Professional Documents
Culture Documents
CASE OF ÖZPINAR v. TURKEY - (Turkish Translation) Summary by The Turkish Ministry of Foreign Affairs
CASE OF ÖZPINAR v. TURKEY - (Turkish Translation) Summary by The Turkish Ministry of Foreign Affairs
CASE OF ÖZPINAR v. TURKEY - (Turkish Translation) Summary by The Turkish Ministry of Foreign Affairs
L'EUROPE AVRUPA
KONSEYİ
İKİNCİ DAİRE
STRAZBURG
19 Ekim 2010
______________________________________________________________________________________
© T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2010. Bu gayrıresmi özet çeviri Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan
Hakları Genel Müdür Yardımcılığı tarafından yapılmış olup, Mahkeme’yi bağlamamaktadır. Bu çeviri,
davanın adının tam olarak belirtilmiş olması ve yukarıdaki telif hakkı bilgisiyle beraber olması koşulu ile
Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdür Yardımcılığı’na atıfta bulunmak
suretiyle ticari olmayan amaçlarla alıntılanabilir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine açılan ve (20999/04) numaralı başvurunun nedeni T.C.
vatandaşı Arzu Özpınar’ın (başvuran) 10 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 34. maddesi uyarınca yapılan
başvurudur.
Başvuran Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde Ankara Barosu avukatlarından
G. Demirtaş Çelik tarafından temsil edilmektedir.
OLAYLAR
I. DAVANIN KOŞULLARI
Türk vatandaşı olan başvuran Arzu Özpınar, 1972 doğumludur ve Ankara’da ikâmet
etmektedir.
Dosyadan anlaşıldığına göre, 2002 yılı Mayıs ayında “vatansever polisler grubu adına”
yapılan bir anonim ihbar ve Gülnar Emniyet Genel Müdürü ile Gülnar Cumhuriyet
Savcısı’nın bulunduğu suç duyurusu üzerine, başvuranla birlikte bir savcı ve diğer bir hakim
hakkında disiplin soruşturması başlatılmıştır. Yine dosyadan anlaşıldığına göre, birkaç hakim
ve yetkili arasında bir tartışma yaşanmış ve taraflar karşılıklı olarak suç duyurusunda
bulunmuştur.
Başvuran, 20 Mayıs 2002 tarihli bir tebligatla müfettiş tarafından hakkında 6 Mayıs 2002
tarihinde disiplin soruşturması başlatıldığından haberdar edilmiş ve yedi başlık altında
toplanan iddialara yanıt vermesi istenmiştir.
21 Mayıs 2002 tarihinde, başvuran savunma süresinin uzatılmasını talep etmiş, ancak bu
talep müfettiş tarafından reddedilmiştir. Daha sonra başvuran, hakkındaki tüm iddiaları
yalanlayan yazılı savunmasını sunmuştur. Başvuran, yoğun çalışma şartları altında ayrıntılı
savunma hazırlamasının çok zor olduğunu belirterek, soruşturmanın yürütülüş tarzına itiraz
etmiştir.
İddiaların esas yönü ile ilgili olarak başvuran, annesi ile aralarında yaşanan bir tartışma
sonucu annesinin evini terk ettiğini, daha sonra bir süre öğretmen evinde kaldığını ifade
etmiştir. Ancak, kaldığı yerde ısıtma sisteminin çalışmaması dolayısıyla başvuran başka bir
kiralık ev aramak zorunda kalmıştır. Başvuran, avukat G. A.’nın yardımı sayesinde, kent
merkezinden uzak bir yerde, ev sahibinin kira istemediği bir ev bulmuştur. Başvuran, bu
şartların kendisine çok uygun olduğunu ifade etmiştir; gerçekten de başvuran, hem annesine
ve hem de Ankara’da öğrenci olan kız kardeşine bakmakla yükümlüdür. Beş ay sonra,
2
başvuran evden taşınmıştır. Başvuran, adı geçen avukatı bu vesileyle tanıdığını ve özel hayatı
çerçevesinde başka bir ilişkisi olmadığını belirtmiştir.
Yukarıda adı geçen avukatın müvekkilleri lehine kararlar verdiği iddiası ile ilgili olarak
başvuran, bu avukatın kendisinin görevli olduğu mahkemede çok az davası olduğunu ve
mahkeme dosyaları titizlikle incelendiğinde, bu avukatın hiçbir şekilde kayırılmadığının
görüleceğini ifade etmiştir.
Çalışma saatlerine uyum hakkındaki iddialarla ilgili olarak ise başvuran, bu iddiaların
tamamen temelsiz olduğunu, baktığı dosyalar hakkında basit bir inceleme yapılması halinde
bile (400 dosyadan sadece 156’sı görülmeye devam etmektedir), 2001 yılı Aralık ayında özel
bir terfi almasına neden olan performansının ortaya çıkacağını ifade etmiştir.
Kıyafet ve makyajı konusunda başvuran, bununla ilgili tüm iddiaları yalanlamış ve hiçbir
zaman mini etek giymediğini savunmuştur.
Birden çok kişiyle ilişkisi olduğu iddiaları ile ilgili olarak ise başvuran, buna çok
şaşırdığını ve bu iddiaların tamamen iftira olduğunu belirtmiştir.
Tutuklu bir kişiyi serbest bıraktığı iddiası ile ilgili olarak başvuran, bir taraftan, tutukluluk
halinin hakimlerin takdirine bırakılan istisnai bir önlem olarak değerlendirilmesi gerektiğini
ve diğer taraftan, dosyada bu kararı özel hayatının etkisi altında verdiğini düşündürecek
herhangi bir delil unsuru bulunmadığını savunmuş ve bu iddiaları reddetmiştir.
9 Şubat 2001’de verdiği ilk tahliye kararı sırasında annesinin yanında yaşayan başvuran, o
tarihte avukat ile henüz tanışmamış ve üstelik söz konusu davada sanığı bu avukat
savunmamıştır. 11 Nisan 2002 tarihli ikinci tahliye kararı ile ilgili olarak başvuran, savcının
dahi sanığın salıverilmesini talep ettiğini belirtmiştir. Bu bağlamda başvuran, bu son karar ile
tatilden erken dönmesi arasında bağlantı olduğu yönündeki iddiaları reddetmiş ve geçmişte
defalarca özel nedenlerle tatilden izni sona ermeden geri döndüğünü ifade etmiştir.
Müfettiş, 19 Mayıs ile 3 Haziran 2002 tarihleri arasında yaklaşık kırk tanık dinlemiştir.
Anlaşılan bu tanıklar, başvuranın özel ve mesleki hayatındaki ilişkilerle ilgili çıkan
dedikodular, iş ve iş dışında giydiği kıyafetler, çalışma saatlerine uyma ve tatil sırasında
kaldığı yerler hakkında sorgulanmıştır.
Bununla birlikte, bazı tanıklar (Gülnar Belediye Başkanı, İlçe Milli Eğitim Müdürü, Tapu
Dairesi Müdürü, Nüfus İdaresi Müdürü, İlçe Seçim Kurulu Müdürü, İcra Müdürü, Adliye
Sarayı görevlileri ve diğer birçok memur) yukarıdaki ifadeleri yalanlamış ve Bayan
Özpınar’ın uygun kıyafetler giyen iyi bir hakim olduğunu ve çalışma saatlerine uyduğunu
belirtmiştir.
3
Öte yandan, müfettiş, başvuranın baktığı ve avukat G.A.’nın savunduğu bütün dosyaları
incelemiştir. Bu incelemeden çıkan sonuç, avukat G.A.’nın savunduğu dosya sayısının
başvuranın görevli olduğu süre içerisinde arttığı yönündeki iddiaları destekler nitelikte
olmamıştır. Davaların yürütülüşü ile ilgili olarak ise, başvuranın hakim olarak iyi bir kariyeri
olduğu ve hakkında herhangi bir görevi kötüye kullanma şikâyeti bulunmadığı ve dosyaların
zamanında incelendiği anlaşılmıştır.
Başvuran, soruşturmada yer alan unsurların (tanık ifadeleri, başvuranın baktığı dosyaların
incelenmesi ile ilgili raporlar, v.s.) kendisine bildirilmediğini ve dosyadaki belgelere ancak
AİHM önünde görülen bu yargılama sırasında ulaştığını ifade etmiştir.
31 Mart 2003 tarihinde, söz konusu iddialar hakkında soruşturma yürüten müfettiş,
raporunu sunmuştur. Bu rapor başvurana tebliğ edilmemiştir. Müfettiş, başvuran hakkındaki
iddiaları dört başlık altında toplamıştır: (a) uygunsuz davranış ve ilişkileri dolayısıyla
mesleğin saygınlığına ve onuruna zarar vermek ve kişisel onur ve itibarını kaybetmek; (b)
abartılı makyaj yaparak ve uygunsuz kıyafetler giyerek, mesleğine saygı göstermemek; (c)
özellikle kişisel duyguları doğrultusunda hareket ederek, etrafa görevini umursamadığı
şeklinde bir inanç yaymak; (d) mazeret göstermeden iş yerine geç gelmeyi, işten erken
ayrılmayı ve birçok kez işe gelmemeyi alışkanlık haline getirmek.
T.C. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, disiplin soruşturması dosyasını, bu
alanda karar organı olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na göndermiştir.
6 Kasım 2003 tarihinde, bütün üyelerin hazır bulunduğu toplantıda Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu, 2802 sayılı Kanun’un 69. maddesi kapsamında oy çokluğu ile başvuranın
görevden alınmasına karar vermiştir.
Müfettişin tespitlerini esas alan HSYK, bu kararını, söz konusu davranışlar hakkındaki
araştırmayı genişletmeden vermiştir.
Yedi üyeli kurulun üç üyesi, söz konusu eylemlerin yer değiştirme cezası gerektirdiğini
belirterek, görevden alma kararına karşı çıkmıştır.
İlgili şahsa sadece kararın görevden alma ile ilgili kısmı tebliğ edilmiştir.
Aynı zamanda, başvuran 12 Kasım 2003 tarihinde bir bekaret raporu almış ve ertesi gün,
bu belgeye dayanarak, HSYK’nın görevden alma kararını yeniden incelemesini talep etmiştir.
Başvuran, itiraz dilekçesinde müfettişin tarafsız olmadığını ileri sürmüş ve savunma hakkını
hiçe sayan soruşturmanın yürütülme şeklinden şikâyetçi olmuştur.
4
20 Kasım 2003 tarihinde, başvuranın talebi HSYK tarafından reddedilmiş ve başvurana
sadece talebin reddedildiği bildirilmiştir.
İlgili şahıs, öngörülen süre içerisinde görevden alma kararına itiraz etmiştir. Başvuran,
daha önce sunduğu savunmayı yinelemiştir. Başvuran ayrıca, hakkındaki iddiaların öznel
değerlendirmeler ile dedikodulara dayandığını savunmuştur.
12 Ocak 2004 tarihinde, bünyesinde asil ve yedek üyelerin yer aldığı bir itiraz inceleme
heyeti oluşturan HSYK, başvuranı dinledikten sonra, itirazı reddetmiştir
HUKUK
I. KABULEDİLEBİLİRLİĞE İLİŞKİN
AİHM, öncelikle Finlandiya aleyhine Vilho Eskelinen davası ([GC], no 63235/00, prg. 62,
CEDH 2007-IV) kararında dile getirilen kıstaslar ile iç hukukun, başvurana HSYK kararına
itiraz etme imkânı tanımadığını ve ilke olarak hakimlik sıfatının 6. maddesinin uygulanmasına
engel olduğunu gözlemlemektedir (Türkiye aleyhine Serdal Apay davası (karar), no 3964/05,
11 Aralık 2007).
Bununla birlikte AİHM, olayların hukuki nitelendirmesini yapma hakkının kendisine ait
olması nedeniyle (İtalya aleyhine Guerra ve diğerleri davası, 19 Şubat 1998, prg. 44, Karar
ve hükümlerin derlemesi 1998-I), söz konusu şikayetin AİHS’nin 13. maddesi kapsamında
incelenmesi gerektiği kanaatine varmaktadır.
Başvuran, 28 Eylül 2004 tarihli bir mektupla, erkek meslektaşlarının evlilik dışı ilişki
yaşadıklarının tespit edilmesine karşın sadece kınama cezası aldığını ve sözde ilişkileri
hakkındaki söylentiler nedeniyle kendisine daha ağır bir ceza verildiğini hatırlatmakta,
dolayısıyla cinsiyet temeline dayanan bir ayrımcılık gördüğünü iddia etmektedir.
5
AİHM, AİHS’nin 35. maddesinin 1. paragrafı gereğince kendisine ancak “iç hukuktaki
nihai karar tarihinden itibaren 6 ay içerisinde” başvurulabileceğini hatırlatmaktadır. Öte
yandan AİHM, aynı maddenin 4. paragrafı uyarınca “yargılamanın her aşamasında” bir
başvurunun kabuledilemez olduğuna hükmedebileceğini kaydetmektedir.
AİHM, öncelikle mevcut davada başvuranın, görevden almayla sonuçlanan bir disiplin
soruşturmasına konu olduğunu tespit etmektedir. Başvuran, bu soruşturma sırasında yalnızca
mesleki hayatını değil, özel hayatını da ilgilendiren iddialara yanıt vermeye zorlanmıştır. Öte
yandan başvuran, gerek müfettişe gerekse HSYK’ya verdiği yazılı beyanlarında savunma
hakkına ve özel hayatına saygı gösterilmesi gereğine işaret eden bir çok argüman ileri
sürmüştür.
Başvuran, kendisine karşı başlatılan disiplin soruşturması dosyasında yer alan kanıt
belgelerinden de anlaşılacağı üzere, bu soruşturmanın yalnızca görevi kapsamındaki
faaliyetleri kapsamadığını, söz konusu soruşturmanın temelinde (hemcinsleri ile olan yakın
ilişkisinin ele alınması, mini etek giymesi, makyaj yapması, annesinden ayrı yaşaması gibi)
özellikle özel ve aile hayatına ilişkin unsurlar bulunduğunu savunmaktadır. Başvuran,
görevden alınmasının, dedikodulara ve şeref ve itibarına zarar veren suçlamalara dayanılarak
gerçekleştirildiğini iddia etmektedir.
Hükümet, her ne kadar yargısal görevin kendine has özelliklerinden bahsetse de, ne 8.
maddenin uygulanabilirliğine, ne de başvuranın özel yaşamına saygı hakkına yapılan
müdahaleye itiraz etmemektedir.
AİHM, “özel hayatın” eksiksiz bir tanımı bulunmayan geniş bir kavram olduğunun altını
çizmektedir (Litvanya aleyhine Sidabras ve Džiautas davası, no 55480/00 ve 59330/00,
prg. 43, CEDH 2004-VIII). Gerçekten de, AİHS’nin 8. maddesi ile korunan şey kişinin
kendini geliştirme hakkıdır (Belçika aleyhine K.A. ve A.D. davası, no 42758/98 ve 45558/99,
prg. 83, 17 Şubat 2005). Bu, kişisel gelişim şeklinde olabileceği gibi (Birleşik Krallık aleyhine
Christine Goodwin davası – [GC], no 28957/95, prg. 90, CEDH 2002-VI) AİHS’nin 8.
maddesinde güvence altına alınan hakların yorumlanmasında önemli bir rol oynayan kişisel
bağımsızlık şeklinde de tezahür edebilir (Birleşik Krallık aleyhine Pretty davası, no 2346/02,
prg. 61, CEDH 2002-III). Her ne kadar AİHM, bir taraftan herkesin istenmeyen bütün
müdahalelerden uzak kendine özel bir ortamda yaşama hakkına sahip olduğunu kabul etse de
(Rusya aleyhine Smirnova davası, no 46133/99 ve 48183/99, prg. 95, CEDH 2003-IX
(alıntılar)), diğer taraftan “özel hayat” kavramının herkesin kişisel yaşamını istediği şekilde
sürdürme ve dış dünyayı bu çemberden ayrı tutma kavramına indirgenemeyeceği kanaatini
taşımaktadır (Almanya aleyhine Niemietz davası, 16 Aralık 1992, prg. 29, seri A no 251-B). 8.
madde “özel bir sosyal hayat” sürdürmeyi, yani kişinin sosyal kimliğini geliştirme hakkı
anlamında bir “özel hayatı” güvence altına almaktadır. Bu yönü ile birlikte
değerlendirildiğinde bahsi geçen hak, ilişki kurmak ve geliştirmek üzere çevresinde
bulunanlarla temas kurma hakkını da içermektedir (bakınız, bu yönde, İtalya aleyhine
Campagnano davası, no 77955/01, prg. 53, CEDH 2006-V, ve Yunanistan aleyhine Bigaeva
davası, no 26713/05, prg. 22, 28 Mayıs 2009).
AİHM, yukarıdaki verilen bilgiler ışığında mesleki hayat çerçevesinde yürütülen
faaliyetleri “özel hayat” kavramı dışında tutmak için hiçbir ilkesel neden bulunmadığını bir
kez daha belirtmektedir. Mesleki hayata getirilen sınırlamalar, bireyin sosyal kimliğini
7
yakınlarında bulunan insanlarla olan ilişkilerini geliştirme şeklinde yansıttığı ölçüde 8. madde
kapsamına girebilmektedir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, insanların büyük çoğunluğu, dış
dünya ile olan ilişkilerini geliştirme olanaklarını, daha çok, hatta en çok, mesleki hayatları
çerçevesinde yürüttükleri faaliyet kapsamında elde etmektedir (Niemietz, ilgili bölüm, prg.
29).
Mevcut davada AİHM, ilgili şahsın sadece mesleki nedenlerle görevden alınmamış
olduğunu gözlemlemektedir. Disiplin soruşturmasından ve görevden alınma kararından
anlaşıldığına göre, başvuranın hem mesleki hem de özel hayatı kapsamındaki davranış ve
ilişkileri doğrudan etkili olmuştur. Öte yandan, başvurana disiplin soruşturması sırasında
yapılan ithamlar göz önüne alındığında, bu kişinin haysiyetinin sorgulandığı
gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, AİHS organlarının içtihadında belirtilmiş olduğu üzere,
kişinin şerefini koruma hakkı özel hayatın bir parçası olarak 8. madde kapsamına girmektedir
(bakınız, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, Romanya aleyhine Haralambie davası, no
21737/03, prg. 79, 27 Ekim 2009).
1. « Kanunla öngörülme »
Hükümet, başvuran hakkında başlatılan disiplin soruşturmasının 2802 sayılı Kanun’un 87.
maddesine ve görevden alınmasının da aynı yasanın 69. maddesinin son bölümüne
dayandığını, dolayısıyla kanun tarafından öngörülme koşulunun gerçekleştiğini iddia
etmektedir.
Başvuran, bunun aksini savunmaktadır. Başvurana göre, yasanın 69. maddesinin son
bölümünde ele alınan “şeref, namus ve mesleğin onuru” gibi kavramlar ilkel ve belirsizdir.
Kavramların dile getiriliş şekli hukuki olmaktan ziyade ahlakidir. Her halükarda, yukarıda
belirtilen hüküm, hiçbir zaman, başvuranın durumunda olduğu gibi, hakimlerin özel
hayatlarındaki davranışlarına bakılarak görevden alınmalarına müsaade etmez.
8
İlk koşul olarak aranan yasa tarafından öngörülme şartının, mevcut davada var olup
olmadığı bir tartışma konusu değildir. Gerçekten de, hiç kimsenin - soruşturma ve bunun
sonucunda görevden alma – ile ilgili bu müdahalenin yasal bir temeli olduğu, yani 2802 sayılı
Kanun’un 69. maddesinin son bölümüne dayandığı konusunda bir itirazı bulunmamaktadır.
Mevcut durumda AİHM, yukarıdaki bilgilerin ışığında, her ne kadar disiplin soruşturması
yukarıda anılan düzenlemelere uygun olarak yürütülmüş olsa da, görevden alma kararının
hukuki denetime tabi olmadığını gözlemlemektedir. Öte yandan, Hükümet 2802 sayılı
Kanun’un 69. maddesinin son bölümünde yer alan kavramları açıklayan herhangi bir içtihat
sunmamıştır. Dolayısıyla AİHM, ihtilafa konu olan “yasa’nın” mevcut davaya bakan
makamların yetkileri konusunda yeteri kadar net olup olmadığına dair şüphesini ifade etme
gereği duymaktadır (karşılaştırınız İtalya aleyhine N.F. davası, no 37119/97, prg. 31, CEDH
2001-IX). Bununla birlikte, müdahalenin gerekliliği konusundaki incelemeleri sonucunda
vardığı kanaati göz önüne alan AİHM, yaptırımın yeteri kadar öngörülebilir olup olmadığı
sorusunu ele almayı gerekli görmemektedir.
2. Meşru amaç
AİHM, hükümetin soruşturmayı ve bunun sonucunda ortaya çıkan görevden alma
işleminin meşruluğunu yargıçların giyim ve tutumlarına ilişkin yükümlülüklerine
dayandırdığını, oysa başvuranın sadece makyaj yapma ve giyinme şekli üzerine yürütülen
soruşturma hakkındaki şüphelerini dile getirmekle yetindiğini gözlemlemektedir.
a) Hükümetin savları
Hükümete göre, Devletin mevcut davada sahip olduğu takdir yetkisinin sınırları,
Sözleşmeci Devletlerin, AİHS ya da Ek Protokollerinde kasıtlı olarak kamu görevine alınma
hakkı tanımamış olmaları dikkate alınarak belirlenmelidir. Oysa bir yargıç adayının ya da
daha önceden göreve kabul edilmiş bir memurun sahip olması gereken nitelikler, birbiriyle
yakından ilintilidir. Bu bağlamda, hakim olarak belli bir sorumluluk taşıyan başvuran, yargı
mensupluğuna ilişkin bir görevi kabul etmek suretiyle yargı mensubu olmaktan kaynaklanan
disiplin ve tutum sistemine kendi iradesiyle boyun eğmiş olmaktadır. Tam bir bağımsızlık ve
9
tarafsızlık gerektiren bu sistem, doğası gereği, kişinin hak ve özgürlüklerine herhangi bir
vatandaşa uygulanamayacak sınırlamalar getirmektedir.
b) Başvuranın savları
Başvuran, öncelikle disiplin soruşturmasının yürütülme şekline karşı çıkmaktadır.
Başvurana göre, dosyada bulunan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, burada yalnızca görevi
sırasındaki tavır ve tutumları değil, özellikle özel hayatı ile aile hayatını ilgilendiren
(çevresindeki şu ya da bu kişilerle yakın ilişki kurup kurmadığına, mini etek giyip
giymediğine, çok makyaj yapıp yapmadığına ve annesi ile birlikte yaşayıp yaşamadığına vs.
ilişkin) birçok husus soruşturma kapsamında titizlikle incelenmiştir.
Öte yandan, başvuran şeref ve haysiyetine halel getiren söylentilere dayanarak görevden
alındığını da hatırlatmaktadır. Başvuran ayrıca, kendisine uygulanan idari yaptırımın, yani
görevden alınmasının, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 5. maddesi uyarınca avukatlık
mesleğini icra etmesini de engellediğinden, fazlasıyla ağır bir ceza teşkil ettiğini ileri
sürmektedir. Başvuran, bu cezanın kendisine uygun bir hayat sürdürme imkanı bırakmadığını
iddia etmektedir.
Başvurana göre, adaleti temsil eden ve düzenin işleyişinin teminatı olan bir hakimden
görevinin ifası sırasında doğruluk ve örnek bir tutum sergilemesinin beklenmesi normaldir.
Ancak, öncelikle kendisine itham edilen bütün olayların yalan olduğunu beyan eden başvuran,
dosyada belirtilen kişilerle herhangi bir şekilde yakın ilişkisi olmadığını ve birçok tanığın
ifadesinde doğruladığı gibi, hiçbir zaman uygun olmayan bir kıyafet giymediğini
savunmaktadır. Öte yandan başvuran, görevden alınma nedeninin, etrafa verdiği “izlenim”
olduğunu ve kendisine yöneltilen ithamların gerçekten doğru olup olmadığına bakılmadığını
ileri sürmektedir.
10
Başvuran, hükümetin atıfta bulunduğu “yargılamaya konu olabilecek kişiler” kavramına
vurgu yapmaktadır. Bu kişilerin diğer iki hakim, memurlar, jandarmalar, polisler ve bir avukat
olduğu hususa açıklık getirmektedir. Başvuran, bu ve benzeri kişilerin, yalnızca bazı
söylentiler çerçevesinde bir hakime duydukları güveni tamamen yitirebileceklerinin şaşırtıcı
olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda başvuran, bazı tanık beyanlarının kendisine karşı
“iffetsiz kadın” şeklinde hakaret içeren sözler içerdiğinin altını çizmektedir.
Öte yandan başvuran, yalnızca disiplin soruşturmasının yürütülme şekline değil, aynı
zamanda disiplin dosyası içinde bulunan unsurlara ve mevcut başvuru kapsamında sunulan ve
kendisinin ancak olaylardan yedi yıl sonra bilgi sahibi olabildiği belgelere de itiraz
etmektedir.
Avukat G.A ile olan sözde ilişkisine gelince başvuran, disiplin soruşturması dosyasına
bakıldığında, müfettişin bu avukatın görev yaptığı dosyaları incelediğinin, bu kişinin 2001
yılında on dosya takip ettiğinin ve 2002 yılında hiç dosyası olmadığının anlaşıldığını
kaydetmektedir. Başvuran, dosyaya göre, bu davalarda taraflı ve kayırıcı davrandığını
gösteren hiçbir ciddi delil bulunmadığını, burada dinlenen tanıkların sanık polisler olduğunu,
bunlardan bir tanesinin kendisi tarafından mahkum edildiğini ve diğer tanıklar olan savcı ve
hakimlerin kendisiyle açıkça ihtilaf halinde olan ve birbirleri hakkında karşılıklı suç
duyurusunda bulunan insanlar olduğunu ifade etmektedir. Böylece başvuran, kendisine
yöneltilen ithamların söylentilere ve dolaylı tanıklıklara dayandığı sonucuna varmaktadır.
c) AİHM’nin değerlendirmesi
Meşru bir amaca ulaşmak için yapılan bir müdahale ancak acil bir sosyal ihtiyaca cevap
vermesi ve izlenen meşru amaçla orantılı olması halinde “demokratik bir toplumda gerekli”
olarak kabul edilebilir.
Mevcut davaya konu olan hususlarda AİHM, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin 3
temel öğesini teşkil ettiği “demokratik toplum” ve “gereklilik” kavramları arasındaki
bağlantının altını çizmektedir (bakınız, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, Birleşik Krallık
aleyhine Smith ve Grady davası, ilgili bölüm, prg. 87).
AİHM, her ne kadar gerekçelerin yeterli ve etkili olup olmadığı konusunda takdir hakkının
kendisine ait olduğunun altını çizse de, müdahalenin gerekli ve ilgili olup olmadığı konusunda
öncelikle değerlendirme yetkisinin ulusal mercilere ait olduğunu kabul etmektedir.
Sözleşmeci Devletler, bu bağlamda yargılamaya konu olan faaliyetin niteliği ve sınırlamanın
amacına göre değişen bir takdir hakkından istifade etmektedir (Birleşik Krallık aleyhine
Dudgeon davası, 22 Ekim 1981, prg. 52 ve 59, seri A no 45).
AİHM, başvurana yöneltilen suçlamaların yalnızca görevinin ifasıyla ilgili değil, daha çok
yargı yetkisindeki kişiler üzerinde uyandırdığı izlenim ile ilgili olduğunu gözlemlemektedir.
Dolayısıyla ihtilaf konusu soruşturmanın sınırları ister istemez mesleki hayatın sınırlarını
aşmaktadır. Bu bağlamda, HSYK, görevden almaya ilişkin kararını üç ayrı gerekçeye
dayandırmıştır, bu gerekçeler : (a) Başvuranın tavır ve uygun olmayan ilişkileri ile mesleğin
onur ve haysiyetine aykırı davranmış olduğunun, onur ve kişisel saygınlığını kaybettiğinin,
(b) Görevini kişisel duygularının kendisini yönlendirmesine izin vererek yaptığı izlenimi
11
verdiğinin, (c) Birçok defa işyerine mazeretsiz olarak geç gelmeyi ve işyerinden erken
çıkmayı ya da hiç gelmemeyi alışkanlık haline getirdiğinin sabit olmasıdır.
Ancak AİHM, bu konumda yer alan insanların diğer bireylerden farklı olmayacaklarının ve
bu sıfatla da AİHS’nin 8. maddesindeki korumadan yararlanacaklarının altını çizmektedir. Bu
nedenle, söz konusu soruşturma başvuranın özel hayatını ilgilendirdiği için, yukarıda anılan
düzenleme açısından bir sorun ortaya çıkmaktadır. Mevcut davada, davanın temelini oluşturan
olayların 8. madde kapsamında olduğu bir ihtilaf konusu değildir.
Dolayısıyla AİHM’nin her olayın kendine has özelliklerini göz önünde bulundurarak,
bireyin temel haklarından biri olan özel yaşama saygı gösterilmesi hakkı ile demokratik bir
Devletin sunduğu kamu hizmetinin 8. maddenin 2. paragrafına uygun yürümesini gözetmek
konusundaki meşru menfaati arasındaki adil dengenin kurulup kurulmadığını araştırması
gerekmektedir (bakınız, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, Macaristan aleyhine Rekvényi
davası [GC], no 25390/94, prg. 43, CEDH 1999-III).
Mevcut davada AİHM, başvuranın kısa bir mesleki deneyimin ardından üç buçuk yıl
çalıştığı küçük bir ilçeye atandığını gözlemlemektedir. Söz konusu olaylardan önce, iyi bir
mesleki kariyer izleyen başvuran, ayrıca 2001 yılı Aralık ayında özel olarak terfi etmiştir.
Dosyadan anlaşıldığı kadarıyla başvuran, ne mesleki hayatına başladığı Karakoçan’da ne de
mesleki hayatını sona erdirdiği Seydişehir’de bir soruşturmaya konu olmamıştır.
Başvuran hakkında 2002 yılı Mayıs ayında başlatılan soruşturma, başka kamu
görevlilerinin ihbarı sonucu tetiklenmiştir. Soruşturma esnasında başvuran, yalnızca mesleki
hayatına ilişkin sorulara değil; annesi ve diğer bazı insanlar ile olan ilişkileri ve tatili gibi özel
ve aile hayatına ilişkin sorulara da cevap vermek zorunda bırakılmıştır.
AİHM, mesleki ya da özel hayatında bir hakime duyulması gereken güven ya da saygıyı
engelleyecek bir tutum benimsemiş olmanın adalet kurumunun saygınlığı üzerinde belli bir
etkisi olduğunu kabul etmektedir. Bununla birlikte, bir kamu görevlisinin özel hayatına ilişkin
12
davalarda, bu kişinin belirli bir ölçüde özel hayatına ilişkin tutumlarının sonucunu
öngörebilmesi ve gerektiğinde uygun güvencelerden yararlanabilmesi gerekmektedir.
Özellikle mesleki hayat ile özel hayatın kelimenin dar anlamıyla üst üste geldiği ve bir bireyin
bazen hangi boyutta hareket ettiğinin tespit edilmesinin ne kadar zor olduğu göz önüne
alındığında, bu tür güvencelerin gerekliliği bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır (bakınız
Bigaeva, ilgili bölüm, prg. 23). AİHM’ne göre, benzer durumlarda, bir hakimin özel hayatına
ilişkin iddialara karşı korunabilmesi için, iç hukukta, yeterli güvence teşkil eden önlemlerin
mevcut olması gerekmektedir.
Bununla birlikte, mevcut davada, her ne kadar başvurana atfedilen bazı davranışlar,
özellikle de kişisel duygularının yönlendirmesine izin vererek karar vermesi, durum
gerektirdiğinde, görevden alma gibi radikal bir tedbiri meşrulaştırsa da, AİHM, ulusal
düzeyde yürütülen soruşturmanın söz konusu ithamları kesin olarak ortaya koymaya elverişli
olmadığını tespit etmektedir. Öte yandan, ulusal düzeyde soruşturmaya tabi tutulan birçok
davranışın başvuranın mesleki faaliyetleri ile ilgisi bulunmamaktadır. Aksine görevden
almayla sonuçlanan disiplin soruşturması sırasında başvuran çok az güvenceden istifade
edebilmiştir. Disiplin soruşturmasının başlatılmasını takiben yalnızca ithamlar başvuranın
bilgisine sunulmuştur. Müfettiş tarafından yürütülen soruşturmada uygulanabilecek en alt
sınırdaki teminatlar dahi göz ardı edilmiştir. Ne soruşturma çerçevesinde dinlenen tanıkların
ifadeleri ne de müfettişin raporu başvuranın bilgisine sunulmamıştır. Elbette, başvuran
müfettişe ve HSYK’ya yazılı savunmasını sunabilmiştir. Ancak görevden alınma kararı
verilmeden önce ne müfettiş ne de HSYK başvuranın savunmasını bizzat kendisinden
dinlememiştir. Özellikle bu süreç sırasında gerçekleşen tek duruşmanın, son safhada yani
HSYK’nın itirazları inceleme kurulunun toplantısı sırasında yapılması AİHM’ni hayrete
düşürmektedir.
AİHM, özel hayat ve aile hayatına ilişkin iddialara dayanan gerekçelerle itham edilen her
hakimin, keyfiyeti engelleyecek güvencelere sahip olması gerektiği görüşündedir. Bu kişinin,
uygulanan tedbirin hukuka uygun olup olmadığının tespit edilmesi ve yetkinin kötüye
kullanılması halinde sorumlunun cezalandırılması ve özellikle de ihtilafa konu tedbirin, olayın
tüm yönlerini ve ilgili mevzuatı değerlendirmeye yetkili bağımsız ve tarafsız bir organ
tarafından denetlenmesi imkânına sahip olması gerekmektedir. İlgili kişinin bu denetim organı
önünde kendi bakış açısını dile getirebileceği nizalı bir yargılamadan yararlanabilmesi ve
ilgili yetkililerin iddialarına karşı çıkabilmesi gerekmektedir (bakınız, gerekli değişiklikler
yapıldıktan sonra, Bulgaristan aleyhine Al-Nashif davası, no 50963/99, prg. 123 ve 124, 20
Haziran 2002, ve Romanya aleyhine Lupsa davası, no 10337/04, prg. 38, CEDH 2006-VII).
Özellikle mevcut davada, ilgili şahsın görevden alınması ve görevden alınan bir hakimin
avukatlık yapma hakkını da otomatik olarak kaybedecek olması, mesleki hayatı ve geleceği
üzerinde derin bir etki yaratacağından, daha önemli hale gelmektedir.
AİHM, karara giden süreci ve ulusal merciler tarafından verilen kararın gerekçelerini
inceledikten sonra, başvuranın özel hayatına yapılan müdahalenin izlenen meşru amaçla
orantılı olmadığı sonucuna varmaktadır. Özellikle, başvuran AİHS’nin 8. maddesi tarafından
öngörülen keyfiyete karşı korunmadan asgari düzeyde bile yararlanamamıştır.
C. 8. maddenin 13. madde ile bağlantılı olarak ihlal edildiği iddiası hakkında
Başvuran, özel hayatına saygı hakkına müdahale den HSYK’ya karşı etkili hiçbir itiraz
yoluna sahip olmadığını iddia etmektedir. Başvuran, iddiasına dayanak olarak, hakimlerin
13
mesleki hayatı üzerinde ağır ve geri dönüşü olmayan hükümler içerebilen HSYK kararlarının
T.C. Anayasası’nın 159. maddesi uyarınca her türlü hukuki denetimden muaf olduğunu dile
getirmektedir.
Hükümet bu sava karşı çıkmakta, HSYK’nın dört yıllığına Yargıtay ve Danıştay üyesi
hakim ve savcılar arasından seçildiğini ve bağımsız olduğunu kaydetmektedir. Hükümete
göre, her ne olursa olsun HSYK nezdinde oluşturulan itirazları inceleme kuruluna itirazda
bulunma hakkından faydalanmış olan başvuranın, AİHS’nin 13. maddesi anlamında etkili bir
hukuk yolunun yokluğundan şikâyetçi olması kabul edilemez. Hükümet bu bağlamda,
görevden alma konusunda karar veren HSYK ile itirazı inceleyen HSYK Kurulu heyetinin
farklı şekillerde oluşturulmuş olduğunun altını çizmektedir.
AİHM, daha önce Türkiye aleyhine Kayasu davası (no 64119/00 ve 76292/01, prg. 117-
123, 13 Kasım 2008) çerçevesinde verdiği kararda, HSYK kararlarının hukuki denetime tabi
olmaması hususunu incelediğini ve AİHS’nin 13. maddesinin 10. madde ile bağlantılı olarak
ihlal edildiği sonucuna vardığını hatırlatmaktadır.
AİHM, Hükümetin yukarıda anılan Kayasu kararında yapmış olduğu gibi, HSYK
tarafından verilen kararlara karşı 2802 sayılı Kanun’un 73. maddesinde öngörülen bir itiraz
yolunun mevcut olduğuna atıfta bulunduğunu tespit etmektedir. Bu itiraz yolu başvuran
tarafından kullanılmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
AİHM, daha önce de Kayasu kararında, HSYK İç Tüzüğü uyarınca itirazları inceleme
kurulunun, HSYK üyelerinin tamamından, yani on bir asil ve yedek üye ile adalet bakanı ve
müsteşarından oluştuğunu ve oy çoğunluğu ile karar verdiğini gözlemlediğini
hatırlatmaktadır. Görevden alma kararı verildikten sonra, bu karar, HSYK kurulunda yer alan
dokuz kişilik bir heyet tarafından incelenmektedir ki bu heyette bulunan dört üye daha önce
bu kararı vermiş olan yargıçlardır. Mevcut koşulları göz önünde bulunduran AİHM, Kurulun
İç Tüzüğünde itirazları inceleme kurulu üyelerinin bağımsızlığını güvence altına alan hiçbir
tedbir öngörmediğini gözlemlemekte ve HSYK’nın başvuranın itirazlarını değerlendirmeye
yetkili kurulunun bağımsızlığı konusuna şüpheyle yaklaşmaktadır (Kayasu, ilgili bölüm,
prg. 121).
Yukarıda dile getirilen bu unsurlar ışığında AİHM, başvuranın, 8. madde kapsamında dile
getirdiği şikayetlerin incelenmesini sağlamak üzere AİHS’nin 13. maddesinin kendisine
sunduğu asgari güvencelerden dahi yararlanamamış olduğu sonucuna varmaktadır.
14
Bu nedenle AİHM, AİHS’nin 13. maddesinin 8. madde ile bağlantılı olarak ihlal edildiği
kanaatine varmaktadır.
AİHM, başvuranın kendisine tanınan süre içerisinde herhangi bir adil tatmin talebinde
bulunmadığını not etmektedir.
Oysa yerleşik içtihadına göre (Bakınız, özellikle, İtalya aleyhine Andrea Corsi davası no
42210/98, 4 Temmuz 2002, ve Belçika aleyhine Willekens davası no 50859/99, 24 Nisan
2003) AİHM, İç Tüzüğü’nün 60. maddesinin 1. paragrafında öngörülen süre içerisinde bu
hususta talep ve bu talebi doğrulayan unsurlar sunulmadığı takdirde, adil tatmin başlığı altında
herhangi bir meblağ ödenmemesine hükmetmektedir.
AİHM, Türk hukuk sisteminin, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından alınan
kararların bundan böyle hukuki denetime konu olacak şekilde değiştirildiğini
gözlemlemektedir. Bu değişiklikler göz önünde bulundurulduğunda ve AİHS’nin 8. ve 13.
maddeleri bakımından dile getirilen değerlendirmeler dikkate alındığında, AİHM, başvuranın
talep etmesi halinde, görevden alınmasına ilişkin kararın hukuki denetimden geçirilmesinin
tespit edilen ihlallerin telafisi için uygun bir yol olacağı kanaatine varmaktadır.
KARAR VERMİŞTİR.
Mevcut karar ekinde AİHS’nin 45/2 ve İçtüzüğün 74/2 maddesine uygun olarak Yargıçlar A.
Sajo ve D. Popovic’in ayrı oy görüşleri yer almaktadır.
15