boya manzaraları asılmış duruyordu. Ve bu ev kendisinindi...
Düşünüyor, düşünüyor, düşündükçe iki
gündür farkına vardığı varlığının aşağılığını, sefaletini, adiliğini, ülküsüzlüğünü anlıyor; kaybettiği aidiyetliği, unuttuğu milliyeti, kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyuyor: “Ah ne kadar zavallıymışım!” diyordu. Bu vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi göründü. Kapının zili çalınca vücudu titredi. İşte Grazya geliyordu. Parmaklarının uçları üşüdü. Boynu hararet içinde kaldı. Başı kaşındı. Dayanılmaz bir acı duydu. “Keşke fikrimi mektupla yazsaydım!” diye düşündü. Fakat işte artık vakit yoktu. Grazya dışarıda şapkasını açacak, içeri girecekti... O ne yapacaktı? Ne söyleyecekti? Nasıl konuşacak, sabahleyin verdiği kararı ona nasıl anlatacaktı? Bu tereddüt eziyeti çok sürmedi. Grazya kapıdan girdi. Solgun bir tebessümle: “Bonjur dostum, niçin burada oturuyorsun?” dedi. Yüzü sararmış ve güzel burnu biraz daha büyümüş ve uzamış gibiydi. Arkasında ince kahve rengi bir manto vardı. Sol elinin eldivenini çıkarmaya çalışıyordu. Kenan şuursuz bir cevap verdi: “Hiç...” “Dün gece neden gelmedin?” “İşim vardı.” “Neredeydin?” “Otelde!” “Oh, ne kadar merak ettim.” Ve yanına oturarak merakının acısını yansıttı. Bir kolunu aşk ve zevk dakikalarında olduğu gibi Kenan’ın omzuna atmıştı. Cümlelerin sonunda bu koluyla onun başına dokunuyor, hafif bir sallantı yapıyor, sanki karşısındakini böyle etkiliyor ve uyutmaya çalışıyor, varlığını benimsiyordu. Kenan on senedir içine yuvarlandığı esirlik uçurumunun hala dibinde bulunduğunu ve buradan kurtulmanın pek zor olduğunu görüyordu. Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü hoş kadın, gerçekte, aslıyla, esaslarıyla, aidiyetliğiyle kendisine ne kadar yabancı, ne kadar uzaktı. Ve hatta düşmandı... İlan olunan savaştan bahsediyordu. Kenan dinliyor ve sessizliğini bozmuyordu. Grazya bu sabah tercüman ile konuşmuştu. Hiç kimsenin bilmediği, gazetelerin yazmadığı haberleri öğrenmişti. Yabancı siyasi memurları her şeyi biliyorlardı. Yalnız Türkler’in bir şeyden haberleri yoktu. Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Doğu meselesinin en mühim noktaları hallolunacaktı. İngiltere, Almanya, Fransa kısaca bütün Avrupalılar birbirleriyle tamamen anlaşmışlardı. Fas Fransa’nın oluyor. Almanya’ya Afrika’dan başka bir sömürge verilmekle beraber Anadolu’da serbest bırakılıyor, İngiltere İtalya’ya Trablus’un acilen işgal edilmesini tavsiye ediyordu. Trablus İtalya’nın olurken Acemistan da Rusya ve İngiltere tarafından paylaşılacaktı. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlamaya başlayacak, Girit, Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a özerklik verilecek, Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de “Uluslararası bir idare” oluşturulacaktı... Avrupa’nın programı buydu! Grazya, bunları ayrıntılı ve çabuk anlatıyor, tercümanın korkularını tekrar ediyordu: Şimdi hükümet Genç Türkler’in elindeydi. Ve bu gençler halkı heyecana getirmek, haşin ve eşit bir ruh yaratmak yeteneğine sahiptiler. Doğu Meselesinin halledileceği sırada, hükümet ellerinde bulunursa, büyük felaketlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü ihtiyar Türkler’le birleşecek, Rumeli’de ve Anadolu’da savaşmaya kalkacaklardı. Birçok katliama hazır olmak gerekiyordu. Bu iki hafta içinde Trablus’un işgal edilmesi heyecanıyla milletvekilleri hükümeti devirecekti. Bütün konsoloslar, yeni kabinenin Avrupa fikirli, Avrupa’da eğitim almış, ademi merkeziyet, yani özerklik taraftarı, gerçek hürriyeti, yani Avrupa himayesini ister, milliyetçilikten uzak, güçlü muhalif milletvekillerinden kurulacağına emindiler. Bu kabine askerleri öldürtmeden Trablus’a İtalya’nın hakkını ve hakimiyetini tanıyacak, Girit için anlamsız ve tehlikeli ısrarlarla büyük devletleri ve Yunanistan’ı üzmeyecek, Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye özerklik verecek, mali işlerini Avrupalılara teslim ile Doğu Meselesi’nin sebep olduğu ülkelerin bütünlüğünü son bir kere daha onaylatacak. Mutlu bir siyasetle kan dökülmeden bitirecekti... Bütün limanlar açılacaktı. Mezopotamya işletilecek, Avrupa’nın büyük sermayeleri hep koşacak, her tarafa demiryolları yapılacak, buraları Mısır gibi ticaret ve zenginlik memleketi olacak, Türkiye de artık bütün mallarını vahşi ordusu ve donanmasına harcamaktan vazgeçerek yükselme yolunu tutacaktı. O vakit ne başka dinlere düşmanlık ne de cehalet kalacaktı. Avrupa medeniyeti bozuk çalacak, sert ve savaşmış milyonlarca yarım vahşiler, itaatkar ve yumuşak ameleler haline gelecekti. Ama tercüman korkuyordu... Hükümetin yine Genç Türkler’in elinde kalmasından korkuyordu! Bunlar mağrur cahil ve aşırı milliyetçiydiler. Avrupalıları hiç sevmiyorlardı. İhtilalden, kan dökmekten, boş yere müdafaa ve inattan çekinmezlerdi. Barbarca cesur idiler. Hatta on iki saat içinde İtalyanları Türkiye’den kovmaya kalkışmışlar, boykotaj ilan ederek İtalyan ticaretini zarara uğratmak serseriliğini göstermişlerdi... Grazya şuh ve heyecanlı kadınlara has, ayrıntılı açık dille uzatarak anlatıyor, Kenan kesmeden dinliyor, ölmüş gibi hareketsiz duruyordu. Tercüman herhalde iki üç ay Selanik’i terk etmenin pek yerinde olacağını da söylemişti. İstanbul güvenliydi. İtalya’ya, yahut yabancı bir memlekete gitmeliydi... Grazya pasaportlarını bile hazırlamıştı. Sordu: “Ne zaman hareket edeceğiz, Kenan? Yarın mı?...” “Nereye?” “Mısır’a, İstanbul’a, yahut İtalya’ya...” Kenan cevap vermedi. Bize daima büyük ve sarsıcı heyecanlardan, büyük kederlerden, büyük umutsuzluklardan sonra gelen o derin ve ergin sessizlik, o cesur soğukkanlılık, yapısını birden değiştirmiş, ağırlaşmıştı. Şimdiye kadar neslinin düşmanı olan bu yabancı kadınla, vatanını zaptı ve iflasını hoş ve uygun gören bir Batılı ile nasıl yaşamıştı şaşıyordu. Grazya ilave etti: “Yüzüme ne tuhaf bakıyorsun... Hem söylemeyi unutmuştum, dün babamdan bir telgraf aldım. Mutlaka Selanik’ten çıkmamızı yazıyor.” Kenan başını çevirip pencereden dışarıya bakarak: “Ben buradan bir yere gitmem.” dedi. Grazya inanamadı: “Nasıl, Selanik’te mi kalacaksın?” “Evet...” “Ya ben?”