımı, uzun zaman istemekte idi. Amanos ancak 1917
yıh Ocak ayında, Toros tüneli ise 1918 yılı Eylül’ünde işletmeye açılmıştı.
Demiryoilarmm kapasitelori ise, 24 saatte 10-12 trenden fazla değildi.
Gereç ve personel eksik olduğu gibi personelin büyük bir kısmı da ya­
bancılardan ibaretti. Zonguldak kömürünün nakli mümkün olmadığından
demirj^ollarınm ihtiyacı olan kömür yeterli değildi. Özellikle Birinci Dün­
ya Savaşı’nda lokomatiflerin yakıtı çoğunlukla odundu. Odun bulunmadığı
zamanlarda istasyonlardaki ağaçlar ve hatta çevi’o parmaklıklar kesil­
mek suretiyle yakıt sağlanmasına çalışılmıştı. Bu da demiryollarının ve­
rimini büyük ölçüde düşürmüştü.
Demiryollarının yabancı şirketler elinde bulunması, Balkan Sava-
şı’nda büyük zorlukların doğmasına ve ulaştırmanın aksamasına sebep
olmuştu. Her ne kadar demiryolları askerlik bakiîmndan bir teşkilâta ve

— 285 —
idareye bağlanmışsa da, Genelkurmay’m 4 ncü Şubesi’na bağlı bulıman
V8 1909 yılında kurulan demiryolu Askerî Komiserlikleri, pratik işletme
ve idare bakımından büyük bir başarı sağlayamanıiştı. Ayrıca ilk oluş­
turulan demiryolu birlikleri de tamamen sivil amaçlar için kunılmuş ol­
duklarından, bir seferin ihtiyaçlarına faydalı olamamışlardı. Gerçekte bu
birlikler ilk defa olarak Hicaz demiryolunun yapımı için kurulmuş ve
“Hicaz Demiryolları Hatt-ı Âlisi İnşaat Nazırlığı”nm enirine verilmişler­
di. Ancak sonradan bu birlikler askerî amaçlara hizmet edebilecek bir­
liklere çekirdek olmuşlardı. Balkan Savaşı’nda, haıeket ve yol yapım
işleri bir arada yürütülmüş ve teşkilât genişletilmişti. Savaşın sonuna
doğru bu birlikler 20 bölüğe kadar yükselmişti. Mütarekede Kağıthane’
deki bir bölük hariç, bütün demiryol birlikleri kaldırılmış ve esasen bü­
tün demiryolları itilâf Devletleri tarafından kontrol altına almmışlardı.

h. Yapım İşleri, Onarım ve Bakım


İkinci Meşrutiyet’ten İmparatorluğun yıkılmasına kadar, silâhlı kuv­
vetlerin savaş silâh ve araçlarını sağlayan ülkenin savaş sanayii, pek
zayıf durumda idi. İstanbul’da Tophane’de top, tüfek fabrikaları; Zeytin-
burnu’nda fişek, topçu mermisi v^e marangoz fabrikaları ile döküm ocak­
ları; Bakırköy’de barut fabrikası, Konya’da ve Kayseri’de küherçile kal­
hanelerinden başka harp sanayii tesisleri yoktu. Ordunun ihtiyacı olan
savaş silâh ve gereçlerinin büyük kısmı Avrupa fabrikalarından satın
almmakta ve tamamlanmakta idi. Satın almalar genel olarak hemen he­
men her yabancı devletten yapılmakta bulunuyordu. Bu nedonle de ordu­
nun elinde çeşitli cins savaş silâh ve gereçleri toplanmıştı. Elde bulunan
imalathanelerin kapasiteleri yetersizdi. İstanbul imalathanelerinin bir
günde yapabildiği piyade fişeği miktarı ordunun günlük ihtiyacını kar­
şılamaktan çok uzaktı. Harp ceridelerinde savaş imalatının ayda 3 000 000,
gece de çalışmakla 6 000 000 fişek yapabileceği belirtilmektedir.
Gerçi Birinci Dünya Savaşı’na girerken birliklerin elinde 200 000 000
ve depolarda da 300 000 000 Piyade fişeği stoku mevcut idiyse de, e-lde
bulunan tüfek başına düşen fişek sayısı lOOO’den fazla değildi. Bu devir
muharebelerindeki cephane tüketiminin büyük kısmı piyade cephanesi
üzerinde toplandığına ve piyadenin elindeki tüfek ile kesin sonucun ve
ateş üstünlüğünün sağlanacağına göre bu miktar cephane* yok sayılacak
kadar azdı. Topçu cephanesi ise, her devirde olduğu gibi daima azdı. Top
başına düşen mermi miktarı 588-600’den daha fazla değildi. Gerek piyade
ve gerek topçu cephanesinin yeterli olmaması ve ülkedeki harp sanajnnin
herhangi bir sefer boyunca yetmeyeceği göz önüne ahndığından, ihtiya-

— 286 —
cm dış ülkelerden para ile satın alınması zorunluluğu karşısında kalm-
makta idi. Birinci Dünya Savaşı sefer^b^rliğinin ilânından sonra, bu amaç­
la Almanya’dan iki ayda teslim edilmek ve bedeli hemen ödenmek üzere
304 000 sahra ve 175 000 dağ topçu mermisi, 250 000 sandık (250 000 000)
piyade tüfeği fişeği ve 200 000 tüfek satın alınmıştı. Bu arada a3n'ica
150 000 kaput ve 150 000 kat elbise de satm alınmıştı. Almanya’dan ya­
pılan bu satın almalardan başka, İtalya’dan 100 kadar kamyon alınma­
sına da girişUmişti.
Silâh ve her türlü harp araç ve gereçlerinin onarımı ise, Zeytinburnu
Fabrikası’na vorilmiş bir görevdir. Bu amaçla gereken atölyeler de Zey-
tinburnu’nda kurulmuştu. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı sırasında ordu,
kolordu ve müstahkem mevkilerin her birinde ellerindeki silâhların ge­
rektiği zaman acele olarak onarılması için birer süâh tamirhanesi kurul-
masma çalışılmış ve kısmen gerçekleştirilmişti. [217] Ancak bolirtUen
onarım tesisleri, ordunun ihtiyacına yetmediği gibi, onarılması gerekli
araç, gereç ve silâhların cephelerden İstanbul’a kadar getirilmesi d© bü­
yük bir problem olmuştu. Bu nedenle ordu elinde tamire muhtaç pek çok
silâh, gereç birikmiş; bunlar çoğunlukla bulundukları yerlerde eriyerek
yok olmuşlardı.
Ordunun daha barışitan benimsetilen sistemi, bir dereceya kadar du­
rumu kurtarmıştı. O da, bakıma verilen büyük önemdi. Gerek subay ve
gerek er için silâh bir namustu. Bu zihniyet içinde beslenen ve gelişen
ordu, elinden silâhları alındığı ve hiç bir silâh fabrikası ve tamirhanesi
olmadüğı İstiklâl Savaşı devresinde bile, başarı sağlanmış ve en eski si­
lâhlarla en modern silâhlara karşı durmasını bilmişti.

3. Kışla ve Ordugâhlar

a. Kışlalar
Türk Ordusu’nun barıştaki barınması, yıllardan beri ülkenin önomli
merkezlerinde yaptırılan kışlalarda sağlanmıştı. Bu kışlalar Meşrutiyet
Devri’nden önce yapılmış ve bundan sonra ise kışla yapımı durmuştu.
Ordu, imparatorluğun yıkılmasına kadar eskiden yapılmış bulunan kışla­
lardan faydalanmıştı. Meşrutiyet’in ilânından kısa bir süre sonra ordu
birliklerinin çoğu birçok ayaklanmaları bastırmak ve eşkiyalığı yok et­
mek için görevler almışlardı. Bunun peşinden kısa sürelerle girilen sa­
vaşlar dolayısıyla birlikler kışlalara pek girememiş ve daha çok ordugâh­
larda yaşamıştı.

[217] Ordu Emirnamesi; No. 46 (31 Kanunuevvel 1332), s. 230.

— 287 —
b. Ordugâhlar
Genel olarak piyade tümenlerinin ordugâhları, hava taarruzları pek
etkili olmadığından, iki hat üzerinde ve ortalama 2000 metrelik bir cephe
ve 500 metrelik bir derinlikte kurulmak suretiyle kurulmuştu. Tümen vo
tümenlere bağlı bulunan küçük birliklerin ordugâhları düzenli bir halde
ve talimnamelerin gösterdiği şekillerde olmuştu. [218]

[218] Hidemât-ı Seferiye Kanuımamesi (1328)’nin ekine bakınız.

— 288 —
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM,
DENİZ VE HAVA KUVVETLERİ

A. BAHRÎYE NEZARETİ VE DONANMADA TEŞKİLÂT, ISLÂHAT,


EĞÎTÎM, LOJÎSTÎK VE MUHAREBE DEĞERİ

1. Bahıiye Nezareti

OsmanlI Hükûmeti’nin kuruluşu içindeki Harbiye Nezareti, nasıl


Kara Kuvvetleri’nin en yüksek makamı idiyse. Bahriye Nezareti de De­
niz Kuvvetleri’nin en büyük ve yetkili yönetim makamı idi. Her iki ne­
zaret (bakanlık) kendi görev ve sorumlulukları içinde bağımsız ve ha­
reketlerinde serıbesit bulunuyorlardı. Bu iki nezareti birleşik yönetim yö­
nünden koordine edecek bir yüksek kademe teşkilâtı yoktu. Devletin ge­
nel siyasetinden sorumlu sadrazamlar (başibakanlar) da askerlik tekni­
ği bakımından bu kuvvetleri yönetebilecek nitelik ve güçte değillerdi.
Özellikle Meşrutiyet devri padişahlarının başkomutanlık sıfatları dahi,
daha çok sembolik mahiyette idi. Hemen hepsinin birer askerî rütbeleri
de bulunmakla beraber, bu rütbeler, birer süsten ibaretti. Bunlar hiç bir
şekilde silahlı kuvvetleri tanımaz ve kullanmazlardı.
Kara Kuvvetleri’nin sevk ve idaresinden sorumlu bulunan Harbiye
Nezareti, kara orduları için teşkilât, silahlanma ve yönetim yönünden
Alman askerlik kural ve metotlarını kabul edip uygulamaya çalışırken.
Deniz Kuvvetleri de, ayrı bir gelenek ve doktrin içinde bulunan ve dünya
eğemenliğini yalnız Deniz Kuvvetleri’yle elinde tutmaya çalışan İngiliz
Deniz Kuvvetleri’nin teşkilât, sevk ve idare esaslarına bağlanmıştı. Ka­
ra Kuvvetleri, Alman Deniz Kuvvetleri, İngiliz Jandarma Kuvvetleri,
Fransız görüş ve esaslarıyla yürütülmekte idi.
OsmanlI Hükümetleri, Alman Ordularının kara muharebelerindeki
yetensklorinden, îngilizlerin denizciliklerinden yararlanmayı düşünmüş­
lerdi. Her şey onların yapacakları rehberliklere bağlı bulunuyordu. Bu
nedenle bir taraftan Alman subayları kara ordusuna ve teşkilâta danış­
man olarak sokulurken, diğer taraftan Deniz Kuvvetleri’nin ıslâh işleri
îngilizlere verilmekte ve bunda bir sakınca da görülmemekte idi. Siyaset
adamlarının Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bu şekile sokmalarındaki amaç,

— 289 —
askerî düşünceden çok siyasî idi. Siyasdt adamları, adı geçen üç yaıbancı
devidte bir sempati beslediklerini gösltermek bakımından Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin ıslâhını bunlara vermekle başarılı bir siyaset yaptıklarına
inanmışlardı. Bu suretle de yabancı devletlerden yakınlık ve fayda sağ­
layabileceklerini sanıyorlardı. Bu görüş ve anlayışla, Türk Deniz Kuv­
vetleri, İkinci Meşrütiyet’in ilânından sonra, 1909 yılı başından itibaren
Amiral Gambei Başkanlığındaki bir Ing'liz heyetinin emir ve kontroluna
verilmişti. Osmanh Hükümeti, Deniz Kuvvetleri’nin ıslâhı amacıyla ge­
tirttiği Amiral Gambei ile iki yıl süreli bir sözleşme imzalamıştı. Bu söz­
leşmeye göre de Amiral’e yılda 3000 İngiliz Lirası ödenek kabul edilmişti.
Amiral Gambel’in yanında ise, çeşitli sınıftan ve meslekten beş kişilik
bir uzmanlar heyeti bulunmakta idi.
Amiral Gambei, göreve başladıktan sonra ilk iş olarak Bahriye Ne-
zareti’ni ele almış ve bu nezaretin teşkilâtını hazırladığı tasarıda dört
daireye ayırmıştı :
Bunlardan : 1 nci Daire Erkân-ı Harbiye-i Bahriye,
2 nci Daire Muamelât-ı Zatiye (Personel),
3 noü Daire Malzeme,
4 ncü Daire Levazım Dairesi idi. Bu daireye bağlı bir
sıhhiye şubesi vardı. Ayrıca nezarette bir danışmanlık bir müsiteşarhk ve
bir hukuk müşa\drliği bulundurulacaktı.
Amiralin teklif ettiği bu teşkilâtta bazı karışıklıklar olduğu ve özel­
likle eski teşkilata göre bir kısım büyük ımtibeli subayların mevkileri
kaldırdığından, engellerle karşılaşmıştı. Bu karışıklıkları düzeltmek ve
itirazları önlemek amacıyla Bahriye Nezareti, Gambel’in teklifini ertele­
miş teşkilâta farklı bir şekil vermişti.
Bu teşkilât; Amiral Garabsl’in istifa tarihi olan Şubat 1910 başına
kadar ve ona halef olan Amiral Wilyams’ın memuriyeti süresince (Ma­
yıs 1910 - Şubat 1911) yürürlükte kalmıştı. Amiral Wilyams’ı değiştiren
Amiral Limpus zamanında (30 Nisan 1912 - 14 Eylül 1914) ve ondan
sonra ise Gambel’in teklifi aynen uygulanmıştı.

2. Islahat ve Kuruluş Dcğişiklilderi


Bahriye Nezareti teşkilâtının ıslâhına paralel olarak Donanma da ele
alınmış, disiplin altına sokulmuştu. Eldeki gemilerin gelecekte ciddî bir
deniz muharevesine girebilecek yeterlikte olmadıkları anlaşıldığından
bunlar, personelde olduğu gibi, bir tasfiyeye tabi tutulmuşlar ve Amiral
Gambel’in tavsiye ve teklifleriyle, Türk Deniz Kuvvetleri’nde ıslâhat
yapılmıştı.

— 290 —
Türk Donanması’nm düzenlenmesi ve ıslâhı amacıyla göreve başla­
yan Amiral Gambei donanmayı 1909 yılında yeni bir düzen ve teşkilâta
tabi tutmuştu. Şöyle ki: Donanma iki fırka, bir filctilla, bir faJbrika ge­
misi ve bir amiral yatı olarak teşkilâtlanmıştı.
Tir-i Müjgan fabrika gemisi, Ihsaniye Amiral yatı olarak ayrılmıştı.
Ancak korvetler ve Draç sınıfı torpidclbotlardan bazıları iıse Yunus,
Berk-ı Efşan torpidobotları, bazı ganabot, motor gambot ve silâhlı yat­
lar, Amiral Gamıbel’in halefi olan Amiral Wilyams’ın 1910 yılı Mayıs ayı
sonundaki teklifi üzerine, 1911 - 1912 Osmanlı-italyan Savaşı’ndan önce
çeşitli komodorluklar (İzmir, Kızıldeniz, Basra, Selânik, Preveze, Trab-
lusgarp Komodorluklan) emrine verilmiş ve bazıları da Merkez Liman
Başkanlıkları (Beyrut Merkez Liman Başkanlığı) bölgelerinde karakol
görevleri almışlardı.
Ağustos 1910 ortalarında Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis mu­
harebe gemilerinin donanmaya katılmasından sonraki kuruluşa rastlan­
mamıştır.
1912-1913 Balkan Savaşı’nda ise Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis
muharebe gemileriyle Mesudiye ve Asar-ı Tevfik muharebe gemileri
Türk Donanması’nm ana kuvvetini oluşturmuştu. Bu kuvvete Sultanhi-
sar sınıfı dört torpidobot da katılmış ayrıca 1912 yılı ortalarında iki
muharip fırkası eklenmişti ki; bu fırkalardan Birinci Fırkayı Berk-i Sat-
vet torpido kruvazörü. Yadigâr-ı Millet, Muavenet-i kiillîye, Taşoz ve Bas­
ra mühripleri; İkinci Fırkayı Mecidiye Kruvazörü, Numune-i Hamiyyet
Gayret-i Vataniye, Yarhisar ve Samsun muhripleri oluşturmuştu.
Bu durum Birinci Dünya Savaşı seferberliğine kadar devam etmişti.
Ancak seferberlikle (2 Ağustos 1912) beraber Donanma’nm kuruluşun­
da değişiklik yapılmıştı. Şöyle ki; Mesudiye m^uharebe gemisi Donanma
Komutanlığı gemisi, Berk-i Satvet torpido kruvazörü komodor gemisi
olmak suretiyle Donanma, iki muharip ve iki torpidobot fırkalar halinde
kurulmuştu.
Bu tarihte elde bulunan Barbaros Hayrettin, Turgut Reis muharebe
gemileriyle Hamidiye ve Mecidiye kruvazörleri ve Peyk-i Şevket torpido
kruvazörü ancak 1914 Eylül ayı başında Donanıma’ya katılmışlardı.
Şubat 1915’ten itibaren Barbaros Hayrettin, Turgut Reis ve Mesu­
diye gemilerinden ikisi Donanma İkinci Komutanı Yarbay Arif’in emir
ve komutasına verilerek Çanakkale Cephesi’ne gönderilmişlerdi. Eylül’de
Mesudiye muharebe gemisi de diğerleri gibi Çanakkale Cephesi’nin sa­
vunulmasına ayrılmıştı. Bu gemiler Donanma’nın ana kuvv^etinden çıka­
rılmışlardı.

— 291
TorpidoıT30tlarla gamıbotlar ise, daha çok &yı İstihkâm ve Mayın
Müfettişliği emrinde olarak İstanbul - Çanakkale deniz ulaştu’masmın
korunmasında, Marmara Denizaltı Karakolunda ve boğazlarda kullanıl­
mışlardı.
3. Eğitim
Amiral Gambel’in 1909 yılından itibaren Donanmada yaptırmaya
başladığı eğitim başlangıçta gemi görevleri, nöbet hizmetleri, gemicilik
disiplini, gidiş-geliş hizmetleri gibi temel eğitimden ibaret olmuştu. 30
yıllık duraklamanın doğal bir sonucu olarak işe temel hizmet ve görev­
lerden başlanmıştı. Bu sırada Girit ve İzmir sularına kadar da uzanıl-
mıştı.
Esas muharebe eğitimine geçiş bir sonuç almak ise uzun bir zama­
na bağlıydı. Araya 1911-1912 Osmanh-îtalyan vo 1912-1913 Balkan Sa­
vaşlarının girmesiyle, muıharebe eğitiminde istenilen hedefe tam olarak
varılamamıştı. Bu hedefe ancak Birinci Dünya Savaşı’nda ulaşılmış ve
Türk Donanması aldığı her türlü görevi başarı ile yapmıştı.
4. Lojistik
Donanmanın silâh ve gemi donatımı her bakımdan yetersizdi. Deniz
Kuv\’'etleri bütçesi, ancak yiyecek, maaş ve diğer masraflarına yetecek
kadardı.
Silâh ve gereç ikmali, Avrupa fabrikalarına ve nihayet Avrupa dev­
letlerinin istek ve siyasetlerine bağlı idi. Bu nedenle malî olanaksızlık­
lar olmasa dahi, kuvvetli ve hatta veterli bir donanmanın kısa zamanda
sağlanması mümkün değildi. Ayrıca Osmanh Devleti’nde, Bonanma’yı
geliştirecek, yaşatacak bir endüsitri de yoktu.
Donanmanın kömür ve su ihtiyacı bile sağlanamamakta idi. Kömür
stokları da yoktu. Ereğli Kömür İşletmesi Şirketi işçi yokluğu yüzün­
den ihtiyacı tam karşılayabilecek durumda değildi. Kazan suyu tedariki
daha önemli bir problemdi. Hamidiye Knıvazlörü’nün Akdeniz akını sıra­
sında, Antalya kıyılarından tenekelerle su taşımak suretiyle yaptığı ik­
mal, en ilkel bir sistem idi. Kıyılarda kömür, su vs. ihtiyacı verebilecek
üsler ve araçlar yoktu. lOsacası, Donanma için lojistik diye bir şey yok­
tu. Olanaksızlıklar nedeniyle ilkel tedbirlerden yardım bekleniyordu.

5. Deniz Kuvvetleri’niıı Muharebe Kapasitesi ve Değeri


Ana kuvvetini 20-40 yaşındaki gemilerin oluşturduğu Türk Donan­
ması, gerek Trablusgarp ve gerek Balkan Savaşlannda malzeme, gereç
ve eğitim bakımından zayıf bir durumda bulunmakta idi. Donanma, dev­

— 292 —
letin değil denizaşırı ülkelerini anavatan kıyılarını dahi savunacak bir
halde değildi. Esasen İtalyanları Trablusgrap’a taarruza cesaretlendiren
nedenlerden biri de bu idi. İtalya’ya Trablusgarp’ı kazandıran kuvvet,
İtalyan Kara Kuvvetleri’nden çok, üstün Deniz Kuvvetleri idi. Bu durum,
Balkan Savaşı’nda da etkisini göstermiş ve Yunan Donanması dahi Türk
Donanması’na üstün gelmişti. Yunan Donanm'ası Akdeniz’de serbestçe
dolaşabilirken Türk Donanması açik denizlere çıkacak güçte olmadığın­
dan düşman donanması bulunmayan Karadeniz ve Marmara Denizi’nde
Çatalca mevziinin iki yanlarında muhareibeleri ateşleriyle desteklemekten
başka bir görev yapamamıştı. 1 Aralık 1912’de, Çanakkale Boğazı’ndan
çıkan Donanma, İmroz açıklarında Yunan Donanması’yla karşılaşmışsa
da Yunan Donanması savaşı keserek çekildiği halde bundan faydalanma­
yarak geri dönmüşitü. Bundan bir ay sonra, 18 Ocak 1913’teki karşılaş­
mada yani Mondros Savaşında ise. Yunan Donanması yüksek bir savaş
gücü göstermiş, bu defa da Türk Donanması savaşı keserek Boğaza dön­
mek zorunda kalmıştı. Bu sonuçta, Yunan Donanması’nda İngiliz perso­
nelinin bulunması başlıca etken olmuştu, Hamidiye Kruvazörü’nün bu
muharebenin dört gün öncesinden başlayan ve Türk Milleti’nin 3dizünü
bir dereceye kadar güldüren yediibuçuk aylık korsan harekâtı ise, harbin
sonucuna etkili olmamakla beraber dünya denizcilerince dikkatle takip
edilmişti.
Sonuç olarak gerek Trablusgarp ve gerek Balkan Savaşlarının kay­
bedilme nedenlerinden biri de Donanma’nın ihmal edilmiş olmasıydı. Elde
kuvvetli bir donanma bulunsaydı, Ege Denizi’nde kurulacak bir deniz
hakimiyeti ile düşmanların adaları işgal etmelerine olanak verilmeyecek
ve Balkan Savaşı’nda Batı Rumeli’nin de denizden desteklenmesi mümkün
olacaktı.
Türk Donanması ile Yunan Donanması arasında meydana gelen İmroz
ve Mondros Savaşlarından sonra, mütarekenin yapıldığı 16 Nisan 1913
tarihine kadar Türk Donanması’nm başlıca harekâtı ise, 8 Şubat 1913’
teki Şarköy Çikarması ve aynı zamanda Bolayır harekâtmı desteklemek
ve Mart sonlarından Nisan ortalarına kadar Çatalca Muharebelerine ka­
tılmak olmuştu. Bunlardan birincisi, Bolayır’daki Türk taarruzunun daha
önceden başlamış ve bir çıkarma için gereken hazırlıkların esasları olarak
hazırlanmamış olmasından dolayı sonuçsuz kalmıştı. Buna rağmen gerek
çıkarmada, gerekse Bolayır Cephesi’ne nakli iştenen çikarma kuvvetlerinin
bir kayba uğramadan tekrar gemilere bindirilmesinde donanma ateşinin
etkisi olmuştu- İkincisinde, mütarekenin sonuç vermesi üzerine yeniden
başlayan Çatalca Muharebelerinde Donanma yan himayesine 13 Nisan
1913 tarihine kadar devam etti. İki gün sonra mütarekenin imzalanma­
sıyla bu harekât sona erdi. Bu harekât sırasında Karadeniz’de Podima’ya

— 293 —
bir müfrezenin çıkarılması, üstün kuvvetler karşısında bu müfrezenin ba­
şarıyla geri alınması ve Köstence’den yapılan naMiyatın pürüzsüz olarak
devam ettirilmesi, Donanma’mn diğer hareketleri olmuştu.
Sonuç olarak Tüi’k Donanması’nm ikinci Meşrutiyet’in ilânından Bal­
kan Savaşı sonuna kadar durumu özetleyecek olursak, Donanma’nın bir
savaş gücü olmadığı, daha Meşrutdyet’in ilânından itibaren bilinmekte idi.
Amiral Gambel’de bu donanmayı ancak bir eğitim donanması olarak de­
ğerlendirmişti, Bunun takviye edilmesi ve ıslâhı için gayretler sarfedil-
miş ve buna halk da katılmıştı. Devletin malî gücü, donanmayı kalkındır­
maya yeterli olmadığı gibi, özellikle Yunanistan’m Avrupa Devletleri nez-
dinde Osmanh Devleti aleyihine yaptığı olumsuz propagandalar da, Türk
Deniz Kuvvetleri’inin gelişmesini büyük ölçüde engellemişti. Buna rağ­
men, milletin hükümete yardımı sonucunda, gemi satın almak için Avru­
pa’ya baş vurulmuştu. Milletin Donanmaya karşı gösterdiği ilginin sonucu
olarak Donanma Cemiyeti kurulmuş ve herkes dişinden tırnağından ar­
tırabildiğini Donanma Oemiyeti’ne vermeye başlamıştı. Kuvvetli bir do­
nanmaya sahip ohnak, herkeste sabit bir fikir olmuştu. Bu amaçla, bazı
aydınlar 19 Temmuz 1909’da Donanma Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Cemi­
yetin kurucuları, hazırladıkları tüzüğü 22 Ağustos 1909’da hükümete
vererek padişahın onayından geçirmişlerdi. Padişahın da himayesine
aldığı cemiyetin başkanlığına ayan üyesi Sait Paşa getirilmişti. Bundan
sonradır ki bütün ülke, cemiyete elinden gelen yardımı yapmaya başla­
mıştı. Bu suretle cemiyetin topladığı paralar bu yıl içinde 750-576 altın
liraya yükselmişti.
Diğer taraftan hükümet de on yıllık bir program hazırlamış ve bu­
nun gerçekleşmesi için gerekli 5.000.000 liranın on yılda kullanılması için
Maliye Nezareti’ni görevlendirmişti. 28 Şubat 1910’da meclisin bu amaçla
kabul ettiği kanuna paralel olarak da kibrit ve sigara kâğıdı imtiyazı
Donanma Cemiyeti’ne verilmiş, ikramiyeli donanma piyangosu düzenlen­
miş, kurban derileri ile fitre ve zekât paralarmm da bu cemiyete verilmesi
için yapılan çağrılar olumlu sonuçlar vermişti. Bu arada Osmanh Ban-
kası’nda, saklı bulunan mücevflıerler satılmak ve paraları cemiyete veril­
mek üzere alınmışlardı. Bunların satılmasıyla elde edilen para miktarı
1.710.229 altın hra tutmuştu. [219]
Bundan sonra, yabancı bahriyelerde incelemeler başlamış ve parası
Cemiyet tarafından ödenmek üzere gemi satm alınmasına girişilmişti.
Bu sırada İtalya’da yapılmakta olan bir zırhlı kruvazörünün satın alın­
masına talip olunmuşsa da pazarlıkta anlaşılamamış ve 10.000 tonluk
bir gemi (Averof) Yunanlılar tarafmdan satınalmmı^tı.

[219] Takvim-i Vekâyi; No. 473 (22 Şubat 1325).

— 294
Osmanh Hükümeti, modern savaş gemisi satm almak yolundaki giri­
şimlerinin sonuçsuz kalmasıyla, Alman Donanması’nm yedeğe a3urdığı
20 yaşmdailci iki savaş gemisini Ağustos 1910’ıda satın almak zorımda
kalmıştı. Bu şekilde Yunanlılar Averof gibi yeni bir gemiyi satm alırken,
Türk Donanması da Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis adlı iki eski ge­
miye sahip olmuştu. Bunun ardından Almanya’dan henüz bir yaşında olan
dört muhrip de satm alınmış ve bmılara Yadigâr-ı Millet, Gayret-i Vata­
nîye, Nummıei Hamiyyet, Muavenet-i Millîye adları verilmişti. Taşıt ge­
misi olarak da İngiltere’den üç gemi satm alınmıştı.
Yunanlılar aldıkları, Averof’tan başka İngiltere’den de altı muhrip al­
mışlardı ki, bu suretle hafif kuvv^etler bakımından da Türk Donanması’na
karşı bir üstünlük sağlamışlardı. Alman gemlilere rağmen Osmanh Do­
nanması yeterli bir güçte donanma değildi. Bu nedenle 1911 yümda
23 400 tonilatoluk bir muharebe gemisinin İngiltere’de yaptırılması konu­
sunda anlaşmaya varıılmış ve adı Reşadiye konmuştu. Ayrıca 20 Ocak
1913’te çıkarılan geçici bir kanun ile, bir diğer muharebe gemisinin satm
alınması kararlaştırılmış ve adma Sultan Osman I. denmişti. 28.000 toni­
latoluk olan bu geminin bedeli 338.747.500 kuruş olarak tespit olunmuştu.
Bu kanuna göre donanma için yıllık ödenecek paranın toplamı 500 000
lirayı geçebilecekti. [220]
28 Şubat 1909 tarihli kanunla bahriyeye ayrılan on yıllık olağanüstü
tahsisat ile, yukarıda adı geçen sipariş ve satın almalardan başka İngil­
tere’ye Fatih adında bir muharebe gemisi iki adet büyük muhrip, altı
muhrip ve iki denizaltı; Fransa’ya da altı mulhrip ve iki denizaltı sipariş
edilmişti. Fakat bu gemilerin hiç biri Osmanh Hükûmeti’ne teslim edil­
memiş ve birinci Dünya Savaşı arifesinde bunlardan iki muharebe gemisi,
son taksitleri ödenmiş olduğu halde Ingilizler tarafından el konulmuştu.

SONUÇ
Türk Donanması gemi kapasitesi, personel sevk ve idare bakım-
larmdan, eski haliyle herhangi bir savaşın kaderine olumlu şekilde etki
yapabilecek bir güçte değildi. Her ne kadar Meşrutiyet’le beraber Balkan
Savaşı’na kadar ve sonra, Donanma’nm kalkındırılması için büyük gayret
gösterilmiş ve fedakârlıklara katlamimışsa da, bir deniz kuvvetinin pek
kısa bir zamanda meydana getirilmesi mümkün değildi- Diğer taraftan
Meşrutiyet’e kadar, ayrı bir kuvvet olarak değerlenıdirîlip, sevk ve idare
edilen Deniz Kuvvetleri’nin bir savaş halinde ortak hedef etrafında ba­
şarı sağlanması da mümkün değildi. Ancak Balkan Savaşı’na girerken
Deniz Kuvvetleri’nin Kara Kuvvetleri ile birlikte koordinasyon ve hare-

[220] Düstur; II. Tertip., c. VI, s, 164, No. 79.

- _ 295 —
kâta girmesi ihtiyacı hissedıilmiş ve bu amaçla da bir irade-i seniyye çı­
karılmıştı. [221] Bu irade ile Donanma genel amaç etrafında başkomu­
tanlığın emrine tabi tutulmuş ve bir Deniz Kurmay Heyeti, Başkomutan­
lık Vekâleti Karargâhı’na katılmıştı. Deniz Kurmay Heyeti ile kara - deniz
işbirliğinin sağlanması istenmişse de, birleşik kurmay heyetleri, birbir­
lerinin sanat ve mesleklerinden bilgisiz olduklarından, tam bir anlaşmaya
varamamışlardı. Bunun başlıca sebebi kara - deniz işbirliği hakkında or­
tak bir plânın olmaması ve buna göre tatbikat yapılmamış olması idi. Bu
yüzden ve özellikle güçlü bir donanmanın olmayışından Trablusgrap ve
anavatanın önemli bir parçası Olan Rumeli ve Anadolu kıyılarındaki bü­
tün adalar elden çıkmıştı.
Balkan Savaşı’nın deniz cephesinde de güçsüz kalan Osmanh Dev­
leti, gerek Rusya’ya karşı Karadeniz’de ve gerek Yunanistan’a karşı Ak­
deniz’de, bir öç alma hissine düşmüş ve Deniz Kuvvetleri’nin kalkındırıl­
ması için büyük gayret sarfetmişti. Bu sırada şüphesiz, Rus Karadeniz
Filosu da göz önüne alınmıştı. Ancak bütün ümitler, Reşadiye ve Sultan
Osman I. gemilerinde idi. Osmanh Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı se­
ferberliğinden önce bu gemileri almayışı, hayalleri kırmıştı. Birinci
Dünya Savaşı’nm başlarında, Almanların Göiben (Yavuz) ve Breslav
(Midilli) adlı savaş gemilerinin Türk Donanması’na katılması, bir deniz
üstünlüğünün sağlanabileceği fikrini uyandırmışsa da bu gemiler Rus
Filosu’na karşı tam bir üstünlük sağlayamadığı gilbi, bunların Türkiye’ye
gelmeleri Türklerin İtilâf Devletleri aleyhine savaşa sürüklenmesine baş­
lıca bir etken olmuştu.'
Birinci Dünya Savaşı’nda düşman donanmaları karşısında pek zayıf
durumda olan Türk Donanması, Balkan Savaşı’ndaki duruma oranla da­
ha olumlu işler görmüş ve varlığını çok yerlerde göstermişti. Karadeniz’
de ulaştırmayı korumuş, Çanakkale Boğazı’nı savunmuş, düşman kıyı­
larına akınlar yapmış, ve bu arada Rus Filosu ile birkaç defa karşılaş­
mıştı.
Marmara’da İstanbul - Çanakkale ulaşımını korumuş ve devam ettir­
miş, bunu baltalamak isteyen düşman denizaltı gemileriyle mücadele
etmişti.
Çanakkale’de boğazın savunulmasında, özellikle 18 Mart 1915’te
boğaz muharebelerine mayınlarla etkili olmuş ve düşman çıkarmaların­
dan sonra da kara muharebelerini yapan kuvvetlerle işbirliği yaparak
destek olmuştu-

[221] Ba'ibakajılık Arşivi: 1330 (1914) yılı trade-i Seniyye Defteri, No. 1874, 24 Ey­
lül 1328 (7 Eîkim 1912) tarihli irade-i seniyye.

— 298 —
Sina Cephesi’nde Kanal Harekâtı sırasında mayın ile düşman donan­
masına etki yapmaya çalıştığı gibi, Irak Cepheısi’nde de maym ve nehir
füotüalarıyla düşmanla mücadele etmişti. Bütün bu harekât alanlarında
Alman personeli ile birlikte çalışmış vo dünyada ikinci gelen bir donan­
maya bağlı olan bu personelden eğitim alanmda çok faydalar sağlamıştı.
Yavuz ve Midilli’nin Türk Donanması’na katılışından sonra, eldeki
savaş gemileri ve yardımcı savaş gemileri tonajı 100.279’a yükselmişti.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Donanması’nm kayıplan ise, oldukça
büyük olmuştu. Bu kayıpların bir kısmı savaştan önce düşmanlarımız
tarafından el konularak, bir kısmı savaşta batırılarak ve diğer bir kısmı
da zarara uğrayarak meydana gelmiştir.
El konan bu savaş gemileri 28.000 tonluk Sultan Osman I. ve 23.400
tonluk Reşadiye savaş gemileri idi. Bu iki gemiye el konımasınm hiç bir
hukukî dayanağı yöktu. Toplam olarak 51.400 tonu el konularak 83.618
ton tutarmda harp gemisi kaybedilmişti. Bundan başka yardımcı savaş
gemilerinin kayıpları ise, 7124 tonu bulmuştu. Hepsi 26-309 ton tutan
yedi savaş gemisi de yaralanmıştı. Ticaret gemilerine gelince; hepsi
110.542 ton tutan vapur ve yelkenli batmış, 23.000 tonu bulan 11 vapur
yaralanmıştı. Buna karşılık Rus Karadeniz Filosu’ndan 7900 ton tutan
üç savaş gemisi batırılmış. Temmuz 1916 ortalarına kadar, hepsi 66.676
ton tutan 29 vapur ve 20 yelkenli batırıılmış vc iki vapur ele geçirilmiştir.
Çanakkale Cephesi’nde batan ve hepsi 92 273 ton tutan İngiliz ve
Fransız savaş gemilerinden (16 gemi) 27 875 tonu Türk sularındaki Al­
man denizaltıları tarafından, 41155 tonu mayın ile, 13 150 tonu Muave­
net mühribi tarafından, 800 tonu Sultanhisar torpidobotu ve 1115 tonu
da karakol gemileri ile batırılmıştı.
İngiltere’de teslim edilmek üzere olan Reşadiye ve Sultan Osman I.
savaş gemileri ile tezgâhta bulunan Fatüı savaş gomisine Osmanh Dev­
leti savaşa girmeden (21 Temmuz 1914)'te Ingilizler el koymuştu.
Türk Deniz Kuvvetleri Birinci Dünya Savaşı’nda çok yıpranmıştı.
Elde kalan deniz kuvvetleri, Mondros Mütarekesi’nden sonra, İtilâf Dev­
letleri tarafından enterne edilmiş ve ancak birkaç günlük gemi, karakol
ve emniyet görevlerinde bırakılmıştı. [222]
İstiklâl Savaşı başladığı zaman Tür^k Doniz Kuvvetleri diye bir şey
kalmamıştı. Türk Deniz Kuvvetleri ancak zamanla kurulmaya ve geliş­
meye başlayacaktı. Bu da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından
sonra olmuştu. .

[222] Türk İstiklâl Harbi; 2 nci c., 1 nci Kısım (İzmir’in İşgali ve Milli Mukaveme­
tin Doğuşu), Ankara, 1963, s. 38.

297 —
B. HAVACILIĞIN DOĞMASI, ÜÇÜNCÜ KUVVET OLARAK SİLÂHLI
KUVVETLERE GÎRlMESÎ, TEŞKİLÂTLANMASI, EĞİTİM;, SAVAŞ
FAALİYETİ

1. Havacılığın Doğması

Avrupa’da kullanılmakta olan islim makinelerinin büyük ağırlık ve


hacimlerine ve belirli güçlerine karşılık, çok hafif, küçük ve yüksek güçte
patlarlı motorların icadı, özellikle bazı sanayi dallarıyla ulaştırma araç­
ları alanında büyük bir gelişme sağlamıştı. Motoru önce otomobillerde
kullanan ve bundan olumlu sonuç alan bilim adamları bu olanaktan fay­
dalanarak uçmak isteği duymuşulardı. Birçok tehlikeli safhalar geçildik­
ten sonra, hava ulaştırma alamnda gelişmeler görülmeye başlamıştı. Özel­
likle Bileryo adında bir Fransızın 25 Temmuz 1909’da kullandığı uçağıyla
Manş Denizi’ni yarım saatte aşarak Fransa’dan İngiltere’ye uçması ha­
vacılık için yeni bir devrin açılışını müjdelemişti. Bu tarihten itibaren
Avrupa’da uçak inşaatı üzerindeki çalışmalar hızlanmış ve 1910, 1911
yülarında uçak inşaatı yaygın bir hal almıştı. Her tarafta uçak fabrika­
ları ve uçak alanları kurulurken, bütün ülkelerde kendi uçakları için pi­
lot yetiştiren oikul ve kuruluşlar kurmaya başlamışlardı. Avrupa orduları
ise, uçakların gelişmesi karşısında bundan askerlik bakımından faydalan­
ma yoluna girmişlerdi. Bu sırada ’Türk Genelkurmayı da bu yeni araç
üzerinde önemle durmaktaydı. 1911’de hiç olmazsa, iki subayım Avrupa’
ya göndererek bu konuda gerekli bügiyi elde etmek istemiş, havacılığm
temelini kurmak amacıyla orduya bir yajan yapmıştı. Bu yayında tay­
yarecilik öğrenmek isteyen, makineden anlayan ve Fransızca bilen subay­
ların başvurmaları istenmişti. Yapüan başvurular içinden Süvari Yüzbaşı
Fesa ve İstihkâm Teğmeni Kenan’ın başvuruları kabul edilmişti. Bu iki
subay Fransa’daki Bileryo Tayyare Okulu’na gönderilmişlerdi. Havacı
yetiştirmek üzere Avrupa’ya gönderilen bu iki subayın hareketleri sıra­
sında Genelkurmay 2 nci Başkanı Çürüksulu Mahmut Paşa, Harbiye Na­
zırı Mahmut Şevket Paşa’dan ve Genelkurmay Başkanı’ndan aldığı tali­
mat gereği havacılıkla ciddî bir şeküde uğraşacağını açıklamıştı. Bu amaç­
la Genelkurmay Başkanlığı’mn 2 nci Şubesi’nde görevli bulunan Kurmay
Yarbay Süreyya (İlmen) bu işin teşkilâtlandırılmasına memur edilmişti.
Yarbay Süreyya, bu işin Genelkurmay 2 nci Şulbesi tarafından idare olu­
namayacağını düşünmüş ve bu işlerin Kıtâat-ı Fennîye ve Mevâlki-i Müs­
tahkeme Müfettişliği’ne (Teknik Birlikler ve Müstahkem Mevkiler Mü­
fettişliği) bağlı olarak yapılmasını teklif etmişti. Teklif uygun görülmüş
ve müfettişliğin 2 nci Şubesi’nde bir Tayyare Komisyonu kurulmuştu.
Komisyon Başkanı Yarbay Süreyya olmuş ve müfettişlikten îstihkâm

— 298 —
Yarbayı Refik ve İstihkâm Binbaşısı Mehmet Ali ve Zeki, bu komisyona
üye olmuşlardı, Böylece bu komisyon ordumuzda haA’acüığm ilk resmî ku­
ruluşu olmuştu.
Tayyare Komisyonu’nun ilk işi çeşitli Avrupa ülkelerindeki ataşe-
mUiterler aracılığıyla tayyarecilik hakkında bilgi toplamsak olmuştu. Ko­
misyonun incelemeleri iki ay kadar devam etmişti. Sonunda İstanbul’da
bir tayyare okulunun kurulmasına karar verilmişti. Bu konu komisyonca
Harbiye Nazın Mahmut Şeviket Paşa’ya arz edilmiş ve onun bu konu­
daki görüşü alınmak istenmişti. Ancak Harbiye Nazın, bir uçağın değe­
rinin 1000 Osmanh altın lirası olması ve bunun için bütçede para bulun­
maması nedeniyle, ileride gereği yapılmak üzere beklenmesini emretmişti.
Bununla beraber gerekirse iki subayın daha Avrupa’ya gönderilmesinin
mümkün olabileceğini bildirmişti. Ancak Avrupa’ya suîbay gönderip ye­
tiştirmek daha pahalı idi, Avrupa’da bulunan iki havacı subayın Bileryo
Tayyare Okulu’nda kırdıkları uçakların tazminat tutarları ile iki subayın
diğer masrafları iki üç bin lira tutmakta idi. Bu nedenle Avrupa’ya su­
bay göndermektense, bunların İstanbul’da yetiştirilmeleri daha ekonomik
görülmekte idi, Mahmut Şevket Paşa, bu gerçeğe kısa zamanda inanmış
ve bu amaçla bir miktar parayı Maliye Nezareti’nden alabilmişti.
Harbiye Nazırı Ma'hmut Şevket Paşa, Tayyare Okulu’nun Üsküdar
doğusunda kurulmasını istiyordu, Alemdağ, Şamandıra bölgeleri incelen­
miş, buralarda uçak için alan bulunamamış ve gereken arazinin de özel­
likle sahipli olması dolayısıyla buralardan vazgeçilmişti, İncelemeler Ru­
meli yakasında yapılmış ve Yeşilköy’de* amaca uygun bir alan bulunmuş
ve 1912 yıh başlarında burada hemen inşaata başlanmıştı. Diğer taraftan
da Avrupa’dan iki kişilik bir Döperdüssen uçağıyla, bir adet bir kişilik
okul uçağı satın ahnmıştı. Bu iki uçak, Avrupa’dan dönen ilk hava subay­
ları olan Yüzbaşı Fesa ile Teğmen Kenan’a teslim edilmişlerdi. Her iki
uçak Biloryo Fabrikası’ndan satın alınmışlardı.
Yüzbaşı Fesa ve Teğmen Kenan’ın İstanbul’a gelmelerinden sonra,
Paris ataşemiliteri Yüzbaşı Tevfik, Harbiye Nazın’na yazdığı bir mektup­
la Rep Fabrikası’nm Müdürü Mr, Simon’u takdim etmiş ve tekliflerimin
dinlenmesine izin verilmesini rica etmişti. Müdür, Türk Ordusu için Rep
Fabrikası’ndan uçak satm alınması şartıyla, sekiz subayla bir miktar
marangozun, mıakinist vs erlerin fabrikasında parasız olarak yetiştirile-
büeceğini ileri sürmüştü. Fabrikanın şartları uygun görülmüş ve ikinci
kafile olarak yeri subayı Avrupa’ya göndermişlerdi. Bu subaylar, teğmen
ve yüzbaşı rütbelerinde idiler,

— 290 —
ülkeye giren iki Bileryo uçağı ve havacı suibaylarımız (Yüzbaşı Fesıâ
ve Teğmen Kenan) Yeşilköy Tayyare Okulu’na yerleşmiş ve görevlerine
başlamışlardı. Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, bu okulu ziyaret et­
miş, gösterilen gayretleri takdir etmiş ve okulun büyütülmesini emret­
mişti. Fakat bunun için para yoktu. Maliye Nezareti zorlanmış ve bir
miktar para daha ahnmıştı. Alınan bu para da bütçeye dahil bir para
değildi. Fazla paraya ihtiyaç vardı. Bu nedenle Tayyare Komisyonu mil­
letin vatan sevgisine başvurulması gerektiğini teklif etmeye başlamıştı.
Bu amaçla Genelkurmay, Yarbay Süreyj^a’nın Ceride-i Askerîye adlı as­
kerî dergide bir makale yayınlamasına izin vermişti. 21 Mart 1912’de
Çürüksulu Mahmut Paşa’nın ona3uyla uygulanan bu makale, hemen et­
kisini göstermiş ve bu yolda birçok bağış yapılmıştı.

2. ilk Türk Uçağının Uçuşu


Rep Fabrikasıyla yapılan sözleşmeye göre ısmarlanan uçaklardan
birisinin hemen 27 Nisan 1912 tarihine rastlayan padişahm tahta geçiş
şenliklerine yetiştirilmesi istenmişti. Gerçekten de, bu şenlik gününden,
bir gün önce (26 Nisan 1912)’de pilot Gordonbel idaresinde İstanbul’a
gelmiş ve o gün Yeşilköy’den havalanarak İstanbul üzerinde 45 dakika­
lık bir deneme uçuşu yapmıştı.
O gün Hürriyet-i Ebediye tepesinde askerî tören yapılacaktı. Padi­
şah Mehmet Reşat tören yerine geldiğinde uçakta tören birlikleri üze­
rinde dolaşarak geçit resmine katılacaktı. Bu şekilde ilk Türk uçağının
Türk semalarında uçuş tarihi 27 Nisan 1912 oluyordu.
Tören birlikleri ve halk, Hürriyet-i Ebediye tepesindeki anıt etrafın­
da toplanmıştı. Herkes sevinç içinde bulunuyordu. Henüz ordumuza giren
bu uçak gösterisine paralel olarak, bu sırada îngilislerin Armistrong Fab-
rikası’nda yapılmakta olan Reşadiye savaş gemisinin yağlı boya ile ya­
pılmış büyük boyda bir tablosu da artırmaya konmuştu.
Uçağın Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne yaklaşması sırasında Donanma
Cemiyeti’nin Bakırköy Şubesi Başkanı İsmail Hakkı Paşa adına Bakır­
köy Kaymakamı Asım ve Cemiyet üyelerinde-n Hafız Hikmet Beyler birer
söylev vermişlerdi. Söylevlerden sonra, Bakırköy Müftüsü tarafından bir
dua okunmuş ve böylece gerek uçak ve gerek Donanma için yardım pro­
pagandası yapılmıştı.
İlk Türk Uçağı saat 13.20’de Yeşilköy’den havalanmış ve saat 13.30’
da padişahın töreni izleyeceği yere varmasıyla birlikte havada görün­
müştü.

— 300 —
Alınan bir uçağın değeri 30 000 Frank idi. Uçağın hızı saatte 90-100
kilometre kadardı. Pervanesi daikikada 1200 devir yapıyordu. Motor sis­
temi Gnom sistemi idi. Boyu 12, kanattan kanata genişliği 12,5 metre» idi.

3. Ordunun Uçaklarla Desteldenmesi


Tahta çıkış töreninden birkaç gün sonra Har^biye Nazırı Ma'lunut
Şevket Paşa’nın verdiği bir kararla. Tayyare Komisyonu Başkanı Yar­
bay Süre3rya ile îstihkâm Binbaşısı Mehmet Ali AAU'upa’ya gönderilmiş-
lordi. İstanbul’dan 6 Mayıs 1912 günü hareket eden heyet aldıkları ta­
limat gereği Avusturya-Macaristan, Almanya, Fransa ve îngilter’de in­
celemeler yapmış, gerekli satmalmaları da yaptıktan sonra (5 Temmuz
1912)’de İstanbul’a dönmüştü.
Tayyare Komisyonu Heyeti Avrupa’da incelemelerde bulunurken.
Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, Heyet Başkanı Yarbay Süreyya’ya
13 Mayıs 1912’de gönderdiği bir telgrafla, İtalyanların balonlarıyla Kale-i
Sultaniye (Çanakkale) istihkâmlarını bomibalayarak tahribe giriş£*3ek-
lerini haber aldığını bildirerek bir iki balonla yoterli sayıda uçak ve
pilotların sağlanmasını istemişti. Harbiye Nazırı, İtalyanların Ro­
dos’u işgallerinden (13 Mayıs 1912) sonra, Avrupa’daki tayyare heyeti
başkanına yazdığı mektuibunda; İtalyanların Rodos’u işgallerinden son­
ra diğer adaları da işgal etmelerinin olası olduğunu bUdlrerek “Şimdilik
Rodos ile ve ileride belki diğer adalarla da bağlantı kurmamız çok ge­
reklidir. Halen Helycsta (pırıldak) ile muhabere edebiliyoruz. Fakat ile­
ride ne yapacağımızı, bunu başarıp başaramayacağımızı bilmem. Eğer
aeroplan (uçak) aracılığıyla bağlantı kurarsak hem askerimizin morali­
ni korumuş ve hem de Avrupa’ya karşı ordumuzun şan ve şerefinin ar­
tırılmasına hizmet ötmiş bulunıuuz. Bundan dolayı Rodos karşısında se»y-
yar hangarlar oluşturulmasıyla orada aeroplan bulundurulmasını uygun
görüyorum. Humbaralarımız olursa, İtalyan gemileri ve ordugâhları üze­
rinde humbaralar da atabiliriz. Bu işi görebilmek için pilotlara sahip ol­
mamız gerekir. Bu pilotlar Alman olursa daha iyidir. Çünkü Fransızlar
zannetmem ki îtalyanlar aleyhine öyle bir girişimde bulunsunlar. Döper­
düssen Fabriıkası’nm ajanı bu amaçla bizo pilot dahi vereceğini büdir-
diyse de bu başvurusu yalnızca aeroplan satması için olası bir başvuru
tarzında değerlendirUdiğinden işimize gelirse oradan da pilot alabiliriz.
Bu durum^da girişimlerde bulunmanızı tavsiye ile sonucu beklerim oğlum”
diyordu. [223]

[223] -Süreyya İlmen; Türlüye’de Tayyarecilik ve Bal onculuk Tarihi, İstanbul 1947,
s. 50-'51.

— 301
Heyetin 21 Mayıs 1912’de Berlin’den Harbiye Nazırı Mahmut Şevket
Paşa’ya gönderdiği cevapta Harlen Fabrikası’nda yeni inşa edilmiş olan
ilk uçağın 20 kğ. lık bomba atabileceği söylenmekte ise de henüz bun­
ların Almanya’da yapılmasına izin verilmediği, Hamburg’daki Nöbel ku­
ruluşunun bomba işini halledeceğini, satın alınacak uçaklar ve sözleşme
ile gönderilecek püoit ve makinist hakkında anlaşmaya varıldığı bildiril­
mişti.
Harlen Fabrikası’ndan satın alınan iki uçak ile beraber 20’şer kilog-
ragmlık 50 adet bombaya 45 000 mark verilmişti. Uçakların herbiri
20 000 marktı. Her bomba 100 marka geliyordu, Osmanlılar ilk defa
havadan yere karşı bomba kullanacaklardı.
Bu sırada heye*t, Rep Fabrikası’ndan da ısmarlanan iki adet uçağı
yola çıkarmıştı. Bir buçuk ay sonra iki uçak daha teslim edilecekti. Ya­
pılan teklif üzerine altı stajer Türk subayına ek olarak iki subayın daha
kontrat dışı ücretsiz tayyarecilik eğitimi teklif edilmişti. Bu iki subayın
biri esasen topçuluk eğitiminde bulunan Teğmon Mithat’tı.
13 Haziran lS12’de İstanbul’da Tayyare Okulu’nda öğretmenlik yap­
mak üzere Mösyö Bresson ile bir sözleşme de imzalanmıştı. Sözleşme bir
yıllıktı. Bu öğretmene* de ayda 1000 Fransız Frangı verilecekti. Ayrıca
Fransa’dan 500 Frank maaşlı bir uçak marangozu da tutulmuştu.
Heyet, 20 Haziran 1912’de Îngilizlerin Bristol Fabrikası’ndan iki uçak
ile iki pilot, iki makinist temin etmiş ve 15 kiloğramlık 60 ve üç kiloğ-
ramlık 120 hava torpili için sözleşme imzalannuştı. Pilotlar altışar ay
sözleşmeli olup her biri ayda 50 İngiliz lirası maaş alacaklardı. Makinist­
ler 25’şer İngiliz lirası ile çalışacaklardı. Bristol’dan alınan uçakların her­
biri 1200 İngiliz lirasına alınmıştı.
Heyetin İstanbul’a dönüşüne kadar çeşitli Avrupa ülkelerinden Rep,
Döperdüssen, Bristol, Harlen ve Bileryo sisteminde uçaklarla ayrıca de­
ğeri 50 000 lira olan 2500 metreküp gaz alır hacimde küçük bir sevkedi-
lebilir balon alınmıştı.
Bu şekilde 1912 yılı içinde Türk Ordusu’nun elinde 17 uçak bulun­
makta idi. Buna karşılık Avrupa’da yetiştirilen havacı suJbayların sayısı
da 18 idi. Bunlardan ikisi (Yüzbaşı Fesa ve Teğmen Kenan) Bileryo Tay­
yare Okulu’nda, sekizi (Salim, Fevzi, Nuri, Refik, Mithat, Şükrü, Salim
ve Cemal) Rep Tayyare Okulu’mda, diğerleri (Fethi, Aziz, Saffet, Fazıl,
Abdullah, Sabri ve Mehmet Ali) ise, İngiltere’de Bristol Tayyare Okulu’
nda yetişmişlerdi.

— 302 —
4. Tayj-are Okıılımım Kurulması
Tayyare Okulu için müdürlüık binası ile bir tayyare öğrenci subay
dairesine (dersaneleriyle), hangarlara, tamirhaneye ve benzin depolarına
ihtiyaç vardı. Tayyare Okulu’nun kadro erleri için kışlalar lazımdı. Has­
tane, mutfak, hamam ve çamaşırihane gerefkiyordu. Ta57yare Bölüğii’nün
uçaklarım taşıyan aralbalar için bir arabalığa, araba hajrvanlarını koru­
yacak bir ahıra ve genel depo binasına ihtiyaç vardı. Bu sıralarda okulun
iskân plânları yapılmış ve hazırlanm^tı. Fakat bu sıralarda Halâskâr
Zabitan Grubu duruma hakim olmuş ve her şeyi altüst etmişlerdi. Gazi
Muhtar Paşa iktidara gelmiş ve çekirdek halinde olan havacılık da sar­
sılmıştı. Eski gayret kalmamıştı. Nâzım Paşa, Hartbdye Nâzırhğı’na gel­
dikten sonra, inşaat için gereken para verilmemiş ve böylece Türk askerî
havacılığının gelişmesi için girişilen çalışmalar sonuçsuz kalmıştı. Niha­
yet temmuz ve ağustos ayları hiç bir şey yapılmadan geçmişti. Eylül aym-
da Balkanlar’da siyasî durumun gerginleşmesi üzerine 18 Eylül 1912’de
Balkan Savaşı seferberliği ilân edilmiş, havacılıkla uğraşanlar dağılmış­
lardı.

5. Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı Sırasında Türk Hava­


cılığı ve Sonuç
Balkan Savaşı’nın üç dört ay öncesinden savaşın başlamasına kadar
devam eden sürede, havacılığın geliştirimesi için yapılmış olan girişim­
lerin hemen heıpsi. Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa tarafından engellenmişti.
Pilotlar bu süre içinde uçuş yeteneklerini kaybetmişlerdi.
Balkan Savaşı patlak verince. Nâzım Paşa’nın emriyle Fransa’dan üç
Fransız pilotu, bir sözleşme ile getirilmişti. Şark (Doğu) ve Garp (Batı)
Orduları için ikişer uçaklı birer müfreze kurulmuştu. Kırkkilise (KIrk­
lareli)’ye gönderilen bir müfreze, ordunun Kırklareli’den çekilmesi üzeri­
ne uçaklar tahrip edilmeden orada terk edUmek zorunluluğunda kalın­
mıştı. Diğer bir müfreze ise, bir Fransız pilotla. Yüzbaşı Fesa, Fethi ve
Nuri, Garp (Batı) Ordusu emrine Selânik’e gönderilmişlerdi. Selânik’ten
Karaferye yönünde keşifler yapılmışsa da, Selânik’in Yunanlılar eline
geçmesi üzrine Yüzbaşı Fesa İstanbul’a dönebilmişti. Uçaklar, daha
Yunanlılar Selânik’e yaklaşmakta iken, 10 Kasım 1912’de yakılmışlardı.
Kurtulabilen havacı sulbaylar da İstanbul’a kaçabiilmişlerdi.
Şark (Doğ^) Ordusu Çatalca mevziine çekildiği zaman, elde iki uçak
ve iki FVansız pilotundan başka kimse kalmanuştı. Bunlardan biri, Çatal-
ca’da ancak bir defa uçabilmiş ve diğeri de uçağını kırdığından kendisine
başka bir uçak verilmemiş ve sözleşmesi feshedilmişti. Bu sırada Selânik’
ten dönen Teğmen Nuri, hemen Yeşilköy’e gönderi'lmiş ve uçağı ile bir

— 303 —
kaç defa başarılı uçuşlar yapıuııştı. Yapılan bu başarılı uçuşlardan dolajn
Teğmen Nuri, 5000 kui'uşlu ödüllendirilmişti. Bu ödüllendirme, diğer
havacı subaylar için de örnek ve teşvik aracı olmuştu. Bunu izleyen iki
aylılk zaman içinde Üsteğmen Fethi ve Yüzbaşı Salim, Çatalca’da başarılı
uçuşlar yapmışlar ve ödüllendıirilmişlerdi. Yüzbaşı Fesa ve Üsteğmen Fazıl
da uçaklarıyla görev yapacak duruma gelmişlerdi.
Birbiri arkasına gelen Trablusgarp ve Balkan Savaşları bitmişti. Bu
savaşlar sırasında hava kuvvetleri, tasarlanan keşif, bombardıman ve
savaş görevlerini tam yapamamışlardı. 1911’den 1913 3nlına kadar, daha
doğrusu Alman Islâh Heyeti’nin Türkiye’ye gelmesine ve yeni ıslâhat ve
teşkilâtın başlamasına kadar, gerek okul ve gerek havacı subay ve hava
teşkilâtı tam anlamıyla hazırlanamamıştı. Havacılık ancak 1913 yılından
sonra ele alınımış ve gelişmeler sağlanalbihnıişti.
6 Kasım 1912’de Edirne kalesindeki sabit balon, personeli olmayışın­
dan kullanılamamıştı. Topçu gözetlemesi için iki uçağın Edirne’ye gönde­
rilmesi istenmişse de havacı subayların uzun uçuşlara alışık olmamaları
nedeniyle gönderilememişlerdi. Edirne’ye iki uçak trenle gönderilmek
istenmişti- Fakat Bulgarlann ileri harekâtı dolayısıyla yol kesildiğinden
Çorlu’ya eritmeleri emredilmişti. Bu defa, tren tspartakule’den daha ileri
hareket etmemesi emredilmiş bulunduğundan. Başkomutanlık Vekâleti’y-
le bağlantı kuramayan havacılar tekrar Yeşilköy’e dönmüşlerdi.
Balkan Savaşı’nın ikinci safhasında Balkan Müttefiklerinin birbirine
girmelerinden faydalanan 'Türk Ordusu, 12/13 Temmuz 1913’te Edirne ve
KIrklareli doğrultularında ileri harekâta geçmişti. Bu harekât sırasında
uçakların keşif amacıyla harekâta katılmaları emredilmiş ve uçaklar bir
alandan diğerine atlamak suretiyle kara kuvvetlerini takip etmişlerdi,
îlk hareket 18 Temmuz 1’13’ıte olmuş ve uçaklar Çorlu’ya inmişlerdi. 22
Temmuz 1913’te Babaeski’ye gidecek uçaklar, havanın elverişli olmama­
sından uçamamışlar, ancak 23 Temmuz 1913’te uçarak Edirne’ye varmış­
lardı.
Bu harekât sırasında kara kuvvetleri ve kara birlikleri arasında b'?
anlaşma olmadığından, yürüyüş kollarının açtıkları ateşlerden uçaklar
etkilenmiş ve bir uçak önemsiz isabetler almıştı. Bu safhada uçaklar ka­
ra ordusuna keşif konusunda faydalı olmuşlardı. Balkan Savaşı’nın sona
ermesi dolayısıyla, uçaklar 29 Eylül 1913’'te Yeşilköy’e dönerek bakım,
ve onanma sokulmuşlar ve yeni bir teşkilâtla eğitime başlamışlardı.
Balkan Savaşı’ndan sonra gerek Kara, gerek Deniz ve Hava Kuv­
vetleri’nin yetersizliği bütün çıplaklığıyla görülmüştü. Bu nedenle silahlı
kuvv'etlerin yeniden bir teşkilâtlanmaya tabi tutulması gerektiği gerçeği

— 304 —
herkes tarafından kabul edilmişti. Teşkilât için paraya fazlasıyla gerek­
sinim vardı. Bunun için Fransa’ya baş vurulmuş ve borç para istenmişti
Ancak Fransa borç para verirken, bu paraların bir kısmıyla Fransa’dan
uçak vs. gereç alınmasını şarlt koşmuştu. Fakat kesin girişim yapılma­
dan önce, Alman Islâh Heyeti’nin de fikri alınmış ve kısa bir zaman için
de Avrupa’ya sulbay gönderilerek havacılığın bir daha incelenmesi uygun
görülmüştü. Avrupa’ya gönderilen havacı sulbaylar, Fransız havacılığı­
nın ileri bir seviyede olduğunu görerek raporlarını vermişlerdi. Türk Ha­
va Kuvvetleri’nin ıslâhı amacıyla ve yalnızca inceleme yapmak üzere İs­
tanbul’a gelen Fransız Hava Kuvvetleri Komutanı General Bemard da
Türk Hava Kuvvetleri’nin kalkınması için Fransız Hava Yüzbaşısı Dog-
yos’u önermişti. 4 Mayıs 1914’te Türkiye’ye gelen Yüzbaşı Dogycs, Bin­
başı rütbesiyle Türk Hava Kuvvetlerinin kalkınmasında büyük çaba gös­
termişti. Bu sırada 'Türkiye’de gerek uçak ve gerek pilot pek azdı. Bu­
nun giderilmesi için Tayyare Okulu’na 14 subay alınmış ve yetişitirilme-
sine başlanmıştı. Subayların yetiştirilmesi için okula üç eğitim uçağıda
sağlanmıştı. Yüzbaşı Fesa, Fazıl ve Mithat, dil bilmeleri dolayısıyla yar­
dımcı öğretmen olarak okula verilmişlerdi.
Yüzbaşı Dogycs İstanbul’a geldiği zaman, İstanbul’da yalnız Kara
Tayyare Okulu bulunmakta idi. Bahriye Nezareti de Donanma için bir
Deniz Tayyare Okulu’nun açılmasına karar vermişti. Okulun Yeşilköy
fenerine yakın bir yerde açılması tasarlanıyordu. Fakat deniz ve hava
subaylarını yetiştirmek için öğretmen bulunamadığından, bunların önce
Kara Tayyare Okulu’nda yetiştirilmelerine karar verilmişti.
4 Haziran 1'914’te Fransa’dan altı Gordon, altı Moran ve nihayet 9
Temmuz 1914’te yapılan bir sözleşme ile de üç çift satıhlı Ferman uçağı
satın alınmıştı. Bu sırada Avusturya-Macaristan Veliahdı öldürülmüş ve
A\Tupa devletleri birbirine girmişti. Osmanh Devleti de Almanya’ya ya­
naşmaya başladığından Fransa’dan satın alman uçaklar Türklere veril­
memiş ve Yüzbaşı Dogycs da Fransa’ya dönmüştü. Böylece Hava Kuv­
vetleri’nde başlayan ıslâhat durmuştu. Elde az sayıda pilot bulunmakta
idi.
Osmanh Devleti Birinci Dünya Savaşı seferberliğini ilân ettiği za­
man, seferberliğe dahil bulunan Hava Kuvvetleri’nin elinde dört adet
uçak bulunmaktaydı.
Hava Kuvvetleri bu durumda iken. Birinci Dünya Savaşı başlamış
ve Ruslar Doğu Cephesi’ne taarruza başlamışlardı. 3 ncü Ordu, düşman
keşfi için uçak istemişti. Bunun üzerine hazırlanan Tarık Bin Zeyyat ve
Edremit adlarındaki iki Bileryo uçağı. Yüzbaşı Salim ve Fesa’nın idare­

— 305 —
sine verilerek deniz yolu üe Trafbzon’a g^önderilmişse de, uçakları götü­
ren vapurlar Ruslar tarafından batırılmıştı. Bu sırada pilot subaylar eısir
edilerek Sibirya’ya götürülmüşlerdi. Savaşın başlamasına rağmen, elde
uçak olmadığından Irak ve Filistin Cephelerine uçak verilmemişti. Her
ne kadar 11 Kasım 1914’te Almanya’dan Tiürkiye’ye bir miktar uçak ve
havacı subay gönderüeceği bildirilmişse de, 1915 yılına kadar hava bir­
liklerinin durumunda bir değişiklik olmamıştı.
1915 yılında Türk Başkomutanlık Vekâleti’nin Alman Genelkurma-
yı’na yaptığı başvuru üzerine, Türk havacılığının kurulması için Alman
hava Üsteğmeni Serno memur edilmişti. 12 uçak, pilot ve makinistlerle
İstanbul’a gelen Üsteğmen Semo, Başkomutanlık Vekâleti’nin emri ile
3 Şubat 1915’te Yüı^başı rütbesiyle Hava Okulu Müdürlüğü’ne atanmıştı.
Bu tarihten itibaren ciddî çalışmalar ve kalkımna başlamıştı. Zamanla
Yüzbaşı Serno’nun Alman Genelkurmayı’na yaptığı olumlu teklifler iyi
karşılanmış ve uçak malzemesinin çoğaltılmasına başlanmıştı. Ancak bu
sırada Almanya fazla pilota gereksinim duyduğundan 'Türkiye’ye pilot
yardımında bulunamamıştı. Bunun için gelen ve gelecek uçakların Türk
hava subayları tarafından kullanılması zorunluluğu doğmuştu. Tayyare
Okulu, yılda ancak 15 pilotu yetiştirelbiliyordu. Bunun için Türk Hava
Kuvvetleri ancak 1916 yılında iş görebilecek bir duruma gelebilmişti.
Tayyare Okulu bir taraftan pilot yetişıtirirken. Genelkurmay Baş­
kanlığı da 1915 yılında giriştiği hava teşkilâtı bakımından da ön almış
durumda idi. Genelkurmay, Çanakkale, Uzunköprü, Keşan, Adana ve
Şam’da, Irak ve Kafkas Cephelerinde yedi uçak bölüğü teşkilâtmı kur­
muş ve plânlamıştı. Bu teşkilâtın pilotları Alman ve 'Türk subayların­
dan hazırlanmıştı. Bundan başka. Bahriye Nezareti de iki adet Niyoport
eğitim uçağıyla bir adet Körtis ve sekiz adet Gota uçağını teşkilâtlan­
dırmış ve hazırlamıştı.
Çanakkale’ye düşman çıkarması başladığı zaman, Çanakkale Müs­
tahkem Mevki Komutanlığı emrinde üçü kara ve biri deniz olmak üzere
dört uçaktan oluşan bir bölük bulundurulabilmişti. Bu bölük, Müstah­
kem Mevki’in emrinde bulunduğundan, ancak Müstahkem Mevki Komu-
tanlığı’nın emir ve arzularını yerine getirmiş fakat 5 nci Ordu’nun düş­
manı karşılaması sırasında faydalı olmuştu. Ancak 1915 yılı Temmuz
ayında Uçak Bölüğü’nün 5 nci Ordu ile işbirliği yapması emredildikten
sonra, bölük, keşif, gözetleme ve destekleme hizmetlerinde faydalı olma­
ya başlamıştı.
1915 yılı başlarında Doğu Cephesi’nde 3 ncü Ordu kötü bir duruma
girmişti. Sankamış felâketi olmuştu. 26 Aralık 1914’te Yavuz muharebe
gemisi bir mayına çarparak yaralanmıştı. Bu nedenle 3 noü Ordu’nun

— 306 —
Karadeniz ikmal yolu telıiikeye girmiş ve her türlü ikmal yapılmaz olmuş­
tu. ikmal yolunun Ulukışla-KayBeri-Sivas-Erzurum yoluna çevrilmesi or ­
dunun durumunu büsbütün ağırlaştırmış ve bu yol dolayısıyla ikmal hızı
azalmış ve zamanı uzamıştı. Bu nedenle ordunun her türlü destekten yok­
sun olması ve ikmalin gecikmesi tehlikesi ile karşılaşılmıştı. Dolayısıyla
Doğu Cephesi’ne uçak da göndermek mümkün olmamıştı- Bundan dolayı
Doğu Cephesi’nde 1915 yılmda hiç bir hava faaliyeti olmamıştı.
1915’te PilMin’de Kanal Harekâtı hazırlandığından, bu cepheyi des­
teklemek üzere dört uçaktan oluşan bir bölük tahsis edilmişti. Bölük,
Dikmar adında bir Alman hava subayınm komutasına verilmiş ve Üsteğ­
men Fa,zû da bu bölüğe atanmıştı. Cephe Komutanlığı (4 ncü Ordu) em­
rine verilen uçaklardan biri, uçuş sırasında anza yapmış ve zorunlu iniş
sırasında kırılmıştı. Diğerleri ise, harap denecek derecede olduklarından
iş g^örememişler ve cephe uçaksız kalmıştı.
Irak Cephesi’ne ise, hiç bir uçak verilememişti. Ancak Irak’ta Ingiliz
uçaiklarmın isabet alma ve arızalanma dolayısıyla zorunlu inişler yapma­
ları, Irak Komutanlığı için bir uçak kaynağı olmuştu. Sağlam olarak ele
geçirilen uçaklardan faydalanılmak istenmiş, bu amaçla da Üsteğmen
Fazıl, Filistin Cephesi’nden, Irak Cephesi’ne gönderilmişti. Ele geçen
İngiliz uçaklarının birçok parçalan eksik görüldüğünden uçurulamamış­
lardı. Irak Ceplhesi’ne ancak 1915 yılı Aralık ayında bir tayyare bölüğü
gönderebilmişti.
Türk Hava Km’vetleri ancak 1916 yümda toparlanabilmiş etkili ola­
rak göreve başlayabilmişti. Bu yılın kasım ve aralık aylarında Hava Kuv­
vetleri’nin genel mevcudu 90 uçak, 81 pilot ve 58 rasıt (gözetleyici) ola­
bilmişti.
Müterekenin imzalanmasına (30 Ekim 1918)’e kadar bu durum, biraz
azalm.a ve çoğalma ile devam ettirlilmiş ve havacılığın idaresine Alman­
lar hakim olmuşlardı. Hava Kuvvetleri’nin idaresi için kurulan Kuvay-i
Havaiye Müfettiş-i Umumiliği (Hava Kuvvetleri Genel Müfettişliği) ta-
mamiyle Alman personeli ile kadrolandınimıştı. [224]
Müterekenin imzalanmasından sonra, Suriye Cephesi’ne çekilen bir
kısım Hava Kuvvetleri Konya’da Irka Cephesi’nden çekilen ufak bir Hava
Kuvveti de Elazığ’da toplanmışlardı- Önemli denecek derecede bir kısun
malzeme de İstanbul’da Yeşilköy’de bulunuyordu. Almanlar memleket­
lerine çekilme için hazırlığa girdiklerinden Hava Kuvvetleri başsız kalmış­
tı. Bu sırada Istanlbul’a giren Ingiliz ve Fransızlar ilk iş olarak Yeşilköy

[224] Ordu Enümamesl; No. 47 (15 Kânunusâni 1332), s. 236.

— 307
kuzayindeki Safra K5yü yanında bulunan tayyare istasyonuna el koya­
rak işgal etmişlerdi. Bu sırada Türk hava subayları bir kısım malzemeyi
ve uçakları Anadolu yakasına taşımışlardı Yeşilköy’deki deniz feneri
doğusunda bulunan deniz tayyare istasyonu da Haliç’te Bahriye Neza-
reti’nin deniz ambarlarına taşınmıştı.
1919 yılında Habbiye Nezareti’nce, günün şartlarına uygun yeni bir
hava teşkilâtı kurulması zorunluluğu hissedilerek; îstahbul, İzmir, Konya
ve Erzurum’da birer tayyare istasyonu, Elazığ ve Diyarbakır'da birer
tayyare bölüğü kurulmıuştu.
1920 yılının ilk aylarında ise, Anadolu’da millî hareket başlamıştı.
İstanbul’da bulunan hava birliğinin, millî mücadele hareketinin aleyhine
kullanılmak istenmesi üzerine burada toplanan hava subayları uçaklarıyla
Anadolu’ya katılmak istemişlerse de, uçaklarının arıza yapması dolayı­
sıyla başaramamışlardı. Bundan sonradır ki, hava suibayları toplu ve
bağımsız olarak Anadolu’ya katılmaya başlamışlardı. [225]
Millî Ordu’nun hava teşkilâtı ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
açılmasından sonra, Anadolu’da kalan uçak enkazı üzerine kurulmaya
başlamış ve geliştirilmişti.

[225] Bu konuda fazla bilg’i için Bkz. Türk İstiklâl Harbi; c. V (Deniz Cephesi ve
Hava Harekâtı) Ankara, 1964.

— 308 —
KRONOLOJİ

29 Mayıs 1908 Selânik Merketz Komutanı Yarbay Nazun’m,


Yüzbaşı Mustafa Necip tarafından vurulması.

9/10 Haziran 1908 İngiltere Kralı VII nci Edward ile Rus Çarı II.
Nikola’nın Reval’de buluşarak görüşmeleri (Re-
val Mülakatı).

3 Temmuz 1908 Kolağası Niyazi’nin dağa çıkması ve Abdıülha-


mit’ten Anayasa’nın uygulanmasını istemesi.
AbdUlhamit’in, 18 nci Tümen Komutanı Şemsi
Pa§a’yı asi Kolağası Niyazi’yi cezalandırmakla
giörevlendirmosi.

7 Temmuz 1908 Şemsi Paşa’nın Manastır Telgrafhanesi önünde


Teğmen Atıf (Kamçıl) tarafından Öldürülmesi.

20 Temmuz 1908 Kolağası Eyüp Sabri’nin isyan ederek Ohri’den


ayrılması. 30 000 Arnavnıtım Firzovik’te toplan­
ması, meşrutiyetin iadesi için and içmeleri ve
180 imzalı bir telgrafı Abdülhamit’e gönderme­
leri.

23 Temmuz 1908 Manasitır’da İkinci Meşrutiyet’in ilânı.

23/24 Temmuz 1908 Abdülhamit’in meşrutiyetin ilânını kabul etme­


si, Meclis’in açılması için izin vermesi ve bunun
vilâyetlere telgraflarla bildirilmesi.

28 Temmuz 1908 Abdülhamit’in meşrutiyete sadık kalacağına


dair ant içmesi.

5 Ağ:ustos 1908 Sadrazam Sait Paşa’nın istifası ve» Kâmil Paşa’


nın sadrazam olması.

— 309 —
13 Eylül 1908 Meclis-i Mebam-ı Harbîye (Askerî Şura) nin lik
defa toplanması ve silâhlı kuvvetlerin düzenlen­
mesi için gdriişmelerin başlaması.
5 Ekim 1908 Bulgaristan Prensi ve Doğu Rumeli Valisi Fer-
dinand’m Tırnova’da Bulgaristan Çan (Kralı)
olarak bağımsızlığmı ilân etmesi. Bunun Abdül­
hamit’e bildirilmosi ve Osmanh Hükümeti tara­
fından protesto edilmesi.
Bosna-ıHersek’in Avusturya-Macaristan tarafın­
dan ilhâk olunması ve ilhâkın Osmanh Hükû­
meti’ne bildirilmesi.
6 Ekim 1908 Girit’in Yunanlılara katıldığının ilânı.
13 Ekim 1908 5 Ekim 1908’den beri meydana gelen olağanüs­
tü olaylar üzerine İstanbul’da Sultanahmet mey­
danında büyük bir miting yapılması.
17 Aralık 1908 İkinci Meşrutiyet Meclisi’nin Açılması.
3 Şubat 1909 Donanmanm düzene sokulması ve eğitimi için
İngiltere’den Amiral Gambel’in İstanbul’a gel­
mesi.
12 Şubat 1909 Piyade Atış Okulu’nun açdması.
21 Mart 1909 Ordu Kıyafet Nizamnamesi’nin kabulü ve üni-
formanm değişmesi.
6/7 Nisan 1909 Serbesti Gazetesi Başyazarı Haşan Fehmi Bey’
in Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi.
13 Nisan 1909 31 Mart Vakası’nm başlaması.
14 Nisan 1909 Ermenüerin Adana’da bir devlet kurmak ama­
cıyla ayaklanmaları.
15/16 Nisan 1909 Selânik’ten Hareket Ordusu’nun ilk kademesini
teşkil eden birliğin Kurmay Binbaşı Mulıtar
(ıbu zat ayaklanmanm bastırılması sırasında şe­
hit olmuştur) komutasmda İstanbul’a hareket
etmesi.
Asar-ı Tevfik Zırhlısı Komutanı Ali Kabuli Bey’
in Yüdız Saraju kapısında Padişah Abdülha­
mit’in gözleri önünde asi askerler tarafından
süngülünerek şehit edilmesi.

— 310 —
19 Nisan 1909 Hareket Ordusu Komutan Hüseyin Hüsnü Pa-
şa’nın imzasını taşıyan ve fakat Hareket Ordu­
su Kurmay Başkanı Kolağası Mustafa Kemal
(Atatürk) tarafından kaleme alman “İstanbul
Halkma Beyanname” nin yayınlanması.

21 Nisan 1909 Mahmut Şevket Paşa’nm Hareket Ordusu’nun


komutasım ele almak üzere Selanik’ten yola çık­
ması. Hareket Ordusu Kurmay Başkanlığı’nm
Kurmay Binbaşı Enver tarafından yapılması.
Erzurum’da Yusuf Paşa Komutasındaki tüme­
nin ayaklanması.

22 Nisan 1909 Mebusan ve Ayan Meclisleri’nin millî meelis ha­


linde Ayaıstefanos (Yeşilköy)’ta Yat Klüp’te
Ayan Reisi Sait Paşa’nın başkanlığında toplan­
ması. Hareket Ordusu’nun yayınladığı beyanna­
menin, uygun olduğunun kabul edilmesi ve bu­
nun bir bildiri ile onaylanarak yayınlanması.

27/28 Nisan 1909 Abdülhamit’in aüesi ile birlikte Selânik’e gön­


derilmesi.

24 Temmuz 1909 İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan kuvvetlerinin


işgalinde bulunan Girit adasınm boşaltılmasına
karar verilmesi.

7 Ağustos 1909 Tasfiye-i Rüteb Kanunu’nun çıkarılması.

14 Ağustos 1909 Askerî Şura’nın oluşturulması.

17 Ağustos 1909 Harp Akademisi’nin, Harp Okulu’ndan ayrıla­


rak Erkânı Harbiye Mektebi adım alması ve
Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanması.

24 Ekim 1909 Rus Çarı ve İtalya Kralı’nın Trablusgarp soru­


nunda anlaşmaları.

20 Ocak 1910 Sahra ve Ağır Sahra Topçu Okulu’nun açılması.

— 311 —
9 Temmuz 1910 Osmanh Ordusu’nun Teşkilâtı Esasiye Nizam­
namesinin kabulü.

1 Ekim 1910 Sahra Topçu Atış Okulu’nun açılması.

8 Ocak 1911 Ordular kuruluşlarına kolordu kademesinin gir­


mesi.

28 Eylül 1911 İtalyan Hükûmeti’nin Osmanh Hükûmeti’ne ül­


timatom vermesi.

29 Eylül 1911 Osmanh Hükûmeti’nin, İtalyan ültimaıtomuna


red cevabı vermesi. İtalya’nın savaş ilânı.

1 Ekim 1911 Süvari BinicUik ve Tatbikat Okulu’nun açılması.

10 Ekim 1911 Ağır Topçu Atış Okulu’nun açılması.

13 Ekim 1911 Moclis’in açılması.

21 Kasım 1911 Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nm kurulması ve mu­


halif partilerin bu parti ile birleşmeleri.

27 Nisan 1912 İlk Türk Uçağı’nm İstanbul semalarında uç­


ması.

26 Eylül 1912 Karadağhlarm Osmanlı Devleti topraklarına te­


cavüzü.

1 Ekim 1912 Balkan Savaşı Seferberliği’nin ilânı.

8/20 Ekim 1912 OsmanlI Devleti’nin Balkanlılarla savaşa gir­


mesi.

15 Ekim 1912 İtalya ile Uşi Banş Antlaşması’nın imzalanm.a-


sı.

— 312 —
3 Aralık 1912 İlk Balkan Harbi mütarekceinin imzalanması.

23 Ocak 1913 Babıâli Baskını, Harbiye Nazın Nazım Paşa’nın


öldürülmesi.

30 Mayıs 1913 Londra Barış Antlaşması’nm imzalanması.

11 Haziran 1913 Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket


Paşa’nın muhalifler tarafından öldürülmesi.

29 Eylül 1913 Istanibul’da Tühk-Bulgar Barı§ Antlaşması’nıh


imzalanması.

14 Kasım 1913 Atina Antlaşması’nm imzalanması.

14 Aralık 1913 Alman Islâh Heyeti Başkanı General Liman von


Sanders’in ve heyetinin Istanlbul’a gelmesi.

3 Ocak 1914 'Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Genelkurmay


Başkanlığı’nı da ele alması.

6 Şubat 1914 Osmanh Hükûmeti’nin Yeniköy Mukavelesi’ni


imzalaması.

14 Mart 1914 Sırplılarla İstanbul Antlaşması’nm imzalanma­


sı.

14 Nisan 1914 Levazım Okulu’nun açılması.

7 Mayıs 1914 Alman 'Tiümgenerali Bronzart von ŞeUendorf’un


Türk Genelkurmay Başkanı Vekilliğine atan­
ması.

28 Haziran 1914 Avusturya-Macaristan V^liahtı’nın Saraybosna’


da eşi ile birlikte öldürülmesi.

1 Ağustos 1914 Almanya’nın Rusya’ya savaş ilân etmesi.

— 313 —
2 Ağustos 1Ö14 OsmanlI ve Alman devletleri arasmda askerî
ittifak antlaşmasının imzalanması.
Türk Ordusu’nun ihtiyatî ve bir tedıbir olarak
seferberlik ilân etmesi, tarafsız kalmacağının
açıklanması, silâhlı kuvvetlerin ihtiyaçlarmı
karşılamak üzere Tekâlif-i Harbiye Kanunu’nun
çıkarılması.
Harbiye Nazın Enver Paşa'nın Başkomutan
VekiUiği’ne atanması.

3 Ağustos 1914 Almanya’nm Fransa’ya savaş ilân etmesi.

4 Ağustos 1914 Almanya’nın Belçika’ya savaş ilân etmesi.

4/5 Ağustos 1914 îngütere’nin Almanya’ya savaş ilân etmesi.

6 Ağustos 1914 Avusturya-Macaristanm Rusya’ya savaş ilân


etmesi.

10 Ağustos 1914 Goben (Yavuz) ve Breslav (Midilli) Alman sa­


vaş gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan içeri
girmeleri.

12 Ağustos 1914 Ingütere ve Fransa’nm Avusturya-Macaristan’a


savaş ilân etmeleri.

23 Ağustos 1914 Japonya’nın Almanya’ya ve müttefiklerine kar­


şı savaş ilân etmesi.

9 Eylül 1914 Kapitülasyonların kaldırılması.

29 Eylül 1914 Boğazlann kapatıldığının ilân edilmesi.

29 Ekim 1914 Türk Donanması’mn Karadeniz’de Rus Donan­


ması ile çatışması, Rus kıyılarmın bombardıman
edilmesi. ,

1 Kasun 1914 Rusların Kafkas Cephesi’nde taarruza geçme­


leri ve Türk smırlarmı aşmaları.

— 314 —
3 Kasım 1914 Ingilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazı’m
bombardıman etmeleri.

6 Kasım 1914 îngilizlerin Basra Körfezi kıyılarında Fav’a as­


ker çıkarmaları.

11 Kasun 1914 Padişah V. Mehmet Reşat’ın savaş hali irade­


sinin alınması.

31 Aralık 1914 Yeniköy Mukavelesi’nin bir irade ile yürürlük­


ten kaldırılması.

5 Nisan 1915 Harp Okulu’nun talimgah olarak faaliyete geç­


mesi.

23 Mayıs 1915 İtalya’nın Avusturya-ıMacaristan’a savaş ilân


etmesi.

27 Ağustos 1915 İtalya’nın Osmanlı Devleti’ne ve Almanya’ya


savaş ilân etmesi.

23 Eylül 1915 Bulgaristan’ın İtilâf Devletleri’ne karşı savaş


ilân etmesi.

18 Aralık 1917 Ruslarla Erzincan Mütarekesi’nin imzalanması.

3 Mart 1918 Brest Litovsk Barış Antlaşması’mn imzalan­


ması.

3 Temmuz 1918 Padişah V. Mehmet Reşat’ın ölmesi.

4 Temmuz 1918 Vahdettin’in Padişah olması.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nin imzalanması.

2/3 Kasım 1918 Enver, Talât ve Cemal Paşalarla bazı ittihat­


çıların memleketi terk ederek Almanya’ya ve
Rusya’ya kaçmaları.

3 Kasım 1918 Mütareke hükümlerine aykırı olarak Ingüizle-


rin Musul’u işgal etmeleri.

— 315 —
15 Mayıs 1919 İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi ve
İstiklâl Savaşı’nın başlaması.

19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak bas­


ması.

23 Temmuz 1919 Erzurum Kongresi’nin başlaması.

1 Eylül 1919 İstanbul’da Askerî Şura’nm lâğvedilmesi.

4 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nin başlaması.

16 Mart 1920 Isltanibul’un İtilâf Devletleri tarafından işgali.

23 Nisan 1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması.

— 316
BİBLİYOGRAFYA

1. KANUN, TÜZÜK VE YILLIKLAR

Düstur; İkinci Tentip, c. I-Xn, 1908-1920.


lîidemât-ı Seferiye Nizamnamesi; İstanbul, Askerî Matbaa, 1328 (1912).
Hidemât-ı Seferiye Nizamnamesi; İstanbul, Askerî Matbaa, 1329 (1913).
Ordu Emirnamesi; No. 1-113, İsıtan,bul, Matbaa-i Askerîye, 1 Mart 1330
(14 Mart 1914) - 15 Nisan 1336 (15 Nisan 1920).
Piyade Talimnamesi; İsitanlbul, Askerî Matbaa, 1328 (1912).
Sahra Topçu Talimnamesi; İstanbul, Askerî Matbaa, 1328 (1912).
Salname-i Askerîye; 1324 (1908).
Salname-i Devlet-i Âliyye-i Osmaniye; 1324 (1908) - 1328 (1912).
Süvari Topçu Talimnamei; İstanbul, Askerî Matbaa, 1328 (1912).
Zabitan Talimgâhları Talimnamesi; İstanbul, Askerî Matbaa, 1329 (1913).

2. HATIRALAR
Abdullah Paşa; 1328 Balkan Harbinde Şark Ordusu Kumandanı Abdul­
lah Paşa’nm Hatıratı. İstanbul, Erkânıharbiye Mektebi Matbaa­
sı, 1336 (1920).
Ahmet Niyazi; Hatırat-ı Niyazi (veya Tariıhçe-i İnkılâb-ı Kelbire-i Os-
maniden Bir Sahife), İstanbul, Sabah Matbaası, 1326 (i910).
Ali Cevat; II. Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Haz. Faik
Reşit Unat, Ankara, 1960.
Tahsin Paşa; Abdülhamit-Yıldız Hatıraları. İstanbul, A. Halit Kütüpha­
nesi, 1931.
Zeki Paşa; 1912 Balkan Harbine Ait Hatıralarım. İstanbul, Askeri Mat­
baa, 1337 (1921).

— 317 —
3. KİTAPLAR, MAKALELER
SAİP Ahmet; Tarih-i Meşrutiyet ve Şark Mesele-i Hazırası, îstarıbul,
Necm-i îstiktoal Matbaası, 1328,

ALKAN", Ahmet Turan; II nci Meşrutiyet Ordu ve Siyaset, Ankara,


1992.
ARMAOĞLU, Fahir; Siyasi Tarih 1789-1968, Ankara, 1964.
AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam (Mustafa Kemalin Hayatı),
c. I, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1963.

BAYAR, Celâl; Ben de Yazdım, İstanbul, 1967.


BAYUR, Yulsuf Hikmet; Atatürk-Hayatı ve Eseri, c. I, Ankara, Güven
Basımevi, 1963.
Türk İnkılâb Tarihi, c. I, Istanıbul-Ankara, Maarrif Matbaası - Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1940-1967.
1897 OsmanlI - Yunan Harbi, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1965.

DE REGLA, Paul; La Turguie OfficiaJle, Paris, 1891.


DENY, J.; “Redif Maddesi, İslam Ansiklopedisi, c. EX, İstanbul, Milli
Eğitim Basımevi, 1964.

DRIAULTE, Edvvard - HERTIER, Michel, Histarie Diplomatique de la


Greek de 1821.
DURSUNOĞLU, Cevat; Milli Mücadelede Erzurum, Ankara, T.C. Ziraat
Bankası Basımevi, 1946.
FEROZ, Ahmad; ittihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül Berktay,
İstanbul, 1985.
FIRAT, M. Şerif; Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Ankara, Milli Eğitim
Basımevi, 1961.
GAZIMIHAL, Mahmut Rıza; Türk Askeri Mızıkalar Tarihi, Ankara,
1951.
GÜRMAN, A. Nazif ve Keramettin (Kocaman); 1912-1913 Balkan Har­
binde İşkodra Müdafaası, İstanbul, Askeri Matbaa, 1993.
halli, Reşat; Balkan Harbi (1912-1913) c. I, Ankara, 1993.

— 318 —
İLMEN, Süreyya; Türkiye’de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, İstan­
bul, 1947.

KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, c. V-VH, Ankara, T.T.K. Basun-


evi, 1947-1962.

KURAiN, Ahmet Bedevi; inkılâb TarUıimiz ve ittihat ve Terakki, İstanbul,


Tan Basımevi, 1948.

-------------- ; İnkılâp Tarihimiz ve Jöın Türkler, îstanıbui. Tan Matbaası,


1945.

-------------- ; Osmanlı imparatorluğımda İpkılâp ve Milli Mücadele, İstan­


bul, Çeltüt Matbaası, 1959.
KUTAY, Cemal; Türkiye’de İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi,
(Aylılk Dergi), 20 cilt, İstanbul Matbaası, 1957-1962.
KÜLÇE, Süleyman; Firzovik Toplantısı ve Meşrutiyet, İzmir, Ticaret
Matbaası, 1944.
Külliyat-ı TJ ve Fünun-u Harbiye’den Rehber-i Feım-i istihkâm, İstan­
bul, 1328.
PAKALIN, Mehmet Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlü­
ğü, Yayımlayan: Milli Eğitim Bakanlığı, 3. Cilt, Milli Eğitim
Basımevi, 1946-1956.
RAMSOUR, E. Edmondson; Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. Nuray İl­
ken, İstanbul, 1972.
SHAW, J. Ezel Kural; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev.
Mehmet Harmancı, c. II, İstanbul, 1983.

SOKO, Ziya Şakdr; Mahmut Şevket Paşa, İstanbul, Anadolu Türk Ki­
tabevi, 1944.

-------------- ; Tanzimat Devresinden Sonra Osmanh Nizam Ordusu Tarihi,


İstanbul, Çeltüt Matbaası, 1957.

TONGUR, Hikmet; Türkiye’de Genel Kolluk Teşkil ve Görevlerinin Ge­


lişimi, Ankara, Kanaat Basımevi, 1946.

TUNAYA, Tank Zafer; Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstan­


bul, 1975.

— 319 —
; Hürriyet ilânı - ikinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakış­
lar, Istanlbaıl, Baha Matbaası, 1959.

—; Türkiye’de Siyasi Partiler, c. I, İstanbul, 1988.

Türk İstiklâl Harbi, I. cilt, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara,


ıGnkur. Basımevi, 1962.

Türk İstiklâl Harbi, Deniz Cephesi ve Hava Harekâtı, c. V, Ankara, 1964.


URAS, Esat; Tarihte Er'menUer ve Ermeni Meselesi, Ankara, Yeni Mat­
* baa, 1960.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı; 1908 Yılındaki Meşrutiyetin Ne Surette
İlan Edileceğine Dair Vesikalar, Belleten c. XX, Sayı 77, Ocak
1956.
ÜÇOK, Coşkun; Siyasi Tarih, 6. Basım, Ankara, Başnur Matbaası, 1967.
VANDEMIR, Baki; Biz Ne İdik, Ne Olduk, Ne Olacağız? 1905-1952 An­
kara, Sönmez Neşriyat ve Matbaacılık Anonim Şirkeiti Matbaası,
1962.
-------------- ; Büyük Harpte Kafkas Cephesi, c. I, İstanbul, 1933.
YE5N1AY, 1. Hakkı; Yeni Osmanlı Borçlan Tarihi, İstanbul, Ekin Ba­
sımevi, 1964.

— 320 —
1908 Yılında Osmanlı İmparatorluğu
G nkur.
As.T.ve Str.E Bşk. ( Avrupa KiSmi ) Harita:3/B

-324-
*1908 Yılında Osmanlı İmparator­
luğuna Bağlı Adalar
Gnkur.
As.T.ve Str.E.Bşk. Harita; 3/C

-325-
Horito: 4

RUSYA
• Kars

0 Kostamopu »ConıKt^Samsu^; 'ğ -f-Rlzey '-i • •


-------- •.• Trabzon/- ‘
V i
. ’■%, -4-Amasya ^ Gûmüstıan^-
.^i 4-Çorum Tokat-f ŞorK'^arohTsar©Erzurum ^
^■\ / ♦Er^ncon______ ^ /' 4^ ^
; /- I-------- V/
•^. ./
.. . !
- Mus
--... !
♦ Krşehir^-'' ✓’ „Mamuretilaziz J I ©Van
8 (Elazığ^.\

/■ f •Kayseri
»Kayseri ( / ! \
• ı
■ ' Malatva
/
.Ergani
-4-
» , ^siirt
0 Dıyarbek^ ^
i
J
Hakkari
»
Niğde \-\ i I ' '* /rv
(DiyaıbakTr")"-I
:..—1
/
N. • ■ i y ''.•4'Siverek
\
Mardin/

• Urta

S U R I Y E
IRAK
ÖZEL İŞARETLER

8 Vilayet ( Dahiliye Nezaretine Bağlı)


4' Vilayete Bağlı Sancaklar
• Dahiliye Ne-zaretine Bağlı Bağımsız
Mutasarrıflıklar.
Bir Müstahkem Mevki Hücum Safhasına Kadar Olan
Zaman İçinde Kuşatılması ve Taarruz Faaliyetlerinin
Gnkur. Yapılışı
As.T.ve Str.E. Bşk. Kroki: 2

-328-
Resim :. 1 — Osmanlı ni*^aıı ve madalyalarının takılış şekilleri

1. Altın imtiyaz 11. Mecidi 21. Madalyalar


2 OUmüş imtiyaz 12. Osmani 22 Dördüncü Osmani
3. Birinci Osmani 13. Madalyalar 2.3. Döıdüncü Mecidi
1 Birinci Mecldi 14. İkinci Osmani 24. Madalyalar
5. Birinci Osmani kordonu 15. İkinci Mecidi 2.5. Altın imtiyaz
«. Altın İmtiyaz ' 16. ÜçUncll Osmani 26 Altın Liyakat
7 GUmllş imtiyaz 17. Madalyalar 27 Gümüş İmtiyaz
8. Birinci Mecidi 18. İkinci Mecidi 28. Sait madal.vıılaı
9. Birinci Mecidi kordonu 19 Üçüncü Mecidi
10. ikinci Osmani 20. Döi'dUncü Osmani

-329-
Resim : 2 — Osmanlı nişan ve madalyalarımn topluca takıhş şekli

ilim

1. Bınnci Mecidi m^anı 13 Birinci Dünya Harbi harb madalyası


2 İkinci Mecidi ntyanı 14. Abııan liarb madalyası
3 UgUncU Mecidi nlı^nj 15 Osmanlı ve Alman harb madalyaları
4. EiördUncU Mecidi niijanı şeritleri
5. Birinci Oaınani nişanı
6 ikinci Oaınaiıl nişanı
7. ÜçUncU Osnıani nişanı
8. Dördüncü Oanıani nişanı
8 Altın imtiyaz nıadalyaaı
İÜ. Altın liyakat nıadalyuaı
11 llüınüş imtiyaz nıadalyaaı
12 Dig:er madalyalar

-330-
OsnıanJı İmtiyaz Nişanı
(1879)
uimat Um f*^t<xom
MlZtlla Süvari
( Koyu sui'i i^uhd ı ıUUinıt)fi cuhM)

Katilli) : 6 — Onlunuu uıuht«Uf suafiarıoü uıaiinu:^ renk ıabloı»u

-340-
R^^bn ; 7 — Kurmay Hubaylann taktıkları kordon ile subayların giydik­
leri elbiselerin şeklini gösterir resim (Şanlı Çanakkale Muharelıelerini klare
eden 5 nni Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, o ramaııki ordu
komutanları General Esat ve General Vehip ile lıeraher.)

1. 5 nci Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders


2. Vehip Paşa
3. Elaat Paşa
4. Bahriye Nezareti Kurmay Başkanı Yarbay Rauf
5. Sahra Sıhhiye Müfettişi Umumisi Süleyman Numan Paşa
6. İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat
7. Kurmay Yarbay Abdi
8. Kurmay Yarbay İsmet (İnönü)
9. Mareşal Liman Von Sianders'in Emir Subayı Süvari Yüzbaşı Perike
tO. 5 ncl Ordu Kurmay Başkanı Kurmay Yarbay Kftzım
11. 1 nci Ordu Kurmay Başkanı Kurmay Yarbay ŞUkrtI
12. 2 ncl Ordu Baştabibi Yarbay İbrahim Tali
13. 1 nci Ordu Baştabibi Refik Münir

-341 -
S5 Tl«KT7. 190e*DK ntPK KARA CmUnSIRHIR AYHIRTILI KOKtlŞTmo

VK KOUrrrARIJlRTRI CflerffltR CtZEUîK ( K K -i )

Blrllftln Adı Konııo Yeri Birllfrln Komutanları ve Kur.Bek.ları

1 nol Ordu IOi.t* baAli blrliltlarl latanbul 1. Birinci Ferik Mahmut Muhtar Paça
Kur.Bçk.Ferik Halli Paça
1 ncl Rlınnijra Piyade Tümeni tetanbııl K. Ferik Yaver Paça
? nol Nlzanlye Piyade Tümeni tatanbul K. Ferik Cevdet Paça
1 nol Rlznnılye SUrarl Tümeni latanbul K. Mirliva Salih Paça
1 nol ttfalye Alayı latanbul K, Birinol Feırlk Zl.tnl Paça
1 ncl Topçu Tümeni latanbul K. Mirliva Şevket Paça
Rl-tu^(rul SUrarl Alayı latanbul K. Ferik Süleyman Paça
1 ncl T# 2 ncl “amldlye Sr.Alıyları latanbul K. Mirliva Ahmet Paça
Çatalça Kietehlcaın Markll Çatalca K. Mirliva Refik Pmça
Çatalca Met.f^.l 1 ncl ? nol Top. A. Çatalca K. Mirliva lamall Ilaadl Paça

? nol Ordu Kh.re haftlı birlikleri Edime K. Birinci Ferik Nüeım Paça
Kur.Rçk .Ferik Haann Paça
5 noil Rlzemiye Piyade Tümeni Edime K. Ferik Mehmet Terfik Paça
4 noU Rlsaalye Piyade Tümeni Muatafapaça K. Mirliva Alı Rıta Paça
20 fıoi Hleamiye Tümeni Kırkkilioe K. Mirliva Enver Paça
?1 nol Hleamiye Piyade Tümmi Edime K. Mirliva Memduh Paça
? nol Nleaalje SUrari Tümeni Edime K. Ferik Akil Paça
2 nol Topçu Tümeni Edime K. Mirliva Mehmet Ali Paça

3 noU Ordu Kh.re ba^I'’’ birlikleri SalHnlk K. Birinci Ferik Mahmut Şevket Paça
Kur.Bçk.rtırlk Pertev Paça
5 nol Hleamiye Piyade Tümeni ttaküp K. Ferik Mehmet Şaklr Paça
6 1101 Hieamlye Plynde Tümeni Manaatır K. Ferik Fuat Paça
17 nol Hleamiye Piyade Tümeni Selanik K. Ferik Oeman Rifat Paça
18 nol Hleamiye Piyade Tümeni Me troTİç K. Mirliva Cevld Paça
3 noü Hleamiye SUrarl Tümeni Selftnik
3 noü Topçu Tümeni SolSnik K. Mirliva Hanen Paça

4 noü Ordu Kh. Te baftlı birlikleri Ere İncen K. MUçir Abdullah Paça
Kur.Bçk.Ferik Eaet Paça
7 nol Hleamiye Piyade Tümeni Erzurum K. Ferik Yueuf ^lya Paçe
8 nol Nieaffliye Piyade Tümeni Rrelncan K. Ferik Mahmut Pnça
19 ncu Hleamlve Piyade Tümeni Harput K. Ferik Emin Paça
4 noü Hleamiye SUrari Tümeni EreIncan K. Ferik Ahmet Fevzi Paça
4 noü Topçu Tümeni Erzincan X. Ferik Mehmet Fuat Paça

5 nol Ordu Kh. to bnftlı birlikleri Sam K. MUçir Ooman Fevzi Paça
Kur.Bçk.Miralay Mnhmnt 111 Boy
9 nou Hleamiye Piyade Tümeni Sam
10 nou Hliemiye Piyade Tümeni Halep K. Ferik Ahmet Kemal Paça
5 nci Nizamiye Süvari Tümeni Sara K. Mirliva Muetafa Huru Paça
5 nol Topçu Tümeni San K. ParUc Hacı Mahran t Tifvfik

6 ncı Or.lu Kh. Te baftlı birlikleri Pftİhiat K. Birinci Ferik Baltiotanlı Fazıl Paça
Kur.Bçk.Mirliva Zeki Paça
11 I oi NlsaiBİjrA Pljradfi TiJmani Baftdnt K. Mirliva Ahdtilaollra VAh Paça
12 ncl Nlsamlya Plyadı* Tümeni Kerkük
6 noı ^ieamlye SUrarl Tümeni Baftdat K. ferik ^hraat Ali Paça
16 noı Topçu TuKayı Bağdat K. Mirliva Muharrem Ziya Paça

7 nol Ordu Kh. to baftlı birlikleri San' a K. Birinci Ferik Hanan Talıeln Paça
Kur.Bçk.Mirliva Muetafa Paça
13 noü Hleamiye Piyade Tümeni San'a K. Mirliva Ahmet Rifat Paça
14 noü Hieamlye Piyade Tümeni Ab İr K. Mirliva Arif Hikmet Paça

15 nol Hleamiye Piyade Tümeni Trabluagarp K. Ferik Ahmet Fevzi Paça


( Baltımele ) Kur.Bçk.Mirliva Mehmçt Ali Sami Paça

16 noı Hleamiye Piyade Tümeni Hicazf Mekke) K. HİÇ ir KAzIm Paça


Kur.Bçk.Miralay Ahmet Huluei Bey
Mekke Te Medine Topçu ^ıımandanlıl^ı Mekke K. Mirliva Haean Bneri ^ aça

Hıırb Tarihi Arş İt 1


A.l/69tDolap 10,Göz 14.

-343-
■ ■ 'V '

,:î>.
■ ^ -V'). , ■','
-t'-’. • *V'

■ ' '’.■ 7»' t '


956.1015
TUR
1996
c.3/6
k.1

ATAŞE

You might also like